Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni
Çeviren: Prof. Dr. İlyas Çelebi - Yard.Doç.Dr. Adil Bebek - A.Yücel
Kitabevi Yayınları
HADİSTE METİN TENKİDİ METODLARI
A. Hadis Uydurma Faaliyetinin Başlaması:
c. Irk, Dil, Mezhep Ve Bölge Tarafgirliği
e. İdarecilere Güzel Görünüp Şahsî Menfaat Temin Etme
Düşüncesi
IV- Son Asırlarda Hadislerin Sahih Ve Zayıf Olduğuna
Hükmetmek
1- SAHABEYE GÖRE METİN TENKİDİ ÖLÇÜLERİ
Sahabenin Metin Tenkidi Hususundaki Ölçüleri:
2- Ölen Kimsenin, Yakınlarının Ağlaması Sebebiyle Azap
Görmesi
3- Zina Çocuğunun Üç Şerliden Biri Olması
4- Hz. Peygamber'in Allah'ı görmesi
7- Ehli Eşeklerin Etinin Yenilmesi
8- Yırtıcı Kuşların Etinin Yenilmesi
9- Zifaftan Önce
Kocası Ölen Kadının Mehri
1. Sünneti İlgili Olana Sorma ve Yaptığı Açıklamayı Kabul
Etme
a. Oruçlunun Cünüp Olarak Sabahlaması
b. İnzal Olmayan Cinsî Münasebetten Dolayı Guslün
Gerekmesi
d. Farz Tavafı Yaptıktan Sonra Âdet Gören Kadının
Ülkesine Dönmesi
e. İhrama Giren ve İhramdan Çıkan Kimsenin Koku Sürmesi
2. İhtilaflı İki Hadisten Birinin Başka Rivayetlerle
Desteklenmesi
b. Kocası Ölen Hamile Kadının İddeti
3. Rivayete Konu Olan Olayı Yaşayan Kişinin Görüşünü
Tercih Etme
a. Hacda Önceden Kurban Gönderen Kişiye Kurbanı
Kesilinceye Kadar Haram Olan Hususlar
b. Kadın, Köpek veya Eşeğin Namaz Kılanın Önünden Geçmesi
c. İhramlı Kimsenin Nikâhlanması
4. Olayın Birkaç Defa Meydana Gelmesi
a. Ateşte Pişen Bir Şeyi Yiyip İçmekten Dolayı Abdest
Alınması
b. Cenazeyi Taşımaktan Dolayı Abdest Alınması
c. Uykudan Uyanan
Kişinin Elini Kaba Sokmadan Önce Yıkaması
Sahabenin Hadisleri Tenkit ve Sıhhatlerini
Araştırmalarına Örnekler
a. "Lâ İlahe İllallah" Diyen Kişiye Cehennemin
Haram Olması
3. Bazı Konularda İki Tarafın Da Üzerinde İttifak Ettiği
Bir Hükme Varmamaları
a. Küçük Abdestte Kıbleye Dönmek
b. Cünüplükten Dolayı Teyemmüm Etme
b. Hz. Peygamber'in Yaptığı Umrelerin Sayısı
c. Kişinin Ölüm Anındaki Elbisesi İle Dirîltileceği
2- MUHADDISLERE GÖRE METİN TENKİDİ ÖLÇÜLERİ
II. Sünnetin
Değişik Rivayetlerinin Birbirine
Arzı
İdracın Tespitindeki Zorluklar
IV. Hadis Metninin Tarihî Bilgilere Arzı
V. Hadisin Lafzı Ve Mânasının Bozuk Olması
VI. Hadisin Dinî Esas Ve Kesin Kaidelere Aykırı Olması
VII. Hadisin Münker Veya Muhal Bir Şeyi İçermesi
3- FAKIHLERE GÖRE METİN TENKİDİ ÖLÇÜLERİ
Sünnetin Kur'an Karşısındaki Yeri
Haber-i vahidin bilgi ifade etmesi ve delil olarak
kullanılması
Haber-i Vahid ile İstidlalde Bulunanların Delilleri
Ravide Bulunması Gereken Şartlar
1. Hanefîlere Göre Sünnetin Kur'an'a Arzı
2. Şafiî'ye Göre Sünnetin Kur'an'a Arzı
3. Mâlik'e Göre Sünnetin Kur'an'a Arzı
4. Sünnetin Kur'an'a Arzı İle İlgili Farklı Görüşlerin
Değerlendirilmesi
Mutlak ve Mukayyedin Durumları:
Mutlakın Takyid Edilmesinin Şartı:
Fatiha Okuma ve Mihrin En Azı ile İlgili Hadislerin
Karşılaştırılması:
Namazda Ta'dil-i Erkân ve Cariyenin İddetinin İki Hayız
Olmasına Dair Hadislerin Karşılaştırılması:
Şira ile Abdest Alma Hadisiyle Celde ve Sürgün Cezasını
Bir Arada Verme Hadisinin Karşılaştırılması:
Mâlikîlerin Medinelilerin İcmaının Hüccet Olduğuna Dair
Delilleri
Mâlikîlerin Medinelilerin Amelini Esas Alarak Haberi
Vahid Olan Hadisi Reddetmelerinin Tartışılması:
Medinelilerin İcmaının Dayanağı
IV. Sünnetin Sahabe Uygulamasına Arzı
Fakihlerin Sahabe Uygulamasını Delil Olarak Kullanmaları
Hanefîlerin Bu Konudaki Görüşlerinin Tartışılması
2. Bu Örnekler Üzerindeki Tartışma:
1. Hanefîlerin Bu Ölçüye Bakışı
2. Kıyası Haber-i Vahide Tercih Edenlerin Delilleri
3. Bu Konudaki Delillerin Tartışılması
4. Mâlikîler ve Haber-i Vahidin Kıyasa Arzı
VI. Sünnetin Genel Esaslara Arzı
VII. Haberi Vahidin İnsanların Sıkça Karşılaştıkları
Hususlara Arzı
Hamd Allah'a
mahsustur. O'na hamd eder, O'ndan yardım diler, O'ndan affımızı isteriz.
Nefislerimizin şerri ve amellerimizin kötülüklerinden Allah'a sığınırız.
Allah'ın hidayete erdirdiğini kimse dalalete düşüremez, Allah'ın dalalete
düşürdüğünü de kimse hidayete erdiremez. Allah'ın birliğine, ortağı olmadığına
ve Muhammed'in O'nun kulu ve resulü olduğuna şehadet ederiz.
Kur’an ve sahih sünnet
İslâm dininin iki aslî kaynağıdır. Sünnet gerçekte Kur'an'a raci' ve onun
açıklamasıdır. O, Kur'an'ın mücmelini tafsil, muti akını takyid eder, âlimlerin
çoğunun görüşüne göre, bazan Kur'an'da bulunmayan müstakil hüküm de koyar.
Sünnete uymanın vacip olduğunu ve onun getirdiğine sarılmanın gerekliliğini
Kur'an'dan öğrenmekteyiz. Ancak bir hadisin sahih olup olmadığını nasıl
bileceğiz? Amel edebilmemiz için isnadın sahih olması, metnin de sahih olması
için, yeterli midir?
Muhaddislerin,
senedlerin ne derece sahih olduğunu bilmeyi temin eden ölçüler koyduklarında
şüphe yoktur. Onların ravileri tenkitleri ve ravilerin durumlarını
araştırmaları son derece önemli bir iştir. Ravilerin durumları ve hadis
illetleri hakkındaki kitaplar gerçekten çoktur. Ve bu kitaplarda farklı
hadislerin senedlerini tenkid ederken riayet ettikleri köklü esaslar ve geniş
tenkitler bulunmaktadır. Ancak ilel ve raviler hakkındaki kitapları inceleyen
kimse, bu eserlerde hadis metinlerinin tenkit edildiğini bulamaz.
Mevzuat kitaplarında
ise, sened ve metin tenkidini birlikte tetkik' edenlerin ilki muhtemelen
İbnü'l-Cevzî'dir. O, genellikle önce hadisin senedini sonra da metnini tenkid
etmektedir. Daha sonra bu konuda
birçok muhaddis onun yolunu takip etmiştir. Nihayet
İbnü'l-Kayyim, hadisin metnini nazar-ı itibara alarak uydurma olduğunu bildiren
alamet ve kaideleri tespit etmiş ve bunları el-Menarü'l-münif adlı eserinde
zikretmiştir.
Hadisçilerin
eserlerini inceleyenler, onların metin tenkidi için kullandıkları ölçüleri
açık bir şekilde göremezler. Çünkü onlar, bu ölçüleri müstakil olarak kaleme
almamışlardır. Hadislerin illetlerini açıklayan ile-lü'1-hadis türü eserler çok
olmakla birlikte, bildiğim kadarıyla metin tenkidi ile ilgili olarak
İbnü'l-Kayyim'in söz konusu eserinden başka müstakil bir çalışma mevcut
değildir. Bu sebeple, bu çalışmamızda muhaddislerin metinleri tenkit ölçülerini
ele alıp tetkik etmeyi uygun gördük.
Fakih ve usulcülerin
hadis metinleri ile ilgili araştırmalarına muttali olunca, onların bu sahada önemli
gayret ve çatta sarfettikleri ortaya çıkmış oldu. Onların metinleri tenkit
ölçüleri açık ve mükemmeldi. Bu bakımdan bu çalışma da onların kullandığı
ölçülere yer verdik. Araştırmamız bir giriş, üç bölüm ve bir sonuçtan meydana
gelmektedir.
Girişte, başlangıçtan
müsned ve musanneflerin yazılışına kadar sünnetin tedvinini, hadisin lafzan mı
manen mi rivayet edildiği, hadis uydurmanın başlangıç ve sebepleri, son
asırlarda hadisler hakkında zayıf ve sahih hükmü verilip verilemeyeceği, isnad
ve metnin birbiriyle ne derece irtibatlı olduğu, metin hakkında sahihlik hükmü
verilirken isnattan müstağni olunup olunamayacağı, senedin sahih olmasının
metnin sıhhati için yeterli bir delil kabul edilip edilmeyeceği konularını özet
olarak tetkik ettik.
Birinci bölümde,
bizzat sahabe döneminde metin tenkidinin başladığını arzedeceğiz. Bunu da bazı
hadislerin kabulü ve Hz. Peygamber'e nisbetinin sahihliğini te'kit için tenkidi
etrafında aralarında cereyan eden ihtilaf ve münakaşalar ve bu esnada
kullandıkları söz ve delillere dayandıracağız. Bu amaçla hadisin metin
yönünden tenkit noktasında sahabeden naklolunan görüşleri gücümüzün yettiği
kadar topladık ve bunlardan sahabenin tenkit ölçülerini çıkarmaya gayret
ettik.
Onlara göre geçerli
ölçülerin, hadisin Kur'an'a arzı, hadisin Resûlullah'ın sünnetinden çoğunluğun
sahih saydığına arzı ve akla arzı
olmak üzere üç grup olduğu ortaya çıkacaktır.
Araştırıcı bu ölçülerin sahabe döneminde kullanılmaya başladığını görecektir.
İkinci bölümün konusu,
muhaddislere göre tenkit ölçüleri olacaktır. Bu bölümde muhaddislerin tenkit
ölçülerini tespit amacıyla, onların metni esas alarak tenkit ettikleri birçok
hadisi bir araya toplayıp, bunlardan onların faaliyetlerini ortaya koyan
esaslar ile, söz konusu hadisleri tenkitte kullandıkları ölçüleri çıkarmaya
çalıştık.
Muhaddislerin metin
tenkidinde kullandıklarını tespit ettiğimiz ölçüleri ana başlıklarıyla şöyle
sıralayabiliriz:
Onlar öncelikle
hadisin metnini Kur'an'a arzediyor, aralarını cem etme imkânı olmayacak şekilde
ona aykırı ve muhalif olduğu zaman onun sahih olmadığına hükmediyorlardı.
Yine bu maksatla bir
hadisin farklı tarik ve rivayetlerini birbirine arzederek hadiste ileride
detaylarıyla inceleyeceğimiz idrac, kalb, ızdırab ve benzeri hususların
bulunduğunu ortaya çıkarıyordu.
Keza onlar, hadisi
sahih sünnete arzetmiş, ona muhalif ve muarız olanı reddetmiş, ihtilaflı
hadislerin birçoğunun tercihini, metinleri esas alarak yapmışlardır.
Onlar, birçok hadisin
tenkidinde tarihi ölçü olarak kullanmışlar, metninde tarihen sabit olan bir
olaya muhalefeti tespit ettiklerinde, bunu hadisin sahih olmadığının delili
kabul etmişlerdir.
Hadisin lafız ve
anlamında rekaket bulunması da muhaddislerin kullandıkları ölçülerdendir.
Hadisin anlamı, peygamberlik makamına uygun değilse veya kabulü ve tasdiki
mümkün olmayacak, Peygamber'in veya diğer peygamberlerden birinin söylemesi
veya yapması muhal olması hasebiyle onlara nisbeti mümkün olmayacak şekilde bir
durum söz konusu ise bu, hadisin sahih olmadığına delil teşkil eder. Zira
mânası bozuk, münker veya müstahil bir şeyi Peygamber'in söylemesi mümkün değildir.
Hadiste bu gibi durumların bulunması ise, onun sahih olmadığına ve dolayısıyla
Resûlullah'a nisbet edilemeyeceğine delildir.
Bu bölümü,
müsteşrikler ve onlara tabi olanların, muhaddislerin sadece sened tenkidi
yaptıkları, metin tenkidi yapmadıkları ile ilgili tenkitleri, bunun sebebi ve
onlara verilen cevaplarla bitirdik. Aslında bu araştırma, baştan sona kadar bu
nevi suçlamalara karşı bir cevap olarak değerlendirilmelidir.
Üçüncü bölümün konusu
fakihlere göre tenkit ölçüleridir. Bir kısmına Malikîler de katılmakla
birlikte bu ölçüleri çoğunlukla Hanefîlerin kullandığını göreceğiz. Bu
ölçülerin tespitinde bizzat onların eserleri esas alınmıştır.
Metin ve sened tenkidi
ölçüleri iç içe olmakla birlikte ben sadece metin tenkidi ölçülerini ve bazı
hadislerin kabul edilmeyip reddedilmesindeki bu ölçülerin uygulamaya ilişkin
etkilerini tespite gayret ettim. Sonra söz konusu ölçüleri, arkasından da bu
konuda verilen misallerin tamamını veya bir kısmını örnek olması açısından
tartıştım.
Hanefîlerin kullandıkları
ölçülerin en meşhurlarından biri haber-i vahidi Kur'an'a, mütevatir veya meşhur
sünnete arzetmektir. Bu arzın etkisi "ez-Ziyade ale'n-nas=Nassa yapılan
ziyade" diye ifade ettikleri konuda açıkça görülmektedir.
Hanefîlerin bir başka
ölçüleri de âhâd haberleri kıyasa ve sahabe
tatbikatına arzetmeleridir. Bu noktada, kıyasa muanz
olan haber-i vahidin kabulü
için ravisinin fakih olmasını şart koştuklarını, umumî belva hususundaki
haber-i vahidi de reddettiklerini görmekteyiz.
Malikîlere gelince,
onların da Kur'an'ın zahirine veya umumî kaidelere aykırı bazı âhâd haberlerle
ilgili çeşitli yaklaşımları vardır. Sened açısından en sahih yolla bile gelse,
Medineliler'in icma -veya tatbikatına aykırı olan âhâd haberlerin kabul
edilmemesi, Malikîlerin kullandığı en meşhur ölçüdür.
Bu araştırmada farklı
görüşleri münakaşa ettik ve bunlarla ilgili hadislerden örnekler verdik. Bazı
alimlerin, daha güçlü olanları reddederken meşhur olduğunu ileri sürerek
onunla Kur'an'daki umumî bir lafzı tahsis ettikleri hadisler arasında
mukayeseler yaptık. Bu çalışmamızda karalama ve taassuba dalmadan hakkı
aramayı ve objektif olmayı bize nasip eden Allah'a hamd olsun.
Sonuç bölümünde ise
araştırmamızın önemli neticelerini açıkladık.
Bu araştırmamızda
Allah'ın bizi muvaffak kılmasını ve çalışmamızın sırf O'nun rızasını elde
etmeye yönelik olmasını temenni ediyoruz. Çünkü O, işiten ve duaları kabul
edendir.
20.11.1403 Riyad
[1]
Sünnetin tedvini
konusuna geçmeden önce sahabenin Kur'an ve hadisi öğrenmede takip ettikleri
metoda kısaca temas etmek yerinde olacaktır. Konuyla ilgili Ebu Abdurrahman
es-Sülemî şöyle demektedir:
"Bize Osman b.
Affan ve Abdullah b. Mes'ud gibi Kur'an'ı öğretenler, Hz. Peygamber'den on ayet
öğrendiklerinde, ilim ve amel itibariyle iyice kavramadıkça diğerine
geçmediklerini söyler ve "Kur'an'ı ilim ve amel olarak birlikte
öğrendik"
[2] derlerdi. Bu ifadeden
sahabenin, Kur'an'ı onunla amel edip, emirlerini yerine getirmek amacıyla
öğrendiklerini anlıyoruz. Resûlullah (s.a.) onlara açıklamalarda bulunup nazil
olan ayetleri tebliğ ederken onların hepsi orada hazır bulunamıyordu. Zira bu
esnada sahabeden bazıları ticaret, bağ-bahçe veya hayvanlarını otlatmak ile
meşgul olmaları sebebiyle Resûlullah'la birlikte bulunamıyorlardı. Yeni
müslüman olan kabilelerin heyetleri de Hz. Peygamber'e geliyor, kısa bir müddet
onunla kalıp, dinin emirlerini ve bir miktar Kur'an öğrenip sonra ailelerine
dönerek duyduklarını onlara öğretiyorlardı. Bazan hükümlerde nesih söz konusu
oluyor, fakat bu esnada ondan haberdar olamıyor, ancak nâsih olan hüküm
kendilerine ulaştığında onun hükmüyle amel ediyorlardı. Nitekim Ömer b. Hattab
böyle bir durumla ilgili olarak şunu anlatmıştır:
"Ümeyye b. Zeyd
oğullarına -Medine'nin uzağında bulunan Avali mevkiinde oturuyorlardı- mensup Ensardan bir
komşum vardı. Hz. Peygamber'i bir gün o izler, bir gün ben izlerdim. Ben
izlediğimde vahiy veya başka bir hususta olup biteni ona naklederdim. O da
aynısını yapardı."
[3].
Sahabeden Berâ b. Âzib de şöyle demektedir: "Biz bütün hadisleri bizzat
Resûlullah'tan (s.a.) işitmedik. Bazısını arkadaşlarımız bize rivayet
etmekteydi. Zira biz deve gütmekle meşguldük. Resûlullah'ın (s.a.) ashabı
ondan doğrudan işitemediklerini akranlarından ve kendilerinden daha iyi
bilenlerden alıyor ve hadis aldıkları kimseler hususunda titiz davranıyorlardı
[4].
Görüldüğü gibi, bizzat sahabe her hadisi doğrudan Hz. Peygamber'den işitmediklerini, aksine Resûlullah'tan (s.a.) duyduklarını birbirine naklettiklerini anlatmaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber de her mecliste bütün sahabenin bulunmasını ve her söylediğini bizzat işitmesini istememiştir. Zira o (s.a.) ashabı güçlerinin üstünde bir şeyle sorumlu tutmamış, aksine ümmeti ve ashabı için kolay olanı tercih etmiştir. Hz. Peygamber, mecüsindekilere tebliğde bulunup bunu mevcut olmayanlara ulaştırmalarını emrederek şöyle buyurmaktaydı:
"Allah, sözümü işitip ezberleyen, sonra da onu nakleden kimsenin yüzünü ağartsın. Zira nice bilgi taşıyanlar vardır ki onu anlayamaz; nice bilgi taşıyanlar da vardır ki, onu kendisinden daha iyi anlayana nakleder..." [5]. Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadiste Resûlullah (s.a.) "İlmi öğrenip de nakletmeyen kimse, Allah'ın kendisine mal verip de onu infak etmeyip saklayan kimse gibidir." [6],
Abdülkays heyeti ile ilgili hadiste ise "... Bunları ezberleyin ve geride
bıraktıklarınıza nakledin"
[7]
buyurmuştur.
Hz. Peygamber,
ashabına hadisini ezberleyip muhafaza ve insanlara tebliğ etmelerini
emrettiğine göre, acaba hadislerin yazılması bu muhafaza emri içinde miydi?
Yoksa bu, sadece ezberleme ile mi sınırlıydı?
Sünnetin yazılmasının
hükmü hususunda âlimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu ihtilaf,
hadislerin yazılmasını yasaklayan veya ona izin veren çeşitli rivayetlerden
kaynaklanmakta olup, söz konusu rivayetler
arasında tearuz bulunduğu şüphesini doğurmuştur. Bu da
sözü edilen şüpheyi gidermeye ve rivayetlerin arasını cem etmeye sevketmiştir.
Hadislerin yazılmasını
yasaklayan rivayetleri aşağıdaki şekilde özetlemek mümkündür:
a. Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet edildiğine göre
Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Benim ağzımdan Kur'an'dan başka hiçbir şey
yazmayınız. Kur'an'dan başka bir şey yazmış olan kimse varsa, derhal o
yazdığım imha etsin. Ancak yazmaksızın benden dilediğiniz gibi rivayet ediniz.
Bunda bir beis yoktur."[8]
b. Başka bir rivayette Ebu Saîd el-Hudrî şöyle
demektedir:
"Hz.
Peygamber'den hadis yazmak için izin istedim, bana izin vermedi."
[9].
c. Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre o şöyle
anlatmıştır:
"Biz hadis
yazarken Hz. Peygamber yanımıza geldi ve:
"Yazdığın şey
nedir?" diye sordu. Senden işittiğimiz sözlerdir, dedik. Hz Peygamber:
“Allah'ın kitabından başka kitap mı istiyorsunuz? Sizden evvelki
milletler Allah'ın kitabı yanında başka kitaplar yazdıkları için dalâlete düştüler,”
buyurdu.
"Senden hadis
rivayet edebilir miyiz? dedim. Resûlullah:
"Evet benden hadis rivayet ediniz, bunda bir beis
yoktur. Ama bile bile her kim bana isnad ederek yalan uydurursa cehennemdeki
yerine hazırlansın"
[10]
buyurdu.
d. Zeyd b. Sabit, Muaviye'nin yanma gelerek ondan bir
hadis sordu. Muaviye birine bu hadisi yazmasını emredince Zeyd ona,
"Resûlullah bize, kendi sözlerini yazmamamızı emretti" dedi. Bunun
üzerine de yazılanı imha etti
[11].
e. Urve b. Zübeyr'den nakledildiğine göre Hz. Ömer, Hz.
Peygamber'in sünnetleri yazdırmayı ve bir araya toplamayı düşünmüş, bu fikrini
sahabîlere açıklamış, onlarla istişare etmiş, onlar da bunu tasvib etmişlerdi.
Ancak Hz. Ömer bir ay süren düşünme ve araştırma sonunda bir gün kararım:
"Ben sünnetleri
yazdırmayı istemiştim. Hatırladım ki sizden önce bir millet, kitaplar yazmışlar, onlara önem vermişler ve Allah'ın (kendilerine göndermiş
olduğu) kitabını terketmişlerdi. Allah'a yemin ederim ki ben, Allah'ın kitabını
bir başka şeyle karıştırmam, ona gölge düşürmem" sözleriyle bildirmiştir
[12].
Ayrıca Hatîb
el-Bağdâdî Takyîdü'l-İlm isimli eserinde hadislerin yazılmasını yasaklayan ve
ezberlenmesini teşvik eden sahabe ve tabiîne ait birçok görüş de
nakletmektedir.
Hadislerin yazılmasına
izin verildiğini ifade eden rivayetler ise şunlardır:
a. Abdullah b. Amr b. el-As'tan rivayet edildiğine göre o, şöyle anlatmaktadır:
"Resûlullah'tan duyduğum her şeyi ezberlemek maksadıyla yazıyordum. Kureyş'ten bazıları:
Resûlullah (s.a.) öfkeli ve neşeli hallerinde konuşan bir insan iken sen ondan duyduğun herşeyi nasıl yazarsın? diyerek bana engel olmak istediler. Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Sonra durumu Resûlullah'a arzettim. Eliyle ağzına işaret ederek:
“Yaz, nefsim kudret
elinde olan Allah'a yemin ederim ki buradan haktan başka bir şey çıkmaz!
buyurdu."
[13]
b. Ebu Hureyre şöyle demektedir:
"Resûlullah'ın
ashabı içinde Abdullah b. Amr hariç, benden daha fazla hadis bilen ve rivayet
eden kimse yoktur. Çünkü o yazar, ben ise yazmazdım."
[14]
c. Fetih hutbesiyle ilgili hadiste şöyle nakledilmektedir:
"Yemenli
bir adam gelerek, ya Resulallah benim için (bu hutbeyi) yaz, dedi. Hz.
Peygamber de bunun (Ebu Şah) için o
hutbeyi yazın..."[15]
buyurdu.
d. Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre Ensardan biri
Resûlullah'a hafızasının zayıflığından şikayette bulundu. Hz. Peygamber ona,
"Sağ elinden istifade et (yaz)"[16]
buyurdu. Ancak bu rivayetin isnadı zayıftır.
e. Enes'ten rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber:
"İlmi yazı ile kaydedin"
[17]
buyurmuştur. Keza bu rivayet de zayıftır.
Hz. Peygamber'in
yabancı devlet başkanlarına İslâm'a davet amacıyla mektup yazması, Amr b.
Hazin'a miras hisseleri (feraiz) ile vergilerin miktarını yazdırması ve ölüm
döşeğinde iken, "bana bir kağıt getirin de size benden sonra dalalete
düşmemeniz için bir yazı yazayım"[18] demesi
de hadislerin yazılmasına izin verildiğine dair deliller arasında zikredilmektedir.
Hadisin Hz. Peygamber
döneminde yazılmasına izin verildiğini savunanların delil olarak ileri
sürdükleri rivayetler bunlardır. Âlimler bu rivayetler arasındaki çelişkiyi
gidermeye çalışmışlardır. Bu konuda onların farklı görüş ve içtihadları
bulunmaktadır. Bir kısmı, henüz Kur'an'ın cem edilmediği bir dönemde Hz.
Peygamber'in Kur'an'la karışır endişesi ve hadislerle meşguliyetin müslümanların,
yeni nazil olmakta olan Kur'an'la gereği gibi ilgilenmemelerine sebep
olabileceği düşüncesiyle hadislerin yazılmasını yasakladığı görüşündedir ki
Râmehürmüzî (ö. 360/971) bu görüşte olanlardandır. Nitekim o, Ebu Saîd
el-Hudrî'nin, "Resûlullah'ın (s.a.) bize hadisleri yazmaya izin vermesini
arzuladık fakat o, buna izin vermedi" şeklindeki sözünü naklettikten sonra
şu açıklamayı yapmaktadır:
"Bu durumun
hicretin ilk yıllarında ve Kur'an'dan başka bir şeye düşkünlük gösterilip, bu
yüzden Kur'an'ın terkedilmesinden emin olunmadığı dönemde olduğunu
zannetmekteyim."
[19]
Hatîb el-Bağdâdî de
(ö. 463/1071) konuyla ilgili farklı riayetleri zikrettikten ve hadislerin
yazılmasına izin verildiği görüşünü tercih ettiğini bildirdikten sonra şöyle
demektedir:
"Açıkça ortaya
çıkmıştır ki, ilk asırda hadislerin yazılmasını hoş karşılamayanların tutumu,
Allah'ın kitabına bir başka şeyi eş tutmamak veya bir başka şey sebebiyle
Kur'an'la meşguliyetten uzak kalmamak, söz konusu dönemde vahiy (Kur'an) olanla
olmayanı ayırdedebilecek seviyede bulunabilenler ile dinin özünü kavrayanların
son derece az olması sebebiyledir. Zira Araplar'ın çoğu dini yeterince
kavrayabilmiş, âlimlerle bir arada bulunmuş değillerdi. Bu sebeple sahifelerde
yazılı hadisleri Kur'an'a karıştırıp, Allah'ın kelamı olduğunu zannetmeleri
endişesi vardı."
[20]
İbn Kuteybe ise,
hadisleri yazma hususundaki yasak önceleri idi, daha sonra bu yasak kaldırıldı
[21]
demekte, İbnü's-Salâh da şu açıklamayı yapmaktadır:
"Sonra bu
konudaki ihtilaf ortadan kalktı ve müslümanlar
hadislerin yazılmasının caiz ve mubah
olduğu hususunda ittifak ettiler. Zira hadisler kitaplarda yazılıp tedvin
edilmeseydi, daha sonraki asırlarda yok olup giderdi."
[22]
Sahabe ve tabiîn
döneminde, hadislerin yazılmasını hoş karşılamayanlar olduğu gibi, tedvin
edilip bir araya toplanmasını isteyenler de vardı. Ancak sonraları sebeplerin
ortadan kalkmasından dolayı hadislerin yazılmasını hoş karşılamama görüşü
zayıflamaya, etkisini yitirmeye başladı. Özellikle, Kur'an'ın bir mushafta cem
edilip, müstakil bir kitap haline getirilmesinden sonra, daha önce yazmayanlar,
yazıp tedvin edemedikleri için pişman oldular ve böylece zamanla hadis
sahifeleri ellerde dolaşır hâle geldi. İnsanlar hadisleri yazma, ezberleme ve
ona önem vermede birbirleriyle yarışır oldular.
Ali b. Ebi Talib'in
kılıcının kırandaki sahifesi
[23],
Abdullah b. Amr b. el-As'ın sahifesi
[24],
Cabir b. Abdullah'ın sahifesi
[25], Ebu
Hureyre'nin sahifesi
[26], Ebu
Musa el-Eş'arî
[27] ve diğer sahabîlere ait
sahifeler, sahabe döneminde tedvin edilenlerin başlıcalarıdır.
Daha sonra Ömer b. Abdülaziz
(101/719), Medine valisi Ebu Bekir b. Hazm'a (120/738) gönderdiği emirnamede
sünnetin tedvinini şöyle emretmektedir:
"Hz. Peygamber'in
hadislerinden bildiklerini ve Amra bint Abdurrahman'ın rivayetlerini yaz ve
bana gönder; zira ben ilmin kaybolmasından ve âlimlerin yok olup gitmelerinden
endişe ediyorum."
[28]
Tabiînden Ebü'z-Zübeyr
Muhammed b. Müslim b. Tedrüs el-Esedî
[29] (ö.
126/743), Ebü'1-Aşra Üsame b. Mâlik ed-Dârimî
[30] (ö.
131/748),
Eyyûb es-Sahtiyanı
[31] (ö.
131/748), Hişam b. Urve
[32] (ö.
146/763) ve daha başkaları da sahife ve cüzler yazmışlardır.
Bu dönemi takiben
konularına göre yazılmış hadis kitapları ve tasnif çeşitleri artmıştır.
Bunlara örnek olarak Ma'mer b. Reşid'in (ö. 155/-771) Cami'i, Süfyan
es-Sevrî'nin (ö. 161/777) el-Feraiz'i, Abdullah b. Mübarek'in (ö. 181/797)
Müsned'i Abdürrezzak'ın (ö. 211/826) Musannefi Humeydî'nin (ö. 219/834)
Müsned'i, Saîd b. Mansur'un (ö. 228/842) Sünen'i, İbn Ebu Şeybe'nin (ö.
235/849) Musannefi, Ahmed b. Hanbel'in (ö. 241/855) Müsned'i, Buhârî'nin (ö. 256/869)
Sahîh'i, Müslim'in (ö. 261/874) Sahîh'i, İbn Mâce'nin (ö. 273/886) Sünen'i, Ebu
Davud'un (ö. 275/888) Sünen'i, Tirmizinin (ö. 279/892) Sünen'i, Nesâî'nin (ö.
303/915) Sünen'i, Taberâni nin (ö. 360/970) Mu'cem'leri ve sünneti muhafaza
eden daha başka eserler burada zikredilebilir
[33].
Bu ümmetin selefinin,
söz konusu himmet ve gayretleriyle nebevî sünnet, bize tedvin edilmiş olarak
ulaşmıştır. Ancak bütün bu gayretlere rağmen, uydurma hadislerden tamamıyla
kurtulunamamıştır. Bu sebeple de her asırda âlimler uydurma hadisleri tasfiye
için gayret etmişler, sahih hadisleri müstakil eserlerde bir araya getirdikleri
gibi, zayıf ve uydurma hadisleri, uydurma sebepleri ve hadis uyduranları ihtiva
eden eserler telif etmişlerdir.
Muhaddislerin, bu tür
eserlerin telifinde birtakım ölçülerinin bulunduğunda şüphe yoktur. Özellikle
sahih hadisleri toplayan müelliflerin, hadisin sahih olduğunu bildiren belirli
ölçüleri vardı. Bu ölçüler hem metni, hem de senedi ihtiva etmekteydi. Aynı
şekilde, uydurma hadislerle ilgili eser telif edenlerin de, hadisin uydurma
olduğunu bildiren belirli ölçüleri vardı. Zira isnadı sahih olan bir hadisin
zayıf olduğuna ancak bunu isbat eden belirli ölçü ile hükmedilebilir. Bu
araştırmanın konusu da bu olacaktır.
[34]
Resûlullah'ın (s.a.)
bir olayla ilgili söylediği hadisin rivayetlerini bir araya topladığımızda, bu
rivayetlerin lafızlarının farklı olduğunu görürüz. Ancak, çoğunlukla bu
lafızların Resûlullah'ın (s.a.) arzu ettiği mânayı ifade ettiğine de şahit oluruz.
Buradan, sahabeden itibaren hadislerin müsned ve sahih kitaplarda tedvinine
kadar geçen dönem içinde hadis rivayetinin çoğu defa mâna ile olduğunu
anlamaktayız. Bunun anlaşılması için bu görüşü teyit edip açıklayan bir misal
olarak, mescide küçük abdestini yapan bedevi hadisini zikredebiliriz. Söz
konusu hadisin sadece Kütüb-i sitte'âekî rivayetlerini araştırdım ve bunların
aşağıdaki gibi olduğunu gördüm:
1. Buhârî'nin Enes'ten rivayetine göre, Resûlullah
(s.a.), ona dokunmayın dedi sonra bir kova su istedi ve onun işediği yere
döktü
[35].
2. Buhârî'nin Ebu Hureyre'den rivayetine göre Resûlullah
(s.a.), onu bırakın ve işediği yere bir kova su dökün dedi
[36].
3. Müslim'in Enes'ten rivayetine göre Resûlullah (s.a.),
onu bırakın, ona dokunmayın, dedi; bedevi işini bitirince bir kova su istedi
ve işediği yere döktü
[37].
4. Müslim'in Enes'ten başka bir rivayetine göre,
insanlar ona bağırdılar da Resûlullah (s.a.), onu bırakın dedi. Bedevi işini
bitirince Hz. Peygamber bir kova su istedi ve idrar yaptığı yere döktü
[38].
5. Müslim'in Enes'ten diğer rivayetine göre Resûlullah
(s.a.), ona dokunmayın, onu bırakın dedi
[39].
6. Ebu Davud'un, Ebu Hureyre'den rivayetine göre o,
şöyle anlatmaktadır:
Bedevî'nin, mescidin
bir kenarına küçük abdestini bozmasının hemen arkasından insanlar ona hücum
etti. Nebi (s.a.). onları bundan menederek, siz kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz,
zorlaştırıcı olarak gönderilmediniz, buyurdu ve bevlettiği yere bir kova su
dökmelerini emretti
[40].
7. Tirmizî'nin, Ebu Hureyre'den rivayetinde, Resûlullah
(s.a.) bevlettiği yere bir kova su dökün, buyurdu
[41].
8. Nesâî'nin Enes'ten rivayetine göre Rasulullah (s.a.),
onu bırakın, ona dokunmayın dedi ve bedevî işini bitirince bir kova su istedi
ve bevlettiği yere döktü
[42].
9. Yine Nesâî'nin Ebu Hureyre'den rivayetine göre,
Resûlullah (s.a.):
“Onu bırakın ve bevlettiği yere bir kova su dökün, zira siz
kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz,.."
[43]
buyurdu.
10. Nesâî'nin Enes'ten başka bir rivayetine göre
Resûlullah (s.a.), onu terkedin dedi. Bunun üzerine ashab işini bitirinceye
kadar onu kendi haline bıraktılar. Sonra Hz. Peygamber, bir kova su istedi ve
onu bedevinin bevlettiği yere döktü
[44].
11. İbn Mâce'nin Enes'ten rivayetine göre Resûlullah
(s.a.), ona dokunmayın, dedi, sonra bir kova su istedi ve bevledilen yere döktü
[45].
12. Yine İbn Mâce'nin Vasile b. el-Eska'dan rivayetine
göre Resûlullah (s.a.) onu bırakın dedi. Sonra bir kova su istedi ve
bevlettiği yere döktü
[46].
Söz konusu hadisin
farklı rivayetlerini birbiri ile karşılaştırdığımızda, ravilerin Resûlullah'ın
sözünü aynı lafızlarla değil, mâna ile naklettiklerini görmekteyiz. Zira -aynı
olayı anlatmak üzere- rivayetlerde onu bırakın, ona dokunmayın); (sadece) onu
terkedin); (ona dokunmayın), sadece (onu bırakın) veya ikisi birlikte (ona
dokunmayın, onu bırakın) şeklinde farklı lafızlar kullanılmıştır. Rivayetlerde
geçen bu farklı lafızların hepsini Hz. Peygamber'in aynı anda kullanmadığı ise
malumdur. Şu halde Resûlullah söz konusu lafızlardan birini kullanmış, raviler
hadisi Hz. Peygamber'in lafzı ile değil, aynı anlama gelen başka lafızlarla
(manen) rivayet etmişlerdir. Bu farklı rivayetlerin arasını cem etmek istesek
ve meselâ Hz. Peygamber muhtemelen (onu bırakın, ona dokunmayın) dediğini
ravilerden bazısının Resûlullah'ın sözünün bir kısmım rivayet ederek ya (onu
bırakın) veya (ona dokunmayın) şeklinde naklettiklerini, diğer kısmının ise Hz.
Peygamber'in sözünün tamamını rivayet ederek (onu bırakın, ona dokunmayın)
şeklinde naklettiklerini düşünelim. Ancak bu durumda (onu terkedin) rivayet ile
(ona dokunmayın, onu bırakın) şeklinde kelimesi takdim edilerek nakledilen
rivayetleri nasıl açıklayacağız? Aynı şekilde Nesâî'nin "onu bırakın ve
bevlettiği yere bir kova su dökün..." şeklindeki rivayetinde (onu bırakın)
veya (onu terkedin) kelimelerinden farklı anlama gelen (ona dokunmayın)
kelimesi bulunmamaktadır. Şayet Resûlullah, bu kelimeyi söylemişse ravi söz
konusu kelimeyi zikretmemiştir. Bunun anlamı, ravinin hadisi Resûlullah'ın
lafızlarıyla değil de manen nakletmiş olmasıdır.
Bütün bunlardan, sahabe
ve daha sonraki dönemlerde hadisin çoğunlukla manen rivayet edildiğini anlamaktayız.
Ancak bu, farklı ravilerin, Hz. Peygamber'in kullandığı birçok lafzı
kullanmadıkları anlamına da gelmez. Tabiî olan da budur. Zira sahabeden, Hz.
Peygamber'in lafzı ile rivayet etme hususunda titiz davrananlar da vardı. İbn
Ömer bunlardan biridir. Nitekim Ubeyd b. Umeyr, münafığın durumu ile ilgili
olarak Resûlullah'ın (s.a.), “münafığın
durumu iki sürü arasında gidip gelen koyuna benzer" buyurduğunu
nakletmişti. Orada hazır bulunan İbn Ömer buna itiraz ederek, Resûlullah'a
(s.a.) “yalan isnad etmeyin, zira o
munafığın durumu, iki sürü arasında gidip gelen koyuna benzer"
buyurdu, diyerek hadiste bulunan kelimesi yerine eş anlamlısı lafzının
kullanılmasını Resûlullah'a (s.a.) yalan isnad etmek olarak değerlendirdi
[47].
Muhammed b. Ali, İbn
Ömer'in hadisi işittiği zaman ona ilavede bulunmadığını, onu noksan da
nakletmediğini, ne ileri gittiğini ne de geride kaldığını söylemiştir
[48].
A'meş de "bu ilme
öyleleri sahip oldu ki, onlardan birine hadise "vav" veya
"dal" harfi ilave etmektense, gökten yere düşmek daha iyi gelmekteydi. Bugün
ise, onların içinde öyleleri vardır ki zayıf bir balığı alıp onun semiz
olduğuna yemin edebilmektedir"
[49]
demiştir.
Onlar, hadisin lafzan
rivayetinde son derece titiz davranmaktaydı. Muhaddislerin çoğu da onları takip
ettiler. Nitekim genel tutumundan caiz gördüğü anlaşılmakla birlikte,
Buhârî'nin lafzan rivayeti her zaman zorunlu görmeyen tutumuna karşın, Müslim,
çoğunlukla lafzan rivayete özen göstermekteydi
[50].
Sahabe, tabiîn,
muhaddisler, fakihler ve usulcülerden oluşan İslâm âlimlerinin çoğunluğu ise,
hadisin manen rivayet edilebileeğini kabul etmişlerdir. Ancak bunlar,
Resûlullah'ın (s.a.) kullandığı lafızla kastettiği mânanın muhafaza edilip
nakledilebilmesi için, manen rivayette birtakım önemli şartlar ileri
sürmüşlerdir. Şayet ravi, lafızları delalet ve maksatları ile bilmiyor;
kelimenin anlamını bozan hususlardan haberdar değil; iki lafız arasındaki anlam
farkının derecesini farkedemiyorsa işittiği hadisi manen rivayet etmesinin caiz
olmadığında ihtilaf yoktur
[51].
Bu konuda Serahsî
şöyle demektedir:
"Lafız muhkem,
zahir, müşkil, müşterek, mücmel, müteşabih veya cevâmiu'l-kelim'den (az kelime
ile çok anlam ifade etme) biri olur. Lafız muhkem ise, lugata hâkim her âlimin
onu manen rivayet etmesi caizdir. Zahir lafzı ancak lügat ve fıkıh bilgilerine
sahip kimse manen rivayet edebilir. Müşkil ve müşterek lafızların manen
rivayeti caiz değildir. Çünkü söz konusu iki lafızdan kastedilen mâna ancak
te'ville anlaşılabilmektedir. Te'vil ise, kıyas gibi bir nevi kişisel görüş
olup başkasını bağlayıcı değildir. Mücmel lafzın da manen rivayeti düşünülemez.
Zira, mücmelin mânasına ancak başka bir delil ile vakıf olunabilir. Müteşabih
de mücmel gibidir. Çünkü biz müteşabih lafzın anlamını araştırmakla sorumlu
değiliz. Böyle bir durumda müteşabihin manen rivayeti nasıl düşünülebilir?
Lafız (kazanç, sorumluluğa göredir) gibi özlü sözlerden (Cevamiu'l-kelim) ise,
bazı hocalarımız zahir lafızla ilgili zikrettiğimiz şartlarla manen
rivayetinin caiz olabileceğini söylemişlerdir
[52].
Hadisin lafzan
(Resûlullah'tan işitilen aynı lafızla) rivayet edilmesine önem veren âlimler,
Hz. Peygamber'in "bizden hadisi işitip (başkasına) nakledene kadar
ezberinde muhafaza eden kimsenin Allah yüzünü ak etsin. Zira kendisine
nakledilen nice kimseler (bizzat) işitenden nakledileni daha iyi muhafaza
ederler."
[53], "Nice ilim
taşıyanlar vardır ki onu anlayamaz, nice ilim taşıyan kimse kendisinden daha
anlayışlı kimseye nakleder"
[54]
hadisleri ile; Berâ b. Azib'e öğrettiği duayı, onun (Gönderdiğin nebi...)
yerine lafız değişikikliği yaparak şeklinde okuması üzerine, göğsüne vurarak
diyerek düzeltmesini
[55]
delil olarak kullanmışlar ve Hz. Peygamber, "resul" lafzının
"nebi" kelimesinin ifade ettiği anlamı fazlasıyla ihtiva etmesine
rağmen, Berâ b. Azib'in farklı lafız kullanmasına muhalefet etmiş, izin
vermemiştir, demişlerdir.
Ne var ki, onların bu
nevi istidlalleri doğru bulunmamaktadır. Hadisin, işitildiği gibi aynı
lafızlarla başkasına nakledilmesini ifade eden birinci hadis, bu hususta delil
olamaz. Çünkü herhangi bir lafzı ziyade ve noksanlık yapmadan nakleden kimse,
onu işittiği gibi nakletmiş denilebilir. Nitekim mânayı bozmadıkça bir dilden
diğer dile tercüme eden kimseye de işittiği gibi nakletmiştir denilir. Bu
hadis, rivayetten maksadın, insanların farklı şekillerde anlamaları illetine
binaen lafız değil de mânayı nakletmek olduğuna delalet etmektedir. Zira
mânanın farklı olmasını etkileyen de lafızdır. İnsanların birbirinin yerini
tuttuğu hususunda ihtilaf etmedikleri lafızlarda ise anlayan, daha çok anlayan
ve hiç anlamayan arasında herhangi bir fark yoktur ve bu gibi lafızlar mânanın
değişmesine etki yapmazlar
[56].
Bu haberi nakleden
raviler manen rivayet etmişlerdir. Nitekim bir kısmı (Allah nurlandırsın)
yerine Allah merhamet etsin), (işitene kimse) yerine (bizden hadis) yerine
(sözümü nakleden), (onu tebliğ eden) yerine (ona nakleden), (nice kendisine söz
ulaşan vardır
ki ulaştırandan hafızası daha güçlüdür) yerine (nice kendisine tebliğ edilen
vardır ki tebliğ edenden daha anlayışlıdır), (anlayışlı değildir) yerine (onun
anlayışı yoktur) ve bunun dışında diğer farklı lafızlarla nakletmişlerdir. Bu
haberin manen nakledildiği açıktır. Bu bakımdan anlam aynı da olsa lafızları
farklı olmuştur.
Resülullah (s.a.) bu
hadisi değişik zamanlarda söylemiştir, dolayısıyla bu farklı rivayetleri olan
bir hadis değil, bir kaç hadistir, bunun için de her bir hadisin lafızları
farklıdır denilebilir. Bu iddia sahibine şayet böyle bir durum söz konusu ise
bu hadisin -şartlarına uygun olarak- manen rivayet edilebileceğine delildir
şeklinde cevap verilebilir. Çünkü Resülullah (s.a.) bu tutumuyla bize aynı
anlamın farklı lafızlarla ifade edilebileceğini göstermiştir. Böylece Hz.
Peygamber hadisini tebliğ görevini yerine getiren ve nakledenlere kolaylık
sağlamıştır. Zira o (s.a.) aynı anlamdaki ifadelerini farklı lafızlarla
anlatmak suretiyle anlam aynı oldukça hadislerin farklı lafızlarla
nakledilmesinde herhangi bir mahzur olmadığına işaret etmiştir.
Bu konuda istidlalde
bulundukları Berâ hadisine gelince burada geçen "en-nebî" lafzı
"er-resûl" kelimesinden daha çok övgüyü ifade etmektedir. Ayrıca bu
sıfatlardan her birinin kullanıldığı yer farklıdır. Nitekim "Resul"
kelimesinin herkes için, "nebî", lafzının ise sadece peygamberler
için kullanıldığını görmüyor musun? Nebilerden "resul" olmakla
tavsif edilenler, nübüvvet ile risaleti cem etmeleri dolayısıyla daha üstün
kabul edilmişlerdir. (gönderdiğin nebi) demek suretiyle daha çok övünülecek bir
sıfatı zikretmiştir ki o da "nübüvvettir. Sonra (gönderdiğin) demek
suretiyle de nübüvveti, risaletle sınırlamıştır
[57].
Hadislerin manen
rivayet edilmesinin caiz olduğunu söyleyenler de görüşlerini bir kısım merfu
hadisler zikrederek delillendirmişlerdir. Bunlardan biri İbn Mes'ud hadisidir.
Buna göre, bir adam gelerek, "Ya Resulallah! Sen bize bir söz söylüyorsun,
biz ise onu senden işittiğimiz gibi nakledemiyoruz" demişti. Hz. Peygamber
ona, "sizden biri mânayı konduğu
müddetçe onu rivayet etsin" buyurdu
[58].
Bu görüşü savunanlar
Sehavî'nin
[59] de ifade ettiği gibi
sahih olmayan, muztarib olan, hatta Cüzekânî ve İbnü'l-Cevzfnin Mevzuatlarında
[60]
zikrettikleri başka bir merfu hadisi daha delil olarak rivayet etmişlerdir.
Fakat bu konuda sahih-merfu bir hadis bulunmamaktadır. Ancak, sahabe ve
tabiînin uygulamaları manen rivayetin caiz olduğuna, bunda bir beis olmadığına
delil teşkil etmektedir. Nitekim Mekhul (ö. 118/736), yanına girdikleri Vasile
b. el-Eska (ö. 83/702) ile aralarında geçen şu olayı nakleder:
"Vâsile'ye 'bize,
Resûlullah'dan işittiğin, lafzında vehm, fazlalık ve unutma olmayan bir hadis
söyle' dedik. O, 'Sizden biriniz bu gece Kur'an'dan birşeyler okudu mu? 'diye
sordu. 'Evet', dedik. 'Peki, onda elif, vav veya herhangi bir şey ziyâde
yaptınız mı?' dedi. 'Evet, biz onda fazlalık ve noksanlık yapıyoruz, biz onu
iyice ezbere bilmiyoruz' dedim. Bunun üzerine Vasile, 'Bu, gece gündüz
okuduğunuz, aranızdaki Kur'an'dır. Böyle iken onda bazı harf fazlalık ve
noksanlıkları yapıyorsunuz. Biz ise Resûlullah'tan bir veya iki defa duyduğumuz
bir hadisi nasıl hatasız söyleyebiliriz? Hadisleri mâna ile rivayet etmemiz
size kâfidir' dedi.
[61]
Sahabeden Ebu Saîd'in
anlattığına göre de, onlar yaklaşık on kişilik bir grup halinde Hz.
Peygamber'in yanında oturur, hadis dinlerlerdi. Daha sonra Resûlullah'tan
dinledikleri hadisi rivayet eden iki kişiden herbirinin lafızları farklı, ancak
anlam aynı olurdu
[62].
Şâfıî hadisin mâna ile
rivayet edilebileceğine "Kur'an yedi harf üzere inzal edildi, ondan kolayınıza
geleni okuyun" hadisini delil göstererek şöyle demektedir:
"Allah'ın
kullarına olan lutfundan dolayı kitabını yedi harf üzerine indirmesinden,
lafızlar farklı da olsa mânayı bozmadıkça onu çeşitli kıraetlerle okumanın
caiz olduğunu anlamaktayız. Şu halde Kur'an'ın dışındakilerde -hadislerde- mâna
değişmedikçe farklı lafızlarla rivayet edilmesi evleviyetle caizdir
[63].
Daha önce de ifade
ettiğimiz gibi, herhangi bir hadisin farklı rivayetlerini tetkik eden kimse,
genellikle onun mâna ile rivayet edildiğini ve sahabenin bunu tabiî olarak
yaptıklarını, özellikle hadislerin bütünüyle tedvin edilmediği Resûlullah'in
hayatında bunun son derece tabiî olduğunu görür. Bilindiği gibi, başlangıçta
hadislerin yazılması yasaklanmıştı. Hz. Peygamber'in hadisleri yazmayı
yasakladığı ve sahabenin öğrendikleri hadisleri yarım asırdan daha uzun bir
süre sonra rivayet ettiklerine göre sadece belirli bir mânayı hatırlamaları
bazan da ifade edilen bazı lafızları hatırlayabilmeleri tabiî idi. Hatta
sahabenin her işittiğini ilave ve noksanlık yapmaksızın, herhangi bir
değişikliğe uğratmadan aynı lafızla hatırlaması son derece nadirdi. İşittiği
mânayı aynı lafızla değil de ona yakın lafızlarla ifade etmesi ise mümkün,
tabiî ve ihtilafa mahal olmayacak bir vakıaydı.
Rivayetlerde asıl
maksadın, bizzat Hz. Peygamber'in kullandığı lafız olmadığını, onunla ibadet de
edilmediğini
[64] dikkate alacak olursak,
hadislerin mâna ile rivayetinin dinen caiz olduğu sonucuna varırız. Ayrıca,
daha sonraki asırlarda müsned ve diğer hadis kitapları terf edilinceye kadar
sahabe ve tabiîn ile diğer ravilerin de fiil uygulamaları bunu teyit etmektedir.
Âlimlerin çoğunun mâna
ile rivayeti caiz gördüklerini ve bunun için birtakım şartlar ileri
sürdüklerini daha önce zikretmiştik. Ancak bu durum, hadislerin naklinden daha
sonradır. Zira söz konusu şartları ileri süren âlimler, hadislerin nakledildiği
ilk dönemde mevcut değillerdi. Aksine bu şartları ileri sürenler -en erken-
hicrî ikinci asırda yaşayan âlimlerdir. Bu durumda da onlarla risalet dönemi
arasında iki asır gibi bir zaman bulunmaktadır ve söz konusu dönem sünnetin
nakledildiği zaman dilimidir. Bu dönemdeki raviler hafız-zâbit, zabtı zayıf ve
çok hata yapıp yanılanlar olmak üzere farklı seviyede idiler. Onlar arasında
rivayetinde dikkatli olanlar da bulunmakta ve bunun seviyesi raviden raviye
farklı olmaktaydı. Ayrıca ravileri şartlarına uygun olmayan mâna ile rivayetten
engelleyecek herhangi bir otorite de bulunmamaktaydı. Zira hadis rivayetinde
ehil olmayan artmış, büyük ravi topluluğu içinde sika-hafız olanlar ise
nadirdi. Söz konusu ehliyetsiz raviler arasında şöhrete kavuşup kendisine
parmakla işaret olunan kimse olmayı ve çevresinde binlerce kimsenin
toplanmasını arzu edenler de bulunmaktaydı. Böyle bir ortamda -Allah'tan korkmuyorsa-
hadislere ilavelerde bulunmasını, hatta talebelerinin artması, taraftarlarının
çoğalması için hadis uydurmasını engelleyecek hiçbir kimse de yoktu.
Hadisler arasında
ortaya çıkan bu ihtilaf ve titiz olmayan ravilerin hadis rivayetine el
atmaları, âlimleri hadis rivayetindeki ehliyet durumlarına göre ravileri
kuvvetli ve zayıf diye taksim etmeye sevketmiştir. Âlimlerin bu durumu tespit
etmeleri ise, sened ve metinden birini tetkik etmelerini gerekli kılmaktaydı.
Allah'ın izniyle bu araştırma bunlardan ikincisini ortaya çıkaracaktır.
[65]
Mevzu hadis,
uydurulmuş hadis anlamına gelip zayıf hadislerin en zararlısıdır
[66].
Sahabenin Allah
yolunda karşılaştığı sıkıntı ve bu uğurdaki mücadelesi hakkında az bir bilgi
sahibi olduğumuzda, onlardan birinin kendi nefsinden, çocuğundan ve bütün
insanlardan daha çok sevdiği Resûlullah'a (s.a.) bir hadis bile olsa yalan
isnad etmeyeceklerini kesin olarak anlarız. Onlar birbirleri hakkında veya kendi
aralarında yalan söylemiyorlardı. Kendi aralarında yalan söylemeyen bu
kişilerin Hz. Peygamber adına asla yalan söylemeyecekleri açıktır. Nitekim bu
durumu Enes b. Mâlik (ö. 93/717), "Allah'a yemin olsun ki biz yalan
söylemez, yalanın ne olduğunu da bilmezdik"
[67]
şeklinde; Berâ b. Âzib (ö. 72/691) ise, "Size rivayet ettiğimiz her hadisi
doğrudan Resûlullah'tan işitmiş değiliz; bir kısmı doğrudan Hz. Peygamber'den
işittiklerimiz, diğerleri ise arkadaşlarımızdan duyduklarımızdır. Biz yalan
söylemeyiz"[68] sözü ile ifade
etmişlerdir. Hz. Peygamber'in, "Kim
bilerek benim ağzımdan yalan uydurursa, cehennemdeki yerine hazırlansın"
[69]
buyurduğunu bilen sahabe nasıl ona yalan isnad edebilir?
Sahabe insanlara
İslâm'ı tebliğ hususunda güvenilir kimselerdi. Nitekim Allah onlar hakkında,
"Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı
çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rüküa varırken, secde ederken
görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde
izidir..."[70] buyurmuştur ki, bu
Özelliklere sahip olan ve haklarında Allah'ın bu denli övgüde bulunup
kendilerini tezkiye ettiği böyle bir topluluktan herhangi bir kimsenin, Şia'nın
iddia ettiği gibi, Hz. Peygamber'in hayatında ve ölümünden sonra onun adına
yalan söylediklerini herhangi bir müslümanın onaylaması mümkün değildir. Bu
konuda doğru olan, ileri gelen âlimlerin ifade ettiği gibi, hadis uydurma
faaliyetinin Hz. Osman'ın hilafetinin son döneminde ya da başka bir görüşe
göre ilk fitneden -Hz. Osman'ın öldürülmesinden- veya Haricîler fitnesinden
sonra başladığıdır. Nitekim İbn Şîrîn bu konuda şu açıklamayı yapmıştır:
"Önceden isnad
sormuyorlardı, fakat "fitne" zuhur edince ravilerinizin isimlerini
bize söyleyin, demeye başladılar. Bu suretle sünnet ehlinden olanların
hadisleri alınır, bid'at ehlinin-ki ise terk edilirdi"
[71].
Söz konusu fitneden
sonra mezhep ve fırkalar ortaya çıktı ve hadis uydurma faaliyetleri giderek
yaygınlaştı. Zira her fırka kendi mezhebini destekleyecek delile ihtiyaç
duymaktaydı. Kur'an'ı tahrif etmek veya ona ilave yapmak mümkün değildi. Ancak
bu kimseler, daha sonra tarih ve tefsir kitaplarında yer alacak olan din ve
bazı şahıslar hakkındaki kendi sapık görüşlerini destekleyen hadisleri herhangi
bir ayetin tefsiri veya sebeb-i nüzulü olarak uydurdular. Ne var ki,
muhaddisler bunlara karşı mücadele etmiş sözü edilen uydurma hadisleri
kitaplarında ve ders halkalarında açıklamışlardır.
[72]
Ali ile Muaviye
arasında ihtilaf vaki olup da Ali ordusunda bölünme meydana gelince, kendi
dışındakileri tekfir eden Haricîler ortaya çıkmıştı. Bundan sonra fırkalar
doğmaya ve farklı görüşler artarak yayılmaya başladı. Böylece hadis uydurma
faaliyetinin en önemli sebebi siyasi ihtilaf olmuştur. Nitekim Şia ve Şiacılık
Hz. Ali'nin öldürülmesinden sonra başlamıştır. Bu gruba mensup olanlar içinde
İslâm'a düşman, ondan uzak olduğu halde müslüman kılığına bürünmüş olanlar
bulunmaktaydı. Şiadan birçok kimse, hilafetin Hz. Ali'nin hakkı olduğunu ifade
eden, onu öven, Hz. Muaviye'ye, (aralarında hüküm veren) hakemlere ve sahabeden
daha başkalarına karşı hücum eden hadisler uydurdular. Ancak muhaddisler,
Şiadan bazılarında bulunan bu özelliğin farkına vararak onlardan hadis
almaktan kaçındılar. Nitekim İmam Mâlik, "Iraklıların (Şia'nın) rivayet
ettiği hadisleri ehl-i kitabın naklettiği dinî ifadeler gibi değerlendirin,
onların doğru veya yalan olduğuna hükmetmeyin"
[73];
İmam Şafiî, "Rafizîlerden daha çok yalan söyleyen görmedim"
[74]
demişlerdir. Abdurrahman b. Mehdi ise, İmam Mâlik'e hitaben ey Ebu Abdullah,
sizin beldenizde -Medine'de- kırk günde dört yüz hadis işittik. Basra'da ise
bir günde bu kadar işitiyoruz, dedi. İmam Mâlik ona, sizdeki darphane (hadis
uydurma yeri) bizde nerede? Siz gece uyduruyor, gündüz yayıyorsunuz" diye
cevap verdi
[75]. Böylece İmam Mâlik,
hadisin kabul ve rivayetinde Medinelilerin titiz davrandığını, Iraklıların çok
hadis rivayet etmelerinin sebebinin ise, hadis uydurma faaliyeti sonucunda
olduğunu açıklamıştır. Medinelilerin hadis rivayetindeki bu titizliği, diğer
İslâm beldeleri arasında âlimlerin Medine'de rivayet olunan hadislere daha çok
güvenmelerini temin etmiştir
[76] .
Sadece Rafizîler hadis
uydurmuyor, Haricîler ile Ehl-i sünnetten de hadis uyduranlar oluyordu.
Abdurrahman b. Mehdi'nin İbn Lehia'dan, onun da Haricflikten ayrılarak tevbe
eden bir şeyhten işittiğine göre, tevbe ettikten sonra o şöyle demiştir:
"Bu hadisler
dindir; onları kimden aldığınıza dikkat ediniz. Zira biz bir şey arzu
ettiğimizde hemen onunla ilgili bir hadis uydururduk"
[77].
Haricîlerin büyük günah işleyeni tekfir ettikleri meşhur olmasına ve Hz.
Peygamber'e yalan yere söz isnad etmenin de en büyük günahlardan bulunmasına
rağmen, bu haber Haricîlerden bazılarının hadis uydurduğunu göstermektedir.
Ayrıca, Ehl-i
sünnetten, hatta zühd ve takva sahiplerinden hadis uyduranlar da
bulunmaktaydı. Nitekim Yahya b. Saîd el-Kattan:
"Hayır ve zühde
nisbet edilen kimselerden daha çok yalan söyleyen görmedim"
[78].
Meselâ, Gulamu Halil diye bilinen Ahmed b. Muhammed el-Bâhili (ö. 275/888)
dünya zevklerine sırt çevirmiş bir zahitti, sadece bakla yiyerek hayatını sürdürürdü.
Öldüğü gün Bağdat sokakları dolup taşmıştı. Rivayet ettiği hadisleri nereden
aldığı kendisine sorulduğu zaman, "halkın kalbini yumuşatmak için bunları
biz uydurduk. Birgün düşündüm de Basra'da kendisinden hadis rivayet ettiğim
Bekir b. İsa adlı kimselerin altmış kişi olduğunu tespit ettim"
[79]
demiştir.
İbn Hibban da şöyle
demektedir:
"Fakih Ebu Bişr
Ahmed b. Muhammed el-Mervezî (ö. 323/934), zamanında sünneti muhaliflerine
karşı en çok müdafaa eden bir zat olarak bilinmektedir; bununla beraber hadis
uydurmaktan çekinmemiştir. Kazvin şehrinin faziletiyle ilgili kırk civarında
hadis uydurmuş ve bunu sevap kazanmak amacıyla yaptığını söylemiştir."
[80]
Zamanında sünneti
muhaliflerine karşı en çok müdafaa edenin durumu bu olunca, böyle olmayanların
halini düşünün! Gerçek şu ki itikadî ve amelî fırkalardan dinî konularda katı
veya gevşek davranan hiçbiri, hadis uydurmaktan ve Resûlullah'a (s.a.) yalan
yere söz isnad etmekten kurtulamamıştır. Şia'dan olanlar, Ali'yi övmek, onu
insanlar nezdinde yüceltmek, Muaviye, Amr b. el-As ve diğerlerini yermek
amacıyla hadis uydurmuştur. Ehl-i sünnetin bazı cahilleri üstünlüğü yalanda
arayarak Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Muaviye'yi övüp batılla mücadele etmek için
Resûlullah adına yalan söylemişlerdir. Bunların hepsi İslâm'a büyük bir
hıyanette bulunmuşlar ve her iki tarafa da kötülük yapmışlardır.
Şia'nın uydurduğu
hadislerden biri vasiyyet hadisidir. Büreyde'den nakledildiğine göre Resûlullah
(s.a.) şöyle demiştir:
"Her peygamberin bir vasisi vardır; Ali
de benim vasim ve varisimdir"
[81],
"Ben ve Ali nurdan yaratıldık. Allah Âdem'i yaratmadan iki bin yıl önce
biz arşın sağında idik"
[82].
Şia'nın akıl dışı ve
asılsız iddialarından biri de Kunfuz'un Fatıma'nın evine gönderildiği ve
Ömer'in Fatıma'ya bir kamçıyla vurduğu, kamçının Fatıma'nın pazusunda pazubend
gibi dolandığı ve onu kapıyla duvar arasına sıkıştırdığı, Fatıma'nın "Ey
babacığım!" diye feryat ettiği, Ali'nin boynuna da çekilmesi için bir ip
taktığı, Fatıma'nın onun arkasından bağırdığı ve oğulları Hasan ve Hüseyin'in
de ağladıkları...
[83]
tarzındaki rivayettir.
"Resulullah
(s.a.) Ali'nin elinden kalemi alıp Muaviye'ye verdi"
[84] ve
"Allah katında emin kabul edilenler
ben, Cibril ve Muaviye olmak üzere üçtür dedi"
[85]
şeklindeki haberler de Ehl-i sünnete mensup bazı cahillerin uydurdukları
rivayetlerden biridir.
[86]
Hadis uydurmanın
ikinci sebebi İslâm düşmanlığıdır. İslâm devletinin temsil ettiği ve yürüttüğü
İslâm daveti, iki büyük devletin (Roma ve İran) etkisini ortadan kaldırmış, söz
konusu iki devletin halklarından birçok kimse gruplar halinde İslâm'a
girmiştir. Bunlar arasında müslümanlığında gerçekten samimi ve sadık olanlar
bulunduğu gibi; İslâm'ın prensipleri, temel esasları ve değerleri kendisini
hiç ilgilendirmeyen ancak amaçlarına ulaşmak için bunları benimsemiş görünenler
de vardı. Daha önce zındık, Mecusî ve putlara tapanlardan olup fetihler
sebebiyle İslâm'a girenlerden nicelerinin bütün gayreti onu yok etmek, bozmak,
tahrif etmek ve inkarcılığı yaymaktı. Nitekim Hammad b. Zeyd, "Zındıkların
Hz. Peygamber'e isnad ederek on dört bin hadis uydurduklarını"
[87]
söylemiştir. Öldürüleceğini anlayınca, "Allah'a yemin olsun ki, helali haram,
haramı helal kılan dört bin hadis uydurdum. Oruç tutmanız gereken günde
orucunuzu bozdurup, oruç tutmanız gerekmeyen günde size oruç tutturdum"
[88]
diyen Abdülkerim b. Ebü'1-Avcâ da bu zındıklardandır.
Zındıkların uydurduğu
hadislerden biri de "Allah'ın atın terinden yaratıldığını" ifade eden
rivayettir. Bu rivayete göre, "Allah'ın elçisine, 'Rabbimiz neden
yaratıldı?' diye sorulmuş, Resulullah da "Rabbimiz ne akan su, ne yer, ne de gökten yaratılmıştır. O önce bir at
yarattı sonra onu koşturdu ve at terledi. İşte Allah kendisini bu terden
yarattı"
[89]
buyurmuştur. Böyle bir rivayeti kalbinde hardal tanesi kadar imanı olan herhangi
bir müslüman uydurmayacağı gibi, bir gram aklı olan kimse de bunu kabul edemez.
"Bir grup Yahudi Resûlullah'a gelerek 'arşı kim taşımaktadır?' diye
sordular. Resulullah (s.a.) da “arşı
boynuzlarıyla hevam taşımaktadır. Gökteki saman yolu da onların terindendir”
dedi. Bunun üzerine Yahudiler 'biz senin Allah'ın elçisi olduğuna şehadet
ederiz dediler"
[90]
tarzındaki rivayet de zındıkların uydurmalarındandır.[91]
Cahil kimselerin
belirli bir ırkı üstün tutup diğer ırkları küçük düşürme hususundaki
taassupları da uydurma sebeplerindendir. İslâm, onları cahiliyet dönemi
iddialarından kurtarmaya çalışmasına rağmen, Araplar'ın sırf Arap olmaları
sebebiyle üstün; Türk, Fars ve diğer ırk ve renklerin ise, değersiz olduğunu
ifade eden rivayetler böyledir. Halbuki İslâm, müslümanları dilleri, ırkları
ve bölgeleri ne olursa olsun, tek bir ümmet olarak kabul etmiştir. Nitekim
Allah bu konuda şöy'e buyurmuştur:
"Birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere
ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan
en çok korkanınızdır."
[92] Bu
âyette görüldüğü üzere Allah gerçek ölçüyü takva olarak tespit etmiştir.
Yükselen onunla yükselir, yükselemeyen ise ondan yoksun olduğu için bu duruma
düşer. Ancak, Allah'ın İslâm'a gönüllerini açmadığı bazı kimselerin
zihinlerinde kalan cahili taassup, onlardan bir kısmım Resulullah adına yalan
söylemeye sevketmiş ve şu rivayetleri uydurmuşlardır:
"Allah'ın hiç
hoşlanmadığı lisan Farsça, şeytanların lisanı Hûzice, cehennem halkının lisanı
Buharâca, cennet ehlinin lisanı ise Arapça'dır"
[93];
"Zenci, doyduğu
zaman zina eder, aç kaldığı zaman hırsızlık yapar"
[94],
"Size
ilişmedikleri müddetçe siz de Türkler'e ilişmeyiniz, zira ümmetimin mülklerini
ellerinden alacak ve Allah'ın kendilerini değiştireceği ilk topluluk onlardır "[95] ve
"Yetmişinci
batında olsalar bile Sudanlı ve Hindlilerden sakının"
[96].
Fıkhî mezheplerin
artmasıyla aralarında düşmanlık doğmuş, bu sebeple de bazıları kendi mezhebini
öven, diğerlerini yeren hadisler uydurmuştur. İslâm ve ehline en çok zarar
verenler de bunlar olmuştur. "Benden sonra en-Nu'man b. Sabit denen ve
künyesi Ebu Hanife olan biri gelecek; Allah'ın dini ve benim sünnetim onun
sayesinde ihya olacaktır"
[97],
"Ümmetimden Ebu
Hanife denen kimse ümmetimin yıldızıdır."
[98],
"Ahir zamanda
Muhammed b. Kerram denen bir adam çıkacak, sünnet ve cemaati ihya edecektir.
Benim Mekke'den Medine'ye hicretim gibi o da Horasan'dan Beyt-i Makdis'e hicret
edecektir"
[99] ve
"Ümmetimden
Muhammed b. İdris adında bir şahıs zuhur edecektir; o ümmetime şeytandan daha
zararlı olacaktır"
[100]
şeklindeki rivayetler bu amaçla uydurulmuştur.
Uydurma olayı bu
noktada kalmamış, kendi mezhebini destekleyen ve diğer mezheplerin aleyhine
olan hadisler uydurulmaya kadar gitmiştir. Hâkim en-Nısaburfnin anlattığı da
bunun örneklerindendir. Hâkim şöyle anlatmaktadır:
Muhammed b. Ukkâşe,
Allah için hadis uyduranlardandır. Ona, bazılarının rukûa varırken ve
kalkarken ellerini kaldırdıkları soruldu da o; bize el-Müseyyeb b. Vâdik
sildirdi, dedi ki;
Bize Abdullah b.
Mübarek, Yunus b. Yezid'den, o ez-Zührî'den, o Salim b. Abdullah b. Ömer'den, o
da babasından naklettiğine göre Resûlullah (s.a.) “rukuda elini kaldıran kimsenin namazı yoktur” buyurmuştur diye
nakletti. Bu, yalanların en kötüsü olmakla birlikte bu isnadla Zührî'den
rivayet edilmesi, "rukûa giderken ve rukûdan kalkarken ellerin
kaldırılmasını kesin olarak ispat etmiş olup Muvatta ve diğer hadis
kitaplarında yer almaktadır
[101].
Fıkhî ihtilafların bir çoğunun uydurulmuş hadislerden kaynaklandığında şüphe
yoktur.
[102]
Hadis uydurmanın
dördüncü sebebi kıssacılık ve vaazdır. Hulefâ-i raşidîn döneminin sonuna doğru
İslâm toplumunda yeni bir durum ortaya çıktı. Bu durum kıssacı ve vaizlerin oluşturduğu
halkalarıdır. Bunlar camilere oturuyor ve insanlara öğüt verip, geçmiş
ümmetlerden bahsediyorlardı. Geçmiş ümmetlerle ilgili olarak verdikleri bu
bilgileri bazan tam sened zinciri zikrederek muttasıl, bazan da eksik bir ravi
zinciriyle naklediyorlardı. Genellikle bir mescitte birden fazla hikayeci
bulunuyor, insanlar da bunların etrafında toplanıyordu. Hikayeciler arasında
rekabet oluşup, her birinin insanların kendi etrafında toplanmasını arzu
etmeleri, onları dinleyicilerini çoğaltabilmek, alacaktan hediye ve bağışlan
artırabilmek için rivayet ettikleri hadis ve kıssalara yenilikler,
ilginçlikler ilave etmeye sevketmiştir. İnsanlara her gün yeni bir şeyler
söyleme arzusu, bunlardan bir kısmında gerekli dinî titizliğin bulunmaması
sebebiyle, naklettikleri kıssa ve haberlerde kolaylıkla uydurmacılığa
sapmalarına sebep oluyordu. Zira insanlar, anlattığı kıssanın ilginç ve garip
olusuna göre hikayeciye iltifat ediyor, buna göre de ona yapılan bağışlar
artıyordu. Bu bakımdan biz, en yalancı ravilerden biri olan Gulamu Halil öldüğü
gün Bağdat sokaklarının dolup taşmasını garip bulmuyoruz.
Hikayecilerin Resûlullah'a
(s.a.) yalan isnad etmelerinin hadisteki etkisi açıktır. Çünkü onlar, uydurma
haberlerini senedlerle ve farklı tariklerle rivayet etmek suretiyle
muhaddislerin metodlarını takip ediyorlardı. Buna ilave olarak, şahsî
yaşantıları da, halkın onların rivayet ve hikayelerini kabul ile karşılayıp
onlara iltifat etmelerinde son derece etkili oluyordu. Ayrıca anlatılan
hikayelerin derin bir hayal mahsulü olması, dinleyeni ona bağlıyor ve gerçek
âlemden duyular ötesine götürüyordu. Nitekim Muhammed b. Yunus el-Kudeymî
başından geçen bir olayı şöyle anlatmıştır:
Ahvaz'da bulunduğum
sırada şöyle bir hikaye anlatan bir şeyhi işittim:
"Resûlullah
(s.a.) kızı Fatıma'yı evlendirince Allah, Tuba ağacına cennet ehlinin kendi
aralarında tabaklar içinde hediydeşmeleri için yaş inci yaymasını emretti. Ona,
bu Allah Resûlü'ne iftiradır, dediğimde:
"Yazık sana sus,
sesini çıkartma, onu bana insanlar anlattı" diye cevap verdi
[103].
eş-Şa'bî
anlatmaktadır:
Namaz kılmak için
mescide girdim. Bir de baktım, yanımda insanların etrafını kuşattığı uzun
sakallı yaşlı bir adam, bana falan falandan" diyerek Hz. Peygamber'e kadar
varan tam bir isnat zinciri ile şu rivayeti nakletmektedir:
"Allah iki tane
sur yaratmıştır; herbirine iki defa üfleyecektir. Bunlardan ilkinin sesiyle
bütün insanlar ölecek; ikincisiyle de tekrar dirilerek mahşer yerine
gideceklerdir." Eşva bî sözüne devamla; adamın sözüne dayanamadım. Namazı
aceleyle kıldım, sonra ona dönerek:
"Allah'tan kork
ve hatalı nakilde bulunma;
Allah iki değil, bir
sur yaratmıştır. Bu sura ise insanların ölmeleri ve yeniden dirilmeleri için
olmak üzere iki defa üflenecektir" dedim. Adam:
"Ey utanmaz adam,
bu hadisi bana falan falandan rivayet ettiği halde, nasıl oluyor da sen kabul
etmiyorsun!" dedi. Sonra da papucunu çıkarıp bana vurdu. Onunla beraber
halk da bana vurmaya başladı. Nihayet Allah'ın otuz sur yarattığına ve her bir
sura üfürüleceğine yemin ettim de beni serbest bıraktılar."
[104]
Hikayecilerden biri,
Allah'ın
"... Belki Rabbin seni övülmüş, bir makama
(Makam-ı Mahmud'a) ulaştırır"
[105]
ayetini Allah'ın, Peygamberini arş üzerinde kendi yanına oturtacağı şeklinde
yorumluyordu. Bu haber Muhammed b. Cerir et-Taberî'ye (ö. 310/922) ulaştığı
zaman çok sinirlenip evinin kapısına "Hiçbir arkadaşı olmayan ve hiçbir
şahısla arşını paylaşmayan Allah'ın şanı ne yücedir" sözlerini
yazdırmıştır. Bunun üzerine Bağdat'ın avam tabakası Taberî'ye saldırıp evini,
kapısı taşla doluncaya kadar taşa tuttular da kapısının önünde taş öbeği
oluştu
[106].
Bu örnekler, avam
tabakasının hikayecilere bağlılıklarını gösteren delillerdir. Gerçek şu ki;
âlimlerin sahadan çekilip, mescitleri herhangi bir din duygusu ve sorumluluktan
yoksun olan, insanların inanç ve duyguları ile oynayan hikayecilere
terketmeleri sebebiyle bu durumların ortaya çıkması tabiîydi. Zira ilim
sahipleri, insanlarla iç içe yaşayıp onların anlayacağı şekilde gerçekleri
onlara açıklasalar; bundan dolayı avamdan, cahillerden ve idarecilerden gelecek
sıkıntılara kati ansal ardı, yalancı, sahtekâr hikayecilerin defteri
dürülecek, oluşturdukları halka ve elde ettikleri kürsüleri dağılacaktı.
Böylece halk, onların askeri olmak yerine, onlara harp ilan edecekti. Maalesef
güvenilir, salih âlimlerin durumları her zaman böyle olmuştur. Uydurma
hadislerle ilgili nice kitaplar yazılmış, uydurma hadisleri toplayan ciltler dolusu
eserler telif edilmiş ama ne yazık ki bugün biz bazı cami imamlarından bir
kısım uydurma hadisleri hâlâ duymaktayız. Bazı hatiplerden tek bir sahih hadis
işitmemiz bile nadir hâle gelmiştir. Maalesef bazan insanlar, uydurma bir hadis
işittiklerinde tehlil, tekbir getirmekte, bağrışmakta, sahih bir hadis
duyduklarında ise onu hiç işitmemiş gibi son derece ilgisiz kalmaktadırlar.
[107]
Âlim ve muhaddislerin
idarecilerden uzak durmaları, süfli duygu ve kötü arzularına düşkün kimselerin
âlim görüntüsüne bürünerek maddeten istifade etmek, din ve ehli adına makam ve
mevki elde etmek amacıyla idareci ve halifelere yaklaşmaları, araştırma ve
ilimden yoksun fetva ve hükümler vermelerine yol açmıştır.
Nifak elbisesini
giymiş, hayatı yalanla dolu bir kimse için, halifeye şirin görünmek veya onun
hoşuna gittiği için Allah'ın haram kıldığını helal saymak hiç de zor bir iş
değildir. Buna Gıyas b. İbrahim ile halife Mehdi arasında geçen şu olaydan daha
güzel bir örnek yoktur: Gıyas, halife Mehdi'nin (158-169/775-785) huzuruna
girdiği zaman onun güvercinlerle oynadığını (güvercinleri yarıştırdığını)
görmüştür. Kendisine halifeye bir hadis söyle dendiğinde o hemen:
"Bize falan
futandan diyerek Hz. Peygamber'e kadar varan bir isnad söyleyerek
Resûlullah'ın "ok, deve, at ve kuş
yarışlarından başkası için ödül almak helâl olmaz" buyurduğunu rivayet
etmiştir. Bunun üzerine Mehdi, ona on bin dirhem verilmesini emretmiş, Gıyas
kalkınca ise "Senin şu kafan Resûlullah'a yalan isnad eden bir
kafadır" demiştir. Mehdi devamla, "Ancak buna seni ben
şevkettim" dedikten sonra güvercinlerin kesilmesini ve onun bu işten
vazgeçmesini emretmiştir
[108].
Bazılarına göre hadis
uydurmaya sevkeden başka sebepler de vardı. Nitekim Sa'd b. Tarîf el-İskâfi
oğlunun ağladığını görünce ona, sana ne oldu? diye sormuştu. Çocuk, öğretmenim
dövdü deyince Sa'd, "vallahi şimdi ben o öğretmenleri rezil edeceğim"
diyerek bana İkrime b. Abbas'tan o da Resûlullah'dan naklettiğine göre Hz.
Peygamber:
"Çocuklarınızın muallimleri sizin en şerli
olanlarınızdır"
[109]
buyurmuştur, dedi.
Hadis âlimleri sahih
hadisi, uydurmasından ayırtedecek kaideler koymuşlardır. Bu konuda İbn
Dakîku'1-îd şu açıklamayı yapmaktadır:
"Muhaddisler
hadisin uydurma olduğuna çoğunlukla hadisin metin ve lafızlarına bakarak
hükmediyorlardı. Özetle bu, Resûlullah'ın (s.a.) sözleriyle çokça meşgul olmak
suretiyle oluşan bir melekedir ki, onunla muhaddisler lafızların Hz,
Peygamber'e ait olup olmadığını bilirler. Böylece
hadisin uydurma olduğu, ravide mevcut
olan karinelerden daha çok, merviden (metinden) hareketle bilinmektedir."
[110]
Bu konuda İbn Kayyim
ise şu açıklamayı yapmaktadır:
"Bu melekeye
sahip kimseler Hz. Peygamber'in ahvali, hidayeti, sözleri, neyi söyleyip
söylemeyeceği hususlarında başkalarının bilemeyeceği noktaları bilirler. Bu,
her tâbi ile metbû arasındaki durumdur. Dolayısıyla, onun sözlerini,
fiillerini, bunlar arasında ona nisbeti sahih olanlarla olmayanları araştırma
hususunda son derece arzulu olan tâbilerin bu özelliklere sahip olmayanlara
üstünlükleri vardır."
[111]
Bu araştırmanın bir
bölümü olması sebebiyle, burada metin açısından uydurma alametlerini
detaylarıyla zikretmeyeceğiz. Burada muhaddislerin bu husustaki gayretlerini ve
metni esas alarak uydurma hadisleri tespitte başarılı olduklarını zikretmekle
yetiniyoruz.
[112]
İbnü's-Salâh'dan
önceki âlimler, kendi ölçülerine göre hadislerin sahih veya zayıf olduğuna
karar vermeye çalışıyorlardı. Bazan bir kısım hadislerin sahih olduğu hususunda
ihtilaf etmişler, birinin sahih dediğine, bir başkası onun içtihadını inkar
etmeksizin muhalefet edebilmişlerdir. Ancak daha sonra hadislerin sahih veya
zayıf olduğuna hükmetme hususunda içtihat kapısının kapandığını, artık sadece
önceki âlimlerin taklit edilebileceği söylenen bir döneme gelindi. Ne var ki bu
görüşü ileri sürenlerin herhangi bir delili yoktur. Bu durum, gerçekte onların
fikir ve zihinlerinin donduğuna, ayrıca içtihat edip gerçeği kaynaklarından
alarak hüküm vermeye güçlerinin yetmediğine, aksine insanların kabullerine
aykırı düşse de, hakkı bulmak ve araştırmak için gayret sarfetmeksizin
başkalarını taklit etmeye ancak muktedir olduklarına delalet etmektedir.
Bu dönemde
muhaddislerden biri sened ve aynı şekilde metnine bakarak hadislere sahih veya
zayıf hükmü verme hususunda içtihat kapısının kapandığı iddiasıyla ortaya çıktı.
Bu, âlimler arasında "el-Mukaddime" diye tanınan eserin sahibi
İbnü's-Salâh'tı (ö. 643/1245). Ona
göre, kendi çağındaki ve daha sonraki âlimler,
hadisleri araştırıp sahih veya zayıf hükmü verme gücüne sahip değillerdi.
Buhârî, Müslim, İbn Huzeyme, İbn Hibban ve Hâkim en-Nisaburî gibi önceki
âlimlerin verdiği hükümlerle yetinmek gerekiyordu.
İbnu's-Salâh bu
konudaki görüşlerini şöyle açıklamaktadır:
"Hadis
cüzlerinde veya başka bir yerde Sahîhayn'de bulunmayan ve güvenilir hadis
imamlarının eserlerinde sıhhati hususunda herhangi bir hüküm verilmemiş, isnadı
sahih herhangi bir hadis bulmuşsak, onun sahih olduğuna dair kesin bir hüküm
veremeyiz. Zira son asırlarda sadece senedden hareketle hadisin sahih olduğunu
tespit etmek zorlaşmıştır. Çünkü bu tür hadislerin isnadı içinde, sahih hadisin
râvisinde bulunması şart olan hıfz, zabt ve itkandan yoksun olmasına rağmen
rivayetinde, kendi kitabında bulunanlara itimat edenlerin olduğunu görürsün. Şu
halde artık sahih ve hasen hadisi bilme hususunda hadis imamlarının
açıklamalarına ve tağyir ve tahriften korundukları meşhur olan eserlerine
itimat edilmelidir.."
[113].
İbnü's-Salâh'ı bu görüşe
sevkeden delil, her senedde, rivayet ettiği hadisleri ezberlemeden kitabındaki
bilgilere dayanarak nakleden ravilerin bulunmuş olmasıdır.
İbnü's-Salâh'ın bu
yaklaşımı, daha sonraki bazı âlimler tarafından hüsn-i kabul görmüş ve onları
başka birtakım sebep ve delilleri araştırmaya sevketmiştir. Bu sebep ve
delillerden bazıları şunlardır:
1. Önceki âlimlere nisbetle sonrakilerin araştırma
gücünün azalması.
[114]
2. Söz konusu hadisin sahih olması halinde, birçok
hadisi araştıran ve onlar hakkında içtihat eden önceki âlimlerin bunu ihmal
etmeyeceklerine dair galip zannın bulunması
[115],
3. Hâkim en-Nisaburî'nin Müstedrek'i, birçok hadise
sahih hükmünün verildiği hacimli bir eserdir. Hâkim hıfz sahibi, hadislere
muttali, Çokça rivayette bulunan ve sahih hadisleri toplamaya son derece arzulu
bir âlimdir. Bu durumda, onun eserine almadığı sahihlik şartlarını taşıyan
herhangi bir hadisin dışarıda kalmış olmasının son derece uzak bir ihtimal
olması.
İbnü's-Salâh'ın
görüşünü benimseyenlerin delilleri bunlardır. Ancak, söz konusu deliller güçlü
değildir. Nitekim gerek kendi döneminde, gerekse daha sonraki asırlarda, birçok
âlim onun görüşüne muhalefet etmiş, başta Nevevî ve İbn Hacer olmak üzere
birçok muhaddis, İbnü's-Salâh'ın görüşünü reddedip, delillerini çürütmüşlerdir.
İbn Hacer bu konuda şu
açıklamayı yapmaktadır:
İbnü's-Salâh'ın
sahihlik için hıfzı şart koşması tartışmalıdır. Zira her ne kadar bazı ilk
dönem fakihlerinden bu nakledilmişse de, hadis imamlarından herhangi biri,
sahihlik için bunu şart koşmamıştır. Ancak, özellikle kitapların rivayetinde
eski ve yeni uygulama bunun aksinedir. Nitekim müellif (İbnü's-Salâh) söz
konusu eserinin yirmi altıncı bölümünde bu uygulamanın aşırı tenkitçi
(müteşeddit) âlimlerin tavrı olduğunu da söylemiştir
[116].
İbn Hacer, onun tezat içinde olduğunu ifade etmek üzere şöyle demektedir:
"İbnü's-Salâh'ın
bu açıklaması, onun, kitaptan rivayette bulunan kimseyi ayıpladığını, ezberden
rivayet edeni ise tasvip ettiğini ifade etmektedir ki; bu başta Ahmed b. Hanbel
olmak üzere diğer hadis imamlarından bilinenin hilafınadır."
[117]
Ayrıca rivayetinde, kitabında mevcut olan habere güvenen bir kişi ayıplanamaz.
Aksine bu durum sahabe ve büyük tabiîlerin vefatından sonra sahih hadis rivayet
edenlerin çoğunun özelliğidir
[118].
İbn Hacer daha sonra
İbnü's-Salâh'ın delillerini tartışarak, onun "Şu halde artık sahih ve
hasen hadisi bilme hususunda hadis imamlarının eserlerindeki açıklamalarına
itimat edilmelidir..." şeklindeki görüşünün tartışmalı olduğunu söyleyerek
şöyle demektedir:
"Bu tartışmalıdır.
Zira bu söz, bir hadisin sahih olması için hadis imamlarının açıklamalarının
yeterli olduğunu ve önceki âlimlerin hadisin sanihliği hakkında herhangi bir
açıklaması bulunmadığı zaman, sahihlik şartlarının reddedileceğini ifade
etmektedir. Bu ise, birinci ifadeye göre sahih olmayanı sahih kabul etme
sonucunu doğurur. Zira önceki âlimlerin sahih olduğuna hükmettikleri birçok
hadisi, diğer âlimler sahihlik derecesinden düşürecek illetinin bulunduğunu
tespit etmişlerdir. Bu durum özellikle sahih ile hasen arasında ayırım yapmayan
âlimlerin verdiği hükümler için söz konusu olmuştur. Nitekim İbn Huzeyme'nin
kitabında sahih olduğuna hükmedilmiş nice hadisler vardır ki; hasen seviyesinde
bile değildirler. İbn Hibban'ın Sahîh'inde de durum aynıdır. Bazan hafız
derecesine ulaşmış olan bir hadis âlimi, hadisteki bazı illetlerin gizli
kalması sebebiyle kendi bulgularına göre onun sahih olduğuna hükmeder. Bir
başkası da bu hadisteki illetleri tespit edip onu reddedebilir
[119].
Ayrıca İbnü's-Salâh'ın sözü, önceki imamların kitaplarında sahihliğine
hükmettikleri hadisler hakkındaki görüşlerinin sahih olduğuna hükmetmesini
gerektirir. Onların, hadisin sahih olup olmadığı hususundaki görüşlerini bize
ulaştıran tarik, hadislerini bize ulaştıran senedle aynıdır. Şu halde şayet bu
tarik imamların sözlerinin sahih olduğunu gösteriyorsa, bu aynı zamanda söz
konusu hadisi de sahih olarak rivayet ettikleri anlamına gelmektedir. Bu
durumda geriye sadece imamlardan sonraki sened zincirindeki ricali tetkik kalır
ki; onların da çoğu güvenilirdir
[120].
İbnü's-Salâh'ın
isnadlarda zabt, hıfz ve itkan seviyesine ulaşmayan ravilerin bulunması
sebebiyle, son asırlarda hadislere sahihlik hükmü vermenin zor olacağı
şeklindeki delili ise, iddiasını ispat edecek ölçüde değildir. Zira söz gelimi,
Nesâî'nin Sünen'i gibi şöhreti sebebiyle müellifine nisbeti hususunda bizimle
musannifi arasındaki isnadında bulunan ricali tetkike ihtiyaç yoktur. Bu
durumda Nesâî illeti olmayan, isnadı sahihlik şartlarını taşıyan bir hadis
rivayet etse, herhangi bir muhaddis de bu hadisin bir illetinin bulunduğunu
tespit etmemişse, önceki âlimlerden herhangi biri söz konusu hadisin sahih
olduğunu söylememişse bile bunun sahih olduğuna hükmetmeye ne engel vardır?
Özellikle de bu nakillerin çoğunun ravileri sahih hadis ravileriyse...
[121].
İbn Hacer'in,
İbnü's-Salâh'ın görüşünü tenkit sadedinde ileri sürdüğü delillerin onun
iddialarını ret hususunda yeterli olduğu görülmektedir. Hadislere artık sahih
hükmü verilemeyeceği hususunda sonraki âlimlerin delilleri, İbnü's-Salâh'ınkinden
daha güçlü delildir. Zira önceki âlimlere nisbetle sonrakilerin
araştırmalarının zayıf olacağı görüşü, delilsiz bir iddiadan ibarettir.
Özellikle böyle önemli konularda delil ile desteklenmeyen sözün hiçbir kıymeti
de yoktur. Biz bu hususta önceki âlimlerden ehliyetli olanların yanında
hadislerin sahih olduğuna hüküm verme gücünde olamayanların da bulunduğu gibi,
sonraki âlimlerden de buna muktedir olamayanların yanında araştırma neticesinde
muktedir olanların da bulunabileceği görüşündeyiz. Öncekilerin sahih olduğunu
söylemedikleri birçok hadis hakkında sonraki âlimlerin sahih hükmü vermeleri
bunun delilidir. Fiilî durumda sonrakilerin böyle bir şeye güçlerinin olmadığı
tarzındaki görüşü gayet açık bir şekilde çürütmektedir.
"Hadisin sahih
olması halinde önceki âlimlerin onu ihmal etmeyeceğine dair galip zannın
bulunduğu deliline gelince; bu da son derece yanlıştır. Çünkü bu bir zandır.
Zan, galip de olsa, bu meselelerde olumsuz hüküm vermek için yeterli değildir.
Zira kesin olan bir husus, ancak kendisi gibi kesin olanla ortadan kalkabilir.
İnsanda bunu araştırma gücünün olduğu ise kesindir. Öncekilerin sonrakilere
bıraktığı nice mesele ve hüküm vardır. Kendisine uydurma hadisler hakkında
sorulduğu zaman İbnü'1-Mübarek'in, "âlimler (uzmanlar) bunun için
yaşarlar"
[122]
şeklinde verdiği cevap da bunu ifade etmektedir. Bu açıklama, onun asrında âlimlerin
bütün hadisleri uydurmalardan temizlemediklerini ve nihaî olarak tasfiye
etmediklerini, aksine hadislerden bilgilerinin ulaşamadığı ve haklarında hüküm
vermediklerinin bulunduğunu ispat etmektedir. Her asırdaki âlimler için aynı
durum söz konusu olup, onların gayretleri de bütün ilmi kuşatamaz. Bu, Allah'ın
koyduğu değişmeyen kanundur. O halde, "öncekiler sonrakilere hiçbir şey
bırakmamıştır" sözü, ilim ve kesinlik ifade etmeyen bir söz olup aksine,
İbnü's-Salâh'ın da belirttiği gibi, bir zandan ibarettir. Daha önce ifade
ettiğimiz üzere, kesin bilgi galib de olsa zan ile ortadan kalkmaz.
Hâkim en-Nisaburî'nin
"müstedrek"ine gelince onda, sahihe hasen, zayıf hatta uydurma
hadisler bile mevcuttur. Bu durum ise, ancak ravileri ile illetlerini
araştırmak ve metin tenkidi yapmak suretiyle bilinebilir. Hâkim ve
İbnü's-Salâh'dan sonra gelen hadis âlimlerinin yaptıkları da budur. Bunlardan
Zehebî, Hâkim en-Nisaburî'nin "Müstedrek"ini tenkit etmiş, ondaki
hadislerin bir kısmının sahih olduğu hükmüne katılmakla beraber, diğer bir
kısmının sahih olmadığını söylemiş, hatta ondaki sadece uydurma hadislerden bir
cüz meydana getirmiştir. Şimdi İbnü's-Salâh'dan sonra muhakkik âlimlerin söz
konusu hadisler hakkında verdikleri zayıf veya uydurma hükümlerini mi alacağız
yoksa İbnü's-Salâh'a uyup Hâkim en-Nisaburî'nin verdiği sahih hükmünü kabul mü
edeceğiz?
Bu görüşün sahih
olmayanı sahih kabul etmeye, şahinlik şartlarını tamamıyla taşıyanı ise önceki
imamlardan birinin sahih olduğunu söylememesi sebebiyle reddetmeye
götüreceğinde şüphe yoktur. Bütün bunlar doğru değil, yanlıştır. Dolayısıyla
yanlışa götüren de yanlıştır.
İbnü's-Salâh ile ona
tâbi olanların söz konusu görüşleri, gerek İbnü's-Salâh'ın döneminde, gerekse
ondan sonraki asırlarda hadislere sahih ve zayıf hükmü veren âlimlerin
bulunmasına engel olmamıştır. Nitekim onun muasırlarından ve Beyânü'l-vehm
ve'l-îham isimli eserin sahibi Ebü'I-Hasan Ali b. Muhammed b. Abdülmelik b.
el-Kattan (ö. 628/-1230), sözkonusu eserinde "İbn Ömer'in, ayağında
ayakkabıları ile abdest alıp onları meshederek Resûlullah'ın (s.a.) da böyle
yaptığını" söylediği tarzındaki hadisin sahih olduğunu söylemiştir
[123].
Bezzâr da bu hadise Müsned'inde yer vermiştir.
İbnü's-Salâh'ın
döneminde hadislerin sahihliğine hüküm verenlerden biri de Hafız Ziyaeddin Muhammed
b. Abdülvahid el-Makdisfdir. O, sahih hadisleri toplamayı amaçladığı
"el-Ehâdîsü'l-muhtâre" isimli eserini telif etmiş ve onda daha önce
sahih olduğu söylenmeyen bazı hadisleri zikretmiştir
[124].
Hafız Zekiyyüddin
el-Münzirî de (ö. 656/1258), Bahr b. Nasr, İbn Vehb, Mâlik, Yunus, -Zührî, Saîd
senediyle Ebu Seleme'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiği Hz. Peygamberin geçmiş
ve gelecek günahlarının affedildiğini ifade eden rivayetleri bir cüzde toplamış
ve onların sahih olduğuna hükmetmiştir
[125].
Bunlardan sonra onları
takibeden nesilden Hafız Şerefüddin ed-Dimyatî (ö. 705/1305) "zemzem
içildiği niyete göredir" anlamındaki Cabir hadisinin çeşitli rivayetlerini
bir cüzde toplamış ve hadisin sahih olduğuna hükmetmiştir
[126].
Sonra bu tabakayı
takiben Şeyh Takiyyüddin es-Sübkî ziyaret konusundaki İbn Ömer hadisinin sahih
olduğuna hükmetmiştir
[127].
Irakî şöyle
demektedir:
"Bu durum âlimlerden
ehliyet sahibi olanların devam ettirdikleri bir âdet olarak süregelmiştir.
Ancak onların verdikleri bu hükümleri kabul etmeyenler de olmuştur. Önceki
âlimlerde de durum aynıydı. Bazan bir kısmı bazı hadislerin sahih olduğuna
hükmeder, diğerleri ise bunu kabul etmezdi."
[128]
Son asırlarda hadisler
hakkında sahih hükmü verilemeyeceği görüşünü çürütüp, bizzat bu görüşü ileri
süren zatın döneminde ve daha sonra, muhaddislerin hadisler hakkında sahih
hükmü verdiklerini ispat ettikten sonra, şunları söylememiz mümkündür:
Asrımızda hadisler
hakkında sahih ve zayıf hükmü rahatlıkla verilebilir. Zira bu hükmü verecek
âlimlerin ihtiyaç duydukları vasıtaların hepsi bol miktarda mevcuttur. Nitekim
matbu veya mahtut şekilde -ki bunların da mikrofilmini elde etmek veya tab
etmek kolaydır- kütüphanelerde sahih, müsned ve mu'cem türü hadis kitaplarının
hemen hemen tamamı bulunmaktadır. Ayrıca dünyadaki bütün büyük kütüphanelerde
bu eserlerin birçok nüshası da bulunmaktadır. Bunlara ilel, rical, tarih ve
ıstılah kitaplarını da ilave etmek mümkündür. Ne var ki bu kitaplar bol
miktarda olmasına rağmen, hadisler hakkında hüküm verecek müçtehit âlim azdır.
Nitekim bu durumdan daha önce İbnü'1-Cevzî de yalanmıştır. Belki
İbnü's-Salâh'ı, sonraki ulemanın hadislerin sahihliğine hüküm veremeyeceği
görüşüne sevkeden de budur. Onun bu görüşünün, kendisinden sonra gelen birçok
hadisçiyi etkilediğinden şüphe etmiyorum. Onların İbnü's-Salâh'ın
"Mukaddime"'sini taklit etmeleri de bunu açıkça ortaya koymaktadır.
Nitekim daha sonra ondan etkilenmeyen hadis usulünde bir eser bulmak zordur.
İbnü's-Salâh'tan sonra Nevevî (ö. 676/1277) önce "Mukaddime" yi
"el-İrşad" isimli eserinde ihtisar etmiş, daha sonra "et-Takrib
ve't-teysir" isimli eserinde ise "el-İrşad"ı özetlemiştir.
Ondan sonra İbn Cemâa (ö. 733/-1332), "el-Mukaddirne" yi,
el-Menhelü'r-revi"'sinde, İbn Kesîr (ö. 774/-1372), "İhüsâru ulumi’l-hadis"'inde,
ihtisar etmişler, Irakî (ö. 806/1403) ise, "et-Takyîd ve'l-İzah"ında
onu şerhetmiş, sonra da meşhur "Elfiye"sinde onu nazma çevirmiş ve
ayrıca bunu da şerhetmiştir. Zerkeşî, Bulkinî, İbn Hacer, Sehâvî, Suyûtî, el-Bnsârî ve Ali
el-Karî de bu konuda olduğu gibi bazı hususlarda İbnü's-Salâh'a muhalefet
etmişlerse de aynı zamanda ondan etkilenmişlerdir. İbnü's-Salâh'ın sonraki asırlarda
hadislerin tashih ve tazîf edilemeyeceği tarzındaki bu görüşünün -her ne kadar
muhalif olsalar da- farkına varmadan söz konusu âlimleri etkilemiş olduğu
kanaatini taşımaktayım.
[129]
Sened; metnin bize
ulaştığı yolu bildiren ravi zinciridir. Arap dilinde "Falanca
seneddir" denir ve bununla söz konusu kişinin güvenilir olduğu belirtilir.
Hadisin sahih ve zayıf olduğu hususunda hadis âlimlerinin ravi zincirine
itimat etmeleri sebebiyle ona bu ad verilmiştir.
Metin ise kendisiyle mânaların
oluştuğu hadis lafızlarıdır
[130].
Senedin tarifinden,
hadis hakkındaki sahih veya zayıf hükmünün onun üzerine bina edildiği
anlaşılmaktadır. Ancak, herhangi bir hadise sahih veya zayıf hükmü verebilmek
için, isnadın bulunması zorunlu ise de bu, yeterli bir esas olmayıp daha başka
şartların da bulunması gerekmektedir. Söyleyenine ait olup olmadığının tespiti
noktasından, naklinde senedi olmayan sözün hiçbir kıymeti yoktur. Bugün
herhangi bir kimse, meselâ bir asır önce ölmüş bir başka kimseden nakille,
falan âlim şöyle söyledi dese, fakat ona ulaşan bir sened zikretmese, onunla
karşılaştığı ve doğrudan bu bilgiyi ondan aldığı da bilinmiyorsa naklettiği bu
sözün hiçbir kıymeti yoktur. Onların görüşmelerinin imkansızlığı devam ettiği
sürece, herhangi bir kimse bu sözü ona nisbet de edemez.
Buna göre, bir
rivayette isnadın olmaması, nakledilen bilginin söyleyenine nisbetini değersiz
hâle getirmektedir. Bu konuda muhaddisler arasında görüş birliği bulunmaktadır.
Hatta bu durum onların kesin kabullerindendir. Dolayısıyla, isnadı olmadığı
zaman Resûlullah'a nisbet edilen bir sözün de elbette hiçbir kıymeti yoktur.
Sözü isnadsız nisbet etmenin en ufak bir değeri olsaydı, yalancıların
Resûlullah'a ait olduğu bilinmeyen hususları ona nisbet imkânları doğar,
uydurmacılar Hz. Peygamber'e yalan isnad etme cesareti bulurlardı. Bu sebeple
rivayetleri nailde isnad, zaruriyyattan kabul edilmişür. Nitekim İbn Şîrîn:
"Bu ilim (hadis)
dindir; o halde dininizi kimden aldığınıza dikkat edin"
[131],
İbnü'l-Mübarek de "İsnat dindendir, isnad olmasaydı, dileyen dilediğini
söylerdi"
[132]
demişlerdir.
İsnadın hiç
bulunmaması, isnadda yalancı bir ravi bulunması gibidir. Yalancının hiçbir
hadisi alınmaz. O, bazan doğru söylese; bir kere bile olsa uydurma cüretinde
bulunması sebebiyle hiçbir hadisi kabul edilmemek suretiyle cezalandırılır.
Hadis hakkında veya
herhangi bir sözün sahibine aidiyetine hüküm verebilmek için, senedin bulunması
zarurî olduğuna göre; muhaddislerin öncelikle isnada önem vermelerinde
garipsenecek herhangi bir durum yoktur. Zira hadis hakkında hüküm vermek, ancak
isnadını tetkikten sonra mümkün olabilmekteydi.
Ancak muhaddislere
göre, bir hadise sahih hükmü vermek için isnadında yalancı birinin bulunmaması
yeterli görülmemekte, bundan başka ravi ve bizzat rivayete yönelik diğer
şartları da taşıması gerekmektedir. Nitekim İmam Şafiî bu şartları şu şekilde özetlemiştir:
"Haber-i hâssa
(haber-i vahid) şu şartları taşımadıkça delil olamaz. Haberi rivayet edenin,
dininde güvenilir (sika), doğru sözlülüğü bilinen, ne rivayet ettiğini iyi
bilip anlayan ve lafız yönünden hadisin mânasını bozacak şeylere vakıf...,
hıfzından rivayet ediyorsa naklettiğini iyice ezberlemiş, kitabından rivayet
ediyorsa onu iyi korumuş, hafızası güçlü olan kimselerin rivayet ettiği bir hadisi
naklediyorsa onların rivayetine ters düşmeyen, karşılaştığı kimseden
işitmediği şeyi rivayet etmek suretiyle müdellis olmaktan ve güvenilir
ravilerin Hz. Peygamber'den rivayet ettiklerine aykırı olarak hadis rivayet
etmekten sakınan biri olması gerekir. Bu şartlar, kendisinden hadis rivayet
ettiği kimsede de bulunmalı ve bu durum kesintisiz olarak Hz. Peygamber'e veya
ondan sonraki kimseye varıncaya kadar devam etmelidir...
[133].
Ayrıca hadisin, gerek
diğer rivayetlerine, gerek o konudaki hadislere gerekse Hz. Peygamber'den
rivayet edilen başka hadislere nisbetle şaz da olmaması şarttır. Nitekim İmam
Şafiî de bu konuda şöyle demiştir:
"Şaz hadis,
güvenilir ravinin tek başına rivayet ettiği hadis değil, diğer güvenilir
ravilere aykırı olarak rivayet ettiği hadistir."[134]
Bu açıklamadan,
hadisteki sazlığın senedden daha çok, metinle ilgili olduğu anlaşılmaktadır.
Çünkü hadisin şaz olup olmadığı, onun ancak kendisine aykırı olan diğer
hadislerle karşılaştırılmasıyla bilinebilir.
Bu sebeple
muhaddisler, sahih hadisin tarifini yaparken bu hususu göz önünde bulundurarak
şaz ve muallel olmamasını şart koşmuşlardır. İllet genellikle isnadda
bulunurken, sazlık bazan isnadda da olmakla birlikte, çoğunlukla metinde
bulunmaktadır. Bazılarının sazlığı, "muhalefet söz konusu olmaksızın
sadece rivayetinde tek kalmaktır" şeklindeki görüşüne aykırı olsa da,
ben, İmam Şafiî'nin şazzı tariflndeki:
"Güvenilir
ravinin diğer güvenilir ravilere muhalif olarak rivayet etmesi" ifadesinden
de açıkça anlaşıldığı gibi, sazlığın çoğunlukla metinde olduğu kanaatindeyim.
İslâm âlimlerinin çoğunun görüşü de bu şekildedir. Nitekim güvenilir ravilerin
rivayetinde tek kaldığı nice hadisler vardır ki şaz olduğu söylenmemiş; aksine
sahih olduğunda ittifak edilmiştir. Ömer b. Hattab'ın rivayet ettiği niyet
hadisi bunun en açık misalidir
[135].
Metnin tetkiki ancak
senedin güvenilirliğini tespitten sonra olduğuna göre, isnada verilen önemin,
gerçekte metne verilen önemden kaynaklandığı ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla
metni olmayan isnadın hiçbir anlam ve kıymeti yoktur. Resûlullah'a nispet
edilen metnin bizzat kendisi nakledilmemişse, "bize falan falandan rivayet
etti" demenin ne faydası olabilir?
Ayrıca, sadece
ravilerinin güvenilir olması sebebiyle metnin sahih olduğuna hükmedilemez.
Aksine, bunun dışında daha başka şartları da taşıması gerekir. İbn Kayyim bu
konuda şu açıklamayı yapmaktadır:
"İsnadın sahih
olması, hadisin sahih olmasının şartlarındandır. Ancak sadece senedin sahih
olması, hadisin sahih olmasını gerektirmez. Zira bir hadis, ancak senedinin
sahih olması; illetli, şaz ve münker olmaması; ravisinin sika ravilere aykırı
rivayet etmemesi veya onlardan farklı rivayette bulunmaması gibi şartların
hepsini bir arada taşımakla sahih olur."
[136]
İbnü'l-Cevzî de şöyle
demektedir:
"Bazan isnaddaki
ravilerin hepsi güvenilir olur, fakat hadis uydurma, maklub (kelimelerin
yerleri değiştirilmiş) veya müdelles olabilir. Böyle bir durumun tespiti son
derece zor olup, bunu ancak hadis tenkitçileri bilebilir."
[137]
İleride tam olarak
metnini vereceğimiz dinen ve aklen kabulü imkansız olan bir muhtevaya sahip
bir başka hadis hakkında ise o:
"Böylesi hadisin
ravilerini tetkike gerek yoktur. Zira imkansız olan bir hususu güvenilir raviler
de rivayet etse reddedilir ve burada ravilerin yanıldığı söylenir"
[138]
demiştir.
Şu halde isnad ile
metin iç içe olup bunları birbirinden ayırmak zor; hatta mümkün değildir.
Herhangi bir isnad hakkında zayıf hükmü vermek, dolayısıyla bu tarikle gelen
metne de zayıf hükmü vermek demektir, Bir metin hakkında ancak isnadında
herhangi bir bozukluk bulunması durumunda şaz veya zayıf hükmü verilebilir.
Nitekim Şu'be, "Şaz hadis, ancak şaz kimseden gelir"
[139]
demiştir.
[140]
Metin tenkidi isnada
bir miktar göz kapamayı gerektirir. Metin tekit edilir ve hadis isnad
ölçülerine göre ister sahih, isterse zayıf olsun, hakkında uygun olan hüküm
verilir. Metin tenkidi hususunda doğru olan ölçüleri tespit etmek için, Hz.
Peygamber'in vefatından sonra sahabenin ona isnad edilen, hadislerle ilgili
tutumlarına başvurmak gerekir. Zira onların hadisi kabul etme veya anlama
konusunda birtakım kaide ve belli kuralları vardı. Bizler sahabenin hepsinin
adalet sahibi, Resülullah'a isnad ettikleri rivayetleri kabul edilen kimseler
olduklarını bildiğimize ve bunun da hata etmeleri ve yanlış anlamaları kabul
olunsa bile, Hz. Peygamber'den bir başkasına rivayet ettikleri hadislerde doğru
oldukları, rivayetlerinde şaibeli ve yalancı olmadıkları anlamına geldiğini
bilmekteyiz. Bu durumda sahabe döneminde hadisin iki yönünden birini oluşturan
isnad sahih olduğu için geriye metni kalmaktadır. İşte bu konuda sahabenin bazı
yaklaşımları, ravinin doğru ve güvenilir olduğunu kabul etmelerine rağmen
hadisi reddetme ve geri çevirme veya uygun bir mânaya yöneltme hususunda birtakım
görüş ve ölçüleri olduğunu biliyoruz. Nitekim onlar zaman zaman bir hadisin
ravisini hata veya unutma yahut da yanlış işitme ile itham ediyor; hadisi ya
Kur'an'la veya daha çok güvendikleri ve emin oldukları başka sahabenin
rivayetiyle çeliştiği için reddediyorlardı.
Sahabe hadisin
senedinin sahih olması anlamına gelen, ravinin Resûlullah'a iftira etmediğini
bilmelerine rağmen, rivayet edilen hadisleri tartıştıklarına ve bunun da
raviden ziyade rivayet edilen metne yönelik olduğuna göre, acaba biz de bugün
onların bu hadisleri tartışma yolunu tutabilir, koydukları ölçü ve kuralları
hadis metnini tenkit için ölçü olarak kullanabilir miyiz? Kaldı ki, hadislerin
bizim için sahih olması ile onlar için sahih olması bir değildir. Zira isnad
onlar için adaletli ve doğru kimseler olan çoğunlukla bir veya iki sahabîden
meydana gelmesine rağmen, bizim için dörtten az olmayan ve onlarca kişiye
ulaşan uzun bir zincirden oluşmaktadır.
Sahabenin birbirlerini
tanımalarına rağmen hadisleri kabul noktasındaki tutumu bu olduğuna göre;
bizim de Resûlullah'a isnad edilen binlerce rivayeti, zamanla hadislere karışan
uydurma ve tahriften arındırmak umuduyla ölçüleri kullanmamız daha uygun
olacağı kanaatindeyiz.
[141]
Sahabenin, hadis
metinlerim tenkitte başvurduktan metot ve ölçüleri, onların ele aldıkları
problem ve verdikleri hükümleri araştırmak suretiyle tespit edebiliriz. Zira
onlar Hz. Peygamber'in sünnetini ve ondan nakledilen hadislerin doğru mu yanlış
mı olduğunu tespit etmeyi sağlayacak yolu bizden daha iyi bilmekteydiler.
Zannederim bizler, sahabenin bu konudaki ölçülerini bildiğimiz zaman aynı yolu
tutmamız, hadislerin sahihini, zayıfını uyulması daha doğru olanını bilebilmek
için onların uygulamasını rehber edinmemiz kolay olacaktır.
Ben bu çalışmada,
sahabenin bizden önce tartışıp üzerinde durduğu meseleleri tespit ve tashih
etmeye gayret ettim. Sonra onların hükümlerin doğrusunu, yanlışını ayırmak için
esas aldıkları ölçüleri hülasa etmeye çalıştım. Bu ölçüler, bazı durumlarda
pek açık olmasa da, sahabenin birden çok olayda kullandığı ölçülerdir. İleride
sunacağımız misaller ve o olaylarda sahabenin söyledikleri sözler onların bu ölçülere
ne denli güvenip kullandıklarını ve bunun neticesinde ortaya çıkan yeni
hükümlere verdikleri değerin boyutunu ortaya koyacaktır.[142]
Şimdi sahabenin
Resûlullah'tan rivayet edilen bazı hadislere tatbik ettikleri birinci kriter
olan Kur'an'a arz ölçüsünü ele alalım. O Kur'an ki, kendisinde hiçbir batıl bulunmayan
Allah kelâmıdır. Sahabe bütünüyle onu korumuş, mütevatir olarak bize
nakletmiş, üzerinde ittifak edip, onun koyduğu hükümleri kabul etme hususunda
asla ihtilaf etmemişlerdir. Herhangi bir ihtilaf durumunda kendisine başvurulan
bir asıl olmuştur.
Sahabenin ele
aldıkları olayları araştırdığımız zaman, Kur'an'ın onlar için birinci ölçü
olduğu, ona uymayan hadisleri kabul etmeyip aksine ravilerini hata ve yanılgı
ile itham ettikleri, Kur'an'a aykırı olduğu için onlarla amel etmedikleri
açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu durum, Kur'an metnine aykırı bulup reddettikleri
-ki bu, ResûlulIah'ın hükmünü red değildir- rivayetler incelendiğinde açıkça
görülür. Zira onlara göre bir hadisin Kur'an'a aykırı olması onun Hz.
Peygamber'in sözü olmaması anlamına geliyordu. Çünkü aslında Kur'an ve sahih
sünnet her ikisi de Allah katındandır; dolayısıyla onların birbirinden farklı
veya çelişkili olmaları mümkün değildir. Ravi hata etmiş, unutmuş, işittiği
sözlerin hepsini nakletmemiş yahut da Peygamber Efendimiz'in sözünden onun kastetmediği
bir mânayı anlamış olabilirdi. İleride örnekleri ve sahabenin bu konudaki
sözlerini sunduğumuz zaman bu ölçünün diğer boyutları açıkça görülecektir.
[143]
Müslim Sahîh'inde Ebu
İshak'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Esved b. Yezid ile
beraber Büyük Cami'de idim. Şa'bî de bizimle idi. Fatıma bint Kays'ın
Resûlullah'ın kendisine mesken ve nafaka hakkı vermediği anlamındaki bir
hadisini anlattı. Bunun üzerine yerden aldığı bir avuç çakılı Şa'biye atarak
"yazıklar olsun sana, böyle bir şeyi
nasıl anlatırsın?" diye çıkışıp şöyle dedi:
"Ömer şöyle
demiştir:
Unutup unutmadığını
bilmediğimiz bir kadının bir sözü için Allah'ın kitabını ve Peygamberimiz'inin
sünnetini bırakmayız. Boşanan kadının mesken ve nafaka hakkı vardır. Zira Allah
Teâlâ "Apaçık bir fuhuş işlemedikçe
onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar..."
[144] Buyurmaktadır.
İbn Hacer şöyle
demiştir:
Hz. Ömer
"Peygamber'in sünneti" sözüyle belli bir sünneti değil, sünnetin
Allah'ın kitabına tabi olmayı ifade eden hükümlerini kasdetmiş olmalıdır
[145].
Fatıma bint Kays'ın bu
rivayeti, az önce zikrettiğimiz âyete muarız olduğu gibi, "Onları gücünüz ölçüsünde oturduğunuz evin
bir bölümünde oturtun..."
[146]
ayetiyle de çelişmektedir. Zira bu ayetler boşanmış kadına mesken hakkı
tanımaktadır. Hz. Ömer de Fatıma bint Kays'ın rivayet ettiği hadisi Kur'an
ayetlerine aykırı bulmuş ve onu kabul etmemiştir. Burada bizi ilgilendiren iki
görüşten birini diğerine tercih etmek değil, Hz. Ömer'in kendisine baş vurabileceğiniz
bir kaide ve tam bir ölçü olarak kabul edilen sözünü tespit etmektir. Hz.
Ömer'in bu sözü, sahabenin bu ölçüyü kullandığı ve önemsediğine dair en açık
delillerimizden biridir.
[147]
İbn Ömer'in rivayet
ettiği bir hadiste şöyle denmiştir:
"... [Bunun
üzerine] Ömer ya Suhayb bana ağlıyor musun? Oysa Resûlullah "ölen kimse akrabalarının kendisine ağlaması
sebebiyle azap görür" buyurmuştur. Konuyla ilgili İbn Abbas ise
şunları anlatmıştır:
Ömer vefat edince
onun rivayet ettiği bu hadisi Âişe'ye anlattım. Şöyle dedi: Allah Ömer'e rahmet
etsin. Hayır vallahi Resûlullah bir müminin herhangi bir kimsenin ağlamasıyla
azap göreceğini söylemedi; şöyle dedi:
Allah yakınlarının
ona ağlaması sebebiyle kafirin azabını arttırır. İbn Abbas, Hz. Âişe'nin daha
sonra şöyle dediğini nakletti:
Size "Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez...[148]"
buyuran Kur'an yeter. İbn Ebî Müleyke şöyle demiştir: Yemin ederim ki İbn Ömer
bu söze karşılık hiçbir şey söylemedi
[149].
Bir başka rivayette ise Hz. Âişe şöyle demiştir:
Allah Ömer'i
bağışlasın. O yalan söylememiş, unutmuş veya hata etmiştir. Gerçek şudur ki,
Resûlullah ölmüş bir Yahudi kadına ağlandığını gördü ve bunun üzerine şöyle
dedi:
“Bunlar ona ağlıyorlar, o ise kabrinde azap görüyor”
[150].
İbn Ömer'in rivayet
ettiği bu hadiste Kur'an ve sünnetin açık ifadelerine aykırı düşen bir nokta
vardır. Zira bir çok hadiste Hz. Peygamber'in ölen bazı kimselere ağladığı ve
ağlayan kimselere de ses çıkarmadığı ifade edilmiştir. Resûlullah'ın ölen bir
kimsenin azap görmesine sebep olacak bir fiili işlemesi veya sahabenin böyle
bir şeyi yapmalarına ses çıkarmaması ise mümkün değildir
[151].
Hz. Âişe'nin buradaki
"size Kur'an yeter" sözü, onun hadise gerek görmeyip sadece
Kur'an'la yetindiği anlamına gelmez. Böyle bir şey imkânsızdır. Ancak o, hadisi
bu lafızlarla rivayet eden ravinin hata ettiğine yeterli bir delil olduğunu
söylemiştir. Zira ravi hadisi Resûlullah'ın söylediği şekliyle tam olarak
rivayet etmemiş, aksine onu Allah'ın kitabı ile çelişkiye düşecek şekilde
sadece bir bölümüyle rivayet etmiştir. Müminlerin annesi de Hz. Peygamber'in
söylediği sözü tam olarak açıklamak ve o eksik metniyle hadisin Allah'ın
kitabına aykırı olduğuna, böyle bir sözün ise müminlerin Resûlullah'a ait
olamayacağını bilmeleri ve ona itibar etmemeleri gerektiğine dikkat çekmiştir.
Hz. Âişe'nin Kur'an'a
aykırı olması sebebiyle hadiste hata bulunduğunu düşünmesi, sahabenin
karşılaştıkları yadırganır rivayetleri tenkit etmede bu ölçüyü kullandıklarına
bir başka delil olmaktadır.
[152]
Hz. Âişe'ye Ebu
Hureyre'nin Resûlullah'ın "Zina yolu
ile olan çocuk üç şerliden biridir" buyurduğunu rivayet ettiği
söylenince şöyle demiştir:
Allah Ebu Hureyre'ye
rahmet etsin. Yanlış işitmiş, yanlış cevap vermiştir... Hadisin aslı böyle
değildir. Münafıklardan biri Resûlullah'ı rahatsız ediyordu. Hz. Peygamber:
“Falanın şerrinden beni kim korur? diye sordu.”
Bunun üzerine "Ya
Resulallah, o bir zina çocuğudur" denildi. Peygamber de "onun için üç şerliden biri denilir. Oysa
Yüce Allah "... hiçbir suçlu
başkasının suçunu yüklenmez." buyurmuştur"
[153]
dedi. Bir başka rivayette ise Hz. Peygamber:
"... Anne-babasının suçundan hiçbir şey ona
gerekmez. Zira hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenemez"
[154]
buyurmuştur.
Bu hadis İbn Abbas'a
ulaşınca "eğer zina çocuğu üç şerliden biri olsaydı, onu dünyaya
getirinceye kadar annesinin recmedilmesi ertelenmezdi."
[155] Diyerek
karşılık vermiştir. İbn Abbas'ın bu düşünce tarzı güzeldir. Zira eğer zina
çocuğu üç şerliden biri veya "cennete girmeyecek"
[156]
olsaydı, onu dünyaya getirinceye kadar annesine yaşama mühleti verilmesinin bir
anlamı olmaz, aksine cennet ehli olmadığı için o henüz ana rahminde iken
annesinin recmedilmesi daha doğru olurdu. Hatta had cezasının günahın affı için
keffaret olduğunu kabul eden görüş esas alınacak olursa çocuğun anne-babasıyla
birlikle cennete girmesi söz konusu olacağından bu durum onun için daha
hayırlı olurdu.
Hz. Âişe'nin bu âyetle
ravinin rivayetinde hata ettiğine dair istidlali, Allah'ın kitabına ayları
olan rivayetlerin kabul olunmayacağını ifade eden bir istidlaldır. Buna göre,
Ebu Hureyre'nin bu hadisi eksik rivayet etmesi, onu Kur'an'a aykırı hâle
getirmiştir. Kur'an'a aykırı olan bir rivayet ise o durumu sürdükçe kabul
olunmaz. Meğer ki o eksiği tamamlayan ve aykırılığı gideren bir başka rivayet
söz konusu olsun. Nitekim Ebu Hureyre'nin hadisini değerlendiren Hz. Âişe de
bunu yapmış, Kur'an'a aykırı olması sebebiyle onun hatalı olduğunu ifade
etmiştir. Bu, Hz. Aişe'nin İbn Ömer'in bir önceki hadisi konusunda yaptığı
şeyin aynısıdır.
[157]
İkrime, İbn Abbas'ın
"Resülullah'ın Allah'ı gördüğünü"
[158] Ata
ise yine İbn Abbas'ın "Hz. Peygamber'in Allah'ı iki kere gördüğünü"
rivayet ederlerken, Hz, Âişe "Kim Resâlullah'ın Allah'ı gördüğünü iddia
ederse Allah'a büyük iftira etmiş olur. Resûlullah Cebrail'i kendi suretinde
ufku kaplamış olarak görmüştür" demiştir. Bir rivayette de Mesruk Hz.
Âişe'ye "Anneciğim, Resülullah Allah'ı gördü mü?" diye sormuş, o da
cevaben: "Sözlerin tüylerimi
ürpertti. Sana kim Muhammed'in Allah'ı gördüğünü söylerse yalan söyler.
Nitekim Yüce Allah, gözler ona erişemez, halbuki O, gözleri görür. O, herşeyi
pek iyi bilen, her şeyden haberdar olandır"
[159]
buyurmaktadır. "Fakat o, Cebrail'i kendi suretinde olmak üzere iki kere
gördü"
[160] diye cevap vermiştir.
Bir başka rivayette Hz. Âişe "Kim Muhammed'in Allah'ı gördüğünü iddia
ederse Allah'a büyük iftira etmiş olur" deyince ravi, ey müminlerin annesi,
bana fırsat ver ve acele etme, iyi ama Yüce Allah "Yemin ederim ki onu ufukta görmüştür"
[161] ve
"Andolsun onu önceden bir defa daha görmüştür"
[162]
buyurmuyor mu? Diye itiraz etmiş, bunun üzerine Âişe şu cevabı vermiştir:
"Bu konuyu Resûlullah'a
ilk önce ben sordum. Kendisi bana:
"O Cebrail'den başkası değildi. Onu aslî
suretinde o iki defadan başka görmedim. Onu gökten iner bir halde, gökle yer
arasını kaplamış bir şekilde gördüm" diye cevap verdi. Hz. Âişe
sözlerine şöyle devam etmiştir:
“Sen Allah'ın, gözler ona erişemez. Halbuki O, gözleri görür, O, her
şeyi pek iyi bilen, her şeyden haberdar olandır.”
[163]
“Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur,
bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O, yücedir, hakimdir."
[164] anlamındaki
ayetlerini işitmedin mi?
[165].
Yukarıda görüldüğü
üzere Hz. Âişe Resülullah'ın Allah'ı gördüğünedair işittiği rivayetleri bazı
ayetlere dayanarak reddetmiş, hatta işittiği bu iddiaların, tüylerini
ürperttiğini söyleyecek kadar bu hususta ileri gitmiştir. Bu tavır, daha önce
birkaç kez ifade ettiğimiz üzere, onun, ister ravinin hatası veya yanlış
anlaması, isterse karıştırmak suretiyle metni tam olarak aktarmaması sebebiyle
olsun Kur'an'a aykırı olmayı hadisin sahih olmamasına bir delil saydığını gösterir.
[166]
"...İki kişi Hz.
Âişe'ye gelerek, "Ebu Hureyre, Hz. Peygamber uğursuzluğun kadın, binek ve
evde olduğunu, uğursuzluğun bir parçasının gökte, öbür parçasının da yerde
bulunduğunu söylerdi" dediğini naklettiler. Âişe bunun üzerine
"Peygamber'e Kur'an'ı indiren Allah'a andolsun ki Resûlullah öyle değil
"Cahiliyet ehlinin uğursuzluk kadında binek ve evdedir" dediğini
buyurdu, diye naklettikten sonra "yeryüzünde
vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu
yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın..."
[167] Mealindeki
ayeti okudu."
[168].
Burada Hz. Âişe'nin
bir başka tenkidini görmekteyiz. Hadisin bu tarzdaki rivayeti onun Kur'an'a
aykırı hâle gelmesine sebep olmuştur. Bu durum da Hz. Âişe'yi sinirlendirmiş ve
hadisi Resûîullah'ın sözlerine uygun düşecek şekilde tashih etmesine sebep
olmuştur. Hz. Âişe burada hadisin, kendisinin rivayet ettiği tarzda olmaması
halinde yukarıda zikrettiğimiz Hadid suresinin 22. ayetine aykırı olacağını
söylemiştir. İşte Hz. Âişe'nin hadisi tenkit ve araştırma metodu bundan
ibaretti.
[169]
Bir defasında Hz.
Âişe'ye mut'a nikâhı sorulduğunda "Aramızda Allah'ın kitabı hakemdir"
dedikten sonra "ve onlar ki
iffetlerini korurlar. Ancak eşleri ve ellerinin sahip olduğu (cariyeleri)
hariç, (bunlarla ilişkilerden dolayı) kınanmış değillerdir"
[170]
ayetini okuyarak "Kim bunun ötesine gitmek isterse haddi aşmış olur"
diye cevap vermiştir
[171].
Hz. Âişe burada mut'a
nikâhının helal olduğuna dair rivayet edilen hadisleri Kur'an'a arzetmektedir.
Zira o, tâbi olunması gereken asıl olup sünnet ondaki hükümleri açıklayıcı bir
konumdadır.
Hz. Âişe'nin bu güçlü
ve tercihe şayan istidlal ve metoduna İbn Abbas da başvurmuştur. Nitekim mut'a
nikâhının haram olduğunu ifade eden hadisleri Kur'an'a arz ediyor ve ayeti
"...belirlenen zamana kadar" bölümüne gelinceye kadar okuyarak
"onlardan faydalandığınıza mukabil,
kararlaştırılmış olan mehirlerini verin..."
[172]
ayetiyle çelişmesinin mümkün olmadığını ileri sürmektedir
[173].
Burada İbn Abbas ve
Âişe validemiz birbirine zıt iki noktada bulunmalarına rağmen görüşlerini
delillendirme hususunda her ikisinin de metodu aynı olup o da rivayet olunan
hadisi Kur'an'a arzetmek, ona muhalif veya muarız olanı reddetmektedir.
Mut'a nikâhı ile
ilgili hadisler bir bütün olarak dikkate alındığında sahabenin bu hususta açık
bir ihtilaf halinde oldukları, bazıları Resûlullah mut'ayı falan yılda helal
kılmıştı derken, bazıları da falanca yıl haram kılmıştı dedikleri
görülmektedir. Bu sebepledir ki Hz. Âişe "Aramızda Allah'ın kitabı
hakemdir" demiştir. Âişe validemiz burada mut'anın zaman zaman helal veya
haram kılındığını inkar etmemekte, ancak ayete baş vurarak onu ihtilaflı
taraflar arasında hakem yapmaktadır. Ona göre ayet mut'anın haramlığı hususunda
kesin bir nastır. Bu tavrın açık anlamı şu olmalıdır:
İhtilaflı iki hadis
olduğu zaman, birini diğerine tercih etmede en doğru olan, Kur'an'ın zahirine
uygun düşeni almak, böylece birini
alıp öbürünü terk edebilmek için, o iki hadisten birinin
sahih olduğuna hükmetmektir.
İbn Abbas'a gelince, o
da Âişe'nin yolunu tutarak iki görüşten birini tercih etme hususunda Kur'an
ile istidlal etmektedir. Ayeti "Belirlenen zaman"a kadar okuması da
bu meselede ona yardım etmiştir.
Her ne kadar icma desteklediği
için, Aişe validemizin görüşü İbn Abbas'ın görüşünden daha tercihe şayan ise de
ikisinin metodu da aynıdır. O da söz konusu ettiğimiz şu ölçüden ibarettir:
Her mes'elede Kur'an'a
başvurmak, Peygamber Efendimize nisbet edilen hadislerden aralarını te'lif
etmek mümkün olmayanlardan Kur'an'a aykırı olanları reddetmektedir.
[174]
Amr b. Dinar, Cabir b.
Zeyd'e ba-ı kimselerin Resûlullah'ın ehli eşeklerin etini yemeyi yasakladığını
iddia ettiklerini söyleyerek bu husustaki fikrini sorduğunu, onun da şu cevabı
verdiğini nakleder:
O sözü bizim orada
Basra'da Hakem b. Amr el-Gıfari söylerdi. Fakat büyük âlim İbn Abbas bu görüşe
karşı çıkarak "Bana vahyolunanda leş
veya akıtılmış kan yahut domuz eti -ki pisliğin kendisidir- ya da günah
işlenerek Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka, yemenin haram
olduğuna dair bir ifade bulamıyorum..."
[175]
âyetini okurdu
[176].
İbn Abbas'ın, ehli
eşeklerin etinin haram olduğu görüşüne karşı onların etinin helâl olduğuna ayetle
istidlalde bulunması, onun hadislere karşı tavrı konusundaki metodunu te'kit
etmektedir. Sahabenin pek çoğundan sonra uzun bir ömür yaşayan İbn Abbas (ö.
68/687), şöyle derdi:
"Biz bir defa bir
kimsenin "Resûlullah buyurdu ki" dediğini duyduğumuzda gözümüzü
iyice açar, kulaklarımızı kabartırdık. Fakat insanlar hırçın deveye de, uysal
deveye de binmeye başlayınca (yani önüne gelenden hadis rivayet etmeye
başlayınca) onların ancak iyi bildiğimiz sözlerini kabul eder olduk"
[177]. Bu
nedenle onun hadisleri tenkit hususundaki metodu onları Kur'an'a arzetme
tarzında idi. İbn Abbas hadisin Kur'an'a aykırı olduğunu gördüğü zaman onun
reddedilmesi gerektiğine hükmeder, bu durumu hadisin sahih olmadığına delil
sayardı.
[178]
Bir rivayete göre İbn
Ömer'e yırtıcı kuşların etinin yenip yenmeyeceği sorulur, o da
"yenilebilir" diye cevap verir. Bunun üzerine kendisine Ebu Sa'lebe
el-Haşenî'nin rivayet ettiği bir hadis hatırlatılınca "Bacaklarına işeyen
bir bedevinin r ivayetinden dolayı Rabbimizin kitabını terk edemeyiz"
diye karşılık verir
[179].
Burada
"Rabbimizin Kitabı"ndan maksat En'am suresinin yukarıda
zikrettiğimiz 145. ayetidir.
İbn Ömer bu konuda İbn
Abbas ve Âişe'nin Kur'an'a muhalif olan hadisi reddetme metodunu takip etmektedir.
Ona göre ayet, genel anlamıyla orada zikrolunanların dışındakilerin helal
olduğuna delalet eder. Hadise gelince ayetteki haramlara "yırtıcı kuşların
etini" ilave etmektedir. Bu nedenle İbn Ömer onu ayete muhalif olarak
kabul etmiştir. Burada İbn Ömer'in veya bir başkasının görüşünden birini
öbürüne tercih etme durumunda değiliz. Ancak burada bizi ilgilendiren daha
önceki misallerde geçtiği gibi sahabenin birçok yerde uyguladıkları şu metodu
tespit etmektedir:
Bir hadisin telifi
mümkün olmayacak şekilde Kur'an'a muhalif olmasını, Resûlullah'ın onu
söylemediğinden emin olmak ve reddetmek için yeterli bir sebep görmek.
[180]
Rivayete göre Hz. Ali
zifafa girmeden ve mehir belirlemeden önce ölen kimsenin karısı için herhangi bir
mehir gerekmeyeceği kanaatindeydi. Ma'kel b. Sinan el-Eşcaî'nin "Hz.
Peygamberdin (aynı şartları taşıyan) Berva' bnt. Vasık için mehri misil, miras
ve iddetle hükmettiği tarzında rivayet ettiği bir hadis hatırlatılınca,
"topuklarına işeyen bir bedevinin Allah'ın kitabı ve Peygamberinin
sünnetine muhalif olan bir sözünü kabul etmeyiz" diye cevap verdi
[181].
Burada Hz. Ali, Ma'kel
b. Sinan'ın rivayet ettiği hadisi, kendi düşüncesine göre, Allah'ın kitabı ve
Resûlullah'ın sünnetine aykırı olduğu için reddetmektedir. Hz. Ali Allah'ın
kitabı ile yukarıda zikrettiğimiz Nisa suresinin 24. ayetini; Resûlullah'ın
sünneti ile de "şartlardan riayeti en gerekli olanı kendinize helâl
kıldığınız namuslarına karşılık haklarını ödemenizdir"
[182]
gibi kadınlara mehir verilmesini emreden hadisleri kastetmiş olmalıdır. Hz. Ali
bu rivayeti "topuklarına işeyen bir bedevinin Allah'ın kitabına ve
Resûlullah'ın sünnetine muhalif olan hadisini kabul etmeyiz" diyerek kesin
bir dille reddetmiştir. Acaba bu hadisi Ma'kel'den başka bir sahabî rivayet
etseydi ne yapacaktı? Kabul mü edecekti, yoksa red mi? Bilemiyoruz. Ancak Hz.
Ali'nin bu sözü, sahabenin bahsettiğimiz ölçüyü uyguladığını, bunda
garipsenecek bir şey de olmadığını, ravi ister bedevi, ister Resûlullah ile birlikte
uzun bir ömür yaşamış olan ashaptan herhangi biri olsun, çoğu kez bu metoda
başvurduğunu te'kit etmektedir.
Acaba hadisi Kur'an'a
arzetme ölçüsü, zahiri Kur'an'a muhalif olan her hadisi reddetmeyi gerektirir
mi?
Bu soruya cevap
vermeden önce Resûluilah'ın Kur'an'a aykırı bir söz söylemesinin mümkün
olmadığını vurgulamamız gerekir. Çünkü sahih sünnet de, Kur'an da Allah
katındandır. Bu duruma göre onlardan birinin diğerine aykırı olması mümkün
değildir. Nitekim Allah Teâlâ:
"Biz sana zikri, insanlara indirileni
açıklayasın diye gönderdik"
[183] mealindeki
ayetinde Kitabı, Peygamber'e izniyle gerekli açıklamaları yapsın diye
kendisinin indirdiğini açıklarken bir başka ayette de:
"O kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun
konuşması ancak bildirilen bir vahiy iledir"
[184]
buyurmaktadır. Dolayısıyla Resûlullah'ın sözünün Kur'an ayetiyle çelişmesi diye
bir şey söz konusu olamaz. O, Kur'an'a aykırı söz söyleyen değil, onu insanlara
açıklayandır. Binaenaleyh, Hz. Peygamber'den sadır olan herhangi bir sözün,
Allah'ın kitabına aykırı olması imkansız bir şeydir. O halde herhangi bir
hadisin Kur'an'a muhalif olduğuna hükmettiğimiz zaman, onu Resûlullah'ın
söylemediğine de hükmetmiş oluruz.
Ancak burada
kastettiğimiz muhalefet, her bakımdan söz konusu olan bir zıtlık ve bilinen
metotlardan herhangi biri ile te'liflerinin mümkün olmaması durumudur. Hâsâm,
mutlak-mukayyed vb. lafızlar arasındaki zahirî muhalefet ise gerçek bir muhalefet
değil, şeklî bir aykırılıktır. Böyle bir durumda ihtilaflı rivayetin
reddedilmesi gerekmez.
Bu açıklamadan sonra
şunu ifade edebiliriz:
Bazan ilk bakışta
Kur'an'a muhalif gibi görünen bir hadisle karşılaşırız. Ancak bu aykırılık
sür'atle zail oluverir. Zira hadis bir ayetteki umumiliği ya tahsis, ya takyid
etmiş yahut da hükmünü neshetmiştir. Böylece o zahirdeki muhalefet ortadan
kalkar ve hadis de Kur'an'a aykırı olduğuna çabucak hükmedilmeyen sahih bir
hadis olarak kalır. "Hırsız erkek ve
kadının ellerini kesiniz..."
[185] Ayeti
ile "Çeyrek dinar ve daha fazlası
dışında hırsızın eli kesilmez"
[186]
hadisi bu hususu açıklayan güzel bir misaldir. Ayete göre çeyrek dinardan az
miktarda bir mal çalan kimseye de hırsız denir ve onun da elinin kesilmesi
gerekir. Ancak hadisin onu tahsis ettiğini kabul ettiğimiz zaman çelişki
şaibesi kalkar ve ikisiyle birden amel etmek mümkün olur.
Kur'an ve sünnette bu
nevi misaller pek çoktur. Ancak, bu misalimizde olduğu gibi, ayetle hadis
arasındaki zahirî aykırılığı gidermek mümkün olduğuna göre, acaba sahabenin
reddettiği hadislerle ayetler arasındaki aykırılığı da giderip te'lif etmek ve
böylece hadisi terke yönelmemek mümkün olamaz mı? Bu suale cevap vermek için
yukarıda zikrettiğimiz meseleleri tek tek ele alalım.
Boşanan kadın
olayındaki ayeti hem ric'î, hem de kesin olarak (talak-ı bâin ile) boşanmış kadına
şamil kabul edecek olursak, ayetle hadis arasında çelişki söz konusu olur.
Ancak söz konusu âyet kesin boşanmış olan kadına değil de ric'î olarak boşanana
hasredilecek olursa o zaman herhangi bir çelişkiden söz edilemez. Böylece,
Fatıma'nın rivayet ettiği hadis kesin olarak boşanan kadına, barınma ve nafaka
emreden ayet ise ric'î talakla boşanan kadına hamledilmiş olur. Nitekim ayetin
sonunda "...bilmezsin, olur ki
Allah, bundan sonra bir durum ortaya çıkarıverir"
[187]
buyurulması da bu hususu göstermektedir. Bu arada fakihlerin bu meseleye bakış
açılarının farklı olduğunu da söylemeliyiz. Zira fukahanın bir kısmı söz konusu
hadisi esas alarak boşanmış kadına hiçbir hak tanımazken, diğer bir kısmı
ayeti esas alarak ona barınma ve nafaka, bazıları da sadece barınma hakkı ön
görmüşlerdir
[188]. "Ailesinin ona
ağlaması sebebiyle, ölen kimsenin mezarında azap göreceği, anlamındaki
rivayete
gelince
bu hadis "Hiçbir suçlu başkasının
suçunu yüklenmez"
[189]
mealindeki ayetle çelişmektedir. Şöyle ki, ölen bir insan ailesinin ona ağlamasından
dolayı sorumlu değildir, niye azap görsün? Bu rivayetle ayet arasını te'lif
etme noktasında daha önce de zikredildiği üzere şöyle bir görüş ileri
sürülmüştür: Eğer bir kimse kendisine öldüğü zaman üstünü başını yırtmak gibi
dinen yasaklanmış olan bir biçimde ağlanmasını vasiyet edecek olursa bundan
dolayı kabrinde azap görür. Ancak bu ifade her ne kadar söz konusu ayetle
hadisi veya bu hadisle Resûlullah'ın birçok sahabîye ağladığını ifade eden
diğer bazı hadisleri birbiriyle te'lif etmede başvurulabilecek bir yol ise de;
böyle bir işlem hadiste mevcut olmayan birtakım takdirlerde bulunmayı ve
zorlamaları gerektirir.
Söz konusu hadisi Hz.
Âişe'nin ifade ettiği gibi, Resûlullah'ın kâfir bir kimse hakkında söylediğini
düşünecek olursak bu konuda hiçbir çelişki kalmamış olur. Çünkü buna göre
hadisin ravisi hata etmiş ve bu çelişkiye sebep olmuştur. Aynı şey bu meseleye
çok benzeyen "zina çocuğu üç
şerliden biridir" anlamındaki hadis için de geçerlidir.
"Hz. Peygamber'in
Allah'ı görmesi" ile ilgili hadise gelince, bu hususta sahabeden her iki
tarafta kendi görüşünü güçlendirmek için Kur'an ile istidlal etmişlerdir. Ne
var ki ulemadan bazıları görülenin Cebrail olduğunu ifade eden hadisi dikkate
alarak Resûlullah'ın Cenab-ı Allah'ı görmediği görüşünü tercih etmişlerdir.
Dolayısıyla bu konudaki tercih sahabe döneminden sonraya rastlamaktadır.
"Üç şeyde
uğursuzluk olduğunu" ifade eden hadise ve onun ayetle Resûlullah'tan
uğursuzluğu terk etme hususunda sahih olarak rivayet edilen sünnetine muhalif
olmasına gelince, eğer burada Hz. Âişe'nin rivayetini göz önünde bulunduracak
olursak, söz konusu çelişki zail olur. Çünkü o bu hadisi "Resûlullah,
cahiliyet ehli derlerdi ki..." tarzında rivayet etmektedir. Ancak
"Hastalıkların bulaşması ve uğursuzluk yoktur. Uğursuzluk ancak üç
şeydedir...!
[190] Tarzında başka
rivayetler de vardır. Bu hadisin birbiriyle çelişkili olan baş ve son tarafını
te'lif konusunda ne söylenirse söylensin; son tarafının reddedilmesi veya
"Hastalıkların bulaşması ve uğursuzluk yoktur. Cahiliyet ehli uğursuzluk
ancak üç şeydedir”...derlerdi." şeklinde anlaşılması gerekir. Zira hadisin
bu şıkkı hem baş
tarafına hem âyete, hem de İslâm'ın uğursuzluğu kabul etmeme veya yasaklama
tarzındaki bilinen hükmüne ve Hz. Peygamber'in "Uğursuzluğun şirk
olduğu" anlamındaki sözüne aykırı düşmektedir.
Mut'a nikâhına
gelince, burada her iki taraf da isbat etmek istedikleri görüşünü desteklemek
için ayetleri te'vil etme yoluna gitmişlerdir. Ancak, bu hususta onun haram
olduğunu te'yid edip, öbürüne tercihim gerektiren başka hadisler de vardır. Nitekim
mut'anın kıyamete kadar haramlığı noktasında ümmetin icma etmiş olması da bu
bağlamda anlaşılmalıdır.
Ehli eşeklerin
etlerini yeme meselesinde ayetle hadis arasında açık bir çelişki görülmemektedir.
Aksine birbiriyle uyuşur durumdadırlar. Zira Yüce Allah, Kur'an'da "Bana vahyolunanda haram olarak bulmuyorum
de"
[191] buyuruyor. Dolayısyla
Peygamber Efendimiz o zamana kadar kendisine vahyolunanlardan başkasını haram
olarak görmemiştir. Ancak bu, daha sonra vahiy yoluyla veal birtakım haramların
bildirilmeyeceği anlamına gelmez.
Bu hususları
zikrettikten sonra şunu da ifade edelim ki, hadisle ayet arasındaki çelişki
aralarını telif etmenin veya neshin dışında gerçek bir çelişki olmalıdır. Böyle
bir durum o hadisi Resûlullah'a nisbet noktasında çekimser davranmayı
gerektirir. Ancak bu, onun uydurma bir hadis olduğu anlamına da gelmez. Zira
çelişki bazan ravilerden kaynaklanmış olabilir. Çünkü ravilerin zamanla ihmal
veya unutmaları sonucu hadislerde birtakım kelime ve harf değişikliği meydana
gelmesi ve bunun da çözümü mümkün olan veya olmayan çelişkiler doğurması
mümkündür. Bu durum her asırdaki raviler için söz konusudur. Hz. Âişe'nin bazı
hadislerle ilgili değerlendirmesi bu espriyi ifade eden örneklerdendir. Nitekim
o, "ölen kimse ailesinin kendisi
için ağlaması sebebiyle mezarında azap görür" anlamındaki hadisle
ilgili olarak hadisin ravisi olan İbn Ömer'in "yalan söylemediğini ancak
unutmuş veya yanılmış olabileceğini" ifade etmiştir. Hz. Âişe Ebu Hureyre'nin
rivayet ettiği üç şeyde uğursuzluk olduğunu bildiren hadisle ilgili olarak da
aynı yola başvurmuştur.
Ravi zincirinin
birinci halkasında bulunan, Kur'an'ın inişi ve olayların, problemlerin
yaşanması ile aynı dönemi paylaşan sahabenin hadis rivayetiyle ilgili
durumları bu olduğuna göre bu özelliklerin bir kısmım taşımayan hadisi ilk
kaynağından değil, ravilerden alan hatta kaynağı ile kendisi arasında uzun bir
zaman, belki bir ömür geçen diğer ravilerin durumlarım bir düşünelim. Ömrünün
başında ilim taliplisi, uzun yıllar boyunca ulemadan hadis alıp ezberlemeye
başlar ve böylece sonunda hadis öğrenme, rivayet etme, başkalarının kendisine
ilim tahsil etmek için gelmeleri seviyesine ulaşır. Şüphesiz bu uzun bir zaman
olup hıfzı ve dikkati sağlam olan kimsenin hafızasını etkileyecektir. Böyle bir
durum, hıfz ve anlamasıyla meşhur olmayanları ise haydi haydi etkileyecektir.
Böyle bir ravi tabiatıyla hata edebilecek, sonra bir başkası onu yazılı metin
haline getirecek, sonuncusu da ihtisar edip hadisin bir kısmını nakletmekle
yetinebilecektir. İşte bazı hadislerle Kur'an veya bizzat hadisler arasında
gördüğümüz çelişkilerin sebebi bu tür şeylerdir.
Yukarıda zikrettiğimiz
üzere bazan kendisinde çelişki görülen bir hadisin gerçekte Peygamber'e dayanan
bir aslı vardır. Ne var ki yanlış nakledilmiş olması, onu Kur'an'a aykırı hale
getirmiştir. Keza çelişki sebeplerinden biri de Peygamber'in o hadisi
söylediği sırada içinde bulunulan şartları nakletmemektir. Zira biz
Resûlullah'ın böyle söylemesini gerektiren olayı tam olarak bilirsek, hadisin
onunla ilgisini anlamış oluruz. Ama eğer ravi olayı anlatmaksızın sadece
hadisi nakleder ve onu genel bir ifade haline sokarsa, o zaman bizi bir
muhalefet ve çelişki ile karşı karşıya getirir. İbn Ömer'in ölen kimsenin
ailesinin ona ağlaması yüzünden mezarında azap göreceği anlamındaki bir hadisi
genel bir ifade olarak aktarması bu hususa açık bir örnek teşkil eder. O
sebepledir ki Hz. Aişe hadisle ilgili olayı ve sahih metnini zikrederek İbn
Ömer'in rivayetini reddetmiş ve şöyle demiştir: Resûlullah kendisi için
ağlanan bir yahudinin cenazesi ile karşılaştı. Bunun üzerine, bunlar ona
ağlıyorlar, o ise mezarında azap görüyor buyurdu. Görüldüğü izere İbn Ömer'in
rivayet ettiği hadisle Hz. Âişe'nin hadisi arasında büyük bir fark
bulunmaktadır. Daha önce zikretmiş olduğumuz "üç şeyde uğursuzluk
bulunduğu" ve zina yolu ile dünyaya gelen çocuğun üç şerliden biri
olduğu" anlamındaki rivayetler de böyledir.
Sahabe ile başlayan
hadisi Kur'an'a arzetme kaidesi, Kur'an'ın Allah tarafından korunmuş, bir tek
mushafta toplanmış ve tevatür yoluyla nakledilmiş olmasından kaynaklanıyordu.
Kur'an'ın bu özelliği sebebiyledi ki, ona muhalif olan hadisleri reddedebiliyor
veya Kur'an'ı uyuşacak şekilde yorumlayabiliyorlardı. Ancak sünneti sünnete
arzetmeleri açısından durumun biraz zor olduğu görülmektedir. Zira sünnet
onların her birinin elinde toplu olarak bulunmadığı gibi, tam bir muhafaza
altına da alınmamıştı. Dolayısıyla bir şahabı bir hadisi bildiği halde onu
nesheden diğer hadisi bilmeyebilir, öbür sahabîler mensuh olanı rivayet ederken
o nasihi rivayet edebilirdi. Resûlullah'ın daha önce hüküm vermiş olmasına
rağmen, bundan haberdar olmadığı için bir mesele hakkında bildiği naslar
ışığında içtihatta bulunabilir ve farklı bir hüküm verebilirdi. İleride ikinci
ölçüde temas edeceğimiz için burada o konuya girmeyi uygun bulmuyoruz.
Buraya kadar
zikrettiklerimiz sahabenin hadis metinlerini tenkit hususunda kullandıkları
birinci ölçünün örneklerini açıklamaktadır. O misallerden ortaya çıkan bu ölçü
sahabenin söz konusu ölçüyü ne denli kullandıklarını ve birçok yerde
"topuklarına işeyen bir bedevinin veya ezberlediğini yada unuttuğunu
bilmediğimiz bir kadının sözüne bakarak Allah'ın kitabını ve Peygamberimiz'in
sünnetini bırakmayız. Aramızda Kur'an hakem olsun veya size Kur'an
yeter..." dediklerini bilyoruz.
Görüldüğü üzere
hadisin Kur'an'a arzı son derece açık ve güçlü bir ölçüdür. Zira Kur'an bizzat
Allah tarafından korunmuştur. Hiçbir zaman onda herhangi bir değişme
olmamıştır ve olmayacaktır. Dolayısıyla eğer yapacak kimseler olursa, hadis
metinlerini ona arzetme imkânı daima vardır. Böylece sahabenin hadis
tenkidinde baş vurdukları ilk ölçüyü açıklamış bulunuyoruz.
[192]
Sahabenin bazı
hadislerin sıhhatini tespitte Kur'an'ı ölçü aldıklarını, Kur'an'ın lafzına ve
mânasına tutunarak ona muhalif rivayetleri kabul etmediklerini ancak bunun
-hâşâ- Hz. Peygamber'in sözünü reddetmek anlamına gelmediğini önceki sayfalarda
zikretmiştik. Onların kendilerine nakledilen bilginin gerçekten Hz. Peygamber'e
ait olduğunu bildiklerinde buna herhangi bir itiraz veya muhalefet etmeleri
mümkün değildi. Ancak sahabe bazen daha önce bilmedikleri hususlar rivayet
edildiğinde nakleden kimsenin hıfz ve zabtından veya doğru duyup anladığından
şüpheye düştükleri de oluyor, nakledilen haberin Allah'ın kitabına aykırılığını
görüyor bu da şüphelerini te'kit ediyordu. Ve onlar rivayet edilen gerçekten Allah
Resûlü'nün kelamıysa Allah'ın kitabına muhalif olamayacağını biliyorlardı.
Sahabenin Kur'an'a
bağlılıkları ve onun hükmünde itifak etmeleri sebebiyle; hadislerin sıhhatini
tespit etmek için onları Kur'an'a arzetme metotları kesin olmakla birlikte aynı
gaye ile hadisleri birbirine arzetmeleri bu kadar belirgin değildir. Bazı hükümler
hakkında sahabenin münakaşa etmesi, farklı yorum yapması ve Kur'an ile
sünnetten farklı istidlal metotları kullanması söz konusuydu. Bu meselelerde
sahabenin tamamının kabul ettiği ve kesin neticeye vardığı hususlar ise çok
azdı.
Çoğu kere ihtilaf eden
her sahabenin kendi görüşünü desteklemek üzere Hz. Peygamber'den hadis rivayet
ettiğine ve karşı tarafın kanaatini kabul etmediğine şahit olmaktayız. Bu
durumda her iki taraf da görüşünü desteklemek üzere delil olarak hadis
zikretmekte, bazen zikredilen her iki hadis de aynı konuda delil
olabilmekteydi. Bazan da hadisin mânası sarih değilse söz konusu her iki
hadisi veya birisini delil olarak kullanabilmek için ayrıca araştırmaya ihtiyaç
duyulmaktaydı. Böylesi durumlarda delil olarak zikredilen hadislerden birini
diğerine tercih etmekte takip edilen usuller ne idi?
Bu çalışmada bir kısım
meselelerden hareketle sahabenin birbirine muhalif hadislerden birini alıp
diğerini terketmelerini gerektiren tercih ölçülerini tespit etmeye çalıştım.
Burada konuyu araştıranların bizim ulaşamadığımız daha başka kriterleri tespit
etmelerinin de mümkün olacağını ifade etmeliyiz. Tespit edebildiğimiz tercih
sebeplerini şöylece sıralayabiliriz:
[193]
Sahabeye göre bu
konularda en çok kullanılan metot, konuyla ilgili şahsa sormak ve onun verdiği
bilgi ve haberi kabul etmektir. Nitekim sahabe Hz. Peygamber'in evi içinde
meydana geldiği için haberdar olmaları mümkün olmayan husustan Resûlullah'ın
hanımlarına soruyorlardı. Başkalarının muttali olmadığı konularda sahabe çoğu
defa müminlerin annelerinden birine soruyor, onlar da biliyorlarsa gerekli
açıklamayı yapıyor, konuyla ilgili bilgileri yoksa bu durumu da açıkça ifade
ediyorlardı.
Aşağıda sahabenin bu
ölçüyü kullandıklarını gösteren olaylardan bazı örnekler zikredeceğiz.
[194]
Ebu Bekir b.
Abdurrahman anlatıyor:
"Ebu Hurcyre'nin:
'Cünüp olarak sabahlayan oruç tutmasın' dediğini işittim ve bunu babam Abdurrahman
b. el-Haris'e anlattım. Babam kabul etmedi ve konuyu araştırmak üzere birlikte
Hz. Âişe ve Ümmü Seleme'ye gittik ve babam durumu Âişe ve Ümmü Seleme'ye sordu.
Her ikisi de Hz. Peygamber'in ihtilam dışında cünüp olarak sabahladığını sonra
orucuna devam ettiğini söylediler. Daha sonra babamla birlikte Mervan'ın
huzuruna çıktık. Babam olayı anlattı. Mervan, Ebu Hureyre'ye git ve ona mutlaka
bunu söyle, dedi. Ebu Hureyre'ye gittik. Abdurrahman durumu anlatınca o, 'Bunu
size Hz Âişe ve Ümmü Seleme mi söyledi?' diye sordu. Evet cevabını alınca da,
'Onlar bu konuyu daha iyi bilirler' dedi. Bunun üzerine Ebu Hureyre, kendisinin
bu sözü bizzat Hz. Peygamber'den değil, Fadl b. Abbas'tan işittiğini söyledi ve
bunun sonucunda Ebu Hureyre kendi görüşünden vazgeçti"
[195].
Bu hadise, sahabenin
hadis tenkidi metotlarını gösteren güzel bir örnektir. Zira Abdurrahman b.
el-Haris, Ebu Hureyre'den işittiğini kabul etmemiş, araştırmak amacıyla Hz.
Peygamber'in hanımlarına gitmiştir. Çünkü onlar konuyu en iyi bilmekteydiler.
Nitekim Ebu Hureyre de görüşüne aykırı olmasına rağmen, Hz. Âişe ve Ümmü
Seleme hakkında, "onlar bunu en iyi bilenlerdir, bu gibi konulardaki
hükümleri onlardan öğreniriz" demiş ve kendi görüşünde ısrar etmekten
vazgeçmiştir.
Bu hadiste, sahabenin
metin tenkidi yaptıkları, başkasından işittikleri rivayetleri konuyla ilgili
şahıslara sorarak araştırdıkları başka açıkça görülmektedir. Nitekim Abdurrahman
b. el-Haris, bu konuda Ebu Hureyre'den farklı bir bilgiye sahip olduğunu
anlayınca, Hz. Peygamber'in kendisine ulaşmayan, konuyla ilgili başka
açıklamalar yapmış olabileceği düşüncesiyle, Ebu Hureyre'den işittiği ile
yetinmeyerek, işin doğrusunu öğrenmek üzere derhal Resûlullah'ın hanımlarına
gitmiştir. Ebu Hureyre ise; görüşünün yanlış olduğunu anlayınca hatasında ısrar
etmemiş, müminlerin annelerinin konuyu daha iyi bildiği düşüncesiyle,
kendisinin de hadisi bizzat Hz. Peygamber'den işitmediğini zikrederek rivayeti
aldığı şahsın
Fadl olduğunu açıklamıştır. Hz. Peygamber'den bizzat işiten, ona yakın ve
konuyla ilgili bir kimsenin rivayet ettiği hadis, başkalarından rivayet eden
kişinin sözünden kabule daha layıktır. Zira başkasından rivayet eden kişi, bu
hükmü ayrı bir metinden çıkarmış ve bu konuda Resûlullah'ın son hükmünü
bilememiş olabilir.
Şu halde sahabenin Hz.
Âişe ve Ümmü Seleme'nin rivayetlerini tercih etmeleri, diğer sahabîlerden söz
konusu hususu daha iyi bilmeleri, Resûlullah'ın yakınında bulunmaları ve
Peygamber'in hanımlarından başkasının bilemeyeceği hususlara muttali
olmalarından dolayıdır.
[196]
Ubeyd b. Rifaa
el-Ensarî'nin anlattığına göre, Zeyd b. Sabit'in de bulunduğu bir mecliste
inzalden dolayı guslün gerekliliğini tartışmaktaydılar. Zeyd, "Sizden
biri cima eder, fakat meni gelmezse, cinsel organını yıkayıp namaz abdesti gibi
abdest alması yeterlidir" dedi. Orada bulunanlardan biri gidip Zeyd'in bu
görüşünü Hz. Ömer'e anlattı. Hz. Ömer ona gidip Zeyd'i getirmesini ve olaya
şahitlik etmesini söyledi. Zeyd geldi. Bu sırada Hz. Ömer'in yanında Ali b.
Ebu Talib ve Muaz b. Cebel de bulunmaktaydı. Hz. Ömer Zeyd'e, "nefsinin
düşmanı, insanlara bu fetvayı sen mi veriyorsun?" diye sordu. Zeyd,
"Allah'a yemin olsun ki, bunu ilk defa ben söylemiyorum. Ben, amcalarım
Rifaa b. Raff ve Ebu Eyyûb el-Ensârî'den işittim" diye cevap verdi. Hz.
Ömer yanında bulunan sahabîlere bu konudaki görüşlerini sordu. Onlar ihtilaf
edip, farklı cevaplar verdiler. Bu durum karşısında Ömer, Bedir'e katılan
değerli kimseler olduğunuz halde ihtilafa düştünüz, diyerek hayretini ifade
etti. Hz. Ali Ömer'e, "Birini Hz. Peygamber'in eşlerine görder, böyle bir
şey varsa onlar daha iyi bilirler" dedi. Hz. Ömer önce Hz. Hafsa'ya
sordurdu. O, konuyla ilgili bilgisinin olmadığını söyledi. Daha sonra Hz.
Âişe'ye sordurdu. Âişe, "sünnet yerleri birbirine kavuştuğunda gusül vacip
olur" diye cevapladı. Bunun üzerine Hz. Ömer, "kim bunu yapar da
gusletmezse onu cezalandırırım" dedi
[197].
Zikrettiğimiz bu olay,
sahabenin hadis tenkidini, bu konuda takip ettiği metodu ve gerçeği arama ile
bu husustaki titizliklerini gösteren bir başka örnektir.
Sahabenin, Hz. Ömer'in
yanında ihtilafa düşmeleri ve Hz. Ömer'in bu hususta 'Ey Allah'ın kulları
Bedir'e katılan değerli kimseler olduğunuz halde ihtilafa düştünüz' demesinden
daha açık delil yoktur. Bu rivayeti Zeyd b. Sabit sadece amcalarından rivayet
etmekle beraber onun görüşünü destekleyen başka sahabîler de bulunmaktadır.
Böyle durumlarda Hz. Ömer'in, yanında bulunan sahabe ile istişare etme, ehl-i
ilme ve konuyla ilgili olanlara sordurma metodu sağlam bir yoldur. Yukarıdaki
misalde de Hz. Ömer önce bildiği ve konuyla ilgisi olduğu için Hz. Hafsa'ya
sordurmuş, onun bilgisinin olmadığını veya bu gibi meselelerde utangaç
davranması sebebiyle açıklama yapmadığını anlayınca, kesin ve doğru bilgiyi Hz.
Âişe'nin yanında aramıştır. Daha sonra Ömer, ashab arasındaki ihtilafı gidermek
amacıyla nihaî kararını 'Kim bunu yapar da gusletmezse onu cezalandırırım'
sözleriyle açıklamıştır.
Ashap arasında bu
konuyla ilgili ihtilafın bir daha olmamak üzere tamamen ortadan kalkması
beklenirdi. Fakat bugün bile bu konuda gusIün gerekip gerekmediği ile ilgili
hadisler arasındaki ihtilaf devam etmektedir. Ebu Seleme b. Abdurrahman şöyle
anlatmaktadır:
"Hz. Âişe'ye
gittim ve 'ey anneciğim Cabir b. Abdullah 'su (gusul) sudan (meniden)
dolayıdır' dedi, diye naklettim. Bunun üzerine, Hz. Âişe, 'hata etmiş; Cabir,
Peygamber'i benden daha mı iyi bilecek?, dedi ve 'Peygamber, 'sünnet yerleri
birbirine kavuştuğunda gusül vacip olur' derdi', şeklinde ilâve etti. Devamla
Hz. Âişe, "gusul gerektirmeyen recmi mi gerektirecek" diye ekledi
[198].
Guslün meni sebebiyle
gerektiği hakkındaki bu hadisi Zeyd b. Sabit amcalarından nakletmekte ise de, Cabir
b. Abdullah bizzat Hz. Peygamber'den rivayet etmektedir. Bu hadisi Ebu Saîd
el-Hudrî aynı lafızla, Ubey b. Ka'b ise, farklı lafızlarla Hz. Peygamber'den
rivayet etmişlerdir
[199].
Ancak, bizi burada ihtilaflı iki hadisten hangisinin tercih edilmesinden
ziyade, bu nevi rivayetlerde sahabenin takip edip uyguladığı metodun tespiti
ilgilendirmektedir.
[200]
Hz. Aişe'ye Abdullah
b. Amr'ın kadınlara yıkanacakları zaman saç örgülerini çözmelerini emrettiği
iletilmişti. Bunun üzerine; "İbn Amr'a şaşarım; kadınlara yıkanacakları zaman örgülerini
çözmeyi emrediyormuş iyi ki başlarını traş etmelerini emretmemiş. Vallahi ben
ve Resûlullah (s a) aynı kaptan yıkanırdık. Başıma üç defa su dökmekten başka
bir şey yapmazdım" dedi
[201].
Hz. Âişe bu konuyu kendisini ilgilendiren bir husus olması sebebiyle, Amr b.
As'ın oğlundan daha iyi bilmektedir. Şöyle ki bizzat Hz. Peygamber'in huzurunda
saç örgülerini açmadan gusletmiş, Resûlullah (s.a.) da onun hata yaptığını
söylememiştir. Bu konuda Ümmü Seleme'den de şu rivayet nakledilmektedir:
"Hz. Peygamber'e
'Ya Resûlallah ben saçım sıkıca ören biriyim; guslettiğimde onu çözeyim mi?'
diye sordum. O, “Hayır, başına yalnız üç
avuç su atman yeter; sonra üzerine suyu dökünür ve temizlenirsin” buyurdu
[202].
İkrime'nin rivayetine
göre, İbn Abbas ile Zeyd b. Sabit, bayram günü farz olan tavafı yaptıktan sonra
âdet gören kadının durumu hakkında ihtilaf ettiler. Zeyd; "Âdeti bitene
kadar Mekke'de bekler"; İbn Abbas ise:
"Bayram günü
tavafını yapmışsa yola çıkar" dedi. Bunun üzerine orada bulunan Ensar:
"Ey İbn Abbas
Zeyd'e muhalefe ettiğin konuda sana tâbi olmayız" dediler. İbn Abbas da
onlara:
"Bu durumu
anneniz Ümmü Seleme'ye sorun" dedi. Ensar, Ümmü Seleme'ye sorunca,
Safiyye bint. Huyey'in durumunu anlattı. İkrime devamla olayı şöyle nakleder:
"Hz. Âişe dedi
ki:
Safiyye bint. Huyey
-âdet görmesi sebebiyle- bizi (Mekke'de) alıkoydu bu durumu Hz. Peygamber'e
anlattım; o, memleketine dönmesini emretti
[203].
Bu, sahabenin ihtilafı gidermede bilen ve ihtisas sahibi
kimsenin görüşünü öne çıkardığını açıklayan başka bir misaldir. Ensar Zeyd'e muhalefet
ettiğinde İbn Abbas'ın sözünü kabul etmemişlerdir. Bu, asabiyet düşüncesinden
kaynaklanmamaktaydı. Zira Zeyd ensardandı. Aksine, onlara göre Zeyd'in, Hz.
Peygamber'in yakınında bulunması sebebiyle daha iyi bildiği anlayışından
kaynaklanıyordu
[204].
Konuyu müminlerin hanımlarına sormalarını tavsiye eden İbn Abbas, haklılığı
açık olmasına rağmen bu konuda hatalı olan Zeyd'in ilmî mevki ve değerini
takdir etmekteydi. Sonunda âdet görme kadınların özel hallerinden olması
sebebiyle, Resûlullah'ın (s,a.) hükmünü öğrenmek için müminlerin kadınlarından
birine soruldu. Böylece ashabın ihtilaflı olduğu bir meselede gerçek ortaya
çıkmış oldu.
[205]
İbn Ömer'den rivayet
edildiğine göre o, "Hz. Ömer'i 'taş attığınız ve traş olduğunuzda kadınlar
ve güzel kokunun dışında her şey size helal olur' derken işittim"
demiştir. Salim ise, "Hz. Âişe'nin 'kadınlar hariç, her şey helal olur,
ihramdan çıkması için bizzat ben Resûlullah'a koku sürdüm" dediğini"
nakletmiştir
[206]. Başka bir rivayette
ise, "Hz. Âişe 'ihrama girmeden önce ihrama girmesi için, şeytan
taşlamadan sonra ve ziyaret tavafını yapmadan önce ihramdan çıkması için
Resûlullah'a koku sürdüm' demiştir". Bunun üzerine Salim,
"Resûlullah'ın sünneti uyulmaya daha layıktır" demiştir
[207].
Bu konudaki
rivayetlerin incelenmesi neticesinde Hz. Ömer'in bu meselede sarih bir nassa
dayanmadığı, Hz. Peygamber'in söz konusu hadisinin kendisine ulaşmadığı ve
bütün bu görüşleri başka bir hadisten çıkardığı ortaya çıkmaktadır. Nitekim
Muhammed b. Abbad b. Ca'fer şöyle anlatmaktadır; "Ömer'le birlikte
(Arafat'tan) dönüyorduk. Zülhuleyfe mevkiine geldiğimizde o telbiye getirdi,
biz de telbiye getirdik. Bu esnada bize koku saçan binekli biri uğradı. Hz.
Ömer "bu kimdir?" diye sordu. "Muaviye'dir" diye cevap
verdiler. Bunun üzerine Ömer "bu hal nedir ey Muaviye?" diye sordu. O
da "Ümmü Habibe bint Ebu Süfyan'a uğramıştım, bunu bana o yaptı" diye
cevap verdi, Hz. Ömer ona "git bunlardan temizlen, zira ben Resûlullah'ı:
"Hacı, üstü başı tozlu ve dağınık kişidir"
buyururken işittim dedî.
Hz. Ömer,
Resülullah'tan (s.a.) bu hadisi işitmiş ve ihrama giren kimsenin, ihramdan
sonra üzerinde koku kalmasının haram olduğu şeklinde anlamıştı. Aslında bu
konuda -muhtemelen Ömer'e ulaşmayan- Hz.
Peygamber'in ihrama
girmeden önce ihram için, şeytan taşladıktan sonra ve farz olan ziyaret
tavafını yapmadan önce ihramdan çıkmak amacıyla koku süründüğünü te'yid eden
açık nas vardır.
İbn Ömer'e bu hadis
ulaşmamış olmalı ki o ,"İhramlı iken katran sürünmem, bana koku
sürünmemden daha sevimlidir" demekteydi. Bunu nakleden ravi devamla
demiştir ki:
"Hz. Âişe'ye
gidip İbn Ömer'in bu sözünü naklettim; o, 'ben Resûlullah'a koku sürdüm,
hanımlarını dolaştı, sonra ihramlı olarak sabahladı' dedi. Başka bir rivayet
ise:
"Bunu Hz. Âişe'ye
zikrettim de o, 'Allah Ebu Abdurrahman'a rahmet etsin, ben Resûlullah'a (s.a.)
koku sürerdim, o hanımlarını ziyaret ederdi, sonra da koku sürünmüş ve ihramlı
olarak sabahlardı' dedi" şeklindedir
[208].
Onların Hz. Âişe'nin
görüşüne dönüp dönmedikleri hakkında yeterli bilgi yoktur. Ancak, Hz. Âişe'nin
hadisi sahabe ve tabiînin çoğuna ulaşmıştır. Nitekim Salim b. Abdullah b. Ömer,
bu konuda "Resûlullah'ın (s.a.) sünneti uyulmaya daha layıktır"
demek suretiyle, Resûlullah'ın sünnetine uymak için babasına ve dedesine
muhalefet etmekteydi. Zira ona göre, Resûlullah'ın sünneti itaat etmeye ve
uyulmaya daha layıktı.
Bu örnekleri vermek
suretiyle ihtilaflı iki hadisten birini, "ravisinin daha bilgili ve
mütehassıs olması sebebiyle tercih etmek ve İslâm şeriatında tâbi olunacak
şer'î esasları ihtisas ehline sormak" şeklindeki kaideyi açıkladığımızı
ummaktayız. Zira her konunun ayrıntılarıyla ilgilenen bir uzmanı vardır.
Kişinin, uzman olduğu sahadaki görüşü, uzman olmayanlarınkinden daha kabule
şayandır. Çünkü o, konuyu başkalarından daha iyi kavramakta ve bilmektedir.
[209]
Kanaatime göre sahabenin ihtilaflı hadislerden birini
tercih hususunda baş vurdukları metotlardan biri bu ikinci vecihtir. Bu
uygulamaya dair örnekleri şöyle sıralayabiliriz:
[210]
Bir rivayete göre, İbn
Ömer'e Ebu Hureyre'nin, Resûlullah'ın (s.a.):
"Kim cenazeyi takip ederse ona bir kırat
sevap vardır" derken dinledim, dediği haber verilince, "Ebu Hureyre
bize çok ecir bahşetmiş" demiş ve konuyu tahkik etmek üzere Hz. Âişe'ye birini
göndermiş, o da durumu Hz. Âişe'ye sormuş, Âişe'nin Ebu Hureyre'nin doğru
söylediğini ifade etmesi üzerine İbn Ömer "biz birçok sevabı kaçırmışız"
[211] demiştir.
Bu örnekte Hz.
Âişe'nin konuyla ilgili biri olduğunu söylememiz mümkün değildir. Zira
kadınların cenazeyi takip etmedikleri, bu durumun erkeklere ait bir husus
olduğu bilinmektedir. Fakat İbn Ömer, kendisinin bilmediğini Resûlullah'tan
(s,a.) öğrenmiş olabileceğini düşünerek Hz. Âişe'den öğrenmek istemiştir. Hz.
Âişe'nin Ebu Hureyre'nin doğru söylediğini bildirmesi üzerine İbn Ömer'e,
hatasını itiraf etmek ve "biz çok sevap kaçırmışız" demekten başka
birşey kalmamıştı. Zannedersem, burada Ebu Hureyre'nin rivayetinin tercih
edilmesinin sebebi, Hz. Âişe'nin onu desteklemiş olmasıdır.
[212]
Rivayet edildiğine
göre, Ebu Seleme b. Abdurrahman ve İbn Abbas, Ebu Hureyre'nin yanında kocası
ölen ve birkaç gün sonra doğum yapan kadın hakkında tartıştılar. İbn Abbas,
kadının iddetinin (ölümden ve hamilelikten dolayı gereken) iki bekleme
süresinin sonuncusu olduğunu söyledi. Ebu Seleme ise, doğum yaptığında iddeti
biter dedi. Böylece aralarında sözü dönüp dolaştırdılar. Ebu Hureyre Ebu
Seleme'yi kastederek, "Ben de kardeşimin oğluyla aynı görüşteyim"
dedi. Nihayet İbn Abbas'ın hizmetçisi Kureyb'i Ümmü Seleme'ye gönderdiler.
Kureyb durumu Ümmü Seleme'ye sordu. Bunun üzerine Ümmü Seleme şu olayı anlattı:
Haris'in kızı Sübey'a
el-Eslemi'nin kocası ölmüştü. Kadın, birkaç gün sonra doğum yaptı. Abdüddar oğullarından
Ebü's-Senabil künyesiyle tanınan bir adam, onunla evlenmek istedi ve doğumla
iddetinin bittiğini söyledi. Fakat Sübey'a, başka biriyle evlenmek isteyince,
bu defa iddetin dolmadığını ileri sürdü. Sübey'a bu durumu Resûlullah'a (s.a.)
anlatınca Hz. Peygamber, onun beklemeden evlenebileceğini buyurdu
[213].
Bu hadiste Ümmü
Seleme'nin konuyla ilgili olması, rivayetinin tercih edilmesini mümkün kılsa
da bu yeterli değildir. Zira böyle bir olayı Ebü's-Senabil'in bildiği gibi
başka sahabîlerin bilmesi de mümkündür.
Söz konusu olayda Ümmü
Seleme'nin Sübey'a el-Eslemiyye hakkındaki rivayeti, Ebu Seleme b. Abdurrahman
ve Ebu Hureyre'nin görüşünü desteklemektedir. Bilindiği gibi hamile kadının
iddeti doğum yapması, ölümden dolayı iddet ise dört ay on gündür. O halde,
meselâ hamile bir kadın, kocası öldükten birkaç gün veya bir ay sonra doğum
yapsa ölüm sebebiyle iddet bekleyip dört ay on günün geri kalanını mı bekleyecek
yoksa hamile kadının iddetini bekleyip doğum yaptıktan sonra iddetini
tamamlamış mı olacak? Söz konusu her görüşün açık delili olmakla birlikte, konu
problemlidir. İbn Abbas'a göre iddet iki müddetin sonuncusudur. Ebu Seleme'ye
göre hamile kadının doğum yapmasıdır. Nitekim ayet de bunu ifade etmektedir
[214].
Ebu Hureyre'nin de Ebu Seleme'ninkinden başka bir delili olmamalı ki, İbn Abbas
onların görüşünü kabul etmemiş ve sahabîler, nadir bir şekilde meydana gelen
bu olayın hükmünü kendilerine bildirmesi için Ümmü Seleme'ye birini göndermişlerdir.
İbn Abbas'ın Ebu Seleme ile Ebu Hureyre'nin görüşüne döndüğü veya bunu
reddettiğine dair herhangi bir rivayet nakledilmemektedir. Ancak, sadece
Kurtubî
[215] isnadını ve ravisini
zikretmeden "İbn Abbas'ın bu görüşünden vazgeçtiği" rivayetine yer
vermektedir. Bize göre hakkında açık delil bulunması sebebiyle İbn Abbas'ın
kendi görüşünden dönmüş olması muhtemeldir.
[216]
Ebu Saîd el-Hudrî'den
rivayet edildiğine göre o, şöyle anlatmıştır:
Ensarın toplu
bulunduğu bir yerdeydim. Aniden şaşkın ve üzüntülü bir halde Ebu Musa geldi,
başından geçen olayı şöyle anlattı:
"Ömer'den (evine
girmek üzere) üç defa izin istedim, bana izin vermedi, ben de geri döndüm.
Bunun üzerine Ömer "beklemeni engelleyen nedir?" diye sordu. Ben de:
"Üç defa izin
istedim, izin verilmeyince döndüm, zira Resûlullah (s.a.) 'sizden biri üç defa
izin siter de izin verilmezse geri dönsün' buyurdu" dedim. Bunun üzerine
Ömer, yemin ederek "buna dair mutlaka delil getirmelisin" dedi. Ebu
Musa devamla, içinizde bu hadisi Resûlullah'tan (s.a.) işiten var mı? diye
sordu. Übey b. Ka'b:
"Allah'a yemin
olsun ki seninle birlikte ancak buradakilerin en küçüğü gider" dedi. Ebu
Saîd el-Hudrî devamla, ben o tüplümün en küçüğü idim; Ebu Musa ile birlikte Ömer'e
gittim ve Hz. Peygamber'in (s.a.) bu hadisi söylediğini ona haber verdim
[217].
Bu örnekte Ömer b.
Hattab, Ebu Musa'nın Resûîullahtan (s.a.) rivayet ettiği hadise bir başka
hadisle karşı çıkmamıştır. Ancak Ömer'in onun rivayetini yadırgaması ve
doğrusunu öğrenme amacıyla ondan başka birinin rivayetini istemesi, bizi
onların başkasının da rivayet etmesi veya teyit eden benzeri rivayetin
bulunması şeklinde başka bir rivayetle desteklenmiş hadisi desteklenmeyene
tercih ettiklerini kabule sevketmektedir. Nitekim burada Ömer'in şüphesi bir
hadisi başka ravilerin de rivayet etmesi ile ortadan kalkmıştır. Kişinin, bir
ravinin rivayetinden ziyade birden fazla kimsenin rivayetine güvenmesi tabiî
bir husustur.
[218]
Bu tercih sebebini
birinci tercih sebebinin kapsamında değerlendirmek ve orada verilen bazı
misalleri burada da zikretmek mümkün ise de bunu ayrı bir tercih sebebi olarak
inceleyebiliriz. Burada vereceğimiz misalleri birinci tercih sebebinde
zikretmemiz mümkün olduğu halde birinci tercih sebebinin misallerinin tümünü
burada örnek olarak vermemiz mümkün değildir. Bir anlamda bu iki tercih sebebi
arasında umûm-husûs ilişkisi bulunmaktadır.
Birinci tercih
sebebinde verilen "gusul sebebiyle saç örgülerinin çözülmesi" ve
"ihramlının koku sürmesi" hadisleri ile bu konulardaki Hz. Âişe'nin
rivayetlerini burada da misal olarak vermek mümkündür. Zira bu misallerde ravi,
bizzat Hz. Peygamber'in huzurunda fiili işleyen kişidir. Orada zikredilen diğer
örnekleri burada vermek ise zorlama olacaktır.
[219]
Abdurrahman kızı
Amra'dan bir rivayete göre Ziyad b. Ebu Süfyan Hz. Âişe'ye şöyle yazmıştır:
"Abdullah b.
Abbas:
Kim hac için önceden
kurban gönderirse kesilinceye kadar hacıya haram olan hususlar ona da haram olur
dedi. Ben de kurbanımı önceden gönderdim. Bu hususla ilgili emrini bana
yaz". Amra devamla şunları nakletti:
Âişe "İbn
Abbas'ın dediği gibi değil, "Ben Resûlullah'ın (s.a.) önceden göndereceği
kurbanı kendi elimle işaretledim, sonra Resûlullah da (s.a.) işaretledi ve
babamla birlikte Mekke'ye gönderdi. Kurban kesilinceye kadar Allah'ın ona
helal kıldığı hiçbir şey Resûlullah'a haram olmadı"
[220]
dedi. Başka bir rivayette ise, Hz. Âişe "Ben Resûlullah'ın önceden
gönderdiği kurbanları işaretliyordum, Hz. Peygamber de kendisi Medine'de olduğu
halde kurbanlarını işaretli olarak gönderiyor, sonra da kurban kesilinceye
kadar hiçbir şeyden sakınmıyordu"
[221]
demiştir.
Bu örnekte olayı
yaşayan kimse başkasından daha iyi bileceği için onun sözünü tercih etme
kaidesi geçerlidir. Nitekim Hz. Âişe kendi eliyle Resûlullah'ın (s.a.)
kurbanlarını işaretlediğini, sonra Hz. Peygamber'in onları Mekke'ye gönderdiğini
ve ona hiçbir şeyin haram olmadığını ifade etmektedir. Olayı yaşayan kimsenin
rivayetinin tercih edilmesinin gerekliliğinde şüphe yoktur. Zira o bizzat
yaşadığı, gördüğü bir olayı haber Vermektedir. Ziyad b. Ebu Süfyan'ın Âişe'nin
rivayetini öğrenmeye önem vermesi ve onu karşı görüşü temsil eden İbn Abbas'ın
sözüne tercih etmesi bizim görüşümüzü desteklemektedir.
Bu misal birinci
tercih sebebine de örnek verilebilir. Zira Hz. Âişe'nin bu hususta başkasına
göre ihtisas sahibi kimse olduğunu söylemek mümkündür. Fakat burada bu bilgiyi
diğer sahabenin de bilme imkâm vardır. Diğer ashabın da Hz. Peygamber'i saçını
veya tırnaklarını keserken veya koku sürünüp koklarken görmeleri mümkündür. Bu
sebeple söz konusu örneği burada zikretmeyi uygun gördük. Zira bu örnek burada
zikredilmeye daha uygundur.
[222]
Mesruk'tan rivayet
edildiğine göre Hz. Âişe'nin yanında köpek, eşek ve kadının namazı kesmesi
anlatılmıştı. Hz. Âişe bizi eşek ve köpeklere benzettiniz. Allah'a yemin olsun
ki, bir defasında Resûlullah namaz kılıyordu; ben ise, yatağımda kıble ile
Resûlullah'ın arasında yatıyordum. Bir ihtiyacım oldu da oturup onu rahatsız
etmeyi doğru bulmadım ve ayak ucundan sıyrılıp çıktım
[223].
Bu misal, Hz. Âişe'nin
sözünü tercih etmeye delalet eden açık bir ifadeden yoksun olmakla birlikte,
yine de onun görüşünün, daha öncelikli olduğu düşüncesiyle kabul edilebilir
olduğunu göstermektedir. Zira o, Resûlullah'tan bizzat müşahede ettiği bir
hususu nakletmektedir. Resûlullah namaz kılarken Hz. Âişe onun önünde olduğu
halde nasıl namazını bozmuyordu? Ayrıca Hz. Âişe'nin hoş karşılamadığı kadının,
köpek ve eşeğin seviyesine indirilmesi de, münekkidin hadisin sıhhatiyle ilgili
şüphesini artırmaktadır. Buhârî bu sebeple Sahîh'inde konuyla ilgili bab
başlığını "Namaz kılan kişinin önünden geçen herhangi birşey, onun
namazını bozmaz diyen kimse" şeklinde koymuştur. Hz. Âişe'nin rivayetini
tercih edenlerin bu görüşü destekleyen birçok gerekçesi bulunduğu
anlaşılmaktadır.
[224]
İbn Abbas'tan Hz.
Peygamber'in Meymune ile ihramlı iken evlendiği
[225],
Meymune'den Resûlullah'ın kendisiyle ihramdan çıktıktan sonra evlendiği ve
gerdeğe girdiği
[226],
Ebu Rafi'den "Resûlullah Meymune ile ihramdan çıktıktan sonra evlendi ve
gerdeğe girdi, ben de ikisi arasındaki elçi idim"
[227]
dediği rivayet edilmektedir. Osman b. Affan ise, Resûlullah'ın (s.a.) "İhrama giren kimse nikâh yapamaz,
nikâhlanamaz ve nişanlanamaz" buyurduğunu rivayet etmiştir.
Bir öncekinde olduğu
gibi bu hadiste de sahabenin söz konusu hadislerden birini diğerine tercih
ettiklerine dair herhangi bir delil yoktur. Ancak ihramlı kimsenin
nikâhlanmasının haram olduğunu ifade eden hadisin ravilerinden birinin olayın
sahibi olması, araştırıcıyı İbn Abbas'ın ihramlı iken Resûlullah'ın Meymune'yi
nikahlaması hakkındaki rivayetinde hata ettiği kanaatına sevketmektedir. Ebu
Rafi'in "Ben de aralarında (elçi) idim" sözü de bunu teyit
etmektedir. Bu evlenme işinde elçi olarak görev alan kişinin, bu merasimde
bulunup bulunmadığı belli olmayan İbn Abbas'tan konuyu daha iyi bileceğinde
ise şüphe yoktur. Ayrıca, İbn Abbas Meymune ve Ebu Rafi'den konuyla ilgili
rivayetleri duyduktan sonra görüşünden vazgeçmiş olabilir. Ancak bunu teyit edecek
bilgiye sahip değiliz.
[228]
Bazan şer'î bir hüküm
hakkında nakledilen hadisler ihtilaflı olur, bunları gören de aralarındaki
çelişkiyi ortadan kaldıracak tercihin zor olduğunu zanneder. Bu nevi bir
ihtilafı çözümlemede İbn Abbas'ın önemli bir yeri vardır. Sahabe, Hz.
Peygamber'in hacda ne zaman telbiye yaptığı hakkındaki rivayetlerinde ihtilaf
etmişlerdir. Saîd b. Cübeyr kendisine sorduğunda İbn Abbas "Ey
Ebu'l-Abbas, Resûlullah'ın ne zaman telbiye ettiği hususunda sahabenin ihtilaf
etmesine hayret ettim" demiş ve sahabenin ihtilafının sebebini
açıklamıştır. İbn Abbas, "bunu en iyi bilen benim" dedikten sonra,
"Resûlullah (s.a.) bir defa hac yapmıştır; ihtilaf da bundan
kaynaklanmaktadır. Hz. Peygamber, hac yapmak amacıyla yola çıktığında
Zülhuleyfe'deki mescidinde iki rekât namaz kıldı; namazdan sonra hac için
telbiye getirdi. Bunu işiten grup olayı bu şekilde ezberledi. Daha sona Resûlullah
devesine bindi; devesi hareket edince telbiye getirdi, bir grup insan da bunu
işitti. İnsanlar Hz. Peygamber'e hac kervanına katılmak üzere- topluluklar
halinde geliyorlar; devesi kalkıp hareket ettiğinde Resûlullah'ın telbiye
getirdiğini işitiyorlar ve Hz. Peygamber devesi kalkıp hareket ettiğinde
telbiye getirdi diyorlardı. Sonra Resûlullah yoluna devam etti. Beyda tepesine
çıktığında telbiye getirdi. İnsanlardan bir kısmı Hz. Peygamber'e burada
yetişmişlerdi. Onlar da Resûlullah Beyda tepesine çıkınca telbiye getirdi
dediler. Allah'a yemin olsun ki, Resûlullah Zülhuleyfe'deki mescidinde telbiye
getirdi, devesi hareket ettiğinde telbiye getirdi ve Beyda tepesine çıkınca
telbiye getirdi" şeklinde olayı anlattı. Saîd b. Cübeyr devamla, İbn
Abbas'ın görüşünü kabul eden, Resûlullah'ın mescidinde iki rekât namaz
kıldıktan sonra telbiye getirmelidir, demiştir.
Şayet mümkün olursa ihtilaflı hadisler arasını bu metotla
cem etmek en uygunudur. Bu, ihtilaflı hadislerin her birinin farklı zamanlarda
olmasına hamletmek şeklinde yapılmaktadır. Sahabenin, ilk dönemde Resûlullah'tan
rivayet ettikleri hadisler arasındaki ihtilafın farkında olduklarında şüphe
yoktur. Sahabenin bu nevi ihtilafları gidermek amacıyla takip ettikleri
metotlar vardı ve bu sonuncusu söz konusu metotların en iyisi, fakat en az
kullanılanı olmuştur.
[229]
Hadis tenkidi
konusunda sahabenin baş vurduğu geride diğer bir ölçü kalmaktadır ki, bu
ölçünün onlar nezdinde geçerli olduğundan kesin olarak emin değilim. Ancak
bazı meselelerde bu ölçüyü kullandıkları vaki olmuşsa da, bu örnekler
araştırıcıda söz konusu ölçünün onlar için bir kıstas kabul edildiğine dair
kesin kanaat oluşturmamaktadır. Söz konusu ettiğimiz ölçü, bazı hadislerin
tenkidinde aklın kullanılmasıdır.
Aşağıda sahabenin onu
ne ölçüde kullanıp kullanmadığının ortaya çıkması için bazı örnekler sunacağız:
[230]
Ebu Hureyre'den
rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber:
"Keş peynirinden bir parça bile olsa, ateşin
dokunduğu şey dolayısı ile abdest gerekir"
[231]
buyurmuştur. Ebu Hureyre İbn Abbas'ın kendisine:
"Ey Ebu Hureyrel
Yağ ve ısınan su sebebiyle abdest alıyor muyuz? "[232]
diye sormuş o da:
"Ey kardeşimin
oğlu, Hz. Peygamber'den bir söz duyduğunda ona örneklerle mukabele etmeye
kalkışma"
[233]
diye karşılık vermiştir.
[234]
Ebu Hureyre'den
rivayet edildiğine göre o:
"Ölüyü yıkayan
boy abdesti, onu taşıyan ise abdest alsın" demiştir. Bu söz Hz. Âişe'ye
ulaşınca:
"Müslümanların
ölüleri necis mi, kişi kuru bir ağacı taşıyacak olsa ne gerekir?"
[235]
şeklinde tepki göstermiştir. İbn Abbas ise bu konuda:
"Kuru ağaçları
taşımaktan dolayı bize abdest gerekmez"
[236].
Ebu Hureyre'den, Hz.
Peygamber'in şöyle buyurduğunu söylediği rivayet edilmiştir:
"Sizden biri uykusundan uyandığı zaman üç
defa
yıkamadan
elini kaba daldırmasın"
[237]. Bu
hadis, Hz. Aişe'ye ulaştığı zaman:
"Ey Ebu Hureyre!
Mihrası (oyulup içine su konan taş) ne yapacağız?" diye sormuştur. Başka
bir rivayette ise Hz. Âişe Ebu Hureyre'nin "mihras hadisi"nde
yanıldığını söylediği nakledilmektedir
[238].
Kanaatimce bunlar,
sahabenin bu ölçüyü kullandığına işaret eden örneklerdendir. Bunlara, daha önce
geçen "zina yoluyla doğan çocuğun üç şerliden biri olduğu" hadisi
hakkında İbn Abbas'ın şu sözünü de ilave etmemiz mümkündür:
"Eğer o, üç şerliden
biri olsaydı, annesinin recmedilmesi onu doğuruncaya kada tehir
edilmezdi".
Burada ilginç olan,
söz konusu meselelerde İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğunun tercih ettiği
görüş ile, bu sahabîlerin Resûlullah'tan rivayet olunan hadislere muaraza
noktasında aklî tenkide dayanarak verdikleri hükmün aynı olmasıdır.
Nitekim ateşte pişen
ve ısınan şeylerin yenip içilmesinden dolayı abdestin lâzım gelmesi meselesinde
cumhur; ister abdestin vücubunun neshedildiği görüşüne, ister başka bir
gerekçeye dayansın; böyle bir durumda abdestin gerekmeyeceği kanaatindedir
[239].
Aynı şekilde cenazeyi taşımaktan dolayı da ulemanın çoğunluğu abdest
gerekmediği görüşündedir
[240].
Uykudan kalkan kişinin kaba daldırmadan önce ellerini yıkamasına gelince; eğer
elleri pis değilse, çoğunluk bunu vacip değil, müstehap olarak anlamışlardır.
Eğer elleri pis ise, onu yıkamak uykudan dolayı değil, bu pislikten dolayıdır
[241].
Zina yoluyla doğan çocuğun üç şerliden biri olduğunu bildiren hadis de bu çerçevede
yorumlanmıştır.
Sonuç, olarak bu
örnekler, bu sahabîlerin söz konusu rivayetleri ret ve ravîleri olan Ebu
Hureyre'ye de itiraz ettiklerini teyit eder. Çünkü itiraz edilen rivayetlerin
hepsi Ebu Hureyre kanalıyla gelmiştir, ret de ona yöneliktir. Hanefîlerin,
ehl-i hıfz ve itkan olmasına rağmen, Ebu Hureyre'yi kıt anlayışlı olarak
nitelendirmeleri bu nedenle olsa gerek. Bu hususu Allah izin verirse
"Kavinin anlayışı ve rivayeti kabuldeki etkisi" konusunu işlerken
izah edeceğiz.
Bu örnekler, sahabenin
sözünü ettiğimiz ölçüyü kullandıklarını ifade hususunda yeterli sayılabilir. Bence
cumhurun, sahabenin Ebu Hureyre'ye itiraz ettikleri noktalarda onlara muvafakat
etmiş olmaları da? Bu hususu teyit etmektedir. Vurgulanması gereken bir husus
ise; onların bu hadisleri reddetmesinin sadece aklî esaslarla sınırlı olmayıp,
zikredilmesi ve ihmal edilmemesi gereken başka kriterlere de dayandığıdır.
Sahabîler, Hz
Peygamber'le beraber yaşadılar, dinî konuları ondan öğrendiler. Daha önce
duymadıkları tuhaf bir şey kendilerine ulaştığı zaman, onu akılları ile
değerlendirdiler; bu konuya benzer hususlarda Hz. Peygamber'in sünnetinde
bulunan hükümlerdeki bilgilere dayanarak onu tenkit ettiler. Meselâ Hz. Âişe, belki
de bizzat Resûlallah'ın huzurunda (mihras) yalaktan abdest alıyordu. Onu Hz.
Peygamber niçin menetmiyor da:
"Elini üç defa yıkamadan mihrasa daldırma" diyordu? Sonra mihrastan başka bir şey
bulamadığı zaman, ellerini nasıl yıkayacaktı? Bütün bu hususlar Hz. Âişe'nin,
Ebu Hureyre'nin rivayetine itiraz etmesine ve ona konuyu anlamamakla itham
etmesine yol açmıştır.
Aynı şekilde, İbn
Abbas'ın "ateşte pişen şeyin yenmesinden dolayı abdestin
gerekeceğine" dair hadis konusundaki görüşü de böyledir. Çünkü bütün
sahabe her gün abdest alıyordu ve onlardan birinin yemek yedikten sonra, abdest
almadan-namaz kılmış olması tabiî idi. Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği gibi bir
hadis onlara niçin ulaşmadı? Halbuki böyle bir hadisi nakletmeyi gerektirecek
birçok sebep olduğu gibi, bu konu gerçekten pek çok insanın tlaşına gelebilecek
bir husustu. Bu görüşe İbn Abbas, sıcak su ile abdest alan bir kişinin, abdest
suyunun sıcak olması sebebiyle tekrar abdest almasının gerekeceği tarzında
itiraz etmiştir.
"Cenazeyi
taşımaktan dolayı abdestin gerekeceği" hadisine gelince; abdest normal
olarak pislikten (hadesten) dolayı gerekir. Kişi, ölmek suretiyle pisleşir mi?
Bu, kabul edilemeyecek bir husustur ve hiçbir kimse, hiçbir zaman bunu iddia
etmemiştir. Bunun için Ebu Hureyre'ye bu konuda yöneltilen itiraz yerinde
olmuştur. Hz. Âişe onu reddettiği gibi İbn Abbas da reddetmiş; hayret ve
şaşkınlığını ifade için "kuru ağaçları taşımaktan dolayı abdest mi
alacağız?" demiştir.
"Zina yoluyla doğan çocuğun üç şerliden biri
oluşu" hadisi de bunun benzeridir. Hz.'Peygamber'in recmedilen bir
kadının cenazesini kılarak, bu öyle bir tövbe ile tövbe etti ki onu hile yapan
bir zekât memuru yapsaydı, mutlaka affolunurdu"
[242]
dediğini, Mâiz hakkında da recmedildikten sonra "O, cennetin nehirlerinde
yürüyor"
[243]
buyurduğunu bilmekteyiz. Günahı bizzat işleyen kişinin durumu bu olunca,
hiçbir günah işlememiş ve meydana gelen fiilde hiçbir payı olmayan biri hakkında,
"Onun üç şerliden biri olduğu" veya "cennete giremeyeceği"
nasıl söylenebilir? Hz. Peygamber annesinin onu doğurmasını, sonra emzirmesini
niçin beklemiştir? Bütün bu hususlar araştırıcıyı, hadisin sıhhati konusunda
şüpheye düşürmekte; Hz. Aişe ve İbn Abbas'ın tenkitlerini ister Kur'an'a
aykırılığına, ister aklın onu kabul etmemesine dayansın kabule sevketmektedir.
Ashabın bu
rivayetlerle alakalı değerlendirmeleri, onların bu hadisleri tenkit ederken
söz konusu ölçüyü mutlaka kullandıklarını ve ihmal etmediklerini ortaya
koymaktadır.
Sahabenin kabul ettiği
ve haberleri tercih için kullandığı ölçülerden tespit edebildiklerini
bunlardır. Onların, benim ulaşamadığım veya kavrayamadığım başka ölçüleri de
bulunabilir. Fakat ben kendimi, elimde bulunan metinlerle sınırlı görüyorum.
[244]
Bu çalışmamda muhtelif
hadisleri birbiriyle uzlaştırma (cem), bunların bir kısımını tenkit, bir
kısmını ise tevil hususunda sahabenin başka içtihatlarının bulunduğunu da
tespit ettim. Bunların tümünü bir başlık altında toplamak mümkün değil ise de;
hadis metinlerini tenkit hususunda son derece dikkatli bir insanın gayretleri
şeklinde ifade edilebilir. Bunları aşağıda birkaç nokta halinde açıklayacağız:
[245]
Onlar, sıhhatini ve
doğruluğunu bilmedikleri herhangi bir haberi, hiçbir kimseden kabul
etmiyorlardı. Resûlullah'tan naklettikleri haberi, hıfzedip anlayabildikleri
ortaya çıksın diye başkalarının görüşünden faydalanıyorlardı. "Üç defa
izin isteme" hususundaki hadis konusunda Ömer b. Hattab'ın Ebu Musa
el-Eş'arî'ye karşı tutumunu ve ancak yanında bir başka şahit bulundurması
durumunda rivayetini kabul etmesini; İbn Ömer'in "cenazeyi takip eden kişi"
hadisi konusunda Ebu Hureyre'ye davranışını; Mervan'ın "boğazlanıncaya
kadar, kurban gönderen kişiye haram olan şeyler" hakkında Hz. Âişe'ye soru
sormasını daha önce zikretmiştik. Burada sahabenin Resûlullah'tan rivayet
olunan haberleri kabul noktasında ne kadar tedbirli davrandıklarını ortaya
koyan bazı örnekleri zikredeceğiz:
[246]
"... Mahmud b.
er-Rabî" el-Ensârî'nin rivayetine göre, İtban b. Mâlik [Hz. Peygamber'e
gelerek, kavmine kendisinin namaz kıldırdığını, gözlerinin görmemesi sebebiyle
mescide gidemediğini, evine gelip namaz kıldırmasını ve böylece orayı namazgah
yapmak istediğini bildirmiş, Resûlullah da uygun görerek ertesi gün yanına Ebu
Bekir'i de alıp evine gitmiş, izin isteyerek içeri girmiş, namaz kıldırmış,
sonra yemeğe oturmuşlar, etraftan isanlar da eve gelmişler, ev kalabalık
olmuş], içlerinden biri "Mâlik b. Duhşun nedere?" diye sormuş, diğer
biri de "o münafıktır, Allah ve Resûlü'nü sevmez" karşılığını
vermiş; bunun üzerine Hz. Peygamber:
"Onun hakkında böyle konuşma! "Lâ ilahe
illallah" dediğini ve bununla Allah rızasını istediğini görmüyor musun?”
buyurmuş. Orada bulunanlar:
"Allah ve Resulü
daha iyi bilir" demişler, bunun üzerine ("münafık" diyen kişi):
Biz, onun münafıklara
yüz verdiğini ve onlara iyi davrandığını görüyoruz" demiş. Hz. Peygamber
de:
"Allah, Lâ ilahe ilallah diyerek bununla
kendi rızasını dileyen bir kimseyi cehenneme haram kılmıştır"
buyurmuş. Bir rivayette ise, Mahmud b. er-Rabî; bu hadisi, içleride Ebu Eyyûb
el-Ensârî'nin de bulunduğu bir topluluğa naklettiğini, Ebu Eyyüb el-Ensârî'nin
"Bu senin söylediğini Resûlullah'ın söylemiş olabileceğini zannetmem"
dediğini, bunun üzerine İtban'in yanına döndüğünde bunu ona tekrar sormaya
yemin ettiğini ve hemen onun yanına döndüğünü, onu gözleri görmez olmuş, çok
yaşlı bir ihtiyar olarak bulduğunu ve hâlâ kavminin imamı olduğunu gördüğünü
beyan ettikten sonra, yanı başına oturarak bu hadisi sorduğunu, onu ilk
rivayetindeki gibi rivayet ettiğini"
[247]
kaydeder.
Burada Ebu Eyyûb Hz.
Peygamber'i değil, "Senin söylediğini Resülullah'ın söylemiş olabileceğini
zannetmiyorum" diyerek, kendisine
rivayette bulunan raviyi reddetmektedir. Ayrıca bu
örnekte tabiînin sahabeye karşı saygılı davranışını görüyoruz. Şöyle ki;
sahabeye karşı "Muhakkak Resûlullah böyle buyurdu" diye üstelemiyor,
aksine rivayet ettiğini teyit etmek için, hadisi Hz. Peygamber'den duyan
kişiye gidiyor, ondan tekrar dinliyor ve ilk duyduğunu doğru bir şekilde
muhafaza edip edemediğini kontrol ediyor.
Şu da var ki; bu
hadis, onların duydukları sözleri tenkit ettiklerini, Hz. Peygamber'e söylemediği
bir sözü söyletmiş olmamak için dikkatli olduklarını, içlerinden biri bir
hadisi reddettiğinde veya tuhaf karşıladığında bu konuda enine boyuna düşünüp
araştırdıklarını gö'steriyor. Bunlar, Hz. Peygamber'e nisbet edilen
rivayetlerin metinlerinin ilk ciddi tenkidine örneklerdir.
[248]
Amr b. Abese'den (uzun
bir hadis naklederek onda abdestten, abdest sonrasında günahlardan arılacağından
söz edilmiştir) rivayet edildiğine göre; Hz. Peygamber, bir kişi, kalkar,
namaz kılar, Allah'a hamdeder, senada bulunur, layık olduğu şekilde onu över ve
kalbini Allah için her şeyden temizlerse, günahlarından annesinin onu doğurduğu
günkü gibi arınmış olur buyurmuştur. Amr b. Abese, bu hadisi ashaptan Ebu
Ümame'ye anlattığında Ebu Ümame:
Ya Amr b. Abese! Bu
kişiye verilen bir makam hakkında söylediklerini iyi düşün, demiş; Amr da şu
karşılığı vermiş:
Ey Ebu Ümame! Artık
yaşım ilerledi, kemiklerim zayıfladı, ecelim yaklaştı, ne Allah'a karşı bir
yalan söylemeye ihtiyacım var; ne de Resûlullah'a. Ben bunu Hz. Peygamber'den
yalnız bir, iki veya üç (yedi defaya kadar saymış) defa işitmiş olsaydım asla
rivayet etmezdim. Lâkin ben onu bundan daha çok işittim."
[249].
Burada Ebu Ümame
raviye unutmuş veya yanılmış olabileceğini hatırlatıyor, o ise; bunu Hz.
Peygamber'den yedi defadan fazla duyduğunu, Hz. Peygamber'e yalan isnad etmek
için ihtiyacının olmadığını vurguluyor.
Aynı şekilde bu
hadiste de sahabenin ilk dönemde hadis tenkidi yaptığı vurgulanmaktadır. Bu
devir, sahabenin nakil ve rivayette bulunduğu erken dönem olup bu dönemde Hz.
Peygamber'e yalan ve uydurma söz isnadının da başladığını, sahabîlerin bundan
korktukları için kendilerine rivayet olunan sözleri araştırarak genel İslâm
anlayışlarına uygun gördüklerini kabul ettiklerini, yadırgadıklarını ise tenkit
ettiklerini ortaya koymazdır.
[250]
Raviler,
rivayetlerinde sadık ve kendilerinden hata ve vehm beklenmeyen kişiler
oldukları müddetçe doğru olarak söylediklerinin arasını cemetmektir.
İbn Abbas'ın Hz.
Peygamber'den "hacda telbiye vakti konusunda" riva et ettiği hadis
buna bir örnektir. Sahabenin bu konudaki ihtilafı, Hz. Peygamber'den sadır olan
telbiyenin çeşitli yer ve zamanda olduğuna hami edil mistir. Hz. Peygamber;
mescitte, devesine bindiğinde, Beydâ tepesine kınandığında telbiyede
bulunmuştur. Sahabe, Hz. Peygamber'in yaptıklarımın tümünü bilmeden,
Resûlullah'tan hangi hali gördüyse, onu nakletmiştir.[251]
Sahabenin, üzerinde
ihtilaf ettikleri her birinin Kur'an ve sünnetten delillere uyandığını ve
birbirleri ile bu hususta tartıştıklarını gösteren birçok konu buldumsa da onların
bir hadisi başkasına, bir görüşü muhalifine tercih ettiklerine işaret eden bir
delil bulamadım. Bu konuların çoğunda âlimler arasında bugün de ihtilaf devam
etmektedir. Bunlardan bazıları şunlardır:
[252]
Abdullah b. Ömer'den,
şöyle dediği rivayet olunmuştur:
"Bazı kimseler:
Defi hacet için oturduğunda kıbleye ve Kudüs'e dönme' demektedirler. Halbuki
ben bir defasında evimin damına çıktım ve Hz. Peygamberi Kudüs'e dönmüş olarak
defi hacet yaparken gördüm."
Bu konuda "nehyin
kalktığını" söyleyenlerle şehirde ve çölde yaşayanlara terettüp eden
hükmün farklı olduğunu söyleyen âlimler arasında ihtilaf devam etmektedir. Her
ne kadar daha sonra gelen muhaddis ve âlimlerden her biri, kendi görüşünü daha
kuvvetli görmekte veya iki hadisin arasını az önce ifade ettiğimiz farklılık
esası çerçevesinde bulmakta ise de, sahabenin bu görüşlerden birini diğerine
tercih ettiklerini ortaya koyan bir habere rastlayamadım. Kanatimce bu meselede
şehirli ile bedevîyi birbirinden ayırıp küçük abdestte kıbleye ve Kudüs'e
dönmeyi biri hakkında caiz görürken diğeri için caiz görmeyenler, iki rivayet
arasındaki ihtilafı gidermiş olurlar. Madem ki, bu iki rivayeti cem etmek
mümkündür, o halde bu iki hadis arasındaki çelişkiyi gidermek ve aynı anda
ikisi ile de amel edebilmek için aralarını bulmak daha evladır.
[253]
Bir adam Hz. Ömer'e
gelerek:
"Cünüp oldum ve
su bulamadım" demiş, Ömer de ona:
"Öyleyse namaz
kılma" diye cevap vermiştir. Bunun üzerine Ammar:
"Ey müminlerin
Emiri! Hatırlamıyor musun; biz bir seriyyede iken cünüp olmuş ve su
bulamamıştık, sen namaz kılmamıştın; ben ise, toprakta yuvarlanıp namaz
kılmıştım da, Hz. Peygamber:
“Ellerini toprağa vurman sonra üflemen, arkasından da onlarla yüzünü ve
kollarını meshetmen sana yeter” buyurmuştu" demiş, bunun üzerine Ömer:
“Allah'tan kork ey
Ammar!' diye mukabele etmiş; o da: 'Eğer istersen bir daha bu konudan söz
etmem' diye karşılık vermiştir."
[254]
Bu durumda Ömer b.
Hattab ve Ammar b. Yasir ortak bir noktada biri eşmemişlerdir. Aksine,
aralarındaki ihtilaf devam etmiştir. Ayrıca her ne kadar ulemanın ekserisi
Ammar'ın sözü doğrultusunda amel etmekte ise de hadis, Ammar:
"Eğer istersen
bir daha bu konudan söz etmem" dediğinde Ömer onu menetmeyip kendisine
hatırlatılan olayı inkârla yetinmesi sebebiyle, onların ortak bir hükümde
birleşmediklerini de ortaya koymaktadır.
Diğer rivayetlerin
birinde ise Ammar; bir yolculukta iken cenabet olduğunu ve toprakla teyemmüm
ettiğini belirtmektedir. Bu rivayette, söz konusu yolculuk esnasında yanında
Ömer'in bulunduğuna işaret etmemektedir. Muhtemelen Ammar'ın bu ikinci
rivayeti, Ömer'le ihtilaf ettikleri ve Ömer'in onun rivayetini kabul etmediği
olaydan sonraya ait olmalıdır.
Bu nevi önemli
rivayetlerde tuhaf olan, Ömer'in onu unutması ve Ammar'ın hatırlatmasına rağmen
hatırlamamasıdır. Burada olayı unutan Ömer olabileceği gibi, Ammar da olabilir
ayrıca, bu yolculuğunda onunla beraber olanın Ömer'den başka biri olması da
mümkündür. Bu, Aramar'ın:
"İstersen bir
daha bu konudan-söz etmem" demesi ve diğer rivayetle, yanında Ömer'in
bulunduğundan bahsetmemesi sebebiyle uzak bir ihtimal değildir. Zira Ammar
yanında Ömer'in bulunduğundan emin olsaydı, ikinci rivayetle onun adını mutlaka
zikrederdi. Demek ki tartışmaları sonucunda Ömer'in karşı çıkması, Ammar'ın
tereddüdünü artırmış olmalıdır. Ammar bu yolculukta beraberinde bulunan şahsın
kim olduğunda tereddüt etmekte ise de, yolculuk ile bu esnada olanları ve Hz.
Peygamber'in iki yolcudan her birine söylediği sözü zikretmektedir.
[255]
Ebu Saîd el-Hudrî'nin:
"Dinar dinarla,
dirhem dirhemle misli misline mübadele edilir. Kim fazla alır veya verirse
riba işlemiş olur" dediği Ebu Salih'ten rivayet edilmiştir. Ravi bunun
üzerine Ebu Saîd el-Hudrfye, İbn Abbas'ın farklı söylediğini belirtmiş, Ebu
Saîd "İbn Abbas'la karşılaşıp ona:
Bu söylediğin
Resûlullah'tan duyduğun veya Kur'ân-ı Kerîm'de bulduğun bir şey midir?"
diye sorduğunu ve kendine "Ne Resûlullah'tan duydum, ne de Allah'ın
kitabında buldum, fakat bana Üsame b. Zeyd Hz. Peygamber'in "Riba, vadeli
mübadelededir"
[256],
bir başka rivayette ise "Dikkat edin, riba ancak vadeli
mübadelededir"
[257] diye
rivayet etti" dediğini kaydetmektedir.
Bu rivayetler, İbn
Abbas'ın Ebu Saîd el-Hudrî'nin söylediklerini makbul görmediğini ortaya
koyuyor. Her ne kadar hakkında söz söylenebilecek başka rivayetler
zikredilmekte ise de,
[258] İbn
Abbas Ebu Saîd'in rivayet ettiği hadise muarız olan başka bir hadisle istidlal
etmektedir -O her ne kadar hadisi doğrudan Hz. Peygamberden işitmemişse de
kendisine göre sika olan Üsame b. Zeyd'den duymuştur. Onun, Ebu Saîd'in
rivayetini ondan dinlemek suretiyle almış olmasına rağmen kendi görüşünden rücû
ettiğine delalet eden yeterli derecede sahih bir rivayet bulunmadığına göre, kendi
rivayetine tutunması, güvenip muteber kabul etmesi ve karşı görüşte olan
kişinin, kendi görüşüne rücû etmesini ummasındandır. Çünkü ona göre bu hadis,
sadece vadeli mübadelede riba ile ilgilidir. Nitekim cahiliye döneminde işlenen
riba şekli de bu idi ve Kur'an ribayı yasaklarken sadece bu şekli göz önünde
bulundurmuştur. Her ne kadar cumhur-i ulema konuya farklı bakıyorsa da onun
bakışı böyledir.
[259]
Nafi'den, İbn Ömer'in
Hz. Peygamber, Ebu Bekir, Ömer, Osman dönemlerinde ve Muaviye'nin hilafetinin
ilk yıllarında tarlalarını kiraya verdiği rivayet edilmiştir. Sonra Rafi' b.
Hadic'den Hz. Peygamber'in tarlaları kiraya vermeyi yasakladığı rivayet
olunmuş, bunun üzerine İbn Ömer beraberinde Nafi olduğu halde Rafi'e gitmiş ve
durumu sormuş, o da:
"Hz. Peygamber
tarlaları kiraya vermekten nehyetti" demiştir. Bunun üzerine İbn Ömer
Nafi'e:
"Biliyorsun ki
biz, Resûlullah döneminde, tarlanın verimli yeri ve samandan da bir miktar
arazi sahibine verilmek üzere topraklarımızı kiraya verirdik, demiştir.
[Züheyr'in] Râfi' b. Hadic'den başka bir rivayetinde ise o: "Hz.
Peygamber, bizim için kolay olan bir işten nehyetti" demiş, bunun üzerine
Züheyr:
"Hz. Peygamber'in
söylediği her söz haktır" demiştir. Züheyr devamla şöyle demiştir:
"Resûlullah beni
çağırdı ve "Tarlalarınızı ne yapıyorsunuz?" diye sordu. Ben de:
Sulak tarafı bizim
olmak üzere bir miktar arpa ve hurmadan veksler (bir ölçü birimi) karşılığında
kiraya veriyoruz" dedim. Hz. Peygamber:
"Böyle yapmayın, ya kendiniz ekin, ya ektirin
yahutta boş tutun" buyurdu. Bunun üzerine Rafi':
"Baş üstüne"
dediğini ilave etmiştir
[260]. İbn
Abbas ise, Hz. Peygamber'in bundan menetmediğini, fakat "Sizden birinin toprağını kardeşine
karşılıksız ekime vermesi, belli bir şey almak üzere kiraya vermesinden daha
hayırlıdır" buyurduğunu
[261]
nakletmiştir. Zeyd b. Sabit ise şöyle demiştir:
Allah Rafi' b. Hadic'i
affetsin! Yemin ederim ki Hz. Peygamber'in sözünü ben ondan daha iyi hiliyorum.
Ensardan birbiri ile kavgalı iki kişi Hz. Peygamber'e geldiler. Hz, Peygamber
onlara:
"Durumunuz bu ise tarlaları kiraya vermeyin"
buyurdu. Rafi' Resûlullah'ın bu sözünü "Tarlaları kiraya vermeyin"
Şeklinde anlamıştır
[262].
Sahabenin çoğunluğu,
bu rivayette Rafi'e muvafakat etmiyordu, öyle ki, onun rivayeti sebebiyle ihtiyaten
ve takvası dolayısı ile bu işi bırakan İbn Ömer, duyduğunda gönlü tatmin
olmadığı için "Nafî bizi arazimizden faydalanmaktan menetti"
[263],
"Hz. Peygamber devrinde toprağın kiraya verildiğini biliyordum"
demekteydi.
Diyelim ki İbn Ömer
nefsine karşı katı ve onu isteklerinden alıkoyan bir yapıdaydı. Ama İbn Abbas
ve sahabeden başkaları da Rafi'in görüşüne karşı idi. Nitekim İbn Abbas:
Hz. Peygamber'in ondan
menetmediğini, fakat "Sizden birinin toprağını kardeşine karşılıksız
ekime vermesi, belli bir şey karşılığı vermesinden daha hayırlıdır"
dediğini söylüyordu. Zeyd b. Sabit ise bu hadisi bütün kiralamaların değil, özel
bir durumda kiraya vermenin menedilmesi şeklinde yorumluyordu. İbn Abbas ve
Zeyd b. Sabit'in Rafi' hadisi hakkındaki söz konusu yorumları, her ne kadar bu
meselede Rafı', İbn Abbas ve Zeyd birbirlerinin görüş ve rivayetlerinden ikna
olmamış iseler de, onların Hz. Peygamber'in sözlerine gösterdikleri özen ve Hz.
Peygamber'den rivayet olunup zahirde ihtilaflı gibi görünen haberlerin arasını
cem etmek için ne denli uğraştıklarını ortaya koyar.
4. Hz. Âişe'nin bazı hadisleri tenkit amacıyla içtihatta bulunduğuna,
hadis metinlerini uyumlu kılmak ve ihtilafları ortadan kaldırmak için yorumlar
yaptığına dair birçok örnek bulunmakta olup, bir kısmı şunlardır:
[264]
Ebu Hureyre'den
rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber:
"Sizden birinin
karnının irin ve kan ile dolması, şiir ile dolmasından daha hayırlıdır"
demiştir. Hz. Âişe, Ebu Hureyre'nin hadisi aklında tutamadığım, halbuki Hz.
Peygamber'in:
"Sizden birinin karnının irin ve kan ile
dolması, hicvolunduğum şiirlerle dolmasından daha hayırlıdır"
[265]
buyurduğunu beyan etmiştir.
Burada Hz. Âişe Ebu
Hureyre'nin Resulullah'ın sözünü ezberinde tanı olarak tutamadığını ileri sürerek
yasak edilen şiiri Hz. Peygamber'i hicveden şiirlere tahsis etmektedir. Çünkü
Hz. Peygamber, Mescid-i Nebevî'de şiir okuyan şairleri dinlemiş, onlara dua
etmiş ve hatta birine hırkasını giydirmişti. Hz. Peygamber'in bilinen tutumu
bu olunca, söz konusu hadisi, yerilen ve övülen bütün şiirleri kapsayacak
şekilde umumî
bir
anlamda nasıl söylemiş olabilir? Ebu Hureyrenin rivayeti, Resulullah'ın açıkça
bilinen sünnetine uygun düşmüyor. Bu durumda Hz. Âişe'nin dediği gibi râvî
Resulullah'ın sözünü aynen muhafaza edememiştir. Halbuki Hz. Peygamber'in sözü
İslâm'ı, onun Peygamberini ve ashabı hicveden şiirlerle ilgilidir. Ravî, Resûlullah'ın
sözünün söz konusu sebebini muhafaza edemeyince içerdiği kapalı kısımları
zikretmeksizin sadece duyduklarını rivayet etmiştir. Hz. Âişe ise, Hz.
Peygamber'in maksadına uygun olarak, yerilmiş olan şiirin Hz. Peygamber'in
hicvedildiği şiirler olduğunu beyan etmiştir.
[266]
Mücahid'in rivayetine
göre, Urve b. Zübeyr ile mescide gitmişler, Abdullah b. Ömer'i Hz. Âişe'nin
hücresinin duvarına yaslanmış olarak oturur vaziyette görmüşler, insanlar ise
bu esnada mescit'i kuşluk namazı kılmakta imişler. Mücahid ona bu insanların kıldıkları
namazı sorduklarını, "bid'at" diye cevap verdiğini, Urve ise:
Ey Ebu Auuurrahman!
Hz. Peygamber kaç defa umre yaptı?" diye sorduğunu, "dört defa,
onlardan biri Recep ayındadır" dediğini, onu yalanlamayı ve cevap vermeyi
istemediklerini, ancak bu anda hücrede Hz. Âişe'nin misvakıandığını
duyduklarını, Urve'nin Hz. Âişe'ye seslenerek:
Ey müminlerin annesi!
Ebu Abdurrahman'ın söylediklerini duyuyor musun? Dediğini, Hz. Âişe'nin
"Ne diyor?" diye sorduğunu, "Hz. Peygamber, biri Recep ayında
olmak üzere dört defa umre yapmıştır" dediğini kaydetmektedir. Bunun
üzerine Hz. Aişe:
Allah Ebu
Abdurrahman'a merhamet etsin! Hz. Peygamber'in yaptığı umrelerin hepsinde
beraber idim ve Recep ayında kesinlikle umre yapmadı" demiştir. Bir
rivayette ise:
İbn Ömer'in bunları
işittiği ancak "hayır" veya "evet" demeyip sükût ettiği
kaydedilmektedir
[267].
Bu örnek, ulemanın
aralarında yaşça daha büyük ve hürmete lâyık olanlar bulunmasına rağmen İbn
Ömer'e cevap vermek istememeleri suretiyle sahabeye karşı hürmetlerini ortaya
koyar. Sanki İbn Ömer onlara "Resûlullah'ı ben sizden daha iyi
tanıyorum" diyor; onlar da konuyu, Efendimiz'i herkesten daha iyi bilen
Âişe validemize iletiyorlar ve o da Hz. Peygamber'in Recep ayında kesinlikle
umre yapmadığını, aksine hac ile beraber yaptığı dışındaki bütün umreleri
Zilkade ayında yaptığını beyan ediyor. Nitekim Müslim'de geçen Enes b. Mâlik
hadisinde de hu şekilde kaydedilmektedir
[268].
Ebu Saîd el-Hudrî'den
rivayet edildiğine göre, o öleceği sırada yeni bir elbise istemiş, onu giymiş
ve şöyle demiştir:
Hz. Peygamber'den:
"Kişi, içinde öldüğü elbise ile diriltilir"
[269]
dediğini duydum. Rivayete göre:
Bu söz Hz. Âişe'ye
ulaşınca bunu ondan yadırgadığını belirterek:
Allah, Ebu Saîd'e
merhamet etsin! Hz. Peygamber bu söz ile ölüm anındaki amelini kastetmiştir.
Nitekim o: “İnsanlar başı açık, çıplak
ayak ve sünnetsiz olarak haşrolunurlar" buyurmaktadır
[270]
demiştir.
Bu rivayette Hz. Âişe,
Ebu Saîd'den duyduğu hadisi, herkesin bildiği "insanlar yalın ayak, başı
açık ve sünnetsiz olarak haşrolunurlar" hadisine arzetmektedir. Hz. Âişe,
Ebu Saîd'i Hz. Peygamber'den yanlış duymakla itham etmiş, fakat hadisten
anladığının yanlış olduğunu; zira onun hadisin zahirini alarak, Hz.
Peygamber'in elbise ile son anındaki amelini kastettiğini kavrayamadığını
söylemiştir.
Hz. Âişe'nin bu
yöntemi, uyulması en uygun olan bir yöntemdir. Hiçbir kimse, sahih bir hadisi,
aralarını cemetme imkanı varken, başka bir hadisin manasına uymuyor diye
reddetmeye kalkışmamalıdır. Aksine, Hz. Âişe'nin yaptığı gibi zahirî ihtilaftan
kurtulmak için birini bir şekilde diğerini ise başka bir şekilde
yorumlanmalıdır.
Hz. Âişe'nin, hadis
tenkidi ve yorumu noktasında ashabın çoğundan daha ileride olduğu
görülmektedir. Nitekim daha önce onun bu konumuna uygun düşen "Aile
fertlerinin ağlaması sebebiyle ölüye azap edileceği", "zina yoluyla
doğan çocuğun üç şerliden biri olduğu", "Hz. Peygamber'in Allah
Teâlâ'yı gördüğü" ve "üç şeyde
uğursuzluğun bulunduğu" hadislerini örnek vermiştik.
Bu, onun ilminin
çokluğuna, anlayışının derinliğine, bütün rivayetleri dikkatli bir nazarla
gözetleyen, hatalı taraflarını açıklayan, uygun şekilde yorumlayan tutumuna
delalet eder. Allah ondan razı olsun.
Böylece hadis
metinlerini tenkit konusunda sahabenin ölçülerinin, bu konudaki metotlarının
sonuna gelmiş bulunuyoruz. Hz. Âişe'nin söz konusu metodu hadis tenkidi
yaparken bütün âlimlerin örnek alması gereken bir ölçüdür.
[271]
Hz. Peygamber
döneminde hadislerin yazılmasına izin verilip verilmediği hususunda vaki olan
ihtilafı burada bir tarafa bırakalım. Bazı sahabîlerin, gerek Hz. Peygamber'in
sağlığında, gerekse vefatından sonra sünnetten bir kısmım yazdıkları tarihî
bir gerçektir
[272]. Şu
halde sahabe, tedvini çok erken bir dönemde başlatmış, ancak bu faaliyet bir
sahabîden diğerine farklı olmuştur. Onlardan bir kısmı ezberlemeye yardım
amacıyla yazıdan istifade ederken, diğerleri kuvvetli hafızaları sebebiyle
buna ihtiyaç duymamıştır. Abdullah b. Amr b. As, Semüre b. Cündeb, Cabir b.
Abdullah ve daha başka sahabîler hadisleri yazmaktaydılar. Bunlar
"es-Sahife" adım verdikleri cüzlerde birçok hadisi tedvin etmişlerdi.[273]
Daha sonra hadisler
insanlar arasında yaygınlaşıp rivayetler çoğalınca ve hadislerin yok olup
kaybolması endişesi başlayınca, hadislerin tedvin ve muhafazasına gerek
duyuldu. Bunu da musannif muhaddisler üstlendiler. Hiç şüphesiz ilk
musanniflerin herkesin esas alıp uygulayacağı genel prensipleri olduğu gibi,
her muhaddisin hadislere bakışına ilim ve anlayış seviyesine göre uygulayacağı
özel kaideleri de vardı.
Herkesin uyması
gereken genel kaidelerin temelini daha önce sahabe atmıştı. Sonra gelenler ise
hadisi onlardan almış ve onların dizi dibinde yetişmişlerdi. Bu itibarla söz
konusu nesil de Allah'ın kitabına aykırı, Resûlullah'ın bilinen sünnetiyle
veya zarurat-i diniyyeden olan hususlarla çelişkili olan rivayetleri kabul
etmemekteydiler. Bu kaideler sözü edilen nesil tarafından ayrıca araştırılmaya
gerek duyulmadan apaçık olarak bilinmekteydi.
Nesh söz konusu
olmadığı müddetçe Hz. Peygamberin sünnetinin, müslümanların tümüne açıkladığı
ahkâma ve Kur'an'a açıkça aykırı olmayacağını bilmekteyiz. Dolayısyla bizde,
ilk dönem muhaddis ve ravilerinin bu ölçüleri kullanmaya çok az ihtiyaçları
olması sebebiyle, onların zihninde bu ölçülerin hiç bulunmadığı izlenimi
doğmaktadır. Ne var ki hadis uydurma hareketinin başlaması ve buna paralel
olarak yalan ve iftiranın meydana getirdiği aykırılık ve uyumsuzluk, muhaddisleri
-öncekilere nisbetle- daha sonraki dönemde söylemediği bir sözü Peygamber'e
nisbet etmemek amacıyla kendilerine ulaşan rivayetleri bu ölçülere arzetmeye ve
kullanmaya sevketmiştir.
Hz. Peygamber,
Kur'an'a ve sahih sünnete aykırı söz söylemeyeceğine göre, bir hadisin uydurma
olduğunu tespit etmek için sadece metin tenkidi yapmakla yetinilmemeli, aksine,
hadisi rivayet eden ravileri de tetkik etmelidir. Zira herhangi bir kişinin
rivayet konusunda çok yalancı olduğunu tespitten hareketle onun, senedinde yer
aldığı rivayetin uydurma olduğuna hükmedebilmekteyiz. Senedde yer alan ravi,
hadis uydurmakla itham edilen biri ve rivayet ettiği hadis de Kur'an ve sünnete
veya dinin bilinen ahkamına aykırı ise, muhaddis bu rivayetin uydurma olduğu
hakkında kolaylıkla hükmedebilir. Bu konuda muhaddisler objektif bir metoda
sahiptirler. Onlar hadis uyduran yalancı bir ravinin her rivayeti hakkında
mevzu -uydurma- hükmünü vermezler. Zira onlara göre ravi yalancı olmasına
rağmen, herhangi bir rivayetinde doğru söylemiş olabilir. Yalancı diye her
rivayetini uydurma kabul etmek, doğruyu reddetmek anlamına gelir. Bu sebeple
biz, muhaddislerin, "bazen yalancı doğru söyleyebilir, doğru söyleyen de
yanılabilir" diyerek, ravileri yalancılıkla itham etmeksizin başka
tariklerle hadisin aslı sabit olması hafinde zayıf hadisle de istişhad
ettiklerini görmekteyiz, Bu durum, muhaddislerin hadisin senedini tetkik
ettikleri gibi, metnim de inceledikleri anlamına gelmektedir. Senedinde zayıf
ravi olmasına rağmen böyle bir metni kabul etmeleri, onların hadis tenkidi
hususundaki titizliklerine açıkça delalet etmektedir. Zira hadisin zayıf
isnadla gelmiş olması, bu tarikten başkasıyla da bilinen metni kabul etmelerine
engel teşkil etmemiştir. Ancak muhaddisler isnadında yalancı ravi bulunan böyle
bir hadisi her halükârda asıl metin değil, destekleyen rivayet olarak kabul
etmişler, isnadında çok hadis uyduran ve çok yalan söyleyen ravi bulunan
hadisi ise, asla kabul etmemişlerdir.
Musannif muhaddisler
eserlerini meydana getirirken sened ve metni içeren tenkit ölçülerine
başvurmuşlardır. Ancak eseri telifteki amaçlarına göre söz konusu tenkit
ölçülerini kullanımları farklı olmuştur. Eseri telifteki amacına göre musannif
bu ölçülerin tamamını veya bir kısmını kullandığı gibi bazan hiçbirini
kullanmadığı da olmuştur. Söz gelimi musannifin amacı Resûlullah'tan (s.a.)
rivayet olunan hadisleri kendisine ulaşan senedleri ile muhaafaza ve tedvin
etmek ise; bu durumda musannif rivayet ettiği tenkide gerek görmeden, sadece
olduğu gibi nakletmekteydi. Zira onun amacı zayi olması endişesiyle hadisleri
korumak için tedvin etmek olup haberi tenkit etmek ve sahihini zayıfından
ayırmak değildi.
Muhaddisin, eserini
tasnifteki amacı mevzu ve münkerleri bir tarafa bırakarak sahih ve hasen
hadisleri bir araya getirmekse, bu durumda zayıf ve uydurma olanları dışarıda
bırakıp sadece sahihleri toplayabilmesi için elde ettiği hadisleri tenkit
etmesi gerekmektedir.
Eserini, zayıf ve daha
aşağı seviyedeki hadisleri ayıklayarak sadece sahih hadislerden oluşturmak
isteyen müellifin sened ve metni içeren tenkit ölçülerini kullanmasının
gerekliliğinde şüphe yoktur. Ancak bu, söz konusu musannifin hadisin sıhhatiyle
ilgili vardığı neticeye itiraz edilemeyeceği anlamına gelmemektedir. Aksine,
onun zayıf dediği hadisin sahih; sahih olarak nitelediğinin ise zayıf
olabileceğini de ortaya koymak mümkündür. Zira herhangi bir tenkit ölçüsünün
kullanımı, münekkit muhaddisin ilmi, anlayışı ve tartışılan konudaki farklı
şer'î nasları bilmesindeki seviyesine bağlıdır.
Bu durumu kavradığımız
zaman Buhâri’nin Sahîh'mi altı yüz bin hadisten seçtiğini garipsemeyiz. Zira
onun önünde bol miktarda ilmî malzeme, aynı zamada azımsanmayacak sayıda sağlam
ölçüler vardı. O, bu ölçülerle bol malzeme içinden sahihleri seçmeyi
başarmıştı. Onun, söz konusu faaliyetinde tatbik ettiği ölçüler, sadece isnadla
ilgili olmayıp hem senedi, hem de metni ihtiva etmekteydi. O, cerh
edildiklerini bildiği halde bir kısım mecruh ravilerin rivayetlerini eserine
almıştı. Bu tutumu, onun elindeki hadislere bakışındaki derinliği ve isnadlara
verdiği önemden az olmayacak seviyede metinlere verdiği değeri göstermektedir.
Ne var ki, ilk dönem muhaddislerinin âdeti üzere Buhârî de kullandığı bu
ölçüleri ne açıklamış, ne de bunlara işaret etmiştir. Ancak bu, onun hadisleri
seçiminde hiçbir ölçü kullanmadığı anlamına gelmemektedir. Zira ilk dönem
muhaddislerinin hiçbiri, telif ettiği eserin metodunu ve uyguladığı tenkit
ölçülerini açıklamamıştır. Fakat biz bu bölümde onların eserlerindeki satir
aralarına sıkıştırılmış bilgilerden hareketle söz konusu ölçüleri ortaya koymaya
gayret edeceğiz
[274].
Muhaddislerin hadis
tenkidinde başvurdukları ölçülerden biri metin tenkididir. Metnin incelenmesi
sonucunda, aralarını cem etmek mümkün olmayacak şekilde Allah'ın kitabına
muhalif olduğu veya önceki hükmün nesh olunduğuna karar vermek için, hangisinin
sonra olduğunu bilmek mümkün olmadığı ortaya çıkarsa, hadis reddedilerek zayıf
veya uydurma olduğu kanaatine varılır.
Muhaddisler bu kaide
ile ilgili Resûlullah'tan (s.a.) bir hadis de zikretmişlerdir. Buna göre Hz.
Peygamber;
"Size benden bir hadis rivayet edildiğinde
Kur'an'a arz ediniz; ona muvafık ise kabul ediniz, muhalifse reddediniz"
[275]
buyurmuştur.
Hattabî (ö. 388/998),
zındıkların uydurduğunu söyleyerek "Bana Kitap ve onunla birlikte bir
benzeri verildi"
[276]
hadisi ile bu rivayeti reddetmektedir. Şevkanî (ö. 1250/1834) ise, bizzat bu
hadisin kendisinde söz konusu görüşün reddedilmesine delalet eden karineler
bulunmaktadır. Zira biz onu Allah'ın kitabına arzettiğimizde onunla
çeliştiğini görmekteyiz. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de "Resul size neyi verdiyse onu alın, sizi neden nehyetmişse ondan
sakının"
[277]
buyurulmuştur, demektedir
[278].
Muhtemelen muhaddisler
hadisi Kur'an'a arzetmeyi, hadislerle gelen bilgilerin Kur'an'da bulunmaması
halinde reddedileceği şeklinde anlamışlardır. Halbuki söz konusu hadisten bu
anlaşılmamakta; hadis, Kur'an'a uygun olan rivayeti kabul etmeyi, muhalif
olanı ise reddetmeyi ifade etmektedir. Dolayısıyla Kur'an'a muhalif, onunla
tenakuz halinde veya anlamı çelişkili olan bir hadisi kabul etmek ve sahih
olduğuna hükmetmek mümkün değildir. Bu ölçü, uydurma olduğuna hükmedilen bir
hadisin sahih kabul edilmesi mânasına gelmeyip; böyle bir hadisin isnadı ister
sahih, ister zayıf olsun muhtevasının Kur'an'a uygun olduğu anlamına
gelmektedir, demektir.
Tabiî olan
Resûlullah'ın (s.a.) hadislerinin Kur'an'a muhalif değil, uygun olmasıdır.
Nitekim Allah (c.c):
"Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler
uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık, sonra onun can damarını
koparırdık (onu yaşatmazdık). Hiçbiriniz buna mani de olamazdınız"
[279]
buyurmaktadır. Zira sahih sünnet ve Kur'an aynı kaynaktan gelmekte olup her
ikisi de Allah katındandır. Allah katından olan bilgilerde ise çelişki ve
tenakuz söz konusu olamaz.
Sünnetin, Kur'an'ı
insanlara açıklamak gibi son derece önemli bir konumu vardır. Nitekim sünnet,
Kur'an'ın umumî lafızlarını tahsis, mutlak ifadelerini takyid, mücmellerini
tefsir etmekte, çoğunluğa göre onu neshedebilmekte ve Kur'an'da bulunmayan
konularda müstakil hükümler koymaktadır. Sünnetin konumuyla ilgili
muhaddislerin bakış açısı bu şekildedir. Muhaddisler, hadis metnini Kur'an'a
arzetti ki erinde ona muvafık olanı sahih sünnet olarak kabul etmişler; arz
neticesinde muhalefet söz konusu fakat birini tamim, diğerini tahsis eden veya
birini mutlak diğerini takyit eden şeklinde yorumlamak suretiyle aralarını cem
etmek ya da birinin diğerinden önce olduğunu tespit etmek suretiyle neshe hükmetmek
mümkünse hadisi kabul, bu şartları taşımıyorsa reddetmişlerdir.
Şu halde muhaddisler Kur'an'ın
âmmını sahih sünnetle tahsisini, mutlakının takyidini veya neshedilebileceğini
inkâr etmemektedirler. Muhaddislerin sünnetin Kur'an yanındaki konumu
hususunda görüşleri bu olunca; bunun dışında kalan, Kur'an'la çelişen
hadislerle ilgili tutumları, onların zayıf ve merdud olduklarına hükmetme
tarzındadır.
Yukarıda zikrettiğimiz
ölçüler, muhaddislerin ilk olarak ortaya koydukları kaideler değildir. Bu
ölçüleri onlardan önce sahabe hadis tenkidinde tatbik etmiştir. Nitekim bu
husustaki örnekleri önceki sayfalarda zikretmiş bulunuyoruz.
Şu halde muhaddisler,
Allah'ın kitabında övdüğü, O'nun şeriatini ve Resulünün sünnetini söz ve fiili
olarak bize nakleden, ayrıca sünneti kabul veya red, sahih veya zayıf olduğuna
hükmetme hususunda metot ortaya koyan selefi salihini örnek almışlardır.
Bu, bize göre hadis kitaplarını onlara karışan zayıf ve
mevzu hadislerden veya sıhhat ve kabulünü engelleyen hata ve vehimlerden temizleyecek
doğru bir metottur.
Aşağıda muhaddislerin
bu ölçüyü esas olarak reddettikleri hadislere bazı misaller sunacağız:
a. Bunlardan biri, yukarıda "Size benden bir hadis
rivayet edildiğinde Kur'an'a arz ediniz; ona muvafık ise kabul, muhalifse
reddediniz" anlamında rivayet edilen hadistir.
Bu rivayet hakkında
Şevkanî şöyle demektedir:
"Bizzat hadisin kendisinde reddedilmesine
delalet eden karineler bulunmaktadır; zira söz konusu hadis, Allah'ın kitabına
arz edildiğinde onunla çeliştiği ortaya çıkmaktadır. Nitekim Allah, Kur'an'da
"Resul size neyi verdiyse onu alın, sizi neden nehyetmişse ondan sakının"
[280]
buyurmaktadır.
Biz Şevkanî'nin bu hadisle ilgili görüşüne katılmamakta,
onun mezkur ayete muhalif olmadığı kanatini taşımaktayız. Ancak bu, onun
açıklamalarından muhaddislerin hadisi Kur'an'a arzetmeyi, ona muhalif olan
rivayetlerin kendisiyle reddedileceği bir ölçü kabul ettikleri tarzında bir
sonuç çıkarmamıza mani değildir.
b. Hz. Âişe'den rivayet edildiğine göre Resûlullah
(s.a.):
"Annem Âmine'nin kabrine gittim ve Allah'tan
onu diriltmesi için dua ettim; Allah diriltti, o da bana iman etti, daha sonra
Allah onu tekrar öldürdü"
[281]
buyurmuştur.
Bu rivayetle ilgili
olarak İbnü'l-Cevzî şu açıklamayı yapmaktadır:
"Bu hadisin
uydurma olduğunda şüphe yoktur. Bunu uyduran anlayışı kıt cahil biridir. Zira
onda azıcık bir ilim olsaydı, kafir olarak ölen kimsenin tekrar dünyaya
döndükten sonra iman etmesinin ona fayda sağlamayacağını, hatta ölüm anındaki
imanın bile fayda vermeyeceğini bilirdi. Bu hadisin reddi için "...sizden kim dininden döner de kafir olarak
ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de geçersiz sayılmıştır"
[282]
âyeti yeterlidir
[283].
c. Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre Resûlullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Zina yoluyla doğan kişi, babası ve çocuğu
cennete giremez"
[284].
İbnü'l-Cevzî bu
rivayet hakkında ise şöyle demektedir:
"... Sonra zina
yoluyla doğan çocuğun ne günahı vardır ki cennete girmesine engel olsun?” Bu
hadisler başta, "Hiçbir kimse
başkasının suçunu yüklenemez"
[285]
ayeti olmak üzere temel dini esaslara aykırıdır"
[286].
d. "Dünyanın ömrünün yedi bin yıl olduğu ve bizim
de yedinci bin yılda bulunduğumuz" tarzındaki rivayet.
Bu rivayetle ilgili
İbn Kayyım şu açıklamayı yapmaktadır:
"Bu, apaçık bir
yalandır. Zira şayet bu rivayet sahih olsaydı bugün yaşayan herkes kıyametin
kopmasına iki yüz elli bir sene kaldığını bilirdi. Halbuki Allah:
"Sana kıyameti, ne zaman gelip çatacağını
soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini O'ndan
başkası açıklayamaz. O, göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ansızın
gelecektir. Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: Onun
bilgisi ancak Allah'ın katındadır"
[287],
Bir başka ayette ise: "Kıyamet vakti
hakkındaki bilgi ancak Allah'ın katındadır"
[288]
buyurulmaktadır.
e. Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre o şöyle
demiştir:
Resûlullah elimi
tuttu ve şöyle söyledi:
"Allah, toprağı cumartesi günü, dağları pazar
günü, ağaçları pazartesi günü, kötülüğü salı günü, nuru çarşamba günü yarattı,
yeryüzüne hayvanları perşembe günü yaydı, Adem'i cuma günü ikindi ile akşam
arası son saatte yarattı"
[289].
Hadisle ilgili İbn
Kayyım şu açıklamayı yapmaktadır:
"Bu hadisin Hz.
Peygamber'e nispet edilmesi apaçık bir hatadır. Çünkü bu söz Ka'bû'1-Ahbar'a
aittir. Hadis ehlinin imamı Buhârî de et-Târihu'l-kebîr isimli eserinde
[290]
Allah yeri, gökleri ve bu ikisi arasındakileri altı günde yarattığını haber
vermesine rağmen, bu hadiste yaratma müddetinin yedi gün olduğu
belirtilmektedir
[291].
Oysa Cenâb-ı Hak:
"Gökleri, yeri ve bunların arasındakileri
altı günde yaratan, sonra arşa istiva eden Allah'tır. O'ndan başka ne bir dost
ne de bir şefaatçiniz vardır. Artık düşünüp öğüt almazmısınız?"
[292]
ayet-i kerimesinde yeri, gökleri ve ikisi arasındakileri altı günde yarattığını
haber vermektedir.
f. Hızır'ın yaşadığı ve her yıl İlyas ile karşılaştığına
dair rivayet
[293].
İbnü'l-Cevzî bu rivayetle ilgili olarak şu açıklamayı yapmaktadır:
"Hızır'n şu
anda hayatta olmadığına Kur'an, sünnet, muhakkik âlimlerin icmaı ve akıl olmak
üzere dört delil şahitlik etmektedir. Kur'an'dan delil "Biz, senden önce
de hiçbir beşere ebedîlik vermedik..."
[294] Ayetidir
ki, buna göre eğer Hızır yaşamış olsaydı ebedî olması gerekirdi
[295].
g. "Bağışlanmış kimse ile yemek yiyen de
bağışlanır" anlamındaki rivayet.
İbn Kesîr'e göre bazı
âlimler "Allah, inkar edenlere, Nuh'un hanımı ile Lut'un hanımını misal
verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki salih kişinin nikâhları altında iken onlara
hainlik ettiler. Kocaları Allah'tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı.
Onlara:
“Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin! denildi"
[296]
ayetini, pek çok kimse tarafından nakledilen "bağışlanmış kimse ile yemek
yiyen de bağışlanır" hadisinin zayıf olduğuna delil getirmişlerdir. Bu
rivayetin aslı yoktur. Salihlerden biri, Peygamber'i rüyasında gördüğünü ve
"Ya Resûlallah, bağışlanmış ile yemek yiyen kimse de bağışlanır buyurdun
mu?" diye sorduğunu, Hz. Peygamberin, bunu söylemedim, ama şu anda
söylüyorum, şeklinde cevap verdiğini anlatmıştır
[297].
İbn Kesîr'in, bazı âlimlerin ayeti mezkur rivayetin
çelişkili olmasında delil olarak kullanmalarını açıklaması, bu ölçüyü ve âlimlerin
onu kullandıklarını teyit etmektedir. İbn Kesîr'in söz konusu âlimlerin görüşüne
katılıp katılmadığı ise açık değildir.
h. "Ashabıma küfretmek bağışlanmayan bir
günahtır" rivayeti.
Bu rivayetle ilgili olarak İbn Teymiyye şu açıklamayı yapmıştır:
Bu, Hz. Peygamber'e nisbet edilen bir yalandır. Zira Allah Teâlâ:
"Allah,
kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını (günahları)
dilediği kimse için bağışlar"[298]
buyurmaktadır
[299].
ı. "Vatan sevgisi imandandır" rivayeti.
Sehavî bu rivayetiyle ilgili olarak, "anlamı doğru olmakla birlikte, hadis kaynaklarında bulamadım" demiştir. Menufî ise şöyle demektedir:
"Sehavî'nin anlamı doğrudur şeklindeki açıklaması gariptir. Çünkü iman ile vatan sevgisi arasında herhangi bir ilişki yoktur. Allah'ın:
"Eğer onlara,
kendinizi öldürün yahut yurtlarınızdan çıkın, diye emretmiş olsaydık,
içlerinden pek azı müstesna, bunu yapmazlardı..."
[300]
sözü de bu görüşü desteklemektedir. Zira ayette geçen kelimesindeki zamir münafıklarla
ilgilidir ve ayet onların imanları olmamakla birlikte vatanlarını sevdiklerine
işaret etmektedir
[301].
i. "Garipler peygamberlerin varisleridir; Allah,
ancak kendi kavmi içinde garip olan kimseyi peygamber olarak göndermiştir"
rivayeti.
Bu rivayetle ilgili
olarak Ali el-Karî şöyle demektedir:
Bu rivayet Enes'ten
merfu olarak rivayet edilmektedir. Ancak, o batıldır, uydurmadır. Allah'ın
kitabındaki
"... Nuh'u kendi kavmine gönderdik"
[302],
"Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u gönderdik
"[303],
"Semûd kavmine de kardeşleri Salih'i
gönderdik"
[304] ve
"...eğer kabilen olmasa, seni mutlaka taşlayarak
öldürürüz..."
[305]
ayetleri bu rivayeti reddetmektedir.
Hz. Musa, İsa, İsrail
oğullarına gönderilen diğer peygamberler ve bizim Peygamberimiz de garip
değillerdi. Sadece Peygamberimiz, hicretten sonra bir süre gariplik vasfını
taşımıştır
[306]. Burada Ali el-Karî'nin,
bu rivayeti kendi tespitine göre Kur'an ayetlerine ve onların hükmüne aykırı
bulduğu için reddettiği anlaşılmaktadır.
k. "Bütün peygamberlere nebilik kırk yaşından sonra
verilmiştir" rivayeti.
İbnü'I-Cevzî bu rivayetin mevzu olduğunu söylerken,
Zerkeşî eserinde ona yer vermiş, Suyûtî ise ondan hiç bahsetmemiştir.
Ali el-Karî, bu rivayeti Allah'ın Hz. Yahya hakkındaki
"... henüz sabi iken ona ilim ve
hikmet verdik"
[307] ve
Hz. Yusuf hakkındaki "Yusuf'a:
Andolsun ki sen onların bu işlerini onlar (işin) farkına varmadan, kendilerine
haber vereceksin diye vahyettik"
[308]
ayetlerine aykırı bulduğunu söylemektedir
[309].
l. "Cömert fasık da olsa Allah'ın dostu, cimri
tamamıyla ahirete yönelmiş de olsa Allah'ın düşmanıdır" rivayeti!
Ali el-Karî bu
rivayetle ilgili olarak şöyle demiştir:
Aslı yoktur. Rivayetin
birinci kısmı, Allah'ın
"... Allah tevbe edenleri sever..."
[310],
"... Şüphesiz o, kafirleri sevmez"
[311] ve
"... Allah zalimleri sevmez..."
[312] anlamındaki
ayetlerine aykırı olması sebebiyle uydurmadır. Zira fasık ya zalim veya
kafirdir
[313].
m. "İman, sabit dağlar gibi kalbe yerleşmiştir,
artması ve eksilmesinden bahsetmek küfürdür" rivayeti.
Elbânî senedini tenkit
ettikten sonra bu rivayetle ilgili şu açıklamayı yapmaktadır:
Bu rivayet "imanlarını bir kat daha artırsınlar..."
[314]
gibi imanın artacağını ifade eden birçok ayete aykırıdır. Bazıları rivayetin
ifade
ettiği
görüşü benimsemiş olsalar da, bu nevi hadislerin uydurma olduğuna delil olarak
sadece bu ayet yeterlidir
[315].
Bunlar, muhaddislerin
metinleri göz önünde bulundurarak hadis tenkidi yaptıklarını ve hadisi Kur'an'a
arzetme ölçüsünü kullandıklarını ortaya koyan örneklerden bazılarıdır. Aşağıda,
çeliştiği iddia edilen ayet ve rivayetlerin arasını cem etmenin mümkün olup
olmadığını görmek amacıyla söz konusu misalleri tekrar tetkik edeceğiz. Cemetme
imkam bulduğumuz zaman rivayete uydurma hükmünü vermek zorunda olmadığımıza
dikkat çekmeliyiz.
Birinci olarak
"sünnetin Kur'an'a arz edilmesi" hadisini ele alalım. Bu hadisin
ayete muhalif olamayacağını ve aralarını cem etmenin kolaylıkla mümkün
olduğunu daha önce söylemiştik. Bu rivayetten, misallerde gösterdiğimiz gibi,
telifi mümkün olmayacak şekilde Kur'an'a aykırı ve onunla çelişkili olan
haberlerin reddedileceği anlaşılmakta; ayrıca hakkında Kur'an ayeti bulunmayan,
sadece sünnetle sabit olan bir hükmün reddedilmesi anlaşılmamaktadır
[316].
Resûlullah'ın
annesinin diriltilmesi hadisine gelince, İbnü'I-Cevzî bu rivayeti ayetin genel
anlamı içine dahil ederek onun kafir olduğu ve bu sebeple de cennete
giremeyeceği kanaatine varmıştır. Halbuki gerçek böyle değildir. Çünkü Hz.
Peygamber'in annesi fetret ehlindendir. Fetret ehlinin cennete girip
girmeyeceği hususunda ise âlimler ihtilaf e tmişlerdir. Nitekim âlimlerin bir
kısmı onlara gerçek din ulaşmaması sebebiyle fetret ehlinin cehennem azabından
kurtulacağı görüşündedirler. Bu görüş sahipleri "biz peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz"
[317]
ayeti ile, Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiği "... fetret döneminde ölen
kimseye gelince o, Rabbim, bana herhangi bir peygamber gelmedi der. Allah
onlardan kendisine itaat edeceklerine dair kesin söz alır ve ateşe girmelerini
emreder. Muhammed'in nefsi elinde olana yemin olsun ki şayet bu kimseler ateşe
girecek olsalar ateş onlara soğuk ve selamet olur"
[318]
hadisini delil olarak getirirler.
Ehl-i fetret hakkında
âlimlerden bir kısmı da herhangi bir hüküm vermemeyi (tevakkuf)
benimsemişlerdir. Onlar hakkında kafir olduğunu söyleyen ise olmamıştır. Zira
onların kafir olduğunu söyleyebilmek için kendilerine gerçek dinin ulaşmış ve
onların da iman etmemiş olmaları gerekmektedir. Kendilerine din ulaşmadıkça
onların ne mümin, ne de kafir oldukları söylenebilir. Sadece ehl-i fetret
olarak kabul edilirler. Nitekim İbn Hazm ve diğer bazı âlimler, ehl-i fetret'e
din ulaşmadıkça mükellef olmayacakları görüşünü benimsemişlerdir. Bu konuda
İbn Hazm şöyle demektedir:
"Daha önce de
ifade ettiğimiz gibi, kişiye din ulaşmadıkça sorumlu olmadığı doğrudur. Zira
hiçbir kimse gücünün dışında bir şeyle sorumlu olamaz. Kendisine din
ulaşmadıkça herhangi bir kimsenin de gayb bilgisine sahib olup şeriatı bilmesi
ise gücünün üstündedir. Şu halde kendisine din ulaşmayan kimsenin sorumlu
olmadığı kesin olarak anlaşılmıştır"
[319].
Bu duruma göre ehl-i
fetret hakkında mezkur ayet ile hadis arasında herhangi bir çelişki yoktur.
Ancak bu, hadisin sahih olmadığı ve hadiste zayıflığın bulunmadığı anlamına
gelmemektedir. Zira hadisin isnadı zayıf, ayrıca metni de bilinen gerçeklere
aykırıdır. Nitekim Mekke kafirleri peygamberliğine delil olması ve iman
etmeleri için Resûlullah'tan yerden su çıkarması veya gökyüzünden bir parça
yere indirmesi gibi mucize talep etmişlerdir. Hz. Peygamber onların bu
isteklerini yerine getirmemiş, Allah'ın buyurduğu üzere kendisinin Peygamber
olmakla birlikte bir beşer olduğunu
[320]
ifade etmiştir.
Kendisine iman etmesi
için annesinin diriltildiği iddiasına gelince, şayet böyle bir mucize olsaydı
onu bir kişi değil, birçok kimse rivayet ederdi. Hatta Allah'ın izniyle İsa'nın
(a.s.) ölüleri diriltmesi olayında olduğu gibi Allah, Resulünü teyidine ve
kudretinin yüceliğine delalet etmesi için bunu Kur'an'da zikrederdi. Belki
böylece Mekicliler de müslüman olurdu. Bütün bunlar bu rivayetin uydurma
olduğuna delalet etmektedir. Özellikle Resûlullah'ın annesinin fetret ehlinden
olması sebebiyle kurtulanlar arasında bulunacağını söylediğimiz zaman, bu
rivayeti kabul ve tasdik etmek mümkün olmaz. Çünkü bu durumda Resûlullah'a iman
etmesi için tekrar hayata döndürül meşine gerek kalmamaktadır.
Ancak konuyla ilgili
olarak Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiği hadiste anlaşılmayan bazı noktalar
bulunmakladır. Şöyle ki:
Hadiste fetret ehlinin
cennete gireceği ifade edilmemiş, sadece ateşe girmelerinin emredileceği ve
girdikleri taktirde onlara soğuk ve serin olacağı zikredilmiştir. Şu halde bu
ifade ile onların ne cennete, ne de cehenneme girmeyecekleri mi
kastedilmektedir? Zira cennet mümin muttakiler içindir; fetret ehli de iman
etmiş değildir. Cehennem ise, dini yalanlayan kafirler içindir; halbuki onlar
kafir de değildir. Burada kesin olan, onların cehenneme girmeyeceğidir. Belki
de onlar, Allah'ın rahmetiyle cennete gireceklerdir.
"Zina çocuğu
cennete girmez" rivayeti ile "Hiçbir
suçlu başkasının suçunu yüklenmez"
[321]
ayetinin çelişmesi hususuna gelince, bunların arasını cemetmek güçtür. Zira
ayet umumî bir prensip de dinî bir kaide vazetmektedir. Bu itibarla da nesh ve
tashihten bahsetmek mümkün değildir. Dolayısıyla rivayet bu prensip ve kaide ne
çelişmektedir. Ayrıca, Kur'an'da insanın kendi nefsinden sorumlu olduğuna,
başka bir kimsenin günahının sorumluluğunu taşımayacağına dair birçok ayet
mevcuttur. Nitekim "Her nefis,
kazandığına karşılık bir rehindir"
[322],
"Herkesin kazanacağı yalnız kendisine aittir"
[323],
"Kim iyi bir iş yaparsa, bu kendi lehinedir"
[324] ve
benzeri ayetlerde Allah, bu kaideyi vurgulamakta, sünnet de bunu teyit
etmektedir. Bu konuda Ebu Davud'un Ebu Remse ve oğlundan nakline göre
Resûlullah:
"Sen onun aleyhine (hanesine yazılacak) o da
senin aleyhine (hanene yazılacak) suç işlemezsiniz"
[325],
Nesâî'nin rivayetine göre ise:
"Kişi babasının veya kardeşinin suçundan
hesaba çekilmez"
[326]
buyurmuştur.
Zina çocuğu ile ilgili
rivayet, sadece bir veya iki ayete aykırı değil, birçok ayet ve hadisin
desteklediği dinî bir kaideye aykırıdır. Bu kaidenin istisnası da olmaz. Zira
bu zulümdür. "Rabbin hiç kimseye
zulmetmez"
[327]
ayetiyle zatını zulümden tenzih eden Allah'ın dininde ise, zulüm söz konusu
olamaz.
Bu rivayet, insanın
-doğmadan önce- hiçbir günah işlemediği halde cennete giremeyeceğini ifade
etmektedir. Bunun sebebi sadece ve sadece kendisinin işlemediği ve hiçbir
dahlinin bulunmadığı bir günahtır. Burada o tamamıyla bir kurban durumundadır.
Böyle bir rivayetin uydurma olduğuna hükmetmekte ve onu iftira edenin yüzüne
çarpmakta hiçbir müslüman tereddüt etmez. İbnü'l-Cevzi'nin yaptığı da budur.
Dünyanın ömrünü tayin
eden ve bunun da yedi bin sene olduğunu ifade eden rivayet ile, kıyametin ne
zaman kopacağı bilgisinin Allah'a ait olduğuna delalet eden ayetler arasındaki
çelişkiyi, umum-husus, nesh, rivayeti bir konuya, ayeti ise başka bir hususa
hamletmek gibi metotlarla gidermek mümkün değildir. Zira burada bir değil,
birçok yönden çelişki bulunmaktadır.
Böyle bir durumda,
isnadı ne kadar sahih olursa olsun, rivayeti reddetmekten başka bir çıkış yolu
yoktur. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm ümmetin tevatür yoluyla nakledip aslına uygun
olarak geldiğinde icma ettiği Allah'ın kelamıdır. Dolayısıyla, onunla çelişen
ve tenakuz halinde olan herhangi bir rivayeti kabul etmek mümkün değildir.
Muhaddislerin
"isnadı sahih olan her hadisin metni sahih değildir" şeklindeki
kaideleri de buna delalet etmektedir. Zira, bazan isnad sahih olduğu halde
metin şaz olabilir. Bu konuda İbn Kayyım şöyle demektedir: "İsnadın
sahihliği, hadisin sahih olması için gerekli şartlardan biri olmakla beraber,
sahihlik için lek şart değildir. Zira hadis, ancak senedin sahih olması,
illet, şaz ve münkerliğin bulunmaması, ravisinin sika ravilere muhalefet
etmemesi veya onlardan farklı rivayette bulunmaması şartlarının tamamını
taşıyorsa sahih olur
[328].
Dünyanın yedi günde
yaratıldığına dair Müslim'de yer alan Ebu Hureyre hadisine gelince, İbn Kayyim
onun Kur'an'la çeliştiğini ortaya koymaktadır. Muhtemelen bu rivayetteki hata
Ka'bu'l-ahbar'ın sözü olduğu halde Resûlullah'a nisbet edilmesinden
kaynaklanmaktadır. Bu, İbn Kayyim'in ele araştırma neticesinde vardığı bir
görüş olup onu Buhâri’nin söz konusu rivayeti Ka'bu'l-ahbar'a nisbet etmesiyle
desteklemiştir.
İbn Kayyim'in
"Resûlullah'a nisbetinde hata vardır" şeklindeki ifadesinde son
derece ihtiyatlı ve saygılı üslup görülmektedir. Onun bu üslûbu söz konusu
rivayetin Müslim'de yer almasından kaynaklanmaktadır. Çünkü Sahîhayn'den
birinde yer afan bir hadisi uydurma olarak tavsif etmeyip onda yanılma ve
vehmin bulunduğunu ifade etmek, hadisçilerin genellikle takip ettikleri bir
usuldür.
Burada söz konusu
hadisin metninin, Buhârî'deki rivayete muhalif olduğuna da işaret etmeliyiz.
Nitekim Buhârî'de hadis şu şekilde yer almıştır:
Ebu Hureyre'den
rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir:
Resûlullah elimi tuttu
ve şöyle buyurdu:
"Allah toprağı
cumartesi günü yarattı... Bu rivayet, Ebu Hureyre'nin hadisi bizzat
Resûlullah'tan işittiğini teyit etmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber Ebu
Hureyre'nin elini tutmuş daha sonra hadisi söylemiştir.
Bu rivayeti birçok
âlim tenkit etmiştir. İbn Kesîr bununla ilgili şöyle demiştir:
"Bu hadiste aşırı
garabet vardır. Hadiste dünya ve içindekilerin yedi günde yaratılmasının
bulunup, göklerin yaratılmsının bulunmaması bunlardan biridir. Bu durum
Kur'an'a muhaliftir, çünkü Kur'an'a göre dört günde dünya, ardından iki gün
içinde de gökler yaratılmıştır"
[329].
Hadisin, sadece yaradılmanın kaç günde olduğu husunda değil, yaratılışın türü,
yeryüzünün yedi günde yaratıldığı ve göklerin yaratılmasından hiç
bahsedilmemesi noktalarında da ayetlere muhalif olması söz konusudur. Bütün
bunlar, ister Ka'bü’l-ahbar'a, ister ravilerden herhangi birine nisbet
edilsin, hadisin zayıf olduğunu ve Hz. Peygamberin sözü olamayacağını teyit
etmektedir.
Bu hadisin Müslim'in
Sahih’inde bulunması, İmam Müslim'in, eserini telif ederken söz konusu ölçüyü
kullanmadığı anlamına gelmemektedir. Burada olsa olsa Müslim'in mezkur ölçüyü
bizzat bu hadisin tenkidinde kullanmadığı söylenebilir. Ancak Müslim de bu
hadisle ilgili olarak içtihat etmiştir. Her müetehid gibi o da hala edip
yanılabilir. Bu "eşer olmanın gereğidir. "Allah kendi kitabının
dışındaki eserlerin mükemmel olmasını istememiştir" diyen kimse ne güzel
söylemiştir. Dolaysıyla, Allah'ın kitabı dışında her müellifin eserlerinde hata
ve yanılması mümkündür. Her halükârda İmam Müslim de bir müetehiddir ve
içtihadının karşılığını alacaktır. Hata yapıp yanılması ise onun veya kitabının
değerini eksiltmez. Allah İslâm'ı ve müslümanları hayırla mükafaatlandırsın.
"Bağışlanan kimse ile yemek yiyen..."
rivayete gelince bununla aksini ifade eden ayetlerin arasını telif etmek de
mümkün değildir. Zira birçok peygamberle beraber babası, çocuğu veya kafir ve
münafıklardan birçok kişi yemek yemiş fakat bu, onlara hiçbir fayda sağlamamıştır.
Hatta, Resûlullah'ın kafir ve münafıkların bağışlanmaları için Allah'a dua etmesi
bile onlara fayda sağlamamıştır. Pcygamber'in istiğfarda bulunmasının, onunla
birlikte sadece yemek yemekten daha önemli olduğunda ise hiç şüphe yoktur.
Ayrıca hadislerin
sahih olduğunu tespitte rüyanın hiçbir fonksiyonu yoktur. Rüya yoluyla hadisin
sahih olduğunun tespit edilebileceği farzedilse bile, bizzat söz konusu rivayet
Hz. Peygamber'in o hadisi söylemediğine delalet etmektedir ki, bu da, onun
uydurma olduğuna hükmetmek için yeterlidir.
Yukarıda verilen
örneklerden biri de "Ashabıma küfretmek bağışlanmayacak bir
günahtır" rivayetidir. Bununla şirk dışında bütün günahların
bağışlanacağını ifade eden ayet arasındaki ihtilafı cem etmek de mümkün
değildir. Zira sahabeye küfretmek, büyük günah olmakla birlikte, şirk koşmanın
altında bir günah olduğunda da şüphe yoktur.
"Vatan sevgisi
imandandır" rivayeti de gerek söz konusu etliğimiz ayet ve gerekse aynı
anlamdaki diğer ayetlerle çelişmektedir. Nitekim yukarıda bu rivayetle
çeliştiğini söylediğimiz ayette söz konusu edilen şahısların vatanlarını
sevmemeleri onları mümin değil kafir kılmıştır. Hz. Peygamber de kendi
memleketi olan Mekke'yi Allah'a imanın gereği ve halkının kafir olması
sebebiyle terkedip Medine'ye hicret etmiştir. Netice itibariyle, vatanı sevmek
imandan olsaydı, müminle kafir arasında bir fark olmazdı. Çünkü mümin
olmadıkları kesin olmasına rağmen, kafirler de vatanlarını sevmektedirler.
Gariplerle ilgili
rivayete gelince, bununla çeliştiği ayet arasındaki ihtilafı, gurbeti soy ve
sopta değil de fikir ve inançta gariplik anlamında yorumlamak suretiyle
gidermek mümkündür.
"Bütün
peygamberlere nebilik kırk yaşından sonra verilmiştir" rivayeti ile
Allah'ın Hz. Yusuf ve Hz. Yahya'ya çocuk iken vahyettiğini ifade eden ayetler
arasındaki ihtilafı gidermek mümkün değildir.
"Cömert fasık da
olsa Allah'ın dostudur" rivayeti, zarurat-ı diniyye olarak ifade edilen
bilgilerle çeliştiği gibi, yerinde zikrettiğimiz ayetede açıkça aykırıdır.
Çünkü Allah sevgisine mazhar olmak, müslümanlardan bile çok azının elde
edebildiği yüce mertebelerden biri iken, bu vasfı fasık bir kimseye nasıl
verebiliriz?
İmanın kalpte sabit
olduğu ve onun artıp eksildiğini söylemenin küfür sayılacağına dair rivayetine
gelince, konuyla ilgili ayet imanın artacağını açıkça ifade etmektedir.
Dolayısıyla senedi isnadların en sahihinden (esahhu'I-esanid) olsa bile,
böylesi bir hadisin ayete muaraza etmesi mümkün değildir. Bu konuda muhaddislerin
"senedi sahih olan her hadisin metninin de sahih olamayacağı"
şeklinde ifade etlikleri kaideyi ileride daha detaylı bir şekilde tetkik
edeceğiz.
Yukarıda verilen
örneklerden, âlimlerin, Kut'an nassı ile bir hadisin arasını cem etme
noktasında azami gayret göstermedikçe, herhangi bir hadisin Kur'an'a
muhalefetinden dolayı reddine hükmetmedikleri anlaşılmaktadır. Onlar, hadisle
ayet arasındaki ihtilali herhangi fit şekilde telif etme imkanı bulamamışı
arsa, problemin çözümü için son çare olarak hadisin reddine veya ravisinin
hata yaptığına ya da rivayetinde yanıldığına hükmetmişlerdir. Zira Kur’an ile
sahih sünnetin tenakuz veya ihtilaf halinde olmaları mümkün değildir. Çünkü
herhangi bir hadisin Kur'an'a muhalif olduğunu söylemek, aynı zamanda onun
Allah Resûlü'nün sözü olmadığına hükmetmektetir.
Netice olarak,
hadislere tatbikinde farklı davransalar da yukarıdaki misaller, muhaddislerin
hadislerin tenkidinde bu ölçüyü kullandıklarını kesin olarak ortaya
koymaktadır. Ayrıca bu misaller söz konusu ölçüyü uygularken herhangi bir
hadisin sahih ya da zayıf olduğuna hükmetmekte, beşer olmaları sebebiyle hazan
isabet edip bazan yanıldıklarını da göstermekledir. Nitekim "Herhangi bir
kimse birgün bir kitap yazar, ertesi gün şurası değişseydi daha güzel olurdu,
şu da ilave edilseydi daha iyi olurdu, şurası öne alınsaydı, şurası terkedilseydi
daha güzel olurdu der. Bu, ibret alınacak bir husustur. Çünkü bu durum bütün
beşerin noksanlıklarla çevrilmiş olduğuna delildir" diyen kimse ne güzel
söylemiştir.
[330]
Muhaddislerin hadis
metinlerini tenkit ölçülerinden biri de "bir adisin değişik rivayetlerini
birbirine arzetmek"tir. Münekkit farklı rivayetleri birbirine arzetmek
suretiyle diğer tenkit ölçüleriyle ulaşamayacağı
sonuçlar elde eder. Şöyle ki; bu yolla
hadis metnindeki bazı lafızların Hz. Peygamber'in sözü olmadığı, ravilerden
birinin ilavesi olduğu anlaşılır. Burada hadise kelime veya cümle ilave eden
ravinin, sahabe veya herhangi bir kimse olması önemli değildir.
Ayrıca böyle bir arz
neticesinde münekkit muhaddis hadiste, birinin diğerine tercihine mani olan
ıztırab, ravilerden birinin zabtının zayıflığından kaynaklanan kalb, metnin
anlamını bozan tashif veya tahrif olduğunu ya da hadisin bazı tariklerinde
diğerlerinde olmayan fazlalık (ziyade) bulunduğunu tespit edebilir. Münekkit
bütün bunları rivayetleri birbirine arzetmek suretiyle ortaya çıkarır:
Muhaddisler, hadis
metinlerinde ortaya çıkan bu durumları değişik misallerle açıklamışlardır.
Aşağıda biz de bunları tek tek ele alıp tetkik edeceğiz.
[331]
Müdrec,
"Edrece" kökünden ism-i meful olup dürülen şey anlamına gelir.
Nitekim denir ki, bunun sözlük anlamı elbise ve kitabı dürdüm, demektir
[332].
Hadis terimi olarak
idrac, ravi tarafından söyleyeni zikredilmeden hadisin metin veya senedine
ilave edilen sözdür. Bu durumu farketmeyen kimse, söz konusu ilaveyi bilemez ve
tamamını hadis zanneder
[333].
Hadisi işitenlerin
anlaması amacıyla hadis metinlerindeki herkes tarafından bilinmeyen bazı garip
kelimelerin açıklanması idracın en yaygın sebebi olarak kabul edilmektedir.
Zira insanların Peygamber döneminden uzak olması ve Arap olmayan milletlerle
karışmaları, Hz. Peygamber'in hadislerinin çoğunun anlamlarını
kavrayamamalarına sebep olmuştu. Böyle durumlarda ravi, anlaşılmayan lafzın
anlam ve maksadını kendisinden hadisi alanlara açıklamayı istemiş, ondan
dinleyen de söz konusu açıklamayı Resûlullah'ın hadisi sanarak kitabına bu
şekilde yazmış veya böylece ezberlemiş, daha sonra talebelerine de böylece rivayet etmiştir.
Bunun Hz. Peygamber'in sözü ve hadisi olmadığını ise ancak Allah'ın kendisine
anlayış verdiği kimseler farkedebilmişlerdir.
Bazan bir kelimenin
raviye ait olduğunu bildiği halde, hadisi işittiği gibi -herhangi bir
değişiklik yapmadan- emanet kabul etmesi sebebiyle aynen rivayet edenler de
olmuştur. Nitekim Eş'as'dan nakledildiğine göre o şöyle anlatmaktadır:
"Hasan-ı Basrî,
İbn Şîrîn ve Şa'bî'den hadis ezberlerdim. Hasan-ı Basrî ve Şa'bî ma'nen rivayet
ederlerdi. İbn Şîrîn ise lafzen rivayet ederdi. Hatta dil hatası yapılmış olan
ifadeleri bile aynen naklederdi
[334].
Hocasından işittiğine
riayet ederek hadiste dil hatasına yer veren kimsenin, söz konusu hocasından
işittiği her sözü aynen dil hatasıyla nakledeceğinde şüphe yoktur. Nitekim
Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah şöyle demektedir:
"Babam önemli bir
dil hatasına rastlarsa onu düzeltir, basit bir dil hatası ile karşılaşırsa
olduğu gibi bırakır ve hoca böyle söyledi derdi"
[335].
İdracın sebeplerinden
birinin hadiste geçen, fakat herkes tarafından anlaşılmayan (garib) kelimelerin
anlamlarını açıklamak olduğunu düşünürsek, onun (idracın) Hz. Peygamber'in
sözü olmadığını anlamak son derece kolaylaşır. Zira sorulmadıkça hadisini
tefsir etmek veya açıklamak amacıyla (ikinci) bir beyanda bulunması
Resûlullah'ın adeti değildi.
Hadislerde idracın
bulunduğuna dair birçok örnek vardır. Aşağıda onlardan bir kısmını
zikredeceğiz:
Vahyin başlaması
hakkında Hz. Âişe'nin "Hz. Peygamber Hira mağarasında 'tehannüs' ederdi ki
o 'ibadet etmek (teabbüd) demektir" tarzında rivayet ettiği hadiste
"teabbüddür" ifadesi Hz. Âişe'nin açıklaması olup müdrectir.
"Ben cennetin
ortasında bir köşk verileceğine kefilim
[336]
anlamındaki Fadâle hadisinde geçen ve lafzını açıklayan ifadesi de ravinin
açıklaması olup metne ilave edilmiş (müdrec) tir.
Bu iki örnekte müdrec
olan lafzı tespit etmek, son derece kolaydır. Zira böyle bir durumda herhangi
bir hadisin farklı rivayetlerini birbirine arzetmeksizin, müdrec olan lafzı
tespit etmek mümkün olup rivayetleri birbirine arzetmek bunu sadece teyit eder.
İdracın başka sebepleri de vardır ki, bunlarda idracın
olup olmadığı herhangi bir hadisin farklı rivayetlerinin tümünü karşılaştırmak
suretiyle anlaşılabilir. Bu da son derece zor bir iştir. İdracın tespitinde
bazan muhaddisler arasında ihtilaf olabilmektedir. Bazılarına göre bir lafzın,
hadisin bir veya birkaç rivayetinde bulunup onun müdrec olduğuna delalet eder.
Hadisteki bu ilavenin (idracın) ravilerden birine ait olduğu, ya rivayette
bizzat isminin zikredilmesi veya başka bir delil ile bilinebilir. Diğer bir
kısım muhaddislere göre ise, böyle bir lafız veya ibare hadise ait olup müdrec
değildir.
[337]
a. Muhaddislerin, müdrec lafzı tespitte zorlanıp
ihtilafa düşmelerinin sebeplerinden birincisi, ravinin şer'î bir hükmü
açıklamayı arzu etmesi ve bu hükme delil olarak zikredeceği hadisi hükmün bir
parçası gibi herhangi bir ayırım yapmaksızın (hadis olduğunu ifade etmeksizin)
hemen onun arkasından zikretmesidir
[338] Ebu
Hureyre'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettiği "Abdesti tam alın; ateşe
girecek olan topukların vay haline!" anlamındaki hadisin tamamını bazı
raviler böylece Ebu Hureyre'nin sözü ile Hz. Peygamber'in hadisini birbirinden
ayırmaksızın Resûlullah'a nisbet etmişlerdir. Diğer bir kısım raviler ise, Ebu
Hureyre'nin sözü ile Resûlullahın hadisini ayırdederek "Ebu Hureyre
abdesti tam alın, zira Hz. Peygamber ateşe girecek olan topukların vay haline
buyurdu" dedi şeklinde nakletmişlerdir
[339].
Bu nevi idrac ancak
hadisin bütün rivayetlerini bir araya getirip incelemek suretiyle anlaşılabilir
ve bütün rivayetleri tetkik etmeksizin, özellikle Hz. Peygamber'in abdestin tam
alınmasıyla ilgili benzeri bir hadisi
[340]
bulunduğunu bildiğimiz zaman, böyle bir lafzın müdrec olduğuna hükmetmek son
derece zordur. Zira böyle bir durumda bu lafzı Hz. Peygamber'in söylemiş olması
uzak bir ihtimal değildir. Ancak muhaddisler böyle bir hadisin farklı"
rivayetlerini tetkik etmek suretiyle o ibarenin Hz. Peygamber'e değil,
ravilerden birine ait olduğunu tespit etmektedirler.
b. Müdrec lafzın tespitte ihtilafa düşülmesinin
sebeplerinden ikincisi, ravinin hadisten dinî bir hüküm çıkarıp, bu hükümle
hadis metnini ayırdetmeksizin birlikte nakletmesidir. Böylece hem hadisi, hem
de ondan çıkardığı hükmü Hz. Peygamber'e nisbet etmiş olur. Bu durumda ondan
hadisi işiten kimse de duyduklarının hepsini Hz. Peygamber'e ait zanneder ve
idrac edilen lafızlarla birlikte hocasından işittiği gibi rivayet eder. Problem
de buradan kaynaklanır. Bu durum söz konusu lafızların müdrec olup olmaması
hususunda muhaddisler arasında ihtilafa sebep olduğu gibi, fakihler arasında da
o hadisten dinî hüküm çıkarma konusunda ihtilafa sebep olmaktadır.
Nitekim Ebu
Hureyre'nin rivayet ettiği istis'a (kendi malından da ödemek suretiyle kölenin
kölelikten tamamen kurtulması) hadisi böyledir. Bu hadiste Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur:
"Kim bir köledeki bir hisseyi bağışlayıp azad
eder ve kendine ait malı da bulunursa (diğer hisseleri kendi malından ödemek
yoluyla), bu kölenin kölelikten tamamıyla kurtulması bu kimse üzerine
vaciptir. Şayet hissesini bağışlayan kimsenin malı yoksa, kölenin âdilâne bir
şekilde kıymeti takdir edilir ve (diğer ortağın hissesini kazanması için) gücü
yettiği işlerde çalıştırılır"
[341].
Hâkim en-Nisaburî bu hadisle ilgili şu açıklamayı yapmaktadır:
"Itk hadisi sahih
ve sabittir. Kendi kazancından ödemek suretiyle kölelikten tamamen
kurtulacağını ifade eden kısım ise Katâde'nin sözüdür. Bu kısmı hadisin metnine
idrac etmek suretiyle Hz. Peygamber'in sözü olarak rivayet eden yanılmıştır.
Çünkü bu kısmın müdrec olduğuna "bir adam köledeki kendi hissesini azad
etti, geri kalan kısmı için Hz. Peygamber onu borçlandırdı" anlamında Ebu
Hureyre yoluyla bize gelen rivayet delalet etmektedir. Ayrıca Hemmam,
"Katâde'nin "Şayet hisessini bağışlayan kimsenin malı yoksa diğer
ortağın hissesini kazanmak için köle çalıştırılır" şeklinde görüşünü beyan
ettiğini de söylemiştir. Hemmam'ın bu sözü,
müdrec olan kısmın tespiti açısından birinci rivayetten daha
açıktır. Zira bunu son derece güvenilir olan Hemmam açıklamaktadır
[342].
Buharı ve Müslim'i tenkit
ettiği hadisler arasında bu hadise de yer veren Dârekutnî, hadisle ilgili şu
açıklamayı yapmaktadır:
"Bu hadisi, Katâde'den
rivayette bulunanların en güvenilirleri olan Şu'be ve Hemmam rivayet etmişler,
fakat her ikisi de hadiste geçen istis'a (diğer ortağın hissesini kazanmak
için kölenin çalıştırılması) kısmını zikretmemişlerdir. Hemmam istis'a kısmını
hadisten ayırıp Ebu Hureyre'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettiği hadis olarak
değil de Katâde'nin sözü olarak zikretmek suretiyle bunlara (Şu'be ve Hemmam
rivayetlerine) muvafakat etmiştir. Doğru olan da budur
[343].
İbn Mes'ud'un
teşehhüdü tanımlayan hadisi de ravinin hadisten çıkardığı hükmü birlikte
zikretmesi sebebiyle meydana gelen idraca başka bir misaldir. Şöyle ki;
Hz. Peygamber İbn
Mes'ud'un elinden tutmuş ve namazda okunan teşehhüdü et-Tahiyyetü li'1-lahi de,
diyerek ona öğretmiş, sonra da "bunu
okuduğun zaman namazını bitirmiş olursun; artık dilersen kalkar, dilersen
oturursun" buyurmuştur. Bu hadisle ilgili Hakim en-Nisaburî şu
açıklamayı yapmaktadır:
"Hadisi, Hasan b.
Hür'den Züheyr ve bir başkası yoluyla çoğunluk bu şekilde rivayet etmişlerdir.
Bu rivayetteki "bunu okuduğun zaman" kısmı İbn Mes'ud'a ait bir söz
olup hadise ilave edilmiştir. Zira Hz. Peygamber'e ait olan kısmı teşehhüdle
bitmektedir
[344]. Bize ulaşan şu rivayet
bunun delilidir:
"... Alkame elimi
tuttu, İbn Mes'ud da Alkame'nin elini tutmuş, Hz. Peygamber de İbn Mes'ud'un
elini tutarak ona namazda okunacak teşehhüdü "et-Tahiyyatü ..." de,
diyerek öğretmiş. Ayrıca, Alkame İbn Mes'ud'un "teşehhüdü bitirdikten
sonra namazım bitirmiş olursun; artık ister oturur ister kalkarsın"
dediğini söyledi. Hâkim en-Nisaburî devamla "Anlayış sahibi kimse için İbn
Mes'ud'un sözü ile Hz. Peygamber'in hadisinin kolaylıkla birbirinden ayırdedilebileceği,
zira ravinin bu hadisi ziyade ile rivayet ettiğinin açık olduğunu, güvenilir
ravinin ziyadesinin ise makbul
olduğunu" demektedir
[345].
Hanefîler, hadisin
sonundaki kısmın İbn Mes'ud'un sözü değil, Hz. Peygamber'in kavli olduğunu
kabul etmişler ve hadisi (namazın sonunda) selamın vacip olmadığına dair delil
olarak kullanmışlardır. Ancak bu, hadis otoritelerinin görüşlerine aykırıdır
[346].
Ravinin hadisten dinî
bir hüküm çıkarıp aralarını ayırmaksızın Hz. Peygamber'in hadisi ile birlikte
zikretmesi sebebiyle meydana gelen idraca bir başka misal de Hişam b. Urve'nin
babasından, onun da Büsre bint Safvan'dan rivayet ettiği hadistir. Büsre,
Resûlullah'ı:
"Cinsel organına veya hayalarına dokunan
kimse abdest alsın" derken işittim demiştir. Bu hadisle ilgili
Dârekutnî şu açıklamayı yapmaktadır:
Bu hadisi ayrıca
Abdulhamid b. Ca'fer Hişam'dan rivayet etmiştir. Ancak hadisteki hayalar
kısmını zikretmek ve bunları Büsre'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettiği hadise
ilave etmek suretiyle hata etmiştir. Doğru olan ise bu kısmın merfu olmayıp
Urve'ye ait olmasıdır. Nitekim Eyyüb es-Sahtiyanî, Hammad b. Zeyd ve diğer
güvenilir raviler, Hişam'dan bu kısmı Urve'nin sözü olarak rivayet etmişlerdir.
Ayrıca, Hişam b. Urve'den babam:
"Cinsel organına
ve hayalarına dokunan abdest almadan namaz kılamaz" derdi şeklindeki
Urve'nin konu ile ilgili görüşü de nakledilmiştir
[347].
Hatîb el-Bağdâdî ise
bu hadisle ilgili şu açıklamayı yapmıştır:
"Urve, hadisin
lafzından, abdesti bozan şeyin şehvetin uyanması olduğunu düşünmüş, cinsel
organa yakın olan hayaları da bu çerçevede değerlendirerek onları hadise ilave
etmiştir. Ravilerden bir kısmı Urve'nin bu ifadesini hadisin bir parçası
zannederek hadis gibi, müdrec olarak nakletmişlerdir. Bazı raviler ise bu
durumu farketmişler ve hadisle Urve'nin açıklamasını birbirinden ayırmışlardır
[348].
Yukarıdaki
açıklamalardan, bir hadisin farklı rivayetlerinin birbirine arzedilmesinin, tenkitdçinin
hadisteki bazı lafızların Hz. Peygamber'e ait olmayıp aksine raviler tarafından
ilave edildiğinin tespitine imkan sağladığı görülmektedir. Hatta böylece,
bazan abdestin tam alınması hususundaki Ebu Hureyre hadisi ile, İbn Mes'ud ve
Büsre hadislerinde olduğu gibi, hadisteki ilavenin kime ait olduğu bile tespit
edilebilmektedir.
Muhaddislerin, hadisteki
ilave lafzı ayırdedebilmek için rivayetleri birbirine arzetmek dışında başka
bir metotları daha vardır. O da lafzın, Peygamber'in söylemesi imkansız olan
bir lafız olmasıdır
[349].
Biz bu metodu ileride yeri geldiğinde zikredeceğimiz üzere müstakil bir ölçü
olarak görüyoruz. Ancak hadisçiler, bu metodu hadisin bütününü değil de bazı
lafızlarım değerlendirmek noktasında sınırlı bir kullanım cihetine gitmişler ve
idrac başlığı altına girdiğini kabul ederek bu hususta bir veya iki misal
vermekle yetinmişlerdir. Halbuki bunun özellikle mevzuat kitaplarında birçok
misalini bulmak mümkündür.
Biz burada söz konusu
metotla idracın tespitine dair iki misal vermekle yetineceğiz. Ebu Hureyre'nin
rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Köle için iki ecir
vardır. Allah'a yemin olsun ki; Allah yolunda cihat etmek, hac yapmak ve anneme
iyilik etmek olmasaydı köle olarak ölmeyi islerdim". Bu rivayetin
"köle için iki ecir vardır" kısmı hadistir
[350].
Geri kalan kısmının Resûlullah'ın sözü olması ise mümkün değildir. Zira Hz.
Peygamber'in köle olmayı istemesi mümkün olmadığı gibi, kendisi daha çocuk
iken ölmesi sebebiyle annesine iyilik yapması da söz konusu olamaz. Dolayısıyla
bu kısım Ebu Hureyre'ye ait olup onun tarafından hadise ilave edilmiştir
[351].
Bu metotla idracın
tespitine diğer bir misal de İbn Mes'ud hadisidir. İbn Mes'ud, Resûlullah'ın:
"Uğursuzluk inancı şirktir. Bizden, az da
olsa bulunması sebebiyle ondan tamamıyla kurtulan olmamıştır. Ancak, Allah
tevekkül sebebiyle bizden onun günahını giderir" buyurduğunu nakletti.
Hadisi rivayet eden Tirmizî, onun hasen-sahih olduğunu ve hadisin sadece
Seleme tarikinden bilindiğini söylemektedir. Süleyman b. Harb, "bana göre
'bizden ondan tamamıyla kurtulan olmamıştır' kısmı İbn Mes'ud'un sözüdür"
[352]
demekte, San'anî de Hz. Peygamber'e az da olsa şirk izafe etmek olacağı için,
bu kısmın Resûlullah'a nisbetinin mümkün olmadığını söylemektedir
[353].
Netice olarak şunu
söyleyebiliriz; hadislerin rivayetlerini birbirine arzetme ölçüsü, hadislere
ilave olunan lafızları tespit etmek için tenkitçinin kullandığı yollardan
biridir. Böylece Hz. Peygamber'in hadislerini, onlara karışmış olan ravilerin
sözlerinden temizlemek ve Resûlullah'a ancak onun gerçekten söylediği sözleri
nisbet etmek, ravilerin içtihat ve fetvalarını ayırmak mümkün olacaktır.
Ayrıca böylece delil arayanın, dinî nas ile içtihat suretiyle elde edilen hükmü
birbirinden ayırması da mümkün olacaktır.
[354]
Rivayetleri birbirine
arzetmenin neticelerinden ikincisi ise muhaddislerin ifadesiyle iztırabtır.
Iztırab, hadisin sıhhat bakımından birbirine yakın farklı şekillerde rivayet
edilmesidir
[355]. Hadisin farklı her iki
rivayeti birbirine tercih edilemeyecek şekilde sıhhat bakımından müsavi ise, bu
hadise muztarib denmektedir
[356].
Şayet farklı iki rivayetten biri herhangi bir sebeple diğerinden üstün ise, bu
durumda bu rivayet alınır ve artık hadis olmakla tavsif edilemez
[357].
İki rivayetin arasında
ihtilafın bulunması ve sıhhat bakımından birbirine tercih edilemeyecek şekilde
aynı seviyede olmaları, ıztırabın iki önemli şartıdır. Bu itibarla biz,
ıztırabın tarifinde sened ve metnin birlikte düşünülmesi ve söz konusu iki
şarttan birisiyle yetinilmemesi gerektiğini düşünüyoruz.
Herhangi bir hadiste
ıztırabın bulunduğuna hükmetmek, aynı zamanda zımnen onun sahih olmadığını da
ifade etmek demektir. Nitekim İbnü's-Salâh, "Izdırab, ravinin zabt
yönünden zayıflığına delalet etmesi sebebiyle, hadisin zayıf sayılmasını gerektirir"
[358]
demekte; Sehavî de, ister sened, ister metinde olsun ıztırabın, ravısinin veya
ravilerinin zabt yönünden zayıflıklarına delalet etmesi sebebiyle, hadisin
zayıf sayılmasını gerektirdiğini söylemektedir
[359].
Muhaddislerin,
muztarib hadiste her iki rivayetin de müsavi olmasını ve tercih imkanının da
bulunmamasını şart koşmaları, muztarib hadise örnek bulmayı zorlaştırmaktadır.
Nitekim ilk dönem hadis âlimlerinin bu konuda örnek olarak zikrettiklerini,
daha sonraki âlimler, tercih imkanının olduğu veya bazan bilfiil tercih
edildiğini ileri sürerek kabul etmemişlerdir. Irakî de Elfiye adlı eserinin
şerhinde, metindeki muztaribe Fatıma bint Kays'ın rivayet ettiği "malda zekattan başka ödenecek hak vardır"
anlamındaki hadisi misal olarak vermiş ve "bu, te'vil ihtimali olmayan
bir ıztırabtır" demiştir
[360].
Ancak Suyûtî onu tenkit etmiş ve "Bu hadis, ıztırab için misal olmaya
uygun değildir. Zira senedindeki Şüreyk'in bu hadisi kendisinden rivayet ettiği
hocası zayıftır. Dolayısıyla hadis, muztarib olduğu için değil, ravisinin zayıf
olması sebebiyle merduttur. Ayrıca bu rivayetler arasındaki ihtilaf,
"Fatıma Hz. Peygamber'den her iki lafızla da rivayet etmiştir"
şeklinde te'vil edilebilir denildiğini nakletmiştir. Suyûtî devamla kendisini
Resûlullah'a sunan kadınla ilgili hadisin bir rivayetinde "seni onunla
evlendirdim" diğerinde ise "seni onunla evlendirdik" şeklindeki
ihtilaf ıztıraba verilecek daha doğru bir misaldir, demektedir. Ancak hadisin,
sahih olduğu, ayrıca önceki hadisin aksine, ihtilaflı olduğu söylenen
lafızların aynı anlama gelmesi sebebiyle tevili kolay olduğu için, ıztıraba örnek
verilmesi birinci hadisten daha çok tartışmaya açıktır. Bana göre ıztıraba
verilecek en güzel misal, daha önce zikrettiğimiz Besmele hadisidir. Nitekim
daha önce de geçtiği üzere, İbn Abdülber, onun illetinin ıztırab olduğunu
söylemiştir. Muztarib muallele de şamildir. Zira bazan illet, ıztırab
olabilmektedir
[361].
Suyûtî, burada ıztırab
için misal olarak Besmele hadisini tercih etmiştir. Ancak o, Besmele ile
ilgili hadisleri birbirine arzettiğinde, Besmelenin sesli okunmasını ifade
eden hadisi sessiz okunmasını bildiren hadise
tercih etmiştir. Şöyle ki;
Suyûtî, Besmele'nin
sesli okunmasını ifade eden hadisi rivayet eden sahabeleri saymış ve şöyle
demiştir:
"... Bu hadisi
rivayet edenlerin sayısı tevatür derecesine ulaşmıştır. Böylece daha önce
zikrettiğimiz Müslim hadisinin dokuz illeti bulunduğu ortaya çıkmakta olup,
bunların sonuncusu da tevatür derecesine ulaşmış kimseler tarafından rivayet
edilen hadise muhalif olmasıdır"
[362].
Görüldüğü gibi, Suyûtî burada Besmele'nin sesli okunmasını ifade eden hadisi
mütevatir olması sebebiyle tercih ediyor, Besmele'nin sessiz okunmasını ifade
eden hadisin ise dokuz illeti bulunduğunu söylüyor ve bunları sayıyor. Şu halde
iki hadisten biri mütevatir, ona muarız olan öbürü ise zayıf olduğu için, bu
örnek de muztaribe misal olarak verilemez. Bu durumda Suyûtî'nin de metindeki
muztaribe bir misal dahi verememiş olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bana göre
muhaddislerin ıztırab için ileri sürdükleri "rivayetler arasında tercih
imkanının olmaması" şartı tamamen hayalî ve realiteye aykırıdır. Şöyle
ki; ıztıraba herhangi bir misal verilmiş olmasın ki, onun hakkında, bu rivayet
muarızına tercih edilir, denmemiş olsun..., İster metindeki, isterse seneddeki
ıztıraba verilen her misal için âlimlerden biri çıkıp rivayetlerden birinin
diğerine tercih edildiğini söylemiştir. Nitekim Hakim en-Nisaburî'nin
Ma'rifetü ulumî'l-hadis isimli eserinde zikredilenlerden, onları aynen
nakleden son dönem eserlerine kadar ıztırab için verilen misallerin durumu
bundan ibarettir. Hatta zaman zaman sonraki âlimler, Hâkim en-Nisaburî'nin
örnek olarak verdiklerini nakzedecek, böylece onları faidesiz hâle getirecek
misaller de nakletmişlerdir.
Söz konusu şart,
ıztıraba misal bulmak mümkün olmayan hayali bir şart olduğuna göre; biz bunu
hayalî olmaktan çıkarıp uygulanabilir ve örneklendirilebilir şekle neden
getirmeyelim? Böylece, bir hadisin rivayetlerini birbirine arzetmenin faydası
ve semeresi görülmüş ve ondan istifade imkanı elde edilmiş olacaktır. Bu da
söz konusu şartı "tercih imkanının olmaması" yerine, "tercihin
zor olması" şeklinde hafifletmekle mümkün olacaktır.
Buna göre rivayetleri
tearuz eden, Resûlullah'ın söylemesi mümkün olmayacak şekilde ihtilaflı ve
aralarında tercih de zor olan her hadis muztaribdir. Bu tarif, her ne kadar
isnaddaki ıztıraba da şamil ise de, daha
çok metindeki ıztırabla ilgili olup bunu göre
muztaribe onlarca misal vermek de mümkündür. Ayrıca tercih edilsin veya
edilmesin muhaddislerin verdikleri misaller de sözü edilen tarife uygun
olacaktır.
Burada "tercihin
zor olması" ile, ihtilaflı iki hadisin birinin açıkça sahih diğerinin de
açıkça zayıf olmasını değil, her ikisinde de birbirine yakın oranda şahinliğin
bulunmasını kasdelliğini bilinmelidir. Aksi halde, böyle bir durumda iki
rivayet arasında bir eşitlik yoktur ki ıztırab meydana gelsin.
"Tercih imkanının
olmaması" ile, tarifimizde ileri sürdüğümüz "tercihin zor
olması" arasında çok önemli bir fark vardır. Zira birincide tercih imkanı
her yönden nefyedilmekte, ikincisinde ise söz konusu iki rivayetin, kuvvet bakımından
birbirine yakın olması sebebiyle birini diğerine tercih imkanı nefyedilmemekte,
zorluğundan bahsedilmektedir. Böyle bir durumda iki rivayetten birini diğerine
lercih eden âlim bulmamız uzak ihtimal olmayacaktır. Bazan bir başkası ona
muhalefet edecek ve öbür rivayeti tercih edecektir. Şayet iki rivayetten biri
açık bir şekilde öbüründen üstün olsaydı, bu noktada ıztırabtan bahsedilemezdi.
Şu halde iki rivayetten birinin tercihi tamamıyla tercih eden kimsenin
içtihadına göre olup bir başkasını bağlamaz. Ayrıca tercih konusunca farklı
yaklaşım ve ihtilaf da mümkündür. Bu ise, tercihin olmadığını değil, zor
olduğunu gösterir.
Söylediklerimizi şöyle
bir misalle açıklayabiliriz:
Resûlullah'a bir kadın
geldi ve kendisini ona sundu. Bu esnada orada bulunan bir adam:
Ya Resûlallah, onu
bana nikahlayınız, dedi, Hz. Peygamber de o kimseye, "Kur'an'dan bildiğin
karşılısında onu sana nikahladım", diğer rivayette "Kur'an'dan
bildiğin karşılığında onu sana tezvic ettim", üçüncü rivayette
"Kur'an'dan bildiğin karşılığında onu sana temlik ettim” dördüncü
rivayette "Kur'an dan bildiğin karşılığında onu sana nikahladık",
beşinci rivayetle Onu sana verdik", altıncı rivayette isi "Kur'an'dan bildiğin karşılığında onu al”
buyurmuştur
[363].
Suyûtî bu hadisle
ilgili şu açıklamayı yapmaktadır; "Hadisteki lafızlardan hiç biri delil
olarak kullanılamaz. Söz gelimi, bir Hanefînın, yukarıdaki lafızlardan hareket
ederek temlikin bir nikâh tabiri olduğunu söylemesi caiz olmaz
[364].
Bu misalde,
rivayetlerin ihtilafında manen rivayetin etkisi açıkça görülmektedir. Bu-
noktada, olayın tekrar ettiğini söylemenin mümkün olmaması sebebiyle
rivayetlerin arası cem edilemez. Nitekim âlimler, söz konusu hadisenin tek bir
olay olduğunda ittifak etmişlerdir. Ayrıca Hz. Peygamber'in, tek bir nikâh akdi
için bu lafızların hepsini söylemesi de mümkün değildir. Resûlullah'tan böyle
bir durum ne bilinmektedir, ne de düşünülebilir.
Herhangi bir kimsenin,
bu hadisin rivayetlerinden sadece "tezvic" lafzının nikâhta
kullanılmasının zorunlu olduğuna bu hadisi delil göstermesi doğru olmaz. Zira
bu rivayetlerin hepsi güvenilir yollarla nakledilmiştir. Böyle bir durumda
ise, herhangi bir tercih sebebi olmadan diğerlerini bırakıp sadece biriyle
istidlal etmek doğru değildir. Metinde hadisin zayıflığına hükmedilmesine sebep
olan ıztırab da budur.
Buna Fatıma bint Kays
hadisi de örnek olarak verilebilir. Fatıma şöyle anlatmaktadır:
"Hz. Peygamber'e
zekat soruldu. O:
"Malda zekattan başka hak da vardır"
buyurdu. Sonra "iyilik, yüzlerinizi
doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir"
[365]
mealindeki ayeti okudu. Bu hadisi, Tirmizî rivayet etmektedir
[366].
İbn Mâce'nin rivayetinde ise hadis, "malda zekatın dışında başka bir hak
yoktur"
[367] şeklindedir.
Birbirine zıt olan bu
iki rivayeti zorlama olmadan cem etmek mümkün değildir. Nitekim Suyûtî'nin,
Tedrîbu'r-ravi isimli eserinde bu hadisle ilgili yaptığı cem şöyledir:
"Fatıma'nın
hadisi her iki lafızla da Resûlullah'tan rivayet etmesini şu şekilde yorumlamak
mümkündür:
Zekattan başka hakkın
bulunduğunu ifadeden müstehap hak; olmadığı ifa'de edilen lafızdan maksat ise
farz haktır"
[368].
Görüldüğü gibi, bu iki hadisin arasını cem etmede zorlama bulunmaktadır.
Buradaki ihtilaf, bir
raviden gelen hadisle olup, her iki sened zincirindeki raviler de hemen hemen
ayın kişilerden meydana gelmektedir.
Tirmizî ve İbn
Mâce'nin rivayetlerinde sened aynı olup Şüreyk+Ebu Hamza+eş-Şa'bî ve Fatima
bint Kays şeklindedir. Her iki rivayetteki metnin tek bir metin olduğunda da
şüphe yoktur. Böyle bir durumda ise, iki rivayetten birini tercih etmek oldukça
zordur.
Ravilerden biri -Ebu
Hamza gibi- zayıf olsun veya olmasın, rivayetlerden birini tercih etmekteki
zorluk (ıztırab) ve rivayetler arasındaki tenakuz, bu hadisin zayıf olduğuna
hükmedil meşini gerekli kılmaktadır.
Bir hadisin farklı rivayetlerini
birbirine arzetmek suretiyle elde edilen ikinci netice budur. Söz konusu arz
ile muhaddis, aralarını cem etmek zor olan farklı rivayetlerde ihtilaf ve
ıztırabın bulunduğunu tespit edecektir. Muhaddis bu farklı rivayetleri bir araya
getirip birbirine arzetmemiş olsaydı, ıztırabın varlığını tespit etmesi mümkün
olmayacaktı.
Farklı rivayetlerin
bir araya getirilmesi, muhaddisi bunların aralarını cem etmeye, başka bir ifade
ile birini diğerine tercih etmeye sevk eder. Farklı rivayetler konusunda muhaddislerin
teşvik edip gayret ettikleri hedef, rivayetler arasındaki bu ihtilafı
gidermektir. İnsan her zaman hedefine ulaşamayacağı için herhangi bir hadiste
ıztırab bulunması durumunda muhaddislerin iki rivayetten birini tercihte
ittifak etmeleri ise son derece zordur. Zira her âlimin bilgisine ve
araştırmadaki metoduna göre bakış açısı daima farklı olmaktadır. Bir âlimin
bir rivayeti, diğerinin ise öbür rivayeti tercih etmeleri de bundan
kaynaklanmaktadır. Bu durumda her âlim kendi içtihadına göre hareket edecektir.
[369]
Rivayetleri birbirine
arzetmenin neticelerinden üçüncüsü, hadisin metninde kalb (kelimelerde
takdim-tehir) bulunup bulunmadığını ve Hz. Peygamber'in söylediği gerçek metnin
bozulup bozulmadığını tespit etmektir. Kalb, hadisin ravilerinden birinin Hz.
Peygamber'in sözünü tam olarak hıfz edememesinden dolayı hadisin lafızlarını
mânayı bozacak şekilde takdim-tehir yapmasından kaynaklanmaktadır
[370].
Kalb diye ifade edilen
hadis metnindeki bu değişikliğin boyutu, metnin değişik rivayetlerine göre
farklılık arzetmektedir.
Muhaddisler kalb ile
ilgili bir kısmı, Sahîhayn'de de bulunan hadislerden misaller vermişlerdir. Bu
durum, hadiste yapılan kalbin hadisin sahihliğine engel olmadığını
göstermektedir. Nitekim bazan bir hadiste hem kalb bulunduğu söylenir, hem de
sahih olduğu ifade edilebilir. Ancak hadisçiler sıhhat açısından hadisi
sahih-hasen-zayıf şeklinde ayırmışlar, maklub (metninde takdim-tehir yapılan)
hadisi ise zayıf hadis çeşitlerinden saymışlardır
[371].
Nitekim San'anî "maklub, zayıf hadis çeşitlerindendir"
[372]
demektedir. Maklub hadisin zayıf veya sahih hadis olduğu hususundaki bu
ihtilaf, onun, sened ve metne şamil olması ve çeşitlilik arzetmesinden
kaynaklanmış olabilir. Bu itibarla durumuna göre maklub hadise zayıf, sahih
veya hasen hükmü verilebilmektedir
[373].
Herhangi bir rivayette
kalb olması ravisinin zabt bakımından zayıf olduğuna delildir. Zira ravi zabt
bakımından zayıf olmasaydı rivayetinde takdim-tehir yapmazdı. Bu noktada sahih
hadisin şartlarından birinin de zabtın tam olması olduğunu unutmamalıyız.
Nitekim ravinin zabtı azaldıkça hadis de şahinlikten zayıflık derecesine doğru
iner.
Müslim'in, Sahîh'inde
Ebu Hureyre'den "hiçbir gölgenin bulunmadığı günde (kıyamette) Allah'ın
arşının gölgesinde bulunacak yedi kimse" ile ilgili rivayeti, sahih
hadiste bulunan kalbin örneklerinden biridir. Bu rivayette Resûlullah şöyle
buyurmaktadır:
"... Sol elinin verdiğini sağ eli bilmeyecek
kadar gizli sadaka veren kimse"
[374]
Buhârî
[375] ve Müslim
[376] bu
hadisi sahihlerinde rivayet etmişlerdir. Bir başka rivayette hadis
"... Sağ elinin
verdiğini sol eli bilmeyecek kadar" şeklinde geçmektedir. Zira vermekte
adet sağ elin kullanılmasıdır. Bu da hadiste kalb olduğuna delildir. Ancak İbn
Hacer bu hususta şu açıklamayı yapmaktadır: "Bazı kimseler bu durumu
infaki sağ elle yaparsa sadakayı gizlememiş olur; bu bakımdan sol el ile infak
sağ el ile yapılandan daha faziletlidir şeklinde yorumlamışlardır". İbn
Hacer'den bu görüşü nakleden Emir es-San'anî ise şöyle demektedir:
"Burada konu, hangi
elle verilen sadakanın daha faziletli olacağı hususu değil, aksine rivayetin
ittifakla nakledildiği bilinen hadise ve bir şeyi verirken sağ eli kullanma adetine
muhalif ve maklub olmasıdır".
Sahih hadiste bulunan
kalbin başka bir misali de Buhârî'nin Sahîh'inde Ebu Hureyre'den rivayet ettiği
"o gün cehenneme "Doldun
mu?" deriz. O da: "Daha var mı?" der"
[377]
ayetinin tefsiri hakkındaki cennet ve cehennemin tartışmaları ile ilgili
hadistir. Ayetin tefsiri hakkındaki bu hadis şöyledir:
"Cehennem için Allah dilediği kadar kimse
yeniden yaratır, cennete gelince, Allah hiç kimseye zulmetmez"
[378].
Emir es-San'anî bu hususta şu açıklamayı yapmaktadır:
"Yeniden yaratma
cehennem için değil cennet için olacaktır. Bu rivayette bazı ravilerin kalb
(takdim-tehir) yaptığı anlaşılmaktadır. Rivayetin doğrusu "cennet için
Allah dilediği kadar kimse yeniden yaratır. Cehenneme gelince Allah hiç kimseye
zulmetmez" şeklindedir. Buhârî ve Müslim hadisi Ebu Hureyre'den birçok
yolla, Enes'den de ihtilafsız olarak bu şekilde rivayet etmişlerdir. Nitekim
Allah (c.c.) da "Biz bir peygamber
göndermedikçe (kimseye) azab edecek değiliz"
[379]
buyurmaktadır. Bu durumda Allah cehennemde yanmak üzere yaratacağı kimseye
peygamber göndermeksin zin ve onu mükellef (almaksızın azab etmiş olur. Bu ise
"Senin Rabbin hiç kimseye
zulmetmez"
[380]
buyuran Allah hakkında asla caiz olmayan bir husustur. Ayrıca Allah'ın
cehennemi doldurmak üzere yeniden insan yaratması sünnetullahın değişmesi
demektir. Halbuki O'nun sünnetinde değişme olmaz"
[381].
Bu misalde hadis
metninde yapılan kalb ile hadisin anlamının değiştirildiği ve Resûlullah'ın
kastettiği anlamın dışına çıkıldığı, dolayısıyla Allah'a zulüm nispet edildiği
açıkça görülmektedir. Allah'a zulüm nispet edilmesini ise akıl ve mantık
reddettiği gibi diğer sahih rivayetler de reddetmektedir.
Ayrıca biz hadis
metninde kalb bulunduğunu iddia eden kimsenin buna dair delillerini ortaya
koyması gerektiği görüşündeyiz. Zira muhaddislere göre, herhangi bir kimsenin
"Şu rivayet buna muhalif olması sebebiyle bu hadis maklubtür" demesi
yeterli değildir. Aksine hadisin metninde kalb olduğunu delilleriyle muhatabı
ikna edecek şekilde ispat etmesi ve yorumlaması gereklidir. Bu da ancak
gerçekten hadisteki anlamı bozacak, hazan da tam aksine mâna kazandıracak bir
kalb bulunması ile mümkün olabilir. Ancak böylesi bir farklılık bulunduğunda
kalbin mevcudiyetine hükmedilebilir.
Yukarıda verilen
bilgilerden kalbin, ravi tarafından farkında olmadan metindeki sıralamanın
kelimeleri takdini-tehir yapmak suretiyle bozulması (değiştirilmesi) olduğu
anlaşılmaktadır. Bir metinde kalb olduğunu anlamanın ve bundan emin olmanın
yolu ise, söz konusu hadisin bütün rivayetlerini bir araya getirmektir. Bu
rivayetleri birbirine arzetmek suretiyle münekkit muhaddis, hadis metnindeki
kalbin yerini tespit edebilir. Nitekim hasmı ikna etmek ve susturmak için iki
rivayetten sadece birinde kalb bulunduğunu gösteren, ikna edici bir delil
ortaya koymak zorunludur.
Bir hadiste kalb
bulunduğu sabit olunca zayıf vasfını kazanır. Ancak buradaki zayıflık
nitelendirmesi metnin bütün rivayetlerini içermez aksine içinde sadece kalb
bulunan rivayetle sınırlı kalır. Böylece tenkidci hadisin şahinlik şartlarından
biri olan ravinin zaptının tam olması özelliğinin söz konusu hadisin
ravilerinden birinde bulunmaması sebebiyle kalbin vaki olduğunu anlar. Böyle
bir rivayet hakkında söylenebilecek en hafif söz; onun zayıf; diğer rivayet veya
rivayetler ile Hz. Peygamber'den bilinen hükümlere muhalif olmasıdır.
Bir hadisin farklı
rivayetlerinin birbirine arz edilmesinin üçüncü sonucu da budur. Görüldüğü
gibi, Resûlullah'ın söylediği sahih nassı ortaya koymak açısından bu netice
öncekilerden daha az önemli değildir.
[382]
İlk dönem âlimleri
tashif ile tahrif arasında herhangi bir fark görmüyor, ayırım yapmıyorlardı.
Kelimenin yazılışında gerek noktalamasında gerekse kelimenin şeklinde
(harflerinde) yapılan hataya tashif ve tahrif demekteydiler. Nitekim konuyla
ilgili eserinin mukaddimesinde Askerî Şöyle demektedir:
"Yazılışında
birbirine benzemesinden dolayı problemli olan ve bu sebeple de tashif ve tahrif
bulunan lafız ve isimleri açıkladım"
[383].
Daha sonra İbn Hacer tashif ve tahrifin farklı anlamlarda olduğunu, şekli
itibariyle aynı kalmakla birlikte noktalamadaki yanlışlık sebebiyle kelimedeki
harf veya harflerin değişmesine tashif; kelimenin şeklinde meydana gelen
değişmeye de tahrif denilmesi gerektiğini ileri sürerek şöyle demiştir:
"Kelimedeki
değişiklik, noktalamadan kaynaklanıyorsa hadis musahhaf (tashif); kelimenin
şekli değiştirilmişse, muharreftir (tahrif)."
[384] İbn
Hacer'in tarifindeki şekilden kasdı muhtemelen harekelerdir. Bu duruma göre
onun bu ayırımı, tahrif ve tashifin bütün şekillerini kapsamamaktadır. Söz
gelimi Zeyd b. Sabit'in Hz. Peygamber'den rivayet ettiği "Resûlullah
mescidde kan aldırdı" hadisinde geçen kelimesi değiştirerek Namaz kılmak
için Resûlullah hasır veya kamıştan mescidde kendisine bir hücre yaptı,
şeklinde rivayet edilmiştir. Söz konusu rivayeti sema yoluyla değil, doğrudan
kitaptan nakletmesi sebebiyle değişikliği (tashif) yapan İbn Lehîa'dır
[385].
Bu misaldeki kelimede
meydana gelen değişikliği İbn Hacer'in bahsettiği tashif ve tahriften herhangi
birine dahil etmek mümkün değildir. Zira bu örnekte kelimedeki değişiklik, bir
harfin yerine ötekini koymak şeklinde olup, bu da yapılan taksimin dışında
kalmaktadır. İbn Hacer bu taksimi ile ilk dönem âlimlerinin tashif ve tahrif
anlayışından belli noktalarda geride kalmaktadır. Nitekim Dârekutnî tashifin
işitme ile ilgili olanının ve görmeye yönelik kısmının bulunduğunu söylemiş
[386];
İbnü's-Salâh ise tashifi, harf ve kelime, lafız ve anlam, görme ve işitme
şekilleri ile İbn Hacer'in musahhaf ve muharref tabirlerini kapsayacak tarzda
ele almıştır
[387]. Tashifi bu geniş
anlamıyla ele almak daha doğrudur. Çünkü bu, İbn Hacer'in taksimi içine
girmeyen, ancak onun şekilden muradının kelimenin görünüşü olduğunu kabul
ettiğimiz zaman -ki bu da uzak bir ihtimaldir- girebilecek olan çeşitli tashif
şekillerini içermektedir.
Tashif, hadisin farklı
rivayetlerini birbirine arzetmek suretiyle bilinebilir. Bu metot, özellikle
senedde meydana gelen tashiflerde söz konusu olup, metindeki tashif için az
kullanılmaktadır. Zira metinlerdeki
tasnifleri hadis metinlerine aşina olan kimse sadece
okumakla tespit edebilir. Burada herkesin değil, özellikle hadis metinlerine
muttali olanların söz konusu tasnifleri tespit edebileceğini zikretmek
istiyorum. Zira Resûlullah'ın hadisleri hususunda yeterli bilgisi olmayanların,
doğru ile yanlışı tespit etmesi mümkün değildir. Çünkü bu kimseler, bazan yanlış
duyarlar fakat onun ilk anda doğru olduğunu zannederler. Bu ise, söz konusu
kimselerin Hz. Peygamberin hadislerini yeterince mütalaa etmemeleri ve bu
husustaki bilgilerinin azlığından kaynaklanmaktadır. Hadislere muttali olan
kimse ise, onları sıkça mütalaa ettiği için metinlerdeki tasnifleri az bir
düşünme ve zihnî faaliyetle bilebilir.
Metindeki tashif ve
tahrifi tespit için, sadece hadisin farklı rivayetlerini karşılaştırmak
yeterli değildir. Ayrıca Arap dilini ve farklı kullanımlarını bilmek de
gerekmektedir. "Ebu Musa el-Anzî hadisi" bu görüşümüzü teyit
etmektedir. O, Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
"Sizden biri kıyamet günü böğüren inek veya
meleyen koyun getirmesin". Bu hadisteki (bağıran koyun) kelimesinde
ravilerden biri tashif yapmıştır. Doğrusu ise aynı anlamdaki "(meleyen koyun)
kelimesidir. Böyle bir hadisi, iyi bir lügat ve garibu'l-hadis bilgisine sahip
olan kimseden başkası düzeltemez. Zira işin başında olan bir tarafa, veya
kelimelerinin anlamını ihtisas sahiplerinin çoğu dahi bilmemektedir.
Enes'in rivayet ettiği
"...sonra lâ ilahe illallah deyip de
kalbinde zerre miktarı hayır olan kimse cehennemden çıkacaktır..." hadisinin metninde geçen " (zerre)"
kelimesi yerine Şu'be "(züre)" kelimesini zikretmiştir
[388]. Bu
ve benzeri tashifi bilmek ve düzeltmek hadis ilminde ileri seviyede olmayan
kimse için de mümkündür.
Hadisleri bizzat
hocalarından değil, doğrudan sahife ve kitaplardan almak, muhaddislerin tashif
ve tahrif yapmalarına sebep olmuştur. Bu bakımdan az kullanılması sebebiyle
bilinmeyen (garib) lafzın, zihne iyice yerleşmesi ve tashif olmaması için
muhaddisler, hadislerin bizzat hocadan alınmasını tavsiye etmekteydiler.
Nitekim muhaddisler, hadisleri hocadan sema yoluyla almadan, doğrudan
sahifelerden alanları da kınamışlardır. Zira bunlar, en çok tashif ve hata
yapan kimselerdi. Hadisleri doğrudan
sahifelerden almaları ve rivayetlerinde tashif ve
tahrif yapmaları sebebiyle bu kimseler "sahafîler" diye
isimlendirilmişlerdir.
Hakîm en-Nisaburi’nin
verdiği bilgiye göre, Muhammed b. Ali el-Müzekkir, "(arasıra ziyaret et ki
daha çok sevilesin) hadisinde "(ziraatımız kına otu olarak arttı)
şeklinde tashif yapmış sonra da bunu açıklamak üzere şu uzun hikayeyi
anlatmıştır:
"Bir kavim
ekinlerinin öşrünü vermiyorlar, ondan tasaddukta da bulunmuyorlardı. Bunun
neticesinde ektikleri ekinin hepsi kına otu oldu
[389].
Böylece o, sadece hadiste tashif etmekle yetinmemiş, ikna etmek amacıyla söz
konusu lafzın söyleniş sebebini de anlatmıştır. Bu ve benzeri kimseler hadis
uydurup, Resûlullah'a yalan isnad etmişlerdir. Zira tashif yapılan kelime ne
lafzı ne de anlamıyla kesinlikle Resûlullah'ın sözü değildir. Ancak tasnifte
bulunan ravi, bunu yalan söyleme kasdıyla rivayet etmediği için yalan isnad
etmenin vebalinden kurtulabilir. Hâkim'in zikrettiği rivayete gelince bundan
söz konusu kişinin kurtulacağını zannetmiyorum.
Tashif, bulunduğu
hadisin taşıdığı dinî hüküm üzerinde çok etkili olabilir. Böylece bazan haram
olmayan hususun haram, sünnet olmayanın sünnet olduğuna delalet edebilir. Bu
ise dine çok zarar verir. Nitekim Muaviye hadisinde "ResûIullah hutbeyi
şiir gibi okuyanları lanetlemiştir" denilmektedir. Ravilerden biri hadiste
geçen hutbe anlamındaki kelimesini odun anlamına gelen, şiir anlamındaki
kelimesini ise saç anlamındaki şeklinde tashif etmiştir. Bunu duyan bazı
denizciler ise (oduna) ihtiyacımız çok bu durumda biz ne yapacağız? Demekten
kendilerini alamamışlardır
[390].
Buradaki tashif,
Allah'ın helâl kıldığı odunları parçalamanın haramlığına inanmaya sebep
olmuştur. Böylece buna ihtiyaç duyanlar ya haram olduğuna inandıkları bir
hususu yapmak veya rızıklarını temin ettikleri işlerini terketmek gibi iki acı
durumdan birini yapmakla karşı karşıya kalmışlardır. Bu sebeple muhaddisler
hadis metinlerinde yapılan tasnifleri düzeltmeye ve hadis talebelerini de
farkında olmadan Resûlullah'a yalan isnad etmeme hususunda uyarmaya özen
göstermişlerdir. Bunun neticesinde hadis öğrencileri hadisleri sahife ve
kitaplardan değil, bizzat hocadan almaya gayret etmişlerdir. Bütün bu gayretlere
rağmen tashif yapmaktan tamamıyla kurtulanlar son derece azdır. Nitekim Ahmed
b. Hanbel "Hata ve tasniften tamamen uzak olan var mıdır?"
[391] Demiştir.
Tashif veya tahrif
bulunan hadis hakkında sırf bu sebeple zayıf hükmü verilemez. Zira dil veya kalem
hatası Resulullah'tan sahih olarak gelen hadisi zayıf hâle getiremez. Aksine,
böyle bir rivayetteki tashif ve hata düzeltilir. Ayrıca hadisteki tashif kalb
veya ıztırabda olduğu gibi ravinin zabtının olmadığına da delil olmaz. Aksine
bu, telafisi mümkün bir hata olup, metni gerçek şekline çevirmek imkan
dahilindedir. Bu araştırıcının doğruyu tespit edebilmesi için, hadisin
rivayetlerini bir araya getirip birbirine arzetmek şeklinde olabileceği gibi,
hatası çok açık olması halinde buna ihtiyaç olmadan kolay bir şekilde de
olabilir.
Rastgele herkesin bu
işe el atmaması amacıyla muhaddisler tashif hatasının düzeltilmesinin bu konuda
uzman olan kimse tarafından yapılmasını şart olarak ileri sürmüşlerdir. Zira
herkes tarafından bilinmeyen birçok kelime vardır ki; kişi onda tashif
yapıldığını zanneder, halbuki söz konusu kelime doğrusu olup onda herhangi bir
tashif bulunmamaktadır. Bu hususta misal olarak Sehavî Fethu'l-mugîs adlı
eserinde şu açıklamayı
yapmakladır:
"Bir adam Hz.
Ömer'e sabi kurban olarak
kesilir mi?" diye sordu. Hz. Ömer:
Zaby (ceylan) desen ne
lazım gelir?" dedi.
Adam bu farklı bir
lehçedir deyince Hz. Ömer ona:
Seni azarlamaktan
vazgeçtim, sona erdi, dedi"
[392].
Bu itibarla hadis
metinlerinde yapılan tasnifleri düzeltmeye kalkışan kimsenin Arapça'yı,
kelimenin türevlerini bildiği gibi, Arap kabilelerinin lehçelerini ve
kelimeleri kullanımlarını da bilmesi gereklidir. Zira Hz. Peygamber'e değişik
kabilelerden insanlar geliyor ve Resûlullah onlara kendi lehçelerine göre
açıklamalarda bulunuyordu. Bu bakımdan, herhangi bir kelimenin bilinen lehçeye
muhalif olması sebebiyle tashif yapıldığına hükmedilemez. Zira söz konusu
kelimenin başka bir lehçede kullanımı mevcut olabilir. Nitekim Yemenli biri
Resûlullah'a (Seferde oruç tutmak ayrıca sevap mıdır?) diye sorduğunda Hz.
Peygamber onun lehçesi ile cevap vererek şöyle buyurmuştur:
(Seferde oruç tutmakta
ayrıca sevap yoktur)
[393]. Bu
hadis hakkında herhangi biri, "bunda tashif vardır, zira doğrusu diğer
rivayetlerinde olduğu gibi şeklindedir" diyemez
[394].
Burada tasnifi
düzelten kimsede bulunması gereken özellikler ile ilgili Askerî'nin görüşlerini
zikretmemiz yerinde olacaktır:
Bu konuda o şöyle
demektedir:
"...Tashifi ancak
birtakım özellikleri taşıyan kimse doğru olarak düzeltebilir. Değişik ilimleri
bilen, âlim ve mütekaddiminden, nakletmiş olduğu rivayetleri ezberlemiş olan
ravilerle görüşen, hadisi sahife ve kitaplardan değil, bizzat hocalardan sema
yoluyla alan, yorucu olmasına rağmen araştırmayı tercih edip taklitten
hoşlanmayan, rivayet ve dirayete hakim, yeterince hadis talebinde bulunmuş ve
ona özen göstermiş, hatadan en çirkin kusurdan kaçınır gibi sakınmış, Allah
kendisine zeka ve akıl vermiş kimseler tasnifleri düzeltebilirler. Tasniften
korunmak, çok bilgi, çok rivayet ve kelamın siyak-sibakını, kelimenin içinde
ona bitişik ve ondan sonra gelmesi caiz olmayanı bilmekle olur
[395].
Bu açıklamalardan
sonra rivayetleri birbirine arzetmenin üçüncü neticesinin de hadis metinlerinde
bulunan tashif veya tahrifi bilmek ve bir kısım ravilerin rivayetlerini
doğrudan sahifelerden almalarından kaynaklanan tasnifleri düzeltmek için
muhaddislerin gösterdikleri gayretleri tespit etmek olduğunu açıkladık. Ancak
biz bazı muhaddislerin tashifleri düzelttiklerini fakat bunların son derece az
olduğunu, bu konudaki faaliyetin Hz. Peygamber'in hadisine önem veren özellikle
garibu'1-hadis konusunda ihtisaslaşmış lügat âlimleri tarafından
gerçekleştirildiğini görmekteyiz. Bu da çoğunlukla hadis metinlerinde bulunan
tashif ve tahrif, ravilerin bilmemesi sebebiyle yazılış, rivayet ve
telaffuzunda hata ettikleri garib kelimelerde meydana gelmektedir.
Garibu'l-hadis konusunda ilk eser telif eden Nadr b. Şümeyl veya Ebu Ubeyde
Ma'mer b. el-Müsenna, sonra Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, daha sonra ise Ebu Süleyman
el-Hattabî... Olmuştur."
[396]. Bu
müelliflerden ilk üçü hadisçi olmamakla birlikte, Resûlullah'ın hadislerinde
bulunan garib kelimelerin açıklanmasında muhaddisi erden daha çok hizmet
etmişlerdir. Muhaddislerin çoğu ise bu konuda ehil olmadıkları için,
bilmedikleri hususta yazan kimselerden olmamak için bu konuya dalmamışlardır.
Ancak onlar rivayetleri birbirine arzetmeleri sonucunda gördükleri hataları
düzeltmiş, insanlara doğrusunu açıklamışlardır. Onlar bilmedikleri konularda
ise mes'ul olamazlar, zira her ilimle onun ehli olan kişiler ilgilenmelidir.
Abdullah b. Mübarek:
"Benden hadis
işittiğinizde onu lügat âlimlerine gösterin ve doğrusunu tespit edin"
[397]
diye söylemiş, Süfyan da: "Saîd b. Şeyban lügat âlimiydi, bir gün (cennet
meyvelerinden yersin) dediğini işitti ve hatamı düzelterek okumalısın dedi, ben
de ondan sonra bu tarzda naklettim" demiştir
[398].
Muhaddisler,
rivayetlerinde dil hatası (lahn) ve tashif yapmamaları için hadis talebelerini
nahiv ve lügat öğrenmeye teşvik ediyorlardı. Nitekim Hammad b. Seleme:
"Nahiv bilmeden
hadis öğrenmeye çalışan kimse, içinde arpa olmayan burun torbası (yemlik)
taşıyan merkep gibidir"
[399]
demiştir.
Esmaî de şöyle bir
hâdise anlatmaktadır:
"Şu'be'nin
meclisinde bulunuyordum, o tarzında bir rivayette bulundu. Ben, diye hatırlattım;
bana baktı ve 'onun dediğini alın, zira o lugati bizden daha iyi bilmektedir'
dedi. Bu kelimeyle ilgili Ebu Bekir b. Düreyd şu açıklamayı yapmıştır:
Kuş gagasıyla bir şey
yediğinde (kuşun gagalamasını işittim) denir. Bal arısına da ağaçlardan yerken
vızıldadığı için denmektedir. Ceres gizli ses demek olup, ses anlamındaki savt
kelimeleriyle ilgilidir
[400].
Görüldüğü gibi her ilmin bir mütehassısı bulunmaktadır.
[401]
Rivayetleri birbirine
arzetmenin dördüncü neticesi ve semeresi ise, bazı rivayetlerde veya birinde
bulunup diğer rivayetlerde olmayan bir kelimeyi tespit etmektir. Muhaddislerin
"ziyâdetü's-sika" diye ifade ettikleri bu olup; bir hadisi aynı
isnad ve aynı metinle bir grubun rivayet etmesi, ravilerden bir kısmının ise
söz konusu hadisi diğerlerinin rivayet etmediği bir fazlalık ile nakletmesi
şeklinde meydana gelmektedir
[402].
Güvenilir ravinin
hadiste yaptığı ziyadenin makbul olup olmadığı hususunda âlimlerin bakış
açıları farklı olmuştur. Fakih ve muhaddislerin çoğu, ziyadenin dinî bir hüküm
ifade edip etmemesi, ziyadesiz rivayetin ortaya koyduğu bir hükmü kaldırıp
kaldırmaması, mevcut bir hükmü değiştirip değiştirmemesi, ziyadenin söz konusu
ravinin ziyadeii kısmı daha önce rivayet etmeyip sonra rivayet etmesi veya sözü
edilen ziyadeyi başka bir ravinin de nakledip etmemesi gibi hususlara
bakmaksızın güvenilir ravinin tek başına naklettiği (teferrüd ettiği) ziyadeyi
makbul saymışlardır
[403].
Güvenilir ravinin tek
başına rivayet ettiği ziyadeyi hüküm ifade ediyorsa kabul edip, hüküm ifade
etmiyorsa kabul etmeyenler yanında, ziyadenin manen değil, lafzen rivayet
edileninin kabul edilebileceğini söyleyenler de vardır.
Kendilerinin Şafiî
mezhebine mensup olduğunu iddia eden bir grubun bu konuda şöyle dedikleri nakledilmiştir:
"Sika ravinin ziyadesi, söz konusu ziyade kendisine değil de başkasına
aitse kabul edilir, eğer sözü edilen ravi önce ziyadesiz sonra ziyadeii rivayet
ediyorsa böylesi ziyade kabul edilmez".
Hadisçilerden bir
kısmı ise bu konuda şöyle demişlerdir:
"Kendisiyle
birlikte hadis hafızları da rivayet etmedikçe sikanın tek başına rivayet ettiği
ziyade makbul değildir. Zira hadis hafızlarının bu ziyadeyi bilmemeleri ve
nakletmemeleri sözü edilen ziyadenin zayıf bulunduğunu ve diğerlerine muhalif olduğunu
göstermektedir".
Bu konudaki görüşünü
Hatîb el-Bağdâdî şu sözleriyle açıklamaktadır:
"Bizim tercih
ettiğimiz görüşe göre ravisi adil, hafız, dikkatli ve zabt sahibi olduğu zaman
her bakımdan onun rivayetinde bulunan ziyade makbul sayılır ve onunla amel
edilir
[404]. Çünkü bütün ilim erbabı
ittifak etmişlerdir ki, eğer sika ravi, tek başına başkasının nakletmediği bir
hadisi rivayet etse, bunun kabulü gerekir ve diğer ravilerin söz konusu hadisi
bildikleri halde nakletmemeleri bu hadisin ravisinin adaletine ve rivayetine
herhangi bir zarar getirmez. Ziyadeii rivayette tek kalmak da böyledir
[405].
Zira güvenilir ravi, diğer ravilerin işitmediğini işittim, ezberledim derken,
diğerleri işitmedik, ezberlemedik demektedirler. Diğer ravilerin bu sözü, söz
konusu raviyi tekzib anlamına gelmez. Bu, olsa olsa onun bildiğini diğerlerinin
bilmediklerini söylemeleri anlamına gelir ki bu da, onun bilmesine engel teşkil
etmez. Bu sebeple, sika ravinin tek başına rivayet ettiği haberi kabul etmek
gerekir
[406].
İbnü's-Salâh'ın da
içinde bulunduğu bazı âlimler, sika ravinin tek başına rivayetini üçe
ayırmışlardır:
a. Diğer güvenilir ravilerin rivayetlerine aykırı olan
ziyade ki böyle bir durumda rivayet reddedilir
[407].
Nitekim Şafiî şaz, güvenilir ravinin başkasının rivayet etmediğini nakletmesi
değil, sika ravinin diğerlerine muhalif olarak rivayet ettiği hadistir demiştir
[408].
b. Sika ravinin rivayetinde başkalarına muhalefet
olmaksızın tek kalması ki böyle bir raveyet makbuldür.
c. Bir hadisi rivayet eden diğer ravilerin zikretmediği
bir lafzı ravilerden birinin nakletmesi örneğinde olduğu gibi bu ikisi
arasında yer alan ziyade. Bunun örneği Mâlik'in Nafi kanalıyla İbn Ömer'den
rivayet ettiği şu hadistir:
"Resûlullah,
Ramazan ayında fitre vermeyi, hür-köle, kadın-erkek bütün müslümanlara farz
kılmıştır". Tirmizî bu hadisle ilgili şu açıklamayı yapmıştır:
"Bu rivayetteki
(müslümanlardan) lafzını hadisi rivayet eden güvenilir ravilerden sadece Mâlik
rivayet etmiştir. Ubeydullah b. Ömer, Eyyüb ve diğerleri ise bu hadisi yine Nafi,
İbn Ömer yoluyla söz konusu ziyade olmadan rivayet etmişler ve birçok âlim de
bu rivayeti delil olarak kullanmışlardır. İmam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel de
bunlardandır. Bu ve benzeri rivayetler, çoğunluğun rivayetinin umumîlîk, tek
başına rivayette bulunanın rivayetinin ise hususîlik ifade etmesi açısından
-ki burada sıfat ayrılığı ve hükmün değişmesine sebep olacak bir çeşit
farklılık söz konusudur- birinci; aralarında kesin bir zıtlık olmaması
itibariyle ise ikinci kısma benzemektedirler.
Bu son kısımla ilgili
olarak İbnü's-Salâh'ın belirli kesin bir hüküm vermediğini görmekteyiz. Ona
göre bu kısmı birinci kısma dahil edip reddetme, ikinci kısmı da dahil edip
kabul etme ihtimali de bulunmaktadır. Nitekim üzerinde ihtilaf olunan da bu
kısımdır. Genellikle "ziyade-tü's-sika" dendiğinde kastettikleri de
budur. Çoğunluğa göre de böyle bir ziyade makbuldür.
İbn Receb bu konuda
Ahmed b. Hanbel'in sözünün şöyle bir anlam taşıdığını ifade etmektedir:
"Ziyadeli
rivayette bulunan ravi, bu lafzı nakletmeyen diğer güvenilir ravilere göre
hafızası daha kuvvetli olarak bilinmiyor, ayrıca rivayetini destekleyen mutabî'
bir rivayet de yoksa, tek başına rivayeti kabul edilmez; ziyadeli lafzı
zikretmeyen diğer güvenilir ravilerden hıfz bakımından daha ileri seviyede olduğu
biliniyorsa böyle bir ravinin ziyadesi ile ilgili Ahmed b. Hanbel'den iki
farklı görüş nakledilmiştir."
[409]
Hatîb el-Bağdâdî de
Buhârî'ye Ebu İshak İsrail'in, velinin izni olmadan nikâh edilebileceği
konusunda rivayet ettiği hadis sorulduğunda; "sikanın ziyadesi makbuldür,
İsrail de sikadır"
[410]
dediğini nakletmiştir. Ancak İbn Receb bu nakille ilgili şu değerlendirmeyi
yapmıştır; Şayet bu nakil sahih ise sadece bu hadisle ilgilidir. Çünkü
Buhârî'nin et-Tarihu'l-kebir'inı inceleyen herkes isnaddaki sika olan her
ravinin ziyadesini Buhârî'nin kesinlikle makbul saymadığını görür
[411].
Müslim ise konuyla
ilgili olarak şöyle demektedir:
Rivayetlerde ziyade,
sadece hıfzlarında çok yanılmayan hafız ravilerden ise kabul edilir. Müslim'e
İslâm'ın esasları hakkında Cibril'in Hz. Peygamber'e soru sorması ile ilgili
İbn Ömer hadisini Kufeliler'in rivayet ettikleri, senedinden Ömer'i düşürüp,
metnine kelimesini ilave ettikleri söylendiğinde, bu ziyadenin Kufelilerden
Süfyan gibi kendilerinden daha hafız olanlara aykırı olduğunu, Basralıların
ise kesinlikle bu ziyadeyi zikretmediklerini dolayısıyla söz konusu ziyadenin makbul olmadığını;
bunu, mezheplerini desteklemek amacıyla Mürcie'den bir grubun ilave ettiğini
söylemiştir.
[412]
Dârekutnî de bazan
sikanın ziyadesinin makbul olduğunu söylerken çoğu yerde sika raviler
tarafından yapılan ziyadeleri reddetmekte, mürsel hadisi müsnede tercih
etmektedir. Bütün bunlar, muhaddislerin ziyadetü's-sika makbuldür şeklindeki
görüşlerinden maksadın, sikanın, hıfzıyla tanınmış olması gibi özel konumlara
ait rivayetler olduğuna delalet etmektedir
[413].
İbn Hacer birinci
kısma dahil edilmesi mümkün olan bir şekil zikretmiştir ki, o da şudur:
Rivayetlerden biri,
kabul edildiği taktirde diğer rivayeti reddetmeyi gerektirecek tarzda başka
rivayetlere aykırı ise; bu durumda muarızı ile arasında tercih yapılır, ğüçlü
olan kabul, diğeri reddedilir. Böylece tercih, ya ravinin zabtının fazlalık
veya tariklerinin çokluğu sebebiyle ya da başka sebeplerle yapılmış olur
[414].
Hadisçilerin, sikanın ziyadesini
mutlak olarak kabul ettiklerini söylemek zordur. Doğru olan muhaddislerin bu
konuda tercih yaptıklarıdır. Söz konusu ziyadelerden muhaddisler bir kısmını,
ziyadeyi rivayet eden ravinin rivayetini iyi bilen hafız, zabıt olması, az hata
yapması gibi diğer ravilerde bulunmayan özellikleri sebebiyle kabul
etmektedirler. Zira Müslim'in de ifade ettiği gibi, bu ziyadeyi nakletmeyen
ravi veya raviler onu nakleden seviyesinde olmadığı için muhaddis bu ziyadeyi
kabul etmekte, şayet diğerleri ondan daha iyi bilen hafız ise onu
reddetmektedir.
Bazıları ise ziyadenin
kabulü için ravinin, hadisi muhalefet ettiği diğer ravilerle aynı mecliste
almamış olması şartına bağlamışlardır. Zira hadisi aynı mecliste almışlar da
onlardan biri ziyadeli olarak rivayette bulunmuşsa, bu noktada çoğunluğun
yanılması mümkün olmadığı için, ziyadeli rivayet makbul değildir. Eğer
ziyadeli rivayeti çoğunluk yapmışsa kabul edilir. Ziyadeli rivayeti yapan da,
eksik rivayette bulunan da tek kişi ise, hıfz ve zabt bakımından daha meşhur
olanın rivayeti tercih edilir. Hadisin nakledildiği meclis aynı değil de farklı
ise ziyade kabul edilir
[415].
Netice olarak bazı
ravilerin tek başlarına rivayet ettikleri hadisleri tespit edip yaptıkları
ziyadeleri hakkında sağlıklı hüküm vermenin tek yolunun rivayetleri bir araya
getirip, birbirine arzetmek olduğunda şüphe yoktur. Ravi sika, hafız, ziyadesi
hadisin diğer kısmına muhalif değil, onun rivayet ettiğini kendisinden daha iyi
bilen hafız da nakletmişse muhaddisin onu kabul etmesi gerekir, Ravinin
ziyadesi, sika ravilerin rivayetlerine muhalif ise, rivayeti şaz ve merduddur.
Zira sahih hadisin şartlarından biri şaz olmamasıdır
[416].
Nitekim Şâfrî de "şaz, güvenilir ravinin başkalarının rivayet etmediğini
nakletmesi değil, sika ravinin diğerlerine muhalif olarak rivayet ettiği
hadistir"
[417]
demiştir. Ziyadeyi yapan ravi sika, hafız veya rivayetinde titiz değilse
rivayeti ister muhalefet etsin, isterse etmesin, ziyadesi makbul değildir.
[418]
Muhaddislerin
kaidelerinden biri de, uygulama ve tek tek hadislere tatbik etme noktasında
farklı düşünmekle beraber, kendilerince Hz. Peygamber'e ait olduğu kesin olan
sünnete muhalif bir hadisi kabul etmemektir.
Birisi dese ki:
Madem ki
muhaddislerin, sünneti sünnete arz ölçüleri var, öyleyse sünnetin sahih ve
kesin olması hususunda ölçü nedir? Belki de reddettikleri hadis, kabul
ettiklerinden daha sahihtir. Henüz sahabenin nezdinde böyle bir ölçü mevcut
değilken, bir hadisin sahih olduğuna, ona muhalif olanların da zayıf veya
uydurma olduğuna nasıl hükmedeceğiz? Bunu iddia eden kişinin, Hz. Peygamber'in
ashabı eğitip bilgilendirdiğini, ashabın da onu örnek edindiklerini, dinî
hükümleri ondan aldıklarını bilmesi gerekir. Ashabın davranışları ister onun bu
konudaki sözlerini ezbere bilsin, isterse bilmesin, büyük oranda Hz.
Peygamber'i örnek alma şeklinde oluşmaktaydı. Aynı şekilde tabiîn de dinî
konulardaki bilgilerini sahabeden almışlardır. Namazlarında, oruçlarında,
haclarında, haramlardan sakınmalarında, farzları ve mendupları yapmalarında
onları örnek edinmişlerdir. Çünkü onlar, ashabın Resûlullah'a ittiba ettiklerini
biliyorlardı.
Onlar, dinî konudaki
bir hükmü ya Hz. Peygamber'den o konuda rivayet edilen bir hadis olup
olmadığını sorarak veya lafız ya da mâna olarak rivayet edilen bir metin
olmaksızın, onun sünneti olması ile yetinerek hareket ediyorlardı.
Hz. Peygamber şöyle
namaz kıldı, şu şekilde oruç tuttu, şundan menetti, şunu yasak etti, şu işi
emretti, şuna teşvik etti deniliyor; ilim peşinde olan kişiye Hz. Peygamber'in
sözü, lafız veya mâna olarak ezberleyip insanlar arasında yayması için rivayet
ediliyordu.
Hz. Peygamber'in
sünneti ve İslâm'ın temel hükümleri bu şekilde nesiller boyu tevatür yoluyla
naklolunmuştur. Bu fiilî rivayete, onu teyit eden ve açıklayan, ihtilaf anında
başvurmada esas olan yazılı rivayet de eşlik etmiştir. Şu anda 15. hicrî asırda
yaşayan bizler, insanlara Hz. Peygamber'in namazı nasıl kıldığı konusunda bir
hadis bilip bilmediğini soracak olsak, çoğunun hiçbir hadis bilmediğini
görürüz. Bununla birlikte, namazın şeklini, rükünlerini, sünnetlerini
bildiklerine şahit oluruz. Çünkü bunlar Hz. Peygamber döneminden günümüze kadar
bu şekilde naklolunarak gelmiştir. Onların, namazın nasıl kılındığını
bilmelerinin, hadisleri ezberleme ve tedvin etme sayesinde olduğu kanaatinde
değiliz. Aksine onlar kitlelerin bunu birbirlerine nakletmeleri sayesinde öğrenmişlerdir.
Şu halde hadis nakli ve bu hadislerin söz konusu fiilî duruma paralel olması,
ihtilaf anında baş vurmak üzere açıklayıcı ve te'kit edici bir unsur olmaktan
öteye gitmemektedir.
Ayrıca sabit olan dinî
hüküm ve amellerin, farz veya haram olduğunu bildiren Hz. Peygamber'in
sözlerinden müslümanların büyük çoğunluğunun haberdar olmadığını bilmekteyiz.
Bununla birlikte, konuyla ilgili Resûlullah'ın sözünü bilsinler veya
bilmesinler, onlar, Allah emrini yerine getiriyorlardı. Bu durum, bugün için de
geçerlidir. Halka bir işi Allah ve Resulünün istediğini veya onu yasak ettiğini
bilmesi yeterli gelmekte olup, onun delilini bilmeye gerek duymuyorlardı.
Dolayısıyla, delilleri bilme bu konuyla ilgilenen kişilere bırakılmıştı. Halk
ise sadece Allah ve Resulü'nün emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından
sakınmakla yükümlüydüler.
Böylece insanlar
günümüze gelinceye kadar dinî delilleri bilmeksizin farz ve mendupları öğrenip
yaptı; haram ve mekruhlardan ise uzak durdular.
Sözgelimi; şarap
haram, içen ise günahkârdır. Fakat insanların çoğu bu konuda herhangi bir âyet
veya hadis bilmemektedirler. Bir şeyin haram olduğunu bildiren nassı bilerek
ondan kaçınmak tercihe şayan olmakla beraber, böylesi durumlar cidden azdır.
Tenkidçi bir muhaddise Hz. Peygamber'in sarhoş eden veya uyuşturan bir şeyi
helal kıldığına delalet eden bir hadis ulaştığında, isnadı hakkında araştırma
yapmaya gerek duymaz; aksine öncelikle ümmetin ittifakına, ikinci olarak da
bütün sarhoşluk veren şeylerin haram olduğunu bildiren âyet ve hadislere
aykırı olması sebebiyle metnin sahih olmadığına hükmeder.
Diğer dinî hükümler de
böyledir. Onlar kendilerine ulaşan her hadisi, ümmetin ameli ile teyit edilmiş
olduğunu bildikleri hadislere arzediyorlardı. Sanki dinî bir hüküm onlara biri
ümmetin fiili, diğeri Hz. Peygamber'den rivayet olunan hadis olmak üzere iki
yoldan geliyordu.
Ümmetin ihtilaf
ettikleri dinî hükümlere ilişkin farklı rivayetlere gelince, bunlardan biri
diğerine açık olarak muhalif olduğunda rivayetlerden herhangi birinin zayıf
veya uydurma olduğuna hemen hükmetmiyor, aralarını telif etmek için daha başka
yöntemlere vaş vuruyorlardı.
Yine muhaddislere
güvenilir raviler tarafından birçok yolla rivayet edilen haber ile ona muhalif
ve sadece bir veya iki yolla gelmekle birlikte sahih olan bir hadis
ulaştığında, ikisinden birini diğeri ile tahsis, takyid veya tarih biliniyorsa
ve mümkün ise nesih olduğu hükmü verilir ve hadis mutlak olarak reddedilmezdi.
Şayet tariklerden biri zayıf ise terk edilir, tahsis veya nesh cihetine
gidilmezdi.
Bu metotta
muhaddislerin bir hadisi alırken veya reddederken isnadı ön planda tuttukları
ortaya çıkmaktadır. Fakat bu, onların tek ölçüleri değildir. Aksine bu, hem
sened, hem de metni gözeten bir metottur. Zira yukarıdaki meselede her iki
tarafın da gözönünde bulundurulduğu açıkça görülmektedir. Bununla beraber,
hiçbir zaman isnadın ihmali mümkün değildir. Çünkü bize sahih bir senedle ulaşmayan
herhangi bir metnin hiçbir kıymeti yoktur.
Hadisin mütevatir
ve âhâd olarak ayrılması: Bir hadis,
başlangıçtan son aşamaya kadar birçok yoldan geliyorsa buna mütevatir denir.
Bunun dışında kalanlar ise âhâd olup sınırlı yollarla gelmişlerdir. Eğer hadis
iki tarikten fazla yolla gelmiş ise meşhur (veya müstefîz); her aşamada en az
iki kişiden rivayet ediliyorsa aziz; senedin bir yerinde ravi rivayetinde tek
kalıyorsa buna da garîb denir.
Açıkça görüldüğü üzere
bu taksim isnadla ilgilidir. Senedin bilinmesi ile bir hadisin mütevatir mi,
âhâd mı, âhâd ise hangi çeşidinden olduğu ortaya çıkar. Ancak hadisin
mütevatir veya âhâd olduğuna hükmetmek, onun mutlak sahih olduğunu gerektirir
mi? Mütevatir olduğunun kabul edilmesi halinde kesin olarak sahih olduğuna
hükmedilir. Zira yalan üzerinde anlaşmaları mümkün olmayan büyük bir
çoğunluğun rivayet ettiği bir hadis, ancak sahih olur. Ne var ki, bu nevi
hadislerin sayısı bütün hadisler içinde oldukça azdır. Muhaddislerin mütevatir
olduğunu beyan ettikleri hadislerin çoğu lafız değil, sadece mâna olarak
mütevatir olan rivayetlerdir. Tevatürüne hükmolunan hadisler az; bunlardan
lafzî mütevatirler ise daha da azdır. Bu nedenledir ki, bazıları böyle bir tevatürün
(lafzî) asla mevcut olmadığını söylemişlerdir
[419].
Âhâd haberlere
gelince; bunların içinde sahih olan hadisler de, zayıf olanlar da yer
almaktadır. Hatta bir, iki ve üç yolla rivayet edilenler olduğu gibi, on
tarikle rivayet olunan uydurma hadisler bile vardır. Bu tür hadislerden biri
de:
"Ben ilim-şehriyim,
Ali ise kapısıdır" hadisi olup birçok yolla rivayet olunmuştur. Bunlar içinde
Hâkim'e göre hasen tarikli olanlar da vardır. Nitekim onun, "sahih"
dediği bir hadise, güvenilir âlimler, karşı çıkarak uydurma olduğunu
söylemişlerdir. Bu âlimler içinde Buhârî, Dârekutnî, İbn Hibban, İbnü'l-Cevzî,
Zehebî ve diğerleri bulunmaktadır. Hadis gerçekte uydurmadır, ancak râvilerden
biri bu rivayette değişiklikler yaparak rievayetin, hakkında hasen hükmü
verilecek bir tarikle gelmesini sağlamıştır. Aslında bunun sebebi, râvilerin
yalancılığı, seneddeki râvilerin yerlerini değiştirmeleri, ya da hadisi
güzelleştirme amacıyla tedliste bulunarak aslî râvisinden çalıp başkalarına
nispet etmeleridir. Nitekim İbn Hibban, "Hadisi bu metinle rivayet
edenlerin tümü, her ne kadar senedde değişiklik yapmışlarsa da, onu Ebü's-Salftan
çalmışlardır" demektedir
[420].
Dârekutnî, Ebü's-Salt'tan hadis çalanların sayısının on kişiye kadar ulaştığını
tespit etmiştir. Tuhaf olan ise İbnü'l-Cevzî'nin bu hadisin sahabeden üç râvi
tarafından rivayet edilen on yedi tarikinin bulunduğunu zikrettikten sonra,
mevzu olduğuna hükmetmiş olmasıdır
[421]. Bu
âlimler söz konusu rivayetin mevzu olduğunu söyledikleri halde, İbn Hacer
tariklerinin hepsi bir araya getirildiğinde hasen seviyesine ulaştığını
söylemiştir
[422]. Sanki o, hiçbiri
töhmetten beri olmadığı halde yollarının çokluğunu hasen olmasına delil
saymıştır.
İhtilaflı hadisler
ve muhaddislerin bunları telif metodu:
Muhaddislerin ihtilaflı hadislere bakışına gelince, bu husus bazı yönleri ile onların
ihtisas alanlarının dışındadır. Bunlara örnek olarak umum ve husus, mutlak ve
mukayyed ifade eden lafızlar arasındaki ihtilaf ile, üçüncü bölümde
açıklayacağımız usûl konularına ait daha başka hususlar gösterilebilir. Ancak
buradaki hadisin sıhhatına, zayıflığına, kabul veya reddedilmesine, Hz.
Peygamber'e nispetinin mümkün olup olmadığına etki eden ihtilaf, muhaddislerin
araştırmaları dahilindedir ve bu konuda onların inkârı mümkün olmayan
gayretleri söz konusudur.
Nevevî:
"İhtilaflı
hadisleri bilmenin, en önemli işlerden olduğunu, çeşitli disiplinlerdeki bütün
âlimlerin onu öğrenmek zorunda bulunduklarını... bu konuda hem hadis,
"nem de fıkıh ilmine vakıf olan büyük âlimlerin ve mânaların
derinliklerine dalan usûlcülerin onu tam olarak bileceklerini..."
[423]
kaydeder.
Hatîb el-Bağdâdî ise:
"Hz. Peygamber
tarafından söylendiği bilinen iki haber arasında zahirde çelişki olduğu
gözükse bile, gerçekte çelişmeleri mümkün değildir. Çünkü iki haber arasında
çelişki olduğunu söylemenin anlamı, bunlardan birinin ifade ettiği anlamın
diğerinin ifade ettiğine aykırı olması demektir. Bu, haberlerle bildirilenden
biri emir, diğeri nehiy; biri mubah diğeri haram ise, insanın mükellefiyetini
ortadan kaldırır. Şayet her ikisi de haber cümlesi iseler, bu durumda birinin
doğru, diğerinin yalan olması gerekir. Oysa Hz. Peygamber bütün bunlardan
münezzeh ve ümmetin ittifakı ile masumdur. Hâl böyle olunca, haberdeki olumlu
ve olumsuz mânaları mutlaka ayrı zaman, topluluk, şahıs veya sıfatlara
hamletmek gerekir
[424].
Hz. Peygamber'in
sözlerinin birbirleri ile çelişmediğini ve onlarda tenakuzların (tedarub)
olmadığını anladığınızda, söz konusu tenakuz ve
tedarûbun nakilde meydana gelen bir
hatadan kaynaklandığı anlaşılır. Böyle bir durumda ya Hz. Peygamber'in fiili tam
olarak rivayet olunmamıştır veya hadis mâna olarak rivayet olunmuş ve bu Hz.
Peygamber'in ifade ettiği hakiki metinden uzaklaşıncaya kadar râvilerden
kaynaklanan değişime uğramış, yahut da râvi, sahabenin sözünü, Hz. Peygamber'e
nispet etmiş veya berzerî sebeplerle hadiste ihtilaf meydana gelmiştir.
Bu duruma göre
muhaddisin görevi, sahih gördüğünü Hz. Peygamber'e nispet etmek, bu farklı
hadis ve lafızlara uygun düşen hükümleri vermek; râvi ve rivayetlere arız olan
hata, yalan, uydurma ve benzeri noktalara işaret etmektir. Zira hadis, Hz.
Peygamber'in söylediği aynı lafızlarla muhafaza edilmemiş, aksine daha önce
beyan ettiğimiz üzere, mâna olarak nakledilmiştir. Râviler ise beşerdirler;
hatırlama güçlerine dayanan hıfz ve zabıtta farklı oldukları gibi, naklini
istedikleri mânayı ifade de farklı olabilmektedirler. Hadisin nakil ve
tedvinine eşlik eden bu beşerî âmillerin ihtilaflı hadislerin oluşmasında
önemli bir etkisi bulunmaktadır. Halbuki bu farklılık ve iltibas Kur'an'da
bulamamaktadır. Çünkü onun muhafazasını Allah üstlenmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak
şöyle buyurmaktadır:
"Kur'an'ı biz indirdik, onu muhafaza edecek
de biziz"
[425].
Hz. Peygamber'in hadislerine gelince, Allah Teâlâ onların lafızlarını korumayı
üstlenmemiştir. Fakat bu lafızların delalet ettiği mânalar gerçekte korunulması
üstlenilen "zikr"in içindedir.
Hiçbir kişi, içinde
dinî hükümler bulunan hadislerin rivayet edilmediğini, mânası veya bu mânaya
delalet eden haberlerin bize ulaşmadığını iddia edemez. Çünkü Allah Teâlâ bize
gönderdiği bu dini tamamlamıştır. Dinin tamamlanması demek, onun bütün hüküm
ve esaslarının insanlara kabul ettikleri yolla ulaşması demektir. Ahkâmın
ümmete kabul ettikleri bir yol ile ulaşması ise insanlara karşı delil
oluşturacak bir husustur. Eğer onlara şeriat ulaşmamış olsaydı veya
kendilerince makbul olmayan bir yolla ulaşmış olsaydı bu durumda onlara karşı
bir hüccet teşkil etmezdi. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim,
size dininizi tamamlandırdım ve sizin için din olarak İslâm'a razı oldum"
[426],
"Biz Peygamber göndermedikçe hiçbir topluluğa
azap etmeyiz"
[427].
Bu ihtilaflı hadisleri
tenkit hususunda -sahih kabul edilenlerin arasını cem, sahih olanlara muhalif
olanların ise zayıf olduğunu gösterme gayreti ile- ilk eser veren kişi,.
"Te'vîlü muhtelifi'l-hadîs" kitabı ile İmam Şafiî olmuştur. Ayrıca bu
konuda İbn Kuteybe, Ebu Yahya Zekeriyya b. Yahya es-Sacî, Tahavî
[428],
İbn Fûrek, Îbnü'l-Cevzî, İbn Tulün el-Hanerî ve daha başkaları
[429]
telifte bulunmuşlardır.
İhtilaflı iki hadis karşısında muhaddisin hareket tarzı: İhtilaflı iki hadisin bulunması halinde, muhaddisin yapacağı ilk iş, bu iki rivayetten birini genel, diğerini özel veya birini mutlak, diğerini mukayyed vb. şekilde kabul etmek suretiyle aralarını telife çalışmaktır. Bu tür ihtilafa bir açıdan çelişki denir. Eğer bu noktada bir telif imkanı varsa bu yapılır; her yönüyle çelişki olduğu için telif imkâm yoksa, iki hadisin de senedine bakılır ve sened bakımından daha sağlam olan tercih edilir; diğeri, sıhhat bakımından buna müsavi olmadığı sürece terkedilir. Seneddeki sağlamlık yönünden de eşit olurlarsa bu durumda muhaddisin haricî bir delil arayarak tercihini Kur'an'a ve diğer ölçülere aykırı olan aleyhinde yapması gerekir. Bunun örneklerini biraz sonra açıklayacağız. Eğer muhaddis tercihi sağlayan haricî delili bulamazsa, başka bir merhaleye geçer ki o da:
Her iki sözün de Hz. Peygamber'den sadır olduğu zamanı araştırmaktır. Hadislerin söyleniş tarihini tespit ettiği zaman, bunlardan daha önce sadır olanın nesholunmuş, sonradan olanın ise neshedici olduğuna hükmedebilir. Ancak birinin söylendiği zamanı bilmesine rağmen diğerinin zamanını bilemezse, sadece birinin söylendiği zamandan hareketle bunlardan birinin neshedildiğine hükmetmesi uygun olmaz. Çünkü tarihini bilmediği rivayet, diğerinden önce söylenmiş olabileceği gibi, sonra da söylenmiş olabilir. Nesih ise zan ve tahminle değil, delilin ortaya koyduğu hakikatlerle sabit olan serî bir hükümdür [430].
Muhaddis her iki
rivayetin veya rivayetlerden birinin söylendiği tarihi bilemezse, onların
birini diğerine tercihte veya ikisinden biri ile amel etmede tevakkuf etmesi
gerekir. Burada tevakkufun anlamı -gerçekte de bu anlama gelir- her iki delille
de amel etmemek demektir. Zira herhangi bir sebep olmaksızın tercih yapmış
durumuna düşmemek için delillerden birini alıp diğerini terketmek doğru
değildir. Her iki rivayetin de terkine hükmedilmesi ise muhaddislere göre
burada sahih bir rivayetin olmaması anlamına gelir. Nitekim muhaddislere göre
bir rivayetin şaz ve muallel olmaması sahihlik şartlarındandır. Muallel hadis,
sened veya metninde ıztırab, irsal ve benzeri haller bulunan rivayet demektir.
Ne var ki illet çoğunlukla sened de, sazlık ise metinlerde bulunur. Öyleyse şaz
neye denir?
İmam Şafiî'ye göre
şaz:
"Sika bir râvinin
başkaları tarafından rivayet edilmeyen bir hadisi rivayet etmesi değil; sika
kişinin, hadisi diğer râvilere muhalif olarak rivayet etmesidir. İşte hadiste
şaz budur"
[431].
Bu durumda Şafiî'ye
göre şaz:
Râvinin sika olması ve
rivayetin başkalarının rivayetine aykırı bulunması olmak üzere iki esasa
dayanmaktadır.
İbnü's-Salâh ise şöyle
demiştir:
Herhangi bir râvi,
rivayetinde tek kaldığı zaman bu haber, kendisinden hafıza ve zabtı daha güçlü
bir râvinin haberine muhalif ise, tek kaldığı haber şaz ve merdud olur. Eğer
söz konusu haberde başkaları tarafından rivayet edilen haberlere aykırılık
yoksa, o zaman râvinin durumuna bakılır; eğer âdil, zapt ve anlayışına
güvenilir ve hafızası güçlü bir kimse ise, bu tek başına rivayet ettiği hadis
kabul edilir ve râvinin tek başına kalması önemsenmez. Eğer bu kişi anlayış ve
hıfz bakımından güvenilir değilse, söz konusu rivayetteki teferrüdü (tek
kalması) bu haberi sahih olmaktan çıkarır, zayıf kılar
[432].
Şu halde sika bir kişi
başka sika râvilere muhalefet edecek olsa -ki bu durum da çoğunlukla hadis
metinlerinde olur- muhaddislerin o haberin şaz olduğuna hükmetme imkam doğar.
Şaz hadisin tanımında,
hadisin hem senedine, hem de metnine yönelik çift yönlü bir bakış söz
konusudur. Şöyle ki: Senedde râvisinin sika olması, metinde ise sika râvilerin
rivayetine muhalif olması şartı aranır. Bu iki veçheden hiçbiri, diğerinden
müstağni kılmaz. Eğer söz konusu metni güvenilir olmayan bir kişi rivayet
edecek olursa, bu rivayet kabul edilmez ve şaz olarak da isimlendirilemez
[433].
Dolayısıyla sika bir kişi başkalarının rivayet etmediği ve onlara muhalif
olmayan bir hadisi rivayet edecek olursa bu rivayete de şaz denmez.
Her ne kadar
muhaddislerin şaz tarifi hem sened, hem de metni içermekte ise de ben, şaz konusunda
hüküm verirken metinden daha çok, senede itibar ettikleri görüşündeyim. Zira
birçok güvenilir râvinin rivayet ettiği bir haberi tek bir güvenilir râvinin
rivayetine tercih etmek, çoğunluğa göre hükmetmektir. Hepsi de eşit olan râvilerden
biri, üçüne ters düşüyor ise, çoğunluk azınlığa tercih edilir. Çünkü râvisi çok
olan bir haberde yanılma ihtimali, az olana göre daha zayıftır. İşte
muhaddislerin, başka sika ravilere aykırı rivayette bulunan güvenilir bir râvi
hakkındaki hükmü budur.
Bu hükümde muhaddislerin
tenkitleri ile ilgili bazı hususlar bulunmaktadır. Şöyle ki; şaz hadis sika
râvilerden oluşmasına rağmen kabul edilmeyerek reddediliyor ise bu,
muhaddislerin söz konusu hadisin metnine derinlemesine baktıklarını ve senedin
sahih olmasının her şey olmadığını gösterir. Çünkü bazan hadisin senedi sahih
olduğu halde metni şaz ve merdud olabilir. Bu, muhaddislerin yalnız teorik bir
prensibi değil, bilfiil uyguladıkları bir husustur. Muaz b. Cebei'den rivayet
edildiğine göre Hz. Peygamber Tebük savaşında güneş meyletmeden (ikindi olmadan)
önce yola çıkınca öğlen namazını ikindi ile beraber cem etmek üzere tehir
etmiştir. Güneş meylettikten sonra yola çıktığında ise öğlen ve ikindiyi bir
arada kılmış ve ondan sonra yola devam etmiştir. Aynı şekilde akşam namazından
önce yola çıktığında yatsı ile beraber kılmak üzere onu tehir etmiş; akşam
namazından sonra yola çıktığında ise, yatsıyı öne alarak akşamla beraber
kılmıştır
[434].
Hâkim en-Nisâburî bu
hadisle ilgili olarak şu açıklamayı yapmaktadır:
Bu hadisin bütün
râvileri son derece güvenilir, otarite kimselerdir. Kendisini muallel kılacak
illetini bilmesek de hadis, hem sened hem de metin açısından şazdır. Onu, Kuteybe
b. Saîd'den Ahmed b. Hanbel, Ali b. el-Medînî ve Yahya b. Maîn sema yoluyla
almışlardır. Bu zevat, söz konusu hadisi Kuteybe'den sened ve metnini beğenerek
almışlar ve bunlardan bu hadisin malul olduğunu ifade eden hiçbir söz de bize
ulaşmamıştır. Ancak, hadisi tetkik ettiğimizde Kuteybe b. Saîd'in güvenilir ve emin bir kişi olmasına rağmen,
hadisin uydurma
[435]
olduğunu görmekteyiz.
Hâkim, bu haâisin
râvilerinin sika olduğunu belirtiyor, hatta onları hadiste otorite olarak
niteliyor. Bu durum da söz konusu rivayetin şaz, hatta uydurma olduğuna
hükmetmesine mani olmuyor. Bu, onun metin ve isnada aynı derecede önem
verdiğini ifade eden bir tutumdur. Hadis tenkidinde doğru olan yöntem de budur.
İbn Abbas'tan rivayet
edildiğine göre o, Hz. Peygamber'in yanında otururken Hz. Ali gelerek şöyle
demiştir:
Ey Allah'ın elçisi!
Ezberlediğim Kur'an âyetlerini unuttum. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
“Sana öğrendiğin şeyleri hafızanda tutmanı sağlayacak olan bir şey
öğreteyim mi?” buyurmuş. Ali "evet" deyince, Hz. Peygamber:
"Cuma gecesi olunca dört rekât namaz kıl da
bunlarda Yasin, ed-Duhan, Tenzîl ve Tebâreke sûrelerini oku ve şöyle dua et..."
demiştir
[436].
Zehebî bu rivayetin,
senedinin sağlamlığına rağmen kesinlikle münker olduğunu ve gönlünün ona
ısınmadığını, bu nedenle de onun hakkındaki tereddüdünü ifade etmek üzere
"Allah bilir" dediğini beyan etmektedir
[437].
İleride bu rivayetle ilgili daha geniş bilgi verilecektir.
İhtilaflı hadisler arasındaki tercih sebepleri:
Şahinlik dereceleri müsavi ve zaman bakımından hangisinin daha önce olduğunu bilemediğimiz iki hadisten birini tercih etme konusunu daha önce ele almış bulunuyoruz. Muhaddisler bu hususta birçok tercih sebebi zikretmekte, hatta bazıları bunların yüzden fazla olduğunu söylemektedir. Bu tercih sebeplerinin bir kısmı senedle bir kısmı da metinle ilgilidir. Biz burada metinlere ait tercihleri zikredecek ve araştırmamız dışında kaldığı için, senede ait olanları ele almayacağız. Muhaddislerin zikrettikleri tercih sebeplerinden bir kısmi kullandıklarını teyit eden bir örnek bulamadığımız tamamen teorik mahiyettedirler. Tercih sebeplerinden diğer bir kısmı ise, muhaddislerin ihtisas alanının dışında olan ve fukahanın umum, husus vb. durumlarda olduğu gibi, ihtilafların çoğunu şer'î bir hüküm çıkarmada kullandıkları sebeplerdir. Bu tercih sebeplerinden bir kısmını aşağıda açıklayacağız.
a. İki hadisten biri Kur'an'a muhalif bulunurken,
diğerinin Kur'ân-ı Kerîm'in zahirine muvafık düşmesi suretiyle kabule şayan
olması. Örnek olarak, Hz, Peygamber:
"Kim uyuyarak veya unutarak namazını
kılamazsa, hatırladığında onu kılsın. Çünkü bu an, onun vaktidir"
buyurmuştur. Bu hadis, Hz. Peygamber'in bazı vakitlerde namaz kılmayı yasak
ettiği hadisine ters düşmektedir. Ne var ki, birinci hadisi Kur'ân-ı Kerîm'den
"Namaza devam edin"
[438],
"Rabbinizin mağfiretine koşun"
[439] vb.
âyetlerler
[440], zahirî anlamları itibariyle
desteklemektedir.
b. İki hadisten sadece birinin başka bir sünnete uygun
olması. Örnek olarak:
"Nikâh, ancak velinin izni ile caizdir"
[441]
hadisi,
"Velinin dul kadın yanında bir izni söz
konusu değildir" rivayetine tercih edilir. Çünkü birinci hadisi Ebu
Musa, Hz. Peygamber'den nakletmiştir ve onu Hz. Âişe'nin Resûlullah'tan rivayet
ettiği:
"Bir kadın herhangi bir yerde velisinin izni
olmadan kendi kendini nikahlayacak olsa nikâhı batıldır"
[442]
hadisi de teyit etmektedir
[443].
c. İki hadisten biri ile hulefâ-i râşidînin amel etmiş
olması. Bu durum söz konusu âyeti desteklemektedir. Nitekim bu sebeple, bayram
tekbirlerinin yedi ve beş olduğunu nakleden kişinin rivayeti cenaze namazında
olduğu gibi dört olduğunu söyleyen kişinin rivayetine tercih edilir. Çünkü
birinci rivayet, Hz. Ebu Bekir ve Ömer'in kendisiyle amel etmiş olmaları
hasebiyle daha sahih ve onunla amel de daha doğrudur
[444].
d. İki hadisten birinin Resûlullah'ın sözü, diğerinin
ise fiili olması durumunda, sözü olan tercih edilir. Çünkü insanlar kavlî
sünnetin hüccet oluşunda ihtilaf etmedikleri halde, fiilî sünnete uyma
hususunda ihtilaf etmişlerdir. Kavlî sünnetin hilafına, fiilî sünnet tek başına
bir şeye delalet etmemesi sebebiyle ondan daha kuvvetli olamaz[445].
İbn Ömer'in, Hz.
Peygamber'i küçük abdest bozarken yönü Şam ve arkası Kabe'ye dönük olduğu halde
gördüğü rivayeti ile, önünü ve arkasını kıbleye dönmekten nehyeden hadisleri de
bu türe örnek verebiliriz. Burada Hz. Peygamber'in sözlü olarak yasaklayışı
İbn Ömer'in onu gördüğünü ifade eden rivayetten daha güçlüdür.
e. İki hadisten birinin kapsamında bulunan hükmün açıkça
ifade edilmiş, diğer hadisin kapsamında bulunanın delaletinin ise kapalı
olması. Şöyle ki:
"Kırk koyunda bir koyun vardır"
[446]
hadisini, çocuğun malî yükümlülüğü konusundaki:
"Kalem üç kişiden: Uyanıncaya kadar uyuyandan,
buluğ çağına erişinceye kadar çocuktan... kaldırılmıştır"
[447]
hadisine tercih etmek gerekir. Zira birinci hadis, malı bulunan kimseye zekâtın
farz olduğu hususunda kesin bir delil olduğu halde; ikinci hadis, velisinin
yönetiminde olması sebebiyle, çocuğun malından zekatın sakıt olacağını kesin
olarak bildirmez. Bu durumda “çocuktan kalemin kaldırılması", onun ilahî
emirlere muhatap olmayacağını ve mükellef tutulmayacağını ifade eder. Bu da
söz konusu hadisi birinci rivayetle çelişir olmaktan çıkarır
[448].
f. İhtilaflı iki hadisten birindeki hükmün bir sıfata,
diğerinde ise bir isme bağlanmış olması. Örnek olarak, Hz. Peygamber'in:
"Dinini değiştireni (İslâm'dan döneni)
öldürün"
[449]
hadisini, "kadın ve çocukları öldürmeyi
yasaklayan"
[450]
hadisine tercih etmeyi verebiliriz. Çünkü din değiştirmek erkek-kadın herkeste
bulunabilecek bir niteliktir. Bu sebeple bir illet gibi telakki edilir
[451] ve
hükümlerde etkili olur. Çocuk ve kadın gibi isimler ise böyle değildir.
g. İki hadisten birinin mutlak, diğerinin ise sebebe
bağlı (mukayyed) olarak söylenmiş olması. Bu durumda, sebebe bağlı olarak söylenende
tahsis alametleri görüleceği için, mutlak olan tercih edilir ve tahsis edileni
buna tabi kılmak daha uygun olur. Bir önceki maddede verdiğimiz örneği bu
tercih sebebi için de zikretmemiz mümkündür. Şöyle ki:
"Dinini
değiştireni öldürünüz" hadisi, kadınları ve çocukları öldürmekten men
eden hadise tercih edilir
[452].
Çünkü ikinci rivayette kadın ve çocukların öldürülmesi yasağı, savaş sebebine
bağlı kılınmıştır.
h. Hadler konusunda iki rivayet tearuz edip biri haddi
ortadan kaldırıcı, diğeri ise gerektirici olduğunda ulema ihtilaf etmiştir.
Bazı âlimler, bunlardan birinin diğerine tercih olunamayacağını söylerken,
bazıları da "Gücünüz yettikçe
hadleri uygulamaktan uzak durun"
[453]
hadisi gereğince haddi düşüren rivayetin, gerektirene tercih edileceğini
söylemişlerdir.
Bu tercih sebebine hırsızlıkta nisab miktarını bildiren hadisler arasındaki ihtilafı örnek olarak vermek mümkündür. Nitekim, söz konusu hadislerin bir kısmında hırsızlığın nisabının, dinarın dörtte biri veya üç dirhem olduğu; bazısında ise, on dirhem olduğu beyan edilmektedir. Buna göre, haddi uygulamaktan uzak durmak amacıyla, söz konusu hadislerden "hırsızlığın en az miktarının on dirhem olduğunu bildiren rivayeti tercih etmek gerekir [454].
ı. İki hadisten birinde, diğerinde bulunmayan bir
fazlalığın mevcut olması durumunda, ziyade bulunan tercih edilir. Çünkü
güvenilir kişinin ziyadeli rivayeti makbuldür
[455]. Bu
nedenle, ezandaki ifadelerin tekrar edilmesine dair rivayet, onu tekrarsız
okumaya dair rivayete tercih edilmiştir
[456].
j. İki rivayetten birinde râviler ihtilaf, diğerinde ise
ittifak etmemişlerse, ihtilaf edilmeyen, diğerine tercih edilir[457].
k. İki rivayetten birinin lafzında ıztırap bulunurken,
diğerinde bulunmaması halinde, lafzı muztarib olmayan diğerine tercih edilir.
Çünkü bu durum, râvinin hıfz ve zabtının kuvvetli veya zayıf olduğuna delalet
eder. Buna, rükûda ve ondan kalkarken elleri kaldırma hususundaki İbn Ömer
hadisi ile çelişen Berâ b. Âzib'in rivayet ettiği: "Hz. Peygamber namaza
başlarken iki elini kulaklarına yakın şekilde kaldırır, sonra tekrar
kaldırmazdı" hadisi örnek gösterilebilir. Bu ilavede ızdırap bulunması hasebiyle,
İbn Ömer'in hadisini almak daha uygun görülmektedir
[458].
Ayrıca muhaddisler, başka birçok tercih sebepleri zikretmişlerdir. Bunlardan bazıları hadisi anlama ve ondan şerî hüküm çıkarmadan kaynaklanan ihtilaflar olup, bize göre bunlar, muhaddislerle değil, fakihlerle ilgilidir. Bu tercih sebeplerinden bir kısmı şunlardır:
l. İki rivayetten birinin, hükmü üzerinde ittifak edilen
benzeri başka bir rivayetin bulunması, diğeri hakkında ise böyle bir şeyin
mevcut olmaması. Örnek olarak, "Beş
vesk (Araplar'da bir ağırlık ölçü birimi) hurmadan daha azından zekât
gerekmediği"
[459]
anlamındaki hadisin, "yağmur suyu
ile sulanan arazide öşür vardır"
[460]
hadisine tercih edilmesi gösterilebilir. Çünkü, Hz. Peygamber'in "gümüşte kırkta bir vardır"
[461]
hadisine, hükmünde ittifak edilmiş olan "gümüşün beş okkadan azında zekat yoktur"
[462]
hadisi benzer teşkil etmektedir
[463].
m. Hadislerden biri sahabenin itibarını zedeleyen bir duruma
işaret ederken, diğerinde böyle bir ifadenin söz konusu olmaması. Örnek olarak,
Küfe halkının rivayet ettiği, Hz. Peygamber'in namazda kahkaha ile gülen
kişinin namazını ve abdestini iade etmesini emrettiğine dair hadis ile, Saffan
b. Assâl'ın:
"Resûlullah seferî olduğumuzda cenabet hali
dışında büyük abdest bozmak, bevletmek, uyumaktan dolayı üç gün üç gece
süresince mestlerimizi çıkarmamamızı emrediyordu”
[464]
hadisi çelişmektedir. Ebu'l-Âliye'nin rivayet ettiği ashabın, Hz. Peygamber'in
arkasında namaz kılarken güldüklerine dair hadis, sahabenin itibarını zedelemektedir,
ikinci rivayet ise, böyle bir anlam içermemektedir. Zira ashab bu tür
davranışlardan uzaktır. Bu durumda içinde bu nevi ifadeler bulunmayan rivayet,
diğerine tercih edilir
[465].
Bu örnekteki ihtilafın hadisler arasındaki tearuzdan değil, fıkhî hüküm çıkarmaktan kaynaklandığı görülmektedir. Nitekim namazda kahkaha ile gülme hakkındaki söz konusu rivayeti, özel bir duruma hamletmek mümkündür. Bu da sahabenin durumunu zedelemez. Çünkü onlar da insandır ve diğer insanların başına gelen zaaf ve hatalar onlara da arız olur. Nitekim sahabeden Mâiz'in zina fiili bütün sahabeyi töhmet altında bırakmamıştır.
Mütearız hadisler
arasındaki ihtilaf esasına değil, hadisi anlama ve ondan fıkhî hüküm çıkarma
hususunda ortaya çıkan ihtilafa bağlı tercihlerden bazıları da şunlardır:
n. Hadislerden birinde râvinin açıklamasının yer alması.
Abdullah b. Ömer'in Hz. Peygamber'den rivayet ettiği: "Alış veriş yapan iki kişi birbirlerinden
ayrılmadıkları sürece, yaptıkları alışverişte muhayerdirler"
[466]
hadisi buna örnek gösterilebilir. Bundaki ayrılmaktan maksat bedenen
ayrılmaktır. Râvi, bunu rivayet ettiğinde, "İbn Ömer'in alışverişi geçerli
kılmak istediğinde biraz yürüyüp sonra eski yerine döndüğü"
[467]
açıklamasını da yapmıştır. Hadiseyi müşahede eden kişi olması hasebiyle, râvi
hadisin anlamını başkalarından daha iyi bilmektedir
[468].
Buradaki ihtilafın,
ayrılmanın sözle mi yoksa bedenle mi olduğu tarzındaki hadisin yorumu ile
ilgili olduğu görülmektedir. Râvinin açıklamalarını göz önünde tutan ve onları
bağlayıcı sayan kişi, hadisteki ihtilaftan muradın, bedenlerin ayrılığı
olduğunu anlar. Râvinin açıklamasına itibar etmeyen ise, hadisi sözle
ayrılmaya hamleder. Her halükarda, bu örnekteki iki hadiste tearuz olmayıp,
aksine ihtilafın, hadisin anlaşılması noktasında olduğu söylenebilir.
o. Kelimelerden birinin sözlük anlamının, iki hükümden
birine delaleti dolayısı ile tercihte bulunma. Hz. Peygamber'in:
"Cinsel organına dokunan erkek abdest alsın"
hadisi, lafız itibariyle mânası açık olup, lügat yönünden şehvet ilavesi
olmaksızın, mücerred dokunmayı ifade etmektedir. Aslolan da lafza, farklı bir
mâna vermeye işaret eden bir delil bulunmadıkça, sözlük anlamını vermektedir.
Bu örnekte de iki
hadis arasında ihtilaf değil, lafzın anlamını tespitte ihtilaf bulunmaktadır.
Şöyle ki; cinsel organa dokunmakla abdestin bozulacağını söyleyen kişilerden
bir kısmı, şehvetle dokunmayı şart koşarken; diğerleri lügat mânasının
delaleti ile istidlalde bulunarak, şehvet şartının gerekmediğini
söylemişlerdir. Burada söz konusu hadis ile Talk b. Ali'nin "O, sadece senden bir et parçasıdır"
[469]
hadisi arasında herhangi "bir ihtilaf yoktur.
Fakihlerin zikrettiği daha başka birtakım tercih sebepleri de bulunmaktadır ki, pratikte bunların örneği bulunmayıp sadece bazı faraziyelerden oluşmaktadırlar. Ben bunların kullandıklarını teyit eden örnekler bulamadım. Ancak yine de durum açığa çıksın diye herhangi bir örnek zikretmeksizin ele almayı uygun gördüm. Bu tercih sebeplerinden bir kısmı şunlardır:
p. Ümmetin uygulamasının iki hadisten birine uygun
düşmesi. Zira ümmetin bir hadisle amel edip, öteki ile etmemesi, onun sahih
olması sebebiyle olabilir. Bu ihtimalden dolayı birinciyi diğerine tercih etmek
gerekir
[470].
r. İki hadisten biri herhangi bir takdire ihtiyaç
bırakmayacak şekilde açık, diğeri ise ancak bazı kelimeler takdir etmek suretiyle
anlaşılır olması. Bu durumda birincisi tercih edilir. Çünkü ondan ne
kastedildiği rivayetten açıkça anlaşılmaktadır. Diğerinde ise anlaşılması için
yapılan kelime takdirinde yanılma ihtimali vardır
[471].
s. İki rivayetten biri tahsis olunmuş olmakla beraber,
diğerinde böyle bir durumun bulunmaması. Bu durumda tahsis olunmayan tercih
edilir. Çünkü tahsis, lafzı zayıflatır ve ifadenin, söyleniş maksadına tam
olarak delaletine mani olur. Âlimlerin büyük bir kısmına göre de tahsis
edilmeyen rivayetin hilafına, tahsis edilen mâna mecaz olur. Dolayısıyla tahsis
edilmeyen rivayet daha güçlüdür
[472].
t. İki rivayetten birinde farzı ve yakın bilgi ile sabit
olan suçsuzluğu gözetmenin bulunması. Bu durumda farzı ve yakın ilgi ile sabit
olan suçsuzluğu gözeten rivayet diğerine tercih edilir
[473].
u. İki rivayetten birinin harama, diğerinin ise
mübahlığa işaret etmesi. Harama işaret eden rivayetin diğerine tercih edilip
edilmeyeceğinde ihtilaf vardır
[474].
v. İki rivayetten biri, İslâm'dan önceki şeriatların
hükmüne muhalif iken, diğerinin muvafık olması. Bir görüşe göre önceki
şeriatlara muvafık olan tercih edilir. Diğer bir görüşe göre ise, ikisi de aynı
düzeydedir. Çünkü her ne kadar biri İslâm öncesi şeriatlara muvafık ise de, o,
Resûlullah tarafından söylenmesinden sonra bizim için şeriat olmaktadır
[475].
y. İki hadisten biri, aklın hükmüne uygun bir anlamı
isbat ederken, diğerinin bu anlamı ortadan kaldırmış olması. Bu durumda
birincisi tercih edilir. Çünkü biz, nefyeden ikinci rivayet ile daha önce elde
ettiklerimizden başka herhangi bir şeyi elde etmediğimiz halde, isbat eden
rivayet ile yeni birtakım şeyler elde ediyoruz. Bu durumda isbat eden rivayet,
etmeyene tercih edilmelidir
[476].
İhtilaflı hadislerin
metni, dikkate alınarak yapılan tercihler bunlardır. Burada, konumuzu
ilgilendirmediği için senedlere dayalı tercih sebeplerinden söz etmedik.
İsteyen bunları ilgili kaynaklardan öğrenebilir
[477].
Hadiste, söz konusu
edilen hadisenin meydana geldiği zamana delalet eden bir bilgi varsa ve bu
bilgi de muhaddisin söz konusu olayın gerçek vakti ile ilgili bilgisine ters
düşüyorsa; o, bu hadisin tümden sahih olmadığına hükmeder. Şayet râvilerden
biri tarafından hadise ziyade yapılmış ve bunu hadisin diğer kısmından ayırmak
mümkün ise, sadece söz konusu fazlalığın sahih olmadığına hükmeder.
Muhaddislerin tarihi,
hadîslerin sahihlerini zayıflarından ayırmak için bir ölçü olarak kullanması,
birçok örnekle teyit edilebilecek bir husustur. Buhârî, Müslim ve diğer
tanınmış hadis kitaplarında bunun misalleri bulunabilir.
Biz şimdi
muhaddislerin bu ölçüyü kullandıklarını ortaya koymak için, bu örneklerden
bazılarını zikredeceğiz.
a. İbn Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Müslümanlar Ebu
Süfyan'a ilgi göstermiyor ve onunla bir arada durmuyorlardı. Bunun üzerine Ebu
Süfyan Hz. Peygamber'e gelerek:
"Ey Allah'ın
elçisi! Sizden şu üç şeyi talep ediyorum" dedi. Hz. Peygamber:
"Pekala!"
buyurdu. Bunun üzerine Ebu Süfyan:
"Kızım Ümmü
Habîbe Arab'ın en güzel kızıdır. Onu sana vereyim" dedi. Hz. Peygamber:
"Pekiyi" buyurdular.."
[478].
Hadisçiler, bu hadisin metnini tarihi kullanmak suretiyle tenkit etmişlerdir. Şöyle ki; bilindiği üzere Ebu Süfyan Mekke'nin fethi esnasında müslüman olmuştur. Hz. Peygamber'in Ümmü Habibe ile evlenmesi ise bundan çok daha önceye ait olup Habeşistan'a hicret günlerine tesadüf etmiş ve onun mehrini de Necaşi belirlemiştir. Bunun için, İbn Hazin bu rivayetin uydurma olduğunda hiçbir kuşkusunun olmadığını söylemiştir [479].
Bazı hadisçiler ise
daha sonra beyan edeceğimiz üzere bu iki durumun arasını uygun düşmeyen tarzda
uzlaştırma cihetine gitmişlerdir.
Şüphesiz tarih, hiçbir
zaman insanı yanlışa düşürmeyen doğru bir ölçüdür. Ancak burada, hadisteki
bilgilere muhalif tarihî malumatın kesin doğru olması gerekir. Tarihte vuku
bulduğu kesin olmayan olaylara gelince, hadisin onlarla karşılaştırılması doğru
değildir.
b. İkinci örnek ise Müslim'in Sahîh'inde yer alan ve
Cabir b. Abdullah'ın Hz. Peygamber'in haccından söz eden rivayetidir. Söz
konusu rivayette Hz. Peygamber'in kurban bayramı günü öğlen namazını Mekke'de
kıldığı belirtilmektedir
[480].
İbn Ömer hadisinde
ise:
"Resûlullah'ın
kurban bayram günü ziyaret tavafı yaptıktan sonra tekrar Mina'ya döndüğü ve
öğlen namazını orada kıldığı" beyan edilmektedir
[481].
Bu iki rivayet arasında açık bir çelişki söz konusudur. Büyük bir zorlama olmadıkça aralarını uzlaştırma mümkün olmayan bu ihtilafı tenkit eden İbn Hazm, bu iki rivayetten birinin kesin olarak uydurma olduğunu söylemektedir [482]. Fakat bu iki rivayetten hangisinin sahih, hangisinin uydurma olduğunu en iyi Allah bilir. Her ne kadar muhaddi si erden, haccı başından sonuna kadar anlatması dolayısı ile Cabir'in rivayetini tercih edenler varsa da bu, çok sağlam değildir. İleride bu konuda daha fazla bilgi verilecektir.
c. Hz, Peygamber'in Kabe'den alınarak Mi'raç için gece
yolculuğuna çıkarıldığı (İsra) olayını anlatan rivayette yer alan Peygamber'e
vahiy gelmezden önce bir gece kendileri Mescid-i Haram'da uyurken ona üç kişi
geldi... "[483]
tarzındaki ifade Buhârî ve Müslim'in eliştirildikleri rivayetlerdendir.
Bu rivayet, bütün
müslümanlarca bilinen ve hiç kimsenin şüphe etmediği, "İsrânın Hz.
Muhammed'in nübüvvetinden sonra olduğu tarzındaki" bilgiye ters
düşmektedir ve bunun delilleri pek çoktur. Bunun için muhaddisler, kesin bilgi
ile sabit olan tarihî malumata aykırı bu ifadelerden dolayı Buhârî ve Müslim'i
eleştirmişler ve bu rivayetin râvisini yanılmakla itham etmişlerdir. İleride
bu konuda geniş açıklama yapılacaktır.
d. Tirmizî ve diğer hadis kitaplarında yer alan bir
rivayete göre, Hz. Peygamber Mekke'nin fethi günü Abdullah b, Revaha'nın
okuduğu şu şiirle Mekke'ye girmiştir:
Ey kâfir çocukları!
Onun yolundan çekilin. Bugün size, ona indirilen Kur'an gereğince öyle bir
darbe indirebiliriz ki, bütün başları yerlerinden kaldırır ve dosta dostu
unutturur.
Tirmizî rivayetin bu tarikten hasen, sahih ve garîb olduğunu söylemiş [484] ve Abdürrezzak'ın rivayet ettiği başka bir hadiste Hz. Peygamber'in önünde Ka'b b. Mâlik olduğu halde kaza umresi (umretü'1-kaza) amacıyla Mekke'ye girdiği haberine yer vermiştir. Bazı hadis âlimlerine göre bu haber daha doğrudur. Çünkü, Abdullah b. Revana Mu'te savaşında şehid edilmiştir. Kaza umresi ise bu savaştan sonra olmuştur [485].
Bu hadis hakkında İbn
Kayyim şöyle demektedir:
Bu bir yanılgıdır;
çünkü İbn Revana Mu'te savaşında şehid edilmiştir. Mu'te savaşı ise, Mekke'nin
fethinden dört ay öncedir. Bu duruma göre, Hz. Peygamber'in huzurunda ancak
İbn Revaha'nın şiiri okunmuş olabilir
[486].
e. Buhârî'nin Ebu Vail'den rivayetine göre Mesrûk b.
el-Ecda':
Bana Hz. Âişe'nin
annesi Ümmü Rûman, İfk hadisini rivayet etti..."
[487].
Ulemâdan birçoğu bunun apaçık bir hata olduğunu söylemiştir. Çünkü Ümmü Rûman, Hz. Peygamber zamanında vefat etmiş ve Resûlullah, onun kabrine inerek:
"Kimin cennet hurilerinden bir kadına bakmak hoşuna giderse, buna baksın" [488] buyurmuştur.
Öte yandan bazı
âlimler:
"Mesrûk, Ümmü Rûman
hayatta iken Medine'ye gelmiş ve ondan hadis almış olsaydı Resûllah'la
karşılaşmış ve ondan da hadis dinlemiş olurdu. Halbuki o, Medine'ye Hz. Peygamber'in
vefatından sonra gelmiştir
[489]"
demişlerdir.
Ancak İbn Hacer bu
görüş sahiplerini, Ümmü Rûman'ın Hz. Peygamber devrinde öldüğü görüşleri
dolayısıyla tenkit ederek, bu konuyu onlarla tartışmış ve Buhârî'nin rivayet
ettiği hadisin, râvilerinden birinin tek kalmış olmasına rağmen, sened yönünden
daha sahih olduğu sonucuna varmıştır. Ayrıca, öbür hadisin ise, râvilerinden
birinin zayıf olması sebebiyle onun kadar kuvvetli olmadığını; bu konuyu
Fethu'l-bâri’nin mukaddimesinde ve el-İsâbe'de izah ettiğini söylemiştir
[490].
Burada İbn Hacer'in
tercihi, senede ve râvilerin sağlamlığına dayanmaktadır. İbn Hacer el-İsâbe'de
Ümmü Rûman'ın vefat tarihini İbn Sa'd, İbn Abdilber ve Vâkıdî gibi çeşitli
tarihçilerden hicrî 4., 5. ve 6. yıl olarak nakletmektedir. Bana göre, eğer
onların bu konudaki delilleri, daha önce geçen Ali b. Zeyd b. Ced'ân hadisi
ise -ki o hafızasının iyi olmaması sebebiyle zayıf sayılmıştır- ve bundan daha
güçlü bir rivayet yoksa İbn Hacer'in tercihini daha güçlü kabul etmek yerinde olur.
Eğer onların elinde başka bir delil varsa ve bunu söz konusu rivayetin
üstünlüğünü açıklamak için zikretmişler ise, bu durumda görüşlerinin doğru olma
ihtimali vardır ve yanlışlık Buhâri’nin rivayet ettiği hadisin râvilerinden birinden
kaynaklanmış olabilir. Yine de doğru olanı en iyi bilen Allah Teâlâ'dır.
İki rivayetten hangisi diğerine tercih edilmiş olursa olsun, bizi asıl ilgilendiren, bu ölçü esas alınarak söz konusu rivayete yöneltilen tenkit ve eleştirilerdir.
f. Bir başka örnek de İfk hadisinde yer alan Hz.
Peygamber'in:
"Ailem konusunda beni rahatsız eden bir kişi
hakkında bana kim yardım eder?" buyurduğu, Abdüleşhel oğullarına yakın
olan Sa'd b. Muaz'ın ayağa kalkarak:
"Ey Allah'ın
elçisi! Ona karşı sana ben yardım edeceğim" dediği..."
[491]
şeklindeki rivayettir.
İbn Kayyim bu durumun
ilim sahibi birçok kişiye şüpheli geldiğini söylemiştir. Çünkü hiçbir ilim
adamı, onun hicretin 5. yılında, Hz. Peygamber'in Benî Kureyza hakkındaki
kararım müteakip öldüğüne karşı çıkmamıştır. İfk olayı ise cumhura göre
hicretin 6. yılında meydana gelmiş olan Benî Mustalik gazvesinde vuku
bulmuştur
[492].
Bu probleme çeşitli
şekillerde cevap verilmiştir.
Buhârî'nin, Musa b.
Ukbe'den hikaye ettiğine göre, Benî Mustalik savaşı, hicretin 4. yılında
meydana gelmiştir. Vâkıdiye göre ise, söz konusu gazve hicretin 5. yılında
vuku bulmuş, Benî Kureyza ve Hendek savaşları da bundan sonradır.
Kadı İsmail b. İshak'a
göre ise, bu konuda tarihçiler ihtilaf etmektedirler. Tercihe şayan olan, Benî
Mustalik gazvesinin Hendek savaşından önce olmasıdır. Bu durumda herhangi bir
problem kalmamaktadır. Ancak ulema bunun tersi kanaata sahiptirler. Nitekim
ifk hadisesinde de bunun hilafına delalet eden bir ifade bulunmaktadır. Şöyle
ki; Hz. Âişe olayın hicab âyeti indikten sonraya ait olduğunu söylemektedir.
Hicab âyeti ise, Hz. Zeyneb bnt. Cahş hakkında nazil olmuştur. Bu esnada Zeyneb,
Hz. Peygamber'in nikâhı altında idi. Resûlullah ona Âişe hakkında sormuştu.
Tarihçilere göre Hz. Peygamber'in Zeyneb'le evlenmesi hicretin 5. senesinin
Zilkade ayında olmuştur. Bu duruma göre de Musa b. Ukbe'nin görüşü doğru olamaz
[493].
Muhammed b; İshak,
Benî Mustalik gazvesinin hicretin altıncı yılında ve Hendek savaşından sonra
olduğunu belirterek İfk hadisesini de bu sene içinde zikretmektedir. Ancak o,
bu hadisi -Zührî, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe, Âişe senediyle rivayet
ederek şöyle demektedir; "Useyd b. el-Hudayr kalkarak 'Ona karşı sana ben
yardım ederim' dedi ve Sa'd b. Ubade'yi alıkoydu. Sa'd b. Muaz'ı ise hiç
zikretmedi."
İbn Hazm'a göre kesin
doğru olan budur ve diğer rivayette Sa'd b. Muaz'ın zikredilmesi bir
yanılgıdır. Zira Sa'd b. Muaz'ın Benî Kureyza'nın fethi sonrası vefat ettiği
kesindir. Bu ise hicretin 4. senesinin Zilkade ayının sonuna rastlamaktadır.
Benî Mustalik gazvesi ise, hicretin 6. yılının Şaban ayında, Sa'd'ın ölümünden
bir yıl sekiz ay sonra vaki olmuştur. Bu duruma göre, adı geçen iki kişi
arasındaki karşılıklı konuşma, Benî Mustalik gazvesinden döndükten elli günden
daha fazla bir süre sonra cereyan etmiştir.
İbn Kayyim kendi kanaatini:
"Bence doğru olan Hendek savaşının hicretin 5. yılında olduğudur [494]" şeklinde belirtmektedir.
Bu uzun nakillerden,
hadisçilerin bu hadisi sadece metin yönünden bazı tenkidlere tabi tuttukları
ortaya çıkmaktadır. Bütün bu tenkidler de hadisin metnini tarihî bilgilere
arzetme esasına dayanmaktadır.
g. Hayber halkından cizyenin kaldırıldığına dair
mektupla ilgili rivayet. Yahudiler, Hz. Peygamber'e ait olduğunu ileri
sürdükleri bir mektubun bulunduğunu ve o mektupta Resûlullah'ın kendilerinden
sorumluluk, zorla emir altına girme ve cizye vermeyi kaldırdığı bildirildiğini
iddia ettiler. Bu habere şahit olarak Sa'd b. Muaz, Muaviye b. Ebu Süfyan ve
başkalarını gösterdiler
[495].
Yahudilerin bu mektubu ilk olarak İbn Cerîr et-Taberî zamanında ayrıca Hatîb
el-Bağdâdî ve İbn Teymiyye zamanında ortaya çıkardıkları
[496]
görülüyor. İslâm âlimleri bu haberi her asırda tenkit ederek zayıf ve uydurma
olduğunu beyan etmişlerdir. Bunu metne bakarak
tenkit edenlerden biri
de İbn Kayyim'dir. Onun tenkidlerinden bir kısmı
şunlardır;
1. Bu mektupta Sa'd b. Muaz'ın şahidliğinden söz
edilmektedir. Halbuki o bundan daha önce ve Hendek savaşında ölmüştür.
2. Onda "Muaviye b. Süfyan şu şekilde yazdı"
denilmektedir. Halbuki Muaviye, Mekke'nin fethi esnasında müslüman olmuş olup
serbest bırakılanlardandır.
3. Cizye âyeti o sıralarda henüz indirilmemiş olması
dolayısıyla ne sahabe, ne de Araplar onu bilmiyorlardı. Cizye âyeti Tebuk
savaşından sonra nazil olmuş olup Hz. Peygamber onu ilk olarak Necran hıristiyanları
ile Yemen yahudilerine uygulamıştır; Medine yahu dil erinden ise cizye
alınmamıştır. Çünkü onlar bu âyet nazil olmadan önce Hz. Peygamber'le anlaşma
yapmışlardı; sonra onlardan bir kısmı öldürüldü. Kalanlar ise Hayber ve Şam'a
sürgün edildiler. Hayberliler Hz. Peygamber'le cizye farz kılınmadan önce
anlaşma yapmışlardı. Cizye âyeti nazil olunca, mevcut durum olduğu gibi devam
ettirildi ve cizye daha önceden anlaşma yapılmayanlara uygulandı. Bundan
dolayı da Hayberlilerle ilgili haber hakkında şüphe bulunmaktadır.
4. Söz konusu belgede "Yahudilerden ek vergi ve
angaryanın kaldırılıdığı" ifade edilmektedir. Halbuki bu zamanda onlardan
alınan ne angarya, ne de ek vergi alınması söz konusu idi.
5. Hz.. Peygamber onlara bağlayıcı bir taahhüdde bulunmamıştır,
aksine "Dilediğiniz şekilde size davranacağız" demiştir.
Resûlullah'ın, ehl-i zimmet için bağlayıcı ve devamlı olan cizyeyi kaldırıp
sonra da onlar hakkında bağlayıcı ve devamlı bir eman tanımaması mümkün
değildir.
6. Bu tür haberlerin nakli için pek çok sebep söz
konusudur. Buna rağmen nasıl oluyor da böyle bir olayı sahabe, tabiîn ve
sünneti nakleden hadis âlimleri habersiz oluyorlar ve bu olayın bilgisi ve
nakli sadece Yahudilere kalıyor?
7. Eğer bu haber doğru olmuş olsaydı, ona muhalefet
etmede bütün ashab, tabiîn ve fakihler birleşmezdi. "Hayberlilere cizye
farz değildir" diyen hiçbir sahabe olmadığı gibi, tabiîn ve fakihlerden de
herhangi biri yoktur"
[497].
Bunlar İbn Kayyim'in
bu metinle ilgili tenkidlerin bir kısmıdır. O, bunları söz konusu metni esas
alarak ve tarihî bilgilerle Hayberlileri çevreleyen şartları kullanarak
yapmıştır. İbn Kayyim'in bu tenkidi objektif olup, ona karşı bu rivayetin sahih
olduğunu iddia eden hiç kimsenin bir hüccet veya aklî delil getirmesi mümkün
değildir.
h. Enes b. Mâlik'ten şöyle dediği rivayet olunmuştur:
Hz. Peygamber Tebuk
savaşından döndüğünde onu Sa'd b. Muaz el-Ensârî karşıladı. Hz. Peygamber
onunla musafaha ettikten sonra ona:
"Ellerinin kazandığı bu şey nedir?"
diye sordu. Ya Resûlullah! Taşı küreğe vuruyorum
[498] ve
onunla kazandığımı aileme harcıyorum, diye cevap verdi. Enes'e göre Hz.
Peygamber onun elini öperek:
"Bu, cehennemin ebediyyen dokunmayacağı bir
eldir" buyurmuştur
[499].
İbnü'l-Cevzî bu hadisin uydurma olduğunu açıklamak için tarihî bilgileri kullanarak şöyle demiştir:
"Bu, uydurma bir hadis olup onu uyduran da tarih bilgisi yönünden son derece cahil birisidir. Zira Sa'd b. Muaz, Tebuk savaşında hayatta değildi. Çünkü o, Hendek savaşında kendisine bir ok isabet etmesi dolayısı ile Benî Kureyza savaşından sonra ölmüştü. Benî Kureyza savaşı, hicretin beşinci senesinde, Tebuk savaşı ise 9. yılında olmuştu..." [500]. Söz konusu garîb metne yöneltilen bu tenkidin, yerinde olduğunda şüphe yoktur. Nitekim Hz. Peygamber'in ashaptan birinin elini öpmesi, tuhaf bir durum olup bu hadis dışında başka bir rivayette de böyle bir şey ondan naklolunmamıştır. Madem ki böyle bir olay olmamıştır, Öyleyse hiçbir kimsenin Resûlullah, bir sahabînin elini öptü demesi mümkün değildir.
k. Ebu Hureyre'den Hz. Peygamber'in Hz. Âişe ile
evlenmesi hakkındaki rivayette şöyle dediği nakledilmektedir: "...Sonra
Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
“Ey Ebu Bekir! Allah Teâlâ bana, sana dost olmamı emretti". Ebu
Bekir'in üç kızı vardı ve onları Hz. Peygamber'e teklif etti de Resûlullah, Hz.
Âişe'yi kastederek “Allah bununla
evlenmemi emretti" buyurdu ve onunla evlendi"
[501].
Bu hadisin metnini
doğru tarihî bilgilere arzettiğimizde, rivayetin sahih olmadığını görüyoruz.
Şöyle ki:
Söz konusu rivayette
Hz. Ebu Bekir'in üç kızı olduğu ifade edilmektedir. İbnü'I-Cevzî bu hususa
dikkat çekerek onu tenkit eder ve:
"Bu rivayeti uyduran
ne kadar ilimden nasipsizmiş!" der. Çünkü Hz. Peygamber Âişe ile Mekke'de
iken evlenmişti ve bu esnada Ebu Bekir'in üç kızı bulunmamaktaydı. Sadece Esma
ve Âişe vardı. Ebu Bekir'in Ümmü Gülsüm adındaki kızı, onun vefatından sonra
dünyaya gelmiştir
[502].
İbnü'l-Cevzi’nin
söyledikleri doğrudur. Zira Ebu Bekir, hamile olan hanımı Habîbe'yi bir
rivayete göre ise Harice b. Zeyd el-Ensârî'nin kızı Fahite'yi geride bırakarak
vefat etmiştir. Daha sonra Ümmü Gülsüm dünyaya gelmiş, büyüyüp ergenlik çağına
geldiğinde onunla, önce Talha b. Ubeydullah, kısa bir müddet sonra da
Abdurrahman b. Abdullah el-Mahzumî evlenmişler ve her ikisinden de çocuğu
olmuştur. Ümmü Gülsüm'ün kız kardeşi Hz. Âişe'den rivayetleri bulunmaktadır
[503].
İbn Hacer onu böyle tanıtmaktadır.
Sahih ve gayr-i sahih
hadis kitaplarını kapsayan bu çeşit tenkidler, araştırıcı için bu ölçünün
önemini ve rivayetleri tenkitteki etkisini ortaya koymaktadır. Nitekim muhaddislerin
hadisleri çeşitli şekillerde tenkit ederken uygulamaları da bunu teyit
etmektedir. Görüldüğü üzere, bu ölçünün sonuçları doğru, sahih ve güvenilirdir.
Bu ölçünün kullanılmasında gözönünde bulundurulacak yegane şart, özellikle
hadisin senedinin sahih olması durumunda, hadiste yer alan anlama aykırı tarihî
bilgilerin sahih ve sabit olmasıdır.
Dolayısı ile tenkidçi,
hadisi red veya sahihliğine hükmetme noktasında acele etmemeli, aksine bu
konuda araştırma ve incelemeyi derinleştirmeli, bir hadisle ilgili olarak
yazılanların tümünü mütalaa etmeli, sonra da kendi düşünce ve aklını
kullanmalıdır. Bundan sonra, eğer isabet ederse iki ecir, hata ederse elinden
gelen bütün gayreti ve araştırmayı ortaya koyduğu sürece içtihadının karşılığı
bir ecir vardır.
[504]
Hadisin lafız ve
anlamının, peygamberler, özellikle de Resûlullah tarafından söylenmeyecek
tarzda bozuk olması, -bu ifadenin zayıf ve alelade olmasından veya Hz.
Peygamber'in emrettiği veya yasakladığı türden olmayan bir işe delalet etmesi,
ya da insanın duyu ve tecrübelerinin onun yanlış olduğunu göstermesi... gibi
nübüvvet makamının kendisinden uzak olduğu bir mânayı içermesi sebebiyle
olabilir- hadisin sahih olmadığının ölçülerinden biridir. Bu durum, hadisin bir
peygamberin söylemeyeceği türden lafızlar, emredip yasaklaması mümkün olmayan
ve duyu ve tecrübelere aykırı hükümler içermek gibi nübüvvet makamına
yakışmayan hususlar taşıması sebebiyle olabilir. Böyle bir durumda mânanın
bozuk ve akla uzak olması, lafzın bozukluğundan daha önceliklidir. Zira râvi
Hz. Peygamber'in sözlerini lafzında tasarrufta bulunarak, söylemek istediği
mânayı asgarî ifade edecek ve Resûlullah'ın sözlerine uygun düşecek şekilde
kendine ait kelimeler kullanarak manen rivayet edebilir. Bu durumda ravinin
ifadesi bozuk veya Araplar tarafından kullanılmayan yabancı bir kelime
kullanmış ise, hadisin lafzında bozukluk meydana gelmiş olur. Bu gibi hallerde,
anlam bozuk olmadıkça söz konusu hadisin sahih olmadığına hükmetmeyiz. Şu halde
bu ölçü de hadisin mânası ve bununla ilgili hususlar ön plana çıkmaktadır.
İster güzel ve süslü bir lafızla, isterse bozuk ve yanlış sözlerle ifade
edilmiş olsun, Resûlullah'ın ifade kasdetmesi mümkün olmayan bir mâna içeren
herhangi bir rivayet ona nispet edilemez ve uydurma olduğuna hükmedilir.
Burada metni anlam
bakımından incelemenin asıl olduğunda şüphe yoktur. Lafzın bozukluğu ise, söz
konusu rivayetin sahih olmadığı hususunda mânaya bakışı destekleyen ikinci bir
delil ve yardımcı bir unsurdan başka bir şey değildir.
Muhaddislerin, bu
ölçüyü kullanarak tenkit ettikleri hadislerin sayısı gerçekten çoktur.
Bunların örnekleri Mevzuat kitaplarında bol miktarda bulunmaktadır. Bu nevi
rivayetler, aynı zamanda çoğunlukla isnad cihetinden de zayıf olup, aralarında
isnadı sahih denilebilecek olan da bulunmamaktadır. Aksine, böylesi
rivayetlerin senedleri de zayıf olup hâvilerinin çoğu yalancı ve hadis
uyduruculandır. Bu rivayetlerin râvileri hakkında söylenebilecek en iyimser
söz, "hadis uydurmakla itham olunmuşlardır" ifadesidir.
Madem ki bu ölçü,
hadislerin mücerred olarak lafız ve ibarelerine bakmaktan daha çok, mâna ve
delaletini göz önünde bulundurmaktadır; öyleyse muhaddisler senedi sahih
hadisler içinde, sadece mânası münker olanı bulamıyorlar mı, yoksa bu ölçü,
isnadı sahih olanlarda kullanılmamakta ve sadece isnadı zayıf olan hadislerle
sınırlı mı kalmaktadır?
Bu konuda araştırdığını
örneklerin çoğunda muhaddislerin ekseriyetinin, hadisin senedinin sahih olması
halinde bu ölçüyü kullanmadıklarını tespit ettim. Muhaddislerin, el-Berîd
hadisini
[505] değerlendirirken ihtilafa
düşmeleri bunu teyit etmektedir. Nitekim onlardan bir kısmı bu hadisin sahih
veya hasen olduğuna hükmederken, diğerleri zayıf veya uydurma olduğunu
söylemektedirler. Söz konusu hadisi zikretmeden önce, bu kapsama giren genel
bir kuralı ifade etmemiz yerinde olacaktır:
İbn Kayyim'e göre,
içinde yüzü güzel olanların zikredilip övüldüğü, onlara bakmanın veya onları
istihdam etmenin emredildiği, yahut da onların cehenneme girmeyeceklerini
ifade eden bütün rivayetler yalan, uydurma ye iftiradır
[506]. Bu
tür rivayetlere örnek olarak şunlar gösterilebilir:
a. Güzel yüzlü ve siyah gözlüleri size tavsiye ederim.
Çünkü Allah, güzel yüze cehennemde azap etmekten haya eder
[507].
b. Güzel yüze bakmak ibadettir
[508].
c. Yeşillik, akan su ve güzel yüz olmak üzere üç şeye
bakmak göze kuvvet verir
[509].
d. "Bana postacı gönderdiğinizde, adı ve yüzü güzel
olanı gönderin". İbn Kayyım, bu hadisin senedinde Ömer b. Râşid'in yer
aldığını, İbn Hibban'ın onun "hadis uyduran biri olduğunu"
söylediğini, Ebu'l-Ferec İbnü'l-Cevzi’nin ise, bu hadisi el-Mevzûât'ında
zikrettiğini" kaydetmektedir
[510].
Bu sonuncu örnek daha
önce sözünü ettiğimiz "el-Berîd hadisi"dir. Bunun senedinde yer alan
Ömer b. Raşid'i İbn Hibban hadis uydurmakla itham etmekte ve hakkında:
"O, mevzu
haberleri güvenilir râvilerden rivayet edenlerdendir. Onun adını kitaplarda,
sadece tenkit amacıyla zikretmek ve hadisini ibret gayesiyle yazmak
caizdir"
[511]
demekte, bu rivayeti de İbn Hacer'in yaptığı gibi
[512]
zayıf olarak nitelendirmektedir.
Buna rağmen Heysemî bu
hadisin sahih, Münavî ise hasen olduğunu
[513]
ileri sürmekte, Suyûtî ise, inancıma göre bu hadis hasen-sahihtir, onun
senedlerini bir cüzde topladım, demektedir
[514].
Her ne kadar içlerinde
kendisi ile ihticac olunamayacak kadar zayıf olanlar yanında, Ömer b. Raşid
gibi sika râviler adına hadis uyduran yalancılar bulunuyorsa da, bu hadisin
sahih veya hasen olduğunu söyleyenler onun değişik tariklerden gelmesine
itibar etmişlerdir. Halbuki onlar, hadisin metnini tetkik edecek olsalardı, söz
konusu rivayetin hüccet olarak kullanılamayacak derecede zayıf senetlerinin
bulunduğu, ayrıca metninin de uydurma olduğuna hükmetme hususunda da tereddüde
düşmezlerdi, Muhaddislerin bu tutumu, söz konusu ölçüyü kullanma hususundaki
ihmallerini ve bizzat bu hadisi tenkit ederken sözü edilen ölçünün gücünü ve
etkisini kavramadıklarını ortaya koyar. Suyûtî'nin böyle bir hadisi sahih
görmesi garîb karşılanmamalıdır. Çünkü onun eserlerinde bu nevi birçok rivayete
sahih hükmü verdiği bilinmektedir. Onun senede gösterdiği ilgiyi metne
göstermemesi, el-Leâliü'l-masnûa isimli kitabının birçok yerinde İbnü'l-Cevzî
ile ilgili tenkitlerinde açıkça görülmektedir.
Bu hadis konusunda
sözü uzatmamızın amacı, onun sahih olup olmadığını tespit değildir. Aksine
amacımız, hadisin metninde akla aykırı hususlar bulunmasına ve senedi de zayıf
olmasına rağmen, muhaddislerin, metindeki bu duruma bakmadan, senedi erinin
çokluğuna dayanarak, onun hakkında hüküm vermiş olduklarını ortaya koymaktır.
Muhaddisler
"el-Berîd hadisini" değerlendirirken ihtilafa düştükleri gibi, daha
önce zikrettiğimiz "size güzel yüzlüleri tavsiye ederim", "güzel
yüze bakmak ibadettir" gibi diğer hadisleri değerlendirirken de ihtilafa
düşmüşlerdir. Çünkü bu anlamların akla aykırı olduğu el-Berîd hadisinden daha
açık bir şekilde görülmektedir. Şöyle ki; bunları tevil mümkün değilken,
Gazzâlî'nin dediği gibi, bir ölçüde yüz güzelliğini kilo ve boy arasındaki
dengeye, uzuvların birbirine uygunluğuna ve yüzün fıtraten bakmaktan
hoşlanacağı şekilde güzel yaratılmış olmasına hamletmek veya sevimliliğe ve
sempatik olmaya yorumlamak mümkündür
[515]. Bu
yorumlar, her ne kadar akıl dışı görünüyorsa da, hadisin anlam bozukluğunu
hafifletir mahiyettedir. Halbuki diğer hadisler akla aykırı oldukları gibi,
herhangi bir şekilde yorumlanmaları mümkün değildir.
e. "Dört şey dört şeyden doymaz:
Kadın erkekten, yer yağmurdan, göz bakmaktan
ve kulak duymaktan."
[516]
f. Eğer pirinç bir adam olsaydı, ağırbaşlı olurdu. O,
kendisini yiyen bütün açları doyurur."
[517]
g. "Horoza sövmeyin, zira o benim arkadaşımdır.
İnsanoğlu onun sesindeki sırrı bilseydi, onun tüyünü ve etini altın karşılığı
satın alırdı."
[518]
Böyle bir sözü, insanların bilgisi, anlayışı, hatta aklı en kıt olanının dahi söylemesi mümkün değilken, Allah'ın elçisi nasıl söylemiş olabilir? Onu bu tür ithamlardan tenzih ederiz. Bu, İslâm'a ve onun elçisine düşman olan birinin uydurduğu anlamsız bir sözdür.
İnsanların alay ettiği bu nevi saçma sapan rivayetlerden bir kısmı da aşağıda zikredeceğimiz muayyen bir şeyi yemeye teşvik eden, onun hastalıkları iyileştirdiği, hatta sıkıntıları giderdiği iddia edilen hadislerdir.
h. "Cebrail bana cennetten bir tatlı getirdi. Onu
yediğimde bana kırk kişide mevcut olan cinsel güç verildi."
[519]
k. "Patlıcan yenildiği amaca göre etki eder.
Patlıcan bütün hastalıklara şifadır, dedi."
[520]
l. "Size mercimek yemeği tavsiye ederim. Çünkü o,
kalbi incelten, göz yaşını artıran mübarek bir yiyecektir. Onu yediği için
yetmiş peygamber yüceltilmiştir."
[521]
Abdullah b. Mübarek'e
bu son rivayet sorulduğunda şöyle demiştir:
Mercimekte en fazla
bulunan şey yahudi şehvetidir. Yetmiş peygamber bir tarafa, eğer onun
sayesinde bir peygamber yüceltilmiş olsaydı o bütün hastalıklara şifa olurdu.
Halbuki Allah Teâlâ, onun çok da değerli olmadığını bildirmiş soğan ve
sarımsakla bir tutmuş ve onu kudret helvası ve bıldırcın kuşuna tercih edeni
kınamıştır
[522].
İnsanların duyu,
tecrübe ve akıllarına aykırı mânalar içermesi sebebiyle âlimlerin Resûlullah'a
nisbetini reddetmede tereddüt etmedikleri ve Hz. Peygamber'in asla söylemiş
olamayacağı hadislerden bazıları da şunlardır:
m. "Misvak kullanmak kişinin düzgün konuşmasını
artırır"
[523].
n. "Bir dağın yerinden kaydığnını duyduğunuzda
kabul edin fakat bir kişinin huyunun değiştiğini duyduğunuzda kabul etmeyin.
Zira kişi ancak yaratıldığı üzere hareket eder."
[524]
o. "Balık yemek, haset duygusunu giderir"
[525].
Bu rivayetleri
değerlendirecek olursak; hiç bir kimse, misvak kullanmanın, insanın konuşma
kabiliyetini zayıflatmayacağı gibi, güçlendirmeyeceğinden de şüphe etmez.
Nitekim Sağanî de bu rivayet aynı mânada değerlendirmiş ve onun açık bir
uydurma olduğunu söylemiştir
[526].
Doğrusu da budur. Zira misvak kullanma, dişleri kirlerden korur. Misvakın güzel
konuşma kabiliyeti ile hiçbir ilgisi yoktur. Zira konuşma kabiliyeti, insanın
aklı, kişiliği ve Allah'ın ona verdiği konuşma gücü ile alâkalı bir husustur.
İkinci hadis, insanın
fıtratında bulunan huyların değişmeyeceğini vurgulamaktadır. Buna göre, huylar
üzerinde insanın iradesi söz konusu değil, ve insan onlara göre hareket etmeye
mecburdur. Halbuki her şey Allah'ın kudreti dahilinde olmakla beraber, insana
huylarını bir halden başka bir hale değiştirme gücü vermiştir. Bu, her
birimizin kendi şahsında hissettiği bir durumdur. Nitekim Elbânî söz konusu
hadisle ilgili yorumunda şöyle demektedir:
"... Bu hadiste
cebir kokmakta; müslümanın ahlâkını değiştiremeyeceği için, onu
güzelleştiremeyeceği anlaşılmaktadır. Öyleyse, "Ben ahlâkı güzel olan için
cennetin en üst mertebesinde bir eve kefilim" hadisinde olduğu gibi,
ahlâkı güzelleştirmeyi teşvik eden hadislerin ne anlamı vardır?"
[527].
Balık hadisine
gelince, onun uydurma olduğu mânasından açıkça anlaşılmaktadır. Zira balık
yemenin hased duygusunu giderdiğini iddia etmiş herhangi bir kimse bugüne kadar
görülmemiştir. Nitekim balık yiyen nice insan vardır ki çoğunda hased duygusu
devam etmektedir. İbnü'1-Cevzî de bu rivayeti mevzuatına alarak onunla ilgili
şu değerlendirmeyi yapmıştır:
"Bu rivayet, ne
senedi, ne de mânası itibariyle hiçbir değer taşımaz. Hadisin aslı "O, hasedi giderir" şeklinde
olmalıdır. Ancak râvi bunu karıştırarak yanlış bir şekilde tefsir etmiştir.
Haddi zatında balık hasedi falan gidermez."
[528].
Lafzı bozuk, mânası
yanlış ve insanın kabul edemeyeceği daha nice rivayetler vardır. Bu nevi
rivayetlerin bir kısmı meşhur ve bazı kitaplarda yazilagelmiştir. Bunların
uydurma olduğuna dair alâmetler biraz düşünen, onları tenkit ve araştırma
noktasında akıl ve fikir yürüten insan için açıktır. Bu tür rivayetlerden
bazıları şunlardır:
ö. Ubey b. Ka'b'dan rivayet edilen Kur'an'ın faziletine
dair meşhur hadiste:
"...Kim el-A'raf
sûresini okursa, Allah onunla İblis arasında bir perde koyar. Kim el-Enfal
sûresini okursa, ben ona şefaatçi, şahid ve onu münafıklıktan koruyucu olurum.
Kim Yunus sûresini okursa, ona Hz. Yunus'a inanan ve inanmayan, Firavun'la
beraber boğulan kişilerin adedinin on misli sevap yazılır. Kim Hûd sûresini
okursa ona Nuh'a inanan ve inanmayanların sayısının on misli sevap
yazılır..."
[529]
denilmektedir. Söz konusu rivayette, Kur'an'daki sıraya göre, başından sonuna
kadar bütün sûrelerin faziletleri bu şekilde tek tek açıklanmaktadır. Halbuki
Kur'an'ın bu tertibi Hz. Peygamber'in vefatından sonra yapılmıştır.
Bu rivayeti uyduran da
bu durumu itiraf ederek şöyle demektedir:
"İnsanların
Kur'an'la daha çok meşgul olmaları sağlamak amacıyla bu hadisi uydurdum."
[530]
İbnü'l-Cevzî bu
rivayeti şöyle değerlendirmektedir:
Sûrelerin faziletleri
ile ilgili hadis kesin olarak uydurmadır... Zira her bir sure ona münasip
sevap, Hz. Peygamber'in ifadesine uygun düşmeyen bir tarzda son derece bozuk
bir ifade ile zikredilmektedir
[531].
Bu rivayeti uyduran kişinin kendi itirafına rağmen Sa'lebî, Vâkıdî gibi bazı müfessirler, Kur'an'ı tefsir ederken her sûrenin başında onunla ilgili faziletleri zikretmişlerdir. Zemahşerî ise, bunların sûrenin sonunda zikretmiştir [532]. Bu nevi hadislerin tefsir ve diğer kitaplarda yer alması tehlikeli bir durumdur. Ne yazık ki müslümanlar, böyle bir durumla karşı karşıya kalmışlardır. Söz konusu müfessirlerin bu nevi haberlere kitaplarında yer vermeleri, hadis ilmindeki bilgisizlikleri dolayısı ile bir ölçüde mazur görülebilir. Ancak aynı zamanda bir muhaddis olan İbn Kesîr rivayet tefsirlerinin en meşhurlarından olan eserinde zayıf, uydurma ve israiliyyat türünden birtakım rivayetlere yer vermiştir. İşin daha garip olanı ise söz konusu muhaddisin kitaplarında sahih veya zayıflık durumlarına temas etmeksizin istidlal amacıyla bu nevi hadislere yer vermiş olmasıdır.
p. Bir rivayette Hz. Osman'ın, Resûlullah'a:
"Gökler ve yerin anahtarları O'na aittir"
[533]
âyetinin tefsirini sorduğu, Hz. Peygamber'in de:
"Bana onu hiç kimse sormadı, onun tefsiri şu
şekildedir: "Allah'tan başka ilah yoktur; O, büyüktür, O'na hamdeder, O'nu
tenzih eder ve O'ndan istiğfarda bulunurum..." Onu okuyanın ilk kazancı İblis ve askerlerinden korunması, ikincisi
cennette ona bol miktarda servetin verilmesi, üçüncüsü cennette derecesinin
yükseltilmesi, dördüncüsü Allah'ın onu hurilerle evlendirmesi, beşincisi ona,
kabul edilmiş hac ve umre sevabı verilmesidir. Eğer bu kişi o gün ölürse,
şehit olur”
[534]
buyurduğu rivayet edilmiştir.
İbnü'l-Cevzî bu hadisi
şöyle eleştirmiştir:
Bu hadis,
Resûlullah'ın nübüvvetine yakışmayan nadir uydurmalardan biridir. Çünkü onun,
böylesi lafzı bozuk ve mânası akla aykırı sözler söylemesi mümkün değildir.
[535]
Anlayış ve doğru düşünme kabiliyeti olan herkesin açıkça anlayacağı üzere,
İbnü'l-Cevzi’nin bu değerlendirmesi son derece doğrudur.
r. Beli isimlerle dua eden kişiye Allah'ın karşılık
vereceğini bildiren şu rivayet:
Ey Allah'ım sen
ölmeyen diri...tükenmeyen cömert, uzak olmayan yakın..., sözünden dönmeyen
vefalı..., yadırganmayan maruf..., emir altına alınmayan tek..., görülmeyen
perdelenmiş, yok olmayan sürekli, yıpranmayan ebedî, benzetilmeyen tek, karşı
konulmayan güçlüsün... Kim uyumadan önce bunlarla dua ederse Allah azze ve
celle bunlardan herbir harf karşılığında ona, yüzleri güneş ve aydan daha güzel
olan ruhanilerden yedi yüz bin melek gönderir..."
[536]
Bu bozuk ifadeler
sebebiyle İbnü'l-Cevzî bu rivayetin uydurma olduğuna hükmederek şöyle
demektedir:
Bu rivayet,
Resûlullah'a nispet edilen bir uydurmadır. Onun değişik rivayetlerinde Hz.
Peygamber'in benzerini söylemesi mümkün olmayan bozuk sözler ve Cenab-ı Hakk'ın
tenzih edilmesi gereken isimler bulunmaktadır
[537].
Bozuk kelime ve
mânalar gibi bir rivayette anlamı bilinmeyen lafızların bulunması da onun
Resûlullah'a ait olmadığını gösterir. Zira bu nevi lafızlar, Arapça olmadığı
gibi Araplar'ın kullandığı kelimeler de değildir. Bu sebeple bir rivayette bu
nevi kelimelerin bulunması, onun uydurma olduğuna hükmetmek için yeterli bir
delil teşkil etmektedir. Buna bir örnek olarak şu rivayet gösterilebilir:
Ali el-Karî
kelimesinin, mânası bilinmeyen bir kelime olduğunu, bu sebeple onu şifa
amacıyla okuyup üflemenin haram olacağını, söyleyenin küfre gireceği bir küfür
kelimesi olma ihtimalinin bulunduğunu ifade ederek
[538]
şöyle demiştir:
İbn Hacer, minberde
hutbe okurken dahi onu yazanı görse, azarlardı
[539].
Bu nevi hadislerin
metinlerinde bulunan lafız ve mâna bozukluğundan hareketle, onların asılsız
olduğuna hükmetmenin doğru bir metot olduğunda şüphe yoktur. Her ne kadar daha
önce zikrettiğimiz gibi, muhaddislerin birçoğu, bu ölçüyü senedi sahih
hadislere uygulamayıp, daha ziyade senedleri zayıf hadislere tatbik etmişlerse
de, ben bu ölçünün de senedleri sahih de olsa bozuk ifade taşıyan bütün
hadislere tatbik edilmesi kanaatindeyim. Zira metinlere ve onların tenkidine
gösterilen ihtimam, senedlere ve onların illetlerine gösterilen ihtimamdan daha
az önemli ve etkili değildir.
[540]
Hadisin dinî esas ve kesin kaidelere veya kanun koyucunun gözettiği ve insanların zihinlerine yerleştirdiği telakkilere aykırı olması, onun sahih olmadığına ve dolayısıyla Resûlullah'a nispet edilemeyeceğine delil teşkil eder. Çünkü dinî kaide ve hükümlerin arasında bir ahengin bulunmasını senedi sahih olsa bile hiçbir haberin zedelemesi, nakzetmesi ve şaibe altında bırakması mümkün değildir.
Söz konusu ettiğimiz
bu kesin kaidelerden biri de daha önce ifade ettiğimiz kişinin yalnızca kendi
nefsinden sorumlu olacağı ve başkasının işlediği bir suçla sorumlu tutulup
muahaze edilemeyeceği esasıdır. İşte bu ölçüye dayanarak hadisçiler aşağıdaki
hadislerin uydurma olduğuna hükmetmişlerdir.
a- "Zina yolu ile doğan kişi, babası ve çocuğu
cennete giremez."
[541] Bu
rivayet Kur'an ve sünnette mevcut olan birçok nasdan anlaşılmakta olan dinî
esaslara aykırı düşmektedir. Nitekim bu rivayetin uydurma olduğuna
hükmedenlerden biri olan İbnü'l-Cevzî daha önce de geçtiği üzere şöyle
demektedir:
Zina yoluyla doğan
kişinin günahı nedir ki cennete girmesin? Bu gibi hadisler dinî esaslara aykırı
düşmektedirler[542].
b- "Herhangi bir kimse zina eder de daha sonra onu
terk etmeyip devamlı yaparsa mutlaka ailesinden biri o musibete uğrar"
[543]
rivayeti.
Bu hadis de dinî
esaslara aykırıdır. Çünkü bir kimsenin ettiği zinanın cezası olarak ailesinden
birinin zina etmesi gerekmez. O takdirde cezanın, günahı işlememiş olan kadına
yansıması söz konusu olacaktır. Nitekim bu hususa dikkat etmiş olan Elbânî,
hadisin uydurma olduğunu söyleyerek şöyle demiştir:
Bu hadisin asılsız
olduğunu gösteren bir husus da zina eden bir kimsenin eşinin başına böyle bir
musibetin geleceğini bildirmesidir. Bu, Kur'an'da buyurulan "bir insanın ancak kendi fiilinin karşılığını
bulacağı"
[544]
tarzındaki kesin esasa ters düştüğü için batıldır
[545]. Bu
örnek söz konusu ölçüye göre amel etmenin gerekliliğini tekit eden bir başka
misaldir. Ve buna göre çeşitli âyet ve hadislerle sabit olan şer'î esaslara
ters düşen her hadis reddolunur.
İslâm dininin
temellendirdiği esaslardan biri de, getirmiş olduğu hükümlerde mutedil
oluşudur. Bu hükümlerden bir başkası ise sevap ve azabın verilmesidir. Nitekim
"sevabın, ameline göredir"
[546]
hadisi gereğince her iyi amele uygun bir mükafaat olduğu gibi, her günaha da
denk bir azap olacaktır. İşte bu esasa dayanarak, az bir iyilik olmaktan öte geçemeyen
bazı ameller için büyük mükafatlar içeren birçok hadisin uydurma olduğuna
hükmedilmiştir. Öte yandan büyük günah ve haram türünden olmayan, aksine
yerine getirmeyenin o denli bir azaba duçar olması mümkün olmayan, olsa olsa
sünneti terkten ibaret olan bir fiili işleyen kimselere çetin bir azap ihtiva
eden rivayetlerle ilgili olarak da aynı şey yapılmıştır. Aksi halde farzla
sünneti terk etmek arasında bir fark kalmazdı. Nitekim bu iki çeşit amelin
karşılıklarının aynı olduğunu söyleyen herhangi bir İslâm âlimi de olmamıştır.
Bu dinî esasa aykırı
düşen hadislerden bazıları şunlardır:
c- "Kim cuma günü her rekatında on Fatiha ve Felak
suresi okuyarak dört rekat kuşluk namazı kılarsa Allah ondan gece ve gündüzün
belasını defeder. Beni hak din ile gönderen Allah'a andolsun ki, bu kimseye
İbrahim, Musa, Yahya ve İsa'nın sevabı kadar sevap yazılır. Onun yolu kesilmez,
malı çalınmaz"
[547].
Ücretle iş arasındaki münasebeti düzenleyen denklik esasına aykırı olduğu için bu abartılan kabul etmek ve onaylamak mümkün değildir. Zira dört rekat namazın o peygamberlerin ve hatta sadece birinin sevabına veya namazına denk olmasını akıl asla kabul etmez. Nitekim bu esasa dayanan İbnü'l-Cevzî de "İki rekat namaz kılan bir kimsenin Musa ve İsa'nın sevabını kazanacağı nasıl düşünülebilir?" diyerek bu hadisin uydurma olduğuna hükmetmiştir [548]. İbnü'l-Cevzî müezzinlerin mükafatı ile ilgili olarak rivayet edilen benzeri bir hadis için de "Amellerin karşılığı ile ilgili ne kötü bir uydurmadır bu... Müezzine şehit ve hacı sevabı nasıl söz konusu olabilir?" [549] diyerek tenkitte bulunmuştur.
d-
"Kim lâ ilahe illallah derse, Allah o ifadeden
yetmiş bin dili bulunan, her dilinde yetmiş bin lügati olan ve onun için
Allah'tan af dileyen bir kuş yaratır..."
[550]
hadisi.
Mükafatta daha önceki
hadis gibi mübalağa taşıyan bu hadis ve benzerleri için İbn Kayyım şöyle
demektedir: "Bu gibi son derece aşırı mükafaatları içeren rivayetleri
uyduran kimseler ya son derece ahmak ve cahildirler veya böylesi sözleri
Resûlullah'a nisbet etmek suretiyle onu gözden düşürmek isteyen bir
zındıktırlar"
[551].
İbn Kayyim bu
görüşünde haklıdır. Zira "Hz. Âişe'ye mükafaatın ameline göredir"
diyen bir peygamber, kendisine böyle bir söz nisbet edilmekten uzak olmalıdır.
e- "Sarıkla kılınan namaz on bin sevap
kazandırır"
[552].
Daha önce zikrettiğimiz basit bir amele karşılık bir miktarının dahi hak edilmediği büyük bir mükafaat va'deden rivayetlerden biri olan bu haberin Suyûtî, İbn Arrak, İbn Hacer, Sehavî, Menufî ve Ali el-Karî mevzu olduğuna hükmetmişlerdir. Elbânî ise şöyle demektedir:
Bana göre bu rivayetin uydurma olduğu hususunda hiçbir şüphe yoktur. Çünkü Cenab-ı Allah, amelleri doğru bir ölçek ile değerlendirecektir. Binaenaleyh, sarıkla kılınan bir namaz için cemaatle kılınan namazın mükafatının kat kat fazlasının verilmesi makul değildir. Kaldı ki sarıkla namaz kılmak ile cemaatle namaz kılmanın dinî hükümleri arasında büyük bir fark vardır. Zira namazda sarık sarmak olsa olsa müstehap olabilir hatta ibadet değil, bir âdet sünneti olması daha doğrudur [553].
Ayrıca bu rivayet şu
lafız ile de naklolunmuştur:
"Sarıkla kılınan
bir namaz sarıksız kılınan yirmi beş namaza denktir. Sarıklı kılınan bir cuma
namazı da sarıksız kılınan yetmiş cumaya bedeldir. Melekler cumaya sarıklı
olarak katılırlar ve güneş batıncaya kadar sarıklı kimseler için Allah'tan af
dilerler'
[554]. Suyûtî,
Zeylü'l-ehâdîsü'l-mevzûa adlı eserinde bu rivayetin uydurma olduğuna
hükmetmiştir. Ne var ki aynı Suyûtî uydurma hadise yer vermeyeceğini va'detmiş
olmasına rağmen bir dikkatsizlik sonucu olarak bu hadisi el-Câmiu's-sagîr adlı
eserine de almıştır. Nitekim İbn Hacer basit bir amel için aklı selimin kabul etmeyeceği
tarzda mübalağalı bir mükafat öngördüğü için bu rivayetin uydurma olduğuna hükmetmiş
ve metinde bu durum söz konusu olmasaydı senedinde yalancılıkla itham edilen
biri olmadığı için zayıf olduğunu söylemekle yetineceğini ifade etmiştir
[555].
Elbânî de bu görüştedir
Senedinde yalancılıkla itham edilen biri olmamakla birlikte, Allah bilinen ölçülere aykırı düşecek şekilde mübalağalı olduğu için bir rivayetin uydurma olduğuna dair verilen bu hüküm söz konusu ölçünün değerini, hadisçilerin onu ne denli önemsediklerini ve senedinde önemli bir problem bulunmayan metinleri de içine alacak şekilde kullandıklarını ortaya koymaktadır. Binaenaleyh, bu ölçü senedi son derece zayıf olan hadislere münhasır değildir. Bu sebeple bir öncekinden daha önemli ve kıymetli bir ölçüdür.
Buraya kadar basit bir
amel karşılığında aşırı mükafat va'dedilmesine dair örnekler verdik. Şimdi de
yine küçük bazı hatalara karşılık aşırı ceza öngören bazı örnekler zikredelim,
f- "Kim bu dünyada bıyığını uzatırsa Allah kıyamet
gününde onun pişmanlığını uzun eder ve bıyığındaki her kıla karşılık ona yetmiş
tane şeytan musallat kılar. Eğer o kimse o hal üzere ölecek olursa duası kabul
olmaz ve üzerine rahmet inmez..."
[556].
Bir bıyık uzatma bu
derece bir azabı gerektirebilir mi? Şüphesiz bu denli bir mübalağa rivayetin
sahih olmadığına yeterli bir delil teşkil eder. Nitekim bu durum
İbnü'l-Cevzî'nin onunla ilgili olarak şu tenkidi yapmasına sebep olmuştur:
"Bu rivayet
uydurma olduğu çok açık olan haberlerden biridir. Onu uyduran kimse eğer bir
ahmak veya ilimden nasipsiz bir kimse olmasaydı, bıyık uzatmanın olsa olsa
sünnete muhalefet olacağını, bunun da o denli bir azapla tehdide uygun
düşmeyeceğini bilirdi".
g- "Bir dirhem faiz yiyen kimse, otuz altı kez zina
etmiş gibi olur..."
[557]. Bu
rivayet bir öncekinden daha beterdir. Zira zina, topluma verdiği zararlardan
ötürü en büyük günahlardan biridir. Faiz ise büyük bir günah olmasına rağmen,
ona bulaşana belli bir ceza tayin edilmemiştir. Bir dirhem faizle bir zina
arasında bile bir denklik söz konusu olmamasına rağmen otuz altı zina ile bir
dirhem faiz arasında nasıl bir denklik olabilir? Veya başka bir rivayette
olduğu gibi, faiz yiyen kimse nasıl olur da annesi ile zina eden kişi gibi
olabilir?
[558] İbnü'l-Cevzî'nin Mevzuatında
bu ve benzeri hadislerle ilgili olarak söylediği şu sözler gayet yerindedir:
Bilin ki bu rivayetler
sahih değildirler. Zira günahların karşılığı verdikleri zararlarla ölçülür.
Zina ise nesebi bozar ve mirası hakkı olmayana yöneltir. Zina bir yasağı
çiğnemekten öteye geçmeyen bir haram lokma yemenin doğurmadığı kötü sonuçları
doğurur. Dolayısıyla bu rivayetin sahih olmasına imkan yoktur
[559].
İslâmiyetin teşvik
ettiği şeylerden biri de hayırlı işleri istemek ve kötü fiillerden uzak
durmaktır. Dolayısıyla kişi haklı olduğu sürede içinde hiçbir kimseye karşı bir
korku hissi duymaz. Zira ölüm ve hayat Allah'ın elindedir. Şerefsizce ve zulüm
içinde yaşamaktansa Allah yolunda şehit olmak daha evladır, Bir müslümanın
dininden anlayıp inandığı işte bu doğrultudadır. Bu sebeple eğer kötü ve şerli
olsa bile hayatı sevmeyi teşvik eden veya nefse ölümden uzak durma hırsından
dolayı cihattan geri kalmayı emreden bir rivayet ile karşılaşılacak olursa
tereddütsüz onun uydurma olduğuna hükmedilir. Şu rivayetler bu tür haberlere örnek
olarak zikredilebilirler:
h- "Kuyruk ol, baş olma"
[560].
Zalim bir devlet
başkanına karşı hakkı açıkça söylemeyi emreden Resûlullah böyle bir söz
söylemiş olabilir mi? Bu rivayetin dinî esaslara ve toplumca bilinen İslâmî
kavramlara aykırı olduğunda şüphe yoktur. Nitekim Elbânî onunla ilgili olarak
şöyle demektedir:
Bana göre bu rivayetin
aslı yoktur. O, dilimin tutulduğu, kalbimin sıhhatine meyletmediği bir rivayet,
hatta dinden anladığımız, önemli işlere teşvik ve azimeti tercihe prensibine
aykırıdır
[561].
ı- "Ölümün değil, şer de olsa hayatın
tercihini..."
[562]
rivayeti.
Bu rivayette şerli
dahi olsa hayatı ölüme tercih etme söz konusudur. Oysa Hz. Peygamber Allah'tan
kendisi için hayırlı ise hayatı, ölüm hayırlı ise ölümü istemiştir. Şerli
olmasına rağmen hayatı istemek şüphesiz ki, bu ümmetin Allah'ın kitabı ve
Resûlullah'ın hadislerinden anladıkları dine aykırı bir tutumdur. Nitekim İbn
Hacer bu rivayetle ilgili olarak şöyle demiştir:
"Bu rivayet,
mânası itibariyle doğru değildir. Zira hayrı, şerrinden fazla olan kimse için
ölmek daha hayırlıdır. "Ömrü uzayıp ameli güzel olana ne mutlu. Ömrü
uzadığı halde emeli kötü olana da ne yazık!..." mealindeki hadis ile
"İnkar edenler sanmasınlar ki
kendilerine mühlet vermemiz onlar için daha hayırlıdır. Onların önceki
günahlarını artırmaları için fırsat veriyoruz..."
[563]
âyetinden anlaşılan da budur
[564].
Dinimizin sık sık
üzerinde durduğu esaslardan biri de insanın Allah'a yaklaşması ve ondan
uzaklaşmamasını sağlayan gerçek ölçünün ona iman ve salih amel olmasıdır. Dolayısıyla
eğer kişi Allah'a inanmıyorsa ne ırk, ne renk, ne meslek ve ne de soyu onu
Allah'a yakın veya uzak kılmaz. Tıpkı "... ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık.
Muhakkak ki, Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız O'ndan en çok
korkanmızdır"
[565]
âyetinde buyurulduğu gibi yukarıdaki ölçüye göre renk, ırk vb. hususları esas
alarak kişiyi Allah'a yakın veya uzak gösteren bir rivayetle karşılaştığımız
zaman derhal onun uydurma olduğuna hükmeder, Resûlullah'a ait olmadığına karar
veririz. Hadisçiler bu ölçü ve esasa dayanarak onlarca hadisin uydurma olduğuna
hükmetmişlerdir. Aşağıda bunlara birkaç örnek ile muhaddislerin onlara ilişkin
yorumlarını zikredeceğiz.
i- "Bağışlanmış biriyle yemek yiyen kimse
bağışlanır"
[566]
rivayeti.
İbn Hacer bu rivayetin
yalan ve uydurma olduğunu söylerken Sehâvî'nin zikrettiğine göre bir başkası
da; müslümanlarla beraber kafir ve münafıkların yemek yiyebileceğini ileri
sürerek bu rivayetin mânasının mutlak olarak sahih olamayacağını söylemiştir.
Ali el-Karî ise şöyle demiştir:
Kafirlerin
günahlarının bağışlanmamış olduğunda şüphe yoktur
[567].
Resûlullah ile birlikte münafık ve kafirler de yemek yemişler, bu sebeple
onların bağışlanmış olduklarını iddia eden hiçbir âlim çıkmamıştır. Hz. Peygamber'in
münafık ve kafirler için af dilemesinin bile onların bağışlanmalarını
sağlamadığına göre bu rivayetin uydurma olduğu ve Allah'ın bir kimseyi
bağışlaması için öncelikle iman ve salih ameli şart koşan dinî esasa
aykırılığı kesinleşmiş olur.
k- "Beni Sudanlılardan uzak tutun. Zira onlar ancak
mideleri ve cinsellikleri için yaşarlar"
[568]
rivayeti.
İbn Kayyim
Habeşlileri, Sudanlıları Türk ve Memlükler'i zemmeden bütün hadislerien
uydurma olduğunu söylemiştir
[569].
Herhangi bir toplumun
bütün olarak zemmedildiği bu gibi rivayetler, ifade ettiğimiz dinî esasa
aykırı olup Resûlullah'ın onu söylemiş olması mümkün değildir. Elbânî bu
rivayetle ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
Özet olarak bu isnad
zayıf olup hüccet teşkil etmez. Metne gelince, onun uydurma olduğundan asla
şüphe etmem. İbnü'l-Cevzî onu Mevzûât'ında zikretmekle son derece isabetli
davranmıştır. Suyutî'nin yaptığı ise metne ve onun taşıdığı dine aykırı mânaya
bakmaksızın, sened üzerinde çakılıp kalmaktan ibaret olmuştur. Zira dinin
diğer milletlerde olduğu gibi, içlerinde pek çok namuslu ve dindar kimsenin
bulunması mümkün olan Sudan toplumunu bir bütün olarak aşağılaması akla nasıl
sığabilir? Irkdaşlarına karşı bu denli genel bir aşağılamanın yapıldığı
kendisine ulaşan gayrı müslim bir Sudanlının İslâmiyet'e karşı tutumunun ne
olacağı ortadadır
[570].
l- "Arab'ın adaletine Türk'ün zulmü tercih
edilir"
[571] rivayeti.
Ali el-Kârî adaletli kimseler insanların en iyisi, zalimlerin asıllarının ise bozuk olmasına rağmen, bir milletin zulmünü öbürünün adaletinden üstün tutan bu sözün zahiri itibariyle küfür olduğunu söyler [572]. Bu değerlendirme doğrudur. Zira adaletli davranan kimse daima övülür; zalim ise tamamiyle bunun zıddıdır. Söz konusu rivayete gelince bu, Türkler'in zulmünü övmekte, onu Arab'ın adaletinden daha üstün görmektedir. Bu bir ırk üstünlüğüdür. İslâmiyet bunu kabul etmez. Nasıl etsin ki, bunda zulmün övülmesi söz konusudur. Bu rivayette iki husus bir arada bulunmaktadır. Bunların biri zulmü övme, diğeri ise bir ırkı öbüründen üstün tutmadır. Bu hususların her biri bu rivayetin uydurma olduğuna hükmetmek için yeterlidir.
Dinimizin esaslarından
biri de sadece Allah'a ibadet etmek, onu yarattıklarından herhangi birine
benzemekten tenzih etmektir. Bu tartışmasız bir husustur. Binaenaleyh bu esasa
aykırı düşen herhangi bir rivayet isnadı ne kadar sahih olursa olsun,
reddedilir. Nitekim hadisçiler bu ölçüyü esas alarak tevhide aykırı düşen veya
Allah'ı herhangi bir yaratılmışa benzetmeyi ifade eden içlerinde aşağıdakilerinde
bulunduğu birçok rivayeti reddetmişlerdir:
m- "Cin, insan, şeytan ve melekler yaratıldıkları
günden tek saf olarak tekrar dirilecekleri güne kadar asla Allah'ı
kuşatamazlar."
[573]
rivayeti.
İbnü'l-Cevzî, Resûlullah'ın Allah'ın zatının münezzeh olduğu teşbih ve cisimlendirme suretiyle onu tazim etmeyi ifade eden bu rivayeti söylemiş olamayacağını kaydetmektedir [574].
n- "Allah her cuma gecesi altı yüz bin melekle
beraber dünyaya inen nurdan bir kürsü üstüne oturur. Önünde, üzerinde Hz.
Peygamber'in ümmetinden Allah'ı görmeyi, bunun keyfiyet ve suretini kabul edenlerin
isimlerinin bulunduğu kırmızı yakuttan bir levha vardır. Onlarla meleklere
karşı övünür..."
[575]
rivayeti.
İbnü'l-Cevzî bu
rivayetle ilgili olarak şöyle demektedir:
"Bu rivayet
uydurmadır. Allah onu uydurana lanet etsin, asla rahmet etmesin. O,
Müşebbihe'nin en alçağı, itikadı en bozuk olanıdır. Zannımca o, bu nevi
görüşlerini hiçbir âlimle birlikte olmamış müşebbihe sapıklarından başka hiçbir
kimseye açıklamış olmamalıdır"
[576].
o- "Resûlullah Allah'ı rüyasında ayakları zarif,
altın ayakkabılar içinde yüzünde altından bir ben bulunduğu halde, olgun, güzel
bir genç suretinde gördü"
[577]
rivayeti.
Ebu Abdurrahman
en-Nesâî:
"Hadis
ravilerinden biri olan Mervan kim oluyor ki, Allah hakkında bu şekilde
konuşuyor?" derken, Ahmed b. Hanbel bu rivayetin münker olduğunu
söylemektedir
[578].
ö- "Sizden biriniz bir taş hakkında hüsnü zanda
bulunacak olsa, Allah ona karşılığını verir"
[579]
rivayeti.
İbn Teymiyye bu
rivayetin uydurma olduğunu söylerken, İbn Kayyim bunun taşlardan menfaat uman
putperestlerin sözü olduğunu ifade etmiştir
[580].
Zikretmiş bulunduğumuz
bu misallerle İslâm inancına muhalif olan rivayetleri tenkit etmede bu ölçüye
baş vurmanın önemini ifade etmiş olduk. Yaratıcı'yı yaratılana benzetme veya
Allah'a şirk koşma ve taşların bir yarar sağlayacağına inanmaya delalet eden bu
rivayetler, İslâmiyet'in en önemli özelliği olan tevhid ve Allah'ı ona
yakışmayan şeylerden tenzih etme esasıyla çatışmaktadır. Nitekim ulemanın
onunla ilgili olarak vermiş oldukları hüküm bu ölçünün, senedin sıhhat veya
zayıflığına bakılmaksızın metne tatbik edilmesinin önemini teyit etmektedir.
Çünkü bazan metni incelemek suretiyle bir hadis hakkında hüküm vermek onun
ravi ve senetlerini incelemekten çok daha önemli olmaktadır. Nitekim hadisçiler
birçok yerde bu hususu vurgulamaktadırlar.
Dinî esaslara diğer metinlerden çıkan ve kendilerine itimat edilen şu hüküm ve kaideleri de ilave etmek; bu nevi hüküm ve kaidelere aykırı anlam taşıyan rivayetlerin ise sahih olmadığına hükmetmek gerekir. Şu rivayetler buna örnek olarak zikredilebilir:
p- "Kim hacceder de kabrimi ziyaret etmezse bana
cefa etmiş olur.”
[581]
Bu hadisin uydurma olduğunu ifade eden Elbânî şöyle demektedir:
Resûlullah'a eziyet etmek eğer küfür değilse, mutlaka büyük günahlardandır. Buna göre onu ziyaret etmeyen kimse büyük günah işlemiş olur. Bu ise Hz. Peyganıber'i ziyaretin de hac gibi farz olmasını gerektirir. Oysa hiçbir müslüman bunu iddia etmemektedir. Zira onu ziyaret etmek her ne kadar bir ibadet ise de, ulema nezdiride müstehaptan öte bir hüküm taşımaz. Hâl böyle olduğuna göre onun kabrini ziyaret etmeyen kimse nasıl olur da Resûlullah'a cefa etmiş, ondan yüz çevirmiş olabilir? İşle bu hususlar dikkate alındığında bu rivayetin uydurma olduğu ortaya çıkar [582].
r- "Kim Ramazan'ın son cumasında bir farz namazı
kaza ederse, bu onun yetmiş seneye kadar kılmadığı bütün namazları
karşılar."
[583]
Ali el-Kârî, herhangi bir ibadetin yıllarca kılınmayan namazların yerini tutmayacağı hususundaki icmaa zıt olduğu gerekçesiyle bu rivayetin kesinlikle batıl bir söz olduğunu söylemiştir [584].
s- "Sû-i zan ederek insanlardan korununuz"
[585].
Bu rivayet dinimizde
birçok delille sabit olan insanlara sû-i zanda bulunulmaması gerektiği ve bazı
zanların günah olduğu hükmüne aykırıdır. Dolayısıyla onun uydurma olduğuna
hükmetmek son derece tabiîdir. Nitekim Elbânî bu rivayetle ilgili olarak şöyle
demektedir:
Bana göre bu rivayet
münkerdir. Zira müslümanlara, kardeşlerine sû-i zanda bulunmamalarını emreden
Hz. Peygamber'in birçok hadisine aykırı düşmektedir. Buharı ve başkalarının
rivayet ettiği "Zandan sakınınız. Çünkü zan, sözlerin en yalan
olanıdır..."
[586] Anlamındaki
hadis de bunlardan biridir. Sonra bu batıl esasa göre insanlara muamele etmek
de mümkün değildir
[587].
Söz konusu bu ölçüye
dayanarak sahih olmadığına hükmedilen onlarca haberin küçük bir bölümden
ibarettir. Bu rivayetlerin her birini benzeri diğerleri için bir delil yaptım.
Çünkü dinin esas ve kuralları pek çoktur. Bize düşen bu ölçüyü pek çok hadise
teşmil ederek dikkatli bir şekilde uygulamaktır. Ta ki hadis kitapları onlara
arız olan, Resûlullah'ın söylemekten veya mânasını kasdetmekten berî olduğu
vehim ve uydurmalardan temizlenebilsinler.[588]
Burada muhal ile,
Allah'ın gücüne nisbetle imkânsız olan değil, bizzat kendisi ve insan açısından
imkânsız olan şey kastedilmektedir. Nitekim münker ile de Peygamber
Efendimiz'in veya diğer herhangi bir peygamberin işlemesi çirkin görülen şey
murad edilmiştir. Çünkü onlardaki Allah inancı herhangi bir peygambere çirkin
bir şeyi nispet etmeye engel teşkil eder. Ayrıca bu kavram, insan tabiatının ve
akl-ı âliminin yadırgadığı, Allah'ın koyduğu kurallar ve hükümlerden
çıkardıkları kanaat veya hayatları boyunca tecrübe edip öğrendikleri şeyleri de
içermektedir. Bu hususlar, kainatta tecelli eden kudret ve azametini tanımaları
için semavât ve yerin yaratılışı üzerinde düşünülmesini emreden Allah'ın,
insanlara lütfedip öğretmesiyle elde edilmiştir.
Hiç şüphe yok ki
herhangi bir hadiste münker veya muhal bir durumun bulunması onun uydurma
olduğuna hükmetmek için yeterlidir ve Hz. Peygamber'in böyle bir sözü söylemiş
olması asla mümkün değildir.
Bu ölçüyü kullanma
sırasında dikkat edilmesi gereken husus, mucizelerin de bu kural kapsamına
giriyor olmasıdır. Çünkü mucize, Allah'ın peygamber vasıtasıyla yarattığı
olağanüstü şeydir. Mucizeler, benzer ölçüleri ve gücü bakımından muhal şeyler
olarak kabul edilirlerse de, Allah'ın gücüne nisbetle olağan şeylerdir.
Dolayısıyla sahih bir senetle sabit olduğu takdirde bu ölçüyü mucizelerle
ilgili hadislere tatbik etmemek gerekir.
Keza, Allah'ın
herhangi bir velisi vasıtasıyla yarattığı olağanüstü şeylerden oluşan
kerametler de gerçekten sabit iseler bu ölçünün dışında kalırlar. Burada
özellikle "sabit" kelimesini kullanışımızın sebebi, mucize veya
kerametin sabit olması için, ilgili rivayetin âhâd yolla gelmesinin yeterli
olmaması, aksine onu yalan ve iftira üzerinde anlaşmaları mümkün olmayan büyük
bir topluluğun rivayet etmesinin gerekli olmasıdır.
Sadece bir şahsın
rivayet ettiği ve yeterli sayıya başka ravilerin o rivayete iştirak etmediği
olağanüstü bir olayı haber veren bir rivayet ise, kabul edilmez. Çünkü
mucizenin bir özelliği, insanlara aktarılması ve peygamberlik iddiasında
bulunan kişinin doğruluğuna delil olması için, geniş bir topluluğun gözü önünde
cereyan etmesidir. İlende "Hz. Ali için güneşin geri döndürülmesi"
hadisini söz konusu ettiğimiz zaman gerekli açıklamayı yapacağımız için burada
sözü uzatmayacağız.
Bu ölçü kapsamına giren rivayetlerden bazıları şunlardır:
a- "Rabbimiz nedendir ya Resûlallah?"
denildiğinde yerden ve gökten değildir. Allah önce bir at yarattı, sonra onu
koşturdu, at terledi. Allah kendini işte o terden yarattı."
[589]
rivayeti.
Bu rivayet kendi
içinde muhal bir durum içermektedir. Zira Allah kendi kendisinin yaratıcısı
olarak takdim edilmektedir. Bu, son derece anlamsız ve hezeyan bir ifadedir.
Çünkü halik sıfatına sahip olan Allah'ın yaratılması ve onu kimin yarattığını
sormak aklen caiz değildir. Böyle bir sual kendi içinde tutarsız olduğu gibi,
böyle bir soruya cevap vermeye kalkışmak Allah'a karşı en büyük saygısızlık ve
son derece büyük bir hezeyan taşımaktadır. Zira Yüce Allah'ı yaratılmış bir
varlık; hem de bir at terinden yaratılan bir varlık olarak göstermektedir.
Bu rivayetin ihtiva
ettiği bu muhal durum, onun uydurma olması için yeterli bir sebeptir.
Hadisçiler de bu hususu teyit etmektedirler. Nitekim İbnü'l-Cevzî
[590],
Suyûtî
[591], İbn Arak
[592] ve
diğer bazı âlimler aynı gerekçe ile bu rivayetin uydurma olduğuna
hükmetmişlerdir. İbnü'l-Cevzî bu rivayeti tenkit sadedinde şöyle demektedir:
Bu uydurma olduğunda
şüphe edilmeyen bir rivayettir. Böyle bir rivayeti hiçbir müslüman kabul
edemez. Bu, uydurma hadislerin ifadesi en kötü ve bozuk olanlarındandır. Çünkü
muhaldir. Zira yaratıcı olan Allah kendi kendini yaratmaz. Bu durumda böyle
bir rivayetin ravilerini dikkate almaya hiç de gerek yoktur. Çünkü muhal olan
bir rivayet eğer güvenilir kimselerden gelecek olursa, yanıldıkları ileri
sürülerek rivayetleri reddedilir. Netice olarak, akla ve dinî esaslara aykırı
olduğu görülen her rivayetin uydurma olduğu bilinmelidir."
[593].
b- "Rabbimi kırmızı bir deve üzerinde gördüm.
Üzerinde bir izar
[594]
vardı. Bağışladım, affettim... diyordu"
[595]
rivayeti.
Bu rivayet, içerik olarak bir öncekine yakın bir haberdir. Çünkü Cenab-ı Allah'ı deveye binen, izar giyen bir varlık gibi takdim etmektedir. Kur'an'ın "Allah'ın benzeri hiçbir şey yoktur" tarzındaki hükmüne aykırı olduğu için Allah hakkında böyle bir rivayet muhaldir. Nitekim İbnü'l-Cevzî şu sözleriyle bu hususu teyit etmiştir:
"Bu, muhal olduğunda hiç kimsenin şüphe etmediği bir rivayettir. Onun muhal olduğunu tespit için ravilerine bakılmasına gerek bile yoktur. Çünkü farz-ı muhal güvenilir kimseler bu haberi rivayet etmiş olsalar bile reddedilir. Zira Resûlullah'ın Allah'tan O'nun hakkında muhal olan şeylerle bahsetmesi mümkün değildir..." [596].
c- "Dünya bir kaya üstünde, o da bir öküzün boynuzu
üzerindedir. Öküz boynuzunu hareket ettirdiği zaman kaya kımıldar ve yer sallanır
ki buna da deprem denir"
[597]
rivayeti.
Bu rivayet apaçık bir
uydurma ve kesin olarak da muhaldir. Çünkü bu kadar geniş dünyayı bir öküzün
boynuzu üzerine koymuştur. Acaba dünyayı taşıyan bu öküzün büyüklüğü ne
kadardır? İbn Kayyim bu rivayetin uydurma olduğuna hükmettikten ve onun batıl
olduğuna dair açık delillerin bulunduğu haberlere bir örnek gösterdikten sonra
şöyle demektedir:
"Tuhaf olan,
kitapların böylesi hezeyanlarla doldurulmuş olmasıdır"
[598].
d- "Dokuz melek her gün güneşe kar atmakla
görevlendirilmiştir. Eğer böyle olmasaydı, güneş dokunduğu her şeyi
yakardı"
[599]
rivayeti.
Elbânî bu rivayetle
ilgili olarak şöyle demektedir:
Senedi son derece
zayıf olmasının yanında, ben bu rivayetin metninin uydurma olduğundan şüphe
etmiyorum. Çünkü bu sözde risalet nurunu aksettiren bir anlam bulunmamaktadır.
Bu, aksine israiliyyata daha çok benzemektedir. Ayrıca astronomide bilinen şu
gerçeğe muhalif olması da onun zayıf bir rivayet olduğunu teyit etmektedir:
Güneşin yeryüzündeki
nesneleri yakmamasının sebebi, dünyamızdan yaklaşık yüz elli milyon kilometre
olarak bilinen uzaklığıdır. Talib es-Sabum İlmü'l-felek adlı kitabında bu hususu
ifade etmiştir
[600].
e- Muhal şeylerden biri de birçok rivayette yer alan
bazı hayalî şahsiyetler olup:
"İvec b. Unuk
vardır. Uzunluğu 3333,3 ziradır. Nuh, boğulmaktan korktuğu zaman, ona
"beni kucağında taşı" dedi. Su onun topkularına ulaşmadı. Denize
girdiğinde ancak beline ulaştı..."
[601]
rivayeti buna örnektir.
Hame b. Elhim ve
Züreyb b. Bersemla
[602] bu
hususta örnek teşkil eder. Muhal şeyler taşıdığı, akıl ve realiteye de uymadığı
için bu gibi rivayetlerin uydurma olduğunda şüphe yoktur. İbn Kayyim bu
rivayeti tenkit ederek sözlerine şöyle devam etmiştir:
"Bu ve benzeri
rivayetlerin peygamberler ve onların ünimetleriyle alay etmek ve onları küçük
düşürmek isteyen ehl-i kitab zındıklarının uydurmaları olduğunda şüphe
yoktur"
[603].
Münker kabul edilen
rivayetlerden biri de aşağıdaki örneklerde olduğu gibi Resûlullah'a kendisine
yakışmayan ve onun yapıp söylemesi mümkün olmayan şeylerin nishet edilmesidir.
f- "Heva yılanı ciğerimi yaladı..." şeklinde
başlayan beyitleri Resûlullah'ın huzurunda söylendiği"
[604]
rivayeti.
İbn Teymiyye, Ebu
Mahzure'nin bu beyitleri Resûlullah'ın huzurunda söylediği ve bunun üzerine
duygulanan Hz. Peygamber'in hırkasının omuzundan düştüğü, Suffe ashabının alıp
paylaştıkları ve elbiselerine yama yaptıkları tarzında meşhur olan rivayetin
hadis âlimlerinin ittifakıyla yalan ve bu konudaki rivayetlerin uydurma
olduğunu söylemiştir
[605].
Alî el-Kârî ise bu
rivayetin, yalan olduğu kesin olarak bilinen haberlerden olduğunu ifade
etmiştir
[606]. Onun bu değerlendirmesi
asla şüphe edilemeyecek bir hükümdür. Zira Resûlullah'ın böyle bir şeyi yapması
akla uygun değildir. Nitekim bu rivayette söz konusu edilen şeyler Hz.
Peygmaber zamanında olmayıp ondan ancak asırlar sonra meydana gelen
hadiselerdi. Dolayısıyla haberin böyle bir münker hususu içeriyor olması onun
uydurma olduğuna hükmetmek için yeterlidir.
g- "Bir rivayete göre Hz. Âişe şöyle demiştir:
'Ya Resûlullah, Fatıma'yı
öptüğünüz zaman dilini ağzına girdirdiğini görüyorum. Sanki ona bal tattırmak
ister gibi bir halin var' diye sorduğumda Resûlullah şu cevabı verdi:
“Evet, Cebrail bana cennetten bir salkın getirdi. Onu yedikten sonra
Hatice ile birlikte oldum ve böylece Fatıma'yı dünyaya getirdi. Ondan sonra,
ne zaman cenneti özleyecek olsam Fatıma'yı öperim. Çünkü o bir insan hurisidir"
[607]. Bu
haberin başka rivayetleri de vardır.
Resûlullah'ın, dilini
kızı Fatıma'nın ağzına sokması bir peygamberin yapması münker ve muhal olan türden
olması sebebiyle kabul edilemeyecek, son derece tuhaf bir fiildir.
İbnü'l-Cevzî'nin bu rivayetle ilgili olarak söylemiş olduğu şu sözler de bunu
teyit etmektedir:
"... Resûlullah'ın
dilini Fatma'nın ağzına soktuğu tarzındaki rivayete gelince bu, kesinlikle
muhal bir şeydir. Çünkü iddialarına göre bu olayı, Âişe, Resûlullah kendisi
ile evlendikten sonra görmüş olmalıdır. Fatıma ise o zamanlar yirmi yaşlarında
idi. Yirmi yaşındaki bir kıza böyle bir şeyi ancak kocası yapabilir, babası
yapamaz. Allah, nasları dinî rivayeti erdeki bu nevi çirkinliklerle
kirlenmekten korusun
[608].
Bu gibi şeylerin Hz.
Peygamber'e nisbet edilmesi doğru değildir. Başka rivayetlerde bazı
peygamberlere nisbet edilen münker şeyleri de bu gruba ilave etmek mümkündür.
Meselâ:
h- "Davud'un günahı bakmaktı "[609]
rivayeti.
Bu rivayet uydurmadır.
Nitekim İbnü’s-Salâh onun asılsız; Zerkeşî, Suyûtî ve İbn Arrak da münker
olduğunu söylemişlerdir
[610].
Aynı mânayi teyit eden Elbânî ise şöyle demiştir:
Dâvûd Peygamberin
komutan Orya'nın hanımına bakmakla imtihan olunması hikayesi, bazı peygamberler
tarihi ve tefsir kitaplarında yer alan meşhur bir hikayedir. Bir kişiyi askere
gönderip ardından hammıyla evlenmeyi planlamak gibi peygamberlik makamına
yakışmayan bir fiili bir peygambere nisbet etme söz konusu olduğu için akıl
sahibi hiçbir müslüman bu rivayetlerin batıl olduğundan asla şüphe etmez
[611].
Ebu Bekir İbnü'l-Arabî ise bu rivayetle ilgili olarak şöyle demiştir:
"Kadını beğenince
kocasının savaşa gitmesini emrettiği tarzındaki iddialara gelince bu,
kesinlikle batıldır. Çünkü Dâvûd Peygamber'in, kendi menfaati için bir kişinin
kanını akıtması mümkün değildir"
[612].
ı- "Süleyman'ın bir oğlu olmuştu. Şeytan'a onu
ölümden nasıl korurum? diye sordu. Orada bulunanlar dünyanın en uzak noktasına götürelim
dediler. Şeytan 'ölüm oraya ulaşır' diye itiraz etti. 'Denizin dibine
götürelim' dediler. 'Hayır, ölüm oraya da ulaşır' dedi. Bu defa 'batıya
götürelim' dediler.
'Ölüm oraya da ulaşır'
diye karşı çıktı. 'Doğuya götürelim' dediler. 'Oraya da ulaşır' dedi.
'Yerle gök arasında
bir yere çıkaralım' dediler.
Şeytan bunu kabul
etti. Rivayete göre çocuğu dünya ile gök arasında bir yere çıkardılar. Ölüm
meleği gelerek Hz. Süleyman'a şöyle haber verdi:
'Oğlunun canını
almakla emrolunmuştum. Onu denizde aradım bulamadım; yerde aradım bulamadım;
doğuda, batıda aradım bulamadım; göğe çıkarken buldum ve canını aldım. Bu arada
ceset gelip Süleyman'ın tahtının üstüne düştü. İşte "Andolsun biz Süleyman'ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset
bırakıverdik, soma o, yine eski haline döndü"
[613]
âyeti bunu ifade etmektedir"[614]
rivayeti.
Bu rivayet Hz. Süleyman'a herhangi bir mümine bile yakışmayacak bazı şeyler nisbet etmektedir. Bu rivayete göre o, ölümden kurtulmak için Şeytan'a danışıyor, oğlunun yerle gök arasında bulunmasının, onu kesin kaderden kurtaracağına inamyor, Allah'a, O'nun ilim ve kudretinin sonsuzluğuna iman hususunda noksanlık taşıyan böyle bir inancın herhangi bir peygambere nisbet edilmesi mümkün değildir. Nitekim bu hususu farketmiş olan İbnü'l-Cevzî şöyle demiştir:
"Bu uydurma bir rivayettir. Çünkü kendisine aynı zamanda dünya saltanatı bahşedilmiş bir peygamber olan Hz. Süleyman'a ölümden kaçma isteğini taşıma ve yerle gök arasında olmanın ölüme çare olacağını kabul etme fiillerinin nisbet edilmesi mümkün değildir" [615].
Suç ve kusur nisbet
etmeme konusunda peygamberlere sahabeyi hatta daha sonra gelen müminleri de
ilave etmek gerekir. Dolayısıyla eğer bir rivayet sahabeye, onlara yakışmayacak
bir davranış veya müslümanları aşağılama içerecek olursa kabul edilmez ve
uydurma olduğuna hükmedilir. Meselâ:
i- "Hz. Peygamber'in veda haccından döndükleri
sırada bütün sahabenin önünde Hz. Ali'nin elinden tutarak onu herkesin görmesi
için ayağa kalıdrıp 'bu benim vasim, kardeşim ve benden soma halifemdir. Onu
dinleyin ve ona itaat edin"
[616]
tarzındaki rivayeti.
Bu rivayetin doğru
olduğunu kabul etmek, bütün sahabeyi Resûlullah'ın emrine karşı gelmek ve bu
olayı gizleyip değiştirmekle itham etmek olur. Bu ise, sahabeyi, onların Allah
ve Resûlullah'a olan imanlarını ve başkalarını kendilerine tercihlerini bilen
hiçbir müslümanın kabul etmediği bir husustur. Şia her ne kadar çeşitli
senetler zikretmekte ve kendi ölçülerine göre sahih olduğunu ileri sürmekte
iseler de bu rivayetin uydurma olduğunda şüphe yoktur. Zira bazı Şia
mensupları haktan saptıkları için birkaç kişi dışında bütün sahabenin dinden
çıktıklarını iddia etmişlerdir. İbn Kayyim bu rivayeti, Hz. Peygamber'in
sahabenin tümünün gözünün önünde yaptığı ve topluca onu gizleyip
nakletmedikleri fiillerine ilişkin bir örnek olarak zikretmekte
[617], bu
hususu onun uydurma olduğuna delil saymaktadır. Çünkü normal olan, sahabe gibi
büyük bir topluluğun huzurunda işlenen bir şeyin bir tek kişi tarafından değil,
tevatürle nakledilmiş olmasıdır. Resûlullah'a nisbet edilen vasiyyet rivayeti
ise bu mertebenin çok uzağındadır.
Birinci asırdan sonra
Allah'ın rızasını kazanacak hiçbir kimsenin dünyaya gelmeyeceğini ifade eden:
j- "Yüz sene sonra Allah'ın razı olacağı hiçbir
kimse dünyaya gelmez"
[618]
anlamındaki rivayeti, bu gruba ilave etmek mümkündür.
Ahmed b. Hanbel bu
rivayetin sahih olmadığını söylerken
[619],
İbn Kayyım
[620], Suyûtî
[621],
İbn Arak
[622] ve İbnü'l-Cevzî onun
uydurma olduğuna hükmetmişlerdir. İbnü'l-Cevzî bu konuda şöyle demektedir:
Bunun isnadının sahih
olduğu tarzında itiraz edilecek olursa buna şöyle cevap veririz:
Ravilerden biri bu
haberi zayıf veya yalancı birinden dinlemiş ve ismini atlayarak rivayeti
kendisinden almak isteyene "an" (falancadan) lafzıyla rivayet etmiş
olabilir. Mezhep imamları ve büyük müslümanların çoğu birinci asırdan sonra
dünyaya geldiklerine göre bu rivayet nasıl sahih olabilir'?
[623].
Bu uydurma rivayet, birinci asırdan sonraki müslümanların tümünü aşağılamakta, onları Allah katında değersiz kılmaktadır." Bu, akl-ı selimin hoş görmediği ve doğru anlayışın kabul etmediği bir husustur. Senedi sahih olmasına rağmen, muhaddisler onun uydurma olduğuna hükmetmekle isabetli davranmışlardır. Bu, onlar için takdire şayan bir davranıştır. Zira senedin sahih olması, onları metni incelemekten alıkoymamıştır. Bu örnek bu ölçünün kıymetini, hadisçilerin ona verdikleri önemi ve onu senedin sıhhati ve zayıflığını bir yana bırakarak çeşitli hadislere tatbik ettiklerini teyit etmektedir. Aşağıdaki rivayetleri de bu kategoride zikretmek mümkündür:
k- "Önümüzdeki yüz yılın başında Allah soğuk ve hoş
bir rüzgar gönderir ve onunla bütün müminlerin ruhunu alır"
[624]
rivayeti.
Bu rivayetten ilk yüz
yılın sonunda ruhlarının alınması ile müminler asrının biteceğini ve ondan sonraki
on üç asır boyunca hiçbir mümin bulunmayacağını mı, yoksa tarihte böyle bir
rüzgar esmediğinden hareketle bu rivayetin asılsız bir yalan olduğunu mu
anlayacağız. Kesin olan bir şey varsa, o da bu rivayetin uydurma olduğudur.
Zira tarih bunu yalanlamış, iddia edildiği gibi geçmişte bir rüzgarın estiğini
nakleden herhangi bir kimse olmamıştır. İbnü'l-Cevzî de bunun tarihî realite
ile yalanlanan batıl bir rivayet olduğunu söylemiştir
[625].
Nitekim "en hayırlı asır benim asrım, sonra onu takip eden, sonra onü
takip eden" hadisi gibi asr-ı saadetten sonraki asırlara da hayırlılık
nisbet eden bazı hadisler de vardır. Bu hadisler bu nevi rivayetleri reddetmek
için yeterlidirler.
l- "Yüz altmış yılından sonra sizden birinizin bir
köpek yavrusuna bakması onun için çocuk bakmaktan daha hayırlıdır"
[626]
rivayeti.
İslâm âlimleri, yukarıdakinin bir benzeri olan bu rivayetin de uydurma olduğunu kabul etmişlerdir [627].
m- Muhal şeyler içeren ve hadisçiler arasında büyük
tartışmalara yol açan rivayetlerden biri de "Umeys kızı Esma'dan
nakledilen şu rivayettir:
Resûlullah'a vahiy
gelmişti. Başını Hz. Ali'nin dizine koydu. O sırada güneş battı ve Ali ikindi
namazını kılamadı. Durumu anlayan Resûlullah, Ya Rabbi, o senin ve
peygamberinin taatinde idi. Ona güneşi geri döndür, diye dua etti. Bunun
üzerine batan güneşin, geri doğduğunu gördüm"
[628]
rivayeti.
Normal olarak güneşin
battıktan sonra geri dönmesi, insanların dikkatini üzerine çekmiş ve
dolayısıyla onun tevatür derecesine varan yollarla rivayet edilmesine yol
açmış bir husus olmalıdır. Ancak onu Esma binti Umeys'ten başka kimse rivayet
etmemiştir. Ahmed b. Hanbel, bu rivayetin uydurma olduğunu bildirmek için onun
asılsız olduğunu söylerken, İbn Teymiyye, İbn Kayyım, Zehebî ve İbn Kesîr de
aynı görüşü ifade etmişlerdir
[629].
İbnü'l-Cevzî bu rivayet ile ilgili olarak şöyle demektedir:
Bu rivayeti uyduran
kimsenin sadece fazilet cihetine bakıp anlamsızlığı fark edememiş olması, onu
aldatan hususlardan biri olmuştur. Zira ikindi namazı, güneşin batmasıyla kaza
namazı haline gelmiştir. Güneşin geri dönmesi onu tekrar bir eda namazına
çevirmez
[630].
Ne var ki, bu hadisin
sahih olduğunu kabul eden âlimler de olmuştur. Tahavî, Beyhakî, Kadı İyaz,
Heysemî, İbn Hacer, Kastallânî, Suyûtî, Sehavî, İbn Arrak ve Ali el-Kârî
bunlardandır
[631].
Ben bu rivayeti
değerlendirme ile ilgili ihtilafı, söz konusu ölçünün kabul veya reddi ile
alakalı bir şey olarak görmüyorum. Çünkü bu ölçüyü kabul eden veya etmeyen
herkesin hadis üzerinde hüküm verirken ihtilafa düşmesi mümkün olup bu ölçünün
uygulaması ile ilgili bir ihtilaftır. Hadisle ilgilenen herkes bu hadisi söz
konusu ölçünün içinde görebileceği gibi, dışında da görübelir. Bu, içtihadı
meselelerde tabiî bir durumdur. Dolayısıyla bu rivayetin sahih olduğunu ileri
sürenler, onu Resûlullah'ın bir mucizesi olarak kabul ederler. Zayıf olduğunu
benimseyenler ise, güneşin battıktan sonra geri dönmesi halinde onu sadece Esma
bint Umeys değil, büyük kalabalıkların nakletmesi gerektiğini ileri sürerek
böyle bir şeyin muhal olduğunu söylerler. Aslında güneşin battıktan sonra
dönmesi, bu hadisin zayıf olduğunu ileri sürenlere göre haddi zatında muhal
olan bir şey değil, aksine Allah'a nisbetle mümkün olan bir husustur. Zira bu
evren Allah'ındır ve burada ancak onun istediği olur. Evrendeki kanunları o
koymuştur ve o değiştirebilir. Yarattığı hiçbir şey ona karşı gelemez. Ancak,
bir kişinin namazı için evrendeki bir kanunu değiştirmek, kabul edilecek bir
şey değildir. Nitekim bir defasında müşrikler, Resûlullah ve ashabının gün
batıncaya kadar ikindi namazını kılmalarına engel olmuşlar ve Hz. Peygamber
namazı kılmaları için Allah'ın güneşi geri döndürmesi hususunda dua etmemiş,
aksine müşriklere beddua etmiştir
[632].
Keza, bir defasında sabahleyin güneş doğuncaya kadar uyuya kalmış, namazı
vaktinde kılmak için güneşi geri döndürmesi hususunda Allah'a dua etmemiştir
[633].
Buna rağmen bu iki rivayeti güneşin battıktan sonra geri döndürülmesi ile
ilgili haberi nakledenlerden daha çok kimse nakletmiştir. Sonra söz konusu
olayda erkekler nerededirler? Güneşin battıktan sonra geri dönmesini onlar ve
diğer hiçbir kimse görmemiş de sadece Esma bint Umeys mi farketmiş? Bütün
bunlar hepsi de bu hadisin zayıf olduğunu kesin olarak ifade etmektedirler.
Bütün bunlara ravileri içerisinde tenkit edilen bir veya daha fazla şahsın
bulunduğu bir haber-i vahidle mucizelerin sabit olamayacağını da ilave etmek
gerekir
[634].
Bu hadis bu ölçüyü
kullanmanın son derece önemli olduğunu göstermektedir. Zira Allah'ın
peygamberlerine lütfettiği mucizeler, özellikleri itibariyle insanların
benzerine tanık olmadıkları olağanüstü şeyler olurlar. Dolayısıyla kişi,
rivayetin olağandışı herhangi bir şey taşıdığını gördüğü zaman teenni ile
hareket etmeli, onun uydurma olduğuna çabucak hüküm vermemelidir. Zira
mucizeler asla şüphe edilemeyecek olan gerçeklerdir. Binaenaleyh, hiçbir
müslüman mucizeleri inkar edemez, onlarla ilgili hadislerin zayıf olduğunu
iddiada bulunamaz. Ancak mucize, haber-i vahidle sabit olmaz. İşiten kimsenin,
doğruluğundan emin olması için mucizenin tevatür yolu ile nakledilmesi gerekir.
Burada bu ölçü
çerçevesinde işaret edilmesi gereken bir şey daha vardır ki, o da bir hadisin
çeşitli rivayetlerini birbirine arzetmeden ibaret olan ikinci ölçünün birinci
neticesinde idraçtan bahsederin temas ettiğimiz husustur. Orada belirttiğimiz
üzere, hadisçiler Rsaûlullah'a nisbet edilen lafızlar arasına ravi tarafından
ilave edilen kısmın belirlenmesinde o kelime veya ibarenin Hz. Peygamber'den
sudurunun muhal olmasını bir esas olarak kabul etmişlerdir. Bu hususla ilgili
olarak Ebu Hureyre'den rivayet edilen şu misali vermiştik:
"Köle insan için
iki mükafat vardır. Andolsun ki, eğer cihat ve anneme iyilik (görevim)
olmasaydı, köle olarak ölmek isterdim". Bu rivayetle ilgili olarak şu
itirazda bulunulmuştur:
Hz. Peygamber'in
annesi o peygamber iken hayatta değildi ki, Resûlullah'ın ona iyilik etme
görevinden bahsedilsin. Keza Peygamber Efendimiz'in köleliği arzu etmesi de
muhal bir şeydir. Dolayısıyla hadis, "iki mükafat vardır" ibaresi ile
bitmektedir. Ondan sonraki kısım Ebu Kureyre'nin hadise kalmış olduğu kendi
sözleridir.
Aynı konuyla ilgili
bir başka misal ise daha önce zikretmiş olduğumuz "Falcılık şirktir.
İçinizde ona bulaşmayan hiçbir kimse yoktur. Ancak Allah, tevekkül ile onu
bizden uzaklaştırır" tarzındaki rivayettir. Hadisçiler birinci cümleden
sonraki kısmın Resûlullah'a herhangi bir şirkin nisbet edilmesinin caiz
olmadığından hareketle Hz. Peygamber'in değil, ravinin kendi sözü olduğuna
hükmetmişlerdir.
Zikrettiğimiz bu
örnekler, bu ölçünün küçük bir uygulamasını göstermektedir. Bu açıklamalardan
da anlaşıldığı üzere bu gibi münker lafızlardan dolayı hadisin bütününün sahih
olmadığına hükmetmek doğru olmaz. Eğer rivayette geçen Hz. Peygamber'in sözünü
ravininkinden ayırabilir, söyleyebileceği sözleri ona nisbet edip söylemesi
mümkün olmayanları da reddedebilirsek, yapılması en doğru davranış bu olur.
Dolayısıyla kişi bu gibi rivayetler karşısında, metin ve sened üzerinde
düşünüp inceleme yapmadan onun sahih veya zayıf olduğuna çabucak karar vermemelidir.
Zira ancak böyle yaptığı takdirde gerçeğe yakın doğru bir sonuca varabilir;
sahih bir hadisi zayıf diye göstermez; Resûlullah'a nisbeti imkansız olan
münker bir sözü sahih olarak kabul etmez.
Bu izahlarla,
hadisçilerin bu ölçüyü senedi sahih olan hadisleri de kapsayacak şekilde
uyguladıklarını ispat etmiş olduk. "Güneşin battıktan sonra geri
döndürülmesi" rivayetinde bu açıkça görülmektedir. Ulemanın sahih veya
uydurma olduğuna hükmederken sahip oldukları bakış açıları farklı olmasına
rağmen güneşin battıktan sonra geri dönmesi ile ilgili rivayete ilişkin
uygulamasında bu husus açıkça görülmektedir. Bu konuyu, isnadı sahih olmasına
ve hatta Buhârî ve Müslim'de zikredilmesine rağmen, bazı âlimlerin sahih
olmadığını söyleyerek bu ölçü kapsamında mütalaa ettikleri Resûlullah'a büyü
yapıldığını bildiren rivayetle bitirmemiz yerinde olacaktır. Hz. Âişe'nin
bildirdiğine göre Züreyk Oğulları'ndan Lebid b. el-A'sam adında bir Yahudi, Hz.
Peygamber'e büyü yapmıştı. Hatta Resûlullah bazan yapmadığı halde bir şeyi
yaptığını sanıyordu. Hz. Peygmaber, birgün (veya gece) uzun uzun dua ettikten
sonra şöyle dedi:
Ya Âişe, Kendisine
başvurduğum hususta Allah'ın buna cevap verdiğini biliyor musun? İki adam
geldi.
Biri baş ucuma, diğeri
ayak ucuma oturdular. Biri öbürüne "hastalığı nedir?" diye sordu.
Öbürü "büyü
yapılmış" dedi.
Diğeri "Kim
yapmış?" diye sordu. Öteki "Lebid b. el-A'sam" diye cevap verdi.
Neye yapmış? dedi.
Bir tarakla saç
döküntüsüne ve bir de erkek hurma tomurcuğunun içine dedi.
Büyü nerede diye
sordu. Öbürü Zi Ervan Kuyusu'nda diye cevap verdi.
Hz. Peygamber büyüyü
bir grup sahabe ile birlikte getirdi ve bana "Ey Âişe, sanki suyu kına ıslatılmış gibi, hurması da şeytanların
başları gibi idi" dedi.
Ya Resûlullah, Onu
yaksaydınız, dedim.
“Hayır,”
dedi.
“Zaten Allah bana şifa verdi. İnsanlara bir zarar vermesini istemedim.
Onu gömdürdüm”
[635].
Burada zikretmeye
gerek görmediğimiz sebeplerden dolayı ulema büyünün mahiyeti hakkında ihtilaf
etmişlerdir. Cumhur-i ulema Resûlullah'a büyü yapıldığı ile ilgili hadislerin
metin ve sened bakımından sahih olduğunu kabul etmektedirler. "Onlara göre
Resûlullah'ın kendisine yapılan büyüden etkilenmiş olmasında onun peygamberlik
makamını küçük düşürecek veya hakkında şüpheye sevkedecek herhangi bir durum
yoktur. Çünkü Resûlullah'ın Allah'tan bildirdiği hususlarda doğru ve masum
olduğuna dair delil vardır. Mucizeler de onun doğruluğuna birer delildirler.
Dolayısıyla, hilafına delil bulunan bir şeyin varlığını mümkün görmek batıldır.
Peygamberlik ile ilgili olmayan hastalık gibi dünyevî bazı hallerin
peygamberlerin başına gelmesi mümkündür. Meselâ dinî meselelerde masum olmasına
rağmen, dünyevî meselelerde aslı olmayan bir hayal görmesi imkansız
değildir"
[636].
Hz. Peygamber'e büyü yapılması ile ilgili bu hadisin sahih olmadığını ileri süren Ali Hasbullah şu delillere dayanmaktadır:
a. Kur'ân-ı Kerîm'de "... Allah seni insanlardan korur.,."
[637] buyurumaktadır.
Bu âyette zikredilen korumadan maksat, öldürme gibi peygamberliğin icabı olan
tebliğ görevini yapmaya engel teşkil eden veya o makama yakışmayacak
kusurlarla itham etme gibi onu küçültecek ve insanları ondan uzaklaştıracak
şeylerden korumadır. Şayet peygamberin büyüye muhatap olması söz konusu
olsaydı, insanlar onu küçümserlerdi, mucize ile büyü birbirine karışır,
nübüvvet delili ortadan kalkar ve getirdiği her şey şüpheye maruz kalırdı.
Çünkü nakledilen rivayette de ileri sürüldüğü gibi, Resûlullah Cebrail'i
görmediği halde gördüğünü veya kendisine vahiy gelmediği halde geldiğini
tahayyül edebilirdi
[638].
b. Cenab-ı Allah Peygamber'i büyülü olmakla itham
edenleri zemmederek
"... O zalimler (müminlere): Siz, ancak büyüye
tutulmuş bir adama uymaktasınız! dediler. (Resulüm!) Senin hakkında bak ne
biçim temsil getirdiler! Artık onlar sapmışlardır ve (hidayete) hiçbir yol da
bulamazlar"
[639]
buyurarak onları zulüm ve dalalet içinde olmakla nitelendirmiştir. Çünkü
müşrikler onu diğer insanlar gibi büyülenmiş olmakla itham ediyorlardı. Eğer
bu suçlamalarında haklı olsaydılar, Yüce Allah onları zulüm ve dalaletle
tavsif etmez ve kınamazdı
[640].
c. Hz. Peygamber'in ruhu beşerî ruhların en güçlüsü,
iradesi ise iradelerin en yücesidir. Binaenaleyh, daha aşağı olan herhangi bir
ruhun onun ruh veya iradesine musallat olmasını kabul etmek aklen mümkün
değildir. Nitekim İbn Kayyim bu hususta şöyle demektedir:
Büyücüler bilirler ki,
onların büyüleri ancak zayıf kalpli ve nefsanî duygularına mağlup olan
kimselere tesir edebilir. Bu sebeple büyü daha ziyade çocuk, kadın, bilgisiz
kimseler, bedeviler, din, tevekkül ve tevhitten nasibi az olanlar ile ilâhî
zikir ve peygamberi istiâze ve dualardan nasipsiz olanlara tesir eder. Kötü
ruhlar, ancak zayıf ve tasalluta müsait buldukları ruhları etkileyebilirler.
Büyüye karşı en etkili ilaçlardan bazıları zikir ve dualardan oluşan ilâhî
ilaçlardır. Kalp ne kadar zikirle dolu ve ona yönelik olursa o nisbette büyüye
karşı korunma içinde olur"
[641].
Hal böyle olunca,
Allah'ı zikirden asla gaflet etmeyen, gözü uyuşa dahi kalbi hiçbir zaman
uyumayan, ayakları şişinceye kadar geceleri namaz kılan bir zatın büyüden
etkilenmiş olmasını akıl kabul eder mi?
[642]
d. Hz. Peygamber'e büyü yapıldığını bildiren
rivayetlerin hepsi de âhâd haberler olup bu kat'î deliller karşısında bir anlam
ifade etmezler. Onların senetlerinin sahih olması, bizi, birine girmekten
kurtulamayacağımız iki ateş arasında bırakacak olursa, acaba şu iki ateşten
hangisi daha az yakar ve daha hafif bir acı verir? Kur'an ve aklın delalet
ettiği peygamberin masumiyeti ve nübüvvet makamının üstünlüğünü reddetmek veya
sahihliğinde ihtimal bulunan ve bunlara aykırı olan âhâd haberleri reddetmek?
[643]
Ali Hasbullah, ayrıca
bu misaldeki haberi reddetmenin şer'î ve amelî hükümlerde önemli bir sonuç
doğurmayacağını söylemektedir
[644].
Hakikati söylemek
gerekirse, büyü diğer herhangi bir hastalık gibi değildir. Onun içindir ki,
Cenab-ı Allah başka hastalıkları bırakarak sadece bununla peygamberi itham
edenleri zulüm ve dalalet ile nitelemiştir. Nitekim herkes bilmektedir ki,
insanların büyülü bir kimseye karşı bakışları değişir; onu bir çeşit deli
kabul eder, ondan sakınır, aklı kıt ve büyülü bir kimse olarak küçümsenmesini
akıldan uzak görmezler. İşte Allah'ın, Resûl'ünde olmadığını söylediği şey de
budur. Bu rivayeti daha önce zikrettiğimiz âyete aykırı olarak kabul etmek
mümkündür. Söz konusu rivayetle Hz. Âişe'nin "birşeyi yapmadığı halde
yaptığını tahayyül ederdi" demesi de bu ihtimali artırır mahiyettedir. Bu
rivayetin sahih olduğunu kabul etmek, Hz. Peygamber'e ne söylediğini ve ne
yaptığını bilemeyecek kadar büyü yapıldığını ve bundan dolayı söz ve
hareketlerin birbiriyle çelişki içinde olduğunu, hadisler arasındaki ihtilafın
da bundan kaynaklandığını ileri süren düşmanlara bir koz vermek olmaz mı?
Muhaddislerin daha
önce söz konusu ettiğimiz görüşleri, senedin sahih olmasının, hadisin de sahih
olmasını gerektirmediğini teyit etmektedir. Zira bazan sened sahih olduğu
halde, şaz veya illetli olması sebebiyle metin sahih olmayabilir. Her halükarda
bir hadisin Kur'an'a aykırı olması da onun şaz kabul edilmesi için yeterli
olmalıdır. Nitekim senedi sahih olan nice hadis vardır ki, ulema metninin sahih
olmadığına hükmetmişlerdir. Daha önce bu konudan bir miktar bahsettiğimiz gibi
ileride de daha geniş olarak ele alacağız.
Son olarak, Ali
Hasbullah'ın dediği gibi, bu rivayette ravilerden birini hata veya tedlis ile
(zayıf bir raviyi güvenilir biri olarak göstermek) itham etmek ile Resûlullah'a
büyü yapıldığını kabul etme alternatifleri arasında kalmış bulunuyoruz. Bu
durumda ne yapacağız? Bana göre şüphesiz, Resûlullah'ı büyülü bir kişi
durumuna düşürmemek için ravilerden birini itham etmek daha doğru bir iştir.
Ancak her iki durumda da bir içtihat söz konusudur. Niyet doğru ve yeterli
delil olduğu sürece, yanılsın veya isabet etsin, içtihat yapan herkesin, Allah
katında mükafat göreceği unutulmamalıdır. Allah bizleri yanılmaktan korusun.
Bunlar, hadisçilerin birçok
yerde tatbik ettikleri ve esas alarak çeşitli hadisleri tenkitte bulundukları
ölçülerdir. Muhaddisler bazan çeşitli sebeplerden dolayı, hadisler hakkında
farklı hükümler vermişlerdir. İlim ve anlayış farkı, düşünce tarzı, tenkitçinin
araştırma ve uygulamada takip ettiği metot ayrılığı bunlardan bazılarıdır. Bir
hadisçinin tenkitlerinde kullandığı bazı özel ölçülen bir başkası kullanmayabilmektedir.
Bunda da herhangi bir mahzur yoktur. Sonra her şeyde ittifak etmek zor, belki
mümkün de değildir. Yüce Allah, insanı bu tabiat üzere yaratmıştır.
Bu konuda işaret
edilmesi ve hadisçilerin kendisiyle ilgili tutumlarının belirtilmesi gereken
bir husus da rüya veya keramet ve mukâşefe ile bir hadisin sahih ya da zayıf
olduğuna istidlal etme meselesidir. Zira "Rüyamda Resûlullah'ı görüp
falanca hadis hakkında kendisine sual sordum. Ben onu söyledim veya
söylemedim, dedi" tarzında konuşan nice insanlar görüyoruz. Acaba
hadisçiler geçmişte bir hadisin sahih veya zayıf olduğunu tespit noktasında bu
tür istidlaller ölçü olarak kullanmışlarmıdır?
Gerçek şudur ki, bu
istidlali ölçü olarak kullanmak şöyle dursun, ona karşı çıkmış, tasavvuf ve
onlara tabi olanlardan bu iddiada bulunanları kıt akıllı olmakla tenkit
etmişlerdir. Nitekim Şeyh Ali şöyle demektedir: Herkesçe bilinmektedir ki,
hadisler keşif ve kalp yoluyla değil, sadece senetlerle sabit olurlar. Allah'ın
dininde bu nevi bir gevşek tutuma yer yoktur. Velayet ve kerametin, hadislerin
sübutu meselesinde herhangi bir rolünün bulunması söz konusu değildir. Burada
baş vurulacak tek kaynak meselenin uzmanı olan hadisçilerdir
[645].
Geçmişten bugüne dek
cumhur-i ulema bunu söylemiş, hadisin sahih veya zayıf olduğunu belirleme
noktasında rüyalara herhangi bir değer atfetmemişlerdir. Ancak anladığım
kadarıyla, Aclunî Keşfü'l-hafâ ve muzîlü'l-ilbas adlı eserin mukaddimesinde
Futuhât-ı .Mekkiyye’den nakilde bulunurken, İbn Arabî'nin tutumunu tasvip eden
bir üslup takip etmekte ve şöyle demektedir:
"eş-Şeyhü'1-Ekber'in
Futûhat-ı Mekkiyye'sinde özetle şöyle denmektedir:
Nice sened açısından
sahih olan hadisler vardır; keşif yoluyla Resülullah'tan sorarak onun sahih
olmadığını bilirim. Nakilciler senedi sahih olmasından dolayı bu rivayetle amel
etseler de ben etmem. Öte yandan ravileri arasında hadis uydurduğu bilinen bin
olmasından ötürü zayıf kabul edildiği için amel edilmeyen nice hadisler vardır
ki, haddi zatında onlar sahihtir. Çünkü ben onu, Cebrail'e bildirilirken
işitirim"
[646].
Bu söz, hiçbir
hadisçinin kabul edemeyeceği bir iddiadır. Ayrıca dinin bozulmasına ve İslâmî
hükümlerin zayi olmasına yol açacak olan, hatta içinde Resûlullah'ın Allah
katından getirdiği bütün esasları inkar mânasını taşıyan batıl bir sözdür. Bu
sebeple sika kimseler rivayet etmiş ve ümmet onunla amel etmekte olsalar dahi;
meselâ Resûlullah'ın kendisine bir hadisin sahih olmadığni bildirdiğini
söyleyen -kendisine göre- hadislerin sahih olup olmadığını bilme yolunun
mukaşefeden ibaret olduğunu iddia eden bir kimseyi tasdik etmemiz asla mümkün
değildir. Çünkü böyle bir sözün Allah'ın dinini red ve yüzyıllardan beri hadis
ulemasının takip ettikleri doğru yoldan uzaklaşma olduğunda hiçbir şüphe
yoktur.
Bu bölümü bitirmeden
önce ihmal edilmemesi gereken bir hususa daha işaret etmeliyiz. Bu husus,
müsteşriklerin ve onları takip eden bazı müslüman düşünürlerin hadisçilere
yönelttikleri "hadis metinlerini bir yana bırakıp, sadece senedlerle
meşgul oldukları" suçlamasıdır. Gerçi bu bölüm baştan sona kadar bu ithama
karşı geniş bir red olarak kabul edilebilir. Ancak, daha faydalı olması ve söz
konusu iddia ve ithamların asılsızlığını daha açık bir şekilde göstermek için,
bu zevatın ileri sürdükleri şüphe ve suçlamaları ayrıca ele alıp reddetmeye de
herhangi bir engel yoktur.
[647]
Müsteşriklerin
hadisçilerin metin tenkidine veya kendi ifadeleri ile iç tenkide
(en-nakdü'd-dahilî) önem vermeyip yalnızca dış tenkit (en-nakdü'l-haricî) yani
senet tenkidi ile yetindikleri tarzında suçlamaları meşhurdur.
Bu konu üzerinde
duranlardan biri olan Goldziher el-Akide ve'ş-şerîa adlı eserinde şöyle demektedir:
"Müslüman münekkitler tarihî gerçeklerle bağdaşmayan veya akıl yorma ve
düşünmeyi gerektiren ya da birbiriyle mukayese edildiklerinde önemli bir
kısmının sahihliği tartışılan hadislerdeki ihtilaf sebeplerini ortadan kaldırmak
için yeterince çaba sarfetmediler"
[648].
Müellif bir başka
yerde bütün düşünce mezhep ve fırka mensuplarının hadis uydurabileceklerini
kaydettikten sonra şöyle demektedir:
"Müslümanlar bu
tehlikenin önüne geçmeyi başaramadılar. Bu sebeple, ulema özel ve kıymetli bir
ilim icat ettiler. Bu, hadis tenkidi ilmidir. Onu birbirini nakzeden sözlerin
arasını cem'etmek mümkün olmadığı zaman, hadislerin sahih olanını, olmayanından
ayırmak için kullandılar.
Onların tenkide bakış
tarzlarının bizim bakışımızdan farklı olduğu kolaylıkla söylenebilir. Zira
İslâmî tenkidin, hiç şüphe etmeden sahih olarak kabul ettiği ve karşısında
kıpırdamadan durduğu rivayetlerde bizim açımızdan tenkit edilecek birçok nokta
bulmak mümkündür
[649].
Bunlar, yazarın konuyla ilgili sözlerinin bazılarıdır. Ancak, bana öyle geliyor ki, gerçekte o, hadis ilmini hiç bilmemektedir. Onun "Uydurma hadisleri sadece müleahhir nesillere nispet edemeyiz. Aksine daha öncesine ait olduğuna dair izler taşıyan uydurmalar da vardır. Bizzat Peygamber'in söylediği veya ilk müslümanların söyledikleri uydurma hadisler gibi" [650] tarzındaki sözleri bunu açıkça göstermektedir.
Hadis ilmini henüz
öğrenmeye çalışan bir kimse bile uydurma hadislerin bir kısmını bizzat Hz.
Peygamber'in söylediğini düşünemez. "Uydurmadır, ama Resûlullah'ın sözü
değildir" demenin anlamı ne olabilir?
Burada müellifin
sözlerindeki yanıltmalara cevap verecek değiliz. Çünkü onlar bizim şu anki
konumuz değildir. Zira biz burada hadisçilerin metin tenkidi veya iç tenkit ile
ilgilenmedikleri ve tenkitlerini sadece senetlere veya müsteşriklerin deyişiyle
dış tenkide yönelttikleri tarzında ileri sürdükleri meşhur ve önemli şüpheye
cevap vermek istiyoruz.
Ahmed Emin bu konuda
şöyle demektedir:
Normal olarak tenkit
iki türlüdür:
a. Rivayetin sahih olup olmadığı ve ravilere güvenilip
güvenilemeyeceği üzerinde duran tenkit,
b. Bizzat hadis üzerinde duran; mânasının sahih olup
olmadığını, söylendiği sosyal şartların onun sahih olduğunu mu, yoksa uydurma
olduğunu mu te'yid ettiği, siyasî, mezhebi veya şahsî birtakım sebeplerden
dolayı bir uydurma ihtimalinin bulunup bulunmadığını, hadisin temel İslâm
esasları ile bağdaşıp bağdaşmadığını araştıran tenkit
[651].
Batılılar birinci tür
tenkide metnin dışında ve haricinde olduğu için dış tenkit, bizzat metinden
hareketle yapılan ikinci türe ise iç tenkit derler
[652].
Gerçekten, bize göre
de hadisçiler dış tenkitle meşgul olmuşlar, iç tenkide aynı önemi
atfetmemişlerdir. Hadisi ravilerini cerh ve ta'dil etme açısından tenkide büyük
önem vermişler, ravilerin sika olup olmadıklarını tenkit etmiş, ne derece
güvenilir olduklarını açıklığa kavuşturmuşlardır. Ancak iç tenkide bu denli
yönelmemiş, hadis metninin gerçeğe uyup uymadığını dikkate almamışlardır.
Meselâ Tirmizî, Ebu Hureyre'rün Resûlullah'ın yer elması, kudret helvası
kabilinden olup suyu göze şifadır. Acve
[653] ise
“cennetten olup, zehire şifadır"
buyurduğunu rivayet etmektedir. Acaba hadisçiler bu hadisi tenkit ederken, yer
elmasını deneye tabi tutup incelemiş, onda göz hastalıklarına iyi gelen bir
madde bulunup bulunmadığını tetkik etmişlermidir? Yahut acveyi ve onda bir
ilaç özelliği bulunup bulunmadığını araştırmışlar mıdır?
Evet, rivayet
edildiğine göre Ebu Hureyre şöyle demektedir:
Üç mü beş mi veya yedi
mi (hatırlamıyorum) yer elması aldım. Bir kap içine suyunu sıktım. Gözü hasta
bir cariyem vardı; gözüne çekti ve iyileşti". Ne var ki, tek başına bu
rivayet söz konusu araştırmanın yapıldığına dair bir hüküm verebilmek için
yeterli olmaz. Çünkü bu, bir şeyin yarar verdiğine dair münferit bir deneydir.
Mantıken onun bir ilaç olarak kabul edilmesi için kafi değildir. Keza
hadisçiler, hadis uydurmaya sevk eden siyasî sebepler üzerinde de yeterince
durmamışlardır. Bugüne kadar onların Emevî veya Abbasî devletini desteklediği
için herhangi bir hadisten fazlaca yakındıklarını görmüş değilim
[654].
"Aynı ölçüde
meşgul olmamışlardır" ibaresinde olduğu gibi, sözlerinde bir ölçüde
dikkatli olan ve saldırgan bir üslup kullanmayan Ahmed Emin'in ifadelerini
tümüyle nakletmiş bulunuyoruz. Ancak müellif, her ne kadar diğer sözleri içinde
bu anlamı bir miktar ortadan kaldıran bazı ifadeler kullanmakta ise de,
naklettiğimiz sözlerinde hadisçilerin bu tür tenkitle de bir miktar meşgul
olduklarını ortaya koymaktadır.
Ahmed Emin'i ve
kendisinden önceki müsteşrikleri bu gibi sözler söylemeye sevk eden bazı
sebepleri zikrettikten sonra ileride Ahmed Emin'e geniş bir cevap vereceğiz. Bu
bahiste de açıkça görüldüğü üzere hadisçilerin sadece senetlere itimad edip,
onlara dayanarak verdikleri hükümleri nihaî hükümler olarak görmediklerini,
aksine metne de önem verdiklerini vurgulanmalıyız. Nitekim bazan senet sahih
olmasına rağmen metin sahih olmayabilir. İleride muhaddislerin özellikle Buhârî
ve Müslim'e yönelttikleri metin tenkitlerine örnekler vereceğiz.
Müsteşrikler ve
onların yolunu tutanları, hadisçilerin senede önem verip metin tenkidini ihmal
ettiklerini söylemeye iten sebeplerden biri, muhaddislerin metin tenkidi ile
ilgili müstakil kitaplar yazmamış olmalarıdır. Zira bildiğim kadarıyla, bu
konuda, İbn Kayyim'in yazmış olduğu el-Menârü'l-münîf fi's-sahihi ve'd-daîf âdlı
eserden başka bir kitap yoktur. Herhangi bir hadisten bahseden bütün
muhaddisler, önce onu senet açısından tenkit etmiş, ancak bunu bitirdikten
sonra metni ele almıştır. Zira metindeki uydurma lafızların tanınmasını temin
edeceği için uydurmacıyı tespit imkanı veren senet incelemesi daha öncelikli
ve daha önemlidir. Hatta aynı şahsın ismi benzer başka bir rivayette geçtiği
zaman, bu ikinci rivayet, isnadı sahih olan bir başka hadise veya bir ayete
muvafık olsa dahi, birinci rivayetteki zayıf hükmü buna da verilir. Çünkü
kendi münker ve uydurma rivayetlerinin yanında, başka senetlerle gelen bazı
sahih hadisleri de rivayet etmek hadis uydurmacılarının âdetlerindendir. Bu sebeple
hadisçiler böylelerinin rivayetlerini, eğer başka bir delil ile sabit olana
muvafık ise, sadece zayıf olarak kabul etmişler, şayet böyle değilse veya
münker ise uydurma olduğuna hükmetmişlerdir. Öte yandan, uydurma hadisin zayıf
hadisin bir türü olduğu bilinmektedir. Her ne kadar bazı hadisçiler, aslı daha
güçlü ve daha sahih başka bir senetle sabit olan zayıf hadislerin de delil
olabileceğini ileri sürmüşlerse de haddi zatında zayıf hadisle istidlalde
bulunmak doğru değildir.
Şayet hadisçiler bir
metnin uydurma olduğunu söylemekle yetinip sened, ravi, uyduran ve uydurma
sebebi üzerinde durmasalardı, insanlar o uydurmacının ismini bilemezlerdi. Bu
da cahillerin onun yerine o rivayeti son derece sika olan başka ravilerin uydurduğunu
sanmalarına sebep olurdu. Senet tenkidi ve metni uyduranın tanıtılmasının önemi
daha iyi anlaşılsın diye şu misali zikredebilriz:
İbnü'l-Cevzî Abdullah
b. Amr b. Ganaim, Mâlik, Nafi ve İbn Ömer tarikiyle Peygamber Efendimiz'in
şöyle dediğini rivayet etmektedir:
"Yaşlı kimse
ailesi içinde, peygamberin ümmeti içindeki konumundadır"
[655].
İbn Hibban senette
geçen İbn Ganaim'in Mâlik'ten almadığı hadisleri ondan rivayet etliğini, bu
sebeple onun rivayetinin ancak araştırılmak kaydıyla zikredilebileceğini
söylemektedir
[656].
Bu senet, İbn Ganaim
hariç, senetlerin mutlak olarak en sahihlerindendir. Metni ise açıkça görüldüğü
üzere münkerair. Bu rivayetin uydurma olduğuna hükmetme hususunda şayet metnin
münker olduğunu bildirmekle yetinilseydi, senet ve ravilerin durumunu bilmeyen
biri gelecek, şahısların biyografilerini, hadis uydurması mümkün olan ve
olmayanları bilmediği için, Mâlik veya Nafi' onu uydurmakla itham edecekti. İbn
Hibban ise burada -İbnü'l-Cevzî de aynı şeyi yapmıştır- metnin münker olduğunu,
Hz. Peygamber'e, hatta Mâlik, Nafi' ve İbn Ömer'e ait olmadığını bildiği
halde, senedinde itham edilmiş biri -İbn Ganaim- bulunduğu için, hadisin
uydurma olduğunu söylemekle yetinmiştir. Bu hadiste olduğu gibi, muhaddislerin
metnin münker olduğunu belirtmemeleri, metin tenkidi ile meşgul olmadıkları
tanzında suçlanmalarına sebep olmuştur. Şayet kitaplarında hadis metninin dinî
esas ve hükümlere muhalif olduğunu belirtmiş olsalardı -ki ele aldıkları
hadislerin bu durumlarını biliyorlardı- kimse onları böyle bir şeyle itham
etmeyecek ve haklarında ileri geri konuşmayacaktı.
Ancak ben, bu noktada
hadisçilerin çoğunu sadece senetlere önem verme ve metinleri dikkate alıp
onları hak, adalet ve akıl ölçülerine göre tetkik etmelerinden dolayı tebrik
etmiyorum. Zira Suyûtî'nin el-Leâliü'l-masnûa adlı eserine bakanlar, orada bu
hususta pek çok şey bulacaklardır. İbnü'l-Cevzî, ravilerinde uydurmaya
varmayan ölçüde bir zayıflık bulunan birçok hadisin metnine bakarak münker,
Kur'an, sünnet, akıl ve daha önce zikrettiğimiz ölçülerden birine muhalif
olmasından dolayı mevzu olduğuna hükmetmiştir.
Onun bu tutumunu
gereksiz yere tenkit eden Suyûtî ise tamamıyla bir hadisi uydurma olmaktan
çıkarıp zayıf olduğunu göstemek için, nice isnadı zayıf ve hatta metni de garib
olan hadisleri eserine almıştır. Suyûtî, bu yaklaşımı ile metni münker dahi
olsa, zayıf hadis ile amel etmeyi doğru bulan bir tavır sergilemektedir. Bu
ise hiçbir muhakkik âlimin kabul etmediği bir tavırdır. Ancak Suyûtî ile aynı
yaklaşım içinde olan başka âlimler de vardır. Ali el-Kârî bunlardan biridir.
Kendisi el-Mevzûâtü'l-kübrâ adlı eserini, daha önce ulemanın mevzu, en azından
zayıf olduğuna hükmettikleri birtakım hadisleri makbul göstermek için uzak ve
zaman zaman da yanlış te'villerle doldurmuştur. Ne var ki, bazı hadisçilerin bu
nevi tutumları, İbnü'l-Cevzî, İbn Teymiyye ve İbn Kayyim gibi hak uğrunda
kınanmaktan korkmayan diğer tenkitçi âlimlerin eleştirilerine sebep olmuştur.
Dârekutnî, Buhârî ve
Müslim'den sonra ilk hadis tenkitçilerinden biri, el-İlzamat ve el-Tetebbu'
adlı eserleri de onlara yöneltilen bir tenkit olarak kabul edilebilir. Ne var
ki o, doğrusunu söylemek gerekirse, hiçbir hadisi metin açısından tenkit
etmemiş, aksine bütün eleştirilerini isnad noktasından yapmıştır. Nitekim
el-İlzamaın baş kısmında "Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde zikrettikleri
bazı güvenilir tabiîn hadislerinin, kendi şart ve metotlarına göre eserlerine
almaları gerektiği ve rivayet ettiklerinin benzeri olduğu halde terk ettikleri
hadisleri tespit ettiğini..." söylemektedir
[657].
et-Tetebbu' adlı eserinin baş tarafında ise "Buhârî ve Müslim'in her ikisinde
veya birinde bulunan illetli hadisleri tespit edip bunların illetlerini ve
doğru olanlarını açıklayacağını" ifade etmektedir
[658].
Bu ifadeler, onun
metinler bir yana bırakıp sadece senetleri tenkit ettiğini göstermektedir.
Çünkü hadislerde illet, ancak senedlerde bulunmaktadır
[659].
Müellifin Buhârî ve Müslim'in eserlerine almadıkları bazı rivayetleri
almalarının gerektiğini söylemesi ise, bana göre, el-Hâkim'in Müstedrek'inde
yaptığına benzemektedir. Nitekim o da kendisine göre Buhârî ve Müslim'in her ikisi
veya sadece birine göre sahih olduğu halde zikretmedikleri hadisleri
toplamıştır. Dârekutnî'nin yaptığı ise onların rivayet etmedikleri tabiîn
hadislerini eserlerine almaları gerektiğini söylemek olmuştur. Ancak Dârekutnî
ve Hâkim'in Buhârî ve Müslim'e yönelttikleri bu eleştiri haklı değildir. Zira
onlar, sahih hadislerin bütününü rivayet etmeyi üstlenmemiş, aksine fazla
uzatmamak için bildikleri halde, birçok sahih hadisi eserlerine almamışlardır
[660].
Dolayısıyla Dârekutnî ve Hâkim'in iddia ettikleri gibi, Buhârî ve Müslim'in
bütün sahih hadisleri almaları gerekmiyordu.
Hadis tenkidi
konusunda yazılan eser türlerinden biri de ilel kitaplarıdır. Ancak bu
kitaplar, bilindiği üzere yalnızca isnadların illetlerini ele almaktadırlar. Bu
kitaplardan biri İbnü'l-Medinî'nin İlelü'l-hadis ve ma'rifetü'r-ricâl adlı
eseridir. Ben, bu kitabı baştan sona kadar inceledim fakat, metin açısından bir
tek hadisi tenkit ettiğini görmedim. Keza Ahmed b. Hanbel'in el-İlel ve
ma'rifetü'r-ricâli ile Yahya b. Maîn'in et-Târih ve'l-ilel'i Tirmizî'nin
Sünen'inin sonundaki kitâbü'l-ilel'i
[661]
-İbn Receb el-Hanbelî bu sonuncuyu şerh etmiştir- ve İbn Ebu Hâtim'in İlelü'l-hadis'i
-iki cilt halinde ilel konusunda matbu kitapların en büyüğü olup 2840 hadisin
tenkidine yer verilmektedir- bu konuda yazılmış olan eserlerin başlıcalarıdır.
Ancak bunların hiçbirinde herhangi bir metin tenkidi mevcut değildir. Yapılan
sadece senet tenkidinden ibarettir.
Hadislerin
metinlerinin bir yana bırakılarak sadece senetlerinin tenkidine verilmiş olan bu
önem, metin tenkidine önem verilmediğinin açık bir delili ve insanları bu
kanaate iten güçlü bir etken olmuştur. Bu hüküm, söz konusu ettiğimiz eserler
ve müellifleri açısından doğrudur. Ancak bütün hadisçiler açısından bakılacak
olursa, bunda gerçekten uzaklaşma ve tenkitçi muhaddislerine haksızlık vardır.
Kaldı ki, geçmiş dönem hadis âlimlerine ait bütün eserler elimize ulaşmış
değildir ki, onlara bakarak bir hüküm verelim. Ben herkese hakkını vermemiz
gerektiğine inanıyorum. Dolayısıyla hadislerin sadece senedleri ve bu senedlerin
İlletleriyle ilgilenerek metinlere yönelip tenkitte bulunmayanlar, metin
tenkitçisi sayılmaz, hem sened ve hem de metin tenkidi ile meşgul olan
kimselere hakları teslim edilmeli ve onlar hakkında gerçek ne ise olduğu gibi
söylenmelidir.
Malum olduğu üzere,
tenkitlerinde bağımsız tavır sergileyen ulema, her asırda az olmuşlardır. Hatta
geçmiş asırlarda İslâm âleminin tümünde bulunan hadisçilerin son derece kabarık
olan sayıları dikkate alınacak olursa, tenkitçi ulemanın yok denilecek kadar az
oldukları görülür. Ne var ki, bu durum sadece hadis için değil, bütün ilimler
için geçerlidir. İbnü'l-Cevzî kendi zamanında bu tür ulemanın azlığından
yakınmıştır. Biz ise, bugün ondan daha çok yakınacak durumdayız.
Ondan bundan nakil yapan
ihtisar ve şerheden kimseler ise çok olup, her asırda bunlardan bol miktarda
bulunmaktadır. Araştıran, tenkit eden ve düşünen biri yüzeysel bakış ve orada
burada dolaşan nakillerle yetinmeyen biri çıktığı zaman, çoğunluk olan takım,
onu gözetlemeye alır; işini, ilim ve gücünü küçümsemeye kalkışırlar. Hatta,
eğer güçleri yeterse halkı ve yöneticileri ona karşı tahrik ederler. Zira
hakkı temsil eden kimse, sahip olduğu ilim, düşünce ve metot yüzünden
yadırganan ve dışlanan kimse demektir. Bu, sadece günümüze özgü bir durum da
değildir. Zira insanlar bilmediklerine düşman oldukları için, çoğunlukla hakkın
karşısında ve batılın yanında yer almaktadırlar. "... İnsanların çoğuna uyacak olursan seni Allah'ın yolundan saptırırlar..."
[662]
buyuran Yüce Allah ne kadar doğru söylemiştir...
Daha önce de ifade
ettiğimiz gibi, söz konusu tenkit ölçüleri ve verdiğimiz misaller hadisçilerin
geçmişte metin tenkidi ile ilgilenmedikleri tarzındaki iddialara karşı
tafsilatlı bir red olarak kabul edilebilirler. Ancak, daha geniş bilgi vermek
için şüpheleri ortadan kaldıracak şu hususları ifade etmek de yerinde
olacaktır:
a. Hadisçilerin isnada önem vermeleri, tamamıyla isnada
değil, aynı zamanda metine yöneliktir. Zira bir hadisin ravileri sika ve
güvenilir kimse olurlarsa, naklettikleri hadise daha çok itimat edilir.
Doğruluğu bilinen kimselerin naklettikleri haberlere güvenip yalancı ve
ahlaksızların anlattıklarını şüphe ile karşılamak insan için tabii bir
durumdur. Binaenaleyh, muhaddislerin isnada önem vermeleri nakledilen metne
önem vermelerinden dolayı olmuştur.
b. Ahmed Emin'in muhaddislerin hadisleri tenkit ederken,
uydurma sebeplerine önem verip üzerinde durmadıkları tarzındaki iddiası doğru
değildir. Zira bizzat bu sebeplerden dolayı reddettikleri pek çok rivayet
bulunmaktadır. Burada İbn Kayyim'in konuyla ilgili olarak el-Menârül-münif adlı
eserinde kaydettiği bazı görüşleri zikredeceğiz. Bu eserinde İshak b.
Rahuye'nin, Muaviye b. Ebu Süfyan'ın fazileti hakkında Resûlullah'tan sahih bir
rivayeti mevcut değildir" dediğini nakleden müellif şöyle demektedir:
Muaviye'yi ve
Emevîleri zemmeden bütün rivayetler yalandır
[663].
Mansur, Seffah ve Harun Reşid'i öven bütün rivayetler yalandır.
Abbâsîlerin cehenneme
girmeyeceklerini ifade eden bütün rivayetler yalandır.
Hilafetin Abbâsîlerin
hakkı olduğunu bildiren bütün hadisler yalandır
[664].
Uydurma rivayetlerin
bir kısmı da yalancıların isimlerini zikrederek Ebu Hanife ve Şafiî'nin
menkıbelerine dair uydurdukları haberlerdir
[665].
Ebu Ya'Ia el-Halîlî,
Râfızîlerin Hz. Ali ve Ehl-i beyt hakkında üç yüz bin kadar hadis
uydurduklarını söylemiştir.
İbn Kayyım, Ebu
Ya'la'nın bu sözünün garip bulunmaması gerektiğini ifade ederek, Rafizîlerin
bu konuda uydurdukları hadislerin incelenmesi halinde, bunun doğru olduğunun
görüleceğini söylemektedir
[666].
Yukarıda naklettiğimiz
bu ifadeler, Ahmed Emin'in iddiasını temelinden reddetmektedir.
Ahmed Emin'in,
hadisçilerin tıpla ilgili hadisleri laboratuarlarda tahlil etmelerinin
gerekliliği tarzındaki görüşüne gelince, onların bunu yapma imkânları olmamakla
birlikte günümüz âlimleri, fabrika ve laboratuarları kullanarak söz konusu
nesnelerin muhtevasını inceleyebilirler. Ancak insanın henüz eşyanın bütün
sırlarını çözemediğini de unutmamalıyız. Çünkü bugün Suyûtî, Tedrîb,l, 161.
laboratuarda, yer almasının gözle ilgili bir yararına dair bir bilgi elde
edemezsek de ileride edebiliriz. Nitekim dünyada her-gün yeni yeni gelişmeler
olmaktadır.
Durum ne olursa olsun,
ileride zikredeceğimiz ifadelerle de anlaşılacağı üzere, bir hadisin isnadının
sahih olması, metninin de sahih olmasını gerektirmez. Bu sebeple isnadı sahih
dahi olsa bir hadiste herhangi bir aykırılık söz konusu olduğu taktirde, onun
zayıf olduğuna hükmederiz. Birçok hadisçinin Buhârî ve Müslim'e yöneltilen
tenkitlere karşı çıkmaları, onların tenkitçi muhaddislerden olmaları
sebebiyledir. Çünkü onlara göre bu iki zat, Sahihlerine ancak hem metni ve hem
de isnadı bakımından sahih olan rivayetleri almışlardır. Dolayısıyla bunlara
göre Sahihayn'da veya sadece birinde yer verilen bir rivayete yöneltilen bir
tenkidi onların farketmemeleri makul değildir. Ancak Buhârî ve Müslim'i
müdafaa eden bu kimseler, bunun içtihadı bir şey olduğunu unutmamalıdırlar.
İnsanlar ne kadar âlim ve anlayışlı olurlarsa olsunlar, içtihadı meselelerde
isabet ettikleri gibi hata da edebilirler. Zira her bilenin üstünde daha çok
bilen biri vardır.
c. Eğer
hadisçiler, sadece isnadın sahih olmasına bakarak metnin de sahih olduğuna
hükmetselerdi, metin tenkidi ile ilgilendiklerine dair bir şüphe doğabilirdi.
Ancak gerçek böyle değildir. Hadisçiler, her devirde, isnadın sahih olmasının
metnin de sahih olmasını doğurmayacağını belirtmişlerdir. Zira isnad sahih
olduğu halde bazan metin sahih olmayabilir. Bu hususu ispat etmek için aşağıda
bu görüşte olan hadisçilere ve hadis kitaplarından derlediğimiz örneklere yer
vereceğiz.
Senedi sahih olan her
hadisin metni sahih değildir.
Bu, bütün hadisçilerin
kabul ettikleri ve hadisi metin açısından tenkit ederken baş vurdukları bir
kaidedir. Onlar, metnin garib veya şaz ve münker olmasını, isnadın sahih
olmasına engel olarak görmemişlerdir. Bu kaideye muhalefet eden veya onun
uygulanmasına karşı çıkan bir hadisçi tanımıyorum.
Aşağıda, önce
hadisçilerin bu kaide ile ilgili görüşlerini, sonra bu prensibe dayanarak
isnadı sahih olduğu halde metninin sahih olmadığını söyledikleri bazı hadisleri
zikredeceğiz. Sanırız bu, hadisçileri metin tenkidi yapmayıp sadece isnad
üzerinde donup kalmakla itham edenlere karşı yeterli bir cevap olacaktır. Şöyle
ki:
İbnü's-Salâh
"bazan bir hadisin, isnadının sahih olduğu söylendiği halde, metni şaz
veya muallel olması sebebiyle sahih olmaz"
[667]
derken; Nevevî "bazan hadisin isnadı sahih veya hasen olduğu halde, şaz
veya illetli olduğu için metnin sahih olmayabileceğini"
[668]
ifade etmekte; Tîbî "bu, sahih veya hasen hadistir, denir. Ancak bazan
isnad sahih veya hasen olmakla birlikte metin şaz veya illetten dolayı sahih
veya hasen olmaz"
[669]
demektedir.
İbn Kayyim "bilindiği
üzere, isnadın sahih olması, hadisin sahih olmasının bir şartı olduğu halde
bunu gerekli kılan tek sebep değildir. Çünkü hadis ancak senedin sahih olması,
metnin illetli, şaz ve münker olmaması, ravinin sika olması, başka ravilere
muhalefet etmemesi veya onlardan ayrı bir rivayette bulunmaması (şaz) gibi
birtakım şartların bir araya gelmesi ile sahih olabileceğini"
[670]
ifade ederken; İbn Kesîr "isnadın sahih veya hasen olduğuna hükmetmek,
metnin de öyle olduğuna hükmetmeyi gerektirmez. Zira metin bazan şaz veya
muallel olabilir"
[671]
demektedir.
Irakî ise Elfiye'sinde
"isnadın sahih veya hasen olduğuna hükmetmenin, metnin öyle olduğuna
hükmetmek olmadığını söylemiştir"
[672]
derken; Sehâvî "bazan ittisal, adalet ve zabt şartlarını taşıdığı için,
sened sahih veya hasen olabildiği halde şaz veya illet dolayısıyla metin zayıf
olacağını"
[673]
belirtmekte; Suyûtî de "bazan ravileri sika olması sebebiyle isnad sahih
veya hasen olmasına rağmen, metin ise şaz veya illetten dolayı zayıf
olur,"
[674] demektedir.
Zekeriyya el-Ensârî
"isnad ile metin arasındaki sahih ve hasen olma bakımından bir ayrılmazlık
mevcut değildir. Zira, bazan isnad ittisal, adalet ve zabt gibi şartları
taşıması sebebiyle sahih veya hasen olduğu halde, metin şaz veya illet gibi bir
kusur taşıdığı için zayıf olabilir"
[675]
demektedir.
Emîr es-San'anî
"Hadisin metninin değil isnadının sahih, hasen ve zayıf olduğuna hükmetmek
hadisçilerin bir üslubu olduğunu bilesin. Sahih ve hasen isnad veya zayıf isnad
derler. Çünkü bazan isnad, ravileri sika olması hasebiyle sahih olduğu halde,
şaz veya illetli olduğu için metnin sahih olmayabilir."
[676].
Netice olarak, isnad
ile metin arasında bir ayrılmazlık mevcut değildir. Çünkü şartlarını taşıdığı
için sened sahih olmasına rağmen, şaz ve illetli olmasından dolayı metin sahih
olmayabilir. Bazan da metin bir başka tarikten dolayı sahih olduğu halde sened
sahih olmaz.
İslâm âlimlerinin çeşitli zamanlarda söylemiş oldukları bu sözler, isnadın sahih olmasının metnin de sahihliğini gerekli kılmayacağı tarzındaki kaideyi tekit etmektedir. Aşağıda isnadının sahih olduğu belirtilmiş olan, ancak metnindeki münkerlik ve sazlığın âlimleri onu reddetmeye sevkettiği, isnadının sahih veya hasen olmasının onu kurtaramadığı hadislere ilişkin çeşitli misaller vereceğiz:
a. Hâkim en-Nisaburî daha önce zikrettiğimiz ve
Ma'rifetu ulûmi'l-hadis adlı eserinde rivayet ettiği bir hadis hakkında şöyle
demektedir:
Bu, ravileri sika olup
isnad ve metni şaz olan bir hadistir. Ona ait herhangi bir illet bilmiyorz...
Görüldüğü gibi ravileri güvenilir olmasına rağmen dikkatle baktığımızda onun
uydurma olduğunu anlıyoruz
[677].
b. Zehebî bir hadisi rivayet ettikten sonra şöyle
demektedir:
Senedi sağlam olmakla
birlikte, metni son derece münkerdir. İçimde ona karşı bir yadırgama
hissediyorum
[678].
c. Aynı müellif bir başka hadisi rivayet ettikten sonra
ise, ravilerinin sika olmasına rağmen, münkerliğinin de açık olduğunu ifade
etmektedir.
[679]
d. Hâkim en-Nisaburî'nin sahih bir isnad ile rivayet
ettiği bir hadis hakkında Zehebî onu tenkit ederek şöyle demektedir:
Bu, münker ve şaz bir
hadistir. Korkarım ki, uydurma da değildir. Zira senedinin sağlamlığı beni
hayrete düşürdü
[680].
e. Hatîb el-Bağdâdî, Ebu Bekir'in faziletine dair bir
hadis rivayet ettikten sonra şöyle demiştir:
Bu hadis sabit
değildir. İsnadının bütün ravileri ise sikadır
[681].
İbnü’l-Cevzî, Hatîb el-Bağdâdî'nin bu ifadesine şöyle bir yorum eklemektedir:
Bu durum, dikkatsizliği sebebiyle ravilerden birinin yanılmasından kaynaklanmış olmalıdır. Zira insanların çoğuna dikkatsizlik arız olabilir [682].
f. İbnü'l-Cevzî "yüz sene sonra Allah'ın razı
olacağı hiçbir kimse dünyaya gelmez" tarzındaki rivayetle ilgili olarak
şöyle demektedir:
Bunun isnadının sahih
olduğu söylenebilir. Ancak hadisin "an" sigası
[683] ile
rivayet edilmiş olması, ravilerden birinin, hadisi zayıf veya yalancı birinden
dinlemiş, daha sonra başkasına rivayet ederken o zatın ismini zikretmeksizin
"an" lafzı ile nakletmiş olma ihtimalini akla getirmektedir. Mezhep
imamları ve İslâm'a hizmet etmiş birçok kimsenin birinci asırdan sonra dünyaya
gelmiş olmaları karşısında bu rivayet nasıl kabul edilebilir?[684].
g. Batan güneşin Hz. Ali için geri döndüğüne dair
rivayet. Tahavî, Kâdî İyâz, Heysemî, İbn Hacer ve Kastallânî gibi bazı âlimler
bu rivayetin sahih olduğunu ileri sürerlerken
[685],
İbnü'l-Cevzî, İbn Teymiyye, Zehebî, İbn Kayyim, İbn Kesîr ve diğer bazı âlimler
de onun sahih olmadığını ve uydurma olduğunu kabul etmişlerdir
[686].
İbn Kayyim rivayette söz konusu edilen olayın, büyük toplulukların rivayet
etmesi gereken umumî olaylardan olduğunu, oysa Esma bint. Umeys'ten başka bir
kimsenin onu rivayet etmediğini söylemiştir
[687].
h. "Bana elçi gönderdiğinizde güzel yüzlü ve güzel
isimli olanı gönderin" tarzındaki rivayet. Heysemî'nin sahih, Münavî'nin
de hasen olduğunu söyledikleri bu rivayeti İbnü'l-Cevzî el-Mevzûâfında zikretmektedir
[688].
ı. "Sizden biriniz konuşma sırasında esnerse bu,
onun doğruluğunun delilidir" rivayeti. İbn Kayyım bununla ilgili olarak
şöyle demektedir:
Her ne kadar bazı
kimseler, bu rivayetin sahih olduğunu söylemekte iseler de vakıa, onun uydurma
olduğunu göstermektedir
[689].
j. Müslim'de nakledilen "Allah'ın dünyayı cumartesi
günü yarattığını" ifade eden rivayet. Daha önce de belirttiğimiz üzere,
Buhârî gibi bazı hadis âlimleri, bu hususta Müslim'in yanıldığını ifade
etmişlerdir. Gerçekte bu söz Ka'bu'l-ahbar'a ait olduğu halde, bazı raviler
yanlışlıkla onu Resûlullah'a nispet etmişlerdir.
Buraya kadar konu ile
ilgili olarak on hadis âliminin açıklamalarını nakletmiş bulunuyoruz. Bu
hususta aynı görüşü paylaşan daha birçok âlim vardır. Netice olarak bu
açıklamalar hadis âlimlerinin, kitaplarında yer vermiş oldukları "isnadın
sahih olmasının metnin de sahih olmasını gerektirmeyeceği, zira bazan isnadın
sahih olmasına rağmen, şaz veya illetli olması sebebiyle metnin sahih
olmayacağı" tarzındaki esası tekit etmektedir.
Nitekim yukarıda
naklettiğimiz görüşlere ilave olarak, aşağıda bazı hadisçilerin, isnadının
sahih veya hasen olduğunu söyledikten sonra, herhangi bir yanlış veya vehim
bulunması ya da tamamıyla uydurma olması sebebiyle sahih olmadığına
hükmettikleri hadislerden örnek olarak on hadis zikredeceğiz.
Yukarıda görüldüğü
üzere, son örnek bir yana bırakılacak olursa, bu başlık altında söz konusu
ettiğimiz rivayetlerin tümü Buhârî ve Müslim'in dışındaki kaynaklardandır. Bu
duruma bakarak bazıları çıkıp şöyle diyebilirler:
Hadisçiler gerçi az da
olsa sünen vb. hadis kitapları ile ilgilenmiş ve onları tenkide cesaret
etmişlerse de, Buhârî ve Müslim karşısında durmuş burada aynı cesareti
gösterememiş, bunların hadislerini metin açısından tenkit etmemişlerdir. Bu
iddiayı çürütmek için aşağıda Buhârî ve Müslim'in sadece metin açısından tenkit
edilen bazı hadislerine yer vereceğiz. Vereceğiz ki, böyle bir iddiada bulunan
herkes geçmiş âlimlerin Buhârî ile Müslim de dahil olmak üzere bütün hadis
kaynaklarını metin ve hatta isnad açısından tenkit ettiklerini görsünler. Ancak,
bazan bu tenkitlere yerli yersiz karşı çıkan bir kısım âlimlerin olduğunu da
inkar etmiyoruz. Kaldı ki bu duruma, Buhârî ve Müslim'in, hatta zaman zaman
birbiri tarafından tenkit edildikleri gerçeğini ortadan kaldırmaz. Ayrıca,
ister doğru olsun isterse yanlış hadisçilerin herhangi bir hadisi metni
açısından mücerret olarak tenkit etmiş olmaları, iddiamızı ispat için bize
yetecektir.
a. Buhârî'de Resûlullah'ın Cabir b. Abdullah'tan satın
almış olduğu devenin fiyatı ile ilgili olarak rivayet edilen hadis. Buhârî
devenin fiyatının miktarı hakkındaki rivayet ihtilafının farkına vararak
onlardan birini tercih etmiştir. Müellif hadisi önce Kitabü'l-büyû'da
hayvanların satın alınması başlığı altında rivayet etmiştir. Bu rivayetin bir
bölümünde şöyle denilmektedir:
"... Sonra,
deveni bana satar mısın? Dedi.
Evet dedim. Bir okkaya
satın aldı..."
[690].
Buhârî aynı hadisi daha sonra Kitâbü'ş-şurut'ta satıcının, binek veya yük hayvanını belli bir yere kadar binmeyi veya taşınmayı şart koşarak satması başlığı altında rivayet etmiştir. Bu rivayette ise şöyle denilmektedir: ... Ubeydullah ve İbn İshak Vehb'den o da Cabir'den rivayetle Resûlullah, deveyi bir okkaya satın aldı, demişlerdir. Zeyd b. Eşlem de bu hadisi Cabir'den rivayet ederek Vehb'in rivayetini tekrar etmiştir.
İbn Cüreyc'in Ata'dan,
bir başkasının da Cabir'den yaptıkları rivayet ise şöyledir:
"... Deveyi dört
dinara satın aldım". Bir dinarın on dirhem olduğu göz önünde
bulundurulacak olursa bu durumda devenin fiyatı bir okka olacaktır. Muğîre'nin
Şa'bî'den, onun da Cabir'den, ayrıca İbnü'l-Münkedir ve Ebü'z-Zübeyr'in de
Cabir'den rivayetlerinde ise fiyat belirtilmemiştir. A'meş, Salim'den o da
Cabir'den rivayet ederek "bir okka altındır" demiştir. Ebu İshak,
Salim'den, o da Cabir'den rivayetle fiyatın iki yüz dirhem olduğunu
söylemiştir. Dâvûd b. Kays'ın, Ubeydullah b. Muksim'den, onun da Cabir'den
rivayetine göre o, Resûlullah'ın deveyi Tebük seferi esnasında satın aldığını
ve fiyatında dört okka olduğunu zannettiğini söylemiştir. Ebu Nadra'nın,
Cabir'den rivayetine göre ise, Resûlullah deveyi yirmi dinara satın almıştır.
Buhârî, "Şa'bî'nin "bir okka" tarzındaki ifadesi bana göre sahih
rivayetin bütün şartlarını taşımakta olup doyasıyıla bu rivayetlerin en sahih
olanıdır" demiştir
[691].
Buhârî'nin çeşitli
rivayetten nakletikten sonra fiyatın bir okka olduğunu ifade eden rivayeti
tercih etmesinden, onun hadis metnine bakışı ve ona verdiği önemin senede
verdiği önemden daha az olmadığı ve eserine aldığı bütün hadisleri tenkit
ettiği anlaşılmaktadır. Buhârî'nin, eserinde kendisine göre ikinci derecede
olan hadisleri senedsiz olarak (muallak) ama kesin bir ifade ile (cezm sigası)
rivayet etmesi, onların tenkitçinin ihmal etmemesi gereken rivayetler olmasından
dolayıdır; bu nedenle onları Sahîh'inde adeti dışına çıkarak almıştır. Çünkü
genellikle, onun adeti, tercih ettiği hadisleri, eserine almak ve kendisine
göre önemli olmayan muhalif rivayetleri ise terk etmektir.
b. Müslim'in Resûlullah'ın Kabe'nin içinde namaz kılıp
kılmadığı ile ilgili olarak rivayet ettiği hadistir. Müslim, Kitâbü'l-hac'da
İbn Ömer'den onun şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"... Çıktığı
zaman Bilal'e Resûlullah'ın ne yaptığını sordum. Soluna iki sütun, sağına bir
sütun, arkasına da üç sütun aldı. O zaman Kabe altı sütunlu idi, sonra namaz
kıldı." Dedi"
[692].
Müslim, "Bilal'e,
Resulullah içeride namaz kıldı mı, dedim.
Evet, dedi. Nerede,
dedim...”
[693]
Tarzındaki rivayet ve
daha başkalarını da zikrettikten sonra aşağıdaki muhalif rivayetleri de
nakletmektedir:
"... İbn Cüreyc
bize, İbn Abbas'ın Ata'ya Kabe'ye girmekle değil, sadece onu tavaf etmekle
emrolundunuz dediğini işitip işitmediğini sorduğunu, onun da şöyle dediğini
haber verdi:
İbn Abbas, Kabe'ye
girmemizi yasaklamazdı. Ancak, ben onun şöyle dediğini işittim:
Üsame b. Zeyd, bana
Resûlullah'ın Kabe'ye girdiğinde onun her yerinde dua ettiğini, fakat içeriden
çıkıncaya kadar namaz kılmadığını, dışarı çıktıktan sonra Kabe'ye doğru iki
rekat kıldığını anlattı..."
[694].
Bir başka rivayette
ise şöyle denilmektedir:
"İbn Abbas'tan
şöyle rivayet edilmiştir:
Resulullah Kabe'ye
girdi. Orada altı sütun vardı. Bir sütunun yanında durdu ve dua etti; namaz
kılmadı"
[695].
Müslim'in burada
çeşitli rivayetleri nakledip başlıklar halinde sunması her iki hadiste de
bulunan bazı ifadeleri aldığını göstermektedir. Mesela rivayetlere Kabe'de
namaz kılma hadisleri ile başlaması, onları tercih ettiği ve onlara güvendiği
anlamına gelir
[696].
Sonra bab başlığını koyarken
[697]
"Hacıların ve başkalarının Kabe'ye girip orada namaz kılmalarının ve
herbir tarafında dua etmelerinin müstehap olduğu" tarzında bir ifade
kullanması da buna delildir. Çünkü, Resûlullah'ın Kabe'nin içinde namaz
kıldığını içeren rivayetlerde dua yoktur. Öbür hadislerde ise dua vardır, namaz
yoktur. Sanki Müslim kendisine göre daha sahih olduğu için, Kabe'nin içinde
namazı içeren hadisleri tercih etmektedir. Çünkü görüldüğü kadarıyla
senedlerdeki ihtilaf tamamıyla bir sened ihtilafı değil; gerçekte İbn Abbas
ile İbn Ömer arasındaki bir anlayış ihtilafıdır. Bu iki zattan birinin rivayetini
Öbürüne tercih etmek ise zordur. Zira eğer İbn Abbas'a olayı Resulullah ile
birlikte Kabe'nin içine girenlerden biri olan Üsame b. Zeyd anlalmışsa, İbn Ömer
de yine bu olayda Resûlullah'ın yanında bulunanlardan biri olan Bilal'e, hem de
Kabe'den dışarı çıktığı zaman sormuştur. Nitekim bu sebepledir ki, Müslim
Kabe'nin içinde namaz kılma konusunda İbn Ömer'in sözünü, her bir yanında dua
hususunda ise İbn Abbas'ınkini tercih etmiştir. İbn Ömer'in sözünü, onun
Resûlullah'tan sonra Kabe'nin içine ilk giren kimse olmasından dolayı tercih
etmiş bulunması da mümkündür. Çünkü konuyla ilgili rivayetlerden birinde İbn
Ömer şöyle demektedir:
Resulullah, Üsame b.
Zeyd, Bilal ve Osman b. Talha ile birlikte Kabe'nin içine girip kapıyı
kapadılar. Kapıyı açtıklarında içeri ilk giren kimse ben oldum. Bilal ile
karşılaştığımızda ona Resûlullah'ın içeride namaz kılıp kılmadığını sordum.
"Evet, iki yemani
sütun arasında kıldı" dedi
[698].
Burada İbn Ömer'in
olayın meydana geldiği sırada bizzat içeri girmiş ve Bilal'e sormuş olması,
onun rivayetini İbn Abbas'ınkinden daha tercih edilmesini gerekli kılmaktadır.
Ayrıca "bir şeyi olumlu bir şekilde ifade eden, olumsuz olarak ifade
edenden daha makbuldür" tarzında bir anlayış da vardır. Nitekim
"Resulullah iki sütun arasında namaz kıldı" diyen kimse ile
"kılmadı" diyen bir değildir. Çünkü Üsame b. Zeyd, Kabe'nin ululuğu
karşısında etkilenmiş ve böylece Hz. Peygamber'in içeride yaptığı her şeyi
görememiş olabilir. Bu, uzak bir ihtimal değildir. Müslim'in tercihi bana
bunları düşündürmektedir. Doğrusunu en iyi Allah bilir,
c. Bir başka misal, Müslim'de Cabir b. Abdullah'tan Hz.
Peygamber'in haccı ile ilgili olarak rivayet edilen şu hadistir:
"... Sonra Resûlullah, bineğine binerek Kabe'ye
indi ve öğle namazını Mekke'de kıldı. Zemzem dağıtan Abdülmuttalib
oğullarının yanına gitti..."
[699].
İbn Ömer'den rivayet
edilen bir hadiste ise, "Resûlullah, bayram günü Mekke'ye inip geri döndü
ve öğle namazım Mina'da kıldı" denilmektedir. Nafi de:
"İbn Ömer bayram
günü Mekke'ye inip geri döner, öğle namazını Mina'da kılardı ve Resûluîlah'ın
böyle yaptığım söylerdi"
[700]
demiştir.
Abdülaziz b. Refî'den
şöyle dediği rivayet edilmiştir: Enes b. Mâlik'e, Resûlullah'ın Terviye günü
öğle namazını nerede kıldığı hususunda ne biliyorsun, diye sordum. Mina'da diye
cevap verdi. Hacıların Mina'dan döndükleri gün ikindiyi nerede kıldığını
sorduğumda ise Abtah'ta dedikten sonra bana büyüklerinin yaptığım yap, diye
nasihat etti
[701].
Müslim, Cabir ile İbn
Ömer arasındaki bu ihtilafa ilişmeyip olduğu gibi bırakmışken İbn Hazm iki
rivayetten birinin kesinlikle yalan olduğunu söylemiştir
[702].
Zira Resûlullah'ın bayram günü öğle namazını hem Mekke hem de Mina'da kılması
mümkün değildir. Öte yandan bazıları, Hz. Peygamber'in o günkü öğle namazını
hem Mekke hem de Mina'da kıldığını ve bunu da bayramın birinci günü öğle
namazını Mekke'de kılmak caiz olduğu gibi Mina'da kılmanın da caiz olduğunu
göstermek için olabileceği şeklinde yorumlamışlardır. Ancak ya Mekke'de veya
Mina'da kılmış olabilir. Doğrusu ancak biridir. Muhtemelen hadisi Cabir veya
İbn Ömer yahut da daha sonra onlardan rivayet edenlerden biri yanlış rivayet
etmiş olmalıdır. Zira biz, sahabenin de yanlış anlayabileceğini ve
yanılabileceğini kabul ediyoruz. Çünkü bu iki özellik, insanların tabii
sıfatlarıdır. Fakat onları hiçbir zaman yalan söylemekle itham etmiyoruz.
Onlar, Resûlullah'tan yaptıkları rivayetlerde güvenilir kimselerdir. Gerçi İbn
Hazm, bu rivayetle ilgili sözlerinde biraz sert bir üslup kullanmıştır ama, o
ifadesiyle uydurma anlamında bir yalanı değil, aksine bu gibi çelişkisi açıkça
görülmekte olan durumlarda çoğunlukla yaptığı gibi hata ve yanlışı
kastetmiştir.
d. Buhârî ve
Müslim'in eleştirildikleri hadislerden biri de birbirlerinden farklı olarak
rivayet ettikleri şu hadistir: Müslim bu hadisi İbn Ömer'den "Resûlullah
Ahzab savaşından sonra Benî Kureyza üzerine hareket edileceği sırada "hiç
kimse öğle namazını Benî Kureyza'ya varmadan kılmasın" dediğini rivayet
ederken
[703], Buhârî "öğle"
yerine "ikindi" kelimesini koyarak nakletmiştir
[704].
Burada Buhârî'den daha
çok lafza önem verdiği için, Müslim'in rivayetinin daha makbul olduğunu
söyleyenler olmuştur. Nitekim Hatîb el-Bağdâdî Buhârî ile ilgili olarak şöyle
demektedir:
Basra'da işittiğim
nice hadisi Şam'da; orada işittiğim birçok hadisi de Mısır'da yazdım, dedi.
Ona tam olarak yazıp yazmadığını sordum, sustu
[705].
Bu hadiste garip olan
bir başka husus da her iki rivayetin senedinin baştan sona kadar aynı olmasıdır
[706].
e. Müslim'in tenkit edildiği hadislerden biri Ebu
Süfyan'ın faziletleri hakkında İbn Abbas'tan rivayet ettiği şu hadistir:
Müslümanlar Ebu
Süfyan'a itibar etmiyor ve onunla bir yerde oturmuyorlardı. Bunun üzerine Hz.
Peygamber'e: Ya Resûlullah, bana üç şey lütfeder misin? dedi.
Peygamber Efendimiz
evet, diye cevap verdi.
Ebu Süfyan Araplar'ın
en güzeli kızım Ümmü Habibe'yi size vereyim, dedi.
Resûlullah peki dedi.
Bunun üzerine
Muaviye'yi katip yapar mısın? diye sordu, Resûlullah evet dedi.
Ebu Süfyan daha önce
müslümanlarla savaştığım gibi kâfirlerle savaşmam için beni komutan yapar
mısın, dedi. Resûlullah evet diye cevap verdi
[707].
Nevevî bu hadisle
ilgili olarak şöyle demektedir:
Bu hadis, problemli
olduğu meşhur olan hadislerden biridir. Zira Ebu Süfyan ancak hicrî sekizinci
yılda Mekke'nin fethedildiği gün müslüman olmuştur. Bu, üzerinde hiçbir ihtilaf
olmayan meşhur bir olaydır. Peygamber Efendimiz de Ümmü Habibe ile bu olaydan
uzun bir süre önce evlenmiştir. Ebu Ubeyde, Halife b. Hayyat, İbnü'l-Berakî ve
cumhur-i ulema ise bu evlenmenin hicrî altıncı yılda olduğunu kabul
etmektedirler
[708].
İbn Hazm bîr rivayete
göre bu hadisle ilgili olarak şöyle demiştir:
Bu hadiste ravilerden
biri yanılmıştır. Çünkü müslümanlar arasında Hz. Peygamber'in, fetihten uzun
bir süre önce Ümmü Habibe henüz Habeşistan'da ve babası müslüman değil iken
onunla evlendiği hususunda hiçbir ihtilaf yoktur
[709].
Bir başka rivayette ise bu hadisin uydurma olduğunda hiçbir şüphe olmadığını
söylemiştir
[710].
İbnü's-Salâh bu
hadisin lehinde yorum yaparak şöyle demektedir:
İbn Hazm Hz.
Peygamber'in Ümmü Habibe ile daha önce evlenmiş olduğunu ileri sürerek bu
hadisi reddetmede yanılmış ve hataya düşmüştür. Çünkü Ebu Süfyan içini
rahatlatmak için nikâh akdinin yenilenmesini istemiş olabilir. Zira reisliği
ve asilliğini unutarak kendi rızası olmaksızın kızının evlenmiş olduğunu
düşünmüş veya babanın müslüman olması bu gibi meselelerde akdin yenilenmesini
gerektireceğine inanmış olabilir. Nitekim bundan daha açık birçok konu Ebu
Süfyan'dan daha ileri mertebede ve ondan daha bilgili ve Resûlullah ile daha
uzun süre birlikte olan nicelerine gizli kalmıştır
[711].
Ancak bu te'vilde bir
zorlama olduğu da açıktır. Nitekim Nevevî bunu doğru bulmayarak şöyle
demektedir:
"Bu rivayette ne
Resûlullah'ın akdi yenilediği ve ne de Ebu Süfyan'a onu yenilemenin gerektiğine
dair herhangi bir ifadesi mevcut değildir
[712].
Bazıları şöyle bir
yorum daha getirmişlerdir:
Hz. Peygamber'e evlenmek
üzere teklif edilenin ismi konusunda yanlış yapılmaktadır. Zira bu kişi Ümmü
Habibe'nin kizkardeşi olan Azze'dir. Çünkü Ümmü Habibe daha önce Buhârî ve
Müslim'de de belirtildiği gibi bizzat kendisi Resûlullah'a teklifte bulunmuş ve
evlenmişti. Peygamber Efendimiz de Azze ile ilgili bu teklif üzerine iki kız
kardeşle bir arada nikâhlı olmanın haram olduğunu bildirmiştir
[713].
Ne var ki bu, bir öncekinden
daha uzak bir te'vildir. Zira söz konusu rivayette teklifte bulunan kişi Ebu
Süfyan'dır. Resûlullah da bu teklife evet diye tarşilık vermiştir. Bu ise,
teklif ve kabul içerdiği için onlara göre bir akit sayılır. Sonra Resûlullah'ın
iki kız kardeşle bir arada nikâhlı olmanın haram olduğunu söylediği bu hadisin
neresinde vardır? Kaldı ki, peygamber Efendimiz bu rivayette teklif edilen
evliliği kabul ettiğini de açıkça ifade ediyor.
f. Yine Müslim'in tenkit edildiği hadislerden biri de
"Allah dünyayı cumartesi günü yarattı..."
[714]
tarzındaki Ebu Hureyre rivayetidir. Daha önce de belirttiğimiz üzere bu
rivayet, dünyayı altı günde değil de yedi günde yaratılmış olarak gösterdiği ve
göklerir, yaratılmasından bahsetmediği için Kur'an'ın açık beyanlarına aykırı
düşmektedir. Nitekim bazıları bu rivayeti yaratılışın başlangıcının cumartesi
değil, pazar günü olduğu tarzındaki genel malumata da muhalif olarak kabul
etmişlerdir.
g. Buhârî ve Müslim'in eleştirildikleri hadislerden
biri, Şüreyk b. Abdullah b. Eou Nümeyr'in Enes'ten rivayet ettiği Miraç
hadisidir. Bu rivayete göre, Resûlullah Kabe'den miraç yolculuğuna çıkarıldığı
gece, henüz ona vahiy gelmediği sıralarda ve o Mescid-i haram'da uyumakta iken
üç kişi gelmiş..."
[715].
Bu, kabul edilemeyecek
bir hatadır. Çünkü miraç en az ihtimal ile Resûlullah'a peygamberlik görevi
verilmezden on beş ay sonra olmuştur. Hatta hicretten bir sene önce veya
bi'setten beş yıl sonra olduğu dahi söylenmiştir. Nitekim Kâdî İyaz bu konuda
şöyle demektedir:
Hz. Hatice'nin namaz farz
kılındıktan sonra Resûlullah ile birlikte namaz kıldığı hususunda hiç kimse
ihtilaf etmediği gibi, onun hicretten bir süre önce vefat ettiği konusunda da
herhangi bir ihtilaf yoktur. Nitekim İslâm âlimleri, namazın miraçtan önce
farz kılındığında da hemfikirdirler. Dolayısıyla bütün bunların Hz.
Peygamber'e vahiy gelmezden önce olması mümkün değildir
[716].
Ayrıca Kâdî İyâz doğru
olanın Resûlullah'ın göğsünün henüz o Benî Sa'd kabilesinden Halime'nin yanında
bulunduğu sıralarda yarılmış olduğundan hareket ederek, Şüreyk hadisinde geçen
"o gece (Miraç gecesi) Peygamber'in göğsü yarıldı ve yıkandı"
tarzındaki ifadeyi de yanlış bulmuştur
[717].
Hadisin metnine
ilişkin olarak yapılan bu tenkit, hadisçilerin, metinleri hak ve doğru
ölçülere göre tenkit etmeden bırakmadıklarını ve hadisi rivayet edenin Buhârî
veya Müslim olmasının onlara engel olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.
h. Senetleri sahih olup metinleri birbirine muhalif olan
hadislerden biri sadece Müslim'in rivayet ettiği güneş tutulması (küsuf) esnasında
kılınan namazın kaç rekat olduğunu bildiren hadistir.
Müslim önce Âişe ve
İbn Abbas'tan iki rekatta dört rükû ve dört secdeli bir rivayet nakletmekte,
sonra üç rükû ve dört secdeli iki rekât ve daha sonra da yine Hz. Âişe'den
"Resûlullah altı rükû ve dört secdeli bir namaz kıldı"
[718]
tarzında bir rivayette bulunmaktadır.
Ulema bu hadisi tenkit
etmişlerdir. Çünkü Peygamber Efendimiz, sadece bir defa, o da oğlu İbrahim
öldüğü zaman küsuf namazı kılmıştır. Resûlullah'ın İbrahim adında iki oğlu
olmadığı herkesçe bilinmektedir. Alimler Hz. Aişe ve İbn Abbas'tan rivayet
edilen ve bu namazın her rekatında iki rükû ve iki de secde bulunan iki
rekatlı bir namaz olduğunu ifade eden birinci rivayeti tercih etmektedirler.
Buhârî, Sahîh'ide sadece bu rivayeti almakla yetinmiş, Müslim'in yer verdiği
öbür rivayetleri almamıştır.
Görüldüğü üzere
Müslim, Hz. Âişe ve İbn Abbas'ın naklettikleri ve ulemanın küsuf namazının
kılınışı konusunda üzerinde ittifak etmiş oldukları rivayeti ilk sırada
zikretmek suretiyle bu rivayeti tercih ettiğini göstermiştir. Ancak aynı
zamanda diğer rivayetleri de sahih senedleriyle zikretmiş olmasının, onu, bu
rivayetleri tenkit etmeme ve onlar hakkında söz söylememe sorumluluğundan
kurtaramayacağı da açıktır.
Yukarıda verdiğimiz bu
örnekler, sadece metin göz önünde tutularak Buhârî ve Müslim'e yöneltilen
tenkitlerden bazılarıdır. Şüphesiz Buhârî ve Müslim'den sonra gelen hadis
âlimlerinin, onların sahihlerine aldıkları hadisleri incelemeye ve kendilerine
göre tenkide muhtaç olanları tenkit etmeye önem vermeleri, bu tenkit metoduna
dikkat ettiklerinin ve Dârekutnî'nin yaptığı gibi sadece senedleri tenkit
etmekle yetinmediklerinin en açık bir delilidir. Bilindiği üzere Dârekutnî,
İlzamat ve Tetebbu' adlı eserlerinde ele aldığı birçok hadiste yalnızca
senedleri tenkit etmiş, metin açısından bir tek hadisi dahi tenkitte
bulunmamıştır. Eserlerine baktığımızda bunu açıkça görmekteyiz.
Bugün için -eğer
tenkit edecek birşey bulabilirse- herkesin Buhârî ve Müslim'i veya herhangi bir
hadis kitabını sadece metinlerini göz önünde bulundurarak tenkit etme hakkı
varsa da, geçmiş ulemayı metne ve metin tenkidine önem vermemekte suçlamaya
hakkı yoktur. Zira onun tenkit edilebilecek bir hadis bulması geçmişte
âlimlerin onu metin açısından tenkit etmedikleri anlamına gelmez. Çünkü ilk
ulema sonrakiler için araştırıp incelenecek ve tenkit edilecek birçok şey
bırakmışlardır. Çünkü Allah, ilmi dilediğine lütfeder. Geçmiş âlimler, akıl ve
içtihatlarının genişliği oranında birtakım hadisleri metin tenkidi ölçülerine
göre tenkit etmişlerdir. Bu durum, bugün veya yarın, hadis kitaplarında
senedleri sahih dahi olsa tenkide ve taşıdığı hata veya gaflet yahut da âyet,
hadis ve akıldan birine muhalif olma gibi daha önce zikrettiğimiz ölçülerden
birinden dolayı tenkide muhtaç hadisler bulmasına mani değildir.
Hiç kimsenin, yetkili
bir konumda bulunduğu sürece, bir başkasını içtihat ve incelemeden, Allah'ın
kitabı dışında herhangi bir kitabı eleştirmeden alıkoyma hakkı yoktur. Çünkü
diğer kitapların müellifleri için hata ve unutma gibi haller daima söz konusu
olabilir. Keza geçmişte ulema ravilere ait bazı halleri, senedlerdeki tedlisi
veya sika ravilerin hadisleri içine uydurma bir rivayetin sokulması gibi
halleri de bilememiş olabilirler. Nitekim İbnü'l-Cevzî daha önce bu konuda
temas ettiğimiz bir sözünde şöyle demektedir:
"Bazan sened
baştan sona güvenilir kimselerden oluşmasına rağmen, hadis mevzu, maklub veya
müdeîles olabilir. Hadis ilminde en zor hususlardan biri budur. Bu gibi
durumları ancak tenkitçiler bilebilirler
[719].
Sahabe-i kiram,
Resûlulah'ın ölümünden sonra yeni bir durumla karşılaştıkları zaman, doğru
hükmü bulmak için Kur'an ve sünnete başvururlardı. İbadet ve günlük hayatla
ilgili olaylar sayılamayacak kadar çok olduğu için her olayla ilgili bir nas
mevcut değildi ve böyle bir şey de beklenemez. Dolayısıyla naslar sınırlı,
olaylar ise sınırsız olduğuna göre -sınırlı olan sınırsız olanı kuşatamaz-
sonradan meydana gelen olaylar hakkında bir içtihatta bulunulabilmesi için
içtihat ve kıyasın kabul edilmesinin gerekliliği kesin olarak ortaya çıktı
[720].
Nitekim bu sebepledir ki Hz. Ömer, Ebu Musa el-Eş'ariye yazdığı emirnamede
şöyle diyordu:
Sonra sana Kur'an ve
sünnette bulunmayan bir mesele arz olunduğunda, onu çok iyi anla ve
benzerlerini iyi tanıyarak kıyas yap ve sana göre Allah'ın rızasına en uygun ve
hakka en yakın olan hükmü ver"
[721].
Şüphesiz sahabe,
hakkında kitap veya sünnetten bir hüküm bulunmayan konularda içtihat
yapmışlardır. Onlardan kıyasın aleyhinde rivayet edilen sözlerin batıl kıyasla
ilgili olduğu anlaşılmalıdır. Çünkü kıyas, batıl, sahih ve bu ikisinden birine
dahil edilemeyen olmak üzere üç kısma ayırmak mümkündür. Selef bu üç kısma da
işaret etmişlerse de, sadece sahih kıyası kullanmış, onunla amel etmiş, fetva
vermiş ve onu caiz görmüşlerdir.
Selef, batıl kıyası ve
onu tasvip edenleri kınamış, onunla amel etmek, fetva vermek ve hükmetmekten
sakındırmışlardır.
Batıl kıyas, kendisiyle bid'atler doğan, sünnetler değiştirilen ve nassa muhalif olan kıyastır. Bir başka ifade ile o, Allah'ın dini hakkında, nasları bilme ve onlardan hüküm çıkarmada gerekli çalışmayı yapmaksızın zan ve tahmine dayalı olarak söz söylemekten ibarettir [722].
Üçüncü kısım olan
şüpheli kıyasa gelince, selef âlimleri sadece zaruret halinde onunla emel edip
fetva ve hüküm vermeyi caiz görmüş, ancak hiç kimseyi onunla amel etmeye
mecbur tutmadıkları gibi ona karşı gelmeyi haram saymamış ve ona karşı geleni
de dine karşı çıkmış biri olarak kabul etmemişlerdir. Bu tür kıyas hakkında
yaptıkları şey, halkı onu kabul ve red arasında muhayyer bırakmaktan ibaret
olmuştur. Dolayısıyla bu tür kıyas, normal hallerde haram olup zaruret anında
yenmesi içilmesi helal olan şeyler gibidir. Nitekim, Ahmed b. Hanbel'in
naklettiğine göre, kendisi Şafiî'ye kıyasın hükmü hakkında soru sormuş, o da
"zaruret anında caizdir" demiştir
[723].
Tedvin dönemi
öncesinde yaşayan birçok âlime sünnetin büyük bir bölümünün ulaşmadığını veya
onlara göre sahih bir senedle ulaşmadığını biliyoruz. Zira o dönemde ashab,
çeşitli beldelere dağılmış bulunuyorlardı. Birinin bildiği bir sünneti öbürü
bilmeyebiliyordu. Herhangi bir âyet ve hadis bilen kimse, karşı karşıya kaldığı
bir hadisede onunla fetva veriyor, bilmeyen ise içtihatta bulunuyordu. Nitekim
İbn Mes'ud kaderi inkar eden Mufavvıda
[724]
hakkında kendi içtihadıyla fetva verdiğinde şöyle diyordu:
"Bu, benim
içtihadımdır. Eğer doğru ise Allah'tan, hatalı ise benden ve
şeytandandır".
İşte sahabenin fıkıh
ve fetva konusundaki metodu bundan ibaretti. Onlar ancak nas bulunmadığı zaman
kıyasa yöneliyor, onun kendi içtihatları olduğunu, hata ve sevap ihtimali
taşıdığını belirtiyor, karşı gelinmesi caiz olmayan bir hakikat olduğu
tarzında kesin bir hükümde bulunmuyorlardı.
Ebu Zehra, sahabeyi
iki kısma ayırır:
1) Resûlullah'tan
hadis rivayetini, bununla yetinmeyi ve nas bulunmayan bir meselede kendi
içtihadıyla fetva vermemeyi tercih edenler,
2) Hz.
Peygamber'den meşhur olarak rivayet edilen bir hadis bulunmadığı takdirde
kıyası tercih edip kendi içtihadıyla fetva verenler, daha sonra o mesele ile
ilgili bir hadise vakıf olduğunda ise içtihadından vaz geçerek hadise
dönenler! Bu ikinci grup Irak'ta, birinci ise Hicaz'da bulunuyordu
[725].
Tabiîn döneminin
başlarında fitne olayı zuhur edip Resûlullah'a nispet edilen uydurma rivayetler
çoğalınca, bu iki gruptan her biri, kendisine arz olunan meselelerde
başvuracağı hadislerin şahinlik derecesini tespit için kendilerine özgü ölçü ve
yaklaşımlar geliştirdiler.
Irak'taki kıyaşçı ekol
özellikle haber-i vahid durumundaki hadisleri tenkit hususunda farklı bir
tutum içindeydiler. Bunlar ileride açıklayacağımız kendilerinin koydukları
bazı tenkit ölçülerine dayanarak uydurma olduğu endişesiyle birçok haber-i
vahidi kabul etmediler. Üzerinde durdukları konuda sahih bir hadis bulunmadığı
takdirde çoğunlukla kendi içtihatlarıyla fetva verdiler. Ayrıca bunlar, vaki
olmuş meselelerin hükümlerini ortaya koymakla yetinmediler aynı zamanda, farazi
birtakım meseleler de ortaya attılar ve onlara dair içtihatlar yaparak hükümler
verdiler
[726]. Bunlar İbn Mes'ud'un
yolundan gidenlerdi. Nitekim o da yanılma endişesiyle Resûlullah'tan rivayet
edilen hadisler hakkında titiz davrananlardan biri olduğu halde içtihat etme
konusunda aynı titizliği göstermiyordu
[727].
Fıkıh okulları, ne
kadar birbirinden farklı olurlarsa olsunlar, hepsi de Kur'an ve mütevatir
sünnet karşısında duruyor, onlara muhalefet etmiyorlardı. Nitekim Ebu Hanife
bu konuda şöyle demekteydi:
"İşitelim'veya
işitmeyelim, Resûlullah'ın söylediği her söz başımızın üstündedir. Ona inanır,
hakikatin onun dediği gibi olduğunu kabul ederiz"
[728].
Haber-i vahide
gelince, fukaha arasındaki esas ihtilaf noktası odur. Hanefîlerin haber-i
vahidi tenkit konusunda özel ölçüleri, onun ravileri hakkında da hususi
şartları vardır. Diğer fıkıhçılar ve özellikle hadisçi olanlar, Hanefîlerin bu
şartlarını kabul etmezler. Ayrıca Mâlikîlerin de Kur'an'ın zahirine veya
Medinelilerin uygulamalarına aykırı olması halinde haber-i vahid konusunda
Hanelîlerinkine benzer bir tutumları vardır. Fakihlerin bu konudaki ölçülerini
açıklamadan önce, burada Kur'an'a hangi tür sünnetin arz olunacağını
bilebilmemiz için sünnetin çeşitleri ve fıkıhçılara göre Kur'an karşısındaki
yeri hakkında bilgi vermemiz uygun olacaktır.
[729]
Bazı fıkıhçılar, "... İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için sana da bu Kur'an'ı indirdik" [730] mealindeki âyete dayanarak sünnetin mânası itibariyle Kur'an'da mevcut olduğunu kabul etmekte, ya onun mücmel ifadelerini tafsil veya müşkillerini açıklama tarzında bir işlev gördüğünü savunmaktadırlar. Bu anlayışa göre sünnette ne varsa, Kur'an ya icmali veya tafsilî olarak mutlaka onun mânasına delalet etmektedir. Zira Yüce Allah, Kur'an'a açıklayıcılık özelliği vermiştir. Dolayısıyla sünnetin de Kur'an'ın muhtevası içinde özet olarak bulunması gerekmektedir [731].
Ancak acaba sünnet Kur'an'da hiçbir şekilde bulunmayan bir hüküm getirmiş midir? İşte asıl ihtilaf bu soruya verilecek cevapta bulunmaktadır.
Sünnetin Kur'an
karşısındaki konumu şu üç durumdan ibarettir:
a. Allah'ın Kur'an'da açık bir ifade ile bildirdiği bir
konuda Resûlullah da aynı şekilde söz söylemiştir
[732]. Bu
durumda sünnet Kur'an'ın getirdiği hükmü tekit etmektedir. Bu suretle ortaya
çıkmış olan bir hüküm, onu ortaya koyan Kur'an ve teyit eden sünnet olmak
üzere iki kaynaktan gelmiş olur. Namaz ve orucun farz, şirk ve yalancı
şahitliğin de haram olduğuna delalet eden hadisler bu tür rivayetlerden
bazılarıdır
[733]. Bu nevi sünnet üzerinde
ilim erbabı arasında herhangi bir ihtilaf bulunmamaktadır
[734].
b. Allah bazı anlamı kapalı âyetler göndermiş,
Resülullah da O'nun kasdettiği mânayı açıklamıştır
[735].
Sünnet, bu durumda Kur'an'ın ya mücmelini tafsil etmekte veya mutlakını takyid
yahut da umumî lafızlarını tahsis etmek sureliyle Kur'an'ı açıklayıcı bir görev
yapmaktadır. Bu hususta da herhangi bir ihtilaf söz konusu değildir
[736].
c. Kur'an'da yer almayan bir hükmü Resûlullah'ın ortaya
koyması
[737]. Ulema işte sünnetin bu
nevi üzerinde ihtilaf etmişlerdir. Şöyle ki:
1) Hadisçiler ve İslâm âlimlerinin çoğuna göre sünnet de
gerçekte Allah katından olduğu için bazen Kur'an'da bulunmayan bir hüküm getirebilir.
Bu görüşü paylaşan âlimlerden biri olan İbn Hazm konuyla ilgili olarak şöyle
demektedir:
"Kur'an ve sahih
hadis Allah katından olmaları hasebiyle ayrı ayrı şeyler olmayıp birbirinin aynıdırlar
[738].
Çünkü Allah katından gelen vahiy ikiye ayrılır:
Birincisi ibadette
okunan ve nazmı itibariyle mucize olan ve Resülullah zamanında yazıya geçirilen
Kur'an; ikincisi ise Reshulullah'tan rivayet ve naklolunup onun zamanında bütünüyle
yazıya geçirilmemiş olan, ibadet amacıyla okunmayan ve nazmı bakımından mucize
olmayan hadistir
[739].
Ulema, ehlî eşeklerin
etinin ve bir kadınla hala veya teyzesini birlikte nikâh altında bulundurmanın
haram olduğuna ve Kur'an'da bulunmayan diğer bazı hükümlere delalet eden
hadisleri bu tür için örnek olarak zikretmişlerdir. Gerçekte söz konusu
hadisler sünnetin Kur'an'da bulunmayan bazı hükümleri müstakil olarak
koyabileceğinin en güçlü bir delilidir.
Sünnetin müstakil
olarak hüküm getirebileceğini ileri süren âlimler, yukarıdaki delil yanında
"Allah'a itaat edin Resul'e de itaat
edin ve (kötülüklerden) sakının. Eğer itaattan yüz çevirirseniz bilin ki Resulümüz'ün
vazifesi apaçık duyurmak ve bildirmektir"
[740]
âyeti vb. Resûlullah'a itaatin zorunlu olduğuna ve ona karşı gelmekten
sakınmaya delalet eden âyetler ile sünneti terk edip yalnızca Kuran'la amel
etmekten sakındıran hadislerle de istidlalde bulunmuşlardır. Ebu Rafi'in
Resûlullah'tan rivayet ettiği "Sizlerden birini koltuğuna yaslanmış, benim
bir emrim veya nehyim kendisine ulaşıyor da ben anlamam, biz Allah'ın kitabında
bulduğumuzla amel ederiz, diyor iken bulmayayım"
[741]
anlamındaki hadis ile Mikdam b. Ma'dikerib'in naklettiği şu rivayet bu hususta
güzel bir örnektirler:
"Resülullah
Hayber savaşında ehlî eşek ve diğer bazı şeylerin haram olduğunu bildirdikten
sonra şöyle buyurdular:
“Yakırıda kişi koltuğuna oturacak ve benim sözlerimi naklettikten sonra
'aramızda Allah'ın kitabı vardır. Biz onda bulduğumuz helali helal, haramı da haram
sayarız' diyecek. İyi biliniz ki, Allah Resûlü'nün haram kıldığı, Allah'ın
haram kıldığı gibidir."
[742]
Beyhakî bu hadisle
ilgili olarak, bunun Resûlullah'ın kendisinden sonra gelecek olan bid'atçıların
sünneti tanımayacaklarına dair bir ihbarı olduğunu ve bu haberin de, daha
sonraki olaylarla doğrulandığını söylemiştir[743].
Nitekim Beyhakî isnad
zincirini de zikretmek suretiyle Hassan b. Atiyye'nin:
"Cebrail,
Resûlullah'a Kur'an'ı getirdiği gibi sünneti de getirirdi. Ona Kur'an'ı nasıl
öğretirse sünneti de öyle öğretirdi"
[744]
dediğini rivayet etmektedir.
2) İkinci akıma göre ise sünnet Kur'an'da bulunmayan bir
hüküm getirmez. Dolayısıyla o, Kur'an'ın mücmel ve müşkilini açıklar. Nitekim
Şatıbî daha önce de naklettiğimiz bir ifadesinde bu hususta şöyle demektedir:
Sünnet mânası
itibaryile Kur'an'da mevcuttur. Zira o, Kur'an'ın mücmel ve müşkil lafızlarını
açıklamakta, muhtasar ifadelerini genişletmektedir. Nitekim Yüce Allah, "insanlara kendilerine indirileni açıklaman
için... sana da Kur'an'ı indirdik"
[745]
buyurmuştur
[746].
Şatıbî bu konuda
zikrettiğimiz âyeti delil göstererek şöyle demektedir:
Zira Yüce Allah,
Kur'an'ı her şeyi açıklayan bir kitap olarak göndermiştir. Buna göre, sünnetin
onun içinde öz olarak bulunması gerekmektedir
[747].
Ayrıca Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber'e hitaben "Ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin"
[748]
buyurmaktadır. Âişe validemiz ise Resûlullah'ın ahlakının Kur'an'dan ibaret
olduğunu veciz bir şekilde ifade etmiştir. Bu da onun söz, fili ve
ikrarlarının Kur'an'dan kaynaklandığını gösterir. Çünkü ahlâk bunlardan
oluşmaktadır
[749]. Nitekim kusursuz bir
inceleme de bunu ortaya koyar
[750].
Bazıları da sünnetin
müstakil bir teşri kaynağı olmadığı tarzındaki bu yaklaşıma Rebia b. Ebu
Abdurrahman, Hz. Âişe ve diğer sahabîlerin rivayet ettikleri şu hadis ile
istidlalde bulunmuşlardır:
"İnsanlar hiçbir
şeyi bana izafe etmesinler. Ben, ne Allah'ın kitabında helal kıldığından başka
bir şeyi helal, ne de haram kıldığından başkasını haram kılarım"
[751].
İmam Şafiî bu konudaki
görüşleri teker teker ele alıp incelemiş, ancak onların herhangi birini tercih
etmemiştir. O, bu kounuda şu değerlendirmeyi yapmıştır:
Bütün bunlar bir yana,
Cenab-ı Allah, peygamberine itaat etmenin farz olduğunu bildirmiş, hiçbir
kimseye bildiği bir sünnete aykırı hareket etme hakkı tanımamıştır. Ayrıca Hz.
Peygamber'in sünneti Kur'an'da yer alan bir hükmü veya onda mevcut olmayan bir
konuyu açıklayıcı olduğuna göre, Allah'ın hükmü ile Resûlullah'ın hükmü
arasında bağlayıcılık açısından bir fark olmaması gerekir
[752].
İkinci görüşü
savunanlar Kur'an'da bulunmayıp da sadece sünnetin ortaya koyduğu hükümlerle
ilgili olarak şöyle demişlerdir:
Aslında sünnet,
Kur'an'da kastedilen mânaları açıklamaktadır. Şayet sünnet bunun dışında bir
şey getirecek olursa, bundan maksat ya fer'î hükmün gerçekte aslî hüküm içinde
gizli olarak bulunduğunu ifade etmek ya da bu hükmün iki asıldan hangisine ait
olduğunu tayin etmektedir
[753].
Birinciye örnek,
sünette bir kadınla halası veya teyzesini aynı zamanda nikahlamanın haram
olduğunun bildirilmesidir. Gerçekte bu, Kur'an'da bildirilen bir kimsenin iki
kız kardeşle aynı zaman içinde evli olmasının haram olduğunu bildiren âyete bir
kıyastan ibarettir. Nitekim hadiste de bu hükmün dayandırıldığı maslahatın
açıklanması cihetine gidilmiş ve Resûlullah böyle bir cemetmeyi yasakladıktan
sonra:
"... Zira böyle yaparsanız akrabalık bağlarınızı
koparmış olursunuz"
[754]
buyurmuştur.
İkinciye örnek ise,
Cenab-ı Allah iyi şeyleri helal, kötüleri de haram kılmıştır. Bazı şeylerin,
bu iki şıktan hangisine ait olduğunu açıkça beyan etmiş iken ehli eşek ile
yırtıcı hayvanlar örneklerinde olduğu gibi bazılarının hangi şıkka ait
olduklarını açıkça belirtmemiştir, İşte sünnet buradaki şüpheyi gidermekte,
ehlî eşeklerle yırtıcı hayvanların etini yemenin haram; keler, tavşan vb.
hayvanların ise helal olduğunu belirtmek suretiyle şüpheli bu iki taraftan
birini tercih etmektedir
[755].
Gerçek şu ki, sünnetin
ortaya koyduğu her şeyin Kur'an'da bir aslının bulunduğunu söylemekte bir
çeşit zorlama mevcuttur. Nitekim Şatıbî hadisteki her şeyin Kur'an'da
bulunduğunu iddia eden birinden bahsederken
[756] bu
zorlamayı itiraf ederek şöyle demektedir:
Ancak bu görüşü
Kur'an ve Arap dilinden hareketle ispat etmek mümkün değildir. Dolayısıyla
böyle bir iddiada bulunan kimse, Arapça'nın kabul etmeyeceği Selef-i salibin ve
büyük İslâm âlimlerinin uygun bulmayacakları bazı delilleri ortaya koymak
zorunda kalacaktır
[757].
Sünnetin, Kur'an'da
olmayan bir hüküm getirmeyeceğini iddia edenlerin ileri sürdükleri hiçbir
delil, aslında onlar için gerçek bir delil teşkil etmez. Zira gerçekte sünnet
Kur'an'ı açıklamaktadır. Nitekim o, -bazılarına göre- o, Allah'ın bir
vahyidir. Kaldı ki Yüce Allah bizden peygamberine itaat etmemizi de
istemektedir. Hâl böyle olduğuna göre bizim Allah ve Resûlü'nün sözlerine
aykırı herhangi bir şey söylememiz söz konusu olamaz.
Hz. Aişe'nin
"...onun ahlâkı Kur'an'dır" tarzındaki sözü de onlar için bir delil
olamaz. Çünkü Resûlullah, öğlenin farzını dört sabahın kini ise iki rekat
olarak kılmıştır ki bunlar Kur'an'da mevcut değildir. Şu da var ki,
Peygamber'in ahlâkı Kur'an'a tabi olmak, müslümanlarınki ise Kur'an ve
Resûlullah'a uymaktır. Dolayısıyla, müslümanların tabi oldukları iki önderleri
olduğu halde, Peygamber'in Kur'an'dan başka tabi olduğu bir önder mevcut
değildir. Bu bakımdan Hz. Âişe'nin Hz. Peygamber'in ahlâkı ile ilgili
"Onun ahlâkı Kur'an ve sünnettir" şeklinde değil de sadece "...
Kur'an'dır" demesi son derece tabiî bir durumdur.
Ahlâkı, Allah'tan
vahyolunan Kur'an olan bir kimseye, Kur'an dışında başka bir şeylerin de
vahyolunması yadırganmamalıdır. Nitekim daha önce İbn Hazm, vahyi Kur'an ve
sünnet olmak üzere ikiye ayırdığını ifade etmiştir.
Bütün hükümlerin
Kur'an'da mutlaka bulunduğu tarzındaki iddiaları da doğru değildir. Zira daha önce
de ifade ettiğimiz gibi bunda açık bir zorlama vardır. Nitekim Şatıbî de bunu
itiraf etmiştir. Kaldı ki, sünneti okuyup inceleyen her müslüman Kur'an'da
bulunmayan birtakım mâna ve hükümleri ihtiva eden birçok hadis bulacak ve bu
durumu müşahede edecektir.
Bu düşünce, bazı
hadisleri Allah'ın kitabında bulunanlara ziyade olarak kabul etmede ve
dolayısyıyla eğer haber-i vahid ise onu reddetmede etkili olmuştur. Zira
Kur'an'ın sübutu kat'î olduğu halde, haber-i vahidinki zannîdir. Ayrıca bazı
fakihlere göre nassa ilave yapmak, onu neshetmek anlamına gelir. Zannî delil,
kat'î olanı neshedemez. İleride bu konuyu tafsilatıyla açıklayacağız.
[758]
Cumhur-i ulema ile
Hanefîler -ve bazı konularda Mâlikîler- arasındaki açık ihtilaflardan biri,
haber-i vahide bakış açısıdır.
Hanefîlerin haber-i
vahid konusunda ileri sürdükleri -kendilerine özgü- birtakım şartları, onun
sahih veya zayıf olduğunu tespit için kullandıkları bazı ölçüleri vardır. Keza
haber-i vahid, fakihlerin ileride bahsedeceğimiz ölçülerinin konusu olduğu
gibi; Kur'an, mütevatir sünnet, kıyas, sahabe uygulaması ve Medinelilerin
icmaına arz edilen bir kavramdır.
Durum bu olunca, onun
iyice tanınmasını sağlamak için bu konu üzerinde bir miktar durmak ve ulemanın
onun delil olabilmesi için ve ravisinde bulunması gerekli olan şartlar
konusundaki görüşlerinden kısaca söz etmek yerinde olacaktır.
[759]
Haber-i vahid, kesin
bilgi ifade eden tevatür derecesine ulaşmamış haber diye tarif edilir. Âmidî ve
Gazâlî
[760] haber-i vahidi böyle
tarif ederlerken, Abdülaziz el-Buhârî onu "bir veya iki kişinin rivayet
etmiş olduğu herhangi bir haber" diye tarif etmektedir. Ancak müellife
göre, buradaki ravi sayısı herhangi bir önem taşımamaktadır. Zira böyle bir
haberde aslolan, onun mütevatir ve meşhur mertebesine ulaşmamış olmasıdır. Böyle
bir haber, kendisiyle amel etmeyi gerektirdiği halde, kesin bir bilgi ifade
etmez
[761].
Yukarıdaki tariflerin
hepsi de aslında haber-i vahidin mütevatir haberin karşıtı olduğu anlamını
ifade etmektedir. Dolayısıyla mütevatir olmayan her haber âhâd haber olduğu
gibi, bir veya iki kişinin rivayet ettiği herhangi bir haber de âhâd haberdir.
[762]
İslâm âlimleri haber-i
vahidin bilgi ifade etmesi ve delil olarak kullanılması hususunda farklı
görüşler ileri sürmüşlerdir. Şöyle ki:
a. Ahmed b. Hanbel'in de aralarında bulunduğu hadis
uleması, muhaddislerin sahih olduğuna hükmettikleri hadislerin zorunlu olarak
kesin bilgi ifade ettiğini söylemişlerdir. Bunlara göre her birimiz, şahinlik
şartlarını taşıyan bir haber-i vahidin mütevatir haberle elde edilen bilgi gibi
bir bilgi ifade ettiğini, hiçbir delile başvurmaksızın zorunlu olarak kendi
içimizde hissederiz
[763].
b. İslâm âlimlerinin ekserisi ve fakihlerin tümüne göre
haber-i vahid kendisiyle amel etmeyi gerektirirse de kesin bilgi ifade etmez
[764].
Abdülaziz el-Buhârî bu konuda şöyle demektedir:
Haber-i vahid bizim için bir delil teşkil eder. Ayrıca her haber kabul edilmez. Ancak burada kabul etmekten maksat onu doğrulamak olmadığı gibi, kabul etmemekten maksat da yalanlamak değildir. Aksine, bizim güvenilir herhangi bir kimsenin sözünü kabul etmemiz gerekir. Ne var ki böyle bir kimse yalan veya yanlış söylemiş de olabilir. Halbuki, doğru söylemiş olma ihtimali bulunmakla birlikte, fasık bir kimsenin sözünü kabul edemeyiz. O halde kabul olunan haber, kendisiyle amel edilmesi gereken haber demek olduğu gibi, reddolunan haber de kendisiyle amel etmekle yükümlü olmadığımız haber anlamına gelmektedir [765].
c. Dâvûd ez-Zahirî haber-i vahidin istidlalı bir bilgi
ifade ettiğini ileri sürerek şöyle demektedir:
Çünkü şayet haber-i
vahid bir bilgi ifade etmeyecek olsaydı ona tabi olmak caiz olmazdı. Zira Allah
Teâlâ "Hakkında bilgi bulunmayan
şeyin ardına düşme..."
[766]
buyurarak zan ile hareket edilmesini yasaklamış
"... Onlar zandan başka bir şeye tabi olmaz,
yalandan başka söz de söylemezler"
[767]
buyurmak suretiyle zanna tabi olmayı yermiştir. Aynca haber-i vahid ile amel
edilmesi hususunda bir icma hasıl olmuştur. Bu da onun bilgi ifade ettiğini
kesin olarak ortaya koymaktadır
[768].
d. İbn Hazm ise şöyle demektedir:
Adalet sahibi bir
kimsenin dinî hükümlerle ilgili olarak Resûlullah'a kesintisiz bir şekilde
isnad etmek suretiyle rivayet ettiği bir hadis (haber-i vahid) bilgi ifade
eder. Onu rivayet eden kimsede yalan ve vehmin kesinlikle bulunmaması gerekir
[769].
Ebu Süleyman Hüseyin
b. Ali el-Kerabisî, Haris b. Esed el-Muhasibî gibi bazı âlimler de daha önce
aynı görüşü müdafaa etmişlerdir
[770].
e. Diğer bazı âlimler ise haber-i vahid ile amel etmenin
caiz olmadığını söylemişlerdir. Bunlardan Cübbâî ve kelâma bir grup bunun
aklen; Kâşânî, Ebu Bekir b. Davûd ve Rafizîlerin içinde bulunduğu bir başka
grup ise naklen caiz olmadığını ileri sürmüşlerdir
[771].
Ulemanın haber-i
vahidin delil olarak kabul edilmesi ve bilgi ifade etmesi konusunda ileri
sürdükleri görüşler bunlardır. Bu görüşleri ifade ettikten sonra şöyle
diyebiliriz:
Cübbaî ve onun gibi
düşünen bazıları dışında kalan fakihler, haber-i vahidin bilgi ifade edip
etmediği hususunda ihtilaf etmekle birlikte, delil olacağını ve kendisi ile
amel etmeyi gerekli görmektedirler. Ancak bazıları onun sahih olması için bizim
de temas etmekte olduğumuz birtakım şartlar ileri sürmektedirler. Bunlar az
önce de zikrettiğimiz üzere hadisçiler, Dâvûd ez-Zahirî ve İbn Hazm gibi âlimlerden
oluşmaktadır. Ne var ki, İbn Hazm bunun için, ravinin yalan söylemesi ve
yanlış anlaması kesinlikle mümkün olmayan bir kimse olmasını şart koşmuştur.
Fakat biz bu hususta onun görüşüne katılmamaktayız. Zira, isnadı sahih ve
muttasıl olan nice hadis vardır ki, ravilerden biri onda yanlış anlamaya maruz
kalmıştır. Buna en açık delil, daha önce tam metnini verdiğimiz ve Müslim'in
Ebu Hureyre'den rivayet ettiği "Allah'ın yeryüzünü cumartesi günü
yarattığını" bildiren hadistir. Hadisçilerin imamı olan Buhârî, ravilerden
birinin bu hadisi yanlış anladığım, Ebu Hureyre'nin onu Resûlullah'tan değil,
Ka'bu'l-ahbar'dan duymuş olduğunu söylemektedir
[772]. Bu
gibi hadisler pek çoktur. Bunların en basiti Müslim'de güneş tutulması (küsuf)
namazının şekli ile ilgili olarak rivayet edilen hadistir. Bu namazın şekli ve
rek'at sayıları hakkında ihtilaflarla dolu olan hadisler
[773],
sonuçta bunlar âhâd haberdirler. Şüphe yok ki, bunlardan sadece biri sahih olup
diğerlerinde ravilerin yanlış anlamaları söz konusudur. Biz onların yalan
rivayet etmiş olduklarını iddia etmiyoruz. Aksine, onların doğru kimseler
olduklarına inanıyoruz. Ancak doğru kimselerin de yanlış anlayıp gaflet
gösterebildikleri kimsenin inkar etmeyeceği bir gerçektir.
Akla en uygun gelen
ise:
İsnadı Resûlullah'a
kadar ulaşmış olan haber-i vahidin sahih olduğuna kesin olarak hükmetmemekle ve
ravisinin hiçbir surette rivayetinde yanılmadığı veya yanlış anlamadığına kesin
olarak karar vermemekle birlikte, böyle bir hadisten haberdar olan kimsenin,
ona tabi olup amel etmesi ve aykırı davranmaması gerektiği hususudur. Haber-i
vahidin ona tabi olmaya yetecek bir ilim veya fakihlerin deyimiyle bir zann-ı
galip ifade ediyor olması asıldır. Çünkü dinî hükümlerin konulmasının asıl
hedefi onlara tabi olmaktır. Bu sonuç elde edildiği zaman, hedefe varılmış
olur. Nitekim fakihler, her ne kadar haber-i vahidin kesin bilgi ifade
etmediğini söylüyorlarsa da onunla amel etmenin gerekliliği hususunda ittifak
etmiş durumdadırlar.
Öte yandan Yüce Allah’ın
zannın her çeşidi ile amel etmeyi yasaklamış olduğunu söylemek de doğru
değildir. Zira uyulması yasaklanmış olan zan, herhangi bir delile dayanmayan
zandır. Haber-i vahid konusunda ise kesin olmamakla birlikte bir delil vardır.
Misal olarak huzurunda dört kişinin bir kimsenin zina ettiğine dair tanıklık
ettiği bir hakim, onların yalan söylemeyip doğru tanıklık ettiklerini kesin
olarak bilebilir mi? Elbette kesin olarak bilemez. Çünkü bu ancak Yüce Allah'ın
bileceği gayba ait bir bilgidir. Ne var ki bu durum hakimin, aleyhinde
şahitlik yapılan kişiye ceza vermesine engel olmaz.
Sahih bir isnad ile
naklolunan haber-i vahid konusunda aslolan, onun uyulması zorunlu bir hakikat
olmasıdır. Her ne kadar sahih olduğuna kesin olarak hükmetmiyorsak da, aksine
delil bulununcaya kadar haber-i vahid konusundaki kanaatimiz bundan ibarettir.
Zira biz bu konuda işin ötesini bilemediğimiz gibi Yüce Allah da bizi onunla
yükümlü kılmamıştır.
İlim ve amel ifade
etmesi açısında haber-i vahid konusunda söylenecek olan budur. Öte yandan
haber-i vahid ile herhangi bir şekilde amel edilemeyeceğini kabul edenlerden
bazıları bu konuda şöyle bir istidlalde bulunmaktadırlar:
Cenab-ı Allah "Hakkında bilgi bulunmayan şeyin ardına
düşme..."
[774]
yani bilmediğin şeye tabi olma buyurmaktadır. Haber-i vahid de kesin bir bilgi
ifade etmediğine göre, onunla amel etmek caiz olmaz. Haber-i vahidin zannî bir
bilgi ifade ettiğini kabul ettiğimiz takdirde ise, "... Onlar sadece zanna uyuyorlar. Zan ise hiç şüphesiz hakikat
bakımından bir şey ifade etmez"
[775]
mealindeki âyette ifade edildiği üzere ona uyulması dince yasaklanmış
bulunmaktadır
[776].
Bu görüşte olanlara
şöyle cevap verilebilir:
Cenab-ı Allah, insanın
bilmediği şeye uymasını yasaklamıştır. Oysa sahih ve Resûlullah'a kadar varan
haber-i vahidin -her ne kadar ravinin doğruluğuna kesin olarak hükmedemesek de-
en azından görünen tarafıyla bilgi ifade ettiği hususunda şüphe yoktur. Gizli
yanları ise ancak Allah bilir. Nitekim Allah Teâlâ, hicret eden mümin hanımları
imtihan etmemizi, neticede onların mümin olduklarını kesin olarak anladığımız
takdirde kendilerini kafirlere iade etmememiz gerektiğini bildirerek:
"Ey iman edenler, mümin hanımlar hicret
ederek size geldiği zaman, onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha
iyi bilir. Eğer siz de onların inanmış hanımlar olduklarını öğrenirseniz onları
kafirlere geri döndürmeyin. Bunlar onlara helal değildir. Onlar da bunlara
helal olmazlar..."
[777] Buyurmaktadır.
Burada bizim onların
iman etmiş olduklarına dair bilgimiz, kendilerinin dış hallerine ilişkin bir
bilgidir. Ancak onların herhangi biri gerçekte kafir de olabilir. Bu ancak
Allah'a ait olan gayb ilmine girer. Fakat biz onların iman etmiş olduklarına
dair bizde oluşan bu bilgiyi kabul etmek ve ona göre onlara muamelede
bulunmakla mükellefiz. Binaenaleyh hiçkimse çıkıp da, yalan olma ihtimali
bulunduğu için onların iman etliklerine dair iddialarını kabul edemeyiz
diyemez.
Bizim burada, yalan
veya yanlış anlama ihtimalinden dolayı haber-i vahidi reddetmemiz veya onunla
amel etmeyeceğimizi söylememiz doğru olmaz. Çünkü delile dayanmayan herhangi
bir ihtimalin hiçbir değeri yoktur. Ve haber-i vahid, sahih bîr senedle bize
kadar geldiği müddetçe aksine delil bulununcaya kadar onun doğru olduğuna
hükmedilir. Ayrıca ravinin yalan söylediği veya yanlış anladığına dair bir
delil olmadıkça, onu doğru kabul etmemiz ve rivayeti ile amel etmemiz gerekir.
Haber-i vahidin zan
ifade ettiği ve bizim de zan ile amel etmekten men'edildiğimiz tarzındaki
iddiaya gelince daha önce cevap vermiş olduğumuz için burada onu
tekrarlamamıza gerek yoktur.
Haber-i vahid ile amel
edilmeyeceğini iddia edenler, şöyle bir aklî delil ileri sürmektedirler:
Eksiksiz bir kudrete
sahip olan Allah koymuş olduğu dinî hükümleri en açık bir delil ile buyurmaya
kadir olduğuna göre, kesin bir delil yerine zannî bir delil ile emirde
bulunmasına ne gerek vardır?
[778]
Ne var ki, böyle bir
delil ileri sürmek doğru değildir. Çünkü Cenab-ı Allah'ın dinin fer'î
meselelerindeki kulluk görevlerini zannî bir haber ile bildirmesine dair aklî
herhangi bir engel bulunmamaktadır. Nitekim Gazzâlî bu konuda şöyle demektedir:
"Cenab-ı Allah'ın
kullarına, uçan bir kuş görür de onu karga sanırsanız, falanca ameli yapmanızı
emrettim. Güneşin batmasını namazın farz olmasına alamet kıldığım gibi, o kuşu
karga sanmanızı da o amelin farz olmasına alamet kıldım, demesinde aktın muhal
göreceği ne vardır? Bu durumda söz konusu sanmanın kendisi o amelin farz
olduğuna alamet olmuş olur. Sanma ise varlığı duyularla idrak olunan bir şey
olduğu için, ona bağlı olan farz olma da bilinmiş olur. Dolayısıyla kim öyle
bir sanma halinde farz kılınan şeyi yaparsa, kesin olan bir emri yerine
getirmiş ve isabetli davranmış olur. Bu örneklerimizde olduğu gibi, güneşin
batması veya kuşun karga sanılmasının bir ibadetin yapılması için alamet
kılınması aklen mümkün ise, bizzat sanmanın bir alamet kılınarak "ravi,
şahit ve yemin edenin doğru olduğunu zannedecek olursan onunla hükmet. Sen onun
gerçekten doğru olduğunu bilmekte
değil, içinde hissettiğin doğruluğunu sanma halinde ona göre amel etmekle
mükellefsin. Bu durumda sen doğru davranmış ve görevini yerine getirmiş
olursun" denilmiş olması niçin mümkün olmasın?"
[779]
Birçok âlim haber-i
vahidin delil olduğuna ve onunla amel etmenin vücubuna dair kitap, sünnet,
sahabenin uygulama ve delil olarak kabul etmesine ilişkin çeşitli örnekler
zikretmişlerdir. Nitekim Şafiî er-Risâle adlı eserinde bu konuya altmış
sayfadan fazla yer ayırmıştır. Onların delillerini kısaca zikredeceğiz. Çünkü
bu, rivayet ve ravilerde bazı şartlar ileri sürmeleri ve tenkit konusunda
ortaya koydukları ölçülere göre bazı haber-i vahidleri reddetmeleri dolayısıyla
Hanefîler veya başkaları ile yapacağımız tartışmalarda temel teşkil edecektir.
Şöyle ki:
a. Cenab-i Allah Kur'an'da:
"Müminlerin hepsinin toptan savaşa çıkmaları
doğru değildir. Onların her kesiminden bir grup (dinî ilimlerde) geniş bilgi
elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları ikaz etmek için geride
kalmalıdır, umulur ki sakınırlar"
[780]
buyurmaktadır.
Bu âyette geçen "fırka" (kesim) kelimesi en az üç kişiyi ifade eder. "Taife" (grup) ise bir veya iki kişiden ibarettir. Dolayısıyla âyette bir grubun dinî ilimlerde geniş bilgi elde etmek ve kavimleri savaştan döndüklerinde onları sakınmaları için ikaz etmekle emrolunmaları, duyanların onların sözlerini kabul etmelerinin ve o ikaz üzerine sakınmalarının gerekli olduğuna delalet eder. Bu ise ancak onların haberlerinin bir delil olması halinde söz konusu olabilir [781].
b. Bir âyet-i kerimede "Ey iman edenler, eğer fasıkın biri size bir haber geterirse onun
doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da sonra
yaptığınıza pişman olursunuz"
[782]
buyurulmuştur.
Burada yaptığı işte
adalet sahibi bir kimseye dayanan kişinin bilmeden değil bilerek iş yapmış
olacağı bildirilmektedir. Ne var ki bu, dış görünüşü göz önünde bulundurmak
suretiyle elde edilmiş bir bilgidir. Çünkü o zatın adaletli biri olması onun
verdiği haberde doğru olma ihtimalini güçlendirmektedir. Böyle bir görünüm,
hüküm verme noktasında bir delil olabiliyorsa, dinî hayatta kendisiyle amel
etmek için evleviyetle delil olur
[783].
c. Peygamber Efendimiz:
"Benim sözümü işitip anlayan ve ezberleyen,
daha sonra onu başkasına ulaştıran kimsenin Allah yüzünü ak etsin..."
[784]
buyurmuştur. Şafiî bu konuda şöyle demektedir:
"Resûlullah,
hadisini dinleme, ezberleme ve aktaracak bir başka şahsa iletmeye teşvik
etmektedir. Burada geçen şahıs (imrul) bir tek kişidir. Bu da kendisinden
nakledilmesini emrettiği şahsın nakledeceği kişinin nazarında delil olabilecek
biri olduğuna delalet eder. Zira ondan ya uyulacak bir helal ya kaçınılacak bir
haram, ya uygulanacak bir ceza, ya verilip alınacak bir mal yahut da din ve
dünya ile ilgili herhangi bir öğüt aktarılacaktır"[785].
d. Resûlullah:
"Sizden birinizi koltuğuna yaslanmış
kendisine bir emir veya yasağını gelir, anlamam, biz Allah'ın kitabında
bulduklarımıza uyarız der iken bulmayayım"
[786]
buyurmuştur. Bu hadis, Resûlullah'tan birtakım sahih rivayetlerin geleceği ve
Allah'ın kitabında hükmü bulunmasa dahi onlara tabi olmanın gerektiğini
bildirmektedir[787].
e. Kübalıların haber-i vahide dayanarak kıbleyi
değiştirmeleri. Şafiî bu konu ile ilgili olarak şöyle bir açıklama yapmaktadır:
"Kübalıların,
kıble konusundaki ilâhî emri, kendilerine göre bir delil teşkil eden birinin
haberi olmaksızın terketmeleri doğru olmazdı. Onlar Resûlullah ile görüşmüş ve
kıblenin değiştirilmesi konusunda ona indirilen âyeti dinlemiş değillerdi ki,
Allah'ın kitabı ve bizzat Resûlullah'tan işittikleri hadis ile Kabe'ye dönmüş
olsunlar. Onlar, sadece bir haber ile hareket ettiler, doğru olduğuna kanaat
taşıdıkları birinin Resûlullah'ın kıbleyi değiştirmelerini istediği tarzındaki
bir haberi üzerine kendilerine farz olan bir şeyi bıraktılar. Onlar doğru
olduğunu bildikleri bir kişinin verdiği haberin kendilerine delil teşkil
ettiğini bilmeselerdi, o haberle amel etmezlerdi"
[788].
f. Peygamber Efendimiz Hz. Ebu Bekir'i hicrî dokuzuncu
yılda hac emiri alarak Mekke'ye göndermişti. Yine aynı sene Hz. Ali'yi Mekke'ye
göndermişti. O da bayram günü Tevbe sûresinin bazı âyetlerini hacılara okuyup
tebliğ etmiş, müşriklerle daha önce yapılan anlaşmayı bozarak onlara belirli
bir süre tanımış, bazı şeyleri yapmalarını yasaklamıştı. Resûlullah'ın,
gönderdiği kimseler için delil teşkil etmeyeceğini bile bile onlara bir kişiyi
göndermiş olması düşünülemez
[789].
g. Resûlullah'ın az önceki iki haberde geçtiği üzere
taşraya valiler, kadılar, elçi ve tahsildarlar gönderdiği mütevatir olarak
bilinmektedir. Oysa o insanlar birer fert idiler
[790].
Söz konusu ettiğimiz bu haberler ise birer âhâd haber olmakla birlikte, Hatem-i
Tal'nin cömertliği ve Hz. Ali'nin cesurluğu gibi mâna açısından mütevatirdirler.
Dolayısıyla herhangi bir kim senin acıkıp da:
"Haber-i vahidin
delil olduğunu isbat etmek için başvurduğunuz bu haberler de âhâd olup
ispatınızın gerekli olması bunların delil olmasına bağlıdır. Bu ise kısır bir
döngüdür" deme hakkı yoktur
[791].
h. Sahabenin birçok olayda haber-i vahid ile amel etmiş
oldukları mütevatir olarak bilinmektedir. Bu tür olaylar, tek tek mütevatir
değilse de, bütün olarak bilgi ifade etmektedirler
[792].
Sahabenin kendi görüşlerinden Hz. Ebu Bekir'in "Peygamberler öldükleri
yerde defnolunurlar"[793]
tarzında ve "Biz peygamberler, miras bırakmayız. Bizim bıraktığımız
sadakadır"
[794]
anlamıdaki rivayetlerine dönmeleri; Hz. Ebu Bekir'in Mugîre b. Şube ve Muhammed
b. Mesleme'nin Resûlullah'ın nineye altıda bir miras verdiğini rivayet etmesi
üzerine, kendi görüşünü bırakarak nineyi mirasçı kılması, Hz. Ömer'in Dahhak
b. Müzahim'in bir rivayeti üzerine kadına kocasının diyetinden miras
vermemekten vaz geçip onu mirasçı kılması, Mecusilerden cizye alma konusunda
Abdurrahman b. Avf’ın rivayetiyle amel etmesi, ashabın Hz. Âişe'nin duhul vaki
olması halinde guslün gerekeceği yolundaki rivayetine dönmeleri ve daha sonra
herhangi bir asırda tabiîn, tebe-i tabiîn ve fakihlerden hiçbir kimsenin itiraz
etmeksizin bu şekilde uygulamaları geçmişten bugüne haber-i vahid ile yapılan
amellerin bazılarıdır
[795].
Zikrettiğimiz bu
deliller, haber-i vahidin delil olduğunu ve onunla amel etmenin gerektiğini
teyit etmektedir. Sahabe döneminden günümüze kadar ümmetin üzerinde ittifak
ettikleri doğru tutum da budur.
Haber-i vahidin,
kendisiyle amel etmeyi gerektiren bir delil olduğu isbat edildiğine göre, acaba
böyle bir haberi rivayet eden bir kimsenin Resûlullah'tan rivayet ettiği
hadisleri kabul etmemiz için bu ravide bulunması gereken şartlar nelerdir?
Bu konu bizim mevzumuz
olmamakla birlikte, konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olması için kısa da
olsa o şartlardan bahsetmemiz yerinde olacaktır.[796]
Serahsî ravide akıl,
zabt, adalet ve müslümanlık olmak üzere dört şartın bulunmasını gerekli
görmektedir
[797].
Abdülaziz el-Buhârî
ise, ravinin rivayet, adalet, zabt ve fakihlikle tanınmış biri olmasını şart
koşmuştur
[798].
İkisi de Hanefî
oldukları için bu iki zatın şartları birbirine yakın bulunmaktadır. Çünkü
Serahsî'ye göre fakihlik zabt şartı içinde, Abdülaziz el-Buhârî'ye göre de
müslümanlık adalet şartı içinde bulunmaktadır.
Hanefîlerin rivayet
konusunda burada zikretmeyi uygun bulmadığımız ve bu çalışmamızın konusu olan
başka bazı şartları daha vardır.
Şâfıî haber-i vahidin
(haber-i hassa) delil olabilmesi için aşağıdaki şartları taşımasının gerekli
olduğunu söylemektedir:
Ravînin dinî hayatında
güvenilir bir kimse olması, rivayetinde doğrulukla tanınması, ne rivayet
ettiğini iyi bilip anlaması, lafız yönünden hadisin mânasını bozacak şeylere
vakıf olması, ezberinden rivayet ediyorsa rivayet ettiği hadisleri iyice
ezberlemiş olması (hafız olması), kitabından rivayet ediyorsa onu korumuş
olması, hafızası güçlü olan kimselerin rivayet ettiği bir hadisi naklediyorsa,
onların rivayetlerine uygun rivayet etmesi, tedlisten uzak olması böylece
kendisinin rivayet ettiği kimseler Resûlullah'a veya ondan sonraki kimseye
ulaşıncaya kadar aynı özellikte bulunmaları
[799].
Şafiî'nin bu şartları
hem ravi ve hem de rivayeti içermekle birlikte, sahabeden ziyade onların
dışındaki ravileri içine almaktadır. Serahsî ve Abdülaziz el-Buhârî’nin ileri
sürdükleri şartlar ise kitaplarında zikrettikleri misallerden de anlaşıldığı
üzere önce sahabeye, arkasından onlardan sonraki ravilere yönelmiş
bulunmaktadır.
Fakihlerin çoğu
fakihlik dışındaki şartlarda Hanelilerle aynı görüşte olmalıdırlar. Bu şartın
sonucu ise Hanefîlerin fâkih olmadığını söyledikleri sahabînin rivayetinin
kıyasa aykırı olması halinde ortaya çıkmaktadır. İleride Hanefîlerin hadisi
kıyasa arzetme ölçülerinden bahsederken bu konudan ayrıca söz edeceğiz.[800]
Sünnetin Kur'an'a arzı
düşüncesi Ebu Hanife'den de önceye varan eski bir düşüncedir. Nitekim birinci
bölümde ifade ettiğimiz üzere, ondan önce ashaptan bazıları yeni duydukları
birtakım haberleri tenkit ederken bu ölçüyü kullanmışlardır.
[801]
Ebu Hanife'nin,
bazılarının onu yadırgamaları hatta hadisi red ve inkar etmekle suçlamalarına
götürecek kadar bu ölçüyü fazla kullandığı anlaşılmaktadır. Nitekim o, el-Âlim
ve'l-müteallim adlı eserinde bu hususta şöyle demektedir:
"Ancak eğer kişi,
ben Peygamber'in söylediği her şeye inanırım. Ama Peygamber zulüm emretmez ve
Kur'an'a aykırı bir şey buyurmaz, diyecek olursa, bu sözü Peygamber ve Kur'an'ı
tasdik etme ve onun Kur'an'a muhalefet etmeyeceğini kabul etme anlamına gelir.
Zira eğer Peygamber, Kur'an'a muhalefet edecek ve Allah adına onun buyurmadığı
bir söz söyleyecek olursa, Allah kendisine fırsat vermez, zina eden kadın ve
erkek hakkında buyurduğu gibi, onu kudretiyle yakalar, kalp damarını koparır.
Dolayısıyla, Peygamber'den Kur'an'a aykırı bir şey rivayet eden herkesi
reddetmek, Peygamber'i red ve inkar etmek anlamına gelmez, onu rivayet eden
kimseyi reddetmek anlamına gelir. Bu durumda töhmet altına Peygamber değil ravi
girer. İşitelim veya işitmeyelim, Peygamber'in buyurduğu her şeyin başımızın
üstünde yeri vardır; ona inanır, hak olduğuna tanıklık ederiz. Keza onun,
Allah'ın yasakladığı hiçbir şeyi buyurmadığı, emrettiğini yasaklamadığı ve
herhangi bir şeyi Allah'ın tavsifinden ayrı bir şekilde vasıflamadığına,
herşeyde Allah'ın beyanına uygun açıklama yaptığına, kendiliğinden birşey
ortaya koymadığına ve Allah'ın buyurmadığı hiçbir şeyi ona nisbet etmediğine,
kendini ilgilendirmeyen şeylere karışanlardan olmadığına inanırız. Bundan
dolayı da Cenab-ı Hak "Peygamber'e
itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur"
[802]
buyurmuştur.
Ebu Hanife'nin konu
ile ilgili bu sözleri onun bu ölçüye bakışının esasını teşkil etmektedir. Zira
onun döneminde hadis uydurmacılığı çoğalmış bulunuyordu. Hadis ilmi henüz
doğuş dönemini yaşıyordu. Müsned ve sahihler telif edilmemişti. Ravilerle
ilgili yeterli bilgi mevcut değildi. Bir fakih olarak Ebu Hanife'nin görevi
ise zordu. Çoğunun ilim erbabınca bilinmediği karmaşık birtakım hadislerden
oluşan bu yıkıcı sel karşısında Ebu Hanife'nin takip ettiği metot, onları
Kur'an ve ulema nezdinde bilinen veya halkın yaygın olarak bilip amel ettiği
sünnete arzetmekten ibaretti. Bunun Ebu Hanife'nin döneminde makul, mantıklı, onun
gibi yaşanmış veya yaşanabilecek olan olaylarla ilgili dinî hükümleri ortaya
koymak için düşünce ve aklını kullanan, inkar olunamaz bir payesi bulunmakla
birlikte sadece hadis ve rivayet ile meşgul olmayan parlak bir fıkıh âlimine
yakışan bir ölçü olduğu ise açıktır.
Haneliler, Ebu Hanife'den sonra kendilerine ait olarak meşhur olan bu ölçü ile ilgili birtakım aklî ve naklî delil ile istidlal etmişlerdir. Bunlardan bazıları şunlardır:
a. Resülullah şöyle buyurmuştur:
"Benden sonra
birçok hadisle karşılaşacaksınız. Size benden bir hadis rivayet edildiğinde onu
Allah'ın kitabına arz edin. Şayet ona uyuyorsa kabul edin ve bilin ki, o bendendir.
Eğer ona muhalif düşerse kabul etmeyin ve bilin ki, o bana ait değildir"
[803].
b. Cübeyr b. Mu'tim'den Resûlullah'ın şöyle buyurduğu
rivayet edilmiştir:
"Benden size iyi
olan bir şey rivayet edilirse, onu kabul edin, şayet doğru olmayan bir şey
nakledilirse de onu reddedin. Çünkü ben doğru olmayan bir şey söylemem"
[804].
c. Hz. Âişe Peygamber Efendimiz'in şöyle dediğini
rivayet etmiştir:
"Bazı kimselere
ne oluyor ki, Allah'ın kitabında bulunmayan şartlar ileri sürüyorlar? Kim
Allah'ın kitabında bulunmayan bir şart ileri sürerse, isterse yüz şart koşmuş
olsun, bu batıl olur. Allah'ın şartı en doğru ve en güvenilir olandır"
[805].
d. Serahsî bu rivayetle ilgili olarak şöyle demektedir:
Bundan maksat,
Allah'ın kitabında bizzat bulunmayan değil, ona muhalif olan şarttır. Aksi
takdirde bu hadisin kendisi de Kur'an'da bulunmamaktadır. Nitekim, Kur'an'da
bulunmadığı halde haber-i vahid ve kıyas ile sabit olduğu icma ile kabul edilen
birçok hüküm vardır. Binaenaleyh, bu hadiste zikredilen şarttan maksat,
Allah'ın kitabına muhalif olandır. Bu da, Kur'an'a aykırı olan her hadisin
merdut olduğunu açıkça ifade etmektedir
[806].
e. Bid'at ve sapıklıkların aslı, haber-i vahidi kitap ve sahih sünnete arzetmemekten kaynaklanmıştır. Çünkü bazıları, Resûlullah'a kadar varmış olduğuna dair taşıdığı şüpheye ve kesin bilgi ifade etmemesine rağmen, haber-i vahidi bir asıl olarak telakki etmiş, kitap ve sahih sünneti haber-i vahide göre te'vil ederek tabii metbû yapmış; kesin olmayanı asıl haline getirmiş, bunun sonucunda da sapıklık ve bid'at içine düşmüşlerdir. Bu hususta doğru olan ise, bizim Hanefî âlimlerinin yoludur. Zira onlar kitap ve sahih sünneti asıl yapmış, sonra bir miktar şüphe içeren ve meşhur düzeyine ulaşmamış haber-i vahid yoluyla gelen rivayetleri onlara bina etmişlerdir. Neticede Kitap ve meşhur sünnete muvafık olanı ve onlarda hiç bulunmayan haber-i vahidi kabul etmiş ve onunla amel etmeyi gerekli görmüş; kitap ve sahih sünnete muhalif olanı ise kitap ve sünnet ile amel etmenin böyle garip bir haber ile amel etmekten daha doğru olacağı düşüncesiyle reddetmişlerdir [807].
Hanefî'lerin haber-i
vahid konusundaki metotları bundan ibarettir. Serahsî'nin bu ifadelerinden,
Hanefîlerin, başka bir nas olmadığı takdirde haber-i vahid ile amel etmeyi
gerekli gördükleri, ancak kitap ve meşhur sünnete aykırı olması halinde onu
garib ve şaz diye adlandırdıkları ve reddettikleri anlaşılmaktadır.
Şimdi bu düşüncelerini
bina ettikleri esasın ne derece sağlam olduğunu görmek için Hanefîlerin bu
delillerini tartışalım:
Hanefîlerin birinci
delilleri:
"Benden sonra birçok hadisle karşılaşacaksınız..."
anlamındaki hadistir. Abdülaziz el-Buhârî bu hadis hakkında şöyle demektedir:
"Bu hadisi Yezid
b. Rebia'nın Ebü'l-Eş'as'tan onun da Sevban'dan rivayet ettiği söylenmiştir
[808].
Abdülaziz
el-Buhârî'nin söz ettiği bu rivayet hadisin bazı rivayetlerinden biridir.
Yezid b. Rebia'ya gelince, o meçhul bir ravi olup Ebü'l-Eş'as'tan hadis
dinlediği bilinmemektedir
[809].
Hatta Sahîh müellifi Buhârî, el-Tarihü'l-kebir adlı eserinde bu zatın
hadislerinin münker olduğunu söylemektedir
[810].
Abdülaziz el-Buhârî,
Buhârî'nin bu hadisi kitabında zikrettiğini nakletmekte; bu ilimde onun gibi
son derece titiz, aşılmaz bir dağ ve imam olan birinin, bu hadisi eserine
alması, onun sahih olduğunu isbat için yeterli bir delil teşkil edeceğini ve bu
sebeple başkalarının ona yaptıkları tenkide iltifat edilmeyeceğini ileri
sürmektedir.
Ancak Abdülaziz
el-Buhârî'nin bizzat bu nakli de tahkike muhtaçtır. Herşeyden önce Buhârî'nin
bu hadise yer verdiği kitabın adı nedir? el-Câmiu's-sahih mi? Eğer müellif bu
eseri kastediyorsa, hadis onun neresinde bulunmaktadır? Benim bildiğime göre,
söz konusu hadis el-Câmiu's-sahih'it değildir. Ayrıca bugüne kadar hiçbir âlim
Buhârî'nin bu hadisi rivayet ettiğini söylememiştir. Sonra Buhârî, hadisine
münker dediği bir kimsenin rivayetini eserine nasıl alabilir? Bu, asla mümkün
değildir.
İkinci olarak, eğer
Buhârî'nin bu hadisi Tarihinde zikrettiğini kastediyorsa, onun bu eserinde yer
verdiği her hadis sahih değildir. Zira müellif bu kitabında hem sahih ve hem de
zayıf hadisleri rivayet etmiştir.
Çünkü o, tarihle
ilgili rivayetlere müsamahalı davranmaktadır. Ben, Keşfü'l-esrâr müellifinin
zikretmiş olduğu ne Sevban, ne Ebü'l-Eş'as, ne Ebu Esma er-Ruhabî ve ne de söz
konusu ettiğimiz Yezid b. Rebia olmak üzere hiçbir ravinin biyografisinde bu
hadisi bulamadım. Muhtemelen eğer doğru nakletmişse, bu hadis diğer
biyografilerde veya el-Câmiu's-sahih ve et-Tarih dışındaki eserlerden birinde
mevcut olmalıdır.
Bu, hadis ilminde ve
ravi tenkidinde ümmetin önde gelenlerinden biri olan Yahya b. Maîn'in
"zındıkların uydurması olduğunu"
[811]
söylediği bir rivayettir.
Şafiî ise er-Risâle
adlı eserinde bu hadisle ilgili olarak şöyle demektedir:
"Önemli veya
önemsiz herhangi bir konuda sahih hadis rivayet etmiş olan hiçbir kimse bu
hadisi rivayet etmemiştir. Ayrıca bu, meçhul bir kimseden yapılmış olan
munkatı bir rivayettir. Biz böyle bir rivayeti hiçbir konuda kabul
etmeyiz"
[812].
Şafiî, söz konusu ettiği bu rivayetin isnadını zikretmemiştir. Fakat İbn Hazm,
onun muhtelif lafız ve tariklerle çeşitli rivayetlerini vermiştir. Bunlardan
biri de Hanefîlerin delil ola rak kullandıkları "benden size uygun
bulduğunuz bir hadis rivayet olunursa..." tarzında veya benzer ifadelerle
rivayet ettikleri hadistir. Şimdi İbn Hazm'ın sıraladığı bu rivayetlerin
hükmünü ve onun bunların her biri hakkındaki görüşlerini ele alalım:
Birinci tarik:
Bu tarikte bulunan Hüseyin b. Abdullah'ı, İbn Hazm metruk ve zındıklıkla
suçlanan biri olarak nitelerken
[813],
İbn Hacer Takrîb'inde "zayıf olduğunu söylemekte
[814];
Zehebî ise, Mizânü'l-i'tidâl’de, Buhârî'nin "onun zındıklıkla itham edilen
bîri" olduğunu söylediğini kaydetmektedir
[815].
İkinci tarik:
Bu tarik mürsel olup, Mizânü'l-i'tidâl’de kaydedildiğine göre, İbn Hazm ve
Beyhakî'nin de ifade ettikleri gibi onda meçhul biri olan el-Asbağ yer
almaktadır
[816].
Üçüncü tarik:
Bu tarik yukarıda verdiğimiz metinden farklı lafızlarla rivayet edilmiş olmakla
birlikte, bu konuda delil olarak kullanılması mümkün olan bu rivayet şöyledir:
"İnsanlar hiçbir
şeyi bana izafe etmesinler. Çünkü ben, sadece Allah'ın kitabında helal
kıldığını helal kılar, haram kıldığını da haram kılarım". İbn Hazm bu
rivayetin senedi itibariyle mürsel, mânasının ise sahih olduğunu belirterek
şöyle demektedir:
Zira Peygamber
Efendimiz, bu haberde, onun kendiliğinden, Allah'ın kendisine vahyi söz konusu
olmaksızın hiçbir şey buyurmadığını açıklamaktadır. Bu ise "O, arzularına göre de konuşmaz. Onun konuştuğu
kendisine vahyedilenden başka bir şey değildir"
[817]
âyetine uymaktadır. Bu anlayışa göre bu âyet Resûlullah'ın buyurduğu her sözün
Allah'ın vahyi olmasını gerektirmektedir
[818].
Dördüncü tarik:
Lafzı Hanefîlerin delil olarak kullandıkları metne yakın olan bu rivayet
hakkında İbn Hazm şöyle demektedir:
Bu hadis mürseldir.
Onun ravileri arasında meçhul birinden başka zayıf biri olan Amr b. Ebu Amr da
vardır
[819]. Bu zatı bazı ulema
zayıf, bazıları da güvenilir bulmuş, Buhârî ve Müslim onun rivayetlerini
[820] birinci
derecede sahih kabul edilen hadisler arasında kabul etmiş iseler de buradaki
hadis mürsel olduğu gibi senedinde meçhul bir ravi de vardır. Dolayısıyla delil
olarak kabul edilmeye elverişli değildir.
Beşinci tarik:
İbn Hazm, lafzı üçüncü tarikin lafzına yakın olan bu rivayetin mürsel ve zayıf
olduğunu söylemiştir
[821].
Altıncı tarik:
İbn Hazm, metni "Benden size hakka uyan bir hadis naklolunursa, ister
söylemiş olayım isterse olmayayım, onu alın" tarzında olan bu hadisin
ravi'cri arasında bulunan Eş'as b. Berraz'ın, hadisi kabul edilemez bir yalancı
olduğunu söylemiştir
[822].
İbn Hazm'ın bahsettiği bu zat, zayıf biri olduğu hususunda ulemanın ittifakı
bulunan el-Hecimî olmalıdır
[823].
Yedinci tarik:
Metni "benden size benim söylemediğin güzel bir söz naklolunacak olursa,
ben onu söylemişimdir"
[824]
tarzında olan bu rivayetle ilgili olarak İbn Hazm şöyle demektedir:
Bu hadisin ravileri
arasında bulunan Haris ve Arzemî zayıf, Abdullah b. Saîd ise meşhur bir
yalancıdır
[825]. İbn Hazm'ın söylediği
bu söz doğrudur. Zira söz konusu edilen Haris, Haris b. Nebhan olup Buhârî
onun, hadisi münker biri olduğunu söylemektedir
[826].
Arzemî ise Muhammed b. Abdullah değil, metruk ravilerden biri olan Muhammed b.
Ubeydullah'tır
[827].
Nitekim Ahmed b. Hanbel de "ulemanın onun hadisini terk ettiklerini"
söylemektedir
[828].
Abdullah b. Saîd'e gelince İbn Hacer'in dediği gibi o, metruk ravilerden
[829]
biri olan el-Makburî'dir.
İbn Hazm bu hadis
hakkında bir değerlendirme yaparak şöyle demektedir:
Bu, Resûlullah'a yalan
nispet etmektedir. Zira Hz. Peygamber burada "söylemediğimi
söylemişimdir" dediği ifade edilmektedir. Hz. Peygamber nasıl olur da
söylemediği bir sözü söylemiş olur? Böyle bir şeyi yalancı, zındık, kafir ve
ahmak birinden başka kim mümkün görebilir?
[830]
Hanefi'lerin haber-i
vahid konusunda delil olarak kullandıkları hadisin tarikleri bunlardan ibaret
olup hiç biri sağlam değildir. Nitekim âlimler mevzu hadisler konusunda telif
ettikleri kitaplarında bu hadisi uydurma rivayetler arasında zikretmişlerdir.
Nitekim İbnü'l-Cevzî Mevzûât'ında. ravinin bu hadisin isnadının sahih olmadığını
söylediğini ifade etmekte, Hattabî'nin ise onun batıl ve asılsız bir rivayet
olduğunu söylediğini nakletmektedir
[831].
İbn Hazm'ın bu hadisle ilgili sözlerini daha önce zikrettik
[832].
Bunlardan daha önce ise Şafiî'nin onu tenkit ettiği bilinmektedir
[833].
Ayrıca bu hadisi Sağanı Mevzuât’ında
[834],
Fettenî Tezkire'sinde
[835],
Şevkanî Fevmrf'inde
[836]
uydurma hadisler içerisinde zikretmişlerdir. Aclunî Keşfü'l-hafâ'da
kaydettikten sonra onun son derece münker olduğunu söylemiş
[837],
İbn Hacer ise onu Lisânü'l-mîzan'da Eş'as b. Berraz'ın biyografisinde
zikretmiştir
[838].
Suyûtî ise,
el-Leâliü'l-masnûa adlı eserinde İbnü'l-Cevziye karşı çıkarak bu hadisi mevzu
değil de zayıf olarak kabul etmiş, zikrettiği şu hadise dayanarak Ebü'I-Eş'as'ın
Sevban'dan hadis işitmiş olduğunu ileri sürmüştür: "Ebü'l-Eş'as
es-San'anî'nin Sevban'dan işittiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur:
“Allah gelir, ayağını köprüye uzatır..."
[839].
Suyütî'nin istidlal ettiği bu hadisin uydurma olduğunda hiçbir şüphe yoktur.
Çünkü bu, Allah ile yaratılmışlar arasında onun münezzeh olduğu bir benzeme
(teşbih) bulunduğunu açıkça ifade etmektedir.
İbn Arrak,
Tenzthü'ş-şeriatı'l-merfua adlı eserinde bu konuda Suyûtî'nin yolundan
gitmiştir
[840]. Ancak söz konusu hadis,
onların işine yaramayacaktır. Zira o, olsa olsa mevzu değil de zayıf olabilir.
Zayıf hadis ise delil olarak kullanılmaya müsait değildir.
Ulemanın bu hadisin
lafız ve muhtelif rivayetleri hakkındaki görüşleri bunlardan ibarettir.
Âlimler onun uydurma olup sahih olmadığına ve dolayısıyla kendisiyle istidlal
edilemeyeceğine hükmetmişlerdir.
Cübeyr b. Mut'im'in
rivayet ettiği hadise gelince, söz konusu hadis mevzumuzla ilgili bir delil
teşkil etmemektedir.
"Allah'ın kitabında bulunmayan her
şart..." hadisine gelince, Buhârî rivayet etmiş olsa bile, o da
konumuzla ilgili olarak herhangi bir delil içermez. Zira o rivayet, Kur'an'a
muvafık olmayan şartların kabul olunmaz bir batıl olduğunu bildirmekte,
"Kur'an'a muvafık olmayan hadisler" dememektedir. Zira şartla hadis
arasında fark vardır. Böyle bir fark olmadığını ileri sürseler bile,
"Resûlullah alışverişten ve şarttan men'etti" anlamındaki hadisi ne
yapacaklardır? Bu hadis, "Resûlullah, alışverişten ve hadisten
men'etti" tarzında söylenebilir mi? Bunu hiçbir kimse söyleyemez.
Hanefîlerin haber-i
vahid ile ilgili ölçülerini açıklarken söyledikleri "Kitap ve meşhur
sünnet asıldır" sözü ise doğrudur. Onda ihtilaf etmeyiz. Zira bu ikisi
dinin asıllarındandırlar. Fakat dinin tümü değildirler.
Çünkü dinî hükümlerin
çoğu haber-i vahid ile sabit olmuştur. Onları reddetmemiz mümkün değildir.
Nitekim daha önce haber-i vahidin delil olduğunu ve ona aykırı hareket etmenin
caiz olmadığını açıklamış bulunuyoruz. Dolayısıyla burada haber-i vahidin
delil olmasının tartışma konusu olduğu söylenemez.
"Haber-i vahidin
kesin bilgi ifade etmediği- tarzındaki sözleri de doğrudur. Ancak biz ve siz
hepimiz ittifak etmekteyiz ki, haber-i vahid, terk ve muhalefeti caiz olmayan
bir bilgi ifade eder.
Nitekim Hanefîleri
Kitap ve meşhur sünnetle bulunmayan bir konuda haber-i vahidin delil olacağı
ve onunla istidlal edilebileceği tarzındaki görüşlerinden hareket ederek ilzam
etmek de mümkündür. Çünkü o dinî hükümlerin tümünü Kur'an, meşhur sünnet ve
haber-i vahid ile bize bizzat Resûlullah bildirmiştir. Resûlullah'tan ise,
meşhur sünnet ile haber-i vahidi farklı mütalaa etmemizi ve onları birbirine
arzetmemizi buyuran sahih bir delil nakledilmemektedir. Bu, Hanefîlerin
mesnetsiz bir hükmü olup onlara muvafakat edemeyiz. Meşhur olsun, âhâd olsun ya
hadislerin tümüyle amel ederler veya hepsini toptan terk ederler. Bu ise hiçbir
müslümanın kabul etmeyeceği bir şeydir.[841]
Şafiî'nin "benden
size rivayet edilenleri Allah'ın kitabına arz edin, eğer ona uyuyorsa ben ona
söylemiş; uymuyorsa söylememişimdir" anlamındaki rivayetle ilgili olarak:
"Herhangi bir
konuda hadisi sahih olan hiçbir kimse rivayet etmemiştir", "...ayrıca
bu, meçhul birinden nakledilen munkatı bir rivayettir. Biz bu gibi rivayetleri
hiçbir konuda kabul etmeyiz"
[842]
tarzındaki sözlerini daha önce delil olarak kullanmış bulunuyoruz.
Şafiî, ayrıca Ebu
Rafi'in rivayet ettiği:
"Sizden birinizi koltuğuna yaslanmış,
kendisine bir emrim veya yasağım geliyor da, ben anlamam; biz Allah'ın kitabında
bulduğumuzla amel ederiz, diyorken bulmayayım" hadisini
"Resûlullah, Allah'ın Peygamber'e tabi olmayı farz kılmış olmasından
dolayı, insanların kendi emrine karşı gelmelerini doğru bulmamıştır"
[843]
tarzında yorumlayarak bu konuda istidlalde bulunmuştur.
Sünnetin Kur'an'daki umumî bir lafzı tahsis edebileceğini ifade eden Şafiî, bununla ilgili olarak bazı misaller de zikretmiştir. Bunlardan biri "Size anneleriniz haram, bunların dışında kalanlar ise helal kılındı" [844] mealindeki âyeti "Bir kadınla halası veya teyzesi bir arada nikahlanmaz" [845] hadisinin tahsis etmesidir.
Şafiî'ye göre bu
misalde iki hususa işaret edilmektedir:
a. Resûlullah'ın sünnetinin kesinlikle Allah'ın kitabına
muhalif olmayacağı, aksine onun umum ve husus ifade eden lafızlarını açıklayıcı
bir işlev yapacağı;
b. Sahabenin haber-i vahidi kabul etmiş oldukları
[846].
Şafiî, İhtilâfü 'l-hadis
adlı eserinde ise şöyle demektedir:
"Sünneti Kur'an'a
arz ederiz. Eğer onun zahirî mânasına uyarsa onunla, aksi halde Kur'an'ın
zahiri ile amel eder, hadisi terk ederiz" sözü bilgisizce söylenmiş bir
sözdür. Çünkü Resûlullah'ın sünneti hiçbir yerde değişmeyip her yerde
aynıdır..."
[847].
Yukarıdaki ifadelerden
şunu anlıyoruz:
Şafiî, hadisi Kur'an'a
arzetmek suretiyle hadisi reddetmeyi kabul etmiyor. Bu tutumuna, hem sünnet hem
de Kur'an'ı birlikte kabul etmeye delâlet eden Ebu Rafi' hadisi ile istidlal
ettikten sonra, sünnetin hiçbir zaman Kur'an'a muhalif olmayacağını ve haber-i
vahidin, Kur'an'ın umum ifade eden lafzını tahsis edebileceğini benimsiyor. İhtilâfü'l-hadis
adlı eserinde açıkladığı üzere sünnetin Kur'an'a arzedileccğini ileri sürmenin
bilgisizlik olduğunu ifade ediyor.
Şafiî'nin bu konudaki
meşhur olarak rivayet edilen görüşü, bütün açıklığıyla bundan ibarettir. Ancak
ben, onun el-Ümm adlı eserinde bunun tamamıyla zıddı olan bir görüşüne
rastladım. Kendisi orada Resûlullah, Ali ve Ömer'den rivayet edilen bazı
hadislere dayanarak hadisin Kur'an'a arz edileceğini ve Kur'an'a muhalif olan
sünnetin ravileri rivayet etseler de, Hz. Peygamber'e nispet edilemeyeceğini
ileri sürerek şöyle diyor:
"... Herkesin
bildiği hadisleri kabul et. Şazlardan ise uzak dur. Zira İbn Ebu Kerime'nin Ebu
Ca'fer'den bize anlattığına göre Resûlullah bir defasında Yahudileri çağırıp
onlara sorular sormuştu. Yahudiler dinleri ile ilgili birtakım şeyler
anlattılar ve sonunda işi Hz. İsa'ya iftiraya kadar götürdüler. Resûlullah
bunun üzerine minbere çıkıp bir konuşma yaptı ve şöyle dedi:
“Benden bol miktarda hadis rivayet edilecek; eğer size rivayet
edilenler Kur'an'a uyarsa o benim sözüm, uymazsa o benim sözüm değildir".
Şafiî ayrıca Hz.
Ali'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir:
"Size
Resûlullah'tan bir hadis rivayet edildiği zaman burada aslında yol gösterenin,
sakındıran ve hayat verenin Allah olduğunu düşünün".
Ona göre Hz. Ömer ise
şöyle demiştir:
"...Ancak siz,
Kur'an'ı arı gibi vızıldayan kimselere gidiyorsunuz. Onun için onlara
Resûlullah'tan az hadis rivayet ediniz...".
Şafiî devamla şöyle
demektedir:
Ali b. Ebu Talib,
metni uzun olduğu zaman hadisi kabul etmezdi. Kendisinin ve fıkıhçıların
tanımadığı, kitap ve sünnete uymayan rivayetleri de aynı şekilde kabul etmezdi.
Binaenaleyh, şaz hadisten sakın. Cemaatın kabul ettiği, fukahanın bildiği,
kitap ve sünnete uyan hadislere sarıl. Diğerlerini de buna kıyas et. Zira
Kur'an'a muhalif olan bir hadis, rivayet edilmiş olsa dahi, Resûlullah'a ait
olmaz. Çünkü güvenilir kimselerin bize anlattıklarına göre, Resûlullah ölüm
döşeğinde iken, "Şüphesiz ben, Allah'ın haram kıldığı şeyi haram kılar,
helal kıldığını helal kılarım. Hiçbir kimse bana özel hususlarda beni taklide
kalkışmasın" demiştir. Onun için sen Kur’an ve bilinen sünneti kendine
rehber yap; ona tabi ol. Kur'an ve sünnette sana açıklanmayan bir şeyle
karşılaşacak olursan, ona kıyas et"
[848].
Şafiî'nin e/-Ümm'deki
bu sözleri, Kur'an'a muhalif olan hadisin, rivayetlerde gelmiş olsa dahi,
Resûlullah'a ait olamayacağını açıkça ifade etmektedir.
Ne var ki, bu görüşün
Şafiî'nin ilk zamanlarına ait olduğu, önceleri bu tarzda düşünüyorken, daha
sonra bu görüşünden döndüğü anlaşılmaktadır. Zira bugün elimizde bulunan
er-Risâle adlı eseri, onun en son yazdığı kitabıdır. Nitekim Ahmed Muhammed
Şakir, er-Risâle'ye yazdığı önsözde şöyle demektedir:
Kanaatime' göre İmam
er-Risâle'sini el-Ümm isimli kitabındaki bölümlerin çoğunu te'lif ettikten
sonra yazmış olmalıdır. Zira er-Risale''de sık sık el-Ümm'de yazdıklarına
atıflar yapmaktadır. Meselâ bir yerde "daha önce bu hadisi açıklamış
bulunuyorum" demekte ve el-Ümm'i işaret etmektedir
[849].
Bu durumda sünnetin
Kur'an'a arz edilmemesi görüşü, Şafiî'nin tercih ettiği veya son görüşü
olmalıdır. İmam'ın birbirine zil iki görüşünü cem'etmek için bu uygun bir yorum
olmalıdır.
[850]
Ebu Zehra, İmam
Mâlik'in, haber-i vahidi Kur'an'a arzetme konusunda Iraklı fakihlerinkine
yakın bir görüşe sahip olduğunu ifade ederek şöyle demektedir:
"İmam Mâlik,
Kur'an'ın âm lafızları konusunda, aynı görüşte olmasa bile, Iraklılar'a yakın
bir tutum içindedir
[851].
Zira o Kur'an'n zahirine muhalif olan haber-i vahid ile bazan Kur'an'ın umum
ifade eden lafızlarını tahsis etmekte, bazan da Kur'an'ın zahirine dayanarak
reddetmektedir. Mâlikîler, bu tutumundan hareketle İmam Mâlik'in, Kur'an'ın
zahirini sünnetten önde tuttuğu sonucuna varmışlardır. Gerçekte o, bu konuda Ebu
Hanife gibi düşünmektedir. Meğer ki, sünneti kıyas veya Medinelilerin
uygulaması gibi başka bir şey desteklemiş olsun. İşte bu durumda sünnet,
Kur'an'ın umum ifadesini mutlaka tahsis veya mutlakını takyid eder. Meselâ azı
dişi olan yırtıcı hayvan etinin yenmesinin haram olması konusunda olduğu gibi
sünneti Medine halkının uygulamasının desteklemesi halinde o, Kur'an'ın umum
ifadesine muhalif olmasına rağmen, sünnetle amel etmiştir. Zira Medinelilerin
tümünün uygulamaları böyledir. Şayet sünnet Medinelilerin uygulaması veya
kıyas ile desteklenmeyecek olursa, bu durumda Kur'an, zahiri üzere bırakılır ve
Kur'an'ın zahirine muhalif olan haher-i vahid reddedilir
[852].
Ebu Zehra'nın bu
sözlerinin hakikati yansıttığı anlaşılmaktadır. Çünkü Mâlik'in Kur'an'ın umumuna
aykırı olduğu ve Medinelilerin uygulaması ile de desteklenmediği veya onların
uygulamaları haber-i vahidi değil de Kur'an'ın zahirini desteklediği takdirde
bazan haber-i vahid ile amel etmediği bilinmektedir.
Evlenme haramlığı
doğuran süt emme sayısı, ölen kimsenin yerine hacca gitme ve köpeğin kaba
ağzını daldırması gibi meseleler, Mâlik'in Kur'an’ın zahirini göz önünde
bulundurarak haber-i vahid ile amel etmediği konulardan bazılarıdır.
Mâlik'in, emme
sayısını belirleyen hadisi rivayet etmekle birlikte, mutlak emme hususunda
Kur'an'ın bu konudaki umum ifade eden lafzı ile amel etmesi, aslında daha önce
ileri sürülmüş bir görüştür. Nitekim daha önce sahabe ve tabiînden bazılarının
[853]
herhangi bir sayı sınırlaması yapmaksızın süt emmenin akrabalık doğurduğunu
kabul ettikleri rivayet edilmiştir. Dolayısıyla Mâlik, haber-i vahidi sadece
Kur'an'ın zahirini esas alarak terk etmemiş, aksine sahabeden rivayet edilen
görüşlerin onu desteklemesi ve Medine halkının bu konudaki haber-i vahid ile
amel etmemeleri sebebiyle terk etmiştir.
Ölmüş birinin yerine
haccetme ve bunu caiz görmenin, Kur'an'ın insan ancak kendi yaptıklarının
karşılığını görecektir tarzındaki umumi ifadesine aykırı düşmesi meselesine
gelince, Mâlik, burada Kur'an'ın umum ifadesini esas almıştır. Ona göre
kendiliğinden değil ama vasiyet etmiş olması halinde onun isteğini yerine
getirmek için böyle bir hac yapmak caiz ise de aslında bizzat kendisinin de
ifade ettiği gibi Medinelilerin uygulaması böyle değildir
[854].
Köpeğin ağzını sokması
halinde kabın yedi kez yıkanmaması meselesine gelince, zaten av âyeti onun
avladığı hayvanın etinin helal olduğunu bildirmektedir. Mâlik'in bu görüşe
sahip olduğunu nakletmiş olan Şatıbî yıkamayı buyuran haber-i vahidin biri av
âyeti olmak üzere iki önemli esasa ters düştüğünü söylemektedir. İleride bu
konuda geniş bilgi verilecektir. Ancak Allah bilir ama, biz söz konusu hadis
ile âyet arasında bir çelişki olmadığı kanaatindeyiz. Zira onların her biri
ayrı konu ile ilgili olup, her ikisi ile birden amel etmek mümkündür
[855].
Buraya kadar sünnetin
Kur'an'a arz edilmesi konusunda rivayet edilen hadislerin sahih olmadığını,
dolayısıyla onlarla istidlalin de doğru olmayacağını açıklamış olduk. Bu görüşü
benimsemiş olan hadisçiler, sünneti Kur'an'a arz düşüncesini temelinden inkâr
ve onu, Kur'an'un ifadesiyle uyulması gerekli olmasına rağmen bütünüyle sünneti
reddetmeye götüren bir davranış olarak kabul ettiklerini; fakihlerin çoğunun
ise (Hanefî ve Mâlikîler gibi) bu düşünceyi doğru ve kendileri için bir ölçü
olarak kabul ve bunun sonucu olarak da kendilerine göre Kur'an'a aykırı
gördükleri birçok âhâd hadisi reddettiklerini gördük.
Bu noktada, bu düşünce
veya bizim deyişimizle bu ölçü hakkındaki doğru görüşün tespiti ile karşı
karşıya gelmiş bulunuyoruz.
Bu konuyu bütün
yönleriyle incelediğimizde, bu ölçüye karşı çıkanların bakışının şöyle bir
yanlış anlamadan kaynaklandığını görüyoruz:
Bu grup, sünneti
Kur'an'a arzetmeyi, Kur'an'da bulunmayıp sadece sünnet ile sabit olan her şeyin
reddedilmesi olarak anlamış, dinî hükümlerin çoğunun da sünnet ve özellikle
âhâd haberlerle sabit olmasından dolayı, bunu kendilerine göre dinî ahkamın
çoğunu kabul etmeme ve dolayısıyla Allah'ın itaat etmeyi emredip karşı gelmeyi
yasaklamasına rağmen Resûlullah'ı kabul etmeme ve onu yalan söylemekle suçlama
olarak değerlendirmişlerdir. Böyle anladıkları için de "Sizden birinizi koltuğuna yaslanmış,
kendisine bir emrim veya yasağım geliyor; ben anlamam, biz Allah'ın kitabında
bulduğumuza uyarız diyorken bulmayayım"
[856]
anlamındaki hadis ile istidlal etmişlerdir. Oysa sünneti Kur'an'a arzetme
ölçüsünü kabul edenler "Bize Kur'an yeter. Bizim sünnete ihtiyacımız
yoktur" dememektedirler. Aksine onlara göre Kur'an ve mütevatir sünnet,
dinin tartışmasız iki kaynağıdırlar; ihtilaf, sadece âhâd haberle sabit olup
Kur'an ile birlikte onunla amel etmek mümkün olmayan bazı dinî hükümlerde
olmaktadır. Böyle bir durumda ya Kur'an'ı bırakıp haber-i vahid ile amel etmek
veya haber-i vahidi terk edip Kur'an'a tabi olmak gibi iki şıktan birini tercih
etmek arasında karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz.
Hem sübutu ve hem de
delaleti açısından kat'î olan Kur'an ile amel etmenin sübut ve delalet
bakımından kesin olmayan haber-i vahid ile amel etmekten daha evla olduğunda
ise şüphe yoktur.
O halde, sünneti
Kur'an'a arzetme ölçüsünü kabul edenler, bunu sünnetin Kur'an'a aykırı
olmasından daha geniş bir mânada anlamakta; Resûlullah'tan rivayet edilen
hadisleri sıhhat derecesine göre ele alıp mütevatir veya meşhur olması halinde
âmmını tahsis veya mutlakını takyid ya da daha sonra meydana gelmiş ise onu
neshedebilme anlamında Kur'an'a muhalif olması şeklinde; haber-i vahid olması
halinde ise, kendisi zannî, Kur'an ise kat'î olduğu için böyle bir şeyin söz
konusu olmaması tarzında görmektedirler.
Özet olarak, bunlar
sünnetin Kur'an'a arz edilmesini, öbürlerinin düşündükleri gibi, Kur'an'a
muhalif olan sünneti reddetmek ve onda aslı bulunmayan bir hadisi kabul etmemek
şeklinde değil, yukarıda ifade ettiğimiz tarzda anlamaktadırlar.
Sünnetin Kur'an'a arz
edilmesini bu tarzda yanlış anlamaları, bu görüşe karşı olanları onu temelinden
reddetmeye sevketmiştir. Sonuçta, bununla ilgili olarak rivayet edilen
hadisleri, hiçbir ayırım yapmaksızın Kur'an ve sünnete tabi olmanın
gerekliliğine delalet eden sahih hadislere aykırı olduklarını ileri sürerek
çürütmeye kalkışmışlardır. Hatta bazıları, "sünnetin Kur'an'a
arzedilmesini bildiren hadisi Kur'an'a arzettiğimizde, "Peygamber size ne getirirse onu alın"
[857] âyetiyle
çeliştiğini görürüz. Dolayısıyla sizin bu görüşünüz, kendi ölçünüze
vurduğumuzda da Kur'an'a aykırı düşmektedir. Bu sebeple de yanlıştır"
demektedirler
[858].
Bu iki bakışı
birbirinden ayırmak büyük önem taşımaktadır. Zira, ilgili hadisler ister sahih
olsun, ister olmasın, sünneti Kur'an'a arzetme düşüncesi haddi zatında
doğrudur. Her ne kadar haber-i vahidin Kur'an'ın umumi bir mânasını tahsis
edememesi gibi bazı konularda kendilerinden farklı düşünüp fukahanın çoğunluğu
gibi bunun caiz olduğuna inanıyor isek de, sünneti Kur'an'a arzetme meselesinde
Hanefîler gibi düşünüyoruz.
İster fıkıh, ister
akaid, isterse diğer herhangi bir konu ile ilgili olsun, bu ölçüyü bütün
hadislere tatbik etmenin; hadis kitaplarını, ravilerin yanlış anlamaları,
karıştırmaları ve bazılarının uydurmaları sonucu onlara bulaşan kirlerden
temizlemenin büyük önem taşıdığında şüphe yoktur. Bu ise, günümüz İslâm
âlimlerinin görevidir.
Sünneti Kur'an'a arzetme konusunda âlimlerin görüşlerini açıkladıktan sonra, bu ölçüyü sünneti tenkitte kullandığında araştırıcının karşısına çıkacak olan sonuçların neler olacağından bir nebze bahsetmek yerinde olacaktır. Zira sünnet, Kur'an karşısında şu üç konumdan birinde bulunur:
a. Sünnetin getirdiği hükmün Kur'an'ın getirdiğine her
bakımdan muvafık olması. Bu durumda hüküm, Kur'an ile sabit olur; sünnet ise
onu te'yid eder.
b. Sünnetle gelen hükmün, Kur'an ile gelene görünüşte
muhalif olması. İleride sünneti Kur'an'a arzetmenin sonuçlarından bahsederken
bu hususta geniş bilgi vereceğiz.
c. Sünnet ve Kur'an'ın getirdiği hükümlerin, her birinin
başka bir konuya ait olmak gibi, biririne muvafık veya muhalif olmaması. Bu ve
birinci konumu araştırmaya gerek yoktur. İncelenmesi gereken ikincisidir.
Şayet sünnetin
getirdiği hüküm, o konuda Kur'an'ın getirdiğine muhalif ise, bu çelişkiyi
gidermek için hükümlerden birini bir hal, şahıs veya zamana; öbürünü ise başka
bir hal şahıs ya da zamana hamlederiz. Böylece iki nas arasındaki çelişkiyi
gidermiş oluruz. Eğer bu şekilde bir telif girişimi netice vermezse, bakarız:
Şayet ilgili Kur'an lafzı âm veya mutlak; sünnet de hâs ya da mukayyed ise bu
durumda Kur'an'ı sünnet ile tahsis veya takyit cihetine gideriz. Bu incelenmesi
ve açıklanması gereken bir konu olup bundan sonraki bölümde izah edeceğimiz sonuçlardan
biridir.
Şayet bunu da
yapamazsak -ilgili Kur'an lafzı âm veya mutlak olmazsa- bu durumda her iki nas
ile birlikte amel etmenin mümkün olmadığı gerçek çelişki söz konusu olur.
Böyle bir durumda ise nesih metoduna başvurulur. Eğer Kur'an'ın ilgili lafzı
söz konusu sünnetten önce nazil olmuşsa, onun sünnet ile neshedildiğine
hükmedilir. Bu da sünnetin Kur'an'a arzedilmesinin bir başka sonucu olup,
ileride onu da izah edeceğiz.
Şayet hangisinin daha
önce olduğu tespit edilemediği için nesih de mümkün olmazsa, bu durumda din
koyucunun beyanını çelişkiden korumak için te'vil yapmaktan başka yapacak bir
şey kalmaz. Eğer uygun bir te'vil de bulunamazsa, bu durumda ravinin yanlış
anlamış veya hata etmiş olabileceği; lafızlarda bir tebdil veya tahrifte bulunmuş,
manen rivayet etmiş veya tedlis yapmış olabileceği ve diğer birtakım muhtemel
durumlar sebebiyle sünnetin kabul edilmeyeceğine hükmedilir.
Burada şunu da ifade
etmeliyiz ki, mütevatir veya meşhur hadis ile Kur'an arasında herhangi bir
çelişkinin bulunması söz konusu değildir. Olduğu söylenen tenakuz tamamıyla
haber-i vahîdlerle ilgilidir. Her ne kadar bazı âlimler te'vil cihetine
gitseler de âhâd haberlerden kaynaklanan bu çelişki hiç kimsenin inkâr
edemeyeceği bir gerçektir. Bu durumda yapılacak şey, ya o haberi reddetmek
veya az önce ifade ettiğimiz ihtimallerden birine hamletmektir.
Bu noktada sünneti
Kur'an'a arzetme ölçüsünden doğan üzerinde durmaya değer en önemli sonuçların
umum, husus, mutlak, mukayyed, nesih ve nassa ziyade meseleleri olduğu
anlaşılmaktadır. Aşağıda bunların her birini misalleri ile birlikte teker teker
ele alacağız.
[859]
Kur'an'da âm ve
sünnetin onu tahsis etmesi konusuna girmeden evvel, onları tarif etmemiz, sonra
kat'îlik ve zannîlik bakımından taşıdıkları hükümleri ve şartlarını
açıklamamız yerinde olacaktır. Zira Kur'an'dakî âm bir lafzın haber-i vahid ile
tahsis edilmesi tarzındaki konumuzu izah etmede bu konuların önceden
bilinmesinin faydası olacaktır. Çünkü bunlar, sünneti Kur'an'a arzetmeden doğan
bir netice üzerinde yapılan ihtilafların mihverini oluşturmaktadırlar.
[860]
Am: Lafzı veya mânası
itibariyle bir isim topluluğu içeren her türlü lafız diye tarif edilir
[861].
Bazıları da onu kapsam
ve içerik bakımından sayısız fertlere delalet etmek üzere konulmuş lafız diye
tarif etmişlerdir. Burada kelimenin "müslimin", "müslimat",
"rical" ve "nisa" kelimeleri gibi cemi siga-sında olup
lafzı ve mânası ile böyle bir delalet taşıması ile "raht", "kavm",
"cin", "ins", "men" ve "mâ" kelimeleri
gibi sadece mânası bakımından bu delalete sahip olması arasında bir fark
yoktur.
Tarifte geçen
"sayısız" tabirinden maksat, semavat kelimesi gibi realitede sayılı
olsa da, lafzın kendisinde buna bir delaletin bulunmamasıdır,
Bu tarif, hâssi
dışarıda bırakmaktadır. Çünkü o, bir tek ferde veya sayılı fertlere delalet
etmek üzere konulmuş
[862] ve
tek tek olmak üzere bilinen bir mânaya delalet etmek üzere vaz'olunmuş lafız
diye tarif edilmiştir
[863].
Tahsise gelince,
Hanefîler onu, âm bir lafzı müstakil ve bitişik bir delile dayanarak içerdiği
fertlerden birine ait kılmak diye tarif etmişlerdir
[864].
Ulemânın çoğunluğuna
göre tahsis, âm bir lafzı müstakil veya bitişik olup olmadığına bakılmaksızın
herhangi bir delile dayanarak ihtiva ettiği fertlerden birine ait kılmaktan
ibarettir.
Hanefîlere göre,
tahsis eden nassın mutlaka tahsis edilen gücünde olması gerekir. Dolayısıyla
onlara göre Kur'an, mütevatir veya meşhur sünnet her ne kadar birbirlerini
tahsis ediyor iseler de, gerçekte onların her birini ancak güç bakımından dengi
olan bir nas tahsis edebilir.
Hanefîlerin, tahsis
eden nassın bitişik ve müstakil olmasını şart koşmaları, "ziyade ale'n-nas"
(nassa ziyade) meselesini doğurmuştur. Zira bu kavram gerçekte müstakil fakat
bitişik olmayan bir lafızla tahsis etmek anlamına gelmekte olup, onlar bunu
"nesih", diğer ulema ise tahsis olarak kabul etmektedirler. İleride
bu konuda geniş bilgi verilecektir.
[865]
Mâliki, Şafiî, Hanbelî
ile Matürîdî gibi bazı Hanefîlerden oluşan İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre
âm bir lafzın, içerdiği fertlerin bütününe delaleti zannîdir
[866].
Şafiî, Kur'an'da geçen
bütün âm lafızları incelediğini ve bunların şu üç durumdan birinde
bulunduklarını gördüğünü söylemiştir:
1. Kendisiyle sadece umûm murat edilen ve umumla
birlikte hususu da söz konusu olan âm lafızlar.
"Allah her şeyin yaratıcısıdır"
[867] âyeti
birinciye, "...sonunda bir köy
halkına gidip onlardan yiyecek istediler. Onlar da kendilerini misafir etmekten
kaçındılar..."
[868]
âyeti ise ikinciye misaldir. Zira bu âyette, onların köy halkının tümünden
yiyecek istemediklerine bir delalet vardır
[869].
2. Zahiri âm olmakla birlikte hem umûm, hem de husus
içeren lafızlar. Meselâ bir âyette "Ey
insanlar, doğrusu biz sizi bir erkek ve bir dişinden yarattık. Ve birbirinizle
tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah
yanında en değerli ve en üstün olanınız O'ndan en çok korkanınızdır"
[870]
buyurulmaktadır.
Buradaki umûm ifade eden taraf Resûlullah zamanında ondan önce ve sonra kendisine bu şekilde hitap edilen erkek ve dişiden yaratılan ve hepsi de milletler ve kabileler oluşturan herkestir. Husus ifade eden ise "... Allah katında en değerli ve en üstün olanınız O'ndan en fazla korkanınızdır..." kısmıdır. Zira takva, ancak hayvanlar, deliler ve çocuklar dışında kalan akıl sahibi ve buluğa ermiş insanlar için söz konusu olabilir. Çünkü "muttaki olmak" veya "olmamakla" ancak onu idrak edip takva ehli olan veya ona aykırı hareket edip takva ehli olmayan kimseler tavsif edilebilirler [871].
3. Zahirî itibariyle âm olan ancak, kendisinden
bütünüyle hâs murad edilen lafızlar. "Bir kısım insanlar müminlere,
"düşmanlarınız size karşı toplandılar; onlardan sakının!"
dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha artırmış ve "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!"
demişlerdir"
[872]
âyetinde olduğu gibi.
Şafiî bu âyetle ilgili
olarak şöyle demektedir:
Resûlullah ile beraber, kendileri için
toplananlardan başka insanlar vardı. Kendilerine haber verenler ise
toplananlardan ve Hz. Peygamberle birlikte bulunanlardan ayrı kimselerdi.
Ayrıca bir de onlar için toplanmış olan insanlar vardı. Bunlar Resûlullah ve
ashabı için toplananların insanların tümü değil, bazıları olduğunu açıkça
göstermektedir. Kaldı ki, bütün insanların toplanmadığını, hepsinin onlara
haber vermediğini ve onların da insanların tümü olmadığını kesin olarak
bilmekteyiz
[873].
Şafiî Kur'an'da
bulunan âm lafızları bu isabetli açıklamasıyla izah etmektedir. Netice olarak,
âm bir lafzın içerdiği bireylere delaletinin Hanefîlerin ileri sürdükleri gibi
kat'î değil, zannî olduğu gerçeği ortaya çıkmış bulunmaktadır. Hatta "her
âm lafzın mutlaka bir yönüyle tahsis edildiği" de söylenmiştir.
Hanefîler ise bu
konuda şöyle demektedirler:
Am bir lafzın, efradının
bütününe delaleti, bir kısmının onun dışında olduğuna dair bir delil
bulunmadıkça kat'îdir. Çünkü böyle bir lafız, kapsama ve içerme suretiyle
bütün efradına delalet etmek üzere vaz'olunmuştur[874].
Ayrıca, herhangi bir
lafız bir mânayı ifade etmek üzere vaz'olunduğu zaman, söz konusu lafız
kullanıldığında, aksine delil bulunmadıkça, o mânanın anlaşılması zorunlu olur.
Umum sigasi ise vaz'olunduğu mânaya ve nasdaki ilgili hakikate delalet
etmektedir. Çünkü içerdiği efrad onda kesin olarak bulunmaktadır. Zira o, mecaz
taşıdığına dair bir delil bulunmadıkça hakikat için konulmuştur
[875].
Keza Hanefîlere göre
umum ifadesi, hem dinî hem de sosyal hayat bakımından insanlar arasında
gözetilen bir kavramdır. Öyle ise bunu ifade etmek üzere bir lafız
vaz'olunmalıdır. Zira kavramların mutlaka kelimelerle ifade edilmesi
zorunluluğu vardır
[876].
Kaldı ki selef
âlimlerin umum ile istidlalde bulunmuş oldukları da bilinmektedir. Nitekim İbn
Mes'ud, konusunda en son nazil olan âyet olduğnu söyleyerek "...hamile olanların iddeti doğum yapmalarıdır"
[877]
âyetiyle istidlalde bulunarak söz konusu âyetin hamileliğin diğer iddet
biçimlerini ortadan kaldırdığını söylemiştir. Hz. Ali iki kız kardeşle birlikte
nikâhlanmanın haram olduğu konusundaki âyetin lafzının umum ifade etmesiyle
istidlalde bulunarak cariye olan iki kız kardeşi de aynı şekilde cem'etmenin
haram olduğuna hükmetmiş ve "bir âyet onları helal, bir başka âyet ise
haram kılıyor"demiştir
[878].
Bu konuda bazı
görüşler daha vardır. Nitekim Vâkıfiyye denilen bazıları, umûm veya husus murad
edildiğine dair bir delil bulunmadıkça, zahiriyle umum özelliği taşıyan bir
lafızla amel edilmesi hususunda tevakkuf etmeyi tercih etmişlerdir
[879].
Erbabü'l-husus denilen
bazıları ise, umûmun cem'in en azı olan iki veya üç için vaz'olunduğunu iddia
etmişlerdir
[880]. Erbabü'l-husus, müşrikîn
vb. lafızların cem'in en azı, yani husus için vaz'olunduğunu, bunun
üstündekileri ifade etmede ise mecaz taşıdığını söylemektedirler
[881].
Vâkıfiyye ise, âm bir
lafzın müşterek veya ne için vaz'olunduğu bilinmeyen kelime olduğunu, husus
veya umuma delalet ettiğinin ancak bir karine veya mevcut bir delil ile
anlaşılabileceğini ileri sürmektedirler
[882].
Âm lafzın umum ifade
ettiğini savunan Hanefîler ile cumhura göre böyle bir lafz istiğrak (bütününü
kapsama) taşımaktadır. Binaenaleyh, eğer onunla mânasının bir kısmı murad
edilecek olursa bu, hakiki ve vaz'olunuşunun gereği olarak caiz olur. Ancak,
acaba onun bütün fertlerine delaleti kat'î midir, yoksa zannî midir?
Hanefîlere göre kat'î, çoğunluğa göre ise zannîdir. İşte ihtilaf da buradadır.
Bunun sonucu ise tahsis konusunda açıkça görülmektedir. Şöyle ki:
Âm lafzın delaletinin
zannî olduğunu kabul edenlere göre böyle bir lafzı kendisi gibi zannî oldukları
için haber-i vahid ve kıyas ile tahsis etmek mümkündür.
Bu delaletin kat'î
olduğunu kabul edenlere göre ise, âm lafız Kur'an lafzı olduğunda, haber-i
vahid gibi mütevatir ve meşhur sünnetin altında olan bir rivayetle tahsis
edilemez. Bu konudaki asıl tartışma da bu noktada ortaya çıkmaktadır.
Dolayısıyla şayet haber-i vahid bir Kur'an âyeti veya mütevatir hadiste mevcut
olan âm bir lafza muarız olursa, Hanefîlere göre onu tahsis edemez. Çünkü
haber-i vahid, bunların altında bir mertebede bulunmaktadır. Zira haber-i vahid
ve kıyas zannî, Kur'an ve mütevatir sünnet ise kat'îdirler. Zannî olan ise
kat'î olana galip gelemez
[883]. Bu
nedenle haber-i vahidi ne Kur'an'ın zahirine tercih etmek, ne de onunla
Kur'an'ın âm bir lafzını tahsis etmek mümkün değildir.
Çünkü böyle bir
durumda daha zayıf bir delil sebebiyle daha güçlü bir delille ameli terk etmek
söz konusu olur ki bu caiz değildir
[884].
Gazzâlî âm bir lafzın
delaletinin kat'î olduğunu kabul edenleri uzun uzadıya tenkit etmiş,
dayandıkları delillerini çürütmüştür. Fazla uzatmamak için onları burada
zikretmeye gerek görmüyoruz. İstifade etmek isteyenler kaynağına bakabilirler
[885].
Bize göre Şafiî'nin zikretmiş olduğu has veya kendisiyle has murat edilmiş olan
âm lafızlar pek çok olup; bunlar İslâm âlimlerinin çoğunluğunun kabul
ettikleri, bunların fertlerine delaletinin kat'î değil, zannî olduğu tarzındaki
görüşünü te'kit etmektedir.
İbn Hazm, âm lafzın
bütün efradına delaletinin kat'î olduğunu kabul etme hususunda Hanefîlere
uymakla beraber isnadı Resûlullah'a kadar varan sahih bir haber-i vahid
konusunda onlardan ayrılmaktadır. Zira ona göre böyle bir rivayet, sübutu kat'î
olup Kur'an veya mütevatir sünnetin âm bir lafzını tahsis, hatta neshedebilir.
Ayrıca ona göre, tahsis bir açıklama olup sünnet de Kur'an'ın bir açıklaması
olduğu için de sünnet Kur'an'ı tahsis edebilir
[886].
Hanefîler ile diğer
fakihler ve muhaddisler arasında bu konudaki ihtilafın, Hanefîlerin haberi-
vahide bakışları ve onun kat'î delile karşı dayanamayacak zannî bir delil
olduğunu kabul etmelerinden kaynaklandığı görülmektedir. Hanefîlerin haber-i
vahid olan rivayete itimat etmemeleri, kendilerini böyle bir şüpheye
sevketmiştir.
İslâm âlimlerinin
çoğunluğu, haber-i vahid ile Kur'an'ın âm lafzını tahsis etmemeleri sebebiyle
Hanefîleri tenkit ettikleri gibi, İbn Hazm da onları sert bir dille eliştirmiş
ve her halükarda haber-i vahid ile amel etmeleri gerektiğini iddia emiştir.
Zira Hanefîler, meşhur olduğunu ileri sürerek bazı durumlarda onunla amel
ettikleri halde, sair durumlarda etmemişlerdir. Oysa her iki durumda da delil,
haber-i vahiddir.
Burada, Hanefîlerin
İslâm âlimlerinin çoğunluğuna muvafakat ettikleri bir hususa da işaret etmek
gerekir. Şöyle ki; onlar gerekli şartları taşıyan bir muhassıs ile tahsis
edilmiş olan âm bir lafzın, tahsis dışında kalan mânalara delaletinin zannî
olduğunu ve bu durumda da âm lafzın haber-i vahid ve kıyas ile tahsis
edilebileceğini kabul ediyorlar ki, bu noktada cumhur ile aynı görüşü
paylaşmaktadırlar.
Âm lafzın delaletinin ister kat'î, isterse zannî olduğunu kabul- edelim. Kur'an lafzının haber-i vahid ile tahsis edilmesi bize daha doğru gelmektedir. Zira Hanefîlerin sahabenin lafızların mânalarını bütün efradına tatbik ederek anlama ve amel etmeleriyle âm lafzın bütüne delaletinin kat'î olduğuna dair istidlallerine mukabil; biz de onların o tür lafızları haber-i vahid ile tahsis etme tarzındaki tatbikatlarıyla istidlal ediyoruz. Bütün İslâm âlimlerinin kabul ettiği üzere, haber-i vahidin delil olduğunda bir şüphe yoktur. Ayrıca biz, bu delil oluşu daha ileriye götürüyor ve haber-i vahid ile Kur'an'ın âm lafzını tahsis ediyoruz.
Aşağıda meşhur
hadislerle tahsis edilmiş olan Kur'an'dan bazı âm lafızlara ve haber-i vahidin,
Kur'an'ın bazı bu tür lafızlarını tahsis edip etmediği hususunda Hanefîler ile
diğer İslâm âlimleri arasındaki ihtilafa dair bazı örnekler verilecektir:
Kadının halası veya
teyzesi üzerine nikâhlanması;
Hanefîlerin, âlimlerin çoğunluğuna muvafakat ettikleri meselelerden biri:
"Anneleriniz ve kızlarınız...size haram
kılındı. Bunun dışındakiler ise helal kılındı..."
[887],
mealindeki âyette geçen âmmın, "kadın
halası ve teyzesi üzerine nikahlanmaz"
[888]
hadisiyle tahsis edilmesi meselesidir. Haber-i vahid olmakla birlikte âlimler
arasında meşhur olup ümmetin kabul ve ameline mazhar olan bu hadis hakkında
Hanefîler şöyle demektedirler:
Bu hadis, Müslim ve
İbn Hibban'ın sahihlerinde zikrolunan meşhur bir hadis olduğu gibi; onu Ebu
Dâvûd, Nesât ve Tirmizî de rivayet etmiş, sahabe ve tabiînden oluşan ilk kuşak
onu kabul etmiş, ayrıca Ebu Hureyre, Cabir, İbn Abbas, İbn Ömer, İbn Mes'ud ve
Ebu Saîd el-Hudrî'nin içinde bulundukları büyük bir grup onu nakletmiştir.
Dolayısıyla onunla "... Bunun
dışındakiler size helal kılındı..." âyetindeki umumî ifadeye ziyade
yapmak caiz olur. Bu hadisin, tahsis değil neshetme pozisyonunda bulunması
sebebiyle meşhur olduğu iddiası daha kuvvetlidir
[889].
Kâfir ve katilin mirastan mahrum edilmesi:
Hanefîlerin cumhura
muvafakat ederek Kur'an'daki bir umumî ifadeyi meşhur olarak niteledikleri bir
hadisle tahsis ettikleri meselelerden biri de "Allah, size evlatlarınız konusunda emreder"
[890]
âyetini Üsame'nin rivayet ettiği ve müttefakun aleyh olan "Müslüman kafire, kafir de müslümana varis olmaz"
[891]
hadisiyle tahsis etmeleri ve yine bir hadise dayanarak âyetin umumi ifadesini
tahsis edip katil ve maktul arasında miraslaşmayı menetmeleridir
[892].
Kasden besmele
çekilmeyen hayvanın eti: Hanefîlerin,
kendilerine göre meşhur olmayan bir haber-i vahid ile Kur'an'ın umumi bir
lafzını tahsis etmedikleri söylenen meselelerden biri de hayvan boğazlarken kasden
besmele çekilmemesidir.
Cenab-ı Allah:
"Üzerine Allah'ın adı anılmayan hayvanlardan
yemeyiniz. Çünkü o günahtır"
[893], buyurmaktadır.
Buradaki ifade umumî olup ister kasden, isterse unutmak suretiyle olsun,
üzerine Allah'ın adı anılmayan bütün boğazlamaları içine alır.
Âlimler, boğazlarken
unutarak besmele çekilmeyen hayvan etinin helal olduğu hususunda ittifak
ederken, kasden çekmeyenin boğazladığını yemenin helal veya haram olduğunda
ise ihtilaf etmişlerdir. Nitekim âlimlerin birçoğu Buhârî, Nesâî ve İbn
Mâce'nin Hz. Âişe'den rivayet ettikleri bazı hadislerin Kur'an'ın umumi
ifadesini tahsis ettiğini ileri sürerek keserken kasden besmele çekilmeyen
hayvanın etinin helal olduğunu söylemişlerdir. Bir hadise göre sahabeden
bazıları "Ya Resûlallah, birtakım kimseler bize et getiriyorlar.
Boğazlarken besmele çekilip çekilmediğini bilmiyoruz. Bu durumda ne
yapalım?" derler. Resûlulalli buna, "besmele çekin ve yeyin" diye cevap verir
[894].
Rivayete göre bu zevat, yakın zamana kadar kâfirlermiş. Öte yandan Şevkanî bu
hadisin, geçersiz olduğuna dair bir delil bulununcaya kadar, tasarruf ve
fiillerin sahih ve doğru olarak kabul edileceğine bir delil teşkil ettiğini de
söylemektedir
[895].
Hz. Âişe'den rivayet
edilen bu hadisi şu hadisler de teyit etmektedir:
a)
Dârekutnî'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiği bir hadise göre o şöyle demiştir:
Resûlullah'a,
bazılarımızın, hayvan boğazlarken besmele çekmeyi unutuyor. Ne yapalım? Diye
sorması üzerine "Allah'ın adı her müslümanın ağzındadır" tarzında
cevap verdi. Ancak bu hadisin isnadında zayıf bir ravi mevcuttur
[896],
b) Ebu
Davud'un el-Merasil adlı eserinde Yezid b. es-Salt'tan rivayet ettiği bir
hadiste Resûlullah şöyle buyurmuştur:
“Allah'ın adını ansın veya anmasın, müslümanın boğazladığı hayvan
helaldir”
[897],
c)
Beyhakî'nin İbn Abbas'tan rivayetine göre -bu rivayet tenkide müsaittir-
Resûlullah;
“Kişiye müslüman olmak yeter. Eğer boğazlarken Allah'ın adını anmayı
unutacak olursa, Allah'ın adını ansın ve sonra yesin" buyurmuştur.
Ancak, İbnü'l-Cevzî'nin de dediği gibi, bunun İbn Abbas'a ait bir söz olması da
büyük bir ihtimaldir
[898].
Bu hadislerin
şahinliğinde şüphe bulunduğu, sahih olsalar bile, kat'î bir lafzı tahsis etmesi
mümkün olmayan zannî âhâd haber olmaktan öteye gidemeyecekleri gerekçesiyle,
bunlarla amel ve Kur'an'ın umumî ifadesini tahsis etmesini kabul etmeyen
Hanefîler, ilgili âyetin umumî ifadesinden hareket ederek boğazlarken kasden
besmele çekilmeyen hayvan etinin haram olduğunu söylemişlerdir.
Doğrusu bunun helal
olduğunu söyleyenlerin dayandıkları hadislerin hiçbiri tenkitten
kurtulamamıştır. Bu konudaki en sahih hadis, Hz. Âişe'nin rivayetidir. Ne var
ki, o da kasden besmele çekilmeyen hayvanın etinin helal olduğunu ifade
etmemektedir. Şunu da ilâve edelim ki, Hattabî bu hadisten böyle bir şeyi
yemenin helal olduğu hükmünü çıkararak şöyle demektedir:
Bu hadis, hayvanı
boğazlarken besmele çekmenin şart olmadığına bir delildir. Çünkü eğer bu şart
olsaydı, dinen geçerli olan bir boğazlamanın bulunup bulunmadığının bilinmemesi
gibi, bizzat boğazlamada bir şüphe olması durumda o kesilen hayvan helal
olmazdı
[899]. Hattabî'nin bu
istidlali güzel bir istidlaldir. Çünkü, eğer besmele çekmek, temizliğin namaz
için şart olduğu gibi bir şart olsaydı, ne kasden ve ne de unutarak terk
edilmesi halinde bu şekilde kesilen hayvanın etini yemek helal olmazdı. Bu
durumda unutanın boğazladığı helal olduğuna göre besmele çekmenin şart değil,
sadece bir sünnet olduğu kesinleşmektedir. Nitekim âyetin siyakı, üzerine
Allah'tan başkasının adı anılan, yani putlar için kesilen hayvanların
kastedildiğine delalet etmektedir. Kaldı ki
"... Allah'tan başkası adına boğazlanan..."
[900]
âyeti de buna delildir. Zira Cenab-ı Hak,
"...Böyle bir durum günahtır”
[901]
buyurmaktadır. Bu durumu günah yapan ise, söz konusu hayvanı "Allah'tan
başkası adına kesmektir. Nitekim Yüce Allah
"... Allah'tan başkası adına hayvan kesmenin günah
olduğunu..."
[902]
beyan etmektedir.
Ahmed b. Hanbel,
Hanefîlerin bu hadislerin âyeti tahsis edecek güçte olmadığı tarzındaki
görüşlerine muvafakat etmiş
[903],
Mâlik ise ayrıca bu konudaki âyetin hadisi neshettiğini de kabul etmiştir
[904].
İbn Hazm ise, âyetin umumî ifadesinden hareket ederek ister unutarak isterse
kasden olsun, besmele çekilmeyen hayvanın etinin haram olduğunu söylemiştir
[905].
Kesilirken kasden
besmele çekilmeyen hayvanın etinin helal olduğuna dair rivayet edilen
hadislerin, isnad açısından sahih olmadığını kabul ettiğimizde, Hanefîlerin bu
hadislerin ilgili âyeti tahsis edemeyeceği yolundaki görüşlerinin haklılığı
ortaya çıkar ve bu durumda, hadisleri âyetlere aykırı oldukları için değil,
aksine isnad bakımından sahih olmadıkları için reddettikleri, ayrıca sahih
olanların da konumuzla ilgili açık bir delaleti bulunmaması sebebiyle âyetin
umumî ifadesini tahsis edebileceğinin söylenemeyeceği hususu anlaşılmış olur.
Hırsızlıkta nisab
miktarı: Hırsızlıkta nisab miktarı
meselesi, Hanefîlerin haber-i vahid ile Kur'an'ın umumî ifadesini tahsis
ettikleri meselelerden biridir. Onlar, Kur'an'ı tahsis eden hadisin mütevatir
veya meşhur olmasını şart koştukları kaidelerine uyması için bu hadisin meşhur
olduğunu iddia etmişlerdir.
Cenab-ı Allah "erkek ve kadın hırsızın ellerini kesin..."
[906]
buyurmuştur. Bazı âlimler bu konuda rivayet edilen sahih bir hadise dayanarak
"ancak çeyrek dinar ve daha fazlasında kesme olduğunu" söylerken
[907],
Mâlikîler bu konudaki nisabın Resûlullah döneminde çeyrek dinara eşit olan üç
dirhem olduğunu ileri sürmüşlerdir
[908].
On dirhemden az bir
şey çalmada elin kesilmeyeceğini söyleyen Hanefîler Hâkim'in, Müstederek'inde
Mücahid'den, onun da Eymen'den rivayet ettiği "Resûlullah zamanında sadece kalkan değerine ulaştığında el kesilirdi. O
gün kalkanın değeri ise bir dinardı"
[909]
hadisiyle istidlal ederek şöyle demektedirler:
Bu rivayette adı geçen
Eymen'in sahabî mi, yoksa güvenilir bi tabiî mi olduğu hususunda ihtilaf
edilmiştir. Şayet sahabî ise mesele yoktur. Eğer Ebu Zür'a ve İbn Hibban'ın
dediği gibi güvenilir bir tabiî ise rivayet etmiş olduğu bu hadis mürsel olur.
Mürsel olmak ise, ne bize ve ne de ulemanın çoğunluğuna göre hadisi lekelemez
[910].
Dolayısıyla, bu rivayeti dikkate almak gerekir
[911].
Hanefîler, ayrıca
Nesâî'nin Amr b. Şuayb'dan babası ve dedesi tarikiyle rivayet ettiği ve
Dârekutnî'nin de tahric ettiği
[912]
"Resûlullah zamanında kalkanın değeri on dirhem idi"
[913]
tarzındaki rivayet ile ve Taberânî'nin, Mu'cem'inde Ebu Muti' el-Belhî ve Ebu
Hanife tarikiyle rivayet ettiği "ancak on dirhemde kesme vardır"
[914] hadisiyle
istidlal etmişlerdir.
Gerçek şu ki;
Hanefîlerin burada istidlal ettikleri bütün hadisler, onlar için bir delil
teşkil etmemektedir. Nitekim bu konuda Zeylaî:
"Netice olarak
Eymen hadisi illetlidir. Zira eğer Eymen'in sahabî olduğu kabul edilecek
olursa Ata ve Mücahid ona yetişmemiş oldukları için, hadis munkatı olur"
derken
[915], Şafiî:
Eymen b. Ümmü Eymen
henüz Mücahid dünyaya gelmeden evvel Huneyn savaşında Resûlullah ile birlikte
bulunup şehit-olmuştur" demektedir
[916].
Haneffler, "Şayet
Eymen tabiî ise, hadisi mürsel olur. Fakat bu rivayet diğer merfu ve mevkuf
hadislerle takviye edilebilir" demektedirler
[917].
Ancak ben, mürsel hadis mi merfu ve mevkuf hadislerle takviye edilir, yoksa
aksine merfu ve mevkuf hadisler mi onunla takviye edilir bilemiyorum.
Hanefîlerin bu hadis
için zikrettikleri bütün tarikler illetlidir. Mesela, Amr b. Şuayb hadisi
-kendisiyle yapılan istidlaldeki ihtilaf bir yana-Nesâî'ye göre bu konuda bir
delil teşkil etmemektedir. Keza bu hadisi Haccac b. Ertat da rivayet etmiştir.
Bu zat, bir müdellis olup onu Amr'dan işitmemiştir
[918].
Dârekutnî bu hadis için bir başka sened zikretmekte isede, o senedde üstadı
-Muhammed b. Kasım- vardır ve o da tenkit edilen bir zattır
[919].
Ebu Mutf el-Belhî'nin Ebu Hanife'den ettiği rivayete gelince, bunun da
herhangi bir delil olması söz konusu değildir. Zira Ebu Muti" zayıf bir
kimsedir. İbn Maîn, Buharı, Nesâî, İbnü'l-Cevzî ve İbn Adiy gibi âlimler onun
zayıf olduğunu söylemişlerdir
[920].
Görüldüğü üzere,
hadisin tartışmasız bir isnadı mevcut değildir. Ancak Hanefîler buna rağmen
onunla âyetin umumî anlamını tahsis etmiş, onu sahih ve meşhur olmakla
nitelemişlerdir. Oysa bu hadis, gerçekte ya munkatı veya müdellestir, yahut da
senedinde zayıf bir ravi vardır. Bu durumda ona sahih hadis denilemez. Binaenaleyh,
bu durumda hadisin meşhur olduğu ve ümmetin onu kabul ettiği nasıl
söylenebilir?
Ele aldığımız konuları
uzatmamak genel prensibimiz olmasına rağmen bu hususu biraz uzattık. Zira
Hanefîlerin vaz'etmiş oldukları ölçüye muhalefetleri ve Kur'an'ın nassına
ziyade olarak kabul ettikleri sahih hadisleri reddetmeleri bu mevzuya
girmektedir. Hanefîler, bu sahih hadisleri, Kur'an'ı tahsis etmesi mümkün
olmayan âhâd haberler olarak kabul etmektedirler. Çünkü -onlara göre- ileride
daha geniş bilgi vereceğimiz üzere nas üzerine ziyade nesihtir.
Darü'l-harpte zina
eden kimseye ceza verilmesi: Bu konu,
Hanefîlerin haber-i vahid ile Kur'an'ın umumî mânasını tahsis ederek kendi
prensiplerini çiğnedikleri ikinci meseledir. Cenab-ı Allah, "zina eden kadın ve erkekten her birine yüz
celde vurun..."
[921] Buyurmaktadır.
Fakihlerin çoğunluğu, sair mekanlarda olduğu gibi, darü'l-harpte bu suçu işleyen
kimseye de zina cezası uygulamayı ve âyetteki umumîliği hiçbir şekilde tahsis
etmemeyi kabul ederler.
Hanefîler ise, -kendilerine
göre- âyetin umumîliğini tahsis eden "darü'l-harpte hadler tatbik
edilmez" hadisi ile istidlal ederek darü'l-harpte zina eden kimseye celde
cezası verilemeyeceğini kabul etmişlerdir. Nitekim Şafiî, Ebu Yusuf'un bazı
hocalarının kendilerine Mekhul ve Zeyd b. Sabit tarikiyle "Darü'l-harpte
zina edenlere düşmana katılırlar endişesiyle hadler tatbik edilmez" diye
haber verdiklerini söylediğini nakletmiştir
[922].
İbn Hümam bu noktada
şöyle demektedir:
Böyle bir naklin bir
nevi inkıta olduğu malumdur. Ebu Yusuf ise, bu rivayetin mürsel olduğunu ve
adalet sahibi bir müctehidin, isnadda bulunan üstadını ancak onun sika olduğunu
bildiği için onu isnadda zikretmeyeceğine inanmaktadır. Dolayısıyla mürsel bir
hadisi delil olarak kabul edenlere göre, irsalde bulunan kimse güvenilir bir
âlim olduktan sonra, şeyhin isnaddan çıkarılmasının hiçbir mahzuru olmaz
[923].
İbn Hümam bu hadisle
ilgili olarak burada böyle demektedir. Halbuki, daha önce birinci hadisi
zikrettikten sonra "Öyle bir hadisin varlığı bilinmemektedir"
[924]
demişti. Zeylaî ise bu hadisin garib olduğunu söylemiştir
[925].
Şafiî az önce
naklettiğimiz Zeyd b. Sabit hadisi ile ilgili olarak şöyle demektedir:
Senette zikredilmeyen
bu ravi kimdir? Ayrıca ravilerden olan Mekhul da Zeyd b. Sabit'i
görmemiştir"
[926].
Görüldüğü üzere,
Hanefîlerin bu tahsis konusundaki dayanakları, "var olup olmadığı
bilinmeyen" veya "mürsel ve munkatı olarak rivayet edilen" bir
hadistir. Bu haliyle, bu rivayeti Resûlullah'a nisbet etmek mümkün olmaz. Hatta
bu hadis, bizzat Zeyd'den rivayet edilmiş olup kendisi onu Resûlullah'a isnad
etmemiştir. İsnadi sahih olsa bile konumuzla ilgili olarak delil olma özelliği
bulunmayan bu hadis, üstelik sahih bile olmadığına göre nasıl delil olabilir?
Hanefîlerin bu hadis
ile âyeti tahsis etmeleri, haber-i vahid ile Kur'an'ın umumîliğinin tahsis
edilebileceği hususunda onları bağlayan en güçlü delillerden biridir. Âyetin
umumîliğini kendi âlimlerinden birinin "mevcudiyeti bilinmemektedir"
dediği böylesine zayıf ve mürsel bir rivayetle tahsis ettiklerine göre,
Sahîhayn, sünen ve diğer kaynaklarda sabit olan isnadlarla rivayet edilen sahih
hadislerle tahsisi, umumun, efradına delaletinin kat'î olduğunu ve tahsis
edenin edilen kuvvetinde ona bitişik, ondan bağımsız olması gerektiğini veya
nassa ziyadenin bir nesih olduğunu, dolayısıyla bunların haber-i vahid ile
yapılmalarının caiz olmadığını iddia ederek nasıl menedeceklerdir?
[927]
Usulcüler mutlakı
çeşitli şekillerde tarif etmişlerdir. Bu tariflerin hepsi de kelime tamı tamına
hakiki mânasına alındığında, kendi cinsinde, şüyuuna mani olacak hiçbir şekilde
lafzan kayıtlanmaksızın bir ferde delalet eden lafız tarzında ifade edilebilir
[928].
Nitekim Âmidî el-İhkam
adlı eserinde onu "kendi cinsinde şüyu bulmuş (şayi olmuş) bir medlule
delalet eden lafızdır" diye tarif ederken
[929];
Ali Hasbullah "muhtevasını azaltan lafzî bir kayıtla kayıtlanmamış olan
has bir lafızdır" tarzında tarif etmiştir. "Hayvan",
"kuş" ve "mısırlı"' kelimeleri gibi. Zira bu lafızların her
biri kendi cinsi içine giren fertlere delalet etmek üzere vaz'olunmuşlardır
[930].
Mukayyed ise,
"muhtevasını azaltacak lafzî bir kayıtla kayıtlanmış olan has bir
lafız" diye tarif edilir. "Düşünen canlı", "beyaz kuş"
ve "müslüman mısırlı" gibi örneklerde canlı, kuş ve mısırlı kelimeleri
düşünen, beyaz ve müslüman lafızlarıyla takyit edilerek anlam bakımından daraltılmışlardır
[931].
Âlimler arasında
üzerinde ittifak edilen uygulama, eğer kayıtlayan -bir başka lafız mevcut
değilse, mutlak ve mukayyed ile oldukları gibi amel edilmesidir. Ancak, bir
lafız bazan bir yerde mutlak, bir başkasında ise mukayyed olarak gelebilmiştir.
Bu durumda her biriyle ayrı ayrı mı amel edilecek, yoksa mutlak olan lafız,
mukayyed olarak geldiği yerdeki kayıtla kayıtlanıp öyle mi amel edilecektir?
[932] Bu
hususta şu beş durum ve hüküm ortaya çıkmaktadır;
1- Sebep ve hükmün bir olması. Âlimler bu durumda
mutlakın' mukayyede hamlolunması gerektiği konusunda ittifak etmişlerdir.
2- Hüküm ve sebebin farklı olması. Bu durumda ise mutlakın
mukayyede hamledilmemesinde ittifak etmişlerdir.
3- Hükmün farklı, sebebin ise aynı olması. Bu durumda da
mutlakın mukayyede hamledilmeyeceğinde ittifak etmişlerdir. Ancak, bu durumda
ihtilafın olduğu da söylenmektedir
[933].
4- Hükmün sebebinin ayrı, hüküm ve mevzunun ise aynı
olması. Bu durumda Mâlikî, Şafiî ve Hanbelîlerin çoğunluğu mutlakın mukayyede
hamledileceğini kabul ederlerken; Hanefîler, hamledilmeyeceğini
benimsemişlerdir
[934].
5- Mutlak ve mukayyed lafızların hükümde bir, sebepte
ise ayrı olmaları. Bu durumda da ihtilaf edilmiştir. Cumhur-i ulema, bu
durumda mutlakın mukayyede hamledilmesini kabul ederlerken; Hanefîler hamledilmeyip
mutlak ve mukayyedin her ikisiyle de kendi yerlerinde ayrı ayrı amel edilmesini
kabul etmişlerdir
[935].
Hanefîler, Kur'an'da
geçen mutlak bir lafzın hadis ile takyid edilebilmesi için, hadisin onun
gücünde olmasını şart koşmuşlardır. Buna göre haber-î vahid durumundaki bir
hadisin Kur'an'daki mutlak bir lafzı takyid etmesi mümkün değildir. Hanefîlerin
bu şartı Kur'an'daki âm bir lafzı tahsis edecek olan hadiste ileri sürdükleri
şartın tıpatıp aynısıdır. Zira tahsis konusunda Hanefîlerin diğer âlimlerle
ittifak ettikleri ve ihtilaf ettikleri ve tercih ettiklerinin hepsi, mutlakın takyidi
konusunda da tamamıyla cereyan etmektedir
[936].
Cumhur-i ulema ise
Hanefîlerin ileri sürdükleri bu şartı gerekli görmemiş ve Kur'an'ın mutlak bir
lafzının haber-î vahid ile takyid edilebileceğini kabul etmişlerdir.
Hanefî'ler diğer âlimler arasındaki bu ihtilafın sonucu akrabalık doğuran
emmenin sayısı ile ilgili hadisin reddedilmesinde ortaya çıkmaktadır.
Akrabalık doğuran
emmelerin sayısı:
Cenabı Allah "...
ve sizi emziren anneleriniz..."
[937] Buyurmaktadır.
Buharı ve Müslim'in rivayetine göre Hz. Peygamber de "Soydan mahrem ulanlar, emmeden de mahrem
olurlar"
[938]
buyurmuştur.
Ayrıca Hz. Âişe'nin
şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"İnzal olunan
Kur'an âyetleri içerisinde bilinen on emmenin mahremlik doğuracağını bildiren
ifadeler vardı. Sonra bunlar beş bilinen tarzındaki ifadelerle nesholundular.
Resûlullah vefat ettiği zaman, bunlar Kur'an'ın okunan âyetleri arasında
idi"
[939].
Âlimlerin çoğunluğu,
Hz. Âişe'nin rivayet ettiği bu hadisin, âyeti-kerimeyi takyid ve beyan ettiğini
kabul ederek mahremiik doğuran emmede beş emmeyi şart koşmuşlardır.
Hanefîler ve onlarla
aynı görüşte olan Mâlikîler ise, sayının şart olmadığını, emmenin azmin da
çoğunun da mahremiik doğurduğunu kabul etmişlerdir. Nitekim Zeylaî bu âyetle
ilgili olarak şöyle demektedir:
Allah, bu âyette
mahremliği, sayı ile kayıtlamaksızın emme fiiline bağlamıştır. Bu durumda onu
bir sayı ile kayıtlamak nassa ziyade yapmak olur ki, o da nesihtir
[940].
İleride Mâlik'in bu
konudaki görüşü ve bakışı, kendisinden öncekilerin görüşlerine dayanmakla
birlikte, sayı şart koşmamada Hanefîlere muvafakat edişi hakkında geniş bilgi
verilecektir
[941]. Hanefîlere gelince,
onlar -kendilerine göre- Kur'an'ın umumî lafzını tahsis etme gücü bulunmadığı
için, bu hadisle amel etmemişlerdir.
Şafiî, Âişe hadisi ile
amel etmeyenleri tenkit konusuna geniş yer vermiş ve Kur'an nassına ziyade
olduğu halde amel ettikleri bazı örnekleri onların karşısına çıkarmıştır.
Nitekim, sirkat âyeti bütün hırsızları kapsamasına rağmen, Hanefîlerin,
sünnete dayanarak buradaki el kesmenin sadece bazı hırsızları kapsadığını ileri
sürdüklerini örnek vermiştir
[942].
Sünneti Kur'an'a
arzetme ölçüsünden doğan üçüncü sonuç nesihtir. Ancak, bu noktada neshin
tarifinden, geçmiş âlimlerin onunla neyi kasdettiklerinden ve nesih ile tahsis
arasındaki farktan kısaca bahsetmemiz yerinde olacaktır.
Nesih sözlükte,
giderme ve nakletme; dinî bir terim olarak ise, din koyucunun daha sonraki bir
dinî delil ile şer'î bir hükmü kaldırması anlamına gelmektedir
[943].
Gerçekte nesheden Allah'tır. Hükmün kaldırıldığına delalet eden hitabı ise
neshetmedir. Bu hitaba nasih (nesheden) denilmesi ise mecazdır
[944].
Nesih, ilk dönem
âlimleri nezdinde usulcülerin anladığından daha geniş bir mâna içermekteydi.
Zira onlar dinî bir hükmün daha sonraki dinî bir delille kaldırılmasına nesih
dedikleri gibi, mutlakın takyid edilmesine, umumun bitişik veya ayrı bir delil
ile tahsis edilmesine, mübhem ve müclemin beyan edilmesine de nesih adını
veriyorlardı
[945]. Daha sonra Şafiî gelmiş
neshi, zikrettiği delil ve misallerle açıklamış, onu belirsiz bir şekilde
içinde bulunduğu o geniş kullanımlardan ayırmış; tahsis ve takyidin nasdan
murat edilen mâna ile igili olduğunu, neshin ise, nassın mevcut olan bir hükmü
kaldırması mânasına geldiğini söylemiştir
[946].
a. Şafiî, Allah'ın insanlara emretmesi sebebiyle
sünnetin, uyulması gerekli bir şey olduğunu kabul etmekle birlikte, Kur'an'ı
ancak Kur'an'ın neshedeceğini ve sünnetin onu neshedemeyeceğini, sünnetin ancak
mücmel âyetlerin mânâsını tefsir edeceğini kabul etmektedir. Zira Yüce Allah,
"Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman
bize kavuşmayı beklemeyenler: Ya bundan başka bir Kur'an getir veya bunu
değiştir! dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey
değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem
elbette büyük günün azabından korkarım"
[947]
buyurarak Peygamber'ine kendisi vahyettiği âyetlere tabi olmayı farz kıldığını
ve ona, âyetleri kendiliğinden değiştirme yetkisi vermediğini haber vermektedir.
Bu âyette geçen "Onu kendiliğimden
değiştirmem benim için olacak şey değildir" ibaresi, âyeti ancak
âyetin neshedeceği, Allah'ın dilediğini farz kıldığı gibi dilediğini de
kaldıracağı, yarattığı hiçbir kimsenin bu konuda bir yetkisi olmadığı tarzında
ifade ettiğimiz anlayışı dile getirmektedir.
Şafiî'nin bu
ifadelerinden, onun Kur'an'ın sünnetle neshedilmesine, sünnetin Kur'an'dan daha
aşağı mertebede olduğu veya onun gibi kesin olarak sabit olmadığı tarzında
düşündüğü için değil, aksine onu neshetmenin de O'na ait olduğu ve O'nun
kelamını O'ndan başkasının neshedemeyeceği için karşı çıktığı anlaşılmaktadır.
Nitekim o, bu görüşünü "Allah'ın kitabında buna delalet vardır. Zira Allah
"Biz bir âyetin hükmünü yürürlükten
kaldırır veya onu unutturursak mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz.
Bilmez misiniz ki Allah her şeye kadirdır"
[948]
buyurmuştur. Bu âyette Allah Kur'an'ın neshedilmesi ve indirmeyi te'hirinin
ancak Kur'an ile olacağını bildirmektedir
[949].
Ayrıca Şafiî şöyle
demektedir:
Sünnet Kur'an'ın
Kur'an'ı neshettiğini açıklar. Çünkü nesih, Kur'an'ın bir nevi açıklaması
olduğu gibi, sünnet de Kur'an'ın açıklamasıdır
[950].
Fadl b. Ziyad'ın
naklettiğine göre, Ahmed b. Hanbel Şafiî'nin bu görüşüne iştirak etmektedir
[951].
Hatta Mecdüddin b. Teymiyye, dinen Kur’an'ın sünnet ile neshedilmesi caiz
olmadığı gibi, böyle bir şey vaki de olmamıştır"
[952]
derken, Takiyyüddin b. Teymiyye, "Bize göre sünnet Kur'an'ı neshetmez,
ancak tahsis ve beyan eder"
[953]
demektedir.
Şafiî ve bu hususta onun gibi düşünenler, sünnetin Kur'an'ı neshetmemesi hususunda mütevatir, meşhur ve âhâd hadis ayırımına gitmeksizin hepsini bir tutmaktadırlar.
b. Fukaha, Eş'arî ve Mu'tezile kelâmcılarının çoğunluğu
ve Şafiîler'in muhakkıklarına göre, Kur'an mütevatir veya meşhur sünnet ile
neshedilebilir
[954].
c. İbn Hazm ise, Kur'an'ın mütevatir meşhur ve âhâd
hadis ile neshedilebileceğini kabul ederek şöyle demektedir: Bize göre tevatür
yoluyla rivayet edilen sünnet ile âhâd sünnet birdir. Bunların hepsi de
birbirini ve Kur'an âyetlerini neshettikleri gibi, âyetler de bunları nesheder
[955].
Bu ifadelerden İbn
Hazm'ın, Kur'an'ın mütevatir veya meşhur hadis ile neshedilmesi konusunda
âlimlerin çoğunluğu gibi düşündüğü, âhâd hadis ile neshi konusunda ise onlardan
ayrıldığı anlaşılmaktadır. Çünkü ona göre adalet sahibi bir kimsenin
Resûlullah'a kadar varan muttasıl bir senedle dinin ahkamı ile ilgili olarak
verdiği bir haber, kesin bilgi ifade eder. Böyle bir durumda, yalan ve yanlış
anlama söz konusu olamaz
[956].
İbn Hazm'a göre,
Kur'an gibi haber-i vahid de sübutu açısından kat'îdir. Bu sebeple de onunla
Kur'an'ı ve Kur'an ile onu neshetmeye bir mani yoktur. O, bu konuda -ileride
açıklayacağımız üzere- abdestte ayakları meshetmenin neshedilmeşini örnek
olarak vermektedir.
Âlimler Şafiî'nin
Kur'an'ın sünnet ile neshedilmeyeceği tarzındaki görüşünü red, kullandığı
delilleri de tenkit etmişlerdir
[957].
Kur'an'ın mütevatir
veya meşhur sünnet ile neshedilebileceğini kabul eden fukahanın çoğunluğu,
bazı hadislerin Kur'an ile sabit olan hükümleri neshedip etmediği hususunda
ihtilaf etmişlerdir. Neshi kabul edenler bu hadislerin meşhur olduğunu ve
Kur'an'ı neshedebileceğini söylemektedirler.
Burada meşhur olmaktan
maksat, hadisin sadr-ı evvel diye ifade edilen ve ResûIullah tarafından övülen
ilk üç kuşak zamanında meşhur olmasıdır. Ondan sonraki dönemde meşhur olmanın
ise herhangi bir değeri yoktur. Zira
bundan sonraki dönemde insanlar arasında aslı olmayan nice hadisler meşhur
olmuştur.
Neshin ve bu konuda
etkili olan hadisin meşhur olmasının zamanı geçtiği ve hadisler tedvin edilip
korumaya alındığına göre, şu anda yapılması en doğru olan şey, sünnet ile
Kur'an'ın neshedildiği söylenen hükümlerini araştırmak olmalıdır. Bu hususta
Ali Hasbullah şöyle demektedir:
Bu konuda araştırma
yapan kimse, Kur'an'ın âminini tahsis, mutlakını takyid ve mücmelini beyan eden
bazı hadisler bulsa bile, sadece sünnet ile neshedilmiş bir Kur'an âyetini
neredeyse bulamaz
[958].
Bu sözler, Kur'an'ın
sadece sünnet ile neshedilmiş olduğu yerlerin az olduğunu ifade etmektedir.
Zira müellif, "azlık" anlamı taşıyan "neredeyse" (kade)
fiilini kullanmıştır. Bu "az" içinde meşhur hadislerin payının ne
olduğu ise bilinmemektedir.
Kur'an'ın sünnet ile
neshedildiği söylenen âyetlerinden biri vasiyyet âyetidir. Şöyle ki:
Cenab-ı Allah:
"Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır
bırakacaksa anaya, babaya yakınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek Allah'tan
korkanlar üzerine bir borçtur"
[959]
buyurmuştur. Kur'an'ın sünnet ile neshedilebilceğini kabul edenler, "Allah her hak sahibine hakkını vermiştir.
Onun için mirasçıya vasiyet yoktur"
[960]
anlamındaki hadisin bu âyeti neshettiğini söylemişlerdir. Bu hadisi Buhârî ve
Müslim'de bulunmamasına rağmen Ebu Dâvûd ve sünen müellifleri rivayet etmiş ve
onun âyeti neshettiğini ileri sürmüşlerdir. Ancak âyetin bu şekilde neshedilmesi
konusunda itirazlar da vardır. Söz gelimi söz konusu neshin bu hadisle değil,
miras âyeti ile olduğu söylenmektedir. Nitekim rivayete'göre İbn Abbas, bu
âyeti okumuş ve "Miras âyeti neshedinceye kadar vasiyet farz idi"
[961]
demiştir.
Görüldüğü üzere âlimler bu hadisin âyeti neshettiğini ittifakla kabul etmiş değildirler. Eğer İbn Abbas'tan nakledilen görüş sahih ise, bu konu Kur'an'ın sünnet ile neshi babından değil, Kur'an'ın yine Kur'an ile neshi kabilinden olur, ki bu durumda hadis de o neshi beyan etmiş olur.
Kur'an'ın sünnet ile
neshedildiği ileri sürülen âyetlerden biri de azı dişi olan hayvan etinin haram
olduğunu bildiren âyettir. Yüce Allah:
"De ki: Bana vahyolunanda...dan başka,
kimseye haram kılınmış yiyecek bir şey bulamıyorum..."
[962]
buyurmaktadır. Ebu Sa'Iebe el-Haşenî'nin rivayetine göre ise, "ResûIullah
hayvanlardan azı dişi olanların yenmesini yasaklamıştır"
[963]. Bu
hadisle amel eden cumhur-i ulema, onun âyeti neshettiğini söylemiş, buna da
sadece bu yasaklamayı "kerih görme" anlamına hamleden bazı
Mâlikîlerden başka kimse itiraz etmemiştir. Ancak Muvatta'dâ ifade edildiği
üzere, İmam Mâlik de cumhur gibi düşünmektedir
[964].
Ayakları
meshetmenin onları yıkama ile neshi:
İbn Hazm, Kur'an'ın sünnet ile neshine abdest âyetini örnek vererek şöyle
demektedir:
Âyet, ayakların
meshedilmesini bildirmiş, "Ateşten
dolayı küçük topuk ve ayak sinirlerine yazık"
[965]
anlamındaki hadis ise onu neshederek yerine yıkamayı getirmiştir. Nitekim İbn
Abbas da, "Kur'an, meshi buyurmuştur" demektedir.
İbn Hazm devamla şöyle
demektedir:
Âyet, ister tarzında
üstün olarak, isterse şeklinde esre ile okunsun, her iki durumda da kelime
meshi emredilen " kelimesine atfedilmiştir. Çünkü Arap gramerine göre
atfedilen ile kendisine atfedilen kelime arasına onunla ilgili olmayan başka
bir haberin girmesi mümkün değildir. Aksi halde bu, bir açıklama değil,
karışıklık çıkarma, yanıltma ve saptırma olur. Çünkü Amr'a da vurduğunuzu
kasdederek "Muhammed'e ve Zeyd'e vurdum, Halid'e uğradım ve Amr'a"
diyemezsiniz
[966].
Sünnetin Kur'an ile
neshedilmesine gelince, âlimlerin çoğu bunu kabul etmiştir. Aynı görüşe katılan
Şafiî ise, bunun olabilmesi için ayrıca neshi bildiren bir başka hadisin
bulunmasını şart koşmuştur. Şafiî sünnetin Kur'an ile neshedilip
edilmeyeceğine dair bir soruya verdiği cevapta, ileri sürdüğü bu şarta ilişkin
şöyle bir gerekçeden bahsetmektedir:
Sünnet Kur'an ile
neshedilecek olursa, bir şeyin ancak kendi misliyle nesholunacağı tarzında bir
kaide bulunduğu için, birinci sünnetin mensuh olduğunu bildiren bir başka
sünnet bulunması gerekir
[967].
Ancak, Şafiî'nin
"bir başka sünnet" şeklindeki ifadesinden, burada neshedenin Kur'an
değil, öbür sünnet olduğu anlaşılmaktadır. "Bir şeyin ancak kendi misli
ile nesholunacağı" tarzındaki ifadesi de aynı hususu te'yid etmekledir.
Buna göre Şafiî'nin sünnetin Kur'an ile neshedilmesini caiz görmediği
söylenebilir.
Ancak kanaatimiz odur
ki, eğer Şâfıî sünnetin Kur'an ile neshini caiz görmeseydi, bu husustaki soruyu
yadırgayacak ve Kur'an'ın sünnet ile neshine açıkça karşı çıktığı gibi, böyle bir
şeyin caiz olmadığını da söyleyecekti. Halbuki o, bizzat Resûlullah'ın nesneden
sünneti açıklaması şartıyla bunun caiz olduğunu ifade eden bir cevap vermiştir.
Bu durumda ise, daha sonraki sünneti olduğu gibi, Kur'an'ı da nasih olarak
kabul etmek mümkündür.
Burada Şafiî'nin,
sünnetin bazı Kur'an âyetleriyle neshedilmiş olması endişesiyle böyle bir şart
ileri sürmesi, onun isabetli olduğu ve uzak görüşlülüğüne delalet etmektedir.
Zira eğer Resûlullah o neshi beyan etmeyecek olsa, nesheden bir sünnet
nakledilmediği halde "Resûlullah bir sünnet ortaya koydu, sonra onu Kur'an
neshetti" denilecektir. Meselâ, zina eden evli kimsenin recmedilmesî
konusundaki sünnetin "Zina eden
erkek ve kadından her birine yüz celde vurunuz"
[968]
âyetiyle neshedilmiş olma ihtimalinden söz edilecektir
[969].
Neticede bazıları, sünnetin bazı âyetlere aykırı olmasını, onun neshedilmiş
olmasına bir delil olarak ileri sürebilecek, nerede âyete aykırı herhangi bir
sünnet görse, onun âyetle mensuh olduğuna hükmedecektir.
Sünnetin Kur'an ile neshine dair pek çok misal verilebilir. En meşhurları ise şunlardır:
Kıblenin
değiştirilmesi: Müslümanlar,
"Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu görüyoruz. İşte şimdi
seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram
tarafına çevir..."[970]
âyeti nazil oluncaya kadar Resûlullah'ın emrine dayanarak namazlarında Kudüs'e
dönüyorlardı
[971].
Aşure orucu: Hz. Âişe'den şöyle dediği rivayet edilmektedir:
Kureyş, cahiliyyet
döneminde Aşure günü oruç tutardı. Resûlullah Medine'ye gelince bu günde oruç
tuttu ve müslümanların da oruç tutmalarını emretti. Sonra Allah Ramazan
orucunu farz kılınca Resûlullah Aşûre orucunu terk etti. Bunun üzerine dileyen
o günde oruç tuttu, dileyen de tutmadı
[972].
Daha önce Hanefîlerin,
âmmı tahsis eden delilin tahsis edilen kuvvetinde, müstakil ve bitişik onunla
birlikte olmasını şart koştuklarını, bitişik olmadığı zaman bunun bir tahsis
değil, nesih olacağını kabul ettiklerini, keza mutlak bir lafzı takyid eden
delilin de mutlak olan kuvvetinde olmasının şart olduğunu benimsemediklerini
ifade etmiş bulunuyoruz.
Burada konuyu daha
fazla açıklığa kavuşturmak için müstakil olarak ele almayı ve bazı misaller
vermeyi uygun buluyoruz. Zira ileride açıkça görüleceği üzere, bu konu âhâd
hadisleri reddetmenin bir sonucu olarak -cumhur ile Hanelîler arasında- en çok
tartışılan konulardan biridir.
Nassa ziyade ya
müstakil veya bir başkası ile ilgili olur. Eğer müstakil olursa, ya zekatın
farz olduğunu namaza ziyade etme örneğinde olduğu gibi birinciden ayrı bir
cinsten olur -ki bu durumda ihtilafsız nesih söz konusu olmaz- veya namazın beş
vakit namaza ziyadesi gibi birincinin cinsinden olur. Bu durumda ise bazı
Iraklılar nesih olacağını ileri sürmüş olmakla birlikte, cumhura göre nesih
söz konusu değildir.
Nassa ziyade şayet bir
cüzü, şartı veya mefhum-i muhalefeti kaldıran bir şeyi ziyade etmek gibi bir
başkası ile ilgili olursa, bu fukaha arasında aşağıda temas edeceğimiz
ihtilafların meydana geldiği bir ziyade olur
[973].
Mâlikî, Şafiî ve
Hanbelîlere göre ziyade, kesinlikle nesih değildir. Çünkü onda neshin mânası
bulunmamaktadır. Zira nesih bir hükmü değiştirme ve kaldırma anlamını
taşırken; ziyade, meşru bir hükmü pekiştirme ve ona başka bir şey ilave etme
mânasına gelir. Bu, bir nevi namaza emirden sonra oruca da emretmeye
benzemektedir. Nitekim meselâ zina edene verilecek olan celde cezasına sürgünü
ilave etmenin, celdeyi bir emir olmaktan çıkarmadığı, aksine ilaveden önce
olduğu gibi, ondan sonra da farz; sürgünün ise bir hükme bir başka hüküm ilave
etmek olduğu herkesçe bilinmektedir
[974].
Hanefilere göre ise,
nassa ziyade ister sebepte, isterse hükümde olsun şeklen beyan, manen
nesihtir. Çünkü nesih, bir hükmün sona erdiğini beyan etmektir. Bu mâna ise
nassa ziyadede de mevcuttur. O halde o da nesihtir[975].
Bu konuda burada tek
tek saymamız uygun olmayan daha birçok görüş vardır. Arzu edenler, usul
kitaplarına müracaat edebilirler
[976].
Bu iki görüş
arasındaki farklılığın sonucu, birinci lafız (delil) olan asıl, kat'î olduğu
zaman ortaya çıkmaktadır. Şayet bu durumda ziyadenin bir nesih olduğuna
hükmedilecek olursa kat'î ancak kendisi gibi kat'î bir delil ile
neshedilebileceği için, Kur'an veya mütevatir sünnette bulunan bir nassa
haber-i vahid ile ziyade yapmak caiz olmayacaktır. Yok eğer nassa ziyadenin
nesih olmadığına hükmedilecek olursa, sünnette varid olan Kur'an âyetine ilave
edileceği için, haber-i vahid ile Kur'an'a ziyade yapmamız mümkün olmaktadır.
Âlimler, Hanefîlerin
bu konudaki görüşlerini tenkit etmiş, kendisine dayanarak bazı hadisleri
reddettikleri bu prensiplerini çürütmüşler; onların benzeri ve hatta daha aşağı
durumdaki hadislerle amel edip Kur'an'a ziyade yaptıkları gibi, bu konudaki
hadislerle amel etmelerinin de gerekli olduğunu söylemişlerdir.
Nitekim İbn Kayyım bu
konuda şöyle demektedir:
Bize kabul ettiğiniz
sahih sünnet ile reddettiğiniz sünnet arasındaki farkı söylemelisiniz. Kur'an'a
ziyade dahi olsa, sahih sünnetin tümünü ya kabul etmeli veya reddetmelisiniz.
Dilediğinizi kabul edip dilediğinizi reddetmek tarzındaki keyfî davranışınız
Allah ve Resûlü'nün izin verdiği bir davranış değildir
[977].
Hanefîlerin bu
konudaki görüşlerini geniş bir şekilde tenkit edenlerden biri olan İbn Kayyim,
İ'lâmü'l-muvakkiin adlı eserinde zikrettiği elliden fazla delille onların bu
görüşlerini temelinden çürütmüş, sahihtik açısından daha aşağı durumda hatta
aslı olmayan birtakım hadislerle amel ettikleri gibi terkettikleri hadislerle
de amel etmeleri gerektiğini savunmuştur
[978].
İbn Kayyim'in bu
konuda ileri sürdüğü görüşlerden bazıları şunlardır:
Hz. Peygamber'in
beyanları birkaç kısımdır:
Birincisi hafi
(kapalı) olan Kur'an lafızlarını kendi lisanıyla açıklamak; ikincisi kendisine
vahyedilenin mânasını ihtiyacı olanlara beyan ve tefsir etmektir.
"... İmanlarına herhangi bir zulüm
karıştırmayanlar..."
[979]
âyetinde zikredilen zulüm kelimesinin şirk koşmak olduğunu beyan etmesi
gibi... Onuncusu Kur'an'ın bir şeyin farz, haram veya mubah olduğuna hükmetmesi
ve bu hüküm için de birtakım şart, mani, kayıt, özel vakit, hâl ve evsafın
bulunması ve Cenab-ı Allah'ın bunları açıklamayı Resûlüne bırakmış olması.
"...Bunlardan başkası...size helâl kılındı..."
[980]
âyetinde olduğu gibi. Nitekim buradaki helâl olma nikâh şartına, manilerin
bulunmaması, vakit ve ehliyetin söz konusu olmasına bağlıdır. Bu durumda sünnet
bunları açıkladığı zaman, hiçbiri âyetin görünen mutlaklığını kaldırsa da,
nassa 'ziyâde ve dolayısıyla nesih olmaz
[981].
İbn Kayyım bu konudaki
sözlerine şöyle devam etmektedir:
Nassa ziyadeye nesih
adını vermeniz, sizin kendi koyduğunuz bir terimdir. Burada neshi ziyade
içinde mütalaa ederek yeni bir terim konulması ise nasların hükümlerini
kaldıramaz. Allah ve Resulü nerede buna nesih demiştir? Resûlullah nerede:
"Benim hadisim
size Kur'an'ı ziyade tarzında gelecek olursa, onu reddedin, kabul etmeyin.
Çünkü o, Allah'ın Kitabı'nı nesih olur" demiştir. Allah nerede:
"Peygamberim size
Kur'an’a zaid bir söz söylerse, onu kabul ve onunla amel etmeyin,
reddedin" demiştir. Kur'an'dan herhangi bir delil olmadığı halde sizin ve
atalarınızın koduğu prepsiplerle Resûlullah'ın sünnetini reddetmek nasıl caiz
olur?
Keza nesihte, nâsih
ile mensûh birbirine zıt olup bir arada bulunmalarının imkansız olması gerekir.
Nassa ziyadede ise, ziyade olan, olunana zıt olmadığı gibi, birlikte
bulunmaları da imkânsız değildir
[982].
Zira ziyade olan da olunan da ayrı ayrı deliller olup kendi hükümlerini
müstakil olarak ifade etmektedirler. Ziyadedeki iki delil ile de amel etmek mümkündür.
Bu sebeple birini kaldırıp öteki ile amel etmek, biriyle öbürü arasında
çatışma çıkarmak caiz değildir. Zira Allah katından gelen her şey, tabii olup
kendisiyle amel edilmesi farz olan, ortadan kaldırılıp iptal edilmesi caiz
olmayan bir hakikattir. Meğer ki, Yüce Allah ve Resulü aralarını cem'etmek
mümkün olmayan diğerini neshedici bir başka nas buyurmuş olsunlar. Bu konuda
ise böyle bir durum söz konusu değildir. Çünkü her iki delil ile de amel etmek
mümkün olup aralarında herhangi bir tearruz ve zıtlıktan bahsedilemez. Hal
böyle olduğuna göre bizim Allah ve Resûlü'nün ortadan kaldırdıkları bir şeyi
kabul etmemiz mümkün olmadığı gibi, buyurdukları bir şeyi orfadan kaldırmanız
da mümkün değildir
[983].
İbn Kayyım keza şöyle
demektedir:
Siz koymuş olduğunuz
bu prensibe herkesten önce kendiniz aykırı davrandınız. Zira siz, hurma şırası
ile abdest almaya dair hadisi kabul ediyorsunuz. Halbuki o haber, Allah'ın
kitabına bir ziyade olup onun hükmünü değiştirmektedir. Zira Yüce Allah, su
bulamayan kimsenin teyemmüm etmesini emretmiştir. Hadis ise, bu durumdaki
kişinin şira ile abdest almasını öngörmektedir. Dolayısıyla, -aslı olmayan
böyle bir hadis ile nassa yapılan bu ziyade, dinî bir hükmü kaldırdığı halde
ona bitişik (onunla birlikte) ve ona denk bir güçte de değildir[984].
Keza siz haber-i vahide dayanarak bir kadınla halası ve teyzesini bir arada nikâhlı tutmanın haram olduğuna muvafakat ediyorsunuz. Halbuki bu nesih olmadığı halde kesinlikle Allah'ın kitabına bir ziyadedir. Aynı şeyi şahit ve yemin ile hükmetme ve sürgün ile ilgili hadiste de yapıp onu da nesih olarak kabul etmemeli değil miydiniz? Sizin birinci mesele için söyleyeceğiniz her şeyi, muhalifleriniz bu konuda harfi harfine size karşı bir delil olarak ileri süreceklerdir [985].
İbn Kayyim bu etkili üslûbu ile, Hanefîlerin dayandıkları bütün delilleri reddetmekte ve bunu en açık ve en güçlü bir ibare ile geniş bir şekilde izah etmektedir.
Bu kapsama giren ve
haber-i vahid ile nassa ziyade olarak kabul edilebilen meselelerin çoğunu
derledik
[986] ve bunların şu üç grupta
toplandıklarını gördük:
Birinci grup: Hanefîlerin sahih haber ile amel etmek suretiyle cumhura
muvafakat ettikleri meseleler. Bu haberler, aslında nassa ziyade oldukları
halde, Hanefîler, her iki nas ile de amel etmiş ve burada bir nesih olduğunu
söylememişlerdir.
İkinci grup: Hanefîlerin aslında kendi prensipleriyle
reddettikleri hadislerden daha zayıf olan birtakım haberleri nassa ziyade
olarak kabul ettikleri meseleler.
Üçüncü grup: Hanefîlerin, kendisiyle amel ettiklerinden daha güçlü
olmasına rağmen, Resûlullah'ın söylediği sabit olan birtakım sahih hadisleri
reddettikleri meseleler.
Birinci Gruba Misaller:
1. Kadının, kendi hala ve teyzesi üzerine
nikâhlanmasının haram olması.
2. Azı dişi olan yırtıcı hayvanların etinin haram
olması.
3. Mest üzerine meshetmenin caiz olması.
4. Mecusîlerden cizye alınması.
5. Akrabanın diyet ödemesi.
6. Kişinin kendi evladını öldürmekten dolayı kısasa
mahkum olmaması.
7. Kocası ölen kadının, kendi evinde iddet beklemesi.
8. Üçüncü defada hırsızın ayağının kesilmesi.
9. Hırsızlıkta nisabın şart olması.
10. Çok dahi olsa, meyve çalmada elin kesilmemesi.
11. İyileşmeden önce yaralamadan dolayı kısasın
yapılmasının yasaklanması.
12. Emme konusunda bir tek kadının şahitliği.
13. Nesepten dolayı mahrem olanların emmeden dolayı da
mahrum olmaları.
14. Şuf'a.
15. Ninenin mirası.
16. Oğul kızının kızla beraber altıda bir miras alması.
17. Hayızlı kadının namaz ve oruçtan menedilmesi.
18. Ramazan'da gündüzleyin cinsel ilişkide bulunanın
keffaretle mükellef olması.
19. Mukîmlikte rehin.
20. Nikâhlı iken azat edilen cariyenin muhayyer olması.
21. Nikâhta şahitlik.
22. Esir kadının bir hayızla temizlenmesi.
23. Şart muhayyerliği.
24. Yaş ve vücudun gelişmesi ile baliğ olma.
25. Çocuğun velayet hakkı ile ilgili hadisler.
26. Kaparo ile satmak.
27. Döl hayvanının sütü.
28. Savaşta birini öldürenin, onun üzerinden çıkan eşyayı
hak etmesi.
29. Nimetin külfet mukabili olması.
30. Tavaf için temizliğin gerekmesi.
31. Kocası ölen kadının zineti terk etmesi.
32. Katil, kafir ve kölenin varis olmamaları.
İkinci Gruba
Misaller:
1. Vitrin vacip olması.
2. Namazda sesli gülmekle abdestin bozulması.
3. Savaşta elin kesilmemesi.
4. Şira ile abdest almak.
5. Gusülde ağız ve buruna su almak.
6.
Kısasın ancak kılıç ile yapılması.
7. Ancak büyük camide cuma namazının kılınabileceği.
8. Kenara vurmuş ölü balığın haram olması.
9. Cariyenin iddetinin iki hayız, talakının da iki kez
olması.
10. On dirhemden az hırsızlıkta el kesmenin olmaması.
11. Darü'l-harpte had cezalarının tatbik edilmemesi.
12. Üç günden az olan yolculuk halinde kişinin orucunu
yiyememesi (hadis ve kıyasla).
13. Mihrin en azının on dirhem olması (kıyasla).
14. Cariyenin varlıklı ve zina tehlikesi olmayan biriyle
evlenmesi (kıyasla).
Üçüncü Gruba
Misaller:
1. Bir şahit ve yeminle hüküm verme.
2. Sürgünle birlikte celde cezası verme.
3. Erkeğin cinsel organına dokunması.
4. Muhayyerlikli alışveriş.
5. Musarrat.
6. Kesin olarak boşanmış kadının nafakası.
7. Müslümanın katır karşılığında öldürülmemesi.
8. Velisiz nikâhın caiz olmaması.
9. Öldürülen kişinin akrabalarının diyet ile kısas
arasında muhayyer olmaları.
10. Caninin Kabe ve civarına sığınması.
11. Rükû' ve secdede ta'dil-i erkân.
12. Namazda fatiha okumak.
13. Namazda tekbir ve selam.
14. Abdest ve gusülde niyyet.
15. Abdest alırken peşpeşelik.
16. Abdest alırken buruna su almak.
17. Deve eti yemekle abdestin bozulması.
18. Sarık üzerine meshetmek.
19. Çorap üzerine meshetmek.
20. Mahremlik doğuran emme sayısı.
21. Ölen biri için oruç tutmak ve haccetmek.
22. Boşama şartıyla hulte yapılması.
23. Birden fazla evlilikte yeni eşin bakire olması
halinde ilk yedi günün ona ayrılması.
24. Denizde ölen hayvan.
25. At etinin helâl olması.
26. Azad etmenin mihir olması.
27. Malını iflas eden kişinin yanında bulan kimsenin
durumu.
28. Boğazlarken kasden besmele çekilmeyen hayvan etinin
helal olması.
29. Tavafta temizliğin gerekliliği.
Nassa (Kur'an'a)
ziyade olup olmamak bakımından üzerinde ittifak ve ihtilaf edilen en meşhur
hadisleri zikrettikten sonra, kendisiyle amel etme hususunda herkesin ittifak
ettiği birinci gruptaki hadislerin hepsinin kuvvet bakımından aynı derecede
olmadıklarını söylemeliyiz. Zira içlerinde sahih hadisler olduğu gibi,
hasenler de vardır. Ancak o hadislerle amel etme konusunda âlimlerin ittifak
etmiş olması, o hadislerin kuvvetini arttırmıştır.
Hanefi'lerin nassa ziyade olmamaları için reddettikleri hadislere gelince, onlar arasında isnadının gücü ve ravisinin çokluğu bakımından, bütün âlimlerin nassa ziyade olduğunu kabul ettikleri hadislerden daha sahih olanların bulunduğun ifade etmeliyiz. Misal olarak, namazda fatiha okumanın farz olduğunu ifade eden hadisin, nimetin külfet mukabili olduğunu bildiren veya esir kadının temizlenmesini anlatan hadisten daha güçlü olduğu hususunda hiç kimse şüphe etmemektedir. Bu iki rivayet ise bütün âlimlerin kendisiyle amel etme konusunda ittifak ettikleri hadislerdir.
Hanefîler, nassa
ziyade olduğu halde o hadislerle amel edilmesini kabul ettiklerine göre, kuvvet
ve sahihlik bakımından onlardan daha aşağı olmayan hadislerle de amel etmeleri
gerekir. Binaenaleyh, hiçbir delil olmaksızın bir hadisle amel edip onun
benzeri olan bir başka hadisi terk etmeye hakları yoktur. Hatta İbn Kayyim'in
de dediği gibi, Hanefîlerin bu davranışları keyfi bir davranıştır.
Hepsi de zayıf olan
ikinci gruptaki hadislerle amel etmelerine gelince, bu davranışları onların
çelişkilerini ortaya koyan en kuvvetli delildir. Zira bir taraftan delil
olamayacak zayıf hadislerle nassa ziyade yaptıkları halde, öbür taraftan nassa
ziyade edilemeyecek âhâd hadis olduğunu iddia ederek sahih hadisi
reddetmektedirler.
Aşağıda, onların
reddettikleri hadislerin gücünü ve amel ettiklerinin de zayıflığını göstermek
için amel ettikleri ikinci gruptan hadislerle reddettikleri üçüncü gruptan
bazı hadisler arasında bir karşılaştırma yapacağız:
[987]
Fatiha okuma: Hz. Peygamber, Buhârî, Müslim
[988],
Ebu Avane ve Beyhakî'nin
[989]
rivayetlerine göre:
"Namazda Fatiha okumayanın namazı olmaz" buyurmuş, Dârekutnî'nin sahih olduğunu
belirttiği bir rivayete göre de:
"Kişinin içinde Fatiha okumadığı namaz tam
olmaz"
[990] demiştir.
Resûlullah bir başka
hadiste "Kişinin Fatiha okumadan
kıldığı namaz eksiktir "[991]
buyurup bunu üç defa tekrarlarken diğer bir hadiste Allah'ın şöyle buyurduğunu
haber vermiştir:
“Namazı benimle kulum arasında ikiye böldüm. Namazın yarısı bana,
yarısı da kuluma aittir. Kuluma istediği vardır..." Müslim ve Ebu
Avane'nin rivayetine göre bu hadiste zikredilen namazdan maksat Fatiha'dır
[992].
Öte yandan Sehmî'ye
göre Cabir hadisi de bu anlamı doğrular mahiyettedir
[993].
Keza Peygamber
Efendimiz, Buhârî'nin sahih bir senedle Cüz'ü'l-kırae halfe'l-imam adlı
risalesinde rivayet ettiği bir hadiste "namazını erkanına uygun olarak kılmayan bir zata onda Fatiha okumasını
emretmiştir"
[994].
Şalenefnin Ebu Saîd
el-Hudrî'den rivayetinde ise Hz. Peygamber "Her rek'atta Fatiha okumayan kimsenin namazı olmaz"
[995]
buyurmuştur. ' .
Buhârî, Müslim ve
diğer hadis kitaplarında sahih senedlerle rivayet edilmiş olan ve herhangi bir
şüpheden uzak bulunan bu hadisler, Hanefîleri "... Artık Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun..."
[996]
âyetindeki âm lafzı tahsis etmeye ikna edememiştir. Zira aksi halde onlara göre
bu, nassa ziyade olacaktır. Nassa ziyade ise, nesih olup haber-i vahid ile yapılması
caiz değildir. Haneliler, bu tutumlarının sonucu olarak "Ebu Hanife'ye
göre namazda okunması zorunlu cianın en azından bir âyet" olduğunu
söylemiş
[997] bu konudaki hadisleri
namazda Fatiha okumanın farz olması değil, vacip olması seklinde
yorumlamışlardır.
Mihrin en azı: Cabir b. Abdullah'ın bir rivayetine göre Resûlullah
şöyle buyurmuştur:
"Kadınları ancak denkleri ile evlendirin.
Onları ancak velileri evlendirsin. On dirhemden aşağı mihir olmaz".
Bu hadisin isnadında hadisi metruk biri olan Mübeşşir b. Ubeyd vardır ki,
Ahmed b. Hanbel onun hadislerinin uydurma ve yalan olduğunu söylemiştir. Ayrıca
bu hadisin isnadında bulunan Haccac b. Ertat, kendisi zayıf olup aynı zamanda
zayıf ravilerden tedlis yapan biridir. Nitekim Beyhakî de, bu hadisi rivayet
ettikten sonra "onun çok zayıf olduğunu" söylemiştir
[998].
Dârekutnî'nin Dâvûd
el-Evdî ve Şa'bî tarikiyle rivayet ettiğine göre Hz. Ali şöyle demiştir:
"On dirhemden az
olanda el kesilmez. Mihir de on dirhemden az olmaz"
[999]. İbn
Hibban bu rivayetin isnadındaki Davud el-Evdî'nin zayıf ve ric'at görüşünü
benimsemiş bir kimse olduğunu, ayrıca Şa'bî'nin de Ali'den hadis işitmediğini
söylemiştir.
Aynı hadisi Darekutnî
başka tariklerle rivayet etmiştir. Bunların birinde zayıf biri olan Cüveybir,
bir başkasında da Muhammed b. Mervan Ebu Ca'fer vardır. Zehebî bu zatın
"durumu biraz meçhul" biri olduğunu söylemektedir
[1000].
Kaldı ki bu hadis, Hz. Ali'nin sözü olup Resûlullah'a kadar ulaşmamaktadır.
Tek başına delil
olarak kullanılmaya elverişli olmayan bu zayıf hadisleri, Hanefîler, Kur'an ve
meşhur sünnete muhalif olmalarına rağmen nasıl delil olarak kullanabilir ve
onları mihrin miktarını tayin etmeyen "...beğendiğiniz kadınlarla evlenin..."
[1001]
nassına ziyade yapabilirler. Onların Kur'an'ın nassına apaçık bir ziyade olan
bu uygulamalarıyla, kendi ölçülerine göre, Kur'an'ı neshetmeleri gerekir.
Hanefi'lerin bu
hususta delil olarak kullandıkları bu zayıf hadis, ayrıca Buhârî ve Müslim'in
Sehl b. Sa'd es-Saîdi den kendisini Resûlullah'a bağışlayan bir kadınla ilgili
olarak rivayet ettikleri "Git, seni
onunla Kur'an âyetleri karşılığında evlendirdim"
[1002]
mânasındaki sahih hadisle de çelişmektedir.
Hanefîlerin delil
olarak kullanıp Kur'an'ın nassına ziyade yaptıkları bu hadis sıhhati, isnad
sayısı ve müslümanların tarih boyunca amel etmeleri bakımından Fatiha okuma
ile ilgili hadisle kıyaslanabilir mi? Aksine onu Buhârî, Müslim, sünen ve diğer
hadis kitaplarında rivayet edilen ve Kur'an'ın mihir olabileceğine delalet
eden, kendisini Resûlullah'a bağışlayan kadınla ilgili hadisle karşılaştırmak
bile mümkün değildir.
[1003]
Resûlullah
"Namazını ta'dil-i erkâna riayet etmeden kılan kişi" hadisinde:
"...Sonra ta'dil-i erkâna uygun olarak rükû yap..."
[1004],
İbn Hibban'ın Sahîh'inde rivayet ettiği bir başka hadiste "...Sonra her uzuv yerine oturuncaya kadar bekle”
[1005],
diğer bir rivayette ise,
"...Rükûa vardığın zaman, ellerini dizlerine
koy, belini uzat ve böylece rükûunu tam yap"
[1006]
buyurmuştur.
Resûlullah bir başka
hadiste:
"Rükû ve secdeyi tam yapın. Yemin olsun ki
ben, rükû ve secdeye vardığınız zaman sizi arkamda olduğunuz iken de görüyorum"
[1007]
buyurmuştur.
Ebu Ya'lâ'nın (Müsned'inde)
ve diğer bazı muhaddislerin rivayet ettiklerine göre, namaz kılarken rükûunu
yarım yapıp secdesini kuşun yem toplaması gibi eden bir kişi gören Resûlullah,
"Bu haliyle ölse Muhammed ümmetinden
başka biri olarak ölür"
[1008]
buyurmuştur.
Keza Hz. Peygamber bir
hadiste, "Rükû ve secdede belini
dümdüz yapmadıkça kişinin namazı tam olmaz"
[1009]
buyururken, başka bir hadiste:
"Ey müslümanlar! Rükû ve secdede belini düz
tutmayanın namazı olmaz"
[1010]
demiştir.
Yukarıda zikrettiğimiz
bu ta'dil-i erkan hadisleri, "...rükû
edin, secdeye kapanın..."
[1011]
âyeti ile çeliştiği veya rükû ve secdesinde ta'dil-i erkana riayet eden
kimsenin bu âyete muhalefet ettiği söylenebilir mi? Bu âyette söz konusu
hadisleri cem'edip her ikisi ile birlikte amel etmek mümkün olduğuna göre,
bunların Kur'an'a ziyade olduğu, bu ziyadenin ise nesih olduğu nasıl iddia
edilebilir?
Cariyenin iddeti: Müzahir b. Eslem'in Kasım'dan, onun da Hz. Âişe'den
rivayet ettiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur:
"Cariyenin talakı iki talak, iddeti de iki
hayızdır". Ebu Dâvûd bu hadisin ravilerinden birinin meçhul olduğunu
söylerken
[1012], Tirmizî onunla ilgili
olarak şöyle demektedir:
Bu hadis garibtir. Onu
sadece Müzahir b. Eşlem tarikiyle merfu olarak biliyoruz. Bu zatın ise, bundan
başka bir hadisi bilinmemektedir
[1013].
Öte yandan Ukaylî, Müzahir b. Eslem'in "hadisi münker" bir zat
olduğunu söylemektedir. Bu hadis hakkında Beyhakî şöyle demektedir "Bu
hadisin zayıf olduğuna şu rivayet delalet eder: Kasım b. Muhammed'e cariyenin
iddeti soruldu. Bazı kimseler iki hayız olduğunu söylüyorlar. Biz ise, Allah'ın
kitabında ve Resûlullah'ın sünnetinde böyle bir şey bilmiyoruz". Bu
sözler, hadisin merfu olarak sahih olmadığım gösterir
[1014].
Bu hadisi İbn Mâce İbn
Ömer'den, Bezzar ve Taberânî Mu'cem'-inde aynı şekilde rivayet etmekte ve
Dârekutnî, Sünen'inde rivayet ederek, "Ömer b. Şebib el-Müslî onu tek
olarak rivayet etmiştir. Bu zat, rivayeti delil olmayan zayıf bir
kimsedir" demektedir
[1015].
Hâkim, Müstedrek'inde
bu hadisin bir benzerini rivayet etmekte, ayrıca daha önce zikrettiğimiz Âişe
hadisini Ebu Asım'dan senediyle birlikte rivayet ettikten sonra Ebu Asım'ın
şöyle dediğini nakletmektedir:
"Hadisten Müzahir
b. Eslem'e bahsettim ve onu İbn Cüreyc'e rivayet ettiğin gibi bana da rivayet
et dedim. Müzahir bunun üzerine, Kasım ve İbn Abbas tarikiyle Resûlullah'tan
onun benzerini rivayet etti. Hâkim şöyle devam etmektedir:
"Müzahir b.
Eşlem, Basralı bir ravi olup eski üstadlarımızın hiçbiri onu cerhetmemişlerdir.
Dolayısıyla bu hadis sahihtir. Ancak Buhârî ve Müslim onu rivayet etmemişlerdir.
Öte yandan, İbn Abbas'tan bu hadisle çatışan bir başka hadis de rivayet
edilmiştir"
[1016].
Bize gelince, şu kadarını söyleyelim ki, Hâkim'in, hadisinin sahih olduğunu
söylediği bu Müzahir, (kendisinden rivayet eden) Ebu Asım, Yahya b. Maîn, Ebu
Hatim er-Râzî ve Buhârî'nin zayıf olduğunu söyledikleri şahıstır
[1017].
Ukaylî'nin onun hakkındaki görüşünü daha önce ifade etmiş bulunuyoruz. Âdeti
üzere, meçhul kimselerin güvenilir olduklarını söyleyen İbn Hibban'dan başka
kimse, onun güvenilir olduğunu ileri sürmemiştir. Ayrıca Hâkim'in bu hadisin
sahih olduğunu söylemesi de, onun hadislere sahih hükmü verirken gevşek
davrandığını göstermektedir.
Dârekutnî İbn
Ömer'den, Resûlullah'ın "Cariye evli
olursa, talakı iki talaktır..." buyurduğunu rivayet ettikten sonra,
İbnü'l-Mübarek'in Selim b. Salim'in yalancı olduğunu söylediğini; Yahya b.
Maîn'in ise, onun hadisinin bir değeri olmadığını bildirdiğini nakletmektedir
[1018].
Cariyenin iddeti ve talak sayısı ile ilgili bu hadislerin hiçbiri senedi sağlam olmadığı gibi hepsi de zayıf olup delil olarak kullanılmaya elverişli değildir. Buna rağmen Hanefîler nassa ziyade olduğu halde onlarla amel etmişler; öte yandan rükû ve secdede ta'dil-i erkanı şart koşan sahih hadisleri kabul etmemişlerdir. [1019]
Celde ve sürgün
cezasının bir arada verme:
Ebu
Hureyre Asif olayı ile ilgili olarak Resûlullah'ın şöyle dediğini rivayet
etmektedir:
"Yemin olsun ki,
aranızda Allah'ın kitabı ile hükmedeceğim: Koyunların ve cariyen sana geri
verilir, oğluna ise yüz celde ve bir yıl sürgün gerekir."
[1020]
Yine Ebu Hureyre'den
Resûlullah'ın, zina eden bekar bir kimse hakkında bir yıl sürgün ve had tatbik
etme ile hükmettiği rivayet edilmiştir
[1021].
Ubade b. Samit'in
naklettiğine göre ise, Resûlullah şöyle demiştir:
"Benden alın, benden alın. Allah onlara yol
gösterdi. Bekar bekarla olursa yüz celde ve bir yıl sürgündür..."
[1022].
İbnü'l-Münzir:
"Asîf olayında
Resûlullah, Allah'ın kitabına göre hükmedeceğine dair yemin ettikten sonra,
zina eden kimseye yüz celde ve bir yıl sürgün cezası verileceğini bildirmiştir.
O, Allah'ın kitabını açıklayıcıdır" demektedir
[1023].
Şevkanî ise bu konuyla
ilgili olarak şöyle demektedir:
"Netice olarak,
sürgün hadisleri, Kur'an'a ziyade olarak varid olan sünnet içerisinde
Hanefîlerce kabul edilen meşhurluk sınırını aşmışlardır. Dolayısıyla, bu bakımdan
herhangi bir bahanelerinin olması söz konusu değildir. Kaldı ki, yüksek sesle
gülmenin abdesti bozması ile şira ile abdestin caiz olmasına ilişkin hadisler
gibi Kür'an'a ziyade ve sürgün hadislerinden çok çok gerilerde olan hadislerle
amel etmişlerdir. Buradaki ziyade ise, kendisi üzerine ziyade olunanın yerine
geçme durumunda değildir ki, nesih iddiası doğru olsun
[1024].
Zira her iki delil ile de amel edilebilmekte, celde ve sürgün cezası bir arada
verilmektedir. Nesih ise, ancak cem'etme imkanının olmadığı ve her ikisi ile
birlikte amel etmek muhal olduğu zaman söz konusu olur. Konumuzda ise böyle bir
durum mevcut değildir.
Şira ile abdest
alma: İbn Mes'ud'un rivayet ettiğine
göre Cin gecesi, Resûlullah kendisine "Yanında temiz bir şey var mı? diye
sormuş, bir miktar şiradan başka bir şey olmadığını söylemiş, bunun üzerine Resûlullah,
"tatlı bir meyve ve temiz bir
su" diye buyurmuştur. Ebu Dâvûd
[1025] ve
İbn Mâce'nin
[1026]
rivayet ettikleri bu hadisi Tirmizî, "Resûlullah ondan abdest aldı"
ilavesiyle rivayet ettikten sonra onunla ilgili olarak şöyle demektedir:
Bu hadis, sadece Ebu
Zeyd'den, onun da Abdullah'tan rivayet ettiği bir isnad ile rivayet
edilmiştir. Ebu Zeyd, ehl-i hadisçe meçhul olan ve bundan başka bir hadisi
bilinmeyen bir kimsedir
[1027].
Zeylaî ulemanın bu hadisi şu üç illeti taşıması sebebiyle zayıf bulduklarını
söylemektedir:
1) Ebu
Zeyd'in meçhul biri olması.
2) Ebu
Fizare'nin, Raşid b. Keysan mı yoksa başkası mı olduğu hususunda şüphe
edilmesi.
3) İbn
Mes'ud'un Cin gecesi Resûlullah ile birlikte bulunmamış olması. Nitekim İbn
Hibban şöyle demiştir:
Ebu Zeyd, İbn
Mes'ud'dan rivayet eden bir ravi olup, ne kendisi, ne babası ve ne de memleketi
bilinmemektedir. Bu nitelikte olup da sonra sadece bir hadis rivayet eden ve
bunda da Kitap, sünnet, icma ve kıyasa ters düşen bir kimsenin rivayeti ile
kendisinden uzak durulmayı hak etmiş olur
[1028].
İbn Adiy, Buhârî'nin
bu konuda şöyle dediğini nakletmektedir:
İbn Mes'ud'dan şira
ile abdest alma hadisim rivayet eden Ebu Zeyd, meçhul bir kimse olup Abdullah
b. Mes'ud ile görüştüğünü kimse bilmemektedir. Resûlullah'ın böyle bir söz
söylediği ise doğru değildir. Zira bu rivayet, Kur'an'a aykırıdır
[1029].
Ahmed b. Hanbel
Müsned'inde bu hadisin bundan başka bir tarikini vermekte ise de, onda zayıf
biri olan Ali b. Zeyd mevcut olduğu gibi, Ebu Rafi'in İbn Mes'ud'dan hadis
işittiği vaki değildir.
Dârekutnî bu hadisi
bir başka tarik ile rivayet etmiştir. Ne var ki, onda da iki tane zayıf ravi
bulunmaktadır.
Üçüncü bir tarikte
yine meçhul bir ravi; dördüncüde ise güvenilir kimseler adına hadis uyduran
el-'İclî vardır
[1030].
Ayrıca İbn Adiy, daha önce bahsettiğimiz Ebu Zeyd'in içinde bulunduğu bir tarik
daha zikretmektedir
[1031].
İbn Mâce'nin tahriç ettiği İbn Abbas rivayetine gelince, onda da zayıf biri olan Lehia bulunmaktadır. Dârekutnî'nin kaydetmiş olduğu bir başka tarikte ise, metruk biri olan Eban b. Ebu Ayyaş ve zayıf bir zat olan Mücaa vardır.
Nitekim Dârekutnî ve
Beyhakî'nin birlikte tarhiç ettikleri diğer bir rivayette ise, Müseyyeb b. Vadih
mevcuttur. Dârekutnî bu hadisle ilgili olarak şöyle demektedir:
Müseyyeb bu hadisi
yanlış anlamıştır. Onun Resûlullah'a veya İbn Abbas'a ait olmasından ziyade
İkrime'nin sözü olması daha doğrudur
[1032].
Hanefîlerin,
kendisiyle istidlal edip Kur'an'ın zahirine muhalefet ettikleri şira ile abdest
almayla ilgili hadisin tarikleri bunlardır. Bu hadisin delil olarak
kullanılmaya müsait olmadığı tartışılmaz bir husustur. Zira, Cenab-ı Allah, su
bulamayan kimsenin teyemmüm etmesini buyurmuştur. Bu hadis ise böyle bir
durumda şira ile abdest alınmasını öngörmektedir. Bu ise sahih olmayan bir
haberle Kur'an nassına ziyade yapmaktır ki, Hanefîlerin de dedikleri gibi bu da
bir nesihtir.
Bu açıklama ile, Hanefîlerin
bu meselede bu ölçüye dayanıp sahih sünnetleri red ve delil olma niteliği
taşımayan zayıf hadislerle amel etmek suretiyle yanıldıkları açıkça
görülmektedir. Hanefîlerin bu görüşten vazgeçip Kur'an yanında sünnet ile de
amel etmelerinin kendileri için daha hayırlı olduğu kanaatindeyiz. Zira
bunların her biri öbürünü tamamlar ve sonrakinin öncekini neshetme durumu
dışında birinin diğerine muhalif olması mümkün değildir.[1033]
Bu ölçü, aslında sünnetin Kur'an'a arzı ölçüsünün devamı mahiyetindedir. Çünkü Kur'an, mütevatir ve meşhur sünnetin birbirlerini tahsis ve takyid etmesi caizdir. Zira bunlara kat'î deliller denmekte olup; bu tür delilin ise ancak kendisi gibi başka bir kat'î delille tahsis veya takyidi söz konusu olabilir. Âhâd haberle ise bunların tahsis veya takyidi mümkün değildir. Zira âhâd haber zan ifade etmekte ve kat'î delil karşısında tutunamamaktadır. Bütün bu zikredilenler Hanefîlerin görüş ve açıklamalıdır. Bu görüşün doğruluğu konusunda Hanefîlerin diğer âlimlerle ihtilafları ve iki farklı bakış açısı arasındaki meşhur ihtilaflı meselelerin neler olduğunu daha önce açıkladığımız için burada tekrar etmeye gerek görmemekteyiz. Konuyla ilgili aşağıda zikredeceklerimiz söz konusu arzın neticelerini açıklamaya ve bu ölçünün kullanılmasından kaynaklanan ihtilaflı meşeleri daha fazla tetkike yönelik olacaktır. [1034]
Hanefiler göre,
mütevatir ve meşhur sünnetin umûm ifade eden lafızları, bütün fertlerine
delaletinin kat'î olması açısından Kur'an gibidir. Dolayısıyla bunlar ancak
kendileri gibi kat'î olan mütevatir ve meşhur sünnetle tahsis edilebilirler.
Âhâd haber ise zan ifade etmesi sebebiyle bunlara ait umum ifade eden lafızları
tahsis edemez. Çünkü zannî olan bir delil kat'î delile muaraza edemez. Böyle
bir durumda âhâd haberin hükmüyle amel edilmez.
Hanefî âlimlerden
Serahsî bu konuda şöyle demektedir:
Ravisi rivayetinde
tek kalmış olan âhâd haber meşhur sünnete aykırı olduğu zaman kendisiyle amel
edilemez. Zira mütevatir, müstefiz (meşhur) veya sahihliği üzerinde ittifak
edilmiş olan sünnet, kesin bilgi ifade etmesi açısından Kur'an gibidir.
Herhangi bir şüphe taşıyan bir rivayet kesin bilgi ifade eden haber karşısında
reddolunur. Şüpheden uzak olması sebebiyle meşhur sünnet de garib hadisten daha
güçlüdür. Bu sebeple garib haberle nesh caiz olmadığı halde meşhur hadisle
nesh caiz olmaktadır. Zira zayıf olan güçlü karşısında duramaz[1035].
Keza Hanefîlerden
Abdulaziz el-Buhârî'ye göre Kur'an ve mütevatir sünnetle tahsis olduğu sabit
olmayan umûm ifade eden lafzın haber-i vahid ve kıyasla tahsisi caiz değildir.
Zira bunların ikisi de zannî olup, kat'î olanın onlarla tahsisi söz konusu
değildir. Çünkü tahsis muaraza durumunda söz konusudur. Zannî olan delilin
kat'î olanla muarazasından ise bahsedilemez
[1036].
Âlimlerin çoğunluğuna
göre ise meşhur ve mütevatir sünnetin umûm ifade eden lafızlarının bütün
fertlerine delaleti zannîdir. Bu itibarla da şahinlik şartlarını taşıyan âhâd
haberle bunun tahsisi caizdir. İmam Şafiî bunu şu sözleriyle açıklamaktadır:
"Hz. Peygamber'in
hadisi Arapça'dır. Kur'an'da olduğu gibi hadislerde de umûm ifade eden
lafızlar kullanılıp onunla umumilik kasdedildiği gibi, bazan bununla hususilik
kastedildiği de olabilir. Hz. Peygamber'den onunla umumiliği değil hususiliği
kastettiğine delalet eden bir delil gelinceye kadar olduğu hal üzere
kalır"
[1037].
Mütevatir ve meşhur
sünnetin mutlak ve mukayyed lafızları ile ilgil hükümler âm ve hâstaki söz
konusu olan hükümler gibidir, âm lafzı tahsis eden delilin onun kuvvetinde olması
gerektiğini söyleyenler; mutlakı takyid eden delil için de aynı şartı ileri
sürmektedirler. Nitekim bazı âlimler âm ile hâs konusunda ittifak ile ihtilaf
noktalarının mutlak ile mukayyed hususunda da aynen geçerli olduğunu söylerler.
[1038]
Alimler mütevatir ve
meşhur sünnetin kendisi gibi bir sünnetle neshinin caiz olduğunda ittifak;
bunların âhâd haberle neshinde ise ihtilaf etmişlerdir. Hanefîlerin de içinde
bulunduğu âlimlerin çoğu bunun caiz olmadığı görüşündedirler. Çünkü mütevatir
ve meşhur sünnet Kur'an gibi kat'îdir; âhâd haber ise zannî olup onları
neshetmesi mümkün değildir.
Abdulaziz el-Buhârî bu
konuda şöyle demektedir;
"Meşhur sünnete
aykırı âhâd haber reddedilmesi açısından kitaba muhalif olan haber gibidir.
Zira meşhur haber, âhâd haberden daha güçlüdür. Nitekim meşhur haberin
Kur'an'a ziyadesi caiz iken âhâd haber için bu söz konusu değildir. Dolayısıyla
kendisinden daha zayıf olan âhâd haberle kuvvetli olan meşhur haberin
nesholması mümkün değildir
[1039].
Bazı âlimler mütevatir
sünnetin âhâd haberle neshedilebileceğini söylemişlerdir. Bu görüş Ahmed b.
Hanbel'den rivayet edilmiştir. Küba olayını
[1040]
âhâd habere delil göstermesi Şafiî'nin de bu görüşe meylettiğine delalet
etmektedir. Nasların zahirini esas almayı prensip edinmiş âlimler (ehl-i zahir)
de bu görüştedirler
[1041].
Bir kısım âlimler ise
Hz. Peygamber zamanında âhâd haberle neshin söz konusu olduğunu, ancak daha
sonraki dönemde bunun icma ile caiz olmadığını söylemişlerdir
[1042].
Aşağıda bu ölçüyü
kullanma sebebiyle meydana gelen ihtilaflara dair bazı örnekler zikredeceğiz.
Araya
[1043]
hadisi:
Ebu Saîd el-Hudrî'den
rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur;
"Altın altınla hurma hurma ile eşit miktarda
ve peşin olarak satılmalıdır. Kim böyle bir alışverişte fazla verir ve
fazlasını isterse faiz vermiş veya almış olur"
[1044].
İbn Ömer'den rivayet
edildiğine göre o, "Resûlullah (s.a.) bize müzâbeneyi yasakladı. Müzâbene,
taze hurmayı kuru hurma karşılığında ölçekle satmaktır"
[1045]
demiştir.
Zeyd b. Sabit'ten
rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.) hurmayı tahmin ederek yapılan satışa
(ariyyeye) izin verdi. Başka bir rivayette ise "Resûlullah ölçüsünü tahmin
etmek suretiyle ariyye satışına müsaade etti"
[1046]
şeklindedir.
Ebu Hureyre'den ise
Hz. Peygamber'in beş veskten aşağısında tahmin ederek araya satışına izin
verdiği rivayet edilmiştir
[1047].
Taze hurmanın kuru
hurma mukabilinde satışını umumî olarak haram kılan bu ve benzeri sahih birçok
hadis yanında; beş veskten aşağısında bunun caiz olduğunu ifade eden sahih
hadisler de vardır. İki grup hadis arasında görünen bu ihtilaf, bazı âlimlerin
meşhur diye vasıflandırdıkları birinci grup hadislerin umumî ifadesini esas
alarak ariyyenin haram olduğu hükmünü vermelerine sebep olmutur. Hanefi'lerin
de içinde bulunduğu bu görüşteki âlimler ariyye satımında izin (ruhsat)
bildiren hadislerin âhâd haber olduklarını, dolayısıyla kendilerince meşhur
olan birinci grup hadislerin umumunu tahsis edemeyeceğini ileri sürerler.
Ebu Hanife'nin
ariyyeye bir alış-veriş olarak değil bağış (hibe) kabul ederek müsade ettiği
rivayet edilmiştir. Ona göre bir kimse diğeri taze hurma verse fakat teslim
etmese, sonra da yaptığı bu bağıştan (hibe) vazgeçse; bu durumda bunu yanında
tutup taze hurmadan hibe ettiği kadar tahmini olarak kuru hurma vermesine
müsaade edilmiştir
[1048].
Ne var ki
İbnü'l-Münzir ariyye satışı hususundaki bu yorumu reddederek şöyle demiştir:
"Sahabeden bir
grubun rivayetine göre ariyye satışına müsaade eden Resûlullah aynı hadisinde
bunu yasaklamaktadır. Şayet ariyye satışına müsade eden hadislerde kastedilen
bağış (hibe) olsaydı; ariye satışı alış-verişten istisna edilmezdi. Zira söz
konusu hadiste alış-veriş açıkça ifade edilmiş ve ariyyenin ondan istisna
edildiği açıklanmıştır. Aslında ruhsat da ancak yasaklanan hususta olur. Şu
halde yasaklama bağışta (hibe) değil alış-veriştedir. Ayrıca hadiste ariyye
satışı beş vesk ile sınırlandırılmıştır. Bağışta ise herhangi bir sınırlama söz
konusu olamaz
[1049].
İbnü'l-Münzir, bu reddiyesi ile Ebu Hanife'nin ariyyeyi hibe tarzındaki
yorumuna cevap vermiş olmaktadır.
Âlimler ariyyenin
müsade edilen kısmı ile ilgili olarak beş farklı anlam vermişlerdir
[1050].
Serahsî şöyle
demektedir:
Bu esastan hareketle
Ebu Hanife kuru hurma karşılığında taze hurmanın satışıyla ilgili Sa'd b. Ebû
Vakkas'ın "Hz. Peygamber'in:
"(Hurma) kuruduğu
zaman eksilir mi? diye sorduğu, "Evet" diye cevap verilince "Öyleyse hayır" buyurduğu"
tarzındaki rivayetiyle amel etmemiştir. Çünkü bu, Hz. Peygamber'in "hurma
hurma karşılığında misli misline" tarzındaki meşhur hadisine iki açıdan
aykırıdır. Birincisi satış akdinin geçerli olması için ölçüde mutlak denkliğin
bulunmasıdır. Kuruduktan sonra denkliğin şart koşulması yaş ile kuru arasında
fazlalık meydana gelmiş olmasındandır. İkincisi ise ölçü ile ortaya çıkan
fazlalığın Hz. Peygamber'in meşhur sünneti ile haram sayılmasıdır. Arzu
edilenin kaybedilmesi ile ortaya çıkan fazlalığı, haram faiz saymak bu hükme
aykırı düşer[1051].
Biz konuyla ilgili
İbnü'l-Münzir'in şu sözünü benimsemekteyiz:
Ariyye satışına
müsaade eden Hz. Peygamber, aynı zamanda taze hurmanın kuru hurma mukabilinde
satışını yasaklamıştır. Ariyye satışına müsaade eden hadis (ruhsat hadisi)
olmasaydı; yasaklayan hadis umumî ifadesiyle olduğu gibi kalacak ve onunla
amel edilecekti. Ancak beş veskten aşağısı için Hz. Peygamber'in ariyye
satışına müsaade ettiğini ifade eden hadis sahih olunca; bu hadis taze hurmanın
kuru hurma mukabilinde satışını yasaklayan hadisteki umumî ifadeyi tahsis
etmiş olmaktadır.
İbn Kayyim,
Hanefîlerin ariyye satışı konusundaki açık ve muhkem sünneti, müteşabih olan
"hurma hurma mukabili misli misline
eşit olarak..." hadisinden hareket ederek reddetmelerini eleştirerek
şöyle demektedir:
"Biz her üç
hadisle de amel eder ve her birini uygun olduğu şekilde ele alırız. Birini
diğeriyle karşılaştırıp birbirine aykırı olduğunu söylemeyiz. Şöyle ki; nehiy
ifade eden hadisi hurmanın hurma ile satımının aralarında fazlalık bulunması
durumuna; yaş hurmanın kuru hurma mukabili satımım mutlak olarak ve ariyye
satışı hadisini yaş hurmanın kuru hurma mukabili satışını yasaklayan hadisin
umumunu tahsis etmesine hamlederiz. Resûlullah'ın (s.a.) sünnetine tabi
olmadan delillerin her biriyle amel etmiş oluruz. Zira onların hepsi haktır. Bu
sebeple de birbiriyle karşı karşıya getirip bir kısmı ile diğerini iptal etmek
caiz olmaz
[1052].
Söz konusu üç hadisin
arasını bu şekildeki cem'etmek bazılarının iddia ettiği bu hadisler arasındaki
aykırılığı ortadan kaldırmaktadır. Böylece hadislerin her biriyle uygun olduğu
şekilde amel edildiği sürece, onlardan herhangi birini reddetmeye veya amel
etmemeye ya da farklı bir şekilde yorumlamaya ihtiyaç kalmamaktadır.
Bir şahit ve
yeminle hüküm verme: Hanerîlerin
meşhur sünnete aykırı âhâd habere verdikleri ikinci örnek de bir şahit ve
yeminle hüküm verildiğini ifade eden hadistir. Hanefîler bu hadisin kendilerine
göre meşhur olan Hz. Peygamber'in "Delil davacıya, yemin ise
davalıya" başka bir rivayete göre ise "inkar edene" gerekir
[1053]
hadisine aykırı olduğunu iddia etmişlerdir.
Onlar burada iki
açıdan muhalefetin olduğunu söylemektedirler:
a. Din bütün yeminleri davacıya değil, inkâr edene
gerekli görmüştür. Çünkü "el-yemin" kelimesindeki elif lam, bütün
cinslerini kapsamaktadır. Bu durumda davacının yeminini delil kabul eden, nassa
aykırı davranmış ve onun gereği olan kapsayıcılıkla (istiğrak) amel etmemistir,
b. Din hasımları, davacı ve davalı; delili de beyyine ve
yemin olarak kısımlara ayırmış; yemini inkâr edene delili ise davacıya ait
kılmıştır. Bu da yemin ile delilin aynı kişiden istenmemesini gerektirmektedir.
Bu durumda bir şahid ve yeminle hükmetmeyi bildiren haber ile amel etmek meşhur
olan bu hadisle amelin terkini gerektirir ve böylece birincisi merdud olur
[1054].
Bu konu yargılama
hususunda eski yeni âlimler arasındaki en meşhur ihtilaflı meşelerden biridir.
Sahabe, tabiîn ve daha sonraki âlimlerden bir topluluğun malî konularda
Resûlullah'ın (s.a.) şahid ve davacının yemini ile hüküm vermesiyle istidlal
ettikleri rivayet edilmiştir. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Übey, İbn Abbas,
Ömer b. Abdilaziz, Şüreyh, eş-Şa'bi, Rabiatü'r-rey, Medine fukahası, en-Nasır,
el-Hadeviyye, İmam Mâlik ve Şafiî bu görüşte olanlardan bazılarıdır.
Zeyd b. Ali, Zührî,
İbrahim en-Nehâî, İbn Şübrüme, İmam Yahya, Ebu Hanife ve taraftarlarının ise
aksini savundukları rivayet edilmiştir
[1055].
Buhari bu konuda
Ebü'z-Zinad ile İbn Şübrüme arasında geçen bir tartışmayı, "Ebü'z-Zinad'ın
söz konusu hadisi delil göstererek bir şahid ve yeminle hüküm verilebileceğini
ileri sürdüğü; İbn Şübrüme'nin ise "Sizden
iki erkek şahid getirin"
[1056]
âyeti ile ona cevap verdiği" şeklinde nakletmiştir
[1057].
Dr. Abdülmecid Mahmud,
Buhârî'nin bir şahid ve yemin hadisi ile hükmedilemeyeceği görüşüne meylettiği
kanaatindedir. Zira o, söz konusu hadisi Sahîh'ine almamış; aksine onun sahih
olmadığına delalet edecek nakillerde bulunmuştur. Nitekim o, az önce zikredilen
İbn Şübrüme'nin görüşünü, İbn Abbas'ın Hz. Peygamber'in yemin ile davalı
aleyhine hükmettiği hadisini ve İbn Şübrüme ile Ebu'z-Zinad arasındaki tartışmayı
nakletmiştir. Buhârî'nin İbn Şübrüme'nin görüşünü onaylaması ve yeminin sadece
davalıya ait olduğunu ifade eden hadisleri rivayet etmesi, onun bir şahit ve
yeminle hüküm verileceğini bildiren hadisle amel etmediğini ve bu hadisin
kendisine göre sahih olmadığı görüşünü desteklemektedir
[1058].
Her iki tarafın
görüşlerini tartışmadan önce bir şahid ve yeminle hüküm verildiğini ifade eden
hadisin bazı rivayetlerini arzetmemiz yerinde olacaktır.
İbn Abbas
Resûlullah'ın (s.a.) yemin ve bir şahidle hüküm verdiğini rivayet etmiştir.
İbn Abbas'ın bu rivayetini Müslim, Ebu Dâvûd, İbn Mâce tahric etmişler; Ahmed
b. Hanbel ise bunu "malî konulardadır" ilavesiyle nakletmiştir.
Cabir b. Abdullah'ın
Resûlullah'ın bir şahid ve yeminle hüküm verdiğine dair hadisini Ahmed b. Hanbel,
İbn Mâce ve Tirmizî rivayet etmişlerdir. Ahmed b. Hanbel, Ammare b. Hazm ve
Sa'd b. Ubade'den benzerini rivayet etmiştir.
Ali (r.a.),
Resûlullah'ın (s.a.) bir şahidin şehadeti ve hak sahibinin yemini ile
hükmettiğini nakledilmiş ayrıca onun halife iken Irak'ta buna göre hüküm
verdiğini Ahmed b. Hanbel, Dârekutnî ve Tirmizî rivayet etmişlerdir.
Şevkanî sahabeden bu
hadisi rivayet edenlerin yirmi bir kişiye ulaştığını, bunlar içinde sahih
olanların bulunduğunu söyledikten sonra "bundan daha meşhuru olabilir
mi?" sorusunu sormaktadır
[1059].
Ebu Hanife'nin söz
konusu hadisin senedleri hakkında söylediklerini tartıştıktan sonra Şevkanî,
İbn Abbas rivayetinin en sahihi olduğunu, diğerlerinin ise onun mânasını tekid
ve takviye edebileceğini söylemiştir.
İbn Abbas hadisi
hakkında Şâfiî şu açıklamayı yapmaktadır:
Aynı lafızla başka
sahabeden rivayet edilmemiş dahi olsa bu ilim ehlinden hiçbir kimsenin
reddetmeyeceği sahih bir hadistir. Kaldı ki, bunu takviye eden başka rivayetler
de vardır"
[1060].
İbn Hazin, Hz. Peygamberdin
verdiği hükümlerle ilgili hadislerden bir kısmını zikrettikten sonra şu
açıklamayı yapmıştır:
"Bütün bunlar terkedilmesi
doğru olmayan, birbirini destekleyen hadislerdir. Bu sebeple hadler dışında kan
davaları, kısas, nikâh, talak, ric'at, malî hususlar gibi tüm konularda söz
konusu hadisle hükmetmek vacip olur. Zira zikredilen haberlerin tümü bunu ifade
etmekte olup, bunu yasaklayan hiçbir haber de nakledilmemiştir. Hadler ise
bunun dışındadır. Zira haddin yerine getirilmesini isteyen sadece Allah'tır
[1061].
İki tarafın
delillerinin tartışılması: Tirmizî,
"Delil davacıya, yemin ise davalıya gereklidir" hadisini rivayet
ederek
[1062] şu açıklamayıp yapmıştır:
"Bu hadisin
isnadı Muhammed b. Ubeydullah el-Arzemî sebebiyle tenkit edilmiştir.
İbnü'l-Mübarek ve diğer bazı âlimler onun hıfz bakımından zayıf olduğunu
söylemişlerdir"
[1063].
Ben ise söz konusu ravinin metruk olduğu görüşündeyim. Nitekim onun hakkında,
Ahmed b. Hanbel "Hadis âlimleri onun hadisini terketmiştir", İbn Maîn
"hiçbir şekilde hadisi yazılmaz", Fellas "metruk", Nesâî
"güvenilir değil", Buhârî "İbnü'l-Mübarek onu
terketmiştir", Veki' ise "sâlih bir kimseydi, ancak kitaplarını
kaybetti, ezberden rivayet etmeye başladı; hatalı rivayetleri de bundan
kaynaklanmıştır" değerlendirmesini yapmışlardır
[1064].
Taşıdığı anlamın bir
kısmı, bazı rivayetlerde sahih olarak gelmişse de, hadis, bu lafzıyla delil
olarak kullanılamayacak kadar zayıftır. İbn Abbas'tan rivayet edilen
"Resûlullah yeminin davalıya gerektiğine hükmetti" anlamındaki hadis
ise Buhârî, Müslim ve Tirmizî tarafından rivayet edilmiştir
[1065].
Eş'as b. Kays'tan rivayet olunan bir başka hadiste de Hz. peygamber:
"Ya iki şahit getirirsin veya o yemin eder"
[1066]
buyurmuştur.
Hanefîler, hadisteki
kelimesindeki takısının cins için olduğunu ileri sürerek bu hadisle istidlal
etmişlerdir. Halbuki hadis diğer rivayetlerinde farklı lafızla Resûlullah
yemininin davalıya gerekli olduğuna hükmetti şeklindedir. Bu durumda onların
lafızdan hareketle yaptıkları istidlal, hadisin mâna ile rivayet edilmesi
sebebiyle çürümüştür. Zira onlar Hz. Peygamber'in delil olarak kullandıkları
lafzı mı yoksa diğer lafzı mı veya bunların dışında bir başka kelimeyi mi
söylediğini bilmemektedirler.
Hanefîlerin "Din
davalarda tarafları iki gruba ayırmıştır..." şeklindeki görüşleri de
delil olarak kullandıkları lafızla rivayet olunan zayıf bir hadise
dayanmaktadır. Bunun dışındaki diğer rivayetlere göre ise, mezkur görüşlerini
delillendirmeleri mümkün değildir.
Ayrıca hadis, delilin
davacıya ait olduğunu ifade etmekte; ona yemin gerekmeyeceğini ifade
etmemektedir. Şahit ve yemin hadisi ise bu mefhumun muhalifini ifade
etmektedir. Hanefîler ise mefhumu kabul etmemektedirler.
Hanefîlerin şahid ve
yemin hadisinin âhâd haber; delil olarak kullandıkları hadisin ise meşhur
olduğu hususundaki görüşlerini ise kabul etmek mümkün değildir. Zira hadis
onların rivayet ettikleri lafızla meşhur değil, illetlidir. Sahih olmayan bir
hadisin muhtevası ile hükmetmek yerine, sahih ve muttefekun aleyh olan hadisle
amel etmenin daha doğru olacağında ise şüphe yoktur.
Onların âyetle
istidlalleri de iki yönden yeterli değildir. Birincisi, âyet sözleşmeler
hakkında olup, mahkemedeki şahitlik hakkında değildir. Buradaki konumuz ise
mahkemedeki şahitliktir. İkinci olarak, bu durumda onlar âyetin mefhumuyla
istidlal etmektedirler; bu ise onların usullerine aykırıdır. Ayrıca âyet tek
kişinin şahitliği ve hak sahibinin yemininin kabul edilmeyeceğini ifade
etmemektedir. Âyette asıl ifade edilmek istenen, iki erkeğin veya bir erkekle
iki kadının şahitliklerinin kabul edileceği hususudur.
Hanefîlerin hadisi
nassa ziyade kabul edip, böyle bir ziyadenin ise nesih olacağğı tarzındaki
yanlışlığını daha önce ortaya koymuştuk. Ayrıca söz konusu âyet ile hadis
arasında herhangi bir ihtilaf söz konusu olmayıp her ikisiyle de birlikte amel
etmek mümkündür. İhtilaflı hadislerde ise ancak aralarını cem etme imkanı
olmadığı zaman neshe başvurulur. Burada cem mümkün olduğuna göre onların
iddiası çürümüş demektir.
Hanefîlerin şahit ve
yemin hadisinin ravisinin kendi rivayetini münker kabul ettiği şeklindeki
itirazları konusunda şunlar söylenebilir:
Hanefîlerin iddia
ettiği, ravisinin münker bulduğu bu rivayet, hadisin rivayetlerinden sadece
biridir. Ancak ravi iddia edildiği gibi, rivayetinin münker olduğunu
söylememiş, sadece hatırlamıyorum demiş ve kendisinden rivayet edeni doğrulamış,
hatta söz konusu hadisi onun kanalıyla kendisinden rivayet etmiştir. Bu da
onun rivayet ettiği hadisi unutması anlamına gelir. Hangimiz bir hafta, bir ay
veya bir sene önce söylediği veya naklettiğini unutmaz? Bu, insan için tabiî
bir durumdur. Şu halde ravi "ben yalan söyledim, onu ben rivayet etmedim
veya şu ana kadar bunu işitmedim" demediği sürece rivayetini kabul etmek
mümkündür. Zira unutmak insanın fıtratında mevcuttur. Nitekim Hz. Peygamber'in
namazda yanılması üzerine bazı sahabîler ona bu durumu hatırlatmışa, sahabe
kendisine destek oluncaya kadar unuttuğunu hatırlatan Zühyedeynin sözünü kabul
etmemiştir. Buna göre aklî bir rahatsızlık geçirmiş olan söz konusu hadisin
ravisi Süheyl'de nasıl unutkanlık olmaz? Burada Ebu Hureyre'den rivayet edilen
hadisin -bir an için onlar gibi düşünecek olursak- tek başına kabul
edilemeyeceği açıktır. Ancak bu hadis, İbn Abbas tarikinden daha güçlü bir
isnad ile de rivayet edilmiştir. Nitekim Müslim, Ebu Dâvûd, Nesâî, İbn Mâce,
Dârekutnî ve Beyhakî, İbn Abbas'dan sözü edilen hadisi rivayet etmişlerdir
[1067].
Ayrıca İbn Abdül-, berr'in de ifade ettiği gibi bu hadis Ebu Hureyre, Ömer, İbn
Ömer, Ali, İbn Abbas, Zeyd b. Sabit, Cabir, Sa'd b. Ubade, Abdullah b. Amr b.
el-As, Muğîre b. Şu'be, Umare b. Hazm ve Sürrak'ın da içinde bulunduğu yirmiyi
aşkın sahabe tarafından hasen isnadlarla rivayet edilmiştir
[1068].
Geriye Hanefîlerin bu
konudaki hadislerin en güçlüsü olan İbn Abbas rivayetin itirazları kalmaktadır.
Hanefîler bu rivayete iki açıdan itirazda bulunmaktadırlar. Birincisi hadisin
senedinde gizli bir inkıtanın bulunmasıdır. Zira Amr b. Dinar, İbn Abbas'tan bu
hadisi işitmemiştir. Nitekim Tirmizî el-İlelü'l-kebir isimli eserinde:
"Muhammed b.
İsmail el-Buhâri ye bu hadisi sordum, Amr b. Dinar, İbn Abbas'tan hadis işitmemiştir
diye cevap verdi". Aynı hadisle ilgili olarak Zeylaî de şöyle demektedir:
"Dârekutnî'nin
rivayeti de bu hadisin senedinde inkıta' bulunduğuna delildir. Nitekim
Dârekutnî hadisi Abdullah b. Muhammed b. Ebu Rebia, Muhammed b. Müslim, Amr b.
Dinar, Tavus, İbn Abbas, Hz. Peygamber tarikiyle rivayet etmiştir. Ancak
âlimler, bu rivayetin İmam Mâlik'ten rivayette bulunan Abdullah b. Muhammed b.
Ebu Rebîa el-Kudâmî sebebiyle sahih olmadığını söylemişlerdir. Dârekutnî de bu
ravinin metruk olduğunu kaydetmiştir.
Bu durumda Hanefîler,
sahih bir hadisin zayıf hadise dayanarak illetli olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Nitekim onlar Amr b. Dinar'ın İbn Abbas'tan hadis işitmediğine, zayıf olan
Abdullah b. Muhammed b. Ebu Rebîa hadisiyle istidlal etmişlerdir. Bu ise kabul
edilemeyecek bir suçlamadır. Zira Dârekutnî'nin de ifade ettiği gibi,
güvenilir ravilerin rivayeti, zayıf ravilerin rivayetine dayanarak tenkit
edilemez. Nitekim Amr b. Dinar'ın İbn Abbas'tan birçok hadis işittiğinde görüş
birliği bulunmaktadır. Şu halde onun İbn Abbas'tan bu hadisi işitmediği, ancak
delil ile ortaya konabilir. Burada ise, bu rivayetle boy ölçüşemeyecek olan söz
konusu zayıf rivayetten başka bir delil mevcut değildir.
İbn Hacer, Amr b.
Dinar'ın biyografisinde onun İbn Abbas'tan hadis işittiğini söylemiş;
Tirmizî'den de Buhâri‘nin, Amr b. Dinar'ın İbn Abbas'tan ölünün arkasından
ağlamakla ilgili Ömer hadisini işitmediği şeklindeki görüşünü nakletmiştir
[1069].
Daha sonra Zeylâî
Hanefîlerin hadis hakkındaki geri kalan itirazlarını ve bir kısmının
cevaplarını vermiştir. Ayrıca o, bu konudaki diğer hadisleri de nakletmiştir.
Ancak doğruyu söylemek gerekirse bunların hiçbiri tenkitten kurtulamamıştır.
Nitekim Cabir'in sahih hadisi mürsel olmakla, Sa'd b. Übâde hadisi, oğlu
tarafından vicâde yoluyla nakledilmekle, Sürrak hadisi isnadında meçhul bir
ravi bulunmakla, Ali hadisi ise senedinde kopukluk bulunmakla tenkit edilmiştir
[1070].
Bütün bu bilgilerden
sonra, İbn Abbas hadisinin bu konudaki rivayetlerin en güçlüsü olduğu, Ebu
Hureyre hadisinin onu takviye ettiği ve konuyla ilgili hadislerin tümünün aynı
mânayı desteklediğini söylemek mümkündür. İbn Abbas hadisiyle ilgili İmam
Şafiî'nin açıklaması ise son derece yerindedir. O şöyle demektedir: "İbn
Abbas'ın rivayeti Resûlullah'tan (s.a.) sahih olarak gelmiş olup, böyle bir
hadisi ilim ehlinden hiçbir kimse reddetmez. Bu hadisin rivayetinde ondan
başka herhangi bir sahabî bulunmamakta ise de, diğer rivayetler onu
desteklemektedir. Ayrıca şahitle birlikte yemin etmek, Kur'an'ın zahirine
hiçbir surette aykırı değildir. Zira biz yemin söz konusu olmadan iki erkek
şahit, bir ekkek, iki kadın şahitle hüküm vermekteyiz. Ancak şahit bir kişiden
oluşuyorsa, onunla birlikte yemin ile hükmederiz. Bu, Kur'an'ın zahirine de
aykırı değildir. Çünkü Allah, şahitlik hususunda kitabında daha azmin caiz olmadığını
bildirmemiştir. Resûlullah da Allah'ın muradını en iyi bilen olup; Allah bize
onun verdiğini almamızı, yasakladığından ise sakınmamızı emretmiştir
[1071].
Hanefîlerin zayıf hadisle istidlallerin ve isnadı daha kuvvetli hadise mukabil, bunun meşhur olduğu iddialarının doğru olmadığını ortaya koymak için bu misalle ilgili açıklamaları fazlaca uzattım. Ele aldığımız konuyu bir tarafa bırakacak olursak, bizim amacımız bir şahit ve yemin hadisini desteklemekten çok Hanefîlerin kendisiyle istidlalde bulundukları ve meşhur olduğunu iddia ettikleri, hatta haber-i vahid olduğu ve meşhur hadise muhalif olarak rivayet edildiği, dolayısıyla merdud olduğu gerekçesiyle sahih hadisi reddettikleri hadisin zayıf olduğunu açıklamaktan ibarettir. Acaba zayıf hadisi güçlendiren, kuvvetli hadisi zayıf derecesine düşüren bu şöhret nedir? Meşhur olmakla nitelenen bir hadisin, kendisiyle hücceti güçlendirmemiz ve ondan sonra ümmetin onu kabul etmesi ve onunla amel etmesi sebebiyle gerçekten mevcut olanı meşhur olmakla tavsif edebilmemiz için herşeyden önce isnadının sahih olmasının gerekliliğinde hiçbir şüphe yoktur.
Zekere dokunma: Hanefiler zekere dokunmadan dolayı abdest almayı
ifade eden Büsre bint Safvan hadisini, meşhur olan "o sadece senden bir
parçadır" anlamındaki Talk b. Ali hadisine muhalif bulmuşlardır
[1072].
Gerçekte Büsre ve Talk
hadisi arasındaki ihtilaf, eski ve yeni âlimler arasındaki en meşhur ihtilaflardandır.
Taraflardan her biri karşı görüştekilerin delil kabul ettikleri hadisin
isnadını tenkit etmiştir. Hazimî'nin el-İ'tibar'ı
[1073]
konuyla ilgili âlimlerin görüşlerini en geniş şekilde ele alan kitaplardan
biridir.
Tespitlerimize göre
delil olmayacak derecede zayıf hadise karşılık sahih olması, her ikisi de sahih
olmakla birlikte ravilerinin daha güvenilir olması, Buhârî ile Müslim'in de
onunla ihticac etmeleri; öte yandan Şeyhayn'ın Talk hadisi ravileriyle ihticac
etmemeleri veya Talk hadisinin Büsre hadisiyle mensuh olması zira onun hicretin
başlangıcında söylendiği ve berâeti asliyeye uygun olması sebepleriyle
âlimlerin çoğu Büsre hadisiyle amel edip onu esas almışlardır
[1074].
Musarrat hadisi: Bu ölçüye dayanarak Hanefîlerin reddettiği hadislerden
biri de:
"Deve ve koyunları satmak amacıyla memelerine
süt biriktirmeyin. Herhangi bir kimse böyle bir hayvanı satın almışsa sütü sağdıktan
sonra isterse onu almak, istemezse bir sa’ hurma ile sahibine iade etmek
arasında muhayyerdir"
[1075]
hadisidir.
Hanefîler, bunun âhâd haber olduğunu, "nimetin külfet karşılığı olduğu" tarzındaki meşhur hadise aykırı bulunduğunu ve bunun karşısında duramayacağını söyleyerek söz konusu hadisin reddine hükmetmişlerdir. Ayrıca onun kıyasa aykırı olduğunu da ifade etmişlerdir. Bu misalin açıklaması "sünnetin kıyasa arzı" başlığı altında vereceğimiz beşinci ölçüde geniş olarak ele alacaktır.
Bunlar, "sünnetin
sünnete arz edilmesi" neticeleri ile hemen hemen aynıdır. Burada geriye
muhaddis ve fakihlerin önem verdikleri farklı hadislerin dış görünüşleri
arasındaki ihtilafın giderilip onlarla amel edilmesi hususu kalmaktadır.
"İhtilâftı'l-hadis" isimli eserinde bu konuyu ilk defa inceleyen
âlimlerden biri de İmam Şafiî'dir. O, bu konuda birçok misal vermiş ve
ihtilaflı hadislerle amelin yollarını açıklamıştır.
Bu konuda İmam Şafiî
şu açıklamayı yapmaktadır:
"Hadisler arasında
ihtilaf bulunur da bunlardan hangisi Kur'an'ın anlamına veya ihtilaf halindeki
hadislerin dışındaki Resûlullah'ın sünnetinin özüne ya da kıyasa daha uygun olursa
bize göre o, kendisiyle amel edilmesi en uygun olan hadistir
[1076].
Şafiî, tearuz
halindeki iki hadisten birini alıp onunla amel ettirecek, diğerini ise
terkettirecek tercih sebeplerini zikretmiştir. Biz, bu tercih sebeplerini
muhaddislerin ölçülerini açıklarken ele aldığımız için burada tekrar etmeye
gerek görmüyoruz
[1077].
Şafiî ihtilaflı olduğu
halde her biriyle bir arada amel etmek mümkün olan hadislere ilişkin İbn
Abbas'ın abdest konusunda "Resûlullah (s.a.) yüzünü ve ellerini yıkadı,
başını meshetti ve bunları birer defa yaptı";
Osman'ın "Nebi
abdest uzuvlarını üçer defa yıkadı";
Abdullah b. Zeyd'in
"Resûlullah abdest uzuvlarını ikişer defa yıkayarak abdest aldı"
şeklindeki rivayetlerini sıraladıktan sonra şöyle demektedir:
"Bu hadisler
arasında mutlak olarak ihtilaf vardır denemez. Aksine abdestin yeterli olması
için uzuvları en az bir defa; kamil olması için ise üç defa yıkanacağı
söylenebilir
[1078].
İcma, herhangi bir
çağda Hz. Peygamberin ümmetinden bütün âlimlerin (ehl-i hal ve akdin) bir
meselenin hükmü üzerinde birleşmesidir
[1079].
Şia, Haricîler ve
Mu'tezile'den Nazzam hariç müslümanların çoğu icmaın dinî bir delil olduğu ve
her müslümanın onunla amel etmesinin gerekliliği hususunda görüş birliği
içindedirler
[1080].
İcmanı dinî bir delil
olduğunu kabul edenlerin çoğu, sadece sahabe İcmaını değil, her asırdaki icmaı
kasdetmektedirler. Ancak aşağıda geniş olarak açıklayacağımız gibi, Dâvûd
ez-Zahirî, taraftarları ve Ahmed b. Hanbel'den rivayet edilen iki görüşten
birine göre
[1081]
ise delil olan icma sadece sahabenin icmaıdır.
Şafiî bu konuda şöyle
demektedir:
"İlim derece
derecedir:
İlk sırada Kur'an ve
sahih sünnet ile elde edilen ilim, sonra da hakkında bunlardan bir delil
bulunmayan hususlarda icma edilmesi suretiyle elde edilen ilim gelir."
[1082]
İbn Kayyim ise şöyle
demektedir:
"İslâm âlimleri
Kitabı sünnete, sünneti ise icmaa takdim edegelmişler
[1083];
icmaı üçüncü sırada değerlendirmişlerdir.
Oğlu Abdullah'ın
rivayetine göre Ahmed b. Hanbel de şöyle demektedir:
"Herhangi bir
zamanda icma bulunduğunu iddia eden yalan söylemiştir, zira insanların her
konuda ihtilaf etmiş olmaları muhtemeldir"
[1084].
Ahmed b. Hanbel'in bu ifadesiyle ilgili Kâdı İyaz şu açıklamayı yapmıştır:
"Bu sözün
zahirinden Ahmed b. Hanbel'in icmaın olmadığı görüşünü söylediği anlaşılabilir.
Ancak o, bu sözü zahiri anlamında söylememiş, kendisine ulaşmamış farklı bir
görüşün olabileceği ihtimaline binaen söylemiştir. Nitekim yine oğlu Abdullah
ve Ebu'l-Haris'in rivayetlerine göre Ahmed b. Hanbel icmaın mutlak olarak
sahih olduğunu; Hasan b. Sevvab'ın rivayetine göre ise icmaın bulunduğunu iddia
etmiş ve şöyle demiştir:
"Arefe gününün
sabahından teşrik günlerinin sonuna kadar tekbir getir". Ona hangi delile
dayanarak bunu söyledin denildiğinde:
"Ömer, Ali,
Abdullah b. Mes'ud ve Abdullah b. Abbas'ın icmaıyla"
[1085]
şeklinde cevap vermiştir.
Ancak Takıyyüddin b.
Teymiyye, Ahmed b. Hanbel'in bulunmadığını söylediği icmaın ilk üç asırdan
sonraki dönem ile ilgili olduğunu ileri sürmektedir. Ona göre Ahmed b.
Hanbel'in açıklamasında tabiîn veya üçüncü asırdan sonraki dönemde icmaın
delil olarak kullanıldığına dair herhangi bir bilgi mevcut değildir
[1086].
Aslında icma iki kısma
ayrılmaktadır. Birincisi, hiçbir müslümanın şüphe duymadığı Allah'ın birliği ve
Muhammed'in O'nun elçisi olduğuna inanma, beş vakit namaz, zekat ve ramazan
orucunun farz olması; ölü hayvanın ve domuz etinin, kanın haram olması; Kur'an'ın
Allah kelamı olması gibi hususlar olup: kendisine ulaştığı halde bunları kabul
etmeyen kimse müslüman olamaz. Bu hususta müslümanların icmaı vardır.
İkincisi, Hayber'in
fethinden sonra Hz. Peygamber'in orasını Yahudilere yarı yarıya vermesi gibi
bütün sahabenin şahid olduğu, savaşa iştirak etmeyenlerin ise bildiği kesin
olarak bilinen hususlardır
[1087].
Dinden dönenlerle harp
etmeleri, Kur'an'ı mushaf halinde bir araya getirmeleri hususlarındaki
sahabenin icmaını da ikinci gruba dahil etmek mümkündür. Zira bunlar her ne
kadar Kur'an ve sünnette zikredilmeyen hususlarsa da sahabenin bu konularda
icma ettiklerinde herhangi bir şüphe yoktur. Çünkü biz elimizdeki Kur'an'ın
sahabe tarafından bir araya getirilen mushaf olduğunu ve zekat vermeyenler ile
İslâm dininden dönenlerle savaşmanın vacip olduğunu kesin olarak bilmekteyiz.
Bunların dışında kalan ve bizzat selef arasında ihtilaflı olduğu bilinen bazı konularda icma bulunduğu tarzındaki görüşler, delilsiz birer iddiadan ibarettir. Aslında sükûtî icmaı da böyle değerlendirmek mümkündür. Zira herhangi bir konuda sükuti icma olduğunu iddia edip onu delil olarak ileri süren niceleri vardır ki; bir başka konuda ona aykırı görüş naklederler. Hatta nakledilen bu aykırı görüş çoğu defa icma iddia eden kimsenin görüşünden daha tercihe şayan olabilir.
İcma çeşitleri: Yukarıda zikrettiklerimizin hepsi umumî icma, başka
bir ifadeyle İslâm âlimlerinin icmaı ile ilgilidir. Aşağıda ise zaman, mekân ve
şahıslara göre olduğu iddia edilen icma çeşitlerinden bahsedeceğiz.
İslâm âlimlerinin
çoğunluğu zaman ve şahıslara göre muteber olan icmaın, sadece sahabe icmaı
olduğu görüşündedirler. Bazı âlimler ise Hz. Peygamber tarafından övülen ilk üç
asırdaki tabiîn ve tebe-i tabiînin icmalarını da buna dahil etmektedirler
[1088].
Bir kısım âlimler de bugün bile icmaın mümkün olabileceği görüşündedirler.
Bunlara göre icma belirli bir zamana ait olmayıp, kıyamete kadar devam
edecektir. Bu görüşte olanlar "ümmetimden bir grup..." hadisi ile
istidlal etmektedirler:
Hak üzere olan bu grup
herhangi bir hüküm üzerinde icma etmişlerse, bu delildir ve bağlayıcıdır. Ancak
bu görüşün bana göre realiteden son derece uzak olduğu da açıktır. Zira âlimler
arasındaki ulaşım ve iletişim imkanlarının geliştiği çağımızda dahi âlimlerin
bir görüş üzerinde icma ettiklerini zannetmiyorum. Nitekim bu, insanlar ve
bizzat âlimlerce bilinen bir gerçektir. Ayrıca buna her grubun kendi görüşünü
veya memleketini esas aldığı, delilleri ne olursa olsun diğerlerinin
fikirlerine iltifat etmedikleri de ilave edilmelidir. Bu, insan fıtratının
gereğidir. Âlimlerin ise halktan daha çok ihtilaf ettiklerinde şüphe yoktur.
Bu nevi icmaları, şahıslara
göre icma türünde kabul etmek mümkündür. Zira sahabe ile bazan bizzat
kendileri değil, yaşadıkları dönem kastedilir. Bu duruma göre de sahabeye
muhalefet etseler de tabiînin ileri gelenleri hatta tamamı bunun dışında
kalmaktadır.
Zamana göre icma ile
de sahabe veya başka bir nesil ayırımı olmaksızın her asır âlimlerinin icmaı
kastedilmektedir.
Şahıslara göre icmaa
bazılarının iddia ettikleri "ehl-i beytin icmaı" da ilave edilebilir.
Zira ehl-i beytin icmaı İmamiyye şiasına göre bir delil kabul edilmektedir
[1089].
Dört halifenin icmaı da bazı âlimlere göre hüccettir.
Mekâna göre icmaa
gelince, bazıları Kufelilerin icmaını esas almışlardır. Zira onlara göre başta
Hz. Ali olmak üzere birçok sahabe ve âlimler orada toplanmışlardır. Bu onların
haktan uzak olamayacaklarına delil teşkil etmektedir
[1090].
İmam Mâlik ve diğer
bazı âlimlerin Medinelilerin icmaını esas almalarına gelince, bizim araştırıp,
incelemek istediğimiz icma işte budur.
İmam Mâlik
Medinelilerin icmaını delil kabul ettiği için ona aykırı bulduğu birçok âhâd
haberi reddetmiştir.
Âlimler arasında delil
olduğunda görüş birliği bulunan icmaa gelince, onun hadise aykırı olamayacağı
hususunda herhangi bir ihtilaf bulunmamaktadır. Bu konutla İmam Şafiî şöyle
demektedir:
"İslâm âlimlerini
sünnete aykırı olarak icma etmeleri mümkün olmaz"
[1091].
Bir başka yerde Şafiî:
"Müslümanlar, Resûlullah'ın
sünnetine aykırı olarak ve hata üzere icma etmediklerini bilmekteyiz"
[1092]
demektedir.
İslâm âlimlerine göre
icma, Kitap ve sünnetten sonra üçüncü derecede bir delil olunca, onun hadise
aykırı olmaması gayet tabiidir. Ayrıca İslâm âlimlerine göre hakkında nas
bulunan konuda icmadan söz edilemez. Aksine bazılarının şart olarak ileri
sürdüğü gibi nasdan bir dayanağı olsa bile, icma nas olmayan hususlarda söz
konusudur.
Ancak biz genellikle
icmaın hakkında nas bulunmayan konularda yeni bir hüküm koymaktan çok var olan
herhangi bir nassın hükmünü te'kid edici olarak meydana geldiğini bilmekteyiz.
Nitekim biz âlimlerin icma ile değil, Allah ve Resûlü'nün açıklamalarıyla sabit
olduğu bilinen içkinin haram, namazın farz olduğu hususunda, ümmet icma
etmiştir, dediklerini görmekteyiz. Bu durumda icma te'kid edicidir. Nitekim
içkinin haram, namazın farz olduğunda İslâm ümmetinden herhangi bir kimseden
aykırı bir görüş söz konusu olmamıştır.
Herhangi bir delile
dayanmayan iddiaların hiçbir kıymeti yoktur. Bir husus ümmetin icmaı ile
sabitse bu, ümmetin tamamına gizli kalmaz. Ayrıca onu bir tek kişi veya delil
olamayacak sayıda az bir grup da nakletmez.[1093]
Leys b. Sa'd'a yazdığı
mektupta İmam Mâlik şöyle demektedir:
"İnsanlara
onların uygulaya geldikleri ve beldemizdeki tatbikata aykırı tarzda fetva
verdiğin bana ulaştı. Halbuki halk Medinelilere tabidir. Zira hicret oraya
olmuş, Kur'an orada nazil olmuş, helal ve haram orada açıklanmıştır. Ayrıca
Resûlullah (s.a.) hayattayken Medineliler vahye şahid olmuşlar, Resûlullah
(s.a.) emretmiş onlar itaat etmişler, sünnetini ortaya koymuş, onlar da Hz.
Peygamberce tabi olmuşlardır. Bu, Hz. Peygamber'in vefatına kadar böylece devam
etmiştir. Şu halde bir husus Medine'de uygulanmışsa, bir kimsenin,
benimsenmesi ve ileri sürülmesi dinen caiz olmayan kendine ait birikimlere
dayanarak ona karşı çıkmasını doğru bulmam".[1094]
İmam Mâlik'in bu
sözleri, Medinelilerin icmaının esasını teşkil etmektedir, ayrıca bu ifadede
Medinelilerin icmaının hüccet olduğuna, ona uymanın vacip, aykırı davranmanın
ise caiz olmadığına dair delil de bulunmaktadır.
Bazı âlimler, hadise
aykırı olup olmadığına bakmaksızın icma ile istidlalin delillerini genişçe ele
almışlardır. Konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamak ve delille hareket etmiş
olmak için bu deliller hakkında bilgi vermemiz yerinde olacaktır. Ayrıca burada
İmam Mâlik'in icma ile sadece Medinelilerin icmaını kastettiğine de dikkat
çekmeliyiz.[1095]
a. Mâlikîler, Medine'nin fazileti hakkında rivayet
olunan "Medine temizdir, körüğün demiri temizlediği gibi o da pisliği
temizler" gibi bazı hadislerle istidlal ederek "hata da pislik
nevinden olup Medine'den çıkarılmıştır"
[1096]
demektedirler.
b. Medine Hz. Peygmber'in hicret ettiği ve kabrinin
bulunduğu, vahyin nazil olduğu, İslâm'ın karargâhı ve sahabenin toplandığı
yerdir. Bu bakımdan ehlinin haktan ayrılması söz konusu olamaz
[1097].
c. Medineliler vahye şahid olmuşlar, yorumunu
dinlemişler ve Hz. Peygamber'i başkalarından daha iyi tanımışlardır. Bu
bakımdan da onların haktan başkasını söylememeleri gerekir
[1098].
d. Medinelilerin rivayeti, başkalarının rivayetine
tercih edilir. Onların icmaı da başkaları için delil olur
[1099].
e. Medineliler, Hz. Peygamber'in son uygulamasını
görmüşler, nesh olanla olmayanı bilmişlerdir
[1100].
f. Sahabeden Medine dışına çıkanlar, cihadla meşgul
olmuşlardır. Nitekim İbn Mes'ud fetva verdiği zaman, Medine'ye gelip onu sorar;
şayet Medinelilerin uygulamasına aykırı fetva vermişse tekrar Kufe'ye dönerek
önceki fetvasını feshederdi
[1101].
g. Hz. Peygamber'in hükmünün Medine'de bulunan çoğunluğa
gizli kalıp da dışarıda bulunan azınlık tarafından bilinmesi muhaldir. Normal
olarak içtihat yetkisine sahip âlimlerden oluşan böyle bir topluluğun, ancak
tercih olunan hususlarda icma etmeleri gerekir
[1102].
a. Birinci delildeki hadiste Medine'nin özellikle zikredilmesi, onun şerefini ve kirlerden uzak olduğunu açıklamaya yöneliktir. Yoksa söz konusu hadiste, Medine'den ayrılanların kirlerden uzak olamayacağı ve buna göre sadece Medinelilerin icmaının hüccet olduğuna dair herhangi bir delil mevcut değildir. Zira herhangi bir bölgenin fazileti böyle bir neticeyi gerektirmez. Nitekim Mekke, Kabe ve Makam-ı İbrahim'e sahip olmasına rağmen, Mekkeliler hüccet olmazlar. Bu görüşte olan herhangi bir kimse de mevctu değildir. Küfür diyarında bile olsa âlimlerin ilmine, müçtehitlerin içtihadına itibar edilir. Konuyla ilgili Sem'ânî şöyle demektedir: "Medine, sahabenin bulunduğu, vahyin indiği yer olduğu gibi münafıkların ve İslâm düşmanlarının da yaşadığı bir yerdir. Nitekim "Resûlullah'ın yanındakilere yardım etmeyin ki etrafından dağılsınlar" diyenlerin, "Medine'ye dönünce aziz olanlar zelil olanları oradan çıkaracaktır" tehdidini savuranların ve nifak üzere devam edenlerin hepsi Medine'de yaşamaktaydılar. Ayrıca Hz. Ömer'in yaralanması, Hz. Osman'ın muhasara edilip, şehit edilmesi hep Medine'de cereyan etmiştir" [1103]. Sem'anî' nin bu ifadeleri Mâlikîlerin ikinci deliline cevap teşkil etmektedir.
b. Medinelilerin nazil olan vahye şahit olmaları ilmin
sadece Medine'ye ait bulunduğuna delalet etmez. Nitekim sözü delil teşkil
edenlerden Medine dışında olanlar da vardı. Ayrıca herhangi bir kimsenin, sırf
Medine'de bulunması sebebiyle ilmi artmayacağı gibi, oradan ayrılmasından
dolayı da eksilmez
[1104].
c. Rivayette asıl olanın bizzat işitmek ve Hz. Peygamber
zamanında meydana gelen olaylara onun huzurunda şahit olmak olduğuna göre,
Medinelilerin bunu daha iyi bilecekleri ve rivayet olunanı daha iyi kavramaları
sebebiyle rivayetleri tercih olunacaktır.
İçtihat yolu ise
araştırmak, incelemek ve verilecek hükmün delillerini ortaya çıkarmaktır. Bu
hususta ise Medine'ye yakın veya uzak olmanın veya farklı bölgelerde
bulunmanın herhangi bir etkisi söz konusu değildir. Şu halde Medinelilerin
icmaı, muhaliflerine karşı bir hüccet olamaz
[1105].
Zira burada konu olan rivayet değil, içtihattır.
d. Mâlikîlerin "Medinelilerin Hz. Peygamber'in son hükmüne şahit oldukları ve nesholanla olmayanı bildikleri" tarzındaki iddiaları ise İbn Hazm'ın da ifade ettiği gibi bir aldatmacadan ibarettir. Zira Ali, İbn Mes'ud, Enes ve daha başka sahabîlerde söz konusu olduğu gibi, Hz. Peygamber'in herhangi bir konudaki son hükmüne sadece Medine'de kalanlar değil, oradan ayrılanlar da şahit olmuşlardı. Bu hususta Medine'de kalanlarla, ayrılanlar arasında herhangi bir fark yoktur [1106].
e. Mâlikîlerin Medine'den ayrılanların sadece cihatla
meşgul oldukları şeklindeki iddiaları da yanlıştır. Zira cihat, onların
dinlerini öğrenmelerine engel olmamıştır. Mâlikîlerin bu konuda örnek olarak
zikrettikleri İbn Mes'ud'un Kufe'de verdiği fetvayı Medine'de feshettiğine
dair misal, sadece iki meseleyle ilgili olup, onun feshini Ömer emretmişti.
Ömer ise halife idi ve ona muhalefet söz konusu olamazdı. Ayrıca Hz. Ömer'in
İbn Mes'ud'a görüşünü sorup, onun görüşüne göre amel ettiği de rivayet
edilmiştir. Bilindiği gibi Hz. Ömer Medine'de İbn Mes'ud ise Kufe'de bulunmaktaydı
[1107].
f. Mâlikîlerin, "çoğunluğa -ki Medine'de kalan
ashaptır- Resûlullah'ın hükmünün gizli kalması ve Medine'den ayrılan azınlığın
ise onu bilmesi muhaldir" tarzındaki iddiaları da İbn Hazm'ın ifade ettiği
gibi açık bir yanıltmadır. Zira şayet onlar, Medine'de kalan sahabîlerin hepsinden
bir meselenin rivayet edildiğini ve hepsinin de bu rivayete göre fetva
verdiklerini tespit etmiş olsalardı, bu görüşlerinin doğru olması mümkün
olabilirdi. Ancak buna dair bir örnek bile bulabilmeleri söz konusu değildir.
Aksine sahabeden bir konuda bir, iki, üç ...farklı fetva ve rivayet
bulunmaktadır. Ayrıca sahabenin bazısının bilemediği Resûlullah'ın herhangi bir
hükmünü, başka sahabîler bilebilirler. Bazan Hz. Peygamber'in verdiği hükme
şahit olan sahabî Medine'den çıkmış veya orada kalmış olabilir. Bunun aksi de
mümkündür. Bunlar arasında herhangi bir fark yoktur. Zira sahabe ancak Hz.
Peygamber'in vefatından sonra değişik ülkelere dağılmıştır
[1108].
Şafiî icma ile bütün
ümmetin icmamı kasteder ve Medinelilerin icmaına onlarla birlikte İslâm
ümmetinin de katıldığını söyler. İmam Şafiî, Mâlikîlerden birisiyle
tartışmasında şöyle der:
"İster benim
tarafımdan, ister ilim ehlinden birisi tarafından, "bunun üzerinde icma
edilmiştir" denen şeyi hangi âlime sorsan, mutlaka sana aynını söyler ve
onu kendisinden öncekilerden de nakleder. Öğle namazının dört rekât oluşu,
içkinin haramlığı gibi. Bazan Mâlik'in "bunda icma vardır" dediği
hususta, Medine ehlinden ilim sahibi birçok kimsenin onun aksine görüş belirttiklerini
görürüm. Bazan da bütün beldeler ahalisini, onun "bunda icmaı vardır"
dediği görüşün karşısında bulurum."
[1109]
Ayrıca Şafiî, İmam
Mâlik'in sahih senedle rivayet ettiği hadislere Mâlikîlerin zaman zaman aykırı
görüş beyan etmelerini tenkit etmiş ve bunları el-Ümm adlı eserinin
"İhtilaftı Mâlik ve'ş-Şâfiî" kısmında teker teker açıklamıştır.
İbn Kayyim el-Cevziyye
de Mâlikîlerin, Medinelilerin icmaı ve amellerini hüccet kabul etmelerini bazı
deliller ileri sürerek tenkit etmiştir. İbn Kayyim'in bu hususta ileri sürdüğü
en güçlü delillerinden biri şudur:
"Sahabenin çoğu
Medine'den ayrıldıktan sonra, Resûlullah'ın sünnetlerinden herhangi birinin,
Medine'de kalanlarca bilinmeyip oradan ayrılanlar tarafından bilinmesi mümkün
müdür, değil midir? Şayet bu soruya olumsuz cevap verecek olursanız; İbrahim,
Alkame, Abdullah kanalıyla nakledilen ve Medinelilerin rivayet etmediği birçok
hadisi iptal etmiş olacaksınız ki bu mümkün değildir. Eğer söz konusu soruya,
Medine'de kalanların bazı sünnetleri bilmediklerini, oradan ayrılanların ise
bilebileceğini mümkün görüyorsanız, bazı sünnetleri bilemeyeceklerini itiraf
ettiğiniz kimselerin uygulaması ile sünneti nasıl terkedebiliriz?
[1110]
Ayrıca Hz. Ömer,
Medineliler onlarla amel etmeseler bile bazı bedevîlerin kendisine ilettikleri
hadislerle amel ederdi. Nitekim Dahhâk b. Süfyan el-Kilâbî'nin, Resûlullah'ın
Eşyem ed-Dıbaî'nin hanımını kocasının diyetine mirasçı yaptığını iletmesi
üzerine, Hz. Ömer bununla hükmetmiştir
[1111].
Öte yandan bizzat İmam
Mâlik, kendisini Medinelilerin amelini esas alan Muvatta'ı anayasa yapmaya
teşvik eden Hanın er-Reşîd'i bundan menederek şöyle demiştir:
"Resûlullah'ın
(s.a.) ashabı değişik bölgelere dağılmış olup, herbirinin yanında diğerlerinin
bilmediği hadisler bulunmaktadır". İmam Mâlik'in bu açıklaması, ona göre
Medinelilerin amelinin bütün ümmeti bağlayan bir hüccet olmadığının delilidir.
İmam Mâlik sadece Medinelilerin amelini tespit etmiş, ne naklettiği yerde, ne
de başka bir yerde Medinelilerin amelinden başkasına göre hüküm vermenin doğru
olmadığını hiçbir zaman söylememiştir. Aksine o, sadece bunu Medinelilerin
ameli olduğunu söylemekle yetinmiştir"
[1112].
İbn Kayyim'in, İmam
Mâlik'e göre Medine’lilerin amelinin başkalarını bağlayıcı olmadığı şeklindeki
görüşü, yukarıda zikretiğimiz İmam Mâlik'in Leys b. Sa'd'a yazdığı mektuptaki
kendi gösteriyle çelişmektedir. Nitekim söz konusu mektubunda İmam Mâlik şöyle
demektedir:
"Herhangi bir şey
Medine'de biliniyor ve onunla amel edip yorsa; ona aykırı davranılmasını doğru
bulmam..." Bu ifade gayet açık ve nettir. Onun, Harun er-Reşîd'în Muvatta
ile ilgili teklifini reddetmesi ise, insanların bunu bağlayıcı olarak kabul
etmeyeceklerini bilmesinden kaynaklanmış olabilir. Zira her âlimin delili ve
içtihadı farklı olup, kendi delilini bir tarafa bırakarak, gerçek olduğuna
inanmadığı bir görüşe halife bile olsa başkasının zorlamasıyla uyması kolay
değildir. Çünkü ikna edici olan delildir.
İbn Kayyim'in ifade
ettiğimiz bu açıklaması Medinelilerin icmanın delil olması ve haber-i vahide
takdim edilmesi ne reddiye mahiyetinde olmakla birlikte, özellikle
Medinelilerin icmaının delil olmadığını isbat sadedindedir.
[1113]
Bu ölçüyü Mâlikîlerle
ilk tartışan İmam Şafiî olmuştur. Nitekim o, el-Ümm isimli eserinin
"İhtilaftı Mâlik ve'ş-Şâfiî"
[1114]
kısmında Mâlikîlerin bu ölçüyü esas alarak reddettikleri hadisleri detaylıca
tartışmış ve onlarla amel etmenin gerekli olduğunu ortaya koymuştur. Bu
hadisler azımsanmayacak kadar da çoktur. İleride bunların birkaç tanesini
zikredeceğiz.
Söz konusu ölçüyü
kullanmaları sebebiyle Mâlikîleri tenkit edenlerden biri de İbn Kayyim'dir. O,
bu hususta şöyle demektedir:
"Aslolan, sünnete
tabi olmaktır. Sünnet ise, bazı müslümanlar amel edip etmemeleri sebebiyle
terkedilemez. Aksi halde sünnet terkedilip başkalarına uyulmuş olurdu. Bu
durumda başkalarının ameli sünnet, aksi ise bid'at olurdu. Halbuki
Medinelilerin ameli sünnetin sahihliği için bir ölçü değil, aksine sünnet,
amelin doğruluğu olup olmadığının ölçüsüdür. Zira başkalarının değil, herhangi
bir beldenin, uygulamasında yanılmayacağım kimse garanti edemeyeceği gibi,
şehrin, bölgenin herhangi bir görüşün tercihinde hiçbir etkisi de olamaz
[1115].
Ayrıca şayet sahabeden herhangi birinin gidip yerleştiği bir şehirde uygulama
oraya gelen söz konusu sahabenin naklettiğine göre devam etse, Medine'de
bulunan bir sahabenin nakletmesi sebebiyle devam eden Medinelilerin
uygulamasıyla arada bir fark olmaması gerekir. Zira her iki durumda da amel Resûlullah'ın
sözü veya fiiline dayanmaktadır. Aksi taktirde Medine'de bulunan sahabenin naklettiği
haber ameli gerektirirken, başka bir bölgedeki sahabenin verdiği hadisle amel
edilmemiş olur. Nassın Medinelilerin uygulamalarını desteklemesi halinde ona
uyulacaktır. Nassın başka şehirlilerde bulunanların uygulamasını desteklemesi
ve Medinelilerin elinde buna aykırı başka bir nassın da bulunmaması halinde ise
nassa dayalı olan uygulama tercih edilir
[1116].
Hz. Peygamber ve
sahabe döneminden itibaren uygulama veya naklinde icma edilen bu hususa sahih
sünnetin aykırı olması muhaldir. İçtihat yoluyla icma ettikleri hususta
sünnetin muhalefeti söz konusu olmuşsa, Hz. Peygamber'in ismeti onların
ictihadının doğruluğunu garanti etmez. Söz gelimi hıyar-ı meclisin batıl
olduğu, rukû'da ellerin -kulak hizasına- kaldırılmaması hususlarında nakle ve
uygulana gelen tatbikata dayalı bir icmada bulunmamışlardır. Onların sa’, müd
gibi ölçüler, vakıflar, sebzelerden zekatın verilmeyeceği hususlarındaki
nakilleri ise doğru olup; Hz. Peygamber'den de bunlara aykırı herhangi bir
sünnet nakledil memiştir
[1117].
Hulefâ-i râşidîn ve
sahabe asrından sonra Medine'deki uygulamanın orada bulunan müftü, idareci ve
çarşılarda kontrol yapan muhtesiplerin uygulamaları doğrultusunda teşekkül
ettiği, halkın da bunlara aykırı davranmadığı bilinmektedir. Söz konusu dönemde
müftü fetva vermekte, yönetici bunu icra etmekte, muhtesip de buna göre hareket
etmekte ve böylece bir uygulama ortaya çıkmakta idi. Böyle bir uygulamanın
sünnete aykırı olması durumunda sadece onun dikkate alınmaması gerekir; Hz.
Peygamber'in, halifelerin veya sahabenin sünnet olan uygulaması değil. Bu
ikisini birbirine karıştırmamak gerekir
[1118].
Doğru uygulama sünnete
muvafık olandır
[1119].
Sahih sünnete aykırı olan uygulama kesinlikle nakille ilgili olmayıp içtihatla
ilgilidir. Sünnete aykırı içtihat ise merduttur. Nakil yoluyla olan herhangi
bir uygulamanın sahih sünnete aykırı olması ise hiçbir zaman söz konusu olamaz
[1120].
Sünnetler, herhangi
bir uygulama sebebiyle terkedilecek olsaydı, yok olup gider, izleri bile
kalmazdı. Nitekim zaman içerisinde hatta bugün dahi sahih sünnete aykırı
olarak yerleşmiş nice uygulamalar vardır. Sünnet terkedilip, ona aykırı hareket
edilir ve uygulama böylece devam eder
[1121],
daha sonra bunu bilen bir kimse söz konusu uygulamaya göre hareket ederse
insanlar ona "sünneti terkettin" derler
[1122].
Aslında bu şahıs daha önce terkedilmiş olan sünnete göre hareket etmiş olup,
kendisi yeni bir uygulama ortaya koymamıştır.
İçtihada dayalı
herhangi bir uygulamanın, Medinelilerin uygulaması dahi olsa, sahih sünnet
mukabilinde hüccet olacağını ileri sürenlerin delilleri bu açıklamayla
bütünüyle çürütülmüştür. Ayrıca sahih olanın, sünnete aykırı değil, ona uygun
düşen uygulama olduğu da ortaya çıkmıştır.
[1123]
Âlimlerin
Medinelilerin icmaına yaklaşımı naklî ve içtihadı olması durumuna göre
farklılık arzetmektedir. Burada icma ile, Hz. Peygamber'den nakledilen veya
Kur'an ve mütevatir sünnetten elde edilen bir hükme dayanan icma kastedilmektedir.
Farklı görüş sahipleri arasındaki tartışma noktalarının daha iyi anlaşılması
için bu konu hakkında bir miktar bilgi vermemiz yerinde olacaktır.
Kâdî İyaz
Medinelilerin icmaını, naklî ve içtihadı icma olmak üzere iki kısma ayırmakta
[1124],
naklî icmaı ise ayrıca dört kısımda ele almaktadır:
a. Ezan, kamet ve namazda besmeleyi açıkça okumamak gibi
Hz. Peygamber’in sözü olarak nakledilen icma.
b. Namazın şekli, rekât ve secdelerin sayısı gibi Hz.
Peygamber'den fiilî olarak nakledilen icma.
c. Hz. Peygamber'den takrirî olarak nakledilen icma.
d. Bol miktarda bulunduğunu bilmesine rağmen,
sebzelerden zekat almaması gibi, ellerinde bol miktarda bulunmasına rağmen
sahabeyi sorumlu tutmadığına dair Hz. Peygamber'den nakledilen hususlarla
ilgili icma.
Kâdî İyâz devamla şöyle demektedir:
"Medinelilerin icmaının bu çeşidi (naklî icma) yukarıda zikredilen bütün yönleriyle bağlayıcı bir delildir. Bu icmaa aykırı olan haber ve kıyas terkedilir. Zira böyle bir nakil, kesin olarak bilinmekte ve kat'î ilim ifade etmektedir. Bu sebeple de zann-ı galip ifade eden bilgiyle terk edilememektedir. Üstadlarımızın çoğundan nakledildiğine göre Mâlik'in görüşü de budur. Bunun şahinliğinde ve delil olmasında akıl sahipleri arasında herhangi bir ihtilaf da söz konusu değildir. Bu konularda sadece kendilerine bu nakiller ulaşmayan Medinelilerin dışındaki bazı kimseler muhalefet etmişlerdir [1125].
Medinelilerin icmaının
ikincisi ise içtihada dayanan icmadır. Bu icmaın delil olması, hem Mâlikîlerin
kendi aralarında, hem de Mâlikîlerle diğer âlimler arasında ihtilaf konusudur
[1126].
İbn Kayyim, çoğunluğa
göre makbul olan nakil yoluyla gelen Medine halkının icmaını üç kısma
ayırmaktadır: Birincisi Kâdî İyâz'ın yukarıda dört kısım olarak
zikrettikleridir. İkincisi Hz. Peygamber döneminden itibaren nesilden nesile
kesintisiz olarak nakledilen icma; üçüncüsü sa' ve müd gibi ölçüler, Hz.
Peygamber'in namazdaki yerinin, minberinin, kabrinin, odasının yerini tayin
gibi durumu değişmeyen dinî bakımdan önemli olan bazı yer ve ölçülerle ilgili
nakledilen bilgilerdir
[1127].
Bunlar hac ibadetinde Safa ve Merve gibi rükün yerlerini nakletme konumunda
olup
[1128], onlarla amel edilmesi
hususunda görüş birliği vardır.
İbn Kayyim vakıflar,
ziraatçılık, yüksek bir yerde ezan okuma, sabah namazı için fecirden önce ezan
okuma, ezanın lafızlarını çifter, kamelinkini ise tek olarak okuma, Kur'an ve
sünnetle hitabede bulunmayı naklî icmaa misal olarak verdikten sonra şöyle
demektedir:
Bu çeşit nakil ve
icma, uyulması gereken delil ve kabul ile karşılanan bir sünnettir. Bunu elde
eden âlim memnun ve hoşnut olur
[1129].
Ancak kamette
lafızların tek okunması, hutbe ve şartlarında olduğu gibi bu nevi nakilde
âlimler arasında ihtilaf vardır. Bu husus, üzerinde ittifak bir tarafa ihtilaf
ve tartışma mevzudur.
İbn Kayyim'in
zikrettiği ikinci nevi ise ictihadî icmadır. O, bu nevi icmaın tartışma mevzu
olduğunu ifade etmektedir
[1130].
Şu halde ihtilaf ve
tartışma konusu olan, içtihada dayalı icmadır. Nitekim âlimlerin çoğu bu icmaın
delil olarak kullanılması hususunda Mâlikîlere muhalefet ettiği gibi, bizzat
Mâlikîler arasında da bu hususta görüş birliği mevcut değildir. Hatta İmam
Mâlik'in "icma ifadesi" ile naklî icmaı mı yoksa bir başka icmaı mı
kastettiği hususunda da ihtilaf bulunmaktadır.
Konuyla ilgili olarak
Karafî ise şöyle demektedir:
"Mâlik'e göre
tevkifi olarak sabit olan hususlarda Medine halkının icmaı, cumhurun görüşünün
aksine, kesin delildir"
[1131].
Kadı Abdülvehhab ise şöyle demektedir:
"İmam Mâlik'in
Leys b. Sa'd'a gönderdiği mektupta buna işaret edilmektedir. Mâlikîlerden bir
topluluğun görüşü de budur"
[1132].
Ayrıca Karafî, bazı
âlimlerin, "Medinelilerin naklettiklerinde değil, uygulamalarındaki
icmalarının delil olduğu görüşünü de nakleder
[1133].
Bu, uygulama nakilden daha güçlüdür şeklindeki tarafgir düşüncenin bir neticesidir.
Aslında nakil bizzat kendisi hüccet değildir! Ancak herhangi bir kimse
"Hz. Peygamber'den nakledilen hüccet değildir, hüccet sadece Medinelilerin
amelidir" diyemez.
Mâlikîlerden bazıları
da bu nevi icmaın (ictihadî icma) hüccet olmadığını, asıl hüccetin Medinelilerin
naklî icmaı olduğunu söylemiştir. Zira bunda bir içtihadın diğerine tercihi
söz konusu değildir. Bu, Ebu Bekir İbnü'l-Arabî, Ebu Ya'kub er-Râzî ve
başkalarının da görüşüdür. Bunun İmam Mâlik'in veya Mâlikîlerden ileri gelen
birinin görüşü olduğu reddedilmiştir
[1134].
Bu konuda üçüncü bir
görüş de bazı Şâfiîlerin "bu icma hüccet olmasa da Medinelilerin içtihadı
başkalarının içtihadına tercih edilir" şeklindeki görüşleridir
[1135].
Bu açıklamalardan
sonra şunları söylememiz mümkündür:
Medinelilerin icmaından,
kaynağı Hz. Peygamber'e dayananı hüccettir. Ancak, bunun sadece Medinelilere
ait bir icma olduğunu söylemek doğru değildir. Aksine, bu ümmetin tamamının
icmaıdır. Medineliler ise ümmetten olmakla birlikte ümmetin tamamı değildirler.
Bu itibarla da onların icma ettikleri hususlarda, ümmet de icma etmiştir. Şu
halde "ümmet icma etmiştir" denildiğinde üzerinde ihtilaf olmayan
hususlar kastedilmektedir. Çünkü ümmetin icmaının bulunduğu hususlar, aslında
Allah ve Resûlü'nün beyanlarına dayananlardır. Böyle bir durumda icmaın
olduğunu söylemek ise daha sonra herhangi bir muhalifin çıkmasını önlemeye yönelik
olmaktadır.
Sadece Medinelilerin
icma ettiği söylenenler hususunda bizzat Medinelilerden hiçbir kimsenin muhalif
olmadığını söyleyemeyiz. Böyle bir durumda da iddia ettikleri icmadan söz
edilemez.
Dayanağı, içtihat olan
icmaın delil olarak kullanılmasında bizzat Mâlikîler kendi aralarında ihtilaf
etmişlerdir. Mâlikîlerin ihtilaf ettiği böylesi bir durumda başkalarının onlara
muhalefet etmesi ise tabiîdir. İhtilafın bulunduğu ittifakla kabul ediliyor
ise burada icmadan söz edilemez.
Aşağıdaki misallerde
Mâlikîlerin, Medinelilerin icmaı ve uygulamalarını esas almaları sebebiyle
sahih hadise muhalefet ettiklerini göreceğiz. Bu, delil olarak kullanılan
icmaın nassa dayanan (naklî) ve içtihada dayanan (ictihadî) icmaa da şamil
olduğunu teyit etmektedir. Hatta bunun ötesinde Mâlikîlere göre Medinelilerin
icmaı nakilden daha güçlüdür. Biz burada konunun neticelerini önceden verecek
değiliz, misalleri zikrettikten sonra bunlar açıkça ortaya çıkacaktır. Ancak
burada bu ölçüyü uygulamaya geçmeden önce "Medinelilerin icmaı ve
ameli" tabirinin farklı kullanımlarına da işaret etmeliyiz.
Medinelilerin icma ve
ameli arasındaki fark ve İmam Mâlik'in bu tabirle kastettiği şey:
İmam Mâlik,
Medinelilerin amelini veya icmaını ifade etmek üzere değişik ıstılahlar
kullanmıştır. O, bu durumu ifade etmek üzere "el-Emrü'1-müctemau aleyhi
indenâ = Bizde üzerinde icma olunan budur", "el-Emrü'1-lezî lâ
ihtilâfe fîhi indenâ= Bizde ihtilaf olmayan durum budur", "el-Emrü
indenâ= Bizde durum budur", "el-Emrü'1-lezî edrektü aleyhi
ehle'I-ilmi bi-beledinâ= Beldemizdeki ilim ehlini bu şekilde amel ederken
buldum", "el-Emrü'1-lezî edrektü alâ hâze'l-ameli ehle'1-ilmi
bi-beledinâ= Beldemizdeki ilim ehlini bu şekilde amel ederken buldum",
"Medati's-sünnetü'1-Ietî la'htilâfe fhihâ indenâ= Bize göre hakkında ihtilaf
olmayan sünnet budur", "Leyse li-hâzâ indenâ haddün ma'rûf velâ emrun
ma'mûlün bihî fîhi= Bu hususta bizde belirli bir tarif ve amel yoktur",
"Leyse'1-amel alâ hâzâ= Amel bu şekilde değildir" ve benzeri
ıstılahlar kullanmıştır.
İmam Mâlik'in söz
konusu tabirlerinin anlam ve yorumu hususunda âlimler farklı görüşler ileri
sürmüşlerdir. Bunlardan biri Kâdî İyâz'ın naklettiği İmam Mâlik'in görüşüdür.
İmam Mâlik'e el-Muvatta'da zikrettiğin "el-Emrü'I-müctemau aleyhi indenâ
ve bibeledinâ= Bizde ve memleketimizde üzerinde icma olunan budur",
"edrektü ehle'l-ilmi= İlim ehlini bu şekilde buldum", "semi'tu
ba'da ehli'I-ilmi= Bir kısım ilim ehlini bu görüşte buldum" tabirleri ile
neyi kastettiği sorulduğunda şöyle cevap vermiştir:
"Bu kitapta benim
görüşüm dediklerimin çoğu kendi görüşüm olmayıp; kendilerinden istifade ettiğim
birçok ilim ve fazilet ehlinden işittiklerimdir. Bunlar çoğunlukta olduğu için
kendi görüşüm şeklinde ifade ettim. Aslında bu onların sahabeden aldıkları
benim de kendilerinden aldığım görüşlerdir... Bunlardan "el-Müctemau
aleyh= üzerinde icma edilen budur" tabiri ile ilim ve fıkıh ehlinin
ihtilaf etmeyip, icma ettiklerini; "el-Emrü indenâ= Bizde uygulama bu
şekildedir" terimi ile bize cahil-âlinı herkesin bildiği tatbikatlarını,
"... beldemizde' ve "bir kısım ehli ilim" ile de âlimlerin
benimsediklerini kastetmekteyim..."
[1136]
Söz konusu tabirlerle
ilgili Kâdî İyâz başka yorumlar da nakletmiştir. Bunlardan biri de Ahmed b-
Abdullah el-Kûfî'nin Tarih'inde ifade ettiği "İmam Mâlik Muvatta'ında
el-Emrü'1-müctemau aleyhi indenâ tabiri ile Süleyman b. Bilal’in hükümlerini
kastetmiştir" görüşüdür. Ancak Kâdî İyâz naklettikten sonra bunun doğru
olmadığını da ilave etmiştir
[1137].
Doğrusu da budur.
Kâdî İyâz'ın
ed-Derâverdî'den naklettiğine göre ise İmam Mâlik, "ve aleyhi edrektü
ehle'i-ilmi bi-beledinâ= Beldemizdeki ilim ehlini bu tatbikat üzere
buldum", "el-Müctema' aleyhi indenâ= Beldemizde üzerinde icma edilen
budur" ile Rabia b. Ebu Abdurrahman'ı kastetmiştir.
Tespitlerimize göre
"el-Emrü'1-muctemau aleyh- üzerinde icma olunan husus" ile İmam Mâlik
Medine âlimlerinin icmaını kastetmektedir. Bu icmaın başkalarının görüşlerine
muhalefet edip etmemesi önemli değildir. Ancak söz konusu tabir "el-Emrü
iridena= Bizde uygulama bu şekildedir" ve icmadan bahsedilmeyen benzeri
ıstılahlardan farklıdır. Aşağıda verilecek örneklerden de anlaşılacağı üzere,
İmam Mâlik'in "el-Emrü'l-müctemau aleyh" diye tavsif ettiği konulara
herhangi bir hadisin muhalefeti söz konusu değildir. Kitabının değişik
yerlerinde geçen diğer tabirler ise bazı hadislere muhalefet etmektedir. Ancak
o, aşağıda görüleceği üzere hadislerin bir kısmını Medinelilerin ameli ile
tahsis etmektedir.
Dr. Ahmed Muhammed Nûr
Seyf, el-Muvatta' ve el-Müdevvene isimli eserlerden İmam Mâlik'in kullandığı bu
ıstılahları tespit ederek, onları anlam yakınlıklarına göre gruplandırmıştır
[1138].
Onun tespitine göre
İmam Mâlik 65 yerde "el-Emrü'I-müctemau aleyh" ve benzerlerini; 120
yerde "el-Emrü indenâ" ve benzerlerini; 27 yerde "mâ edrektü
aleyhi'n-nâs ve bi-hâzâ medâ emrü'n-nâs" ve benzerlerini; 37 yerde
"es-Sünnetü evi'1-emrü'l-lezî la'htilâfe fîhi indehum" ve
benzerlerini; 21 yerde "es-Sünnetü indenâ ve medati's-sünnetü" ve
benzerlerini; 37 yerde ise "Leyse li-hâzâ indenâ haddün ma'rûfun, alâ
hâze'1-amel indenâ" ve benzerlerini kullanmıştır
[1139].
İmam Mâlik'in
"el-Amelü indenâ" ve benzerlerini, "el-Emrü'l-müetemau
aleyh" tabiriyle aynı anlamda kullandığı; Medinelilerin ameli, onların
icmalarıyla aynı anlama geldiği görüşünde oldukları için İmam Şafiî'nin de
[1140]
içinde bulunduğu bazı âlimler, Mâlik'in Medinelilerin ameline aykırı olması
veya onunla amel etmemeleri sebebiyle onun muhalefet ettiği haberleri bu
ölçüye göre reddedilen haberlere dahil etmişlerdir. Aslında bunu ayrı bir ölçü
veya İmam Mâlik'in Medinelilerin ameli ile kasdı sahabe amelinden daha umumî
olsa da, sünnetin sahabe ameline arzı ölçüsü içinde mütalaa etmek de mümkündür.
Bu açıklamalardan sonra İmam Mâlik ve Mâlikîlerin Hz. Peygamber'den gelen bazı hadislere muhalefet ettikleri bazı konuları zikredebiliriz.
Hayvanı ödünç
almak: İmam Mâlik'in Muvatta'mûa Hz.
Peygamber'in azadlısı Ebu Rafi'den naklettiğine göre o şöyle anlatmıştır:
Resûlullah (s.a.) genç
bir deve ödünç almıştı. Daha sonra Hz. Peygamber'e zekat malından bir miktar
deve geldi. Resûlullah bana, o adama genç devesini vermemi emretti. Ben:
"Develer arasında
yedi yaşında iyi, genç bir deveden başka bulamadım" dedim.
Bunun üzerine
Resûlullah "Onu o adama ver, çünkü insanların en hayırlısı verirken daha
iyisini verendir" buyurdu
[1141].
Hadisi naklettikten
sonra İmam Mâlik şöyle demektedir:
"Bizde üzerinde
icma olan husus; bir kimse belirli bir özelliği ve bilinen bir meziyeti olan
bir hayvanı ödünç alırsa, benzerini iade etmesinde herhangi bir sakınca
olmadığıdır. Ancak kölelerde helal olmayanı helal saymaya götüreceği endişesi
sebebiyle bu caiz değildir. Kölelerde bunun caiz olmaması şöyle açıklanabilir:
"Bir adam cariye
ödünç alsa, güzelliğine dayanamayarak cinsel ilişkide bulunduktan sonra
sahibine geri iade etmek istese bu tutumu doğru ve helal olamaz. Nitekim ilim
erbabı kimseler bunu yasaklamış ve onlardan buna ruhsat veren de
olmamıştır"
[1142].
Şu halde İmam Mâlik'e göre köleler hariç hayvan, mal ve benzerlerinde ödünç genel olarak caizdir. Zira ona göre kölelerdeki ödünç alma, harama vesile olabilir. İmam Mâlik hadisteki umumiliği şeriatın sedd-i zerayi prensibini esas alarak tahsis etmiştir. Bu durumda İmam Mâlik'in hadise muhalefet ettiği söylenemez. Aksine, onun bu görüşünün isabetli olduğunu söylemek gerekir.
Meyve satışında
istisna yapmak: İmam Mâlik'in
Muvatta'ında naklettiğine göre Kasım b. Muhammed, bahçesindeki ağaçların
meyvesini satar, belirli ağaçları ise satmaz, ayırırdı
[1143].
Muhammed b. Amr b. Hazm da "el-Efrak" denilen bahçesinin meyvelerini
dört bin dirheme satmış, sekiz yüz dirhem tutarındaki hurmayı ise istisna edip
satış dışı bırakmıştır
[1144].
Amra bint. Abdurrahman ise meyvelerini satarken bir kısmım istisna edip satış
dışı bırakmıştır
[1145].
Bu haberleri
naklettikten sonra İmam Mâlik şu açıklamayı yapmaktadır:
"Bahçesindeki
meyvesini satan kimsenin meyvelerinin üçte birini istisna edebilmesi, bizde
icma olunan bir husustur. Bundan fazlasını istisna edemez; azım ise, istisna
etmesinde herhangi bir sakınca yoktur"
[1146].
Bu örnekte İmam
Mâlik'in, istisnayı sadece üçte bir ve daha azı ile tahsis ettiği
görülmektedir. Ancak ileri sürdüğü bu şartın herhangi bir delili mevcut
değildir. Aksine, Tirmizî'nin Cabir'den rivayet ettiği hadiste sadece
istisnanın bilinme şartı mevcuttur. Zira, Cabir'in rivayetine göre Resûlullah
muhâkale
[1147], müzâbene
[1148] ve
muhabere
[1149] satışlarını yasaklamış;
istisna satışına ise belirli olması şartıyla müsaade etmiştir. Tirmizî bu
hadisin hasen-sahih ve Yunus b. Ubeyd, Ata, Cabir tarikinden garib olduğunu
söylemektedir
[1150].
Âlimlerin çoğu İmam
Mâlik'in ileri sürdüğü şartta ona muhalefet etmiş; muayyen olduğu sürece
istisnada üçte bir ile fazla veya eksik arasında herhangi bir fark
görmemişlerdir.
Bu örnekte de İmam
Mâlik'in hadise muhalefet ettiği söylenemez. Zira İmam Mâlik'in yaptığı sadece
bir şart ilave etmekten ibarettir. Bazı âlimler Arap dilinde üçten fazlası
istisna olmaz demişlerdir. Binaenaleyh bu âlimlerin görüşü doğru kabul edilecek
olursa, İmam Mâlik'in ileri sürdüğü şartın ne kadar yerinde olduğu
anlaşılmaktadır.
Ölen veya gücü
yetmeyen kimse adına haccetmek: İmam
Mâlik'in, İbn Abbas'tan Muvatta'ında rivayet ettiğine göre o, şöyle
anlatmıştır:
"Fadl b. Abbas
Hz. Peygamber'in terkisindeydi. Has'am kabilesinden bir kadın gelerek Hz.
Peygamber'den fetva sordu. Fadl ile kadın birbirine baktılar. Hz. Peygamber
Fadl'ın yüzünü eliyle öbür tarafa çevirdi. Kadın Resûlullah'a şöyle sordu:
"Ya Resûlullah,
babam hayvanına binemeyecek kadar yaşlı iken haccetmek ona farz oldu. Onun
yerine ben hac edebilir miyim? Hz. Peygamber evet, onun yerine haccedebilirsin
diye cevap verdi. Bu olay veda haccında meydana gelmişti
[1151].
İmam Şafiî de bu
hadisi el-Ümm adlı eserinde bir Mâlikî ile tartışırken nakletmekte, adam
Şafiî'ye "amel bu hadise göre değildir" demekte; Şafiî ise şöyle
cevap vermektedir:
"Hz.
Peygamber'den rivayet ettiklerinize muhalefet etmektesiniz. Bunu Ali b. Ebu
Talib de Hz. Peygamber'den rivayet etmiştir. Ayrıca Medineli İbnü'l-Müseyyeb, İbn
Şihâb ve Rabiatü'r-re'y kişinin başkası adına hac edebileceği hususunda fetva
vermişlerdir. Üstelik bu sizin tatbikatınıza da uygundur. Siz tabiînden hiç
birinin görüşü olmadan bunlara muhalefet ediyorsunuz. Ayrıca Medinelilerin dışındaki
Mekke, Meşrik ve Yemenli fakihlerin tamamı kişinin başkası adına
haccedebileceği yolunda görüş beyan etmişlerdir
[1152].
İmam Mâlik uygulamanın
hadise uygun olmadığını Muvatta'ındâ ifade etmemesine rağmen, İmam Şâfıî Mâlikî
olan kişiyle yaptığı tartışmada onun ididalarını reddetmiştir. Ancak ben
el-Müdevvene'de, uygulamanın hadise uygun olduğunun ifade edildiğini buldum.
Söz konusu kitapta şöyle denilmektedir:
İmam Mâlik'e kendisi
adına haccetmeyi vasiyet etmeden ölen kimse hakkında oğlu, babası veya eşi
nafile haccedebilir mi diye soruldu. O, "bunun dışında nafile ibadet yapar
veya onun adına tasaddukta bulunur ya da köle azad eder" diye cevap verdi.
İbnü'1-Kasım'a ölümünden önce kendisi adına haccetmeyi vasiyet eden kimse hakkında
İmam Mâlik'in görüşü nedir? diye soruldu. O, Mâlik'in "böyle bir kimsenin
bu vasiyeti yerine getirilir ve onun adına haccedilmesi bana göre daha
doğrudur" şeklinde cevap verdiğini söyledi
[1153].
İmam Mâlik aynı eserin
bir başka yerinde kendisi adına, farz olan haccetmeyi ve köle azad etmeyi
vasiyet eden kimse hakkında sorduklarında, "köle azadı haccetmekten önce
yapılır; zira bizde ölen kimse adına haccetme uygulaması bulunmamaktadır"
[1154]
demektedir.
Bu açıklama, İmam
Mâlik'in hadisi Muvatta'da rivayet etmesine rağmen, uygulamanın ona göre
olmadığını bildiren bir ifadesi olup; Medinelilerin amel etmemelerini hadisten
daha kuvvetli bulduğunu göstermektedir. Bu sebeple de o, hadise göre değil,
uygulamaya göre fetva vermiştir.
Burada İmam Mâlik'in, hadisin hilafına amel edildiğinden mücerred durumu bildirmek için bahsettiği söylenemez. Aksine o, bunun ötesine geçerek ameli, herhangi bir meseleyle karşılaştığında kendisiyle fetva verme ve hükme geçirme noktasına taşımıştır. İmam Mâlik'in ve başkalarının sahih tariklerle rivayet ettikleri hadis, amel etmek için ona muhalif olan uygulamadan daha uygundur.
Defnedildikten
sonra kabir üzerine cenaze namazı kılmak: İmam Mâlik'in Muvatta'ında Ebu Ümâme b. Sehl b. Hanif’ten mürsel
olarak rivayet ettiğine göre fakir bir kadın hastalandı. Bu durum Hz. Peygamber'e
haber verildi. Resûlullah fakirleri ziyaret eder, onların hal ve hatırlarını
sorardı. Bu kadını da ziyaret ettikten sonra Hz. Peygamber:
"Öldüğü zaman bana haber verin"
buyurdu. Kadının cenazesi gece defnedildi. Hz. Peygamber'i uyandırmak
istemediler. Sabah kadının durumu Hz. Peygamber'e haber verilince, "size onun ölümünü bana haber vermenizi
emretmemiş miydim?" diye sordu. Ashap "gece seni uyandırıp rahatsız
etmek istemedik" diye cevap verdiler. Bunun üzerine insanlarla birlikte kabri
yanında saf tutup dört tekbir ile kadının cenaze namazını kıldırdı
[1155].
Söz konusu hadis Ebu Hureyre'den Sahihayn'de aynı mâna ile muttasıl olarak yer
almaktadır
[1156].
Defnedildikten sonra
cenaze üzerine namaz kılınması hususunda el-Müdevvene'de İmam Mâlik şöyle
demektedir:
Cenaze namazı
kılındıktan sonra gelenlerin tekrar namaz kılmaları gerekmez, bundan sonra
hiçbir kimse cenaze üzerine namaz kılamaz. Ona Hz. Peygamber'in ölen kadının
kabrine karşı cenaze namazı kıldığı hatırlatılınca İmam Mâlik:
"Bu hadis
rivayet edilmiştir, ancak Medinelilerin uygulaması bunun aksinedir"
demiştir
[1157].
Söz konusu açıklama,
bu hususta hadis rivayet etmesine rağmen defnedildikten sonra cenaze üzerine
namaz kılınamayacağına dair İmam Mâlik'in açık bir ifadesidir. Onun bu hadisle
amel etmemesinin sebebi -mürsel hadisle amel ettiği bilinmesine rağmen-
hadisteki irsal ve inkıta' olsaydı bunu anlamak kolay olurdu. Ancak ona göre
Medinelilerin uygulaması âhâd yolla gelen hadise uymadığı için söz konusu
hadisle amel etmemiştir.
İbn Hibban konuyla
ilgili olarak şu açıklamayı yapmaktadır:
"Bazı âlimler Hz.
Peygamber'in, "ben onlar üzerine
namaz kılmak suretiyle kabirlerini nurlandırırım" hadisini delil
göstererek defnedildikten sonra kabir üzerine namaz kılmanın Resûlullah'ın hasaisinden
(ona aid fiillerden) olduğunu söylemişlerdir. Ancak durum onların iddia ettiği
gibi değildir. Zira Hz. Peygamber cenaze namazını tek başına kalmamış; diğer
insanlar da arkasında saf tutup onunla birlikte namaz kılmışlardır. Şayet bu
namaz Resûlullah'ın hasaisinden olsaydı, arkasında saf tutup kendisiyle
birlikte namaz kılmalarına mani olurdu
[1158].
Gece namazını tek
rek'at olarak kılmak: İmam Mâlik'in
Muvatta'ında Abdullah b. Ömer'den naklettiğine göre bir adam Resûlullah'a gece
namazından sordu. Resûlullah (s.a.) "Gece
namazı ikişer ikişer kılınır; ancak sizden biri sabah namazını kaçırmaktan
endişe eserse bir rek'ât olarak kılar, böylece kıldığı namaz tek rek'ât olmuş
olur"
[1159]
buyurdu.
İmam Mâlik hadisle ilgili olarak "bizde uygulama böyle değildir, tek rek'âtlı namazın en azı üç rek'attır" [1160] demiştir.
Burada uygulamanın
hadise muhalefetini, uygulama bulunduğunu söyleyen kimsenin söz konusu
uygulamanın, kendi zamanı ile ilgili olduğunu naklettiği şeklinde
değerlendirmek ve onların bir rek'atla değil, üç rek'atla gece namazı
kıldıkları tarzında yorumlamak mümkündür.
Meclis
muhayyerliği: İmam Mâlik, Nalı, İbn
Ömer tarikiyle rivayet ettiği "Alıcı ve satıcı (ayrılmadıkları sürece)
muhayyerdirler, hadisini naklettikten sonra şu açıklamayı yapmıştır:
"Bu konunun bize
göre belirli bir tarifi, sınırı ve uygulaması yoktur"
[1161].
el-Müdevvene'60 ise
konuyla ilgili olarak şöyle denilmektedir:
"İbnü'l-Kasım'a
İmam Mâlik'e göre muhayyerlik alıcı ve satıcı ayrılmadıkları süre içinde
midir? diye sordum. Of İmam Mâlik'e göre ayrılmasalar da onlar için muhayyerlik
yoktur diye cevap verdi;
Mâlik'in, alış verişin
söz ile meydana geldiğini, söz ile tamamladıktan sonra, akdin geçerli olduğunu
ve hiçbiri için bundan vazgeçmenin söz konusu olmadığını söylediğini nakletti
[1162].
İmam Mâlik'in Muvatta'ındaki açıklamasından başka bir sözüne rastlamasaydık, önceki hadis gibi bunu da "meclis muhayyerliği için belirli bir süre olmadığını nakletmekten ibarettir" şeklinde yorumlayabilirdik. Ancak hadis altın zincir dedikleri en sahih senedle nakledilmiş olsa da imam Mâlik'in el-Müdevvene'de "ayrılmasalar da muhayyerlik yoktur" şeklindeki açıklamasıyla te'yili mümkün olmayacak şekilde çelişmektedir. Alimlerden biri ise:
"İmam Mâlik'in bu hadisle ilgili bizzat kendisini mi, yoksa Nafi'i mi eleştirdiğini bilmiyorum, bu tenkit halkasına sahabe olan Abdullah'ı ilave etmeyi ise uygun bulmuyorum" demiştir.
İmam Mâlik'in
Medinelilerin böyle bir senedle rivayet edilen bu hadisi terkedip Medinelilerin
uygulamasını tercih etmesi; onun, Medinelilerin amelini daha güçlü gördüğü,
Kur'an ve mütevatir sünnetten sonra en yüksek mertebede Medinelilerin ameli
kabul ettiği şeklindeki görüşümüzü teyit ettiğinde şüphe yoktur. Bu itibarla
muhtemelen İmam Mâlik âhâd haberlerin Medinelilerin ameline aykırı olmasını
illet olarak kabul etmiş ve Medinelilerin amelini daha güçlü gördüğü için de
hadisin reddedilmesi gerektiğini söylemiştir.
İmam Mâlik'in bu
hadisi reddetmesi sebebiyle İbn Ebu Zi'b onu herkesin cesaret edemeyeceği ağır
bir şekilde tenkit etmiştir. Ancak biz İmam Mâlik'in bizim bilmediğimiz bir
delil ile bu hadisi reddetmiş olabileceği kanaatindeyiz. Her ne kadar bu
konudaki görüşünü ve hadisi reddetmedeki ölçüsünü kabul etmesek de onun
hakkında hüsnü zan beslemekteyiz. Zira o, ileri gelen İslâm âlimlerinden
biridir.
Zina eden kölelerin
sürgün edilmesi: İmam Mâlik konuyla
ilgili olarak el-Muvatta'da "kendilerine yetiştiğim ilim ehline göre zina
ettiklerinde kölelere sürgün cezası yoktur"
[1163],
el-Müdevvene'de ise, "Ne kadınlara, ne de kölelere sürgün cezası
yoktur"
[1164]
demektedir.
İmam Mâlik'in bu
açıklaması, kadın köle ayırımı yapmaksızın sürgünün gerekliliğini ifade eden
hadislerin umumuna aykırıdır. Nitekim Ubâde b. Sâmit'in rivayet ettiği bir
hadiste:
"Bekar bekarla zina ettiğinde yüz sopa
vurulur ve bir yıl da sürgünle cezalandırılır" buyurulmaktadır
[1165].
İbn Hazm, İmam
Mâlik'in söz konusu görüşünü reddederek şöyle demektedir:
"Hz. Peygamber'in
zina eden evli bir erkeğin sürgün edilmesine hükmettiği rivayet edilmiştir.
Ayrıca âlimler köleye sürgün cezası vermenin efendisine zarar vereceğini
söyledikleri halde hür kimsenin sürgün edilmesi durumunda eşine, çocuğuna varsa
ebeveynine vereceği zarardan bahsetmemişlerdir
[1166].
İbn Hazm'ın bu red ve
değerlendirmesi onu "zina eden hür kimsenin sürgün edilmesi eşine ve
çocuğuna zarar verir" şeklinde önemli bir hataya sevketmiştir. Şöyle ki;
o, hür kimse evli olduğunda zina ederse cezası sürgün ve sopa değil, recim
olduğunu ve evli olup çocukları bulunduğunda muhsan olduğunda şüphe olmadığını
unutmuştur.
İmam Mâlik'in yaptığı
bu tahsisi önceki iki meseleye dahil etmek mümkündür. Ancak gerçekte onu bu
şekilde yorumlamak doğru değildir. Zira buradaki nas öncekiler gibi olmayıp
aksine, umumîlik ve mutlaklık ifade etmektedir.
Düşmana eman verip
sonra onu öldürenin öldürülmesi: İmam
Mâlik, Muvatta'ında Ömer b. Hattab'ın savaş için gönderdiği ordu komutanına
şöyle yazdığını nakletmiştir:
"Bana ulaştığına
göre, bazı askerler, kafiri dağa sığınana kadar takip ediyor, ona korkma
diyerek eman veriyor, yakalayınca da öldürüyormuş. Allah'a yemin olsun ki bunu
yapan kimsenin boynunu vururum". Yahya, İmam Mâlik'in:
"Bu hadis üzerinde
icma edilmemiştir, amel de buna göre değildir" dediğini işittim diye
nakletmiştir.
Burada İmam Mâlik'in
muhalefeti Hz. Peygamber'e izafe edilen hadise değil, Hz. Ömer'in gorüşünedir.
Yukarıdaki misallerde İmam Malik'e göre Medinelilerin ameli hadis nassına
aykırıdır. Burada ise Medinelilerin uygulaması "müslüman kafire karşılık
öldürülmez" hadisiyle uyum halindedir. Bu hadisteki kafir kelimesi, zimmî,
harbî ve eman verilenlerin hepsine şamildir. Belki de İmam Mâlik, Hz. Ömer'in
mektubuna muhalefet etse de Medinelilerin uygulamasının hadise uygun olduğu görüşündedir.
Ancak biz bu açıklamayla Hz. Ömer'in hadise muhalefet ettiğini söylemek
istemiyoruz. Zira muhtemelen Hz. Ömer'in bu mektubu, yerine getirilmeye yönelik
olmaktan çok, uyarı amacıyla yazılmış olup askerlerin böyle bir fiil
yapmalarını engellemeye yöneliktir. Belki de bir müslümarın kafir karşılığında
öldürülemeyeceğini ifade eden hadis Hz. Ömer'e ulaşmamıştır. Biz bu misalde
İmam Mâlik'e kullandığı ölçülerde değil, sözünde katılıyoruz.
Haram kılan emme
sayısı: İmam Mâlik, Muvatta'ındâ Hz.
Âişe'nin, "haram kılan emmenin on emme olduğu nazil olan Kur'an'da mevcuttu.
Sonra bu beş emme ile nesholundu. Hz. Peygamber vefat ettiğinde kadınlar bunu
Kur'an'da okumaktaydı" anlamındaki hadisini naklettikten sonra,
"uygulama buna göre değildir" diye ilave etmektedir
[1167].
Konuyla ilgili âyet,
haram kılma hususunda umumîlik ifade eden bir delil mahiyetinde olup, biz gerek
İmam Mâlik'in Muvatta'ındâ, gerekse diğer âlimlerin rivayet ettikleri sahih
hadisin bu âyetteki umumîliği tahsis etmesinin mümkün olacağı
görüşündeyiz. .
Nitekim sahabe ve
tabiînden bu görüşte olanlar bulunmaktadır. İmam Mâlik bu konuda şöyle
demektedir:
"İlim ehlinin
bana bildirdiğine göre Ömer b. Hattab, Ali b. Ebu Talib, Abdullah b. Abbas,
Abdullah b. Mes'ud, Cabir b. Abdullah, Tavus, Kabîsa b. Züeyb, Saîd b.
Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Rebîa, İbn Şihab, Ata b. Ebu Rebah ve Mekhûl,
beşikteki emmenin azının da çoğunun da haram kılacağı görüşündeydiler
[1168].
İbn Abbas'a haram
kılan emme sorulduğunda:
"Çocuğun iki sene
içindeki emmesi bir defa bile olsa haram kılar. İki seneden sonraki emmesi ise
haram kılmaz" şeklinde cevap vermiştir
[1169].
İmam Mâlik'in bu
hadisle amel etmemesinin bazı gerekçeleri olabilir. Onun bu örnekteki uygulama
ile kastı, yukarıda zikrettiği âlimlerin uygulaması olabilir. Böylece İmam
Mâlik mezkûr âlimlerin naklettiklerini, uygulama ve fetvalarını Hz. Âişe'nin
rivayetinden daha güçlü kabul etmektedir. Zira Hz. Âişe çoğunluk karşısında tek
kalmaktadır. Çoğunluğu tercih etmek ise âlimlerin kabul ettikleri genel bir
kaidedir. Ayrıca Hz. Âişe'nin rivayetinde "Resûlullah (s.a.) vefat
ettiğinde kadınlar bu âyeti okumaktaydı" şeklindeki ifadede gariplik
vardır. Şöyle ki; onlar böyle bir âyeti okuyorlar idiyse elimizdeki Kur'an'da
neden bu âyet mevcut değildir?
Hz. Âişe hadisi
karşısında İmam Mâlik'in tutumuyla ilgili bizim değerlendirmemiz budur. Ancak bazı
âlimler, Hz. Âişe'nin hadisini esas alıp onun, âyetin umumunu tahsis ettiğini
ileri sürmüşlerdir.
Konuyla ilgili daha
başka misaller vermek de mümkündür. Ancak biz, sözü uzatmamak için bu kadarla
yetiniyoruz; İmam Şafiî, Mâlikîlerin Medinelilerin uygulamasını esas alarak
haber-i vahide muhalefet ettiklerine dair birçok örnek zikretmiş ve bunlara
detaylı cevaplar vermiştir
[1170].
Binaenaleyh isteyen oraya bakabilir.
[1171]
Burada sahabe
uygulaması ile Hz. Peygamber'in vefatından sonra onlara nispet edilen söz ve
fiiller kastedilmektedir.
Bu bölümde âlimlerin,
sahabenin uygulamasını delil olarak ileri sürme noktasındaki tutumları ile,
Kur'an ve sünnette belirtilmeyen konularda onların söz ve fiillerini ne ölçüde
almamız gerektiğini tetkik edeceğiz. Burada bir başka konumuz da sahabenin fili
ve fetvalarının Hz. Peygamber'den rivayet olunan haberlere muhalif olması
durumu olacaktır. Söz konusu muhalefeti; ravinin fiil veya sözü ile rivayet
ettiği hadise muhalefet etmesi ve bazı sahabelerin Hz. Peygamber'den
rivayetlerinde muhalefet etmeleri şeklinde iki kısımda incelememiz mümkündür.
Bunları aşağıda örneklerle açıklayacağız.
[1172]
Fakihlerin sahabe
uygulamasına bakışları onu tümüyle delil kabul etme ile, tümüyle reddetme; nas
varid olan bir meselede onu açıklayıcı, fiil ve fetva yönünden ona muvafık veya
muhalif olarak görme arasında değişmektedir. Önce mezhep imamların bu konuya
bakış açılarını ve her halükârda sahabe uygulamasını ne derece delil olarak
kabul ettiklerini açıklayalım.
Bu konuda Ebu
Hanife'nin metodu:
Nassın bulunmadığı
konularda sahabenin sözünü delil kabul etmektir. Eğer sahabe kendi aralarında
ihtilaf edecek olursa, tümüyle onların görüşünün dışına çıkmamak, görüşleri
arasında tercihte bulunmaktır. Bir konuda aynı görüş üzerinde ittifak ettikleri
veya diğerlerinin muhalefet ettiği bilinmeyen bazılarına ait bir görüş
bulunduğunda ise yine bu görüşü almaktır
[1173].
Ebu Hanife'nin
kaynakları delil olarak sıralamasına göre sahabenin görüşü sünnetten sonra
gelmektedir. Nitekim ona göre sahih bir sünnet mevcut olduğu zaman sahabenin
sözüne itibar edilmez. Bununla beraber sahabenin görüşü kıyasa tercih edilir ve
sahabe kavlî bulunduğu zaman kıyasa başvurulmaz
[1174].
Ebu Hanefe'ye göre
haber-i vahidin sahih olması için bazı şartlar vardır. Bunlardan biri:
Sahabînin kendi
rivayetine muhalefet etmemesidir. Çünkü sahabînin kendi rivayetine muhalefet
etmesi, onda söz konusu haberin neshedilmiş olması, daha güçlü bir habere aykırı
olması vb. bir bilginin bulunduğuna delalet eder[1175].
Hanefîler bu konuya
ilişkin daha sonra açıklayacağımız birtakım deliller getirmiş ve bu ölçüyü
kullanarak birçok hadisi reddetmişlerdir.
İmam Mâlik'e göre ise
deliller, öncelikle Kur'an ve mütevatir sünnettir. Daha sonra ise Medine
halkının icmai gelir. Sahabenin uygulamasının derecesi ise bundan sonradır.
Daha önce açıkladığımız üzere
[1176] o,
Medine halkının uygulamasına aykırı olan haberi reddettiği gibi buna muhalif
olan sahabenin amelini de reddetmektedir. Muhalefetin olmaması halinde ise,
şüphesi o, sahabenin üzerinde icma ettiği görüşü alır. Aslında onun Medine
halkının uygulamasını delil sayması, sahabenin uygulamasını delil saymasından
kaynaklanıyor olmalıdır. Çünkü onlar nübüvvet bilgisini miras alan ve
hayatlarında en güzel şekilde uygulayan kimselerdir.
Bir meselede sahabenin
görüşleri farklı farklı olduğu taktirde üstadımız Baltacı'nın dediği gibi onun
bu görüşler içinden meşhur olanı (Medine halkının uygulamasını) veya söz
konusu meselede kendi özel içtihadına muvafık olanı tercih ettiğini görüyoruz
[1177].
İmam Mâlik'in Medine
halkının uygulaması ile sahabenin yaşadığı dönemdeki uygulamayı kastettiğini
kabul ettiğimizde, onun bu uygulamaya muhalif haber-i vahidi reddettiğini
söylememiz mümkün olur. Bu durumda sünnetin Medine halkının uygulamasına arzı
olarak zikrettiğimiz örnekler bu ölçüye dahil olmuş olur.
Ancak İmam Mâlik'in Medine halkının uygulaması ile sahabenin amelinden daha genel, müteahhir dönemi ve kendi asandaki Medine halkının uygulamasını kastettiğini kabul edecek olursak, bu durumda söz konusu amel bu ölçünün kapsamına girmez.
İmam Şafiî'ye gelince,
onun sahabe kavlinin sünnet karşısındaki konumu ile ilgili bakışını ikiye
ayırmak mümkündür:
1. Sahabe kavli sahih sünnete aykırı olduğunda,
tereddütsüz reddedilir. Bu hususta İmam Şafiî şöyle demektedir: Bir konuda
sahih bir hadisin bulunması bize yeterlidir. Peygamber'in sözü dışında çok bile
olsa başka bir delile ve kıyasa ihtiyacımız yoktur. Dolayısıyla, bir konuda
Hz. Peygamber'in hadisi bulununca ona teslim olmak suretiyle Allah'a itaat etme
dışında başka bir seçenek söz konusu değildir
[1178].
Buna bağlı olarak
Şafiî, sünnetin sahabenin kavline veya fiiline arzını reddetmektedir. Çünkü
ona göre sünnet, sahabenin bir kısmının ameline muhalif olması sebebiyle
reddedilemez. Zira onların söz ve fiilleri Hz. Peygamber'den sahih olarak gelen
bir hadise muhalif olduğu zaman, onu zayıflatmayacağı gibi
[1179],
muvafık olduğu zaman da sahihliğini artırmaz.
2. Sahabenin kavli ile sabit olan bir meselede, ona
muarız bir sünnet yoksa Şafiî aşağıda zikredeceğimiz üzere değişik ölçülere
başvurarak farklı tutumlar sergilemektedir.
a. Bir meselede sahabeden onların tümünün icmaı şeklinde bir görüş rivayet olunursa, Şâfıî bunu sahabe kavli olduğu için değil, bizzat icma olduğu için uyulması zorunlu serî bir delil sayar. Burada, sahabenin görüşünün delil sayılması, icmaın delil olması kapsamındadır. Zira ona göre icma serî bir kaynaktır [1180].
b. Şafiî, sahabenin görüşleri farklı farklı olursa, onlardan
kitap ve sünnete veya icmaa uygun olanını yahut da kıyasa daha muvafık olanını
seçer
[1181]. O, bir meselede
sahabenin tümüne ters düşen özel bir içtihat ile sahabe icmaının dışına çıkmaz
[1182].
c. Sahabenin söylediği bir söze başkaları muvafakat veya
muhalefet etmemişse, bu durumda İmam Şâfiî:
"Kitap, sünnet,
icma ve hükmü ile hükmedilecek başka bir delil bulamazsam veya sahabe sözünü
teyit eden bir kıyas bulunmaktaysa sahabe sözüne tabi olurum. Ancak
başkalarının muhalefet etmediği bir sahabe sözü nadirdir "[1183]
demektedir.
Sahabenin ameli ile
ilgili Şafiî'nin tutumu budur. O, sahabe amelini, Hz. Peygamber'in sözününün
önüne geçirmez. Aksine onu, hakkında nas bulunmayan konularda daha önce
açıkladığımız diğer şartlara uyduğu ve üzerinde icma edildiği takdirde kabul
eder
[1184].
Ahmed b. Hanbel de
sahabenin ameli ve fetvası konusunda Şafiî'ninkine yakın bir bakış açısına
sahiptir. Ahmed b. Hanbel'e göre sahabenin ameli ve fetvası sahih hadislerden
sonra, zayıf hadis ve mürsel rivayetlerden ise öncedir. O, eğer sahabe fetvası
nassa aykırı ise kime ait olursa olsun muhalefet eden kişiye ve muhalefet
ettiği fetvaya iltifat etmez. Sahih hadisin önüne hiçbir amel, görüş, kıyas,
sahabe sözü ve insanların çoğunun icma adını verip sahih hadisin önüne
geçirdikleri karşıt görüşü de geçirmez
[1185].
Ahmed b. Hanbel sahabe
bir konuda muhalifi bilinmeyen bir fetva verdiği zaman, onu alır ve hiçbir
uygulama, görüş ve kıyası onun önüne geçirmezdi
[1186].
Ancak sahabe kendi
arasında ihtilaf ettikleri zaman o, bunlardan kitap ve sünnete en yakın olanını
tercih eder ve onların görüşü dışına çıkmazdı. Eğer bu görüşlerden herhangi
birine katılmıyorsa, bu konudaki farklılığı nakletmekle yetinir, kesin bir
görüş ortaya koymazdı
[1187].
Bu açıklamalardan
Ahmed b. Hanbel'in görüşünün bazı detaylara varıncaya kadar Şafiî'nin görüşüne
yakın olduğu ortaya çıkmaktadır.
Görüldüğü üzere dört
mezhep imamı sahabenin görüşünü değerlendirme ve dikkate alma konusunda
ihtilaf etmektedirler. İbn Hazm ise Allah'ın kitabı ve Resûlullah'ın sünnetine
dayanmadığı müddetçe sahabenin görüş ve fetvasının kabul edilmeyeceğini
söyleyerek şöyle demektedir:
Sahabeden birinin fiil
ve sözü değil, sadece Hz. Peygamber'den gelen hadislerin delil olarak kabul
edilebileceği hadisle sabittir
[1188].
Sahabeden herhangi
birinin muhalefet etmediği sahabî görüşünden söz ederek, böyle bir görüşü
kabulün gerekliliğine dair ne Kur'an'da ve ne de sünnette herhangi bir işaretin
bulunmaması bunu red için yeterli olmaktadır. Özellikle Kur'an ve sahih sünnetle
sabit olan nassa bu sahabîden nakledilen rivayet ters düşüyorsa onu reddeder;
bir sahabîden Kur'an ve sünnete muvafık tarzda bir görüş rivayet ediliyorsa onu
kabul ederiz. Eğer bu, Kur'an ve sünnetle sabit değilse o, yanlış bir söz ve
batıl bir iddiadan ibarettir. Nas sadece Kur'an'a ve Hz. Peygamber'in açıklamalarına
uymayı öngörmektedir. Bu anlamda din şüphesiz tamamlanmıştır
[1189].
İbn Hazm bir başka
yerde ise sadece sahabenin icmaının veya kitap ve sünnete muvafık görüşünün
kabul edilebileceğini açıklayarak şöyle demektedir:
"... Sahabeden herhangi
birinden rivayet olunan şeye ancak Kur'an, sünnet, sahabenin sahih icmaı
bulunduğu sürece uyulacağı sahih bir şekilde varid olmuştur. Naslara uymanın
vacip oluşu sahih icma ile sabittir. Bizim görüşümüz de budur."
[1190]
Bu duruma göre İbn
Hazm sahabeyi taklidi ancak Kur'an, sünnet ve sahabenin sahih icmaı bulunan
hususlarda caiz görüyor. O, nazariyesini kitap ve sünnetin bütün olayları
içerdiği ve onları genel ve zahirî mânaları ile almanın bütün hükümler için yeterli
olduğu şeklinde temellendiriyor. Sahabenin görüşünün -üzerinde icma etmedikleri
taktirde- delil olmadığını hatta ona uymanın caiz olmadığını söylüyor. İbn Hazm
bu görüşü için şu âyetleri delili getiriyor:
"Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak
"bu helaldir, şu haramdır" demeyin. Çünkü Allah'a karşı yalan
uydurmuş olursunuz"
[1191].
Bu âyete göre Cenab-ı Allah bir şeyi haram veya helal kılma noktasında
sahabeye herhangi bir yetki vermemiştir. Bir başka âyette ise:
"Bilin ki, içinizde Allah'ın elçisi
bulunmaktadır. Şayet o, birçok işlerde size uysaydı sıkıntıya düşerdiniz"
[1192]
buyurulmaktadır. Buna göre bir topluluğun eğer itaat edecek olsalar, birçok
işte kendilerini sıkıntıya düşürecek olan görüşünü kabul etmek nasıl caiz
olabilir? Akıl sahibi bir kişi, Resûlullah'ın, kendisine sahabeye itaati
zorunlu kıldığını nasıl kabul eder? Bu katıksız bir küfür ve açık bir
saçmalıktır. Aksine Peygamber'e itaat, ashaba farzdır. Bu öyle bir farzdır ki,
bu itaat olmaksızın onların imanı sahih olmaz. Nitekim Allah Teâlâ:
"Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan
anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümde içlerinde
hiçbir sıkıntı duymaksızın tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar
[1193]".
Bu konuda Şevkanî de
İbn Hazm'ın görüşüne katılarak şöyle demektedir:
Doğru olan sahabenin
görüşünün delil olmamasıdır. Zira Allah Teâlâ bu ümmete nebi olarak ancak
Muhammed'i göndermiştir. Bizim bir tek peygamberimiz ve bir tek kitabımız
vardır. Bütün ümmet Allah'ın kitabına ve Resûlü'nün sünnetine uymakla
mükelleftir. Bu hususta sahabe ile daha sonrakilerin bir farkı yoktur. Hepsi
dinî yükümlülüklerle Kitap ve sünnete uymakla mükelleftirler. Sahabenin
üstünlüğü, sözlerini delil kabul etme ve insanları ona uymaya mecbur sayma gibi
hususlarda bizi onlardan her birini Resûlullah yerine koymaya sevketmemelidir.
Çünkü buna Allah izin vermediği gibi, bu konuda Resûlullah'tan tek bir harf
bile sahih olarak gelmemiştir
[1194].
Sahabenin kavlini
delil sayma ve haber-i vahid karşısında onun konumu ile ilgili olarak rukahanın
görüşü işte budur. Burada söyleyebileceğimiz şey şudur:
Dinî bir konuyu
alırken temel kaynak Allah'ın kitabı ve Peygamber'in sünnetidir. Bu ikisi ile
sabit olan bir meseleyi kabul etme konusunda herkes ittifak halindedir. Bununla
beraber hakkında nas bulunmayan bir konu, sahabe zamanında vaki olmuş ve onlar
bu mesele hakkında bir hüküm vermişlerse, bu durumda doğrusunu Allah bilir ama,
zannımca onların hükmünü, amelini ve fetvalarını almak daha uyundur. Zira
onlar, kendi devirlerinde Allah'ın vahiy indirdiği salih kişilerdir; onlar
dinî hükümleri sonrakilerden daha iyi bilmektedirler. Şüphesiz bize ve
âlimlerimize yakışan onların görüşlerini benimsemek ve göz önünde
bulundurmaktır. Ancak bu, onların ihtilafa düşmedikleri konularda söz
konusudur. Üzerinde icma etmedikleri ihtilaflı görüşlere gelince bu, karşı
çıkılması haram olan bağlayıcı dinî bir delil değildir. Onların görüşü, Allah'tan
ve-Resulünden sabit olan bir nassa muhalif olamaz. Onlar hüküm koyucu değil,
Allah'a ve Resulüne itaat ile görevli birer insandırlar. Bu nedenle
içtihatlarında hata etmeleri de, isabet etmeleri de mümkündür. Onlardan biri,
hakkında Kur'an ve sünnette nas bulunduğu halde kendisine ulaşmadığı için kendi
içtihadı ile hüküm vermiş olabilir. Biz burada dinî nassı alırız. Çünkü o
bağlayıcıdır. Onun dışında kalanları ise, ister sahabe sözü, ister bunların
dışında kalan mezhep imamlarının görüşü olsun terkederiz. Çünkü Allah Teâlâ
bizi sadece kendisine ve Resulüne itaatla mükellef kılmıştır. Onlara
muhalefetten de sakınırız. Kitap ve sünnet dışındaki insanların fiilleri,
sözleri ve hükümlerine gelince bunlar, hiçbir kimse için bağlayıcı değildir.
Aksine hata ve sevaba ihtimali bulunan içtihatlardan ibarettir.
Bizce sahabenin sahih
olan icmalarına gelince, şüphesiz buna aykırı davranmak caiz değildir. Çünkü
Allah, ümmeti dalalet üzerinde birleşmekten korumuştur. Ancak burada söz
konusu icmaın vaki olup olmadığını araştırmak gerekir. Çünkü çok kere sahabe
icmaı olarak ileri sürülen bir husus delilsiz bir iddiadan ibaret olabilir.
Sahabenin tek tek herbirine gelince, onların içtihatları ile birbirlerine
muhalefet etmeleri mümkündür. Biz burada sadece dinî delillere uymakla mükellefiz.
Müçtehit ister sahabî, ister başkası olsun, hata, gaflet ve unutmadan masun
değildir. Dolayısıyla onların ihtilaf ettikleri hususlarda, görüşlerinden
herhangi birine uymakla yükümlü değiliz.
İmam Şafiî ve Ahmed b.
Hanbel'in kitap ve sünnet karşısında sahabenin uygulanmasını değerlendirmeleri
hususundaki açıklanılan, nefse ferahlık veren ve bana göre uyulması en uygun
ve en yakın görüşler olarak değerlendirilebilir. Hanefi'lerin bir sahabînin
kendi rivayet ettiği hadise veya imamların nesholunduğu veya bağlayıcı olmadığı
gerekçesiyle söz konusu hadisle amel edilmemesi şeklindeki tutumlarına gelince,
bu hususta fakihlerin çoğu onlara muhalefet etmiştir. Bu ölçünün konusu da
budur. Ortaya koyduğumuz şeylerin tümü bu konudaki görüşleri tespit edip, daha
açık hâle getirmek üzere sahabe uygulamasını delil kabul edenlerin delillerine
konuyu fazla uzatmamak için yer vermedik.
Bu iddiaya karşı
naklettiğimiz bu kısa ve öz reddiye yeterlidir. Daha fazla bilgi edinmek
isteyen usûl kitaplarına başvurabilir. Bunların en açık ve en güçlü olanı ise
İbn Hazin ve Âmidî'nin el-İhkâm'ları, Abdülaziz el-Buhârî'nin Keşfü'l-esrâr'ı,
Serahsî'nin Usûlü ve Şevkanî'nin İrşâdü'l-fuhul’üdür.
Sahabenin görüşünün dinî, bağlayıcı bir delil olmadığı ve asıl delilin kitap, sünnet ve sahih icma olduğu sonucuna varmış bulunuyoruz. Nitekim bu ulemanın çoğunluğunun ulaştığı bir neticedir. Ancak burada Hanefîlerin yaygın olarak kullandıkları başka bir ölçülerinin bulunduğunu görüyoruz. O da "ravisinin veya sahabenin ileri gelenlerinin muhalefet ettiği -bu muhalefet ister sözle, ister fetva şeklinde, isterse onunla amel etmeme tarzında olsun- haber-i vahid olup, onlara göre bu muhalefet hadiste bir zayıflık bulunduğuna, hükmünün neshedildiğine veya onunla amel etmenin bağlayıcı olmadığına bir delil olduğudur.
İşte bu muhalefeti
tafsile ihtiyaç vardır. Şöyle ki onu, ravinin kendi rivayetine muhalif olması
ve sahabenin ileri gelenlerinin muhalif olması üzere ikiye ayırabilirz.
1. Ravinin kendi
rivayetine muhalif olması:
Bunda
muhalefetin söz veya amel şeklinde ortaya çıkması durumuna göre üç şekil söz
konusudur:
a. Muhalefetin rivayet öncesi bir tarihe ait olması.
Böyle bir muhalefet söz konusu rivayeti olumsuz etkilemez. Ravinin hadisi
duymadan önceki görüşünün bu şekilde olduğu; duyduktan sonra ise bu görüşünden
döndüğü şeklinde değerlendirilir
[1195].
b. Eğer tarih bilinmiyorsa yani rivayet kenidsine
ulaştıktan önce mi yoksa sonra mı muhalif davrandığı bilinmiyorsa bu durumda da
söz konusu haber delil olarak kullanılabilir. Zira burada hadisin delil olduğu
hususu kesin olup şüphe onun sabit olup olmadığı noktasındadır. Çünkü ihtilaf
rivayetten ve raviye ulaşmadan önce ise hadis delil olmakta; daha sonra ise
delil olmamaktadır. Bu durumda asılla amel gerekir ve muhalefetin rivayetten
önceye ait olduğu kabul edilir. Çünkü açıkça muhalif olmadıkça iki vecihten
daha güzeline hamletmek gerekir[1196].
Bu iki durumda da cumhurun
mutlak kanaatine göre haber reddolunamaz.
c. İhtilafın hadisten sonraki bir tarihe ait olduğu
bilinirse, hadis delil olamaz. Çünkü sahabenin hadise muhalif olarak fetvası
veya ameli inkıtaın en açık delillerindendir ve bu durum da söz konusu hadisin aslının
olmadığını göstermektedir. Çünkü söz konusu durum şu dört şıktan birinin
dışında değildir:
“Eğer söz konusu
rivayet bizzat ondan işitmek suretiyle değil de, onun adına uydurulmuş ise
reddi vaciptir.
“Hadise aykırı sözü ve
ameli onu önemsiz görme şeklinde olursa, bu kişi bu ameli dolayısıyla fasık
olur ve asla rivayeti kabul edilemez.
“O, gaflet veya unutma
sonucu smuhalefet etmiş ise, böyle bir kişinin şehadeti ve rivayeti delil
kabul edilemez.
“Hadisin hükmünün
neshedildiğini bilmesi sebebiyle muhalefet etmiş ise -ki bu söz konusu
şıkların en hafifidir- bu durumda hüsn-i zan olması için onun söz ve
davranışını neshe hamletmek gerekir. Çünkü o, senedi muhafaza ederek rivayette
bulunmuş, mensuh olduğunu bildiği için de hilafına fetva vermiş veya mensuhla
değil, nasihle amel etmiş olabilir
[1197].
Bu arada, sahabenin
kendi rivayetine muhalif sözü ve fiilinin gaflet ve unutmas sebebiyle
olabileceğini, rivayetinin de kendisinde meydana gelen bir yanılgıdan
kaynaklanabileceğini, rivayetle fetva ve amel arasındaki çelişki ile de
kopukluğun meydana geleceğini ileri süren âlimler de olmuştur
[1198].
Ravinin, hadisle ameli
terk etmesi de bu kısma dahil edilebilir. Nitekim bazıları ravinin rivayet
ettiği hadis ile amel etmemesi halinde, hadisin delil olmaktan çıkacağını
söylemiş, Hz. Peygamber'den rivayet olunan sahih hadisle amel etmemenin tıpkı
hilafı ile amel etmek gibi haram olduğunu ileri sürmüşlerdir
[1199].
Bu görüşteki âlimlerin
bu durumu iki kısımda ele aldıkları görülmektedir:
Olumlu muhalefet ki o
da hadis metninin hilafı ile amel etmek veya fetva vermektir; olumsuz muhalefet
o da ravinin rivayet ettiği metinle amel etmemektir. Ravinin kendi rivayetine
muhalefeti ister fetva veya amel suretiyle olsun; isterse söz konusu nassın
gereğini yapmamak şeklinde olsun, her iki kısmı da bir arada ifade etmektedir.
Hanefîler bu kısma
birçok örnek vermiş, söz konusu ölçüyü kullanmak suretiyle bu kısımda mütalaa
edilebilecek birçok hadisi reddetmislerdir. Biz bu ölçüyü onlarla tartışmadan
önce bu nevi hadislerden bazı örnekler zikredeceğiz.
Nikâhta velinin
izni: Velinin rızası olmadan nikâhın
hükümsüz olacağına delalet eden Hz. Âişe'den rivayet edilen bir hadis bulunmaktadır.
O, Hz. Peygamber'den şu hadisi rivayet etmiştir:
Herhangi bir kadın
velisinin izni olmaksızın nikâhlanırsa onun nikâhı geçersizdir, geçersizdir,
geçersizdir"
[1200].
Bu rivayeti nakleden Tirmizî, onun hasen olduğunu söylemiştir. Bazı hadis
âlimleri Zührî'nin Urve ve Âişe senedli bu rivayeti konusunda tenkitte
bulunmuşlardır. İbn Cüreyc Zührî ile karşılaşarak bu hadisi ona sorduğunu fakat
onun bunu reddettiğini, bu nedenle de hadis âlimlerinin bu rivayetin zayıf
olduğunu söylediklerini nakletmektedir
[1201].
Hanefîler bu konuda şu
rivayeti nakletmektedirler:
"Hz. Âişe, kardeşi
Abdurrahman'ın kızı Hafsa'yı, Münzir b. Zübeyr'le evlendirmişti. Halbuki
Abdurrahman bu esnada Şam'da idi. Dönüp geldiğinde Âişe'ye kızarak:
"Benim gibi
birine danışmadan böyle bir şey yapılır mı?" demiş, bunun üzerine Hz.
Âişe:
Abdurrahman'a
Münzir'den vazgeçmek mi istiyorsun demiş, Münzir'e onun işini Abdurrahman'a
bırakabileceğini söylemiştir. Bunun üzerine Münzir:
"Şüphesiz bu
Abdurrahman'ın elindedir" demiş, Abdurrahman da:
"Senin verdiğin
kararı reddedecek değilim" diye karşılık vermiş ve Hafsa eşinin yanında
kalmaya devam etmiştir"
[1202].
Hz. Âişe
Abdurrahman'ın kızını, velinin izni olmaksızın evlendirmesinin caiz olduğunu
ve bu akdin sahih olması dolayısıyla, ancak nikahın sabit ve sahih olması
durumunda caiz olan temellükü gerçekleştiğini saydığını ifade ettiğine göre bu
durumda rivayet ettiği haberin sahih olmamasına rağmen böyle düşünmesi mümkün
değildir. Şu halde Zührî'den nakledilen rivayetin yanlış olduğu ortaya
çıkmaktadır
[1203].
İleride bu haberleri
red suretiyle oluşturulan ölçüyü tartıştıktan sonra Hanefî’lerin bu ve daha
başka örneklerdeki tutumlarını tartışacağız.
Rükûa varırken ve
rükûdan kalktıktan sonra elleri kaldırma: İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre o:
"Hz. Peygamber
namaza başlarken ellerini omuz hizasına kadar kaldırır, sonra tekbir
getirirdi, rükû'a varmak istediğinde ve rükûdan doğrulduğunda da böyle yapardı.
Ancak secdeden başını kaldırdığında bunu yapmazdı" demiştir
[1204].
Mücahid'den rivayet
edildiğine göre o:
İbn Ömer'in arkasında
namaz kıldım, ellerini sadece ilk tekbirde kaldırdı" demiştir
[1205].
Tahavî:
"Bu durum, İbn Ömer'in Hz. Peygamber'i ellerini kaldırırken gördüğünü,
sonra onu terkettiğini göstermektedir. Bu ise ancak onun neshedildiğine dair
bir bilgiye sahip olmasından ve Hz. Peygamber yaptığı için birinci görüş
aleyhine kesin bir delil teşkil etmesinden kaynaklanmaktadır" demektedir.
Eğer birisi Mücahid'in
rivayet ettiği haberin münker olduğunu söyleyecek olursa, ona:
"Seni bu şekilde
düşünmeye sevkeden nedir? Böyle bir görüşe asla imkan yoktur" denilir.
Eğer Tavus'un, İbn Ömer'i Hz. Peygamber'den rivayet ettiğine muvafık olarak
amel ederken gördüğünü söylerse, ona:
"Tavus böyle bir
şey söylemiştir ama Mücahid de karşı çıkmıştır. Muhtemelen Tavus'un İbn
Ömer'den gördüğü, bu fiilin neshi ile ilgili deliller sabit olmadan öncesine
aittir. Sonra neshedildiğine dair deliller sabit olunca İbn Ömer bunu terketmiş
ve Mücahid'in zikrettiğini yapmış olabilir" denilir.
Onlardan rivayet
edilen haberler bu şekilde yorumlanmalı ve İbn Ömer'in yanıldığı kesin sabit
oluncaya kadar reddedilmelidir. Aksi halde rivayetlerin çoğu hükümsüz kalır
[1206].
Köpek yalamasından
dolayı kapların yıkanması: Ebu
Hureyre'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber: "Köpek bir kaba ağzını soktuğunda onu yedi kerre yıkayın"
buyurmuştur
[1207].
Ata'nın Ebu
Hureyre'den rivayetine göre ise:
Hz. Peygamber:
Köpek veya kedinin
ağzını soktuğu kabın üç defa yıkanacağını bildirmiştir
[1208].
Hanefîler bu konuda
şöyle demektedirler:
Ravi, Hz. Peygamber'den
daha önce zikrettiğimiz hadisi rivayet ettiği halde köpeğin ağzını soktuğu kabı
üç defa yıkamanın onu temizlediğini kabul ettiğine göre yedi defa yıkamanın
nesholunduğu anlaşılmaktadır. Çünkü biz, Hz. Peygamber'den duyduğu bir hususu
ancak benzeri bir haberle terkedebileceği noktasında Ebu Hureyre hakkında
hüsn-i zan besler ve onun hakkında olumsuz şeyler düşünmeyiz. Aksi taktirde
onun adaleti sakıt olur, ne sözü ne de rivayeti kabul olunmaz
[1209].
Temettü haccı: Cabir b. Abdullah'tan rivayet edildiğine göre o şöyle
demiştir:
Biz, Hz. Peygamber
devrinde temettü haccı yaptık. Hz. Ömer halife olunca insanlara hitap ederek
şöyle dedi: Kur'an aynı Kur'an, Peygamber aynı peygamberdir. Bu ikisi
Resûlullah devrinde iki mut'ayi içermekteydi. Birisi hacc-ı temettüdür. O halde
haccınızla umrelerinizi ayırınız. Çünkü o, haccınız ve umrenizi daha mükemmel
hâle getirir. Diğeri ise, kadınlarla mut'a olup, onu yasaklıyor ve
başvuranları cezalandırıyorum
[1210].
Serahsî'ye göre:
Bu durum, Hz. Ömer'in bu husustaki hadisin neshedildiğini bilmesi şeklinde yorumlanabilir. Bu konuda İbn Şîrîn ise şöyle demektedir:
Onlar hem mut'a konusunda ruhsatın mevcut olduğunu rivayet etmişler, hem de onu yasaklamışlardır. Onların rivayetlerinde vazgeçilecek ve nasihatlarında töhmeti gerektirecek bir husus söz konusu değildir [1211].
Onlar bu hususta kendi
rivayetine muhalefet eden ravinin durumu ile ilgili olarak dört ihtimali
zikretmekte, bunlardan hadisin nesholunduğunu bilmesi şıkkını tercih
etmektedirler. Bu hükmü ravinin, ameli veya fetvası ile muhalefet ettiği bütün
haberlere teşmil edip onları nesholunmuş saymaktadırlar. Onlara göre ravinin bu
fiili hadisin nesholunduğunun delilidr.
Onların tercih
ettikleri bu ihtimal iddia ettikleri gibi tercih edilebileceklerin en uygunu
değildir. Aksine bana göre en uygunu ravinin unutması veya hatası sebebiyle
rivayet ettiği hadise muhalefet ettiğini kabul etmektir. Çünkü bir ravinin
bugün rivayet ettiği bir hadisi kısa veya uzun bir zaman sonra unutmuş ve
hatırlatıldığında hatırlamış olması uzak bir ihtimal değildir. Bu durum
insanlar arasında bilinen, sıradan bir iştir. Her duyduğunu, her rivayat
ettiğini hatırlayan ve onlardan hiçbirini unutmayan ravi nerede vardır? Böyle
bir ravinin bulunabileceğini zannetmiyorum. Onun söz konusu muhalefetini
rivayetini unutması, hatası, yahut da hadisin zahirine aykırı bir te'vili
şeklinde yorumlamak daha uygundur. Fakat biz bu durumda onun rivayetini alırız,
amelini ve te'vilini bağlayıcı görmeyiz. Çünkü biz onun yaptığına değil,
rivayet ettiğine uymakla mükellefiz.
Burada -zikrettikleri
örneklere dayanan- ikinci bir yaklaşım daha söz konusudur:
O da, Hanefîlerin Hz,
Peygamber'in vefatından sonra sahabenin fetva ve amelini, rivayet ettikleri
hadisten sonra olmasına dayanarak delil saymalarıdır. Bu, sahabenin hadisi her
zaman doğrudan Resûlullah'tan rivayet ettiği faraziyesine dayanmaktadır.
Halbuki bu her zaman böyle değildir. Zira sahabe Hz. Peygamber'den mürsel
rivayette de bulunmaktaydı. Nitekim onlardan biri başka bir sahabînin, Resûlullah'tan
rivayetini duyduğu zaman, bu sahabînin ismini zikretmeyerek doğrudan Hz.
Peygamber'den rivayette bulunmaktaydı. Sahabenin bu tarz rivayeti muhaddisler
nezdinde makbul sayılmakta olup, hiç kimse onu münker görmemekte idi. Nitekim
Bera b. Âzib'in rivayet ettiği şu sözü bunu teyit etmektedir:
"Size rivayet
ettiklerimizin hepsi Resûlullah'tan doğrudan işiterek rivayet ettiğimiz şeyler
değildir. Bunların bir kısmı, biz develerimizi otlatırken, arkadaşlarımızın
bize anlattıklarıdır"
[1212].
Sahabe içinde
bazılarının Hz. Peygamber'den mürsel olarak rivayette bulunmaları mümkün
olduğuna göre, -hepsi adil oldukları için sahabenin mürselleri makbuldür-
onların Hz. Peygamber'den sonra hadisi duymuş ve bu hadise muhalif davranmış
olmaları uzak bir ihtimal değildir. Bu durumda da söz konusu sahabînin
rivayeti, amelinden daha sonra olmuş olur. Ayrıca davranışı haberin kendisine
ulaşmasından öncesine ait bir içtihadı da olabilir. Kendisine şerî hüküm
ulaşınca Hz. Peygamber'in hadisi dolayısıyla kişisel amelini veya fetvasını
terkeder, Hz. Peygamber'in sahabîleri hakkında yürütülebilecek zan budur.
Bu duruma göre Hz.
Peygamber'in vefatından sonra vuku bulduğunu bildiğimiz için- sahabenin, kendi
rivayetine muhalefet etmesi, hadisi rivayetinden sonrasına ve onu bizzat
Peygamber'den duyduğuna delil değildir. Çünkü haberi, Resûlullah'ın vefatından
sonra başka bir sahabîden duymuş olabilir. Burada Hanefîlerin, sahabenin fetva
ve amelinin, hadisin rivayetinden sonraya ait olduğu iddiaları onların bu
konudaki görüşlerini haklı çıkarmaz.
Nesh konusuna gelince
o, uzak bir ihtimal olup ancak zaruret halinde başvurulabilir. Ayrıca neshe
hükmetmek için onun şartlarının tümü sabit olmalıdır. Bunlardan biri de bu
hükmü nesheden dinî bir delilin bulunmasıdır. Halbuki burada böyle bir
neshedici delil söz konusu değildir. Sahabenin fetvası veya fiili sahih hadisle
sabit olmuş olan dinî bir hükmü ortadan asla kaldıramaz.
Nitekim ulemadan
hiçbiri sahabenin fiili ile sünnetin neshinin caiz olduğunu söylememiştir. Zira
hüküm ve emir Allah'a ait olup, insanlara hüküm koyan veya konulmuş bir hükmü
kaldıran sadece O'dur. Hiç kimse Allah ve Resûlü'nün koyduğu dinî bir hükmü
kendi görüşü ile neshedemez.
Burada Hanefîlerin
nesheden delilin nesholunan delil kuvvetinde olması gerektiğini şart
koştuklarını unutmamalıyız. Buradaki örnekte zikredilen haber haber-i vahid
olup, onlardan hükmü nesheden daha kuvvetli bir delil isteyemeyiz. Bu durumda
da onların "sahabe fiili ile haber-i vahidin nesholunacağına dair"
iddiaları boşlukta kalmaktadır.
Eğer Hanefîler hükmü
ortadan kaldıran ve bize ulaşmayan başka bir hadis olabileceğini ve bunun
sahabeye ulaşmış ve onların da bunun gereği ile amel etmiş olabileceğini
söyleyecek olurlarsa, bunun şüphe götürmeyen son derece zayıf bir ihtimal
olduğunu söyleriz. Çünkü bu, bizi Hz. Peygamber'den nesheden bir delil mevcut
olmadığı halde tüm şeriatın neshine götürür.
Nitekim İmam Şafiî bu
endişe ile sünnetin Kur'an'la neshi konusunda, Hz. Peygamber bir sünnet
bıraktı ve bu sünnet Kur'an'la nesholundu. Halbuki Resûlullah'tan rivayet
edilen nâsih bir sünnet yoktur
[1213]
denilmemesi için, nesh bulunduğunu açıklayan diğer bir sünnet getirmeyi şart
koşmuştur. Biz ise ayrıca diğer sünnetin hükmünü ortadan kaldıran bir sünnetin
de varid olmasını şart koşuyoruz. Bu durumda bir sahabînin fiil veya sözünü,
hadisin neshini tekid için almaya bir engel yoktur. Ancak burada sahabînin sözü
nâsih hükmünde değildir.
Öte yandan Hz.
Peygamber'le ilgili bir haber, "Hz, Peygamber'in bir işi şöyle
yaptığına"; sahabe ile ilgili eser ise "falan şahabının o işi böyle
yaptığına" delalet eder. Biz bu durumda Resûlulah'ın fiili ve onun
sahabîlerinden birinin fiili olmak üzere iki fiil ile karşı karşıyayız. Sahabî
bile olsa insanlardan birinin fiiline dayanarak Hz. Peygamber'in fiilini
terkedecek miyiz? Sahabîler, rivayet edildiği üzere Resûlullah döneminde de,
onun ölümünden sonra da içtihad ediyorlardı. Onlar bu içtihadlarında bazan
isabet ediyor, bazan da yanılıyorlardı. Hata ettikleri meselelerden biri de Hz.
Bilal'in bir ölçek hurma karşılığında iki ölçek hurma satması, Resûlullah'ın bu
işlemi yanlış bularak söz konusu alışverişi feshetmesini emretmesi ve bunun
riba olduğunu haber vermesidir
[1214].
Hz. Peygamber
hayattayken bazı sahabîler evli olmayan zanî için recm fetvası vermişler, bu
kişinin babası yüz koyun ve bir cariye fidye vererek onu kurtarmıştı.
Resûlullah bunu iptal ederek söz konusu anlaşmayı feshetmiştir
[1215].
Hz. Peygamber yatsı
namazını geç vakitlere bırakınca Hz. Ömer'in kendisine seslenmesini
yadırgayarak şöyle demiştir:
"Allah'ın
elçisini uyarmak size düşmez"
[1216].
Hz. Ömer baş parmak ve
işaret parmağının diyetinin yirmi beş deve olduğuna hükmetmiştir. Saîd b.
Müseyyeb demiştir ki:
Her parmağın diyetinin
on deve olduğunu bildiren, Hz. Peygamber'in Hazm ailesine yazdığı mektubu
bulunduktan sonra Hz. Ömer bununla amel etti
[1217].
İşte Resûlullah'ın
vefatından önceki ve sonraki döneme ait sahabenin içtihat ve amellerinden
bazıları bunlardır. Bunlara benzer uygulama ve içtihatlar çoktur. Onlar içinde
hata ettikleri de vardır. Rivayet ettikleri hadislerin kendilerinden sadır olan
amel ve içtihatlar ile mensuh olduğu söylenebilir mi?
İbn Hazm'a göre:
Sahabenin, kendi
amellerine muhalif olarak rivayet ettikleri hadislerin tümü, kendilerine hadis
ulaşmadan öncesine ait içtihadları olup hadis kendilerine ulaşınca bu içtihadlarından
vazgeçerek kendilerine ulaşan hadisi rivayet etmeleri olarak yorumlanmalıdır.
Sahabe hakkında bundan başka türlü davranmak doğru değildir. Bunu bizim
söylediğimizin dışında yorumlamak şüphesiz sahabeyi iki durumdan birine
düşürmektedir -Allah her ikisinden de bizi korusun- ki bunların ikisi de
sapıklık ve dalalettir. Bunlardan biri açıkça Hz. Peygmaber'e muhalefet
etmektir. Bu hiçbir kimse için caiz olmadığı gibi sahabe için böyle bir zanda
bulunmak caiz değildir. Diğeri ise yanlarında rivayet ettikleri şeye karşı
olmalarını gerektiren bir bilginin bulunması. Onların bize nesholunanı
anlatmalarına rağmen neshedeni gizlemeleri caiz değildir. Çünkü bu, küfür ve
dini bozmadır. Bunu onlara kalbi eğri veya körelmiş cahil kişiden başkası
nisbet etmez. Böylece onların iddialarının batıl olduğu ve bizim görüşümüzün
doğru olduğu ortaya çıkmaktadır. Üçüncü bir şıkka asla yol yoktur. Ancak daha
önce rivayet ettikleri bazı haberleri daha sonra unutmuş olmaları da mümkündür.
Tevil etmiş olmalarına gelince, tevil sahabenin bir tahminidir. Resûlullah'tan
rivayetleri ise yakın ifade eder. Bir müslümana, zanna dayanarak yakîni
terketmek caiz olmaz. Sahabe muhalefetlerinde mazurdurlar. Çünkü bu onların
içtihadıdır. Kaldı ki böyle bir durum onlardan vaki olmakla beraber çok azdır.
Konu bu şekilde ele alındığı taktirde herhangi bir problem kalmaz
[1218].
Eğer Haneklerle diğer
ulema arasında zikrettiğimiz örnekler konusundaki tartışma hadisin, başka bir
hadise muhalefetine dayansaydı, herhangi bir âlim bunlardan birini diğerine
tercih edebilirdi. Bu durumda kuvvetli olan alınır, zayıf olan terkedilirdi.
Ancak buradaki ihtilaf o değil, örneklerin üzerine dayandırıldığı ölçünün
kendisi hakkındadır. Bu, gerçeğin ortaya çıkması ve batılın da batıllığının
anlaşılması için onların zikrettikleri meselelerin herbirine araştırıcı ve
inceleyici gözüyle bakmamıza mani değildir. Şimdi bunu ortaya koymaya
çalışalım.
Nikâhta velinin
izni: Tirmizî'de yer alan Hz. Âişe
hadisi daha önce geçmişti. Haneliler bu hadisi şu iki sebepten dolayı illetli
saymışlardır:
a. Zührî'nin, kendi rivayetini inkâr etmesi.
b. Hz. Âişe'nin buna karşı çıkarak kardeşinin kızını
kendisinin evlendirmesi
[1219].
Birinci sebep İbn Aliyye'den rivayet olunmuştur. Ahmed b. Hanbel ve İbn Maîn İbn Uleyye'nin bu rivayetini zayıf kabul etmişlerdir. Beyhaki:
Rivayet eden unutsa bile haber doğru ise onu kabul etmenin gerekli olduğunu beyan ettikten sonra bu iki imamın söz konusu rivayeti zayıf saydıklarını kaydetmektedir [1220].
İbn Hibban ise şöyle
demektedir:
Bu, haberin sıhhati
konusunda eleştirilecek bir husus değildir. Çünkü haberi ilim ehlinden
hafızasında saklayan ravi bazan bir hadisi rivayet eder ve sonra onu
unutabilir. Kendisine sorulduğunda da onu hatırlayamaz. Onun unutması, haberin
yanlış olduğuna bir delil teşkil etmez. Bütün insanların en hayırlısı olan Hz.
Peygamber namazda yanıldı da kendisine namaz mı kısaltıldı, yoksa unuttunuz mu
diye soruldu. Bunun üzerine o şöyle buyurdu:
“Bunların hiçbiri olmadı.” Bu durum, Cenab-ı Hakk'a risalet görevini
yapmak üzere seçtiği peygamber için, müslümanların dinî görevlerinin en yaygını
olan namazda caiz olunca -Hz. Peygamber namazda unutmuş ve kendisine sorulunca,
böyle birşeyin olmadığını söylemişti. Onun unutması bu şeyin hükmünün batıl
olduğuna delil olmamıştı- masum olmayan ümmeti için haydi haydi caiz olabilir
[1221].
İbn Uleyye'nin
rivayeti ister kabul edilsin, ister edilmesin, bu sahih hadisi zayıf kılmaz.
İmamlardan sahih olarak gelen rivayetler ravilerin birbirlerinden işitmesi suretiyle
sabit olmuştur. Eğer muhaddis rivayet ettiği şeyi unutacak olsa, bu durum bu
örnekte olduğu gibi başkalarının rivayetlerine muvafakat ettiği zaman ne onun
söz konusu rivayetine ne de özellikle kendisinden rivayette bulunan kimsenin
semainin varlığına tesir etmez.
İkinci sebebe gelince:
Bu, Hz. Âişe'nin
kardeşinin kızını evlendirmek suretiyle, kendi haberine muhalefet ettiği
rivayettir. Burada metinde geçen (evlendirdi) sözünü "evlilik şartlarını
hazırladı" şeklinde yorumlamamız mümkündür. Nikâh, Hz. Âişe'ye bunu
istemesi ve ona müsaade etmesi dolayısıyla izafe edilmektedir. Sonra o, nikâhın
kıyılabilmesi için -kızın babası bulunmaması nedeniyle- ona bir başkasının veli
olmasını istemiştir
[1222].
Abdurrahman b.
Kasım'dan rivayet edilen haber, bu yorumun sahih olduğunu gösterir. O şöyle
demiştir:
Âişe'nin yanındaydım.
Ondan, ailesinden bir kadın isteniyordu ve o şahidlik ediyordu. Nikâh akdi geri
kalınca ailesinden birine:
"Onu evlendir, çünkü kadın nikâh akdinde veli
olmaz" dedi. Bir başka metinde ise:
"Kadınlar evlendiremezler"
[1223] demiştir.
Beyhakî:
Hz. Âişe'nin görüşünün
Abdurrahman b. Kasım'dan rivayet olunan görüşe uygun olduğu, dolayısıyla
metinde geçen ifadesinden muradın bizim zikrettiğimiz husus olacağını, bu
durumda da Hz. Âişe'nin görüşünün, Hz. Peygamber'den rivayet ettiği hadise muhalif
düşmeyeceğini"
[1224]
kaydetmektedir.
Ayrıca Hz. Âişe'nin bu
hadisi söz konusu fiilinden önce rivayet ettiğini nerden biliyoruz? Belki daha
sonra duyduğu ve birçok sahabînin yaptığı gibi o da mürsel olarak rivayet
etmiştir. Göz önünde bulundurulması gerekli olan onun gördüğü ve yaptığı
değil, Hz. Peygamber'den rivayet ettiğidir. Ayrıca Hz. Âişe'nin rivayet ettiği
hadisi yorumlayarak kendini söz konusu kadının velisi olarak görmesi ve bu
tevil ile de onu evlendirmiş olması mümkündür.
Son olarak bu hadis
daha başka yollardan birçok sahabe tarafından rivayet olunmuştur. Nitekim onu
Ebu Musa başka bir tarikten rivayet ettiği gibi, aynı konuda Ali, İbn Abbas,
İbn Mes'ud, İbn Ömer, Muaz b. Cebel, Ebu Zer, Mikdâd, Ebu Hureyre, Cahir ve
daha başkaları da rivayet etmişlerdir
[1225].
Eğer bu konuda sadece
Hz. Âişe'nin hadisi olmuş olsaydı Hanefî’lerin iddiaları dikkate değer
sayılabilirdi. Ancak Hz. Âişe rivayeti dışında birçok başka tarikten de
rivayetin mevcudiyeti onu inkâr edenlerin veya neshine hükmedenlerin delilinin
sağlam olmadığını ortaya koymaktadır.
Rükûa varırken ve
rükûdan kalkarken elleri kaldırma İbn Ömer'in elleri kaldırma ile ilgili hadisi
Sahîhayn ve diğer sünen kitaplarında yer almaktadır. Mücahid'in İbn Ömer'den
"o ellerini kaldırmazdı" rivayeti ile Tavus'un "buralarda
ellerini kaldıdığına" dair rivayeti çelişir. Ahmed b. Hanbel'in Nafi, İbn
Ömer senediyle rivayetine göre onun namaz kılarken ellerini kaldırmayan birini
gördüğünde onu taşladığı ifade edilmektedir. Bu hadisi Buhârî "ellerin
kaldırılması" babında "Ona taş atardı" lafzı ile rivayet
etmiştir. Nitekim yine Buhârî on yedi sahabeden namazda ellerin kaldırılmasını
rivayet ederek şöyle demektedir:
Resûlullah'ın
sahabîlerinden hiçbirinden onun namazda ellerini kaldırmadığına dair herhangi
bir hadis rivayet edilmemiştir"
[1226].
Beyhakî Sünen ve
el-Hilâfiyyat adlı eserlerinde "ellerin kaldırılması" rivayetini
nakledenlerin sayısının otuz civarında olduğunu kaydederek şöyle demektedir:
Hâkim'in şöyle dediğini
duydum:
Bu rivayetin üzerinde
cennetle müjdelenen on taşı ve onlardan sonra gelen sahabenin ileri gelenleri
ittifak etmiştir
[1227].
İbn Ömer'in hem
rivayet edip, hem de namazda ellerini kaldırdığı, bunu yapmayanı da taşladığı
sabit olunca ve birçok sahabe de onun hadisini rivayet ettiğine göre
Mücahid'in 'ibn Ömer'in namazda ellerini kaldırmadığını" bildiren
rivayetinden dolayı aralarında İbn Ömer'in de bulunduğu bu kadar sahabîlerin
rivayet ettiği bir haber terkolunabilir mi?
Bana göre Mücahid'in
rivayetini reddetmek için Tavus'un rivayeti yeterlidir. En azından şöyle
denilebilir:
"İkisi karşı
karşıya geldiler ve birbirlerini hükümsüz kıldılar". Bu durumda geriye bu
iki haberin rivayetinden önceki durum yani İbn Ömer'in hadisi muanzsız ve
sahih olarak kalır; elleri kaldırmayı teyit ve emreden diğer hadisler de ona
destek olur. Burada biz Hanefîlerin istidlallerine cevap verme hususunda İbn
Ömer'in fiili ile yetindik. Halbuki elleri kaldırmama hususunda daha başka
hadisler de bulunmaktadır. Burada elleri kaldırmanın sünnet olup olmadığını
ifade etme; sahabenin kendi rivayetine muhalefetinin bu konuda herhangi bir
etkisinin bulunmadığını vurgulamamızın bizi ilgilendirdiği kadar
ilgilendirmemektedir. Zira bu, hadisi neshetmediği gibi onun neshine delil de
olmaz. Sahih hadis, kendine ulaşan kişi için bağlayıcıdır, insanlardan birinin
fiili ile ona karşı koymak, isterse bu kişi bizzat Hz. Peygamber'in
sahabîlerinden biri olsun, caiz değildir.
Köpeğin
yalamasından dolayı kapların yıkanması:
Köpeğin yalamasından dolayı kaplan yedi defa yıkamaya ve Ebu Hureyre'den kedi
ve köpeğin yaladığı kabın üç defa yıkanacağına dair rivayetin bununla çeliştiği
iddiasına gelince
[1228],
bu noktada doğru olan bu iki haberin birbirleri ile çelişmediğidir. Zira, onun
Hz. Peygamber'den rivayet ettiği hadisin senedi kuvvetli olup, ondan rivayet
edilen fiil ise zayıftır. Nitekim Ebu Hureyre'nin bu fiili Abdulmelik el-Arzemî
tarikiyle gelmiş olup başkaları sika olduğunu söylemelerine rağmen Şu'be, şüfa
hadisini rivayet edip bunda tek kalması sebebiyle onu tenkit etmiştir
[1229].
Tirmizî ise şöyle demektedir:
Kendisinden sahih
sünnet naklolunan güvenilir bir âlimin hadisini o husustaki bazı vehimlerle
terketmek doğru değildir. Bu hususta doğru olan ravi çok yanılgan değilse,
araştırma neticesinde sahih oldukları anlaşılan rivayetleri kabul etmek,
yanıldığı sabit olanları ise terketmektir. Zira hatası, doğrusundan çok olan
terkedilmeyi hak eder
[1230].
Bilgilerime göre
[1231]
Ebu Hureyre'den nakledilen bu rivayet, sadece onun tariki ile gelmiştir. Madem
ki ondan başkası böyle bir rivayette bulunmamıştır, onun yanılmadığının
garantisi nedir? Belki de bu onun yanıldığı rivayetlerdendir. Bu araştırmaya
göre onun bu rivayetini kabul etmememiz gerektiği ortaya çıkmaktadır. Çünkü o,
bir yanılmadır. Zira Buhârî,, Müslim
[1232] ve
diğer hadis kitaplarının Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri hadise ters düşüyor.
Ayrıca o, isnad yönünden sahih olan rivayetler karşısında tutunacak güçte de
değildir.
Ayrıca Ebu
Hureyre'nin, bu sözleri, hadis kendine ulaşmadan önce söylemiş olması da
mümkündür. O, bunu sahabeden birinden duyup, Hz. Peygamber'den işitmiş gibi
mürsel olarak rivayet etmiş olabilir. Nitekim o, Hz. Peygamber'den kimin
duyduğunu açıkça ifade etmemiştir. Her halükârda, onun hadisi işitmesi bu
sözden önce olabileceği gibi, mürsel olması da bir ihtimaldir. Bunu tarihi
bilinmeyenlere dahil edip daha isabetli yorumlamak mümkündür. Nitekim biz de
onu hadisi işitmeden önce söylediği şeklinde yorumluyorum.
Ebu Hureyre'nin
kendisine nisbet edilen ifadede ise ayrı bir durum söz konusudur. Şöyle ki:
Kendisine köpek ve
kedinin ağzını soktuğu kap hakkında sorulduğunda söz konusu ifadeyi
kullanmıştır. Soru soranın sadece kedinin durumunu sormuş ve onun da bu
şekilde cevap vermiş olması mümkündür. Ancak ondan rivayette bulunan kişinin
durumdan şüphelenerek, kedinin mi yoksa köpeğin mi sorulduğunu karıştırdığı
için tereddüdünü ifade etmek üzere ikisini de bir arada zikretmiş olması muhtemeldir.
Bu durumda kedinin yalamasından dolayı kabın üç defa yıkanması görüşü
anlaşılır ki bu da onun bir içtihadıdır. Nitekim kedi hakkında Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur:
"O, devamlı olarak etrafınızda dolaşan
hayvanlardandır"
[1233].
Bu durumda biz, Resûlullah'ın hadisini alır, ravinin söz ve içtihadını ise
terkederiz.
Yine bu söz Ebu Hureyre'den
rivayet olunan kabın yedi defa yıkanmasına ilişkin fetvasına ters düşmektedir
[1234]. Her
ne kadar Ebu Hureyre hadisi sened bakımından rivayetlerin en güçlüsü ise de
[1235],
onun bu rivayeti Hz. Ali, İbn Ömer, İbn Abbas, Abdullah b. el-Mugaffel tarafından
merfu olarak rivayet edilmiştir.
Bütün bu ihtimaller
Ebu Hureyre'nin kavlini almanın, Hz. Peygamber'in sahih senetle sabit olan
hadisini terk ve diğer insanlar gibi hata ve isabet edebilen sahabenin fiili
dışında bir delil bulunmaksızın onun neshedildiğini iddia hususunda yeterli
olmadığını ortaya koyuyor, İbn Hazm Ebu Hureyre'ye varan bir senedle onun
nafaka konusundaki hadisini rivayet etmiş ve onun sonuna bir ziyadede
bulunmuştur. Kendisine "Bu Hz. Peygamber'e mi ait?" diye sorulduğunda
"Hayır, bu Ebu Hureyre'nin kendisindendir"
[1236]
demiştir. Belki de bu "üç yıkama görüşü" de yine Ebu Hureyre'nin
kendi ilavesidir.
Temettü haccı: Hz. Ömer'in hacc-ı temettü hadisi, rivayet edip sonra
da söz konusu rivayete muhalefeti ile istidlallerine gelince, durum aslında
böyle değildir. Çünkü Ömer'in bu konuda Hz. Peygamber'in hadisi kendisine
ulaşınca söz konusu görüşünden döndüğü rivayet olunmuştur. Nitekim bunu İbn
Hazm da zikretmektedir
[1237].
Onların, Ömer'in
temettu yapması ile onu yasaklaması hususundaki rivayetleri ve bizim ondan
döndüğüne ilişkin rivayetimiz tearuz eder de bizim, Ömer'in fiili olarak
rivayet ettiğimiz şey, onların nehyettiğine ilişkin rivayetten sonra olduğunu
görürsek burada sonra olanı almak bizim için daha uygun olur.
Eğer ondan gelen
rivayetlerden hangisinin sonra olduğu tespit edilemezse, Ömer'e ait iki fiilin
çeliştiğini söyleriz. İki çelişen fiil ise birbirini hükümsüz kılar ve bu
durumda mesele hadisten gösterilecek delillere kalır. Sahabeden herhangi birine
ait olduğu sabit olmayan bir fiil dolayısı ile de hadis reddolunamaz. Ömer'e
ait söz konusu fiil ve yasaklama, Resûlullah'tan Ömer tariki dışında birçok
sahabe tarafından rivayet edildiği sabit olan bir hükmü de ortadan kaldıramaz.
Sahabenin ileri
gelenlerinin muhalif olması:
Hanefîlere göre sahabenin ileri gelenlerinden kendisine böyle bir hadisin
gizli kalmayacağı bilinen biri herhangi bir hadise aykırı davrandığı zaman söz
konusu hadis onun bu davranışı ile delil olmaktan çıkar. Çünkü o, munkatı
olduğunda haberin kendisine ulaşmadığı düşünülür ve ister kendi, isterse
başkası rivayet etmiş olsun, Hz. Peygamber'den sahih olarak gelen bir hadise
muhalefet ettiği ileri sürülemez. Bu hususta, en iyi tercih sahabenin bu hükmün
nesholunduğunu veya kesin hüküm ifade etmediğini bildiğine hamletmektir
[1238].
Hanefîler bu kısma örnek olarak şu hadisi göstermektedirler:
Celde vurma ile
sürgünü birleştirme: Ubade b.
es-Sâmit'in Resûlullah'tan rivayetine göre o şöyle buyurmuştur:
"Bekâr bekârla zina ettiğinde yüz sopa ve
bir yıl sürgün cezası verilir"
[1239].
Hanefîler, sopa ile
sürgünün bir arada verileceğini beyan eden bu hadise sahabenin ileri
gelenlerinden birçoğunun muhalefet etmiş ve onunla amel etmemiş olduklarını
söylemektedirler. Bu, onların sahih hadise karşı çıkmaları olarak anlaşılamaz.
Öyleyse denilebilecek en hafif söz, bunun zorunlu olmadığıdır. Çünkü sürgün bir
had çeşidi olmayıp maslahat gereğidir. Onlar, Ömer'in fiili ve sözü ile
istidlalde bulundular. Çünkü o bir adamı sürgün etti de bu kişi Bizans'a
giderek irtidad etti. Bunun üzerine Ömer yemin ederek "Bundan böyle hiç
kimseyi sürgün etmeyeceğim" dedi.
Eğer sürgün bir had
cezası olmuş olsaydı, o yemin etmezdi. Zira kişiler itridad ediyor diye had
terkedilemez. Böylece bunun siyaset ve maslahat yoluyla verilen bir ceza
olduğunu anlıyoruz. Nitekim Hz. Peygamber de kadın gibi davranan bir erkeği
(Muhannes) Medine'den sürmüştür. Bu nevî bir davranışın ise had olarak sürgünü
gerektirmediği icma ile sabittir. Şu halde Hz. Peygamber'in onu sürgün etmesi
de maslahata dayanmaktaydı. Nitekim Hz. Ömer'in Nasr b. Haccac'ı güzelliği
dolayısı ile sürgün etmesi de aynı gerekçeyledir. Ayrıca onlar, Hz. Ali'nin
"Fitne olarak sürgün yeter" sözü ile istidlalde bulunmuşlardır. Zira
eğer sürgün bir had cezası olsaydı Ali onu fitne olarak isimlendirmezdi
demişlerdir.
Hanefîler ayrıca:
İşte bu, sahabenin
önde gelenlerinden birinin muhalefetine hadisi delil olmaktan çıkarmaktır.
Ashabın Resûlullah'tan sahih olarak sabit olan bir hadise herhangi bir şekilde
muhalefetleri iddia edilemeyeceği gibi bu hususu bilmedikleri de söylenemez.
Çünkü dini biz onlardan öğrendik, bu nevi hadislerin onlara gizli kalması
düşünülemez
[1240],
demektedirler.
[1241]
Hanefîlerin, sahabenin
ileri gelenlerinin hadislerin tümünü bildiğine dair iddiaları gerçekte bir
bilgi değil, vehimden ibarettir. Vehim üzerine ise kural konulamaz ve hadiste
bununla reddedilemez. Başta Ebu Bekir, Ömer, Ali ve daha başkaları olmak üzere
sahabenin ileri gelenlerinin bazı ahkâmdan haberdar olmadıklarını daha önce
açıklamıştık, şimdi onları tekrar etmek istemiyoruz. Sahabe, birçok hadise
kendilerine ulaşmadığı için karşı çıkmışlardır. Nitekim Hz. Ömer Ebu Musa
el-Eş'arî'nin rivayet ettiği "izin isteme" hadisini reddetmiş, sonra
da şöyle demiştir:
Bana Resûlullah'ın bu
sünneti ulaşmadı. Sokaklarda alış-veriş yapmak beni bunu öğrenmekten alıkoydu
[1242].
Ömer, Abdurrahman b.
Avf Hz. Peygamber'in sünnetini kendisine hatırlatıncaya kadar, Mecusîler'e
nasıl davranacağını bilememiş, Hz. Peygamber'in Bahreyn Mecûsîleri'nden cizye aldığını
unutmuştur. Halbuki o meşhur bir olaydır. Hatta bekli o (Ömer) da bu maldan
diğer sahabe gibi bir hisse almış olabilir
[1243].
Ayrıca Ömer, Hz. Peygamber'in mehirleri ile istidlalde bulunarak kadınların
yüksek miktarda mehir almalarını yasaklamış, daha sonra ashaptan bir kadının
"Onlardan birine yüklerle mehir
vermiş olsanız dahi ondan hiçbir şeyi geri almayın"
[1244]
âyetini hatırlatması üzerine bu yasaktan vazgeçmişir
[1245].
Ensar, Osman, Ali,
Talha, Zübeyr, müminlerin annesi Hafsa gibi muhacirlerin ileri gelenlerine
duhul anında ancak inzal vaki olursa boy abdesinin gerekeceğinden haberleri
olmamıştı
[1246].
Müminlerin annesi Hz.
Âişe ve Ümmü Habibe'ye İbn Ömer, Ebu Hureyre, Ebu Musa, Zeyd b. Sabit, Saîd b.
Müseyyeb ve diğer tanınmış Medine fakihleri ve daha birçokları ateş dokunmuş
şey dolayısıyla abdest almanın nesholunduğu hususundan haberleri almamıştır
[1247].
Hz. Ali, sahabeden
birçoğunun, kendisinin bilmediği hadisleri anlattıklarını itiraf etmektedir.
O, Ebu Bekir dışındakilerin rivayetlerinde yemin etmelerini istemekteydi. O,
Allah Teâlâ'nın, kendisini önce bilmeyip daha sonra duyduğu hadisler
dolayısıyla mükâfatlandırdığını söylüyordu
[1248].
Yine Talha Ömer
kendisine hatırlatıncaya kadar, altını gümüşle vadeli olarak değiştirmeyi
mubah görüyor; İbn Ömer ve İbn Abbas hatırlayıp vazgeçinceye kadar bir dirhemi
iki dirhemle değiştirmeyi mubah sayıyorlardı. Daha sonra İbn Ömer, Ebu Saîd
el-Hudrî'nin Hz. Peygamber'den rivayeti üzerine görüşünü terketmiş ve bu
konudaki meşhur görüşe dönmüş, bu şekilde rivayette bulunarak "Hz.
Peygamber'in bize bildirdiği budur" demiştir
[1249].
Hz. Âişe, Ebu Hureyre
ve İbn Ömer'in mestler üzerine mesh edileceğinden haberleri olmamış, bu hususu
Hz. Peygamber'in vefatından birkaç ay önce müslüman olan Cerir rivayet
etmiştir. Hz. Âişe ise bu hususta hiçbir bilgisinin olmadığını itiraf ederek,
bu konunun bilen birisinden -ki o da Hz. Ali'dir- sorulmasını istemiştir
[1250].
Nitekim Hz. Ömer, İbn
Ömer, Zeyd b. Sabit ve Medine halkının çoğunluğuna Hz. Peygamber'in haiz olan
kadına veda tavafını yapmaksızın Mekke'yi terkedebileceklerinden haberleri
olmamış bilahare onlara bunu İbn Abbas ve Ümmü Seleme bildirince bu
görüşlerinden vazgeçmişlerdir
[1251].
İbn Ömer'e, temettü
haccını hacc-ı ifrada tercih etmesi üzerine:
"Sen babana
muhalefet ediyorsun" denilmiş, bunun üzerine o:
"Allah'ın kitabı
mı yoksa Ömer mi uyulmaya daha layıktır?" diye karşılık vermiştir
[1252].
İbn Abbas şöyle
demiştir:
Allah'ın sizi yerin
dibine batırmasından korkmuyor musunuz? Ben, Resûlullah şöyle buyurdu diyorum,
siz ise Ebu Bekir, Ömer şöyle dediler, diyorsunuz"
[1253].
Bu önde gelen
sahabeler söz konusu ettiğimiz hadis ve hükümlerden habersiz olduklarına göre
bir konuda hadis rivayet olunup da sahabenin ileri gelenleri bunun hilafına
hükmettikleri sabit olunca, muhalif olana husn-i zan besleyerek hadisin
nesholunduğuna hükmedebilir miyiz? Bu sahabîye hadis ulaşmadığı için muhalif
davrandı, aksi halde muhalefet etmezdi, demek hüsn-i zan değil midir? Söz
konusu fiil herhangi bir sahabî veya sahabîlerin işlemesini, bu konuda
Resûlullah'ın sünnetinin kendilerine ulaşmaması şeklinde yorumlamak özellikle
bu kısımdaki örnekler de daha sağlam bir tutumdur. Çünkü hadisin ravisi,
muhalefet edenden başkasıdır. Ravi bir şahabıdır, fetva veya amel sahibi ise
başka bir sahabîdir. Daha önceki örneklerde geçtiği üzere, içlerinde Hz. Ömer,
Ali vb. büyük sahabîler bile olsa birçok sahabînin dinî hükmü bilememeleri
mümkündür.
"Onun imameti, bu
hadisi bildiğine delildir ve bu nevi sözlerden habersiz olduğu
düşünülemez" tarzındaki görüşüne gelince, daha önceki örneklerde
açıkladığımız gibi bunun batıl bir söz olduğu açıktır. Zira bu imamlara gizli
kalan nice meseleler vardır. Nitekim Hz. Ali de bazı hükümleri bilemediğini ve
diğer sahabîlerin bilgilerinden faydalandığını bizzat kendisi açıklamaktadır.
Sahabenin, Hz.
Peygamber'in sahih hadisine muhalefetinin düşünülemeyeceği görüşüne gelince,
bu görüş doğrudur ve bizim de onlar hakkında düşündüğümüz budur. Ancak biz
hadisi nesholunmuş olarak yorumlamıyor; aksine sahabenin bu tutumunu söz konusu
hadisin ona ulaşmadığı ve hadise muhalefet etmeyeceği şeklinde yorumluyoruz.
İddia ettikleri gibi nesh tevil yollarının en iyisi değildir. Aksine en
kötüsüdür. Çünkü o, hadisin mânasını veya bizzat hadisin lafzını reddetmek
dernektir. Zira hadisin söylenilişindeki hikmet onunla amel etmeye bağlıdır,
biz hadisin neshedileliğini söylediğimiz zaman, bu hikmet gerçekleşmemiş olur;
biz de hadisi reddetmiş ve onunla ameli terketmiş duruma düşeriz.
Bu hususları isbat
ettiğimize göre artık onların söz konusu ettikleri celde ile sürgün cezalarını
birlikte verme misalinin detaylarını tartışabiliriz.
Ömer b. Hattab Rabia
b. Ümeyye b. Halefi içki içmesi dolayısıyla Hayber'e sürmüş, o da Bizans'a
geçmiş ve hıristiyan olmuştur. Bunun üzerine Ömer:
"Bundan böyle
hiçbir müslümanı asla sürgün etmeyeceğim" demiştir
[1254].
Demek ki Ömer, zina
suçundan dolayı değil, içkiden dolayı sürgün cezası vermiştir. Bu da hiç şüphe
yoktur ki had değil, tazir ve umumî maslahata riayettir. İkinci kez içki
içtiğinde yine maslahata riayet amacıyla onu sürmemek yetkisi vardır. Bu
uygulama da ne sahih, ne de zayıf bir hadise aykırı değildir, maslahatı
gerçekleştirmek üzere Ömer'in bir içtihadıdır. İçki içeni sürgün etmede maslahat
kalmadığı, hatta irdidad etmesine sebep olduğu ortaya çıkınca, Ömer içki içenlerden
hiçbirisini sürgün etmeyeceğine yemin etmiştir. O, "zina edeni sürgün
etmeyeceğim" dememiştir. Dolayısıyla onun sözüne içermediği anlamlar
yüklenmemelidir. Bu duruma göre Ömer'in görüşü ile buna istidlalde bulunmak konu
dışına çıkmaktır. Aksine Beyhakî Sünen'inde Ömer'in hem sopa vurduğunu, hem de
sürgün ettiğini söylüyor
[1255].
Onun doğru görüşünün bu olduğunu umarım.
İbn Kudâme'nin
kaydettiğine göre bu konuda Hz. Ali'den rivayet edilen haberler, ravilerinin
zayıf ve mürsel olmaları dolayısıyla sahih değildir
[1256].
İlim sahibi hiç
kimsenin sahih bir hadisi, içinde zayıflık ve mürsellik bulunan bir sahabî sözü
için terkedeceğini tahmin etmiyorum.
Bu bölümü Hanefî
âlimlerinden Serahsî'nin bu hadisi, bilmemesi mümkün olan bir sahabînin ameline
muhalif olan bir hadisi beyan ederken zikrettiği "Onun muhalefeti
herhangi bir etki yapmaz ve hadis delil olarak devam eder" sözü hakkındaki
açıklamaları ile bitirelim. Çünkü kendisi ile amel edilen bir hadis, Hz.
Peygamber'den sahih bir yolla sabit ise ondan, mertebe bakımından daha aşağıda
bulunan birinin muhalif ameli sebebiyle vazgeçilemez. Onun hadise muhalif
fetvası şu iki yorumdan birisi ile yorumlanır:
O sahabî hadisten
haberdar olmadığı için kendi reyi ile fetva vermiştir. Eğer hadis ona ulaşmış
olsaydı, bu görüşünden vazgeçerdi. Zira kime bir hadis sahih yolla ulaşırsa ona
yapışması gerekir"
[1257].
Serahsî'nin bu sözleri
ile Hanefîlerin görüşlerini çürütmemiz mümkündür. Şöyle ki:
Onlar birçok meselede
sahih hadislere muhalefet etmişler ve bazı sahabîlerin muhalif ameli dolayısı
ile bu hadislerle amel etmemişlerdir. Resûlullah dışında hiç kimsede ismet
sıfatı bulunmadığını ve sahabeden birçoğuna bazı hadisler ulaşmadığını, bu
nedenle karşılaştıkları konularda içtihatta bulunduklarım; bazan isabet, bazan
da hata ettiklerini, her iki durumda da sevap kazanacaklarını unutmuşlardır.[1258]
Kıyas: Aslî bir
meselenin hükmünü, aralarında ortak olan illet sebebiyle feri olana da
vermektir. Fakihler, kıyasa muhalif olan haber-i vahidin mi yoksa kıyasın mı
reddedileceği hususunda farklı yaklaşımlarda bulunmakta ve kıyasın illeti
konusunda tafsilata girmemektedirler.
Ebu'l-Hasan el-Basrî
haber-i vahide muhalif olan kıyasın durumunu illetlerine göre aşağıda
görüleceği üzere geniş bir şekilde ele almaktadır:
Haber-i vahid kıyasa
muhalif olduğunda, kıyasın illeti eğer kat'î bir delile dayanıyorsa ve haber-i
vahid de bununla çelişiyorsa üzerinde ihtilaf olmayan kıyas ile amel edilmesi
gerekir. Çünkü illete delalet eden nas, hükmünü delalet eden nas gibidir ve
haber-i vahidin onunla çelişmesi caiz değildir. Böyle değil de illet tearüze
sebep olan zannî bir delile dayanıyorsa, haberle amel etmenin, kıyasla amel
etmekten daha uygun olduğu ittifakla kabul edilmektedir. Çünkü hükme destek
olan haber sarih iken, illete delalet eden haber hükme dolaylı olarak delalet
etmektedir.
Eğer illet, zannî bir
asıldan çıkarılmış ise ihtilafsız haber-i vahidle amel etmek daha uygundur.
Çünkü zan ve ihtimali az olanı muteber saymak daha uygundur ve bu haber
konusunda da geçerlidir. Eğer illet kat'î bir asıldan çıkarılmış ve kıyasa
muarız olan haber, haber-i vahid ise bu husus ihtilaf konusudur
[1259].
Demek ki:
Her ne kadar usulcüler
mutlak olarak ihtilalin olduğunu söylüyorsa da, Ebu'l-Hasan el-Basrî'nin
görüşüne göre ihtilaf konusu olan kat'î delilden çıkarılmış bir illete sahip
olan kıyastır.
İmam Şâfıî, Ahmed b.
Hanbel, Hanelîlerden Ebu'l-Hasan el-Kerhî, hadis âlimleri ve fakihlerin
çoğunluğuna göre ravi ister fakih olsun, isterse olmasın haber-i vahid,
kendisine muhalif olan kıyastan önce gelir
[1260].
Hanefîler, bu hususta
tafsilata dalarak haberin ravisi fakih ise ister kıyasa uygun isterse muhalif
olsun rivayeti ilim ve ameli gerektiren bir delil sayılır demektedirler. Onlara
göre eğer bu haber, kıyasa muvafık ise onu teyit etmiş olur, muhalif ise kıyas
terkedilir ve haberle amel edilir
[1261].
Eğer haberin ravisi fakih değil ve rivayeti de kıyasa muhalif ise ancak zaruret
ve içtihat kapısının kapanması halinde reddolunur
[1262].
Bundan Hanefîlerin bu
hususta ittifak halinde olmadıkları gözüküyor. Nitekim Ebu'l-Hasan el-Kerhî
onlara karşı çıkarak cumhurun görüşünü savunmuştur. Keşfû'l-esrâr müellifi de
ona uymuş ve Hanefîlerin sahih olan görüşünün kıyasa muhalif olan haberi
reddetmemek olduğunu tercih etmiştir. Ayrıca onların görüşlerini sahabeden
bazı hadis ravilerinin fakih olmamalarını ileri sürerek reddetmiş ve bu tutumu
yeni bir görüş saymıştır. Abdülaziz el-Buhârî bu konuda şöyle demektedir:
Bu görüş bizim
âlimlerimizden naklolunmamıştır. Onlardan rivayet olunan:
Haber-i vahid'in
kıyastan öncelikli olduğudur. Ayrıca onlardan herhangi bir ayırım da
noklolunmamıştır. Nitekim onlar kıyasa muhalif olmasına rağmen, oruçlu kişinin
unutarak yiyip içmesi hususundaki Ebu Hureyre rivayeti ile amel etmektedirler.
Ayrıca Ebu Hanife şöyle demektedir:
Eğer bu hususta
rivayet olmamış olsaydı kıyasla hükmederdim". İmam Ebu Yusuf'tan,
öğrencilerine dikte ettirdiği eserlerin birinde "musarral hadisi" ile
amel ederek, müşteri için muhayyerliğin söz konusu olduğunu söylediği rivayet
olunmuştur. Ebu Hanife ise şöyle demiştir:
Allah ve Resûlü'nden
bize gelenlerin başımız üstünde yeri vardır. Ayrıca selefin hiçbirinden ravinin
fakih olması şartirivayet olunmadığına göre Hanefîlerin ileri sürdüğü görüşün
sonradan ortaya çıktığı anlaşılmış oluyor
[1263].
Abdülaziz
el-Buhârî'nin söylediğinin doğru olduğu, Ebu Hanife'den rivayet olunan görüşün
de İbn Hazm ve İbn Kayyin’in tercih ettikleri ve üstadımız Dr. Muhammed
Baltacı'nın "Menâhicü'l-teşri isimli eserinde savunduğu görüş olduğu
kanaatindeyiz
[1264].
Kıyası, ravisi fakih
olmayan haber-i vahide tercih edenler çeşitli deliller ileri sürmüşlerdir.
Bunları aşağıdaki şekilde özetlemek mümkündür:
a. Sahabenin kıyasla amel ettiği ve haber-i vahidi
reddettiği meşhurdur. Nitekim İbn Abbas Ebu Hureyre'nin "Ateşe dokunan şeyden dolayı abdest alınız"
hadisini rivayet ettiğini işittiği zaman:
"Sıcak su ile
abdest alsaydın, ondan dolayı da abdest alman gerekecek miydi" demiş;
"Cenaze taşıyan abdest alsın"
hadisini işittiği zaman da:
"Kuru ağacı taşımaktan dolayı bize
abdest gerekir mi?" diye karşılık vermiştir. Ayrıca Hz. Ali Berra'
hadisini ve Hz. Ömer de Fatıma binti Kays hadisini kıyasla reddetmişlerdir.
İbrahim en-Nehâî ve Şa'bî ise "Zina yoluyla doğan çocuğun üç şerliden
biri olduğu" hadisi konusunda:
"Eğer zina çocuğu
üç şerliden biri olsaydı, Hz. Peygamber annesinin onu doğurmasını bekler
miydi?" demişler ki, bu bir tür kıyastır
[1265].
Serahsî'ye göre:
Bu konuda seleften meşhur
olarak rivayet edilen hususların önemine binaen şöyle denilmelidir:
Fakih ravinin
rivayetlerinden kıyasa uygun olanla amel edilir; muhalif olanlarından ise
sadece selefin kabul ettikleri ile amel edilir, bunun dışında ise serî
kurallara uygun kıyas tercih edilir. Meğer ki o konuda içtihat kapısının
kapanmış olduğu kabul edilsin. Çünkü sahabenin hadisleri manen rivayet
etmeleri daha yaygındı. Resûlullah'ın kelamında kastedilen her mânaya vakıf olmak
ise zor bir iştir. Zira "Bana özlü
söz söyleme özelliği verildi ve din özet olarak bildirildi" hadisinde
buyurduğu üzere ona sözlerin özü verilmiştir. Halbuki bir sözü mâna olarak
nakleden, ibareden sadece anladığını nakleder. İşitendeki anlayış eksikliği
çok kerre kastedilenlerin bir kısmını tespit edememesi sonucunu doğurur. Bu
eksikliği aynı hadisin lafzen ve manen rivayetlerinin karşılaştırılması halinde
anlamak zor değildir. Ravide Resûlullah'ın sözünü anlama eksikliğinin
olabileceği düşüncesiyle deriz ki:
Haber-i vahidin sahih
kıyasa muhalif olması halinde, habere konu olan hususta içtihat kapısı kapanmış
ve zaruret ortaya çıkmış ise haberi mutlaka terketmek gerekir
[1266].
b. Kıyas kitap, sünnet ve icma ile sabit olan bir
delildir, Haber-i vahidin Hz. Peygamber'e ulaşması ise şüphelidir. Bu durumda
kıyasla sabit olan, haber-i vahidle sabit olandan daha kuvvetli olmuş olur ve
onunla amel de daha uygundur
[1267].
Aynı şekilde sahih kıyasa her yönüyle aykırı olan bir haber mâna yönünden de
kitap, meşhur sünnet ve icmaa aykırı olmuş olur
[1268].
c. Kıyas haber-i vahidden daha sağlamdır. Çünkü haberde
ravinin unutması ve yalan söylemesi ihtimalleri varken bunlar kıyasta söz
konusu değildir
[1269].
d. Kıyasın tahsise ihtimali yoktur. Haberde ise bu
ihtimal söz konusudur. İhtimal söz konusu olmayan diğerine tercih edilir
[1270].
e. Eğer kıyasa muhalif olan haber-i vahidi reddetmeyecek
olursak onu kitap ve meşhur sünnet ile sabit olan kıyası neshetmiş ve kıyas
konusundaki icmaa ters düşmüş oluruz. Zira Kur'an'da "Ey akıl sahipleri! İbret alın"
[1271]
buyurulmakta ve böylece kıyasla amelin gerekli olduğu bildirilmektedir. Meşhur
sünnette ise Muaz ve daha başka sahabîlerin kıyasta bulunduklarına dair
haberler bulunmaktadır. Bu sebeple haber-i vahidi reddetmek daha uygundur
[1272].
Hanefi'lerin kıyası
habere tercih ederken zikrettikleri deliller işte bunlardan ibarettir. Âmidî
bunlara şu görüşünü eklemiştir:
Müçtehid kıyasla
sabit olan bilgiyi, kendi içtihadı; haber-i vahid yoluyla hasıl olan bilgiyi
ise başkası vasıtasıyla kazanmaktadır. Kişinin kendine güvenmesi ise, başkasına
güvenmesinden daha mükemmeldir
[1273].
Hanefîlerin ileri
sürdükleri bu delillerin hiçbiri sağlam ve makbul değildir. Abdulaziz
el-Buhârî, Âmidî ve daha başkaları haber-i vahidin kıyasa tercih edilmesi
gerektiğini tereddüde mahal bırakmayacak şekilde ortaya koymuşlardır. Onların
bu konudaki görüşleri şöyle sıralanabilir:
a. Sahabenin haber-i vahidi kıyasla reddettiğine ilişkin
sözlerini, kıyası haber-i vahide tercih etmelerinden değil, daha başka geçici
sebeplere dayandığı şeklinde cevaplandırmak mümkündür. Hatta onlar haber-i vahidle
çeliştiği için kıyası reddetmişlerdir. Nitekim Hz. Ebu Bekir, Bilal'den
işittiği bir hadis dolayısıyla kendi reyi ile verdiği bir hükmü bozmuştur. Hz.
Ömer hadis dolayısıyla cenin ve parmakların diyeti konusunda kendi görüşünü
terkederek:
"Nerdeyse Hz.
Peygamber'in sünnetinin bulunduğu bir hususta kendi görüşümüzle
hükmediyorduk" demiştir. O, ayrıca Dahhâk b. Müzahim'in rivayet ettiği
hadise dayanarak, kadının kocanın diyetinden miras alamaması tarzındaki kendi
görüşünü terketmiştir. İbn Ömer Rafı' b. Hadîc'ten işittiği bir hadise
dayanarak müzaraa konusunda kendi görüşünü terketmiştir. Ömer b. Abdulaziz de
Hz. Peygamber'den rivayet edilen "Nimet,
külfet karşılığıdır" hadisine dayanarak kusuru sebebiyle satıcıya
geri verilmesi sırasında söz konusu maldan elde edilen gelirin de karşılanması
tarzındaki görüşünden vazgeçmiştir
[1274].
Serahsî'nin söylediği
ravisi fakih olmayan hadisin manen rivayet edilmiş olabileceği tarzındaki
iddiasına gelince, bu da doğru değildir. Çünkü adalet ve zaptı sabit olduktan
sonra bir ravinin değişiklikte bulunması iddiası vehimden ibarettir. Bu
hususta açık olan bu ravinin aynen işittiği gibi rivayet etmesidir. Böyle bir
ravi değişiklik yapsa bile mânayı değiştirmeyen değişiklik yapar. Sahabe ve adil
ravilerin tutumlarından anlaşılan budur. Çünkü haberler onların dili ile
nakledilmiştir. Onların dili bilmesi mânayı anlamamalarına ve onu
kavrayamamalarına mâni olduğu gibi, onların adaleti de bu haberde ziyade ve
eksilme yapmalarını engeller
[1275].
Onları nakilde dikkatsiz olmakla itham ettiğimiz zaman "zabt" şartını koşmanın ne anlamı kalmaktadır? Çünkü raviyi zabt sıfatı ile vasıflandırdığımız zaman, artık onun hadisi mâna olarak rivayet ettiğini ve bu rivayetinde hata ettiğini, bu nedenle de onun bu rivayetini kabul edemeyeceğimizi söylememiz mümkün değildir. Ben bu görüşü ileri süren kişinin bir çelişkisi olarak görüyorum. Eğer bu kişi zabtı açık ve gizli batın diye ayırıyor ve fıkıh bilmeyen ravi de gizli bir zaptın olmadığını [1276], onu bilende ise hem açık, hem de gizli zaptın bulunduğunu düşünüyorsa, bu bizzat Hanefî ulemasından da birçok kişinin iştirak etmediği bir taksimdir, ona diğer ulema nasıl muvafakat etsin?
b. Kıyasın kitap, sünnet ve icma ile sabit olan bir
delil olduğu görüşlerine gelince, buna karşı da deriz ki: Sünnetin delil oluşu
da aynı şekilde kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Ümmet kıyası kabuldeki
ihtilafı kadar sünneti kabulde ihtilaf etmemiştir. Zira kıyası inkar edenler
sözleri bilinemezilkten gelinecekten ve onlarsız icmaın bulunduğu iddia olunacak
bir sayıdan daha çoktur. Sünnete gelince selef-i sarihinden hiçbiri onunla amel
edilmeyeceğini iddia etmemiştir. Bu duruma göre genel çizgileri ile sünnet
kıyastan daha güçlü ve daha sağlamdır. Aksine sünnete yöneltilemeyen
eliştiriler kıyasa yöneltilmektedir. Haber-i vahidin nakli konusunda bir şüphe
varsa, kıyasta birçok şüphe vardır. Sünnette, nassın vasıflarından her bir
vasfın hükümde etkili olması söz konusu iken; bunların kıyasta olmama ihtimali
vardır. Aslında mevcut olan ihtimal, aslı bildikten sonraki delilde sabit olan
ihtimalden daha kuvvetlidir. Şu halde zayıf olma ihtimali daha az olanı almak
-ki o da haber-i vahiddir- daha uygundur
[1277].
Serahsî'nin:
"Sahih kıyasa her yönden muhalif olan..." sözüne gelince:
Eğer kıyas sahih ise
bu doğrudur. Ancak kitaba muhalif olan kıyas ise ileride beyan edeceğimiz
üzere- kesin olarak yanlıştır. "Çünkü bir kıyasın sahih olduğunu anlamak
zor bir şeydir. Bu durumda haber-i vahidle amel etmemek için kıyası kabul etmek
gerekir"
[1278].
c. Üçüncü delilleri ise ravinin unutması ve yalan
söylemesi ihtimalidir. Eğer ravide zapt şartını aramazsak bu doğrudur. Çünkü
zapt, genel olarak ravide unutma olmadığını ifade eder. Bir ravi için ancak
delil var ise falanca hadiste unutkanlık yapmıştır denilir. Herhangi bir
delille teyit edilmeyen mücerred ihtimalin ise, ulemanın belirttiği üzere
hiçbir kıymeti yoktur.
Aynı şekilde bizim, ravide adaleti şart koşmamız onun yalancılıkla itham edilmesine manidir. Çünkü yalancılıkla itham olunan kişinin adil olmadığı şüphesizdir. Böyle bir kişinin rivayetini de ister kıyas ona muvafık, isterse muarız olsun, kabul etmeyiz.
d. Dördüncü delilleri ise kıyasın tahsise ihtimalinin
olmamasıdır. Burada söz konusu olan, kıyasa muhalif olarak gelen haberdir. Bu
durumda da tahsise ihtimal yoktur
[1279].
Ayrıca ihtimal olsa bile bu sonucu etkilemez. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm de genelinde
tahsise ihtimalli olmakla beraber, bu onun delil oluşunu ve kuvvetini
etkilememektedir. Bize göre de size göre de, hiç şüphesiz Kur'an kıyasın önünde
bir delildir.
e. Beşinci delil: Kıyas ile haberin neshedilmesidir.
Bana göre bu çok yanlış bir akıl yürütmedir. Çünkü kıyasa kitap ve sünnetten
delil mevcut olmadığı zaman başvurulur. Delil bulunduğu zaman, elimizdekine
aykırı başka delil niçin arayalım?
Âmidî'nin bu konudaki
görüşünü, onun şu sözü ile reddedebiliriz:
"Onların,
kıyastaki zan haber-i vahidin hilafına, kıyası yapan kişinin kendisinden doğar
sözüne karşılık deriz ki: Onda hataya düşme ihtimali, haber-i vahiddekinden
daha fazladır"
[1280].
O, bu ifadesini şöyle
açıklamıştır:
Haber-i vahid
hususunda içtihat etme ve onda yanılma ihtimali kıyastan daha azdır. Çünkü
haber-i vahiddeki içtihad şu üç konudan birisi ile olur:
Ravinin adaleti,
rivayetin hükme delaleti ve kendisi ile amel edilen bir delil olması.
Kıyasa gelince aslın
hükmü haber-i vahid ile sabit ise o, yukarıda sözünü ettiğimiz üç konuda
içtihada muhtaçtır. Onun, kesin delille sabit olduğu kabul edildiğinde asıldaki
hükmün illetlendirilip illetlendirilemeyeceği konusunda içtihada ihtiyaç
vardır. Onun illettendi ol meşinin mümkün olduğunu düşünme durumunda ise, bu
illete uygun bir niteliğin ortaya konulması hususunda içtihat gerekir. Uygun
vasfın ortaya çıktığının kabulü halinde de asılda ona muarız bir delilin mevcud
olmadığı hususunda içtihada ihtiyaç vardır. Bütün bunlardan uzak olması
halinde ise onun fer'de mevcud olduğu hususunda içtihada ihtiyaç vardır. Bu
konuda bulunduğu kabul edilirse, bu durumda furuda buna mani veya şartlarını
taşımayan karşıt bir delilin bulunmadığı hususlarında içtihada ihtiyaç vardır.
Bunların olmaması halinde ise onun delil olduğu konusunda içtihat edilmesi
gerekir.
Âmidî'ye göre kıyasta
bu yedi hususta mutlaka içtihat gerekir. Haberin delaleti konusunda ise sadece
üç şeyin beyanına ihtiyaç vardır. Bu durumda haberde hata ihtimali, yedi veya
-aslı haber-i vahidle sabit ise- on noktada içtihada ihtiyaç duyulan kıyastan
daha azdır. Şu halde haber-i vahidi tercih daha uygundur
[1281].
Bu metni, uzunluğuna
rağmen, kıyastaki ihtimallerin çokluğunu teyit eden delaleti ve daha sonra
ulaştığı bilgiyi fakihin kesin olarak bilemeyeceği sebebiyle tercih ettik. Bir
kişi birbirine bağlı bu yedi durumdan birinde yanılacak olsa, Allah'ın ona
sevap vermesine rağmen içtihadında doğruyu bulmuş olamaz. Hâlbuki bu ihtimaller
haber-i vahidde daha azdır. Özellikle ihtimal onu teyit eden emarelerden yoksun
ise bu durumda aslolan onu olduğu üzere bırakmaktır. Dolayısıyla ravi adalet ve
zapt sıfatı üzere kaldığı sürece onun zayıflığına, gaflet veya unutkanlığına
delil getirilinceye kadar rivayetinin doğru ve sahih olduğunu kabul etmek
asıldır. Ravilerin hiçbiri hatadan korunmuş değildirler. Ancak bu durum onların
sahih olduğunu bildiğimiz rivayetleri ile amel etmemize mani değildir. Allah,
bizi Resûlullah'a itaat ve ona karşı gelmeme ile mükellef kılmıştır. Şüphesiz
Resûlullah'a muttasıl bir senedle ulaşan sahih bir haberi delilsiz olarak
reddeden Hz. Peygamber'e karşı gelmiş ve ona isyan etmiş olur.
Musarrat hadisi: Kıyasın haber-i vahidden öncelikli olduğu tarzındaki
bu ölçü ile Hanefîler Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği sütü memesinde
biriktirilerek satılan hayvanla ilgili hadisi reddettiler. Söz konusu hadiste
Hz. Peygmaber şöyle buyurmaktadır:
"... Deve ve koyunun sütünü memesinde
biriktirmeyin, böyle bir durumda bir hayvanı kim satın alırsa, onu sağdıktan
sonra iki durumdan birisi ile muhayyerdir; isterse onu tutar, isterse onu bir
sâ hurma ile beraber iade eder"
[1282].
Metinde geçen kelimesi
lugatta toplamak demektir. Araplar suyu topladım derken cümlesini kullanırlar
[1283].
İmam Şafiî'ye göre o,
koyun ve devenin yavrularını tutmak ve sütü birikip çoğalsın ve bunun sonucunda
alıcı hayvanda gördüğü süt çokluğunun onun devamlı durumu olduğunu zannederek
ücretini artırsın diye sağmamaktadır
[1284].
Hanefîlere göre hayvanın
memesinde sütün biriktirilmesi, hayvan için bir kusur değildir. Bu nedenle de
alıcı için herhangi bir şart koşmamışsa iade hakkı doğmaz. Çünkü alış-veriş
satılan malın kusursuz olmasını gerektirir. Süt azlığı ise maldaki kusursuzluk
özelliğini ortadan kaldırmaz. Çünkü süt, bir mahsûl olduğu ve onun bulunmaması
ile kusursuzluk hali ortadan kalkmadığına göre azlığı ile ise kalkmaz. Bu
durumda aldanmadan dolayı muhayyerlik de söz konusu değildir. Çünkü burada
alıcı aldatılmış değil, aldanmıştır. Şöyle ki o kesin olmayan bir emareye
dayanarak hayvanın sütünün çok olduğunu zannetmiştir. Zira memenin şişkinliği
bazan süt çokluğundan olabildiği gibi, yeşillikte otlatılmasından da
olabilmektedir. Bu usul, satılık malları piyasaya sürerken insanların, yaygın
bir şekilde baş vurduğu bir yoldur. Bu durumda alıcı ihtimale dayanan zannında
aldanmış olur. İhtimal ise delil ifade etmez. Hadise gelince o, kıyasa
aykırıdır. Bu durumda o, kıyasla ameli gerektiren kitap ve sünnetin hükmünü
ortadan kaldırıcı, onunla ameli gerektiren icmaa aykırı olmuş ve merdud duruma
düşmüş olur. Çünkü söz konusu hadis Ebu Hureyre'nin ancak kıyasa muhalif
olmadığı takdirde kabul edilebilecek hadislerinden biridir. Zira onun
rivayetlerinden bazıları, kıyasa muhalif olması durumunda kıyasın öne
geçirilmesi gereken türden rivayetlerdir
[1285].
Sonra Hanefîler şöyle
demektedirler:
Bu hadis şu yönlerden
de kıyasa aykırıdır:
O, süt karşılığı bir
sâ hurma vermeği bildirmektedir. Halbuki müşterinin teslim aldıktan sonra
sağılan süt, onun üzerine bir tazminat vesilesi olamaz. Çünkü o, satın aldığı
kusursuz malın bir ürünüdür. Birinden diğerine bir haksızlık söz konusu
olmadığı için tazmin söz konusu olamaz. Bu, akitten dolayı söz konusu olamaz.
Çünkü akdin garantisi teslim ile son bulur. Nitekim teslimden sonra elde
edilen süt tazmin edilmediği gibi akid anındaki sütte bilahare sağılacak olsa
bu da tazmin edilmez...
[1286].
Keza Hanefîler şöyle
demektedirler:
Eğer alıcının eline
geçen şeyi tazmin gerekseydi söylediğimiz gibi sütün aynı ölçekte tazmin
edilmesi gerekirdi. Halbuki bir ölçek hurmanın az veya çok olmaksızın sütün tam
karşılığı olduğunu kestirmek zordur ve şeriatta da buna cevaz yoktur. Böylece
bu haberin her bakımdan kıyasa muhalif olduğu ortaya çıkmaktadır. Bunun
sonucunda ise kıyasla reddi veya her ne kadar reddedilmemesi imkansız ise de
şöyle tevil edilmesi gerekir:
Yeşil arazide
otlatılmış bir koyun konusunda ortaya çıkan bir anlaşmazlıkla ilgili olarak Hz.
Peygamber satıcının malını hükmen değil, sulhen geri almasını uygun görmüş, o
da üç günlük süt sebebiyle razi olmamış, bunun üzerine de Hz. Peygamber bir
ölçek hurmayı ilave etmiştir; satıcı koyun ve hurmayı alıp, ücreti hükmen
değil, sulhen iade etmiştir... Bu haberi rivayet eden ravi bunun hükmen
olduğunu zannetmiş, ashab hadisi anladıkları mâna ile nakletmeyi caiz
gördükleri için, kendi anlayışına uygun ibare ile nakletmiştik.
[1287]
Kıyasa muhalif kabul
ederek bu hadisi reddetme hususunda Hanefîlerin delilleri bunlardan ibarettir.
Ulemanın çoğunluğu onların bu görüşlerine katılmamaktadır. Nitekim İbn
Teymiyye onlara yeterli ve ikna edici olan genişçe bir cevap vermiş, hadisin
dinin özüne ve temel esaslarına uygun olduğunu savunmuş, böyle olmaması
halinde dahi diğerleri asıl oduğu gibi bunun da tek başına asıl olabileceğini
ileri sürmüştür
[1288].
İbn Teymiyye şöyle
demektedir:
"Kusursuz ve
nitelik kaybı olmaksızın iadeyi içerdiği" sözümüze gelince:
Hz. Peygamber'den bize
intikal eden aslî delillerin neresinde sadece bu iki şeyden dolayı iadesinin
gerekeceği bildirilmektedir. Aksine dinin temel hükümlerinde zikrettiğimiz
şeyler dışında malın kusurunu gizleme ve aldatma gibi bazı hususlar dolayısıyla
iade emredilmektedir. Çünkü o nitelikteki farklılık aynı cinstendir. Hatta
ayıbı gizleme ile iade kusur ile redden daha uygundur. Zira satıcı malın
niteliklerini bazan sözle, bazan da davranışları ile ortaya koyar. Satıcı,
alıcıya şu özelliğe sahip diye açıkladığı zaman, hilafı ortaya çıkarsa onu
aldatmış ve kusurunu gizlemiş olur. Bu durumda da alıcı akdi devam ettirme ile
feshetme arasında muhayyer olur. Eğer şeriat bunu getirmemiş olsaydı, bu
kıyasın ta kendisi ve adaletin gereği olurdu. Zira alıcı bu malı, satıcının
kendisine bildirdiği niteliklere dayanarak almıştır. Eğer bu özelliklerin
bulunmadığını bilecek olsaydı söz konusu ücreti vermezdi. Gizli, kusurlu ve
hileli mal ile alıcıyı kandırması şeriatın kendisinden uzak olduğu zulümlerin
en büyüğüdür. Hz. Peygamber pazara inip fiyatları bilmeden karşılarına çıkıp
kendilerine müşteri olan binekliler için muhayyerliğin bulunduğunu beyan
etmiştir, burada ise bir kusur, niteliğe uymama söz konusu olmayıp bir nevi
kusuru gizleme ve hile söz konusudur
[1289].
İbn Teymiyye onun,
cinsi dışında bir şey ile ödenmesinin ise gayet adaletli olduğunu söylüyor.
Çünkü onu, her zaman misli ile ödemek mümkün değildir. Zira memedeki süt,
bozulmayacak bir yerde korunmaktadır. Sağıldığı zaman ekşime ve bozulma ile
karşı karşıya kalmaktadır. Eğer memedeki süt, sağılıp bir kaba konulmuş süt ile
tazmin edilmiş olsaydı, bu şeriatın beri olduğu bir haksızlık olurdu
[1290].
Ayrıca alış-verişten
sonra meydana gelen süt, akit anında mevcut olan süt ile karışmıştır, bunların
da miktarları bilinmemektedir. O nedenle müşterinin aynı miktarı ödemesi mümkün
değildir. Zira bazan daha az veya daha çok olabileceği için ribaya
götürecektir. Çünkü faizin en hafifi iki şey arasındaki eşitliğin
bilinmemesidir
[1291].
Onu, sütün hayvanın
memesinde akitten önce mi yoksa sonra mı daha fazla olduğunu takdir etmekle
görevlendirecek olsak, aralarındaki husumet ve anlaşmazlık daha çok artar.
Bunun için Hz. Peygmaber anlaşmazlığı halletmiş, kesinlikle husumete ve
anlaşmazlığa varmayan bir ölçü takdir etmiştir
[1292].
Hz. Peygamber'in
hadisini "sulh içindir"
diye yorumlamalarına gelince, bunu Hz. Peygamber'in "Satın alıcı... eğer razı olursa onu tutar, razı olmazsa iade
eder..." hadisi reddeder. Zira bu, muhayyer olduğu hususunda açık bir
nastır. Onların söyledikleri ise caiz ve makbul olmayan uzak bir yorumdur.
Yine onların Ebu
Hureyre'yi fakih olmamakla nitelendirmeleri de ona karşı bir haksızlıktır. Bu
iddia sahiplerine Ebu Hureyre'nin Medine'de fetva veren sahabîlerden sayıldığı
şeklinde cevap verilir
[1293].
Bu dönemde ise ilim ve fıkha sahip olmayan bir kişiden fetva istenmezdi.
Nitekim Hz. Peygamber'in onu hıfz sıfatı ile nitelendirmesi, bizi onun
hafızasına ve işittiği şeyi aynen işittiği gibi naklettiğine güvenmeye
sevketmektedir. Hz. Peygamber'in bu açıklaması o, fıkıhla nitelendirilsin veya
nitelendirilmesin bizim için yeterlidir.
Yine bu hükmü
rivayette o, tek kalmamış, aksine onunla beraber Ebu Dâvûd ve Taberânfnin
rivayetlerine göre İbn Ömer; Ebu Ya'lâ'nın rivayetine göre Enes, Beyhakî'nin
rivayetine göre Amr b. Avf el-Müzenî, Ahmed b. Hanbel'in sahih bir senedle
eserine aldığı ismi zikredilmeyen bir sahabe, her ne kadar çoğunluk karşı çıkmışsa
da İsmaîlî'nin tahric ettiğine göre İbn Mes'ud rivayet etmiştir.
Buhârî ve başkalarının
yaptığı gibi onu mevkuf olarak rivayet edenler de vardır. Fakat İbn Mes'ud'un
-ki o, Hanefîlere göre fakih olarak nitelendirilen sahabîlerdendir- celî kıyasa
muhalefet etmesi Ebu Hureyre'nin hadisinin sahih olduğunu ortaya koymaktadır
[1294].
İbn Abdülber, bu
hadisin (Musarrat hadisi) sahih ve nakil yönünden sabit olduğu hususunda icma
olduğunu, onu delil olarak kullanmayanların ise asılsız şeylerle illetli
saydıklarını söylemektedir
[1295].
Ancak onun tazmini ceza kabilinden olmayıp telef cihetindendir
[1296].
Çünkü süt koyunda mevcuttu. Satıcı bedeli tamamen iade edince alıcı koyunu
satın aldığı anda memesinde mevcut olan sütten yoksun olarak iade etmiş oldu.
Bu durumda alıcıya bunun tazmini gerekir. Ayrıca Hanefîler, ikinci ölçüde
sözünü ettiğimiz "Nimet, külfet
mukabilidir" hadisine aykırı olması dolayısıyla bu hadisi delil olarak
kabul etmemişlerdir.
Karısının cariyesi
ile cinsel ilişkide bulunan kişi:
Hanefîlerin
bu ölçü ile reddettikleri hadislerden biri de Seleme b. el-Muhbık'ın Hz. Peygamber'den
rivayet ettiği şu hadistir:
Hz. Peygamber,
karısının cariyesi ile cinsel ilişkide bulunan bir kişi için:
Eğer cariye adama
kendi rızası ile boyun eğmişse onun eşi olur ve karısına cariyenin bedelini
ödemesi gerekir, eğer adam onu zorlayacak olursa, bu durumda o hürdür ve
karısına bedelini ödemesi gerekir
[1297].
Hanefîler, sahih
kıyasa aykırı olduğu için bu hadisle amel etmediklerini söylemektedirler.
Onlara göre bu hadiste kitap, meşhur sünnet ve icmaa aykırı olan "musarrat" hadisi konumundadır
[1298].
Çünkü bu hadisin ravisi Hz. Peygamber'le uzun zaman sohbet etmekle tanınmayan
meçhul bir kişidir. O, yalnızca bir veya iki hadis rivayet etmekle bilinmektedir.
Meçhul kişinin rivayeti ise ancak kıyasa muhalif olmadığı veya selef
reddetmediği takdirde kabul edilir
[1299].
İbn Teymiyye bu
iddiaya geniş bir cevap vererek şöyle demiştir:
Bu hadis, her biri
fukahadan bir gruba ait olan şu üç sahih esasa dayanan kıyasa uygundur:
a. Kim başkasının malını, kullanılış amacı dışına
çıkaracak şekilde değiştirirse mal sahibinin onu, bu kişiye ödettirme hakkı
doğar. Bu gasbolunan malın ismini (temel vasfını) değiştirmek suretiyle onda
tasarrufta bulunmak gibidir
[1300].
b. Hayvanlar dahil olmak üzere telef olan malların tümü,
kıymeti göz önünde tutulmakla beraber imkan nisbetinde cinsi ile ödenir. Genel
olarak borçlanmada zayii halinde mislini iade gerekli olduğu gibi, borçlanılan
hayvanın telef olması durumunda da mislini ödemek gerekir
[1301].
c. Kölesinin uzuvlarını kesenin (müsle yapanın) onu azad
etmesi gerekir. Bu konuda Hz. Peygamber'den merfu birçok hadis rivayet edilmiştir
[1302].
Bu hadis, sahih kıyasa
uygun delillerle sabit olan söz konusu üç esasa da muvafıktır. Cariye,
efendisine gönüllü olarak boyun eğdiği zaman, hanım efendisi nezdinde kendi
kıymetini düşürmüş olur. Çünkü cariye itaati dolayısıyla zina etmiş olur. Bu da
onun değerini azaltır. Bu durumda da hanımefendiye, daha önceki gibi hizmet
imkanı kalmaz. Eğer efendi onu zorlayacak olsa, bu müsle konusuna girer. Zira
birini cinsel ilişkiye zorlamak müsle hükmündedir. Çünkü böyle bir ilişki onu
manen yok etme ile birdir
[1303].
İbn Teymiyye, bu hadis
konusunda söz söylemenin çok ince bir iş olduğunu belirtmiştir. Çünkü eğer bu
hadis sahili ise onun söz konusu üç esasa dayanarak yorum ve tahricinden bu
anlam çıkar; sahih değilse hakkında zaten söz söylemeye gerek yoktur
[1304].
Bu hadisi Ebu Dâvûd ve Nesâî rivayet etmiş ve Nesâî bu hadisin sahih olmadığını söylemiştir. Beyhakî ise Sümame'den rivayette bulunan Kabîsa b. Harîs'in bilinmeyen biri olduğunu söylemiştir. Ebu Dâvûd'dan rivayet edildiğine göre o, Ahmed b. Hanbel'in şöyle dediğini işitmiştir. Bu hadisi Seleme İbn el-Muhbık'tan Kabîsa b. Harîs rivayet etmiştir ki o, Hasan'dan başka kimsenin kendisinden rivayette bulunmadığı bir kişidir. Ayrıca bu zat hakkında Buhârî "rivayet ettiği hadis tartışmalıdır";
İbnü'l-Münzîr:
"Seleme'nin
rivayeti sahih değildir" demişler, Hattâbî ise:
"Bu hadisin
münker olduğunu söylemiştir."[1305].
Bu duruma göre söz konusu hadis münker olup sahih değildir. Fakat onu kıyasa aykırı görerek reddetmek de uygun olmaz. Doğru olan yöntem, onun münker ve zayıf olması sebebiyle reddedilmesidir.
Nitekim Hanefiler
kıyasla reddedilen hadise örnek olarak Fatıma binti Kays'ın "boşanan
kadının nafakası" konusundaki hadisini vermekte
[1306] ve
bunu daha önce geçtiği üzere Kur'an'a ve sünnete de aykırı saymaktadırlar.
Ayrıca Busre binti
Safvan'ın tenasül uzvuna dokunma konusundaki hadisin bu konuda örnek
göstererek Kur'an'a, kendilerince meşhur olan sünnete, kıyasa ve yaygın
kullanıma aykırı olduğunu söylemektedirler
[1307].
Hanefîler bu
örneklerde kıyasa muhalefeti dolayısıyla sahih hadisi reddetmek suretiyle sahih
kıyasın reddettiği zayıf hadisle amel ederek başka örneklerde kendi kendileri
ile çelişkiye düşmektedirler. Bu durum aşağıdaki örnekte açık bir şekilde
görülmektedir.
Namazda kahkaha ile
gülmek: Hanefîler namazda kahkaha ile
gülmenin abdesti bozacağını söylemekte ve bu görüşlerine delil olarak Ebu Musa
hadisini göstermektedirler. Söz konusu hadiste Ebu Musa şöyle demektedir: Bir
defasında Efendimiz namaz kıldırırken içeriye görme kusuru olan bir adam girdi
ve mescitte mevcut olan bir çukura düştü. O anda namaz kılan insanlardan
birçoğu güldü, bunun üzerine Hz. Peygamber gülenlerin hem abdesti, hem de
namazı yenilemelerini emretti
[1308].
Bu hadisi Taberânî el-Mu'cemü'l-kebîr isimli eserinde rivayet etmiştir.
Ebu Hanife'nin Mabed
el-Cühenî'den rivayetine göre Hz, Peygamber namazda iken kör bir adam namaz
kılmak amacıyla ona doğru yönelmiş ve bu esnada bir çukura düşmüştü. Oradakiler
kahkaha ile gülmüşler, Hz. Peygamber namazını bitirince:
“Sizden kahkaha ile gülen abdestini ve namazını iade etsin,”
buyurmuştu
[1309].
Hanefîlerin delil
olarak kullandıkları bu rivayetlerin hepsi, sahih kıyasa aykırı ve zayıftır.
Zira namaz dışında iken kahkaha ile gülen bir kimsenin abdestinin
bozulmayacağı ittifakla kabul edilmektedir. Binaenaleyh namazda böyle bir fiili
yapanın abdestinin bozulacağı nasıl ifade edilebilir?
Eğer hadis sahih olmuş
olsaydı ona uymamız ve kıyası terketmemiz gerekirdi. Fakat sahih değildir. Ebu
Musa'nın rivayeti ise isnad yönünden müdelleştir
[1310].
O, söz konusu hadisi sema yoluyla aldığını da açıklamamıştır. Tedlisinin de
burada olması muhtemeldir. Nitekim onun senedinde güvenirliğinde ihtilaf
bulunan bir kişi vardır. Ebu Dâvûd onun hakkında aklı kuvvetli değildir, derken
bazıları da onun sika olduğunu söylemişlerdir
[1311].
Nitekim Ebu
Hureyre'den de bunun benzeri bir hadis rivayet edilmiştir, ancak bu rivayetin
isnadında inkıta vardır. Ayrıca onda bir metruk, bir de zayıf ravi
bulunmaktadır
[1312].
Aynı hadis İbn
Ömer'den de rivayet edilmiş olup onda da tedlis söz konusudur. Ayrıca bu hadis,
Enes, Cabir, İmran b. Husayn ve Ebu'l-Husayn'dan da hüccet olarak
kullanılamayacak zayıf senedlerle rivayet edilmiştir
[1313].
Mabed el-Cühenî'den
rivayet ettikleri haber ise mürseldir. Zira burada söz konusu olan Mabed
sahabî değildir. Onun kaderi inkar eden ilk tabiîlerden olduğu söylenmektedir
[1314].
Nitekim bu rivayetin
benzeri Ebu'l-Âliye, İbrahim en-Nehâî ve Hasan el-Basrî'den de mürsel olarak
rivayet olunmuştur. Bu rivayetler mürsel olmakla beraber senedleri eleştiriden
uzak değildirler
[1315].
Geçen bu senedlerle
rivayet olunan hadislerin sahih olmadığında şüphe yoktur. Bunun içindir ki
ulemanın çoğunluğu namazda kahkahanın abdesti bozmayacağını söylemişlerdir.
Rivayete göre İmam Şafiî Hasan b. Ziyad ile tartışarak ona şöyle demiştir:
Namazda iken iffetli
bir kadına iftira eden kişi hakkında ne diyorsun? Hasan:
Namaza bozulmuştur,
demiş bunun üzerine Şafiî:
Abdesti ne durumdadır,
diye sormuş, o da:
Abdesti aynen kalır ve
iftira abdesti bozmaz demiş; İmam Şafiî bu defa:
Peki bu kişi namazda
gülerse ne dersin, diye sormuş; Hasan da abdest ve namazını iade etmelidir
demiş. Bunun üzerine Şafiî bu anlayışa göre namazda iffetli bir kadına iftira
etmek, onda gülmekten daha önemsiz olmaktadır" demiştir
[1316].
Mâlikîler de kıyasın
haber-i vahidin önüne geçirilmesini benimseyenlerdendir
[1317].
Ancak bu konuda İmam Mâlik'ten farklı görüşler nakledilmiştir. Karafî'ye göre
İmam Mâlik kıyası haber-i vahidin önüne geçirmektedir
[1318].
Yine Debûsî, İmam Mâlik'in sahih kıyası haber-i vahide tercih ettiğini
kaydetmektedir
[1319].
Serahsî de bu görüşü naklederek İmam Mâlik'in şöyle dediğini söylemektedir:
Kendisi ile amel etme
bakımından kıyas haber-i vahide tercih edilir. Çünkü kıyas ashabın İcmaına göre
dinî bir delildir. Kitap, sünnet ve icmaın delil oluşu haber-i vahidden daha
kuvvetlidir. Bu durumda icma ile sabit olan da böyledir
[1320].
Serahsî, İmam Mâlik'in
bu görüşünü reddedip şu ifadesi ile çürütmüştür:
Eğer İmam Mâlik fakih
kişinin rivayet etmediği haber-i vahidi kıyasa muhalif olduğu zaman
reddedenlerden ise, bu durumda fakih kişinin rivayetini kıyasın önüne geçirmiş
olur. Bu takdirde İmam Mâlik'in de ifade ettiği gibi fakih olmayan ravinin
rivayeti ile ancak içtihad kapısının kapalı sayıldığı takdirde amel edilebilir
[1321].
Haberi kıyasla
reddetme görüşünü Şatıbî de "kat'î aslî delile aykırı ve hiçbir aslî
delilin desteklemediği zannî delilin kesin olarak merdud olduğunu"
açıklarken vurgulamıştır. Nitekim o bu görüşüne delil olabilecek şu iki örneği
vermektedir:
a. O, dinin temel esaslarına aykırıdır. Dinin temel
esaslarına aykırı olan bir haber ise kabul edilemez. Çünkü bu türlü aykırılığı
taşıyan şey dinden olamaz. Dinden olmayan bir şey ise nasıl ona mal edilebilir?
b. Onun sahih olduğunu ifade eden bir kanıt yoktur. Bu
durumda olan bir şeye ise itibar edilemez. Ayrıca o şöyle demektedir:
İmam Mâlik haber-i
vahidi önemli saydığı için birçok konuda ona dayanmıştır. Köpeğin kaba ağzını
sokmasından dolayı onun yedi defa yıkanacağına ilişkin hadis konusundaki şu
sözüne dikkat edilmelidir:
Bu hadis rivayet
edilmiştir ama mahiyetinin ne olduğunu bilmiyorum. Ayrıca bu hadisin zayıf
olduğunu belirterek şöyle demiştir:
Avladığı, yenilir de
salyası nasıl pis kabul edilir. İmam Mâlik'in hıyar-ı meclis hadisi konusundaki
görüşü de buna dahil edilebilir. O, bu hadisi zikrettikten sonra şöyle
demektedir:
"Bunun bizce
bilinen bir tanımı ve uygulanmış bir örneği bulunmamaktadır..."
[1322].
Sonra o, her birini
kıyasın dışında delillere dayandırmak mümkün olan örnekler zikretmiştir. Biz
bunları onra ele alacağız.
Şatıbî ve benzerleri,
Mâlik'ten yaptıkları bu nakilde diğer ulemaya ters düşmüşlerdir. Nitekim el-Kavatı'
isimli eserin müellifi bu görüşün İmam Mâlik'e nisbeti hakkında şöyle
demektedir:
"Bu görüş açık
bir batıl, büyük bir hatadır. Ben İmam Mâlik'i böyle bir görüşten tenzih ederim.
Onun böyle bir söz söylediği bilinmemektedir"
[1323].
Muhammed Ebu Zehra, İmam
Mâlik'in Şatıbî'nin zikrettiği meseelerde kıyası haber-i vahidin önünde
tutmasını göz önünde bulundurarak bu görüşün bütünüyle ona nisbet edilemeyeceği
sonucuna varmıştır. Zira burada kıyas, kesin kurala dayanmaktadır ve haber-i
vahid başka bir kaide ile kesin olarak desteklenmiş değildir. Bu durumda İmam
Mâlik kıyası tercih etmiştir. Çünkü haber-i vahid, bu kaidenin mesnedi olan ve
İslâm hukukunun esaslarını oluşturan Allah'tan gelen dinî delillere aykırı düşmektedir
[1324].
Üstadımız Dr. Muhammed
Baltacı'nın şu sözleri de buna yakındır:
İmam Mâlik, mutlak
kıyas için sünnetten hiçbir şeyi terketmemiştir. Onun terkettiği haber-i
vahidler şu sebeplerden birine dayanmaktadır:
Ya kendisinden bir
kısım kıyasların da çıkarıldığı daha önce geçmiş olan serî değerlere muhalif
olması veya ravilerin, rivayetin sahih olma şartlarının tamamını veya bir
kısmını taşımamaları. Her ne kadar biz, İmam kıyası haber-i vahide tercih
ettiğini ileri sürülen birçok örneği daha önceki "sünnetin icmaa arzı -ki
bundan biri de Medine halkının icmaıdır- ölçüsünde açıklamış isek de bu
hadislerin hepsinin gerçek durumunu ileride beyan edeceğiz. Bilindiği üzere
İmam Mâlik Medine halkının amelini ve icmaını kabulde diğer âlimlerden ayrı bir
yol izlemekte ve bazı zamanlar onu kendisine ulaşan bazı hadislere tercih
etmektedir.
Köpeğin ağzını
sokmasından dolayı kapların yedi defa yıkanması: Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber
şöyle demiştir:
“Köpek, sizden birinin kabına ağzını soktuğu zaman onu hemen döksün,
sonra yedi defa yıkasın”
[1325].
Bu hadis hakkında İmam
Mâlik şöyle demektedir:
Bu hadis rivayet
edilmiştir. Ancak onun ne anlama geldiğini bilmiyorum
[1326].
İmam Mâlik ayrıca onun zayıf olduğunu belirterek şöyle demektedir:
"Köpeğin avladığı
yenir de salyası nasıl kerih görülür? Herhangi bir kap yağ veya sütün bulunması
halinde köpek o süt veya yağı yalasa bunlar dökülmez, yenilir. Allah'ın verdiği
rızıklardan bir rızka telef etmeyi ve bir köpeğin dokunması dolayısıyla onu
atmayı büyük bir hata olarak görüyorum
[1327].
Ebu Bekir
İbnü'l-Arabî'ye göre bu hadis iki önemli dinî kurala aykırıdır. Bunlardan
birincisi:
"Onların size tuttuklarını yiyin"
[1328]
âyeti, ikincisi ise "diri olanın pis olmayacağı" kaidesidir. Bu iki
vasıf da köpekte bulunmaktadır
[1329].
İmam Mâlik'in bu
ifadesi, hadiste köpeğin ağzını soktuğu şeyin dökülmesi ve sonra da bu kabın
yedi defa yıkanması emderilirken, köpeğin ağzını soktuğu kabın içinde ister
abdest alınacak su
[1330],
ister yenilecek birşey bulunsun, pis olmayacağına ve atılmayacağına delalet
eder.
İmam Mâlik'in
"avladığı yenir de salyası nasıl kerih olur?" sözünden, onun söz
konusu hadisi Kur'an'a aykırı gördüğü anlaşılmaktadır. Şüphesiz Allah köpeğin
avladığını helal kılmıştır. Yakaladığı sırada köpeğin salyasının avına
bulaşacağında ise şüphe yoktur. Bu da köpeğin salyasının hadiste necis olduğu
bildirilmesine rağmen, temiz olduğuna delalet etmektedir. Bana göre bu,
Kur'an'ın sadece zahirini almak ve bu zahire aykırı düşen hadisi terkelmektir.
Bu duruma göre de İmam Mâlik hadisi kıyasa aykırı olduğu için değil, Kur'an'ın
zahirine aykırı olduğu için terketmiştir.
Bu ihtilaf gerçekte
sahih bir hadisin reddini gerektirmez. Çünkü bu iki delilin arasını bularak her
ikisi ile birden amel etmek mümkündür. Bunun sonucuda da avlama esnasında
salyası ava karışmasına rağmen avının helal ve ağzını soktuğu kabın da pis
olduğuna hükmedilebilir. Zira bu durum "ruhsat" makamındadır. Çünkü
köpeğin avladığı hayvanı yemenin helal oluşu, ölü hayvanın etinin haram ve
boğazlamının ise zorunlu oluşundan istisna teşkil etmektedir. Zira boğazlamayan
havyan murdardır. Dolayısıyla köpeğin avladığı avı yemeni'ı nelal olması Allah
tarafından kullarına verilmiş bir ruhsattır. Bu durumda bizin, köpeğin avının
helal kılınışını boğazlamanın gerekliliğinden bir istisna olarak kabul ettiğimiz
gibi söz konusu hadisle amel etmemiz ve onu asıl kabul etmemiz gerekir. Bu
ikisi ile birlikte amel mümkün olunca da onlardan birini redde sebep yoktur.
Haram kılan emzirme
sayısı: Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"... Sizi emziren anneleriniz ile süt kız
kardeşleriniz"
[1331].
İmam Mâlik el-Muvatta'dâ Hz. Âişe'nin daha önce geçen
[1332]
hadisini rivayet etmiştir. Söz konusu hadiste bilinen beş emmenin haramlık
doğuracağına ilişkin hadisi rivayet ettikten sonra şöyle demektedir:
Ancak uygulama buna göre
olmamıştır. Emzirme, iki yıl içinde olduğu takdirde azı da çoğu da haramlık
doğurur. İki yıldan sonra olması durumunda ise az veya çokluğu hiçbir şeyi
haram kılmaz. Çünkü o, artık herhangi bir yiyecek verme hükmündedir
[1333].
Bu örnekte, İmam
Mâlik'in hadisi kıyasa muhalefeti sebebiyle terkettiğini söylemek mümkün
değildir. Aksine onu âyetin umumuna aykırı olması sebebiyle terketmiştir. Zira
kendisinden önce gelen ashab ve tabiînden birçok âlim bu durumda az veya çok
olsun emzirmenin haramlık doğurduğunu söylemişlerdir.
Biz daha önce birinci ölçüde bundan söz etmiş ve onu İmam Mâlik'in Medine halkının uygulamasına aykırı olması dolayısıyla, haber-i vahidle ameli terkettiğine ilişkin örnek olarak vermiştik.
Taksimat öncesi,
içinde ganimet etleri bulunan kapların boşaltılması: Rafî b. Hadîc'ten rivayet edildiğine göre şöyle
demiştir:
Resûlullah ile beraber
bir seferde idik. Ayağına çabuk olanlar ilerlediler ve ganimetlerden birşeyler
alıp pişirmeye başladılar. Bu esnada Hz. Peygamber askerlerden geride
kalanların yanındaydı. Hz. Peygamber bu kapların bulunduğu yere giderek
dökülmelerini emretti, onları döktürdü. Sonra askerlerin arasında ganimeti
taksim etti ve bir deveyi on koyuna denk tuttu
[1334].
Bu hadisin başka yollarla gelmiş rivayetleri de vardır. Bunlardan birinde:
"O, eti toprağa
yaymaya başladı"
[1335]
denilmektedir.
İmam Mâlik:
Müslümanların, düşman
topraklarına girdikleri zaman burada buldukları her türlü yiyeceklerden,
taksimat öncesi yemelerinde bir sakınca olmadığı görüşündedir. Ona göre
taksimat yapılıncaya kadar yenilmeyecek olursa, bu durum orduya zarar verir.
Dolayısıyla bu durumda söz konusu şeylerden belli bir ölçüde yemelerinde bir
sakınca yoktur.
İmam Mâlik'in bu
hadise muhalefeti bir sıkıntıyı ortadan kaldırma cinsindendir. Çünkü onları
bundan menetmek askere zarar verecektir. Nitekim o da Hz. Peygamber'in bunu,
ravinin nakletmediği bir sebep dolayısı ile yapmış olabileceğini söylemiştir.
Bu savaşın Hz. Peygamber'in ehli eşeklerin etini yemeyi haram kıldığı ve
kapların dökülmesini emrettiği Hayber seteri olması muhtemeldir. Buna göre
yere dökme taksimatın yapılmamış olması sebebiyle değil, büyük ihtimalle
-ilerde açıklayacağımız üzere- söz konusu etlerin yenilmesinin haram kılınmış
olması sebebiyledir. Ayrıca böyle bir uygulama her şartta uyulacak genel bir
hüküm olarak kabul edilemez. Kaldı ki bu, dinin yasakladığı ganimeti aşırma
türünden de değildir. Çünkü yasaklanan, diğer askerlerin hakkından gizli olarak
almaktır. Bu konuda İmam Mâlik, ganimetten aşırmanın haram olduğuna ilişkin
hadisleri naklettiği
[1336]
gibi:
"Bir kimsenin,
ailesine götürmek üzere ganimetten bir miktarı ayırmasını caiz
görmediğini" de beyan etmektedir[1337].
Burada İmam Mâlik'in
taksimat öncesi ganimetlerden yemeyi caiz görüşünü zarar ve zorluğu giderme
anlanında yorumladığımıza göre, bu her zaman geçerli bir şey değildir. Aksine
zarar kalkınca yasak geri döner. Bu durumda da onun hadise muhalefet
etmediğini aksine bu tutumun zarurete binaen olduğunu söylememiz mümkündür.
Zaruretler işe şüphesiz haramları mubah kılarlar. Ancak onların da zaruret
miktarınca takdir edilmesi gerekir.
Ayrıca İmam Mâlik'in
Rafi' hadisine el-Muvatıa'da yer vermediğine dikkat çekmek istiyorum. Onun bu
hadisi sahih görmemiş olması büyük bir ihtimaldir. Bu nedenle de hadise muhalif
gözüken sözü söylemiş olabilir.
Muhammed Ebu Zehra bu
uygulamanın Hz. Peygamber tarafından yapılmış olmasını mümkün görmemektedir.
Çünkü ona göre tencereleri boşaltıp etleri yerlere yaymak, maslahata aykırı
yanlış bir davranıştır. Zira bir şeyin haram olduğunu söylemek için
yaptıklarının yanlış ve günah olduğunu söylemek yeterlidir. Bunun için
kestikleri veya bölüştükleri şeyleri dökmeye ve toprağa yaymaya gerek yoktur.
Dolayısıyla itlaf ve ifsada başvurmadan uyarmak ve haram olduğunu açıklamak
yeterlidir
[1338].
Musarrat hadisi: Musarrat hadisi daha önce geçmişti. Şatıbî, İmam
Mâlik'in bu hadis konusundaki görüşünü naklederek onun bu hadisi el-Muvatta'ına
almadığını ve sahih kabul etmediğini nakletmektedir
[1339].
İmam Mâlik'ten sonra
Mâlikîler onun bu hadisi reddedişini, temel kaidelere muhalif gördüğüne
bağladılar. Zira o, "Nimet, külfet karşılığıdır" esasına aykırıdır
ve bir şey telef eden, başka bir yiyecek veya mal ile değil ancak onun misli
veya kıymeti ile borçlandırılır
[1340].
İmam Mâlik'ten
nakledilen bu görüşü kabul ettiğimiz zaman, onun bu hadise kıyasa muhalif
olduğu için karşı çıktığına dair bir delil görememekteyiz. Aksine bu, onların
red için bir gerekçesidir. Aksi halde onun bu hadisin sahih olmadığına ilişkin
sözü gayet açıktır. Bu duruma göre kendince sahih olmayan bir hadise
muhalefetinde bir problem yoktur. Bir hadisin kendi prensiplerine uygun bir
yolla ona ulaşmamış olması; bir başkasına ise sahih olarak ulaşması ve onun da
bu hadisle amel etmiş olması gayet tabiî bir durumdur. Böyle bir durumda da
"o, hadisi kıyasa dayanarak reddetti" diye yorum yapmaya gerek
yoktur.
İmam Mâlik dışındaki Mâlikîler bu görüşü benimsemediklerine ve daha önce açıkladığımız delillerle istidlalde bulunduklarına göre onların sahih hadise karşı koyacak herhangi bir delilleri olmadığı anlaşılmaktadır. Bu iddialarının hepsine daha önce cevap verildiği için burada tekrara gerek görmüyoruz.
Şevval ayında altı
gün oruç tutma: Hz. Peygamber:
Kim Ramazan orucunu
tuttuktan sonra Şevval ayından altı gün oruç tutarsa, bütün yıl oruç tutmuş
gibi olur
[1341] buyurmaktadır. Bu
hadisi Buhârî ve Nesâî dışındaki Kütüb-i sitle müellifleri rivayet etmiştir.
Onu, Ahmed b. Hanbel ise Cabir kanalıyla eserine almıştır
[1342].
Yahya, İmam Mâlik'in
Ramazan bayramından sonra altı gün oruç tutma konusunda şöyle dediğini kaydetmiştir:
Ben, ilim ve fıkıh ehlinden hiçbir kimsenin bu orucu tuttuğunu görmedim.
Seleften hiçbirinden de bana bu ulaşmadı. Zira ilim sahipleri bunu mekruh kabul
ediyor, bid'at olmasından ve Ramazan orucundan olmadığı halde cahiller ve
zahitlerin onu Ramazan orucuna ilave etmelerinden endişe etmekte ve korkmaktaydılar.
Eğer selef ilim sahiplerinin buna ruhsat verdiğini görseydi ve ilim sahipleri
de seleften bunu görseydiler bu orucu tutarlardı
[1343].
Bu duruma göre İmam
Mâlik Şevval orucunu gerekli görmüyordu. Çünkü bu konu kendisine seleften
nakledilmediği gibi ilim ve fıkıh ehlinden hiçbir kimsenin de onu tutmadığı,
aksine mekruh saydığı ve bid'at olmasından korktuğu kanaatindeydi. Bunlar, bu
orucu tutmama görüşünü destekleyen bazı hususlardır. Fakat biz bu noktada en önemli
ve birinci sebebin bu hadisin İmam Mâlik ve diğer ilim adamlarına göre sahih
olmadığı hususu olduğunu ifade etmek istiyoruz. Bid'at ve mekruh olması gibi
diğer durumlar ise bu sebepten doğan hususlardır. Madem ki bu oruç ona göre Hz.
Peygamber'den rivayet olunmamıştır, öyleyse bu orucu tutan Hz. Peygmaber'in
yapmadığı bir işi yapmış, dolayısıyla bid'ad işlemiş olur.
İmam Mâlik'in, Ramazan
ayı otuz altı gün olarak telakki edilmesin diye hadisle ameli terkettiğine
ilişkin görüşe gelince, bana göre bu onun adına bir uydurma ve onun sözünü
kastının dışında yorumlamadır. Zira o: "Ramazana, ondan olmayan bir şeyi ilave etme..." sözünü hadisin
kendisine ulaşmadığını ve selefin de onunla amel etmediklerini vurguladıktan
sonra söylemiştir. Onlardan birinin İmam Mâlik'in sözünden işine gelen bir
bölümü alıp sonra da ona dayanarak:
"İmam Mâlik'in
kıyasa muhalif hadisi reddettiği" görüşünü ileri sürmesi, Ehl-i sünnetin
imamına uygun düşmediği gibi ona da uygun düşmez.
Ancak biz söz konusu
hadisin senedine göz attığımız zaman, İmam Mâlik'in sözünü bu şekilde
yorumlamaya izin verecek daha başka deliller de ortaya koyabiliyoruz. Müslim
bu hadisi Sahih'inde üç farklı tarikten rivayet etmiştir. Hepsinin ortak
olduğu kişi Sa'd b. Saîd b. Kays el-Ensarî'dir. İbn Hacer bu kişinin doğru
sözlü fakat hafızasının zayıf olduğunu söylemektedir
[1344].
Zehebî ise Mîzânü'l-i'lidâ’de ondan söz ederek Ahmed b. Hanbel'in onun zayıf
olduğunu söylediğini; Nesâî'nin, hafızasının kuvvetli olmadığını; İbn Sa'd'ın,
riayeti az sika biri olduğunu söylediklerini nakletmiş ve Müslim'in, Şevval'in
altı günü oruç tutma hakkındaki hadisi ondan rivayeti ile eserine aldığını ve
söz konusu hadisin rivayetinin onda odaklaştığını kaydetmiştir
[1345].
Hadis bu kişide
odaklanmakta -o da hafızası zayıf birisidir. Halbuki hafızası zayıf olan bir
kişinin rivayeti ancak bu konuda yanılmadığından ve zaptının doğruluğundan emin
olabilmemiz için hafızası güçlü olan ancak bir başka kişinin rivayeti ile
desteklenmesi halinde kabul edilebilir-ve bu hadiste ravinin hata yapmadığını
bildirecek olan başka bir güvenilir rivayet de bulunmamaktadır.
Bu durumda söz konusu
hadis, İmam Mâlik'in ölçülerine göre muteber sayılan sahihliğe ulaşmamıştır.
Buna göre bu hadisin imam Mâlik ve Medine halkına ulaşmamış olması veya benzeri
bir rivayet ulaşmasına rağmen onu delil saymamış olmaları muhtemeldir.
İmam Buhârî'nin bu
hadisi Sahîh'ine almaması, İmam Mâlik'in durumunu güçlendirmekte ve ona destek
olmakta ise de İmam Müslim, söz konusu hadisi Sahîh'ine aldığı için
yadırganmamalıdır. Çünkü muhaddisler, amellerin fazileti konusunda raviler
yalanla itham edilmedikleri sürece onların bu nevi kusurlarını müsamaha ile
karşılamışlardır.
Her halükârda İmam Mâlik bu rivayetle amel etmemiştir. Çünkü ona göre bu rivayet sahih değildir. Bunda da ister kıyasa muhalefetinden, isterse söyledikleri gibi seddü'z-zerîa prensibi dolayısıyla olsun onu kınayacak bir durum söz konusu değildir. Zaten İmam Mâlik'ten de böyle bir şey beklenemez. Çünkü bir hadis bize sahih bir senedle ulaştığı zaman, onu kabul etmemiz ve ona aykırı davranmamız gerekir. Söz konusu sened sıhhat bakımından böyle değil ise de bana göre onu alıp gereği ile amel etmek için yeterlidir.
Ramazan'da unutarak
orucunu yiyen kişinin durumu: Ebu
Hureyre'den rivayete göre Ez. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Oruçlu olduğunu unutarak bir şey yiyen veya
içen, orucunu tamamlasın. Zira onu Allah yedirip içirmiştir"
[1346].
Bu hadisi Buharı ve Müslim birlikte rivayet etmişlerdir. İbn Hibban ve
Dârekutnî'nin irvayetlerinde ise "Ona kaza gerekmez" ifadesi de
bulunmaktadır
[1347].
Bu konuda İmam Mâlik
şöyle demektedir:
Kim Ramazan'da veya
üzerine farz olan bir orucu tutarken unutarak bir şey yiyip içecek olursa
ogünkü orucu kaza etmesi gerekir
[1348].
Bazıları İmam
Mâlik'in, bu görüşünü kıyasa dayandırdığını ifade etmişlerdir. Çünkü burada
orucun uyulması gereken bir rüknü bozulmuştur. Kurala göre ise unutma bir
rüknün yerine getirilme emrini etkilemez. Bunun anlamı şudur:
Unutarak yemek
unutarak rükûu terketmek gibidir. Her iki durumda da bir farz terkedilmektedir.
Bu şekilde nasıl namaz tamam olmuyorsa, oruç da tamam olmaz...
[1349].
İmam Mâlik'in söz
konusu görüşü ile kastettiği kıyas gerçekten bu, İbn Hibban ve Dârekutnî'nin
rivayet ettikleri ziyadeli hadis de ona ulaşmış ise onun bu kıyası makbul
değildir. Çünkü bu, nassın karşıtı bir kıyastır. Halbuki bir konuda dinî bir
delil bulunduğu zaman ona muhalif herhangi bir kıyas kabul edilemez.
Âlimlerden birçoğu söz konusu ziyadenin sahih olduğunu söylemişlerdir. Nitekim
bunu Hâkim de Müstedrek'inde rivayet etmiş, San'anî ise:
Kazanın
gerekmeyeceğine dair birbirini destekleyen birçok hadisin mevcut olduğunu,
onlarla ihticacın yeterli olacağını; bu durumu namaza kıyasın ise nassa aykırı
olduğu için geçersiz olduğunu söylemiştir
[1350].
İmam Mâlik bu hadisi,
kendisine ulaşmadığı veya Buhârî ve Müslim'in beraberce rivayet ettikleri
miktarca ulaştığı ancak söz konusu ziyade ulaşmadığı için kitabına almamıştır.
Zira ziyade bulunmayan ilk hadiste oruçlunun kazadan muaf olduğu açık
değildir. Çünkü Hz. Peygamber'in "Orucunu tamamlasın" ifadesi bugünkü
orucunun sahih olduğu ve onu tamamlaması şeklinde yorumlanacağı gibi, her ne
kadar o günü kaza etmesi gerekli ise de onun o gün yemek yememesi ve günün geri
kısmını da oruçlu geçirmesi şeklinde de anlaşılabilir. Ancak hadisin geri kalan
kısmı bu iki ihtimalden birini desteklemektedir. Söz konusu ziyadeli kısım
sahih senedle geldiğine göre onu kabul edip gereği ile amel etmek ve ona
aykırı olan kıyası reddetmek gerekir.
Debusî İmam Mâlik'e
nisbet edilen ve kıyasa muhalif olduğu için haber-i vahidin reddini öngören
başka örnekler de zikretmiştir. Onlardan bir kısmını burada, zikretmemiz
yerinde olacaktır:
“Meninin pis oluşu ve
elbisede kuruduğunda oğuşturulunca elbisenin temizlenmiş olacağı hakkındaki
hadise aykırı olarak sidiğe kıyasla ancak yıkanmak suretiyle temiz olacağını
söylemiştir
[1351].
“Hanefiler bir hadise
dayanarak cariyenin hür kadın üzerine nikâh edilebileceğini söylemişlerdir.
İmam Mâlik ise kıyasa dayanarak bunun caiz olmadığını beyan etmiştir
[1352].
“Debusî bu ifadesinde
dikkatli değildir. Çünkü İmam Mâlik el-Muvatta'dâ: hür bir erkeğin hür bir
kadınla evlenmeye gücü yettiği halde bir cariye ile evlenmesini sadece hür
kadınla evlenmeye gücünün yetmemesi ve zina korkusuna bağlamaktadır. Nitekim
Yüce Allah Kur'an'da:
"Sizden kimin hür ve mümin kadınla evlenmeye
gücü yetmezse, mümin cariyelerden alsın"
[1353]
buyurmakta ve gerekçe olarak zina yapma korkusunu göstermektedir. İmam Mâlik
âyette geçen kelimesinin "zina" anlamına geldiğini söylemektedir
[1354].
Burada İmam Mâlik'in,
Debusî'nin iddia ettiği gibi kıyasa dayanmayıp, âyetle istidlalde bulunması söz
konusudur.
“Hanefiler, hadise
dayanarak kölenin ikiden fazla evlenmesinin caiz olmadığını söylemektedirler.
İmam Mâlik ise kıyasa baş vurarak onun da hür erkekler gibi dört kadınla
evlenebileceğini söylemiştir.
“Hanefi'ler hadise
dayanarak sadaka gibi hibenin de ancak zimmete geçirildiği zaman sahih
olacağını söylemişlerdir. İmam Mâlik ise bunu alışverişe benzeterek geçerli bir
akit olduğunu ve zimmetsiz de sahih olacağını söylemiştir.
“Hanefi'lere göre
hayız halinin en azı üç gün üç gecedir. İmam Mâlik ise bunu abdesti bozan diğer
hususlara kıyas etmek suretiyle bir an (hayız kanının aktığı zaman) olarak
takdir etmiştir
[1355].
Debusî'nin, İmanı
Mâlik'in kıyasa dayanarak hadisi terkettiğine dair örnekleri işte bunlardır. Bu
örneklerden hareketle her konuda Hanefîlerin delil olarak kullandıkları
hadislerin çoğunun zayıf olduğunu, âlimler arasında onları alma noktasında
ihtilaf bulunduğunu, âlimlerin bunlardan kendince sahih buldukları ile amel
ettiklerini, zayıf saydıkların ise delil olarak kullanmadıklarını görmekteyiz.
Burada yaptığımız İmam
Mâlik'i temize çıkarma gayreti değil, bir hakkı teslim ve ortaya koyma; onun ve
selef-i salihinden diğerleri hakkında hüsn-i zan beslemedir. Bir kişinin,
kendisine ulaşan sahih bir hadisi reddetmesi, herhangi bir müslümanın kolayca
kabul edebileceği bir durum değildir. Çünkü Resûlullah'a itaat herkes için
gereklidir ve hiç kimse onun hadisine muhalefet veya onunla ameli terketme
noktasında mazur sayılamaz.[1356]
Bu ölçü gerçekte
sünnetin Kur'an'a ve mütevatir sünnete arzını oluşturan bir ve ikinci ölçüler
içinde mütalaa edilebilir. Çünkü kitap ve sünnet İslâm dininin iki aslî kaynağı
olup, icma, kıyas, -delil sayanlar için- sahabe uygulaması neticesi itibariyle
bu ikisine dayanan delillerdir. Çünkü icma ekseriya bu ikisi ile sabit olan bir
konuda olur. Kıyas da bu ikisi ile sabit olan bir hüküm esas alınarak yapılır.
Kendisinde ihtilaf olunmayan sahabe uygulaması da çok kerre bir âyet veya
hadisin genel anlamına dayanır.
Ancak bizim burada
"teşriî kaynak" ile "genel esaslar"ı birbirinden ayırmamız
gerekir. Teşriî kaynak, bize hayatın bütün alanlarında ihtiyaç duyduğumuz
bağlayıcı nasları verir. Genel esaslar ise şer'î naslardan çıkarılan, dinin özü
ve genel maksatları ile uyuşan küllî kaidelerdir. Bazan teşriî nas, özel bir
hüküm hakkında veya belirli bir olayla ilgili gelmiş olabilir. Ancak şeriatın
ifadesine küllî bir bakışla baktığımız zaman söz konusu hüküm veya olayla
ilgili olarak gelen mânayı teyit ettiği anlaşılır. Bu sebeple de fakihler onu
sadece bu konuya tahsis etmeyip birçok hüküm veya olayı içeren genel bir esas
kabul etmişlerdir.
Teşriî kaynak ile
genel esaslar arasındaki farkı açıklamak için maksadımızı ortaya koyan şu
örneği verebiliriz:
Yüce Allah:
"Allah'tan başkasına tapanların ilahlarına
sövmeyin; onlar da düşmanlıkları dolayısı ile ve bilmeden Allah'a söverler"
[1357] buyurmaktadır.
Bu âyetten anlaşılan, kafirlerin ilahlarına sövmenin menedildiği hükmüdür. Bu,
nasdan anlaşılan açık ve belirgin bir mânadır. Ancak fakihler âyetten bunun
dışında daha geniş mânalar çıkarmışlardır. Şöyle ki:
Allah, kafirlerin
ilahlarına sövmeyi, onların Allah'a sövmemeleri amacıyla yasak etmiştir. Burada
Allah'a sövmek gibi büyük bir günaha meydan vermemek için kafirlerin ilahlarına
sövmek gibi mubah bir şey yasaklanmıştır.
Böylece fakihler âyeti
"seddü'z-zerâî" diye isimlendirdikleri bir esasa kaynak kılmışlar ve
mefsedete götüren mubah ve mendup her şeyin, onu mubah dairesinden çıkarıp
haram dairesine dahil edeceğini söylemişlerdir.
Bu örnekte fakihlerin
düşüncelerinin derinliğini, hüküm çıkarmadaki dikkatlerini dinî hükümlere ve
onların maksatlarına bakışlarındaki kapsamlılığı görmekteyiz.
Bu ölçüde, kendileri
ile bazı âhâd hadislerin reddedildiği kaidelerin çoğunun daha önceki ölçülerde
geçtiğini göreceğiz. Ancak burada onlara bakışımız bir başka açıdan olacaktır.
Bununla beraber her aslı âyet ve hadisten dayandığı dinî kaynağa dayandırmamız
da mümkündür. Fakat bu, konuyu teknik yönden bölümlere ayırmak için bunları
ayrı başlıklar halinde ele almamıza mâni değildir. Sözgelimi fakihlerin bu asıl
gerçekte Allah'ın kitabından bir âyet ve Resûlullah'ın sünnetinden bir hadis
olduğu halde, bu hadis serî bir esasa veya dinî bir kaideye aykırıdır
dediklerini görmekteyiz.
Aslında bu, fakihlerin
ittifakla kabul ettikleri bir ölçü değildir. Meselâ İbn Hazm'a göre bir
hadisin isnadı sahih ise onu red veya ona muhalefet caiz değildir. Aynı
şekilde İbn Kayyım da "Musarrat hadisi'nden söz ederken:
Bu hadis dinî asıl ve
kaidelere uygundur. Eğer hadis dinî asıllara muhalif olacak olsa diğerleri
gibi o da bizzat asıl olur"
[1358] demektedir.
Herhalde bütün muhaddislerin tutumu:
Hadisin isnadı sahih
olduğu zaman, daha önce de geçtiği üzere reddedilmeyeceği yönünde olmalıdır.
Böylece her ne kadar
İmam Mâlik bu ölçü ile amel etme konusunda mütereddid ise de Mâlikîlerin bu
ölçüyü önemli saydıkları ve onu makbul bir asıl kabul ettikleri ortaya çıkıyor.
Ebu Bekir İbnü'l-Arabî
haber-i vahidin dinî kaidelerden birine aykırı olduğu zaman onunla amel edilip
edilmeyeceğinden bahsederken Ebu Hanife'nin onunla amel edilmeyeceğini,
Şafiî'nin ise edilebileceğini söylediklerini nakleder. İmam Mâlik'in ise bu
konuda tereddüt içinde olduğunu, onun meşhur olan ve kendisi ile amel edilen
görüşünün ise böyle bir hadisi başka bir kaide destekliyorsa -araya tarzı
alışverişte olduğu gibi- amel edilebileceğini; köpeğin ağzını sokması
sebebiyle kapların yıkanması hususunda olduğu gibi tek başına kalırsa
terkedileceğini nakletmektedir
[1359].
Biz burada kitap ve
sünnette zikrolunan delillerin tümünden çıkarılmış genel kaide ve amaçlardan
özet olarak söz edeceğiz.
Şerî delillerin tümüne
muttali olan, -her ne kadar bunlar, gözetimleri farklı ve önem durumları
çeşitli ise debunların muayyen maksatları gözetmek için geldiklerini anlar. Din
koyucusunun gözettiği söz konusu maksatlar:
Dini, nefsi, aklı,
nesli ve malı muhafazadır. Bu muhafaza zaruriyyat, ihtiyaçlar, tahsiniyyat
olmak üzere üç derecededir.
Zaruriyyat:
Terkedildiğinde dünya ve ahiret hayatı için doğru olmayan, ibadet, âdet,
muamelât ve suçlar konusunda gözetilmesi, din ve dünya maslahatını karşılamak
için yapılması gereken- şeylerdir.
İbadetler hususunda
kelime-i şehadet getirmek, namaz kılmak vs. âdetlerde yemek, giyinmek, barınmak
gibi nefsi ve aklı muhafaza etmek; muamelât konusunda malları bedelli veya
bedelsiz satış, mal, menfaat vs. hakkında akid yapmak suretiyle malı korumak ve
nesli muhafaza etmek; suçlar konusunda ise kısası uygulamak ve hırsızlıkta
haddi uygulamak gibi hususlar zaruriyyattandır
[1360].
İhtiyaçlara gelince:
Bunlara, rahata
kavuşma ve çok kere istenileni terke neden olan, zorluk ve meşakkate götüren
durumu ortadan kaldırma yönünden ihtiyaç vardır. Bunlar gözetilmediği zaman
genel olarak mükellef zorluk ve meşakkate düşer. Fakat bu sıkıntı ve zorluk,
genel maslahatları ortadan kaldıracak dereceye varmaz
[1361].
Bunlar da ibadet,
muamelât, âdet ve suçlarda geçerlidir.
İbadetlerde hastalık
ve yolculuk gibi meşakkat ortaya çıkması halinde duruma göre hafifletici
ruhsatlar tanıma; âdetlerde avlanma ve mümin kadınlarla evlenme gibi şeyleri
mubah görme; muamelât konusunda: borçlanma, sulama vb. şeyler ve suçlar
hususunda öç almaya, kasâmeye, âkileye diyet koymaya hükmetme bunlardan
bazılarıdır
[1362].
Tahsiniyyâta gelince: o, uygun olan güzel âdetleri almak, akl-ı selimin nefret ettiği kirli hallerden korunmak anlamına gelmektedir. Bu, güzel ahlâk konularını kapsar. İbadetlerde necaseti giderme, avret yerlerini örtme, nafile sadakalar, âdetlerde yeme-içme âdabı, muamelatta necis şeyleri satmaktan alıkoyma ve suçlarda köle karşılığında hür bir kişiyi öldürmeyi menetme bunlardan bazılarıdır.
Şarîin, bu maksatları
gözettiği ve onlara derece derece ihtimam gösterdiği bilinmektedir. Bu
maksatlardan her birini dinin bir temel kuralı saymak mümkündür. Dini, nefsi,
aklı, nesli ve malı muhafazanın bu asıllardan olduğunda şüphe yoktur.
Burada Kur'an ve
sünnette zikredilen ve fakihlerin dinî hükümleri inceleme ve onların bütünü
üzerinde akıl yürütme suretiyle çıkardıkları başka temel kaideler de vardır.
İleride kitap ve sünnette bulunan bu temel kaidelerden birkaçını zikredeceğiz.
Burada hepsini ele almamız ise mümkün değildir. Bu nedenle aşağıda
zikredeceğimiz kaideler sadece bir örnek kabilindendir.
Köpeğin avının
temiz olması:
Allah Teâlâ:
"Onların sizin için yakaladıklarını yiyiniz"
[1363]
buyurmuştur.
Bu, kesin hükümlerden
biridir. İmam Mâlik bununla köpeğin ağzını sokması dolayısıyla kapların yedi
kere yıkanmasına dair hadisi reddederek:
"Bu hadis rivayet
edilmiştir. Onun hakikati nedir, bilmiyorum" demiştir. Nitekim o, bu
hadisin zayıf olduğunu belirterek:
"Köpeğin avladığı
yenirken salyası nasıl mekruh görülür?" demiştir
[1364].
İmam Mâlik, yukarıda verdiğimiz âyetin, köpeğin avladığı avın helal olduğuna delalet ettiği kanaatindedir. Bu av, köpeğin onu yakalaması anında salyanın kendisine bulaşmasından kurtulamaz. Bu da söz konusu salyanın pis olmadığına delildir. Ayrıca Hz. Peygamber köpeğin tuttuğu yeri yıkamayı emretmemiştir. Bu durumda Hz. Peygamber, köpeğin avı tutması anındaki salyası ile kaba bulaşan aynı olduğu halde kaba ağzını sokması olayında o sözü nasıl söylemiş olabilir?
Ebu Bekir
İbnü'l-Arabî, bu meseleyi zikrettikten sonra bu hadisin iki temel kurala aykırı
olduğunu söylemiştir:
Birincisi
"köpeklerin avladıklarının yenilmesine dair" Mâide sûresinin 4.
âyeti; ikincisi ise "temizliğin
illetinin diri olmak" olduğu, bunun da köpekte mevcut olmasıdır
[1365].
Gerçekte burada
hadisin âyete aykırı olması söz konusu değildir. Zira âyet köpeğin avını yemek
konusundadır. Bu ise, ağzını kaba sokmasından tamamen ayrı bir konudur. O,
avını tutmak için ağzını kaba sokmalı ki bu meselenin aynı konu olduğu
söylenebilsin.
Bu hadis sahih olup
âyetle aralarını telif mümkün olduğu sürece reddine hükmedilemez. Burada ise
aralarında temelde ihtilaf yoktur. Söz konusu iki nas ile de kendi konusunda en
ufak bir tenakuz söz konusu olmaksızın amel etmek mümkündür. Buradaki şüphe
dinî bir hükümde aklı hakem kılmaktan doğmaktadır. Eğer din bütünüyle akla
dayansaydı Hz. Ali'nin dediği gibi mestlerin altını meshetmek üstünü
meshetmekten daha doğru olurdu. Halbuki dinî hükümlerin çoğu kulluk esasına
dayanmakta olup, bu konularda akıl yürütmeye gerek yoktur.
İnsan için ancak
çalıştığının karşılığı vardır: Yüce
Allah:
"İnsan için ancak çalıştığı vardır"
[1366]
buyurmaktadır.
Bu âyet, insana
âhirette ancak dünyada yaptığı amelin fayda sağlayacağını ve yine ancak
dünyada yaptığının zarar vereceğini teyit etmektedir. Dolayısıyla insan,
âhirette, sadece dünyada işlediği hayır ve şer şeklindeki fiillerden dolayı
hesaba çekilecektir.
İmam Mâlik bu kaideye
dayanarak:
"Ölen bir kimse
adına velisinin oruç tutabileceği ile ilgili hadisi, Kur'an'da yer alan küllî
bir kaideye aykırı olması dolayısıyla reddetmiştir
[1367]. Şatıbî
bu hadis hakkındaki görüşleri genişçe açıkladıktan sonra; az olmakla beraber
şeriatta kesin olarak sabit olan kaidelere aykırı bazı hadislerin mevcut
olduğu; ancak bunların lafzî veya manevî tevatür derecesine ulaşamadıkları,
dolayısıyla zannî bir delil ile kat'î delile karşı konulamayacağı sonucuna
ulaşmıştır
[1368].
Demek ki onlar, bunu
Kur'an'a dayanması sebebiyle kesin kabul ediyorlar. Nitekim onlara göre başkası
yerine oruç tutup, haccetme konusundaki hadis haber-i vahiddir. Dolayısıyla
zan ifade etmektedir. Zan ifade eden haber ise kesin delile karşı koyamaz. Bu
durumda da reddedilmesi gerekir.
İbn Hazm gibi, isnadı
sahih haber-i vahidi kitap, mütevatir ve meşhur hadis gibi kesin delil kabul
edenlere gelince; bunlar hadisi âyetin umûm mânasını tahsis edici saymışlar ve
hiç kimseye söz konusu hadise muhalefet etmenin caiz olmadığını söylemişlerdir.
Böylece sahih hadisi Kur'an gibi kendisine baş vurulacak bir asıl kabul
etmişlerdir. Bu durumda âyet ile hadis arasında herhangi bir aykırılık söz konusu
olmaz
[1369].
Gerçekte burada söz
konusu âyet ile hadis arasında bir tearuz bulunmamakta, sadece dış görünüşte
bir aykırılık söz konusudur. Çünkü âyet bu hadisle tahsis edilmemiş olsaydı,
"İnsanoğlu öldüğü zaman üç şey
dışında amel defteri kapanır. Bu üç amel sadaka-i cariye, kendisinden faydalalan
ilim ve kendisine dua eden evlat"
[1370]
hadisi ile tahsis olunacaktı. Şüphesiz ki saîih evladın duası bir insanın
doğrudan fiili değildir. Durum böyle olunca âyette kastedilen insanın bizzat
kendisinin yaptığı iş değil, daha genel bir ifadedir. Çünkü evlat da bir
yönüyle onun çalışması kapsamındadır ve ebeveynine dua ettiği zaman sevabın
onlara ulaşması umulur. Aynı şekilde onlar namına oruç tuttuğu zaman bu onlara
vasıl olur. Böylece hadis ile âyet arasında herhangi bir çelişki söz konusu olmaz.
Ribanın haramlığı: Allah Teâlâ:
"Allah alış verişi helal, ribayi ise haram
kıldı"
[1371]
buyurmuştur.
Alış-verişin helaî,
ribaaın ise haram oluşu dinin aslî genel kurallarındandır. "Hurmanın hurma
karşılığında eşit takasını" ifade eden "riba'1-fazl" (fazlalık
faizi) hadisi de bunu teyit etmektedir. Ancak bazı âlimler "Araya
hadisinin" bu aslî genel dinî kurala aykırı olduğunu kabul ederek onu
reddetmişlerdir.
Ebu Bekir
İbnü'l-Arabî, İmam Mâlik'in serî kaidelerden birine muarız olan fakat başka bir
kaide ile desteklenen haber-i vahid hakkındaki tutumunu açıklarken şöyle
demektedir:
Araya hadisine, her ne
kadar "riba" kuralı aykırı ise de, onu örf desteklemektedir
[1372].
Burada İmam Mâlik
açısından "araya" hadisini "örf ilkesine muvafık olması
sebebiyle kabul etmek mümkün olduğu gibi, riba kaidesine aykırı oluşu
sebebiyle reddetmek de mümkündür. Fakirlerin, sadece kuru hurma buldukları
zaman, yaş hurma yemeye muhtaç olmaları sebebiyle onun karşılığında tahmini
ölçü ile yaş hurma satın almaları caiz görülmektedir. Şarî, her ne kadar kuru
hurma ile yaş hurma arasında farklılık var ise ve bunun sonucunda da
yasaklanan riba vaki olmakta ise de fakirleri gözetmek ve onlara iyilik etmek
için araya tarzı satışı caiz görmüştür.
Hanefîler ise; ariyeyi
hibe şeklinde yorumlayarak bu konudaki hadisle, Kur'an ve yaş hurmanın kuru
hurma ile takasını yasak eden sünnetle
[1373]
sabit olan kesin esasa karşı koyamayacak bir haber-i vahid olması dolayısıyla
onunla amel etmemişlerdir.
Ancak onların araya
hadisi ile Kur'an'da ve yaş hurmanın kuru hurma ile değiştirilmesinin haram
olduğuna delalet eden hadisteki kat'î esas arasında çelişki bulunduğu
şeklindeki görüşleri kabul edilemez. Aksine bunların arasını telif etmek ve
her ikisi ile birlikte amel etmek mümkündür.
Ribanın haram olduğuna
ilişkin âyet ve hurmayı hurma ile fazlasıyla değiştirmenin yasak kılındığına
dair hadisi umûm mânasında alabiliriz. Taze hurmanın kuru hurma ile
değiştirilmesinin yasak edilmesine dair hadis de bu şekilde alınabilir.
Dolayısıyla ağaç üzerinde olmayan yaş hurmanın kuru hurma ile değiştirilmesi
caiz değildir. Yaş hurma ağaç üzerinde olursa böyle bir satış caiz olur. Çünkü
bu, kuru hurması olan fakat yaş hurma yemeyi seven ancak onu da taze halinde
alacak parayı bulamayan fakirlere merhamet edilerek izin verilmiş olan araya
satışı olur. Nitekim Hz. Peygamber onların beş veskten az olan kuru hurmalarını
taze hurma ile değiştirmelerine cevaz vermiştir. Ancak bu, taze hurmanın ağaçta
olması şartına bağlanmıştır. Aksi takdirde bu, yasak olan taze hurma ile kuru
hurmanın değiştirilmesi cinsinden olur.
Böylece, bu ihtilaflı
nasların arasını, herhangi birini gözardı etmeksizin cemetmek mümkün
olmaktadır. Her halükârda yapılması gerekli olan da bu olmalıdır.
Zorluğu giderme: Allah Teâlâ:
"O sizi seçti ve din hususunda size herhangi
bir zorluk yüklemedi"
[1374]
buyurmuştur. Bu ve Kur'an'daki benzeri âyetler ile, insanlardan zorluğu
kaldırmayı ve onlara yumuşak muameleyi emreden; onlara meşakkat ve güçlük
yüklenmediğini ifade eden hadislere dayanan fakihler "güçlüğü
kaldırmayı" dince kabul edilmiş temel bir esas saymışlardır.
Bu esasa dayanan İmam
Mâlik, taksimat öncesi ganimet malı olan koyun ve deve etlerinin pişirildiği
kazanların devrilmesine dair rivayeti zayıf bulmuş, ihtiyacı olanın taksimat
öncesi yiyeceklerden yemesini caiz olduğunu belirtmiştir
[1375].
İmam Mâlik şöyle
demektedir:
Müslüman askerleri
düşman topraklarına girdikleri vakit ganimet paylaşılmasından önce elde
ettikleri yiyeceklerden yemelerinde bir sakınca görmüyorum. Bana göre deve,
sığır ve koyun da müslümanların düşman topraklarına girdikleri zaman yiyebilecekleri
yiyecekler cinsindendir. Eğer insanlar taksimat için toplanıncaya ve aralarında
paylaşma oluncaya kadar yemeleri caiz olmayacak olsaydı, bu orduya zarar
verirdi. Bu bakımdan örfe uygun bir şekilde bunlardan yemelerinde bir sakınca
görmüyorum. Ancak onlardan birinin bunlardan birşeyi ailesine götürmek üzere
ayırmasını caiz görmem
[1376].
Bu duruma göre İmam
Mâlik, taksimat öncesi askeri yiyeceklerden yemekten menetmenin onlara bir
zorluk ve zarar verici olduğunu düşünmüştür. Halbuki Allah dinde onlar için
hiçbir zorluk kalmamıştır. Aynı şekilde Hz. Peygamber de ümmetine zorluk
dilememiştir. Öyleyse sadece yasaklaması kâfi iken kapların devrilmesini ve
etlerin toprağa yayılmasını nasıl emretmiş olabilir?
Tencerelerin dökülmesi
ile ilgili Hz. Peygamber'den rivayet edilen bu haber, onun Hayber'deki bir
uygulaması kabul edilecek olursa, bu durumda Hz. Peygamber'in emrini mutlak bir
ifade kabul etmemek gerekir. Resûlullah'lan böyle bir emir gelmiştir ancak
selef ve halef âlimleri bunun açıklamasında ihtilaf etmişler ve bazısı İmam
Mâlik'in anladığı gibi taksimat olmaması sebebiyle tencerelerin boşaltılmasını
düşünürken, bazısı da ehlî eşeklerin etinin haram kılınışına ve o esnada
tencerelerde ehlî eşek eti kaynatılmasına bağlamışlardır. Nitekim İbn Ebu
Evfâ'dan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir:
Hayber savaşında aç
kaldık. Bunun üzerine ehlî eşekleri yakalayıp boğazladık. Tencereler onlarla
kaynayınca Resûlullah'ın görevlendirdiği bir kişi, tencereleri devirmeyi ve
eşek etinden birşey yenilmemesini ilan etti. Bunun üzerine bazı insanlar:
Hz. Peygamber, beşte
biri (humus) ayrılmadığı için yasakladı derlerken bir kısmı da:
Onun kesin olarak
yasaklandığını söylediler
[1377].
Bu duruma göre
tencereleri boşaltmak ehlî eşeklerin etinin yasaklanması, henüz taksimatın
yapılmamış olması veya bunların dışında bir başka sebeple olmuş olabilir.
Bunlardan hiçbirini kesin olarak düşünemeyiz.
Ayrıca ganimetlerden yememede ordu için zorluk olduğunu söyleyecek olursak, hadisle amel etmemiş oluruz. O zaman da zaruretlerin miktarınca takdir olunacağı durumu söz konusu olur. Şayet ondan yememek askerlere zarar vermezse zaruret söz konusu olmamış olur. Bu durumda hadisi kabul etmemiz ve ona muhalefet etmememiz gerekir. İmam Mâlik de bunu kastetmiş olmalıdır.
Zararı giderme: Allah Teâlâ:
"Onlara zorluk çıkarmak için zarar vermeyin"
[1378],
"Haksızlık ederek ve zarar vererek onları
tutmayın"
[1379],
"Hiçbir anne çocuğu sebebiyle zarara uğratılmamalıdır"
[1380]
âyetleri ile zarar vermeyi yasak eden diğer âyetlerde böyle buyurmaktadır.
Bunlar her ne kadar hususî olaylar hakkında gelmiş ise de hepsinin toplamı umumî
bir mânaya delalet etmektedir. Bu anlamda Hz. Peygamber'den hadisler de
gelmiştir. "Ne zarar verin, ne de
zarara karşılık verin" hadisi ile "insanların canı, malı ve
ırzlarına düşmanlıktan; gasp ve zulümden, zarar verme ve zarara zararla
karşılık verme" anlamına gelen her şeyden meneden hadisler bunlardan bir
kısmıdır
[1381].
İbn Kayyim'a göre
fesad, zulüm, abes, batılı övme, hakkı yerme vb. konuları içeren hadislerin
tümünden Hz. Peygamber berîdir
[1382].
Öyleyse bir hadis,
sözü edilen birçok nasla sabit olan bu esasa aykırı olarak rivayet edildiği
zaman reddedilir. Çünkü Allah Teâlâ kullarından hiçbirine zulmetmez ve onlara
zarar verilmesine razı olmaz.
Zararı önleme: Resûlullah, "aldatmak
(ğarar) söz konusu olan alış-verişten menetmiştir"
[1383].
Fakihler bu hadisi
birçok hükümde kendisine dayanılan genel bir esas kabul etmişlerdir. Nitekim
ulema bu esasa dayanarak İmam Mâlik'in "Hıyaru'l-meclis hadisi"ni
reddederek bu konuda bilinen bir tanıma sahip olmadığını, tatbik edilmiş bir
emir de bulunmadığını söylediğini nakletmektedirler
[1384].
Burada alış veriş
meclisinin müddeti meçhuldür. Eğer iki taraftan biri meçhul bir zamanda
muhayyerliği şart koşacak olsa alış-veriş icma ile batıl olur. Dince şartı kabul
edilmeyen bir hüküm, dine göre nasıl geçerli olur?[1385]
İmam Mâlik'in bu görüşü hakkında İbn Ebu Zi'b ağır sözler söylemiştir. Ona göre bu hadis sahih, üstelik "esahhu'l-esanîd" bir senedle rivayet edilmiştir. Ayrıca bu hadisin ravisi İbn Ömer satıcıdan uzaklaşmak için birkaç adım yürümek suretiyle onunla amel ettiği gibi, bizim de onunla amel etme imkânımız vardır. Bu konuda daha önce bazı açıklamalar yapılmıştır.
Nimet, külfet
karşılığıdır: Hz. Âişe'den rivayet
edildiğine göre o, Hz. Peygamber'in:
"Nimet külfet karşılığıdır"
buyurduğunu söylemiştir
[1386].
Tirmizî, bu hadisin
hasen-sahih olduğunu söylemiştir. Bu hadis bu tarik dışında senedlerle de rivayet
olunmuş ve ilim ehli onunla amel etmiştir, ifadesinin açıklaması şudur:
Bir adam bir köle satın
alıyor ve ondan istifade ediyor. Sonra bu köleyi kusurlu buluyor ve onu
satıcıya iade ediyor. Buradaki gelir satın alana aittir. Çünkü söz konusu köle
eğer ölecek olsaydı alıcının malı zayi olmuş olacaktı. İşte bunun gibi
meselelerde "Nimet külfet karşılığıdır" kaidesi geçerli olur
[1387].
Hanefîler bu hadise
dayanarak "Musarrat hadisi"ni
[1388]
reddedip şöyle demişlerdir
Bu hadis temel
esaslara aykırı olduğu için merduddur. Zira bu, "Nimet külfet
karşılığıdır" esasına aykırıdır
[1389].
Bu esasın gereği herhangi bir şeyi vermemektir. Çünkü o, külfete katlanan
kimsedir. Ücret ise nimet karşılığıdır
[1390].
İkinci esas ise bir şeyi telef edenin misli veya kıymeti ile ödemesidir
[1391].
Bunu, yiyecek veya emtia cinsinden herhangi bir şey ile değil.
Şatıbî İmam Mâlik'in
de bu görüşte olduğunu; zira söz konusu hadisin el-Muvatta'da bulunmadığını,
sahih de olmadığını söylemiştir. Bir başka sözünde Şatıbî, söz konusu hadisin
bu son kaidelerle çelişmeyecek şekilde kendisine dayandırılması mümkün olan
üzerinde ittifak olunmuş bir aslının bulunduğunu söylemiştir
[1392].
İbn Teymiyye bu hadis ile "Musarrat hadisi" arasında çelişkinin olmadığını söylemektedir. Ona göre:
Musarrat hadisi sahih olup hem kıyasa, hem de bu esasa aykırı değildir. O, şöyle devam etmektedir:
"el-Harac bi'd-daman" hadisi ise her ne kadar rivayet olunmuş ise de "Musarrat hadisi" bütün hadis âlimlerine göre bundan daha saî denir. Aralarında bir tearuz olmadığı halde ona nasıl zıt olduğu söylenebilir? Zira haraç kölenin kazancı, hayvanın ücreti gibi gelir için kullanılan bir kelimedir. Çocuk ve süt ise haraç olarak isimlendirilmez. Burada yapılabilecek tek şey olsa olsa her iksinin de birçok faydayı ihtiva etmesi dolayısı ile birini diğerine kıyas etmektir. Ancak bu da çok bozuk bir kıyas olacaktır. Çünkü sonradan ortaya çıkan kazanç ve gelir, alış veriş esnasında henüz mevcut değildir. Ancak teslimden sonra meydana gelmiştir. Süt ise akid anında mevcut idi ve satılan şeyin bir parçasıydı. Hz. Peygamber bir ölçek hurmayı sonradan oluşan süt için bir bedel olarak değil, aksine onu, akid anında hayvanın memesinde mevcut olan sütün bedeli olarak takdir etmiştir. Bunu ödemek de adalet ve kıyasın gereğidir [1393]. Onu cinsi dışında bir şeyle ödemek ise sadece adaletin gereğidir. Çünkü onu misli ile ödemek hiçbir zaman mümkün değildir. Memedeki süt bozulmaktan korunmuştur. Sağıldığı zaman ise ekşime ve bozulma söz konusu olmaktadır. Eğer hayvanın memesindeki süt kaba sağılmış sütle tazmin edilmiş olsaydı şeriatın kendisinden uzak olduğu bir zulüm söz konusu olurdu [1394].
İbn Teymiyye bu konuda
daha başka yorumlar da zikretmiş olup bunların açıklaması daha önce geçmiştir.
Bu nevi bir telifle
söz konusu kaide ile hadis arasındaki zahiri ihtilafı gidermek mümkün
olmaktadır.
Seddü'z-zerâî: Allah Teâlâ bir âyette:
"Allah'tan başkasına tapanların ilahlarına
sövmeyin, onlar da düşmanlık sebebiyle ve bilmeden Allah'a söverler"
[1395]
buyurmaktadır. Fakirlerin bu âyetten, harama yol açan mubahın yasaklanması
demek olan seddü'z-zerâî esasını çıkardıklarını daha önce açıklamıştık.
İmam Mâlik bu esasla,
şevval ayının altı günü oruç tutmakla ilgili hadisi reddetmiştir.
Ebu Bekir
İbnü'l-Arabî'ye göre; İmam Mâlik, bu hadis kendi ölçülerine göre sahih
olmasına rağmen, şevvalin altı günü oruç tutmayı seddü'z-zerâî esasına
dayanarak yani ramazan orucunun bir ay altı gün olduğunun düşünülmesini
önlemek için yasak etmiştir
[1396].
İmam Mâlik şevvalin
altı günü oruç tutma hakkında, ilim ve fıkıh ehlinden hiçbirinin bu orucu
tuttuğunu görmedim ve bana selefin hiçbirinden de bu konuda herhangi bir bilgi
ulaşmadı. Şüphesiz ilim adamları bir bid'at olmasından ve bu konuda
kendilerinin ruhsat vermeleri halinde cahil ve riyazet ehli kimselerin ondan
olmayan bir şeyi ramazana ilave edeceklerinden korktukları için onu doğru
bulmuyorlardı demektedir
[1397].
İmam Mâlik'in bu
sözlerinden -daha önce de beyan ettiğimiz gibi-bu günlerde oruç tutmak ile
ilgili hadîsin sahih olmadığını kabul ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim üstadımız
Muhammed Baltacı'nın da İmam Mâlik'e göre seddü'z-zerâî konusunu araştırırken
vardığı sonuç budur
[1398].
Bu duruma göre, söz konusu görüşün sebebi görüldüğü üzere bu hadisin sahih
olmamasıdır. Ancak bu, İmam Mâlik'in seddü'z-zerâî kaidesini hiç kullanmadığı
anlamına gelmez. Nitekim harama yol açmaması için onun, Medine halkının
uygulamasına dayanarak "İstilâfü'l-hayavan" hadisini tahsis ettiğini
ve bunu cariyelerde caiz görmediğini daha önce ifade etmiş bulunuyoruz.
İşte bunlar,
fakihlerin tespit ellikleri genel dinî esaslardan bir kaçıdır. Görüldüğü üzere
bunlar, Kitabullah'tan veya Resûlullah'ın sünnetinden delillere
dayanmakladırlar. İslâm'ın esaslarının bu zikrettiklerimizden daha genel ve
daha büyük olduğuna işaret etmemiz gerekir. Çünkü İslâmî esaslar Allah'tan
gelenlerin ve Resûlullah'tan sahih olarak nakledilenlerin tümünü
içermektedirler. Meselâ İslâm'a girişte kelime-i şehâdeti getirmek, namaz
kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, iyiliği emredip kötülükten
sakındırmak, Allah yolunda cihad etmek, zulüm, taşkınlık, düşmanlık ve fesadla
savaşmak, barış, hayır ve adalete çağırmak; şer, kötülük, sapıklık ve yoldan
çıkmadan uzaklaşmak; Allah'ın kitabına ve Resûlullah'ın sünnetine uymak gibi
prensiplerin tümü İslâm'ın esaslarından ve müslümanların ittifakla kabul ettikleri
kaidelerdendir. Bunlara aykırı olan bir hadis kabul edilemez. Çünkü böyle bir
rivayet kesinlikle Hz. Peygambere ait değildir.
Aynı şekilde komşuya
yardım ve onu gözetme, anne babaya iyi davranma ve onlara sevgi gösterme bütün
bunlar da Allah ve Resûlü'nün emrettiği İslâmî esaslardandır.
Bunlardan da görülüyor
ki İslâm'ın genel esasları fakihlerin zikrettiklerinden daha kapsamlıdır.
Onların zikrettikleri genel esaslar onun altında ikinci derecede birçok esas
bulunmaktadır. Meselâ zararı giderme esası, hanıma ve anneye zarar vermekten,
cana, mala, namusa tecacüzden, gasp ve zulümden ve zarar verme ve zarara
zararla mukabele anlamına gelen her şeyden menetmeyi içermektedir. Dolayısıyla
bu kaide son derece kapsamlı bir muhtevaya sahiptir.
Ancak fakihler, ahkam
konusundaki derin düşüncelerine yardımcı olsun diye ele alınan konunun
dışındaki diğer meselelerdekî şer'î hükümleri de göz önünde bulundurarak bu
metotla şeriatın cüz'î konularını, onun umumî ifadeleri içine dahil
etmişlerdir. Zira hükümlerde küllî olan bırakılır da sadece cüz'î olan göz
önünde bulundurulursa doğru sonuca varılamaz. Aksi de böyledir.
Dolayısıyla kitap,
sünnet, icma ve kıyastan çıkarılan hususî delilleri kullanırken küllî
kaidelerin yanında cüz'îlerin de dikkate alınması gerekmektedir. Zira
cüz'îlerin küllilerden ayrı düşünülmesi mümkün değildir.
Söz gelimi bir kimse
bir delili küllî kaideleri bir tarafa bırakarak sadece bir cüz'î kaidede
uygulamaya kalkarsa hata edeceği gibi; cüz'îyi bir tarafa bırakarak sadece
küllî kaideyi uygulamaya kalkan da hata eder.
[1399]
Hanefîlere göre
haber-i vahid, insanların yaygın bir şekilde karşılaştıkları yani genel olarak
ihtiyaç duyulan bir konuda varid olursa kabul edilmez
[1400].
Bu, mütekaddiminden Ebu'l-Hasan el-Kerhî'nin görüşü olup müteahhirîn ulemasının
görüşü de bu yöndedir
[1401].
Çünkü Hz. Peygamber insanlara ihtiyaç duydukları hususları açıklamakla memur
idi ve ashaba daha sonra ihtiyaç duyulacak şeyleri kendisinden rivayet etmelerini
emretmiştir. Eğer hadise insanların yaygın bir şekilde karşılaşacakları
hususlardan ise Hz. Peygamber'in onu insanlara açıklayıp öğretmemesi, onların
da bunu nakletmede gayret göstermemeleri mümkün değildir. Bu duruma göre bir
haber onlardan meşhur bir şekilde rivayet olunmamışsa onun bir yanılma olduğunu
veya nesholunduğuna hükmederiz. Nitekim bu tür haberlerden bazılarının daha
sonra gelenlerin nakletmeleri dolayısı ile meşhur olduğunu görüyoruz. Zira
bunlar öncekiler nezdinde de sabit olmuş olsaydı, onlar arasında da meşhur
olurdu ve herkesin bilmek durumunda bulunduğu bir konu haber-i vahid olarak
kalmazdı. Hanefîler:
Hava bulutlu değilken
Ramazan hilalini gördüğünü iddia eden şehirli bir tek kişinin şahitliğini bu
sebeple kabul etmediklerini, aynı gerekçeyle elini zekerine dokundurmaktan
dolayı abdestin gerektiği hakkındaki hadisle amel etmediklerini
[1402]
söylemektedirler.
Bu konuda usûl, fıkıh
ve hadis âlimlerinin çoğunluğu Hanefîlere muhalefet etmekte
[1403];
yaygın olan ile yaygın olmayan ayırımı yapmamaktadırlar. Zira Allah'ın dini
birdir. Dolayısıyla bir haber bize sahih bir yolla ulaştığı zaman, haber-i
vahid diye onunla amel etmememiz caiz değildir. Yani sahih olan haber-i vahide
-yaygın bir şekilde karşılaşılan bir husus olsun veya olmasın- karşı çıkmamamız
ve onunla amel etmemiz gerekir. Zira ashab haber-i vahidi kabul etmiş ve yaygın
bir şekilde karşılaşılan konularda onunla amel etmişlerdir. Nitekim İbn
Ömer'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir:
"Râfi' b. Hadîc
Hz. Peygamber'in yasak ettiğini rivayet edinceye kadar biz kırk yıllığına
ortaklık yapıyorduk, sonra vazgeçtik".
Ashabın, sünnet
yerlerinin dokunmasıyla guslün farz olacağı konusunda Hz. Âişe'nin rivayet
ettiği hadisle amel etmelerini de bu bağlamda zikredebiliriz. Ayrıca
sahabîlerin haber-i vahid ile amel ettiklerine dair birçok örnek daha önce
geçen "sünnetin sahabenin uygulamasına arzı" konusunda
zikredilmiştir.
İbn Hazm bu görüş
sahiplerine itiraz ederek şöyle demektedir:
Dinin tümü umum-i
belva türündendir ve bütün insanların onu bilmeleri gerekir. Dünyada temizlik
ve hac konularında bir defa yapılan hiçbir şey yoktur ki, her gün vaki olan
farz veya haram işlerden daha önemsiz olsun. Bunların arasında ancak cahil
olan ve ne konuştuğunu bilmeyenler fark görürler
[1404].
İbn Hazm ayrıca ashaptan bazılarının bazı hükümleri bilmediklerine ve bu
hususta haber-i vahidle amel ettiklerine dair birçok örnek vermektedir. Daha
önce zikrettiğimiz tatbik (rükû ve secdede elleri bitişik olarak bacak arasında
tutma) ve Mecûsîler'den cizye alınması gibi hususlar bunlardandır.
Serahsî' nin,
"Hz. Peygamber, insanlara ihtiyaç duydukları şeyleri açıklamakla
görevlidir. Onlara, kendilerinden sonra ihtiyaç duyulacak şeyleri
nakletmelerini emretmiştir" sözüne gelince; şüphesiz bu ifade doğrudur.
Ancak o, nakil yolunun sadece tevatür olduğunu söylememiştir. Zira haber-i
vahid de nakil yollarından biridir. Onun delil olarak kullanılmasını daha önce
ortaya koyduğumuz için burada tekrar ele almayı gereksiz görüyoruz. Allah'ın
dini tektir ve bütün insanlara gereklidir; onlara sahih bir yolla bir haber
ulaştığında isterse âhâd olsun, onunla amel etmeleri gerekir. Bütün insanlara
gönderilen Peygamber'in bir tek kişi olduğunu unutmamalıyız. Kureyş ona tek kişi
olduğu için itiraz etmemiştir. Allah Teâlâ bazı milletleri "Bizden tek bir beşere mi tabi olmacağız? O
durumda biz dalalet ve çılgınlık etmiş oluruz, dediler"
[1405]
sözleri dolayısıyla kınamıştır. Hz. Peygamber huzurunda bulunan sahabîlere dinî
hükümleri tebliğ ettiği zaman, yanındakilerin, bulunmayanlara ulaştırmalarını
emrediyordu. Sahabeden hiçbiri haber-i vahidi kabul etmediğini söylememiştir.
"Sünnet yerlerinin birbirine dokunmasıyla boy abdestinin gerekeceği
konusunda zikrettiğimiz Hz. Âişe'ye ait rivayet -ki o da heber-i vahiddir-
umum-i belva cinsindendir. Ashap onun bu rivayetini kabul ederek onunla amel
etmişlerdir.
Abdülaziz el-Buhârî bu
hususla şu güzel örneği vermektedir:
Muhammed b. İsmail
el-Buhârî, Sahîh'ini cemederken onu kendisinden yüz bine yakın kişi dinlediği
halde bunlardan sadece Muhammed b. Yusuf b. Matar el-Firebrî'nin rivayeti
güvenilir kabul edilmiştir
[1406].
Bu ölçüyü savunanlara
karşı en açık cevaplardan biri umum-i belva konusunda haber-i vahidle amel
ettiklerini ortaya koyarak onları susturmaktır. Bu nevi haberlerden bazıları
şunlardır:
Burun kanaması ve
kusmaktan dolayı abdest almak:
Hanefî'ler, İsmail b. Ayyaş, İbn Cüreyc, İbn Ebu Müleyke, Âişe tarikiyle
rivayet edilen "Kim kusar, burnu
kanar veya cinsel organından mezi gelirse gitsin abdest alsın ve eğer bu esnada
konuşmamış ise namazına kaldığı yerden devam etsin"
[1407]
hadisine dayanarak burun kanaması ve kusmaktan dolayı abdest almanın gerekli
olduğunu söylemişlerdir. Bu rivayetin senedinde İsmail b. Ayyaş bulunmaktadır.
O, Hicazlılardan rivayette bulunduğunda rivayeti zayıf kabul edilir. Burada da
onlardan rivayet etmektedir
[1408].
Dârekutnî'ye göre bunu
İbn Cüreyc'in öğrencileri ondan, o da babasından mürsel olarak rivayet
etmiştir
[1409]'.
Bu hadis, bu şekliyle
haber-i vahid olmaktan öteye geçmez. Buna rağmen Haneliler onu kabul etmiş ve:
"O, umum-i belva
türündendir, kabul olunamaz" dememişlerdir. Ayrıca bazı âlimlere göre bu
hadisle ihticac uygun değildir.
Namazda açıkça
gülmekten dolayı abdestin gerekmesi:
Hanefîlerin, Ebu Musa'nın rivayet ettiği namazda kahkaha ile gülme hadisi'ile
ihticac etmeleri de onların haber-i vahidle amel ettiklerine bir örnektir. Ebu
Musa'nın rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber insanlara namaz kıldırırken,
gözlerinden rahatsız olan bir kişi içeri girmiş ve mescitte bulunan bir çukura
düşmüştür. Bunun üzerine orada bulanan insanlardan bir kısmı namazda oldukları
halde gülmüşler, Hz. Peygamber de gülenlere abdestlerini ve namazlarını iade
etmelerini emretmiştir. Bu hadisin metnini daha önce vermiştik
[1410].
Bu rivayetin senedinde müdellis bir ravi vardır. Ayrıca hakkında ihtilaf olunan
ve bazılarının sika kabul ettiği bir başka kişi daha vardır. Ebu Dâvûd onun
hakkında "aklı yerinde değildir" demiştir
[1411].
Nitekim onu Ebu Hanife de Mabed el-Cühenî'den mürsel olarak rivayet etmiştir.
Bu hadisin senedleri hakkında bilgi ve bu hadis üzerine değerlendirme daha
önce zikredilmiştir
[1412].
Burada söylemek
istediğimiz ise Hanefi'lerin, umum-i belva konusunda varid olan bir haber-i
vahid olduğu halde illetli veya mürsel olmasına rağmen onu delil olarak
kullandıklarıdır. Bunun sonucunda da onlar kendilerine göre umum-i helvadan
olduğu için sahih hadisleri reddederek kendi kendileri ile çelişkiye
düşmüşlerdir; umum-i belva konusunda varid olan haber-i vahid olmanın ötesinde
zayıf olduğu halde bu hadisi kabul etmişlerdir.
Hanefîlerin, kendi
ölçülerine tutunarak reddettikleri hadislerden biri de şudur:
Tenasül uzvuna
dokunmaktan dolayı abdestin gerekmesi:
Büsre binti Safvan'dan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Tenasül organına dokunan erkek abdest alsın"
[1413].
Serahsî: Tenasül
uzvuna dokunmaktan dolayı abdestin gerektiğini bildiren hadisle amel etmeyiz.
Çünkü bu hadiste ravilerden Büsre, herkesin bilmesi gereken bir konuda tek
kalmıştır. Hz. Peygamber'in bu hükmü ihtiyacı olmamasına rağmen sadece
Büsre'ye öğrettiğine ve şiddetle ihtiyaçları olmasına rağmen diğer sahabîlere
öğretmemesini düşünmek mümkün değildir
[1414],
demektedir.
Bu görüşü üzerine bina
ettikleri esas daha önce çürütülmüştü. Onlara bu hadisin de namazda açıkça
gülme hadisi gibi olduğu; burun kanaması ve kusmaya dair hadisin de bununla
aynı durumda bulunduğu, bunlardan biri hakkındaki hükmün öbürü hakkında da
geçerli olduğu söylenir.
Eğer burada onların
itirazı Büsre hadisinin rivayet şekline olsaydı, bu sözlerinin muhteva
bakımından olmasa da şekil bakımından makbul bir yönü olurdu. Zira Büsre hadisi
diğerlerinden daha sağlamdır, Talk b. Ali rivayeti ve diğer hadisler ona aykırı
değildir. Ancak aramızdaki ihtilaf bu örneklerin kendisine dayandırıldığı ve
üzerine bina edildiği esas hakkındadır.
Ayrıca Büsre'nin
rivayet ettiği bu hadis münferid olmasına rağmen "namazda açıkça gülme ve
burnun kanaması" hadisinden daha sahihtir. Zira onu başka raviler de
rivayet etmiştir. Nitekim İbn Hazm bu konuda şöyle demektedir:
"Büsre
hadislerini, hadis kitaplarında yer alan on yedi sahabîye ait daha başka
rivayetler teyit etmiştir, abdestin bozulmayacağını bildiren hadisin ravisi
Talk b. Ali de bunlardandır"
[1415].
Bu duruma göre tenasül
organına dokunmakla abdestin bozulacağını bildiren hadis, Büsre'nin
rivayetinde tek kaldığı haberlerden değildir. Aksine onu sahabîden büyük bir
kalabalık rivayet etmiştir. Mütevatir olduğunu iddia etmiyorum ama meşhur
derecesine ulaşmış olduğunu söyleyebilirim. Bütün bunların ötesinde Hz.
Peygamber'in bu hadisi sadece kendisini ilgilendirmeyen birisine niçin
öğrettiği sorulabilir.
Yine Hanefîler ateşin
dokunduğu şeyi yemekten ve cenazeyi taşımaktan dolayı abdestin gerektiği,
besmelenin açıkça söylenmesi, rükûa eğilirken ve ondan başı kaldırırken elleri
kaldırma hakkındaki hadisleri de avam ve havas herkesin bilmesi gerekirken, bu
konudaki rivayetlerin meşhur olmadığını söyleyerek reddolunan hadislere örnek
göstermektedirler
[1416].
Ateşin dokunduğu şeyi
yemekten dolayı abdestin gerektiği hakkındaki hadis, başka rivayetlerde
bildirildiği üzere mensuh olabileceğinden dolayı onu tartışmıyoruz. Cenazeyi
taşımaktan dolayı abdest gerekeceği hakkındaki hadis de tartışmalıdır. Rükûda
elleri kaldırma hakkındaki hadisle ilgili ise, onu İbn Ömer dışında birçok
şahabının rivayet etmiş olduğunu daha önce ifade etmiştik.
Besmeleyi sesli
olarak okuma: Namazda besmelenin
sesli olarak okunması, bu konuda hem açık, hem de gizli okumayı öngören
rivayetler bulunması nedeniyle âlimlerin ihtilaf ettiği meselelerdendir. Ebu
Hureyre ve Ümmü Seleme'den gelen rivayette Hz. Peygamber'in sesli okuduğu ifade
edilmektedir. Ömer, İbn Ömer ve İbn Abbas'tan da bu tarz rivayetler
nakledilmektedir. Ancak bu hadislerin senedlerinde bazı problemler vardır
[1417].
İmam Şafiî de bu görüştedir. Nitekim Enes b. Mâlik sesli okunmayacağını rivayet
ederek:
Hz. Peygamber, Ebu
Bekir ve Ömer'in namaza Fatiha sûresi ile başladıklarını söylemiştir. Bu,
Buhârî ve Müslim'in beraberce rivayet ettikleri bir hadistir
[1418].
Nitekim İbn Abbas'ın bir başka rivayetinde "Besmeleyi sesli
okumazlar" ifadesi yer almaktadır
[1419].
Onun, "Sadece Bedevilerin besmeleyi açık okuduklarını söylediği rivayet
edilmektedir"
[1420].
Hanbelî ve Hanefî'lere göre besmelenin gizli okunması gerekir. Mâlikîler ise onun
namazda ne gizli ne de açık olarak okunmasına gerek olmadığı görüşündedirler.
Eğer bu konuda
Hanefîlerle diğerleri arasındaki ihtilaf, bu meseledeki rivayetlerin
farklılığına dayanmış olsaydı, zahirî çelişkiyi kaldırmak için bu hadisleri
telif etmek veya aralarında tercih yapmak mümkün olurdu. Ancak onların görüşü
besmelenin sesli okunmasına dair rivayetin, herkesin bilmesi gereken bir konuda
haber-i vahid şeklinde geldiği ve reddedilmesi gerekliği şeklindedir. Halbuki
sesli okumayı bildiren rivayetin ravileri birden fazladır. Nitekim Ebu Hureyre
Hz. Peygamber'in namazını anlatırken besmeleyi açık okur ve namazın bitiminde
şöyle derdi:
“Allah'a yemin ederim ki içinizden namazı Resûlullah'ın namazına en çok
benzeyen benim"
[1421].
Ümmü Seleme, Hz,
Peygamber'in evde namaz kılarken besmele ve Fatiha'yı okuduğunu beyan
etmektedir. Rivayet olunduğuna göre Ömer, oğlu ve İbn Abbas da onu sesli
okumaktaydılar
[1422].
Bütün bunlardan sonra onun haber-i vahid olduğunu söylemek mümkün müdür?
Burada bizim,
Hanelilerin besmelenin sesli okunacağına dair hadisin herkesin bilmesi gereken
bir konuda varid olan bir haber-i vahid olması sebebiyle makbul olmadığına
dair görüşlerini tenkit etmemiz açıkça okunmaması görüşüne sahip olduğumuz
şeklinde anlaşılmamalıdır. Aksine amacımız onların kullandıkları ölçüyü
eleştirmek ve haber-i vahid olarak niteledikleri hadisi bu tarik dışında başka
senedlerle birçok sahabînin rivayet ettiğini, binaenaleyh onun herkesin bilmesi
gereken bir konuda haber-i vahid olduğunu söylemenin doğru olmadığını isbat
etmekdir.
Bundan sonra geriye
konuyu araştırma ve hadisler arasında tercih yapma meselesi kalır. Bazı
âlimlerin söylediği üzere besmeleyi her iki türlü de okumaya ruhsat olduğunu
düşünüyoruz. Onu sessiz okumak sünnet olduğu gibi, açıkça okumak da sünnettir.
Yani Hz. Peygamber bazan sesli, bazan da sessiz okumuştur. Hadisler arasını
cemetmenin en uygun yolu budur. Böyle bir uygulamaya baş vuracak olursak,
abdestte uzuvların yıkanmasının sayısı konusunda varid olan hadislerin arasını
cemetmiş ve bunların hepsinin caiz olduğunu söyleyen İmam Şafiî'nin yolunu
tutmuş oluruz.
[1423]
Bu çalışmada sahabenin
hadis metinlerini tenkitte kullandıkları ölçüleri sunmaya çalıştık. Bize göre
sahabenin kesin olarak kullandıkları ölçülerden biri hadisi Kur'an'a arzetme
ölçüşüydü. Onlar bir hadis, Kur'an'a en azından kendi anlayışlarına göre
aralarını cem etmek, te'vil ya da herhangi bir mânaya tevcih etmek mümkün
olmayacak şekilde muhalif olduğunda onun kabul edilemeyeceğine hükmediyorlardı.
Sahabenin bu konuda baş vurdukları ölçülerin ikincisi kendilerine ulaşan
hadisleri ashaptan bazılarının veya tümünün bildiği hadislere arzetmek ve
kendilerine göre sahih bulduklarını tercih etmekti. Üçüncü -fakat
kullandıklarını kesin olarak bilemediğimiz- ölçü ise akla başvurmaktı.
Muhaddisler ve fakihler söz konusu ettiğimiz ilk iki ölçüye başvurmada
sahabenin yolunu tutmuşlarsa da herbiri kendi ihtisasına uygun bir metod takip
etmiştir. Hadisçiler, isnadın kuvvetini veya metindeki diğer bazı hususları
dikkate alarak tercihte bulunurken; fıkıhçılar, hadisi mütevatir ve âhâd veya
zannî ve kat'î olmak üzere taksime tabi tutmuş, bazıları bunlardan birini ötekine
tercih ederken, diğerleri herhangi bir ayırım yapmamışlardır.
Ayrıca hadisçiler, bir
hadisin farklı rivayetlerini birbirine arz etmiş böylece hadislere ravilerin
ziyade veya idracları sebebiyle ilave edilmesi mümkün olanları ayıklamada büyük
tesiri olan birçok önemli sonuçlar elde etmişlerdir. Keza hadisçiler hadis
metinlerinde bulunan bazı bilgileri tenkit etmede tarihi bilgileri kullanma
ölçüsüne de başvurmuşlardır. Bu ise özellikle tarihî bilgilerin kesin olması
durumunda en güvenilir sonuçlar veren güçlü ölçülerden biridir.
Ayrıca hadisçiler,
hadisin metnine bakmışlar, lafzında veya anlamında Resûlullah'ın söylemeyeceği
kadar bozukluk bulunmasını onun sahih olmadığına bir delil saymışlardır. Keza
herkesçe bilinen dinî esas ve kavramlara aykırı olan veya münker ya da müstahil
bir husus içeren rivayetlerin de Resûlullah'a nisbet edilemeyeceğini kabul
etmişlerdir.
Yukarıda zikrettiğimiz
uygulamaya dair misallerden muhaddislerin, sahih olsun veya olmasın hadis
ravilerinden sarf-ı nazar ederek sünneti tenkid ederken ilk dört ölçüyü büyük
ölçüde kullandıkları anlaşılmaktadır. Bu ölçülerin istisnasız bütün hadis kitaplarına
uygulanması onların ne derece önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Son üç ölçüye
gelince, bunlar daha öncekiler kadar kullanılmamış, bütün hadis kitaplarına
tatbik edilmemişlerdir. Sadece isnadın zayıf olması veya sahih olmaması durumunda
kullanılmışlardır. Zikretmiş olduğumuz nadir örnekler ise muhaddislerin hadis
kitaplarının tümünü tenkitte onları kullandıklarına dair yeterli bir delil
teşkil etmez. Ancak bana göre bu ölçüleri bütün hadis kitaplarına eksiksiz bir
şekilde tatbik etmek gerekir. Zira münker veya imkansız bir durumu ya da
İslâmî kavram ve düşüncelerden birine aykırı olan bir mânayı içeren bir hadisin
sahih olmadığına hükmetmek gerekir. Hadisin isnadında herhangi bir münkerliğin
bulunmaması bizi aldatmamalıdır. Zira hadisçiler isnadın sahih olmasının,
metnin de sahih olmasını gerektirmeyeceği şeklinde önemli bir kural
koymuşlardır. Bu kuraldan yola çıkarak söz konusu münker hadisler hakkındaki
hükmümüzü, bu ölçüler uyarınca verir, her hadisi metni açısından layık olduğu
şekilde değerlendirir ve hakkındaki hükmümüzde bu hususu ihmal etmeyiz.
Fukahaya gelince;
onların kat'î olarak nitelendirdikleri bir nassı zannî olarak isimlendirdikleri
ile tahsis etmeme ve ziyade yapmama hususlarında yanıldıkları söylenebilir.
Bizim bizzat Hanefîler ve cumhurun anlayışına göre bunun caiz ve vaki olduğu
tarzında vardığımız sonuç ise daha doğru olmalıdır. Kendisi ile kat'î nassa
ziyade yaptıkları zayıf hadislerle, ziyadeyi kabul etmedikleri sahih hadisler
arasındaki karşılaştırmalar bizim Hanefi'leri tenkid ve ölçülerini çürütme
noktasında kullandığımız delillerin en güçlülerindendir.
Mâlikîlere gelince,
bunların bazı hadisleri Medine ehlinin uygulamasına ve icmaına muhalif olması
sebebiyle reddettiklerini ve umum ifade eden hadisleri tahsis etmediklerini
daha önce izah etmiştik. Ayrıca sahih icmain ümmetin tümünün üzerinde
birleştiği bir husus olduğunu ve yeryüzündeki bütün insanlar muhalefet etse
bile Hz. Peygamber'in söylemiş olduğunun hak olduğunu zikretmiştik.
Hadise muhalif
olduğunda sahabe amelini delil olarak kullanma konusunda da uzunca durmuş ve
insanlar için delil olanın Hz. Peygamber'in söz ve davranışları olduğu,
sahabe, fakih veya bir başkasının söz veya amelinin hüccet olmadığı sonucuna
varmıştık. Zira Allah bizi sadece kendisine ibadet ve Resûlü'ne itaat ile
mükellef tutmuştur. Şu halde sahabeden birinin, kendisinin veya başkasının
rivayet ettiği bir hadise muhalefetini, söz konusu sahabînin hadisi bilmediği,
kendisine ulaştığı takdirde ona aykırı davranmayacağı, aksine onunla amel edip
kendisinden sonrakilere de nakledeceği şeklinde yorumlamak gerekir.
Kıyasa muhalif olması
durumunda ise, hadisin alınması, kıyasın ise terkedilmesi gerektiğinde şüphe
yoktur. Zira bize düşen hadise teslim olmaktır. Aksi takdirde Allah'ın ve Resûlü'nün
enirine muhalefet etmiş oluruz.
Hadisin çoğunluğa göre
dinin temel kaidelerinden olduğu bilinen hususa muhalif olması, onun
reddedilmesi ve ravisinin riayetinde hata ve yanılgıya düşmekle itham edilmesi
için yeterlidir. Hadisi kabul ve reddetmek hususunda uygun olan budur. Zira
Allah'ın dininde tenakuz ve ihtilaf söz konusu olamaz. Burada dinin temel
kaideleri ile, şeriatın üzerine bina edildiği, neshi ve değişmesi mümkün
olmayan genel prensipleri kastettiğimiz bilinmelidir. İşte bu genel kaidelere
aykırı bir mâna taşıyan bir hadis bize ulaştığında onu kabul edemeyiz. Zira
böyle bir hadis kesinlikle Resûlullah'tan sadır olmayıp, ravilerin
karıştırmalarından ibarettir.
Yedinci ve sonuncu
ölçü ise, hadisin geliş şekli, söylendiği ortam ve taşıdğı mânanın göz önünde
bulundurulmasıdır. Buna göre hadisin ifade ettiği hüküm pek çok insanı
ilgilendiriyorsa, onu çok sayıda kimsenin rivayet etmesi gerekir. Şayet böyle
değilse, böyle bir hadisi az sayıda kimsenin rivayet etmesi normal
karşılanmalıdır. Dolayısıyla pek çok kimseyi ilgilendiren bir hadisin tek kişi
tarafından rivayet edilmiş olması onun zayıflığının bir delili kabul edilir.
Bu ölçü sahiplerinin görüşleri bundan ibarettir. İlk bakışta bu görüş doğru
gibi gözükebilir. Ancak biz, Allah'ın insanları mükellef tuttuğu dinî hükümlere
baktığımızda onların inandıklarının insanların bir kısmı veya tamamını
ilgilendiren türden olmayıp aksine tamamının bütün insanları içine alan türden
olduklarını ve onları hafife almanın ve ihmal etmenin caiz olmadığını görürür.
Ayırca dinî hükümlerin çoğu âhâd haber olarak bize gelmiş, Peygamber de bütün
insanlara dini tek kişi olarak tebliğ etmiş, elçi ve vergi memurlarını da birer
kişi olarak görevlendirmiştir. Öte yandan değişik kabilelerden Resûlullah'a
gelen heyetlere Hz. Peygamber, dini öğretmiş ve bunlar tek kişi oldukları halde
gittikleri yerlerde dini tebliğ etmelerini emretmiştir. Şu halde, Hz. Peygamber'in
hadislerinin çoğunluğunun âhâd yolla rivayet edilmesi tabiî bir durumdur.
Dolayısıyla sahih olarak bize ulaşan bir hadise âhâd olduğu için muhalefet
etmemiz söz konusu olamaz. Aksine, ona uymamız ve onu reddetmememiz veya âhâd
olması sebebiyle onun sahih olmadığına hükmetmemiz gerekir. Bu konuda
vardığımız önemli sonuçlar bunlardır.
Bu çalışmanın bazı
kardeşlerimin "hadis ilminde sened tenkidinin yanında metin tenkidi
ölçülerinin de bulunup bulunmadığı" şeklindeki sorularına yeterli cevap
olacağını ümit etmekteyiz. Bu araştırmada elimden gelen gayreti gösterdim.
Doğruyu bulmak yegâne amacım oldu. Şayet hatalarım olmuşsa Allah'ın beni
bağışlamasını ve doğruya iletmesini temenni ederim. O'na sonsuz hamd, Resûlü'ne
sonsuz salât ve selam olsun.
[1424]
1. Abdülaziz
el-Buhârî, Alâeddin b. Ahmed, Keşfü'l-esrâr, Dârü'l-Kitâbi'l-Arabî [baskı yeri
yok], ts.
2. Abdülmecid
Mahmûd, Ebû Ca'fer et-Tahavî ve eseruhû fi'1-hadîs [baskı yeri yok], 1395/1975.
3.
Abdülmecid Mahmûd, el-İtticâhâtü'1-fıkhiyye inde'ı-muhaddisîn, Kahire
1399/1979.
4. Aclûnî,
Ebü'I-Fidâ İsmail b. Muhammed, Keşfü'1-hafâ ve müzîlü'l-ilbas amma iştehara
mine'l-ehâdîs, Haleb, Kahire ts.
5. Ahmed b.
Hanbel, el-Müsned, Beyrut 1389/1969.
6. Ahmed
Emin, Duha'l-İslâm [baskı yeri yok], ts. (Mektebetü'n-Nahda-ti'1-Misriyye).
7. Ahmed
Muhammed Nûr Seyf, Amelü ehli'l-Medîne [baskı yeri yok], 1393 (Dârü'l-i'tisâm).
8. Âl-i
Teymiyye, el-Müsevvede, thk. Muhammed Muhyiddin Abdülhamid, Kahire ts.
9. Ali b.
Abdullah el-Medînî, İlelü'l-hadîs ve ma'rifetü'r-ricâl, thk. Abdül-rau'tî
Kal'acî, Haleb ts.
10. Ali
el-Kârî, Ebü'l-Hasan Nureddin Ali b. Sultan Muhammed, Şerhu Nuhbeti'l-fiker fî
mustalahati ehli'1-eser, Beyrut ts.
11. Ali
el-Kârî, el-Mevzûâtü'1-kübrâ, thk. Muhammed es-Sebbâğ, Beyrut 1391/-1971.
12. Âmidî,
Ebii'l-Hasen Seyfeddin Ali b. Muhammed, el-İhkâm fî usûli'l-ahkâm, Kahire 1387/1968.
13. Askerî,
Ebû Ahmed Hasan b. Abdullah, Şerhu mâ yekau ilhi't-tashîf ve't-tahrîf, thk.
14. Abdülaziz
Ahmed, Kahire 1383/1963.
15. Baltacı,
Muhammed, Menâhicü't-teşrî fi'1-karni's-sânî, Riyad 1397/-1977.
16. Belhî,
Abdullah b. Ahmed, Kabulü'1-ahbâr ve ma'rifetü'r-ricâl,
Dârü'l-Kütübi'l-Mısriyye, no. 24051.
17. Beyhakî,
Ebû Bekir Ahmed b. Hüseyin, es-Sünenü'1-kübrâ, Beyrut ts.
18. Buhari,
Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail, el-Câmiu's-sahî, Dârü metâbü'ş-şa'b [baskı
yeri yok], ts. (Dârü Matabii'ş-şa'b).
19. Buhari, et-Târîhu'1-kebîr [baskı yeri yok], ts.
20. Bulkinî,
Ebû Hafs, Sirâcüddîn Ömer b. Reslan, Mehâsinü'l-İstılah, thk. Aişe Abdurrahman
[baskı yeri yok], 1974 (Dârü'l-Kütüb).
21. Dârekutnî,
Ebü'l-Hasen Ali b. Ömer, el-İlzâmat ve't-tetebbü, thk. Mukbil b. Hâdi b.
Mukbil, Medine 1398/1978.
22. Darimî,
Ebû Muhammed Abdullah b. Abdurrahman, Sünen, thk. Abdullah Haşini el-Yemânî
[baskı yeri yok], 1386/1966 (Dârü'1-Mehâsin).
23. Debûsî,
Ebû Zeyd Abdullah b. Ömer, Te'sîsi'n-nazar, Kahire ts.
24. Ebû Dâvûd
es-Sicistânî, Süleyman b. Eş'as, Sünen, thk. Muhammed Muhyiddin Abdülhamid
(Dârü İhyâi's-sünne) [baskı yeri yok], ts.
25. Ebû
Hanîfe, Nu'man b. Sabit, el-Âlim ve'1-müteallim, Haydarabad 1339.
26. Ebû
Şehbe, Muhammed Muhammed, el-Medhal li-dirâseti'I-Kur'an, Kahire 1377/1958.
27. Ebû
Zehra, Muhammed, Ebu Hanîfe, Kahire ts.
28. Ebû
Zehra, Muhammed, Malik, Kahire ts.
29. Ebû
Zehra, Muhammed, eş-Şâfiî, Kahire 1978.
30. Elbânî,
Muhammed Nasırüddin, Sıfatü salâti'n-nebî, Beyrut ts.
31. Elbânî,
Muhammed Nasırüddin, Silsiletü'l-ehâdîsü'd-daîfe ve'1-mevzûa, Beyrut ts.
32. Emir
es-San'anî, Ebû İbrahim İzzeddîn Muhammed b. İsmail, Tavdîhu'1-efkâr, thk.
33. Emir
es-San'anî, Muhammed Muhyiddin Abdülhamîd, Kahire 1366.
34. Emir
es-San'anî, Sübülü's-selâm, tsh. Muhammed Abdülaziz el-Hulî, Kahire ts.
35. Ezherî,
Salih Abdüssemi, Cevâhirü'l-iklıl şerhu muhtasarü'l-Halîl, Beyrut ts.
36. Fettenî,
Cemaleddin Muhammed b. Tahir b. Ali, Tezkiretü'l-mevzûât, nşr. Emin Deme,
Beyrut ts.
37. Feyyûmî,
Ebü'l-Abbas Ahmed b. Muhammed, el-Misbâhu'1-münîr, thk. Abdülazîm eş-Şenâvî,
Kahire ts.
38. el-Gâmidî,
Abdülaziz Ali, el-Buyûrü'l-muharreme fi'1-İslâm (doktora tezi), Câmiatü'l-Ezher
Külliyetü'ş-Şeriatü ve'1-Kanun.
39. Gazzâlî,
Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed Ebû Hamid, el-Mustasfâ, Kahire 1324.
40. Goldziher,
Ignaz, el-Akîde ve'ş-şerîa, trc. Muhammed Yusuf Musa ve dğr., Kahire 1916.
41. Hâkim
en-Nisâbûrî, Muhammed b. Abdullah, el-Müstedrek, Haleb ts.
42. Hâkim
en-Nisâbûrî, Ma'rifetü ulûmi'l-hadîs, Haydarabad ts.
43. Halife
b. Hayyât, et-Târîh, thk. Süheyl Zekkâr, Dımaşk 1968.
44. el-Hammad,
Hamd Hammad Abdülaziz, Ahkâmü's-sayd ve'z-zebâih (doktora tezi),
Câmiatü'l-Ezher Külliyetü'ş-Şerîatü ve'1-Kanûn.
45. Hasebellah,
Ali, Usûlü't-teşrîi'l-İslâmî, Kahire 1396/1976.
46. Hatîb
el-Bağdâdî, Ebû Bekir Ahmed b. Ali, Takyîdü'1-ilm, thk. Yusuf el-Uş [baskı yeri
yok], ts.
47. Hatîb
el-Bağdâdî, Târîhu Bağdad, thk. Züheyl Zekkâr, Beyrut ts.
48. Hatîb
el-Bağdâdî, el-Fâkih ve'1-mütefakkih [baskı yeri yok], 1395 (Dâru İhyâi's- Sünneti'n-Nebeviyye).
49. Hatîb
el-Bağdâdî, el-Kifâye fî ilmi'r-rivâye, Kahire ts.
50. Hâzimî,
Ebû Bekir Zeynüddîn Muhammed b. Musa, el-İ'tibâr fi'n-nâsih ve'1-mensûh, thk.
Muhammed Ahmed Abdülaziz, Kahire ts.
51. Hâzimî, Şurûtu'l-elmmeti'l-hamse,
thk. Zahid el-Kevserî, Kahire ts.
52. Heysemî,
Ebü'l-Hasan Nureddin Ali b. Ebû Bekir, Mecmeu'z-zevâid ve menbâü'l-fevâîd
[baskı yeri yok], 1967 (Dârü'l-Kitâb).
53. el-Hin,
Mustafa Said, Eserü'l-ihtilaf fi'1-kavâidi'l-usûliyye fî ihtilâfâti'l-fukaha,
Müessesetü'r-risâle [baskı yeri yok], 1392.
54. Hüseynî,
Haşini, Eimmetü'l-hadîsi'n-Nebevî, Kahire 1398.
55. Irakî,
Ebü'1-Fazl Zeynüddîn Abdurrahim b. Hüseyin, et-Tabsire ve't-tezkire, Fas 1354.
56. Irakî, et-Takyîd
ve'1-izah. thk. Osman Abdurrahman Muhammed, Medine 1389/1969.
57. İbn Abdülber
en-Nemerî, Muhammed b. İsmail, Câmiu beyâni'1-ilm ve fadlih, thk. Abdülkerîm
el-Hatîb, Kahire ts.
58. İbn
Abdüşşekûr, Muhibbullah, Fevâtihu'r-rahamut lî şerhi müsellemü's-subhut, Kahire
1324.
59. İbn
Âbidîn, Muhammed Emin b. Ömer, Reddü'l-muhtar ale'd-dürrü'l-muhtâr, Kahire ts.
60. İbn
Arrâk, Ebü'l-Hasan Nureddin Ali b. Muhammed, Tenzîhü'ş-şerîati'I-merfû, thk.
Abdullah Abdüllatif-Abdullah Muhammed es-Siddîk, Beyrut 1399/1979.
61. İbn Ebû
Hatim, Ebû Muhammed Abdurrahman, Âdâbu'ş-Şâfihi ve menâktbuhû, thk. Abdülganî
Muhammed Abdülhâlik, Haleb ts.
62. İbn
Ebu'l-Hadîd, Ehû Hâmid îzzeddin Abdulhamid b. Hibctullah, Şerhu nehci'l-belâğa,
Kahire ts.
63. İbn
Hacer el-Askatânî, Ebü'1-Fadl Şihâbüddîn Ahmed b. Ali, el-İsâbe fî
temyîzi's-sahâbe, thk. Ali Muhammed el-Bicâvî, Kahire ts.
64. İbn
Hacer el-Askatânî, Takrîbü't-tehzîb, thk. Abdülvehhab Abdüllatif, Beyrut ts.
65. İbn
Hacer el-Askatânî, Ebü'1-Fadl Şihâbüddîn Ahmed b. Ali, Tehzîbü'Mehzîb, Beyrut ts.
66. İbn
Hacer el-Askatânî, Telhîsu'l-habîr, Kahire 1384/1964.
67. İbn
Hacer el-Askatânî, Fethu'1-hârî, Kahire ts.
68. İbn
Hacer el-Askatânî, Hedyü's-sârî mukaddimem fethi'1-bârî, Kahire ts.
69. İbn
Hacer el-Askatânî, Usânü'l-mîzân, Haydarabad 1331'den ofset baskı.
70. İbn
Hacer el-Askatânî, Şerhu Nuhbeti'l-fiker, Kahire ts.
71. İbn
Hazm, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed ez-Zâhirî, el-İnkâm fî usûli'l-ahkâm, nşr.
Zekeriya Ali Yusuf, Kahire ts.
72. İbn
Hazm, el-Muhallâ, Kahire 1387/1967.
73. İbn
Hibbân, Ebû Hatim Muhammed b. Hibbân el-Bustî, el-Mecrûhîn, thk. Mahmud İbrahim
Zâyed, Haleb 1396.
74. İbn
Kayyim el-Cevziyye, Ebû Abdullah Şemseddin Muhammed b. Ebû Bekir,
riâmü'l-muvakkiîn [baskı yeri yok] 1388/1968 (Matbaatü el-Hac Abdüsselam b.
Şakrûn).
75. İbn
Kayyim el-Cevziyye, el-Furûsiyye, Kahire ts.
76. İbn
Kayyim el-Cevziyye, el-Menârü'l-münîf fı's-sahih ve'd-daîf, thk. Abdülfettah
Ebû Gudde, Haleb 1390.
77. İbn
Kayyim el-Cevziyye, Zâdü'1-meâd fî hedyi
hayri'1-ibâd, Kahire ts.
78. İbn
Kesîr, Ebü'1-Fidâ İmâdüddîn İsmail b. Ömer, el-Bidâye ve'n-nihâye, Kahire 1351.
79. İbn Kesîr,
İhtisârü ulûmi'l-hadîs bi şerhi'l-bâisi'l-hasîs, Kahire ts.
80. İbn
Kesîr, Tefsîru'1-Kur'âni'l-azîm, Kahire ts.
81. İbn
Kudâme, Ebû Muhammed Muvaffakuddîn Muhammed b. Ahmed, el-Muğnî fi'd-duafâ, thk.
Nureddin Ur [baskı yeri yok], ts.
82. İbn
Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim, Te'vîlü muhtelifi'l-hadîs, Beyrut ts.
83. İbn
Mâce, Ebû Abdullah Muhammed b. Yezid, Sünen, thk. Muhammed Fuad Abdülbakî,
Kahire ts.
84. İbn
Receb, Ebü'l-Ferec Zeynüddîn Abdurrahman b. Ahmed el-Hanbelî, Şerhu
İleli't-Tirmizî, thk. Subhi Câsim el-Hamid, Bağdat ts.
85. İbn
Rüşd, Ebü'l-Velîd Muhammed b. Ahmed, Bidâyetü'l-müctehid, Kahire ts.
86. İbn
Teymiyye, Ebü'I-Abbas Takiyyüddin Ahmed b. Abdülhalim, Mecmuu Fetâvâ,
Abdurrahman b. Kasım, Riyad ts.
87. İbn
Teymiyye, el-Müntekâ min minhâci'l-i'tidâl, thk. Muhubbiddin el-Hatîb, Kahire
ts.
88. İbnü'l-Cevzî,
Ebü'l-Ferec Cemaleddin Abdurrahman b, Ali, el-Mevzûât, thk. Abdurrahman
Muhammed Osman, Medine 1386.
89. İbnü'I-Hümam,
Kemaleddîn Muhammed b. Abdülvahid el-Hanefî, Şerhu Fethi'1-kadîr, Kahire
1389/1970.
90. İbnü's-Salâh,
Ebû Amr Takiyyüddîn Osman b. Abdurrahman, Mukaddime, thk. Aişe Abdurrahman [baskı
yeri yok], 1974 (Dârü'1-Kütüb).
91. Karafî,
Ebü'I-Abbas Şihabüddîn, Ahmed b. İdris, Şerhu Tenkîhi'l-fusûl, thk. Tana
Abdürraûf, Kahire 1393/1973.
92. Kâsımî,
Cemaleddin Muhammed b. Muhammed, Kavâidü't-tahdîs, thk. Muhammed Behçet Baytar,
Kahire ts.
93. Kurtubî,
Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed, el-Câmi' li ahkâmi'l-Kur'an, Kahire 1386/1966.
94. Makdîsî,
Ebü'1-Fadl Muhammed b. Tahir, Şurûtu'l-elmmeti's-sitte, thk. Zahid el-Kevserî
[baskı yeri yok], ts. (Mektebetü Atıf).
95. Makdîsî,
Mâlik b. Enes, el-Muvatta, Kahire ts.
96. Makdîsî,
el-Müdevvene, Kahire ts.
97. Muhammed
Accâc el-Hatîb, es-Sünnetü kable't-tedvîn, Kahire 1383/-1963.
98. Muhammed
Fuad Abdülbâkî, el-Lü'lüü ve'1-mercân fîma't-tafaka aleyni'ş-şeyhân, Kahire ts.
99. Münâvî,
Zeynüddin Muhammed Abdürraûf b. Tâcülarifîn, Feyzü'1-kadîr şerhu'l-câmü's-sagîr,
Kahire 1356.
100. Müslim
b. Haccâc, Ebü'l-Hüseyin, el-Câmiu's-sahîh, thk. Muhammed Fuad Abdülbâkî,
Kahire ts.
101. Nesâî,
Ebû Abdurrahman Ahmed b. Ali b. Şuayb, Sünen, Kahire 1383/-1964.
102. Nevevî,
Ebû Zekeriyya Muhyiddîn Yahya b. Şeref, et-Takrîb, Kahire ts.
103. Nevevî,
Şerhu Sahihi Müslim, el-Matbaatü'1-Mısriyye, ts.
104. el-Ömerî,
Ekrem Ziya, Buhûs fî tarihi's-sünneti'I-müşerrefe [baskı yeri yok], 1395/1975.
105. Râmehürmüzî,
Ebû Muhammed Hasan b. Abdurrahman, el-Muhaddi-su'1-fâsıl beyne'r-râvî ve'l-vâî,
thk. Muhammed Accâc el-Hatîb [baskı yeri yok], ts. (Dârü'1-Fikr).
106. Rıfat
Fevzi, Abdülmuttalib, Tevsîkü's-sünneti fi'1-karni's-sânî el-Hicrî, Kahire
1400/1981.
107. Sadrüşşehîd
Hüsameddin Ömer b. Abdülaziz, Şerhu Edebi'1-kâdî, thk. Abdülaziz Abdülfettah
Kârî (Doktora tezi), Câmiatü'l-Ezher Külliyyetü'ş-Şerîatü ve'1-Kanun.
108. Sagânî,
Ebü'l-Fezâil Radiyyüddîn Hasan b. Muhammed, Mevzuat, thk. Necm Abdurrahman
Halef [baskı yeri yok], 1401/1980 (Dâru Nafi).
109. Sehâvî,
Ebü'1-Hayr Şemseddin Muhammed b. Abdurrahman, Fethu'l-mugîs, thk. Abdurrahman
Muhammed Osman, Medine 1388.
110. Semâhî,
Muhammed Muhammed, el-Menhecü'1-hadîs fî ulûmi'l-hadîs, Kahire 1382/1963.
111. Serahsî,
Ebû Bekir Şemsüleimme Muhammed b. Ahmed, Usûl, thk. el-Efgânî Ebü'1-Vefâ,
Beyrut 1393.
112. Sezgin,
Fuad, Târîhu't-turâsi'l-arabî [baskı yeri yok], ts.
113. Sıbâî,
Mustafa, es-Sünnetü ve mekânetühâ fi't-teşrîi'1-İslâmî (el-Mekte-betü'l-İslâmî)
[baskı yeri yok], 1368.
114. Subhi
es-Sâlih, Ulûmu'l-hadîs ve mustalahuhû [baskı yeri yok], 1977 (Dârü'1-İImli'1-Melâyîn).
115. Suyûtî,
Ebü'1-Fazl Celâleddin Abdurrahman b. Ebû Bekir, el-Leâliü'l-masnûa
fi'I-ehâdîsi'l-mevzûa, Beyrut 1395/1975.
116. Suyûtî,
Tedrîbu'r-râvî, thk. abdülvehhab Abdüllatif, Kahire ts.
117. Suyûtî,
el-Medrec ile'l-müdrec, Ma'hedü'l-Mahtûtât, no. 417.
118. Suyûtî,
Miftâhu'l-cenne fi'I-ihticâc bi's-sünne, Kahire ts.
119. Şafiî,
Muhammed b. İdrîs, el-Ümm, Kahire 1321,
120. Suyûtî,
er-Risâle, thk. Ahmed Muhammed Şakir,
Kahire 1399.
121. Suyûtî,
Te'vîlü muhtelifi'I-hadîs (el-Ümm kenarında), Kahire 1321.
122. Şâkir,
Ahmed Muhammed, el-Bâisü'1-hasîs, Kahire ts. Şâtıbî, Ebû İshak İbrahim b. Musa,
el-Muvafakât, Kahire ts.
123. Şemsülhak
Âbâdî, et-Ta'lîku'1-muğnî ale'd-Dârekutnî, Kahire 1386/-1966.
124. Şevkânî,
Ebû Abdullah Muhammed b. Ali, İrşâdü'l-fuhûl, Kahire 1356/-1937.
125.
Şevkânî, el-Feveâidü'l-mecmûa fi'l-ehâdîsi'l-mevzûa, thk. Abdurrahman el-Muallimî
el-Yemânî, Kahire 1380/1960.
126.
Şevkânî, Neylü'l-evtâr şerhu münteka'l-ahbâr, thk. Taha Abdurraûf ve Mustafa
Muhammed el-Hevârî, Kahire 1398/1978.
127. Taberî,
Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerîr, Câmiu'l-beyân, Kahire 1388/-1968.
128. Tahâvî,
Ebû Ca'fer Ahmed b. Muhammed, Şerhu meâni'1-âsâr, thk. Muhammed Seyyid
Câdülhak, Kahire ts. ,
129. Tahâvî,
Te'vîlü müşkili'1-âsâr, Beyrut ts.
130. Tehânevî,
Zafer Ahmed el-Osmânî, Kavâid fî ulûmi'l-hadîs, thk. Abdül-fettah Ebû Gudde,
Haleb 1392.
131. Tîbî,
Şerefüddin Hüseyin b. Abdullah, el-Hulâsâ fî usûli'l-hadîs, thk. Subhi
es-Samerraî, Bağdat 1391/1971.
132. Tirmizî,
Ebû İsa Muhammed b. İsa, Sünen, thk. Ahmed Şakir ve dğr., Kahire 1385.
133. Zehebî,
Mîzânü'l-i'tidâl, thk. Muhammed Ali el-Bicâvî, Kahire 1382.
134. Zekeriyya
el-Ensârî, Ebû Yahya Zeynüddîn b. Muhammed, Fethu'1-bâkî alâ elfiyeti'l-Irâkî,
Fas 1354.
135. Zemahşerî,
Ebü'I-Kasım Carullah Mahmûd b. Ömer, Esâsü'l-belâga, Kahire 1972.
136.
Zemahşerî, el-Fâik fî garîbi'l-hadîs, thk. Ali Muhammed el-Bicâvî ve Muhammed
Ebü'1-Fadl İbrahim, Kahire ts.
137. Zencânî,
Ebü'l-Menâkıb Şihâbüddîn Mahmud b. Ahmed, Tahrîcü'I-furû' ale'I-usûl, thk.
Muhammed Edîb Salih, Beyrut 1398/1978.
138. Zerkeşî,
Muhammed b. Abdullah, el-İcâbe li îrâdi me'stedrekethu Aişe ale's-şahâbe, thk.
Saîd el-Efgânî [bakki yeri yok], 1390 (el-Mektebetü' 1-İslâmî).
139. Zeylâî,
Ebû Muhammed Cemaleddin Abdullah b. Yusuf, Nasbu'r-râye, Beyrut 1393.
[1425]
[1] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 9-12.
[2] Ebû Şeybe, el-Medhal, s. 24.
[3] Buhârî. İlim, 27.
[4] Hakim, Ma'rife, s. 14.
[5] İbn Mace, Mukaddime, 18.
[6] Accac, es-Sünne kable't-tedvin, s. 41 (Hatîb, el-Cami
li-ablaki'r-râvî'den naklen).
[7] Buhârî, İlim, 25.
[8] Müslim, Zühd, 72; Ahmed b. Hanbel, III, 12, 21, 39, 65.
[9] Halîb, Takyîd, s. 32-33.
[10] Hatîb, a.e., s. 33.
[11] Hatîb, a.e., s. 35.
[12] Hatîb, a.e., s. 49.
[13] Ebu Davud, îlim 3; Darimî, Mukaddime, 43; Hatîb,
Takyîd, s. 74.
[14] Buhârî, İlim, 39; Darimî, Mukaddime, 43; Hatîb,
Takyîd, s. 82.
[15] Buhârî, İlim, 39; Hatîb, Takyîd, s. 89.
[16] Hatîb, Takyîd, s. 67.
[17] Hatîb, a.e., s. 70.
[18] Buhârî, İlim, 39; Müslim, Vasıyyet. 21-22.
[19] Râmehürmüzî, el-Muhaddisu'l-fâsıl, s. 386.
[20] Hatîb, Takyîd, s. 57.
[21] İbn Kuteybe, Tevilü muhtelifu'l-hadis, s. 193.
[22] Îbaü's-Salâh, Mukaddime, s. 302.
[23] Buhârî, İlim, 39; İbn Abdülber, Camiu beyâni'l-İlm, s.
90.
[24] İbn Abdülber, Camiu bey ani'I-İlm, s. 91; Hatîb,
Takyîd, s. 84-85.
[25] Şehid Ali Paşa kütüphanesinde mahtut olarak
bulunmaktadır (Subhi es-Samerrâî, el-Hulasa fi usuli’l-hadis mukaddimesinden
naklen).
[26] Muhammed Hamidullah'ın tahkiki ile basılmıştır.
[27] Şehid Ali Paşa kütüphanesinde mahtul olarak
bulunmaktadır (Subhi es-Samerrâî, el-Hulasafî usuli'l-hadis mukaddimesinden
naklen).
[28] Buhârî, İlim 34; Darimî, Mukaddime, 43.
[29] Sezgin, Tarihu't'turas, I, 123; burada Ebü'z-Zübeyr'in
Cabîr b. Abdullah'ın bazı hadislerini de yazdığı kaydedilmektedir.
[30] Sezgin, a.e., I, 124.
[31] Sezgin, a.e., I. 125.
[32] Sezgin, a.e., I, 126.
[33] Sezgin, a.e., I, 126.
[34] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 15-21.
[35] Buhârî, Edeb, 35.
[36] Buhârî, Edeb, 80.
[37] Müslim, Taharet, 98.
[38] Müslim, Taharet, 99.
[39] Müslim, Taharet, 100.
[40] Ebu Davud, Taharet, 138.
[41] Tirmizî, Taharet, 112.
[42] Nesâî, Miyah, 2.
[43] Nesâî, Miyah, 2.
[44] Nesâî, Miyah, 2.
[45] Nesâî, Miyah, 2.
[46] Nesâî, Miyah, 2.
[47] Hatîb, el-Kifaye, s. 268.
[48] Hatîb, a.e., s. 265.
[49] Hatîb, a.e., s. 274.
[50] Hüseynî Haşira, Eimmetü'l-hadis, s. 122; Tehânevî,
Kavaid s 415.
[51] İbnü’s-Salah, Mukaddime, s.331; Iraki, et-Tabsıre. II,
168; Sehavî, Fethu'l-mugis,11, 212; Suyutî, Tedrîb, II, 98; San'anî, Tavdık,
II, 392.
[52] Serahsi, Usul, I, 356-357; Hatîb, el-Kifaye, s.
300-301.
[53] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 96; hadisi Tirmizî, İbn
Mace, İbn Hibban da rivayet etmişlerdir. Aynca bkz. Hatîb, el-Kifaye, s. 267.
[54] Hatîb, el-Kifaye, s. 267.
[55] Buhârî, Vudû', 75; Müslim ve başkaları da rivayet
etmiştir.
[56] Âmidî, el İhkâm, I, 284.
[57] Hatîb, el-Kifaye, s. 306.
[58] Hatîb, el-Kifaye, s. 302.
[59] Sehavî, Fethu'l-mugîs, II, 217.
[60] Sehavî, a.e., II, 217.
[61] Hatîb, el-Kifaye, s. 308.
[62] Hatîb, a.e., s. 309.
[63] Şafiî, er-Risale, s. 274.
[64] Âmidî, el-İhkam, I, 285.
[65] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 21-30.
[66] İbnü's-Salâh, Mukaddime, s. 212; İbn Kesir, İhtişam
ulami'l-hadis, s. 78; Irakî, et-Tebsıra, I, 261; Sehavî, Fethu'l-mugis, I, 334;
Suyutî, Tedrîb, I, 274. Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi Metodları,
Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 30.
[67] Belhî, Kabulü'l-ahbâr ve ma'rifetü'r-ricâl, vr. 9;
benzeri rivayet için ayrıca bkz. Hatîb, el-Kifaye, s. 425; el-Câmi, I, 117-118.
[68] Hakim, Ma'rife, s. 14.
[69] Müslim, Mukaddime, I, 10.
[70] el-Fetih: 48/29.
[71] Müslim, Mukaddime, I, 15.
[72] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 30-31.
[73] İbn Teymiyye, el-Münteka, s. 88.
[74] Hatîb, el-Kifaye, s. 202; Sibaî, es-Sünnetil ve
mekânetüha, s. 79.
[75] İbn Teymiyye, el-Münteka, s. 88.
[76] Ekrem Ziya Ömerî, Buhûs fi
târihi's-süttneti'l-müşerrefe, s. 26.
[77] Hatîb, el-Kifaye, s. 158; İbnü'l-Cevzî, el-Mevzuât, I,
38-39; İbn Hacer. Lisânü'l-Mizan, I, 10-11.
[78] Müslim, Mukaddime, I, 17-18; İbnü'l-Cevzî, a.e., I,
41.
[79] İbnü'l-Cevzi, a.e., I, 40.
[80] İbn Hibban, el-Mecruhîn, I, 161; İbnü'l-Cevzî, a.e.,
I, 41.
[81] İbnü'l-Cevzî, el-Mevzuat, I, 376.
[82] İbnü'l-Cevzî, a.e., I, 340.
[83] İbn Ebu'l-Hadid, Şerhu Nehci'l-belâga. I, 158-159.
[84] Şevkâni, el-Fevâidü'l-mecmua, s. 403.
[85] İbnü'l-Cevzi, a.e., II, 17.
[86] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 31-34.
[87] İbnü'l-Cevzi, a.e., I, 38.
[88] İbnü'l-Cevzi, a.e., I, 37.
[89] İbnü'l-Cevzi, a.e., I, 105.
[90] İbnü'l-Cevzi, a.e., I, 117.
[91] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 34-35.
[92] el-Hucurat, 49/13.
[93] İbn Arrak, Tenzihu'l-şerta, I, 137.
[94] Ali el-Karî, el-Esrarü'l-metfua, s. 464.
[95] Ali el-Karî, a.e., s. 465; Rivayette geçen Kantura,
İbrahim el-Halîl'in cariyesi olup ondan birçok çocuğu olmuştur. Türk ve
Çinlilerin de bunların soyundan olduğu söylenmektedir.
[96] Şevkânî, el-Fevaid, s. 417.
[97] İbn Arrak, Tenzihu'ş-Şeria, II, 30.
[98] İbn Arrak, a.e, II, 30.
[99] İbn Arrak, a.e., II, 30.
[100] İbn Arrak, a.e, II, 30.
[101] İbn Hacer, Lisanü'l-mizan, V, 288-289.
[102] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 35-36.
[103] Ali el-Karî, el-Esrârü'l-metfua, s. 58.
[104] Ali el-Karî, a.e., s. 57.
[105] el-İsra: 17/79.
[106] Ali el-Karî, a.g.e., s. 61.
[107] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 36-38.
[108] İbn Hibban, el-Mecruhîn, I, 66; İbnü'I-Cevzî,
el-Mevzuat, I, 42.
[109] İbn Hibban, el-Mecruhîn, I, 66; İbnü'l-Cevzî, a.e., I,
42
[110] Emir es-San'anî, Tavdîh, E, 94.
[111] İbnü'l-Kayyim, el-Menârü'l-münîf, s. 44.
[112] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 39-40.
[113] Îbnü's-Salâh, Mukaddime, s. 87-89.
[114] Semahı, el-Menhecü'l-hadis, s. 87.
[115] Suyutî, Tedrîb, I, 143.
[116] Emir es-San'ani Tavdih, I, 118.
[117] Emir es-San'anî, a.e., I, 118.
[118] Emir es-San’anî, a.e., I, 118.
[119] Emir es-San'anî, a.g.e., I, 119.
[120] Emir es-San'anî, a.e., I, 119.
[121] Emir es-San'anî, a.e., I, 119.
[122] Îbnü'l-Cevzi, el-Mevzuat, I, 46.
[123] Irakî, et-Takyîd, s. 23-24; krş. bk. Suyutî, Tedrîb,
I, 144.
[124] Irakî, a.e-, s. 24; Irakî, Makdisi'nin İbnü's-Salah'ın
vefat ettiği yıl öldüğüne de dikkat çekmiştir.
[125] Irakî, a.e, s. 24.
[126] Irakî, a.e., s. 24.
[127] Irakî, a.e., s. 24. Ayrıca bütün bunlar için bk.
Suyutî, Tedrîb, I, 144-145.
[128] Irakî, a.e., s. 24.
[129] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 40-47.
[130] Tîbî, el-Hulâsa, s.30.
[131] Müslim, Mukaddime, I, 14.
[132] Müslim, Mukaddime, I, 15.
[133] Şâftî, er-Risâle, s. 370-371.
[134] İbnü's-Salâh, Mukaddime, s. 173.
[135] Bulkinî, Mehasinü'l-Istılah, s. 174-176.
[136] Îbnü'l-Kayyim, el-Furüsiyye, s. 64.
[137] İbnü'l-Cevzî, el-Mevzuât, I, 99-100.
[138] İbnü'l-Cevzî, a.e., I, 105-106.
[139] Hatîb, el-Kifaye. s. 224.
[140] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 47-50.
[141] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 53-54.
[142] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 54.
[143] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 54-55.
[144] et-Talak: 65/1; Müslim, Talak, 46.
[145] İbn Hacer, Fethu'l-barî, IX, 389.
[146] et-Talak: 65/6.
[147] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 55-56.
[148] el-En'am: 6/164.
[149] Müslim, Cenaiz, 23.
[150] Müslim, Cenaiz, 27.
[151] Zerkeşî, et-İcabe, s. 103.
[152] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 56-57.
[153] Hâkim, el-Müstedrek, IV, 100.
[154] Zerkeşî, el-İcabe, s. 119.
[155] Zerkeşî, a.e., s. 120.
[156] Îbnü'l-Cevzî, el-Mevzuat, 3, 111.
[157] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 57-58.
[158] Tirmizî, Tefsir, 53.
[159] el-En'am: 6/103.
[160] Zerkeşî, el-İcabe, s. 95.
[161] et-Tekvir: 81/23.
[162] en-Necm: 53/13.
[163] el-En'am: 6/103.
[164] eş-Şura: 42/51.
[165] Zerkeşî, a.g.e., s. 95.
[166] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 58-59.
[167] el-Hadid: 57/22.
[168] Zerkeşî, a.g.e., s. 115.
[169] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 59-60.
[170] el-Mü'minun: 23/5-6.
[171] Zerkeşî, el-İcabe, s. 165.
[172] en-Nisa: 4/24.
[173] Taberi, Tefsir, V, 12.
[174] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 60-61.
[175] el-En'am: 6/145.
[176] Kurtubî, Tefsir, VII, 117.
[177] Müslim, Mukaddime, 1, 13.
[178] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 61.
[179] Kurtubî, Tefsir, VII, 118.
[180] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 62.
[181] Şevkânî, Neylü'l-evtar, VII. 359.
[182] Ebu Davud, Nikah, 39.
[183] en-Nahl: 16/ 44.
[184] en-Necm: 53/3.
[185] el-Maide: 5/38.
[186] Müslim, el-Hudud, 1.
[187] et-Talak: 65/1.
[188] Kurtubî, Tefsir, XVIII, 167.
[189] el-En'am: 6/169.
[190] Müslim, Selam, 116.
[191] el-En'am: 6/145.
[192] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 62-68.
[193] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 68-69.
[194] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 69-70.
[195] Müslim, Siyam, 7-5.
[196] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 70-71.
[197] Zerkeşî, el-İcabe, s. 78; benzeri rivayet için bk.
Müslim, Hayız, 88.
[198] Zerkeşî, el-İcabe, s. 145.
[199] Müslim, Hayz, 80-85.
[200] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 71-72.
[201] Müslim, Hayz, 59.
[202] Müslim, Hayz, 58. Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni,
Hadiste Metin Tenkidi Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 72-73.
[203] Zerkeşî, el-İcabe, s. 135, Bezzar'ın Müsnedimden
naklen; ayrıca bkz. Keşfii'l-Esrar
an zevaidi'l-Bezzar
li'l-Heysemi, II, 37; benzeri bir rivayet için bkz. Buhârî, Hac, 145.
[204] İbn Hacer şöyle nakletmektedir: Ya'kub b. Süfyan, Şa'bî'den
sahih senedle rivayet atiğine göre Zeyd b. Sabit hayvana binmek istedi. İbn
Abbas binmesi için hemen hayvanı tuttu. Bunun üzerine Zeyd: "Ey
Resûlullah'ın amcasının oğlu zahmet etme" dedi. İbn Abbas ise "hayır
biz alimlere ve büyüklere böyle davranırız" dedi. İbn Hacer, el-İsabe, II,
594.
[205] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 73-74.
[206] Zerkeşî, el-İcabe, s. 81.
[207] Hazimî, et-İ'tibar, s. 283.
[208] Zerkeşî, el-İcabe, s. 103; Benzeri lafızlarla rivayeti
için bkz. Buhârî, Hac, 143.
[209] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 74-75.
[210] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 75.
[211] Müslim, Cenaiz, 56.
[212] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 75-76.
[213] Darimi, Talak, 11.
[214] "Hamile olan kadınların iddeti
doğurmalarıdır" Talak: 65/4.
[215] Kurtubî, III, 175; Taberî, Tefsir, II, 512.
[216] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 76-77.
[217] Buharı, İsti'zan, 13.
[218] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 77-78.
[219] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 78.
[220] Müslim, Hac, 370.
[221] Zerkeşi, el-İcabe, s. 87.
[222] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 78-79.
[223] Buhârî, Salat, 99.
[224] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 79-80.
[225] Tirmizî, Hac, 24.
[226] Tirmizî, Hac, 24.
[227] Tirmizî, Hac, 23.
[228] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 80.
[229] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 81.
[230] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 82.
[231] Zemahşerî, el-Fâik fi garîbi'l-hadîs,l, 179.
[232] Metinde geçen kelimesi "sıcak su" demektir.
[233] Tirmizî, Taharet 58.
[234] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 82.
[235] Zerkeşî, el-İcâbe, s. 121-122.
[236] Abdülmecid Mahmûd, el-İtticâhâtü'l-fıkhiyye, s. 151.
Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi Metodları, Kitabevi
Yayınları, İstanbul 1997: 82.
[237] Müslim, Taharet 87.
[238] Âmidî, el-İhkâm, I, 263.
[239] Şevkânî, Neylü'l-evtâr, I, 314; Emir es-San'anî,
Sübülü's-selâm, I, 108.
[240] Emir es-San'anî, a.e., I, 108-109.
[241] Şevkânî, a.g.e., I, 207; Emir es-San'anî, a.e., I, 68.
[242] Müslim, Hudud 23.
[243] İbn Hacer, el-İsabe, V, 705.
[244] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 82-85.
[245] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 85.
[246] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 85-86.
[247] Müslim, Mesacid, 263-264.
[248] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 86-87.
[249] Müslim, Salâtü'l-müsafirîn. 294.
[250] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 87-88.
[251] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 88.
[252] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 88.
[253] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 88-89.
[254] Müslim, Hayz, 112.
[255] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 89-90.
[256] Müslim, Musâkat, 101.
[257] Müslim, Musâkat, 102.
[258] Tirmizî, Buyü, 24.
[259] Buhari, Muzaraa, 18. Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni,
Hadiste Metin Tenkidi Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 90-91.
[260] Buhârî, Muzaraa, 18.
[261] Buhârî, Muzaraa, 18.
[262] Ebu Dâvud, Buyü, 30.
[263] Müslim, Büyu, 108.
[264] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 91-92.
[265] Zerkeşî, el-İcâbe, s. 122.
[266] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 92-93.
[267] Müslim, Hac, 220.
[268] Müslim, Hac, 220. Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni,
Hadiste Metin Tenkidi Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 93-94.
[269] Ebu Davud, Cenaiz, 18.
[270] Zerkeşî, el-İcabe, s. 132.
[271] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 94-95.
[272] Sezgin, Tarihu't-turas. I, 87.
[273] Sezgin, a.e., I, 119-120.
[274] İbn Hacer, Hedyü's-sârî, s. 7. Misfir B. Gurmullah
Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997:
99-102.
[275] San'anî, Mevzuat, s. 64.
[276] EbuDâvûd, Sünne, 5.
[277] el-Haşr: 59/7.
[278] Şevkanî, el-Fevâidil'l-mecmua, s. 291.
[279] el-Hakka: 69/44-47.
[280] el-Haşr: 59/7.
[281] İbnü'l-Cevzî, el-Mevzuât, I, 284.
[282] el-Bakara: 2/217.
[283] Îbnü'l-Cevzî, a.e., T, 284.
[284] İbnü'l-Cevzî, a.e., III, 111.
[285] el-En’am: 6/164.
[286] İbnü'l-Cevzî, a.e., m, 111.
[287] el-A'raf: 7/187.
[288] Lokman: 31/34.
[289] Müslim, Sıfata 'l-münafikîn, 27.
[290] İbnü'l-Kayyim, el-Menâru'l-münîf, s. 84; Buhârî,
et-Târihu'l-kebîr, I, 413.
[291] İbnü'l-Kayyim, el-Menârü'l-münîf, s. 84.
[292] es-Secde: 32/4.
[293] İbnü'l-Kayyim, a.g.e., s. 70.
[294] el-Enbiya: 21/34.
[295] İbnü'l-Kayyim, a.g.e., s. 70.
[296] et-Tahrim: 66/10.
[297] İbn Kesir, Tefsir, IV, 393; Elbanî, Silsitetü'1-ehâdi
û'z-zaîfe, s. 326.
[298] en-Nisa: 4/48.
[299] Ali el-Karî, el-Mevzuatü'1-kübra, s. 213-214.
[300] en-Nisa: 4/66.
[301] Ali el-Karî, a.g.e., s. 180.
[302] Nuh: 71/1.
[303] el-A'raf: 7/65.
[304] el-A'raf: 7/73.
[305] Hud: 11/91.
[306] Ali el-Karî, a.g.e.. s. 250.
[307] Meryem: 19/12.
[308] Yusuf: 12/15.
[309] Ali el-Karî, a.g.e., s. 309-310.
[310] el-Bakara: 2/222.
[311] er-Rum: 30/45.
[312] Âl-i İmrân: 3/140.
[313] Ali el-Karî, a.g.e., s. 266.
[314] el-Fetih: 48/9.
[315] Elbanî, Silsiletü'l-ehadîsü'z'Zaîfe, s. 478-479.
[316] Bu nevi hadisler senedleriyle birlikte ileride
zikredilecektir.
[317] el-İsra: 17/15.
[318] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 24; İbn Hazm, el-İhkam,
I, 55 (Burada ravi isimlerinde eksiklik ve tahrif vardır).
[319] İbn Hazm, el-İhkam. I, 55.
[320] el-İsra: 17/93.
[321] el-En'am: 6/164.
[322] El-Müddessir: 74/38.
[323] el-En'am: 6/164.
[324] Fussilet: 41/46.
[325] Ebu Davut, Diyât, 2.
[326] Nesâî, Tahrîmü'd-dem, 29.
[327] el-Kehf: l8/49.
[328] İbn Kayyim, el-Furâsiyye, s. 64.
[329] İbn Kesir, Tefsir, II, 220.
[330] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 102-115.
[331] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 115-116.
[332] Feyyûmî, el-Misbâhu'l-münîr, s. 191.
[333] Hakim, Ma'rife s. 39-41; İbnü's-Salâh, Mukaddime, s.
208; İbn Kesîr, İhtisara Ulâmi'l-hadis, s. 73; Irakî, et-Tabsire, I, 246;
Sehavî, Fethu'l-mugîs, I, 226; Suyûtî, Tedrîb, I, 268; San'anî, Tavdîh, II, 50;
es-Semâhî, el-Menhecü'l-hadîs, s. 214-215.
[334] Hatîb, el-Kifâye, s. 285.
[335] Hatîb, el-Kifaye, s. 265-287. Bazı âlimler Ahmed b.
Hanbel'in manen rivayetin caiz olduğu görüşüne sahip olduğunu söylemektedir.
[336] Suyûtî, Tedrîb, l, 271.
[337] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 116-118.
[338] Sehavî, Fethu'l-mugîs, I. 227-228; San'anî, Tavdih,
II, 55.
[339] Sehavî, Fethu'l-mugis, I, 228; San'anî, Tavdih, II, 55-56.
[340] Nitekim Müslim'in, Abdullah b. Amr'dan rivayet ettiği
hadis de aynı anlamdadır, bk-Müslim, Taharet, 26.
[341] Buhârî, Itk, 5.
[342] Hakim, Ma'rife, s. 40-41; Suyutî, el-Medrec, vr. 2
(Kahire, Yazmalar Enstitüsü, nr. 417).
[343] Dârekutnî, el-İlzâmât, s. 183.
[344] Suyutî, el-Medrec, vr. 1.
[345] Hakim, Ma'rife, s. 39-40; Suyutî, el-Medrec, vr. 1.
[346] Beyhakî'nin müdrec olduğuna dair görüşünü daha önce
Hakim en-Nisaburî ifade etmişti. Hatîb el-Bağdâdî de aynı kanaattedir. Nevevî
ise, el-Hulasa isimli eserde "onun müdrec olduğunda hadis âlimleri ittifak
etmişlerdir" demektedir. Bkz. Emir es-San'anî, Tavdîh, D, 54.
[347] Dârekutnî, Sünen, I, 148.
[348] Suyutî, el-Medrec, vr. 1; Tedrîb, I, 271.
[349] Sehavî, Fethu'î-ntugts, I, 228-229; Emir es-San'anî,
Tavdîh (hâşiyetü'l-muhakkık), II, 53.
[350] Suyutî. el-Medrec. vr. 4.
[351] Suyûtî, Tedrîb, I, 269.
[352] Tirmizî. Siyer, 47.
[353] Emir es-San'anî, Tavdih, ll, 63.
[354] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 118-123.
[355] Suyutî, Tedrîb, l, 262.
[356] İbnü's-Salâh, Mukaddime, s. 204.
[357] İbnü's-Salâh, Mukaddime, s. 204; Tîbî, el-Hulâsa, s.
76; Irakî, et-Takyid, s. 124; İbn Hacer, Şerhu Nuhbe, s. 22; Sehavî,
Fethu'l-mugîs, I, 221; Suyutî, Tedrîb, I, 262; Zekeriyya el-Ensarî.
Fethu'lbakî, I, 240; Emir es San'anî, Tavdih, II, 34.
[358] İbnü's-Salâh, Mukaddime, s. 205.
[359] Sehavî, Fethu'l-mugîs, l, 225.
[360] Irakî, et-Tebsim, I, 244-245.
[361] Suyûtî, Tedrîb, I, 266-267.
[362] Suyutî, a.e.. I, 257.
[363] İbn Hazm, et-Muhalla. XI. 46: Suyutî. Tedtrîb. 1. 267:
Hadisi Buharî ve Müslim rivayet etmiştir.
[364] Suyutî, Tedrib, I. 267.
[365] el-Bakara: 2/177.
[366] Tirmizî. Zekat, 27.
[367] İbn Mace, Zekat. 3.
[368] Süyutî, Tedrih, I, 267.
[369] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 123-128.
[370] İbnü's-Salâh, Mukaddime, s. 216; İbn Kesir, İhtişam
ulumi'l-hadîs, s. 87; Irakî, et-Tebsıra, I, 282; Sehavî, Fethu'l-mugîs, I, 253;
Suyutî, Tedrîb, I, 291; Emir es-San'anî, Tavdih, n, 98.
[371] Bir önceki dipnottaki kaynaklara bakılabilir.
[372] Emir es-San'anî, Tavdih, II, 98.
[373] Emir es-San'anî, a.e., II, 98-101 (muhakkikin
haşiyesi).
[374] Müslim, Zekat, 91.
[375] Buhârî, Zekat, 16.
[376] Söz konusu hadisi Müslim'de bu lafızlarla bulamadım.
[377] Kaf: 50/30.
[378] Buhârî, Tefsir, 282, Sure, 50. Buhârî'nin Mısır
baskısında rivayet bu şekilde değildir. San'anî'nin nüshasında bu şekildedir.
Bilindiği gibi Buhârî'nin Sahih’i, nüshaları arasında ihtilaf en çok olan
kitaplardan biridir.
[379] el-İsra: 17/15.
[380] el-Kehf: 18/49.
[381] Emir es-San'anî, Tavdih, II, 106-107.
[382] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 128-131.
[383] Askerî, Şerhu mâ yekau fıhi't-tashif, s. 1.
[384] İbn Hacer, Şerhu Nuhbe, s. 22.
[385] Îbnü's-Salâh, Mukaddime, s. 411.
[386] Emir es-San'anî, Tavdih, II, 422.
[387] İbnü's-Salâh, Mukaddime, s. 412.
[388] İbnü's-Salâh, a.e., s. 411.
[389] Hâkim, Ma'rife. s. 148.
[390] Sehavî, Fethu'l-mugîs, III, 68; hadisi Ahmed,
Taberanî, Hatîb ve başkaları rivayet etmiştir.
[391] Îbnü's-Salâh, Mukaddime, s. 410.
[392] Sehavî, Fethu'l-mugîs, III, 70.
[393] Tahavî, Şerhu meâni'l-âsâr, II, 63.
[394] Müslim, Siyam, 92.
[395] Askerî, Şerhu mâ yekau, s. 1-2.
[396] İbnü's-Salâh, Mukaddime, s. 397-398.
[397] Hatîb, el-Kifaye, s. 374.
[398] Hatîb, a.e., s. 375;
kelimesi "yersin" anlamındadır. Bk. Zemahşerî, el-Fâik, III, 24.
[399] Suyutî, Tedrîb, ll, 106.
[400] Hatîb, el-Kifaye, s. 375; Feyyumî, el-Misbahu'l-münîr,
s. 197.
[401] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 131-137.
[402] Hâkim, Ma'rife, s. 130; İbnü's-Salâh, Mukaddime, s.
185; İbn Kesir, İhtisaru Ulumi'l-hadis, s. 61; İbn Receb, Şerha Ret, s. 310;
Irakî, et-Tabsira, I, 211; Sehavî, Fethu'l-mugîs, I, 119; Suyutî, Tedrib, I,
245; Tehanevî, Kavaid, s. 118 vd.
[403] Hatîb, el-Kifaye, s. 597.
[404] Hatîb, el-Kifaye, s. 597; Suyutî, Tedrîb, I, 245;
Sehavî, Fethu'l-mugîs, I, 199.
[405] Hatîb, el-Kifaye, s. 598.
[406] Hatib, a.e., s. 600.
[407] Îbnü's-Salâh, Mukaddime, s. 186.
[408] Hakim, Ma'rife, s. 119; İbnü's-Salâh, a.g.e., s. 173;
Emir es-San'anî, Tavdih, I, 377.
[409] İbn Receb, Şerhu İlel, s. 309.
[410] Hatîb, el-Kifaye, s. 582; İbn Receb, Şerhu İlel, s.
312.
[411] İbn Receb, Şerhu İlel, s. 312.
[412] İbn Receb, a.e., s. 315-316.
[413] İbn Receb, a.e., s. 312.
[414] İbn Hacer, Şerhu Nuhbe, s. 13.
[415] İbn Receb, Şerhu İlel, s. 315-317.
[416] İbnü's-Salâh, Mukaddime, s. 82.
[417] Hakim, Ma'rife, s. 119.
[418] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 137-142.
[419] Suyûtî, Tedrib, II, 179 vd. Bu görüş İbn Hibban'a
aittir.
[420] İbn Hibban, el-Mecrûhin, II, 152.
[421] Îbnü'l-Cevzî, el-Mevzâât, I, 348-355.
[422] Ali el-Kârî, el-Esrârü'l-merfüa, s. 118.
[423] Suyûtî, Tedrib. II, 196.
[424] Hatîb, et-Kifâye, s. 607.
[425] el-Hicr: 15/9.
[426] el-Mâide: 5/3.
[427] el-İsrâ: 17/15.
[428] Abdülmecid Mahmûd, Ebû Cafer et-Tahavî ve
eseruhufi'l-hadîs, s. 265-276.
[429] Abdülmecid Mahmûd, a.e., s. 265-276.
[430] Hazımî. el-İ'tibar, s. 25-30; İbnü's-Salâh, Mukaddime,
s. 414; Irakî, et-Tebsıra, TL, 302; Suyûtî, Tedrîb, D, 198.
[431] Hakim, Marife, s. 119; İbnü's-Salâh, a.e.. s. 173.
[432] İbnü's-Salâh, Mukaddime, s. 179.
[433] Aksine ona münker denilir.
[434] Hâkim, Ma'rifetü ulûmi'l-hadîs, s. 119.
[435] Hâkim, a.e., s. 120.
[436] Bu hadisi Zehebî Mîzânü’l-i'tidât, II, 2I3'te
zikrettikten sonra, onu Tirmizî'nin rivayet ettiğini kaydetmiştir.
[437] Zehebî, a.e., II, 213.
[438] el-Bakara: 2/238.
[439] Âl-i İmrân: 3/133.
[440] Hazimî, el-İtihâr, s. 41; Hatîb, el-Kifâye, s. 608;
Suyûtî, Tedrîb, II, 202; eş-Şâfiî, er-Risâle, s. 216.
[441] Tirmizî, Nikah, 14.
[442] Tirmizî, Nikah, 14.
[443] Hazimî, a.e., s. 41; Hatîb, el-Kifâye, s. 608; Suyûtî,
Tedrîb, II, 203; er-Risâle, s. 217.
[444] Hazimî, a.e., s. 42; Suyûtî, Tedrîb, E, 202.
[445] Hazimî, a.e., s. 42; Suyûtî, Tedrîb, M, 202.
[446] Tirmizî, Zekât, 4.
[447] Tirmizî, Hudûd, 1.
[448] Hazimî, el-tübar, s. 43; Suyûtî, Tedrîb, II, 201.
[449] Buhârî, Cihad, 149.
[450] Buhârî, Cihad, 147.
[451] Hazimî, el-İ'tibar, s. 44; Suyûtî, Tedrîb, ll, 201.
[452] Hazimî, el-İ'tibar, s. 44; Suyûtî, Tedrîb, ll, 201.
[453] Hazimî, a.e., s. 48; Suyûtî, Tedrîb, II, 202. Bu hadis
zayıftır.
[454] Bu konu hakkında üçüncü bolümde daha geniş bilgi
verilecektir.
[455] Hazimî, sika kişinin ilavesinin makbul olduğunu
söylemekte ise de, genel kanaat böyle değildir. Biz bu konuda âlimlerin
görüşlerini daha önce geniş bir şekilde açıkladık.
[456] Hazimî, el-İtibar, s. 46; Suyûtî, Tedrîb, II, 202.
[457] Hazimî, el-İ'tibar, s. 37; Suyûtî, Tedrîb, II, 200.
[458] Hazimt el-İ'tibar, s. 37: Suyûtî, Tedrîb, II, 200.
Müellifin verdiği bu örnek, muztarip rivayetten daha çok 9. sebepte zikredilen
sika râvinin ziyade rivayetinin tercih edilmesi ile ilgili olduğu
görülmekledir. M.
[459] Tirmizî, Zekat, 7.
[460] Tirmizî, Zekat, 14.
[461] Tirmizî, Zekat, 7.
[462] Tirmizî, Zekat, 3.
[463] Hazimî, el-İ'tibar, s. 47; Suyûtî, Tedrîb, n, 202.
[464] Tirmizî, Taharet. 70.
[465] Hazimî, a.e., s. 45-46; Suyûtî, a.e., ll, 202.
[466] Buhârî, Buyû, 42.
[467] Buhârî, Buyû, 47.
[468] Hazimî, el-İ'tibar, s. 44; Suyûtî, Tedrîb, II, 212.
[469] Emir es-San'anî, Sübülü's-selâm, I, 103-104.
[470] Hazimî, el-İ'tibar, s. 43; Hatîb, el-Kifâye, s. 610;
Suyûtî, Tedrîb, II. 202.
[471] Hazimî, a.e., s. 44; Suyûtî, a.e.. II, 201.
[472] Hazimî, a.e., s. 45; Suyûtî, a.e., II, 201.
[473] Hazimî, a.e.,
s. 46; Suyûtî, a.e., II, 202.
[474] Hazimî, a.e., s. 47-48; Suyûtî, a.e., ll, 202.
[475] Hazimî, a.e., s. 47-48; Suyûtî, a.e., II, 202.
[476] Hazimî, a.e-, 48-49.
[477] Hatîb, el-Kifâye, 608, 612; Hazimî, a.e., 29-49;
Suyûtî, Tedrîb, II, 198-202. Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin
Tenkidi Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 142-158.
[478] Söz konusu rivayette istenen diğer iki şey ise:
Muaviye'yi vahiy kâtibi yapması ve kendisine emirlik vermesidir. M. Müslim,
Fedâilü's-sahabe, 168.
[479] Emir es-San'anî, Tavdih, I, 129-130.
[480] Müslim, Hac, 147.
[481] Müslim, Hac, 335.
[482] Kevserî, Haşiye alâ şurûti’l-eimme, s. 82.
[483] Müslim, İman, 262.
[484] Tirmizî, Edeb. 70.
[485] Tirmizî, Edeb, 70.
[486] İbn Kayyim, Zâdül-meâd, II, 157.
[487] Buhârî, Fedâilü's-sahabe, 30.
[488] Bu haberin senedinde yer alan Ali b. Zeyd b. Ced'ân
zayıftır.
[489] İbn Kayyim. Zâdü'l-meâd, II, 116.
[490] İbn Hacer, elîsâbe, VIII, 206-210.
[491] Buhârî, Kitâbü'l-meğâzi 34.
[492] İbn Kayyim, Zâdü'l-meâd, II 115.
[493] İbn Kayyim, a.e., II, 115.
[494] İbn Kayyim, a.e., II, 115-116.
[495] Ebu Gudde, Haşiye ale'l-Menâri'l-münîf, s. 103.
[496] Ebu Gudde, a.e., s. 105.
[497] İbn Kayyım, el-Menârü'l-münîf, s. 102-105. İbn Kayyim
bu tenkitlerini. 10 madde halinde sıralamıştır. Biz burada bir kısmını
zikrettik. Diğerleri için söz konusu kaynağa bakılabilir.
[498] Metinde geçen kelimesi kıvılcım çıkaran beyaz taş
anlamındadır. Ancak ben bu uydurmacının bunu hangi amaçla uydurduğunu
anlayamadım.
[499] İbnü'l-Cevzî, el-Mevzûât, II, 251.
[500] İbnü'l-Cevzî, a.e., II, 251.
[501] İbnü'I-Cevzî, a.e., ll, 8.
[502] İbnü'I-Cevzî, a.e., II, 8.
[503] İbn Hacer, el-İsâbe, Vlll, 296.
[504] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 158-167.
[505] Bu hadisin metni biraz sonra verilecek.
[506] İbn Kayyim, el-Menârü'l-münîf, s. 63.
[507] İbn Kayyim, a.e., s. 62.
[508] İbn Kayyim, a.e., s. 62.
[509] İbn Kayyim, a.e., s. 62.
[510] İbn Kayyim, a.e., s. 63.
[511] İbn Hibban, el-Mecrühîn, ll, 83.
[512] İbn Hacer, Takrîbu't-tehzîb, ll, 55.
[513] bk. Ebu Gudde, Haşiye ale'l-Menâri'l-münîf, s. 63
(Heysemî, ez-Zevâid, VIll, 47 ile el-Münâvî, Feyzu'l-kadir, I, 312'den naklen).
[514] Suyûtî, el-Leâliü'l-masnüa, lI, 81.
[515] Ebu Gudde, Haşiye ate'l-Menâri'l-münîf, s. 63.
[516] İbn Kayyim, el-Menârü'l-münîf, s. 101-102.
[517] A.g.e., s. 54.
[518] A.g.e., s. 55.
[519] A.g.e., s. 64.
[520] A.g.e., s. 51.
[521] A.g.e., s. 51-52.
[522] A.g.e., s. 52.
[523] Ali el-Kârî, el-Mevzûâtü'l-kübrâ, s. 219.
[524] Elbanî, Silsiletü'l-ehâdîsi'z-zaîfe, I, 167.
[525] İbnü’l-Cevzî, el-Mevzûât, m, 15.
[526] Ali el-Kârî, a.e., s. 219.
[527] el-Elbânî, a.e., I, 167.
[528] İbnü'l-Cevzî, el-Mevzüât, III, 15.
[529] A.g.e., I, 239-240.
[530] İbn Kayyım, el-Menârü'l-münif, s. 114.
[531] İbnü'l-Cevzî, a.g.e., I, 240.
[532] İbn Kayyım, et-Menârü'l-münif, s. 113.
[533] ez-Zümer: 39/63.
[534] İbnü'l-Cevzî, el-Mevzûât, 1, 145.
[535] A.g.e., I, 145.
[536] A.g.e., III,
117.
[537] A.g.e., III,
117.
[538] Ali el-Kârî, el-Mevzûât, s. 388.
[539] A.g.e., s. 389.
[540] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 167-175.
[541] İbnü'l-Cevzî, el-Mevzâât, III, lll.
[542] A.g.e., III, 111.
[543] A.g.e., III, 111; el-Elbânî,
Silsiletü'l-ehâdîsi'z-zaîfe, I, 47.
[544] en-Necm: 53/39.
[545] el-Elbânî, a.e., I, 47-48.
[546] Müslim, "Hac", 126.
[547] İbnu'l-Cevzî, el-Mevzuât. ll, 112.
[548] A.g.e., II,
112.
[549] A.g.e., II,
89.
[550] İbn Kayyyim, el-Menârü'l-münif s. 50-51.
[551] A.y.
[552] el-Elhânî, Silsiletü'l-ehâdisi'z-zaîfe, l, 161.
[553] el-Elbânî. a.e., I, 161.
[554] el-Elbânî, a.e., I, 158.
[555] el-Elbânî, a.e., I, 159-160.
[556] İbnü'I-Cevzî, el-Mevzliât, III, 52.
[557] A.e., II,
245.
[558] A.e., II,
245.
[559] A.g.e., IV,
248.
[560] el-Elbânî, Silsiletü'l-ehâdîsi'z-zaîfe, I, 318.
[561] el-Elbânî, a.e., I, 318.
[562] Ali el-Kârî, el-Mevzûatü'l-kübrâ, s. 226.
[563] Âli İmrân: 3/178.
[564] Ali el-Kârî, el-Mevzûatü'l-kübrâ, s. 226.
[565] el-Hucurat: 49/13.
[566] Ali el-Kârî, a.e., s. 23!.
[567] A.y.
[568] İbn Kayyim, el-Menârü'l-münîf, s. 101.
[569] A.g.e., s. 101.
[570] el-Elbânî, Silsiletü ehâdîsi'z-zaîfe, II, 157-158.
[571] Ali el-Kârî, el-Mevzutü'l-kübrâ, s. 173.
[572] A.g.e., s. 174.
[573] İbnü'l-Cevzî, el-Mevzuât, I, 114.
[574] A.y.
[575] İbnü'l-Cevzî, a.e., I, 122.
[576] A.y.
[577] A.g.e., I, 125.
[578] A.g.e., I, 125.
[579] Ali el-Kârî, el-Mevzûatü'l-kübrâ, s. 288.
[580] A.y.
[581] el-Elbânî, Silsiletü ehadisi'z-zaîfe, I, 56.
[582] el-Elbânî, a.e., I, 56.
[583] Ali el-Kâri, el-Mevzâatü'l-kübrâ, s. 356.
[584] Ali el-Kârî, a.e., s. 356.
[585] el-Elbânî, a.e.. I, 186.
[586] Buhârî, Vasaya, 8.
[587] el-Elbânî, a.e.. I, 186.
[588] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 175-185.
[589] Îbnü'l-Cevzî, el-Mevzûât; l, 105.
[590] A.g.e., I, 105.
[591] Süyûtî, el-Leâliü'l-masnâa, I, 3.
[592] İbn Arrak, Tenzîhü'ş-şerîa, I, 134.
[593] İbnü'l-Cevzî, el-Mevzûât, I. 105-106.
[594] Araplar'da erkeklerin giydiği entariye benzer bir
giysi.
[595] İbnü'l-Cevzî, a.e., I, 125.
[596] A.g.e, I, 125.
[597] İbn Kayyim, et-Menârü'l-münîf, s. 78.
[598] İbn Kayyim. a.e., s. 78.
[599] el-Elbânî, Silsiletü'l-ehâdîsi'z-zaîfe, l. 307.
[600] el-Elbânî, Silsiletü'l-ehâdîsi'z-zaîfe, I, 307-308.
[601] İbn Kayyim, el-Menâra'l-münif, s. 76-77.
[602] İbn Kayyim, a.e., s. 79-80.
[603] A.g.e., s. 78.
[604] Ali el-Kârî, et-Mevzûatü'l-kübrâ, s. 279.
[605] Ali el-Kârî, a.e., s. 279.
[606] A.g.e., s. 280.
[607] Îbnü'l-Cevzî, el-Mevzûât, I, 412.
[608] A.g.e., I, 414.
[609] el-Elbânî, Silsiletü'l-ehâdîsi'z-zaîfe, I, 324.
[610] A.g.e., I, 324.
[611] A.g.e., I, 325.
[612] A.g.e., I.
325.
[613] Sad: 38/34.
[614] İbnü'l-Cevzî, el-Mevzuât, III, 217-218.
[615] İbnü'l-Cevzî, a.e., m, 217-218.
[616] İbn Kayyim, el-Menârü'l-münîf, s. 57.
[617] A.g.e., s. 57.
[618] İbn Kayyim, a.e., s. 109; İbnü'l-Cevzî. el-Mevzuât,
III, 192.
[619] İbnü'l-Cevzî, a.e., III, 192.
[620] İbn Kayyım, el-Menârü'l-münîf, s. 109.
[621] Süyûtî, el-Leâliu'l-masnâa, II, 389.
[622] İbn Arrak, Tenzîhü'ş-şerîa, II, 345.
[623] İbnü'l-Cevzî, el-Mevzuât, III, 192.
[624] A.g.e., III,
193.
[625] A.g.e., III,
193.
[626] İbn Kayyim, et-Menârü'l-münîf, s. 109.
[627] A.g.e., s. 109.
[628] İbnü'l-Cevzî, el-Mevzüât, I, 355.
[629] Ebû Gudde, Haşiye ale'l-Menâri'l-münîf, s. 58.
[630] İbnü'l-Cevzî. el-Mevzûât, I, 357.
[631] Ebû Gudde. a.e., s. 58.
[632] Buhâri, Müslim ve diğerlerinin rivayetlerine göre
Resûlullah Ahzab savaşında şöyle demiştir: Allah evlerini ve mezarlarını ateşle
doldursun; bizi güneş batıncaya kadar orta namazından alıkoydular. M. Fuad
Abdillhâkî, et-Lü'lüü ve'l-mercân. I, 123.
[633] Hadisi Ebû Dâvûd, Ebû Hureyre'den (Ebû Dâvûd, Salat,
11); Nesâî, Ebû Meryem'den (Nesâî, Mevâkit, 51; Leyl, 32); Ahmed b. Hanbel, Amr
b. Ümeyye ve İmran b. Husayn'dan (Müsned, IV, 139, 431, 444; V, 287) rivayet
etmişlerdir.
[634] İbnü'l-Cevzî bu rivayeti Mevzuat'ında üç tarikle
zikretmektedir: Birinci tarikte Ahmed b. Davud vardır. Dârekutnî bu zatın
hadislerine itibar edilmediğini (metruk) ve yalancı (kezzâb) olduğunu
söylemiştir. Ayrıca bu tarikte Ammar b. Matar vardır ki, İbn Adiy onun
hadisleri alınmayan (metruku'l-hadis); İbn Hibban ise uydurma hadis rivayet
eden biri olduğunu söylemişlerdir. İkinci tarikte İbn Ukde bulunmaktadır. Bu
şahıs sahabeye dil uzatan bir rafizîdir. Üçüncü tarîkte bulunan Davud b.
Ferahic hakkında Şu'be "zayıftır" demiştir, bkz. el-Mevzûât, I,
356-357.
[635] Müslim, Selam, 43.
[636] Ali Hasbullah, Usülü't-teşrîi'l-İslâmî, s. 73-74.
[637] el-Mâide: 5/67.
[638] Ali Hasbullah, a.e., s. 72.
[639] el-Furkan: 25/8-9.
[640] Ali Hasbullah, a.e., s. 73.
[641] İbn Kayyim, Zadü'l-meâd, III, 104-105; Ali Hasbullah.
a.e., s. 72-73.
[642] Ali Hasbullah, a.e., s. 72-73.
[643] Ali Hasbullah, a.e., s. 73.
[644] Ali Hasbullah, a.e., s. 74.
[645] Kasımî, Kavâidü't-tahdîs, s. 184.
[646] Aclûnî, Keşfu'l-hafâ, s. 9.
[647] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 185-201.
[648] Goldziher, el-Akîde ve'ş-şerîa, s. 45.
[649] Goldziher, a.e., s. 41-42.
[650] Goldziher, a.e.. s. 41-42.
[651] Ahmed Emin, Zuhrü'l-İslâm, s. 130.
[652] Ahmed Emin, a.e., s. 130.
[653] Medine'de yetişen kaliteli hurma türlerinden biri.
[654] Ahmed Emin, Zuhrü'l-İslâm, s. 130-131.
[655] İbnü'l-Cevzî, et-Mevzüât, I, 183.
[656] İbn Hibban, el-Mecrûhîn, II, 39; Söz konusu ravi
Afrika kadısı olup, tam ismi Abdullah b. Amr b. Ğanaim'dir. Bu rivayeti
İbnü'l-Cevzî, el-Mevzûât'ında (I, 183) zikretmiştir.
[657] ed-Dârekutnî, el-İlzamat, s. 73-74.
[658] ed-Dârekutnî, a.e., s. 145.
[659] Müellifin, İlletin sadece senette bulunduğu tarzındaki
bu görüşü doğru değildir.
[660] Îbnü's-Salâh, Mukaddime, s. 91.
[661] Tirmizî'nin, müellifin söz konusu ettiği bu eser, her
ne kadar ismi "el-İlel" ise de, sonuç itibariyle kendisine ait
el-Câmi'i tanıtan bir mukaddime ve genel olarak hadis usulünden bahseden bir
bölümdür. Müellifin iddia ettiği gibi bir ilel kitabı değildir. Tirmizî'nin
ilel konusundaki asıl eseri el-İlelü'1-kebîr'idir. M.
[662] el-En'am: 6/116.
[663] İbn Kayyım, el-Menarü'l-münîf, s. 116-117; Sıbâî,
es-Sünne ve mekânetühâ fi't-teşrî', s. 79-80.
[664] İbn Kayyim, a.e., s. 116-117.
[665] İbn Kayyim, a.e., s. 116.
[666] İbn Kayyim, a.e, s. 116.
[667] İbnü's-Salah, Mukaddime, s. 113.
[668] Nevevî, et-Takrib, s. 6.
[669] Tîbî, el-Hulasa, s.43.
[670] İbn Kayyim, el-Furusiyye, s. 64.
[671] İbn Kesîr, İhtişam ulumi'l-hadis, s. 43.
[672] Irakî, et-Tebsıra, I, 107; Sehâvî, Fethu'lmuğis, I,
62.
[673] Sehâvî, Fethü'l-muğîs, I, 62.
[674] Suyûtî, Tedrîb,l, 161.
[675] Zekeriyya el-Fusârî, Felhu'l-bâki, l, 107.
[676] Emir es-San'anî, Tavdîh, I, 234.
[677] Hâkim, Ma'rife, s, 119-120.
[678] Zehebî, Mizânü'l-İ'tidal, II, 213.
[679] Zehebî, a.e., I, 621.
[680] Hâkim, el-Müstedrek, I, 316.
[681] Hatîb, Târihu Bağdad, XIV, 36.
[682] İbnü'l-Cevzî, el-Afevzâât, I, 311.
[683] "an" sigası ile ilgili geniş bilgi için bk.
Koçyiğit, Hadis Terimleri Sözlüğü, s. 38; Yücel, Hadis Istılahlarının Doğuşu ve
Gelişimi, s. 92-93.
[684] İbnü'l-Cevzî, a.e., M, 192.
[685] Ebu Gudde, Hâşiyetü'l-menâri'l-münif, s. 58.
[686] Ebu Gudde, a.e., s. 58.
[687] İbn Kayyim, el-Menârü'l-manîf, s. 57-58.
[688] İbn Kayyim, el-Menârü'l-münîf, s. 57-85; ayrıca bk.
Muhakkikin dipnotu, s. 63.
[689] İbn Kayyim, a.e., s. 51.
[690] Buhârî, Büyu, 34.
[691] Buhârî, Şurut 4.
[692] Müslim, Hac, 388.
[693] Müslim, Hac, 389.
[694] Müslim, Hac, 395.
[695] Müslim, Hac, 396.
[696] Müslim, Sahih'inda mukaddimesinde şöyle demektedir:
Kitabımızda diğerlerinden daha kusursuz ve ravileri daha güvenilir kimseler
olan rivayetleri ilk sıraya aldık. İsnadında hafızası zayıf ve dikkatsiz
kimselerin ravilerin bulunduğu rivayetleri ise ikinci sırada naklettik. I, 5.
[697] Müellifin burada Müslim'in hadisleri sıralama
konusundaki tercihinde sıhhat hususunu esas almasını tespiti doğru olmakla
birlikte bab başlıkları ile ilgili bilgi doğrudeğildir. Zira bilindiği üzere,
Müslim'in bab başlıklarını kendisi değil, sarihlerinden Nevevî koymuştur. M.
[698] Müslim, Hac, 393.
[699] Müslim, Hac, 147.
[700] Müslim, Hac, 335.
[701] Müslim, Hac, 336.
[702] Hizimî, Şurutu'l-elmmeti'l-hamse, s. 82.
[703] Müslim, Cihad, 69.
[704] Buhârî, Megazî, 30.
[705] Katîb, Târihti Bağdad, II. 11.
[706] Bu sened "bize (Müslim'de bana) Abdullah b.
Muhammed b. Esma, onlara Cüveyre b. Esma Nafi'den o da İbn Ömer'den rivayet
ederek haber verdi", tarzındadır.
[707] Müslim, Fedâitü's-sahabe, 168.
[708] Nevevî, Şerhu Sahihi Müslim, XVI, 63; Halife b.
Hayyat, Tarih, I, 46.
[709] Nevevî, Şerhu Sahihi Müslim, XVI, 63.
[710] Nevevî, Şerhu Sahihi Müslim, XVI, 63; Emir es-San'anî,
Tavdîh, I, 129-130.
[711] Nevevî, Şerhu Sahihi Müslim, XVI, 63-64.
[712] Nevevî, Şerhu Sahihi Müslim, XVI, 64.
[713] Emir es-San'anî, Tavdîh, I, 129; Bu te'vili yapan kişi
h. 840 yılında vefat etmiş olan Yemenli Vezir Muhammed b. İbrahim
es-San'anî'dir.
[714] Müslim, Sıfatü'l-münafıkîn, 27.
[715] Buhârî, Tevhid, 37; Müslim, İman, 262.
[716] Emir es-San'anî, Tavdîh, I, 130.
[717] Emir es-San'anî, a.e., I, 130.
[718] Müslim, Kusûf, 1-7.
[719] Îbnü'l-Cevzî, el-Mevzûât, I, 99-100. Misfir B.
Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi Metodları, Kitabevi Yayınları,
İstanbul 1997: 201-223.
[720] Ebu Zehra, Ebu Hanife, s. 105.
[721] İbn Kayyim, İ'lâmü'l-mavakkiin, I, 86.
[722] İbn Kayyım, İ'lâmü'l-muvakkiîn, I, 67.
[723] İbn Kayyım, İ'lâmü'l-muvakkiîn, I, 67-69.
[724] İnsanların fiillerinin tamamıyla kendilerine ait
olduğunu ve bunda Allah'ın herhangi bir tesiri bulunmadığını iddia eden mezhep.
M.
[725] Ebu Zehra, Ebu Hanife, s. 107.
[726] Ebu Zehra, a.e., s. 109.
[727] Ebu Zehra, a.e., s. 109-110.
[728] Ebu Hanife, el-Âlim ve'l-muteallim, s. 22.
[729] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 227-230.
[730] en-Nahl: 16/44.
[731] Şatıbî, el-Muvafakât, IV. 12.
[732] Şafiî, er-Risâle, s. 91-92; İbn Kayyim,
İ'lâmü'l-muvakkiîn, II, 307.
[733] Ali Hasbullah, Usûlü't-teşrii'l-İslâmî, s. 46.
[734] Şafiî, er-Risâle, s. 91-92; İbn Kayyim, a.g.e., II,
307.
[735] Şafiî, er-Risâle, s. 91-92; İbn Kayyim, a.g.e., II,
307.
[736] Ali Hasbullah, a.g.e, s. 47.
[737] Şafiî, a.g.e., s. 92; İbn Kayyim, a.g.e., II, 307.
[738] İbn Hazm, el-İhkam, I, 88.
[739] İbn Hazm, a.e., I, 87.
[740] el-Maide: 5/92.
[741] Ebû Dâvûd, Sünne, 5; İbn Mace, Mukaddime, 2; Darimî,
Mukaddime, 49
[742] Süyûtî, Miftâhu'l-cenne, s. 5-6.
[743] Süyûtî, Miftâhu'l-cenne, s. 5-6.
[744] Süyûtî, a.e., s. 9; ayrıca bk. Abdülmecid Mahmud,
el-İtticâhâtü'l-fıkhiyye, s. 213-215.
[745] en-Nahl: 16/44.
[746] Şatıbî, et-Muvafakât, IV, 12.
[747] Şatıbî, a.e., IV, 13.
[748] eI-Kalem: 68/ 4.
[749] Şatıbî, el-Muvafakât, IV, 12-13.
[750] Şatıbî, a.e., IV, 13.
[751] Abdülmecid Mahmud, el-İtticâhâtü'l-fıkhiyye, s. 216;
Süyûtî, Miftâhü'l-cenne, s. 16.
[752] Şâfii, er-Risâle, s. 104-105.
[753] Ali Hasbullah, Usûlü't-teşrii'l-İslâmî, s. 48.
[754] Ali Hasbullah, a.e., s. 48; Şatıbî, el-Muvafakât, IV,
32-43.
[755] Ali Hasbullah, a.g.e., s. 49; ayrıca bk. Şatıbî,
el-Muvafakât, IV, 33; Abdülmecid Mahmud, el-hticâhâtü'l-fıkhiyye, s. 217-218.
[756] Şatıbî, el-Muvafakât, IV, 48.
[757] Şatıbî, el-Muvafakât, IV, 52.
[758] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 230-235.
[759] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 235.
[760] Âmidî, el-'İhkâm, I, 234; Gazzâlî, el-Mustasfâ, I,
145.
[761] Abdülaziz el-Buhârî. Keşfü'l-esrar, II, 370.
[762] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 235-236.
[763] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, II, 371; İbn Hazm,
el-İhkâm, I, 107; ayrıca bk. Âmidî, el-İhkâm, I, 234; Al-i Teymiyye,
el-Musevvede, s. 238; Gazzâlî, el-Mustasfâ, I, 145; Karafî, Şerhu
Tenkihi'l-fusûl, s. 357.
[764] Abdülaziz el-Buhârî, a.g.e., II, 370 ve diğer
kaynaklar.
[765] Abdülaziz el-Buhârî, a.g.e., II, 377.
[766] el-İsra: 17/36.
[767] el-En'am: 6/116.
[768] İbn Hazm, el-İhkâm, I, 113.
[769] İbn Hazm, a.e.. I, 109.
[770] İbn Hazm, a.e., I, 107.
[771] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfü'l-esrâr, II, 370; İbn Hazm,
a.g.e., I, 107; Gazzâlî, el-Mustasfâ, I, 148; Al-i Teymiyye, el-Müsevvedde, s.
238; Âmidî, el-İhkâm, I, 234.
[772] Müslim, Sıfatü'l-münâftkîn, 27.
[773] Müslim, Kusûf, 1-7.
[774] el-İsra: 17/36.
[775] en-Necm: 53/28.
[776] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfü'l-esrât, II, 370.
[777] el-Mümtahine: 60/10.
[778] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfü'l-esrâr, ll, 374; ayrıca
bk. Gazzâlî, el-Mustasfâ, I, 146.
[779] Gazzâlî, el-Mustasfâ, I, 146; ayrıca Gazzâlî,
Abdülaziz el-Buhârî ve daha önce de Amidî bu konuda ileri sürülen başka
birtakım deliller daha zikretmiş ve onlara geniş cevaplar vermişlerdir. Bunun
için bk. Âmidî, el-İhkâm, I, 234; Gazzâlî, el-Mustasfâ, I, 146-155; Abdülaziz
el-Buhârî, Keşfü'l-esrâr, II, 370-377. Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste
Metin Tenkidi Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 236-241.
[780] et-Tevbe: 9/122.
[781] Serahsî. Usul, I, 322-323; ayrıca bk. Abdülaziz
el-Buhârî, Keşfü'l-esrâr, II, 372; Hatîb, el-Fakih ve'l-mütefakkih, I, 98.
[782] el-Hucurat: 49/6.
[783] Serahsî, Usul, I, 327; Abdülaziz el-Buhârî,
Keşfü'l-esrâr, II, 372-373.
[784] Ebû Dâvûd, îlim, 10; İbn Mâce, Mukaddime, 18; Menâsik,
76.
[785] Şafiî, er-Risâle, s. 401-403.
[786] EbÛ Dâvûd, Sünne, 5; İba Mâce, Mukaddime, 2.
[787] Şafiî, a.g.e,, s. 403-404.
[788] Şafiî, a.e., s. 406-407;
[789] Şafiî, a.e., s. 414-415; ayrıca bk. Gazzâlî,
el-Mustasfâ, I, 151; Abdülaziz el-Buhârî, Keşfii'l-esrâr, II, 373.
[790] Gazzâlî, el-Mustasfâ, I, 151; Abdülaziz el-Buhârî,
a.g.e., II, 373-375.
[791] Abdülaziz el-Buhârî, Kesful-esrâr, ll, 375.
[792] Gazzâlî, el-Mustasfâ, I. 148.
[793] Tirmizî, Cenâiz, 33.
[794] Buhârî, Megazi, 14, 38; Humus, 1; Ferâiz, 3.
[795] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfü'l-esrâr, II, 374-375.
[796] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 241-244.
[797] Serahsî, Usul, I, 345.
[798] Abdülaziz el-Buhârî, a.g.e, II, 377.
[799] Şâfii, er-Risâle, s. 370-371.
[800] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 244-245.
[801] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 245.
[802] en-Nisa: 4/80.
[803] Abdülazizel-Buhârî, Keşfü'l-esrâr, II". 10.
[804] Ahmed b. Hanbel buna yakın bir metin ile zikretmiştir,
bk. Müsned, V, 425.
[805] Buharı, Büyu, 67.
[806] Serahsî, Usul, I, 364-365.
[807] Serahsî, a.e., I, 367-368.
[808] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfü'l-esrâr, III, 10.
[809] Abdülaziz el-Buhârî, a.e., III, 10.
[810] Buhârî, et-Tarihu'l-kebir, VIII, 332.
[811] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfü'l-esrâr, III. 10; ayrıca
bk. İbnü'l-Cevzî, el-Mevzuât, I, 258.
[812] Şafiî, er-Risâle, s. 224-225.
[813] İbn Hazm, el-İhkâm, II, 197-198.
[814] İbn Hacer, Takrîbü't-tehzîb, I. 176.
[815] Zehebî. Mizânü'l-i'tidâl. I, 537.
[816] İbn Hazm. el-İhkâm, U; 198; Zehebî, Mizânü'l-i'tidâl,
I, 271.
[817] en-Necm: 53/3-4.
[818] İbn Hazm, el-İhkâm, II, 198.
[819] İbn Hazm, a.e., II,
198.
[820] Zehebî, Mizânü'l-i'tidâl, III, 281-282.
[821] İbn Hazm, el-İhkâm, II, 198-199.
[822] İbn Hazm, el-İhkâm, II, 199.
[823] Zehebî, el-Muğnî, I, 91.
[824] İbn Hazm, a.e., II,
199.
[825] İbn Hazm, a.g.e., II, 199.
[826] Zehebî. Mizânü'l-i'tidât, I, 444.
[827] İbn Hacer, Taktihâ'l-tehzîb, H, 187.
[828] Zehebî, el-Muğnî, II, 610.
[829] İbn Hacer, a.g.e., I, 419.
[830] İbn Hazm. a.g.e., Iî, 199.
[831] İbnü'î-Cevzî, el-Mevzüât l, 258.
[832] İbn Hazm, a.g.e., I, 198-199.
[833] Şafiî, er-Risâle, s. 225.
[834] Sağânî, Mevzüât, s. 64.
[835] Fettenî, Tezkire, s. 28.
[836] Şevkanî, el-Fevâid, s. 291.
[837] Aclûnî, Kegfü'l-hafâ, I, 89.
[838] İbn Hacer, Lisânu'l-mizân, I, 454-455.
[839] Suyûtî, el-Leâliü'l-masnûa, I, 213-214.
[840] İbn Arrak, Tenzihti şşerîa, I, 264.
[841] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 245-253.
[842] Şafiî, er-Risâle, s. 224-225.
[843] Şafiî, a.e., s. 226.
[844] Şafiî, a.e., s. 226-227.
[845] en-Nisa: 4/23-24.
[846] Şafiî, er-Risâle, s. 228.
[847] Şafiî, İhtilâfü'l-hadis bi-haşiyeti'l-Üm, VII, 45.
[848] Şafiî. El-Üm, Vll, 307-308.
[849] Şafiî, er-Risâle (naşirin önsözü), s. 12.
[850] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 253-256.
[851] Ebu Zehra, İbn Hanbel, s. 251.
[852] Ebu Zehra, İbn Hanbel, s. 251-253.
[853] İlende geniş bir şekilde açıklanacaktır.
[854] Bk. bu bölüm, "ölen veya gücü yetmeyen kimse
adına haccetmek" ile ilgili kısım.
[855] Bk. bu bölüm, "Köpek yalamasından dolayı kapların
yedi kere yıkanması" ile ilgili kısım. Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni,
Hadiste Metin Tenkidi Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 256-257.
[856] Şafiî, er-Risâle, s. 226.
[857] el-Haşr: 59/7.
[858] Şevkanî, el-Fevâid, s. 291.
[859] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 257-261.
[860] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 261.
[861] Serahsî, Usul, I, 125; Âmidî, el-İhkâm, II, 53;
Gazzâlî, el-Mustasfâ, II, 32; Şâtibt el-Muvafakât, III, 260-272; Âl-i Teymiye,
el-Müsevvedde, s. 89.
[862] Ali Hasbullah, Usûlü't-teşri, s. 271.
[863] Serahsî, Usul, I, 125.
[864] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfü'l-esrâr, I, 306.
[865] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 261-262.
[866] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfü'l-esrâr, I, 304; Serahsî,
Usul, I, 132; Âmidî, el-İhkâm, II, 53; Ali Hasbullah, Usûlü't-teşrî, s. 278;
Mustafa el-Hın, Eserü'l-ihtilaf fi'l-kavâid, s. 202-203.
[867] ez-Zümer: 39/62.
[868] el-Kehf: 18/77.
[869] Şafiî, er-Risâle, s. 53-55.
[870] el-Hucurat: 49/13.
[871] Şafiî, er-Risâle, s. 56-58.
[872] Al-i İmrân: 3/173.
[873] Şafiî, a.g.e., s. 58-59.
[874] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfü'l-esrar, I, 304; Serahsî,
Usul, I, 132.
[875] Abdülaziz el-Buhârî, a.g.e., t, 305.
[876] Abdülaziz el-Buhârî, a.g.e., I, 301; Gazzâlî,
el-Mustasfâ, II, 38-45.
[877] et-Talak: 65/4.
[878] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfü'l-esrâr, I, 301; Gazzâlî,
el-Mustasfâ, II, 43.
[879] Mustafa el-Hın, Eserü't-ihtilaf fı'l-kavâid. s. 200 ve
burada gösterilen kaynaklar.
[880] Gazli, el-Mustasfâ, ll, 36.
[881] Mustafa el-Hın. a.g.e.. s. 200-201 ve burada
gösterilen kaynaklar.
[882] Mustafa el-Hın, a.e., s. 2Q0.
[883] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfü'l-esrar, I, 294.
[884] Abdülaziz el-Buhârî, m, 9.
[885] Gazzâlî, el-Mustasfâ, II, 36-45.
[886] İbn Hazm, el-İhkâm, IV, 362, 396.
[887] en-Nisa: 4/23-24.
[888] Müslim, "Nikah",
[889] İbn Hümam, Şerhu Fethi'l-kadîr, III, 216-217.
[890] en-Nisa: 4/11.
[891] Zeyaî, Nasbu'r-râye (et-Tezyil), IV, 428; hadis için
bk. Buhârî, Hac, 44; Megazî, 48; Müslim, Ferâiz, 1.
[892] İbn Âbidîn, ed-Dürrü'l-muhtâr, VI, 766.
[893] el-En'am: 6/121.
[894] Buhârî, Büyu, 5; Zebâih, 21; İbn Mâce, Zebâih, 4.
[895] Şevkanî, Neylü'l-evtâr, X, 85-86.
[896] Zeylaî, Nasbu'r-râye, IV, 183.
[897] Zeylaî, a.e., IV, 183.
[898] Zeylaî, a.e.. IV, 183.
[899] Şevkanî, Neylü'l-evtâr, X, 85-86.
[900] el-Maide: 5/3.
[901] el-En'am: 6/145.
[902] Mustafa el-Hın, Eserü'l-ihtilaf fi'l-kavâid, s.
208-211 ve burada gösterilen kaynaklar.
[903] İbn Kudame, el-Muğnî, VITI, 581.
[904] İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, I, 448.
[905] İbn Hazm, el-Muhalla, VIII, 208; ayrıca bk. Mustafa
el-Hın, Eserü'l-ihtilaf fi'l-kavâid, s. 211.
[906] el-Maide: 5/38.
[907] Muhammed Fuad Abdülbaki, el-Lü'lüü ve'l-mercân
"çeyrek dinarda hırsızın eli kesilir" lafzıyla, II, 185.
[908] Ezherî, Cevahirü'l-iklü, II, 290.
[909] Hakim, el-Müstedrek, IV, 379.
[910] Mürsel hadisin âlimlerin çoğuna göre delil olduğu
hususundaki kanaat doğru değildir. Zira mürsel hadisin zayıf hadis
çeşitlerinden olduğu ittifakla kabul edilmiştir. M.
[911] İbn Hümam, Şerhu Fethi'l-kadîr, V, 357-358.
[912] ed-Dârekutnî, Sünen, III, 193.
[913] en-Nesâî, Kat'ü's-sârik, 8.
[914] Zeylaî, Nasbu'r-râye, III, 358.
[915] Zeylaî, a.e., III, 358.
[916] İbn Hümam, Şerhti Fethul-kadîr, V, 357.
[917] Zeylaî, a.g.e., III. 358.
[918] Zeylaî, a.g.e., III, 359.
[919] Dârekutnî, Sünen, III, 193.
[920] Zehebî, Mizan, I, 574.
[921] en-Nur: 24/2.
[922] İbn Hümam, Şerhu Fethi'l-kadîr, V, 266-267; Zeylaî,
Nasbu'r-râye, III, 343.
[923] İbn Hümam, a.g.e, V, 267.
[924] İbn Hümam. a.g.e., V, 266.
[925] Zeylaî, a.g.e., III, 343.
[926] İbn Hümam, a.g.e., V, 266-267.
[927] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 262-274.
[928] Mustafa el-Hın, Eserü'l-ihtilaf fi'l-kavâid, s. 244.
[929] Âmidî, el'İhkâm, II, 162.
[930] Ali Hasbullah, Usuli'l-teşri'i'l-İslâmi, s. 263.
[931] Ali Hasbullah, a.e., s. 263. Misfir B. Gurmullah
Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997:
274-275.
[932] Ali Hasbullah, a.e., s. 263.
[933] Ali Hasbullah, a.e., s. 263; Mustafa el-Hîn,
Eserü'l-ihtilaf fi'l-kavâid, s. 250.
[934] Mustafa el-Hın, a.g.e., s. 250; Ali Hasbullah,
Usûlü''t-teşrîi'l-İslâmi, s. 265.
[935] Mustafa el-Hın, a.g.e., s. 250; Ali Hasbullah, a.g.e.,
s. 265. Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi Metodları,
Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 275.
[936] Âmidî, el-İhkâm, II, 162.
[937] en-Nisa: 4/23.
[938] Muhammed Fuad Abdülbâkî, el-Lü'lüü ve'l-mercân, II,
103.
[939] Müslim, Radâ'. 24.
[940] Mustafa el-Hın, Eserü'l-ihtilaf fi'l-kavâid, s. 256.
[941] "Haram kılan emme sayısı" ile ilgili kısma
bakınız.
[942] Şafiî, el-Üm, V, 23-44. Misfir B. Gurmullah
Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997:
275-277.
[943] Ali Hasbullah, Usâlü't-teşrti'l-İslâmî, s. 212.
[944] Âmidî, el-İhkâm, II, 240.
[945] Şâtıbî, el-Muvafakât, II, 108.
[946] Ebu Zehra, Şâfıî, s. 265-266. Misfir B. Gurmullah
Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997:
277.
[947] Yunus: 10/15.
[948] el-Bakara: 2/106.
[949] Şafiî, er-Risâle, s. 106-108.
[950] Şafiî, a.e., s. 108; ayrıca bk. Ebu Zehra, Şâfiî, s.
257.
[951] Al-i Teymiyye, el-Müsevvede, s. 202.
[952] Âl-i Teymiyye, a.e., s. 202.
[953] Âl-i Teymiyye, a.e., s. 202.
[954] Abdulaziz el-Buhârî, Keşfü'l-esrar, III, 176; ayrıca
bk. Gazzâlî, et-Mustasfâ, 1, 122; Amidî, el-îhkâm, II, 267; el-Karaft, Şerhu
Tenkîhi'l-fusul, s. 311.
[955] İbn Hazm, el-İhkâm, IV, 477.
[956] İbn Hazm, a.e., I, 109.
[957] Bu konuda bk. İbn Hazm, el-İhkâm, I, 477; Âmidi
el-İhkâm, II, 272; Gazzâlî, el-Mustasfâ, I,
124-125.
[958] Ali Hasbullah, Usulü't-teşrîi'l-İslâmî, s. 234.
[959] el-Bakara: 2/180.
[960] Ebû Dâvûd, Vasaya, 6.
[961] Ebû Dâvûd, Vasaya, 5.
[962] el-En'am: 6/145.
[963] Müslim, Sayd, 12.
[964] Malik, el-Muvatta, Sayd, 13, 14; ayrıca karşılaştır:
Hamd Hammld, Ahkâmu's-sayd, s. 243-245.
[965] Müslim, Taharet, 29, 30.
[966] İbn Hazm, el-İhkâm, IV, 482. Misfir B. Gurmullah
Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997:
278-282.
[967] Şafiî, er-Risâle, s. 110.
[968] en-Nur: 24/ 2.
[969] Şafiî, er-Risâle, s. 111.
[970] Hazimî, el-İ'tibar, s. 125-126.
[971] el-Bakara: 2/144.
[972] Hazimî, el-İ'tibar, s. 255. Misfir B. Gurmullah
Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997:
282-283.
[973] Mustafa el-Hın, Eserü'l-ihtdaf fi'l-kavâid, s. 265.
[974] Mustafa el-Hm, a.e., s. 265; Abdülaziz el-Buhârî,
Keşfü'l-esrar, III, 193.
[975] Serahsî, Usul, II, 82; ayrıca bk. Mustafa el-Hm,
a.g.e., s. 265.
[976] AbdülaziZ el-Buhârî, Keşfü'l-esrar, III, 193; Serahsî,
Usul, II, 82.
[977] İbn Kayyim, İ'lâmü'l-muvakkîn, II, 325.
[978] İbn Kayyim, a.e., II, 305-328.
[979] el-En'am: 6/82.
[980] en-Nisa: 4/24.
[981] İbn Kayyim, a.g.e., II, 314-315.
[982] İbn Kayyim, a.e., II, 319.
[983] İbn Kayyim, a.e., II, 321.
[984] İbn Kayyim, a.e., II, 312.
[985] İbn Kayyim, a.e.,III, 322.
[986] Bu konuda bk. İbn Kayyim. İ'lâmü'l-muvakkîn, II,
279-330.
[987] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 283-291.
[988] Muhammed Fuad Abdülbakî, el-Lil'lüü ve'l-tnercan. I,
80; bu hadisi ayrıca Ebû Üâvûd, Tirmizî ve Nesâî de rivayet etmişlerdir.
[989] Ebû Avane, Müsned, s. 1332; Beyhakî,
es-Sünenü'l-kübrâ, II, 61.
[990] Dârekutnî, Sünen, I, 321-322.
[991] Müslim, Salat, 41; Ebû "Avâne, Müsned, ll, 127.
[992] Müslim, Salat, 41; Ebû Avâne. Müsned, ll, 127.
[993] Elbanî, Sıfatil salâti'n-nebî, s. 71.
[994] Elbant a.e., s. 71.
[995] Îbn Kudame. el-Muğnî, I, 485.
[996] el-Müzzemmil: 73/20.
[997] İbn Hümam, Şerhu Fethi'l-kadîr, I, 332.
[998] Zeylaî, Nasbu'r-râye, III, 196.
[999] Darekutnî, Sünen, III, 200.
[1000] Zeylaî, a.g.e., III, 196.
[1001] en-Nisa: 4/3.
[1002] Muhammed Fuad Abdülbakî, el-Lü'lilü ve'l-mercan, II,
94.
[1003] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 291-293.
[1004] Muhammed Fuad Abdülbaki, a.e., I, 81.
[1005] Elbanî, Sıfata salâti’n-nebî, s. 108.
[1006] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 340; Ebû Dâvûd, Sünen,
Salat, 143.
[1007] Muhammed Fuad Abdülbakî, el-Lü'lüü ve'l-mercan, I, 89.
[1008] Elbanî, a.e., s. 110.
[1009] Elbanî, a.g.e., s. 111.
[1010] Elbanî, a.g.e., s. 110-111.
[1011] el-Hac: 22/77.
[1012] Ebû Dâvûd, Talak, 6.
[1013] Tirmizî, Talak, 7.
[1014] Zeylaî, Nasbü'r-râye, III, 226.
[1015] Zeylaî, a.e., lll, 227.
[1016] Zeylaî, a.e., III, 227.
[1017] Zeylaî, a.e., lll, 227.
[1018] Zeylaî, a.e., III, 227.
[1019] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 293-296.
[1020] Buhârî, Eyman. 3; Ebû Dâvûd. Hudud, 25; Muhammed Fuad
Abdülbakî, el-Lü'luü ve'l-mercan, II, 187.
[1021] Atamed h. Hanbel, O, 453; Buhârî, Şehâdât, 8.
[1022] Müslim. Hudud. 12-14; Ebû Dâvûd, Hudud, 23.
[1023] Şevkanî, Neylü'l-evtâr. VIII, 282.
[1024] Şevkanî. a.e.. VIII, 283.
[1025] Ebû Dâvûd. Taharet, 42.
[1026] İbn Mâce, Taharet. 37.
[1027] Tirmizî, Taharet. 65.
[1028] Zeylaî, Nasbu'r-râye, I, 138.
[1029] Zeylaî, a.e., I. 138.
[1030] Zeylaî, a.e., I, 142.
[1031] Zeylaî, a.e., I, 143.
[1032] Zeylaî, a.e., I, 147-148.
[1033] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 296-298.
[1034] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 299.
[1035] Serahsî, Usul, I, 366.
[1036] Abdulaziz el-Buhârî. Ketfu'l-esrâr, II, 294; III,
9.
[1037] Şafiî, Te'vilü muhtelifi'l-hadis (e I-Ümm'ün
haşiyesinde), VII, 55-56; er-Risâle, s. 213. Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni,
Hadiste Metin Tenkidi Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 299-300.
[1038] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 300.
[1039] Abdulaziz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, III, 13.
[1040] Küba olayı ile kıblenin değişmesini küba mescidine
sadece bir kişinin haber vermesi ve orada namazı kılan ashabın ise söz konusu kimsenin haberi ile kıblelerini değiştirmeleri
kaydedilmektedir. M.
[1041] el-Müsevvedde, s. 206.
[1042] Âl-i Teymiyye, s. 207.
[1043] Araya, ariyye kelimesinin çoğuludur. Ariyye, hurma
ağacı ve parası olmayan ihtiyaç sahibi bir kimseni çoluğuna çocuğuna taze hurma
tattırmak maksadıyla elindeki kuru hurmayı verip göz kararı ile ağaçtaki taze
hurmadan o miktar hurma satın almasıdır. M.
[1044] Müslim, Müsakât, 82.
[1045] Müslim, Büyu, 72.
[1046] Müslim, Büyu, 61.
[1047] Müslim, Büyu, 71.
[1048] Şevkanî, Neylü'l-evtâr, VI, 355.
[1049] Şevkânî, a.e., VI, 355; ayrıca bk. Abdülaziz Ali
el-Gamidî, el-Buyu'u'l-muharreme fi’l-İslâm, s. 99-104.
[1050] Abdülaziz Ali el-Gamidî, a.e., 99-104.
[1051] Serahsî, Usul, I, 367; Abdülaziz el-Buhârî,
Keşfu'l-esrâr, III, 13-14.
[1052] İbn Kayyim, İ'lâmü'l-muvakkiîn, II, 330-331.
[1053] Hassâf, Şerha edebi'l-kâdî, s. 280.
[1054] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, III, 13; Serahsî,
Usul, I, 367.
[1055] Şevkani Neylü'l-evtâr, X, 280.
[1056] el-Bakara: 2/282.
[1057] Şevkanî, Neylü'l-evtâr, X, 280.
[1058] Abdülmecid Mahmud, el-İtticâhâtü'l-fıkhiyye, s.
226-227.
[1059] Şevkanî, Neylü'l-evtâr, X, 279-284.
[1060] Şevkanî, a.e., X, 280.
[1061] İbn Hazm, el-Muhallâ, X, 586-587.
[1062] Tirmizî, Ahkam, 12.
[1063] Tirmizî, Ahkam, 12.
[1064] Zehebi, Mizân, III,
635-636.
[1065] Buhârî, Rehin, 6; Müslim, Akdiye, 1, 2; Tirmizî.
Ahkâm, 12.
[1066] Zeylebi, Nasbu'r-râye, IV, 96-97.
[1067] Zeylai, Nasbu'r-râye, IV, 96-97.
[1068] Zeylaî, a.e., IV, 97.
[1069] İbn Hacer, Tehzîb, VIII, 28-30.
[1070] Zeylaî, Nasbu'r-râye, IV, 100.
[1071] Zeylaî, a.e., IV, 97.
[1072] Emir es-San'anî, Sübulü's-selam, l, 104.
[1073] Hazimî, el-İ'tibar, 19-95.
[1074] İbn Hazm, el-Muhalla, I, 318-323; Hazimî, el-Vübar, s.
79-95; Tahavî, Şerhu meâni'l-âsâr, I, 71; Şevkanî, Neylü'l-evtâr, I, 298-301;
Ahmed Şakir, Sünen-i Tirmizî haşiyesi, I, 126-132.
[1075] Muhammed Fuad Abdülbakî, el-Lü'lüü ve'l-mercân, II,
134.
[1076] Şafiî, İhtilâfu'l-hadis (el-Üm kenarında), VII, 57-58.
[1077] "İhtilaflı hadisler arasındaki tercih
sebepleri" kısmına bakınız.
[1078] Şafiî, İhtilâfu'l-hadis (el-Üm kenarında), VII, 59.
Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi Metodları, Kitabevi
Yayınları, İstanbul 1997: 300-312.
[1079] Amidî, el-îhkâm, I, 148; Karafî, Şerhu
Tenkthi'l-fusûl, s. 322; Gazzâlî, el-Mustasfâ, I, 181; Şerhu müsellemi's-subüî,
II, 211; Şevkanî, İrşâdü'l-fuhül, s. 71.
[1080] Âmidî, el-İhkâm. I, 150.
[1081] Âli Teymiyye, el-Musevvedde, s. 315-316; Âmidî,
el-İhkâm, I, 170.
[1082] İbn Kayvim, İ'lâmü'l-muvakkin, II, 248.
[1083] İbn Kayyim, a.e., II, 248.
[1084] Âl-i Teymiyye, el-Müsevvedde, s. 315.
[1085] Âl-i Teymiyye. a.e., s. 316.
[1086] Âl-i Teymiyye, a.e., s. 316.
[1087] İbn Hazm, el-İhkâm, IV, 511.
[1088] Âmidî, el-İhkâm, I, 170-180; Karafî, Şerhu
Tenkîhi'l-fuhûl, s. 334.
[1089] Âmidî, el-İhkâm, I, 300; İbn Abdü'ş-Şekûr, Şerhu
Tenkîhi'l-fusûl, s. 335.
[1090] Karafî, a.g.e., s. 335.
[1091] Şafiî, er-Risâle, s. 322.
[1092] Şafiî, a.e., s. 472.
[1093] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 312-316.
[1094] Ebû Zehre, Malik, s. 101 (Kâdı Iyaz, el-Medârik, s.
34'ten naklen).
[1095] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 316-317.
[1096] Âmidî, el-İhkâm, I, 181; Abdülaziz el-Buhârî,
Keşfu'l-esrâr, III, 242; Ahmed Nur Seyf, Amelü ehli'l-medine, s. 77.
[1097] Amidî, el-İhkâm, J, 181; Ahmed Nur Seyf, Amelü
ehü'l-medine, s, 77-78.
[1098] Âmidî, a.g.e., I, 181; Ahmed Nur Seyf, Amelü
ehli'l-medine, s. 77-78.
[1099] Âmidî; a.g.e., I, 181; Ahmed Nur Seyf, Amelü
ehli'l-medine, s. 77-78.
[1100] İbn Hazm, el-İhkâm, IV, 553; Ahmed Nur Seyf, Amelü
ehli'l-medine, s. 78.
[1101] İbn Hazm, a.g.e., IV, 553; Ahmed Nur Seyf, a.g.e., s.
78.
[1102] Ahmed Nur Seyf, Amelü ehli'l-medine, s. 78. Misfir B.
Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi Metodları, Kitabevi Yayınları,
İstanbul 1997: 317-318.
[1103] Âmidî, el-İhkâm, I, 181; Abdülaziz el-Buhârî,
Keşfu'l-esrâr. III, 242; İbn Hazm, el-İhkâm, IV, 554.
[1104] İbn Hazm, el-İhkâm, IV, 554-555; Ahmed Nur Seyf, Amelü
ehli'l-medine, s. 79.
[1105] Âmidî, el-İhkâm, I, 182; Ahmed Nur Seyf, Amelü
ehli'l-medine, s. 79-80.
[1106] İbn Hazm, el-İhkâm, IV, 555.
[1107] İbn Hazm, el-İhkâm, IV, 562-563; Ahmed Nur Seyf, Amelü
ehli'l-medine, s. 79.
[1108] İbn Hazm, el-İhkâm, IV, 555; Ahmed Nur Seyf, Amelü
ehli'lmedine, s. 80.
[1109] Şafiî, er Risale, s. 534-535.
[1110] İbn Kayyim, İ'lâmü'l-muvakkiîn, II, 381-382.
[1111] İbn Kayyim, a.e., II. 382.
[1112] İbn Kayyim, a.e., II, 382.
[1113] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 318-321.
[1114] Şafiî, el-Üm (İhtilaftı Malik ve'ş-Şâfiî), V, 177-250.
[1115] İbn Kayyım, İ'lâmü'l-muvakkîn, II, 380.
[1116] İbn Kayyım, a.e., II, 381.
[1117] İbn Kayyim, a.e., II, 393-394.
[1118] İbn Kayyim, a.e., II, 394.
[1119] İbn Kayyim. a.e., II, 395.
[1120] İbn Kayyim, a.e., II, 396.
[1121] İbn Kayyim, a.e., II, 395.
[1122] İbn Kayyim, a.e., II, 396.
[1123] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 321-323.
[1124] Ebu Zehra, Mâlik, s. 282 (el-Medârik, s. 41'den
naklen).
[1125] Ebu Zehra, a.e, s. 282.
[1126] İbn Kayyim, I'lâmU'I-muvakkitti, II, 392; EbÛ Zehra,
Malik, s. 282.
[1127] İbn Kayyim, a.e., II, 385-386.
[1128] İbn Kayyim, a.e., II, 391.
[1129] İbn Kayyim. a.e., II, 391.
[1130] İbn Kayyim, a.e., II, 385, 392.
[1131] Karafî, Şerhu tenkîhu'l-fusul, s. 334.
[1132] İbn Kayyim, İ'lâmü'l-muvakkiîn, II, 392
[1133] Karafî, Şerhu Tenkîhu'l-fusûl, s. 334.
[1134] İbn Kayyım, İ'lâmü'l-muvakkiîn, II, 392.
[1135] İbn Kayyım, a.e., II, 392.
[1136] Ahmed Nur Seyf, Amelü ehli'l-medine, s. 301 (Kâdî
İyâz, el-Medârik, I, 194'ten naklen).
[1137] Ahmed Nûr Seyf, Amelü ehli'l-medine, s. 302.
[1138] Ahmed Nûr Seyf, a.e., s. 356-359.
[1139] Ahmed Nûr Seyf, a.e., s. 356-359.
[1140] Şafiî, er-Risale, s. 533.
[1141] Malik, Buyu, 89.
[1142] Malik, Buyu, 94.
[1143] Malik, Buyu, 17.
[1144] Malik, Buyu, 18.
[1145] Malik, Buyu, 19.
[1146] Malik, Buyu, 19.
[1147] Muhâkale, henüz başaktaki buğyadı, elde mevcut buğday
mukabilinde satmak anlamındadır. M.
[1148] Müzâbene, göz kararıyla yapılan satış gibi, içinde
aldatma bulunan alışveriştir.
[1149] Muhabere,
mahsulün üçte biri veya dörtte biri gibi belirli bir miktarı
karşılığında yapılan ziraat ortaklığıdır. M.
[1150] Tirmizî, Buyu, 55.
[1151] Malik, Hac, 97.
[1152] Şafiî, el-Ümm (İhtilâftı Mâlik ve'ş-Şâfiî), V, 196.
[1153] Malik, el-Müdevvene, I. 491.
[1154] Matik, a.e., II,
42.
[1155] Malik, Cenâiz, 15.
[1156] Muhammed Fuad Abdülbakî, el-Lü'lüü ve'l-mercân, I,
194.
[1157] Malik, el-Müdevvene, I, 181482.
[1158] Zeylaî, Nasbu'r-râye, II, 265-266.
[1159] Malik, Salâtü'1-leyl, 13.
[1160] Malik, Salatü'1-leyl, 21.
[1161] Malik, Buyu, 79.
[1162] Malik, el-Müdevvene, III, 188.
[1163] Malik, Hudud, 13.
[1164] Malik, el-Müdevvene, VI, 236.
[1165] Müslim, Hudud, 13, 14; EbÛ Dâvûd, Hudud, 23; Tirmizî,
Hudud, 8; İbn Mâce, Hudud, 7; Anmed b. Hanbel, III, 476.
[1166] İbn Hazm, el-İhkâm, II, 221.
[1167] Malik. Rada', 17.
[1168] Malik, el-Müdevvene, II, 405.
[1169] Malik, a.e., II,
406.
[1170] Şafiî. el-Üm (İhtilâfı Malik ve'ş-Şâfıî), V, 177-250.
[1171] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 323-338.
[1172] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 338.
[1173] Baltıcı, Menâhicü't'teşrîi'l-İslâmî, I, 342.
[1174] Baltacı, a.e., I, 342.
[1175] Baltacı, a.e., I, 308.
[1176] Bunun açıklaması daha önceki ölçüde geçti.
[1177] Baltacı, Menâhicü't-teşrîi'l-İslâmî, II, 291.
[1178] Şafiî, et-Ümm, V, 61.
[1179] Şafiî, a.e., V,
61;
Baltacı, a.g.e., I, 746.
[1180] Baltacı, Menâhicü't-teşrîi'l-İslâmî, II, 747.
[1181] Şafiî, er-Risâle, s. 597.
[1182] Baltacı, a.g.e., II, 748.
[1183] Şafiî, er-Risâle, s. 598; Baltacı, a.g.e., II, 751.
[1184] Şafiî'nin sahabenin ameli konusundaki görüşü için bk.
Baltacı, Menâhicü't-teşri I- İslâmi, II, 745-755.
[1185] İbn Kayyim, İ'lâmu'l-muvakkiîn, I, 29-30.
[1186] İbn Kayyim, a.e.. I, 30-31.
[1187] İbn Kayyim, a.e.. I, 31.
[1188] İbn Hazm, el-İhkâm, I, 429.
[1189] İbn Hazm, a.e., I, 571.
[1190] İbn Hazm, a.e., I, 511-512.
[1191] en-Nahl: 16/116.
[1192] el-Hucurat/49, 7.
[1193] Nisa: 4/65. İbn Hazm, el-'İhkâm, V-VIII, 770.
[1194] Şevkanî, İrşâdü'l-fuhâl, s. 243-244.
[1195] Serahsî, Usûl, II, 3; Abdülaziz el-Buharî,
Keşfü'l-esrâr, m, 63.
[1196] Abdülaziz el-Buhârî, a.e., III, 64.
[1197] Serahsî, Usûl, II, 6; Abdülaziz el-Buhârî, a.g.e.,
III, 63.
[1198] Serahsî, a.e., II,
6.
[1199] Serahsî, a.e., II,
7.
[1200] Tirmizî, Nikah, 14.
[1201] Tirmizî, Nikah, 14.
[1202] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfü'l-esrâr, III, 64; Tahavhi,
Şerhu meâni'l-âsür, III, 8.
[1203] Tahavî, a.e., III, 8; Abdülaziz el-Buhârî, a.g.e.,
III, 64.
[1204] Muhammed Fuad Abdülbakî, el-Lü'lüü ve'l-mercân. I, 79.
Bu hadisi Buhârî, Müslim ve diğer hadis imamları rivayet etmişlerdir.
[1205] Tahavî, Şerhu meâni'l-âsâr, I, 225.
[1206] Tahavî, Şerhu meâni'l-âsâr, T. 125-126.
[1207] Muhammed Fuad Abdülbakî, el-Lü'lüü ve'l-mercân, I, 63;
Tahavî, Şerhu meâni'l-âsâr,!, 21.
[1208] Tahavî, Şerhu meâni'l-âsâr, I, 23.
[1209] Tahavî, Şerhu meâni'l-âsâr. I, 23.
[1210] Tahavî, a.e., II, 144. Bir başka lafızda ise Ömer'in şöyle dediği rivayet
olunmuştur: Hz. Peygamber döneminde yasak kılınan ve ceza kesilen kadınlarla
mut'a ve hac mut'ası olmak üzere iki mut'a vardı. Bk. Serahsî, Usûl, II, 6.
[1211] Seralısî, Usûl, II, 6. Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni,
Hadiste Metin Tenkidi Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 338-349.
[1212] İbn Hazm, et-İhkâm, I, 143.
[1213] Şafiî, er-Risâle, s. 111.
[1214] İbn Hazm, el-İhkâm, IV, 811.
[1215] İbn Hazm, a.e., IV, 811.
[1216] İbn Hazm, a.e., IV,
812.
[1217] İbn Hazm, a.e., IV, 813.
[1218] İbn Hazm, el-İhkâm, I, 146-147. Misfir B. Gurmullah
Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997:
349-353.
[1219] Zeylaî, Nasbu'r-râye, III, 186.
[1220] Zeylaî, a.e.. III, 186.
[1221] Zeylaî, a.e., III, 185.
[1222] Zeylaî, a.e., III, 186.
[1223] Zeylaî, a.e, III, 186.
[1224] Zeylaî, a.e.. III, 186.
[1225] Zeylaî, a.e., III, 183-184.
[1226] İbn Hacer, et-Telhîsu'l-habîr, III, 22.
[1227] İbn Hacer, a.e., III, 22.
[1228] Tahavî, Şerhu meâni'l-âsâr, I, 23.
[1229] İbn Hacer, Tehztbü't-tehzib, VI, 397.
[1230] İbn Hacer, a.e., VI, 396-398.
[1231] Dârekutnî bunu Tahavî'nin daha önce geçen rivayeti
gibi bizzat Abdulmelik'in Ata'dan rivayeti şeklindeki bir senetle tahric
etmiştir. I, 66.
[1232] Muhammed Fuad Abdülbakî, et-Lü'lüü ve'l-mercân. I, 63.
[1233] Tirmizî, Taharet, 69.
[1234] Emir es-San'anî, Sübulü's-selâm. I, 259.
[1235] Şemsülhak Âbâdî, et-Ta'lîku'l-muğnî ale'd-Dârekutnî,
I, 66.
[1236] İbn Hazm, el-İhkâm, IV, 813.
[1237] İbn Hazm, a.e., IV, 816.
[1238] Serahsî, Usûl, U, 7-8; Abdülaziz el-Buhârî,
Keşfü'l-esrâr, III, 66-68.
[1239] Tahavî, Şerhu mcânri-âsâr, III, 134. Bu hadisin
tahrici daha önce geçmiştir.
[1240] Abdülaziz el-Buhari, Keşfu'l-esrâr, III, 66-67;
Serahsî, Usûl, II, 7.
[1241] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 353-360.
[1242] İbn Hazm, el-İhkâm, 1, 143.
[1243] İbn Hazm, a.e., I, 144.
[1244] en-Nisâ: 4/20.
[1245] İbn Hazm, a.g.e., I, 144.
[1246] İbn Hazm, a.e.. I, 144-145.
[1247] İbn Hazm, a.e.. I, 144-145.
[1248] İbn Hazm, a.e., I, 144-145.
[1249] İbn Hazm,'İhkâm, I, 144-145.
[1250] İbn Hazm, a.e., I, 144-145.
[1251] İbn Hazm, a.e., I. 144-145.
[1252] İbn Hazm, a.e., I, 144-145.
[1253] İbn Hazm, a.e., I, 144-145.
[1254] İbn Kudâme, el-Muğni, VIII, 167.
[1255] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VIII, 223.
[1256] İbn Kudâme, el-Muğnî, VIII, 168.
[1257] Serahsî, Usûl, n, 8.
[1258] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 360-364.
[1259] Abdulaziz el-Buhârî, Keşfu'l esrar, II, 377.
[1260] Abdulaziz el-Buhârî, Keşfü'l-esrâr, II, 377; Al-i
Teymiyye, el-Musevvedde, s. Âmidî el-İhkûm, I, 294-295. Misfir B. Gurmullah
Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997:
364-365.
[1261] Serahsî, Usûl. I, 338-339; Abdulaziz el-Buhârî, Keşfu
l-esrâr, II, 377.
[1262] Serahsî, a.e., I, 338-339; Abdulaziz el-Buhârî,
Keşfü'l-esrâr, ll, 377.
[1263] Abdülaziz el-Buhârî, a.e., ll, 383.
[1264] Baltacı, Menahicu'l-teşrii't-İslâmî, I, 316-319.
Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi Metodları, Kitabevi
Yayınları, İstanbul 1997: 365-366.
[1265] Abdülaziz el-Buhârî, a.e., ll, 378; Serahsî, a.e., I,
340-341.
[1266] Serahsî, a.e., I.
341.
[1267] Serahsî, a.e., I, 341; Abdülaziz el-Buhârî,
Keşfü'l-esrâr, II, 378.
[1268] Serahsî, a.e.. I, 341.
[1269] Abdülaziz el-Buhârî, a.g.e., II, 378.
[1270] Abdulaziz el-Buhârî, a.e.. II, 378.
[1271] el-Haşr: 59/2.
[1272] Abdulaziz el-Buhârî, a.g.e.. II, 378.
[1273] Âmidî, el-İhkâm, I, 297. Misfir B. Gurmullah
Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997:
366-368.
[1274] Abdulaziz el-Buhârî, II. 378; Âmidî, el-İhkâm, I, 296.
[1275] Abdulaziz el-Buhârî, a.e., II, 383. Müellif bu görüşü
Ebu'l-Yüsr'e nisbet etmektedir.
[1276] Serahsî, Usul, I, 348.
[1277] AbduIaziz el-Buhârî, Ketfu'l-esrâr, II, 378.
[1278] Abdülaziz el-Buhârî, a.e., ll, 383.
[1279] Abdülaziz el-Buhârî, a.e., ll, 379.
[1280] Amidî, el-İhkâm, I, 298.
[1281] Âmidî, el-İhkâm, I, 296.
[1282] Muhammed Fuad Abdülbakî, el-Lü'lüü ve'l-mercân, II,
134.
[1283] Zemahşerî, Esâsu'l-belâga, II, 15; el-Fâikfî
garibi'l-hadîs, II, 293.
[1284] Şevkanî. Neylü'l-evtâr, VI, 373.
[1285] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfü'l-esrâr, II, 381.
[1286] Abdüiaziz el-Buhârî, a.e., ll, 382.
[1287] Abdülaziz el-Buhârî, a.e., ll, 382.
[1288] İbn Teymiyye, Mecmuu Fetâvâ, XX, 504-585; İbn Kayyım,
İ'tâmu'l-muvakkiîn, ll, 38.
[1289] İbn Teymiyye, a.e., XX, 557; İbn Kayyım,
İ'lâmu'l-muvakkiîn, ll, 39.
[1290] İbn Teymiyye, a.e., XX, 557; İbn Kayyım, a.e., II, 39.
[1291] İbn Teymiyye, a.e., XX, 558; İbn Kayyim, a.e., ll, 39.
[1292] İbn Kayyim, a.e., ll, 39; Şevkanî, Neylü'l-evtâr, VI,
377.
[1293] Acac el-Hatîb, es-Sünne kable'l-tedvin, s. 428.
[1294] Şevkanî, a.g.e., VI, 375-376.
[1295] Şevkanî, a.e., VI, 376.
[1296] Şevkanî, a.e., VI, 376.
[1297] Ebû Dâvûd, Hudûd, 27.
[1298] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfü'l-esrâr, II, 385.
[1299] Serahsî, Usûl I, 342; Abdülaziz el-Buhârî, a.g.e., II,
384-385.
[1300] İbn Teymiyye, Mecmuu Fetâvâ, XX, 562.
[1301] İbn Teymiyye, a.e., XX, 563.
[1302] İbn Teymiyye. a.e., XX, 565.
[1303] İbn Teymiyye, a.e., XX, 566.
[1304] İbn Teymiyye, Mecmuu Fetâvâ, XX, 567; İbn Kayyim, İ'tâmu'l-muvakkitn,
II, 43.
[1305] Şevkanî, Neylü'l-evtâr, VIII, 328.
[1306] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfü'l-esrâr, II, 389-391.
[1307] Abdülaziz el-Buhârî, a.e., I, 391.
[1308] Zeylaî, Nasbü'r-râye, I, 47.
[1309] Zeylaî, a.e., I, 51.
[1310] Zeylaî, a.e., I, 47.
[1311] İbn Hacer, Tehzîbü't-tehzîb, IX, 317-318; Zeylaî,
a.e., I, 47.
[1312] Zeylaî, a.e., I, 48.
[1313] Zeylaî, a.e., I, 48-50.
[1314] Zeylaî, a.e., I, 50.
[1315] Zeylaî, a.e.. I, 50-53.
[1316] Râzî, Âdâbu'ş-Şâfit ve menakıbuh, s. 170-171. Misfir
B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi Metodları, Kitabevi Yayınları,
İstanbul 1997: 368-380.
[1317] Âmidî, el-İhkâm, i, 295.
[1318] Karafî, Şerhu Terkihi'l-fusûl, s. 387.
[1319] Debûsî, Te'sîsü'n-nazar, s. 47.
[1320] Serahsî, Usûl I, 339.
[1321] Serahsî, a.e., I, 339.
[1322] Şatıbî, el-Muvafakât, III, 21.
[1323] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfü'l-esrâr, II, 378.
[1324] Ebû Zehra, İmam Malik, s. 257.
[1325] Müslim, Taharet, 89.
[1326] Malik, el-Müdevvene, I, 5; Şatibî, el-Muvafakât, III,
24.
[1327] Malik, el-Müdevvene, I, 5.
[1328] eI-Maide: 5/4.
[1329] Şatıbî, el-Muvafakât, III, 24.
[1330] Malik, el-Müdevvene, I, 5.
[1331] en-Nisâ: 4/23.
[1332] Bu hadisin metni daha önce geçti. Ayrıca bk. Muvatta,
Radâ, 17.
[1333] Muvatta, Radâ, 11.
[1334] Tirmizî, Siyer, 39.
[1335] Abdullah Dıraz, Haşiye ale'l-Muvafakât, III, 22.
[1336] Malik. Muvatta, Cihad, II, 452.
[1337] Malik, Muvatta, Cihad, II. 457-460.
[1338] Ebu Zehra. İmanı Mâlik, s. 254.
[1339] Şatıbî, el-Muvafakât, III, 25.
[1340] Şatıbî, a.e., III, 24-25.
[1341] Müslim, Savm 204.
[1342] Şevkanî, Neylü'l-evtâr, V, 318.
[1343] Muvatta, Siyam, 60.
[1344] İbn Hacer. Takrîbu't-tehzîb, I, 287.
[1345] Zehebî, Mîzânü'l-i'tidâl, II, 120; ayrıca bk. Buhârî,
et-Târîhu'l-kebîr, IV, 56; İbn Hacer, Tehzîbu't-tehzîb, III, 470. Sonuncu
eserde: İbn Maîn'in onu bir rivayette zayıf saydığı, İbn Hibban'ın yanılmakla,
Tirmizî'nin ise hafızası yönünden tenkid ettiği kadedilmektedir.
[1346] Müslim, Savm, 171.
[1347] Dârekutnî, Sünen, II, 178-179.
[1348] el-Muvatta, Savm, 48.
[1349] Emir es-San'anî, Sübülü's-selâm, II, 660; Mustafa
el-Hm, Eserü'l-îhtilaffi'l-kavâid, s. 160.
[1350] Emir es-San'anî, Sübülü's-selâm, II, 660.
[1351] Debusî, Te'sîsü'n-nazar, s. 47.
[1352] Debusî, a.e., s. 47.
[1353] Nisa: 4/25.
[1354] el-Muvatta, Nikâh, 29.
[1355] Debûsî, Te'sîsü'n-nazar, s. 47-48.
[1356] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 380-390.
[1357] el-En'am: 4/108.
[1358] İbn Kayyım, İ'lâmu'l-muvakkiîn, II, 38.
[1359] Şatıbı, el-Muvafakât, ll, 24.
[1360] Şatıbî, a.e., II, 10.
[1361] Şatıbî, a.e., II, 10-11.
[1362] Şatıbî, a.e..1 II. 10-11.
[1363] el-Mâide: 5/4.
[1364] Şatıbî, el-Muvafakâî, II, 21.
[1365] Şatıbî, a.e., II, 24.
[1366] en-Necm: 53/39.
[1367] Şatıbî, a.g.e., III, 22.
[1368] Şatıbî, a.e., II, 228-240.
[1369] İbn Hazm, el-İhkâm, IV, 720.
[1370] Müslim, Vasiyyet, 14; Ebû Dâvûd, Vasaya, 14; Tirmizî,
Ahkâm, 36; Nesâî, Vasaya, 8.
[1371] el-Bakara: 2/275.
[1372] Şatıbî, el-Muvafakât, II, 24.
[1373] Müslim, Müsakât, 82.
[1374] Hac: 22/78.
[1375] Şatıbî, el-Muvafakât, II, 22-23.
[1376] Malik, el-Muvatta, Cihad, II, 451-452.
[1377] Muhammed Fuad Abdülbakî, el-Lü'lüü ve'l-mercân, II,
269.
[1378] et-Talak: 45/6.
[1379] el-Bakara: 2/231.
[1380] el-Bakara: 2/233.
[1381] Şatıbî, ei-Muvafakât, III, 16-17.
[1382] İbn Kayyim, el-Menârü'l-münîf, s. 57.
[1383] Müslim, Buyû, 4.
[1384] Malik. el-Muvatta, Buyû. 79.
[1385] Şatıbî, el-Muvafakat, III. 21.
[1386] Tirmizî, Buyû, 53.
[1387] Tirmizî, Buyû, 53.
[1388] Muhammed Fuad Ahdülbakî, el-Lü'lüü ve'l-mercân, II,
134.
[1389] Şatıbî, el-Muvafakat, III, 24.
[1390] Abdullah Dıraz, Haşiye ale'l-muvafakât, III", 24.
[1391] Şatıbî, a.g.c, III, 24-25.
[1392] Şatıbî, a.g.e.. III, 25.
[1393] İbn Teymiyye. Mecmuu Fetâvâ, XX, 257.
[1394] İbn Teymiyye, a.e., XX, 557.
[1395] eI-En'am: 6/108.
[1396] Şatibî, el-Muvafakât, II. 23.
[1397] Malik, el-Muvatta, Siyam. ll. 311.
[1398] Baltacı, Menâhicu't-teşrtî'l-İslâmî, II. 640.
[1399] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 391-404.
[1400] Serahsî, Usûl, I, 368; Abdulaziz el-Buhârî,
Keşfü'l-esrâr, III, 16; Âmidî, el-İhkâm, I, 290; Hatîb el-Bağdâdî, el-Fakîh
ve'l-mütefakkih, I, 137; Zencanî, Tahrîcü'l-furâ ale'l-usûl, s. 63.
[1401] Abdülaziz eI-Buhârî, a.e., III, 16; Âmidî, a.e.,1,
290.
[1402] Serahsî, Usûl, I, 368.
[1403] Abdülaziz el-Buhârî, a.g.e., III, 16.
[1404] İbn Hazm, el-İhkâm, I, 104.
[1405] el-Kamer: 54/24.
[1406] Abdülaziz el-Buhârî, a.g.e., III, 17.
[1407] İbn Mâce, İkâmetü's-salâl, 137.
[1408] İbn Mâce, İkâmetü's-salât, 137.
[1409] Dârekutnî, Sünen, I, 154.
[1410] Bk. Daha önce geçen "Namazda açıkça gülmek"
ile ilgili kısım.
[1411] İbn Hacer, Tehzîbü't-tehzîb, IX, 317-318.
[1412] Bk. Daha önce geçen "Namazda açıkça gülmek"
ile ilgili kısım.
[1413] Ebû Dâvûd, Taharet, 69; Tirmizî, Taharet, 61, 62; İbn
Mâce, Taharet, 63; Nesâî, Taharet, 117. Buhârî onun hakkında: "O, bu
konuda en sahih olandır" demiştir.
[1414] Serahsî, Usûl, I, 368.
[1415] Emir es-San'anî, Sübülü's-selâm, I, 105.
[1416] Serahasî, Usûl, I, 368-369.
[1417] Tahâvî, Şerha meâni'l-âsâr, I, 199-200.
[1418] Buhârî, Ezan, 89; Müslim, Salât, 50.
[1419] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, II, 50-51.
[1420] Tahâvî, Şerhu meâni'l-âsâr, I, 204.
[1421] Tahâvî, a.e., I, 199.
[1422] Tahâvî, a.e., I, 199.
[1423] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 404-410..
[1424] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 413-416.
[1425] Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi
Metodları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997: 419-427.