Mustafa Işık
Fecr Yayınları
Nesli Sürdürme/Var Olma Güdüleri
Güdü Ve Heyecan/Duygular Arasındaki İlgi
Güdüleri Kontrol Altında Tutmak
Güdülerin Doyumunda, Aşırı Gitmemek Yoluyla Doyum Sağlama
Cinsellik Güdüsünü Kontrol Altına Alma
Saldırganlık Güdüsüne Hakim Olma
Mülk Edinme Güdüsüne Hakim Olma
HADİSLERDE DUYGULAR VE HEYECAN
Öfkenin Düşünce Ve Davranışlara Etkisi
Heyecan Duygusunu Kontrol Altına Alma
Kin Ve Nefreti Kontrol Altına Alma
Hased Duygusunu Kontrol Altına Alma
Kendini Beğenme Duygusunu Kontrol Altına Alma
Bilinen Duyu Organları Dışında Algılama/Altıncı His
a- Taklit, Hurafe ve Kuruntuya Kapılma
Düşüncenin Olgunlaşması İçin, Tartışma Ve Diyalogun Önemi
1- Anlatım Ve Taklit/Model Alma
A- Özendirme Ve Sakındırma İle Güdüleri Motive Etme
3- Öğrenmenin Zamana Yayılması
5- Uygulamalı Eğitim Ve Aktif Katılım
a- Dikkati Motive Etmede Yaşanan Olaylardan Yararlanma
b-Sorular Sorarak Dikkati Motive Etme
c- Örnek Olan Yöntemi/Misaller Vererek Dikkati Çekme
d- Şekillerden (grafik, diyagram) Yararlanma
7- Öğrenmede Aşama/ Tedricilik
Nebiler Dışındaki Kişilere Vahiy Ve İlham
Hadislerde Rüya Tabirleri/Yorumları
Cenin (Embriyon) Döneminde Gelişme
Kızgınlık Duygusunun Farklılığı
Kalıtım Ve Çevrenin Ferdi Farklılıklara Etkisi
Kişiliğin Olgunlaşmasının Belirtileri
Ruh Sağlığını Gerçekleştirmede İslam'ın Metodu
1- Ruhi Yönü Güçlendiren Yöntem
a- Allah'a Ve Birliğine İman, Ona Kul Olmak
2- Bedeni Yöne Hakim Olma Yöntemi
1- Güdüleri Kontrol Altında Tutma
2- Duygu Ve Heyecanları Kontrol Altında Tutma
3- Ruh Sağlığı İçin Zorunlu Olan Huyları Eğitme Yöntemi
1- Kendini Güven İçinde Hissetme
4- Sorumluluk Duygusu Hissetmek
6- Gözü Tok Ve Kadere Razı Olmak
Kur'an Ve Hadis Işığında Ruh Sağlığının Belirtileri
1- Kaygı, Keder Ve Üzüntüyü Dua İle Psikoterapi
2- Uykusuzluk ve Uykuda Korkuyu Dua Psikoterapi
3- Unutmayı Dua İle Psikoterapi
4- Günahkarlık Duygusunu Dua Ve Teşbihle Psikoterapi
Tercümelerde "önsöz" yazılması, alışılmış bir
davranış değildir. Ancak, söylenmesi gereken şeyler varsa, bunlar
belirtildiğinde okuyucu eseri daha iyi kavrayacaksa, önsöz yazmak yararlı olur
diye düşünüyoruz.
Bu
eserin tercümesi,
teknik bir tercümedir. Sıradan bir tercümeden farklı olarak Psikoloji ve Hadis
formasyonu gerektirmektedir. Hadis formasyonunu belgelediğimiz Dr. unvanımızla,
psikolojiyi ise "özel bir ilgi alanı"ndan sağladık. 20 yıllık bir
eğitimci olarak, genellikle "Genel Psikoloji", özellikle "Eğitim
Psikolojisinin” içinde bulunduk. Ayrıca tercüme sırasında, teknik kelimeler ve
deyimleri açıklarken İngilizce-Fransızca-Arapça dillerinde hazırlanmış
"Mu'cemu İlmi'n Nefs",[1] adlı
psikoloji sözlüğünden ve Arapça-İngilizce olarak hazırlanan "Mevsûatu
llmi'n Nefs':[2]
adlı psikoloji ansiklopedisinden yararlandık. "Hatasız kul olmaz."
sözünden hareketle, bu tercümenin her yönüyle tenkit edilmesi bizi son derece
memnun edecektir.
Daha
önce, "Kuran ve
Psikoloji" kitabında ayetlere psikolojik bakış açısıyla yaklaşan yazar,
ardından hadisleri bu açıdan gözden geçirmiştir.[3]
Anadili arapça olan yazarımız için “hadislerin dili"
sorun oluşturmamıştır.
Yazar, Sahih/sağlam hadisleri seçme konusunda ise, ümmetin kabulüne mazhar
olmuş "Kütüb-i Sitte"[4]den
"konularına göre" derlenmiş bazı eserlerden yararlanarak bu çalışmasını
ortaya koymuştur.
Biz
âyet tercümelerinde, Hamdi
Yazır'ın[5]
tercümesinden faydalandık. Bağlama uygun düştükçe ve dili ağır geldikçe, S.
Ateş’in tercümesinden[6]
iktibas yaptık. Bazen de biz tercümede bazı tasarruflarda bulunduk.
Eserde
Kur'an-ı Kerim
âyetlerinin yeri çoğunlukla verilmemişti. Okuyucunun aslına ulaşabilmesi için
sûre/âyet numaralarını verdik. Sûre numaralarının Roma rakamıyla verilmesi
gibi bir gelenek var ancak hantal olması nedeniyle, normal rakamları kullanmayı
yeğledik.
Tercüme sırasında, akademik olması açısından, eserde
adından bahsedilen bilginlerin ölüm tarihlerini hicrî/miladî yakın tarihte
ölenleri sadece miladî olarak ekledik.
Hadislerin
tercümesine gelince, genellikle
ravi/sahabî adlarını, atladık. Çünkü ravi isimlerinin okuyucuya doğrudan bir
yararı yoktu.[7]
Tereddüd ettiğimiz bazı noktaları, ulaşabildiğimiz bazı tercümelerden onayladık. Yararı
olacağına inandığımız bir/iki cümlelik açıklamaları, dipnotta (Işık) ekiyle
verdik.
Eserin
özgün adı "el-Hadisu'n
Nebeviyyetu ve İlmu'n Nefs" olup; tercüme, kitabın 1993'de yapılan, 2.
baskısının tercümesidir. Biz kısaca, "Hadis ve Psikoloj” diye tercüme
ettik.
Tercüme çalışmalarımda bana çeşitli şekillerde yardımcı
olan herkese, özellikle tercümeyi okumak lutfunda bulunan Doç. Dr. Ali Kuşat
Bey'e teşekkürlerimi arz ederim.
Dr. Mustafa IŞIK
Ağustos
1999 /Talaş[8]
Uzun
süredir ilgim, "İslam’ın
insan tasavvuru"[9] nu
iyice anlama, ruh ve beden sağlığına sahip şahsiyetleri oluşturan başlıca
etkenleri bilerek İslâm’ın bakış açısını kavrama, bozulma nedenlerini, sapma
ve psikolojik hastalık sebeplerini bilme, davranışları düzeltme ve psikoterapi
için sağlam metodları bulma, insanın mutluluk ve mutsuzluğunun nedenlerini
bilme, mutlu, doyuma ulaşmış, güven içinde bir hayat yaşayabilmede insan için
en güzel hayat tarzını bulmak amacıyla, Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Nebevî'deki
psikolojik kavramları incelemeye yönelmişti. Bu bilgi, benim görüşüme göre,
insan şahsiyetini iyi bir şekilde anlayabilmemiz için zorunludur. Bu sayede
insanın bozulma, mutsuzluk ve ruhî/psikolojik hastalıklarının sebeplerini
bilir; onu yönlendirme, düzeltme ve iyileştirmeye muktedir oluruz. Bu bilgi
bize, modern psikolojinin insan ve onun ruhî hayatı konusunda ulaşmış olduğu
verilere başvurma, bunun ‘İslâm'ın insan tasavvuru"yla örtüşen/uyuşan ve
çelişen yönlerini, İslâm kültürümüzün psikolojik hayat hususunda bizi
ulaştırdığı gerçekleri bilmemize imkan verecektir.
Şimdilerde arap ve müslüman üniversitelerinde okutulan
psikoloji (anlayışı) kesinlikle Batı'dan alınmıştır. İnsanın tanıtımında,
yapılan araştırmalar sonunda gerçek diye ortaya konan neticeler çoğunlukla, müslüman olmayan batı toplumlarına
dayanmaktadır. Bu yüzden, insan hakkındaki tasavvuru, hayat hakkındaki
felsefesi, kültürü, ölçülen ve değer yargıları kendine özgüdür.
Batının insan tasavvuru, insanın hayata gönderilişi ve
hayatın amacı, insanı bu noktaya götüren kültür, ölçüler, değer yargıları ve
hayat felsefesi gibi batı insanının kafasındaki şeylerin çoğunlukla incelenen
konuların, şüphe yok ki bu etkenlerin, bu toplumlarda yapılan psikolojik
araştırmaların yönlendirilmesinde büyük etkisi vardır. Mesela, Sigmund Freud
(1938)’un psikolojik hastalıkların sebeplerini araştırmasındaki özeninin dönüp
dolaşıp cinsellik içgüdüsüne dayanması, çoğunlukla onun yaşadığı çağın
kültürüyle; yaşadığı toplumun cinselliğe kötü bir nazarla bakması,
"erdemli insanın karşı koyması gereken çirkin ve kötü bir iş" olarak
görülmesiyle ilgilidir. Bu durum, Freud'un aşırı derecede cinselliğe ilgi
göstermesini sağladı; bu yüzden psikolojik hastalıkların cinsellik içgüdüsünün
engellenmesinden kaynaklandığını açıkladı.
Yine,
çağdaş Amerikan kültürünün
başarılı iş yapma konusunda yükselişi, üstünlük, başarılı olma ve rekabette
güçlü görülmesi, Amerikan toplumunda çözüme götüren nedenler çerçevesinde,
yükselme arzusu ve rekabet konularında bir çok araştırma yapılmasına neden
olduğu da görülen şeylerdendir.
Yine,
ruhî/dinî yönelişlere özen
göstermekten uzaklaşan, hayatta maddî yönelişlerin baskın olduğu batı
toplumlarında görülen, psikolojik araştırmaların maddî, biyolojik ve insan
davranışları yönünden sosyal yönlerle ilgili konulara yöneldiği; ruhî yönler ve
davranışlar üzerindeki etkisinin araştırılmasından uzak kalındığı
görülmektedir.
Yine,
modern psikoloji bilginlerinin, hayat felsefelerine hakim olan maddî yönelişe paralel yürüdüğü; din, iman ve ruhî
yönlerin ruh sağlığı üzerindeki etkisini ihmal ettikleri; ruh sağlığının
belirtilerini araştırmada ilgilerini ferdin sosyal ilişkilerden yararlanma ve
maddî/dünyevî ihtiyaçlarına doyum sağlama gücü, işinde ve evlilik hayatındaki
başarısı gibi günlük pratik hayatın bir çok işinde yeterlilik ve etkinliğe yoğunlaştırmaları
gözlenmektedir.
Aynı şekilde bunların, hayattaki maddî felsefelerine
uygun hareket ederek, psikoterapideki çeşitli metodlar içinde yer alan dinî
motifleri kullanmayı, psikolojik hastalarını iyileştirilmesini sağlamakta
önemsemedikleri görülmektedir.
Bu
verdiğim birkaç misalden sonra,
müslüman olmayan batı toplumlarında gelişen modern psikoloji ilminin bazı kavramlarının
"İslam’ın insan tasavvuru"yla örtüşmediği açıkça ortaya çıkmaktadır.
Bu yüzden bizim bu kavramların bir çoğunu gözden geçirmeye, "islamın
insan tasavvuru" ışığında tartışmaya, islamî kavramlarımızla uyuşması veya
en azından çelişmemesi için bazı değişiklikler ve düzeltmeler yapmaya
ihtiyacımız vardır.
"İslamın insan tasavvuru"nu, kendilerinden
yararlanarak doğru bir şekilde çıkarıp ortaya koyabileceğimiz esaslı iki
kaynak, Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Nebevî'dir. Bu iki kaynakta bulunan
psikolojik kavramlar ve insanın psikolojik tabiatıyla ilgili hususları,
"islamın insan tasavvuru"nu oluşturmak umuduyla, dikkatle inceledim.
Bu tasavvur esas alınırsa, psikolojide yeni araştırmalara hareket noktası
teşkil eder. Bu şekilde bir dizi araştırma yapıp sonuçta psikolojide yeni bir ekol
oluşturmak ve adını "Psikolojide Islâmî Ekol" koymak mümkün olur.
Yazarın, 1982 yılında, Kur'an-ı Kerim'de geçen
psikolojik kavramları ele alan, "el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs” (Kur'an ve
Psikoloji) adlı kitabının birinci baskısı çıktı.[10] O
günden beri yazar, Hadis-i Nebevî'deki psikolojik kavramları inceledi. Bunun
sonucu, elinizdeki bu kitabın, "el-Hadisu'n Nebevî ve İlmu'n Nefs"
(Hadis-i Nebevî ve Psikoloji) nin hazırlanması oldu. Bu kitap, önceki kitap
"el-Kur'an'u ve İlmu'n Nefs"in tamamlayıcısı/devamı sayılır; ikisi
birlikte bize "islamın insan tasavvuru" hakkında doğru bilgi
vermektedir.
Bu
kitap, insan davranışlarıyla
ilgili Hadis-i Nebevî'de geçen, ''davranış güdüleri, duygu ve heyecanlar,
algılama, düşünme, gelişme, kişilik, ruh sağlığı, psikoterapi" gibi
çeşitli yönleri sunar. Yazar, hadislerde geçen şeylerle bu konular ve psikoloji
ilminin söyledikleri arasında, mümkün olduğu kadar mukayese yapmıştır.
Hadislerin
araştırılmasında, tanınmış ana hadis
kitaplarından yararlandım. Bunlar; Sahih-i Buharî, Sahih-i Müslim, sünenlerden
Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî, İbnu Mâce, Darimî ve Ahmed b. Hanbel'in Müsned'idir.
Hadisi bu kaynakların birinden, doğrudan aldığım zaman kaynağın ismini, cild
ve sayfasını[11],
varsa hadis numarasını yazdım. Eğer hadis Buharî ve Müslim'in her ikisinde de geçiyorsa
(müttefeku'n aleyh), "Şeyhayn" dedim.[12]
Hadislerin araştırılmasında ayrıca şu kaynaklardan da faydalandım:
1-
Ebu Zekeriyya, Muhyiddin Yahya en-Nevevî'nin[13]
Riyazi's Salihîn Min Kelami Seyyidi'l Murselîn adlı eserinin Dr. Mustafa Said
el-Hın ve arkadaşları tarafından şerhedilmiş hali olan "Nüzhetu'l Müttekin
Şerhu Riyazi's Salihîn Min Kelami Seyyidi'l Murselîn", Müesssesetu'r
Risale, 7. Baskı, Beyrut, 1985. Kitabı "en-Nevevî" diye kaynak
gösterdim.
2-
İbnu'd Debiğ
eş-Şeybanî diye tanınan Abdurrahman b. Ali; Teysirul Vusul ilâ Cami'i'l Usûl
min Hadisi'r Rasûl, Daru'l Ma'rife, Beyrut, 1977; Eseri, "eş-Şeybanî"
adıyla kaynak gösterdim.
3-
eş-Şeyh Mansur Ali Nâsıf,
et-Tâcu'l Camii Li'l Usûl Fi Ehadisi'r Rasûl (s.a.s.), 4. Baskı, Daru'l Fikr,
Kahire, 1975; Eseri, "Nâsıf" diye gösterdim.[14]
4-
el-Hafız
Münzirî, Muhtasaru Sahih'i Müslim, Thk; M. Nasıruddin Elbanî, ed-Daru'l
Kuveytiyye li't Tıbaati ve'n Neşr ve'tTevzî, Kuveyt, 1969. Eseri, el-Münzirî
diye gösterdim.
5-
A. J. Wensinck,
el-Mu'cemu'l Müfehres Li Elfâzı'l Hadisi'n Nebevî, Mektebet'u Brıll,
Leıden, 1936; Esere, "Wensınck"
adıyla işaret ettim.[15]
Son
olarak, "Hadisler
ışığında
İslâm'ın insan tasavvuru"na, mümkün olduğu kadar, doğru bir şekil vermeye
çalıştığımı umuyorum. Eğer başardıysam, Allah'ın izniyle, iki sevap alacağım;
eğer şaşırdıysam, çalışma ücreti olarak bir sevap alacağım.[16] Ben,
bu kitabı kendine yaklaşmama vesile kılması için, Yüce Allah'a dua ediyorum. O
duaları işiten ve kabul edendir. Başarı Allah'tandır.
Hicrî 9 Şaban
1408
Miladî 27 Mayıs 1988
Muhammed Osman Necatî[17]
İnsanın birçok ihtiyaçları vardır. Bunların bir kısmı,
hayatın korunması ve neslin devamı için zorunlu olan temel ihtiyaçlardır. Bir
kısmı güven ve huzuru sağlayacak olan önemli ihtiyaçlardır. Bu ihtiyaçlar
insanı uygun bir şekilde güdüler, böylece ihtiyaçlar giderilmiş olur.
İnsanın
ihtiyaçları bazen fizyolojik/organik olur. Vücuttaki organik ve kimyevî
dengenin bozulması sonucu oluşur. Kandaki besinlerin eksikliği, dokulardaki
sıvı oranının noksanlığı gibi. Bu ihtiyaçlar insani güdüler. Vücudu önceki denge
durumuna kavuşturmak, besin ve su gereksinimini gidermek amacıyla insanı
çalışmaya sevkeder. Bu güdüler, nazarî olup çalışarak kazanılmayan, bütün
hayvan ve insanlarda ortak olan fizyolojik/organik olarak isimlendirilen
güdülerdir. Bunlar; açlık, susuzluk, oksijen (eksikliği), dinlenme (uyku),
soğuk ve sıcaktan korunma, akıtma (büyük ve küçük abdest), organa verilen
acıdan kaçınma, cinsellik ve annelik güdüleridir.
Bu
fizyolojik ihtiyaçlar
yanında insanın birçok sosyal-psikolojik ihtiyaçları da vardır. Bunların bir
kısmı, kişinin güven ve huzurunu sağlamak için zorunlu olan önemli güdülerdir.
İnsan ruhunun derinliklerinde Yüce Allah'ı tanıma ihtiyacı hisseder. Bu onu
güven ve huzur içinde olmaya götürür.
Bir
cemaate mensup olma, bunlar arasında mutlu bir hayat yaşamasını sağlayacak sevilen/sayılan biri olma
ihtiyacını duyar. Yine birşeyler yapmak, başarmak, hayattaki emellerini
gerçekleştirmek için yükselmek arzusu duyar. Böylece mutluluk hisseder. Ayrıca
insanın sosyal gelişmesi sırasında oluşan birtakım psikolojik ihtiyaçları da
vardır.
Kuran-ı Kerim, insanın fizyolojik, sosyo-psikolojik güdülerinin
bir çoğunu zikretmiştir. Bu kitabın yazarı, bu konuları "Kur'an ve
Psikoloji" adlı eserinde daha önce incelemiştir. Hadis-i Şerifler de
insanın bazı önemli fizyolojik ve sosyo-psikolojik güdülerini ele almıştır. Bu
konuyu, bu bölümde ele alacağım.[18]
Daha
önce işaret ettiğim gibi,
fizyolojik güdülerin bazısı yaşama, bazısı nesli sürdürme ile ilgilidir.
Annelik ve cinsellik güdüleri nesli sürdürmekle ilgilidir. Diğer biyolojik güdülere
gelince, onlar hayatı sürdürme ile alakalıdır. Birtakım hadis-i şerifler bu iki
çeşit güdüden bazılarına işaret etmiştir.[19]
Hadis-i
şerifler, hayatı sürdürmekle
ilgili bazı önemli güdülere işaret etmiştir; Açlık, susuzluk, yorgunluk, soğuk
sıcaktan kaçınma gibi. Rasûl (s.a.s.): "İnsanoğlunun oturacağı bir ev, avret yerini örtecek bir
elbise, katıksız ekmek ve su dışında temel ihtiyacı yoktur.”[20]
buyurmuştur.Rasûl (s.a.s.): "Müslümanlar, su,
otlak ve ateşte
ortaktırlar."[21] buyurdu.
Müstevrid b. Şeddad, Nebi (s.a.s.) in: "Kim
çalışıyorsa bir hanım edinsin. Hizmetlisi yoksa hizmetli bulsun. Evi yoksa ev
alsın."[22]
buyurduğunu işitmiştir.
Bu
hadislerde insanın gerçek
organik ihtiyaçları açıklanmaktadır, insan, açlık güdüsünü doyurmak için
besine, susuzluk güdüsünü doyurmak için suya, şiddetli soğuk/sıcağın
sıkıntıları ve hava şartlarından korunmak için eve muhtaçtır. Ayrıca ev onu
düşman ve yırtıcı hayvanların saldırısından korur. Yine orada, gün boyu
sürekli çalışmanın verdiği yorgunluktan rahatlamak için bir sığınak bulur.
İnsan, avret yerini örtecek, yazın şiddetli
sıcağın, kışın şiddetli ve sert soğuğun etkisinden kurtulmak için elbiseye
muhtaçtır. Yine o, sıcaklığını hissettiren, soğuktan koruyan, yemeğini
pişirmede ve günlük hayatında lazım olan bazı âletleri, silahını ve kendini
savunmada kullandığı kalkan gibi âletleri yapmakta yardımcı olan ateşe
muhtaçtır.
Fizyolojik
ihtiyaçlar
konusunda, insanlarla hayvanlar ortaktırlar. Bu yüzden hadis-i şerif,
müslümanların ortak olduğu otlağı zikretmiştir. Çünkü develeri ve davarları
otlamaya muhtaçtır. Otlak ile birlikte, su ve ateşi zikretti. Bu üç şey, Arap
yarımadasında yaygın olan göçebe hayatının zarurî işlerindendir. Geçen 3.
hadis, dolaylı bir şekilde, yorgunluk güdüsüne dokunmaktadır. Bu güdü,
(s.a.s.)in: "Hizmetlisi olmayan hizmetli edinsin." sözünden
anlaşılmaktadır. Bu durum kişinin, tek başına yaptığında yorgun düşeceği birçok
ihtiyaçlarını gidermede yardımcı bulması içindir. Ayrıca hadis, cinsellik
güdüsüne de işaret etmiştir. Onu inşallah, ileride ele alacağız.
Daha
önce zikrettiğimiz gibi
fizyolojik güdüler, vücutta kimyevî ve organik dengenin bozulması sonucunda
harekete geçer. Bu hal, son psiko-fizyolojik araştırmalarda, homeostasis
(hayatî denge) olarak bilinmektedir. İnsan veya hayvan bu dengesizlikten
kurtulmak için güdülenir ve vücudu eski denge durumuna getirmek için harekete
geçer. Güdü hareke geçince, insan veya hayvan vücudu bozulan dengeyi sağlamak,
eski sağlıklı durumuna kavuşmak için uygun hareketi yapar. Bu yüzden, Amerikalı
meşhur fizyolog Walter Cannon (1945), bedende hayatî dengeyi sağlamak için, faydalı/uygun
harekete yönlendiren bir hikmetin olduğu fikrine vardı. Son deneysel
araştırmalar, vücutta önemli bazı besinlerin eksikliği, bu besinleri içeren
yiyeceklere doğru bir eğilim oluşturuyor. Bu deneylerden birinde, vücutlarında
büyük ölçüde tuz kaybına uğratılarak böbrek üstü salgı bezleri tahrip edilen
fareler kullanıldı. Önlerine tatlı ve tuzlu su bulunan kaplar konuldu. Böbrek
üstü salgı bezleri tahrip olan fareler, önceki hallerine oranla çok büyük
miktarda, yaklaşık 20 kat daha fazla su içmeye başladılar. Bu deney, vücuttaki
tuz eksikliğinin tuzlu su içmek için bir güdü oluşturduğunu gösterdi. Bu
güdü, böbrek üstü salgı bezleri tahrip edilmeden önce bu farelerde olmayan bir
güdüydü.
Daha
başka deneyler, süt emme çağında
olan çocuk grupları üzerinde yapıldı. Sağlık durumları özenle gözden geçirilip,
kiloları tartıldı. Önlerine konan, sevdikleri çeşitli yiyecekleri özgürce
seçip yemeleri için serbest bırakıldılar. Bir müddet sonra, bu çocukların
sağlık durumlarının daha iyi olduğu görüldü. Bu deneyler, bedendeki belirli
besinlerin eksikliği sonucunda vücuttaki hayatî dengenin (homeostasis) bozulması halinde, noksan besinleri içeren gıdalara karşı
bir dürtü, bir iştah oluştuğunu ortaya koymuştur.[23]
Açıkça anlaşılacağı gibi, bu besinlerin alınması vücudun ihtiyaç duyduğu
gıdaları sağlamakta, vücut bundan yararlanmakta ve sağlık düzelmektedir.
Bu
gerçeğe Rasûl (s.a.s.), işaret
etmektedir[24]:
"Nebi (s.a.s.) bir hastayı ziyaret etti. Ne yemek istediğini sorunca,
buğday ekmeği -başka bir rivayette kek- cevabını verdi. Rasûl (s.a.s.):
Kimde buğday çöreği varsa
kardeşine göndersin buyurdu.
Ardından: "Birinizin
hastası, birşey arzuladığında onu yedirsin." sözünü ekledi.
-"Nebi
(s.a.s.) bir hastayı
yokladı. Ne
arzuluyorsun? diye
sorunca kek dedi. Nebi: "Tamam" deyince, istediğini getirdiler.[25]
Rasûl (s.a.s.): "Birinizin
hastası, birşey arzuladığında onu yedirsin." buyurdu. Bu söz mutlaka, Yüce Allah'ın vücutta
yarattığı bir özelliğe işaret ediyor. İnsan ve hayvan, vücudun ihtiyaç duyduğu
gıdaya iştahla yöneliyor. Bu özellik, Walter Cannon'un XX. yy. başlarında,
canlı varlıkların hayatî dengeyi sağlamak (Homeostasis) için yaptıkları
hareketleri araştırmalarında keşfettiği bir özelliktir. Bu hadisinde Rasûl (s.a.s.),
"Birinizin hastası, birşey arzuladığında onu yedirsin." sözüyle, hastanın arzu duyduğu yiyeceğin ona fayda
vereceğine işaret etmiştir. Çünkü vücut ona ihtiyaç duymuştur; yediğinde gıda
olacak ve sağlığı düzelecektir.[26]
İnsan ve hayvanların vücudunda, sağlık dengesini
belirli bir ölçüde tutan, bu dengenin bozulması halinde vücûdun bu ihtiyacı karşılamak
için uygun hareket (dürtü) geliştirdiği düşüncesi, daha önce söylediğim gibi,
son asırda Walter Cannon'a nisbet edilen bir görüştür. "el-Kur'anu ve
İlmu'n Nefs/Kur'an ve Psikoloji" adlı kitabımda açıkladığım gibi, insan ve
hayvanda hatta bütün evrende, hayatî denge fikri yeni bir fikir değildir.
Walter Cannon Homestasis/dengelenmeyi keşfetmeden XIV asır önce Kur'an'da
vardı.[27]
Yaşama güdülerinden biri de yenilen/içilen şeylerin
artıklarını boşaltma güdüsüdür. İnsan bunlardan kurtulmazsa sıkıntı çekmesine
ve sağlığının bozulmasına neden olur. Bu artıkların vücutta kalmasının
sıkıntıya sebep olacağına Rasûl (s.a.s.), tuvaletini yaptıktan sonra okuduğu
duasında işaret etmiştir; "Benden
sıkıntıyı gideren ve sağlık veren Allah'a hamdolsun."[28]
Ayrıca bu hadiste, güdüyü izleyen bir iç duyguya
işaret vardır. Fizyolojik güdüye, genelde, sıkıntılı bir duygu eşlik eder. Bu
duygu darlık, gerilim ve istikrarsızlık hissetmekten ibarettir. Bu güdünün
doyurulmasını ise sevinçli bir duygu izler. Bu duygu da güdüye eşlik eden
sıkıntı ve gerilimden kurtulmanın verdiği rahatlamadır. Bu yüzden Rasûl
(s.a.s.), yediği/içtiği şeylerin artıklarının vücûduna verdiği sıkıntıdan
kurtulduğu, kurtuluş sonucu rahat ve afiyet hissettiği için Allah'a
hamdetmiştir.
Açlık güdüsü ve korku heyecanından her biri, insan
hayatında önemli rol oynar. Kişi, bütün hayatı boyunca, onu açlık
sıkıntısından kurtaracak olan hayat lokmasını elde etmek için didinir, yorulur.
Yine elem ve acıya neden olan ölüm korkusundan kurtulmak, kafa rahatlığı ve
mutluluk veren güven duygusunu yakalamak için sürekli çalışır. Kur'an, insan hayatında
önemli etkileri olan açlık güdüsü ve ölüm korkusuna işaret etmiştir: "Çaresiz sizleri biraz korku,
biraz açlık, biraz maldan, candan ve hâsılattan eksiklik ile imtihan edeceğiz.
Sabredenleri müjdele."[29]
"Allah şöyle
bir kenti misal olarak anlattı: Güven, huzur içinde idi; her yerden rızkı
kendisine bol bol geliyordu. Fakat Allah'ın nimetlerine nankörlük etti, bunun
üzerine (halkının) yaptıklarından ötürü Allah onlara açlık ve korkuyu tattırdı."[30]
Yüce Allah, Kureyş'e, açlıktan kurtarma ve
korkulardan emin kılma nimetlerini verdiğini hatırlattı. Burada da açlık güdüsü
ve korkunun insan hayatında büyük önemi olduğuna işaret vardır. Yüce Allah:
"Bu ev
(Kâbe)nin Rabbine kulluk etsinler/ki onları yedirip açlıktan kurtardı
ve onları korkudan güvene kavuşturdu."[31]
Rasûl (s.a.s.) de, açlık güdüsü ve korkunun, insan hayatındaki
yerine işaret etmiştir: "Kim
kavmi içinde güvencede, bedeni sağlıklı olarak sabahlar; yanında günlük
yiyeceği bulunursa sanki dünya ona verilmiştir."[32]
Bu
hadiste, insan hayatında
açlık ve korkudan emin olmanın önemi açıklanmıştır. Ayrıca vücut sağlığının
önemine işaret edilmiştir. Bu üçü, insanın dünya mutluluğu için mühim sebepler
olarak görülmüştür. Bir kişi, içinde yaşadığı toplumda güven içinde olur,
korku endişesi taşımaz, günlük yiyeceği olur, açlık kaygısı taşımazsa, sağlığı
yerinde olur hastalık acısı duymazsa, o kişi mutlaka mutluluğun doruğundadır,
sanki dünyanın kralıdır.
Rasûl (s.a.s.) oksijen ihtiyacına da işaret etti. Onu,
yeme/içmede aşırılığa gitmemeye teşvik ettiği hadisinde, açlık ve susuzluk
güdüleriyle birlikte ele aldı. Nefes alma güdüsünün bu hadiste açlık/susuzluk
güdüleriyle birlikte ele alınması, insan hayatında oksijen ihtiyacının önemine
işarettir. Rasûl (s.a.s):"İnsanoğlu
karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır. İnsanoğluna, belini doğrultacak
kadar yemek yeter. Mutlaka yiyecekse, karnının üçte birini yemeğe, üçte birini
içeceğe, üçte birini de nefes almaya bıraksın."[33]
buyurdu.
Bu
hadiste, çok
yeme/içmenin mideyi doldurup şişireceği, ciğerlere baskı yapıp zor nefes almaya
sebep olacağına işaret vardır. Bu ise insan sağlığına zararlıdır. Bu yüzden Rasûl
(s.a.s.), kişi rahat ve kolay nefes alsın; kendine gereken oksijeni sağlasın
diye, çok yiyip/içmemeye teşvik etmiştir.[34]
Fizyolojik
güdü olan cinsellik ve annelik
güdüleri, nesli sürdürme görevini yerine getirirler.[35]
Cinsellik
güdüsü, insanda ve hayvanda,
önemli bir göreve götürür. Erkek ve dişiden her birini ötekine doğru çeker;
aile oluşur, nesil türer, kuşaklar birbirini izler ve neslin korunması
sağlanır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de, cinsellik güdüsünün nesli koruma
görevine, şu âyetlerde işaret edilmiştir: "Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı ve
eşlerinizden de size oğullar ve torunlar verdi."[36]
"Ey insanlar, sizi tek bir nefisten yaratan ve ondan eşini yaratıp, ikisinden
birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun."[37]
Rasûl (s.a.s.) de müslümanları evlenmeye teşvik etti.
Çünkü o, Kıyamet gününde, ümmetinin çokluğu ile övünecek: "Nikah, sünnetimdir. Kim
sünnetimi işlemezse benden değildir. Evleniniz; ben sizinle diğer ümmetlere
karşı iftihar edeceğim. Evlenebilen evlensin, evlenemeyen oruç tutsun, çünkü
oruç nefsi frenler."[38]
"Doğurgan
kadınlarla evlenin. Ben sizinle diğer ümmetlere karşı övüneceğim."[39]
Çocuğun doğumu Allah'ın nimetlerindendir.
Anne-babanın mutluluğunu sağlar; ikisini de sevindirir, mutlu eder. Ailenin
devamını sağlar, onlar için güç-kudret kaynağı, önemli bir yardımcıdırlar. İbnu
Kayyim el-Cevziyye(751/1350) bu anlamda şunları söyler: "Çocukların -yaşasalar
da ölseler de- pek çok faydası vardır: Yaşarlarsa, anne/babaya yardımcı ve
faydalı olurlar, ölürlerse Cennet'e gitmelerine sebep olurlar."[40]
Karı/koca arasındaki cinsel ilişki, İslam'a göre,
sadece zevk alma ve faydalanma değildir. Aksine, sevgi, merhamet ilişkisi,
insanın huzur ve sükun bulduğu, güven duyduğu bir alâkadır. Yüce Allah buyurdu
ki: "O'nun
âyetlerinden biri de, size, nefislerinizden, kendileriyle sükûn bulacağınız
eşler yaratması ve aranıza sevgi, acıma koymasıdır. Şüphesiz bunda, düşünen
bir toplum için ibretler vardır."[41]
İslâm,
karı/koca arasındaki cinsî münasebeti, kulun, yaptığında sevap kazanacağı iyi
işler seviyesine yükseltir.
Allah
Elçisi: "Sizden
birinin, eşiyle cinsî münasebetinde de sevap vardır." buyurur. Sorarlar:
-"Ey
Allah'ın
Elçisi, birimiz arzusunu giderecek, ondan da sevap kazanacak, öyle mi?
-Haram yola başvursa,
günah olmayacak mıydı?! Aynı şekilde, helal yoldan şehvetini giderince sevap
kazanır."[42]
cevabını verir.
Karı/koca arasındaki cinsel ilişki sadece sevap kazanılan
güzel bir amel olmakla kalmaz; işleyeni Cennet'e sokacak bir amel derecesine
yükselir. Allah Rasûlü (s.a.s.): "Allah'a tertemiz kavuşmak isteyen, hür kadınlarla evlensin."[43]
buyurdu.
İslâm'a göre, eşler arasındaki alâka, karı/kocanın
birbirine karşı aşk, sevgi ve saygılarını gösterdikleri insanî bir ilişkidir.
Güzel şakalar, oynaşma ve tatlı sözler, sevgi ve mutluluk duygularını etkiler.
Rasûl (s.a.s.) ashabının (r.a.) cinsî münâsebetten önce, eşleriyle
oynaşmalarını tavsiye ederdi. "Câbir b. Abdullah'ın anlattığına göre,
Rasûlullah, ashabına, sevişmeden önce cinsî münâsebette bulunmayı yasakladı."[44]
Görüldüğü gibi, Rasûl (a.s.) ashabına, cinsel
ilişkiden önce eşleriyle şakalaşıp oynaşmayı tavsiye etti. Karı/koca arasındaki
cinsel ilişki konusunda yazan modern bilginlerin çoğu, cinsî münâsebetten önce
sevişmenin önemini açıkladılar. Çünkü cinsel duyguları tahrik, eşlerin doyuma
ulaşmasını sağlar. Erkeğin, sevişmeden yaptığı cinsel ilişki, kadın tatmin
olmadan sadece erkeğin tatmin olmasını sağlar. Bu da kadının tatminsizlik ve
sinirsel gerilim duymasına neden olacağından bazen evlilik hayatının
istikrarsız gitmesinin sebeplerinden biri olur.[45]
Anne,
çocuğuna sevgi, şefkat, acıma ve
özen gösterdiği zaman annelik güdüsü açıkça ortaya çıkıyor. Hayvanlarda
-özellikle de memeli hayvanlarda- genellikle, yaratılıştan gelen annelik
davranışı açtkça gözüküyor. Memeli hayvanlar, yaratılıştan gelen içgüdüyle
küçük yavrularını emzirirken onlara dikkat ediyor, onları savunuyorlar. Rasûl
(s.a.s.), dişi bir kuşun yavrusuna yapılan eziyetten dolayı sergilediği acıklı
durumu, yavrusuna karşı gösterdiği özen ve savunmayı görmesi nedeniyle,
annelik güdüsüne işaret etti:
"Rasûl (s.a.s.) bir yerde konakladı. Adamın biri ağaçlık bir yere
giderek bir kayakuşunun yumurtasını aldı. Kuş, Rasûl (s.a.s.) ve ashabının
başında dolanıyordu. Rasûl (s.a.s.) sordu: Bu kuşu hanginiz üzdü? Topluluktan biri: "Ben yumurtasını
aldım", deyince, Rasûl (s.a.s.):"Onu yuvasına geri koy." dedi. Başka bir rivayette: "Ona acı ve geri koy." buyurdu.[46]
Rasûl (s.a.s.), hamilelik, doğum, emzirme safhalarında
annenin karşılaştığı zorluk ve sıkıntılara, çocuğuna özen gösterip uykusuz
kaldığına işaret etti.
Adamın
biri, annesinin ahlakının kötü olduğunu şikayet edince: "Seni dokuz ay karnında
taşırkan kötü huylu değildi." cevabını verdi. Adam: Gerçekten ahlakı kötü deyince, "Seni iki yıl emzirirken böyle
değildi."
buyurdu. Adam yine "Gerçekten huyu kötü." deyince, "Senin yüzünden gece uykusuz,
gündüz susuz kalırken huyu kötü değildi." buyurdu. Adam:"Ama karşılığını ödedim." dedi. Rasûl
(s.a.s.) sordu: Ne
yaptın ? Adam:
"Omuzumda taşıyarak hac yaptırdım." deyince: "Bir tek doğum sancısının
karşılığını bile ödeyemedin."
buyurdu.[47]
İnsanda,
fizyolojik güdüler gibi vücudun ihtiyaçlarıyla bağlantılı olmayan, yaşama ve
nesli sürdürme ile ilgisi bulunmayan sosyal-psikolojik güdüler vardır. Bu
güdüler, manevi ihtiyaçları karşılarlar. Bunlar, insan için temel
ihtiyaçlardır; bunlara doyum sağlanması güvenli, huzurlu ve mutlu bir hayatı
gerçekleştirir. Eğer bu doyum sağlanmazsa, kişi güven nimetinden yoksun kalır,
endişeye dalar ve hayatını sıkıntı kuşatır. İnsan hayatındaki önemli
sosyal-psikolojik güdülerden biri de inanç/din güdüsüdür.[48]
a-
İnanç/Din
Güdüsü
İnsanda, yaratılıştan gelen, Yüce Allah'ı bilme ve
O'na inanma, O'nu bir bilme, O'na ibadet ederek yaklaşma, O'na sığınma, tehlike
kuşatınca O'ndan yardım isteme duygusu vardır. Kur'an-ı Kerim, yaratılıştan
gelen bu inanma güdüsüne işaret eder: "Sen yüzünü, Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir:
Allah'ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön) ki, insanları ona göre
yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din odur fakat
insanların çoğu bilmezler."[49]
Kurtubî (671/1272), bu âyetin tefsirinde, "İnsanın yaratılış ve
tabiatında, mahlûkatın güzelliklerini tanıma ve bunlardan hareketle Allah'ın
varlığına/birliğine inanmak gibi, yaratılıştan gelen bir duygu vardır.'[50]
demektedir.
Yüce Allah şöyle buyurdu: "Rabbin Adem oğullarından,
onların bellerinden zürriyetlerini almış ve: “Ben sizin Rabbiniz değil
miyim?" diye onları kendisine şahid tutmuştu. "Evet, buna şahidiz
dediler. Kıyamet günü "Biz bundan habersizdik!” demeyesiniz.[51]
Yüce Allah bu âyette, yaratılmadan önce Ruhlar âleminde,
Adem oğullarının zürriyetinden söz almış ve Rabb olduğuna onları şahid
tuttuğunu belirtiyor. Böylece, kıyamet gününde "Biz bundan
habersizdik." demesinler. Bu âyet, insanın yaratılışında Yüce Allah'ı
tanıma, O'na ve birliğine inanma yeteneğinin olduğunu gösteriyor.[52]
Rasûl (s.a.s ) de insanın temiz bir yaratılış ve hanif
dini üzere doğduğunu açıklıyor: "Her çocuk tertemiz bir yaratılışla (fıtrat) doğar. Sonra
onu ana/babası yahudileştirir, hristiyanlaştırır, mecusîleştirir. Tıpkı bir
hayvanın sağlam bir yavru yaptığı gibi. Bu yavruda hiçbir eksik organ görüyor
musunuz! Sonra Ebu
Hureyre: İsterseniz şu âyeti okuyun: "Allah'ın insanları yarattığı sağlam yaratılış üzere."[53]
demiştir.
Bu
hadiste Rasûl
(s.a.s), çocuğun temiz bir yaratılış ve hanif dini üzere doğduğunu açıklıyor.
Yalnız, çocuk ana/babanın ve yetiştiği çevrenin eğitim ve kültür şartlarından
etkilenir. Ana/babası onu yahudi, hristiyan veya mecusi kültürüyle
yetiştirebilir. Böylece, doğduğu tertemiz yaratılış zayıflar; öğrendiği ve
içinde yetiştiği inanç sistemi güçlenir. Rasûl (s.a.s ), bu gerçeği anlatan
misali sahabeye, günlük hayatlarından verdi. Nasıl ki hayvan yavrusu hata ve
kusuru olmadan doğarsa, insan da yaratılışında bir bozukluk bir yamukluk bir çarpıklık
olmaksızın, hanif dinini kabul edecek şekilde doğar. Bu anlamda Rasûl (s.a.s )
bir başka hadisinde şöyle buyurur: ''Her
insan, konuşma safhasına kadar, fıtrat üzere doğar; sonra ana/babası onu
yahudileştirir, hristiyanlaştırır."[54]
Bu
durumda
çocuk
Allah'a, O'nun birliğine inanacak bir yetenekle doğar. Ancak bu yetenek,
çocuğun eğitim-öğretimiyle uğraşanların eğitimi, yönlendirmesi ve ikna etmesine
ihtiyaç duyar. Zikrettiğimiz bu iki hadis, bu eğitim/öğretimin çocuğu İslâm
veya Yahudi yahut Hristiyan dinine yönlendirdiğini ortaya koymaktadır. Öyleyse
din, insanın o yetenekle doğduğu bir esastır ayrıca buna insanın içinde
yetiştiği çevrenin (kattığı) katkıları vardır. Rasûl (s.a.s ) bu gerçeğe şu
hadisinde işaret etmiştir: Huzeyfe b. Yeman anlatır: "Rasûl (s.a.s ) iki
hadis söyledi; birini gördüm, ötekini bekliyorum. Önce emanetin, insanların
kalplerinin derinliğine indiğini anlattı sonra Kur'an indi. Kur'an'dan
birşeyler öğretiniz, sünnetten birşeyler öğretiniz."[55]
Bu
hadis açıkça
gösteriyor ki emanet yani Yüce Allah'a inanma ve O'na kulluk duygusu
yaratılıştan insanların kalbinde mevcuttur ancak insanın yetiştiği sosyal
çevrede, eğitim/öğretimle ortaya çıkmaya muhtaçtır. Kur'an-ı Kerim ve Nebevî
Sünnetin öğretilmesi onu ortaya çıkarır, yaratılıştan gelen bu yetenek gelişir
ve kökleşir.
Bazen
çocuğun çevresinden aldığı bu
eğitim, Kur'an-ı Kerim ve Sünnet-i Rasûl (s.a.s ) üzere çocuğunu yetiştiren
islam toplumlarında olduğu gibi, her türlü yamukluk ve sapıklıktan uzak tevhid
inancına götürür. Bazen de çocuk, islam prensiplerine tam olarak tutunmayan
çevrelerde çeşitli gelenek-görenek, islam prensipleri ve sağlam tevhid inancıyla
bağdaşmayan fikirlerle karşılaşır.
Rasûl (s.a.s ), dinden sapmayı insana güzel gösteren
şeytanî etkilere işaret etmiştir: "Rabbim bana, bugün, bilmediğiniz şeyleri öğretmemi emretti:
Kullarıma bağışladığım mallar helaldir. Ben bütün kullarımı (hanif) sağlam inançlı
yarattım. Şeytan onlara geldi, onları yollarından uzaklaştırdı. Helal kıldığım
şeyleri onlara haram saydırdı, kendilerine bir belge indirmediğim halde, bana
şirk koşmalarını onlara emretti."
[56]
Bu
hadisde Rasûl (s.a.s
), Allah'ın bütün insanları hanif olarak, yani içlerinde Yüce Allah'a iman ve
tevhid inancı yeteneği mevcut olarak yarattığını açıklamıştır. Ancak şeytan
onları etkisi altına almış, sağlam yaratılışın kendilerini kılavuzladığı doğru
yoldan onları uzaklaştırmış, Allah'a şirke daldırmış, Allah'ın helal kıldığını
haram haram kıldığını helal saymalarını sağlamıştır.[57]
Rekabet
güdüsü, insanlar arasında yaygın
olan sosyal-psikolojik bir güdüdür. Rekabet güzel olan şeylerde değer
yargılarını ve toplumun kültür düzeyini tesbit eder. Bu gibi şeylerde toplum
çocukları rekabete teşvik eder. Kur'an-ı Kerim, müslümanları ibadet ve güzel amellerle Allah'a
yaklaşma ve takvada yarışa teşvik etmiştir.[58]
Yüce Allah: "İyiler, elbette nimet içindedirler. Koltuklar üzerinde oturup
bakarlar. Yüzlerinde nimetin sevinç ve pırıltısını sezersin. Onlara mühürlü
halis bir şaraptan içirilir. İçildikten sonra misk gibi kokar. İşte ona
imrensin artık imrenenler."[59]
buyurmaktadır.
İnsanların çoğu, genellikle dünya ve onun geçici
menfaatlerine eğiliyorlar. Onlar para biriktirmede, emlak ve gelir getiren
taşınmazları mülk edinmede, ayrıca makam/mevki elde etmede, toplum yönetimini
elinde tutanları elde etme v.b. dünya hayatında geçerli çeşitli konularda
yarışıyorlar. Bu çeşit rekabet, nefislerde kin ve kızgınlığı harekete geçiren,
müslümanlar arasında sevgi ve kardeşlik bağlarını çözen, onları Allah'ı
anmaktan uzaklaştıran, Allah'ın dinini yayma ve yüceltme, yolunda cihad etme
coşkusunu zayıflatan, sevilmeyen türden bir rekabettir. Allah Rasûlü (s.a.s.)
bir gün Uhud şehitlerinin cenaze namazını kıldırdı. Sonra minbere çıktı ve
şöyle konuştu: "Ben
önünüzdeyim ve size şahidim. Yemin ederim ki şu anda havzıma bakıyorum. Bana
yeryüzünün hazineleri verildi. Vallahi ben, benden sonra şirk koşmanızdan
korkmuyorum..Fakat dünya konusunda yarışmanızdan korkuyorum."
[60]
Rasûl (s.a.s.) başka bir hadisinde: "Vallahi, fakirliğinizden
korkmuyorum; sizden öncekiler gibi, dünyanın önünüze serilmesi ve onlar gibi rekabet etmenizden; onları mahvettiği gibi sizi de
mahvetmesinden korkuyorum."[61]
buyurdu.
Rasûl (s.a.s.), tehlikeler içerip zarar verdiği için,
müslümanları dünyalık konusunda sakındırmakla birlikte, takvada, Allah'ın
rızasını kazanmak için güzel amellerle O'na yaklaşmada yarışmaya teşvik etti.
Rasûl (s.a.s.): Aranızda,
ancak iki hususta yarış vardır. Birisi, Allah (c.c.)ın Kur'an bilgisi verdiği
ve gece gündüz onunla uğraşıp ona uyan adamdır. Onu gören "Yüce Allah,
falan kişiye verdiğini bana verseydi, onun gibi davranırdım." der.
İkincisi. Allah'ın verdiği malı gece gündüz yerli yerince harcayan ve sadaka
veren adam. Onu gören "Allah, filana verdiği malı bana verseydi, onun gibi
harcardım."
buyurmuştur.[62]
Rasûl (s.a.s.), müslümanları, süvarilik ve kahramanlık
duygularını güçlendiren yararlı işler yapmada yarışmayı da teşvik ederdi. At
yarışlarını teşvik ettiği gibi, bizzat kendisi bu yarışlara katılırdı. İbnu
Ömer'in anlattığına göre, "Rasûl (s.a.s.) atını yarışa hazırlar ve
yarışmaya katılırdı"[63]
"Rasûl (s.a.s.), yarışa hazırlanan atlarla Hafya'dan Seniyyetü'l
Veda'ya kadar hazırlanmamış atlarla ise Seniyyetü'l Veda'dan Mescid-i Beni
Züreyk'e kadar yarış düzenledi."[64]
Rasûl (s.a.s.), Eşlem kabilesinden bazılarının ok atma yarışı yaptıklarını
gördü: "Atın,
İsmail oğulları, babanız atıcıydı. Atın, ben de falanlardan
tarafayım."
derken eliyle takımın birini tuttu. (Hareket olmayınca) "Niçin atmıyorsunuz? diye sordu:
"Siz onlara taraftar olunca nasıl
yarışırız?!." diye cevap verdiler. Bunun üzerine:
"Atın,
ben hepinizle beraberim."
buyurdu.[65]
İnsan; para, gelir getiren taşınmaz mal, mülk v.b.
hayatın çeşitli mallarına meyleder. Kur'an-ı Kerim insanın mülk edinme
sevgisine, Yüce Allah'ı şu ayetlerinde işaret etti. "Kadınlardan, oğullardan,
kantarlarca yığılmış altın ve gümüşten, salma atlardan, davarlardan ve
ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük, insanlara cazip gösterildi. Bunlar
sadece dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, Allah'ın
yanındadır."[66]
"Malı pek
çok seviyorsunuz."[67]
Rasûl (s.a.s.) de, insanın mülk edinme sevgisine
işaret etti: "Ademoğlunun
iki dere dolusu altını olsa üçüncüsünü isterdi. Ademoğlunun gözünü ancak
toprak doyurur. Allah, pişman olanın tevbesini kabul eder."[68]
buyurdu. Bu hadiste Rasûl (s.a.s.), insanın mülk edinme konusundaki şiddetli arzusunu,
çoğaltma hususunda güçlü isteğini, bu arzusunu ölümden başka hiçbir şeyin
durduramayacağını açıkça ortaya koydu. Yine bu manada, Rasûl (s.a.s.): "İhtiyarın gönlü iki hususta
kocamaz: Uzun ömür, çok mal."[69]
Buyurdu.
Rasûl (s.a.s.)in müslümanları, dünya malı, mülkü ve hazineleri
konusunda yarışmaktan sakındıran, az önce rekabet/yarışma güdüsü konusunda
geçen hadis de mülkiyet güdüsüne işaret etmektedir.
Dünya malı ve gelirleri konusundaki yarış, esasen
bir sahip olma yarışıdır. Rasûl (s.a.s.) in, kendinden sonra müslümanların bu
konudaki yarışından korktuğunu açıklaması, mülkiyet güdüsünün müslümanlara
hakim olmasından, dünyadaki bütün çalışmalarının mülk edinme çabası, bunun Allah'ı
anma, takva ve O'na ibadetten müslümanları alıkoymasından korktuğuna işaret
etmektedir. Üzülecek şeylerden biri de, bugün müslümanların çoğunun, Rasûl
(s.a.s.)in bizi sakındırdığı şeyleri mubah saymalarıdır.[70]
Güdü ile heyecan ve duygusallık durumu arasında bir
ilişki vardır. Güdü motive edilince, bu duruma gerilim, istikrarsızlık, keder
ve sıkıntı duyma eşlik eder. Mesela, açlık güdüsü harekete geçince, kederli
bir duygusallık ona katılır. Güdünün doyumundan sonra ise genellikle bir sevinç
durumu ona eşlik eder. Açlık acısını, yemekten sonra lezzet ve sevinç duyma
izler. Güdüye eşlik eden bu bu kederli duygusal duruma Rasûl (s.a.s.) işaret
etmiştir: Rasûl (s.a.s.): "Allahım,
açlıktan sana sığınırım; Çünkü o ne kötü bir sıkıntıdır."[71] diye
dua ederdi. Bu hadiste, açlık güdüsünü izleyen ruhî üzüntü haline açıkça işaret
vardır. Aç olan kişi açlık acısı ve ona eşlik eden keder ve sıkıntı hissini
duyar. Rasûl (s.a.s.), açlık/susuzluk güdülerinin doyumundan sonraki tat ve sevinç hissine de işaret etmiştir: "Yüce Allah buyurur ki, Oruç
benim için tutulmaktadır; onun ödülünü de ben veririm. Oruçlu için iki sevinç
vardır: 1- Orucunu açtığı zaman 2- Rabbine kavuştuğu zaman."[72]
Oruçlunun, orucunu açtığı zaman duyduğu sevinç, açlık güdüsünün doyumunu
izleyen lezzet hissinin verdiği sevinçtir.[73]
İnsan,
güçte eşit, yönleri karşıt iki
güdünün etkisi altında kaldığında; güdünün biri bir yöne, diğeri birincisine
zıt başka bir yöne çeker. İnsan şaşkınlık ve kararsızlık içinde kalır; bu iki
yönden hangisine gideceğini bilemez. Birinci yöne yöneldiğinde, aksi tarafa
çeken güdünün gücü artar ve hareket durur, zıt yöne çeken güdünün etkisine
girer. Bu hedeften biraz uzaklaşsa, öteki güdünün gücü artar ve hareket durur.
Böylece kişi iki hedef arasinda kararsız kalır ve herhangi bir hedefe ulaşamaz.
Bu durum "iç çatışma" olarak bilinir. Kur'an-ı Kerim, imanla küfür
arasında, müslümanlarla kafirler cemaatine katılmak konusunda tereddüd ve
kararsızlık duyan münafıkların iç çatışma halini şöyle niteler: "Herhalde münafıklar Allah'a
hile yapmağa kalkarlar, Allah da hilelerini başlarına geçirir. Namaza
kalktıkları zaman da erinerek kalkarlar, halka gösteriş yaparlar; yoksa Allah'ı
pek az hatıra getirirler./Arada yalpalayıp dururlar; ne bunlara bağlanırlar ne de onlara. Allah şaşırtırsa
artık sen onlara bir çıkar yol bulamazsın."[74]
Rasûl (s.a.s.) de, müslüman ve kafirler cemaatine
katılma konusunda münafıkların hissettikleri kararsızlıktan doğan iç
çatışmayı; iki sürü arasında kalan, bir defasında birine bir seferinde ötekine katılan;
ikisinden birinde kalma hususunda ayarsız olan koyuna benzettir: "Münafığın durumu, iki sürü
arasında kararsız kalmış; bir seferinde ona, bir seferinde ötekine katılan
şaşkın koyunun hali gibidir."[75]
İç
çatışma çoğu zaman insanda, dünyevi arzu, istek, heves ve bedeni ihtiyaçlarının
doyumuyla ilgili güdüleri ile dinî, ruhî arzularıyla ilgili güdüleri arasında
olur. Bu güdüler kişiyi, ahiret hayatında mutlu olmak amacıyla dünyevî arzu,
istek ve heveslerine; fizyolojik güdülerine hakim olmak için motive eder.
Rasûl (s.a.s.), insandaki maddi/fizyolojik ve
toplumsal güdülerin iç çatışma mücadelesini, canlı bir misalle, gerçekçi bir
temsille incelikli olarak niteledi. Rasûl (s.a.s.): "Benim durumum ateş yakan bir
adamın hali gibidir. Ateş etrafı aydınlatınca, kelebekler (pervaneler) ve ateş
etrafındaki böcekler çevresine üşüşür ve ateşe düşmeye başlarlar. Adam onları
engellemeye çalışsa da adamı aşar; ateşe atılırlar. İşte benim ve sizin
misaliniz budur. Ateşten korumak için, ben sizin eteğinizden tutuyorum.
Ateşten beri gel! Ateşten beri gel! diyorum; siz beni aşarak ateşe
dalıyorsunuz."[76]
buyurdu.
Bu
hadiste bir yandan dünya
hayatının cazibeleri ve hissi arzuları arasında, öte yandan insanı dünya heves
ve arzularına dalmaması konusunda motive eden manevi güdüler arasındaki
çatışmanın ince bir tasviri vardır. Rasûl (s.a.s.) bu çatışmayı, iki kişi
arasında mukayese yaparak niteledi. Birincisi akıllı uslu, arzularının
azgınlığını frenler, heveslerine hakim olur, ahiret hayatı için çalışır.
İkincisi aklı kıt, sağlıklı düşünceden uzak, kendi arzu ve isteklerine uyan,
ahireti için çalışmayan biridir. Rasûl (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Akıllı adam, nefsine boyun
eğdiren ve ölümden sonrası için çalışan kimsedir. Akılsız adamsa nefsine ve
nefsinin isteklerine uyan, Allah'tan da umulmayacak şeyleri umandır."[77]
Rasûl (s.a.s.), müminleri dünyevî arzu, istek ve
zevklerinin, özellikle de cinsî arzularının ardından sürüklenmekten
sakındırırken bu çatışmaya dikkat çekti. Erkekleri, kadınların tuzağına
düşmekten sakındırdı: "Doğrusu
dünya tatlıdır, çekicidir. Allah sizi oraya, nasıl davranacağınızı görmek amacıyla
yerleştirmiştir. Dünyadan sakının, kadından sakının; İsrailoğullarının ilk
imtihanı kadındı."
[78]
"Ardımdan
erkeklere, kadınlardan daha tehlikeli bir fitne bırakmadım."[79]
buyurmuştur.
"Sizin hakkınızda
en çok korktuğum, zenginlik arzusu, karınlarınız, şehevî arzularınız ve
fitnelerin saptırmasıdır."[80]
buyurmuştur.
Modern
psikologlar, güdülerarası
çatışmayı incelediler ve şartların, birbirine zıt iki güdüden diğerine göre
güçlü olanı desteklemesi halinde bu çatışmanın çözümünün mümkün olduğu
kanaatine ulaştılar. Bu durumda insan, güçlü olan güdüye yönelir, çünkü
birbirine zıt iki güdüden birini seçme konusunda şaşkınlık içinde olan insanın
zayıf olan güdüsüne yönelme gücü yoktur. Bu tip güdüler arası çatışmaların çözümü,
insanın normal günlük hayatının istek ve ihtiyaçlarında meydana gelir. Mesela,
bir öğrenci gelecek önemli bir imtihana çalışmak için geceyi evinde geçirmenin
görevi olduğunu düşünür. Bazen böyle bir geceye önemli bir sosyal, kültürel
veya eğlence programı denk gelir. Diyelim ki tv. de özellikle seyretmeyi
istediği önemli bir tiyatro gösterisi olur. Öğrenci bu durumda bir çatışma
duygusu hisseder. Dersine çalışıp, tiyatro programını kaçırsın mı? Yoksa
tiyatroyu seyredip sınava hazırlık için ders çalışmayı mı bıraksın? Bu çatışma,
şartların bu iki istekten birini destekler doğrultuda oluşması halinde,
kolaylıkla çözülmüş olur. Mesela, bir arkadaşı, birlikte ders çalışmak amacıyla
onu ziyaret ederse, ders çalışma isteği güçlenir ve çatışma biter. Ama
arkadaşı tv. deki tiyatro programını seyretmek için gelmiş olursa, diğer isteği
güçlenmiş olur ve çatışma son bulur. Bu çeşit iç çatışmaların anlattığımız
yolla çözümünü, günlük hayatın birçok güdüsünde görmek mümkündür. Ancak bu
çatışma, insan için hayatın önemli, vazgeçilmez esaslı güdüleri arasında olursa
bu güdülerden birini doyumsuz bırakmak akıllıca bir çözüm sayılmaz. Çünkü böyle çözümler sıkıntıya neden olur ve
çoğunlukla insanın sağlığına zarar verir. Diyelim ki bu kişi, fizyolojik
güdülerini doyurmayı, bedeninin arzu ve isteklerin yerine getirmeyi, dünyevi
arzular peşinde gitmeyi sürdürsün, dinî görevlerini ve ruhî isteklerini
doyurmayı ihmal etsin. Bu kişinin kafa rahatlığı, güven duygusu ve mutluluk
duyması mümkün değildir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Her kim de zikrimden yüz
çevirirse ona dar geçim vardır ve onu kıyamet günü kör olarak hasrederiz."[81]
Aynı şekilde, bir insan fizyolojik güdülerini ihmal
edecek derecede manevî güdülerini doyurma konusunda aşırı giderse, bu kişi ruh
ve beden sağlığı düzgün biri sayılmaz, çünkü insanın biyolojik güdülerini
doyumsuz bırakması, insanın yaratılışına uygun hayatını düzensiz ve anormal
yapar.
Fizyolojik
ve sosyal güdüler
arasındaki çatışmayı çözmenin en güzel yolu, ikisi arasında bir uzlaşma
sağlamaktır. İnsan, fizyolojik güdülerini doyurma konusunda, dinen serbest
olan alanı kullanır. Aynı zamanda, ibadet, salih amel, Allah'ın yasaklarından
sakınmak, O'nun bizim için çizdiği hayat yolunu izlemek suretiyle sosyal
güdülerini doyurur.
"Allah'ın
sana verdiği bu servet içinde ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma."[82]
Rasûl (s.a.s.), fizyolojik ve sosyal ihtiyaçların
nefsinde dengeleştiği normal insan örneği idi. Rasûl (s.a.s.)yaratılıştan gelen
bedenî güdülerini doyururdu. Yer, içer, uyur, evlenirdi. Ayrıca manevi
güdülerini de doyururudu. Organları ve kalbiyle Allah'a tam bir
teslimiyetle yönelir,
ruh berraklığı ve kalp temizliği içinde Allah'a kulluk ederdi. Rasûl (s.a.s.)
"Dünyadan bana
kadın, güzel koku sevdirildi. Namaz da gözümün nuru kılındı." buyurmuştur.[83]
Böyle bir denge örneği, insanın fizyolojik ve sosyal
güdülerinden her birini, aşırılık ve bağnazlığa kapılmaksızın normal bir
şekilde doyurması halinde, maddi ve manevi yönden tam olarak sağlanır.
İslam'da, insanın fizyolojik güdülerini doyurma konusunda mutlak bir
serbestlik yoktur; bilakis, güdülerine hakim olma, sadece dini yönden izin
verilen yollarla doyum sağlamak suretiyle onlara hükmetmeyi gerekli kılar.
Ayrıca islamda, yaratılıştan gelen güdüleri mahrum etmeye yönelik ruhbanlık
yoktur. Urve'nin anlattığına göre: "Osman b. Mazun'un karısı -sanıyorum
Havle binti Hakim- perişan bir şekilde Aişe'nin huzuruna girdi. Aişe halini
sorunca: "Kocam geceleri namaz kılıyor, gündüzleri oruç tutuyor."
cevabını verdi. Rasûl (s.a.s.) eve gelince Aişe bu durumu haber verdi. Allah
Rasûlu Osman'la karşılaşınca "Osman,
bizim üzerimize ruhbanlık yazılmadı. Sen beni örnek edinmiyor musun? Vallahi
ben, içinizde Allah'tan en çok korkan ve koyduğu kanunlara en çok uyanım."[84]
Nebi (s.a.s.)in evine üç kişi birlikte geldiler ve Rasûl (s.a.s.)in
ibadetini sordular. Anlatılanları duyunca, kendi yaptıklarını az görerek şöyle
dediler:
- Allah O'nun gelmiş geçmiş günahlarını bağışladığı
halde, Nebi (s.a.s.)in yaptığı yanında bizimki ne ki! İçlerinden biri:
- Bundan sonra ben mutlaka bütün geceleri namaz kılacağım. Öteki: “Ben sürekli
oruç tutacağım." dedi. Bir diğeri:
- “Kadınlardan uzak duracak, asla
evlenmeyeceğim." dedi. Rasûl (s.a.s.) gelince şöyle buyurdu:
- "Siz
böyle böyle mi söz verdiniz!?.Vallahi ben Allah'tan en çok korkan ve en çok
sakınanım, fakat oruç tutuyor ve orucumu açıyorum. Namaz kılıyor ve uyuyorum.
Kadınlarla evleniyorum. Kim benim bu yolumdan yüz çevirirse, benden değildir."[85]
buyurdu.
Abdullah b. Amr b. As'ın anlattığına göre, Rasûl (s.a,s.) kendisine: Abdullah! Duyduğuma göre sen
gündüzleri oruç tutup gece boyunca namaz kılıyormuşsun?!
-Doğru ey Allah'ın elçisi, dedim. Buyurdu ki:
- Böyle
yapma. Oruç tut ve bazen ye. Namaz kıl ve uyu. Bedeninin senin üzerinde hakkı
vardır. Kadınının senin üzerinde hakkı vardır."[86]
Rasûl (s.a.s.) Selman ve Ebu'd Derda'yı kardeş yaptı. Selman, Ebu'd
Derda'yı ziyaret edince Ümmü Derda'yı (hanımını) perişan gördü.
- Bu ne haldir? diye sorunca, kadın:
- Kardeşin Ebu'd Derda'nın dünyaya ihtiyacı yok!
cevabını verdi. Ebu'd Derda geldi, Selman'a yemek hazırlayıp:
- "Sen buyur, ben oruçluyum." dedi.
Selman:
- Sen yemedikçe ben de yemem deyince yedi. Yatma
vakti gelince namaz kılacaktı ki Selman:
- "(Yat) uyu" deyince yattı. Daha sonra
kalkınca:
- "Uyu" dedi ve uyudu. Gecenin sonunda
Selman:
-
"Şimdi kalk." dedi. Hep birlikte namaz kıldık. Selman ona:
- "Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır.
Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır. Hanımının senin üzerinde hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını
ver." dedi. Nebi (s.a.s.) gelip anlatınca:
- "Selman
doğru söylemiş”
buyurdu.[87]
Sa'd
b. Ebi Vakkas'ın anlattığına göre,
Osman b. Ma'zun Rasûl (s.a.s.)den, dünyadan el etek çekmek için izin istedi;
Rasûl (s.a.s.) bunu yasakladı."[88]
Hz. Aişe, Rasûl
(s.a.s.)in dünyadan el etek çekmeyi yasakladığını söyledi.[89]
İbnu Mes'ud anlatır: "Rasûl (s.a.s.) ile beraberdik,
hanımlarımız yoktu.
- "Ey Allah'ın elçisi! Hadım olalım mı?"
dedik. Bize hadîm olmayı yasakladı. Ve şu âyeti okudu: - "Ey inananlar! Allah'ın size
helal ettiği şeyleri kendinize haram etmeyin!”[90]
Rasûl (s.a.s.) kullukta orta yola ve ölçülü olmaya
çağırdı. Şiddet ve aşırılığı yasakladı.
Ebu
Hureyre'nin rivayetine göre,
Nebi (s.a.s.) "Kesinlikle
din, kolaylıktır. Kim dinde, amellerim eksiksiz olsun diye aşırılığa giderse,
yenilir. Ortalama gidin, O'na yakın olmaya çalışın, müjdeleyin. Sabah, akşam
seferinden, gece yolculuğundan olabildiğince yararlanınız." buyurdu, imam Nevevî bu hadisin
açıklamasında "Din kelimesi merfu'dur; faili zikredilmemiştir. Mansub
olarak da rivayet edilmiştir. "Dini kimse yenemeyecektir." Rasûl
(s.a.s.) in "Ancak din onu yener.” sözü, yani "din, onu yener"
demektir. Yapılacakların çokluğu
yüzünden, dinin isteklerine dayanamaz. Gadati: Sabah
erken, el-Ravhatu: Akşam erken, el-Dülcetu: Gecenin sonu demektir. Burada
istiare ve temsil vardır. Anlamı: Kalbinizin rahat, dinç olduğunuz zamanlarda
amellerle Allah'a itaat konusunda yardım isteyiniz. Böylece ibadetten zevk
alırsınız..Usanmayınız. Amacınıza ulaşınız. Bilindiği gibi, tecrübeli yolcu
bu vakitlerde yol alır. Başka zamanlarda kendi ve bineği dinlenir. Yorulmadan
menziline ulaşır. En iyisini Allah bilir[91]
Rasûl (s.a.s.) bu hadiste, ibadette orta yol ve ölçülü
olmaya çağırıyor, şiddet ve aşırılığı yasaklıyor. Seddidu: Aşırılık
olmaksızın, orta yolu tutmak demektir, ve Garibu: En iyisini yapamasanız da
ona yakın olanı yapın demektir. Kasd'ın anlamı, aşırılığa kaçmaksızın, bir işte
normal olanı yapın demektir.[92]
- Nebi (s.a.s.) mescide girdi.
İki direk arasında bir ip gerilmiş olduğunu gördü.
- "Bu ip neyin nesi?" diye sordu.
-
"Zeyneb'indir; yorulunca bu ipe tutunur." dediler.
- "Bu
ipi çözün, sizden biri dinçken namaz kılsın, yorulunca uyusun." buyurdu.[93] Bu
hadis, ibadette orta yolu, şiddet ve aşırılığa kaçmamayı, dinlenmişken ibadet
yapmayı anlatıyor. Yorgun argın olduğunda uyumasını, dinlenmesini istiyor.
Ancak
bazı zamanlarda iki güçlü güdü
çatışır, bu iki güdüye, herhangi bir yönde, uygun bir şekilde doyum sağlamak,
kişiye zor gelir. Bu gibi
durumlarda insan, iki güdüden birine hakim olmaya, uygun zamanı yakalayıncaya
kadar, bir süre doyumu geciktirmeye muktedir olur. Ayrıca kişi, doyumu
geciktirmek, güdüye hükmetmek, gücünü nisbeten azaltmak gibi birtakım metodlara
sığınır. Böylece iç çatışma duygusu hissetmek; bunun neden olacağı bunalım,
sıkıntı ve gerilimden kaçınması mümkün olur.[94]
Daha
önce açıkladığımız gibi, Allah
(c.c.)ın hikmeti gereği, insan ve hayvanın yaratılışında bulunan güdüler
hayatı korumak ve neslini sürdürmek için zorunlu olan birtakım uygun
davranışlara sevketmektedir. Bu durumda güdülerin doyurulması, yaratılışın
gereği olarak normal, hayatı ve nesli sürdürmek için zorunlu davranışlar
olmaktadır.
İslam, yaratılışa uygun bir dindir, prensipleri
insanın yapısına ters düşmez. İslam, insanın yaratılışında bulunan esaslı
güdüleri reddetmez. O, cinsellik güdüsünü hor görmez, ona kötü bakmaz, yok
sayarak mahrum etme yoluna gitmez. Bununla birlikte islam, insanın güdülerinin
doyurulmasını kayıtsız şartsız serbest bırakmaz. Aksine, güdülere hakim
olmaya, onları kontrol altında tutmaya çağırır. Böylece iki yolla güdülerin
doyurulmasını sağlar. Öncelikle, güdüleri yalnızca helal yoldan doyum sağlatmaya,
haram yollardan uzak kalmaya çağırır. İkinci olarak güdülerin doyuma ulaşmasında
normal davranmaya davet eder bu konuda aşırılığı yasaklar. Yazarın
"el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs"[95] adlı
kitabında, Kur'an'ın insanları esaslı güdülerini doyurmaya yönlendirirken
izlediği metodu
ele alışı geçmişti. Çoğunlukla buna işaret eden âyetler de belirtilmişti. Rasûl
(s.a.s.) de bu iki yolla güdülerin doyurulmasını istemiştir.[96]
Rasûl (s.a.s.) güdüleri helal yoldan doyurmaya, haram
yoldan doyuma ulaşmaktan kaçınmaya davet etti. Rasûl (s.a.s.): "Ey insanlar, Yüce Allah
temizdir; ancak temiz olanı kabul eder. Yüce Allah mü'minlere emrettiğini
Rasûllere de emretti”.
''Ey elçiler,
iyi olan şeyleri yiyin ve güzel iş yapın."
"Ey iman edenler, size rızık
olarak verdiğimiz temiz şeyleri yiyin."[97]
Sonra
şöyle bir adamı misal verdi: “Bir adam yolculuğa çıkar;
ter, kir ve toza/toprağa bulanmış bir halde ellerini göğe açar: Ya Rabb! Ya
Rabb! der. Halbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır, haramla
beslenir. Duası nasıl kabul olunsun?!."[98]
buyurdu. Bu hadiste Rasûl (s.a.s.) haram yemek, içmek ve giymeyi yasaklıyor.
Çünkü bu durum Yüce Allah'ı kızdırır, duasının kabul edilmemesine yol açar.
Rasûl (s.a.s.): "Birtakım kimseler, hakları olmadığı halde, Allah'ın (toplum
yararına sunulmuş) malına dalıyorlar. Kıyamet gününde onlara Cehennem vardır."[99]
buyurdu. Bu hadiste mülkiyet güdüsünü haksız yere, helal yollar dışında
doyurmak açıkça yasaklanmıştır. Böyle yapanlara Cehennem azabıyla korku verilmiştir.
Rasûl (s.a.s.): "Mutlaka helal bellidir, haram bellidir. Bu ikisi arasında,
insanların çoğunun bilmediği şüpheli şeyler vardır. Şüpheli şeylerden kaçınan
dinini ve ırzını korumuş olur. Şüpheli şeyleri yapan harama düşebilir. Koru
kenarında davar güden çoban gibi, her an koruluğa girmesi muhtemeldir. Dikkat!
Her kralın bir korusu olur. Allah'ın korusu da haramlarıdır."[100]
buyurmuştur.
Bu
hadiste de, geçen iki
hadiste olduğu gibi, Rasûl (s.a.s.) güdüleri helal yoldan doyurmaya, çağırdı;
haram yoldan, hatta haram şüphesi olan yollardan doyurmayı yasakladı. Rasûl
(s.a.s.) başka bir sözünde, güdüleri haram yoldan doyurmanın iman gerçeğiyle
uyuşmadığını, imanının sağlam, temiz olmadığını belirtti: "Zina eden mümin olduğu halde
zina etmez. Hırsız çalarken mümin olduğu halde çalmaz. İçki içen, mümin olduğu
halde içmez. Milletin gözü önünde malı götüren brokrat, yağmacılık ettiği vakit
de mümin olarak yağma etmez.”[101]
buyurdu.
Gerçekten imanı güçlü mümin olanı imanı; zina, hırsızlık,
içki gibi kötülüklerden korur. Bu kötülükleri yapanların imanı, onları bu
kötülükleri işlemekten alıkoymaz.[102]
Güdülere, sadece helal yoldan doyum sağlama yanında,
Rasûl (s.a.s.), doyumda normal ve orta yolu tutmaya da çağırmış, bu konuda
aşırı gitmeyi yasaklamıştır. Bu husus, Kur'an-ı Kerim'de, güdülerin doyumunda
israf etmeyi yasaklayan âyetleri desteklemektedir. Yüce Allah: "Ey Ademoğulları! Her mescide
gittiğinizde güzel elbiselerinizi giyinin. Yiyin, için, fakat israf etmeyin,
çünkü Allah israf edenleri sevmez."[103]
buyurur.
Güdülerin doyumunda Kur'an'ın israf yasaklarını destekleyen
birçok hadis, Rasûl (s.a.s.) tarafından dile getirilmiştir: 'Yiyin, için, giyinin, israfa
kaçmadan ve hava atmadan tasadduk edin."[104] "Ademoğlu karnından daha kötü
bir kap doldurmamıştır. İnsanoğluna, belini doğrultacak kadar yemek yeter.
Mutlaka yemesi gerekiyorsa, midesinin üçte birini yemek, üçte birini su, üçte
birini nefes almak için ayırsın.'[105]buyurmuştur.
Bu
iki hadiste görüldüğü
gibi, Rasûl (s.a.s.) yeme, içme, giymede israfı yasaklamıştır. Yemede israf
sağlığa zararlıdır, birçok hastalığa neden olan yağlanmayı sağlar. Gerçekte
insan, sağlıklı bir hayat yaşamak için gereken enerjiyi sağlayacak, ayrıca
günlük hayatın çeşitli ihtiyaçlarını yapmaya yetecek az bir yemeğe muhtaçtır.
Vücûdun ihtiyacı olan yiyecekten fazlası, insanın
ağırlığını artıracak yağa dönüşür, hareketini yavaşlatır, yorgunluk ve
bitkinlik duymaya yardım eder, birçok hastalığa yakalanmaya hazır haie
getirir. Buradan, yemede israfı yasaklayan Kur'anî ve Nebevî buyrukların, Rasûl
(s.a.s.)in ashabına (r.a.) orta yolu tutma ve ölçülü olmayı tavsiyelerinin
hikmeti açıkça ortaya çıkmaktadır. Rasûl (s.a.s.): "İki kişinin yemeği üç kişiye,
üç kişininki dört kişiye yeter."[106]
"İki kişinin yemeği dört
kişiye yeter, dört kişininki sekiz kişiye yeter."[107]
buyurmuştur.
Rasûl (s.a.s.), yemede israfın sağlığa zararlarına
işaret etmiştir. Uzun bir hadisin ilgili kısmında: "Derenin yetiştirdiği
bitkilerden bazısı ya öldürür veya ölüme yaklaştırır."[108]
buyurur.
Bu
hadiste, çok
yemenin sağlığa zararlarını zikretmiştir. Dereden akan suyun bitirdiği herşey,
yani çok yemeden dolayı şişkinlik verir veya ölüme yaklaştırır. Çok yemeden doğan
zararlar tıpla ilgili kurumlarca bilinen birşeydir. Buradan, her yıl bir ay
oruç tutma emrinden, Yüce Allah'ın orucu farz kılmasinın hikmeti açıkça ortaya
çıkıyor. Sindirim organları dinleniyor, vücut fazla yağlardan, sağlığa zararlı
böbrek taşlarından kurtuluyor.[109]
Cinsellik
güdüsü yaratılıştan gelen
fizyolojik, güçlü bir güdüdür. Özellikle gençlik çağında doyuma ulaşmak ister,
çünkü bu dönemde insan, gücün ve dinçliğin doruğunda olur. Bazen bu güdü
delikanlıda çok şiddetlenir, gencin nefsine hâkim olmak için verdiği
mücadelede sıkıntıya düşüp acı çekmesine neden olur. Şüphesiz ki erken evlilik,
cinsel duyguların baskısı ve sebep oldukları sıkıntılardan kurtulmanın en iyi
yoludur. Ancak gençlerin çoğu, ekonomik ve sosyal nedenlerle erken
evlenemiyorlar. Bu durumda yine de genç, bazı yollara baş vurarak, cinsel
arzuların baskısını azaltabilir. Bunlardan biri, enerjisinin büyük bir kısmını
harcatarak cinsel güdüyü zayıflatacak olan spor faaliyetleridir. Yine sanat,
edebiyat, çeşitli sosyal faaliyetler, insan enerjisinin büyük bir kısmını
tüketmesi sonucunda cinsel güdünün dozunu azaltır. Oruç da, bir yandan az gıda
almak, öte yandan delikanlının oruç sırasında Allah'a kulluk ve O'nu anma
sürecinde aklının yüce duygularla meşguliyetinden dolayı, fikri cinselliği düşünmekten
uzak kalır. Allah Rasûlü, gençleri evlenmeye teşvik etti, evlenemeyecek
olanlara da oruç tutmayı önerdi: "Ey gençler topluluğu! Sizden evlenebilenler evlensin, çünkü
evlilik gözü ve cinsel organı haramdan korur. Evlenemeyecek olanlarsa oruç tutsun,
çünkü oruç nefsi frenler."[110]
buyurdu.
Evlenmek,
cinsellik güdüsüne
hâkim olmanın en iyi yoludur. Bu sayede helal ve meşru yollardan doyum sağlar.
Gözünü ve namusunu haram yollardan korumaya yardım eder.
Ukkaf b.
Beşir et-Temimî adında biri Allah Rasûlünün huzuruna girer; Rasûl ona sorar:
-
Ya Ukkaf, karın
var mı?
-
Hayır.
-
Ya cariyen?
-
O da yok.
-
Sen hayırlı bir insan mısın?
-
Evet, ben iyi bir insanım.
-
Böyle
bekarsan, sen şeytanın kardeşisin. Hristiyanlarla olsaydın onların bir rahibi
olurdun. Bizim sünnetimiz, evlenmektir. En şerlileriniz, nikahsızlarınızda.
Ölülerinizin en aşağısı da, nikahsız ölenlerinizdir. Şeytanın babasının rolünü oynuyorsunuz. İyi
insanlara karşı şeytanın en güçü silahı kadındır, ancak evliler hariç. Onlar
temiz ve beladan uzaktırlar. Vay sana Ukkaf! Kadınlar Eyyub'un, Davud'un,
Yusuf'un ve Kursuf'un arkadaşlarıdır. Bişr b. Atıyye sorar:
- Kursuf kim, Ya Rasûlallah?
- Kursuf,
deniz sahilinde, Allah'a kulluk ederek yaşayan bir adamdı. 300 senedir
gündüzleri oruç tutar, geceleri namaz kılardı. Sonra âşık olduğu bir kadın
yüzünden Allah'a ibadeti bırakarak nankörlük etti. Sonra bazı nedenlerle
kendini düzeltti; Allah da tevbesini kabuf etti. Vay sana Ukkaf! Evlen; yoksa
(imanla nankörlük arasında) kararsız yaşarsın.[111]
Rasûl (s.a.s.) babaların kızlarını, dini ve ahlakından
hoşnut oldukları gençlerle evlendirmelerini teşvik etti; evlendirmekten
kaçınmaktan da sakındırdı. Çünkü böyle gençlere kız vermemek, toplumda
bozulmaya neden olur. Allah Rasûlü: "Ahlak ve gidişatından memnun olduğunuz biri kızınızı istediğinde
onu nikahlayınız. Yoksa yeryüzünde fitne ve yaygın bir fesad meydana gelir."[112]
buyurdu.
Rasûl (s.a.s.) evliliği kolaylaştırmaya çağırırdı.
Mihrin azlığı O'nun sünnetinden olup, gençleri evliliğe teşvik için mihrin
çok olmasını istemezdi.
Sehl b.
Sa'd'ın anlattığına göre, Nebi (s.a.s.)'e bir kadın geldi:
- "Senin nikahlın olmaya geldim." dedi.
Rasûl ona bakıp, tepeden tırnağa süzdükten sonra başını önüne eğdi. Kadın
o'nda bir hareket görmeyince oturdu. Ashabdan biri kalkarak:
- "Ya Rasûlallah, eğer senin ihtiyacın yoksa
onu benimle evlendir." dedi. Rasûl (s.a.s.):
- Yanında
birşeyin var mı?
diye sordu. Adam: Vallahi, yok.
-
Ailene git, bak bakalım, birşeyler bulabilecek misin? Adam gitti ve dönüşte:
- "Vallahi, birşey bulamadım Ya Rasûlallah"
dedi.
-
Bak bakalım, demirden bir yüzüğün de mi yok?
- Adam gitti ve döndüğünde: "Vallahi demirden
bir yüzüğüm de yok. Fakat şu fistanımın yarısı onun olsun." deyince Rasûl
(s.a.s.):
- "Senin
elbiseni ne yapsın! Sen giyersen ona birşey kalmaz; o giyerse sen çıplak
kalırsın."
dedi. Adam oturdu, uzun bir müddet geçtikten sonra kalkıp gidiyordu ki Allah
Rasûlü farkederek geri çağırdı, adam yanına gelince:
- Kur'an'dan
ne biliyorsun? diye
sordu: Adam, şu şu sûreleri biliyorum diyerek bildiği sûreleri saydı.
-
Onları
ezbere okuyabilir misin?
- Evet, deyince,
- “Git;
Kur'an'dan ezbere bildiğin şeylere karşılık, sana bu kadını nikahladım.” Başka bir rivayette "Kur'an'dan bildiğin şeylere
karşılık, ikinizi evlendirdim." buyurdu.[113]
Gencin,
kadın vücûdunun cazip yerlerini
görmemesi, nefsine hâkim olmasına yardım eder. Bu yüzden Yüce Allah, Nur
Suresinde, müslüman erkek ve kadınlara gözlerini haramdan korumalarını
emretti. Kadınlara da, başörtülerini omuzları üzerine bırakma ve ziynetlerini
göstermemelerini emir buyurdu: "İnanan
erkeklere söyle: "Bazı bakışlarını kıssınlar, ırzlarını korusunlar. Bu
onlar için daha temizdir. Şüphesiz Allah, onların her yaptıklarını haber
almaktadır.
İnanan kadınlara da söyle:
"Bazı bakışlarını kıssınlar, ırzlarını korusunlar, süslerini
göstermesinler. Ancak kendiliğinden görünenler hariç. Baş örtülerini (göğüs)
yırtmaçlarının üstüne koysunlar.
Süslerini kimseye göstermesinler. Yalnız kocalarına, yahut babalarına, yahut
kocalarının babalarına, yahut oğullarına, yahut kocalarının oğullarına, yahut
kardeşlerine, yahut kardeşlerinin oğullarına, yahut kadınlarına, yahut
ellerinin altında bulunan kölelerine, yahut kadına ihtiyacı bulunmayan
erkeklerden tabi'lerine (yani hizmetçilere, yardıma muhtaçlara, bunaklara ve
dilencilere) yahut henüz kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocuklara
gösterebilirler. Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar.
Ey mü'minler, topluca Allah'a tevbe edin ki kurtuluşa eresinız.[114]
Allah
Rasûlü de kadının örtünmesi ve
ziynetlerini gizlemesini istedi. Gençlerin cinsel güdüsünü tahrik etmesin diye,
kadın vücûdunun hatlarını gösteren elbise giyilmesini yasakladı. Aişe
(r.a.)'nın anlattığına göre, bacısı Esma'ya Allah Rasûlü: "Esma, bir kız ergenlik çağına
girince (yüz ve ellerini göstererek) şu şu yerleri dışında, vücûdunu
göstermesi doğru olmaz."
buyurdu.[115]
Yine Allah Rasûlü, kadınların parfüm sürünerek, erkeklerin cinsel güdülerini
tahrik eden kokuları hissedilsin diye dışarı çıkmalarını yasakladı. Allah Rasûlü
(s.a.s.): "Hangi
kadın koku sürünür, kokusu hissedilsin diye, bir topluluğa uğrarsa, o kadın
zina etmiş sayılır."[116]
buyurdu.
Yine
Allah Rasûlü,
kadınla erkeğin bir arada başbaşa kalmalarını yasakladı. Bu durum cinsel güdüyü
tahrik eden kaypak bir ortamdır. Çünkü kadın ve erkek yalnız kalınca, şeytan
onları aldatır. Bazı kişiler böyle durumlarda zayıftır, şeytanın harekete
geçirdiği nefislerinin arzularına boyun eğerler, kötülüğe düşerler. Uzunca bir
hadisin ilgili bölümünde Allah Rasûlü (s.a.s.): "Bir erkek bir kadınla yalnız
kalmasın; çünkü üçüncüleri şeytan olur."[117]
buyurdu.
İbn Abbas'ın anlattığına göre, Allah Rasûlü:
- "Bir
erkek, mahremi olmadıkça bir kadınla yalnız kalmasın." buyurunca, adamın biri:
-
Ya Rasûlallah, eşim hacca gitmek için yola çıktı, bense filan savaşa gitmek
için yazıldım." deyince:
- "Git;
karınla haccet!."
buyurdu.[118]
Cinsel
güdüye hâkim olmanın yollarından
biri de, gencin bu güdüsünü tahrik edecek görüntülerle karşı karşıya
kalmamasıdır. Bu sebeble Allah Rasûlü, kadınlara bakmamayı öğütledi. Çünkü bu,
şehveti tahrik eder. Allah Rasûlü, Ali (r.a.)'ye: "Ya Ali, ilk bakışını ikincisi
izlemesin; birinci bakış senin ancak ikinci bakış aleyhinedir."[119]
buyurdu.
İbnu
Abbas'ın
anlattığına göre, oğlu Fadl Allah Rasûlünün terkindeyken bir kadın gelip Allah
Rasûlüyle konuştu. Fadl, kadına bakmaya başlayınca Allah Rasûlü, eliyle Fadl'ın
yüzünü öte tarafa çevirdi[120].
Cerir: Allah Rasûlüne, "ansızın görme"nin hükmünü sordum, "Derhal gözünü çevir!" buyurdu[121]
Allah
Rasûlü (s.a.s.) evli erkeklere,
cinsî arzularını tahrik eden güzel bir kadın gördüklerinde, gidip eşleriyle
cinsî münasebette bulunmalarını tavsiye etti. Çünkü bu, onların şehevî
arzularını söndürür, cinsel güdülerine hâkim olmalarına yardımcı olur. Rasûl
(s,a.s.): Biriniz,
hoşlandığı bir kadın görür ve aklına birşeyler gelirse, eşine gitsin ve
birleşsin. Bu, onun aklına düşenleri giderir."[122]
buyurdu.
Çocukların terbiyesi sırasında aileye düşen,
çocukların erken yaşta cinsel güdülerini uyandırması mümkün olan herşeyden
onları korumalarıdır. Psikolojik tahlil çalışmaları şunu ortaya koymuştur:
Cinsel olgunluk gerçekleşip ergenlik çağına erince cinsel güdü ortaya çıkar,
ancak bu birden bire olmaz; yavaş yavaş gelişerek, ergenlik çağında tam olarak
ortaya çıkar. Eğer çocuk, cinsel güdüsünü hızla motive edecek, uyaracak
denemelerle birden karşılaşacak olursa, normal gelişme seyrine zarar verir ve
erken yaşta bu güdünün ortaya çıkmasına neden olur. Bu da daha sonra bazı cinsî
sapıklık ve bozulmalara sebep olur. Bu yüzden küçük yaştaki çocukları, cinsel
güdülerini hızla motive edecek durumlardan korumak gerekir.
Kur'an-ı Kerim, çocukların cinsel güdüsünün normal
gelişmesini bozacak tehlikelerden, Psikanaliz Okulunun kurucusu Sigmund Freud
(1938) keşfetmeden 14 asır önce sakındırdı. Kuran-ı Kerim, müslümanların
çocuklarını eğitimleri sırasında, ana/babalarının yanlarına girmeden önce izin
istemeye yönlendirdi. Böylece, onların avret mahallerini görmesinler, onları
görmeleri uygun olmayan durumlarda görmesinler diye.
Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de: "Ey inananlar, elleriniz
altında bulunan (köleler, hizmetçi)ler ve henüz ergenliğe ermemiş çocuklarınız
üç vakitte odalarınıza girebilmek için izin istesinler: Sabah namazından önce,
öğle vakti elbiselerinizi çıkarıp yatacağınız zaman ve yatsı namazından sonra.
Bunlar sizin üstünüzün açılabileceği üç vakittir. Bunların dışında
hizmetçilerin ve çocukların izin almadan içeri girmelerinden dolayı ne size, ne
onlara bir günah yoktur. Onlar sizin yanınızda dolaşırlar, birbirinizin yanına
girip çıkarsınız. Allah âyetleri size böyle açıklar. Allah bilendir, hikmet
sahibidir."[123]
Kur'an-ı Kerim bu âyette, hizmetçileri ve çocukları
anne-babalarının odalarına, belirtilen bu üç vakitte izinsiz girmekten
sakındırdı. Onlar bu üç vakitte, genellikle, insanların içine çıktıkları
giysilerini çıkarmış olurlar; böylece hizmetçi ve çocukların, onların-avret
mahallerini, cinsel güdülerini motive edecek durumlarını görmeleri önlenmiş
olur.
Yine
Rasûl (s.a.s.), modern çağın
psikoloji uzmanları ve psikanalistlerinden önce, erken yaşta çocukların cinsel
güdülerini harekete geçirecek birtakım denemelerle karşılaşmalarının
tehlikelerini belirtti ve erken yaşta erkek/kız çocukların yataklarını
ayırmalarını istedi: "Yedi
yaşına gelince, çocuklarınıza namazı emrediniz. 10 yaşına girince kılmazlarsa,
dövün. Yatak odalarını da ayırın."[124]
buyurdu.[125]
Rasûl (s.a.s.), birçok hadisinde müslümanları, saldırganlık
güdüsüne hakim olmaya çağırdı. Onları, müslüman kardeşlerini korkutmaktan, eziyet ederek -ister bedene
işkence isterse kanını akıtmak ve öldürme veya sövmek ve iftira, dalga geçme
ve hor görme veya dedikodu, onların gizliliklerini araştırıp açığa vurmak
suretiyle- düşmanlık etmekten sakındırdı. Yine Rasûl (s.a.s.) insanları
aldatmak ve mallarını haksız yere yemeyi yasakladı.
Rasûl (s.a.s.) arkadaşlarıyla birlikte yolculuk ediyordu. Biri uyuyunca,
bazıları yanındaki ipi aldılar. Adam korktu. Rasûl (s.a.s.):
- "Müslümanın
kardeşini korkutması doğru
olmaz.[126]
-
"Kim bir mümine zarar verirse, Allah da ona zarar verir. Kim bir
mü'mini sıkıntıya sokarsa Allah da onu sıkıntıya sokar."[127]
-
"Mümine
zarar veren veya tuzak kuran mel'undur."[128]
buyurdu.
Rasûl (s.a.s.), Müslümanlara eliyle ve diliyle eziyet
etmemeyi müslümanların temel özelliklerinden saydı: "Müslüman, öteki
müslümanların, elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir."[129]
-
"Mü'min
söven, lanetleyen, aşırı giden, ağzı bozuk olan değildir."[130]
“Kıyamet
gününde, müminin terazisinde güzel ahlaktan daha ağır birşey yoktur. Allah
mutlaka ağzı bozuk olana kızar."[131]
"Müslüman
müslümanın kardeşidir; ona ihanet etmez, ona yalan söylemez, onu rezil etmez.
Müslümanların müslümanlara namusu, malı ve kanı haramdır. Takva buradadır.
Müslümanın müslümanı hor görmesi ona kötülük olarak yeter."[132]
buyurdu.
Bu
hadisler, bir müslümanın
ötekini eliyle, diliyle eziyet etmesini, hor görme, dalga geçme, aşağılama,
aldatma, ihanet etme, yalan sözlerle kandırma, yalnız bırakma, yardıma muhtaç
olduğunda yardım etmeden sakındırmaktadır. Rasûl (s.a.s.) böyle yapanları
Kıyamet gününde büyük bir zararla korkutuyor; o gün sevabları eziyet ettiği
kimsenin hesabına, onların günahlarını ise kendi hesabına aktarılmak suretiyle
büyük bir zarara uğratıyor. Tıpkı bütün malını saçıp savuran, elinde zor
zamanda (kara günde) harcayacak birşeyi kalmamış, iflas eden kişi gibi.
Rasûl
(s.a.s.) sordu; "Müflis
kimdir, biliyor musunuz?”
-
Bize göre
müflis, parası ve malı kalmayan kimsedir.
-
Ümmetimden
müflis, Kıyamet gününe namazı, orucu, zekatıyla gelen fakat şuna sövdüğü, buna
iftira ettiği, falanın malını yediği, filanın kanını akıttığı, bunu dövdüğü
için sevabları alınıp onlara verilendir. Eğer sevabları borcunu ödemezse,
onların günahından üzerine yazılandır. Sonra da Cehennem'e atılır."[133]
buyurdu,
Rasûl (s.a.s.) dedikodu, koğuculuk, insanların
gizliliklerini araştırma, ayıplarını ortaya çıkarma gibi şeyleri yasakladı.
Rasûl (s.a.s.) sordu: "Gıybet nedir, biliyor musunuz?”
- Allah ve Rasûlü en iyisini bilir." cevabını
verdiler.
-
"Gıybet,
birinizin, müslüman kardeşini hoşuna gitmeyeceği bir şekilde anmasıdır." buyurdu. Adamın biri "Dediğim şey ya
kardeşimde varsa?” diye sorunca:
- "Söylediğin
onda olunca gıybet, olmayınca iftira olur."[134]
buyurdu.
Rasûl (s.a.s.) anlatır: "Miraç gecesi, bakırdan tırnaklarıyla
birbirinin yüzünü tırmalayan bir topluluk gördüm, bunların kim olduğunu
Cebrail'e sordum: İnsanların etini yiyenler (gıybet edenler) ve namusuna dil
uzatanlardır." cevabını verdi.
[135]
Rasûl (s.a.s.) minbere çıktı ve en yüksek sesiyle:
"Ey müslüman
olan fakat iman kalplerinin derinliklerine nufüz etmemiş insanlar topluluğu!
Müslümanlara eziyet etmeyin. Onları ayıplamayın. Onların gizli kusurlarını
araştırmayın. Müslümanın eksiğini arayanın Allah ayıbını ortaya çıkarır; Allah
kimin ayıbını ortaya çıkarırsa, evinin ortasında da olsa, rezil eder."[136]
buyurdu.
Rasûl (s.a.s.) koğuculuk yapmayı, canlarını sıkacağı,
kin ve düşmanlık duygularını motive edeceği nedeniyle birilerinin lafını
birilerine taşımayı yasakladı: "Fettat
Cennet'e giremez."
Bir başka rivayette de "Koğuculuk
yapan Cennet'e giremez."
buyurdu.[137]
Rasûl (s.a.s.) müslümanların birbirleriyle
kavgalarını, birbirlerinin kanlarını dökmelerini yasakladı. Böyle yapanları
acıklı azapla korkuttu. Ahnef b. Kays anlatır:
Ali b. Ebi Talib'i görmek için çıktım. Ebu Bekre
ile karşılaştım.
- Ahnef, nereye?
-
Allah Rasûlünün
amcasının oğluna yardım etmeye gidiyorum.
-
Geri dön. Ben
Rasûl (s.a.s.)den duydum: "İki müslüman kılıçlarıyla karşı karşıya
gelince, öldüren de ölen de Cehennem'dedir.
-
Öleni anladık ama öldürülenin
suçu ne?!, diye sorduk.
-
O da karşısındakini
öldürmek istiyordu."[138]
buyurdır.
-"Müslümana sövmek fasıklık, öldürmek küfürdür."[139]
"Öldürmenin küfür oluşu, aşırı gitme anlamındadır;
dinden çıkma anlamına değil."[140]
buyurduğu da söylendi.
Rasûl (s.a.s.), Veda Haccında, Minal da, Kurban günlerinde
şöyle buyurdu: "Kesinlikle
canlarınız, mallarınız, namusunuz birbirinize, şu gününüz (kurban), şu ayınız
(Zilhicce), şu şehriniz (Mekke) gibi haramdır. Hey, duyurdum mu?"[141]
Bu
hadiste müslümanın
müslüman kanını akıtması, haksız yere ve şeriatın müsade etmediği şekilde
malına, namusuna saldırması haram edilmiştir.
Şu hadis de bu anlamdadır: "Bütün müslümanların
müslümanlara kanı/canı, namusu ve malı haramdır."[142]
Rasûl (s.a.s.): "Benden sonra, birbirinin boynunu vuran kafirler gibi
olmayın!"[143] Bu
anlamda "Benden
sonra kafirlere dönmeyin. Yani, gruplara ayrılarak birbirleriyle savaşma;
düşmanlık ve birbirini öldürmede kafirlere benzemek suretiyle."[144]
buyurdu.
Rasûl (s.a.s.) Mü'mini öldürmeyi yasakladı ve böyle yapanı
acıklı bir azap ile korkuttu: "Yer
ve göktekiler, bir mü'mini öldürmede beraber olsalardı Allah kesinlikle
hepsini de yüz üstü Cehennem'e atardı."[145]
"Dünyanın
batması Allah'a, bir müslümanın öldürülmesine nisbetle, daha basittir.”[146]
"Kıyamet
Gününde, insanlar arasında ilk hüküm verilecek konu, kan konusudur." Bir başka rivayette "Kulun ilk hesaba çekileceği
konu namaz, insanlar arasında ilk hüküm verileceği konu, kan konusudur."[147]
Rasûi (s.a.s.)in öldürmekten sakındırması sadece
müslüman kardeşini öldürmekle kalmayıp müslüman olmayanları da öldürmekten
sakındırmayı içine almaktadır. Hangi millet ve dinden olursa olsun, haksız yere
cana kıyılması İslam'ın yasakladığı bir iştir. Kur'an-ı Kerim ve şerefli sünnet
onu haram kılmıştır. Yüce Allah: "Allah'ın haram kıldığı cana, haksız yere kıymayın."[148]
buyurmuştur. Bu değerli âyette, "cana kıymak" genel olarak yasaklanmıştır. Rasûl
(s.a.s.) de cana kıymayı genel olarak yasaklamıştır.
Ubade b.
Samit anlatır: "Rasûl (s.a.s.) ile bir yerdeydik: Allah'a hiçbir şey ortak koşmamak,
çalmamak, zina etmemek, Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmemek
üzere bana biat etmez misiniz.”[149]
-"Öldüren yedi şeyden kaçınınız.
- Onlar nelerdir, ey Allah'ın elçisi? diye
sordular.
-
Allah'a şirk koşmak, sihir, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere
kıymak, faiz, yetim malı yemek, savaşta kaçmak, temiz müslüman kadınlara iftira
etmek."[150]
buyurdu.
Allah
Rasûlü (s.a.s.), pasaportla ülkeye
girmiş herhangi birinin öldürülmesini de yasakladı. "Pasaportla ülkeye girmiş
birini öldüren Cennet'in kokusunu bile duyamaz."[151] buyurdu.[152]
Mala
sahip olma güdüsü,
insanların çoğuna hükmeder. Para elde etmek, emlak edinmek, gelir getiren mülk,
hayvan, atlar, döşeme, değerli eşya, v.b. çağımızda insanların çoğunun elde
etmeye çalıştığı şeyleri sağlamaya çalışır. Parası ve mülkü çoğaldıkça, daha
çok elde etmek için iştah ve arzusu artar. Mal, imtihan sebebidir. İnsanın onu
toplamaya çalışması, onu toplamaya düşkünlüğü insanı Allah'ı amaktan alıkoyar,
Allah yolunda harcamak arzusunu gevşetir, zekat vermeye, fakir ve yoksullara
vermeye engel olur. Yüce Allah, altın ve gümüşü biriktirerek Allah yolunda harcamayan,
fakir ve yoksullara vermeyenleri acıklı bir azap ile korkuttu.
Yüce Allah; "Altın ve gümüşü biriktirip de onu Allah yolunda
harcamayanlar var ya, işte onlara acı bir azabı müjdele”[153],
"Birinize ölüm gelip, "Rabbim, beni bir süre erteleseydin de
sadaka verip iyilerden olsaydım." demeden önce, size verdiğimiz şeylerden
hayır yapın."[154]
buyurmuştur.
Rasûl (s.a.s.) de mülk edinme güdüsüne hakim olmaya
çağırdı. Daha çok zengin olmak, dünya malını daha da artırmak arzusunu
yasakladı. Allah'ın insana rızık olarak verdiği şeylere rıza ve kanaat etmeye
teşvik etti:
"Zenginlik mal çokluğu
değildir; fakat asıl zenginlik, göz/gönül tokluğudur.”[155]
buyurdu.
Rasûl (s.a.s.) açgözlülük, mal biriktirme hırsı, Allah
yolunda ve hayır yollarında harcamamayı yasakladı:
"Zulümden
kaçının. Çünkü zulüm kıyamet gününün karanlıklarındandır. Açgözlülükten
kaçının; çünkü açgözlülük sizden öncekileri yok etti; onları kan dökmeye
götürdü, haramları helal saydırdı."[156]
"Bir adam için
en kötü şey, açgözlülük ve korkaklıktır."[157]
buyurdu.
Rasûl (s.a.s.), insanın mal toplama, mülk edinme,
çeşitli dünya eşyalarına yönelmesini, Allah'a kul olma ve ona yönelmeye
engel olacağı
nedeniyle kötüledi. Hayatta bütün arzusu mal/mülk olan kişi, mal sahibi biri
olur; istediğine ulaşınca mutlu olur, kaybedince üzülür. Rasûl (s.a.s.):
"Dinar,
dirhem, kadife, bindallıya düşkün olan belasını bulur; verilirse memnun olur,
verilmezse mutsuz olur."[158]
buyurdu.
Rasûl (s.a.s.) "tamamen dünyaya yönelip, ahireti
ihmal etmesin" diye insanın çok mal, değerli mülk, gelir getiren arazi
edinmesini kötüledi: "Değerli
mülk edinmeyin; dünyaya çok düşersiniz."[159]
buyurdu.
Rasûl (s.a.s.) müslümanları Allah yolunda harcamaya,
muhtaçlara yardıma, fakir ve yoksullara sadaka vermeye teşvik etti. Allah
yolunda harcayanın kavuşacağı büyük sevabı belirterek onları bu hususa
özendirdi. Rasûl (s.a.s.): "Kim
Allah yolunda harcarsa, 700 kat sevap yazılır."[160] buyurdu.
Bir
adam yularıyla bir
deve getirdi, bunu Allah rızası için veriyorum, deyince Rasûl (s.a.s.): -
"Mutlaka
sana Kıyamet gününde, hepsi de yularlı 700 deve verilecektir."[161]
buyurdu.
Rasûl (s.a.s.)in müslümanları Allah yolunda harcamaya
çağırması, bu yolda infak edilenlerin 700 katıyla karşılığı verileceğini
söyleyerek özendirmesi, Kur'an-ı Kerim'de bu anlamda gelen âyetlerin
te'kididir: "Mallarını
Allah yolunda harcayanların durumu, her başağında 100 dane olmak üzere yedi başak
veren bir danenin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah'ın
lutfu geniştir, O bilendir."[162]
Rasûl (s.a.s.) sözlerinin bir çoğunda fakir, yoksul ve
muhtaçlara yardım etmeye; onlara yiyecek giyecek vermeye teşvik etmiştir:
"Çıplak bir müslümanı
giydirene Allah Cennet elbiselerinden giydirir. Aç bir müslümana yedirene
Allah Cennet meyvelerinden yedirir. Kim susamış bir müslümana içirirse, Allah
ona ağzı mühürlü, tatlı su içirir."[163]
"Birisi, gönül
rızasıyla bir şey verse -Allah ancak gönülden vereni kabul eder- Rahman onu
sağ eliyle alır. Bir hurma da olsa, Rahman'ın elinde büyür, dağdan büyük olur.
Sizden birinin atının tayını veya devesinin boduğunu büyüttüğü gibi.”[164]
"Kulun sabaha kavuştuğu
her gün iki melek iner, biri: "Allah'ım, yolunda harcayana bereket
ver." öteki; "Allahım; vermeyenin malını yok et." der.[165]
buyurdu.
Bu
hadislerde cömertlik,
ikram, fakirlere yardıma çağrı; cimrilikten, Allah yolunda, insanların ve
toplumun yararına infaktan alıkoymaktan sakındırma vardır. Rasûl (s.a,s.)
müslümanları, dünya ve ahirette büyük sevap karşılığında hayır yollarına
harcamaya teşvik etti. Hayır yolundaki harcamaların malı eksiltmeyeceğini,
aksine artıracağını belirtti:
"Sadaka, malı
eksiltmez."[166]
"Allah buyurdu ki, ey Ademoğlu, infak et ki sana da verilsin."[167]
Yani, insanoğlu hayır yollarına harcarsa Allah da rızkını artırır.
Önceden beri yazdığımız bu hadislerden anlaşılan şudur:
Rasûl (s.a,s.) müslümanları mülkiyet güdüsüne hakim olmaya çağırmakta, ona
nasıl hakim olacaklarını öğretmekteydi. Teşviki ve özendirmesi pintilik ve
mülkiyetin aksine, harcama, verme ve eliaçıklıktı. Metodu, verme özelliğini güçlendirmek
için, dünya ve ahirette büyük sevap verileceği şeklinde tam bir özendirmeydi.
Onlardaki mülkiyet, cimrilik ve bencillik duygularını zayıflatıyordu. Bu metod,
zıddından hareket etme metoduydu. Rasûl (s.a.s.), ashabına (r.a.) mülkiyet
güdüsüne hakim olmalarını öğretmeyi başardı. Zıddından hareket etme metodunu
daha sonra mutasavvıflar, müridlerinin huylarını değiştirmede kullandılar.
Mesela Gazalî (505/1111), manevî kalp hastalıkları ve kötü ahlakın tedavisi
konusunda bu metodu kullandı.[168]
Daha sonra ise bazı psikologlar, son asırda psikoterapide, özellikle hastalık
korkusu ve stresin tedavisinde bu metodu kullandılar.[169]
İlâhî hikmet, canlılar dünyasında, zorunlu
ihtiyaçların karşılanması için, hayatı koruma ve nesli sürdürme gibi yaratılışîan gelen fizyolojik/organik güdüleri var
etmiştir. Yine ilâhî hikmet, insanın mutlu olması için, özellikle insanda asıl
ihtiyaçların doyumunu sağiamak amacıyla, psikolojik güdüleri yaratmıştır.
Ancak insan, sosyal gelişmesi sırasında, sosyal-psikolojik gelişmesine büyük
tesir eden bazı etken ve denemelerle karşılaşır; güdülerinin doyumu sırasında
kendine bedenî ve psikolojik zararlar verecek olan sapık yollar öğrenir. Bütün
güdülerimizin, öğrenmenin etkisiyle değişmesi mümkündür. İnsan, güdülerini
nasıl frenleyeceğini, nasıl onlara hakim olup üstesinden geleceğini bilir.
Normalde eğitimin amacı da budur. Ancak insan uygun olmayan bazı şartlar ve
özel tecrübeler sonucunda, güdülerin doyum sağlaması için, uygunsuz, sapık
yollar da öğrenebilir, insanın güdü ve eğilimleri, küçüklüğünden beri verilen
eğitim öğretime boyun eğmediği zaman, normaf yolundan sapar. Mesela, fizyolojik
güdüler, var olma ve neslini sürdürmeyi esas alır. Ancak ferdin sosyal
gelişmesi sırasında, bazı özel durumlar karşısında bu normal yoldan sapar;
hedefi sadece yararlanma ve lezzet alma olur. Yani tad alma ve yararlanma
yanında amacı sadece güdüyü doyurmaktır; var olma veya hayatı sürdürme değil.
Mesela, yemek bazı insanlara göre amacın kendisi; zevk alma ve yararlanmadır.
Bu yüzden çok yediklerini, oburluk yaparak bedenlerine zarar verdiklerini görürüz.
Böylece açlık güdüsü hayatı korumak gibi bir amaçtan sapar; şahsa eziyet ve
zarar verecek hale gelir. Aynı şekilde bazı kişilerde mülkiyet güdüsü de
sapar; mülk edinmek araç değil, başlıbaşına bir amaç haline gelir. Onları, mülk
edinmede aşırı bir şekilde rekabet eden kişiler olarak görürüz. Kendilerine ve
topluma yararı dokunacak, faydası insanoğluna dönecek olan, dünyanın yaşanır hale gelmesine
yatırım yapmazlar.
İnsanın fizyolojik güdülerinden en çok sapmakla
karşı karşıya kalanı, cinsiyet güdüsüdür. Son devrin psikologları, insanlar
arasında yaygın olan cinsel sapıklıkların bir çoğunu incelediler. Mesela,
Sigmund Freud bir çok cinsel sapiklık çeşitleri üzerinde araştırmalar yaptı.
Kendi özel teorisi ışığında, çocuğun cinsî gelişmesi esnasındaki sebeplerini
ve çocuğun bu sırada karşılaştığı özel durumları yorumlamaya çalıştı. Bu
durumlar bazılarında ağızla emme, arkadan hoşlanma, erkeğin cinsel organıyla
doyumu olup cinsellik güdüsünü doyurma için giriştiği, daha sonra anormal bir
durum alan sapık şekillerdir. Çocuk cinsel zevkle, cinsel doyumla ilgili,
anormal bazı şeyler ve işlerle de karşılaşır. Bu cinsel sapıklılardan biri
Fetişizm (Fetishism) diye bilinen, mesela, karşı cinsin kullandığı giysi, saç
ve ayaklar gibi bedeninin bir parçasından cinsel zevk almadır. Bu
sapıklıklardan biri de, çıplak vücuda veya cinsel eylemlere bakarak zevk alma
olarak bilinen röntgencilik (Voyeurism)dir. Yine bu sapıklıklardan biri,
kişinin kendi avretini, gizli yerlerini göstermekten zevk alması
(Exhibitionism), kendini teşhir hastalığıdır.[170]
İnsan
topluluklarında
cinsel sapıklıklar yaygındır. Bu sapıklık örneklerinden biri, bireyin kendi
cinsine karşı cinsel eğilimdir. Erkekler arasında İbnelik (Lutîlik), kadınlar
arasında sevicilik (Lezbiyen) olarak bilinir. Kur'an-ı Kerim, Lut kavmi
arasında yaygın olan, bu yüzden Lutîlik denilen bu aşırılığa işaret etmiştir.
Yüce Allah: "Lut'u
da kavmine elçi olarak gönderdik. Kavmine: "Sizden önce hiç kimsenin
yapmadığı bir sapıklığı mı yapıyor, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere
gidiyorsunuz?! Doğrusu siz sapık bir kavimsiniz!"[171]
"Rabbinizin sizin için
yarattığı eşleri bırakıp da, âlemlerin içinden erkeklere mi gidiyorsunuz?!
Doğrusu siz insanlıktan çıkmış bir topluluksunuz!"
[172]
buyurmuştur.
Bazı hadisi şerifler de bu cinsî sapıklığa işaret
etmiştir. Rasûl (s.a.s.), müslümanları bu hastalıktan sakındırmış; Lut kavminin
yaptığı bu işi yapanları lanetlemiştir. Ayrıca hayvanlarla ilişkiden de
sakındırmış, böyle yapanları la'netlemiştir: "Ümmetimden korktuğum şeylerin en korkuncu, Lut kavminin
yaptığını yapmalarıdır."[173]
Rasûl (s.a.s.)den gelen uzun bir hadiste "Hayvanlarla birleşeni Allah
lanetledi! Lut kavminin yaptığını yapanı Allah lanetledi!"[174]
buyurdu.
Yine
Rasûl (s.a.s.) mahremlerle cinsel
ilişkiyi yasakladı: "Kim
nikahı düşmeyecek mahremiyle ilişki kurarsa, öldürünüz."[175]
buyurdu.
Yine
Rasûl (s.a.s.) erkeklerin kadınlara,
kadınların erkeklere benzemesini yasakladı. İbnu Abbas'tan rivayete göre
(r.a.) erkeklerden kadınlara benzeyen ve kadınlardan erkeklere benzeyenlere
Allah Rasûlü la'net etti."[176] Bir
başka rivayet de buna benzer şekildedir.[177]
İnsan, günlük hayatta, bazı durumlarda
heyecanlanır. Sevgi veya hoşlanmama, korku veya güven, sevinç veya keder,
kızgınlık, kıskanma, hased ve benzeri duygular...
Psikologlar,
heyecan duyguları
konusunu derinlemesine incelediler; oluşumunu, sebeblerini, insanın
davranışlarına, ruh ve beden sağlığı üzerine etkilerini genişçe ele aldılar.
Kur'an-ı Kerim'de, insanın bu önemli reaksiyonlarından bir çoğu geçmektedir. Bu
konunun ele alınması, yazarın 'Kur'an ve Psikoloji"[178]adlı
eserinde geçmişti. Nebevî hadisler de sevgi, korku, kızgınlık, hoşlanmama,
üzüntü, utanma, hased, kıskançlık, kibir, kendini beğenme, caka satma gibi
ferdin bazı önemli duygularına dokunmaktadır. Hadislerin içerdiği önemli
duyguları aşağıda ele alacağız.[179]
Sevgi,
insan hayatında
önemli duygulardan biridir. O, ailenin oluşmasında, fertlerinin birlik
beraberlik ve yardımlaşmasında en önemli etkendir. Sevgi, çocuğun şahsiyetinin
oluşmasında, çocuğun nefsinde güven ve huzur duygularının yerleşmesi için
anne/babanın sevgi, şefkat ve merhamet duygularıyla çocuğu kuşatmasında önemli
bir rol oynar. Çocuğun
şahsiyeti normal bir şekilde gelişir, onu özellikle aile fertlerine, genellikle
de sosyal çevresine sevgi ve yakınlık duygularıyla bağlar.
Çocuk, ne sebeple olursa olsun, anne/baba sevgisinden
mahrum kalırsa, güven ve huzur duygularını kaybeder, endişe duyar, şahsiyeti
yıpranır; daha sonra psikolojik hastalıklara yakalanır.
Sevgi,
genel olarak, insanlar arasındaki
sağlam ilişkilerin oluşmasında en önemli etkendir. İnsanların aralarının yakınlaşması,
yardımlaşma ve dayanışma duygularına yönlendirir. İnsanı ailesine, miletine ve
vatanına bağlar; bunları korumada malıyla, canıyla fedakarlık etmesini sağlar.
Allah
sevgisi, mü'minin
hayatında büyük bir rol oynar, hayata yöneltir, her davranışı ve sözüne etki
eder. Mü'min, ancak Allah'ın razı olacağı ve O'na yaklaştıracak ameller işler.
Rasûl sevgisi de mü'minin hayatında büyük rol oynar.
Mü'min, Rasûlü model edinir, bütün hareketlerinde ona uyar, onun emrettiklerini
yapar, yasaklarından kaçar.
Rasûl (s.a.s.) hadislerinin bir çoğunda sevginin bazı
çeşitlerine dokunmuştur. Yüce Allah sevgisi, Rasûl (s.a.s.) sevgisi, insan
sevgisi, hayvan sevgisi, varlık sevgisi, eş sevgisi, mal sevgisi, ana/baba
sevgisi. Şimdi hadislerde geçen bu sevgi çeşitlerini ele alacağım.[180]
Allah
sevgisi, insan sevgisinin en yücesi,
ruhen en çok yararlanılan, en fazla mutluluğa ulaştıran bir sevgidir. Mü'minin
bütün hareketlerinin üstüne kurulduğu, davranışlarını etkileyen güçtür.
Yüce Allah'ın sevgisi insanı sardığı zaman, bütün
eylem ve davranışları, hareket ve sükûnu Allah'a itaat, sevdiği ve razı olduğu
şeylere yönelik; isyandan uzak, Allah'ın yasakladığı ve hoşlanmadığı şeylerden
kaçınmak olur.
İnsan,
normalde kendine iyilik edeni sever. Bu yüzden çocuk, kendisini gözeten, yardım, iyilik ve terbiye eden anne/babasını
sever. İnsan, Allah'ın kendisine olan nimetlerine baktığı zaman, tek tek veya
toptan saymak mümkün olmaz. Allah, hiç yokken var etmiş, duyuları, akıl ve
öğrenme yeteneğini, çeşitli bilgiler ve sanat gücünü vermiştir. Onu düzgünce,
iki ayağı üzerinde, en güzel bir şekilde yaratarak; öteki yaratıklara üstün
kılarak, mahlûkatı hizmetine vererek, yeryüzünde insanı halifesi yapmıştır.
Yüzyıllar geçtikçe, onları sapıklıktan kurtarmak, doğru yolu göstermek, onları
dünya ve ahiret hayatında mutlu edecek düzgün hayat metodunu göstermek için
elçiler göndermiştir.(Onlara selam olsun.)
İnsanın, sayamayacağı kadar çok nimet vermesi nedeniyle
Allah'ı sonsuz/sınırsız bîr şekilde sevmesi; sevgisinin diğer bütün sevgilerden
üstün olması gerekir. Allah'a olan sevgisi, kendine, anne/babasına, eşine,
çocuklarına, soyuna, milletine, vatanına olan sevgisinden, bu hayatta olan herhangi
bir sevgiden daha büyük olması gerekir. Kur'an-ı Kerim, insanın Allah'a olan
sevgisinin, insan hayatındaki bütün sevgilerden yüksek olması gerektiğine
işaret eder. Yüce Allah: "De
ki, eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız,
kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir
ticaret, hoşunuza giden meskenler, size Allah ve Rasûlünden ve onun yolunda
cihaddan daha sevgili ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah öyle fasıklar
topluluğunu hidayete erdirmez.”[181]
"İnsanlardan kimi de Allah'tan beride birtakım şeyleri O'na denk
tutuyorlar da, onları Allah'ı sever gibi seviyorlar."[182]
buyurur.
Rasûl (s.a.s.) de insanları, Allah'ın kendilerine olan
nimetlerinden dolayı sevmeye teşvik etti. "Allah'ı size verdiği nimetlerinden dolayı seviniz."[183]
buyurdu.
Bununla
birlikte Rasûl
(s.a.s.) insanlar içinde Yüce Allah'ı en çok seven, O'na en yakın olandı. Buna
rağmen dualarında, bu sevgiden, var olan hiç bir lezzetin aşamayacağı ruhî
bir tad aldığı için, Allah'tan kendisini sevgisiyle rızıklandırmasını isterdi.
Rasûl (s.a.s.) duasında: "Allah'ım, beni sevginle,
senin yanında sevilmesi gerekenlerin sevgisiyle rızıklandır."[184]
derdi.
Rasûl (s.a.s.) Rabbinden rivayet ettiğine göre, Yüce
Allah kendisine şöyle dua edilmesini istedi: "Senin sevgini, senin sevdiklerinin sevgisini, senin sevgine
yaklaştıran amelin sevgisini isterim."[185]
Rasûl (s.a.s.) ashabına Davud (a. s.)ın sevgisini
anlatırdı. Onlara, Davud'un duasında Allah'tan, sevgisini vermesini, bu
sevgiyi kendine ve ailesine olan sevgiden üstün kılmasını istediğini söylerdi.
Rasûl (s.a.s.) haber vermiştir: "Davud (a.s.)'ın duası
şöyleydi: "Allah'ım senden sevgini, seni sevenlerin sevgisini, senin
sevginin ulaştığı kimselerin amelini isterim. Allahım, sana olan sevgimi;
kendim ve aileme, soğuk suya olan sevgimden daha büyük olmasını nasip eyle."[186].
İnsanın Yüce Allah'a sevgisi, var olan herşeye
duyduğu sevginin başlıca kaynağıdır. İnsanın Allah'a olan sevgisinden O'nun
Rasûlünü, insanları, bütün yaratıkları, hayır yapmayı, Allah'ın sevdiği her
işi yapmayı, sevgisine yaklaştıracak, hoşnut olduğu herşeyi yapmayı sever,
insanın Allah'ı sevmesi sebebiyle, davranışların iyiye, Allah'ın razı ve hoşnut
olduğu yapma; yasakladığı, razı olmadığı şeyleri bırakma yönünde bir enerji
oluşur. Bu anlamda Rasûl (s.a.s.): "Kim Allah için sever, Allah için
kin tutar, Allah için verirse imanı mükemmel olur."[187]
"Amellerin
en güzeli, Allah için sevmek ve Allah için kin tutmaktır."[188]
buyurur.[189]
Yüce Allah sevgisinden sonra, insanda, yücelik ve mükemmellik
yönünden en yüksek seviyede Rasûl (s.a.s.)in sevgisi gelir. Allah ve Rasûlünün
sevgisi, beraberce, insandaki sevginin zirvesini, ruhîlik, saflık ve temizlik
yönünden en yüksek derecesini oluşturur.
Rasûl (s.a.s.)in sevgisi, her müslüman üzerine
farzdır. Çünkü Yüce Allah bize onu sevmeyi emretti; "Allah Sevgisi"
konusunda geçen âyetinde[190],
Rasûl sevgisini kendi sevgisine yaklaştırdı.
Rasûl (s.a.s.) de, kendini ve ehl-i beytini
sevilmesini emretti: "Nimetleriyle
sizi beslediği için Allah'ı, Allah sevgisi nedeniyle beni, beni sevmeniz
yüzünden de ehl-i beytimi seviniz."[191]
buyurdu.
Müslümanın, Rasûl (s.a.s.)e olan sevgisinin
canından, ana/babasından, çocuklarından, herhangi bir insana olan sevgisinden
daha çok olması gerekir. Rasûl (s.a.s.): "Sizden biri, ben kendisine annesindan, babasından, bütün
insanlardan daha sevgili olmadıkça gerçek mü'min olamaz."
[192] buyurdu.
Abdullah b. Hişam anlatır: "Rasûl (s.a.s.) ile beraberdik.
Ömer'in elinden tutmuştu. Ömer:
- "Ey Allah'ın elçisi, sen bana, canım
dışında, herşeyden daha sevgilisin." deyince,
- "Hayır
ya Ömer, canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, canından da sevgili
olmalıyım."
buyurdu. Ömer:
- "İşte şimdi sen bana canımdan da
sevgilisin." deyince, Rasûl (s.a.s.):
- "Şimdi
oldu."
buyurdu."[193]
Yani, "imanın şimdi mükemmel oldu." demek istedi.
Mü'min, Allah ve Rasûlünün sevgisinde, bu dünyada
hiçbir tad ve lezzetle kıyaslanamayacak bir tad ve lezzet bulur. Bu sayede
imanın tadını alır. Rasûl (s.a.s.): "Üç şey kimde bulunursa, imanın tadını alır:
1- Allah ve Rasûlünün sevgisi herşeye
üstünse,
2- Birini sevdiğinde yalnızca Allah için
severse,
3- Küfre dönmek ateşe atılmaktan
daha kötü gelirse."[194]
buyurdu.
İnsan,
Allah ve Rasûlünü
severse, imanın tadını alır, onu mutluluk ve huzur duyguları bürür, gidişatı
Allah'a yönelik olur; ancak O'nun razı olacaği şeyleri yapar, yasakladıklarından
kaçar. Allah'a olan sevgisi onu bütün mahlûkâtı sevmeye, insanları sevip güzel
davranmaya, hayvanları sevip onlara acımaya götürür. Bütün evreni sever çünkü
varlıklar Yüce Allah'ın eseri ve sanatıdır.
Seven
sevdiğine boyun eğer, ona teslim olur.
Bu yüzden Allah ve Rasûl sevgisi müslümanların terbiyesinde, islama
içtenlikle sarılmalarında, islâm prensiplerine sıkıca tutunmalarında, Rasûl
(s.a.s.)in etrafında toplanmalarında en önemli etkenlerden biridir. Çünkü ondan
öğreniyor, ona, onun sözlerine uyuyorlar. Din düşmanları ve kafirlere karşı tek
bir saf, tek bir kalp halinde; islâmı yaymakta istekli, bu yolda şehid olmakta
arzulu idiler. Bu, zafere ulaşmalarında ve islam dininin yayılmasında en önemli
etkenlerden biriydi.
Yüce Allah, Rasûlü seven ve emirlerine uyanları seveceğini,
günahlarını affedeceğini vadetti. Yüce Allah Rasûlüne hitapla şöyle buyurdu:
"De ki,
Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin, günahlarınızı
bağışlasın. Allah çok affedici ve çok merhametlidir."
[195]
Rasûl (s.a.s.) kendisini sevene Cennet'i vadetmiştir.
Bir adam Rasûl (s.a.s.)e:
- Dünya ne zaman batacak? diye sorunca,
- "Kıyamet
için ne hazırladın?"
sorusunu sordu. Adam:
- "Fazla birşey yok ancak Allah ve Rasûlünü
seviyorum." deyince,
- "Sen,
sevdiklerinle beraber olacaksın."[196]
-
"Beni seven, Cennet'te, benimle birlikte olacaktır."[197]buyurmuştur.[198]
İnsan,
sosyal bir varlıktır. Fertleriyle çeşitli ilişkileri olan bir toplumda yaşar.
Vicdanî, sosyal, ekonomik, v.b. birçok insanî ilişkiler kurar. Çocuk, doğduğu
andan itibaren, aile fertleri arasında yaşar. Çocuğu aile fertlerine sevgi,
şefkat, yardımlaşma, vefa, samimiyet, sığınma duyguları bağlar. Aralarında
güven, huzur ve mutluluk duyar. Anne sevgisi, çocuğun doğduğundan beri duyduğu
ilk sevgidir. Bu, bütün ihtiyaçlarını annesinden sağlaması, bu doyuma,
yararlanma ve tad duyguları eşlik ettiği içindir. Sonra çocuğun sevgisi,
kendisini kuşatan aile fertlerine, baba, kardeş, dost, komşular ve bütün
insanlar gibi, aşamalı olarak ulaşır. Aynca çocuk, anne/baba, aile fertlerine
karşı bu sevgiyi, onların sevgisini, şefkatini ve merhametini hissettiği,
üzerine titredikleri ve onu gözettikleri için duyar. Bu karşılıklı sevgiye
doymuş atmosfer, çocuğun sağlam şahsiyetinin oluşmasında, nefsine, kendine
güven ve mutluluk duymasında önemli bir etkendir.
Böyle bir ortamda büyüyen çocuk normalde bütün insanlara
karşı sevgi duyar, onlara yakınlık hisseder, davranışları iyi olur, onları
gözetir, şefkate muhtaç olanlara şefkat eder, yardıma ihtiyacı olanlara yardım
eder. İnsanın insanları sevmesi, yardıma muhtaç olanlara yardım elini
uzatması; topluma ait, onlara yararlı biri olduğu duygusunu duyma, kendinden
hoşnud olma, mutlu olmada en önemli
etkenlerdendir. Modern çağın psikoterapistleri, kişiler arası sağlıklı
ilişkinin, insan sağlığı üzerindeki önemini vurgulamaktadırlar. Bu yüzden,
psikolojik hastaların tedavisinde hastanın toplum fertleriyle irtibatı,
aralarındaki sevgi ve muhabbet bağlarının ve başkalarıyla alâkalarının
güçlenmesine önem verdiler. İnsanlarla içice olma, insanlara yarayacak işler
yapmalarına teşviki ruhî tedavilerinde önemli etkenlerden biri olarak
gördüler. Mesela, Alfred Adler (1937), psikolojik hastalarını insanlarla
ilgilenmeye, onlarla içice olmaya, onlara yardım etmeye yönlendirdi. Psikolojik
hastasına, bunu ne zaman yaparsa hastalığının geçeceğini söylerdi.[199]
Buradan
hareketle, islamın insanları
birbirlerine yakın, sevgi ve yardımlaşmaya çağırmasındaki hikmeti ortaya koymalıyız.
İnsanın başkalarına sevgi duyması, topluma katılmayı güçlendirir. Toplumun
dışında kalarak yalnızlık duyma duygularının sebep olduğu endişeden kurtarır.
Bu duygu, normalde ruh hastasının karşılaştığı bir duygudur.
Kur'an-ı Kerim müslümanları, kardeşlik, sevgi, yardımlaşma
ve birbirleriyle bağlantılı olmaya teşvik eder. Yüce Allah: "İnanan erkekler ve inanan
kadınlar birbirlerinin dostudurlar."[200]
buyurur.
"Sadece müminler
kardeştir; kardeşlerinizin arasını düzeltin,
Allah'tan korkun; umulur ki merhamet olunursunuz.”[201]
"Topunuz birden Allah'ın ipine sımsıkı tutunun, birbirinizden ayrılmayın ve
Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Sizler birbirinize düşmanlar iken O
sizin kalpleriniz arasında ülfet meydana getirip yanaştırdı da nimeti
sayesinde uyanıp kardeşler oldunuz."[202]
Kur'an-ı Kerim, muhacirleri sevdikleri, destekledikleri,
onlarla kardeş oldukları, yardım elini onlara uzattıkları için ensarı över.
Yüce Allah buyurur: "Ve
şunlar ki onlardan önce yurdu hazırlayıp imana sahip oldular; kendilerine,
hicret edenlere muhabbet ederler ve onlara verilenlerden nefislerinde bir
kaygı duymazlar, kendilerinin ihtiyacı olsa da, onları nefislerine tercih
ederler. Kim nefsinin cimriliğinden kurtulursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir."[203]
Rasûl (s.a.s.) de, müslümanları karşılıklı yakınlık,
sevgi ve muhabbet içinde olmaları için özendirdi. Rasûl (s.a.s.) buyurur;
"Canım
elinde olan Allah'a yemin ederim ki, iman etmedikçe Cennet'e giremezsiniz;
birbirinizi sevmedikçe gerçekten iman etmiş olmazsınız. Birbirinizi seveceğiniz
bir şeyi size söyleyeyim mi? Selamı aranızda yayınız."
[204]
Bu
hadiste Rasûl
(s.a.s.) müslümanların birbirini sevmesini imanlarına ve Cennet'e girmeleri
için şart koştu. Gerçekten mü'min, insanları seven ve insanların da onu
sevdiği kimsedir. Fakat insanları sevmeyen, insanların da sevmediği kişi,
kendinde hayır olmayan, Allah'ın rahmetini ummayan kimsedir.
"Mümin, kendisine ısınılan insandır; kendine ısınılmayan
ve ısınmayan insanda hayır yoktur."[205]
Müminin insanları sevmesi, şahsî, âcil bir menfaat
için, veya bir mal, makam, mevkî için değil; yalnızca Allah rızası için
olmalıdır. Mü'minin bütün davranışları Yüce Allah'ı sevdiği için, O'nun
rızasını istemek için olmalıdır. Bu yüzden, yaptığı bütün işleri Allah rızası
için yapar. Rasûl (s.a.s.) bütün müslümanları "Allah için sevmeye"
özendirir ve bu konuda büyük sevap alacaklarını söyleyerek teşvikte bulunurdu.
Bir gün Rasûl (s.a.s.) namazını bitirince yüzünü cemaate
döndü:
- "Ey
insanlar, dinleyin, anlayın ve bilin ki Allah'ın Nebi veya şehid olmayan nice
kulları vardır. Nebiler ve şehidler onların bulundukları meclise ve Allah'a
yakınlığına imrenirler.
Bedevî biri elini Rasûl (s.a.s.)e doğru kaldırdı:
- "Ey Allah'ın nebisi, bu nebi ve şehid
olmayan fakat bulundukları yer ve Allah'a yakınlıkları yüzünden nebi ve
şehidlerin imrendiği adamları bize tanıt, yani sıfatlarını söyle."
deyince, çölden gelen bu arabın sorusundan dolayı Rasûl (s.a.s.)in yüzü güldü
ve:
- "Kıyamet
günü Allah onlara nurdan minberler koyar ve üzerine otururlar; yüzleri nur,
giysileri nurdur. İnsanlar kıyamet gününden korkar, onlar korkmazlar. Onlar
Allah'a yakın kullardır ve onlar mahzun olmayacaklardır."[206]
Rasûl (s.a.s.) yedi grup insandan bahsetti ki bunlar
hiçbir gölgenin olmadığı kıyamet gününde Allah'ın himayesinde olacaklardır.
Onlardan bir grup da "Allah
için birbirini seven, bu şekilde bir araya gelen ve
aynı şekilde ayrılan iki kişi."[207]
buyurulmaktadır.
Rasûl (s.a.s.) anlatır: "Adamın biri, başka bir
şehirdeki kardeşini ziyaret için yola çıktı. Yüce Allah yoluna bir melek
görevlendirdi. Karşılaşınca, melek adama sordu:
- Nereye?
- Şu
şehirdeki bir kardeşimi ziyarete gidiyorum.
- Adamdan sağlayacağm
bir menfatın var mı?
- Hayır,
ben onu ancak Allah rızası için seviyorum.
- Ben Allah'ın
sana gönderdiği bir elçiyim, senin onu sevdiğin gibi Allah da seni seviyor."[208]
Kimin
insanlara sevgisi yalnızca
Allah rızası için, kini de Allah için olursa, -daha önce Ebu Ümame hadisinde
belittiğimiz gibi- imanı mükemmel olur.
[209]
Rasûl (s.a.s.) de müslümanların insanlara sevgisinin
açgözlülük ve bencillik etkilerinden uzak, dürüst ve samimi olmalıdır. Bu ise,
müminin, kendisi için arzu ettiğini kardeşi için de istediğinde gerçekleşir.
Rasûl (s.a.s.): "Sizden
biri, kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe, iman etmiş olmaz."[210]
Rasûl (s.a.s.), uzun bir hadisin bir bölümünde: "Kendin için istediğini
insanlar için de iste ki müslüman olasın."[211]
buyurmuştur, insanların birbirine karşı merhameti, sevgisi, şefkati
aralarındaki toplumsal bağları güçlendirir, toplumun
birlik
ve istikrarını
sağlar. Fertler, toplum binasının tuğlaları durumundadırlar. Aralarındaki
bağlantılar kopup, bağlar kin ve düşmanlık yüzünden çözülünce, binanın bir yanı
çökünce yıkıldığı gibi, toplum da yıkılır.
Rasûl (s.a.s.), keskin zekası ve hikmetle bunu
kavradı, islam toplumu islam düşmanlarının yaptığı yıkıcı tahribatın
etkilerinden etkilenmeden güçlü ve sürekli olarak ayakta kalsın diye
müslümanları kardeşlik, yardımlaşma, dayanışmaya teşvik etti. Rasûl (s.a.s.),
müslümanlar arasındaki yardımlaşma, dayanışma ve birbirine tutunmayı, vücûdun
organları arasındaki uyum ve dayanışmaya benzetmiştir. "Mü'minlerin bibirini sevmede,
birbirlerine merhamet ve şefkat etmedeki durumu bir vücûd gibidir. Vücûdun bir
organı rahatsızlanınca bedenin öteki organları da uykusuzluk ve ateşle ona
katılırlar.”[212] Bu manada Rasûl (s.a.s.): "Müminin mümine karşı durumu,
bir binanın birbirini destekleyen tuğlaları gibidir."[213]
buyurmuştur.
Rasûl (s.a.s.) müslümanları kardeşlik, sevgi,
merhamet, şefkat, yardımlaşma, dayanışmaya çağırmakla kalmadı; bunu hicretten
sonra Medine'de kurduğu islam toplumunda doğrudan doğruya pratik olarak
uyguladı. Ensar ve muhaciri kardeş ilan etmişti. Böylece müslümanlar arasındaki
kardeşlik, sevgi ve dayanışma duygularını güçlendirdi. Bir misal olarak şunu
anlatalım: Rasûl (s.a.s.) ensar'dan Sa'd b. er-Rebi ile Abdurrahman b. Avfı
kardeş ilan etmişti. Sa'd, Abdurrahman'a:
-
"Ben ensarın malca
en zenginiyim; malımın yarısı benim, yarısı senin. İki karım var, birini beğen
ve adini söyle, senin için boşayayım, iddeti bitince nikahlarsın."
deyince Abdurrahman:
- "Malının ve ailenin hayrını gör. Bana
çarşının nerede olduğunu söyle."[214]
dedi. Çarşının yolunu gösterdiler, ticaretle uğraştı, kazandı, evlendi ve
Medine'nin zenginlerinden biri oldu.[215]
Muhacir
ve ensar arasındaki
kardeşlik, müsümanlar arasında meydana getirdiği kardeşlik, sevgi, yardımlaşma,
dayanışma yönlerinden daha önce hatta insanlık tarihinde benzeri görülmemiş, örnek
bir sosyal dayanışma örneğiydi. İslam Medine topumunda bunun izleri o kadar
derindi ki islamın yayılması çalışmasında müslümanlara son derece yardımcı
oldu. Mümin için sadece insanları sevmek yetmez, -daha önce geçen Rasûl
(s.a.s.)in hadisini tasdik edercesine- insanlar tarafından da seviliyor olmak
için gayret eder. Hadis şu: "Mümin
cana yakındır, cana yakın olmayan veya kendisine yaklaşılmayan müminde iş
yoktur."
Rasûl (s.a.s.), müslümanlara, insanların sevgisini kazandıracak
işler yapmalarını öğütlerdi. Aralarında selamı, tokalaşmayı, hediyeleşmeyi,
dostluğu yaymalarını salık verirdi. Rasûl (s.a.s.): "Uyguladığınızda birbirinizi
seveceğiniz bir şeyi size söyleyeyim mi? Selamı aranızda yayınız."[216]
"Tokalaşın;
tokalaşmak kini giderir. Karşılıklı hediyeleşin, birbirinizi seversiniz ve
düşmanlık ortadan kalkar."[217]
Yüce Allah, insanları seven ve insanların kendisini sevdiği mümini sever.
Rasûl (s.a.s.): "Mahlûkat Allah'a muhtaçtır; yaratıkların Allah'a en
sevimlisi kendisine muhtaç olana iyilik edendir."[218]
Bir
adam Rasûl
(s.a.s.)e geldi:
- "Ey Allah'ın elçisi, bana öyle bir amel
söyle ki onu yaptığım zaman beni hem Allah, hem de insanlar sevsin." diye
istekte bulundu.
-
“Dünyalıktan
uzak dur, Allah seni sevsin. İnsanların sevdiği şeylerden uzak dur, insanlar
seni sevsin."[219]
buyurdu.
Zühd, dünyada insanın, Allah'ın yanında ulaşacağı
şeyleri, elinde olanlara tercih etmesidir. Kişinin, insanların elinde olan
şeylere önem vermemesi, insanların onu sevmesini sağlar.[220]
Allah
bir kulunu severse, yer/gök
ehli de onu sever. Yeryüzünde onun için kabul yazılır. Rasûl (s.a.s.): "Allah bir kulunu sevdiğinde
Cebraili çağırır: "Ben falanı seviyorum, sen de sev" der. Cebrail de
onu sever. Sonra göğe yönelir: "Allah falan kulunu seviyor, siz de
seviniz" der. Gök ehli de onu sever. Sonra yer ehlinin de onu sevdiği
belirtilir.
Allah bir kuluna da kızınca,
Cebraili çağırır: "Ben filandan hoşlanmıyorum, sen de sevme."
Cebrail de ona kin tutar. Sonra Cebrail gök ehline çağrıda bulunur:
"Allah filan şahsı sevmiyor, ona buğzediniz." Sonra yer ehlinin de
kabulü açıklanır."[221]
İslam,
sevgi dinidir; bütün
insanlık ve mahlûkât için hayırlıdır. Rasûl (s.a.s.) ashabına bütün insanları
sevmeyi, tüm insanlar, bütün yaratıklar için, hayvanlar ve kuşiar için bile hayırlı
olanı yapmayı öğretirdi. Enes (r.a.)den rivayetle, Rasûl (s.a.s.): "Bir müslüman bir ağaç diker
veya birşey ekerse, ondan kuş, insan veya hayvan yerse onun için sadaka olur.”[222]
Rasûl (s.a.s.)anlatır:
- "Adamın biri yolda giderken susadı. Bir kuyu buldu, içti ve çıkınca
baktı ki soluyan bir köpek, susuzluktan yaş toprağı yalıyor. Adam, bu köpek de
benim gibi susamış olmalı diye düşünerek tekrar kuyuya indi, ayakkabısına su
doldurdu, ağzıyla tutarak çıktı. Köpeği suladı. Allah ona teşekkür etti ve onu
bağışladı.
Sordular:
- Ey Allah'ın elçisi, hayvanlardan dolayı bize
sevap var mı?
-
Evet, her yaşayan canlıdan dolayı sevap var, buyurdu."[223]
Rasûl (s.a.s.)in sevgi ve hayra çağırması sadece
insanlara yönelik değil, bilakis bütün evreni ve içindeki Yüce Allah'ın
yaratıklarını kapsayan bir çağrıdır. Rasûl (s.a.s.) müslümanları, insanları ve
bütün mahlûkâtı sevmeye çağırdığı zaman, bununla gönülleri sevgiyle dolu
mükemmel insanlar olmalarını, bu sevginin gönüllerinden taşıp bütün evren ve
içindeki mahlukatı kuşatmasını istiyordu. Rasûl (s.a.s.)in çağrısına uyan,
şahsında bunu gerçekleştiren insan, ruhî sağlığın zirvesinde, insan
mutluluğunun doruğunda olur.[224]
Rasûl (s.a.s.), müslümanlara, çocuk sevgisi, onların
güzel terbiye edilmesi ve gözetilmelerine de çağırırdı. Rasûl (s.a.s.) bu
konuda müslümanlara en güzel modeldi. Hasan ve Hüseyin'i (r.a.) sever, onlara
eğilir, kucaklar, öper ve sırtında taşırdı. Enes (r.a.)den rivayetle, Rasûl
(s.a.s.), Fatıma'ya (r.a.) "Çocuklarımı
çağır."
der, onları koklar ve kucağına basardı."[225]
Rasûl (s.a.s.), Ali'nin oğlu Hasan'ı kucakladığında yanında
Akra b. Habis et-Teymî oturuyordu. Akra:
- "Benim on çocuğum var, hiçbirini
öpmedim." deyince, Rasûl (s.a.s.) ona baktı:
- "Merhamet
etmeyene mehamet olunmaz."
buyurdu.[226]
Adamın biri Rasûl (s.a.s.)e gelerek:
-
"Çocukları öpüyor musunuz?!. Biz öyle şey yapmayız." deyince, Rasûl
(s.a.s.):
- "Allah
senin kalbinden merhameti söküp atmışsa ben ne yapayım!" buyurdu.[227]
Bera
anlatır: Hasan omuzundayken Rasûl
(s.a.s.)i gördüm. "Allah'ım,
ben Hasan'ı seviyorum, sen de sev." diyordu.[228]
Rasûl (s.a.s.), Hasan ve Hüseyin'i göstererek, "Allah'ım, ben bu ikisini
seviyorum, sen de sev."
buyurdu.[229]
Büreyde anlatır: Rasûl (s.a.s.) bize hutbe okuyordu.
Birden Hasan ve Hüseyin, üzerlerinde kırmızı gömlek, düşe kalka geldiler.
Rasûl (s.a.s.) minberden indi, onları tutup önüne koydu, sonra şöyle konuştu:
Mallarınız ve çocuklarınız
imtihan sebebidir."[230]
buyururken Allah ne kadar doğru söylüyor. Şu iki çocuğa baktım, koşuyor ve
düşüyorlardı, dayanamadım, konuşmamı kesip onları yanıma çıkardım."[231]
Rasûl (s.a.s.) çocuklara, özellikle de kız çocuklarına
iyi bakmayı öğütlerdi. Kızlarına iyi davranana mağfiret, başarı ve Cennet va'd
ederdi: "İki
kızı olup, onu toprağa gömmeyen, kötü muamele etmeyen ve oğullarını onlara
üstün tutmayanı Allah Cennetine sokar." buyurdu.[232]
Aişe anlatır: Yanında iki kızı olan bir kadın geldi
ve benden birşeyler istedi. Yanımda tek hurmadan başka da bir şey yoktu,
onu verdim. Kadın bir
hurmayı ikiye bölerek kızlarına verdi, kalktı ve gitti. Rasûl (s.a.s.) girince
hadiseyi anlattım. "Kim
bu kızlarla denenir, onlara iyilik ederse, bu onun için Cehennem'e siper olur." buyurdu.[233]
Babaların çocuklarını sevmeleri, onlara özen göstermeleri,
gözetmeleri, yetiştirmeleri ve eğitmeleri, iyi bir vatandaş olarak yetişmeleri
içindir. Rasûl (s.a.s.) çocukların eğitim ve terbiyelerinin güzel olmasını
öğütledi ve müslümanları buna teşvik etti, bunu yapmalarının büyük sevap
olacağını söyledi. Rasûl (s.a.s.): "Adamın çocuğunu terbiye etmesi, bir ölçek (sa’) sadaka
vermesinden daha hayırlıdır."[234]
"Baba oğluna
güzel terbiyeden daha güzel bir bağışta bulunamaz."[235]
buyurdu.
Rasûl (s.a.s.)in de, çocukta güzel ahlak, beğenilen
davranışların, hayatının bu erken döneminde oluşması, küçükken iyi
yetiştirilmesi, güzel terbiye edilmesi için gayret gösterdiğini görüyoruz. Bu
merhalenin, çocuğun şahsiyetinin oluşmasına ve gelecekte hayatındaki
davranışlarına büyük etkisi olacak olan ahlakî yapısının oluşmasına tesirinin
önemini modern çağda, Psikanaliz ve psikolojik araştırmalar ortaya koymuştur.[236]
Yüce Allah insana, erkek ve kadından herbirini
diğerine, neslin devamı için, sevgi duygularıyla çekecek olan cinsellik
güdüsünü vermiştir. Geçen bölümde,
cinsellik güdüsünü ele aldım. Şimdi burada ise, cinsellik güdüsüne bağlı,
sevgi ile alâkalı, Nebevî hadislerde geçen bazı hususları ele alacağım.
İslâm,
cinsellik güdüsünü inkar etmez; bu insanın yaratılışında olan normal bir
şeydir. Ancak islam bu güdünün doğru yolla doyurulmasını ister ki o da
nikahtır.
Rasûl (s.a.s.), gençleri, güçleri yettiği sürece
evlenmeye çağırırdı. Ancak ekonomik durumu evlenmeye uygun olmayanları oruç
tutmaya davet ederdi. Oruçta, cinsellik güdüsüne hakim olmayı, cinsel sevgiye
güç yetirmeyi sağlayacak şeyler vardı.Rasûl (s.a.s.):"Ey gençler topluluğu! Sizden
evlenmeye gücü yetenler evlensin; gücü yetmeyecek olanlarsa oruç tutsunlar.
Çünkü oruç onlar için kalkan durumundadır."[237]
buyurdu.
İbnu'l
Kayyim el-Cevzîyye, aşk
ve çaresinden söz ederken, bu hadis üzerinde şu yorumu yapar: "Rasûl
(s.a.s.) âşıka iki çözüm gösterdi: Asıl ve alternatif. Asıl olanı, güç yettiği
takdirde bu dert için başka alternatifi olmayan"[238], bu
anlamda Rasûl (s.a.s.)in şöyle buyurduğu hadistir: "Birbirini seven iki
sevgiliye nikahtan başka çare yoktur."[239]
Yok, eğer gençler evlenmeye güç yetiremezlerse, çare, biraz önce İbnu Kayyim
el-Cevziyye'nin işaret ettiği alternatif çözüm, oruç tutmaktır. Oruç, cinsellik
güdüsünün aşırılığını yok eder, öte yandan onu Allah'a yaklaşmak için ibadet
ettiği, Kur'an okuduğu,
bağışlanma dilediği, Yüce Allah'ı andığı şeklindeki düşüncelere yöneltir.
Bütün bu düşünceler, aşkın şiddetini yenmeye yardım eder.
Tabiî ki, erkek kadınını sevecek, onda huzur, hayatta
onunla birlikte güven, doyum ve kafa rahatlığı bulacaktır. Yüce Allah bu
gerçeğe şu âyette dokunmuştur: "O'nun
âyetlerinden biri de, size, nefislerinizden, kendileriyle huzur bulacağınız
eşler yaratması ve aranıza sevgi ve acıma koymasıdır. Mutlaka bunda, düşünen
bir toplum için, ibretler vardır."[240]
Rasûl (s.a.s.) eşlerini severdi. Aişe, en sevgili
olanıydı. Fakat eşlerine olan sevgisi onu islâmın yayılması, islam devletinin
temellerinin atılması, ordu komutanlığı, ashabını eğitme, öğretme ve
yönlendirme yolunda sorumluluğundan alıkoymadı.[241]
İnsanlar, malı çok sever; çünkü bütün ihtiyaçlarını
malla karşılar, insanlar arasındaki mevki ve yetkiyi onunla elde ederler.
Toplumda kuvvete, siyasî ve ekonomik güce malla ulaşırlar. Kur'an-ı Kerim Yüce
Allah'ın şu ayetinde, insanların mal sevgisini anlatır: "Malı öyle çok seviyorsunuz ki
yığmacasına."[242],
"Doğrusu o,
malı çok sever."[243]
Rasûl (s.a.s.) de insanın mal sevgisini, kazanmaya düşkünlüğünü,
mülkiyet hırsını anlatır. Rasûl (s.a.s.): "İnsanoğlunun iki vadi dolusu altını olsa, üçüncüyü de
ister, insanın gözünü ancak toprak doldurur.
Allah tevbe edenin tevbesini kabul eder."[244]
"İhtiyarın gönlü iki şeye
karşı daima gençleşir: Çok yaşamaya ve çok mala."[245]
"Her ümmetin
bir imtihanı vardır. Ümmetimin imtihanı ise mal konusundadır."[246]
buyurmuştur.[247]
Korku,
insan hayatındaki
önemli güdülerden biridir. Ardından insanın zarar ve eziyet göreceği, hayatî
tehdid veya ölüm tehlikesi durumlarında duyduğu, yaratılıştan gelen bir
duygudur.
Korku,
insan hayatında
yararlı bir duygudur. Çünkü tehlikelerden onunla kaçınır, zarar ve sıkıntı
verecek şeylerden onunla uzaklaşır. Ayrıca insan tehlike sezdiği zaman, olmadan
önce korunma tedbirlerini onunla alır. Demek ki korku bu yönden faydalıdır;
tehlikeli durumlara karşı hazırlıklı olur ve karşı koyar. Mesela, öğrenci için
korku güdüsü, imtihanlarda kaybetmemek için, derslerine olabildiğince
çatışmaya iter. Böylece öğrenci üstün başarı sağlar, işçinin, görevini
yapmadığında işini kaybetme korkusu, işini en güzel bir şekilde yapmaya
sevkeder.
İnsan
hayatında, insana en faydalı olan
korku çeşitlerinden biri de Allah'ın azabından korkmasıdır. Bu, dinî görevlerini,
Allah'ın razı olacağı şeyleri yapmaya; yasakladığı, günah olan şeylerden
kaçmaya götürür. Yüce Allah: "Eğer
inanıyorsanız, benden korkun."[248]
buyurur.
Bu
yüzden, Kur'an'da, Allah'ın azap
ve cezasından korkutan âyetlerin, mü'minlerin Allah'ın buyruklarına sarılma,
yasaklarından kaçması konusunda büyük etkinliği vardır.
Rasûl (s.a.s.) de müslümanların nefis terbiyesinde, Allah'ın
azap ve cezasıyla korkutma; Allah'ın emirlerine sarılma, yasaklarından
kaçınma, günahlardan uzaklaşmalarında korku duygusundan yararlanmıştır.
Ebu Hureyre'den rivayetle, Rasûl (s.a.s.): "Her ölen pişman olur.” buyurdu.
- Ya Rasûlallah, pişmanlığı ne yüzden?
-
İyiyse,
daha iyi olmadığı için; kötüyse, kaçınmadığı için."[249] Bu
hadiste, daha iyi olma; kötülük ve günahlardan kaçınmaya teşvik vardır. Rasûl
(s.a.s.): "Ben
sizin görmediğiniz şeyleri görüyor, duymadığınız şeyleri duyuyorum. Gök
inledi, inlemesinde de haklı. Orada dört parmaklık bir boşluk yok ki melekler
alnını secdeye koymasın. Allah'a yemin ederim ki, benim bildiklerimi
bilseydiniz az güler çok ağlardınız. Yataklarda hanımlarınızdan zevk almaz,
Allah'a sığınmak için yükseklere çıkardınız. O zaman kuruyup yok olan bir ağaç
olmak isterdim."[250] Bu
hadisten, Allah Rasûlünün, dünya ve ahiret hallerini, ashabının duyup
görmedikleri melekler ve onların dünyasına ait harikaları görüp duyduğu anlaşılmaktadır.
Onun bildiğini bilseler, az güler çok ağlarlardı. Kadınlarını bırakır, evlerini
terkeder, gayb âleminden kavradıkları şeylerden kaçınmak için Allah'tan yardım
dilerlerdi. Allah elçisi (s.a.s.) duyduğu ve gördüğü şeylerin dehşetinden
dolayı, ağaç olarak yaratılmayı, kesilince kurtulmayı, sorumlu
olmamayı istediğini
söylüyor. Bu, gayb âleminden gördüğü şeylerin korkusundan dolayıdır.[251]
"Allah korkusundan ağlayana,
süt memeye dönmedikçe, Cehennem ateşi dokunmaz."[252]
Memeden
çıktıktan sonra sütün memeye
dönmesi imkansızdır. Aynı şekilde, Allah korkusundan ağlayan kimsenin de
Cehennem'e girmesi imkansızdır. Bu hadis, Allah korkusundan ağlamanın ateşten
kurtardığını göstermektedir. Çünkü bu korku, kişiyi, Allah'ın emirlerine boyun
eğmeye, yasaklarından kaçınmaya sevkeder.
Son
deneysel araştırmalar,
korkunun, aşırı olmayıp normal olduğunda, yaptığı işleri güzel yapmaya
sevketmede yararlı olduğunu göstermektedir. Ancak korkunun derecesi yüksek
olursa, insanın sıkıntıya düşmesini, yapacağı şeyleri becerememeye sevkeder.
Normal korku, öğrencinin, imtihanlara iyi hazırlanmasını, iyi yapmasını
sağlar. Ancak aşırı korku, derslerine çalışmada konuya yoğunlaşmayı önler,
böylece imtihanların başarısız olmasına götürür.[253]
Bu
araştırmalardan şu sonuca
varabiliriz: Gerçekten, Allah'ın azabından aşırı korku Allah'ın rahmetinden ümit
kesmeye sevkeder. O zaman kişinin kimliği zedelenir ve Allah'ın azabından
kurtulmaktan umut kestiği için dinî görevlerini yerine getiremez. Bu yüzden,
Allah'ın azabından korkuya, rahmetinden ümidin eşlik etmesi zorunludur.
Allah'ın rahmetinden umud, işlerde korkunun şiddetini, insanın ümitsizliğe kapılmayacağı, dinî
görevlerini ihmal etmeyeceği normal bir noktaya gelmesini sağlar.
Böylece, Allah'ın rahmetinden ümit aşırı olursa,
insanı, rahmete kapılarak dinî görevlerini ihmal etmeye sevkeder. Bu yüzden,
Allah'ın azabı ve rahmetinden ümidinin bir arada olması zorunludur. İnsanın
doğru yolda yürümesi, dinî görevlerini yerine getirebilmesi, itaat olan
şeyleri yapmak için kendinde bir güç bulması; Allah'ın azabından korkarak kötülük
ve günahlardan kaçınması, O'nun rahmet ve bağışını umabilmesi için, korku ve
ümidin birbirine karışık olması gerekir. Yüce Allah, nebileri ve has
kullarının tanıtımında korku ve ümidin bir arada olmasının önemine işaret
etmiştir: "Gerçekten
onlar hayır işlere koşarlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi ve bize
derin saygı gösterirlerdi."[254]
''Yanları
yataklardan aralaşır, korku ve ümid içinde Rablerine dua ederler ve kendilerine
verdiğimiz rızıklardan hayra sarfederler."[255]
Öfke, yaratılışta bulunan,
önemli veya asıl güdülerden birinin doyumdan alıkonması durumunda ortaya çıkar.
Bir engel, insan veya hayvanı belirli bir amaca ulaşmaktan alıkoyarsa, önemli
veya asıl güdülerden birinin doyumu gerçekleşir. Artık o kızar, öfkelenir, bu
engele karşı koyar; belirli hedefine ulaşmak, güdüsünün doyumunu sağlamak, onu
yenmek, etkisiz kılmak için direnir. Kızgınlığın şiddeti, engelin
şiddetine ve doyum sağlamak istediği güdünün önemine göre değişiklik gösterir.
Geçen bölümde belirttiğimiz gibi, insan ve hayvanın
fizyolojik güdüleri yaratılıştan mevcuttur. Bir kısmı, canı korumak, nesli
sürdürmek gibi asıl güdülerdir. Bazı fizyolojik güdüler arasındaki şiddet
farkını anlamak için, son zamanlarda birtakım deneysel araştırmalar yapıldı. Bu
araştırmaların sonucunda, en güçlüsünün annelik güdüsü olduğu, sonra sırayla
susuzluk, açlık, son olarak da cinsellik güdüsünün geldiği anlaşıldı.[256]
Bu
araştırmalardan açıkça ortaya çıkan
husus, cinsellik güdüsünün, Sigmund Freud ve onu izleyen Psikanaliz Okulunun
iddia ettiği gibi, yaratılıştan gelen güdülerin en güçlüsü olmadığıdır.
İnsanın nefsî ve sosyal diğer bazı güdüleri,
insanın sosyal gelişmesi sırasında oluşur. Bunlardan bir kısmı, yaratılıştan
gelen asıl; bir kısmı öğrenme yoluyla ortaya çıkar. Bu nefsî ve sosyal
güdülerin şiddet kazanması, ferdin nazarındaki önemine bağlıdır. Fert
nazarındaki önemi ise, sosyal gelişme, yetiştiği kültürel ortam, etkilendiği
eğitim çeşidi, kazandığı değer yargıları ve yönelmelere bağlı ofarak değişiklik
gösterir. Mesela, din güdüsü, bazı kişilerde en güçlü, hatta bütün güdülerinin
en güçlüsüdür. İnsan, dinini korumak için, şehid olarak canını feda eder. Diğer
bazı kişilerde ise din güdüsü, hayatlarında dinin elle tutulur bir etkisi
olmadığından, son derece zayıf olur.
Öfkenin durumu da aynıdır. İnsanlar arasındaki
şiddeti, doyumu engelleyen maniye, bu doyumun gerçekleşmesini isteyen hedefin
önemine göre değişiklik gösterir. Ayrıca, öfke tepkisinin şiddetini
etkileyecek başka birtakım etkenler de vardır. Kalıtım yoluyla gelen sinir ve
sindirim sisteminin yapısı, önceden gerçekleştirdiği şahsî yararlar ve
faydalar sebebiyle, öfke nöbetlerini destekleyen geçmiş öğrenim tecrübeleri
gibi.
Öfke, hayatî önemi olan başlıca amaçlarımızı gerçekleştirmeye
veya şahsî olgunluğumuzu gerçekleştirecek güzel hedeflerden birine ulaşmaya
çalışırken, buna mani olan bir engel ortaya çıktıgında; övülmüş bir öfke halini
alır. Bu gibi durumlarda öfke zorunlu bir görev olur. Yüce Allah, Rasûl
(s.a.s.) ve ashabını, islam davetinin yayılması yolunda mücadelelerinde
kafirlere karşı öfkelerini övmüştür: "Muhammed, Allah'ın Rasûlüdür. Onun beraberindekiler ise,
kafirlere karşı çok çetin, kendi aralarında gayet merhametlidirler."[257]
Kafirlere karşı şiddet gösterme, islama ve müslümanlara düşmanlıkları
sebebiyle ortaya çıkan öfkenin normal sonucudur.
Yüce Allah buyurur ki: "Ey Nebi! Kafirlerle ve iki
yüzlülerle savaş; onlara karşı katı davran. Onların varacağı yer, Cehenem'dir.
Orası varılacak ne kötü yerdir."[258]
"Ey iman edenler, yakınınızda
bulunan kafirlerle savaşın, onlar sizde bir katılık bulsunlar. Bilin ki Allah
muttakilerle beraberdir."[259]
Kafirlere
karşı bu sertlik, İslama karşı
koymaları yüzünden oluşan öfkenin bir sonucudur. Fakat,
önemli bir nedeni olmayan;
zorunluluğu bulunmayan bir şey yüzünden, dünyalıkla ilgili geçici bir neden
yüzünden öfkelenmek, övülen bir öfke değildir. Bu yüzden Yüce Allah, Hudeybiye
anlaşması öncesinde, umre niyetiyle Mekke'ye girmek isteyen Nebi (s.a.s.) va
ashabını, cahiliyyet öfkesi, kibir ve yanlış övünme sebebiyle engelleyen Mekke
kafirlerini aramıştır. Yüce Allah: "O zaman inkar edenler, kalplerine öfke ve gayreti, o
cahiliyye çağının öfke ve gayretini koymuşlardı. Allah da Elçisine ve
mü'minlere huzur ve güvenini indirdi."[260]
Rasûl (s.a.s.) şahsı için hiç kızmadı; sadece hak için,
Allah'ın koyduğu sınırlardan biri çiğnendiğinde öfkelenirdi. Ali (r.a):
"Rasûl (s.a.s.), dünya için öfkelenmezdi; haklı bir meselede kızınca,
kimse onu tanıyamazdı. Öfkelendiği her konuda başarıya ulaşmıştır."[261]
demiştir.[262]
İnsan kızınca, bedeninde birtakım değişiklikler
meydana gelmektedir. Bazıları içte, bazıları dışta; kişinin yüzünde, sesinin
değişmesinde, kaslarındadır. Kur'an-ı Kerim, tepkiye eşlik eden bu
değişikliklerin pek çoğuna işaret etmiştir. Yazar, bu konuyu, "Kur'an ve
Psikoloji"[263]
adlı kitabında ele almıştır.
Öfkeye eşlik eden, diğer tepkilerden daha çok
önemli olanı içteki fizyolojik değişiklik, kalp vuruşlarının hızlanmasıdır. Ve
içerde kan damarlarının daralması, vücûdun yüzeyinde genişlemesi, kanın hareketinin
özellikle yüz çevresinde hızlanması yüzünden, öfke sırasında, açık bir şekilde,
yüzün kızarmasıdır.
Kızgınlık anında kalpte meydana gelen bu fizyolojik
belirtileri Rasûl (s.a.s.) anlatmıştır. Bunlar, kalbin kanla dolması, kan
dolaşımının damarlarda, vücûdun dış yüzeyinde özellikle yüzde hızlanması
sebebiyle insanın kan dolaşımını vücudunda ve yüzünde duyması; bunun sonucu
olarak da ısınma hissetmesidir. Rasûl (s.a.s.): ''Öfke, Ademoğlunun kalbinde bir kordur; gözlerinin
kızardığını, boyun damarlarının şiştiğini gördüğünüz zaman çok dikkat edin!"[264]
buyurmuştur.[265]
Kızgınlık gibi, bütün aşırı tepki hallerinde düşünme
durur. Bu yüzden, insan çoğunlukla öfke anında söylediği söz ve yaptığı
işlerden dolayı pişman olur. Bu sebeple, Rasûl (s.a.s.) ashabına, öfkeli
oldukları zaman önemli kararlar almamalarını öğütlerdi. Ebu Bekre, Sicistan'da
kadı olan oğlu Abdullah'a yazdığı mektupta der ki: "Kızgın olduğun zaman
iki kişi arasında hüküm verme. Ben, Rasûl (s.a.s.)i şöyle derken işittim: Sizden biri öfkeli olduğu
zaman iki kişi arasında hükmetmesin."[266]
Öfke anında, sağlıklı düşünmenin durması yüzünden,
Rasûl (s.a.s.): "Erkek,
aşırı kızgın olduğu zaman boşama yaparsa, bu boşama sayılmaz."
"Öfkeden düşünemez hale gelince
yapılan boşama ve köle azadı sayılmaz."[267]
buyurmuştur.
Rasûl (s.a.s.), öfkenin düşünce üzerine etkisini,
"aklın sağlıklı düşünmesinin engellenmesi" olarak tanımlamıştır.
Aşırı tepki, bir sıkıntı halidir; akıl çalışmaz
olur, insan doğru düşünemez hale gelir, sağlıklı kararlar veremez. Bu yalnızca
öfkeyle ilgili değildir; aksine, bütün aşırı tepkilerde aynı durum olur.
Mesela, sevgi de sağlıklı düşünmeyi engeller. Rasûl (s.a.s.), bu gerçeğe
işaret etmiştir: "Bir
şeye aşırı sevgin, ona karşı seni kör ve sağır eder."[268]
İnsanın düşünmesi durunca, insanı hayvandan ayıran
özelliği kaybolmuş olur; hataya düşmesi kolaylaşır. Bu yüzden insan, öfke
anında şeytan için söz ve eyleminde birçok hata yapacak, öfkesi geçince,
sağlıklı düşünme özelliği geri gelince pişman olacak kolay bir av olur. Aişe
bir keresinde, Rasûl (s.a.s.)i kıskanması yüzünden kızdı. Rasûl (s.a.s.) ona
"Yine
şeytanın geldi."[269]
dedi. Yani kıskanıp kızınca, öfkeli anında etkilemek için şeytanı geldi, çünkü
reaksiyon sebebiyle sağlıklı düşünme özelliği durmuştu. Belki de şeytanı onu
etkiledi ve bu halinde etki altına alması kolay olduğu için kıskanıp kızmasına
neden oldu. Çünkü şeytan insana zayıf noktalarından dalar; özellikle de aşırı
istek ve heyecan duygusunun etki alanında olduğu zaman.[270]
Nefret,
sevginin zıddıdır.
İnsan, kendine faydası olan şeyleri sever; onunla sevinir, tad ve lezzet
almasına sebep olur. Kendine zararı olan, sıkıntı veren şeylerden hoşlanmaz;
onun üzüntü ve acı duymasına neden olur. Burada öfke ile hoşlanmamak arasında
bir ilgi vardır. Öfkeyi motive eden şeyler, çoğunlukla, nefreti de motive eden
şeylerdir.
İnsanların işleri arasındaki rekabet, hayatın
çeşitli ihtiyaçları arkasındaki çalıştıkları işlerinde, çoğunlukla aralarında
öfke, nefrete düşmanlık, tartışma ve kavgaya başvurmaya götürür. Bu da
toplumun birlik ve dayanışmasının zayıflamasına sebep olur. Rasûl (s.a.s.),
buna şu hadisinde işaret etmiştir: "Sizden önceki toplumların hastalığı size geçmiştir:
Çekememezlik ve öfke."[271]
Sevgiden
bahsettiğimiz
sırada geçtiği gibi, mü'minin kalbi, insan, hayvan ve Allah'ın bütün
yaratıklarının sevgisiyle dolar taşar. Aslında, gerçek manada imana sahip
mü'minin kalbinde, fani dünyanın geçici eşyalarından biri yüzünden dolayı
nefret ve kine yer kalmaz. Mü'min ancak Allah için nefret eder, Allah için
öfkelenir. O Allah'ın koyduğu sınırları çiğneyenlerden, insanlara zulüm eden
veya yeryüzünde fesatlık çıkaran, haksız yere kan döken birini görmekten hoşlanmaz.
Bu durumda, gerçek mü'minin nefreti, az önce geçen Ebu Ümame hadisinde işaret
ettiğimiz gibi, ancak bu tip kötü işler olduğunda ortaya çıkar.
[272]
Öfke, bütün şekilleriyle kötülüğe kızma, Allah
içindir; insanlara eziyet ve kötülük edildiği; bütün insanlığın, vatanın,
toplumun kamu yararına zarar verildiği içindir.
İnsanların çoğu ölümden hoşlanmaz. Kur'an-ı Kerim,
insanın ölümden hoşlanmamasına, Yüce Allah'ın şu sözünde işaret etmiştir:
"Gerçi
hoşunuza gitmez ama savaş size farz kılındı."[273]
"Haberiniz olsun, o kaçıp
durduğunuz ölüm mutlaka gelip size çatacaktır, de.”[274]
Rasûl(s.a.s.) de, insanın ölümden hoşlanmayışına değindi;
bir hadis-i kudsîde: "Yüce
Allah buyurdu: Yapmayı dilediğim hiç bir şeyde, mü'min kulumun canını almakta
tereddüd ettiğim gibi tereddüd etmem."[275]
Rasûl (s.a.s.) buyurdu ki: "Lezzetleri gideren ölümü çok
anınız."[276].
Yani, ölümü aklınızdan çıkarmayınız. Çünkü ölümü hatırlamak, insanları
korkutur, dünya ve menfaatleri karşısında çekingen davranmalarını; ahiret
hayatında fayda verecek yararlı işler yapmaya özendirmeyi sağlar.[277]
Hased,
insanların çoğu
arasında yaygın olan bir tepki halidir. İki çeşittir: Kişinin, herhangi bir
nimet konusunda, başkasını kendisinden daha üstün görerek, onun kendinde
olmasını; sahip olandan da gitmesini isteyerek, hoşlanmadığını ortaya
koymasıdır. Bu tür hased, dinen yasak, haram ve kötü olanıdır. İkincisi,
kişinin, herhangi bir nimet konusunda, başkasını kendisinden daha üstün
görerek, onun kendinde de olmasını arzulaması; fakat sahip olandan gitmesini
istemeyerek, hoşlanmadığını ortaya koymasıdır. Bu tip hasede imrenme denir;
yasak olmadığı gibi, hayırlı ve iyi işlerde teşvik edilmiştir. İbnu Teymiyye
(728/1327), başkasında gördüğü nimetin gitmesini arzulamadığı halde hased
adının verilme nedenini, asıl kaynağının sevgi olması ve kendinden üstün
olmasını istememe olarak açıklar. Sadece çekememek olsaydı, kendinde olmasını
istemezdi. Başkasındaki nimete bakmadan, kişinin, bir nimetin kendinde olmasını
istemesinin hasedle ilgisi yoktur.[278]
Kur'an-ı Kerim, birinci tür hased için, Yüce Allah'ın şu
sözünü zikretti: "Yoksa
Allah'ın insanlara fazlından verdiği nimeti çekemiyorlar da hased mi
ediyorlar? Evet, biz İbrahim ailesine de kitab ve hikmeti verdik, hem de büyük
bir hakimiyet ihsan ettik."[279]
Yüce Allah, Yahudileri, Nebi (s.a.s.)i ve mü'minlere
islam nimetinin verilmesini çekememeleri yüzünden kınamıştır. Yüce Allah şöyle
buyurur: "Kitap
sahiplerinden çoğu, gerçek kendilerine besbelli olduktan sonra, sırf
içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek
isterler."[280]
İslam'dan dönüp kafir olmaları konusundaki bu
sevgi, onların kendilerine üstün olacağı düşüncesindeki hasedin sonucudur. Yüce
Allah, Felak Suresinde, yerilmiş bu çeşit bir hasedden kendisine sığınmamızı
istiyor: "Ve
hased ettiği zaman hased edenin şerrinden (Allah'a sığınırım.)"[281]
Rasûl (s.a.s.) de, yerilmiş bu hased çeşidini bir çok
hadisinde dile getirmiştir:
- "Allah'ın
nimetlerine karşı da düşmanlar vardır."
- Onlar kimdir? diye soruldu:
- "Allah'ın
fazlından insanlara verdiğini çekemiyenler." buyurdu.[282]
Bu
çeşit hasedi Rasûl (s.a.s.) diğer
birçok hadisinde kınamıştır. "Ateşin
odunu yakıp bitirdiği gibi; hased iyilikleri yer, bitirir."[283]
-
"Ümmetim,
milletlerin hastalığına yakalanacak."
- Milletlerin hastalığı nedir? diye soruldu:
- Şımarıklık,
azgınlık, çoklukla öğünmek, dünyalıkta yarışmak, dünyadan uzaklaşmak,
taşkınlık derecesinde hased, sonra da anarşi."[284]
"Sizden önceki
ümmetlerin hastalığı size geçmiştir: Hased ve kin."[285]
Hasedin
ikinci çeşidine
gelince, iyilik ve hayır konularında olunca, övülmüş nevidir. Kur'an-ı Kerim,
Naim Cennetlerine götüren hayırlı işlerde yarışmaya çağırdığında bu çeşit
hasedi anmıştır. Yüce Allah: "Haberiniz
olsun ki iyiler muhakkak bir nimet içindedir/Koltuklar üzerinde nezaret ederler/Yüzlerinde
nimetin parıltısını tanırsın/Onlara öyle halis bir şaraptan sunulur ki,
mühürlü,/Onun sonu misktir!/İşte artık ona imrensin imrenenler.”[286]
"Siz Rabbinizden bir mağfirete,
eni yerle göğün eni kadar bir Cennet'e yarışın ki Allah'a ve Rasûllerine iman
edenler için hazırlanmıştır. İşte bu Allah'ın lutfudur, onu dilediği kimselere
verir, Allah çok büyük lütuf sahibidir."[287]
buyurur.
Bu
çeşit hased yani imrenme ile
ilgili bazı hadisler: Rasûl (s.a.s.) buyurdu: "İki husus dışında hased
yasaktır; (yani bunlara imrenilir.) 1- Allah'ın verdiği malı hak yolunda
harcayan adam. 2- Allah'ın verdiği hikmetle hükmedip bunu başkalarına
da öğreten adam."[288]
Bu
anlamda yine Rasûl
(s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Ancak
iki konuda hased (imrenme) vardır: 1- Allah'ın hükümlerini gece/gündüz
uygulayan adam. 2- Allah'm verdiği malı gece/gündüz yerli yerince
harcayan adam."[289]
Bu
iki hadisten açıkça
anlaşılan hased, imrenmedir. Bu iki hadisten şu sonuca ulaşabiliriz:
Müslümanın, Allah'ın verdiği nimetlerden, bu iki nimet dışında, hiçbir kimseye
imrenmesi yaraşmaz; sadece bu ikisine imrenmek yaraşır. Biri, Allah'ın
verdiği malı O'nun yolunda, gece/gündüz harcamak. Öteki, birinci hadiste
geldiği gibi, Allah'ın verdiği hikmetle, insanlar arasında hükmetmek ve
başkalarına da öğretmek. Veya, ikinci hadiste geldiği gibi, Allah'ın verdiği Kur'an'ı,
gece/gündüz uygulamak. (Benim anladığım, hikmetle Kur'an aynıdır; Kur'an
hikmetin ta kendisidir.)[290]
Kıskançlık, genellikle, kendisi için değerli olan
bir şahsın sevgisini kazanmak için, bir başkasının bu hususta onunla rekabet
ettiğinde hissedilen; keder veren bir tepkidir. Mesela, kadın, bir başka
kadının kendi kocasını sevmek konusunda onunla rekabeti halinde, haliyle
kıskanır. Çocuk da, anne/babasının kendinden fazla sevdiğini görünce, kardeşini
kıskanır.
Kıskançlık, insanların çoğu arasında yaygın olan; küçük/büyük,
kadın/erkek, herkesin hissettiği bir tepkidir.
Sa'd b. Ubade, Rasûl (s.a.s.)e sordu:
- "Ya Rasûlallah, eşimle bir adamı yakalarsam,
dört şahid gelene kadar bekleyeyim mi?" Rasûl (s.a.s.):
- Evet, cevabını verdi. Sa'd:
- Asla! Seni hak ile gönderene yemin olsun ki,
beklemeden kılıcımla öldürürüm. Rasûl (s.a.s.):
- Reisinizin
söylediğine kulak verin. Mutlaka o kıskançtır, ben ondan da kıskancım, Yüce
Allah da benden kıskançtır."[291]
Allahın kıskançlığı, mü'minin Allah'ın haram kıldığı şeyi işlemesi
konusundadır. Rasûl (s.a.s.): Allah da kıskanır, mü'min de. Allah'ın
kıskanması, mü'minin haramları yapması hususundadır."[292]
Aişe, Rasûl (s.a.s.)i kıskanırdı. Ondan rivayetle,
Rasûl (s.a.s.) bir gece çıkınca, öteki eşlerine gittiğini düşünerek kıskandım.
Geldi ve halimi gördü:
- "Kıskandın
değil mi?"
dedi. "Benim gibilere seni kıskanmak düşmez." dedim.
- "Mutlaka
sana şeytanın geldi."
buyurdu.[293]
Yine ondan rivayetle: Safiyye
gibi güzel
yemek yapanı görmedim. Birgün evimdeyken, Rasûl (s.a.s.)e yemek getirmişti;
beni bir korku aldı, heyecandan titredim, kabı kırdım, yaptığıma pişman oldum.
Sordum:
- Ya Rasûlallah, yaptığımın cezası nedir?
- "Kaba
karşılık kap, yemeğe karşılık yemek" buyurdu.[294]
Kıskanmak, bazı durumlarda sevilen, övülen; bazen da
sevimsiz, kınanan birşey olur. Eşi kıskanmak, bunu gerektiren gerçek bir
gerekçesi olduğu takdirde, övülmüş ve sevimli bir iştir. Geçici dünya menfaati
dolayısıyla veya bir gerekçesi, aslı olmayan bir şüphe veya kuruntu
yüzündense, mekruhtur. Rasûl (s.a.s.): "Kıskançlığın bazısını Allah sever, bazısına öfkelenir. Allah
(c.c.)nin sevdiği, şüphe halindeki kıskanmadır. Allah'ın kızdığı kıskanma ise,
şüphe olmadan kıskanmadır.[295] buyurmuştur.[296]
Haya,
dinî ve ahlakî yönden makbul olmayan,
veya kötü ve çirkin görülen bir işin yapılmasından doğan; insanın utanma ve
korku duyduğu bir tepki halidir.
Bununla
birlikte haya, övülmüş
bir özelliktir. Çünkü bu sıfat, kişiyi hataya düşmekten, ayıp ve çirkin işler
yapmaktan, günah işlemekten alıkor. Utanmayan, kötü şeyler yapar; insanlara,
toplumsal değerlere, ahlakî kurallara aldırmadan, vicdan azabı çekmeden suç
işler. Rasûl (s.a.s.) bu anlamda: "İnsanların, ilk peygamberden beri duyageldikleri söz şudur: "Utanmadıktan
sonra dilediğini yap!"[297]
buyurmuştur.
Rasûl (s.a.s.), utanma özelliğini övdü, mü’minde bulunması
gerekli sıfatlardan saydı. "Rasûl (s.a.s.) bir adama uğradı. Adam,
utangaç olduğundan dolayı kardeşine çıkışıyor, utanmasının zarar verdiğini
söylüyordu. Rasûl (s.a.s.): "Onu
rahat bırak; haya imandandır." buyurdu.[298]
Rasûl (s.a.s.): “İman,
yetmiş küsur -veya atmış küsur- şubedir; en üstünü "Allah'tan başka ilâh
yoktur." sözünü söylemek, en aşağısı ise yollardan zarar verecek şeyleri
kaldırmaktır. Haya da imandan bir şubedir."[299]
"Haya, hayırdan
başkasını getirmez."
"Haya,
tamamıyla hayırdır."[300]
buyurmuştur.
Rasûl (s.a.s.), son derece hayâlı idi. Ebu Said
el-Hudrî der ki: "Rasûl
(s.a.s.), evinin köşesindeki bakire kızlardan daha hayâlıydı. Hoşuna gitmeyen
bir şey gördüğünü yüzünden anlardık."[301]
Yani bu durumunu, konuşmadığı halde, utangaçlığından dolayı yüzünün
değişmesinden anlardık.
Öyleyse
haya, üstün ahlaklı, iyi terbiye görmüş, rezalet, kötülük, hatalı ve yanlış
hareketler görünce rahatsız olan; iman ve takvaya sarılan, sürekli Allah'ın
sevdiği ve razı olduğu işleri yapan kişilerin özelliği olan bir sıfattır. O
halde haya, imanın ogunluğu ve takvanın belgelerindendir.
Rasûl (s.a.s.): "Allah'tan tam anlamıyla utanınız."
-
"Ey Allah'ın
elçisi, Allah'a hamdolsun, biz utanıyoruz." dedik.
-
"Hayır,
öyle değil. Allah'tan hakkıyla haya, kafayı düşündüğü, karnı arzuladığı
şeylerden korumaktır. Ölümü ve yaşlılığı düşünmektir. Ahireti kavrayan dünyanın
süslerine boş verir Kim böyle yaparsa, Allah'tan gereği gibi utanmış olur."[302]
buyurdu.
Bu
hadis, hayanın,
sahabenin anladığı gibi içe kapanıklık ve utangaçlık olmadığını gösteriyor.
Haya, baş ve başta bulunan göz, kulak ve dili korumak, karında bulunan yeme
iştahı ve cinsel arzudan korunmak, vücûdun yaşlanması ve ölümü hatırlamak, fani
dünyanın süslerinden uzak durmak, sürekli olan ahiret hayatının nimetleri için
çalışmaktır. Kim bunları yaparsa, Allah'tan hakkıyla utanmış olur.[303]
Yüce Allah, insan ve hayvana aslî olan bazı
duyguları, hayattaki birtakım önemli görevleri yerine getirsinler diye
vermiştir. O, hayatı koruma ve nesli sürdürmeye yardım eder. Mesela korku
duygusu aaha önce söylediğimiz gibi, tehlikeli durumlardan uzaklaşmaya yardım
eder.
Ayrıca, tehlikeden önce tehlike beklentisini
belirterek, önceden gerekli olan korunma tedbirlerini almamıza yardımcı olur.
Öfkelenme, ölüm, işkence, zarar verme tehdidine karşı nefsi korumaya yardım
eder. Ayrıca, hayatta önemli hedeflere ulaşmayı engelleyen engelleri aşmaya
yardımcı olur. Sevgi duygusu, erkek ve dişiden herbirini, çoğalmak ve türü
sürdürmek için, diğerine doğru çekmeye yardım eder.
Duyguların verdiği heyecan normal olduğu zaman, insan için
yararlı olur; motive edilmesi gerektiği zaman motive edilir.
Ancak, şiddeti
fazla olursa, gerçekte motive edilmesi gerekmediği halde motive edilirse, o
vakit zararlı olur. İmtihanlarda normal korku imtihanlara hazırlanmak için,
öğrenciyi iyi bir şekilde çalışmaya; sınavları iyi bir şekilde geçirmeye
iter. Ama imtihan korkusu şiddetli olursa, ders çalışmaya kendini
vermesine/konsantre olmasına engel olur. Ayrıca, imtihanları da iyi bir şekilde
geçirmesine mani olur.
Bütün bunlara ek olarak, şiddetli heyecan duygusuna
birçok bedenî değişiklikler eşlik eder; bunların tekrarı halinde bazı bedenî
hastalıklar ortaya çıkabilir. Mesela, şiddetli öfke halinde, kalp atışları
artar; kalp hastalığına yakalanacağı korkusuyla bazılarında gerilim (stres)e
neden olur. Böylece içerdeki kan damarları daralır; yüzeydeki kan damarları
genişler, bu da kanın dış yüzeydeki damarlarına hücum etmesine sebep olur. Bu
yüzden öfke anında insanın yüzü kızarır. Ayrıca bu kan basıncının yükselmesine
neden olur. Adrenaller, kana fazla miktarda adrenalin hormonu salgılar. Bu
hormonlar ciğeri etkiler ve büyük miktarda şeker oluşturur; bu durum, kandaki
şeker miktarını çoğaltarak şeker hastalığına yakalanmasına sebep olur. Tepki
sırasında mide özsu salgılamayı yavaşlatır veya bazen tamamen durur. Bağırsakların
hareketi ve sindirim işlemi durur. Hazmetme zorluğu, kabızlık, gastrit gibi
sindirim sistemi sıkıntıları sebebiyle bazı hastalıklara yol açar. Sürekli
tekrarlanan heyecan nöbetleri, bedenî hastalıkların belirtilerinin doğmasına
yol açar.[304]
Şiddetli heyecan duymak sağlığa zararlı olunca,
insanın, heyecan duygusuna hakim olmak ve kontrol altına almak
için gayret göstermesi zorunludur.
İnsanı kuşatan gerçek bir tehlike korkusu, namusuna tecavüz etmek veya malını
almak, işkence etmek isteyen gerçek bir düşmanın varlığı gibi, reaksiyon
göstermesi şart olan durumlar dışında tepki göstermez. Ancak birçok kimse,
heyecanlanacak gerçek bir tehlike içermeyen birçok durum karşısında reaksiyon
gösteriyorlar. Mesela, çoğu insan, karanlıktan, köpek, kedi gibi evcil
hayvanlardan, kapalı odadan, arabaya, trene, gemiye binmek v.b. gibi içinde
tehlike olmayan; kendilerinde aşırı korku meydana getiren hadiseyle ilgili
olayı, bu şeylerle ilgili durumları şahsî tecrübeler sonunda birçok insanın öğrendiği
önemsiz şeylerden korkuyorlar.[305]
Bazı insanlar, genel korku içinde sınırsız bir yer alan endişeye kapılıyorlar.
Bu endişe, belirli bir tehlike beklentisine girme, hastalıktan korkma, sevdiği
bir şahsı yitirme korkusu gibi çeşitli korku şekillerine dönüşüyor. Bu tip
insanlar, böyle endişelerden kurtulmak için psikoterapiye muhtaç hale geliyor.
Kur'an-ı Kerim, insanları heyecan duygularına hakim olma
ve kontrol etmek için onları, korkulması gerekmeyen veya korkulmasında fayda
olmayan fakirlik ve ölüm gibi şeylerden korkmamaya yönlendirir. İnsanlara,
öfke, sevgi, kibir, üzüntü, sevinç gibi öteki bir takım duygularına hakim olmalarını
öğütler. Yazarın, "Kur'an-ı Kerim'de, Heyecan Duygusunu Kontrol Altına
Alma" konusunu ele alışı "Kur'an ve Psikoloji" kitabında geçti.[306]
Rasul (s.a.s.) de müslümanlara, duygularına hakim olma ve onları kontrol etmeyi
öğütlemektedir.[307]
Rasûl (s.a.s.), müslümanlara, öfkelerine hakim olmalarını
öğütledi. Adamın biri, Rasûl (s.a.s.)e:
- "Bana tavsiyede bulun." deyince, Rasûl
(s.a.s.):
- "Kızma." buyurdu. Adam tekrar tekrar öğüt
istedikçe, tekrar:
- "Kızma." cevabını verdi.[308]
Abdullah
b. Amr, Rasûl
(s.a.s.)e:
- "Allah'ın gazabından beni ne kurtarır?"
diye sorunca:
- "Kızma." buyurdu.[309]
Bu
iki hadis, müminin
hayatında öfkesini kontrol etmesinin önemine işaret etmektedir. Adamın biri
ondan öğüt isteyince, Rasûl (s.a.s.) "Kızma" sözünden başka birşey
söylemedi. Adam, isteğini üç kere tekrarlayınca, her defasında Rasûl (s.a.s.)
aynı cevabı verdi: "Kızma."
İkinci hadiste Rasûl (s.a.s.), kızgınlığı kontrol
altına almanın mü'mini Allah'ın gazabından kurtaracağını söylüyor. Bu büyük
değerlerden, öfkeyi yenmek için nefsimizle mücadele etmemiz gerektiğini
anlayabiliriz. Bu mücadeleyi başaran, öfke halinde kendine hakim olur.
Nefsinin arzu ve isteklerine, dünyanın tutku ve lezzetlerine karşı koymada
kendine hakim olur. Bütün bunlardan başka: öfkeye hakim olma, insanlar
arasında iyi ilişki kurmaya, aralarında sevgi, muhabbet ve barışın yayılmasına
sebep olur.
Rasûl (s.a.s.), ashabını çoğunlukla gazaplarına hakim
olmaya teşvik ederdi. Bunun misali: Rasûl (s.a.s.)in ashabına sordu:
- "Siz
pehlivan diye kime diyorsunuz?
- Kimsenin yenemediği kişiye deriz, dediler. Rasûl
(s.a.s.):
- Hayır,
pehlivan, kızgınlık anında kendine hakim olandır."[310]
buyurdu.
Bu
hadiste Rasûl
(s.a.s.) müslümanlara gücün yeni bir anlamını öğretiyor; bu anlam, arapların
cahiliyye döneminde bildikleri manadan farklı, ahlakî, güzel bir manadır. Güç,
bedendeki fizikî kuvvet ve başkasını tutup yıkma değil; nefis mücadelesi,
gazap tepkisini kontrol etme, gücü yettiği halde gücünü başkasına kullanmamadır.
Rasûl (s.a.s.) ashabını, kızgınlıklarını kontrol
etmeye teşvik eder, başarana ahirette büyük sevap verileceğini söylerdi:
"Kim, gücü
yettiği halde öfkesini yenerse, Yüce Allah kıyamet günü istediği kadar huri
vermek için onu iyi ahlaklı kişilerin yanına çağırır.[311]
Rasûl (s.a.s.) ashabına, hizmetli ve kölelerini dövmemelerini,
sıkıntı vermemelerini tavsiye ederdi.
Ebu
Mesud Bedrî anlatır: Hizmetlimi kamçıyla dövüyordum, arkamdan bir ses duydum.
- "Bil
ki Ebu Mesud"
diyordu. Kızgınlığımdan, sesin kime ait olduğunu anlayamadım. Yaklaşınca baktım
ki Allah Rasûlü (s.a.s.).
- "Bil
ki Ebu Mesud, Bil ki Ebu Mes'ud!" Kamçıyı elimden bıraktım.
- "Bil
ki Ebu Mesud, senin bu çocuğa gücünün yetmesinden çok Allah'ın sana gücü yeter." buyurdu.
- "Bundan sonra hiçbir köleyi
dövmeyeceğim." dedim.[312]
Gazabını yenmede Rasûl (s.a.s.), ashabına en güzel
modeldi. Biri ona kötülük yaptığında asla kızmaz, aksine güler yüz, af ve
iyilikle karşılık verirdi.
Enes (r.a.) anlatır: Bir gün Rasulullah ile
yürüyordum. Sırtında, Necran kumaşından yapılmış, sert kenarlı bir hırka vardı.
Bu sırada arkasından yetişen bir çöl arabı, hırkasını hızla çekti. Rasûl
(s.a.s.) in omuzuna baktım; çekişin şiddetinden boynunda iz kalmıştı. Ardından
arap: "Ya Muhammed! Yanındaki Allah'ın malından bana vermelerini
emret." dedi. Rasûl (s.a.s.) adamın yüzüne bakıp güldü; sonra birşeyler
verilmesini söyledi."[313]
Aişe, Rasûl (s.a.s.) "Hiçbir şeyden kendi şahsı için intikam almadı;
Allah'ın yasakları çiğnendiğinde, Allah için intikam alırdı."[314]
demiştir.
Rasûl (s.a.s.) ashabına, kızgınlıklarını nasıl
yeneceklerini öğretirdi. Bunu başarmaları için, onlara faydalı bazı ilmî
metodları gösterirdi. Bu, Rasûl (s.a.s.)in sahip olduğu büyük hikmete, insanın
yapısıyla ilgili derin bilgisine delalet eder. Bilindiği gibi reaksiyon
bedende, daha önce işaret ettiğimiz fizyolojik değişikliklere ek olarak,
kaslarda gerilme ve sinir sisteminde genel bir gerginliğe neden olur. Bu yüzden
insan, kızgınlık anında, çoğunlukla başkasına, gerek eli gerekse diliyle
saldırır. Öfkeyi yenmenin yollarından biri, bedendeki gerilim durumundan
kurtulmak için, vücûdu gevşeyecek duruma getirmektir. Gevşeme durumu devam
edince, kızgınlığı motive eden sebepler ortadan kalkar. Rasûl (s.a.s.)
ashabına, öfkelendiklerinde, ayaktaysalar oturmalarını, kızgınlıkları
geçmediyse, sırtüstü uzanmalarını öğütlediğinde bu gerçeğe işaret etmişti.
Rasûl (s.a.s.): "Sizden biri gazaplandığında, ayaktaysa otursun; öfkesi
geçmezse sırtüstü yatsın."[315]
buyurmuştur.
Kızgınlık anında oturmak veya sırtüstü uzanmak vücûdun
gevşemesine sebep olur, kızmaya neden olan gerilime karşı koymaya yardım eder.
Bu da sonuçta, öfke tepkisinin hafiflemesine, sonra da tamamen kurtulmasına
götürür. Ayrıca oturma ve sırtüstü uzanma, insanın düşmana ilgisini azaltır,
öfkeyi motive eden duruma, hiddetle kalkmadan ve kendini ileri atmadan, sakin
ve güzel bir şekilde karşı koymaya yardımcı olur.
Abdest
almak da, aynı
şekilde, Rasûl (s.a.s.)in, öfkeyi kontrol altına almak için ashabına öğütlediği
yollardan biridir. Rasûl (s.a.s.): "Kızgınlık şeytandandır; şeytan ateşten yaratılmıştır. Ateş
ancak suyla söndürülür; sizden biri kızınca abdest alsın."[316]
buyurmuştur.
Bu
hadis, bilinen güzel bir
gerçeğe işaret etmektedir. Soğuk su, tepkiden doğan kanın hızlı akmasını
yavaşlatır. Ayrıca sinir ve kaslardaki gerilim halinin azalmasına yardım eder.
Bu yüzden, eskiden, banyo yapmak psikoterapide kullanılırdı.
Gazap
duygusundan kurtulmaya yardım
eden şeylerden biri de, insanın psikolojik durumunun değiştirilmesi, dikkatinin,
kızgınlığını motive eden halden başka durumlara çekilmesidir. İnsan, bu yeni
hususla ilgilenirken kızgınlığını motive eden işi unutur. Böylece tepkisini
harekete geçiren sinir ve kas geriliminin vücutta oluşturduğu elektriği atmak
için büyük gayret sarfetmeye, bu tepkiden kurtulmaya da yardım eder. Rasûl
(s.a.s.), gazap halini yenmek ve Benî Mustalık gazasından dönüş sırasında
Abdullah b. Übey b. Selûl'un sarfettiği "Medine'ye döndüğümüzde, şerefli
olan alçak olanları oradan mutlaka çıkaracaktır."sözünün, ashabı arasında
oluşturduğu gerilimi önlemek için bu iki yöntemi kullandı. Bu söz, Rasûl
(s.a.s.) ve arkadaşlarına ulaşınca, ashabı arasında büyük bir kızgınlık
meydana geldi. Rasûl (s.a.s.), yola çıkılması adet olmayan bir vakitte,
erkenden yola çıkılmasını emretti. Yolculuk, peşpeşe tam iki gün boyunca sürünce
ashap yorgun düştü; böylece Abdullah b. Übey b. Selûl'ün lakırdısından zihnen
uzaklaşmış oldular. Konaklayınca da, yorgunluktan uyuyakaldılar.
Rasûl (s.a.s.), bu metodlarla öfke reaksiyonunu psikolojik
olarak etkin bir şekilde tedavi etti. İnsanın davranışındaki bir inceliği
ortaya çıkardı. Bu davranışın değiştirilmesi ve tedavisini etkin ve doğru
yöntemlerle başardı. Rasûl (s.a.s.)in ashabını, öfkeyi kontrol etmeye
yönlendirmesi, hakim olmada etkin bazı metodlar kullanmasındaki ince düşüncesi,
sonra normalde insanların gazabını motive eden durumlarda bizzat kendisinin
öfkesini kontrol altına alması, ashabına uyulması mümkün gerçek örnek sunması,
bütün bunlar sahabeye öfkelerine nasıl hakim olacaklarını öğretti. Bunun,
sahabenin şahsiyetinin oluşmasında etkisi büyüktü. Öfkeyi yenmeyi öğrenmek,
nefsin bütün arzularını kontrol altına alma hususunda insanın iradesini
güçlendirir. Sonunda, insan için, reaksiyonlarının, arzu ve isteklerinin
kölesi değil; nefsini yenme ve nefsinin efendisi olması mümkün olur.[317]
Rasûl (s.a.s.) müslümanlara birbirlerini sevmeyi
tavsiye ederken, kin, düşmanlık ve birbirinden hoşlanmamayı da yasakladı.
Rasûl (s.a.s.); "Bir
müslümanın kardeşine üç günden fazla küsmesi helal olmaz.
Karşılaştıklarında biri bir tarafa, öteki bir tarafa sapar. Bu ikinin
hayırlısı, önce selama/barışmaya başlayandır.[318] Bu hadiste düşmanlık, hoşlanmama ve ayrılıktan
sakındırma vardır. Müslümanın müslüman kardeşiyle üç günden fazla küs
durmaması, ona kırgınlığın ve hoşlanmamanın sınırlanması; öfke ve
kırgınlığının geçmesi, sağlıklı düşünmenin geri gelmesi, kin ve nefretin
unutulması için yeterli sürenin verilmiş olmasından dolayıdır. Rasûl (s.a.s.),
müslüman kardeşine kırgınlığını üç günden fazla sürdürenleri, ahirette acıklı
azapla korkuttu. Rasûl (s.a.s.): "Müslümanın kardeşine üç günden fazla küsmesi helal değildir;
kim bundan fazla küskün olduğu halde ölürse, Cehennem'e girer."[319]
buyurdu.[320]
Rasûl (s.a.s.) hasedden sakındırdı ve onu yasakladı.
Hased tepkisi sırasında bahsettiğimiz gibi, Rasûl (s.a.s.) müslümanları
hasedden sakındırmıştır: "Ateşin
odunu yaktığı gibi hased de iyilikleri yok eder."[321]
"Birbirinize öfkelenmeyiniz,
hased etmeyiniz, sırt dönmeyiniz, ey Allah'ın kulları, kardeş olunuz."[322],
buyurmuştur.[323]
Kibir,
kendini büyük,
başkalarını küçük görmektir; hoş olmayan bir hal, kınanmış bir sıfattır.
Kur'an-ı Kerim bu sıfatı karalamıştır. Yüce Allah buyurur: "İşte ahiret yurdu: Onu yeryüzünde kibirlenmek ve
bozgunculuk yapmak istemeyenlere veririz. Güzel sonuç bunlardan
sakınanlarındır."[324]
Rasûl (s.a.s.) de kibri karaladı ve yasakladı.
Kibirlenenleri acıklı bir azapla korkuttu. Rasûl (s.a.s.):
- "Kalbinde
azıcık kibir bulunan kimse Cennet'e giremez." buyurdu. Birisi,
- "Ya Rasûlallah, ya adam güzel elbisesi,
güzel ayakkabısı olmasını istiyorsa? deyince:
- "Allah
güzeldir; güzeli sever. Kibir, hakkı kabul etmemek, insanları küçük görmektir."[325]
Bu
hadiste, hakkı
reddeden ve kibirinden dolayı onu kabul etmeyenlere, kendini üstün, insanları
hor görenlere korku ve Cennet'ten mahrumiyet vardır. Rasûl (s.a.s.)in Yüce
Allah'tan rivayet ettiği bir hadiste Yüce Allah: "Büyüklük paltom, üstünlük
gömleğim gibidir. Kim bu iki sıfatta benimle rekabet ederse, ona azap ederim."[326]
"Kibirliler kıyamet
gününde zerreler halinde toplanırlar. Aşağılık her taraftan onları sarar.
Cehennem'de Polis denilen bir hapishaneye sürülürler. Boyunduruk ateşi onları
kaplar; Cehennemliklerin içtiğinden içirilirler."[327]
"Şu üç şeyden uzak olarak ölen
Cennet'tedir: 1- Kibir 2-Kin 3- Borç."[328]
buyurur.
Bu
hadislerden, kibirliliğin
kötü bir huy olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Rasûl (s.a.s.) onu yasakladı;
davranışlarına kibirden en uzak kişiydi. Sahabe de ona uydular. Sahabe son
derece alçakgönüllü, kibir ve öğünmeden uzak, davranışlarında Allah ve
Rasûlünün emirlerine uymaktaydılar. Rasûl (s.a.s.): "Allah bana, ‘alçakgönüllü
olunuz, kimse kimseye azgınlık yapmasın, kimse kimseye karşı övünmesin.’ diye
vahyetti.”[329]
Kur'an-ı Kerim, hava atma ve kendini beğenme duygularını
karaladı. Yüce Allah: "Kibirlenip
insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde çalımla yürüme. Çünkü Allah böbürlenip
kasılan hiç kimseyi sevmez."[330]
buyurdu.
Rasûl (s.a.s.) de caka satma ve kendini beğenmeyi kınadı.
Rasûl (s.a.s.) buyurdu: "Adamın
biri, kendini beğendiği elbisesini giymiş, saçları taramış; böbürlenerek
yürürken ansızın yer yarıldı. Kıyamete kadar orada çırpınıp bağırmaktadır."[331]
"Kim, kibirlenerek elbisesini sürürse, Allah kıyamet günü onun suratına bakmaz."[332]
Bu
iki hadis ve benzeri hadisler gösteriyor
ki, Rasûl (s.a.s.) ashabını kendini beğenme ve çalım satma huylarına hakim
olmaya
çağırıyordu.
Ahiret hayatından azap korkutmalarıyla, onları buna teşvik ediyordu.[333]
Üzüntü, insan sevdiği bir şahsı veya kendisi için
değeri olan birşeyi kaybedince keder duyduğu reaksiyonlardan biridir. İnsanda
keder, sıkıntı hissi oluşturur; bu yüzden insan üzüntüyü sevmez ve ondan kaçar.
Rasûl (s.a.s.) üzüntüden, malum duasında Allah'a sığınmıştır: "Allah'ım, üzüntü ve kederden
sana sığınırım."[334]
Rasûl (s.a.s.), başlarına ölüm veya herhangi bir dünya
musibeti geldiğinde, müslümanların hüzün duygularına hakim olmalarını istedi.
Üsame b. Zeyd anlatır: "Rasûl (s.a.s.)in kızlarından
biri, bebeğinin ölümü üzerine, Rasûl (s.a.s.)i çağırdı. Rasûl (s.a.s.) haber
getirene: Ona
dön ve de ki: Veren de alan da Allah'tır. Allah'ın yanında her şeyin bir vakti
vardır. Söyle ona, sabretsin ve
karşılığını beklesin."[335]
Rasûl (s.a.s.) buyurdu: "İnsanın çocuğu ölünce, Yüce
Allah sorar: Kulumun çocuğunun canını aldınız mı? -Evet, derler. -Kalbinin
meyvesini kopardınız mı? -Evet, cevabını verirler. -Kulum ne dedi? -Sana
hamdetti ve sana döneceğini söyledi. -Yüce Allah buyurur: Kuluma Cennet'te bir
ev yapınız ve adını da "Hamd evi" koyunuz."[336]
Kulun
başına bir belâ gelir de, "Allah'tan geldik, O'na
döneceğiz. Allah'ım, bu beladan bana sevap ver ve sonunu hayır
getir." diye dua eder. Allah da bu musibetten ona sevap yazar ve sonunu
hayır kılar."[337]
buyurdu.
Üzüntüye hakim olmak demek, ağlamamak, değerli bir
şahsın ölümü yüzünden kalpte acı duymamak değildir. Bu gibi durumlarda ağlamak
normal; serbest ve sakıncası yoktur. Hüzüne hakim olmaktan murad, yüksek sesle
ağlamakta, iyiliklerini sayıp dökmede aşırı gitmemektir. İbnu Ömer'in
anlatığına göre, Rasûl (s.a.s.) Sa'd b. Ubade'nin başsağlığına gitti. Yanında
Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebi Vakkas, Abdullah b. Mesud vardı. Rasûl
(s.a.s.)in ağladığını görenler de ağladılar. Buyurdu ki, "Allah, kalp hüzünlendiği veya
göz ağladığı için azap etmez; fakat -dilini göstererek-
bununla azap veya merhamet eder."[338]
Rasûl (s.a.s.), can verirken oğlu İbrahim'in yanına
girdi. Rasûl (s.a.s.)in gözlerinden yaş boşandı. Abdurrahman b. Avf sordu:
-
Sen de mi ağlıyorsun, ey Allah'ın elçisi?!
- Ey
İbnu Avf, bu merhamettendir.
Gözyaşları devam edince,
- "Mutlaka
göz yaş döker, gönül acı çeker. Rabbimizin hoşuna gitmeyecek birşey
söylemeyiz. Ey İbrahim, biz senin bizden ayrılman yüzünden üzgünüz."[339]
buyurdu.[340]
Yüce Allah, insan ve hayvanları, hayatta kalmak;
hayata uyum sağlamak, gereken uygun tepkileri gösterebilmek için; dış alemde
eşyayı kendisiyle algıladığı çeşitli duyu organlarıyla donatmıştır.
Algılama, duyusal etkileri karşılamak için, belirli
duyu organlarındaki muayyen hissî etkilenmelerin tesiriyle gerçekleşir. Fakat
bazı dış ve iç etkenlerde bulunan manialar dolayısıyla bazen algılamamız zayıf
olur. Mesela, açlık, bazı deneysel araştırmaların ortaya koyduğu gibi, insana
bazı koyu cisimleri yemek gibi algılatır. Ayrıca yemeği, normal hacminden daha
büyük hissettirir. Bir deneysel araştırmada, biri zengin çocuklarından öteki
fakir çocuklarından oluşan iki grup çocuğa, çeşitli boyutlarda madenî para
gösterilir. Sonra bu paraların resmini zihinden çizmeleri istenir. Yoksul çocukları
bu paraları, zengin çocuklarına oranla, açıkça hissedilir derecede büyük
çizdikleri görülür.[341]
Duygularımız da, algılamamıza etki eder. Korkak çocuk,
kendi karanlık odasındaki bazı eşyaları, sanki şahıs veya hayalet olarak
görür. Belirli bir kişiye olan sevgimiz bazı kusurlarını görmemize engel olur;
dikkatimizi, güzel davranışlarına yoğunlaştırırız. Birinden hoşlanmayışımız, kusurlarını görme; güzei
yönlerini görmememize sebep olur. Rasûl (s.a.s.), güdü ve tepkilerin, algılama
ve düşüncemizde, ne gibi hata ve yanılmalar oluşturduğuna işaret etmiştir.
Rasûl (s.a.s.): "Dünya
sevgisi bütün yanlışların başıdır. Bir şeyi sevmen seni kör ve sağır eder."[342]
buyurmuştur. Bu hadis, nefsin arzu, eğilim ve aşırı isteklerinin sağlıklı
düşünmemize mani olduğuna, algılarımızı yamulttuğuna işaret etmektedir. Bir
şeyi ve şahsı çok sevmek, gözü kör, kulağı sağır eder; duyularımızın gerçeği
olduğu gibi algılama ve düşünmesine engel olur.[343]
Algılama, çeşitli duyularımıza hissî tesirlerin
etkisiyle olur. Fakat bazen, bazı kişilerin, mesela, duyuların algılaması
mümkün olmayacak derecede çok uzak, doğrudan etkisi mümkün olmayan; duyuların
dışında bazı şeyleri hissettiklerini görürüz. Bu olguya, altıncı his
(extrasensory perception) denir. Bu olgu etrafında, modern psikologlar arasında
tartışmalar olmuştur. Bazıları bunun imkansızlığını düşünerek inkar etmiş,
bazıları ise mümkün olduğunu kabul etmiş; varlığına inanmışlardır.
Bazı modern psikologlar, bu olgunun gerçekliğini anlamak
için, deneysel olarak araştırmaya eğilmişler ancak bu denemelerde uyguladıkları
özel metodun tenkidi, bütün psikologların kabul edeceği bir açıklamaya
ulaşmanın imkansızlığı sebebiyle, ulaştıkları sonuçlar kesin olmamıştır.
Bu
olgu, akla yatkın,
heskesce kabul görecek bir açıklamaya ulaşabilmek için hâlâ araştırmaya
muhtaçtır.[344]
Biz, Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde, bu olgunun gerçekliğini ortaya koyan
deliller bulmaktayız. Ayrıca bazı hadislerde açıklamasını da buluyoruz.
Kur'an-ı Kerim'de, altıncı hissin gerçekliğini gösteren
deliller bulunmaktadır. Kur'an, Yusuf Suresinde, Yakub (a.s.), oğlu Yusuf
(a.s.) in kokusunu, devenin birkaç günde alacağı bir mesafeden duymuştur. Bu
iş, Yusuf'un gömleğini taşıyan kervanın Yakub'un ülkesine doğru Mısır'dan yola
çıktığında olmuştur. Yüce Allah buyurur ki: "Kervan (Mısır'dan) ayrılıp yola koyulunca, babaları:
"Eğer bana bunak demezseniz, inanın ben Yusuf'un kokusunu duyuyorum,"
dedi.[345]
Hadis-i
Nebevî'de de, altıncı hissin
varlığının delilini buluyoruz. Rasûl (s.a.s.) ashabına, onları arkasından
gördüğünü söyledi. Bu normal olmayan bir durumdur; çünkü insanın gerisinde
bulunan şeyler, görüş alanı dışındadır. Enes (r.a.) anlatır: "Birgün,
Rasûl (s.a.s.) bize namaz kıldırdı. Namazı bitirince bize döndü: Ey insanlar, ben sizin
imamınızım, rukû'da, secdede, kıyamda, namazdan çıkışta benden önce hareket
etmeyiniz; çünkü ben önümü ve arkamı
görüyorum."[346]
"Saflarınızı
düz ve sıkı tutunuz; çünkü ben sizi arkamdan görüyorum."[347]
buyurmuştur.”
İnsanın arkasında olan eşyayı görmesi, 6. hissin
varlığına işarettir; çünkü göz, arkasında olan şeyleri görmez. Rasûl (s.a.s,),
uzak mesafede olan şeyleri de görmüştür. Rasûl (s.a.s.): "Allah yeryüzünü önüme koydu;
doğusunu/batısını gördüm. Ümmetim, bana çerçeve içinde gösterilen kısmın
hakimiyetini eline geçirecektir.”[348]
Bu hadisin birinci bölümü, Rasûl (s.a.s.)in, dünyanın doğusunu-batısını
gördüğünü ortaya koyuyor. Doğusu ve batısı uçsuz bucaksız, uzak bir mekan
olunca, Yüce Allah, Rasûl (s.a.s.)in görebilmesi için, kısa bir zamanda ve
sınırlı bir hacimde/küçültülmüş bir oranda, toplamıştır. Hadiste ikinci kısım,
Rasûl (s.a.s.)in gelecekte ne olacağını bildiğini de göstermektedir. Bu vahiy
ve ilham yoluyladır. İlham konusunu, daha sonra, ayrı bir bölümde ele
alacağız.
Yine
İsrâ ve Mi'rac hikayesinde, 6. hisse
ait örnekler buluyoruz. Kureyş kavmi, Rasûl (s.a.s.)i, İsrâ (gece yolculuğu)
konusunda yalanlayınca, Yüce Allah Kudüs'le arasındaki perdeyi açtı; önünü
gördü ve onlara Beytü'l Makdis'i tarif etti. Rasûl (s.a.s.): "Kureyş bana, İsrâ
yolculuğunda inanmayınca; Hicr' de durdum. Allah, Beytü'l Makdis'le aramdaki
mesafeyi kaldırdı; Oraya bakarak sordukları yerleri onlara söylemeye başladım."[349]
buyurmuştur.
Rasûl (s.a.s.), mezarda azap edilen ölülerin sesini duyuyordu.
"Rasûl (s.a.s.) iki mezara uğradı. Dedi ki, bu ikisine de azap ediliyor ancak sebebi büyük günah değil. Sonra, Evet,
dedi. Biri laf taşımaktan öteki idrardan
sakınmamaktan/(Bir başka rivayette) akıtırken saklanmamaktan dolayı azaba uğruyor.
[350]
Rasûl (s.a.s.) mezardan bir ses duydu.
-Bu ne zaman öldü? diye sordu.
- "Cahiliyye döneminde" denince sevindi.
- "Eğer
ölülerinizi gömmemenizden korkmasaydım, kabir azabını duymanız için Allah'a
dua ederdim."
buyurdu.[351]
Bu
hadiste Rasûl
(s.a.s.)in, kendine özgü, olağanüstü bir 6. his gücünün olduğu açıkça ortaya
çıkmaktadır. O, arkasını görürdü. Yeryüzünün doğusunu da batısını da gördü.
Mekke'de, Mescid-i Haram'da, Hicr'de durarak önündeki Beyti'! Makdis'i anlattı.
Kabirlerdeki ölülerin azabını duyardı. Bütün bunlar, Rasûl (s.a.s.)in
olağanüstü olarak 6. hissinin olduğuna açık delillerdir.
Bu
hadisler duyu dünyamızda
6. his olgusunun varlığına işaret etmektedir. Diğer bazı hadisler, Rasûl
(s.a.s.)in gayb işlerinden bir kısmını veya gelecekte olacak bazılarını
gördüğünü göstermektedir. "Rasûl (s.a.s.) bir gün Uhud şehitlerinin
cenaze namazını kıldırdı sonra minbere çıktı; "Ben sizin önünüzdeyim ve size şahidim. Vallahî, ben şu anda
havuzuma bakıyorum. Bana yeryüzünün hazinelerinin anahtarları/dünyanın
anahtarları verildi. Vallahî ben sizin şirk koşmanızdan korkmuyorum; fakat
dünya konusunda rekabet etmenizden korkuyorum."[352]
buyurdu.
Bu
hadiste, Rasûl
(s.a.s.), gayb âleminden bir işi görmüştür. Kıyamet gününde, Havuzunun önünde
duracak ve ümmetinin oraya gelişini görecek. Ayrıca müslümanların Fars ve
Bizans ülkelerini ganimet olarak ele geçireceklerini de gördü. Bu yüzden,
müslümanların, önceki milletlerin yok olduğu bu mal ve ganimet uğrunda rekabet
edeceklerinden korktu.
Rasûl (s.a.s.) melekeleri görürdü; "Ben sizin görmediğinizi
görüyor, duymadığınızı duyuyorum. Sema inledi ve bunda da haklı. Orada bütün
melekler secde halinde, dört parmak boşluk bile yok."[353] buyurdu.
Enes
anlatır: Rasûl (s.a.s.) namaz
kıldırırken, nefes nefese bir adam geldi:
- "Allahu ekber! Elhamdulillahi hamden kesiren
tayyiben mübareken fih." (Allah, en büyüktür. Bol, bereketli, içtenlikle
hamd O'na olsun.) dedi. Rasûl (s.a.s.) namazı bitirince sordu:
- "O
birkaç kelimeyi söyleyen kimdi? Herkes sustu. Rasûl (s.a.s.),
- "Konuşan,
kötü birşey söylemedi.”
deyince, adamın biri:
- Ben söyledim, ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Rasûl
(s.a.s.):
- "Oniki
melek gördüm; söylediğin sözü ulaştırmak için yarışıyorlardı."[354]
buyurdu.
Rasûl (s.a.s.)in vahiy katiplerinden Hanzala:
- "Ey Allah'ın elçisi, bize
Cehennem’i/Cennet’i anlatıyorsun, gözümüzle görmüş gibi oluyoruz. Yanından
ayrılıp, eş, çocuk ve mallarımıza karışınca çoğunu unutuyoruz." deyince,
Rasûl (s.a.s.) cevap verdi:
- Nefsim
elinde olana yemin ederim ki, yanımda olduğunuz zamandaki haliniz sürseydi,
yattığınız ve gittiğiniz yerlerde melekler sizinle
tokalaşırdı.
Fakat Hanzala, "bazen öyle bazen böyle, bazen öyle bazen böyle, bazen öyle
bazen böyle."[355]
buyurdu.
Rasûl (s.a.s.)in ''Allah'ı hatırlama konusunda
yanımdaki haliniz devam etseydi, melekler sizinle yataklarınızda, yollarda
mutlaka tokalaşırdı." sözünden şu anlaşılır: Allah'ı anma, ruh şeffaflığı,
kalp temizliği yönünden, Rasûl (s.a.s.)in yanındayken bulundukları durum devam
etseydi, sahabenin melekleri görmesi mümkün olurdu.[356]
Buradan
şu sonucu çıkarabiliriz: Allah'ı
hatırlamaya dünyanın engel olmaması, ruh şeffaflığı, kalp temizliği ve Allah'a
ibadet, teşbih, zikir yoluyla yaklaşmak arzusu, mutasavvıfların
"Keşf" dediği, rüya gibi gördükleri şeylerin bir kısmı altıncı his
kapsamına girer. Bu tip hallerde ruh, hareketini önleyen bedenî bağlardan
kurtulur, şeffaflığa ulaşır; uzaktan veya maddî engellerin arkasından, dünya
ile meşgul olduğu zamanlarda duyması/görmesi mümkün olmayan şeyleri görebilir
ve duyabilir. Rasûl (s.a.s.) bu manada da şöyle buyurur: “Şeytanlar, Ademoğlunun kalbi
etrafında dolaşmasalardı, insanlar semanın melekûtunu görürlerdi."[357]
Ömer ve Sâriye hikayesinde de, insan ruhunda önemli
bir kuvvetin meydana geldiğini destekleyen hususlar buluruz. Ruhun bedenî
bağlardan sıyrılıp şeffaflığa ulaşma şartları oluştuğunda, uzak mesafe ve
yerlerde olan şeyleri duyup/hissetmeyi; ayrıca başka insanların ruhlarıyla
karşılıklı duygu ve düşünce alış-verişi olabilir. Buna şimdi Telepati/Telepathy deniyor.
Ömer b. Hattab (r.a.) "Bir gün, Medine'de, minberde cuma hutbesi okurken,
birdenbire hutbe arasında "Ya Sâriye, Dağa! Dağa!."diye bağırır.
Namaz bitince, Ali (r.a.) niçin öyle bağırdığını sorar. Ömer: Bizimkiler dağı
geçip gidince müşriklerin kardeşlerimizin omuzlarına binip yenecekleri aklıma
düştü. Eğer dağa dönerlerse, bulduklarını gebertecek, zafere ereceklerdi. Eğer
dağı geçerlerse, mahvolacaklardı. Bu yüzden o sözler ağzımdan çıkıverdi."
Ömerin onlara çok uzak mesafeden, Medine'den seslendiğini duyduklarında, Sariye
ve beraberindekiler nasıl dehşete düşmüşlerdir! Duydukları sözü dinlediler,
dağı tuttular, düşmanlarını yenip muzaffer oldular. Bir ay sonra ulak geldi, o
gün, o saatte, dağı geçerken, Ömer'in sesine benzer bir sesin "Ya Sâriye,
Dağa! Dağa!" diye çağırdığını; dağı ele geçirip -Allah'ın muvaffak
kılmasıyla- zafere ulaştıklarını haber verdi."[358]
Şimdi bu hikayeye, çağdaş bilgilerimiz ışığında
baktığımızda, ses, resim ve olayların radyo/televizyondan hava dalgaları
yoluyla nakledilme imkanından hareketle; özel ruhî güç sağlandığı takdirde,
hava dalgalarıyla uzak mesafelerden iletişim sağlanmasının mümkün olduğunu
anlarız. Belirli şahıslardan yine kendileri gibi özel ruhî gücü olan kişilere
mesajlar gönderilmesi/alınması mümkündür. Bu bazı modern psikologların,
deneysel olarak gerçekleştirmeye çalıştıkları bir konudur. Telepati ile ilgili
bazı denemeler yapıldı; bazı kişilerin, üzerinde belirli resimler olan kartlara
bakmaları
ve aynı anda başka uzak belde -bazen ülke- lerdeki kişilerden bu kartlar
üzerindeki resimlerin ne olduğunun tahmin edilmesi istendi. Birtakım kişilerin
bu resimlerin ne olduğunu söylemeleri tesadüf sayılsa bile, defalarca yapılan
denemelerdeki doğru tahminleriyle telepati olgusunu isbat etmiş oldular. Bu
tip araştırmalardan birinde, gerçekten çok sayıdaki kimselerden, bu resimlerin
ne olduğunun tahmini istendi. Bu deneylerin sonucunun ortalaması tesadüfün çok
üzerindeydi. Deneyi yapan kişi, bazı şahıslaraki altıncı his olgusunun
varlığını destekliyordu.
Fakat
bu olguya inanmayan diğer
bazı psikologlar bu deneyi tenkit ettiler. Deneyde kullanılan metoddan kaynaklanan
hatalar sonucunda veya sonuçların kaydı sırasında, deneyi yapan kişinin önyargısı
ve özellikle de böyle deneyleri yapan kişilerin çoğunluğunun altıncı his
olgusunun doğru olduğuna inanan kimseler oluşu yüzünden, yapılan doğru tahminlerin
çoğunluğunun tesadüfden fazla gösterilmiş olmasından mümkün olduğunu
söylediler. Eğilim ve duygularının etkisinde kalmaları, gerçekte canlarının
istediği şeyi algılamış olmaları da ihtimal dahilindedir. Bu konu etrafında
hâlâ araştırmalar yapılmakta; münakaşa ve tartışmalar sürmektedir.
Araştırmacılar, kesin bir sonuca ulaşabilmiş değildirler.[359]
Hattaboğlu Ömer'den (r.a.) rivayet edilen bir başka hikaye
de, onun altıncı hissinin gücünü ortaya koymaktadır. Ömer, adamın birine sordu:
- Adın ne?
- Cemre,
- Kimin oğlusun ?
-
İbnu Şihab'ın.
- Kimlerden ?
- Hurka'lardan.
- Evin nerede?
- Harretü'n Nar'da.
- Ne tarafında?
- Zatu Lezâ'da.
- Ailene yetiş; yanıyorlar! diye haber verdi.
Hadiseyi anlatan Said, durumun, Ömer'in dediği gibi çıktığını söyledi.[360]
Bu
hikayede olana ve önceki
hikayede Sâriye'ye seslenişine baktığımızda, her ikisinin de altıncı hisse
misal olduğunu görmekteyiz. Ömer, ruh şeffaflığı sayesinde, Sâriye ve ordusunu
kuşatan tehlikeyi, gerçekten çok uzak oian bir mesafeden algıladı. Yine
ailesinden çok uzakta olan adamla konuştuğunda adamın evinde yangın çıktığını
sezdi.
Bazı şahıslarda altıncı hissin gerçekleşmesi için, ruh
şeffaflığının kesinlikle şart olduğu ortaya çıkmaktadır. Ruh şeffaflığı ve
temizliği ise daha çok takva sahibi mü'minlerde gerçekleşir; bu yüzden onlar,
başkalarının algılayamadığı şeyleri bu sayede algılayabilirler. Rasûl (s.a.s.)
bu gerçeğe işaret etmiştir: "Mü'minin
firasetinden çekinin, çünkü o Yüce Allah'ın nuruyla bakar." buyurdu ve arkasından şu âyeti okudu:
"Elbette
bunda fikir ve firaseti olanlar için âyetler vardır."[361]
Rasûl (s.a.s.), Yüce Allah'ı kendisine verdiği kalp
temizliği ve ruh şeffaflığı sayesinde, altıncı his konusunda olağanüstü güce
sahipti. Bundan başka Rasûl (s.a.s.), hayvanların duyguları, karşılaştıkları
acı, üzüntü, korku v.b. hayvanî his ve duygularını da olağanüstü güçle
anlamıştı.
"Rasûl (s.a.s.) ensar'dan birinin ağılına girdi, baktı
ki bir deve. Deve, Rasûl (s.a.s.)i görünce inledi, gözünden yaşlar aktı. Rasûl (s.a.s.) ona yaklaşıp gözlerini silince
inlemesini kesti. Rasûl (s.a.s.) sordu:
"Bu
devenin sahibi kim, bu deve kimin?" Ensardan bir genç geldi,
"Benim, ey Allah'ın elçisi" cevabını
verdi.
"Allah'ın
sana verdiği bu hayvan hakkında Allah'tan korkmuyor musun?! Bana, aç
bıraktığın ve hızlı sürdüğünü şikayet ediyor!"[362]
Rasûl (s.a.s.) bu hayvanın çektiği acıyı, şikayete
neden olan ağıdı, gözlerinden boşalan yaşın manasını anladı. Göğsünden çıkan
inlemenin ne demek istediğini kavradı. Bu, Rasûl (s.a.s.)in, hayvanların
psikolojik hallerini anlamada özel bir yeteneğinin olduğunu gösterir. Yine
bunu, Birinci Bölüm'de, kuşun annelik güdüsü konusunda geçen misal de açıkça
ortaya koyar. Rasûl (s.a.s.) ashabından bir grupla birlikte, bir yerde
konaklamıştı. Sahabeden biri, ağaçlık bir yere girip kayakuşunun yumurtasını
almıştı. Kuş, Rasûl (s.a.s.) ve arkadaşlarını üstüne gelip kanat çırpmaya
başladı. Rasûl (s,a.s.) arkadaşlarına sordu: Hanginizin işi bu?!"[363]
Rasûl (s.a.s.), kuşun üzerlerinde kanat çırpışının ona
acı veren bir felaketten dolayı olduğunu anlamıştı. Topluluktan biri,
yuvasından yumurtasını aldığını söyleyince, ona acıyarak yumurtasını yerine
koymasını emretti.[364]
Altıncı hisle ilham arasını ayırmamız zorunludur.
Rasûl (s.a.s.)in, rükû ve secde ederlerken ashabını arkasından gördüğünü,
melekleri gördüğünü veya kabirlerinde azap edilen ölülerin sesini duyduğunu
söylemesi durumunda biz, şüphesiz bir altıncı his olgusu karşısındayız. Bu gibi
durumlarda Rasûl (s.a.s.), bazı engeller, maddî perdeler, mekan uzaklığı
sebebiyle duyu organlarını kuşatan ortamın duyularına doğrudan etkisini
gösterememesi nedeniyle, başka insanların normalde görmediği şeyleri gözleriyle
gördüğünü, işitmediklerini kulaklarıyla duyduğunu söylüyor. Fakat Rasûl
(s.a.s.), ruh saflığı ve şeffaflığı ile bu maddî ve mekana bağlı engelleri
aşmaya, beraberinde bulunan arkadaşlarının algılayamadığı şeyleri algılamaya
muktedir oldu. Mesela, Rasûl (s.a.s.)in İsrâ ve Mi'rac gecesinde, kendisi
Mekke'de; Mescid-i Aksa'yı tarifi de böyle oldu. Rasûl (s.a.s.) şöyle diyordu:
"İsrâ
konusunda Kureyş bana inanmayınca, Hicr'de durdum. Allah, benimle Beyt-i Makdis
arasındaki perdeyi kaldırdı; oraya bakarak ilgili yerleri anlatmaya başladım." Rasûl (s.a.s.)in sözlerinden açıkça
anlaşılan, Beyt-i Makdisi gördüğü ve gördüğü gibi de tarif ettiğidir. Şüphesiz
bu olay da vahiy ve ilham olmayıp altıncı hisse girer. "Allah bana Beyt-i
Makdisi açıkça gösterdi." sözüne gelince, Allah'ın, elçisi ve Beyt-i
Makdis arasındaki maddî ve mekanla ilgili perdeyi kaldırdığı; Rasûl (s.a.s.)in
orayı açıkça gördüğüne işaret etmektedir. Oradaki ruhî enerji bir de Nebî (s.a.s.)in
ruhu olunca, Yüce Allah'ın dilemesiyle maddî engellerin içine nüfuz eder, çok
uzak mesafeleri aşar, Mescid-i Aksâ'yı gözünün önündeymiş gibi, doğrudan
görür. Bu yüzden biz bu çeşit algılamayı altıncı his saymak fikrindeyiz. Ayrıca
Rasûl (s.a.s.)in "Yüce Allah, dünyayı küçülterek önüme koydu; doğusunu/batısını
gördüm." sözü de vahiy ve ilham olmayıp gerçekten gözleriyle gördüğüne
delalet eder. Ancak Rasûl (s.a.s.)in aynı hadiste "Ümmetim, bana çerçeve
içinde gösterilen yerlere hakim olacak." sözü altıncı his değil; vahiy ve ilham kavramı içine
girer. Yine, "Bana dünyanın hazinelerinin anahtarları verildi." yani
müslümanların Fars ve Rum ülkelerini ele geçirecekleri sözü de altıncı his
dairesine değil, vahiy ve iiham kavramı içine girer.[365]
İslam,
insanı varlık olgusunu incelemeye,
Yüce Allah'ın yaratma sanatını düşünme, yere/göğe, kendine ve evrende olan
bütün yaratıklara bakma çağrısına büyük özen göstermiştir. Yüce Allah: "Onlar ki, gerek ayakta gerek
otururken ve gerek yanları üzerinde hep Allah'ı zikrederler; göklerin ve yerin
yaratılışı konusunda düşünürler, "Ey Rabbimiz, bunu boşuna yaramadın, Sen
yücesin, o halde bizi ateşin azabından koru" derler."[366]
"Kendi nefislerinde hiç
düşünmediler mi?"[367]
"De ki,
yeryüzünde bir gezinin bakın, yaratılışı ilkin nasıl yapmış?"[368]
"De ki, Bakın
göklerde ve yerde neler var!"[369]
"İnsan
neden yaratıldığına bir baksın."[370]
buyurmuştur. Kur'an-ı Kerim, insanı, varlık olgusunu gözlemeye, bakma ve
düşünmeye davet etmektedir. İlmî düşünce prensibini, gözlemle delil toplama,
onlardan sonuç çıkarma sonra da bu sonucun doğruluğunu gerçekleştirme şeklinde
koymuştur. Kur'an-ı Kerim insanı gözlem, bakma, düşünmeye çağırır. Müslümanları ilim ve
bilgi kazanmaya, islam toplumunda ilmî uyanışın neden olduğu deneysel
araştırmaların yapılmasına götürür. Avrupa kapkara bir cehalet içindeyken ilim
ve bilginin müslümanlar arasında parlamasını sağlayan güçlü bir itici neden
işte bu yönlendirmedir. İslam ülkelerinden yayılan ilim nuru Avrupa üzerine
doğdu; oradaki cehalet karanlığını dağıttı, Avrupa'da rönasansın doğmasını
sağlayan deneysel araştırma ve ilmî düşünme ruhunu diriltti.
Kur'ân-ı Kerim, aklın, onu bağlayan ve sağlam düşünmesini
engelleyen bağlardan kurtulmasına özen gösterdi. Düşünmeden, doğruluğunu
araştırmadan gelenek ve eski görüşlere yapışmaya; düşünmeye engel olan, onu
bazı kayıtlarla bağlayan, gerçeğe ulaşmak için araştırma yapmaya mani olan
hurafelere savaş açtı. İddiaların, belgelerin doğruluğunu ispatlamadan hızlı
hüküm vermeye savaş açtı.
Yanlış yapılması kaçınılmaz olan zanna uymayı yasakladı,
sağlam delillerin desteklediği doğruya uymaya çağırdı. Önyargıya götüren,
düşünce yanlışlarına sebep olan eğilim ve isteklerin etkisine girmeyi de
yasakladı. Yazar, "el-Kur'ânu ve İlmu'n Nefs" kitabında,
"Kur'ân-ı Kerim'de Düşünce"[371]
konusunu ele aldı; düşünceye etki eden çeşitli etkenlerle ilgili Kur'an-ı
Kerim âyetlerini tartıştı. Kur'an-ı Kerim'de düşünceye çağıran âyetler,
düşünceye engel olan kayıtlardan kurtulma, müslüman bilginler arasında
deneysel araştırma yapma ve ilmî düşüncenin üzerine oturduğu temeller konuları
geçmişti.
Rasûl (s.a.s.) de, Yüce Allah'ın âyetlerini,
yaratılıştaki güzelliği düşünmeye davet etti. Allah'ın yaratma sanatı hakkında
tefekkür ve düşünce ibadet çeşitlerinin en üstünlerindendir. Rasûl (s.a.s.): ''Bir saatlik düşünce bir
yıllık ibadetten hayırlıdır."[372]
"İnsanlar Allah'ın zatı hakkında sorular sorunca,
Rasûl (s.a.s.): "Aziz
ve Celil olan Allah'ın zatını değil, yarattıklarını düşünün; siz O'nun zatını
kavrayamazsınız."[373]
buyurmuştur.
Yüce Allah'ın âyetleri ve O'nun yaratma sanatı,
evrende hareket halinde olan sağlam düzeni ve evrenin bütün dış görünüşüne
hükmeden sabit kanunlar hakkında düşünmek, bu evrenin bir yaratıcısı ve
idarecisi olduğuna inanmak için yeterlidir. Bu yüzden Rasûl (s.a.s.), Allah'ın
yarattıkları hakkında düşünmeyi tavsiye; insan aklının kavrama kapasitesinin
üstünde olan zatı hakkında düşünmeyi yasak etti. Aziz ve Celil Allah'ın benzeri
olan birşey yoktur. İnsan aklı sadece, yaşadığı dünyada kavranabilecek
şekilleri, onlardan oluşturduğu kavramları, onlardan çıkardığı küllî anlamları
düşünebilir. İnsan aklı gayb âlemini, Yüce Allah'ın zatını düşünmeye çalışırsa, şüphe yok ki
bu düşüncesinde, bilip tanıdığı şeylerden yardım isteyecektir. İnsan aklı bu
yolla, bilinen âlemde hiçbir benzeri olmayan Allah'ın zatı hakkında düşününce,
çaresiz sapıtacak ve helak edecektir. Bu hadiste, insan aklının eksik ve son
derece sınırlı olduğuna da işaret vardır, insan aklı, bilinen âlem, duyu organları
vasıtasıyla elde edilen bilgiler ve ondan çıkardığı kavramlar çerçevesinde çok
iyi düşünebilir. Fakat bilinen âlem ötesinde gerçeği kavramaya güç yetiremez;
ancak Yüce Allah'ın bir vergisi olarak, "Altıncı Bölüm”de ele alacağımız
gibi, vahiy ve ilahî ilhamı onun yoluyla kavrayabilir.
Rasûl (s.a.s.), düşünme görevini yapan aklı, Abdu'l
Kays'lı Eşecc'e söylediği sözlerle övmüştür: "Sende, Allah ve Rasûlü'nün sevdiği iki özellik var: Hilm ve
sebat (Inâe)"[374]
Nevevî (676/1277) bu hadisin açıklamasında, "Hilm, akıllı davranmak, inâe
ise aceleyi terk ve sebatlı olmadır. Akıl, sahibi olan kişiyi, övülmüş
sıfatlardan olan, Yüce Allah ve Rasûl (s.a.s.)in yanında sevgili kılan
özelliklerle donatır. Akıl, sahibini doğruya, hayra iletir; sapıklık ve serden
uzaklaştırır." demiştir.
Rasûl (s.a.s.) arkadaşlarını düşünmeye, aklı
kullanarak ve kıyas yaparak sonuç çıkarmaya teşvik ederdi.
Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderirken sordu:
- "Nasıl
hüküm vereceksin?
- Allah'ın kitabıyla.
- Hüküm
vereceğin husus Kur'an'da yoksa?
- Rasûl (s.a.s.)in Sünnetiyle.
- Rasûlün
Sünnetinde de yoksa?
- Kendi görüşümle hüküm veririm." deyince,
Rasûl (s.a.s.):
-
Elçisinin
elçisini başarılı kılan Allah'a hamdolsun." buyurdu."[375]
Rasûl (s.a.s.) bu hadiste, ashabını düşünmeye, hükmü
Kur'an ve Sünnet'te bulunmayan hayatın problemleriyle karşılaşınca aklı
kullanarak sonuca varmaya teşvik ediyor. Rasûl (s.a.s.), hakimleri
ictihadlarıyla karar vermeyi öğütlüyor; bu konuda ahirette sevap alacaklarını
söyleyerek özendiriyor. Rasûl (s.a.s.), Amr b. As'a: "Hakim ictihadla karar verir,
doğru karara ulaşırsa iki sevap alır; içtihadında yanılırsa bir sevap alır."[376]
buyurdu.
Semavî dinlerden hiç birinde, İslam dininde bulunduğu
kadar düşünceye daveti ve buluşa teşviki bulamıyoruz.
Rasûl (s.a.s.)in sözü bunu açıkça ortaya koyuyor:
"Kim
İslâm'da iyi bir çığır açarsa, açtığı çığırın ve bu çığırdan gidenlerin
sevabını alır; iki tarafın sevaplarından birşey eksilmez. Kim de İslâm'da kötü
bir çığır açarsa, açtığı çığırın ve bu yoldan gidenlerin günahını alır; ikisinin
de günahlarından birşey eksilmez."[377] Bu
hadiste iyi çığır açan yaratıcı düşünceye; yani, insanlara yararı olan yeni
birşey yapmaya çağrı vardır. Rasûl (s.a.s.) bu konuya, kıyamete kadar bu güzel
şeyi yapanların ve kendi işlediğinin sonsuz sevabını alacağı hususuna oldukça
özendirmiştir. Gerçekte bu teşvik, insanlığın hayrına ve toplum yararına olan
yaratıcı düşünceye büyük ölçüde özendirmedir.[378]
Rasûl (s.a.s.) düşünce hatalarına götüren bazı etkenlerden
sakındırmıştır. Ashabına düşüncelerinin doğru olmasını, sağlıklı düşünceyi
engelleyen kusurlardan uzak olmayı öğretirdi. Büyük yanılgılara sebep olan
etkenlerden bazıları:[379]
Düşünce yanlışlarına götüren etkenlerden biri,
doğruluğunu araştırmadan, fikir ve görüşlerinde başkalarını taklittir.
Kur'an-ı Kerim, babalarının görüşlerini taklit eden, putlara ibadet konusunda
onların inançlarına sımsıkı sarılan müşrikleri iğneleyici bir dille tenkit
etmiş; insanları, akıllarını taklid bağlarından kurtarmaya çağırmıştır. Ayrıca
taklitten hareketle tutundukları hurafe ve kuruntudan kurtarmaya davet etmiştir.[380]
Rasûl (s.a.s.) de aynı şekilde başkalarının
görüşlerine uyma, onların davranışlarını düşünce süzgecinden geçirmeden
körükörüne taklit etmekten sakındırdı. Rasûl (s.a.s.); "İnsanlar iyilik yaparsa
iyilik yaparım, kötülük yaparsa kötülük yaparım diyen şahsiyetsiz bir kişi
olmayın. İnsanlar iyi olursa iyilik yap, kötü olursa kötülük yapma demeye
kendinizi alıştırınız."[381]
buyurdu.
Bu
hadiste, Rasûl
(s.a.s.) hak ve batıl, iyi ve kötü arasını ayırmaya; iyi ve doğruya götüren
fikre uymak için aklı kullanmaya çağırıyor. Doğruluğunu anlamadan başkalarının
görüşlerine uyma, sonucunun iyi olduğunu kavramadan yaptıkları işlerde
başkalarını taklitten sakındırıyor.
Yine
Rasûl (s.a.s.) kuruntu ve
hurafelerle savaşmaya düşkünlük gösterdi. Rasûl (s.a.s.)in oğlu İbrahim'in
ölümü esnasında güneş tutulunca, insanlar: "Güneş, İbrahim'in ölümü
yüzünden tutuldu." deyince, Rasûl (s.a.s.): "Güneş ve ay Allah'ın âyetlerinden
iki âyettir; birinin doğumu veya ölümü nedeniyle tutulmazlar." buyurdu.[382]
Bu
hadiste Rasûl
(s.a.s.) ashabına, güneş ve ay tutulmasının Allah'ın koyduğu sabit doğa
kanunlarından; birinin doğumu/ölümü gibi dünyada olan hadiseler yüzünden olmayan,
değişmez bir kanun olduğunu öğretmiştir. Rasûl (s.a,s.), vehim ve hurafelerle,
özellikle de uğursuzluk, medyumluk, falcılık, sihir, yıldızların insanın
kaderi üzerindeki etkisi düşünceleriyle savaştı. Rasûl (s.a.s.): "Kim bir medyum veya falcıya
gider ve dediklerini kabul ederse, Muhammed'e indirileni inkar etmiş olur."[383]
"Kim
yıldızlardan bir bilgi alırsa, sihirle ilgili bir iş yapmış olur. Aldığı bilgi
arttıkça da, sihir miktarı artmış olur."[384]
Kehanet,
gaybtan haber vermektir. Falcılık
da gayb haberlerinden bir çeşittir; bazı öncüller ve sebeplerin delaletiyle,
o işle ilgili henüz bilinmeyen şeyleri haber verdiğini iddia etmektir.
"Yıldızlardan bilgi almak"tan maksad, müneccimliktir. Yani,
yıldızların hareketleri ve gizemlerinden, yeryüzüne etkisinden geleceğe ait
olayların bilindiğini iddiadır. Bu tutum bir metodu bulunan, ilmî gözlemlere
dayanan, ilim olan Astronomi'den ayrı bir şeydir.[385]
Rasûl (s.a.s,) bu çeşit kuruntu ve hurafelerle savaştı; bu savaşta ashabının akıllarını bunların
etkisi altında kalmaktan sakındırdı, onlarda sağlam düşünce anlayışını yaydı.
Böylece islamî oluşumun gelişmesini sağlayan akıl iklimini, islâmî rönesans
asrının ortaya çıkmasını hazırladı.[386]
Hüküm vermede, bu hükmün veya sonucun doğruluğunu
destekleyen yeterli delil olmaksızın sonuç çıkarma insanların çoğunun düştüğü
düşünme hatalarındandır.
İnsanların çoğu, özellikle de ilmî düşünce
yollarını bilmeyenler bu sonuca varma ve hükmü vermede yeterli olmayan bazı
küçük parçalardan hareketle genel hüküm verme ve sonuç çıkarmaya yöneliyorlar.
Bu yüzden verdikleri hüküm ve vardıkları sonuç çoğunlukla yanlış oluyor.
Kur'an-ı Kerim bizi bu şekil hatalara düşmekten Yüce Allah'ın şu âyetinde
sakındırmıştır: "Bir
de hiç bilmediğin bir şeyin ardınca gitme; çünkü kulak, göz ve gönül, bunların
herbiri onlardan sorumludur."[387]
"Onların
çoğu sırf bir zan ardından gider. Fakat zan, haktan hiç bir şey ifade etmez!
Muhakkak ki Allah onların ne yaptıklarını bilmektedir."[388]
Rasûl (s.a.s.) de insanlara, bilmedikleri şeyler
hakkında konuşmayı yasakladı: "Bir
kimseye, bilmediği şeyi konuşması gerekmez."[389]
buyurdu. Rasûl (s.a.s.) zandan da sakındırdı. Zan, doğruluğunu gösteren bir kanıtın olmadığı, doğruya ve
yanlışa ihtimali olan bir sözdür. Rasûl (s.a.s.): "Zandan kaçının çünkü o,
sözlerin en yalanıdır."[390]
buyurmuştur.
Bu
iki hadiste insanlara, aslı
bilinmeyen söz ve bir delilin desteklemediği zandan apaçık bir yasaklama
vardır. Bu durum insanları, doğruyu araştırmanın zorunluluğuna ve delillerin
desteklediği hak söze yönlendirmedir. Rasûl (s.a.s.), ashabını zandan nefret
ettirmek, doğruyu ve doğru sözü araştırmaya özendirmek için zannı
"sözlerin en yalanı" olarak nitelemektedir. Yine Rasûl (s.a.s.):
"Kim
bilmeden bir hüküm verirse, vebali verenin boynunadır.”[391]
buyurmuştur. Burada hüküm sözü, din ve dünya işlerinden hangisi olursa olsun,
geneldir. Bu hadiste insanların işlerinde, özellikle de hayatî önemi olan
konularda, fetva istenen hususta yeterli bilgisi olmadan, verdiği hükmün
dayandığı yeterli delil bulunmadan fetva vermeyi, görüş belirtmeyi, hükme
varmayı açıkça yasaklama vardır.
Rasûl (s.a.s.) burada, sadece varılan hükmün doğruluğunu
kanıtlayan delil olmadıkça fetva vermeyi yasaklamadı; doğruluğu bilinmeden
birilerinin sözünü doğru kabul etmeyi ve onu başkalarına taşımayı da yasakladı.
Ebu Mesud'a, "Rasûl (s.a.s.)den, zannederek konuşma hakkında birşey duydun
mu? diye sorulur: "Adam,
ne kötü taşıt/binektir."[392]
dediğini duydum." cevabını verir. Bu hadiste insanları, doğruluğunu anlamadan, başkalarından duydukları sözleri kabul
etmekden sakındırma vardır. İnsanların çoğu, duyduklarının çoğunu onaylamaya
eğilim gösteriyor; doğruluğunu kabul ederek başkalarına aktarıyorlar.[393]
Diyalog
ve tartışma,
düşüncenin olgunlaşması, yanlışlardan ve doğruya ulaşmasına mani olan
engellerden korunması için önemli olan etkenlerdendir. Yüce Allah,
Rasûl (s.a.s.)e, ashabıyla müşavere yapmasını emretti: "Yapacağın işlerde onlarla
istişare et."[394]
buyurdu. Münakaşa ve diyalogda meselenin çeşitli yönleri ortaya çıkar,
sınırları çizilir, meselenin çözüme kavuşmasına yardımcı olacak veya problemi
başarılı bir şekilde çözecek yeni görüşler ortaya atılır. Rasûl (s.a.s.)
ashabıyla görüş alış-verişinde bulunuyordu. Bedir savaşına girmeden önce
onlarla istişare yaptı; ensarın savaşmak istediğinden emin oldu. Ayrıca
ashabıyla bedir savaşının yeri, zafer sonrası Kureyş müşriklerinden esir düşenler
konusunda da müşavere yaptı. Hendek Savaşında da onlara danıştı ve şehrin
etrafına hendek kazılması konusunda İran'lı Selman'ın görüşünü kabul etti.
Rasûl (s.a.s.) ashabını müşavereye teşvik eder ve cesaretlendirildi; "İstihareye yatan yanılmaz,
danışan pişman olmaz."[395]
buyurmuştur.[396]
Öğrenmenin insan hayatında büyük önemi vardır. İnsan,
hiçbir şeye güc yetiremeyen, hiçbir şey bilmeyen bir varlık olarak doğar; fakat
çeşitli gelişme dönemlerinde birçok meslek ve bilgiye öğrenme yoluyla ulaşır.
Çocuk doğduğunda, emme sırasında memeyi sorma, el, ayak ve göz kapaklarını
hareket ettirme, ağlama, bazı düzensiz sesler çıkarma gibi bir kısım refleks
olan hareketlerle doğar. Bu refleksler öğrenme yoiuyla kazanılmış değil;
yaratılıştan gelen hareketlerdir. Fakat çocuk, gelişmesi sırasında bu tip hareketleri
ve becerileri öğrenmekle kalmaz; ellerini nasıl oynattığını, parmaklarıyla bir
şeyi nasıl tutup aldığını, kelime, sanat v. b. diğer birçok ustalıkları
öğrenir. Yürürken ayak ve bacaklarını nasıl hareket ettirdiğini, koşmayı,
tırmanmayı, top oynamayı, diğer sportik faaliyetleri ve bunların dışındaki ustalık
gerektiren hareketleri öğrenir. Sesini nasıl düzenlediğini, ana/baba, kardeş
ve öteki eşya isimleri gibi anlamlı kelimeleri nasıl telaffuz ettiğini; sonra
bu kelimeleri anlamlı cümlelerde kullanmayı öğrenir. Çocuk hayatını yeni
durumlarla karşılaşarak sürdürür, birçok engel ve problemlerle karşı karşıya
gelir. Fakat daima bu durumlara karşı uygun davranışları nasıl
sergileyeceğini, bu engelleri nasıl aşacağını, bu problemleri nasıl çözeceğini
öğrenir. İşte bu öğrenme gücü ve tecrübelerden yararlanma insan ve hayvanı, sürekli olarak yeni durumlara,
olağanüstü hallere, uyum sağlama/adaptasyonu sağlar; hayatta kalma ve neslini
sürdürmesine yardımcı olur.
İnsan yalnızca dil, çeşitli ilim ve sanatlar,
meslekler ve bunların dışındaki çeşitli ustalıkları öğrenmez; âdetleri, yönelişleri,
davranışları ve kimliğini oluşturan özellikleri de öğrenir. Bu yüzden insan
hayatında öğrenmenin büyük önemi vardır. Kur'an-ı Kerim'de ilk inen âyetlerin
okuma/yazma öğrenmekle ilgili oluşu, insan hayatında öğrenmenin önemini
gösteren en büyük delildir. Yüce Allah: "Yaratan Rabbinin adıyla oku/O, insanı bir alak (embriyo)dan
yarattı./Oku, O keremine nihayet olmayan, kalemle (okuma-yazmayı) öğreten
Rabbindir/O, insana bilmediği şeyler öğretti."[397]
Kur'an-ı Kerim ilmin üstünlüğü ve yüce gücünü övdü. Bunun
en büyük delili, Yüce Allah'ın, söze kendiyle başlaması sonra melekleri övmesi
bundan sonra da doğrudan ilim sahiplerini zikretmesidir.
"Allah şu
hakikate şehadet eyledi: Başka ilah yok; ancak O var! Bütün meleklerle ilim
sahipleri de dosdoğru olarak buna şahidlik eder."[398]
Rasûl (s.a.s.) de ilmin üstünlüğünü övdü; müslümanları
onu öğrenmeye ve insanlara öğretmeye çağırdı; "İlmi öğreniniz ve onu insanlara öğretiniz. Kur'an'ı öğreniniz
ve onu insanlara öğretiniz."[399]
"İnsan ya öğrenen ya
öğretendir; bunların dışında kalanlarda hayır yoktur."[400]
"Dikkat edin, dünya
ve dünyada olanlar yaramaz; ancak Allah'ı anmak ve Onu sevenler, bilen veya
öğrenen işe yarar."[401]
buyurdu.
Rasûl (s.a.s.) ilim öğrenmeye özendirdi; ilim öğenmek
için yola çıkmayı "Allah yolunda" yola çıkma, bu işi, sahibini
Cennet'e gitmeyi kolaylaştıran bir amel saydı: "Kim ilim öğrenmek için bir
yol tutarsa Allah ona Cennet yolunu kolaylaştırır."[402]
"Kim ilim öğrenmek
için yola çıkarsa, dönünceye kadar Allah yolundadır."[403]
"Kim ilim isteyerek bir yola girerse Allah onun Cennet'e yolunu kolaylaştırır. İlim istediği için
melekler ona kanat gerer. Alime gökler ve yerdekiler, hatta sudaki balıklar
bile bağış diler."[404]
buyurdu.
Sahibine
Cennetin yolunu kolaylaştıracak
oan, ilim tahsili sebebiyle meleklerin kanatlarıyla koruduğu, göklerdeki ve
yerdekilerin hatta denizdeki balıkların bağış dilediği ilim sahibinin, ilmin
faziletini geçecek olan hangi fazilettir? İlmin bu erdemi yüzünden müminin ona
koşması, elde etmeye düşkün olması layıktır. Bu yüzden, Rasûl (s.a.s.)
müslümanları ilim tahsiline teşvik etti: "Hikmet müminin yitik malıdır; bulduğu yerde, almaya en çok
hak sahibi olan odur."[405]
buyurdu.
Burada
"hikmet" kelimesi, gerek dinî olsun, gerekse insanlığın hayrı ve toplumun iyiliğini hedef alan,
insana yararı dokunan ilim demektir. Faydalı ilim insana sadece dünyada
yaramaz; ahirette de yarar. Rasûl (s.a.s.): "Ademoğlu öldüğü zaman ameli kesilir ancak şu üç grup hariç:
1- Sürekli yararı olacak (cami, okul, çeşme, yol, vakıf gibi) sadaka. 2-
Yararlanılan bir bilgi (Buluş, kitap yazımı gibi.) 3- Kendisine dua
eden iyi bir evlat."
[406]
buyurdu.
Yüce Allah da bilginleri övmüştür: "Allah iman edenlerinizi
yükseltsin, ilim verilenleri ise derecelerle..."[407]
"De ki: Hiç
bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?."[408]
Rasûl (s.a.s.) de âlimleri övdü, ibadet edenlerden üst
makama koydu; âlimleri nebilerin mirasçısı yaptı. Rasûl (s.a.s.): "Bilginin âbid/ibadet edene
üstünlüğü, ayın öteki yıldızlara üstünlüğü gibidir. Bilginler mutlaka
nebilerin mirasçılarıdır; nebiler dinar veya dirhem olarak miras bırakmaz,
ilmi miras bırakırlar. Ondan alan bol şanslıdır."[409]
"Alimin
âbide üstünlüğü, benim en aşağı
olanınıza üstünlüğüm gibidir."[410]
buyurdu.
Rasûl (s.a.s.) âlimi âbidden gerçekten çok yüksek bir
mevkiye koydu. İbadet edene göre âlimin değerini, sıradan sahabeye nisbetle
Rasûl (s.a.s.)in yerine benzetti. Aynı şekilde, âlimin âbide nisbetle yerini
yıldızlara nisbetle aya benzetti. Rasûl (s.a.s.)in âlimleri takdiri ve onları övmesi
konusunda; yerlerini nebilerden sonraya, şehitlerin menzilinden de üste
koymaktan daha büyük kanıt yoktur. Rasûl (s.a.s.): "Kıyamet gününde üç grup
şefaat eder: Nebiler, sonra âlimler, sonra şehitler."[411]
buyurdu.
Rasûl (s.a.s.) insanlara hayrı öğreten, dünya ve
âhirette onlara fayda verecek şeylere yönlendiren öğretmenleri de övdü. Allah
(c.c.) yanında büyük mevkilerinin olduğu; Yüce Allah'ın salât, meleklerin,
gökler ve yerdeki bütün mahlûkatının dua ettiğini söyledi; "Allah, melekleri, gökler ve
yerdekiler, yuvasındaki karınca bile, insanları hayra yönelten öğretmene salât
ederler."[412]
"Bildiğini yapan ve öğreten göklerin melekûtunda büyük
olarak çağrılır."[413]
buyurdu.
Rasûl (s.a.s.) öğretmene, bir benzeri olmayan, en büyük
örnekti; sahabelerine öğretir; islâmı insanların arasında yaymaları, gelecek
kuşaklara öğretmeleri için, onların da öğretmen olmalarını sağlardı. Rasûl
(S.a.s.), gönderilişinin asıl amacının "eğitim" olduğunu söylerdi.
"Ben
özellikle öğretmen olarak gönderildim."[414]
buyurdu
Rasûl (s.a.s.) Aişe'ye: "Yüce Allah beni, zorlayan ve
zorlaştıran olarak değil; öğreten ve kolaylaştıran olarak gönderdi."[415]
dedi.
Kur'an-ı Kerim, Rasûl (s.a-s.)in bu esaslı görevini, insanlığın
öğretmeni olarak andı: "O'dur
ki ümmiler içinde kendilerinden bir Rasûl gönderdi; üzerlerine O'nun
âyetlerini okuyor, onları temize çıkarıp parlatıyor, kendilerine Kitap ve
hikmeti öğretiyor."[416]
"Nitekim içinizden
bir Rasûl gönderdik, o size âyetlerimizi okuyor, sizi kötülüklerden
temizliyor, size kitabı ve hikmeti öğretiyor, size bilmediğiniz şeyleri
öğretiyor."[417]
Sahabe,
Rasûl (s.a.s.)in etrafında
toplanıyor, ona vahiy yolunan Kur'an âyetlerini dinliyor, öğreniyor ve
ezberliyorlardı. Konuştuklarını dinlemeye düşkündüler; o sözleri ezberliyor,
birbirlerine aktarıyorlardı. Orada bulunanlar bulunmayanlara haber veriyordu.
Tarih, Rasûl (s.a.s.)in benzeri, öğrencileri onu seven, ondan bilgi almakta
son derece hırslı olan bir öğretmeni haber vermedi. Söz ve hareketleriyle bütün
öğretisini iyice öğrendiler; ötekilere, değiştirip bozmadan, işittikleri gibi,
doğru olarak aktarmaya büyük özen gösterdiler. Rasûl (s.a.s.) onları kulak
vermeye, sözlerini başkalarına aktarmaya teşvik etti: "Benden bir şey duyan ve duyduğu
gibi başkasına ulaştıran kişinin, Allah yüzünü ağartsın. Başkasından duyan nice
kimseler vardır ki bizzat duyandan daha kavrayışlıdır."[418]
"Burada bulunanlar bulunmayanlara duyursunlar; duyuranın, kendinden daha anlayışlı
birine aktarması mümkündür."[419]
dedi.
Rasûl (s.a.s.) keskin zekalı bir öğretmendi; ashabına,
din ve dünya işlerinde onları ilgilendiren, fayda veren her şeyi öğretirdi.
Onlara, kendilerinden önce yaşamış milletlerin başından geçenlerle öğüt verir,
kendilerinden sonra olacak şeylerden sakındırırdı.
Amr
b. Ahtab el-Ensarî anlatır:
"Rasûl (s.a.s.) bize sabah namazını kıldırdı, minbere çıktı öğle
yaklaşana kadar konuştu. İndi ve öğleyi kıldırdı. Sonra minbere çıktı ve
ikindiye kadar konuştu. Sonra indi ve ikindiyi kıldırdı. Sonra minbere çıktı ve
güneş inene kadar konuştu. Geçmiş olanları ve mevcut olanları haber verdi;
bize öğretti ve ezberletti."[420]
Ebû Zer der ki: "Rasûl (s.a.s.) bize, gökte uçan kuşun kanadıyla da ilgili
olsa, bir bilgi bırakıp gitti."[421]
Rasûl (s.a.s.) ashabına her şeyi öğretirdi.
Hayatlarıyla ilgili veya âhirette fayda verecek, küçük olsun büyük olsun, her
şeyi onlara öğretti. Selman anlattığına göre, kendisine sorulur: Rasûl size her
şeyi, hatta tuvalete gitmeyi de mi öğretiyor?! -Evet. Büyük/küçük abdest bozarken kıbleye dönmemeyi, sağ
elle taharetlenmemeyi, birimiz taşla taharetlenince üç taştan aşağı
kullanmamayı, tezek ve kemikle taharetlenmemeyi öğretti."[422]
Rasûl (s.a.s.) insanlara kolaylıkla ve şefkatle
öğreten bir öğretmendi; böylece, nefislerinde yerleşmesi için, onların göz ve
gönüllerini öğreteceği şeye açardı. Muaviye b. Hakem es-Sülemî, Rasûl (s.a.s.)i kastederek der ki:
"Ondan önce ve sonra, ondan daha güzel öğreten bir öğretmen görmedim."
[423]
Öğrenme, birkaç yolla sağlanabilir. Hadislerde, bu
öğrenme yollarıyla ilgili olarak anlatım ve taklid, sınama/yanılma, şartlanma
ve düşünme olmak üzere dört tanesini buluyoruz.[424]
Öğrenme, anlatım ve taklit etme yoluyla olabilir.
Bu durum, bir kişinin başka birinin yaptığı her hangi bir işi anlatması veya
bir şeyi konuşmasıyla olur. Çocuk, babasının dilini, çeşitli davranışlarını,
gelenekleri, huyları, kimliğini oluşturan özellikleri bu yolla öğrenir.
Çoğunlukla, yetişkin insan da anlatım yoluyla öğrenir. Mesela, işçi, beceri
gerektiren işini ustasının anlatımıyla öğrenir. Sahabe, ibadet etmeyi, Rasûl
(s.a.s.)e uyma, izfeme ve anlatımı yoluyla öğreniyorlardı. Ebû Hazim b. Dinar
anlatır: "Bir defasında Rasûl (s.a.s.) minbere çıktı, tekbir getirdi, o
minberdeyken, ardından insanlar da tekbir getirdiler. Sonra eğildi ve geri geri
indi, minberin dibinde secde etti. Sonra namazını bitirdi. Ardından insanlara
dönüp: "Bunu,
bana uymanız ve namazınızı öğrenmeniz amacıyla yaptım."[425]
buyurdu.
Câbir anlatır: "Kurban kesme günü, Rasûl
(s.a.s.)i bineğinin üstünde şeytan taşlarken
gördüm, şöyle diyordu: “Haccın nasıl yapılması gerektiğini benden öğreniniz; ben bu
haccımdan sonra hac edip etmeyeceğimi bilmiyorum.”[426]
Rasûl (s.a.s.) ashabına, söz ve hareketten oluşan
bütün davranışlarında, uymaları gereken en güzel örnekti. Yüce Allah ona
uymayı bize emretti ve buyurdu ki: "Şanım hakkı için, muhakkak ki sizin için Allah'ın elçisinde
pek güzel bir örnek vardır; Allah'a ve âhiret gününe ümit besleyen ve Allah'ı
çok zikreden kimseler için."[427]
Rasûl (s.a.s.) ashabına, kendisine ve kendinden sonra
gelen olgun kimselere uymalarını tavsiye etti. Buyurdu ki: "Size düşen benim sünnetime ve
benden sonra gelip doğru yola yönlendiren olgun kimselerin yoluna uymanızdır.
Sünnetime, olabildiğince sımsıkı sarılmaktır."[428]
Rasûl (s.a.s.) bütün davranışlarında, olgun insan
için, en güzel örnekti. Ashabı ona sadece ibadetlerde değil, günlük hayatın
bütün davranışlarında uyardı. Bu durum onların davranışlarında ve
şahsiyetlerinde büyük bir değişikliğe neden oldu. Tarihin tanıdığı en büyük
adamlar, islâm bayrağını taşıyan en iyi kahramanlar oldular. İslam davetini
ülkelere yaydılar. Kendilerine ve gösterdikleri yola uyulan, benzeri az bulunan
insanlık örneği idiler.[429]
İnsan, şahsî tecrübe ile, yeni bir problemle
karşılaştığında onu çözmek için giriştiği denemelerle de öğrenir. Başlangıçta hata eder, sonra denemesini tekrarlar; yanılma
tekrarladıkça sınamaya devam eder; sonunda problemin doğru çözümüne ulaşır.
Öğrenmede bu yol "sınama-yanılma" olarak bilinir. Biz hayatımızda,
çoğunlukla iş ve ustalıklarımızı bu yolla öğreniriz. Kur'an-ı Kerim'de Yüce
Allah öğrenme konusunda insanları evrene, Allah'ın yaratıklarına bakmaya,
görme ve düşünmeye teşvik ettiğinde bu yola işaret etti. Bütün bunlar insanı,
"sınama-yanılma" yoluyla öğrenmeye götürür. Daha önce "Kur'an
ve Psikoloji" adlı eserimizde bu konuyu, Kur'an-ı Kerim'de
"sınama-yanılma" yoluyla ilgili hususları ele almıştık.[430]
Rasûl (s.a.s.) de, hurmaların aşılanmasıyla ilgili
hadiste, sınama-yanılma yoluyla öğrenmeye işaret etti. Talha b. Abdullah
anlatır:
Rasûl (s.a.s.) ile birlikte, hurma dallarına çıkmış
bir grup insana uğradık.
- "Bunlar
ne yapıyorlar?"
diye sordu.
- "Aşı yapıyorlar; erkeği dişiye koyuyorlar,
aşılanıyor." cevabı verildi. Rasûl (s.a.s.):
- "Bunun
bir işe yarayacağını sanmam."
dedi. Ravi, bunun onlara haber verildiğini, onların da bıraktığını söyledi. Bu
durum Rasûl (s.a.s.)e haber verilince:
- "Eğer fayda veriyorsa, yapsınlar, Ben bir tahminde bulundum; bu
zannımdan dolayı beni hesaba çekmeyin. Size Allah'tan gelen bir şey
söylediğimde onu alın. Ben Allah (c.c.)ye kesinlikle yalan söylemem."[431]
Başka bir rivayette ise, "Sizler
dünya işlerini daha iyi bilirsiniz." buyurdu.
Rasûl (s.a.s.) "Eğer bu yarar sağlıyorsa,
yapsınlar." buyuruyor. Yine "Sizler dünya işlerini daha iyi
bilirsiniz." diyor. Bu sözler, sınama-yanılma yoluyla öğrenmeye, şahsi
denemeye işaret ediyor. İnsan bu yolla, karşılaştığı yeni durumlar karşısında
yeni çözümler bulmayı öğrenir.
Rasûl (s.a.s.) öğrenmede pratik tecrübenin önemine işaret
etti: "Zorluklara
dayanmayan akıllı uslu olamaz, ağırbaşlı olmayan kendini tutamaz."[432]
buyurdu. Rasûl (s.a.s.)in "Çok iyi bilen yok ancak tecrübe sahibi olan
vardır." anlamına da gelen bu sözü, öğrenmede pratik tecrübe ve
deneme-yanılmanın önemine işaret ediyor. Kendine hakim olan kişi ancak doğruya
ulaşıncaya kadar -ki o hikmettir- yaptığı birçok denemeleri içeren tecrübe
yoluyla hikmete ulaşır.[433]
İnsan,
şartlanma (Conditioning) yoluyla
da öğrenir. Şartlanma yoluyla öğrenme, insan hissî bir dürtüyle uyarıldığında
olur. İnsan ona, uyarıldığında bir şekilde karşılık verir. Bu dürtü birkaç defa
tekrarlandığında, hissî uyarıcı olmadığında da aynı karşılığı vermeye başlar.
Şartlanma yoluyla öğrenmenin klasik misali, tanınmış Rus fizyoloji uzmanı Ivan
Pavlov (1936)un yaptığı meşhur deneydir. Bir köpeğe yiyecek verildiğinde zil
çalar. Yemeği yerken köpeğin ağzından salya salgılanır; aynı anda da zil
çalmaktadır. Bu işlem birkaç defa tekrarlandıktan sonra, yemek verilmeksizin,
sadece zil çalınır. Sadece zili duyduğu için köpeğin salyasının aktığı görülür.
Köpeğin davranışında bir değişiklik meydana gelmiş; daha önceleri zil sesine aldırmayan köpek yeni
bir şekilde karşılık vermiştir. Artık zil sesine salya akıtarak cevap verir
olmuştur. Halbuki bu deneyden önce zil sesine karşı salya akıtmıyordu.
Bir
başka örnek verelim. Amerikalı
psikolog John Watson'un (1958) yaptığı deney şöyledir: Watson, küçük bir çocuğa
beyaz bir fare uzattı fakat çocuk korkmadı. Çocuk fareyle oynamak için elini
uzatınca Watson, bir demire vurarak, ses çıkardı. Ses şiddetli olduğundan çocuk
korktu. Sonra bu durum birkaç sefer tekrarlandı; çocuk fareden korkmaya
başladı. Hatta bütün tüylü hayvanlardan korkar hale geldi. Bu deneyde çocuğun
fareden korkması öğretilmiş bir korku; çocuğun elini uzatması anında çıkartılan
sesin tekrarlanması sonucu öğrendiği bir korkudur. Bütün bu denemelerden önce
çocuk fareden korkmuyordu.
Psikoloji
labaratuvarlarında
yapılan bu şartlanma deneylerinde, şartlanmayı oluşturacak uyarıcının birkaç
kere tekrarlanması gerektiği anlaşılmıştır; ancak bu sayede istenen davranış
kazandırılabilir. Bu şartlandırma deneylerindeki tekrarın önemine rağmen,
uyarma doğal olarak şiddetli bir acı ve tepkiye eşlik ediyorsa, şartlanmanın
bir defada gerçekleşmesinin mümkün olduğu görülmüştür. Bu gibi hallerde,
uyarıcıya tepki vermek, uyarıcıya eşlik eden acı olmasa da, tekrar tekrar
gerçekleşir. Mesela, çocuk, mumun alevini tutmak için elini uzatınca eli yanar.
Çocuk büyük bir acı duyar ve derhal elini çeker. Bundan sonra çocuk mum
alevini gördüğünde ondan uzaklaşır. Artık, ateşten uzaklaşmayı öğrenmek için,
birkaç kere elinin yanmasına ihtiyaç yoktur. Ebu Hureyre'nin
rivayet ettiği
hadiste, Rasûl (s.a.s.) bu gerçeği şöyle dile getirmiştir: "Mü'min, bir delikten (yılana)
iki kere sokulmaz.”[434]
Öğrenme, düşünme yoluyla da gerçekleşir. İnsan, düşünme
yoluyla birçok sorunlarını çözer. İnsan düşünce yoluyla bazı şeyler arasında
kıyas yapabilir; aralarında benzer ve ayrı yönleri bulabilir, aralarındaki ilişkiyi
keşfedebilir. Ayrıca birtakım öncüllerle yeni sonuçlara ulaşabilir. Düşünme
sebebiyle, yeni neticelere ulaşabilmek için, tasarılarını ve eski bilgilerini
düzenleyebilir. Bu yüzden, bazı psikologlar, "düşünme, en yüksek öğrenme
çalışmasıdır." demişlerdir.
"Hadiste
öğrenme" konusunu az önce
ele almıştık.
Pratikte
düşünme, zihin seviyesinde oluşan
bir sınama-yanılma çeşidinden başka bir şey değildir. İnsanı hayvandan farklı
yapan budur. İnsan, zihnî girişimlerde bulunabilirken; hayvan, sınama-yanılmayı
hissî ve pratik olarak yapar. Aritmetik veya geometrik her hangi bir problemi
zihninde düşünür, çözümü uygun görmezse onu bırakarak başka bir çözüm arar,
böylece sağlıklı çözüme ulaşır.
Yöneltilen sorular, tartışma, diyalog, düşünme ve öğrenmenin
hızlanmasına yardımcı olur. Yüce Allah bize, bilgi ve marifet elde etmenin
önemli bir sebebi olarak, bilenlere danışma ve sormayı emretti: "Bilmiyorsanız, bilenlere sorun."[435]
buyurdu.
Rasûl (s.a.s.) de ashabını, çeşitli konularda bazı
sorular sorarak yetiştirirdi.
Bu sorulara cevap vermeleri sırasında görüşlerini öğrenerek, sorularla ilgili
hususta düşünmelerini sağladıktan sonra doğru cevabı verir; onları öğretmek
istediği bilgilerle donatırdı.
Abdullah
b. Ömer'in rivayet ettiği hadis
bunun misallerinden biridir: "Rasûl (s.a.s.):
- Bir ağaç
vardır ki yaprağını dökmez, o mümin gibidir; söyleyin bakalım, bu ağaç hangisi? İnsanlar, çöldeki ağaçları saymaya başladılar.
Abdullah der ki,
- "Aklıma bu ağacın hurma olduğu geldi ancak
söylemeye utandım. Sonunda, hangisi olduğunu sen söyle ey Allah'ın elçisi,
dediler. Rasûl (s.a.s.):
- O
hurmadır,
cevabını verdi.”[436]
Bu
hadiste, Rasûl
(s.a.s.) ashabına bir soru yönelterek onların düşüncelerini öğrendi. Sonra,
öğretmek istediği "müslümanı başka insanlardan ayıran özelliği"
öğretti. O ise, müslümanın hurma gibi olmasıdır. Kökleri, hurma kökleri gibi
derinlerde olan sağlam bir inanç, hurma gibi sert, gidişatında onun gibi
doğru, meyvesi onun gibi sürekli iyilik ve güzellik dolu salih amel.
Rasûl (s.a.s.)in, sahabenin eğitiminde soru sorma metodunu
kullandığının örneklerinden biri de şu hadistir: "Rasûl (s.a.s.) sordu:
- Biliyor
musunuz, müflis kimdir?
-Bize
göre müflis, parası ve malı
kalmayandır, dediler.
-"Ümmetimden müflis olanlar,
Kıyamet günü namaz, oruç ve zekatla gelen; şuna sövdüğü, buna iftira ettiği,
onun malını yediği, bunun kanını akıttığı, öbürünü dövdüğü için iyilikleri ona
buna dağıtılan, verecek sevabı kalmadığı için onların günahlarından alınıp buna
yüklenecek olan sonra da Cehennem'e atılacak kimsedir." buyurdu.[437]
Rasûl (s.a.s.) bu hadiste, sahabeye, müflisin yeni bir
anlamını öğretti: Müflis, parası ve malı kalmayan değil; hesap gününde
günahlarının çokluğu yüzünden sevabı kalmayan kimsedir.
Rasûl (s.a.s.) "Soru sormak olmasaydı, ilim yok olurdu."[438]
sözünde, bilgi elde etmede soru sormanın önemine işaret etmiştir.
Bilgi
ve uzmanlığı olan
kimselere soru sormak, ilim ve marifet sağlamaya, cehaleti yok etmeye götürür.
Câbir anlatır: "Bir defasında sahabeyle birlikte yolculuğa çıkarlar. Yolculardan
birine taş değer ve kafası yarılır, sonra da gece hamamcı olur. Arkadaşlarına,
"Bu adam teyemmüm edebilir mi?" diye sorulur ancak böyle bir ruhsatın
olmadığı söylenir. Adam yıkanır ve ölür. Döndüklerinde, Rasûl (s.a.s.)e olanları
anlatırlar. "Onu öldürenlerin Allah canını alsın. Bilmiyorlarsa,
sorsaydılar ya! Bilmemenin çaresi ancak sormaktır." buyurdu.[439]
Bazı prensipler sağlanınca, öğretim çabuk ve kolayca
gerçekleşir; sağlanmadığında asla gerçekleşmeyebilir, gerçekleşse de zor ve
yavaş olarak gerçekleşir. Modern psikologlar, yararlı denemeler yaparak, bu
ilkelerin ince sınırlarına ulaştılar, öğrenme işine önem verdiklerini ortaya
koydular.
Yazar,
Kur'an'ın, 14 asırdır
insanların davranışlarını düzeltmede, terbiye etmede, şahsiyetlerini
oluşturmada, çağdaş psikologlar bunları keşfetmeden önce, bu prensiplerden çoğunu
kullandığını, "Kur'an ve Psikoloji" adlı kitabında açıklamıştı.[440]
Rasûl (s.a.s.) de, ashabının nefis terbiyesinde, davranışlarının
düzeltilmesinde, kimliklerinin oluşmasında, insanlara islâmı ulaştırmada bu
ilkeleri uyguladı. Rasûl (s.a.s.)in, İslama çağrısında ve sahabeyi eğitip
yönlendirmede kullandığı öğretim ilkelerini biraz sonra ele alacağız.[441]
Güdü, öğrenme prensiplerinden önemli bir prensiptir.
İnsan, hatta hayvan, güdünün çözmek için harekete geçtiği bir proplemle
karşılaşmadıkça normalde öğrenemez. Öğrenmede güdünün önemini, birçok deneysel
araştırmalar ortaya koymuştur, Bu araştırmalar sonucunda, güdünün varlığı
durumunda öğrenmenin hızlı ve etkin olduğu ortaya çıkmıştır.[442]
İnsanda öğrenme güdüsünü özendirme ve sakındırma ve hikayelerden yararlanarak
motive etmek mümkündür.[443]
Kur'an-ı Kerim, insanları Yüce Allah'a, Rasûlüne iman, İslâm
öğretisine uyma, farz ibadetleri yapma, kötülük ve günahlardan, Yüce Allah'ın
yasaklamış olduğu her şeyden kaçınma; doğruluk ve takvaya tutunma konularında
güdülemek için "özendirme ve sakındırma”yıı kullandı.
Rasûl (s.a.s.) de, İslâm'a yönelme, tek ve ortağı
bulunmayan Yüce Allah'a, elçilerine, kitaplarına, âhirete, hesaba, Cennet'e,
Cehennem'e iman; islâm öğretisine uyma, kötülüklerden ve Yüce Allah'ı kızdıran
şeylerden uzaklaşmada güdüleri motive için "özendirme ve
sakındırma"dan yararlandı. İslâm davetinin ilk günlerinde Rasûl
(s.a.s.)in önem verdiği hususlar Tevhid inancına çağrı ve şirkten kurtulmaya
yönelikti. Rasûl (s.a.s.) bu konuda insanları âhirette büyük sevaba, Cennet'e
girip kurtulmaya özendirdikçe özendirdi.
Rasûl (s.a.s.):
- "Cebrail
(a.s.) bana geldi, ümmetinden kim Allah'a şirk koşmadan ölürse, Cennet'e
girecek diye müjdeledi.
Ebu Zer der ki;
- "Zina etse de, hırsızlık yapsa da (girer
mi?!) dedim.
- "Zina
etse de, hırsızlık yapsa da!" buyurdu.
-
Zina etse de, hırsızlık yapsa da mı?! dedim.
- Zina
etse de, hırsızlık yapsa!
da buyurdu. Sonra, dördüncü defa, Ebu Zer istemese de buyurdu.[444]
Bu
hadiste, insanların İslama
girişine, tek ve ortağı olmayan Yüce Allah'a imana büyük teşvik vardır. Böyle
yapanlara, günahlarına rağmen Cennet'e girmeyi va'detti. Bu durum, islâm
çağrısının başında, kanun ve hükümlerin inmesinden önce; insanları İslama
girmeye özendirmek içindi.
İslâm'a girmeye, tevhid inancına imana, Rasûl
(s.a.s.)in, "Kim İslam'a girer, tevhid akidesine inanırsa Cehennem'den
kurtulup Cennet nimetlerine kavuşacağı" va'dine teşvik eden nice hadisler
vardır.
Rasûl (s.a.s.): "Kalbinde arpa tanesi kadar imanı olarak Allah'tan başka
tapacak yok! diyen Cehennem'den çıkar. Gönlünde buğday tanesi kadar imanı
olarak, Allah'tan başka tapacak yok! diyen Cehennem'den çıkar. Gönlünde mısır
tanesi kadar imanı olarak Allah'tan başka tapacak yok! diyen Cehennem'den
çıkar."
buyurdu.[445]
Nebi
(s.a.s.) bu hadiste, birtakım
görevlerini yapmama ve bazı yasakları işlemekten dolayı kalbinde imanı noksan
da olsa, karşılığı Cehennem'den kurtuluş ve Cennet'e giriş olan tevhide büyük
ölçüde teşvik etmektedir. Arpa, buğday, mısır ölçüleri başka türlü değil, ancak
böyle anlaşılır.[446]
Câbir (r.a.) anlattığına göre, Nebi (s.a.s.)e bir
adam geldi:
- "Ey Allah'ın elçisi, kaçınılmaz olan iki şey
nedir?" diye sordu.
-
"Kim Allah'a şirk koşmadan ölürse, Cennete girer; kim de Allah'a bir şeyi
şirk koşarak ölürse, Cehenneme girer." buyurdu.
[447]
Nebi
(s.a.s.)in Cennet'e girme teşviki
sadece tevhid akidesine özgü değildir; o, teşvik dairesini genişletmiş, Allah'ın
elçilerine, kitaplarına, meleklerine, âhiret hayatına, hesaba, Cennet ve
Cehennem'e imanı da kapsamıştır. Nebi (s.a.s.):"Kim ortağı olmayan bir
Allah'a, Muhammed'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna, İsa'nın kulu ve elçisi;
kendi ruhundan Meryem'e atılan bir kelime olduğuna, Cennet ve Cehennem'in hak
olduğuna şehadet ederse, Allah onu mevcut ameliyle Cennet'e sokar." buyurdu.[448]
Nebi
(s.a.s.) yine müslümanları,
ibadetleri yapma, günahlardan kaçmaya özendirdi. Rasûl (s.a.s.): "Beş vakit namazını kılan,
Ramazan orucunu tutan, zekatını veren, yedi büyük günahtan kaçınan her kula
Cennet kapıları açılır ve esenlikle gir denilir."[449]
buyurdu.
Rasûl (s.a.s.) iyilik ve salih ameller yapmaya,
kötülüklerden kaçınmaya teşvik etti. Rasûl (s.a.s.) bir hadis-i kutsî-de,
Allah (c.c.)nin şöyle buyurduğunu söyledi: "Has kullarım için, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı,
insanoğlunun aklına gelmedik nice nimetler hazırladım. Dünyadakiler onlara
göre hiç sayılır.
Sonra şu âyeti okudu: ''Yaptıklarına
karşılık olarak, şimdi onlar için gözler aydınlatıcı nasıl nimetlerin
saklandığını hiç kimse bilmez!"[450]
Bir
başka hadis-i kutsîde de: "Allah kesinlikle iyilikleri
ve kötülükleri yazdı; sonra bunları açıkladı. Kim bir iyilik yapmayı arzu
eder, sonra da yapmazsa, Allah ona tam bir sevap yazar. Kim de arzu eder ve
yaparsa, Allah (c.c.) on sevaptan yediyüze kadar hatta daha çok sevap yazar.
Kim bir kötülük yapmak ister sonra da vazgeçerse, Allah ona tam bir sevap
yazar. Arzu ettiği kötülüğü yaparsa Allah ona bir günah yazar."[451]
buyurdu.
Kuran-ı Kerim'in, Allah ve Rasûlüne itaat, farz olan yükümlülükleri
ve ibadetleri yapmak, günahlardan kaçınmak, Allah ve Rasûlünün yasakladığı her şeyden uzak durmak için,
güdüyü motive etmede kullandığı teşviki Rasûl (s.a.s.) de kullandı.
Teşvikle sakındırmanın sadece birini kullanma yerine
ikisini birlikte kullanmanın çok etkin bir tesiri vardır. Teşvik tek başına,
insanların Allah'ın bağışından çok umutlu olmalarını, cenneti ummada aşırı
gitmelerini, güven ve rahata eğilim göstermelerini, bazı yükümlülük ve
görevlerini yapmada gevşek davranmalarını sağlamaktadır. Rasûl (s.a.s.)in şu sözü
bu anlamdadır: "İman,
kupkuru temennilerle değil; gönüle yerleşme, amellerin onu doğrulamasıyla olur.
Bir topluluğu, Allah'ın bağışı konusunda kuru temenniler, sevapsız olarak
dünyadan gidinceye kadar oyalamış; "Biz Allah'a hüsnü zann/iyi niyet
besliyoruz." demişler, yalan söylemişlerdir. Eğer Allah'a karşı iyi niyet
besleselerdi, amelleri en güzel bir şekilde işlerlerdi."[452]
Yine
tek başına
korkutma, bazı insanların Allah'ın rahmetinden umut kesmesine, Cennet umudunu
yitirmelerine, görevlerini yapmaktan geri durmalarına, bazı günahlara batmalarına
götürmektedir. Umut ve umutsuzlukta, aşırılığın ikisi de zararlıdır. "Mümin, Allah'ın vereceği
cezalarını bilseydi, kimse cenneti ummazdı. Kafir de Allah'ın rahmetini
bilseydi, kimse cennetinden umudu kesmezdi."[453]
hadisi bu anlamdadır.
Teşvik ve sakındırmanın ikisini birden kullanmak,
güdünün motive olmasına, umut ve umutsuzluğun şiddetinde bir zayıflama olmaksızın istenen hedefe yönelmeye götürür.
Yüce Allah'ın vereceği ödül konusunda özendirme, rahmetinden umuda aşırı
güven verir. Yüce Allah'ın azabından korkutma ise, rahmetini bekleme konusunda
aşırı güvensizliğe götürür.[454]
Kıssa/hikaye anlatmak, dikkat çeker, dinleme
arzusunu harekete geçirir ve olayları izleme isteği doğurur. Bu yüzden,
eğitim-öğretimde kıssa/hikayeleri kullanmak, eski zamanlardan beri, bütün
toplumlarda biiinen bir şeydir. Kur'an-ı Kerim, insanların nefis terbiyesinde,
onlara öğüt vermede, eğitmede, ibret ve hikmetlerden yararlandığından daha çok
kıssalardan yararlandı. Kur'an-ı Kerim, hikayelerin eğitimdeki toptan
etkisini, Yüce Allah'ın şu sözünde nitelendirdi: "Kesinlikle onların
kıssalarında, akıl sahipleri için, ibretler vardır.”[455]
Rasûl (s,a.s.) de, ashabının terbiyesinde kıssalardan
yararlandı. Onların dikkatini çekmede, kıssalardaki hikmet ve öğüdü kavramak
için dinlemeye özendirmede kıssaların büyük etkisi vardı. Daha çok
eğitim/öğretim amacıyla hikayelerden yararlanırdı. Mesela, ashabının Yüce
Allah'a, birliğine, O'na şirk koşmamaya, Rasûl (s.a.s.)e inanma, insanlara
merhamet ve onlara iyi davranma, onlara yardım elini uzatma, fakirlere acıma ve
yardım, hayvanlara merhamet, Allah'ın rızasını isteyerek takva ve güzel
amellere tutunma, erdemli olma, doğruluk v.b. mü'minde bulunması gereken iyi huylar ve güzel ahlaka sahip
olma gibi.
Allah'a
iman, O'nu bir bilme,
şirk
koşmama ve elçisine imanın erdemi gibi hususların insanlara açıkça gözüktüğü
hikayelerden birine misal: "Allah, Kıyamet günü ümmetimden bir kişiyi
herkesin gözü önünde ayırarak, aleyhinde 99 dosya açacak; her bir dosyanın boyu
gözün uzanabildiği mesafe kadar uzun olacak. Sonra, -Bunlardan bir şey inkar
ediyor musun? Yazıcı melekler bir haksızlık yaptılar mı? diye soracak. Adam,
-Hayır, Ya Rabbi. -Herhangi bir ma'zeretin var mı? -Hayır. -Evet, senin bizde
bir hasenen/iyi bir amelin var; bu yüzden sana bu gün büyük bir zulüm
yapılmayacaktır. Oradan bir kart çıkarılır, üzerinde "Şahitlik ederim ki
Allah'tan başka ilah yoktur; Muhammed O'nun elçisidir." yazılıdır. Sonra,
-Sevabını tartalım mı? -Ya Rabbi, bu dosyaların yanında bu kart nedir ki?!
-Sana zulmedilmeyecek. Dosyalar bir kefeye, kart bir kefeye konur; kart ağır
gelir. Hiçbir şey Yüce Allah'ın adından daha ağır değildir."[456]
Sahabenin,
insanlara merhameti, muhtaçlara
yardım elini uzatmayı, mazluma yardım etmeyi öğrendiği hikayelerden birine
misal: "Adamın biri insanlara borç verirdi. Yardımcısı gence de:
Ödeyemeyecek biri gelince borcunu sil; belki Allah da bizim borcumuzu
siler." derdi. Allah'a kavuşunca, Allah onun günahlarını bağışladı."[457]
Sahabenin
hayvanlara merhameti öğrendiği
kıssalardan birine misal şu hikayedir: "Adamın biri yolda giderken iyice
susadığını hissetti. Bir kuyu buldu, indi ve su içti. Çıkınca
baktı ki, bir köpek susuzluktan nemli
toprağı yalıyor!. Adam kendi kendine, "bu köpek de benim susadığım gibi
susamıştır" diyerek kuyuya indi, ayakkabısını suyla doldurdu, ağzıyla
tutarak çıktı ve köpeği suladı. Yüce Allah da bundan hoşnut oldu ve adamı
bağışladı.
Sahabe sordu:
- Ey Allah'ın elçisi, hayvanlarda da bizim için
sevap var mı?
-
“Her yaşayan
canlıda sizin için sevap vardır." buyurdu.[458]
Rasûl (s.a.s.): "Bir kadın, bağladığı kediye bir şey yedirmediği, yerdeki
şeyleri yemesine de izin vermediği için Cehennem'e girdi."[459]
buyurdu.
Takvaya
tutunmaya, Yüce
Allah'ın rızasını isteyerek ana-babaya iyilik gibi iyi işler yapmaya, arzu ve
isteklere hakim olmak için nefsi terbiye etmeye, Allah'tan korkarak günah ve
kötülüklerden uzaklaşmaya, emanetleri ehline vermeye teşvik eden kıssalardan
birine misal de şu hikayedir:
"Üç kişi yolda giderken yağmura yakalanınca
dağdaki bir mağaraya sığındılar. Dağdan bir kaya yuvarlandı ve mağaranın
ağzını kapattı. Birbirlerine: "Yapmış olduğunuz iyi işleri düşünün ve
Allah'a onlarla dua edin; belki sizi burdan kurtarır." dediler. Birisi
başladı:
- Allah'ım, benim yaşlı anam/babam ve iyi baktığım
küçük çocuklarım vardı. Hayvanlarımı getirince sağar, sütü içirmeye
çocuklarımdan önce anamdan babamdan başlardım. Bir gün gecikip geceye kaldım,
geldiğimde uyumuşlardı. Her zamanki gibi, sütü sağdım; başlarına vardım ancak
uyandırmaya kıyamadım. Çocuklara önce vermeyi de istemiyordum. Çocuklar dizimin dibinde mızırdanıyorlardı. Öylece
şafak attı. Eğer bunu sadece senin rızanı gözeterek yaptığımı biliyorsan,
kayayı aç, göğü olsun görelim. Allah kayayı kaydırdı; göğü gördüler”. Öteki;
- "Allah'ım, amcamın bir kızı vardı; erkek
kadını nasıl severse, ben de onu fazlasıyla sevmiştim. Kendisini istedim
ancak 100 dinar getirmedikçe kabul etmedi. Bekleyip biriktirdim; birlikte
olacağım zaman "Hey Allah'ın kulu, Allah'tan kork, kızlığımı haksız yere
bozma." dedi. Yanından kalktım. Eğer bunu sadece senin rızanı gözeterek
yaptığımı biliyorsan, kayayı aç." dedi; biraz daha açıldı. Üçüncüsü:
- “Allah'ım, bir ölçek pirince bir işçi tuttum.
İşini bitirince "hakkımı ver." dedi, verdim fakat kabul etmedi. Ben
de pirinci ekmeyi sürdürdüm derken o pirinçten sığırlarım ve çobanım oldu.
Bana geldi: "Allah'tan kork." dedi. -Git, şu sığırlar ve çoban
senin. - Allah'tan kork! Benimle dalga geçme!. -Seninle dalga geçmiyorum,
al." Aldı, götürdü. Eğer bunu sadece senin rızanı gözeterek yaptığımı
biliyorsan, kayanın kalanını aç." Allah deliği açtı. Bir başka rivayette: "Çıktılar ve
gittiler."[460]
Müslümanları içki içmekten kaçınmaya teşvik eden hikayelerden
biri de şu kıssadır. Bu hikaye, içkinin, iradeyi zayıflatıp aklı gidermeye
neden olduğu için alıp-vermekten kaçınmanın zorunlu olduğu, sonuçta yanlışa
düşmeye götürdüğünden; dinleyenleri zararlarına iknaya değen olaylardan birini
içermektedir.
"İçkiden kaçının; o bütün kötülüklerin anasıdır.
Sizden önceki toplumlardan birinde bir adam vardı; fahişe bir kadın ona
kafayı taktı. Cariyesini yollayarak,
"şahitlik yaptırma" bahanesiyle adamı çağırttı. Adam kadının yanına
giderken cariye her girilen kapıyı arkadan kapattı. Sonunda güzel bir kadının
yanına girdi. Yanında bir çocuk ve bir kap içki vardı. Kadın: Vallahi ben seni
şahitlik için çağırtmadım; benimle bir olman veya bu içkiden içmen ya da şu
çocuğu öldürmen için çağırdım. Adam: "Öyleyse şu içkiden bir kadeh şarap
ver." dedi. Kadın da bir kadeh şarap sundu. Adam içince, "Biraz
daha..." dedi. Sarhoş olunca kadınla zina etti, çocuğu da öldürdü. İçkiden
kaçının; bu kıssadan hisse alın. Vallahi, içki alışkanlığıyla iman bir arada
bulunmaz; mutlaka biri öbürünü uzaklaştırır."[461]
dedi.
Rasûl (s.a.s.) ashabına tevbenin faziletini, yüce
Allah'ın bağışının bol, rahmetinin çok olduğunu; Allah'ın rahmetini umarak
tevbe eden kullarının günahlarını bağışlayacağını öğretirdi. Kul bir günah
işler sonra rabbine döner ve bağış dilerse, tevbesini kabul edip bağışlar.
Rasûl (s.a.s.)in anlattığı şu hadis-i kutsîyi dinledikleri zaman sahabenin
gönlünde bıraktığı etki, eğitim açısından ne kadar önemlidir. "Kul bir günah işler, Ya
Rabbi, günahımı affet, derse Yüce Allah: "Kulum bir günah işledi, suçun
hesabını soran ve bağışlayan bir Rabbi olduğunu bildi." buyurur. Sonra kul
dönüp yine günah işlese, "Ya Rabbi, günahımı bağışla" dese, Yüce
Allah:"Kulum bir günah işledi, suçun hesabını soran ve bağışlayan bir
Rabbi olduğunu bildi." buyurur. Sonra kul dönüp yine günah işlese,
"Ya Rabbi, günahımı bağışla" dese, Yüce Allah: "Kulum bir günah
işledi, suçun hesabını soran ve bağışlayan bir Rabbi olduğunu bildi, kulumu
bağışladım, dilediğini yapsın." buyurur.[462]
Yüce Allah'ın "Dilediğini yapsın." sözü, böyle yaptığı sürece, yani
günah işleyip tevbe ettikçe günahlarını bağışlarım demektir. Çünkü tevbe,
kendinden önceki günahları siler.
Rasûl (s.a.s.)in sahabeye anlattığı bu tip hikayeler,
olaylardan ibret ve öğüt almaları, bu arada onlara hikmeti öğretmek içindir. Bu
üslûbun, sahabenin eğitim-öğretimin de, dikkatlerinin çekilmesi, Rasûl (s.a.s.)
onlara öğretmek istediği şeyi hızlı kavramalarında derin etkisi vardı.[463]
Ferdi
harekete geçirebilmek,
karşılaştığı problemin çözümüne ulaşıncaya kadar mümkün olan tepkileri
göstermesi suretiyle gerekli çabayı harcaması veya istediği amacı gerçekleştirmesi,
öğrenmek istediği bilgiyi elde edebilmesi için güdü önemlidir. Aynı şekilde,
doğru tepkilerin desteklenmesi ve kalıcı olmasında ödüllendirme önemlidir.[464]
Problemin
çözümünde, istenen hedefin
gerçekleşmesinde başarıya götürmeyen tepki azalır ve öğrenen ondan soyutlanır.
Problemin hallinde ve amacın gerçekleşmesinde başarıya ulaşan tepki güçlenir,
öğrenen onu korumaya ve öğrenmeye eğilim gösterir. Öğrenmenin kalıcı olması ve
doğru tepkilerin desteklenmesinde ödüllendirmenin önemini deneysel araştırmalar
göstermiştir. Rasûl (s.a.s.), öğretilmesi istenen güzel davranışların
desteklenmesinde ödüllendirmenin önemine, şu sözünde işaret etmiştir: "İşçiye ücretini alnının teri
kurumadan/soğumadan veriniz."[465]
Sorumlu
olduğu işi yapmasının hemen ardından
doğrudan doğruya işçinin ücretini vermek, işinde gösterdiği gayreti
desteklemesinde, bu iş tekrar istendiğinde bütün gücünü kullanmasının
sağlanmasında, böyle ödüllendirildikçe yaptığını sürekli iyi yapmasında
önemlidir. Öğrenmenin desteklenmesinde ödüllendirmenin önemini, istenen
tepkinin hemen arkasından gelmesi halinde öğrenmenin daha güçlü olduğunu modern
deneysel araştırmalar göstermiştir. Ödüllendirme ne kadar gecikirse öğrenmenin
desteklenmesindeki gücü de o kadar azalmaktadır. Rasûl (s.a.s.) bu gerçeğe,
"teri kurumadan" yani işini bitirmesinin ardından verilmesini
istediği hadisinde işaret etmiştir. Bu nefse çok etkili, işçinin verilen işi
yapmada devamlı olma isteğinin güçlenmesinde son derece tesirlidir.
Ödülün maddî olması şart değildir; aksine övme,
güzel davranma, teşvik etme şeklinde manevî de olabilir. Başkanın yönettiği
insanları övmesi dinçliklerinin artmasını, işlerini iyi yapmalarını sağlar.
Öğretmenin öğrencilerini övmesi, eğitim/öğretim seviyelerinin yükselmesine
yardım eder. Rasûl (s.a.s.) ashabına, kendilerine iyilik yapanları, güzel bir
sözle de olsa, ödüllendirmelerini tavsiye ederken bu gerçeğe işaret etmiştir:
"Kim size
iyilik yaparsa mükafatlandırın; mükafat olarak verecek bir şey bulamazsanız,
sizin onları ödüllendirdiğinizi görmelerine kadar onlara dua edin.”[466]
Rasûl (s.a.s.), spor karşılaşmaları yapmaları için, bu
faaliyeti destekleme ve çocukları harekete geçirmede ödülü kullanırdı. Rasûl
(s.a.s.) çocuklara: "Kim
geçerse, benden ona şu var." derdi, çocuklar ona koşar ve göğsüne
asılırlar; o da onları kucağına alır ve öperdi.[467]
Rasûl (s.a.s.) iyi iş yaptıklarında ashabını övmeye,
bu konuda onlara cesaret vermeye özen gösterir; ayrıca onları güzel sıfatlarla
anardı. Bu tip övgü ve manevi takdir bazen sahabenin gönlünde, güzel davranış,
övülmüş özelliklerin desteklenmesi, hayırlı işlere yönelme hususunda, maddi
ödülün etkisinden fazla tesir gösterirdi.[468]
Daha
önce söylediğimiz gibi, ödül
tepkiden hemen sonra verildiğinde çok etkili olur ancak gelecekte verileceği
beklenen ödül de önemlidir; aynı şekilde insanın davranışlarını güçlendirmesi
mümkün olur. Mesela, bazen görevli terfi veya birkaç yıl sonra ulaşacağı bir
mevki için gayretle çalışır. Öğrenci, final imtihanlarında başarılı olmak için
ders çalışmada büyük gayret sarfeder. İnsanın ilerde mükafat beklentisinin
gücü, plan yapma, uzun zaman sabırlı olarak sürekli çalışma, gelecekteki
hedeflerini gerçekleştirmeyi ummasını sağlar. Bu yüzden, ahirette sevap
beklentisi, ahiret azabıyla korkutma, Allah'a iman konusundaki güdüleri motive
etme, O'nun rızasını umarak güzel davranışlara ve takvaya sarılma ve cennet
nimetlerini ümit etmenin, daha önce "Özendirme Ve Sakındırma Yoluyla
Güdüleme" konusunda anlattığımız gibi, müminlerin davranışlarında büyük
tesiri vardır.
Amerikan
psikoloğu Skinner'in yaptığı
modern araştırmaların ortaya koyduğu gibi, ödül, istenen davranışın yapılmasının
ardından, muhtelif aralıklarla ve çeşitli zamanlarda verilecek olursa, bu
davranışı öğrenmenin gücü artmakta, unutulması da zorlaşmaktadır. Skinner'in bu
sonuca ulaştığı uygulamalı sonuçlardan birine örnek, öğretmenlerin, ödevlerini
yapan öğrencileri sınıfta ödüllendirmesidir. Ödülün verileceği aralık ve anın
bilinmediğinden, hangi zaman diliminde verileceğini bilmedikleri ödüle
ulaşabilmek için, ödevi yapmaya özen gösterme ve çalışma faaliyetleri
artmaktadır.[469]
Biz
bunun uygulamasını,
Skinner'in keşfinden 14 asır önce, Rasûl (s.a.s.)in bazı hadislerinde
buluyoruz. Rasûl (s.a.s.): "Gecede
bir saat vardır ki, müslüman bu vakte rastlar da, dünya-âhiret arzularından
birini Yüce Allah'tan isterse, Allah onu verir, bu her gece için geçerlidir."[470]
Cuma
konusunda da Rasûl
(s.a.s.): "Onda
bir saat vardır ki, müslüman dua ederken o vakte denk gelirse, Allah mutlaka
onu verir." Eliyle işaret ederek, bunun az gerçekleştiğini anlatmak
istedi."[471]
Bu
iki hadiste, kendi cinsinden tek olan, aralığı ve zamanı belli olmayan destekleme ilkesinin; insan davranışının
yapısını, insan davranışının değiştirilmesinde etkin prensibin kullanılmasındaki hikmeti Rasûl (s.a.s.)in bildiğini
gösteren iki pratik uygulamasını buluyoruz. Rasûl (s.a.s.) diyor ki: "Geceleyin
bir vakit var ki, müslüman o anda Rabbinden iyi bir şey isterse, duasını kabul
eder; istediğini verir." Fakat Rasûl (s.a.s.) bu saatin vaktini
belirtmedi; o anı sınırlamadı ve belirsiz bıraktı. Bu belirsizliğin tabiî
sonucu, müslümanların, bütün gece boyunca namaz, teşbih ve dualarında; gecenin
her bir anında bulunması mümkün olan bu saati yakalama konusunda
faaliyetlerinin artmasıdır. Aynı şekilde, Rasûl (s.a.s.) cumadaki "icabet
saati"ni de gizledi. Bu durum, Rasûl (s.a.s.)in, müslümanların namazda,
Kur'an okumada, dua ve istiğfarla, cuma gününün büyük bir kısmında icabet
saatine rastlamak umuduyla da Yüce Allah'a yaklaşma faaliyetlerini artırmak
içindir. Rasûl (s.a.s.) Kadir Gecesiyle ilgili uygulamada da aynı metodu
izledi. Onun, Ramazan ayının son on gecesinden birinde olacağını söyledi fakat
hangi gece olduğunu belirtmedi. Rasû( (s.a.s.): "Kadir gecesini, Ramazanın son
on gününde arayınız.""Kadir gecesini, Ramazanın son
on gününün tek gecelerinde arayınız."[472]
buyurdu.
Açıkça anlaşılan, Kadir gecesinin gizlenmesi,
vaktinin belirtilmemesindeki hikmet, müslümanları, Ramazan ayının son/on
gecelerinin hepsinde, Allah'a ibadete bol bol teşvik etmektir. Bu gecenin
hangisi olduğu belirtilseydi, çoğu müslümanlar sadece o gecenin tamamında
ibadet ederlerdi.[473]
Rasûl (s.a.s.) Ramazanın son/on gününde itikafa giriyordu; sahabe de O'na
uyarak, o günlerde itikafa giriyorlardı.
Öğrenmede ödüllendirmenin önemi, bugün modern
deneysel araştırmaların kabul ettiği bir gerçektir. Öğrenmede cezalandırma
(Olumsuz pekiştireç) ise, bazen yararlı olmaktadır; fakat mükafatın cezadan
üstün, eğitim/öğretimde cezadan daha etkin olduğunda şüphe yoktur. Cezalandırma,
özellikle de bedene yönelik şiddet, bazen öğrenenin kimliğinde zararlı etkilere
neden olmaktadır. Bazen bilinçte eksiklik, endişe (stres)ye neden olmaktadır.
Bu yüzden, bazı özel haller -yanlış ve hatalı davranışın düzeltilmesinde bütün
girişimler başarısız olduğunda- dışında, cezaya başvurmak güzel değildir.
Cezalandırmaya başvurulduğunda da ceza, öğrenenin şahsiyetine zarar verecek
kadar sert olmamalıdır. İlk müslüman eğitimciler, yumuşaklık ve merhametin,
çocuklar ve öğrencilerin eğitiminde kullanılmasının önemini vurgulamaya önem
verdiler. Bazen cezalandırmada dayak kullanılması zorunlu hale gelmişse, Rasûl
(s.a.s.)in şu sözünden hareketle, vuruşun az olup sert olmaması gerekir.
"Allah iyi davrananları sever; sertliğe vermediğini yumuşak davranmaya
verir.11
[474]
Rasûl (s.a.s.) yüze vurmayı yasakladı. "Birisi
kesinlikle yüze vurmasın."[475]
"Sizden birisi vurduğunda yüze vurmaktan kaçınsın."[476]
buyurdu.
-Terbiyecinin,
vurduğu yerin bedendeki hassas
bölgeler dışına olması gerekir; çocuğun beynine, gözlerine, kulaklarına 2arar verecek,
hatta şahsiyetini zedeleyecek durumlardan kaçınması gerekir, ilk müsfüman eğitimciler Nebi
(s.a.s.)in yönlendirmelerini aldılar. Çocuğun eğitiminde övgü ve
cesaretlendirmeyi kullandılar. Terbiye için diğer bütün girişimlerin boşa
çıkması hali gibi nadir durumlar dışında dayakla cezalandırmayı yasakladı.[477]
Modern
deneysel araştırmaların
ortaya koyduğu, bilinen öğrenme ilkelerinden biri de, öğrenmenin zamana yayılmasıdır.
Yani aralarında dinlenme vakitlerinin bulunduğu uzak olmayan zaman dilimlerinde
eğitim. Bu metod çabuk öğrenmeye, kolay hatırlamaya götürür; yorgunluk, usanma
ve bıkmayı yok eder. Öğrenmede bu metodun önemini, modern psikologlar
keşfetmeden 14 asır önce, Kur'an-ı Kerim "Öğrenmeyi zamana yayma"yı uyguladı.
Çünkü Kur'an-ı Kerim, müslümanların ezberlemeleri ve kendilerine mal etmelerinin
sağlanması için, belli aralıklarla, 23 yılda indi. Kur'an-ı Kerim bu gerçeği
Yüce Allah'ın şu sözlerinde dile getirdi: "O'nu insanlara ağır ağır okuman için okuma parçalarına
ayırdık ve azar azar indirdik."[478]
Rasûl (s.a.s.) de, “Öğrenmenin Zamana Yayılması"
ilkesini ashabının psikolojik eğitiminde, dinî görevlerin öğretiminde
kullandı.
Onları, usanıp bıkmaları korkusuyla, farklı vakitlerde öğretir ve
yönlendirirdi. Abdullah b. Mesud der ki: "Nebi (s.a.s.), bıkmamızdan
hoşlanmayarak, bize vaazlarını aralıklı zamanlarda verirdi."[479]
Sahabe,
belli aralıklarla
öğrenme prensibini tatbikle, Nebi (s.a.s.)den onar âyet öğreniyorlardı. Onu
iyice kavrayıp içindekileri öğrenmeden başka ayetlere geçmiyorlardı. Abdullah
b. Mesud der ki: "Rasûl (s.a.s.)den Kur'an'ı onar ayet olarak öğrendik.
İlk ondaki hükümleri iyice öğrenmeden ikinci on ayete geçmedik. Şüreyk'e
soruldu: İçinde, amel cinsinden yapılacak şeyleri mi? (Yani, yapılması gereken
içeriğini kavramak mı?)."Evet" cevabını verdi.[480]
Öğrenmenin önemli ilkelerinden biri de tekrardır.
Kişinin kazandığı bilgi ve becerilerin korunmasını sağlar. İnsanın öğrendiği
şeylerin büyük çoğunluğu, öğrenmenin tamamlanması için tekrar ve alıştırmaya
muhtaçtır. Modern deneysel araştırmalar, hatırlama düzeyi ile tekrar sayısı
arasında sağlam bir ilginin olduğunu ortaya koymuştur. Tekrar, bilgi ve
becerileri sağlamlaştırır, kolay hatırlamaya yardım eder. Kur'an-ı Kerim,
tekrar ilkesini uygulamıştır. Yüce Allah'ın, insanların zihninde yerleştirmek
istediği bazı anlam ve kavramların tekrarını orada buluyoruz.[481]
Rasûl (s.a.s.) de, sahabeye, söylediklerini iyice
anlayıp kavramaları için sözlerini üç kere tekrarlardı. Enes anlatır:
"Rasûl (s.a.s.) bir söz söylediğinde, anlaşılması için, üç defa
tekrarlardı."[482]
Rasûl (s.a.s.) sahabeye, Kur'an okumaya devamla ezberlediklerini
unutmama, unutmamak için çalışma sözü alırdı. Buyurdu ki: "Kur'an okuyanın hali, bağlı
deve sahibinin durumu gibidir; üzerine düşerse tutar, bırakırsa çeker gider."[483]
Bu
hadiste Rasûl
(s.a.s.) tekrar ve Kur'an'ın ezberlenmesine çalışmaya devamı sahabeye
açıklayan; bilinen, pratik bir misal verdi. Deve sahibi, devesini ihmal eder
ve bağlamazsa; boş bırakırsa, gider. Eğer bağlarsa, tutmuş ve korumuş olur.
Kur'an'ı öğrenen, bütün ilimleri öğrenen aynı durumdadır; çalışmaya devam
ederse bilgilerini korur ve hatırlar; ihmal ederse, bilgilerini yitirir ve
unutur.
Alışkanlıkların kökleşmesinde de tekrar önemlidir.
Bir şeyi yapma işi çok tekrarlanınca, o âdet yerleşir ve sağlamlaşır;
düşünmeden, kendiliğinden yapılıverir. Bu, iyi olsun kötü olsun, tüm
alışkanlıklar için geçerlidir. Çocuk, küçüklüğünden beri, sürekli, sözünde
doğrulukla terbiye edilirse; daha sonra doğruluk alışkanlık haline gelir ve
bütün ilişkilerinde kendiliğinden doğru söyler. Fakat yalandan caydıran ve yasaklayan
biri olmadan tekrarlanırsa, kesinlikle yalan adeti olur. Rasûl (s.a.s.)in şu
sözü bu anlamdadır: "Kul bir yanlış yaptığında, kalbinde siyah bir nokta
oluşur. Bundan sıyrılır, bağış diler ve tevbe ederse, kalbi cilalanır. Döner, daha fazlasını
yaparsa, Allah'ın zikrettiği "Hayır
hayır! Fakat onların kazançları kalplerinin üzerine pas bağlamıştır."[484]
âyetinde geçtiği gibi, kalbi paslanır"[485]
Kul,
yanlışı yapmayı sürdürdükçe, onda
yerleşmiş bir adet olur, utanmadan, vicdan azabı duymadan yapar. Sanki kalbini
kalın bir örtü kaplamış, iyiyi anlayıp ona koşmasına mani olmaktadır. Ayrıca,
şerri kavrayıp ondan uzaklaşmasına da engel olmaktadır. Kur'an-ı Kerimin
kastettiği pas budur, o mühür, kalpler üzerine vurulmuş bir mühürdür.
Kur'an'da gelen bir çok âyette geçtiği gibi, kalpler üzerindeki perdeler,
kilitlerdir.[486]
Öğrenecek kişi öğrenmeye olumlu ve dinamik olarak
katılır, öğrenilmesi istenen davranışı bizzat yaparsa, öğrenme daha çabuk ve
iyi olur. Bizzat yapmadan öğrenmeye katılım ise faydasızdır. Mesela, bir işçi,
çalışan usta işçileri sadece seyrederse, sanatını öğrenemez. Kesinlikle o işi
kendisi yapmalı, becerinceye kadar alıştırmaya devam etmelidir. Modern
deneysel araştırmalar bu gerçeği isbatlamıştır.[487]
Kur'an, çok önceden, uygulamanın önemine işaret etmiş; birçok âyette imanla
ameli birlikte zikretmiştir.[488]
Rasûl (s.a.s.) de bizzat yapmaya önem vermiş, ashabının
eğitiminde, öğrenmede etkin bir neden olması yüzünden, uygulamaya özen
göstermiştir. Kilde b. Hanbel anlatır: Rasûl (s.a.s.)e gittim, yanına girdim
fakat selam vermedim. Rasûl (s.a.s.) bana: "Geri dön! Selamun aleykum, girebilir miyim? de!" buyurdu.[489]
Bu
hadiste, Rasûl
(s.a.s.) Kilde'ye, sadece yapması gereken şeyi söylemekle yetinmedi; öğrenmesi
gereken davranışı bizzat yapmasını istedi. Bu, öğretimde etkin katılım ve
pratik uygulama prensibinin açık örneğidir. Şüphesiz ki, bu yolla eğitim/öğretim,
öğrenilmesi istenen davranışı bizzat yapmadan sadece nasihat etme ve nazarî
bilgi vermekden daha üstündür. Abdullah b. Mesud: "Rasûl (s.a.s.)den
Kur'an'ı onar ayet olarak öğrendik. İlk ondaki hükümleri iyice öğrenmeden
ikinci on ayete geçmedik. Şüreyk'e: İçinde, amel cinsinden yapılacak şeyleri
mi? diye soruldu. Evet, cevabını verdi.[490]
Bu
gösteriyor ki, Rasûl (s.a.s.)
ashabını, Kur'an-ı Kerim'den öğrendikleri şeyleri günlük hayatlarına uygulama
konusunda etkin katılıma yönlendirmeye özen gösteriyordu. Rasûl (s.a.s.)in,
insanların öğrenmesi gereken şeyleri bizzat yapmaları yoluyla öğrenmelerine
özen göstermesi, Buharî'nin rivayet ettiği[491] şu
hadiste daha belirgin olarak ortaya çıkmaktadır. Rasûl (s.a.s.): "İlim ancak öğrenmekle olur.
Yumuşak başlılık da ancak böyle davrana davrana oluşur. Kim hayrı isterse,
verilir. Kim şerden korunmak isterse, korunur."[492]
buyurmuştur.
Bu
hadiste anlatılmak
istenen, eğitim/öğretim ancak çaba sarfetmek, etkin katılımda bulunmakla
gerçekleşir. Ayrıca hilm, hayatın gerçek olaylarında, güçlük ve zorluk olmaksızın
insanın yaptığı oturmuş bir davranış oluncaya kadar uygulamakla öğrenilir.
İlk islâm düşünür ve terbiyecileri,
eğitim/öğretimle alâkalı görüşlerini, nefsi terbiye ve kötülüklerini yenme,
güzel ahiakın üstünlüklerini öğretmeyi, Kur'an-ı Kerim'in öğretileri ve Rasûl
(s.a.s.)in uygulamalı eğitim/öğretimle ilgili gösterdiği özenden elde
etmişlerdir. Mesela, bu konuyla ilgili olarak İmam Gazalî (505/1111)nin nefis
terbiyesi, ahlakı güzelleştirme, kalp hastalıklarını tedavi hususlarında
söylediklerini zikredebiliriz.[493]
İmam Gazalî, kötü ahlakı yenme, kalp hastalıklarını gidermede en güzel
metodun, kurtulmak istenen huyun tersini davranış olarak sergilemeyi, bu huyun
aksini yapmayı öğütlemiştir. Uzun süre öğrenilmesi istenen davranışı yapmak
başlangıçta zor gelir ancak daha sonra insanda alışılmış bir hareket halini
alır. Mesela cimrilik, uzun müddet cömertlik uygulaması yapmakla yenilir. İşin
başında güç gelir ancak zamanla cömertlik alışılmış bir huy haline gelir. Böylece,
insanın kötü huylarını yenmesi, aksi davranışı sürekli uygulamakla
mümkün olur. Yani, öğrenilmesi
istenen davranışların bizzat ve etkin olarak yapılmasıyla gerçekleşir.[494]
Öğrenmede
dikkat çok önemlidir; insan, dikkat etmediği bir şeyi öğrenemez. Öyleyse
dikkat, öğrenmede zorunlu bir şarttır. Bu yüzden öğretmenler, öğretmek
istedikleri şeyi kavrayabilmeleri için öğrencilerin dikkatini motive etmeye
özen gösterirler. Öğrenenlerin dikkatini motive etmek birkaç şekilde mümkündür:
Yaşanan olaylardan ve pratik durumlardan istifade etmek, soru sormak, diyalog
kurmak, konuyu tartışmak, dikkati çekmek için haritalar, resimler, son zamanlarda
görsel ve işitsel diye adlandırılan göze ve kulağa hitap eden araçlardan
faydalanma, hikaye ve örneklerden yararlanma bunlardandır. Rasûl (s.a.s.)
bütün bu yöntemleri kullanma, ashabının dikkatini motive etme; vaaz, hikmet ve
marifetten ulaştırmak istediği noktaya eriştirmede modern eğitim bilginlerini
geçmiştir.[495]
Rasûl (s.a.s.) sahabenin öğretimi, yönlendirmesi ve
doğruya ulaştırılmasında meydana gelen hadiselerden, günlük hayatta
karşılaştıkları pratik durumlardan yardım alırdı. Bu olaylar veya pratik
durumlardan gerçek misaller alır; ashabını ulaştırmak istediği ibret, öğüt ve
hikmetlerde kullanırdı. Şüphesiz ki bu metod, eğitim ve yönlendirmede son derece
gerçekçi, sadece öğütten daha etkili, dikkat çekme ve dikkat çeken belirli bir
olayın eşlik etmediği vaazdan nefisler üzerinde daha derin tesirlidir.
Bunun misali şu hadistir: "Rasûl (s.a.s.) çarşıya uğradı, insanlar sağlı sollu
doluydu. Kulakları çodu, ölü bir oğlağa rastladı., kulağını tuttu, sonra:
- Hanginiz
buna bir dirheme sahip olmak ister? diye sordu.
- İstemeyiz, almayız, ne yapalım ki?! dediler.
Sonra:
- Onun
bedava sizin olmasını ister misiniz?
- Vallahi, sağ olsaydı kusuru vardı; kulakları
kısa. Kaldı ki ölü! dediler. Bunun üzerine buyurdu ki:
- Vallahi,
bu sizce nasıl değersiz ise, dünya da Allah'a, bundan daha değersizdir."[496]
Bu
hadisten açıkça
anlaşılan, Sahabeyi, ölmüş çodu oğlakla dünya arasında yaptığı gerçek
karşılaştırmayla, en çabuk bir şekilde, dünyanın Yüce Allah'a değersizliği
fikrine ulaştırdı. Eğitim, yönlendirme ve irşadda günlük hayattan alınan
böylesi gerçek durumlardan yardım almak, fikre ulaştırma ve ikna etmede,
dikkati çeken bu tip gerçek misaller olmaksızın sözle yönlendirme ve yalnızca
öğüt vermeden daha üstündür. Eğitim ve yönlendirmede Rasûl (s.a.s.)in gerçek
olaylardan yararlandığı bir başka misal:
"Rasûl (s.a.s.)e savaş esirleri arasında,
koşturan bir kadın gördü. Kadın, esirler arasında bulduğu çocuğu bağrına
basıyor ve emziriyordu. Rasûl (s.a.s.) sordu:
- Ne
dersiniz, bu kadın çocuğunu ateşe atar mı?
- Hayır! Vallahi (atmaz.) dedik. Bunun üzerine:
- "Allah
kullarına, bu kadının çocuğuna merhametinden daha çok merhametlidir." buyurdu.[497]
Rasûl (s.a.s.) ashabının dikkatlerini çekmek/motive etmek,
ilgilerini yoğunlaştırmak, için sorular sorardı. Anlamaları ve düşünmeleri için zihinlerini harekete
geçirirdi. Bunun misallerinden biri, Rasûl (s.a.s.)in veda haccında
müslümünlara yönelttiği sorulardır. Rasûl (s.a.s.):
- "Bu
ay hangi ay?" diye
sordu.
- "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir."
dedik. Susunca, başka bir isim vereceğini sandık.
- Zilhicce
değil mi?
- Evet.
- Bu
yer neresi?
- Allah ve Rasûlü daha iyi bilir." dedik.
Susunca, başka bir isim vereceğini sandık.
- Haram
Belde değil mi?
- Evet.
- Bu
gün hangi gün?
- Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dedik. Susunca,
başka bir isim vereceğini sandık.
- Kurban
kesme günleri değil mi?
- Evet.
- Kesinlikle
söylüyorum, kanlarınız, mallarınız, namusunuz birbirinize bu günün, bu
beldenin, bu ayın kutsallığı gibi haramdır."[498]
buyurdu.
Herkesin
cevabını bildiği bu soruları, Rasûl
(s.a.s.)in sorması, dinleyenlerin dikkatini çekmeyi, söylediklerini dinlemek
ve anlamak için zihinlerini hazır hale getirmeyi hedefliyordu. Bu soruların,
veda haccında Rasûl (s.a.s.)in öğüt ve tavsiyelerini dinleyenlerin dikkatini
çekmede etkin bir rolü olduğunda şüphe yoktur. Her sorudan sonra Rasûl
(s.a.s.)in bir süre susması, dinleme isteklerini motive etmek, bu soruya
yereceği cevaba ilgilerini yoğunlaştırmak içindir. Ravi Ebu Bekre'nin, her
sorunun sonunda, "Susunca, başka bir isim vereceğini sandık."
deyişinden, ilgilerini çekmede ne kadar tesirli olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Dinleyicilere
soru sormanın,
onların dikkatlerini ne kadar motive ettiğinin misalleri; "Size, kimin Cehenem'e veya
Cehennemin kimlere haram olduğunu söyleyeyim mi? İnsanların sevdiği, geçimli,
yumuşak huylu, iş bitiren herkese."[499]
buyurdu. Sorunun böyle
sorulması, şüphe yok ki, dinleyenlerin dikkatini çeker. Ayrıca insanı ateşten
kurtaracak olan özellikleri öğrenme konusunda meraklarını motive eder. Rasûl
(s.a.s.)in, eğitim ve yönlendirmede yararlandığı açıkça belli olan hadislerden
ikisi ise, birinci bölümde, "Düşmanlık Güdüsüne Hakim Olma"
konusunda geçmişti. Birisi, Rasûl (s.a.s.)in sahabeye, "Biliyor musunuz,
müflis kimdir?" ikincisi ise, "Biliyor musunuz, gıybet nedir ?"
diye başlıyordu.[500]
Rasûl (s.a.s.) dikkatleri çekmek için misaller, soyut
anlamları somut hale getirirken anlamanın kolaylaşması amacıyla duyulara
hitap eden resimler kullandı. Misaller, benzetmeler, insanlar tarafından
anlaşılması zor olan soyut anlamların anlaşılmasına yardım eder. Rasûl
(s.a.s.)in misal kullanmasına bir örnek; "Allah'ın, beni hidayet ve ilimle göndermesinin misali,
toprağa düşen bol yağmur gibidir. Bir çeşit toprak var ki, suyu emer, birçok
çayır ve ot bitirir. Bir kısmında ot bitmez ama suyu tutar. Allah insanları
onunla faydalandırır; içerler, bitki ve hayvanlarını sularlar. Bir çeşit
toprağa da yağar ki, düzdür; ne su tutar ne de ot bitirir. Bu misal, Allah'ın
dinini iyi anlayan, Allah'ın benimle gönderdiğinden faydalanıp, öğrenen ve
öğretenle buna kulak asmayan, elçi olarak gönderildiğim hidayeti kabul etmeyen
kimsenin misalidir.”[501]
Bu
hadiste Rasûl
(s.a.s.), gönderildiği ilim ve hidayeti faydalı yağmura benzetiyor. Çünkü o,
yağmurun toprağı dirilttiği gibi, kalpleri diriltiyor. Bu ilimden yararlananın
misali, suyu emen, bitki ve ot bitiren toprağa benzetiliyor, ilmi bilen,
başkalarına öğreten fakat kendisi yararlanmayan kişiler suyu tutan toprağa
benzetiliyor; insanlar ondan faydalanıyor fakat o yararlanmıyor, ot bitirmiyor.
Öğrenmeyen ve gereğiyle hareket etmeyenlerin durumu, suyu tutmayan, ot
bitirmiyen düz araziye benzetiliyor ki bunlar insanların en zararlılarıdır, ne
faydalanırlar ne de başkalarına faydaları olur.[502]
Rasûl (s.a.s.): Benim ve Allah'ın beni hidayetle göndermesinin misali, bir
adamın kavmine gelip: "Ey kavmim, Ben bir ordunun üstünüze geldiğini
gözlerimle gördüm. Ben apaçık bir uyarıcıyım. Kaçın, kurtulun! "diyen
kimse gibidir. Kavminden bir kısmı onun sözünü tutar, akşamdan ayrılır, ölüm
yerinden hareket etmiş olurlar. Bir grup inanmaz ve yerlerinde kalırlar.
Sabahleyin ordu gelir, onları öldürür, yok eder. Bu, beni dinleyen ve
getirdiğime uyan kimseyle bana karşı çıkan, doğru olarak getirdiğim şeyi
yalanlayan kimsenin misalidir."[503]
buyurur.
Bu
hadiste, anlamı açık,
güzel bir misal vardır. İnsanın kurtuluşunu islâmla, yok oluşunu islamı kabul
etmemekle somutlaştırmakta; anlaşılması kolay olan, gözle görülür bir resim
haline getirmektedir. Bu ise, düşman ordusunun silip süpürmesinden kurtuluş
veya ölüm, yetiştiğini yok eden ordunun silip süpürmesidir.
"Allah'ın
çizdiği sınırda duranla bu sınırı geçenin halleri, gemideki yerlerini kurayla
belirleyen, bir kısmı güverteye, bir kısmı kamaralara yerleşen yolcuların
durumuna benzer. Alttakiler su almak istediklerinde yukardakileri rahatsız ediyorlardı.
Bunun üzerine "Payımıza düşen bir delik açsak da üstümüzdekileri rahatsız
etmesek?" diye düşündüler. Eğer güvertedekiler bunları arzularıyla başbaşa
bırakacak olurlarsa hepsi de batarlar. Şayet engel olurlarsa, hem kendileri
kurtulur hem de onları kurtarmış olurlar."[504]
buyurdu.
Bu
hadisteki misal, kötülük
yapanın zararının sadece kendine olmadığını; bütün aileleriyle, topluma, aynı
şekilde, kötülüğe engel olmanın faydasının bütün topluma olduğunu açıkça ortaya
koymaktadır. Bunun anlamı, bütün toplum, kendi selameti için, kötülüklerle
savaşmakla sorumludur. Hadisde geçen “Gemi” misaliyle, Rasûl (s.a.s.) bunu çok
açık bir şekilde ortaya koymuştur.[505]
Rasûl (s.a.s.) ashabını Kur'an öğrenmeye ve okumaya
teşvik ederdi. Kur'an okuyan mümini, tatlı, kokusu hoş, güzel bir meyveye
benzeterek özendirirdi. Kur'an okumayanı ise tadı hoş bir meyveye benzetirdi
fakat onun tadı yoktu. Rasûl (s.a.s.): "Kur'an okuyan müminin durumu turunç gibidir; kokusu güzel,
tadı hoştur. Kur'an okumayan müminin hali, kokusu olmayan fakat tadı hoş olan
bir hurma gibidir. Kur'an okuyan münafığın misali, reyhan gibidir; kokusu
hoştur ancak tadı acıdır. Kur'an okumayan
münafığın hali, Ebucehil karpuzu (yaban kavunu)
gibidir; kokusu yok fakat tadı
acıdır."[506]
Rasûl (s.a.s.) ashabına, iyi arkadaş seçmeyi tavsiye
ederken bir örnek verdi. Onlara, iyi
arkadaşın arkadaşına fayda sağladığını, kötü arkadaşın zarar verdiğini bu
misalle tarif etti: "İyi arkadaşla oturanla kötü arkadaşla oturanın misali,
misk satanla körük çekenin hali gibidir. Misk satan, ya sana koku verir ya sen
satın alırsın ya da güzel koku koklarsın. Körük çekene gelince, ya kıvılcım
sıçrar elbiseni yakarsın ya da kötü koku koklarsın."[507]
Hikayeler
de misaller gibidir; dikkati
çeker.
Ayrıca hikayenin olaylarını izlemede arzuyu motive eder. Öğrenmede güdünün
motivesini anlatırken öğrenmede kıssanın tesirini anlatmıştık.[508]
Rasûl (s.a.s.), dikkat çekmek için mümkün olan bütün
araçlardan yararlanırdı. Soyut anlamları, anlaşılması kolay, göze hitap eden
şekillerle çizerdi. Bu amacı gerçekleştirmek için, Rasûl (s.a.s.)in hikayeler
ve misallerden yararlandığını gördük. Aynı şekilde, şekillerden de
faydalanırdı. Rasûl (s.a.s.) bir şekil çizdi. Onda insan, her yandan onu
kuşatan eceli ve genellikle hayatında gerçekleşmesini düşlediği istekleri yer
alıyordu. însan, ölmeden onları gerçekleştireceğini sanıyor fakat eceli
emellerinden daha hızlı hareket ediyor; gerçekleştirmeden ona yetişiyor.
Rasûl (s.a.s.) bir dikdörtgen çizdi. Ortasına,
dışarıya çıkan bir ok, buna dikey olarak da küçük çizgiler çekti. Dedi ki: Şu
insan, onu kuşatan (dikdörtgen) eceli, dışarı çıkan emeli, küçük çizgiler de
amaçları. Biri yakalamazsa biri yakalar. Biri yakalamazsa biri yakalar."
[509]
Dikdörtgen içindeki alan insanı, dikdörtgenin çizgileri
insanı her taraftan kuşatan ecelini, ortadan dışarıya uzanan çizgi insanın
hayatı boyunca gerçekleştirmeyi umduğu emelleri ki onları ölmeden yapacağını
sanıyor, dikdörtgenin içinde, uzun çizgiye dikey küçük çizgiler engeller yani
dünyanın hadiseleridir. Bu engellerden biri insana ilişir, onu mahveder,
arzularını gerçekleştiremeden eceli gelir. Rasûl (s.a.s.)in bu şekilden
ashabına öğretmek istediği hikmet, insanın istekleri çoktur, çoğu kez insan,
ömrünün bunları gerçekleştirek kadar uzun olduğunu sanır fakat eceli bunlar gerçekleşmeden
herhangi bir vakit araya girer. Bu yüzden, akıllı insana düşen, tevbe ve iyi
işlere girişmek, hayatı boyunca emellere, ecelden önce emelleri
gerçekleştireceğine kanmamaktır.[510]
Öğrenme ve davranışların düzeltilmesinde önemli
ilkelerden biri de yerleşmiş kötü geleneklerden kurtulmada, onlara karşın
yeni güzel geleneklerin öğretilmesinde önemli prensiplerden biri de aşamadır.
Kur'an-ı Kerim bu ilkeyi içki ve faiz alışkanlığından vazgeçirmede kullandı.
Kur'an içkiyi ve faizi birden yasaklamadı, müslümanların bunlardan yavaş yavaş
nefret etmelerini sağladıktan sonra kesin olarak yasakladı.
[511] Hz.
Aişe'nin anlattığına göre, Kur'an'dan ilk inen uzun surelerde Cennet/Cehennem
anlatılırdı. İnsanlar İslâm'a ısınınca helal-haramla ilgili âyetler indi. Eğer,
ilk inen âyetler "İçki içmeyiniz!" şeklinde olsaydı, insanlar
kesinlikle "İçkiyi asla bırakmayız." derlerdi. Eğer "Zina
etmeyin!" denseydi, "Zinayı asla bırakmayız." derlerdi.[512]
Rasûl (s.a.s.), davetin başında tevhid inancına ve putlara
ibadetten kaçınmaya çağırıyordu. Sahabenin gönlünde İslam ilkelerinin
yerleşmesinde; İslam'ın yayılmasında cihad sorumluluğunu taşımaları için onları
nefsen ve ruhî olarak hazırlamada bu anlamlı bir esastı. İman gönüllerde
yerleşince, Medine'ye hicret tamamlandı ve İslam devleti kuruldu. Bundan sonra
Rasûl (s.a.s.) toplumun düzenlenmesiyle ilgili öteki birçok konuyu ele almaya,
İslam toplumunda hayatın düzenlenmesinde gerekli olan kanunları koymaya
başladı.
Bedevî araplar gelip Rasûl (s.a.s.)den İslamı sorduklarında
o, ağır gelmesin diye, sadece İslamın esaslarını ve yapılması şart olan farzlarını istiyor veya
öğretiyordu. O'na göre İslam kalplerine yerleşirse, gönülleri genişleyecek ve
yapılması güzel olan işleri yapmaya yöneleceklerdi."
Arabın biri Rasûl (s.a.s.)e geldi ve dedi ki:
- "Ey Allah'ın Rasûlü, bana öyle bir amel
söyle ki yaptığımda Cennet'e gireyim?
- Allah'a
ibadet eder, O'na hiç bir şeyi eş koşmazsın. Namazı kılar, farz olan zekatı
verirsin, Ramazan orucunu tutarsın. Adam:
- Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki buna
hiçbir şey eklemeyeceğim. Dönüp giderken Nebi (s.a.s.):
- "Cennetlik
birini görmek kimi sevindirecekse, bu adama baksın." buyurdu.[513]
Saçı sakalı dağınık Necid'li bir adam Nebi (s.a.s.)e
geldi. Konuştuğunu duyuyor fakat ne dediğini anlamıyorduk. Rasûl (s.a.s.)e
yaklaştı ve hemen İslam hakkında soru sormaya başladı. Rasûl (s.a.s.)
cevapladı:
- “Bir
günde beş vakit namaz.”
-
“Kılmam gereken başka namaz var mı?”
- “Hayır
ancak nafile kılabilirsin.”
Sözüne devamla:
- “Ramazanda
bir ay oruç.”
- “Tutmam gereken başka oruç var mı?”
- “Hayır,
yok fakat nafile tutabilirsin.” Talha der ki, Rasûl (s.a.s.) zekatı söyleyince de:
- “Başka var mı?” diye sordu. Rasûf (s.a.s.):
- “Yok
ancak sadaka verebilirsin.”
buyurdu. Adam ayrılırken:
- "Vallahi, ne bunlardan fazla ne de eksik
yapacağım." dedi. Rasûl (s.a.s.):
- "Eğer
sözünde durursa kesinlikle kurtuldu." buyurdu
[514]
Bu
iki hadis, Rasûl
(s.a.s.)in, İslama yeni girenlerin kalplerinde iman yerleşinceye kadar, İslamın
aslî görevlerini kısaca öğretmesindeki hikmeti açıkça ortaya koyuyor. İman gönüllerinde yerleşince, bu onların salih amellerden
çok şeyi öğrenmelerinde güçlü bir güdü olacaktır. Rasûl (s.a.s.)e biat etmek
için gelen Sakîf kabilesinin hikayesi, davranışların değiştirilmesinde Rasûl
(s.a.s.)in aşamayı kullanmasının inceliğini açıklıyor: "Sakif heyeti
Rasûl (s.a.s.)e geldiler. Rasûl (s.a.s.), kalplerinin yumuşaması için onları
mescide yerleştirdi. Sakifliler, mallarından öşür alınmamasını, cihada gitmemeyi,
rüku' etmemeyi şart koştular. “Öşür
alınmasın, cihada gitmeyin fakat rukûsu olmayan dinde hayır yoktur." buyurdu. Cabir'in rivayetine göre,
Sakifliler Rasûl (s.a.s.)'e biat ettiklerinde, zekat ve cihaddan sorumlu
olmamayı şart koştular. Rasûl (s.a.s.) bunu duyunca: "Müslüman olunca zekat da
verecekler, cihad da edecekler." buyurdu.[515]
Rasûl (s.a.s.)in, davranışları değiştirmede aşama prensibini
kullanmasının güzel misallerinden biri de Muaz'ı Yemen'e gönderirken yaptığı
tavsiyedir: "Rasûl (s.a.s.) Muaz'a: Sen "Ehl-i Kitap" bir topluma gidiyorsun.
Gittiğinde onları "Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in O'nun
elçisi olduğuna" çağır. Eğer bu hususta sana uyarlarsa, Allah'ın günde beş
vakit namaz farz kıldığını haber ver. Bu konuda da sana uyarlarsa, Allah'ın
üzerlerine "zenginlerden alınan ve yoksullara verilen" zekatı farz
kıldığını bildir. Bu hususta da sana boyun eğerlerse, mallarının değerlilerini
almaktan sakın! Mazlumun bedduasından kork; çünkü onunla Allah arasında perde
yoktur."[516]
Rasûl (s.a.s.) Muaz b. Cebel'e, onlardan bu görevlerin
hepsini birden istemesini öğütlemedi. Böyle yapsaydı kesinlikle
onlara ağır
gelecekti. Belki de nefret edeceklerdi. Fakat o, bunları aşamalı olarak
istemesini, en önemliden başlamasını, sonra önem sırasına göre gitmesini
tavsiye etti. Böylece bu metodun, onların İslamı çabuk kabullerinde büyük
etkisi oldu. Görülüyor ki Rasûl (s.a.s.) oruç ve haçtan bahsetmedi. Belki o
zaman bu ikisi araplarca biliniyordu, belki de öncelikle bu üç esasa verdiği
önemden dolayı söylemedi. İslam gönüllerine yerleştiğinde, öteki iki esas, oruç
ve haccın yapılması kolay olacaktı.[517]
Yüce Allah, insan bilgisinin kaynağıdır, insanı
yaratan, ona hayat veren O'dur. Yüce Allah'ın, öğrenilmesi ve kavramasını
takdir ettiği şeyleri insanın öğrenip kavrayabilmesi için akıl ve duyular
vermiştir: "Yaratan
Rabbinin adıyla oku./O insanı embriyodan yarattı./Oku, Rabbin büyük kerem sahibidir./O,
kalemle yazmayı öğretti./İnsana bilmediğini öğretti."[518] “(Rahman) İnsanı
yarattı; ona beyanı (konuşup düşüncelerini açıklamayı) öğretti.”[519]
Duyular
ve aklı sayesinde
insan dış dünyada, çevresindeki eşya ve olayları gözlemler, onları sınıflara
ayırır, aralarında karşılaştırma yapar, genel sonuçlar çıkarır. Deneysel
araştırmalar yapmak, yeni gözlemlerde bulunmak suretiyle, ulaştığı sonuçların
doğruluğunu onaylar. Böylece insan, evrenin dış görünüşündeki gerçeklerin
çoğunu tanıyabilir, çeşitli ilimleri kurabilir.
"Ve Allah sizi, analarınızın
karnından -hiç bir şey bilmiyorken- çıkarttı, size kulak, göz ve
gönüller verdi. Umulur ki şükredersiniz."[520]
"De ki, sizi yaratan, size işitme, görme ve anlama duyusu veren O'dur. Ne kadar az
şükrediyorsunuz."[521]
İnsanın,
duyularıyla elde ettiği bilgi, kendisini kuşatan duyular alemiyle sınırlıdır,
ayrıca hata da yapabilir. Öğrenme konusunda insan aklının gücü de sınırlıdır,
çünkü insan aklı genelde duyular yoluyla sahip olduğu hisler sayesinde çalışır.
Ayrıca da insan aklı, düşünme hatalarına sebeb olan etkenlerin çokluğu
yüzünden vardığı hükümlerde yanlış yapabilir. Dördüncü Bölümde, "Hadiste
Düşünme" konusunda bu hususa dokunduk.
Bu
yüzden insan, onu bilgi hatasından
koruyan aklı ve duyulan yoluyla ulaşamayacağını bildiği bir çeşit kesin bilgi
edinmeye muhtaçtır. Yüce Allah'ın, sadık rüya, ilham, ve vahiy yoluyla
elçilerine ve nebilerine aktardığı kesin bilgiye muhtaç olması yüzünden
Allah'ın bu bilgiyle yardım etmesi, insana bir ihsanıdır. Rasûller ve nebiler
kanalıyla insan, dünya ve ahiret mutluluğunu kazanacağı doğru yolu öğrenmektedir.
"İnsanlar tek bir ümmet idi.
Allah, elçilerini müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi; onlarla birlikte,
anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetmek üzere, içinde
gerçekleri taşıyan kitabı indirdi.”[522]
"Andolsun biz elçilerimizi
açık kanıtlarla gönderdik. Onlarla birlikte kitabı ve adalet ölçüsünü indirdik
ki insanlar adaleti yerine getirsinler."[523]
Vahiy,
ilham, sadık rüya
yoluyla Yüce Allah insanlara, gayb âleminden, dünya ve yaratılış âleminden bazı
gerçekler ve esrarının çözüldüğü bilgi çeşitleriyle yardım etti. Geçmişte
olmuş, gelecekte olacak bazı olaylar ve işleri haber verdi. Veya belirli
amellerin yapılmasını emretti. Kur'an-ı Kerim'de, Yüce Allah'ın nebilerine,
rasûllerine, has kullarına vahyettiği bilgi ve hikmete işaret eden birçok âyet
vardır. Bu konuyu ayrıntılı bir şekilde ele alışımız, "Kur'an ve Psikoloji"
adli eserimizde geçmişti.[524]
Bu
durumda, bilgi kazanmak için
iki yol vardır: Birincisi; akıl ve duyularla edinilen bilgi yoludur. Bu yol
normalde insanların bilgi edinmek için alışık oldukları, bilginlerin ilmî
araştırmalarda izledikleri yoldur. Bu yolla edinilen bilgiler, öncelikle
duyular aleminin gözlemiyle başlar, son derece zor olan aklî düzenler ve
tasarım oluşumlarıyla son bulur. İkincisi; vahiy, ilham ve sadık rüya yoludur.
İnsan bu yolla, bazı gerçekleri keşfetmesi için Allah'ın gönderdiği veya bazı
bilinmeyen (gayb) bilgilerini haber verdiği veya geçmişte olmuş veyahut
gelecekte olacak ya da belirli işlerin yapılması için Allah'ın insanı sorumlu
tuttuğu, özel bir çeşit bilgi edinir.
İlm-i
Ledunnî ve
rahmanî ilhamın açık misallerinden biri, Kur'an-i Kerim'de, Kehf Suresinde
geçen Musa ve has kul -Hızır (a. s.)- kıssasıdır. Bu hikaye bize, az önce
işaret ettiğim iki bilgi çeşidi hakkında açıkça bilgi verir. Bu ikisi, duyular
aleminden uzanan bilgi ile vahy veya ilhamdan alınan İlm-i Ledunnîdir.
Bilindiği gibi, Musa (a.s.) nın temsil ettiği bilgi zahirî bilgidir; Hızır
(a.s.)ın bilgisi ise ilham veya vahiyden elde edilen İlm-i Ledunnîdir. Musa
(a.s.) önünde olan olayları görüyor ve ona göre hüküm veriyordu. Hızır (a.s.)
ise gördüğüne göre değil; Yüce Allah'ın ona açtığı gizli sırlar uyarınca,
bildirdiği şeylere göre hareket ediyordu.[525]
Vahiy,
Şeyh Muhammed Abduh'un tarifiyle,
"kişinin, vasıtalı/vasıtasız, Allah'tan geldiğine kesin olarak inandığı
bilgidir." Vasıtalı, işitme duygusunda meydana gelen, sesli veya sessiz
olarak varlığı ortaya çıkan bir oluşumdur. Vahiy ilhamdan şöyle ayrılır.
İlham, kişinin isteğine uygun gelen, nefsin nereden geldiğini hissedemediği,
doğru olduğunu algıladığı bir bulgudur.[526]
Kur'an-ı Kerim, Nebi (s.a.s.)e vahiy yoluyla gelmiştir.
Vahiy ona zil sesi şeklinde gelirdi. Bazen vahiy şiddetli gelirdi, öyleki,
soğuk günlerde alnından ter inerdi, biniliyken vahiy geldiğinde bineği yere
çökerdi. Vahiy, Nebi (s.a.s.)e, değişik seviyelerde, başka şekillerle de
gelirdi. Bunlar: Sadık rüya, Allah'ın dilediği bir şeyi aklına fikrine
-görmediği halde- meleğin getirmesi, meleğin insan kılığına girerek onunla konuşması,
bazen meleğin yaratıldığı gibi gerçek şekliyle görünmesi, İsra ve Mi'rac
hadisesinde olduğu gibi, Yüce Allah'ın -melek olmaksızın- doğrudan konuşması.[527]
Melek aracılığıyla, Nebi (s.a.s.)e gelen vahyin örneği, Huzeyfe hadisinde
anlattığıdır: "Annem, Nebi (s.a.s.)le ne zaman görüşeceğimi sordu, ne
zamandır görmediğimi söyledim, bana kızdı. Ona: "Beni bırak, Nebi
(s.a.s.)e gideyim, onunla akşam namazını kılayım, bana ve sana bağış
dilemesini isteyeyim." dedim. Gittim; akşamı onunla kıldım, namaz kıldı,
yatsıyı da kıldı, ayrıldı, ben de onu izledim. Sesimi duydu ve sordu: -
Kim o? Huzeyfe mi?
-
Evet.
- Ne
istiyorsun? Allah seni ve anneni bağışlasın? Sonra "Bu bir melek! Bu
geceden daha önce yeryüzüne hiç inmedi. Bana selam vermek, Fatıma'nın Cennet
kadınlarının hanımefendisi, Hasan ve Hüseyin'in Cennet gençlerinin
beyefendileri olduğunu müjdelemek için Rabbinden izin istedi." buyurdu.[528]
Nebi
(s.a.s.) bazen vahiy yoluyla gelecekte ne olacağını, geçmişte ne olduğunu haber verirdi.
Sahabeye, bu gibi şeylerden sözlerinde ve konuşmalarında bahsederdi.[529]
Vahiy,
nebi ve rasullerin dışındaki
kimselere de gelir. Kur'an-ı Kerim'de Musa'nın annesine, havarîlere, Allah'ın
has kullarına vahiy geldiği belirtilmiştir.[530]
Nebi
ve Rasullerin dışındaki
kimselere ilham geldiğini gösteren birçok hadis bulunmaktadır. Rasûl (s.a.s.): "Kim bildiğini
yaparsa bilmediğini de Allah ona öğretir."[531]
"Mü'minin
firasetinden (sezgi) korkunuz; çünkü o Allah'ın nuruyla bakar." buyurdu ve ardından şu âyeti okudu: "Elbette bunda fikir ve
feiraseti olanlar için ibretler vardır."[532]
Firaset bir nurdur; Allah o anlayışı istediği kulunun gönlüne düşürür, gizli
işleri onunla kavrar.[533]
Ömer (r.a.) bir konuda görüş bildirirdi, o sırada
vahiy onun görüşüne uygun inerdi. Bedir esirleri konusunda olduğu gibi. Rasûl
(s.a.s.) Ömer hakkında, "Sizden
önce kendisine ilham gelen kişiler vardı; ümmetimden böyle biri olacak olsaydı
Ömer olurdu.”[534]
buyurmuştur.
Sa'd
b. Ebi Vakkas anlatır:
"Bir gece, Rasûl (s.a.s.)in korumaya ihtiyacı olduğu ilham edildi. Kalktı
o gece nöbet tuttu. Aişe'den: Rasûl (s.a.s.) Medine'ye geldiği gecelerden
birinde uyumadan sabahladı:
- "Keşke
ashabımdan iyi biri olsa da, bu gece beni korusaydı." dedi. Ayşe devamla, tam o sırada silah
sesleri duyduk.
- Kim
o! diye
seslendi.
- Sa'd b. Ebi Vakkas.
- Seni
buraya kim çağırdı?
- İçimde, Rasûl (s.a.s.) hakkında bir korku
oluştu, onu korumaya geldim. Rasûl (s.a.s.) ona dua etti ve sonra uyudu."[535]
İlham, hakka yönelmek ve hayra sarılmak için, melek
tarafından verilir. Bazen de aynı şekilde, hakkı yalanlamak ve
şerre sarılmak üzere, şeytanlardan
bir grup olur. Rasûl (s.a.s.): "Kesinlikle şeytanın da, meleğin de
insanoğluna yaptığı kısa yayını vardır. Şeytaninki kötülüğü emretmek, hakkı
yalanlamaktır. Meleğin ki iyiliği emir ve hakkı onaylatmaktır. Kim meleğin
yayınından bir şey duyarsa, bilsin ki, Allah'tandır; bu yüzden Yüce Allah'a
hamdetsin. Kim de ötekini duyarsa, şeytandan Allah'a sığınsın." Sonra şu
âyeti okudu: "Şeytan
sizi fakirlikle korkutup çirkin şeylere teşvik ediyor."[536]
Modern
psikoloji, bilginin yorumunda maddî bir yönelişe yönelmektedir. Çünkü, insan bilgisinin dayandığı esasın
duyularla algılanan bilgi olduğunu kabul etmektedir. Modern psikoloji
bilginleri; öğrenme, vahiy, ilham, sadık rüya yoluyla bilgi kazanmaya itiraz
etmemektedirler. Onlar, deneysel araştırmalara tabi, mukayase ve gözlemi mümkün
olan ruhî olayların incelenmesini kendilerine şart koşmuş durumdalar. Deneysel
araştırmaya konu olmayan ruhî durumlara geiince, onları psikolojide araştırma
dairesinden uzak tutuyorlar.
Nefsî fenomenierin/olayların yorumunda bu maddî yönelişten
hareket edilmekte; tabiî ilimler, biyoloji, fizyoloji gibi diğer ilimlerin
kullandığı ilmî metodlara tutunulmaktadır.
Modern
psikoloji ilmi, öğrenme
ve bilgi edinme konusunu araştırınca, insan bilgisi için, kesinlikle tek bir
kaynaktan başka bir kaynak tanımamaktadır. O da, tüm yüksek anlamların, soyut
aklî tasarımların, son derece karmaşık aklî sistemlerin oluştuğu hislerle
sağlanan bilgilerdir.
Modern
psikoloji, yaratıcı
düşünceyi ele alınca, ilham konusuyla karşılaşmaktadır. Psikoloji bilginleri,
bazı bilgin ve edebiyatçıların bazen uykularında bazen de uyanıkken ilham aldıklarına dair
misaller vermektedirler. Fakat onlar bu durumlardaki ilhamı, aklın bir dinlenme
sürecinden sonra birtakım şüphe ve engellerden kurtulması, konunun ana
hatlarının düzenlenmesi, zihinde daha önce kurulmayan ilişkilerin ansızın
ortaya çıkması ve zihinde fikrin mayalanmasının bir sonucu olarak
yorumluyorlar. Düşünürün, uzun süredir araştırdığı şey ortaya çıkmış oluyor.
Akla ansızın gelen bu yeni fikre veya proplemin çözümüne "ilham” adını
veriyorlar. Bu durumda ilham, zihne dışardan gelen bir şey değil; zihinde
konunun anahatlarının oluşması sonucunda, insan zihninden doğan birşeydir.
İlhamın yorumunda, modern psikolojinin görüşü ve dinin
bakış açısını uzlaştırmak mümkündür. Modern psikoloji, ilhamı yorumunda,
beyinde meydana gelen ve nefisde ona eşlik eden fizyolojik işler seviyesinde
durmaktadır. Fakat ilhama, dinin bakış açısından bakacak olursak, bunu
yetersiz görürüz. Çünkü Yüce Allah, bütün evrende, evrendeki bütün
yarattıklarında, meydana gelen tüm olaylarda dilediği gibi davranandır; ondaki
-küçük/büyük- her şeyi bilir; O, her şeye gücü yetendir.
"Rabbinden, ne yerde ne gökte,
zerre ağırlığında, ondan daha büyük daha küçük hiçbir şey kaçmaz, hepsi apaçık
bir kitaptadır."[537]
"Bilmez misin ki, Allah gökte
ve yerde ne varsa bilir. Muhakkak o bir kitaptadır, şüphesiz o Allah'a göre
kolaydır."[538]
"Bilmez misin ki Allah her şeye kadirdir."[539]
"Ya bilmezler mi ki, onlar neyi sır tutarlar ve neyi de açığa vururlarsa Allah hepsini bilir."[540]
Herhangi
bir konuda, insanın
aklından geçen düşüncesini Yüce Allah bilir. Dilerse, insanın fikrini ulaştığı
yeni düşüncede veya herhangi bir problemin çözümünde yönlendirmeye gücü
yeter. Bu durumda ilham oluşur, gerçekte bu Yüce Allah'tan gelen bir şeydir.
Psikoloji bilginlerine göre ilham; düşünme sırasında meydana gelen beyin
faaliyeti sonucunda -zihinsel faaliyetler dışında başka bir gücün müdahelesi
olmaksızın- insan zihninden çıkmaktaysa da[541] bu
durumda vücuda gelen her şeyin Yüce Allah'ın bilgisi, kudreti ve dilemesi
sonucunda olduğunu bilmemiz gerekir. Düşünme sırasında insan beyni ve
hücrelerinde oluşan fizyolojik ve zihinsel faaliyetler bunun dışında değildir.
Fizyolojik
akıl (beyin), okuma, yazma,
öğrenme, bellek, konuşma, düşünce gibi yüksek akıl merkezi olup; iki kemik
arasındaki beynin ön tarafında olduğu bilinmektedir. Başın önü, Rasûl
(s.a.s.)in bir duasında geçen "nasiye" yani alındır. "Ey Allahım, ben senin
kulunum. Senin kulun olan bir erkek ve kadının oğluyum. ‘Nasiye’m senin
elindedir."[542]
diye dua etmiştir. Rasûl (s.a.s.) "nasiyem senin elindedir" derken,
açıkça insan alnına işaret ediyor. Yani, insandaki yüksek akıl faaliyetlerinin
meydana geldiği beyin, kafanın önünde, iki (dilim) kemik
arasında bulunan yer. İşte orası Yüce
Allah'ın elindedir, orada dilediği gibi davranır. Allah istediğinde, beyinde,
iki dilim arasında bulunan fizyolojik merkezde oluşan düşünce faaliyetinin
yönünü yeni bir fikre dönüştürür. İşte ilham budur.
Kur'an-ı Kerim de Alak suresinde, bu manaya Yüce Allah
işaret etmiştir. "Sakın!
Celalim hakkı için, eğer akıllanıp vazgeçmezse, mutlaka sürükleyeceğiz biz o
alnı./ Yalancı, cânî alnı!"
[543]
Yalancı, günahkar alnın anlamı nedir? Beynin önünün
yalancı, hatalı olmasının manası nedir? Bundan anlamamız mümkün olan tek anlam,
beynin önü iki dilim teşkil etmekte; aklî faaliyetlerin merkezi, doğruluk,
yalancılık, doğru, yanlış v.b. yüksek akıl faaliyetleri orada bulunmaktadır.
İnsanın yalanı ve yanlışı öncelikle, beynin önünde bulunan aklın, aklî
faaliyetler merkezinde oluşurlar. Sonra gereken duruma göre, söz veya hareket
şeklinde, bir davranış olarak ortaya çıkarlar.[544]
Düşler, uyku sırasında oluşan zihnî faaliyetlerdir.
İnsan onu uyurken resimler ve çeşitli olaylar şeklinde görür, orada birçok
işler ve faaliyetler yapar. Bazen bunları uyandığında hatırlayabilir, bazan da
hatırlamak zor gelir. Rüyalar[545] bazen
açık, anlaşılır ve yorumu kolay olur. Düşünürler, eskiden
beri,
rüyaları yorumlamaya, anlamını
kavramaya, sebeplerini bulmaya çalıştılar. Bunun için çeşitli nedenler
söylediler. Rüyalar bazen insan uyurken, bazen hissî uyarıcıların etkisi sonucunda
görülür. İster bu uyarıcılar ses, ışık, koku gibi dışardan isterse açlık,
susuzluk acı v. b. şeyler duyma gibi vücudun çeşitli duyuları olsun, aynıdır.
Bazen rüyalar insan uyurken zihninde, mazideki hayatının hadiselerinden saklı
olan hissî resimlerin ortaya çıkmasından oluşur. Bazen de, uyanıkken düşündüğü
çok önemli şeyleri düşünmesinin uykusunda devam etmesinden ibarettir. Bazı
bilginler, uyanıkken düşündükleri bilimsel problemlerin çözümünü rüyalarında
bulduklarını söylemişlerdir. Bazen de düşler, bazı isteklere kavuşma, uyanıkken
doyum sağlayamadığı bazı arzularına rüyada doyum sağlamaktan ibarettir. Çoğu
zaman insan düşünde, hayatında gerçekleşmesi zor olan arzu istek ve
emellerinin gerçekleştiğini görür. Bazı durumlarda da, anlaşılması kaygıya
sebep olacağından bilinç üstüne çıkması engellenmiş, baskı altına alınmış,
insanın frenlenmiş bazı güdüleri arasındaki mücadelenin uygun bir ortamda
çözümlenmesinden ibarettir. Bu ortamın sağlanması normalde derin uyku
halindeyken sağlanmaktadır. Bu yöneliş, düşlerin yorumunda, Psikanaliz
Okulunun kurucusu Sigmund Freud'un tuttuğu yoldur. Bazen rüyalar haber
içerikli, daha sonra gerçekleşecek olayları haber verici durumda olur. Bunlar
ister iyi bir haberi müjdeleyen, ister bir kötülükten dolayı uyaran, isterse
insanın birtakım gizli sırlarını ve bazı bilinmeyen işlerini ortaya çıkaran
türden olsun, farketmez. Bu son çeşit düşe rüya denir. Eski düşünürlerin çoğu,
semavî dinlerde geçtiği gibi, haber içerikli veya keşif türü rüyalar dediler.
Fakat modern psikoloji bilimi, bu türü incelemeye almıyor; bütün mesaisini, sadece,
daha önce zikrettiğimiz düş çeşitlerini incelemeye ayırmaktadırlar.[546]
Kur'an-ı Kerim'de, rüya ve karmakarışık düşler geçmektedir.
Rüya bazen, Yüce Allah'ın gayb'la ilgili bir gerçeği bildirmesi şeklinde keşif
ve haber verme özelliği olan veya ilerde gerçekleşecek düşler olur. Bazen de,
özellikle nebi için, görene yapma sorumluluğunu yükleyen bir rüya olur.
Karmakarışık düşlere gelince, kapalı düşler olup, yorumu zordur. Bu tip düşler,
bilindiği gibi, modern psikologların incelediği; özellikle yorumu büyük çabayı
gerektiren, kapalı sembolik düşlerdir.
Kur'anı Kerim, çoğunlukla nebilerin rüyalarından bahsetmiştir.
Mesela, İbrahim (a.s.)ın oğlu İsmail (a.s.)ı kurban ettiği rüyası. Bu rüya Yüce
Allah'ın, elçisine yapma sorumluluğunu yükleyen vahiy çeşiti olan
rüyalardandır. "(Çocuk)
onun yanında koşma çağına erişince (İbrahim): "Ey yavrum! dedi, Rüyamda
seni boğazladığımı görüyorum. Artık bak, ne dersin? “ Babacığım, sana
emredileni yap! Beni inşallah sabredenlerden bulacaksın." dedi./Ne zaman
ki bu surette ikisi de teslim oldular; onu tuttu şakağı üzerine yatırdı./Ve
ona şöyle seslendik: "Ey İbrahim,/Sen rüyayı doğruladın, işte biz güzel
davrananları böyle mükafatlandırırız."/Gerçekten bu apaçık bir sınav
idi./Ve fidye olarak ona büyük bir kurbanlık verdik.”[547]
Yine
Kur'an-ı Kerim
Yusuf (a.s.)ın, önceden haber verici türünden olan rüyasını zikreder: Bir
zaman Yusuf babasına: "Babacığım,
ben onbir yıldızla güneş ve ayın bana secde ettiklerini gördüm." demişti.[548]
Kur'an-ı Kerim yine, Rasûl (s.a.s.)in, kendisi ve müminlerin,
traş olarak Mekke'ye girdiklerini gördüğü , haber verici cinsten olan rüyasını
zikretti. "Andolsun
Allah, elçisinin rüyasını doğru çıkardı. İnşallah, kiminiz başlarınızı traş
ederek kiminiz saçlarınızı kısaltarak, korkmaksızın, güven içinde Mescid-i
Haram'a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bildi de ondan önce size yakın
bir fetih verdi."[549]
Yine
Kur'an-ı Kerim,
nebilerden başkalarının bazı rüyalarını zikretti. Hapiste Yusuf (a.s.) ile
birlikte yatan iki gencin rüyasını ve Yusuf'un bu rüyaları yorumunu anlattı.[550]
Yine Kur'an, Mısır kralının "Yedi semiz ineğin yedi arık ineği yediği;
yedi yeşil ve yedi kuru başak" gördüğü rüyasını[551] da
anlattı. Mısır kralı ve Yusuf'un hapis arkadaşları rüyası, böyle rüyaları
sadece nebiler ve Allah'ın has kullarının görmediği, aksine sıradan kimselerin
ve Yüce Allah'ın gözettiği bir hikmete bağlı olarak kafirlerin de
görebileceğini göstermektedir.
Rasûl (s.a.s.) de, bir çok hadisinde rüyayı ele
almıştır. Ayrıca kendinin ve ashabının gördüğü rüyaların yorumunu da dile
getirmiştir. Rasûl (s.a.s.) üç tür rüyadan bahsetmiştir:
"Rüya
üç çeşittir: Allah'tan bir muştu olan doğru rüya, şeytanın üzüntü verdiği rüya,
kişinin kendine konuştuğu şeyler (yaşantısının yansıdığı rüya.) Sizden biri
hoşuna gitmeyecek bir şey görürse; kalksın, namaz kılsın, rüyasını da kimseye
anlatmasın."[552]
Bu
hadisteki rüya, düş
anlamınadır. Birincisi; Yüce Allah'ın bir müjde olanı, sadık rüyalardır.
Kur'an'da geçen, daha önce işaret ettiğimiz, nebilerin rüyaları gibi.
İkincisi; şeytanın yalanı ve korkutması olan, hüzün veren düşlerdir. Üçüncüsü;
uyuyanın, geçmişteki olayları ve hatıralarını gördüğü, günlük hayatında
kafasını meşgul eden, istek, arzu ve emelleriyle ilgili düşlerdir. İkinci ve
üçüncü çeşitler, bu hadisin içerdiği düşlerdir. Açıkça anlaşıldığı gibi, modern
psikologların incelediği bütün düşler bunlardır. Birincisine gelince,
onların, araştırmalarına almadıkları sadık rüyalardır.
Diğer bazı hadislerinde Rasûl (s.a.s.), bu üç çeşit
düşten sadece ikisini zikretti. Birincisi, insanın kendisini sevindirecek
sevdiği bir şeyi görüp, Allah'a nisbet ettiği rüyalardır. İkincisi, insanın
hoşuna gitmeyen bir şeyi gördüğü ve şeytana nisbet ettiği rüyalardır. Rasûl
(s.a.s.): "Sizden
biri, sevdiği bir rüya görürse, o mutlaka Allah'tandır, bu yüzden Allah'a
hamdetsin ve rüyasını anlatsın. Hoşuna gitmeyen bir rüya görürse, kesinlikle o
şeytandandır. Şerrinden Allah'a sığınsın, kimseye de anlatmasın, çünkü ona
zararı dokunur."[553]
"Doğru
rüya, bir başka rivayette, güzel rüya Allah'tandır. Düş şeytandandır. Kim
hoşuna gitmeyen bir şey görürse, üç kere soluna tükürsün,
Allah'a sığınsın, böylece ona zarar gelmez."[554]
buyurmuştur.
Bu
iki hadis, insan iyi veya güzel
bir rüya gördüğünde bunu Yüce Allah'a nisbet etsin ve hamdetsin. Hoşuna gitmeyen
fena bir rüya görünce bunu şeytandan bilsin çünkü bu, onun yaptığı
parazitlerdir. Bu rüyasını kimseye anlatmasın çünkü kötümserliğe sebep olur ki
kötümserlik (şerre yormak) yasaklanmıştır. Allah'a sığınsın, O'na dayansın,
Allah'ın izniyle o rüyanın zararı dokunmaz.[555]
Kötü rüyanın şeytandan bilinmesi, onun yarattığı anlamına değildir. Bütün iyi
ve kötü rüyaları Allah yaratmakta ve O'nun emriyle görülmektedir. Fakat Yüce
Allah: "Güzel rüyaların görevli melek huzurunda yaratılması kanununu
koyduğundan O'na nisbet edilmekte, yalan/yanlış düşleri de şeytan huzurunda
yarattığından, ona nisbet edilmektedir."[556]
Muhammed
(s.a.s.)'in elçiliğinin
başlangıcı sadık rüya görerekti. Aişe anlatır: Rasûl (s.a.s.)e vahiy başlangıcı
uykuda sadık rüya görmesiyledir. Rüyasında ne görürse, sabah aydınlığı gibi gerçekleşirdi."
[557]
Müslümanın rüyası, Yüce Allah'tan bir müjdedir, peygamberlikten
bir parçadır: "Rasul
ve nebi olmak kesildi, artık benden sonra nebi ve rasul gelmeyecektir." deyince, halka bu söz zor geldi. "Fakat mübeşşirat var." buyurunca, onun ne
olduğunu sordular: Müslümânın rüyasıdır. O,
nübüvvetten bir parçadır."
buyurdu.[558]
"Müminin
rüyası, nübüvvetin 46'da biridir."[559]
"Nübüvvetten
ancak mübeşşirat kalmıştır,
deyince "Mübeşşirat nedir?" diye soruldu: "Doğru rüya." buyurdu.[560]
Rasûl (s.a.s.), büşra kelimesini Yüce Allah'ın
"Onlara dünya hayatında da, âhiret hayatında da müjdeler..." âyetini
"doğru rüya" diye tefsir etti.[561]
Öyleyse, "nübüvvetten bir parçadır." O, Yüce Allah'tandır. Hayır ve
şer, olacak şeylerde kul bilgi sahibi olur. Mübeşşirat/müjdeciler sözü sadece
geçen iki hadiste gelmiştir. Rüyalara çoğunlukla öyle olduğu için müjdeciler
denmiş veya korkutucular kelimesinin karşılığı olduğu için mübeşşirat demekle
yetinilmiş olmalıdır."[562]
Bazıları, Rasûl (s.a.s.)in "Rüya, nübüvvetin
kırkaltıda biridir." sözünü, nebiye vahyin iniş süreci 23 yıl, ilk altı
ayı sadık rüya olunca, kırkaltı da biri olur şeklinde açıklama yapmışlardır.
Başka bir rivayette "kırkta biri" olarak gelmiştir. Bu farklılık,
rüyayı görenin durumuna göredir. Fasıkın rüyası yetmişde bir, has kulun kırkta
bir, yani olabildiğince gerçek demektir.[563]
Sözü doğru gerçek müminin rüyası da olabildiğince doğru olur. Rüyasının gerçeklik derecesi, doğruluğu
ile doğru orantılıdır: "Rüyası
en gerçek olanlar, sözü en doğru olanlardır."[564]
İnsan,
eskiden beri taşıdıkları anlamı, içerdikleri gizemi ve haber verdikleri muştu
ve korkuyu bilmek için rüyaların yorumuna özen göstermişlerdir. Tarih boyunca,
rüyaların yorumu konusunda, çeşitli toplumlarda uzman kişiler ortaya çıktı.
Kitaplar yazdılar, rüyalardaki sembollerin sırlarını keşfetmek için kurallar
koydular.
Şüphesiz ki İslam öncesi, arapların da rüyaların
yorumu konusunda özel metodları vardı. Fakat bu konudaki bilgiler, bildiğim
kadarıyla bize ulaşmadı. Kur'an'ın inmesi, bazı âyetlerin rüyalar ve
yorumlarını içermesi; bazı nebevî hadislerin de rüyalar ve yorumlarını içine
alması, Rasûl (s.a.s.)in kendinin ve ashabının gördüğü rüyaları yorması
yüzünden İslam toplumunda, rüyaların yorumu konusunda özel bir metod oluşmaya
başladı. Kur'an ve hadiste geçen misal ve benzetmeler ve açıklama için güzel
örnekler, rüyaların sembollerinin yorumunda özel bir metodun konması için
temel oluşturdu. Rüyaların sembolik yorumu için misaller Kur'an'ın misal ve
benzetmeleriyle bazı ibarelerinden alınmıştır. Rüyada ip, Yüce Allah'ın "Allah'ın ipine sımsıkı
sarılın."[565]
âyetinden hareketle "(ahd) verilen söz" olarak yorumlanmıştır.
Kadınlarla ilgili el-Bıyz/Yumurta" kelimesi, Yüce Allah'ın, kadınların vasfı
konusunda "Sanki saklı
yumurtalar"[566]la,
münafıklar ve özellikleriyle ilgili "Haşeb/Kütük", Yüce Allah'ın
"Sanki dayanmış keresteler gibidirler/Yuvarlanmış içi boş kütükler"[567]
âyetinden, kurtuluşla ilgili "Sefine/Gemi" kelimesi Yüce Allah'ın
"Onu ve gemidekileri kurtardık." âyetinden[568] v.
s. alınmıştır.
Rasûl (s.a.s.)in hadislerinde bulunan misallerden alınmış
sembolik yorumlar, rüyada "fare" görmenin şirret kadın, kapan/ısıran
köpek ve karga yaramaz adam olarak yorumlanmış; bu da Rasûl (s.a.s.)in
"Beş yaramaz hayvan vardır, harem bölgesinde öldürülür: Karga, çaylak,
akreb, fare, ısıran köpek."[569]
hadisinden, kadınların ince cam şişeler olarak yorumlanması Rasûl (s.a.s.) in
"lyyake ve'l kavarir/ cam şişeleri kırmakîan sakın"[570]
hadisinden alınmıştır.[571]
Kur'an
ve hadisin etkisi, İslam toplumunda ortaya çıkan "rüya tabirleri" kitaplarında açıkça gözükmektedir.
Rüyaların yorumu konusundaki kitapların en meşhuru ise İbnu Şirin (110/728)'in
eseridir. Rüya tabircileri, yorumcuda bulunması gerekli şartların, Kur'an'ı ve
hadisi bilmek olduğu görüşündedirler. Buna misal olarak, İbnu Sirîn'in "Kitabu Tefsir-i Ahlami'l Kebir"
adlı eserinin birinci bölümünden bir parça verelim: "Bil ki, -Allah beni
ve seni yolunda başarılı kılsın- Rüya nübüvvetin kırkaltıda biri olunca,
Allah'ın doğruya ulaştırması için, rüya tabircisinin Allah'ın kitabını, Rasûl
(s.a.s.)in hadisini ezberlemesi, arap dilinde uzman olması, kelimelerin kökenini
bilmesi, insanların yapısını tanıması, iyiyi kötüden ayırma metodunu bilmesi,
iffetli, iyi ahlaklı, doğru sözlü olması gerekir."[572]
Yine Kur'an ve hadisin, rüyaların yorumundaki rolünü filozofların, Farabî
(339/950)[573]
İbnu Sina (428/1037)[574]
gibi müslüman düşünürlerin görüşlerinde buluruz. Onlar sadık rüyayı, nefsin
mele-i a'la (felsefede faal akıl) ile bağlantı kurması, vahiy ve ilhamı oradan
alması olarak açıklıyorlar.[575]
Birtakım rüyaların anlamı açık olur, yoruma gerek kalmaz.
Bir kısmının anlamı içerdiği sembollerde saklı olur; rüyanı anlamının
anlaşılması için yoruma muhtaçtır. Rüyaların yorumu için birkaç yol vardır:
Bunlardan biri, rüyada geçen isimler ve onların türevlerinden faydalanarak
yapılan yorumdur. Rasûl (s.a.s.) gördüğü bazı rüyaları, onda geçen isimlerden
yararlanarak yorardı, ashabına da bu yolla yorumlamalarını tavsiye ederdi.
Rasûl (s.a.s.): "Rüyayı
yormak zor gelirse, isimlerden hareket
ediniz."[576]
Rasûl (s.a.s.)in gördüğü ve isimlerden hareketle yorduğu
rüyalara bir örnek: "Bir
gece bir rüya gördüm. Ukbe b. Rafiin evindeymişiz. Bize, İbnu Tâb hurmasından
getirdiler. Bunu, dünyada yükselme, ahirette de afiyetin bizim olacağına;
dinimizin tamamlandığına yordum."[577]
buyurdu.
Rasûl (s.a.s.) kendi ve müslümanlar adına yüksekliği,
rüyada geçen "Rafi"' isminden, ahirette afiyeti ise "Ukbe"
kelimesinden, dinin tamamlandığını da "Tâbe"den çıkarmıştır. Abdulah
b. Selâm'ın rüyasını tabiri de, isimlerden yararlanarak yorduğu rüyaya
örnektir: "Kendimi bir bahçede gördüm. Bahçenin ortasında bir direk,
direğin tepesinde bir kulp vardı. Haydi bu direğe çık denildi, çıkamam dedim.
Bunun üzerine yanıma bir hizmetçi geldi, elbisemi soydu, ben de çıktım ve
kulpu tuttum. Tutamak elimdeyken uyandım. Rüyamı Nebiye anlattım. Buyurdu ki,
"Gördüğün
bahçe İslam bahçesidir. Direk de İslam dininin direğidir. Yakaladığın kulp da
kopmak bilmeyen sağlam kulp (Urvetu'l Vuskâ)dır; sen ölünceye kadar İslam
üzere kalacaksın."[578]
Rasûl (s.a.s.) bazı rüyaları da rüyada geçen
varlıklarla yorumlardı. Böyle bir rüyaya misal, Rasûl (s.a.s.)in anlattığı
rüyadır: "Ben
uyurken, üzerlerinde gömlekleri olduğu halde insanların bana arzolunduklarını
gördüm. Gömleklerin bazısı memelerine, bazıları daha aşağı uzanıyordu. Ömer b.
Hattab da, üzerindeki gömleği yerde süründüğü halde geçti. Sahabe: Bunu neye yordun, Ya Rasûlallah? diye
sordular. Dine, buyurdu.[579]
Rasûl (s.a.s.): "Uyurken, bir bardak süt getirildi. Ondan kana kana içtim.
Artanını Ömer'e verdim."
buyurunca sahabe: Bunu neye yorumladın? dediler. İlme,
buyurdu.[580]
Yine:
"Rüyamda,
saçı başı dağınık siyah bir kadının Medine'den Mehyea'ya, yani Cuhfe'ye
vardığını gördüm. Bunu, Medine' vebasının oraya ulaştığına yordum."[581] buyurdu.
Rasûl (s.a.s.) aynı zamanda sahabenin de rüyasını yorumlardı.
Sabah namazını kıldırınca sahabeye döner ve sorardı: "Sizden, geceleyin rüya gören
oldu mu?"[582] Kim
rüya görmüşse anlatır, o da yorumlardı. Biraz önce, Abdullah b. Selâm'ın
rüyasını yorumlamasını anlattık. Bir başka misal ise, kadın sahabî Ümmü'l
Ala'nın rüyasını anlatması ve Rasûl (s.a.s.)in yorumlamasıdır. Kadın anlatır:
"Rüyamda, Osman b. Maz'un'a akan bir pınar gördüm. Bunu Rasûl (s.a.s.)e anlattım.
Bu, onun
pınar gibi akan amelidir."
buyurdu.[583]
Ümmü'l
Fadl bir rüya gördü ve Rasûl (s.a.s.)e anlattı:
- "Ya Rasûlallah, senin organlarından biri
sanki benim evimdeymiş, rüyamda öyle gördüm.
- Gördüğün
hayırdır; Fatma bir çocuk doğuracak ve sen
emzireceksin. Fatıma
Hasan veya Hüseyin'i doğurdu. Kadın kendi bebeği Kusem'in sütüyle onu
emzirdi."[584]
Fatma Hasan'ı getirdi; kadın onu kucağına aldı ve emzirdi.
Bazı sahabeler de rüyaları yorumluyorlardı. Ebu Bekir
(r. a.) bu konuda en uzman olanlarıydı. İbnu Abbas'ın anlattığına göre, bir
adam Rasûl (s.a.s.)e geldi:
- "Ya Rasûlallah, geceleyin rüyamda yağ ve bal
yağdıran bir bulut gördüm. Halkın da bundan elleriyle avuç avuç aldıklarını
gördüm; kimi çok avuçluyor, kimi az avuçluyordu. Gökten yere bir ip uzandığını
ve senin onu alarak yükseldiğini gördüm. Senden sonra biri o ipe tutundu ve
yükseldi. Sonra başka birisi tutundu, yükseldi. Sonra bir başkası ipe sarıldı,
fakat ip koptu. Sonra ipi bağladılar, adam yükseldi. Ebu Bekir:
- Anam babam sana kurban olsun, Ya Rasûlallah!
Vallahi, müsade edersen bu rüyayı ben yorumlayacağım. Rasûl (s.a.s.):
- Yorumla,
dedi. Ebu Bekir:
-
"Bulut, İslamdır. Ondan yağan yağ ve bal ise Kur'an; O'nun yumuşaklığı ve
tadıdır. Ondan avuçlayanlar ise, Kur'andan çok veya az yararlananlardır. Gökten
yere uzanan ip ise, senin tutunduğun ve Allah'ın seni yükselttiği haktır.
Senden sona bir adam ona sarılacak ve yükselecek. Sonra başka bir adam
tutunacak ve yükselecek. Sonra bir başkası tutunacak fakat ip kopacak ama
ulanınca tekrar yükselecek. Babam sana kurban olsun, Ya Rasûlallah! Doğru mu
yorumladım, yanlış mı, söyle?" deyince,
- "Bazısını
doğru bildin, bazısında yanıldın."[585]
buyurdu.
Aişe, babasına bir rüya anlattı:
- "Odama düşen üç ay gördüm." deyince,
- "Eğer rüyanı doğru anlatıyorsan, odana,
yeryüzünün üç hayırlı insanı gömülecek. Rasûl (s.a.s.) ölünce,
- "Ya Aişe! İşte en hayırlı ay'ın,"
dedi.[586]
İbnu Hişam (218/ 833)'ın Siyret'inde geçtiğine
göre, Ebubekir (r.a.), Rasûl (s.a.s.)in bir rüyasını yorumladı. Rasûl (s.a.s.)
anlattı:
- "Rüyamda,
sanki hays[587]
tan bir lokma aldım, tadı hoşuma gitti. Yutunca boğazıma birşey takıldı. Ali
elini soktu ve çıkardı.
"Ebu Bekir es-Sıddik (r.a.):
- "Ya Rasûlallah, bu senin seriyyelerinden
biridir; sana sevdiğin bazı şeyleri getirecek fakat bazısı sorun olacak. Ali'yi
göndereceksin, o işi kolaylaştıracak."[588]
Rasûl (s.a.s.) ve Ebubekr’in yorumladığı rüyalara
baktığımızda, rüyalarda geçen bazı sembollerin manasını şöylece özetlemek
mümkündür:
Sembol Yorum
Gömlek ve elbise.
Din.
Süt (İçmek).
İlim.
Sığır (görmek).
Mü’minlerden
bir grup.
Sığır boğazlamak/ölümü. Bazı sahabe
ve yakınlarının ölümü.
Kılıç.
(Ganimet veya savunma için toplanan) sahabe.
Kılıcın ağzında gedik/kırılması. Bazı sahabe ve
yakınların ölümü (Uhud’daki
gibi).
Ukbe
b. Rafi'in adı. Rafi’ isminden dünyada
yükselme, Ukbe’den
ahirette afiyet.
İbnu Tabe'nin hurmasından yemek. Dinin tamamlanması.
Saçı başı dağınık siyah bir kadının Medine
'den çıkması.
Salgının Medine’yi terki.
Bahçede bulunmak.
İslam ve onunla ilgili herşey.
Bahçenin ortasında direk. İslam’ın esasları.
Direğin tepesinde tutamak. Kopmayan ip
(İslam).
Direğe çıkıp kulpa yapışma. Kopmayan ipe
sarılma.
Sahabenin kendini Cennet'te uçuyor görmesi. İhlas ve takvasına işaret.
Ölüye doğru bir pınarın akması. Kendine giden ameli.
Sembol
Yorum
Ölenin beyaz elbiseler içinde görülmesi. Cennetliklerin giysisi.
Adamın elinde altından süs eşyası. Yanlış iş yapmak.
Adamın cesedinden kesilen bir parçanın Adamın yakınlarından birinin
doğuracağı ve
kadının kucağına konması. kadının
kucağına konacağı.
Aişe'nin kucağına üç ayın düşmesi. Yeryüzünde üç hayırlı
kimsenin odasına gö-
müleceği.
Yutma
sırasında boğaza takılan
yiyecek. İnsanın yapacağı önemli bir işte bir
sorunla
karşılaşacağı.[589]
İnsan, değersiz bir sudan (main mehin), nutfe
(sperm)den, akıtılmış bir meniden nasıl yaratıldığına bir baktığında, küçük
hacimli yumurtacıkların (rahim tüpü) kordonda döllendiğini, ondan karışık
nutfe (zigot) oluştuğunu, ana rahmine ulaşarak oraya tutunduğunu, orada yavaş
yavaş geliştiğini görür. Organları çeşitli yaratılış ve şekil almaya başlar.
Vücudun çeşitli organları oluşur.
İnsan, bu nutfe (sperm)in tasarım, yaratılış,
gelişme hatta hayatta yaşayacak tam bir insan oluncaya kadar geçirdiği çeşitli
safhalara baktığı zaman..., hissetme, kavrama, düşünme, öğrenme, çalışma,
dünyayı imar etmeye muktedir oluncaya kadar..., insan, bütün bunlara baktıktan
sonra, Yüce Allah'ı hamdile anarak, yaratma ve güzel yapmada sınırsız gücünü
tanıyarak secde etmekten başka bir şey yapamaz.
"Bizim âyetlerimize
öyle kimseler inanırlar ki, onlarla kendilerine öğüt verildiği zaman secdelere
kapanırlar. Rablerini hamd ile anarlar, büyüklük taslamazlar."[590]
Boşalan meni (spermler), döllenmeye müsait olgunlaşmış
yumurtacıklarla karşılaşmak için, kordonda yumurtacıklara doğru harekete geçen
yaklaşık iki milyon sperm içermektedir. Vajina/kadının tenasül organından yumurtalığa giden yolda,
bu spermlerin büyük çoğunluğu yok olmakta, yumurtalığa ancak birkaç yüzü
ulaşabilmektedir.
Modern
araştırmalar, boşaltılan meni içinde
spermlerin oranının % 1.5 olduğunu, bunlardan sadece bir tanesinin yumurtayı
aşıladığını ortaya koymuştur.
Rasûl (s.a.s.) bu gerçeğe şu sözüyle işaret etmiştir:
"Her
boşaltılan meniden çocuk olmaz."[591]
Sperma
hücresi, olgunlaşmış yumurtayla
karşılaşır, hücre zarını deler ve onu aşılar. Bundan "Nutfetu'l
Emşac" yani döllenmiş yumurta (zigot) oluşur. "Emşac" karışık demektir,
Nutfetu'l Emşac, sperma hücresi ve yumurtacığın birleştiği oluşumdur. Yüce
Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de işaret ettiği şeydir; "Doğrusu biz insanı çeşitli
safhalardan geçirdiğimiz karışık bir nutfeden yarattık, onu işiten, gören
yaptık."[592]
Rasûl (s.a.s.) de, bir Yahudînin: "İnsan neden
yaratılır?" sorusuna:
- "...her
ikisinden; erkeğin spermi ve kadınınkinden..."[593]
cevabını verdiğinde bu gerçeğe işaret etmiştir.
Burada
şuna işaret etmek gerekir;
Döllenmiş yumurtanın, erkeğin ve kadının her ikisinin menilerinin karışımından
meydana geldiğini
modern ilim ancak 19. asrın sonları ve 20. yüzyılın başlarında keşfetmiştir.[594]
Aşılanma olduktan sonra, aşılanmış yumurtacık veya
karışık nutfe (zigot) önce ikiye, sonra dörde bölünür. Bu bölünme işi, 72 saat
boyunca, tut meyvesi gibi oluncaya kadar sürer. Bu aşama (Merhaletü't Tute)
dönemi olarak bilinir. Sonra hacmi biraz büyür ve bu aşama (el-küretü'l
Cürsümiyye) dönemi olarak anılır. Bu (el-küretü'l Cürsümiyye) rahim tüpünde
bulunan ince arpacıkların etkisiyle ilerler. Sonra beş günle -en çok- bir hafta
arasında[595]
ana rahmine ulaşır, rahim duvarına tutunur, asılı kalır. O zaman burada yeni bir
dönem, "alaka" (embriyo) dönemi başlar. Alaka, ikinci haftadan
itibaren belirginleşmeye başlar; dış tabaka/ektoderm ve iç tabaka/endoderm
olmaya başlar. Üçüncü hafta orta tabaka/mezoderm ortaya çıkar, 20-21 gün içinde
daha sonra omurgayı oluşturacak olan alaka merkezinin yanlarında bir vücut
kitlesi oluşur. Bu bedensel oluşum (alaka)dan sonra mudga/et parçası dönemine
başlar. Bu varlık kitlesi 30. güne kadar oluşumunu sürdürür. Dördüncü haftanın
sonuna kadar herhangi bir organ belirgin hale gelmez. Bu döneme,
"belirginleşmemiş et parçası" (Mudga gayr-ı muhallaga) demek
mümkündür. Beşinci haftanın başından itibaren belirginleşme veya şekillenme
başlar, yaklaşık olarak 3. ayın sonunda bu iş sona erer. Bu dönemin (mudga
muhallaka) "şekillenmiş et parçası" olarak adlandırılması mümkündür.[596]
Kur'an-ı Kerim buna Yüce Allah'ın şu sözünde işaret etmiştir:
"Sonra
biçimlenen bir çiğnem et parçasından (yarattık.)"[597]
5-6.
haftalarda kemikler ve kaslar oluşur. 6-7. haftalarda kaslar kemiklere bitişir. 3. ayın sonu, 4. ayın
başında cenin/dölüt hareket etmeye başlar. 4. ayın başında kalp atışları
başlar. Ceninde işitmenin gelişmesi 4. aydan itibaren mükemmelleşmeye başlar.
Bu erken dönemden itibaren cenin, annesinin bağırsak gurultularını ve dışardan gelen sesleri
duyar. Görme duygusu ise, daha geç gelişir.
Ama
Yüce Allah yaratmamayı dilerse,
yaratılışı belirsiz (gayr-ı muhallaga) olur, rahim onu düşük olarak atar. Rasûl
(s.a.s.) şöyle dediğinde bunu anlatmıştır: "Nutfe (sperm) ana rahmine düştüğünde Allah bir melek
gönderir, melek: "Ya Rabbi, yaratılacak mı, yaratılmayacak mı? diye sorar.
Yaratılmayacak buyurursa, ana rahmi onu kan olarak atar."[598]
Kur'an-ı Kerim, insanın bu yaratılış dönemlerinin hepsine
işaret etmiştir. Spermadan ana rahmine, sonra alaka, sonra mudga, sonra
organları tamamlanmış cenin haline... Doğum sonrası ise, çocukluğundan
gençliğine, sonra yaşlılığına, insanın gelişmesine işaret ettiği gibi.
Yüce Allah buyurur ki, "Andolsun biz insanı çamurdan
bir süzmeden yarattık./Sonra onu nutfe (sperm) olarak sağlam, oturaklı bir
yere koyduk./Sonra spermi alakaya (embiryo), embiryoyu bir çiğnem ete (mudga)
çevirdik./Derken ondan bir takım kemikler yarattık, derken o kemiklere et
kaplattık, sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli
Allah, ne yücedir."[599]
"Ey insanlar, eğer
öldükten sonra yeniden dirilişten şüphede iseniz, şu kesin ki, biz sizi bir
topraktan yaratmaktayız, sonra bir sperm (nutfe)den, sonra bir embiryo
(alaka)dan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından (mudga)
ki, size anlatalım diye. Hem belirli bir süreye kadar
rahimlerde durduruyoruz da sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz, sonra da
gücünüze ermeniz için büyütüyoruz. Bununla birlikte içinizden kimi küçükken
öldürülüyor. Kimi de, bilirken bir şey bilmez hale gelsin diye, ömrün en rezil
çağına erdiriliyor.
[600]
Bu
âyetlerde Kur'an-ı Kerim, ceninin
izlediği çeşitli aşamalara işaret ediyor. Nutfe (sperm) dönemi, alaka
(embiryo) dönemi, mudga (et parçası) dönemi, sonra ruhun verilmesiyle başka
bir yaratılışa geçiyor. Hayat başlıyor; duyan, gören, hareket eden oluyor.
Rasûl (s.a.s.), ceninin anne karnında nutfe, alaka, mudga sonra cenin oluşuna
kadar oluşum aşamalarını zikretmiştir. Enes (r.a.)den rivayetle, Rasûl
(s.a.s.) buyurur: "Allah,
rahme bir melek görevlendirir. Melek: Ya rabbi nutfe (sperm), Ya Rabbi alaka
(embiryo), Ya rabbi bir çiğnem et parçası (mudga) der. Allah, yaratılmasına hükmettiği
zaman melek: Ya rabbi, erkek mi, dişi mi? Kötü biri mi, iyi bir kul mu? Rızkı
nedir? Eceli ne zamandır? diye sorar. Böylece, bunlar ana karnında yazılır."[601]
Huzeyfe,
Rasûl (s.a.s.)den duyduğuna göre:
"Nutfe
üzerinden 42 gün geçince, Allah ona bir melek gönderir, ona şekil verir,
işitmesini, görmesini, dokunma duyusunu, etini/kemiğini yaratır. Sonra melek
sorar: Ya rabbi, erkek mi, dişi mi? Rabbin dilediği gibi hükmeder, melek de
yazar. Sonra sorar: Ya Rabbi, eceli? Rabbin dilediği kadar hükmeder, melek de
yazar. Tekrar sorar: Ya Rabbi, rızkı? Rabbin dilediği kadar hükmeder, melek de
yazar. Sonra melek elinde sayfayla çıkar. Buyrulandan ne fazlası olur ne de
eksiği."[602]
İbnu
Mesud'dan rivayetle, Rasûl
(s.a.s.) buyurdu: ''Sizden
birinizin ana karnında oluşumu kırk günde toparlanır. Sonra bu kadar zamanda
alaka (embiryo) olur. Sonra yine bu süreçte (mudga) et parçası olur. Ardından
melek gönderilir ve ona ruh üfler. Derken dört konunun yazılması emredilir:
Rızkı, eceli, ameli, kötü/iyi olacağı.”[603]
Birinci
hadiste Rasûl
(s.a.s.) nutfe, alaka, mudga dönemlerini belirtmiştir. İkinci hadiste nutfenin
oluşumundan 42 gün geçtikten sonra, tasarım ve yaratılış görevi için meleğin
geldiğini söylüyor. Bu süre, embiryoloji ilminde yapılan modern araştırmaların
verdiği süreyle örtüşüyor. Mudga (et parçası) döneminde orada bir varlık
kitlesi oluşuyor. Kemikler, kaslar sonra kemiklere kasların tutunması ve et
kaplaması sağlanıyor. Bu noktada, Huzeyfe hadisiyle embiryoloji ilminin
ulaştığı modern araştırmaların, embiryonun gelişmesi aşamalarında birlik
sağladığı ortaya çıkıyor. Meleğin gelme vakti konusunda, Huzeyfe ve İbnu Mesud
hadisleri arasında bazı ihtilafların olduğu da ortadadır. Çünkü Huzeyfe
rivayetinde melek 42 gün sonra gelmekteyken İbnu Mesud rivayetinde 120 gün
sonra geldiği zikredilmektedir. Daha önce âlimler, bu iki hadisi uzlaştırmak
için, bir çok girişimde bulunmuşlardır. Bu çalışmaları yapanlardan biri de
İbnu'l Kayyim el-Cevziyye (751/1350) olup, bu hususta şunları söyler:
"Huzeyfe hadisi, yaratılışın başlangıcının ilk kırk günün ardından olduğunu
gösteriyor. İbnu Mesud hadisi bunun üçüncü kırk günün ardından olduğuna
delalet ediyor. İkisinin arası nasıl bulunur? Denildi ki, Huzeyfe hadisinin
ilk kırk günden sonra olduğu açıktır. İbnu Mesud hadisinde, tasarım ve yaratılış vaktiyle bir
çatışma yoktur. Onda belirtilen hususlar, nutfe aşamaları ve her kırk günde
halden hale geçtiğidir. Bu hadisin söylediği, ruhun üflenmesinin üçüncü kırk
günden sonra olduğudur. Bu ise Huzeyfe hadisiyle çelişmez; aksine İbnu Mesud
hadisi bu hususta özelleşir. İki hadis de, işin ilk kırk günden sonra olduğunda
birleşmektedir. Huzeyfe hadisi, tasarım ve yaratılış başlangıcının ilk kırk
günden sonra olduğunu özellikle belirtmektedir. İbnu Mesud hadisi, ruhun
üflenmesinin üçüncü kırk günün ardından başladığını özellikle vurgulamaktadır.
İki hadis de, meleğin Yüce Allah'tan, çocuğun durumunu takdirle ilgili izin
isteme vaktinde birleşiyor. Rasûl (s.a.s.)in sözleri doğrulanıyor, hadisin bir
kısmı bir kısmını onaylıyor."[604]
Böylece, Huzeyfe ve İbni Mesud hadislerinde gözüken
çelişki ortadan kalkıyor. Huzeyfe hadisi tasarı ve yaratma hadisesinin
başlangıcının ilk 42 günde olduğuna işaret ediyor. İbnu Mesud hadisi ise, ana
karnında nutfeden yaratılışın başlangıcına ceninin yaratılışta takdir edilen
noktaya ulaşması anında düzenleme ve ruh vermenin120 gün sonra olduğuna
işaret ediyor.
Cenine
ruhun üflenmesiyle
başka bir yaratılışa geçiyor, hareket edebiliyor, kalbi durmadan çalışmaya
başlıyor. Bu durum, Yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de işaret ettiği husustur:
"Sonra onu
bambaşka bir yaratılışa geçirdik. Bak, yaratanların en güzeli olan Allah'ın
şanı ne yücedir."[605]
İbnu
Mesud hadisinin, düzenleme
ve ruhun verilmesi konusunda belirttiği zamanla embriyoloji ilminin 3. ayın
sonu 4. ayın başından itibaren, ceninin
hareket etmesi vakti uyuşuyor ki yaklaşık olarak karışık nutfe (zigot) dönemi
sonrasıdır.[606]
Biraz
önce, ceninde görme duyusunun
gelişmesi daha geç oluşurken işitme duyusunun gelişmesini 4. aydan itibaren
tamamladığını belirtmiştik. Böylece cenin dışardan gelen birtakım sesleri
nisbeten erken dönemden itibaren duyabilmektedir. Ayrıca bebek doğar doğmaz
sesleri doğrudan duyarken; görme, 6. ayın sonunda görme organının tamamlanmasından
sonra eşyayı net olarak görmeye başlamaktadır.[607]
Üstelik eğitimde işitme görmeden daha önemlidir. Kör doğan veya gözlerini erken
dönemde yitiren çocuk eğitimde gerçekten yüksek bir seviyeye çıkabilir. Sağır
doğan çocuk, itim öğrenmede araç olan dili öğrenemez; böylece ilim de tahsil
edemez. Böylece, Kur'an-ı Kerim'de, işitme kelimesinin görme kelimesinden önce
geçmesinin hikmeti açıkça ortaya çıkıyor: "Doğrusu biz insanı karışık bir
nutfeden (zigot) yarattık, bir takım safhalardan geçirdik de onu işitici,
görücü yaptık."[608]
"...ve
sizin için
kulaklar, gözler ve gönüller yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz!"[609]
"De
ki, sizi yaratan, size işitme
duyusu, gözler ve gönüller veren O'dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz!"
[610]
İşitme kelimesi hadiste de görmeden önce geçmiştir.
Aişe'den rivayetle, Rasûl (s.a.s.) secdede: "Alnım, güç ve kuvvetiyle
yaratana, işitme ve görmesini ayırana secde etti."[611]
diye dua ederdi. Rasûl (s.a.s.) duymanın oluşumunu görmeden önce dile
getirmiştir ki bu Embriyoloji iiminin ortaya konduğu, ceninde "duymanın,
görmeden önce oluşumunu tamamladığı" verileriyle birleşmektedir.[612]
Modern
bilimsel araştırmalar,
sperma hücresinin iki çeşit olduğunu ortaya koymuştur:
1-
Erkeklik kromozomu (y) taşıyan,
2- Dişilik kromozomu (x) taşıyan sperma hücresi.[613]
Yumurtacık sadece dişilik kromozomu (x) taşır. Yumurtacığın döllenmesinde
sperma erkeklik kromozomu (y) yüklerse, cenin erkek olur; sperma yumurtacığa
dişilik kromozomu (x) yüklerse kız olur. Bu durumda, ceninin cinsiyetinin
belirlenmesi, yumurtacığın döllenmesini sağlayan erkek spermasındaki kromozom
çeşidine dayalı olarak, yalnızca Yüce Allah'ın dilemesiyle olur. Rasûl
(s.a.s.)in .bu gerçeğe, Sevban'ın rivayet ettiği şu hadisde dokunduğu ortaya
çıkmaktadır. "Erkeğin
sperması beyaz, kadınınki sarıdır. Erkek ve kadının menileri (spermaları) birleştiğinde,
erkeğin menisi kadınınkini aşarsa Allah'ın izniyle, erkek olur. Kadının menisi
erkeğinkini aşarsa, Allah'ın izniyle, kız olur."[614]
Burada,
iki meniden birinin ötekini
aşması tam anlamıyla bilinmemektedir. Fakat -en iyisini bilen Allah olmakla
birlikte- yine de gözüken o ki yumurtacığın döllenmesini sağlayan erkeğin
nutfesindeki sperma hücresine işaret vardır. Dişilik kromozomu (x) yüklü
yumurtacığa onu dölleyen erkeklik kromozomu taşıyan spermanın yüklenmesi; yani
bu, erkek olmasını sağlayacak özelliklerin dişi olmasını sağlayacak özelliklere
üstün gelmesi ve onu yönlendirmesi demektir, o zaman cenin erkek olur. Bu
takdirde Yüce Allah'ın, kromozomlar (xy) birleştiklerinde, erkeklik kromozomu
(y) taşıyan hücreyi, dişilik kromozomu (x) taşıyan hücreden güçlü kıldığı
anlaşılmaktadır. Yumurtacığı aşılayan dişilik kromozomu (x), dişilik
kromozomuyla karıştığında; yani bunun anlamı, kız olmasını sağlayacak
özelliklerin erkek olmasını sağlayacak özelliklere üstün gelmesi ve onu
yönlendirmesi demektir, o takdirde cenin dişi olur. En iyisini bilen Allah'tır.
Ceninin
oluşmasının erken döneminde,
erkeklik (husye/testis) ve dişilik yumurtaları birbirine çok benzediğinden,
cinsiyet ayrımı mümkün olmaz. Ayırma ancak 6. haftada başlar. Cenin et parçası
(mudga) halindeyken, daha sonra omurgayı oluşturacak olan bel kemiklerinin
yanında iki küçük yükseklik veya iki tomurcuk oluşur. 6. ayın sonundan başlayarak
7. ay bitmeden ceninin cinsiyet ayırımı bu iki tomurcuktan anlaşılır. Erkek
olması takdir edilmişse, bu iki tomurcuk (iki husye) testıs gibi örülmeye başlar. Eğer kız olması takdir
edilmişse, 10 haftada, bu iki tomurcuk yumurtalığa benzer bir oluşum meydana
gelir. Bununla birlikte, ceninin bel kemiğinin iki yanında iki testisin
oluşması, 6 ay zarfında yerlerinden ayrılarak
9. ayda taşaklara inmesi[615],
cenindeki cinsiyetin belirlenmesi başlangıcını 6. haftada 7. hafta bitmeden
gözlemlememizi ortaya koymaktadır. Bu vakit, az önce Huzeyfe hadisinde geçtiği
gibi, Yüce Allah'ın, ceninin tasarım ve yaratılışı için bir melek göndermesi
vaktine denk gelmektedir.
Aslında ceninin cinsiyeti, kromozom safhasından önce
Yüce Allah'ın takdiriyle belirlenmiştir ancak bu nutfenin oluşumundan
başlayarak 42 gün geçmedikçe, Yüce Allah'ın ceninin tasarım ve yaratılışı için
gönderdiği meleğe malum olmaz. Meleğin Rabbine "erkek mi, kız mı?"
sorması bu yüzdendir ve İbnu'l Kayyim'in de dediği gibi, cinsiyetin daha önce
Yüce Allah tarafından takdir edilmiş olması bu bilgiyle çelişki teşkil etmez.
İbnu'l Kayyim der ki: "Erkeklik/dişilik sebeplerinin oluşmasıyla meleğin
Yüce Rabbine, "ceninin iki cinsten hangisi olacağı?" sorusu
çelişmez."[616]
Yüce Allah bu konuda istediğini dilediğinde melek bunu bilir, cinsiyet
bezelerinin belirmesi başlar.[617]
DOĞUMDAN SONRAKİ GELİŞME DÖNEMLERİ
Bebek/fetüs, doğumundan sonra, yetişkin oluncaya kadar birkaç
gelişme çağı geçirir. Psikologlar, yetişkinlik dönemini birkaç ayrıntılı
aşamaya ayırıyorlar:
1-
Süt Çağı :Doğumdan iki yaşına
kadar olan çağdır. Bazı psikologlar da bu çağı, doğum sonrası iki haftayı içine
alan bebeklik çağı, sonra da iki yaşına kadar uzanan süt çağı olmak üzere
ikiye ayırıyorlar.
2-
İlk Çocukluk Çağı: İki yaşından altı
yaşına kadar uzanan dönemdir. (Oyun çağı)
3-
Orta Çocukluk Çağı: 6 yaşından
başlayıp 9 yaşına kadar uzanan zamandır. (Okul Çağı)
4-
Geç Çocukluk Çağı: 9 yaşından 12
yaşına kadar uzanan dönemdir. (Ergenlik öncesi)
Çocuğun, iki yaş sonuna kadar olan süt çağında, çoğunlukla
gıdası ana sütüne dayanmaktadır. Sütten kesme normalde, iki yaşın sonunda
olmaktadır. Kur'an-ı Kerim bunu ayrıca belirtmiştir: "Anneler çocuklarını
emzirmenin tamamlanmasını isteyenler için, tam iki yıl emzirirler."[618]
Sütten kesmeden sonra çocuğun beslenmesi anne sütüne
dayanmaz, aksine uygun katı gıdalar alması gerekir. Gamidiyye boyundan bir
kadın, zina yaptığını itiraf ederek Rasûl (s.a.s.)'e geldiğinde hâmile idi.
Rasûl (s.a.s.) ona doğurması, çocuğunu sütten kesmesi, ekmek yiyecek hale gelmesine
kadar süre verdi ve zina cezasını ondan sonra uyguladı.[619]
Orta
çocukluk çağı, ailenin dışındaki
eğitim/öğretimle karşılaştığı okula gitme yaşının başına; okul ve okullular
eşliğinde örnek sosyal hayata karışmanın başlangıcına denk geliyor. Yine bu
çağ, çocuğun duyularının açıldığı, temyiz/iyiyi kötüden ayırma gücünün başladığı çağdır. Bu konuda,
psikologların araştırmalarının sonucu ile Rasûl (s.a.s.)in çocukta temyiz
çağının 7 yaşından itibaren başladığı anlamını içeren hadisi birleşiyor. Bu
hadisin taşıdığı anlama göre 7 yaş, Rasûl (s.a.s.)in çocukta namaz eğitiminin
başlaması için belirlediği çağdır. Rasûl (s.a.s.): "Çocuklarınıza 7 yaşında
namazı emrediniz, on yaşına geldiklerinde kılmazlarsa dövünüz, yatak
(oda)larını ayırınız."[620]
Geç Çocukluk döneminde (9-12) çocuğun zekası, ilerde
gelişme imkanının yaklaşık olarak yarısını bu çağın yarısında sağlar; gerçeği
araştırma ve çevresindeki tabiî fenomenleri anlama arzusu artar. Gelişmesi
sırasında soyut kavramları anlama gücü devam eder, böylece değerlendirme ve
ferdî farklılıkları görme gücü çoğalır, dikkat ve yoğunlaşma gücü artar.
Ayrıca doğru/yanlış gibi kavramları öğrenme gücü, hayır/şer gibi ahlakî
kavramları değerlendirmeyi öğrenme kudreti çoğalır. Çocuğun eğitim
kavramlarını araştırma yeteneği son derece ve karmaşık olarak ilerleme kaydeder.[621]
Ayrıca bireysellik bilinci, ana/babadan bağımsız olma eğilimi ortaya çıkar.
Bu
çağda çocuğa ahlakî değerlerin
verilmesi, dinin prensiplerinin öğretilmesi açısından çok önemli olduğu, eğitimcilerin
bunu sağlamak için bütün teşvik, öğüt, rehberlik ve ikna için bütün
gayretlerini ortaya koymaları gerektiği açıkça anlaşılmaktadır. Fakat bazı
çocuklarda sapmalar görülür, öğüt ve rehberlik yarar sağlamazsa, kötü huylara
alışmaması
için, eğitimcilerin şiddete başvurması kaçınılmaz olur. Rasûl (s.a.s.),
küçüklükten beri alışması için çocuğun 7 yaşında namaza yönlendirilmesini,
böylece alışkanlık sağlamış olmasını istemiştir. Fakat çocuk 10 yaşında namazı
kılmazsa; öğüt de fayda vermezse, yanlışı sürdürmeyi bırakıp doğruya dönünceye
kadar, şiddete başvurmak gerekir. Rasûl (s.a,s.), namaz kılmadığından ötürü
çocuğun 10 yaşında dövülmesini emretmiştir. Rasûl (s.a.s.)in bu hadisinden
açıkça anlaşılan, "Erken ve Orta Çocukluk Çağı"nda, ödül ve özendirme
araçlarını kullanmakla birlikte; öğüt, yönlendirme ve rehberlik yapmak, çocuğun
eğitimi için en güzel metottur.
Çocuk,
"Geç Çocukluk Çağı"na ulaşmadan cezaya başvurulmaz; bu da öğüdün
fayda vermediği, çocuğun sapmasından, kötü huy ve ahlaka alışmasından
korkulduğu zorunlu hallerdedir. Namazı kılmadığında 10 yaşında dövme emri,
algılamasının olgunlaşması, anlama yeteneğinin gelişmesi, bireysel kimliğinin
bilincine varması, bağımsızlık ve kendine güvenin sağlandığı sırada olur. Çocuk
bu yaşta, toplumsal değerlere, toplumun ahlakî ve dinî ölçülerine karşı çıkma
eğilimi gösterirse, sapma eğilimi, büyüklerin öğütleri ve yönlendirmelerine
aldırmama açıkça ortaya çıkarsa, bu gibi hallerde ceza verme kesinlikle
faydalı, hatta zorunlu hale gelir. Fakat bu cezanın, çocuğun kimliğine zarar
verecek, benliğine korku salacak, kendine güveni kaybettirecek, ceza verenlere
benliğinde nefret tohumları ekecek ölçüde şiddetli olmamalıdır. Bu nefret daha
sonra bütün büyüklere, toplumda etkili ve yetkili kimseleri içine alacak
şekilde genelleşir; bütün toplumu kapsayacak şekilde büyür.
İlk müslüman eğitimciler, çocuğun ilk çocukluk
yıllarındaki terbiyesine, iyi yetiştirilmesine, onda güzel ahlak ve iyi
alışkanlıkların yerleşmesine özen gösterdiler; ödül ve teşvik için bütün
yolların izlenmesini öğütlediler. Ayrıca, öğüt ve rehberliğin, korkutma ve
azarlamanın fayda sağlamadığı bazı hallerin ötesinde, şiddet ve sertlik
olmaksızın cezaya başvurmayı da tavsiye ettiler. Babanın çocuğunu terbiye
etmesi konusunda İbnu Sina (428/1037)'nın söyledikleri buna örnektir;
"Çocuğun kazançlı çıkması için, babasının onu kötü ahlaktan kaçındırması,
kınanan alışkanlıklardan yeterince korkutma ve özendirme, avutma ve
yalnız bırakma, yüz çevirme ve kucaklamayla, bazen överek bazen azarlayarak
uzaklaştırması gerekir. Dövmek gerekiyorsa bundan da çekinmesin, fakat
uzmanların dediği gibi, yardımcı unsurları hazırlayıp şiddetli korkutmadan
sonra, ilk vuruşun az ama acı verecek ölçüde olması gerekir. Eğer ilk vuruş çok
acı verirse, çocuk sonucu çok kötü düşünür ve korkusu artar. Az ve acısız
olursa, arkasının iyi geleceğini düşünür, aldırış etmez.[622]
Çağdaş eğitimciler, cezalandırma konusunda farklı
düşünmektedirler. Bir kısmı, bazı durumlarda cezalandırmanın çocuğun
eğitiminde yararlı olacağını söylerken; bir kısmı, çoğunlukla çocuğun
kimliğinin oluşmasına zarar vereceği kaygısıyla cezalandırmaya karşı çıktılar.
Bir çok aile, özellikle batı ülkelerinde, çocuğun terbiyesinde cezalandırmayı
kullanmaya karşı çıkan görüşü benimsediler. Ancak eğitimciler, gençler
arasında umursamazlık, sorumsuzluk, sapıklık eğiliminin arttığını gördüler, bu
yüzden ceza kullanmamayı savunan bazıları önceki görüşlerini gözden geçirdiler. Bazı
durumlarda cezalandırmanın, sevgi, şefkat ve anlayışa doymuş bir ailede,
usûlüne uygun verildiğinde, yararlı olduğuna iknaya başladılar. Böylece çağdaş
eğitimciler, daha önceden İslamın ortaya koymuş olduğu, biraz önce Rasûl (s.a.s.)
jn hadisinde geçtiği gibi "7 yaşında çocuğu namaza alıştırmaya başlama,
10 yaşında kılmazsa dövme"ye yönlendirdiği ve ilk müslüman terbiyecilerin
uyguladığı İslam prensiplerine dönmeye başladılar.[623]
Çocuk, "Geç Çocukluk Dönemi"nden sonra
normalde 12 yaşında başlayıp 21 yaşına kadar süren "Ergenlik
Dönemi"ne geçer. Psikologlar, bu dönemi üç safhaya ayırırlar; 1-
Erken Ergenlik: 12-14 yaş arası, 2- Orta Ergenlik: 15-17 yaş arası, 3-
Geç Ergenlik: 18-20 yaş arası.
Ergenlik,
kişinin hayatında büyük etkileri
olan önemli değişikliklere geçiş sayılır. Bu dönemde önemli fizyolojik
değişiklikler meydana gelir. Bunların en önemlilerinden biri, cinsel olgunluğu
gösteren "cinsel ergenlik"tir. Erkeklerde cinsel ergenlik, ihtilam
olma, ikinci derecede cinsiyet özellikleri olan avret yeri, sakal, bıyık,
koltuk altı kıllarının çıkması; sesin değişip kalınlaşmasıyla belli olur.
Kızlarda, aybaşı hali görmekle, ikinci derecede cinsiyet özellikleri olan ve en
birincisi, göğüslerinin büyümesi, avret yeri ve koltuk altı kıllarının
çıkması, baldırlarının genişlemesi, kalçalarının değirmileşmesi, sesin
tizliğinin değişmesiyle olur.
Ergenliğe ulaşma konusunda ferdî farklılıklar olur. Erkeklerde
bu yaş 11-18 yaşları arasıdır. Mesela, bazen ihtilam/hamamcı olma 11 yaş öncesi
gibi erken yıllarda, bazen de 18 yaş gibi gecikmeli olur. Ortalama olarak ilk ihtilam yaklaşık 14-15
yaşlarında meydana gelir. Kızlarda ergenlik erkeklerden daha öncedir, 9-18
yaşları arasında olur. Ortalama olarak yaklaşık 13 yaşında meydana gelir.[624]
Orta
Ergenlikle modern bilimsel araştırmaların
ortaya koyduğu yaşla Nebi (s.a.s.)in hadisin bu konuda örtüşmektedir. İbnu Ömer
(73/692) rivayet eder: "14 yaşındayken, orduya yazılmak için, Nebi
(s.a.s.)e başvurdum, beni kabul etmedi. 15 yaşında baş vurdum; kabul
etti."[625]
Bu hadis, ergenlik yaşını 15 esas almıştır. Bu yaş küçükle büyüğün arasını
ayıran sınırdır. Nafi (117/735) der ki, Ömer b. Abdulaziz (101/719) ile bu
konuyu konuştum; bunun, küçükle büyük arasındaki sınır olduğunu söyledi.[626]
Benî Kureyza Gazasında, anlaşmalarını bozan Beni
Kureyza'yı Rasûl (s.a.s.) bir ay boyunca kuşattı. Sonunda Sa'd b. Muaz (5/
626)ın hakemliğine razı oldular. Sad, erkeklerin öldürülmesi, kadın ve
çocukların esir edilmesine karar verdi. Erkeklerin küçüklerini ayırmaya
başlayınca, bazı durumlarda ergenlik çağına ulaşıp/ulaşmayanları yaş ve ihtilam
yönünden ayırt etmek zor oldu. Bunun üzerine, ergenlik alâmetlerinden biri
olarak, avret yeri kılına bakmaya başladılar. Kim ihtilam olmuşsa veya avret
yeri kılı bitmişse, öldürüldü; kim böyle değilse, bırakıldı. Atıyye el-Kurezî
der ki: "Kureyza günü Nebi (s.a.s.)e sunulduk. Kimin avret yeri kılı
çıkmışsa öldürüldü;
kimin çıkmamışsa serbest bırakıldı. Ben, avret yeri kılı çıkmayanlardandım,
serbest bırakıldım."[627]
Bunlardan
şu sonuca varmamız mümkündür:
Nebi (s.a.s.) 15 yaşı, ihtilam olmayı, avret yeri kılının çıkmış olmasını
erkeklerde ergenlik alâmeti saydı. Ergenlik kanıtı olarak ele aldığı bu
belirtiler, hâlâ bilginler arasında ittifak edilen alâmetlerdir.
İhtilam
başlangıcının ergenlik sayıldığı bu
çağ, kişinin kanunî yönden, yaptıklarından sorumlu olduğu yaştır. Ali (r.a.)den
rivayetle, Nebi (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Üç kişiden sorumluluk
kaldırılmıştır: 1- Uyanıncaya kadar uyuyandan 2- İhtilam
oluncaya kadar çocuktan, 3- Akıllanıncaya kadar deliden.”[628]
Çocuk 15 yaşına basınca veya ihtilam olunca cinsî
olgunluk birdenbire gerçekleşmez. Geçen yıllar içinde cinsel olgunluk tamam
oluncaya kadar birkaç aşama geçirir. Psikanaliz Okulu, cinsel olgunluk
gelişmesinin çocukluktan başlayıp ergenlik çağına ulaşıncaya kadar birkaç
aşama geçirdiğini söylemektedir.
[629]
Söylemeye gerek olmadan veya bu hususta tartışmaya girmeden, ergenlik yaşının
başlangıcı konusunda, fertler arasında büyük kişisel farklar bulunduğunu biliyoruz.
Bazı kız ve erkeklerde ergenlik erken yaşlarda başlayabiliyor. Ergenlik öncesi
ergenliğe hazırlık olarak, fizyolojik ve nefsî işlevlerin olduğunda; soyun
sürmesi için türemeyi sürdürmede erkek veya kızın kendilerine takdir olunan fizyolojik ve nefsî
görevi yerine getirme hazırlığında olduklarında şüphe yoktur. Oğlanlar ve
kızların çocukluk çağında, özellikle "Geç Çocukluk Çağı"nda,
kendilerini karşı cinse doğru çeken bazı hisler ve belirli duygular
hissettiklerinde şüphe yoktur. Bu durum kendi aralarında oyun oynarken, gerek
aile içinde gerekse aile dışında oluşan çeşitli sosyal münasebetlerdeki
erkek/kız beraberliklerinde açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden, erkek ve kız
kardeşlerin yatak (oda)larını, ergenlikten önce, erken yaşlarda ayırmaya dikkat
etmek gerekir. Rasûl (s.a.s.) bu gerçeğin hikmetini kavrayarak, daha önce
hadiste geçtiği gibi, erkek ve kız kardeşlerin yatak odalarının 10 yaşında
ayrılmasını emretti.[630]
Psikologlar,
ergenlik ve çocukluk
dönemlerinin gelişme ödevlerini araştırmaya önem vermişlerdir. Gelişme
ödevleri, çocuğun düzgün bir şekilde nefsî gelişmesini sağlaması için öğrenmesi
gereken şeylerdir. Psikologlar, ergenlik ve çocukluk dönemlerinde gelişmenin
sağlanması için önemli birkaç gereksinimi dile getirdiler. Bunlardan biri,
çocukluk döneminde çocuğun şahsiyetinin sağlıklı bir şekilde gelişmesi için
"güven duygusu"nun gerçekleşmesidir. Çocukta güven duygusunu
gerçekleştirecek olan ona sevginin, şefkatin, iyi davranışın gösterilmesi, ona
değer verilmesi ve takdir edilmesidir. Bu, onun kendine güven duygusunun
gelişmesini sağlar, şahıslara karşı olumlu bir anlayışının oluşmasına yardımcı
olur. Rasûl (s.a.s.), torunları Hasan ve Hüseyin'i sevgi ve şefkatle sarar;
onları önemser, sırtında taşır ve öperdi.
Üsame b. Zeyd anlatır: "Bir akşam, bir ihtiyaç
için, Rasûl (s.a.s.)in kapısını çaldım. Rasûl (s.a.s.)in sırtında, ne olduğunu
bilmediğim, örtülü bir şey vardı. İşim bitince sordum:
- Arkanızdaki üzeri örtülü şey nedir? Açınca baktım
ki Hasan ve Hüseyin, kalçalarına asılmış vaziyetteler.
- "Bu
ikisi, oğullarım, kızımın oğulları. Allah'ım, ben bu ikisini seviyorum, sende
sev. Onları sevenleri de sev."[631]
buyurdu.
Bera
anlatır: "Rasûl (s.a.s.)i, Hasan'ı
omuzlarına almış bir vaziyette gördüm. Allah'ım, ben bunu seviyorum, sen de sev."[632]
buyurdu.
Rasûl (s.a.s.)e soruldu:
- Ailenden sana en sevimli olan kim?
- Hasan
ve Hüseyin.
Fatıma'ya:
- "Oğullarımı
çağır."
derdi. Onları koklar ve kucağına basardı."[633]
Ebu
Bureyde anlatır:
"Rasûl (s.a.s.) bize hutbe okuyordu. Birden, Hasan ve Hüseyin,
üzerlerinde kırmızı gömlek olduğu halde, düşe kalka geldiler. Rasûl (s.a.s.)
minberden indi, onları tutup önüne koydu. Sonra: Allah "Mallarınız ve evlatlarınız sizin için imtihan
sebebidir."[634]
derken ne kadar doğru buyurmuş. Şu iki çocuğun düşe kalka geldiklerini gördüm,
dayanamadım, sözümü kesip onları buraya getirdim."[635]
Abdullah
b. Şeddad babasından rivayet eder:
"Rasûl (s.a.s.) öğle veya ikindi namazlarından birinde, Hasan ve Hüseyin'i kucağında huzurumuza çıktı. Rasûl (s.a.s.)
ilerledi ve namaz için onu bir yere koydu. Namaza durdu, secdeye vardı ancak
uzattı. Anlatan der ki, başımı kaldırıp baktım ki çocuk, Rasûl (s.a.s.)in
sırtında, hemen başımı secdeye koydum. Rasûl (s.a.s.) namazı bitirince, cemaat
sordu:
- Ya Rasulallah, namazın ortasında secdeyi uzattın,
bir şey oldu veya vahiy geldi sandık.
- Hiç
bir şey olmadı ancak oğlum sırtıma bindi, kendi ininceye kadar kalkmak
istemedim."[636]
Bu
hadisler, Rasûl
(s.a.s.)in, torunları Hasan ve Hüseyin'i, çocukluklarının bu döneminde gelişmeleri
için önemli bir gereksinim olan sevgi, şefkat ve ilgiyle kuşattığını göstermektedir.
Önemli
gelişme ödevlerinden biri de, okuma/yazmada asıl olan ustalıkları öğrenmektir.
Rasûl (s.a.s.), müslümanların çocuklarının okuma/yazma öğrenmelerine özen
gösterirdi. Buna, Bedir esirlerinin fidyesinin, herbirinin 10 müslüman
çocuğunu eğitmesinden daha güzel delil yoktur.
Önemli gelişme ödevlerinden biri de bedenlerinin;
oyunlar ve spor oyunları yoluyla vücut sağlıklarının geliştirilmesidir. Rasûl
(s.a.s.) çocukları ve gençleri ok atmaya, bunu en iyi bir şekilde yapmaya
teşvik ederdi: "Rasûl (s.a.s.) çarşıya çıkınca, Eşlem kabilesinden bir
grubun yarıştığını gördü:
- "Ey
İsmail oğulları! Atın, babanız İsmail atıcıydı." İki takımdan birini tutarak,
- "Atın!
Ben falan takımdanım."
deyince atmayı bıraktılar.
- "Atın." dedi fakat sordular: "Ya Rasulallah,
sen falan takımı tutarken biz nasıl atarız?!."
- "Atın,
ben hepinizle beraberim."
buyurdu.[637]
Ukbe
b.Âmir'in anlattığına göre, Rasûl
(s.a.s.): "Allah
(c.c.) bir ok yüzünden üç kişiyi Cennet'e sokar. 1- Yaparken, hayırda
kullanılacağını hesaplayarak yapan, 2- Oku atan, 3- Okları
toplayıp geri veren. Atın ve binin, atmanız binmenizden daha hayırlıdır. Şu üç
şeyle uğraşmak boşuna değildir: 1- Kişinin atını eğitmesi, 2-
Ailesiyle oynaşması, 3- Ok ve yayıyla atması. Kim ok atmayı öğrendikten
sonra, onu boşverirse, bir nimeti terketmiş/veya bir nimete nankörlük etmiş
olur."[638]
buyurdu.
Bir
başka gelişme ödevi ise,
yeme/içmede güzel âdetlerin, günlük hayatta insanın yapması gereken şeylerin
öğretilmesidir. Rasûl (s.a.s.) müslümanlara -küçük olsun büyük olsun- yeme/içme
adabını v.b. davranış biçimlerini öğretirdi: Rasûl (s.a.s.) "Sizden birisi yediğinde sağ
eliyle yesin, içtiği zaman sağ eliyle içsin. Çünkü şeytan sol eliyle yer, sol
eliyle içer."[639]
buyurdu. Ömer b. Ebi Seleme, Rasûl (s.a.s.)in kendisine: "Yaklaş yavrucuğum,
"Bismillah" de. Sağ elinle ye. Önünden ye."[640]
dediğini anlatır.
Gelişme ödevlerinden biri de, küçüklükten itibaren, düzenli
bir şekilde yapmaya alışsın diye kulluk görevlerini yerine getirmesinin, dinî
ve ahlakî değerlerin öğretilmesidir. Rasûl (s.a.s.)in, 7 yaşından başlayarak
çocuklara namazın öğretilmesi emri daha önce geçmişti.
Rasûl (s.a.s.), münasebet düşen her yerde, dinî ve ahlakî
değerlerin yaşamasının öğretilmesine özen gösterirdi.
Abdullah
b. Abbas anlatır: O,
bir gün Rasûl (s.a.s.)in terkisine binmişti. Rasûl (s.a.s.) buyurdu ki: "Delikanlı, sana birkaç cümle
öğreteyim. Allahın emirlerine dikkat et ki, seni korusun. Allah'ın koyduğu kurallara
dikkat et ki, O'nu yanında bulasın. Bir şey istediğinde Allah'tan iste yardım
dilediğinde Allah'tan dile. Herkes toplanıp sana bir fayda sağlamak isteseler,
Allah'ın sana yazdığının dışında, fayda veremezler. Sana zarar vermek için
toplansalar, Allah'ın aleyhine yazdığı şeyler dışında, zarar veremezler.
Kalemler kaldırıldı, sayfalar kurudu."[641]
Bir başka gelişme ödevi ise, içgüdülere sahip olma,
güdü ve duyu/heyecanlara hakim olmanın öğretilmesidir. Birinci/İkinci
Bölümlerde, "Güdüler ve Duygu/Heyecanları Kontrol Altına Alma"
konusunda bu hususu sunuşumuz geçmişti.
Bütün bunlardan anlaşılan, Rasûl (s.a.s.) çocuklar
ve gençlerin eğitimine; geleneklerin, iyi yönlendirmelerin, dinî ve ahlakî
değerlerin öğretilmesine özen gösterdi. Sağlıklı bir şekilde gelişmelerini
gerçekleştirmek için, gelişmenin önemli gereksinimlerini sağlayarak
terbiyelerine önem verdi. Bu ise, çağdaş psikologların gelişmenin
gereksinimlerini dile getirmelerinden 14 asır önceydi.[642]
Bütün psikologların araştırmaları, alanları ne kadar
ayrılsa da, sahaları ayrı olsa da, tek bir eksen etrafında dönmekte başlıca
bir hedefe varmaya çalışmaktadırlar: "İnsan kişiliğini anlamak."
İnsan kişiliğini tam olarak anlayabilmemiz için, şahsiyetin oluşumunda payı
olan bütün unsurları, onu belirleyen ve etkileyen bütün etkenleri iyi bilmemiz
gerekir. Modern psikologlar, insan şahsiyetini anlama konusunda büyük gayretler
gösterdiler, bu konuda bir çok teoriler ileri sürdüler. Fakat şu ana kadar
şahsiyeti bize, doğru, açık ve kapsamlı bir şekilde anlamamıza yardım edecek,
nesnel tek bir nazariye üzerinde birleşemediler. Bunun sebebi, her birinin
şahsiyete, insana kendi bakış açılarıyla ilgili belirli bir açıdan bakmaları;
ilgilerini, insan davranışının bazı belirgin yönlerine yoğunlaştırmalarıdır.
Psikanaliz Okulu dışında bunların hepsi, kişilik konusundaki teorilerini,
objektif bilimsel araştırma metodlarına tabi kılınması mümkün olan insan
davranışlarını çeşitli yönlerden ele alan çeşitli araştırma ve inceleme sonuçları
üzerine koyuyorlar. Bu incelemelerin çoğu, görülmesi, ölçülmesi ve deneysel
araştırmaya sokulması mümkün olan insan davranışlarının yüzeysel ve kenarda
kalmış görüntülerini ele alıyorlar. Bu incelemeler, insan davranışlarının
başlıca önemli ve özlü yanlarını incelemekten çoğunlukla habersiz
kalmaktadırlar. Bu
yönler, insanın ruhî yanlarıyla ilgilidir. Modern psikoloji ilminin kendini
sadece maddî yöne vermesi, insanın incelenmesinde objektif araştırma
metodlarına yapışması bizim insanı doğru bir kavrayışla anlamamızı, şahsiyet
hakkında doğru ve şaşmaz bilgi elde etmemizi sağlamadı. Bu yüzden, bize, şu
ana kadar modern psikologların esaslı bir şekilde inceleyemedikleri ruhî yönü
incelememizi sağlayacak olan başka yeni metodlar zorunludur. Bu sağlanana
kadar, semavî dinlerin bildirdiği, insan gerçeği hakkında nebi ve rasullerin
haber verdiği şeylerden yardım istememiz kaçınılmazdır. Bunlar şüphe götürmez
gerçeklerdir, çünkü insanı yaratan Yüce Allah'tan gelmektedir.[643] O,
insanın huyunu, yapısını en iyi bilendir. "Yaratan hiç bilmez mi?! O, bilgisi herşeye
işleyen ve herşeyden
haberi olandır."[644]
Kur'an-ı Kerim'de insanın oluşumu, kişilik özellikleri, şahsiyetini etkileyen,
sapmasına ve hastalanmasına neden olan faktörler, bunları düzeltme ve tedavi
etme yollarıyla ilgili pek çok gerçekler geçmektedir. Yazarın bunları
"el-Kur'an'u ve İlmu'n Nefs" adlı kitabında ele alışı geçmişti. Aynı
şekilde hadislerde de, insanın huyu ve yaratılışı, insan davranışlarını etkileyen,
düzgün yaratılıştan saptıran
faktörler, sapmaları düzeltme ve korunma metodları, v.b. insan kimliğinin
gerçekleri geçmektedir. Önceki bölümlerde bunların bir kısmını ele aldık,
gelecek bölümlerde de bir kısmını ele alacağız.[645]
Kur'an-ı Kerim, Yüce Allah'ın insanı madde ve ruhtan nasıl
yarattığını anlattır. Yüce Allah Adem'i topraktan yarattı ve ruhundan ona
üfledi. "Rabbin
meleklere demişti ki, ben çamurdan bir insan yaratacağım./Onu biçimlendirip
ruhumdan üfledim mi derhal ona secdeye kapanın."[646]
Hadis
de insanın madde
ve ruhtan meydana geldiğini belirtir. Abdullah b. Mesud'dan rivayetle, Rasûl
(s.a.s.): "Kesinlikle,
sizden.birinin oluşumu anne karnında sperm olarak 40 günde toplanır. Sonra
orada, bir o kadar müddet sonra embriyo olur. Sonra bir o kadar sürede.bir
çiğnem et parçası olur. Sonra melek gönderilir ve kendisine ruh üflenir."[647]
buyurmuştur.
Öyleyse,
insan varlığının oluşumu, madde ve ruh sıfatlarından her biriyle; hayvan ve
melek sıfatları arasında, ihtiyaçlar ve yaşaması, hayatını devam ettirmesi
için zorunlu olan fizyolojik güdüleriyle hayvanla ortaktır, ihtiyaçlar ve
sosyal-psikolojik güdüleri ruh yönünden yükselmesi Yüce Allah'ın öteki
yaratıklara üstün kılması ve onun yeryüzünde halife kılması yüzünden hak
kazandığı insanî yüceliği gerçekleştirmek içindir.
İnsan, yaratılış (fıtrat) üzere doğar; o ise hanif
dini, Allah'ı bilme ve O'nun tek olduğunu kabul etme, hakka yönelme, iyi
işler yapma yeteneğine sahip olma, ve sapıklıklardan uzak durmadır. Ebu
Hureyre'den rivayet olunan hadiste, Rasûl (s.a.s.): "Her çocuk fıtrat üzere doğar.
Sonra onu anası/babası Yahudî, Hristiyan, Mecusî (ateşe tapan) yapar."[648] Bu
yaratılıştan gelen, yeteneğin ortaya çıkması ve gelişmesi, eğitim, düzenleme ve
öğretime muhtaçtır.
Bazen
çocuk, iyi olmayan, düzgün
yaratılışından saptıran, doğru olmayan yönlere yönlendiren çevre tesirleriyle
karşı karşıya kalabilir.Ayrıca insanda, iyi işler yapma, hakkı tanıma için
yaratılışta gelen yetenek vardır. Aynı şekilde insan, yaşadığı uygunsuz aile
çevresi ve toplumun tesiri altında kalarak, güzel şeyler yapma ve hakkı tanıma
konusunda yaratılıştan gelen bu yeteneği yok etmeye, böylece yanlışa kapılıp
kötü şeyler yapmaya da kabiliyetlidir. Bu yüzden Rasûl (s.a.s.); "Her çocuk fıtrat üzere doğar." buyurdu. Ancak o yetiştiği ailenin, sosyal
ve kültürel etkenlerin tesiri altında kalarak Yahudiliği veya Hristiyanlığı
yahut Mecusiliği kabul eder. Rasûl (s.a.s.) Yüce Allah'ın: "Ben kullarımın
hepsini ha-nifler olarak yarattım, ama onlara şeytanlar gelerek, yollarından
alıp götürdüler."[649]
buyurduğunu rivayet etmiştir.
İnsan, fıtratı sayesinde doğru ve yanlışı, iyi ve
kötüyü ayırır. Ayrıca onda Yüce Allah'ın kendisine doğru ve yanlış yolu seçmesi
için irade hürriyeti vermesi sebebiyle bir yetenek vardır. Yüce Allah: "Biz ona iki yolu da gösterdik."[650]
"Biz ona
yolu gösterdik; ister şükreden olur, ister inkar eden."[651]
buyurur. Rasûl (s.a.s.): "Helal da haram da.açık-tır."[652]
buyurmuştur.
İnsan, fıtratıyla helal ve haramı, doğru ve
yanlışı, iyi ve kötüyü erdem ve rezaleti ayırır. Vabisa binti Ma'bed anlatır:
"Rasûl (s.a.s.)e geldim. Bana: "İyi (birr) nedir ? diye sormaya
geldin." buyurdu Evet, dedim. "Kalbine danış; iyi, canın ve gönlün
rahatlayıp huzur bulduğu şeydir. Kötü (ism), nefis-de tasarlanan ve göğsün
daraldığı/rahatsız olduğu şeydir. İnsanlar sana fetva verseler de sen yine
kalbine danış."[653]
buyurdu.
İnsan, temiz yaratılışı (fıtratı) sayesinde iyi
şeyler yapmaya yönelir ve huzur bulur. Kötü bir şey yapmayı tasarlasa veya
aklından geçirse tereddüd ve huzursuzluk duyar, insanların onu bilmesinden
hoşlanmaz. Nefis, yaratılışın gereği olarak sonucu iyi olan şeyi ve yapılması
kötü olan şeyleri ister. Bu fıtrat, güzel terbiye ile gelişir ve ilerler, kötü
terbiye ile geri adım atar ve gizlenir. "Yemin olsun nefse ve onu düzenleyene/Sonra da ona
bozulduğunu ve korunmasını ilham eyleyene/Onu temizleyerek parlatan kesinlikle
kurtulmuştur./Onu kirleten ve gömen zarar etmiştir."[654]
Beden
ve ruhun herbirinin doyum isteyen ihtiyaçları vardır. Beden gıda ve suya, uykuya, sıcaktan/soğuktan, acıdan
uzaklaşmaya karşı cinsten biriyle yakınlaşmaya ve bunların dışında hayatını
yaşamak ve sürdürmek için zorunlu olan ihtiyaçlara muhtaçtır. Bunları
"Birinci Bölüm”de, hadislerde güdülerle ilgili özel kısımda konuşmuştuk.
Ruh için de kendine özgü ihtiyaçlar vardır. Ruh, Yüce Allah'ı tanımak, ona
kulluk etmek, iyi işler ve itaatla ona yaklaşmak için bir arzu duyar. Beden ve
ruhun istekleri arasında bir mücadele olur. İnsan, aralarında makul bir denge
kuramaz; bazen bedenin güdülerini, hissî lezzetlerini doyurmak konusunda aşırı
gider, ruhî ihtiyaçlarına doyum sağlamayı ihmal eder. Veya bazen ruhî
ihtiyaçlarını karşılamada ileri gider; bedenî ihtiyâçların doyumunu ihmal eder.
İki durumda da sağlam yaratılıştan sapma olur, insan şahsiyetinin dengesi
bozulur. İnsanda, maddi ve manevi yönler arasındaki nefis mücadelesini,
birinci bölümde, güdülere has kısımda ele almıştık. Bu mücadelenin hallinin
mümkün olduğunu, maddi ve ruhi güdülerin doyumunda orta yol izlenip normai
davranıldığmda, güdülerden herbirinin doyumunda israf ve aşırılıktan uzaklaşmak
yoluyla, insanda maddî ve manevî yönler arasında dengenin kurulmasının mümkün
olduğunu söylemiştik.
İslâm, maddî ve ruhî güdüler arasında dengenin kurulmasına
davet ediyor. Bu insanın yaratılışı ve huyuyla örtüşen, insanlık için model
şahsiyetin oluşmasına götüren bir iştir. Beden ve ruh arasında dengenin
gerçekleşmesine İslamın özen gösterdiğinin kanıtı, bazı farzlar ve
yükümlülüklerin yapılmasının vücuda zarar vermesi durumunda terkedilmesinin
kabulüdür. Mesela, hastalık, yolculuk
sıkıntısı gibi hallerde orucun tutulmamasını, su kullanmanın hastanın sağlığına
zarar vermesi durumunda veya hayatı korumak için suyun içilmesi gerektiğinde
abdest almamayı kabul eder.
İslâmın, beden ve ruh arasındaki dengeyi kurmaya özen
gösterdiğinin bir delili de çalışmayı ibadet saymasıdır. Kim ekmek parasını
kazanmak, anne/babasının, ailesinin, çoluk/çocuğunun geçimini sağlamak için
çalışırsa, o Allah yolunda çalışmış sayılır. İnsanın, kendinin ve ailesinin
rızkını kazanmak için çalışması, bedeni ve dünyevi ihtiyaçlarını karşılamak
içindir. Yine bunda ruhî ihtiyaçların doyumunu sağlama düşüncesi vardır.
Rasûl (s.a.s.) bir gün ashabıyla otururken,
çalışmak için erkenden evinden çıkan güçlü kuvvetli bir genç gördüler.
-
"Vay şu delikanlıya! Keşke gençliğini, güç ve kuvvetini Allah yolunda
harcasaydı!" dediler. Rasûl (s.a.s.):
- "Öyle
konuşmayın! Eğer kendini başkalarından istemek, insanlara muhtaç olmaktan
alıkoymak için çalışıyorsa, Allah yolundadır. Eğer çalışması, zavallı
anne/babasını, zayıf çoluk çocuğuna yardım edip ihtiyaçlarını karşılamak
içinse, Allah yolundadır. Şayet çalışması öğünmek, daha çok kazanmak içinse, o
şeytanın yolundadır."[655]
buyurdu.[656]
İnsanlar arasında, renkleri, dilleri, aklî ve
bedenî güçleri, öğrenme yetenekleri ve çeşitli kişilik özellikleri yönlerinden
birçok bireysel farklılıklar mevcuttur. Düşünürler, eskiden beri bu
farklılıkları gözlemlediler. Modern psikoloji bilginleri eğitim
ve sanat yönünden hedeflerini
gerçekleştirmek, bunları ölçmek için ince kıstaslar koydular. Bu farkların
bilinmesi sayesinde, her ferdi, gücüne uygun eğitim çeşidine yönlendirmek,
herbiri için uygun işi bulmak mümkün olur.
Kur'an-ı Kerim, gerek yaratılış ve genlerden gelen gerekse
sonradan kazanılan farklılıklar olsun, insanlar arasındaki ferdî farklılıklara
işaret etmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Göklerin ve yerin yaratılışı,
dillerinizin ve renklerinizin değişik oluşu O'nun âyetlerindendir. Şüphesiz ki
bunda âlimler için âyetler vardır."[657]
"Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Onların o dünya hayatındaki
geçimliklerini aralarında biz taksim ettik ve bir kısmını diğerlerinin
derecelerle üstüne çıkardık ki biri kısmı bir kısmını tutup çalıştırsın.
Rabbinin rahmeti ise onların toplayıp durduklarından daha hayırlıdır."[658]
Hadisler de insanlar arasındaki ferdî farklılıklara işaret etmiştir. Rasûl
(s.a.s.): "Kesinlikle
Yüce Allah Ademi, bütün yeryüzünden aldığı bir avuç topraktan yaratmıştır.
Ademoğlunun durumu, yeryüzünden kendine denk gelen kısım gibidir; kimi kızıl,
kimi beyaz, kimi siyah, kimi bunlar arasındadır. Kimisi çetin/sert, kimi
sıradan/yumuşakdır. Kimi kötü, kimi iyidir."[659]
Bu
hadis, insanların
renklerinde, yaratılış ve huylarında farklı olduklarına işaret etmiştir.
Bilindiği gibi yeryüzünde çeşitli renklerde topraklar, düz ovalar, geçilmesi
zor sarp bölgeler bulunur. Aynı şekilde insanlar arasında renk farklılıkları
bulunmaktadır. Bir
kısmı kızıl (derili), beyaz ve siyah ve kimi de bu renkler arasındaki çeşitli
tonlardadır. Aynı şekilde huy, ahlak, yetenek ve heyecan konusunda farklılıklar
bulunur. Kimi iyi huylu, güzel ahlaklı, yumuşak başlı, iyi ilişkilidir. Kimisi
kötü huylu, bozuk ahlaklı, insanlarla ilişkisinde kaba ve serttir. Bu hadis,
fertler arasındaki renklere, huy, ahlakî yetenek, heyecan gibi yaratılıştan
gelen huylara değinmektedir. Yani farklılıklar bedendeki yaratılış farklarına
dönmektedir. Modern araştırmalar, insanın derisinde huyunun ve benzinin
değişik olmasına etki eden anatomik farkların varlığını ortaya koymuştur.
Ayrıca, Mendel (1884) Kanunlarının ulaştığı kalıtım kanunlarına uygun olarak,
renklerin kuşaktan kuşağa geçtiğini de isbatlamıştır. Yine Ivan Pavlov (1936),
Calvin Hail (?)in araştırmaları gibi, hayvanlar üzerinde incelemeler
yapanların modern araştırmaları, bu hayvanlar arasındaki huy ve duygu/heyecan
farklılıklarının hayvanın vücut yapısı ve anatomisindeki farklılıklardan
kaynaklandığını ortaya koymuştur. Mesela Pavlov, köpeklerin duygusal
farklılıklarının beden yapı farklarına göre değiştiğini bulmuştur. Bazı
köpekler bazı durumlarda şiddetle heyecanlanıp harekete geçerken bazıları aynı
durumlarda sakin kalmakta, aldırış etmemektedir.
Mesela,
boyu yüksek ve
göğsü dar köpekler, psikoloji labaratuvarlarında oluşturulan zor durumlarda,
şiddetli heyecanlanma ve ayaklanma eğilimi gösterirken şişman ve kısa boylu
köpekler aynı durumlara aldırış etmemekte, ayrıca uyuklama davranışı
sergilemektedirler. Calvin Hail, tehlikeli durumlarda, beyaz fareler arasında
korku yönünden farklılıklar tesbit etti. Ayrıca bu farelerden gelen
nesillerde, heyecan varlığının sürdüğünü buldu. Bu fareler üzerinde yapılan vücut yapısı
incelemelerinde anatomik farklılıklar bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. Çok
korkan farelerde böbrek üstü salgı bezi, troid ve kalkan bezlerinin az korkan
farelere oranla daha çok çalıştığını ortaya koymuştur. Biz de bu
farklılıkları, insanlar arasında, his yetenekleri yönünden görmekteyiz. Bazı
kişiler çabuk hislenip aniden heyecanlanırken bazıları çok sakin ve
soğukkanlıdır. Şüphesiz bu farklılıkların büyük bir kısmı vücut yapısı, sinir
sistemi ve salgı bezlerinin yapısından kaynaklanmaktadır.[660]
Fakat bugün eğitimin insanlar arasındaki duygusal farklılıklar üzerindeki rolü
bilinmektedir. Duygular, belirli durumlarla desteklenmekte; sabit kalmakta ve
eğitilmekte ve daha sonra insan bu gibi hallerde hislerini ortaya koymaktadır.
Rasûl (s.a.s.) de, hadislerinde, insanlar arasındaki farklılıklara değinmiştir;
"İnsanlar,
altın ve gümüş madenleri gibidirler, dinlerini iyi anladıkları takdirde,
cahiliyye devrinde hayırlı olanlar İslam döneminde de hayırlıdırlar."[661]
Bilindiği gibi, altın, gümüş v.b. madenler oluşumları,
özellikleri ve değerleri yönünden farklıdırlar. İnsanlar da aynı şekilde,
yaratılış, huy, ahlak, özellik, bedeni ve akli güçleri yönünden farklıdırlar.
Cahiliyye devrinde bu sıfatları yüksek düzeyde ve güzel olanlar, dinlerini iyi
kavradıkları takdirde, İslamî dönemde de seviyeleri yüksek ve iyi olurlar.
Yine bu hadis, biraz önce geçen hadis gibi, insanlar arasındaki kalıtım
kanunlarıyla geçen ve yapısının oluşumundan kaynaklanan yaratılış farklılıklarına işaret etmektedir. İnsanların
madenlere benzetilmesi, bence insanlar arasındaki ferdi farkların sadece
yaratılıştan kalıtımla gelmediğini göstermektedir. Benim anladığım kadarıyla,
hadiste bu benzetmenin kullanılması, cahiliyye devrinde iyi olan, dinini
anladığı takdirde islamî dönemde de erdemli olarak kalacağının pratik bir
misal vermek içindir. Altın ve gümüş madenlerinde olduğu gibi. Bu iki maden,
her devirde öteki madenlere nisbetle, değerlerine bakılarak sürekli muhafaza
edilirler. Benim anladığıma göre hadisin metni, insanlar arasındaki bazı
farklılıkların, eğitim, sosyal yetişme şartları gibi çalışılarak kazanılan
farklar olduğunu inkar etmiyor. Hadiste bu benzetmenin kullanılması, insanlar
arasındaki farkların devam ettiğini açıkça ortaya koymak ve bunu akıllara
yatırmak içindir. Rasûl (s.a.s.)in bu misali vermesi, anlama ve kavramanın kolay
olması için, anlam ve tasviri âdeti olduğu üzere gerçek bir resim gibi gözle
görülür hale getirilmesidir. Beşinci Bölüm'de eğitimle ilgili konuda,
hadislerde geçen bu tip durumlara değinmiştik.
İbnu
Ömer anlatır: "Rasûl
(s.a.s.)e dinlemek ve itaat etmek üzere biat ettiğimizde bize şöyle derdi: "Gücününüzün yettiği ölçüde..."[662]
"Size bir şeyi
yasakladığımda ondan kaçınınız, bir şey emrettiğimde de gücünüz yettiği ölçüde
yapınız."[663]
Rasûl (s.a.s.)in "gücünüz yettiği ölçüde" sözü, onun, sahabe arasındaki
ferdî farklılıkları gözettiğini göstermektedir. Böylece
onlardan
herbirinin, güç ve
imkanlarına göre, güçleri yettiği ölçüde kendilerinden istenen şeyleri
yapmalarını istemiştir.[664]
İnsanlar arasında zeka farklılıkları bulunur. Zeka
veya genel akıl gücü, anlama, hatırlama gibi bir çok aklî güçleri içerir. Aynı
zamanda öğrenme gücünü de içerir. Ayrıca bazı , psikologlar zekayı
"öğrenme gücü" olarak tanımlamışlardır. Hadisler insanlar arasında
zeka farklılığı olduğuna işaret etmektedir. Bazı insanlar hemen öğrenir, anlar
ve duyduğu bilgiyi iyice kavrar. İyice ezberler, hatırlayabilir ve başkalarına
öğretebilir. Bazı insanlar kolayca öğrenemez, duyduğunu iyice ezberleyemez,
hatırlayamaz ve başkalarına öğretemez. Rasûl (s.a.s.): "Allah'ın benimle gönderdiği
hidayet ve bilgi, yeryüzüne yağan bol yağmur gibidir, a- Yerde bereketli
bir kısım toprak vardır ki suyu emer, oradan ot ve bol yeşillik bitirir, b-
Bir kısım toprak da suyu emmeyip tutar, Allah bununla insanları faydalandırır;
içerler, hayvanlarını ve ekip/diktiklerini sularlar, c- Yine bu bol
yağmur, kaypak bir toprağa yağar; suyu tutmaz, ot bitirmez. İşte toprağın bu
durumları: a- Allah'ın dinini anlayan, Allah'ın benimle gönderdiği şeyden
yararlanan kişiye benzer, b- Öğrenen ve öğreten kişinin hallerine
benzer, c- Bunlara başını bile kaldırmayan ise, benimle gönderilen
Allah'ın hidayetini kabul etmeyen kimsedir."[665]
Rasûl (s.a.s.) bu hadiste, öğrenme, anlama, hatırlama
gücü konusunda insanlar arasındaki zeka farkına işaret etmiştir. Bu güç, zeka
kavramına girer.
Zeka
yönünden de insanları üçe
ayırmıştır;
a-
Bir kısmı iyi toprak gibi, ilim
öğrenmeye, kafasında tutmaya, gereğini yapmaya ve başkalarına öğretmeye gücü
yeten, kendi yararlandığı gibi başkalarını da yararlandırandır.
b-
Bir kısmı suyu emmeyen sert toprak
gibidir, ilmi öğrenebilir, yararlanması için başkasına aktarabilir fakat kendisi
faydalanmaz.
c-
Bir kısmı da pürüzsüz, düz, bitek
olmayan toprak gibidir; bunlar ilimden faydalanmaz, başkalarına aktarmak için
bile ilmi öğrenmezler.
[666]
Rasûl (s.a.s.), şöyle dediğinde, insanlar arasındaki
zeka farklılığına değinmiştir: "Biz, nebiler topluluğu, insanların seviyesine inmek ve
onlarla anlayacakları düzeyde konuşmakla emrolunduk."
[667]
Bu
hadiste insanlar arasında,
akıl gücü yönünden fark olduğuna açıkça işaret vardır. Onları eğitmek ve
yönlendirmek isteyenler -ister nebiler olsun, isterse öğretmenler, terbiyeciler
olsun- bu farkları göz önüne almak zorundadırlar. Konuştukları ve öğrettikleri
herkesin akıl gücü seviyesine göre hareket etmek durumundadırlar. Rasûl
(s.a.s.) bu hadisiyle, önemli bir eğitim kuralını koymuş, müslüman eğitimciler
bunu almışlardır. Son asrın eğitimcileri de bu kuralı benimsemişlerdir.
Rasûl (s.a.s.): "Allah kimin iyiliğini isterse onu dinde anlayışlı/kavrayışlı
kılar. Ben sadece taksim edenim, Allah ise verendir."[668]
buyurmuştur.
Bu
hadiste Rasûl
(s.a.s.) kendisinin vahiy bilgisini insanlar arasında taksim eden ve açıklayan
olduğunu söylüyor. Allah herbirine istediği şekilde anlayış verir. Allah kimin
iyiliğini isterse ona zeka, dinde mümkün olan fıkhî anlayış verir. Yüce
Allah'ın şu sözü bunun delilidir; "Dilediğine hikmeti verir. Kime de hikmet verilmişse, büyük
bir iyilik yapılmış demektir."[669]
Hadisler,
insanlar arasında,
kızgınlık duygusunun harekete geçmesindeki farka işaret etmiştir. Bu duruma
göre de insanları üç gruba ayırmıştır. Onlardan bir kısmı oldukça geç ve çok az
kızar. Kızdığında da kızgınlığı çabuk geçer ve hemen normal haline döner.
Böyleleri insanların en ideali/üstünüdür. Bir kısmı da çabuk ve ufak tefek
nedenlerle kızar fakat kızgınlığı tez geçer ve hemen eski haline döner. Yine
bir kısmı çabuk kızar, bir türlü sakinleşmez, uzun süre geçmedikçe de
kızgınlığı geçmez. İşte böyleleri de insanların en kötüsü ve en zararlılarıdır.
Rasûl (s.a.s.): "Dikkat
edin, insanlardan bir kısmı hemen kızmaz, kızınca da kızgınlığı tez geçer.
Kimi de çabuk kızar, çabuk sakinleşir. Bunlar birbirlerine yakındır. Aman
dikkat, onlardan bir kısmı da var ki, çabuk kızar ama kızgınlığı bir türlü
geçmez. Bunların en üstünü, geç kızan ve çabuk kızgınlığı
geçendir. Dikkat edin, onların en şerlisi de çabuk kızan ve kızgınlığı
geçmeyendir."[670] buyurmuştur.[671]
Modern
psikologlar, ferdî
farklılıklarda kalıtım ve çevrenin etkisini belirlemeyi amaçlayan bir çok
araştırma yapmışlardır. Bu araştırmalardan bazısı kalıtımın, diğer bir kısmı
da çevrenin önemini belirtmektedirler. Bu alanda yapılan bütün araştırmaların
sonunda psikologların vardığı en son kanaat, insanın hususiyetleri konusunda,
ferdi farklılıklar hususunda kalıtım ve çevrenin en önemli iki etken olduğu ve
bu ikisinden hangisinin rolünün daha çok olduğunu tam olarak ayırmanın çok
zor olduğudur. Bu noktadan sonra araştırmanın konusu değişti. İnsan özellikleri
ve davranışlarının belirlenmesinde kalıtım ve çevreden herbirinin payının
bilinmesi çalışmalarına kaydı. Kalıtımın, uzunluk, ağırlık, güç gibi insanın
vücut özelliklerinin, zeka gibi aklî hususiyetlerinin belirlenmesindeki
rolünün büyük olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Ancak, aynı zamanda bu
hususiyetlerdeki çevrenin rolünü de akıldan uzak tutamayız. Kişinin çevreden
gördüğü beslenme, sağlık ve beden eğitiminin bu alandaki kalıtım imkanlarının
ortaya çıkmasında büyük roiü vardır. Yine kişinin eğitimine gösterilen özen,
bir çok aklî ve duygusal motivelerle karşı karşıya kalması, birçok ustalıkları
öğrenmesinin zekasının gelişmesi üzerinde büyük etkisi vardır. Böylece bilgi,
ustalık ve sanatta, uzun ve özel uygulamalara gerek duyulan ilimlerde öğrenme
ve uygulama yapmanın ferdî farklılıklarda en önemli çevre etkenleri olduğu ortaya çıkıyor. Bu
gibi durumlarda, özellikle ferdin tatbikatla ulaştığı üstün olma ve ustalıkta
son düzeyin belirlenmesinde, istesek de, kalıtımın rolünü görmemezlikten
gelemeyiz.[672]
Rasûi (s.a.s.) bazı hadislerinde, kalıtım ve çevreden
herbirinin ferdî farklılıklardaki etkisine işaret etmiştir.[673]
Rasûl (s.a.s.) ferdî farklılıklarda, "Yüce
Allah'ın, Adem'i yaratırken yeryüzünün bütününden bir miktar (toprak) aldığı"nı
söylediği hadisinde kalıtımın rolüne işaret etmiştir. Bu hadisi ele alışımız,
açıklama ve yorumumuz bu bölümün ferdi farklılıklar konusunun başında
geçmişti.
Fezare
Oğulları kabilesinden bir adam
Rasûl (s.a.s.)e geldi ve aralarında şöyle bir konuşma geçti:
- "Karım, siyah bir oğlan çocuğu doğurdu!
- "Senin
develerin var mı?
- Evet.
-
Renkleri
nedir?
- Kızıl.
-
Onların
arasında boz olanı da var mı?
- Evet, boz olanları var.
- Peki,
bunlar nereden geldi?
- Belki damarı çekmiştir.
- Bunun
da damarı çekmiş olmalı."
buyurdu.[674]
Bu
hadis, insanın
renginde kalıtımın etkisini açıkça göstermektedir. Yine, çocuğun
anne/babasında olmasa da, renk gibi, dedesinin dedesinden kalıtımla gelebilen
bazı beden özelliklerine işaret etmektedir. Modern araştırmalar, kalıtımdaki
bu gerçeği isbatlamıştır. Bu husus şimdilerde çekinik gen/atalara çekme
özelliği olarak bilinmektedir.
Rasûl (s.a.s.) yine şu sözünde kalıtımın etkisine
dikkat çekmiştir: "Nutfe
ana rahminde yerleşti mi, Allah, Adem'le nutfe arasındaki bütün soyları hazır
bulundurur."[675]
Genetik
ilmiyle ilgili modern bilimsel araştırmalar, menideki genler ve yumurtacığın, doğacak çocuğun
özelliklerini belirleyen embriyo (nutfetü'l emşaç) oluşumunda ortak olduklarını
kanıtlamıştır.
Sperma
hücresi ve zigot bir yarım
hücreden ibaret olup 23 kromozom içerer. Karşılaşma olup döllenme tamam olunca,
Kur'an-ı Kerimin şu âyetinde zikrettiği nutfetül emşac oluşur: "Biz insanı karışık bir nutfe
(embriyo)dan yarattık."[676]
Karışık nutfe tam bir hücre olup, yarısı babadan
yarısı anneden olmak üzere 46 kromozom içerir. Ana/babadan herbirinin kalıtım
özelliklerini taşıyan dölütü kapsar. Bazen anne/babanın özellikleri çocukta
ortaya çıkmaz, fakat daha sonra torunlarda ortaya çıkar. Biraz önce
anlattığımız Fezare oğullarından bir adamın karısının siyah çocuk doğurmasında
olduğu gibi. Kalıtım ilminde son araştırmalar bu gerçeği ortaya koymuştur. O
ise, Rasûl (s.a.s.)in şöyle buyurduğunda işaret ettiği gerçektir: "Nutfe (sperm) ana rahminde
yerleştikten sonra Yüce Allah, Adem'le nutfe arasındaki bütün soyları hazırlar."
Rasûl (s.a.s.) şu sözünde de kalıtımın insan
davranışlarına etkisine değinmektedir: "Soyunuz için hayırlı, iyi eş seçin;
size denk olanları nikahlayın ve onları denkleriyle evlendirin."[677]
Bu
hadiste erkeğin eşini
seçerken özen göstermesi gerektiğine, evlilikten gelecek soyun iyi olması için
aslı temiz bir eş seçmesi gerektiğine işaret vardır. Bu hadis çevrenin tesirine
işaret etmedir. Çünkü seçmek bazen kalıtım yönünden asil olanı seçmeye, bazen
de huy ve dindarlık yönünden seçme olabilir. Böylece çocuk huyu ve dini güzel
olan bir annenin gözetiminde büyür, eğitimi, yetişmesi iyi bir yetişme olur.[678]
Çocuğun kişiliği çoğunlukla yetiştiği sosyal,
kültürel çevrenin etkilerinden, geleneklerden, değer ölçülerinden, ana/babanın
davranışlarından ve terbiye edişlerinden, arkadaşlarından, hocalarından,
çeşitli iletişim araçlarından, günlük hayatında karşılaştığı çeşitli tecrübe
ve olaylardan etkilenir. Ana/babasının konuştuğu dili, mensup oldukları dini
öğrenir. Ayrıca ana/babanın huylarını, fikrî yönelişlerini ve çoğunlukla da
şahsiyet özelliklerini öğrenir. Rasûl (s.a.s.) çocuğa ailenin etkisine şu
hadisinde değinmiştir: "Her
çocuk fıtrat üzere doğar sonra ana/babası onu Yahudîleştirir,
Hristiyanlaştırır, Mecusîleştirir. Tıpkı bir hayvanın sağlam bir hayvan
doğurduğu gibi. Hiç onlardan kesik organı olanı görüyor musunuz?!"[679]
Her
çocuk Hanif dinine inanacak bir
şekilde, temiz bir yaratılışla doğar, ancak ana/babası çocuğu etkiler, onu inanabileceği
Hanif dininden başka bir dine çevirirler. Bu durum çocuğun davranış ve
düşünceleri üzerinde ailenin büyük tesiri olduğunu gösterir. Bu yüzden Rasûl
(s.a.s.) çocuğun iyi bir şekilde yetişmesi, benliğine dine bağlılık ve güzel
ahlak tohumlarının ekilmesi için, dinine bağlı iyi bir eş seçmeyi tavsiye
etmiştir. Rasûl (s.a.s.): "Kadın
dört özellik için nikahlanır:
1- Malı
2- Soyu
3- Güzelliği
4- Dininden dolayı. Sen dindar olanı seç ki
mutlu olasın."[680]
buyurmuştur.
Yine
Rasûl (s.a.s.) dinine bağlı iyi bir
eş seçmeyi tavsiye etmiştir. Ayrıca (kızlara da) dindar, ahlakı güzel erkek
seçmeyi tavsiye etmiştir. Rasûl (s.a.s.): Dininden ve ahlakından memnun olduğunuz bir erkek
kızınızı/yakınınızı istemek için geldiğinde kızınızı onunla evlendiriniz, yoksa
yeryüzünde büyük bir fitne, geniş boyutlu bir fesat çıkarmış olursunuz.”[681]
Rasûl (s.a.s.)in ashabını iyi kadın/erkek seçmeye yönlendirmesi,
çocuğun güzel terbiye edildiği, ana/babasından İslâm'ın doğru öğretisini, güzel
gelenekleri, övülmüş ahlakı öğrenmesi için, iyi bir aile atmosferi oluşmasına
özen gösterdiğinin kanıtıdır.
Dost
ve arkadaşlarının
da çocuk ve genç üzerinde büyük tesiri vardır. Kötü arkadaş, beraber
olduklarına kötü yönden etki eder. Bazı gençlerin taşkın davranışlara meyletmeleri,
bunalıma düşmeleri ve suç işlemeleri çoğunlukla kötü arkadaşlarının etkisiyle
olmaktadır. Gençlerin çıkardıkları olaylar ve uyumsuzluk göstermeleri konusunda yapılan araştırmalar bunu
isbatlamıştır. Bu yüzden güzel ahlaklı dost ve arkadaşlar seçmeye, kötü huylu
arkadaşlardan uzaklaşmaya özen göstermek zorunludur. Rasûl (s.a.s.) kötü
arkadaşın davranışının arkadaşlarına etkisine işaret etmiş iyi arkadaş seçmeyi,
kötü arkadaştan uzak durmayı önermiştir. Rasûl (s.a.s.): "İyi arkadaşla oturanla kötü
arkadaşla oturanın durumu misk taşıyanla is taşıyanın haline benzer. Misk
taşıyan ya sana misk verir veya sen ondan satın alırsın ya da üzerine güzel
koku siner. Körük çeken (demirci)nin yanında durursan ya (kıvılcım sıçrayarak)
elbiseni yakar veya kötü koku koklarsın ya da üzerine is siner."[682]
Rasûl (s.a.s.) yine bu anlamda: "Kişi arkadaşının dini
üzeredir; sizden biri kimi arkadaş tuttuğuna baksın."[683] buyurmuştur.
Daha
önce söylediğimiz gibi, insan
çoğu âdetlerini, ahlakını, değer yargılarını, fikirlerini yetiştiği sosyal ve
kültürel çevreden kazanır. İnsanın âdetleri, huylan uzun süre tekrarlanmak
suretiyle iyice yerleşince, bundan sonra bu adet ve ahlakın değişmesi, çetin
bir çaba ve güçlü bir irade dışında zor olur. Bu yüzden çocukların küçükken
güzel bir ahlakla terbiye edilmelerine dikkat edilmesi, kötü huyları kazanmamaları
için şarttır. Onları ihmal edersek, bazı kötü huylar edinirler ve bu
alışkanlıklardan onları kurtarmak zor olur. Rasûl (s.a.s.) insanın davranışı
haline gelmiş, yerleşmiş kötü alışkanlıkların etkisine işaret etmiştir. Bu
alışkanlıklar onu, yaptığının sonucunun ne olduğunu anlamadan, kavramadan kötülükleri
sürekli iyi görüp yapmaya, iyi işleri yapmamaya götürür. Çünkü bu işleri,
alışkanlık olduğu için, kendiliğinden yapar. Bunun tersi de doğrudur, insan
güzel ahlaka, iyi işlere alışırsa, düzenli bir şekilde, sürekli olarak bu iş
ve davranışları yapmaya hazır olur. Bunlar onun için sanki normal bir
davranıştır. Bu manada Rasûl (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Fitneler kalplere tıpkı bir
hasır gibi, lif lif sunulur. Hangi kalbe girerse, onda kara bir leke oluşur,
hangi kalp de kabul etmezse, onda bir beyazlık meydana gelir. Artık iki kalbe
yerleşirler, ağaran kalp cilalı taş gibi bembeyaz olup, dünya durdukça fitne
ona zarar veremez. Öteki kalp kara olup, tepe takla duran bir testi gibidir,
Ne bir iyi tanır, ne de kötü. Yalnızca içine dolan hevayı bilir."[684]
Bu
hadiste, Rasûl
(s.a.s.) fitnelerin etkilerini ve kötü çevrenin tesirlerini nitelemiştir. Kim
onu kabullenir, eğilim gösterir, sever ve batağına gömülürse, kalbinde kara
leke gibi bir nokta oluşur. Fitnelerin ve kötü çevrenin etkisi yinelenir,
kişinin onayı, eğilimi ve batağa gömülmesi tekrarlanırsa, kalbindeki kara leke
kalp kararıncaya kadar çoğalır. Bu kalbinde iman nuru tükenen, kötü huyları ve
rezil davranışları güçlenen insanın benzetme yoluyla tasviridir. Yine Rasûl
(s.a.s.) bu haldeki insanın kalbini ters dönmüş bir testiye benzetmiştir ki
onda hayır ve hikmet yoktur. Ama küçüklüğünden beri, erdem, güzel ahlak ve
sakınma duygularına sarılan insana gelince... o, kesinlikle fitnelerin ve kötü
çevrenin tesirlerine karşı bağışıklık kazanmıştır, iman gücü, kötülük ve rezaletlerden uzaklık hususunda onun benzeri,
pislik ve çamur bulaşmayan beyaz bir taştır.[685]
Eskiden
beri düşünürler,
insanları, kişilik açısından kendilerini başkalarından ayıran belirli
özelliklerle niteleyerek sınıflandırmaya çalışmışlardır. Bu tip
gruplandırmalar normalde, insanların şahsiyetini anlamayı kolaylaştıran
işlerdir. Bu şahsiyet tiplerinden biriyle nitelenen bir şahsı tanıdığımızda, bu
özelliklere bağlı olarak, onu olabildiğince bu tipe yaklaştırmış oluruz.
Kur'an-ı Kerim insanların gruplandırılmasını inanç esasına
göre, üç çeşite ayırmıştır:
1-
Mü'minler, 2- Kafirler, 3-
Münafıklar[686]
Rasûl (s.a.s.) de, aynı şekilde insanları inanç esası
üzerine ve dört tipe ayırmıştır;
1-
Müminler, 2- Kafirler, 3-
Münafıklar, 4- Kalplerinde iman ve nifak karışık olanlar.
Rasûl (s.a.s.) buyurdu: "Kalpler dört çeşittir: 1-
Parlayan bir lamba gibi olan açık kalp, 2- Kılıfına bağlı kapalı kalp 3-Ters
dönmüş kalp 4-Meyilli kalp.
Açık
kalp, müminin kalbidir, yanan lambası, nurudur. Kapalı kalp, kafirin kalbidir.
Ters dönmüş kalp, münafığın kalbidir, önce tanır sonra inkar eder. Meyilli kalp
ise, kendinde iman ve nifak olan kalptir. Ondaki imanın durumu, kollarını
temiz suya uzatmış baklagiller gibi, nifakın durumu ise kan ve irine bulanmış
yara gibidir. Uzanan taraftan hangisi baskın olursa öteki tarafı yener,
o yöne meyleder."[687]
Belli
başlı bu dört modelden herbirini
ayrıca ikiye ayırma mümkündür. Mesela mü'min, takva sahibi ve facir olmak
üzere iki çeşide ayrılır. Rasûl (s.a.s.): "Allah sizden kesinlikle cahiliyye büyüklenmesi ve atalarla
övünmesini gidermiştir. Takva sahibi ve facir mü'min vardır. Sizler, Ademin
oğullarısınız, Adem ise topraktandır."[688]
Bu
hadiste Rasûl
(s.a.s.) müminleri iman ve takva derecelerine göre iki gruba ayırmıştır. Takva
sahibi mümin, facir mümin. Bir başka hadiste de, Rasûl (s.a.s.) insanları iman
esası üzerine, belli başlı iki gruba ayırmıştır: Mümin ve kafir. Sonra bu
gruplardan herbirini iki sınıfa ayırmıştır. Mümin tipler: 1- Mümin
olarak doğan ve ölünceye kadar bu imana sarılarak yaşayan, 2- Kafir bir
çevrede doğan sonra müslüman olup öylece ölen kimse. Kafir tipler: 1-
Kafir bir çevrede doğup öylece yaşayan ve kafir olarak ölen 2- Müslüman
bir çevrede dünyaya gelen, müslüman olarak yaşayan sonra da dinden dönüp kafir
olarak ölen kimse (mürted).
Rasûl (s.a.s.) buyurdu: "Dikkat edin, Ademoğlu çeşitli
tabakalardan yaratılmıştır: Onlardan bir kısmı mümin çevrede doğar, mümin
olarak yaşar ve mümin olarak ölür. Bir kısmı kafir çevrede doğar, kafir olarak
yaşar ve kafir olarak ölür. Bir kısmı da kafir bir çevrede doğar, kafir olarak
yaşar ve mümin olarak ölür."[689]
İnsanların iman açısından gruplandırılmaları ister Kur'an'da
olsun, ister hadiste. İman,
insan şahsiyetinin üzerine kurulduğu en büyük insanlık değeri olup İslam'ın
bakış açısıdır. Buna ayrıca "Kişiliğin Değerlendirilmesi" konusunda,
az sonra değineceğiz.
Rasûl (s.a.s.) insanları duygu ve heyecan yapılarına
göre de üç grup olarak sınıflandırmıştır: 1- Yavaş kızıp çabuk
sakinleşen, 2- Aniden kızıp hemen sakinleşen, 3- Çabuk kızıp geç
sakinleşen. Bu husus, duygu ve heyecanın motivesinde ferdî farklılıklar
konusunda geçmişti.[690]
İman, müslümanın hayatında büyük bir rol oynar,
gerek rabbiyle ilişkisinde, gerek kendiyle ilgili veya insanlarla ilişkisinde
olsun, mümini o yönlendirir, davranışlarını o belirler. İman her şeyin ve
hareketin terazisidir. O daha önce açıkladığımız gibi, temeli üzerine
insanların tasnif edildiği; insanların değerlerinin belirlendiği bir
kavramdır. İslamın bakış açısına göre insanların en üstünü, iman bakımından en
güçlü ve en çok takva olandır. İslama göre, kesinlikle takva dışında herhangi bir
şahsiyetin önemi yoktur. İnsanların değerlendirilmesi ve üstünlüğü konusunda
hesaba katılacak, göz önüne alınacak sadece odur. Yüce Allah buyurur: "Allah'a göre en değerli
olanınız, en takva olanınızdır."[691]
Rasûl (s.a.s.) de: 'Ey insanlar! dikkat edin, Rabbiniz birdir, babanız birdir.
Kesinlikle arabın arap olmayana, arap olmayanın araba, kızıl (derilinin)
zenciye, zencinin kızılderiliye, takva ölçüsünden başka bir üstünlüğü yoktur."[692]
Rasûl (s.a.s.): "Bir kimsenin başkasına, din ve takva ölçüsü dışında,
üstünlüğü yoktur.”
Başka bir rivayette de: "Kimsenin,
din ve salih amel dışında üstünlüğü yoktur."[693]
Rasûl (s.a.s.)e:
- “İnsanların en değerlisi kimdir? diye soruldu:
- En takva olanıdır."[694]
buyurdu.
İslam'a göre, insanın değeri takvasıdır. Öyleyse
imanının derecesi, Allah korkusu, yaptığı işler ve ahlakıdır, yoksa soyu,
sahip olduğu mal, makam ve mevkîi, fiziği ve görünüşünün güzel olması değil.
Rasûl (s.a.s.): "Kıyamet
gününde semiz, iri yapılı bir adam gelecek, fakat Allah nazarında sivrisineğin
kanadı kadar ağırlığı olmayacaktır."
Ardından
da isterseniz, "Artık kıyamet günü biz onlara hiçbir değer vermeyiz."[695]
âyetini okuyun."[696]
buyurdu.
Yine
Rasûl (s.a.s.): "Allah, kesinlikle dış
görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve yaptıklarınıza bakar."[697]
buyurdu.[698]
Psikoloji
bilginleri ruh sağlığını
genellikle şöyle tanımlamışlardır: Duygusal ve sosyal olgunluk, ferdin
kendiyle ve çevresiyle barışık/uyum içinde olması, hayatın sorumluluklarına
dayanma gücü, karşılaştığı sorunlar (a karşı koyma) ı çözme, kişinin hayat
gerçeğini kabul etmesi, razı olma ve mutluluk hissi duymaktır.
Psikoloji
âlimleri, ruh sağlığı için birçok
tanımlar yapmışlardır. Bakış açıları ve okul farklılıkları yüzünden bazı davranışları
önemsemeleri nedeniyle tanımlar farklılık göstermektedir, fakat az önce
değindiğim kavramlar etrafında dönüp dolaşmaktadır ki şu veya bu şekilde uyum,
ferdî ve içtimaî uyum, rıza ve mutluluk hissi duymaktır. Bu tanımlardan biri
de, Dünya Sağlık Teşkilatı'nın yaptığı tanımdır: "Kişinin genellikle
kendisi ve çevresiyle uyum içinde olmasıdır ki, büyük ölçüde başarı,
memnuniyet, genişlik, sağlıklı sosyal davranış, hayatın gerçekleriyle mücadele ve
kabullenmedir."[699].
Bir
başka tanım ise: "Tam bir uyum
veya çeşitli ruhî görevler arasında mükemmellik, normalde insanın karşılaştığı
psikolojik problemler karşısında güçlü olma, yeterlilik ve mutlulukla iyimserlik hisleri
duymadır."[700]
Bu
tip tanımlardan
bir başka misal: "Ferdin ruhen uyum içinde olduğu, yalnızken ve
başkalarıyla yaşarken mutluluk duyduğu, mümkün olan en yüksek seviyede gücünden
ve imkanlardan yararlandığı, hayatın gereksinimlerine güç yetiren; olgun
kişilik sahibi, davranışları normal, barış ve güven içinde yaşamın
olabildiğince süreklilik halidir."[701]
Psikologlar,
fertlerin ruhen sağlıklı
olduğunu anlamak için bazı belirtiler koymuşlardır. Buna örnek olarak Maslow'un
koyduğu kurallar şu maddeleri içermektedir:
Kişinin birtakım değerler topluluğuyla bağlantılı
olması gerekir. Bunlar:
1-
Kişinin kendine ve başkalarına
karşı dürüst olması,
2-
Doğru gördüğü şeyi dile getirecek
kadar cesaretinin bulunması,
3-
Yapması gereken
işi en güzel bir şekilde yapması,
4-
Kim olduğunu, kim
olmak istediği ve kimi sevdiğini biliyor olması,
5-
Kendisi için
yararlı olanı bilmesi,
6-
Bunları gerçeği
gizleme amacı güden bir savunma mekanizmasına sığınmaksızın kabullenmesi"[702]
Osman
Lebib Ferrac'ın
zikrettiği ruh sağlığının belirtileri kısaca şunlardır:
1-
Kişinin kendini ruhen güven içinde
hissetmesi,
2-
Ferdin kendi varlığını
kabulü, bir ferd olarak değerini hissetmesi, gücünü kavraması, kapasitesini
bilmesi, başkalarını tanıyıp onlarla kendisi arasındaki farkları kabullenmesi,
3-
Kendisine yapılan
telkinleri uygun bir şekilde ayırdetmesi ve teşebbüs gücüne sahip olması,
4-
Başkalarıyla oldukça iyi ve
doyurucu ilişkiler kurmada başarılı olması.
5-
Hayata bakışında,
karşılaştığı sorunlarda ve hayattan beklediği olgunluk konusunda gerçekçi
olması,
6-
Olgun,
şahsiyetli
olması.[703]
1-
Duygusal Olgunluk: Bunun amacı,
duygunun artması durumlarında kişinin kendini kontrol etmeye güç yetirmesi,
kızmaması ve heyecanlanmamasıdır. Duygusal olgunluğun dış görüntüsü, kişinin
ayakları üstünde durması, kendine güven duyması, hayatın problemleri karşısında
gerçekçi olmasıdır,
2-
Kişinin krizler, zorluklar
karşısında direnmesi ve kararlı olması,
3-
Kişinin mutluluk, doygunluk, kafa
rahatlığı hissetmesi, ruhî hayatının kaygı ve gerilimden uzak olması,
4-
Kişinin kapasite ve yetenekleri
ölçüsünde normal sonuçlara güç yetirebilmesi,
5-
Kişinin nisbeten özgür, en güzel
örnekleri benimseyebilen ve bu değerleri sorunlar karşısında yardımcı olacak
pratik planlar haline getirebilecek güce sahip olması,
Samuel
Makarios'un[704]
belirttiği şu
hususlar da ruh sağlığının belirtilerini gösteren örneklerdendir:
1-
Ferdin, şahsî
yetenekleri ve gücüyle yapabileceği/yapamayacağı gerçekleri kabul etmesi,
2-
Ferdin, ailesinde ve dışarda,
sosyal ilişkilerden yararlanması ve bu ilişkileri kurma gücü,
3-
Ferdin, işinde başarılı
ve hoşnut olması,
4-
Ferdin, genel olarak, hayatı
cesaretle ve iyimserlikle karşılaması,
5-
Ferdin, kendini yeterli ve günlük
hayatın çeşitli durumları, alışılmış uygulamaları, aynı şekilde boşa giden
çalışmaları ve bazı beklenmedik durumlar karşısında kendini güçlü hissetmesi,
6-
Ferdin medenî cesaret
sahibi, verdiği karar ve yaptığı işler sonucunda ortaya çıkan durumların
sorumluluğunu taşıma gücü olması,
7-
Ferdin, yönelişlerinde
ve vaziyetinde, başkalarının gördüğü gibi, sebatlı olması,
8-
Ferdin biyolojik ve psikolojik ihtiyaçlarını normal bir şekilde sağlama, çeşitli güdüleri arasında dengeyi
gerçekleştirme gücüne sahip olması,
9-
Ferdin, psikolojik alanını
geniş tutması, bilgi, pratik, dinlenme ve sosyalliğin çeşitli uygulamalarında
ölçüye dikkat etmesi/özen göstermesi,
10-
Ferdin, hareketlerini yönlendirmede,
bakış açısını belirlemede, çeşitli işler karşısında mükemmel, sağlam bir
düşünce yapısına sahip olması, şahsiyetiyle uygunluğu sağlayabilmesi.
Göz önüne alınması gereken şeylerden biri de, ister
batılı ister doğulu olsun, psikoloji bilginlerinin ortaya koyduğu ruh
sağlığının belirtilerinin çoğunluğu "ferdin uyumu etrafında veya kişinin
kendisiyle ve toplumla uyumu, pratik hayatın işlerini yapmada etkin güç süreci,
fiziksel ihtiyaçlarını sağlamada doyuma ulaşması" çevresinde dönüp
dolaşmaktadır.
Modern
psikoloji bilginleri, modern psikoloji araştırmalarının baskın geldiği maddî eğilimle birlikte yürümekte, insandaki
ruhî yöne, din ve imanın ruh sağlığındaki rolünün önemine hiç ehemmiyet
vermemektedirler. Ancak William James (1910), Cari G. Jung (1961), A. A. Brill,
Henry Link gibi son derece az sayıda modern psikoloji bilginleri ve
psikanalistler, dinin ruh sağlığı üzerindeki etkisinin önemini kavramaya
başladılar. Dinin nefiste yaydığı güven ve huzurun, stres ve can sıkıntısından
kurtulmanın önemli rolüne işaret ettiler. Yazarın, "Kur'an ve
Psikoloji"[705]
adîı kitabında, dinin ruh sağlığı üzerindeki etkisi konusunu ele alışı daha
önce "Kur'an-ı Kerim'de ve Hadis-i Şerifte Ruh Sağlığı"[706]
başlığıyla geçmişti. Aynı şekilde Dr. Muhammed Avdeh ve Dr. Kemal İbrahim
Musa, "Psikoloji ve İslâm Işığında Ruh Sağlığı" adlı kitaplarında,
sağlığın ruhî yönünün önemine işaret etmişler, Allah'a kulluk, ibadetleri
yerine getirme gibi ruhî yönün içerdiği hususları ruh sağlığının önemli
delilleri saymışlardı. Bu iki yazar ruh sağlığının alâmetleri olarak şunları dile,
getirmişlerdir:
[707]
a-
Manevî Yön: Allah'a iman, ibadetleri
yerine getirmek, Allah'ın hükmünü ve kıymetini kabullenmek, sürekli Allah'a yakın
olduğunu hissetmek, ihtiyaçları hela! yoldan karşılayarak doyum sağlamak,
Allah'ı anmaya devam.
b-
Psikolojik Yön:
Kendine karşı dürüst olmak, gönlün kin, kıskançlık ve sevimsiz şeylerden uzak
olması, kişiliğini kabul, hayal kırıklığına ve endişeye dayanma gücü,
(büyüklenme, gurur, savurganlık, cimrilik, tembellik, karamsarlık gibi) can
sıkıcı şeylerden uzaklaşmak, doğru ilkelere yapışmak, ölçülü duygusallık,
karnı geniş olmak, alçakgönüllülük, hayata yönelme, nefse hakim olma ve kendini
tutabilme, sadelik, yüce amaçlar edinme, kendine güven.
c-
Sosyal Yön:
Ana/babayı, eşini, çocuklarını sevmek, muhtaçlara yardım etmek, güvenilir,
hakkı söylemede cesur olmak, insanlara zarar veren (yalan, kandırma, hırsızlık,
zina, cana kıyma, yalan şahitlik, yetim malı yemek, fitne çıkarmak, kin,
çekememe, gıybet, koğuculuk, kalleşlik, zulüm gibi) şeylerden uzak kalmak,
başkalarıyla iyi geçinmek, işini sevmek, toplumsal sorumluluk taşımak.
d-
Biyolojik Yön:
Bedenin hastalıklardan, ahlakî kötülüklerden uzak olması, vücud için gerekli
anlayışın oluşması, vücud sağlığına dikkat ve gücünü aşacak yük yüklememek.[708]
Modern psikologların
insandaki şahsiyet ve ruh sağlığı araştırmalarında insanın ruhî yönünü ihmal
etmeleri, insan
şahsiyetini anlamada, normal ve anormal kişilikleri belirleyen etkenleri
tanımada büyük kusurlara götürmüştür. Ayrıca bu tutum ruh sağlığı için net bir
anlayışın oluşmasına götüren yolu bulamamalarına sebep olmuştur.
Biz,
biyolojik, sosyal ve kültürel
yönleriyle insan şahsiyetini araştırmada kusurlu davranır, ruhî yönünü ihmal
edersek insanı doğru bir şekilde anlayamayız. İnsanı bütün yönleriyle; ister
biyolojik, ister sosyal, ister kültürel, ister manevî olsun, şahsiyetini
belirleyen etkenlerin hepsini ele alarak araştırmamız ve tanımamız gerekir.[709]
Birinci
Bölüm'de, "güdü”lerden
bahsettiğimiz sırada ve Sekizinci Bölüm'de "kişilik" konusunda
"insanın, beden ve ruhunun istekleri karşısında güdü çatışmasıyla karşı
karşıya kaldığına değinmiştik. Yine insanın beden ve ruhunun ihtiyaçlarını,
aşırılığa kaçmaksızın ve orta yolu izleyerek doyurmak suretiyle dengeli bir
şahsiyet oluşturabileceğini söylemiştik. İslam'da bedenin ihtiyaçlarını
gidermeye karşı direnen ruhbanlık yoktur. Yine bedenin ihtiyaçlarını
kayıtsız/şartsız doyurmak için mutlak serbestlik de yoktur. İslam; beden ve
ruhun ihtiyaçlarını karşılamada dengeye, insandaki maddî ve manevî dengenin
sağlanması için orta yolu izlemeye çağırır.[710]
Sağlıklı, normal bir kişiliği gerçekleştirmek için,
insan yapısında, beden ve ruh arasındaki dengeyi sağlamak zorunludur.
Kur'an-ı
Kerim'de bu nefis, "Nefs-i Mutmainne" (Doygunluğa/olgunluğa erişmiş
nefis) olarak isimlendirilmektedir. Bu nefis sahibi normal bir kişi, vücut sağlığına
ve gücüne özen gösterir, gereksinimlerine helal yoldan doyum sağlar. Ruhî
ihtiyaçlarını da tevhid inancına tutunarak, ibade tini yerine getirerek, iyi
işler yapmakla Allah'a yaklaşarak, kötülüklerden ve Allah'ın yasakladığı
şeylerden uzaklaşarak doyurur. O davranışlarında sürekli olarak doğruluğa
yönelir, bütün söz ve davranışları Yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de insanlar
için ortaya koyduğu, Rasûl (s.a.s.) in değerli sünnetinde açıkladığı metoda
uygun düşer.
Nefs-i
Mutmainne seviyesine ulaşan
insan, Yüce Allah'ın insanı yaratmış olduğu fıtrata uygun hareket eder ki, o
da tevhid inancıdır. Bu fıtrat, onu koruyacak, besleyecek, geliştirecek bir
şeye muhtaçtır ki o da Allah'ın indirmiş olduğu vahyinde belirtilmiştir.[711]
Yüce Allah, elçisini göndermesi, kitabını indirmesi;
insanları irşad, sahip oldukları sağduyuyu korumaya yönlendirmek, ruhî yönden
gelişmesini sağlamak, ortağı olmayan bir Allah'a iman ve ibadet yoluyla
güçlendirmek, takvaya sarılmak, günahlardan uzaklaşmak, nefsin arzu ve
isteklerine direnmek içindir. Böylece insan, normal hayatın yüklediği
sorumluluklar nedeniyle yapısında maddî ve manevî yönden dengeyi
gerçekleştirebilir, ruh sağlığını korur. Maddî ve manevî yönleri dengeleyen
Rasûl (s.a.s.)in şahsında "olgun kişilik" en güzel şekilde
gerçekleşmiştir. Rasûl (s.a.s.) hayatını sade olarak yaşar, bedenî ihtiyaçlarını uygun
şekilde doyurur, ruhî ihtiyaçlarını da tam bir huzur ve kalp temizliği içinde,
Yüce Allah'a ibadetinde samimiyetle doyururdu. Dünya hayatının engel ve
süslerinden biri onu Allah yolunda olmaktan geri koymazdı. Rasûl (s.a.s.)in
şahsiyeti tam bir olgun insan şahsiyeti, davranışlarında doğruluğun en güzel
bir şekilde gerçekleştiği, bütün ahlakî sıfatların kendisinde toplandığı
mükemmel bir olgun kişilik örneği idi. Ahlakı, Kur'an'ın öğrettiği ahlaktı.
Yüce Allah onu "Kesinlikle
sen pek büyük bir ahlak üzerindesin."[712]
sözüyle nitelemiştir. Rasûl (s.a.s.), ruh sağlığı göstergelerinin en yüksek
seviyede gerçekleştiği nefs-i mutmainne için model şahsiyetti.[713]
İslam
insanın eğitiminde, insan kişiliğinin maddî ve manevî yönleri arasında dengeyi
sağlamayı amaçlayan bir metod izler. Bu, ruh sağlığı yerinde, sağduyulu
kişiliğin gerçekleşmesini sağlar. İnsanların çoğu, bu dünya hayatında tez
elden mutluluğu sağlamak için çalışıyorlar, ahiret hayatı mutluluğunu elde
etmekten uzak duruyorlar. İnsan, üç yöntem içeren özel bir eğitim metoduna
muhtaçtır.
1-
Birinci Yöntem:
Allah'a iman, takva ve çeşitli ibadetleri yerine getirme yoluyla insanda
manevî yönü güçlendirmeye özen gösterir.
2- İkinci Yöntem: Güdüler ve duygulara, nefsin arzu ve
aşırı isteklerine hakim olmak demek olan, insanda bedenî yöne hakim olmaya özen
gösterir.
3-
Üçüncü Yöntem: Duygusal ve toplumsal olgunluğun oluşması
için kişiliğinin gelişmesi, hayatın sorumluluklarını taşımaya hazır olmak,
toplumun ilerlemesinde rolünü yerine getirmek, etkin ve canlı bir şekilde
yeryüzünün iman, ruh sağlığı yerinde olan seviyeli bir hayatı yaşamaya hazır
olmak için zorunlu âdet ve özellikleri insana öğretmeye özen gösterir.[714]
İslam, Allah'a ibadet etmeye çağırır. Rasûl
(s.a.s.)in İslam'a çağrısının ilk 13 yılı; tevhid inancına davet, imanın
köklerini ashabının kalplerinde yerleştirmek, nefislerini berraklaştırmak Yüce
Allah'a yaklaştırmak ve ona ibadete alıştırmakla geçmiştir. Yüce Allah'a
imanın, insanların şahsiyetini değiştirmede büyük etkisi vardı. Cahiliye
döneminin birçok ahlak ve geleneğini Araplar terketmişlerdi. Akıllan cehalet ve
bazı hurafelerden ayrıca, birçok meselede, normalde insanların çoğunun
korktuğu korkulardan nefisleri kurtulmuştu; ölüm korkusundan, fakirlik
korkusundan, zamanın belaları korkusundan, insanlardan korkmaktan kurtulmuşlardı.[715]
Nefislerine güven içinde yaşar olmuşlardı.
Rasûl (s.a.s.) ashabını Allah'a imana, O'na
yaklaşmaya, razı olduğu şeyleri yapmaya, yalnızca Allah'a güvenmeye, sadece
O'ndan yardım dilemeye çağırıyordu. Rasûl (s.a.s.) arkadaşlarını, sadece ve
sadece Yüce Allah'tan korkmayı, yalnızca Allah'tan istemeyi öğretiyordu. Rasûl
(s.a.s.)in, İbnu Abbas arkasında biniliyken yaptığı yönlendirmeler bunu açıkça göstermektedir. Daha
önce geçen bu hadiste, Rasûl (s.a.s): "İstediğinde sadece Allah'tan iste, yardım dilediğinde
yalnız Allah'tan dile. Ümmet, sana bir şekilde yardım etmek için toplansalar,
Allah'ın sana yazdığının dışında, fayda veremeyeceklerini, zarar vermek için
toplansalar, Allah'ın sana takdir ettiğinin dışında bir şeyle zarar
veremeyeceklerini bil."[716]
buyurdu.
Yüce Allah'a iman insan nefsini rahat, hoşnutluk,
mutlulukla doldurur. İnsanı huzur ve güvenle dopdolu olarak yaşatır. Çünkü
iman ve Allah'a ibadetinde samimî olan insan, Allah'ın kendisiyle birlikte,
O'nun gözetim ve korumasında olduğunu bilir. Yüce Allah ona, hayatında başarı
hazırlar, insanların gönlüne sevgisini atar.
"İman edip de imanlarına
bir haksızlık bulaştırmayanlar, işte korkudan emin olmak onların hakkıdır ve
hidayete erenler de onlardır."[717]
"Onlar inanan ve gönülleri
Allah'ı anmakla huzur bulan kimselerdir. İyi bilin ki gönüller ancak Allah'ı
anmakla yatışır."[718]
"Erkek ve kadından
her kim mü'min olarak amel işlerse, kesinlikle ona güzel bir hayat yaşatacağız.
Yapmakta oldukları amellerin karşılığını da kesinlikle en güzel bir şekilde
vereceğiz."[719]
Rasûl (s.a.s.): "Kimin amacı ahiret olursa, Allah onun gönlünü zengin kılar,
işlerini düzene koyar, istemese de dünyayı ona yaklaştırır. Kimin gayesi dünya
olursa Allah onu yoksullaştırır, işi rast gitmez, dünyadan da ancak Allah'ın takdir
ettiği kadarına ulaşır. Fakir olarak akşamlar, yoksul olarak sabahlar. Kul,
Allah'a yöneldikçe, Allah müminlerin kalbini sevgiye, ona yöneltir. Allah, her
hayrı ona çabucak ulaştırır."[720]
buyurmuştur.[721]
Yüce Allah'a içten imanı takva izler. Takva, insanın
Allah'ın gazabından ve azabından, günah işlemekten uzak durmak, Allah'ın
metodunun gereğini, emrettiklerini yapmak, yasakladıklarından da kaçmak
suretiyle kendini korumasıdır.
Takva
kavramı insanın
işlerinde sürekli hakka, adalete, güvene, doğruluğa yükselmesini, insanlarla
iyi ilişkiler kurmasını, düşmanlık ve haksızlık yapmaktan kaçınmasını kapsar.
Aynı şekilde takva mefhumu, insanın, kendisine verilen işleri en güzel bir
şekilde yapmasını sağlar. Çünkü o, yaptığı bütün işlerde sürekli Yüce Allah'a
yönelmekte, O'nun rızasını ve sevabını beklemektedir. Bu durum, insanı devamlı
olarak kendini düzeltmeye, işlerini en iyi biçimde yapması için güç ve
bilgisini geliştirmeye yönlendirir. Bu anlamda takva, insanı en güzel ve en
iyi davranışlara sürükleyen; kişiliğinin gelişme ve yükselmesini sağlayan,
kötü gidişat, sapık ve kural dışı davranışlardan kaçındıran bir enerji kaynağı
olur.[722]
Öyleyse takva, şahsiyetin oluşması, olgunlaşması ve
dengeli olmasında, mükemmel insan haline gelmesinde, mutluluk ve ruh sağlığının
gelişmesinde başlıca etkenlerdendir.[723]
Namaz, oruç, zekat, hac gibi çeşitli ibadetleri
yapmak insan şahsiyetinin eğitimine, nefsinin temizlenmesine ve hayatın
sorumluluklarını taşımayı sağlayan yararlı, övülmüş bir çok sıfatlarla
eğitilmesine, ruh sağlığı yerinde olgun kişiliğin oluşmasına yardım eder. Bu
çeşit ibadetleri yapmak insana hayatın güçlüklerine katlanmayı, nefisle
mücadele etme ve arzularını kontrol etmeyi, irade gücü, kararlılık, insanları
sevme ve onlara iyilik etmeyi öğretir, onda sosyal birliktelik ruhu,
yardımlaşma ve dayanışma duyguları yükselir. Yazarın, İbadetlerin ruh sağlığı
üzerindeki önemi konusunu biraz ayrıntılı olarak ele alışı "el-Kur'anu ve
llmu'n Nefs1' adlı kitabında geçmişti.[724]
Yüce Allah'a ibadetlerle yaklaşma insanda mutluluk ve güven duygularını
diriltir, ona büyük bir moral verir. Çünkü o kendini Allah'ın gözetimi ve
koruması altında olduğunu, Yüce Allah'ın ona yardım ve destek vereceğini
bilir. Bir hadiste, Rasûl (s.a.s.) Rabbinden şöyle rivayet eder; Yüce Allah
şöyle buyurur: "Bir kimse benim has kullarımdan birine düşmanlık ederse
ben de ona savaş açarım. Hiç bir kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden
başkasıyla bana daha iyi yaklaşamaz. Sonra nafile ibadetleri yaptıkça bana
yakınlaşır, onu severim. Sevince de duyan kulağı, gören gözü, tutan eli,
yürüyen ayağı mesabesinde olurum. Benden
isterse veririm, bana sığınırsa korurum.
Yaptığım şeyler içinde, mümin kulumun canını almakta tereddüd ettiğim gibi hiçbir şeyde tereddüd etmem. O,
ölümden hoşlanmıyor, ben de kuluma acı gelen şeyden hoşlanmıyorum."[725]
İslâm, güdülere hakim olma ve onları kontrol
altında tutmaya çağırır. İslam, yaratılıştan gelen güdüleri engellemeye değil,
sadece doyumlarının düzenlenmesi, denetlenmesine, ferdî ve sosyal yararları
gözeten sağduyulu bir yönlendirmeye çağırır. Kur'an ve nebevî sünnet,
yaratılıştan gelen güdülerin doyumunda iki çeşit düzenlemeye davet eder:
a-
Birinci düzenleme,
dinen serbest olan, helal yoldan doyum sağlamadır. Bu düzenlemenin
misallerinden biri, cinsellik güdüsünü sadece evlenme yoluyla doyurma, zina yoluyla
doyum sağlamasını yasaklamadır. "Evlenmeye imkan bulamayanlar, Allah kendilerine
lutfundan.bir zenginlik verinceye kadar iffetli kalmaya çalışsınlar."[726]
Rasûl (s.a.s.) de, -daha önce Birinci Bölüm'de, "Güdülere Hakim Olma"
konusunda geçtiği gibi- insanları cinsellik ve yaratılıştan gelen öteki
güdülerini kontrol altında tutmaya çağırmaktadır, (sh. 49)
b- İkinci tip düzenleme, beden ve ruh sağlığına
verdiği zararlar nedeniyle, güdülerin doyumunda aşırı gitmemektir. Rasûl
(s.a.s.) de, yaratılıştan gelen güdülerin doyurulmasın
da aşırı gitmemeye davet etmiştir.
Birinci Bölüm'de, -Güdüleri Kontrol Altında Tutma konusunda- açıkladığımız
gibi.
Kur'an-ı Kerim sadece yaratılıştan gelen fizyolojik güdüleri
kontrol altında tutmaya özen göstermedi. Düşmanlık, mülk edinme ve nefsin
çeşitli hevesleri gibi manevî güdülere de hakim olmaya özen gösterdi. Rasûl
(s.a.s.), -Birinci Böliüm'de açıklaması geçtiği gibi- insanları güdülerine ve
nefislerinin isteklerine hakim olmaya yönlendirdi.[727]
Kur'an-ı Kerim, insanları duygularını yenmeye ve onları
kontrol altına almaya çağırır. Modern tıbbî ve psikolojik araştırmalar bundaki
hikmeti ortaya çıkarmıştır. Çünkü duygusal sarsıntıların bir çok tıbbî ve
psikolojik hastalıklara neden olduğu tesbit edilmiştir. Yazarın Kur'an-ı
Kerim'de "duygulara hakim olma" konusunu ele alışı "Kur'an ve
Psikoloji" adlı kitabında geçmektedir.[728]
Rasûl (s.a.s.) de insanları öfkelerini v.b. öteki
duygularını yenmeye davet etmiştir. Bunu, İkinci Bölüm'de, "Hadiste
Duygulan Kontrol Altında Tutma" konusunda, biraz ayrıntılı olarak ele
almıştık.[729]
Rasûl (s.a.s.), İslam'a çağrının ilk yıllarında,
Mekke'de, insanın yapısı ve terbiyesine, İslam davetini yaymanın sorumluluğunu
taşıması için hazır olmasına, islam devletinin kurulmasına özen gösterdi.
İslâm
dini ilkelerinin öğretilmesi, ibadetlerin yapılması, iman ve takva köklerinin
gönüllerinde yayılması yanında; davranışlarda doğruluğu, övülmüş ahlakı, günlük
hayatın çeşitli uygulamalarındaki güzel âdetleri, başka insanlarla ilişkileri
de öğretiyordu.
Aralarında insan sevgisini, yardımlaşmayı, başkalarına
yardım elini uzatmayı yayıyor, kendine güveni, ayakları üstünde durmayı, tok
gönüllülük, Allah'ın verdiğine razı olmayı da öğretiyordu. Nefislerine güven ve
huzuru, korku ve endişeden bağımsız olmayı yerleştiriyordu. Onları çalışma ve
üretime, yaptıkların sağlam yapmaya, bilgi ve marifet elde etmeye, cehalet,
kuruntu ve hurafelerden bağımsız olmaya teşvik ediyordu.
Rasûl (s.a.s.) yine onları beden sağlığı ve gücüne,
binicilik ve atıcılık öğrenmeye de yönlendiriyordu. Kısaca, Rasûl (s.a.s.)
ashabına iyi ve güzel olan bütün huyları ve modern psikoloji bilginlerinin ruh
sağlığının belirtileri saydıkları ahlakı öğretiyordu. Öyleyse, Rasûl (s.a.s.)in
okulunda yetişmiş sahabeyi (r.a.) nefisleri parlak, akılları hür, huyları
güzel, davranışları düzgün, kişilikleri olgun olarak bulmamızda şaşılacak bir
şey yok. Onlardan, İran ve Rum ordularını yenen kahramanlar çıktı, ülkeleri
fethettiler, dünyanın başkanı olup devletler kurdular. Yine onların neslinden
çeşitli bilgi ve marifet alanlarında derinleşen bilginler, düşünürler çıktılar
ki eserleri Rönesans öncesinde Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak
okutuluyordu. Avrupalıların akıllarının aydınlanması ve rönesansın doğmasının
erdemi onlara aittir.
Müslümanların şahsiyetlerinin değişmesinde Kur'an-ı
Kerim ve Rasûl (s.a.s.)in öğretilerinin rolü büyüktür. Zayıflıktan
güce, çözülmeden mükemmelliğe,
kötü geleneklerden iyi geleneklere, davranışlarda yamukluktan dürüstlüğe, kötü
ahlaktan güzel ahlaka değiştiler.
Kısaca, kişilikleri olgunlaştı, ruh sağlığı için iyi
belirtiler sayılan sıfatları üzerlerinde topladılar. Burada, sahabenin,
Nebi'nin okulundan öğrendiği bütün karakterleri, ahlakı, ruh sağlığının
alâmetleri sayılan davranışları kapsamlı olarak, özetle ortaya koyacak değilim.
Fakat bazılarını, bir kısım hadis-i nebevilerden toplayabildiklerimin adını
vermekle yetineceğim. Sanırım Rasûl (s.a.s.)in sözlerinin biraz daha incelenmesi,
ruh sağlığıyla sağlam bağlantısı olan öteki birtakım hususları açığa çıkaracaktır.[730]
Rasûl (s.a.s.) ashabını sürekli Yüce Allah'a inanmaya
çağırıyor, O'nun bağışına ulaşmaya, rızasını kazanmaya, Naim Cennetlerinde
sürekli kalmak için büyük sevaba kavuşmayı ummaya, O'ndan sakınmaya teşvik ediyordu.
Bu umut, Allah'a kullukta ihlaslı, davranışlarda dürüst olmaya, sapma görüntüsü
olan her şeyden uzak durmaya sevketmede güçlü bir güdüydü. Bunun, huzur ve
kendilerine güven duymalarında büyük etkisi vardı.
Rasûl (s.a.s.) sahabe arasında kardeşlik, yardımlaşma,
birbirine tutunma, sosyal olgunluk ruhu yayıyor, aralarında cemaate bağlılık
ruhunu güçlendiriyor, sosyal ilişkileri sağlamlaştırıyordu. Onları bütün
insanları sevmeye, onlara yardım elini uzatmaya çağırıyordu. Bu yüzden Rasûl
(s.a.s.)in döneminde islam toplumu, sağlam bir binanın tuğlaları gibi birbirine
tutunan veya bir insanın vücudunun birbirine güç veren uyumlu
organları gibi
fertleri olan bir toplum olarak insanlık âlemi için örnek oldu.
Bu,
cemaate bağlılık
ruhu, hizmetlere etkin katılma arzusu, ilerleme ve yükselme çalışmasında
ihlas, bu cemaatte bulunan diğer insanları sevme duygusu, bu duygunun da iyi ve
güzel bir duygu olduğunu içine sindirmek... bütün bunlar, kişinin huzur ve
kendini güven içinde hissetmesi için önemli etkenlerdendir. Rasûl (s.a.s.),
ferdin kendini toplum içinde, güvende hissetmesinin, mutlu olmasının en önemli
etkenlerinden biri olduğuna işaret etmiştir: "Kim, yaşadığı çevrede güven içinde, bedeni sağlıklı olur,
günlük yiyeceği mevcut olursa sanki bütün dünya onun olmuş gibidir."[731]
Rasûl (s.a.s.) bu hadisinde, mutlu olmak için başlıca
üç sebebe işaret etmiştir: Kişinin kendisini toplumu içinde güvende
hissetmesi, vücut sağlığı, yiyeceğini sağlamış olması. Şüphesiz, insanın
yaşadığı toplumda kendini hayatından emin hissetmesi, sağlıklı ve
hastalıklardan uzak olması, hayatta kalması için zorunlu olan açlık, susuzluk
v.b. fizyolojik güdülerini doyurması, bütün bunlar ruh sağlığının önemli
belirtilerindendir.[732]
Rasûl (s.a.s.) ashabına kendilerine güven duymalarını,
kendi işlerini kendilerinin yapmasını, ihtiyaçlarını gidermede başkalarına yük
olmamayı öğretirdi.
Abdurrahman Avf b. Malik el-Eşcaî anlatır:
"7-8 kişi Rasûl (s.a.s.)in yanındaydık. Rasûl (s.a.s.): - "Allah elçisine biat etmeyecek
misiniz?"
diye sordu. Oysa yeni biat etmiştik, bu yüzden:
- "Ya Rasulallah,
biat
ettik ya!” dedik. Yine sordu:
-
"Allah elçisine biat etmeyecek misiniz?" Bunun üzerine ellerimizi Rasûl (s.a.s.)e
uzattık:
- "Ey Allah'ın elçisi, sana biat etmiştik,
tekrar ne üzerine biat edeceğiz?" diye sorduk.
- "Sadece
Allah'a kulluk edip O'na hiçbir şeyi ortak koşmamaya, beş vakit namazı kılmaya,
Allah'a itaat etmek üzere biat edin." buyurdu ve yavaşça bir kelime ekledi: "İnsanlardan bir şey
istemeyin." Bu
insanlardan bazılarının değneğinin düştüğünü görürdüm; kimseden vermesini
istemezler, iner kendileri alırlardı."[733]
Rasûl (s.a.s.):
- "Kim
insanlardan bir şey istememeyi garanti ederse, ben de ona cenneti garanti
ederim."
buyurunca Sevban:
- "Ben!" diye cevap verdi. Kimseden birşey
istemezdi."[734]
Rasûl (s.a,s.) ashabına, rızıklarını kazanma konusunda
kendilerine güvenmelerini öğretir, onlara insanlardan istemeyi yasaklardı.
Rasûl (s.a.s.): "Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sizden birinin
omuzuna ip atıp odun taşıması, birinden bir şey istemesinden daha hayırlıdır.
İstenen kişi ise verir veya vermez."[735]
buyurdu.
Hakim
b. Hizam anlatır: Rasûl
(s.a.s.)den istedim, verdi. İstedim, yine verdi. Tekrar istedim, yine verdi
sonra buyurdu ki: Ey Hakim, kesinlikle bu mal çekicidir, tatlıdır. Bu yüzden,
kim onu gönül hoşluğu ile alırsa bereketlenir, kim de göz dikerek alırsa bereketi gider, yer fakat doymaz.
Veren el alan elden üstündür. Dedim ki, Ey Allah'ın elçisi, senden sonra
ölünceye kadar kimseden bir şey istemeyeceğim. Ebu Bekir ve Ömer (Allah
onlardan razı olsun) ganimet malından verdiler, fakat o almaktan çekindi. Sonra
vefat etti. "[736]
Nebevî terbiye, müslümanın kendine güvenini artırmış,
eksiklik, zayıflık ve korku duygularından kurtulmasına çalışmış, onu kendisine
güven duymaya, görüşünü belirtme cesaretini göstermeye, insanlardan korkmadan
duygu ve düşüncelerini ortaya koymaya teşvik etmiştir. Rasûl (s.a.s.) şöyle buyurdu:
- "Sizden
biri kendini hor görmesin”.
Sordular:
- “Ey Allah'ın elçisi, birimiz kendini nasıl hor
görür?”
- “Allah
için hakkında söz söylemesi gereken bir iş görür fakat sonradan o konuda
konuşmaz. Yüce Allah ona kıyamet günü sorar: "Şu konuda şöyle demene engel
olan neydi?! -"İnsanlardan korkmuş olmam" deyince Allah (c.c) sorar:
"Korkulmaya en layık olan ben değil miyim!"[737]
İnsanın kendine güven duyması için, kendi hakkındaki
düşüncesinini iyi ve güzel olması gerekir, insanın davranışlarında kendi
hakkındaki düşüncesinin büyük etkisi vardır. Eğer kendisinin, insanların sevgi
ve saygısına layık, başarılı ve muktedir şeklinde olduğuna inanırsa,
davranışları bu düşünceye paralel olur. Eğer insanların sevgi ve saygısına layık
olmadığına, beceriksiz ve yetersiz biri olduğuna inanırsa yine
davranışları bu
düşünceye paralel olur, kendine güvenini yitirir, insanların sevgi ve
saygısını çekme duygusunu kaybeder, başarısızlık korkusuyla bir çok önemli işi
yapmada kararsızlık gösterir.
İnsanın kendisi hakkındaki düşünceleri, sosyal
gelişmesi sırasında ana/babasının, ailesinin kendine karşı davranışları,
başarısızlık, cezalanma veya tenkitle karşılaştığı bir çok durumda şahsî
deneyimleri sonucunda oluşur.
Rasûl (s.a.s.) çocuklarına ve torunlarına iyi muamele
etmede en güzel örnekti. Rasûl (s.a.s.)in, Hasan ve Hüseyin'e (r.a.) sevgisi,
üstün ilgisi ve güzel davranışı daha önce geçmişti. Rasûl (s.a.s.) bu konuda
ashabına da uyulması gereken en güzel modeldi. Ayrıca Rasûl (s.a.s.) ashabını
çocuklarına iyi davranmaya teşvik ederdi. Rasûl (s.a.s.): "Çocuklarınıza iyi davranınız
ve terbiyelerini de iyi veriniz."[738]
buyurmuştur.
Rasûl (s.a.s.) ad koymanın, insanın şahsiyetinin oluşmasındaki
önemli yerini iyi bilirdi, iyi ve güzel isim koyma, insan kimliğinin
oluşmasındaki önemli etkenlerden bindir. Rasûl (s.a.s.) çirkin isimleri
sevmez, onları güzel isimlerle değiştirirdi.
Said
b. Müseyyeb'in dedesi Rasûl (s.a.s.)e gelince Nebi sorar:
- "Adın
ne?
-
Hazen.
- Senin
adın Sehil olsun.
- Ben babamın koyduğu adı değiştirmem."
karşılığını verir. Said'in babası der ki:
- Hayatı aramızda hep hüzünlü geçti."[739]
İbnu
Ömer'in Asiye adını verdiği bir
kızı vardı. Rasûl (s.a.s.) kızın adını Cemile olarak değiştirdi.[740]
Rasûl (s.a.s.)e gelen bir grup insan içinde
"Asram" adında biri vardı. Rasûl (s.a.s.) ona adını sordu. Asram deyince;
"Hayır,
senin adın Zür'a olsun."
buyurdu.[741]
Yine
Rasûl (s.a.s.) Şihab adını Hişam,
Harb ismini Silm, Muzdaci' ismini Münbais olarak değiştirdi. Ayrıca el-As, Şeytan,
Gurab isimlerini ve bunlar gibi güzel olmayan isimleri de iyi isimlerle
değiştirmişti.[742]
Topluma
nisbetle insan,
vücuda nisbetle hücre gibidir. Ayrıca bütün hücreler sağlıklı olmayınca beden
sağlam olamaz, aslî görevlerini iyi bir şekilde yerine getiremez. Aynı şekilde
toplum da, ruh sağlığına sahip, görev ve sorumluluklarını güzelce yerine
getiren fertlerden meydana gelmedikçe, iyi bir toplum olamaz. Dengeli şahsiyet
olmanın özelliklerinden biri, kişinin, aile yönünden olsun, yaptığı işler
yönünden olsun, dost, arkadaş, komşu ve ilişkisi olan diğer insanlar yönünden
olsun veya genel olarak bütün bir toplum yahutta bütün bir insanlık yönünden
olsun, bütün şekiileriye sorumluluk duygusunu hissetmesidir. Toplum içinde her
fert, gözetmekle mükellef olduğu ve özen göstermesi gereken insanlara karşı,
yapması gereken işe karşı ve kamu yararı açısından sorumluluğunu duyarsa
toplum ilerler, yükselir ve toplumun bütün fertleri mutlu olur. Dengeli insan,
öteki kişilere karşı kişisel ve toplumsal sorumluluklarını hisseder, böylece
onun başkalarına yardıma eğilmesi kolaylaşır, onlara yardım elini uzatır.
Psikanalist
Alfred Adler (1937), hastalarının
tedavisinde; onları diğer insanları önemseme, yardımcı olma, toplumun
fertleriyle ilişkilerini güçlendirme konularında yönlendirirdi.[743] O,
bu konuda şunları söylemiştir; "Bütün bunların arkasından istediğim şey,
hastalarımın ilgisini başkalarına yönlendirmektir. Hasta ne zaman topluma
karışırsa, onlarla beraber onlara yardımcı ve destek olursa, kesinlikle
iyileşmiş demektir. Bence dinin öğütlediği şeylerin en önemlisi komşu sevgisi
ve ona yardımdır. Başkalarına yardımı esirgeyen kişinin sıkıntı ve sorunlarla
karşılaşacağı bir gerçektir. Hayatın kişiden istediği şey, çalışan, üreten,
insanları seven, sevgisinde ve evliliğinde etkin olan biri olmasıdır."[744]
Rasûl (s.a.s.) de ashabının sorumluluk duymalarına
özen gösterirdi. Rasûl (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Hepiniz bir
çoban/yöneticisiniz ve idareniz altında bulunanlardan sorumlusunuz. İnsanları
yöneten başkan, halkından sorumludur. Aile reisi, evinin başkanıdır ve hane
halkından sorumludur. Kadın kocasının evinin başkanıdır ve evdekilerden sorumludur.
Adamın mallarına bakan kişi patronun mallarının idarecisidir ve mal varlığından
sorumludur. Dikkat edin, hepiniz bir şeyin idarecisisiniz ve yönetiminiz
altında bulunanlardan sorumlusunuz."[745]
Bu
hadiste Rasûl
(s.a.s.), her insanın gözetimi altında bulunanlardan veya yapması istenen iş ve
görevden sorumlu olduğunu hükme bağlamaktadır. Rasûl (s.a.s.)in "Dikkat edin! Hepiniz
bir çobansınız ve güttüğünüz şeylerden sorumlusunuz." sözü toplumun
tamamını kapsayan bir sözdür. Toplumun her bir ferdi, bu çobanlığın şekli ne
kadar artarsa artsın -gerek kişiler gerekse iş yahut mal v.b. olsun- idaresi
altında olan şeyden sorumludur. Rasûl (s.a.s.) bu hadiste sosyal
sorumluluklardan genel misaller vermiştir. Başkanı veya insanların işlerinden
sorumlu kişiyi zikretmiş; onların işlerini hakkıyla, adalet ve eşitlikle,
herkes için iyiyi, ilerleme ve bolluğu sağlayacak şekilde üstlenmekten sorumlu
olduğunu söylemiştir.
Erkeği, evinin bütün fertlerinden sorumlu, onları gözetmek,
geçimlerini sağlamak, çocuklarını iyi terbiye etmek, toplumun ilerlemesi ve
yükselmesi için etkin olarak üzerlerine düşeni yapabilecek iyi vatandaşlar
olmaları için iyi yetişmelerini sağlamakla yükümlü olan biri olarak
zikretmiştir.
Kadını, eşinin evinden, çocuklarından, malından, çocuklarının
terbiyesinden, malının korunmasından, evin bütün işlerini en iyi bir şekilde
yapmaktan sorumlu biri olarak zikretmiştir.
Başkasına hizmet veren kişiyi, adına çalıştığı adamın
malından, bu malı iyi kullanmaktan, hırsızlık ve ziyana uğraması veya yok
olmasından korumakla sorumlu biri olarak zikretmiştir.
Kısaca, bu hadis her kişinin toplumda, hizmet veya
işini üstlendiği kişilerden, yapmak yükümlülüğünü yüklendiği bütün işlerden
sorumlu olduğunu karara bağlamıştır. Aile fertlerine, işine, genel olarak
topluma ve başkalarına karşı toplumsal sorumluluk duyan kişi kesinlikle dengeli
bir kişidir, memnuniyet ve ruhî rahatlık duyar. Çünkü o, toplum için yararlı,
toplumun ilerlemesi ve yükselmesi için üstüne düşeni etkin olarak paylaşan
insandır.[746]
Rasûl (s.a.s.) ashabını, kendinden ve görüşünden emin,
düşünce ve tesbitleri kendi istek ve özgür iradeierin-den doğan görüş ve işler
olmaksızın başkalarının görüş ve işlerine uyan insanlar olmaktan kaçınan
kişiler olarak yetiştirirdi. Rasûl (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Sizden biri,
"Biz insanlarla beraberiz; insanlar iyi olur, iyilik yaparlarsa biz de
iyi oluruz. Eğer kötü olur, zulmederlerse biz de zulmederiz." diyen
şahsiyetsizlerden olmasın! Fakat siz kendinizi, insanlar iyi olurlarsa iyi
olmaya, kötü olurlarsa zulmetmemeye alıştırınız."[747]
Rasûl (s.a.s.) bir gün, uzun bir konuşmasının bir
kısmında şöyle demiştir: "Cehennemlikler beş gruptur: Birincisi, aklı
olmayan fikirsiz kişi ki böyleleri sizin aranızda uydu olarak bulunur, ne
aileleri ne de mallan olur."[748]
Geçen bu iki hadiste Rasûl (s.a.s.) ashabını,
varlıklarını hissetmeye, özgür görüş sahibi olmaya yönlendirmekte, kendi
iradesi ve seçme gücü olmaksızın görüş ve işlerinde, insanlar nasıl düşünüp
yapıyorlarsa öyle kabullenen, başkalarına uydu olan kişilerden olmayı
yasaklamaktadır.
İnsan aklının rahat ve kişinin mutlu olmasının en
önemli nedenlerinden biri de Allah'ın kendisine verdiği rızka, nimetlere,
servet olarak kendisinden daha yüksek ve malı daha çok olanlara bakmaması,
kanaat etmesidir. Kanaatsizlik ve kendisinde olana razı olmamak insanı can
sıkısı ve kızgınlığa, mutsuzluk ve sıkıntıya götürür. Rasûl (s.a.s.), akıl
rahatlığı ve doygunluğun gerçekleşmesi için ashabına kanaat ve; razı olmayı
öğütlerdi. Rasûl (s.a.s.) ashabına, zenginliğin mal çokluğu değil; göz ve gönül
tokluğu, razı olma, kendisine bazı şeyleri gereksiz görme ve onlardan uzak
durmayı öğretirdi. Rasûl (s.a.s.): "Zenginlik, mal/mülk çokluğu değil, fakat göz/gönül
tokluğudur."[749]
buyurmuştur.
Rasûl (s.a.s.) ashabına, kendilerinden zengin olanlara
bakmamalarını tavsiye ederdi, çünkü bu kızgınlık ve razı olmamaya götürür.
Kendilerinden aşağıda olanlara bakmalarını tavsiye ederdi, çünkü bu Yüce
Allah'ın onlara olan nimetlerini anmaya, birçok insandan üstün kıldığı için
O'na hamd ve teşekkür etmeye sebep olur. Rasûl (s.a.s.) şöyle buyurur: "(Dünya konusunda)
sizden aşağı olana bakınız, yukarı olana bakmayınız, bu durum Allah'ın size
olan nimetlerini küçümsememeniz açısından daha uygun bir davranıştır."[750]
"Sizden birisi, varlık
ve yaratılış konusunda kendinden üstün olana baktığında bir de kendinden aşağı
olana baksın. Bu durum Allah'ın kendisine olan nimetini küçümsememesini sağlaması
yönünden daha iyi bir davranıştır."[751]
Rezin
rivayetinde
şu ziyade
vardır: "Avn b. Abdullah b. Utbe (Allah rahmet eylesin) anlatır;
Zenginlerdendim, kimse benden kaygılı değildi. Bineğimden daha iyi binek,
elbisemden daha güzel elbiseleri görüyordum. Bu sözü duyunca fakirler gibi
davranmaya başladım, rahata kavuştum."[752]
Uzun
bir hadiste Rasûl
(s.a.s.) şöyle buyurur: "Allah'ın
sana verdiğine razı ol ki insanların en mutlusu olasın."[753]
Yüce Allah'ın verdiğine razı olmak, Ademoğlunun mutluluk
sebeplerinden biridir. Ademoğlunun mutsuz olma nedenlerinden biri, Allah'tan
hayırlı olanı istemeyişi, biri de Yüce Allah'ın kendisine hükmettiğine
kızmasıdır.[754]
Yüce Allah'ın verdiği rızka kanaat emek, takdir
ettiği hayat şartlarına razı olmak -Rasûl (s.a.s.)in bize tavsiye ettiği gibi-
bu ikisi kesinlikle insanın mutluluğu ve ruh sağlığının sebeplerindendir.[755]
Ruh
sağlığı, hayatın güçlüklerine
katlanmanın, zorluklara ve krizlere karşı direnmenin önemli belirtilerinden
biridir.
Zamanın bela ve musibetlerine karşı sabreden, bunlar
önünde zayıf kalmaz ve yıkılmaz, umutsuzluk onu yakalayamaz. Sabır ve
direnmeyle felaketlere ve zor durumlara karşı koyan kişi, dengeli şahsiyeti
olan, ruh sağlığından olabildiğince yararlanan bir insandır. Yüce Allah bir
çok âyette bize sabrı tavsiye etmiştir:
"Birde sabır
ve namazla Allah'tan yardım isteyiniz; gerçi bu Allah'a saygılı olanlardan
başkasına ağır gelir."[756]
"Ey iman edenler, sabır
ve namazla Allah'tan yardım isteyin; kesinlikle Allah sabredenlerle beraberdir.”[757]
“Andolsun ki mallarınız
ve canlarınız konusunda imtihan olunacaksınız. Andolsun ki sizden önce
kendilerine kitap verilenlerden ve şirk koşanlardan sizi incitecek bir çok laf
işiteceksiniz. Eğer şükreder ve takva yoluna giderek korunursanız işte bu
yapmaya değer işlerdendir."[758]
Rasûl (s.a.s.) de ashabına, karşılaştıkları bir
hastalık veya felaketin Yüce Allah'ın bir imtihanı olduğunu, seviyelerini
yükselteceğini, birtakım günahlarını sileceğini ve kendilerine sevap
yazılacağını öğretirdi. Bu nebevî eğitim/öğretim, genellikle onlara, hayatın
güçlüklerine karşı direnme, Yüce Allah'ın hükmüne razı olan bir nefsin
felaketlere dayanma gücünü kuvvetlendirmekteydi: "Müminin başına kronik bir ağrı/sızı,
bir hastalık, bir keder, onu üzen bir durum gelirse, bu yüzden Allah onun bazı
günahlarını bağışlar."[759]
"Allah, bir kulunun iyiliğini
istediğinde, cezasını dünyada verir. Bir kulunun şerrini istediğinde,
günahının cezasını Kıyamete kadar erteler."[760]
"Cezanın
en büyüğü belanın en büyüğü iledir. Yüce Allah bir toplumu sevdiği zaman,
başlarına bela verir, razı olandan razı olur, olmayana kızar."[761]
Rasûl (s.a.s.): "Mümin erkek ve kadına, çocuğuna ve malına bela geldikçe
gelir, Rabbine kavuşuncaya kadar bu sürer, fakat onun bir günahı da kalmaz.”[762]
"Yüce
Allah buyurur ki, İzzet ve Celalim hakkı için, bedenindeki hastalıkları,
rızkındaki darlığı sebebiyle boynundaki günahları bağışlamadan hiç bir kimseyi
dünyadan göndermeyeceğim."[763]
Bu
ve benzeri nebevî
hadisler müslümanlara, zamanın zorluk ve belalarına sabrı öğretir. Karşılaştığı
bu felaketlerde kendisi için büyük hayırlar olduğuna, günahlarını sileceğine,
sevaplarını artıracağına inandığı için Yüce Allah'ın hükmünü gönül hoşluğu ile
karşılamayı öğretir. Rasûl (s.a.s.): "Müminin işine şaşarım: Onun bütün
işleri hayırdır. Bu durum sadece mümine özgüdür. Başına iyi bir şey gelirse,
şükreder, hayır olur. Başına kötü bir şey gelirse, sabreder, onun için hayır
oîur."[764]
buyurdular.[765]
Dengeli
insan, dinç, işini
iyi ve etkin olarak yapan kişidir. Yaptığı işi sürekli iyi yapmaya, en güzel
bir şekilde görevini yerine getirmeye çalışır. İşini yaparken kendi, ailesi ve
genel olarak toplum adına sorumluluk duyar. İşini ustalık ve sağlamlıkla
yaparken ilerleme, yükselme ve şahsî olgunlaşma arzularını doğru olarak ifade
ettiğini, toplum hizmetinde etkin olarak rolünü yerine getirdiğini, toplumun
gelişmesi, ilerlemesi ve bayındır olması için üzerine düşeni içtenlikle
paylaştığını düşünür.
İslam hayat ve uygulama dinidir, insanı çalışmaya
özendirir, başıbozukluk ve tembelliği yasaklar. Allah'ın rahmetinden istemek
için yeryüzünde çalışmaya çağırır. Yüce Allah Cuma Suresinde buyurur ki: "Sonra da namaz kılındı mı
yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lutfundan nasibinizi arayın.[766]
Rasûl (s.a.s.) de ashabını çalışmaya teşvik ederdi:
"Hiç bir
kimse, elinin emeğinden daha hayırlı bir şey yememiştir. Allah'ın nebisi Davud
(a.s.) elinin emeğini yerdi."[767]
"Sizden birinin elinde bir fidan varken kıyamet kopuyor olsa da, kopmadan dikebilecekse, diksin onu."[768]
"Allah kesinlikle sanatkar mümini sever."[769]
Rasûl (s.a.s.) de ashabını, yaptıkları işleri iyi
yapma yönünde teşvik ederdi: "Sizden
biri yaptığı işi iyi yaptığında Allah onu sever."[770]
buyurdu.
İnsanın bir işi yapması, onu iyi yapması ve başarması,
kendinin ve ailesinin geçimini sağlamada kendine güvenmesi, toplum hizmetinde
etkin olarak görevini yerine getirmesi; bütün bunlar insanın kendine güveninin
artmasını, toplumdaki rolünü tam olarak yerine getiren bir insan olarak kendi değerini kavramasını, ayrıca memnuniyet ve mutluluk
duymasını sağlar.[771]
Ruh
sağlığının belirtilerinden biri de
vücut sağlamlığı ve sağlığıdır. Atalar "Sağlam kafa sağlam vücutta
bulunur." demiştir. Rasûl (s.a.s.) de ashabının şahsiyetlerinin ruhî,
bedenî ve sosyal yönlerden terbiyesine özen gösterirdi.
İslam'ın çağrısını duyurmak için Allah yolunda
cihadın sorumluluğunu taşımaya güç yetirebilmeleri için, vücutlarının sağlıklı
olmasına teşvik ederdi. Rasûl (s.a.s.) buyurdu: "Güçlü mümin Allah'a zayıf
müminden daha hayırlı ve sevgilidir/makbuldür."[772]
Rasûl (s.a.s.) ashabına sağlığın değerini öğretir,
sağlığı zenginliğin en üst noktasına koyardı.: "Allah'tan korkan için
zenginliğin bir tehlikesi yoktur. Sağlık, Allah'tan korkan için zenginlikten
daha hayırlıdır. İnsanın kendini iyi hissetmesi nimetlerdendir."[773]
Rasûl (s.a.s.), vücudun sağlık ve afiyette olmasını
insanı mutlu eden temel esaslardan biri sayardı. Daha önce, Rasûl (s.a.s.)in
şöyle buyurduğunu yazmıştık. "Kim
mahallesinde emin olur, sağlığı yerinde olur, günlük yiyeceği bulunursa,
sanki dünyalar onun olmuş gibidir."[774]
Rasûl (s.a.s.) dualarında çokça afiyet isterdi. "Ya Rabbi, bedenime sağlık
ver, kulağıma afiyet ver, gözüme afiyet ver. Senden başka ilah yoktur, ancak sen
varsın."[775]
duası kendisinden rivayet edilen dualardandır.
Rasûl (s.a.s.) ailesine ve ashabına Allah'tan afiyet
istemelerini söylerdi.Amcası Abbas'a: "Ya Abbas, Ey Allah Rasulünün amcası! Dünya ve ahirette
Allah'tan sağlık iste."
buyurdu. Ebu Bekir es-Sıddık der ki: Rasûl (s.a.s.)i; "Allah'tan yakin ve sağlık
isteyiniz. Yakinden sonra hiç kimseye sağlıktan daha hayırlı bir şey verilmedi," derken duydum. İbnu'l Kayyim el-Cevzîyye,
bu hadise yorum olarak der ki: "Din ve dünya afiyetini bir araya
getirmiştir. Kulun iki dünyada da kurtuluşu ancak yakin ve sağlıkla sağlanır.
Yakin kulu, ahiret cezalarından, sağlıksa kalbindeki ve bedenindeki dünya
hastalıklarından kurtarır."[776]
Rasûl (s.a.s.):"Allah'tan bağış, sağlık ve afiyet isteyiniz, kimseye
yakinden sonra afiyetten daha hayırlısı verilmemiştir." buyurmuştur. İbnu Kayyim el-Cevziyye bu
hadise de şu yorumu yapmıştır: "Bu
üç şey, afla geçmişin, sağlıkla içinde bulunduğu anın, afiyetle geleceğin
zararlarını yok etmeyi garanti eder. Sağlık ve afiyet üzere devam etmeyi
sağlar."[777]
Rasûl (s.a.s.)e bir arap gelip sordu:
- Beş vakit namazın ardından, Allah'tan ne
isteyeyim? Rasûl (s.a.s.):
- "Sağlık
iste."
deyince adam yine sordu. Üçüncü seferde de:
- "Dünya
ve ahirette Allah'tan afiyet iste."[778]
buyurdu.
Rasûl (s.a.s.) ashabını beden eğitimi ve biniciliğe teşvik
ederdi. Atıcılık ve ata binmeye özendirirdi. "Hadiste Gelişme"ye ait
7. Bölümde, Gelişmenin Gerekleri'ndeki sözlerimiz sırasında bu konuyla ilgili
hadisler geçmişti. Ukbe, Rasûl (s.a.s.)i minberin en üst basamağında; "Onlara karşı gücünüzün
yettiği kadar kuvvet hazırlayın. Dikkat edin, kuvvet atmaktır! Aman ha, kuvvet
atmaktır! Dikkat, kuvvet atmaktır!" derken işittim.[779]
der.
Böylece görülmektedir ki, Rasûl (s.a.s.) insanın
yapısına, ashabının terbiyesine, ruhî ve bedenî sağlığı koruyacak bütün şeylerle
özen göstermiş, onlardan olgun, güçlü, etkin, mutlu, nefisleri yatışmış
şahsiyetler oluşturmuştur.[780]
Daha
önce konuyu ele almamıza bağlı
olarak, Kur'an ve hadis ışığında ruh sağlığının belirtilerini şöylece sıralayabiliriz:
a- Ferdin
Rabbiyle Olan ilgisi Yönünden: Yüce, tek ve ortağı olmayan Allah'a, kitaplarına,
elçilerine, ahiret ve hesap gününe, kaza ve kadere iman, ibadet ve itaatla O'na
yaklaşmak, takvasında ihlaslı olmak, Yüce Allah'ın buyurduğu ve Rasûlünün
öğütlediği her şeye uymak, günah ve kötülüklerden uzaklaşmak, Yüce Allah ve
Rasûlünün yasakladığı her şeyden kaçınmak.
b- Ferdin
Kendisiyle Olan İlgisi
Yönünden: Kendini
tanır, imkanlarını, gücünü ve kendi değerini bilir. Hayatının arzuları, güç ve
imkanları ölçüsünde olur. Yine güç ve imkanları ölçüsünde, sürekli olarak
insanî olgunluğunu artırmaya çalışır. İhtiyaçlarını, güdülerini, isteklerini
bilir. Güdülerini normal bir şekilde, aşırılığa kaçmadan ve helal yollardan
doyurur. Duyuramadığı güdülerini, ilerde doğacak uygun fırsatlar verildiğinde
helal yollardan doyurmak için kendine sahip olur. Dinî değerlerle, güzel
ahlakla veya insanlık değerleriyle, toplumsal değerlerle çatışan güdü, arzu ve
isteklerine hakim olur.
Gönlünde gezinen duygu ve heyecanları tanır. Onlardan
iyi ve güzel olanları ifade etme özgürlük ve gücünü duyar. Yine onlardan
çirkin, kötü ve hoş olmayanları frenleyebilir. Kinini yener, öfkesini tutar,
herhangi bir insan veya herhangi bir şey görevini, dini/dünyevî
sorumluluklarını unutturmadıkça sevgiyi elden bırakmaz.
O,
sorumluluk duyar, geçimiyle
ilgili konularda kendine güvenir, kendinden emin olur. Görüşünde bağımsız,
hayatın zorluk ve baskılarına dayanma ve sabretme, hayatın güçlüklerini yenmek
için vereceği mücadelede kendinde büyük bir güç bulur. Sabırla yenmeye güç
yetiremediği hayatın güçlüklerinin gönül rahatlığıyla, Allah'ın bir hüküm ve
takdiri olduğunu kabul eder. Yüce Allah'ın takdiri ve kısmetine razı ve son
derece ikna olur.
Davranışlarında dürüsttür. Görüşlerini doğruluk ve medenî
cesaretle, güzel ahlakla ifade eder. İşini güven ve ihlasla, ustalıkla ve
sağlam olarak yapar. Sürekli iyi işler yapmaya eğilimli, hayattaki görev ve
sorumluluklarını yerine getirmeyi gerekli görür. Vücut sağlığına ve beden
gücüne özen gösterir.
c- Ferdin, İnsanlarla Olan Alâkası Yönünden: İnsanlarla ilişkisi genel olarak iyidir, onlara
yakın olur ve sever, onlar da kendisine yakın olur ve severler. Onlarla güzel
ve sevgiye dayalı ilişki kurar. Onlara yardım elini uzatır. Sürekli olarak insanlara
verdiği sözlerde doğru, işlerinde
güvenilir, yalan söylemez ve aldatmaz. Kimseye eziyet etmez, kin gütmez, kötü
düşünmez ve haset etmez. Alçakgönüllüdür, insanlara büyüklük taslamaz, onlara
karşı kibirlenmez. Başkalarının güdülerini, duygu ve heyecanlarını/takdir eder,
görüşlerine ve haklarına saygı duyar, güçlü olduğu zaman kötülükleri affeder.
Topluma karşı sorumluluk duyar, sürekli toplumun ilerlemesi, yükselmesi ve
kamu yararı için çalışır. Toplum menfaatini benimser, bencillikten hoşlanmaz.
Ailesiyle
ilgisi genel olarak iyidir. Eşini
sever, ona saygı duyar, onunla iyi geçinir. Çocuklarını sever, şefkat duyar, onların
işleriyle ilgilenir, iyi terbiye, edep ve eğitim almalarına çalışır. Ayrıca
ana/babasını sever, onlara saygı besler, şefkat eder, iyi davranır,
ziyaretlerini yapar, komşularıyla iyi geçinir.
d- Ferdin Evrenle İlişkisi Yönünden: Evrendeki konumunu, Allah'ın kendisini diğer
mahlukata üstün kıldığını bilir. Yeryüzünde Yüce Allah'ın halifesi olması
yüzünden, hayattaki büyük elçilik görevini, dünyanın yaşanır halde olmasındaki
ve Allah'ın gösterdiği metodun hayatta uygulanmasındaki sorumluluğunu bilir.
Yüce Allah'ın evrendeki âyetlerini düşünür, mahlukatına bakar, onları güzel
yaratmadaki Yüce Allah'ın sonsuz üstün gücünü görür, onlardaki güzellik, sağlamlık
ve estetiği duyar. Bu dünyada hayatın nimetlerini, bütün güzelliklerini
hisseder, Yüce Allah'ın cansız, canlı ve bitki cinsinden bütün yaratıklarına
sevgi duyar.[781]
Bazı insanlar birçok baskı, duygusal stres ve nefis mücadelesiyle
karşı karşıya kalması sonucunda ruh hastalığına yakalanır. Ruh hastalığına
yakalanan kişileri üç ana bölüme ayırmak mümkündür:
1-
Kendine ve başkalarına
karşı algılaması bozuk kişiler.
2-
Davranışları
normal olmayan kişiler.
3-
Mutsuzluk hissi duyan kişiler.
Psikolojik
hastalığa
yakalanan kişi kendini ve hadiseleri doğru dürüst algılayamaz, bu yamuk
algılama üzerine hadiseyi oturtmaya çalışır, böylece davranışı diğer insanlara
göre uygunsuz ve anormal olarak gözükür. Aynı şekilde o, bilinçsiz nefis
mücadelesinden dolayı karşılaştığı bu endişe yüzünden ruhî acılar ve mutsuzluk
duyar. Bu psikolojik rahatsızlık, genel olarak hastanın hüküm verme gücünü,
sorumluluğunu etkin olarak üstlenmesini, hadiseler ve insanlarla tam ve
sağlıklı ilişki kurma duygularını zayıflamaya götürür.[782]
Ruh
hastalığını,
belirli baskılar altında meydana gelen hatalı öğrenme, daha önce ferdin
uğradığı acıklı durumlar sonucu olarak görmemiz mümkündür. Bu hatalı öğrenme
ferdin kendini, başkalarını ve çevresini algılama bozukluğuna, ferdin olaylar
ve insanlarla ilişkilerinde anormal davranış yolları öğrenmeye götürdü. Uygun ve müsait
şartlar altında, ferdin kendini, olayları, insanları doğru algılayacağı yeni
bir öğrenmenin sağlanması mümkündür. Böylece davranışlarında oldukça münasip
ve hoşnud kalınacak yeni yollar öğrenir. Aslında psikolojik yöntemlere
dayanan, ferdin kendinde ve davranışlarında değişiklikler meydana gelmesi,
hayatını son derece mutlu ve sağlam kurması için, psikoterapist veya ruh
hastalıkları doktorunun uyguladığı planlanmış bu çalışmaya
"psikoterapi" denir,[783]
İslam kesinlikle insanın hidayeti, onu yönlendirme
ve doğru yolu bulması, cehaletten, sapıklıktan, kötü davranışlardan, bozuk
ahlaktan kurtulması için gelmiştir. İslam, insanlarda, inançlarında,
düşüncelerinde, gelenekelerinde, davranışlarında ve ahlakında büyük
değişiklikler meydana getirmiştir. İslam, insanın kendini algılamasını
değiştirmiştir. Hayatına yeni bir anlam vermesini, hayattaki gerçek görevinin
ne olduğunu bilmesini sağlamıştır. Yanlış fikirlerin, çirkin âdetlerin
değişmesini sağlamış, insana hayatta yeni bir metod, düşüncede yeni bir yöntem,
kendine, başkalarına, bütün bir evrene yeni bir bakış öğretmiştir. Ona yepyeni
davranış biçimleri, ahlak, toplumsal tepkiyi öğretmiştir. Ayrıca bir çok
insanlık değerini, insanın güven duygusunu sağlaması için zorunlu sayılan
hayatta başarılı olmanın önemli özelliklerini, geçen bölümde "Hadiste Ruh
Sağlığından bahsederken açıkladığımız ruh sağlığını öğretmiştir.
Geçen bölümde belirttiğimiz gibi, Rasûl (s.a.s.) de
ashabının ruh terbiyesine, onları beden ve ruh sağlığını koruyacak her şeye
yönlendirmeye özen göstermiştir. Yine Rasûl (s.a.s.) ruh ve beden hastalığına
yakalananların tedavisine de dikkat etmiştir. Biraz sonra Rasûl (s.a.s.)in
ashabının davranışlarını düzeltmede ve yakalandıkları davranış bozukluklarını
tedavi etmede kullandığı yöntemleri ele alacağız.[784]
Yüce Allah'a iman, O'nu bir bilmek, O'na kulluk, ruh
sağlığında önemli ve esaslı tek neden değildir, aynı zamanda bu, psikolojik
hastalıkların önemli ve esaslı bir ilacıdır.
Yüce Allah'a iman, O'nu bir bilmek, ibadet ve
itaatla, takvaya tutunarak O'na yaklaşmak, Yüce Allah ve Rasûlü (s.a.s.)in razı
olduğu her şeyi yapmak, razı olmadıkları şeylerden uzaklaşmak insanda ruhî
yönü kesin olarak güçlendirir, insanın bedenî ve ruhî bütün görevlerini yerine
getirmesine etki ederek önemli psikolojik enerji sağlar. İnsanın bedenî ve
ruhî hastalıklarını yenmesini mümkün kılacak, beden ve ruhuna büyük etki edecek
harika bir güçle insanı besler.
Hadis
kitaplarında
Rasûl (s.a.s.)den rivayet edilen, kendisinin sürekli oruç tuttuğu fakat
ashabına "kesintisiz oruç" tutmayı yasaklamasını, ruhî gücün
vücuttaki etkisine delil getirmemiz mümkündür. Ashabına şöyle sesleniyordu:
"Ben sizin
durumunuzda değilim; Rabbim beni yediriyor ve içiriyor." İbnu Kayyim el-Cevziyye bu hadisle ilgili
açıklamasında der ki: "Bilinmektedir ki bu yeme/içme, insanın ağzıyla
yediği/içtiği değildir, aksi takdirde sürekli olmazdı. Aralarında hiçbir fark
kalmaz, aksine Rasul de oruçlu olmazdı. Aynı şekilde bu,
"kesintisiz oruç"
konusunda aralarındaki farktır. O, ashabının güç yetiremiyeceği şeye güç
yetiriyordu. Eğer ağzıyla yemiş içmiş olsaydı, "Benim durumum sizinki gibi
değil." demezdi[785] Bu
hadisten anlaşılan, Rasûl (s.a.s,).Yüce Allah'tan ruhî gıda alıyor,
zayıflamadan ve hastalanmadan, günlerce aç/susuz kalmaya dayanacak harika gücü
sağlıyor olmasıdır. İşte bu, ruhî gücün vücut üzerindeki etkisine açık
delildir.
Aynı şekilde, Hanzala el-Esedî:
-
"Ey Allah'ın elçisi, bize Cennet ve Cehennemi anlattığın zaman, senin
yanındayken sanki onları gözümüzle görmüş gibi oluyoruz. Yanından ayrılınca
eşlerimiz, çocuklarımız ve geçim işleriyle uğraşıyoruz. Bu yüzden çok şey
unutuyoruz." deyince Rasûl (s.a.s.)in:
- "Canım
elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer benim yanımda bulunduğunuz hale ve
zikretmeye devam etseydiniz, melekler kesin olarak sizinle yataklarınızda ve
yollarınızda tokalaşırlardı. Fakat Hanzala, bazen öyle bazen böyle, bazen öyle
bazen böyle, bazen öyle bazen böyle."[786]
şeklinde verdiği cevap, ruhî enerjinin vücut ve görevleri üzerindeki etkisini
gösterir.
Bu
hadis, Yüce
Allah'a ibadet ve zikrin insanda bir saflık ve şeffaflık oluşturduğu, ruhî
enerjisinin onu maddi ve bedenî bağlardan kurtardığına kanıttır, insan o
zaman, dünyevî hayatın maddî şeyleriyle uğraştığı vakit algılamaya güç
yetiremediği şeyleri algılayabilir.
Kur'an-ı Kerim ve Rasûl (s.a.s.) de insanı bu konuda ruhî
yönden güçlendirerek terbiye etmeye özen göstermişlerdir, bu da imanı gönülde
yaymakla olur. insanın imanı güçlenince, Rabbiyle ilgisi kuvvetlenince, ruhî
enerji harekete geçer, vücudunda ve benliğinde harika bir tesirle ona yardım
eder. Ona güç ve enerji gönderir, uğradığı zayıflık ve hastalığı şifa bulur.
Rasûi (s.a.s.): "Dikkat edin! Bedende bir et parçası vardır, eğer o iyi
olursa bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa, bütün vücut bozulur. Dikkat
edin, o kalptir."[787]
buyurmuştur.
Bu
hadis, insanın düzelmesinin
içinin düzelmesinden başladığını, onun kalp olduğunu anlatmaktadır. Bu da Yüce
Allah'a iman, O'nu bir bilmek ve O'na takva, ibadet ve itaatla yaklaşmak
istemek yoluyla olur. İnsanın kalbi düzelirse, Yüce Allah'a iman, O'nu bir
bilmek ve O'na ibadeti sevmekle dolarsa, insan düzelir, davranışları doğrulur,
ahlakı güzelleşir, mükemmel şahsiyetli, olgun bir insan olur.
Ruh
sağlığı kesinlikle, Yüce Allah'ın
insanı yarattığı fıtrata tutunma esasına dayanır. O da tevhid inancı, Yüce
Allah'a ibadet, Rasûl (s.a.s.)in sünnetinde belirttiği, hayatta insanlar için
koyduğu metoda uymaktır. Ayrıca biz bunu, "Hadiste Ruh Sağlığı”na has,
geçen bölümde açıklamıştık.
İnsan
kalbi, indirilmiş
şeriatın mükemmel, sağlam fıtratı üzerine devam ettikçe, insan normal, ruh
sağlığından yararlanan biri olur. Fakat insan, uygun olmayan çevrelerden etkilenirse,
insan kalbi doğru ve sağlam fıtrattan kayar, kalp yani ruh hastalığına
yakalanır.
Rasûl (s.a.s.): "Fitneler kalplere hasır lifleri gibi sunulur. Hangi kalp onu
kabul etmezse, o kalpte beyaz bir nokta oluşur. Hangi kalbe de işlerse, onda
kara bir leke olur. Böylece iki tip kalp olur. Beyaz kalp, cilalanmış gibidir,
gökler ve yer durdukça, fitneler ona zarar veremez. Kara kalbe gelince,
bulanık/alacalı ve tepesi üstüne dönmüş testi gibidir, ne iyilik tanır ne de
kötülüğü reddeder, ancak içine giren hevâyı bilir."[788]
buyurmuştur.
Normal,
ruh sağlığı
yerinde olan insan, kötülüklerin kendisini Yüce Allah'ın yarattığı sağlam
fıtratından ayıramadığı; bir, ortağı olmayan Allah'a kul olan açık/beyaz kalpli
insandır. Ruh hastalığına yakalanan insansa, fitnelerin etkisinde kalan,
sağlam yaratılışı değişen kapalı/kara kalpli olandır. İbnu Kayyim el-Cevziyye
bu hadisin yorumunda şöyle demektedir: "Kötülüklerin sunulması sırasında
kalpler ikiye ayrılıyor. Sunulan kötülükleri, süngerin suyu emdiği gibi emen ve
üzerinde siyah leke oluşan kalp, kapkara olup devrilincye kadar kendisine
sunulan şeyleri emmeğe devam eder. Bu, "ters dönmüş testi gibidir."
sözünün anlamıdır. Kararma ve devrilme tamamlanınca, ölüme sürükleyen iki
felaket, iki hastalık ona sunulur:
1- İyiliğin ona kötülük gibi gözükmesi;
iyiliği/kötülüğü tanımaması. Belki de bu hastalık ona, iyiliği kötülük,
kötülüğü iyilik sanacak derecede hakim olur.
2-
Rasûl (s.a.s.)den gelen sözde olduğu
gibi, havanın ona hükmetmesi; heva ve hevesine boyun eğip ona uyması.
Açık/Beyaz kalbe gelince, onda iman nuru parlamış,
lambalar/çiçek gibi açmıştır. Kendisine fitne sunulduğu zaman,
kabul etmez, reddeder. Aydınlığı,
parlaklığı ve gücü artar.
Kalplere
sunulan kötülükler,
hastalanmanın sebebidir. Onlar, aşırı arzuların, şüphelerin, azgınlık ve
sapıklığın, günah ve bidatların, zulüm ve cehaletin fitnesidir. Birincisi, istek
ve iradenin bozulmasını gerektirir. İkincisi de bilgi ve inancın bozulmasını
gerektirir."[789]
Yüce Allah'a iman, O'nu birlemek ve O'na kulluk, davranışlarda
dürüstlüğe götürür, bunda sapmalardan, anormallikten ve psikolojik
hastalıklardan korunma ve tedavisi vardır. Dinine bağlı mümin bütün söz ve
işlerinde Yüce Allah'ı gözetir, imanı onun için sapma ve anormalliklerden, ruh
hastalıklarından koruyucu olur.
Rasûl (s.a.s.): "Hırsız, mümin olduğu halde çalmaz. Zina eden mümin olduğu
halde zina etmez. İçki içen mümin olduğu halde içmez. Muhammed'in canı elinde
olan Allah'a yemin ederim ki, halkın gözü önünde, değerli bir şeyi gasbeden de
mümin olarak yağmalamaz. Ganimet malını aşıran da mümin olarak aşırmaz. Aman
ha, bunlardan sakının! Kaçının!."[790]
Yüce Allah'a gerçekten iman insanı bu tip sapık
davranışlardan alıkor. Rasûl (s.a.s.): "Kulun kalbinde iman ve hased bir araya gelmez."[791]
buyurmuştur.
Yüce Allah'a imanla dolu kalbin hased veya benzeri
bir ruh hastalığına yakalanması mümkün değildir.
Yüce Allah'a iman, O'na ibadette ihlas, Ona
güvenmek, kaza ve kaderine rıza göstermek mü'mini günahkarlık duygusundan
doğan endişeden kurtarır, gönlüne huzur ve güven verir.
"Onlar ki iman etmişlerdir
ve kalpleri Allah'ın zikri ile yatışır. Evet, kalpler ancak Allah'ın zikriyle
huzur bulur."[792]
Rasûl (s.a.s.), Rab olarak Allah'tan, din olarak
İslamdan, nebi ve rasul olarak Muhammed (s.a.s.)den razı olana Cenneti
vadetmiştir. Bu, cennete girme umudu, müminlerin gönüllerine huzur ve güven
verir. Rasûl (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Kim ki, Rab olarak Allah'tan, din olarak İslâmdan, nebi ve
rasul olarak Muhammed (s.a.s.)den razı olursa, Cenneti garantiler."[793]
Yüce Allah'a iman, takvaya ve davranışlarda dürüstlüğe
tutunmak; Yüce Allah'ın müminlere dünya hayatında mutluluk, âhiret hayatında
büyük sevap vereceği va'dinden dolayı, insana güven, hoşnutluk, rahatlık,
mutluluk verir. Yüce Allah: "Erkek
ve kadından her kim inanarak iyi bir amel işlerse, kesinlikle ona güzel bir
hayat yaşatacağız ve onların karşılığını kesinlikle yaptıklarının en güzeliyle
vereceğiz."[794]
"Bu dünyada
güzel iş yapanlara güzellik vardır, ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Allah'tan
sakınanların yurdu ne güzeldir."[795]
buyurmuştur.
Yüce Allah'a imanın yokluğu, takvaya sarılmamak ve
kulluk görevini yerine getirmemek, dünya lezzetlerine dalmak, nefsin arzu ve
aşırı istekleri ardına düşmek, kesinlikle hayatın sıkıntıyla ve mutsuzluk
duyarak geçmesine götürür. Yüce Allah şöyle buyurur: "Her kim beni anmaktan yüz
çevirirse, ona dar bir geçim vardır ve kıyamet günü de onu kör olarak hasrederiz."[796]
Rasûl (s.a.s.): "Kimin amacı ahiret olursa, Allah onun gönlünü zengin kılar,
işlerini düzene koyar, istemese de dünyayı ona yaklaştırır. Kimin gayesi dünya
olursa, Allah onu yoksullaştırır, işi rast gitmez, dünyadan da ancak Allah'ın
takdir ettiği kadarına ulaşır."[797]
Yüce Allah'ın bizi sorumlu tuttuğu namaz, oruç, hac,
zekat gibi ibadetleri yapmak nefsi temizler, saflaştırır, kalbi cilalar, Yüce
Allah'ın kalbe atacağı nur, hidayet ve hikmete hazırlar.
"Demek ki Allah her kimin göğsünü İslama açmış ise, işte o, Rabbinden bir nur üzerinde
değil mi?"[798]
İbadetlerin
yerine getirilmesi günahları
siler, Allah'ın bağışı ve affı konusunda insana umut verir, Cennete girme
arzusunu güçlendirir, nefsinde güven ve huzur hissi yayar.
Rasûl (s.a.s.): "Kişinin imtihanı ailesinde, malında, çocuğunda, kendinde ve
komşusunda olacak; bunlara oruç, namaz, zekat, iyiliği emir ve kötülükten nehiy
keffaret olur."[799]
buyurmuştur.
Adamın biri Rasûl (s.a.s.)e geldi ve:
- "Bana öyle bir amel söyle ki yapınca Cennete
girebileyim? dedi. Rasûl (s.a.s.):
- "Allah'a
kul olur; O'na hiç bir şeyi ortak koşmazsın, farz namazları kılarsın, farz olan
sadaka (zekat)yı verirsin, ramazan orucunu tutarsın." deyince, adam:
- "Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki,
bunlara bir şey eklemeyeceğim." dedi. Adam ayrılınca, Rasûl (s.a.s.):
- "Kimi,
cennetlik birini görmek sevindirecekçe, şu adama baksın." buyurdu[800]
"Kim Allah ve Rasûlüne
inanır, namazı kılar, Ramazan orucunu tutarsa, Allah onu cennete koyar. İster
Allah yolunda cihad etsin, ister doğduğu memlekette otursun..."[801] buyurdu.
Ebu'd
Derda anlatır; Rasûl
(s.a.s.): "Beş
şeye inanarak sabreden Cennete girer. 1- Kim beş vakit namazı
abdestiyle, rukûsuyla, secdesiyle ve vaktinde kılarsa, 2- Ramazan orucunu
tutarsa, 3- İmkan bulduğunda haccını yaparsa, 4- Zekatını gönüllü
olarak verirse, 5- Emanetin gereğini yaparsa." buyurdu. Ebu'd Derda'ya: Ya Ebu'd Derda!
Emanet nedir? diye sordular. "Cünüplükten dolayı yıkanmaktır."
cevabını verdi."[802]
Kulluk
görevlerini yerine getirmede içten
davranmak, kulu Rabbine yaklaştırır, O'nun sevgisi ve rızasıyla coşturur. Yüce
Allah bir kulunu sevince, onu yardımı ve gözetimiyle kuşatır, bütün işlerinde
ona yardımcı olur.
Rasûl (s.a.s.) Yüce Allah'ın şöyle buyurduğunu
söyledi: "Kim
benim has kullarımdan birine düşmanlık ederse, ona karşı savaş ilan ederim.
Kulumun bana yaklaşmasını sağlayan en sevimli şey, kendisine farz kıldığım
şeylerdir. Sonra nafile ibadetlerle bana yaklaşmayı sürdürür, sonunda onu
severim, sevince de duyan kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.
Benden bir şey dilerse, kesinlikle onu veririm ve eğer bana sığınırsa elbette
korurum."[803]
Bu
hadisler şunları
ifade etmektedir: Yüce Allah'a iman, O'na ibadetlerle yaklaşma ve takvaya
sarılma, insanı Allah'ın himaye ve gözetimine sokar. Onlarda Yüce Allah'ın
bağış ve Cennet'e koyma umudunu yayar. Bu yüzden, günah işlemekten dolayı
duymuş olduğu stresi/endişeyi atar, nefsini huzur ve güven duyguları kaplar.
İbadetleri yerine getirme, insana, sabır,
zorluklara katlanma, nefisle mücadele ederek heves ve aşırı arzularını kontrol
altına alma, itaat, disiplin, insanları sevip onlara iyilik ve muhtaçlara
yardım etmek, sosyal yardımlaşma ve dayanışma gibi ruh sağlığının önemli
alâmetleri sayılan bir çok güzel nitelikleri öğretir. Bu hususlara geçen
bölümde değinmiştik.[804]
Namazın, İnsanı tasa ve stressten kurtarmada büyük ve
etkin tesiri vardır. İnsanın namazda, huzur ve teslimiyetle Rabbinin huzurunda
duruşu, hayatın meşguliyetlerinden tamamen soyutlanması, insan nefsine
sessizlik, sükûnet ve huzur verir, tedirginliği, hayatın baskı ve proplemlerinin oluşturduğu
sinir gerginliğini giderir.[805]
Rasûl (s.a.s.) de, kendisini tedirgin eden bir sorunla
yüzyüze geldiğinde namaza sığınırdı. Huzeyfe der ki: "Nebi (s.a.s.)e, bir işin
çözümü zor geldiğinde namaz kılardı.”[806]
Namaz
vakti girince, Rasûl
(s.a.s.) Bilal'e: "Ya
Bilal, bizi namazla rahatlat."[807]
derdi.
Bu
ve Huzeyfe hadisi, namazın
insan ruhunda huzur ve sükunet yaydığının, endişe ve stresten kurtulmada etkin
tedavi tesiri olduğunun önemine işaret etmektedir.
Aziz
ve Celil olan Allah, sorunlar bizi kuşattığı ve kederi üstümüze ağır geldiği zaman, namazla yardım
istememizi emrediyor: "Bir
de sabır ve namazla yardım isteyin."[808] buyuruyor
İnsanın namaz esnasında Yüce Rabbiyle
bağlantı/iletişim kurması ona, insan vücudunda önemli değişiklikler meydana
getiren büyük bir ruhî enerji verir. Bu büyük ruhî enerji bedene etki eder ve
gerginliği kaybolur, zayıf noktalarına üstün gelir ve hastalığı iyi olur. Bazı
doktorlar, bazı hastalarında, hac ve ibadet mekanlarında bulundukları sırada hızla şifa bulma
olaylarını anlatmışlardır.[809]
Ebu
Hureyre karnında bir
ağrıdan şikayetçiydi. Nebi (s.a.s.)e yönelince:
- Karnından
bir rahatsızlığın mı var?
diye sordu.
-
Evet, Ya Rasulallah, dedim.
- “Kalk
ve namaz kıl, çünkü namaz kesinlikle şifadır." buyurdu."[810]
"I
şikemet derd?" cümlesinin
anlamı, farsça: Karnından mı rahatsızsın? demektir.[811] Bu
hadis, kesinlikle namazda bedenî hastalıklar için şifa olduğunu göstermektedir.
Namazın sağladığı ruhî enerji nefse de etki eder. Emelini
yeniler, azmini güçlendirir, gayretini yükseltir, bilgi, marifet ve hikmeti
alması için daha yetenekli kılar. Büyük kahramanlık/şampiyonluk gerektiren
işleri yapmaya muktedir olur.[812]
Namazın, ruh hastalıklarının oluşmasında esas sayılan,
strese sebep olan günahkarlık hissi duymayı tedavide de önemli etkisi vardır.
Çünkü namaz sebebiyle günahlar affedilir, nefis hata kirlerinden temizlenir.
Yüce Allah'ın bağışı ve rızası konusunda nefisteki emel dirilir.
Rasûl (s.a.s.):
- "Ne
dersiniz, birinizin evinin önünden bir ırmak aksa, günde beş kere onda yıkansa,
o kişide kir kalır mı?
- "Kir diye bir şey kalmaz." cevabını
verdiler.
- İşte
beş vakit namaz böyledir; Allah onunla bütün hataları siler."[813] buyurdu.
"Kim güzelce
abdest alırsa, tırnaklarının altındakilere kadar, vücudundan günahları dökülür."[814]
"Müslüman
veya mümin kul abdest aldığında, yüzünü yıkar, gözüyle bakarak kazandığı
günahları suyla/suyun son damlasıyla birlikte yüzünden dökülür. Kollarını
yıkar, elleriyle tutarak kazandığı günahları suyla/suyun son damlasıyla dökülür.
Ayaklarını yıkar, yürüyerek kazandığı bütün günahları suyla/suyun son
damlasıyla birlikte dökülür. Böylece günahlarından temizlenmiş olur."[815]
"Kul bir günah
işlediğinde, güzelce abdest alır, iki rekat namaz kılar sonra Rabbinden af
isterse, Allah onu bağışlar."
buyurdu sonra da şu âyeti sonuna kadar okudu: "Ve onlar ki bir kabahat yaptıklarında veya nefislerine
zulmettikleri zaman Allah'ı hatırlarlar ve derhal günahlarının bağışlanmasını
dilerler. Günahları ise Allah'tan başka kim bağışlayabilir?! Hem onlar
yaptıklarında bile bile ısrar etmezler."[816]
"Beş
vakit namaz ve cuma namazı, büyük günah işlenmedikçe, aralarındaki günahlara
keffarettir."[817]
"Bir müslüman
beş vakit namaz için hazırlanır, abdestini güzelce alır, huzurlu olur, rukusunu
tam yaparsa, büyük günah işlemedikçe, bu onun
için geçmiş günahlarına keffaret olur. Bu, bütün zaman için aynıdır."[818]
Rasûl (s.a.s.); "Aziz ve Celil olan Allah buyurdu ki, ben ümmetine beş vakit
namazı farz kıldım, kendi kendime söz verdim. Kim bu namazların hakkını vererek
vaktinde kılarsa, onu cennete koyacağım. Kim bunların gereğini yapmazsa, ona
verilmiş bir sözüm yoktur.[819]
buyurur.
Kulun
günahlarının bağışlanması ve
Cennete konması sevaplarıyla mükafatlanacağı, Rasûl (s.a.s.)in vakitlerini belirttiği
bir çok hadis vardır. Bu vakitler: Güneşin doğmasından önce (sabah),
batmasından önce (ikindi), kuşluk, cuma, Kadir gecesi, Ramazan geceleri
(teravih), Şabanın 15. gecesidir.[820]
Rasûl (s.a.s.) ashabına, isteklerinin yerine gelmesi,
karşılaştıkları sorunların çözümü için namazla yardım istemeyi öğretirdi.
(Hacet namazı, Yağmur duası namazı) İnsanın seçme güçlüğü karşısında kaldığı
bir çok işin doğrusunu bulmak için. (İstihare namazı)
Rasûl (s.a.s.) amcası Abbas'a teşbih namazını tavsiye
etmiş, bütün günahların bağışlanmasında faziletinin büyüklüğünü anlatmıştı.
İbnu Abbas'tan rivayetle, Rasûl (s.a.s.) Abdulmuttalip oğlu Abbas'a: "Ya Abbas, ey amcacığım, sana
vereyim mi? Sana bir şey hediye edeyim mi? Sana bir iyilikte bulunayım mı?
Sana 10 şey öğreteyim. Bunları yaptığın zaman Allah senin geçmiş/gelecek,
eski/yeni, kasıtlı/kasıtsız, büyük/küçük, gizli/açık
günahlarını bağışlar."
Sonra "teşbih namazı”nın nasıl kılınacağını anlattı. Kılabildiğince bu
namazı kılmaya teşvik etti. Bazan her gün, bazen her cuma, bazen her ay,
bazen her yıl hatta hayatta bir defa. Başka bir hadiste de Rasûl (s.a.s.)
teşbih namazından bahsederken: "Kesinlikle
sen yeryüzünün en büyük günahkarı olsan, bununla günahların bağışlanır."[821]
buyurdu.
Bu
cümleden olarak, namazda çok büyük
faydalar vardır; huzur ve sükun verir, kişiyi günahkarlık duygusundan
kurtarır, korku ve tedirginliği yok eder, kişiyi ruhî ve bedenî hastalıklardan
kurtulmasına yardım edecek olan çok önemi ruhî enerjiyle besler. Onu canlılık,
dinçlik ve işlerini yapmasını sağlayacak büyük bir güçle takviye eder, kalbini
aydınlatır, ilahî ikramı kabule hazır hale getirir.
İbnu
Kayyim el-Cevziyye, namazın
faydalarını anlatırken şöyle der: "Namaza gelince, kalbin rahatlaması ve
güçlenmesinde, genişleme, neşeli olma ve tad almasında büyük rolü vardır.
Bunlar -Kalbin ve ruhun Allah ile iletişimi; O'na yaklaşması, O'nu anarak
nimetlerini dile getirmesi, O'na yalvararak neşelenmesi, huzurunda durması,
bütün vücudunu, gücünü kulluk uğrunda kullanması ve her organa hazzını vermesi,
kalbinin güçlerini Rabbi ve yaratanına cezbetmesi, namaz sırasında
düşmanlarından emin olmasıdır- ki çoğu ilaç ve rahatlatıcı maddelerin, ancak
sağlam kalbe iyi gelen gıdaların yaptığında daha çok değişiklik yapar. Hasta
kalplere gelince... hasta vücutlar gibidir; değerli gıdalar ona uygun gelmez.
Namaz,
dünya ve ahiret yararlarını elde
etmede, zararlarını def etmede en büyük yardımcılardan biridir. O, günahlardan
uzaklaştıran, kalbin ilacını sağlayan, vücuttan hastalıkları kovan, kalbi
aydınlatan, yüzü ağartan, organları ve nefsi dinamik hale getiren, rızkı
çeken, zulme karşı çıkan, mazluma yardım eden, arzuların aşırılığını susturan,
nimetin korunmasını sağlayan, kötülükleri yok eden, rahmeti çağıran,
güzellikleri ortaya çıkarandır."[822]
Orucun
çok büyük faydaları vardır;
iradeyi güçlendirir, insanda, nefsin aşırı arzu ve heveslerini kontrol altına
alma gücünü geliştirir. Yüce Allah: "Ey iman edenler, sizden öncekilere olduğu gibi, size de
oruç farz kılındı, umulur ki korunursunuz."[823]
buyurmuştur. Yani, günahlardan korunursunuz. Oruç, günahların kaynağı olan
aşırı arzuları kırar.[824]
Rasûl (s.a.s.) buyurdu: "Aziz ve Celil olan Allah
buyurdu: Ademoğlunun her ameli kendinedir, ancak oruç benim içindir, onun
ödülünü ben veririm. Oruç kalkandır. Sizden biri oruçlu olduğu gün kötü söz
söylemesin, kavga etmesin. Eğer biri ona söver veya sataşırsa, "Ben
oruçluyum." desin."[825]
Buharı rivayetinin devamında, "Yemesini, içmesini, isteklerini
benim için terkediyor. Oruç benim içindir, onun karşılığını ben veririm. Bir
iyiliğin karşılığı ise on katıdır." buyurulmaktadır.
Oruç, kalkandır; yani o, aşırı arzulardan korur.
Oruçlu, aşırı arzularını kontrol altına alır, yemez, içmez, cinsel ilişkide
bulunmaz, davranışlarını kontrol altına alır, kötü söz söylemez, kavga etmez,
sövmez, Yüce Allah'ı kızdıracak bir iş yapmaz.
Oruçta güdü ve duygu/heyecanlan kontrol altına alma
çalışması, nefsin aşırı istek ve heveslerini yönetmeyi güçlendirme vardır,
Rasûl (s.a.s.) evlenemeyen gençlere, cinsellik güdülerini kontrol altına almaya
yardımcı olsun diye, oruç tutmayı öğütlerdi. Birinci Bölümde, "Cinsellik
Güdüsüne Hâkim Olma" konusundaki sözlerimiz sırasında bu hususu açıklamıştık.
Oruçta insanı mahrumiyetlere dayanma ve bunlara
sabretmeye alıştırma vardır. Bu onu, hayatta karşılaşması mümkün olan çeşitli
zorluklara karşı dayanmaya hazırlar. Oruçlunun mahrumiyet duygusunu hissetmesi,
fakir ve yoksulların karşılaştığı mahrumiyet acılarını duymasını sağlar; bu
onlara şefkat gösterme, onlara yardım elini uzatmaya, muhtaçlara yardıma
götürür. Böylece insanlarla bağlantısı artar, toplumun bir üyesi olma duygusu
güçlenir, toplumsal sorumluluk duygusu artar, insanlara yardım duygusu çoğalır,
bu onu toplumun yararlı bir ferdi olduğu duygusuna götürür, ruhunda memnuniyet
ve huzur duygularını yayar.
Oruç, günahkarlık hissi duyma ve onun nefiste harekete
geçirdiği endişeye faydalı bir ilaçtır. Rasûl (s.a.s.): "Orucun karşılığı, günahların
affı ve Cennet'i kazanmadır."
"Kim, inanarak ve sevabını
hesaba katarak Ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır."[826]
"Birisi,
Allah yolunda bir gün
oruç tutarsa, Allah onu Kıyamet gününde Cehennem'den 70 mevsim/yıl uzaklaştırır'[827]
"Yüce
Allah kesin olarak Ramazan orucunu üzerinize farz kıldı. Ben de size teravih
namazını sünnet olarak bıraktım. Kim inanarak ve sevabını hesaba katarak orucu
tutar, teravihi kılarsa, günahlarından kurtulur, anasından doğduğu günkü gibi
olur."[828]
Belirli
günler veren, birisi o günlerde
oruç tuttuğunda Yüce Allah'ın günahlarını bağışlayacağını müjdeleyen bir çok
hadis vardır. Bu günler:
Arefe
günü ki, orucu geçmiş ve gelecek yılın günahlarına keffarettir. Aşure günü ki
orucu geçmiş yılın günahlarına keffarettir.[829]
Şevval ayında 6 gün orucu ki, kim Ramazan bayramından sonra tutarsa, bütün yıl
oruç tutmuş gibi olur."[830]
Aynı şekilde, her ayda üç gün oruç tutan, bütün yılı
oruçlu geçirmiş gibi olur.[831]
Hac,
insanlara güçlüklere
sabretmeyi öğretir, onları nefisle mücadeleye, aşırı istek ve heveslerini
kontrol etmeye alıştırır. Çünkü hacı, kadınlarla cinsel ilişki kurmaz, kin tutmaz,
sövmez, kimseye sıkıntı vermez, Allah'ı kızdıracak bir şey yapmaz. Hac, kibiri,
hava atmayı, kendini beğenmeyi, insanlara karşı büyüklenmeyi tedavi eder. Hacda
bütün insanlar eşittir, hepsi de benzer elbiseler giyerler, zengin/fakir,
efendi/köle ayrılamaz, aralarında eşitlik havası eser. Hepsi de , huşu içinde,
yalvararak, acizlik, zayıflık ve bir olan Allah'a kulluklarını ikrar ederek,
af ve bağışını umararak Mescid-i Haram'da dururlar. Bu, ruhaniyetle dopdolu
duruş, vicdanlardan taşan duygular insanın Rabbiyle bağlantısını artırır,
O'na yakınlığını çoğaltır. İnsan kalp temizliği, huzur, vicdanının dolup
taşması, neşe ve mutlulukla dolu ruhî esintiler duyar.
Hacda
insan, içindeki
kötülüklerden, kinden, insanlara hasetten kurtulur, özellikle hacılara,
genellikle bütün insanlara karşı sevgi, muhabbet, kardeşlik bağları güçlenir.
Hac,
günahkarlık hissetme duygusunun
ilacıdır. Hacı Rasûl (s.a.s.)in: "Kabul edilmiş haccın karşılığı, günahların bağışıdır." buyurduğunu bilir. Rasûl
(s.a.s.):
-"Bir umre ikinci umreye kadar günahlara keffarettir. Kabul edilmiş haccın karşılığı ancak
Cennet'tir."
-"Kim Allah için
haccederse, kadınlarla ilişki kurmaz, günah işlemezse, anasından doğmuş gibi
olur."[832]
-"Hac ve umreye birbirini izlettiriniz. Bu ikisi, körüğün demirin pasını, altın
ve gümüşün posasını sildiği gibi fakirlik ve günahları siler. Kabul edilmiş
haccın Cennetten başka karşılığı yoktur."[833]
buyurmuştur.
Hacı, kesinlikle Yüce Allah'tan haccının, dualarının,
günahlarını af dileklerinin kabul edilmesini umar. Bu yüzden de hacdan
günahkarlık duygusundan, elem ve endişeden kurtulmuş olarak döner, kendisini
huzur ve sükûnet duyguları sarar, gönlünü sevinç, ferahlık ve mutluluk
doldurur.[834]
Yüce Allah'a ibadeti sürdürme, her vakit O'nu anma,
O'ndan bağış dileme, O'na dua etme insanı Rabbine yaklaştırır. Kendisinin
O'nun koruma ve gözetiminde olduğu duygusunu verir, bağış umudu güçlenir,
içinde rıza ve gönül rahatlığı hislerini yayar, üstüne sükûnet ve huzur iner. Yüce Allah: "Onlar inanan ve Allah'ı anmakla gönülleri huzur bulan
kimselerdir. İyi bilin ki gönüller ancak Allah'ı anmakla huzur bulur."[835]
"Allah'ı
çok anın, umulur ki bu
sayede kurtulursunuz.[836]
"Öyleyse beni anın ki ben de
sizi anayım."[837]
buyurur.
Rasûl (s.a.s.) de, Yüce Allah'ı anmanın insanın içinde
huzur ve sükûnet
yaymasının önemini dile getirmiştir. Rasûl (s.a.s.): "Bir cemaat Allah'ı
anmak için toplanır toplanmaz melekler onları kuşatır, onları rahmet sarar,
üzerlerine huzur yağar/iner. Allah da onları yanındakilerle zikreder."[838]
buyurmuştur.
Yüce
Allah'ın zikri, kulunu kendisine yaklaştırır, Rabbi onu gözetimine alır, nimet
ve rızasıyla dolar, kendini güven ve huzur duyguları kaplar.
Rasûl (s.a.s.): "Yüce Allah buyurur ki: Ben kulumun beni umduğu gibiyim.
Beni andığı zaman onunla birlikteyim. Beni kendi başına anarsa ben de onu tek
başıma anarım. Beni bir grup içinde anarsa ben de onu daha hayırlı bir topluluk
içinde anarım. Bana bir karış yaklaşırsa ben de ona bir kol kadar yaklaşırım.
Bana kol kadar yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelirse
ben ona koşarak varırım."[839]
buyurdu.
Yüce Allah'ı anmak kesinlikle ruhu canlandırır.
Allah'ın rızası ve bağışı yolunda umudunu güçlendirir, rahatlama ve mutluluk
duyguları verir. Rasûl (s.a.s.): "Rabbini ananla anmayanın durumu, diri ile ölü gibidir."[840]
Buharî böyle rivayet ettiği gibi Müslim bir başka rivayetinde: "Allah'ın anıldığı evle
anılmadığı evin durumu, diri ile ölünün hali gibidir."[841] buyurmuştur.
Allah'ı zikir ve teşbih, Aziz ve Celil olan Rabbi yanında kulun derecesini
yükseltir, iyiliklerini artırır, günahlarını bağışlatır, stres ve kaygıya neden
olan günahkarlık duygusundan kurtarır.
Sa'd
b. Ebi Vakkas anlatır:
Rasûl (s.a.s.)in yanındaydık:
- "Sizden
biriniz her gün bin sevap kazanamaz mı? dedi. Oturanlardan biri:
- "1000 sevabı nanıl kazanabiliriz? diye sorunca:
- "Allah'ı
yüz kere teşbih eder, kendine bin sevap yazılır veya yüz günahı silinir." buyurdu.[842]
Rasûl (s.a.s.):"Yüce Allah'ın yollarda dolaşan ve zikir ehlini arayan
melekleri vardır. Aziz ve Celil olan Allah'ı anan bir topluluğu bulduklarında
birbirlerine şöyle seslenirler: "Geliniz, aradığınız buradadır."
Onları kanatlarıyla, dünya semasına kadar çevrelerler. Rableri onların durumunu
meleklerden daha iyi bildiği halde sorar:
- Kullarım
ne diyorlar?
- Seni teşbih
ediyor, Allah en büyüktür diyor, sana hamd ediyorlar.
- Beni görmüşler
mi?
- Hayır,
Vallahi seni göremezler.
- Eğer
beni görebilselerdi ne yaparlardı?
- Eğer
seni görselerdi daha çok kulluk ederler, seni daha fazla yüceltirler, daha çok
teşbih ederlerdi.
- Benden ne istiyorlar?
- Cenneti.
- Cenneti görmüşler
mi?
- Hayır
Ya Rabbi, görmemişler.
- Ya görmüş
olsalardı ne yaparlardı?
- Eğer
görselerdi Cennete karşı daha hırslı, daha çok hevesli, daha fazla istekli
olurlardı.
- Neyden Allah'a sığınıyorlar?
- Cehennemden.
- Cehennemi görmüşler
mi?
- Hayır,
Vallahi onu görmemişler.
- Görseler
ne yaparlardı?
- Eğer
onu görselerdi ondan daha çok kaçar, daha fazla korkarlardı.
- Sizler şahit
olun; ben onları bağışladım. Meleklerden biri:
- Filan kişi
onlardan sayılmaz bir çıkarı için gelmişti.
- Onlar öyle
olgun kişiler ki onlarla oturup/kalkan kötülük yapamaz."[843]
buyurdu.
Rasûl (s.a.s.) ashabına bir çok teşbih şeklini
öğretirdi, sevap kazanma ve günahların silinmesindeki, Yüce Allah'ın bağışını
kazanma ve cennete girmedeki üstün yerini anlatırdı. Rasûl (s.a.s.)in
öğütlediği şekilde Yüce Allah'ı zikir ve teşbih, günah duygusu ve onun neden
olduğu strese karşı şifalı bir ilaçtı. Bu tip teşbih şekillerinden biri:
"Kim, her
namazın sonunda 33 defa Sübhanallah, 33 defa Elhamdülillah, 33 defa
Allahuekber der, yüzüncü olarak (Lailahe illallahu Vahde hu Laşerike leh.
Lehu'l Mülkü ve lehu'l Hamdü ve hüve Alâ Külli Şeyin Kadir) diyerek tamamlarsa,
deniz köpüğü kadar çok da olsa, günahları affolunur."[844]
"Kim günde
100 kere "Allah'tan başka ilah yoktur, tek başına O vardır. O'nun ortağı
yoktur. Mülk O'nun, hamd O'na özgüdür, O her şeye gücü yetendir." derse,
on köleyi özgürlüğüne kavuşturma sevabına eşit olur ve kendisine l00 sevap yazılır,
100 günahı silinir, o gün akşama kadar şeytanın şerrinden korunur. Bunun
yaptığını daha çok yapanın dışında hiç kimse bunun sevabından fazla kazanamaz.
Kim de, bir günde 100 kere Sübhanallahi ve bihamdihi derse, deniz köpüğü kadar
olsa bile, günahları silinir."[845]
"Kim on kere (Şahidlik
ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur, O tektir, O'nun ortağı yoktur. Hiç bir
şeye muhtaç değil fakat her şey O'na muhtaç, eş ve çocuk edinmeyen, hiç
kimsenin dengi olmadığı tek ilahtır.) derse, Allah ona kırkbin sevap yazar." buyurdu.
Ali
(r.a.) anlatır: Rasûl (s.a.s.) bana:
"Dua ettiğinde, Allah'ın seni bağışlayacağı birkaç kelime öğreteyim
mi?" diye sordu ve (Büyük ve yüce olan Allah'tan başka ilah yoktur. Halim
ve kerim Allah'tan başka ilah yoktur. Allah'tan başka ilah yoktur. O'nu teşbih
ederim. O yüce arşın Rabbidir. Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.)
de."[846]
"Kim geceleyin uyanır
ve; (Allah'tan başka ilah yoktur, tektir, ortağı yoktur. Mülk O'nundur. Hamd
O'na mahsustur. O, her şeye gücü yetendir. Allah'a hamd olsun. Allah'ı tesbih
ederim. Allah en büyüktür, güç ve kuvvet Allah'ındır. Ey Allah'ım, beni
bağışla.) der veya dua ederse, isteği kabul olunur. Eğer abdest alır,
namaz kılarsa, namazı kabul olunur."[847]
buyurdu.
Rasûl (s.a.s.) ashabına, kulun Aziz ve Celil olan
Rabbiyle bağlantısını artıracak, O'na yaklaştıracak, O'nu sürekli anmayı
sağlayacak, her zaman Rabbinin büyüklük ve celalini hissettirecek, devamlı
rahmetini, bağışını, hayatının işlerinde başarı ve ihtiyaçlarını gidermeyi
umduracak, gönlünü hoşnutluk ve genişlik dolduracak, huzur ve güven kapsatacak
birçok dua ve teşbihi öğretirdi.[848]
Zikir
çeşitlerinin en üstünü, Kur'an
okumaktır. Bu yüzden, kalbin temizlenmesinde ve ruhun şifa bulmasında çok
büyük yeri vardır.
Yüce Allah: "Biz Kur'an'dan müminlere şifa ve rahmet olan şeyler
indiriyoruz. Zalimlerin ise ancak ziyanını artırır.”[849]
"Ey insanlar, Rabbinizden size bir öğüt, gönüller derdine bir şifa ve inananlara bir yol
gösterici ve rahmet gelmiştir."[850]
"De ki, O (Kur'an), müminler
için hidayet ve şifadır."[851]
buyurmuştur.
İnsan, soyutlanmış ve içten olarak Kur'an
okuduğunda, kesinlikle üzerine sekînet iner, tam olarak Yüce Allah'a yönelir.
Melekler onu kuşatır, Allah'ın rahmeti onu kaplar.
Rasûl (s.a.s.): "Allah'ın evlerinden bir evde bir topluluk Allah'ın kitabını
okur, onu aralarında öğrenir/öğretirlerse, üzerlerine sekinet iner, onları
rahmet kaplar, melekler kuşatır. Allah da yanındakilerle onları anar."[852]
Berâ anlatır: "Bir adam Kur'an'dan Kehf Suresini
okuyordu. Yanında da iki iple bağlı atı duruyordu. Adamı bir sis kapladı ve
yaklaşarak dönüp durdu. At bundan huylanıp ürktü. Sabah olunca gelip durumu
Rasûl (s.a.s.)e anlattı. Rasûl (s.a.s.): Bu sekinettir, Kur'an için inmiştir." buyurdu."[853]
Kur'an
okumak, günahları
bağışlatır, sevapları katlatır, Cennet'e girme umudunu çoğaltır. Bu sebeple,
günahkarlık duygusundan kaynaklanan stresi iyi eder.
Rasûl (s.a.s.): "Kim Allah'ın kitabından bir harf
okursa, ona on sevap vardır. Bir sevap ise on katıyla ödüllendirilir. Elif-Lam-Mim
bir harftir demiyorum. Fakat elif bir harftir, lam bir harftir, mim bir
harftir."[854]
Ebu
Ümame der ki: Rasûl (s.a.s.)i
duydum: "Kuran
okuyunuz, çünkü o kıyamet gününde sahibine şefaat edecektir." buyurdu.[855]
Rasûl (s.a.s.): Kur'an'da otuz âyetlik bir sure, bağışlanana kadar sahibine
şefaat
edecektir. O "Tebareke'ifezi bi-yedihi'l Mülk"/Mülk elinde olan ne
yücedir.[856]
süresidir.
"Kim, hergün
"De ki O, Allah birdir." (İhlas) suresini 200 kere okursa, borçları
dışında adamın 50 yıllık günahları silinir."
"Kim uyumak isterse, sağ
tarafına yatsın ve; “Gul Huv'allahu Ahad./De ki, Allah birdir." âyetini
100 kere okusun. Yüce Allah kıyamet gününde ona: "Sağ taraftan Cennete
gir." buyurur.”[857]
Günahların bağışlanması, Cehennemden kurtulmak,
Cennete girmeyi başarmak için Kur'an okumunın faziletini ortaya koyan bu ve
benzeri hadisler, günahkarlık duygusundan doğan nefisteki stresten kurtulmak
için, Kur'anın başarılı bir ilaç olduğunu gösteriyor.
Kur'an
yalnızca, günahkarlık hissinden
dolayı nefiste oluşan gerginliğin değil, aklî ve psikolojik bunalımlar ve ruhî
rahatsızlık durumlarının hepsi için bir ilaçtır. Rasûl (s.a.s.) akıl
hastalarını Kur'an'la tedavi ederdi.
Ubey b. Ka'b
anlatır: "Nebi (s.a.s.)in yanındaydım, birarap geldi:
- "Ey Allah'ın elçisi, problemi olan bir
kardeşim var.
- Şikayeti
ne?
- Kafası bozuk.
- Onu
bana getirin."
buyurdu. Adamı getirdiler, önüne oturttular. Rasûl (s.a.s.) ona Fatiha'yı,
Bakara Suresinden ilk dört âyeti, "ve ilahukum ilahun vahid.."le
başlayarak iki ayeti, Ayete'l Kursî'yi, Bakara Suresinin sonundan üç ayeti,
Al-i İmran suresinden "Şehidallahu ennehû Lailahe illa hu.", A'raf suresinden
"İnne Rabbekum..."
âyetini,
Mü'minun suresinin sonundan "Fe Teala'llahu'l Meliku'l Hakku"
âyetini, Cin suresinden "Ve İnnehu Teala Ceddu Rabbina", Saffat
suresinin başından 10 âyeti, Haşr Suresinin sonundan üç âyeti, İhlas ve
Felak/Nas surelerini, şifa niyetiyle, okudu.[858]
Adam, daha önce asla hasta değilmiş gibi, kalktı."[859]
İbnu
Teymiyye (728/1327), ruh hastalıklarının
şifasında Kur'an'ın etkisi konusunda der ki: "Kur'an, kalplerde olanın,
gönüllerdeki şüphe ve aşırılıkların şifasıdır. Onda hakkın batılı nasıl
giderdiğinin, eşyayı olduğu gibi görmeyi sağlayan bilgi, düşünce ve kavramayı
bozan şüphe hastalıklarını nasıl yok ettiğinin açıklaması vardır. Onda hikmet,
korkutma, özendirme ve kalbin iyi olmasını sağlayacak ibret alınması gerekli
şeyleri hikaye etme yollarıyla güzel öğüt verme vardır.
Kalbi
kendisine yararlı şeylere
teşvik eder, zararlı olacak şeylerden uzaklaştırır. Kalp, daha önce yanlışın
bağımlısı, doğrunun düşmanı olsa bile, böylece doğruyu sever, yanlıştan nefret
eder.
Kur'an,
bozuk iradenin nedeni olan hastalıkları giderir. Kalp düzelince, irade de düzelir, yaratıldığı hale
döner. Ayrıca beden de normal haline kavuşur. Vücudun, gelişim ve güçlenmesini
sağlayacak şeylerle beslenmesi gibi kalp de, temizleyici ve güçlendirici olmaları nedeniyle
iman ve Kur'an'la
beslenir. Kalbin gelişmesi,
bedenin gelişmesi gibidir”[860]
Aslında, Kur'an yalnızca akıl ve ruh hastalıklarının
ilacı değildir, aynı şekilde vücut hastalıklarının da ilacıdır. Ebu Said
el-Hudrî anlatır: "Nebi (s.a.s.)in ashabından bir grup yolculuklarından
birine çıktı, arap yerleşim birimlerinden birinde konakladılar. Misafir olmak
istediler ama mahallin sakinleri onları konuk etmediler. Kabilenin reisini
böcek/akrep soktu, her çareye baş vurdular fakat fayda vermedi. İçlerinden bazıları:
"Şu konaklayan adamlara gitsek, belki bildikleri bir şey vardır."
diyerek bunlara geldiler: Ey millet, reisimizi böcek soktu, ne yaptıksa iyi
olmadı. İçinizde bir çare bilen var mı? Birisi: "Evet, Vallahi ben
okuyarak iyi ederim ancak size misafir olmak istedik, almadınız. Bize ücret
verilmedikçe okumam." deyince ona bir sürü koyun verdiler. Tükrüklemek
üzere hareket etti. Fatiha'yı okuyunca hasta bağı çözülmüş gibi canlandı. Hiç
bir şey olmamış gibi hareket etti: Üzerinde anlaştığınız koyunları verin."
dedi. Bazıları: "Koyunları bölüşelim" deyince, okuyan; Rasûl
(s.a.s.) gelinceye kadar bir şey yapmayın, hadiseyi anlatalım, ne buyuracağını
bekleyelim dedi. Rasûl (s.a.s,)e varıp olanı anlattılar. Rasûl (s.a.s.):
"Onun
okunarak hastalığı iyi ettiğini nereden biliyordun!" dedikten sonra: "Doğrusunu yapmışsın.
Koyunları aranızda bölüştürün ve bir pay da bana ayırın." buyurdu."[861]
"Rasûl (s.a.s.) namaz kılarken secdeye varınca akrep
soktu. "Allah
akrebe lanet etsin! Ne nebiyi ne de başkasını soksun." dedi. Sonra tuz ve su bulunan bir kap
istedi. Sokulan yere su ve tuz sürdü, İhlas, Felak, Nas surelerini okudu,
ardından da iyileşti."[862]
"İlaçların en hayırlısı,
Kur'an'dır."
buyurdu.[863]
Bu hadis, kesinlikle Kur'anın, ruhî veya bedenî, bütün hastalıklara çare
olduğunu göstermektedir.[864]
Dua,
Allah'ı anma ve
ona ibadettir. Zikir ve ibadet için olan sevab dua için de vardır. Rasûl
(s.a.s.): "Dua,
ibadetin kendisidir."
dedikten sonra da şu ayeti okudu: "Rabbiniz buyurdu: Bana dua edin, duanızı kabul edeyim. Bana
kulluk etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler, yarın horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir."[865]
Duada
nefsin rahatlaması,
üzüntü, keder ve stresten şifa vardır; Çünkü dua eden kişi Yüce Allah'ın şu
âyetinin sonucu olarak, duasını kabul edeceğini umar: "Kullarım sana benden
sorarlarsa, benim onlara yakın olduğumu, bana dua edenin duasına karşılık
vereceğimi söyle.”[866]
Rasûl (s.a.s.)in şu sözünü de desteklemektedir: "Mübarek ve Yüce Rabbiniz
diridir. Kulu, ellerini O'na kaldırdığı zaman ellerini boş çevirmekten utanır."[867]
Yüce Allah'ın duayı kabul edeceği ümidi, müminin
üzüntü ve kederini hafifletir. Dayanma gücü ve sabır verir, içine rahatlama
duygusu yayar. Mümin, Rasûl (s.a.s.)in sözünün doğruluğunu bilir. Aziz ve
Celil olan Allah, ya isteğini kabul edecek ya da başına gelecek bir belayı geri
çevirecektir. Ya kendisine ahirette sevap depolayacak veya günahlarına
keffaret olacaktır. Dünya olsun, âhiret olsun, her iki durumda da mümin için
duada hayır vardır. Müminin bu beklentileri, kesinlikte üzüntü ve tasasını
hafifletir, hoşnutluk ve huzur duyar.
Rasûl (s.a.s.): "Yeryüzünde bir müslüman dua ettiğinde, günah işlemedikçe
veya akrabalarıyla ilişkisini kesmedikçe Allah onun duasını kabul eder veya
dengi bir kötülüğü savar. Topluluktan biri: "Öyleyse daha çok
yapalım." deyince Rasûl (s.a.s.): "Allah daha fazlasıyla karşılık
verir."
buyurdu.
-"Kesinlikle dua, başa
gelene ve gelecek olana fayda sağlar. Ey Allah’ın kulları, size düşen dua
etmektir."[868]
-"Kişi
Allah'a dua ettiğinde Allah onun duasına; günah işlemediği, akrabalarıyla
ilişkisini kesmediği ve acele etmediği sürece, karşılık verir. Ya istediğini
dünyada verir veya ona ahirette sevap saklar ya da duasına denk bir günahına
keffaret eder."[869]
-"Belalar ancak dua ile savuşturulur, ömür ancak iyilikle artırılır."[870]
buyurmuştur.
Rasûl (s.a.s.) ashabına, üzüntü, keder, tasa, uykusuzluk,
uykuda korku, unutma gibi ruhî sıkıntı durumlarında, "Dua ile Yardım
İstemelerini öğretirdi. Şimdi bunları açıklayacağız.[871]
Rasûl (s.a.s.) ashabını yaptığı çeşitli dualarla,
üzüntü, keder ve sıkıntıdan kurtararak iyi ederdi. Gerçekten böylece şifa
buluyorlardı. Rasûl (s.a.s.):
- "Her
kim üzüntülü ve kederli olursa: Ey Allah'ım, ben senin kulunum. Geleceğim senin
elindedir. Benim hakkımda verdiğin karar oldu, kaderim gerçekleşti. Senin
kendini isimlendirdiğin veya yaratıklarından birine öğrettiğin, kitabında
indirdiğin, gayb bilgisiyle kendine ayırdığın isimlerle senden isterim. Kur'anı
kalbimin baharı kıl, göğsümün aydınlığı kıl, üzüntümü gideren, kederimi yok
eden eyle" diye dua ederse, Allah onun üzüntü ve kederini giderir, gönlünü
ferahlatır."
buyurdu. Ravi der ki, soruldu:
- "Ey Allah'ın elçisi, onu öğrenelim mi?
- Evet,
duyanın öğrenmesi gerekir."
buyurdu."[872]
Rasûl (s.a.s.) bir gün mescide girdi. Ensardan, Ebu
Ümame denilen adamı gördü:
- "Ey
Ebu Ümame, bana ne oluyor ki, seni namaz vaktinin dışında camide görüyorum?
- Sıkıntılar zorladı, borçlarım...Ya Rasulallah
cevabını verdi, Rasûl (s.a.s.):
- İstersen
sana bir dua öğreteyim. Bu dua duayı yapanın sıkıntısını giderir, borcunu da
ödetir.
- Olur, Ya Rasulallah, deyince;
-
Sabah/akşam şöyle de: "Ya Rabbi, üzüntü ve kederden sana
sığınırım. Zavallılık ve tembellikten sana sığınırım. Korkaklık ve cimrilikten
sana sığınırım. Borçlarımın beni yenmesi, insanların beni ezmesinden sana sığınırım."
buyurdu. Böyle dua ettim, Allah sıkıntılarımı giderdi, borçlarımı da ödetti."[873]
Rasûl (s.a.s.): "Darda kalanın okuyacağı dua şudur: Ey Allah'ım, rahmetini
umuyorum, göz açıp kapayıncaya kadar beni nefsimle bırakma, bütün işlerimi
düzenli kıl. Başka ilah yoktur, ancak sen varsın."[874]
"Balık
karnındayken Zü'n Nun'(Yunus)un yaptığı "Senden başka ilah yok, senin
şanın yücedir, ben zalimlerden oldum." duasıyla hangi müslüman bir konuda
dua ederse, duası mutlaka kabul olunur. Başka bir rivayette de: "Ben bir cümle biliyorum ki, kim dara düşer de söylerse Allah
mutlaka onu dardan kurtarır: Kardeşiniz Yunus'un cümlesi."[875]
buyurdu.
-"Kimin gamı
kederi çok olursa, bol bol "La Havle Vela Kuvvete İlla Billah." (Güç
ve Kuvvet yalnız ve yalnız Allah'ındır) desin.[876] buyurmuştur.
Rasûl (s.a.s.) sıkıntı anlarında: "La İlahe İlla'llahu'l-Azim
ul-Halim/La İlahe İllallahu Rabbu'l Arşi'l Azim/Lailahe İllallahu Rabbu's-Semavati ve Rabbü'l Ardi ve Rabbu'l Arşi'l Kerim."[877]
diye dua ederdi.
Rasûl (s.a.s.) çok istiğfar eder, ashabına da çok
istiğfar etmelerini tavsiye ederdi. Çünkü bunda onların çıkış yolu bulmaları,
darlıktan kurtulmaları ve rızık bolluğuna kavuşmaları vardı.
Rasûl (s.a.s.): Kim bol bol istiğfar ederse, Allah ona her bunalımdan çıkış
yolu, her kederden kurtulma ve ummadığı yerden rızık verir." buyurdu.[878]
Bu
gibi dualar, hadis kitaplarında,
sıkıntı, keder ve üzüntüye ilaç olarak rivayet edilmektedir; çünkü insanın şifa
bulması için yeterli, yararlı ruhî tedaviyi içermektedirler. İbnu Kayyim
el-Cevziyye, Rasûl (s.a.s.)in sıkıntı, keder ve üzüntüye ilaç olacak duaları
içeren hadislerini incelemiş, onlardan ruhî tedaviye konu olan aşağıdaki ilaçları çıkarmıştır:[879]
1-
Tevhid-i Rububiyye/Tek Rabb'ın
Allah olduğunu bilmek.
2-
Tevhid-i Ilahiyye/Tek ilahın
Allah olduğunu bilmek.
3-
Tevhid-i İlmi /
İtikadî; tek ilim sahibinin O olduğunu bilmek ve buna içtenlikle inanmak.
4-
Yüce Allah'ın kuluna haksızlık
etmeyeceğine ve kula gelecek belayı sebepsiz olarak kaldırmayacağına inanmak,
5- Kulun, kendisinin zulüm sebebi olduğunu kabul etmesi,
6-
Yüce Rabbe, en sevgili olan
şeylerle yaklaşmak ki bunlar: İsimleri, sıfatları ve bunların özeti durumunda olan Hayy ve Kayyûm
isimleridir.
7-
Yalnızca O'ndan yardım dilemek,
8-
Umudunu sadece O'na bağlamak,
9-
Tevekkülü O'na
yapmak, başarıyı O'ndan dilemek, geleceğinin/geçmişinin O'nun elinde olduğu ve
dilediği gibi tasarruf edeceği, verdiği hükümlerde haklı olduğunu itiraf etmek,
10-
Kur'an bahçelerinde
gönlünü şenlendirmek, Kur'an'ı kalbinin bahan kılmak, şüphe ve aşırılıkların karanlığından
onun aydınlığıyla sıyrılmak, her kaçan şeyde onunla teselli bulmak, her başa
gelen belada onunla moral bulmak, kalp hastalıklarında -üzüntüsünü gidermesi,
gam ve kederine çare olması için- onunla şifa bulmak,
11-
İstiğfar,
12-
Tevbe,
13-
"Güç ve
Kuvvet'in O'nda olduğunu" (La Havle Vela Kuvvete İlla Billah.) teslim
edip, işleri bu ikisi elinde olan (Allah)a havale etmek.
İbnu
Kayyim el-Cevzîyye,
yukarda geçen, sıkıntı, üzüntü ve kederin ilacı olarak bu ruhî tedaviyi
belirttikten sonra, bunlara cihad ve namaz ilaçlarını ekledi. Orada sıkıntı,
gam ve kedere ilaç olarak cihat ve namaz konusunda bazı hadisleri kaydetti.
Namazın strese ilaç olmasının önemini daha önce ele almıştık.
İbnu
Kayyim el-Cevziyye, ruh hastalıklarının
en büyüğü olarak şirki, günahları, gafleti, O'nun seveceği ve hoşnut olacağı
şeyleri küçümsemeyi, işleri O'na havale etmeyi terketmeyi, başkalarına güvenip
O'na az güvenmeyi, kaderine kızmayı, müjdelediği ve korkuttuğu şeylerden şüpheli olmayı anar. Kalp
hastalıklarını düşündüğünde bu ve benzerlerini bulursun. Bunların,
hastalıkların sebepleri olduğunu, başka sebeplerin bulunmadığını görürsün.
Çareleri -ki başka çaresi yoktur- Nebi'nin bu ilaçlarının içerdiği şeylerdir.
Bu hastalıkların aksi olan şeyleri yapmaktır. Çünkü hastalık, tersi olan şeyle
tedavi olur. Sağlık, dengi olan bir şeyle korunur. Kişinin sağlığı, Nebi'nin
bu buyruklarıyla korunur. Hastalıkları, tersi olan şeylerle iyi olur."[880]
Allah Rasûlü (s.a.s.) uyuyamamak ve uykuda korkmayı
dua ile tedavî etmiştir. "Halid b. Velid el-Mahzumî (r.a.):
- "Ey Allah'ın Rasûlü, geceleri
uyuyamıyorum." diye şikayette bulundu. Rasûl (s.a.s.):
- "Yatağına
yattığında "Ey 7 kat göklerin ve gölgelendirenlerin Rabbi! Ey yerlerin ve
sırtında taşıdıklarının Rabbi! Ey şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi! Bütün
yaratıklarının şerrinden beni koru ki hiçbiri beni yenemesin veya haksızlık
edemesin. Senin koruman altında olan kişi güçlü ve övgün yücedir. Senden başka
ilah yoktur, ancak ve ancak sen varsın" diye dua et." buyurdu.[881]
Rasûl (s.a.s.) "Sizden birisi, uyurken korkarsa, şöyle dua etsin:
"Allah'ın mükemmel kelimeleriyle, gazabından, cezalandırmasından,
kullarının şerrinden, şeytanların zararlı yayınlarından Allah'a
sığınırım." Bu durumda ona hiç bir şey zarar veremiyecektir." buyurdu.[882]
Rasûl (s.a.s.), Ali'nin (r.a.) Kur'an'ı unutma
şikayetini tedavi etmiştir. İbnu Abbas anlatır: Rasûl (s.a.s.)in yanındayken
aniden Ali (r.a.) geldi,
- "Anam/babam sana kurban olsun ey Allah'ın
Rasûlü! Kur'an'ı unutuyor, hatırlıyamıyorum." deyince, Rasûl (s.a.s.):
- Ey
Hasan'ın babası, öğrendiğinde sana ve senin öğrettiklerine fayda verecek,
öğrendiğini aklında tutmanı sağlayacak olan birkaç cümle öğreteyim mi?
- "Evet, Ey Allah'ın elçisi, öğret."
cevabını verdi.
-
Cuma
gecesi gelince, becerebilirsen, gecenin son üçte birinde kalk çünkü bu saatler
şahidlidir ve bu saatlerde yapılan dualar kabul edilir. Kardeşim Yakub
çocuklarına: "Sizin için Rabbimden, sonra bağışlanma dileyeceğim."[883]
demişti ki "sonra" demekle "Cuma gecesi gelince" demek
istemiştir. Yapamazsan gece yarısı kalk, onu da yapamazsan gecenin başında kalk
ve dört rekat namaz kıl. Birinci rekatta Fatiha ve Yasin okursun. İkinci
rekatta Fatiha ve Ha-mim/Duhan okursun. Üçüncü rekatta Fatiha ve Secde
suresini okursun. Dördüncü rekatta Tebareke ('l Mufassalı) okursun.[884]
Tahiyyatı bitirince Allah'a hamdet, övgüsünü güzelce yap, bana ve öteki
nebilere salavat getir. Mümin erkek/kadınlar için ve
senden önce iman etmiş kardeşlerine bağış dile. Bundan sonra şöyle dua et:
"Ey Allah'ım! Beni yaşattığın müddetçe, günahları terketmek suretiyle beni
kayır. Beni ilgilendirmeyen şeylerle ilgilenmekten alıkoy. Senin razı olduğun
şeylere güzel bakmayı nasip eyle. Ey gökleri ve yeri yaratan, celal, kerem ve
izzet sahibi Allah'ım, Ey Allah, ey Rahman, senin celalin ve yüzün hürmetine,
Kitabını öğrettiğin şekilde ezberlememi kalbime sağlamanı isterim. Benden razı
olacağın şekilde onu okumamı nasip et. Ey gökleri ve yeri güzelce yaratan, Ya
Allah! Ya Rahman! Gözümü Kitabınla aydınlatmanı, dilimi Kitabınla söyletmeni,
kalbimi Kitabınla rahatlatmanı, göğsümü Kitabınla açmanı, bedenimi Kitabınla
davrandırmanı senden isterim. Çünkü bu uğurda bana senden başka yardım edecek,
senden gayri bana verecek olan yoktur. Yüce ve büyük olan Allah'tan başka güç
ve kuvvet sahibi olan yoktur." Ey
Hasan'ın babası, bunu 3-5-7 cuma uyguladığın zaman, Allah'ın izniyle duan
şaşmaz, kabul olur.
İbnu Abbas (r.a.) der ki: Yemin ederim ki Ali, 5-7 cuma geçince Ali Rasûl
(s.a.s.)e, yine böyle bir meclise geldi: "Ey Allah'ın elçisi, bundan önce dört civarında âyet
okuyor/ezberliyordum, sonra tekrar okumak isteyince unutuyordum. Bugün 40 âyet
civarında öğreniyorum. Tekrar okuduğum zaman sanki Allah'ın Kitabı gözümün
önünde gibi. Bir söz duyuyordum, cevap verdikten sonra unutuyordum. Şimdi sözü
duyuyorum, konuştuğumda bir kelimesini bile unutmuyorum." Rasûl (s.a.s.): "Kabe'nin Rabbine yemin olsun
ki, ey Ebu'l Hasan, sen mü'minsin/buna inanıyorsun."[885]
buyurdu.[886]
Günahkarlık hissini tedavinin en iyi yöntemi Yüce Allah'a
dua, onu teşbih ve özellikle de bunları gecenin son üçte birindeki zaman
diliminde yapmaktır.
Rasûl (s.a.s.): "Kutlu ve yüce olan Allah, gecenin son üçte biri kalınca
dünya semasına iner ve "Kim bana dua ederse kabul edeyim. Kim benden
istiyorsa vereyim. Kim bana istiğfar ediyorsa kabul edeyim." buyurur."[887]
Müslim b. el-Haris anlatır: "Rasûl (s.a.s.) bana sır olarak:
Akşam namazını bitirince, yedi kere şöyle de: Ey Allah'ım, beni ateşten koru!
Böyle dua edip de o gece ölürsen, sana teminat yazılır. Sabah namazını kılınca
da aynı şekilde dua et, o gün ölürsen, sana bir teminat yazılır." buyurdu.[888]
"Kim yemek yediğinde:
"Bana bu yemekleri yedirene, benim bir güç ve kudretim olmadan beni
rızıklandırana hamdolsun." derse geçmiş günahları bağışlanır."[889]
"Kimin son sözü
Lailahe İllallah/"Allah'ta başka ilah yoktur." olursa Cennet'e girer."[890]
buyurdu.
Rasûl (s.a.s.), Muaz (b. Cebel) terkisinde biniliyken;
- "Ya
Muaz!"
dedi.
- “Buyur, Ey Allah'ın Elçisi, sana mutluluklar
dilerim." Tekrar; "Ya Muaz!" dedi. -Buyur, Ey Allah'ın Elçisi,
sana mutluluklar dilerim." Tekrar;
- "Ya
Muaz!"
dedi.
- Buyur, Ey Allah'ın Elçisi, sana mutluluklar
dilerim." diye cevap verince;
- Kim
gönülden "Kelime-i Şehadet" getirirse (Eşhedü en Lailahe illallah/ve Eşhedü
enne Muhammeden Abduhu ve Rasûluh.) Allah onu Cehennem'e haram kılar."
- Ya Rasulallah, bunu halka haber vereyim de,
birbirlerine müjdelesinler mi?
- “Hayır,
o zaman buna güvenir, boşverirler.“ buyurdu. Muaz bunu ölümünden önce, vebalinden kurtulmak düşüncesiyle
haber vermiştir.[891]
Rasûl (s.a.s.): "Kim (Eşhedü en Lailahe İllallah/ve enne Muhammeden Abduhu ve
Rasûluh) derse, Allah onu ateşe haram kılar." buyurmuştur.[892]
Şüphesiz, müslüman yüce Allah'ı teşbih ve duaya devam
ederse, bütün bu hadisler çerçevesinde, kesinlikle günahkarlık duygusu ve onun
neden olduğu stresten kurtulur. Yüce Allah'ın af ve bağışı umudu onu kaplar,
böylece ruhunda sevinç, rahatlık ve huzur yayılır.
Günahkarlık hissetmenin tedavisinde ilaçların en
önemlisi tevbedir. Günahı ne kadar çok olursa olsun, Yüce Allah her günahkara
af ve bağış sözü vermiştir. Tevbe, kişide azaptan kurtuluş, Yüce Allah'ın bağış
ve rızasına ulaşacağı ümidini diriltir. Onda strese ve çoğunlukla vicdan
azabına sebep olan günahkarlık duygusundan kurtarır. Yüce Allah buyurur: "De ki: Ey nefislerine karşı
aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidi kesmeyin, çünkü Allah bütün
günahları bağışlar. Kesinlikle O, gafurdur, rahimdir."[893]
"Allah'ın
kabul için söz verdiği tevbe, kesinlikle, cahillikle bir kabahat işleyip sonra
da hemen pişman olanlar içindir. İşte Allah böylelerin tevbelerini kabul eder.
Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir."[894]
-"O kötü
amelleri işleyip de sonra arkasından tevbekar olup iman edenler ise, Rabbin
ondan sonra kesinlikle bağışlayandır, merhamet edendir."[895]
-"Ve onlar bir kabahat yaptıklarında
veya nefislerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlarlar ve derhal günahlarının bağışlanmasını
dilerler. Günahları da Allah'tan başka kim bağışlayabilir?! Hem onlar
yaptıklarında bile bile ısrar etmezler./İşte bunların mükafatı, Rableri
tarafından bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan Cennetlerdir ki orada
sürekli kalacaklardır. Çalışanların ücreti ne güzeldir."[896]
Bir
çok hadis-i şerif de tevbenin
geçmiş günahları yok ettiğine işaret etmektedir. Rasûl (s.a.s.): "Kim "Diri, her zaman
var olan, kendisinden başka ilah bulunmayana istiğfar ve O'na tevbe
ederim." derse, Allah hakkıyla ilgili en büyük günahı işlemiş olsa bile,
(şirkten başka) günahları affolunur.”[897]
Böylece, müslümanın günahkarlık düşüncesi hafifler.
O, bilir ki insanın yapısı zayıftır; her an hata yapabilir fakat hatasını itiraf edince Yüce Allah'a tevbe ve istiğfar eder,
yaptığı kabahat yüzünden sürekli vicdan azabı çekmenin anlamı yoktur. Tam
tersine, Allah'ın af ve bağışı umudu çok olması gereklidir.
Rasûi (s.a.s.): "Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, siz günah
işlememiş olsaydınız kesinlikle Allah sizi giderir, yerinize günah işleyen ve Yüce Allah'a tevbe eden
bir topluluk getirir ve onları bağışlardı."[898]
-"Ademoğlu
hata yapar ve hata yapanların en hayırlısı, tevbe edenlerdir."[899]
Yüce Allah tevbe eden kullarını sever. Buyurur ki: "Kesinlikle Allah, çok
tevbe edenleri ve tertemiz olanları sever."[900]
buyurmuştur.
Allah,
kulunun tevbe etmesinden memnun kalır. Rasûl (s.a.s.): "Allah,
mümin kulunun tevbesine, çorak bir arazide, üzerinde yiyecek/içeceği bulunan
bineği varken uyuyan, uyandığında bineği kaybolmuş olan, iyice acıkıp
susayıncaya kadar arayan sonra da: "Yitirdiğim yere gidip ölünceye kadar
uyuyacağım." diyen, başını kolunun üzerine koyduğunda uykusundan uyanıp
bineğini baş ucunda, azığı ve içeceğiyle bulan adamdan daha çok sevinir."[901]
buyurmuştur.
Mümine düşen, Aziz ve Celil olan Rabbi hakkında hüsnü
zan sahibi, Yüce Allah'ın tevbesini kabulü, affı ve bağışına ulaşma konusunda
çok umutlu olmasıdır. Böylece günahkarlık hissinden sıyrılır, güven ve huzur duyar. Enes,
Rasûl (s.a.s.)ın: Yüce
Allah buyurdu: "Ey Ademoğlu! Sen bana dua ettikçe ve benden umdukça,
günahlarının çokluğuna aldırmadan seni bağışlarım. Ey Ademoğlu, günahların
gökleri dolduracak kadar çok olsa; sonra benden bağış dilesen, seni affederim.
Ey Ademoğlu, Sen günahların yerleri dolduracak kadar çok olduğu halde bana
gelsen, bana bir şeyi şirk koşmamışsan, yerleri dolduracak kadar çok mağfiretle
sana karşılık veririm."
buyurduğunu duydum demiştir.[902]
Cabir
b. Abdullah, Rasûl
(s.a.s.)in ölümünden üç gün önce; "Sizden biri, kesinlikle Aziz ve Celil olan Allah'a hüsnü zan
beslemeden ölmesin."
buyurduğunu duydum."[903]
der.
Yazdığımız bu âyet ve hadislerden, tevbenin, günahkarlık
duymaktan doğan stres için en iyi ilaç olduğu açıkça ortaya çkmaktadır.
Stresin, ruh hastalıklarının asıl sebebi olduğu bilinmektedir. Psikoterapinin
varmak istediği hedef ise, bu stresi yenmek; neden olduğu hastalıklardan
kurtulmaktır. Muhtelif okullar, stresten kurtulmak amacıyla, psikoterapi için
çeşitli metodlar kullanmaktadırlar. Ancak tevbe, buraya kadar açıkladığımız gibi,
stresin tedavisinin en iyi metodudur.
1-
Avde, Muhammed, Kemal İbrahim
Mursî, es-Sıhhatu'n Nefsiyyetu fi Dav'i İlmi'n Nefsi ve'l İslam, 2. Baskı,
Daru'l Kalem, Kuveyt, 1986.
2-
J. Wensınck, el-Mucemu'l Müfehres
Li Elfazı'l Hadisi'n Nebevi (Concordance et Indıces de La Tradition Musulmane);
Leiden, Mektebetu Brill, 1929-1936.
3-
Abduh, Şeyh
Muhammed, Risaletü't Tevhid, Matbaatu'l Menar, Kahire, H: 1303.
4-
Abid, Tevfik el-Haşimî,
Medhalu't Tasavvuri'l İslamî li'l İnsani ve'l Hayati, Darul
Furkan, Amman, 1982.
5-
Ahmed b. Hanbel, Müsnedu'l
İmam Ahmed b. Hanbel, Daru Sadır, Beyrut, dt.
6-
Akkad, Abbas Mahmud, Abgariyyetu Ömer, Darü'l Küttabi'l Arabî, Beyrut, 1969.
7-
Askalanî, Ebu'l
Fadl, Şihabuddin Ahmed b. Ali b. Muhammed, Fethu'l Barî bi Şerhi Sahihil
Buharî, Mektebetu Külliyati'l Ezheriyye, Kahire, 1978.
8-
Bâr, Muhammed
Ali, el-Veciz fi İlmi'l Ecinneti'l Kur'ânî, Daru's Suudiyye li'n Neşri
ve't Tevzi', Cidde, 1975.
9-
Bâr, Muhammed Ali, Halku'l İnsan
Beyne't Tıbbı ve'l Kur'an, 6. Baskı, Daru'ş Suudiyye li'n Neşri ve't Tevzi',
Cidde, 1986.
10-
Behiy, el-Hulî, Adem
(a.s.) Felsefetu Takvimi'l insani ve Hilafetihi, 3. Baskı, Mektebetu Vehbe,
Kahire, 1974.
11-
Bekrî, Şeyh Emin, Edebu'l Hadisi'n
Nebevi, 5. Baskı, Daru'ş Şuruk, Beyrut, 1981.
12-
Beyhakî, Ahmed
b. Hüseyin (Ebu Bekir) b. Ali, es-Sünenu'l Kübra, Matbaatu Meclisi Daireti'l
Maarifi'l Osmaniyye, H: 1354.
13-
Carnegie, Dale, Dagi'l Kalak ve'bdei'l Hayat, Trc; Abdulmün'im ez-Ziyadî, 5. Baskı, Mektebetu'l Hanci, Kahire,
1956l
14-
Celaleddin Muhammed b. Ahmed el-Mahallî, Celaleddin Abdirrahman b. Ebi Bekir es-Suyutî, Tefsiru Celaleyn,
Daru'l Kütübi'l Arabiyye, Beyrut, dt.
15-
Darimî, Abdullah b. Abdirrahman (Ebu
Muhammed), Sünenu'd Darimî, Thk: Abdullah Haşim Faysalabad, Neşadabad, Hadis
Akademî, Pakistan, 1984.
16-
Diyab, Abdulhamid-Ahmed Karkuz, Mea't Tıbbı fi'l Kur'an-ı Kerim, 2. Baskı, Müessesetü
Ulumi'l Kur'an, Dımaşk, 1982.
17-
Ebu Davud, Süleyman
b. Eş'as es-Sicistanî, Sünenu Ebî Davud, Tahkik: Muhammed Muhyiddin Abdulhamid,
Daru'l Fikr, Beyrut, ts.
18-
Edward C. Moray, ed-Dafiiyyetu ve'l İnfial, Trc: Ahmed b. Abdilaziz Selame, Müracaat; Muhammed Osman
Necatî, Daru'ş Şuruk, Beyrut, 1988.
19-
Farabî, Ebu Nasr, Arau Ehli'l
Medineti'l Fadısa, Mektebetu Hüseyin et-Ticariyye, Kahire, 1949.
20-
Ferac, Osman Lebib, Advau'n Ale'ş Şahsiyyeti ve's Sıhhatli Akliyeti, Mektebetu'n Nehdati'l Mısrıyye,
Kahire, 1970.
21-
Freud, Sigmund, Mealimu't Tahlili'n Nefsi, 7. Baskı, Trc: M. Osman Necatî, Daru'ş Şuruk, Beyrut,
1988.
22-
Freud, Sigmund, Selasü
Resail fi Nazariyyeti'l Cins, 3. Baskı, Trc: Muhammed Osman Necatî, Daru'ş Şuruk,
Beyrut, 1988.
23-
Gazalî, (Ebu Hamid) Muhammed: İhyau
Uumi'd Din, Daru'l Ma'rife, Beyrut, ts.
24-
Hınn, Mustafa Said ve Diğerleri,
Nüzhetü'l Müttekin Şerhu Rıyazu's Salihin li'l İmam Ebi Zekeriyya Muhyiddin
Yahya en-Nevevî, 7. Baskı, Müessesetü'r Risale, Beyrut, 1985.
25-
İbni Sina, Kitabu's Siyase, Neşr:
el-Eb Luis Ma'luf el-Yesûî, el-Matbaatu'l Katolikiyye, Beyrut, 1911.
26-
İbnu Hişam,
es-Siretu'n Nebeviyyetü li İbni Hişam, Thk: Mustafa Saka ve Diğerleri, Daru
İhya-i't Turasi'l Arabî, ts.
27-
İbnu Kayyim
el-Cevzîyye, et-Tibbu'n Nebevî, Daru Mektebeti'l Hayat, Beyrut, 1985.
28-
İbnu Kayyim
el-Cevzîyye, Tuhfetu'l Mevdud bi Ahkami’l Mevlud, Mektebetu Dari'l Beyan,
Dımaşk, 1971.
29-
İbnu Kesir, el-Hafız
İmaduddin Ebu'i Fida İsmail, Tel siru'l Kur'ani'l Azim, Daru İhyai'l Kütübi'l
Arabiyyeti li İsa Elbani el-Halebî ve Şerikahu, Daru'l Marife, Beyrut, 1980.
30-
İbnu Mâce, Ebu
Abdilfah, Muhammed b. Yezid el-Kazvinî, Sunen'u İbni Mace, Tahkik: Muhammed
Fuad Abdulbakî, Daru'l Hadis, el-Kahire, ts.
31-
İbnu Sina, Kitabu's Siyase, Nşr:
el-Eb Luis Ma'luf el-Yesui, Matbaatü'l Katalikiyye, Beyrut, 1911.
32-
İbnu Şirin, Muhamed, Kitabu Tefsiri'l
Ahlami'l Kebir, Matbaatu Muhammed Sabıh ve Evladuh, Kahire, 1963.
33-
İbnu Teymiyye, Mecmuatu Fetava Şeyhu'l
İslam İbnu Teymiyye, 10, İlmu's Suluk, Işrafu Riaseti'l Ammeti Li Şuui'l
Harameyni'ş Şerifeyn, es-Suudiyye, ts.
34- İbrahim, Muavvız Avz, el-İslamu ve'l Usretu, Daru'n
eşr li'l Camiiyyin, Kahire, ts.
35-
Kamil, Abdulaziz, Mea'r Rasuli ve'l Mucteme'ıfi Istikbali'l Karni'l Hicriyyi'l Hamiş Aşere, Müessesetu's Sabah,
Kuveyt, 1980l
36-
Karadavî, Yusuf,
er-Rasulu'l Muallim, Daru's Sahve, 1984l
37-
Kavsi, Abdulaziz, Ususu's Sıhhati'n
Nefsiyye, 7. Baskı, Mektebetu'n Nehdati'l Mısrıyye, Kahire, 1969.
38-
Kurtubî, Ebu
Abdillah, Muhammed b. Ahmed el-En-sarî el-Kurtubî, el-Camiu li Ahkami'l Kur'an,
Daru'l Küt-tabi'l Arabi li't Tıbaaîi ve'n Neşr, Beyrut, 1968
39-
Makarios, Samuel, Müşkilatu's
Sıhhati'n Nefsiyye fi'd Duveli'n Namiye, Mektebetu'n Nehdati'l Mısrıyye, Kahire,
ts.
40-
Malik, (Ebu Abdillah), Muvattau'l İmam Malik, (Rivayetu Yahya b. Yahya el-Leysî), 7. Baskı, Hazırlayan:
Ahmed Ratib Armuş, Daru'n Nefais, Beyrut, 1983l
41- Muhammed
b. Abdillah el-Hatib et-Tebrizî,
Mişkatu'l Mesabih, el-Mektebu'l İslamî, Beyrut, 1985l
42-
Muhammed b. Muhammed (Ebu Hamid) el-Gazalî, İhyau Ulumi'd Din, Daru'l Ma'rife, ts.
43-
Muntahab fi Tefsiri'l Kur'ani'l Kerim, el-Meclisu'l A'la li'ş Şuuni'l İslamiyye bi Vezareti'l Evkaf bi
Cumhuriyyeti Mısr el Arabiyye, 7. Baskı, 1979.
44-
Münzirî, el-Hafız, Muhtasaru
Sahih'i Müslim, Thk: Nasıruddin Elbanî, 3. Baskı, el-Mektebetu'l İslamî, Beyrut,
1977.
45-
Müslim b. Haccac (Ebu'l Hüseyin)
Müslim el-Kuşeyrî, Sahihu Müslim Bi Şerhi'n Nevevî, el-matbaatü'l Mısrıyye ve
Mektebetuha, Kahire, ts.
46-
Nasıf, Mansur Ali, et-Tacü'l Camiu
li'l Usul fi Ehadisi'r Rasul, 4. Baskı, Daru'l Fikir, Kahire, 1975.
47-
Necatî, Muhammed. Osman, el-İdraku'l
Hissî inde İbni Sina: Bahsun fi İlmi'n Nefs inde'l Arab, 3. Baskı, Daru'ş
Şuruk, Beyrut, 1980.
48-
Necatî, M.Osman, el-Kur'anu ve İlmu'n
Nefs, 3. Baskı, Daru'ş Şuruk, Beyrut, 1987.
49-
Necatî, M. Osman, İlmu'n Nefsi's
Sınaî, 3. Baskı, Müessesetu's Sabah, Kuveyt, 1980.
50-
Necati, M. O. İlmu'n Nefs fi Hayatine'l Yevmiyye, 12. Baskı, Daru'l Kalem, Kuveyt, 1985.
51-
Necati, Muhammed Osman, Mefhumu's Sıhhati'n Nefsiyye fi'l Kur'an-ı Kerim ve'l Hadisi'ş Şerif, Neşretü't
Tıbbi'l İslami, 3. Sayı, el-İbhasu ve'l A'mal'il Mu'temeri'd Duveliyyi's Salis
an Tıbbı'l İslamî, 5. Cild, 1984.
52-
Nesâî, (Ebu Abdirrahman) Ahmed b.
Şuayb b. Ali Bahr en-Nesâî, Sünenu'n Nesâî bi Şerhı'l Hafız Celaleddin
es-Suyutî, Daru'l Küttabi'l Arabî, Beyrut, ts.
53-
Said, Muhammed Re'fet, er-Rasulu'l Muallim ve Menhecuhu fi'l Talim, Daru'l Huda li'n Neşri ve't Tevzi, Riyad,
1982.
54-
Shoen, Richard, Umul Emrazi'n Nefsiyye ve'l Akliyye, Trc: Ahmed Abdulaziz
Selame, Daru'n Nehdati'l Arabiyye, Kahire, 1979.
55- Şeybanî, Abdurrahman b. Ali el-Maruf bi İbnu'd
Debiğ eş-Şeybani, Teysiri'l Vusul ila Camii'l Usul min Hadisi'r Rasul, Daru'l
Marife, Beyrut, 1977.
56-
Tirmizî, Ebu
İsa, Sahihu't Tirmizi bi Şerhi'l İmam İbni'l Arabi el-Maliki, Daru'l Küttabi'l
Arabi, Beyrut, ts.
57-
Zehebî, el-Hafız Muhammed b. Ahmed b.
Osman, es-Siyretu'n Nebeviyye, Thk:
Hüsamuddin el-Kudsî, Daru'l Kütübi'l İlmiyye, Beyrut, 1981.
58-
Zehran, Hamid, es-Sihhatu'n Nefsiyyetü ve'l İlacu'n Nefsi, 3. Baskı, Mektebetu Alemi'l Kütüb, Kahire, 1978.
59-
Zehran, Hamid, İlmu'n Nefsi'n Numuvvi: et-Tufule ve'l Murahıka, 4. Baskı, Alemu'l Kütüb, Kahire, 1978.
60-
Zemahşerî, Ebu'l Kasim, Carullah
Mahmud b. Ömer el-Harezmî, el-Keşşafu fi Hakaiki't Tenzil ve Uyuni'l Akavili fi
Vucuhi't Te'vil, Daru'l Ma'rife, Beyrut, ts.
1-
Adler, Alfred: Understanding Human Nature. New York: Greenberg Publishers,
Inc., 1927.
2-
Atkinson, R. L; Atkinson, R.C. and Hilgard, E.R. Introduction to Psychology, 8
th ed., New York: Harcourt Brace Jovanovich, İnc,. 1983.
3-
Cannon,W. B. The Wisdom of the Body. New York: Norton, 1932.
4-
Houston, J. P.; Bee, H., Halfield, E. and Rimm, D. C. Invitation to Psychology.
New York: The Academic Press İnc,
1979.
5-
Kağan, J.: Havemann, E. and Segal,
J. Psychology: An Introduction. New York:
Harcourt Brace Jovanovich, Publishers,
1984.
6-
Kimble, G. A.; Garmezy, N. and Segal, J. Psychology: An Introduction. New
York: Harcourt Brace
Jovanovich, Publishers, 1984.
7-
May, Rollo: The Meaning of Anxiety. New York: The Ronald Press, Co., 1950.
8-
Munn, L. N. Psychology: The Fundamentals of Human Adjustment. Boston: Houghton
Mifflen Co., 1961.
9-
Sanford, F. H. and Wrightsman, L. S. Jr. Psychology: A scientific study of Man,
3rd ed., Belmont, California, Brooks, cole publishing Co., 1970.
1-
el-İdraku'l Hissî inde
İbni Sina: Bahsun fi İlmi'n Nefs inde'l Arab, 3. Baskı, Daru'ş Şuruk, Beyrut,
1980. (Tükendi)
2-
el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs, 3. Baskı, Daru'ş Şuruk, Beyrut, 1987.
3-
el-Medeniyyetü'l
Hadise ve Tesamuhu'l Valideyn, 2. Baskı, Daru'n Nehdati'l Arabiyye, Kahire,
1974.
4-
İlmu'n Nefsi's Sınaî, 3.
Baskı, Müessesetu's Sabah, Kuveyt, 1980.
5-
İlmu'n Nefs fi Hayatıne'l
Yevmiyye, 12. Baskı, Daru'l Kalem, Kuveyt, 1985.
6-
İlmu'n Nefsi'l Harbî,
3. Baskı, Daru'n Nehdati'l Arabiyye, Kahire, 1960. (Tükendi)
7-
Melamihu Cerimeti' Kati, Başkalarının
da katılımıyla, Menşuratu'l Merkezi'l Kavmi li'l Buhusi'l İçtimaî ve'l Cinaî,
Kahire, 1971. (Tükendi)
[1] Akıl, Fahir, Daru'l İlm li'l Melayin, 2. Baskı, Beyrut, 1977.
[2] Razuk, Esad,
el-Müessesetü'l Arabiyye li'd Diraseti ve'n Neşr,
Beyrut, 1977.
[3] Bunu niçin yaptığını "Önsöz"ünde açıklayacaktır.(Işık)
[4] Buharî ve Müslim'in Sahih'leri, Tirmizî, Ebu Davud, Nesâî, İbnu Mâce'nin
Sünen'lerinin topluca adı.
[5] Yazır, Elmamılı M. Hamdi, Hak Dini, Kur'an Dili, (I-IX) Eser Kitabevi, İstanbul,
ts.
[6] Ateş, Süleyman, Kur'an-ı Kerim ve Yüce Meali, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul,
ts.
[7] Bu hususun
tenkit edileceğini sanıyoruz. Ancak hadisler
kitaplara geçtikten sonra senedlerin terkedilmesi ne kadar tarihî bir
gerçeklik ise bu hususun da , tercümemizde olduğu gibi, özellikle dolaylı
eserlerde, artık zorunlu hale geldiğine inanıyoruz. (Işık)
[8] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 13-15.
[9] (Tasavvuru'l
İslâmiyyi li'l insan) Kur'an/Sünnet ışığında,
yakalanması tasarlanan insan tipi amaçlanmaktadır. (lşık)
[10] Yazarın bu eseri, Fecr Yayıncılık tarafından, Dr. Hayatî Aydın tercümesiyle,
"Kur'an ve Psikoloji" adıyla, (Kasım
1998, Ankara) yayınlanmıştır. (Işık)
[11] Sayfa numarası konusunda yazara katılamıyoruz; çünkü tercümemiz sırasında ciltten
sonra çok defa sayfa numaraları verilmeden hadis numarasına geçildiğini
gördük.(Işık)
[12] Biz, Buharî ve Müslim şeklinde, ayrı ayrı yazdık.(Işık)
[13] Nevevî'nin bu eseri, ülkemizde, Diyanet İşleri Başkanlık Yayınları arasında,
şerhsiz haliyle tercüme edilerek "Riyazu's Salihîn Tercümesi" adıyla,
üç cilt olarak yayınlanmış, birkaç baskısı yapılmıştır (Işık)
[14] Eserin ülkemizdeki tanınmış adı ve tercümesi "Tâc" diye
bilindiğinden, biz yazar ismini kitap ismiyle değiştirerek "Tâc" diye
gösterdik. (Işık)
[15] Bu değerli çalışma hadis kitabı olmayıp, "Kütüb-i Sitte" (Altı
Kitap) diye tanınan Buharî ve Müslim'in Sahih'leri, Tirmizî, Ebu Davud, Nesâî, İbnu
Mâce'nin Sünen'leri yanında Malik'in Muvatta'ı ve Ahmed b. Hanbel'in
Müsned'inde geçen hadisleri, önemli kelimelerinden hareketle, hangi eserde
geçtiğini gösteren hadis fihristidir. Hadisciler arasında
"Concor-dance" adıyla tanındığından, biz sadece "Con."
kısaltmasıyla gösterdik.
[16] Bu anlayışın kaynağı olan hadis, kitabın aslında.sh. 147/Trc: 92/ 332'de
geçmektedir.(lşık)
[17] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 17-22.
[18] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 23-24.
[19] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 24.
[20] Tirmizi,
Ahmed ve Hâkim, Metin Tirmızi'ye aittir.
Şeybanî. IV/142; V/167.
[21] Ebu Davud,
Buyu', No: 3477; Ahmed ,V/364; İbn Mace, Con. 6/51.
[22] Ebu Davud,
Kitabu'l Haraç ve'l İdare, No: 2945.
[23] Necati,
Muhammed Osman, el-Kur'anu ve İlrnu'n Nefs, 76-79; 3. Baskı, Daru'ş Şuruk, Beyrut, 1987.
[24] Yazarın hem burada hem dipnotta kaydettiği, "Ikrime'nin İbnu Abbas'tan
rivayeti "gibi, hadisin ravilerini gerekli görmedikçe yazmayacağız.
Alışılmadığı için yadırganacağını ve tenkit edileceğini tahmin ediyoruz ancak
başlangıçta senedin tamamı yazılırken sonraki asırlarda sadece sahabe adı
yazılmıştır. Kaynakları verildiği ve metnin önemsenmesi gerektiği, pratikte
yazmamanın yararı olacağı için ravi adını atlamayı uygun görüyoruz. (Işık)
[25] İbnu Mâce, 1/No: 1439, 1440,
3440, 3441.
[26] İbnu Kayyim
el-Cevziyye, et-Tıbbu'n Nebevi, 103-104, Dar'u
Mektebet'il Hayat, Beyrut, 1405/1985.
[27] Necatî, Muhammed, Osman, el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs, 27; (Asrımız
yazarlarından bazılarının zaman zaman baş vurduğu bu düşünce, psikolojik bir
vakadır. Telafi mekanizmasını andırmaktadır. Kur'an-ı Kerim, Yüce Allah'ın
okunan; evren ise okunacak olan kitabıdır. Yerçekimi kanunu bulunmadan önce
de, insanların başına elma düşüyordu. Ama Newton, yer ve göğün inceliklerini
düşünerek (Ali-lmran, 3/191-192) bu kanunu buldu. Adama "Daha önceleri neredeydiniz?"
diye sormazlar mı! (Işık)
[28] Ibnu Mâce, I/No: 301.
[29] Bakara:
2/155.
[30] Nahl: 16/112.
[31] Kureyş: 106/3-4.
[32] Tirrnizi, Zühd, 9/208.
[33] Tirmizî, 9/224; Ahmed, Hâkim; Tac: V/167.
[34] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 24-31.
[35] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 31.
[36] Nahl: 16/72.
[37] Nisa: 4/1.
[38] İbnu Mâce, I/No: 1846.
[39] Ebu Davud, II/No: 2050.
[40] İbnu Kayyim
el-Cevziyye, Tuhfetu'l Mevdud bi Ahkami'l Mevlud, 10-14.
[41] Rum: 30/21.
[42] Müslim, VII/91-92, Ebu Davud, Ahmed; Con: 1/187.
[43] Ibnu Mâce, 1/No;1862, Con:1/441.
[44] Ibnu Kayyim el-Cevziyye. Tıbb-ı
Nebevî, 234.
[45] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 31-33.
[46] Ahmed, 1/404.
[47] Zemahşeri, (Ebu'l Kasım) Carullah Mahmud b. Ömer, el-Keşşafu fi Hakaiki't
Tenzit ve Uyuni'l Ekavili fi Vucûhi't Tevil, II/445 (İsra Suresi), Beyrut. Dr.
Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 33-34.
[48] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 35.
[49] Rum: 30/ 30.
[50] Kurtubî, Tefsiri, IV/29; Ayrıca bkz. Celaleyn Tefsiri, 340.
[51] Araf: 7/173.
[52] Bkz. Necati,
M. Osman, el-Kur'anu ve ilmu'n Nefs, 47-49.
[53] Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi; Tac, V/196.
[54] Ahmed, III/435, Başka bir rivayette de: "Fıtrat
üzere doğmayan insan olmaz ancak bu, konuşma safhasına kadar sürer. Sonra ana/babası
onu yahudileştirir veya hristiyanlaştınr."
buyurulmaktadır. IV/ 24.
[55] Buharı, Müslim, Nevevi, I/222.
[56] Müslim, Şeybani, IV/32.
[57] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 35-38.
[58] Necati, Muhammed Osman,
el-Kur'anu ve İlmü'n Nefs, 46-47.
[59] Mutaffifin,
83/22-25; Bu manadaki âyetler için bkz. Necati, M.
Osman, el-Kur'anu ve İlmü'n Nefs, 46.
[60] Buharî, Müslim, Şeybani, IV/183.
[61] Metin Buharî'ye aittir. Farzu'l Humus, Müslim, Zühd ve Rekaik, Nevevî, 1/114.
[62] Ahrned, IV/105.
[63] Ebu Davud; Şeybani 11/163.
[64] Buharî, Müslim, Malik, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî; Şeybani, 11/163; Hayfa:
Medine dışında, Seniyyetü'l Veda'ya 6 mil uzaklıkta bir yer.
[65] Buharî, Şeybani, 11/164. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr
Yayınları: 38-41.
[66] Ali-İmran:
3/14.
[67] Fecr: 89 /20.
[68] Buhari, Müslim, Tirmizi, Zühd, 9/205; İbnu Mâce,
Darimi, Ahmed, 1/370, Con I/266.
[69] Tirmizi, Zühd, 9/205.
[70] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 41-42.
[71] Ebu Davud,
Nevevi, III/1013.
[72] Nesâî, IV/159-160.
[73] Açlık güdüsü ele alındığı için, hadiseye yalnız bu açıdan bakılmıştır.
Ancak ruhî duygu olması yönüyle, sonuca ulaşmış olma başarısının sevinci de
bununla birliktedir; iftar topuyla ilan edilen zafere ulaşmanın
sevincidir.(Işık)
[74] Nisa:
IV/142-143; Bkz. Necati, M. Osman, el-Kur'an ve İlmü'n Nefs, 51-52. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları:
42-43.
[75] Müslim, Münafıkin, Tac, V/45.
[76] Müslim, XV/49.
[77] Tirmizi,
Ahmed, İbnu Mace; Şeybani, IV/184-185. Con, II/163, Tac, V/212-213.
[78] Müslim, Nevevi, 1/103-104.
[79] Buhari, Müslim, Nevevi I/290.
[80] Rezin; Şeybanî, IV/309; (Ebu'l Hasen, Rezin b. Muaviye el-Abderî 535/1140);Kütüb-i Sitte -İbnu Mâce hariç- ve Muvatta'yı bir araya getiren
eserinin adı et-Tecrid lî's Sıhah ve's Sünen'dir. Bkz. Özbek, Yusuf, Hadis
Literatürü, 377, İz Y. 1994, İst- Işık)
[81] Taha: 20/124.
[82] Kasas: 28/77.
[83] Nesâî, Ahmed, Hâkim; Tac II/279.
[84] Ahmed,
VI/226.
[85] Buharî, Müslim, Nesâî, Tac, II/278.
[86] Metin
Buhari'nin, 19/ No: 5199; Müslim,
Münzirî, No: 268.
[87] Buharı, Nevevî, 1/171.
[88] Nesâî, VI/58; Tirrnizî.
[89] Nesâî, Nikah Babun Nehy ani't Tebettül, VI/59.
[90] Ahmed, I/450;
(Mâide, 5/87-lşık).
[91] Buharı, Nevevi, 1/167.
[92] el-Hınn, Mustafa Said ve Diğerleri, Nüzhetü'l Müttekin Şerhu Riyazu's
Salihin Min Kelami Seyyidi'l Mürselin, 1/169, Müessesetu'r Risale, 7. Baskı,
Beyrut, 1985.
[93] Buharı, Müslim, Nevevi, 1/169.
[94] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 43-52.
[95] Necatî, M. Osman, el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs, 52-63.
[96] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 52-53.
[97] Müminun: 23/ 51; Bakara: 2/172 (Işık).
[98] Müslim, Tirmizi, Ahmed, Darimî, Şeybani, IV/137-138.
[99] Buharî, Tirmizi, Şeybani, IV/138.
[100] Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî, Şeybani, IV/138.
[101] Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâf, Şeybani, IV/309-310.
[102] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 53-54.
[103] A'raf: 7/31.
[104] Buharî, Tac, III/163.
[105] Tirmizi,
Ahmed, Hakim, Tac, V/167.
[106] Buharî, Müslim, Malik, Tirmizî, Şeybanî, III/130.
[107] Müslim, Tirmizî, Şeybanî, III/130.
[108] Buharî, Müslim, Tac, V/163.
[109] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 54-56.
[110] Buhari,
19/129-132, No: 5060; Müslim, 9/172; Ebu Davud, III/No:2046; Tirmizi, IV/301; Nesai, IV/169-171; Darimi, III/No 2171, Ahmed, I/447.
[111] Ahmed,
V/163-164.
[112] Tirmizi,
Nikah, V/305; Ibn Mace, Nikah; Con: II/167.
[113] Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi; Malik, Tac, II/298-299.
[114] Nur:
24/30-31.
[115] Ebu Davud,
Libas, IV/ No:1404; Ayrıca bkz. Muavviz
Avz İbrahim, el-Islamu ve'l Usretu, 137, Daru'n Neşr li'l Camiiyyin, Kahire,
ts.
[116] Tirmizi,
Nesai, Darimi, Ahmed, IV/414, Con: II/317.
[117] Tirmizi, Şeybanî, III/44.
[118] Buhari, Müslim, Şeybanî, II/160.
[119] Ebu Davud,
Tirmizi, Şeybanî, III/41-42.
[120] Nesai,
Menasiki'l Hac, V/118-119.
[121] Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai; Tac, II/330.
[122] Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai; Tac, II/331.
[123] Nur: 24/58.
[124] Ebu Davud,
Nevevî, I/299.
[125] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 56-63.
[126] Ebu Davud. Şeybani, IV/191; Tac, V/18.
[127] Tirmizi, Şeybani, IV/311.
[128] Tırmızî, Şeybani IV/310-311, Tac, V/23.
[129] Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî, Tac, 1/27; Nevevi, II/1035.
[130] Tirmizi, Şeybani, IV/178, Tac, V/37.
[131] Ebu Davud,
Tirmizi, Şeybani, IV/178, Tac, V/62.
[132] Tirmizi,
Ebvabu'l Birr; Nevevi, I/250.
[133] Müslim, Kitabu'l Birr; Nevevi, 1/41, No: 16/220.
[134] Ebu Davud,
Tirmizi, Şeybani, III/248, Nevevi, II/1051.
[135] Ebu Davud, Şeybani, III/249; Nevevi, II/1042.
[136] Tirmizi, Şeybani, III/41.
[137] Buhari, Müslim, Ebu Davud, Malik, Tirmizi, Şeybani, III/249, Nevevi, II/1051.
[138] Buhari, Müslim, Malik, Ebu Davud, Nesâî, Şeybani, IV/28-29.
[139] Buhari, Müslim, Malik, Tirmizi, Nesâî; Şeybani, IV/29.
[140] Şeybani, IV/29.
[141] Buhari, Müslim, Nevevi, II/1041.
[142] Müslim, Nevevi, II/14033.
[143] Ebu Davud,
Tirmizi, Nesâî, Şe'ybani, IV/29.
[144] Şeybanı, IV/29.
[145] Tirmizi, Tac,
III/4.
[146] Tirmizi, Nesâî, Tac, III/4.
[147] Buharı, Müslim, Tirmizi, Nesâî, Tac, III/3.
[148] En'âm: 6/151.
[149] Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesâî, Şeybani, 1/21.
[150] Buhari, Müslim, Ebu Davud, Metin Tirmizi'nindir. Nesâî, Tac, IV/93.
[151] Ebu Davud.
[152] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 63-69.
[153] Tevbe: 9/34.
[154] Münafıkun: 63/ 10.
[155] Buhari,
Rikak; Müslim, Zekat; Nevevi, 1/459.
[156] Müslim, Şeybani, IV/310.
[157] Ebu Davud, Şeybani, IV/310.
[158] Buhari, Cihad
ve Rikak; Nevevi, 1/417.
[159] Tirmizi, Zühd; Nevevi I/425.
[160] Tirmizi, Nesâî, Tac, IV/337.
[161] Müslim, Nesâî, Tac, IV/337.
[162] Bakara:
11/261.
[163] Ebu Davud,
Tac, 11/41-42; (Hadisin aslında
"Rahikı mahtum" olarak geçen bu su, Kur'anda,"Cennetliklerin
içeceği olarak ambalaj içinde sunulan, içildikten sonra güzel kokan, ağzı
kapalı kıymetli bir su" olarak geçmektedir. Bkz. Mutaffifin, 83/25 -
Işık)
[164] Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesâî, Tac, II/4-5.
[165] Buharî, Müslim, Nesâî, Tac, II/4-5.
[166] Müslim, Birr ve's Sıla; Nevevî, 1/478.
[167] Buharî, Tefsir; Müslim, Zekat; Nevevî, I/474.
[168] Gazalî, Ebu Hamid, Ihyau Ulûmi'd Din, III/48-388; Daru'l Ma'rife, Beyrut,
t.s.
[169] Rişardum Şoven, İlmu'l Emrazı' Nefsiyyeti ve'l Akliyyeti, Trc: Ahmed
Abdulaziz Selame, 846-854, Daru'n Nehdati'l Arabiyye, Kahire, 1979. Dr. Mustafa
Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 69-73.
[170] Bkz. S.
Freud, Selasu Resail fi Nazarıyeti'l Cins, Trc: M.
O. Necatî, 2. Baskı, Daru'ş Şuruk, Beyrut, 1985.
[171] A'raf:
7/81-82.
[172] Şuara: 26/165-166.
[173] Tirmizî, Hudud; VI/241.
[174] Ahmed, 1/317;
Beyhakî, VIII/224.
[175] Beyhakî, VIII/237.
[176] Beyhakî, VIII/237.
[177] Buharî, Nevevî, II/1121. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr
Yayınları: 73-76.
[178] Necatî, M. Osman, el-Kur'anu ve llmu'n Nefs, 66-144.
[179] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 77.
[180] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 77-78.
[181] Tevbe: 9/24.
[182] Bakara: 2/165.
[183] Tirmizi,
Menakıb, XIII/201.
[184] Tirmizî, Dua, XIII/27.
[185] Tirmızî, Tefsir; Tac, I/247-249.
[186] Tirmizî, Dua; XIII/27.
[187] Ebu Davud,
Tirmizî, Tac, V/78.
[188] Ebu Davud,
Tac, V/78.
[189] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 78-81.
[190] Tevbe: 9/24.
[191] Tirmizî; Tac, III/349, Şeybanî, III/296.
[192] Buharı, 1/114; Müslim, II/15.
[193] Buharî, Şeybanî, III/257.
[194] Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesâi, Tac, V/78.
[195] Ali-lrnrân: 3 /31.
[196] Buharî, Fedaili's Sahabe, XIV/189.
[197] Tirrnizî, Tac, I/47-84.
[198] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 81-84.
[199] Alfred Adler,
Understanding Human Nature, New York, Greenbergpubishers, 2nc, 1927, p. 239;
Rollo May, The Meanirıg of Anxiety, New York, The
Roland Press Co. 1450, PP, 128-130; Ayrıca bkz. M. Osman Necatî, el-Kur'anu ve
İlmu'n Nefs, 258.
[200] Tevbe: 9/71.
[201] Hucurât: 59/10.
[202] Ali- İmran:
3/103.
[203] Haşr: 59/9.
[204] Tirmizî, Şeybanî, M/23.
[205] Ahmed,
II/400, Sehl b. Sa'd 'dan gelen benzer bir başka rivayet daha vardır. Ahmed, V/335.
[206] Ahmed, V/343.
[207] Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesâi, Tac, I/ 231- 232, Nevevî, I/547, No: 1/659.
[208] Müslim, Tac, V/82.
[209] Bkz. Sh. 81.
[210] Buharî, Müslim, Tirmizi. Nesâî, Tac, I/62.
[211] Tirmizî, Ahmed, Tac, V/166-167.
[212] Buhari, Müslim, Nevevi, 1/138, No: 2/362.
[213] Ahmed, IV/404, Buhari, Müslim, Tirmizî, Nesâî, Con. 1/223; Hadiste, Rasûl
(s.a.s.) hareketi olarak "Ellerinin parmaklarını birbirine geçirmesi",
beden dili olduğu için atlanmamalıdır. (Işık)
[214] Tac,
III/401-402.
[215] Efsanevî boyuta ulaşan bu
fedakarlık örneğinde, "eşlerinden birini boşayıp malda/dinde kardeşi olan
kişiye teklif etmesi" yadırganmış ve tercümeden çıkartılması tavsiye
edilmiştir. Günümüz anlayış ve mantığı içinde bu tavsiye makul gözükebilir
ancak tarihî olayları kendi ortamlarında ele almak gerekir. Bizim boşanacak eş
konusunda paylaşılacak maldan daha titiz olduğumuz doğrudur. Ama Rasul
(s.a.s.)in Medine'de uyguladığı bu malda/dindeki kardeşlik uygulamasını,
malımızı paylaşmak noktasında, bugün, -diyelim ki bir depremzedeyi kardeş
edinerek- bölüşme noktasında kim razı olur?!. Bu nedenle hadiseyi kendi
şartlarında, sivri misal de olsa, doğru buluyoruz. (Işık)
[216] Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Ibnu Mace, Ahmed, Con: I/408.
[217] Mâlik, No 1642.
[218] Beyhakî, Şuabi'l İman; Muhammed b. Abdullah Hatib Tebrizî, Mişkatü'i Mesabih,
III/139, No: 4998-4999, 3. Baskı, Mektebetü'l İslâmi, Beyrut, 1985.
[219] İbnu Mâce, Zühd; Taberânî, Mu'cemu'l Kebir; Hakim, (Müstedrek, Rekaik);
Nevevi, I/420.
[220] Nevevî, I/420.
[221] Buharî, Müslim, Tirmizî, Tac, V/9. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji,
Fecr Yayınları: 84-92.
[222] Buharî, Müslim, Tirmizî, Tac, II/230.
[223] Buharî, Edeb, XXII/222, Ebu Davud, Cihad, No: 2550, Müslim
Mâlik, Ibnu Mâce, Ahmed, Con. V/508.
[224] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 92-93.
[225] Tirmizî, Tac, III/359.
[226] Buharî, Ebu Davud, Tirmizî, Tac, V/7.
[227] Buharî, Müslim, Tac, V/7.
[228] Buharî, Müslim, Tirmizî, Tac, III/357.
[229] Tirrnizî, Tac,
III/358.
[230] Tegabun,
64/15 (Işık).
[231] Tirmizi, Tac,
III/359.
[232] EbuDavud,Tac,V/7.
[233] Buhari, Müslim, Tirmizî ,Tac.V/7.
[234] Tirmizî, Tac, V/8.
[235] Tirmizî, Tac, V/8.
[236] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 93-95.
[237] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî, Darimi, Ahmed; (Asıl Sh.55' de geçmişti.) Bkz. Trc, sh. 18.
[238] İbnu Kayyim
el-Cevziyye, et-Tıbbu'n Nebevî, 245-247.
[239] İbnu Mâce, I/No:1847.
[240] Rum: 30/21.
[241] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 95-97.
[242] Fecr: 89/20.
[243] Adiyat:
100/3.
[244] Buharı, Müslim, Tirmizî, Tac, V/162.
[245] Buharı, Müslim, Tirmizî, Tac, V/163.
[246] Tirmizî, Tac, V/163.
[247] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 97-98.
[248] Al-i İmrân: 3/175.
[249] Tirmizî, Tac, V/203.
[250] Tirmizî, V/ 204-205.
[251] Tac,
V/204-205.
[252] Tirmizi,
Tac, V/204.
[253] Edward C.
Moray, ed-Dafiiyyetü vel İnfial, Trc: Ahmed
Abdulaziz Selame, Müracaat, Muhammed Osman Necatî, 128-131, Daru'ş Şuruk,
Beyrut, 1988.
[254] Enbiyâ: 21/90.
[255] Secde: 32/16. Dr. Mustafa Işık,
Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 98-101.
[256] Munn, L. N.
Psycholog: The Fundamentals of Human Adjustement 4 th ed, Boston, Houghton
Mifflin Co. 1961. PP. 278-281.
[257] Fetih: 48/29.
[258] Tahrim: 66/9.
[259] Tevbe: 9/123.
[260] Fetih: 48/26.
[261] Tirmizî, Şemail (Z. Irakî, Gazalî'nin İhya'sının hadislerinin tahricinde III/171, dipnotundan).
[262] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 101-104.
[263] Necati, M. Osman, el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs, 100-105.
[264] Tirmizî, Tac, V/298-299.
[265] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 104-105.
[266] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî, Şeybani, IV/55.
[267] Ebu Davud,
Talak; Ahmed, Vl/276; İbn Mace, Con, IV/25.
[268] Ebu Davud,
Ahmed, Tac, V/84.
[269] Müslim, Nesâî, Şeybani, III/246.
[270] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 105-106.
[271] Tirmizi,
Zeyneddin Irakî, İhya'nın tahricinde, III/187-5.
[272] Bkz. sh, 81:Trc: 32.
[273] Bakara:
2/216.
[274] Cuma: 62/8.
[275] Tac, I/338-6.
[276] Tirmizî, Nesâî, Tac, I/338.
[277] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji,
Fecr Yayınları: 107-108.
[278] İbnu Teymiyye, Mecmuatu Fetava
Şeyhu'l İslam Ibn Teymiyye, 1/113; llmu's Suluk, israf. er-Riasetu'l Amme Li
Şuuni'l Harameyni'ş Şerifeyn, Suudi Arabistan, ts.
[279] Nisa: 4/54.
[280] Bakara:
2/109.
[281] Felak: 113/5.
[282] Taberânî, Evsai; Irakî, İhya, III/188-3.
[283] Ebu Davud,
İbnu Mâce, Z. Iraki, İhya III/187-1.
[284] Taberani,
Evsaî; İbnu Ebi'd Dünya, Z. Irakî. İhya, III/187-7.
[285] Tirmizi, Z.
Irakî, İhya, III/187-5.
[286] Mutaffifin,
83/22-26.
[287] Hadid: 57/21.
[288] Buharî, Müslim, Tirmizî, Tac, III /57-58.
[289] Buharî, Müslim, Nevevi, I/742, No: 7/997.
[290] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 108-111.
[291] Müslim, Malik, Ebu Davud, Şeybani, III/245.
[292] Buharî, Tirmizi, Tac, II/331.
[293] Müslim, Necâî, Şeybani, III/246.
[294] Ebu Davud,
Nesâî, Şeybanı, III/246.
[295] Ebu Davud,
Tac, IV/371.
[296] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 112-113.
[297] Buhari, Ebu Davud, Ahmed, Tac, V/59.
[298] Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Tac, V/59.
[299] Buhari, Müslim, Nevevi, 1/562, No:3/683.
[300] Buharî, Müslim, Nevevi, 1/561, No:2/682.
[301] Buharî, Müslim, Nevevi, I/562, No:4/684.
[302] Tirmizi,
Ahmed, Hakim, Tac, V/59-60.
[303] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 113-115.
[304] Necatî, M. Osman, İlmu'n Nefs fi Hayatıne'l Yevmiyye, sh.125-127.
[305] Necatî, M. Osman, İlmu'n Nefs fi Hayatine'l Yevmiyiye, sh 112-114.
[306] Necati, M. Osman, el-Kuranu ve
İlmu'n Nefs, 66-114.
[307] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 115-117.
[308] Buhari, Malik, Tirmizı, Nevevi, 1/533, No: 8/639; Şeybanî, III/247.
[309] Taberani,
İbnu Abdi'l Berr, Ahmed; Z. Irakî,
Tahrici İhya, III/165-3.
[310] Müslim, Ebu Davud, Şeybanî, III/246.
[311] Ebu Davud,
Tirmizî, Nevevi, I/79.
[312] Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Şeybani, III/183.
[313] Buharî, Müslim, Nevevi, 1/537, No: 3/645.
[314] Buharî, Müslim, Malik, Ebu Davud, Şeybanî, 4/226.
[315] Ebu Davud, IV/249, No: 4783; Ahmed V/152.
[316] Ebu Davud, IV/ 249, No: 4784.
[317] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 118-122.
[318] Buharî Müslim, Nevevi, II/1094, No: II/1594.
[319] Ebu Davud, IV/279, No: 4914.
[320] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 122-123.
[321] Bkz. Sh. III;
Trc, 46.
[322] Ebu Davud,
Edeb, IV/278; No: 4910; Ayrıca Buharî, Müslim, Malik,
Tirmizi, İbnu Mace, Con: I/465.
[323] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 123.
[324] Kasas: 28/83.
[325] Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Şeybanî, IV/150; Nevevî, II/1083, No: 2/1577.
[326] Müslim, Ebu Davud, Şeybanî, IV/151.
[327] Tirmizi, Şeybanı, IV/151, (Müslim, Eşribe, 72’de Tıynete'l Habal'in ne olduğu sorulunca,
Rasûl (s.a.s.): "Cehennemliklerin
teri veya suyu ." cevabını
vermiştir.-lşık)
[328] Tirmizî, Şeybanî, IV/306.
[329] Müslim, Nevevî, II/1092, No: 1/159. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 123-125.
[330] Lokman,
31/18.
[331] Buharî, Müslim, Şeybanî, IV/152.
[332] Buharî, Müslim, Nevevî, 1/630, No: 2/791.
[333] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 125-126.
[334] Buharî, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâi, Ahmed, Con: I /461.
[335] Buharî, Müslim, Nevevî, I/698, No: 5/924.
[336] Tirmizî, Nevevî, I/697, No: 3/922.
[337] Müslim, Nevevî, 1/697, No: 2/921.
[338] Buharî, Müslim, Nevevî, I/699, No: 1/925.
[339] Buharî, Bir kısmı Müslim'de var. Nevevî, 1/700, No: 3/927
[340] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 126-127.
[341] Necatî, M. Osman, İlmu'n Nefs fi Hayatine'l Yevmiyye, 240-241.
[342] Rezin, Şeybanî II/110.
[343] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 129-130.
[344] Sanford, F.
H. and VVrightsman, L. S. Jr. Psychology: A Scientific Study of Man, 3.rd ed.,
Belmont, California, Brooks cole Publishing Co., 1970, PP. 327-329; Houston, J P., Bee, H., Halfield. E. and Rimm, D.C. Invitation to
Psychology. New York: The Academic Prees, İnc, 1979, PP. 128-134.
[345] Yusuf, 12/
94; "el-Kur'anu ve llmu'n Nefs" adlı kitabımızın 6.His kısmına bkz. sh.121-124.
[346] Buharî, Müslim, Tac, 1/260.
[347] Buharî, Müslim, Nevevi, II/796, No: 7/1088.
[348] Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Şeybanî, IV/240.
[349] Müslim, İman; Tac, III/260.
[350] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Nesâî, Tac, 1/86.
[351] Buharî, Müslim, Nesâî, Tac,
1/378.
[352] Buharî, Müslim, Tac, V/379.
[353] Tirmizî, Tac, V/204.
[354] Müslim, Ebu Davud, Nesâî; Şeybanî, II/67-68.
[355] Müslim, Tirmizi, Şeybanî, l/32.
[356] Necati,
Osman, el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs, 123.
[357] Ahmed, .Z.
Irakî, III/9-4.
[358] Akkad, Abbas
Mahmud, Abkariyyetü Ömer, 24; Daru'l Küttabi'l
Arabî, Beyrut, 1969.
[359] Sanîord, F.H. and Wrightsman, Op. C, P. 328. Atkinson, R. L., Alkinson,
R.C. and Hilgard, E. R. Introductiorı To Psychoiogy, 8 th edition, New York; Harcourt Brace
Jovanovich, İnc, 1983, 158-161.
[360] Mâlik, 690, No: 1777.
[361] Hicr, 15/ 75
(Lut kavminin yok edilişi bağlamında, gelen bir âyettir.
(Işık)
[362] Ebu Davud,
III/3, No: 2549.
[363] Rezin, Şeybanî II/110, Bkz. Birinci Bölüm, sh. 30-31; Trc: 15.
[364] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 130-139.
[365] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 139-141.
[366] Ali-lmran:
3/191.
[367] Rum: 30/8.
[368] Ankebut:
29/20.
[369] Yunus: 10/
101.
[370] Tarık: 86/5.
[371] Necati, M.
Osman, el-Kur'ânu ve İlmu'n Nefs, 134-143.
[372] Gazalî, İhya, IV/423; Irakî, İbnu Hibban'ın Kitabu'l Azametinde zayıf bir senedle ve
İbnu'l Cevzi’nin Mevzûat'ında "60 sene" olarak rivayet ettiğini
söyledi. Ebu Mansur Deylemî, Müsnedü'l Firdevs'inde zayıf bir senedle,
Enes'ten: 80 sene, Ebu'ş Şeyh ise İbnu Abbas'ın sözü olarak "geceyi
ibadetle geçirmekten hayırlı" olarak rivayet etti.
[373] Gazalî, İhya, IV/423-424; Irakî, Ebu Nuaym Hılye'de zayıf bir senedle merfu olarak,
Isbehani Tergib ve Terhib'te ondan daha iyi bir senedle, Taberânî Evsafta,
Beyhakî Şuab'ta İbnu Ömer hadisi rivayet etti. Senede, Vezza b. Nafi'nin
metruk oluşuna dikkat edilmesi gerektiğini söyledi.
[374] Müslim, 1/189.
[375] Tirmizî, Ebu Davud, Tac, III/66.
[376] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî, Tac, III/66; (Önsöz'de bu hadise işaret olduğunu söylemiştik. Işık)
[377] Müslim, Münzirî, 145; No: 533.
[378] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 143-147..
[379] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 148.
[380] Necatî, M. Osman, el-Kur'an ve İlmu'n Nefs, 136-138.
[381] Tirmizî, VIII/170; Hasen-garib hadis olduğunu söyledi.
[382] Müslim, Münzirî, I, No: 445.
[383] Ahmed,
II/429; Müsüm, Con: II/435.
[384] Ebu Davud, IV, No:
3905; İbnu Mace, Ahmed, Con: II/435.
[385] Bkz. Yusuf
Karadavî, er-Rasulu ve'l İlm, 54-55, Daru's Sahve, 1984.
[386] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 148-150.
[387] İsra: 17/36.
[388] Yunus: 10/36.
[389] Buharî Menakıbu'l Ensar, 19; Con: 4/316.
[390] Buhari, XXII,
No: 6064, 6606; Müslim, Malik; Tirmizı, Ahmed,
Con: IV/87.
[391] Ebu Davud; İbnu Mace; Tac, 1/73.
[392] Ahmed, IV/119; V/401.
[393] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 150-152.
[394] Al-i İmran: 3/159.
[395] Feyzu'l
Kadir, 5/442, Mahmud Ahmed Esed, İslam'ın
Mucizetü'l İslâmi’t Terbevıyyeti, 103-105, Daru'l Buhusi’l İlmiyye, 1978, Kuveyt.
[396] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 152.
[397] Alak: 96/1-5.
[398] Al-i İmran:
3/18.
[399] Darimî, I/ No: 227.
[400] Darimî, 1/ No 252.
[401] Tirmizî, Zühd, 9/198; İbnu Mace, Zühd, 2/No: 4112.
[402] Müslim, Ebu Davud, Tirmizî; Tac: I/62-63; Nevevî, II/952 No: 6/1382.
[403] Tirmizî, Hasen olduğunu söyledi. Nevevi, II/954, No: 10/1386.
[404] Ebu Davud,
Tirmizî; Tac, 1/63; Nevevi, 955, No: 13/1389.
[405] Tirmizî; Garib hadis olduğunu
söyledi. Şeybarıî, III/137.
[406] Müslim; Nevevi, II/953, 8/1384.
[407] Mücadele: 58/11.
[408] Zümer: 39/9.
[409] Ebu Davud,
Tirmizi; Nevevi, II/955, No 13/1389.
[410] Tirmizi;
Hasen hadis olduğunu söyledi. Nevevi, II/954,
12/1388.
[411] İbnu Mâce; Tac, 1/65.
[412] Tirmizi, İlm,
10/158.
[413] Tirmizî, İlm, 10/158.
[414] İbnu Mâce; Con, IV/362.
[415] Müslim; Şeybanî, 4/257.
[416] Cuma: 62/ 2.
[417] Bakara:
2/151.
[418] Tirmizî, Hasen hadis olduğunu söyledi, X/125.
[419] Buharî, Müslim; Tac 1/66.
[420] Müslim, Nevevî, II/1262 No: 54/1863.
[421] Ahmed, V/153, 162.
[422] Ebu Davud,
I/No: 7.
[423] Müslim, Ebu Davud, Nesâî, Şeybani, II/252. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 153-160.
[424] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 160.
[425] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Nesâî, Şeybani, II/274.
[426] Ahmed,
III/318,327, 366, 378.
[427] Ahzab: 33/21.
[428] Ebû Davud, IV/ No: 4607, Ahrned, III/127.
[429] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 160-161.
[430] Necati, M.
Osman, el-Kur'arıu ve İlmu'n Nefs, 151-152.
[431] Müslim, Fedail, 15/116-18 (Yusuf
Karadavi, bu hadisin yorumunda "O, ziraalçı değildir; ziraat yapılmayan
bir şehirde yetişmiştir. Ensar ise bunu vahiy, dini bir emir sanarak aşılamayı
terketmişlerdir." demektedir. Sünneti Anlamada Yöntem, 141; Trc: B. Erul,
Rey Y. Kayseri, 1991; Ayrıca bkz. M. Kutub, "Peygamberden
İktibaslar" 249-279; Fikir Y., 1972, İstanbul, Işık)
[432] Tirmizî, Ahmed, Hakim; Tac, V/64.
[433] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 161-163.
[434] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tac, V/70; Şeybani, IV/307. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 163-165.
[435] Enbiya: 73/7.
[436] Buharî, 1/61.
[437] Müslim, Birr, 59; Nevevi, I /241, No, 16/220.
[438] Darimî, Con: 2/382.
[439] Ebu Davud,
I/336. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr
Yayınları: 165-167.
[440] Necatî. M. Osman, el-Kur'ânu ve İlmu'n Nefs, 154-180.
[441] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji,
Fecr Yayınları: 167-168.
[442] Necati, M.
Osman, llmu'n Nefs fi Hayatine'l Yevmiyye, 153-155
[443] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 168.
[444] Buharı, Müslim, Tirmizî, Tac, 1/31
[445] Buharî, Müslim, Tirmizî; Tac, 1/23
[446] Tac, 1/32,
dipnot, 13
[447] Müslim, Tac, 1/33.
[448] Buharî, Müslim, Tac, 1/30-31.
[449] Nesâî; Tac, II/5-6; Yedi büyük günah: Allah'a şirk koşmak, Allah'ın haram kıldığı
cana haksız yere kıymak, yetim malı ve faiz yemek, büyü yapmak/yaptırmak, Allah
yolunda savaştan kaçmak, namuslu müslüman hanımlara
iftira atmak.
[450] Buharî, Müslim, Tirmizî; Tac: V/211; (Secde, 32/17- Işık)
[451] Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesâî; Tac, I/52.
[452] Behiy el-Hulî, Adem.(a.s.), Felsefetu Takvimi'l İnsani ve Ahlakuhû, 185; Mektebetu
Vehbe, Kahire, 1974.
[453] Müslim, Tevbe: 23; Nevevi, 1/400, No: 1/444.
[454] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 168-173.
[455] Yusuf, 12/111; Kur'an-ı Kerim'in güdüleri motive
etmede hikayeleri kullanması konusunu ele alışımız için bkz. "el-Kur'anu
ve İlmu'n Nefs, 160-161."
[456] Tirmizî, Şeybanî, IV/113-114.
[457] Buhari, Müslim, Nevevi, II/945, No: 4/1371.
[458] Buharî, Müslim, Malik, Ebu Davud, Şeybanî, II/114.
[459] Buharî, Müslim, Şeybanî II/114.
[460] Buhari, Müslim, Tac: 1/52-54.
[461] Nesâî, Tac: III/144.
[462] Buhari,
Tevhid; Müslim, Tevbe, 29, Nevevi,
1/383-384.
[463] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 173-178.
[464] Necati, M.
Osman, İlmu'n Nefs fi Hayatine'l Yevmiyye, 155-156.
[465] Ibnu Mace,
II/No: 2443.
[466] Ebu Davud,
Nesâî, Nevevi, II/1175, No: II/1725; Ahmed, 1/214.
[467] Abdurrahim,
Salih Abdullah, Terbiyetü't Tıflı fi'l İslam, 39,
Mecelletü'l Va'hyi'l İslamî, Sayı: 203, Eylül 1981.
[468] Buharî ve Müslim'de, "Sahabenin Faziletleri" konusunda, Rasûl
(s.a.s.)in ashabına övgü içeren sözlerine, bu hadislerden bazısını ele alan
Yusuf el-Karadavî'nin "er-Rasûl ve'l İlm" (129-131) adlı eserine bakınız.
[469] Kimble, G.A,
Garmezy, N and Zigler, E. Principles of Psychology, 6 th ed, New York: John Wiley and sons, 1984, PP. 258-261; Kağan J.;
Havemann, E. and Segal, J. Psychology: An Introduction. New York: Harcourt
Brace Jovanovich, Publishers, 1984, PP. 94-96.
[470] Müsfim, Nevevi, II/841, No: 19/1179.
[471] Buharî, Müslim, Malik, Nesâî, Şeybanî, III/314.
[472] Buharî, Müslim, Tirmizî, Tac, II/81.
[473] Belirtilmediği halde, yine de 27.
gecenin o gece olduğu inancıyla, sadece o gece, tören tipinde ibadetler
yapılmaktadır. (Işık)
[474] Ebu Davud, IV/No: 4807, Ahmed, I/112, IV/87; Buharı, Müslim, Malik,
Tirmizî, İbnu Mâce, Darimi.
[475] Ahmed,
III/323.
[476] Ebu Davud,
Hudud; Con: III/500.
[477] Kitabu's
Siyase'de, İbnu Sina'nın, "Çocuğuna Karşı Babanın
Siyaseti" konusuna bkz. Yayınlayan, Papaz Levis Ma'luf el-Yesûî, 12-15;
Matbaatu'l Katolikiyye, 1911, Beyrut; İmam Gazalî'nin bu hususta söylediklerine
"İlk Çağlarında Çocukların Yetişmesi, Terbiye Etme ve Ahlaklarını Düzeltme
Yolu" konusunda bkz. İhya, III/72-74. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr
Yayınları: 178-184.
[478] İsra, 17/106;
"el-Kur'an ve İlmu'n Nefs"adlı
kitabımızda, "Öğrenmenin Zamana Yayılması"na bkz. sh. 172-173.
[479] Buharî, I/68.
[480] İbnu Asakir,
Kenz I/232; Muhammed b. Ra'fet, er-Rasulu'l Muallim ve Nehcuhu fi't Ta'lim,
143, Daru'l Huda li'n Neşri ve't Tevzi, Riyad, 1982. Dr.
Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 184-185.
[481] Kur'an'da
tekrar için, "el-Kur'anu ve İlmu'n
Nefs" adlı kitabımızda, bu hususun ele alınışına bkz. sh. 162-166.
[482] Buharî, Ebu Davud, Tac, 1/71; Nevevi, 1/664, No: 3/853.
[483] Buharî, 19/No: 15031; Müslim, Malik, Nesâî, İbnu Mace, Ahmed, Con: 1/24.
[484] Mutaffifin,
83/14.
[485] Tirmizî, Şeybani, 1/194.
[486] Mesela,
Nahl,16/108; Bakara: 2/7; İsra: 17/46; Muhammed: 47/24. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 185-187.
[487] Necatî, M. Osman, İlmun Nefs fi Hayatine'l Yevmiyye, 163-165.
[488] Kur'an-ı Kerim'de "Olumlu Katılım" konusunu ele almamız"
el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs" adlı kitabımızda (171-172) geçmişti. (İman-
Amel ikilisinin
birlikte geçtiği âyet sayısı 70'den fazladır. lşık)
[489] Ebu Davud,
Tirmizî, Nevevi, 1/674, No: 4/873.
[490] Bu
hadis,"Öğrenmenin Zamana Yayılması"
konusunda geçmişti. Sn. 185; Bkz. Trc: 84.
[491] Hadisi Buharî'de bulamadık. Taberanî diyecekken, sehven, Buharî demiş olmalı.
(Işık)
[492] Taberanî, Darekutnî İlel'de, Ebu'd Derda'dan zayıf bir senedle tahric etmiştir. (Z. Irakî, Ehadis-i İhya, III/176-4.)
[493] Gazalî, Ebu Hamid, İhya, III/48-388; Daru'l Marife, Beyrut, t.s.
[494] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 187-190.
[495] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 190.
[496] Nevevi, 1/414, No: 8/464.
[497] Buharî, Müslim, Nevevi, 1/380-381, No: 7/419. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 190-191.
[498] Buhari, Müslim, Nevevî, 1/237, No: 11/225.
[499] Tirmizî, Nevevî, I/534, No: 11/642.
[500] Birinci bölümde, iki hadisin metinlerine bakınız, (sh. 63). Dr. Mustafa Işık,
Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 191-193.
[501] Buharî, Müslim, Nevevi, 1/135, No: 7/136.
[502] Nevevi,
1/186.
[503] Müslim, Münzirî, No: 1526.
[504] Buharî, Nevevi, 1/210, No: 4/189.
[505] Muhammed
Kutup, "Peygamberden İktibaslar"
adıyla Türkçeye çevrilen eserinde bu hadisi "Cemiyet Gemisi"
başlığıyla, geniş bir şekilde (225-248) ele almıştır. Bkz. Fikir Yay. 1972,
İstanbul. (Işık)
[506] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî, Tac, IV/24.
[507] Buharî, Müslim, Nevevi, 1/339, No: 4/346.
[508] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 193-196.
[509] Buharî, Nevevî, I/496, No: 4/577.
[510] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 196-197.
[511] Kur'an'ın, içki ve fazin yasaklanmasında izlediği metodu anlattığımız,"el-Kur'anu ve İlmu'n
Nets" adlı kitabımıza bkz. 173-178.
[512] Buhariı, 19/No: 4993.
[513] Buhari, Müslim Nevevî, II/871, No: 7/1213.
[514] Buharî, Nevevî, ll/857, No: 11/128.
[515] Ebu Davud, Şeybanî, III/240.
[516] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî, Tac, II/322.
[517] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 198-201.
[518] Alak: 96/1-5.
[519] Rahman:
55/2-3.
[520] Nahl: 16/78.
[521] Mülk: 67/23.
[522] Bakara:
2/213.
[523] Hadid: 57/25.
[524] Necatî, M. Osman, el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs, 182-186. Dr. Mustafa Işık,
Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 203-205.
[525] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 205-206.
[526] Abduh, Şeyh Muhammed, Risaletü't Tevhid, 108, Matbaatü'l Menar, Kahire, H:1353
(1934).
[527] Said,
Muhammed Ra'fet, er-Rasûlü'l Muallim ve Menhecuhu fit
Ta'lim, 60-61.
[528] Tirmizî, Tac, III/358-359.
[529] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 206-207.
[530] Ayetler sırasıyla Kasas: 28/7; Maide: 5/111; Ankebut: 29/ 69; Bakara: 2/282; Bu
konuda, el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs adlı kitabımıza bkz.181-188.
[531] Ebu Nuaym, Hılye'de, zayıf olduğunu da söylemiştir. Z.lrakî, 1/71-2.
[532] Tirmizî, Tac, IV/155;(Ayet Hıcr, 15/75 -Işık)
[533] Tac, IV/155.
[534] Tac, IV/155.
[535] Müslim, Tirmizî, Şeybarıî, 1/105.
[536] Tirmizî, Şeybani, 1/105; (Bakara: 2/268 -Işık)
[537] Yunus: 10/61.
[538] Hac: 22/70.
[539] Bakara:
2/106.
[540] Bakara: 2/77.
[541] el-Kur'anu ve
İlmu'n Nefs" adlı eserimizde, İlham konusuna
(187-188).
[542] Ahmed,1/391.
[543] Alak:
96/15-16.
[544] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 207-212.
[545] Dilimizde düş ve rüya kelimeleri eşanlamlı kullanılmaktadır. Ancak yazar,
başlıkta görüldüğü ve biraz sonra da görüleceği gibi, arapçada bunları
ayırmaktadır. Biz pek ayırmadık (Işık).
[546] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 212-214.
[547] Saffât: 37/102-106.
[548] Yusuf: 12/4.
[549] Fetih: 48/27.
[550] Bkz. Yusuf,
12/36-41.
[551] Bkz. Yusuf,
12/47-49.
[552] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Tac, IV/305.
[553] Buharî, Tac, IV/305.
[554] Buharî, Müslim, Nevevi, 1/657, No: 5/842.
[555] Nevevi, I/657.
[556] Bkz. Tefsirü'l Ahlâmi'l Kebir, 3; İbnu Şirin, Matbaatu Muhammed Ali Sabih ve
Evladuhu, Kahire, 1963.
[557] Buharî. Müslim, Tirmizî, Tac: III/252.
[558] Buhari, Tirmizi, Tac: 4/304.
[559] Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Tac: IV/304.
[560] Buhari, Nevevi, 1/655, No: I/838.
[561] Muhammed b. Şirin, Kitabu Tefsiri'l Ahlâmi'l Kebir, 19; (Ayet: Yunus: 10/64 -lşık)
[562] Nevevi,
I/655.
[563] Tac, IV/304, Dipnot: 3.
[564] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Tac,
IV/305. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 214-219.
[565] Al-i İmran: 3/103.
[566] Saffat:
49/38.
[567] Munafikun:
63/4.
[568] Ankebut:
29/15.
[569] İbnu Şirin, Muhammed, Kitabu Tefsir'il Ahlami'l Kebir, 4-5.
[570] Nazik olma ve
çabuk kırılmaları yüzünden kadınları cam kablara
benzeten bu hadisin, birbirine yakın metinleri vardır. Bkz. Buharî, Edeb, 90,
95, 111, 116; Müslim, Fedail, 70, 71, 72, 73; Darımî, Isti'zan, 65; Ahmed, III/107, 117, 172, 176, 186, 187, 202, 206, 254, VI/337, 376 ; V/336 -lşık).
[571] İbnu Şirin, Muhammed. Kitabu Tefsir-i Ahlami'l Kebir, 4-5.
[572] Muhammed b. Şirin, Kitabu Tefsir-i Ahlami'l Kebir, 5.
[573] el-Farabî, Arau Ehli'l Medineti'i Fadıla, Babu'l Menamat ve Esbabuha,
Mektebetü'l Hüseyn et-Ticariyye, Kahire,
1949.
[574] Necati, M.
Osman, el-ldraku'l Hissî İnde İbni Sina, Bahsun fi
llmi'n Nefs Inde'l Arab, 209-218, Daru'ş Şuruk, 1970, Kahire.
[575] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 219-221.
[576] İbnu Şirin, Kitabu Tefsiri Ahlami'l Kebir, 25.
[577] Müslim, Ebu Davud; Tac: IV/313-314.
[578] Buharî, Müslim, Tac: IV/313-314; (Bakara, 2/256 âyetinin anlamını
içermektedir.-lşık)
[579] Buharî, Müslim, Tirmizî, Tac: IV/311.
[580] Buharî, Müslim, Tirmizi; Tac: IV/311.
[581] Buharî, Tirmizî, Tac: IV/313.
[582] Buharî, Müslim, Ebu Davud; Tirrnizî, Tac: IV/306.
[583] Buharî, Tac: IV/314.
[584] İbnu Mace, IV/No: 3923, Ahmed, VI/339-340.
[585] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi; Tac: IV/314-315; Rüyada, 1. adam,
Ebubekir, 2. adam, Ömer, 3. adam Osman. İpin kopması "fitne”dir. Yanıldığı
nokta ise yağın yorumu ki sünnet olması gerekirdi "denildi. Tac: IV/315
[586] Zehebi,
Muhammed b Ahmed b. Osman, es-Siretü'n Nebeviyye,
405-406, Thk: Hüsmeddin el-kudsî, Daru'l Kütübi'l İlmiyye, Beyrut, 1981.
[587] Çekirdeği çıkarılmış hurma, sade
yağı ve undan yapılan; tatlı bir arap yemeği (Işık).
[588] İbnu Hişam, es-Siyretü'n
Nebeviyye, IV/172; Thk: Mustafa Saka, Daru İhyai'l Kütübi'l Arabiyye, t.s.
[589] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 221-226.
[590] Secde: 32/15.
[591] Müslim, (Muhammed Ali el-Bar, el-Veciz fi İlmi'l Ecinneti'l Kur'arıî,
14; Daru's Suudiyye li'h Neşri ve't Tevzi', Cidde, 1985, Halku'l İnsan Beyne't
Tıbbi ve'l Kur'an, 111, Daru's Suudiyye li'n Neşri ve't Tevzi', Cidde, 1986)
den iktibas. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 227-228.
[592] İnsan: 76/2.
[593] Ahmed, I/465.
[594] Muhammed Ali
el-Bar, el-Veciz fi İlmi'l Ecinneti'l Kur'anî, 20-21 (Yazar, alıntı yaptığı bu cümlelerin uzmanı değildir, biz de
değiliz. Ancak eserin 1979'da yayınlandığı belli olduğuna göre, bu bilgiler en
az 30-40 yıl öncesine ait bilgilerdir. Embriyolojide bu kadar yıl çok uzun bir
süredir. Son varılan noktada, erkeğin sperminin kadının yumurta zarını delerek
döllenmenin oluştuğu; kadının menisi değil, yumurtacığı olduğu belirtilmektedir.
Bu yüzden hadisi o anlayışla tercüme ettik. -Işık)
[595] Şimdilerde, 6 saatte
denilmektedir ki eski bilgilere oranla çok kısa bir süredir. -lşık
[596] Ekdoderm'den
beyin, sinirler, dış deri ve onun bölümleri sayılan
ağız ve burundaki yapışkan/sümüksü kılcal damarlar oluşur. Mezodermden kalp,
kan damarları, kemik ve kaslar, böbrekler, iç deri ve bir kısım iç salgı
bezleri oluşur. Endodermden solunum yolu, sindirim yolu, troid v. b. bezler,
ciğer ve pankreas oluşur. Bkz. Abdulhamid Diyab- Ahmed Karkuz, Mea't Tık Fi'l
Kur'an-ı Kerim, 82, Müessesetu Ulûmi'l Kur'an, Şam, 1982; Hadis, ceninin kemik
ve sinirlerinin erkeğin sperminden olduğuna işaret etmektedir. Kadınınki ise
et ve kan; oluşturmaktadır. İbnu Abbas'ın rivayetine göre, Rasul (s.a.s.)
ashabıyla konuşurken yahudinin biri o'na uğradı. Kureyş kabilesinin adamları:
"Ey Yahudi, Bu adam kendinin nebi olduğunu savunuyor." deyince
yahudi: Ona ancak nebinin bilebileceği bir soru soracağım. Yanına gelip oturdu
ve sordu: Ya Muhammed! İnsan neden yaratılır? - Ey yahudi! Her ikisinden de;
erkeğin ve kadının menisinden. Erkeğin menisi kalındır; ondan kemik ve sinirler
meydana gelir. Kadının menisi incedir; ondan et ve kan meydana gelir. Yahudi
ayağa kalktı: "Senden öncekiler de aynen böyle söylüyordu."dedi.
Ahmed, 1/465; (Yukardaki dipnot açıklamasına bkz. -Işık)
[597] Hac: 22/5.
[598] İbnu Ebi
Hatim ve İbnu Beceb "Camiu'l Ulûm ve'l
Hikem'de, İbnu Kayyim el-Cevziyye "Tariku'l Hicreteyn" de tahric
etmişlerdir. (M. Ali el-Bar, Halku'l İnsan Beyne't Tıbbi ve'l Kur'an, 209-210)
den iktibas.
[599] Mü'minûn: 23/12-14.
[600] Hac: 22/5.
[601] Buharî, Kader, XXIV/No: 6595; Müslim, Kader, XVI/193.
[602] Müslim, Kader, XVI/193-194.
[603] Buharî, Bed'i Halk; Müslim, Kader; Nevevî, 1/365, No: 1/397.
[604] Ibnu'l Kayyim
ei-Cevziyye, Tuhfetü'l Mevdûd bi Ahkami'l Mevlûd,
259, Thk: Abdulkadir Arnavut, Mektebetü Daru'l Beyan, Şam, 1971
[605] Mü'minurı, 23/14
[606] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 228-235.
[607] Bu konunun tartışması için
bkz."el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs", 242, trc: 226; Abdulhamid
Diyab-Ahmet Karkuz, Mea't Tıb Fi'l-Kur'ani'l Kerim, 53-54; Muhammed. Ali
el-Bar, el-Vecizfi İlmi'l Ecinneti'l Kur'ani, 71-73.
[608] İnsan: 76/2.
[609] Secde: 32/9.
[610] Mülk: 67/23.
[611] Ebu Davud,
II/No:1414; Müslim, Tirmizî, Nesâî, İbnu Mâce,
Ahmed, Con: II/415; (Secede vechi li'llezi
halakahu ve şakka semahu ve basarahu bihavlihi ve kuvvetihi.)
[612] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 235-236.
[613] (xy) sembolik
harflerini biz ekledik. (Işık)
[614] Müslim, Hayz, III/227.
[615] Abdulhamid
Diyab-Ahmed Karkuz, Mea't Tıb Fi’l Kur'ani'l Kerim, 73-74.
[616] İbnu'l Kayyim el-Cevziyye,
Tuhfeti'l Mevdud Bi Ahkami'l Mevlud, 280.
[617] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 236-238.
[618] Bakara:
2/233.
[619] Ahmed, V/348;
Müslim, Ebu Davud, Darimî, Con: V/180.
[620] Ebu Davud,
I/No:495; Ahmed, II/180.
[621] Bkz. Hamid
Zehran, İlmu Nefsi'n Numuvvi: et-Tufûle ve'l
Murahıka, 239-241; Alemu'l Kütüb, Kahire, 1977.
[622] İbnu Sina,
Kitabu's Siyaseti, 12-13; Nşr: Papaz
el-Lois el-Yesui, Matbaatu'l Katolikiyye, Beyrut, 1911.
[623] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 238-243.
[624] M. Cemil
Miyhamed-Yusuf Mansur-Faruk Abdusselam, en-Numuvvu mine't Tufule ile'l Murahıka, 452; Cidde, Tıhame, 1983; Hamid Zehran, a.g.e. 98.
[625] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî, Tac: II/268.
[626] Aynı yer.
[627] Tirmizî, Nesâî, Tac: II/268.
[628] Buharî, Müslim, Ebu Davud,.Tirmizî, Nesâî, Tac: II/338.
[629] Freud'a göre, cinsel gelişme aşamaları için bkz. "Mealimu't Tahlilin Nefsî",
sh. 55-62; M. Osman Necatî, Daru'ş Şuruk, Beyrut, 1988.
[630] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 243-246.
[631] Tirmizî, Menakıb; Hasen-Garib hadis olduğunu söyledi. XIII/192-193.
[632] Tirmizi, Menakıb, Hasen-Sahih
hadis olduğunu söyledi. XIII/198.
[633] Tirmizi,
Menakıb, Hasen hadis olduğunu söyledi XIII/194.
[634] Tegabun:
64/15.
[635] Tirmizi,
Menakıb, Hasen-Garib hadis olduğunu söyledi. XIII/194-195.
[636] Ahmed, III/493,
494, Vl/99; Nesâî, Con: II/234.
[637] Ahmed, IV/50 ; Buharî, İbnu Mace, Con: II/310.
[638] Ebu Davud,
III/13; No: 2513; Nesâî, İbnu Mace, Darimî, Con: II/310.
[639] Ebu Davud,
III/349, No: 2513; Tirmizi, VII/305-306.
[640] Ebu Davud,
III/No: 3777; Buharî, Tirmizî, İbnu Mace, Darimî,
Con: 1/73.
[641] Ahmed, 1/293;
Tirmizî, Kıyame; Con: 1/481.
[642] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 246-250.
[643] Kur'an âyetleri sabit olmakla birikte anlaşılması ve yorumlanması zaman ve
şahsa bağlı olarak değişebilmektedir. Tefsirlerdeki "Alaka" kelimesinin,
jinekolojideki gelişmelerden sonra, "embriyo" olarak algılanmasında
olduğu gibi. Hadislerin ise bize ulaşma konusundaki sağlamlığı sabit değildir.
Yorumlanması da kişi ve zamana bağlı olarak değişebilmektedir. Bu yüzden,
kişilerin kendi zamanlarındaki anlayışlarını, âyet/hadisin kesin olarak
söylediği şey diye sunmaları İslama zarar verebilir. (Işık)
[644] Mülk: 67/14.
[645] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 251-253.
[646] Sad:
38/71-72.
[647] Buhari, Bed'i
Halk; Müslim, Kitabu'l Kader, Nevevî, 1/365, No: 1/397.
[648] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Tac, V/196. Bu hadis, Birinci Bölümde,
"Din Güdüsü"nden bahsederken geçmişti. (Hadisin, din psikolojisi
açısından ayrıntılı açıklaması için bkz. Hökelekli, Hayatî, Din Psikolojisi,
124-129, TDV. Yay. Ankara, 1993; Mesela, anahtar kelimemiz Fıtrat: İlk yaratma
faaliyeti sonucu yaratılışın aldığı ilk tarz ve şekli, henüz dış tesirlerle
etkilenmemiş, başkalaşıma uğramamış olan varoluşun ilk halini ifade eden teknik
bir terimdir. Fıtrat, bütün insanlar için ortak ve genel olan yaratılış
özelliğidir."denilmektedir. (Işık)
[649] Müslim, Sıfatu'l Cenneti, 63.
[650] Beled: 90/10.
[651] İnsan: 76/3.
[652] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî, Şeybanî, IV/138.
[653] Ahmed, IV/194, Darimî, Nevevî, 1/505-506.
[654] Şems: 91/7-10. Dr. Mustafa Işık,
Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 253-255.
[655] Taberânî, üç Mu'ceminde de, Ka'b b. Hucr'dan zayıf bir senedie rivayet
etmiştir. Irakî, II/61-4.
[656] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 256-257.
[657] Rum: 30/22.
[658] Zuhruf.
43/32.
[659] Tirmizî, Sahih bir senedle tahric etmiştir. Tac: IV/39.
[660] Necati, M.
Osman, İlmu'n Nefs fi Hayatına'l
Yevmiyye, 108.
[661] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tac,
V/81.
[662] Buharı, Müslim, Tac, I/42.
[663] Buharı, Müslim, Tirmizi, Tac: 1/44.
[664] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 257-262.
[665] Buharî, Müslim, Nevevı, II/95, No:3/1379; Tac: 1/67.
[666] Gerek hadisin
tercümesi, gerekse yazarın açıklamasındaki a, b, c şıkları,
aslında olmayıp; anlama/anlatmayı kolaylaştırmak için ekledik. (Işık)
[667] Ebu Davud; Z.
lrakî, 1/57-2.
[668] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Tac: 1/61.
[669] Bakara:
2/269. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr
Yayınları: 262-264.
[670] Tirmizî, Fiten, tX/42; Ahmed, 111/19
[671] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 264-265.
[672] Necati, M.
Osman, llmu'n Nefsi's Sınaî, 21-22; Müessesetu's Sabah,
el-Kuveyt, 1980
[673] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 265-266.
[674] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî, Şeybanî, IV/172.
[675] İbnu Cerir ve İbnu Ebi Hatim'in
bu hadisi tahric ettiğini, "Halku'l İnsan Beyne't Tıbbi ve'l Kur'an"
adlı kitabında (sh. 197) M. Ali el-Bar kaydetmiştir. ed-Daru's Suudiyye li'n
Neşri ve't Tevzi', Cidde, 1986.
[676] İnsan: 76/2.
[677] İbnu Mâce, Nikah, 46; Con: VI/474.
[678] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 266-268.
[679] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Tac: 1/36.
[680] Ebu Davud,
No: II/No: 2047; Müslim, Ebu Davud, İbnu Mace, Darimî; Con: II/166.
[681] Tirmizî, Nikah, IV/305; İbnu Mace, Nikah, Con: II/168.
[682] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tac, V/82; Nevevî, 1/339; No: 4/364.
[683] Ebu Davud,
Tirmizî, Hasen hadis değerlendirmesi yapmıştır. Nevevî,
l/No: 4/368.
[684] Müslim, II/171-172, Ahmed, V/386; 405; Con: 1/473.
[685] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 268-272.
[686] Yazar, şahsiyet tiplerini "el-Kur'anu ve lİmu'n Nefs" adlı kitabında
ele almıştır. 220-229.
[687] Ahmed,
III/17.
[688] Ebu Davud,
Tirmizî; Tac: V/60-61.
[689] Tirmizî, Fiten, Tac: V/289.
[690] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 272-274.
[691] Hucurat:
49/13.
[692] Ahmed, V/114.
[693] Ahmed, IV/145, 158.
[694] Buharı, Müslim, Nevevi, 1/103, No: 1/16.
[695] Kehf: 18/105.
[696] Buharî, Müslim, Tac: IV/172.
[697] Müslim, İbnu Mace, Tac: l/55.
[698] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 274-275.
[699] Ferrac, Osman
Lebib, Edva'un Ale'ş Şahsiyyeti ve's Sıhhati’l
Akliyyeti, 110; Mektebetu'n Nehdati'l Arabiyye, Kahire, 1970.
[700] el-Kavs,
Abdulaziz, Ususu's Sıhhatin Nefsiyyeti, 756; 7.
Baskı, Mektebetü'n Nehdati'r Reyyeti, Kahire, 1969.
[701] Hamid Zehran, es-Sıhhatu'n
Nefsiyyetü ve'l İlacu'n Nefsî, Alemu'l Kütüb, Kahire, 1938; et-Tevcihu ve's
larşadi'n Nefsî, 21, Alemu't Kütüb, Kahire, 1980.
[702] Muhammed
Avdeh, Muhammed, -Kemal İbrahim Musa, es-Sıhhatu'n
Nefsiyyetü fi Dav'i İlmi'n Nefsi ve'l İslami, 59; Daru'l Kalem, Kuveyt, 1986.
[703] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 277-279.
[704] Makarios,
Samuel, Müşkilatü's Sıhhati'n Nefsiyyeti
fi'd Düveli'n Namiye-ti, 8, Mektebetün Nehdati'l Mısrî, Kahire.
[705] Necati, M.
Osman, el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs, 247-259.
[706] Bu konu, İstanbul'da, 1984 yılında düzenlenen 3. Uluslararası İslamî Tıp
Konferansı'nda sunulmuştu. "Neşretü't Tıbbı'l İslamî", 3. sayı: 5/V
507-517 arasında, Kuveyt, 1984, "Uluslararası 3. İslamî Tıp Konferansı"
nın çalışmaları arasında yayınlanmıştır.
[707] Muhammed Avdeh Muhammed ve Kemal İbrahim Musa,
a.g.e. 61.
[708] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 279-282.
[709] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 282-283.
[710] a.g.e. 218. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 283.
[711] İbnu
Teymiyye, İlmu's Suluk, X/146; Mecmuatu Feteva-i Şeyhi'l İslam Ahmed b. Teymiyye, er-Riâsetu'l Amme Lİ Şuuni'l
Haremeyni'ş Şerifeyn bi's Suudiyye, t.s.
[712] Kalem: 68/4.
[713] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 283-285
[714] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 285-286.
[715] Bu konudaki
tartışmamış için bkz. "el-Kur'anu ve İlmu'n
Nefs", 106-109.
[716] Tirmizî, Sahihtir demiştir. IX/319-320; Ahmed, I/293, 303, 307; Hadisin tamamı
için bkz. sh.145-146.
[717] En'am: 6/82.
[718] Ra'd: 13/28.
[719] Nahl: 16/97.
[720] Tirmizî, Şeybanî, IV/184.
[721] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 286-288.
[722] Necatî M. Osman, el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs, 262.
[723] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 288-289.
[724] Necatî, M. Osman, el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs, 263-273.
[725] Buharî, Şeybanî, III/335; Nevevî, I/No: 1/95;(Bu tip hadislere, kutsi
hadis denmektedir. (Işık) Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları:
289-290.
[726] Nur: 24/33
290.
[727] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 290-291.
[728] Necatî, M. Osman, el-Kur'anu ve İlrnu'n Nefs, 105-114.
[729] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 291.
[730] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 291-293.
[731] Tirmizî; Şeybanî, IV/45.
[732] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 293-294.
[733] Müslim, Nevevi, 1/463; No: 8/529, Ebu Davud, II/No: 1642.
[734] Ebu Davud,
II/121.
[735] Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesâi, Tac: II/35 (Hadisleri, muhatabları göz
önüne alarak değerlendirmek gerekir. Üç mevsimin yaşandığı ve sıcaklığın 30-40
derecede seyrettiği bir coğrafyada odunculuk yapmak, değersiz bir iştir. (Işık)
[736] Buharî, Müslim, Tirrnizî, Nesâî, Tac, II/35. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 294-296.
[737] İbnu Mâce, Fiten, II/No: 4008; Ahmed, III/30, 47,
73, 91.
[738] İbnu Mace,
Edeb, II/No: 3671.
[739] Buharî, Ahmed, Ebû Davud; Tac: V/275.
[740] Müslim, Ebu Davud, Tirmizi; Tac: V/275.
[741] Ebu Davud,
Tac: V/267; Zür'a, ekmek, Sarm ise,
hayır/bereketin kesik olması anlamına gelen bir fiildendir
[742] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 296-298.
[743] Alfred Adler,
Understanding Human Nature, New York; Greenberg Publishers, İnc, 1927, P. 239.
[744] Dale Carnegie
(1955), Dagi'l Galak Ve'bde'il Hayat, Trc: Ahmed Mün'im ez-Ziyadî, 5. Baskı, 262-263;
Mektebetüel-Hancî, Kahire.
[745] Buharî, Müslim, Ebu Davud,
Tirmizî, Nesâî, Tac: III/47-48.
[746] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 298-301.
[747] Tirmizi, Şeybanî, IV/307-307, (Hadisin yorumu için bkz.lsmail Lutfi Çakan,
Hadislerle Gerçekler, 3/61; Erkam yay. İst. 1996. (lşık)
[748] Müslim, Tac: V/77; Con: II/326.
[749] Buharî, Müslim, Tirmizî, Tac: V/166.
[750] Buharî, Müslim, Tirmizî, Tac: V/166; Con: 1/327.
[751] Buharî, Müslim, Tirmizî, Şeybanî,
IV/46-47
[752] Şeybanî, IV/47.
[753] Tirmizî, Ahmed, Tac: V/166-167.
[754] Tirmizî, Şeybanî, IV/41.
[755] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 302-303.
[756] Bakara: 2/45.
[757] Bakara:
2/153.
[758] Al-i İmran:
3/186.
[759] Buhari, Müslim, Tirmizî, Şeybanî, III/343.
[760] Tirmizî, Şeybanî, III/344.
[761] Tirmizî, Şeybani, III/344
[762] Tirmizî, Malik, Şeybanî, III/344.
[763] Rezin, Şeybanî, III/345.
[764] Müslim, Zühd, Ahmed, IV/332-333 ; Con: 1/115.
[765] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji,
Fecr Yayınları: 303-305.
[766] Cuma: 62/10.
[767] Buharî, Nevevî, 1/471, No: 5/543.
[768] Ahmed,
III/183-184, 191.
[769] Taberânî, İbnu Adiyy, İbnu Ömer hadisini zayıf saymıştır. Z. Irakî, İhya,
(Gazali), II/61-6.
[770] Beyhakî, Şuabu'l İman; Taberânî.
[771] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 305-307.
[772] Müslim, Kader, Nevevî, I/No: 6/100.
[773] İbnu Mace,
II/No: 2141; Ahmed, V/381.
[774] Tirmizî, Şeybanî, IV/45.
[775] Ebu Davud,
Nesâi, Z. Irakî, İhya, 1/319-4.
[776] İbnu'l Kayyim
el-Cevzîyye, et-Tıbbu'n Nebevî, 202; Ahmed b, Hanbel,
Müsned.
[777] Nesâî, İbnu Kayyim el-Cevziyye, et-Tıbbu'n Nebevî, 202.
[778] İbnu Kayyim el-Cevziyye,
et-Tıbbu'n Nebevî, 203.
[779] Müslim, Münzirî, No: 1102.
[780] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 307-309.
[781] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji,
Fecr Yayınları: 309-311.
[782] Necatî. M. Osman, İlmu'n Nefs Fi Hayatine'l Yevmiyye, 388.
[783] Julian
Rotter, İlmu'n Nefsi'l İkliniki, 2. Baskı,
Trc: Atiyye Mahmud Henna, Bkz. Necatî, M. Osman, 137, Daru'ş Şuruk, Beyrut,
1984.
[784] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji,
Fecr Yayınları: 313-315.
[785] İbnu'l Kayyim
el-Cevziyye, et-Tıbbu'n Nebevî, 92; Menşûrâtı
Dar-i Mektebeti'l Hayat, Beyrut, 1985.
[786] Müslim, Tirmizi, Şeybanî, 1/32; (Yani, saati saatini tutmaz. (lşık)
[787] Buharı, Müslim, Nevevî, I/No: 8/589.
[788] Ahmed, V/386,
405; Müslim, Con: IV/455; 318.
[789] İbnu Kayyim
el-Cevziyye, Risale fi Emrazi'l Kulûb, 120;
Thk: Muhammed Hamid el-Fakî, Daru't Tıybe, Rıyad, 1402.
[790] Ahmed,
II/317; Buharî, Müslim, Ebu Davud, Nesâî,
Tirmizî, Ibnu Mace, Con: 1/112.
[791] Müslim, Ebu Davud, Nesâî; Şeybanî, I/223-224.
[792] Ra'd: 13/28.
[793] Müslim, Nesâi, Tac: IV/328.
[794] Nahl: 16/97.
[795] Nahl: 16/30.
[796] Tâhâ: 20/124.
[797] Tirmizî, IX/288. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları:
315-321.
[798] Zümer: 39/22.
[799] Buharî, VIII/ No: 1895; İbnu Mace, II/No: 3955; Ahmed, V/401; Müslim,
Tirmizî, Con: V/62.
[800] Buharî, Müslim, Nesâî; Tac: I/4.
[801] Buharî, Tirmizî; Tac: IV/326.
[802] Ebu Davud,
I/No: 429.
[803] Buharî,Nevevi, I/129, No: 1/99.
[804] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 321-323.
[805] el-Kur'anu ve
llmu'n Nefs" adlı kitabımızda, stresten
kurtulmada namazın önemi, namazın stresi nasıl tedavi ettiği konusunu
ayrıntılı bir şekilde tartışmamız geçmişti. Orada, namazın stresin tedavisinde
oynadığı rol ve bazı modern davranışçıların tedavi metodlanm karşılaştırmıştım.
Bkz. el-Kur'anu ve llmu'n Nefs, 264-272.
[806] Ebu Davud,
II/35; No: 1319.
[807] Ahmed (V/364,
371) b. Hanbel'in, Salim b. Ebi'l Ca'd'den, Eşlem kabilesinden biri kanalıyla rivayet etmiştir.
[808] Bakara: 2/45.
[809] Alexis Carrel; el-İnsan, Zalike'l Meçhul, 170-171; 3. Baskı, Trc: Ş. Esad
Ferid, Mektebetü'l Mearif, Beyrut, 1980. ("İnsan Denen Meçhul"
adıyla, R. Özdek tarafından Türkçe'ye tercüme edilmiş, Yağmur Yay., İst. 1973'de 2. Baskısı yapılmıştır. Daha
başka tercümeler de vardır. Alıntı yapılan yer tercümede 178-180 sh. Olmalıdır.
Işık)
[810] İbnu Mâce, II/No: 3458.
[811] Bkz. Con:
II/119 (lşık).
[812] Necati, M.
Osman, el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs, 269.
[813] Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesâî; Tac: I /134.
[814] Müslim, Tahare; Nevevî, II/No: 3/1062.
[815] Müslim, Münzirî, No:121.
[816] Ebu Davud,
II/No: 1521; (Âl-i İmran, 3/135. Işık)
[817] Müslim, Tirmizî; Tac: 1/135.
[818] Müslim, Tac:1/135.
[819] Ebu Davud,
Tac: 1/134.
[820] Berat Kandili
olarak bilinen gecedir. (Işık)
[821] Ebu Davud, II/No: 1297-1298.
[822] tbnu Kayyim
el-Cevzîyye, et-Tıbbu'n Nebevî, 196-197. Dr. Mustafa Işık,
Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 323-329.
[823] Bakara, 2/183
[824] Celaleyn
Tefsiri, 25
[825] Buharî, Müslim; Nevevî, ti/No:1/1216
[826] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî, Ahmed; Tac;ll/48
[827] Buharî, Müslim; Nevevî, 11/868, No: 4/1220
[828] Nesâî, Ahmed; Tac:ll/46
[829] Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî; Tac: III/90.
[830] Bire on hesabıyla, 30 günlük Ramazan orucu 300 güne, 6 günlük Şevval orucu 60 güne
karşılıktır; toplam 360 gün eder. Kamerî takvime göre ise bir yıl 354 gündür.
Zaten hadiste "tutmuş gibi olur." denilmektedir. (Işık)
[831] Ebu Davud,
II/No: 2433). Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 329-332.
[832] Buharî, Müslim; Tirmizî, Nesâî; Tac: III/106.
[833] Tirmizi, Nesâî; Tac: III/107.
[834] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 332-333.
[835] Ra'd: 13/28.
[836] Cuma: 62/10.
[837] Bakara:
2/152.
[838] Müslim; Tirmizî; Nevevî, II/No: 2/1449.
[839] Buharî; Müslim; Tirmizî; Şeybanî, III/105.
[840] Buharî, Müslim; Nevevî, II/No: 27/1435.
[841] Buharî, Müslim, Nevevî, II/27/1435.
[842] Müslim, Nevevî, II/No: 24/1432.
[843] Buharî; Müslim; Nevevî, II/No: 1/1448.
[844] Müslim; Nevevi, II/No: 2/1420.
[845] Buharî, Müslim, Tirmizî; Tac:V/87.
[846] Tirmizî; Tac: V/91 (1. Dua: Eşhedü En Lailahe İllallahu Vahdehu La Şerike
Lehu İlahen Vahiden Ahaden Sameden Lem Yettehız Sahibeten ve La Veleden Ve Lem
Yekun Lehu Kufuven Ahad.)
2. Dua: La İlahe İllallahu'l Aliyyü'l Azim. La İlahe İllallahu'l Halimü'l Kerim.
La İlahe İllallah. Sübhanallah. Rabbü'l Arşi'l Azim. El-Hamdu lillahi Rabbil
Alemin.)
[847] Buharî, Müslim; Şeybanî, II/301-303; (Lailahe illallahu Vahdehu Laşerike leh.
Lehu'l Mülkü ve lehu'l Hamdü ve hüve Alâ Külli Şeyin Kadir. El-Hamdu
lillah/Sübhanallah/Allahu ekber/La havle vela Kuvvete İlla Billah, Allahumme'
Gfirlî.)
[848] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 333-338.
[849] İsrâ: 17/82.
[850] Yunus: 10/57.
[851] Fussilet:
41/44.
[852] Müslim. Nevevî, II/No: 1/1023.
[853] Buharî, Müslim, Tirmizî, Tac: IV/14 (Olayın kahramanının,
anlatan kişi " Berâ" olduğu anlaşılmaktadır. lşık)
[854] Tirrnizi,
Sahih-Hasen hadis olduğunu söylemiştir. Nevevî, 1/ No: IX /999.
[855] Müslim; Nevevi, I/991.
[856] Ebu Davud;
Tirmizî, Sahıh-Hasen hadis olduğunu söylemiştir. Nevevî,
I/No: 11/1001.
[857] Tirmizî, Şeybanî, I/200.
[858] Bu sure ve âyetler sırayla Bakara: 2/163-164; 255; 285-286 (Amene'r Rasulü diye
bilinir.); Al-i İmran: 111/18; A'raf: 7/54; Mü'minun: 23/118; Cin: 72/3; Haşr:
59/22-24 (Huv'allahullezi diye bilinir) âyetleridir. Işık)
[859] Hakim, Ahmed
b. Hanbel'in oğlu Abdullah, sahih bir senedle
"Zevaid"de rivayet eder. Said Havva, Er-Rasûl, 281-282, eserinden
alınmıştır. Mektebet'ü Vehbe, Kahire.
[860] Ahmed b.
Teymiyye, Fi Merezi'l Kulubi ve Şifauha,
65, 96; Bkz. İbnu Kayyim el-Cevziyye, Risaletün fi Emrazi'l Kulub, 24, 46.
[861] Tirmizî, İbnu Mâce; İbnu Kayyim el-Cevziyye, el-Tıbbu'n Nebevî, 168.
[862] İbnu Kayyim el-Cevziyye.
et-Tıbbu'n Nebevî, 171 (İbnu Ebi Şeybe'nin Müsned'inderı)
[863] İbnu Mâce, Sünen, II/No: 3501, 3533.
[864] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 338-343.
[865] Tirmizî, Ebu Davud; Tac: V/111; Duanın ibadet olarak yorumlandığı âyet:
Mü'min: 40/60.
[866] Bakara: 2/86.
[867] Ebu Davud,
II/78; No: 1488; Tirmizî; Tac: V/111.
[868] Tirmizî, Tac:V/110.
[869] Tirmizî, Şeybanî, II/60-61.
[870] Tirmizî, Tac: V/111.
[871] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 343-345.
[872] Ahmed, 1/391.
[873] Ebu Davud,
Tac: V/138-139; Şeybanî, II/79.
[874] Ebu Davud,
İbnu Kayyım el-Cevziyye, et-Tıbbu'n
Nebevî, 186.
[875] Tirmizî; İbnu Kayyim el-Cevziyye, et-Tıbbu'n Nebevî, 187; (La flahe İlla
Ente Sübhaneke İnnî Kuntu Mine'z Zalimin. Bu dua Kur'an'da, Enbiya: 21/87'de
geçmektedir. lşık)
[876] İbnu Kayyim el-Cevziyye,
et-Tıbbu'n Nebevî, 188.
[877] Buharî, Müslim, Tirmizî; Tac: V/127.
[878] Ebu Davud,
II/58, No: 1518.
[879] Kayyim el-Cevziyye, et-Tıbbu'n
Nebevî, 138-189.
[880] İbnu Kayyim
el-Cevziyye, et-Tıbbu'n Nebevî, 189-190. Dr.
Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 345-349.
[881] Tirmizi, Şeybanı, II/75-76; (Allahümmel Rabbe's semavati vema Ezallet/Ve Rabbe'l Aradiyni
vema Ekallet/Kün li çaren min şerri halkıke/Kullehum cemian en yefruta aleyye
ahad/ev en yebga aleyye/Azze caruke ve celle senaüke vela ilahe gayruke/La
ilahe illa ente.)
[882] Sünen sahipleri; Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî; Tac: V/137. Dr. Mustafa
Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 349-350.
[883] Yusuf: 12/98.
(Işık)
[884] Ayetleri
100'den aşağı uzunlukta olan surelere
Mufassal denir. Bunlar da uzun-orta-kısa olmak üzere üç bölüme ayrılır. Burada
kasdedilen Mülk suresi 30 âyet olup kısalar arasına girmektedir. (lşık)
[885] Tirmizî, Daavât, 5; Tac: V/140-142.
[886] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve
Psikoloji, Fecr Yayınları: 350-351.
[887] Buhari, Müslim, Malik, Ebu Davud, Tirmizî, Şeybanî, II/56.
[888] Ebu Davud;
Tac: V/108.
[889] Ebu Davud, Şeybanî, II/82.
[890] Ebu Davud,
III/No: 3116.
[891] Buhari, İlm, I/No: 128.
[892] Müslim, Nevevî, l/No: 1/483.
[893] Zümer: 39/53.
[894] Nisa: 4/17.
[895] A'raf: 7/153.
[896] Al-i İmran:
3/135-136.
[897] Ebu Davud,
Tirmizî; Hakim rivayet etmiş ve Buhari/Müslirn'in
şartlarına uygun demiştir. Nevevî, II/No: 6/1876 (Estafirullah ellezi
La ilahe illa huve'l Hayyu'l Kayyumu ve Etubu İleyh)
[898] Müslim; Nevevi, l/No: 11/423.
[899] Ahmed,
III/198, Tirmizî, İbnu Mace, Darimî, Şeybanî,
1/213; Con: II/42.
[900] Bakara:
2/222.
[901] Buharî, Müslim, Tirmizî; Şeybanî, 1/211.
[902] Tirmizî, Hasen hadis değerlendirmesi yapmıştır. Nevevi, 1/No: III/443.
[903] Müslim, Nevevi, l/No: 2/442.