Mustafa Işık

Fecr Yayınları

 

 

HADİS VE PSİKOLOJİ. 4

Çevirenin Önsözü. 4

Önsöz. 4

BİRİNCİ BÖLÜM... 6

HADİSTE DAVRANIŞ GÜDÜLERİ. 6

Fizyolojik (Organik) Güdüler 6

Yaşama Güdüsü. 6

Nesli Sürdürme/Var Olma Güdüleri 8

1-Cinsellik Güdüsü. 8

2-Annelik Güdüsü. 9

3- Sosyal-Psikolojik Güdüler 9

b- Yarışma/Rekabet Güdüsü. 10

c- Mülk Edinme Güdüsü. 11

Güdü Ve Heyecan/Duygular Arasındaki İlgi 12

Güdüler Arası Çatışma. 12

Güdüleri Kontrol Altında Tutmak. 15

Helal Yoldan Doyum Sağlama. 15

Güdülerin Doyumunda, Aşırı Gitmemek Yoluyla Doyum Sağlama. 15

Cinsellik Güdüsünü Kontrol Altına Alma. 16

Saldırganlık Güdüsüne Hakim Olma. 18

Mülk Edinme Güdüsüne Hakim Olma. 20

Güdü Sapması 21

İKİNCİ BÖLÜM... 22

HADİSLERDE DUYGULAR VE HEYECAN.. 22

Sevgi 22

Allah Sevgisi 23

Rasul Sevgisi 24

İnsan Sevgisi 24

Bütün Mahlukatı Sevmek. 27

Çocuk Sevgisi 27

Karşı Cinsi Sevmek. 28

Mal Sevgisi 28

Korku. 29

Öfke. 30

Öfkenin Bedendeki Belirtileri 31

Öfkenin Düşünce Ve Davranışlara Etkisi 31

Nefret 31

Hased. 32

Kıskançlık. 33

Haya/Utanmak. 33

Heyecan Duygusunu Kontrol Altına Alma. 34

Öfkeyi Kontrol Altina Alma. 35

Kin Ve Nefreti Kontrol Altına Alma. 36

Hased Duygusunu Kontrol Altına Alma. 37

Kibir Duygusuna Hakim Olma. 37

Kendini Beğenme Duygusunu Kontrol Altına Alma. 37

Üzüntüyü Yenme. 37

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM... 38

HADİSTE ALGILAMA.. 38

Bilinen Duyu Organları Dışında Algılama/Altıncı His. 38

Altıncı His Ve İlham... 41

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM... 42

HADİSTE DÜŞÜNME.. 42

Düşünme Yanılsamaları 43

a- Taklit, Hurafe ve Kuruntuya Kapılma. 43

b- Delil Yetersizliği 44

Düşüncenin Olgunlaşması İçin, Tartışma Ve Diyalogun Önemi 45

BEŞİNCİ BÖLÜM... 45

HADİSTE ÖĞRENME.. 45

Öğrenme Yolları 47

1- Anlatım Ve Taklit/Model Alma. 47

2- Sınama-Yanılma. 47

3- Şartlanma. 48

4- Düşünce. 48

Hadiste, Öğrenme İlkeleri 49

1- Güdüleme. 50

A- Özendirme Ve Sakındırma İle Güdüleri Motive Etme. 50

B- Kıssalarla Güdüleme. 51

2- Ödüllendirme. 53

3- Öğrenmenin Zamana Yayılması 54

4- Tekrar 55

5- Uygulamalı Eğitim Ve Aktif Katılım... 55

6-Dikkat 56

a- Dikkati Motive Etmede Yaşanan Olaylardan Yararlanma. 56

b-Sorular Sorarak Dikkati Motive Etme. 57

c- Örnek Olan Yöntemi/Misaller Vererek Dikkati Çekme. 57

d- Şekillerden (grafik, diyagram) Yararlanma. 58

7- Öğrenmede Aşama/ Tedricilik. 58

ALTINCI BÖLÜM... 60

İLM-İ LEDÜNNİ/TANRISAL BİLGİ. 60

İlham Ve Rüya. 60

Öğrenmenin İki Yolu. 60

Vahiy Ve İlham... 60

Nebiler Dışındaki Kişilere Vahiy Ve İlham... 61

Düş Ve Rüya. 62

Rüya. 63

Düş Ve Rüyaların Yorumu. 64

Hadislerde Rüya Tabirleri/Yorumları 65

YEDİNCİ BÖLÜM... 67

HADİSTE GELİŞME.. 67

Cenin (Embriyon) Döneminde Gelişme. 67

İşitme Ve Görme. 69

Erkek Veya Kız Olması 70

Ergenlik Çağı 72

Gelişme Ödevleri 72

SEKİZİNCİ BÖLÜM... 74

HADİSTE KİŞİLİK.. 74

İnsanın Yaratılışı: (Fıtrat) 74

Kişilikte Denge. 75

Bireysel Farklılıklar 76

Zeka Farkı 77

Kızgınlık Duygusunun Farklılığı 78

Kalıtım Ve Çevrenin Ferdi Farklılıklara Etkisi 78

Kalıtımın Etkisi 78

Çevrenin Etkisi 79

Kişilik Tipleri 80

Kişiliğin Değerlendirmesi 81

DOKUZUNCU BÖLÜM... 81

HADİSTE RUH SAĞLIĞI. 81

Kişiliğin Olgunlaşmasının Belirtileri 82

Kur'an Ve Hadiste Ruh Sağlığı 83

Kişilikte Denge. 83

Normal Kişilik Ve Ruh Sağlığı 83

Ruh Sağlığını Gerçekleştirmede İslam'ın Metodu. 84

1- Ruhi Yönü Güçlendiren Yöntem... 84

a- Allah'a Ve Birliğine İman, Ona Kul Olmak. 84

b- Takva. 85

c- İbadetler 85

2- Bedeni Yöne Hakim Olma Yöntemi 85

1- Güdüleri Kontrol Altında Tutma. 86

2- Duygu Ve Heyecanları Kontrol Altında Tutma. 86

3- Ruh Sağlığı İçin Zorunlu Olan Huyları Eğitme Yöntemi 86

1- Kendini Güven İçinde Hissetme. 87

2- Kendine Güvenme. 87

3- Cesaretli Olması 87

4- Sorumluluk Duygusu Hissetmek. 88

5- Olgun Kişilik Sahibi Olmak. 89

6- Gözü Tok Ve Kadere Razı Olmak. 89

7- Sabır 90

8- İşini Tam Ve Sağlam Yapmak. 90

9- Vücut Sağlığına Dikkat 91

Kur'an Ve Hadis Işığında Ruh Sağlığının Belirtileri 92

ONUNCU BÖLÜM... 92

HADİSTE PSİKOTERAPİ. 92

İnançla Psikoterapi 93

İbadetlerle Psikoterapi 95

1- Namazla Psikoterapi 95

B- Oruçla Psikoterapi 97

C- Hacc İle Psikoterapi 98

D- Zikirle Psikoterapi 98

E- Kur'anla Psikoterapi 100

F- Dua İle Psikoterapi 101

1- Kaygı, Keder Ve Üzüntüyü Dua İle Psikoterapi 102

2- Uykusuzluk ve Uykuda Korkuyu Dua Psikoterapi 103

3- Unutmayı Dua İle Psikoterapi 103

4- Günahkarlık Duygusunu Dua Ve Teşbihle Psikoterapi 104

5- Tevbe ile Psikoterapi 104

Bibliyografya/Kaynaklar 105

Yabancı Kaynaklar 107

Yazarın Eserleri 107


HADİS VE PSİKOLOJİ

 

Çevirenin Önsözü

 

Tercümelerde "önsöz" yazılması, alışılmış bir davranış değildir. Ancak, söylenmesi gereken şeyler varsa, bunlar belirtildiğinde okuyucu eseri daha iyi kavrayacaksa, önsöz yazmak yararlı olur diye düşünüyoruz.

Bu eserin tercümesi, teknik bir tercümedir. Sıradan bir tercümeden farklı olarak Psikoloji ve Hadis formasyonu ge­rektirmektedir. Hadis formasyonunu belgelediğimiz Dr. un­vanımızla, psikolojiyi ise "özel bir ilgi alanı"ndan sağladık. 20 yıllık bir eğitimci olarak, genellikle "Genel Psikoloji", özellikle "Eğitim Psikolojisinin” içinde bulunduk. Ayrıca tercüme sıra­sında, teknik kelimeler ve deyimleri açıklarken İngilizce-Fransızca-Arapça dillerinde hazırlanmış "Mu'cemu İlmi'n Nefs",[1] adlı psikoloji sözlüğünden ve Arapça-İngilizce olarak hazırlanan "Mevsûatu llmi'n Nefs':[2] adlı psikoloji ansiklopedi­sinden yararlandık. "Hatasız kul olmaz." sözünden hareket­le, bu tercümenin her yönüyle tenkit edilmesi bizi son dere­ce memnun edecektir.

Daha önce, "Kuran ve Psikoloji" kitabında ayetlere psiko­lojik bakış açısıyla yaklaşan yazar, ardından hadisleri bu açı­dan gözden geçirmiştir.[3] Anadili arapça olan yazarımız için “hadislerin dili" sorun oluşturmamıştır. Yazar, Sahih/sağlam hadisleri seçme konusunda ise, ümmetin kabulüne mazhar olmuş "Kütüb-i Sitte"[4]den "konularına göre" derlenmiş bazı eserlerden yararlanarak bu çalışmasını ortaya koymuştur.

Biz âyet tercümelerinde, Hamdi Yazır'ın[5] tercümesinden faydalandık. Bağlama uygun düştükçe ve dili ağır geldikçe, S. Ateş’in tercümesinden[6] iktibas yaptık. Bazen de biz tercü­mede bazı tasarruflarda bulunduk.

Eserde Kur'an-ı Kerim âyetlerinin yeri çoğunlukla verilme­mişti. Okuyucunun aslına ulaşabilmesi için sûre/âyet numa­ralarını verdik. Sûre numaralarının Roma rakamıyla verilmesi gibi bir gelenek var ancak hantal olması nedeniyle, normal rakamları kullanmayı yeğledik.

Tercüme sırasında, akademik olması açısından, eserde adından bahsedilen bilginlerin ölüm tarihlerini hicrî/miladî yakın tarihte ölenleri sadece miladî olarak ekledik.

Hadislerin tercümesine gelince, genellikle ravi/sahabî adlarını, atladık. Çünkü ravi isimlerinin okuyucuya doğrudan bir yararı yoktu.[7] Tereddüd ettiğimiz bazı noktaları, ulaşabildiğimiz bazı tercümelerden onayladık. Yararı olacağına inandığımız bir/iki cümlelik açıklamaları, dipnotta (Işık) ekiy­le verdik.

Eserin özgün adı "el-Hadisu'n Nebeviyyetu ve İlmu'n Nefs" olup; tercüme, kitabın 1993'de yapılan, 2. baskısının tercümesidir. Biz kısaca, "Hadis ve Psikoloj” diye tercüme ettik.

Tercüme çalışmalarımda bana çeşitli şekillerde yardımcı olan herkese, özellikle tercümeyi okumak lutfunda bulunan Doç. Dr. Ali Kuşat Bey'e teşekkürlerimi arz ederim.

                                                                                                                                                         Dr. Mustafa IŞIK

                                                                                                                                                   Ağustos 1999 /Talaş[8]

 

Önsöz

 

Uzun süredir ilgim, "İslam’ın insan tasavvuru"[9] nu iyice an­lama, ruh ve beden sağlığına sahip şahsiyetleri oluşturan başlıca etkenleri bilerek İslâm’ın bakış açısını kavrama, bo­zulma nedenlerini, sapma ve psikolojik hastalık sebeplerini bilme, davranışları düzeltme ve psikoterapi için sağlam metodları bulma, insanın mutluluk ve mutsuzluğunun nedenleri­ni bilme, mutlu, doyuma ulaşmış, güven içinde bir hayat ya­şayabilmede insan için en güzel hayat tarzını bulmak ama­cıyla, Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Nebevî'deki psikolojik kav­ramları incelemeye yönelmişti. Bu bilgi, benim görüşüme gö­re, insan şahsiyetini iyi bir şekilde anlayabilmemiz için zorun­ludur. Bu sayede insanın bozulma, mutsuzluk ve ruhî/psiko­lojik hastalıklarının sebeplerini bilir; onu yönlendirme, düzelt­me ve iyileştirmeye muktedir oluruz. Bu bilgi bize, modern psikolojinin insan ve onun ruhî hayatı konusunda ulaşmış ol­duğu verilere başvurma, bunun ‘İslâm'ın insan tasavvuru"yla örtüşen/uyuşan ve çelişen yönlerini, İslâm kültürümüzün psi­kolojik hayat hususunda bizi ulaştırdığı gerçekleri bilmemize imkan verecektir.

Şimdilerde arap ve müslüman üniversitelerinde okutulan psikoloji (anlayışı) kesinlikle Batı'dan alınmıştır. İnsanın tanı­tımında, yapılan araştırmalar sonunda gerçek diye ortaya konan neticeler çoğunlukla, müslüman olmayan batı toplum­larına dayanmaktadır. Bu yüzden, insan hakkındaki tasavvu­ru, hayat hakkındaki felsefesi, kültürü, ölçülen ve değer yar­gıları kendine özgüdür.

Batının insan tasavvuru, insanın hayata gönderilişi ve ha­yatın amacı, insanı bu noktaya götüren kültür, ölçüler, değer yargıları ve hayat felsefesi gibi batı insanının kafasındaki şeylerin çoğunlukla incelenen konuların, şüphe yok ki bu et­kenlerin, bu toplumlarda yapılan psikolojik araştırmaların yönlendirilmesinde büyük etkisi vardır. Mesela, Sigmund Freud (1938)’un psikolojik hastalıkların sebeplerini araştırmasındaki özeninin dönüp dolaşıp cinsellik içgüdüsüne dayan­ması, çoğunlukla onun yaşadığı çağın kültürüyle; yaşadığı toplumun cinselliğe kötü bir nazarla bakması, "erdemli insa­nın karşı koyması gereken çirkin ve kötü bir iş" olarak görül­mesiyle ilgilidir. Bu durum, Freud'un aşırı derecede cinselli­ğe ilgi göstermesini sağladı; bu yüzden psikolojik hastalıkla­rın cinsellik içgüdüsünün engellenmesinden kaynaklandığını açıkladı.

Yine, çağdaş Amerikan kültürünün başarılı iş yapma ko­nusunda yükselişi, üstünlük, başarılı olma ve rekabette güç­lü görülmesi, Amerikan toplumunda çözüme götüren neden­ler çerçevesinde, yükselme arzusu ve rekabet konularında bir çok araştırma yapılmasına neden olduğu da görülen şey­lerdendir.

Yine, ruhî/dinî yönelişlere özen göstermekten uzaklaşan, hayatta maddî yönelişlerin baskın olduğu batı toplumlarında görülen, psikolojik araştırmaların maddî, biyolojik ve insan davranışları yönünden sosyal yönlerle ilgili konulara yöneldiği; ruhî yönler ve davranışlar üzerindeki etkisinin araştırılma­sından uzak kalındığı görülmektedir.

Yine, modern psikoloji bilginlerinin, hayat felsefelerine hakim olan maddî yönelişe paralel yürüdüğü; din, iman ve ruhî yönlerin ruh sağlığı üzerindeki etkisini ihmal ettikleri; ruh sağlığının belirtilerini araştırmada ilgilerini ferdin sosyal ilişki­lerden yararlanma ve maddî/dünyevî ihtiyaçlarına doyum sağlama gücü, işinde ve evlilik hayatındaki başarısı gibi günlük pratik hayatın bir çok işinde yeterlilik ve etkinliğe yo­ğunlaştırmaları gözlenmektedir.

Aynı şekilde bunların, hayattaki maddî felsefelerine uy­gun hareket ederek, psikoterapideki çeşitli metodlar içinde yer alan dinî motifleri kullanmayı, psikolojik hastalarını iyileş­tirilmesini sağlamakta önemsemedikleri görülmektedir.

Bu verdiğim birkaç misalden sonra, müslüman olmayan batı toplumlarında gelişen modern psikoloji ilminin bazı kav­ramlarının "İslam’ın insan tasavvuru"yla örtüşmediği açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden bizim bu kavramların bir ço­ğunu gözden geçirmeye, "islamın insan tasavvuru" ışığında tartışmaya, islamî kavramlarımızla uyuşması veya en azın­dan çelişmemesi için bazı değişiklikler ve düzeltmeler yap­maya ihtiyacımız vardır.

"İslamın insan tasavvuru"nu, kendilerinden yararlanarak doğru bir şekilde çıkarıp ortaya koyabileceğimiz esaslı iki kaynak, Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Nebevî'dir. Bu iki kaynak­ta bulunan psikolojik kavramlar ve insanın psikolojik tabiatıy­la ilgili hususları, "islamın insan tasavvuru"nu oluşturmak umuduyla, dikkatle inceledim. Bu tasavvur esas alınırsa, psi­kolojide yeni araştırmalara hareket noktası teşkil eder. Bu şekilde bir dizi araştırma yapıp sonuçta psikolojide yeni bir ekol oluşturmak ve adını "Psikolojide Islâmî Ekol" koymak mümkün olur.

Yazarın, 1982 yılında, Kur'an-ı Kerim'de geçen psikolojik kavramları ele alan, "el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs” (Kur'an ve Psikoloji) adlı kitabının birinci baskısı çıktı.[10] O günden beri yazar, Hadis-i Nebevî'deki psikolojik kavramları inceledi. Bu­nun sonucu, elinizdeki bu kitabın, "el-Hadisu'n Nebevî ve İlmu'n Nefs" (Hadis-i Nebevî ve Psikoloji) nin hazırlanması ol­du. Bu kitap, önceki kitap "el-Kur'an'u ve İlmu'n Nefs"in ta­mamlayıcısı/devamı sayılır; ikisi birlikte bize "islamın insan tasavvuru" hakkında doğru bilgi vermektedir.

Bu kitap, insan davranışlarıyla ilgili Hadis-i Nebevî'de ge­çen, ''davranış güdüleri, duygu ve heyecanlar, algılama, dü­şünme, gelişme, kişilik, ruh sağlığı, psikoterapi" gibi çeşitli yönleri sunar. Yazar, hadislerde geçen şeylerle bu konular ve psikoloji ilminin söyledikleri arasında, mümkün olduğu ka­dar mukayese yapmıştır.

Hadislerin araştırılmasında, tanınmış ana hadis kitapların­dan yararlandım. Bunlar; Sahih-i Buharî, Sahih-i Müslim, sünenlerden Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî, İbnu Mâce, Darimî ve Ahmed b. Hanbel'in Müsned'idir. Hadisi bu kaynakların bi­rinden, doğrudan aldığım zaman kaynağın ismini, cild ve sayfasını[11], varsa hadis numarasını yazdım. Eğer hadis Buharî ve Müslim'in her ikisinde de geçiyorsa (müttefeku'n aleyh), "Şeyhayn" dedim.[12] Hadislerin araştırılmasında ayrıca şu kaynaklardan da faydalandım:

1- Ebu Zekeriyya, Muhyiddin Yahya en-Nevevî'nin[13] Riyazi's Salihîn Min Kelami Seyyidi'l Murselîn adlı eserinin Dr. Mustafa Said el-Hın ve arkadaşları tarafından şerhedilmiş hali olan "Nüzhetu'l Müttekin Şerhu Riyazi's Salihîn Min Kela­mi Seyyidi'l Murselîn", Müesssesetu'r Risale, 7. Baskı, Bey­rut, 1985. Kitabı "en-Nevevî" diye kaynak gösterdim.

2- İbnu'd Debiğ eş-Şeybanî diye tanınan Abdurrahman b. Ali; Teysirul Vusul ilâ Cami'i'l Usûl min Hadisi'r Rasûl, Daru'l Ma'rife, Beyrut, 1977; Eseri, "eş-Şeybanî" adıyla kaynak gösterdim.

3- eş-Şeyh Mansur Ali Nâsıf, et-Tâcu'l Camii Li'l Usûl Fi Ehadisi'r Rasûl (s.a.s.), 4. Baskı, Daru'l Fikr, Kahire, 1975; Eseri, "Nâsıf" diye gösterdim.[14]

4- el-Hafız Münzirî, Muhtasaru Sahih'i Müslim, Thk; M. Nasıruddin Elbanî, ed-Daru'l Kuveytiyye li't Tıbaati ve'n Neşr ve'tTevzî, Kuveyt, 1969. Eseri, el-Münzirî diye gösterdim.

5- A. J. Wensinck, el-Mu'cemu'l Müfehres Li Elfâzı'l Hadisi'n Nebevî, Mektebet'u Brıll, Leıden,  1936; Esere, "Wen­sınck" adıyla işaret ettim.[15]

Son olarak, "Hadisler ışığında İslâm'ın insan tasavvuru"na, mümkün olduğu kadar, doğru bir şekil vermeye çalış­tığımı umuyorum. Eğer başardıysam, Allah'ın izniyle, iki se­vap alacağım; eğer şaşırdıysam, çalışma ücreti olarak bir sevap alacağım.[16] Ben, bu kitabı kendine yaklaşmama vesi­le kılması için, Yüce Allah'a dua ediyorum. O duaları işiten ve kabul edendir. Başarı Allah'tandır.

                                                                                                                        Hicrî 9 Şaban 1408

                                                                                                                    Miladî 27 Mayıs 1988

                                                                                                         Muhammed Osman Necatî[17]

 

 

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

HADİSTE DAVRANIŞ GÜDÜLERİ

 

İnsanın birçok ihtiyaçları vardır. Bunların bir kısmı, ha­yatın korunması ve neslin devamı için zorunlu olan temel ihtiyaçlardır. Bir kısmı güven ve huzuru sağlayacak olan önem­li ihtiyaçlardır. Bu ihtiyaçlar insanı uygun bir şekilde güdüler, böylece ihtiyaçlar giderilmiş olur.

İnsanın ihtiyaçları bazen fizyolojik/organik olur. Vücut­taki organik ve kimyevî dengenin bozulması sonucu oluşur. Kandaki besinlerin eksikliği, dokulardaki sıvı oranının nok­sanlığı gibi. Bu ihtiyaçlar insani güdüler. Vücudu önceki den­ge durumuna kavuşturmak, besin ve su gereksinimini gider­mek amacıyla insanı çalışmaya sevkeder. Bu güdüler, naza­rî olup çalışarak kazanılmayan, bütün hayvan ve insanlarda ortak olan fizyolojik/organik olarak isimlendirilen güdülerdir. Bunlar; açlık, susuzluk, oksijen (eksikliği), dinlenme (uyku), soğuk ve sıcaktan korunma, akıtma (büyük ve küçük abdest), organa verilen acıdan kaçınma, cinsellik ve annelik güdüleridir.

Bu fizyolojik ihtiyaçlar yanında insanın birçok sosyal-psikolojik ihtiyaçları da vardır. Bunların bir kısmı, kişinin gü­ven ve huzurunu sağlamak için zorunlu olan önemli güdüler­dir. İnsan ruhunun derinliklerinde Yüce Allah'ı tanıma ihtiya­cı hisseder. Bu onu güven ve huzur içinde olmaya götürür.

Bir cemaate mensup olma, bunlar arasında mutlu bir hayat yaşamasını sağlayacak sevilen/sayılan biri olma ihtiyacını duyar. Yine birşeyler yapmak, başarmak, hayattaki emelleri­ni gerçekleştirmek için yükselmek arzusu duyar. Böylece mutluluk hisseder. Ayrıca insanın sosyal gelişmesi sırasında oluşan birtakım psikolojik ihtiyaçları da vardır.

Kuran-ı Kerim, insanın fizyolojik, sosyo-psikolojik güdü­lerinin bir çoğunu zikretmiştir. Bu kitabın yazarı, bu konuları "Kur'an ve Psikoloji" adlı eserinde daha önce incelemiştir. Hadis-i Şerifler de insanın bazı önemli fizyolojik ve sosyo-psikolojik güdülerini ele almıştır. Bu konuyu, bu bölümde ele alacağım.[18]

 

Fizyolojik (Organik) Güdüler

 

Daha önce işaret ettiğim gibi, fizyolojik güdülerin bazı­sı yaşama, bazısı nesli sürdürme ile ilgilidir. Annelik ve cin­sellik güdüleri nesli sürdürmekle ilgilidir. Diğer biyolojik gü­dülere gelince, onlar hayatı sürdürme ile alakalıdır. Birtakım hadis-i şerifler bu iki çeşit güdüden bazılarına işaret etmiştir.[19]

 

Yaşama Güdüsü

 

Hadis-i şerifler, hayatı sürdürmekle ilgili bazı önemli gü­dülere işaret etmiştir; Açlık, susuzluk, yorgunluk, soğuk sı­caktan kaçınma gibi. Rasûl (s.a.s.): "İnsanoğlunun oturaca­ğı bir ev, avret yerini örtecek bir elbise, katıksız ekmek ve su dışında temel ihtiyacı yoktur.”[20] buyurmuştur.Rasûl (s.a.s.): "Müslümanlar,  su,  otlak  ve  ateşte  ortaktırlar."[21]  buyurdu.

Müstevrid b. Şeddad, Nebi (s.a.s.) in: "Kim çalışıyorsa bir ha­nım edinsin. Hizmetlisi yoksa hizmetli bulsun. Evi yoksa ev alsın."[22] buyurduğunu işitmiştir.

Bu hadislerde insanın gerçek organik ihtiyaçları açık­lanmaktadır, insan, açlık güdüsünü doyurmak için besine, susuzluk güdüsünü doyurmak için suya, şiddetli soğuk/sıca­ğın sıkıntıları ve hava şartlarından korunmak için eve muh­taçtır. Ayrıca ev onu düşman ve yırtıcı hayvanların saldırısın­dan korur. Yine orada, gün boyu sürekli çalışmanın verdiği yorgunluktan rahatlamak için bir sığınak bulur.

İnsan, avret yerini örtecek, yazın şiddetli sıcağın, kışın şiddetli ve sert soğuğun etkisinden kurtulmak için elbiseye muhtaçtır. Yine o, sıcaklığını hissettiren, soğuktan koruyan, yemeğini pişirmede ve günlük hayatında lazım olan bazı âletleri, silahını ve kendini savunmada kullandığı kalkan gibi âletleri yapmakta yardımcı olan ateşe muhtaçtır.

Fizyolojik ihtiyaçlar konusunda, insanlarla hayvanlar or­taktırlar. Bu yüzden hadis-i şerif, müslümanların ortak oldu­ğu otlağı zikretmiştir. Çünkü develeri ve davarları otlamaya muhtaçtır. Otlak ile birlikte, su ve ateşi zikretti. Bu üç şey, Arap yarımadasında yaygın olan göçebe hayatının zarurî işlerindendir. Geçen 3. hadis, dolaylı bir şekilde, yorgunluk güdüsüne dokunmaktadır. Bu güdü, (s.a.s.)in: "Hizmetlisi ol­mayan hizmetli edinsin." sözünden anlaşılmaktadır. Bu du­rum kişinin, tek başına yaptığında yorgun düşeceği birçok ihtiyaçlarını gidermede yardımcı bulması içindir. Ayrıca ha­dis, cinsellik güdüsüne de işaret etmiştir. Onu inşallah, ileri­de ele alacağız.

Daha önce zikrettiğimiz gibi fizyolojik güdüler, vücutta kimyevî ve organik dengenin bozulması sonucunda hareke­te geçer. Bu hal, son psiko-fizyolojik araştırmalarda, homeostasis (hayatî denge) olarak bilinmektedir. İnsan veya hay­van bu dengesizlikten kurtulmak için güdülenir ve vücudu eski denge durumuna getirmek için harekete geçer. Güdü hareke geçince, insan veya hayvan vücudu bozulan denge­yi sağlamak, eski sağlıklı durumuna kavuşmak için uygun hareketi yapar. Bu yüzden, Amerikalı meşhur fizyolog Walter Cannon (1945), bedende hayatî dengeyi sağlamak için, fay­dalı/uygun harekete yönlendiren bir hikmetin olduğu fikrine vardı. Son deneysel araştırmalar, vücutta önemli bazı besin­lerin eksikliği, bu besinleri içeren yiyeceklere doğru bir eği­lim oluşturuyor. Bu deneylerden birinde, vücutlarında büyük ölçüde tuz kaybına uğratılarak böbrek üstü salgı bezleri tah­rip edilen fareler kullanıldı. Önlerine tatlı ve tuzlu su bulunan kaplar konuldu. Böbrek üstü salgı bezleri tahrip olan fareler, önceki hallerine oranla çok büyük miktarda, yaklaşık 20 kat daha fazla su içmeye başladılar. Bu deney, vücuttaki tuz ek­sikliğinin tuzlu su içmek için bir güdü oluşturduğunu göster­di. Bu güdü, böbrek üstü salgı bezleri tahrip edilmeden ön­ce bu farelerde olmayan bir güdüydü.

Daha başka deneyler, süt emme çağında olan çocuk grupları üzerinde yapıldı. Sağlık durumları özenle gözden geçirilip, kiloları tartıldı. Önlerine konan, sevdikleri çeşitli yi­yecekleri özgürce seçip yemeleri için serbest bırakıldılar. Bir müddet sonra, bu çocukların sağlık durumlarının daha iyi ol­duğu görüldü. Bu deneyler, bedendeki belirli besinlerin ek­sikliği sonucunda vücuttaki hayatî dengenin (homeostasis) bozulması halinde, noksan besinleri içeren gıdalara karşı bir dürtü, bir iştah oluştuğunu ortaya koymuştur.[23] Açıkça anlaşı­lacağı gibi, bu besinlerin alınması vücudun ihtiyaç duyduğu gıdaları sağlamakta, vücut bundan yararlanmakta ve sağlık düzelmektedir.

Bu gerçeğe Rasûl (s.a.s.), işaret etmektedir[24]: "Nebi (s.a.s.) bir hastayı ziyaret etti. Ne yemek istediğini sorunca, buğday ekmeği -başka bir rivayette kek- cevabını verdi. Rasûl (s.a.s.): Kimde buğday çöreği varsa kardeşine gönder­sin buyurdu. Ardından: "Birinizin hastası, birşey arzuladığın­da onu yedirsin." sözünü ekledi.

-"Nebi (s.a.s.) bir hastayı yokladı. Ne arzuluyorsun? di­ye sorunca kek dedi. Nebi: "Tamam" deyince, istediğini ge­tirdiler.[25] Rasûl (s.a.s.): "Birinizin hastası, birşey arzuladığın­da onu yedirsin." buyurdu. Bu söz mutlaka, Yüce Allah'ın vü­cutta yarattığı bir özelliğe işaret ediyor. İnsan ve hayvan, vü­cudun ihtiyaç duyduğu gıdaya iştahla yöneliyor. Bu özellik, Walter Cannon'un XX. yy. başlarında, canlı varlıkların hayatî dengeyi sağlamak (Homeostasis) için yaptıkları hareketleri araştırmalarında keşfettiği bir özelliktir. Bu hadisinde Rasûl (s.a.s.), "Birinizin hastası, birşey arzuladığında onu yedirsin." sözüyle, hastanın arzu duyduğu yiyeceğin ona fayda vereceğine işaret etmiştir. Çünkü vücut ona ihtiyaç duymuş­tur; yediğinde gıda olacak ve sağlığı düzelecektir.[26]

İnsan ve hayvanların vücudunda, sağlık dengesini belirli bir ölçüde tutan, bu dengenin bozulması halinde vücû­dun bu ihtiyacı karşılamak için uygun hareket (dürtü) geliş­tirdiği düşüncesi, daha önce söylediğim gibi, son asırda Walter Cannon'a nisbet edilen bir görüştür. "el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs/Kur'an ve Psikoloji" adlı kitabımda açıkladığım gibi, insan ve hayvanda hatta bütün evrende, hayatî denge fikri yeni bir fikir değildir. Walter Cannon Homestasis/den­gelenmeyi keşfetmeden XIV asır önce Kur'an'da vardı.[27]

Yaşama güdülerinden biri de yenilen/içilen şeylerin ar­tıklarını boşaltma güdüsüdür. İnsan bunlardan kurtulmazsa sıkıntı çekmesine ve sağlığının bozulmasına neden olur. Bu artıkların vücutta kalmasının sıkıntıya sebep olacağına Rasûl (s.a.s.), tuvaletini yaptıktan sonra okuduğu duasında işaret etmiştir; "Benden sıkıntıyı gideren ve sağlık veren Allah'a hamdolsun."[28]

Ayrıca bu hadiste, güdüyü izleyen bir iç duyguya işaret vardır. Fizyolojik güdüye, genelde, sıkıntılı bir duygu eşlik eder. Bu duygu darlık, gerilim ve istikrarsızlık hissetmekten ibarettir. Bu güdünün doyurulmasını ise sevinçli bir duygu iz­ler. Bu duygu da güdüye eşlik eden sıkıntı ve gerilimden kur­tulmanın verdiği rahatlamadır. Bu yüzden Rasûl (s.a.s.), ye­diği/içtiği şeylerin artıklarının vücûduna verdiği sıkıntıdan kurtulduğu, kurtuluş sonucu rahat ve afiyet hissettiği için Al­lah'a hamdetmiştir.

Açlık güdüsü ve korku heyecanından her biri, insan ha­yatında önemli rol oynar. Kişi, bütün hayatı boyunca, onu açlık sıkıntısından kurtaracak olan hayat lokmasını elde etmek için didinir, yorulur. Yine elem ve acıya neden olan ölüm kor­kusundan kurtulmak, kafa rahatlığı ve mutluluk veren güven duygusunu yakalamak için sürekli çalışır. Kur'an, insan ha­yatında önemli etkileri olan açlık güdüsü ve ölüm korkusuna işaret etmiştir: "Çaresiz sizleri biraz korku, biraz açlık, biraz maldan, candan ve hâsılattan eksiklik ile imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele."[29]

"Allah şöyle bir kenti misal olarak anlattı: Güven, huzur içinde idi; her yerden rızkı kendisine bol bol geliyordu. Fakat Allah'ın nimetlerine nankörlük etti, bunun üzerine (halkının) yaptıklarından ötürü Allah onlara açlık ve korkuyu tattırdı."[30]

Yüce Allah, Kureyş'e, açlıktan kurtarma ve korkulardan emin kılma nimetlerini verdiğini hatırlattı. Burada da açlık gü­düsü ve korkunun insan hayatında büyük önemi olduğuna işaret vardır. Yüce Allah: "Bu ev (Kâbe)nin Rabbine kulluk etsinler/ki onları yedirip açlıktan kurtardı ve onları korkudan güvene kavuşturdu."[31]

Rasûl (s.a.s.) de, açlık güdüsü ve korkunun, insan ha­yatındaki yerine işaret etmiştir: "Kim kavmi içinde güvence­de, bedeni sağlıklı olarak sabahlar; yanında günlük yiyeceği bulunursa sanki dünya ona verilmiştir."[32]

Bu hadiste, insan hayatında açlık ve korkudan emin ol­manın önemi açıklanmıştır. Ayrıca vücut sağlığının önemine işaret edilmiştir. Bu üçü, insanın dünya mutluluğu için mühim sebepler olarak görülmüştür. Bir kişi, içinde yaşadığı top­lumda güven içinde olur, korku endişesi taşımaz, günlük yi­yeceği olur, açlık kaygısı taşımazsa, sağlığı yerinde olur has­talık acısı duymazsa, o kişi mutlaka mutluluğun doruğundadır, sanki dünyanın kralıdır.

Rasûl (s.a.s.) oksijen ihtiyacına da işaret etti. Onu, ye­me/içmede aşırılığa gitmemeye teşvik ettiği hadisinde, açlık ve susuzluk güdüleriyle birlikte ele aldı. Nefes alma güdüsü­nün bu hadiste açlık/susuzluk güdüleriyle birlikte ele alınma­sı, insan hayatında oksijen ihtiyacının önemine işarettir. Ra­sûl (s.a.s):"İnsanoğlu karnından daha kötü bir kap doldur­mamıştır. İnsanoğluna, belini doğrultacak kadar yemek ye­ter. Mutlaka yiyecekse, karnının üçte birini yemeğe, üçte bi­rini içeceğe, üçte birini de nefes almaya bıraksın."[33] buyur­du.

Bu hadiste, çok yeme/içmenin mideyi doldurup şişireceği, ciğerlere baskı yapıp zor nefes almaya sebep olacağına işaret vardır. Bu ise insan sağlığına zararlıdır. Bu yüzden Rasûl (s.a.s.), kişi rahat ve kolay nefes alsın; kendine gere­ken oksijeni sağlasın diye, çok yiyip/içmemeye teşvik etmiş­tir.[34]

 

Nesli Sürdürme/Var Olma Güdüleri

 

Fizyolojik güdü olan cinsellik ve annelik güdüleri, nesli sürdürme görevini yerine getirirler.[35]

 

1-Cinsellik Güdüsü

 

Cinsellik güdüsü, insanda ve hayvanda, önemli bir gö­reve götürür. Erkek ve dişiden her birini ötekine doğru çeker; aile oluşur, nesil türer, kuşaklar birbirini izler ve neslin korun­ması sağlanır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de, cinsellik güdüsü­nün nesli koruma görevine, şu âyetlerde işaret edilmiştir: "Al­lah size kendi nefislerinizden eşler yarattı ve eşlerinizden de size oğullar ve torunlar verdi."[36]

"Ey insanlar, sizi tek bir nefisten yaratan ve ondan eşi­ni yaratıp, ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun."[37]

Rasûl (s.a.s.) de müslümanları evlenmeye teşvik etti. Çünkü o, Kıyamet gününde, ümmetinin çokluğu ile övüne­cek: "Nikah, sünnetimdir. Kim sünnetimi işlemezse benden değildir. Evleniniz; ben sizinle diğer ümmetlere karşı iftihar edeceğim. Evlenebilen evlensin, evlenemeyen oruç tutsun, çünkü oruç nefsi frenler."[38]

"Doğurgan kadınlarla evlenin. Ben sizinle diğer ümmet­lere karşı övüneceğim."[39]

Çocuğun doğumu Allah'ın nimetlerindendir. Anne-babanın mutluluğunu sağlar; ikisini de sevindirir, mutlu eder. Ailenin devamını sağlar, onlar için güç-kudret kaynağı, önemli bir yardımcıdırlar. İbnu Kayyim el-Cevziyye(751/1350) bu anlamda şunları söyler: "Çocukların -yaşa­salar da ölseler de- pek çok faydası vardır: Yaşarlarsa, an­ne/babaya yardımcı ve faydalı olurlar, ölürlerse Cennet'e git­melerine sebep olurlar."[40]

Karı/koca arasındaki cinsel ilişki, İslam'a göre, sadece zevk alma ve faydalanma değildir. Aksine, sevgi, merhamet ilişkisi, insanın huzur ve sükun bulduğu, güven duyduğu bir alâkadır. Yüce Allah buyurdu ki: "O'nun âyetlerinden biri de, size, nefislerinizden, kendileriyle sükûn bulacağınız eşler ya­ratması ve aranıza sevgi, acıma koymasıdır. Şüphesiz bun­da, düşünen bir toplum için ibretler vardır."[41]

İslâm, karı/koca arasındaki cinsî münasebeti, kulun, yaptığında sevap kazanacağı iyi işler seviyesine yükseltir.

      Allah Elçisi: "Sizden birinin, eşiyle cinsî münasebetinde de sevap vardır." buyurur. Sorarlar:

-"Ey Allah'ın Elçisi, birimiz arzusunu giderecek, ondan da sevap kazanacak, öyle mi?

-Haram yola başvursa, günah olmayacak mıydı?! Aynı şekilde, helal yoldan şehvetini giderince sevap kazanır."[42] cevabını verir.

Karı/koca arasındaki cinsel ilişki sadece sevap kazanı­lan güzel bir amel olmakla kalmaz; işleyeni Cennet'e soka­cak bir amel derecesine yükselir. Allah Rasûlü (s.a.s.): "Al­lah'a tertemiz kavuşmak isteyen, hür kadınlarla evlensin."[43] buyurdu.

İslâm'a göre, eşler arasındaki alâka, karı/kocanın birbi­rine karşı aşk, sevgi ve saygılarını gösterdikleri insanî bir iliş­kidir. Güzel şakalar, oynaşma ve tatlı sözler, sevgi ve mutlu­luk duygularını etkiler. Rasûl (s.a.s.) ashabının (r.a.) cinsî münâsebetten önce, eşleriyle oynaşmalarını tavsiye ederdi. "Câbir b. Abdullah'ın anlattığına göre, Rasûlullah, ashabına, sevişmeden önce cinsî münâsebette bulunmayı yasakla­dı."[44]

Görüldüğü gibi, Rasûl (a.s.) ashabına, cinsel ilişkiden önce eşleriyle şakalaşıp oynaşmayı tavsiye etti. Karı/koca arasındaki cinsel ilişki konusunda yazan modern bilginlerin çoğu, cinsî münâsebetten önce sevişmenin önemini açıkla­dılar. Çünkü cinsel duyguları tahrik, eşlerin doyuma ulaşma­sını sağlar. Erkeğin, sevişmeden yaptığı cinsel ilişki, kadın tatmin olmadan sadece erkeğin tatmin olmasını sağlar. Bu da kadının tatminsizlik ve sinirsel gerilim duymasına neden olacağından bazen evlilik hayatının istikrarsız gitmesinin se­beplerinden biri olur.[45]

 

2-Annelik Güdüsü

 

Anne, çocuğuna sevgi, şefkat, acıma ve özen gösterdi­ği zaman annelik güdüsü açıkça ortaya çıkıyor. Hayvanlarda -özellikle de memeli hayvanlarda- genellikle, yaratılıştan ge­len annelik davranışı açtkça gözüküyor. Memeli hayvanlar, yaratılıştan gelen içgüdüyle küçük yavrularını emzirirken on­lara dikkat ediyor, onları savunuyorlar. Rasûl (s.a.s.), dişi bir kuşun yavrusuna yapılan eziyetten dolayı sergilediği acıklı durumu, yavrusuna karşı gösterdiği özen ve savunmayı gör­mesi nedeniyle, annelik güdüsüne işaret etti:

      "Rasûl (s.a.s.) bir yerde konakladı. Adamın biri ağaçlık bir yere giderek bir kayakuşunun yumurtasını aldı. Kuş, Rasûl (s.a.s.) ve ashabı­nın başında dolanıyordu. Rasûl (s.a.s.) sordu: Bu kuşu han­giniz üzdü? Topluluktan biri: "Ben yumurtasını aldım", deyin­ce, Rasûl (s.a.s.):"Onu yuvasına geri koy." dedi. Başka bir ri­vayette: "Ona acı ve geri koy." buyurdu.[46]

Rasûl (s.a.s.), hamilelik, doğum, emzirme safhalarında annenin karşılaştığı zorluk ve sıkıntılara, çocuğuna özen gösterip uykusuz kaldığına işaret etti.

     Adamın biri, annesinin ahlakının kötü olduğunu şikayet edince: "Seni dokuz ay kar­nında taşırkan kötü huylu değildi." cevabını verdi. Adam: Gerçekten ahlakı kötü deyince, "Seni iki yıl emzirirken böyle değildi." buyurdu. Adam yine "Gerçekten huyu kötü." deyin­ce, "Senin yüzünden gece uykusuz, gündüz susuz kalırken huyu kötü değildi." buyurdu. Adam:"Ama karşılığını öde­dim." dedi. Rasûl (s.a.s.) sordu: Ne yaptın ? Adam: "Omuzumda taşıyarak hac yaptırdım." deyince: "Bir tek doğum sancısının karşılığını bile ödeyemedin." buyurdu.[47]

 

3- Sosyal-Psikolojik Güdüler

 

İnsanda, fizyolojik güdüler gibi vücudun ihtiyaçlarıyla bağlantılı olmayan, yaşama ve nesli sürdürme ile ilgisi bulun­mayan sosyal-psikolojik güdüler vardır. Bu güdüler, manevi ihtiyaçları karşılarlar. Bunlar, insan için temel ihtiyaçlardır; bunlara doyum sağlanması güvenli, huzurlu ve mutlu bir ha­yatı gerçekleştirir. Eğer bu doyum sağlanmazsa, kişi güven nimetinden yoksun kalır, endişeye dalar ve hayatını sıkıntı kuşatır. İnsan hayatındaki önemli sosyal-psikolojik güdüler­den biri de inanç/din güdüsüdür.[48]

 

a- İnanç/Din Güdüsü

 

İnsanda, yaratılıştan gelen, Yüce Allah'ı bilme ve O'na inanma, O'nu bir bilme, O'na ibadet ederek yaklaşma, O'na sığınma, tehlike kuşatınca O'ndan yardım isteme duygusu vardır. Kur'an-ı Kerim, yaratılıştan gelen bu inanma güdüsü­ne işaret eder: "Sen yüzünü, Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir: Allah'ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştiri­lemez. İşte doğru din odur fakat insanların çoğu bilmez­ler."[49] Kurtubî (671/1272), bu âyetin tefsirinde, "İnsanın ya­ratılış ve tabiatında, mahlûkatın güzelliklerini tanıma ve bun­lardan hareketle Allah'ın varlığına/birliğine inanmak gibi, ya­ratılıştan gelen bir duygu vardır.'[50] demektedir.

Yüce Allah şöyle buyurdu: "Rabbin Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye onları kendisine şahid tutmuştu. "Evet, buna şahidiz dediler. Kıyamet günü "Biz bundan habersiz­dik!” demeyesiniz.[51]

Yüce Allah bu âyette, yaratılmadan önce Ruhlar âle­minde, Adem oğullarının zürriyetinden söz almış ve Rabb ol­duğuna onları şahid tuttuğunu belirtiyor. Böylece, kıyamet gününde "Biz bundan habersizdik." demesinler. Bu âyet, in­sanın yaratılışında Yüce Allah'ı tanıma, O'na ve birliğine inanma yeteneğinin olduğunu gösteriyor.[52]

Rasûl (s.a.s ) de insanın temiz bir yaratılış ve hanif dini üzere doğduğunu açıklıyor: "Her çocuk tertemiz bir yaratılış­la (fıtrat) doğar. Sonra onu ana/babası yahudileştirir, hristiyanlaştırır, mecusîleştirir. Tıpkı bir hayvanın sağlam bir yav­ru yaptığı gibi. Bu yavruda hiçbir eksik organ görüyor musu­nuz! Sonra Ebu Hureyre: İsterseniz şu âyeti okuyun: "Allah'ın insanları yarattığı sağlam yaratılış üzere."[53] demiştir.

Bu hadiste Rasûl (s.a.s), çocuğun temiz bir yaratılış ve hanif dini üzere doğduğunu açıklıyor. Yalnız, çocuk ana/ba­banın ve yetiştiği çevrenin eğitim ve kültür şartlarından etki­lenir. Ana/babası onu yahudi, hristiyan veya mecusi kültü­rüyle yetiştirebilir. Böylece, doğduğu tertemiz yaratılış zayıf­lar; öğrendiği ve içinde yetiştiği inanç sistemi güçlenir. Ra­sûl (s.a.s ), bu gerçeği anlatan misali sahabeye, günlük ha­yatlarından verdi. Nasıl ki hayvan yavrusu hata ve kusuru olmadan doğarsa, insan da yaratılışında bir bozukluk bir ya­mukluk bir çarpıklık olmaksızın, hanif dinini kabul edecek şe­kilde doğar. Bu anlamda Rasûl (s.a.s ) bir başka hadisinde şöyle buyurur: ''Her insan, konuşma safhasına kadar, fıtrat üzere doğar; sonra ana/babası onu yahudileştirir, hristiyanlaştırır."[54]

Bu durumda çocuk Allah'a, O'nun birliğine inanacak bir yetenekle doğar. Ancak bu yetenek, çocuğun eğitim-öğretimiyle uğraşanların eğitimi, yönlendirmesi ve ikna etmesine ihtiyaç duyar. Zikrettiğimiz bu iki hadis, bu eğitim/öğretimin çocuğu İslâm veya Yahudi yahut Hristiyan dinine yönlendir­diğini ortaya koymaktadır. Öyleyse din, insanın o yetenekle doğduğu bir esastır ayrıca buna insanın içinde yetiştiği çev­renin (kattığı) katkıları vardır. Rasûl (s.a.s ) bu gerçeğe şu hadisinde işaret etmiştir: Huzeyfe b. Yeman anlatır: "Rasûl (s.a.s ) iki hadis söyledi; birini gördüm, ötekini bekliyorum. Önce emanetin, insanların kalplerinin derinliğine indiğini an­lattı sonra Kur'an indi. Kur'an'dan birşeyler öğretiniz, sünnet­ten birşeyler öğretiniz."[55]

Bu hadis açıkça gösteriyor ki emanet yani Yüce Allah'a inanma ve O'na kulluk duygusu yaratılıştan insanların kalbin­de mevcuttur ancak insanın yetiştiği sosyal çevrede, eğitim/öğretimle ortaya çıkmaya muhtaçtır. Kur'an-ı Kerim ve Nebevî Sünnetin öğretilmesi onu ortaya çıkarır, yaratılıştan gelen bu yetenek gelişir ve kökleşir.

Bazen çocuğun çevresinden aldığı bu eğitim, Kur'an-ı Kerim ve Sünnet-i Rasûl (s.a.s ) üzere çocuğunu yetiştiren islam toplumlarında olduğu gibi, her türlü yamukluk ve sa­pıklıktan uzak tevhid inancına götürür. Bazen de çocuk, is­lam prensiplerine tam olarak tutunmayan çevrelerde çeşitli gelenek-görenek, islam prensipleri ve sağlam tevhid inan­cıyla bağdaşmayan fikirlerle karşılaşır.

Rasûl (s.a.s ), dinden sapmayı insana güzel gösteren şeytanî etkilere işaret etmiştir: "Rabbim bana, bugün, bilme­diğiniz şeyleri öğretmemi emretti: Kullarıma bağışladığım mallar helaldir. Ben bütün kullarımı (hanif) sağlam inançlı ya­rattım. Şeytan onlara geldi, onları yollarından uzaklaştırdı. Helal kıldığım şeyleri onlara haram saydırdı, kendilerine bir belge indirmediğim halde, bana şirk koşmalarını onlara em­retti." [56]

Bu hadisde Rasûl (s.a.s ), Allah'ın bütün insanları hanif olarak, yani içlerinde Yüce Allah'a iman ve tevhid inancı ye­teneği mevcut olarak yarattığını açıklamıştır. Ancak şeytan onları etkisi altına almış, sağlam yaratılışın kendilerini kılavuzladığı doğru yoldan onları uzaklaştırmış, Allah'a şirke dal­dırmış, Allah'ın helal kıldığını haram haram kıldığını helal saymalarını sağlamıştır.[57]

 

b- Yarışma/Rekabet Güdüsü

 

Rekabet güdüsü, insanlar arasında yaygın olan sosyal-psikolojik bir güdüdür. Rekabet güzel olan şeylerde değer yargılarını ve toplumun kültür düzeyini tesbit eder. Bu gibi şeylerde toplum çocukları rekabete teşvik eder. Kur'an-ı Kerim, müslümanları ibadet ve güzel amellerle Allah'a yaklaş­ma ve takvada yarışa teşvik etmiştir.[58]

Yüce Allah: "İyiler, elbette nimet içindedirler. Koltuklar üzerinde oturup bakarlar. Yüzlerinde nimetin sevinç ve pırıl­tısını sezersin. Onlara mühürlü halis bir şaraptan içirilir. İçil­dikten sonra misk gibi kokar. İşte ona imrensin artık imrenenler."[59] buyurmaktadır.

İnsanların çoğu, genellikle dünya ve onun geçici men­faatlerine eğiliyorlar. Onlar para biriktirmede, emlak ve gelir getiren taşınmazları mülk edinmede, ayrıca makam/mevki elde etmede, toplum yönetimini elinde tutanları elde etme v.b. dünya hayatında geçerli çeşitli konularda yarışıyorlar. Bu çeşit rekabet, nefislerde kin ve kızgınlığı harekete geçi­ren, müslümanlar arasında sevgi ve kardeşlik bağlarını çö­zen, onları Allah'ı anmaktan uzaklaştıran, Allah'ın dinini yay­ma ve yüceltme, yolunda cihad etme coşkusunu zayıflatan, sevilmeyen türden bir rekabettir. Allah Rasûlü (s.a.s.) bir gün Uhud şehitlerinin cenaze namazını kıldırdı. Sonra minbere çıktı ve şöyle konuştu: "Ben önünüzdeyim ve size şahidim. Yemin ederim ki şu anda havzıma bakıyorum. Bana yeryüzü­nün hazineleri verildi. Vallahi ben, benden sonra şirk koşma­nızdan korkmuyorum..Fakat dünya konusunda yarışmanız­dan korkuyorum." [60]

Rasûl (s.a.s.) başka bir hadisinde: "Vallahi, fakirliğiniz­den korkmuyorum; sizden öncekiler gibi, dünyanın önünüze serilmesi ve onlar gibi rekabet etmenizden; onları mahvettiği gibi sizi de mahvetmesinden  korkuyorum."[61] buyurdu.

Rasûl (s.a.s.), tehlikeler içerip zarar verdiği için, müslümanları dünyalık konusunda sakındırmakla birlikte, takvada, Allah'ın rızasını kazanmak için güzel amellerle O'na yaklaşmada yarışmaya teşvik etti. Rasûl (s.a.s.): Aranızda, ancak iki hususta yarış vardır. Birisi, Allah (c.c.)ın Kur'an bilgisi ver­diği ve gece gündüz onunla uğraşıp ona uyan adamdır. Onu gören "Yüce Allah, falan kişiye verdiğini bana verseydi, onun gibi davranırdım." der. İkincisi. Allah'ın verdiği malı gece gündüz yerli yerince harcayan ve sadaka veren adam. Onu gören "Allah, filana verdiği malı bana verseydi, onun gibi harcardım." buyurmuştur.[62]

Rasûl (s.a.s.), müslümanları, süvarilik ve kahramanlık duygularını güçlendiren yararlı işler yapmada yarışmayı da teşvik ederdi. At yarışlarını teşvik ettiği gibi, bizzat kendisi bu yarışlara katılırdı. İbnu Ömer'in anlattığına göre, "Rasûl (s.a.s.) atını yarışa hazırlar ve yarışmaya katılırdı"[63]

"Rasûl (s.a.s.), yarışa hazırlanan atlarla Hafya'dan Seniyyetü'l Veda'ya kadar hazırlanmamış atlarla ise Seniyyetü'l Veda'dan Mescid-i Beni Züreyk'e kadar yarış düzenledi."[64]

     Rasûl (s.a.s.), Eşlem kabilesinden bazılarının ok atma yarışı yaptıklarını gördü: "Atın, İsmail oğulları, babanız atıcıydı. Atın, ben de falanlardan tarafayım." derken eliyle takımın birini tuttu. (Hareket olmayınca) "Niçin atmıyorsunuz? diye sordu:

"Siz onlara taraftar olunca nasıl yarışırız?!." diye ce­vap verdiler. Bunun üzerine:

"Atın, ben hepinizle beraberim." buyurdu.[65]

 

c- Mülk Edinme Güdüsü

 

İnsan; para, gelir getiren taşınmaz mal, mülk v.b. haya­tın çeşitli mallarına meyleder. Kur'an-ı Kerim insanın mülk edinme sevgisine, Yüce Allah'ı şu ayetlerinde işaret etti. "Ka­dınlardan, oğullardan, kantarlarca yığılmış altın ve gümüş­ten, salma atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevk­lere aşırı düşkünlük, insanlara cazip gösterildi. Bunlar sade­ce dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, Al­lah'ın yanındadır."[66] "Malı pek çok seviyorsunuz."[67]

Rasûl (s.a.s.) de, insanın mülk edinme sevgisine işaret etti: "Ademoğlunun iki dere dolusu altını olsa üçüncüsünü is­terdi. Ademoğlunun gözünü ancak toprak doyurur. Allah, pişman olanın tevbesini kabul eder."[68] buyurdu. Bu hadiste Rasûl (s.a.s.), insanın mülk edinme konusundaki şiddetli ar­zusunu, çoğaltma hususunda güçlü isteğini, bu arzusunu ölümden başka hiçbir şeyin durduramayacağını açıkça orta­ya koydu. Yine bu manada, Rasûl (s.a.s.): "İhtiyarın gönlü iki hususta kocamaz: Uzun ömür, çok mal."[69] Buyurdu.

Rasûl (s.a.s.)in müslümanları, dünya malı, mülkü ve ha­zineleri konusunda yarışmaktan sakındıran, az önce reka­bet/yarışma güdüsü konusunda geçen hadis de mülkiyet güdüsüne işaret etmektedir.

Dünya malı ve gelirleri konusundaki yarış, esasen bir sahip olma yarışıdır. Rasûl (s.a.s.) in, kendinden sonra müslümanların bu konudaki yarışından korktuğunu açıklaması, mülkiyet güdüsünün müslümanlara hakim olmasından, dün­yadaki bütün çalışmalarının mülk edinme çabası, bunun Al­lah'ı anma, takva ve O'na ibadetten müslümanları alıkoyma­sından korktuğuna işaret etmektedir. Üzülecek şeylerden bi­ri de, bugün müslümanların çoğunun, Rasûl (s.a.s.)in bizi sakındırdığı şeyleri mubah saymalarıdır.[70]

 

Güdü Ve Heyecan/Duygular Arasındaki İlgi

 

Güdü ile heyecan ve duygusallık durumu arasında bir ilişki vardır. Güdü motive edilince, bu duruma gerilim, istik­rarsızlık, keder ve sıkıntı duyma eşlik eder. Mesela, açlık gü­düsü harekete geçince, kederli bir duygusallık ona katılır. Güdünün doyumundan sonra ise genellikle bir sevinç duru­mu ona eşlik eder. Açlık acısını, yemekten sonra lezzet ve sevinç duyma izler. Güdüye eşlik eden bu bu kederli duygu­sal duruma Rasûl (s.a.s.) işaret etmiştir: Rasûl (s.a.s.): "Allahım, açlıktan sana sığınırım; Çünkü o ne kötü bir sıkıntıdır."[71] diye dua ederdi. Bu hadiste, açlık güdüsünü izleyen ruhî üzüntü haline açıkça işaret vardır. Aç olan kişi açlık acısı ve ona eşlik eden keder ve sıkıntı hissini duyar. Rasûl (s.a.s.), açlık/susuzluk güdülerinin doyumundan sonraki tat ve sevinç hissine de işaret etmiştir: "Yüce Allah buyurur ki, Oruç benim için tutulmaktadır; onun ödülünü de ben veririm. Oruçlu için iki sevinç vardır: 1- Orucunu açtığı zaman 2- Rabbine kavuştuğu zaman."[72] Oruçlunun, orucunu açtığı zaman duyduğu sevinç, açlık güdüsünün doyumunu izleyen lezzet hissinin verdiği sevinçtir.[73]

 

Güdüler Arası Çatışma

 

İnsan, güçte eşit, yönleri karşıt iki güdünün etkisi altın­da kaldığında; güdünün biri bir yöne, diğeri birincisine zıt başka bir yöne çeker. İnsan şaşkınlık ve kararsızlık içinde kalır; bu iki yönden hangisine gideceğini bilemez. Birinci yö­ne yöneldiğinde, aksi tarafa çeken güdünün gücü artar ve hareket durur, zıt yöne çeken güdünün etkisine girer. Bu he­deften biraz uzaklaşsa, öteki güdünün gücü artar ve hareket durur. Böylece kişi iki hedef arasinda kararsız kalır ve herhangi bir hedefe ulaşamaz. Bu durum "iç çatışma" olarak bi­linir. Kur'an-ı Kerim, imanla küfür arasında, müslümanlarla kafirler cemaatine katılmak konusunda tereddüd ve kararsız­lık duyan münafıkların iç çatışma halini şöyle niteler: "Herhal­de münafıklar Allah'a hile yapmağa kalkarlar, Allah da hilele­rini başlarına geçirir. Namaza kalktıkları zaman da erinerek kalkarlar, halka gösteriş yaparlar; yoksa Allah'ı pek az hatıra getirirler./Arada yalpalayıp dururlar; ne bunlara bağlanırlar ne de onlara. Allah şaşırtırsa artık sen onlara bir çıkar yol bu­lamazsın."[74]

Rasûl (s.a.s.) de, müslüman ve kafirler cemaatine katıl­ma konusunda münafıkların hissettikleri kararsızlıktan doğan iç çatışmayı; iki sürü arasında kalan, bir defasında birine bir seferinde ötekine katılan; ikisinden birinde kalma hususunda ayarsız olan koyuna benzettir: "Münafığın durumu, iki sürü arasında kararsız kalmış; bir seferinde ona, bir seferinde öte­kine katılan şaşkın koyunun hali gibidir."[75]

İç çatışma çoğu zaman insanda, dünyevi arzu, istek, heves ve bedeni ihtiyaçlarının doyumuyla ilgili güdüleri ile di­nî, ruhî arzularıyla ilgili güdüleri arasında olur. Bu güdüler ki­şiyi, ahiret hayatında mutlu olmak amacıyla dünyevî arzu, is­tek ve heveslerine; fizyolojik güdülerine hakim olmak için motive eder.

Rasûl (s.a.s.), insandaki maddi/fizyolojik ve toplumsal güdülerin iç çatışma mücadelesini, canlı bir misalle, gerçek­çi bir temsille incelikli olarak niteledi. Rasûl (s.a.s.): "Benim durumum ateş yakan bir adamın hali gibidir. Ateş etrafı ay­dınlatınca, kelebekler (pervaneler) ve ateş etrafındaki böcek­ler çevresine üşüşür ve ateşe düşmeye başlarlar. Adam on­ları engellemeye çalışsa da adamı aşar; ateşe atılırlar. İşte benim ve sizin misaliniz budur. Ateşten korumak için, ben si­zin eteğinizden tutuyorum. Ateşten beri gel! Ateşten beri gel! diyorum; siz beni aşarak ateşe dalıyorsunuz."[76] buyurdu.

Bu hadiste bir yandan dünya hayatının cazibeleri ve hissi arzuları arasında, öte yandan insanı dünya heves ve ar­zularına dalmaması konusunda motive eden manevi güdüler arasındaki çatışmanın ince bir tasviri vardır. Rasûl (s.a.s.) bu çatışmayı, iki kişi arasında mukayese yaparak niteledi. Birin­cisi akıllı uslu, arzularının azgınlığını frenler, heveslerine ha­kim olur, ahiret hayatı için çalışır. İkincisi aklı kıt, sağlıklı dü­şünceden uzak, kendi arzu ve isteklerine uyan, ahireti için çalışmayan biridir. Rasûl (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Akıllı adam, nefsine boyun eğdiren ve ölümden sonrası için çalışan kim­sedir. Akılsız adamsa nefsine ve nefsinin isteklerine uyan, Al­lah'tan da umulmayacak şeyleri umandır."[77]

Rasûl (s.a.s.), müminleri dünyevî arzu, istek ve zevkle­rinin, özellikle de cinsî arzularının ardından sürüklenmekten sakındırırken bu çatışmaya dikkat çekti. Erkekleri, kadınların tuzağına düşmekten sakındırdı: "Doğrusu dünya tatlıdır, çe­kicidir. Allah sizi oraya, nasıl davranacağınızı görmek ama­cıyla yerleştirmiştir. Dünyadan sakının, kadından sakının; İsrailoğullarının ilk imtihanı kadındı." [78]

"Ardımdan erkeklere, kadınlardan daha tehlikeli bir fit­ne bırakmadım."[79] buyurmuştur.

"Sizin hakkınızda en çok korktuğum, zenginlik arzusu, karınlarınız, şehevî arzularınız ve fitnelerin saptırmasıdır."[80] buyurmuştur.

Modern psikologlar, güdülerarası çatışmayı incelediler ve şartların, birbirine zıt iki güdüden diğerine göre güçlü ola­nı desteklemesi halinde bu çatışmanın çözümünün mümkün olduğu kanaatine ulaştılar. Bu durumda insan, güçlü olan güdüye yönelir, çünkü birbirine zıt iki güdüden birini seçme konusunda şaşkınlık içinde olan insanın zayıf olan güdüsüne yönelme gücü yoktur. Bu tip güdüler arası çatışmaların çö­zümü, insanın normal günlük hayatının istek ve ihtiyaçlarında meydana gelir. Mesela, bir öğrenci gelecek önemli bir imti­hana çalışmak için geceyi evinde geçirmenin görevi olduğu­nu düşünür. Bazen böyle bir geceye önemli bir sosyal, kül­türel veya eğlence programı denk gelir. Diyelim ki tv. de özellikle seyretmeyi istediği önemli bir tiyatro gösterisi olur. Öğrenci bu durumda bir çatışma duygusu hisseder. Dersine çalışıp, tiyatro programını kaçırsın mı? Yoksa tiyatroyu seyre­dip sınava hazırlık için ders çalışmayı mı bıraksın? Bu çatış­ma, şartların bu iki istekten birini destekler doğrultuda oluş­ması halinde, kolaylıkla çözülmüş olur. Mesela, bir arkadaşı, birlikte ders çalışmak amacıyla onu ziyaret ederse, ders ça­lışma isteği güçlenir ve çatışma biter. Ama arkadaşı tv. deki tiyatro programını seyretmek için gelmiş olursa, diğer isteği güçlenmiş olur ve çatışma son bulur. Bu çeşit iç çatışmala­rın anlattığımız yolla çözümünü, günlük hayatın birçok güdü­sünde görmek mümkündür. Ancak bu çatışma, insan için hayatın önemli, vazgeçilmez esaslı güdüleri arasında olursa bu güdülerden birini doyumsuz bırakmak akıllıca bir çözüm sayılmaz. Çünkü böyle çözümler sıkıntıya neden olur ve ço­ğunlukla insanın sağlığına zarar verir. Diyelim ki bu kişi, fiz­yolojik güdülerini doyurmayı, bedeninin arzu ve isteklerin ye­rine getirmeyi, dünyevi arzular peşinde gitmeyi sürdürsün, dinî görevlerini ve ruhî isteklerini doyurmayı ihmal etsin. Bu kişinin kafa rahatlığı, güven duygusu ve mutluluk duyması mümkün değildir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Her kim de zik­rimden yüz çevirirse ona dar geçim vardır ve onu kıyamet günü kör olarak hasrederiz."[81]

Aynı şekilde, bir insan fizyolojik güdülerini ihmal ede­cek derecede manevî güdülerini doyurma konusunda aşırı giderse, bu kişi ruh ve beden sağlığı düzgün biri sayılmaz, çünkü insanın biyolojik güdülerini doyumsuz bırakması, in­sanın yaratılışına uygun hayatını düzensiz ve anormal yapar.

Fizyolojik ve sosyal güdüler arasındaki çatışmayı çöz­menin en güzel yolu, ikisi arasında bir uzlaşma sağlamaktır. İnsan, fizyolojik güdülerini doyurma konusunda, dinen ser­best olan alanı kullanır. Aynı zamanda, ibadet, salih amel, Allah'ın yasaklarından sakınmak, O'nun bizim için çizdiği ha­yat yolunu izlemek suretiyle sosyal güdülerini doyurur.

"Allah'ın sana verdiği bu servet içinde ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma."[82]

Rasûl (s.a.s.), fizyolojik ve sosyal ihtiyaçların nefsinde dengeleştiği normal insan örneği idi. Rasûl (s.a.s.)yaratılıştan gelen bedenî güdülerini doyururdu. Yer, içer, uyur, evle­nirdi. Ayrıca manevi güdülerini de doyururudu. Organları ve kalbiyle Allah'a tam bir teslimiyetle yönelir, ruh berraklığı ve kalp temizliği içinde Allah'a kulluk ederdi. Rasûl (s.a.s.) "Dünyadan bana kadın, güzel koku sevdirildi. Namaz da gö­zümün nuru kılındı." buyurmuştur.[83]

Böyle bir denge örneği, insanın fizyolojik ve sosyal gü­dülerinden her birini, aşırılık ve bağnazlığa kapılmaksızın normal bir şekilde doyurması halinde, maddi ve manevi yön­den tam olarak sağlanır. İslam'da, insanın fizyolojik güdüle­rini doyurma konusunda mutlak bir serbestlik yoktur; bilakis, güdülerine hakim olma, sadece dini yönden izin verilen yol­larla doyum sağlamak suretiyle onlara hükmetmeyi gerekli kılar. Ayrıca islamda, yaratılıştan gelen güdüleri mahrum et­meye yönelik ruhbanlık yoktur. Urve'nin anlattığına göre: "Osman b. Mazun'un karısı -sanıyorum Havle binti Hakim- perişan bir şekilde Aişe'nin huzuruna girdi. Aişe halini sorun­ca: "Kocam geceleri namaz kılıyor, gündüzleri oruç tutuyor." cevabını verdi. Rasûl (s.a.s.) eve gelince Aişe bu durumu haber verdi. Allah Rasûlu Osman'la karşılaşınca "Osman, bi­zim üzerimize ruhbanlık yazılmadı. Sen beni örnek edinmiyor musun? Vallahi ben, içinizde Allah'tan en çok korkan ve koy­duğu kanunlara en çok uyanım."[84]

     Nebi (s.a.s.)in evine üç kişi birlikte geldiler ve Rasûl (s.a.s.)in ibadetini sordular. Anlatılanları duyunca, kendi yaptıklarını az görerek şöyle dediler:

- Allah O'nun gelmiş geçmiş günahlarını bağışladığı halde, Nebi (s.a.s.)in yaptığı yanında bizimki ne ki! İçlerinden biri:

- Bundan sonra ben mutlaka bütün geceleri namaz kılacağım. Öteki: “Ben sürek­li oruç tutacağım." dedi. Bir diğeri:

- “Kadınlardan uzak dura­cak, asla evlenmeyeceğim." dedi. Rasûl (s.a.s.) gelince şöy­le buyurdu:

- "Siz böyle böyle mi söz verdiniz!?.Vallahi ben Al­lah'tan en çok korkan ve en çok sakınanım, fakat oruç tutu­yor ve orucumu açıyorum. Namaz kılıyor ve uyuyorum. Ka­dınlarla evleniyorum. Kim benim bu yolumdan yüz çevirirse, benden değildir."[85] buyurdu.

     Abdullah b. Amr b. As'ın anlattığına göre, Rasûl (s.a,s.) kendisine: Abdullah! Duyduğuma göre sen gündüzleri oruç tutup gece boyunca namaz kılıyormuşsun?!

-Doğru ey Allah'ın elçisi, dedim. Buyurdu ki:

- Böyle yap­ma. Oruç tut ve bazen ye. Namaz kıl ve uyu. Bedeninin se­nin üzerinde hakkı vardır. Kadınının senin üzerinde hakkı vardır."[86]

     Rasûl (s.a.s.) Selman ve Ebu'd Derda'yı kardeş yaptı. Selman, Ebu'd Derda'yı ziyaret edince Ümmü Derda'yı (ha­nımını) perişan gördü.

- Bu ne haldir? diye sorunca, kadın:

- Kardeşin Ebu'd Derda'nın dünyaya ihtiyacı yok! cevabını verdi. Ebu'd Derda geldi, Selman'a yemek hazırlayıp:

- "Sen buyur, ben oruçluyum." dedi. Selman:

- Sen yemedikçe ben de yemem deyince yedi. Yatma vakti gelince namaz kılacak­tı ki Selman:

- "(Yat) uyu" deyince yattı. Daha sonra kalkınca:

- "Uyu" dedi ve uyudu. Gecenin sonunda Selman:

- "Şimdi kalk." dedi. Hep birlikte namaz kıldık. Selman ona:

- "Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır. Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır. Hanımının senin üzerinde hakkı vardır. Her hak sahi­bine hakkını ver." dedi. Nebi (s.a.s.) gelip anlatınca:

- "Selman doğru söylemiş” buyurdu.[87]

Sa'd b. Ebi Vakkas'ın anlattığına göre, Osman b. Ma'zun Rasûl (s.a.s.)den, dünyadan el etek çekmek için izin istedi; Rasûl (s.a.s.) bunu yasakladı."[88] Hz. Aişe, Rasûl (s.a.s.)in dünyadan el etek çekmeyi yasakladığını söyledi.[89]

     İbnu Mes'ud anlatır: "Rasûl (s.a.s.) ile beraberdik, hanımlarımız yoktu.

- "Ey Allah'ın elçisi! Hadım olalım mı?" dedik. Bize hadîm olmayı yasakladı. Ve şu âyeti okudu: - "Ey inanan­lar! Allah'ın size helal ettiği şeyleri kendinize haram etme­yin!”[90]

Rasûl (s.a.s.) kullukta orta yola ve ölçülü olmaya çağır­dı. Şiddet ve aşırılığı yasakladı.

Ebu Hureyre'nin rivayetine göre, Nebi (s.a.s.) "Kesinlik­le din, kolaylıktır. Kim dinde, amellerim eksiksiz olsun diye aşırılığa giderse, yenilir. Ortalama gidin, O'na yakın olmaya çalışın, müjdeleyin. Sabah, akşam seferinden, gece yolculu­ğundan olabildiğince yararlanınız." buyurdu, imam Nevevî bu hadisin açıklamasında "Din kelimesi merfu'dur; faili zikredilmemiştir. Mansub olarak da rivayet edilmiştir. "Dini kimse yenemeyecektir." Rasûl (s.a.s.) in "Ancak din onu yener.” sö­zü, yani "din, onu yener" demektir. Yapılacakların çokluğu

yüzünden, dinin isteklerine dayanamaz. Gadati: Sabah er­ken, el-Ravhatu: Akşam erken, el-Dülcetu: Gecenin sonu de­mektir. Burada istiare ve temsil vardır. Anlamı: Kalbinizin ra­hat, dinç olduğunuz zamanlarda amellerle Allah'a itaat konu­sunda yardım isteyiniz. Böylece ibadetten zevk alırsı­nız..Usanmayınız. Amacınıza ulaşınız. Bilindiği gibi, tecrübe­li yolcu bu vakitlerde yol alır. Başka zamanlarda kendi ve bi­neği dinlenir. Yorulmadan menziline ulaşır. En iyisini Allah bi­lir[91]

Rasûl (s.a.s.) bu hadiste, ibadette orta yol ve ölçülü ol­maya çağırıyor, şiddet ve aşırılığı yasaklıyor. Seddidu: Aşırı­lık olmaksızın, orta yolu tutmak demektir, ve Garibu: En iyisi­ni yapamasanız da ona yakın olanı yapın demektir. Kasd'ın anlamı, aşırılığa kaçmaksızın, bir işte normal olanı yapın de­mektir.[92]

     - Nebi (s.a.s.) mescide girdi. İki direk arasında bir ip gerilmiş olduğunu gördü.

-  "Bu ip neyin nesi?" diye sordu.

- "Zeyneb'indir; yorulunca bu ipe tutunur." dediler.

- "Bu ipi çö­zün, sizden biri dinçken namaz kılsın, yorulunca uyusun." buyurdu.[93] Bu hadis, ibadette orta yolu, şiddet ve aşırılığa kaçmamayı, dinlenmişken ibadet yapmayı anlatıyor. Yorgun argın olduğunda uyumasını, dinlenmesini istiyor.

Ancak bazı zamanlarda iki güçlü güdü çatışır, bu iki gü­düye, herhangi bir yönde, uygun bir şekilde doyum sağlamak, kişiye zor gelir. Bu gibi durumlarda insan, iki güdüden birine hakim olmaya, uygun zamanı yakalayıncaya kadar, bir süre doyumu geciktirmeye muktedir olur. Ayrıca kişi, doyu­mu geciktirmek, güdüye hükmetmek, gücünü nisbeten azaltmak gibi birtakım metodlara sığınır. Böylece iç çatışma duygusu hissetmek; bunun neden olacağı bunalım, sıkıntı ve gerilimden kaçınması mümkün olur.[94]

 

Güdüleri Kontrol Altında Tutmak

 

Daha önce açıkladığımız gibi, Allah (c.c.)ın hikmeti ge­reği, insan ve hayvanın yaratılışında bulunan güdüler hayatı korumak ve neslini sürdürmek için zorunlu olan birtakım uy­gun davranışlara sevketmektedir. Bu durumda güdülerin do­yurulması, yaratılışın gereği olarak normal, hayatı ve nesli sürdürmek için zorunlu davranışlar olmaktadır.

İslam, yaratılışa uygun bir dindir, prensipleri insanın ya­pısına ters düşmez. İslam, insanın yaratılışında bulunan esaslı güdüleri reddetmez. O, cinsellik güdüsünü hor gör­mez, ona kötü bakmaz, yok sayarak mahrum etme yoluna gitmez. Bununla birlikte islam, insanın güdülerinin doyurul­masını kayıtsız şartsız serbest bırakmaz. Aksine, güdülere hakim olmaya, onları kontrol altında tutmaya çağırır. Böylece iki yolla güdülerin doyurulmasını sağlar. Öncelikle, güdüleri yalnızca helal yoldan doyum sağlatmaya, haram yollardan uzak kalmaya çağırır. İkinci olarak güdülerin doyuma ulaş­masında normal davranmaya davet eder bu konuda aşırılığı yasaklar. Yazarın "el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs"[95] adlı kitabın­da, Kur'an'ın insanları esaslı güdülerini doyurmaya yönlendirirken izlediği metodu ele alışı geçmişti. Çoğunlukla buna işaret eden âyetler de belirtilmişti. Rasûl (s.a.s.) de bu iki yol­la güdülerin doyurulmasını istemiştir.[96]

 

Helal Yoldan Doyum Sağlama

 

Rasûl (s.a.s.) güdüleri helal yoldan doyurmaya, haram yoldan doyuma ulaşmaktan kaçınmaya davet etti. Rasûl (s.a.s.): "Ey insanlar, Yüce Allah temizdir; ancak temiz olanı kabul eder. Yüce Allah mü'minlere emrettiğini Rasûllere de emretti”.

''Ey elçiler, iyi olan şeyleri yiyin ve güzel iş yapın."

"Ey iman edenler, size rızık olarak verdiğimiz temiz şeyleri yiyin."[97]

Sonra şöyle bir adamı misal verdi: “Bir adam yolculuğa çıkar; ter, kir ve toza/toprağa bulanmış bir halde ellerini gö­ğe açar: Ya Rabb! Ya Rabb! der. Halbuki yediği haram, iç­tiği haram, giydiği haramdır, haramla beslenir. Duası nasıl kabul olunsun?!."[98] buyurdu. Bu hadiste Rasûl (s.a.s.) ha­ram yemek, içmek ve giymeyi yasaklıyor. Çünkü bu durum Yüce Allah'ı kızdırır, duasının kabul edilmemesine yol açar.

Rasûl (s.a.s.): "Birtakım kimseler, hakları olmadığı hal­de, Allah'ın (toplum yararına sunulmuş) malına dalıyorlar. Kı­yamet gününde onlara Cehennem vardır."[99] buyurdu. Bu hadiste mülkiyet güdüsünü haksız yere, helal yollar dışında doyurmak açıkça yasaklanmıştır. Böyle yapanlara Cehen­nem azabıyla korku verilmiştir.

Rasûl (s.a.s.): "Mutlaka helal bellidir, haram bellidir. Bu ikisi arasında, insanların çoğunun bilmediği şüpheli şeyler vardır. Şüpheli şeylerden kaçınan dinini ve ırzını korumuş olur. Şüpheli şeyleri yapan harama düşebilir. Koru kenarında davar güden çoban gibi, her an koruluğa girmesi muhtemel­dir. Dikkat! Her kralın bir korusu olur. Allah'ın korusu da haramlarıdır."[100] buyurmuştur.

Bu hadiste de, geçen iki hadiste olduğu gibi, Rasûl (s.a.s.) güdüleri helal yoldan doyurmaya, çağırdı; haram yol­dan, hatta haram şüphesi olan yollardan doyurmayı yasakla­dı. Rasûl (s.a.s.) başka bir sözünde, güdüleri haram yoldan doyurmanın iman gerçeğiyle uyuşmadığını, imanının sağ­lam, temiz olmadığını belirtti: "Zina eden mümin olduğu hal­de zina etmez. Hırsız çalarken mümin olduğu halde çalmaz. İçki içen, mümin olduğu halde içmez. Milletin gözü önünde malı götüren brokrat, yağmacılık ettiği vakit de mümin olarak yağma etmez.”[101] buyurdu.

Gerçekten imanı güçlü mümin olanı imanı; zina, hırsız­lık, içki gibi kötülüklerden korur. Bu kötülükleri yapanların imanı, onları bu kötülükleri işlemekten alıkoymaz.[102]

 

Güdülerin Doyumunda, Aşırı Gitmemek Yo­luyla Doyum Sağlama

 

Güdülere, sadece helal yoldan doyum sağlama yanın­da, Rasûl (s.a.s.), doyumda normal ve orta yolu tutmaya da çağırmış, bu konuda aşırı gitmeyi yasaklamıştır. Bu husus, Kur'an-ı Kerim'de, güdülerin doyumunda israf etmeyi yasaklayan âyetleri desteklemektedir. Yüce Allah: "Ey Ademoğulları! Her mescide gittiğinizde güzel elbiselerinizi giyinin. Yi­yin, için, fakat israf etmeyin, çünkü Allah israf edenleri sev­mez."[103] buyurur.

Güdülerin doyumunda Kur'an'ın israf yasaklarını des­tekleyen birçok hadis, Rasûl (s.a.s.) tarafından dile getiril­miştir: 'Yiyin, için, giyinin, israfa kaçmadan ve hava atmadan tasadduk edin."[104] "Ademoğlu karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır. İnsanoğluna, belini doğrultacak kadar ye­mek yeter. Mutlaka yemesi gerekiyorsa, midesinin üçte biri­ni yemek, üçte birini su, üçte birini nefes almak için ayırsın.'[105]buyurmuştur.

Bu iki hadiste görüldüğü gibi, Rasûl (s.a.s.) yeme, iç­me, giymede israfı yasaklamıştır. Yemede israf sağlığa za­rarlıdır, birçok hastalığa neden olan yağlanmayı sağlar. Ger­çekte insan, sağlıklı bir hayat yaşamak için gereken enerjiyi sağlayacak, ayrıca günlük hayatın çeşitli ihtiyaçlarını yapma­ya yetecek az bir yemeğe muhtaçtır.

Vücûdun ihtiyacı olan yiyecekten fazlası, insanın ağırlı­ğını artıracak yağa dönüşür, hareketini yavaşlatır, yorgunluk ve bitkinlik duymaya yardım eder, birçok hastalığa yakalan­maya hazır haie getirir. Buradan, yemede israfı yasaklayan Kur'anî ve Nebevî buyrukların, Rasûl (s.a.s.)in ashabına (r.a.) orta yolu tutma ve ölçülü olmayı tavsiyelerinin hikmeti açıkça ortaya çıkmaktadır. Rasûl (s.a.s.): "İki kişinin yemeği üç kişiye, üç kişininki dört kişiye yeter."[106]

"İki kişinin yemeği dört kişiye yeter, dört kişininki sekiz kişiye yeter."[107] buyurmuştur.

Rasûl (s.a.s.), yemede israfın sağlığa zararlarına işaret etmiştir. Uzun bir hadisin ilgili kısmında: "Derenin yetiştirdiği bitkilerden bazısı ya öldürür veya ölüme yaklaştırır."[108] buyu­rur.

Bu hadiste, çok yemenin sağlığa zararlarını zikretmiştir. Dereden akan suyun bitirdiği herşey, yani çok yemeden do­layı şişkinlik verir veya ölüme yaklaştırır. Çok yemeden do­ğan zararlar tıpla ilgili kurumlarca bilinen birşeydir. Buradan, her yıl bir ay oruç tutma emrinden, Yüce Allah'ın orucu farz kılmasinın hikmeti açıkça ortaya çıkıyor. Sindirim organları dinleniyor, vücut fazla yağlardan, sağlığa zararlı böbrek taş­larından kurtuluyor.[109]

 

Cinsellik Güdüsünü Kontrol Altına Alma

 

Cinsellik güdüsü yaratılıştan gelen fizyolojik, güçlü bir güdüdür. Özellikle gençlik çağında doyuma ulaşmak ister, çünkü bu dönemde insan, gücün ve dinçliğin doruğunda olur. Bazen bu güdü delikanlıda çok şiddetlenir, gencin nef­sine hâkim olmak için verdiği mücadelede sıkıntıya düşüp acı çekmesine neden olur. Şüphesiz ki erken evlilik, cinsel duyguların baskısı ve sebep oldukları sıkıntılardan kurtulma­nın en iyi yoludur. Ancak gençlerin çoğu, ekonomik ve sos­yal nedenlerle erken evlenemiyorlar. Bu durumda yine de genç, bazı yollara baş vurarak, cinsel arzuların baskısını azaltabilir. Bunlardan biri, enerjisinin büyük bir kısmını harcatarak cinsel güdüyü zayıflatacak olan spor faaliyetleridir. Yine sanat, edebiyat, çeşitli sosyal faaliyetler, insan enerjisi­nin büyük bir kısmını tüketmesi sonucunda cinsel güdünün dozunu azaltır. Oruç da, bir yandan az gıda almak, öte yan­dan delikanlının oruç sırasında Allah'a kulluk ve O'nu anma sürecinde aklının yüce duygularla meşguliyetinden dolayı, fikri cinselliği düşünmekten uzak kalır. Allah Rasûlü, gençle­ri evlenmeye teşvik etti, evlenemeyecek olanlara da oruç tutmayı önerdi: "Ey gençler topluluğu! Sizden evlenebilenler evlensin, çünkü evlilik gözü ve cinsel organı haramdan ko­rur. Evlenemeyecek olanlarsa oruç tutsun, çünkü oruç nefsi frenler."[110] buyurdu.

Evlenmek, cinsellik güdüsüne hâkim olmanın en iyi yo­ludur. Bu sayede helal ve meşru yollardan doyum sağlar. Gözünü ve namusunu haram yollardan korumaya yardım eder.

     Ukkaf b. Beşir et-Temimî adında biri Allah Rasûlünün huzuruna girer; Rasûl ona sorar:

- Ya Ukkaf, karın var mı?

- Hayır.

- Ya cariyen?

- O da yok.

- Sen hayırlı bir insan mısın?

- Evet, ben iyi bir insanım.

- Böyle bekarsan, sen şeytanın kardeşisin. Hristiyanlarla olsaydın onların bir rahibi olurdun. Bizim sünnetimiz, ev­lenmektir. En şerlileriniz, nikahsızlarınızda. Ölülerinizin en aşağısı da, nikahsız ölenlerinizdir. Şeytanın babasının rolünü oynuyorsunuz. İyi insanlara karşı şeytanın en güçü silahı ka­dındır, ancak evliler hariç. Onlar temiz ve beladan uzaktırlar. Vay sana Ukkaf! Kadınlar Eyyub'un, Davud'un, Yusuf'un ve Kursuf'un arkadaşlarıdır. Bişr b. Atıyye sorar:

- Kursuf kim, Ya Rasûlallah?

- Kursuf, deniz sahilinde, Allah'a kulluk ederek yaşayan bir adamdı. 300 senedir gündüzleri oruç tutar, ge­celeri namaz kılardı. Sonra âşık olduğu bir kadın yüzünden Allah'a ibadeti bırakarak nankörlük etti. Sonra bazı nedenler­le kendini düzeltti; Allah da tevbesini kabuf etti. Vay sana Uk­kaf! Evlen; yoksa (imanla nankörlük arasında) kararsız yaşarsın.[111]

Rasûl (s.a.s.) babaların kızlarını, dini ve ahlakından hoşnut oldukları gençlerle evlendirmelerini teşvik etti; evlen­dirmekten kaçınmaktan da sakındırdı. Çünkü böyle gençlere kız vermemek, toplumda bozulmaya neden olur. Allah Rasûlü: "Ahlak ve gidişatından memnun olduğunuz biri kızınızı is­tediğinde onu nikahlayınız. Yoksa yeryüzünde fitne ve yay­gın bir fesad meydana gelir."[112] buyurdu.

Rasûl (s.a.s.) evliliği kolaylaştırmaya çağırırdı. Mihrin az­lığı O'nun sünnetinden olup, gençleri evliliğe teşvik için mih­rin çok olmasını istemezdi.

     Sehl b. Sa'd'ın anlattığına göre, Nebi (s.a.s.)'e bir kadın geldi:

- "Senin nikahlın olmaya gel­dim." dedi. Rasûl ona bakıp, tepeden tırnağa süzdükten son­ra başını önüne eğdi. Kadın o'nda bir hareket görmeyince oturdu. Ashabdan biri kalkarak:

- "Ya Rasûlallah, eğer senin ih­tiyacın yoksa onu benimle evlendir." dedi. Rasûl (s.a.s.):

- Yanında birşeyin var mı? diye sordu. Adam: Vallahi, yok.

- Ailene git, bak bakalım, birşeyler bulabilecek misin? Adam gitti ve dönüşte:

- "Vallahi, birşey bulamadım Ya Rasû­lallah" dedi.

- Bak bakalım, demirden bir yüzüğün de mi yok?

- Adam gitti ve döndüğünde: "Vallahi demirden bir yüzüğüm de yok. Fakat şu fistanımın yarısı onun olsun." deyince Rasûl (s.a.s.):

- "Senin elbiseni ne yapsın! Sen giyersen ona birşey kalmaz; o giyerse sen çıplak kalırsın." dedi. Adam oturdu, uzun bir müddet geçtikten sonra kalkıp gidiyordu ki Allah Rasûlü farkederek geri çağırdı, adam yanına gelince:

- Kur'an'dan ne biliyorsun? diye sordu: Adam, şu şu sûreleri biliyorum diye­rek bildiği sûreleri saydı.

- Onları ezbere okuyabilir misin?

- Evet, deyince,

- “Git; Kur'an'dan ezbere bildiğin şeylere karşılık, sana bu kadını nikahladım.” Başka bir rivayette "Kur'an'dan bildiğin şeylere karşılık, ikinizi evlendirdim." buyurdu.[113]

Gencin, kadın vücûdunun cazip yerlerini görmemesi, nefsine hâkim olmasına yardım eder. Bu yüzden Yüce Allah, Nur Suresinde, müslüman erkek ve kadınlara gözlerini ha­ramdan korumalarını emretti. Kadınlara da, başörtülerini omuzları üzerine bırakma ve ziynetlerini göstermemelerini emir buyurdu: "İnanan erkeklere söyle: "Bazı bakışlarını kıs­sınlar, ırzlarını korusunlar. Bu onlar için daha temizdir. Şüp­hesiz Allah, onların her yaptıklarını haber almaktadır.

İnanan kadınlara da söyle: "Bazı bakışlarını kıssınlar, ırzlarını korusunlar, süslerini göstermesinler. Ancak kendili­ğinden görünenler hariç. Baş örtülerini (göğüs) yırtmaçlarının üstüne koysunlar. Süslerini kimseye göstermesinler. Yal­nız kocalarına, yahut babalarına, yahut kocalarının babaları­na, yahut oğullarına, yahut kocalarının oğullarına, yahut kar­deşlerine, yahut kardeşlerinin oğullarına, yahut kadınlarına, yahut ellerinin altında bulunan kölelerine, yahut kadına ihti­yacı bulunmayan erkeklerden tabi'lerine (yani hizmetçilere, yardıma muhtaçlara, bunaklara ve dilencilere) yahut henüz kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocuklara gösterebi­lirler. Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını yere vur­masınlar. Ey mü'minler, topluca Allah'a tevbe edin ki kurtuluşa eresinız.[114]

Allah Rasûlü de kadının örtünmesi ve ziynetlerini gizle­mesini istedi. Gençlerin cinsel güdüsünü tahrik etmesin di­ye, kadın vücûdunun hatlarını gösteren elbise giyilmesini ya­sakladı. Aişe (r.a.)'nın anlattığına göre, bacısı Esma'ya Allah Rasûlü: "Esma, bir kız ergenlik çağına girince (yüz ve elleri­ni göstererek) şu şu yerleri dışında, vücûdunu göstermesi doğru olmaz." buyurdu.[115] Yine Allah Rasûlü, kadınların par­füm sürünerek, erkeklerin cinsel güdülerini tahrik eden koku­ları hissedilsin diye dışarı çıkmalarını yasakladı. Allah Rasû­lü (s.a.s.): "Hangi kadın koku sürünür, kokusu hissedilsin di­ye, bir topluluğa uğrarsa, o kadın zina etmiş sayılır."[116] buyur­du.

Yine Allah Rasûlü, kadınla erkeğin bir arada başbaşa kalmalarını yasakladı. Bu durum cinsel güdüyü tahrik eden kaypak bir ortamdır. Çünkü kadın ve erkek yalnız kalınca, şeytan onları aldatır. Bazı kişiler böyle durumlarda zayıftır, şeytanın harekete geçirdiği nefislerinin arzularına boyun eğerler, kötülüğe düşerler. Uzunca bir hadisin ilgili bölümün­de Allah Rasûlü (s.a.s.): "Bir erkek bir kadınla yalnız kalma­sın; çünkü üçüncüleri şeytan olur."[117] buyurdu.

     İbn Abbas'ın anlattığına göre, Allah Rasûlü:

- "Bir erkek, mahremi olmadıkça bir kadınla yalnız kalmasın." buyurunca, adamın biri:

- Ya Rasûlallah, eşim hacca gitmek için yola çık­tı, bense filan savaşa gitmek için yazıldım." deyince:

- "Git; karınla haccet!." buyurdu.[118]

Cinsel güdüye hâkim olmanın yollarından biri de, gen­cin bu güdüsünü tahrik edecek görüntülerle karşı karşıya kalmamasıdır. Bu sebeble Allah Rasûlü, kadınlara bakma­mayı öğütledi. Çünkü bu, şehveti tahrik eder. Allah Rasûlü, Ali (r.a.)'ye: "Ya Ali, ilk bakışını ikincisi izlemesin; birinci ba­kış senin ancak ikinci bakış aleyhinedir."[119] buyurdu.

İbnu Abbas'ın anlattığına göre, oğlu Fadl Allah Rasûlünün terkindeyken bir kadın gelip Allah Rasûlüyle konuştu. Fadl, kadına bakmaya başlayınca Allah Rasûlü, eliyle Fadl'ın yüzünü öte tarafa çevirdi[120]. Cerir: Allah Rasûlüne, "ansızın görme"nin hükmünü sordum, "Derhal gözünü çevir!" buyur­du[121]

Allah Rasûlü (s.a.s.) evli erkeklere, cinsî arzularını tah­rik eden güzel bir kadın gördüklerinde, gidip eşleriyle cinsî münasebette bulunmalarını tavsiye etti. Çünkü bu, onların şehevî arzularını söndürür, cinsel güdülerine hâkim olmaları­na yardımcı olur. Rasûl (s,a.s.): Biriniz, hoşlandığı bir kadın görür ve aklına birşeyler gelirse, eşine gitsin ve birleşsin. Bu, onun aklına düşenleri giderir."[122] buyurdu.

Çocukların terbiyesi sırasında aileye düşen, çocukların erken yaşta cinsel güdülerini uyandırması mümkün olan herşeyden onları korumalarıdır. Psikolojik tahlil çalışmaları şunu ortaya koymuştur: Cinsel olgunluk gerçekleşip ergenlik çağı­na erince cinsel güdü ortaya çıkar, ancak bu birden bire ol­maz; yavaş yavaş gelişerek, ergenlik çağında tam olarak or­taya çıkar. Eğer çocuk, cinsel güdüsünü hızla motive ede­cek, uyaracak denemelerle birden karşılaşacak olursa, nor­mal gelişme seyrine zarar verir ve erken yaşta bu güdünün ortaya çıkmasına neden olur. Bu da daha sonra bazı cinsî sapıklık ve bozulmalara sebep olur. Bu yüzden küçük yaşta­ki çocukları, cinsel güdülerini hızla motive edecek durumlar­dan korumak gerekir.

Kur'an-ı Kerim, çocukların cinsel güdüsünün normal gelişmesini bozacak tehlikelerden, Psikanaliz Okulunun ku­rucusu Sigmund Freud (1938) keşfetmeden 14 asır önce sa­kındırdı. Kuran-ı Kerim, müslümanların çocuklarını eğitimleri sırasında, ana/babalarının yanlarına girmeden önce izin iste­meye yönlendirdi. Böylece, onların avret mahallerini görme­sinler, onları görmeleri uygun olmayan durumlarda görme­sinler diye.

Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de: "Ey inananlar, elleriniz altında bulunan (köleler, hizmetçi)ler ve henüz ergenliğe er­memiş çocuklarınız üç vakitte odalarınıza girebilmek için izin istesinler: Sabah namazından önce, öğle vakti elbiselerinizi çıkarıp yatacağınız zaman ve yatsı namazından sonra. Bun­lar sizin üstünüzün açılabileceği üç vakittir. Bunların dışında hizmetçilerin ve çocukların izin almadan içeri girmelerinden dolayı ne size, ne onlara bir günah yoktur. Onlar sizin yanı­nızda dolaşırlar, birbirinizin yanına girip çıkarsınız. Allah âyetleri size böyle açıklar. Allah bilendir, hikmet sahibidir."[123]

Kur'an-ı Kerim bu âyette, hizmetçileri ve çocukları anne-babalarının odalarına, belirtilen bu üç vakitte izinsiz gir­mekten sakındırdı. Onlar bu üç vakitte, genellikle, insanların içine çıktıkları giysilerini çıkarmış olurlar; böylece hizmetçi ve çocukların, onların-avret mahallerini, cinsel güdülerini motive edecek durumlarını görmeleri önlenmiş olur.

Yine Rasûl (s.a.s.), modern çağın psikoloji uzmanları ve psikanalistlerinden önce, erken yaşta çocukların cinsel gü­dülerini harekete geçirecek birtakım denemelerle karşılaş­malarının tehlikelerini belirtti ve erken yaşta erkek/kız çocuk­ların yataklarını ayırmalarını istedi: "Yedi yaşına gelince, ço­cuklarınıza namazı emrediniz. 10 yaşına girince kılmazlarsa, dövün. Yatak odalarını da ayırın."[124] buyurdu.[125]

 

Saldırganlık Güdüsüne Hakim Olma

 

Rasûl (s.a.s.), birçok hadisinde müslümanları, saldır­ganlık güdüsüne hakim olmaya çağırdı. Onları, müslüman kardeşlerini korkutmaktan, eziyet ederek -ister bedene iş­kence isterse kanını akıtmak ve öldürme veya sövmek ve if­tira, dalga geçme ve hor görme veya dedikodu, onların giz­liliklerini araştırıp açığa vurmak suretiyle- düşmanlık etmek­ten sakındırdı. Yine Rasûl (s.a.s.) insanları aldatmak ve mal­larını haksız yere yemeyi yasakladı.

     Rasûl (s.a.s.) arkadaşlarıyla birlikte yolculuk ediyordu. Biri uyuyunca, bazıları yanındaki ipi aldılar. Adam korktu. Ra­sûl (s.a.s.):

- "Müslümanın kardeşini  korkutması  doğru  olmaz.[126]

- "Kim bir mümine zarar verirse, Allah da ona zarar ve­rir. Kim bir mü'mini sıkıntıya sokarsa Allah da onu sıkıntıya sokar."[127]

- "Mümine zarar veren veya tuzak kuran mel'undur."[128] buyurdu.

Rasûl (s.a.s.), Müslümanlara eliyle ve diliyle eziyet et­memeyi müslümanların temel özelliklerinden saydı: "Müslü­man, öteki müslümanların, elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir."[129]

- "Mü'min söven, lanetleyen, aşırı giden, ağzı bozuk olan değildir."[130]

Kıyamet gününde, müminin terazisinde güzel ahlaktan daha ağır birşey yoktur. Allah mutlaka ağzı bozuk olana kı­zar."[131]

"Müslüman müslümanın kardeşidir; ona ihanet etmez, ona yalan söylemez, onu rezil etmez. Müslümanların müslümanlara namusu, malı ve kanı haramdır. Takva buradadır. Müslümanın müslümanı hor görmesi ona kötülük olarak ye­ter."[132] buyurdu.

Bu hadisler, bir müslümanın ötekini eliyle, diliyle eziyet etmesini, hor görme, dalga geçme, aşağılama, aldatma, iha­net etme, yalan sözlerle kandırma, yalnız bırakma, yardıma muhtaç olduğunda yardım etmeden sakındırmaktadır. Rasûl (s.a.s.) böyle yapanları Kıyamet gününde büyük bir zararla korkutuyor; o gün sevabları eziyet ettiği kimsenin hesabına, onların günahlarını ise kendi hesabına aktarılmak suretiyle büyük bir zarara uğratıyor. Tıpkı bütün malını saçıp savuran, elinde zor zamanda (kara günde) harcayacak birşeyi kalma­mış, iflas eden kişi gibi.

     Rasûl (s.a.s.) sordu; "Müflis kimdir, biliyor musunuz?”

- Bize göre müflis, parası ve malı kalmayan kimsedir.

- Ümmetimden müflis, Kıyamet gününe namazı, orucu, zekatıyla gelen fakat şuna sövdüğü, buna iftira ettiği, falanın malını yediği, filanın kanını akıttığı, bunu dövdüğü için sevabları alınıp onlara verilendir. Eğer sevabları borcunu ödemezse, onların günahından üzerine yazılandır. Sonra da Cehennem'e atılır."[133] buyurdu,

Rasûl (s.a.s.) dedikodu, koğuculuk, insanların gizlilikle­rini araştırma, ayıplarını ortaya çıkarma gibi şeyleri yasakla­dı.

Rasûl (s.a.s.) sordu: "Gıybet nedir, biliyor musunuz?”

- Al­lah ve Rasûlü en iyisini bilir." cevabını verdiler.

- "Gıybet, birinizin, müslüman kardeşini hoşuna gitme­yeceği bir şekilde anmasıdır." buyurdu. Adamın biri "Dedi­ğim şey ya kardeşimde varsa?” diye sorunca:

- "Söylediğin onda olunca gıybet, olmayınca iftira olur."[134] buyurdu.

Rasûl (s.a.s.) anlatır: "Miraç gecesi, bakırdan tırnakla­rıyla birbirinin yüzünü tırmalayan bir topluluk gördüm, bunla­rın kim olduğunu Cebrail'e sordum: İnsanların etini yiyenler (gıybet edenler) ve namusuna dil uzatanlardır." cevabını ver­di. [135]

Rasûl (s.a.s.) minbere çıktı ve en yüksek sesiyle: "Ey müslüman olan fakat iman kalplerinin derinliklerine nufüz et­memiş insanlar topluluğu! Müslümanlara eziyet etmeyin. Onları ayıplamayın. Onların gizli kusurlarını araştırmayın. Müslümanın eksiğini arayanın Allah ayıbını ortaya çıkarır; Allah ki­min ayıbını ortaya çıkarırsa, evinin ortasında da olsa, rezil eder."[136] buyurdu.

Rasûl (s.a.s.) koğuculuk yapmayı, canlarını sıkacağı, kin ve düşmanlık duygularını motive edeceği nedeniyle biri­lerinin lafını birilerine taşımayı yasakladı: "Fettat Cennet'e gi­remez." Bir başka rivayette de "Koğuculuk yapan Cennet'e giremez." buyurdu.[137]

Rasûl (s.a.s.) müslümanların birbirleriyle kavgalarını, bir­birlerinin kanlarını dökmelerini yasakladı. Böyle yapanları acıklı azapla korkuttu. Ahnef b. Kays anlatır:

Ali b. Ebi Talib'i görmek için çıktım. Ebu Bekre ile karşılaştım.

- Ahnef, nereye?

- Allah Rasûlünün amcasının oğluna yardım etmeye gi­diyorum.

- Geri dön. Ben Rasûl (s.a.s.)den duydum: "İki müslüman kılıçlarıyla karşı karşıya gelince, öldüren de ölen de Cehennem'dedir.

- Öleni anladık ama öldürülenin suçu ne?!, diye sorduk.

- O da karşısındakini öldürmek istiyordu."[138] buyurdır.

-"Müslümana sövmek fasıklık, öldürmek küfürdür."[139] "Öldürmenin küfür oluşu, aşırı gitme anlamındadır; din­den çıkma anlamına değil."[140] buyurduğu da söylendi.

Rasûl (s.a.s.), Veda Haccında, Minal da, Kurban gün­lerinde şöyle buyurdu: "Kesinlikle canlarınız, mallarınız, na­musunuz birbirinize, şu gününüz (kurban), şu ayınız (Zilhic­ce), şu şehriniz (Mekke) gibi haramdır. Hey, duyurdum mu?"[141]

Bu hadiste müslümanın müslüman kanını akıtması, hak­sız yere ve şeriatın müsade etmediği şekilde malına, namu­suna saldırması haram edilmiştir.

Şu hadis de bu anlamdadır: "Bütün müslümanların müslümanlara kanı/canı, namusu ve malı haramdır."[142]

Rasûl (s.a.s.): "Benden sonra, birbirinin boynunu vuran kafirler gibi olmayın!"[143] Bu anlamda "Benden sonra kafirle­re dönmeyin. Yani, gruplara ayrılarak birbirleriyle savaşma; düşmanlık ve birbirini öldürmede kafirlere benzemek suretiy­le."[144] buyurdu.

Rasûl (s.a.s.) Mü'mini öldürmeyi yasakladı ve böyle ya­panı acıklı bir azap ile korkuttu: "Yer ve göktekiler, bir mü'mi­ni öldürmede beraber olsalardı Allah kesinlikle hepsini de yüz üstü Cehennem'e atardı."[145]

"Dünyanın batması Allah'a, bir müslümanın öldürülme­sine nisbetle, daha basittir.”[146]

"Kıyamet Gününde, insanlar arasında ilk hüküm verile­cek konu, kan konusudur." Bir başka rivayette "Kulun ilk he­saba çekileceği konu namaz, insanlar arasında ilk hüküm verileceği konu, kan konusudur."[147]

Rasûi (s.a.s.)in öldürmekten sakındırması sadece müslüman kardeşini öldürmekle kalmayıp müslüman olmayanla­rı da öldürmekten sakındırmayı içine almaktadır. Hangi millet ve dinden olursa olsun, haksız yere cana kıyılması İslam'ın yasakladığı bir iştir. Kur'an-ı Kerim ve şerefli sünnet onu ha­ram kılmıştır. Yüce Allah: "Allah'ın haram kıldığı cana, haksız yere kıymayın."[148] buyurmuştur. Bu değerli âyette, "cana kıymak" genel olarak yasaklanmıştır. Rasûl (s.a.s.) de cana kıymayı genel olarak yasaklamıştır.

 Ubade b. Samit anlatır: "Rasûl (s.a.s.) ile bir yerdeydik: Allah'a hiçbir şey ortak koş­mamak, çalmamak, zina etmemek, Allah'ın haram kıldığı ca­nı haksız yere öldürmemek üzere bana biat etmez misiniz.”[149]

-"Öldüren yedi şeyden kaçınınız.

- Onlar nelerdir, ey Al­lah'ın elçisi? diye sordular.

- Allah'a şirk koşmak, sihir, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymak, faiz, yetim malı yemek, savaşta kaçmak, temiz müslüman kadınlara iftira etmek."[150] buyurdu.

Allah Rasûlü (s.a.s.), pasaportla ülkeye girmiş herhan­gi birinin öldürülmesini de yasakladı. "Pasaportla ülkeye gir­miş birini öldüren Cennet'in kokusunu bile duyamaz."[151] bu­yurdu.[152]

 

 

Mülk Edinme Güdüsüne Hakim Olma

 

Mala sahip olma güdüsü, insanların çoğuna hükmeder. Para elde etmek, emlak edinmek, gelir getiren mülk, hayvan, atlar, döşeme, değerli eşya, v.b. çağımızda insanların çoğu­nun elde etmeye çalıştığı şeyleri sağlamaya çalışır. Parası ve mülkü çoğaldıkça, daha çok elde etmek için iştah ve arzusu artar. Mal, imtihan sebebidir. İnsanın onu toplamaya çalış­ması, onu toplamaya düşkünlüğü insanı Allah'ı amaktan alıkoyar, Allah yolunda harcamak arzusunu gevşetir, zekat ver­meye, fakir ve yoksullara vermeye engel olur. Yüce Allah, altın ve gümüşü biriktirerek Allah yolunda harcamayan, fakir ve yoksullara vermeyenleri acıklı bir azap ile korkuttu.

Yüce Allah; "Altın ve gümüşü biriktirip de onu Allah yo­lunda harcamayanlar var ya, işte onlara acı bir azabı müjdele[153], "Birinize ölüm gelip, "Rabbim, beni bir süre erteleseydin de sadaka verip iyilerden olsaydım." demeden önce, si­ze verdiğimiz şeylerden hayır yapın."[154] buyurmuştur.

Rasûl (s.a.s.) de mülk edinme güdüsüne hakim olmaya çağırdı. Daha çok zengin olmak, dünya malını daha da artır­mak arzusunu yasakladı. Allah'ın insana rızık olarak verdiği şeylere rıza ve kanaat etmeye teşvik etti:

"Zenginlik mal çokluğu değildir; fakat asıl zenginlik, göz/gönül tokluğudur.[155] buyurdu.

Rasûl (s.a.s.) açgözlülük, mal biriktirme hırsı, Allah yo­lunda ve hayır yollarında harcamamayı yasakladı:

"Zulümden kaçının. Çünkü zulüm kıyamet gününün karanlıklarındandır. Açgözlülükten kaçının; çünkü açgözlülük sizden öncekileri yok etti; onları kan dökmeye götürdü, ha­ramları helal saydırdı."[156]

"Bir adam için en kötü şey, açgözlülük ve korkaklık­tır."[157] buyurdu.

Rasûl (s.a.s.), insanın mal toplama, mülk edinme, çeşit­li dünya eşyalarına yönelmesini, Allah'a kul olma ve ona yönelmeye engel olacağı nedeniyle kötüledi. Hayatta bütün ar­zusu mal/mülk olan kişi, mal sahibi biri olur; istediğine ula­şınca mutlu olur, kaybedince üzülür. Rasûl (s.a.s.): "Dinar, dirhem, kadife, bindallıya düşkün olan belasını bulur; verilir­se memnun olur, verilmezse mutsuz olur."[158] buyurdu.

Rasûl (s.a.s.) "tamamen dünyaya yönelip, ahireti ihmal etmesin" diye insanın çok mal, değerli mülk, gelir getiren arazi edinmesini kötüledi: "Değerli mülk edinmeyin; dünyaya çok düşersiniz."[159] buyurdu.

Rasûl (s.a.s.) müslümanları Allah yolunda harcamaya, muhtaçlara yardıma, fakir ve yoksullara sadaka vermeye teşvik etti. Allah yolunda harcayanın kavuşacağı büyük se­vabı belirterek onları bu hususa özendirdi. Rasûl (s.a.s.): "Kim Allah yolunda harcarsa, 700 kat sevap yazılır."[160] bu­yurdu.

Bir adam yularıyla bir deve getirdi, bunu Allah rızası için veriyorum, deyince Rasûl (s.a.s.): - "Mutlaka sana Kıyamet gününde, hepsi de yularlı 700 deve verilecektir."[161] buyur­du.

Rasûl (s.a.s.)in müslümanları Allah yolunda harcamaya çağırması, bu yolda infak edilenlerin 700 katıyla karşılığı ve­rileceğini söyleyerek özendirmesi, Kur'an-ı Kerim'de bu an­lamda gelen âyetlerin te'kididir: "Mallarını Allah yolunda har­cayanların durumu, her başağında 100 dane olmak üzere yedi başak veren bir danenin durumu gibidir. Allah dilediği­ne kat kat verir. Allah'ın lutfu geniştir, O bilendir."[162]

Rasûl (s.a.s.) sözlerinin bir çoğunda fakir, yoksul ve muhtaçlara yardım etmeye; onlara yiyecek giyecek vermeye teşvik etmiştir:

"Çıplak bir müslümanı giydirene Allah Cennet elbisele­rinden giydirir. Aç bir müslümana yedirene Allah Cennet meyvelerinden yedirir. Kim susamış bir müslümana içirirse, Allah ona ağzı mühürlü, tatlı su içirir."[163]

"Birisi, gönül rızasıyla bir şey verse -Allah ancak gönül­den vereni kabul eder- Rahman onu sağ eliyle alır. Bir hur­ma da olsa, Rahman'ın elinde büyür, dağdan büyük olur. Sizden birinin atının tayını veya devesinin boduğunu büyüt­tüğü gibi.”[164]

"Kulun sabaha kavuştuğu her gün iki melek iner, biri: "Allah'ım, yolunda harcayana bereket ver." öteki; "Allahım; vermeyenin malını yok et." der.[165] buyurdu.

Bu hadislerde cömertlik, ikram, fakirlere yardıma çağrı; cimrilikten, Allah yolunda, insanların ve toplumun yararına infaktan alıkoymaktan sakındırma vardır. Rasûl (s.a,s.) müslümanları, dünya ve ahirette büyük sevap karşılığında hayır yollarına harcamaya teşvik etti. Hayır yolundaki harcamala­rın malı eksiltmeyeceğini, aksine artıracağını belirtti:

"Sadaka, malı eksiltmez."[166]

"Allah buyurdu ki, ey Ademoğlu, infak et ki sana da ve­rilsin."[167] Yani, insanoğlu hayır yollarına harcarsa Allah da rızkını artırır.

Önceden beri yazdığımız bu hadislerden anlaşılan şu­dur: Rasûl (s.a,s.) müslümanları mülkiyet güdüsüne hakim olmaya çağırmakta, ona nasıl hakim olacaklarını öğretmek­teydi. Teşviki ve özendirmesi pintilik ve mülkiyetin aksine, harcama, verme ve eliaçıklıktı. Metodu, verme özelliğini güç­lendirmek için, dünya ve ahirette büyük sevap verileceği şeklinde tam bir özendirmeydi. Onlardaki mülkiyet, cimrilik ve bencillik duygularını zayıflatıyordu. Bu metod, zıddından hareket etme metoduydu. Rasûl (s.a.s.), ashabına (r.a.) mül­kiyet güdüsüne hakim olmalarını öğretmeyi başardı. Zıddın­dan hareket etme metodunu daha sonra mutasavvıflar, müridlerinin huylarını değiştirmede kullandılar. Mesela Gazalî (505/1111), manevî kalp hastalıkları ve kötü ahlakın tedavisi konusunda bu metodu kullandı.[168] Daha sonra ise bazı psi­kologlar, son asırda psikoterapide, özellikle hastalık korkusu ve stresin tedavisinde bu metodu kullandılar.[169]

 

Güdü Sapması

 

İlâhî hikmet, canlılar dünyasında, zorunlu ihtiyaçların karşılanması için, hayatı koruma ve nesli sürdürme gibi yaratılışîan gelen fizyolojik/organik güdüleri var etmiştir. Yine ilâ­hî hikmet, insanın mutlu olması için, özellikle insanda asıl ih­tiyaçların doyumunu sağiamak amacıyla, psikolojik güdüleri yaratmıştır. Ancak insan, sosyal gelişmesi sırasında, sosyal-psikolojik gelişmesine büyük tesir eden bazı etken ve dene­melerle karşılaşır; güdülerinin doyumu sırasında kendine be­denî ve psikolojik zararlar verecek olan sapık yollar öğrenir. Bütün güdülerimizin, öğrenmenin etkisiyle değişmesi mümkündür. İnsan, güdülerini nasıl frenleyeceğini, nasıl on­lara hakim olup üstesinden geleceğini bilir. Normalde eğiti­min amacı da budur. Ancak insan uygun olmayan bazı şart­lar ve özel tecrübeler sonucunda, güdülerin doyum sağla­ması için, uygunsuz, sapık yollar da öğrenebilir, insanın gü­dü ve eğilimleri, küçüklüğünden beri verilen eğitim öğretime boyun eğmediği zaman, normaf yolundan sapar. Mesela, fizyolojik güdüler, var olma ve neslini sürdürmeyi esas alır. Ancak ferdin sosyal gelişmesi sırasında, bazı özel durumlar karşısında bu normal yoldan sapar; hedefi sadece yararlan­ma ve lezzet alma olur. Yani tad alma ve yararlanma yanın­da amacı sadece güdüyü doyurmaktır; var olma veya haya­tı sürdürme değil. Mesela, yemek bazı insanlara göre ama­cın kendisi; zevk alma ve yararlanmadır. Bu yüzden çok ye­diklerini, oburluk yaparak bedenlerine zarar verdiklerini gö­rürüz. Böylece açlık güdüsü hayatı korumak gibi bir amaç­tan sapar; şahsa eziyet ve zarar verecek hale gelir. Aynı şe­kilde bazı kişilerde mülkiyet güdüsü de sapar; mülk edinmek araç değil, başlıbaşına bir amaç haline gelir. Onları, mülk edinmede aşırı bir şekilde rekabet eden kişiler olarak görü­rüz. Kendilerine ve topluma yararı dokunacak, faydası insanoğluna dönecek olan, dünyanın yaşanır hale gelmesine ya­tırım yapmazlar.

İnsanın fizyolojik güdülerinden en çok sapmakla karşı karşıya kalanı, cinsiyet güdüsüdür. Son devrin psikologları, insanlar arasında yaygın olan cinsel sapıklıkların bir çoğunu incelediler. Mesela, Sigmund Freud bir çok cinsel sapiklık çeşitleri üzerinde araştırmalar yaptı. Kendi özel teorisi ışığın­da, çocuğun cinsî gelişmesi esnasındaki sebeplerini ve ço­cuğun bu sırada karşılaştığı özel durumları yorumlamaya ça­lıştı. Bu durumlar bazılarında ağızla emme, arkadan hoşlan­ma, erkeğin cinsel organıyla doyumu olup cinsellik güdüsü­nü doyurma için giriştiği, daha sonra anormal bir durum alan sapık şekillerdir. Çocuk cinsel zevkle, cinsel doyumla ilgili, anormal bazı şeyler ve işlerle de karşılaşır. Bu cinsel sapıklılardan biri Fetişizm (Fetishism) diye bilinen, mesela, karşı cinsin kullandığı giysi, saç ve ayaklar gibi bedeninin bir par­çasından cinsel zevk almadır. Bu sapıklıklardan biri de, çıp­lak vücuda veya cinsel eylemlere bakarak zevk alma olarak bilinen röntgencilik (Voyeurism)dir. Yine bu sapıklıklardan biri, kişinin kendi avretini, gizli yerlerini göstermekten zevk alması (Exhibitionism), kendini teşhir hastalığıdır.[170]

İnsan topluluklarında cinsel sapıklıklar yaygındır. Bu sapıklık örneklerinden biri, bireyin kendi cinsine karşı cinsel eğilimdir. Erkekler arasında İbnelik (Lutîlik), kadınlar arasın­da sevicilik (Lezbiyen) olarak bilinir. Kur'an-ı Kerim, Lut kav­mi arasında yaygın olan, bu yüzden Lutîlik denilen bu aşırılı­ğa işaret etmiştir. Yüce Allah: "Lut'u da kavmine elçi olarak gönderdik. Kavmine: "Sizden önce hiç kimsenin yapmadığı bir sapıklığı mı yapıyor, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere gidiyorsunuz?! Doğrusu siz sapık bir kavimsiniz!"[171]

"Rabbinizin sizin için yarattığı eşleri bırakıp da, âlem­lerin içinden erkeklere mi gidiyorsunuz?! Doğrusu siz insan­lıktan çıkmış bir topluluksunuz!" [172] buyurmuştur.

Bazı hadisi şerifler de bu cinsî sapıklığa işaret etmiştir. Rasûl (s.a.s.), müslümanları bu hastalıktan sakındırmış; Lut kavminin yaptığı bu işi yapanları lanetlemiştir. Ayrıca hay­vanlarla ilişkiden de sakındırmış, böyle yapanları la'netlemiştir: "Ümmetimden korktuğum şeylerin en korkuncu, Lut kav­minin yaptığını yapmalarıdır."[173]

Rasûl (s.a.s.)den gelen uzun bir hadiste "Hayvanlarla birleşeni Allah lanetledi! Lut kavminin yaptığını yapanı Allah lanetledi!"[174] buyurdu.

Yine Rasûl (s.a.s.) mahremlerle cinsel ilişkiyi yasakladı: "Kim nikahı düşmeyecek mahremiyle ilişki kurarsa, öldürü­nüz."[175] buyurdu.

Yine Rasûl (s.a.s.) erkeklerin kadınlara, kadınların er­keklere benzemesini yasakladı. İbnu Abbas'tan rivayete gö­re (r.a.) erkeklerden kadınlara benzeyen ve kadınlardan er­keklere benzeyenlere Allah Rasûlü la'net etti."[176] Bir başka rivayet de buna benzer şekildedir.[177]

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

HADİSLERDE DUYGULAR VE HEYECAN

 

İnsan, günlük hayatta, bazı durumlarda heyecanlanır. Sevgi veya hoşlanmama, korku veya güven, sevinç veya ke­der, kızgınlık, kıskanma, hased ve benzeri duygular...

Psikologlar, heyecan duyguları konusunu derinlemesi­ne incelediler; oluşumunu, sebeblerini, insanın davranışları­na, ruh ve beden sağlığı üzerine etkilerini genişçe ele aldı­lar. Kur'an-ı Kerim'de, insanın bu önemli reaksiyonlarından bir çoğu geçmektedir. Bu konunun ele alınması, yazarın 'Kur'an ve Psikoloji"[178]adlı eserinde geçmişti. Nebevî hadis­ler de sevgi, korku, kızgınlık, hoşlanmama, üzüntü, utanma, hased, kıskançlık, kibir, kendini beğenme, caka satma gibi ferdin bazı önemli duygularına dokunmaktadır. Hadislerin içerdiği önemli duyguları aşağıda ele alacağız.[179]

 

Sevgi

 

Sevgi, insan hayatında önemli duygulardan biridir. O, ailenin oluşmasında, fertlerinin birlik beraberlik ve yardımlaş­masında en önemli etkendir. Sevgi, çocuğun şahsiyetinin oluşmasında, çocuğun nefsinde güven ve huzur duyguları­nın yerleşmesi için anne/babanın sevgi, şefkat ve merhamet duygularıyla çocuğu kuşatmasında önemli bir rol oynar. Çocuğun şahsiyeti normal bir şekilde gelişir, onu özellikle aile fertlerine, genellikle de sosyal çevresine sevgi ve yakınlık duygularıyla bağlar.

Çocuk, ne sebeple olursa olsun, anne/baba sevgisin­den mahrum kalırsa, güven ve huzur duygularını kaybeder, endişe duyar, şahsiyeti yıpranır; daha sonra psikolojik hasta­lıklara yakalanır.

Sevgi, genel olarak, insanlar arasındaki sağlam ilişkile­rin oluşmasında en önemli etkendir. İnsanların aralarının ya­kınlaşması, yardımlaşma ve dayanışma duygularına yönlen­dirir. İnsanı ailesine, miletine ve vatanına bağlar; bunları ko­rumada malıyla, canıyla fedakarlık etmesini sağlar.

Allah sevgisi, mü'minin hayatında büyük bir rol oynar, hayata yöneltir, her davranışı ve sözüne etki eder. Mü'min, ancak Allah'ın razı olacağı ve O'na yaklaştıracak ameller iş­ler.

Rasûl sevgisi de mü'minin hayatında büyük rol oynar. Mü'min, Rasûlü model edinir, bütün hareketlerinde ona uyar, onun emrettiklerini yapar, yasaklarından kaçar.

Rasûl (s.a.s.) hadislerinin bir çoğunda sevginin bazı çeşitlerine dokunmuştur. Yüce Allah sevgisi, Rasûl (s.a.s.) sevgisi, insan sevgisi, hayvan sevgisi, varlık sevgisi, eş sev­gisi, mal sevgisi, ana/baba sevgisi. Şimdi hadislerde geçen bu sevgi çeşitlerini ele alacağım.[180]

 

Allah Sevgisi

 

Allah sevgisi, insan sevgisinin en yücesi, ruhen en çok yararlanılan, en fazla mutluluğa ulaştıran bir sevgidir. Mü'mi­nin bütün hareketlerinin üstüne kurulduğu, davranışlarını et­kileyen güçtür.

Yüce Allah'ın sevgisi insanı sardığı zaman, bütün eylem ve davranışları, hareket ve sükûnu Allah'a itaat, sevdiği ve razı olduğu şeylere yönelik; isyandan uzak, Allah'ın yasakla­dığı ve hoşlanmadığı şeylerden kaçınmak olur.

İnsan, normalde kendine iyilik edeni sever. Bu yüzden çocuk, kendisini gözeten, yardım, iyilik ve terbiye eden an­ne/babasını sever. İnsan, Allah'ın kendisine olan nimetlerine baktığı zaman, tek tek veya toptan saymak mümkün olmaz. Allah, hiç yokken var etmiş, duyuları, akıl ve öğrenme yete­neğini, çeşitli bilgiler ve sanat gücünü vermiştir. Onu düz­günce, iki ayağı üzerinde, en güzel bir şekilde yaratarak; öteki yaratıklara üstün kılarak, mahlûkatı hizmetine vererek, yeryüzünde insanı halifesi yapmıştır. Yüzyıllar geçtikçe, on­ları sapıklıktan kurtarmak, doğru yolu göstermek, onları dün­ya ve ahiret hayatında mutlu edecek düzgün hayat metodu­nu göstermek için elçiler göndermiştir.(Onlara selam olsun.)

İnsanın, sayamayacağı kadar çok nimet vermesi nede­niyle Allah'ı sonsuz/sınırsız bîr şekilde sevmesi; sevgisinin diğer bütün sevgilerden üstün olması gerekir. Allah'a olan sevgisi, kendine, anne/babasına, eşine, çocuklarına, soyu­na, milletine, vatanına olan sevgisinden, bu hayatta olan her­hangi bir sevgiden daha büyük olması gerekir. Kur'an-ı Ke­rim, insanın Allah'a olan sevgisinin, insan hayatındaki bütün sevgilerden yüksek olması gerektiğine işaret eder. Yüce Allah: "De ki, eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşle­riniz, akrabalarınız, kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret, hoşunuza giden meskenler, size Allah ve Rasûlünden ve onun yolunda cihaddan daha sevgili ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin!  Allah  öyle fasıklar  topluluğunu  hidayete  erdirmez.”[181]

"İnsanlardan kimi de Allah'tan beride birtakım şeyleri O'na denk tutuyorlar da, onları Allah'ı sever gibi seviyor­lar."[182] buyurur.

Rasûl (s.a.s.) de insanları, Allah'ın kendilerine olan ni­metlerinden dolayı sevmeye teşvik etti. "Allah'ı size verdiği nimetlerinden dolayı seviniz."[183] buyurdu.

Bununla birlikte Rasûl (s.a.s.) insanlar içinde Yüce Al­lah'ı en çok seven, O'na en yakın olandı. Buna rağmen du­alarında, bu sevgiden, var olan hiç bir lezzetin aşamayaca­ğı ruhî bir tad aldığı için, Allah'tan kendisini sevgisiyle rızıklandırmasını isterdi.

Rasûl (s.a.s.) duasında: "Allah'ım, beni sevginle, senin yanında sevilmesi gerekenlerin sevgisiyle rızıklandır."[184] derdi.

Rasûl (s.a.s.) Rabbinden rivayet ettiğine göre, Yüce Al­lah kendisine şöyle dua edilmesini istedi: "Senin sevgini, se­nin sevdiklerinin sevgisini, senin sevgine yaklaştıran amelin sevgisini isterim."[185]

Rasûl (s.a.s.) ashabına Davud (a. s.)ın sevgisini anlatır­dı. Onlara, Davud'un duasında Allah'tan, sevgisini vermesi­ni, bu sevgiyi kendine ve ailesine olan sevgiden üstün kılma­sını istediğini söylerdi.

Rasûl (s.a.s.) haber vermiştir: "Davud (a.s.)'ın duası şöyleydi: "Allah'ım senden sevgini, seni sevenlerin sevgisini, senin sevginin ulaştığı kimselerin amelini isterim. Allahım, sana olan sevgimi; kendim ve aileme, soğuk suya olan sev­gimden daha büyük olmasını nasip eyle."[186].

İnsanın Yüce Allah'a sevgisi, var olan herşeye duyduğu sevginin başlıca kaynağıdır. İnsanın Allah'a olan sevgisin­den O'nun Rasûlünü, insanları, bütün yaratıkları, hayır yap­mayı, Allah'ın sevdiği her işi yapmayı, sevgisine yaklaştıra­cak, hoşnut olduğu herşeyi yapmayı sever, insanın Allah'ı sevmesi sebebiyle, davranışların iyiye, Allah'ın razı ve hoş­nut olduğu yapma; yasakladığı, razı olmadığı şeyleri bırak­ma yönünde bir enerji oluşur. Bu anlamda Rasûl (s.a.s.): "Kim Allah için sever, Allah için kin tutar, Allah için verirse imanı mükemmel olur."[187] "Amellerin en güzeli, Allah için sevmek ve Allah için kin tutmaktır."[188] buyurur.[189]

 

Rasul Sevgisi

 

Yüce Allah sevgisinden sonra, insanda, yücelik ve mü­kemmellik yönünden en yüksek seviyede Rasûl (s.a.s.)in sevgisi gelir. Allah ve Rasûlünün sevgisi, beraberce, insan­daki sevginin zirvesini, ruhîlik, saflık ve temizlik yönünden en yüksek derecesini oluşturur.

Rasûl (s.a.s.)in sevgisi, her müslüman üzerine farzdır. Çünkü Yüce Allah bize onu sevmeyi emretti; "Allah Sevgisi" konusunda geçen âyetinde[190], Rasûl sevgisini kendi sevgi­sine yaklaştırdı.

Rasûl (s.a.s.) de, kendini ve ehl-i beytini sevilmesini emretti: "Nimetleriyle sizi beslediği için Allah'ı, Allah sevgisi nedeniyle beni, beni sevmeniz yüzünden de ehl-i beytimi se­viniz."[191] buyurdu.

Müslümanın, Rasûl (s.a.s.)e olan sevgisinin canından, ana/babasından, çocuklarından, herhangi bir insana olan sevgisinden daha çok olması gerekir. Rasûl (s.a.s.): "Sizden biri, ben kendisine annesindan, babasından, bütün insanlar­dan daha sevgili olmadıkça gerçek mü'min olamaz." [192] bu­yurdu.

     Abdullah b. Hişam anlatır: "Rasûl (s.a.s.) ile beraber­dik. Ömer'in elinden tutmuştu. Ömer:

- "Ey Allah'ın elçisi, sen bana, canım dışında, herşeyden daha sevgilisin." deyince,

- "Hayır ya Ömer, canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, canından da sevgili olmalıyım." buyurdu. Ömer:

- "İşte şimdi sen bana canımdan da sevgilisin." deyince, Rasûl (s.a.s.):

- "Şimdi oldu." buyurdu."[193] Yani, "imanın şimdi mükemmel oldu." demek istedi.

Mü'min, Allah ve Rasûlünün sevgisinde, bu dünyada hiçbir tad ve lezzetle kıyaslanamayacak bir tad ve lezzet bu­lur. Bu sayede imanın tadını alır. Rasûl (s.a.s.): "Üç şey kim­de bulunursa, imanın tadını alır:

1- Allah ve Rasûlünün sevgisi herşeye üstünse,

2- Birini sevdiğinde yalnızca Allah için severse,

3- Küfre dönmek ateşe atılmaktan daha kötü gelir­se."[194] buyurdu.

İnsan, Allah ve Rasûlünü severse, imanın tadını alır, onu mutluluk ve huzur duyguları bürür, gidişatı Allah'a yöne­lik olur; ancak O'nun razı olacaği şeyleri yapar, yasakladık­larından kaçar. Allah'a olan sevgisi onu bütün mahlûkâtı sev­meye, insanları sevip güzel davranmaya, hayvanları sevip onlara acımaya götürür. Bütün evreni sever çünkü varlıklar Yüce Allah'ın eseri ve sanatıdır.

Seven sevdiğine boyun eğer, ona teslim olur. Bu yüz­den Allah ve Rasûl sevgisi müslümanların terbiyesinde, isla­ma içtenlikle sarılmalarında, islâm prensiplerine sıkıca tutun­malarında, Rasûl (s.a.s.)in etrafında toplanmalarında en önemli etkenlerden biridir. Çünkü ondan öğreniyor, ona, onun sözlerine uyuyorlar. Din düşmanları ve kafirlere karşı tek bir saf, tek bir kalp halinde; islâmı yaymakta istekli, bu yolda şehid olmakta arzulu idiler. Bu, zafere ulaşmalarında ve islam dininin yayılmasında en önemli etkenlerden biriydi.

Yüce Allah, Rasûlü seven ve emirlerine uyanları seve­ceğini, günahlarını affedeceğini vadetti. Yüce Allah Rasûlüne hitapla şöyle buyurdu: "De ki, Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın. Allah çok affedici ve çok merhametlidir." [195]

Rasûl (s.a.s.) kendisini sevene Cennet'i vadetmiştir.

Bir adam Rasûl (s.a.s.)e:

- Dünya ne zaman batacak? diye sorunca,

- "Kıyamet için ne hazırladın?" sorusunu sordu. Adam:

- "Fazla birşey yok ancak Allah ve Rasûlünü seviyo­rum." deyince,

- "Sen, sevdiklerinle beraber olacaksın."[196]

- "Beni seven, Cennet'te, benimle birlikte olacaktır."[197]buyurmuştur.[198]

 

 

 

İnsan Sevgisi

 

İnsan, sosyal bir varlıktır. Fertleriyle çeşitli ilişkileri olan bir toplumda yaşar. Vicdanî, sosyal, ekonomik, v.b. birçok insanî ilişkiler kurar. Çocuk, doğduğu andan itibaren, aile fertleri arasında yaşar. Çocuğu aile fertlerine sevgi, şefkat, yardımlaşma, vefa, samimiyet, sığınma duyguları bağlar. Aralarında güven, huzur ve mutluluk duyar. Anne sevgisi, çocuğun doğduğundan beri duyduğu ilk sevgidir. Bu, bütün ihtiyaçlarını annesinden sağlaması, bu doyuma, yararlanma ve tad duyguları eşlik ettiği içindir. Sonra çocuğun sevgisi, kendisini kuşatan aile fertlerine, baba, kardeş, dost, komşu­lar ve bütün insanlar gibi, aşamalı olarak ulaşır. Aynca ço­cuk, anne/baba, aile fertlerine karşı bu sevgiyi, onların sev­gisini, şefkatini ve merhametini hissettiği, üzerine titredikleri ve onu gözettikleri için duyar. Bu karşılıklı sevgiye doymuş atmosfer, çocuğun sağlam şahsiyetinin oluşmasında, nefsi­ne, kendine güven ve mutluluk duymasında önemli bir et­kendir.

Böyle bir ortamda büyüyen çocuk normalde bütün in­sanlara karşı sevgi duyar, onlara yakınlık hisseder, davranış­ları iyi olur, onları gözetir, şefkate muhtaç olanlara şefkat eder, yardıma ihtiyacı olanlara yardım eder. İnsanın insanla­rı sevmesi, yardıma muhtaç olanlara yardım elini uzatması; topluma ait, onlara yararlı biri olduğu duygusunu duyma, kendinden hoşnud olma, mutlu olmada en önemli etkenler­dendir. Modern çağın psikoterapistleri, kişiler arası sağlıklı ilişkinin, insan sağlığı üzerindeki önemini vurgulamaktadır­lar. Bu yüzden, psikolojik hastaların tedavisinde hastanın toplum fertleriyle irtibatı, aralarındaki sevgi ve muhabbet bağlarının ve başkalarıyla alâkalarının güçlenmesine önem verdiler. İnsanlarla içice olma, insanlara yarayacak işler yap­malarına teşviki ruhî tedavilerinde önemli etkenlerden biri olarak gördüler. Mesela, Alfred Adler (1937), psikolojik has­talarını insanlarla ilgilenmeye, onlarla içice olmaya, onlara yardım etmeye yönlendirdi. Psikolojik hastasına, bunu ne za­man yaparsa hastalığının geçeceğini söylerdi.[199]

Buradan hareketle, islamın insanları birbirlerine yakın, sevgi ve yardımlaşmaya çağırmasındaki hikmeti ortaya koy­malıyız. İnsanın başkalarına sevgi duyması, topluma katılma­yı güçlendirir. Toplumun dışında kalarak yalnızlık duyma duygularının sebep olduğu endişeden kurtarır. Bu duygu, normalde ruh hastasının karşılaştığı bir duygudur.

Kur'an-ı Kerim müslümanları, kardeşlik, sevgi, yardım­laşma ve birbirleriyle bağlantılı olmaya teşvik eder. Yüce Al­lah: "İnanan erkekler ve inanan kadınlar birbirlerinin dostu­durlar."[200] buyurur.

"Sadece müminler kardeştir; kardeşlerinizin arasını düzeltin, Allah'tan korkun; umulur ki merhamet olunursu­nuz.”[201] "Topunuz birden Allah'ın ipine sımsıkı tutunun, bir­birinizden ayrılmayın ve Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşü­nün. Sizler birbirinize düşmanlar iken O sizin kalpleriniz ara­sında ülfet meydana getirip yanaştırdı da nimeti sayesinde uyanıp kardeşler oldunuz."[202]

Kur'an-ı Kerim, muhacirleri sevdikleri, destekledikleri, onlarla kardeş oldukları, yardım elini onlara uzattıkları için ensarı över. Yüce Allah buyurur: "Ve şunlar ki onlardan önce yurdu hazırlayıp imana sahip oldular; kendilerine, hicret edenlere muhabbet ederler ve onlara verilenlerden nefisle­rinde bir kaygı duymazlar, kendilerinin ihtiyacı olsa da, onla­rı nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden kurtulursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir."[203]

Rasûl (s.a.s.) de, müslümanları karşılıklı yakınlık, sevgi ve muhabbet içinde olmaları için özendirdi. Rasûl (s.a.s.) buyurur; "Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, iman etmedikçe Cennet'e giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe gerçekten iman etmiş olmazsınız. Birbirinizi seveceğiniz bir şeyi size söyleyeyim mi? Selamı aranızda yayınız." [204]

Bu hadiste Rasûl (s.a.s.) müslümanların birbirini sev­mesini imanlarına ve Cennet'e girmeleri için şart koştu. Ger­çekten mü'min, insanları seven ve insanların da onu sevdiği kimsedir. Fakat insanları sevmeyen, insanların da sevmediği kişi, kendinde hayır olmayan, Allah'ın rahmetini ummayan kimsedir.

"Mümin, kendisine ısınılan insandır; kendine ısınılma­yan ve ısınmayan insanda hayır yoktur."[205]

Müminin insanları sevmesi, şahsî, âcil bir menfaat için, veya bir mal, makam, mevkî için değil; yalnızca Allah rızası için olmalıdır. Mü'minin bütün davranışları Yüce Allah'ı sevdi­ği için, O'nun rızasını istemek için olmalıdır. Bu yüzden, yap­tığı bütün işleri Allah rızası için yapar. Rasûl (s.a.s.) bütün müslümanları "Allah için sevmeye" özendirir ve bu konuda büyük sevap alacaklarını söyleyerek teşvikte bulunurdu.

Bir gün Rasûl (s.a.s.) namazını bitirince yüzünü cemaate dön­dü:

- "Ey insanlar, dinleyin, anlayın ve bilin ki Allah'ın Nebi ve­ya şehid olmayan nice kulları vardır. Nebiler ve şehidler on­ların bulundukları meclise ve Allah'a yakınlığına imrenirler. Bedevî biri elini Rasûl (s.a.s.)e doğru kaldırdı:

- "Ey Allah'ın nebisi, bu nebi ve şehid olmayan fakat bulundukları yer ve Allah'a yakınlıkları yüzünden nebi ve şehidlerin imrendiği adamları bize tanıt, yani sıfatlarını söyle." deyince, çölden gelen bu arabın sorusundan dolayı Rasûl (s.a.s.)in yüzü gül­dü ve:

- "Kıyamet günü Allah onlara nurdan minberler koyar ve üzerine otururlar; yüzleri nur, giysileri nurdur. İnsanlar kı­yamet gününden korkar, onlar korkmazlar. Onlar Allah'a ya­kın kullardır ve onlar mahzun olmayacaklardır."[206]

Rasûl (s.a.s.) yedi grup insandan bahsetti ki bunlar hiç­bir gölgenin olmadığı kıyamet gününde Allah'ın himayesinde olacaklardır. Onlardan bir grup da "Allah için birbirini seven, bu şekilde bir araya gelen ve aynı şekilde ayrılan iki kişi."[207] buyurulmaktadır.

Rasûl (s.a.s.) anlatır: "Adamın biri, başka bir şehirdeki kardeşini ziyaret için yola çıktı. Yüce Allah yoluna bir melek görevlendirdi. Karşılaşınca, melek adama sordu:

- Nereye?

- Şu şehirdeki bir kardeşimi ziyarete gidiyorum.

- Adamdan sağlayacağm bir menfatın var mı?

- Hayır, ben onu ancak Allah rızası için seviyorum.

- Ben Allah'ın sana gönderdiği bir elçiyim, senin onu sevdiğin gibi Allah da seni seviyor."[208]

Kimin insanlara sevgisi yalnızca Allah rızası için, kini de Allah için olursa, -daha önce Ebu Ümame hadisinde belittiğimiz gibi- imanı mükemmel olur. [209]

Rasûl (s.a.s.) de müslümanların insanlara sevgisinin açgözlülük ve bencillik etkilerinden uzak, dürüst ve samimi olmalıdır. Bu ise, müminin, kendisi için arzu ettiğini kardeşi için de istediğinde gerçekleşir. Rasûl (s.a.s.): "Sizden biri, kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe, iman et­miş olmaz."[210]

Rasûl (s.a.s.), uzun bir hadisin bir bölümünde: "Kendin için istediğini insanlar için de iste ki müslüman olasın."[211] buyurmuştur, insanların birbirine karşı merhameti, sevgisi, şefkati aralarındaki toplumsal bağları güçlendirir, toplumun birlik ve istikrarını sağlar. Fertler, toplum binasının tuğlaları durumundadırlar. Aralarındaki bağlantılar kopup, bağlar kin ve düşmanlık yüzünden çözülünce, binanın bir yanı çökün­ce yıkıldığı gibi, toplum da yıkılır.

Rasûl (s.a.s.), keskin zekası ve hikmetle bunu kavradı, islam toplumu islam düşmanlarının yaptığı yıkıcı tahribatın etkilerinden etkilenmeden güçlü ve sürekli olarak ayakta kal­sın diye müslümanları kardeşlik, yardımlaşma, dayanışmaya teşvik etti. Rasûl (s.a.s.), müslümanlar arasındaki yardımlaş­ma, dayanışma ve birbirine tutunmayı, vücûdun organları arasındaki uyum ve dayanışmaya benzetmiştir. "Mü'minlerin bibirini sevmede, birbirlerine merhamet ve şefkat etmedeki durumu bir vücûd gibidir. Vücûdun bir organı rahatsızlanın­ca bedenin öteki organları da uykusuzluk ve ateşle ona katı­lırlar.”[212] Bu manada Rasûl (s.a.s.): "Müminin mümine karşı durumu, bir binanın birbirini destekleyen tuğlaları gibidir."[213] buyurmuştur.

Rasûl (s.a.s.) müslümanları kardeşlik, sevgi, merhamet, şefkat, yardımlaşma, dayanışmaya çağırmakla kalmadı; bu­nu hicretten sonra Medine'de kurduğu islam toplumunda doğrudan doğruya pratik olarak uyguladı. Ensar ve muhaci­ri kardeş ilan etmişti. Böylece müslümanlar arasındaki kar­deşlik, sevgi ve dayanışma duygularını güçlendirdi. Bir misal olarak şunu anlatalım: Rasûl (s.a.s.) ensar'dan Sa'd b. er-Rebi ile Abdurrahman b. Avfı kardeş ilan etmişti. Sa'd, Abdurrahman'a:

- "Ben ensarın malca en zenginiyim; malımın yarısı benim, yarısı senin. İki karım var, birini beğen ve adini söy­le, senin için boşayayım, iddeti bitince nikahlarsın." deyince Abdurrahman:

- "Malının ve ailenin hayrını gör. Bana çarşının nerede olduğunu söyle."[214] dedi. Çarşının yolunu gösterdi­ler, ticaretle uğraştı, kazandı, evlendi ve Medine'nin zengin­lerinden biri oldu.[215]

Muhacir ve ensar arasındaki kardeşlik, müsümanlar arasında meydana getirdiği kardeşlik, sevgi, yardımlaşma, dayanışma yönlerinden daha önce hatta insanlık tarihinde benzeri görülmemiş, örnek bir sosyal dayanışma örneğiydi. İslam Medine topumunda bunun izleri o kadar derindi ki islamın yayılması çalışmasında müslümanlara son derece yar­dımcı oldu. Mümin için sadece insanları sevmek yetmez, -daha önce geçen Rasûl (s.a.s.)in hadisini tasdik edercesine- insanlar tarafından da seviliyor olmak için gayret eder. Ha­dis şu: "Mümin cana yakındır, cana yakın olmayan veya ken­disine yaklaşılmayan müminde iş yoktur."

Rasûl (s.a.s.), müslümanlara, insanların sevgisini ka­zandıracak işler yapmalarını öğütlerdi. Aralarında selamı, to­kalaşmayı, hediyeleşmeyi, dostluğu yaymalarını salık verirdi. Rasûl (s.a.s.): "Uyguladığınızda birbirinizi seveceğiniz bir şeyi size söyleyeyim mi? Selamı aranızda yayınız."[216] "Tokalaşın; tokalaşmak kini giderir. Karşılıklı hediyeleşin, birbirini­zi seversiniz ve düşmanlık ortadan kalkar."[217] Yüce Allah, in­sanları seven ve insanların kendisini sevdiği mümini sever.

Rasûl (s.a.s.): "Mahlûkat Allah'a muhtaçtır; yaratıkların Allah'a en sevimlisi kendisine muhtaç olana iyilik eden­dir."[218]

Bir adam Rasûl (s.a.s.)e geldi:

- "Ey Allah'ın elçisi, bana öyle bir amel söyle ki onu yaptığım zaman beni hem Allah, hem de insanlar sevsin." diye istekte bulundu.

- “Dünyalıktan uzak dur, Allah seni sevsin. İnsanların sevdiği şeylerden uzak dur, insanlar seni sevsin."[219] buyur­du.

Zühd, dünyada insanın, Allah'ın yanında ulaşacağı şey­leri, elinde olanlara tercih etmesidir. Kişinin, insanların elinde olan şeylere önem vermemesi, insanların onu sevmesini sağlar.[220]

Allah bir kulunu severse, yer/gök ehli de onu sever. Yeryüzünde onun için kabul yazılır. Rasûl (s.a.s.): "Allah bir kulunu sevdiğinde Cebraili çağırır: "Ben falanı seviyorum, sen de sev" der. Cebrail de onu sever. Sonra göğe yönelir: "Allah falan kulunu seviyor, siz de seviniz" der. Gök ehli de onu sever. Sonra yer ehlinin de onu sevdiği belirtilir.

Allah bir kuluna da kızınca, Cebraili çağırır: "Ben filan­dan hoşlanmıyorum, sen de sevme." Cebrail de ona kin tu­tar. Sonra Cebrail gök ehline çağrıda bulunur: "Allah filan şahsı sevmiyor, ona buğzediniz." Sonra yer ehlinin de kabu­lü açıklanır."[221]

 

Bütün Mahlukatı Sevmek

 

İslam, sevgi dinidir; bütün insanlık ve mahlûkât için ha­yırlıdır. Rasûl (s.a.s.) ashabına bütün insanları sevmeyi, tüm insanlar, bütün yaratıklar için, hayvanlar ve kuşiar için bile hayırlı olanı yapmayı öğretirdi. Enes (r.a.)den rivayetle, Rasûl (s.a.s.): "Bir müslüman bir ağaç diker veya birşey ekerse, ondan kuş, insan veya hayvan yerse onun için sadaka olur.[222]

Rasûl (s.a.s.)anlatır:

- "Adamın biri yolda giderken susadı. Bir kuyu buldu, içti ve çıkınca baktı ki soluyan bir köpek, susuzluktan yaş toprağı yalıyor. Adam, bu köpek de benim gibi susamış olmalı diye düşünerek tekrar kuyuya indi, ayak­kabısına su doldurdu, ağzıyla tutarak çıktı. Köpeği suladı. Al­lah ona teşekkür etti ve onu bağışladı. Sordular:

- Ey Allah'ın elçisi, hayvanlardan dolayı bize sevap var mı?

- Evet, her yaşayan canlıdan dolayı sevap var, buyur­du."[223]

Rasûl (s.a.s.)in sevgi ve hayra çağırması sadece insanlara yönelik değil, bilakis bütün evreni ve içindeki Yüce Al­lah'ın yaratıklarını kapsayan bir çağrıdır. Rasûl (s.a.s.) müslümanları, insanları ve bütün mahlûkâtı sevmeye çağırdığı za­man, bununla gönülleri sevgiyle dolu mükemmel insanlar ol­malarını, bu sevginin gönüllerinden taşıp bütün evren ve içindeki mahlukatı kuşatmasını istiyordu. Rasûl (s.a.s.)in çağrısına uyan, şahsında bunu gerçekleştiren insan, ruhî sağlığın zirvesinde, insan mutluluğunun doruğunda olur.[224]

 

Çocuk Sevgisi

 

Rasûl (s.a.s.), müslümanlara, çocuk sevgisi, onların gü­zel terbiye edilmesi ve gözetilmelerine de çağırırdı. Rasûl (s.a.s.) bu konuda müslümanlara en güzel modeldi. Hasan ve Hüseyin'i (r.a.) sever, onlara eğilir, kucaklar, öper ve sır­tında taşırdı. Enes (r.a.)den rivayetle, Rasûl (s.a.s.), Fatıma'ya (r.a.) "Çocuklarımı çağır." der, onları koklar ve kucağı­na basardı."[225]

Rasûl (s.a.s.), Ali'nin oğlu Hasan'ı kucakladığında ya­nında Akra b. Habis et-Teymî oturuyordu. Akra:

- "Benim on çocuğum var, hiçbirini öpmedim." deyince, Rasûl (s.a.s.) ona baktı:

- "Merhamet etmeyene mehamet olunmaz." buyur­du.[226]

Adamın biri Rasûl (s.a.s.)e gelerek:

- "Çocukları öpüyor musunuz?!. Biz öyle şey yapmayız." deyince, Rasûl (s.a.s.):

- "Allah senin kalbinden merhameti söküp atmışsa ben ne ya­payım!" buyurdu.[227]

Bera anlatır: Hasan omuzundayken Rasûl (s.a.s.)i gör­düm. "Allah'ım, ben Hasan'ı seviyorum, sen de sev." diyor­du.[228] Rasûl (s.a.s.), Hasan ve Hüseyin'i göstererek, "Allah'ım, ben bu ikisini seviyorum, sen de sev." buyurdu.[229]

Büreyde anlatır: Rasûl (s.a.s.) bize hutbe okuyordu. Bir­den Hasan ve Hüseyin, üzerlerinde kırmızı gömlek, düşe kal­ka geldiler. Rasûl (s.a.s.) minberden indi, onları tutup önüne koydu, sonra şöyle konuştu: Mallarınız ve çocuklarınız imti­han sebebidir."[230] buyururken Allah ne kadar doğru söylü­yor. Şu iki çocuğa baktım, koşuyor ve düşüyorlardı, dayana­madım, konuşmamı kesip onları yanıma çıkardım."[231]

Rasûl (s.a.s.) çocuklara, özellikle de kız çocuklarına iyi bakmayı öğütlerdi. Kızlarına iyi davranana mağfiret, başarı ve Cennet va'd ederdi: "İki kızı olup, onu toprağa gömme­yen, kötü muamele etmeyen ve oğullarını onlara üstün tut­mayanı Allah Cennetine sokar." buyurdu.[232]

Aişe anlatır: Yanında iki kızı olan bir kadın geldi ve ben­den birşeyler istedi. Yanımda tek hurmadan başka da bir şey yoktu, onu verdim. Kadın bir hurmayı ikiye bölerek kızlarına verdi, kalktı ve gitti. Rasûl (s.a.s.) girince hadiseyi anlattım. "Kim bu kızlarla denenir, onlara iyilik ederse, bu onun için Cehennem'e siper olur." buyurdu.[233]

Babaların çocuklarını sevmeleri, onlara özen gösterme­leri, gözetmeleri, yetiştirmeleri ve eğitmeleri, iyi bir vatandaş olarak yetişmeleri içindir. Rasûl (s.a.s.) çocukların eğitim ve terbiyelerinin güzel olmasını öğütledi ve müslümanları buna teşvik etti, bunu yapmalarının büyük sevap olacağını söyle­di. Rasûl (s.a.s.): "Adamın çocuğunu terbiye etmesi, bir öl­çek (sa’) sadaka vermesinden daha hayırlıdır."[234]

"Baba oğluna güzel terbiyeden daha güzel bir bağışta bulunamaz."[235] buyurdu.

Rasûl (s.a.s.)in de, çocukta güzel ahlak, beğenilen davranışların, hayatının bu erken döneminde oluşması, kü­çükken iyi yetiştirilmesi, güzel terbiye edilmesi için gayret gösterdiğini görüyoruz. Bu merhalenin, çocuğun şahsiyeti­nin oluşmasına ve gelecekte hayatındaki davranışlarına büyük etkisi olacak olan ahlakî yapısının oluşmasına tesirinin önemini modern çağda, Psikanaliz ve psikolojik araştırmalar ortaya koymuştur.[236]

 

Karşı Cinsi Sevmek

 

Yüce Allah insana, erkek ve kadından herbirini diğeri­ne, neslin devamı için, sevgi duygularıyla çekecek olan cinsellik güdüsünü vermiştir. Geçen bölümde, cinsellik güdüsü­nü ele aldım. Şimdi burada ise, cinsellik güdüsüne bağlı, sevgi ile alâkalı, Nebevî hadislerde geçen bazı hususları ele alacağım.

İslâm, cinsellik güdüsünü inkar etmez; bu insanın yara­tılışında olan normal bir şeydir. Ancak islam bu güdünün doğru yolla doyurulmasını ister ki o da nikahtır.

Rasûl (s.a.s.), gençleri, güçleri yettiği sürece evlenme­ye çağırırdı. Ancak ekonomik durumu evlenmeye uygun ol­mayanları oruç tutmaya davet ederdi. Oruçta, cinsellik gü­düsüne hakim olmayı, cinsel sevgiye güç yetirmeyi sağlaya­cak şeyler vardı.Rasûl (s.a.s.):"Ey gençler topluluğu! Sizden evlenmeye gücü yetenler evlensin; gücü yetmeyecek olan­larsa oruç tutsunlar. Çünkü oruç onlar için kalkan durumun­dadır."[237] buyurdu.

İbnu'l Kayyim el-Cevzîyye, aşk ve çaresinden söz eder­ken, bu hadis üzerinde şu yorumu yapar: "Rasûl (s.a.s.) âşıka iki çözüm gösterdi: Asıl ve alternatif. Asıl olanı, güç yetti­ği takdirde bu dert için başka alternatifi olmayan"[238], bu an­lamda Rasûl (s.a.s.)in şöyle buyurduğu hadistir: "Birbirini se­ven iki sevgiliye nikahtan başka çare yoktur."[239] Yok, eğer gençler evlenmeye güç yetiremezlerse, çare, biraz önce İbnu Kayyim el-Cevziyye'nin işaret ettiği alternatif çözüm, oruç tutmaktır. Oruç, cinsellik güdüsünün aşırılığını yok eder, öte yandan onu Allah'a yaklaşmak için ibadet ettiği, Kur'an okuduğu, bağışlanma dilediği, Yüce Allah'ı andığı şeklindeki dü­şüncelere yöneltir. Bütün bu düşünceler, aşkın şiddetini yen­meye yardım eder.

Tabiî ki, erkek kadınını sevecek, onda huzur, hayatta onunla birlikte güven, doyum ve kafa rahatlığı bulacaktır. Yü­ce Allah bu gerçeğe şu âyette dokunmuştur: "O'nun âyetle­rinden biri de, size, nefislerinizden, kendileriyle huzur bula­cağınız eşler yaratması ve aranıza sevgi ve acıma koyması­dır. Mutlaka bunda, düşünen bir toplum için, ibretler vardır."[240]

Rasûl (s.a.s.) eşlerini severdi. Aişe, en sevgili olanıydı. Fakat eşlerine olan sevgisi onu islâmın yayılması, islam dev­letinin temellerinin atılması, ordu komutanlığı, ashabını eğit­me, öğretme ve yönlendirme yolunda sorumluluğundan alı­koymadı.[241]

 

Mal Sevgisi

 

İnsanlar, malı çok sever; çünkü bütün ihtiyaçlarını mal­la karşılar, insanlar arasındaki mevki ve yetkiyi onunla elde ederler. Toplumda kuvvete, siyasî ve ekonomik güce malla ulaşırlar. Kur'an-ı Kerim Yüce Allah'ın şu ayetinde, insanların mal sevgisini anlatır: "Malı öyle çok seviyorsunuz ki yığmacasına."[242], "Doğrusu o, malı çok sever."[243]

Rasûl (s.a.s.) de insanın mal sevgisini, kazanmaya düş­künlüğünü, mülkiyet hırsını anlatır. Rasûl (s.a.s.): "İnsanoğlu­nun iki vadi dolusu altını olsa, üçüncüyü de ister, insanın gözünü ancak toprak doldurur. Allah tevbe edenin tevbesini kabul eder."[244]

"İhtiyarın gönlü iki şeye karşı daima gençleşir: Çok ya­şamaya ve çok mala."[245]

"Her ümmetin bir imtihanı vardır. Ümmetimin imtihanı ise mal konusundadır."[246] buyurmuştur.[247]

 

Korku

 

Korku, insan hayatındaki önemli güdülerden biridir. Ar­dından insanın zarar ve eziyet göreceği, hayatî tehdid veya ölüm tehlikesi durumlarında duyduğu, yaratılıştan gelen bir duygudur.

Korku, insan hayatında yararlı bir duygudur. Çünkü teh­likelerden onunla kaçınır, zarar ve sıkıntı verecek şeylerden onunla uzaklaşır. Ayrıca insan tehlike sezdiği zaman, olma­dan önce korunma tedbirlerini onunla alır. Demek ki korku bu yönden faydalıdır; tehlikeli durumlara karşı hazırlıklı olur ve karşı koyar. Mesela, öğrenci için korku güdüsü, imtihan­larda kaybetmemek için, derslerine olabildiğince çatışmaya iter. Böylece öğrenci üstün başarı sağlar, işçinin, görevini yapmadığında işini kaybetme korkusu, işini en güzel bir şe­kilde yapmaya sevkeder.

İnsan hayatında, insana en faydalı olan korku çeşitlerin­den biri de Allah'ın azabından korkmasıdır. Bu, dinî görevle­rini, Allah'ın razı olacağı şeyleri yapmaya; yasakladığı, gü­nah olan şeylerden kaçmaya götürür. Yüce Allah: "Eğer ina­nıyorsanız, benden korkun."[248] buyurur.

Bu yüzden, Kur'an'da, Allah'ın azap ve cezasından kor­kutan âyetlerin, mü'minlerin Allah'ın buyruklarına sarılma, ya­saklarından kaçması konusunda büyük etkinliği vardır.

Rasûl (s.a.s.) de müslümanların nefis terbiyesinde, Al­lah'ın azap ve cezasıyla korkutma; Allah'ın emirlerine sarıl­ma, yasaklarından kaçınma, günahlardan uzaklaşmalarında korku duygusundan yararlanmıştır.

Ebu Hureyre'den rivayet­le, Rasûl (s.a.s.): "Her ölen pişman olur.” buyurdu.

- Ya Rasûlallah, pişmanlığı ne yüzden?

- İyiyse, daha iyi olmadığı için; kötüyse, kaçınmadığı için."[249] Bu hadiste, daha iyi olma; kötülük ve günahlardan kaçınmaya teşvik vardır. Rasûl (s.a.s.): "Ben sizin görmedi­ğiniz şeyleri görüyor, duymadığınız şeyleri duyuyorum. Gök inledi, inlemesinde de haklı. Orada dört parmaklık bir boşluk yok ki melekler alnını secdeye koymasın. Allah'a yemin ede­rim ki, benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız. Yataklarda hanımlarınızdan zevk almaz, Allah'a sığınmak için yükseklere çıkardınız. O zaman kuruyup yok olan bir ağaç olmak isterdim."[250] Bu hadisten, Allah Rasûlünün, dünya ve ahiret hallerini, ashabının duyup görmedikleri me­lekler ve onların dünyasına ait harikaları görüp duyduğu an­laşılmaktadır. Onun bildiğini bilseler, az güler çok ağlarlardı. Kadınlarını bırakır, evlerini terkeder, gayb âleminden kavra­dıkları şeylerden kaçınmak için Allah'tan yardım dilerlerdi. Allah elçisi (s.a.s.) duyduğu ve gördüğü şeylerin dehşetin­den dolayı, ağaç olarak yaratılmayı, kesilince kurtulmayı, sorumlu olmamayı istediğini söylüyor. Bu, gayb âleminden gör­düğü şeylerin korkusundan dolayıdır.[251]

"Allah korkusundan ağlayana, süt memeye dönmedik­çe, Cehennem ateşi dokunmaz."[252]

Memeden çıktıktan sonra sütün memeye dönmesi im­kansızdır. Aynı şekilde, Allah korkusundan ağlayan kimsenin de Cehennem'e girmesi imkansızdır. Bu hadis, Allah korkusundan ağlamanın ateşten kurtardığını göstermektedir. Çün­kü bu korku, kişiyi, Allah'ın emirlerine boyun eğmeye, yasak­larından kaçınmaya sevkeder.

Son deneysel araştırmalar, korkunun, aşırı olmayıp nor­mal olduğunda, yaptığı işleri güzel yapmaya sevketmede yararlı olduğunu göstermektedir. Ancak korkunun derecesi yüksek olursa, insanın sıkıntıya düşmesini, yapacağı şeyleri becerememeye sevkeder. Normal korku, öğrencinin, imti­hanlara iyi hazırlanmasını, iyi yapmasını sağlar. Ancak aşırı korku, derslerine çalışmada konuya yoğunlaşmayı önler, böylece imtihanların başarısız olmasına götürür.[253]

Bu araştırmalardan şu sonuca varabiliriz: Gerçekten, Allah'ın azabından aşırı korku Allah'ın rahmetinden ümit kes­meye sevkeder. O zaman kişinin kimliği zedelenir ve Allah'ın azabından kurtulmaktan umut kestiği için dinî görevlerini ye­rine getiremez. Bu yüzden, Allah'ın azabından korkuya, rah­metinden ümidin eşlik etmesi zorunludur. Allah'ın rahmetinden umud, işlerde korkunun şiddetini, insanın ümitsizliğe ka­pılmayacağı, dinî görevlerini ihmal etmeyeceği normal bir noktaya gelmesini sağlar.

Böylece, Allah'ın rahmetinden ümit aşırı olursa, insanı, rahmete kapılarak dinî görevlerini ihmal etmeye sevkeder. Bu yüzden, Allah'ın azabı ve rahmetinden ümidinin bir arada olması zorunludur. İnsanın doğru yolda yürümesi, dinî gö­revlerini yerine getirebilmesi, itaat olan şeyleri yapmak için kendinde bir güç bulması; Allah'ın azabından korkarak kötü­lük ve günahlardan kaçınması, O'nun rahmet ve bağışını umabilmesi için, korku ve ümidin birbirine karışık olması ge­rekir. Yüce Allah, nebileri ve has kullarının tanıtımında korku ve ümidin bir arada olmasının önemine işaret etmiştir: "Ger­çekten onlar hayır işlere koşarlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi ve bize derin saygı gösterirlerdi."[254]

''Yanları yataklardan aralaşır, korku ve ümid içinde Rablerine dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan hayra sarfederler."[255]

 

 

Öfke

 

Öfke, yaratılışta bulunan, önemli veya asıl güdülerden birinin doyumdan alıkonması durumunda ortaya çıkar. Bir engel, insan veya hayvanı belirli bir amaca ulaşmaktan alıkoyarsa, önemli veya asıl güdülerden birinin doyumu ger­çekleşir. Artık o kızar, öfkelenir, bu engele karşı koyar; belir­li hedefine ulaşmak, güdüsünün doyumunu sağlamak, onu yenmek, etkisiz kılmak için direnir. Kızgınlığın şiddeti, enge­lin şiddetine ve doyum sağlamak istediği güdünün önemine göre değişiklik gösterir.

Geçen bölümde belirttiğimiz gibi, insan ve hayvanın fiz­yolojik güdüleri yaratılıştan mevcuttur. Bir kısmı, canı koru­mak, nesli sürdürmek gibi asıl güdülerdir. Bazı fizyolojik gü­düler arasındaki şiddet farkını anlamak için, son zamanlarda birtakım deneysel araştırmalar yapıldı. Bu araştırmaların so­nucunda, en güçlüsünün annelik güdüsü olduğu, sonra sı­rayla susuzluk, açlık, son olarak da cinsellik güdüsünün gel­diği anlaşıldı.[256]

Bu araştırmalardan açıkça ortaya çıkan husus, cinsellik güdüsünün, Sigmund Freud ve onu izleyen Psikanaliz Oku­lunun iddia ettiği gibi, yaratılıştan gelen güdülerin en güçlü­sü olmadığıdır.

İnsanın nefsî ve sosyal diğer bazı güdüleri, insanın sos­yal gelişmesi sırasında oluşur. Bunlardan bir kısmı, yaratılış­tan gelen asıl; bir kısmı öğrenme yoluyla ortaya çıkar. Bu nefsî ve sosyal güdülerin şiddet kazanması, ferdin nazarındaki önemine bağlıdır. Fert nazarındaki önemi ise, sosyal gelişme, yetiştiği kültürel ortam, etkilendiği eğitim çeşidi, ka­zandığı değer yargıları ve yönelmelere bağlı ofarak değişik­lik gösterir. Mesela, din güdüsü, bazı kişilerde en güçlü, hat­ta bütün güdülerinin en güçlüsüdür. İnsan, dinini korumak için, şehid olarak canını feda eder. Diğer bazı kişilerde ise din güdüsü, hayatlarında dinin elle tutulur bir etkisi olmadı­ğından, son derece zayıf olur.

Öfkenin durumu da aynıdır. İnsanlar arasındaki şiddeti, doyumu engelleyen maniye, bu doyumun gerçekleşmesini isteyen hedefin önemine göre değişiklik gösterir. Ayrıca, öf­ke tepkisinin şiddetini etkileyecek başka birtakım etkenler de vardır. Kalıtım yoluyla gelen sinir ve sindirim sisteminin yapı­sı, önceden gerçekleştirdiği şahsî yararlar ve faydalar sebe­biyle, öfke nöbetlerini destekleyen geçmiş öğrenim tecrübe­leri gibi.

Öfke, hayatî önemi olan başlıca amaçlarımızı gerçek­leştirmeye veya şahsî olgunluğumuzu gerçekleştirecek gü­zel hedeflerden birine ulaşmaya çalışırken, buna mani olan bir engel ortaya çıktıgında; övülmüş bir öfke halini alır. Bu gi­bi durumlarda öfke zorunlu bir görev olur. Yüce Allah, Rasûl (s.a.s.) ve ashabını, islam davetinin yayılması yolunda müca­delelerinde kafirlere karşı öfkelerini övmüştür: "Muhammed, Allah'ın Rasûlüdür. Onun beraberindekiler ise, kafirlere karşı çok çetin, kendi aralarında gayet merhametlidirler."[257] Kafir­lere karşı şiddet gösterme, islama ve müslümanlara düş­manlıkları sebebiyle ortaya çıkan öfkenin normal sonucudur.

Yüce Allah buyurur ki: "Ey Nebi! Kafirlerle ve iki yüzlü­lerle savaş; onlara karşı katı davran. Onların varacağı yer, Cehenem'dir. Orası varılacak ne kötü yerdir."[258]

"Ey iman edenler, yakınınızda bulunan kafirlerle sava­şın, onlar sizde bir katılık bulsunlar. Bilin ki Allah muttakilerle beraberdir."[259]

Kafirlere karşı bu sertlik, İslama karşı koymaları yüzün­den oluşan öfkenin bir sonucudur. Fakat, önemli bir nedeni olmayan; zorunluluğu bulun­mayan bir şey yüzünden, dünyalıkla ilgili geçici bir neden yüzünden öfkelenmek, övülen bir öfke değildir. Bu yüzden Yüce Allah, Hudeybiye anlaşması öncesinde, umre niyetiyle Mekke'ye girmek isteyen Nebi (s.a.s.) va ashabını, cahiliyyet öfkesi, kibir ve yanlış övünme sebebiyle engelleyen Mekke kafirlerini aramıştır. Yüce Allah: "O zaman inkar edenler, kalplerine öfke ve gayreti, o cahiliyye çağının öfke ve gayre­tini koymuşlardı. Allah da Elçisine ve mü'minlere huzur ve güvenini indirdi."[260]

Rasûl (s.a.s.) şahsı için hiç kızmadı; sadece hak için, Allah'ın koyduğu sınırlardan biri çiğnendiğinde öfkelenirdi. Ali (r.a): "Rasûl (s.a.s.), dünya için öfkelenmezdi; haklı bir meselede kızınca, kimse onu tanıyamazdı. Öfkelendiği her konuda başarıya ulaşmıştır."[261] demiştir.[262]

 

Öfkenin Bedendeki Belirtileri

 

İnsan kızınca, bedeninde birtakım değişiklikler meyda­na gelmektedir. Bazıları içte, bazıları dışta; kişinin yüzünde, sesinin değişmesinde, kaslarındadır. Kur'an-ı Kerim, tepkiye eşlik eden bu değişikliklerin pek çoğuna işaret etmiştir. Ya­zar, bu konuyu, "Kur'an ve Psikoloji"[263] adlı kitabında ele al­mıştır.

Öfkeye eşlik eden, diğer tepkilerden daha çok önemli olanı içteki fizyolojik değişiklik, kalp vuruşlarının hızlanmasıdır. Ve içerde kan damarlarının daralması, vücûdun yüzeyin­de genişlemesi, kanın hareketinin özellikle yüz çevresinde hızlanması yüzünden, öfke sırasında, açık bir şekilde, yüzün kızarmasıdır.

Kızgınlık anında kalpte meydana gelen bu fizyolojik be­lirtileri Rasûl (s.a.s.) anlatmıştır. Bunlar, kalbin kanla dolma­sı, kan dolaşımının damarlarda, vücûdun dış yüzeyinde özel­likle yüzde hızlanması sebebiyle insanın kan dolaşımını vü­cudunda ve yüzünde duyması; bunun sonucu olarak da ısın­ma hissetmesidir. Rasûl (s.a.s.): ''Öfke, Ademoğlunun kalbin­de bir kordur; gözlerinin kızardığını, boyun damarlarının şiş­tiğini gördüğünüz zaman çok dikkat edin!"[264] buyurmuştur.[265]

 

Öfkenin Düşünce Ve Davranışlara Etkisi

 

Kızgınlık gibi, bütün aşırı tepki hallerinde düşünme du­rur. Bu yüzden, insan çoğunlukla öfke anında söylediği söz ve yaptığı işlerden dolayı pişman olur. Bu sebeple, Rasûl (s.a.s.) ashabına, öfkeli oldukları zaman önemli kararlar al­mamalarını öğütlerdi. Ebu Bekre, Sicistan'da kadı olan oğlu Abdullah'a yazdığı mektupta der ki: "Kızgın olduğun zaman iki kişi arasında hüküm verme. Ben, Rasûl (s.a.s.)i şöyle der­ken işittim: Sizden biri öfkeli olduğu zaman iki kişi arasında hükmetmesin."[266]

Öfke anında, sağlıklı düşünmenin durması yüzünden, Rasûl (s.a.s.): "Erkek, aşırı kızgın olduğu zaman boşama ya­parsa, bu boşama sayılmaz."

"Öfkeden düşünemez hale gelince yapılan boşama ve köle azadı sayılmaz."[267] buyurmuştur.

Rasûl (s.a.s.), öfkenin düşünce üzerine etkisini, "aklın sağlıklı düşünmesinin engellenmesi" olarak tanımlamıştır.

Aşırı tepki, bir sıkıntı halidir; akıl çalışmaz olur, insan doğru düşünemez hale gelir, sağlıklı kararlar veremez. Bu yalnızca öfkeyle ilgili değildir; aksine, bütün aşırı tepkilerde aynı durum olur. Mesela, sevgi de sağlıklı düşünmeyi engel­ler. Rasûl (s.a.s.), bu gerçeğe işaret etmiştir: "Bir şeye aşırı sevgin, ona karşı seni kör ve sağır eder."[268]

İnsanın düşünmesi durunca, insanı hayvandan ayıran özelliği kaybolmuş olur; hataya düşmesi kolaylaşır. Bu yüz­den insan, öfke anında şeytan için söz ve eyleminde birçok hata yapacak, öfkesi geçince, sağlıklı düşünme özelliği geri gelince pişman olacak kolay bir av olur. Aişe bir keresinde, Rasûl (s.a.s.)i kıskanması yüzünden kızdı. Rasûl (s.a.s.) ona "Yine şeytanın geldi."[269] dedi. Yani kıskanıp kızınca, öfkeli anında etkilemek için şeytanı geldi, çünkü reaksiyon sebebiyle sağlıklı düşünme özelliği durmuştu. Belki de şeytanı onu etkiledi ve bu halinde etki altına alması kolay olduğu için kıskanıp kızmasına neden oldu. Çünkü şeytan insana zayıf noktalarından dalar; özellikle de aşırı istek ve heyecan duy­gusunun etki alanında olduğu zaman.[270]

 

Nefret

 

Nefret, sevginin zıddıdır. İnsan, kendine faydası olan şeyleri sever; onunla sevinir, tad ve lezzet almasına sebep olur. Kendine zararı olan, sıkıntı veren şeylerden hoşlanmaz; onun üzüntü ve acı duymasına neden olur. Burada öfke ile hoşlanmamak arasında bir ilgi vardır. Öfkeyi motive eden şeyler, çoğunlukla, nefreti de motive eden şeylerdir.

İnsanların işleri arasındaki rekabet, hayatın çeşitli ihti­yaçları arkasındaki çalıştıkları işlerinde, çoğunlukla araların­da öfke, nefrete düşmanlık, tartışma ve kavgaya başvurma­ya götürür. Bu da toplumun birlik ve dayanışmasının zayıfla­masına sebep olur. Rasûl (s.a.s.), buna şu hadisinde işaret etmiştir: "Sizden önceki toplumların hastalığı size geçmiştir: Çekememezlik ve öfke."[271]

Sevgiden bahsettiğimiz sırada geçtiği gibi, mü'minin kalbi, insan, hayvan ve Allah'ın bütün yaratıklarının sevgisiy­le dolar taşar. Aslında, gerçek manada imana sahip mü'mi­nin kalbinde, fani dünyanın geçici eşyalarından biri yüzün­den dolayı nefret ve kine yer kalmaz. Mü'min ancak Allah için nefret eder, Allah için öfkelenir. O Allah'ın koyduğu sınır­ları çiğneyenlerden, insanlara zulüm eden veya yeryüzünde fesatlık çıkaran, haksız yere kan döken birini görmekten hoş­lanmaz. Bu durumda, gerçek mü'minin nefreti, az önce ge­çen Ebu Ümame hadisinde işaret ettiğimiz gibi, ancak bu tip kötü işler olduğunda ortaya çıkar. [272]

Öfke, bütün şekilleriyle kötülüğe kızma, Allah içindir; in­sanlara eziyet ve kötülük edildiği; bütün insanlığın, vatanın, toplumun kamu yararına zarar verildiği içindir.

İnsanların çoğu ölümden hoşlanmaz. Kur'an-ı Kerim, insanın ölümden hoşlanmamasına, Yüce Allah'ın şu sözünde işaret etmiştir: "Gerçi hoşunuza gitmez ama savaş size farz kılındı."[273]

"Haberiniz olsun, o kaçıp durduğunuz ölüm mutlaka gelip size çatacaktır, de.[274]

Rasûl(s.a.s.) de, insanın ölümden hoşlanmayışına de­ğindi; bir hadis-i kudsîde: "Yüce Allah buyurdu: Yapmayı di­lediğim hiç bir şeyde, mü'min kulumun canını almakta tereddüd ettiğim gibi tereddüd etmem."[275]

Rasûl (s.a.s.) buyurdu ki: "Lezzetleri gideren ölümü çok anınız."[276]. Yani, ölümü aklınızdan çıkarmayınız. Çünkü ölü­mü hatırlamak, insanları korkutur, dünya ve menfaatleri karşısında çekingen davranmalarını; ahiret hayatında fayda ve­recek yararlı işler yapmaya özendirmeyi sağlar.[277]

 

Hased

 

Hased, insanların çoğu arasında yaygın olan bir tepki halidir. İki çeşittir: Kişinin, herhangi bir nimet konusunda, başkasını kendisinden daha üstün görerek, onun kendinde olmasını; sahip olandan da gitmesini isteyerek, hoşlanmadığını ortaya koymasıdır. Bu tür hased, dinen yasak, haram ve kötü olanıdır. İkincisi, kişinin, herhangi bir nimet konusunda, başkasını kendisinden daha üstün görerek, onun kendinde de olmasını arzulaması; fakat sahip olandan gitmesini istemeyerek, hoşlanmadığını ortaya koymasıdır. Bu tip hasede imrenme denir; yasak olmadığı gibi, hayırlı ve iyi işlerde teş­vik edilmiştir. İbnu Teymiyye (728/1327), başkasında gördü­ğü nimetin gitmesini arzulamadığı halde hased adının veril­me nedenini, asıl kaynağının sevgi olması ve kendinden üs­tün olmasını istememe olarak açıklar. Sadece çekememek olsaydı, kendinde olmasını istemezdi. Başkasındaki nimete bakmadan, kişinin, bir nimetin kendinde olmasını istemesi­nin hasedle ilgisi yoktur.[278]

Kur'an-ı Kerim, birinci tür hased için, Yüce Allah'ın şu sözünü zikretti: "Yoksa Allah'ın insanlara fazlından verdiği ni­meti çekemiyorlar da hased mi ediyorlar? Evet, biz İbrahim ailesine de kitab ve hikmeti verdik, hem de büyük bir hakimi­yet ihsan ettik."[279]

Yüce Allah, Yahudileri, Nebi (s.a.s.)i ve mü'minlere is­lam nimetinin verilmesini çekememeleri yüzünden kınamıştır. Yüce Allah şöyle buyurur: "Kitap sahiplerinden çoğu, gerçek kendilerine besbelli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskanç­lıktan ötürü sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler."[280]

İslam'dan dönüp kafir olmaları konusundaki bu sevgi, onların kendilerine üstün olacağı düşüncesindeki hasedin sonucudur. Yüce Allah, Felak Suresinde, yerilmiş bu çeşit bir hasedden kendisine sığınmamızı istiyor: "Ve hased ettiği za­man hased edenin şerrinden (Allah'a sığınırım.)"[281]

Rasûl (s.a.s.) de, yerilmiş bu hased çeşidini bir çok ha­disinde dile getirmiştir:

- "Allah'ın nimetlerine karşı da düş­manlar vardır."

- Onlar kimdir? diye soruldu:

- "Allah'ın fazlın­dan insanlara verdiğini çekemiyenler." buyurdu.[282]

Bu çeşit hasedi Rasûl (s.a.s.) diğer birçok hadisinde kı­namıştır. "Ateşin odunu yakıp bitirdiği gibi; hased iyilikleri yer, bitirir."[283]

- "Ümmetim, milletlerin hastalığına yakalanacak."

- Millet­lerin hastalığı nedir? diye soruldu:

- Şımarıklık, azgınlık, çok­lukla öğünmek, dünyalıkta yarışmak, dünyadan uzaklaşmak, taşkınlık derecesinde hased, sonra da anarşi."[284]

"Sizden önceki ümmetlerin hastalığı size geçmiştir: Ha­sed ve kin."[285]

Hasedin ikinci çeşidine gelince, iyilik ve hayır konula­rında olunca, övülmüş nevidir. Kur'an-ı Kerim, Naim Cennet­lerine götüren hayırlı işlerde yarışmaya çağırdığında bu çe­şit hasedi anmıştır. Yüce Allah: "Haberiniz olsun ki iyiler mu­hakkak bir nimet içindedir/Koltuklar üzerinde nezaret ederler/Yüzlerinde nimetin parıltısını tanırsın/Onlara öyle halis bir şaraptan sunulur ki, mühürlü,/Onun sonu misktir!/İşte artık ona imrensin imrenenler.”[286]

"Siz Rabbinizden bir mağfirete, eni yerle göğün eni ka­dar bir Cennet'e yarışın ki Allah'a ve Rasûllerine iman eden­ler için hazırlanmıştır. İşte bu Allah'ın lutfudur, onu dilediği kimselere verir, Allah çok büyük lütuf sahibidir."[287] buyurur.

Bu çeşit hased yani imrenme ile ilgili bazı hadisler: Ra­sûl (s.a.s.) buyurdu: "İki husus dışında hased yasaktır; (yani bunlara imrenilir.) 1- Allah'ın verdiği malı hak yolunda harca­yan adam. 2- Allah'ın verdiği hikmetle hükmedip bunu baş­kalarına da öğreten adam."[288]

Bu anlamda yine Rasûl (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "An­cak iki konuda hased (imrenme) vardır: 1- Allah'ın hükümleri­ni gece/gündüz uygulayan adam. 2- Allah'm verdiği malı ge­ce/gündüz yerli yerince harcayan adam."[289]

Bu iki hadisten açıkça anlaşılan hased, imrenmedir. Bu iki hadisten şu sonuca ulaşabiliriz: Müslümanın, Allah'ın ver­diği nimetlerden, bu iki nimet dışında, hiçbir kimseye imren­mesi yaraşmaz; sadece bu ikisine imrenmek yaraşır. Biri, Al­lah'ın verdiği malı O'nun yolunda, gece/gündüz harcamak. Öteki, birinci hadiste geldiği gibi, Allah'ın verdiği hikmetle, insanlar arasında hükmetmek ve başkalarına da öğretmek. Veya, ikinci hadiste geldiği gibi, Allah'ın verdiği Kur'an'ı, ge­ce/gündüz uygulamak. (Benim anladığım, hikmetle Kur'an aynıdır; Kur'an hikmetin ta kendisidir.)[290]

 

Kıskançlık

 

Kıskançlık, genellikle, kendisi için değerli olan bir şah­sın sevgisini kazanmak için, bir başkasının bu hususta onun­la rekabet ettiğinde hissedilen; keder veren bir tepkidir. Me­sela, kadın, bir başka kadının kendi kocasını sevmek konu­sunda onunla rekabeti halinde, haliyle kıskanır. Çocuk da, anne/babasının kendinden fazla sevdiğini görünce, kardeşi­ni kıskanır.

Kıskançlık, insanların çoğu arasında yaygın olan; kü­çük/büyük, kadın/erkek, herkesin hissettiği bir tepkidir.

Sa'd b. Ubade, Rasûl (s.a.s.)e sordu:

- "Ya Rasûlallah, eşimle bir adamı yakalarsam, dört şahid gelene kadar bekleyeyim mi?" Rasûl (s.a.s.):

- Evet, cevabını verdi. Sa'd:

- Asla! Seni hak ile gönderene yemin olsun ki, beklemeden kılıcımla öldürürüm. Rasûl (s.a.s.):

- Reisinizin söylediğine kulak verin. Mutlaka o kıskançtır, ben ondan da kıskancım, Yüce Allah da benden kıskançtır."[291] Allahın kıskançlığı, mü'minin Allah'ın haram kıldığı şeyi işlemesi konusundadır. Rasûl (s.a.s.): Allah da kıskanır, mü'min de. Allah'ın kıskanması, mü'minin haramları yapması hususundadır."[292]

Aişe, Rasûl (s.a.s.)i kıskanırdı. Ondan rivayetle, Rasûl (s.a.s.) bir gece çıkınca, öteki eşlerine gittiğini düşünerek kıskandım. Geldi ve halimi gördü:

- "Kıskandın değil mi?" de­di. "Benim gibilere seni kıskanmak düşmez." dedim.

- "Mut­laka sana şeytanın geldi." buyurdu.[293]

Yine ondan rivayetle: Safiyye gibi güzel yemek yapanı görmedim. Birgün evimdeyken, Rasûl (s.a.s.)e yemek getirmişti; beni bir korku aldı, heyecandan titredim, kabı kırdım, yaptığıma pişman oldum. Sordum:

- Ya Rasûlallah, yaptığımın cezası nedir?

- "Kaba kar­şılık kap, yemeğe karşılık yemek" buyurdu.[294]

Kıskanmak, bazı durumlarda sevilen, övülen; bazen da sevimsiz, kınanan birşey olur. Eşi kıskanmak, bunu gerekti­ren gerçek bir gerekçesi olduğu takdirde, övülmüş ve se­vimli bir iştir. Geçici dünya menfaati dolayısıyla veya bir ge­rekçesi, aslı olmayan bir şüphe veya kuruntu yüzündense, mekruhtur. Rasûl (s.a.s.): "Kıskançlığın bazısını Allah sever, bazısına öfkelenir. Allah (c.c.)nin sevdiği, şüphe halindeki kıskanmadır. Allah'ın kızdığı kıskanma ise, şüphe olmadan kıskanmadır.[295] buyurmuştur.[296]

 

 

Haya/Utanmak

 

Haya, dinî ve ahlakî yönden makbul olmayan, veya kö­tü ve çirkin görülen bir işin yapılmasından doğan; insanın utanma ve korku duyduğu bir tepki halidir.

Bununla birlikte haya, övülmüş bir özelliktir. Çünkü bu sıfat, kişiyi hataya düşmekten, ayıp ve çirkin işler yapmak­tan, günah işlemekten alıkor. Utanmayan, kötü şeyler yapar; insanlara, toplumsal değerlere, ahlakî kurallara aldırmadan, vicdan azabı çekmeden suç işler. Rasûl (s.a.s.) bu anlamda: "İnsanların, ilk peygamberden beri duyageldikleri söz şudur: "Utanmadıktan sonra dilediğini yap!"[297] buyurmuştur.

Rasûl (s.a.s.), utanma özelliğini övdü, mü’minde bulun­ması gerekli sıfatlardan saydı. "Rasûl (s.a.s.) bir adama uğ­radı. Adam, utangaç olduğundan dolayı kardeşine çıkışıyor, utanmasının zarar verdiğini söylüyordu. Rasûl (s.a.s.): "Onu rahat bırak; haya imandandır." buyurdu.[298] Rasûl (s.a.s.): “İman, yetmiş küsur -veya atmış küsur- şubedir; en üstünü "Allah'tan başka ilâh yoktur." sözünü söylemek, en aşağısı ise yollardan zarar verecek şeyleri kaldırmaktır. Haya da imandan bir şubedir."[299]

"Haya, hayırdan başkasını getirmez." "Haya, tamamıyla hayırdır."[300] buyurmuştur.

Rasûl (s.a.s.), son derece hayâlı idi. Ebu Said el-Hudrî der ki: "Rasûl (s.a.s.), evinin köşesindeki bakire kızlardan daha hayâlıydı. Hoşuna gitmeyen bir şey gördüğünü yüzün­den anlardık."[301] Yani bu durumunu, konuşmadığı halde, utangaçlığından dolayı yüzünün değişmesinden anlardık.

Öyleyse haya, üstün ahlaklı, iyi terbiye görmüş, rezalet, kötülük, hatalı ve yanlış hareketler görünce rahatsız olan; iman ve takvaya sarılan, sürekli Allah'ın sevdiği ve razı oldu­ğu işleri yapan kişilerin özelliği olan bir sıfattır. O halde haya, imanın ogunluğu ve takvanın belgelerindendir.

Rasûl (s.a.s.): "Allah'tan tam anlamıyla utanınız."

- "Ey Allah'ın elçisi, Allah'a hamdolsun, biz utanıyoruz." dedik.

- "Hayır, öyle değil. Allah'tan hakkıyla haya, kafayı dü­şündüğü, karnı arzuladığı şeylerden korumaktır. Ölümü ve yaşlılığı düşünmektir. Ahireti kavrayan dünyanın süslerine boş verir Kim böyle yaparsa, Allah'tan gereği gibi utanmış olur."[302] buyurdu.

Bu hadis, hayanın, sahabenin anladığı gibi içe kapanık­lık ve utangaçlık olmadığını gösteriyor. Haya, baş ve başta bulunan göz, kulak ve dili korumak, karında bulunan yeme iştahı ve cinsel arzudan korunmak, vücûdun yaşlanması ve ölümü hatırlamak, fani dünyanın süslerinden uzak durmak, sürekli olan ahiret hayatının nimetleri için çalışmaktır. Kim bunları yaparsa, Allah'tan hakkıyla utanmış olur.[303]

 

Heyecan Duygusunu Kontrol Altına Alma

 

Yüce Allah, insan ve hayvana aslî olan bazı duyguları, hayattaki birtakım önemli görevleri yerine getirsinler diye vermiştir. O, hayatı koruma ve nesli sürdürmeye yardım eder. Mesela korku duygusu aaha önce söylediğimiz gibi, tehlikeli durumlardan uzaklaşmaya yardım eder.

Ayrıca, tehlikeden önce tehlike beklentisini belirterek, önceden gerekli olan korunma tedbirlerini almamıza yardım­cı olur. Öfkelenme, ölüm, işkence, zarar verme tehdidine karşı nefsi korumaya yardım eder. Ayrıca, hayatta önemli he­deflere ulaşmayı engelleyen engelleri aşmaya yardımcı olur. Sevgi duygusu, erkek ve dişiden herbirini, çoğalmak ve türü sürdürmek için, diğerine doğru çekmeye yardım eder.

Duyguların verdiği heyecan normal olduğu zaman, in­san için yararlı olur; motive edilmesi gerektiği zaman motive edilir. Ancak, şiddeti fazla olursa, gerçekte motive edilmesi gerekmediği halde motive edilirse, o vakit zararlı olur. İmti­hanlarda normal korku imtihanlara hazırlanmak için, öğrenci­yi iyi bir şekilde çalışmaya; sınavları iyi bir şekilde geçirme­ye iter. Ama imtihan korkusu şiddetli olursa, ders çalışmaya kendini vermesine/konsantre olmasına engel olur. Ayrıca, imtihanları da iyi bir şekilde geçirmesine mani olur.

Bütün bunlara ek olarak, şiddetli heyecan duygusuna birçok bedenî değişiklikler eşlik eder; bunların tekrarı halinde bazı bedenî hastalıklar ortaya çıkabilir. Mesela, şiddetli öfke halinde, kalp atışları artar; kalp hastalığına yakalanaca­ğı korkusuyla bazılarında gerilim (stres)e neden olur. Böyle­ce içerdeki kan damarları daralır; yüzeydeki kan damarları genişler, bu da kanın dış yüzeydeki damarlarına hücum et­mesine sebep olur. Bu yüzden öfke anında insanın yüzü kı­zarır. Ayrıca bu kan basıncının yükselmesine neden olur. Ad­renaller, kana fazla miktarda adrenalin hormonu salgılar. Bu hormonlar ciğeri etkiler ve büyük miktarda şeker oluşturur; bu durum, kandaki şeker miktarını çoğaltarak şeker hastalı­ğına yakalanmasına sebep olur. Tepki sırasında mide özsu salgılamayı yavaşlatır veya bazen tamamen durur. Bağırsak­ların hareketi ve sindirim işlemi durur. Hazmetme zorluğu, kabızlık, gastrit gibi sindirim sistemi sıkıntıları sebebiyle ba­zı hastalıklara yol açar. Sürekli tekrarlanan heyecan nöbetle­ri, bedenî hastalıkların belirtilerinin doğmasına yol açar.[304]

Şiddetli heyecan duymak sağlığa zararlı olunca, insa­nın, heyecan duygusuna hakim olmak ve kontrol altına almak için gayret göstermesi zorunludur. İnsanı kuşatan ger­çek bir tehlike korkusu, namusuna tecavüz etmek veya ma­lını almak, işkence etmek isteyen gerçek bir düşmanın varlı­ğı gibi, reaksiyon göstermesi şart olan durumlar dışında tep­ki göstermez. Ancak birçok kimse, heyecanlanacak gerçek bir tehlike içermeyen birçok durum karşısında reaksiyon gösteriyorlar. Mesela, çoğu insan, karanlıktan, köpek, kedi gibi evcil hayvanlardan, kapalı odadan, arabaya, trene, ge­miye binmek v.b. gibi içinde tehlike olmayan; kendilerinde aşırı korku meydana getiren hadiseyle ilgili olayı, bu şeylerle ilgili durumları şahsî tecrübeler sonunda birçok insanın öğ­rendiği önemsiz şeylerden korkuyorlar.[305] Bazı insanlar, ge­nel korku içinde sınırsız bir yer alan endişeye kapılıyorlar. Bu endişe, belirli bir tehlike beklentisine girme, hastalıktan kork­ma, sevdiği bir şahsı yitirme korkusu gibi çeşitli korku şekil­lerine dönüşüyor. Bu tip insanlar, böyle endişelerden kurtul­mak için psikoterapiye muhtaç hale geliyor.

Kur'an-ı Kerim, insanları heyecan duygularına hakim ol­ma ve kontrol etmek için onları, korkulması gerekmeyen ve­ya korkulmasında fayda olmayan fakirlik ve ölüm gibi şeyler­den korkmamaya yönlendirir. İnsanlara, öfke, sevgi, kibir, üzüntü, sevinç gibi öteki bir takım duygularına hakim olma­larını öğütler. Yazarın, "Kur'an-ı Kerim'de, Heyecan Duygu­sunu Kontrol Altına Alma" konusunu ele alışı "Kur'an ve Psi­koloji" kitabında geçti.[306] Rasul (s.a.s.) de müslümanlara, duygularına hakim olma ve onları kontrol etmeyi öğütlemek­tedir.[307]

 

Öfkeyi Kontrol Altina Alma

 

Rasûl (s.a.s.), müslümanlara, öfkelerine hakim olmala­rını öğütledi. Adamın biri, Rasûl (s.a.s.)e:

- "Bana tavsiyede bulun." deyince, Rasûl (s.a.s.):

- "Kızma." buyurdu. Adam tek­rar tekrar öğüt istedikçe, tekrar:

- "Kızma." cevabını verdi.[308]

Abdullah b. Amr, Rasûl (s.a.s.)e:

- "Allah'ın gazabından beni ne kurtarır?" diye sorunca:

- "Kızma." buyurdu.[309]

Bu iki hadis, müminin hayatında öfkesini kontrol etme­sinin önemine işaret etmektedir. Adamın biri ondan öğüt is­teyince, Rasûl (s.a.s.) "Kızma" sözünden başka birşey söy­lemedi. Adam, isteğini üç kere tekrarlayınca, her defasında Rasûl (s.a.s.) aynı cevabı verdi: "Kızma."

İkinci hadiste Rasûl (s.a.s.), kızgınlığı kontrol altına al­manın mü'mini Allah'ın gazabından kurtaracağını söylüyor. Bu büyük değerlerden, öfkeyi yenmek için nefsimizle müca­dele etmemiz gerektiğini anlayabiliriz. Bu mücadeleyi başa­ran, öfke halinde kendine hakim olur. Nefsinin arzu ve istek­lerine, dünyanın tutku ve lezzetlerine karşı koymada kendine hakim olur. Bütün bunlardan başka: öfkeye hakim olma, in­sanlar arasında iyi ilişki kurmaya, aralarında sevgi, muhab­bet ve barışın yayılmasına sebep olur.

Rasûl (s.a.s.), ashabını çoğunlukla gazaplarına hakim olmaya teşvik ederdi. Bunun misali: Rasûl (s.a.s.)in ashabı­na sordu:

- "Siz pehlivan diye kime diyorsunuz?

- Kimsenin ye­nemediği kişiye deriz, dediler. Rasûl (s.a.s.):

- Hayır, pehlivan, kızgınlık anında kendine hakim olandır."[310] buyurdu.

Bu hadiste Rasûl (s.a.s.) müslümanlara gücün yeni bir anlamını öğretiyor; bu anlam, arapların cahiliyye döneminde bildikleri manadan farklı, ahlakî, güzel bir manadır. Güç, be­dendeki fizikî kuvvet ve başkasını tutup yıkma değil; nefis mücadelesi, gazap tepkisini kontrol etme, gücü yettiği halde gücünü başkasına kullanmamadır.

Rasûl (s.a.s.) ashabını, kızgınlıklarını kontrol etmeye teşvik eder, başarana ahirette büyük sevap verileceğini söy­lerdi: "Kim, gücü yettiği halde öfkesini yenerse, Yüce Allah kıyamet günü istediği kadar huri vermek için onu iyi ahlaklı kişilerin yanına çağırır.[311]

Rasûl (s.a.s.) ashabına, hizmetli ve kölelerini dövme­melerini, sıkıntı vermemelerini tavsiye ederdi.

Ebu Mesud Bedrî anlatır: Hizmetlimi kamçıyla dövüyordum, arkamdan bir ses duydum.

- "Bil ki Ebu Mesud" diyordu. Kızgınlığımdan, sesin kime ait olduğunu anlayamadım. Yaklaşınca baktım ki Allah Rasûlü (s.a.s.).

- "Bil ki Ebu Mesud, Bil ki Ebu Mes'ud!" Kamçıyı elimden bıraktım.

- "Bil ki Ebu Mesud, senin bu çocu­ğa gücünün yetmesinden çok Allah'ın sana gücü yeter." bu­yurdu.

- "Bundan sonra hiçbir köleyi dövmeyeceğim." de­dim.[312]

Gazabını yenmede Rasûl (s.a.s.), ashabına en güzel modeldi. Biri ona kötülük yaptığında asla kızmaz, aksine gü­ler yüz, af ve iyilikle karşılık verirdi.

Enes (r.a.) anlatır: Bir gün Rasulullah ile yürüyordum. Sırtında, Necran kumaşından yapılmış, sert kenarlı bir hırka vardı. Bu sırada arkasından yetişen bir çöl arabı, hırkasını hızla çekti. Rasûl (s.a.s.) in omuzuna baktım; çekişin şiddetinden boynunda iz kalmıştı. Ar­dından arap: "Ya Muhammed! Yanındaki Allah'ın malından bana vermelerini emret." dedi. Rasûl (s.a.s.) adamın yüzüne bakıp güldü; sonra birşeyler verilmesini söyledi."[313] Aişe, Rasûl (s.a.s.) "Hiçbir şeyden kendi şahsı için intikam almadı; Allah'ın yasakları çiğnendiğinde, Allah için intikam alırdı."[314] demiştir.

Rasûl (s.a.s.) ashabına, kızgınlıklarını nasıl yenecekleri­ni öğretirdi. Bunu başarmaları için, onlara faydalı bazı ilmî metodları gösterirdi. Bu, Rasûl (s.a.s.)in sahip olduğu büyük hikmete, insanın yapısıyla ilgili derin bilgisine delalet eder. Bilindiği gibi reaksiyon bedende, daha önce işaret ettiğimiz fizyolojik değişikliklere ek olarak, kaslarda gerilme ve sinir sisteminde genel bir gerginliğe neden olur. Bu yüzden in­san, kızgınlık anında, çoğunlukla başkasına, gerek eli gerek­se diliyle saldırır. Öfkeyi yenmenin yollarından biri, bedende­ki gerilim durumundan kurtulmak için, vücûdu gevşeyecek duruma getirmektir. Gevşeme durumu devam edince, kızgınlığı motive eden sebepler ortadan kalkar. Rasûl (s.a.s.) ashabına, öfkelendiklerinde, ayaktaysalar oturmalarını, kız­gınlıkları geçmediyse, sırtüstü uzanmalarını öğütlediğinde bu gerçeğe işaret etmişti. Rasûl (s.a.s.): "Sizden biri gazaplandığında, ayaktaysa otursun; öfkesi geçmezse sırtüstü yatsın."[315] buyurmuştur.

Kızgınlık anında oturmak veya sırtüstü uzanmak vücû­dun gevşemesine sebep olur, kızmaya neden olan gerilime karşı koymaya yardım eder. Bu da sonuçta, öfke tepkisinin hafiflemesine, sonra da tamamen kurtulmasına götürür. Ay­rıca oturma ve sırtüstü uzanma, insanın düşmana ilgisini azaltır, öfkeyi motive eden duruma, hiddetle kalkmadan ve kendini ileri atmadan, sakin ve güzel bir şekilde karşı koyma­ya yardımcı olur.

Abdest almak da, aynı şekilde, Rasûl (s.a.s.)in, öfkeyi kontrol altına almak için ashabına öğütlediği yollardan biri­dir. Rasûl (s.a.s.): "Kızgınlık şeytandandır; şeytan ateşten yaratılmıştır. Ateş ancak suyla söndürülür; sizden biri kızınca abdest alsın."[316] buyurmuştur.

Bu hadis, bilinen güzel bir gerçeğe işaret etmektedir. Soğuk su, tepkiden doğan kanın hızlı akmasını yavaşlatır. Ayrıca sinir ve kaslardaki gerilim halinin azalmasına yardım eder. Bu yüzden, eskiden, banyo yapmak psikoterapide kul­lanılırdı.

Gazap duygusundan kurtulmaya yardım eden şeyler­den biri de, insanın psikolojik durumunun değiştirilmesi, dik­katinin, kızgınlığını motive eden halden başka durumlara çe­kilmesidir. İnsan, bu yeni hususla ilgilenirken kızgınlığını mo­tive eden işi unutur. Böylece tepkisini harekete geçiren sinir ve kas geriliminin vücutta oluşturduğu elektriği atmak için büyük gayret sarfetmeye, bu tepkiden kurtulmaya da yardım eder. Rasûl (s.a.s.), gazap halini yenmek ve Benî Mustalık gazasından dönüş sırasında Abdullah b. Übey b. Selûl'un sarfettiği "Medine'ye döndüğümüzde, şerefli olan alçak olanları oradan mutlaka çıkaracaktır."sözünün, ashabı arasında oluşturduğu gerilimi önlemek için bu iki yöntemi kul­landı. Bu söz, Rasûl (s.a.s.) ve arkadaşlarına ulaşınca, asha­bı arasında büyük bir kızgınlık meydana geldi. Rasûl (s.a.s.), yola çıkılması adet olmayan bir vakitte, erkenden yola çıkıl­masını emretti. Yolculuk, peşpeşe tam iki gün boyunca sü­rünce ashap yorgun düştü; böylece Abdullah b. Übey b. Selûl'ün lakırdısından zihnen uzaklaşmış oldular. Konaklayınca da, yorgunluktan uyuyakaldılar.

Rasûl (s.a.s.), bu metodlarla öfke reaksiyonunu psiko­lojik olarak etkin bir şekilde tedavi etti. İnsanın davranışındaki bir inceliği ortaya çıkardı. Bu davranışın değiştirilmesi ve tedavisini etkin ve doğru yöntemlerle başardı. Rasûl (s.a.s.)in ashabını, öfkeyi kontrol etmeye yönlendirmesi, ha­kim olmada etkin bazı metodlar kullanmasındaki ince düşün­cesi, sonra normalde insanların gazabını motive eden du­rumlarda bizzat kendisinin öfkesini kontrol altına alması, as­habına uyulması mümkün gerçek örnek sunması, bütün bun­lar sahabeye öfkelerine nasıl hakim olacaklarını öğretti. Bu­nun, sahabenin şahsiyetinin oluşmasında etkisi büyüktü. Öfkeyi yenmeyi öğrenmek, nefsin bütün arzularını kontrol altına alma hususunda insanın iradesini güçlendirir. Sonunda, in­san için, reaksiyonlarının, arzu ve isteklerinin kölesi değil; nefsini yenme ve nefsinin efendisi olması mümkün olur.[317]

 

Kin Ve Nefreti Kontrol Altına Alma

 

Rasûl (s.a.s.) müslümanlara birbirlerini sevmeyi tavsiye ederken, kin, düşmanlık ve birbirinden hoşlanmamayı da ya­sakladı. Rasûl (s.a.s.); "Bir müslümanın kardeşine üç günden fazla küsmesi helal olmaz. Karşılaştıklarında biri bir ta­rafa, öteki bir tarafa sapar. Bu ikinin hayırlısı, önce sela­ma/barışmaya başlayandır.[318] Bu hadiste düşmanlık, hoş­lanmama ve ayrılıktan sakındırma vardır. Müslümanın müslüman kardeşiyle üç günden fazla küs durmaması, ona kırgın­lığın ve hoşlanmamanın sınırlanması; öfke ve kırgınlığının geçmesi, sağlıklı düşünmenin geri gelmesi, kin ve nefretin unutulması için yeterli sürenin verilmiş olmasından dolayıdır. Rasûl (s.a.s.), müslüman kardeşine kırgınlığını üç günden fazla sürdürenleri, ahirette acıklı azapla korkuttu. Rasûl (s.a.s.): "Müslümanın kardeşine üç günden fazla küsmesi helal değildir; kim bundan fazla küskün olduğu halde ölürse, Cehennem'e girer."[319] buyurdu.[320]

 

Hased Duygusunu Kontrol Altına Alma

 

Rasûl (s.a.s.) hasedden sakındırdı ve onu yasakladı. Hased tepkisi sırasında bahsettiğimiz gibi, Rasûl (s.a.s.) müslümanları hasedden sakındırmıştır: "Ateşin odunu yaktı­ğı gibi hased de iyilikleri yok eder."[321]

"Birbirinize öfkelenmeyiniz, hased etmeyiniz, sırt dön­meyiniz, ey Allah'ın kulları, kardeş olunuz."[322], buyurmuştur.[323]

 

Kibir Duygusuna Hakim Olma

 

Kibir, kendini büyük, başkalarını küçük görmektir; hoş olmayan bir hal, kınanmış bir sıfattır. Kur'an-ı Kerim bu sıfatı karalamıştır. Yüce Allah buyurur: "İşte ahiret yurdu: Onu yer­yüzünde kibirlenmek ve bozgunculuk yapmak istemeyenle­re veririz. Güzel sonuç bunlardan sakınanlarındır."[324]

Rasûl (s.a.s.) de kibri karaladı ve yasakladı. Kibirlenenleri acıklı bir azapla korkuttu. Rasûl (s.a.s.):

- "Kalbinde azıcık kibir bulunan kimse Cennet'e giremez." buyurdu. Birisi,

- "Ya Rasûlallah, ya adam güzel elbisesi, güzel ayakkabısı olma­sını istiyorsa? deyince:

- "Allah güzeldir; güzeli sever. Kibir, hakkı kabul etmemek, insanları küçük görmektir."[325]

Bu hadiste, hakkı reddeden ve kibirinden dolayı onu kabul etmeyenlere, kendini üstün, insanları hor görenlere korku ve Cennet'ten mahrumiyet vardır. Rasûl (s.a.s.)in Yü­ce Allah'tan rivayet ettiği bir hadiste Yüce Allah: "Büyüklük paltom, üstünlük gömleğim gibidir. Kim bu iki sıfatta benim­le rekabet ederse, ona azap ederim."[326]

"Kibirliler kıyamet gününde zerreler halinde toplanırlar. Aşağılık her taraftan onları sarar. Cehennem'de Polis denilen bir hapishaneye sürülürler. Boyunduruk ateşi onları kaplar; Cehennemliklerin içtiğinden içirilirler."[327]

"Şu üç şeyden uzak olarak ölen Cennet'tedir: 1- Kibir 2-Kin 3- Borç."[328] buyurur.

Bu hadislerden, kibirliliğin kötü bir huy olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Rasûl (s.a.s.) onu yasakladı; davranışla­rına kibirden en uzak kişiydi. Sahabe de ona uydular. Saha­be son derece alçakgönüllü, kibir ve öğünmeden uzak, dav­ranışlarında Allah ve Rasûlünün emirlerine uymaktaydılar. Rasûl (s.a.s.): "Allah bana, ‘alçakgönüllü olunuz, kimse kim­seye azgınlık yapmasın, kimse kimseye karşı övünmesin.’ diye vahyetti.”[329]

 

 

 

Kendini Beğenme Duygusunu Kontrol Altına Alma

 

Kur'an-ı Kerim, hava atma ve kendini beğenme duygu­larını karaladı. Yüce Allah: "Kibirlenip insanlardan yüz çevir­me ve yeryüzünde çalımla yürüme. Çünkü Allah böbürlenip kasılan hiç kimseyi sevmez."[330] buyurdu.

Rasûl (s.a.s.) de caka satma ve kendini beğenmeyi kı­nadı. Rasûl (s.a.s.) buyurdu: "Adamın biri, kendini beğendi­ği elbisesini giymiş, saçları taramış; böbürlenerek yürürken ansızın yer yarıldı. Kıyamete kadar orada çırpınıp bağırmaktadır."[331]

"Kim, kibirlenerek elbisesini sürürse, Allah kıyamet gü­nü onun suratına bakmaz."[332]

Bu iki hadis ve benzeri hadisler gösteriyor ki, Rasûl (s.a.s.) ashabını kendini beğenme ve çalım satma huylarına hakim olmaya çağırıyordu. Ahiret hayatından azap korkutmalarıyla, onları buna teşvik ediyordu.[333]

 

Üzüntüyü Yenme

 

Üzüntü, insan sevdiği bir şahsı veya kendisi için değe­ri olan birşeyi kaybedince keder duyduğu reaksiyonlardan biridir. İnsanda keder, sıkıntı hissi oluşturur; bu yüzden insan üzüntüyü sevmez ve ondan kaçar. Rasûl (s.a.s.) üzüntüden, malum duasında Allah'a sığınmıştır: "Allah'ım, üzüntü ve ke­derden sana sığınırım."[334]

Rasûl (s.a.s.), başlarına ölüm veya herhangi bir dünya musibeti geldiğinde, müslümanların hüzün duygularına hakim olmalarını istedi.

Üsame b. Zeyd anlatır: "Rasûl (s.a.s.)in kız­larından biri, bebeğinin ölümü üzerine, Rasûl (s.a.s.)i çağır­dı. Rasûl (s.a.s.) haber getirene: Ona dön ve de ki: Veren de alan da Allah'tır. Allah'ın yanında her şeyin bir vakti vardır. Söyle ona, sabretsin ve  karşılığını beklesin."[335]

Rasûl (s.a.s.) buyurdu: "İnsanın çocuğu ölünce, Yüce Allah sorar: Kulumun çocuğunun canını aldınız mı? -Evet, derler. -Kalbinin meyvesini kopardınız mı? -Evet, cevabını verirler. -Kulum ne dedi? -Sana hamdetti ve sana döneceği­ni söyledi. -Yüce Allah buyurur: Kuluma Cennet'te bir ev ya­pınız ve adını da "Hamd evi" koyunuz."[336]

Kulun başına bir belâ gelir de, "Allah'tan geldik, O'na döneceğiz. Allah'ım, bu beladan bana sevap ver ve sonunu hayır getir." diye dua eder. Allah da bu musibetten ona se­vap yazar ve sonunu hayır kılar."[337] buyurdu.

Üzüntüye hakim olmak demek, ağlamamak, değerli bir şahsın ölümü yüzünden kalpte acı duymamak değildir. Bu gibi durumlarda ağlamak normal; serbest ve sakıncası yok­tur. Hüzüne hakim olmaktan murad, yüksek sesle ağlamak­ta, iyiliklerini sayıp dökmede aşırı gitmemektir. İbnu Ömer'in anlatığına göre, Rasûl (s.a.s.) Sa'd b. Ubade'nin başsağlığına gitti. Yanında Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebi Vakkas, Abdullah b. Mesud vardı. Rasûl (s.a.s.)in ağladığını görenler de ağladılar. Buyurdu ki, "Allah, kalp hüzünlendiği veya göz ağladığı için azap etmez; fakat -dilini göstererek- bununla azap veya merhamet eder."[338]

Rasûl (s.a.s.), can verirken oğlu İbrahim'in yanına girdi. Rasûl (s.a.s.)in gözlerinden yaş boşandı. Abdurrahman b. Avf sordu:

- Sen de mi ağlıyorsun, ey Allah'ın elçisi?!

- Ey İbnu Avf, bu merhamettendir. Gözyaşları devam edince,

- "Mutlaka göz yaş döker, gönül acı çeker. Rabbimizin hoşuna gitme­yecek birşey söylemeyiz. Ey İbrahim, biz senin bizden ayrıl­man yüzünden üzgünüz."[339] buyurdu.[340]

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

HADİSTE ALGILAMA

 

Yüce Allah, insan ve hayvanları, hayatta kalmak; haya­ta uyum sağlamak, gereken uygun tepkileri gösterebilmek için; dış alemde eşyayı kendisiyle algıladığı çeşitli duyu or­ganlarıyla donatmıştır.

Algılama, duyusal etkileri karşılamak için, belirli duyu organlarındaki muayyen hissî etkilenmelerin tesiriyle gerçek­leşir. Fakat bazı dış ve iç etkenlerde bulunan manialar dolayısıyla bazen algılamamız zayıf olur. Mesela, açlık, bazı de­neysel araştırmaların ortaya koyduğu gibi, insana bazı koyu cisimleri yemek gibi algılatır. Ayrıca yemeği, normal hacminden daha büyük hissettirir. Bir deneysel araştırmada, biri zengin çocuklarından öteki fakir çocuklarından oluşan iki grup çocuğa, çeşitli boyutlarda madenî para gösterilir. Son­ra bu paraların resmini zihinden çizmeleri istenir. Yoksul ço­cukları bu paraları, zengin çocuklarına oranla, açıkça hisse­dilir derecede büyük çizdikleri görülür.[341]

Duygularımız da, algılamamıza etki eder. Korkak ço­cuk, kendi karanlık odasındaki bazı eşyaları, sanki şahıs ve­ya hayalet olarak görür. Belirli bir kişiye olan sevgimiz bazı kusurlarını görmemize engel olur; dikkatimizi, güzel davranışlarına yoğunlaştırırız. Birinden hoşlanmayışımız, kusurlarını görme; güzei yönlerini görmememize sebep olur. Rasûl (s.a.s.), güdü ve tepkilerin, algılama ve düşüncemizde, ne gibi hata ve yanılmalar oluşturduğuna işaret etmiştir. Rasûl (s.a.s.): "Dünya sevgisi bütün yanlışların başıdır. Bir şeyi sevmen seni kör ve sağır eder."[342] buyurmuştur. Bu hadis, nefsin arzu, eğilim ve aşırı isteklerinin sağlıklı düşünmemize mani olduğuna, algılarımızı yamulttuğuna işaret etmektedir. Bir şeyi ve şahsı çok sevmek, gözü kör, kulağı sağır eder; duyularımızın gerçeği olduğu gibi algılama ve düşünmesine engel olur.[343]

 

Bilinen Duyu Organları Dışında Algılama/Altıncı His

 

Algılama, çeşitli duyularımıza hissî tesirlerin etkisiyle olur. Fakat bazen, bazı kişilerin, mesela, duyuların algılama­sı mümkün olmayacak derecede çok uzak, doğrudan etkisi mümkün olmayan; duyuların dışında bazı şeyleri hissettikle­rini görürüz. Bu olguya, altıncı his (extrasensory perception) denir. Bu olgu etrafında, modern psikologlar arasında tartış­malar olmuştur. Bazıları bunun imkansızlığını düşünerek in­kar etmiş, bazıları ise mümkün olduğunu kabul etmiş; varlı­ğına inanmışlardır.

Bazı modern psikologlar, bu olgunun gerçekliğini anla­mak için, deneysel olarak araştırmaya eğilmişler ancak bu denemelerde uyguladıkları özel metodun tenkidi, bütün psi­kologların kabul edeceği bir açıklamaya ulaşmanın imkan­sızlığı sebebiyle, ulaştıkları sonuçlar kesin olmamıştır.

Bu olgu, akla yatkın, heskesce kabul görecek bir açık­lamaya ulaşabilmek için hâlâ araştırmaya muhtaçtır.[344] Biz, Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde, bu olgunun gerçekliğini ortaya koyan deliller bulmaktayız. Ayrıca bazı hadislerde açıklamasını da buluyoruz.

Kur'an-ı Kerim'de, altıncı hissin gerçekliğini gösteren deliller bulunmaktadır. Kur'an, Yusuf Suresinde, Yakub (a.s.), oğlu Yusuf (a.s.) in kokusunu, devenin birkaç günde alacağı bir mesafeden duymuştur. Bu iş, Yusuf'un gömleği­ni taşıyan kervanın Yakub'un ülkesine doğru Mısır'dan yola çıktığında olmuştur. Yüce Allah buyurur ki: "Kervan (Mı­sır'dan) ayrılıp yola koyulunca, babaları: "Eğer bana bunak demezseniz, inanın ben Yusuf'un kokusunu duyuyorum," dedi.[345]

Hadis-i Nebevî'de de, altıncı hissin varlığının delilini bu­luyoruz. Rasûl (s.a.s.) ashabına, onları arkasından gördüğü­nü söyledi. Bu normal olmayan bir durumdur; çünkü insanın gerisinde bulunan şeyler, görüş alanı dışındadır. Enes (r.a.) anlatır: "Birgün, Rasûl (s.a.s.) bize namaz kıldırdı. Namazı bi­tirince bize döndü: Ey insanlar, ben sizin imamınızım, rukû'da, secdede, kıyamda, namazdan çıkışta benden önce hareket etmeyiniz; çünkü ben önümü ve arkamı  görüyorum."[346] "Saflarınızı düz ve sıkı tutunuz; çünkü ben sizi ar­kamdan görüyorum."[347] buyurmuştur.”

İnsanın arkasında olan eşyayı görmesi, 6. hissin varlığı­na işarettir; çünkü göz, arkasında olan şeyleri görmez. Rasûl (s.a.s,), uzak mesafede olan şeyleri de görmüştür. Rasûl (s.a.s.): "Allah yeryüzünü önüme koydu; doğusunu/batısını gördüm. Ümmetim, bana çerçeve içinde gösterilen kısmın hakimiyetini eline geçirecektir.[348] Bu hadisin birinci bölü­mü, Rasûl (s.a.s.)in, dünyanın doğusunu-batısını gördüğünü ortaya koyuyor. Doğusu ve batısı uçsuz bucaksız, uzak bir mekan olunca, Yüce Allah, Rasûl (s.a.s.)in görebilmesi için, kısa bir zamanda ve sınırlı bir hacimde/küçültülmüş bir oranda, toplamıştır. Hadiste ikinci kısım, Rasûl (s.a.s.)in ge­lecekte ne olacağını bildiğini de göstermektedir. Bu vahiy ve ilham yoluyladır. İlham konusunu, daha sonra, ayrı bir bö­lümde ele alacağız.

Yine İsrâ ve Mi'rac hikayesinde, 6. hisse ait örnekler bu­luyoruz. Kureyş kavmi, Rasûl (s.a.s.)i, İsrâ (gece yolculuğu) konusunda yalanlayınca, Yüce Allah Kudüs'le arasındaki perdeyi açtı; önünü gördü ve onlara Beytü'l Makdis'i tarif et­ti. Rasûl (s.a.s.): "Kureyş bana, İsrâ yolculuğunda inanma­yınca; Hicr' de durdum. Allah, Beytü'l Makdis'le aramdaki mesafeyi kaldırdı; Oraya bakarak sordukları yerleri onlara söylemeye başladım."[349] buyurmuştur.

Rasûl (s.a.s.), mezarda azap edilen ölülerin sesini du­yuyordu. "Rasûl (s.a.s.) iki mezara uğradı. Dedi ki, bu ikisine de azap ediliyor ancak sebebi büyük günah değil. Sonra, Evet, dedi. Biri laf taşımaktan öteki idrardan sakınmamaktan/(Bir başka rivayette) akıtırken saklanmamaktan dolayı azaba uğruyor. [350]

Rasûl (s.a.s.) mezardan bir ses duydu.

 -Bu ne zaman öldü? diye sordu.

- "Cahiliyye döneminde" denince sevindi.

- "Eğer ölülerinizi gömmemenizden korkmasaydım, kabir aza­bını duymanız için Allah'a dua ederdim." buyurdu.[351]

Bu hadiste Rasûl (s.a.s.)in, kendine özgü, olağanüstü bir 6. his gücünün olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. O, ar­kasını görürdü. Yeryüzünün doğusunu da batısını da gördü. Mekke'de, Mescid-i Haram'da, Hicr'de durarak önündeki Beyti'! Makdis'i anlattı. Kabirlerdeki ölülerin azabını duyardı. Bütün bunlar, Rasûl (s.a.s.)in olağanüstü olarak 6. hissinin olduğuna açık delillerdir.

Bu hadisler duyu dünyamızda 6. his olgusunun varlığı­na işaret etmektedir. Diğer bazı hadisler, Rasûl (s.a.s.)in gayb işlerinden bir kısmını veya gelecekte olacak bazılarını gördüğünü göstermektedir. "Rasûl (s.a.s.) bir gün Uhud şe­hitlerinin cenaze namazını kıldırdı sonra minbere çıktı; "Ben sizin önünüzdeyim ve size şahidim. Vallahî, ben şu anda ha­vuzuma bakıyorum. Bana yeryüzünün hazinelerinin anahtar­ları/dünyanın anahtarları verildi. Vallahî ben sizin şirk koşma­nızdan korkmuyorum; fakat dünya konusunda rekabet etme­nizden korkuyorum."[352] buyurdu.

Bu hadiste, Rasûl (s.a.s.), gayb âleminden bir işi gör­müştür. Kıyamet gününde, Havuzunun önünde duracak ve ümmetinin oraya gelişini görecek. Ayrıca müslümanların Fars ve Bizans ülkelerini ganimet olarak ele geçireceklerini de gördü. Bu yüzden, müslümanların, önceki milletlerin yok olduğu bu mal ve ganimet uğrunda rekabet edeceklerinden korktu.

Rasûl (s.a.s.) melekeleri görürdü; "Ben sizin görmediği­nizi görüyor, duymadığınızı duyuyorum. Sema inledi ve bun­da da haklı. Orada bütün melekler secde halinde, dört par­mak boşluk bile yok."[353] buyurdu.

Enes anlatır: Rasûl (s.a.s.) namaz kıldırırken, nefes ne­fese bir adam geldi:

- "Allahu ekber! Elhamdulillahi hamden kesiren tayyiben mübareken fih." (Allah, en büyüktür. Bol, bereketli, içtenlikle hamd O'na olsun.) dedi. Rasûl (s.a.s.) namazı bitirince sordu:

- "O birkaç kelimeyi söyleyen kimdi? Herkes sustu. Rasûl (s.a.s.),

- "Konuşan, kötü birşey söyleme­di.” deyince, adamın biri:

- Ben söyledim, ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Rasûl (s.a.s.):

- "Oniki melek gördüm; söylediğin sözü ulaştırmak için yarışıyorlardı."[354] buyurdu.

Rasûl (s.a.s.)in vahiy katiplerinden Hanzala:

- "Ey Allah'ın elçisi, bize Cehennem’i/Cennet’i anlatıyorsun, gözümüzle görmüş gibi oluyoruz. Yanından ayrılıp, eş, çocuk ve malla­rımıza karışınca çoğunu unutuyoruz." deyince, Rasûl (s.a.s.) cevap verdi:

- Nefsim elinde olana yemin ederim ki, yanımda olduğunuz zamandaki haliniz sürseydi, yattığınız ve gittiğiniz yerlerde melekler sizinle tokalaşırdı. Fakat Hanzala, "bazen öyle bazen böyle, bazen öyle bazen böyle, bazen öyle ba­zen böyle."[355] buyurdu.

Rasûl (s.a.s.)in ''Allah'ı hatırlama konusunda yanımdaki haliniz devam etseydi, melekler sizinle yataklarınızda, yollar­da mutlaka tokalaşırdı." sözünden şu anlaşılır: Allah'ı anma, ruh şeffaflığı, kalp temizliği yönünden, Rasûl (s.a.s.)in yanındayken bulundukları durum devam etseydi, sahabenin me­lekleri görmesi mümkün olurdu.[356]

Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: Allah'ı hatırlamaya dünyanın engel olmaması, ruh şeffaflığı, kalp temizliği ve Al­lah'a ibadet, teşbih, zikir yoluyla yaklaşmak arzusu, mutasavvıfların "Keşf" dediği, rüya gibi gördükleri şeylerin bir kıs­mı altıncı his kapsamına girer. Bu tip hallerde ruh, hareketini önleyen bedenî bağlardan kurtulur, şeffaflığa ulaşır; uzaktan veya maddî engellerin arkasından, dünya ile meşgul olduğu zamanlarda duyması/görmesi mümkün olmayan şeyleri gö­rebilir ve duyabilir. Rasûl (s.a.s.) bu manada da şöyle buyu­rur: “Şeytanlar, Ademoğlunun kalbi etrafında dolaşmasalardı, insanlar semanın melekûtunu görürlerdi."[357]

Ömer ve Sâriye hikayesinde de, insan ruhunda önemli bir kuvvetin meydana geldiğini destekleyen hususlar bulu­ruz. Ruhun bedenî bağlardan sıyrılıp şeffaflığa ulaşma şart­ları oluştuğunda, uzak mesafe ve yerlerde olan şeyleri du­yup/hissetmeyi; ayrıca başka insanların ruhlarıyla karşılıklı duygu ve düşünce alış-verişi olabilir. Buna şimdi Telepati/Telepathy deniyor. Ömer b. Hattab (r.a.) "Bir gün, Medi­ne'de, minberde cuma hutbesi okurken, birdenbire hutbe arasında "Ya Sâriye, Dağa! Dağa!."diye bağırır. Namaz bi­tince, Ali (r.a.) niçin öyle bağırdığını sorar. Ömer: Bizimkiler dağı geçip gidince müşriklerin kardeşlerimizin omuzlarına binip yenecekleri aklıma düştü. Eğer dağa dönerlerse, bul­duklarını gebertecek, zafere ereceklerdi. Eğer dağı geçer­lerse, mahvolacaklardı. Bu yüzden o sözler ağzımdan çıkı­verdi." Ömerin onlara çok uzak mesafeden, Medine'den seslendiğini duyduklarında, Sariye ve beraberindekiler nasıl dehşete düşmüşlerdir! Duydukları sözü dinlediler, dağı tut­tular, düşmanlarını yenip muzaffer oldular. Bir ay sonra ulak geldi, o gün, o saatte, dağı geçerken, Ömer'in sesine ben­zer bir sesin "Ya Sâriye, Dağa! Dağa!" diye çağırdığını; da­ğı ele geçirip -Allah'ın muvaffak kılmasıyla- zafere ulaştıkları­nı haber verdi."[358]

Şimdi bu hikayeye, çağdaş bilgilerimiz ışığında baktığı­mızda, ses, resim ve olayların radyo/televizyondan hava dal­gaları yoluyla nakledilme imkanından hareketle; özel ruhî güç sağlandığı takdirde, hava dalgalarıyla uzak mesafeler­den iletişim sağlanmasının mümkün olduğunu anlarız. Belirli şahıslardan yine kendileri gibi özel ruhî gücü olan kişilere mesajlar gönderilmesi/alınması mümkündür. Bu bazı mo­dern psikologların, deneysel olarak gerçekleştirmeye çalış­tıkları bir konudur. Telepati ile ilgili bazı denemeler yapıldı; bazı kişilerin, üzerinde belirli resimler olan kartlara bakmaları ve aynı anda başka uzak belde -bazen ülke- lerdeki kişi­lerden bu kartlar üzerindeki resimlerin ne olduğunun tahmin edilmesi istendi. Birtakım kişilerin bu resimlerin ne olduğunu söylemeleri tesadüf sayılsa bile, defalarca yapılan denemelerdeki doğru tahminleriyle telepati olgusunu isbat etmiş ol­dular. Bu tip araştırmalardan birinde, gerçekten çok sayıda­ki kimselerden, bu resimlerin ne olduğunun tahmini istendi. Bu deneylerin sonucunun ortalaması tesadüfün çok üzerin­deydi. Deneyi yapan kişi, bazı şahıslaraki altıncı his olgusu­nun varlığını destekliyordu.

Fakat bu olguya inanmayan diğer bazı psikologlar bu deneyi tenkit ettiler. Deneyde kullanılan metoddan kaynakla­nan hatalar sonucunda veya sonuçların kaydı sırasında, de­neyi yapan kişinin önyargısı ve özellikle de böyle deneyleri yapan kişilerin çoğunluğunun altıncı his olgusunun doğru ol­duğuna inanan kimseler oluşu yüzünden, yapılan doğru tah­minlerin çoğunluğunun tesadüfden fazla gösterilmiş olması­ndan mümkün olduğunu söylediler. Eğilim ve duygularının etkisinde kalmaları, gerçekte canlarının istediği şeyi algıla­mış olmaları da ihtimal dahilindedir. Bu konu etrafında hâlâ araştırmalar yapılmakta; münakaşa ve tartışmalar sürmekte­dir. Araştırmacılar, kesin bir sonuca ulaşabilmiş değildirler.[359]

Hattaboğlu Ömer'den (r.a.) rivayet edilen bir başka hi­kaye de, onun altıncı hissinin gücünü ortaya koymaktadır. Ömer, adamın birine sordu:

- Adın ne?

- Cemre,

­- Kimin oğlusun ?

- İbnu Şihab'ın.

- Kimlerden ?

- Hurka'lardan.

- Evin nere­de?

- Harretü'n Nar'da.

- Ne tarafında?

- Zatu Lezâ'da.

- Ailene yetiş; yanıyorlar! diye haber verdi. Hadiseyi anlatan Said, durumun, Ömer'in dediği gibi çıktığını söyledi.[360]

Bu hikayede olana ve önceki hikayede Sâriye'ye ses­lenişine baktığımızda, her ikisinin de altıncı hisse misal oldu­ğunu görmekteyiz. Ömer, ruh şeffaflığı sayesinde, Sâriye ve ordusunu kuşatan tehlikeyi, gerçekten çok uzak oian bir me­safeden algıladı. Yine ailesinden çok uzakta olan adamla ko­nuştuğunda adamın evinde yangın çıktığını sezdi.

Bazı şahıslarda altıncı hissin gerçekleşmesi için, ruh şeffaflığının kesinlikle şart olduğu ortaya çıkmaktadır. Ruh şeffaflığı ve temizliği ise daha çok takva sahibi mü'minlerde gerçekleşir; bu yüzden onlar, başkalarının algılayamadığı şeyleri bu sayede algılayabilirler. Rasûl (s.a.s.) bu gerçeğe işaret etmiştir: "Mü'minin firasetinden çekinin, çünkü o Yüce Allah'ın nuruyla bakar." buyurdu ve arkasından şu âyeti oku­du: "Elbette bunda fikir ve firaseti olanlar için âyetler vardır."[361]

Rasûl (s.a.s.), Yüce Allah'ı kendisine verdiği kalp temiz­liği ve ruh şeffaflığı sayesinde, altıncı his konusunda olağa­nüstü güce sahipti. Bundan başka Rasûl (s.a.s.), hayvanla­rın duyguları, karşılaştıkları acı, üzüntü, korku v.b. hayvanî his ve duygularını da olağanüstü güçle anlamıştı.

"Rasûl (s.a.s.) ensar'dan birinin ağılına girdi, baktı ki bir deve. Deve, Rasûl (s.a.s.)i görünce inledi, gözünden yaşlar aktı. Rasûl (s.a.s.) ona yaklaşıp gözlerini silince inlemesini kesti. Rasûl (s.a.s.) sordu:

"Bu devenin sahibi kim, bu deve kimin?" Ensardan bir genç geldi,

"Benim, ey Allah'ın elçisi" cevabını verdi.

"Allah'ın sana verdiği bu hayvan hakkında Al­lah'tan korkmuyor musun?! Bana, aç bıraktığın ve hızlı sür­düğünü şikayet ediyor!"[362]

Rasûl (s.a.s.) bu hayvanın çektiği acıyı, şikayete neden olan ağıdı, gözlerinden boşalan yaşın manasını anladı. Göğ­sünden çıkan inlemenin ne demek istediğini kavradı. Bu, Ra­sûl (s.a.s.)in, hayvanların psikolojik hallerini anlamada özel bir yeteneğinin olduğunu gösterir. Yine bunu, Birinci Bölüm'de, kuşun annelik güdüsü konusunda geçen misal de açıkça ortaya koyar. Rasûl (s.a.s.) ashabından bir grupla bir­likte, bir yerde konaklamıştı. Sahabeden biri, ağaçlık bir ye­re girip kayakuşunun yumurtasını almıştı. Kuş, Rasûl (s.a.s.) ve arkadaşlarını üstüne gelip kanat çırpmaya başladı. Rasûl (s,a.s.) arkadaşlarına sordu: Hanginizin işi bu?!"[363]

Rasûl (s.a.s.), kuşun üzerlerinde kanat çırpışının ona acı veren bir felaketten dolayı olduğunu anlamıştı. Topluluk­tan biri, yuvasından yumurtasını aldığını söyleyince, ona acı­yarak yumurtasını yerine koymasını emretti.[364]

 

Altıncı His Ve İlham

 

Altıncı hisle ilham arasını ayırmamız zorunludur. Rasûl (s.a.s.)in, rükû ve secde ederlerken ashabını arkasından gördüğünü, melekleri gördüğünü veya kabirlerinde azap edilen ölülerin sesini duyduğunu söylemesi durumunda biz, şüphesiz bir altıncı his olgusu karşısındayız. Bu gibi durum­larda Rasûl (s.a.s.), bazı engeller, maddî perdeler, mekan uzaklığı sebebiyle duyu organlarını kuşatan ortamın duyula­rına doğrudan etkisini gösterememesi nedeniyle, başka insanların normalde görmediği şeyleri gözleriyle gördüğünü, işitmediklerini kulaklarıyla duyduğunu söylüyor. Fakat Rasûl (s.a.s.), ruh saflığı ve şeffaflığı ile bu maddî ve mekana bağ­lı engelleri aşmaya, beraberinde bulunan arkadaşlarının al­gılayamadığı şeyleri algılamaya muktedir oldu. Mesela, Ra­sûl (s.a.s.)in İsrâ ve Mi'rac gecesinde, kendisi Mekke'de; Mescid-i Aksa'yı tarifi de böyle oldu. Rasûl (s.a.s.) şöyle diyordu: "İsrâ konusunda Kureyş bana inanmayınca, Hicr'de durdum. Allah, benimle Beyt-i Makdis arasındaki perdeyi kaldırdı; oraya bakarak ilgili yerleri anlatmaya başladım." Ra­sûl (s.a.s.)in sözlerinden açıkça anlaşılan, Beyt-i Makdisi gördüğü ve gördüğü gibi de tarif ettiğidir. Şüphesiz bu olay da vahiy ve ilham olmayıp altıncı hisse girer. "Allah bana Beyt-i Makdisi açıkça gösterdi." sözüne gelince, Allah'ın, el­çisi ve Beyt-i Makdis arasındaki maddî ve mekanla ilgili per­deyi kaldırdığı; Rasûl (s.a.s.)in orayı açıkça gördüğüne işa­ret etmektedir. Oradaki ruhî enerji bir de Nebî (s.a.s.)in ruhu olunca, Yüce Allah'ın dilemesiyle maddî engellerin içine nü­fuz eder, çok uzak mesafeleri aşar, Mescid-i Aksâ'yı gözü­nün önündeymiş gibi, doğrudan görür. Bu yüzden biz bu çeşit algılamayı altıncı his saymak fikrindeyiz. Ayrıca Rasûl (s.a.s.)in "Yüce Allah, dünyayı küçülterek önüme koydu; do­ğusunu/batısını gördüm." sözü de vahiy ve ilham olmayıp gerçekten gözleriyle gördüğüne delalet eder. Ancak Rasûl (s.a.s.)in aynı hadiste "Ümmetim, bana çerçeve içinde gösterilen yerlere hakim olacak." sözü altıncı his değil; vahiy ve ilham kavramı içine girer. Yine, "Bana dünyanın hazinelerinin anahtarları verildi." yani müslümanların Fars ve Rum ülkele­rini ele geçirecekleri sözü de altıncı his dairesine değil, va­hiy ve iiham kavramı içine girer.[365]

 

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

 

HADİSTE DÜŞÜNME

 

İslam, insanı varlık olgusunu incelemeye, Yüce Allah'ın yaratma sanatını düşünme, yere/göğe, kendine ve evrende olan bütün yaratıklara bakma çağrısına büyük özen göster­miştir. Yüce Allah: "Onlar ki, gerek ayakta gerek otururken ve gerek yanları üzerinde hep Allah'ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler, "Ey Rabbimiz, bunu boşuna yaramadın, Sen yücesin, o halde bizi ateşin azabın­dan koru" derler."[366]

"Kendi nefislerinde hiç düşünmediler mi?"[367] "De ki, yeryüzünde bir gezinin bakın, yaratılışı ilkin na­sıl yapmış?"[368]

"De ki, Bakın göklerde ve yerde neler var!"[369] "İnsan neden yaratıldığına bir baksın."[370] buyurmuştur. Kur'an-ı Kerim, insanı, varlık olgusunu gözlemeye, bak­ma ve düşünmeye davet etmektedir. İlmî düşünce prensibi­ni, gözlemle delil toplama, onlardan sonuç çıkarma sonra da bu sonucun doğruluğunu gerçekleştirme şeklinde koymuştur. Kur'an-ı Kerim insanı gözlem, bakma, düşünmeye çağır­ır. Müslümanları ilim ve bilgi kazanmaya, islam toplumunda ilmî uyanışın neden olduğu deneysel araştırmaların yapılma­sına götürür. Avrupa kapkara bir cehalet içindeyken ilim ve bilginin müslümanlar arasında parlamasını sağlayan güçlü bir itici neden işte bu yönlendirmedir. İslam ülkelerinden ya­yılan ilim nuru Avrupa üzerine doğdu; oradaki cehalet karan­lığını dağıttı, Avrupa'da rönasansın doğmasını sağlayan de­neysel araştırma ve ilmî düşünme ruhunu diriltti.

Kur'ân-ı Kerim, aklın, onu bağlayan ve sağlam düşün­mesini engelleyen bağlardan kurtulmasına özen gösterdi. Düşünmeden, doğruluğunu araştırmadan gelenek ve eski görüşlere yapışmaya; düşünmeye engel olan, onu bazı ka­yıtlarla bağlayan, gerçeğe ulaşmak için araştırma yapmaya mani olan hurafelere savaş açtı. İddiaların, belgelerin doğru­luğunu ispatlamadan hızlı hüküm vermeye savaş açtı.

Yanlış yapılması kaçınılmaz olan zanna uymayı yasak­ladı, sağlam delillerin desteklediği doğruya uymaya çağırdı. Önyargıya götüren, düşünce yanlışlarına sebep olan eğilim ve isteklerin etkisine girmeyi de yasakladı. Yazar, "el-Kur'ânu ve İlmu'n Nefs" kitabında, "Kur'ân-ı Kerim'de Düşün­ce"[371] konusunu ele aldı; düşünceye etki eden çeşitli etken­lerle ilgili Kur'an-ı Kerim âyetlerini tartıştı. Kur'an-ı Kerim'de düşünceye çağıran âyetler, düşünceye engel olan kayıtlar­dan kurtulma, müslüman bilginler arasında deneysel araştır­ma yapma ve ilmî düşüncenin üzerine oturduğu temeller ko­nuları geçmişti.

Rasûl (s.a.s.) de, Yüce Allah'ın âyetlerini, yaratılıştaki güzelliği düşünmeye davet etti. Allah'ın yaratma sanatı hak­kında tefekkür ve düşünce ibadet çeşitlerinin en üstünlerindendir. Rasûl (s.a.s.): ''Bir saatlik düşünce bir yıllık ibadetten hayırlıdır."[372]

"İnsanlar Allah'ın zatı hakkında sorular sorunca, Rasûl (s.a.s.): "Aziz ve Celil olan Allah'ın zatını değil, yarattıklarını düşünün; siz O'nun zatını kavrayamazsınız."[373] buyurmuş­tur.

Yüce Allah'ın âyetleri ve O'nun yaratma sanatı, evrende hareket halinde olan sağlam düzeni ve evrenin bütün dış gö­rünüşüne hükmeden sabit kanunlar hakkında düşünmek, bu evrenin bir yaratıcısı ve idarecisi olduğuna inanmak için ye­terlidir. Bu yüzden Rasûl (s.a.s.), Allah'ın yarattıkları hakkın­da düşünmeyi tavsiye; insan aklının kavrama kapasitesinin üstünde olan zatı hakkında düşünmeyi yasak etti. Aziz ve Celil Allah'ın benzeri olan birşey yoktur. İnsan aklı sadece, yaşadığı dünyada kavranabilecek şekilleri, onlardan oluştur­duğu kavramları, onlardan çıkardığı küllî anlamları düşünebilir. İnsan aklı gayb âlemini, Yüce Allah'ın zatını düşünmeye çalışırsa, şüphe yok ki bu düşüncesinde, bilip tanıdığı şey­lerden yardım isteyecektir. İnsan aklı bu yolla, bilinen âlem­de hiçbir benzeri olmayan Allah'ın zatı hakkında düşününce, çaresiz sapıtacak ve helak edecektir. Bu hadiste, insan aklı­nın eksik ve son derece sınırlı olduğuna da işaret vardır, in­san aklı, bilinen âlem, duyu organları vasıtasıyla elde edilen bilgiler ve ondan çıkardığı kavramlar çerçevesinde çok iyi düşünebilir. Fakat bilinen âlem ötesinde gerçeği kavramaya güç yetiremez; ancak Yüce Allah'ın bir vergisi olarak, "Altın­cı Bölüm”de ele alacağımız gibi, vahiy ve ilahî ilhamı onun yoluyla kavrayabilir.

Rasûl (s.a.s.), düşünme görevini yapan aklı, Abdu'l Kays'lı Eşecc'e söylediği sözlerle övmüştür: "Sende, Allah ve Rasûlü'nün sevdiği iki özellik var: Hilm ve sebat (Inâe)"[374] Nevevî (676/1277) bu hadisin açıklamasında, "Hilm, akıllı davranmak, inâe ise aceleyi terk ve sebatlı olmadır. Akıl, sa­hibi olan kişiyi, övülmüş sıfatlardan olan, Yüce Allah ve Ra­sûl (s.a.s.)in yanında sevgili kılan özelliklerle donatır. Akıl, sahibini doğruya, hayra iletir; sapıklık ve serden uzaklaştırır." demiştir.

Rasûl (s.a.s.) arkadaşlarını düşünmeye, aklı kullanarak ve kıyas yaparak sonuç çıkarmaya teşvik ederdi.

Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderirken sordu:

- "Nasıl hüküm verecek­sin?

- Allah'ın kitabıyla.

- Hüküm vereceğin husus Kur'an'da yoksa?

- Rasûl (s.a.s.)in Sünnetiyle.

- Rasûlün Sünnetinde de yoksa?

- Kendi görüşümle hüküm veririm." deyince, Rasûl (s.a.s.):

- Elçisinin elçisini başarılı kılan Allah'a hamdolsun." buyurdu."[375]

Rasûl (s.a.s.) bu hadiste, ashabını düşünmeye, hükmü Kur'an ve Sünnet'te bulunmayan hayatın problemleriyle karşılaşınca aklı kullanarak sonuca varmaya teşvik ediyor. Ra­sûl (s.a.s.), hakimleri ictihadlarıyla karar vermeyi öğütlüyor; bu konuda ahirette sevap alacaklarını söyleyerek özendiri­yor. Rasûl (s.a.s.), Amr b. As'a: "Hakim ictihadla karar verir, doğru karara ulaşırsa iki sevap alır; içtihadında yanılırsa bir sevap alır."[376] buyurdu.

Semavî dinlerden hiç birinde, İslam dininde bulunduğu kadar düşünceye daveti ve buluşa teşviki bulamıyoruz.

Rasûl (s.a.s.)in sözü bunu açıkça ortaya koyuyor: "Kim İslâm'da iyi bir çığır açarsa, açtığı çığırın ve bu çığırdan gi­denlerin sevabını alır; iki tarafın sevaplarından birşey eksil­mez. Kim de İslâm'da kötü bir çığır açarsa, açtığı çığırın ve bu yoldan gidenlerin günahını alır; ikisinin de günahlarından birşey eksilmez."[377] Bu hadiste iyi çığır açan yaratıcı düşün­ceye; yani, insanlara yararı olan yeni birşey yapmaya çağrı vardır. Rasûl (s.a.s.) bu konuya, kıyamete kadar bu güzel şeyi yapanların ve kendi işlediğinin sonsuz sevabını alacağı hususuna oldukça özendirmiştir. Gerçekte bu teşvik, insan­lığın hayrına ve toplum yararına olan yaratıcı düşünceye bü­yük ölçüde özendirmedir.[378]

 

Düşünme Yanılsamaları

 

Rasûl (s.a.s.) düşünce hatalarına götüren bazı etken­lerden sakındırmıştır. Ashabına düşüncelerinin doğru olma­sını, sağlıklı düşünceyi engelleyen kusurlardan uzak olmayı öğretirdi. Büyük yanılgılara sebep olan etkenlerden bazıları:[379]

 

a- Taklit, Hurafe ve Kuruntuya Kapılma

 

Düşünce yanlışlarına götüren etkenlerden biri, doğrulu­ğunu araştırmadan, fikir ve görüşlerinde başkalarını taklittir. Kur'an-ı Kerim, babalarının görüşlerini taklit eden, putlara ibadet konusunda onların inançlarına sımsıkı sarılan müşrik­leri iğneleyici bir dille tenkit etmiş; insanları, akıllarını taklid bağlarından kurtarmaya çağırmıştır. Ayrıca taklitten hareket­le tutundukları hurafe ve kuruntudan kurtarmaya davet et­miştir.[380]

Rasûl (s.a.s.) de aynı şekilde başkalarının görüşlerine uyma, onların davranışlarını düşünce süzgecinden geçirme­den körükörüne taklit etmekten sakındırdı. Rasûl (s.a.s.); "İn­sanlar iyilik yaparsa iyilik yaparım, kötülük yaparsa kötülük yaparım diyen şahsiyetsiz bir kişi olmayın. İnsanlar iyi olursa iyilik yap, kötü olursa kötülük yapma demeye kendinizi alış­tırınız."[381] buyurdu.

Bu hadiste, Rasûl (s.a.s.) hak ve batıl, iyi ve kötü arası­nı ayırmaya; iyi ve doğruya götüren fikre uymak için aklı kul­lanmaya çağırıyor. Doğruluğunu anlamadan başkalarının görüşlerine uyma, sonucunun iyi olduğunu kavramadan yaptıkları işlerde başkalarını taklitten sakındırıyor.

Yine Rasûl (s.a.s.) kuruntu ve hurafelerle savaşmaya düşkünlük gösterdi. Rasûl (s.a.s.)in oğlu İbrahim'in ölümü esnasında güneş tutulunca, insanlar: "Güneş, İbrahim'in ölü­mü yüzünden tutuldu." deyince, Rasûl (s.a.s.): "Güneş ve ay Allah'ın âyetlerinden iki âyettir; birinin doğumu veya ölümü nedeniyle tutulmazlar." buyurdu.[382]

Bu hadiste Rasûl (s.a.s.) ashabına, güneş ve ay tutul­masının Allah'ın koyduğu sabit doğa kanunlarından; birinin doğumu/ölümü gibi dünyada olan hadiseler yüzünden olma­yan, değişmez bir kanun olduğunu öğretmiştir. Rasûl (s.a,s.), vehim ve hurafelerle, özellikle de uğursuzluk, med­yumluk, falcılık, sihir, yıldızların insanın kaderi üzerindeki et­kisi düşünceleriyle savaştı. Rasûl (s.a.s.): "Kim bir medyum veya falcıya gider ve dediklerini kabul ederse, Muhammed'e indirileni inkar etmiş olur."[383] "Kim yıldızlardan bir bilgi alır­sa, sihirle ilgili bir iş yapmış olur. Aldığı bilgi arttıkça da, sihir miktarı artmış olur."[384]

Kehanet, gaybtan haber vermektir. Falcılık da gayb ha­berlerinden bir çeşittir; bazı öncüller ve sebeplerin delaletiy­le, o işle ilgili henüz bilinmeyen şeyleri haber verdiğini iddia etmektir. "Yıldızlardan bilgi almak"tan maksad, müneccim­liktir. Yani, yıldızların hareketleri ve gizemlerinden, yeryüzü­ne etkisinden geleceğe ait olayların bilindiğini iddiadır. Bu tutum bir metodu bulunan, ilmî gözlemlere dayanan, ilim olan Astronomi'den ayrı bir şeydir.[385] Rasûl (s.a.s,) bu çeşit kuruntu ve hurafelerle savaştı; bu savaşta ashabının akılları­nı bunların etkisi altında kalmaktan sakındırdı, onlarda sağ­lam düşünce anlayışını yaydı. Böylece islamî oluşumun ge­lişmesini sağlayan akıl iklimini, islâmî rönesans asrının orta­ya çıkmasını hazırladı.[386]

 

b- Delil Yetersizliği

 

Hüküm vermede, bu hükmün veya sonucun doğruluğunu destekleyen yeterli delil olmaksızın sonuç çıkarma insan­ların çoğunun düştüğü düşünme hatalarındandır.

İnsanların çoğu, özellikle de ilmî düşünce yollarını bil­meyenler bu sonuca varma ve hükmü vermede yeterli olma­yan bazı küçük parçalardan hareketle genel hüküm verme ve sonuç çıkarmaya yöneliyorlar. Bu yüzden verdikleri hü­küm ve vardıkları sonuç çoğunlukla yanlış oluyor. Kur'an-ı Kerim bizi bu şekil hatalara düşmekten Yüce Allah'ın şu âye­tinde sakındırmıştır: "Bir de hiç bilmediğin bir şeyin ardınca gitme; çünkü kulak, göz ve gönül, bunların herbiri onlardan sorumludur."[387]

"Onların çoğu sırf bir zan ardından gider. Fakat zan, haktan hiç bir şey ifade etmez! Muhakkak ki Allah onların ne yaptıklarını bilmektedir."[388]

Rasûl (s.a.s.) de insanlara, bilmedikleri şeyler hakkında konuşmayı yasakladı: "Bir kimseye, bilmediği şeyi konuşma­sı gerekmez."[389] buyurdu. Rasûl (s.a.s.) zandan da sakındırdı. Zan, doğruluğunu gösteren bir kanıtın olmadığı, doğruya ve yanlışa ihtimali olan bir sözdür. Rasûl (s.a.s.): "Zandan kaçının çünkü o, sözlerin en yalanıdır."[390] buyurmuştur.

Bu iki hadiste insanlara, aslı bilinmeyen söz ve bir deli­lin desteklemediği zandan apaçık bir yasaklama vardır. Bu durum insanları, doğruyu araştırmanın zorunluluğuna ve de­lillerin desteklediği hak söze yönlendirmedir. Rasûl (s.a.s.), ashabını zandan nefret ettirmek, doğruyu ve doğru sözü araştırmaya özendirmek için zannı "sözlerin en yalanı" olarak nitelemektedir. Yine Rasûl (s.a.s.): "Kim bilmeden bir hüküm verirse, vebali verenin boynunadır.”[391] buyurmuştur. Burada hüküm sözü, din ve dünya işlerinden hangisi olursa olsun, geneldir. Bu hadiste insanların işlerinde, özellikle de hayatî önemi olan konularda, fetva istenen hususta yeterli bilgisi ol­madan, verdiği hükmün dayandığı yeterli delil bulunmadan fetva vermeyi, görüş belirtmeyi, hükme varmayı açıkça ya­saklama vardır.

Rasûl (s.a.s.) burada, sadece varılan hükmün doğrulu­ğunu kanıtlayan delil olmadıkça fetva vermeyi yasaklamadı; doğruluğu bilinmeden birilerinin sözünü doğru kabul etmeyi ve onu başkalarına taşımayı da yasakladı. Ebu Mesud'a, "Rasûl (s.a.s.)den, zannederek konuşma hakkında birşey duydun mu? diye sorulur: "Adam, ne kötü taşıt/binektir."[392] dediğini duydum." cevabını verir. Bu hadiste insanları, doğruluğunu anlamadan, başkalarından duydukları sözleri ka­bul etmekden sakındırma vardır. İnsanların çoğu, duydukla­rının çoğunu onaylamaya eğilim gösteriyor; doğruluğunu ka­bul ederek başkalarına aktarıyorlar.[393]

 

Düşüncenin Olgunlaşması İçin, Tartışma Ve Diyalogun Önemi

 

Diyalog ve tartışma, düşüncenin olgunlaşması, yanlış­lardan ve doğruya ulaşmasına mani olan engellerden korun­ması için önemli olan etkenlerdendir.  Yüce Allah,  Rasûl (s.a.s.)e, ashabıyla müşavere yapmasını emretti: "Yapaca­ğın işlerde onlarla istişare et."[394] buyurdu. Münakaşa ve di­yalogda meselenin çeşitli yönleri ortaya çıkar, sınırları çizilir, meselenin çözüme kavuşmasına yardımcı olacak veya prob­lemi başarılı bir şekilde çözecek yeni görüşler ortaya atılır. Rasûl (s.a.s.) ashabıyla görüş alış-verişinde bulunuyordu. Bedir savaşına girmeden önce onlarla istişare yaptı; ensarın savaşmak istediğinden emin oldu. Ayrıca ashabıyla bedir savaşının yeri, zafer sonrası Kureyş müşriklerinden esir dü­şenler konusunda da müşavere yaptı. Hendek Savaşında da onlara danıştı ve şehrin etrafına hendek kazılması konusun­da İran'lı Selman'ın görüşünü kabul etti. Rasûl (s.a.s.) asha­bını müşavereye teşvik eder ve cesaretlendirildi; "İstihareye yatan yanılmaz, danışan pişman olmaz."[395] buyurmuştur.[396]

 

BEŞİNCİ BÖLÜM

 

HADİSTE ÖĞRENME

 

Öğrenmenin insan hayatında büyük önemi vardır. İn­san, hiçbir şeye güc yetiremeyen, hiçbir şey bilmeyen bir varlık olarak doğar; fakat çeşitli gelişme dönemlerinde bir­çok meslek ve bilgiye öğrenme yoluyla ulaşır. Çocuk doğdu­ğunda, emme sırasında memeyi sorma, el, ayak ve göz ka­paklarını hareket ettirme, ağlama, bazı düzensiz sesler çı­karma gibi bir kısım refleks olan hareketlerle doğar. Bu ref­leksler öğrenme yoiuyla kazanılmış değil; yaratılıştan gelen hareketlerdir. Fakat çocuk, gelişmesi sırasında bu tip hare­ketleri ve becerileri öğrenmekle kalmaz; ellerini nasıl oynattı­ğını, parmaklarıyla bir şeyi nasıl tutup aldığını, kelime, sanat v. b. diğer birçok ustalıkları öğrenir. Yürürken ayak ve ba­caklarını nasıl hareket ettirdiğini, koşmayı, tırmanmayı, top oynamayı, diğer sportik faaliyetleri ve bunların dışındaki us­talık gerektiren hareketleri öğrenir. Sesini nasıl düzenlediği­ni, ana/baba, kardeş ve öteki eşya isimleri gibi anlamlı keli­meleri nasıl telaffuz ettiğini; sonra bu kelimeleri anlamlı cüm­lelerde kullanmayı öğrenir. Çocuk hayatını yeni durumlarla karşılaşarak sürdürür, birçok engel ve problemlerle karşı karşıya gelir. Fakat daima bu durumlara karşı uygun davra­nışları nasıl sergileyeceğini, bu engelleri nasıl aşacağını, bu problemleri nasıl çözeceğini öğrenir. İşte bu öğrenme gücü ve tecrübelerden yararlanma insan ve hayvanı, sürekli ola­rak yeni durumlara, olağanüstü hallere, uyum sağla­ma/adaptasyonu sağlar; hayatta kalma ve neslini sürdürme­sine yardımcı olur.

İnsan yalnızca dil, çeşitli ilim ve sanatlar, meslekler ve bunların dışındaki çeşitli ustalıkları öğrenmez; âdetleri, yöne­lişleri, davranışları ve kimliğini oluşturan özellikleri de öğre­nir. Bu yüzden insan hayatında öğrenmenin büyük önemi vardır. Kur'an-ı Kerim'de ilk inen âyetlerin okuma/yazma öğ­renmekle ilgili oluşu, insan hayatında öğrenmenin önemini gösteren en büyük delildir. Yüce Allah: "Yaratan Rabbinin adıyla oku/O, insanı bir alak (embriyo)dan yarattı./Oku, O keremine nihayet olmayan, kalemle (okuma-yazmayı) öğre­ten Rabbindir/O, insana bilmediği şeyler öğretti."[397]

Kur'an-ı Kerim ilmin üstünlüğü ve yüce gücünü övdü. Bunun en büyük delili, Yüce Allah'ın, söze kendiyle başlama­sı sonra melekleri övmesi bundan sonra da doğrudan ilim sahiplerini zikretmesidir.

"Allah şu hakikate şehadet eyledi: Başka ilah yok; an­cak O var! Bütün meleklerle ilim sahipleri de dosdoğru ola­rak buna şahidlik eder."[398]

Rasûl (s.a.s.) de ilmin üstünlüğünü övdü; müslümanları onu öğrenmeye ve insanlara öğretmeye çağırdı; "İlmi öğre­niniz ve onu insanlara öğretiniz. Kur'an'ı öğreniniz ve onu in­sanlara öğretiniz."[399]

"İnsan ya öğrenen ya öğretendir; bunların dışında ka­lanlarda hayır yoktur."[400]

"Dikkat edin, dünya ve dünyada olanlar yaramaz; an­cak Allah'ı anmak ve Onu sevenler, bilen veya öğrenen işe yarar."[401] buyurdu.

Rasûl (s.a.s.) ilim öğrenmeye özendirdi; ilim öğenmek için yola çıkmayı "Allah yolunda" yola çıkma, bu işi, sahibini Cennet'e gitmeyi kolaylaştıran bir amel saydı: "Kim ilim öğ­renmek için bir yol tutarsa Allah ona Cennet yolunu kolaylaş­tırır."[402]

"Kim ilim öğrenmek için yola çıkarsa, dönünceye kadar Allah yolundadır."[403]

"Kim ilim isteyerek bir yola girerse Allah onun Cennet'e yolunu kolaylaştırır. İlim istediği için melekler ona kanat ge­rer. Alime gökler ve yerdekiler, hatta sudaki balıklar bile ba­ğış diler."[404] buyurdu.

Sahibine Cennetin yolunu kolaylaştıracak oan, ilim tahsili sebebiyle meleklerin kanatlarıyla koruduğu, göklerde­ki ve yerdekilerin hatta denizdeki balıkların bağış dilediği ilim sahibinin, ilmin faziletini geçecek olan hangi fazilettir? İlmin bu erdemi yüzünden müminin ona koşması, elde etmeye düşkün olması layıktır. Bu yüzden, Rasûl (s.a.s.) müslümanları ilim tahsiline teşvik etti: "Hikmet müminin yitik malıdır; bulduğu yerde, almaya en çok hak sahibi olan odur."[405] buyurdu.

Burada "hikmet" kelimesi, gerek dinî olsun, gerekse in­sanlığın hayrı ve toplumun iyiliğini hedef alan, insana yararı dokunan ilim demektir. Faydalı ilim insana sadece dünyada yaramaz; ahirette de yarar. Rasûl (s.a.s.): "Ademoğlu öldü­ğü zaman ameli kesilir ancak şu üç grup hariç: 1- Sürekli ya­rarı olacak (cami, okul, çeşme, yol, vakıf gibi) sadaka. 2- Ya­rarlanılan bir bilgi (Buluş, kitap yazımı gibi.) 3- Kendisine dua eden iyi bir evlat." [406] buyurdu.

Yüce Allah da bilginleri övmüştür: "Allah iman edenleri­nizi yükseltsin, ilim verilenleri ise derecelerle..."[407]

"De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?."[408]

Rasûl (s.a.s.) de âlimleri övdü, ibadet edenlerden üst makama koydu; âlimleri nebilerin mirasçısı yaptı. Rasûl (s.a.s.): "Bilginin âbid/ibadet edene üstünlüğü, ayın öteki yıl­dızlara üstünlüğü gibidir. Bilginler mutlaka nebilerin mirasçı­larıdır; nebiler dinar veya dirhem olarak miras bırakmaz, ilmi miras bırakırlar. Ondan alan bol şanslıdır."[409]

"Alimin âbide üstünlüğü, benim en aşağı olanınıza üs­tünlüğüm gibidir."[410] buyurdu.

Rasûl (s.a.s.) âlimi âbidden gerçekten çok yüksek bir mevkiye koydu. İbadet edene göre âlimin değerini, sıradan sahabeye nisbetle Rasûl (s.a.s.)in yerine benzetti. Aynı şekil­de, âlimin âbide nisbetle yerini yıldızlara nisbetle aya benzetti. Rasûl (s.a.s.)in âlimleri takdiri ve onları övmesi konu­sunda; yerlerini nebilerden sonraya, şehitlerin menzilinden de üste koymaktan daha büyük kanıt yoktur. Rasûl (s.a.s.): "Kıyamet gününde üç grup şefaat eder: Nebiler, sonra âlim­ler, sonra şehitler."[411] buyurdu.

Rasûl (s.a.s.) insanlara hayrı öğreten, dünya ve âhirette onlara fayda verecek şeylere yönlendiren öğretmenleri de övdü. Allah (c.c.) yanında büyük mevkilerinin olduğu; Yüce Allah'ın salât, meleklerin, gökler ve yerdeki bütün mahlûkatının dua ettiğini söyledi; "Allah, melekleri, gökler ve yerdekiler, yuvasındaki karınca bile, insanları hayra yönelten öğret­mene salât ederler."[412]

"Bildiğini yapan ve öğreten göklerin melekûtunda bü­yük olarak çağrılır."[413] buyurdu.

Rasûl (s.a.s.) öğretmene, bir benzeri olmayan, en bü­yük örnekti; sahabelerine öğretir; islâmı insanların arasında yaymaları, gelecek kuşaklara öğretmeleri için, onların da öğ­retmen olmalarını sağlardı. Rasûl (S.a.s.), gönderilişinin asıl amacının "eğitim" olduğunu söylerdi. "Ben özellikle öğret­men olarak gönderildim."[414] buyurdu

Rasûl (s.a.s.) Aişe'ye: "Yüce Allah beni, zorlayan ve zorlaştıran olarak değil; öğreten ve kolaylaştıran olarak gön­derdi."[415] dedi.

Kur'an-ı Kerim, Rasûl (s.a-s.)in bu esaslı görevini, in­sanlığın öğretmeni olarak andı: "O'dur ki ümmiler içinde ken­dilerinden bir Rasûl gönderdi; üzerlerine O'nun âyetlerini okuyor, onları temize çıkarıp parlatıyor, kendilerine Kitap ve hikmeti öğretiyor."[416]

"Nitekim içinizden bir Rasûl gönderdik, o size âyetleri­mizi okuyor, sizi kötülüklerden temizliyor, size kitabı ve hik­meti öğretiyor, size bilmediğiniz şeyleri öğretiyor."[417]

Sahabe, Rasûl (s.a.s.)in etrafında toplanıyor, ona vahiy yolunan Kur'an âyetlerini dinliyor, öğreniyor ve ezberliyorlar­dı. Konuştuklarını dinlemeye düşkündüler; o sözleri ezberli­yor, birbirlerine aktarıyorlardı. Orada bulunanlar bulunma­yanlara haber veriyordu. Tarih, Rasûl (s.a.s.)in benzeri, öğ­rencileri onu seven, ondan bilgi almakta son derece hırslı olan bir öğretmeni haber vermedi. Söz ve hareketleriyle bü­tün öğretisini iyice öğrendiler; ötekilere, değiştirip bozma­dan, işittikleri gibi, doğru olarak aktarmaya büyük özen gös­terdiler. Rasûl (s.a.s.) onları kulak vermeye, sözlerini başka­larına aktarmaya teşvik etti: "Benden bir şey duyan ve duy­duğu gibi başkasına ulaştıran kişinin, Allah yüzünü ağartsın. Başkasından duyan nice kimseler vardır ki bizzat duyandan daha kavrayışlıdır."[418]

"Burada bulunanlar bulunmayanlara duyursunlar; du­yuranın, kendinden daha anlayışlı birine aktarması mümkün­dür."[419] dedi.

Rasûl (s.a.s.) keskin zekalı bir öğretmendi; ashabına, din ve dünya işlerinde onları ilgilendiren, fayda veren her şe­yi öğretirdi. Onlara, kendilerinden önce yaşamış milletlerin başından geçenlerle öğüt verir, kendilerinden sonra olacak şeylerden sakındırırdı.

Amr b. Ahtab el-Ensarî anlatır: "Rasûl (s.a.s.) bize sa­bah namazını kıldırdı, minbere çıktı öğle yaklaşana kadar ko­nuştu. İndi ve öğleyi kıldırdı. Sonra minbere çıktı ve ikindiye kadar konuştu. Sonra indi ve ikindiyi kıldırdı. Sonra minbere çıktı ve güneş inene kadar konuştu. Geçmiş olanları ve mev­cut olanları haber verdi; bize öğretti ve ezberletti."[420]

Ebû Zer der ki: "Rasûl (s.a.s.) bize, gökte uçan kuşun kanadıyla da ilgili olsa, bir bilgi bırakıp gitti."[421]

Rasûl (s.a.s.) ashabına her şeyi öğretirdi. Hayatlarıyla ilgili veya âhirette fayda verecek, küçük olsun büyük olsun, her şeyi onlara öğretti. Selman anlattığına göre, kendisine sorulur: Rasûl size her şeyi, hatta tuvalete gitmeyi de mi öğ­retiyor?! -Evet. Büyük/küçük abdest bozarken kıbleye dönme­meyi, sağ elle taharetlenmemeyi, birimiz taşla taharetlenince üç taştan aşağı kullanmamayı, tezek ve kemikle taharetlenmemeyi öğretti."[422]

Rasûl (s.a.s.) insanlara kolaylıkla ve şefkatle öğreten bir öğretmendi; böylece, nefislerinde yerleşmesi için, onların göz ve gönüllerini öğreteceği şeye açardı. Muaviye b. Hakem es-Sülemî, Rasûl (s.a.s.)i kastederek der ki: "Ondan ön­ce ve sonra, ondan daha güzel öğreten bir öğretmen gör­medim." [423]

 

Öğrenme Yolları

 

Öğrenme, birkaç yolla sağlanabilir. Hadislerde, bu öğ­renme yollarıyla ilgili olarak anlatım ve taklid, sınama/yanıl­ma, şartlanma ve düşünme olmak üzere dört tanesini bulu­yoruz.[424]

 

1- Anlatım Ve Taklit/Model Alma

 

Öğrenme, anlatım ve taklit etme yoluyla olabilir. Bu du­rum, bir kişinin başka birinin yaptığı her hangi bir işi anlatma­sı veya bir şeyi konuşmasıyla olur. Çocuk, babasının dilini, çeşitli davranışlarını, gelenekleri, huyları, kimliğini oluşturan özellikleri bu yolla öğrenir. Çoğunlukla, yetişkin insan da an­latım yoluyla öğrenir. Mesela, işçi, beceri gerektiren işini us­tasının anlatımıyla öğrenir. Sahabe, ibadet etmeyi, Rasûl (s.a.s.)e uyma, izfeme ve anlatımı yoluyla öğreniyorlardı. Ebû Hazim b. Dinar anlatır: "Bir defasında Rasûl (s.a.s.) minbere çıktı, tekbir getirdi, o minberdeyken, ardından insanlar da tekbir getirdiler. Sonra eğildi ve geri geri indi, minberin di­binde secde etti. Sonra namazını bitirdi. Ardından insanlara dönüp: "Bunu, bana uymanız ve namazınızı öğrenmeniz amacıyla yaptım."[425] buyurdu.

Câbir anlatır: "Kurban kesme günü, Rasûl (s.a.s.)i bine­ğinin  üstünde şeytan  taşlarken  gördüm,  şöyle  diyordu: “Haccın nasıl yapılması gerektiğini benden öğreniniz; ben bu haccımdan sonra hac edip etmeyeceğimi bilmiyo­rum.”[426]

Rasûl (s.a.s.) ashabına, söz ve hareketten oluşan bütün davranışlarında, uymaları gereken en güzel örnekti. Yüce Al­lah ona uymayı bize emretti ve buyurdu ki: "Şanım hakkı için, muhakkak ki sizin için Allah'ın elçisinde pek güzel bir örnek vardır; Allah'a ve âhiret gününe ümit besleyen ve Allah'ı çok zikreden kimseler için."[427]

Rasûl (s.a.s.) ashabına, kendisine ve kendinden sonra gelen olgun kimselere uymalarını tavsiye etti. Buyurdu ki: "Size düşen benim sünnetime ve benden sonra gelip doğru yola yönlendiren olgun kimselerin yoluna uymanızdır. Sün­netime, olabildiğince sımsıkı sarılmaktır."[428]

Rasûl (s.a.s.) bütün davranışlarında, olgun insan için, en güzel örnekti. Ashabı ona sadece ibadetlerde değil, gün­lük hayatın bütün davranışlarında uyardı. Bu durum onların davranışlarında ve şahsiyetlerinde büyük bir değişikliğe ne­den oldu. Tarihin tanıdığı en büyük adamlar, islâm bayrağını taşıyan en iyi kahramanlar oldular. İslam davetini ülkelere yaydılar. Kendilerine ve gösterdikleri yola uyulan, benzeri az bulunan insanlık örneği idiler.[429]

 

2- Sınama-Yanılma

 

İnsan, şahsî tecrübe ile, yeni bir problemle karşılaştı­ğında onu çözmek için giriştiği denemelerle de öğrenir. Başlangıçta hata eder, sonra denemesini tekrarlar; yanılma tekrarladıkça sınamaya devam eder; sonunda problemin doğru çözümüne ulaşır. Öğrenmede bu yol "sınama-yanılma" ola­rak bilinir. Biz hayatımızda, çoğunlukla iş ve ustalıklarımızı bu yolla öğreniriz. Kur'an-ı Kerim'de Yüce Allah öğrenme ko­nusunda insanları evrene, Allah'ın yaratıklarına bakmaya, görme ve düşünmeye teşvik ettiğinde bu yola işaret etti. Bütün bunlar insanı, "sınama-yanılma" yoluyla öğrenmeye gö­türür. Daha önce "Kur'an ve Psikoloji" adlı eserimizde bu ko­nuyu, Kur'an-ı Kerim'de "sınama-yanılma" yoluyla ilgili hu­susları ele almıştık.[430]

Rasûl (s.a.s.) de, hurmaların aşılanmasıyla ilgili hadiste, sınama-yanılma yoluyla öğrenmeye işaret etti. Talha b. Ab­dullah anlatır:

Rasûl (s.a.s.) ile birlikte, hurma dallarına çıkmış bir grup insana uğradık.

- "Bunlar ne yapıyorlar?" diye sordu.

- "Aşı yapıyorlar; erkeği dişiye koyuyorlar, aşılanıyor." cevabı verildi. Rasûl (s.a.s.):

- "Bunun bir işe yarayacağını sanmam." dedi. Ravi, bunun onlara haber verildiğini, onların da bıraktığını söyledi. Bu durum Rasûl (s.a.s.)e haber verilin­ce:

- "Eğer fayda veriyorsa, yapsınlar, Ben bir tahminde bu­lundum; bu zannımdan dolayı beni hesaba çekmeyin. Size Allah'tan gelen bir şey söylediğimde onu alın. Ben Allah (c.c.)ye kesinlikle yalan söylemem."[431] Başka bir rivayette ise, "Sizler dünya işlerini daha iyi bilirsiniz." buyurdu.

Rasûl (s.a.s.) "Eğer bu yarar sağlıyorsa, yapsınlar." bu­yuruyor. Yine "Sizler dünya işlerini daha iyi bilirsiniz." diyor. Bu sözler, sınama-yanılma yoluyla öğrenmeye, şahsi dene­meye işaret ediyor. İnsan bu yolla, karşılaştığı yeni durumlar karşısında yeni çözümler bulmayı öğrenir.

Rasûl (s.a.s.) öğrenmede pratik tecrübenin önemine işaret etti: "Zorluklara dayanmayan akıllı uslu olamaz, ağır­başlı olmayan kendini tutamaz."[432] buyurdu. Rasûl (s.a.s.)in "Çok iyi bilen yok ancak tecrübe sahibi olan vardır." anlamı­na da gelen bu sözü, öğrenmede pratik tecrübe ve deneme-yanılmanın önemine işaret ediyor. Kendine hakim olan kişi ancak doğruya ulaşıncaya kadar -ki o hikmettir- yaptığı bir­çok denemeleri içeren tecrübe yoluyla hikmete ulaşır.[433]

 

3- Şartlanma

 

İnsan, şartlanma (Conditioning) yoluyla da öğrenir. Şartlanma yoluyla öğrenme, insan hissî bir dürtüyle uyarıldı­ğında olur. İnsan ona, uyarıldığında bir şekilde karşılık verir. Bu dürtü birkaç defa tekrarlandığında, hissî uyarıcı olmadı­ğında da aynı karşılığı vermeye başlar. Şartlanma yoluyla öğrenmenin klasik misali, tanınmış Rus fizyoloji uzmanı Ivan Pavlov (1936)un yaptığı meşhur deneydir. Bir köpeğe yiye­cek verildiğinde zil çalar. Yemeği yerken köpeğin ağzından salya salgılanır; aynı anda da zil çalmaktadır. Bu işlem bir­kaç defa tekrarlandıktan sonra, yemek verilmeksizin, sadece zil çalınır. Sadece zili duyduğu için köpeğin salyasının aktığı görülür. Köpeğin davranışında bir değişiklik meydana gelmiş; daha önceleri zil sesine aldırmayan köpek yeni bir şekilde karşılık vermiştir. Artık zil sesine salya akıtarak cevap verir olmuştur. Halbuki bu deneyden önce zil sesine karşı salya akıtmıyordu.

Bir başka örnek verelim. Amerikalı psikolog John Watson'un (1958) yaptığı deney şöyledir: Watson, küçük bir ço­cuğa beyaz bir fare uzattı fakat çocuk korkmadı. Çocuk fa­reyle oynamak için elini uzatınca Watson, bir demire vurarak, ses çıkardı. Ses şiddetli olduğundan çocuk korktu. Sonra bu durum birkaç sefer tekrarlandı; çocuk fareden korkmaya başladı. Hatta bütün tüylü hayvanlardan korkar hale geldi. Bu deneyde çocuğun fareden korkması öğretilmiş bir korku; çocuğun elini uzatması anında çıkartılan sesin tekrarlanma­sı sonucu öğrendiği bir korkudur. Bütün bu denemelerden önce çocuk fareden korkmuyordu.

Psikoloji labaratuvarlarında yapılan bu şartlanma de­neylerinde, şartlanmayı oluşturacak uyarıcının birkaç kere tekrarlanması gerektiği anlaşılmıştır; ancak bu sayede iste­nen davranış kazandırılabilir. Bu şartlandırma deneylerindeki tekrarın önemine rağmen, uyarma doğal olarak şiddetli bir acı ve tepkiye eşlik ediyorsa, şartlanmanın bir defada ger­çekleşmesinin mümkün olduğu görülmüştür. Bu gibi haller­de, uyarıcıya tepki vermek, uyarıcıya eşlik eden acı olmasa da, tekrar tekrar gerçekleşir. Mesela, çocuk, mumun alevini tutmak için elini uzatınca eli yanar. Çocuk büyük bir acı du­yar ve derhal elini çeker. Bundan sonra çocuk mum alevini gördüğünde ondan uzaklaşır. Artık, ateşten uzaklaşmayı öğ­renmek için, birkaç kere elinin yanmasına ihtiyaç yoktur. Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği hadiste, Rasûl (s.a.s.) bu gerçeği şöyle dile getirmiştir: "Mü'min, bir delikten (yılana) iki kere sokulmaz.”[434]

 

4- Düşünce

 

Öğrenme, düşünme yoluyla da gerçekleşir. İnsan, dü­şünme yoluyla birçok sorunlarını çözer. İnsan düşünce yo­luyla bazı şeyler arasında kıyas yapabilir; aralarında benzer ve ayrı yönleri bulabilir, aralarındaki ilişkiyi keşfedebilir. Ayrı­ca birtakım öncüllerle yeni sonuçlara ulaşabilir. Düşünme sebebiyle, yeni neticelere ulaşabilmek için, tasarılarını ve es­ki bilgilerini düzenleyebilir. Bu yüzden, bazı psikologlar, "dü­şünme, en yüksek öğrenme çalışmasıdır." demişlerdir.

"Hadiste öğrenme" konusunu az önce ele almıştık.

Pratikte düşünme, zihin seviyesinde oluşan bir sınama-yanılma çeşidinden başka bir şey değildir. İnsanı hayvan­dan farklı yapan budur. İnsan, zihnî girişimlerde bulunabilir­ken; hayvan, sınama-yanılmayı hissî ve pratik olarak yapar. Aritmetik veya geometrik her hangi bir problemi zihninde dü­şünür, çözümü uygun görmezse onu bırakarak başka bir çö­züm arar, böylece sağlıklı çözüme ulaşır.

Yöneltilen sorular, tartışma, diyalog, düşünme ve öğ­renmenin hızlanmasına yardımcı olur. Yüce Allah bize, bilgi ve marifet elde etmenin önemli bir sebebi olarak, bilenlere danışma ve sormayı emretti: "Bilmiyorsanız, bilenlere so­run."[435] buyurdu.

Rasûl (s.a.s.) de ashabını, çeşitli konularda bazı sorular sorarak yetiştirirdi. Bu sorulara cevap vermeleri sırasında görüşlerini öğrenerek, sorularla ilgili hususta düşünmelerini sağladıktan sonra doğru cevabı verir; onları öğretmek istedi­ği bilgilerle donatırdı.

Abdullah b. Ömer'in rivayet ettiği hadis bunun misalle­rinden biridir: "Rasûl (s.a.s.):

- Bir ağaç vardır ki yaprağını dökmez, o mümin gibidir; söyleyin bakalım, bu ağaç hangi­si? İnsanlar, çöldeki ağaçları saymaya başladılar. Abdullah der ki,

- "Aklıma bu ağacın hurma olduğu geldi ancak söyle­meye utandım. Sonunda, hangisi olduğunu sen söyle ey Al­lah'ın elçisi, dediler. Rasûl (s.a.s.):

- O hurmadır, cevabını verdi.”[436]

Bu hadiste, Rasûl (s.a.s.) ashabına bir soru yönelterek onların düşüncelerini öğrendi. Sonra, öğretmek istediği "müslümanı başka insanlardan ayıran özelliği" öğretti. O ise, müslümanın hurma gibi olmasıdır. Kökleri, hurma kökleri gi­bi derinlerde olan sağlam bir inanç, hurma gibi sert, gidişa­tında onun gibi doğru, meyvesi onun gibi sürekli iyilik ve gü­zellik dolu salih amel.

Rasûl (s.a.s.)in, sahabenin eğitiminde soru sorma me­todunu kullandığının örneklerinden biri de şu hadistir: "Rasûl (s.a.s.) sordu:

- Biliyor musunuz, müflis kimdir?

-Bize göre müflis, parası ve malı kalmayandır, dediler.

-"Ümmetimden müflis olanlar, Kıyamet günü namaz, oruç ve zekatla gelen; şuna sövdüğü, buna iftira ettiği, onun malını yediği, bunun kanını akıttığı, öbürünü dövdüğü için iyi­likleri ona buna dağıtılan, verecek sevabı kalmadığı için onların günahlarından alınıp buna yüklenecek olan sonra da Cehennem'e atılacak kimsedir." buyurdu.[437]

Rasûl (s.a.s.) bu hadiste, sahabeye, müflisin yeni bir anlamını öğretti: Müflis, parası ve malı kalmayan değil; he­sap gününde günahlarının çokluğu yüzünden sevabı kalma­yan kimsedir.

Rasûl (s.a.s.) "Soru sormak olmasaydı, ilim yok olur­du."[438] sözünde, bilgi elde etmede soru sormanın önemine işaret etmiştir.

Bilgi ve uzmanlığı olan kimselere soru sormak, ilim ve marifet sağlamaya, cehaleti yok etmeye götürür. Câbir anla­tır: "Bir defasında sahabeyle birlikte yolculuğa çıkarlar. Yol­culardan birine taş değer ve kafası yarılır, sonra da gece ha­mamcı olur. Arkadaşlarına, "Bu adam teyemmüm edebilir mi?" diye sorulur ancak böyle bir ruhsatın olmadığı söylenir. Adam yıkanır ve ölür. Döndüklerinde, Rasûl (s.a.s.)e olanla­rı anlatırlar. "Onu öldürenlerin Allah canını alsın. Bilmiyorlarsa, sorsaydılar ya! Bilmemenin çaresi ancak sormaktır." bu­yurdu.[439]

 

Hadiste, Öğrenme İlkeleri

 

Bazı prensipler sağlanınca, öğretim çabuk ve kolayca gerçekleşir; sağlanmadığında asla gerçekleşmeyebilir, ger­çekleşse de zor ve yavaş olarak gerçekleşir. Modern psiko­loglar, yararlı denemeler yaparak, bu ilkelerin ince sınırlarına ulaştılar, öğrenme işine önem verdiklerini ortaya koydular.

Yazar, Kur'an'ın, 14 asırdır insanların davranışlarını düzelt­mede, terbiye etmede, şahsiyetlerini oluşturmada, çağdaş psikologlar bunları keşfetmeden önce, bu prensiplerden ço­ğunu kullandığını, "Kur'an ve Psikoloji" adlı kitabında açıkla­mıştı.[440]

Rasûl (s.a.s.) de, ashabının nefis terbiyesinde, davra­nışlarının düzeltilmesinde, kimliklerinin oluşmasında, insan­lara islâmı ulaştırmada bu ilkeleri uyguladı. Rasûl (s.a.s.)in, İslama çağrısında ve sahabeyi eğitip yönlendirmede kullan­dığı öğretim ilkelerini biraz sonra ele alacağız.[441]

 

1- Güdüleme

 

Güdü, öğrenme prensiplerinden önemli bir prensiptir. İnsan, hatta hayvan, güdünün çözmek için harekete geçtiği bir proplemle karşılaşmadıkça normalde öğrenemez. Öğ­renmede güdünün önemini, birçok deneysel araştırmalar or­taya koymuştur, Bu araştırmalar sonucunda, güdünün varlı­ğı durumunda öğrenmenin hızlı ve etkin olduğu ortaya çık­mıştır.[442] İnsanda öğrenme güdüsünü özendirme ve sakın­dırma ve hikayelerden yararlanarak motive etmek mümkün­dür.[443]

 

A- Özendirme Ve Sakındırma İle Güdüleri Mo­tive Etme

 

Kur'an-ı Kerim, insanları Yüce Allah'a, Rasûlüne iman, İslâm öğretisine uyma, farz ibadetleri yapma, kötülük ve gü­nahlardan, Yüce Allah'ın yasaklamış olduğu her şeyden kaçınma; doğruluk ve takvaya tutunma konularında güdülemek için "özendirme ve sakındırma”yıı kullandı.

Rasûl (s.a.s.) de, İslâm'a yönelme, tek ve ortağı bulun­mayan Yüce Allah'a, elçilerine, kitaplarına, âhirete, hesaba, Cennet'e, Cehennem'e iman; islâm öğretisine uyma, kötü­lüklerden ve Yüce Allah'ı kızdıran şeylerden uzaklaşmada güdüleri motive için "özendirme ve sakındırma"dan yararlan­dı. İslâm davetinin ilk günlerinde Rasûl (s.a.s.)in önem verdi­ği hususlar Tevhid inancına çağrı ve şirkten kurtulmaya yö­nelikti. Rasûl (s.a.s.) bu konuda insanları âhirette büyük se­vaba, Cennet'e girip kurtulmaya özendirdikçe özendirdi.

Ra­sûl (s.a.s.):

- "Cebrail (a.s.) bana geldi, ümmetinden kim Al­lah'a şirk koşmadan ölürse, Cennet'e girecek diye müjdele­di. Ebu Zer der ki;

- "Zina etse de, hırsızlık yapsa da (girer mi?!) dedim.

- "Zina etse de, hırsızlık yapsa da!" buyurdu.

- Zi­na etse de, hırsızlık yapsa da mı?! dedim.

- Zina etse de, hır­sızlık yapsa! da buyurdu. Sonra, dördüncü defa, Ebu Zer is­temese de buyurdu.[444]

Bu hadiste, insanların İslama girişine, tek ve ortağı ol­mayan Yüce Allah'a imana büyük teşvik vardır. Böyle yapan­lara, günahlarına rağmen Cennet'e girmeyi va'detti. Bu du­rum, islâm çağrısının başında, kanun ve hükümlerin inmesin­den önce; insanları İslama girmeye özendirmek içindi.

İslâm'a girmeye, tevhid inancına imana, Rasûl (s.a.s.)in, "Kim İslam'a girer, tevhid akidesine inanırsa Cehennem'den kurtulup Cennet nimetlerine kavuşacağı" va'dine teşvik eden nice hadisler vardır.

Rasûl (s.a.s.): "Kalbinde arpa tanesi kadar imanı olarak Allah'tan başka tapacak yok! diyen Cehennem'den çıkar. Gönlünde buğday tanesi kadar imanı olarak, Allah'tan baş­ka tapacak yok! diyen Cehennem'den çıkar. Gönlünde mısır tanesi kadar imanı olarak Allah'tan başka tapacak yok! diyen Cehennem'den çıkar." buyurdu.[445]

Nebi (s.a.s.) bu hadiste, birtakım görevlerini yapmama ve bazı yasakları işlemekten dolayı kalbinde imanı noksan da olsa, karşılığı Cehennem'den kurtuluş ve Cennet'e giriş olan tevhide büyük ölçüde teşvik etmektedir. Arpa, buğday, mısır ölçüleri başka türlü değil, ancak böyle anlaşılır.[446]

Câbir (r.a.) anlattığına göre, Nebi (s.a.s.)e bir adam geldi:

- "Ey Allah'ın elçisi, kaçınılmaz olan iki şey nedir?" diye sordu.

- "Kim Allah'a şirk koşmadan ölürse, Cennete girer; kim de Allah'a bir şeyi şirk koşarak ölürse, Cehenneme girer." buyurdu. [447]

Nebi (s.a.s.)in Cennet'e girme teşviki sadece tevhid akidesine özgü değildir; o, teşvik dairesini genişletmiş, Al­lah'ın elçilerine, kitaplarına, meleklerine, âhiret hayatına, he­saba, Cennet ve Cehennem'e imanı da kapsamıştır. Nebi (s.a.s.):"Kim ortağı olmayan bir Allah'a, Muhammed'in Al­lah'ın kulu ve elçisi olduğuna, İsa'nın kulu ve elçisi; kendi ru­hundan Meryem'e atılan bir kelime olduğuna, Cennet ve Cehennem'in hak olduğuna şehadet ederse, Allah onu mevcut ameliyle Cennet'e sokar." buyurdu.[448]

Nebi (s.a.s.) yine müslümanları, ibadetleri yapma, gü­nahlardan kaçmaya özendirdi. Rasûl (s.a.s.): "Beş vakit na­mazını kılan, Ramazan orucunu tutan, zekatını veren, yedi büyük günahtan kaçınan her kula Cennet kapıları açılır ve esenlikle gir denilir."[449] buyurdu.

Rasûl (s.a.s.) iyilik ve salih ameller yapmaya, kötülük­lerden kaçınmaya teşvik etti. Rasûl (s.a.s.) bir hadis-i kutsî-de, Allah (c.c.)nin şöyle buyurduğunu söyledi: "Has kullarım için, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, insanoğlunun aklına gelmedik nice nimetler hazırladım. Dünyadakiler onla­ra göre hiç sayılır. Sonra şu âyeti okudu: ''Yaptıklarına karşı­lık olarak, şimdi onlar için gözler aydınlatıcı nasıl nimetlerin saklandığını hiç kimse bilmez!"[450]

Bir başka hadis-i kutsîde de: "Allah kesinlikle iyilikleri ve kötülükleri yazdı; sonra bunları açıkladı. Kim bir iyilik yapma­yı arzu eder, sonra da yapmazsa, Allah ona tam bir sevap yazar. Kim de arzu eder ve yaparsa, Allah (c.c.) on sevap­tan yediyüze kadar hatta daha çok sevap yazar. Kim bir kö­tülük yapmak ister sonra da vazgeçerse, Allah ona tam bir sevap yazar. Arzu ettiği kötülüğü yaparsa Allah ona bir gü­nah yazar."[451] buyurdu.

Kuran-ı Kerim'in, Allah ve Rasûlüne itaat, farz olan yü­kümlülükleri ve ibadetleri yapmak, günahlardan kaçınmak, Allah ve Rasûlünün yasakladığı her şeyden uzak durmak için, güdüyü motive etmede kullandığı teşviki Rasûl (s.a.s.) de kullandı.

Teşvikle sakındırmanın sadece birini kullanma yerine ikisini birlikte kullanmanın çok etkin bir tesiri vardır. Teşvik tek başına, insanların Allah'ın bağışından çok umutlu olma­larını, cenneti ummada aşırı gitmelerini, güven ve rahata eği­lim göstermelerini, bazı yükümlülük ve görevlerini yapmada gevşek davranmalarını sağlamaktadır. Rasûl (s.a.s.)in şu sö­zü bu anlamdadır: "İman, kupkuru temennilerle değil; gönüle yerleşme, amellerin onu doğrulamasıyla olur. Bir toplulu­ğu, Allah'ın bağışı konusunda kuru temenniler, sevapsız ola­rak dünyadan gidinceye kadar oyalamış; "Biz Allah'a hüsnü zann/iyi niyet besliyoruz." demişler, yalan söylemişlerdir. Eğer Allah'a karşı iyi niyet besleselerdi, amelleri en güzel bir şekilde işlerlerdi."[452]

Yine tek başına korkutma, bazı insanların Allah'ın rah­metinden umut kesmesine, Cennet umudunu yitirmelerine, görevlerini yapmaktan geri durmalarına, bazı günahlara bat­malarına götürmektedir. Umut ve umutsuzlukta, aşırılığın iki­si de zararlıdır. "Mümin, Allah'ın vereceği cezalarını bilseydi, kimse cenneti ummazdı. Kafir de Allah'ın rahmetini bilseydi, kimse cennetinden umudu kesmezdi."[453] hadisi bu anlam­dadır.

Teşvik ve sakındırmanın ikisini birden kullanmak, güdü­nün motive olmasına, umut ve umutsuzluğun şiddetinde bir zayıflama olmaksızın istenen hedefe yönelmeye götürür. Yü­ce Allah'ın vereceği ödül konusunda özendirme, rahmetin­den umuda aşırı güven verir. Yüce Allah'ın azabından kor­kutma ise, rahmetini bekleme konusunda aşırı güvensizliğe götürür.[454]

 

B- Kıssalarla Güdüleme

 

Kıssa/hikaye anlatmak, dikkat çeker, dinleme arzusunu harekete geçirir ve olayları izleme isteği doğurur. Bu yüzden, eğitim-öğretimde kıssa/hikayeleri kullanmak, eski zamanlar­dan beri, bütün toplumlarda biiinen bir şeydir. Kur'an-ı Ke­rim, insanların nefis terbiyesinde, onlara öğüt vermede, eğit­mede, ibret ve hikmetlerden yararlandığından daha çok kıs­salardan yararlandı. Kur'an-ı Kerim, hikayelerin eğitimdeki toptan etkisini, Yüce Allah'ın şu sözünde nitelendirdi: "Kesin­likle onların kıssalarında, akıl sahipleri için, ibretler var­dır.[455]

Rasûl (s,a.s.) de, ashabının terbiyesinde kıssalardan yararlandı. Onların dikkatini çekmede, kıssalardaki hikmet ve öğüdü kavramak için dinlemeye özendirmede kıssaların büyük etkisi vardı. Daha çok eğitim/öğretim amacıyla hika­yelerden yararlanırdı. Mesela, ashabının Yüce Allah'a, birli­ğine, O'na şirk koşmamaya, Rasûl (s.a.s.)e inanma, insanla­ra merhamet ve onlara iyi davranma, onlara yardım elini uzatma, fakirlere acıma ve yardım, hayvanlara merhamet, Allah'ın rızasını isteyerek takva ve güzel amellere tutunma, erdemli olma, doğruluk v.b. mü'minde bulunması gereken iyi huylar ve güzel ahlaka sahip olma gibi.

Allah'a iman, O'nu bir bilme, şirk koşmama ve elçisine imanın erdemi gibi hususların insanlara açıkça gözüktüğü hikayelerden birine misal: "Allah, Kıyamet günü ümmetim­den bir kişiyi herkesin gözü önünde ayırarak, aleyhinde 99 dosya açacak; her bir dosyanın boyu gözün uzanabildiği mesafe kadar uzun olacak. Sonra, -Bunlardan bir şey inkar ediyor musun? Yazıcı melekler bir haksızlık yaptılar mı? diye soracak. Adam, -Hayır, Ya Rabbi. -Herhangi bir ma'zeretin var mı? -Hayır. -Evet, senin bizde bir hasenen/iyi bir amelin var; bu yüzden sana bu gün büyük bir zulüm yapılmayacak­tır. Oradan bir kart çıkarılır, üzerinde "Şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur; Muhammed O'nun elçisidir." yazı­lıdır. Sonra, -Sevabını tartalım mı? -Ya Rabbi, bu dosyaların yanında bu kart nedir ki?! -Sana zulmedilmeyecek. Dosya­lar bir kefeye, kart bir kefeye konur; kart ağır gelir. Hiçbir şey Yüce Allah'ın adından daha ağır değildir."[456]

Sahabenin, insanlara merhameti, muhtaçlara yardım elini uzatmayı, mazluma yardım etmeyi öğrendiği hikayeler­den birine misal: "Adamın biri insanlara borç verirdi. Yardım­cısı gence de: Ödeyemeyecek biri gelince borcunu sil; bel­ki Allah da bizim borcumuzu siler." derdi. Allah'a kavuşunca, Allah onun günahlarını bağışladı."[457]

Sahabenin hayvanlara merhameti öğrendiği kıssalar­dan birine misal şu hikayedir: "Adamın biri yolda giderken iyice susadığını hissetti. Bir kuyu buldu, indi ve su içti. Çıkınca baktı ki, bir köpek susuzluktan nemli toprağı yalıyor!. Adam kendi kendine, "bu köpek de benim susadığım gibi susamıştır" diyerek kuyuya indi, ayakkabısını suyla doldur­du, ağzıyla tutarak çıktı ve köpeği suladı. Yüce Allah da bun­dan hoşnut oldu ve adamı bağışladı.

Sahabe sordu:

- Ey Al­lah'ın elçisi, hayvanlarda da bizim için sevap var mı?

- “Her yaşayan canlıda sizin için sevap vardır." buyur­du.[458]

Rasûl (s.a.s.): "Bir kadın, bağladığı kediye bir şey yedirmediği, yerdeki şeyleri yemesine de izin vermediği için Cehennem'e girdi."[459] buyurdu.

Takvaya tutunmaya, Yüce Allah'ın rızasını isteyerek ana-babaya iyilik gibi iyi işler yapmaya, arzu ve isteklere ha­kim olmak için nefsi terbiye etmeye, Allah'tan korkarak gü­nah ve kötülüklerden uzaklaşmaya, emanetleri ehline verme­ye teşvik eden kıssalardan birine misal de şu hikayedir:

"Üç kişi yolda giderken yağmura yakalanınca dağdaki bir mağa­raya sığındılar. Dağdan bir kaya yuvarlandı ve mağaranın ağzını kapattı. Birbirlerine: "Yapmış olduğunuz iyi işleri düşü­nün ve Allah'a onlarla dua edin; belki sizi burdan kurtarır." dediler. Birisi başladı:

- Allah'ım, benim yaşlı anam/babam ve iyi baktığım küçük çocuklarım vardı. Hayvanlarımı getirince sağar, sütü içirmeye çocuklarımdan önce anamdan babam­dan başlardım. Bir gün gecikip geceye kaldım, geldiğimde uyumuşlardı. Her zamanki gibi, sütü sağdım; başlarına var­dım ancak uyandırmaya kıyamadım. Çocuklara önce vermeyi de istemiyordum. Çocuklar dizimin dibinde mızırdanıyor­lardı. Öylece şafak attı. Eğer bunu sadece senin rızanı göze­terek yaptığımı biliyorsan, kayayı aç, göğü olsun görelim. Al­lah kayayı kaydırdı; göğü gördüler”. Öteki;

- "Allah'ım, amcamın bir kızı vardı; erkek kadını na­sıl severse, ben de onu fazlasıyla sevmiştim. Kendisini iste­dim ancak 100 dinar getirmedikçe kabul etmedi. Bekleyip biriktirdim; birlikte olacağım zaman "Hey Allah'ın kulu, Al­lah'tan kork, kızlığımı haksız yere bozma." dedi. Yanından kalktım. Eğer bunu sadece senin rızanı gözeterek yaptığımı biliyorsan, kayayı aç." dedi; biraz daha açıldı. Üçüncüsü:

- “Al­lah'ım, bir ölçek pirince bir işçi tuttum. İşini bitirince "hakkı­mı ver." dedi, verdim fakat kabul etmedi. Ben de pirinci ek­meyi sürdürdüm derken o pirinçten sığırlarım ve çobanım ol­du. Bana geldi: "Allah'tan kork." dedi. -Git, şu sığırlar ve ço­ban senin. - Allah'tan kork! Benimle dalga geçme!. -Seninle dalga geçmiyorum, al." Aldı, götürdü. Eğer bunu sadece se­nin rızanı gözeterek yaptığımı biliyorsan, kayanın kalanını aç." Allah deliği açtı. Bir başka rivayette: "Çıktılar ve gittiler."[460]

Müslümanları içki içmekten kaçınmaya teşvik eden hi­kayelerden biri de şu kıssadır. Bu hikaye, içkinin, iradeyi za­yıflatıp aklı gidermeye neden olduğu için alıp-vermekten ka­çınmanın zorunlu olduğu, sonuçta yanlışa düşmeye götür­düğünden; dinleyenleri zararlarına iknaya değen olaylardan birini içermektedir.

"İçkiden kaçının; o bütün kötülüklerin anasıdır. Sizden önceki toplumlardan birinde bir adam vardı; fahişe bir kadın ona kafayı taktı. Cariyesini yollayarak, "şahitlik yaptırma" ba­hanesiyle adamı çağırttı. Adam kadının yanına giderken ca­riye her girilen kapıyı arkadan kapattı. Sonunda güzel bir ka­dının yanına girdi. Yanında bir çocuk ve bir kap içki vardı. Kadın: Vallahi ben seni şahitlik için çağırtmadım; benimle bir olman veya bu içkiden içmen ya da şu çocuğu öldürmen için çağırdım. Adam: "Öyleyse şu içkiden bir kadeh şarap ver." dedi. Kadın da bir kadeh şarap sundu. Adam içince, "Biraz daha..." dedi. Sarhoş olunca kadınla zina etti, çocuğu da öldürdü. İçkiden kaçının; bu kıssadan hisse alın. Vallahi, içki alışkanlığıyla iman bir arada bulunmaz; mutlaka biri öbü­rünü uzaklaştırır."[461] dedi.

Rasûl (s.a.s.) ashabına tevbenin faziletini, yüce Allah'ın bağışının bol, rahmetinin çok olduğunu; Allah'ın rahmetini umarak tevbe eden kullarının günahlarını bağışlayacağını öğretirdi. Kul bir günah işler sonra rabbine döner ve bağış dilerse, tevbesini kabul edip bağışlar. Rasûl (s.a.s.)in anlat­tığı şu hadis-i kutsîyi dinledikleri zaman sahabenin gönlünde bıraktığı etki, eğitim açısından ne kadar önemlidir. "Kul bir günah işler, Ya Rabbi, günahımı affet, derse Yüce Allah: "Kulum bir günah işledi, suçun hesabını soran ve bağışlayan bir Rabbi olduğunu bildi." buyurur. Sonra kul dönüp yine gü­nah işlese, "Ya Rabbi, günahımı bağışla" dese, Yüce Allah:"Kulum bir günah işledi, suçun hesabını soran ve bağış­layan bir Rabbi olduğunu bildi." buyurur. Sonra kul dönüp yi­ne günah işlese, "Ya Rabbi, günahımı bağışla" dese, Yüce Allah: "Kulum bir günah işledi, suçun hesabını soran ve ba­ğışlayan bir Rabbi olduğunu bildi, kulumu bağışladım, dilediğini yapsın." buyurur.[462] Yüce Allah'ın "Dilediğini yapsın." sözü, böyle yaptığı sürece, yani günah işleyip tevbe ettikçe günahlarını bağışlarım demektir. Çünkü tevbe, kendinden önceki günahları siler.

Rasûl (s.a.s.)in sahabeye anlattığı bu tip hikayeler, olaylardan ibret ve öğüt almaları, bu arada onlara hikmeti öğretmek içindir. Bu üslûbun, sahabenin eğitim-öğretimin de, dikkatlerinin çekilmesi, Rasûl (s.a.s.) onlara öğretmek is­tediği şeyi hızlı kavramalarında derin etkisi vardı.[463]

 

2- Ödüllendirme

 

Ferdi harekete geçirebilmek, karşılaştığı problemin çö­zümüne ulaşıncaya kadar mümkün olan tepkileri göstermesi suretiyle gerekli çabayı harcaması veya istediği amacı ger­çekleştirmesi, öğrenmek istediği bilgiyi elde edebilmesi için güdü önemlidir. Aynı şekilde, doğru tepkilerin desteklenme­si ve kalıcı olmasında ödüllendirme önemlidir.[464]

Problemin çözümünde, istenen hedefin gerçekleşme­sinde başarıya götürmeyen tepki azalır ve öğrenen ondan soyutlanır. Problemin hallinde ve amacın gerçekleşmesinde başarıya ulaşan tepki güçlenir, öğrenen onu korumaya ve öğrenmeye eğilim gösterir. Öğrenmenin kalıcı olması ve doğru tepkilerin desteklenmesinde ödüllendirmenin önemini deneysel araştırmalar göstermiştir. Rasûl (s.a.s.), öğretilme­si istenen güzel davranışların desteklenmesinde ödüllendir­menin önemine, şu sözünde işaret etmiştir: "İşçiye ücretini alnının teri kurumadan/soğumadan veriniz."[465]

Sorumlu olduğu işi yapmasının hemen ardından doğru­dan doğruya işçinin ücretini vermek, işinde gösterdiği gay­reti desteklemesinde, bu iş tekrar istendiğinde bütün gücü­nü kullanmasının sağlanmasında, böyle ödüllendirildikçe yaptığını sürekli iyi yapmasında önemlidir. Öğrenmenin des­teklenmesinde ödüllendirmenin önemini, istenen tepkinin hemen arkasından gelmesi halinde öğrenmenin daha güçlü olduğunu modern deneysel araştırmalar göstermiştir. Ödül­lendirme ne kadar gecikirse öğrenmenin desteklenmesindeki gücü de o kadar azalmaktadır. Rasûl (s.a.s.) bu gerçeğe, "teri kurumadan" yani işini bitirmesinin ardından verilmesini istediği hadisinde işaret etmiştir. Bu nefse çok etkili, işçinin verilen işi yapmada devamlı olma isteğinin güçlenmesinde son derece tesirlidir.

Ödülün maddî olması şart değildir; aksine övme, güzel davranma, teşvik etme şeklinde manevî de olabilir. Başkanın yönettiği insanları övmesi dinçliklerinin artmasını, işlerini iyi yapmalarını sağlar. Öğretmenin öğrencilerini övmesi, eği­tim/öğretim seviyelerinin yükselmesine yardım eder. Rasûl (s.a.s.) ashabına, kendilerine iyilik yapanları, güzel bir sözle de olsa, ödüllendirmelerini tavsiye ederken bu gerçeğe işa­ret etmiştir: "Kim size iyilik yaparsa mükafatlandırın; müka­fat olarak verecek bir şey bulamazsanız, sizin onları ödüllen­dirdiğinizi görmelerine kadar onlara dua edin.[466]

Rasûl (s.a.s.), spor karşılaşmaları yapmaları için, bu fa­aliyeti destekleme ve çocukları harekete geçirmede ödülü kullanırdı. Rasûl (s.a.s.) çocuklara: "Kim geçerse, benden ona şu var." derdi, çocuklar ona koşar ve göğsüne asılırlar; o da onları kucağına alır ve öperdi.[467]

Rasûl (s.a.s.) iyi iş yaptıklarında ashabını övmeye, bu konuda onlara cesaret vermeye özen gösterir; ayrıca onları güzel sıfatlarla anardı. Bu tip övgü ve manevi takdir bazen sahabenin gönlünde, güzel davranış, övülmüş özelliklerin desteklenmesi, hayırlı işlere yönelme hususunda, maddi ödülün etkisinden fazla tesir gösterirdi.[468]

Daha önce söylediğimiz gibi, ödül tepkiden hemen sonra verildiğinde çok etkili olur ancak gelecekte verileceği beklenen ödül de önemlidir; aynı şekilde insanın davranışla­rını güçlendirmesi mümkün olur. Mesela, bazen görevli terfi veya birkaç yıl sonra ulaşacağı bir mevki için gayretle çalı­şır. Öğrenci, final imtihanlarında başarılı olmak için ders ça­lışmada büyük gayret sarfeder. İnsanın ilerde mükafat bek­lentisinin gücü, plan yapma, uzun zaman sabırlı olarak sü­rekli çalışma, gelecekteki hedeflerini gerçekleştirmeyi um­masını sağlar. Bu yüzden, ahirette sevap beklentisi, ahiret azabıyla korkutma, Allah'a iman konusundaki güdüleri moti­ve etme, O'nun rızasını umarak güzel davranışlara ve takva­ya sarılma ve cennet nimetlerini ümit etmenin, daha önce "Özendirme Ve Sakındırma Yoluyla Güdüleme" konusunda anlattığımız gibi, müminlerin davranışlarında büyük tesiri vardır.

Amerikan psikoloğu Skinner'in yaptığı modern araştır­maların ortaya koyduğu gibi, ödül, istenen davranışın yapıl­masının ardından, muhtelif aralıklarla ve çeşitli zamanlarda verilecek olursa, bu davranışı öğrenmenin gücü artmakta, unutulması da zorlaşmaktadır. Skinner'in bu sonuca ulaştığı uygulamalı sonuçlardan birine örnek, öğretmenlerin, ödevle­rini yapan öğrencileri sınıfta ödüllendirmesidir. Ödülün veri­leceği aralık ve anın bilinmediğinden, hangi zaman dilimin­de verileceğini bilmedikleri ödüle ulaşabilmek için, ödevi yapmaya özen gösterme ve çalışma faaliyetleri artmaktadır.[469]

Biz bunun uygulamasını, Skinner'in keşfinden 14 asır önce, Rasûl (s.a.s.)in bazı hadislerinde buluyoruz. Rasûl (s.a.s.): "Gecede bir saat vardır ki, müslüman bu vakte rast­lar da, dünya-âhiret arzularından birini Yüce Allah'tan ister­se, Allah onu verir, bu her gece için geçerlidir."[470]

Cuma konusunda da Rasûl (s.a.s.): "Onda bir saat var­dır ki, müslüman dua ederken o vakte denk gelirse, Allah mutlaka onu verir." Eliyle işaret ederek, bunun az gerçekleş­tiğini anlatmak istedi."[471]

Bu iki hadiste, kendi cinsinden tek olan, aralığı ve za­manı belli olmayan destekleme ilkesinin; insan davranışının yapısını, insan davranışının değiştirilmesinde etkin prensibin kullanılmasındaki hikmeti Rasûl (s.a.s.)in bildiğini gösteren iki pratik uygulamasını buluyoruz. Rasûl (s.a.s.) diyor ki: "Ge­celeyin bir vakit var ki, müslüman o anda Rabbinden iyi bir şey isterse, duasını kabul eder; istediğini verir." Fakat Rasûl (s.a.s.) bu saatin vaktini belirtmedi; o anı sınırlamadı ve be­lirsiz bıraktı. Bu belirsizliğin tabiî sonucu, müslümanların, bü­tün gece boyunca namaz, teşbih ve dualarında; gecenin her bir anında bulunması mümkün olan bu saati yakalama konu­sunda faaliyetlerinin artmasıdır. Aynı şekilde, Rasûl (s.a.s.) cumadaki "icabet saati"ni de gizledi. Bu durum, Rasûl (s.a.s.)in, müslümanların namazda, Kur'an okumada, dua ve istiğfarla, cuma gününün büyük bir kısmında icabet saatine rastlamak umuduyla da Yüce Allah'a yaklaşma faaliyetlerini artırmak içindir. Rasûl (s.a.s.) Kadir Gecesiyle ilgili uygulamada da aynı metodu izledi. Onun, Ramazan ayının son on gecesinden birinde olacağını söyledi fakat hangi gece oldu­ğunu belirtmedi. Rasû( (s.a.s.): "Kadir gecesini, Ramazanın son on gününde arayınız.""Kadir gecesini, Ramazanın son on gününün tek gecelerinde arayınız."[472] buyurdu.

Açıkça anlaşılan, Kadir gecesinin gizlenmesi, vaktinin belirtilmemesindeki hikmet, müslümanları, Ramazan ayının son/on gecelerinin hepsinde, Allah'a ibadete bol bol teşvik etmektir. Bu gecenin hangisi olduğu belirtilseydi, çoğu müslümanlar sadece o gecenin tamamında ibadet ederlerdi.[473] Rasûl (s.a.s.) Ramazanın son/on gününde itikafa giriyordu; sahabe de O'na uyarak, o günlerde itikafa giriyorlardı.

Öğrenmede ödüllendirmenin önemi, bugün modern deneysel araştırmaların kabul ettiği bir gerçektir. Öğrenme­de cezalandırma (Olumsuz pekiştireç) ise, bazen yararlı ol­maktadır; fakat mükafatın cezadan üstün, eğitim/öğretimde cezadan daha etkin olduğunda şüphe yoktur. Cezalandır­ma, özellikle de bedene yönelik şiddet, bazen öğrenenin kimliğinde zararlı etkilere neden olmaktadır. Bazen bilinçte eksiklik, endişe (stres)ye neden olmaktadır. Bu yüzden, bazı özel haller -yanlış ve hatalı davranışın düzeltilmesinde bütün girişimler başarısız olduğunda- dışında, cezaya başvurmak güzel değildir. Cezalandırmaya başvurulduğunda da ceza, öğrenenin şahsiyetine zarar verecek kadar sert olmamalıdır. İlk müslüman eğitimciler, yumuşaklık ve merhametin, çocuk­lar ve öğrencilerin eğitiminde kullanılmasının önemini vurgu­lamaya önem verdiler. Bazen cezalandırmada dayak kulla­nılması zorunlu hale gelmişse, Rasûl (s.a.s.)in şu sözünden hareketle, vuruşun az olup sert olmaması gerekir. "Allah iyi davrananları sever; sertliğe vermediğini yumuşak davran­maya verir.11 [474]

Rasûl (s.a.s.) yüze vurmayı yasakladı. "Birisi kesinlikle yüze vurmasın."[475] "Sizden birisi vurduğunda yüze vurmak­tan kaçınsın."[476] buyurdu.

-Terbiyecinin, vurduğu yerin bedendeki hassas bölgeler dışına olması gerekir; çocuğun beynine, gözlerine, kulakları­na 2arar verecek, hatta şahsiyetini zedeleyecek durumlardan kaçınması gerekir, ilk müsfüman eğitimciler Nebi (s.a.s.)in yönlendirmelerini aldılar. Çocuğun eğitiminde övgü ve cesaretlendirmeyi kullandılar. Terbiye için diğer bütün gi­rişimlerin boşa çıkması hali gibi nadir durumlar dışında da­yakla cezalandırmayı yasakladı.[477]

 

3- Öğrenmenin Zamana Yayılması

 

Modern deneysel araştırmaların ortaya koyduğu, bili­nen öğrenme ilkelerinden biri de, öğrenmenin zamana yayıl­masıdır. Yani aralarında dinlenme vakitlerinin bulunduğu uzak olmayan zaman dilimlerinde eğitim. Bu metod çabuk öğrenmeye, kolay hatırlamaya götürür; yorgunluk, usanma ve bıkmayı yok eder. Öğrenmede bu metodun önemini, mo­dern psikologlar keşfetmeden 14 asır önce, Kur'an-ı Kerim "Öğrenmeyi zamana yayma"yı uyguladı. Çünkü Kur'an-ı Ke­rim, müslümanların ezberlemeleri ve kendilerine mal etmele­rinin sağlanması için, belli aralıklarla, 23 yılda indi. Kur'an-ı Kerim bu gerçeği Yüce Allah'ın şu sözlerinde dile getirdi: "O'nu insanlara ağır ağır okuman için okuma parçalarına ayırdık ve azar azar indirdik."[478]

Rasûl (s.a.s.) de, “Öğrenmenin Zamana Yayılması" ilkesini ashabının psikolojik eğitiminde, dinî görevlerin öğretiminde kullandı. Onları, usanıp bıkmaları korkusuyla, farklı va­kitlerde öğretir ve yönlendirirdi. Abdullah b. Mesud der ki: "Nebi (s.a.s.), bıkmamızdan hoşlanmayarak, bize vaazlarını aralıklı zamanlarda verirdi."[479]

Sahabe, belli aralıklarla öğrenme prensibini tatbikle, Nebi (s.a.s.)den onar âyet öğreniyorlardı. Onu iyice kavrayıp içindekileri öğrenmeden başka ayetlere geçmiyorlardı. Ab­dullah b. Mesud der ki: "Rasûl (s.a.s.)den Kur'an'ı onar ayet olarak öğrendik. İlk ondaki hükümleri iyice öğrenmeden ikin­ci on ayete geçmedik. Şüreyk'e soruldu: İçinde, amel cinsin­den yapılacak şeyleri mi? (Yani, yapılması gereken içeriğini kavramak mı?)."Evet" cevabını verdi.[480]

 

4- Tekrar

 

Öğrenmenin önemli ilkelerinden biri de tekrardır. Kişi­nin kazandığı bilgi ve becerilerin korunmasını sağlar. İnsanın öğrendiği şeylerin büyük çoğunluğu, öğrenmenin tamam­lanması için tekrar ve alıştırmaya muhtaçtır. Modern deney­sel araştırmalar, hatırlama düzeyi ile tekrar sayısı arasında sağlam bir ilginin olduğunu ortaya koymuştur. Tekrar, bilgi ve becerileri sağlamlaştırır, kolay hatırlamaya yardım eder. Kur'an-ı Kerim, tekrar ilkesini uygulamıştır. Yüce Allah'ın, in­sanların zihninde yerleştirmek istediği bazı anlam ve kav­ramların tekrarını orada buluyoruz.[481]

Rasûl (s.a.s.) de, sahabeye, söylediklerini iyice anlayıp kavramaları için sözlerini üç kere tekrarlardı. Enes anlatır: "Rasûl (s.a.s.) bir söz söylediğinde, anlaşılması için, üç de­fa tekrarlardı."[482]

Rasûl (s.a.s.) sahabeye, Kur'an okumaya devamla ez­berlediklerini unutmama, unutmamak için çalışma sözü alır­dı. Buyurdu ki: "Kur'an okuyanın hali, bağlı deve sahibinin durumu gibidir; üzerine düşerse tutar, bırakırsa çeker gi­der."[483]

Bu hadiste Rasûl (s.a.s.) tekrar ve Kur'an'ın ezberlen­mesine çalışmaya devamı sahabeye açıklayan; bilinen, pra­tik bir misal verdi. Deve sahibi, devesini ihmal eder ve bağ­lamazsa; boş bırakırsa, gider. Eğer bağlarsa, tutmuş ve ko­rumuş olur. Kur'an'ı öğrenen, bütün ilimleri öğrenen aynı du­rumdadır; çalışmaya devam ederse bilgilerini korur ve hatır­lar; ihmal ederse, bilgilerini yitirir ve unutur.

Alışkanlıkların kökleşmesinde de tekrar önemlidir. Bir şeyi yapma işi çok tekrarlanınca, o âdet yerleşir ve sağlamlaşır; düşünmeden, kendiliğinden yapılıverir. Bu, iyi olsun kö­tü olsun, tüm alışkanlıklar için geçerlidir. Çocuk, küçüklüğün­den beri, sürekli, sözünde doğrulukla terbiye edilirse; daha sonra doğruluk alışkanlık haline gelir ve bütün ilişkilerinde kendiliğinden doğru söyler. Fakat yalandan caydıran ve ya­saklayan biri olmadan tekrarlanırsa, kesinlikle yalan adeti olur. Rasûl (s.a.s.)in şu sözü bu anlamdadır: "Kul bir yanlış yaptığında, kalbinde siyah bir nokta oluşur. Bundan sıyrılır, bağış diler ve tevbe ederse, kalbi cilalanır. Döner, daha faz­lasını yaparsa, Allah'ın zikrettiği "Hayır hayır! Fakat onların kazançları kalplerinin üzerine pas bağlamıştır."[484] âyetinde geçtiği gibi, kalbi paslanır"[485]

Kul, yanlışı yapmayı sürdürdükçe, onda yerleşmiş bir adet olur, utanmadan, vicdan azabı duymadan yapar. Sanki kalbini kalın bir örtü kaplamış, iyiyi anlayıp ona koşmasına mani olmaktadır. Ayrıca, şerri kavrayıp ondan uzaklaşması­na da engel olmaktadır. Kur'an-ı Kerimin kastettiği pas bu­dur, o mühür, kalpler üzerine vurulmuş bir mühürdür. Kur'an'da gelen bir çok âyette geçtiği gibi, kalpler üzerinde­ki perdeler, kilitlerdir.[486]

 

5- Uygulamalı Eğitim Ve Aktif Katılım

 

Öğrenecek kişi öğrenmeye olumlu ve dinamik olarak katılır, öğrenilmesi istenen davranışı bizzat yaparsa, öğren­me daha çabuk ve iyi olur. Bizzat yapmadan öğrenmeye ka­tılım ise faydasızdır. Mesela, bir işçi, çalışan usta işçileri sa­dece seyrederse, sanatını öğrenemez. Kesinlikle o işi kendi­si yapmalı, becerinceye kadar alıştırmaya devam etmelidir. Modern deneysel araştırmalar bu gerçeği isbatlamıştır.[487] Kur'an, çok önceden, uygulamanın önemine işaret etmiş; birçok âyette imanla ameli birlikte zikretmiştir.[488]

Rasûl (s.a.s.) de bizzat yapmaya önem vermiş, ashabı­nın eğitiminde, öğrenmede etkin bir neden olması yüzün­den, uygulamaya özen göstermiştir. Kilde b. Hanbel anlatır: Rasûl (s.a.s.)e gittim, yanına girdim fakat selam vermedim. Rasûl (s.a.s.) bana: "Geri dön! Selamun aleykum, girebilir miyim? de!" buyurdu.[489]

Bu hadiste, Rasûl (s.a.s.) Kilde'ye, sadece yapması ge­reken şeyi söylemekle yetinmedi; öğrenmesi gereken davra­nışı bizzat yapmasını istedi. Bu, öğretimde etkin katılım ve pratik uygulama prensibinin açık örneğidir. Şüphesiz ki, bu yolla eğitim/öğretim, öğrenilmesi istenen davranışı bizzat yapmadan sadece nasihat etme ve nazarî bilgi vermekden daha üstündür. Abdullah b. Mesud: "Rasûl (s.a.s.)den Kur'an'ı onar ayet olarak öğrendik. İlk ondaki hükümleri iyice öğrenmeden ikinci on ayete geçmedik. Şüreyk'e: İçinde, amel cinsinden yapılacak şeyleri mi? diye soruldu. Evet, ce­vabını verdi.[490]

Bu gösteriyor ki, Rasûl (s.a.s.) ashabını, Kur'an-ı Kerim'den öğrendikleri şeyleri günlük hayatlarına uygulama ko­nusunda etkin katılıma yönlendirmeye özen gösteriyordu. Rasûl (s.a.s.)in, insanların öğrenmesi gereken şeyleri bizzat yapmaları yoluyla öğrenmelerine özen göstermesi, Buharî'nin rivayet ettiği[491] şu hadiste daha belirgin olarak ortaya çıkmaktadır. Rasûl (s.a.s.): "İlim ancak öğrenmekle olur. Yu­muşak başlılık da ancak böyle davrana davrana oluşur. Kim hayrı isterse, verilir. Kim şerden korunmak isterse, koru­nur."[492] buyurmuştur.

Bu hadiste anlatılmak istenen, eğitim/öğretim ancak çaba sarfetmek, etkin katılımda bulunmakla gerçekleşir. Ay­rıca hilm, hayatın gerçek olaylarında, güçlük ve zorluk ol­maksızın insanın yaptığı oturmuş bir davranış oluncaya ka­dar uygulamakla öğrenilir.

İlk islâm düşünür ve terbiyecileri, eğitim/öğretimle alâ­kalı görüşlerini, nefsi terbiye ve kötülüklerini yenme, güzel ahiakın üstünlüklerini öğretmeyi, Kur'an-ı Kerim'in öğretileri ve Rasûl (s.a.s.)in uygulamalı eğitim/öğretimle ilgili gösterdi­ği özenden elde etmişlerdir. Mesela, bu konuyla ilgili olarak İmam Gazalî (505/1111)nin nefis terbiyesi, ahlakı güzelleştir­me, kalp hastalıklarını tedavi hususlarında söylediklerini zik­redebiliriz.[493] İmam Gazalî, kötü ahlakı yenme, kalp hastalık­larını gidermede en güzel metodun, kurtulmak istenen huyun tersini davranış olarak sergilemeyi, bu huyun aksini yapma­yı öğütlemiştir. Uzun süre öğrenilmesi istenen davranışı yap­mak başlangıçta zor gelir ancak daha sonra insanda alışıl­mış bir hareket halini alır. Mesela cimrilik, uzun müddet cö­mertlik uygulaması yapmakla yenilir. İşin başında güç gelir ancak zamanla cömertlik alışılmış bir huy haline gelir. Böyle­ce, insanın kötü huylarını yenmesi, aksi davranışı sürekli uygulamakla mümkün olur. Yani, öğrenilmesi istenen davranış­ların bizzat ve etkin olarak yapılmasıyla gerçekleşir.[494]

 

6-Dikkat

 

Öğrenmede dikkat çok önemlidir; insan, dikkat etmedi­ği bir şeyi öğrenemez. Öyleyse dikkat, öğrenmede zorunlu bir şarttır. Bu yüzden öğretmenler, öğretmek istedikleri şeyi kavrayabilmeleri için öğrencilerin dikkatini motive etmeye özen gösterirler. Öğrenenlerin dikkatini motive etmek birkaç şekilde mümkündür: Yaşanan olaylardan ve pratik durumlar­dan istifade etmek, soru sormak, diyalog kurmak, konuyu tartışmak, dikkati çekmek için haritalar, resimler, son zaman­larda görsel ve işitsel diye adlandırılan göze ve kulağa hitap eden araçlardan faydalanma, hikaye ve örneklerden yarar­lanma bunlardandır. Rasûl (s.a.s.) bütün bu yöntemleri kul­lanma, ashabının dikkatini motive etme; vaaz, hikmet ve ma­rifetten ulaştırmak istediği noktaya eriştirmede modern eği­tim bilginlerini geçmiştir.[495]

 

a- Dikkati Motive Etmede Yaşanan Olaylardan Yarar­lanma

 

Rasûl (s.a.s.) sahabenin öğretimi, yönlendirmesi ve doğruya ulaştırılmasında meydana gelen hadiselerden, gün­lük hayatta karşılaştıkları pratik durumlardan yardım alırdı. Bu olaylar veya pratik durumlardan gerçek misaller alır; as­habını ulaştırmak istediği ibret, öğüt ve hikmetlerde kullanır­dı. Şüphesiz ki bu metod, eğitim ve yönlendirmede son de­rece gerçekçi, sadece öğütten daha etkili, dikkat çekme ve dikkat çeken belirli bir olayın eşlik etmediği vaazdan nefisler üzerinde daha derin tesirlidir.

Bunun misali şu hadistir: "Rasûl (s.a.s.) çarşıya uğradı, insanlar sağlı sollu doluydu. Ku­lakları çodu, ölü bir oğlağa rastladı., kulağını tuttu, sonra:

- Hanginiz buna bir dirheme sahip olmak ister? diye sordu.

- İstemeyiz, almayız, ne yapalım ki?! dediler. Sonra:

- Onun be­dava sizin olmasını ister misiniz?

- Vallahi, sağ olsaydı kusu­ru vardı; kulakları kısa. Kaldı ki ölü! dediler. Bunun üzerine buyurdu ki:

- Vallahi, bu sizce nasıl değersiz ise, dünya da Al­lah'a, bundan daha değersizdir."[496]

Bu hadisten açıkça anlaşılan, Sahabeyi, ölmüş çodu oğlakla dünya arasında yaptığı gerçek karşılaştırmayla, en çabuk bir şekilde, dünyanın Yüce Allah'a değersizliği fikrine ulaştırdı. Eğitim, yönlendirme ve irşadda günlük hayattan alı­nan böylesi gerçek durumlardan yardım almak, fikre ulaştır­ma ve ikna etmede, dikkati çeken bu tip gerçek misaller ol­maksızın sözle yönlendirme ve yalnızca öğüt vermeden da­ha üstündür. Eğitim ve yönlendirmede Rasûl (s.a.s.)in ger­çek olaylardan yararlandığı bir başka misal:

"Rasûl (s.a.s.)e savaş esirleri arasında, koşturan bir kadın gördü. Kadın, esirler arasında bulduğu çocuğu bağrına basıyor ve emziriyordu. Rasûl (s.a.s.) sordu:

- Ne dersiniz, bu kadın çocuğunu ateşe atar mı?

- Hayır! Vallahi (atmaz.) dedik. Bunun üzerine:

- "Allah kullarına, bu kadının çocuğuna merhametinden daha çok merhametlidir." buyurdu.[497]

 

b-Sorular Sorarak Dikkati Motive Etme

 

Rasûl (s.a.s.) ashabının dikkatlerini çekmek/motive et­mek, ilgilerini yoğunlaştırmak, için sorular sorardı. Anlamaları ve düşünmeleri için zihinlerini harekete geçirirdi. Bunun misallerinden biri, Rasûl (s.a.s.)in veda haccında müslümünlara yönelttiği sorulardır. Rasûl (s.a.s.):

- "Bu ay hangi ay?" di­ye sordu.

- "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir." dedik. Susunca, başka bir isim vereceğini sandık.

- Zilhicce değil mi?

- Evet.

- Bu yer neresi?

- Allah ve Rasûlü daha iyi bilir." dedik. Susun­ca, başka bir isim vereceğini sandık.

- Haram Belde değil mi?

- Evet.

- Bu gün hangi gün?

- Allah ve Rasûlü daha iyi bi­lir, dedik. Susunca, başka bir isim vereceğini sandık.

- Kur­ban kesme günleri değil mi?

- Evet.

- Kesinlikle söylüyorum, kanlarınız, mallarınız, namusunuz birbirinize bu günün, bu beldenin, bu ayın kutsallığı gibi haramdır."[498] buyurdu.

Herkesin cevabını bildiği bu soruları, Rasûl (s.a.s.)in sorması, dinleyenlerin dikkatini çekmeyi, söylediklerini dinle­mek ve anlamak için zihinlerini hazır hale getirmeyi hedefli­yordu. Bu soruların, veda haccında Rasûl (s.a.s.)in öğüt ve tavsiyelerini dinleyenlerin dikkatini çekmede etkin bir rolü ol­duğunda şüphe yoktur. Her sorudan sonra Rasûl (s.a.s.)in bir süre susması, dinleme isteklerini motive etmek, bu soru­ya yereceği cevaba ilgilerini yoğunlaştırmak içindir. Ravi Ebu Bekre'nin, her sorunun sonunda, "Susunca, başka bir isim vereceğini sandık." deyişinden, ilgilerini çekmede ne kadar tesirli olduğu açıkça anlaşılmaktadır.

Dinleyicilere soru sormanın, onların dikkatlerini ne ka­dar motive ettiğinin misalleri; "Size, kimin Cehenem'e veya Cehennemin kimlere haram olduğunu söyleyeyim mi? İn­sanların sevdiği, geçimli, yumuşak huylu, iş bitiren herkese."[499] buyurdu. Sorunun böyle sorulması, şüphe yok ki, din­leyenlerin dikkatini çeker. Ayrıca insanı ateşten kurtaracak olan özellikleri öğrenme konusunda meraklarını motive eder. Rasûl (s.a.s.)in, eğitim ve yönlendirmede yararlandığı açıkça belli olan hadislerden ikisi ise, birinci bölümde, "Düş­manlık Güdüsüne Hakim Olma" konusunda geçmişti. Birisi, Rasûl (s.a.s.)in sahabeye, "Biliyor musunuz, müflis kimdir?" ikincisi ise, "Biliyor musunuz, gıybet nedir ?" diye başlıyor­du.[500]

 

c- Örnek Olan Yöntemi/Misaller Vererek Dikkati Çekme

 

Rasûl (s.a.s.) dikkatleri çekmek için misaller, soyut an­lamları somut hale getirirken anlamanın kolaylaşması ama­cıyla duyulara hitap eden resimler kullandı. Misaller, benzet­meler, insanlar tarafından anlaşılması zor olan soyut anlam­ların anlaşılmasına yardım eder. Rasûl (s.a.s.)in misal kullan­masına bir örnek; "Allah'ın, beni hidayet ve ilimle gönderme­sinin misali, toprağa düşen bol yağmur gibidir. Bir çeşit top­rak var ki, suyu emer, birçok çayır ve ot bitirir. Bir kısmında ot bitmez ama suyu tutar. Allah insanları onunla faydalandı­rır; içerler, bitki ve hayvanlarını sularlar. Bir çeşit toprağa da yağar ki, düzdür; ne su tutar ne de ot bitirir. Bu misal, Allah'ın dinini iyi anlayan, Allah'ın benimle gönderdiğinden faydala­nıp, öğrenen ve öğretenle buna kulak asmayan, elçi olarak gönderildiğim hidayeti kabul etmeyen kimsenin misalidir.”[501]

Bu hadiste Rasûl (s.a.s.), gönderildiği ilim ve hidayeti faydalı yağmura benzetiyor. Çünkü o, yağmurun toprağı di­rilttiği gibi, kalpleri diriltiyor. Bu ilimden yararlananın misali, suyu emen, bitki ve ot bitiren toprağa benzetiliyor, ilmi bilen, başkalarına öğreten fakat kendisi yararlanmayan kişiler suyu tutan toprağa benzetiliyor; insanlar ondan faydalanıyor fakat o yararlanmıyor, ot bitirmiyor. Öğrenmeyen ve gereğiyle ha­reket etmeyenlerin durumu, suyu tutmayan, ot bitirmiyen düz araziye benzetiliyor ki bunlar insanların en zararlılarıdır, ne faydalanırlar ne de başkalarına faydaları olur.[502]

Rasûl (s.a.s.): Benim ve Allah'ın beni hidayetle gönder­mesinin misali, bir adamın kavmine gelip: "Ey kavmim, Ben bir ordunun üstünüze geldiğini gözlerimle gördüm. Ben apa­çık bir uyarıcıyım. Kaçın, kurtulun! "diyen kimse gibidir. Kav­minden bir kısmı onun sözünü tutar, akşamdan ayrılır, ölüm yerinden hareket etmiş olurlar. Bir grup inanmaz ve yerlerin­de kalırlar. Sabahleyin ordu gelir, onları öldürür, yok eder. Bu, beni dinleyen ve getirdiğime uyan kimseyle bana karşı çıkan, doğru olarak getirdiğim şeyi yalanlayan kimsenin mi­salidir."[503] buyurur.

Bu hadiste, anlamı açık, güzel bir misal vardır. İnsanın kurtuluşunu islâmla, yok oluşunu islamı kabul etmemekle somutlaştırmakta; anlaşılması kolay olan, gözle görülür bir re­sim haline getirmektedir. Bu ise, düşman ordusunun silip sü­pürmesinden kurtuluş veya ölüm, yetiştiğini yok eden ordu­nun silip süpürmesidir.

"Allah'ın çizdiği sınırda duranla bu sınırı geçenin halle­ri, gemideki yerlerini kurayla belirleyen, bir kısmı güverteye, bir kısmı kamaralara yerleşen yolcuların durumuna benzer. Alttakiler su almak istediklerinde yukardakileri rahatsız edi­yorlardı. Bunun üzerine "Payımıza düşen bir delik açsak da üstümüzdekileri rahatsız etmesek?" diye düşündüler. Eğer güvertedekiler bunları arzularıyla başbaşa bırakacak olurlar­sa hepsi de batarlar. Şayet engel olurlarsa, hem kendileri kurtulur hem de onları kurtarmış olurlar."[504] buyurdu.

Bu hadisteki misal, kötülük yapanın zararının sadece kendine olmadığını; bütün aileleriyle, topluma, aynı şekilde, kötülüğe engel olmanın faydasının bütün topluma olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bunun anlamı, bütün toplum, kendi selameti için, kötülüklerle savaşmakla sorumludur. Hadisde geçen “Gemi” misaliyle, Rasûl (s.a.s.) bunu çok açık bir şekilde ortaya koymuştur.[505]

Rasûl (s.a.s.) ashabını Kur'an öğrenmeye ve okumaya teşvik ederdi. Kur'an okuyan mümini, tatlı, kokusu hoş, güzel bir meyveye benzeterek özendirirdi. Kur'an okumayanı ise tadı hoş bir meyveye benzetirdi fakat onun tadı yoktu. Rasûl (s.a.s.): "Kur'an okuyan müminin durumu turunç gibidir; ko­kusu güzel, tadı hoştur. Kur'an okumayan müminin hali, ko­kusu olmayan fakat tadı hoş olan bir hurma gibidir. Kur'an okuyan münafığın misali, reyhan gibidir; kokusu hoştur ancak tadı acıdır. Kur'an okumayan münafığın hali, Ebucehil karpuzu (yaban kavunu) gibidir; kokusu yok fakat tadı acıdır."[506]

Rasûl (s.a.s.) ashabına, iyi arkadaş seçmeyi tavsiye ederken bir örnek verdi. Onlara, iyi arkadaşın arkadaşına fayda sağladığını, kötü arkadaşın zarar verdiğini bu misalle tarif etti: "İyi arkadaşla oturanla kötü arkadaşla oturanın mi­sali, misk satanla körük çekenin hali gibidir. Misk satan, ya sana koku verir ya sen satın alırsın ya da güzel koku koklar­sın. Körük çekene gelince, ya kıvılcım sıçrar elbiseni yakar­sın ya da kötü koku koklarsın."[507]

Hikayeler de misaller gibidir; dikkati çeker. Ayrıca hika­yenin olaylarını izlemede arzuyu motive eder. Öğrenmede güdünün motivesini anlatırken öğrenmede kıssanın tesirini anlatmıştık.[508]

 

d- Şekillerden (grafik, diyagram) Yararlanma

 

Rasûl (s.a.s.), dikkat çekmek için mümkün olan bütün araçlardan yararlanırdı. Soyut anlamları, anlaşılması kolay, göze hitap eden şekillerle çizerdi. Bu amacı gerçekleştirmek için, Rasûl (s.a.s.)in hikayeler ve misallerden yararlandığını gördük. Aynı şekilde, şekillerden de faydalanırdı. Rasûl (s.a.s.) bir şekil çizdi. Onda insan, her yandan onu kuşatan eceli ve genellikle hayatında gerçekleşmesini düşlediği is­tekleri yer alıyordu. însan, ölmeden onları gerçekleştireceği­ni sanıyor fakat eceli emellerinden daha hızlı hareket ediyor; gerçekleştirmeden ona yetişiyor.

Rasûl (s.a.s.) bir dikdörtgen çizdi. Ortasına, dışarıya çı­kan bir ok, buna dikey olarak da küçük çizgiler çekti. Dedi ki: Şu insan, onu kuşatan (dikdörtgen) eceli, dışarı çıkan emeli, küçük çizgiler de amaçları. Biri yakalamazsa biri ya­kalar. Biri yakalamazsa biri yakalar." [509]

Dikdörtgen içindeki alan insanı, dikdörtgenin çizgileri insanı her taraftan kuşatan ecelini, ortadan dışarıya uzanan çizgi insanın hayatı boyunca gerçekleştirmeyi umduğu emelleri ki onları ölmeden yapacağını sanıyor, dikdörtgenin içinde, uzun çizgiye dikey küçük çizgiler engeller yani dün­yanın hadiseleridir. Bu engellerden biri insana ilişir, onu mahveder, arzularını gerçekleştiremeden eceli gelir. Rasûl (s.a.s.)in bu şekilden ashabına öğretmek istediği hikmet, in­sanın istekleri çoktur, çoğu kez insan, ömrünün bunları gerçekleştirek kadar uzun olduğunu sanır fakat eceli bunlar ger­çekleşmeden herhangi bir vakit araya girer. Bu yüzden, akıl­lı insana düşen, tevbe ve iyi işlere girişmek, hayatı boyunca emellere, ecelden önce emelleri gerçekleştireceğine kan­mamaktır.[510]

 

 

 

7- Öğrenmede Aşama/ Tedricilik

 

Öğrenme ve davranışların düzeltilmesinde önemli ilke­lerden biri de yerleşmiş kötü geleneklerden kurtulmada, on­lara karşın yeni güzel geleneklerin öğretilmesinde önemli prensiplerden biri de aşamadır. Kur'an-ı Kerim bu ilkeyi içki ve faiz alışkanlığından vazgeçirmede kullandı. Kur'an içkiyi ve faizi birden yasaklamadı, müslümanların bunlardan yavaş yavaş nefret etmelerini sağladıktan sonra kesin olarak ya­sakladı. [511] Hz. Aişe'nin anlattığına göre, Kur'an'dan ilk inen uzun surelerde Cennet/Cehennem anlatılırdı. İnsanlar İslâm'a ısınınca helal-haramla ilgili âyetler indi. Eğer, ilk inen âyetler "İçki içmeyiniz!" şeklinde olsaydı, insanlar kesinlikle "İçkiyi asla bırakmayız." derlerdi. Eğer "Zina etmeyin!" denseydi, "Zinayı asla bırakmayız." derlerdi.[512]

Rasûl (s.a.s.), davetin başında tevhid inancına ve put­lara ibadetten kaçınmaya çağırıyordu. Sahabenin gönlünde İslam ilkelerinin yerleşmesinde; İslam'ın yayılmasında cihad sorumluluğunu taşımaları için onları nefsen ve ruhî olarak ha­zırlamada bu anlamlı bir esastı. İman gönüllerde yerleşince, Medine'ye hicret tamamlandı ve İslam devleti kuruldu. Bun­dan sonra Rasûl (s.a.s.) toplumun düzenlenmesiyle ilgili öte­ki birçok konuyu ele almaya, İslam toplumunda hayatın dü­zenlenmesinde gerekli olan kanunları koymaya başladı.

Bedevî araplar gelip Rasûl (s.a.s.)den İslamı sordukla­rında o, ağır gelmesin diye, sadece İslamın esaslarını ve yapılması şart olan farzlarını istiyor veya öğretiyordu. O'na gö­re İslam kalplerine yerleşirse, gönülleri genişleyecek ve ya­pılması güzel olan işleri yapmaya yöneleceklerdi."

Arabın biri Rasûl (s.a.s.)e geldi ve dedi ki:

- "Ey Allah'ın Rasûlü, bana öyle bir amel söyle ki yaptığımda Cennet'e gi­reyim?

- Allah'a ibadet eder, O'na hiç bir şeyi eş koşmazsın. Namazı kılar, farz olan zekatı verirsin, Ramazan orucunu tu­tarsın. Adam:

- Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki bu­na hiçbir şey eklemeyeceğim. Dönüp giderken Nebi (s.a.s.):

- "Cennetlik birini görmek kimi sevindirecekse, bu adama baksın." buyurdu.[513]

Saçı sakalı dağınık Necid'li bir adam Nebi (s.a.s.)e geldi. Konuştuğunu duyuyor fakat ne dediğini anlamıyorduk. Rasûl (s.a.s.)e yaklaştı ve hemen İslam hakkında soru sor­maya başladı. Rasûl (s.a.s.) cevapladı:

- “Bir günde beş vakit namaz.”

- “Kılmam gereken başka namaz var mı?”

- “Hayır ancak nafile kılabilirsin.” Sözüne devamla:

­- “Ramazanda bir ay oruç.”

- “Tutmam gereken başka oruç var mı?”

- “Hayır, yok fakat nafi­le tutabilirsin.” Talha der ki, Rasûl (s.a.s.) zekatı söyleyince de:

­- “Başka var mı?” diye sordu. Rasûf (s.a.s.):

- “Yok ancak sa­daka verebilirsin.” buyurdu. Adam ayrılırken:

- "Vallahi, ne bunlardan fazla ne de eksik yapacağım." dedi. Rasûl (s.a.s.):

- "Eğer sözünde durursa kesinlikle kurtuldu." buyur­du [514]

Bu iki hadis, Rasûl (s.a.s.)in, İslama yeni girenlerin kalplerinde iman yerleşinceye kadar, İslamın aslî görevlerini kısaca öğretmesindeki hikmeti açıkça ortaya koyuyor. İman gönüllerinde yerleşince, bu onların salih amellerden çok şe­yi öğrenmelerinde güçlü bir güdü olacaktır. Rasûl (s.a.s.)e biat etmek için gelen Sakîf kabilesinin hikayesi, davranışların değiştirilmesinde Rasûl (s.a.s.)in aşamayı kullanmasının in­celiğini açıklıyor: "Sakif heyeti Rasûl (s.a.s.)e geldiler. Rasûl (s.a.s.), kalplerinin yumuşaması için onları mescide yerleştir­di. Sakifliler, mallarından öşür alınmamasını, cihada gitme­meyi, rüku' etmemeyi şart koştular. “Öşür alınmasın, cihada gitmeyin fakat rukûsu olmayan dinde hayır yoktur." buyurdu. Cabir'in rivayetine göre, Sakifliler Rasûl (s.a.s.)'e biat ettikle­rinde, zekat ve cihaddan sorumlu olmamayı şart koştular. Rasûl (s.a.s.) bunu duyunca: "Müslüman olunca zekat da verecekler, cihad da edecekler." buyurdu.[515]

Rasûl (s.a.s.)in, davranışları değiştirmede aşama pren­sibini kullanmasının güzel misallerinden biri de Muaz'ı Yemen'e gönderirken yaptığı tavsiyedir: "Rasûl (s.a.s.) Muaz'a: Sen "Ehl-i Kitap" bir topluma gidiyorsun. Gittiğinde onları "Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in O'nun elçisi olduğuna" çağır. Eğer bu hususta sana uyarlarsa, Allah'ın günde beş vakit namaz farz kıldığını haber ver. Bu konuda da sana uyarlarsa, Allah'ın üzerlerine "zenginlerden alınan ve yoksullara verilen" zekatı farz kıldığını bildir. Bu hususta da sana boyun eğerlerse, mallarının değerlilerini almaktan sakın! Mazlumun bedduasından kork; çünkü onunla Allah arasında perde yoktur."[516]

Rasûl (s.a.s.) Muaz b. Cebel'e, onlardan bu görevlerin hepsini birden istemesini öğütlemedi. Böyle yapsaydı kesinlikle onlara ağır gelecekti. Belki de nefret edeceklerdi. Fakat o, bunları aşamalı olarak istemesini, en önemliden başlama­sını, sonra önem sırasına göre gitmesini tavsiye etti. Böylece bu metodun, onların İslamı çabuk kabullerinde büyük etkisi oldu. Görülüyor ki Rasûl (s.a.s.) oruç ve haçtan bahsetmedi. Belki o zaman bu ikisi araplarca biliniyordu, belki de önce­likle bu üç esasa verdiği önemden dolayı söylemedi. İslam gönüllerine yerleştiğinde, öteki iki esas, oruç ve haccın ya­pılması kolay olacaktı.[517]

 

ALTINCI BÖLÜM

 

İLM-İ LEDÜNNİ/TANRISAL BİLGİ

 

İlham Ve Rüya

 

Yüce Allah, insan bilgisinin kaynağıdır, insanı yaratan, ona hayat veren O'dur. Yüce Allah'ın, öğrenilmesi ve kavra­masını takdir ettiği şeyleri insanın öğrenip kavrayabilmesi için akıl ve duyular vermiştir: "Yaratan Rabbinin adıyla oku./O insanı embriyodan yarattı./Oku, Rabbin büyük kerem sa­hibidir./O, kalemle yazmayı öğretti./İnsana bilmediğini öğretti."[518](Rahman) İnsanı yarattı; ona beyanı (konuşup düşün­celerini açıklamayı) öğretti.[519]

Duyular ve aklı sayesinde insan dış dünyada, çevresin­deki eşya ve olayları gözlemler, onları sınıflara ayırır, arala­rında karşılaştırma yapar, genel sonuçlar çıkarır. Deneysel araştırmalar yapmak, yeni gözlemlerde bulunmak suretiyle, ulaştığı sonuçların doğruluğunu onaylar. Böylece insan, ev­renin dış görünüşündeki gerçeklerin çoğunu tanıyabilir, çe­şitli ilimleri kurabilir.

"Ve Allah sizi, analarınızın karnından -hiç bir şey bilmiyorken- çıkarttı, size kulak, göz ve gönüller verdi. Umulur ki şükredersiniz."[520]

"De ki, sizi yaratan, size işitme, görme ve anlama duyu­su veren O'dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz."[521]

İnsanın, duyularıyla elde ettiği bilgi, kendisini kuşatan duyular alemiyle sınırlıdır, ayrıca hata da yapabilir. Öğrenme konusunda insan aklının gücü de sınırlıdır, çünkü insan aklı genelde duyular yoluyla sahip olduğu hisler sayesinde çalı­şır. Ayrıca da insan aklı, düşünme hatalarına sebeb olan et­kenlerin çokluğu yüzünden vardığı hükümlerde yanlış yapa­bilir. Dördüncü Bölümde, "Hadiste Düşünme" konusunda bu hususa dokunduk.

Bu yüzden insan, onu bilgi hatasından koruyan aklı ve duyulan yoluyla ulaşamayacağını bildiği bir çeşit kesin bilgi edinmeye muhtaçtır. Yüce Allah'ın, sadık rüya, ilham, ve va­hiy yoluyla elçilerine ve nebilerine aktardığı kesin bilgiye muhtaç olması yüzünden Allah'ın bu bilgiyle yardım etmesi, insana bir ihsanıdır. Rasûller ve nebiler kanalıyla insan, dün­ya ve ahiret mutluluğunu kazanacağı doğru yolu öğrenmek­tedir.

"İnsanlar tek bir ümmet idi. Allah, elçilerini müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi; onlarla birlikte, anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetmek üzere, içinde gerçekleri taşıyan kitabı indirdi.”[522]

"Andolsun biz elçilerimizi açık kanıtlarla gönderdik. Onlarla birlikte kitabı ve adalet ölçüsünü indirdik ki insanlar adaleti yerine getirsinler."[523]

Vahiy, ilham, sadık rüya yoluyla Yüce Allah insanlara, gayb âleminden, dünya ve yaratılış âleminden bazı gerçek­ler ve esrarının çözüldüğü bilgi çeşitleriyle yardım etti. Geç­mişte olmuş, gelecekte olacak bazı olaylar ve işleri haber verdi. Veya belirli amellerin yapılmasını emretti. Kur'an-ı Kerim'de, Yüce Allah'ın nebilerine, rasûllerine, has kullarına vahyettiği bilgi ve hikmete işaret eden birçok âyet vardır. Bu konuyu ayrıntılı bir şekilde ele alışımız, "Kur'an ve Psikoloji" adli eserimizde geçmişti.[524]

 

Öğrenmenin İki Yolu

 

Bu durumda, bilgi kazanmak için iki yol vardır: Birinci­si; akıl ve duyularla edinilen bilgi yoludur. Bu yol normalde insanların bilgi edinmek için alışık oldukları, bilginlerin ilmî araştırmalarda izledikleri yoldur. Bu yolla edinilen bilgiler, öncelikle duyular aleminin gözlemiyle başlar, son derece zor olan aklî düzenler ve tasarım oluşumlarıyla son bulur. İkinci­si; vahiy, ilham ve sadık rüya yoludur. İnsan bu yolla, bazı gerçekleri keşfetmesi için Allah'ın gönderdiği veya bazı bilin­meyen (gayb) bilgilerini haber verdiği veya geçmişte olmuş veyahut gelecekte olacak ya da belirli işlerin yapılması için Allah'ın insanı sorumlu tuttuğu, özel bir çeşit bilgi edinir.

İlm-i Ledunnî ve rahmanî ilhamın açık misallerinden bi­ri, Kur'an-i Kerim'de, Kehf Suresinde geçen Musa ve has kul -Hızır (a. s.)- kıssasıdır. Bu hikaye bize, az önce işaret ettiğim iki bilgi çeşidi hakkında açıkça bilgi verir. Bu ikisi, duyu­lar aleminden uzanan bilgi ile vahy veya ilhamdan alınan İlm-i Ledunnîdir. Bilindiği gibi, Musa (a.s.) nın temsil ettiği bilgi zahirî bilgidir; Hızır (a.s.)ın bilgisi ise ilham veya vahiy­den elde edilen İlm-i Ledunnîdir. Musa (a.s.) önünde olan olayları görüyor ve ona göre hüküm veriyordu. Hızır (a.s.) ise gördüğüne göre değil; Yüce Allah'ın ona açtığı gizli sırlar uyarınca, bildirdiği şeylere göre hareket ediyordu.[525]

 

Vahiy Ve İlham

 

Vahiy, Şeyh Muhammed Abduh'un tarifiyle, "kişinin, va­sıtalı/vasıtasız, Allah'tan geldiğine kesin olarak inandığı bilgi­dir." Vasıtalı, işitme duygusunda meydana gelen, sesli veya sessiz olarak varlığı ortaya çıkan bir oluşumdur. Vahiy ilham­dan şöyle ayrılır. İlham, kişinin isteğine uygun gelen, nefsin nereden geldiğini hissedemediği, doğru olduğunu algıladığı bir bulgudur.[526]

Kur'an-ı Kerim, Nebi (s.a.s.)e vahiy yoluyla gelmiştir. Vahiy ona zil sesi şeklinde gelirdi. Bazen vahiy şiddetli gelir­di, öyleki, soğuk günlerde alnından ter inerdi, biniliyken va­hiy geldiğinde bineği yere çökerdi. Vahiy, Nebi (s.a.s.)e, de­ğişik seviyelerde, başka şekillerle de gelirdi. Bunlar: Sadık rüya, Allah'ın dilediği bir şeyi aklına fikrine -görmediği halde- meleğin getirmesi, meleğin insan kılığına girerek onunla ko­nuşması, bazen meleğin yaratıldığı gibi gerçek şekliyle gö­rünmesi, İsra ve Mi'rac hadisesinde olduğu gibi, Yüce Allah'ın -melek olmaksızın- doğrudan konuşması.[527] Melek aracılığıyla, Nebi (s.a.s.)e gelen vahyin örneği, Huzeyfe ha­disinde anlattığıdır: "Annem, Nebi (s.a.s.)le ne zaman görü­şeceğimi sordu, ne zamandır görmediğimi söyledim, bana kızdı. Ona: "Beni bırak, Nebi (s.a.s.)e gideyim, onunla ak­şam namazını kılayım, bana ve sana bağış dilemesini isteye­yim." dedim. Gittim; akşamı onunla kıldım, namaz kıldı, yat­sıyı da kıldı, ayrıldı, ben de onu izledim. Sesimi duydu ve sordu: - Kim o? Huzeyfe mi?

- Evet.

- Ne istiyorsun? Allah seni ve anneni bağışlasın? Sonra "Bu bir melek! Bu geceden da­ha önce yeryüzüne hiç inmedi. Bana selam vermek, Fatıma'nın Cennet kadınlarının hanımefendisi, Hasan ve Hüse­yin'in Cennet gençlerinin beyefendileri olduğunu müjdele­mek için Rabbinden izin istedi." buyurdu.[528]

Nebi (s.a.s.) bazen vahiy yoluyla gelecekte ne olacağı­nı, geçmişte ne olduğunu haber verirdi. Sahabeye, bu gibi şeylerden sözlerinde ve konuşmalarında bahsederdi.[529]

 

Nebiler Dışındaki Kişilere Vahiy Ve İlham

 

Vahiy, nebi ve rasullerin dışındaki kimselere de gelir. Kur'an-ı Kerim'de Musa'nın annesine, havarîlere, Allah'ın has kullarına vahiy geldiği belirtilmiştir.[530]

Nebi ve Rasullerin dışındaki kimselere ilham geldiğini gösteren birçok hadis bulunmaktadır. Rasûl (s.a.s.): "Kim bildiğini yaparsa bilmediğini de Allah ona öğretir."[531]

"Mü'minin firasetinden (sezgi) korkunuz; çünkü o Al­lah'ın nuruyla bakar." buyurdu ve ardından şu âyeti okudu: "Elbette bunda fikir ve feiraseti olanlar için ibretler vardır."[532] Firaset bir nurdur; Allah o anlayışı istediği kulunun gönlüne düşürür, gizli işleri onunla kavrar.[533]

Ömer (r.a.) bir konuda görüş bildirirdi, o sırada vahiy onun görüşüne uygun inerdi. Bedir esirleri konusunda oldu­ğu gibi. Rasûl (s.a.s.) Ömer hakkında, "Sizden önce kendi­sine ilham gelen kişiler vardı; ümmetimden böyle biri olacak olsaydı Ömer olurdu.”[534] buyurmuştur.

Sa'd b. Ebi Vakkas anlatır: "Bir gece, Rasûl (s.a.s.)in korumaya ihtiyacı olduğu ilham edildi. Kalktı o gece nöbet tuttu. Aişe'den: Rasûl (s.a.s.) Medine'ye geldiği gecelerden birinde uyumadan sabahladı:

- "Keşke ashabımdan iyi biri ol­sa da, bu gece beni korusaydı." dedi. Ayşe devamla, tam o sırada silah sesleri duyduk.

- Kim o! diye seslendi.

- Sa'd b. Ebi Vakkas.

- Seni buraya kim çağırdı?

­- İçimde, Rasûl (s.a.s.) hakkında bir korku oluştu, onu korumaya geldim. Rasûl (s.a.s.) ona dua etti ve sonra uyudu."[535]

İlham, hakka yönelmek ve hayra sarılmak için, melek tarafından verilir. Bazen de aynı şekilde, hakkı yalanlamak ve şerre sarılmak üzere, şeytanlardan bir grup olur. Rasûl (s.a.s.): "Kesinlikle şeytanın da, meleğin de insanoğluna yaptığı kısa yayını vardır. Şeytaninki kötülüğü emretmek, hakkı yalanlamaktır. Meleğin ki iyiliği emir ve hakkı onaylat­maktır. Kim meleğin yayınından bir şey duyarsa, bilsin ki, Al­lah'tandır; bu yüzden Yüce Allah'a hamdetsin. Kim de öteki­ni duyarsa, şeytandan Allah'a sığınsın." Sonra şu âyeti oku­du: "Şeytan sizi fakirlikle korkutup çirkin şeylere teşvik edi­yor."[536]

Modern psikoloji, bilginin yorumunda maddî bir yöneli­şe yönelmektedir. Çünkü, insan bilgisinin dayandığı esasın duyularla algılanan bilgi olduğunu kabul etmektedir. Modern psikoloji bilginleri; öğrenme, vahiy, ilham, sadık rüya yoluyla bilgi kazanmaya itiraz etmemektedirler. Onlar, deneysel araştırmalara tabi, mukayase ve gözlemi mümkün olan ruhî olayların incelenmesini kendilerine şart koşmuş durumdalar. Deneysel araştırmaya konu olmayan ruhî durumlara geiince, onları psikolojide araştırma dairesinden uzak tutuyorlar.

Nefsî fenomenierin/olayların yorumunda bu maddî yö­nelişten hareket edilmekte; tabiî ilimler, biyoloji, fizyoloji gibi diğer ilimlerin kullandığı ilmî metodlara tutunulmaktadır.

Modern psikoloji ilmi, öğrenme ve bilgi edinme konusu­nu araştırınca, insan bilgisi için, kesinlikle tek bir kaynaktan başka bir kaynak tanımamaktadır. O da, tüm yüksek anlam­ların, soyut aklî tasarımların, son derece karmaşık aklî sis­temlerin oluştuğu hislerle sağlanan bilgilerdir.

Modern psikoloji, yaratıcı düşünceyi ele alınca, ilham konusuyla karşılaşmaktadır. Psikoloji bilginleri, bazı bilgin ve edebiyatçıların bazen uykularında bazen de uyanıkken il­ham aldıklarına dair misaller vermektedirler. Fakat onlar bu durumlardaki ilhamı, aklın bir dinlenme sürecinden sonra birtakım şüphe ve engellerden kurtulması, konunun ana hatlarının düzenlenmesi, zihinde daha önce kurulmayan ilişkile­rin ansızın ortaya çıkması ve zihinde fikrin mayalanmasının bir sonucu olarak yorumluyorlar. Düşünürün, uzun süredir araştırdığı şey ortaya çıkmış oluyor. Akla ansızın gelen bu yeni fikre veya proplemin çözümüne "ilham” adını veriyorlar. Bu durumda ilham, zihne dışardan gelen bir şey değil; zihin­de konunun anahatlarının oluşması sonucunda, insan zihnin­den doğan birşeydir.

İlhamın yorumunda, modern psikolojinin görüşü ve di­nin bakış açısını uzlaştırmak mümkündür. Modern psikoloji, ilhamı yorumunda, beyinde meydana gelen ve nefisde ona eşlik eden fizyolojik işler seviyesinde durmaktadır. Fakat il­hama, dinin bakış açısından bakacak olursak, bunu yetersiz görürüz. Çünkü Yüce Allah, bütün evrende, evrendeki bütün yarattıklarında, meydana gelen tüm olaylarda dilediği gibi davranandır; ondaki -küçük/büyük- her şeyi bilir; O, her şe­ye gücü yetendir.

"Rabbinden, ne yerde ne gökte, zerre ağırlığında, on­dan daha büyük daha küçük hiçbir şey kaçmaz, hepsi apa­çık bir kitaptadır."[537]

"Bilmez misin ki, Allah gökte ve yerde ne varsa bilir. Muhakkak o bir kitaptadır, şüphesiz o Allah'a göre kolay­dır."[538]

"Bilmez misin ki Allah her şeye kadirdir."[539]

"Ya bilmezler mi ki, onlar neyi sır tutarlar ve neyi de açı­ğa vururlarsa Allah hepsini bilir."[540]

Herhangi bir konuda, insanın aklından geçen düşünce­sini Yüce Allah bilir. Dilerse, insanın fikrini ulaştığı yeni dü­şüncede veya herhangi bir problemin çözümünde yönlen­dirmeye gücü yeter. Bu durumda ilham oluşur, gerçekte bu Yüce Allah'tan gelen bir şeydir. Psikoloji bilginlerine göre il­ham; düşünme sırasında meydana gelen beyin faaliyeti so­nucunda -zihinsel faaliyetler dışında başka bir gücün müdahelesi olmaksızın- insan zihninden çıkmaktaysa da[541] bu du­rumda vücuda gelen her şeyin Yüce Allah'ın bilgisi, kudreti ve dilemesi sonucunda olduğunu bilmemiz gerekir. Düşün­me sırasında insan beyni ve hücrelerinde oluşan fizyolojik ve zihinsel faaliyetler bunun dışında değildir.

Fizyolojik akıl (beyin), okuma, yazma, öğrenme, bellek, konuşma, düşünce gibi yüksek akıl merkezi olup; iki kemik arasındaki beynin ön tarafında olduğu bilinmektedir. Başın önü, Rasûl (s.a.s.)in bir duasında geçen "nasiye" yani alın­dır. "Ey Allahım, ben senin kulunum. Senin kulun olan bir er­kek ve kadının oğluyum. ‘Nasiye’m senin elindedir."[542] diye dua etmiştir. Rasûl (s.a.s.) "nasiyem senin elindedir" der­ken, açıkça insan alnına işaret ediyor. Yani, insandaki yüksek akıl faaliyetlerinin meydana geldiği beyin, kafanın önünde, iki (dilim) kemik arasında bulunan yer. İşte orası Yüce Al­lah'ın elindedir, orada dilediği gibi davranır. Allah istediğin­de, beyinde, iki dilim arasında bulunan fizyolojik merkezde oluşan düşünce faaliyetinin yönünü yeni bir fikre dönüştürür. İşte ilham budur.

Kur'an-ı Kerim de Alak suresinde, bu manaya Yüce Al­lah işaret etmiştir. "Sakın! Celalim hakkı için, eğer akıllanıp vazgeçmezse, mutlaka sürükleyeceğiz biz o alnı./ Yalancı, cânî alnı!" [543]

Yalancı, günahkar alnın anlamı nedir? Beynin önünün yalancı, hatalı olmasının manası nedir? Bundan anlamamız mümkün olan tek anlam, beynin önü iki dilim teşkil etmekte; aklî faaliyetlerin merkezi, doğruluk, yalancılık, doğru, yanlış v.b. yüksek akıl faaliyetleri orada bulunmaktadır. İnsanın ya­lanı ve yanlışı öncelikle, beynin önünde bulunan aklın, aklî faaliyetler merkezinde oluşurlar. Sonra gereken duruma gö­re, söz veya hareket şeklinde, bir davranış olarak ortaya çı­karlar.[544]

 

Düş Ve Rüya

 

Düşler, uyku sırasında oluşan zihnî faaliyetlerdir. İnsan onu uyurken resimler ve çeşitli olaylar şeklinde görür, orada birçok işler ve faaliyetler yapar. Bazen bunları uyandığında hatırlayabilir, bazan da hatırlamak zor gelir. Rüyalar[545] ba­zen açık, anlaşılır ve yorumu kolay olur. Düşünürler, eskiden beri, rüyaları yorumlamaya, anlamını kavramaya, sebeplerini bulmaya çalıştılar. Bunun için çeşitli nedenler söylediler. Rü­yalar bazen insan uyurken, bazen hissî uyarıcıların etkisi so­nucunda görülür. İster bu uyarıcılar ses, ışık, koku gibi dışar­dan isterse açlık, susuzluk acı v. b. şeyler duyma gibi vücu­dun çeşitli duyuları olsun, aynıdır. Bazen rüyalar insan uyur­ken zihninde, mazideki hayatının hadiselerinden saklı olan hissî resimlerin ortaya çıkmasından oluşur. Bazen de, uya­nıkken düşündüğü çok önemli şeyleri düşünmesinin uykusunda devam etmesinden ibarettir. Bazı bilginler, uyanıkken düşündükleri bilimsel problemlerin çözümünü rüyalarında bulduklarını söylemişlerdir. Bazen de düşler, bazı isteklere kavuşma, uyanıkken doyum sağlayamadığı bazı arzularına rüyada doyum sağlamaktan ibarettir. Çoğu zaman insan dü­şünde, hayatında gerçekleşmesi zor olan arzu istek ve emellerinin gerçekleştiğini görür. Bazı durumlarda da, anla­şılması kaygıya sebep olacağından bilinç üstüne çıkması engellenmiş, baskı altına alınmış, insanın frenlenmiş bazı gü­düleri arasındaki mücadelenin uygun bir ortamda çözümlen­mesinden ibarettir. Bu ortamın sağlanması normalde derin uyku halindeyken sağlanmaktadır. Bu yöneliş, düşlerin yoru­munda, Psikanaliz Okulunun kurucusu Sigmund Freud'un tuttuğu yoldur. Bazen rüyalar haber içerikli, daha sonra gerçekleşecek olayları haber verici durumda olur. Bunlar ister iyi bir haberi müjdeleyen, ister bir kötülükten dolayı uyaran, isterse insanın birtakım gizli sırlarını ve bazı bilinmeyen işle­rini ortaya çıkaran türden olsun, farketmez. Bu son çeşit dü­şe rüya denir. Eski düşünürlerin çoğu, semavî dinlerde geç­tiği gibi, haber içerikli veya keşif türü rüyalar dediler. Fakat modern psikoloji bilimi, bu türü incelemeye almıyor; bütün mesaisini, sadece, daha önce zikrettiğimiz düş çeşitlerini in­celemeye ayırmaktadırlar.[546]

 

 

Rüya

 

Kur'an-ı Kerim'de, rüya ve karmakarışık düşler geç­mektedir. Rüya bazen, Yüce Allah'ın gayb'la ilgili bir gerçe­ği bildirmesi şeklinde keşif ve haber verme özelliği olan ve­ya ilerde gerçekleşecek düşler olur. Bazen de, özellikle ne­bi için, görene yapma sorumluluğunu yükleyen bir rüya olur. Karmakarışık düşlere gelince, kapalı düşler olup, yorumu zordur. Bu tip düşler, bilindiği gibi, modern psikologların in­celediği; özellikle yorumu büyük çabayı gerektiren, kapalı sembolik düşlerdir.

Kur'anı Kerim, çoğunlukla nebilerin rüyalarından bah­setmiştir. Mesela, İbrahim (a.s.)ın oğlu İsmail (a.s.)ı kurban ettiği rüyası. Bu rüya Yüce Allah'ın, elçisine yapma sorumlu­luğunu yükleyen vahiy çeşiti olan rüyalardandır. "(Çocuk) onun yanında koşma çağına erişince (İbrahim): "Ey yavrum! dedi, Rüyamda seni boğazladığımı görüyorum. Artık bak, ne dersin? “ Babacığım, sana emredileni yap! Beni inşallah sab­redenlerden bulacaksın." dedi./Ne zaman ki bu surette iki­si de teslim oldular; onu tuttu şakağı üzerine yatırdı./Ve ona şöyle seslendik: "Ey İbrahim,/Sen rüyayı doğruladın, işte biz güzel davrananları böyle mükafatlandırırız."/Gerçekten bu apaçık bir sınav idi./Ve fidye olarak ona büyük bir kur­banlık verdik.[547]

Yine Kur'an-ı Kerim Yusuf (a.s.)ın, önceden haber veri­ci türünden olan rüyasını zikreder: Bir zaman Yusuf babası­na: "Babacığım, ben onbir yıldızla güneş ve ayın bana sec­de ettiklerini gördüm." demişti.[548]

Kur'an-ı Kerim yine, Rasûl (s.a.s.)in, kendisi ve mümin­lerin, traş olarak Mekke'ye girdiklerini gördüğü , haber verici cinsten olan rüyasını zikretti. "Andolsun Allah, elçisinin rüya­sını doğru çıkardı. İnşallah, kiminiz başlarınızı traş ederek ki­miniz saçlarınızı kısaltarak, korkmaksızın, güven içinde Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bildi de ondan önce size yakın bir fetih verdi."[549]

Yine Kur'an-ı Kerim, nebilerden başkalarının bazı rüya­larını zikretti. Hapiste Yusuf (a.s.) ile birlikte yatan iki gencin rüyasını ve Yusuf'un bu rüyaları yorumunu anlattı.[550] Yine Kur'an, Mısır kralının "Yedi semiz ineğin yedi arık ineği yedi­ği; yedi yeşil ve yedi kuru başak" gördüğü rüyasını[551] da an­lattı. Mısır kralı ve Yusuf'un hapis arkadaşları rüyası, böyle rüyaları sadece nebiler ve Allah'ın has kullarının görmediği, aksine sıradan kimselerin ve Yüce Allah'ın gözettiği bir hik­mete bağlı olarak kafirlerin de görebileceğini göstermekte­dir.

Rasûl (s.a.s.) de, bir çok hadisinde rüyayı ele almıştır. Ayrıca kendinin ve ashabının gördüğü rüyaların yorumunu da dile getirmiştir. Rasûl (s.a.s.) üç tür rüyadan bahsetmiştir:

"Rüya üç çeşittir: Allah'tan bir muştu olan doğru rüya, şeytanın üzüntü verdiği rüya, kişinin kendine konuştuğu şey­ler (yaşantısının yansıdığı rüya.) Sizden biri hoşuna gitmeye­cek bir şey görürse; kalksın, namaz kılsın, rüyasını da kimse­ye anlatmasın."[552]

Bu hadisteki rüya, düş anlamınadır. Birincisi; Yüce Al­lah'ın bir müjde olanı, sadık rüyalardır. Kur'an'da geçen, da­ha önce işaret ettiğimiz, nebilerin rüyaları gibi. İkincisi; şey­tanın yalanı ve korkutması olan, hüzün veren düşlerdir. Üçüncüsü; uyuyanın, geçmişteki olayları ve hatıralarını gör­düğü, günlük hayatında kafasını meşgul eden, istek, arzu ve emelleriyle ilgili düşlerdir. İkinci ve üçüncü çeşitler, bu hadi­sin içerdiği düşlerdir. Açıkça anlaşıldığı gibi, modern psiko­logların incelediği bütün düşler bunlardır. Birincisine gelin­ce, onların, araştırmalarına almadıkları sadık rüyalardır.

Diğer bazı hadislerinde Rasûl (s.a.s.), bu üç çeşit düş­ten sadece ikisini zikretti. Birincisi, insanın kendisini sevindi­recek sevdiği bir şeyi görüp, Allah'a nisbet ettiği rüyalardır. İkincisi, insanın hoşuna gitmeyen bir şeyi gördüğü ve şeyta­na nisbet ettiği rüyalardır. Rasûl (s.a.s.): "Sizden biri, sevdi­ği bir rüya görürse, o mutlaka Allah'tandır, bu yüzden Allah'a hamdetsin ve rüyasını anlatsın. Hoşuna gitmeyen bir rüya görürse, kesinlikle o şeytandandır. Şerrinden Allah'a sığınsın, kimseye de anlatmasın, çünkü ona zararı dokunur."[553]

"Doğru rüya, bir başka rivayette, güzel rüya Allah'tan­dır. Düş şeytandandır. Kim hoşuna gitmeyen bir şey görürse, üç kere soluna tükürsün, Allah'a sığınsın, böylece ona zarar gelmez."[554] buyurmuştur.

Bu iki hadis, insan iyi veya güzel bir rüya gördüğünde bunu Yüce Allah'a nisbet etsin ve hamdetsin. Hoşuna gitme­yen fena bir rüya görünce bunu şeytandan bilsin çünkü bu, onun yaptığı parazitlerdir. Bu rüyasını kimseye anlatmasın çünkü kötümserliğe sebep olur ki kötümserlik (şerre yormak) yasaklanmıştır. Allah'a sığınsın, O'na dayansın, Allah'ın izniy­le o rüyanın zararı dokunmaz.[555] Kötü rüyanın şeytandan bilinmesi, onun yarattığı anlamına değildir. Bütün iyi ve kötü rüyaları Allah yaratmakta ve O'nun emriyle görülmektedir. Fakat Yüce Allah: "Güzel rüyaların görevli melek huzurunda yaratılması kanununu koyduğundan O'na nisbet edilmekte, yalan/yanlış düşleri de şeytan huzurunda yarattığından, ona nisbet edilmektedir."[556]

Muhammed (s.a.s.)'in elçiliğinin başlangıcı sadık rüya görerekti. Aişe anlatır: Rasûl (s.a.s.)e vahiy başlangıcı uyku­da sadık rüya görmesiyledir. Rüyasında ne görürse, sabah aydınlığı gibi gerçekleşirdi." [557]

Müslümanın rüyası, Yüce Allah'tan bir müjdedir, pey­gamberlikten bir parçadır: "Rasul ve nebi olmak kesildi, artık benden sonra nebi ve rasul gelmeyecektir." deyince, halka bu söz zor geldi. "Fakat mübeşşirat var." buyurunca, onun ne olduğunu sordular: Müslümânın rüyasıdır. O, nübüvvet­ten bir parçadır." buyurdu.[558]

"Müminin rüyası, nübüvvetin 46'da biridir."[559]

"Nübüvvetten ancak mübeşşirat kalmıştır, deyince "Mübeşşirat nedir?" diye soruldu: "Doğru rüya." buyurdu.[560]

Rasûl (s.a.s.), büşra kelimesini Yüce Allah'ın "Onlara dünya hayatında da, âhiret hayatında da müjdeler..." âyetini "doğru rüya" diye tefsir etti.[561] Öyleyse, "nübüvvetten bir parçadır." O, Yüce Allah'tandır. Hayır ve şer, olacak şeyler­de kul bilgi sahibi olur. Mübeşşirat/müjdeciler sözü sadece geçen iki hadiste gelmiştir. Rüyalara çoğunlukla öyle olduğu için müjdeciler denmiş veya korkutucular kelimesinin karşılı­ğı olduğu için mübeşşirat demekle yetinilmiş olmalıdır."[562]

Bazıları, Rasûl (s.a.s.)in "Rüya, nübüvvetin kırkaltıda bi­ridir." sözünü, nebiye vahyin iniş süreci 23 yıl, ilk altı ayı sa­dık rüya olunca, kırkaltı da biri olur şeklinde açıklama yap­mışlardır. Başka bir rivayette "kırkta biri" olarak gelmiştir. Bu farklılık, rüyayı görenin durumuna göredir. Fasıkın rüyası yetmişde bir, has kulun kırkta bir, yani olabildiğince gerçek de­mektir.[563] Sözü doğru gerçek müminin rüyası da olabildiğince doğru olur. Rüyasının gerçeklik derecesi, doğruluğu ile doğru orantılıdır: "Rüyası en gerçek olanlar, sözü en doğru olanlardır."[564]

 

 

 

Düş Ve Rüyaların Yorumu

 

İnsan, eskiden beri taşıdıkları anlamı, içerdikleri gizemi ve haber verdikleri muştu ve korkuyu bilmek için rüyaların yorumuna özen göstermişlerdir. Tarih boyunca, rüyaların yo­rumu konusunda, çeşitli toplumlarda uzman kişiler ortaya çıktı. Kitaplar yazdılar, rüyalardaki sembollerin sırlarını keş­fetmek için kurallar koydular.

Şüphesiz ki İslam öncesi, arapların da rüyaların yorumu konusunda özel metodları vardı. Fakat bu konudaki bilgiler, bildiğim kadarıyla bize ulaşmadı. Kur'an'ın inmesi, bazı âyet­lerin rüyalar ve yorumlarını içermesi; bazı nebevî hadislerin de rüyalar ve yorumlarını içine alması, Rasûl (s.a.s.)in kendi­nin ve ashabının gördüğü rüyaları yorması yüzünden İslam toplumunda, rüyaların yorumu konusunda özel bir metod oluşmaya başladı. Kur'an ve hadiste geçen misal ve benzet­meler ve açıklama için güzel örnekler, rüyaların sembolleri­nin yorumunda özel bir metodun konması için temel oluştur­du. Rüyaların sembolik yorumu için misaller Kur'an'ın misal ve benzetmeleriyle bazı ibarelerinden alınmıştır. Rüyada ip, Yüce Allah'ın "Allah'ın ipine sımsıkı sarılın."[565] âyetinden ha­reketle "(ahd) verilen söz" olarak yorumlanmıştır. Kadınlarla ilgili el-Bıyz/Yumurta" kelimesi, Yüce Allah'ın, kadınların vasfı konusunda "Sanki saklı yumurtalar"[566]la, münafıklar ve özellikleriyle ilgili "Haşeb/Kütük", Yüce Allah'ın "Sanki dayanmış keresteler gibidirler/Yuvarlanmış içi boş kütükler"[567] âyetinden, kurtuluşla ilgili "Sefine/Gemi" kelimesi Yüce Al­lah'ın "Onu ve gemidekileri kurtardık." âyetinden[568] v. s. alın­mıştır.

Rasûl (s.a.s.)in hadislerinde bulunan misallerden alın­mış sembolik yorumlar, rüyada "fare" görmenin şirret kadın, kapan/ısıran köpek ve karga yaramaz adam olarak yorum­lanmış; bu da Rasûl (s.a.s.)in "Beş yaramaz hayvan vardır, harem bölgesinde öldürülür: Karga, çaylak, akreb, fare, ısı­ran köpek."[569] hadisinden, kadınların ince cam şişeler ola­rak yorumlanması Rasûl (s.a.s.) in "lyyake ve'l kavarir/ cam şişeleri kırmakîan sakın"[570] hadisinden alınmıştır.[571]

Kur'an ve hadisin etkisi, İslam toplumunda ortaya çıkan "rüya tabirleri" kitaplarında açıkça gözükmektedir. Rüyaların yorumu konusundaki kitapların en meşhuru ise İbnu Şirin (110/728)'in eseridir. Rüya tabircileri, yorumcuda bulunması gerekli şartların, Kur'an'ı ve hadisi bilmek olduğu görüşündedirler. Buna misal olarak, İbnu Sirîn'in "Kitabu Tefsir-i Ahlami'l Kebir" adlı eserinin birinci bölümünden bir parça vere­lim: "Bil ki, -Allah beni ve seni yolunda başarılı kılsın- Rüya nübüvvetin kırkaltıda biri olunca, Allah'ın doğruya ulaştırma­sı için, rüya tabircisinin Allah'ın kitabını, Rasûl (s.a.s.)in hadi­sini ezberlemesi, arap dilinde uzman olması, kelimelerin kö­kenini bilmesi, insanların yapısını tanıması, iyiyi kötüden ayır­ma metodunu bilmesi, iffetli, iyi ahlaklı, doğru sözlü olması gerekir."[572] Yine Kur'an ve hadisin, rüyaların yorumundaki rolünü filozofların, Farabî (339/950)[573] İbnu Sina (428/1037)[574] gibi müslüman düşünürlerin görüşlerinde bu­luruz. Onlar sadık rüyayı, nefsin mele-i a'la (felsefede faal akıl) ile bağlantı kurması, vahiy ve ilhamı oradan alması ola­rak açıklıyorlar.[575]

 

Hadislerde Rüya Tabirleri/Yorumları

 

Birtakım rüyaların anlamı açık olur, yoruma gerek kal­maz. Bir kısmının anlamı içerdiği sembollerde saklı olur; rü­yanı anlamının anlaşılması için yoruma muhtaçtır. Rüyaların yorumu için birkaç yol vardır: Bunlardan biri, rüyada geçen isimler ve onların türevlerinden faydalanarak yapılan yorum­dur. Rasûl (s.a.s.) gördüğü bazı rüyaları, onda geçen isim­lerden yararlanarak yorardı, ashabına da bu yolla yorumla­malarını tavsiye ederdi. Rasûl (s.a.s.): "Rüyayı yormak zor gelirse, isimlerden hareket ediniz."[576]

Rasûl (s.a.s.)in gördüğü ve isimlerden hareketle yordu­ğu rüyalara bir örnek: "Bir gece bir rüya gördüm. Ukbe b. Rafiin evindeymişiz. Bize, İbnu Tâb hurmasından getirdiler. Bunu, dünyada yükselme, ahirette de afiyetin bizim olacağı­na; dinimizin tamamlandığına yordum."[577] buyurdu.

Rasûl (s.a.s.) kendi ve müslümanlar adına yüksekliği, rüyada geçen "Rafi"' isminden, ahirette afiyeti ise "Ukbe" ke­limesinden, dinin tamamlandığını da "Tâbe"den çıkarmıştır. Abdulah b. Selâm'ın rüyasını tabiri de, isimlerden yararlana­rak yorduğu rüyaya örnektir: "Kendimi bir bahçede gördüm. Bahçenin ortasında bir direk, direğin tepesinde bir kulp var­dı. Haydi bu direğe çık denildi, çıkamam dedim. Bunun üze­rine yanıma bir hizmetçi geldi, elbisemi soydu, ben de çık­tım ve kulpu tuttum. Tutamak elimdeyken uyandım. Rüyamı Nebiye anlattım. Buyurdu ki, "Gördüğün bahçe İslam bahçe­sidir. Direk de İslam dininin direğidir. Yakaladığın kulp da kopmak bilmeyen sağlam kulp (Urvetu'l Vuskâ)dır; sen ölün­ceye kadar İslam üzere kalacaksın."[578]

Rasûl (s.a.s.) bazı rüyaları da rüyada geçen varlıklarla yorumlardı. Böyle bir rüyaya misal, Rasûl (s.a.s.)in anlattığı rüyadır: "Ben uyurken, üzerlerinde gömlekleri olduğu halde insanların bana arzolunduklarını gördüm. Gömleklerin bazısı memelerine, bazıları daha aşağı uzanıyordu. Ömer b. Hattab da, üzerindeki gömleği yerde süründüğü halde geçti. Saha­be: Bunu neye yordun, Ya Rasûlallah? diye sordular. Dine, buyurdu.[579]

Rasûl (s.a.s.): "Uyurken, bir bardak süt getirildi. Ondan kana kana içtim. Artanını Ömer'e verdim." buyurunca saha­be: Bunu neye yorumladın? dediler. İlme, buyurdu.[580]

Yine: "Rüyamda, saçı başı dağınık siyah bir kadının Medine'den Mehyea'ya, yani Cuhfe'ye vardığını gördüm. Bunu, Medine' vebasının oraya ulaştığına yordum."[581] bu­yurdu.

Rasûl (s.a.s.) aynı zamanda sahabenin de rüyasını yo­rumlardı. Sabah namazını kıldırınca sahabeye döner ve so­rardı: "Sizden, geceleyin rüya gören oldu mu?"[582] Kim rüya görmüşse anlatır, o da yorumlardı. Biraz önce, Abdullah b. Selâm'ın rüyasını yorumlamasını anlattık. Bir başka misal ise, kadın sahabî Ümmü'l Ala'nın rüyasını anlatması ve Rasûl (s.a.s.)in yorumlamasıdır. Kadın anlatır: "Rüyamda, Osman b. Maz'un'a akan bir pınar gördüm. Bunu Rasûl (s.a.s.)e an­lattım. Bu, onun pınar gibi akan amelidir." buyurdu.[583]

Ümmü'l Fadl bir rüya gördü ve Rasûl (s.a.s.)e anlattı:

- "Ya Rasûlallah, senin organlarından biri sanki benim evimdeymiş, rüyamda öyle gördüm.

- Gördüğün hayırdır; Fatma bir çocuk doğuracak ve sen emzireceksin. Fatıma Hasan ve­ya Hüseyin'i doğurdu. Kadın kendi bebeği Kusem'in sütüyle onu emzirdi."[584] Fatma Hasan'ı getirdi; kadın onu kucağına aldı ve emzirdi.

Bazı sahabeler de rüyaları yorumluyorlardı. Ebu Bekir (r. a.) bu konuda en uzman olanlarıydı. İbnu Abbas'ın anlat­tığına göre, bir adam Rasûl (s.a.s.)e geldi:

- "Ya Rasûlallah, geceleyin rüyamda yağ ve bal yağdıran bir bulut gördüm. Halkın da bundan elleriyle avuç avuç aldıklarını gördüm; ki­mi çok avuçluyor, kimi az avuçluyordu. Gökten yere bir ip uzandığını ve senin onu alarak yükseldiğini gördüm. Senden sonra biri o ipe tutundu ve yükseldi. Sonra başka birisi tutun­du, yükseldi. Sonra bir başkası ipe sarıldı, fakat ip koptu. Sonra ipi bağladılar, adam yükseldi. Ebu Bekir:

- Anam ba­bam sana kurban olsun, Ya Rasûlallah! Vallahi, müsade edersen bu rüyayı ben yorumlayacağım. Rasûl (s.a.s.):

- Yorumla, dedi. Ebu Bekir:

- "Bulut, İslamdır. Ondan yağan yağ ve bal ise Kur'an; O'nun yumuşaklığı ve tadıdır. Ondan avuçlayanlar ise, Kur'andan çok veya az yararlananlardır. Gökten yere uzanan ip ise, senin tutunduğun ve Allah'ın seni yük­selttiği haktır. Senden sona bir adam ona sarılacak ve yükselecek. Sonra başka bir adam tutunacak ve yükselecek. Sonra bir başkası tutunacak fakat ip kopacak ama ulanınca tekrar yükselecek. Babam sana kurban olsun, Ya Rasûlallah! Doğru mu yorumladım, yanlış mı, söyle?" deyince,

- "Ba­zısını doğru bildin, bazısında yanıldın."[585] buyurdu.

Aişe, babasına bir rüya anlattı:

- "Odama düşen üç ay gördüm." deyince,

- "Eğer rüyanı doğru anlatıyorsan, odana, yeryüzünün üç hayırlı insanı gömülecek. Rasûl (s.a.s.) ölün­ce,

­- "Ya Aişe! İşte en hayırlı ay'ın," dedi.[586]

İbnu Hişam (218/ 833)'ın Siyret'inde geçtiğine göre, Ebubekir (r.a.), Rasûl (s.a.s.)in bir rüyasını yorumladı. Rasûl (s.a.s.) anlattı:

- "Rüyamda, sanki hays[587] tan bir lokma aldım, tadı hoşuma gitti. Yutunca boğazıma birşey takıldı. Ali elini soktu ve çıkardı. "Ebu Bekir es-Sıddik (r.a.):

- "Ya Rasûlallah, bu senin seriyyelerinden biridir; sana sevdiğin bazı şeyleri getirecek fakat bazısı sorun olacak. Ali'yi göndereceksin, o işi kolaylaştıracak."[588]

Rasûl (s.a.s.) ve Ebubekr’in yorumladığı rüyalara baktı­ğımızda, rüyalarda geçen bazı sembollerin manasını şöyle­ce özetlemek mümkündür:

 

Sembol                                                                Yorum                                                               

 

Gömlek ve elbise.                                               Din.

Süt (İçmek).                                                        İlim.

Sığır (görmek).                                                   Mü’minlerden bir grup.

Sığır boğazlamak/ölümü.                                   Bazı sahabe ve yakınlarının ölümü.       

Kılıç.                                                                   (Ganimet veya savunma için toplanan) sahabe.

Kılıcın ağzında gedik/kırılması.                         Bazı sahabe ve yakınların ölümü (Uhud’daki

                                                                            gibi).

Ukbe b. Rafi'in adı.                                             Rafi’ isminden dünyada yükselme, Ukbe’den

                                                                            ahirette afiyet. 

İbnu Tabe'nin hurmasından yemek.                    Dinin tamamlanması.

Saçı başı dağınık siyah bir kadının Medine

'den çıkması.                                                        Salgının Medine’yi terki.

Bahçede bulunmak.                                             İslam ve onunla ilgili herşey.

Bahçenin ortasında direk.                                    İslam’ın esasları.

Direğin tepesinde tutamak.                                  Kopmayan ip (İslam). 

Direğe çıkıp kulpa yapışma.                                Kopmayan ipe sarılma.      

Sahabenin kendini Cennet'te uçuyor görmesi.     İhlas ve takvasına işaret.

Ölüye doğru bir pınarın akması.                          Kendine giden ameli.

Sembol                                                                  Yorum

 

Ölenin beyaz elbiseler içinde görülmesi.               Cennetliklerin giysisi.

Adamın elinde altından süs eşyası.                        Yanlış iş yapmak.

Adamın cesedinden kesilen bir parçanın               Adamın yakınlarından birinin doğuracağı ve       

kadının kucağına konması.                                     kadının kucağına konacağı.

Aişe'nin kucağına üç ayın düşmesi.                       Yeryüzünde üç hayırlı kimsenin odasına gö-

                                                                               müleceği.

Yutma sırasında boğaza takılan yiyecek.              İnsanın yapacağı önemli bir işte bir sorunla 

                                                                               karşılaşacağı.[589]

 

YEDİNCİ BÖLÜM

 

HADİSTE GELİŞME

 

İnsan, değersiz bir sudan (main mehin), nutfe (sperm)den, akıtılmış bir meniden nasıl yaratıldığına bir bak­tığında, küçük hacimli yumurtacıkların (rahim tüpü) kordon­da döllendiğini, ondan karışık nutfe (zigot) oluştuğunu, ana rahmine ulaşarak oraya tutunduğunu, orada yavaş yavaş geliştiğini görür. Organları çeşitli yaratılış ve şekil almaya başlar. Vücudun çeşitli organları oluşur.

İnsan, bu nutfe (sperm)in tasarım, yaratılış, gelişme hatta hayatta yaşayacak tam bir insan oluncaya kadar geçir­diği çeşitli safhalara baktığı zaman..., hissetme, kavrama, dü­şünme, öğrenme, çalışma, dünyayı imar etmeye muktedir oluncaya kadar..., insan, bütün bunlara baktıktan sonra, Yüce Allah'ı hamdile anarak, yaratma ve güzel yapmada sınırsız gücünü tanıyarak secde etmekten başka bir şey yapamaz.

"Bizim âyetlerimize öyle kimseler inanırlar ki, onlarla kendilerine öğüt verildiği zaman secdelere kapanırlar. Rablerini hamd ile anarlar, büyüklük taslamazlar."[590]

Boşalan meni (spermler), döllenmeye müsait olgunlaş­mış yumurtacıklarla karşılaşmak için, kordonda yumurtacık­lara doğru harekete geçen yaklaşık iki milyon sperm içermektedir. Vajina/kadının tenasül organından yumurtalığa gi­den yolda, bu spermlerin büyük çoğunluğu yok olmakta, yu­murtalığa ancak birkaç yüzü ulaşabilmektedir.

Modern araştırmalar, boşaltılan meni içinde spermlerin oranının % 1.5 olduğunu, bunlardan sadece bir tanesinin yu­murtayı aşıladığını ortaya koymuştur.

Rasûl (s.a.s.) bu gerçeğe şu sözüyle işaret etmiştir: "Her boşaltılan meniden çocuk olmaz."[591]

 

Cenin (Embriyon) Döneminde Gelişme

 

Sperma hücresi, olgunlaşmış yumurtayla karşılaşır, hücre zarını deler ve onu aşılar. Bundan "Nutfetu'l Emşac" yani döllenmiş yumurta (zigot) oluşur. "Emşac" karışık de­mektir, Nutfetu'l Emşac, sperma hücresi ve yumurtacığın bir­leştiği oluşumdur. Yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de işaret etti­ği şeydir; "Doğrusu biz insanı çeşitli safhalardan geçirdiği­miz karışık bir nutfeden yarattık, onu işiten, gören yaptık."[592]

Rasûl (s.a.s.) de, bir Yahudînin: "İnsan neden yaratılır?" sorusuna:

- "...her ikisinden; erkeğin spermi ve kadınınkinden..."[593] cevabını verdiğinde bu gerçeğe işaret etmiştir.

Burada şuna işaret etmek gerekir; Döllenmiş yumurta­nın, erkeğin ve kadının her ikisinin menilerinin karışımından meydana geldiğini modern ilim ancak 19. asrın sonları ve 20. yüzyılın başlarında keşfetmiştir.[594]

Aşılanma olduktan sonra, aşılanmış yumurtacık veya karışık nutfe (zigot) önce ikiye, sonra dörde bölünür. Bu bö­lünme işi, 72 saat boyunca, tut meyvesi gibi oluncaya kadar sürer. Bu aşama (Merhaletü't Tute) dönemi olarak bilinir. Sonra hacmi biraz büyür ve bu aşama (el-küretü'l Cürsümiyye) dönemi olarak anılır. Bu (el-küretü'l Cürsümiyye) rahim tüpünde bulunan ince arpacıkların etkisiyle ilerler. Sonra beş günle -en çok- bir hafta arasında[595] ana rahmine ulaşır, ra­him duvarına tutunur, asılı kalır. O zaman burada yeni bir dö­nem, "alaka" (embriyo) dönemi başlar. Alaka, ikinci haftadan itibaren belirginleşmeye başlar; dış tabaka/ektoderm ve iç tabaka/endoderm olmaya başlar. Üçüncü hafta orta tabaka/mezoderm ortaya çıkar, 20-21 gün içinde daha sonra omurgayı oluşturacak olan alaka merkezinin yanlarında bir vücut kitlesi oluşur. Bu bedensel oluşum (alaka)dan sonra mudga/et parçası dönemine başlar. Bu varlık kitlesi 30. gü­ne kadar oluşumunu sürdürür. Dördüncü haftanın sonuna kadar herhangi bir organ belirgin hale gelmez. Bu döneme, "belirginleşmemiş et parçası" (Mudga gayr-ı muhallaga) de­mek mümkündür. Beşinci haftanın başından itibaren belir­ginleşme veya şekillenme başlar, yaklaşık olarak 3. ayın so­nunda bu iş sona erer. Bu dönemin (mudga muhallaka) "şe­killenmiş et parçası" olarak adlandırılması mümkündür.[596]

Kur'an-ı Kerim buna Yüce Allah'ın şu sözünde işaret et­miştir: "Sonra biçimlenen bir çiğnem et parçasından (yarat­tık.)"[597]

5-6. haftalarda kemikler ve kaslar oluşur. 6-7. haftalar­da kaslar kemiklere bitişir. 3. ayın sonu, 4. ayın başında ce­nin/dölüt hareket etmeye başlar. 4. ayın başında kalp atışla­rı başlar. Ceninde işitmenin gelişmesi 4. aydan itibaren mükemmelleşmeye başlar. Bu erken dönemden itibaren cenin, annesinin bağırsak gurultularını ve dışardan gelen sesleri duyar. Görme duygusu ise, daha geç gelişir.

Ama Yüce Allah yaratmamayı dilerse, yaratılışı belirsiz (gayr-ı muhallaga) olur, rahim onu düşük olarak atar. Rasûl (s.a.s.) şöyle dediğinde bunu anlatmıştır: "Nutfe (sperm) ana rahmine düştüğünde Allah bir melek gönderir, melek: "Ya Rabbi, yaratılacak mı, yaratılmayacak mı? diye sorar. Yaratıl­mayacak buyurursa, ana rahmi onu kan olarak atar."[598]

Kur'an-ı Kerim, insanın bu yaratılış dönemlerinin hepsi­ne işaret etmiştir. Spermadan ana rahmine, sonra alaka, sonra mudga, sonra organları tamamlanmış cenin haline... Doğum sonrası ise, çocukluğundan gençliğine, sonra yaşlı­lığına, insanın gelişmesine işaret ettiği gibi.

Yüce Allah buyurur ki, "Andolsun biz insanı çamurdan bir süzmeden yarattık./Sonra onu nutfe (sperm) olarak sağ­lam, oturaklı bir yere koyduk./Sonra spermi alakaya (embiryo), embiryoyu bir çiğnem ete (mudga) çevirdik./Derken on­dan bir takım kemikler yarattık, derken o kemiklere et kaplat­tık, sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir."[599]

"Ey insanlar, eğer öldükten sonra yeniden dirilişten şüphede iseniz, şu kesin ki, biz sizi bir topraktan yaratmak­tayız, sonra bir sperm (nutfe)den, sonra bir embiryo (alaka)dan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et parçasın­dan (mudga) ki, size anlatalım diye. Hem belirli bir süreye kadar rahimlerde durduruyoruz da sonra sizi bir bebek ola­rak çıkarıyoruz, sonra da gücünüze ermeniz için büyütüyo­ruz. Bununla birlikte içinizden kimi küçükken öldürülüyor. Ki­mi de, bilirken bir şey bilmez hale gelsin diye, ömrün en re­zil çağına erdiriliyor. [600]

Bu âyetlerde Kur'an-ı Kerim, ceninin izlediği çeşitli aşa­malara işaret ediyor. Nutfe (sperm) dönemi, alaka (embiryo) dönemi, mudga (et parçası) dönemi, sonra ruhun verilmesiy­le başka bir yaratılışa geçiyor. Hayat başlıyor; duyan, gören, hareket eden oluyor. Rasûl (s.a.s.), ceninin anne karnında nutfe, alaka, mudga sonra cenin oluşuna kadar oluşum aşa­malarını zikretmiştir. Enes (r.a.)den rivayetle, Rasûl (s.a.s.) buyurur: "Allah, rahme bir melek görevlendirir. Melek: Ya rabbi nutfe (sperm), Ya Rabbi alaka (embiryo), Ya rabbi bir çiğnem et parçası (mudga) der. Allah, yaratılmasına hük­mettiği zaman melek: Ya rabbi, erkek mi, dişi mi? Kötü biri mi, iyi bir kul mu? Rızkı nedir? Eceli ne zamandır? diye sorar. Böylece, bunlar ana karnında yazılır."[601]

Huzeyfe, Rasûl (s.a.s.)den duyduğuna göre: "Nutfe üzerinden 42 gün geçince, Allah ona bir melek gönderir, ona şekil verir, işitmesini, görmesini, dokunma duyusunu, etini/kemiğini yaratır. Sonra melek sorar: Ya rabbi, erkek mi, dişi mi? Rabbin dilediği gibi hükmeder, melek de yazar. Sonra sorar: Ya Rabbi, eceli? Rabbin dilediği kadar hükme­der, melek de yazar. Tekrar sorar: Ya Rabbi, rızkı? Rabbin dilediği kadar hükmeder, melek de yazar. Sonra melek elin­de sayfayla çıkar. Buyrulandan ne fazlası olur ne de eksiği."[602]

İbnu Mesud'dan rivayetle, Rasûl (s.a.s.) buyurdu: ''Siz­den birinizin ana karnında oluşumu kırk günde toparlanır. Sonra bu kadar zamanda alaka (embiryo) olur. Sonra yine bu süreçte (mudga) et parçası olur. Ardından melek gönde­rilir ve ona ruh üfler. Derken dört konunun yazılması emredi­lir: Rızkı, eceli, ameli, kötü/iyi olacağı.[603]

Birinci hadiste Rasûl (s.a.s.) nutfe, alaka, mudga dö­nemlerini belirtmiştir. İkinci hadiste nutfenin oluşumundan 42 gün geçtikten sonra, tasarım ve yaratılış görevi için meleğin geldiğini söylüyor. Bu süre, embiryoloji ilminde yapılan mo­dern araştırmaların verdiği süreyle örtüşüyor. Mudga (et par­çası) döneminde orada bir varlık kitlesi oluşuyor. Kemikler, kaslar sonra kemiklere kasların tutunması ve et kaplaması sağlanıyor. Bu noktada, Huzeyfe hadisiyle embiryoloji ilminin ulaştığı modern araştırmaların, embiryonun gelişmesi aşa­malarında birlik sağladığı ortaya çıkıyor. Meleğin gelme vak­ti konusunda, Huzeyfe ve İbnu Mesud hadisleri arasında ba­zı ihtilafların olduğu da ortadadır. Çünkü Huzeyfe rivayetinde melek 42 gün sonra gelmekteyken İbnu Mesud rivayetinde 120 gün sonra geldiği zikredilmektedir. Daha önce âlimler, bu iki hadisi uzlaştırmak için, bir çok girişimde bulunmuşlar­dır. Bu çalışmaları yapanlardan biri de İbnu'l Kayyim el-Cevziyye (751/1350) olup, bu hususta şunları söyler: "Huzeyfe hadisi, yaratılışın başlangıcının ilk kırk günün ardından oldu­ğunu gösteriyor. İbnu Mesud hadisi bunun üçüncü kırk gü­nün ardından olduğuna delalet ediyor. İkisinin arası nasıl bu­lunur? Denildi ki, Huzeyfe hadisinin ilk kırk günden sonra olduğu açıktır. İbnu Mesud hadisinde, tasarım ve yaratılış vak­tiyle bir çatışma yoktur. Onda belirtilen hususlar, nutfe aşamaları ve her kırk günde halden hale geçtiğidir. Bu hadisin söylediği, ruhun üflenmesinin üçüncü kırk günden sonra ol­duğudur. Bu ise Huzeyfe hadisiyle çelişmez; aksine İbnu Mesud hadisi bu hususta özelleşir. İki hadis de, işin ilk kırk günden sonra olduğunda birleşmektedir. Huzeyfe hadisi, ta­sarım ve yaratılış başlangıcının ilk kırk günden sonra olduğu­nu özellikle belirtmektedir. İbnu Mesud hadisi, ruhun üflenmesinin üçüncü kırk günün ardından başladığını özellikle vurgulamaktadır. İki hadis de, meleğin Yüce Allah'tan, çocu­ğun durumunu takdirle ilgili izin isteme vaktinde birleşiyor. Rasûl (s.a.s.)in sözleri doğrulanıyor, hadisin bir kısmı bir kıs­mını onaylıyor."[604]

Böylece, Huzeyfe ve İbni Mesud hadislerinde gözüken çelişki ortadan kalkıyor. Huzeyfe hadisi tasarı ve yaratma ha­disesinin başlangıcının ilk 42 günde olduğuna işaret ediyor. İbnu Mesud hadisi ise, ana karnında nutfeden yaratılışın başlangıcına ceninin yaratılışta takdir edilen noktaya ulaş­ması anında düzenleme ve ruh vermenin120 gün sonra ol­duğuna işaret ediyor.

Cenine ruhun üflenmesiyle başka bir yaratılışa geçiyor, hareket edebiliyor, kalbi durmadan çalışmaya başlıyor. Bu durum, Yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de işaret ettiği husustur: "Sonra onu bambaşka bir yaratılışa geçirdik. Bak, yaratanla­rın en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir."[605]

İbnu Mesud hadisinin, düzenleme ve ruhun verilmesi konusunda belirttiği zamanla embriyoloji ilminin 3. ayın sonu  4. ayın başından itibaren, ceninin hareket etmesi vakti uyuşu­yor ki yaklaşık olarak karışık nutfe (zigot) dönemi sonrasıdır.[606]

 

İşitme Ve Görme

 

Biraz önce, ceninde görme duyusunun gelişmesi daha geç oluşurken işitme duyusunun gelişmesini 4. aydan itiba­ren tamamladığını belirtmiştik. Böylece cenin dışardan gelen birtakım sesleri nisbeten erken dönemden itibaren duyabil­mektedir. Ayrıca bebek doğar doğmaz sesleri doğrudan du­yarken; görme, 6. ayın sonunda görme organının tamamlan­masından sonra eşyayı net olarak görmeye başlamakta­dır.[607] Üstelik eğitimde işitme görmeden daha önemlidir. Kör doğan veya gözlerini erken dönemde yitiren çocuk eği­timde gerçekten yüksek bir seviyeye çıkabilir. Sağır doğan çocuk, itim öğrenmede araç olan dili öğrenemez; böylece ilim de tahsil edemez. Böylece, Kur'an-ı Kerim'de, işitme ke­limesinin görme kelimesinden önce geçmesinin hikmeti açıkça ortaya çıkıyor: "Doğrusu biz insanı karışık bir nutfe­den (zigot) yarattık, bir takım safhalardan geçirdik de onu işitici, görücü yaptık."[608]

"...ve sizin için kulaklar, gözler ve gönüller yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz!"[609]

"De ki, sizi yaratan, size işitme duyusu, gözler ve gönül­ler veren O'dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz!" [610]

İşitme kelimesi hadiste de görmeden önce geçmiştir. Aişe'den rivayetle, Rasûl (s.a.s.) secdede: "Alnım, güç ve kuvvetiyle yaratana, işitme ve görmesini ayırana secde et­ti."[611] diye dua ederdi. Rasûl (s.a.s.) duymanın oluşumunu görmeden önce dile getirmiştir ki bu Embriyoloji iiminin orta­ya konduğu, ceninde "duymanın, görmeden önce oluşumu­nu tamamladığı" verileriyle birleşmektedir.[612]

 

Erkek Veya Kız Olması

 

Modern bilimsel araştırmalar, sperma hücresinin iki çe­şit olduğunu ortaya koymuştur:

1- Erkeklik kromozomu (y) taşıyan, 2- Dişilik kromozomu (x) taşıyan sperma hücresi.[613] Yumurtacık sadece dişilik kromozomu (x) taşır. Yumurtacığın döllenmesinde sperma erkeklik kromozomu (y) yüklerse, cenin erkek olur; sperma yumurtacığa dişilik kromozomu (x) yüklerse kız olur. Bu du­rumda, ceninin cinsiyetinin belirlenmesi, yumurtacığın döl­lenmesini sağlayan erkek spermasındaki kromozom çeşidi­ne dayalı olarak, yalnızca Yüce Allah'ın dilemesiyle olur. Ra­sûl (s.a.s.)in .bu gerçeğe, Sevban'ın rivayet ettiği şu hadisde dokunduğu ortaya çıkmaktadır. "Erkeğin sperması beyaz, kadınınki sarıdır. Erkek ve kadının menileri (spermaları) birleştiğinde, erkeğin menisi kadınınkini aşarsa Allah'ın izniyle, erkek olur. Kadının menisi erkeğinkini aşarsa, Allah'ın izniy­le, kız olur."[614]

Burada, iki meniden birinin ötekini aşması tam anlamıy­la bilinmemektedir. Fakat -en iyisini bilen Allah olmakla bir­likte- yine de gözüken o ki yumurtacığın döllenmesini sağla­yan erkeğin nutfesindeki sperma hücresine işaret vardır. Di­şilik kromozomu (x) yüklü yumurtacığa onu dölleyen erkeklik kromozomu taşıyan spermanın yüklenmesi; yani bu, erkek olmasını sağlayacak özelliklerin dişi olmasını sağlayacak özelliklere üstün gelmesi ve onu yönlendirmesi demektir, o zaman cenin erkek olur. Bu takdirde Yüce Allah'ın, kromo­zomlar (xy) birleştiklerinde, erkeklik kromozomu (y) taşıyan hücreyi, dişilik kromozomu (x) taşıyan hücreden güçlü kıldı­ğı anlaşılmaktadır. Yumurtacığı aşılayan dişilik kromozomu (x), dişilik kromozomuyla karıştığında; yani bunun anlamı, kız olmasını sağlayacak özelliklerin erkek olmasını sağlayacak özelliklere üstün gelmesi ve onu yönlendirmesi demektir, o takdirde cenin dişi olur. En iyisini bilen Allah'tır.

Ceninin oluşmasının erken döneminde, erkeklik (husye/testis) ve dişilik yumurtaları birbirine çok benzediğinden, cinsiyet ayrımı mümkün olmaz. Ayırma ancak 6. haftada başlar. Cenin et parçası (mudga) halindeyken, daha sonra omurgayı oluşturacak olan bel kemiklerinin yanında iki küçük yükseklik veya iki tomurcuk oluşur. 6. ayın sonundan başla­yarak 7. ay bitmeden ceninin cinsiyet ayırımı bu iki tomur­cuktan anlaşılır. Erkek olması takdir edilmişse, bu iki tomurcuk (iki husye) testıs gibi örülmeye başlar. Eğer kız olması takdir edilmişse, 10 haftada, bu iki tomurcuk yumurtalığa benzer bir oluşum meydana gelir. Bununla birlikte, ceninin bel kemiğinin iki yanında iki testisin oluşması, 6 ay zarfında yerlerinden ayrılarak  9. ayda taşaklara inmesi[615], cenindeki cinsiyetin belirlenmesi başlangıcını 6. haftada 7. hafta bitme­den gözlemlememizi ortaya koymaktadır. Bu vakit, az önce Huzeyfe hadisinde geçtiği gibi, Yüce Allah'ın, ceninin tasa­rım ve yaratılışı için bir melek göndermesi vaktine denk gel­mektedir.

Aslında ceninin cinsiyeti, kromozom safhasından önce Yüce Allah'ın takdiriyle belirlenmiştir ancak bu nutfenin olu­şumundan başlayarak 42 gün geçmedikçe, Yüce Allah'ın ceninin tasarım ve yaratılışı için gönderdiği meleğe malum olmaz. Meleğin Rabbine "erkek mi, kız mı?" sorması bu yüz­dendir ve İbnu'l Kayyim'in de dediği gibi, cinsiyetin daha ön­ce Yüce Allah tarafından takdir edilmiş olması bu bilgiyle çe­lişki teşkil etmez. İbnu'l Kayyim der ki: "Erkeklik/dişilik se­beplerinin oluşmasıyla meleğin Yüce Rabbine, "ceninin iki cinsten hangisi olacağı?" sorusu çelişmez."[616] Yüce Allah bu konuda istediğini dilediğinde melek bunu bilir, cinsiyet bezelerinin belirmesi başlar.[617]

 

DOĞUMDAN SONRAKİ GELİŞME DÖNEMLERİ

 

Bebek/fetüs, doğumundan sonra, yetişkin oluncaya ka­dar birkaç gelişme çağı geçirir. Psikologlar, yetişkinlik döne­mini birkaç ayrıntılı aşamaya ayırıyorlar:

1- Süt Çağı :Doğumdan iki yaşına kadar olan çağdır. Bazı psikologlar da bu çağı, doğum sonrası iki haftayı içine alan bebeklik çağı, sonra da iki yaşına kadar uzanan süt ça­ğı olmak üzere ikiye ayırıyorlar.

2- İlk Çocukluk Çağı: İki yaşından altı yaşına kadar uza­nan dönemdir. (Oyun çağı)

3- Orta Çocukluk Çağı: 6 yaşından başlayıp 9 yaşına kadar uzanan zamandır. (Okul Çağı)

4- Geç Çocukluk Çağı: 9 yaşından 12 yaşına kadar uza­nan dönemdir. (Ergenlik öncesi)

Çocuğun, iki yaş sonuna kadar olan süt çağında, ço­ğunlukla gıdası ana sütüne dayanmaktadır. Sütten kesme normalde, iki yaşın sonunda olmaktadır. Kur'an-ı Kerim bunu ayrıca belirtmiştir: "Anneler çocuklarını emzirmenin tamam­lanmasını isteyenler için, tam iki yıl emzirirler."[618]

Sütten kesmeden sonra çocuğun beslenmesi anne sü­tüne dayanmaz, aksine uygun katı gıdalar alması gerekir. Gamidiyye boyundan bir kadın, zina yaptığını itiraf ederek Rasûl (s.a.s.)'e geldiğinde hâmile idi. Rasûl (s.a.s.) ona do­ğurması, çocuğunu sütten kesmesi, ekmek yiyecek hale gel­mesine kadar süre verdi ve zina cezasını ondan sonra uygu­ladı.[619]

Orta çocukluk çağı, ailenin dışındaki eğitim/öğretimle karşılaştığı okula gitme yaşının başına; okul ve okullular eşli­ğinde örnek sosyal hayata karışmanın başlangıcına denk geliyor. Yine bu çağ, çocuğun duyularının açıldığı, temyiz/iyiyi kötüden ayırma gücünün başladığı çağdır. Bu konu­da, psikologların araştırmalarının sonucu ile Rasûl (s.a.s.)in çocukta temyiz çağının 7 yaşından itibaren başladığı anlamı­nı içeren hadisi birleşiyor. Bu hadisin taşıdığı anlama göre 7 yaş, Rasûl (s.a.s.)in çocukta namaz eğitiminin başlaması için belirlediği çağdır. Rasûl (s.a.s.): "Çocuklarınıza 7 yaşın­da namazı emrediniz, on yaşına geldiklerinde kılmazlarsa dövünüz, yatak (oda)larını ayırınız."[620]

Geç Çocukluk döneminde (9-12) çocuğun zekası, iler­de gelişme imkanının yaklaşık olarak yarısını bu çağın yarı­sında sağlar; gerçeği araştırma ve çevresindeki tabiî feno­menleri anlama arzusu artar. Gelişmesi sırasında soyut kav­ramları anlama gücü devam eder, böylece değerlendirme ve ferdî farklılıkları görme gücü çoğalır, dikkat ve yoğunlaş­ma gücü artar. Ayrıca doğru/yanlış gibi kavramları öğrenme gücü, hayır/şer gibi ahlakî kavramları değerlendirmeyi öğ­renme kudreti çoğalır. Çocuğun eğitim kavramlarını araştır­ma yeteneği son derece ve karmaşık olarak ilerleme kayde­der.[621] Ayrıca bireysellik bilinci, ana/babadan bağımsız ol­ma eğilimi ortaya çıkar.

Bu çağda çocuğa ahlakî değerlerin verilmesi, dinin prensiplerinin öğretilmesi açısından çok önemli olduğu, eği­timcilerin bunu sağlamak için bütün teşvik, öğüt, rehberlik ve ikna için bütün gayretlerini ortaya koymaları gerektiği açıkça anlaşılmaktadır. Fakat bazı çocuklarda sapmalar görülür, öğüt ve rehberlik yarar sağlamazsa, kötü huylara alışmaması için, eğitimcilerin şiddete başvurması kaçınılmaz olur. Ra­sûl (s.a.s.), küçüklükten beri alışması için çocuğun 7 yaşın­da namaza yönlendirilmesini, böylece alışkanlık sağlamış ol­masını istemiştir. Fakat çocuk 10 yaşında namazı kılmazsa; öğüt de fayda vermezse, yanlışı sürdürmeyi bırakıp doğruya dönünceye kadar, şiddete başvurmak gerekir. Rasûl (s.a,s.), namaz kılmadığından ötürü çocuğun 10 yaşında dö­vülmesini emretmiştir. Rasûl (s.a.s.)in bu hadisinden açıkça anlaşılan, "Erken ve Orta Çocukluk Çağı"nda, ödül ve özen­dirme araçlarını kullanmakla birlikte; öğüt, yönlendirme ve rehberlik yapmak, çocuğun eğitimi için en güzel metottur.

Çocuk, "Geç Çocukluk Çağı"na ulaşmadan cezaya başvurulmaz; bu da öğüdün fayda vermediği, çocuğun sap­masından, kötü huy ve ahlaka alışmasından korkulduğu zo­runlu hallerdedir. Namazı kılmadığında 10 yaşında dövme emri, algılamasının olgunlaşması, anlama yeteneğinin geliş­mesi, bireysel kimliğinin bilincine varması, bağımsızlık ve kendine güvenin sağlandığı sırada olur. Çocuk bu yaşta, toplumsal değerlere, toplumun ahlakî ve dinî ölçülerine kar­şı çıkma eğilimi gösterirse, sapma eğilimi, büyüklerin öğütle­ri ve yönlendirmelerine aldırmama açıkça ortaya çıkarsa, bu gibi hallerde ceza verme kesinlikle faydalı, hatta zorunlu ha­le gelir. Fakat bu cezanın, çocuğun kimliğine zarar verecek, benliğine korku salacak, kendine güveni kaybettirecek, ce­za verenlere benliğinde nefret tohumları ekecek ölçüde şid­detli olmamalıdır. Bu nefret daha sonra bütün büyüklere, toplumda etkili ve yetkili kimseleri içine alacak şekilde genelleşir; bütün toplumu kapsayacak şekilde büyür.

İlk müslüman eğitimciler, çocuğun ilk çocukluk yıllarındaki terbiyesine, iyi yetiştirilmesine, onda güzel ahlak ve iyi alışkanlıkların yerleşmesine özen gösterdiler; ödül ve teşvik için bütün yolların izlenmesini öğütlediler. Ayrıca, öğüt ve rehberliğin, korkutma ve azarlamanın fayda sağlamadığı ba­zı hallerin ötesinde, şiddet ve sertlik olmaksızın cezaya baş­vurmayı da tavsiye ettiler. Babanın çocuğunu terbiye etmesi konusunda İbnu Sina (428/1037)'nın söyledikleri buna ör­nektir; "Çocuğun kazançlı çıkması için, babasının onu kötü ahlaktan  kaçındırması,  kınanan  alışkanlıklardan  yeterince korkutma ve özendirme, avutma ve yalnız bırakma, yüz çe­virme ve kucaklamayla, bazen överek bazen azarlayarak uzaklaştırması gerekir. Dövmek gerekiyorsa bundan da çe­kinmesin, fakat uzmanların dediği gibi, yardımcı unsurları hazırlayıp şiddetli korkutmadan sonra, ilk vuruşun az ama acı verecek ölçüde olması gerekir. Eğer ilk vuruş çok acı ve­rirse, çocuk sonucu çok kötü düşünür ve korkusu artar. Az ve acısız olursa, arkasının iyi geleceğini düşünür, aldırış etmez.[622]

Çağdaş eğitimciler, cezalandırma konusunda farklı dü­şünmektedirler. Bir kısmı, bazı durumlarda cezalandırmanın çocuğun eğitiminde yararlı olacağını söylerken; bir kısmı, çoğunlukla çocuğun kimliğinin oluşmasına zarar vereceği kaygısıyla cezalandırmaya karşı çıktılar. Bir çok aile, özellik­le batı ülkelerinde, çocuğun terbiyesinde cezalandırmayı kullanmaya karşı çıkan görüşü benimsediler. Ancak eğitim­ciler, gençler arasında umursamazlık, sorumsuzluk, sapıklık eğiliminin arttığını gördüler, bu yüzden ceza kullanmamayı savunan bazıları önceki görüşlerini gözden geçirdiler. Bazı durumlarda cezalandırmanın, sevgi, şefkat ve anlayışa doy­muş bir ailede, usûlüne uygun verildiğinde, yararlı olduğuna iknaya başladılar. Böylece çağdaş eğitimciler, daha önce­den İslamın ortaya koymuş olduğu, biraz önce Rasûl (s.a.s.) jn hadisinde geçtiği gibi "7 yaşında çocuğu namaza alıştır­maya başlama, 10 yaşında kılmazsa dövme"ye yönlendirdi­ği ve ilk müslüman terbiyecilerin uyguladığı İslam prensiple­rine dönmeye başladılar.[623]

 

Ergenlik Çağı

 

Çocuk, "Geç Çocukluk Dönemi"nden sonra normalde 12 yaşında başlayıp 21 yaşına kadar süren "Ergenlik Dönemi"ne geçer. Psikologlar, bu dönemi üç safhaya ayırırlar; 1- Erken Ergenlik: 12-14 yaş arası, 2- Orta Ergenlik: 15-17 yaş arası, 3- Geç Ergenlik: 18-20 yaş arası.

Ergenlik, kişinin hayatında büyük etkileri olan önemli değişikliklere geçiş sayılır. Bu dönemde önemli fizyolojik değişiklikler meydana gelir. Bunların en önemlilerinden biri, cinsel olgunluğu gösteren "cinsel ergenlik"tir. Erkeklerde cinsel ergenlik, ihtilam olma, ikinci derecede cinsiyet özellik­leri olan avret yeri, sakal, bıyık, koltuk altı kıllarının çıkması; sesin değişip kalınlaşmasıyla belli olur. Kızlarda, aybaşı hali görmekle, ikinci derecede cinsiyet özellikleri olan ve en bi­rincisi, göğüslerinin büyümesi, avret yeri ve koltuk altı kılları­nın çıkması, baldırlarının genişlemesi, kalçalarının değirmi­leşmesi, sesin tizliğinin değişmesiyle olur.

Ergenliğe ulaşma konusunda ferdî farklılıklar olur. Er­keklerde bu yaş 11-18 yaşları arasıdır. Mesela, bazen ihtilam/hamamcı olma 11 yaş öncesi gibi erken yıllarda, bazen de 18 yaş gibi gecikmeli olur. Ortalama olarak ilk ihtilam yak­laşık 14-15 yaşlarında meydana gelir. Kızlarda ergenlik er­keklerden daha öncedir, 9-18 yaşları arasında olur. Ortalama olarak yaklaşık 13 yaşında meydana gelir.[624]

Orta Ergenlikle modern bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu yaşla Nebi (s.a.s.)in hadisin bu konuda örtüşmektedir. İbnu Ömer (73/692) rivayet eder: "14 yaşındayken, or­duya yazılmak için, Nebi (s.a.s.)e başvurdum, beni kabul et­medi. 15 yaşında baş vurdum; kabul etti."[625] Bu hadis, er­genlik yaşını 15 esas almıştır. Bu yaş küçükle büyüğün ara­sını ayıran sınırdır. Nafi (117/735) der ki, Ömer b. Abdulaziz (101/719) ile bu konuyu konuştum; bunun, küçükle büyük arasındaki sınır olduğunu söyledi.[626]

Benî Kureyza Gazasında, anlaşmalarını bozan Beni Kureyza'yı Rasûl (s.a.s.) bir ay boyunca kuşattı. Sonunda Sa'd b. Muaz (5/ 626)ın hakemliğine razı oldular. Sad, erkeklerin öldürülmesi, kadın ve çocukların esir edilmesine karar verdi. Erkeklerin küçüklerini ayırmaya başlayınca, bazı durumlarda ergenlik çağına ulaşıp/ulaşmayanları yaş ve ihtilam yönün­den ayırt etmek zor oldu. Bunun üzerine, ergenlik alâmetle­rinden biri olarak, avret yeri kılına bakmaya başladılar. Kim ihtilam olmuşsa veya avret yeri kılı bitmişse, öldürüldü; kim böyle değilse, bırakıldı. Atıyye el-Kurezî der ki: "Kureyza gü­nü Nebi (s.a.s.)e sunulduk. Kimin avret yeri kılı çıkmışsa öldürüldü; kimin çıkmamışsa serbest bırakıldı. Ben, avret yeri kılı çıkmayanlardandım, serbest bırakıldım."[627]

Bunlardan şu sonuca varmamız mümkündür: Nebi (s.a.s.) 15 yaşı, ihtilam olmayı, avret yeri kılının çıkmış olma­sını erkeklerde ergenlik alâmeti saydı. Ergenlik kanıtı olarak ele aldığı bu belirtiler, hâlâ bilginler arasında ittifak edilen alâmetlerdir.

İhtilam başlangıcının ergenlik sayıldığı bu çağ, kişinin kanunî yönden, yaptıklarından sorumlu olduğu yaştır. Ali (r.a.)den rivayetle, Nebi (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

"Üç kişiden sorumluluk kaldırılmıştır: 1- Uyanıncaya ka­dar uyuyandan 2- İhtilam oluncaya kadar çocuktan, 3- Akıllanıncaya kadar deliden.”[628]

Çocuk 15 yaşına basınca veya ihtilam olunca cinsî ol­gunluk birdenbire gerçekleşmez. Geçen yıllar içinde cinsel olgunluk tamam oluncaya kadar birkaç aşama geçirir. Psika­naliz Okulu, cinsel olgunluk gelişmesinin çocukluktan başla­yıp ergenlik çağına ulaşıncaya kadar birkaç aşama geçirdi­ğini söylemektedir. [629] Söylemeye gerek olmadan veya bu hususta tartışmaya girmeden, ergenlik yaşının başlangıcı konusunda, fertler arasında büyük kişisel farklar bulunduğu­nu biliyoruz. Bazı kız ve erkeklerde ergenlik erken yaşlarda başlayabiliyor. Ergenlik öncesi ergenliğe hazırlık olarak, fiz­yolojik ve nefsî işlevlerin olduğunda; soyun sürmesi için türemeyi sürdürmede erkek veya kızın kendilerine takdir olunan fizyolojik ve nefsî görevi yerine getirme hazırlığında oldukla­rında şüphe yoktur. Oğlanlar ve kızların çocukluk çağında, özellikle "Geç Çocukluk Çağı"nda, kendilerini karşı cinse doğru çeken bazı hisler ve belirli duygular hissettiklerinde şüphe yoktur. Bu durum kendi aralarında oyun oynarken, gerek aile içinde gerekse aile dışında oluşan çeşitli sosyal münasebetlerdeki erkek/kız beraberliklerinde açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden, erkek ve kız kardeşlerin yatak (oda)larını, ergenlikten önce, erken yaşlarda ayırmaya dikkat etmek gerekir. Rasûl (s.a.s.) bu gerçeğin hikmetini kavraya­rak, daha önce hadiste geçtiği gibi, erkek ve kız kardeşlerin yatak odalarının 10 yaşında ayrılmasını emretti.[630]

 

Gelişme Ödevleri

 

Psikologlar, ergenlik ve çocukluk dönemlerinin gelişme ödevlerini araştırmaya önem vermişlerdir. Gelişme ödevleri, çocuğun düzgün bir şekilde nefsî gelişmesini sağlaması için öğrenmesi gereken şeylerdir. Psikologlar, ergenlik ve ço­cukluk dönemlerinde gelişmenin sağlanması için önemli bir­kaç gereksinimi dile getirdiler. Bunlardan biri, çocukluk dö­neminde çocuğun şahsiyetinin sağlıklı bir şekilde gelişmesi için "güven duygusu"nun gerçekleşmesidir. Çocukta güven duygusunu gerçekleştirecek olan ona sevginin, şefkatin, iyi davranışın gösterilmesi, ona değer verilmesi ve takdir edil­mesidir. Bu, onun kendine güven duygusunun gelişmesini sağlar, şahıslara karşı olumlu bir anlayışının oluşmasına yar­dımcı olur. Rasûl (s.a.s.), torunları Hasan ve Hüseyin'i sevgi ve şefkatle sarar; onları önemser, sırtında taşır ve öperdi.

Üsame b. Zeyd anlatır: "Bir akşam, bir ihtiyaç için, Rasûl (s.a.s.)in kapısını çaldım. Rasûl (s.a.s.)in sırtında, ne olduğu­nu bilmediğim, örtülü bir şey vardı. İşim bitince sordum:

- Arkanızdaki üzeri örtülü şey nedir? Açınca baktım ki Hasan ve Hüseyin, kalçalarına asılmış vaziyetteler.

- "Bu ikisi, oğullarım, kızımın oğulları. Allah'ım, ben bu ikisini seviyorum, sende sev. Onları sevenleri de sev."[631] buyurdu.

Bera anlatır: "Rasûl (s.a.s.)i, Hasan'ı omuzlarına almış bir vaziyette gördüm. Allah'ım, ben bunu seviyorum, sen de sev."[632] buyurdu.

Rasûl (s.a.s.)e soruldu:

- Ailenden sana en sevimli olan kim?

- Hasan ve Hüseyin. Fatıma'ya:

- "Oğullarımı çağır." der­di. Onları koklar ve kucağına basardı."[633]

Ebu Bureyde anlatır: "Rasûl (s.a.s.) bize hutbe okuyor­du. Birden, Hasan ve Hüseyin, üzerlerinde kırmızı gömlek ol­duğu halde, düşe kalka geldiler. Rasûl (s.a.s.) minberden in­di, onları tutup önüne koydu. Sonra: Allah "Mallarınız ve ev­latlarınız sizin için imtihan sebebidir."[634] derken ne kadar doğru buyurmuş. Şu iki çocuğun düşe kalka geldiklerini gör­düm, dayanamadım, sözümü kesip onları buraya getir­dim."[635]

Abdullah b. Şeddad babasından rivayet eder: "Rasûl (s.a.s.) öğle veya ikindi namazlarından birinde, Hasan ve Hüseyin'i kucağında huzurumuza çıktı. Rasûl (s.a.s.) ilerledi ve namaz için onu bir yere koydu. Namaza durdu, secdeye vardı ancak uzattı. Anlatan der ki, başımı kaldırıp baktım ki çocuk, Rasûl (s.a.s.)in sırtında, hemen başımı secdeye koy­dum. Rasûl (s.a.s.) namazı bitirince, cemaat sordu:

- Ya Rasulallah, namazın ortasında secdeyi uzattın, bir şey oldu ve­ya vahiy geldi sandık.

- Hiç bir şey olmadı ancak oğlum sırtı­ma bindi, kendi ininceye kadar kalkmak istemedim."[636]

Bu hadisler, Rasûl (s.a.s.)in, torunları Hasan ve Hüse­yin'i, çocukluklarının bu döneminde gelişmeleri için önemli bir gereksinim olan sevgi, şefkat ve ilgiyle kuşattığını göster­mektedir.

Önemli gelişme ödevlerinden biri de, okuma/yazmada asıl olan ustalıkları öğrenmektir. Rasûl (s.a.s.), müslümanların çocuklarının okuma/yazma öğrenmelerine özen gösterir­di. Buna, Bedir esirlerinin fidyesinin, herbirinin 10 müslüman çocuğunu eğitmesinden daha güzel delil yoktur.

Önemli gelişme ödevlerinden biri de bedenlerinin; oyunlar ve spor oyunları yoluyla vücut sağlıklarının geliştiril­mesidir. Rasûl (s.a.s.) çocukları ve gençleri ok atmaya, bu­nu en iyi bir şekilde yapmaya teşvik ederdi: "Rasûl (s.a.s.) çarşıya çıkınca, Eşlem kabilesinden bir grubun yarıştığını gördü:

- "Ey İsmail oğulları! Atın, babanız İsmail atıcıydı." İki takımdan birini tutarak,

- "Atın! Ben falan takımdanım." deyin­ce atmayı bıraktılar.

- "Atın." dedi fakat sordular: "Ya Rasulallah, sen falan takımı tutarken biz nasıl atarız?!."

- "Atın, ben hepinizle beraberim." buyurdu.[637]

Ukbe b.Âmir'in anlattığına göre, Rasûl (s.a.s.): "Allah (c.c.) bir ok yüzünden üç kişiyi Cennet'e sokar. 1- Yaparken, hayırda kullanılacağını hesaplayarak yapan, 2- Oku atan, 3- Okları toplayıp geri veren. Atın ve binin, atmanız binmeniz­den daha hayırlıdır. Şu üç şeyle uğraşmak boşuna değildir: 1- Kişinin atını eğitmesi, 2- Ailesiyle oynaşması, 3- Ok ve yayıyla atması. Kim ok atmayı öğrendikten sonra, onu boşverirse, bir nimeti terketmiş/veya bir nimete nankörlük etmiş olur."[638] buyurdu.

Bir başka gelişme ödevi ise, yeme/içmede güzel âdet­lerin, günlük hayatta insanın yapması gereken şeylerin öğretilmesidir. Rasûl (s.a.s.) müslümanlara -küçük olsun büyük olsun- yeme/içme adabını v.b. davranış biçimlerini öğretirdi: Rasûl (s.a.s.) "Sizden birisi yediğinde sağ eliyle yesin, içtiği zaman sağ eliyle içsin. Çünkü şeytan sol eliyle yer, sol eliyle içer."[639] buyurdu. Ömer b. Ebi Seleme, Rasûl (s.a.s.)in ken­disine: "Yaklaş yavrucuğum, "Bismillah" de. Sağ elinle ye. Önünden ye."[640] dediğini anlatır.

Gelişme ödevlerinden biri de, küçüklükten itibaren, dü­zenli bir şekilde yapmaya alışsın diye kulluk görevlerini yeri­ne getirmesinin, dinî ve ahlakî değerlerin öğretilmesidir. Ra­sûl (s.a.s.)in, 7 yaşından başlayarak çocuklara namazın öğ­retilmesi emri daha önce geçmişti.

Rasûl (s.a.s.), münasebet düşen her yerde, dinî ve ah­lakî değerlerin yaşamasının öğretilmesine özen gösterirdi.

Abdullah b. Abbas anlatır: O, bir gün Rasûl (s.a.s.)in terkisi­ne binmişti. Rasûl (s.a.s.) buyurdu ki: "Delikanlı, sana birkaç cümle öğreteyim. Allahın emirlerine dikkat et ki, seni koru­sun. Allah'ın koyduğu kurallara dikkat et ki, O'nu yanında bu­lasın. Bir şey istediğinde Allah'tan iste yardım dilediğinde Al­lah'tan dile. Herkes toplanıp sana bir fayda sağlamak istese­ler, Allah'ın sana yazdığının dışında, fayda veremezler. Sana zarar vermek için toplansalar, Allah'ın aleyhine yazdığı şey­ler dışında, zarar veremezler. Kalemler kaldırıldı, sayfalar kurudu."[641]

Bir başka gelişme ödevi ise, içgüdülere sahip olma, güdü ve duyu/heyecanlara hakim olmanın öğretilmesidir. Birinci/İkinci Bölümlerde, "Güdüler ve Duygu/Heyecanları Kontrol Altına Alma" konusunda bu hususu sunuşumuz geç­mişti.

Bütün bunlardan anlaşılan, Rasûl (s.a.s.) çocuklar ve gençlerin eğitimine; geleneklerin, iyi yönlendirmelerin, dinî ve ahlakî değerlerin öğretilmesine özen gösterdi. Sağlıklı bir şekilde gelişmelerini gerçekleştirmek için, gelişmenin önem­li gereksinimlerini sağlayarak terbiyelerine önem verdi. Bu ise, çağdaş psikologların gelişmenin gereksinimlerini dile getirmelerinden 14 asır önceydi.[642]

 

SEKİZİNCİ BÖLÜM

 

HADİSTE KİŞİLİK

 

Bütün psikologların araştırmaları, alanları ne kadar ay­rılsa da, sahaları ayrı olsa da, tek bir eksen etrafında dön­mekte başlıca bir hedefe varmaya çalışmaktadırlar: "İnsan kişiliğini anlamak." İnsan kişiliğini tam olarak anlayabilmemiz için, şahsiyetin oluşumunda payı olan bütün unsurları, onu belirleyen ve etkileyen bütün etkenleri iyi bilmemiz gerekir. Modern psikologlar, insan şahsiyetini anlama konusunda büyük gayretler gösterdiler, bu konuda bir çok teoriler ileri sürdüler. Fakat şu ana kadar şahsiyeti bize, doğru, açık ve kapsamlı bir şekilde anlamamıza yardım edecek, nesnel tek bir nazariye üzerinde birleşemediler. Bunun sebebi, her biri­nin şahsiyete, insana kendi bakış açılarıyla ilgili belirli bir açı­dan bakmaları; ilgilerini, insan davranışının bazı belirgin yön­lerine yoğunlaştırmalarıdır. Psikanaliz Okulu dışında bunların hepsi, kişilik konusundaki teorilerini, objektif bilimsel araştırma metodlarına tabi kılınması mümkün olan insan davranış­larını çeşitli yönlerden ele alan çeşitli araştırma ve inceleme sonuçları üzerine koyuyorlar. Bu incelemelerin çoğu, görül­mesi, ölçülmesi ve deneysel araştırmaya sokulması mümkün olan insan davranışlarının yüzeysel ve kenarda kalmış görüntülerini ele alıyorlar. Bu incelemeler, insan davranışlarının başlıca önemli ve özlü yanlarını incelemekten çoğunlukla habersiz kalmaktadırlar. Bu yönler, insanın ruhî yanlarıyla ilgili­dir. Modern psikoloji ilminin kendini sadece maddî yöne ver­mesi, insanın incelenmesinde objektif araştırma metodlarına yapışması bizim insanı doğru bir kavrayışla anlamamızı, şahsiyet hakkında doğru ve şaşmaz bilgi elde etmemizi sağla­madı. Bu yüzden, bize, şu ana kadar modern psikologların esaslı bir şekilde inceleyemedikleri ruhî yönü incelememizi sağlayacak olan başka yeni metodlar zorunludur. Bu sağla­nana kadar, semavî dinlerin bildirdiği, insan gerçeği hakkın­da nebi ve rasullerin haber verdiği şeylerden yardım isteme­miz kaçınılmazdır. Bunlar şüphe götürmez gerçeklerdir, çün­kü insanı yaratan Yüce Allah'tan gelmektedir.[643] O, insanın huyunu, yapısını en iyi bilendir. "Yaratan hiç bilmez mi?! O, bilgisi  herşeye  işleyen  ve  herşeyden  haberi  olandır."[644] Kur'an-ı Kerim'de insanın oluşumu, kişilik özellikleri, şahsiye­tini etkileyen, sapmasına ve hastalanmasına neden olan fak­törler, bunları düzeltme ve tedavi etme yollarıyla ilgili pek çok gerçekler geçmektedir. Yazarın bunları "el-Kur'an'u ve İlmu'n Nefs" adlı kitabında ele alışı geçmişti. Aynı şekilde ha­dislerde de, insanın huyu ve yaratılışı, insan davranışlarını etkileyen, düzgün yaratılıştan saptıran faktörler, sapmaları dü­zeltme ve korunma metodları, v.b. insan kimliğinin gerçek­leri geçmektedir. Önceki bölümlerde bunların bir kısmını ele aldık, gelecek bölümlerde de bir kısmını ele alacağız.[645]

 

İnsanın Yaratılışı: (Fıtrat)

 

Kur'an-ı Kerim, Yüce Allah'ın insanı madde ve ruhtan nasıl yarattığını anlattır. Yüce Allah Adem'i topraktan yarattı ve ruhundan ona üfledi. "Rabbin meleklere demişti ki, ben çamurdan bir insan yaratacağım./Onu biçimlendirip ruhum­dan üfledim mi derhal ona secdeye kapanın."[646]

Hadis de insanın madde ve ruhtan meydana geldiğini belirtir. Abdullah b. Mesud'dan rivayetle, Rasûl (s.a.s.): "Ke­sinlikle, sizden.birinin oluşumu anne karnında sperm olarak 40 günde toplanır. Sonra orada, bir o kadar müddet sonra embriyo olur. Sonra bir o kadar sürede.bir çiğnem et parça­sı olur. Sonra melek gönderilir ve kendisine ruh üflenir."[647] buyurmuştur.

Öyleyse, insan varlığının oluşumu, madde ve ruh sıfat­larından her biriyle; hayvan ve melek sıfatları arasında, ihti­yaçlar ve yaşaması, hayatını devam ettirmesi için zorunlu olan fizyolojik güdüleriyle hayvanla ortaktır, ihtiyaçlar ve sosyal-psikolojik güdüleri ruh yönünden yükselmesi Yüce Al­lah'ın öteki yaratıklara üstün kılması ve onun yeryüzünde ha­life kılması yüzünden hak kazandığı insanî yüceliği gerçek­leştirmek içindir.

İnsan, yaratılış (fıtrat) üzere doğar; o ise hanif dini, Al­lah'ı bilme ve O'nun tek olduğunu kabul etme, hakka yönel­me, iyi işler yapma yeteneğine sahip olma, ve sapıklıklardan uzak durmadır. Ebu Hureyre'den rivayet olunan hadiste, Rasûl (s.a.s.): "Her çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra onu ana­sı/babası Yahudî, Hristiyan, Mecusî (ateşe tapan) yapar."[648] Bu yaratılıştan gelen, yeteneğin ortaya çıkması ve gelişmesi, eğitim, düzenleme ve öğretime muhtaçtır.

Bazen çocuk, iyi olmayan, düzgün yaratılışından saptı­ran, doğru olmayan yönlere yönlendiren çevre tesirleriyle karşı karşıya kalabilir.Ayrıca insanda, iyi işler yapma, hakkı tanıma için yaratılışta gelen yetenek vardır. Aynı şekilde in­san, yaşadığı uygunsuz aile çevresi ve toplumun tesiri altın­da kalarak, güzel şeyler yapma ve hakkı tanıma konusunda yaratılıştan gelen bu yeteneği yok etmeye, böylece yanlışa kapılıp kötü şeyler yapmaya da kabiliyetlidir. Bu yüzden Rasûl (s.a.s.); "Her çocuk fıtrat üzere doğar." buyurdu. Ancak o yetiştiği ailenin, sosyal ve kültürel etkenlerin tesiri altında kalarak Yahudiliği veya Hristiyanlığı yahut Mecusiliği kabul eder. Rasûl (s.a.s.) Yüce Allah'ın: "Ben kullarımın hepsini ha-nifler olarak yarattım, ama onlara şeytanlar gelerek, yolların­dan alıp götürdüler."[649] buyurduğunu rivayet etmiştir.

İnsan, fıtratı sayesinde doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü ayırır. Ayrıca onda Yüce Allah'ın kendisine doğru ve yanlış yolu seçmesi için irade hürriyeti vermesi sebebiyle bir yete­nek vardır. Yüce Allah: "Biz ona iki yolu da gösterdik."[650] "Biz ona yolu gösterdik; ister şükreden olur, ister inkar eden."[651] buyurur. Rasûl (s.a.s.): "Helal da haram da.açık-tır."[652] buyurmuştur.

İnsan, fıtratıyla helal ve haramı, doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü erdem ve rezaleti ayırır. Vabisa binti Ma'bed anlatır: "Rasûl (s.a.s.)e geldim. Bana: "İyi (birr) nedir ? diye sorma­ya geldin." buyurdu Evet, dedim. "Kalbine danış; iyi, canın ve gönlün rahatlayıp huzur bulduğu şeydir. Kötü (ism), nefis-de tasarlanan ve göğsün daraldığı/rahatsız olduğu şeydir. İnsanlar sana fetva verseler de sen yine kalbine danış."[653] buyurdu.

İnsan, temiz yaratılışı (fıtratı) sayesinde iyi şeyler yap­maya yönelir ve huzur bulur. Kötü bir şey yapmayı tasarlasa veya aklından geçirse tereddüd ve huzursuzluk duyar, in­sanların onu bilmesinden hoşlanmaz. Nefis, yaratılışın gere­ği olarak sonucu iyi olan şeyi ve yapılması kötü olan şeyleri ister. Bu fıtrat, güzel terbiye ile gelişir ve ilerler, kötü terbiye ile geri adım atar ve gizlenir. "Yemin olsun nefse ve onu dü­zenleyene/Sonra da ona bozulduğunu ve korunmasını ilham eyleyene/Onu temizleyerek parlatan kesinlikle kurtul­muştur./Onu kirleten ve gömen zarar etmiştir."[654]

 

Kişilikte Denge

 

Beden ve ruhun herbirinin doyum isteyen ihtiyaçları vardır. Beden gıda ve suya, uykuya, sıcaktan/soğuktan, acı­dan uzaklaşmaya karşı cinsten biriyle yakınlaşmaya ve bun­ların dışında hayatını yaşamak ve sürdürmek için zorunlu olan ihtiyaçlara muhtaçtır. Bunları "Birinci Bölüm”de, hadis­lerde güdülerle ilgili özel kısımda konuşmuştuk. Ruh için de kendine özgü ihtiyaçlar vardır. Ruh, Yüce Allah'ı tanımak, ona kulluk etmek, iyi işler ve itaatla ona yaklaşmak için bir arzu duyar. Beden ve ruhun istekleri arasında bir mücadele olur. İnsan, aralarında makul bir denge kuramaz; bazen be­denin güdülerini, hissî lezzetlerini doyurmak konusunda aşı­rı gider, ruhî ihtiyaçlarına doyum sağlamayı ihmal eder. Ve­ya bazen ruhî ihtiyaçlarını karşılamada ileri gider; bedenî ihtiyâçların doyumunu ihmal eder. İki durumda da sağlam ya­ratılıştan sapma olur, insan şahsiyetinin dengesi bozulur. İn­sanda, maddi ve manevi yönler arasındaki nefis mücadele­sini, birinci bölümde, güdülere has kısımda ele almıştık. Bu mücadelenin hallinin mümkün olduğunu, maddi ve ruhi gü­dülerin doyumunda orta yol izlenip normai davranıldığmda, güdülerden herbirinin doyumunda israf ve aşırılıktan uzak­laşmak yoluyla, insanda maddî ve manevî yönler arasında dengenin kurulmasının mümkün olduğunu söylemiştik.

İslâm, maddî ve ruhî güdüler arasında dengenin kurul­masına davet ediyor. Bu insanın yaratılışı ve huyuyla örtüşen, insanlık için model şahsiyetin oluşmasına götüren bir iş­tir. Beden ve ruh arasında dengenin gerçekleşmesine İslamın özen gösterdiğinin kanıtı, bazı farzlar ve yükümlülüklerin yapılmasının vücuda zarar vermesi durumunda terkedilmesinin kabulüdür. Mesela, hastalık, yolculuk sıkıntısı gibi hal­lerde orucun tutulmamasını, su kullanmanın hastanın sağlığı­na zarar vermesi durumunda veya hayatı korumak için su­yun içilmesi gerektiğinde abdest almamayı kabul eder.

İslâmın, beden ve ruh arasındaki dengeyi kurmaya özen gösterdiğinin bir delili de çalışmayı ibadet saymasıdır. Kim ekmek parasını kazanmak, anne/babasının, ailesinin, çoluk/çocuğunun geçimini sağlamak için çalışırsa, o Allah yolunda çalışmış sayılır. İnsanın, kendinin ve ailesinin rızkını kazanmak için çalışması, bedeni ve dünyevi ihtiyaçlarını kar­şılamak içindir. Yine bunda ruhî ihtiyaçların doyumunu sağ­lama düşüncesi vardır.

Rasûl (s.a.s.) bir gün ashabıyla otu­rurken, çalışmak için erkenden evinden çıkan güçlü kuvvetli bir genç gördüler.

- "Vay şu delikanlıya! Keşke gençliğini, güç ve kuvvetini Allah yolunda harcasaydı!" dediler. Rasûl (s.a.s.):

- "Öyle konuşmayın! Eğer kendini başkalarından iste­mek, insanlara muhtaç olmaktan alıkoymak için çalışıyorsa, Allah yolundadır. Eğer çalışması, zavallı anne/babasını, zayıf çoluk çocuğuna yardım edip ihtiyaçlarını karşılamak içinse, Allah yolundadır. Şayet çalışması öğünmek, daha çok ka­zanmak içinse, o şeytanın yolundadır."[655] buyurdu.[656]

 

Bireysel Farklılıklar

 

İnsanlar arasında, renkleri, dilleri, aklî ve bedenî güçle­ri, öğrenme yetenekleri ve çeşitli kişilik özellikleri yönlerinden birçok bireysel farklılıklar mevcuttur. Düşünürler, eskiden beri bu farklılıkları gözlemlediler. Modern psikoloji bilginleri eğitim ve sanat yönünden hedeflerini gerçekleştirmek, bunları ölçmek için ince kıstaslar koydular. Bu farkların bilinmesi sayesinde, her ferdi, gücüne uygun eğitim çeşidine yönlendir­mek, herbiri için uygun işi bulmak mümkün olur.

Kur'an-ı Kerim, gerek yaratılış ve genlerden gelen ge­rekse sonradan kazanılan farklılıklar olsun, insanlar arasın­daki ferdî farklılıklara işaret etmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Göklerin ve yerin yaratılışı, dillerinizin ve renklerini­zin değişik oluşu O'nun âyetlerindendir. Şüphesiz ki bunda âlimler için âyetler vardır."[657]

"Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Onların o dünya hayatındaki geçimliklerini aralarında biz taksim ettik ve bir kısmını diğerlerinin derecelerle üstüne çıkardık ki biri kısmı bir kısmını tutup çalıştırsın. Rabbinin rahmeti ise onların toplayıp durduklarından daha hayırlıdır."[658] Hadisler de insanlar arasındaki ferdî farklılıklara işaret etmiştir. Rasûl (s.a.s.): "Kesinlikle Yüce Allah Ademi, bütün yeryüzünden aldığı bir avuç topraktan yaratmıştır. Ademoğlunun durumu, yeryüzünden kendine denk gelen kısım gibidir; kimi kızıl, ki­mi beyaz, kimi siyah, kimi bunlar arasındadır. Kimisi çe­tin/sert, kimi sıradan/yumuşakdır. Kimi kötü, kimi iyidir."[659]

Bu hadis, insanların renklerinde, yaratılış ve huylarında farklı olduklarına işaret etmiştir. Bilindiği gibi yeryüzünde çe­şitli renklerde topraklar, düz ovalar, geçilmesi zor sarp bölgeler bulunur. Aynı şekilde insanlar arasında renk farklılıkları bulunmaktadır. Bir kısmı kızıl (derili), beyaz ve siyah ve ki­mi de bu renkler arasındaki çeşitli tonlardadır. Aynı şekilde huy, ahlak, yetenek ve heyecan konusunda farklılıklar bulu­nur. Kimi iyi huylu, güzel ahlaklı, yumuşak başlı, iyi ilişkilidir. Kimisi kötü huylu, bozuk ahlaklı, insanlarla ilişkisinde kaba ve serttir. Bu hadis, fertler arasındaki renklere, huy, ahlakî yetenek, heyecan gibi yaratılıştan gelen huylara değinmek­tedir. Yani farklılıklar bedendeki yaratılış farklarına dönmek­tedir. Modern araştırmalar, insanın derisinde huyunun ve benzinin değişik olmasına etki eden anatomik farkların varlı­ğını ortaya koymuştur. Ayrıca, Mendel (1884) Kanunlarının ulaştığı kalıtım kanunlarına uygun olarak, renklerin kuşaktan kuşağa geçtiğini de isbatlamıştır. Yine Ivan Pavlov (1936), Calvin Hail (?)in araştırmaları gibi, hayvanlar üzerinde ince­lemeler yapanların modern araştırmaları, bu hayvanlar ara­sındaki huy ve duygu/heyecan farklılıklarının hayvanın vücut yapısı ve anatomisindeki farklılıklardan kaynaklandığını orta­ya koymuştur. Mesela Pavlov, köpeklerin duygusal farklılıkla­rının beden yapı farklarına göre değiştiğini bulmuştur. Bazı köpekler bazı durumlarda şiddetle heyecanlanıp harekete geçerken bazıları aynı durumlarda sakin kalmakta, aldırış et­memektedir.

Mesela, boyu yüksek ve göğsü dar köpekler, psikoloji labaratuvarlarında oluşturulan zor durumlarda, şiddetli he­yecanlanma ve ayaklanma eğilimi gösterirken şişman ve kı­sa boylu köpekler aynı durumlara aldırış etmemekte, ayrıca uyuklama davranışı sergilemektedirler. Calvin Hail, tehlikeli durumlarda, beyaz fareler arasında korku yönünden farklılık­lar tesbit etti. Ayrıca bu farelerden gelen nesillerde, heyecan varlığının sürdüğünü buldu. Bu fareler üzerinde yapılan vü­cut yapısı incelemelerinde anatomik farklılıklar bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. Çok korkan farelerde böbrek üstü salgı bezi, troid ve kalkan bezlerinin az korkan farelere oranla da­ha çok çalıştığını ortaya koymuştur. Biz de bu farklılıkları, in­sanlar arasında, his yetenekleri yönünden görmekteyiz. Ba­zı kişiler çabuk hislenip aniden heyecanlanırken bazıları çok sakin ve soğukkanlıdır. Şüphesiz bu farklılıkların büyük bir kısmı vücut yapısı, sinir sistemi ve salgı bezlerinin yapısın­dan kaynaklanmaktadır.[660] Fakat bugün eğitimin insanlar arasındaki duygusal farklılıklar üzerindeki rolü bilinmektedir. Duygular, belirli durumlarla desteklenmekte; sabit kalmakta ve eğitilmekte ve daha sonra insan bu gibi hallerde hislerini ortaya koymaktadır. Rasûl (s.a.s.) de, hadislerinde, insanlar arasındaki farklılıklara değinmiştir; "İnsanlar, altın ve gümüş madenleri gibidirler, dinlerini iyi anladıkları takdirde, cahiliyye devrinde hayırlı olanlar İslam döneminde de hayırlıdır­lar."[661]

Bilindiği gibi, altın, gümüş v.b. madenler oluşumları, özellikleri ve değerleri yönünden farklıdırlar. İnsanlar da ay­nı şekilde, yaratılış, huy, ahlak, özellik, bedeni ve akli güçle­ri yönünden farklıdırlar. Cahiliyye devrinde bu sıfatları yük­sek düzeyde ve güzel olanlar, dinlerini iyi kavradıkları takdir­de, İslamî dönemde de seviyeleri yüksek ve iyi olurlar. Yine bu hadis, biraz önce geçen hadis gibi, insanlar arasındaki kalıtım kanunlarıyla geçen ve yapısının oluşumundan kaynaklanan yaratılış farklılıklarına işaret etmektedir. İnsanların madenlere benzetilmesi, bence insanlar arasındaki ferdi farkların sadece yaratılıştan kalıtımla gelmediğini göster­mektedir. Benim anladığım kadarıyla, hadiste bu benzetme­nin kullanılması, cahiliyye devrinde iyi olan, dinini anladığı takdirde islamî dönemde de erdemli olarak kalacağının pra­tik bir misal vermek içindir. Altın ve gümüş madenlerinde ol­duğu gibi. Bu iki maden, her devirde öteki madenlere nisbetle, değerlerine bakılarak sürekli muhafaza edilirler. Be­nim anladığıma göre hadisin metni, insanlar arasındaki bazı farklılıkların, eğitim, sosyal yetişme şartları gibi çalışılarak ka­zanılan farklar olduğunu inkar etmiyor. Hadiste bu benzet­menin kullanılması, insanlar arasındaki farkların devam etti­ğini açıkça ortaya koymak ve bunu akıllara yatırmak içindir. Rasûl (s.a.s.)in bu misali vermesi, anlama ve kavramanın ko­lay olması için, anlam ve tasviri âdeti olduğu üzere gerçek bir resim gibi gözle görülür hale getirilmesidir. Beşinci Bölüm'de eğitimle ilgili konuda, hadislerde geçen bu tip du­rumlara değinmiştik.

İbnu Ömer anlatır: "Rasûl (s.a.s.)e dinlemek ve itaat et­mek üzere biat ettiğimizde bize şöyle derdi: "Gücününüzün yettiği ölçüde..."[662]

"Size bir şeyi yasakladığımda ondan kaçınınız, bir şey emrettiğimde de gücünüz yettiği ölçüde yapınız."[663] Rasûl (s.a.s.)in "gücünüz yettiği ölçüde" sözü, onun, sahabe ara­sındaki ferdî farklılıkları gözettiğini göstermektedir. Böylece onlardan herbirinin, güç ve imkanlarına göre, güçleri yettiği ölçüde kendilerinden istenen şeyleri yapmalarını istemiştir.[664]

 

 

 

Zeka Farkı

 

İnsanlar arasında zeka farklılıkları bulunur. Zeka veya genel akıl gücü, anlama, hatırlama gibi bir çok aklî güçleri içerir. Aynı zamanda öğrenme gücünü de içerir. Ayrıca bazı , psikologlar zekayı "öğrenme gücü" olarak tanımlamışlardır. Hadisler insanlar arasında zeka farklılığı olduğuna işaret et­mektedir. Bazı insanlar hemen öğrenir, anlar ve duyduğu bilgiyi iyice kavrar. İyice ezberler, hatırlayabilir ve başkalarına öğretebilir. Bazı insanlar kolayca öğrenemez, duyduğunu iyice ezberleyemez, hatırlayamaz ve başkalarına öğrete­mez. Rasûl (s.a.s.): "Allah'ın benimle gönderdiği hidayet ve bilgi, yeryüzüne yağan bol yağmur gibidir, a- Yerde bereket­li bir kısım toprak vardır ki suyu emer, oradan ot ve bol yeşil­lik bitirir, b- Bir kısım toprak da suyu emmeyip tutar, Allah bu­nunla insanları faydalandırır; içerler, hayvanlarını ve ekip/dik­tiklerini sularlar, c- Yine bu bol yağmur, kaypak bir toprağa yağar; suyu tutmaz, ot bitirmez. İşte toprağın bu durumları: a- Allah'ın dinini anlayan, Allah'ın benimle gönderdiği şey­den yararlanan kişiye benzer, b- Öğrenen ve öğreten kişinin hallerine benzer, c- Bunlara başını bile kaldırmayan ise, be­nimle gönderilen Allah'ın hidayetini kabul etmeyen kimse­dir."[665]

Rasûl (s.a.s.) bu hadiste, öğrenme, anlama, hatırlama gücü konusunda insanlar arasındaki zeka farkına işaret et­miştir. Bu güç, zeka kavramına girer.

Zeka yönünden de insanları üçe ayırmıştır;

a- Bir kısmı iyi toprak gibi, ilim öğrenmeye, kafasında tutmaya, gereğini yapmaya ve başkalarına öğretmeye gücü yeten, kendi yararlandığı gibi başkalarını da yararlandırandır.

b- Bir kısmı suyu emmeyen sert toprak gibidir, ilmi öğ­renebilir, yararlanması için başkasına aktarabilir fakat kendi­si faydalanmaz.

c- Bir kısmı da pürüzsüz, düz, bitek olmayan toprak gi­bidir; bunlar ilimden faydalanmaz, başkalarına aktarmak için bile ilmi öğrenmezler. [666]

Rasûl (s.a.s.), şöyle dediğinde, insanlar arasındaki ze­ka farklılığına değinmiştir: "Biz, nebiler topluluğu, insanların seviyesine inmek ve onlarla anlayacakları düzeyde konuş­makla emrolunduk." [667]

Bu hadiste insanlar arasında, akıl gücü yönünden fark olduğuna açıkça işaret vardır. Onları eğitmek ve yönlendir­mek isteyenler -ister nebiler olsun, isterse öğretmenler, ter­biyeciler olsun- bu farkları göz önüne almak zorundadırlar. Konuştukları ve öğrettikleri herkesin akıl gücü seviyesine gö­re hareket etmek durumundadırlar. Rasûl (s.a.s.) bu hadisiyle, önemli bir eğitim kuralını koymuş, müslüman eğitimciler bunu almışlardır. Son asrın eğitimcileri de bu kuralı benimse­mişlerdir.

Rasûl (s.a.s.): "Allah kimin iyiliğini isterse onu dinde an­layışlı/kavrayışlı kılar. Ben sadece taksim edenim, Allah ise verendir."[668] buyurmuştur.

Bu hadiste Rasûl (s.a.s.) kendisinin vahiy bilgisini in­sanlar arasında taksim eden ve açıklayan olduğunu söylü­yor. Allah herbirine istediği şekilde anlayış verir. Allah kimin iyiliğini isterse ona zeka, dinde mümkün olan fıkhî anlayış ve­rir. Yüce Allah'ın şu sözü bunun delilidir; "Dilediğine hikmeti verir. Kime de hikmet verilmişse, büyük bir iyilik yapılmış de­mektir."[669]

 

Kızgınlık Duygusunun Farklılığı

 

Hadisler, insanlar arasında, kızgınlık duygusunun hare­kete geçmesindeki farka işaret etmiştir. Bu duruma göre de insanları üç gruba ayırmıştır. Onlardan bir kısmı oldukça geç ve çok az kızar. Kızdığında da kızgınlığı çabuk geçer ve he­men normal haline döner. Böyleleri insanların en ideali/üstü­nüdür. Bir kısmı da çabuk ve ufak tefek nedenlerle kızar fa­kat kızgınlığı tez geçer ve hemen eski haline döner. Yine bir kısmı çabuk kızar, bir türlü sakinleşmez, uzun süre geçmedikçe de kızgınlığı geçmez. İşte böyleleri de insanların en kötüsü ve en zararlılarıdır. Rasûl (s.a.s.): "Dikkat edin, insan­lardan bir kısmı hemen kızmaz, kızınca da kızgınlığı tez ge­çer. Kimi de çabuk kızar, çabuk sakinleşir. Bunlar birbirleri­ne yakındır. Aman dikkat, onlardan bir kısmı da var ki, çabuk kızar ama kızgınlığı bir türlü geçmez. Bunların en üstünü, geç kızan ve çabuk kızgınlığı geçendir. Dikkat edin, onların en şerlisi de çabuk kızan ve kızgınlığı geçmeyendir."[670] bu­yurmuştur.[671]

 

Kalıtım Ve Çevrenin Ferdi Farklılıklara Etkisi

 

Modern psikologlar, ferdî farklılıklarda kalıtım ve çevre­nin etkisini belirlemeyi amaçlayan bir çok araştırma yapmış­lardır. Bu araştırmalardan bazısı kalıtımın, diğer bir kısmı da çevrenin önemini belirtmektedirler. Bu alanda yapılan bütün araştırmaların sonunda psikologların vardığı en son kanaat, insanın hususiyetleri konusunda, ferdi farklılıklar hususunda kalıtım ve çevrenin en önemli iki etken olduğu ve bu ikisin­den hangisinin rolünün daha çok olduğunu tam olarak ayır­manın çok zor olduğudur. Bu noktadan sonra araştırmanın konusu değişti. İnsan özellikleri ve davranışlarının belirlen­mesinde kalıtım ve çevreden herbirinin payının bilinmesi ça­lışmalarına kaydı. Kalıtımın, uzunluk, ağırlık, güç gibi insanın vücut özelliklerinin, zeka gibi aklî hususiyetlerinin belirlen­mesindeki rolünün büyük olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Ancak, aynı zamanda bu hususiyetlerdeki çevrenin rolünü de akıldan uzak tutamayız. Kişinin çevreden gördüğü bes­lenme, sağlık ve beden eğitiminin bu alandaki kalıtım imkan­larının ortaya çıkmasında büyük roiü vardır. Yine kişinin eği­timine gösterilen özen, bir çok aklî ve duygusal motivelerle karşı karşıya kalması, birçok ustalıkları öğrenmesinin zekası­nın gelişmesi üzerinde büyük etkisi vardır. Böylece bilgi, us­talık ve sanatta, uzun ve özel uygulamalara gerek duyulan ilimlerde öğrenme ve uygulama yapmanın ferdî farklılıklarda en önemli çevre etkenleri olduğu ortaya çıkıyor. Bu gibi du­rumlarda, özellikle ferdin tatbikatla ulaştığı üstün olma ve us­talıkta son düzeyin belirlenmesinde, istesek de, kalıtımın ro­lünü görmemezlikten gelemeyiz.[672]

Rasûi (s.a.s.) bazı hadislerinde, kalıtım ve çevreden herbirinin ferdî farklılıklardaki etkisine işaret etmiştir.[673]

 

Kalıtımın Etkisi

 

Rasûl (s.a.s.) ferdî farklılıklarda, "Yüce Allah'ın, Adem'i yaratırken yeryüzünün bütününden bir miktar (toprak) aldı­ğı"nı söylediği hadisinde kalıtımın rolüne işaret etmiştir. Bu hadisi ele alışımız, açıklama ve yorumumuz bu bölümün fer­di farklılıklar konusunun başında geçmişti.

Fezare Oğulları kabilesinden bir adam Rasûl (s.a.s.)e geldi ve aralarında şöyle bir konuşma geçti:

- "Karım, siyah bir oğlan çocuğu doğurdu!

- "Senin develerin var mı?

- Evet.

- Renkleri nedir?

- Kızıl.

- Onların arasında boz olanı da var mı?

- Evet, boz olanları var.

- Peki, bunlar nereden geldi?

- Bel­ki damarı çekmiştir.

- Bunun da damarı çekmiş olmalı." bu­yurdu.[674]

Bu hadis, insanın renginde kalıtımın etkisini açıkça gös­termektedir. Yine, çocuğun anne/babasında olmasa da, renk gibi, dedesinin dedesinden kalıtımla gelebilen bazı be­den özelliklerine işaret etmektedir. Modern araştırmalar, ka­lıtımdaki bu gerçeği isbatlamıştır. Bu husus şimdilerde çeki­nik gen/atalara çekme özelliği olarak bilinmektedir.

Rasûl (s.a.s.) yine şu sözünde kalıtımın etkisine dikkat çekmiştir: "Nutfe ana rahminde yerleşti mi, Allah, Adem'le nutfe arasındaki bütün soyları hazır bulundurur."[675]

Genetik ilmiyle ilgili modern bilimsel araştırmalar, meni­deki genler ve yumurtacığın, doğacak çocuğun özelliklerini belirleyen embriyo (nutfetü'l emşaç) oluşumunda ortak ol­duklarını kanıtlamıştır.

Sperma hücresi ve zigot bir yarım hücreden ibaret olup 23 kromozom içerer. Karşılaşma olup döllenme tamam olun­ca, Kur'an-ı Kerimin şu âyetinde zikrettiği nutfetül emşac oluşur: "Biz insanı karışık bir nutfe (embriyo)dan yarattık."[676]

Karışık nutfe tam bir hücre olup, yarısı babadan yarısı anneden olmak üzere 46 kromozom içerir. Ana/babadan herbirinin kalıtım özelliklerini taşıyan dölütü kapsar. Bazen anne/babanın özellikleri çocukta ortaya çıkmaz, fakat daha sonra torunlarda ortaya çıkar. Biraz önce anlattığımız Feza­re oğullarından bir adamın karısının siyah çocuk doğurma­sında olduğu gibi. Kalıtım ilminde son araştırmalar bu gerçe­ği ortaya koymuştur. O ise, Rasûl (s.a.s.)in şöyle buyurdu­ğunda işaret ettiği gerçektir: "Nutfe (sperm) ana rahminde yerleştikten sonra Yüce Allah, Adem'le nutfe arasındaki bü­tün soyları hazırlar."

Rasûl (s.a.s.) şu sözünde de kalıtımın insan davranışla­rına etkisine değinmektedir: "Soyunuz için hayırlı, iyi eş se­çin; size denk olanları nikahlayın ve onları denkleriyle evlen­dirin."[677]

Bu hadiste erkeğin eşini seçerken özen göstermesi ge­rektiğine, evlilikten gelecek soyun iyi olması için aslı temiz bir eş seçmesi gerektiğine işaret vardır. Bu hadis çevrenin tesirine işaret etmedir. Çünkü seçmek bazen kalıtım yönün­den asil olanı seçmeye, bazen de huy ve dindarlık yönünden seçme olabilir. Böylece çocuk huyu ve dini güzel olan bir an­nenin gözetiminde büyür, eğitimi, yetişmesi iyi bir yetişme olur.[678]

 

Çevrenin Etkisi

 

Çocuğun kişiliği çoğunlukla yetiştiği sosyal, kültürel çevrenin etkilerinden, geleneklerden, değer ölçülerinden, ana/babanın davranışlarından ve terbiye edişlerinden, arka­daşlarından, hocalarından, çeşitli iletişim araçlarından, gün­lük hayatında karşılaştığı çeşitli tecrübe ve olaylardan etkile­nir. Ana/babasının konuştuğu dili, mensup oldukları dini öğ­renir. Ayrıca ana/babanın huylarını, fikrî yönelişlerini ve ço­ğunlukla da şahsiyet özelliklerini öğrenir. Rasûl (s.a.s.) çocu­ğa ailenin etkisine şu hadisinde değinmiştir: "Her çocuk fıt­rat üzere doğar sonra ana/babası onu Yahudîleştirir, Hristiyanlaştırır, Mecusîleştirir. Tıpkı bir hayvanın sağlam bir hay­van doğurduğu gibi. Hiç onlardan kesik organı olanı görüyor musunuz?!"[679]

Her çocuk Hanif dinine inanacak bir şekilde, temiz bir yaratılışla doğar, ancak ana/babası çocuğu etkiler, onu ina­nabileceği Hanif dininden başka bir dine çevirirler. Bu du­rum çocuğun davranış ve düşünceleri üzerinde ailenin bü­yük tesiri olduğunu gösterir. Bu yüzden Rasûl (s.a.s.) çocuğun iyi bir şekilde yetişmesi, benliğine dine bağlılık ve güzel ahlak tohumlarının ekilmesi için, dinine bağlı iyi bir eş seç­meyi tavsiye etmiştir. Rasûl (s.a.s.): "Kadın dört özellik için nikahlanır:

1- Malı

2- Soyu

3- Güzelliği

4- Dininden dolayı. Sen dindar olanı seç ki mutlu ola­sın."[680] buyurmuştur.

Yine Rasûl (s.a.s.) dinine bağlı iyi bir eş seçmeyi tavsi­ye etmiştir. Ayrıca (kızlara da) dindar, ahlakı güzel erkek seçmeyi tavsiye etmiştir. Rasûl (s.a.s.): Dininden ve ahlakın­dan memnun olduğunuz bir erkek kızınızı/yakınınızı istemek için geldiğinde kızınızı onunla evlendiriniz, yoksa yeryüzün­de büyük bir fitne, geniş boyutlu bir fesat çıkarmış olursunuz.”[681]

Rasûl (s.a.s.)in ashabını iyi kadın/erkek seçmeye yön­lendirmesi, çocuğun güzel terbiye edildiği, ana/babasından İslâm'ın doğru öğretisini, güzel gelenekleri, övülmüş ahlakı öğrenmesi için, iyi bir aile atmosferi oluşmasına özen göster­diğinin kanıtıdır.

Dost ve arkadaşlarının da çocuk ve genç üzerinde bü­yük tesiri vardır. Kötü arkadaş, beraber olduklarına kötü yön­den etki eder. Bazı gençlerin taşkın davranışlara meyletme­leri, bunalıma düşmeleri ve suç işlemeleri çoğunlukla kötü arkadaşlarının etkisiyle olmaktadır. Gençlerin çıkardıkları olaylar ve uyumsuzluk göstermeleri konusunda yapılan araş­tırmalar bunu isbatlamıştır. Bu yüzden güzel ahlaklı dost ve arkadaşlar seçmeye, kötü huylu arkadaşlardan uzaklaşma­ya özen göstermek zorunludur. Rasûl (s.a.s.) kötü arkadaşın davranışının arkadaşlarına etkisine işaret etmiş iyi arkadaş seçmeyi, kötü arkadaştan uzak durmayı önermiştir. Rasûl (s.a.s.): "İyi arkadaşla oturanla kötü arkadaşla oturanın duru­mu misk taşıyanla is taşıyanın haline benzer. Misk taşıyan ya sana misk verir veya sen ondan satın alırsın ya da üzerine güzel koku siner. Körük çeken (demirci)nin yanında durur­san ya (kıvılcım sıçrayarak) elbiseni yakar veya kötü koku koklarsın ya da üzerine is siner."[682]

Rasûl (s.a.s.) yine bu anlamda: "Kişi arkadaşının dini üzeredir; sizden biri kimi arkadaş tuttuğuna baksın."[683] bu­yurmuştur.

Daha önce söylediğimiz gibi, insan çoğu âdetlerini, ah­lakını, değer yargılarını, fikirlerini yetiştiği sosyal ve kültürel çevreden kazanır. İnsanın âdetleri, huylan uzun süre tekrar­lanmak suretiyle iyice yerleşince, bundan sonra bu adet ve ahlakın değişmesi, çetin bir çaba ve güçlü bir irade dışında zor olur. Bu yüzden çocukların küçükken güzel bir ahlakla terbiye edilmelerine dikkat edilmesi, kötü huyları kazanma­maları için şarttır. Onları ihmal edersek, bazı kötü huylar edi­nirler ve bu alışkanlıklardan onları kurtarmak zor olur. Rasûl (s.a.s.) insanın davranışı haline gelmiş, yerleşmiş kötü alış­kanlıkların etkisine işaret etmiştir. Bu alışkanlıklar onu, yaptığının sonucunun ne olduğunu anlamadan, kavramadan kö­tülükleri sürekli iyi görüp yapmaya, iyi işleri yapmamaya gö­türür. Çünkü bu işleri, alışkanlık olduğu için, kendiliğinden yapar. Bunun tersi de doğrudur, insan güzel ahlaka, iyi işle­re alışırsa, düzenli bir şekilde, sürekli olarak bu iş ve davra­nışları yapmaya hazır olur. Bunlar onun için sanki normal bir davranıştır. Bu manada Rasûl (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Fitneler kalplere tıpkı bir hasır gibi, lif lif sunulur. Hangi kalbe girerse, onda kara bir leke oluşur, hangi kalp de kabul et­mezse, onda bir beyazlık meydana gelir. Artık iki kalbe yer­leşirler, ağaran kalp cilalı taş gibi bembeyaz olup, dünya durdukça fitne ona zarar veremez. Öteki kalp kara olup, te­pe takla duran bir testi gibidir, Ne bir iyi tanır, ne de kötü. Yalnızca içine dolan hevayı bilir."[684]

Bu hadiste, Rasûl (s.a.s.) fitnelerin etkilerini ve kötü çevrenin tesirlerini nitelemiştir. Kim onu kabullenir, eğilim gösterir, sever ve batağına gömülürse, kalbinde kara leke gibi bir nokta oluşur. Fitnelerin ve kötü çevrenin etkisi yinele­nir, kişinin onayı, eğilimi ve batağa gömülmesi tekrarlanırsa, kalbindeki kara leke kalp kararıncaya kadar çoğalır. Bu ka­lbinde iman nuru tükenen, kötü huyları ve rezil davranışları güçlenen insanın benzetme yoluyla tasviridir. Yine Rasûl (s.a.s.) bu haldeki insanın kalbini ters dönmüş bir testiye benzetmiştir ki onda hayır ve hikmet yoktur. Ama küçüklü­ğünden beri, erdem, güzel ahlak ve sakınma duygularına sarılan insana gelince... o, kesinlikle fitnelerin ve kötü çevre­nin tesirlerine karşı bağışıklık kazanmıştır, iman gücü, kötülük ve rezaletlerden uzaklık hususunda onun benzeri, pislik ve çamur bulaşmayan beyaz bir taştır.[685]

 

Kişilik Tipleri

 

Eskiden beri düşünürler, insanları, kişilik açısından ken­dilerini başkalarından ayıran belirli özelliklerle niteleyerek sı­nıflandırmaya çalışmışlardır. Bu tip gruplandırmalar normal­de, insanların şahsiyetini anlamayı kolaylaştıran işlerdir. Bu şahsiyet tiplerinden biriyle nitelenen bir şahsı tanıdığımızda, bu özelliklere bağlı olarak, onu olabildiğince bu tipe yaklaş­tırmış oluruz.

Kur'an-ı Kerim insanların gruplandırılmasını inanç esa­sına göre, üç çeşite ayırmıştır:

1- Mü'minler, 2- Kafirler, 3- Münafıklar[686]

Rasûl (s.a.s.) de, aynı şekilde insanları inanç esası üze­rine ve dört tipe ayırmıştır;

1- Müminler, 2- Kafirler, 3- Münafıklar, 4- Kalplerinde iman ve nifak karışık olanlar.

Rasûl (s.a.s.) buyurdu: "Kalpler dört çeşittir: 1- Parla­yan bir lamba gibi olan açık kalp, 2- Kılıfına bağlı kapalı kalp 3-Ters dönmüş kalp 4-Meyilli  kalp.

Açık kalp, müminin kalbidir, yanan lambası, nurudur. Kapalı kalp, kafirin kalbidir. Ters dönmüş kalp, münafığın kalbidir, önce tanır sonra inkar eder. Meyilli kalp ise, kendin­de iman ve nifak olan kalptir. Ondaki imanın durumu, kolları­nı temiz suya uzatmış baklagiller gibi, nifakın durumu ise kan ve irine bulanmış yara gibidir. Uzanan taraftan hangisi baskın olursa öteki tarafı yener, o yöne meyleder."[687]

Belli başlı bu dört modelden herbirini ayrıca ikiye ayır­ma mümkündür. Mesela mü'min, takva sahibi ve facir olmak üzere iki çeşide ayrılır. Rasûl (s.a.s.): "Allah sizden kesinlik­le cahiliyye büyüklenmesi ve atalarla övünmesini gidermiştir. Takva sahibi ve facir mü'min vardır. Sizler, Ademin oğulları­sınız, Adem ise topraktandır."[688]

Bu hadiste Rasûl (s.a.s.) müminleri iman ve takva dere­celerine göre iki gruba ayırmıştır. Takva sahibi mümin, facir mümin. Bir başka hadiste de, Rasûl (s.a.s.) insanları iman esası üzerine, belli başlı iki gruba ayırmıştır: Mümin ve kafir. Sonra bu gruplardan herbirini iki sınıfa ayırmıştır. Mümin tip­ler: 1- Mümin olarak doğan ve ölünceye kadar bu imana sa­rılarak yaşayan, 2- Kafir bir çevrede doğan sonra müslüman olup öylece ölen kimse. Kafir tipler: 1- Kafir bir çevrede do­ğup öylece yaşayan ve kafir olarak ölen 2- Müslüman bir çevrede dünyaya gelen, müslüman olarak yaşayan sonra da dinden dönüp kafir olarak ölen kimse (mürted).

Rasûl (s.a.s.) buyurdu: "Dikkat edin, Ademoğlu çeşitli tabakalardan yaratılmıştır: Onlardan bir kısmı mümin çevre­de doğar, mümin olarak yaşar ve mümin olarak ölür. Bir kıs­mı kafir çevrede doğar, kafir olarak yaşar ve kafir olarak ölür. Bir kısmı da kafir bir çevrede doğar, kafir olarak yaşar ve mümin olarak ölür."[689]

İnsanların iman açısından gruplandırılmaları ister Kur'an'da olsun, ister hadiste. İman, insan şahsiyetinin üze­rine kurulduğu en büyük insanlık değeri olup İslam'ın bakış açısıdır. Buna ayrıca "Kişiliğin Değerlendirilmesi" konusun­da, az sonra değineceğiz.

Rasûl (s.a.s.) insanları duygu ve heyecan yapılarına göre de üç grup olarak sınıflandırmıştır: 1- Yavaş kızıp çabuk sakinleşen, 2- Aniden kızıp hemen sakinleşen, 3- Çabuk kızıp geç sakinleşen. Bu husus, duygu ve heyecanın motivesinde ferdî farklılıklar konusunda geçmişti.[690]

 

Kişiliğin Değerlendirmesi

 

İman, müslümanın hayatında büyük bir rol oynar, gerek rabbiyle ilişkisinde, gerek kendiyle ilgili veya insanlarla ilişki­sinde olsun, mümini o yönlendirir, davranışlarını o belirler. İman her şeyin ve hareketin terazisidir. O daha önce açıkla­dığımız gibi, temeli üzerine insanların tasnif edildiği; insanla­rın değerlerinin belirlendiği bir kavramdır. İslamın bakış açı­sına göre insanların en üstünü, iman bakımından en güçlü ve en çok takva olandır. İslama göre, kesinlikle takva dışın­da herhangi bir şahsiyetin önemi yoktur. İnsanların değer­lendirilmesi ve üstünlüğü konusunda hesaba katılacak, göz önüne alınacak sadece odur. Yüce Allah buyurur: "Allah'a göre en değerli olanınız, en takva olanınızdır."[691]

Rasûl (s.a.s.) de: 'Ey insanlar! dikkat edin, Rabbiniz birdir, babanız birdir. Kesinlikle arabın arap olmayana, arap olmayanın araba, kızıl (derilinin) zenciye, zencinin kızılderiliye, takva ölçüsünden başka bir üstünlüğü yoktur."[692]

Rasûl (s.a.s.): "Bir kimsenin başkasına, din ve takva öl­çüsü dışında, üstünlüğü yoktur.” Başka bir rivayette de: "Kim­senin, din ve salih amel dışında üstünlüğü yoktur."[693]

Rasûl (s.a.s.)e:

- “İnsanların en değerlisi kimdir? diye so­ruldu:

-  En takva olanıdır."[694] buyurdu.

İslam'a göre, insanın değeri takvasıdır. Öyleyse imanı­nın derecesi, Allah korkusu, yaptığı işler ve ahlakıdır, yoksa soyu, sahip olduğu mal, makam ve mevkîi, fiziği ve görünü­şünün güzel olması değil. Rasûl (s.a.s.): "Kıyamet gününde semiz, iri yapılı bir adam gelecek, fakat Allah nazarında siv­risineğin kanadı kadar ağırlığı olmayacaktır." Ardından da is­terseniz, "Artık kıyamet günü biz onlara hiçbir değer verme­yiz."[695] âyetini okuyun."[696] buyurdu.

Yine Rasûl (s.a.s.): "Allah, kesinlikle dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve yaptıklarınıza bakar."[697] buyurdu.[698]

 

 

 

 

 

DOKUZUNCU BÖLÜM

 

HADİSTE RUH SAĞLIĞI

 

Psikoloji bilginleri ruh sağlığını genellikle şöyle tanımla­mışlardır: Duygusal ve sosyal olgunluk, ferdin kendiyle ve çevresiyle barışık/uyum içinde olması, hayatın sorumlulukla­rına dayanma gücü, karşılaştığı sorunlar (a karşı koyma) ı çözme, kişinin hayat gerçeğini kabul etmesi, razı olma ve mutluluk hissi duymaktır.

Psikoloji âlimleri, ruh sağlığı için birçok tanımlar yap­mışlardır. Bakış açıları ve okul farklılıkları yüzünden bazı dav­ranışları önemsemeleri nedeniyle tanımlar farklılık göstermektedir, fakat az önce değindiğim kavramlar etrafında dö­nüp dolaşmaktadır ki şu veya bu şekilde uyum, ferdî ve içti­maî uyum, rıza ve mutluluk hissi duymaktır. Bu tanımlardan biri de, Dünya Sağlık Teşkilatı'nın yaptığı tanımdır: "Kişinin genellikle kendisi ve çevresiyle uyum içinde olmasıdır ki, büyük ölçüde başarı, memnuniyet, genişlik, sağlıklı sosyal davranış, hayatın gerçekleriyle mücadele ve kabullenmedir."[699].

Bir başka tanım ise: "Tam bir uyum veya çeşitli ruhî gö­revler arasında mükemmellik, normalde insanın karşılaştığı psikolojik problemler karşısında güçlü olma, yeterlilik ve mutlulukla iyimserlik hisleri duymadır."[700]

Bu tip tanımlardan bir başka misal: "Ferdin ruhen uyum içinde olduğu, yalnızken ve başkalarıyla yaşarken mutluluk duyduğu, mümkün olan en yüksek seviyede gücünden ve imkanlardan yararlandığı, hayatın gereksinimlerine güç yetiren; olgun kişilik sahibi, davranışları normal, barış ve güven içinde yaşamın olabildiğince süreklilik halidir."[701]

Psikologlar, fertlerin ruhen sağlıklı olduğunu anlamak için bazı belirtiler koymuşlardır. Buna örnek olarak Maslow'un koyduğu kurallar şu maddeleri içermektedir:

Kişinin birtakım değerler topluluğuyla bağlantılı olması gerekir. Bunlar:

1- Kişinin kendine ve başkalarına karşı dürüst olması,

2- Doğru gördüğü şeyi dile getirecek kadar cesaretinin bulunması,

3- Yapması gereken işi en güzel bir şekilde yapması,

4- Kim olduğunu, kim olmak istediği ve kimi sevdiğini bi­liyor olması,

5- Kendisi için yararlı olanı bilmesi,

6- Bunları gerçeği gizleme amacı güden bir savunma mekanizmasına sığınmaksızın kabullenmesi"[702]

Osman Lebib Ferrac'ın zikrettiği ruh sağlığının belirtileri kısaca şunlardır:

1- Kişinin kendini ruhen güven içinde hissetmesi,

2- Ferdin kendi varlığını kabulü, bir ferd olarak değerini hissetmesi, gücünü kavraması, kapasitesini bilmesi, başka­larını tanıyıp onlarla kendisi arasındaki farkları kabullenmesi,

3- Kendisine yapılan telkinleri uygun bir şekilde ayırdetmesi ve teşebbüs gücüne sahip olması,

4- Başkalarıyla oldukça iyi ve doyurucu ilişkiler kurmada başarılı olması.

5- Hayata bakışında, karşılaştığı sorunlarda ve hayattan beklediği olgunluk konusunda gerçekçi olması,

6- Olgun, şahsiyetli olması.[703]

 

 

 

 

Kişiliğin Olgunlaşmasının Belirtileri

 

1- Duygusal Olgunluk: Bunun amacı, duygunun artması durumlarında kişinin kendini kontrol etmeye güç yetirmesi, kızmaması ve heyecanlanmamasıdır. Duygusal olgunluğun dış görüntüsü, kişinin ayakları üstünde durması, kendine gü­ven duyması, hayatın problemleri karşısında gerçekçi olma­sıdır,

2- Kişinin krizler, zorluklar karşısında direnmesi ve ka­rarlı olması,

3- Kişinin mutluluk, doygunluk, kafa rahatlığı hissetmesi, ruhî hayatının kaygı ve gerilimden uzak olması,

4- Kişinin kapasite ve yetenekleri ölçüsünde normal so­nuçlara güç yetirebilmesi,

5- Kişinin nisbeten özgür, en güzel örnekleri benimseyebilen ve bu değerleri sorunlar karşısında yardımcı olacak pratik planlar haline getirebilecek güce sahip olması,

Samuel Makarios'un[704] belirttiği şu hususlar da ruh sağlığının belirtilerini gösteren örneklerdendir:

1- Ferdin, şahsî yetenekleri ve gücüyle yapabileceği/ya­pamayacağı gerçekleri kabul etmesi,

2- Ferdin, ailesinde ve dışarda, sosyal ilişkilerden yarar­lanması ve bu ilişkileri kurma gücü,

3- Ferdin, işinde başarılı ve hoşnut olması,

4- Ferdin, genel olarak, hayatı cesaretle ve iyimserlikle karşılaması,

5- Ferdin, kendini yeterli ve günlük hayatın çeşitli du­rumları, alışılmış uygulamaları, aynı şekilde boşa giden çalış­maları ve bazı beklenmedik durumlar karşısında kendini güçlü hissetmesi,

6- Ferdin medenî cesaret sahibi, verdiği karar ve yaptı­ğı işler sonucunda ortaya çıkan durumların sorumluluğunu taşıma gücü olması,

7- Ferdin, yönelişlerinde ve vaziyetinde, başkalarının gördüğü gibi, sebatlı olması,

8- Ferdin biyolojik ve psikolojik ihtiyaçlarını normal bir şekilde sağlama, çeşitli güdüleri arasında dengeyi gerçek­leştirme gücüne sahip olması,

9- Ferdin, psikolojik alanını geniş tutması, bilgi, pratik, dinlenme ve sosyalliğin çeşitli uygulamalarında ölçüye dik­kat etmesi/özen göstermesi,

10- Ferdin, hareketlerini yönlendirmede, bakış açısını belirlemede, çeşitli işler karşısında mükemmel, sağlam bir düşünce yapısına sahip olması, şahsiyetiyle uygunluğu sağ­layabilmesi.

Göz önüne alınması gereken şeylerden biri de, ister ba­tılı ister doğulu olsun, psikoloji bilginlerinin ortaya koyduğu ruh sağlığının belirtilerinin çoğunluğu "ferdin uyumu etrafın­da veya kişinin kendisiyle ve toplumla uyumu, pratik hayatın işlerini yapmada etkin güç süreci, fiziksel ihtiyaçlarını sağla­mada doyuma ulaşması" çevresinde dönüp dolaşmaktadır.

Modern psikoloji bilginleri, modern psikoloji araştırma­larının baskın geldiği maddî eğilimle birlikte yürümekte, in­sandaki ruhî yöne, din ve imanın ruh sağlığındaki rolünün önemine hiç ehemmiyet vermemektedirler. Ancak William James (1910), Cari G. Jung (1961), A. A. Brill, Henry Link gi­bi son derece az sayıda modern psikoloji bilginleri ve psikanalistler, dinin ruh sağlığı üzerindeki etkisinin önemini kavra­maya başladılar. Dinin nefiste yaydığı güven ve huzurun, stres ve can sıkıntısından kurtulmanın önemli rolüne işaret ettiler. Yazarın, "Kur'an ve Psikoloji"[705] adîı kitabında, dinin ruh sağlığı üzerindeki etkisi konusunu ele alışı daha önce "Kur'an-ı Kerim'de ve Hadis-i Şerifte Ruh Sağlığı"[706] başlı­ğıyla geçmişti. Aynı şekilde Dr. Muhammed Avdeh ve Dr. Kemal İbrahim Musa, "Psikoloji ve İslâm Işığında Ruh Sağlı­ğı" adlı kitaplarında, sağlığın ruhî yönünün önemine işaret et­mişler, Allah'a kulluk, ibadetleri yerine getirme gibi ruhî yö­nün içerdiği hususları ruh sağlığının önemli delilleri saymışlardı. Bu iki yazar ruh sağlığının alâmetleri olarak şunları dile, getirmişlerdir: [707]

a- Manevî Yön: Allah'a iman, ibadetleri yerine getirmek, Allah'ın hükmünü ve kıymetini kabullenmek, sürekli Allah'a yakın olduğunu hissetmek, ihtiyaçları hela! yoldan karşılaya­rak doyum sağlamak, Allah'ı anmaya devam.

b- Psikolojik Yön: Kendine karşı dürüst olmak, gönlün kin, kıskançlık ve sevimsiz şeylerden uzak olması, kişiliğini kabul, hayal kırıklığına ve endişeye dayanma gücü, (büyüklenme, gurur, savurganlık, cimrilik, tembellik, karamsarlık gi­bi) can sıkıcı şeylerden uzaklaşmak, doğru ilkelere yapış­mak, ölçülü duygusallık, karnı geniş olmak, alçakgönüllülük, hayata yönelme, nefse hakim olma ve kendini tutabilme, sa­delik, yüce amaçlar edinme, kendine güven.

c- Sosyal Yön: Ana/babayı, eşini, çocuklarını sevmek, muhtaçlara yardım etmek, güvenilir, hakkı söylemede cesur olmak, insanlara zarar veren (yalan, kandırma, hırsızlık, zina, cana kıyma, yalan şahitlik, yetim malı yemek, fitne çıkarmak, kin, çekememe, gıybet, koğuculuk, kalleşlik, zulüm gibi) şey­lerden uzak kalmak, başkalarıyla iyi geçinmek, işini sevmek, toplumsal sorumluluk taşımak.

d- Biyolojik Yön: Bedenin hastalıklardan, ahlakî kötülük­lerden uzak olması, vücud için gerekli anlayışın oluşması, vücud sağlığına dikkat ve gücünü aşacak yük yüklememek.[708]

 

Kur'an Ve Hadiste Ruh Sağlığı

 

Modern psikologların insandaki şahsiyet ve ruh sağlığı araştırmalarında insanın ruhî yönünü ihmal etmeleri, insan şahsiyetini anlamada, normal ve anormal kişilikleri belirleyen etkenleri tanımada büyük kusurlara götürmüştür. Ayrıca bu tutum ruh sağlığı için net bir anlayışın oluşmasına götüren yolu bulamamalarına sebep olmuştur.

Biz, biyolojik, sosyal ve kültürel yönleriyle insan şahsi­yetini araştırmada kusurlu davranır, ruhî yönünü ihmal eder­sek insanı doğru bir şekilde anlayamayız. İnsanı bütün yön­leriyle; ister biyolojik, ister sosyal, ister kültürel, ister manevî olsun, şahsiyetini belirleyen etkenlerin hepsini ele alarak araştırmamız ve tanımamız gerekir.[709]

 

Kişilikte Denge

 

Birinci Bölüm'de, "güdü”lerden bahsettiğimiz sırada ve Sekizinci Bölüm'de "kişilik" konusunda "insanın, beden ve ruhunun istekleri karşısında güdü çatışmasıyla karşı karşıya kaldığına değinmiştik. Yine insanın beden ve ruhunun ihti­yaçlarını, aşırılığa kaçmaksızın ve orta yolu izleyerek doyur­mak suretiyle dengeli bir şahsiyet oluşturabileceğini söyle­miştik. İslam'da bedenin ihtiyaçlarını gidermeye karşı dire­nen ruhbanlık yoktur. Yine bedenin ihtiyaçlarını kayıtsız/şart­sız doyurmak için mutlak serbestlik de yoktur. İslam; beden ve ruhun ihtiyaçlarını karşılamada dengeye, insandaki mad­dî ve manevî dengenin sağlanması için orta yolu izlemeye çağırır.[710]

 

Normal Kişilik Ve Ruh Sağlığı

 

Sağlıklı, normal bir kişiliği gerçekleştirmek için, insan yapısında, beden ve ruh arasındaki dengeyi sağlamak zorunludur. Kur'an-ı Kerim'de bu nefis, "Nefs-i Mutmainne" (Doygunluğa/olgunluğa erişmiş nefis) olarak isimlendirilmektedir. Bu nefis sahibi normal bir kişi, vücut sağlığına ve gücüne özen gösterir, gereksinimlerine helal yoldan doyum sağlar. Ruhî ihtiyaçlarını da tevhid inancına tutunarak, ibade tini yerine getirerek, iyi işler yapmakla Allah'a yaklaşarak, kö­tülüklerden ve Allah'ın yasakladığı şeylerden uzaklaşarak doyurur. O davranışlarında sürekli olarak doğruluğa yönelir, bütün söz ve davranışları Yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de in­sanlar için ortaya koyduğu, Rasûl (s.a.s.) in değerli sünnetin­de açıkladığı metoda uygun düşer.

Nefs-i Mutmainne seviyesine ulaşan insan, Yüce Al­lah'ın insanı yaratmış olduğu fıtrata uygun hareket eder ki, o da tevhid inancıdır. Bu fıtrat, onu koruyacak, besleyecek, geliştirecek bir şeye muhtaçtır ki o da Allah'ın indirmiş oldu­ğu vahyinde belirtilmiştir.[711]

Yüce Allah, elçisini göndermesi, kitabını indirmesi; in­sanları irşad, sahip oldukları sağduyuyu korumaya yönlen­dirmek, ruhî yönden gelişmesini sağlamak, ortağı olmayan bir Allah'a iman ve ibadet yoluyla güçlendirmek, takvaya sa­rılmak, günahlardan uzaklaşmak, nefsin arzu ve isteklerine direnmek içindir. Böylece insan, normal hayatın yüklediği sorumluluklar nedeniyle yapısında maddî ve manevî yönden dengeyi gerçekleştirebilir, ruh sağlığını korur. Maddî ve ma­nevî yönleri dengeleyen Rasûl (s.a.s.)in şahsında "olgun ki­şilik" en güzel şekilde gerçekleşmiştir. Rasûl (s.a.s.) hayatını sade olarak yaşar, bedenî ihtiyaçlarını uygun şekilde do­yurur, ruhî ihtiyaçlarını da tam bir huzur ve kalp temizliği için­de, Yüce Allah'a ibadetinde samimiyetle doyururdu. Dünya hayatının engel ve süslerinden biri onu Allah yolunda olmak­tan geri koymazdı. Rasûl (s.a.s.)in şahsiyeti tam bir olgun in­san şahsiyeti, davranışlarında doğruluğun en güzel bir şekil­de gerçekleştiği, bütün ahlakî sıfatların kendisinde toplandı­ğı mükemmel bir olgun kişilik örneği idi. Ahlakı, Kur'an'ın öğ­rettiği ahlaktı. Yüce Allah onu "Kesinlikle sen pek büyük bir ahlak üzerindesin."[712] sözüyle nitelemiştir. Rasûl (s.a.s.), ruh sağlığı göstergelerinin en yüksek seviyede gerçekleştiği nefs-i mutmainne için model şahsiyetti.[713]

 

Ruh Sağlığını Gerçekleştirmede İslam'ın Metodu

 

İslam insanın eğitiminde, insan kişiliğinin maddî ve ma­nevî yönleri arasında dengeyi sağlamayı amaçlayan bir metod izler. Bu, ruh sağlığı yerinde, sağduyulu kişiliğin gerçek­leşmesini sağlar. İnsanların çoğu, bu dünya hayatında tez elden mutluluğu sağlamak için çalışıyorlar, ahiret hayatı mut­luluğunu elde etmekten uzak duruyorlar. İnsan, üç yöntem içeren özel bir eğitim metoduna muhtaçtır.

1- Birinci Yöntem: Allah'a iman, takva ve çeşitli ibadet­leri yerine getirme yoluyla insanda manevî yönü güçlendir­meye özen gösterir.

2- İkinci Yöntem: Güdüler ve duygulara, nefsin arzu ve aşırı isteklerine hakim olmak demek olan, insanda bedenî yöne hakim olmaya özen gösterir.

3- Üçüncü Yöntem: Duygusal ve toplumsal olgunluğun oluşması için kişiliğinin gelişmesi, hayatın sorumluluklarını taşımaya hazır olmak, toplumun ilerlemesinde rolünü yerine getirmek, etkin ve canlı bir şekilde yeryüzünün iman, ruh sağlığı yerinde olan seviyeli bir hayatı yaşamaya hazır olmak için zorunlu âdet ve özellikleri insana öğretmeye özen gös­terir.[714]

 

1- Ruhi Yönü Güçlendiren Yöntem

 

a- Allah'a Ve Birliğine İman, Ona Kul Olmak

 

İslam, Allah'a ibadet etmeye çağırır. Rasûl (s.a.s.)in İslam'a çağrısının ilk 13 yılı; tevhid inancına davet, imanın köklerini ashabının kalplerinde yerleştirmek, nefislerini berraklaştırmak Yüce Allah'a yaklaştırmak ve ona ibadete alıştır­makla geçmiştir. Yüce Allah'a imanın, insanların şahsiyetini değiştirmede büyük etkisi vardı. Cahiliye döneminin birçok ahlak ve geleneğini Araplar terketmişlerdi. Akıllan cehalet ve bazı hurafelerden ayrıca, birçok meselede, normalde insan­ların çoğunun korktuğu korkulardan nefisleri kurtulmuştu; ölüm korkusundan, fakirlik korkusundan, zamanın belaları korkusundan, insanlardan korkmaktan kurtulmuşlardı.[715] Nefislerine güven içinde yaşar olmuşlardı.

Rasûl (s.a.s.) ashabını Allah'a imana, O'na yaklaşmaya, razı olduğu şeyleri yapmaya, yalnızca Allah'a güvenmeye, sadece O'ndan yardım dilemeye çağırıyordu. Rasûl (s.a.s.) arkadaşlarını, sadece ve sadece Yüce Allah'tan korkmayı, yalnızca Allah'tan istemeyi öğretiyordu. Rasûl (s.a.s.)in, İbnu Abbas arkasında biniliyken yaptığı yönlendirmeler bunu açıkça göstermektedir. Daha önce geçen bu hadiste, Rasûl (s.a.s): "İstediğinde sadece Allah'tan iste, yardım dilediğin­de yalnız Allah'tan dile. Ümmet, sana bir şekilde yardım et­mek için toplansalar, Allah'ın sana yazdığının dışında, fayda veremeyeceklerini, zarar vermek için toplansalar, Allah'ın sana takdir ettiğinin dışında bir şeyle zarar veremeyecekle­rini bil."[716] buyurdu.

Yüce Allah'a iman insan nefsini rahat, hoşnutluk, mutlu­lukla doldurur. İnsanı huzur ve güvenle dopdolu olarak yaşa­tır. Çünkü iman ve Allah'a ibadetinde samimî olan insan, Al­lah'ın kendisiyle birlikte, O'nun gözetim ve korumasında ol­duğunu bilir. Yüce Allah ona, hayatında başarı hazırlar, in­sanların gönlüne sevgisini atar.

"İman edip de imanlarına bir haksızlık bulaştırmayanlar, işte korkudan emin olmak onların hakkıdır ve hidayete eren­ler de onlardır."[717]

"Onlar inanan ve gönülleri Allah'ı anmakla huzur bulan kimselerdir. İyi bilin ki gönüller ancak Allah'ı anmakla yatışır."[718]

"Erkek ve kadından her kim mü'min olarak amel işlerse, kesinlikle ona güzel bir hayat yaşatacağız. Yapmakta olduk­ları amellerin karşılığını da kesinlikle en güzel bir şekilde vereceğiz."[719]

Rasûl (s.a.s.): "Kimin amacı ahiret olursa, Allah onun gönlünü zengin kılar, işlerini düzene koyar, istemese de dün­yayı ona yaklaştırır. Kimin gayesi dünya olursa Allah onu yoksullaştırır, işi rast gitmez, dünyadan da ancak Allah'ın takdir ettiği kadarına ulaşır. Fakir olarak akşamlar, yoksul olarak sabahlar. Kul, Allah'a yöneldikçe, Allah müminlerin kalbini sevgiye, ona yöneltir. Allah, her hayrı ona çabucak ulaştırır."[720] buyurmuştur.[721]

 

b- Takva

 

Yüce Allah'a içten imanı takva izler. Takva, in­sanın Allah'ın gazabından ve azabından, günah işlemekten uzak durmak, Allah'ın metodunun gereğini, emrettiklerini yapmak, yasakladıklarından da kaçmak suretiyle kendini ko­rumasıdır.

Takva kavramı insanın işlerinde sürekli hakka, adalete, güvene, doğruluğa yükselmesini, insanlarla iyi ilişkiler kur­masını, düşmanlık ve haksızlık yapmaktan kaçınmasını kap­sar. Aynı şekilde takva mefhumu, insanın, kendisine verilen işleri en güzel bir şekilde yapmasını sağlar. Çünkü o, yaptı­ğı bütün işlerde sürekli Yüce Allah'a yönelmekte, O'nun rıza­sını ve sevabını beklemektedir. Bu durum, insanı devamlı olarak kendini düzeltmeye, işlerini en iyi biçimde yapması için güç ve bilgisini geliştirmeye yönlendirir. Bu anlamda tak­va, insanı en güzel ve en iyi davranışlara sürükleyen; kişiliği­nin gelişme ve yükselmesini sağlayan, kötü gidişat, sapık ve kural dışı davranışlardan kaçındıran bir enerji kaynağı olur.[722]

Öyleyse takva, şahsiyetin oluşması, olgunlaşması ve dengeli olmasında, mükemmel insan haline gelmesinde, mutluluk ve ruh sağlığının gelişmesinde başlıca etkenlerden­dir.[723]

 

c- İbadetler

 

Namaz, oruç, zekat, hac gibi çeşitli iba­detleri yapmak insan şahsiyetinin eğitimine, nefsinin temiz­lenmesine ve hayatın sorumluluklarını taşımayı sağlayan ya­rarlı, övülmüş bir çok sıfatlarla eğitilmesine, ruh sağlığı yerin­de olgun kişiliğin oluşmasına yardım eder. Bu çeşit ibadetle­ri yapmak insana hayatın güçlüklerine katlanmayı, nefisle mücadele etme ve arzularını kontrol etmeyi, irade gücü, ka­rarlılık, insanları sevme ve onlara iyilik etmeyi öğretir, onda sosyal birliktelik ruhu, yardımlaşma ve dayanışma duyguları yükselir. Yazarın, İbadetlerin ruh sağlığı üzerindeki önemi konusunu biraz ayrıntılı olarak ele alışı "el-Kur'anu ve llmu'n Nefs1' adlı kitabında geçmişti.[724] Yüce Allah'a ibadetlerle yaklaşma insanda mutluluk ve güven duygularını diriltir, ona büyük bir moral verir. Çünkü o kendini Allah'ın gözetimi ve koruması altında olduğunu, Yüce Allah'ın ona yardım ve des­tek vereceğini bilir. Bir hadiste, Rasûl (s.a.s.) Rabbinden şöyle rivayet eder; Yüce Allah şöyle buyurur: "Bir kimse be­nim has kullarımdan birine düşmanlık ederse ben de ona sa­vaş açarım. Hiç bir kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden başkasıyla bana daha iyi yaklaşamaz. Sonra nafile ibadetle­ri yaptıkça bana yakınlaşır, onu severim. Sevince de duyan kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı mesabesinde olurum.  Benden isterse veririm,  bana sığınırsa korurum. Yaptığım şeyler içinde, mümin kulumun canını almakta tereddüd ettiğim gibi hiçbir şeyde tereddüd etmem. O, ölüm­den hoşlanmıyor, ben de kuluma acı gelen şeyden hoşlan­mıyorum."[725]

 

2- Bedeni Yöne Hakim Olma Yöntemi

 

1- Güdüleri Kontrol Altında Tutma

 

İslâm, güdülere hakim olma ve onları kontrol altında tut­maya çağırır. İslam, yaratılıştan gelen güdüleri engellemeye değil, sadece doyumlarının düzenlenmesi, denetlenmesine, ferdî ve sosyal yararları gözeten sağduyulu bir yönlendirme­ye çağırır. Kur'an ve nebevî sünnet, yaratılıştan gelen güdü­lerin doyumunda iki çeşit düzenlemeye davet eder:

a- Birinci düzenleme, dinen serbest olan, helal yoldan doyum sağlamadır. Bu düzenlemenin misallerinden biri, cin­sellik güdüsünü sadece evlenme yoluyla doyurma, zina yo­luyla doyum sağlamasını yasaklamadır. "Evlenmeye imkan bulamayanlar, Allah kendilerine lutfundan.bir zenginlik verin­ceye kadar iffetli kalmaya çalışsınlar."[726] Rasûl (s.a.s.) de, -daha önce Birinci Bölüm'de, "Güdülere Hakim Olma" konu­sunda geçtiği gibi- insanları cinsellik ve yaratılıştan gelen öteki güdülerini kontrol altında tutmaya çağırmaktadır, (sh. 49)

b- İkinci tip düzenleme, beden ve ruh sağlığına verdiği zararlar nedeniyle, güdülerin doyumunda aşırı gitmemektir. Rasûl (s.a.s.) de, yaratılıştan gelen güdülerin doyurulmasın da aşırı gitmemeye davet etmiştir. Birinci Bölüm'de, -Güdü­leri Kontrol Altında Tutma konusunda- açıkladığımız gibi.

Kur'an-ı Kerim sadece yaratılıştan gelen fizyolojik gü­düleri kontrol altında tutmaya özen göstermedi. Düşmanlık, mülk edinme ve nefsin çeşitli hevesleri gibi manevî güdüle­re de hakim olmaya özen gösterdi. Rasûl (s.a.s.), -Birinci Böliüm'de açıklaması geçtiği gibi- insanları güdülerine ve nefis­lerinin isteklerine hakim olmaya yönlendirdi.[727]

 

2- Duygu Ve Heyecanları Kontrol Altında Tutma

 

Kur'an-ı Kerim, insanları duygularını yenmeye ve onları kontrol altına almaya çağırır. Modern tıbbî ve psikolojik araş­tırmalar bundaki hikmeti ortaya çıkarmıştır. Çünkü duygusal sarsıntıların bir çok tıbbî ve psikolojik hastalıklara neden ol­duğu tesbit edilmiştir. Yazarın Kur'an-ı Kerim'de "duygulara hakim olma" konusunu ele alışı "Kur'an ve Psikoloji" adlı kitabında geçmektedir.[728]

Rasûl (s.a.s.) de insanları öfkelerini v.b. öteki duygula­rını yenmeye davet etmiştir. Bunu, İkinci Bölüm'de, "Hadiste Duygulan Kontrol Altında Tutma" konusunda, biraz ayrıntılı olarak ele almıştık.[729]

 

3- Ruh Sağlığı İçin Zorunlu Olan Huyları Eğitme Yöntemi

 

Rasûl (s.a.s.), İslam'a çağrının ilk yıllarında, Mekke'de, insanın yapısı ve terbiyesine, İslam davetini yaymanın so­rumluluğunu taşıması için hazır olmasına, islam devletinin kurulmasına özen gösterdi.

İslâm dini ilkelerinin öğretilmesi, ibadetlerin yapılması, iman ve takva köklerinin gönüllerinde yayılması yanında; davranışlarda doğruluğu, övülmüş ahlakı, günlük hayatın çeşitli uygulamalarındaki güzel âdetleri, başka insanlarla ilişki­leri de öğretiyordu.

Aralarında insan sevgisini, yardımlaşmayı, başkalarına yardım elini uzatmayı yayıyor, kendine güveni, ayakları üs­tünde durmayı, tok gönüllülük, Allah'ın verdiğine razı olmayı da öğretiyordu. Nefislerine güven ve huzuru, korku ve endi­şeden bağımsız olmayı yerleştiriyordu. Onları çalışma ve üretime, yaptıkların sağlam yapmaya, bilgi ve marifet elde etmeye, cehalet, kuruntu ve hurafelerden bağımsız olmaya teşvik ediyordu.

Rasûl (s.a.s.) yine onları beden sağlığı ve gücüne, binicilik ve atıcılık öğrenmeye de yönlendiriyordu. Kısaca, Rasûl (s.a.s.) ashabına iyi ve güzel olan bütün huyları ve modern psikoloji bilginlerinin ruh sağlığının belirtileri saydıkları ahlakı öğretiyordu. Öyleyse, Rasûl (s.a.s.)in okulunda yetişmiş sa­habeyi (r.a.) nefisleri parlak, akılları hür, huyları güzel, davranışları düzgün, kişilikleri olgun olarak bulmamızda şaşılacak bir şey yok. Onlardan, İran ve Rum ordularını yenen kahra­manlar çıktı, ülkeleri fethettiler, dünyanın başkanı olup dev­letler kurdular. Yine onların neslinden çeşitli bilgi ve marifet alanlarında derinleşen bilginler, düşünürler çıktılar ki eserle­ri Rönesans öncesinde Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutuluyordu. Avrupalıların akıllarının aydınlanması ve rönesansın doğmasının erdemi onlara aittir.

Müslümanların şahsiyetlerinin değişmesinde Kur'an-ı Kerim ve Rasûl (s.a.s.)in öğretilerinin rolü büyüktür. Zayıflıktan güce, çözülmeden mükemmelliğe, kötü geleneklerden iyi geleneklere, davranışlarda yamukluktan dürüstlüğe, kötü ahlaktan güzel ahlaka değiştiler.

Kısaca, kişilikleri olgunlaştı, ruh sağlığı için iyi belirtiler sayılan sıfatları üzerlerinde topladılar. Burada, sahabenin, Nebi'nin okulundan öğrendiği bütün karakterleri, ahlakı, ruh sağlığının alâmetleri sayılan davranışları kapsamlı olarak, özetle ortaya koyacak değilim. Fakat bazılarını, bir kısım hadis-i nebevilerden toplayabildiklerimin adını vermekle yeti­neceğim. Sanırım Rasûl (s.a.s.)in sözlerinin biraz daha ince­lenmesi, ruh sağlığıyla sağlam bağlantısı olan öteki birtakım hususları açığa çıkaracaktır.[730]

 

1- Kendini Güven İçinde Hissetme

 

Rasûl (s.a.s.) ashabını sürekli Yüce Allah'a inanmaya çağırıyor, O'nun bağışına ulaşmaya, rızasını kazanmaya, Naim Cennetlerinde sürekli kalmak için büyük sevaba ka­vuşmayı ummaya, O'ndan sakınmaya teşvik ediyordu. Bu umut, Allah'a kullukta ihlaslı, davranışlarda dürüst olmaya, sapma görüntüsü olan her şeyden uzak durmaya sevketmede güçlü bir güdüydü. Bunun, huzur ve kendilerine güven duymalarında büyük etkisi vardı.

Rasûl (s.a.s.) sahabe arasında kardeşlik, yardımlaşma, birbirine tutunma, sosyal olgunluk ruhu yayıyor, aralarında cemaate bağlılık ruhunu güçlendiriyor, sosyal ilişkileri sağlamlaştırıyordu. Onları bütün insanları sevmeye, onlara yar­dım elini uzatmaya çağırıyordu. Bu yüzden Rasûl (s.a.s.)in döneminde islam toplumu, sağlam bir binanın tuğlaları gibi birbirine tutunan veya bir insanın vücudunun birbirine güç veren uyumlu organları gibi fertleri olan bir toplum olarak in­sanlık âlemi için örnek oldu.

Bu, cemaate bağlılık ruhu, hizmetlere etkin katılma ar­zusu, ilerleme ve yükselme çalışmasında ihlas, bu cemaatte bulunan diğer insanları sevme duygusu, bu duygunun da iyi ve güzel bir duygu olduğunu içine sindirmek... bütün bunlar, kişinin huzur ve kendini güven içinde hissetmesi için önemli etkenlerdendir. Rasûl (s.a.s.), ferdin kendini toplum içinde, güvende hissetmesinin, mutlu olmasının en önemli etkenle­rinden biri olduğuna işaret etmiştir: "Kim, yaşadığı çevrede güven içinde, bedeni sağlıklı olur, günlük yiyeceği mevcut olursa sanki bütün dünya onun olmuş gibidir."[731]

Rasûl (s.a.s.) bu hadisinde, mutlu olmak için başlıca üç sebebe işaret etmiştir: Kişinin kendisini toplumu içinde gü­vende hissetmesi, vücut sağlığı, yiyeceğini sağlamış olması. Şüphesiz, insanın yaşadığı toplumda kendini hayatından emin hissetmesi, sağlıklı ve hastalıklardan uzak olması, ha­yatta kalması için zorunlu olan açlık, susuzluk v.b. fizyolojik güdülerini doyurması, bütün bunlar ruh sağlığının önemli belirtilerindendir.[732]

 

2- Kendine Güvenme

 

Rasûl (s.a.s.) ashabına kendilerine güven duymalarını, kendi işlerini kendilerinin yapmasını, ihtiyaçlarını gidermede başkalarına yük olmamayı öğretirdi.

Abdurrahman Avf b. Malik el-Eşcaî anlatır: "7-8 kişi Rasûl (s.a.s.)in yanındaydık. Rasûl (s.a.s.): - "Allah elçisine biat etmeyecek misiniz?" diye sordu. Oysa yeni biat etmiştik, bu yüzden:

- "Ya Rasulallah, biat ettik ya!” dedik. Yine sordu:

- "Allah elçisine biat etmeye­cek misiniz?" Bunun üzerine ellerimizi Rasûl (s.a.s.)e uzattık:

­- "Ey Allah'ın elçisi, sana biat etmiştik, tekrar ne üzerine biat edeceğiz?" diye sorduk.

- "Sadece Allah'a kulluk edip O'na hiçbir şeyi ortak koşmamaya, beş vakit namazı kılmaya, Al­lah'a itaat etmek üzere biat edin." buyurdu ve yavaşça bir kelime ekledi: "İnsanlardan bir şey istemeyin." Bu insanlar­dan bazılarının değneğinin düştüğünü görürdüm; kimseden vermesini istemezler, iner kendileri alırlardı."[733]

Rasûl (s.a.s.):

- "Kim insanlardan bir şey istememeyi ga­ranti ederse, ben de ona cenneti garanti ederim." buyurunca Sevban:

- "Ben!" diye cevap verdi. Kimseden birşey iste­mezdi."[734]

Rasûl (s.a,s.) ashabına, rızıklarını kazanma konusunda kendilerine güvenmelerini öğretir, onlara insanlardan iste­meyi yasaklardı. Rasûl (s.a.s.): "Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sizden birinin omuzuna ip atıp odun taşı­ması, birinden bir şey istemesinden daha hayırlıdır. İstenen kişi ise verir veya vermez."[735] buyurdu.

Hakim b. Hizam anlatır: Rasûl (s.a.s.)den istedim, ver­di. İstedim, yine verdi. Tekrar istedim, yine verdi sonra bu­yurdu ki: Ey Hakim, kesinlikle bu mal çekicidir, tatlıdır. Bu yüzden, kim onu gönül hoşluğu ile alırsa bereketlenir, kim de göz dikerek alırsa bereketi gider, yer fakat doymaz. Veren el alan elden üstündür. Dedim ki, Ey Allah'ın elçisi, senden sonra ölünceye kadar kimseden bir şey istemeyeceğim. Ebu Bekir ve Ömer (Allah onlardan razı olsun) ganimet malından verdiler, fakat o almaktan çekindi. Sonra vefat etti. "[736]

 

3- Cesaretli Olması

 

Nebevî terbiye, müslümanın kendine güvenini artırmış, eksiklik, zayıflık ve korku duygularından kurtulmasına çalış­mış, onu kendisine güven duymaya, görüşünü belirtme cesaretini göstermeye, insanlardan korkmadan duygu ve dü­şüncelerini ortaya koymaya teşvik etmiştir.  Rasûl (s.a.s.) şöyle buyurdu:

- "Sizden biri kendini hor görmesin”. Sordular:

- “Ey Allah'ın elçisi, birimiz kendini nasıl hor görür?”

- “Allah için hakkında söz söylemesi gereken bir iş görür fakat sonradan o konuda konuşmaz. Yüce Allah ona kıyamet günü sorar: "Şu konuda şöyle demene engel olan neydi?! -"İnsanlardan korkmuş olmam" deyince Allah (c.c) sorar: "Korkulmaya en layık olan ben değil miyim!"[737]

İnsanın kendine güven duyması için, kendi hakkındaki düşüncesinini iyi ve güzel olması gerekir, insanın davranış­larında kendi hakkındaki düşüncesinin büyük etkisi vardır. Eğer kendisinin, insanların sevgi ve saygısına layık, başarılı ve muktedir şeklinde olduğuna inanırsa, davranışları bu dü­şünceye paralel olur. Eğer insanların sevgi ve saygısına la­yık olmadığına, beceriksiz ve yetersiz biri olduğuna inanırsa yine davranışları bu düşünceye paralel olur, kendine güve­nini yitirir, insanların sevgi ve saygısını çekme duygusunu kaybeder, başarısızlık korkusuyla bir çok önemli işi yapma­da kararsızlık gösterir.

İnsanın kendisi hakkındaki düşünceleri, sosyal gelişmesi sırasında ana/babasının, ailesinin kendine karşı davra­nışları, başarısızlık, cezalanma veya tenkitle karşılaştığı bir çok durumda şahsî deneyimleri sonucunda oluşur.

Rasûl (s.a.s.) çocuklarına ve torunlarına iyi muamele et­mede en güzel örnekti. Rasûl (s.a.s.)in, Hasan ve Hüseyin'e (r.a.) sevgisi, üstün ilgisi ve güzel davranışı daha önce geç­mişti. Rasûl (s.a.s.) bu konuda ashabına da uyulması gere­ken en güzel modeldi. Ayrıca Rasûl (s.a.s.) ashabını çocuk­larına iyi davranmaya teşvik ederdi. Rasûl (s.a.s.): "Çocukla­rınıza iyi davranınız ve terbiyelerini de iyi veriniz."[738] buyur­muştur.

Rasûl (s.a.s.) ad koymanın, insanın şahsiyetinin oluş­masındaki önemli yerini iyi bilirdi, iyi ve güzel isim koyma, in­san kimliğinin oluşmasındaki önemli etkenlerden bindir. Ra­sûl (s.a.s.) çirkin isimleri sevmez, onları güzel isimlerle de­ğiştirirdi.

Said b. Müseyyeb'in dedesi Rasûl (s.a.s.)e gelince Nebi sorar:

- "Adın ne?

- Hazen.

- Senin adın Sehil olsun.

- Ben babamın koyduğu adı değiştirmem." karşılığını verir. Said'in babası der ki:

- Hayatı aramızda hep hüzünlü geçti."[739]

İbnu Ömer'in Asiye adını verdiği bir kızı vardı. Rasûl (s.a.s.) kızın adını Cemile olarak değiştirdi.[740]

Rasûl (s.a.s.)e gelen bir grup insan içinde "Asram" adında biri vardı. Rasûl (s.a.s.) ona adını sordu. Asram de­yince; "Hayır, senin adın Zür'a olsun." buyurdu.[741]

Yine Rasûl (s.a.s.) Şihab adını Hişam, Harb ismini Silm, Muzdaci' ismini Münbais olarak değiştirdi. Ayrıca el-As, Şey­tan, Gurab isimlerini ve bunlar gibi güzel olmayan isimleri de iyi isimlerle değiştirmişti.[742]

 

4- Sorumluluk Duygusu Hissetmek

 

Topluma nisbetle insan, vücuda nisbetle hücre gibidir. Ayrıca bütün hücreler sağlıklı olmayınca beden sağlam ola­maz, aslî görevlerini iyi bir şekilde yerine getiremez. Aynı şe­kilde toplum da, ruh sağlığına sahip, görev ve sorumlulukla­rını güzelce yerine getiren fertlerden meydana gelmedikçe, iyi bir toplum olamaz. Dengeli şahsiyet olmanın özelliklerin­den biri, kişinin, aile yönünden olsun, yaptığı işler yönünden olsun, dost, arkadaş, komşu ve ilişkisi olan diğer insanlar yö­nünden olsun veya genel olarak bütün bir toplum yahutta bütün bir insanlık yönünden olsun, bütün şekiileriye sorumluluk duygusunu hissetmesidir. Toplum içinde her fert, gö­zetmekle mükellef olduğu ve özen göstermesi gereken in­sanlara karşı, yapması gereken işe karşı ve kamu yararı açı­sından sorumluluğunu duyarsa toplum ilerler, yükselir ve toplumun bütün fertleri mutlu olur. Dengeli insan, öteki kişile­re karşı kişisel ve toplumsal sorumluluklarını hisseder, böyle­ce onun başkalarına yardıma eğilmesi kolaylaşır, onlara yardım elini uzatır.

Psikanalist Alfred Adler (1937), hastalarının tedavisin­de; onları diğer insanları önemseme, yardımcı olma, toplu­mun fertleriyle ilişkilerini güçlendirme konularında yönlendi­rirdi.[743] O, bu konuda şunları söylemiştir; "Bütün bunların ar­kasından istediğim şey, hastalarımın ilgisini başkalarına yön­lendirmektir. Hasta ne zaman topluma karışırsa, onlarla be­raber onlara yardımcı ve destek olursa, kesinlikle iyileşmiş demektir. Bence dinin öğütlediği şeylerin en önemlisi komşu sevgisi ve ona yardımdır. Başkalarına yardımı esirgeyen ki­şinin sıkıntı ve sorunlarla karşılaşacağı bir gerçektir. Hayatın kişiden istediği şey, çalışan, üreten, insanları seven, sevgi­sinde ve evliliğinde etkin olan biri olmasıdır."[744]

Rasûl (s.a.s.) de ashabının sorumluluk duymalarına özen gösterirdi. Rasûl (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Hepiniz bir çoban/yöneticisiniz ve idareniz altında bulunanlardan so­rumlusunuz. İnsanları yöneten başkan, halkından sorumlu­dur. Aile reisi, evinin başkanıdır ve hane halkından sorumlu­dur. Kadın kocasının evinin başkanıdır ve evdekilerden so­rumludur. Adamın mallarına bakan kişi patronun mallarının idarecisidir ve mal varlığından sorumludur. Dikkat edin, he­piniz bir şeyin idarecisisiniz ve yönetiminiz altında bulunan­lardan sorumlusunuz."[745]

Bu hadiste Rasûl (s.a.s.), her insanın gözetimi altında bulunanlardan veya yapması istenen iş ve görevden sorumlu olduğunu hükme bağlamaktadır. Rasûl (s.a.s.)in "Dikkat edin! Hepiniz bir çobansınız ve güttüğünüz şeylerden so­rumlusunuz." sözü toplumun tamamını kapsayan bir sözdür. Toplumun her bir ferdi, bu çobanlığın şekli ne kadar artarsa artsın -gerek kişiler gerekse iş yahut mal v.b. olsun- idaresi altında olan şeyden sorumludur. Rasûl (s.a.s.) bu hadiste sosyal sorumluluklardan genel misaller vermiştir. Başkanı veya insanların işlerinden sorumlu kişiyi zikretmiş; onların iş­lerini hakkıyla, adalet ve eşitlikle, herkes için iyiyi, ilerleme ve bolluğu sağlayacak şekilde üstlenmekten sorumlu olduğunu söylemiştir.

Erkeği, evinin bütün fertlerinden sorumlu, onları gözet­mek, geçimlerini sağlamak, çocuklarını iyi terbiye etmek, toplumun ilerlemesi ve yükselmesi için etkin olarak üzerleri­ne düşeni yapabilecek iyi vatandaşlar olmaları için iyi yetiş­melerini sağlamakla yükümlü olan biri olarak zikretmiştir.

Kadını, eşinin evinden, çocuklarından, malından, ço­cuklarının terbiyesinden, malının korunmasından, evin bütün işlerini en iyi bir şekilde yapmaktan sorumlu biri olarak zikretmiştir.

Başkasına hizmet veren kişiyi, adına çalıştığı adamın malından, bu malı iyi kullanmaktan, hırsızlık ve ziyana uğra­ması veya yok olmasından korumakla sorumlu biri olarak zik­retmiştir.

Kısaca, bu hadis her kişinin toplumda, hizmet veya işi­ni üstlendiği kişilerden, yapmak yükümlülüğünü yüklendiği bütün işlerden sorumlu olduğunu karara bağlamıştır. Aile fertlerine, işine, genel olarak topluma ve başkalarına karşı toplumsal sorumluluk duyan kişi kesinlikle dengeli bir kişidir, memnuniyet ve ruhî rahatlık duyar. Çünkü o, toplum için ya­rarlı, toplumun ilerlemesi ve yükselmesi için üstüne düşeni etkin olarak paylaşan insandır.[746]

 

5- Olgun Kişilik Sahibi Olmak

 

Rasûl (s.a.s.) ashabını, kendinden ve görüşünden emin, düşünce ve tesbitleri kendi istek ve özgür iradeierin-den doğan görüş ve işler olmaksızın başkalarının görüş ve işlerine uyan insanlar olmaktan kaçınan kişiler olarak yetişti­rirdi. Rasûl (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Sizden biri, "Biz insanlar­la beraberiz; insanlar iyi olur, iyilik yaparlarsa biz de iyi olu­ruz. Eğer kötü olur, zulmederlerse biz de zulmederiz." diyen şahsiyetsizlerden olmasın! Fakat siz kendinizi, insanlar iyi olurlarsa iyi olmaya, kötü olurlarsa zulmetmemeye alıştırı­nız."[747]

Rasûl (s.a.s.) bir gün, uzun bir konuşmasının bir kısmın­da şöyle demiştir: "Cehennemlikler beş gruptur: Birincisi, ak­lı olmayan fikirsiz kişi ki böyleleri sizin aranızda uydu olarak bulunur, ne aileleri ne de mallan olur."[748]

Geçen bu iki hadiste Rasûl (s.a.s.) ashabını, varlıklarını hissetmeye, özgür görüş sahibi olmaya yönlendirmekte, kendi iradesi ve seçme gücü olmaksızın görüş ve işlerinde, insanlar nasıl düşünüp yapıyorlarsa öyle kabullenen, başka­larına uydu olan kişilerden olmayı yasaklamaktadır.

 

6- Gözü Tok Ve Kadere Razı Olmak

 

İnsan aklının rahat ve kişinin mutlu olmasının en önem­li nedenlerinden biri de Allah'ın kendisine verdiği rızka, ni­metlere, servet olarak kendisinden daha yüksek ve malı da­ha çok olanlara bakmaması, kanaat etmesidir. Kanaatsizlik ve kendisinde olana razı olmamak insanı can sıkısı ve kızgın­lığa, mutsuzluk ve sıkıntıya götürür. Rasûl (s.a.s.), akıl rahat­lığı ve doygunluğun gerçekleşmesi için ashabına kanaat ve; razı olmayı öğütlerdi. Rasûl (s.a.s.) ashabına, zenginliğin mal çokluğu değil; göz ve gönül tokluğu, razı olma, kendisi­ne bazı şeyleri gereksiz görme ve onlardan uzak durmayı öğretirdi. Rasûl (s.a.s.): "Zenginlik, mal/mülk çokluğu değil, fakat göz/gönül tokluğudur."[749] buyurmuştur.

Rasûl (s.a.s.) ashabına, kendilerinden zengin olanlara bakmamalarını tavsiye ederdi, çünkü bu kızgınlık ve razı olmamaya götürür. Kendilerinden aşağıda olanlara bakmaları­nı tavsiye ederdi, çünkü bu Yüce Allah'ın onlara olan nimet­lerini anmaya, birçok insandan üstün kıldığı için O'na hamd ve teşekkür etmeye sebep olur. Rasûl (s.a.s.) şöyle buyurur: "(Dünya konusunda) sizden aşağı olana bakınız, yukarı ola­na bakmayınız, bu durum Allah'ın size olan nimetlerini küçümsememeniz açısından daha uygun bir davranıştır."[750]

"Sizden birisi, varlık ve yaratılış konusunda kendinden üstün olana baktığında bir de kendinden aşağı olana baksın. Bu durum Allah'ın kendisine olan nimetini küçümsememesini sağlaması yönünden daha iyi bir davranıştır."[751]

Rezin rivayetinde şu ziyade vardır: "Avn b. Abdullah b. Utbe (Allah rahmet eylesin) anlatır; Zenginlerdendim, kimse benden kaygılı değildi. Bineğimden daha iyi binek, elbisem­den daha güzel elbiseleri görüyordum. Bu sözü duyunca fa­kirler gibi davranmaya başladım, rahata kavuştum."[752]

Uzun bir hadiste Rasûl (s.a.s.) şöyle buyurur: "Allah'ın sana verdiğine razı ol ki insanların en mutlusu olasın."[753]

Yüce Allah'ın verdiğine razı olmak, Ademoğlunun mut­luluk sebeplerinden biridir. Ademoğlunun mutsuz olma ne­denlerinden biri, Allah'tan hayırlı olanı istemeyişi, biri de Yü­ce Allah'ın kendisine hükmettiğine kızmasıdır.[754]

Yüce Allah'ın verdiği rızka kanaat emek, takdir ettiği ha­yat şartlarına razı olmak -Rasûl (s.a.s.)in bize tavsiye ettiği gibi- bu ikisi kesinlikle insanın mutluluğu ve ruh sağlığının sebeplerindendir.[755]

 

7- Sabır

 

Ruh sağlığı, hayatın güçlüklerine katlanmanın, zorluklara ve krizlere karşı direnmenin önemli belirtilerinden biridir.

Zamanın bela ve musibetlerine karşı sabreden, bunlar önünde zayıf kalmaz ve yıkılmaz, umutsuzluk onu yakalaya­maz. Sabır ve direnmeyle felaketlere ve zor durumlara karşı koyan kişi, dengeli şahsiyeti olan, ruh sağlığından olabildi­ğince yararlanan bir insandır. Yüce Allah bir çok âyette bize sabrı tavsiye etmiştir:

"Birde sabır ve namazla Allah'tan yardım isteyiniz; ger­çi bu Allah'a saygılı olanlardan başkasına ağır gelir."[756]

"Ey iman edenler, sabır ve namazla Allah'tan yardım is­teyin; kesinlikle Allah sabredenlerle beraberdir.”[757]

Andolsun ki mallarınız ve canlarınız konusunda imtihan olunacaksınız. Andolsun ki sizden önce kendilerine kitap ve­rilenlerden ve şirk koşanlardan sizi incitecek bir çok laf işite­ceksiniz. Eğer şükreder ve takva yoluna giderek korunursanız işte bu yapmaya değer işlerdendir."[758]

Rasûl (s.a.s.) de ashabına, karşılaştıkları bir hastalık ve­ya felaketin Yüce Allah'ın bir imtihanı olduğunu, seviyelerini yükselteceğini, birtakım günahlarını sileceğini ve kendilerine sevap yazılacağını öğretirdi. Bu nebevî eğitim/öğretim, ge­nellikle onlara, hayatın güçlüklerine karşı direnme, Yüce Al­lah'ın hükmüne razı olan bir nefsin felaketlere dayanma gü­cünü kuvvetlendirmekteydi: "Müminin başına kronik bir ağ­rı/sızı, bir hastalık, bir keder, onu üzen bir durum gelirse, bu yüzden Allah onun bazı günahlarını bağışlar."[759]

"Allah, bir kulunun iyiliğini istediğinde, cezasını dünya­da verir. Bir kulunun şerrini istediğinde, günahının cezasını Kıyamete kadar erteler."[760]

"Cezanın en büyüğü belanın en büyüğü iledir. Yüce Al­lah bir toplumu sevdiği zaman, başlarına bela verir, razı olandan razı olur, olmayana kızar."[761]

Rasûl (s.a.s.): "Mümin erkek ve kadına, çocuğuna ve malına bela geldikçe gelir, Rabbine kavuşuncaya kadar bu sürer, fakat onun bir günahı da kalmaz.”[762]

"Yüce Allah buyurur ki, İzzet ve Celalim hakkı için, be­denindeki hastalıkları, rızkındaki darlığı sebebiyle boynun­daki günahları bağışlamadan hiç bir kimseyi dünyadan gön­dermeyeceğim."[763]

Bu ve benzeri nebevî hadisler müslümanlara, zamanın zorluk ve belalarına sabrı öğretir. Karşılaştığı bu felaketlerde kendisi için büyük hayırlar olduğuna, günahlarını sileceğine, sevaplarını artıracağına inandığı için Yüce Allah'ın hükmünü gönül hoşluğu ile karşılamayı öğretir. Rasûl (s.a.s.): "Mümi­nin işine şaşarım: Onun bütün işleri hayırdır. Bu durum sade­ce mümine özgüdür. Başına iyi bir şey gelirse, şükreder, ha­yır olur. Başına kötü bir şey gelirse, sabreder, onun için ha­yır oîur."[764] buyurdular.[765]

 

8- İşini Tam Ve Sağlam Yapmak

 

Dengeli insan, dinç, işini iyi ve etkin olarak yapan kişi­dir. Yaptığı işi sürekli iyi yapmaya, en güzel bir şekilde göre­vini yerine getirmeye çalışır. İşini yaparken kendi, ailesi ve genel olarak toplum adına sorumluluk duyar. İşini ustalık ve sağlamlıkla yaparken ilerleme, yükselme ve şahsî olgunlaş­ma arzularını doğru olarak ifade ettiğini, toplum hizmetinde etkin olarak rolünü yerine getirdiğini, toplumun gelişmesi, ilerlemesi ve bayındır olması için üzerine düşeni içtenlikle paylaştığını düşünür.

İslam hayat ve uygulama dinidir, insanı çalışmaya özendirir, başıbozukluk ve tembelliği yasaklar. Allah'ın rah­metinden istemek için yeryüzünde çalışmaya çağırır. Yüce Allah Cuma Suresinde buyurur ki: "Sonra da namaz kılındı mı yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lutfundan nasibinizi arayın.[766]

Rasûl (s.a.s.) de ashabını çalışmaya teşvik ederdi: "Hiç bir kimse, elinin emeğinden daha hayırlı bir şey yememiştir. Allah'ın nebisi Davud (a.s.) elinin emeğini yerdi."[767]

"Sizden birinin elinde bir fidan varken kıyamet kopuyor olsa da, kopmadan dikebilecekse, diksin onu."[768]

"Allah kesinlikle sanatkar mümini sever."[769]

Rasûl (s.a.s.) de ashabını, yaptıkları işleri iyi yapma yö­nünde teşvik ederdi: "Sizden biri yaptığı işi iyi yaptığında Al­lah onu sever."[770] buyurdu.

İnsanın bir işi yapması, onu iyi yapması ve başarması, kendinin ve ailesinin geçimini sağlamada kendine güvenme­si, toplum hizmetinde etkin olarak görevini yerine getirmesi; bütün bunlar insanın kendine güveninin artmasını, toplum­daki rolünü tam olarak yerine getiren bir insan olarak kendi değerini kavramasını, ayrıca memnuniyet ve mutluluk duy­masını sağlar.[771]

 

9- Vücut Sağlığına Dikkat

 

Ruh sağlığının belirtilerinden biri de vücut sağlamlığı ve sağlığıdır. Atalar "Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur." de­miştir. Rasûl (s.a.s.) de ashabının şahsiyetlerinin ruhî, bede­nî ve sosyal yönlerden terbiyesine özen gösterirdi.

İslam'ın çağrısını duyurmak için Allah yolunda cihadın sorumluluğunu taşımaya güç yetirebilmeleri için, vücutlarının sağlıklı olmasına teşvik ederdi. Rasûl (s.a.s.) buyurdu: "Güç­lü mümin Allah'a zayıf müminden daha hayırlı ve sevgilidir/makbuldür."[772]

Rasûl (s.a.s.) ashabına sağlığın değerini öğretir, sağlı­ğı zenginliğin en üst noktasına koyardı.: "Allah'tan korkan için zenginliğin bir tehlikesi yoktur. Sağlık, Allah'tan korkan için zenginlikten daha hayırlıdır. İnsanın kendini iyi hissetme­si nimetlerdendir."[773]

Rasûl (s.a.s.), vücudun sağlık ve afiyette olmasını insa­nı mutlu eden temel esaslardan biri sayardı. Daha önce, Ra­sûl (s.a.s.)in şöyle buyurduğunu yazmıştık. "Kim mahallesin­de emin olur, sağlığı yerinde olur, günlük yiyeceği bulunur­sa, sanki dünyalar onun olmuş gibidir."[774]

Rasûl (s.a.s.) dualarında çokça afiyet isterdi. "Ya Rabbi, bedenime sağlık ver, kulağıma afiyet ver, gözüme afiyet ver. Senden başka ilah yoktur, ancak sen varsın."[775] duası kendisinden rivayet edilen dualardandır.

Rasûl (s.a.s.) ailesine ve ashabına Allah'tan afiyet iste­melerini söylerdi.Amcası Abbas'a: "Ya Abbas, Ey Allah Rasulünün amcası! Dünya ve ahirette Allah'tan sağlık iste." bu­yurdu. Ebu Bekir es-Sıddık der ki: Rasûl (s.a.s.)i; "Allah'tan yakin ve sağlık isteyiniz. Yakinden sonra hiç kimseye sağlık­tan daha hayırlı bir şey verilmedi," derken duydum. İbnu'l Kayyim el-Cevzîyye, bu hadise yorum olarak der ki: "Din ve dünya afiyetini bir araya getirmiştir. Kulun iki dünyada da kurtuluşu ancak yakin ve sağlıkla sağlanır. Yakin kulu, ahiret cezalarından, sağlıksa kalbindeki ve bedenindeki dünya hastalıklarından kurtarır."[776]

Rasûl (s.a.s.):"Allah'tan bağış, sağlık ve afiyet isteyiniz, kimseye yakinden sonra afiyetten daha hayırlısı verilmemiş­tir." buyurmuştur. İbnu Kayyim el-Cevziyye bu hadise de şu yorumu yapmıştır: "Bu üç şey, afla geçmişin, sağlıkla içinde bulunduğu anın, afiyetle geleceğin zararlarını yok etmeyi ga­ranti eder. Sağlık ve afiyet üzere devam etmeyi sağlar."[777] Rasûl (s.a.s.)e bir arap gelip sordu:

- Beş vakit namazın ardından, Allah'tan ne isteyeyim? Rasûl (s.a.s.):

- "Sağlık iste." deyince adam yine sordu. Üçüncü seferde de:

- "Dünya ve ahirette Allah'tan afiyet iste."[778] buyurdu.

Rasûl (s.a.s.) ashabını beden eğitimi ve biniciliğe teş­vik ederdi. Atıcılık ve ata binmeye özendirirdi. "Hadiste Gelişme"ye ait 7. Bölümde, Gelişmenin Gerekleri'ndeki sözleri­miz sırasında bu konuyla ilgili hadisler geçmişti. Ukbe, Rasûl (s.a.s.)i minberin en üst basamağında; "Onlara karşı gücü­nüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın. Dikkat edin, kuvvet at­maktır! Aman ha, kuvvet atmaktır! Dikkat, kuvvet atmaktır!" derken işittim.[779] der.

Böylece görülmektedir ki, Rasûl (s.a.s.) insanın yapısı­na, ashabının terbiyesine, ruhî ve bedenî sağlığı koruyacak bütün şeylerle özen göstermiş, onlardan olgun, güçlü, etkin, mutlu, nefisleri yatışmış şahsiyetler oluşturmuştur.[780]

 

Kur'an Ve Hadis Işığında Ruh Sağlığının Be­lirtileri

 

Daha önce konuyu ele almamıza bağlı olarak, Kur'an ve hadis ışığında ruh sağlığının belirtilerini şöylece sıralaya­biliriz:

a- Ferdin Rabbiyle Olan ilgisi Yönünden: Yüce, tek ve or­tağı olmayan Allah'a, kitaplarına, elçilerine, ahiret ve hesap gününe, kaza ve kadere iman, ibadet ve itaatla O'na yaklaş­mak, takvasında ihlaslı olmak, Yüce Allah'ın buyurduğu ve Rasûlünün öğütlediği her şeye uymak, günah ve kötülükler­den uzaklaşmak, Yüce Allah ve Rasûlünün yasakladığı her şeyden kaçınmak.

b- Ferdin Kendisiyle Olan İlgisi Yönünden: Kendini tanır, imkanlarını, gücünü ve kendi değerini bilir. Hayatının arzuları, güç ve imkanları ölçüsünde olur. Yine güç ve imkanları ölçüsünde, sürekli olarak insanî olgunluğunu artırmaya çalı­şır. İhtiyaçlarını, güdülerini, isteklerini bilir. Güdülerini normal bir şekilde, aşırılığa kaçmadan ve helal yollardan doyurur. Duyuramadığı güdülerini, ilerde doğacak uygun fırsatlar ve­rildiğinde helal yollardan doyurmak için kendine sahip olur. Dinî değerlerle, güzel ahlakla veya insanlık değerleriyle, top­lumsal değerlerle çatışan güdü, arzu ve isteklerine hakim olur.

Gönlünde gezinen duygu ve heyecanları tanır. Onlar­dan iyi ve güzel olanları ifade etme özgürlük ve gücünü du­yar. Yine onlardan çirkin, kötü ve hoş olmayanları frenleyebi­lir. Kinini yener, öfkesini tutar, herhangi bir insan veya her­hangi bir şey görevini, dini/dünyevî sorumluluklarını unutturmadıkça sevgiyi elden bırakmaz.

O, sorumluluk duyar, geçimiyle ilgili konularda kendine güvenir, kendinden emin olur. Görüşünde bağımsız, hayatın zorluk ve baskılarına dayanma ve sabretme, hayatın güçlük­lerini yenmek için vereceği mücadelede kendinde büyük bir güç bulur. Sabırla yenmeye güç yetiremediği hayatın güç­lüklerinin gönül rahatlığıyla, Allah'ın bir hüküm ve takdiri ol­duğunu kabul eder. Yüce Allah'ın takdiri ve kısmetine razı ve son derece ikna olur.

Davranışlarında dürüsttür. Görüşlerini doğruluk ve medenî cesaretle, güzel ahlakla ifade eder. İşini güven ve ihlasla, ustalıkla ve sağlam olarak yapar. Sürekli iyi işler yapma­ya eğilimli, hayattaki görev ve sorumluluklarını yerine getir­meyi gerekli görür. Vücut sağlığına ve beden gücüne özen gösterir.

c-  Ferdin, İnsanlarla Olan Alâkası Yönünden: İnsanlarla ilişkisi genel olarak iyidir, onlara yakın olur ve sever, onlar da kendisine yakın olur ve severler. Onlarla güzel ve sevgiye dayalı ilişki kurar. Onlara yardım elini uzatır. Sürekli olarak in­sanlara verdiği sözlerde doğru,  işlerinde güvenilir, yalan söylemez ve aldatmaz. Kimseye eziyet etmez, kin gütmez, kötü düşünmez ve haset etmez. Alçakgönüllüdür, insanlara büyüklük taslamaz, onlara karşı kibirlenmez. Başkalarının güdülerini, duygu ve heyecanlarını/takdir eder, görüşlerine ve haklarına saygı duyar, güçlü olduğu zaman kötülükleri af­feder. Topluma karşı sorumluluk duyar, sürekli toplumun iler­lemesi, yükselmesi ve kamu yararı için çalışır. Toplum men­faatini benimser, bencillikten hoşlanmaz.

Ailesiyle ilgisi genel olarak iyidir. Eşini sever, ona saygı duyar, onunla iyi geçinir. Çocuklarını sever, şefkat duyar, on­ların işleriyle ilgilenir, iyi terbiye, edep ve eğitim almalarına çalışır. Ayrıca ana/babasını sever, onlara saygı besler, şefkat eder, iyi davranır, ziyaretlerini yapar, komşularıyla iyi geçinir.

d-  Ferdin Evrenle İlişkisi Yönünden: Evrendeki konumu­nu, Allah'ın kendisini diğer mahlukata üstün kıldığını bilir. Yeryüzünde Yüce Allah'ın halifesi olması yüzünden, hayatta­ki büyük elçilik görevini, dünyanın yaşanır halde olmasında­ki ve Allah'ın gösterdiği metodun hayatta uygulanmasında­ki sorumluluğunu bilir. Yüce Allah'ın evrendeki âyetlerini dü­şünür, mahlukatına bakar, onları güzel yaratmadaki Yüce Al­lah'ın sonsuz üstün gücünü görür, onlardaki güzellik, sağ­lamlık ve estetiği duyar. Bu dünyada hayatın nimetlerini, bü­tün güzelliklerini hisseder, Yüce Allah'ın cansız, canlı ve bit­ki cinsinden bütün yaratıklarına sevgi duyar.[781]

 

ONUNCU BÖLÜM

 

HADİSTE PSİKOTERAPİ

 

Bazı insanlar birçok baskı, duygusal stres ve nefis mü­cadelesiyle karşı karşıya kalması sonucunda ruh hastalığına yakalanır. Ruh hastalığına yakalanan kişileri üç ana bölüme ayırmak mümkündür:

1- Kendine ve başkalarına karşı algılaması bozuk kişiler.

2- Davranışları normal olmayan kişiler.

3- Mutsuzluk hissi duyan kişiler.

Psikolojik hastalığa yakalanan kişi kendini ve hadisele­ri doğru dürüst algılayamaz, bu yamuk algılama üzerine ha­diseyi oturtmaya çalışır, böylece davranışı diğer insanlara göre uygunsuz ve anormal olarak gözükür. Aynı şekilde o, bilinçsiz nefis mücadelesinden dolayı karşılaştığı bu endişe yüzünden ruhî acılar ve mutsuzluk duyar. Bu psikolojik rahat­sızlık, genel olarak hastanın hüküm verme gücünü, sorumlu­luğunu etkin olarak üstlenmesini, hadiseler ve insanlarla tam ve sağlıklı ilişki kurma duygularını zayıflamaya götürür.[782]

Ruh hastalığını, belirli baskılar altında meydana gelen hatalı öğrenme, daha önce ferdin uğradığı acıklı durumlar sonucu olarak görmemiz mümkündür. Bu hatalı öğrenme ferdin kendini, başkalarını ve çevresini algılama bozukluğuna, ferdin olaylar ve insanlarla ilişkilerinde anormal davraş yolları öğrenmeye götürdü. Uygun ve müsait şartlar altın­da, ferdin kendini, olayları, insanları doğru algılayacağı yeni bir öğrenmenin sağlanması mümkündür. Böylece davranış­larında oldukça münasip ve hoşnud kalınacak yeni yollar öğ­renir. Aslında psikolojik yöntemlere dayanan, ferdin kendin­de ve davranışlarında değişiklikler meydana gelmesi, haya­tını son derece mutlu ve sağlam kurması için, psikoterapist veya ruh hastalıkları doktorunun uyguladığı planlanmış bu çalışmaya "psikoterapi" denir,[783]

İslam kesinlikle insanın hidayeti, onu yönlendirme ve doğru yolu bulması, cehaletten, sapıklıktan, kötü davranış­lardan, bozuk ahlaktan kurtulması için gelmiştir. İslam, in­sanlarda, inançlarında, düşüncelerinde, gelenekelerinde, davranışlarında ve ahlakında büyük değişiklikler meydana getirmiştir. İslam, insanın kendini algılamasını değiştirmiştir. Hayatına yeni bir anlam vermesini, hayattaki gerçek görevi­nin ne olduğunu bilmesini sağlamıştır. Yanlış fikirlerin, çirkin âdetlerin değişmesini sağlamış, insana hayatta yeni bir metod, düşüncede yeni bir yöntem, kendine, başkalarına, bü­tün bir evrene yeni bir bakış öğretmiştir. Ona yepyeni davra­nış biçimleri, ahlak, toplumsal tepkiyi öğretmiştir. Ayrıca bir çok insanlık değerini, insanın güven duygusunu sağlaması için zorunlu sayılan hayatta başarılı olmanın önemli özellikle­rini, geçen bölümde "Hadiste Ruh Sağlığından bahseder­ken açıkladığımız ruh sağlığını öğretmiştir.

Geçen bölümde belirttiğimiz gibi, Rasûl (s.a.s.) de as­habının ruh terbiyesine, onları beden ve ruh sağlığını koruya­cak her şeye yönlendirmeye özen göstermiştir. Yine Rasûl (s.a.s.) ruh ve beden hastalığına yakalananların tedavisine de dikkat etmiştir. Biraz sonra Rasûl (s.a.s.)in ashabının dav­ranışlarını düzeltmede ve yakalandıkları davranış bozukluk­larını tedavi etmede kullandığı yöntemleri ele alacağız.[784]

 

İnançla Psikoterapi

 

Yüce Allah'a iman, O'nu bir bilmek, O'na kulluk, ruh sağlığında önemli ve esaslı tek neden değildir, aynı zaman­da bu, psikolojik hastalıkların önemli ve esaslı bir ilacıdır.

Yüce Allah'a iman, O'nu bir bilmek, ibadet ve itaatla, takvaya tutunarak O'na yaklaşmak, Yüce Allah ve Rasûlü (s.a.s.)in razı olduğu her şeyi yapmak, razı olmadıkları şey­lerden uzaklaşmak insanda ruhî yönü kesin olarak güçlendi­rir, insanın bedenî ve ruhî bütün görevlerini yerine getirmesi­ne etki ederek önemli psikolojik enerji sağlar. İnsanın bede­nî ve ruhî hastalıklarını yenmesini mümkün kılacak, beden ve ruhuna büyük etki edecek harika bir güçle insanı besler.

Hadis kitaplarında Rasûl (s.a.s.)den rivayet edilen, ken­disinin sürekli oruç tuttuğu fakat ashabına "kesintisiz oruç" tutmayı yasaklamasını, ruhî gücün vücuttaki etkisine delil getirmemiz mümkündür. Ashabına şöyle sesleniyordu: "Ben si­zin durumunuzda değilim; Rabbim beni yediriyor ve içiriyor." İbnu Kayyim el-Cevziyye bu hadisle ilgili açıklamasında der ki: "Bilinmektedir ki bu yeme/içme, insanın ağzıyla yediği/iç­tiği değildir, aksi takdirde sürekli olmazdı. Aralarında hiçbir fark kalmaz, aksine Rasul de oruçlu olmazdı. Aynı şekilde bu, "kesintisiz oruç" konusunda aralarındaki farktır. O, asha­bının güç yetiremiyeceği şeye güç yetiriyordu. Eğer ağzıyla yemiş içmiş olsaydı, "Benim durumum sizinki gibi değil." de­mezdi[785] Bu hadisten anlaşılan, Rasûl (s.a.s,).Yüce Al­lah'tan ruhî gıda alıyor, zayıflamadan ve hastalanmadan, günlerce aç/susuz kalmaya dayanacak harika gücü sağlıyor olmasıdır. İşte bu, ruhî gücün vücut üzerindeki etkisine açık delildir.

Aynı şekilde, Hanzala el-Esedî:

- "Ey Allah'ın elçisi, bize Cennet ve Cehennemi anlattığın zaman, senin yanındayken sanki onları gözümüzle görmüş gibi oluyoruz. Yanından ay­rılınca eşlerimiz, çocuklarımız ve geçim işleriyle uğraşıyoruz. Bu yüzden çok şey unutuyoruz." deyince Rasûl (s.a.s.)in:

- "Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer benim ya­nımda bulunduğunuz hale ve zikretmeye devam etseydiniz, melekler kesin olarak sizinle yataklarınızda ve yollarınızda tokalaşırlardı. Fakat Hanzala, bazen öyle bazen böyle, bazen öyle bazen böyle, bazen öyle bazen böyle."[786] şeklinde ver­diği cevap, ruhî enerjinin vücut ve görevleri üzerindeki etki­sini gösterir.

Bu hadis, Yüce Allah'a ibadet ve zikrin insanda bir saf­lık ve şeffaflık oluşturduğu, ruhî enerjisinin onu maddi ve be­denî bağlardan kurtardığına kanıttır, insan o zaman, dünye­vî hayatın maddî şeyleriyle uğraştığı vakit algılamaya güç yetiremediği şeyleri algılayabilir.

Kur'an-ı Kerim ve Rasûl (s.a.s.) de insanı bu konuda ru­hî yönden güçlendirerek terbiye etmeye özen göstermişler­dir, bu da imanı gönülde yaymakla olur. insanın imanı güç­lenince, Rabbiyle ilgisi kuvvetlenince, ruhî enerji harekete geçer, vücudunda ve benliğinde harika bir tesirle ona yar­dım eder. Ona güç ve enerji gönderir, uğradığı zayıflık ve hastalığı şifa bulur.

Rasûi (s.a.s.): "Dikkat edin! Bedende bir et parçası var­dır, eğer o iyi olursa bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa, bütün vücut bozulur. Dikkat edin, o kalptir."[787] buyurmuştur.

Bu hadis, insanın düzelmesinin içinin düzelmesinden başladığını, onun kalp olduğunu anlatmaktadır. Bu da Yüce Allah'a iman, O'nu bir bilmek ve O'na takva, ibadet ve itaatla yaklaşmak istemek yoluyla olur. İnsanın kalbi düzelirse, Yüce Allah'a iman, O'nu bir bilmek ve O'na ibadeti sevmek­le dolarsa, insan düzelir, davranışları doğrulur, ahlakı güzel­leşir, mükemmel şahsiyetli, olgun bir insan olur.

Ruh sağlığı kesinlikle, Yüce Allah'ın insanı yarattığı fıtra­ta tutunma esasına dayanır. O da tevhid inancı, Yüce Allah'a ibadet, Rasûl (s.a.s.)in sünnetinde belirttiği, hayatta insanlar için koyduğu metoda uymaktır. Ayrıca biz bunu, "Hadiste Ruh Sağlığı”na has, geçen bölümde açıklamıştık.

İnsan kalbi, indirilmiş şeriatın mükemmel, sağlam fıtratı üzerine devam ettikçe, insan normal, ruh sağlığından yarar­lanan biri olur. Fakat insan, uygun olmayan çevrelerden et­kilenirse, insan kalbi doğru ve sağlam fıtrattan kayar, kalp yani ruh hastalığına yakalanır.

Rasûl (s.a.s.): "Fitneler kalplere hasır lifleri gibi sunulur. Hangi kalp onu kabul etmezse, o kalpte beyaz bir nokta olu­şur. Hangi kalbe de işlerse, onda kara bir leke olur. Böylece iki tip kalp olur. Beyaz kalp, cilalanmış gibidir, gökler ve yer durdukça, fitneler ona zarar veremez. Kara kalbe gelince, bulanık/alacalı ve tepesi üstüne dönmüş testi gibidir, ne iyi­lik tanır ne de kötülüğü reddeder, ancak içine giren hevâyı bilir."[788] buyurmuştur.

Normal, ruh sağlığı yerinde olan insan, kötülüklerin ken­disini Yüce Allah'ın yarattığı sağlam fıtratından ayıramadığı; bir, ortağı olmayan Allah'a kul olan açık/beyaz kalpli insan­dır. Ruh hastalığına yakalanan insansa, fitnelerin etkisinde kalan, sağlam yaratılışı değişen kapalı/kara kalpli olandır. İbnu Kayyim el-Cevziyye bu hadisin yorumunda şöyle demek­tedir: "Kötülüklerin sunulması sırasında kalpler ikiye ayrılıyor. Sunulan kötülükleri, süngerin suyu emdiği gibi emen ve üze­rinde siyah leke oluşan kalp, kapkara olup devrilincye kadar kendisine sunulan şeyleri emmeğe devam eder. Bu, "ters dönmüş testi gibidir." sözünün anlamıdır. Kararma ve devril­me tamamlanınca, ölüme sürükleyen iki felaket, iki hastalık ona sunulur:

1- İyiliğin ona kötülük gibi gözükmesi; iyiliği/kötülüğü ta­nımaması. Belki de bu hastalık ona, iyiliği kötülük, kötülüğü iyilik sanacak derecede hakim olur.

2- Rasûl (s.a.s.)den gelen sözde olduğu gibi, havanın ona hükmetmesi; heva ve hevesine boyun eğip ona uyması.

Açık/Beyaz kalbe gelince, onda iman nuru parlamış, lambalar/çiçek gibi açmıştır. Kendisine fitne sunulduğu zaman, kabul etmez, reddeder. Aydınlığı, parlaklığı ve gücü ar­tar.

Kalplere sunulan kötülükler, hastalanmanın sebebidir. Onlar, aşırı arzuların, şüphelerin, azgınlık ve sapıklığın, gü­nah ve bidatların, zulüm ve cehaletin fitnesidir. Birincisi, is­tek ve iradenin bozulmasını gerektirir. İkincisi de bilgi ve inancın bozulmasını gerektirir."[789]

Yüce Allah'a iman, O'nu birlemek ve O'na kulluk, dav­ranışlarda dürüstlüğe götürür, bunda sapmalardan, anor­mallikten ve psikolojik hastalıklardan korunma ve tedavisi vardır. Dinine bağlı mümin bütün söz ve işlerinde Yüce Al­lah'ı gözetir, imanı onun için sapma ve anormalliklerden, ruh hastalıklarından koruyucu olur.

Rasûl (s.a.s.): "Hırsız, mümin olduğu halde çalmaz. Zi­na eden mümin olduğu halde zina etmez. İçki içen mümin olduğu halde içmez. Muhammed'in canı elinde olan Allah'a yemin ederim ki, halkın gözü önünde, değerli bir şeyi gasbeden de mümin olarak yağmalamaz. Ganimet malını aşıran da mümin olarak aşırmaz. Aman ha, bunlardan sakının! Ka­çının!."[790]

Yüce Allah'a gerçekten iman insanı bu tip sapık davra­nışlardan alıkor. Rasûl (s.a.s.): "Kulun kalbinde iman ve hased bir araya gelmez."[791] buyurmuştur.

Yüce Allah'a imanla dolu kalbin hased veya benzeri bir ruh hastalığına yakalanması mümkün değildir.

Yüce Allah'a iman, O'na ibadette ihlas, Ona güvenmek, kaza ve kaderine rıza göstermek mü'mini günahkarlık duy­gusundan doğan endişeden kurtarır, gönlüne huzur ve gü­ven verir.

"Onlar ki iman etmişlerdir ve kalpleri Allah'ın zikri ile ya­tışır. Evet, kalpler ancak Allah'ın zikriyle huzur bulur."[792]

Rasûl (s.a.s.), Rab olarak Allah'tan, din olarak İslamdan, nebi ve rasul olarak Muhammed (s.a.s.)den razı olana Cenneti vadetmiştir. Bu, cennete girme umudu, müminlerin gönüllerine huzur ve güven verir. Rasûl (s.a.s.) şöyle buyur­du: "Kim ki, Rab olarak Allah'tan, din olarak İslâmdan, nebi ve rasul olarak Muhammed (s.a.s.)den razı olursa, Cenneti garantiler."[793]

Yüce Allah'a iman, takvaya ve davranışlarda dürüstlü­ğe tutunmak; Yüce Allah'ın müminlere dünya hayatında mut­luluk, âhiret hayatında büyük sevap vereceği va'dinden do­layı, insana güven, hoşnutluk, rahatlık, mutluluk verir. Yüce Allah: "Erkek ve kadından her kim inanarak iyi bir amel işler­se, kesinlikle ona güzel bir hayat yaşatacağız ve onların kar­şılığını kesinlikle yaptıklarının en güzeliyle vereceğiz."[794]

"Bu dünyada güzel iş yapanlara güzellik vardır, ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Allah'tan sakınanların yurdu ne gü­zeldir."[795] buyurmuştur.

Yüce Allah'a imanın yokluğu, takvaya sarılmamak ve kulluk görevini yerine getirmemek, dünya lezzetlerine dal­mak, nefsin arzu ve aşırı istekleri ardına düşmek, kesinlikle hayatın sıkıntıyla ve mutsuzluk duyarak geçmesine götürür. Yüce Allah şöyle buyurur: "Her kim beni anmaktan yüz çevi­rirse, ona dar bir geçim vardır ve kıyamet günü de onu kör olarak hasrederiz."[796]

Rasûl (s.a.s.): "Kimin amacı ahiret olursa, Allah onun gönlünü zengin kılar, işlerini düzene koyar, istemese de dün­yayı ona yaklaştırır. Kimin gayesi dünya olursa, Allah onu yoksullaştırır, işi rast gitmez, dünyadan da ancak Allah'ın takdir ettiği kadarına ulaşır."[797]

 

İbadetlerle Psikoterapi

 

Yüce Allah'ın bizi sorumlu tuttuğu namaz, oruç, hac, zekat gibi ibadetleri yapmak nefsi temizler, saflaştırır, kalbi cilalar, Yüce Allah'ın kalbe atacağı nur, hidayet ve hikmete hazırlar.

"Demek ki Allah her kimin göğsünü İslama açmış ise, işte o, Rabbinden bir nur üzerinde değil mi?"[798]

İbadetlerin yerine getirilmesi günahları siler, Allah'ın bağışı ve affı konusunda insana umut verir, Cennete girme arzusunu güçlendirir, nefsinde güven ve huzur hissi yayar.

Rasûl (s.a.s.): "Kişinin imtihanı ailesinde, malında, ço­cuğunda, kendinde ve komşusunda olacak; bunlara oruç, namaz, zekat, iyiliği emir ve kötülükten nehiy keffaret olur."[799] buyurmuştur.

Adamın biri Rasûl (s.a.s.)e geldi ve:

- "Bana öyle bir amel söyle ki yapınca Cennete girebileyim? dedi. Rasûl (s.a.s.):

- "Allah'a kul olur; O'na hiç bir şeyi ortak koşmazsın, farz namazları kılarsın, farz olan sadaka (zekat)yı verirsin, ra­mazan orucunu tutarsın." deyince, adam:

- "Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, bunlara bir şey eklemeyece­ğim." dedi. Adam ayrılınca, Rasûl (s.a.s.):

- "Kimi, cennetlik birini görmek sevindirecekçe, şu adama baksın." buyur­du[800]

"Kim Allah ve Rasûlüne inanır, namazı kılar, Ramazan orucunu tutarsa, Allah onu cennete koyar. İster Allah yolun­da cihad etsin, ister doğduğu memlekette otursun..."[801] bu­yurdu.

Ebu'd Derda anlatır; Rasûl (s.a.s.): "Beş şeye inanarak sabreden Cennete girer. 1- Kim beş vakit namazı abdestiyle, rukûsuyla, secdesiyle ve vaktinde kılarsa, 2- Ramazan oru­cunu tutarsa, 3- İmkan bulduğunda haccını yaparsa, 4- Zekatını gönüllü olarak verirse, 5- Emanetin gereğini yaparsa." bu­yurdu. Ebu'd Derda'ya: Ya Ebu'd Derda! Emanet nedir? di­ye sordular. "Cünüplükten dolayı yıkanmaktır." cevabını verdi."[802]

Kulluk görevlerini yerine getirmede içten davranmak, kulu Rabbine yaklaştırır, O'nun sevgisi ve rızasıyla coşturur. Yüce Allah bir kulunu sevince, onu yardımı ve gözetimiyle kuşatır, bütün işlerinde ona yardımcı olur.

Rasûl (s.a.s.) Yüce Allah'ın şöyle buyurduğunu söyledi: "Kim benim has kullarımdan birine düşmanlık ederse, ona karşı savaş ilan ederim. Kulumun bana yaklaşmasını sağla­yan en sevimli şey, kendisine farz kıldığım şeylerdir. Sonra nafile ibadetlerle bana yaklaşmayı sürdürür, sonunda onu severim, sevince de duyan kulağı, gören gözü, tutan eli, yü­rüyen ayağı olurum. Benden bir şey dilerse, kesinlikle onu veririm ve eğer bana sığınırsa elbette korurum."[803]

Bu hadisler şunları ifade etmektedir: Yüce Allah'a iman, O'na ibadetlerle yaklaşma ve takvaya sarılma, insanı Allah'ın himaye ve gözetimine sokar. Onlarda Yüce Allah'ın bağış ve Cennet'e koyma umudunu yayar. Bu yüzden, günah işle­mekten dolayı duymuş olduğu stresi/endişeyi atar, nefsini huzur ve güven duyguları kaplar.

İbadetleri yerine getirme, insana, sabır, zorluklara kat­lanma, nefisle mücadele ederek heves ve aşırı arzularını kontrol altına alma, itaat, disiplin, insanları sevip onlara iyilik ve muhtaçlara yardım etmek, sosyal yardımlaşma ve daya­nışma gibi ruh sağlığının önemli alâmetleri sayılan bir çok güzel nitelikleri öğretir. Bu hususlara geçen bölümde değin­miştik.[804]

 

1- Namazla Psikoterapi

 

Namazın, İnsanı tasa ve stressten kurtarmada büyük ve etkin tesiri vardır. İnsanın namazda, huzur ve teslimiyetle Rabbinin huzurunda duruşu, hayatın meşguliyetlerinden ta­mamen soyutlanması, insan nefsine sessizlik, sükûnet ve huzur verir, tedirginliği, hayatın baskı ve proplemlerinin oluştur­duğu sinir gerginliğini giderir.[805]

Rasûl (s.a.s.) de, kendisini tedirgin eden bir sorunla yüzyüze geldiğinde namaza sığınırdı. Huzeyfe der ki: "Nebi (s.a.s.)e, bir işin çözümü zor geldiğinde namaz kılardı.”[806]

Namaz vakti girince, Rasûl (s.a.s.) Bilal'e: "Ya Bilal, bi­zi namazla rahatlat."[807] derdi.

Bu ve Huzeyfe hadisi, namazın insan ruhunda huzur ve sükunet yaydığının, endişe ve stresten kurtulmada etkin te­davi tesiri olduğunun önemine işaret etmektedir.

Aziz ve Celil olan Allah, sorunlar bizi kuşattığı ve kede­ri üstümüze ağır geldiği zaman, namazla yardım istememizi emrediyor: "Bir de sabır ve namazla yardım isteyin."[808] bu­yuruyor

İnsanın namaz esnasında Yüce Rabbiyle bağlantı/ileti­şim kurması ona, insan vücudunda önemli değişiklikler mey­dana getiren büyük bir ruhî enerji verir. Bu büyük ruhî enerji bedene etki eder ve gerginliği kaybolur, zayıf noktalarına üs­tün gelir ve hastalığı iyi olur. Bazı doktorlar, bazı hastalarında, hac ve ibadet mekanlarında bulundukları sırada hızla şi­fa bulma olaylarını anlatmışlardır.[809]

Ebu Hureyre karnında bir ağrıdan şikayetçiydi. Nebi (s.a.s.)e yönelince:

- Karnından bir rahatsızlığın mı var? diye sordu.

­- Evet, Ya Rasulallah, dedim.

- “Kalk ve namaz kıl, çünkü namaz kesinlikle şifadır." buyurdu."[810]

"I şikemet derd?" cümlesinin anlamı, farsça: Karnından mı rahatsızsın? demektir.[811] Bu hadis, kesinlikle namazda bedenî hastalıklar için şifa olduğunu göstermektedir.

Namazın sağladığı ruhî enerji nefse de etki eder. Eme­lini yeniler, azmini güçlendirir, gayretini yükseltir, bilgi, mari­fet ve hikmeti alması için daha yetenekli kılar. Büyük kahramanlık/şampiyonluk gerektiren işleri yapmaya muktedir olur.[812]

Namazın, ruh hastalıklarının oluşmasında esas sayılan, strese sebep olan günahkarlık hissi duymayı tedavide de önemli etkisi vardır. Çünkü namaz sebebiyle günahlar affe­dilir, nefis hata kirlerinden temizlenir. Yüce Allah'ın bağışı ve rızası konusunda nefisteki emel dirilir.

Rasûl (s.a.s.):

- "Ne dersiniz, birinizin evinin önünden bir ırmak aksa, günde beş kere onda yıkansa, o kişide kir kalır mı?

- "Kir diye bir şey kalmaz." cevabını verdiler.

- İşte beş va­kit namaz böyledir; Allah onunla bütün hataları siler."[813] bu­yurdu.

"Kim güzelce abdest alırsa, tırnaklarının altındakilere kadar, vücudundan günahları dökülür."[814]

"Müslüman veya mümin kul abdest aldığında, yüzünü yıkar, gözüyle bakarak kazandığı günahları suyla/suyun son damlasıyla birlikte yüzünden dökülür. Kollarını yıkar, elleriyle tutarak kazandığı günahları suyla/suyun son damlasıyla dö­külür. Ayaklarını yıkar, yürüyerek kazandığı bütün günahları suyla/suyun son damlasıyla birlikte dökülür. Böylece günah­larından temizlenmiş olur."[815]

"Kul bir günah işlediğinde, güzelce abdest alır, iki rekat namaz kılar sonra Rabbinden af isterse, Allah onu bağışlar." buyurdu sonra da şu âyeti sonuna kadar okudu: "Ve onlar ki bir kabahat yaptıklarında veya nefislerine zulmettikleri za­man Allah'ı hatırlarlar ve derhal günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları ise Allah'tan başka kim bağışlayabilir?! Hem onlar yaptıklarında bile bile ısrar etmezler."[816]

"Beş vakit namaz ve cuma namazı, büyük günah işlen­medikçe, aralarındaki günahlara keffarettir."[817]

"Bir müslüman beş vakit namaz için hazırlanır, abdestini güzelce alır, huzurlu olur, rukusunu tam yaparsa, büyük günah işlemedikçe, bu onun için geçmiş günahlarına keffaret olur. Bu, bütün zaman için aynıdır."[818]

Rasûl (s.a.s.); "Aziz ve Celil olan Allah buyurdu ki, ben ümmetine beş vakit namazı farz kıldım, kendi kendime söz verdim. Kim bu namazların hakkını vererek vaktinde kılarsa, onu cennete koyacağım. Kim bunların gereğini yapmazsa, ona verilmiş bir sözüm yoktur.[819] buyurur.

Kulun günahlarının bağışlanması ve Cennete konması sevaplarıyla mükafatlanacağı, Rasûl (s.a.s.)in vakitlerini be­lirttiği bir çok hadis vardır. Bu vakitler: Güneşin doğmasın­dan önce (sabah), batmasından önce (ikindi), kuşluk, cuma, Kadir gecesi, Ramazan geceleri (teravih), Şabanın 15. gecesidir.[820]

Rasûl (s.a.s.) ashabına, isteklerinin yerine gelmesi, kar­şılaştıkları sorunların çözümü için namazla yardım istemeyi öğretirdi. (Hacet namazı, Yağmur duası namazı) İnsanın seçme güçlüğü karşısında kaldığı bir çok işin doğrusunu bulmak için. (İstihare namazı)

Rasûl (s.a.s.) amcası Abbas'a teşbih namazını tavsiye etmiş, bütün günahların bağışlanmasında faziletinin büyük­lüğünü anlatmıştı. İbnu Abbas'tan rivayetle, Rasûl (s.a.s.) Abdulmuttalip oğlu Abbas'a: "Ya Abbas, ey amcacığım, sa­na vereyim mi? Sana bir şey hediye edeyim mi? Sana bir iyi­likte bulunayım mı? Sana 10 şey öğreteyim. Bunları yaptığın zaman Allah senin geçmiş/gelecek, eski/yeni, kasıtlı/kasıtsız, büyük/küçük, gizli/açık günahlarını bağışlar." Sonra "teşbih namazı”nın nasıl kılınacağını anlattı. Kılabildiğince bu nama­zı kılmaya teşvik etti. Bazan her gün, bazen her cuma, ba­zen her ay, bazen her yıl hatta hayatta bir defa. Başka bir hadiste de Rasûl (s.a.s.) teşbih namazından bahsederken: "Kesinlikle sen yeryüzünün en büyük günahkarı olsan, bu­nunla günahların bağışlanır."[821] buyurdu.

Bu cümleden olarak, namazda çok büyük faydalar var­dır; huzur ve sükun verir, kişiyi günahkarlık duygusundan kurtarır, korku ve tedirginliği yok eder, kişiyi ruhî ve bedenî hastalıklardan kurtulmasına yardım edecek olan çok önemi ruhî enerjiyle besler. Onu canlılık, dinçlik ve işlerini yapması­nı sağlayacak büyük bir güçle takviye eder, kalbini aydınla­tır, ilahî ikramı kabule hazır hale getirir.

İbnu Kayyim el-Cevziyye, namazın faydalarını anlatır­ken şöyle der: "Namaza gelince, kalbin rahatlaması ve güç­lenmesinde, genişleme, neşeli olma ve tad almasında büyük rolü vardır. Bunlar -Kalbin ve ruhun Allah ile iletişimi; O'na yaklaşması, O'nu anarak nimetlerini dile getirmesi, O'na yalvararak neşelenmesi, huzurunda durması, bütün vücudunu, gücünü kulluk uğrunda kullanması ve her organa hazzını vermesi, kalbinin güçlerini Rabbi ve yaratanına cezbetmesi, namaz sırasında düşmanlarından emin olmasıdır- ki çoğu ilaç ve rahatlatıcı maddelerin, ancak sağlam kalbe iyi gelen gıdaların yaptığında daha çok değişiklik yapar. Hasta kalp­lere gelince... hasta vücutlar gibidir; değerli gıdalar ona uy­gun gelmez.

Namaz, dünya ve ahiret yararlarını elde etmede, zarar­larını def etmede en büyük yardımcılardan biridir. O, günah­lardan uzaklaştıran, kalbin ilacını sağlayan, vücuttan hastalıkları kovan, kalbi aydınlatan, yüzü ağartan, organları ve nef­si dinamik hale getiren, rızkı çeken, zulme karşı çıkan, maz­luma yardım eden, arzuların aşırılığını susturan, nimetin korunmasını sağlayan, kötülükleri yok eden, rahmeti çağıran, güzellikleri ortaya çıkarandır."[822]

 

B- Oruçla Psikoterapi

 

Orucun çok büyük faydaları vardır; iradeyi güçlendirir, insanda, nefsin aşırı arzu ve heveslerini kontrol altına alma gücünü geliştirir. Yüce Allah: "Ey iman edenler, sizden önce­kilere olduğu gibi, size de oruç farz kılındı, umulur ki koru­nursunuz."[823] buyurmuştur. Yani, günahlardan korunursu­nuz. Oruç, günahların kaynağı olan aşırı arzuları kırar.[824]

Rasûl (s.a.s.) buyurdu: "Aziz ve Celil olan Allah buyur­du: Ademoğlunun her ameli kendinedir, ancak oruç benim içindir, onun ödülünü ben veririm. Oruç kalkandır. Sizden bi­ri oruçlu olduğu gün kötü söz söylemesin, kavga etmesin. Eğer biri ona söver veya sataşırsa, "Ben oruçluyum." desin."[825]

Buharı rivayetinin devamında, "Yemesini, içmesini, is­teklerini benim için terkediyor. Oruç benim içindir, onun karşılığını ben veririm. Bir iyiliğin karşılığı ise on katıdır." buyurulmaktadır.

Oruç, kalkandır; yani o, aşırı arzulardan korur. Oruçlu, aşırı arzularını kontrol altına alır, yemez, içmez, cinsel ilişki­de bulunmaz, davranışlarını kontrol altına alır, kötü söz söy­lemez, kavga etmez, sövmez, Yüce Allah'ı kızdıracak bir iş yapmaz.

Oruçta güdü ve duygu/heyecanlan kontrol altına alma çalışması, nefsin aşırı istek ve heveslerini yönetmeyi güçlen­dirme vardır, Rasûl (s.a.s.) evlenemeyen gençlere, cinsellik güdülerini kontrol altına almaya yardımcı olsun diye, oruç tutmayı öğütlerdi. Birinci Bölümde, "Cinsellik Güdüsüne Hâ­kim Olma" konusundaki sözlerimiz sırasında bu hususu açık­lamıştık.

Oruçta insanı mahrumiyetlere dayanma ve bunlara sabretmeye alıştırma vardır. Bu onu, hayatta karşılaşması mümkün olan çeşitli zorluklara karşı dayanmaya hazırlar. Oruçlunun mahrumiyet duygusunu hissetmesi, fakir ve yok­sulların karşılaştığı mahrumiyet acılarını duymasını sağlar; bu onlara şefkat gösterme, onlara yardım elini uzatmaya, muhtaçlara yardıma götürür. Böylece insanlarla bağlantısı artar, toplumun bir üyesi olma duygusu güçlenir, toplumsal sorumluluk duygusu artar, insanlara yardım duygusu çoğa­lır, bu onu toplumun yararlı bir ferdi olduğu duygusuna götü­rür, ruhunda memnuniyet ve huzur duygularını yayar.

Oruç, günahkarlık hissi duyma ve onun nefiste hare­kete geçirdiği endişeye faydalı bir ilaçtır. Rasûl (s.a.s.): "Orucun karşılığı, günahların affı ve Cennet'i kazanmadır."

"Kim, inanarak ve sevabını hesaba katarak Ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır."[826]

"Birisi, Allah yolunda bir gün oruç tutarsa, Allah onu Kı­yamet gününde Cehennem'den 70 mevsim/yıl uzaklaştırır'[827] "Yüce Allah kesin olarak Ramazan orucunu üzerinize farz kıldı. Ben de size teravih namazını sünnet olarak bırak­tım. Kim inanarak ve sevabını hesaba katarak orucu tutar, te­ravihi kılarsa, günahlarından kurtulur, anasından doğduğu günkü gibi olur."[828]

Belirli günler veren, birisi o günlerde oruç tuttuğunda Yüce Allah'ın günahlarını bağışlayacağını müjdeleyen bir çok hadis vardır. Bu günler: Arefe günü ki, orucu geçmiş ve gelecek yılın günahlarına keffarettir. Aşure günü ki orucu geçmiş yılın günahlarına keffarettir.[829] Şevval ayında 6 gün orucu ki, kim Ramazan bayramından sonra tutarsa, bütün yıl oruç tutmuş gibi olur."[830]

Aynı şekilde, her ayda üç gün oruç tutan, bütün yılı oruçlu geçirmiş gibi olur.[831]

 

C- Hacc İle Psikoterapi

 

Hac, insanlara güçlüklere sabretmeyi öğretir, onları ne­fisle mücadeleye, aşırı istek ve heveslerini kontrol etmeye alıştırır. Çünkü hacı, kadınlarla cinsel ilişki kurmaz, kin tut­maz, sövmez, kimseye sıkıntı vermez, Allah'ı kızdıracak bir şey yapmaz. Hac, kibiri, hava atmayı, kendini beğenmeyi, insanlara karşı büyüklenmeyi tedavi eder. Hacda bütün in­sanlar eşittir, hepsi de benzer elbiseler giyerler, zengin/fakir, efendi/köle ayrılamaz, aralarında eşitlik havası eser. Hepsi de , huşu içinde, yalvararak, acizlik, zayıflık ve bir olan Al­lah'a kulluklarını ikrar ederek, af ve bağışını umararak Mescid-i Haram'da dururlar. Bu, ruhaniyetle dopdolu duruş, vic­danlardan taşan duygular insanın Rabbiyle bağlantısını artı­rır, O'na yakınlığını çoğaltır. İnsan kalp temizliği, huzur, vic­danının dolup taşması, neşe ve mutlulukla dolu ruhî esintiler duyar.

Hacda insan, içindeki kötülüklerden, kinden, insanlara hasetten kurtulur, özellikle hacılara, genellikle bütün insanla­ra karşı sevgi, muhabbet, kardeşlik bağları güçlenir.

Hac, günahkarlık hissetme duygusunun ilacıdır. Hacı Rasûl (s.a.s.)in: "Kabul edilmiş haccın karşılığı, günahların bağışıdır." buyurduğunu bilir. Rasûl (s.a.s.):

-"Bir umre ikinci umreye kadar günahlara keffarettir. Kabul edilmiş haccın karşılığı ancak Cennet'tir."

-"Kim Allah için haccederse, kadınlarla ilişki kurmaz, günah işlemezse, anasından doğmuş gibi olur."[832]

-"Hac ve umreye birbirini izlettiriniz. Bu ikisi, körüğün demirin pasını, altın ve gümüşün posasını sildiği gibi fakirlik ve günahları siler. Kabul edilmiş haccın Cennetten başka karşılığı yoktur."[833] buyurmuştur.

Hacı, kesinlikle Yüce Allah'tan haccının, dualarının, gü­nahlarını af dileklerinin kabul edilmesini umar. Bu yüzden de hacdan günahkarlık duygusundan, elem ve endişeden kur­tulmuş olarak döner, kendisini huzur ve sükûnet duyguları sarar, gönlünü sevinç, ferahlık ve mutluluk doldurur.[834]

 

D- Zikirle Psikoterapi

 

Yüce Allah'a ibadeti sürdürme, her vakit O'nu anma, O'ndan bağış dileme, O'na dua etme insanı Rabbine yaklaş­tırır. Kendisinin O'nun koruma ve gözetiminde olduğu duy­gusunu verir, bağış umudu güçlenir, içinde rıza ve gönül ra­hatlığı hislerini yayar, üstüne sükûnet ve huzur iner. Yüce Allah: "Onlar inanan ve Allah'ı anmakla gönülleri huzur bulan kimselerdir. İyi bilin ki gönüller ancak Allah'ı an­makla huzur bulur."[835]

"Allah'ı çok anın,  umulur ki  bu  sayede kurtulursunuz.[836]

"Öyleyse beni anın ki ben de sizi anayım."[837] buyurur.

Rasûl (s.a.s.) de, Yüce Allah'ı anmanın insanın içinde huzur ve sükûnet yaymasının önemini dile getirmiştir. Rasûl (s.a.s.): "Bir cemaat Allah'ı anmak için toplanır toplanmaz melekler onları kuşatır, onları rahmet sarar, üzerlerine huzur yağar/iner. Allah da onları yanındakilerle zikreder."[838] buyur­muştur.

Yüce Allah'ın zikri, kulunu kendisine yaklaştırır, Rabbi onu gözetimine alır, nimet ve rızasıyla dolar, kendini güven ve huzur duyguları kaplar.

Rasûl (s.a.s.): "Yüce Allah buyurur ki: Ben kulumun be­ni umduğu gibiyim. Beni andığı zaman onunla birlikteyim. Beni kendi başına anarsa ben de onu tek başıma anarım. Beni bir grup içinde anarsa ben de onu daha hayırlı bir top­luluk içinde anarım. Bana bir karış yaklaşırsa ben de ona bir kol kadar yaklaşırım. Bana kol kadar yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak varırım."[839] buyurdu.

Yüce Allah'ı anmak kesinlikle ruhu canlandırır. Allah'ın rızası ve bağışı yolunda umudunu güçlendirir, rahatlama ve mutluluk duyguları verir. Rasûl (s.a.s.): "Rabbini ananla anmayanın durumu, diri ile ölü gibidir."[840] Buharî böyle rivayet ettiği gibi Müslim bir başka rivayetinde: "Allah'ın anıldığı ev­le anılmadığı evin durumu, diri ile ölünün hali gibidir."[841] bu­yurmuştur. Allah'ı zikir ve teşbih, Aziz ve Celil olan Rabbi ya­nında kulun derecesini yükseltir, iyiliklerini artırır, günahlarını bağışlatır, stres ve kaygıya neden olan günahkarlık duygu­sundan kurtarır.

Sa'd b. Ebi Vakkas anlatır: Rasûl (s.a.s.)in yanındaydık:

- "Sizden biriniz her gün bin sevap kazanamaz mı? dedi. Otu­ranlardan biri:

- "1000 sevabı nanıl kazanabiliriz? diye sorun­ca:

- "Allah'ı yüz kere teşbih eder, kendine bin sevap yazılır veya yüz günahı silinir." buyurdu.[842]

Rasûl (s.a.s.):"Yüce Allah'ın yollarda dolaşan ve zikir ehlini arayan melekleri vardır. Aziz ve Celil olan Allah'ı anan bir topluluğu bulduklarında birbirlerine şöyle seslenirler: "Geliniz, aradığınız buradadır." Onları kanatlarıyla, dünya semasına kadar çevrelerler. Rableri onların durumunu me­leklerden daha iyi bildiği halde sorar:

- Kullarım ne diyorlar?

- Seni teşbih ediyor, Allah en büyüktür diyor, sana hamd ediyorlar.

- Beni görmüşler mi?

- Hayır, Vallahi seni göremezler.

- Eğer beni görebilselerdi ne yaparlardı?

- Eğer seni görselerdi daha çok kulluk ederler, seni da­ha fazla yüceltirler, daha çok teşbih ederlerdi.

- Benden ne istiyorlar?

- Cenneti.

- Cenneti görmüşler mi?

- Hayır Ya Rabbi, görmemişler.

- Ya görmüş olsalardı ne yaparlardı?

- Eğer görselerdi Cennete karşı daha hırslı, daha çok hevesli, daha fazla istekli olurlardı.

- Neyden Allah'a sığınıyorlar?

- Cehennemden.

- Cehennemi görmüşler mi?

- Hayır, Vallahi onu görmemişler.

- Görseler ne yaparlardı?

- Eğer onu görselerdi ondan daha çok kaçar, daha faz­la korkarlardı.

- Sizler şahit olun; ben onları bağışladım. Meleklerden biri:

- Filan kişi onlardan sayılmaz bir çıka­rı için gelmişti.

- Onlar öyle olgun kişiler ki onlarla oturup/kalkan kötülük yapamaz."[843] buyurdu.

Rasûl (s.a.s.) ashabına bir çok teşbih şeklini öğretirdi, sevap kazanma ve günahların silinmesindeki, Yüce Allah'ın bağışını kazanma ve cennete girmedeki üstün yerini anlatır­dı. Rasûl (s.a.s.)in öğütlediği şekilde Yüce Allah'ı zikir ve teş­bih, günah duygusu ve onun neden olduğu strese karşı şifa­lı bir ilaçtı. Bu tip teşbih şekillerinden biri: "Kim, her namazın sonunda 33 defa Sübhanallah, 33 defa Elhamdülillah, 33 de­fa Allahuekber der, yüzüncü olarak (Lailahe illallahu Vahde hu Laşerike leh. Lehu'l Mülkü ve lehu'l Hamdü ve hüve Alâ Külli Şeyin Kadir) diyerek tamamlarsa, deniz köpüğü kadar çok da olsa, günahları affolunur."[844]

"Kim günde 100 kere "Allah'tan başka ilah yoktur, tek başına O vardır. O'nun ortağı yoktur. Mülk O'nun, hamd O'na özgüdür, O her şeye gücü yetendir." derse, on köleyi özgür­lüğüne kavuşturma sevabına eşit olur ve kendisine l00 sevap yazılır, 100 günahı silinir, o gün akşama kadar şeytanın şerrinden korunur. Bunun yaptığını daha çok yapanın dışın­da hiç kimse bunun sevabından fazla kazanamaz. Kim de, bir günde 100 kere Sübhanallahi ve bihamdihi derse, deniz köpüğü kadar olsa bile, günahları silinir."[845]

"Kim on kere (Şahidlik ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur, O tektir, O'nun ortağı yoktur. Hiç bir şeye muhtaç de­ğil fakat her şey O'na muhtaç, eş ve çocuk edinmeyen, hiç kimsenin dengi olmadığı tek ilahtır.) derse, Allah ona kırkbin sevap yazar." buyurdu.

Ali (r.a.) anlatır: Rasûl (s.a.s.) bana: "Dua ettiğinde, Al­lah'ın seni bağışlayacağı birkaç kelime öğreteyim mi?" diye sordu ve (Büyük ve yüce olan Allah'tan başka ilah yoktur. Halim ve kerim Allah'tan başka ilah yoktur. Allah'tan başka ilah yoktur. O'nu teşbih ederim. O yüce arşın Rabbidir. Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.) de."[846]

"Kim geceleyin uyanır ve; (Allah'tan başka ilah yoktur, tektir, ortağı yoktur. Mülk O'nundur. Hamd O'na mahsustur. O, her şeye gücü yetendir. Allah'a hamd olsun. Allah'ı tesbih ederim. Allah en büyüktür, güç ve kuvvet Allah'ındır. Ey Al­lah'ım, beni bağışla.) der veya dua ederse, isteği kabul olunur.  Eğer abdest alır,  namaz kılarsa,  namazı  kabul olu­nur."[847] buyurdu.

Rasûl (s.a.s.) ashabına, kulun Aziz ve Celil olan Rabbiyle bağlantısını artıracak, O'na yaklaştıracak, O'nu sürekli anmayı sağlayacak, her zaman Rabbinin büyüklük ve celali­ni hissettirecek, devamlı rahmetini, bağışını, hayatının işlerin­de başarı ve ihtiyaçlarını gidermeyi umduracak, gönlünü hoşnutluk ve genişlik dolduracak, huzur ve güven kapsata­cak birçok dua ve teşbihi öğretirdi.[848]

 

E- Kur'anla Psikoterapi

 

Zikir çeşitlerinin en üstünü, Kur'an okumaktır. Bu yüz­den, kalbin temizlenmesinde ve ruhun şifa bulmasında çok büyük yeri vardır.

Yüce Allah: "Biz Kur'an'dan müminlere şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. Zalimlerin ise ancak ziyanını artırır.”[849]

"Ey insanlar, Rabbinizden size bir öğüt, gönüller derdi­ne bir şifa ve inananlara bir yol gösterici ve rahmet gelmiştir."[850]

"De ki, O (Kur'an), müminler için hidayet ve şifadır."[851] buyurmuştur.

İnsan, soyutlanmış ve içten olarak Kur'an okuduğunda, kesinlikle üzerine sekînet iner, tam olarak Yüce Allah'a yöne­lir. Melekler onu kuşatır, Allah'ın rahmeti onu kaplar.

Rasûl (s.a.s.): "Allah'ın evlerinden bir evde bir topluluk Allah'ın kitabını okur, onu aralarında öğrenir/öğretirlerse, üzerlerine sekinet iner, onları rahmet kaplar, melekler kuşa­tır. Allah da yanındakilerle onları anar."[852]

Berâ anlatır: "Bir adam Kur'an'dan Kehf Suresini oku­yordu. Yanında da iki iple bağlı atı duruyordu. Adamı bir sis kapladı ve yaklaşarak dönüp durdu. At bundan huylanıp ürk­tü. Sabah olunca gelip durumu Rasûl (s.a.s.)e anlattı. Rasûl (s.a.s.): Bu sekinettir, Kur'an için inmiştir." buyurdu."[853]

Kur'an okumak, günahları bağışlatır, sevapları katlatır, Cennet'e girme umudunu çoğaltır. Bu sebeple, günahkarlık duygusundan kaynaklanan stresi iyi eder.

Rasûl (s.a.s.): "Kim Allah'ın kitabından bir harf okursa, ona on sevap vardır. Bir sevap ise on katıyla ödüllendirilir. Elif-Lam-Mim bir harftir demiyorum. Fakat elif bir harftir, lam bir harftir, mim bir harftir."[854]

Ebu Ümame der ki: Rasûl (s.a.s.)i duydum: "Kuran oku­yunuz, çünkü o kıyamet gününde sahibine şefaat edecektir." buyurdu.[855]

Rasûl (s.a.s.): Kur'an'da otuz âyetlik bir sure, bağışlanana kadar sahibine şefaat edecektir. O "Tebareke'ifezi bi-yedihi'l Mülk"/Mülk elinde olan ne yücedir.[856] süresidir.

"Kim, hergün "De ki O, Allah birdir." (İhlas) suresini 200 kere okursa, borçları dışında adamın 50 yıllık günahları sili­nir."

"Kim uyumak isterse, sağ tarafına yatsın ve; “Gul Huv'allahu Ahad./De ki, Allah birdir." âyetini 100 kere oku­sun. Yüce Allah kıyamet gününde ona: "Sağ taraftan Cenne­te gir." buyurur.”[857]

Günahların bağışlanması, Cehennemden kurtulmak, Cennete girmeyi başarmak için Kur'an okumunın faziletini ortaya koyan bu ve benzeri hadisler, günahkarlık duygusun­dan doğan nefisteki stresten kurtulmak için, Kur'anın başarı­lı bir ilaç olduğunu gösteriyor.

Kur'an yalnızca, günahkarlık hissinden dolayı nefiste oluşan gerginliğin değil, aklî ve psikolojik bunalımlar ve ruhî rahatsızlık durumlarının hepsi için bir ilaçtır. Rasûl (s.a.s.) akıl hastalarını Kur'an'la tedavi ederdi.

 Ubey b. Ka'b anlatır: "Nebi (s.a.s.)in yanındaydım, birarap geldi:

- "Ey Allah'ın elçi­si, problemi olan bir kardeşim var.

- Şikayeti ne?

- Kafası bo­zuk.

- Onu bana getirin." buyurdu. Adamı getirdiler, önüne oturttular. Rasûl (s.a.s.) ona Fatiha'yı, Bakara Suresinden ilk dört âyeti, "ve ilahukum ilahun vahid.."le başlayarak iki aye­ti, Ayete'l Kursî'yi, Bakara Suresinin sonundan üç ayeti, Al-i İmran suresinden "Şehidallahu ennehû Lailahe illa hu.", A'raf suresinden "İnne Rabbekum..." âyetini, Mü'minun suresinin sonundan "Fe Teala'llahu'l Meliku'l Hakku" âyetini, Cin sure­sinden "Ve İnnehu Teala Ceddu Rabbina", Saffat suresinin başından 10 âyeti, Haşr Suresinin sonundan üç âyeti, İhlas ve Felak/Nas surelerini, şifa niyetiyle, okudu.[858] Adam, da­ha önce asla hasta değilmiş gibi, kalktı."[859]

İbnu Teymiyye (728/1327), ruh hastalıklarının şifasında Kur'an'ın etkisi konusunda der ki: "Kur'an, kalplerde olanın, gönüllerdeki şüphe ve aşırılıkların şifasıdır. Onda hakkın ba­tılı nasıl giderdiğinin, eşyayı olduğu gibi görmeyi sağlayan bilgi, düşünce ve kavramayı bozan şüphe hastalıklarını nasıl yok ettiğinin açıklaması vardır. Onda hikmet, korkutma, özendirme ve kalbin iyi olmasını sağlayacak ibret alınması gerekli şeyleri hikaye etme yollarıyla güzel öğüt verme var­dır.

Kalbi kendisine yararlı şeylere teşvik eder, zararlı ola­cak şeylerden uzaklaştırır. Kalp, daha önce yanlışın bağım­lısı, doğrunun düşmanı olsa bile, böylece doğruyu sever, yanlıştan nefret eder.

Kur'an, bozuk iradenin nedeni olan hastalıkları giderir. Kalp düzelince, irade de düzelir, yaratıldığı hale döner. Ayrı­ca beden de normal haline kavuşur. Vücudun, gelişim ve güçlenmesini sağlayacak şeylerle beslenmesi gibi kalp de, temizleyici  ve güçlendirici  olmaları   nedeniyle  iman  ve Kur'an'la beslenir. Kalbin gelişmesi, bedenin gelişmesi gibidir”[860]

Aslında, Kur'an yalnızca akıl ve ruh hastalıklarının ilacı değildir, aynı şekilde vücut hastalıklarının da ilacıdır. Ebu Said el-Hudrî anlatır: "Nebi (s.a.s.)in ashabından bir grup yolculuklarından birine çıktı, arap yerleşim birimlerinden birinde konakladılar. Misafir olmak istediler ama mahallin sakinleri onları konuk etmediler. Kabilenin reisini böcek/akrep soktu, her çareye baş vurdular fakat fayda vermedi. İçlerinden ba­zıları: "Şu konaklayan adamlara gitsek, belki bildikleri bir şey vardır." diyerek bunlara geldiler: Ey millet, reisimizi böcek soktu, ne yaptıksa iyi olmadı. İçinizde bir çare bilen var mı? Birisi: "Evet, Vallahi ben okuyarak iyi ederim ancak size mi­safir olmak istedik, almadınız. Bize ücret verilmedikçe oku­mam." deyince ona bir sürü koyun verdiler. Tükrüklemek üzere hareket etti. Fatiha'yı okuyunca hasta bağı çözülmüş gibi canlandı. Hiç bir şey olmamış gibi hareket etti: Üzerinde anlaştığınız koyunları verin." dedi. Bazıları: "Koyunları bölü­şelim" deyince, okuyan; Rasûl (s.a.s.) gelinceye kadar bir şey yapmayın, hadiseyi anlatalım, ne buyuracağını bekleye­lim dedi. Rasûl (s.a.s,)e varıp olanı anlattılar. Rasûl (s.a.s.): "Onun okunarak hastalığı iyi ettiğini nereden biliyordun!" de­dikten sonra: "Doğrusunu yapmışsın. Koyunları aranızda bö­lüştürün ve bir pay da bana ayırın." buyurdu."[861]

"Rasûl (s.a.s.) namaz kılarken secdeye varınca akrep soktu. "Allah akrebe lanet etsin! Ne nebiyi ne de başkasını soksun." dedi. Sonra tuz ve su bulunan bir kap istedi. Soku­lan yere su ve tuz sürdü, İhlas, Felak, Nas surelerini okudu, ardından da iyileşti."[862]

"İlaçların en hayırlısı, Kur'an'dır." buyurdu.[863] Bu hadis, kesinlikle Kur'anın, ruhî veya bedenî, bütün hastalıklara çare olduğunu göstermektedir.[864]

 

F- Dua İle Psikoterapi

 

Dua, Allah'ı anma ve ona ibadettir. Zikir ve ibadet için olan sevab dua için de vardır. Rasûl (s.a.s.): "Dua, ibadetin kendisidir." dedikten sonra da şu ayeti okudu: "Rabbiniz bu­yurdu: Bana dua edin, duanızı kabul edeyim. Bana kulluk et­meyi büyüklüklerine yediremeyenler, yarın horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir."[865]

Duada nefsin rahatlaması, üzüntü, keder ve stresten şi­fa vardır; Çünkü dua eden kişi Yüce Allah'ın şu âyetinin so­nucu olarak, duasını kabul edeceğini umar: "Kullarım sana benden sorarlarsa, benim onlara yakın olduğumu, bana dua edenin duasına karşılık vereceğimi söyle.[866]

Rasûl (s.a.s.)in şu sözünü de desteklemektedir: "Müba­rek ve Yüce Rabbiniz diridir. Kulu, ellerini O'na kaldırdığı za­man ellerini boş çevirmekten utanır."[867]

Yüce Allah'ın duayı kabul edeceği ümidi, müminin üzüntü ve kederini hafifletir. Dayanma gücü ve sabır verir, içine rahatlama duygusu yayar. Mümin, Rasûl (s.a.s.)in sö­zünün doğruluğunu bilir. Aziz ve Celil olan Allah, ya isteğini kabul edecek ya da başına gelecek bir belayı geri çevire­cektir. Ya kendisine ahirette sevap depolayacak veya gü­nahlarına keffaret olacaktır. Dünya olsun, âhiret olsun, her iki durumda da mümin için duada hayır vardır. Müminin bu beklentileri, kesinlikte üzüntü ve tasasını hafifletir, hoşnutluk ve huzur duyar.

Rasûl (s.a.s.): "Yeryüzünde bir müslüman dua ettiğin­de, günah işlemedikçe veya akrabalarıyla ilişkisini kesme­dikçe Allah onun duasını kabul eder veya dengi bir kötülüğü savar. Topluluktan biri: "Öyleyse daha çok yapalım." deyin­ce Rasûl (s.a.s.): "Allah daha fazlasıyla karşılık verir." buyur­du.

-"Kesinlikle dua, başa gelene ve gelecek olana fayda sağlar. Ey Allah’ın kulları, size düşen dua etmektir."[868]

-"Kişi Allah'a dua ettiğinde Allah onun duasına; günah işlemediği, akrabalarıyla ilişkisini kesmediği ve acele etme­diği sürece, karşılık verir. Ya istediğini dünyada verir veya ona ahirette sevap saklar ya da duasına denk bir günahına keffaret eder."[869]

-"Belalar ancak dua ile savuşturulur, ömür ancak iyilik­le artırılır."[870] buyurmuştur.

Rasûl (s.a.s.) ashabına, üzüntü, keder, tasa, uykusuz­luk, uykuda korku, unutma gibi ruhî sıkıntı durumlarında, "Dua ile Yardım İstemelerini öğretirdi. Şimdi bunları açıkla­yacağız.[871]

 

1- Kaygı, Keder Ve Üzüntüyü Dua İle Psikoterapi

 

Rasûl (s.a.s.) ashabını yaptığı çeşitli dualarla, üzüntü, keder ve sıkıntıdan kurtararak iyi ederdi. Gerçekten böylece şifa buluyorlardı. Rasûl (s.a.s.):

- "Her kim üzüntülü ve kederli olursa: Ey Allah'ım, ben senin kulunum. Geleceğim senin elindedir. Benim hakkımda verdiğin karar oldu, kaderim ger­çekleşti. Senin kendini isimlendirdiğin veya yaratıklarından birine öğrettiğin, kitabında indirdiğin, gayb bilgisiyle kendine ayırdığın isimlerle senden isterim. Kur'anı kalbimin baharı kıl, göğsümün aydınlığı kıl, üzüntümü gideren, kederimi yok eden eyle" diye dua ederse, Allah onun üzüntü ve kederini giderir, gönlünü ferahlatır." buyurdu. Ravi der ki, soruldu:

- "Ey Allah'ın elçisi, onu öğrenelim mi?

- Evet, duyanın öğren­mesi gerekir." buyurdu."[872]

Rasûl (s.a.s.) bir gün mescide girdi. Ensardan, Ebu Ümame denilen adamı gördü:

- "Ey Ebu Ümame, bana ne oluyor ki, seni namaz vaktinin dışında camide görüyorum?

- Sıkıntılar zorladı, borçlarım...Ya Rasulallah cevabını verdi, Rasûl (s.a.s.):

- İstersen sana bir dua öğreteyim. Bu dua du­ayı yapanın sıkıntısını giderir, borcunu da ödetir.

- Olur, Ya Rasulallah, deyince;

- Sabah/akşam şöyle de: "Ya Rabbi, üzüntü ve kederden sana sığınırım. Zavallılık ve tembellikten sana sığınırım. Korkaklık ve cimrilikten sana sığınırım. Borç­larımın beni yenmesi, insanların beni ezmesinden sana sığı­nırım." buyurdu. Böyle dua ettim, Allah sıkıntılarımı giderdi, borçlarımı da ödetti."[873]

Rasûl (s.a.s.): "Darda kalanın okuyacağı dua şudur: Ey Allah'ım, rahmetini umuyorum, göz açıp kapayıncaya kadar beni nefsimle bırakma, bütün işlerimi düzenli kıl. Başka ilah yoktur, ancak sen varsın."[874]

"Balık karnındayken Zü'n Nun'(Yunus)un yaptığı "Sen­den başka ilah yok, senin şanın yücedir, ben zalimlerden ol­dum." duasıyla hangi müslüman bir konuda dua ederse, du­ası mutlaka kabul olunur. Başka bir rivayette de: "Ben bir cümle biliyorum ki, kim dara düşer de söylerse Allah mutla­ka onu dardan kurtarır: Kardeşiniz Yunus'un cümlesi."[875] buyurdu.

-"Kimin gamı kederi çok olursa, bol bol "La Havle Vela Kuvvete İlla Billah." (Güç ve Kuvvet yalnız ve yalnız Allah'ın­dır) desin.[876] buyurmuştur.

Rasûl (s.a.s.) sıkıntı anlarında: "La İlahe İlla'llahu'l-Azim ul-Halim/La İlahe İllallahu Rabbu'l Arşi'l Azim/Lailahe İllallahu Rabbu's-Semavati ve Rabbü'l Ardi ve Rabbu'l Arşi'l Ke­rim."[877] diye dua ederdi.

Rasûl (s.a.s.) çok istiğfar eder, ashabına da çok istiğfar etmelerini tavsiye ederdi. Çünkü bunda onların çıkış yolu bulmaları, darlıktan kurtulmaları ve rızık bolluğuna kavuşma­ları vardı.

Rasûl (s.a.s.): Kim bol bol istiğfar ederse, Allah ona her bunalımdan çıkış yolu, her kederden kurtulma ve ummadığı yerden rızık verir." buyurdu.[878]

Bu gibi dualar, hadis kitaplarında, sıkıntı, keder ve üzüntüye ilaç olarak rivayet edilmektedir; çünkü insanın şifa bulması için yeterli, yararlı ruhî tedaviyi içermektedirler. İbnu Kayyim el-Cevziyye, Rasûl (s.a.s.)in sıkıntı, keder ve üzüntü­ye ilaç olacak duaları içeren hadislerini incelemiş, onlardan ruhî tedaviye konu olan aşağıdaki  ilaçları çıkarmıştır:[879]

1- Tevhid-i Rububiyye/Tek Rabb'ın Allah olduğunu bil­mek.

2- Tevhid-i Ilahiyye/Tek ilahın Allah olduğunu bilmek.

3- Tevhid-i İlmi / İtikadî; tek ilim sahibinin O olduğunu bilmek ve buna içtenlikle inanmak.

4- Yüce Allah'ın kuluna haksızlık etmeyeceğine ve kula gelecek belayı sebepsiz olarak kaldırmayacağına inanmak,

5- Kulun, kendisinin zulüm sebebi olduğunu kabul et­mesi,

6- Yüce Rabbe, en sevgili olan şeylerle yaklaşmak ki bunlar: İsimleri, sıfatları ve bunların özeti durumunda olan Hayy ve Kayyûm isimleridir.

7- Yalnızca O'ndan yardım dilemek,

8- Umudunu sadece O'na bağlamak,

9- Tevekkülü O'na yapmak, başarıyı O'ndan dilemek, geleceğinin/geçmişinin O'nun elinde olduğu ve dilediği gibi tasarruf edeceği, verdiği hükümlerde haklı olduğunu itiraf et­mek,

10- Kur'an bahçelerinde gönlünü şenlendirmek, Kur'an'ı kalbinin bahan kılmak, şüphe ve aşırılıkların karanlığından onun aydınlığıyla sıyrılmak, her kaçan şeyde onunla teselli bulmak, her başa gelen belada onunla moral bulmak, kalp hastalıklarında -üzüntüsünü gidermesi, gam ve kederine ça­re olması için- onunla şifa bulmak,

11- İstiğfar,

12- Tevbe,

13- "Güç ve Kuvvet'in O'nda olduğunu" (La Havle Vela Kuvvete İlla Billah.) teslim edip, işleri bu ikisi elinde olan (Allah)a havale etmek.

İbnu Kayyim el-Cevzîyye, yukarda geçen, sıkıntı, üzün­tü ve kederin ilacı olarak bu ruhî tedaviyi belirttikten sonra, bunlara cihad ve namaz ilaçlarını ekledi. Orada sıkıntı, gam ve kedere ilaç olarak cihat ve namaz konusunda bazı hadis­leri kaydetti. Namazın strese ilaç olmasının önemini daha ön­ce ele almıştık.

İbnu Kayyim el-Cevziyye, ruh hastalıklarının en büyüğü olarak şirki, günahları, gafleti, O'nun seveceği ve hoşnut ola­cağı şeyleri küçümsemeyi, işleri O'na havale etmeyi terketmeyi, başkalarına güvenip O'na az güvenmeyi, kaderine kızmayı, müjdelediği ve korkuttuğu şeylerden şüpheli olmayı anar. Kalp hastalıklarını düşündüğünde bu ve benzerlerini bulursun. Bunların, hastalıkların sebepleri olduğunu, başka sebeplerin bulunmadığını görürsün. Çareleri -ki başka çare­si yoktur- Nebi'nin bu ilaçlarının içerdiği şeylerdir. Bu hasta­lıkların aksi olan şeyleri yapmaktır. Çünkü hastalık, tersi olan şeyle tedavi olur. Sağlık, dengi olan bir şeyle korunur. Kişi­nin sağlığı, Nebi'nin bu buyruklarıyla korunur. Hastalıkları, tersi olan şeylerle iyi olur."[880]

 

2- Uykusuzluk ve Uykuda Korkuyu Dua Psikoterapi

 

Allah Rasûlü (s.a.s.) uyuyamamak ve uykuda korkmayı dua ile tedavî etmiştir. "Halid b. Velid el-Mahzumî (r.a.):

- "Ey Allah'ın Rasûlü, geceleri uyuyamıyorum." diye şikayette bulundu. Rasûl (s.a.s.):

- "Yatağına yattığında "Ey 7 kat göklerin ve gölgelendirenlerin Rabbi! Ey yerlerin ve sırtında taşıdıkla­rının Rabbi! Ey şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi! Bütün yaratıklarının şerrinden beni koru ki hiçbiri beni yenemesin veya haksızlık edemesin. Senin koruman altında olan kişi güçlü ve övgün yücedir. Senden başka ilah yoktur, ancak ve ancak sen varsın" diye dua et." buyurdu.[881]

Rasûl (s.a.s.) "Sizden birisi, uyurken korkarsa, şöyle dua etsin: "Allah'ın mükemmel kelimeleriyle, gazabından, cezalandırmasından, kullarının şerrinden, şeytanların zararlı yayınlarından Allah'a sığınırım." Bu durumda ona hiç bir şey zarar veremiyecektir." buyurdu.[882]

 

3- Unutmayı Dua İle Psikoterapi

 

Rasûl (s.a.s.), Ali'nin (r.a.) Kur'an'ı unutma şikayetini te­davi etmiştir. İbnu Abbas anlatır: Rasûl (s.a.s.)in yanındayken aniden Ali (r.a.) geldi,

- "Anam/babam sana kurban olsun ey Allah'ın Rasûlü! Kur'an'ı unutuyor, hatırlıyamıyorum." de­yince, Rasûl (s.a.s.):

- Ey Hasan'ın babası, öğrendiğinde sa­na ve senin öğrettiklerine fayda verecek, öğrendiğini aklında tutmanı sağlayacak olan birkaç cümle öğreteyim mi?

- "Evet, Ey Allah'ın elçisi, öğret." cevabını verdi.

- Cuma gecesi gelin­ce, becerebilirsen, gecenin son üçte birinde kalk çünkü bu saatler şahidlidir ve bu saatlerde yapılan dualar kabul edilir. Kardeşim Yakub çocuklarına: "Sizin için Rabbimden, sonra bağışlanma dileyeceğim."[883] demişti ki "sonra" demekle "Cuma gecesi gelince" demek istemiştir. Yapamazsan gece yarısı kalk, onu da yapamazsan gecenin başında kalk ve dört rekat namaz kıl. Birinci rekatta Fatiha ve Yasin okursun. İkinci rekatta Fatiha ve Ha-mim/Duhan okursun. Üçüncü re­katta Fatiha ve Secde suresini okursun. Dördüncü rekatta Tebareke ('l Mufassalı) okursun.[884] Tahiyyatı bitirince Allah'a hamdet, övgüsünü güzelce yap, bana ve öteki nebilere salavat getir. Mümin erkek/kadınlar için ve senden önce iman etmiş kardeşlerine bağış dile. Bundan sonra şöyle dua et: "Ey Allah'ım! Beni yaşattığın müddetçe, günahları terketmek suretiyle beni kayır. Beni ilgilendirmeyen şeylerle ilgilenmek­ten alıkoy. Senin razı olduğun şeylere güzel bakmayı nasip eyle. Ey gökleri ve yeri yaratan, celal, kerem ve izzet sahibi Allah'ım, Ey Allah, ey Rahman, senin celalin ve yüzün hür­metine, Kitabını öğrettiğin şekilde ezberlememi kalbime sağ­lamanı isterim. Benden razı olacağın şekilde onu okumamı nasip et. Ey gökleri ve yeri güzelce yaratan, Ya Allah! Ya Rahman! Gözümü Kitabınla aydınlatmanı, dilimi Kitabınla söyletmeni, kalbimi Kitabınla rahatlatmanı, göğsümü Kita­bınla açmanı, bedenimi Kitabınla davrandırmanı senden iste­rim. Çünkü bu uğurda bana senden başka yardım edecek, senden gayri bana verecek olan yoktur. Yüce ve büyük olan Allah'tan başka güç ve kuvvet sahibi olan yoktur." Ey Ha­san'ın babası, bunu 3-5-7 cuma uyguladığın zaman, Allah'ın izniyle duan şaşmaz, kabul olur. İbnu Abbas (r.a.) der ki: Ye­min ederim ki Ali, 5-7 cuma geçince Ali Rasûl (s.a.s.)e, yine böyle bir meclise geldi: "Ey Allah'ın elçisi, bundan önce dört civarında âyet okuyor/ezberliyordum, sonra tekrar okumak isteyince unutuyordum. Bugün 40 âyet civarında öğreniyo­rum. Tekrar okuduğum zaman sanki Allah'ın Kitabı gözümün önünde gibi. Bir söz duyuyordum, cevap verdikten sonra unutuyordum. Şimdi sözü duyuyorum, konuştuğumda bir ke­limesini bile unutmuyorum." Rasûl (s.a.s.): "Kabe'nin Rabbine yemin olsun ki, ey Ebu'l Hasan, sen mü'minsin/buna ina­nıyorsun."[885] buyurdu.[886]

 

4- Günahkarlık Duygusunu Dua Ve Teşbihle Psikoterapi

 

Günahkarlık hissini tedavinin en iyi yöntemi Yüce Al­lah'a dua, onu teşbih ve özellikle de bunları gecenin son üç­te birindeki zaman diliminde yapmaktır.

Rasûl (s.a.s.): "Kutlu ve yüce olan Allah, gecenin son üçte biri kalınca dünya semasına iner ve "Kim bana dua ederse kabul edeyim. Kim benden istiyorsa vereyim. Kim bana istiğfar ediyorsa kabul edeyim." buyurur."[887]

Müslim b. el-Haris anlatır: "Rasûl (s.a.s.) bana sır ola­rak: Akşam namazını bitirince, yedi kere şöyle de: Ey Al­lah'ım, beni ateşten koru! Böyle dua edip de o gece ölürsen, sana teminat yazılır. Sabah namazını kılınca da aynı şekilde dua et, o gün ölürsen, sana bir teminat yazılır." buyurdu.[888]

"Kim yemek yediğinde: "Bana bu yemekleri yedirene, benim bir güç ve kudretim olmadan beni rızıklandırana hamdolsun." derse geçmiş günahları bağışlanır."[889]

"Kimin son sözü Lailahe İllallah/"Allah'ta başka ilah yoktur." olursa Cennet'e girer."[890] buyurdu.

Rasûl (s.a.s.), Muaz (b. Cebel) terkisinde biniliyken;

- "Ya Muaz!" dedi.

- “Buyur, Ey Allah'ın Elçisi, sana mutluluklar dilerim." Tekrar; "Ya Muaz!" dedi. -Buyur, Ey Allah'ın Elçisi, sana mutluluklar dilerim." Tekrar;

- "Ya Muaz!" dedi.

- Buyur, Ey Allah'ın Elçisi, sana mutluluklar dilerim." diye cevap verin­ce;

- Kim gönülden "Kelime-i Şehadet" getirirse (Eşhedü en Lailahe illallah/ve Eşhedü enne Muhammeden Abduhu ve Rasûluh.) Allah onu Cehennem'e haram kılar."

- Ya Rasulallah, bunu halka haber vereyim de, birbirlerine müjdelesinler mi?

- “Hayır, o zaman buna güvenir, boşverirler.“ buyurdu. Mu­az bunu ölümünden önce, vebalinden kurtulmak düşünce­siyle haber vermiştir.[891]

Rasûl (s.a.s.): "Kim (Eşhedü en Lailahe İllallah/ve enne Muhammeden Abduhu ve Rasûluh) derse, Allah onu ateşe haram kılar." buyurmuştur.[892]

Şüphesiz, müslüman yüce Allah'ı teşbih ve duaya de­vam ederse, bütün bu hadisler çerçevesinde, kesinlikle gü­nahkarlık duygusu ve onun neden olduğu stresten kurtulur. Yüce Allah'ın af ve bağışı umudu onu kaplar, böylece ruhun­da sevinç, rahatlık ve huzur yayılır.

 

 

 

 

5- Tevbe ile Psikoterapi

 

Günahkarlık hissetmenin tedavisinde ilaçların en önem­lisi tevbedir. Günahı ne kadar çok olursa olsun, Yüce Allah her günahkara af ve bağış sözü vermiştir. Tevbe, kişide azaptan kurtuluş, Yüce Allah'ın bağış ve rızasına ulaşacağı ümidini diriltir. Onda strese ve çoğunlukla vicdan azabına sebep olan günahkarlık duygusundan kurtarır. Yüce Allah buyurur: "De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Al­lah'ın rahmetinden ümidi kesmeyin, çünkü Allah bütün gü­nahları bağışlar. Kesinlikle O, gafurdur, rahimdir."[893]

"Allah'ın kabul için söz verdiği tevbe, kesinlikle, cahil­likle bir kabahat işleyip sonra da hemen pişman olanlar için­dir. İşte Allah böylelerin tevbelerini kabul eder. Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir."[894]

-"O kötü amelleri işleyip de sonra arkasından tevbekar olup iman edenler ise, Rabbin ondan sonra kesinlikle bağış­layandır, merhamet edendir."[895]

-"Ve onlar bir kabahat yaptıklarında veya nefislerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlarlar ve derhal günahlarının ba­ğışlanmasını dilerler. Günahları da Allah'tan başka kim ba­ğışlayabilir?! Hem onlar yaptıklarında bile bile ısrar etmez­ler./İşte bunların mükafatı, Rableri tarafından bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan Cennetlerdir ki orada sürekli kala­caklardır. Çalışanların ücreti ne güzeldir."[896]

Bir çok hadis-i şerif de tevbenin geçmiş günahları yok ettiğine işaret etmektedir. Rasûl (s.a.s.): "Kim "Diri, her za­man var olan, kendisinden başka ilah bulunmayana istiğfar ve O'na tevbe ederim." derse, Allah hakkıyla ilgili en büyük günahı işlemiş olsa bile, (şirkten başka) günahları affolu­nur.”[897]

Böylece, müslümanın günahkarlık düşüncesi hafifler. O, bilir ki insanın yapısı zayıftır; her an hata yapabilir fakat hatasını itiraf edince Yüce Allah'a tevbe ve istiğfar eder, yap­tığı kabahat yüzünden sürekli vicdan azabı çekmenin anlamı yoktur. Tam tersine, Allah'ın af ve bağışı umudu çok olması gereklidir.

Rasûi (s.a.s.): "Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, siz günah işlememiş olsaydınız kesinlikle Allah sizi gide­rir, yerinize günah işleyen ve Yüce Allah'a tevbe eden bir topluluk getirir ve onları bağışlardı."[898]

-"Ademoğlu hata yapar ve hata yapanların en hayırlısı, tevbe edenlerdir."[899] Yüce Allah tevbe eden kullarını sever. Buyurur ki: "Kesinlikle Allah, çok tevbe edenleri ve tertemiz olanları sever."[900] buyurmuştur.

Allah, kulunun tevbe etmesinden memnun kalır. Rasûl (s.a.s.): "Allah, mümin kulunun tevbesine, çorak bir arazide, üzerinde yiyecek/içeceği bulunan bineği varken uyuyan, uyandığında bineği kaybolmuş olan, iyice acıkıp susayıncaya kadar arayan sonra da: "Yitirdiğim yere gidip ölünceye kadar uyuyacağım." diyen, başını kolunun üzerine koydu­ğunda uykusundan uyanıp bineğini baş ucunda, azığı ve içeceğiyle bulan adamdan daha çok sevinir."[901] buyurmuş­tur.

Mümine düşen, Aziz ve Celil olan Rabbi hakkında hüs­nü zan sahibi, Yüce Allah'ın tevbesini kabulü, affı ve bağışı­na ulaşma konusunda çok umutlu olmasıdır. Böylece günahkarlık hissinden sıyrılır, güven ve huzur duyar. Enes, Rasûl (s.a.s.)ın: Yüce Allah buyurdu: "Ey Ademoğlu! Sen bana dua ettikçe ve benden umdukça, günahlarının çokluğuna aldır­madan seni bağışlarım. Ey Ademoğlu, günahların gökleri dolduracak kadar çok olsa; sonra benden bağış dilesen, se­ni affederim. Ey Ademoğlu, Sen günahların yerleri doldura­cak kadar çok olduğu halde bana gelsen, bana bir şeyi şirk koşmamışsan, yerleri dolduracak kadar çok mağfiretle sana karşılık veririm." buyurduğunu duydum demiştir.[902]

Cabir b. Abdullah, Rasûl (s.a.s.)in ölümünden üç gün önce; "Sizden biri, kesinlikle Aziz ve Celil olan Allah'a hüsnü zan beslemeden ölmesin." buyurduğunu duydum."[903] der.

Yazdığımız bu âyet ve hadislerden, tevbenin, günah­karlık duymaktan doğan stres için en iyi ilaç olduğu açıkça ortaya çkmaktadır. Stresin, ruh hastalıklarının asıl sebebi olduğu bilinmektedir. Psikoterapinin varmak istediği hedef ise, bu stresi yenmek; neden olduğu hastalıklardan kurtulmaktır. Muhtelif okullar, stresten kurtulmak amacıyla, psikoterapi için çeşitli metodlar kullanmaktadırlar. Ancak tevbe, buraya kadar açıkladığımız gibi, stresin tedavisinin en iyi metodu­dur.

 

Bibliyografya/Kaynaklar

 

1- Avde, Muhammed, Kemal İbrahim Mursî, es-Sıhhatu'n Nefsiyyetu fi Dav'i İlmi'n Nefsi ve'l İslam, 2. Baskı, Daru'l Kalem, Kuveyt, 1986.

2- J. Wensınck, el-Mucemu'l Müfehres Li Elfazı'l Hadisi'n Nebevi (Concordance et Indıces de La Tradition Musulmane); Leiden, Mektebetu Brill, 1929-1936.

3- Abduh, Şeyh Muhammed, Risaletü't Tevhid, Matbaatu'l Menar, Kahire, H: 1303.

4- Abid, Tevfik el-Haşimî, Medhalu't Tasavvuri'l İslamî li'l İnsani ve'l Hayati, Darul Furkan, Amman, 1982.

5- Ahmed b. Hanbel, Müsnedu'l İmam Ahmed b. Hanbel, Daru Sadır, Beyrut, dt.

6- Akkad, Abbas Mahmud, Abgariyyetu Ömer, Darü'l Küttabi'l Arabî, Beyrut, 1969.

7- Askalanî, Ebu'l Fadl, Şihabuddin Ahmed b. Ali b. Mu­hammed, Fethu'l Barî bi Şerhi Sahihil Buharî, Mekte­betu Külliyati'l Ezheriyye, Kahire, 1978.

8- Bâr,  Muhammed  Ali, el-Veciz fi İlmi'l Ecinneti'l Kur'ânî, Daru's Suudiyye li'n Neşri ve't Tevzi', Cidde, 1975.

9- Bâr, Muhammed Ali, Halku'l İnsan Beyne't Tıbbı ve'l Kur'an, 6. Baskı, Daru'ş Suudiyye li'n Neşri ve't Tevzi', Cidde, 1986.

10- Behiy, el-Hulî, Adem (a.s.) Felsefetu Takvimi'l insani ve Hilafetihi, 3. Baskı, Mektebetu Vehbe, Kahire, 1974.

11- Bekrî, Şeyh Emin, Edebu'l Hadisi'n Nebevi, 5. Baskı, Daru'ş Şuruk, Beyrut, 1981.

12- Beyhakî, Ahmed b. Hüseyin (Ebu Bekir) b. Ali, es-Sünenu'l Kübra, Matbaatu Meclisi Daireti'l Maarifi'l Osmaniyye, H: 1354.

13- Carnegie, Dale, Dagi'l Kalak ve'bdei'l Hayat, Trc; Abdulmün'im ez-Ziyadî, 5. Baskı, Mektebetu'l Hanci, Ka­hire, 1956l

14- Celaleddin Muhammed b. Ahmed el-Mahallî, Celaleddin Abdirrahman b. Ebi Bekir es-Suyutî, Tefsiru Celaleyn, Daru'l Kütübi'l Arabiyye, Beyrut, dt.

15- Darimî, Abdullah b. Abdirrahman (Ebu Muhammed), Sünenu'd Darimî, Thk: Abdullah Haşim Faysalabad, Neşadabad, Hadis Akademî, Pakistan, 1984.

16- Diyab, Abdulhamid-Ahmed Karkuz,  Mea't Tıbbı fi'l Kur'an-ı Kerim, 2. Baskı, Müessesetü Ulumi'l Kur'an, Dımaşk, 1982.

17- Ebu Davud, Süleyman b. Eş'as es-Sicistanî, Sünenu Ebî Davud, Tahkik: Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, Daru'l Fikr, Beyrut, ts.

18- Edward C. Moray, ed-Dafiiyyetu ve'l İnfial, Trc: Ah­med b. Abdilaziz Selame, Müracaat; Muhammed Os­man Necatî, Daru'ş Şuruk, Beyrut, 1988.

19- Farabî, Ebu Nasr, Arau Ehli'l Medineti'l Fadısa, Mekte­betu Hüseyin et-Ticariyye, Kahire, 1949.

20- Ferac, Osman Lebib, Advau'n Ale'ş Şahsiyyeti ve's Sıhhatli Akliyeti, Mektebetu'n Nehdati'l Mısrıyye, Kahi­re, 1970.

21- Freud, Sigmund, Mealimu't Tahlili'n Nefsi, 7. Baskı, Trc: M. Osman Necatî, Daru'ş Şuruk, Beyrut, 1988.

22- Freud, Sigmund, Selasü Resail fi Nazariyyeti'l Cins, 3. Baskı, Trc: Muhammed Osman Necatî, Daru'ş Şu­ruk, Beyrut, 1988.

23- Gazalî, (Ebu Hamid) Muhammed: İhyau Uumi'd Din, Daru'l Ma'rife, Beyrut, ts.

24- Hınn, Mustafa Said ve Diğerleri, Nüzhetü'l Müttekin Şerhu Rıyazu's Salihin li'l İmam Ebi Zekeriyya Muhyid­din Yahya en-Nevevî, 7. Baskı, Müessesetü'r Risale, Beyrut, 1985.

25- İbni Sina, Kitabu's Siyase, Neşr: el-Eb Luis Ma'luf el-Yesûî, el-Matbaatu'l Katolikiyye, Beyrut, 1911.

26- İbnu Hişam, es-Siretu'n Nebeviyyetü li İbni Hişam, Thk: Mustafa Saka ve Diğerleri, Daru

İhya-i't Turasi'l Arabî, ts.

27- İbnu Kayyim el-Cevzîyye, et-Tibbu'n Nebevî, Daru Mektebeti'l Hayat, Beyrut, 1985.

28- İbnu Kayyim el-Cevzîyye, Tuhfetu'l Mevdud bi Ahka­mi’l Mevlud, Mektebetu Dari'l Beyan, Dımaşk, 1971.

29- İbnu Kesir, el-Hafız İmaduddin Ebu'i Fida İsmail, Tel siru'l Kur'ani'l Azim, Daru İhyai'l Kütübi'l Arabiyyeti li İsa Elbani el-Halebî ve Şerikahu, Daru'l Marife, Beyrut, 1980.

30- İbnu Mâce, Ebu Abdilfah, Muhammed b. Yezid el-Kazvinî, Sunen'u İbni Mace, Tahkik: Muhammed Fuad Abdulbakî, Daru'l Hadis, el-Kahire, ts.

31- İbnu Sina, Kitabu's Siyase, Nşr: el-Eb Luis Ma'luf el-Yesui, Matbaatü'l Katalikiyye, Beyrut, 1911.

32- İbnu Şirin, Muhamed, Kitabu Tefsiri'l Ahlami'l Kebir, Matbaatu Muhammed Sabıh ve Evladuh, Kahire, 1963.

33- İbnu Teymiyye, Mecmuatu Fetava Şeyhu'l İslam İbnu Teymiyye, 10, İlmu's Suluk, Işrafu Riaseti'l Ammeti Li Şuui'l Harameyni'ş Şerifeyn, es-Suudiyye, ts.

34- İbrahim, Muavvız Avz, el-İslamu ve'l Usretu, Daru'n eşr li'l Camiiyyin, Kahire, ts.

35- Kamil, Abdulaziz, Mea'r Rasuli ve'l Mucteme'ıfi Istikbali'l Karni'l Hicriyyi'l Hamiş Aşere, Müessesetu's Sa­bah, Kuveyt, 1980l

36- Karadavî, Yusuf, er-Rasulu'l Muallim, Daru's Sahve, 1984l

37- Kavsi, Abdulaziz, Ususu's Sıhhati'n Nefsiyye, 7. Bas­kı, Mektebetu'n Nehdati'l Mısrıyye, Kahire, 1969.

38- Kurtubî, Ebu Abdillah, Muhammed b. Ahmed el-En-sarî el-Kurtubî, el-Camiu li Ahkami'l Kur'an, Daru'l Küt-tabi'l Arabi li't Tıbaaîi ve'n Neşr, Beyrut, 1968

39- Makarios, Samuel, Müşkilatu's Sıhhati'n Nefsiyye fi'd Duveli'n Namiye, Mektebetu'n Nehdati'l Mısrıyye, Ka­hire, ts.

40- Malik, (Ebu Abdillah), Muvattau'l İmam Malik, (Rivayetu Yahya b. Yahya el-Leysî), 7. Baskı, Hazırlayan: Ahmed Ratib Armuş, Daru'n Nefais, Beyrut, 1983l

41- Muhammed b. Abdillah el-Hatib et-Tebrizî, Mişkatu'l Mesabih, el-Mektebu'l İslamî, Beyrut, 1985l

42- Muhammed b. Muhammed (Ebu Hamid) el-Gazalî, İhyau Ulumi'd Din, Daru'l Ma'rife, ts.

43- Muntahab fi Tefsiri'l Kur'ani'l Kerim, el-Meclisu'l A'la li'ş Şuuni'l İslamiyye bi Vezareti'l Evkaf bi Cumhuriyyeti Mısr el Arabiyye, 7. Baskı, 1979.

44- Münzirî, el-Hafız, Muhtasaru Sahih'i Müslim, Thk: Nasıruddin Elbanî, 3. Baskı, el-Mektebetu'l İslamî, Bey­rut, 1977.

45- Müslim b. Haccac (Ebu'l Hüseyin) Müslim el-Kuşeyrî, Sahihu Müslim Bi Şerhi'n Nevevî, el-matbaatü'l Mısrıyye ve Mektebetuha, Kahire, ts.

46- Nasıf, Mansur Ali, et-Tacü'l Camiu li'l Usul fi Ehadisi'r Rasul, 4. Baskı, Daru'l Fikir, Kahire, 1975.

47- Necatî, Muhammed. Osman, el-İdraku'l Hissî inde İbni Sina: Bahsun fi İlmi'n Nefs inde'l Arab, 3. Baskı, Daru'ş Şuruk, Beyrut, 1980.

48- Necatî, M.Osman, el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs, 3. Bas­kı, Daru'ş Şuruk, Beyrut, 1987.

49- Necatî, M. Osman, İlmu'n Nefsi's Sınaî, 3. Baskı, Müessesetu's Sabah, Kuveyt, 1980.

50- Necati, M. O. İlmu'n  Nefs fi  Hayatine'l Yevmiyye, 12. Baskı, Daru'l Kalem, Kuveyt, 1985.

51- Necati, Muhammed Osman, Mefhumu's Sıhhati'n Nefsiyye fi'l Kur'an-ı Kerim ve'l Hadisi'ş Şerif, Neşretü't Tıbbi'l İslami, 3. Sayı, el-İbhasu ve'l A'mal'il Mu'temeri'd Duveliyyi's Salis an Tıbbı'l İslamî, 5. Cild, 1984.

52- Nesâî, (Ebu Abdirrahman) Ahmed b. Şuayb b. Ali Bahr en-Nesâî, Sünenu'n Nesâî bi Şerhı'l Hafız Celaleddin es-Suyutî, Daru'l Küttabi'l Arabî, Beyrut, ts.

53- Said, Muhammed Re'fet, er-Rasulu'l Muallim ve Menhecuhu fi'l Talim, Daru'l Huda li'n Neşri ve't Tevzi, Riyad, 1982.

54- Shoen, Richard, Umul Emrazi'n Nefsiyye ve'l Akliyye, Trc: Ahmed Abdulaziz Selame, Daru'n Nehdati'l Arabiyye, Kahire, 1979.

55- Şeybanî, Abdurrahman b. Ali el-Maruf bi İbnu'd Debiğ eş-Şeybani, Teysiri'l Vusul ila Camii'l Usul min Hadisi'r Rasul, Daru'l Marife, Beyrut, 1977.

56- Tirmizî, Ebu İsa, Sahihu't Tirmizi bi Şerhi'l İmam İbni'l Arabi el-Maliki, Daru'l Küttabi'l Arabi, Beyrut, ts.

57- Zehebî, el-Hafız Muhammed b. Ahmed b. Osman, es-Siyretu'n Nebeviyye, Thk:  Hüsamuddin el-Kudsî, Daru'l Kütübi'l İlmiyye, Beyrut, 1981.

58- Zehran, Hamid, es-Sihhatu'n Nefsiyyetü ve'l İlacu'n Nefsi, 3. Baskı, Mektebetu Alemi'l Kütüb, Kahire, 1978.

59- Zehran, Hamid, İlmu'n Nefsi'n Numuvvi: et-Tufule ve'l Murahıka, 4. Baskı, Alemu'l Kütüb, Kahire, 1978.

60- Zemahşerî, Ebu'l Kasim, Carullah Mahmud b. Ömer el-Harezmî, el-Keşşafu fi Hakaiki't Tenzil ve Uyuni'l Akavili fi Vucuhi't Te'vil, Daru'l Ma'rife, Beyrut, ts.

 

Yabancı Kaynaklar

 

1- Adler, Alfred: Understanding Human Nature. New York: Greenberg Publishers, Inc., 1927.

2- Atkinson, R. L; Atkinson, R.C. and Hilgard, E.R. Introduction to Psychology, 8 th ed., New York: Harcourt Brace Jovanovich, İnc,. 1983.

3- Cannon,W. B. The Wisdom of the Body. New York: Nor­ton, 1932.

4- Houston, J. P.; Bee, H., Halfield, E. and Rimm, D. C. Invitation to Psychology. New York: The Academic Press İnc, 1979.

5- Kağan, J.: Havemann, E. and Segal, J. Psychology: An Introduction. New York:  Harcourt  Brace Jovanovich, Publishers, 1984.

6- Kimble, G. A.; Garmezy, N. and Segal, J. Psychology: An Introduction. New York:   Harcourt  Brace  Jovanovich, Publishers, 1984.

7- May, Rollo: The Meaning of Anxiety. New York: The Ronald Press, Co., 1950.

8- Munn, L. N. Psychology: The Fundamentals of Human Adjustment. Boston: Houghton Mifflen Co., 1961.

9- Sanford, F. H. and Wrightsman, L. S. Jr. Psychology: A scientific study of Man, 3rd ed., Belmont, California, Brooks, cole publishing Co., 1970.

 

Yazarın Eserleri

 

1- el-İdraku'l Hissî inde İbni Sina: Bahsun fi İlmi'n Nefs inde'l Arab, 3. Baskı, Daru'ş Şuruk, Beyrut, 1980. (Tükendi)

2- el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs, 3. Baskı, Daru'ş Şuruk, Bey­rut, 1987.

3- el-Medeniyyetü'l Hadise ve Tesamuhu'l Valideyn, 2. Bas­kı, Daru'n Nehdati'l Arabiyye, Kahire, 1974.

4- İlmu'n Nefsi's Sınaî, 3. Baskı, Müessesetu's Sabah, Ku­veyt, 1980.

5- İlmu'n Nefs fi Hayatıne'l Yevmiyye, 12. Baskı, Daru'l Ka­lem, Kuveyt, 1985.

6- İlmu'n Nefsi'l Harbî, 3. Baskı, Daru'n Nehdati'l Arabiyye, Kahire, 1960. (Tükendi)

7- Melamihu Cerimeti' Kati, Başkalarının da katılımıyla, Menşuratu'l Merkezi'l Kavmi li'l Buhusi'l İçtimaî ve'l Cinaî, Kahire, 1971. (Tükendi)



[1] Akıl, Fahir, Daru'l İlm li'l Melayin, 2. Baskı, Beyrut, 1977.

[2] Razuk, Esad, el-Müessesetü'l Arabiyye li'd Diraseti ve'n Neşr, Beyrut, 1977.

[3] Bunu niçin yaptığını "Önsöz"ünde açıklayacaktır.(Işık)

[4] Buharî ve Müslim'in Sahih'leri, Tirmizî, Ebu Davud, Nesâî, İbnu Mâce'nin Sünen'lerinin topluca adı.

[5] Yazır, Elmamılı M. Hamdi, Hak Dini, Kur'an Dili, (I-IX) Eser Kitabevi, İs­tanbul, ts.

[6] Ateş, Süleyman, Kur'an-ı Kerim ve Yüce Meali, Yeni Ufuklar Neşriyat, İs­tanbul, ts.

[7] Bu hususun tenkit edileceğini sanıyoruz. Ancak hadisler kitaplara geç­tikten sonra senedlerin terkedilmesi ne kadar tarihî bir gerçeklik ise bu hususun da , tercümemizde olduğu gibi, özellikle dolaylı eserlerde, artık zorunlu hale geldiğine inanıyoruz. (Işık)

[8] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 13-15.

[9] (Tasavvuru'l İslâmiyyi li'l insan) Kur'an/Sünnet ışığında, yakalanması ta­sarlanan insan tipi amaçlanmaktadır. (lşık)

[10] Yazarın bu eseri, Fecr Yayıncılık tarafından, Dr. Hayatî Aydın tercümesiy­le, "Kur'an ve Psikoloji" adıyla, (Kasım  1998, Ankara) yayınlanmıştır. (Işık)

[11] Sayfa numarası konusunda yazara katılamıyoruz; çünkü tercümemiz sı­rasında ciltten sonra çok defa sayfa numaraları verilmeden hadis numa­rasına geçildiğini gördük.(Işık)

[12] Biz, Buharî ve Müslim şeklinde, ayrı ayrı yazdık.(Işık)

[13] Nevevî'nin bu eseri, ülkemizde, Diyanet İşleri Başkanlık Yayınları arasın­da, şerhsiz haliyle tercüme edilerek "Riyazu's Salihîn Tercümesi" adıyla, üç cilt olarak yayınlanmış, birkaç baskısı yapılmıştır (Işık)

[14] Eserin ülkemizdeki tanınmış adı ve tercümesi "Tâc" diye bilindiğinden, biz yazar ismini kitap ismiyle değiştirerek "Tâc" diye gösterdik. (Işık)

[15] Bu değerli çalışma hadis kitabı olmayıp, "Kütüb-i Sitte" (Altı Kitap) diye tanınan Buharî ve Müslim'in Sahih'leri, Tirmizî, Ebu Davud, Nesâî, İbnu Mâce'nin Sünen'leri yanında Malik'in Muvatta'ı ve Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde geçen hadisleri, önemli kelimelerinden hareketle, hangi eserde geçtiğini gösteren hadis fihristidir. Hadisciler arasında "Concor-dance" adıyla tanındığından, biz sadece "Con." kısaltmasıyla gösterdik.

[16] Bu anlayışın kaynağı olan hadis, kitabın aslında.sh. 147/Trc: 92/ 332'de geçmektedir.(lşık)

[17] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 17-22.

[18] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 23-24.

[19] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 24.

[20] Tirmizi, Ahmed ve Hâkim, Metin Tirmızi'ye aittir. Şeybanî. IV/142; V/167.

[21] Ebu Davud, Buyu', No: 3477; Ahmed ,V/364; İbn Mace, Con. 6/51.

[22] Ebu Davud, Kitabu'l Haraç ve'l İdare, No: 2945.

[23] Necati, Muhammed Osman, el-Kur'anu ve İlrnu'n Nefs, 76-79; 3. Bas­kı, Daru'ş Şuruk, Beyrut, 1987.

[24] Yazarın hem burada hem dipnotta kaydettiği, "Ikrime'nin İbnu Abbas'tan rivayeti "gibi, hadisin ravilerini gerekli görmedikçe yazmaya­cağız. Alışılmadığı için yadırganacağını ve tenkit edileceğini tahmin ediyoruz ancak başlangıçta senedin tamamı yazılırken sonraki asırlar­da sadece sahabe adı yazılmıştır. Kaynakları verildiği ve metnin önem­senmesi gerektiği, pratikte yazmamanın yararı olacağı için ravi adını atlamayı uygun görüyoruz. (Işık)

[25] İbnu Mâce, 1/No: 1439, 1440, 3440, 3441.

[26] İbnu Kayyim el-Cevziyye, et-Tıbbu'n Nebevi, 103-104, Dar'u Mektebet'il Hayat, Beyrut, 1405/1985.

[27] Necatî, Muhammed, Osman, el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs, 27; (Asrımız yazarlarından bazılarının zaman zaman baş vurduğu bu düşünce, psi­kolojik bir vakadır. Telafi mekanizmasını andırmaktadır. Kur'an-ı Kerim, Yüce Allah'ın okunan; evren ise okunacak olan kitabıdır. Yerçekimi ka­nunu bulunmadan önce de, insanların başına elma düşüyordu. Ama Newton, yer ve göğün inceliklerini düşünerek (Ali-lmran, 3/191-192) bu kanunu buldu. Adama "Daha önceleri neredeydiniz?" diye sormazlar mı! (Işık)

[28] Ibnu Mâce, I/No: 301.

[29] Bakara: 2/155.

[30] Nahl: 16/112.

[31] Kureyş: 106/3-4.

[32] Tirrnizi, Zühd, 9/208.

[33] Tirmizî, 9/224; Ahmed, Hâkim; Tac: V/167.

[34] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 24-31.

[35] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 31.

[36] Nahl: 16/72.

[37] Nisa: 4/1.

[38] İbnu Mâce, I/No: 1846.

[39] Ebu Davud, II/No: 2050.

[40] İbnu Kayyim el-Cevziyye, Tuhfetu'l Mevdud bi Ahkami'l Mevlud, 10-14.

[41] Rum: 30/21.

[42] Müslim, VII/91-92, Ebu Davud, Ahmed; Con: 1/187.

[43] Ibnu Mâce, 1/No;1862, Con:1/441.

[44] Ibnu Kayyim el-Cevziyye. Tıbb-ı Nebevî, 234.

[45] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 31-33.

[46] Ahmed, 1/404.

[47] Zemahşeri, (Ebu'l Kasım) Carullah Mahmud b. Ömer, el-Keşşafu fi Hakaiki't Tenzit ve Uyuni'l Ekavili fi Vucûhi't Tevil, II/445 (İsra Suresi), Bey­rut. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 33-34.

[48] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 35.

[49] Rum: 30/ 30.

[50] Kurtubî, Tefsiri, IV/29; Ayrıca bkz. Celaleyn Tefsiri, 340.

[51] Araf: 7/173.

[52] Bkz. Necati, M. Osman, el-Kur'anu ve ilmu'n Nefs, 47-49.

[53] Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi; Tac, V/196.

[54] Ahmed, III/435, Başka bir rivayette de: "Fıtrat üzere doğmayan insan olmaz ancak bu, konuşma safhasına kadar sürer. Sonra ana/babası onu yahudileştirir veya hristiyanlaştınr." buyurulmaktadır. IV/ 24.

[55] Buharı, Müslim, Nevevi, I/222.

[56] Müslim, Şeybani, IV/32.

[57] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 35-38.

[58] Necati, Muhammed Osman, el-Kur'anu ve İlmü'n Nefs, 46-47.

[59] Mutaffifin, 83/22-25; Bu manadaki âyetler için bkz. Necati, M. Osman, el-Kur'anu ve İlmü'n Nefs, 46.

[60] Buharî, Müslim, Şeybani, IV/183.

[61] Metin Buharî'ye aittir. Farzu'l Humus, Müslim, Zühd ve Rekaik, Nevevî, 1/114.

[62] Ahrned, IV/105.

[63] Ebu Davud; Şeybani 11/163.

[64] Buharî, Müslim, Malik, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî; Şeybani, 11/163; Hayfa: Medine dışında, Seniyyetü'l Veda'ya 6 mil uzaklıkta bir yer.

[65] Buharî, Şeybani, 11/164. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 38-41.

[66] Ali-İmran: 3/14.

[67] Fecr: 89 /20.

[68] Buhari, Müslim, Tirmizi, Zühd, 9/205; İbnu Mâce,  Darimi, Ahmed, 1/370, Con I/266.

[69] Tirmizi, Zühd, 9/205.

[70] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 41-42.

[71] Ebu Davud, Nevevi, III/1013.

[72] Nesâî, IV/159-160.

[73] Açlık güdüsü ele alındığı için, hadiseye yalnız bu açıdan bakılmıştır. Ancak ruhî duygu olması yönüyle, sonuca ulaşmış olma başarısının se­vinci de bununla birliktedir; iftar topuyla ilan edilen zafere ulaşmanın sevincidir.(Işık)

[74] Nisa: IV/142-143; Bkz. Necati, M. Osman, el-Kur'an ve İlmü'n Nefs, 51-52. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 42-43.

[75] Müslim, Münafıkin, Tac, V/45.

[76] Müslim, XV/49.

[77] Tirmizi, Ahmed, İbnu Mace; Şeybani, IV/184-185. Con, II/163, Tac, V/212-213.

[78] Müslim, Nevevi, 1/103-104.

[79] Buhari, Müslim, Nevevi I/290.

[80] Rezin; Şeybanî, IV/309; (Ebu'l Hasen, Rezin b. Muaviye el-Abderî 535/1140);Kütüb-i Sitte -İbnu Mâce hariç- ve Muvatta'yı bir araya ge­tiren eserinin adı et-Tecrid lî's Sıhah ve's Sünen'dir. Bkz. Özbek, Yusuf, Hadis Literatürü, 377, İz Y. 1994, İst- Işık)

[81] Taha: 20/124.

[82] Kasas: 28/77.

[83] Nesâî, Ahmed, Hâkim; Tac II/279.

[84] Ahmed, VI/226.

[85] Buharî, Müslim, Nesâî, Tac, II/278.

[86] Metin Buhari'nin, 19/ No: 5199; Müslim, Münzirî, No: 268.

[87] Buharı, Nevevî, 1/171.

[88] Nesâî, VI/58; Tirrnizî.

[89] Nesâî, Nikah Babun Nehy ani't Tebettül, VI/59.

[90] Ahmed, I/450; (Mâide, 5/87-lşık).

[91] Buharı, Nevevi, 1/167.

[92] el-Hınn, Mustafa Said ve Diğerleri, Nüzhetü'l Müttekin Şerhu Riyazu's Salihin Min Kelami Seyyidi'l Mürselin, 1/169, Müessesetu'r Risale, 7. Baskı, Beyrut, 1985.

[93] Buharı, Müslim, Nevevi, 1/169.

[94] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 43-52.

[95] Necatî, M. Osman, el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs, 52-63.

[96] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 52-53.

[97] Müminun: 23/ 51; Bakara: 2/172 (Işık).

[98] Müslim, Tirmizi, Ahmed, Darimî, Şeybani, IV/137-138.

[99] Buharî, Tirmizi, Şeybani, IV/138.

[100] Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî, Şeybani, IV/138.

[101] Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâf, Şeybani, IV/309-310.

[102] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 53-54.

[103] A'raf: 7/31.

[104] Buharî, Tac, III/163.

[105] Tirmizi, Ahmed, Hakim, Tac, V/167.

[106] Buharî, Müslim, Malik, Tirmizî, Şeybanî, III/130.

[107] Müslim, Tirmizî, Şeybanî, III/130.

[108] Buharî, Müslim, Tac, V/163.

[109] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 54-56.

[110] Buhari, 19/129-132, No: 5060; Müslim, 9/172; Ebu Davud, III/No:2046; Tirmizi, IV/301; Nesai, IV/169-171; Darimi, III/No 2171, Ahmed, I/447.

[111] Ahmed, V/163-164.

[112] Tirmizi, Nikah, V/305; Ibn Mace, Nikah; Con: II/167.

[113] Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi; Malik, Tac, II/298-299.

[114] Nur: 24/30-31.

[115] Ebu Davud, Libas, IV/ No:1404; Ayrıca bkz. Muavviz Avz İbrahim, el-Islamu ve'l Usretu, 137, Daru'n Neşr li'l Camiiyyin, Kahire, ts.

[116] Tirmizi, Nesai, Darimi, Ahmed, IV/414, Con: II/317.

[117] Tirmizi, Şeybanî, III/44.

[118] Buhari, Müslim, Şeybanî, II/160.

[119] Ebu Davud, Tirmizi, Şeybanî, III/41-42.

[120] Nesai, Menasiki'l Hac, V/118-119.

[121] Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai; Tac, II/330.

[122] Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai; Tac, II/331.

[123] Nur: 24/58.

[124] Ebu Davud, Nevevî, I/299.

[125] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 56-63.

[126] Ebu Davud. Şeybani, IV/191; Tac, V/18.

[127] Tirmizi, Şeybani, IV/311.

[128] Tırmızî, Şeybani IV/310-311, Tac, V/23.

[129] Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî, Tac, 1/27; Nevevi, II/1035.

[130] Tirmizi, Şeybani, IV/178, Tac, V/37.

[131] Ebu Davud, Tirmizi, Şeybani, IV/178, Tac, V/62.

[132] Tirmizi, Ebvabu'l Birr; Nevevi, I/250.

[133] Müslim, Kitabu'l Birr; Nevevi, 1/41, No: 16/220.

[134] Ebu Davud, Tirmizi, Şeybani, III/248, Nevevi, II/1051.

[135] Ebu Davud, Şeybani, III/249; Nevevi, II/1042.

[136] Tirmizi, Şeybani, III/41.

[137] Buhari, Müslim, Ebu Davud, Malik, Tirmizi, Şeybani, III/249, Nevevi, II/1051.

[138] Buhari, Müslim, Malik, Ebu Davud, Nesâî, Şeybani, IV/28-29.

[139] Buhari, Müslim, Malik, Tirmizi, Nesâî; Şeybani, IV/29.

[140] Şeybani, IV/29.

[141] Buhari, Müslim, Nevevi, II/1041.

[142] Müslim, Nevevi, II/14033.

[143] Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî, Şe'ybani, IV/29.

[144] Şeybanı, IV/29.

[145] Tirmizi, Tac, III/4.

[146] Tirmizi, Nesâî, Tac, III/4.

[147] Buharı, Müslim, Tirmizi, Nesâî, Tac, III/3.

[148] En'âm: 6/151.

[149] Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesâî, Şeybani, 1/21.

[150] Buhari, Müslim, Ebu Davud, Metin Tirmizi'nindir. Nesâî, Tac, IV/93.

[151] Ebu Davud.

[152] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 63-69.

[153] Tevbe: 9/34.

[154] Münafıkun: 63/ 10.

[155] Buhari, Rikak; Müslim, Zekat; Nevevi, 1/459.

[156] Müslim, Şeybani, IV/310.

[157] Ebu Davud, Şeybani, IV/310.

[158] Buhari, Cihad ve Rikak; Nevevi, 1/417.

[159] Tirmizi, Zühd; Nevevi I/425.

[160] Tirmizi, Nesâî, Tac, IV/337.

[161] Müslim, Nesâî, Tac, IV/337.

[162] Bakara: 11/261.

[163] Ebu Davud, Tac, 11/41-42; (Hadisin aslında "Rahikı mahtum" olarak geçen bu su, Kur'anda,"Cennetliklerin içeceği olarak ambalaj içinde sunulan, içildikten sonra güzel kokan, ağzı kapalı kıymetli bir su" ola­rak geçmektedir. Bkz. Mutaffifin, 83/25 - Işık)

[164] Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesâî, Tac, II/4-5.

[165] Buharî, Müslim, Nesâî, Tac, II/4-5.

[166] Müslim, Birr ve's Sıla; Nevevî, 1/478.

[167] Buharî, Tefsir; Müslim, Zekat; Nevevî, I/474.

[168] Gazalî, Ebu Hamid, Ihyau Ulûmi'd Din, III/48-388; Daru'l Ma'rife, Bey­rut, t.s.

[169] Rişardum Şoven, İlmu'l Emrazı' Nefsiyyeti ve'l Akliyyeti, Trc: Ahmed Abdulaziz Selame, 846-854, Daru'n Nehdati'l Arabiyye, Kahire, 1979. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 69-73.

[170] Bkz. S. Freud, Selasu Resail fi Nazarıyeti'l Cins, Trc: M. O. Necatî, 2. Baskı, Daru'ş Şuruk, Beyrut, 1985.

[171] A'raf: 7/81-82.

[172] Şuara: 26/165-166.

[173] Tirmizî, Hudud; VI/241.

[174] Ahmed, 1/317; Beyhakî, VIII/224.

[175] Beyhakî, VIII/237.

[176] Beyhakî, VIII/237.

[177] Buharî, Nevevî, II/1121. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 73-76.

[178] Necatî, M. Osman, el-Kur'anu ve llmu'n Nefs, 66-144.

[179] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 77.

[180] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 77-78.

[181] Tevbe: 9/24.

[182] Bakara: 2/165.

[183] Tirmizi, Menakıb, XIII/201.

[184] Tirmizî, Dua, XIII/27.

[185] Tirmızî, Tefsir; Tac, I/247-249.

[186] Tirmizî, Dua; XIII/27.

[187] Ebu Davud, Tirmizî, Tac, V/78.

[188] Ebu Davud, Tac, V/78.

[189] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 78-81.

[190] Tevbe: 9/24.

[191] Tirmizî; Tac, III/349, Şeybanî, III/296.

[192] Buharı, 1/114; Müslim, II/15.

[193] Buharî, Şeybanî, III/257.

[194] Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesâi, Tac, V/78.

[195] Ali-lrnrân: 3 /31.

[196] Buharî, Fedaili's Sahabe, XIV/189.

[197] Tirrnizî, Tac, I/47-84.

[198] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 81-84.

[199] Alfred Adler, Understanding Human Nature, New York, Greenbergpubishers, 2nc, 1927, p. 239; Rollo May, The Meanirıg of Anxiety, New York, The Roland Press Co. 1450, PP, 128-130; Ayrıca bkz. M. Osman Necatî, el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs, 258.

[200] Tevbe: 9/71.

[201] Hucurât: 59/10.

[202] Ali- İmran: 3/103.

[203] Haşr: 59/9.

[204] Tirmizî, Şeybanî, M/23.

[205] Ahmed, II/400, Sehl b. Sa'd 'dan gelen benzer bir başka rivayet daha vardır. Ahmed, V/335.

[206] Ahmed, V/343.

[207] Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesâi, Tac, I/ 231- 232, Nevevî, I/547,  No: 1/659.

[208] Müslim, Tac, V/82.

[209] Bkz. Sh. 81.

[210] Buharî, Müslim, Tirmizi. Nesâî, Tac, I/62.

[211] Tirmizî, Ahmed, Tac, V/166-167.

[212] Buhari, Müslim, Nevevi, 1/138, No: 2/362.

[213] Ahmed, IV/404, Buhari, Müslim, Tirmizî, Nesâî, Con. 1/223; Hadiste, Rasûl (s.a.s.) hareketi olarak "Ellerinin parmaklarını birbirine geçirme­si", beden dili olduğu için atlanmamalıdır. (Işık)

[214] Tac, III/401-402.

[215] Efsanevî boyuta ulaşan bu fedakarlık örneğinde, "eşlerinden birini boşayıp malda/dinde kardeşi olan kişiye teklif etmesi" yadırganmış ve ter­cümeden çıkartılması tavsiye edilmiştir. Günümüz anlayış ve mantığı içinde bu tavsiye makul gözükebilir ancak tarihî olayları kendi ortamla­rında ele almak gerekir. Bizim boşanacak eş konusunda paylaşılacak maldan daha titiz olduğumuz doğrudur. Ama Rasul (s.a.s.)in Medi­ne'de uyguladığı bu malda/dindeki kardeşlik uygulamasını, malımızı paylaşmak noktasında, bugün, -diyelim ki bir depremzedeyi kardeş edinerek- bölüşme noktasında kim razı olur?!. Bu nedenle hadiseyi kendi şartlarında, sivri misal de olsa, doğru buluyoruz. (Işık)

[216] Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Ibnu Mace, Ahmed, Con: I/408.

[217] Mâlik, No 1642.

[218] Beyhakî, Şuabi'l İman; Muhammed b. Abdullah Hatib Tebrizî, Mişkatü'i Mesabih, III/139, No: 4998-4999, 3. Baskı, Mektebetü'l İslâmi, Beyrut, 1985.

[219] İbnu Mâce, Zühd; Taberânî, Mu'cemu'l Kebir; Hakim, (Müstedrek, Rekaik); Nevevi, I/420.

[220] Nevevî, I/420.

[221] Buharî, Müslim, Tirmizî, Tac, V/9. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 84-92.

[222] Buharî, Müslim, Tirmizî, Tac, II/230.

[223] Buharî, Edeb, XXII/222, Ebu Davud, Cihad, No: 2550, Müslim Mâlik, Ibnu Mâce, Ahmed, Con. V/508.

[224] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 92-93.

[225] Tirmizî, Tac, III/359.

[226] Buharî, Ebu Davud, Tirmizî, Tac, V/7.

[227] Buharî, Müslim, Tac, V/7.

[228] Buharî, Müslim, Tirmizî, Tac, III/357.

[229] Tirrnizî, Tac, III/358.

[230] Tegabun, 64/15 (Işık).

[231] Tirmizi, Tac, III/359.

[232] EbuDavud,Tac,V/7.

[233] Buhari, Müslim, Tirmizî ,Tac.V/7.

[234] Tirmizî, Tac, V/8.

[235] Tirmizî, Tac, V/8.

[236] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 93-95.

[237] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî, Darimi, Ahmed; (Asıl Sh.55' de geçmişti.) Bkz. Trc, sh. 18.

[238] İbnu Kayyim el-Cevziyye, et-Tıbbu'n Nebevî, 245-247.

[239] İbnu Mâce, I/No:1847.

[240] Rum: 30/21.

[241] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 95-97.

[242] Fecr: 89/20.

[243] Adiyat: 100/3.

[244] Buharı, Müslim, Tirmizî, Tac, V/162.

[245] Buharı, Müslim, Tirmizî, Tac, V/163.

[246] Tirmizî, Tac, V/163.

[247] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 97-98.

[248] Al-i İmrân: 3/175.

[249] Tirmizî, Tac, V/203.

[250] Tirmizî, V/ 204-205.

[251] Tac, V/204-205.

[252] Tirmizi, Tac,  V/204.

[253] Edward C. Moray, ed-Dafiiyyetü vel İnfial, Trc: Ahmed Abdulaziz Selame, Müracaat, Muhammed Osman Necatî, 128-131, Daru'ş Şuruk, Beyrut, 1988.

[254] Enbiyâ: 21/90.

[255] Secde: 32/16. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 98-101.

[256] Munn, L. N. Psycholog: The Fundamentals of Human Adjustement 4 th ed, Boston, Houghton Mifflin Co. 1961. PP. 278-281.

[257] Fetih: 48/29.

[258] Tahrim: 66/9.

[259] Tevbe: 9/123.

[260] Fetih: 48/26.

[261] Tirmizî, Şemail (Z. Irakî, Gazalî'nin İhya'sının hadislerinin tahricinde III/171, dipnotundan).

[262] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 101-104.

[263] Necati, M. Osman, el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs, 100-105.

[264] Tirmizî, Tac, V/298-299.

[265] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 104-105.

[266] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî, Şeybani, IV/55.

[267] Ebu Davud, Talak; Ahmed, Vl/276; İbn Mace, Con, IV/25.

[268] Ebu Davud, Ahmed, Tac, V/84.

[269] Müslim, Nesâî, Şeybani, III/246.

[270] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 105-106.

[271] Tirmizi, Zeyneddin Irakî, İhya'nın tahricinde, III/187-5.

[272] Bkz. sh, 81:Trc: 32.

[273] Bakara: 2/216.

[274] Cuma: 62/8.

[275] Tac, I/338-6.

[276] Tirmizî, Nesâî, Tac, I/338.

[277] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 107-108.

[278] İbnu Teymiyye, Mecmuatu Fetava Şeyhu'l İslam Ibn Teymiyye, 1/113; llmu's Suluk, israf. er-Riasetu'l Amme Li Şuuni'l Harameyni'ş Şerifeyn, Suudi Arabistan, ts.

[279] Nisa: 4/54.

[280] Bakara: 2/109.

[281] Felak: 113/5.

[282] Taberânî, Evsai; Irakî, İhya, III/188-3.

[283] Ebu Davud, İbnu Mâce, Z. Iraki, İhya III/187-1.

[284] Taberani, Evsaî; İbnu Ebi'd Dünya, Z. Irakî. İhya, III/187-7.

[285] Tirmizi, Z. Irakî, İhya, III/187-5.

[286] Mutaffifin, 83/22-26.

[287] Hadid: 57/21.

[288] Buharî, Müslim, Tirmizî, Tac, III /57-58.

[289] Buharî, Müslim, Nevevi, I/742, No: 7/997.

[290] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 108-111.

[291] Müslim, Malik, Ebu Davud, Şeybani, III/245.

[292] Buharî, Tirmizi, Tac, II/331.

[293] Müslim, Necâî, Şeybani, III/246.

[294] Ebu Davud, Nesâî, Şeybanı, III/246.

[295] Ebu Davud, Tac, IV/371.

[296] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 112-113.

[297] Buhari, Ebu Davud, Ahmed, Tac, V/59.

[298] Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Tac, V/59.

[299] Buhari, Müslim, Nevevi, 1/562, No:3/683.

[300] Buharî, Müslim, Nevevi, 1/561, No:2/682.

[301] Buharî, Müslim, Nevevi, I/562, No:4/684.

[302] Tirmizi, Ahmed, Hakim, Tac, V/59-60.

[303] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 113-115.

[304] Necatî, M. Osman, İlmu'n Nefs fi Hayatıne'l Yevmiyye, sh.125-127.

[305] Necatî, M. Osman, İlmu'n Nefs fi Hayatine'l Yevmiyiye, sh 112-114.

[306] Necati, M. Osman, el-Kuranu ve İlmu'n Nefs, 66-114.

[307] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 115-117.

[308] Buhari, Malik, Tirmizı, Nevevi, 1/533, No: 8/639; Şeybanî, III/247.

[309] Taberani, İbnu Abdi'l Berr, Ahmed; Z. Irakî, Tahrici İhya, III/165-3.

[310] Müslim, Ebu Davud, Şeybanî, III/246.

[311] Ebu Davud, Tirmizî, Nevevi, I/79.

[312] Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Şeybani, III/183.

[313] Buharî, Müslim, Nevevi, 1/537, No: 3/645.

[314] Buharî, Müslim, Malik, Ebu Davud, Şeybanî, 4/226.

[315] Ebu Davud, IV/249, No: 4783; Ahmed V/152.

[316] Ebu Davud, IV/ 249, No: 4784.

[317] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 118-122.

[318] Buharî Müslim, Nevevi, II/1094, No: II/1594.

[319] Ebu Davud, IV/279, No: 4914.

[320] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 122-123.

[321] Bkz. Sh. III; Trc, 46.

[322] Ebu Davud, Edeb, IV/278; No: 4910; Ayrıca Buharî, Müslim, Malik, Tirmizi, İbnu Mace, Con: I/465.

[323] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 123.

[324] Kasas: 28/83.

[325] Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Şeybanî, IV/150; Nevevî, II/1083, No: 2/1577.

[326] Müslim, Ebu Davud, Şeybanî, IV/151.

[327] Tirmizi, Şeybanı, IV/151, (Müslim, Eşribe, 72’de Tıynete'l Habal'in ne ol­duğu sorulunca, Rasûl (s.a.s.): "Cehennemliklerin teri veya suyu ." ce­vabını vermiştir.-lşık)

[328] Tirmizî, Şeybanî, IV/306.

[329] Müslim, Nevevî, II/1092, No: 1/159. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 123-125.

[330] Lokman, 31/18.

[331] Buharî, Müslim, Şeybanî, IV/152.

[332] Buharî, Müslim, Nevevî, 1/630, No: 2/791.

[333] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 125-126.

[334] Buharî, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâi, Ahmed, Con: I /461.

[335] Buharî, Müslim, Nevevî, I/698, No: 5/924.

[336] Tirmizî, Nevevî, I/697, No: 3/922.

[337] Müslim, Nevevî, 1/697, No: 2/921.

[338] Buharî, Müslim, Nevevî, I/699, No: 1/925.

[339] Buharî, Bir kısmı Müslim'de var. Nevevî, 1/700, No: 3/927

[340] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 126-127.

[341] Necatî, M. Osman, İlmu'n Nefs fi Hayatine'l Yevmiyye, 240-241.

[342] Rezin, Şeybanî II/110.

[343] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 129-130.

[344] Sanford, F. H. and VVrightsman, L. S. Jr. Psychology: A Scientific Study of Man, 3.rd ed., Belmont, California, Brooks cole Publishing Co., 1970, PP. 327-329; Houston, J P., Bee, H., Halfield. E. and Rimm, D.C. Invitation to Psychology. New York: The Academic Prees, İnc, 1979, PP. 128-134.

[345] Yusuf, 12/ 94; "el-Kur'anu ve llmu'n Nefs" adlı kitabımızın 6.His kısmı­na bkz. sh.121-124.

[346] Buharî, Müslim, Tac, 1/260.

[347] Buharî, Müslim, Nevevi, II/796, No: 7/1088.

[348] Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Şeybanî, IV/240.

[349] Müslim, İman; Tac, III/260.

[350] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Nesâî, Tac, 1/86.

[351] Buharî, Müslim, Nesâî, Tac, 1/378.

[352] Buharî, Müslim, Tac, V/379.

[353] Tirmizî, Tac, V/204.

[354] Müslim, Ebu Davud, Nesâî; Şeybanî, II/67-68.

[355] Müslim, Tirmizi, Şeybanî, l/32.

[356] Necati, Osman, el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs, 123.

[357] Ahmed, .Z. Irakî, III/9-4.

[358] Akkad, Abbas Mahmud, Abkariyyetü Ömer, 24; Daru'l Küttabi'l Arabî, Beyrut, 1969.

[359] Sanîord, F.H. and Wrightsman, Op. C, P. 328. Atkinson, R. L., Alkinson, R.C. and Hilgard, E. R. Introductiorı To Psychoiogy, 8 th edition, New York; Harcourt Brace Jovanovich, İnc, 1983, 158-161.

[360] Mâlik, 690, No: 1777.

[361] Hicr, 15/ 75 (Lut kavminin yok edilişi bağlamında, gelen bir âyettir. (Işık)

[362] Ebu Davud, III/3, No: 2549.

[363] Rezin, Şeybanî II/110, Bkz. Birinci Bölüm, sh. 30-31; Trc: 15.

[364] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 130-139.

[365] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 139-141.

[366] Ali-lmran: 3/191.

[367] Rum: 30/8.

[368] Ankebut: 29/20.

[369] Yunus: 10/ 101.

[370] Tarık: 86/5.

[371] Necati, M. Osman, el-Kur'ânu ve İlmu'n Nefs, 134-143.

[372] Gazalî, İhya, IV/423; Irakî, İbnu Hibban'ın Kitabu'l Azametinde zayıf bir senedle ve İbnu'l Cevzi’nin Mevzûat'ında "60 sene" olarak rivayet etti­ğini söyledi. Ebu Mansur Deylemî, Müsnedü'l Firdevs'inde zayıf bir se­nedle, Enes'ten: 80 sene, Ebu'ş Şeyh ise İbnu Abbas'ın sözü olarak "geceyi ibadetle geçirmekten hayırlı" olarak rivayet etti.

[373] Gazalî, İhya, IV/423-424; Irakî, Ebu Nuaym Hılye'de zayıf bir senedle merfu olarak, Isbehani Tergib ve Terhib'te ondan daha iyi bir senedle, Taberânî Evsafta, Beyhakî Şuab'ta İbnu Ömer hadisi rivayet etti. Se­nede, Vezza b. Nafi'nin metruk oluşuna dikkat edilmesi gerektiğini söy­ledi.

[374] Müslim, 1/189.

[375] Tirmizî, Ebu Davud, Tac, III/66.

[376] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî, Tac, III/66; (Önsöz'de bu hadise işaret olduğunu söylemiştik. Işık)

[377] Müslim, Münzirî, 145; No: 533.

[378] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 143-147..

[379] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 148.

[380] Necatî, M. Osman, el-Kur'an ve İlmu'n Nefs, 136-138.

[381] Tirmizî, VIII/170; Hasen-garib hadis olduğunu söyledi.

[382] Müslim, Münzirî, I, No: 445.

[383] Ahmed, II/429; Müsüm, Con: II/435.

[384] Ebu Davud, IV, No: 3905; İbnu Mace, Ahmed, Con: II/435.

[385] Bkz. Yusuf Karadavî, er-Rasulu ve'l İlm, 54-55, Daru's Sahve, 1984.

[386] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 148-150.

[387] İsra: 17/36.

[388] Yunus: 10/36.

[389] Buharî Menakıbu'l Ensar, 19; Con: 4/316.

[390] Buhari, XXII, No: 6064, 6606; Müslim, Malik; Tirmizı, Ahmed, Con: IV/87.

[391] Ebu Davud; İbnu Mace; Tac, 1/73.

[392] Ahmed, IV/119; V/401.

[393] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 150-152.

[394] Al-i İmran: 3/159.

[395] Feyzu'l Kadir, 5/442, Mahmud Ahmed Esed, İslam'ın Mucizetü'l İslâmi’t Terbevıyyeti, 103-105, Daru'l  Buhusi’l İlmiyye, 1978, Kuveyt.

[396] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 152.

[397] Alak: 96/1-5.

[398] Al-i İmran: 3/18.

[399] Darimî, I/ No: 227.

[400] Darimî, 1/  No 252.

[401] Tirmizî, Zühd, 9/198; İbnu Mace, Zühd, 2/No: 4112.

[402] Müslim, Ebu Davud, Tirmizî; Tac: I/62-63; Nevevî, II/952 No: 6/1382.

[403] Tirmizî, Hasen olduğunu söyledi. Nevevi, II/954, No: 10/1386.

[404] Ebu Davud, Tirmizî; Tac, 1/63; Nevevi, 955, No: 13/1389.

[405] Tirmizî; Garib hadis olduğunu söyledi. Şeybarıî, III/137.

[406] Müslim; Nevevi, II/953, 8/1384.

[407] Mücadele: 58/11.

[408] Zümer: 39/9.

[409] Ebu Davud, Tirmizi; Nevevi, II/955, No 13/1389.

[410] Tirmizi; Hasen hadis olduğunu söyledi. Nevevi, II/954, 12/1388.

[411] İbnu Mâce; Tac, 1/65.

[412] Tirmizi, İlm, 10/158.

[413] Tirmizî, İlm, 10/158.

[414] İbnu Mâce; Con, IV/362.

[415] Müslim; Şeybanî, 4/257.

[416] Cuma: 62/ 2.

[417] Bakara: 2/151.

[418] Tirmizî, Hasen hadis olduğunu söyledi, X/125.

[419] Buharî, Müslim; Tac 1/66.

[420] Müslim, Nevevî, II/1262 No: 54/1863.

[421] Ahmed, V/153, 162.

[422] Ebu Davud, I/No: 7.

[423] Müslim, Ebu Davud, Nesâî, Şeybani, II/252. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 153-160.

[424] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 160.

[425] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Nesâî, Şeybani, II/274.

[426] Ahmed, III/318,327, 366, 378.

[427] Ahzab: 33/21.

[428] Ebû Davud, IV/ No: 4607, Ahrned, III/127.

[429] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 160-161.

[430] Necati, M. Osman, el-Kur'arıu ve İlmu'n Nefs, 151-152.

[431] Müslim, Fedail, 15/116-18 (Yusuf Karadavi, bu hadisin yorumunda "O, ziraalçı değildir; ziraat yapılmayan bir şehirde yetişmiştir. Ensar ise bu­nu vahiy, dini bir emir sanarak aşılamayı terketmişlerdir." demektedir. Sünneti Anlamada Yöntem, 141; Trc: B. Erul, Rey Y. Kayseri, 1991; Ay­rıca bkz. M. Kutub, "Peygamberden İktibaslar" 249-279; Fikir Y., 1972, İstanbul, Işık)

[432] Tirmizî, Ahmed, Hakim; Tac, V/64.

[433] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 161-163.

[434] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tac, V/70; Şeybani, IV/307. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 163-165.

[435] Enbiya: 73/7.

[436] Buharî, 1/61.

[437] Müslim, Birr, 59; Nevevi, I /241, No, 16/220.

[438] Darimî, Con: 2/382.

[439] Ebu Davud, I/336. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 165-167.

[440] Necatî. M. Osman, el-Kur'ânu ve İlmu'n Nefs, 154-180.

[441] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 167-168.

[442] Necati, M. Osman, llmu'n Nefs fi Hayatine'l Yevmiyye, 153-155

[443] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 168.

[444] Buharı, Müslim, Tirmizî, Tac, 1/31

[445] Buharî, Müslim, Tirmizî; Tac, 1/23

[446] Tac, 1/32, dipnot, 13

[447] Müslim, Tac, 1/33.

[448] Buharî, Müslim, Tac, 1/30-31.

[449] Nesâî; Tac, II/5-6; Yedi büyük günah: Allah'a şirk koşmak, Allah'ın ha­ram kıldığı cana haksız yere kıymak, yetim malı ve faiz yemek, büyü yapmak/yaptırmak, Allah yolunda savaştan kaçmak, namuslu müslüman hanımlara iftira atmak.

[450] Buharî, Müslim, Tirmizî; Tac: V/211; (Secde, 32/17-  Işık)

[451] Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesâî; Tac, I/52.

[452] Behiy el-Hulî, Adem.(a.s.), Felsefetu Takvimi'l İnsani ve Ahlakuhû, 185; Mektebetu Vehbe, Kahire, 1974.

[453] Müslim, Tevbe: 23; Nevevi, 1/400, No: 1/444.

[454] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 168-173.

[455] Yusuf, 12/111; Kur'an-ı Kerim'in güdüleri motive etmede hikayeleri kul­lanması konusunu ele alışımız için bkz. "el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs, 160-161."

[456] Tirmizî, Şeybanî, IV/113-114.

[457] Buhari, Müslim, Nevevi, II/945, No: 4/1371.

[458] Buharî, Müslim, Malik, Ebu Davud, Şeybanî, II/114.

[459] Buharî, Müslim, Şeybanî II/114.

[460] Buhari, Müslim, Tac: 1/52-54.

[461] Nesâî, Tac: III/144.

[462] Buhari, Tevhid; Müslim, Tevbe, 29, Nevevi, 1/383-384.

[463] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 173-178.

[464] Necati, M. Osman, İlmu'n Nefs fi Hayatine'l Yevmiyye, 155-156.

[465] Ibnu Mace, II/No: 2443.

[466] Ebu Davud, Nesâî, Nevevi, II/1175, No: II/1725; Ahmed, 1/214.

[467] Abdurrahim, Salih Abdullah, Terbiyetü't Tıflı fi'l İslam, 39, Mecelletü'l Va'hyi'l İslamî, Sayı: 203, Eylül 1981.

[468] Buharî ve Müslim'de, "Sahabenin Faziletleri" konusunda, Rasûl (s.a.s.)in ashabına övgü içeren sözlerine, bu hadislerden bazısını ele alan Yusuf el-Karadavî'nin "er-Rasûl ve'l İlm" (129-131) adlı eserine ba­kınız.

[469] Kimble, G.A, Garmezy, N and Zigler, E. Principles of Psychology, 6 th ed, New York: John Wiley and sons, 1984, PP. 258-261; Kağan J.; Havemann, E. and Segal, J. Psychology: An Introduction. New York: Harcourt Brace Jovanovich, Publishers, 1984, PP. 94-96.

[470] Müsfim, Nevevi, II/841, No: 19/1179.

[471] Buharî, Müslim, Malik, Nesâî, Şeybanî, III/314.

[472] Buharî, Müslim, Tirmizî, Tac, II/81.

[473] Belirtilmediği halde, yine de 27. gecenin o gece olduğu inancıyla, sa­dece o gece, tören tipinde ibadetler yapılmaktadır. (Işık)

[474] Ebu Davud, IV/No: 4807, Ahmed, I/112, IV/87; Buharı, Müslim, Ma­lik, Tirmizî, İbnu Mâce, Darimi.

[475] Ahmed, III/323.

[476] Ebu Davud, Hudud; Con: III/500.

[477] Kitabu's Siyase'de, İbnu Sina'nın, "Çocuğuna Karşı Babanın Siyaseti" konusuna bkz. Yayınlayan, Papaz Levis Ma'luf el-Yesûî, 12-15; Matbaatu'l Katolikiyye, 1911, Beyrut; İmam Gazalî'nin bu hususta söyledikle­rine "İlk Çağlarında Çocukların Yetişmesi, Terbiye Etme ve Ahlaklarını Düzeltme Yolu" konusunda bkz. İhya, III/72-74. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 178-184.

[478] İsra, 17/106; "el-Kur'an ve İlmu'n Nefs"adlı kitabımızda, "Öğrenmenin Zamana Yayılması"na bkz. sh. 172-173.

[479] Buharî, I/68.

[480] İbnu Asakir, Kenz I/232; Muhammed b. Ra'fet, er-Rasulu'l Muallim ve Nehcuhu fi't Ta'lim, 143, Daru'l Huda li'n Neşri ve't Tevzi, Riyad, 1982. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 184-185.

[481] Kur'an'da tekrar için, "el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs" adlı kitabımızda, bu hususun ele alınışına bkz. sh. 162-166.

[482] Buharî, Ebu Davud, Tac, 1/71; Nevevi, 1/664, No: 3/853.

[483] Buharî, 19/No: 15031; Müslim, Malik, Nesâî, İbnu Mace, Ahmed, Con: 1/24.

[484] Mutaffifin, 83/14.

[485] Tirmizî, Şeybani, 1/194.

[486] Mesela, Nahl,16/108; Bakara: 2/7; İsra: 17/46; Muhammed: 47/24. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 185-187.

[487] Necatî, M. Osman, İlmun Nefs fi Hayatine'l Yevmiyye, 163-165.

[488] Kur'an-ı Kerim'de "Olumlu Katılım" konusunu ele almamız" el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs" adlı kitabımızda (171-172) geçmişti. (İman- Amel ikilisinin birlikte geçtiği âyet sayısı 70'den fazladır. lşık)

[489] Ebu Davud, Tirmizî, Nevevi, 1/674, No: 4/873.

[490] Bu hadis,"Öğrenmenin Zamana Yayılması" konusunda geçmişti. Sn. 185; Bkz. Trc: 84.

[491] Hadisi Buharî'de bulamadık. Taberanî diyecekken, sehven, Buharî demiş olmalı. (Işık)

[492] Taberanî, Darekutnî İlel'de, Ebu'd Derda'dan zayıf bir senedle tahric etmiştir. (Z. Irakî, Ehadis-i İhya, III/176-4.)

[493] Gazalî, Ebu Hamid, İhya, III/48-388; Daru'l Marife, Beyrut, t.s.

[494] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 187-190.

[495] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 190.

[496] Nevevi, 1/414, No: 8/464.

[497] Buharî, Müslim, Nevevi, 1/380-381, No: 7/419. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 190-191.

[498] Buhari, Müslim, Nevevî, 1/237, No: 11/225.

[499] Tirmizî, Nevevî, I/534, No: 11/642.

[500] Birinci bölümde, iki hadisin metinlerine bakınız, (sh. 63). Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 191-193.

[501] Buharî, Müslim, Nevevi, 1/135, No: 7/136.

[502] Nevevi, 1/186.

[503] Müslim, Münzirî, No: 1526.

[504] Buharî, Nevevi, 1/210, No: 4/189.

[505] Muhammed Kutup, "Peygamberden İktibaslar" adıyla Türkçeye çevri­len eserinde bu hadisi "Cemiyet Gemisi" başlığıyla, geniş bir şekilde (225-248) ele almıştır. Bkz. Fikir Yay. 1972, İstanbul. (Işık)

[506] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî, Tac, IV/24.

[507] Buharî, Müslim, Nevevi, 1/339, No: 4/346.

[508] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 193-196.

[509] Buharî, Nevevî, I/496, No: 4/577.

[510] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 196-197.

[511] Kur'an'ın, içki ve fazin yasaklanmasında izlediği metodu anlattığımız,"el-Kur'anu ve İlmu'n Nets" adlı kitabımıza bkz. 173-178.

[512] Buhariı, 19/No: 4993.

[513] Buhari, Müslim Nevevî, II/871, No: 7/1213.

[514] Buharî, Nevevî, ll/857, No: 11/128.

[515] Ebu Davud, Şeybanî, III/240.

[516] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî, Tac, II/322.

[517] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 198-201.

[518] Alak: 96/1-5.

[519] Rahman: 55/2-3.

[520] Nahl: 16/78.

[521] Mülk: 67/23.

[522] Bakara: 2/213.

[523] Hadid: 57/25.

[524] Necatî, M. Osman, el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs, 182-186. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 203-205.

[525] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 205-206.

[526] Abduh, Şeyh Muhammed, Risaletü't Tevhid, 108, Matbaatü'l Menar, Kahire, H:1353 (1934).

[527] Said, Muhammed Ra'fet, er-Rasûlü'l Muallim ve Menhecuhu fit Ta'lim, 60-61.

[528] Tirmizî, Tac, III/358-359.

[529] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 206-207.

[530] Ayetler sırasıyla Kasas: 28/7; Maide: 5/111; Ankebut: 29/ 69; Bakara: 2/282; Bu konuda, el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs adlı kitabımıza bkz.181-188.

[531] Ebu Nuaym, Hılye'de, zayıf olduğunu da söylemiştir. Z.lrakî, 1/71-2.

[532] Tirmizî, Tac, IV/155;(Ayet Hıcr, 15/75 -Işık)

[533] Tac, IV/155.

[534] Tac, IV/155.

[535] Müslim, Tirmizî, Şeybarıî, 1/105.

[536] Tirmizî, Şeybani, 1/105; (Bakara: 2/268 -Işık)

[537] Yunus: 10/61.

[538] Hac: 22/70.

[539] Bakara: 2/106.

[540] Bakara: 2/77.

[541] el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs" adlı eserimizde, İlham konusuna (187-188).

[542] Ahmed,1/391.

[543] Alak: 96/15-16.

[544] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 207-212.

[545] Dilimizde düş ve rüya kelimeleri eşanlamlı kullanılmaktadır. Ancak ya­zar, başlıkta görüldüğü ve biraz sonra da görüleceği gibi, arapçada bunları ayırmaktadır. Biz pek ayırmadık (Işık).

[546] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 212-214.

[547] Saffât: 37/102-106.

[548] Yusuf: 12/4.

[549] Fetih: 48/27.

[550] Bkz. Yusuf, 12/36-41.

[551] Bkz. Yusuf, 12/47-49.

[552] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Tac, IV/305.

[553] Buharî, Tac, IV/305.

[554] Buharî, Müslim, Nevevi, 1/657, No: 5/842.

[555] Nevevi, I/657.

[556] Bkz. Tefsirü'l Ahlâmi'l Kebir, 3; İbnu Şirin, Matbaatu Muhammed Ali Sabih ve Evladuhu, Kahire, 1963.

[557] Buharî. Müslim, Tirmizî, Tac: III/252.

[558] Buhari, Tirmizi, Tac: 4/304.

[559] Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Tac: IV/304.

[560] Buhari, Nevevi, 1/655, No: I/838.

[561] Muhammed b. Şirin, Kitabu Tefsiri'l Ahlâmi'l Kebir, 19; (Ayet: Yunus: 10/64 -lşık)

[562] Nevevi, I/655.

[563] Tac, IV/304, Dipnot: 3.

[564] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Tac,  IV/305. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 214-219.

[565] Al-i İmran: 3/103.

[566] Saffat: 49/38.

[567] Munafikun: 63/4.

[568] Ankebut: 29/15.

[569] İbnu Şirin, Muhammed, Kitabu Tefsir'il Ahlami'l Kebir, 4-5.

[570] Nazik olma ve çabuk kırılmaları yüzünden kadınları cam kablara ben­zeten bu hadisin, birbirine yakın metinleri vardır. Bkz. Buharî, Edeb, 90, 95, 111, 116; Müslim, Fedail, 70, 71, 72, 73; Darımî, Isti'zan, 65; Ahmed, III/107,  117, 172, 176, 186,  187, 202, 206, 254, VI/337, 376 ; V/336 -lşık).

[571] İbnu Şirin, Muhammed. Kitabu Tefsir-i Ahlami'l Kebir, 4-5.

[572] Muhammed b. Şirin, Kitabu Tefsir-i Ahlami'l Kebir, 5.

[573] el-Farabî, Arau Ehli'l Medineti'i Fadıla, Babu'l Menamat ve Esbabuha, Mektebetü'l  Hüseyn et-Ticariyye, Kahire, 1949.

[574] Necati, M. Osman, el-ldraku'l Hissî İnde İbni Sina, Bahsun fi llmi'n Nefs Inde'l Arab, 209-218, Daru'ş Şuruk, 1970, Kahire.

[575] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 219-221.

[576] İbnu Şirin, Kitabu Tefsiri Ahlami'l Kebir, 25.

[577] Müslim, Ebu Davud; Tac: IV/313-314.

[578] Buharî, Müslim, Tac: IV/313-314; (Bakara, 2/256 âyetinin anlamını içermektedir.-lşık)

[579] Buharî, Müslim, Tirmizî, Tac: IV/311.

[580] Buharî, Müslim, Tirmizi; Tac: IV/311.

[581] Buharî, Tirmizî, Tac: IV/313.

[582] Buharî, Müslim, Ebu Davud; Tirrnizî, Tac: IV/306.

[583] Buharî, Tac: IV/314.

[584] İbnu Mace, IV/No: 3923, Ahmed, VI/339-340.

[585] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi; Tac: IV/314-315; Rüyada, 1. adam, Ebubekir, 2. adam, Ömer, 3. adam Osman. İpin kopması "fitne”dir. Yanıldığı nokta ise yağın yorumu ki sünnet olması gerekirdi "denil­di. Tac: IV/315

[586] Zehebi, Muhammed b Ahmed b. Osman, es-Siretü'n Nebeviyye, 405-406, Thk: Hüsmeddin el-kudsî, Daru'l Kütübi'l İlmiyye, Beyrut, 1981.

[587] Çekirdeği çıkarılmış hurma, sade yağı ve undan yapılan; tatlı bir arap yemeği (Işık).

[588] İbnu Hişam, es-Siyretü'n Nebeviyye, IV/172; Thk: Mustafa Saka, Daru İhyai'l Kütübi'l Arabiyye, t.s.

[589] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 221-226.

[590] Secde: 32/15.

[591] Müslim, (Muhammed Ali el-Bar, el-Veciz fi İlmi'l Ecinneti'l Kur'arıî, 14; Daru's Suudiyye li'h Neşri ve't Tevzi', Cidde, 1985, Halku'l İnsan Beyne't Tıbbi ve'l Kur'an, 111, Daru's Suudiyye li'n Neşri ve't Tevzi', Cidde, 1986) den iktibas. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 227-228.

[592] İnsan: 76/2.

[593] Ahmed, I/465.

[594] Muhammed Ali el-Bar, el-Veciz fi İlmi'l Ecinneti'l Kur'anî, 20-21 (Yazar, alıntı yaptığı bu cümlelerin uzmanı değildir, biz de değiliz. Ancak ese­rin 1979'da yayınlandığı belli olduğuna göre, bu bilgiler en az 30-40 yıl öncesine ait bilgilerdir. Embriyolojide bu kadar yıl çok uzun bir süredir. Son varılan noktada, erkeğin sperminin kadının yumurta zarını delerek döllenmenin oluştuğu; kadının menisi değil, yumurtacığı olduğu belir­tilmektedir. Bu yüzden hadisi o anlayışla tercüme ettik. -Işık)

[595] Şimdilerde, 6 saatte denilmektedir ki eski bilgilere oranla çok kısa bir süredir. -lşık

[596] Ekdoderm'den beyin, sinirler, dış deri ve onun bölümleri sayılan ağız ve burundaki yapışkan/sümüksü kılcal damarlar oluşur. Mezodermden kalp, kan damarları, kemik ve kaslar, böbrekler, iç deri ve bir kısım iç salgı bezleri oluşur. Endodermden solunum yolu, sindirim yolu, troid v. b. bezler, ciğer ve pankreas oluşur. Bkz. Abdulhamid Diyab- Ahmed Karkuz, Mea't Tık Fi'l Kur'an-ı Kerim, 82, Müessesetu Ulûmi'l Kur'an, Şam, 1982; Hadis, ceninin kemik ve sinirlerinin erkeğin sperminden ol­duğuna işaret etmektedir. Kadınınki ise et ve kan; oluşturmaktadır. İbnu Abbas'ın rivayetine göre, Rasul (s.a.s.) ashabıyla konuşurken yahudinin biri o'na uğradı. Kureyş kabilesinin adamları: "Ey Yahudi, Bu adam kendinin nebi olduğunu savunuyor." deyince yahudi: Ona ancak nebinin bilebileceği bir soru soracağım. Yanına gelip oturdu ve sordu: Ya Muhammed! İnsan neden yaratılır? - Ey yahudi! Her ikisinden de; erkeğin ve kadının menisinden. Erkeğin menisi kalındır; ondan kemik ve sinirler meydana gelir. Kadının menisi incedir; ondan et ve kan mey­dana gelir. Yahudi ayağa kalktı: "Senden öncekiler de aynen böyle söylüyordu."dedi. Ahmed, 1/465; (Yukardaki dipnot açıklamasına bkz. -Işık)

[597] Hac: 22/5.

[598] İbnu Ebi Hatim ve İbnu Beceb "Camiu'l Ulûm ve'l Hikem'de, İbnu Kayyim el-Cevziyye "Tariku'l Hicreteyn" de tahric etmişlerdir. (M. Ali el-Bar, Halku'l İnsan Beyne't Tıbbi ve'l Kur'an, 209-210) den iktibas.

[599] Mü'minûn: 23/12-14.

[600] Hac: 22/5.

[601] Buharî, Kader, XXIV/No: 6595; Müslim, Kader, XVI/193.

[602] Müslim, Kader, XVI/193-194.

[603] Buharî, Bed'i Halk; Müslim, Kader; Nevevî, 1/365, No: 1/397.

[604] Ibnu'l Kayyim ei-Cevziyye, Tuhfetü'l Mevdûd bi Ahkami'l Mevlûd, 259, Thk: Abdulkadir Arnavut, Mektebetü Daru'l Beyan, Şam, 1971

[605] Mü'minurı, 23/14

[606] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 228-235.

[607] Bu konunun tartışması için bkz."el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs", 242, trc: 226; Abdulhamid Diyab-Ahmet Karkuz, Mea't Tıb Fi'l-Kur'ani'l Kerim, 53-54; Muhammed. Ali el-Bar, el-Vecizfi İlmi'l Ecinneti'l Kur'ani, 71-73.

[608] İnsan: 76/2.

[609] Secde: 32/9.

[610] Mülk: 67/23.

[611] Ebu Davud, II/No:1414; Müslim, Tirmizî, Nesâî, İbnu Mâce, Ahmed, Con: II/415; (Secede vechi  li'llezi halakahu ve şakka semahu ve basarahu bihavlihi ve kuvvetihi.)

[612] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 235-236.

[613] (xy) sembolik harflerini biz ekledik. (Işık)

[614] Müslim, Hayz, III/227.

[615] Abdulhamid Diyab-Ahmed Karkuz, Mea't Tıb Fi’l Kur'ani'l Kerim, 73-74.

[616] İbnu'l Kayyim el-Cevziyye, Tuhfeti'l Mevdud Bi Ahkami'l Mevlud, 280.

[617] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 236-238.

[618] Bakara: 2/233.

[619] Ahmed, V/348; Müslim, Ebu Davud, Darimî, Con: V/180.

[620] Ebu Davud, I/No:495; Ahmed, II/180.

[621] Bkz. Hamid Zehran, İlmu Nefsi'n Numuvvi: et-Tufûle ve'l Murahıka, 239-241; Alemu'l Kütüb, Kahire, 1977.

[622] İbnu Sina, Kitabu's Siyaseti, 12-13; Nşr: Papaz el-Lois el-Yesui, Matbaatu'l Katolikiyye, Beyrut, 1911.

[623] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 238-243.

[624] M. Cemil Miyhamed-Yusuf Mansur-Faruk Abdusselam, en-Numuvvu mine't Tufule ile'l Murahıka, 452; Cidde, Tıhame, 1983; Hamid Zehran, a.g.e. 98.

[625] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî, Tac:  II/268.

[626] Aynı yer.

[627] Tirmizî, Nesâî, Tac: II/268.

[628] Buharî, Müslim, Ebu Davud,.Tirmizî, Nesâî, Tac: II/338.

[629] Freud'a göre, cinsel gelişme aşamaları için bkz. "Mealimu't Tahlilin Nefsî", sh. 55-62; M. Osman Necatî, Daru'ş Şuruk, Beyrut, 1988.

[630] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 243-246.

[631] Tirmizî, Menakıb; Hasen-Garib hadis olduğunu söyledi. XIII/192-193.

[632] Tirmizi, Menakıb, Hasen-Sahih hadis olduğunu söyledi. XIII/198.

[633] Tirmizi, Menakıb, Hasen hadis olduğunu söyledi XIII/194.

[634] Tegabun: 64/15.

[635] Tirmizi, Menakıb, Hasen-Garib hadis olduğunu söyledi. XIII/194-195.

[636] Ahmed, III/493, 494, Vl/99; Nesâî, Con: II/234.

[637] Ahmed, IV/50 ; Buharî, İbnu Mace, Con: II/310.

[638] Ebu Davud, III/13; No: 2513; Nesâî, İbnu Mace, Darimî, Con: II/310.

[639] Ebu Davud, III/349, No: 2513; Tirmizi, VII/305-306.

[640] Ebu Davud, III/No: 3777; Buharî, Tirmizî, İbnu Mace, Darimî, Con: 1/73.

[641] Ahmed, 1/293; Tirmizî, Kıyame; Con: 1/481.

[642] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 246-250.

[643] Kur'an âyetleri sabit olmakla birikte anlaşılması ve yorumlanması zaman ve şahsa bağlı olarak değişebilmektedir. Tefsirlerdeki "Alaka" kelime­sinin, jinekolojideki gelişmelerden sonra, "embriyo" olarak algılanma­sında olduğu gibi. Hadislerin ise bize ulaşma konusundaki sağlamlığı sabit değildir. Yorumlanması da kişi ve zamana bağlı olarak değişebil­mektedir. Bu yüzden, kişilerin kendi zamanlarındaki anlayışlarını, âyet/hadisin kesin olarak söylediği şey diye sunmaları İslama zarar ve­rebilir. (Işık)

[644] Mülk: 67/14.

[645] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 251-253.

[646] Sad: 38/71-72.

[647] Buhari, Bed'i Halk; Müslim, Kitabu'l Kader, Nevevî, 1/365, No: 1/397.

[648] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Tac, V/196. Bu hadis, Birinci Bö­lümde, "Din Güdüsü"nden bahsederken geçmişti. (Hadisin, din psiko­lojisi açısından ayrıntılı açıklaması için bkz. Hökelekli, Hayatî, Din Psi­kolojisi, 124-129, TDV. Yay. Ankara, 1993; Mesela, anahtar kelimemiz Fıtrat: İlk yaratma faaliyeti sonucu yaratılışın aldığı ilk tarz ve şekli, he­nüz dış tesirlerle etkilenmemiş, başkalaşıma uğramamış olan varoluşun ilk halini ifade eden teknik bir terimdir. Fıtrat, bütün insanlar için ortak ve genel olan yaratılış özelliğidir."denilmektedir. (Işık)

[649] Müslim, Sıfatu'l Cenneti, 63.

[650] Beled: 90/10.

[651] İnsan: 76/3.

[652] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî, Şeybanî, IV/138.

[653] Ahmed, IV/194, Darimî, Nevevî, 1/505-506.

[654] Şems: 91/7-10. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 253-255.

[655] Taberânî, üç Mu'ceminde de, Ka'b b. Hucr'dan zayıf bir senedie riva­yet etmiştir. Irakî, II/61-4.

[656] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 256-257.

[657] Rum: 30/22.

[658] Zuhruf. 43/32.

[659] Tirmizî, Sahih bir senedle tahric etmiştir. Tac: IV/39.

[660] Necati, M. Osman, İlmu'n Nefs fi Hayatına'l Yevmiyye, 108.

[661] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tac, V/81.

[662] Buharı, Müslim, Tac, I/42.

[663] Buharı, Müslim, Tirmizi, Tac: 1/44.

[664] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 257-262.

[665] Buharî, Müslim, Nevevı, II/95, No:3/1379; Tac: 1/67.

[666] Gerek hadisin tercümesi, gerekse yazarın açıklamasındaki a, b, c şık­ları, aslında olmayıp; anlama/anlatmayı kolaylaştırmak için ekledik. (Işık)

[667] Ebu Davud; Z. lrakî, 1/57-2.

[668] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Tac: 1/61.

[669] Bakara: 2/269. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 262-264.

[670] Tirmizî, Fiten, tX/42; Ahmed, 111/19

[671] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 264-265.

[672] Necati, M. Osman, llmu'n Nefsi's Sınaî, 21-22; Müessesetu's Sabah, el-Kuveyt, 1980

[673] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 265-266.

[674] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî, Şeybanî, IV/172.

[675] İbnu Cerir ve İbnu Ebi Hatim'in bu hadisi tahric ettiğini, "Halku'l İnsan Beyne't Tıbbi ve'l Kur'an" adlı kitabında (sh. 197) M. Ali el-Bar kaydetmiştir. ed-Daru's Suudiyye li'n Neşri ve't Tevzi', Cidde, 1986.

[676] İnsan: 76/2.

[677] İbnu Mâce, Nikah, 46; Con: VI/474.

[678] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 266-268.

[679] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Tac: 1/36.

[680] Ebu Davud, No: II/No: 2047; Müslim, Ebu Davud, İbnu Mace, Darimî; Con: II/166.

[681] Tirmizî, Nikah, IV/305; İbnu Mace, Nikah, Con: II/168.

[682] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tac, V/82; Nevevî, 1/339; No: 4/364.

[683] Ebu Davud, Tirmizî, Hasen hadis değerlendirmesi yapmıştır. Nevevî, l/No: 4/368.

[684] Müslim, II/171-172, Ahmed, V/386; 405; Con: 1/473.

[685] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 268-272.

[686] Yazar, şahsiyet tiplerini "el-Kur'anu ve lİmu'n Nefs" adlı kitabında ele almıştır. 220-229.

[687] Ahmed, III/17.

[688] Ebu Davud, Tirmizî; Tac: V/60-61.

[689] Tirmizî, Fiten, Tac: V/289.

[690] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 272-274.

[691] Hucurat: 49/13.

[692] Ahmed, V/114.

[693] Ahmed, IV/145, 158.

[694] Buharı, Müslim, Nevevi, 1/103, No: 1/16.

[695] Kehf: 18/105.

[696] Buharî, Müslim, Tac: IV/172.

[697] Müslim, İbnu Mace, Tac: l/55.

[698] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 274-275.

[699] Ferrac, Osman Lebib, Edva'un Ale'ş Şahsiyyeti ve's Sıhhati’l Akliyyeti, 110; Mektebetu'n Nehdati'l Arabiyye, Kahire, 1970.

[700] el-Kavs, Abdulaziz, Ususu's Sıhhatin Nefsiyyeti, 756; 7. Baskı, Mektebetü'n Nehdati'r Reyyeti, Kahire, 1969.

[701] Hamid Zehran, es-Sıhhatu'n Nefsiyyetü ve'l İlacu'n Nefsî, Alemu'l Kütüb, Kahire, 1938; et-Tevcihu ve's larşadi'n Nefsî, 21, Alemu't Kütüb, Kahire, 1980.

[702] Muhammed Avdeh, Muhammed, -Kemal İbrahim Musa, es-Sıhhatu'n Nefsiyyetü fi Dav'i İlmi'n Nefsi ve'l İslami, 59; Daru'l Kalem, Kuveyt, 1986.

[703] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 277-279.

[704] Makarios, Samuel, Müşkilatü's Sıhhati'n Nefsiyyeti fi'd Düveli'n Namiye-ti, 8, Mektebetün Nehdati'l Mısrî, Kahire.

[705] Necati, M. Osman, el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs, 247-259.

[706] Bu konu, İstanbul'da, 1984 yılında düzenlenen 3. Uluslararası İslamî Tıp Konferansı'nda sunulmuştu. "Neşretü't Tıbbı'l İslamî", 3. sayı: 5/V 507-517 arasında, Kuveyt, 1984, "Uluslararası 3. İslamî Tıp Konferan­sı" nın çalışmaları arasında yayınlanmıştır.

[707] Muhammed Avdeh Muhammed ve Kemal İbrahim Musa, a.g.e. 61.

[708] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 279-282.

[709] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 282-283.

[710] a.g.e. 218. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 283.

[711] İbnu Teymiyye, İlmu's Suluk, X/146; Mecmuatu Feteva-i Şeyhi'l İslam Ahmed b. Teymiyye, er-Riâsetu'l Amme Lİ Şuuni'l Haremeyni'ş Şerifeyn bi's Suudiyye, t.s.

[712] Kalem: 68/4.

[713] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 283-285

[714] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 285-286.

[715] Bu konudaki tartışmamış için bkz. "el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs", 106-109.

[716] Tirmizî, Sahihtir demiştir. IX/319-320; Ahmed, I/293, 303, 307; Hadi­sin tamamı için bkz. sh.145-146.

[717] En'am: 6/82.

[718] Ra'd: 13/28.

[719] Nahl: 16/97.

[720] Tirmizî, Şeybanî, IV/184.

[721] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 286-288.

[722] Necatî M. Osman, el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs, 262.

[723] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 288-289.

[724] Necatî, M. Osman, el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs, 263-273.

[725] Buharî, Şeybanî, III/335; Nevevî, I/No: 1/95;(Bu tip hadislere, kutsi hadis denmektedir. (Işık) Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 289-290.

[726] Nur: 24/33 290.

[727] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 290-291.

 

[728] Necatî, M. Osman, el-Kur'anu ve İlrnu'n Nefs, 105-114.

[729] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 291.

[730] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 291-293.

[731] Tirmizî; Şeybanî, IV/45.

[732] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 293-294.

[733] Müslim, Nevevi, 1/463; No: 8/529, Ebu Davud, II/No: 1642.

[734] Ebu Davud, II/121.

[735] Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesâi, Tac: II/35 (Hadisleri, muhatabları göz önüne alarak değerlendirmek gerekir. Üç mevsimin yaşandığı ve sı­caklığın 30-40 derecede seyrettiği bir coğrafyada odunculuk yapmak, değersiz bir iştir. (Işık)

[736] Buharî, Müslim, Tirrnizî, Nesâî, Tac, II/35. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 294-296.

[737] İbnu Mâce, Fiten, II/No: 4008; Ahmed, III/30, 47, 73, 91.

[738] İbnu Mace, Edeb, II/No: 3671.

[739] Buharî, Ahmed, Ebû Davud; Tac: V/275.

[740] Müslim, Ebu Davud, Tirmizi; Tac: V/275.

[741] Ebu Davud, Tac: V/267; Zür'a, ekmek, Sarm ise, hayır/bereketin kesik olması anlamına gelen bir fiildendir

[742] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 296-298.

[743] Alfred Adler, Understanding Human Nature, New York; Greenberg Publishers, İnc, 1927, P. 239.

[744] Dale Carnegie (1955), Dagi'l Galak Ve'bde'il Hayat, Trc: Ahmed Mün'im ez-Ziyadî, 5. Baskı, 262-263;     Mektebetüel-Hancî, Kahire.

[745] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî, Tac: III/47-48.

[746] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 298-301.

[747] Tirmizi, Şeybanî, IV/307-307, (Hadisin yorumu için bkz.lsmail Lutfi Ça­kan, Hadislerle Gerçekler, 3/61; Erkam yay. İst. 1996. (lşık)

[748] Müslim, Tac: V/77; Con: II/326.

[749] Buharî, Müslim, Tirmizî, Tac: V/166.

[750] Buharî, Müslim, Tirmizî, Tac: V/166; Con: 1/327.

[751] Buharî, Müslim, Tirmizî, Şeybanî, IV/46-47

[752] Şeybanî, IV/47.

[753] Tirmizî, Ahmed, Tac: V/166-167.

[754] Tirmizî, Şeybanî, IV/41.

[755] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 302-303.

[756] Bakara: 2/45.

[757] Bakara: 2/153.

[758] Al-i İmran: 3/186.

[759] Buhari, Müslim, Tirmizî, Şeybanî, III/343.

[760] Tirmizî, Şeybanî, III/344.

[761] Tirmizî, Şeybani, III/344

[762] Tirmizî, Malik, Şeybanî, III/344.

[763] Rezin, Şeybanî, III/345.

[764] Müslim, Zühd, Ahmed, IV/332-333 ; Con: 1/115.

[765] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 303-305.

[766] Cuma: 62/10.

[767] Buharî, Nevevî, 1/471, No: 5/543.

[768] Ahmed, III/183-184, 191.

[769] Taberânî, İbnu Adiyy, İbnu Ömer hadisini zayıf saymıştır. Z. Irakî, İhya, (Gazali), II/61-6.

[770] Beyhakî, Şuabu'l İman; Taberânî.

[771] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 305-307.

[772] Müslim, Kader, Nevevî, I/No: 6/100.

[773] İbnu Mace, II/No: 2141; Ahmed, V/381.

[774] Tirmizî, Şeybanî, IV/45.

[775] Ebu Davud, Nesâi, Z. Irakî, İhya, 1/319-4.

[776] İbnu'l Kayyim el-Cevzîyye, et-Tıbbu'n Nebevî, 202; Ahmed b, Hanbel, Müsned.

[777] Nesâî, İbnu Kayyim el-Cevziyye, et-Tıbbu'n Nebevî, 202.

[778] İbnu Kayyim el-Cevziyye, et-Tıbbu'n Nebevî, 203.

[779] Müslim, Münzirî, No: 1102.

[780] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 307-309.

[781] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 309-311.

[782] Necatî. M. Osman, İlmu'n Nefs Fi Hayatine'l Yevmiyye, 388.

[783] Julian Rotter, İlmu'n Nefsi'l İkliniki, 2. Baskı, Trc: Atiyye Mahmud Henna, Bkz. Necatî, M. Osman, 137, Daru'ş Şuruk, Beyrut, 1984.

[784] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 313-315.

[785] İbnu'l Kayyim el-Cevziyye, et-Tıbbu'n Nebevî, 92; Menşûrâtı Dar-i Mektebeti'l Hayat, Beyrut, 1985.

[786] Müslim, Tirmizi, Şeybanî, 1/32; (Yani, saati saatini tutmaz. (lşık)

[787] Buharı, Müslim, Nevevî, I/No: 8/589.

[788] Ahmed, V/386, 405; Müslim, Con: IV/455; 318.

[789] İbnu Kayyim el-Cevziyye, Risale fi Emrazi'l Kulûb, 120; Thk: Muhammed Hamid el-Fakî, Daru't Tıybe, Rıyad, 1402.

[790] Ahmed, II/317; Buharî, Müslim, Ebu Davud, Nesâî, Tirmizî, Ibnu Mace, Con: 1/112.

[791] Müslim, Ebu Davud, Nesâî; Şeybanî, I/223-224.

[792] Ra'd: 13/28.

[793] Müslim, Nesâi, Tac: IV/328.

[794] Nahl: 16/97.

[795] Nahl: 16/30.

[796] Tâhâ: 20/124.

[797] Tirmizî, IX/288. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 315-321.

[798] Zümer: 39/22.

[799] Buharî, VIII/ No: 1895; İbnu Mace, II/No: 3955; Ahmed, V/401; Müslim, Tirmizî, Con: V/62.

[800] Buharî, Müslim, Nesâî; Tac: I/4.

[801] Buharî, Tirmizî; Tac: IV/326.

[802] Ebu Davud, I/No: 429.

[803] Buharî,Nevevi, I/129, No: 1/99.

[804] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 321-323.

[805] el-Kur'anu ve llmu'n Nefs" adlı kitabımızda, stresten kurtulmada na­mazın önemi, namazın stresi nasıl tedavi ettiği konusunu ayrıntılı bir şe­kilde tartışmamız geçmişti. Orada, namazın stresin tedavisinde oynadı­ğı rol ve bazı modern davranışçıların tedavi metodlanm karşılaştırmış­tım. Bkz. el-Kur'anu ve llmu'n Nefs, 264-272.

[806] Ebu Davud, II/35; No: 1319.

[807] Ahmed (V/364, 371) b. Hanbel'in, Salim b. Ebi'l Ca'd'den, Eşlem kabilesinden biri kanalıyla rivayet etmiştir.

[808] Bakara: 2/45.

[809] Alexis Carrel; el-İnsan, Zalike'l Meçhul, 170-171; 3. Baskı, Trc: Ş. Esad Ferid, Mektebetü'l Mearif, Beyrut, 1980. ("İnsan Denen Meçhul" adıyla, R. Özdek tarafından Türkçe'ye tercüme edilmiş, Yağmur Yay.,  İst. 1973'de 2. Baskısı yapılmıştır. Daha başka tercümeler de vardır. Alıntı yapılan yer tercümede 178-180 sh. Olmalıdır. Işık)

[810] İbnu Mâce, II/No: 3458.

[811] Bkz. Con: II/119 (lşık).

[812] Necati, M. Osman, el-Kur'anu ve İlmu'n Nefs, 269.

[813] Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesâî; Tac: I /134.

[814] Müslim, Tahare; Nevevî, II/No: 3/1062.

[815] Müslim, Münzirî, No:121.

[816] Ebu Davud, II/No: 1521; (Âl-i İmran, 3/135. Işık)

[817] Müslim, Tirmizî; Tac: 1/135.

[818] Müslim, Tac:1/135.

[819] Ebu Davud, Tac: 1/134.

[820] Berat Kandili olarak bilinen gecedir. (Işık)

[821] Ebu Davud, II/No: 1297-1298.

[822] tbnu Kayyim el-Cevzîyye, et-Tıbbu'n Nebevî, 196-197. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 323-329.

[823] Bakara, 2/183

[824] Celaleyn Tefsiri, 25

[825] Buharî, Müslim; Nevevî, ti/No:1/1216

[826] Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî, Ahmed; Tac;ll/48

[827] Buharî, Müslim; Nevevî, 11/868, No: 4/1220

[828] Nesâî, Ahmed; Tac:ll/46

[829] Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî; Tac: III/90.

[830] Bire on hesabıyla, 30 günlük Ramazan orucu 300 güne, 6 günlük Şev­val orucu 60 güne karşılıktır; toplam 360 gün eder. Kamerî takvime gö­re ise bir yıl 354 gündür. Zaten hadiste "tutmuş gibi olur." denilmekte­dir. (Işık)

[831] Ebu Davud, II/No: 2433). Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 329-332.

[832] Buharî, Müslim; Tirmizî, Nesâî; Tac: III/106.

[833] Tirmizi, Nesâî; Tac: III/107.

[834] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 332-333.

[835] Ra'd: 13/28.

[836] Cuma: 62/10.

[837] Bakara: 2/152.

[838] Müslim; Tirmizî; Nevevî, II/No: 2/1449.

[839] Buharî; Müslim; Tirmizî; Şeybanî, III/105.

[840] Buharî, Müslim; Nevevî, II/No: 27/1435.

[841] Buharî, Müslim, Nevevî, II/27/1435.

[842] Müslim, Nevevî, II/No: 24/1432.

[843] Buharî; Müslim; Nevevî, II/No: 1/1448.

[844] Müslim; Nevevi, II/No: 2/1420.

[845] Buharî, Müslim, Tirmizî; Tac:V/87.

[846] Tirmizî; Tac: V/91 (1. Dua: Eşhedü En Lailahe İllallahu Vahdehu La Şe­rike Lehu İlahen Vahiden Ahaden Sameden Lem Yettehız Sahibeten ve La Veleden Ve Lem Yekun Lehu Kufuven Ahad.)

2. Dua: La İlahe İllallahu'l Aliyyü'l Azim. La İlahe İllallahu'l Halimü'l Ke­rim. La İlahe İllallah. Sübhanallah. Rabbü'l Arşi'l Azim. El-Hamdu lillahi Rabbil Alemin.)

[847] Buharî, Müslim; Şeybanî, II/301-303; (Lailahe illallahu Vahdehu Laşerike leh. Lehu'l Mülkü ve lehu'l Hamdü ve hüve Alâ Külli Şeyin Kadir. El-Hamdu lillah/Sübhanallah/Allahu ekber/La havle vela Kuvvete İlla Billah, Allahumme' Gfirlî.)

[848] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 333-338.

[849] İsrâ: 17/82.

[850] Yunus: 10/57.

[851] Fussilet: 41/44.

[852] Müslim. Nevevî, II/No: 1/1023.

[853] Buharî, Müslim, Tirmizî, Tac: IV/14 (Olayın kahramanının, anlatan kişi " Berâ" olduğu anlaşılmaktadır. lşık)

[854] Tirrnizi, Sahih-Hasen hadis olduğunu söylemiştir. Nevevî, 1/ No: IX /999.

[855] Müslim; Nevevi, I/991.

[856] Ebu Davud; Tirmizî, Sahıh-Hasen hadis olduğunu söylemiştir. Nevevî, I/No: 11/1001.

[857] Tirmizî, Şeybanî, I/200.

[858] Bu sure ve âyetler sırayla Bakara: 2/163-164; 255; 285-286 (Amene'r Rasulü diye bilinir.); Al-i İmran: 111/18; A'raf: 7/54; Mü'minun: 23/118; Cin: 72/3; Haşr: 59/22-24 (Huv'allahullezi diye bilinir) âyetleridir. Işık)

[859] Hakim, Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah, sahih bir senedle "Zevaid"de rivayet eder. Said Havva, Er-Rasûl, 281-282, eserinden alınmış­tır. Mektebet'ü Vehbe, Kahire.

[860] Ahmed b. Teymiyye, Fi Merezi'l Kulubi ve Şifauha, 65, 96; Bkz. İbnu Kayyim el-Cevziyye, Risaletün fi Emrazi'l Kulub, 24, 46.

[861] Tirmizî, İbnu Mâce; İbnu Kayyim el-Cevziyye, el-Tıbbu'n Nebevî, 168.

[862] İbnu Kayyim el-Cevziyye. et-Tıbbu'n Nebevî, 171 (İbnu Ebi Şeybe'nin Müsned'inderı)

[863] İbnu Mâce, Sünen, II/No: 3501, 3533.

[864] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 338-343.

[865] Tirmizî, Ebu Davud; Tac: V/111; Duanın ibadet olarak yorumlandığı âyet: Mü'min: 40/60.

[866] Bakara: 2/86.

[867] Ebu Davud, II/78; No: 1488; Tirmizî; Tac: V/111.

[868] Tirmizî, Tac:V/110.

[869] Tirmizî, Şeybanî, II/60-61.

[870] Tirmizî, Tac: V/111.

[871] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 343-345.

[872] Ahmed, 1/391.

[873] Ebu Davud, Tac: V/138-139; Şeybanî, II/79.

[874] Ebu Davud, İbnu Kayyım el-Cevziyye, et-Tıbbu'n Nebevî, 186.

[875] Tirmizî; İbnu Kayyim el-Cevziyye, et-Tıbbu'n Nebevî, 187; (La flahe İl­la Ente Sübhaneke İnnî Kuntu Mine'z Zalimin. Bu dua Kur'an'da, En­biya: 21/87'de geçmektedir. lşık)

[876] İbnu Kayyim el-Cevziyye, et-Tıbbu'n Nebevî, 188.

[877] Buharî, Müslim, Tirmizî; Tac: V/127.

[878] Ebu Davud, II/58, No: 1518.

[879] Kayyim el-Cevziyye, et-Tıbbu'n Nebevî, 138-189.

[880] İbnu Kayyim el-Cevziyye, et-Tıbbu'n Nebevî, 189-190. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 345-349.

[881] Tirmizi, Şeybanı, II/75-76; (Allahümmel Rabbe's semavati vema Ezallet/Ve Rabbe'l Aradiyni vema Ekallet/Kün li çaren min şerri halkıke/Kullehum cemian en yefruta aleyye ahad/ev en yebga aleyye/Azze caruke ve celle senaüke vela ilahe gayruke/La ilahe illa ente.)

[882] Sünen sahipleri; Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî; Tac: V/137. Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 349-350.

[883] Yusuf: 12/98. (Işık)

[884] Ayetleri 100'den aşağı uzunlukta olan surelere Mufassal denir. Bunlar da uzun-orta-kısa olmak üzere üç bölüme ayrılır. Burada kasdedilen Mülk suresi 30 âyet olup kısalar arasına girmektedir. (lşık)

[885] Tirmizî, Daavât, 5; Tac: V/140-142.

[886] Dr. Mustafa Işık, Hadis ve Psikoloji, Fecr Yayınları: 350-351.

[887] Buhari, Müslim, Malik, Ebu Davud, Tirmizî, Şeybanî, II/56.

[888] Ebu Davud; Tac: V/108.

[889] Ebu Davud, Şeybanî, II/82.

[890] Ebu Davud, III/No: 3116.

[891] Buhari, İlm, I/No: 128.

[892] Müslim, Nevevî, l/No: 1/483.

[893] Zümer: 39/53.

[894] Nisa: 4/17.

[895] A'raf: 7/153.

[896] Al-i İmran: 3/135-136.

[897] Ebu Davud, Tirmizî; Hakim rivayet etmiş ve Buhari/Müslirn'in şartlarına uygun demiştir. Nevevî, II/No: 6/1876 (Estafirullah ellezi La ilahe illa huve'l Hayyu'l Kayyumu ve Etubu İleyh)

[898] Müslim; Nevevi, l/No: 11/423.

[899] Ahmed, III/198, Tirmizî, İbnu Mace, Darimî, Şeybanî, 1/213; Con: II/42.

[900] Bakara: 2/222.

[901] Buharî, Müslim, Tirmizî; Şeybanî, 1/211.

[902] Tirmizî, Hasen hadis değerlendirmesi yapmıştır. Nevevi, 1/No: III/443.

[903] Müslim, Nevevi, l/No: 2/442.