K
Ka-Senâ
Ka-Senî
Kad Du'ife
Tarahû Hadîsehû
Kadh
Kâdih
Kâdiha
Kalb
Kalb Fi'l-Metn
Kalb Fi's-Sened
Kalb-i Mürekkeb
Kale
Kale Fulân
Kale Lenâ Fulân
Kale Lenâ Fulân Bi-Kırâ'atî
Kale Lenâ Fulân Kırâ'aten Aleyhi
Kale Lî Fulân
Kale Resûlullah
Kale Resûlullah
(s.a.s) Fîmâ Yervîhi An Rabbihi
Kâle'llâhu Te'âlâ
Kalîlu'l-Hadîs
Kalîlu't-Tahdîs
Kara'tu Alâ Fulân
Kara'tu Alâ Fulân An Fulân
Kara’tu Bi-Hatti Fulân
Kara'tu Bi-Kitâbi Fulân
Kari’
Karin
Kas
Kassâs
Kat’ Tedlisi
Kavî
Kaviyyu'l-Hadîs
Kavlî Sünnet
Kavlu Abâdile
Ke'ennehû Mushafun
Kesîru’l-Galat
Kesîru'l-Rıhle
Kesret-i Galat
Kesretu'l-Galat
Keşt
Ketebe Ileyye Fulân
Keza
Kezzâbun
Kezzâbun Yekzibu
Kırâ'a Ale'ş-Şeyh
Kıssa
Kibâr-ı Tâbi'în
Kitâb
Kitâbet
Kitâbetu’l-Hadîs
Kitâbu'l-Ğarîbeyn
Kizb
Kizb Ale'r-Resûl
Kizbu'r-Râvî
Kudsi Hadis
Kuna
Kunâ Mufrede
Kunna Nef'alu Ala Ahdi'n-Nebî
(s.a.s)
Kurıe Ala Fulan Ve Ene Esme'u
Kurie Aleyhi Ve Huve Yesme'u
Kussâs
Kutub-i Mevdu’at
Kutub-i Sitte
el-Kutubu'l-Erba'a
El-Kutubu’s-Seb’a
el-Kutubu's-Selâse
el-Kutubu's-Sitte
K
Ka-Senâ:
İsnadda en çok kullanılan kale haddesenâ eda lafzının remzidir. Bazılarına göre
kalenin ilk harfi “kaf ile haddesenâ'nın remzi senanın birleşmesiyle meydana
gelmiştir. Bazı hadisciler aynı remzi şeklinde bitişik yazarak kullanmışlardır.
Zamir tekil olduğunda bu remiz, ka-senî şeklinde yazılmıştır.
Ka-Senî:
Bk. Ka-Senâ.
Kad Du'ife:
“Zayıf bulundu, hakkında zayıf diyenler oldu” manasına gelen bir tabir olup
cerhin birinci mertebesine delalet edenlerden daha ehven olmak üzere kullanılan
cerh lafızlarındandır. Genelde ravinin zayıf görüldüğüne delâlet ederse de bu ve
benzeri lafızlarla cerhedilen ravinin hadisleri büsbütün terkedilmez. İ'tibar
için yazılır. Aynı lafız Du'îfe şeklinde de kullanılmıştır.
Tarahû Hadîsehû:
Bak. Tarahû Hadîsehu.
Kadh:
Sözlükte söğmek, bir Kimsenin ırzına veya nesebine yakışıksız sözlerle
saldırmak, oka temren geçirirken ucunu temrenin dibiyle yarmak, çakmak çakmak,
ağaç kökünü kurt kemirmek, göz içine bir şey batmak manalarına gelir.531
Hadis usulü ilminde kadh, kemirmek manasiyle ilgili olarak hadisin sıhhatine
engel olan kusurun onu yok edecek şekilde zayıflatmasına denir. Söz gelişi
illet, sıhhati yok eden bir kusurdur.
İbnu's-Salâh, mu'allel hadisi tarif ederken illetin daha çok hadisin isnadında
bazen de metninde olduğunu, bazen isnadda olan illetin hem isnadın hem de metnin
sıhhatini giderdiğini ifade ederken kadh tabirini sıhhati yok eden illetin vasfı
olarak kullanmıştır. 532Buna göre bu tabir, hadisin isnadında veya metninde
bulunan ve illet denilen herhangi bir kusurun isnadın veya metnin sıhhatini
gidermesi mânâsın gelmektedir. Nitekim bu mânâsına uygun olarak illete çok kere,
illetun kâdihatun (Kadih illet) denilmiştir.
Aynı kökten alınma ismi fail olan kadih (müennesi kadiha) tabirleri de aynı
şekilde herhangi bir kusurun hadisin sıhhatini yok edici özelliğidir.
Kâdih:
Bk. Kadh.
Kâdiha:
Bk. Kadh
Kalb:
Sözlükte bir nesneyi geriye döndürmek, çevirmek, altını üstüne getirmek
manalarına gelir. 533
Hadis ıstılahı olarak kalb, bir hadisin senedinde veya metninde yer alan
kelimelerin yerlerini değiştirmeye denir. Bu tariften anlaşılacağı gibi kalb,
hadisin ya senedinde ya da metninde olur. Senedinde olana kalb fi's-sened;
metninde olana ise kalb fi'1-metn adı verilmiştir. Kelimelerin olduğu gibi
cümlelerin yerlerini değiştirmeye de kalb denilmiştir.
Senedde kalbe misal vermek gerekirse râvinin hadisin senedinde bulunan Ka'b b.
Murra ismini Murra b. Ka'b okuyup önce gelen kelimeyi sona, sona geleni ise başa
alarak yerlerini değiştirmesi verilebilir.
Bir hadisin isnadını başka hadise bağlamak, bir ravinin hadisini bir başka
râvinin hadisiymiş gibi rivayet etmek de kalb şekillerindendir.
Bir'de kalb-i mürekkeb vardır ki birkaç hadisin isnad ve metinlerini
değiştirmekten ibarettir. Buhâri'nin Bağdat'a gelişinde hıfzını ve hadis
bilgisini kontrol etmek maksadıyla yapılanı meşhurdur. Şöyle ki, Buharı Bağdat'a
geldiğinde Bağdatlılar onu denemek için yüz hadis seçerek isnadlarını ve
metinlerini değiştirmişler; kalbettikleri hadisleri onar onar on kişiye vererek
Buhari'ye sordurmuşlardır. buhari sorulan her bir hadisi dinledikçe böyle bir
hadis bilmediğini söylemiştir. Son hadisin okunuşunun ardından kendisine en önce
hadis okuyan şahısa dönerek “senin ilk okuduğun hadisin isnadı şu, metni şudur;
ikincisi şöyledir” diyerek düzeltmiştir. Daha sonra ikinci, üçüncü şahsın
okuduğu hadislerin ilkinden sonuncusuna kadar doğrusunu söylemiş, onuncunun
hadislerini de aynı şekilde düzelterek büyük takdir toplamıştır.” 534
Kalp, ya ravinin zayıf olması sonucu muhalefetten doğar, ya da meselâ, kimsenin
rivayet etmediği garîb hadis rivayet ederek ona olan rağbeti artırmak ve ilim
taliblerini kendi hadis meclisine çekmek gibi bir maksatla veya Buhari misalinde
olduğu gibi bir muhaddisi denemek için kasden yapılır. Ravinin muhalefetinden
doğan kalb tekerrür ederse zabta dokunur. Kasden garâib rivayet ediyor intibaı
uyandırmak için yapılan kalbi pek çok muhaddis sirkat saymış535; bir kısmı da
hadis uydurmaktan farksız görmüştür.
İster senedinde olsun, ister metninde, kelime ya da cümlelerin yerleri ve
isnadları değiştirilerek kalb yapılmak sonucu meydana gelen hadise maklûb denir.
Maklûb hadislere verilen misaller aynı zamanda kalbe de misal olurlar. Bu
itibarla daha fazla kalb misali maklûb maddesinde görülebilir.
Kalb Fi'l-Metn:
Bk. Kalb.
Kalb Fi's-Sened:
Bk. Kalb.
Kalb-i Mürekkeb:
Bk. Kalb.
Kale:
“Dedi ki” manasına gelir. Hadis Usulünde bilhassa isnadda hemen hemen en çok
kullanılan lafızdır. Ravi isnadında “kale fulân” dediği zaman rivayetini bir
raviye nisbet etmiş olur.
Kale eda lafzının kullanıldığı yerler konusunda muhaddisler arasında birlik
yoktur. Nitekim bazı muhaddisler bu lafzı semâ' yoluyla alman hadislerin
rivayetinde kullanmışlardır. Söz gelişi Haccâc b. Muhammed el-Aver, İbn
Cureyc'in rivayet ettiği hadislerin yazılı olduğu kitapları “Kale'bnu Cureyc”
diyerek rivayet etmiştir.
Öte yandan el-Hatîbu'1-Bağdâdî'ye göre eğer ravinin sadece semâ' yoluyla almış
olduğu hadisleri kale lafzıyla rivayet ettiği halinden anlaşılırsa, bu tabir
haddesenâ mertebesinde olur. Ancak bir ravi bu lafzı hem işitme yoluyla, hem de
başka yollarla rivayet ettiği hadislerin rivayetinde kullanırsa o zaman ondan
yalnızca hangi yolla aldığını belirttiği hadisler alınır. 536
Buharî ise kale lafzını bazen semâ, bazen semadan başka yollarla alınan
hadislerin rivayetinde kullanmıştır.537 Onun bu eda lafzını en çok kullandığı
yerlerden birisi ta'liklerdir.
Görülüyor ki muhaddislerden kimi kale lafzını yalnız semâ yoluyla; kimi de semâ
ile beraber başka yollarla alınan hadisleri rivayet ederken kullanmışlardır.
Hatta isnad tedlisi yaparak rivayette bulunurken kale eda lafzını kullanan da
olmuştur. Nakledildiğine göre Ali b. Haşrem şunları söylemiştir:
“Bir gün Sufyan b. Uyeyne'nin yanında idik. Bize “Kâle'z-Zuhrî” diyerek ondan
bir hadis rivayet etti. Kendisine bu hadisi ez-Zuhrî'den bizzat işitip
işitmediği soruldu. İşitmediğini söyledi ve şöyle dedi:
“Haddesenâ Abdurrezzak, an Ma’mer, ani'z-Zuhri”538 (Misale göre Sufyân b. Uyeyne
senedinde ez-Zuhrî ile arasındaki iki vasıtayı, Abdurrezzâk ile Ma’mer'i
atlamış, hadisi bizzat ez-Zuhrî'den işitmişcesine rivayet ederek tedlîs yaparken
de kale lafzını kullanmıştır. Şu hale göre isnadlarda en çok kullanılan bu eda
lafzının kullanılışında muhaddisler arasında birlik yoktur.
Son zamanlarda tatbik edilen bir adete göre isnadlarda çokça geçen kale lafzı
yazıda hazfolunur; fakat okunur. Senedde iki kale lafzı yanyana gelirse biri
yazılmaz. Ancak okunur. Mesela Buhari'nin, şeklindeki senedi tarzında yazılır,
tamamı okunur. 539
Kale Fulân:
Bk. Kale.
Kale Lenâ Fulân:
“Falanca bize dedi ki” manasına eda lafızlarındandır.
Kadı İyad'a göre kale lenâ fulân lafzının “haddesenâ, ahberanâ, enbe'enâ,
semî’tu fulânen yekûlu lafızları gibi şeyhten işitme (semâ’) yoluyla alınan
hadislerin rivayetinde kullanılması caizdir ve bunda ihtilaf yoktur. 540
İbnu's-Salâh, Kadı İyad'ın bu sözünün açıklanmaya muhtaç olduğunu söylemiş ve
“özel olarak şeyhten işitmeksizin rivayet olunan hadisleri rivayet ederken
kullanılmaları yaygın hale gelen bu lafızların yanlış anlaşılmaya ve karışıklığa
sebep olacaklarından, bizzat şeyhten işiterek alman hadislerin rivayetine ıtlak
edilmemeleri gerekir” demiştir.541
Buhâri'nin rivayetleri arasında kale lenâ fulânun, (veya tekil zamiriyle) kale
lî fulân edâ lafızlarına sıkça rastlanır. İbnu's-Salâh, bazı müteahhir Mağrib
alimlerinin bunları görünüşe göre ittisale, manaca ise kopukluğa delâlet eden
ta'liklann alameti saydıklarına işaret ettikten sonra şu görüşü nakletmiştir:
“Buhâri'nin kale liî, kale lenâ dediğini gördün mü, bilki bu, ihticac için değil
istişhad için zikrettiği bir isnattır. Yani böyle naklettiği haberi hüccet
olarak değil, şahit olarak zikretmiştir. Aslında muhaddisler bu gibi, lafızları
aralarında hadis müzakere ederlerken veya münazara vesilesiyle çokça
kullanırlar. Müzakere hadisleriyle ihticac ettikleri nadirdir. “ Buradan
anlaşıldığına göre Mağrib alimleri kale lenâ fulân lafzını daha çok talika
hamletmişlerdir.
Şu da var ki, İbnu's-Salâh, bu görüşün sahibinden önce yaşayan ve Sahih-i
Buhari'yi daha iyi bilen Ebu Ca'fer b. Hamdan en-Nîsâbûrî'nin bir sözünü
naklederek bu görüşe katılmamıştır. Ebu Ca'fer'e göre Buhâri'nin kale lî fulân
lafziyle rivayet ettiği bütün hadisler şeyhinden arz veya munâvele yoluyla
alınmışlardır.542 Buna göre kale lenâ fulân veya kale lî fulân lafızları ta'lika
delâlet etseler bile daha çok sema'dan başka yollarla rivayet edilen hadislerin
naklinde kullanılmışlardır.
Kale Lenâ Fulân Bi-Kırâ'atî:
Arz ya da kırâ'at ale'ş-şeyh denilen metotla rivayet edilen hadislerin eda
edilmesi sırasında kullanılan lafızlardandır. Kale lafzının semâ'a delâlet
ettiği görüşünde olanlar tarafından kullanıldığı kabul edilmiştir. Aynı manada
kale lenâ fulânun kırâ'aten aleyhi tabiri de kullanılmıştır. (Bk. Arz.)
Kale Lenâ Fulân Kırâ'aten Aleyhi:
Bk. Kale lenâ Fulânun bi-Kırâ'atî.
Kale Lî Fulân:
Bk. Kale lenâ fulân.
Kale Resûlullah:
“Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurdu” manasına gelen bu tabir. Hz. Peygamber'in
sözlerini sevkederken kullanılan eda lafızlarının başında gelir.
İbnu's-Salâh'a göre cezm sigalanndandır ve sadece sıhhati açığa çıkarılmış
hadisleri isnadsız olarak rivayet ederken kullanılır. Şöyle ki, zayıf bir hadisi
isnadsız olarak rivayet ederken kesinlikle Kale Resûlullah dememek gerekir; zira
bu lafız, hadisi Hz. Peygamber'in söylediğine delâlet eden cezm
lafızlarındandır. Hatta sahih mi zayıf mı olduğunda şüphe edilen hadislerde de
bu lafzı kullanmamalıdır. “Kale Resûlullah” (s.a.s) lafzı ancak sıhhati açığa
çıkmış bulunan hadisleri sevketmek için kullanılır. 543
Şu da var ki sahabîler, Hz. Peygamber (s.a.s)'den bizzat kendileri işitmedikleri
hadisleri de Kale Resûlullah diyerek rivayet etmişlerdir. Bu takdirde lafzın
manası “Hz. Peygamber şunları söylemiş” demek olur. Ancak sahabenin, kendileri
işitmedikleri halde bizzat işiten veya işitenden öğrenen başka sahabilerden
öğrendikleri hadisleri bu lafızla rivayet etmeleri, kendileri işitmişcesine
rivayet gibidir.
Kale Resûlullah (s.a.s) Fîmâ Yervîhi An Rabbihi:
Bk. kudsî Hadis.
Kâle'llâhu Te'âlâ:
Bk. Kudsî Hadis.
Kalîlu'l-Hadîs:
“Hadisi az” anlamını veren bir tabir olup az hadis rivayet eden raviler hakkında
kullanılmıştır.
Bir muhaddisin kalîlu'l-hadîs oluşu, onun az hadis bildiği manasına değil,
rivayet ettiği hadislerin sayıca az olması manasına alınır. Söz gelişi Hz.
Ebubekr kalîlu'l-hadîstir. Bunca yıl Hz. Peygamber (s.a.s)'le birlikte olduğu
halde ondan 142 hadis rivayet edilmiştir. Hiç de küçümsenemiyecek bir rakama
ulaşan rivayetleri diğer çok sayıda hadis nakleden sahâbilere nisbetle az itibar
edildiğinden o da bu gruba dahil edilmiştir.
Kalîlu't-Tahdîs:
Az tahdîs eden, yani hadis rivayeti üzerinde az duran demektir. Kendisine
müracaat edenlere hadis rivayet etmekten çekinen, çekindiği için de her
işittiğin italebeye rivayet etmeyen bazı hadiscilere denilmiştir.
Hadis alimleri ve ravileri arasında işittiği her hadisi bir emanet sayarak
talebeye aktarmayı görev bilenler olduğu gibi, aksine hareket ederek tahdisten
kaçınanlar da olmuştur. İkinci gruptakilere kalîlu't-tahdîs tabir edilmiştir.
Kara'tu Alâ Fulân:
Bk. Arz.
Kara'tu Alâ Fulân An Fulân:
“Falandan rivayet olarak fülana okudum” demektir. Bir şeyhin, şeyhinden icazetle
almış olduğu bir hadisi değişik sebeplerle bir diğer geyhe arzederek ondan da
rivayet ettiğini ifâde etmek üzere isnadında kullandığı eda lafzıdır.
Kara’tu Bi-Hatti Fulân:
“Falancanın el yazısı ile (yazılmış) metinde okuduğuma göre” manasına gelen ve
hadis tahammül metotlarından vicâde yoluyla elde edilen hadislerin rivayetinde
kullanılan eda lafızlarındandır. (Bk. Vicâde).
Kara'tu Bi-Kitâbi Fulân:
“Falanın kitabında okudum” manasına bir terkib olup vicâde yoluyla elde edilmiş
bir hadisin edası sırasında kullanılan lafızlardandır. Elde edilen metnin adı
anılan kişinin el yazısıyla yazılmış olmadığına delâlet eder.
Kari’:
“Kara'e (okudu)” kök fiilinden alınma ismi fail olan kari, hadis rivayet
yollarından arz veya kırâ'a ale'ş-şeyh denilen metotla rivayette hadisleri şeyhe
okuyan kimseye denir.
Kâri, aynı zamanda şeyhden hadis rivayet eden talibdir. Şeyhin rivayet hakkım
elde ettiği hadislerini ya bir kitap veya yazılı metinden, ya da ezberinden
okur. Haliyle şeyh dinler. Okuma işi tamamlanınca okunan kitap veya metindeki
hadisler rivayet edilmiş olur. (Bk. Arz).
Karin:
Akranın tekilidir. Yaş ve sened bakımından birbirlerine akran hadiscilerin
herbirine denir. Yaş itibariyle aralarında fark olsa bile hadis rivayet
ettikleri devre bakımından birbirlerine yakın olanlara da diğerlerinin karini
delmiştir. (Bk. Akrân).
Kas:
Bk. Kussâs.
Kassâs:
Bk. Kussâs.
Kat’ Tedlisi:
Bk. Tedlîs.
Kavî:
Sözlükte “sağlam ve kuvvetli” manalarına gelen kavi, bazı muhaddisler tarafından
sahih yerinde kullanılmış bir terimdir.
Kaviyyu'l-Hadîs:
Hadisi sağlam manasına gelen bir tamlama olup bazı hadis alimlerine göre sika
karşılığı olarak kullanılmıştır.
Kavlî Sünnet:
Bk. Sünnet
Kavlu Abâdile:
Bk. Abâdile.
Ke'ennehû Mushafun:
“Sanki Mushaf gibidir” manasına gelen bu tabir bazı alimlerce ta'dilin üçüncü
mertebesine delâlet eden lafızlardandır. Bu lafızla adaletli olduğuna hükmedilen
râvinin hadisleri hüccet olmaya elverişli addedilir.
Kesîru’l-Galat:
Bk. Kesret-i Galat.
Kesîru'l-Rıhle:
Hadis elde edebilmek uğruna pek çok seyahat etmiş olan kimse manasına gelen bir
tabir olup, hadis rivayeti için ülke ülke dolaşanlara denir. Hicri üçüncü asır
sonlarında Nişâbur ve çevresinde büyük ün yapmış muhaddislerden Ebu Abdillah
Muhammed b. İbrahim el-Bûşencî Kesîru'r-rıhle yani hadis talebi uğruna uzun ve
meşakkatli pek çok yolculuklar yapmış hadis talibi olarak tanınır. 544
Kesret-i Galat:
Bk. Kesretu'l-Galat.
Kesretu'l-Galat:
Aynı manada fuhşu galat da kullanılır. Her ikisi de, çok hata yapmak, hatası çok
olmak demektir. Kesretu’l galat ya da fuhşu galat, ravinin cerhedilmesine yol
açan ve meta'in-i aşere denilen on tenkit esasından zabtla ilgili
olanlarındandır. Ravinin çokça yanılması, rivayet ettiği hadislerde hatasının
fazla olmasını ifade eder.
İnsan hiçbir zaman hatadan, yanılmaktan kurtulamaz. “İlk yanılıp hata eden ilk
insan olan Âdem'dir” denilmiştir. Buna göre ravi hadis rivayetinde hata edebilir
ve bu, tabiî bir şeydir. En meşhur âlimlerin bile hata ettikleri, hadis ilminde
şöhret yapmış güçlü hafıza sahibi ravilerin az da olsa yanıldıkları vakidir.
Öyle iken ravinin cerhine sebep olan hatasının çok olması, tabirin manasından da
anlaşılacağı üzer hatalı rivayetlerinin doğru olarak rivayet ettiklerinden fazla
olmasıdır. Hatalı rivayetleri, doğru rivayetlerine eşit olanlar da
kesretu'1-galat yüzünden cerhedilirler.
Rivayetlerinde çok hata yapan ravinin hadislerine itibar edilmez. Yerine göre
bunlara munker, mu'allel gibi isimler verilir.
Hadis rivayetinde fazla hatası görülen bir diğer ifadeyle hatalı rivayetleri
doğrularından fazla olan râviye kesîru'l-galat denir.
Keşt:
“Keşeta” sülâsî fiilinin masdarı olup asıl itibariyle açmak, bir nesnenin yüzünü
örtüp bürüyen şeyi kaldırmak manasınadır. 545Ayeti kerimesinde 546 “gökyüzü
sıyrılıp açıldığı zaman” buyurularak bu manada kullanılmıştır.
Hadis ıstılahı olarak keşt, hadislerin yazılması esnasında yanlış yazılan
yerlerin bıçak veya benzeri aletle kazınarak silinmesine denir. Bununla birlikte
daha çok fazla yazılan yerlerin kazınmasına keşt tabir edilmiştir. 547
Hadisleri yazarken hadisden olmayan fazladan veya yanlış yazılan yerler darb,
hakk veya mahv şekillerinden biri ile yok edilir. İbnu's-Salah’a göre bunların
en iyisi darb'dir. 548Şu da var ki yanlış yazılan kısım tek bir harf, kelime
veya kısa bir cümle ise bunu keşt yoluyla kazıyarak silmek daha uygun olur;
çünkü darbedilen bir yazı silinmez, üzerine belli olacak şekilde bir çizgi
çekilerek işaretlenmek suretiyle iptal edilir. (Bk. Darb). Böylece yazılmaması
gereken harf, kelime veya kısa ibare metinde kalmış olur; Bu ise onun asıl ibare
olduğu zannım uyandırabilir veya çizgi ile darbedildiğinin farkına varılmayıp
karışıklığa yol açabilir, bu bakımdan keşt usulü silme daha pratik görünürse de
uzun ibarelerin keşt yoluyla silinmesini bir yandan vakit alacağı, bilhassa yazı
yazılan kağıdı zedeleyeceği için hoş görmeyenler vardır. Nitekim İbnu's-Salâh,
bazı şeyhlerin hadis meclisine yanlış yazılan yerleri kazımak için bıçak
getirilmesini hoş görmediklerini nakleder. Sebep olarak da kazınan kısmın başka
rivayette belki de sahih olabileceğini gösterir. Aynı şekilde hadisi yazan
kâtip, bir başka sefer hadisi başka şeyhe arz eder. Sildiği kısım onun
rivayetinde sahih olabilir. Bu sefer silinen kısmın tekrar metne alınması
gerekebilir. 549Şu hale göre, bu gibi sebeplerle darbın tercih edilmesi uygun
olur.
Ketebe Ileyye Fulân:
“Falan kimes bana yazdı” manasına gelen bir tabir olup, hadis tahammül
yollarından mukatebe metoduyla alınan hadislerin edasında kullanılır. Şeyh
rivayet hakkına sahip olduğu hadislerden bir kısmını talebeye kendi el yazısıyla
yazar gönderir. Bir başkasına talebe adına yazdırması da mümkündür. Mukatebe
yoluyla hadis rivayet edenler isnadında veya musannef eserlerinde “ketebe ileyye
fulan” dediklerinde “haddesenâ fulân” demiş gibi olurlar. Bazen de Ahberanî bihi
fulânun nıukâtebeten (kitâbeten) dedikleri de olur.
İbnu's-Salâh'a göre ketebe ileyye fulân ibaresi icazeti kuvvetle iş'ar eder.
Eğer icazeti ifade eden bir ibare ile birliket kullanılmamışsa manen icazet
manası verir. 550Ayrıca aynı tabirin ravi ile şeyhi arasında mülakata delalet
ettiği de söylenmiştir. Nitekim Buhâri'nin Sahihinde, uyguladığı mülakat şartına
aykırı olarak şeyhi Muhammed b. Beşşâr'dan mukatebe yoluyla aldığı bir hadisi
“Ketebe ileyye Muhammed b. Beşşar” diyerek 551 nakletmesi buna delil
sayılmıştır. Kullandığı ifadenin mülakata delalet ettiğine” kani olmasaydı
kullanmazdı.
Keza:
Böyle, böylece manasınadır, hadis yazılırken, manasında yanlışlık olan ibarenin
üzerine aslına uygun olarak yanlış yazıldığını işaretlemek için kullanılan
işarettir.
Hadisi yazan böyle bir işaret kullanmakla ibarenin aslında yanlış yazıldığını,
kendisinin farkına vardığı halde asla sadık kalmak maksadıyla değiştirmediğini
açıklamış gibi olur.
Kezzâbun:
Fazlaca yalan söyleyen, aşırı yalancı anlamında mübalağa ile ism-i fail olup
cerh lafızlarından biridir. Cerhin altıncı ve en ağır mertebesine delâlet eder.
Bu ve benzeri lafızlarla cerhedilen ravi adalet vasfını kaybetmiş demektir.
Hadisleri yazılmaz. 552Rivayetlerine hiçbir şekilde itibar edilmez. Hatta başka
ivayeti kuvvetlendirmesi için bile kullanılmaz.
Kezzâbun Yekzibu:
Yalan söyleyen aşırı yalancının biridir manasında kezzâbun gibi cerh
lafızlarındandır. Cerhin altıncı mertebesinde ve ağırına delâlet eden lafızlar
arasındadır.
Hakkında kezzâbun yekzibu denilen ravi adaletten düşmüş demektir. Rivayetlerine
itibar edilmez. Hadisleri yazılmaz. Başka rivayetleri desteklemek için bile olsa
kullanılmaz.
Kırâ'a Ale'ş-Şeyh:
Bk. Arz.
Kıssa:
Türkçedeki kıssa manasını veren bu kelime hadisin söylenmesine veya bir fiili
naklediyorsa işlenmesine sebep olan olay karşılığı kullanılmıştır. Bilhassa bir
hadisin değişik isnadları verildikten sonra ve zekera'l-hadîs gibi ve
zekera'l-kıssa denir ki bununla hadisin vurûd sebebi olan hadise tekrar
edilmemiş olur.
Kibâr-ı Tâbi'în:
Tâbiî'lerin büyükleri, önde gelen tabiîler manasına gelen bir tabir olup, sahabe
devrinde yaşayan ve rivayetleri umumiyetle sahâbilerden olan tabiiler için
kullanılır.
Sa'îd İbnu'l-Museyyeb, Ubeydullah b. Adî, Kays b. Ebî Hâzim, Ebu Osman en-Nehdî
gibi isimler kibarı tâbiî'nin en meşhurlarıdır.
Kibâr-ı tâiî'n, irsal, dolayısıyla mürsel bahsinde söz konusudur. Nitekim
umumiyetle kabul edilen irsal, kibâr-ı tâbiî'inden birinin isnadında sahabiyi
atlayıp “Hz.Peygamber şöyle buyurdu; Hz. Peygamber (s.a.s) şunu yaptı, şunu
emretti, şundan nehyetti” diyerek isnadını Hz. Peygamber'e ulaştırmak suretiyle
rivayette bulunmasıdır. Tarifinde söz konusu edildiği gibi kibâr-ı tabiînin
rivayetleri umumiyetle sahâbilerden olduğu için irsalleri inkıta' sayılmaz.
Diğer tâbi'îler sahabeden olduğu gibi birbirlerinden de rivayette
bulunmuşlardır. Bu itibarla Kibâr-ı tâbi'înden olmayan birinin irsali, inkıta'
sayılır.
Kitâb:
“Yazmak” manasına gelen “ketebe” kök fiilinden alınma bir kelime olan kitab,
hadis ilminde önce yazılı hadis metinlerinden meydana gelen bilinen kitap veya
defter şeklindeki kitaba denir. Bu aynı zamanda talib tarafından şeyhten çeşitli
usullerle yazılarak rivayet edilen hadisleri bir arada muhafaza eden kitaptır.
İkinci olarak kitâb kelimesi hadisleri konularına göre ayırarak bir araya
toplayan hadis musannefâtında ana bölümleri ayırırken kullanılmıştır. Söz gelimi
Kitâbu'1-îmân, imanla ilgili, kitâbu'l-eymân ve'n-nuzûr yemin ve nezir
konusundaki hadisleri ihtiva eden bölüm başlıklarıdır. Daha çok cami, sünen ve
musannef adı verilen ve ale'l-ebvâb yani fıkıh bölümlerine göre tertip edilmiş
hadis kitaplarında ana konulan işaretlemek ve birbirlerinden ayırmak üzere
konulmuştur.
Kitâbet:
Yazmak, yazı ile tesbit etmek anlamında “ketebe” kök fiilinin mufâale babından
ikinci masdan olan kitabet, kısaca yazışmak demektir. Terim olarak hadis
tahammül metodlanndan birisidir. Şeyhin mesmû'âünı yahut bir veya birkaç hadis
yanında hazır olan talibe yazarak ya da yazdırarak vermesi; yahutta uzakta
bulunana göndermesinden ibarettir. İbnu's-Salâh kitabete Mukâtebe adını
vermiştir.
Kitabet yoluyla hadis rivayet edenler is-nadlannda Ketebe ileyye fulân veya
Ahberanâ fulânun mukâtebeten (veya kitâbeten) eda lafızlarını kullanırlar. Bu
metodla rivayette sadece haddesenâ veya ahberanâ demek caiz görülmemiştir.
Kitabet (ya da mukâtebe), yazılıp verilen veya gönderilen hadislerin rivayet
edilmesine icazet verilip verilmeme durumuna göre iki kısımdır. Bunlardan
birincisi icazetten mücerred kitabet, (Kitabe (veya mukâtebe) mücerrede
ani'l-icâze); ikincisi ise icazete delâlet eden bir lafızla olan kitabet (kitabe
(mukâtebe) makrûne bil-Icâze)dir.
İcazeten mücerred kitabede şeyhin, hadislerini yazılı olarak verirken onların
rivayetine icazet verdiğine delâlet edecek herhangi bir söz söylememesiyle hasıl
olur. İcazete delâlet eden bir lafızla olan kitabet ise hadislerin yazılı metin
halinde verilirken eceztuke mâ ketebtu leke, eceztuke mâ ketebtu ileyke yahut
eceztuke mâ ketebtu bihi ileyke gibi bir söz söylenerek verilmesine denir. Bu
lafızların hepsi “Sana yazdığımı hadisleri rivayet etmene icazet verdim”
manasına gelir ve şeyhin talibe yazdığı hadislerin rivayetine izin verdiğine
delâlet eder.
Şeyhin hadislerini yazılı olarak verirken onların rivayetine icazet verdiğini
belirtmesi, sıhhat ve kuvvet bakımından icazete makrun munavele gibidir.
Hadisleri sadece yazıp vermek veya göndermek şeklinde olan icazetten mücerret
kitabetin ise sıhhatine ihtilaf edilmiştir. Hadisciler arasında meşhur sahih
görüşe göre icazetsiz kitabet sahihdir. Böyle alınan hadis mevsul ve müsned
sayılır. Bu yolla rivayeti Eyyubu's-Sahtiyâni ile Şeyhi Mansur İbni'l-Mu'temir,
el-Leys b. Sa'd, Ebu Bekr b. Ebî Sebre gibi âlimler caiz görmüşlerdir. Nitekim
el-Beyhakî Medhalinde bu isimleri zikrettikten sonra şöyle demiştir.
“Bu konuda tâbi'în ile tebe-i tâbi'înden bir çok eser olduğu gibi Hz. Peygamber
(s.a.s)'in dinî hükümlere dair amillere yazdıkları mektuplar da bu görüşün sahih
olduğuna delâlet eder.”553
Ebu'l-Muzaffer es-Sem'ânî de bu görüştedir. Ona göre hadisleri yazarak vermek,
verirken de icazete delâlet eden sözler söylemek, sadece icazetten daha
kuvvetlidir. Usul âlimlerinden er-Râzi de el-Mahsûl isimli eserinde buna kail
olmuştur. Aynı görüşe katılanlardan biri de es-Suyûti'dir. Ona göre icazete
makrun kitabet yoluyla rivayetin caiz oluşu muhtar olan görüştür. Hatta
munavelenin birçok şekillerinden daha kuvvetlidir. Kaldı ki Buhârî'de “ve ketebe
ileyye Muhammed b. Beşşâr” lafzı ile rivayet varid olmuştur. 554Sahihde bu
lafızla başka hadis nakledilmemiş olmakla birlikte bir tek rivayet kitabet
yoluyladır.555 Sahih-i Müslim'de ise mukâtebe yoluyla alınmış hadisler hayli
fazladır.
Diğer taraftan Ebu'I-Haseni'l-Mâverdi, Amidî ve İbnu'l-Kattân gibi âlimler
icazetten mücerret kitabetle rivayeti caiz görmezler. 556Ne var ki sahih
hadislere tahsis edilmiş kitaplarda “Ketebe ileyye fulân” eda lafzı ile varid
olan pek çok hadis vardır. Bunların hepsi hadis imamlarınca mevsul addedilmiş
olduğundan, bunların men'ine itibar edilmemiştir.
Hadis âlimlerinin bir kısmına göre, hadisleri şeyhin yazılı olarak verdiği veya
yolladığı metinlerden rivayet edebilmek için yazan şeyhin yazısını -ona ait
olduğuna dair herhangi bir delil olmasa dahi- tanımak kafidir. Bazıları “yazı
yazıya benzer” diyerek yazının şeyhe ait olduğuna delil bulunmadıkça yazıya
itimat etmenin caiz olamıyacağım ileri sürmüşlerdir. İbnu's-Salâh “Bu söz makbul
değildir; zira yazının yazıya benzemesi çok nâdir vaki olur. Zahiri şudur ki bir
insanın yazısı başkasına benzemez, dolayısıyla yazının yazıya benzemesinden
herhangi bir karışıklık meydana gelmez.” diyerek 557 bu görüşe itiraz etmiştir.
Şeyhin hadisini kendisi değil de bir başkası yazmış ise kitabet yoluyla
rivayetin sahih olması için yazanın sıka olduğunun sabit olması da şart
koşulmuştur.
Kitâbetu’l-Hadîs:
Hadislerin yazılması manasına gelen bir tabirdir. Hadis İlminde Hz. Peygamber
(s.a.s) ve sahabe devrinde hadislerin yazılması ve hadis yazarken dikkat
edilecek kaideler olmak üzere iki önemli konuya delalet eder.
Hz. Peygamber'in sağlığında -bir iki olay hariç-hadisler umumiyetle
yazılmıyordu. Bir kere sahabe arasında yazı bilen çok azdı. Bu yüzden, Hz.
Peygamberden öğrenilen hadisler hıfzediliyor, şifahî nakil ve müzakere yoluyla
sahabe arasında yayılıyordu. Ebu Sa'îdi'l-Hudri'den rivayet edilen bir hadise
göre Hz. Peygamber önceleri
“...Benden (Kur'ân-ı Kerim'den başka bir şey) yazmayınız. Kim benden Kur’ân-ı
Kerim'den başka bir şey yazmışsa onu imha etsin. Benden (yazmaksızın) rivayette
bulunun. Bunda bir mahzur yoktur. Her kim bile bile benim adıma yalan söylerse
Cehennemdeki yerine hazırlansın” 558buyurarak hadislerin yazılmasına izin
vermemişti. Yine aynı sahabî Allah Resulünden hadis yazmak için izin istemişse
de verilmemiştir. 559
Şüphesiz Allah Resulünün, kendisinden Kur'ân-ı Kerim'den başka bir şey
yazılmasına müsaade etmeyişinin önemli sebepleri vardır. Önce yukarıda işaret
edildiği gibi yazı yazmasını bilen sahabîler yok denecek kadar azdı. Yazı
tekniği de gelişmiş değildi. Her şeyden evvel yazılan hadislerin Kur'ân-ı Kerim
ayetleri ile karışma ihtimali vardı. İşte bu mühim sebepler yüzünden sahabe Hz.
Peygamber (s.a.s)'in yasağına uyarak hadisleri yazmıyor; ezberden
naklediyorlardı.
Aslında Kur'ân-ı Kerim bir yandan ezberlendiği, öte yandan yazıldığı, bazı
sa-habîler tarafından hem yazılıp hem ezberlendiğinden yanlış yazılma tehlikesi
olmadığı gibi Kur'ân'dan olmayan sözlerle karışma korkusu da yoktu. Fakat
hadisler öyle değildi. Onları hem bütün sahabîler bilmiyor, hem de
ezberlemiyordu. Bu yüzden Kur'ân'la ve birbiriyle karışma ihtimali vardı.
Aradan zaman geçip Kur'ân-ı Kerim bütünüyle belli olup pek çok sahabî tarafından
ezberlenince artık hadislerin Kur'ân ayetleriyle karışma tehlikesi kalmamıştı.
Hz. Peygamber (s.a.s) böyle bir durumda bazı sahabîlere kendisinden işittikleri
hadisleri yazmaları için izin verdi. Ne var ki, Allah Resulünün hadislerin
yazılmasına ne zaman müsaade ettiği kesinlikle belli değildir. Bu itibarla
hadislerin yazılmasını meneden yasağın bütün Sahabeye mi yoksa yazı yazmasını
iyi bilmediğinden dolayı doğru yazmayacağından korktuklanna mı konulduğu
kestirilememektedir. Hadislerin yazılmasına müsaade edildiğini gösteren
rivayetler bazı sahabîlerin Hz. Peygamberden işittiklerini yazmak hususunda izin
istediklerine, onun da istenen izni verdiğine dairdir. Misal verelim:
“... Abdullah b. Amr'dan rivayete göre demiştir ki:
“Hz. Peygamber (s.a.s) den ne işitirsem bellemek ister; yazardım. Kureyşliler
“Hz. Peygamber (s.a.s)'den işittiğin her şeyi yazıyorsun. Oysa Hz. Peygamber
(s.a.s)'de insandır. Rıza halinde de öfkeli iken de söz söyleyebilir” diyerek
beni bundan men ettiler. Bunun üzerine (bir sene) hadis yazmaya ara verdim.
Nihayet işi Hz. Peygamber (s.a.s)'e söyledim. Mübarek parmağıyla ağzını işaret
ederek
“Yaz dedi; canım kudreti altmda olan (Allah)'a yemin ederim ki buradan hak
sözden başkası çıkmaz” 560
Şu haber de Hz. Peygamberin, unutmak ihtimali olduğundan hadisi yazarak muhafaza
etmeyi tavsiye ettiğini göstermektedir.
“Ebu Hureyre'den rivayete göre demiştir ki:
“Ensardan biri Hz. Peygamber (s.a.s)'den hadis işitir, işittikleri hoşuna gider
ancak belleyemezdi. Bu durumunu Hz. Peygamber (s.a.s)'e şikayet etti:
“Ya Resulallah dedi; senden hadis işitiyorum, hoşuma gidiyor. Ancak bir türlü
öğrenemiyorum. (Ne yapayım?)” Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.s) eliyle yazı
işareti yaparak:
“Sağ elinden faydaları” buyurdu.” 561
Râfi b. Hadic'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s)'e, işittiği
hadisleri yazayım mı diye sormuş, Allah Resulü yazmasını, yazmakta bir mahzur
olmadığını söylemiştir. 562
Bu hadislerden anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber (s.a.s) önceleri Kur'ân-ı Kerimle
karışması gibi ciddî bir tehlike söz konusu olduğu için hadislerin yazılmasına
müsaade etmemiştir. Ancak, zamanla bu mahzurun ortadan kalktığına kani olunca
yazı bilgisine güvendiği, hadisleri yanlış yazmayacağından, bilhassa Kur'ân-ı
Kerim ayetleriyle karıştırmayacağından emin olduğu sahabîlere yazma müsaadesi
vermiştir. Nitekim Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Amr, Hz. Ali hadisleri yazan
sahabîlerdendir.
Hadislerin yazılmasını men eden hadislerle yazılmasına izin verildiğini gösteren
hadislerin arası böyle bulunmuştur. Bununla birlikte Hz. Peygamber (s.a.s)'in
kendisinden işitilen hadislerin yazılmasını men edişi ile yazma izni verişini
neshe hamledenler de vardır.
Öte yandan Allah Resulünün sağlığında dişlerin yazıldığını, hatta bizzat kendisi
tiafından yazdınldığını gösteren belgeler vardır. Söz gelişi hicreti takip eden
ilk günlerde Medineli Yahudilerle yazılı bir andlaşma yapılmıştır. Hudeybiye
Sulh andlaşması esasları da yazılmıştır. Komşu ülkeler devlet başkanlarına
yazdığı mektuplar da ilk yazılı metinler arasındadır. Yemenli Ebu Şâh isimli bir
sahabî Mekke fethinden sonra yaptığı konuşmanın yazılmasını istemiş, bizzat Hz.
Peygamber (s.a.s) “Ebu Şâh için söylediklerimi yazın” diyerek yazdırmıştır.
Ölümüne yakın “bana yazı yazacak şeyler getiriniz. Size bir vasiyetname
yazdırayım. Sonunda doğru yolu kaybetmiyesiniz” demiştir.563 Bu rivayetler henüz
Hz. Peygamberin sağlığında bazı hadislerin yazıldığını belgelemektedir.
Bazı sahabilerin Hz. Peygamber hayatta iken yazdıkları hadis metinlerinden biri
Abdullah b. Amr'ın es-Sahifetu's-Sâdikasıdır. Ebu Hureyre'nin “Abdullah b. Amr
hariç kimsede bende olduğu kadar hadis yoktur. O hadisleri yazardı. Bense
yazmadım” diyerek 564 hadislerini yazdığını belirttiği Abdullah b. Amr'ın
sahifesi vefatından sonra torunlarına geçmiş ve rivayet edilmiştir.
Daha sonra tâbiiler'in bir kısmı da hadisleri yazmıştır. Söz gelişi meşhur
tâbi'i Said b. Cubeyr'in hadisleri yazdığı kaydedilir. İbn-i Şihâb'ın da
hadisleri tedvin edip yazdığı meşhurdur. Bu nesilden Hemmâm b. Münebbih'in Ebu
Hureyre'den rivayet ettiği 138 hadisi ihtiva eden es-Sahifetu's-Sahîha halen
elimizde mevcuttur.565
Şu hale göre az da olsa bir kısım sahabîler ta Hz. Peygamber (s.a.s)'İn
sağlığında hadisleri yazmışlardır. Sahabiler tarafından yazılan hadislerin
meydana getirdiği küçük çaptaki hadis çetinlerine sahife denilmiştir. Sahifeler
içinde en meşhuru Abdullah b. Amr'ın es-Sahîfetu's-Sâdıkasıdır. Bundan başka
abır b. Abdillâh, Ali b. Ebî Tâlib, Semure b. Cundeb, Abdullah b. Abbas,
Abdullah b. Ömer İbnu'l-Hattâb, Enes b. Mâlik ve Sa'd b. Ubâde'nin de birer
hadis sahifeleri vardır. Daha sonra tâbi'îler arasında da hadis yazanlar olmuş;
hatta hadis yazmanın caiz olduğuna kail olanlarla olmadığı görüşünde olanlar
arasında ihtilaf meydana gelmiştir.566
Hadislerin tedvin edilmesinden sonra hadis kitabeti, tamamen rivayet edilen
hadisleri yazmak, yazılı metinler haline getirmek şekline girmiştir.
Kitâbetu'l-Hadisin ikinci anlamı olan hadis yazılırken dikkat edilecek kaide ve
esaslar manasına gelince, İbnu's-Salâh bu manayı ilk manasından ayırmak üzere
yerine göre dabtu'l-kitâb tabirini kullanır. Arkasından kaidelerini şöyle
sıralar:
1. Hadis yazan kimsenin bilhassa iltibasa yol açacak şahıs isimlerinin zabtına
itina etmesi gerekir; zira bu isimler manasından çıkarılamıyacağı gibi önündeki
ya da sonundaki kelimelerden de anlaşılamaz.
2. Müşkil lafızların zabtını önce yazılı metinde sonra haşiyede tam karşısına
harekeli ve müstakil olarak yazması iyi olur.
3. Mecburiyet olmadıkça yazıyı ince yazması doğru olmaz. Hanbel b. İshak'ın
dediğine göre Ahmed b. Hanbel bir gün kendisini ince yazı ile metin yazarken
görmüş, “öyle yapma; sonra en çok muhtaç olduğun şey sana ihanet eder” demiştir.
İnce yazı ile yazmak ancak kağıtta yeteri kadar boş yer olmamak veya kâtibin çok
gezen biri olması halinde kitab yükünün hafif olması için ince yazıya ihtiyaç
duyması gibi durumlarda mazur görülebilir.
4. Hadis yazanın yazısını hızlı ve harfleri birbirine karıştırarak okunmaz halde
yazmaktan çok okunaklı yazması tercih edilir. Nitekim Hz. Ömer “en kötü yazı
okunaksız yazılanı (meşk), en kötü kıraat hızlıca belli belirsiz okumaktır. En
güzel yazı okunaklı olanıdır” demiştir.
5. Mu'cem (noktalı) harflerin noktalarla zabtedilmesi gibi mühmel (noktasız)
harfler de ihmâl alâmeti ile zabtedilmelidir.
6. Muhaddisin kitabında sadece kendinin anlıyacağı başkalarının anlamayacağı ve
şaşıracağı terimler kullanması doğru olmaz. Rumuz kullanmaktan kaçınması her
rivayetin yanına ravisini yazması uygun olur. Yalnız kitabının başında veya
sonunda bu işaretlerden neyi kasdet-tiğini açıklarsa mahzuru yoktur.
7. Yazdığı hadislerin arasını ayırdedecek küçük bir daire çizmesi gerekir.
Nitekim Ebu'z-Zinâd, Ahmed b. Hanbel, İbrahim b. İshak el-Harbî, Muhammed b.
Cerîri't-Taberi gibi imamlar bu şekilde uygulama yapmışlardır. (Bk. Daire).
8. Abdullah b. Fulân gibi isimlerde “Abd” kelimesini satır sonuna, kalan kısmı
ise diğer satır başına yazması da doğru değildir. Abdurrahman gibi Allaha kulluk
ifade eden diğer isimler de öyledir. Aynı şekilde “Kale Resulü” lafızlarının
satır sonuna, “Allah sallallahu aleyhi ve sellem” lafızlarının öteki satıra
yazılması da doğru olmaz.
9. Hadis yazanın Hz. Peygamberin isminin her geçtiği yerde salat ve selamı
yazmaya itina etmesi ismin tekrarlandığı yerlerde salat ve selamı da tekrar
etmekten usanmaması gerekir. Bu hadis talebesinin ve katiplerinin dikkat
etmeleri gerekli faydalı bir husustur. Bundan gaflet eden büyük bir ecir
fırsatından mahrum kalır. Hatta el-Hatîbu'1-Bağdâdî'nin dediğine göre selef
âlimleri “hadisleri yazan Hz, Peygamber (s.a.s)'e yazı ile değil dille salat ve
selam okumalıdır.”
10. Hadis kâtibi yazdıklarını semâ'a asıl olan nüsha ve şeyhinin kitabı ile
mukabele etmelidir. Nitekim Urve İbnu'z-Zubeyr oğlu Hişâm'a bir gün
“Hadisleri yazdın mı?” diye sormuş o da:
“Evet” cevabını vermiştir.
“Yazdığını asıl metinle vuruşturdun mu?” diye sorduğunda:
“Hayır” demesi üzerine:
“Öyleyse yazmamışsın” demiştir.
11. Metinde düşen kısmı -ki lahak denir- hâşiyede gösterirken tercih edilen
metot, metnin neresinden düşmüşe oradan yukarı doğru bir çizgi çekerek
göstermektir.
12. Hadis yazan kâtibin tashih, tazbîb ve temrîze dikkat etmesi gerekir.
13. Hadis yazılırken kitaba yazılmaması gereken bir ibarenin yanlışlıkla
yazılmassı halinde fazlalık ya darbedilir; ya da keşt, hak veya mahv
suretlerinden biriyle silinir.
14. İhtilaflı rivayetleri birbirine karışmaması için ayırmalıdır.
15. el-Hatibu'1-Bağdadî'ye göre hadis yazan talibin işittiği hadisleri
besmeleden ve hadis işittiği şeyhin adını, künyesini nesebini kaydettikten sonra
yazması icap eder. 567
Dikkat edilirse bu kaidelerin hepsi hadislerin isnad ve bilhassa metinlerini
doğru bir şekilde yazıya geçirmek için konulmuş esaslardır. Bu da muhaddislerin
hadislere ne derece itina gösterdiklerini; yazılışında bile belirli kaideler
dahilinde hareket ettiklerini gösterir.
Kitâbu'l-Ğarîbeyn:
Garîbu'l-hadîs maddesinde görüldüğü gibi hadislerin herkes tarafından
anlaşılamayan garib lafızlarını izah eden kitaplar vardır. Bu kitaplardan bir
kısmı, hadislerin garib lafızlarını Kur'ân-ı Kerim'in garib lafızları ile
birlikte alırlar. Böyle hen Kur'ân-ı Kerim'in hem de bazı hadislerin garibini
izah etmek üzere te'lif edilmiş kitaplarda bu isim verilmiştir.
Kitabu'l-garibeyn isminde te'lif edilmiş kitapların en meşhuru Ebu Ubeyd Ahmed
b. Muhammed b. Ebî Ubeyd el Abdı el-Mu'eddeb el-Herevî'nin kitabıdır. Bunun gibi
Ebu'l-Feth Suleym b. Eyyub er-Râzî'nin Takrîbu'l Ğarîbeyni, Ebu Musa Muhammed b.
Ebî Bekri'1-İsbehânî'nin Kitabu'l-Muğis fi Garibeyi'1-Kur'ân'i ve'1-hadîsi
meşhurdur.
Kizb:
Hadis usulünde kizbu'r-ravi şeklinde de geçer. Hz. Peygamber üzerine yalan
söylemektir. Bir diğer ifadeyle Allah Resulünün söylemediği bir sözü kasden ona
nisbet ederek rivayet etmektir. Kısacası Hz. Peygamberin ağzından yalan
uydurmaktır.
Kizb ya da Türkçe karşılığı ile yalan, metâ'in-i aşere denilen ravinin tenkide
tabi tutulduğu esaslardan adaletle ilgili beş cerh sebebinden birincisi ve en
ağırıdır.
el-Hatîbu'1-Bağdadî'ye göre Hz. Peygamber üzerine yalan söylemek, hadis uydurmak
ve semâ' iddiasında bulunmakla olur. Muhaddislerin hepsi her ne şekilde olursa
olsun Hz. Peygamberin ağzından yalan söyleyen ravinin hadisinin, tevbe etmiş
bile olsa, reddedileceği görüşündedirler. Bu demektir ki ravi, tek hadisde daha
yalan söylediği açığa çıksa adalet vasfını yitirir. Yalanından tevbe etse
rivayet tarîklan sağlam olsa bile kendisi terk, hadisleri reddedilir. Nitekim
Ahmed b. Hanbel'e yalnız bir hadisde yalan söyleyip tevbe ve rücu eden ravinin
durumu sorulmuş, o büyük âlim “Tevbesi kendisi ile Allah arasındadır. Hadisi
ebediyyen yazılmaz” demiştir. 568Ebu Muzaffer Mansûr b. Muhammed, es-Sem'ânî ise
şunları söylemiştir: “Yalnız bir haberde yalan söyleyen ravinin geçmişte rivayet
ettiği hadislerinin de terk edilmesi gerekir.” 569
Buhârî Şeyhi Ebu Bekr Abdullah İbni'z-Zubeyri'l-Humeydî ile Şâfi'î âlimlerden
Ebu Bekr Muhammed b. Abdillah es-Sayrafî bu görüştedirler. Hatta es-Sayrafî
“yalan yüzünden hadisini terk ettiğimiz raviyi tevbesi dolayısıyla kabul
etmeyiz. Bir ravinin naklini zayıf bulduk mu ona daha sonra kuvvetli demeyiz”
demiştir.570
Muhaddislerin yalancı ravilerin üzerinde bu derece titizlikle durmaları
hadisleri yalandan korumak içindir; zira hadisler arasına yalancı ravilerin
yalan rivayetlerinin karışması ile din fesada uğrar. Aslı şeklini kaybeder.
Yerini batıl ve hurafeler alır. Bu sebeple yalnız bir hadisde dahi yalan
söylediği açığa çıkan raviden artık hadis rivayet edilmez.
Bununla birlikte hadis dışında yalan söylediği bilinen ravinin durumu farklıdır.
Böyle biri, yalandan tevbe ettiği bilinirse mutlak olarak terk edilmez. Hadisi
belli şartlarla alınabilir; çünkü hadis dışında yalan söylemenin fesadı umumî
değildir. Nitekim yalan şahitlikte bulunduktan sonra tevbekâr olanın şehadeti
kabul edilir.
İbnu's-Salâh, fısk sebeplerinden biri olan insanlarla konuşmasında yalan
söyleyip de tevbe edenin rivayetlerinin kabul edilebileceği görüşündedir.571
en-Nevevî de es-Sem'ânî'nin yukarıda zikredilen sözüne katılmadığını söyledikten
sonra rivayetle şehadet arasında kuvvetli bir fark olmadığını söyler. 572Müslim
Şerhinde de şöyle der: “Muhtar olan hadis dışında yalan söyleyip tevbe edenin
tevbesinin kesinlikle sahih olduğu ve şahitliği gibi rivayetinin de kabul
edilmesi gerektiğidir. Bu, kâfir olan bir kimsenin İslâm olduğu zaman
rivayetinin kabul edilmesi gibidir.” 573
“Bununla beraber, kâfirin müslüman olması halinde rivayetinin kabul olunduğu
yolunda ileri sürülen görüşün bu konuya uygun bir misal olmadığı
anlaşılmaktadır; zira İslâm vasfı, hadis rivayet edenlerde aranan ilk ve umumi
bir şarttır; fakat bu şart, her İslâm vasfını taşıyan kimsenin hadislerinin
kabul edilmesini gerektirmemektedir. Nitekim hadis uydurup bunları Hz.
Peygambere isnad eden kimseler de bu vasfa sahip olan kimselerdir.” 574
Ravinin hadis rivayetinde yalan söylemesi el-Hatîbu'1-Bağdâdî'nin yukarıda
nakledilen görüşünde de söz konusu edildiği gibi ya Hz. Peygamber (s.a.s)'e ait
olmayan hadisleri onun sözleriymiş gibi rivayet etmesiyle; ya da isnadında
meşhur muhaddislerden birinden işittiği zannmı uyandıracak ifadeler
kullanmasıyla olur.
Hz. Peygamberin söylemediği bir özü ona isnad ederek rivayet, hadis uydurma
şekillerinden biridir. Meşhur muhaddislerden birinden işitme intibaı verecek
tarzda isnad serdetmek ise sema iddiasında yalan söylemektir. Hadis ravileri
arasında isnadında gerçekte rivayette bulunmadığı şeyhten sema intibaı verecek
şekilde ifadeler kullanarak tedlis yapanlardan hiç görmediği kimseden hadis
işittiğini ileri sürenlere kadar yalanın bu çeşidine başvuranlar olmuştur. Bunun
içindir ki, ravinin semâ' iddiasında yalan söyleyip söylemediğini anlamak üzere
tarihten istifade yolu tutulmuştur. Sufyan es-Sevri bu konuda “Raviler ne zaman
yalan kullanmaya başladılar, biz de onlara karşı tarih kullandık” demiştir. Hafs
b. Giyâs ise şunları söylemiştir. “Bir şeyhi yalan söylemekle itham ettiğiniz
vakit onu yıllarla hesaba çekin.” Bu demektir ki yaşını ve hadis yazdığı
şeyhinin yaşını hesaplayın. Eğer ravi kendisiyle ilgili imkânsız bir şey
söylerse rivayeti terkedilir. 575
Ömer b. Musa el-Vecîhî isimli bir ravinin isnadında yalan söylediği tarih
bilgisiyle açığa çıkarılmıştır. Ufeyr b. Ma'dan olayı şöyle anlatır: “Ömer b.
Musa şehrimize, Humus'a geldi. Hemen etrafını aldık. “Haddesenâ
Şeyhukumu's-Sâlih
“Bize salih şeyhiniz tahdis etti” demeye başladı.
“O da kim?” diye sorduk.
“Hâlid b. Ma'dan” cevabını verdi. Bunun üzerine ben
“Onunla hangi yıl karşılaştın?” diye sordum.
“108 senesinde Erminiyye Gazasında” diye cevap verdi.
“Ya şeyh dedim; Allah'tan kork ve yalan söyleme. Halid 104 yılında öldü. Sense
onunla ölümünden dört sene sonra karşılaştığını söylüyorsun, dahası, Halid,
Ermîniyye Gazasına asla katılmamıştır.” 576
Kizb Ale'r-Resûl:
Bk. Kizb.
Kizbu'r-Râvî:
Bk. Kizb.
Kudsi Hadis:
Kudsî, mukaddes bir yüce varlığa (Allah'a) nisbet edilen anlamına gelir. Kudsî
hadîs ise Hz. Peygamber (s.a.s)'in Rabbine izafe ettiği veya Hz. Peygamberden
Rabbine izafe edilerek rivayet edilmiş olan hadîslerdir. Kudsi hadîse rabbani,
ilâhî hadis de denir. Kudsî hadis söz olarak Hz. Peygambere aittir. Ne var ki
manası Cenâb-ı Hak'tandır. Yüce Allah Hz. Peygamber (s.a.s)'in kalbine bir fikir
ilham etmiş, o da kalbine ilham edilen fikri dile getirmiştir. Şu hale göre
kudsî hadis manası Allah'tan, sözleri Hz. Peygamberden olan hadislerdir.
Manaları itibariyle nebevi hadisler de denilen diğer hadislerden farklı olan
kudsî hadisler hadis kitaplarında umumiyetle Allah'a nisbet edilen lafızlarla
rivayet edilirler. Bu lafızların en çok kullanılanları şunlardır:
Bir misal verelim:
Ebu Hureyre (r.a)'in Hz. Peygamber (s. a.s)'den rivayetine göre Yüce Allah “iki
ortakdan biri arkadaşına ihanet etmedikçe onların üçüncü ortağı benim. Biri
diğerine hiyanet edince ben hemen aralarından çıkarım” buyurmuştur. 577
Kudsî hadis bir taraftan Cenâb-ı Hak'ka nisbet edilir; öte yandan Hz. Peygamber
(s.a.s)'in hadisleri gibi kabul edilir. Öyle olunca Hz. Peygamberin kalbine ilka
edilmiş olma yönünden Kur'ân-ı Kerim'e benzerse de ondan farklıdır. Bu fark ilk
defa Kuranın lafzı ve manasıyle vahye dayanmasında görülür. Hatta tertibinin
bile vahy eseri olduğu söylenir. Kudsî hadis ise yalnızca manasıyla kalbe ilham
şeklindeki vahy kabul edilir. Lafzı ise tabiî konuşmasından farksız olarak, Hz.
Peygamberin kendisine aittir. Bir de Kur'ân lafızları mucizdir. İnsanın en küçük
bir suresinin benzerini bile meydana getirmesine imkân yoktur. Halbuki kudsi
hadiste Kur'ân-ı Kerim icazına benzer icaz yoktur. Diğer taraftan Kur'ân-ı Kerim
gerek lafzı, gerek manasıyla mütevâtirdir. Herhangi bir ayetini bile manasıyla
rivayet caiz olmaz. Oysa kudsî hadisin gerek lafzı gerekse manası nıütevatir
değildir. Öyle olunca manasıyla rivayeti caizdir. Ayrıca Kur'ân-ı Kerim ibadet
maksadıyla okunur. Namazda okunması namazın rükünlerinden birini teşkil eder.
Abdestsiz ele alınamaz. Oysa kudsî hadis için böyle bir şey söz konusu değildir.
Şu da var ki, kudsî hadisler içinde sahih olarak rivayet edilenleri olduğu gibi
zayıf olanları da vardır. Gayet tabiî olarak Kuran için zayıflık gibi bir şey
düşünülemez.
Yalnızca kudsî hadislere tahsis edilen bazı kitaplar vardır. Anılmaya değer olan
birkaçı şunlardır:
1. el-İthâfâtu's-Seniyye bi'1-Ahadisi'l-kudsıyye; Abdurraûf Munâvî. (272 kudsi
hadis ihtiva eder.)
2. Mişkâtu'l-Envâr fîmâ nıviye ani'llahi Subhânehu ve Teâlâ Mine'l-Ahbâr:
Muhyiddin Arabî.
3. el-Ahâdisu'1-Kudsiyye: Aliyyu'l-Kaarî.
4. el-Erba'ûn fî'r-Rivâyeti an Rabbi'l-Âlemin: İbn Dakîki'1-İyd.
5. et-Tuhfetu'1-Merdiyye fi'1-Ahbâri'l-Kudsiyye: Şeyh Abdulmecîd Mısri.
Kuna:
Bk. Esma ve Kunâ.
Kunâ Mufrede:
Tek künyeler anlamıyla bir tek kişinin künyesi olup başkalarında bulunmayan
künyelere denilmiştir.
Kunna Nef'alu Ala Ahdi'n-Nebî (s.a.s):
Bk. Hükmen Merfû'.
Kurıe Ala Fulan Ve Ene Esme'u:
“Falancaya okundu ben de dinledim” demektir. Hadis tahammül yollarından arz veya
kıraat denilen metodla rivayet edilen hadislerin edasında kullanıllan bir
tabirdir.
Arz maddesinde etraflı bir şekilde açıklandığı gibi hadis meclisinde şeyhe
okunan hadisleri okuyan kimsenin (kari) dışında mecliste bulunanlar da işitmiş
ve rivayet etmiş olurlar. Herhangi bir şeyhin hadislerini yazılı metinden
kendisine okunması sırasında mecliste olup dinleyenler dinledikleri hadisleri
başkasına rivayet ederken isnadlarında kurie aleyhi ve ene esme'u tabirini
kullanırlar.
Kurie Aleyhi Ve Huve Yesme'u:
“Dinlerken ona okundu” manasına arz yoluyla alman hadislerin rivayetinde
kullanılan eda lafızlarındandır.
Arzın çeşitli tatbik şekilleri vardır. Birisi de hadisler şeyhe başkası
tarafından okunur. Şeyh dinler. Bu şekildeki rivayet şeyhten işitmek yoluyla
rivayetle birdir.
Bazı âlimler şeyhin okunan hadisleri tasdik etmesinin yart olduğu
görüşündedirler. Bunlara göre şeyhin, başkası tarafından okunan hadisleri tasdik
etmesiyle rivayet edilen hadisle amel edilebilir. Ancak rivayetinde haddesenî
veya ahberanî demek doğru olmaz, onların yerine râvi kara'tu aleyhi veya Kuri'e
aleyhi ve huve yesme'u diyebilir. 578
Kussâs:
Anlatmak, haber vermek, bir haberi birine ulaştırmak, bir haber veya sözü
bildirmek manalarında kassa kök fiilinden alınma bir tabirdir. Va'iz manasına
kas ile aynı manada mübalağa sîgası ile gelen kassâs'ın çoğuludur.
Hadis ilminde kussâs, halkın gözüne görmek için va'zlarında uydurma kıssalar
anlatan kıssacılarla hadis uyduran veya va'zlarınmda uydurma hadisler işleyen
va'izlere denir.
Bilindiği gibi İslâm Tarihinde ilk ihtilaflar Hz. Osman devrinde başlamıştır.
Üçüncü Halife'nin şehit edilmesi üzerine İslam toplumu parçalanmıştır. Devam
eden olay lar üzerine siyasî ve itikadı fırkalar zuhur etmiştir. Bu fırkaların
her biri kendi görüşlerine uygun hadisler uydurmaktan çekinmemişlerdir.
Kıssacı va'izlerin cami ve mescidlerde heyecanlı va'zlar vererek halkı coşturup
meşhur olmak ve dünyalık elde etmek arzulan daha doğrusu hırslan hadis
uydurmanın önemli sebepleri arasındadır. Denilebilir ki, hadis uydurmacılığı
siyasî ihtilaflar üzerine başlamış, kussas vasıtasiyle yayılmıştır. Umumiyetle
ilimden nasibi olmayan, cerbezeli konuşmaktan başka elinde sermayesi bulunmayan
kussâs taifesi ezberledikleri bir iki isnada akıllarına esen sözleri ekleyerek
kürsülerden halka ulaştırmışlardır. Böylece kussâs, uydurma hadislerin en önemli
yayılma vasıtası haline gelmiştir.
Kussasın halk üzerinde büyük tesiri olmuştur. Aslında cahil halk her kürsüye
çıkanı İslâmiyeti iyi bilen âlim biri sanmıştır. Hele güzel konuşan biri ise
halka göre gerçek âlim odur. Şu iki hadise bunu gösterir:
Bağdad mescidlerinden birinde Zur'a isminde bir kas (kıssacı va'iz) vardı.
İmam-ı A'zam'ın anası bir gün oğlundan bir mesele hakkında fetva ister. Ebu
Hanîfe fetvayı verirse de anası kabul etmez ve:
“ben vaiz Zur'anın sözünden başkasını kabul etmem” der. Bunun üzerine İmam-ı
A'zam anasını Zur'aya götürür ve:
“Bu der; benim anamdır. Şu mesele hakkında fetva istiyor. Zur'a:
“Sen benden daha âlimsin; fıkhı çok daha iyi bilirsin. İstediği fetvayı sen ver”
deyince İmam-ı Azam:
“Ben şöyle şöyle fetva verdim” diyerek mesele hakkındaki görüşünü söyler. Zur'a:
“Mesele Ebu Hanîfe'nin dediği gibidir” demesi üzerine kadın razı olur ve oradan
uzaklaşır.” 579
Meşhur âlimlerden eş-Şa'bi bir gün namaz kılmak için bir mescide gider. Yanında
etrafını halkın çevirdiği uzun sakallı birisi vardır. “Haddesenâ fulân, an
fulan” diyerek Hz. peygambere ulaşan bir isnadla şöyle bir hadis rivayet
etmektedir: “Allah Teâlâ iki tane sûr yaratmıştır. Her ikisi de helak olma ve
kıyam nefhası olmak üzere ikişer kere üflenecektir.” Namazı hafif kılmakta
olduğundan eş-Şa'bî ihtiyarın bu rivayeti üzerine kendini tutamayıp:
“Ya Şeyh der; Allah'tan kork. Yalan yanlış şeyler rivayet etme. Allah iki değil
bir sûr yaratmıştır. O sur iki kere üflenecektir. Birisinde mevcudat bayılacak,
ikincisinde ayağa kalkacaktır.” Bunun üzerine ihtiyar:
“Utanmaz adam! Bu hadisi bana fulanca rivayet etti. Sen de kalkmış bana itiraz
ediyorsun” diyerek pabucunu kaptığı gibi eş-Şa'bî'nin üzerine yürür. Halk da
ihtiyarla birlik olup onu döğmeye başlarlar. eş-Şa'bî, Allah'ın otuz tane sur
yattığına yemin ederek halkın elinden kendisini zor kurtarır! 580
Kussâs halkın gözüne girmek için pek cok yollar denemişlerdir. Belki de kendi
uydurmaları olan mevzu hadisleri, meşhur imamlardan rivayet etmiş gibi
göstermeleri bu cümledendir. Buna dair pek çok misal vardır, ikisini kaydedelim.
Meşhur muhaddislerden Ahmed b. Hanbel ile Yahya b. Ma'în bir gün Bağdat'ta
Rusâfe mescidine giderler. Namazdan sonra kürsüye çıkan kussâs'dan biri
“Haddesenâ Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Maîn, kala, haddesenâ Abdurrezzak, an
Ma’mer, an Katâde, an Enes kale, kale Resûlullah (s.a.s) diye Hz. Peygamber
(s.a.s)'e kadar ulaşan bir isnadla onun “Kim lâilâhe illallah derse Allah, her
kelimesinden gagası altından, tüyü mercandan bir kuş yaratır...” dediğini
söyleyerek yirmi sayfa kadar tutan uzun bir hadis uydurur. Ahmed b. Hanbel ile
Yahya b. Ma'în, hayretler içinde kalarak adlarının karıştığı böyle bir hadisi
rivayet etmediklerini birbirlerine söylemek lüzumunu duyarlar. Şaşkınlıkları
geçtikten sonra Yahya b. Ma'în cemaatın verdiği bahşişleri toplamakta olan
kıssacıyı yanlarına çağırır. Yeni bir dünyalık ümidi ile onların yanına gelen
sözde vaize
“Bu hadisi sana kim rivayet etti?” diye sorar. O da
“Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Ma'în rivayet etti” cevabını verir. Yahya sözüne
devamla:
“Yahya b. Ma'în benim; Ahmed b. Hanbel de budur. Ömrümüzde Hz. Peygamber'in
hadisi olarak böyle bir söz işitmiş değiliz. Eğer sana muhakkak yalan uydurmak
lazımsa bizden başkasının adına uydur” diyerek azarlayınca kıssacı şu karşılığı
verir:
“Çoktan beri Yahya b. Ma'în'in ahmağın biri olduğunu işitirdim. Doğru olduğunu
Şimdi anladım. Yahu, dünyada sizden başka Yahya b. Ma'în ve Ahmed b. Hanbel yok
mu? Ben adları Yahya b. Ma'în ve Ahmed b. Hanbel olan onyedi kişiden hadis
yazmışımıdır!” Ahmed b. Hanbel adamdaki utanmazlığa şaşırır kalır. Ellerle
yüzünü kapamak zorunda kalarak
“Bırak şunu gitsin” der. Kıssacı da onlarla alay eder bir eda ile uzaklaşır. 581
Ebu Hatim İbn Hibbân el-Bustî anlatır: Rakka ile Harran arasında (küçük bir
kasaba olan) Bacûrvan'a girdim. Namaz vakti mescide gittim. Namaz bitince
önümüzde bir genç kalktı ve “Haddesenâ Ebû Hanîfe, haddesena'l-Velîd, haddesenâ
Şu'be, an Katâde, an Enes kale, kale Resûlullah (s.a.s)” isnadıyla Hz.
Peygamberin “Müslümanın bir hacetini görene Allah şunu şunu verir” dediğini
rivayet etti. Rivayetini bitirince yanıma çağırdım ve
“Sen Ebu Hanîfeyi hiç gördün mü?” diye sordum
“Hayır görmedim” cevabını verdi.
“Görmediğin halde ondan nasıl rivayette bulunabiliyorsun?” dedim. Bana şunları
söyledi:
“Bizimle münakaşa etmek mürüvvetin azlığındandır. Bir tek bu isnadı biliyorum.
Ne zaman bir hadis duysam onu bu isnada ekliyorum.”582
Kussâs hadis İlmine telafisi imkânsız büyük zararlar vermişlerdir. Hadis
alimlerinin ittifakla belirttiklerine göre hadise fesad kussâs yoluyla
girmiştir. Gerçekten bu taife taraftar toplamak, bazı fikirleri yaymak, kimsenin
bilmediği hadisleri bilir görünmek gibi sebeplerle hadis uydurmuşlardır. Bunun
yanısıra anlatmak istediklerini yerine göre hadis olarak anlatmışlardır.
İşleyecekleri konuyu en iyi şekilde anlatan nakilleri sahih olup olmadığına
bakmadan yerine göre rivayet ettikleri, yerine göre anlattıklarından yüzlerce
hadis olmayan sözün müslümanlar arasında yayılmasına sebep olmuşlardır.
Hadis uyduran, uydurma hadisleri kürsülerde büyük bir şevk ve heyecanla anlatan
kussâs, hadisleri birbirine karıştırmak, hadis metinlerine ilaveler yapmak
suretiyle de Hadis İlmine büyük zararlar vermişlerdir, nitekim meşhur muhaddis
Şu'be, kussasm, bir kanş hadisi bir arşın yaptıklarını söylemiştir: Ebu'l-Velid
et-Tayâlisi anlatır: Şu'be'nin yanında idim. Derken yanıma bir genç geldi, bir
hadis sordu. Şube:
“Sen Kasımsın?” diye sordu. Genç,
“Evet” diye cevap verince
“Defol git; çünkü biz kussâsa hadis rivayet etmeyiz” diyerek onu koğdu. Genç
adam gidince ben neden böyle yaptığını sordum.
“Hadisi bizden bir karış alıyorlar; bir arşın haline getiriyorlar” cevabını
verdi. 583
Kussasın Hadis ilmine verdikleri zararlardan birisi de gaflet yüzünden bir takım
saçma sözleri ve felsefî fikir kırıntılarını halka hadis olarak takdim
etmeleridir. Bu yolla nice eski hakimlerin sözleri, halk arasında hadis olarak
kabul edilmiş; Hz. Peygamberin sözü sayılmıştır.
Bununla birlikte kussas, va'zlarında asılsız hikâyeler anlatmak, mevzu hadisleri
işleyerek İslâm'ın aslında olmayan hurafeleri gerçek gibi vermek suretiyle
islamî değer ölçülerini saptırmışlardır. Böylece İslamiyet'e büyük zarar
vermişlerdir. İçlerinden öyleleri çıkmıştır ki “salâtul husemâ (hasım namazı)
gibi bir namazdan söz etmiş; bu namazı kılanların kendilerine yapılacak
haksızlıklardan ve zulümden emin olacaklarını, düşmanlarının şerrinden zarar
görmeyeceklerini söylemişlerdir. Bunun gibi halkı teşvik etmek için basit bir
nafile ibadete büyük sevaplar va'd eden, aksine menhiyyattan korkutmak üzere
önemsiz bir günahdan dolayı büyük azap görüleceğini bildiren hadisler
uydurmuşlardır. Haliyle uzun yıllar ibadetle elde edilecek sevabı iki rekatlık
nafile namazla alacağına inanları yanlış yöne sevk etmişlerdir. Şüphesiz nafile
ibadetlerin fazileti inkâr edilemez. Ne var ki, kussâsın bol keseden sevap
dağıtarak Islamî değer ölçülerini çarpıttıkları kuşkusuzdur.
Hadis İlmine ve dolayısıyla İslamiyete önemli ölçüde zararları dokunmuş olan
kussas, cerh ve ta'dil âlimleri tarafından umumiyetle münkerât rivayetiyle cerh
edilmişlerdir. Rivayetleri merdud itibar edilmiştir. Söz gelişi meşhur vaiz
Yezîd er-Rakâşî hakkında Ahmed b. Hanbel “hadisleri münkerdir” demiştir. Yahya
b. Ma'în'e göre Yezid'in hadisleri zayıftır. Şube “zina etmeyi Yezîd'in
hadislerini yazmaktan ehven” sayar. 584İbn Hibbân'a göre Yezid
“el-Hasenu'l-Basrî'nin sözlerini Enes-Hz. Peygamber isnadıyla rivayet edilmiş
hadisler haline getirir. Rivayetleri arasında Enes ve başkalarının hadisi
olmayan sözler çoğalınca hadisleriyle ihticâc batıl sayılmıştır. Taaccüp için
olmadıkça ondan rivayet helâl değildir.” 585
Yine meşhur vaizlerden Salih el-Murrî hakkında da Ahmed b. Hanbel, “kıssacıdır.
Hadis ehli değildir. Esasen hadisi hiç bilmez” demiştir. 586Muhammed
İbnu'l-Hasen isimli vaiz için söylenenler de aynı mahiyettedir: “Daha çok
kıssacı idi. Hadisde yalan söylerdi” 587
Kussas hakkında müstakil kitaplar yazılmıştır. Belli başlıları şunlardır:
1. Ahbâru'l-Kussas; en-Nakkaş 588
2. Kitabu'l-Kussâs ve'1-Müzekkirîn: İbnu'l-Cevzî.
3. el-Bâ'is ale'l-Halâs min Havâdisi'l-Kussâs: el-Irâki.
4. Tahziru'l-Havâs min Ekâzîbi'l-Kussâs: es-Suyûtî.
Kutub-i Mevdu’at:
Bk. Mevzu.
Kutub-i Sitte:
Altı kitap manasına gelen bir tabir olup, hadis kaynaklan arasında şöhret
kazanmış altı esere denir. Aynı manada sihah-ı sitte tabiri de kullanılır.
Bu altı eser Kur'ân-ı Kerim'den sonra en sahih kitaplar olarak kabul edilen
Buhârî ile Müslim'in el-Câmi'us-Sahihleri (es-Sahîhân) ile Ebu Davud, Tirmizî,
Nese'î ve İbn Mâce'nin sünenlerinden (Sünen-i erbaa) ibarettir.
Bazıları İbn Mâce'nin süneni yerine ed-Dârimî'nin Sünenini, bazıları ise
İmam-Mâlik'in el-Muvatta isimli eserini kutub-i sitteye dahil etmişlerdir.
Hadisler konusunda ana kaynaklar mesabesindeki bu altı kitaba sıhah-ı sitte
diyenler de vardır.
“Kutub-i Sitte'den her birinin kendine hâs bir takım hususiyetleri vardır.
Meselâ fıkıh bâbları yönünden el-Buhârî'nin, tertibinin güzelliği ve talikatının
azlığı yönünden Müslim'in, rivayet sanatı yönünden Tirmizî'nin, ahkâm
hadislerini toplaması yönünden Ebu Davud'un, fıkıh bablarına ayırması yönünden
İbn Mâce'nin ve nihayet bu meziyetlerin çoğunu kendisinde toplaması yönünden
Neseî'nin kitabı ayrı bir değer taşır.” 589
el-Kutubu'l-Erba'a:
es-Sahîhân ile Sunen-i Erba'adan ikisine bazı hadis alimlerince verilen isimdir.
El-Kutubu’s-Seb’a:
Yedi kitap demek olup el-Kutubu's-Sitte ile Dârimî'nin Sünenine (bazılarına göre
İmam Mâlik'in el-Muvatta’ına) denilmiştir.
el-Kutubu's-Selâse:
Üç kitap demek olan bu tamlama bazı alimlere göre es-sahîhân ile İmâm Mâlik'in
el-Muvatta'ına; bazılarına göre ise Sunen-i Erba'anın İbn Mâce'nin kitabı hariç
diğer üçüne denilmiştir.
el-Kutubu's-Sitte:
Bk. Kutub-i Sitte.