Cihad: Allah İçin, Allah Yolunda Savaş
Müctehid ve ilim Adamlarının Görüş ve İstidlalleri
İlim Adamlarının Görüş ve İstidlalleri
Cihada Çıkan Kimseninİhlas Üzere Olması
İlim Adamlarının Görüş ve İstidlalleri
Cihada Katılmak İçin Ana-Babadan İzin Almak
İlim Adamlarının Görüş ve Yorumları
Borçlu Adam Ancak Alacaklı şahsın Rızasıyla Cihada Çıkar
Müctehidlerin İstidlal ve İhtiicacları
Savaşta Müşriklerden Yardım Beklemek
Müctehidlerin Görüş, Yorum ve İstidlalleri
İlim Adamlarının İstidlal ve Yormları
Savaşta Kadınlar, Çocuklar, Din Adamları ve Yaşlılar Öldürülmez
İlim Adamlarının Tesbit ve İstidlalleri
Hadislerin Tahlilleri ve Rivayetleri
Savaşta Ağaçlar Kesilmez Bayındır Yerler Yıkılmaz
Müctehid ve Diğer İlim Adamlarının Görüş ve Tesbitleri
Düşmana Karşı Yürüyüp Cephe Alırken Savaş Yerinden Kaçmak
Ayet ve Hadislerin Işığında Müctehidlerin Görüş ve İstidlalleri
Savaşta Esir Edilme Durumunda Olan
İlim Adamlarının Görüş ve Yorumları
İlim Adamlarının Tesbit, Görüş ve Yorumları
Ganibetin Beştte Dört Nisbeti Ganimeti Elde Edenlerdir
İlim Adamlarının Görüş, Tesbit ve İstidlalleri
Öldürülenin Üzerindeki Elbise ve Nevalesi Öldürene Ait Olur
Müctehid İmamların ve İlim Adamlarının Görüş ve Tesbitleri
Savaşta Elde Edilen Ganimeti Güçlü Kişiler Arasında Eşit Şekilde Dağıtmak
İlim Adamlarının Görüş ve İstidlalleri
Savaşa Katılan Süvari ve Piyadelere Ganimetten Verilecek Pay
Müctehidlerin Görüş ve İstidlalleri
Ganimetten, Kaleleri İslama Yeni Isındırılanlara Daha Fazla Verilmesi
İlim Adamlarının Görüş ve İstidlalleri
Savaşta Ganimet Olarak Elde Edilen Yiyecek Maddesi
İlim Adamlarının Görüş, İstidlal ve Yorumları
Ganimet Malının Aşırmanın Vebal Olduğu
İlim Adamlarının ve Müctehid İmamların İstidlal ve Yorumları
Savaş Esirleri ve Haklarında Uygulanacak Hüküm
Müctehidlerin Görüş, İstidlal ve Yorumları
Kişi Esir Düşmeden Önce İslam'a Girdiğini İddia Ederse
Îlim Adamlarının Görüş ve İstidlalleri
Kafire Ait Bir Köle İslam Ülkesine İltica Ederse Hürriyetine Kavuşmuş Olur
Ilim Adamlarının Görüş/Yorum ve İstidlalleri
Harbi, Henüz Mağlup Olup Esir Edilmeden Önce İslam'a Girerse
İslam Ülkesine Hicretin Devamı
Tahliller, Tesbitler ve Görüşler
Harbinin Eman Dilemesi ve Darü’l-Harb İle Anlaşma
Müctehidlerin Görüş ve Tesbitleri
Elçi Olarak Gönderilen Gayr-i Müslime Dokunulmaz
Muhasara Altında Tutulan Kafirlerin Müslümanlardan Bir Adamın Hükmüne Razı
Olup İnmeleri
Cizye Almak ve Ehl-i Zimmet ile Yapılacak Akid
Müctehidlerin İstidlal ve İhticacları
Zimmiler Hicaz Sınırları İçinde İskan Edilmez
Ilim Adamlarının, Müctehidlerin Görüş ve İstidlalleri
Kitap Ehli Olan Yahudi ve Hıristiyanlarla Karşılaşıldığında Önce Onların
Selam Vermesini Beklemek
Îlim Adamlarının İstidlal ve Görüşleri
Ganimetin Beşte Birini Taksim Etme ve Elde Edilen Fey’i Harcamak
Müctehidlerin Îstidlal ve Tesbitleri
Cihad, cehd kökünden türetilen bir isimdir. Allah için Allah yolunda müslümaniarm bütün enerji ve imkanlarını ortaya koyarak savaşmaları anlamına gelir.
Cihad'm farziyeti kitap, sünnet ve icma' ile sabit olmuştur. înkârı küfür, terki büyük günahtır.
Ancak bu farz bazan farz-ı kifaye, hazanda farz-ı ayn'dır. Müslümanlardan düşmanı tenkil edecek, tesirsiz hale getirecek sayıda savaşa katılan olursa o taktirde cihad farz-ı kifaye sayılır. Eli silah tutan ve savaşma gücü olan her müslümanm çıkmasıyla ancak düşmanı defetmek mümkünse o taktirde cihad farz-ı ayn'dır. O halde düşmanı def etmeye yetmiyecek sayıda savaşa iştirak edilirse, bütün müslü-manlar günahkar olur. Bununla beraber müctehidlerin farklı tesbit ve yorumları olmuştur.
Cihad kimlere farzdır? ilim adamları kitap ve sünnetin ışığı altında bir kişiye cihanın farz olması için yedi şartın gerçekleşmesini belirlemişlerdir:
1- islâm...
O balomdan cihad gayr-i müslim vatandaşlara farz değildir.
2- Bulûğ (ergenlik)...
Cihad henüz ergen olmayan çocuklara farz değildir.
3- Akıl...
4- Hürriyet...
5- Erkek olmak...
6- Hastalık ve sakatlıktan salim bulunmak...
7- Yetecek kadar nafakanın bulunması...
Böylece cihad gayr-i müslimlere, çocuklara, delilere, kölelere, kadınlara, hasta ve sakatlara, nafaka temin edemiyecek olanlara farz değildir. [1]
Gayr-i müslim vatandaşların savaşa katılmalarının gerekli olup olmadığı da ihtilâf konusudur. Yeri gelince müctehidlerin görüşü belirtilecektir. [2]
Enes (r.a.) den yapılan rivayete göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Günün evvelinden zeval vaktine kadar veya zevalden akşama kadar bir süre Allah yolunda (savaşıp cihadın gereğini yerine getirmek üzere) bulunmak hem dünyadan, hem de dünyadaki şeylerden hayırlıdır." [3]
el-Hârisî'den yapılan rivayette, adı geçen diyor ki: Resûlüllah (s.a.v.) Efendimizin şöyle buyurduğunu duydum: "Kimin iki ayağı Allah yolunda (cihad ederken) tozlanırsa, Allah onu cehennem ateşine haram kılar." [4]
Eyyûb (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimizin şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Sabahın evvelinden zeval vaktine veyahut zeval vaktinden akşama kadar Allah yolunda (savaşmak, savaşmak için yürümek), üzerine güneş doğup batan her şeyden hayırlıdır." [5]
Ebû Hüreyre (r.a.) den yapılan rivayette, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Kim Allah yolunda iki sağım arası savaşıp vuruşursa cennet ona vâcib olur." [6]
İki sağım arası tabirinden maksat şudur: Hayvan biraz sağıldıktan sonra yavrusunun emmesine imkân verilir ve sonra tekrar sağılır. Hadîste bu "fuvak" ismiyle belirtilmiştir. Deveden iki sağım arası bir süre kasdedilmiştir.
Ebû Musa (r.a.) den yapılan rivayete göre, adı geçen, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimizin şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Şüphesiz ki cennet kapıları kılıçların gölgesi altındadır." [7]
İbn Ebi Evfa (r.a.) den yapılan rivayette, Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ki cennet kılıçların gölgesi altındadır." [8]
Sehl b. Sa'd (r.a.) den yapılan rivayette, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz buyurdu ki: "Allah yolunda bir günlük ribat (düşmana karşı gözetlemede bulunmak) dünyadan da dünya üzerindeki şeylerden de hayırlıdır. Sizden birinin cennette kamçı koyduğu yer dünyadan ve dünya üzerindeki şeylerden hayırlıdır. Kulun ze-valdan akşama kadar veyahud sabahın evvelinden zevale kadar (Allah yolunda) yürüyüp yol alması dünyadan ve dünya üzerindeki şeylerden hayırlıdır." [9]
a) Hanefîlere göre, düşmanı defetmek veya mağlup etmek için müslümanlardan bir kısmının cihada katılmasıyla maksat hasıl olursa, o taktirde cihad farz-ı kifaye kabul edilir. Savaşabilecek durumda olan herkesin çıkmasıyla ancak maksad hasıl olursa o taktirde farz-ı ayn sayılır.
Cihad'm farziyeti kitap, sünnet ve icma' ile sabit olmuştur. Buna muhalefet eden olmamıştır. Ancak cihad çocuğa, kadına, köleye, a'maya, oturak olana vâcib değildir. Bunun gibi borçlu olan kimseye de alacaklısı onun cihada çıkmasına müsaade ettiği taktirde vaciptir. Uzman din âlimlerine de vâcib değildir. Bazısına göne Islâmî ilimlerde en bilgili olana vacip değildir.
Düşman bir belde veya kasaba veyahut bir bölge üzerine hücum edip saldırırsa, o taktirde o belde veya kasaba veyahut bölgede oturanlardan savaşacak durumda olan herkes için cihad farz-ı ayn kabul edilir. Artık bu durumda kadın kocasından, köle efendisinden izin almaksızın savaşa katılır. [10]
Mezhep imamlarından bir kısmı Allah yolunda savaşmayı "cihad" başlığı, bir kısmı ise "siyer" başlığı altında özel bir kitap olarak ele alıp açıklamıştır.
Hanefîlerden bir kısmı cihad» bir kısmı da siyer kavramını seçerek konuyu işlemiştir.
b) Şâfiîlere göre, cihad, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz zamanında hicretten sonra farz-ı kifaye idi. Bazısına göre, faz-ı ayn idi.
Resûlüllah (s.a.v.) Efendimizden sonra ise bu konuda kâfirlerin iki durumu söz konusudur: Biri. onlar kendi ülkelerinde olup müslüman ülkelerden bir beldeyi bir bölgeyi ele geçirmek veya saldırmak gibi fiilî bir durumları olmayanlardır. Onlara karşı cihad gerektiğinde müslü-manlardan bir kısmının iştirak etmesiyle farz yerine gelmiş olur ve, katılmayanların üzerinden o farz kalkmış sayılır. Diğeri ise kâfirlerin müslüman beldelerinden bir belde veya bölge üzerine saldırmasıyla ortaya çıkan durumdur ki, kadın ve köle de dahil olmak üzere eli silah tutup, savaşacak durumda olan herkesin düşmanı defetmek üzere savaşması gerekir. [11]
c) Hanbelîlere göre, cihad farz-ı kifayedir. Bazı ilim adamlarına göre farz-ı ayn'dır. Bunların delili aşağıdaki âyet ve hadîs olarak gösterilmiştir: "Sizler hafifliğiniz ve ağırlığınızla savaşa çıkın; Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihada devam edin. Eğer bilirseniz bu sizin için hayırlıdır." [12]
Şüphesiz bu âyet umumî seferberlik ilân edilmesiyle daha çok ilgili bulunuyor.
Rasûlüllah (s.a.v,) Efendimiz: "Kim savaşmadan ve kendini savaş için ortaya koymadan Ölürse, nifaktan bir şube üzere ölmüş olur" buyurmuştur, [13]
Oysa Tevbe sûresinin 122. âyeti birtakım istisnalar getirmekte ve savaşın her mükellefe farz olmadığını bildirmektedir. C bakımdan cihad üç yerde taayyün eder, belli ve belirli olur: Birincisi, düşman kuvvetleriyle islâm kuvvetleri karşı karşıya geldikleri zaman. Artık orada hazır olan bir kimsenin savaşa katılmaması haram olur. Zira Canâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ey imân edenler! (Savaşmak üzere çıkan) düşman topluluğu ile karşılaştığınız vakit (korkmayın) sebat edin, Allah'ı çokça anın ki kurtuluşa (ve başarıya) erersiniz." [14] Böylece belirtilen durumda savaşıp sebat göstermek farzdır.
İkincisi, düşman ordusunun bir belde üzerine saldırdığı zaman, o belde halkı üzerine savaşıp düşmanı defetmek farz olur. Eli silah tutup savaşacak güçte olan herkes savaşa katılır.
Üçüncüsü, imam (halîfe veya hükümdar, devlet reisi) hep birlikte savaşa katılmayı emrederse, o taktirde savaşacak durumda olan herkesin katılması belirlenmiş olur. [15]
Yine bu mezhebe göre cihadın vücubu için yedi şart söz konusu-.dur: İslâm, akıl, bulûğ, hürriyet, zükuret, selâmet-i beden ve nafakanın mevcudiyeti... Böylece çocuğa, deliye, köleye, kad\na, hasta ve sakat olanlara, nafakasını te'min edemiyenlere savaş vacip değildir. [16]
d) Mâlikîler de buna yakın bir görüş ve ictihadda bulunmuşlardır. [17]
33 no'lu Enes hadîsi sahih olup istidlale salîhtir. Böylece farzlardan sonra cihaddan daha üstün ve daha sevaplı bir amel yoktur. Dünya va dünyadaki şeylerden maksat, cihadın çok üstün bir amel olduğunu ifade etmek içindir.
34 no'lu Ebû Abs hadîsi de sahihtir. Halis bir niyetle ilâhî rızadan başka bir maksadı olmayan kimsenin cihadı cennet kapısını açmaktadır. Elverir ki üzerinde kul hakkı bulunduğu halde ölmüş olmasın. Zira savaşta yükselen toz ve duman ile cehennem kokusu ve dumanı bir mü'minde biraraya gelmez.
35 n^Jiu Ebû Eyyûb hadîsi de sahihtir. Bu da sabahleyin veya akşamleyiiTsavaşa katılm asının son derece büyük ecirlere, ilâhi mükafatlara yol açacağına delil sayılmıştır. Anlatım tarzı, konunun ve cihad amelinin önemini belirtmeye yönelik bulunuyor.
36 no'lu Ebû Hüreyre hadîsini Tirmizî hasenlemiştir. Hadîsin şu lafızlarla da rivayet edildiği tesbit edilmiştir: "Resûlüllah'ın (s.a.v.) ashabından bir adam bir yöreye uğramıştı. Orada tatlı bir pınarın bulunduğunu gördü. Onun tatlılığı ve nefaseti adamın hayretine mucip oldu ve kendi kendine, şöyle dedi: "insanlardan kopup ayrılabilsem de bu yörede ikamet etsem (ne güzel olur)!" Sonra da şöyle ilâve etti: "Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz'den izin almadan böyle yapmayacağım. Sonra gelip durumu arzetti. Resûlüllah (s.a.v.) ona şöyle buyurdu: "Hayır öyle yapma. Çünkü sizden birinizin Allah yolunda (cihad ederken eriştiği) makam, evinde yetmiş yıl kılacağı namazdan daha üstündür. Allah'ın sizi affedip bağışlamasını ve sizi cennete koymasını arzu etmez misiniz? Artık Allah yolunda savaşın. Kim Allah yolunda iki sağım arası kadar bir süre savaşırsa cennet ona vâcib olur."
33 ve 35 no'lu hadîslerde geçen "ğadve" ve "ravhe" lafızlarını her ne kadar birini sabahın evvelinden zevale kadar, diğerini zevaldan akşama kadar diye tercüme ettikse de, gerçekte kasdedilen mana şudur: Sabahın herhangi bir saatinde ve zevalden sonra akşama kadar herhangi bir satte savaşa çıkmak üstün bir sevap ve hayreti mucip bir ameldir.
39 no'lu Sehl hadîsi de sahihtir. Cennetteki anlatılması zor üstün nimetlerin dünya nimetleriyle kıyas kabul etmiyecek evsafta olduğu belirtiliyor. Aynı zamanda Allah yolunda düşmana karşı bir gün gözetlemede ve nöbette bulunmanın açtığı üstün sevap ve mükafatın her türlü tasavvurun fevkinde olduğuna işaret ediliyor.
Yukarıdaki hadîslerde geçen "fî-sebîlillah" lafzı, Allah yolunda cihadı yansıtmakta ve ona delâlet etmektedir. Aynı zamanda Allah yolunda silah kullanmanın cennetin yolunu açtığını ve mükâfatının da münhasıran cennet ve ilâhî hoşnutluk olduğunu Ebû Musa ve İbn Ebî Evfa hadîsleri net biçimde ifade etmektedir. [18]
Muâz b. Cebel (r.a.) den yapılan rivayete göre, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdu: "Müslümanlardan bir adam Allah yolunda iki sağım arası bir süre olsun savaşırsa cennet ona vacip olur. Kim Allah yolunda cihad ederken bir yara veya bir acı ve meşakkate uğrarsa, şüphesiz ki o (o yara ve kanıyla) kıyamet gününde olduğundan daha çok gürüntüde gelir de rengi za'feran rengi, kokusu da misk kokusu (gibi) olur." [19]
Osman b: Affan (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen, Resûlül-lah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu duyduğunu belirtmiştir: "Allah yolunda bir gün düşmana karşı gözetleme ve nöbette bulunmak, o günden başka olan bin gündeki konaklardan daha hayırlıdır." [20]
Selman el-Fârisî (r.a.) den yapılan rivayete göre, adı geçen diyor ki: Resûlüllah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu duydum: "Bir gün ve bir gece gözetleme ve nöbette bulunmak bir ay oruç tutmaktan ve geceleri ibadetle geçirmekten hayırlıdır... Gözetleme ve nöbette iken Ölürse işlediği (o güzel) amel devamlı yapıyormuş gibi cari olup devam eder. (Manevî) rızkı da ona doğru durmadan akıp gelir ve fitneciden güvende kalır." [21]
Osman b. Affan (r.a.) den yapılan rivayete göre, adı geçen diyor ki: Resûlüllah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu duydum: "Allah yolunda bir gecelik gözetleme, gecesini kalkıp ibâdetle, gündüzünü oruçla geçirilen bin geceden daha üstündür." [22]
İbn Abbas (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen diyor ki: Resûlüllah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu duydum: 'İki göz vardır onlara ateş dokunmaz: Allah korkusundan ağlayan göz ve Allah yolunda gözetlemede bulunurken ölen göz..." [23]
Ebû Eyyûb (r.a.) den yapılan rivayette adı geçen şöyle demiştir: "Şu âyet biz ensa>* topluluğu hakkında inmiştir: Cenâb-ı Hak Peygamberine yardım edip İslâm'ı üstün kılınca biz ensar şöyle dedik: "Artık mallarımızla meşgul olup oturabilir miyiz ve işlerimizi düzene koyabilir miyiz?" Bunun üzerine Allah'u Teâlâ: "Allah yolunda harcamaya devam edin, kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın" âyetini indirdi. Kendi elimizle kendimizi tehlikeye atmamız, mallarımızla meşgul olup oturmamız, mallarımızı, işlerimizi düzene koymakla vakit geçirmemiz ve böylece savaşı terketmemizdir." [24]
Enes (r.a.) den yapılan rivayette, Resûliillah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Müşriklerle mallarınızla, ellerinizle ve dillerinizle savaşın..." [25]
Muâz hadîsini aynı zamanda îbn Mâce tahrîc etmiştir. Gerek İbn Mâce'nin gerek Tirmizî'nm isnadı sahihtir. Ebû Davud'un isnadında ise Bakıyye îbn Velîd bulunuyor ki bu zat hakkında çok şeyler söylenmiştir. Tirmizî ise Muâz hadîsini sahîhlemiştir. îbn Hibban ile Hakim de sahîhlemişlerdir.
Osman hadîsini Tirmizî tahrîc ettikten sonra "Hadîsin hasenün garîbün" kaydını koymuştur.
Selman hadîsini yine Tirmizî tahrîc etmiştir. Hadîsi, düşmana karşı gözetleme ve nöbette bulunmanın çok üstün bir amel ve büyük mükafata yol açan bir cihad olduğuna delâlet etmektedir.
İkinci Osman hadîsini Âhmed b. Hanbel tahrîc etmiş, Tirmizî de ona işarette bulunmuştur. Bu da diğer hadîsini kuvvetlendirmekte ve gerek serhatlerde, gerekse savaş günlerinde düşman saldırısına karşı tehlikede bulunmanın, nöbet bekleyip gözetleme yerinde uyanık kalmanın nafile namaz ve nafile oruçtan çok daha hayırlı ve sevabı gerektiren bir amel olduğunu ifade etmektedir.
Ebû Eyyûb hadîsini Nesâi ve Tirmizî tahrîc etmişlerdir. Tirmizî bunu hasenleyip sahîhîemiştir. îbn Hibban ile Hâkim de bunun sahîh olduğunu belirtmişlerdir.
Enes hadîsinin isnadındaki ricalin hepsi rical-i sahihtir. Aynı zamanda Nesâî bu hadîsi sahîhîemiştir.
Şüphesiz cihadın fazileti hakkında daha birçok sahîh ve hasen hadîsler bulunuyor, hepsini -kitabın hacmi müsait olmadığından- buraya almadık. Bütün bunlar islâm'ın, rahat; huzur, güven, şan ve şeref içinde ayakta durabilmek için her an güçlü ve en dikkatli şekilde müslümanların hazırlıklı olmasını emrettiğini göstermekte ve krvvetli olabilmek için de iktisadî ve ilmî yönden devamlı bir kalkınma ve gelişme içinde bulunmanın şart olduğuna işaret edilmektedir. [26]
1. Cihad'm farziyeti kitap, sünnet ve icma' ile sabit olmuştur.
2. Cihada hazır olmak, bunun için gereken bütün tedbirleri almak ve caydırıcı bir kuvvet ve ordu meydana getirmek vaciptir.
3. Cihad, kâfirlerin azgınlık ve taşkınlıklarını önlemek, insanların din, ahlâk ve hürriyetini korumak, vatanı saldırıdan muhafaza etmek için Allah rızası gözetilerek yapılır.
4. Cihad çocuklar, deliler, hasta ve sakatlar, kadın ve köleler ve bir de yüksek seviyede olan ilim adamları dışında ergen olan her müslümana farzdır.
5. Farz ibadetlerden sonra cihaddan daha hayırlı bir amel yoktur.
6. Bir saat olsun savaşmaktan hasıl olan sevap ve mükâfatın ölçü ve sınırını belirlemek bile çok zordur. Zira Cenâb-ı Hakk'm mücahidlere ve şehidlere yönelen inayet ve rahmeti, atıfet ve ihsanı her türlü takdirin üstündedir.
7. Allah yolunda savaşırken yükselen toz ve duman ile cehennem kokusu aynı şahısta biraraya gelmez.
8. Savaşta yaralanan veya şehîd olan mü'min kıyamet gününde akan taze kanıyla birlikte kalkar ki o kanın kokusu misk kokusundan çok daha güzeldir.
9. Allah yolunda serhadîarda, düşmana karşı mevzilenen yerlerde gözetlemede bulunup nöbet bekleyenlerin gözlerine asla cehennem ateşi dokunmayacaktır.
10- Savaşı temenni etmek doğru değildir. Ama savaş kap:.sı açılınca Allah'a güvenip dayanarak sabr-u sebat göstermek farzdır. [27]
"Ey imân edenler! Size ne oluyor da "Allah yolunda seferber olup cihada çıkın" denildiği zaman (bulunduğunuz) yerde ağırlaşıp kalıyorsunuz? Yoksa âhiretten (yüzçevirip) dünya hayatına mı razı oldunuz? Dünya hayatının yarar ve geçimliği âhirete nisbetle pek azdır (ve önemsizdir)."
"Eğer seferber olup (cihada) çıkmazsanız, Allah sizi elem verici bir azabla azâblandırır ve yerinize başka bir kavim (millet) getirip koyar da siz O'na, hiçbir zarar veremezsiniz. Allah'ın kudreti her şeye yeter." [28]
Bu âyetin zahirî delâletinden, müslümanlann topyekûn seferber olmalarının ve hiç kimsenin geri kalmamak üzere cihada çıkmalarının farz olduğu anlaşılıyor. Aynı zamanda: "Sizler hafifliğiniz ve ağırlığınızla savaşa çıkın; Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihada devam edin. Eğer bilirseniz bu sizin için hayırlıdır" mealindeki 41. âyet de bu manayı destekler görünmektedir. Nitekim nıü'minlerin önemli bir kısmı bu âyetlere bakarak cihadın savaşabilecek durumda olan her müslüman için farz-ı ayn olduğuna sahip olmuştur. Sonra Tevbe sûresinin: "Mü'minlerin toptan (hiç kimse geriye kalmamak şartıyla) savaşa çıkmaları uygun olmaz. Her grup (kabile, eyalet ve bölge) savaşa çıkarken kendilerinden birkaç kişinin dinî ilimleri öğrenmeleri ve geri döndükleri zaman sakınırlar diye kavimlerini bu hususta uyarmaları (onlara öğrendiklerini öğretmeleri) gerekmez mi?..." mealindeki-âyetle Nisa sûresinin "Mü'minlerden -özür sahipleri dışında- (evlerinde) oturanlarla mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihad edenler eşit değillerdir. Allah, mallarıyla canlarıyla cihada katılanları derece bakımından oturup kalanlardan üstün kılmıştır. Gerçi Allah herbirine en güzel (yurt olan cenneti) va'detmiştir..." mealindeki 95. âyeti inince cihadın farz-ı ayn değil farz-ı kifaye olduğu anlaşılmıştır.
Nitekim bu konuyla ilgili hadîsler de cihadın farz-ı kifaye olduğuna delâlet etmekte ve ancak bazı hallerde, meselâ bir belde veya bölgeye saldıran düşmanı defetmek için o belde ve bölgede savaşacak güçte olan herkesin savaşmasının herbiri için farz olduğu bir istisna teşkil etmektedir. [29]
îkrime'nin İbn Abbas (r.a.) den yaptığı rivayete göre, İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: âyeti ile ayeti bunları izleyen ayeti ile neshedilmiştir. [30]
Urve b. el-Ca'd el-Barıkiy'den yapılan rivayete göre, Peygamber (s.a.u.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Cihada çıkarılan atın alnına sarkan saçlarında kıyamet gününe kadar hayır, ecir ve ganimet düğümlüdür." [31]
Eneş (r.a.) den yapılan rivayete göre, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Üç şey imânm askndandır: Lâ ilahe illallah diyen kimseden (aleyhinde bulunmayıp sözlü ve fiilî tecavüzden) kaçınmak... Onu bir günah sebebiyle tekfir etmeyiz ve bir ameli sebebiyle onu İslâm d-sına çıkarmayız... Allah beni peygamber olarak gönderdiğinden bu yana cihad geçerlidir, tâ ümmetimin en sonu Deccal ile şsavaşıncaya kadar devam edecektir. Onu (cihadı) ne bir zalimin zulmü, ne de bir âdilin adli ibtal edemeyecektir ve üçüncü olarak da kaderlere imân etmek imânın aslındandır." [32]
Cihad farzdır. Aynı zamanda cihada hazırlanmak, caydırıcı bir güç oluşturmak da farzdır. Bunun için Kur'an'da çok çalışmamız ve ekonomik yönden sağlam bir temel oluşturmamız ve düşmanı korkutacak, saldırısını durduracak şekilde orduyu donatmamız şöyle emredilmektedir: "(Ey imân edenler!) Onlara (düşmana) karşı gücünüzün yettiğince her türlü kuvveti ve (savaş için) beslenen atları (gereken araçları) hazırlayın. Bununla hem Allah'ın düşmanlarım, hem sizin düşmanlarınızı ve sizin bilmediğiniz Allah'ın bildiği diğer düşmanlarım korkutup yıldırırsimz. Allah yolunda her ne harcarsanız (karşılığı) size tastamam verilir, hiç de haksızlığa uğramazsınız." [33]
"Ger ister isen sulh-u selâm... Hazır ol cenge heman" sözü ise hem bu âyete hem de yılların geniş tecrübesine dayanmaktadır.
Resûİüllah (s.a.v.) Efendimiz'in "Feyiz ve bereket, hayır ve saadet (savaş atlarının perçeminde (veya alnında düğümlenmiş) dir" buyururken [34] günün şartlarına ve gelişen teknik imkânlarına göre harp sanayiini teşvik etmekte ve savaş atlarını buna misal vermektedir.
Böylece Kitap ve Sünnet onbeş asır önce savaşa ve savaş tekniğine azami önemi vermemizi emretmekte; inanmış müslümanlar olarak islâm'ın ve müslüman ümmetin üstün kudretini sağlamamız vacip oluyor. Bunun için de bilerek çok sistemli, plânlı ve programlı çalışmamız gerekir. [35]
55 nolu îbn Abbas hadîsinin isnadındaki rical sikadır. Sadece Ali b. Hüseyn b. Vâkıd bulunuyor ki bu zat hakkında bazı sözler söylenmişse de sadûk olduğu kesinlik kazanmıştır.
Ancak birinci ve ikinci âyetlerin üçüncü âyetle neshedildiği ilim adamlarının çoğu tarafından benimsenmemiştir. Onlara göre önce umum, sonra da husus anlamda bir anlatım tarzı söz konusudur.
Sonuç olarak cihada çıkmanın farz-ı kifaye olduğu anlaşılıyor. O bakımdan müctehidlerin çoğu da bu görüştedirler.
56 no'lu Urve hadîsi sahîh olup istidlale sâlih görülmüştür. Savaş için savaş atı besleyip hazırlamak harp sanayiini kurup geliştirmek için bir misal teşkil etmektedir. Bununla beraber zaman zaman savaşlarda ata da ihtiyaç duyulabilir.
Böylece feyiz ve bereketin, hayır ve mutluluğun savaş için bütün imkânları kullanarak üst düzeyde bir teknik geliştirmenin, caydırıcı, korkutucu bir kuvvet oluşturmanın farz olduğu ortaya çıkıyor.
57 no'lu Enes hadîsi hakkında Ebû Dâvud bir görüş ve tesbit belirtmemiştir, tsnadmda Yezîd b. Ebî Nüşbe bulunuyor ki bu zat meçhuldür. Ondan rivayette Cafer b. Burkan teferrüd etmiştir. Böylece Zehebî bu zat hakkında başka bir bilgi vermemiştir. [36]
Enes hadîsi, cihadın kıyamete kadar geçerli olduğuna, hiçbir zalim veya âdil hükümdarın onu engellemesine cevaz verilmediğine ve en son olarak da müslümanlarm Deccal ile yapacakları çetin savaşla cihad faslı noktalanacaktır. Şüphesiz bu anlatım tarzı ortada hiçbir zorlayıcı sebep yokken müslümanlarm durmadan savaş açmalarını emretmiyor. Ancak kıyamete kadar küfür ehlinin mtislümanlar aleyhinde çeşitli entrikalar çevireceğine ve zayıf anlarını buldukları takdirde onlara saldırmakta tereddüt etmiyeceklerine ve dolayısıyla kıyamete kadar savaşı tahrik edenlerin, onu kızıştıranların bulunacağına dair birçok sahîh rivayet bulunuyor. Yukardaki Enes hadîsiyle o hadîsleri biraraya getirdiğimiz zaman Resuhıllah (s.a.v.) Efendimiz'in bu hususta nasıl bir talimat verdiğini rahatlıkla anlayabiliriz. "Savaşmayı, düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Ama savaş açılıp düşmanla karşılaştığımız zaman sabr-u sebat gösteriniz" mealindeki hadîsle asıl maksad yansıtılmış bulunuyor. [37]
1- Cihad farz-ı kifayedir.
2- Cihad için at beslemek ve dolayısıyla günün şartlarına göre gelişen teknik imkânlarla orduyu donatmak vaciptir.
3- Savaş bir sanattır, onu öğrenmek ve başarılı savaş yapmak için ciddi bir eğitime ihtiyaç vardır.
4- Kur'ân'da "Gücünüzün yettiği nisbette düşmana karşı kuvvet hazırlayın" emri hem eğitimi, hem de müslüman olarak her ferdin üzerine düşen maddî ve manevî yardım ve desteği, hem de savaş için caydırıcı anlamda ciddi hazırlıkların yapılmasını kapsamaktadır.
5- Feyiz ve bereket, hayır ve saadetin atların alnında düğümlendiği ifadesi ise, savaş için araç ve gereç bakımından en tesirli ve caydırıcı silah ve malzemeyi hazırlamayı, harp sanayiini kurmayı ilham etmekte ve ancak müslümanlarm bununla hürriyet içinde şan ve şerefle ayakta durabileceklerine işaret edilmektedir.
6- Lâ ilahe illallah deyip Allah'ın varlığını, birliğini kabul eden, Muhammed'in de (s.a.v.) Allah'ın son peygamberi olduğuna şehadet eden kimseye dokunulmaz. Ancak haklı bir sebep ortaya çıktığı takdirde adlî mekanizma gereken hükmü verir.
7- Müslüman olduğunu ilân eden bir kimse işlediği bir günahtan dolayı tekfir olunmaz. Ancak Nassan haram kılınmış bir günahı helâl saydığı takdirde tekfîr edilir.
8- Bunun gibi müslüman olduğunu ilân eden bir kimse günahı gerektiren bir amelinden dolayı dinden çıkmış olmaz. Meğer ki o günah nassan sabit olmuş bir günah olur da onun haram olmadığını, helâl olduğunu iddia ederse o takdirde dinden çıkar.
9- Bu durumda murted olur. Tevbe ve istiğfara davet edilir ve üç gün süreyle bu telkin yapılır. Dönüş yapıp tevbe ederse serbest bırakılır.
10- Hak ile bâtıl mücadelesi ve savaşı kıyamete kadar devam edecektir.
11- O bakımdan kıyamete kadar ehl-i bâtıl ile ehl-i hak arasında soğuk ve sıcak savaş sürecektir.
12- Hak ehli olan müslümanlarm buna göre hazırlıklı olmaları farzdır. [38]
Şüphesiz Cenâb-ı Hak ancak kendi rızasına yönelik olup ihlâs üzere işlenen amel ve ibâdetleri kabul buyurur. Şahsın şöhrete ulaşmak, mal ve ganimet elde etmek, kahramanlığını isbatlamak veyahut ırkçılıkta bulunmak niyetiyle cihada çıkması ona âhirette hiç bir mükâfat kazandırmaz ve ister gazi olarak dönebilsin, isterse savaş alanında öldürülsün mükâfatını dünyada almış olur. Bunun için Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz imân edenlere şöyle seslenmiştir: "Ey insanlar! Amellerinizi ihlâs üzere tutun. (Allah için işleyin ve karşılığını yalnız O'ndan bekleyin). Çünkü gerçekten şanı yüce Allah amellerden ancak (kendi rızasına yönelik) halis ve katıksız olanını kabul eder...)" [39]
Gerek Asr-ı Saadet'te, gerekse dört halîfe ve diğer âdil halîfe ve hükümdarlar döneminde müslümanları zaferden zafere, başarıdan başarıya eriştiren birçok olumlu sebepler bulunuyordu, ama onların başında "ihlâs"ın yeri çok büyüktür. Mücahitler ilâhî rızayı isteyerek ve amellerine karşılık uhrevî mükâfat arzulayarak savaştıkları sürece din ve devlet dimdik ayakta durmuş, en azılı ve güçlü düşmanların başı eğilmiş ve müslümanlar dünyada sözü dinlenir, örnek alınır tek ümmet olarak şan ve şerefle kıtalar üzerinde Allahu Ekber sesleriyle at koşturmuşl ardır.
Her ibâdet ve güzel amelde olduğu gibi cihad denilen kutsal savaşda ela samimi duygu, hâlis niyet şarttır. [40]
Ebâ Musa (r.a.) den yapılan rivayete göre, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz'den kahramanlık için savaşan, ırkî gayret ve öfkeyle savaşan, gösteriş için savaşan adamdan soruldu: Bunlardan hangisi Allah yolunda savaşmış sayılır? Efendimiz şu cevabı verdi: "Allah sözü daha yüce olsun diye savaşan kimse Allah yolundadır." [41]
Abdullah b. Amr (r.a.) dan yapılan rivayette, adı geçen, Resulüllah (s.a.v.) Efendimizden şöyle buyurduğunu duydum diyor: "Allah yolunda savaşan herhangi bir gazi savaşırken ganimet elde ederse, mutlaka âhiretteki mükâfatının üçte ikisini (elde etmeye) acele etmiş olur. Geriye kendilerine üçte biri kalır. Eğer ganimet elde edemezlerse (âhiretteki) mükâfatları kendilerinden yana tamamlanmış olur." [42]
Ebû Umâme (r.a.) den yapılan rivayete göre, bir adam Peygamber (s.a.v.) Efendimize gelip sordu: "Ecir talep etmek ve bir de (halk arasında) anılmak için savaşan bir adam hakkında ne buyurur-sunuz?" Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz ona: "O adam için (uhrevî) bir şey (mükâfat) yoktur" diye cevap verdi ve şöyle ilave etti: "Şüphesiz ki Cenâb-ı Hak ancak kendisi için hâlis olup kendi rızası arzulanan bir ameli kabul eder." [43]
Amelde ihlâsm gerekli olduğunu bütün ilim adamları belirtmiş bulunuyor. Zira bu konuda birçok âyet ve hadîs mevcuttur. Aksini iddia eden bir kimse çıkmamıştır. Zira Cenâb-ı Hak ibadet ve amelde ortak kabul etmemekte ve ancak kendi rızasına uygun olup sevap ve mükâfatı kendisinden talep eden mü'minlerin amelini kabul edeceğini kudsî hadîs ile açıklamış bulunuyor.
Mü'minleri ibadet ve taâtle, savaş ve mücadelede başarılı kılan en kuvvetli maya ihlas ve samimi niyettir. Bu da Allah rızası gözetilerek, mükâfatın münhasıran Allah'tan beklenme arzusunu taşıyarak gerçekleştiği takdirde hakiki ölçü ve anlamını bulmuş olur.
Şan ve şöhret için, kahramanlık ve kin-intikam için, ırkçılık ve kavmiyetçilik için savaşan bir kimsenin başarısında gerçek anlamda feyiz ve bereket, hayır ve saadet yoktur. Yaptığı iş ülke ve milletine de hayır ve mutluluk getirmez. [44]
62 no'lu Ebû Musa hadîsi sahîh olup istidlal ve ihticaca salihtir. Hadîs, Allah yolunda cihada çıkıp savaşırken sırf O'nun rızasını gözetmenin ve karşılığını yalnız O'ndan beklemenin lüzumuna delâlet etmektedir. Kahramanlık, kin Öfke ve intikam hırsıyla veya gösteriş için yapılan bir savaşı Allah kabul etmez ve öylesine uhrevî bir mükafat ayırmaz.
O halde Allah sözü daha yüce olsun diye savaşan ve niyeti sadece bu ulvî gayeye yönelik bulunun kişi Allah yolundadır. Nitekim Timur-lenk Şam'da karargâh kurup ilim adamlarını biraraya getirdiğinde onlara şu soruyu tevcîh etti: "Ey ilim adamları] Bizler de müslümanız, sizler de müslümansmız. Ama müslüman olan bu iki grup savaşmakta ve birçok ölü vermektedirler. Söyler misiniz bizden ve sizden kimler cennetliktir? İlim adamları Timur'un çok atak ve kan dökücü bir karakter taşıdığını ve hoşuna gitmeyen bir cevabın birtakım nahoş sonuçlar doğuracağını hesaba katarak susmayı tercîh ettiler. Derken devrin ünlü âlimlerinden Mevlâna Şeyh Abdurrahman dizleri üzerine kalkarak şöyle dedi:"Ta Emîr! Bu sorunuzun cevabım bizzat Hz. Muhammed Efendimiz vermiştir: "Kim Allah sözü daha yüce olsun diye savaşırsa, işte o Allah yolundadır ve cennete de o hak kazanmış olur..." Timur bu susturucu cevap karşısında hiçbir şey demedi ve toplantının dağılmasını istedi.
63 no'lu Abdullah hadîsi de sahîh kabul edilmiştir. Ganimete erişmeyi tasarlayıp bir yandan Allah için savaşırken, bir yandan da ganimete ermeyi arzulayan kimse, savaşırken birtakım ganimetlerde elde ederse, uhrevî mükâfatının üçte ikisini elde etmekte acele etmiş sayılır. Geriye üçle bir mükâfat kalır... Böylece hadîs, savaşan mü'minleri ganimetten yana bir arzu taşımaksızın savaşmalarını telkin ve tavsiye etmektedir.
Savaşan kişi böyle bir arzu ve niyet taşımaksızın savaşır ve birtakım ganimetler elde ederse, bu onun uhrevî makâfatım noksanlaştırmaz.
Hadislerde geçen "kelimetullah"dan maksat, islâm'a, Kur'ân ahkâmına davettir. Zira İslâm insanlığın tek kuruluş yolu olsun -ki öyledir de-, Kur'ân da onların tek hayat nizamı kabul edilsin diye savaşan kimse, Allah sözünün daha yüce olmasını arzu etmiş kabul edilir.
64 nolu EbûUmame hadîsi Ebû Musa hadîsiyle birleşmekte ve biri diğerini desteklemektedir. [45]
1- Allah yolunda savaş samimi niyet ve ihlâsla olur.
2- Kahramanlık veya gösteriş için savaşan kimse Allah .yolunda savaşmış sayılmaz ve öylesine uhrevî mükâfat verilmez,
3- Kahramanlık veya ırkçılık, kin ve intikam veyahut riya için savaşan kimse niyetinin karşılığını dünyada görür. Halkın onu alkışlaması, büyük kahraman demesi onun için yeterli bir mükâfattır. Böylesine âhirette ecir verilmez.
4- İhlas, yapılan ibâdeti, ameli Allah rızasına has kılıp onu her türlü art düşünceden uzak tutmak ve karşılığını da yalnız ve yalnız Cenâb-ı Hak'tan beklemektir. [46]
Allah'a ibâdetten sonra ana-babaya karşı saygılı davranıp iyilikte bulunmak, onların meşru arzularını imkânlar nisbetinde yerine getirmek farzdır. Böylece Allah'a karşı günah ve isyanı gerektirmeyen hususlarda ana-babaya itaat etmek farz-ı ayn'dır.
Kur'ân-ı Kerîm'in beş ayrı sûresinde ana-babaya iyilikte bulunmamız, onlara karşı saygılı davranmamız, meşru sınırları aşmayan arzu ve isteklerini gücümüz nisbetinde yerine getirmemiz emredilmek-tedir. [47]
Diğer yandan ana-baba evlâdını Allah'a karşı gelmeye, günah ve isyana sevketmeye çalışırlarsa artık Allah'a karşı isyanı gerektiren hususlarda ne onlara, ne de başkasına itaat edilmez. Kur'ân ve hadîste bu konu açık ve net biçimde belirtilmiş bulunuyor. Ankebût sûresinde: "İnsana, ana-babasma iyi davranmasını, güzellikle muamele etmesini tavsiye ettik. (Bununla beraber) onlar, hakkında bilgin olmadığı birşeyi bana ortak koşman için seninle uğraşıp ağırlıklarını koymaya çalışırlarsa, o zaman onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak banadır. Ya-pageldiğinizi size birbir haber veririm..." [48]
Bu konuda Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz de şöyle buyurmuştur:
"Allah'a karşı ma'siyeti (itaatsizliği) gerektiren hususlarda hiçbir kimseye itaat yoktur. İtaat ancak ma 'ruf (şeriat ve akla, sağlam örfe uygun) olan şeydedir." [49]
"Halık'a karşı ma'siyette (itaatsizlikte) hiç bir mahluka itaat edilmez." [50]
Yine sahihkaynakların tesbitine göre, Rasûlüllah (s.a.v.) Efendimiz bir müfreze hazırlayıp bir yere gönderdi. Başlarına da ensardan bir adamı emîr olarak tayin etti. Bunlar epeyce mesafe gittikten sonra başlarındaki adam onları durdurdu ve şöyle emretti: "Odun toplayıp getirin ve geniş çapta bir ateş yakıp oluşturduktan sonra kendinizi o ateşe atıp yakın!" diye emretti. Onlardan biri: "Bu da neden?" diye sorunca, emîr ona: "Ben başınızda emîr olarak bulunuyorum ve emrediyorum, emrime itaat etmeniz gerekir." Bunun üzerine onlar itiraz ettiler ve Resûlüllah (s.a.v.) dan sormadıkça senin bu tür emirlerine itaat etmeyeceğiz" dediler. Medine'ye döndüklerinde durumu Resûlüllah'a (s.a.v.) arzettiler. Efendimiz onlara şöyle buyurdu: Eğer o ateşe girsey-diniz bir daha ondan çıkamazdınız. Taât ancak m'arûf olan hususlardadır." Yani şeriata, akla, sağlam örfe uygun olan hususlarda emîre itât edilir. [51]
"Allah'a isyan eden kimseye itaat yoktur..." [52]
Böylece gerek ana-babaya, gerekse lidere itaat ancak maruf (şeriata, akla ve köklü faydalı örfe uygun olan şeyler) de bir kural olarak bulunuyor. Bu kural ancak zarurî hallerde bir an için terkedilebilir. O da ölüm tehdidi, mal ve can güvenliğinin tehlikeye girdiği hallerde söz konusu olabilir. Cenâb-ı Hak'a karşı günah ve isyanı gerektiren husus ve hallerde işe hiçbir şahsa itaat caiz değildir.
Ana-babamn izni olmaksızın bir evlâdın cihada katılması caiz olur mu?
Giriş kısmında belirttiğimiz gibi, ana-babaya meşru ölç tiler çevresinde itaat farz-ı ayndır. Cihad ise farz-ı kifayedir. Bu durumda kişi ana-bab asından izin almadan veya ana-babası izin vermeden cihada katılmaz yani savaşa çıkmaz. Bu da düşmanlar topyekûn saldırıya geçip ülke üzerine yürümedikleri veya bir belde ve bir bölgeyi işgale gelmedikleri takdirdedir. Genel bir saldırı veya belde ve bölgeyi işgal etme durumlarında artık ana-babadan izin almaya gerek kalmaz. Savaş ergen olan her erkeğe farz-ı ayn olur. [53]
İbn Mes'ûd (r.a.) dan yapılan rivayete göre, adı geçen diyor ki: Resûlüllah (s.a.v.) Efendimizden;
- "Allah yanında hangi amel daha üstündür?" diye sordum. Efendimiz (s.a.v.):
- "Vaktinde kılınan namaz" diye cevap verdi.
-"Ondan sonra hangi amel?" diye sordum. Efendimiz (s.a.v.):
- "Ana-babaya iyilikte bulunmak" diye cevap verdi. Ben tekrar:
- "Ondan sonra hangi amel?" diye
sordum. Efendimiz (s.a.v.):
- "Allah yolunda cihad" diye buyurdu. [54]
Abdullah b. Amr (r.a.) dan yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir:
"Bir adam Resûiüllah (s.a.v.) Efendimiz'e gelerek cihad hakkında izin istedi. Resûiüllah (s.a.v.) ona sordu: "Annen baban hayattalar mı?" O da: "Evet" diye cevap verdi. Resûiüllah (s.a.v.): "Öyle ise onlar için cihad et (onların hizmetinde bulun)"buyurdu. [55]
Diğer bir rivayette şöyle denilmektedir: "Bir adam geldi ve şöyle dedi; "Ya Resûlallah! Doğrusu ben sizinle birlikte cihada katılmayı arzulayarak geldim, ama ben ana-babamı ağlar bir vaziyette bırakıp geldim..." Bunun üzerine Resûiüllah (s.a.v.) Efendimiz ona: "Onlara dön de onları nasıl ağlattınsa öylece güldür" buyurdu. [56]
Ebû Saîd (r.a.) den yapılan rivayette ise şöyle denilmiştir: "Bir adam Yemen'den hicret edip Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e geldi. Peygamber (s.a.v.) ona: "Yemen'de kimsen var mıdır?" diye sordu. O da: "Annem ile babam vardır" dedi. Peygamber (s.a,v.) ona: "Anan ile baban sana izin verdiler mi?" diye sordu. O da: "Hayır..." diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) ona: "Annene ve babana dön de onlardan izin iste; izin verirlerse cihad et, vermezlerse onlara iyilik ve ihsanda bulun" buyurdu. [57]
Muâviye b. Câhime es-Süiemî'den yapılan rivayette, Câhime, Peygamber (s.a.v.) Efendimize gelerek dedi ki: Ya Resûlallah! Savaşmayı arzuladım ve size gelip istişarede "bulunmak istedim," Peygamber (s.a.v.) ona: "Annen var mıdır?" diye sordu. O da : "Evet vardır" diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) ona: "Git de annenin (hizmetine) gerekli ol. Çünkü gerçekten cennet onun ayağının yanındadır" buyurdu. [58]
îslâm sisteminde ana baba bakıma, ilgiye, ihsana muhtaç durumda iseler, çocuklarının onlara bakmaları, ihtiyaçlarını karşılamaları, hizmetlerinde bulunmaları farzdır. Aynı zamanda genel anlamda zorunlu bir seferberlik yoksa veya belde ve bölgeye bir düşman saldırısı vuku' bulmamışsa o taktirde savaşa katılmak için ana-babanm rızasını almak gereklidir. Zira savaşmak farz-ı kifaye, ana-babaya bakıp hizmet etmek farz-ı ayındır. Şüphesiz bu iki farz biraraya gelince farz-ı ayn tercih edilir.
Bu konuda müctehid imamların görüş, yorum ve içtihatları farklıdır.
a) İmam Mâlik, İmam Evzâî ve İmam Şafiî'ye göre, ana babası müslüman olduğu taktirde adam farz ve vâcib olmayan bir savaşa ancak onların izniyle katılabilir. Buna tatavvu' cihad denilir.
b) İmam Ahmed b. Hanbel de aynı görüşteder.
Ana baba kâfir olduğu taktirde evlâdının savaş için onlardan izin almasına gerek yoktur. Nitekim Bedir savaşma katılan Ebû Bekir, Ebû Huzayfe b. Utbe b. Rabi'a babaları müşrik idi. Bunlar babalarından izin alma ihtiyacını dahi duymuş değillerdi. Resûlüllah'm (s.a.v.) onlara, babalarından izin almaları hakkında bir emir ve tavsiyede bulunmadığı kesindir. Ebû Ubeyde b. Cerrah savaş meydanında düşman sarfında yer alıp nıü'minlere karşı savaşan babasını öldürmüştür. [59]
c) Diğer müctehid ve ilim adamları ise, meseleyi farz-ı ayn ve farz-ı kifaye çerçevesinde değerlendirip ona göre yorumlamışlardır. Başta imam Ebû Hanîfe olmak üzere hanefî fukahası da bu görüş ve ic-tihaddadirlar. [60]
71 no'lu Ibn Mes'ûd hadîsi sahîh olup istidlale salihtir. Hadîs üstün ameller arasında namazın bir benzerinin olmadığına delâlet etmektedir. Zira namaz dinin direği, mü'minin mi'racı, ruhun gıdası, aile ve toplumun selâmet anahtarıdır. Namazdan sonra ikinci sırada ana babaya iyilik ve hizmet üstün bir amel olarak belirlenmiş bulunuyor. Sonra da üçüncü sırada Allah yolunda cihad yer alıyor.
Namazsız bir dinde, dindarlıktan hayır olmadığı gibi, ana babaya iyilik ve ihsansız bir evde de hayır yoktur. Cihad ruhunu, azmini, gayretini kaybetmiş bir müslüman ülkede de hayır yoktur.
72 no'lu Abdullah hadîsini Tirmizî sahîhlemiştir. Hadîsi aynı zamanda Ibn Hibban datahrîc etmiştir. Saîd b. Mensur ise hadîsin son kısmını şu lâfızla rivayet etmiştir: "Ana babana dön onlara sohbet ve ilgide, iyilikte bulun."
Hadîs, farz-ı kifaye durumunda olan cihadın, ana babaya iyilik ve hizmetten sonra ikinci kademede yer aldığını ve ana babaya iyilik ve hizmetin farz-ı ayn olduğuna delâlet etmektedir.
74 no'lu Ebû Saîd hadîsini Ibn Hibban sahîhlemiştir. [61]
Bu hadîs de ana-babaya iyilikte bulunmanın cihaddan efdal olduğuna delâlet etmekte ve zorunlu bir durum yoksa cihad için onlardan izin almanın gerekli olduğunu açıklamaktadır.
75 no'lu Muâviye b. Canime hadîsini aynı zamanda Beyhakî, îbn Cüreyc tarikiyle tahrîc etmiştir. İbn Cüreyc ise Muhammed b. Talha b. Rükane'den, o da Muâviye'den rivayet etmiştir. Ancak hadîsin Muhammed b. Talha'ya isnadında ihtilaf edilmiştir. Nesâfnin isnadındaki ricalin hepsi sikadır, ancak Muhammed b. Talha müstesna. Bu zat saduktur ama zaman zaman hatâ yapmıştır, [62]
1- Amellerin Allah yanında en üstünü, vaktinde kılınan namazdır. Zira namazsız bir din ve dindarlıkta hayır yoktur.
2- Ana babaya iyilik, meşru ölçüler içinde arzu ve isteklerini yerine getirmek, ihtiyaçlarını imkânların elverdiği ölçüde karşılamak farzdır ve namazdan sonra en üstün ameldir.
3- Zorunlu bir durum olmadığı taktirde, savaşa çıkmak için ana babanın iznini almak şarttır. Aksi halde kişi günahkar olur.
4- Genel seferberlik, bölge veya beldeye ani saldın durumlarında artık ana babanın izni şart değildir, eli silah tutup savaşacak durumda olan herkesin savaşması farz olur.
5- Ana baba Allah'a karşı isyan ve günahı gerektiren bir teklifte bulunur veya böyle bir emir verirlerse, artık onlara bu hususta itaat edilmez. Zira Allah'a karşı isyan ve günahı gerektiren şeyde hiç kimseye itaat caiz değildir.
6- Böylece lider ve emîre de itaat ancak bu ölçüler içinde gereklidir, isyan ve günaha iter anlamdaki emirlerine itaat edilmez.
7- Ancak mal ve can tehlikeye girer de kişi tam bir tehdit altında bırakılırsa o taktirde zevahiri kurtarmak için itaat edilir. [63]
islâm, insan haklarım en üstün çizgide tutan, hak ve hürriyetleri en âdil ve en anlamlı şekilde koruyan son dindir. Kul ve millet hakkını, ödemedikçe veya affedilme dikçe hiçbir ibâdet ve duâ, tevbe ve istiğfarla affedilmeyeceğini ilân eden ve kalb ve kafalara işleyen yine bu din olmuştur. Çünkü îslâm hem Allah'ın son mesajı olarak insanlara katkısız rahmet anlamında indirilmiş, hem de bütün esas ve hükümleriyle ilâhî olma özelliğini korumuştur.
Ciddi araştırmalar ve sahîh rivayetler şu gerçeği ortaya koymuştur: Peygamberlikten sonra en yüksek derece ve makam olan şehitlik bile kul hakkını bağışlamasına kâfi gelmemektedir. Ancak deniz savaşında islâm'ın yücelmesi uğrunda savaşıp şehit düşenlerin kul hakkından kurtarılacaklarına dair müjde vardır. Bu da üç yönlü bir hikmeti yansıtmaktadır:
a) Denizlere sahip olmak,
b) Deniz işletmeciliğine ağırlık vermek,
c) Deniz ürünlerini ve denizlerin taşıdığı kaynakları değerlendirmek.
islâm'ın insan haklarına verdiği önemin en açık iki belgesini zikretmeden ilgili hadîslere geçmek istemiyoruz:
Birincisi, vefat eden kişinin tekfin, teçhiz ve defin işlemi tamamlandıktan sonra ilk yapılacak şey, kullara olan borçlarının Ödenmesidir. Bu borçlar, haklar ödenmedikçe ne kişinin vasiyyet ettiği hayırları yerine getirirler, ne de kalan mal mirasçılarına taksim edilir.
ikincisi ise, farz-ı kifaye düzeyinde meydana gelen bir savaşa katılabilmek için şahsın önce üzerindeki vaadesi dolmuş borçlarını ödemesi veyahut alacaklılarının müsadesini alması gerekir. Aksi halde savaşa çıkması doğru olmaz, çıkacak olursa günahkar olur. Zira yapılar savaşlar her bakımdan küfrü, tuğyanı, fitne ve fesadı, ahlâksızlık ve iffetsizliği durdurmak, insan hak ve hürriyetlerinin korunmasını sağlamak ve en ulvî gaye olarak İslâm'ın yani Allah sözünün en yüce olmasını gerçekleştirmektir, insan hak ve hüriyetinin çiğnendiği, din ve vicdan hürriyetinin Önüne sed konulduğu bir ülkede savaşmanın hiçbiı anlamı kalmaz. [64]
Ebû Katade (r.a.) den yapılan rivayete göre, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz ashabı arasında iken ayağa kalkıp onlara Allah yolunda cihadın ve Allah'a imanın en üstün amellerden olduğunu anlattı. Bu arada bir adam ayağa kalkıp şöyle dedi: 'Ya Resû-lallah! Allah yolunda savaşırken öldürülecek olursam benim hatam ve günahlarım temizlenip bağışlanır mı?" Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz ona: "Evet, eğer Allah yolunda sabrettiğin, karşılığını yalnız Cenâb-ı Hak'tan beklediğin ve düşmana yöne-lip arkanı çevirip kaçmadığın taktirde öyledir." Sonra da şöyle ilâve etti: "Sen nasıl sordun?" buyurdu. Adam da: "Allah yolunda savaşırken ölürsem hata ve günahlarım bağışlanır mı?" diye cevap verdi. Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz şöyle cevap verdi: "Evet, sen sabreder, karşılığını yalnız Allah'tan bekler, düşmana yönelip arkanı döndürmezsen -üzerindeki borç dışında- bağışlanırsın. Çünkü Melek Cibril bana bu konuda böyle bilgi verdi..." [65] .
Abdullah b. Amir (r.a.) dan yapılan rivayette, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Allah şehidin bütün günahlarını bağışlar, ancak üzerindeki borcu bağışlamaz. Çünkü gerçekten Melek Cibril bu konuda bana böyle bilgi verdi..." [66]
Enes (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen, Resûlüllah (s.a.v,) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Allah yolunda öldürülmek bütün günah ve hataları temizleyip bağışlanmasına vesile olur. Melek Cibril "Ancak borçtan dolayı olan günah bağışlanmaz" diye bana bilgi verdi." [67]
a) Şâfiîlere göre, ister müeccel (vadeli) isterse muaccel (hemen ödenmesi gerekli) olsun borçlu bulunan kimse ancak alacaklısının iznini almak suretiyle savaşa çıkabilir. Ödeyecek durumda değilse ya bir kefîl belirlemesi veya rehin olarak bir eşya bırakması gerekir.
b) Hanbelîlere göre de hüküm böyledir. Çünkü kefîl tayin etmeden veyahut rehin bırakmadan savaşa katılacak olur ve bu olayda öldürülürse, alacaklının hakkı Ödenmedik kalır. Bu da doğru değildir. O bakımdan alacaklının iznini alması vaciptir.
c) Mâlikîlere göre, borcunu ödeyecek durumda olmayan kimsenin alacaklısından izin almasına gerek yoktur. O bakımdan savaşa katılması gerekir.
Ancak savaşa katılması farz-ı ayn durumunda tecelli eder, eli silah tutan her mükellefin katılması farz olursa, o taktirde borçlunun alacaklısının iznini talep etmesine lüzum kalmaz. [68]
d) Hanefîlerin çoğunun da görüş ve içtihadı Hanbelîlerle birleşmektedir. [69]
79 no'lu Ebû Katade
hadîsini Tirmizî tahrîc ettikten sonra sahîhlemiştir. Hadîs, kullara olan
borcun affedilmesi için ancak alacaklının onu affetmesiyle veyahut borçlunun
veya vârislerinin onu ödemesiyle mümkün olacağına delâlet etmekte ve şehîdliğin
bile kişiyi bu haktan ve doğurduğu günahtan temizlemeye yetmiyeceğini
açıklamaktadır. [70]
Cenâb-ı Hak, müşriklerle savaşmayı, küfür ve nifakı durdurmak için savaşa her an hazır olmayı emretmiş ve bunu müslümanlara farz kılmıştır. Savaşan müslüman -bir kavim veya ülkeye düşmana karşı yeterli kuvvetleri yoksa diğer müslüman kavim ve ülkelerin yardım etmesi, gerektiğinde bilfiil savaşa katılmaları vâcibdir. Şüphesiz müslümanlar bir tek ümmettir; küfür de bir tek millettir.
Savaşan müslümanlarm düşmana karşı müşriklerden, münafıklardan, kitap ehlinden yardım istemesi ve yardım görmesi caiz midir? Yardımı istenen gayr-i müslimler zimmî iseler yardımları beklenebilir. Zimmî değillerse, bu husustaki hadîsler farklı bilgi vermektedirler. Resûîüllah (s.a.v.) Efendimiz'in müslümanlara destek sağlamak üzere savaşa katılmak için gelen müşrike "Biz bir müşrikten elbette yardım istemeyiz" diye cevap vermesi, savaşta müşriklerden yardım istemenin veya yardım etmek isteyenlerin bu isteğini kabul etmenin caiz olmadığını göstermektedir. Bunun aksine bize kadar ulaşan sahih rivayetlerden Resûîüllah (s.a.v.) Efendimiz'in Hayber'in fethinde yahu-dilerden bir grup insanın yardımını talep etmiş ve yardımına katılanlara elde edilen ganimetten pay ayırmıştır. Ayrıca Huneyn savaşında İslâm'a girmemiş olan Safran b. Umeyye'nin yardımcı olma dileğini kabul ettiği bilinmektedir.
O halde bu konuyla ilgili hadîs ve siyer kitaplarındaki rivayetlerin tamamım biraraya getirdiğimizde, savaş emrinin verildiği ilk dönemde Resûîüllah (s.a.v.) Efendimiz herhangi bir müşrikten yardım istemeyi, yardım etmek isteyen bir müşrikin bu isteğini kabul etmeyi uygun görmemiştir. Sonra buna ruhsat verildiği anlaşılıyor. [71]
Hz. Aişe (r.aj dan yapılan rivayette, adı geçen diyor ki: 'Hesûlüllah (s.a.v.) Efendimiz (savaşmak üzere) Bedir mevkiine doğru çıkıp hareket etti. Harretü'l-vebere mevkiine gelince (müşriklerden) cesaret, kahramanlıkla anılan bir adam gelip Resûlüllah'a ulaştı ve şöyle dedi:
- "Sana (savaşta) uymak ve seninle birlikte isabette bulunmak için geldim!" Resûîüllah (s.a.v.) Efendimiz sordu:
- "Allah'a ve Resulüne imân ediyor musun?1* O da:
- "Hayır" diye cevap verince, Resûîüllah (s.a.v.) ona:
- "Dön git. Ben bir müşrikten asla yardım istemem" buyurdu.
Hz. Aişe (r.a.) devamla diyor ki: "Sonra bir süre geçti ve Resûîüllah (s.a.v.) Şecere mevkiine gelmiş oldu. Derken o adam yine gelip Resûlüllah'a yetişti ve önce söylediğini tekrar söyledi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) Efendimiz ona ilk önce dediği gibi cevap verdi: "Geri dön git. Ben bir müşrikten asla yardım istemem" buyurdu. Adam ayrılıp gitti ve sonra yine el-Beyda mevkiine gelip peygambere ulaştı ve önce dediğini tekrar söyledi. Resûîüllah (s.a.v.) da ona önce dediğini tekrar söyledi: "Allah'a ve Peygamberine imân ediyor musun?" O da "Evet imân ediyorum" diye cevap verince Peygamber (s.a.v.) Efendimiz ona: "Haydi (bizimle beraber) yürü" diye buyurdu. [72]
Hubeyb 6. Abdirrahman'dan, o da babasından ve dedesinden rivayet etmiştir. Dedesi şöyle demiştir: "Peygamber (s.a.v.) Efendi-miz'e geldiğimde savaşa hazırlanıyordu. Ben ve kavmimden bir adam -ki henüz müslüman olmamış idik- dedik ki: "Kavmimizin bir savaşa hazır olması durumunda onlarla birlikte bizim hazır olmamamızdan utanıyoruz!" Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) bize sordu; 'İslâm'a girdiniz mi?" Biz de: "Hayır..." diye cevap verdik. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdu: "Biz müşriklere karşı (savaşırken) müşriklereden yardım istemeyiz." Bu red cevabı üzerine bizler İslâm'a girdik ve Peygamber (s.a.v.) Efendimizle beraber savaşa hazır olduk. [73]
Enes (r.a.) den yapılan rivayete göre, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Müşriklerin (yaktığı) ateşle aydınlanmayın ve yüzüklerinizin üzerine Arapça (Muhammedün Resûlüllah) yazıp nakşetmeyin." [74]
Zî Mahber'den (r.a.) yapılan rivayette adı geçen şöyle demiştir: Rasulullah (s.a.v.) Efendimizin şöyle buyurduğunu duydum: "ileride Rumlarla barış anlaşması yapıp siz ve onlar hep birlikte önünüz (veya arkanız) daki düşmanla savaşacaksınız." [75]
Zührî'den yapılan rivayete göre: Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Hayber'de Hayber savaşı esnasında yahudilerden bir kısım adamlardan yardım istedi ve (savaşta elde ettiği ganimetten) onlara pay ayırdı." [76]
Dört mezhep imamlarına göre, müslümanlarla birlikte savaşa katılmak isteyen müşriklere imam (emîr veya onun yetkili kıldığı kumandan) izin verirse onlardan yardım sağlamak caizdir.
Böylece müctehid imamlara göre bu yetki tamamıyla devlet başkanına veya onun yetkili kıldığı kumandana aittir.
Ancak savaş neticesinde elde edilen ganimette, yardımcı olmak maksadıyla savaşa katılan müşriklere pay ayırıp verme hususunda farklı görüşler ortaya çıkmıştır:
a) İmam Ebû Hanîfe, İmam Mâlik ve İmam Şafiî'ye göre müşrikler ehl-i cihad olmadıkları için ganimetten onlara pay ayrılmaz da köleye verilen az şey nisbetinde bir şey verilir.
b) İmam Ahmed, İmam Evzâî, İmam Sevrî ve İshak'a göre, müslümana ayrılıp verilen sehim nisbetinde onlara da verilir. îmam Âhmed'den yapılan bir diğer rivayette ise, onlara sehîm verilmez. Ancak birinci rivayetin daha sahîh olduğu tesbit edilmiştir. [77]
83 no'lu Hz. Aişe hadîsi sahîhtir. Ancak ilim adamlarının çoğuna göre mensuhtur, yani hükmü kaldırılmıştır.
84 no'lu Hubeyb hadîsini aynı zamanda Şâfıî ve Beyhakî tahrîc etmişlerdir. İbn Hacer de bunu Telhiste nakletmiş ancak bir görüş beyan etmemiştir. Mecmeu'z-Zevâid'de ise Ahmed ve Taberânî'nin tahririnden geçen ricalin hepsinin sika olduğu belirtilmiştir.
Bu hadis de Hz. Aişe hadîsim desteklemekte ve kuvvet kazandırmaktadır. Ancak onun gibi hükmü kaldırılmış bulunuyor.
85 no'lu Enes hadîsinin Nesâfnin tahrîc isnadında Ezher b. Râşid bulunuyor ki bu zat zayıftır. Ebû Hatim onun meçhul olduğuna dikkat çekmiş ve İbn Maîn de onun zayıf olduğunu belirtmiştir. [78]. Geriye kalan ricalin ise hepsi sikadır.
"Müşriklerin yaktıkları ateşle aydınlanmayın" sözünden maksat, savaş ve benzeri hususlarda müşriklerden az bir şey de olsa yardım istemeyin demektir. "Yüzüklerinize Arapça yazı nakşetmeyin" den maksat, yüzüklerinizin üzerine (Muhammed'ün Resûlüllah) ibaresini nakşetmeyin demektir. Zira bu ifade ancak Resûlüllah'm (s.a.v.) yüzüğüne nakşedilmiş bulunuyor ki, aynı zamanda resmî mühür hüviyetinde idi.
86 no'lu Zî Mahber hadîsini aynı zamanda îbn Mâce tahrîc etmiş bulunuyor. Ebû Davud'un rivayet senedinde yer alan ricalin hepsi ri-cal-i sahîhtir. O bakımdan hadis istidlale sâlih görülmüştür.
87 no'lu Zührî hadîsini Tirmizî murselen tahrîc etmiştir. Bu kavramdan maksat, senedinden bir sahabinin düştüğüdür. Zührî'nin murselen rivayet ettikleri hadîsler genellikle zayıf kabul edilmiştir. [79]Bu mealde bir hadîsi imam Şafiî, Hasan b. Ammare tarikiyle rivayet etmiştir. Beyhakî bu tarikle yapılan rivayetin zayıf olduğuna dikkat çekmiştir.
Buharı ve Müslim'in tahrîc ettikleri hadîste şöyle deniliyor: "Başında miğfer bulunan bir adam Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e gelerek şöyle dedi: "Savaşayım mı, yoksa İslâm'a girip müslüman mı olayım?" Efendimiz ona: "Önce islâm'a gir, sonra savaş..." Adam da önce İslâm'a girdi ve arkasından düşmana karşı çıkıp savaştı, çok geçmeden öldürüldü. Bunun üzerine Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz: "Az bir amel çok bir mükâfat!" diye buyurdu.
Bu hadîs, savaşta müşriklerden yardım kabul edilmeyeceğine delil sayılmamıştır. Çünkü Resûlüllah'a (s.a.v.) başvuran müşrik savaşmakla islâm'a girmek arasında bir tercîhte bulunmak istediğini ifade etmek istemiş, Efendimiz de gayet tabii olarak islâm'a girmesini ve öylece savaşmasını emretmiştir. [80]
1- Savaşta münafık ve müşriklerin yardımını kabul etmek caizdir.
2- Nitekim Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz ünlü münafık Abdullah b. Ubeyy b. Selûl'ün savaşa katılmasına engel olmamıştır.
3- Münafık ve müşriklerin savaşa katılıp müslümanlara yardım etmeleri teklifini baştaki İslâm emiri veya kumandanı kabul edip etmemekte serbestir. Maslahat görürse kabul eder. Bir hile ve ihanet sezerse reddedip geri çevirir.
4- Savaşa katılan münafıklara da elde edilen ganimetten pay verilir.
5- Savaşa katılan müşriklere ise cihad ehli olmadıkları için onlara pay verilmez de kölelere verildiği gibi az bir şey verilir.
6- İmam Ahnıed, Evzâî ve Sevrfye göre, onlara da müslümanlara verilen pay nisbetinde pay verilir.
7- İleride müslümanlarla rumların sulh anlaşması yapacakları ve birleşerek bir düşmanla savaşacakları haberi, Resûlüllah (s.a.v.) Efen-dimiz'in geleceğe yönelik mucizevî haberlerinden biridir.
8- Bu haber, müslümanların gayr-i müslim bir milletle sulh anlaşması yapıp düşmana karşı birlikte harekete geçmelerinin caiz olduğuna delâlet etmektedir. [81]
Kadınların cihadı haccetmektir. Düşmanla savaşmak erkeklere farz kılınmış, kadınlara farz kılınmamıştır. Ancak sabırlı, cesur, dayanıklı kadınların savaşta geri hizmetlerde bulunmalarında bir sakınca yoktur. Şüphesiz bu geri hizmetlerin başında hemşirelik gelir. Cephe ve karargâhlarda hastalarla meşgul olmak, yaralıları toplayıp tedavi etmek de bir anlamda cihad sayılır. Ancak bu onlar hakkında farz değil müstehabdır.
Böylece islâm, kadınları dört duvar arasında sıkıştırıp hayattan tecrîd etmemiştir. Onların ruhsal ve fiziksel, aynı zamanda cinsel yapılarına uygun birtakım iş ve hizmetlerin kapısını açık tutmuştur. Zira maksat, korumak, onun annelik duygusunu zedelememek, iffet perdesine leke sürmemek ve böylece aile yuvasını her türlü şaibeden uzak tutmaktır.
Hatta belde veya bölgeye düşman saldırısı vuku' bulduğu taktirde kadınlar da nefsi müdafaa için silaha sarılıp müdafaaya geçerler. Düşmanın kirli ayaklarını harim-i ismetlerine sokmamak için gerekirse savaşıp mücadelede bulunurlar. [82]
Rübeyyi bint Muauviz_ (r.aj dan yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir:
"Biz kadınlar Resûlüllah (s.a.v.) Efendimizle birlikte savaşır, savaşanlara su verir, hizmet eder, ölü ve yaralıları Medine'ye alıp götürürdük..." [83]
Ummu Atıyye el-Ensarîyye (r.a.) dan yapılan rivayette, şöyle demiştir:
"Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz'le birlikte yedi savaşa katıldım. Onların malzeme ve nevalelerine halef olup bakar, onlara yemek pişirir, hastalarını tedavi eder, kötürümler üzerinde durup yabancı olurdum." [84]
fr.aj cfett yapılan rivayette adı geçen diyor ki: "Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz Ummu Süleym ve ensardan onunla birlikte bazı kadınlarla savaşa çıktı ki bu kadınlar (geri hizmetlerde bulunup) savaşanlara su verir ve yaralıları tedavi ederlerdi." [85]
Hz. Aişe (r.a.) dan yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir: "Ya Resûlellah! Biz cihadı en üstün amel olarak görüyoruz. Biz de cihad edelim mi?" Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Ama (kadınlar için) en üstün cihad, şartlarına uygun helâl kazançla yerine getirilen haçtır." [86]
İlim adamları ve müctehid imamlar kadınların savaşa katılmalarının farz olmadığında birleşmişlerdir. Ancak tesettüre riâyet edip tahrîme yol açmamak kaydıyle kadınların savaşta geri hizmetlerde bulunmasına, yaralıları tedavi etmesinde, öldürülenleri belirlenen bir yere taşımasında bir sakınca olmadığı görülmemiştir. Bu da daha çok hemşirelik hizmetleri kapsamında tezahür eder. -
Böylece bugünkü anlayış, davranış ve ihtilattan uzak, tesettür kaidelerine riâyet şartıyla ve tahrîme yol açmayacak davranışlardan kaçınmak suretiyle cesur, metin, becerikli ve tecrübeli kadınların -ihtiyaç hissedildiği takdirde- savaşa katılıp geri hizmetlerde bulunmalarına, kendilerini herhangi bir tecavüzden koruyabilmek için yeterli derecede hazır ve uyanık olmakla beraber silah taşımalarına cevaz verilmiştir.
Ancak bu durumda savaşta elde edilen ganimetten kadınlara da erkeklere tahsis edilen nisbetten pay verilip verilmeyeceği ihlilâf konusudur.
a) İmam Mâlik, İmam Şafiî, İmam Sevrî ve Saîd b. Müseyyeb'e göre kadınlara ganimetten bir.şeyler verilir. Ancak baştaki yetkili zat isterse kadın erkek ayırt etmeden hepsine eşit biçimde pay ayırıp verir, isterse kadınlara, erkeklere nisbetle daha az birşey takdir edip verebilir,
b) İbn Abbas da aynı görüş ve ictihaddadır.
c) İmam Evzâî'ye göre, kadına da sehim ayrılır. Nitekim Cerîr b. Ziyad'm rivayetine göre şöyle haber verilmiştir: "Ninem Hayber fethinde savaşa katılmıştı. Resûlullah (s.a.v.) ona da ganimetten pay ayırıp verdi, erkeklerle eşit tuttu. Yermuk savaşında da kadınlara er-keklerinkine denk pay verildiği rivayet edilmiştir.
Ayrıca Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz Huneyn savaşında Sehle binti Asım'a pay ayırıp vermiş, bir ayrım yapmamıştı. [87]
d) Hanefîlere göre, ihtiyaç hissedildiğinde kadın tedavi, su dağıtma, ekmek hazırlama gibi geri hizmetlerde bulunabilir ve kendisine sehim değil de az birşey verilebilir. [88]
Yukarıda naklettiğimiz dört hadîs de sahihtir. O bakımdan ilim adamları ile müctehid imamlar bu hadîslerle istidlal etmişlerdir. İmam Buharı bu konuda kendi Sahîh'inde "Babu Gazvi'n-Nisâi ve Kıtalihinne" diye bir bab ayırmış bulunuyor.
Böylece sıkıntılı zamanlarda, zarurî hallerde kadınların mahremleri olmayan erkekleri tedavi etmelerinin caiz olduğu anlaşılıyor.
îbn Battal'm "kadın ancak mahremi olan erkekleri tedavi edebilir, yabancı erkekleri tedavi etmesi caiz değildir. Nasıl ki kadın yabancı bir erkeğin cenazesini yıkayamıyorsa..." görüşü pek sıhhatli değildir. Zira cenaze yıkamak ibâdet kapsamına girmekte, tedavi ise zaruret kapsamına girmektedir. Birini diğerine kıyas etmek farklı kıyas olur. [89]
1- Allah yolunda zarurî bir hal olmadığı takdirde kadınların savaşa çıkması vacip değildir.
2- Zarurî bir durum meydana geldiğinde, meselâ düşman bir beldeyi veya bölgeyi istilaya yöneldiğinde, o belde ve bölgede eli silah tutup savaşabilen ve nefsini müdafa edebilen erkek ve kadın, herkesin düşmanı defetmesi için savaşması farz olur.
3- Kadınlardan becerikli olup; tedavi, su taksimi, yemek hazırlama gibi ihtiyaçları yerine getirebilenlerin savaşa katılmasında bir sakınca yoktur. Çünkü birçok durumlarda ihtiyaç da vardır.
4- Ancak ihtiyaç olmadığı takdirde kadınların geri hizmet için bile olsa savaşa katılmaları mekruhtur, bazısına göre caiz değildir.
5- Sözü edilen ihtiyaçlardan dolayı savaşa iştirak eden kadınların hem tesettüre riâyet etmeleri, hem de tahrîmi gerektiren davranışlardan kaçınmaları vaciptir.
6- Savaşta elde edilen ganimetten erkeklere verilen eşit payın kadınlara da verilmesi caizdir.
7- Müctehidlerin bir kısmına göre, eşit pay verilmez, az bir şey verilmek suretiyle ganimetten mahrum edilmezler. [90]
îslam hiçbir zaman soykırımına cevaz vermez. Çünkü amaç şu ırkı, bu ırkı yok edip Öldürmek, ülkelerim veya bulundukları bölgeleri coğrafyadan silmek değil, onların iman ve irfanlarını belli düzeye getirip ırkçılık duygularım çok geri plana itmek ve tesirsiz kılmaktır. Hak din çerçevesinde dini duygular kuvvetlendikçe ırkî duygular zayıflar. Bu ters orantı tarih boyunca hep böyle olmuştur.
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, Selman el-Farisi'ye ırkçılık açısından sataşan Sa'd b. Ebi Vakkas'ı çağırarak üzüntüsünü belirtmiş ve: "Selman bendendir, Selman Ehl-i Beytim dendir" buyurarak islam'ın her yanı ve yönüyle ırkçılığın karşısında olduğunu bildirmiş ve Arap olmayan Selman'ı kendi ev halkından biri olarak ilan etmiştir.
Bunun içindir ki, gerek Resûlüllah (a.s.) Efendimiz zamanında, gerekse dört halife döneminde hiçbir zaman ırkçılığa prim verilmemiş ve islam'a giren Arap ile Acem arasında bir fark gözetilmemiştir.
Sonra bu yüksek ve birleştirici duygu ve kültür, esas ve prensip Emeviler devrinde uygulanmaz olmuş, ırkçılık ruhu hortlamaya başlamış ve bu yüzden Emeviler, Arap olmayan müslim, gayr-i müslim tebaya "mevali" yani hürriyetlerine kavuşturulmuş köleler demişlerdir.
Abbasiler devrinde bu zihniyete son verilmiş ve İslam kardeşliği yeniden ihya edilerek ırkçılıkla ilgili kapılar kapatılmıştır.
Konuya bu açıdan bakınca, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in savaşlarda kadınların, çocukların, mabede kendini vermiş din adamlarının ve savaşacak durumda olmayan yaşlıların öldürülmesini niçin yasakladığı kendiliğinden anlaşılmaktadır. İslam sınıf farkını kaldıran, Allah'a, Peygamberine ve Ahiret'e iman eden herkesi kardeş kabul eden, birleştirici, kaynaştırıcı ve bütünleştirici bir dindir. O bakımdan son dindir ve cihanşümuldur...
Hatta Vakidi'nin Fütuhu'ş-Şam adlı eserinde, Hz. Ömer (r.a) m hilafet yıllarında İslam orduları Şam dolaylarında Bizans'a karşı koyup serhadleri güven altına almaya çalışırken bir yandan da Şam ve dolaylan fethediliyordu. Ancak İslam ordusunun girdiği her belde, kasaba ve köyde halkın korku ve endişesi bir anda güvene dönüşüyor, Bizans askerlerinin işlediği cinayet ve kötülüklerden hiç birinin İslam'da yeri olmadığını görünce son dine hayranlık duyarak İslam'a girmekte tereddüt bile etmiyorlardı. Iyaz b. Ganem kumandasında olan askerler Şam'a girip fütuhatı başarıyla sonuçlandırma gayreti içindeyken kadınlar korkularından ağlıyor ve başlarına ne felaketlerin geleceğini hesaplayarak saçlarını yoluyorlardı. Derken Iyaz b. Ganem ve etrafındaki askerlerle karşılaşıyorlar. Çeşmeden su almak isteyen bu kadınlar bir anda korkudan ellerindeki boş kaplar yere düşüyor ve kendilerinden geçer gibi oluyorlar. Kumandan lyaz onların bu halini görünce şöyle sesleniyor: "Bizler Allah'a ve son peygamber Hz. Muhammed'e iman eden bir orduyuz. Amacımız sizi kahretmek, esir alıp kullanmak değil, sizi gerçek hürriyete kavuşturmak, namus, iffet ve şerefinizi korumaktır. Üzülmeyin ve korkmayın. Hiçbir Müslüman asker sizin kılınıza dokunmayacak ve sizi asla rahatsız etmiyecektir. Bizim Peygamberimiz, iman, irfan ve ahlakımız bize bunu emretmektedir" deyince kadınlar rahatladılar ve sularını doldurup evlerine dönünce kocalarına, kardeşlerine, yakınlarına: "Ne duruyorsunuz? Bu gelen İslam ordusu Bizans askerleri gibi hayasız, namussuz, yağmacı, haysiyet kırıcı değillerdir. Biz kadınları görünce yüzlerini çevirip bize dikkatle bakmaktan bile sakınan bu insanlar.gibi neden dindar ve ahlaklı olmayalım?..."
Ancak kadınlar savaşa katılır, din adamları mabedi bırakıp cepheye elinde silahla savaşa iştirak ederse, o takdirde düşman ordusuyla çarpışma halinde bunlardan da öldürülenler olabilir. Bu bir istisna teşkil eder. [91]
Yapılan rivayete göre, ashabdan îbn Ömer (r.a.) şu bilgiyi vermiştir: "Resûlüllah (a.s.) Efendimizin yaptığı savaşlardan birinde öldürülmüş bir kadın cesedine raslandı. Bunun üzerine -Resû-lüllah (a.s.) Efendimiz kadınların ve çocukların öldürülmesini yasakladı." [92]
Riyah (veya Ribah) b. RebV (r.a.) den yapılan rivayete göre, adı geçen zat, Resûlüllah (a.s.) Efendimizle beraber bir savaşa çıkıyor. Öncü kuvvet olarak da Halid b. Velid (r.a.) bulunuyordu. Riyah (Ribah) ve diğer ashab arkadan öncü kuvveti takip ederken öncü kuvvet tarafından öldürülmüş bir kadın cesedine rastladılar. Durup o kadına baktılar ve hılkatmdan dolayı hayret ettiler. Derken Resûlüllah (a.s.) Efendimiz arkadan gelip onlara ulaştı. Onlar da geri çekilip açıldılar. Resûlüllah (a.s.) bineği üzerinde durup o kadına (üzüntüyle) baktı ve şöyle buyurdu: "Bunun savaşır bir kişi olduğunu sanmıyorum." Sonra yamndakilerden_ birine şu emri verdi: "Derhal git Halid'e yetiş ve ona de ki: "Ücretle tutulmuş geri hizmet için getirilmiş kişileri ve çocukları öldürmesinler." [93]
Enes'den yapılan rivayete göre Rasulüllah Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Haydi Allah'ın ismiyle, O'nun yardımıyla ve Resûlüllah (a.s.) milleti (dini) üzere yola çıkınız. İyice yaşlanmış kişileri, küçük çocukları ve kadınları öldürmeyin. Ganimet malını aşırmayın. Topladığınız, elde ettiğiniz ganimetleri bir araya getirin. İslah edici olun ve iyilikte bulunun. Çünkü gerçekten Cen-ab-ı Hak iyilikte bulunanları sever." [94]
Ibn Abbas (r.a.) dan yapılan rivayete göre, adı geçen şöyle demiştir:
"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz askerlerini bir tarafa gönderdiğinde şöyle buyururdu: "Şanı Yüce Allah'ın ismiyle yola çıkın, Allah yolunda Allah'ı inkar edenlerle savaşıp vuruşun. Haksızlık, acımasızlık, ahde, anlaşmaya vefasızlık etmeyin. Ganimet malından aşırmayın. Diri bir kimseyi hedef alıp delik deşik etmeyin, insanların organlarını kesmeyin, bu tür azapta bulunmayın ve bir de çocukları, kendilerini mabede Vermiş (rahip, rahibe ve benzeri) kişileri öldürmeyin." [95]
îbn Kâb b. Malik'den yapılan rivayete göre, Peygamber (a.s.) Efendimiz Hayber'e İbn Ebi Hukayka'y* öldürmeye (asker) gönder ince onları kadınları ve çocukları öldürmekten men'etti. [96]
el-Esved b. Serî' (r.a.) den yapılan rivayete göre, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Savaşta çocukları öldürmeyin." Bunun üzerine ashab: 'Ya Resûlüllah! Onlar müşriklerin evladı değiller midir?" denince Efendimiz onlara şöyle uyarıda bulundu: "Sizin hayırlılarınız ve seçkinleriniz de müşriklerin evladı değiller midir? [97]
îlim adamları ve müctehid imamların bu konuda görüşleri şöyledir: Kadınlar ve din adamları ellerine silah alıp îslam'a karşı bir vuruşmaya yönelmedikleri takdirde öldürülmezler. Eli silah tutup cephede savaşan ve fakat henüz ergin olmayan çocuklar ise imkânlar elverdiği, ortamın müsait bulunduğu Ölçüde öldürülmeyip korkutulurlar. Tehlikeli bir duruma geldikleri takdirde öldürülürler. Eline silah almayıp cephe gerisinde bulunan kadınlar ve çocuklar öldürülmezler. Müslümanlar üstünlük sağladıkları takdirde onları esir edinirler.
Kendini mabede ve ibadete veren adamları -genç olsunlar, yaşlı olsunlar- cepheye silahla gelip savaşmadıkları takdirde öldürülmezler ve ibadetlerine engel de olunmaz. [98]
97 No'lu îbn Ömer (r.a.) hadisi sahih olup istidlale salihtir. Hadis, savaşlarda kadın ve çocukların öldürülmesinin caiz olmadığına delalet etmektedir. Buradaki nehiy, yani yasak vücup ifade ettiğinden, sözü edilen iki zayıfı öldürmek tahrimen mekruh olmuş oluyor.
98 No'lu Ribah (veya Riyah) hadisi üzerinde Buhari durmuş ve isinin (y) ile değil (b) ile başladığının daha sahih olçhığunu belirtmiştir.
îlim adamlarının çoğu bu hadisle de istidlal etmişlerdir. Zira bunu destekler anlamda birkaç sahih hadis daha bulunuyor.
Savaşta ücretle geri hizmetlerde iş gördürülen, kadın, köle ve benzeri eli silah tutmayan kimse için "asif' denilmiştir. Böylece Resûlüllah (a.s.) Halid b. Velid'e (r.a.) verdiği emirde vücup ifade etmekte ve geri hizmette çalıştırılanların ve bir de çocukların öldürülmem esiyle ilgili kesin bir hüküm taşımaktadır.
99 No'lu Enes hadisinin isnadında Halid b. Fizr bulunuyor. Bunun zayıf olduğunu söyleyenler olmuşsa da, bazı hadisçilere göre rivayetinde bir beis yoktur. [99]
100 No'lu îbn Abbas hadisinin isnadında İbrahim b. İsmail b. Ebi Habibe bulunuyor. Hadisçilerin çoğuna göre bu zat zayıftır. Ancak Ahmed b. Hanbel onun sika (güvenilir) olduğunu belirtmiş ve rivayetini kendi Müsned'ine almıştır. [100]
Aynı zamanda bu hadisi destekler anlamda sahih rivayet bulunuyor. O bakımdan istidlal edilmesinde bir sakınca görülmemiştir.
101 No'lu İbn Kab hadisini aynı zamanda İsmail kendi Müstahrac'mda tahric etmiş ve Ebu Davud, İbn Hibban da onu Zühri'den murselen nakletmişierdir.
Mecmeu'z-Zevaid'de İse bu hadisin Ahmed b. Hanbel tesbitiyle yapılan rivayetinde yer alan ricalin hepsi rical-i sahihtir denilmektedir. O bakımdan hadis istidlale saîihtir denebilir. :
îbn Abbas hadisiyle eli silah tutup savaşacak durumda olan her müslümanm gerektiğinde savaşa çıkmasının farz olduğu istidlal edilmiş ve savaşta aşağıdakilerin yasaklanıp haram kılındığı belirlenmiştir:
a) Gadretmek, yani verilen sözü, yapılan anlaşmayı bozmak, ahde vefa etmeyip haksız bir yol seçmek,
b) Ganimet malını aşırmak,
c) İnsan dahil bir canlıyı hedef alıp vücudunu parçalamak, organ-' îarını kesmek,
d) Çocukları öldürmek.
e) Kendini mabede veren din adamlarını öldürüp mamur yerleri yıkmak yasaklanmıştır.
Kab b. Malik hadisi, İbn Ömer hadisiyle birleşmekte ve savaşlarda iki sınıf insanın öldürülmesinin yasaklandığına delalet etmektedirler.
102 No'lu el-Esved hadisinin ricalinin hepsi rical-i sahihtir. Diğer hadislerle desteklenmekte ve savaşta çocukların öldürülmesinin caiz olmadığına delalet etmektedir. [101]
Bu bapta Beyhaki, Hz. Ali'nin (r.a.) İbn Abbas hadisinin bir benzerini rivayet etmiştir. îbn Ebi Hatim de el-Ilel'de Cerir'den bu anlamda bir hadis nakletmiş bulunuyor.
Diğer yandan Tirmizi ve Ahmed'in Semure'den yaptıkları ve sahih kabul ettikleri hadiste ise şöyle buyurulmuştur: "Müşriklerin şeyhlerini öldürünüz, sakalı bitmedik gençlerini diri bırakınız!.." [102]
Nitekim bu baptaki hadislerin hepsini dikkate alan İmam Malik ve İmam Evzai'ye göre, hiçbir durumda kadınlar ve çocuklar öldürülmezler. Hatta düşman tarafı kadınları ve çocukları siper edinerek savaşsalar bile bu iki sınıfa dokunulmaz. Bunun gibi kafirler kadın ve çocuklarla birlikte bir kalede veya gemide yer alıp o şekilde savaşı sürdürmek isteseler, Müslümanların o kale ve gemiyi yakmaları veya silah atıp içindekileri öldürmeleri caiz olmaz.
Rey tarafdarları ile İmam Şafiî'ye göre, kadınlar silah alıp bilfiil savaşa katılırlarsa, o takdirde öldürülmeleri caizdir.
Bu müctehidler daha çok şu rivayetle de istidlal etmişlerdir:
Peygamber (a.s.) Efendimiz Huneyn Savaşında öldürülmüş bir kadına rasladı ve sordu: "Bunu kim öldürdü?" Bir adam: "Onu ben öldürdüm. Sebebine gelince, zafer bizden yana tecelli ettiğinde bu kadını ganimet olarak yakalayıp arkama takıp getirirken bir ara Müslümanların hezimete uğradığını görünce kılıcımın kabzesine eğilip çekti ve beni öldürmek istedi. Bunun üzerine onu öldürmek zorunda kaldım."
Bu cevap üzerine Peygamber (a.s.) Efendimiz o adama: "Neden öyle yaptın, onu öldürmemeliydin" demedi. [103]
99 No'lu Enes hadisinde "şeyh-i faniyi Öldürmeyin" buyurulurken Tirmizi ve İmam Ahmed'in Semure'den rivayet ettikleri sahih hadiste "müşriklerin şeyhlerini öldürünüz" ibaresi yer almaktadır. İlk nazarda iki rivayet arasında bir tezad göze çarpıyorsa da aslında hiçbir tezad sözkonusu değildir. Zira Enes hadisinde "şeyh-i fani" derken, iyice yaşlanmış, eli ayağı tutmaz olup bir köşeye çekilip kendi haline bırakılmış çok yaşlı kişi kasdedilmiştir. Semure hadisinde ise, mutlak bir ifadeyle "şeyhler" denilirken, fazla yaşlılar değil, topluma akıl veren, umur bilir tecrübeli kişler kasdedilmiştir.
Unutmayalım ki, "şeyh" ismi Arapça'da üç manaya delalet eder ve yer aldığı cümle ve bağlı bulunduğu konuya göre o üç manadan biriyle m anal andırılır:
a) Uzman ilim adamları,
b) Tecrübeli, güngörmüş kabile başkanları,
c) Çok yaşlanıp iş hayatından çekilenler..
Nitekim Resûlüllah (a.s.) Efendimiz Huneyn Savaşı'nı tamamladıktan sonra ashabdan Ebu Amir'i Evtas'taki askerler üzerine gönderdi. Evtas'ta yüz kadar savaşçı müşrik toplanarak yaşlı tecrübeli Düreyd b. Samt'ten bilgi alıyor ve savaş taktiğini öğreniyorlardı. Ebu Amir onları kuşattı ve onları tahrik eden yaşlı Düreyd'i öldürdü. Böylece o yüz kişi de dağılıp kaçtı. Ebu Amir (r.a.) dönüp durumu Resûlüllah (a.s.) arzetti ve Düreyd'i öldürdüğünü söyledi. Resûlüllah'a (a.s.) Efendimiz hiçbir şey söylemedi ve böylece Ebu Amir'in bir yaşlıyı öldürdüğünü tasvip buyurdu. [104]
Resûlüllah (a.s.) savaşta kimlerin öldürülmesinin caiz, kimlerin caiz olmadığını net biçimde açıklaması ve savaşa çıkan birliklere her defasında bu emri vermesi, İslam'ın adil bir savaş taktiği uyguladığını masum insanları öldürmekten mutlaka kaçındığını ve özellikle de kendilerini mabede verip ibadetle, din işleriyle meşgul olan din adamlarını siyanet ettiğini koruduğunu göstermektedir.
Ne yazık ki, Müslümanlar aynı ölçüde veya ona yakın anlamda adil bir savaş anlayışını ve uygulamasını kitap ehlinden hiçbir zaman görememiş ve her fırsatta kitap ehlinin çok zalimve hunhar saldırılarına maruz kalmıştır. Haçlı seferlerini tertipleyen kilise islam'ın adil savaş taktiğinin tam aksine bir yol izlemiş ve girdikleri İslam ülkelerinde kadın, çocuk, yaşlı demeden herkesi öldürmekten namusa tecavüzde bulunmaktan derin zevk duymuşlardır.
Bunun gibi iki gözünde'n arızalı, sakat, topal, hasta ve benzeri kişilere dokunmanın, onları öldürmenin yasaklandığı da sahih rivayetler ve uygulamalarla sabit olmuştur. [105]
1- Gerek kitap ehli olmayan müşriklerle, gerekse kitap ehli olan Yahudi ve Hırıstiyanlarla yapılacak savaşlarda bilfiil ön cephede savaşa katılmayan, geri hizmetlerde yer alan kadınları öldürmek caiz değildir.
2- Ergin olmayan çocuklar, savaşa katılsalar bile öldürülmez. Bunları öldürmek de tahrimen mekruh sayılmıştır.
3- Savaşa katılmayan, yaşlılıktan dolayı evinde oturan kişileri de öldürmek caiz değildir.
4- Savaşta geri hizmetlerde istihdam edilen köle, esir, kadın ve benzeri kişiler de fazla bir tehlike oluşturmadıkları takdirde öldürülmezler.
5- Kendilerini mabede ve ibadete veren, eline silah alıp savaşa katılmayan din adamlarını da öldürmek tahrimen mekruhtur.
6- Geri planda yer alıp savaş planını hazırlayan ve askerleri durmadan tahrik ve teşvik edip müslümanlar üzerine saldırtan yaşlı kişiler Öldürülür.
Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır: "Ve eğer verdikleri sözden sonra yeminlerini bozar da dininize dil uzatıp saldırırlarsa, o takdirde küfrün ileri gelen (söz sahibi) elebaşlarıyla savaşın." [106]
Ayette geçen "eimme" birkaç manaya delalet eden bir kavrara özelliğindedir:
a) Askeri sevk-u idare eden kumandanlar,
b) Savaş planını hazırlayan kurmaylar,
c) Savaş tecrübesi olup askerle birlikte savaşa katılan yaşlılar,
d) Kabile reisleri ve söz sahipleri... [107]
İslam adil hukuki sistemiyle, ahlaki değerleriyle ve tek kelimeyle ilahi olan nizamıyla ilim, ahlak, medeniyet ve hakkaniyet dinidir. İnsanları katletmek, mamur yerleri ve beldeleri yıkmak, ağaçları kesip ülkeleri çöl haline getirmek, masum insanları öldürmek için savaşmaz. Küfrün azgınlık ve saldırısını, fitne ve fesadını» tahrip ve şenaatini durdurmak ve sonra da insanlığı doğruya, güzele, hakka, adalete ve huzura, güvene kavuşturmak, kalplerden ve kafalardan küfrün, ahlaksızlığın isini ve pasını silip temizlemek için savaşır.
O bakımdan gerek Resûlüllah (a.s.) Efendimiz zamanında, gerekse dört halife ve onlardan sonra iş başına geçen adil hükümdarlar devrinde İslam orduları fethettikleri hiç bir ülkede yağmada bulunmamış, ağaçları, bağ ve bahçeleri yakıp yıkmamış, bayındır yerleri yerle bir etmemiş, masum insanları öldürmemiştir. İslam'ın hak ve son din olmasının ve evrensellik arzetmesinin de hikmeti budur. [108]
Safvan b. Assai (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir: "Resûlüllah: (a.s.) Efendimiz bizi bir takım askerle (bîr tarafa) gönderdi. Ve bize şöyle emir ve tavsiyede bulundu: "Allah'ın ismiyle gidin, Allah yolunda, Allah'ı inkar eden kafirlerle savaşın. İnsanları hedef tahtası yapmayın, insanların organlarını kesip işkence etmeyin. Yaptığınız anlaşmaya, verdiğiniz söze sadık kahp gadretmeyin ve çocukları öldürmeyin." [109]
Ebu Hüreyre (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen şöyle bilgi vermiştir: "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bir tarafa gönderilen askeri takımla bizi de gönderdi. Gönderirken de şöyle buyurdu: "Şu ve şu adamı bulursanız ikisini de ateşe atıp yakınız." Biraz sonra Resûlüllah (a.s.) tam biz yola çıkacağımız zaman şöyle buyurdu: "Ben size falan ve filan adamları yakınız diye emrettim. Ama ateş ile ancak Allah azap eder. O bakımdan onlara rastlarsanız öldürünüz." [110]
Yahya b. Said'den yapılan rivayete göre, birinci halife Ebu Bekir Sıddik (r.a.) hazırlattığı bir orduyu Şam üzerine gönderirken orduyu teşyi1 etmek üzere o da ordunun dörtte birine kumanda eden Yezid b. Ebi Süfyan ile beraber yürüyordu. Az sonra Yezid'e: "Sana şu on hususu göz önünde bulundurmanı tavsiye ederim:
1- Hiçbir
kadını öldürme,
2-Hiç bir çocuğu da öldürme,
3- İyice yaşlanıp köşesinde oturan yaşlıları öldürme,
4- Meyva ağaçlarından hiçbirini kesme,
5- Bayındır hiçbir yeri yıkma,
6- Yemek için müstesna olmak üzere hiçbir koyun, keçi ve deveyi imha etme,
7- Hurma ağaçlarını kesip yakma,
8- Ganimet malından bir şey aşırma,
9- Gadr'e yol açma,
10- Fesada yol açma. [111]
Mezhep imamları dahil çok az görüş farkıyla ilim adamlarının savaşta ve savaş dışında çocukların, köşesine çekilmiş yaşlıların, kadınların ve kendini mabede ve ibadete veren din adamlarının öldürülmesinin caiz olmadığı hakkında ittifakları vardır. Ancak bunun bazı istisnaları bulunduğu söz konusudur: esir aldıkları müslümanları kale içine alıp işkence etmeleri halinde verilen ihtarlara kulak as-: madıkları takdirde çeşitli silahlarla kaleye atış yapılır. Tabi bu arada çocuk, kadın, yaşlı ve din adamları da Öldürülmüş olabilirler.
Kaldı ki, günümüzde gelişen teknoloji ve imal edilen uzun menzili silahlar, uçaklar, roketler ve benzeri ateşli silahlarla savaş yapılmakta, cephe gerisi, eyleşik yerler, şehirler ve bayındır yerler ister istemez harap olmakta ve öldürülmelerine cevaz verilmeyenler Öldürülmektedirler. Bunun sebebi gayet açıktır: Kur'an'dan uzak bir anlayış ve inanç hiçbir sınır tanımamakta, rahat yaşayabilmek için Öldürmekte ve yıkmaktadır.-
Yüce İslam Dini asırlardır bu hak ve adaleti yeryüzünde yaygın hale getirme çabasını sürdürmekte ve nefsine, maddeye ve çıkarlarına mağlup olan milletleri düştükleri bu bataklıktan kurtarmaya çalışmaktadır.
Diğer bir istisna da şöyledir:
Sokak savaşı sürdüren, vur-kaç taktiği uygulayan din ve millet düşmanları mevzilendikleri evlerde yok edilmekten başka hiçbir öneriyi kabul etmedikleri takdirde gerekirse evler yakılır ve yıkılır. Üslendikleri semtler ateşli silahla taranır. Bu arada masum insanlar da ölebilir.
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, İslam'ı, yıkmaya, Müslümanları huzursuz etmeğe yönelen ve çok çirkin entrikalar çeviren, müşriklerle gizlice İslam aleyhine işbirliği yapan yahudi kabilelerden Beni Nadr ve Beni Kurayze'yi Medine ve çevresini terketmeğe davet etti. Kabul etmediler ve silaha sarıldılar. Böylece bir sokak savaşı baş gösterdi. Beni Nadr yahudileri binaları ve daha çok hurma ağaçlarını siper edinip müslümanları öldürmeğe çalıştılar. Başka çare kalmayınca Resûlüllah (a.s,) Efendimiz hurma ağaçlarının kesilmesini emretti ve böylece asiler çaresiz kalarak Medine'yi terketmeğe razı oldular. Bu büyük fitne de Öylece bertaraf edilmiş oldu.
O halde çarelerin tükendiği yerde yeni çareler araştırmak ve hatta sakıncalı olan bazı çarelere baş vurmak meşrudur. Zira amaç, insanları azdırıp saptıranları doğru yola getirmek ve insanlığı bu tür bela ve fitnelerden kurtarmaktır.
"Zaruri haller mahzurlu şeyleri mubah kılar" fıkhi (hukuki) kaidesi burada da caridir. [112]
111 No'lu Safvan hadisi sahihtir. Senedindeki rical olarak tesbit edilmiştir. O bakımdan istidlale salihtir. Aynı zamanda Büreyde hadi-siyle birbirini desteklemekte ve aynı hususları kapsamaktadır.
Böylece Allah'ı inkar edip yeryüzünde fitne ve fesat çıkaranlarla savaşmak bazan farz-ı ayn, bazan da farz-ı kifayedir. Şartlar ve ortamlara göre bu farklılık ortaya çıkar. Düşman esirlerine işkence yasaklanmış ve diri diri hedef edinmeleri haram kılınmış, aynı zamanda organlarının kesilmesine cevaz verilmemiştir. Savaş esnasında da buna dikkat etmek gerekir.
Düşmanla yapılan bir anlaşmaya, karşı taraf sadık kaldığı sürece sadık kalmamız vaciptir. Aksi takdirde onlara gadir etmiş oluruz ki, Resûlüllah (a.s.) gadretmemizi men'etmiştir. Müslüman barışta da, savaşta da güvenilir, sözüne itibar edilir olduğunu isbatîamakla yükümlüdür.
Ateş ile yakmaya gelince, bu hüküm neshedilip kaldırılmıştır. Ancak bazı istisnai durumlar her zaman söz konusu olabilir. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, İslam'ın ilk Medine yıllarında bir niüslümanm azasını kesip işkence ederek öldürenler hakkında aynı işkence şeklinin uygulanmasını emretmiştir. Peygamber'in (a.s.) çobanını işkenceyle, azapla öldürenleri aynı cezaya çarptırmış ve sonra da bu hüküm kaldırılarak işkence yapılmadan öldürülmeleri emredilmiştir. Ebu Hüreyre hadisi buna açık biçimde delalet etmektedir.
112 No'lu Ebu Hüreyre hadisini Tirmizi sahihlemiştir. O bakımdan istidlale salih görülmüş ve birçok ilim adamı bu hadisle istidlal etmiştir.
Yahya b. Said hadisine gelince, bu zatın Ebu Bekir Sıddik'a (a.s.) yetişmediği tesbit edilmiş, o bakımdan hadisi mursel sayılmıştır Ancak aynı mealdeki hadisi Beyhakî, Yunus ve Ibn Şihab tarikiyle Tabiin'den Said b. Müseyyeb'den rivayet etmiştir. Bunun için delalet ettiği hükümler ana kaidelere ııygun düşmekte olup diğer sahih hadislerle desteklenmektedir.
Bir müşrik veya azılı bir kafir düşmanı ateşe atıp yakmaya Resûlüllah (a.s.) gönlü razı olmamış ve normal şekilde kılıçla hayatına son verilmesini daha uygun görmüştür. Kızı Zeyneb, Mekke'de iki müşrikin işkencesine maruz kalmıştı. Resûlüllah (a.s.) bu olaydan fazlasıyla üzülmüş ve o iki kişinin önce ateşe atılıp imha edilmelerini emretmişti. Fakat cok geçmeden bu emrini geri almış ve ateş ile' azap etmek Allah'a mahsustur buyurarak kılıçla öldürülmelerini emretmişti.
Bu sebeple Hz. Ömer b. Hattab'a ve Ibn Abbas'a göre, idamı hakketmiş bir azılıyı olsun ateşe atıp imha etmek mekruhtur. İlim adamlarından bir kısmı ise, Resûlüllah (a.s.) in ateşe atıp imha edin şeklindeki emrini geri alması, bu fiilin tahrimine delalet etmez. Sadece Resûlüllah (a.s.)'m merhamet ve tevazuüne delalet eder demişlerdir. [113]
Bunun gibi savaşta düşmanın davarlarını, ağaçlarını, özellikle de meyva ağaçlarım kesmek, imha etmek caiz değildir. Ancak zorunlu bazı hallerde buna kısmi cevaz verilmiştir.
Yemen'de putperestlerin Kabesi olarak tanıtılan "Zülhalsa" mabedi, İslam'ı tehdit etmekte idi. Durmadan Kur'an ve Hz. muhammed -. (a.s.) aleyhine menfi propaganda yapılan bir merkez haline getirilmiş ve müslümanlara görüldükleri yerde hışım ve derîn kinle saldıracak birtakım fedailer yetiştirme yurdu olmuştu. Semavi bir dine dayanmayan ve bütünüyle puthane olan bu mabedin artık yerlebir edilmesi zamanı gelmiş bulunuyordu. Resûlüllah (a.s.) bu sırada artık Medine'ye yerleşmiş ve şehir devletini kurmuş bulunuyordu. Bir gün ashabına şöyle seslendi: "Beni, Zülhalasa'dan rahata kavuşturmaz mısınız?" Bunun üzerine Cerîr bin Abdullah (r.a.) diyor ki: "Ben 150 kahraman cesur süvari ile yola çıktık. Zülhaîasa Yemen'de Haş'am ve Becile adlı iki kabilenin ibadet evi olarak inşa edilmişti. İçinde ibadet edilen putlar bulunuyordu. O bakımdan bu puthaneye "yemenli'lerin kabesi" deniliyor ve öyle tanıtılıyordu."
İşte bu yüzelli kahraman süvari bu puthaneye vardılar ve ateşe verip yaktılar, içindeki putları kırıp parçaladılar. Sonra da Ebu Ertat adlı kahramanı Peygamber (a.s.) Efendimiz'e olayı haber vermek üzere gönderdiler. Ebu Ertat Resûlüllah (a.s.)'a geldi ve şöyle dedi: "Ya Resûlüllah! Seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, o mabedi (puthaneyi) katranla sıvanan uyuz deve gibi yaptıktan sonra ben size gelmiş bulunuyorum.." Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) Efendimiz o giden 150 kahraman süvariyi beş defa üstüste tebrik edip onlar için bereket ve rahmet diledi.. [114]
Bütünüyle batıl üzere kurulan ve fitne yuvası haline getirilen böyle bir puthanenin yıkılması, Allah'a ibadet edilen bir mabedle asla kıyas edilemez...
Bu konuda bir diğer hadis Üsame b. Zeyd'den (r.a.) rivayet edilmiş bulunuyor. Üsame (r.a.) şöyle demiştir: "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz beni, Ubna adlı kasaba veya köyü yakmam üzere gönderdi ve şöyle buyurdu: "Sabah vakti oraya varmış ol ve yak!".
Ebu Davud'un Ebu Misher'den yaptığı rivayete göre, Ubna, Filistin tarafında bir köy veya kasabanın adıdır. Ancak bu hadisin isnadında Salih b. Ebi Ahdar bulunuyor. Buharı onun "leyyin" olduğunu belirtmişse de muhaddislerden önemli bir kısım onun zayıf olduğuna dikkat çekmişlerdir [115]. O bakımdan Evzai, Ebu Leys ve Ebu Sevr düşman yurdunu, ülkesini yakmanın mekruh olduğunu belirtmiş ve Ebu Bekir Sıddik'in sevk ettiği askerin kumandanına tavsiye buyurduğu on maddelik beyanı delil olarak göstermişlerdir [116]
Zorunlu bir sebep olmadığı takdirde bu üç müctehidin görüş ve içtihadıyla amel etmek daha uygundur. [117]
1- Orduyu düşmana karşı gönderirken "Bismillah" deyip sevket-mek sünnetir.
2- "Allah yolunda savaşın!" diyerek savaşın mukaddes bir görev olduğunu hatırlatmak da sünnettir.
3- Savaş esnasında ve savaştan sonra düşman askerine işkence etmek, azasını kesmek ve keyfî şekilde onu diri diri hedef edinmek caiz değildir.
4- Ateş ile yakıp azap etmek ve bu yolla, imha etmek uygun değildir. Zorunlu haller birer istisna teşkil eder.
5- Mümkün olduğu sürece çocuklar öldürülmez. Bu caiz değildir. Ancak zorunlu bazı haller müstesna.
6- Meyvalı ağaçlar kesilmez. Bu, mekruhtur. Ancak zorunlu haller müstesna sayılır.
7- Bayındır yerleri yıkıp yakmak caiz değildir veya mekruhtur. Yine zorunlu haller birer istisna teşkil eder.
8- Ganimet malından aşırmak haramdır.
9- Verilen söze uymamak, anlaşmayı tek taraflı bozmak mekruhtur. Kimine göre caiz değildir. [118]
Düşman kuvvet bakımından Müslümanlardan kat kat üstün olmadığı takdirde, savaşa katılan mü'minlerden birinin cepheyi bırakıp geri çekilmesi, düşmana karşı yürürken bırakıp kaçması haramdır, büyük günahlardan biridir. Bu tahrim kitap, sünnet ve icma' ile sabit olmuştur.
Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! (savaşmak üzere çıkıldığında) yavaş yavaş ilerlerken kafirlerle karşılaştığınız zaman, onlara arka çevirmeyin. Kim o gün, -savaşmak üzere bir tarafa çekilip yer almak veya diğer bir fırkaya ulaşıp mevzilenmek dışında- onlara arkasını döndürürse, şüphesiz ki Allah'ın gazabına uğrar ve onun yurdu cehennemdir. Orası ne kötü bir uğraktır." [119]
Ancak düşman sayı kuvvet ve teçhizat bakımından kat kat üstün olursa, o takdirde yeniden hazırlanmak ve caydırıcı bir kuvvet oluşturmak üzere savaşı bırakıp çekilmekte bir sakınca yoktur. Zira Allah ve Resulü bir mü'minin körü körüne kendini Ölüme atmasını istemez. Karşı koyacak bir güce, kuvvete sahip olmayan bir birliğin, kendisinden her bakımdan kat kat üstün bir orduyla savaşması, bir bakıma intihar olur.
Kur'an'da bu husus şöyle açıklanmaktadır:
"Ey Peygamber! Mü'minleri savaşa tahrik ve teşvik et.. Sizden sabreden yirmi kişi olursa ikiyüz kişiyi yenip alteder. Sizden yüz kişi olursa, o küfredenlerden bin kişiyi yenip alteder. Çünkü onlar (Hakkın gücünü, ilahi kudretin üstünlüğünü) idrak etmeyen anlayışsız bir topluluktur." [120]
Şüphesiz bu ayet silah bakımından günün şartlarına göre teçhiz edilen bir ordunun, o nisbette teçhiz edilmeyen bir orduyu- sayı bakımından onların onda bir nisbetinde bile olsalar- Allah'ın izniyle- yenebileceğine bir işarettir. Ancak o günkü îslam mücahidlerinin çoğunu Mekke ve çevresinden hicret edenlerle fakir kimsesizler oluşturuyordu. Teçhizat ve ikmal bakımından sonderece yetersiz olan bu mücahitlerin, kendilerinden gerek sayı, gerekse araç-gereç, silah ve teçhizat bakımından kat kat üstün olan müşriklerle ona karşı bir nisbetiyle savaşmaları çok zordu. O bakımdan Cenab-ı Hak bu işareti verdikten sonra günün şartlarına göre mücahidlere şu mesajı verdi: "Ama şimdi Allah, sizden yükü hafifletti ve sizde bir zaaf olduğunu bildi. Sizden sabreden yüz kişi olursa -Allah'ın izniyle- ikiyüz kişiyi yenip alteder. £ den bin kişi olursa, -Allah'ın izniyle- ikibin kişiyi yenip alteder. Alî sabredenlerle beraberdir." [121]
Ebu Hüreyre (r.a.) den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) şö buyurmuştur: "Helak edici yedi şeyden sakınınız!" Bunun üzeri as-hab sordu: "Onlar nelerdir?" Efendimiz (a.s.) cevap verdi:
1- Allah'a ortak koşmak,
2- Sihir ve büyü yapmak,
3- Haklı sebep dışında Allah'ın öldürülmesini haram ki İd bir canı (kişiyi) öldürmek,
4- Faiz yemek, yetim malını yemek,
5- Düşmana yaklaşıp savaş için cephe alındığında cephe arka dönüp kaçmak,
6- Suçtan habersiz mü'mine kadınlara zina suçu atın (isnad etmek),
7- Hicretten sonra badiyede oturan bedevilerin yanına tikal etmek (dönüp gitmek). [122]
Buharı, Müslim, Ebu Davud, Nesai ve Bezzar'ın rivayetinde he.1 edici yedi şey işlenip sıralanırken sadece altısından söz ediliyor, Tergib ve't-Terhib Taberani'den yaptığı rivayet ve tesbitte ise, yedi] şeyin, hicretten sonra badiyeye bedevilerin yanına nakledip gitm olduğu belirtilmiştir. [123].
îbn Abbas (r.a.) dan yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir:
"Sizden sabreden yirmi kişi olursa ikiyüz kişiyi yenip alted-er" ayeti inince, Allah bununla mü'minler üzerine, yirmi kişi oldukları takdirde ikiyüz kişiden kaçmamalarını farz kılmış oldu. Sonra hafifletici anlamda şu ayet indi: "Ama şimdi Allah, sizden yükü hafifletti ve sizde bir zaaf olduğunu bildi" ve böylece yüz kişinin ikiyüz kişiden kaçmamasını farz kıldı." [124]
Îbn Ömer (r.a,) dan yapılan rivayette, adı geçen diyor ki: "Resûlüllah (a.s.) Efendimizin hazırladığı askeri takımlardan bir takımda bulunuyordum. Takımdaki insanlar bir çeşit dönüş yaptılar. Dönüş yapanlar arasında ben de bulunuyordum. Sonra da kendi kendimize: "Şimdi ne yapacağız? Gerçekten biz savaş cephesinden kaçmış olduk ve ilahi gazaba uğramış olduk." Sonra da aramızda şöyle konuştuk:
"Kendimizi Resûlüllah'a (a.s.) bir arzetmiş olsak... Bizim için bir tevbe mümkün olursa ne a'lâ... Olmazsa, (dönüp düşmana karşı) gideriz. Böylece sabah namazından önce Resûlüllah'a (a.s.) geldik. Dışarı çıkıp: "Firar edenler kimlerdir?" diye sordu. Bizler de: "Biziz ya Resûîüllah!" diye cevap verdik. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz: "Hayır bilakis sizler tekrar savaşa yönelenlersiniz. Çünkü gerçekten ben sizin ve müsîümanlarm gelip yer alacağı takım ve birlik olarak bulunuyorum."
Bunun üzerine Resûlüllah'a (a.s.) yaklaşıp elini öptük. [125]
a) Hz. Ömer, Abdullah b. Ömer, İbn Abbas, Ebu Hüreyre, Ebu Said el-Hudri, Ebu-Nadre, İkrime, Nafî', Hasan, Katade ve Dahhak'a (r.a.) göre, ayetteki tahrim, Bedir Savaşma mahsustur. Zira o gün mü'minlerden geri çekilip kaçan kimsenin Resûlüllah (a.s.) Efen-dimiz'den başka gideceği yer, katılacağı birlik, sığınacağı bir mekan yoktu. O bakımdan arka çevirip kaçan kimse ancak düşman saflarında yer alabilirdi.
b) İmam Ebu Hanife de aynı görüş ve ictihaddadır.
c) Cumhura göre, ayet muhkemdir, umumidir. Hükmü kıyamete kadar bakidir. Çünkü Bedir Savaşı'ndan sonra inmiştir. O bakımdan sadece o savaşa has bir hüküm ifade etmiyor.
d) Diğer bazı ilim adamlarına göre, bu ayetin hükmü aynı sûrenin.66. ayetiyle kaldırılmıştır.
e) İmam Malik ve İmam Şafii'ye göre, müslümanlar sayı ve teçhizat bakımından yetersiz olur da kendilerinde bir zayıflık hissederlerse, o takdirde de ikiye karşı bir nisbetinde iseler, yine de geri çekilmeyip savaşmaları gerekir ve bu farz olur. Ama üçe veya daha fazlasına karşı bir nisbetinde olurlarsa, o takdirde düşmana arkalarını döndürmelerinde bir sakınca söz konusu değildir. [126]
f) ibn Kasım'a göre, savaşta arka çevirip kaçanın şahitliği makbul değildir. Ancak düşman birkaç kat fazla olursa, geri çekilmek caizdir. O da müslüman askerlerin sayısı 12.000'den aşağı olursa bu böyledir. Bu sayıyı veya daha fazla nisbetini bulan birliğin geri çekilmesi yine caiz değildir. Çünkü Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Oniki bin kişi elbette yenilmez." [127]
Ancak bu hadisi başka türlü yorumlayanlar da olmuştur. 12.000 kişi, kendinden bir kat fazla düşman karşısında yenilmez...
Ebu Hüreyre (r.a.) hadisini aynı zamanda Tirmizi ve îbn Mace tahric etmişlerdir. Tirmizi bu hadisi hasenlemiştir. Bu hadis sadece Yezid b. Ebi Ziyad tarikiyle bilinmektedir. Bu zat hakkında hadis imamları birçok şeyler söylemişlerdir. Bununla beraber hadis hep istidlal ve ihticaca salih görülmüş ve çoğu kaynaklar buna yer vermiştir. Müctehidlerin önemli bir kısmı buna ve ilgili ayete dayanarak savaş cephesini bırakıp kaçmanın haram olan büyük günahlardan sayıldığını belirtmişlerdir. [128]
1- Yedi helak edici, imanı zaafa uğratıp iyilikleri törpüleyici şeyden kaçınmak farzdır:
2- Allah'a ortak koşmak açık ve itikadı anlamda olursa küfürdür. Bu suretle ortak koşan murteddin kapsamına girer.
Gizli ve kasıt olmaksızın ortak koşarsa, günahkar olur. Farkına varınca tevbe ve istiğfar etmesi gerekir.
3- Sihirbazlık yapmak ve sihirbaza inanmak büyük günahlardan biridir. Bunun gibi büyü yapmak ve yaptırmak da haramdır, günahtır.
4- Haksız yere adam öldürmek haramdır, büyük günahlardandır. Kasden öldürmeden dolayı kısas gerekir. Hataen Öldürmeden dolayı diyet gerekir.
5- Faiz almak, faiz vermek ve aracı olmak da haramdır, büyük günahlardan biridir.
6- Haksız sebeplerle yetim malı yemek de haramdır. Ancak yetime vasi olur da geçim sıkıntısı çekerse, sıkıntısını giderecek nisbette yetim malından harcamasına cevaz verilmiştir.
7- Savaşta cepheden kaçmak kebair (büyük) günahlardan ve kesin haram kılman fillerdendir. Ancak düşman askerinin sayısı kat kat fazla olur, silah ve teçhizat bakımından çok üstün bir durum arzeder ve her an öldürülme veya esir düşme söz konusu olursa, o takdirde cepheden çekilmekte bir sakınca yoktur.
8- Namuslu, iffetli, suçdan gafil ve beri kadın ve erkeğe zina suçu isnad etmek de haramdır ve büyük günahlardan biridir. Suçu isnad eden kimse dört erkek şahid getiremediği takdirde müfteri durumuna düşer ve müeyyide olarak kendisine seksen değnek vurulur.
9- Düşman askeri sayı bakımından müslüman askerlerden bir misli fazla olursa, artık onlarla savaşmayıp cepheyi terkedip kaçmak affedilmesi çok zor bîr günahtır.
10- Düşmana karşı caydırıcı bir kuvvet hazırlamak, üstünlük sağlayacak vasıf ve özellikte ordu kurmak farzdır.[129]
Savaşta esir edilme durumunda olan mü'min şu iki şıktan birini seçebilir: Esirliği veya öldürülünceye kadar savaşmayı.
Şüphesiz esaret bir zillettir. Kişi birçok hürriyetlerinden mahrum edilerek aşağılanır, hakaret görür, işkenceye uğratılır. Özellikle islam düşmanlarına esir düşen bir mü'minin sağ ve salim geri dönmesi çok uzak bir ihtimaldir. O bakımdan yüce dinimiz hayat hakkı muhteremdir kaidesinden hareketle ona esirliği seçme cevazı vermekte ve dayanma gücünü ortaya koyup öldürülünceye kadar savaşmaya devam edebileceğini bildirmektedir. Zira esaret kaydı altında aşağılanarak, işkence edilerek bir hayat sürmektense Allah için sonuna kadar savaşmak elbetteki hayırlıdır. [130]
Ebu Hüreyre (r.a.) den yapılan rivayete göre, adı geçen şöyle demiştir: "Resûlüllah (a.s.) efendimiz on kişilik bir gurubu casus olarak bir tarafa gönderdi ve başlarına da Asım b. Sabit'i emir olarak koydu. Bunlar yola çıktılar ve Hed'et mevkiine geldiler -ki burası Usfan ile Mekke arasında bulunuyor.- Bunların geldiği beni Lihyan kabilesi yanında anılınca hemen harekete geçip çevreye dağılıverdiler ki, sayıları ikiytizü buluyor ve hepsi de ok atıcı idi. O on kişinin izlerini takibe koyuldular Âsim ve arkadaşları onları görünce yüksekçe bir yere sığındılar. Gelesi okçular onlara: "Oradan ininiz ve elinizi veriniz size kesin söz verip antlaşma yaparız ve sizden hiç birinizi öldürmeyiz." Bunun üzerine Asım b. Sabit grubun emiri sıfatıyla şöyle dedi: "Bana gelince, Allah'a yemin ederim ki bugün hiçbir kafirin koruması altına girmem. Allah'ım bizim bu durumumuzu peygamberine haber ver." Onun bu kesin cevabı karşısında okçular oklarını atıp Asım dahil yedi mü'mini öldürdüler. Geriye kalan üç kişi verilen ahd-u misak üzere indiler ki biri Hubeyb el-Ansari, biri Desine ve biri de başka bir adamdı. Okçular bunları yakalama imkanına sahip olunca yaylarının tellerini çıkartıp bunları sımsıkı bağladılar. Üçüncü adam: "Bu ilk gadir ve ihanettir. Allah'a yemin ederim ki benim için bunlar (öldürülenler) de güzel bir örnek vardır" diyerek diretti. Bunun üzerine onu çekip yerden sürüklediler ve kendilerine arkadaşlık etmesi için hayli sıkıştırdılarsa da o mü'min kabul etmeyip diretti. Bunun üzerine onu da öldürdüler ve geriye kalan Hubeyb ile Ibn De-sine'yi öldürmeyip Bedir olayından sonra Mekke'de köle diye sattılar...
Asım'ın duasını Cenab-ı Hak kabul etmiş ve durumu Hz. Peygambere bildirmişti. O bakımdan Peygamber (a.s.) olayı olduğu gibi ashabına haber vermiş ve o on müminin başına gelenleri anlatmıştı..." [131]
İlim adamları, bu hadisle istidlal ederek, zor durumda kalıp ya esir edilmekten veya öldürülmekten başka çıkış yolu bulunmayan kimsenin sonuna kadar savaşıp öldürülmesiyle esir edilmeyi kabul etmesi arasında muhayyer olduğunu belirtmişlerdir. Zira Resûlüllah (a.s.) ne esir eâilmeyi kabullenen iki sahabiyi, ne de bunu kabul etmeyip sonuna kadar mücadele verip şehit edilenleri kuramamıştır. Resûlüllah (a.s.)'m bu hususta susması her iki şıkkı da tasvip anlamına gelir.
Aynı zamanda ölümle burunburuna gelinip başka çareler kalmayınca hayatı kurtarmak için daha önce sakıncalı kabul edilen çıkışlar mubah olur.
Adı anılmayan ve müşriklere boyun eğmeğeceğini söyleyen ve o yüzden öldürülen üçüncü adam'm Abdullah b. Tarık (r.a.) olduğunu Şevkani tesbit etmiş bulunuyor.
Esir edilenlerden Habib'e gelince, uzun süre Mekke'de esir olarak tutuldu. Sonra da öldürülmesine karar verildi. Habib, bu arada bir aileye hizmet ediyordu. Ev sahibesi kadının şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Mekke ve civarında Habib'den daha hayırlı bir esir görmedim. Kızgın güneş altında ona işkence edilirken, kendisine taze üzüm takdim edildiğini gözlerimle gördüm ki, o mevsimde Mekke'de taze üzüm yoktu. Elleri ayakları zincirle bağlı idi. Üzüm onun ağzına konuluyordu ve böylece o kendine gelip yaşayabiliyordu."
Habib idam edileceği zaman abdest alıp iki rek'at namaz kılmak için izin istedi. Nasıl olduysa o merhametsiz insanlar Habib'm bu arzusuna karşı çıkmadılar ve izin verdiler. Habib çok acele bir abdest aldı ve çok hafif iki rek'at namaz kıldı. Sonra kendisini öldürecek olanlara şöyle dedi: "Eğer ölümden korktuğu için namazını uzattı demenizden endişe etmemiş olsaydım, bu iki rek'ati hayli uzun tutar ve kalbimin istediğini yerine getirirdim!"
Böylece Öldürülmeden önce ilk defa iki rek'at namaz kılan kişi, Habib olmuş ve Resûlüllah'm tasvip ve takririne mazhar olduğu için bir sünnet olarak kalmıştır.
Asım'a gelince, öldürüldüğü yerde bırakılmıştı. Kureyş ileri gelenlerinden birini savaşta öldürdüğü için bu kabilenin ona karşı aşırı bir kin ve intikam duygusu bulunuyordu. Birkaç kişi gönderip onun cesedinden kalan kısmı getirmelerini istediler. Ancak gelen kişilerle Asım'ın cesedi arasına fırtınayla birlikte kara bulut gibi bir şey girdi ve onun cesedini almaya imkan bulamadılar, geri dönmek zorunda kaldılar. [132]
îslam hile ve yalanı yasaklayıp büyük günahlardan saymıştır. Hatta Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'e: "Mü'min korkak olabilir mi?" diye sorulunca: "Evet olabilir" diye cevap vermiştir. "Mü'min cimri olabilir mi?" sorusuna yine: "Olabilir" diye cevap vermiştir. "Mü'min yalancı olabilir mi?" sorusuna ise: "Hayır, mü'min yalancı olamaz..." buyurarak imanla yalanın bir kalpte birarada bulunmasının adeta imkansızlığına işaret etmiştir.
Ancak Öyle durumlar var ki, ortaya çıktığı takdirde yalana cevaz verilmiştir. İlim adamları hadislerin ve uygulamaların ışığında bu durumları üç madde halinde belirlemişlerdir: Savaşta, iki mü'minin arasını düzeltmede ve bir de kan-kocanm bazı hususlarda birbirlerini idare etme durumunda... [133]
Cabir (r.a.) den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) şöyle buyurmuştur: (lKim Kab b. Eşrefin işini bitirir? Çünkü o gerçekten Allah'a ve Allah'ın Resulüne eziyet etmektedir," Bunun üzerine Muhammed b. Mesleme (r.a.) sordu: 'Ta Resûlallah! Onu öldürmemi arzu eder misin?" Efendimiz de: "Evet" diye cevap verdi. O halde bana izin ver de senin yanında söylenmesi helal olmayan şeyleri söyleyip (onu öylece öldürebileyim)" diyerek (yalan söyleyebileceği bir durumun söz konusu olabileceğini belirtti.) Efendimiz (a.s.) Ona: "(Sana cidden bu hususta izin ver-mdde arzunu yerine) getirmiş oldum" buyurdu. Bu ruhsat üzerine Muhammed b. Mesleme, Kab b. Eşrefe gitti ve şöyle dedi: "Doğrusu şu kişi, yani Peygamber (a.s.) bizim üzerimize emir ve yasaklarla ağır bir yük koymuş bulunuyor ve bizden zekat ve sadaka talep edip onu (onu k^u^ine göre belirlediği yere koyuyor). Bunun gibi şeylerde vallahi ona uymaktayız. Durumumın ne olacağını, işin sonunun nereye varacağını bekleyip duruyoruz. O bakımdan şimdilik onu terketmeyi hoş görmüyoruz."
Böylece Muhammed b. Mesleme ona, buna benzer şeyler söyledi ve hayli konuştuktan sonra imkan bulup onu öldürdü. [134]
Ümmu Gülsüm binti Ukbe (r.a.) dan yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir: "Ben Resûlüllah'dan (a.s.) insanların dedikleri yalandan bir şeye ruhsat verdiğini duymadım, ancak şu üç hususta ruhsat verdiğini duydum: Savaşta, insanların arasını ıslahta ve kocanın karısına, kadının da kocasına (bazı hususlarda) konuşmasında..." [135]
a) İmam Nevevi'ye göre, hadisin zahiri delaletinden üç hususta yalan söylemenin mubah olduğu anlaşılıyor. Ancak buna yalan değil de ta'riz demek daha uygun olur. Ta'riz: karşısındaki kimse düşünüp söylenen sözün neye delal ettiğini anlamaya çalışan diye üstü örtülü söz demektir.
b) Ibnü'l-Arabi'ye göre, savaşta, müslümanlara şefkat ve merhametten dolayı istisnai bir durum olarak yalana cevaz verilmiştir. Çünkü o durumda Müslümanların buna ihtiyacı vardır. Aklın bu hususta ruhsata mecali yoktur. Eğer yalanın haram kıhnması akılla olsaydı, o hiçbir zaman helale dönüşmezdi. [136]
Bunun gibi, Resûlüllah (a.s.) bazan savaşa çıkarken doğu cihetine yöneleceği halde batı cihetine ve bazan da bunun aksine olan cihete yönelir ve hedefi hemen belli etmede birtakım sakıncaların doğabileceğini hesaba katarak bu taktiğe başvururdu.
Ayrıca muztar durumda kalıp başka çıkış yolu bulamayan bir mü'min o vaziyette durumu kurtarmak için yalan söyleyebilir. Zira zaruri haller mahzurlu şeyleri mubah kılabilir.
Karı-koca arasındaki yalana gelince, karşılıklı hakları iskat et-miyecek hususlarda mubah olabilir. Meselâ, kadının nafaka hakkı vardır. Adam karısını bu haktan mahrum etmek için yalan söyleyemez; yani buna ruhsat verilmemiştir. Haklar zedelenmeksizin bazı hususlarda çiftler arasında yalana ruhsat verilmiştir. Meselâ adam karısının bazı istekleri karşısında onu reddetmeyip birtakım vaadlerde bulunur ve mali durumu müsait olmadığı için o vaadlerin bir kısmını yerine getirmemiş bulunabilir. Kadın ısrar edince de adam onu inandırmak için' yalan söyleyebilir.
Nitekim Safvan b. Selim'den yapılan rivayete göre: Bir adam, Resûlüllah'a (s.a.v.) gelerek: "Ya Resûlaîlah! Kanına yalan söyleyebilir miyim?" diye sordu. Efendimiz ona: "Yalanda hiçbir hayır yoktur" buyurdu. Adam bu defa: "Ben ona bazı vad'lerde bulunuyor ve ona karşı yalan söylüyorum." Efendimiz ona: "Bu takdirde sana bir vebal, günah, yoktur" buyurdu. [137]
Enes (r.a.) den yapılan rivayete göre, Haccac b. Âlât, Mekke müşriklerinin elinde kalan mal ve servetim kurtarmak için bazı yalanlar söylemesine izin vermesi için Resûlüllah'a (s.a.v.) başvurmuş ve Efendimiz de ona izin ve ruhsat vermiştir. Böylece o da Mekke'ye gelip, Hayber savaşında müslümanlarm hezimete uğradığım söyleyerek bir bakıma zahiren memnuniyetini izhar eder gibi bir görüntü vermiş ve kalan malını kurtarmaya çalışmıştır.
Bu olayı Nesai, İbn Hibban ve Hakim tahric etmişlerdir. Aynı zamanda îbn Hibban ile Hakim bunu sahihlemişlerdir.
Görüldüğü üzere, mal ve can tehlikede olduğu takdirde kısmî yalana ruhsat verilmiştir.
İbrahim Peygamber (a.s.) da cana vaki olacak tehlikeyi dikkate alıp üç yerde üstü kapalı bir ifade kullanarak zahiren yalan, gerçekte ise doğruyu söylemiştir:
1- Putperestler bayram yerine çıkıp putlarına secde ederek bir ayin yapmayı düzenledikleri zaman İbrahim'i de bayram yerine çıkmaya çağırdıklarında Hz. İbrahim (a.s.) onlara: "Doğrusu ben hasta ve rahatsızım" diyerek çıkmamıştır. Oysa İbrahim (a.s.) sağlığı bozulmuş değildi. Zahiren yalan gibi anlaşılıyorsa da oysa gerçekte onların bu tür davranışlarına karşı ruhen ve kalben rahatsızlık duyuyordu.
2- Eline halta alıp putları kırıp parçaladıktan sonra baltayı en büyük putun boynuna asıp ayrılmıştır. Müşrikler bu feci manzara karşısında harekete geçip sonunda ibrahim adına bir gencin bu işi işlediğini öğrenince onu çağırıp sormuşlardı: "Ya İbrahim, putlarımıza bu fiili sen mi işledin?" O da: "Bilakis bu işi onların (putların) en büyüğü yapmıştır. Eğer konuşabiliyorlarsa onlara bir sorun!" diye cevap vermiştir. [138]
3- Mısır hükümdarı, İbrahim'in (a.s.) yanındaki Sare'ye gözünü takmıştı ve sordu: "Şu yanındaki kadın eşin midir?" İbrahim (a.s.) onun kötü maksadını anlamakta gecikmedi ve: "O benim kızkardeşimdir" diye cevap verdi.
Aslında İbrahim (a.s.) hem tehlikeli olan durumdan kurtulmayı planladı, hem de üstü kapalı bir ifade kullandı. Zira eşi Sare aynı zamanda onun din kardeşi olarak bulunuyordu.
İnkarcı veya şüpheciyi inandırmak veya dine iyice ısındırmak için Allah ve Peygamber adına yalan söylemek büyük günahlardandır. Buna asla cevaz verilmemiştir. Hem islami hakikatler hikmet ve felsefesiyle anlaşılır bir dille anlatıldığı takdirde zaten kabule şayan bir özelliktir. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ümmetini bu konuda uyarak şöyle buyurmuştur: "Kim bile, bile kasden benim üzerime yalan söylerse ateşteki yerine hazırlansın!" [139]
Doğru söylemek suretiyle maksada ulaşma imkanı _olduğu sürece -yalana cevaz yoktur. Bu genel bir kural olarak bulunuyor. [140]
129 No'lu Cabir hadisi özetlenip nakledilmiştir. Hadis sahih olup istidlale sahih görülmüştür.
130 No'lu Ümmu Gülsüm hadisi de muhtasaran verilmiştir. Sahihtir.
Bu iki hadisi destekler anlamda Tirmizi'nin Esma binti Yezid'den (r.a.) rivayet ettiği şu hadis konuyu biraz daha açıklamaktadır:
"Ey insanlar! Kelebeklerin ateş etrafında peşpeşe dolaşıp uçuştukları gibi yalan üzerine peşpeşe birbirinizle yarışırcasına dönüp dolaşmanıza sizi iten nedir? Uç durum dışında yalanın tümü Adem oğluna haramdır. O üç durum şomlardır: Hoşnut edebilmek için adamın karısına karşı yalan söylemesi, savaşta olumlu sonuç alabilmek için adamın yalana başvurması ve bir de aralarını düzeltmek için iki müslüman arasına giren kimsenin yalan söylemesi..." [141]
1-İslam'a durmadan zarar verip ilahi hükümleri ve peygamberi küçümseyerek kutsal değerlere dil uzatan bir gayr-i muslini kişi, dönüş yapmadığı takdirde, devlet reisi onun öldürülmesine emir verebilir.
2- Dil uzatan kişi, zimmi veya harbi ise hüküm böyledir. Müslüman ise, murteddin ahkamına göre amel edilir. Müctehidlerin çoğuna göre, yakalanmadan önce pişmanlık duyup tevbe ve istiğfar ederek yeniden İslam'a dönerse öldürülmeyip affedilir.
Bu konuda farklı görüş ve ictihadlar da bulunuyor. Onlara özel kısmında yer vermiş bulunuyoruz.
3- Savaş daha çok hile ve yalandır. O bakımdan düşmanın moralini bozmak, mü'minlerin cesaretini artırmak için savaşta yalan söylemekte bir sakınca yoktur.
4- Dargın olan veya birbirine hasım durumunda bulunan iki müslümanm arasını düzeltmek için araya giren kimsenin gerekirse yalan söyleyebileceğinde de bir sakınca görülmemiştir.' Çünkü amaç ıslahtır, ifsat değildir.
5- Karı-koca birbirini hoşnut etmek, kırıcı bir durumun meydana gelmesini önlemek için birbirlerine karşı aşırı olmamak üzere bazan yalan söyleyebilirler.
6- Üç durum müstesna yalan kesinlikle haramdır.
7- Can ve mal tehlikeye girdiği durumlarda can ve malı koruyup kurtarmak için zalim zorbaya, mütecaviz katile karşı yalan söylemekte bir beis yoktur.
8- Peygamberlik iddiasında bulunan Kezzab Müseyleme'nin yakaladığı iki sahabiden biri ölümle kesin şekilde tehdit edildikleri için Müseyleme'nin iddiasını dil ile tasvip ettiği ve bu suretle canını kurtardığı bu konuda meşhur misallerden biridir.
9- Zaruri durumlar mahzurlu şeyleri mubah kılar kuralına göre bu hususta da amel edinilebilir. Şüphesiz zaruri durumlar ölüm tehlikesi ve önemli sayılacak ölçüde mal tehlikesidir.
10- Maksada doğru ile ulaşmak mümkün olduğu sürece yalana cevaz yoktur.
11- O bakımdan gerek zaruri durumlarda, gerekse iki müslümanm arasını düzeltmede ve gerekse karı koca arasında doğruyu söylemek suretiyle neticeye varmak mümkün olduğu takdirde yalana başvurulmaz.
12- İlim adamlarından bir kısmına göre, yalan söylemeye ruhsat üç şeyle sınırlanmıştır. Çoğuna göre ise, bu tahdidi değildir. Benzeri
13- Zira Ka'b b. Eşrefin öldürülmesini üstlenen Muhammed b. Mesleme bir savaşta bulunmuyordu. Allah ve Peygamber düşmanı bir yahudiye ulaşıp onu ustaca öldürmenin yol ve çarelerini araştırıyordu. Resülüllah (a.s.) bazı icraatları karşısında şimdilik Ona uyduklarını, ileride durumun ne olacağının meçhul olduğunu söylemesi zahiri bir yalan idi.
14- Sonra da can ve mal tehlikesi karşısındaki durum, belirtilen üç durumun dışında bulunuyor. O bakımdan sözü edilen üç durum tahdidi değildir.
15- Mal ve can tehlikesi ve tehdidi karşısında doğruyu söyleyip öldürülen kimse şehadet mertebesine erişir, ilim adamlarının çoğuna göre, bu yüzden sorumlu tutulmaz.
16- Dinî hususta ya kendini bilgin göstermek veyahut karşısındaki kişiyi ikna etmek için taviz vermek, ilahi ahkamı değiştirmek asla caiz değildir. Son derece tehlikelidir ve dinden yana olumsuz sonuçlar doğurur. [142]
İslam'dan önceki semavi dinlerde ganimet helal kılınmamıştı. Çünkü gerek Tevrat, gerekse İncil israil oğullarına indirilmiştir, fea (a.s.) da israil oğullarına gönderilen bir peygamberdir.,Kendisine indirilen incil'de Tevrat'ın bazı hükümlerini değiştiren hükümler yer almaktadır. Sadece bir kavmi muhatab etjinen ve onların doğru yolu bulmalarını sağlayacak hükümler ihtiva eden bir dinin yayılma politikası yoktu. Ancak israil oğulları kutsal toprakları elde etmek ve asıl yurtlarına kavuşmak için savaşmak zorunda kalmışlar ve Cenab-ı Hak da bu sebeple kutsal topraklara girmelerini ve orayı işgal etmiş olan zorba zalimleri dışarı çıkartmalarını emretmiştir.
Ö bakımdan belli sınırlar içinde kalıp tebliğ ve irşadı kendi aralarında sürdüren israil oğullarına ganimet haram kılınmış ve dünyalığa aşırı meyli olan bu millete bu kapı açılmayıp kapalı tutulmuştur,
islam'a gelince, bu din hem en son, hem de cihaşümul (evrensel) olma özelliğiyle bütün milletlere, ülkelere ve çağlara hitap etmektedir ve kıyamete kadar da bu özelliğini sürdürecektir. Tebliğ ve irşad sistemi bir kavim ve bir ülkeyle sınırlı olmayıp bütün dünyayı kapsamaktadır. Bütün dünya ülkelerini karşısına alan islam'ın bu azamet ve yüceliği nisbetinde düşmanları da çoktur ve çok olmaya devam edecektir. O bakımdan islam her an bir savaşın eşiğinde bulunuyor. Savaşabilmek için her bakımdan güçlü olması gerekiyor. Aynı zamanda Islama saldıran düşmanlar hiçbir sınır tanımadan kati ve yağmalamayı kendilerine mubah saymaktadırlar. Buna karşı islam» haksız yere adam öldürmeyi, çocukları yetim, kadınları dul bırakmayı hiçbir zaman tasvip etmez. Bunun için savaş bayrağını açmaz. Hakkı, adaleti, ahlaki değerleri ve bunların üstünde Allah'ın son mesajı olan Kur'an'ı kalp ve kafalara enjekte etmeyi amaç seçer. Onun bu amacını engellemeğe kalkışanlarla savaşmayı mubah sayar ve böylece yeryüzünde Allah'ın dini üstün olsun, fitne ve fesat ateşi sönsün, insanlar huzur ve güvene kavuşsun diye savaşa cevaz verir.
Bu suretle elde edilen ganimetlerin beşte dördü o ganimetleri elde eden mücahitlere dağıtılır ve beşte biri de din ve devlet işlerini yürütmek için Peygambere ve Ondan sonra islam halife ve sultanına-tahsis edilir. [143]
Amr b. Absete'den (r.a.) yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir: "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ganimet devesine doğru yönelik olarak bize namaz kıldırdı ve selam verince devenin yan kısmından biraz tüy alıp şöyle buyurdu: "Sizin elde ettiğiniz ganimetlerden şu kadarı bile bana helal değildir. Ancak beşte bir nisbe-ti bana helaldir; onu da tekrar size döndürüyorum." [144]
Übade b. Samit (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen diyor ki: "Resûlüllah (a.s.) ashabıyla beraber çıktığı bir gazve (savaş) de ganimet malı olarak taksim edilmiş bir deveye doğru (deve kıble cihetinde bulunduğu için) onlara namaz kıldırdı. Selam verince kalkıp o deveye doğru ilerledi yan tarafından biraz yün alıp şöyle buyurdu: "Şüphesiz bu sizin ganimetlerdendir. Benim için ancak sizinle beraber olan nasibimdir, sadece beşte bir nis-betîdir. O beşte bir de size döndürülmüş oluyor. Artık siz ipliği de iğneyi de, bundan büyük ve küçüğünü de getirip yerine koyun (zimmetinizde tutmayın)." [145]
Amr b. Şuayb (r.a.) den, o da babasından ve dedesinden Havazm kıssasıyla ilgili olarak şöyle rivayet etmiştir: "Şüphesiz Peygamber (a.s.) Efendimiz bir deveye yaklaşarak onun hörgücünden biraz yün tutup aldı ve sonra şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Şüphesiz ki şu fey (ganimet) ten benim için bir şey olmadığı gibi şu elimde tuttuğum azıcık yün de benim için olamaz. Sadece beşte bir nis-beti banadır ve o da size geri döndürülmüş oluyor. Artık bu durumda iğneyi de ipliği de getirip yerine koyun (zimmetinize geçirmeyin)." [146]
Kur'an'a Göre Ganimetin Beşte Biri:
Enfal Suresinde savaşta elde edilen ganimetin beşte birinin Allah'a, Peygamberine, peygamberin yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara ait olduğu belirtilmektedir.
Şüphesiz bu açıklamadan maksat, elde edilen ganimetin beşte biri Resûlüllah (a. s.) Efendimiz'e tahsis edilmesiyle hem Resûlüllah'm aile ve yakınlarının nafakasını, geçimini karşılamaya, hem de din ve devlet işlerini yürütmeye yöneliktir. Allah'a aittir buyurulmasının anlamı budur. Aynı zamanda mü'minlerden fakir, yoksul, yetim ve yolda kalmışlara da bu beşte birden verilir.
Ayetin meali:
"Bilin ki (savaşta) elde ettiğiniz ganimetin beşte biri Allah içindir: Peygambere, yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir..." [147]
Yukarıda meal ve metnini naklettiğimiz hadîsler de aynı hükmü ifade etmektedir. Hiç kimsenin bu taksim dışında kendine ganimetten bir şey ayırması, zimmetine geçirmesi helal olmaz. Sadece mücahidin, öldürdüğü kafirin üzerindeki elbiseyi alma ruhsatı söz konusudur ki, onu bundan sonra detayıyla açıklayacağız. [148]
Savaşta elde edilen ganimetin beşte birinin Allah'a ait olduğu belirtilmiş bulunuyor. Bu, Allah'a ayrılacak bir hisse anlamına değil, O'nun rızası doğrultusunda muhtaçlara ve lüzumlu yerlere ulaştırılmasına yönelik bir anlatım tarzıdır.
a) Hasan, Katade, Ata1, İbrahim en-Nahai ve Sevri'ye göre,
beşte bir pay Allah ve Resulüne aittir. Yani Allah için O'nun peygamberine ve peygamberinin uygun gördüğü cihetlere aittir. Nitekim Kur'an bu cihetlerden bir kısmını da belirlemiş bulunuyor.
b) Ebu Ali'ye göre, beşte bir pay altı kısma ayrılır: Bir payı Allah adma Kabe'ye tahsis edilir. Diğeri ise belirtilen dört sınıfa taksim edilir. [149]
Resûlüllah'm (a. s.) vefatından sonra bu beşte bir kime verilir? [150]
a) İmam Ebu Hanife'ye göre, beşte bir hisse, Resûlüllah'm (a.s.) vefatından sonra Kur'an'da belirtilen dört sınıfalaksim edilir. Halifeye verilmez. [151]
b) Diğer müctehidlerin çoğuna göre, sözü edilen beşte bir hisse, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in vefatından sonra Halife'ye tahsis edilir. O da bu hisseyi hem kendi ihtiyacı, hem de Kur'an'da belirlenen dört sınıfın ihtiyacı için harcar. [152]
a) îmam Şafii'ye göre, Haşim oğulları ile Abdulmuttalib oğullarıdır.
b) Diğer ilim adamlarından bir kısmına göre, Kureyş kabilesinin hepsidir.
c) Kendilerine zekat helal olmayan yakınlarıdır. Bunlar da Abbas, Cafer, Akiyl aileleri ile Abdulmuttalib oghı Haris ailesidir. [153]
Ganimetin beşte dördü ise mücahit gazilere dağıtılır. Ancak bunlara dağıtım nisbeti üzerinde farklı görüş ve yorumlar ortaya çıkmıştır:
a) imam Ebu Hanife'ye göre, savaşa katılan süvarilere iki, piyadelere bir sehim verilir.
b) îmam Şaûî, îmam Malik ye îmam Ahmed'e göre, süvariye üç, piyadeye bir pay verilir.
Ayrıca ganimetten, savaşa katılan kadın ve çocuklara da bir şeyler verilir. Zira bunlar savaşta daha çok geri hizmetlerde bulundurulurlardı.
Resûlüllah (a. s.) ganimetten ayrılan beşte bir hisseyi, Nesai'nin de tesbit ve rivayetine göre, Resûlüllah (a. s.) kendi evine değil daha çok muhtaçlara dağıtmıştır. [154].
Amr b. Anbese hadisi hakkında Ebu Davud ve el-Münziri susup bir görüş beyan etmemişlerdir. Şüphesiz Ebu Davud'un bir hadis hakkında susması, o hadisin sahih olduğuna işarettir. Nitekim yapılan ciddi tesbitlere göre, hadisin ricalinin hepsi sikadır. O bakımdan hadis istidlale salih görülmüştür.
Ubade b. Samit hadisini aynı zamanda Nesai ile îbn Mace tahric etmişler ve Hafız îbn Hacer bu rivayeti hasenlemiştir. Ayrıca bu mealde bir rivayet de Cübeyr (r.a.) den ve Irbad b. Sariye'den yapılmıştır. O bakımdan rivayetler birbirini kuvvetlendirmektedir.
Amr b. Şuayb hadisini Hafız îbn Hacer hasenlemiştir. [155]. Aynı zamanda aynı hadisi îmam Malik ile îmam Şafii de tahric etmişlerdir. [156].
1- Ganimeti islam dini mücahitlere helal kılmıştır..
2- İslam'dan Önce başkasına helal kılınmamıştır.
3- Ganimetin beşte biri Allah adına Resûlüllah'a (a.s.) aittir.
4- Resûlüllah (a.s.) bu beşte biri kendi yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara ve lüzumlu gördüğü yerlere harcamıştır.
5- Resûlüllah (a.s.) efendimiz'den sonra beşte bir nisbet Kur'an'da belirtilen dört sınıfa sarfedilir. Bu, îmam Ebu Hanife'nin görüşüdür.
6- Diğer müctehidlerin çoğuna göre, beşte bir halifeye tahsis edilir.
7- Savaşa katılan süvarilere, kimine göre iki, kimine göre üç sehim, piyadelere bir sehim verilir.
8- Geri hizmetlerde bulundurulan kadm ve çocuklara da halife veya baştaki kumandanın uygun gördüğü şekilde bir şeyler verilir.
9- Mücahidler elde ettiklerini getirip başlarındaki kumandana teslim ederler. Kendilerine bir şey ayırmaları, zimmetlerine bir şey geçirmeleri haramdır. [157].
Yukarıda açıkladığımız üzere savaşta elde edilen ganimetlerin beşte biri Resûlüllah'a (a.s.) beşte dördü ise mücahitlere verilir. Şüphesiz elde edilen bu ganimetler, mağlup olan düşman tarafının bırakıp kaçtığı gıda maddeleri, araç gereç, silah ve mühimmattır. Sonra da fetih suretiyle işgal edilen belde ve kasabada teslim olmayıp sonuna kadar savaşıp ya esir düşen veya öldürülenlerin bıraktığı mal ve arazidir.
Savaş esnasında İslam mücahitlerinden birinin düşman askerinden öldürdüğü kimsenin üzerindeki elbisesi ve nevalesi ona, yani o mücahide ait olur. Bu daha çok mücahitleri teşvik anlamında belirlenen ve ganimetten başka mali bir mükafattır. [158].
Ebu Katade (r.a.) den yapılan rivayette şöyle demiştir: "Resûlüllah (a.s.) Efendimizle beraber Huneyn Savaşma çıktık. Düşmanla karşılaşınca müslümânların çoğu dağınık bir hareket halinde bulunuyordu. Derken müşriklerden bir adamın müslüm anlardan bir adam üzerine çıktığını gördüm. Ona doğru bir çarh eyledim ve arka tarafından yaklaşarak boynu ile omuz bitişiğine bir kılıç darbesi vurdum. Adam hemen dönüp beni tutarak alabildiğine sıktı ve ben onda ölüm kokusunu hissettim. Sonra çok geçmeden öldü ve beni bırakıverdi.1 Bu arada kalkıp Hz. Ömer'e (r.a.) kavuştum. O bana: 'İnsanlarımızın durumu nasıl?" diye sordu. Ben de: "Allah'ın emri" diye cevap verdim. Sonra insanlar dönüp geldiler ve Resûlüllah (a.s.) oturdu, şöyle buyurdu: "Kim (düşmandan) bir kişi öldürürse -ki bunu bir beyyine (şahit ve belge) ile isbat etmesi gerekir- o takdirde öldürdüğü kimsenin elbise ve nevalesi onun olur." Bunun üzerine ben kalkıp dedim ki: "Kim benim için şahitlik yapar?" Sonra oturdum. Sonra Resûlüllah (a.s.) tekrar etti. Ben yine kalktım ve: "Kim benim için şahitlik yapar?" dedim ve oturdum. Resûlüllah (a.s.) aynı sözü üçüncü defa söyledi ve ben yine kalktım.... Derken Resûlüllah (a.s.) bana: "Sana ne oluyor ya Eba Katade?" diye buyurdu. Ben de olup biteni anlattım. Bu sırada bir adam ayağa kalktı ve: "O doğru söylüyor ya Resûlallah! Onun öldürdüğü adamın elbise ve nevalesi benim yanımda duruyor. Onu kendi hakkından vazgeçmede razı eyle" dedi. Bunun üzerine Ebu Bekir Sıddik (r.a.) şöyle müdahalede bulundu: "Hayır, Allah'a and olsun ki, Resûlüllah (a.s.) Allah ve Resulü yolunda savaşan aslanlardan bir aslanı kasdedip onun hakkı olan elbise ve nevaleyi sana vermez." Bu müdahaleyi dinleyen Resûlüllah (a.s.) Efendimiz: "Ebu Bekir doğru söyledi ve o adama, aldığın elbise ve nevaleyi Ebu Katade*ye ver" diye buyurdu. O da getirip bana verdi. Zırhı satıp karşıbğında Beni Seleme kabilesinden bir bostan aldım. İşte islam d a ilk asıl mal edindiğim bu oldu." [159]
Enes (r.a.) den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.) Huneyn^ Savaşında şöyle buyurmuştur: "Kim (düşman tarafından) birini öldürürse, öldürülenin elbise ve nevalesi ona verilir. Ashabdan Ebu Talha bu savaşta yirmi kişiyi öldürmüş ve onların elbise ve nevalesini almıştı." [160]
Diğer bir rivayette ise şöyle buyurmuştur: "Kim bir adamı öldürüp kanını akıtırsa, öldürülenin elbise ve nevalesi onadır." Bunun üzerine Ebu Talha, 21 kişinin elbise ve nevalesiyle çıkageldi.
Avf b. Malik (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen, Halid b. Velid'e şöyle demiştir: "Bilmez misin ki, Resûlüllah (a.s.) elbise ve nevalesinin onu öldürene verilmesini hükmetti..." [161]
Avf b. Malik ile Halid b. Velid'den (r.a) yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz öldürülen müşriklerin elbise ve nevalelerini humus arasına sokmamıştır. [162].
a) Cumhura göre, savaşta bulunan mücahid, öldürdüğü kafirin elbise ve nevalesine hak kazanır. Zira bunda mü'minlerin daha çok iştiyakla savaşmalarına teşvik vardır.
b) Hanefi ve Maliklere göre, imam (devlet başkam) veyahut başlarındaki en yetkili kumandan savaştan önce veya savaş esnasında bunu şart kılmışsa, o takdirde öldürülen müşriklerin elbise ve benzeri özel eşyaları onları öldüren müminlere verilir. Şart koşmadığı takdirde, elde edilen her şey ganimet malı sayılır ve taksime tabi tutulur.
c) imam Malik'den yapılan bir ri ayette, imam veya ordu kumandanı böyle bir hüküm verip vermemekte serbesttir. Kadı İsmail bu görüşü uygun kabul etmiştir.
d) İmam Şafii'ye göre, öldürülenlerin özel eşyaları çok miktarda olursa, ganimet kapsamına alınır ve taksimata tabi tutulur. Az ise, müşrikleri öldüren mücahitlere verilir. Nitekim Mekhul ile Sevri de aynı görüştedirler.
îbn Ömer ve îbn Abbas'dan da (r.a.) bu anlamda rivayet yapılmıştır. [163]
e) İmam Ebu Hanife ve arkadaşlarından, İmam Şafii ve İmam Yahya'dan yapılan bir diğer rivayette ise, öldürülenlerin elbise ve özel eşyası humus kapsamına alınmaz.
Ganimetle İlgili Ayet Umum İfade Etmektedir:
"Bilin ki (savaşta) elde ettiğiniz ganimetin beşte biri Allah içindir..." mealindeki Enfal Suresi 41. ayet ganimet konusunda elde edilenin tamamının beşte biri Allah için: Resûlüllah'a (a.s.) aittir. Geriye kalan beşte dördünün de savaşan mücahitlere taksim edileceği sahih hadislerle açıklanmıştır. O bakımdan, Öldürülen müşrikin elbise ve özel eşyasının onu öldüren mü'mine verileceğine veya ona ait olacağına dair ayette bir işaret bulunmadığı için, öldürülenlerin özel eşyasının da ganimete dahil olduğunu ve belirtilen şekilde taksim edileceğini söyleyenler bu ayetle istidlal etmişlerdir.
Konuyla İlgili Hadisler Bu Umumu Hususi andımı aktadır:
Ayet her ne kadar umum ifade ediyorsa da sahih hadis bu umumu hususi andırmakta olup ayete açıklık getirmektedir. Özel eşyalar, öldüren kimseye verilir diyenler bu hadislerle istidlal etmişlerdir. [164]
Ebu Katade hadisi sahih olup istidlale salihtir. Hadis her bakımdan, savaşta öldürülen bir kafirin özel eşyasının onu öldürene ait olduğunu, yani ona verilmesinin uygun olacağını ifade etmektedir. Ancak bunun, baştaki imamın (devlet başkanı, veya ordu kumandanının) re'yine ve ihtiyarına bırakıldığı hususu da hadisten anlaşılmaktadır.
Enes hadisi hakkında Ebu Davud bir görüş beyan etmemiştir. Bu hadisin sahih olduğuna işarettir. Zira isnadındaki ricalin hepsi sahihtir.
Avf b. Malik hadisine gelince, bunun isnadında îsmail b. Ayyaş bulunuyor ki, bu zat hakkında hayli şeyler söylenmiştir. [165]
Hevazin Savaşma katılan Seleme b. Ekva1 (r.a.) bu savaşta öldürdüğü müşrikin devesini ve özel eşyasını kendine ayırıyor. Sonra Resûlüllah (a.s.) öldürülen o adama rastlıyor ve soruyor: "Bunu kim öldürdü?" Orada hazır bulunanlar da: "Seleme b. Ekva1 öldürdü" diye cevap veriyorlar. Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.): "Bunun elbisesinin tamamı Seleme'yedir" buyuruyor.
Bu hadisi Buhari ve Müslim ittifakla rivayet etmişlerdir. Öldürülenin elbise ve özel eşyasının katiline verileceğine delalet etmekte olduğundan nıüctehidlerin bir kısmı bununla da istidlal etmişlerdir.
Abdurrahman b. Avf (r.a.) den yapılan rivayete göre, adı geçen şöyle demiştir: "Bedir Savaşında saf arasında yerimi almış dururken bir ara sağ tarafıma baktığımda Ensar'dan henüz yüzlerinin tüyü bitmemiş iki çocuk arasında olduğumu fark ettim. (Bu çocuklar yaklaşık 9-10 veya 10-11 yaşlarında bulunuyorlardı.) Bu ikisindense daha güÇlü iki adam arasında olmayı temenni ettim. Bunun üzerine o çocuklardan biri beni çimdikliyerek şöyle sordu: "Amcacığım, Ebu Cehl'i tanıyor musun?" Ben de: "Evet tanıyorum. Kardeşimin oğlu, onunla hacet ve ilgin nedir?" dedim. Çocuk bana şu cevabı verdi: "Bana verilen bilgiye göre, Ebu Cehl denilen kafir, Resûlüllah'a (a.s.) dil uzatıp eziyet etmiştir. Canımı kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, eğer onu görecek olursam ondan ve benden eceli en yakın olan birimiz ölmedikçe onun peşini bırakmayacağım!" Çocuğun bu sözüne hayret ettim. Arkasından diğer yanımdaki çocuk beni çimdikledi ve arkadaşının söylediklerini o da söyledi. Ben de insanlar arasında gözümle Ebu Cehl'i aradım ve onu görünce gözümü hiç ayırmaksızın o iki çocuğa: "Görmek ister misiniz? Kendisinden söz edip sorduğunuz adam işte şudur" dedim. Bunun üzerine savaş başlar başlamaz bu iki çocuk kılıçlarını çekip Ebu Cehl'in üzerine atıldılar ve kılıç darbeleriyle onu öldürdükten sonra ,gelip Resûlüllah'a (a.s.) durumu arzettiler. Resûlüllah (a.s.) onlara: "Onu hanginiz öldürdü?" diye sordu. İkisi de: "Ben öldürdüm" diye cevap verdiler. Peygamber (a.s.) Efendimiz: "Kılıcınızı şildiniz mi?" diye sordu. Onlar da: "Hayır, hiç dokunmadık" diye cevap verince Peygamber (a.s.) onların kılıçlarına baktı ve şöyle buyurdu: "İkiniz birlikte onu öldürmüşsünüz" buyurdu ve Ebu Cehl'in elbisesinin Muaz b. Amr el-Cemuh'a ve Muaz b. Afra'a verilmesine hükmetti. [166]
.İbn Mes'ud (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir; "Bedir Savaşında Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, Ebu Cehl'in kılıcını fazladan bir ganimet olarak bana verdi." Ebu Cehl aldığı kılıç darbeleriyle yerde debeleniyordu. İbn Mes'ud onu bu vaziyette görünce yetişip işini bitirmişti. [167]
Abdurrahman b. Avf hadisi sahih olup yukarıdaki hadisleri kuvvetlendirmektedir. İbn Mes'ud hadisi de bu anlamda bir hüküm ifade etmekte ve delil teşkilinde diğer rivayetleri desteklemektedir. [168]
1- Savaşa ganimet elde etmek için iştirak edilmez. Allah rızası için islam yücelsin, yeryüzünden küfür ve tuğyan kalksın diye savaşılır,
2- Sırf ganimete erişmek için savaşa çıkmak nifak alametlerinden biri sayılmıştır. Nitekim Resûlüllah (a.s.) zamanında münafıklardan bir kısmı bu niyetle savaşa katılıyorlardı.
3- Savaşta bir kafiri başbaşa dövüşürken öldüren veya karşılaştığında vuruşup karşısındaki düşmanı katleden kimseye, öldürdüğü o adamın elbisesi ve bazı özel eşyası verilebilir.
4- Müctehidlerin bir kısmına göre, imam (devlet başkanı) veya başkumandan bu hususta serbesttir. Dilerse öldürülen müşrikin elbise ve bazı özel eşyasını onu öldüren mü'mine verebilir.
5- Cumhura göre, imam ve başkumandan bu konuda muhayyer değildir, öldürülenin elbise ve bazı özel eşyasını onu öldürene vermekle memurdur.
6- imam Şafii, îmam Sevri ve MekhuTe göre, elde edilen her şey ganimet kapsamına girer, belirtilen şekilde taksim edilir.
7- îmam Ebu Hanife ile îmam Malik'e göre, imam veya başkumandan bu hususta serbest bulunuyor: Dilerse elbise ve özel eşyayı katile verir, dilerse ganimet kapsamına alır. Günün şartlarına ve ortama göre iki şıktan birini tercih edebilir.
8- Eli silah tutan ve henüz ergin olmayan çocukların savaşa katılmasına baştaki yetkili kumandan müsaade edebilir.
9- Kafirlerden aynı kişiyi iki nıüslüman birlikte öldürecek olurlarsa, öldürülenin özel eşyası o ikisine verilir.
10- Kendisine öldürdüğü düşmanın elbise ve özel eşyası verilen kimsenin ayrıca elde edilen ganimette hakkı vardır.
11- Savaşta iki kişi birlikte bir müşriki ağır biçimde yaralayıp yere düşürür ve bir üçüncü şahıs gelip onun işini tamamen bitirirse, öldürülenin elbise ve özel eşyası bu üçüne de verilir. [169]
Savaşa katılan her kişi, önce canım, sonra da malını Allah yoluna vakfetmiş oluyor. Zira savaş meydanında kimlerin şehid, kimlerin gazi olacağım hemen kestirmek mümkün değildir. Eceli gelen şehid düşer, henüz ömrü tükenmemiş olanlar da bir süre daha yaşar.
O bakımdan savaşa katılmadan herkes bu açıdan eşit sayılır. Gösterdikleri fedakarlık, kahramanlık ve cesaret, daha çok ganimete hak kazanmalarına sebep teşkil etmez. Onun için Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, süvari ve piyade ayrımı dışında savaşta elde edilen ganimette bir ayrım gözetmemiş, kuvvetlilerle zayıfları bu hususta eşit kabul ederek ganimeti ona göre taksim etmiştir. [170]
îbn Abbas (r.a.) dan yapılan rivayete göre, Resûlüllah (a,s.) Efendi-miz'in Bedir Savaşında şöyle buyurduğunu belirtmiştir: "Kim savaşta şöyle şöyle yaparsa ona şu kadar, şu kadar ganimetten fazla olarak vardır."
Sonra gençler ileri atıldılar ve yaşlılar bayraklara gerekli oldular da ellerindeki bayraklarla hiç ayrılmayıp beklediler» Cenab-i Hak fethi müyesser kılınca yaşlılar gençlere: "Biz size yardımcı ve gözcü olduk. Eğer bozguna uğrasaydmız herhalde bizim yanımıza dönüp vaziyet alacaktınız. O bakımdan ganimetin tamamını alıp götürerek bizi mahrum bırakmayın" dediler. Gençler ise: "Bu elde ettiğimiz ganimeti Resûlüîlah (a.s.) bize tahsis etti" diye cevap verdiler. Bunun üzerine Enfal Suresinin baş kısmındaki şu ayetler indi:
"Sana (savaşta elde edilen) ganimetlerden soruyorlar. De ki: Ganimetler Allah'a ve Peygamberine aittir. Eğer cidden inanıyorsanız Allah'tan korkup (tartışmayı bırakın) aranızı düzeltin. Allah'ın ve Peygamberinin emirlerine uyun." [171]
Resûlüîlah (a.s.) Bedir Savaşı için hazırlanıp evinden dışarı çıkınca, mü'minlerden bir kısmı bundan hoşlanmamıştı. Oysa bu onlar için daha hayırlı bir sonuç doğuracaktı. Savaşta elde edilen ganimetin tamamını gençler kendilerine ayırmış bulunuyordu. O yüzden tartışma çıktı ve bu ayetler indi. Resûlüîlah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurdu: "Bana itaat ediniz. Bu hususta da ben işin sonunu, nereye varacağını çok iyi biliyorum" ve sonra da ganimeti genç ve yaşlılar arasında (eşit şekilde) taksim etti. [172]
Ubade b. Samit (r.'a.) den yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir: "Resûlüliah (a.s.) Efendimizle beraber çıktım ve onunla birlikte Bedir Savaşı'na hazır oldum. İki taraf karşılaşıp vuruştular. Allah (c.c.) düşmanı bozguna uğrattı. Mü'minlerden bir grup kaçanları takip etmeğe koyuldular; kimini hezimete uğrattılar, kimini öldürdüler. Bir diğer grup ise ganimete yönelip kendilerini ganimetin üstüne yüzükoyun atarcasına toplayıp biraraya getirdiler. Bir başka grup ise Resûlüllah (a.s.)'m etrafında halka olup düşmanın O'nun bir habersiz anını seçip bir kötülükte bulunmalarına engel olmaya çalıştılar; ta ki gece oldu, insanlar birbirlerine doğru gelip toplandılar. Ganimeti toplayanlar: "Bunları biz kuşatıp toplayarak biraraya getirdik. Artık başkasına bunda bir nasip (pay) yoktur" dediler. Düşmanın arkasına düşüp onları takip edenler ise: "Sizler bu ganimete bizden daha müstehık değilsiniz. Düşmanı bu şeylerden uzaklaştırıp hezimete uğratan bizleriz" diye karşılık verdiler. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in etrafında yer alıp O'nu düşman saldırısından korumaya çalışanlar da: "Sizler bizden daha haklı değilsinizdir. Resûlüllah'ın (a.s,) etrafında toplanıp gözeten ve bir habersizlik anında düşmandan O'na bir kötülük dokunmasından korkup bu işle biz meşgul olduk" dediler. Bunun üzerine şu ayetler indi: "Sana (savaşta elde edilen) ganimetlerden soruyorlar. Deki: Ganimetler Allah'a ve Peygamberine aittir. Eğer cidden inanıyorsanız Allah'tan korkup (tartışmayı bırakın). Aranızı düzeltin. Allah ve Peygamberinin (emirlerine) uyun..." [173]
Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) ganimeti müslümanlar arasında deveyi sağarken iki sağım arasındaki süre kadar bir zaman parçası içinde taksim etti." [174]
Sa'd b. Malik (r.a.) den yapılan rivayete göre, adı geçen, Resûlüllah'a (a.s.) şöyle sorduğunu belirtmiştir:
- Ya Resûlallah! Adam (savaşta) o kavmin hamisi olur, (geride durup onların arkadan bir baskına uğramamaları için gözcülük yapar. Onunla diğerlerinin payı eşit olur mu?
Resûlüllah (a.s.) ona şu cevabı vermiştir:
- "Anan seni yitirsin ey Ummu Sa'd'm oğlu! Sizler ancak zayıflarınız sebebiyle rızıklanıp korunuyorsunuz, yardım görüyorsunuz." [175]
Mus'ab b. Sa'd (r.aj den yapılan rivayette, adı geçen diyor ki: "Sa'd, kendisinin başkası (kendisinden kuvvetçe daha aşağı seviyede olanlar) üzerinde bir üstünlüğünün bulunduğunu görüyordu. Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ona: "Sizler ancak zayıflarınız sebebiyle rızıklamyor ve yardım görerek zafer elde ediyorsunuz" buyurdu. [176]
Savaşta elde edilen ganimet taksiminde, süvari ve piyade ayrımı dışında bir ayrım yapılamayacağı, elde edilen ganimetin kuvvetli ve zayıfa eşit şekilde verileceği cumhur tarafından da bir hüküm olarak belirlenmiş bulunuyor.
O bakımdan hemen hemen müctehidlerin çoğu da aynı görüştedirler. Zira bu konuda rivayet edilen bütün hadisler birbirini desteklemektedir. [177]
1- Savaşta karargahta görev yapanla, meydanda savaşan ve kaçan düşmanı takip edip hezimete uğratanlar arasında ganimet dağıtımı bakımından bir fark gözetilmez.
2- Süvariye iki veya üç, piyadeye bir sehim (pay) verilir. Bunun dışında kalanlar eşit sehim alırlar.
3- Ancak müşrikle başbaşa savaşıp onu öldüren mü'min, onun elbisesine hak kazanır. Müctehidlerin bir kısmına göre, bu ganimetin dışında tutularak fazladan mücahid gazilere verilir.
4- Savaşta güçlü, kuvvetli ve cesur olanlar kendilerini zayıflardan daha üstün görmemelidirler. Çünkü hem savaşa katılmada, hem de zaferi elde etmede herkesin kendine ve işgal ettiği yere göre bir hizmeti ve fedakârlığı vardır.
5- Aynı zamanda savaşa katılan zayıfların, güçsüzlerin zaferi elde etmede, ganimete erişmede manevî tesirleri söz konusudur. Cenab-ı Hak onların iyi niyet, dua ve ihlasları sebebiyle rızık kapılarını diğerlerine de açmakta ve başarılı kılmaktadır,
6- Ganimet taksimiyle ilgili ilahi emir inmeden önce mücahitlerin birtakım yersiz ve anlamsız tartışmaları sonradan derin bir pişmanlığa, tevbe ve istiğfarda bulunmaya dönüşmüştür. [178]
Savaşa atıyla birlikte katılan kimse ile atsız olarak yaya katılan kimseye elde edilecek ganimetten eşit şekilde mi verilir, yoksa farklı bir taksim mi yapılır? Şüphesiz atıyla birlikte savaşa katılıp süvari olarak cihad eden kimse iki kişi mesabesinde sayılır. Böylece hem canını, hem de malını Allah yolunda ortaya koymuş kabul edilir. O bakımdan ganimetten ona verilen pay, yaya olarak katılana verilen payın bir misli fazladır. [179]
îbn Ömer (r.a.) dan yapılan rivayette, adı geçen şu bilgiyi vermiştir: "Peygamber (a.s.) Efendimiz adama ve atına üç sehim (pay), -bir sehim adamın kendisine, iki sehim atma- ayırırdı." [180]
Diğer bir lafızla şöyle rivayet edilmiştir: "At için iki sehim, adam için de bir sehim ayırırdı."
Başka, bir rivayette ise şöyle denilmektedir: "Resûlüllah (a.s.) Hu-neyn savaşında süvari için üç sehim ayırdı: At için iki, adam için bir sehim."
Münzir b. Zübeyr (r.a.) den, o da babasından yaptığı rivayete göre, "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz Zübeyr'e bir sehim, anasına bir sehim ve atına iki sehim verdi." [181]
Nesai'nin rivayetinde ise şöyle denilmektedir: "Hayber gününde Resûlüllah (a.s.) Efendimiz Zübeyr'e dört sehim ayırıp verdi: Bir sehmi Zübeyr, bir sehmi yakını olan annesi Saiîyye, iki sehmi de at için belirlendi."
Ebu Amre'den, o da babasından rivayet etmiştir. Adı geçen şöyle demiştir: "Biz dört kişi olarak beraberimizde bir at bulunduğu halde Resûlüllah'a (a.s.) geldik. Bizden her birimize bir sehim verdi ve at için de iki sehim ayırıp verdi." [182]
Ebu Rühm (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir: 'Ttesûlüllah (a.s.) Efendimiz'le beraber savaşa çıktık. Yanımda kardeşim de bulunuyordu ve iki de atımız vardı. Resûlüllah (a.s.) bize altı sehim verdi: Dört sehmi atlarımız, iki sehmi de biz iki kardeş içindi." [183]
a) İmam Ebu Hanife'ye göre, savaşa katılan süvariye iki., piyadeye bir sehim verilir, imam bu hususta daha çok Mücemmi' Cariye el-Ensari'den yapılan rivayetle istidlal etmiştir. Zira bu rivayete göre, Hayber fethedildikten sonra elde edilen ganimetten süvarilere iki, piyadelere birer sehim verilmek suretiyle dağıtılmıştır.
Nitekim bu tarz bir taksimat Ali, Ömer ve Ebu Musa (r.a.) dan da rivayet edilmiştir.
b) Cumhura göre ise, süvariye üç, piyadeye bir sehim verilir. Süvariye verilen üç senimin iki sehmi at için, bir sehmi de o ata sahip olan süvarisi içindir. [184]
c) İmam Şafii ve İmam Malik'e göre, süvariye üç sehim verilir. İki sehmi atı, bir sehmi süvarisi içindir.
d) İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed, Hasan el-Basri, Ömer b. Abdilaziz, İmam Evzai ve Medine ile Şam fakihlerine göre de süvariye üç sehim verilir.
Bunların hepsi de yukarıda naklettiğimiz hadislerle istidlal etmişlerdir. [185]
İmam Ebu Hanife bu konuda aynı zamanda, ganimet hususunda da bir at bir insandan üstün tutulmaz diyerek kişisel bir görüş ortaya koymuştur. Oysa delillerin tamamı dikkâte alındığında, süvariye üç senim verilmesi racih bir hüküm ifade etmekte ve ağırlık arzetmektedir.
Aynı zamanda atın beslenmesi ve günlük ihtiyacı büyük külfet ar-zetmekte ve birtakım masrafları'gerektirmektedir. Sonra da at ile savaşta verilen hizmet küçümsenmiyecek kadar önemlidir. O bakımdan Resûlüllah (a.s.) süvariye üç sehirn vermek suretiyle onun masraf ve hizmetlerini karşılamak istemiştir.
Birden fazla at ile savaşa katılan kimsenin her atı için ikişer se-him mi, yoksa sadece bir atı için iki sehim mi verilir? Bu hususta farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bazı rivayet ve hadislerden her at için ikişer sehim takdir edilir hükmü anlaşılmaktadır ve bazı rivayetlerden ise sadece bir at için iki sehim verilmekle yetinilir hükmü anlaşılmaktadır.
Hanefi ve Şafîilere göre, birkaç at ile savaşa katılan kimsenin sadece bir atı için sehim verilir. İmam Ahmed ve İmam Evzai de aynı görüştedir. Ebu Yusuf ve bir rivayete göre İmam Ahmed ve îshak'a göre, sadece iki at için sehim ayrılır, fazlasına değil.
Bu hususta Evzai'nin rivayet ettiği hadiste deniliyor ki: "Resûlüllah (a.s.) sadece kişinin savaşa soktuğu atlarından ikisi için sehim ayırırdı." Oysa Hafız İbn Hacer bu hadisin zayıf olduğunu belirtmiştir.
Said b. Mansur'un Zühri'den yaptığı rivayete göre, Hz. Ömer (r.a.) Ebu Ubeyde b. Cerrah'a bir mektup yazarak bir at için iki, iki at için dört sehim ayırıp vermesini ve böylece ikiden fazla atla savaşa katılan kimseye beş sehim tahsis edilmesini emretmiştir. Ashabdan da bu hususta rivayet yapılmıştır.
Darekutni'nin Ebu Umre'den yaptığı rivayette, adı geçenin şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Resûlüllah (a.s.) benim iki atım için dört ve benim için de bir sehim ayırıp verdi." Ancak bu rivayetin isnadı zayıftır, istidlale salih değildir. [186]
1- Savaşa atıyla birlikte katılan mücahid gaziye ganimetten fazla bir pay verilir.
2- Cumhura göre, süvariye üç, piyadeye bir sehim verilir.
3- Süvariye verilen üç sehmin iki sehmi atı içindir, bir sehrai de kendisi içindir.
4- İmam Ebu Hanife'ye göre, süvariye iki, piyadeye bir sehim verilir.
5- İmam Malik ve İmam Şafii'ye göre, süvariye üç, piyadeye bir sehim verilir. İmam Ebu Yusuf da aynı görüştedir. İmam Muhammed'in görüş ve içtihadı da böyledir.
6- Bu hususta İmam Ahmed'den iki rivayet vardır.
7- İkiden fazla atla savaşa katılan mücahid gaziye, her atı için iki sehim mi verilir, yoksa sadece iki atı için dört sehim mi verilir?
Bazısına göre, her atı için ikişer sehim belirlenir.
8- İmam Şafii ve İmam Ebu Hanife'ye göre, savaşa birden fazla at ile katılan kimseye sadece bir atı için sehim tahsis edilir. İmam Evzai de aynı görüştedir.
9- İmam Ahmed ve İshak'a göre, sadece iki atı için sehim verilir.
10- At için bir sehim mi, iki sehim mi verilir konusu intilafîıdır. Ancak müfta bih olanı, at için iki, süvarisi için bir sehim olmak üzere üç sehmin verilmesidir. [187]
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz daha yeni ıslama girip kalbi henüz tanı anlamıyla İslama yatışmayan kişileri, bu yüce dine daha çok ısındırmak ve kalplerini yatıştırmak için birçok yol ve metodlar uygulamıştır. Onlardan biri de, elde edilen ganimetten onlara fazla pay ayırıp vermesi, gerekirse zekat ile taltif edilmeleridir.
Ancak islam güçlenip izzet ve şevketini bulunca Hz. Ömer'in (r.a.) içtihadına göre, artık onlara fazla bir pay vermeğe ve zekat ile takviye edilmelerine gerek kalmamıştır. [188]
Enes (r.a.) den yapılan rivayete göre, adı geçen şu bilgiyi vermiştir: "Mekke feshedildiğinde Resûlüllah (a.s.) efendimiz elde edilen ganimeti Kureyşli'lere taksim etti. Bunun üzerine Ensar: "Bu hayret edilecek bir şey! Bizim kılıçlarımızdan henüz onların kam damlamakta ve elde ettiğimiz ganimetlerimiz onlara geri verilmektedir."
Ensar'ın bu sözleri Resûlüllah'a (a.s.) ulaşınca, vakit kaybetmeden onları topladı ve şöyle sordu: "Sizden bana ulusan nelerdir?" Onlar da: "Evet sana ulaşan sözlerdir" diye cevap verdiler. Çünkü onlar yalan söylemezlerdi. Resûlüllah (a.s,) Efendimiz onlara şöyle buyurdu: 'İnsanların dünyalıkla, sizin ise Allah'ın Resûlüyle evlerinize dönmenize razı değil misiniz?" Onlar da: "Evet, razıyız" diye cevap verince, Efendimiz devamla şöyle buyurdu: "Eğer insanlar bir vadi veya iki dağ arasındaki geçitte yürüseler ensar da başka bir vadi veya iki dağ arasındaki
geçitte yürüse, elbetteki ben Ensar'm yürüdüğü vadi ye iki dağ arasındaki geçitte yürürüm."
Diğer bir rivayette ise konu şöyle belirtiliyor:
"Cenab-ı Hak Havazin (ganimet) mallarından Resulüne nasip ettiği ganimetten bazı adamlara yüz deve vermeye başladı. Bunun üzerine Ensar hayret ederek şöyle dediler: "Allah, Resûlüllah'ı mağfiretine mazhar kılsın, Kureyş'e vermekte ve bizi terketmektedir. Oysa bizim kılıçlarımızdan Ku-reyşli'lerin kanı damlamaktadır." Ensarın bu sözleri Resûlüllah'a (a.s.) anlatılınca onları topladı ve şöyle buyurdu:
"Küfürden daha yeni kurtulmuş bazı adamlara (ganimetten bol miktarda) vermekteyim. Bu da onların kalbini İslam'a daha çok ısındırıp yatıştırmam içindir. İstemez misiniz ki, insanlar mal ile dönerken sizler Peygamber ile evlerinize dönesiniz? Allah'a yemin ederim ki, sizin kendinizle birlikte naklederek götüreceğiniz şey, onların nakledip götüreceği şeyden çok daha hayırlıdır!"
Bunun üzerine Ensar (duygulandılar ve): "Elbette razıyız ya Resûlüllah" dediler. [189]
Mes'ud (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir:
"Resûlüllah (a.s,) Efendimizin, ganimet taksiminde bazı insanları tercih ettiği, Akra' b. Habis'e yüz deve, Uyeyne'ye bunun gibi yüz deve, Arap eşrafından bir kısmına benzeri nisbette verdiği ve o gün için taksimatta onları başkalarına tercih ettiği zaman bir adam şöyle dedi: "Allah'a and olsun ki, bu adil olmayan bir taksimattır ve bunda Allah rızası gözetilin emiştir!" Bunun üzerine ben ona: "Vallahi senin bu söylediğini Resulü! la ha (a.s.) haber vereceğim" dedim ve gidip Resûlüllah'a anlattım. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurdu: "Allah ve Resulü adalette bulunmazsa artık kim adalette bulunabilir?!" Sonra devamla şöyle dedi: "Allah (c.c.) Musa'ya rahmet eylesin ki, o bundan daha çok eza ve cefaya uğramıştı da sabretmişti," [190]
Ganimet taksiminin mutlaka eşit biçimde yapılması îsîamm ön gördüğü hükümlerden biridir ve yapılan taksimat hep adil ölçüler çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Ancak bunun bazı istisnai halleri söz konusudur. Konumuzu oluşturan rivayetler bu istisnai durumu yansıtmaktadır.
Mekke fethedilince, düne kadar islam'ın ve Hz. Muhammed'in (a.s.) amansız düşmanları ister istemez fetih ordusunun kaşısında baş eğmiş ve kelime-i şehadetleri getirerek İslamiyeti kabul ettiklerini belirtmişlerdi. Ancak bu kişilerin kalbine, ruhuna ve vicdanlarına islamın yüce hikmet ve heyecanı henüz tam anlamıyla yerleşmiş değildi. Resûlüllah (a.s.) efendimiz insan psikolojisini en iyi bilen bir peygamberdi. O bakımdan islam'a yeni giren ve küfür dönemiyle aralarında henüz az bir mesafe bulunan Arap eşrafının, Kureyş ileri gelenlerinin kalplerini Islama iyice ısındırıp yatıştırmayı ve aradaki o soğuk havanın tamamen kalkmasını sağlamak için elde edilen ganimetin önemli bir kısmım onlara dağıttı. Hatta canla başla savaşan Ensara bu arada pek bir şey ayırmadı. Dış görünüşüyle eşitlikten sapıldığı anlaşılıyorsa da sonuç ve' hikmeti itibariyle adaletin ta kendisidir. Zira bir insanın kalbim daha çok islam'a, hakka, adalete yatıştırmaktan daha adil ne olabilir? Ganimet sık sık elde edinilebilir. Dünyalık isteyenler ona da kavuşabilirler. Aina İslam'a ileride hizmet edecek kabile ve çevre sahiplerini kazanmak pek kolay değildir. O bakımdan bu rivayetlerle istidlal eden ilim adamlarımız, imam (devlet başkanı) böyle hallerde elde ettiği ganimetten, gerekirse devlet hazinesinden bazı önemli kişileri daha çok kazanmak için fazla miktarda birşeyler verebilir demişlerdir.
Müctehid ve ilim adamlarından bir kısmı ise, Hz. Ömer'in bu konuyla ilgili içtihadını delil seçerek, artık bugün için buna gerek kalmamış, İslamiyet kıtalar üzerine yayılmıştır görüşünü ortaya koymuşlardır. [191]
Enes hadisi sahihtir. Resûlüllah'ın (a.s.) îslamiyeti gönüllere işleme metotlarından birini yansıtmakta ve aynı zamanda İslam'a ilk yardım edip Resûlüllah'ı ve arkadaşlarını bağırlarına basıp barındıran ensara olan yakın ilgisini ifade etmektedir.
Resûlüllah (a.s.) Ensarı zaman zaman en anlamlı sözlerle övmüştür: "Ensar iç elbise, insanlar ise dış elbisedir." [192] Hicret söz konusu olmasaydı ben Ensar'dan bir kişi olurdum." [193]
Resûlüllah (a.s.) Efendimizin İslam'a çok yakında girmiş olan Ku-reyş'lilere ganimetten büyük paylar ayırıp vermesinin sebep ve-hikmetini yukarıda kısaca açıklamış bulunuyoruz. Ancak bunlar kaç kişi idi? Ebu'1-Fazl b. Tahir'in el-Mübhemat adlı eserinde verdiği bilgiye göre, Kureyş kabilesinden olanlar şu yedi kişi idi:
1- Ebu Süfyan b. Harb
2- Süheyl b. Amr
3- Huvaytıb b. Abdiluzza
4- Hakim b. Hizam
5- Ebu Senabil b. Ba'kek
6- Safvan b. Umeyye
7- Abdurrahman b. Yerbu'.
Diğer kabilelerden de şu isimler tesbit edilmiş bulunuyor:
1- Uyeyne b. Hısni'l-Fezari
2- Akra' b. Habis et-Temimi
3- Amr b.Ehtem et-Temimi
4- Abbas b. Merdas es-sülemi
5- Malik b. Avf en-Nasri
6- Ala' b. Harise es-Sakafi.-
Vakidî ise kendi Müellefatmda bunun dışında birçok isimlere yer vermiş bulunuyor. Ibn îshak da yukarıdakilerle beraber şu iki isimden de söz etmiştir: Nadr b. el-Hars b. Hişam ve Cübeyr b. Mut'im.. [194]
1- İmam (devlet başkanı, halife) savaşta elde edilen ganimetten, İslama yeni girenlerin kalbini daha çok ısındırmak ve yatıştırmak için büyük çapta pay ayırıp verebilir. Kısacası günün şartlarına göre bir uygulamada bulunabilir. [195]
Savaşta elde edilen taşınır, taşınmaz mallar ganimet kapsamına girer ve humus (beşte bir) uygulamasına tabi tutulur. Şöyle ki, beşte biri Allah için: Peygambere ve O'nun yakınlarına, yetimlere ve miskinlere ayrılır. Beşte dördü ise mücahit gazilere taksim edilir.
Ancak gıda maddesi olarak günlük ihtiyacı karşılayan şeyler humus dışında tutulur. Bunun gibi hayvan yemi de taksimata tabi değildir. Şöyle ki, savaş esnasında ve savaş sona erdikten sonra düşmanın bırakıp terkettiği ve ülkeleri İslam ordusunca işgal edildiğinde elde edilen her şey ganimet olup humus hükmüne tabi tutulduğu halde kişinin yiyecek olarak elde ettiği gıda maddesinden karnını doyurması ve hayvanını doyurur anlamda yem ayırması birer istisna teşkil eder. [196]
îbn Ömer (r.a.) dan yapılan rivayette, adı geçen diyor ki: "Bizler katıldığımız savaşlarda bal ve üzüm (gibi) maddeler elde eder, onları yerdik, toplayıp (Resûlüllah'm veya başımızdaki kumandanın) huzuruna yükseltmezdik." [197]
Yine îbn Ömer (r.a.) dan yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir: "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz zamanında askerler katıldığımız savaşlarda yiyecek maddeleri ve bal ganimet olarak elde ederler (ve biz de onlardan yerdik). Onlardan humus (beşte bir nisbeti) alınmazdı." [198]
Abdullah b. Muğaffel (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen su bilgiyi vermiştir: "Hayber savaşında içinde hayvan içyağı bulunan bir dağarcık elde ettim ve onu kendim için lüzumlu ve kendi kendime şöyle dedim: "Bugün bundan hiç kimseye bir şey vermiyeceğim!" Bunu söyledikten sonra bir de baktım ki Resulü İlah (a.s.) Efendimiz yakınımda duruyor ve tebessüm ediyor." [199]
(r.a.) dan yapılan rivayette, adı geçen diyor ki: "Hayber savaşında bir miktar yiyecek ele geçirdik. Adam gelip kendisine yetecek kadarını alır (ve böylece humus kapsamına alınmaksızın herkes ihtiyaç nisbetinde o yiyecekten yararlanır ve) ayrılırdı." [200]
"Abdurrahman'm azatlı kölesi Kasım'dan yapılan rivayete göre, Resûlüllah'ın (a.s.) ashabından bazısı şöyle demişlerdir: "Bizler savaşta elde ettiğimiz ganimet koyununu kesip etini yer, onu ganimet taksimine sokmaz ve evimize dönünceye kadar o etten hurçlarımız.dolu bulunurdu." [201]
a) Cumhura göre, savaşta elde edilen ve açlığı karşılayacak anlamda olan yiyecek maddeleri humus kapsamına alınmaz, onu elde eden mücahit gaziler açlıklarını gidererek yanlarında alıkoyabilirler.
Diğer önemli miktardakiler ve ambarda muhafaza edilebilen gıda maddeleri ise humus kapsamına girer, Öteki ganimetler gibi taksim edilir.
Hayvan yemine gelince, insan yiyeceğine kıyas edilerek buna da cevaz verilmiştir. Böylece savaşta ganimet olarak elde edilen hayvan yemi, humus kapsamına alınmaz ve süvarilerin atlarına ve develerine yedirmelerine cevaz verilir.
Kişinin kendi karnını doyurma ve hayvanının günlük ihtiyacını karşılamada elde ettiği yiyecek ve yem hususunda başlarındaki emir ve kumandandan izin almalarına gerek yoktur.
b) Zühri'ye göre, ganimet olarak elde edilen yiyecek ve başka maddeleri kullanma ve onlardan yararlanma hususunda imam (baştaki kumandan) dan izin almak gerekir.
c) Süleyman b. Musa'ya göre, yiyecekten kifayet miktarı alabilirler. Ancak başlarındaki kumandan onları bundan men'ettiği takdirde alamazlar. [202]
d) İmam Şafii ve İmam Malik'e göre, savaşta elde edilen ganimet hayvanlarından yemek için kesmek caizdir. Ancak buna açlığı giderecek ölçüde bir sınırlama getirilir. Bu son madde üzerinde bilhassa îmam Şafii durmuş bulunuyor. Zira bu hususta iki hadis daha bulunuyor ki, onları aşağıya müstakil bir başlık altında naklettik. [203]
169 no'lu İbn Ömer hadisi sahihtir. Ebu Davud bu hadisi sonunda şu fazlalığıyla rivayet etmiştir: "Ve bunlardan humus (beşte bir) alınamazdı."
Hadis, savaşta elde edilen bazı yiyecek maddelerinden ihtiyaç nis-beti yararlanmaya eevaz ve ruhsat verildiğine delalet etmektedir.
1701 no'lu îbn Ömer hadisini aynı zamanda îbn Hibban tahric etmiş ve Beyhaki sahihi emiştir. Darekutni ise bu rivayette İbn Hibban'ı tercin etmiştir.
Hadis, savaşta elde edilen bal ve benzeri yiyecek maddelerinden ihtiyaç nisbetinde yararlanmaya ruhsat verildiğine delalet etmektedir. Böylece bu gibi maddeler humusa tabi tutulmamaktadır.
171 no'lu Abdullah b. Muğaffel hadisini Buhari tahric etmiş ve Ebu Davud şu fazlalıkla rivayet etmiştir: "Peygamber (a.s.) o sana ait olsun" buyurdu. Ebu Davud'un bu isnadı sahihtir.
Hadis, elde edilen içyağı ve benzeri yiyecek maddelerinden ihtiyaç fazlasından yaralanmaya imam (baştaki kumandan) izin verdiği takdirde yaralanmakta bir sakınca olmadığına delalet etmektedir.
172 no'lu ibn Ebi Evfa hadisini Hakim ve Beyhaki tahric etmişler, Hakim ve İbn Carid ise bu hadisi sahihlemişlerdir. Hadis, ganimet ,ola-rak elde edilen yiyecek maddelerinden herkesin ihtiyaç nisbeti yararlanmasında bir sıkınca olmadığına ve bunun humus dışında tutulduğuna delalet etmektedir. Nitekim Taberani'nin tesbit ve rivayetinde, Hayber savaşında yiyecek maddesi humus kapsamına alınmamıştır denilmektedir.
173 no'lu Kasım hadisinin isnadında Ibn Harşef bulunuyor ki bu zat meçhuldür. O bakımdan hadis istidlale salih görülmemiştir. [204]
1- Savaşta ganimet olarak elde edinilen yiyecek maddelerinden ihtiyaç nisbeti faydalanmaya ruhsat verilmiştir.
2- İhtiyaç fazlasını alıkoymak için baştaki kumandanın izni gerekir.
3- Elde edilen koyun, deve ve sığır gibi eti yenilen hayvanlardan ihtiyaç nisbetinde kesip yemekte bir sakınca görülmemiştir.
4- Savaşta kullanılan at ve develeri de ganimet olarak elde edinilen hayvan yenliyle doyurmak caizdir. Bu hususta izne gerek yoktur ve gerek yiyecek, gerekse hayvan yemi humus kapsamı dışında tutulur. [205]
İslâm, savaşı, fetihleri yüce amaçlar için meşru kılmıştır. O bakımdan şehirleri yakıp yıkıp yağmalamaya, masum insanları öldürmeye, mabedlere saldırmaya, din adamlarını öldürmeye, kadm ve çocuklara işkence edip tecavüzde bulunmaya asla cevaz vermemiştir.
Ganimet malını bazı şart ve kurallara bağlayarak helal kılmış, ganimetten bir şeyler aşırmayı kesinlikle yasaklayıp haranı kılmıştır. Ancak açlığını giderecek, hayvanını (at ve devesini) doyuracak kadar yiyecek maddelerinden kendisine ayırıp yararlanmasına istisnai olarak cevaz verilmiştir. Zira buna ihtiyaç vardır.
Baştaki imam (devlet başkanı, halife veya kumandan)'dan habersiz elde edilen ganimetten birşeyler aşırmak, bütün mücahit gazilerin, fakir ve muhtaçların hakkına tecavüz anlamına gelir. Baştaki imam ise, ancak Kitap ve Sünnet doğrultusunda bir taksimat yapmakla emro-lunmuştur. Ganimetten birşeyler aşırmanın tahrimine delalet eden, hem ayet, hem de sahih hadis bulunuyor:
"Hiç bir peygambere ganimeti (ve millet-devlet malını) aşırmak yaraşmaz. Kim böyle bir aşırma ve ihanette bulunursa kıyamet günü aşırdığı ile gelir. Sonra da herkese kazandığının karşılığı noksansız verilir; onlar haksızlığa da uğramazlar." [206]
Ebâ Hüreyre (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir: "Resûlüîlah (a.s.) Efendimizle beraber Hayber'i (fethetmek üzere) çıktık. Aziz ve Celîl olan olan Allah fethi bize müyesser kıldı. Altın ve gümüş olarak hiçbir şeyi (kendimize ayırıp) ganimet edinmedik. Sadece bazı eşya, yiyecek ve elbiseleri ganimet edindik. Sonra da kalkıp vadiye gittik. Cüzame kabilesinden bir adamın Resûlüîlah (a.s.) Efendimiz'e hediye etmiş olduğu bir köle bulunuyor du ki, bu Benî Dubayb kabilesinden, Rifa'â b. Yezîd diye amlirdı. Vadiye indiğimizde Resûlüllah'ın (a.s.) bu kölesi kalkıp devesinin üzerindeki eşyayı çözüp açarken atılan bir okla oracıkta oluverdi. Bunun üzerine bizler: "Şehîdlik ona hoş, güzel ve rahat olsun Ya Resûlüîlah!" dedik. Resûlüîlah (a.s.) Hayır, Muhammed'in canını kudret elinde tutan zata and olsun ki bu adamın Hayber savaşında ganimetten aşırdığı bir örtü ateş olarak onun üzerinde alev alev yanıyor ki, o örtü taksimata girmemiş bulunuyordu." Bunun üzerine oradaki insanlar hayli korkup ürperdiler. Derken bir adam bir veya iki ayakkabı kayışı (bağcığı) ile geldi ve şöyle dedi: 'Ya Resûlüllah! Hayber gününde bunları edindim." Resûlüllah (a.s.): "Ateşten bir bağcık veya iki bağcık" buyurdu. [207]
Ömer (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir: "Hayber günü (Hayber savaşının yapıldığı gün), Resûlülla-hm (a.s.) ashabından birkaç kişi geldi ve: "Falan kişi şehîddir, filân da şehîddir" diyerek saymaya başladılar ve sonra da bir adamın yanına geldiler ve "falan da şehîddir" dediler. Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurdu: "Hayır, şüphesiz ben onu ganimet maundan aşırdığı bir hırka veya aba sebebiyle ateşte gördüm!" Sonra da Resûlüllah (a.s.) devamla buyurdu ki: "Ey Hattab'ın oğlu! kalk da insanlara şunu duyur: Cennete ancak mü'minler girecektir." Hz. Ömer (r.a.) diyor ki: "Bu emir üzerine çıktım ve şöyle seslendim: "Şüphesiz ki cennete ancak mü'minler girecektir." [208]
Abdullah b. Ömer'den (r.a.) yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir: "Rasulüllah'm (a.s.) eşyasını (taşıyıp) gözeten Kerkere adında bir adam vardı. Derken o adam oluverdi. Rasulüllah (a.s.): "O, ateştedir" buyurdu. Bunun üzerine ashab-ı kiram kalkıp o adamın yanma gittiler ve yanında ganimetten aşırdığı bir aba buldular. [209]
a) Şevkanfye göre, ganimet taksiminden sonra kişi kendi zimmetine geçirip aşırdığı ganimet malını imama getirip teslim etse bile günahtan kurtulmaz.
b) İmam Mâlik, Servî, Evzâî ve Leys'e göre, aşırdığı ganimet malının beşte birini ayırıp imama verir, geriye kalanını tasadduk eder.
c) İmam Şafiî'ye göre, aşırdığı malı kendi zimmetine geçirmek suretiyle teşahüb etmişse, o takdirde tasadduk etmesi vâcib değildir. Bununla beraber tasadduk edebilir. Ona tesahüb etmemişse, o takdirde başkasına ait bir malı tasadduk yetkisine sahip değildir. O bakımdan yerde bulunan bir mal misali, onu olduğu gibi götürüp imama teslim etmesi vaciptir.
d) Hanefılere ve ilim adamlarının cumhuruna göre, ganimet malı henüz taksim edilmeden önce, kişi aşırdığı malı götürüp'imama teslim eder. [210]
177 no'lu Ebû Hüreyre hadîsi sahîh olup istidlale salihtir. Her ne kadar Ebû Hüreyre (r.a.) Hayber Savaşma katılamamışsa da, fetihten sonra gelip yapılan ganimet taksimine şahid olmuştur.
Hadîsin baş kısmında: "Resûlüllah (a.s.) Efendimizle beraber Hay-ber'i (fethetmek üzere) çıktık" sözünden Ebû Hüreyre'nin (r.a.) Peygamber (a.s.) efendimizle birlikte bu savaşa çıktığı anlaşılıyorsa da, asıl delalet ettiği mana, ashab-ı kiramla beraber çıktığıdır. Zira Ebû Hüreyre (r.a.) sahîh bir rivayette bu konuda şöyle demiştir: "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz Hayber'de iken gittim ki, o sırada Hayber fethedilmiş bulunuyordu."
Böylece Ebû Hüreyre'nin (r.a.) bu savaşa katılmadığı, ancak ganimet taksiminde hazır bulunduğu kesindir.
Hadîste geçen "vadi" den maksat, Vadi'1-Kura'dır. Nitekim Ibn Hibban ile Beyhakî'nin tesbif ettikleri rivayette: "Peygamber (a.s.) Efendimizle birlikte ayrılıp Vâdi'l-Kura'ya gittik..." şeklinde bir ifade kullanılmıştır..
Bunun gibi îmana Ahmed, Ibn Huzayme, îbn Hibban ve Hâkim'in Haysem b. Irak b. Mâlik tarikiyle yaptıkları rivayette Ebû Hüreyre'nin (r.a.) şöyle dediği tesbit edilmiştir: "Medine'ye geldiğimde Peygamber (a.s.) Hayber'de bulunuyordu ve yerine Ibn Arfete'yi halîfe olarak bırakmıştı..." [211]
178 no'lu Ömer hadîsi de sahihtir. Kul ve millet hakkından dolayı terettüp eden günahın şehitlik dahil hiçbir amel ve ibâdetle affedilmeyeceğine açık delalet vardır. Bu, her yanı ve yönüyle İslâm'ın insan haklarını en iyi şekilde koruduğunu göstermektedir. Aynı zamanda Cenab-ı Hakk'm mutlak âdil olduğu, davacısı kul olan bir haktan dolayı hakka tecavüz edeni affetmeyeceği ve hak sahibinin hakkı ödenmedikçe bu hususta hiçbir amel, tevbe ve istiğfarın yarar sağlamayacağı kesinlik arz etmektedir. Elde edilen ganimet malının beşte biri imama ayrıldıktan sonra geriye kalanı mücahid gazilerin hakkıdır. O bakımdan taksimat dışında hiçbir mücahid gazi bu inaldan kendi zimmetine bir şey geçirme hakkına sahip değildir. Aksi halde savaşa katılan bütün mücahit gazilerin hakkına tecavüz etmiş olur.
179 dipnotîu Abdullah b. Ömer hadîsi de sahîhtir. Yukarıdaki hadîsi mana ve hüküm bakımından kuvvetlendirmektedir.
Bu Babta Rivayet Edilen Diğer Hadîsler:
Abdullah b. Arar (r.a.) dan yapılan rivayette, adı geçen şu bilgiyi vermiştir: "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, (savaşta) ganimet elde edince, Bilal'a emrederdi de o duyuruda bulunurdu ve böylece ganimeti toplayanlar topladıkları ganimetleri alıp getirirlerdi. Peygamber (a.s.) Efendimiz önce ganimetin tamamım beş kısma ayırır, beşte birini kendisi için (ayette belirtilen sınıflara verilmek üzere) alıkor ve geriye kalanım (mücahit gazilere) t^aksim ederdi.. Derken bir adam bu taksimattan sonra elinde kıldan bir yular olduğu halde geldi ve şöyle dedi: "Ya Resûlüllah! Bu bizim ganimetten elde ettiğimiz bir şeydir." Bunun üzerine Resûiüllah (a.s.) Efendimiz ona: "Bilâl'ın üç defa duyuruda bulunduğunu duydun mu?" diye sordu. O da: "Evet, duydum" diye cevap verince, Efendimiz (a.s.) ona: "O halde bunu getirmene engel olan ne idi?" diye sordu. Adam özür diledi ve Resûlülîah (a.s.) şöyle uyarıda bulundu: "Kıyamet gününde bunu getiren sen ol ve ben de onu senden kabul etmiyeyim!" [212]
Salih b: Muhammed b. Zaide'den yapılan rivayete göre, adı geçen şöyle demiştir: "Mesleme ile birlikte Rum toprağına girdik. Ganimet malından bir şey aşıran bir adam getirildi. O, bu durumu hakkında Sa-. lim'den sordu. O da: "Babamın, Ömer b. Hattab'dan yaptığı rivayete göre, Resûlüllah (a.s.)m şöyle buyurduğunu belirtti: "Ganimet malını aşıran bir adama rastlarsanız onun elindeki o malı yakın ve kendisini de dövün."
Râvî devamla diyor ki: Adamın eşyası arasındaki bir mushafa rastlandı. Yine Salim'den (bunun çözümünü) sordu. O da: "Bunu sat ve elde ettiğin parayı tasadduk eyle" dedi. [213]
Amr b. Şuayb'den, o da babasından, dedesinden rivayet etmiştir: "Resûlüllah (a.s.), Ebû Bekir ve Ömer (r.a.) ganimetten aşırılan malı yakmışlar ve öyle yapanı da dövmüşlerdir." [214]
1- Savaşta elde edinilen ganimetten, henüz taksim edilmeden ihtiyaç nisbeti yiyecek, giyecek maddesi almak, at için yem ayırmak caizdir.
2- Ganimet malından, henüz taksim edilmeden bir şey aşırmak kul hakları kapsamına girer.
3- Ganimet malından bir şey aşırıp zimmete geçirmek büyük günah ve vebaldir. Hiçbir ibâdet, duâ, tevbe ve istiğfarla bu günah affolunmaz. Ancak kişi aşırdığını getirip imama teslim ederse, Allah gafur ve rahimdir.
4- Ganimet malından bir şey aşırmak, Cennet'e girmeğe engel teşkil eder.
5- Şehidlik mertebesi bile kişiyi ganimet malını ayırma günahından kurtarmak için yeterli değildir.
6- Ganimetten aşırılan her şey âhirette azaba yol açan bîr ateş olur.
7- islâm bu hüküm ve müeyyidelerle de insan haklarını korumuş ve onu doruğuna yükseltmiştir.
8- Ganimetten aşırılan her mal, insan haklarıyla ilgilidir. O bakımdan "kul hakkı" kapsamına girmektedir.
9- Ganimet malım aşıran kişi tesbit edildiğinde, suçu sabit olunca aşırdığı şey yakılır ve ceza olarak da kendisine dayak atılır. Ancak müctehidlerin çoğu bu rivayetle istidlal etmemişlerdir.
10- Ganimet malını aşıran kimse, bi-lahara pişmanlık duyarsa, aşırdığı şeyi satarak paraya çevirir ve Öylece tasaddukta bulunur.
11- Mücahid gaziler henüz dağılmadan hak sahipleri belli ise, kişi aşırdığı malın beşte birini ayırıp imama teslim eder, kalan kısmını hak sahiplerine taksim eder.
12- Peygamber (a.s.) bile beşte birden fazla ganimet malından verilmemiş ve fazla ayırdığı takdirde, bu aşırma olarak vasıflandırılmıştır.
Peygamber (a.s.) Allah'ın emir ve yasakların en çok bağlı bulunup dikkatle uygulayan bir kişidir. Onun ganimetten aşırması hiçbir zaman düşünülemez. Ancak âyetteki beyan, konunun önemini ve vebalinin ağırlığını yansıtmaya yönelik bir hikmete mebnidir.
13- Böylece ihtiyaç nisbeti gıda maddesi, elbise, hayvan yemi ve benzeri şeylerden, taksimattan Önce alıp kullanmakta bir sakınca olmadığı belirlenmiştir.
14- Bunun gibi, tahsildar ve benzeri devlet memurlarının topladıkları vergi ve benzeri şeylerden -ücretleri dışında- aşırmaları haramdır.
Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bu hususta da şöyle buyurmuştur: "Görevli kişilerin hediye almaları aşırma ve ihanettir." [215]
îslâm her yanıyla merhamet dinidir. Savaşta insanları kahretmek için değil, onları hakka, doğruya davet için bir tavır ortaya koyar. Adam öldürmeyi nihaî çare olarak düşünür ve kabul eder. islam düşmanları, ilâhî davete olumlu cevap verdikleri takdirde canları, malları, ırz ve namusları bütünüyle teminat altındadır. Vergilerini ödedikleri takdirde aleyhlerine bir işlem söz konusu değildir.
Savaşta İslâm tarafı üstünlük sağlayıp düşman tarafından esîr aldığı kişilere işkence etmez. Dinimizin yüce gayesi gereği, insana insanca muamele edilir. Esirler itilip kakılmaz, haysiyet kırıcı davranışlarda bulunulmaz. Aynı zamanda elde edinilen esirler aç ve çıplak bırakılmaz. Ancak savaş devam ettiği sürece esirler bağlanıp îslâm aleyhine bir ihanette bulunmalarına fırsat verilmez. Savaş sona erince halîfe veya yetkili kıldığı kumandan esirler hakkında şu iki uygulama-. dan birini gerçekleştirmekte serbesttir: Ya iyilik edip salıverir veyahut fidye (kurtuluş akçesi) almak suretiyle serbest bırakır. Esir mübadelesi ise, düşman tarafın tutum ve ciddiyetine göre belli bir statüye göre yürütülür.
Esir konusuyla ilgili hükümler kitap ve sünnette yer almıştır. Çünkü îslâm başlıbaşma bir devlet sistemidir. Koyduğu hükümler bu sistemin özelliğine ve insan haysiyetini zedelememeğe yönelik bulunmaktadır.
İlgili
Ayet:
"Savaşta kâfirlerle karşılaştığınızda boyunlarını vurun. Sonunda kuvvetlerini kırıp üstünlük sağladığınızda artık (aldığınız esirlerin) bağını sıkı tutun. Savaş ağırlıklarını bırakıp (nihayete erince) o esirleri ya iyilik edip salıverin veya fidye (kurtuluş akçesi) alarak serbest bırakın..." [216]
Enes (r.a.) den yapılan rivayete göre: Mekke halkından seksen adam, Ten'îm dağından sabah namazında Resûlüllah (a.s.) ile eshahı üzerine inip öldürmeyi tasarladılar. Resûlüllah (a.s.) onların hepsini esir olarak yakaladı ve sonra hepsini salıverdi. Bunun üzerine Azız ve Celîl olan Allah şu âyeti indirdi: "Ey iman edenler! Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani bir kavim ellerini size uzatmayı (sizi öldürüp yok etmeyi) kasdet-mişti de Allah onların ellerini sizden menetmişti. Allah'tan korkup (kötülüklerden, haklara tecavüzden) sakının. Mü'minler ancak Allah'a güvenip dayanırlar." [217]
Cübeyr b. Mut'îm (r.a.) den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz, Bedir savaşında elde edilen esirler hakkında şöyle buyurmuştur: "Eğer Mut'îm b. Adiy hayatta olsaydı ve sonra da o bu kokmuş esirler hakkında benimle konuşsaydı, bunların hepsini onun hatırı için bırakırdım..." [218]
Ebü Hüreyre (r.a.) den yapılan rivayete göre, adı geçen şöyle demiştir: "Resûlülİah (a.s.) Efendimiz Necd tarafına bir miktar süvari gönderdi. Bunlar bir süre sonra Benî Hanîfe kabilesinden, adı Sümâme b. Üsal oîan bir adamı beraberlerinde getirdiler ki, bu adam Yemame halkının reisi idi. Getirenler onu Mes-cici'iîî sütunlarından bir sütuna bağladılar. Resûlülİah (a.s.) Efendimiz ona doğru çıkıp yürüdü ve şöyle sordu: Ya Sümame! Yanında ne var, ne# düşünüyorsun?" O da: "Ya Muhammedi Yanımda hayır var. Öldürmek istersen öldürebilirsin, işte kan sahibi... İn'âm ve ikramda bulunmak istersen, şükredecek kişiye in'âm ve ikramda bulunursun. Yok eğer mal istiyorsan, işte istediğin sana verilecektir." diye cevap verdi ve Resûîüilan (a.s.) bir şey demeden ayrıldı. Bir gün sonra Resûlülİah (a.s.) yine ona_ uğradı ve aynı şeyi sordu, o da aynı cevapları verdi. Üçüncü gfün yine ona uğradı ve aynı şeyi sordu, aynı cevapları alınca, Resûlülİah (a.s.) Efendimiz: "Sümame'yi serbest bırakınız!" diye buyurdu. Bunun üzerine Sümame Mescid'e yakın bir hurma ağacının yanma gitti ve orada guslettikten sonra Mescid'e girdi ve şöyle dedi: "Ben şehadet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve resulüdür." Sonra Rasûîüîîah'a döndü ve şöyle dedi: "Ya Muhammedi Allah'a and olsun ki, yeryüzünde senin yüzünden benim yanımda daha çok sevilmeyen bir yüz yoktu. Ama şu anda senin yüzünden benim yanımda daha sevimli bir yüz yoktur. Yine Allah'a and olsun ki, benim yanımda senin dininden daha çok sevilmeyen, beğenilmeyen başka bir din yoktu. Ama şimdi benim yanımda en sevimli ve beğenilen din senin dinin oldu. Allah'a andolsun ki, benim yanımda senin beldenden daha çok sevilmeyen bir belde yoktu. Ama şimdi benim yanımda en sevimli ve beğenilen belde senin belden oldu.
Senin süvarilerin beni yakaladı ve ben ise umre yapmak istiyordum. Bu durumda ne buyurursunuz? "Bu sözler üzerine Resûlüllah (a.s.) onu (mağfiret ve saadet ile) müjdeledi ve umre yapmasını emretti. Mekke'ye gelince ona: "Sen sabiî oldun" dediler. O da: "Hayır, vallahi, ben Resûlüîlah'ın huzurunda İslâm'a girdim. Hayır, hayır Allah'a and olsun ki, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz izin vermedikçe Yemame'den size bir tane buğday gelmeyecektir" diyerek (tavrını ortaya koydu). [219]
îbnAbbas (r.a.) dan yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir:
"Müslümanlar Bedir günü birtakım kişileri esîr olarak aldıkları zaman Resûlüllah (a.s.) Efendimiz Ebû Bekir ile Ömer'e (r.a.): "Bu esirler hakkında görüşünüz nedir?" diye sordu. Ebû Bekir (r.a.): "Ya Resûlüllah! Onlar amca çocukları ve aşiret (imiz) dir (aynı asıldan gelip birlikte yaşayıp konan yakınlarımız dır). Onlardan fidye (kurtuluş akçesi) almanızı ve bu fidyenin bizim için kâfirlere bir kuvvet olmasını uygun görüyorum. Allah'ın (c.c.) onları (yakında) İslâm'a eriştirmesi umulur" diye cevap verdi. Sonra Rasûlüllah (a.s.) Ömer'e hita-bla: "Ey Hattab'm oğlu! Senin görüşün nedir?" diye sordu. Ömer şu cevabı verdi: "Hayır, Allah'a an dolsun ki, ben, Ebû Bekir'in görüşünde değilim. Benim görüşüm şudur: Bize imkân (izin) ver de onların boyunlarını vuralım: Ali'ye imkân ver de Akiyl'in boynunu, bana da imkân ver de Ömer'e nasîp olmak üzere felânın boynunu vurayım. Falana imkân ver de şu yakınının boynunu vursun... Çünkü gerçekten bunlar küfrün önderleri ve ileri gelen söz sahipleridirler."
Resûlüllah (a.s.). Efendimiz ise, Ebû Bekr'in (r.a.) görüşünden hoşlandı. Ömer (r.a.) diyor ki: "Benim görüşüme meyletmedi. Ertesi gün olunca geldiğimde Resûlüllah (a.s.)ile Ebû Bekr'i oturur ağlar bir halde gördüm. Bunun üzerine şöyle dedim: "Ya Resûlallah! Neden dolayı siz ve arkadaşınız Ebû Bekir ağlıyorsunuz, bana haber ver eğer ağlanacak bir şey bulursam ben de ağlayayım. Bu lam az sam sırf siz ağladığınız için size katılıp ağlaşayım." Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şu cevabı verdi: "Arkadaşların bana esirlerden fidye alma görüşünü arz ettiler. An d ol sun ki bu adamların azabı bana şu ağaçtan daha yakın olarak arz olunmuştu ki, bu ağaç Peygambere çok yakın bulunuyordu. Azız ve Celîl olan Allah şu âyeti indirdi:
"Hiç bir peygambere yeryüzünde ağır basıp zafer elde etmedikçe esirler edinmesi uygun olmamıştır. Siz, dünya malını istiyorsunuz. Allah ise âhireti (elde etmenizi) istiyor. Allah çok üstündür ve yegâne hikmet sahibidir.
Eğer Allah tarafından yazılı bir hüküm geçmiş Almasaydı, elbette aldığınız (fidye) den dolayı size büyük bir azap dokunurdu. Artık elde ettiğiniz ganimetlerden helal ve temiz olarak yey-in. Allah'tan korkup (kötülüklerden) sakının. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir." [220]
îbn Abbas (r.aj dan yapılan rivayete göre: "Resûiülîah (a.s.) Efendimiz, Bedir gününde cahiliye ehlinin fidyesini 400 (dirhem) olarak belirledi;" [221]
(r.aj dan yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir: 'Mekkeliler esirlerinin fidyesini gönderdiği zaman Zeyneb de Ebû'l-Âs'in fidyesini mal olarak göndermişti ki içinde bir de, kendisine Hz. Hatice'nin (düğün hediyesi olarak) verdiği gerdanlık bulunuyordu ki, Hz. Hatice o gerdanlığı ona takarak öylece Ebû'i-Âs'ın yanına göndermişti.. Resûlüîlah (a.s.) o gerdanlığı görünce, Zeyneb'e karşı kalbi duygulandıkça duygulandı ve şöyle buyurdu: lfEğer uygun görürseniz onun esirlerini salıverin ve gönderdiğini de kendisine geri çevirin." Ashab-ı Kiram da: Evet..." dediler. [222]
Yine îbn Abbas (r.a.) dan yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir: ffBedir gününde esirlerden bir kısmının fidye verecek durumları yoktu. Bunun üzerine Resûlüîlah (a.s.) Efendimiz onların, Eıısar çocuklarına ökuma-yazma öğretmelerini fidyeleri olarak belirledi,. İbn Abbas (r.a.) devamla diyor ki: Bir gün bir çocuk ağlayarak babasına geldi. Babası ona: "Neyin var?" diye sorunca, çocuk: "Muallimim beni dövdü" dîye cevap verdi. Babası: "O habîs, Bedir savaşındaki yenilgisinin kin ve intikamını almak istiyor" dedi. [223]
a) Hanefîlere göre, her ne kadar fidye alıp salıvermeye cevaz verilmişse de bu konuda asıl olan, esirleri öldürmek, kadın*ve çocukları Öldürmeyip alıkoymaktır. Çünkü Kur'an-ı Kerîm'de: "Artık ey mü'mmler, vurun onların boyunları üzerine, vurun onların her bir parmağına..." buyurulmaktadır. Boyunlarını vurmak ancak esîr edildikten sonra gerçekleşebilir. O bakımdan âyetteki bu emir fafziyet ifade etmektedir. Fidye için bu farz terkedilmez. [224]
Böylece rey tarafdarları bu meselede cumhurdan ayrılmış oluyorlar ve aynı zamanda yukarıdaki sahih hadislerle de istidlal etmemiş bulunuyorlar. Cumhurun görüşü ise şöyledir: "îmam bu meselede müslümanîar ve îslâm için en uygun olanı yapar ve ona göre karar verir. [225] .
b) Şâfiîîere göre, kâfirlerin kadınları ve çocukları esîr düştükleri takdirde köle statüsüne tabi tutulurlar. Onların kölelerinden elde edilen esirler de öyle.. Kâfirlerden esîr edilen hür ve erginler hakkında ise, imam. Müslümanlar için en uygun olanı yerine getirir: Ya onları öldürür, ya fidye alıp serbest bırakır veya hiçbir şey almayıp onları hürriyetlerine kavuşturur. Dilerse onları köle de edinebilir. [226]
c) Hanbelî fukaiıası bu meselede Şâfiîlerle aynı görüştedirler. [227] .
d) İmam Mâlik'e göre, imam bu hususta elde ettiği esirlerin salıverilmesinde islâm'a bir zarar geleceğini biliyorsa, o takdirde tehlikeli olanları öldürebilir. Aynı zamanda serbest bırakmayı uygun gördüğü esirlerden de fidye alması gerekir. Fidyesiz serbest bırakması caiz değildir. [228]
e) Zührî ve Mücahid'e göre, kâfir esirlerden hiçbir suretle fidye almak caiz değildir.
f) el-Hasan ve Atâ!a göre, esirler öldürülmezler, imam, ya iyilikte bulunup onları bir karşılık almadan salıverir veya fidye karşılığı onları hürriyetlerine kavuşturur. [229]
Sonuç olarak bu konuda şunu belirtmekte fayda vardır: Kitap ve sünnette, "elde edilen esirler ya minnet edilerek bırakılır veyahut fidye karşılığı hürriyetlerine kavuşturulur" hususu bir hüküm olarak yer almış ve cumhur da buna göre istidlal ve ihticacda bulunmuştur. Diğer yandan çok tehlikeli olduğu bilinip bırakıldığı takdirde inüslüm anlara ve İslama zarar vereceği bilinen esirler öldürülebilir.
Nitekim Resûlüllah (a.s.) Efendimiz gerek Bedir savaşında, gerekse diğer savaşlarda elde edilen esirleri bu hükümlere göre değerlendirmiş ve ona göre bir işlem yapmıştır. Çok tehlikeli gördüğü Nadr b. el-Hars, Ukbe b. Ebî Muayt ve benzeri bir kaç kişinin öldürülmesini emrettiği sahîh rivayetlerle sabit olmuştur. [230]
190 no'lu Ibn Abbas hadîsi sahihtir. O bakımdan müctehidlerin bir kısmı bu hadîsle istidlal etmiştir.
Hadîs, fidye hakkında henüz bir ilâhî hüküm bulunmadığından Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in Bedir savaşında elde edilen esîrler hakkında nasıl bir işlem yapılması konusunda Ebû Bekir ile Ömer'in görüşlerini alma ihtiyacını duyduğuna delâlet etmektedir. Ebû Bekr'in Çr.a.) görüşü daha uygun görülerek ona göre bir statü uygulanmıştır. İnen âyet de bu görüş ve uygulamayı emir ve tavsiye etmektedir.
O bakımdan hakkında ilâhî hüküm bulunmayan konularda Resûlüllah'm (a.s.) istişare ettiğini görüyoruz. Bu, her bakımdan Müslümanların başında bulunan liderler için bir örnek ve tavsiye anlamını taşır.
inen âyetle, savaş neticesi elde edilen ganimetin müslümanlara helal kılındığı hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde açıklanmakta ve kesinlik arzetmektedir.
187 no'lu Enes hadîsi sahîh olup istidlale sâîihtir. Resûlüllah'm (a.s.), kötü niyetle gelip saldırıya geçen seksen kişiyi yakaladıktan sonra, onları hiçbir karşılık istemeden serbest bırakması, bütünüyle islâm'ın lehine olumlu sonuç elde etmeğe yönelik bir davranış oılarak vasıflandırılabilir. Nitekim de neticesi İslâm'dan yana olumlu olmuştur.
188 no'lu Cübeyr hadîsi de sahihtir. Resûlüllah'm (a.s.) Mut'im b. Adiy'e üstün bir paye vermesinin tarihî bir sebebi vardır. Şöyle ki: Resûlüllah (a.s.) Efendimiz Tâif dönüşü Mekke'ye girebilmek için kendisine eman verecek bir kişi aramış ve sonunda Mut'im b. Adiy'e haber göndermiş ve o da Resûlüllah'a (a.s.) eman vermiş ve dört oğlunu silah- . landırarak her birini Kabe'nin bir köşesine dikmiş ve verdiği emam ilân etmişti. O bakımdan müşriklerden hiç biri artık Resûlüllah'a saldırmaya cesaret edememiş ve O da Kabe'nin yanında iki rek'at namaz kıldıktan sonra evine gitmişti. Bu olay, her yanı ve yönüyle Resûlüllah'm (a.s.) ne kadar çok vefalı olduğunu gösteren delillerden sadece biridir.
189 no'lu Ebû Hüreyre hadîsi sahîh olup istidlal ve ihticaca salih-tir. Kabile reisi esîr edilip Medine'ye getirilerek Mescid'de bir sütuna bağlanmıştı. Resûlüllah'm (a.s.) bu kişiyi islâm'a kazandırmak için çok güzel bir metod uyguladığı ve ona hiçbir teklîf yapmadan üçüncü günü onu serbest bıraktığı için Sümame'nin kalbini islâm'a ve kendisine ısındırdı ve o da bu insanî davranış karşısında İslâm'a girmeyi bir şeref kabul etti..
Sonra da buğday ve benzeri tahıl ihtiyaçlarını Yemame'den karşılayan Mekke'li müşriklere karşı Sümame tavrını ortaya koymuş ve Resûlüllah (a.s.) izin vermedikçe artık bundan böyle Yemame'den bir buğday tanesi olsun Mekke'ye ithal edilemiyeceğini belirtmiştir. Şüphesiz bu olay Mekke'li müşrikleri tuttukları hatalı yoldan döndürmeye yetmemişse de hafızalarında derin bir iz bırakmış ve daha etraflı düşünmelerine yol açmıştır.
191 no'lu İbn Abbas hadîsi, Resûlüllah'm (a.s.).Bedir savaşında esîr aldığı Mekkelilerden bir kısmını fidye alarak öylece salıverdiğine delâlet etmekte ve bir hüküm olarak esîrler konusunda devam edip gelmektedir.
192 no'îu Aişe hadîsi de sahîh sayılmıştır. Rasulüllah'ın (a.s.) bazı esîrleri fidye almadan salıverdiğini göstermektedir. Sonra da işin içinde kızı Zeyneb bulunuyordu. Bir de Hz. Hatice'nin ona düğün hediyesi olarak verdiği gerdanlık söz konusu idi.
193 no'lu Ibn Abbas hadîsi, islâm'ın okuma-yazma konusunda ne kadar ciddi tedbirler aldığını, her fırsatı bu açıdan değerlendirdiğini çok açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Zira islam, en büyük düşman olarak cahiliyye devrini ve cahilleri karşısına alıp mücadele vermiş ve cehaleti yenmek için bütün imkanlarını seferber etmiştir, islâm hazînesi henüz boş bulunduğu bir sırada, okur-yazar olan esîrleri fidye getirmeğe zorlamamış ve Medineli çocuklara okuma-yazma öğretmeleri bir fidye kabul edilmiştir. [231]
1- Savaşta üstünlük sağlayan Islham cephesinin kâfirleri esîr edinmesi caizdir.
2- Baştaki imam (devlet başkanı, halîfe veya yetkili kıldığı şahıs) elde edilen esirlerden kadın ve çocuklar hakkında köle ve cariyelik statüsünü uygular.
3- Kâfirlere ait olup esîr edilen köleler de aynı statüye tabidirler. Bu daha çok cumhurun, imam Şafiî ve imam Ahmed'in görüş ve içtihadıdır.
4- Ssîr edilen hür ve ergin kişilere gelince, imam bunlar hakkında şu üç şıktan birini uygulayabilir:
a) Serbest bırakıldıkları takdirde İslâm'a ve müslümanlara zararlarının dokunacağı bilinenleri öldürebilir.
b) Böyle bir tesbit ve görüş ortada yoksa, onlardan fidye (kurtuluş akçesi) almak suretiyle -onları kendi üllceleı-ine gitmekte serbest bırakır.
c) Uygun gördüğü takdirde fidye almadan onları serbest bırakabilir.
5- îmam Ebu Hanîfe ve rey tarafdarlarma göre, fidye alınmayıp hür ergin kişiler öldürülür. Kadın ve çocuklar köle ve cariye statüsüne tabi tutulur.
Ancak bu görüş ve ictihad, cumhurun görüşüne ters düşmektedir.
6- îmam Mâlik'e göre, fidye alınmaksızın olduğu gibi serbest bırakmak caiz değildir.
7- Tam'în'den Zührî ve mücahid'e göre, esirlerden fidye almak caiz değildir.
Bu görüş ve ictihad kitap ve sünnete uymamaktadır. Bu husustaki sahîh hadîslerin bu zatlara ulaşmamış olabilmesi de düşünülebilir.
8- Tabiîn'den el-Hasan ve Atâ'a göre, Kur'ân'da ve sahîh hadîste . belirtildiği üzere, esirlerden ya fidye alınıp serbest bırakılırlar veyahut onlara iyilikte bulunulup hiçbir fidye alınmadan bırakılırlar. [232]
Savaşta müsîümanlar üstünlük sağlayıp düşman tarafından bazı kişileri esîr olarak yakaladıklarında, onlardan bir kısmı "biz daha önce îsîâm'ı kendimize din olarak seçtik" diye iddia eder ve bunu bir şahitle, olsun isbat ederlerse, artık o kişiler Müslümanların dinde kardeşleri sayılırlar ve esirlerden alman fidye onlardan alınmaz ve öldürülmezler.
Zira savaştan amaç düşmanın küfür, azgınlık ve tuğyanını durdurmalı, insanları doğru yola irşad edip Hakk'a yöneltmektir. Esîr düşmeden önce bu yolu seçene artık dokunulmaz.
Esîr edildikten sonra îslâmiyeti kabul edenlere gelince, bunlar üzerinde ciddi bir inceleme yapmak gerekir. Bazısı İslâm'a ve Müslümanlara zarar vermek veyahut fidye ya da katilden kurtulmak için bu yolu geçici olarak seçmiş olabilir. Gereken araştırma yapıldıktan sonra imam veya baştaki yetkili kumandan bunlardan fidye alıp almamakta serbesttir. [233]
îbn Mes'ud (r.a) den yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir: "Bedir günü (Bedir Savaşı) olunca esirler getirildi. Resûlül-îah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurdu: "Esirlerden hiçbiri boşalıp kurtulmasın; ancak fidye ve boynu vurulmak suretiyle (bağları çözülsün)." Bunun üzerine ben şöyle dedim: 'Ya Resûlüllah! Ancak Süheyl b. Beyiza1 müstesna». Çünkü gerçekten hen onun İslâm'ı andığını duydum." Resûlüîlah (a.s.) susup bir şey demedi. O bakımdan o günden kendim, için daha korkunç bir gün görmedim, üzerime gökten bir taş düşecekmiş gibi endişelendini. Derken Resûlüllah (a.s.) Efendimiz: "Ancak Süheyl b. Beyzâ müstesna" diye buyurdu ve arkasından şu âyet indi: "Hiçbir peygambere yeryüzünde ağır basıp zafer elde etmedikçe esirler edinmesi uygun olmamıştır..." [234]
Hadîsin açık delâletinden Süheyl'in esîr düşmeden önce İslâm'ı din olarak seçtiği anlaşılmamaktadır. Ibn Mes'ud (r.a.) sadece onun İslâm'ı andığını söylemiştir. Bunun esîr edilmeden önce olduğuna delâlet eden açık bir karine de mevcut değildir. O bakımdan Resûlüllah'm (a.s.): "Esirlerden hiçbiri boşalıp kurtulmasın" emri, ashabın bu konuda daha çok dikkatli davranmasına ve bir de esîrler arasında öldürülmesi gereken bir iki kişinin bulunduğuna işarete yönelik bir anlatım tarzıdır. Yoksa Uesûlüllah'm (a.s.) fidye almadan salıverdiği esîrler olduğu gibi, öldürdüğü esîrler de olmuştur. Esîr edilmeden önce islâm'ı din olarak seçtiğini veya esîr edildikten sonra İslâm'a giren kimsenin sadece samimiyet derecesi araştırılır, İslâm'a bir zarar verme plânı yoksa Islâmiyeti kabul edilir ve artık ondan fidye talep edilmez. İlim adamlarının çoğu bu görüştedir.
İmam Mâlik bu hadîsle de istidlal ederek, fidye vermeden hiçbir esîrin salıverilmesi caiz değildir görüş ve yorumu, fidye vermeden serbest bırakılanlarla ilgili sahîh hadîslere ters düşmektedir.
O bakımdan bir konuyla ilgili hadîsi diğer sahîh hadîslerle birlikte değerlendirmek ve esbabu vürudi'İ-hadîs çerçevesinde jnanalandırmak gerekir. Aksi halde birtakım hatalı hükümler ortaya çıkarılır. [235]
1- Savaş neticesi esîr edilen müşriklerden Islânıiyeti ister esîr düşmeden hem en önce, isterse,esîr edildikten sonra kabul eden olursa ciddi bir inceleme yapılır,
2- Esirlerden Islâmiyeti kabul edenlerden artık fidye alınmaz. Aynı zamanda bir ihanetleri ve samimiyetsizlikleri ortaya çıkmadığı takdirde öldürülmezler.
3- İmam, baştaki yetkili kumandan isterse hiç fidye almadan bazı esîrleri veya tamamını salıverebilir. Şu şartla ki, bunları sahvermekte İslâm'ın ve Müslümanların yararı söz konusu olsun.
4- Esirlerden İslâm'a karşı aşırı düşmanlığıyla ün yapmış kişileri serbest bırakmakta birtakım tehlikeler ve zararlar söz konusu ise, o takdirde1 öldürülmeleri uygun olur.
5- İslâm ordusunu güçlendirmek için esirlerden fidye alınır. Fidye verecek durumda olmayanlar birtakım hizmetlere sevkedilirler. Örnek olarak, Resûlüllah'm (a.s.) bu durumda olup okuma yazma öğretme kabiliyeti olanları, Medine'li çocuklara okuma-yazma öğretmelerini fidye yerine kabul ettiğini gösterebiliriz. Buna kıyasla o gibilerini İslâm'a ve Müslümanlara yarar sağlayacak birtakım hizmetlerde kullanmaya cevaz verilebilir. [236]
Casus, cess kökünden türetilen bir sıfattır. Fenalığa, fitne ve fesada dair gizli bilgi ve haberleri öğrenip ilgililere bildiren ve daha çok askerî sırları öğrenmeğe çalışıp düşman tarafına bilgi aktaran kimse hakkında kullanılır.
Bu tarîf çerçevesinde konuyu değerlendirdiğimizde, düşman casuslarının veya müslümanlar arasındaki münafıklardan Î3Îâm ve nıüslümanlar, ülke ve millet aleyhine çalışarak casusluk yapanlar kendi hallerine terke dil dikleri takdirde çok vahîm sonuçların doğmasına sebep olacaklarından hiç şüphe yoktur. O bakımdan casusluk yapan kimse ister îslâm ülkesine gizlice sızmış olsun, isterse eman dileyerek ilticada bulunsun, isterse zimmî (gayr-i muslini bir vatandaş) olsun yakalandıkları ve suçları sabit görüldüğü takdirde Öldürülmeleri cihetine gidilebilir. [237]
Seleme b. Ekva' (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir: "Resûiüllah (a.s.) Efendimiz'e, seferde bulunduğu bir sırada bir casus getirildi.. Peygamberin (a.s.) ashabından bazı kişilerin yanında oturup konuştuktan sonra sıvışıp uzaklaştı. Peygamber (a.s.) Efendimiz: "Onu takip edin ve ÖldürünT buyurdu. Herkesten önce ben ona ulaştım ve öldürdüm. Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) Efendimiz onun elbise ve öze! eşyasını bir ganimet olarak bana verdi." [238]
Furat b. lîayyan'dan yapılan rivayette: Peygamber (a.s.) Fu-rat'ın öldürülmesini emretti. Bu adam zimmî (İslam ülkesinde yaşayan bir gayri müslim vatandaş) idi. Aynı zamanda Ebû Süfyan'm casusu ve Ensardan da bir adamın yemin edişdiği bir kimse olarak bulunuyordu. Derken bu adam Ensarın oluşturduğu bir halkaya uğradı ve: "Şüphesiz ki ben bir müslümanım" dedi. Bunun üzerine Ensar'dan bir adam: "Ya Resûlüllalı! Bu adam ben müslümanım diyor" dedi. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz: "Sizden öyle kimseler var ki biz onları imânlarına ısmarlıyoruz (onları imanlarıyla başbaşa bırakıyoruz) ve onlardan biri de Furat b. Hayyan'dır!" buyurdu. [239]
Hz. Ali (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen diyor ki: "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz beni, Zübeyr'i ve Mikdad b. Esved'i bir tarafa gönderdi ve şöyle buyurdu: "Yola çıkınız ve Ravzatü-Hah mevkiine varıncaya kadar yürüyünüz. Şüphesiz orada mahfe içinde bir kadın bulunuyor, yanında bir mektup var. Siz o mektubu ondan alınız." Bu emir üzerine yola çıktık. Atımız bizimle âdeta yarışıyordu.
Tâ ki Ravza (adlı mevkie) vardık. Orada Mahfe ile karşılaştık. Mahfedeki kadına: "Mektubu çıkar!" dedik. O da: "Benim yanımda hiçbir mektup yoktur" diye cevap verdi. Bunun üzerine ona: 'Ya mektubu çıkarırsın veyahut üzerindeki elbiseyi çıkarıp atarsın" dedik. Kadın başka çare bulamayınca mektubu saç örgüsünün arasından çıkardı. Mektubu alıp Resûlüllah'a (a.s.) geldik. Mektupta şunlar yazılıydı: "Hâtıb b. Belteâ'dan Mekke halkından bazı müşriklere..." ile başlıyor ve Resûlüllah'ın (a.s.) bazı durumlarını (aldığı kararları) haber veriyordu. Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) Hatıb'a döndü ve: 'Ya Hatıb! Bu nedir?" dedi. O da: 'Ya ResûlaUah! Benim aleyhimde bir karar vermekte acele etme. Şüphesiz ben Kureyş'e yapışık bir kişiyim, ama onlardan biri değilim. Seninle beraber olan muhacirlerin de Mekke ile yakınlık ve hısımhhkları vardır ki bununla oradaki ailelerini ve mallarını koruyorlar. Bu bakımdan onlar arasındaki nesep cihetiyle yakınlığım ortadan kalkınca, onlar nezdinde bir el edineyim de o el vasıtasıyla benim yakınlarımı himaye etmelerini arzulayıp sağlayayım. Bunu küfür veya irtidad (dinden dönme) veya küfre rıza olsun diye yapmadım, İslâm'dan sonra bunları düşünmedim" diye cevap verince, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz: "Hatıb size doğru söyledi" buyurdu. Ömer (r.a.) ise şöyle dedi: 'Ya Resûlallah, bırak da onun boynunu vurayım, bu münafıkı öldüreyim!" Resûlüllah (a.s.) Ömer'e: 'Ya Ömer, bu adam Bedir savaşına katılıp hazır bulunmuştur. Ne bilirsin, umulur ki Cenhab-ı Hak, Bedir ehline karşı tecelli etmiştir de 'İstediğinizi yapın, gerçekten ben sizi bağışlamış bulunuyorum" buyurmuştur. [240]
a) İmam Nevevî'ye göre, harbî olan kâfir casusun öldürülmesinde ilim adamlarının ve müctehidlerin ittifakı vardır. Kendileriyle anlaşma yapılan ve bir de zımmî olan casusun öldürülmesi hakkında farklı görüşler bulunuyor:
b) İmam Mâlik ve İmam Evzâî'ye göre, casusluk yapmaları sebebiyle muahede (anlaşma) bozulur ve zimmî de vatandaşlık hakkını kaybeder. Şâfiîlere göre konu ihtilaflıdır. Ancak kendisine ahd-u eman verilen gayr-i müslime ve zimmî'ye casusluk yapmamak şartı belirlen-mişse, o takdirde müctehidlerin hepsine göre, muahede bozulur ve zimmî de vatandaşlık hakkını kaybeder. [241]
201 no'lu Seleme hadîsi sahihtir. Hevazin savaşma çıkan Peygamber (a.s.) efendimiz, yakalanan casusun öldürülmesini emretmiştir. Zira askerî harekâtı inceleyip düşmana bilgi götüren kişi öldürülmediği takdirde islâm aleyhine birtakım olumsuz sonuçların doğacağı kesinleşir. imam veya yetkili kıldığı kumandan şart ve ortamı dikkate alarak casusu öldürmeyip hapsedebilir. Zira böylesinin bir süre sonra gerçeği anlayıp mü'minlerin örnek tavırları, yüksek ahlâkî değerlere bağlılığı karşısında islâm'ı din olarak kabul edebilir ve o takdirde müslümanlarm işine yarar bir eleman hüviyetini alabilir.
Savaş seferinde yakalanıp öldürülen casusun elbise ve eşyası, onu öldüren mücahide verilebilir. Nitekim Seleme hadîsi buna açık şekilde delâlet etmektedir. Ancak böyle bir hüküm vücubu gerektirmemektedir. Yetkili kumandan başka türlü de karar verebilir. Resûlüllah'ın (a.s.) öldürülen casusun elbise ve eşyasını onu öldüren Seleme'ye vermesi bir takdir meselesidir. Vücubu gerektirmemektedir.
202 no'lu Furat b. Hayyan hadîsinin belirtilen tarikle rivayetine Ebû Hümam ed-Dellâl Muhammed b. Mucib bulunmaktadır ki bu zatla ihticac olunmaz. Ebû Zur'a da bu zatırTmaruf olmadığını belirtmiştir. [242]
Ebû Hümam bu hadîsi Süfyan Sevrî'den rivayet etmiştir. Aynı zamanda Bişr b. es-Seriy el-Basrî de bu rivayeti Süfyan'dan nakletmiş bulunuyor. Buharı ve Müslim Bişr'in rivâyetiyle ihticac olunabileceğini belirtmişlerdir. Diğer yandan aynı hadîsi yine Sevrî'den Ubad b. Musa el-Erzak rivayet etmiş bulunuyor ki bu zat da sika olarak isim yapmıştır. O bakımdan Furat hadîsiyle istidlal etmekte bir sakınca yoktur. Furat her ne kadar Ebû Süfyan'm casusu olarak görev yapmışsa da eshabm huzurunda "ben müslümanım" demesi, küfürden de, casusluktan da koptuğuna delâlet etmektedir. Bu durumda Resûlüllah'ın (a.s.) onu reddetmesi düşünülmez. Öylelerini imanlarına ısmarlayıp zamanla gerçek renklerinin ortaya çıkacağına işarette bulunması da eshabına bu konuda bir mesajı içermektedir.
203 no'lu Hz. Ali hadîsi sahîh olup istidlal ve ihticaca salihtir. Müslüman olduğu ve Bedir savaşına mücahid olarak katıldığı halde Resûlüllah'ın (a.s.) karşı konulamayacak bir ordu hazırladığım Mekke müşriklerine haber vermesi, bir casusluk anlamında değil, Mekke'deki yakınlarını ve bıraktığı mal ve mülkünü korumaya yönelik bir teşebbüstür. Aynı zamanda yazdığı mektup bir bakıma islâm'ın yenilmez bir kuvvet oluşturduğunu haber vermekte ve Mekke'li müşriklerini korkutup iki şeyden birini seçmelerine itmektedir: Ya islâm'a girin kendinizi kurtarın veya ona göre hazırlıklı olun..
Hatıb'zn yazdığı bu mektubu ortaya çıkarılınca, hatıb bütün sami-miyetiyle bu mektubu niçin yazdığını açıklamış ve imânında hiçbir şüphe bulunmadığını ifade etmiş ve Resûlüllah (a.s.) da onun doğru söylediğini buyurmuştur.
Bu iki sebepten dolayı Resûlüllah (a.s.) Efendimiz Hatıb'ı ceza-landırmamıştır. Bu olay, müslumanlardan bir kişinin askeri sırları düşmana haber vermesi halinde, yetkili organların sebep ve sonuçlarını dikkate alarak böylesi hakkında bir hüküm verirler.
Hâtib'in özel bir durumunu da dikkatten uzak tutmamak gerekir: Bedir savaşına katılmış ve düşmana karşı silah kullanarak gerekeni yapmıştır. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in ise, bu savaşa katılanlarla ilgili müjdesi bulunuyor:
"Bedir savaşına katılıp hazır olan hiçbir kimse ateşe girmeyecektir." [243]
"Şüphesiz Allah Bedir ehline tecellide bulunup, istediğinizi işleyin, gerçekten ben sizi bağışlamış bulunuyorum" buyurmuştur. [244]
1- Harbî kâfîr casusun öldürülmesi vaciptir.
2- Zîmmî kişi casusluk yaptığı takdirde vatandaşlık hakkını kaybeder ve devlet bunun yaptığı casusluğun nev'ine göre ona bir ceza takdir eder.
3- Müslüman vatandaşın ihanette bulunup islâm aleyhine casusluk yaptığı tesbît edilirse yetkili organ ölümle hapis cezası arasında muhayyerdir,
4- Ancak kötü niyeti olmadığı ve imanından fedakârlıkta bulunmadığı takdirde casusluk yapan müslümanın ciddi pişmanlığı dikkate alınarak ya affedilir veyahut ibret-i müessire olsun diye cezalandırılır.
5- islâm ülkesine iltica edip eman dileyen kimse casusluk ettiği takdirde kendisine verilen eman hükümsüz olur ve yetkili organ onu cezalandırır.
6- islâm'a ve Müslümanlara zarar vereceği söz konusu olduğu takdirde ilticada bulunanlara eman verilmez. îmam Şafiî'ye göre, eman verilmesi caiz değildir. [245]
7- Bir müslümanın veıdiği eman bütün müslümanlarca geçerlidir ve bu caizdir.
8- Kendisine eman verilen kişi ihanet ve casuslukta bulunmadığı takdirde güvence altındadır. [246]
îslâm, koyduğu esas ve prensipleriyle, savunduğu insan haklarıyla köleliğin aleyhindedir. Zira İslâm'a göre, anasından doğan kimse hür olarak doğar. Sonra zalim zorbalar onları köle statüsüne sokup kullanırlar.
Savaşlarda elde edilen erkek ve kadın esirler hakkında islâm çok rahatlatıcı hükümler koymuştur, islâm'a girdikleri takdirde diğer müslümanlarm din kardeşi sayılırlar. Aynı zamanda bir köleyi hürriyetine kavuşturmak çok cazip hale getirilmiş ve bunun için büyük manevî mükâfatlar vaadedilmiştir.
O bakımdan bir kâfire ait gayr-i müslim bir köle islâm'ı kabul edip islâm ülkesine sığınırsa, hem kabul edilir, hem de hür sayılır, kölelik kaydi kalkar. [247]
İbn Abbas (r.a.) dan yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir:
"Resûlüllah (a.s.) Efendimiz Tâif savaşında, müşriklerin kölelerinden çıkıp (Müslüman olarak) kendisine gelenleri azad edip hürriyetlerine kavuşturmuştur." [248]
Şa'bî'den ve onun da Sakîfli bir adamdan yapılan rivayete göre, adı geçen demiştir ki: "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'den, bizim kölemiz olan Ebû Bekre'yi bize geri vermesini istedik. Zira Ebû Bekre bizden önce İslama girmiş bulunuyordu. Resûlüllah (a.s.) bize şu cevabı verdi: "Hayır, Ebû Bekre Allah'ın ve Resûlüllah'ın azadhsıdır." [249]
Uz. Ali (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen diyor ki: "Hudeybiye gününde (Mekke'den) birkaç tane köle, henüz sulh anlaşma yapılmadan önce çıkıp Resûlüllah'a (a.s.) geldiler (ve İslâm'ı din olarak seçtiklerini bildirdiler). Bunun üzerine onların efendileri olan müşrikler Hz. Peygamber'e (a.s.) mektup yazıp şöyle teklifte bulundular: "Allah'a and olsun ki ya Muhammed! O köleler senin dinine rağbet ederek çıkıp sana gelmiş değillerdir. Onlar ancak kölelik kaydından kurtulmak için çıkıp sana gelmişlerdir..." Oradaki ashabdan bir kısmı da bu mektubun muhteviyatını doğru kabul edip: "Ya Resûlallah! Kölelerin sahipleri doğru söylüyorlar, siz gelen köleleri onlara geri çevirin" dediler. Resûlüllah (a.s.) bunların bu sözüne öfkelendi ve şöyle buyurdu: "Sizi ey Kureyşli'ler hâlâ (eski huyunuzdan) vazgeçmiş görmüyorum. Yoksa siz, Allah boynunuzu vuracak kimseleri üzerinize gönderinceye kadar (bu huyunuzu sürdürecek misiniz?)"
Sonra da Resûlüllah (a.s.) O köleleri geri çevirmedi ve "Bunlar Allah'ın azadlılarıdır" buyurdu. [250]
a) Hanefîlere göre, efendisinden kaçıp islâm ülkesine sığınan ve islâm'a girdiğini söyleyen köleler kabul edilir ve hürriyetlerine kavuşmuş olurlar. Kaldı ki, müslümanlardan biri onlara eman vermiş olursa, bu geçerli kabul edilir ve artık geri çevrilmezler, islâm'a girmedikleri takdirde, yine de güven altında tutulurlar. [251]
b) Şâfîîlere göre de hüküm böyledir. Aynı zamanda bir kâfir henüz mağlup edilmeden önce islâm'ı din olarak seçtiğini söyler ve arkasından esîr edilir ve teslim olursa, artık onun canı, malı, ırzı ve çoluk çocuğu korunmuş olur. [252]
c) İmam Mâlik'e göre, dârü'l-harpte islâm Vgirip islâm ülkesine gelen köle hem müslüman, hem de hür olarak kabul edilir. Beraberinde getirdiği efendisine ait mal humus kapsamına girmez ve gerekirse o mal köleye bırakılır. [253] .
209 no'lu Ibn Abbas hadîsini aynı zamanda îbn Şeybe ve Ibn Sa'd tahric etmişlerdir. Ebû Bekre kıssası, Buharf de tâif savaşı konusunda geçmektedir. O bakımdan gerek 209 no'lu Ibn Abbas hadîsiyle, gerekse Şa'bî hadîsiyle istidlal edenler olmuştur.
211 no'lu Hz. Ali hadîsini Tirmizî de tahric etmiş bulunuyor ve bu hadîsin hasen sahîh garip olduğunu belirtiyor. Hafız Bezzar da aynı hadîsi Rebaî tarikiyle rivayet etmiş ve sadece bu tarikle rivayetin bilindiğini belirtmiştir.
Hudeybiyye gününde Mekke'den ve çoğu Tâif den çıkıp islâm'a girdiklerini açıklayarak Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'e gelen kölelerin şu kişilerden oluştuğunu siyerciler tesbit etmiş bulunuyorlar:
1- Ebû Bekre (r.a.)
2- el-Mübais (r.a,)
Bu ikisi Osman b. Amir'm kölesi olarak bulunuyordu.
3- Ziyad'm anası Sümeyye'nin kocası Merzuk (r.a.)
4- Verdan (r.a.) bu zat, Ubeydullah b. Rebi'â'nm kölesi idi.
5- Yahnes (r.a.) Bu zat Ibn Mâlik es-Sakafî'nin kölesi idi.
6- ibrahim b. Câriye (r.a.) Bu zat Harşat es-Sakafî'nin kölesi idi.
Bir rivayete göre, Sümeyye'nin oğlu Ziyad da bunlar arasında bulunuyordu. Ancak sahîh tesbitiere göre, Ziyad o günlerde daha çok küçük idi. Başka bir rivayete göre, bunların sayısı onüç idi. [254]
1- Küfür diyarından çıkıp islâm'ı din seçmek suretiyle îslâm ülkesine gelen köleler kabul edilir.
2- Beraberinde getirdikleri mal humus kapsamına alınmaz. İmam (devletin başı) isterse bu malı dârü'l-harpteki sahiplerine geri gönderir, isterse kölelere bırakır.
3- Gelen köleler islâm'ı seçip geldikleri için hür kabul edilirler ve köle statüsüne tabi tutulmazlar.
4- Bir kâfir, henüz mağlup olmadan veya esîr düşmeden Islham'a girerse, artık onun canı, malı ve çoluk çocuğu güven altına alınır.
5- Müslümanlardan biri îslâm ülkesine eman dileyerek ilticada bulunan kimseye eman verdiği takdirde, bütün müslümanlar eman vermiş kabul edilir ve artık o kimse ihanette bulunmadığı, casusluk yapmadığı takdirde güvence altında kalır.
6- İslâm'ı din olarak seçip kabul ettiklerini söyleyerek islâm ülkesine sığman kişiler -belge ve şahide dayalı bir casusluk plânları ortaya çıkmadığı takdirde- kabul edilirler ve küfür diyarına geri çevrilmezler.
7- islâm köleliği bir çırpıda ortadan kaldırma imkânı olmadığı için, onları satın alıp hürriyetlerine kavuşturma hususunda uhrevî mükâfatlar vaadedilmiş ve çok yönlü tahrîk ve teşviklerde bulunulmuştur.
9- islâm'a girip hürriyetine kavuşan her köle diğer müslümanların din kardeşi kabul edilmiş ve sınıf farkı asla gözetilmemiştir. [255]
Harbî: Arada barış anlaşması olmayan gayr-i müslim düşman demektir. Böylesi müslümanlara mağlup olup esîr düşmeden Önce İslâm'ı kendine din olarak seçerse, artık canı, malı, ırz ve namusu, korunmuş olur. Hiçbir müslümanm ona tecavüz etmesi caiz değildir. Zira amaç insanları kahretmek, öldürüp yok etmek değil, onları doğru yola iletmek, küfür ve ahlaksızlık, zulüm ve zorbalık bataklığından kurtarmaktır. Kendiliğinden gelip islâm'a giren kâfir, iki kelime-i şehadeti getirince aradaki bütün engeller kalkar ve müslümanlarm kardeşi sıfatını alır. [256]
"İnsanlarla, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Mu-hammed'in de Allah'ın Resulü olduğuna (dil ile zahiren) şehadette bulununcaya, namazı kıhncaya, zekâtı verinceye kaçlar savaşmakla emrolundum. Onlar bunları yerine getirince -İsla mî hadlarla ilgili hükümler müstesna olmak üzere- canlarını ve mallarını benden koruyup kurtarmış olurlar. (Gizli tutum ve düşünceleri ile ilgili hususlara gelince) o hesabı görmek Allah'a aittir..." [257]
Sahr b. Ayle (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen diyor ki: "Benî Süleym'den bir kabile, İslâm gelince topraklarını terkedip kaçtılar. Onların topraklarını (zapdedip) aldım. Sonra onlar İslâm'a girdiler ve toprakları hakkında davacı olup Peygamber (a.s.) Efendimiz'e müracaat ettiler. Peygamber (a.s.) o toprağı onlara geri verdi ve şöyle buyurdu: "Adam İslâm'ı din olarak seçip kabul edince kendi arazisine ve malına (herkesten) daha haklıdır (daha hak sahibidir)."
Ebû Dâvud bu mânayla aynı hadisi rivayet edince o rivayette şu ifade kullanılmıştır: "Ya Sahr! Şüphesiz bir kavm müslüman olunca mallarını ve kanlarını korumuş olurlar." [258]
Ebû Saîd el-A'şam (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen diyor ki:
"Resûlüilah (a.s.) Efendimiz, önce kendisinin arkasından efendisinin gelip İslama giren kölenin hür olduğuna hükmetti. Bunun aksine önce efendisinin ve arkasından kölesinin gelip İslâm girmesi halinde ise, köleye efendisinin daha hak sahibi ve müstahik olduğuna hükmetti." [259]
a) Hanefîlere göre, savaş esnasında kâfir harbî kelime-i şehadet getirirse, müslüman mücahidler onu artık öldürmezler. Ve artık o hür bir müslüman kabul edilir. Müslümanlar kâfirleri mağlup edip kahrettikten sonra harbîylerden biri veya birkaçı İslâm'ı kabul ettiğini söyler ve böylece kelime-i şehadeti getirirse, onlar da artık öldürülmezler, malları feyi kapsamına girer. [260]
b) Şâfiîlere göre, müslümanlar kâfirlere karşı hünez zafer elde etmeden Harbîlerden biri müslüman olursa, artık onun canı, malı, çocukları korunmuş olur, güven altına alınır. Zevcesi hakkında ise farklı görüş ve yorumlar olmuştur.
Esîr edilen harbî İslâm'a girerse, o da kanını korumuş olur. Ancak kölelikten hemen kurtulmaz. Kime isabet etmişse, onun onu hürriyetine kavuşturması söz konusudur. [261]
c) Hanbelîlere göre, esîr edilen harbî islâm'a girerse, öldürülmez ve köle statüsüne tabi tutulur. Onu öldürmek helâl olmaz. Kadınların durumu da öyle.. Esîr edilmeden önce İslâmiyeti kabul ederse, artık hem öldürülmez, hem de köle~ olarak tutulmaz, hürriyetine kavuşmuş olur.
Aynı zamanda savaşta esir elde eden kimsenin onu öldürmesi caiz değildir. Yapacağı tek şey, esîr edindiği kimseyi imama getirip teslim etmesidir. [262]
d) Mâîikîlere göre de, düşmanla savaşırken, daha önce dârü'l-harpte müslümah olan köleleri ele geçirdikleri takdirde hepsi de hür kabul edilir ve haklarında kölelik statüsü uygulan'maz. Zira bunlar islâm'a girdikleri zaman hiçbir müslümanm bunlar üzerinde bir mülkiyeti söz konusu değildi. [263]
Görüldüğü üzere dört mezhep imamları da bu konuda görüş ve ic-tihad birliği halindedirler. Mevcut hadîslerle istidlal etmiş bulunuyorlar. Ancak Mâlikîler, harbî bir kimse islâm'a girdikten sonra Müslümanlar onun ülkesiyle savaşır ve müslüman olan o harbînin malını ganimetler arasında alıp getirirlerse, bu mal ve onun ehli müslümanlar için feyi1 (ganimet) olur. Diğer müctehidlerin çoğuna göre ise, onun malı ve ehÜ kendisine teslim edilir. Sahîh olan da budur. [264]
215 no'lu hadîs sahîh olup istidlal ve ihticaca sâlihtir. Şehadet kelimelerini getirmek suretiyle islâm'ı din olarak kabul eden; namaz, zekat ve diğer farzları red ve inkâr etmeyen kimsenin canı ve malı korunmuş olur. islâm ahkâmıyla ilgili hududun uygulanması ise her zaman bir istisna teşkil eder. ilâhî yasakları ihlâl edip suç işleyen kimse -kim olursa olsun, hangi makamı işgal ederse etsin- âdil ölçüler çerçevesinde elbette cezalandırılır.
216 no'lu Sahr hadîsinin isnadmdaki ricalin hepsi sikadır. Hafız Ibn Hacer, Bulûğu 1-Meram'da buna değinerek ricalinin hepsinin mevsuk (sika) olduğunu belirtmiştir. [265]
Bu bapta Urve'nin murselen Saîd b. Mansur'dan yaptığı rivayette deniliyor ki: "Peygamber (a.s.) Efendimiz Benî Kurayza'yı kuşattı. Bu arada Salebe ve Useyd b. Sa'ye Islâmiyeti kabul ettiler. Onların islâm'a girmesi mallarını ve küçük çocuklarını koruma ve emniyet altına almış oldu." Bu rivayette yer alan ricalin hemen hepsi sikadır. [266]
Buharî ve Müslim'in rivayet ettikleri şu hadîs de konuya ağırlık kazandırmakta ve şüpheleri gidermektedir: "insanlarla, Allah'tan başka ilâh yoktur deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu dedikleri takdirde canlarını ve mallarını korumuş olurlar."
Mal denilince, taş mır-1 aşınmaz bütün mallan kapsamaktadır. Nitekim Sahr hadisi arazilerini de korumuş olurlar manasını belirtmektedir. O bakımdan cumhura göre, bir kimse kendi istek ve arzusuyla gelip islam'a girerse, malının tamamı onun mülkiyetinde kalır.
Böyîesinin islam'a girmesi ister darü'l-islam'da isterse darü'l-harpte, darü'i-küfürde olsun farkketmez. O halde darü'l-harpte islâm'a girenlerin taşınır, taşınmaz malları, o ülke fethedüdiğinde ganimet kapsamına alınmaz ve olduğu gibi asıl sahiplerine terkedilir. Çünkü onlar kendi arzularıyla hiç bir korku ve tehdit altında kalmadan islâm'ı din olarak seçmişlerdir.
Hanefîler ise bu meselede farklı bir ictihad ortaya koymuşlardır. Şöyle ki: onlara göre, harbî kimse darü'l-harpte müslüman olur ve orada ikamet eder de tâ ki müslümanlar gelip o ülkeyi silah zoruyla fethederlerse, artık onun arazisi ve akarları dışında kalan bütün malı kendisine ait olur. Arazî ve akarları ise mücahid gaziler için ganimet sayılır, imam Ebû Yusuf ise, imam Ebû Hanîfe'ye bu meselede muhalefet etmiş ve cumhurun görüşünü benimsemiştir.
Buharî de bu konuda bir bap oluşturup şu başlığı koymuştur: "Bir kavim darü'l-harpte müslüman olur da onların malı ve arazisi bulunursa, bunların hepsi onlara ait olur." Yani ileride müslümanlar gelip bu ülkeyi fethettiklerinde oradaki müslümanlarm taşmır-taşınmaz malları kendilerine ait olur, ganimet kapsamına alınmaz. Mekke'nin fethinde de uygulama böyle, hattâ daha kapsamlı olmuştur. [267]
1- Şartlar, imkânlar ve ortamlar elverdiği takdirde kâfirlerle savaşmak vaciptir.
2- iki şehadet kelimesini getiren kimse islâm'a girmiş kabul edilir ve artık onunla savaşmak haram olur.
3- islâm'a girmek için, girmek isteyen kimsenin inancı dikkate alınarak ya sadece Allah'tan başka ilâh olmadığına veya hem Allah'tan başka ilâh olmadığına, hem de Muhammed'in (a.s.) Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna veyahut bunlarla birlikte namaz zekât ve benzeri farzları kabul edip reddetmeyerek bunların ilâhî farzlar olduğuna şehadet etmeleri gerekir:
Meselâ yahudî ve hıristiyan bir kimsenin sadece Hz. Muhammed'in (a.s.) Allah'ın kulu ve son peygamberi olduğuna şehadet etmeleri yeterli sayılmıştır. Çünkü semavî olan bu iki din saîikleri zaten Allah'ın varlığına inanmaktadırlar. Ancak Isa Peygamber'i Allah'ın oğlu sayarak Ona ulûhiyet nisbet eden hıristiyanlarm iki şehadet kelimesini getirmeleri şarttır.
Allah'a ve Peygamber'e iman ettikleri halde namaz, zekât ve benzeri ilâhî farzları red ve inkâr edenlerin sadece iki şehadet kelimesini söylemeleri yeterli değildir. Ancak harbî bir kimsenin veya bir inkarcı kâfirin savaşta veya savaş dışında bu iki şehadet kelimesini söylemesi yeterlidir, islâm'a girdikten sonra diğer farzlar kendilerine öğretilir. Putperestlerin yalnız Hz. Muhammed'in (a.s.) risaletini tasdik etmeleri yeterli olmaz. Çünkü onlar putları Allah'a ortak koşmaktadırlar. O bakımdan iki şehadet kelimesini söylemeleri gerekir.
4- Harbî savaş esnasında islâm'ı din olarak seçtiğini söylerse öldürülmez. Ancak malının ganimet kapsamına girip girmeyeceği ihtilaflıdır: Müctehidlerin çoğuna göre, müslümanlar henüz zaferi elde etmeden harbî İslâm'a girerse, zaferden sonra malı ganimet kapsamına alınmaz, kendisine terk edilir. Sahîh olan da budur.
5- Hanbelîlere göre, esir edilen harbî islâm'a girerse artık Öldürülmez, köle statüsünde tabi tutulur.
6- Harbîlere ait köleler, savaştan ve zaferden önce islâm'a girerlerse, artık onlar hür kişiler kabul edilir ve zaferden sonra hepsi hür birer Müslüman olarak kalır.
7- Esîr edildikten sonra îslâm'a giren köleler yine köle statüsüne tabi tutulur ve hangi gaziye isabet ederse, ancak onun azad etmesiyle hürriyetine kavuşabilir.
8- Esîr edilen kadınların durumu da öyle... Daha önce îslâm'a girmişlerse hürre olarak kalırlar. Esîr edildikten sonra îslâm'ı kabul ederlerse, cariye statüsüne tabi tutulurlar ve hangi gaziye isabet ederlerse, ancak o onları azâd edebilir. [268]
Küfür diyarında kalıp din ve vicdan, ibadet ve düşünce hürriyetinden mahrum edilen müslüm ani arın, idareyi ele geçirme şansları ve güçleri yoksa, din ve vicdan, ibâdet ve düşünce hürriyeti olan bir islâm ülkesine hicret etmeleri gerekir.
Halkı islâm'a girip islâm ahlâk ve ahkâmıyla yaşayan bir ülkeden başka bir îslâm ülkesine hicret edilmez. O bakımdan Mekke fethedildikten sonra orada oturan mü'minlerin Medine'ye veya başka bir îslâm beldesine hicret etmelerine cevaz ve izin verilmemiştir. Ticarî ve benzeri bir amaçla hicrette sakınca yoktur.
Allah'ın insanlara indirdiği son din îslâm, bütünüyle rahmet, düzen, denge, adalet, ahlâk ve fazilettir. Bütün bu değerler insan oğlunun en tabii hakkıdır. Onu bu hakkından mahrum eden zalim zorbalar, kâfir azgınlar bulunabilir. O takdirde o ülkede yaşayan' müslümanlar idareyi ele geçirme gücüne ve şansına sahip değillerse, orada ikamet etmeleri caiz olmaz. Din, ibâdet, Kur'ân ahkâmı ve ahlâkı hâkim ve cari olan bir islâm ülkesine, beldesine hicret etmeleri vacib olur. [269]
Semure b. Cündeb (r.a.) den yapılan rivayette, Resûlüllah'ın (a.s.) şöyle buyurduğu belirtilmiştir: lfKim müşrik (Allah'a ortak koşan) ile biraraya gelir ve onunla birlikte mesken edip oturursa, o da onun bir benzeri olur." [270]
Cerîr b. Abdillah (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir: "Resûlüllah (a.s.) bir bölük askeri Haş'am'e gönderdi. Oradaki insanlar secdeye sarılıp (secde edip) (bununla İslâm'ı kabul ettiklerini göstermek istediler). Ne var ki, giden bölük harekete geçip onlardan bir kısmını öldürmekte çok acele etti. Bu haber Peygamberimize (a.s.) ulaşınca, onlara akl (diyet)in yarısının verilmesini emretti ve şöyle buyurdu: "Müşriklerin arasında ikamet eden (eyleşip oturan) her müslümandaji ben beriyimdir." Bunun üzerine soruldu: "Neden ya ResûlüUah?" Cevap verdi: "Müslümanla müşrikin ateşleri birbirini görmemeli (aynı ülke, aynı mahallede yanyana, karşı karşıya oturmamalıdır) lar." [271]
Muâviye (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen diyor ki: Resûlüllah'ın (a.s.) şöyle buyurduğunu duydum: "Tevbe (kapısı kapanıp) kesilmedikçe hicret kesilmez. Güneş batıdan doğmadıkça tevbe kesilmez (tevbe kapısı kapanmaz.)" [272]
Abdullah b. Sa'dî (r.a.) den yapılan rivayette, ResûlüUah (a.s.) şöyle buyurmuştur: "Düşman ile savaşıldığı sürece hicret kesilmez (devam eder)." [273]
îbnAbbas (r.a.) dan yapılan rivayette, Peygamberimiz (a.s.) şöyle buyurmuştur: "Fetih (Mekke'nin fethi) den sonra hicret yoktur; ama cihad ve niyet vardır. Cihada çıkmanız sizden istendiği zaman cihada çıkın." [274]
Hz. Aişe (r.a.) dan yapılan rivayette, kendisinden hicretten sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: "Bugün artık hicret yoktur. Daha önce mü'min dinini kurtarmak (onun gereğini yerine getirmek) için, fitneye uğramaktan endişe ederek Allah'a ve Resulüne kaçıp gidiyordu. Ama bugün Allah İslâm'ı gerçekten üstün kıldı ve mü'min de dilediği yerde Rabbına ibâdet etmektedir." [275]
Mucaşi' b, Mes'ud'dan yapılan rivayette, adı geçen kardeşi Mücalid b. Mes'ûd'u alıp Peygamberimize (a.s.) getirmiş ve şöyle demiştir: 'İşte bu Mücalid'dir. Hicret etmek üzere size gelip bey'at etmek istiyor." Bunun üzerine Peygamber (a.s.) şöyle buyurdu: "Mekke fethinden sonra artık (Medine'ye) hicret yoktur. Ama ben onunla İslâm, imân ve cihad üzere bey'âtleşiyorum." [276]
224 no'lu Semure hadîsi üzerinde durulmuş, Zehebî isnadında karanlık bir cihet olduğunu belirterek bu gibi hadislerle ihticac edilemeyeceğine dikkat çekmiştir.
O halde Semure hadîsiyle istidlal edilemeyeceği ağırlık kazanmış ve o bakımdan ilim adamları bu hadîsi delil göstermemişlerdir.
225 no'lu Cerîr hadîsini îbn Mâce tahrîc etmiştir. Isnadmdaki ricalin hepsi sikadır. O bakımdan istidlal ve ihticaca sâlihtir. Hadîs, îslâm askerlerini görünce secde edip Hakk'a, islâm'a tutunduklarını anlatmak isteyen kimselerin bu davranışını ciddiye almayan kumandan onları öldürmekte acele etmiş ve bu yüzden ResûlüUah (a.s.) onların akl (kan pahası) nm yarısını göndererek yapılan haksızlığı telafi etmiştir. Ancak olayda kasıtlı öldürme söz konusu değildir.
Buharı, Ebû Hatim, Ebû Dâvud ve Tirmizî de bu rivayeti sahîhlemişlerdir. Taberânî ise mevsulen rivayet etmiştir.
226 no'lu Mıiâviye hadîsini Nesâî tahrîc etmiştir. el-Hattabî ise bunun isnadında bir takım şeyler söylenebilir diyerek görüş ve tesbitini belirtmiştir. Ancak başka rivayetlerle kuvvet kazanmaktadır.
227 no'lu Abdullah hadîsini Ibn Mâce, Ibn Mende, Taberânî, Bağavî ve Ibn Asâkir tahrîc etmişlerdir, istidlale salih görülmüş ve bu konuda delil sayılmıştır. Küfür diyarında kâfirlerle birlikte oturmanın tahrîmine delâlet etmekte ve o gibi yerlerde oturan müslümanların hicret etmelerinin vacip olduğunu yansıtmaktadır.
228 no'iu îbn Abbas hadîsi sahîh olup istidlale salihtir. Mekke'nin fethinden sonra artık Medine'ye hicret yoktur. Mekke'den oraya taşman kimse hicret etmiş sayılmaz. Geriye islâm'ın yücelmesi ve yayılması, küfrün başaşağı gelmesi için iyi niyetle cihad kalır. O bakımdan küffara karşı savaşa davet vaki olunca mü'minlerin tereddüt etmeden katılmaları vacib olur.
Cihad için hicret etmek, iyi niyetle çıkıp ilim tahsilinde bulunmak, geçimi sağlamayı hedefleyip eyleştiği yerden başka yere göçmek caizdir. Özellikle küfür diyarında olan bir müslümamn hicret etmesi gereklidir. Hadîs, sadece "fetihten sonra Mekke'den Medineye hicret yoktur" hükmünü taşımakta ve artık Mekke'nin de dârü'l-islâm olduğuna işaret etmektedir. Hafız Ibn Hacer de aynı görüşte olup küfür diyarında müslüman olan kimsenin kâfirlerin eza ve cefasından kurtulup selâmete erişebilmesi için islâm ülkesine hicret etmesi vaciptir diyor. Sonra da şu âyeti delil gösteriyor:
"Kendilerine haksızlıkta bulunup yazık eder bir halde iken meleklerin (gelip) canlarını aldıkları kimselere gelince, onlara: "Ne işte, nerede bulundunuz?" diye sorarlar. Onlar da; "Biz yeryüzünde (inanmayanlar arasında savaşamayan, cihada katılamayan) birtakım âcizler idik" derler. Melekler onlara: "Allah'ın arzı (yeryüzü) geniş değil miydi, orada hicret etseydi-niz ya?" derler. İşte bunların dönüp eyleşecekleri yer cehennemdir. Gidilecek yer olarak orası ne kötüdür!" [277]
işte bu tarz hicretin hükmü devam etmektedir. Küfür diyarında _ olup hicrete kudreti yeten müslümamn hicret etmesi vücup ifade etmekte ve imkânı olduğu halde hicret etmediği, müslümanlara katılıp cihada çıkmadığı takdirde cehennem ile azap edileceği açıklanmaktadır. Ancak bulunduğu küfür diyarında islâm'a hizmet etme ve islâm'ı yüceltme, üstün kılma imkânı ve kudreti olursa, Maverdî'ye göre o ülke onun için darü'l-islâm olur ve orada ikamet etmesi hicret etmesinden daha uygun kabul edilir. Zira orada kalmasıyla başka kişileri islâm'a ısındırma, Isîâmî hakikatleri kalp ve kafalara işleme imkânı söz konusudur
ilim adamlarından bir kısmı bu görüşe muhalefet edip sahîh hadîslere uymadığını belirtmişlerdir. el-Hattabî de aynı görüştedir. Resûlüllah'm (a.s.) Medine'ye hicret etmesiyle birlikte Mekke'de kalan müslümanların vakit kaybetmeden hicret etmeleriyle ve daha tez davranıp hicret edenlerin derecesinin yüksekliğiyle ilgili âyetler bulunuyor. Onlardan birinin meali şöyledir: "Onlar ki inandılar ama hicret etmediler, üzerlerinde -hicret etmelerine kadar- lehlerine hiçbir velayetiniz yoktur.. Bununla beraber dinde size yardım etmek isterlerse, sizinle aralarında kesin anlaşma bulunan bir kavim dışında onlara yardım size gerekir. Allah yapageldiğiniz şeyleri görmektedir." [278]
Konuyu şöyle özetlememiz mümkündür:
Resûlüllah (a.s.) Medine'ye hicret.edince, Mekke ve civarında müşrikler arasında sıkışıp kalan mü'minlerin de hicret etmeleri farz kılınmıştı, imkânı olduğu halde hicret etmeyenler aleyhine uhrevî azap hatırlatılmış^ve vakit kaybetmeden hicret ederek Resûlüllah'a (a.s.) destek olanlar övülmüştür. Mekke'nin fethinden sonra artık Resûlüllah'm (a.s.) yanma hicret etme farziyeti kaldırılmış ve Mekke'de bulunan müslümanların bulundukları yerde İslama hizmet imkânları doğmuş, din, ibadet, vicdan ve düşünce hürriyetinin bütün kapıları açılmıştır.
Gerek Resûlüllah (a.s.) zamanında gerekse O'ndan sonra günümüze kadar, küfür diyarında olup kâfirlerin eza ve cefasına maruz kalan müslümanların, bulundukları ülkede islâm'ı yayma, hizmet verme ve rahat ibadette bulunma imkânları olmadığı takdirde bir islâm ülkesine hicret etmeleri vacib olur. Terkinden dolayı günahkâr sayılırlar. Ama belirttiğimiz hususlarda çalışma, hizmet etme ve rahat ibadette bulunma imkânları varsa, o takdirde hicret etmeleri vacib değildir. Ancak kâfirlerle savaşmak zorunda kalan islâm ülkesine yardımcı olmaları, gerekirse hicret edip bilfiil cihada katılmaları vacib olur. Zira "tevbe kapısı kapanıp kesilmedikçe hicret kesilmeyip devam eder" mealindeki 226 no'lu hadîs bir bakıma buna delâlet etmektedir. [279]
1- Müşriklerin arasına sıkışıp kalmak, müslüman olduğu için onlardan gelen eza ve cefaya katlanmak doğru değildir.
2- O bakımdan küfür diyarında islâm'ı kabul eden bir kişinin dinini, iman ve ahlâkını koruyup kurtarması için islâm ülkesine hicret etmesi vacibtir.
3- Bulunduğu küfür diyarında islâm'ı yayma, yüceltme ve rahat ibâdet yapma imkânı olan kimsenin hicret etmesi vacib değildir. Oradaki hizmeti önemlidir.
4- Mekke fethedildikten sonra artık Medine'ye din uğrunda hicrete gerek kalmamıştır.
5- Bulunduğu küfür diyarında İslâm'a hizmet etmekle beraber islâm ülkesiyle kâfirler arasında bir savaş başgösterir de müslümanlarm yardıma ihtiyacı olursa, o takdirde küfür diyarındaki müslümanlarm gelip cihada katılmaları vacib olur.
6- Küfür diyarında islâm'a girenler için hicret kapısı devamlı açıktn*. Eza ve cefa gördükleri, ibâdet hürriyetinden mahrum edildikleri takdirde hicret etmeleri vacib olur ve bu tarz hicret kıyamete kadar devam edecektir. "Fetih'ten sonra hicret yoktur, ama cihad ve niyet vardır" mealindeki hadîs buna işaret etmektedir.
7- Savaşta islâm'a girdiğini sözlü olarak ifade edenler, kendi anlayışlarına göre başlarını yere koyup secde ederek Hakk'a ve İslâm'a teslim olduklarını anlatmaya çalışanlar öldürülmez.
8- Savaş başlamadan veya başladıktan sonra müşriklerden bazı kişiler islâm'a girdiklerini, müslüman olduklarını kendilerine göre birtakım kelime ve cümlelerle anlattıkları takdirde, birtakım şüpheler ortaya çıksa bile, onlara saldırmak ve öldürmek caiz olmaz. Ama samimiyetlerini anlamaya çalışıp birtakım tedbirler almak gerekir.
9- islâm'a girdiklerini veya müslüman olduklarını ifade eden düşman askerlerinden islâm kumandanı şüphelenir de onları öldürecek olursa, diyetlerinin yansını göndermek ve yapılan hatayı telafi etmek gerekir.
10- Mekke fethedildikten sonra artık hicret üzere bey'at etmek yoktur. Ama islâm, imân ve cihad üzere bey'at vardır.
11- islâm ülkesine gelip bey'at etmek isteyen kimse, islâm, imân ve cihad üçlüsü üzere bey'at eder ve bu üç esasın delâlet ettiği hükümleri kabullenmiş olur. [280]
Dârü'l-harpten birinin veya birkaç kişinin islâm ülkesine sığırıma ve eman dilemesi çokça görülen olaylardan biridir. Özellikle islâm'ın kıtalar üzerinde hakimiyet kurduğu asırlarda bu iltica ve eman dileme olayları hayli yaygındı, islâm her yanı ve yönüyle cihanşümul (evrensel) olduğundan bu konuya ağırlık vermiş ve birtakım hükümler ve müeyyideler koymuştur.
Ayrıca savaşa devam etmenin veya savaş kapısını açmanın müslümanlarm aleyhine bir sonuç doğuracağı birtakım delil ve kıstaslarla bilindiği zaman düşmanla barış anlaşmasına cevaz verilmiş ve ciddi tedbir almadan, yeterli kuvvet hazırlamadan savaşmanın uygun olmayacağı belirtilmiştir.
islâm'a göre, müslümanlar bir bütünlük arzeder. Kitap ve sünnet çerçevesinde eğitilip yetiştirilen bir müslüman daima bütün müslümanlarm faydasın^ selâmetini ve emniyetini düşünür. O bakımdan dârü'l-harpten bil" veya birkaç kişi islâm ülkesine eman diyerek iltica talebinde bulunduğunda, bir kumandan, bir yetkili ona eman verebileceği gibi sıradan bir nefer, bir kadın da eman verebilir. Birinin verdiği eman bütün müslümanlar adına emandır. O bakımdan kendisine bir kişi tarafından olsun eman verilen harbî artık güvence altındadır; casusluk yapmadığı, ihanette bulunmadığı ve islâm'ı küçük düşürecek davranışlar içine girmediği takdirde hiçbir müslüman ona kötülükle dokunamaz ve öldüremez.
Düşman ile yapılan sulh anlaşması, saldırmazlık" anlaşması -karşı taraf bozmadığı sürece- hep geçerliğini korur ve hiçbir müslüman bu anlaşmayı ihlâl etme hakkına sahip değildir. [281]
Enes (r,a.) den yapılan rivayette, Peygamber'in (a.s.) şöyle buyurduğu belirtilmiştir: "Gadreden her kişinin kıyamet gününde bir bayrağı olur da o, onunla tanınır." [282]
Gadr: Sözünde durmamak, vefasızlık etmek, haksızlık ve zulümde bulunmak, yapılan anlaşmayı tek taraflı bozup verilen söze sadık kalmamak gibi manalara gelir. Düşmanla yapılan bir saldırmazlık, sulh anlaşmasına sadık kalmak vacibtir. Karşı taraf gadretmediği sürece müslümanîar gadretmezler.
Saîd (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen, Resûlüllah'ın (a.s.) şöyle buyurduğunu, haber vermiştir: "Gadreden her kişi için kıyamet gününde bir bayrak vardır ki o bayrak o kişinin gadri nisbetinde yükseltilir. Haberiniz olsun ki, velayet amme sahibi olan enıîr (hükümdar veya yetkili kumandan) den vaki olan gadirden dolayı daha büyük bir gadir (gadreden) yoktur." [283]
(iere yapılan rivayete göre, Peygamberimiz (a.s.) şöyle buyurmuştur: "Müslümanların zimmeti (ahd, eman ve himayesi) birdir (birinin verdiği zimmet hepsi adına verilmiş olur)
buyurmuştur: Müslümanların zimmeti (ahd, eman ve himayesi) birdir (birinin verdiği zimmet hepsi adına verilmiş olur). En aşağı düzeyde olanları bile zimmet hususunda bir tavır ve davranış ortaya koyabilir." [284]
Hüreyre (r.a.) den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki kadın da kendi kavmi (ülkesi) adına ahd-u eman verebilir." [285]
a) Hanefîîere göre, harbî olan bir kişi islâm ülkesine eman dileyerek ve dilediği eman kendisine verilerek girer veya iltica ederse, bir yıldan daha az bir süre kalmasına izin verilebilir. Yetkili hükümdar veya kişi ona: "Bir yıl kalacak olursan senin üzerine cizye tahakkuk ettiririm" derse, bu geçerli bir karar olur. Emanla içeri giren kimse yılı dolmadan ayrılıp giderse artık haraç talep edilmez. Bir yılı dolduracak olursa artık o zımmî (vatandaş) sayılır, zimmî statüsüne tabi kılınır. Baştaki yetkili, eman dileyerek tsîâm ülkesine giren kimse için bir veya iki aylık bir süre de belirleyip sınırlandırabilir. Belirlenen süre geçtiği halde ülkeyi terketmezse zimmî kabul edilir ve ona göre işlem yapılır. [286]
Eman dileyip îslâm ülkesine giren kişi kadın olur ve orada bir zimmî ile evlenirse, kendisi de zimmî olmayı kabul etmiş sayılır ve zimmî ile ilgili statüye tabi olur. Çünkü kadın erkeğe tabidir. Evlendiği erkek zimmî ise, o da zimmî sayılır. Ama eman alıp gelen kişi erkek olur ve orada zimmîye bir kadınla evlenirse, kendisi zimmî sayılmaz. Çünkü erkek kadına tabi değildir. [287]
Kendisine eman verilecek kişide aranan birtakım şartlar vardır. O şartlan haiz olmayan harbî kabul edilmez, yani Öylesine eman verilmez.
Bu şartlar şunlardır:
a) Arap müşriklerinden olmaması, Zira Arap müşriklerinden ancak İslâm'a girmeleri kabul edilir.
İltica ve eman dilemeleri kabul edilmez.
b) Murted olmaması, Zira murtedden de ancak islâm'a dönmesi kabul edilir, iltica ve eman dileme talebi kabul edilmez. İslâm'a dönmeyi kabul etmediği takdirde öldürülür. [288]
b) Şâfiîlere göre, mükellef ve muhtar olan her müslümanm bir harbîye veya belirlenmiş bir sınır içinde bulunan bir topluluğa (köy halkına, kabile halkına) eman verebilir. Sının ve sayısı belli olmayan bir topluluğa eman veremez. Kâfir bir vatandaşın, mükellef olmayanın ve bir de zorlananın eman vermesi sahîh değildir. Aynı zamanda elde edilip İslâm ülkesine getirilen bir esîrin ne beraberindeki esirlere, ne de başkasına eman verme yetkisi yoktur.
Eman verme sözlü olabileceği gibi yazılı da olabilir. Ancak müslümanlara zarar verecek bir eman sahîh ve geçerli sayılmaz. Meselâ harbî sırf casusluk yapmak üzere eman diler ve birtakım karineler onun casus olduğuna delâlet ederse, artık öylesine eman verilmez.
Kendisine eman verilen harbî bir hıyanette bulunmadığı takdirde imamın (devlet başkanının veya yetkili kurumun) emanı bozması doğru olmaz. Böyle bir endişesi olursa bozmasında bir sakınca yoktur. [289]
c) Hanbelîlere göre de, mükellef bir rnüslümanın harbî olan kişiye eman vermesi sahihtir. Mükellef kişi ister erkek, ister kadın, ister hür, ister esir, ister köle olsun fark etmez, bunların hepsi eman vermeye salahiyetli sayılır. [290]
Harbî bir kimseye sözü edilen kişilerden biri eman verdiği takdirde artık onu öldürmek, malını yağmalamak, şahsiyetini zedelemek haram olur. Ancak sözü edilen nıüslümanm ergin, akıl ve muhtar olması gerekir. Nitekim Sevrî, Şafiî, Evzaî, Ishak ve İbn Kasım da aynı görüştedirler.
d) İmam Ebû Hanıfe ile İmam Ebû Yusuf a göre, kölenin eman vermesi sahîh olmaz. Esîr de öyle.., [291]
Kadının da eman vermesi sahihtir.- Hz. Aişe (r.a.) bu konuda şöyle demiştir: "Kadın, müslümanlar adına eman verecek olursa caiz olur." Bunun gibi Ümmü Hâni (r.a.) Resûlüllah'a (a.s.) baş vurup şöyle dedi: "Ya Resûlallah! Kocam tarafından olan bazı hısımlara eman verdim ve anamın, oğlu (anabir kardeşim) onları Öldürmek istiyor. O yüzden eman verdiğim kişileri bir odaya koyup kapıyı kilitledim!" Resûlüllah (a.s.) ona şöyle buyurdu: "Ya Ümmü Hâni', sen kime eman verdiysen biz de ona eman vermiş bulunuyoruz. Müslümanlardan sıradan bîr kimse de eman verebilir." [292]
imamın (devlet başkanı, halîfe) kâfirlerin hepsine ve onların fertlerine eman verme yetkisi vardır ve caizdir.
e) Mâlikîlere göre, kadının, kölenin ve aklı eren çocuğun eman vermesi de geçerli ve sahihtir. Savaşta müslümanlara yardımda bulunan hıristiyanlarm bir müşrike eman vermesi Leys ve Evzâî'ye göre caiz değildir.[293]
233 no'lu Enes Hadîsi sahîh olup istidlal ve ihticaca sâlihtir. Yapılan anlaşmayı ciddi bir sebep yokken tek taraflı bozan, verdiği ahd-ü emana riâyet etmeyen kimse gadir sayılır. Resûlüîîah (a.s.), böylesi hakkında ağır anlamda manevî bir müeyyide koymuştur. Aynı zamanda müslüm ani ardan bir mükellef kişinin verdiği eman geçerlidir. Bir başkası kalkıp onu, bozacak olursa, men'edilir ve bozması geçersiz sayılır.
Böylece Resûlüllah (a.s.) mükellef her mü'mine -ister erkek, ister kadın, ister köle, isterse cariye olsun- değer vermiş ve onu diğer bütün mü'minlerle birleştirip tek parça kabul etmiştir. Düşman tarafından birinin eman dileyerek İslâm ülkesine girmesi için sadece halîfeyi veya onun yetkili kılacağı bir kurum veya şahsı salahiyetli kılmamış, bu konuda aklı eren her mükellef mü'minin yetkili olduğunu belirlemiştir. Şüphesiz bunun birtakım hikmet ve sebepleri vardır:
a) Düşman askerine veya onlardan herhangi bir ferde veyahut bir kabileye müslünı anlar dan birinin eman vermesi son derece dikkat çekicidir. Bu, gayr-i müslimlere İslâm Devletinin bir ferde ne kadar değer verdiğini gösterir ve onların gıbtasma yol açar.
b) Kendisine eman verilen harbînin müslümanlar arasındaki birlik ve dirliği, kardeşlik ve dayanışmayı, sevgi ve saygıyı, doğruluk ve adaleti görmesi yönlendirici olur ve o kişinin İslâm'a ısınmasına sebep olabilir.
c) Kölelerin, mültecilerin biîe insanca yaşama şansına sahip olduğu İslâm ülkesindeki adalete ve sınıf farkını kaldıran esaslara hayranlıklarını uyandırma imkânı doğmuş olur.
234 no'lu Ebû Saîd hadîsi Enes hadîsiyle birbirini kuvvetlendirmektedir. Fazla olarak da devlet başkanının, velâyet-i amme yetkisi bulunanın gadretmesinin çok daha kötü ve sonuç bakımından çok daha eiîm olduğu belirtilmektedir. Zira makam sahibi olmayan bir ferdin gadretmesi hafife alınabilir ve müslümanlarm itibarını pek sarsmayaHlir. Ama hükümdarın veya yetkili kumandanın gadretmesi bütün müslüm anları rencide edip dışa karşı itibarlarını sarsabilir. İslâm davasını zedeleyip yayılmasına engel teşkil edebilir.
235 no'lu Hz. Ali hadîsi sahihtir. Aynı zamanda Ebû Dâvud, Nesâî" ve Hâkim tabrîc etmiş bulunuyorlar. Diğer yandan bu anlamda bir diğer hadîsi Ahmed, Ebû Dâvud ve îbn Mâce, Amr b. Şuayb tarikiyle Amr'm dedesinden merfuan rivayet etmişlerdir ki meâlen şöyledir; "Müslümanların eli (üstünlüğü, ahd-u emanı) başkaları üzerinedir, Müslümanların kanları birbirine denktir. Başkalarına, sıradan bir müslümân ahd-u eman verebilir ve eman verilen kişiyi müslümanlarm üst seviyedekileri (salimen) kendi ülkesine geri gönderir. Evet müslümanlar başkalarına karşı bir tek el mesabesindedirler."
îbn Hibban bu hadîsi sahîhîemiştir.
236 no'lu Ebû Hüreyre hadîsini Tirmizî tahrîc edip hasen-garip olduğunu belirtmiştir.
Bu bapta birçok rivayetler bulunuyor ki, hepsi de birbirini desteklemekte ve kuvvetlendirmektedir. [294]
1- Düşman tarafla yapıian anlaşmalara bağlı kalmak vâcibtir.
2- Düşman tarafı yapılan anlaşmayı bozmadığı sürece müslümanlar buna sadık kalmakla yükümlüdür.
3- Karşı taraf yapılan anlaşmaya sadık kalmaz da dolaylı yollardan ihanette bulunmaya çalışırsa, o takdirde müslümanlar yapılan anlaşmayı onların yüzüne fırlatarak artık onun bir hükmü kalmadığını bildirirler.
4- Dârü'l-harpten bir harbî eman dileyerek islâm ülkesine girmek isterse, müslümanlardan mükellef bir kişi ona eman verebilir ve bu geçerli sayılır.
5- Eman verecek olan müsîümamn akü, baliğ olması yeterlidir.
6- Müslüman mükellef bir kadın ve bir köle de eman vermeye yetkilidir.
7- Birinin verdiği eman, bütün müslümanîarı bağlayıcıdır ve hepsinin eman verdiği neticesini doğurur.
8- îmam (devlet başkanı, halîfe veya yetkili kıldığı kimse) eman verilen şahıs için bir süre belirler. Müctehidlerden bir kısmına göre bu süre en çok iki aydır, bir kısmına göre bir yıldır. Süre tamamlanınca ülkede kalıp gitmeyen kimse zimmî (gayr-i müslim vatandaş) sayılır ve zimmî statüsüne tabi olur, kendisinden vergi"alınır.
9- Eman dileyen harbî kadın olur da kendisine eman verildikten sonra bir zimmî ile evlenirse, artık zimmî statüsüne tabi olur. Zira kadın kocasına tabi'dir. Ama kendisine eman verilen kişi erkek.olur da, eman verildikten sonra îslâm ülkesinde zimmîye bir kadınla evlenirse, zimmî statüsüne tabi tutulmaz. Zira erkek karısına tabi' değildir.
10- Bir müslümanm veya devlet başkanının eman isteyen harbînin casus olup olmadığına dikkat etmesi gerekir. Eman verildikten sonra da kontrol altında tutulur. Casus olduğu ortaya çıkarsa, ya ülke dışına çıkartılır veya cezalandırılır. Müctehidlerin bu husustaki görüşleri az farklıdır.
11- Bir müsîümamn eman verdiği harbî öldürülmez, malına dokunulmaz, şahsiyeti rencide edilmez ve başka bir müslüman o emanı bozamaz. [295] .
Elçi daha çok Şu iki anlamda kullanılır: Bir devleti başka bir devlette temsil eden kimse. Buna sefir de denir. Bir tarafın belli bir konuda görüşmek ve düşündüğünü bildirmek üzere karşı tarafa gönderdiği kimse...
İslâm'da elçi: islâm dünyasında elçilerin maiyetleri ile birlikte dokunulmazlıkları vardır. Öldürülmezler ve herhangi bir şekilde kendilerine kötü de davranılmaz. Hattâ elçi olarak gönderilen kimse gönderildiği memleket nazarında bir suçlu olsa dahi kendisine bir elçîye yapılan muameleden farklı bir muamele yapılmaz. Hz. Peygamber'in (a.s.) peygamber olduğunu iddia eden Müseyleme'nin elçilerine "eğer elçi olmasaydınız başlarınızın kesilmesini emrederdim" buyurduğu rivayet edilir.
Elçiler sadece olağanüstü durumlarda göz hapsine alınırlar. Hz. Peygamber (a.s.) Mekke'ye gönderilen müslüman elçilerin dönüşüne kadar Mekke'den gelen elçileri alıkoymuştur. Hz. Peygamber'e (a.s.) gelen elçilere önce teşrifat memurları tarafından peygamberin huzurunda nasıl davranacakları öğretilirdi. Elçiler daha çok Medine'de Büyük Cami (Mescid-i Saadet) de Elçiler Sütunu denilen yerde Hz. Peygamber (a.s.) tarafından kabul edilirlerdi. Bu kabul sarasında Hz. Peygamber (a.s.) ve arkadaşlarının güzel elbiseler giydikleri söylenir.
Yabancı devletlere gönderilen elçilere hazineden gittikleri ülkenin devlet reislerine sunulmak üzere hediyeler verilirdi. Yabancı devlet reislerinin de elçiler aracılığıyla gönderdiği hediyeler hazineye konulurdu. Hz. Peygamber (a.s.) gelen yabancı elçilere hediyeler verdiği gibi kendinden sonra da bu şekilde hediyeler verilmesini tavsiye etmiştir. Elçiler devletin misafiri olarak ağırlanırlardı. Medine'de elçilerin ikametine ayrılmış birçok büyük evler vardı. İkametleri sırasında her türlü rahatlıkları sağlanan elçiler ibâdet ve dinî ayinlerini de serbest bir şekilde yaparlardı. Bir keresinde Hz. Peygamber (a.s.) Necranh hıristiyan elçilerin ibadetlerini mescidde yapmaları için izin verdiği rivayet edilir. [296]
Mes'ud (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir: "(Yalancı peygamber) Müseyleme'nin Ibn Nevvaha ve Ibn Usal adında iki elçisi Peygamberimize (a.s.). geldiler. Peygamber (a.s.) onlara: "Benim Resûlüllah olduğuma şehadet ediyor musunuz?" Onlar: lfBiz Müseyleme'nin Resûîüîlah olduğuna şehadet ediyoruz" diye cevap verdiler. Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.): 'Ben Allah ve O'nun Resulüne imân ettim. Eğer bir elçiyi öldürmem gerekseydi elbette ikinizi öldürürdüm" buyurdu.
Râvî Abdullah b. Mes'ud (r.a.) devamla diyor ki: "Böylece sünnet elçinin öldürülmeyeceği üzere sürüp geldi.t:[297]
Nuaym b. Mes'ud el-Eşcaî (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen diyor ki; "Müseyleme el-Kezzab'ın mektubu okununca Peygamberimizin (a.s.) o iki elçiden şunu sorduğunu duydum: "Siz ikiniz bu hususta ne dersiniz?" Onlar da: "Bizler Müseyleme'nin dediğini deriz" diye cevap verdiler. Bunun üzerine Resûîüilah (a.s.): "Allah'a and olsun ki, eğer elçiler öldürülmez kuralı olma-sayds ikinizin de boynunu vururdum" buyurdu. [298]
Resûlüllah'm (a.s.) azadlı kölesi Ebâ Rafı (r.a.) den yapılan rivayete göre, adı geçen şu bilgiyi vermiştir; "Kureyşliler beni (elçi) (kararımı verdim ve): " dönmeyeceğim" dedim. Bunun üzerine Resûlülîah (a,s.): 'Doğrusu ben ahdi bozmam ve elçileri hapsetmem. O bakımdan sen g^ri dön. Eğer şu anda kalbinde oluşan (meyil ve İslâm'ı kabul) yme kalbinde oluşması devam ederse dön bize gel" diye tavsiye buyurdu. [299]
246 no'lu îbn Mes'ud hadîsini aynı zamanda Hâkim tahric etmiş; Sbû Dâvud ile-Nesâî ise rouhtasaran tahrîc etmişlerdir. Hadîs istidlale salihtir.
Eîçi açıktan İslâm'ı ve Hz. Peygainber'i (a.s.) red ve inkâr etse bile öldürülmez. Hadîs bu hükmü net biçimde belirtmektedir.
247 no'lu Nuaym hadîsi de istidlale elverişlidir. Yukarıdaki hadîsle birbirini kuvvetlendirmekte olup aynı hükmü ifade etmektedir, Ebû Dâvud ve el-Münzirî'ye göre sahihtir. Hafız îbn Hacer bu rivayete Telhîs'de yer vermiş ve Ebû Nuaym de bunu sahabe hakkındaki konuda tahrîc etmiştir. Ancak onun tahricine göre, Müseyleme'nin gönderdiği elçiler üç tane imiş. Bunlardan Vetîn adındaki İslâm'a girmiş diğer ikisi küfürleri üzere kalmış... Başka bir rivayette ise Müseyleme'ye imân edenlerden ve elçi olarak gelenlerden İbn Nevvaha'nın öldürüldüğü nakledilmiştir. Ancak bu rivayet mevsuk (sika) değildir.
248 no'lu Ebû Râfi' hadîsiyle de istidlal edilebilir. Kâfirlere karşı bile olsa ahde vefa etmenin gereğine delâlet etmektedir. [300]
1- iki ülke, iki devlet arasında bir iş, bir konu için elçi göndermek suretiyle bağlantı kurmak caizdir.
2- Gönderilen elçi bu sıfatı kendinde taşıdığı sürece dokunulmazlığı vardır,
3- înkârcı îslâm düşmanı bir ülkenin gönderdiği elçinin inanç ve tutumu ne olursa olsun öldürülmez ve işkence edilmez.
4- Gönderilen elçileri kabul etmek ve dinlemek sünnettir.
5- Fevkalâde durumlarda gelen elçiyi bir süre gözaltında tutmakta bir sakınca yoktur.
6- Elçilerle birlikte gelen maiyetlerinin de dokunulmazlığı vardır.
7- Gönderilen elçi, geldiği ülke nazarında bir suçlu dahi olsa, elçilik sıfatı devam ettiği sürece dokunulmaz.
8- Elçileri ağırlamak, gerekirse hediye vermek sünnettir.
9- Elçileri doğrudan devlet başkanının huzuruna almadan huzura nasıl girileceğini öğretmek, ülkenin bu husustaki kurallarını belletmek gerekir. Elçileri huzuruna kabul eden islam liderinin güzel elbisesini giyinmesi sünnettir.
10- Gelen elçiyle gönderilen hediye kabul edilir. Ancak savaş durumunda iseler ve oyalama, aldatma gibi bir yol izlendiği takdirde kabul edilmez.
11- İslâm devlet başkanının başka bir ülkeye gönderdiği elçiyle birlikte o devlet reisine bir hediye göndermesinde bir sakınca yoktur.
12- Elçi aldığı talimat uyarınca gerekeni çekinmeden ifade etmekle yükümlüdür.
13- Şifahi bir bilgiyle gönderilebileceği gibi yazılı bir bilgiyle de gönderilebilir.
14- Resülüîlah (a.s.)'m çevre hükümdarlarına ve kabile reislerine gönderdiği elçilere birer yazılı metin de verdiği olmuştur.
15- Gönderilecek elçinin, gideceği ülkenin âdet ve geleneklerini az-çok bilmesi, rahat, pürüzsüz konuşan, hazır cevap, nazik ve gerektiğinde cesur bir kişi olması söz konusudur. [301]
Hendek gazası hayli sıkıcı ve korkutucu oldu. Müşrikler islâm aleyhine birleşip Medine üzerine yürüdüler. Peygamberimizin (a.s.) böyle bir saldırı karşısında Medine'li yahûdilerin bir ihanette bulunma-lan ihtimalini dikkate alarak daha önce onlarla ciddi bir anlaşma yapmış bulunuyordu. Ne var ki, Kurayzalı'lar bu anlaşmaya sadık kalmadılar, gelen müttefik müşriklerle gizlice görüşerek müslünıanlar aleyhine tavır aldılar.
Hendek savaşı, kuşatması hayli sürdü ve Medine'liler korku ve sarsıntı geçirdiler. Derken Cenab-ı Hak yardımda bulundu. Nuaym'm uyguladığı taktik tesirini gösterdi. Cumartesi taarruza geçmek isteyen müşriklere, Kurayzalı'lar "biz cumartesi savaşmayız, bu bize yasak kılınmıştır. Başka bir gün seçiniz" diye cevap gönderince Kureyş müşriklerinin güveni sarsıldı. Yahudilerin kendilerine ihanet ettiğine iyice inandılar. Derken çıkan şiddetli bir fırtına bütün gece ortalığı alabora etti. Fırtına bütünüyle mütteSk kuvvetler üzerine yönelik bulunuyordu. Ortada ne çadır kaldı,.ne mühimmat, her şey alt-üst oldu. Düşman askeri korku ve dehşet içinde dağıldı ve sabah olunca taşıyabildiklerini toplayıp kaçtılar. Gün ağarmca bunlardan kimse ortada kalmamış oldu.
Müslümanlar rahat bir nefes aldılar ve düşmanlarının savaşamayıp kaçtıklarına iyice kanaat getirdikten sonra döndüler. Ne var ki önlerinde bir diğer önemli mesele bulunuyordu. Yahudilere artık güvenmenin safdillik olacağında ve fırsat buldukları takdirde Müslümanlara kötülükten kaçınmayacaklarında şüphe kalmamış bulunuyordu. Cenâb-ı Hakk'm sevkettiği şiddetli fırtına yüzünden bu defa başarılı olamadılarsa daha başka bir zaman ilk fırsatta müşriklerle birleşip müslümanları Medine'den kapı dışarı edecekleri kanaati iyice hakim oldu. O halde yılanın kuyruğunu keserek başını bırakmak doğru değildi ve o bakımdan Benî Kurayza yahudilerine iyi bir ders ve ceza vermek gerekliydi. Bunun için Resûlüllah (a.s.) müslümanlarm ikindi namazını Benî Kurayza semtinin etrafında toplanıp kılmaları için bir duyuruda bulundu, Hz. Ali (r.a.) da islâm sancağını kaldırıp ilerledi. Benî Kurayza yahudileri Benî Nadr gibi kale içinde bulunuyorlardı. Ancak bu onları mücahidlerin elinden kurtarmaya yeterli değildi. Böylece üiüslümanlar Benî Kurayza'yi kuşattılar. Kuşatma yirmi beş gün devam etti. Karşılıklı ok, taş ve benzeri şeyler atma birbirini izleyip durdu. Kuşatma uzaymca Kurayzah'lar ümitsizliğe düştüler ve müslümanlarm çok azimli bulunduklarını da anlayınca Hz. Peygam-ber'e (a.s.) elçi gönderdiler. Medine'li Ebu Lübabe ile aralarında yakın bir dostluk ve samimiyet bulunuyordu. O bakımdan onu görmek istediler. Ebû Lübabe Resûlüilah'm (a.s.) emriyle kale içine girdi. Erkekler onu karşıladılar, kadınlar ağlaşıp yardım dilediler. Bir hayli görüşler ortaya çıktı ve sonunda Hz. Muhammed'in (a.s.) hükmüne razı olmaya, karar verdiler. Fakat çok geçmeden bu kararlarından vazgeçip Şanı dolaylarındaki Erziat'a gitmelerine izin verilmesi talebinde bulunmayı kararlaştırdılar.
Daha önce Benî Nadir kabilesi, bu husustaki Hazrec kabilesinden yardım dilemiş ve gereken yardım gösterilerek istedikleri ülkeye göç etmişlerdi. Bu defa Benî Kurayza yaptığı hıyanet ve ihanetin cezasız kalmayacağını görünce Evs kabilesinden yardım istediler ve Hazreç kabilesinin Benî Nadir kabilesine gösterdiği desteği misal vererek bu konuda Hz. Muhammedü (a.s.) ikna etmelerini istediler. Bu talepleri Resûlüllah (a.s.) tarafından reddedildi. Haklarında verilecek hüküm için Evs kabilesinden bir hakemin hükmüne razı olacaklarım bildirdiler. Bu arzuları uygun görülüp Sa'd b. Muâz (r.a.) hakem olarak belirlendi. Ama Hz. Sa'd (r.a.) bu yahudilere lâyık oldukları cezayı vermediği takdirde onların boş durmayacağını ve yine müşriklerle gizliden işbirliği sağlayıp îslâm aleyhine hareket edeceklerini ve devamlı bir huzursuzluk kaynağı olacaklarım çok iyi bildiğinden gereken kararı verdi: Kurayza kabilesinin silahı bırakarak kalelerinden dışarı çıkmalarım istedi. Onlar da bu karara uyarak silahlarını bırakıp kale dışına çıktılar. Arkasından Sa'd (r.a.) kararının ikinci maddesini ortaya koydu: Kurayza kabilesinin savaşçıları öldürülecek, kadınları ve çocukları esîr edilecek.
Resûlüllah (a.s.), Sa'd b. Muaz'ın verdiği kararı ve hükmü . öğrenince tasvip etti ve: "Allah da, müminler de bu hükümden hoşnut oldular. Bana emrolunan hüküm de bundan başkası değildir" buyurdu.
Böylece Ahzab, diğer bir ifadeyle Hendek savaşının sona ermesi ve İslâm düşmanı yahudi kabilesinin ortadan kaldırılması, mü'minleri rahata kavuşturdu, endişelerim giderdi ve Medine düşmandan temizlenmiş olup Şehir devletinin önündeki engel kalkmış oldu. [302]
Ebû Saîd (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen şu bilgiyi vermiştir: "Kurayza ehli (Benî Kurayza kabilesi) Sa'd b. Muâz'ın hükmüne uyarak (kalelerinden) indiler. Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) Sa'd'e haber gönderip çağırdı. O da merkebinin üzerinde Eesûlüilah'a (a.s.) geldi. Sa'd mescid'e yaklaşınca: Resûlüllah (a.s.) (ensara): "Kabilenizin başı, söz sahibinin önünde ayağa kalkınız veya hayırlınız karşısında ayağa kalkınız" buyurdu. Sa'd gelip Peygamberimizin (a.s.) yanına oturdu ve Peygamber (a.s.) şöyle dedi: "Şüphesiz bunlar (Benî Kurayza kabilesi) senin hükmüne uyarak indiler..." Sa'd (r.a.) de: 'Doğrusu ben onların savaşçılarının öldürülmesine, kadın ve çocuklarının esîr edilmesine hükmediyorum" diye cevap verdi. Bunun üzerine Kesûlüllah (a.s.): "And olsun ki, O (en büyük) hükümdarın hükmettiğiyle hükmetmiş bulunuyorsun." Diğer bir lafızla: "Azîz ve Celîl olan Allah'ın hükmüne uygun hükmettin" buyurdu. [303]
Ebû Saîd hadîsi sahih olup istidlal ve ihticaca salihtir. Hadîs daha çok savaş esnasında düşman tarafın da kabul edeceği bir kişiyi hakem seçip tarafların onun kararma ve hükmüne uymaları konusunu yansıtmaktadır. Böylece bir kişinin vereceği hükme razı olabilmenin caiz olduğuna delâlet etmekte ve ancak o kişinin ehl-i hallu ve akd olması gerektiğini ifade etmektedir. Zira Sa'd b. Muaz (r.a.), hem yahudi kabilesi olan Kurayza'nm yeminli adamları, hem de ensarın başı ve Resûlüllah'ın (a.s.) güvendiği bir kişi idi. Nitekim Hz. Sa'd, sözü edilen yahudilerin büyük bir ihanet içinde olduklarını ve her fırsatta bu ihanetlerini sergileyeceklerini ve devamlı surette Medine'yi rahatsız ve tedirgin eden bir çıban başı olarak düşmanlıklarını sürdüreceklerini, kendileriyle yapılacak hiçbir anlaşmaya sadık kalmayacaklarını çok iyi biliyordu. O bakımdan verdiği hüküm, Allah'ın ve Resûlüllah'ın (a.s.) muradına uygun düşmüş ve hüsn-ü kabul görmüştür.
Hadîsin son kısmı sahîh rivayetler doğrultusunda az farklı lafızlarla belirtilmiştir:. "Bu gün and olsun ki onlar hakkında yedi göğün ., üstünde bu konuda hükmeden Allah'ın (c.c.) hükmüyle hükmetmiş bulunuyorsun."
Câbir'den yapılan rivayette ise şu îafıza yer verilmiş bulunuyor: "Ya Sa'd! Onlar hakkında hükmet!" Sa'd de: "Allah ve Onun Resulü hükmetmekte daha haklı ve daha lâyıktırlar" diye cevap veriyor.
Resûlüllah (a.s.) ona: "Gerçekten Allah onlar hakkında hükmetmeni (bir karar vermeni) sana emretti" buyuruyor,
Ibn Ishak'm rivayetinde ise: "And olsun ki onlar hakkında, Allah'ın yıldızlarla donatılmış yedi göğün üstünde hükmettiğiyle hükmetmiş bulunuyorsun."
Böylece savaşır durumda olan Kıırayza yahudileri Ibn îshak'in rivayetine göre, Sa'd'm hükmüne razı olup Hars kızının evine inip oturdular. Başka bir rivayete göre, Üsame b. Zeyd'in evine inip orada toplandılar. Bazı tesbitlere göre, yahudiler bu iki evde toplandılar. Nitekim Câbir (r.a.) den yapılan rivayet de bunu doğrulamaktadır. Sonra îbn Ishak diyor ki: "Onlar için bir hendek veya birkaç hendek hazırlandı ve öylece o hendeklere indirilerek öldürüldüler. Sonra da malları, kadınları ve çocukları ganimet olarak mücahidlere taksim edildi. Evlerinin çoğu veya tamamı Muhacirlere verilmiştir.
Kurayza kavminin savaşçılarının sayısı 700-800 olduğu rivayet edilmektedir. Ancak Tirmizî, Nesâî ve îbn Hibban'm sahîh isnadla yaptıkları rivayette, sayılarının dört yüz kadar olduğu belirtilmiştir. Bazısına göre, sayılarının dokuz yüze yaklaştığı bildirilmektedir. Ancak dörtyüz sayısı en doğru olanıdır. [304]
1- islâm halîfe veya hükümdarı savaş halinde tarafların kabul edeceği bir müslümanm hakem tayin edilmesini uygun görebilir.
2- Ancak bu müslümanm ehl-i hallü ve'l-akd olması gerekir.
3- Vereceği hükmün Kur'ân'ın taşıdığı esaslara uygun olması söz konusudur.
4- Anlaşma yapıp düşmandan yana olmayacağı, müslümanları destekleyeceğini kabul eden ve sonra buna sadık kalmayıp ihanet eden zimmîlerin savaşçıları öldürülür. [305]
Cizye, bilindiği üzere gayr-i müslim vatandaşlardan alman vergi, diğer bir tabirle baş vergisi demektir. Osmanlılar zamanında cizye toplayan tahsildara "cizyedar", cizye vermekle yükümlü olan gayr-i müslim vatandaşlara "cizyegüzar" denirdi.
Bu vergi, gayr-i müslimlerin islâm devletinin himayesine alınması ve askerlikten muaf tutulmaları karşılığı alınırdı. Bu vatandaşlar aynı zamanda inanç ve ibâdetlerini yerine getirme hürriyetine sahip oldukları gibi, meşru sınırları içinde çalışıp kazanç temin etmekte de serbest idiler. Yeter ki, casusluk yapmasınlar, ihanette bulunmasınlar, düşmanla gizli temas kurmasınlar ve İslâm'ı zedeleyecek söz ve davranışlardan kaçınsınlar... Aksi halde vatandaşlık hakkını kaybeder, ağır bir suç işlemişlerse cezalandırılırlar, değilse ülke dışına çıkartılırlar. [306]
Ömer (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen, mecûsîden cizye almak istememiş, tâ ki Abdurrahman b. Avf (r.a.), Peygamberimize (a.s.) gelip (olumlu) meyil gösteren bir mecûsîden cizye aldığına şehadette bulununca (o da almaya karar vermiştir)." [307]
Diğer bir rivayette ise olay şöyle belirtilmiştir: "Efe. Ömer (r.a.) mesûsî hakkında konuşup "bunlarla ilgili ne yapacağımı bilemiyorum" dedi. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf (r.a.) ona şöyle dedi: "Ben, Resûlüîlah'ın (a.s.) şöyle buyurduğunu duydum: "Kitap ehli hakkında uyguladığınız yol ve yöntemi onlar hakkında da uygulayın." [308]
Muğîre b. Şu'be (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen, Kisra'mn görevlendirip gönderdiği adama şöyle demiştir: 'Peygamberimiz (a.s.) bize, sizler yalnız Alllah'a kulluk ve ibâdet edinceye veyahut cizye verinceye kadar sizinle savaşmamızı emretti." [309]
İbn Abbas (r.a.) dan yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir: "Ebû Tâlib hastalandı. Kureyş kabilesi ona sormaya geldi ve bu arada Peygamberimiz (a.s.) de ona gelmiş oldu. Kureyşli'ler Resûlüllahı (a.s.) Ebû Tâlib'e şikâyet ettiler. Bunun üzerine Ebû Tâlib, Peygamberimize (a.s.) sordu: "Kardeşimin oğlu, kendi kavminden ne istiyorsun, arzun nedir?" O da şu cevabı verdi: "Onlardan sadece bir kelime (söz) arzu ediyorum ki onu söyledikleri takdirde Araplar onlara tabi olurlar, acemler (arap olmayanlar) da onlara cizye verirler." Ebû Tâlib: "Bir tek söz mü?" diye sordu. O da: "Evet, bir tek söz: JLâ İlahe İllallah desinler" diye cevap verdi. Bunun üzerine Kureyşliler: 'Bir tek ilâh! Diğer sonraki dinde de (Hıristiyanlıkta) hiç böyle bir şey duymadık. Bu, uydurmadan başka bir şey değildir" diyerek hayretini belirttiler.
Bunun üzerine Sa'd Sûresinin baş kısmındaki şu âyetler indi:
"Sa'd. Öğüt veren Kur'ân'a and olsun. O inkâr edenler bir gurur ve bölünme içindedirler. Onlardan önce nice nesilleri yok ettik ki çığlık atıp yardım istiyorlardı. Ama artık kurtulma vakti değildi. Kendilerine uyarıcı bir peygamber geldi diye hayret "ediyorlar ve kâfirler: Bu çok yalancı bir sihirbazdır, ilâhları bir tek ilâh mı yapıyor? Doğrusu bu şaşılacak şey" dediler. Onlardan ileri gelen grupda: "Haydi yürüyün de ilâhlarınıza (ibadet ve bağUlıkda) sabır gösterin. Çünkü elbette (sizden) istenilen de budur. Diğer sonraki dinde de (hıristiyanhkta) hiç böyîe bir şey duymadık. Bu uydurmadan başkası değildir." [310]
Bu konuda rivayet edilen on bir hadis daha bulunuyor. Önemine binaen sekizini meâlen naklettikten sonra mücteüidlerin görüş ve istidlallerini, ilim adamlarının görüş ve tesbitlerini belirteceğiz:
Ömer b. Abdilazîz'den yapılan rivayette, deniliyor ki: "Resûlüllah (a.s.) Yemen halkına, yani onlardan İslâm vatandaşlığını ve idaresini kabul edenlere: Sizden her kişi üzerine yılda bir dînar (cizye) gerekli kılınmıştır." [311]
Diğer bir rivayette hadîste şu cümleye de yer verilmiştir: "Veyahut o kıymette meâfîr (Yemen1 de dikilip imal edilen elbise)..."
Amr b. Avf el-Ensarî'den (r.a.) yapılan rivayete göre: Resûlüllah (a.s.) efendimiz Ebû Ubeyde b. Cerrah'ı (r.a.), cizyeyi alıp getirmesi için Bahreyn'e gönderdi. Zira Resûlüllah (a.s.) Bahreyn'le sulh anlaşması yapmış ve üzerlerine de Aiâ b. el-Hadramî'yi emîr olarak tayin etmiştir." [312]
Zührî (a.s.) den yapılan rivayete göre, adı geçen şu bilgiyi yermiştir: "Kesûlüllah (a.s.) mecusî olan Bahreyn halkından cizye kabul etmiştir (mecûsîdirler diye almamazlık etmemiştir)." [313]
(r.a.) den yapılan rivayette; Resûlüllah (a.s.)> Halid b. Velîd'i, Ukeydir Devme üzerine gönderdi. Giden müfreze onu yakaladılar ve alıp getirdiler. Resûlüllah (a.s.) onun kanının dökülmesine engel oldu ve cizye hususunda barış anlaşması yaptılar." [314]
İbn Abbas (r.a.) dan yapılan rivayette, adı geçen diyor ki: IfResûlüllah (a.s.) Necran halkıyla, aşağıdaki şeyleri her yıl cizye vermeleri şartiyle sulh anlaşması yaptı:
1- İki bin hülle (alt, üst elbise). Bunun yarısını safer, yarısını da receb ayında mü slü m anlara ödeyecekler.
2- Ariye (ödünç-iğreti) olarak otuz zırh, otuz at, otuz deve ve her çeşit silahtan (müslümanlaruı savaşta kullanmaları için) otuzar tane verecekler ve müslümanlar bunları asıl sahiplerine geri verinceye kadar ona zamin olacaklar. Yemen'de bir hile, gadir olduğu takdirde müslümanlar bu silahlarla tenkile gidecekler, ancak onların ibadet yerleri yıkılmayacak, onların din büyüğü (mabedinden) çıkarılmayacak ve dinlerinden dolayı fitneye uğratılmayacaklar. Bu da bir olay çıkarmadıkları ve riba faiz yemedikleri sürece böyledir. [315]
îbn Sihab'dan yapılan rivayete göre, adı geçen şöyle demiştir: 'Kitap ehlinden ilk cizye veren Necran ehli olmuştur ki bunlar nasarâ (hıristiyan) idiler." [316]
İbn Abbas (r.a.) dan yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir: "Kadın evlâd doğurmaz olunca veya evlâdı yaşamayınca kendi üzerine şöyle adamada bulunurdu: "Bir çocuğum yaşayacak olursa onu yahudî yaparım. Benî Nadîr kabilesi yurtlarından çıkarılınca aralarında ensar çocuklarından da bulunuyordu." Oğullarımızı terketmeyiz" dediler.
Bunun üzerine Azîz ve Celîl olan Allah şu âyeti indirdi: "Dinde hiçbir zorlama yoktur. Şüphesiz doğru eğriden, hak bâtıldan, hidâyet delâletten, imân küfürden (ayrılıp) ortaya çıkmıştır..." [317]
Bu olay ve hadîs, bir putperestin yahudileştiği takdirde bunun kabul edileceğine, kitap ehlinden olan diğer kimseler gibi sayılacağına delâlet etmektedir.
îbn Nuceyh'ten yapılan rivayette, adı geçen diyor ki: Mucahid'e "Neden Şam ehli üzerine (adam başı) dört dînar, Yemen ehli üzerine bir dînar (cizye) takdir edilmiştir?" diye sorduğumuzda şu cevabı verdi: "Bu daha çok bolhık-zenginlik açısından böyle takdir edilmiştir," [318]
a) Ha ne filer, cizye alma konusunda rükün doğrultusunda bunun birtakım şartları olduğunu belirtmişler ve bu şartları kendinde taşımayanlardan cizye kabul edilmeyeceğini, böyleleri hakkında ya İslâm'a girmekten veyahut boyunlarım vurmaktan başka bir yol olmadığını hükme bağlamışlardır:
Cizye almanın rükün doğrultusundaki şartları:
1- Kendisiyle muahade yapılan kimsenin veya kabilenin Arap müşriklerinden olmaması,
Zira arap müşriklerinden ancak İslâm'a girmeleri, kabul edilir.
Aksi halde boyunları vurulur. Kitap ehline gelince, bunlarla akd-i zimmet yapmak caizdir. Yani bunlar kendi dinleri üzere kalıp islâm himayesine girerek vatandaşlık statüsüne tabi tutulmalarını talep ederse, imam veya yetkili kıldığı kurum veya şahıs onların bu talebini olumlu karşılayıp akd-i zimmet yapabilir. Artık kitap ehlinin Arap veya Acemden olduğuna bakılmaz.
Mecusîlere gelince, bunlar hakkında da kitap ehli hakkında uygulanan statü uygulanabilir. Yani bunlarla da akd-i zimmet yapılabilir. Çünkü Resûlülllah (a.s.) Efendimiz: "Mecusîler hakkında, kitap ehli hakkında uyguladığınız yol ve yöntemi uygulayınız" buyurmuştur. [319]
Hz. Ömer'in de (r.a.) mecusîler hakkında aynı şeyi uyguladığı yukarıdaki rivayetlerle ortaya konulmuş bulunuyor.
2- Murted*olmaması, Zira murtedden ancak islâm'a dönmesi kabul edilir. Aksi halde öldürülür. Cizye alınarak akd-i zimmet yapılmaz.
3- Arap Sahillerinden olmaması, Sabifler, Ebû Hanîfe'ye göre Zebur okuyup onunla amel eden kitap ehlidir. O bakımdan talebleri halinde onlarla da akd-i zimmet yaparak cizye almak caizdir. Imameyne göre, bunlar yıldızlara taparlar ve putperest sayılırlar, yani o hükmü taşırlar. Acemden olurlarsa cizye alınır, Araplardan olurlarsa cizye alınmaz. Müşrik araplar hakkında uygulanan hüküm uygulanır. [320]
4- Yapılacak akd-i zimmetin devamlılık arzetmesi, Muvakkat bir zaman için akd-i zimmet yapılmaz. O halde ister ehli kitab olsun, ister Arap olmayan müşrikler olsun veya sabii ve me-cusi olsun, akd-i zimmet talebinde bulundukları zaman, belli bir süre kaydı ileri sürmeksizin devamlı zimmi olarak kalacaklarını kabul ettikleri takdirde akd-i zimmet yapmak sahih olur. [321]
Kendileriyle akd-i zimmet yapılanlarla ilgili akdin hükmüne gelince:
1- Canları korunmuştur, ilahi hududun gerektirdiği hususlar dışında kimse onları öldüremez. Canları teminat altına alınmıştır. Ancak ölüm veya hapis cezasını gerektiren bir suç işlerlerse bu istisna teşkil eder.
2- Malları da teminat altına alınmıştır. Kimse haksız yere onların malına tecavüz etme hakkında sahip değildir.
3- Namus ve meskenleri de ma'sumdur, tecavüzden korunmuştur,
4- ibadet, ticaret, çalışma hürriyetine sahiptirler. Kendi ölçülerine göre okuma, tahsil yapma, okutma hakkında da sahiptirler.
Kendileriyle Akd-i zimmet Yapılanlardan Cizye Alabilmenin Şartları:
1- Akli dengesi yerinde olması,
Delilerden, akli dengesi bozuk olanlardan, cizye alınmaz.
2- Ergin olması, Çocuklardan cizye alınmaz.
3- Erkek olması,
Kadınlardan cizye alınmaz.
Böylece İslam, baş eğip İslam devletinin himayesine giren zimmiler üzerinde bir zulüm kâbusu koymamış, sadece ergin, akil ve erkek olan zimmilerden cizye almayı uygun görerek onlara rahat bir hayat imkanı tanımıştır.
4- Sağlığı yerinde olması, Hasta olan zimmilerden cizye alınmaz. Zira çalışıp kazanma şansı yoktur. Aynı zamanda savaşacak durumda değildir.
5- Çok yaşlı, bunak sakat olmaması, Bunlar bizatihi himayeye ve bakıma muhtaç kimselerdir. O bakımdan kendilerinden cizye alınmaz. İbadethanelerde olan kimseler çalışma kudretleri oldukları takdirde onlardan da cizye alınır.
6- Hür olması Zimmilerin kölelerinden cizye alınmaz. [322]
Cizye almaya ne zaman başlanır?
Akd-i zimmet yapılınca cizye senenin başında alınır, sonuna bırakılmaz. Ancak durumu müsait olan yıllık cizyesini bir defada öder, müsait olmayanlardan her ay taksit taksit alınır.
Cizye ne zaman sakıt olur?
Kendileriyle akd-i zimmet yapılıp cizye almanlar hayatta olup aklî dengeleri ve sağlıkları yerinde olduğu sürece cizye ödemekle yükümlüdürler. Sağlıkları bozulduğu veya çok yaşlandıkları, bu-nadıkları zaman artık cizye alınmaz. İslâm'a girdikleri takdirde de cizye sona erer, yani artık alınmaz. Ölüm olayı ile de cizye sona erer.
b) Şâfîîlere göre cizyenin akit şekli şöyledir: Sizin İslâm ülkesinde kalıp karar kılmanızı uygun görüyorum veya sizin islâm ülkesinde ikametinize izin veriyorum. Şu şartla ki, cizye vereceksiniz ve îslâmî ahkâma baş eğeceksiniz..
Akd-i zimmet yapılırken her kişiden ne miktar cizye alınacağı tasrîh edilir ve sahîh kavle göre bu da şarttır. Mezhebin açık görüşüne göre, muvakkat zimmet sahîh değildir. Yani belirli bir süre için akd-i zimmet sahîh olmaz. Bunun süresiz olması söz konusudur.
Allah'a, Resûlüllâh'a ve İslâm'a dil uzatmayacaklarını şart koşmaya gerek yoktur. Çünkü yapılan akidde İslâm devletinin himayesine alındıklarına göre, bunlara saygılı olmaları ve sözlü, fiili bir sataşmada bulunmamaları zimnen şart koşulmuş ve kabul edilmiş sayılır;
İslâm ülkesinde bir kâfire rastlanır da o "Allah'ın kelamım duymak için ülkenize girdim veya elçi olarak veyahut bir müslümanm emanına mazhar olarak girdim derse, tasdik edilir. Aksi tebeyyün edinceye kadar dokunulmaz.
Akd-i zimmeti imamın veya naibinin yapması şarttır. Casus olduğu endişesi hâkim olduğu takdirde talebi olumlu karşılanmaz. Bunun dışındakilerin talebi olumlu karşılanabilir.
Kimlerin Akd-i zimmet ve Cizye Verme Hususunda Talepleri Kabul Edilir?
1- Kitap ehli olan yahudî ve hıristiyanların,
2- Mecusîlerin,
3- Dini neshedilmeden önce yahudi veya hırıstiyan olanların evlâdlarımn,
4- İbrahim Peygamber'in (a.s.) sahifeleriyle amel ettiğini iddia edenlerin,
5- Dâvud Peygambere indirilen Zebur'la amel ettiklerini iddia edenlerin,
6- Ana veya babasından biri kitap ehli diğeri putperest olan çiftten dünyaya gelenlerin...
Kimlerden Cizye Alınmaz?
Hanefî'lerde olduğu gibi, kadından, eşcinselden, köleden, çocuktan, deliden cizye alınmaz.
Zimmînin oğlu ergin olur da istenilen cizyeyi vermezse, kendi ülkesine geri gönderilir. Dokunulmaz, cezalandırılmaz.
Mezhebin zahirine göre, yaşlıdan, piri faniden, a'madan, rahipten, işçiden de cizye alınır. Bir yılı dolduğu halde sıkıntıda olduğu için cizye veremeyen kimseye sıkıntısı ortadan kalkıncaya, yani mali imkan buluncaya kadar mühlet verilir. Bu da İslam'ın kendi vatandaşlarına gösterdiği bir başka kolaylık ve rahatlıktır. [323]
Hicaz sınırları içine hiçbir zimmi kabul edilmez. Bu da Mekke, Medine, Yemame ve bu üçüne bağlı olan kasaba, şehir ve köylerden ibarettir.
İzin almadan giren bir kafir veya kitap ehli veya mecusi derhal ülke sınırları yani hicaz sınırları dışına çıkartılır. Ancak giren kimse elçi veya bir devlet adamıysa ve onun girmesinde müslümanlar için bir maslahat (fayda) düşünülüyorsa, o takdirde bir süre kalmasına izin verilir.
Cizyenin adam basma miktarr yıllık en az bir dinardır. İmam günün şartlarına ve akd-i zimmet yapanların mali durumlarına göre bu nisbeti artırabilir. [324]
c) Hanbeli'lere göre de cizye kitap, sünnet ve icma' ile sabit olmuştur.
"Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayanlar, Allah'ın ve peygamberinin haram kıldığını haram saymayanlar ve hak dini (Islamı) din edinmeyenlerle -boyun eğip küçülmüş olarak elden cizye vermelerine kadar- savaşın." [325]
Sünnetteki yerini ise yukarıda naklettiğimiz hadîsler oluşturmaktadır, tema' ise bu iki kaynağa uyarak cizyenin meşru olduğunu belirtmiştir.
Kitap ehli olan yahudî ve hıristiyanlardan cizye alınır. Me-cusîlerden ise, çoğuna göre onlar da bir bakıma kitap ehli sayıldıklarından onlardan cizye almakta bir sakınca yoktur. Bunların dışında kalanlara gelince, onlardan cizye kabul edilmez. Ya îslâmiyeti kabul ederler veyahut savaş gerekli olur, Mürted ise öldürülmesi söz konusudur.
Akd-i zimmet Ancak Şu İki Şartla Caiz Olur:
a) Her yıl cizyenin ödenmesi,
b) îslâmî ahkâmın kabul edilmesi..
Böylece akd-i zimmetin belli bir süreye bağlı olmayarak devamlı olabilmesi için mutlaka bunun için iki şartın gerçekleşmesi lâzımdır.
Cizye, kişilerin ekonomik gücüne göre belirlenir ve bu üç kısma ayrılır. [326]
d) Mâlikîler de cizye konusunda diğer mezheplerle aynı görüştedirler. Şu farkla ki, Islâmiyete davet edilip onu kabul etmeyen her ümmet, millet ve kabileden -ister kitap ehli olsun, ister olmasın-cizye almak caizdir, imam Mâlik bu hususta daha çok Abdullah b. Ömer'in (r.a.), Musa b. Ukbe'den aldığı Resûlüliah'ın (a.s.) Münzir b. Sâvî'ye yazdığı şu mektupla istidlal etmiştir: "Bismillahirrahmânirra-bim: Muhammed Resûlüllah'dan Münzir b. Sâvî'ye: Şüphesiz ki ben Allah'a hamdediyorum. Allah'tan başka ilâh yoktur. Mektubun bana geldi. İçinde yazılı olanı duydum. Artık kim bizim namazımızı kılar, kıblemize yönelir ve kestiğimiz hayvandan yerse, şüphesiz o öyle bir müslümandır ki onun için Allah'ın ve Resulünün zimmeti vardır. Sizden kim böyle yapar (bu yola girip imân ederse) artık o güvendedir. Kim de kabul etmezse onun üzerine cizye gerekir." [327]
Münzir b. Savı kitap ehlinden değildir, Arap müşriklerinden sayılırdı. [328]
251 no'lu Ömer hadîsiyle 252 no'lu Abdurrahmân hadîsi çeşitli tariklerden az farklı lafızlarla rivayet edilmiş bulunuyor.
Muvatta'da Cafer b. Muhammed'den, o da babasından rivayet etmiş, babası ise Hz. Ömer'in (a.s.) şöyle dediğini nakletmiştir: "Mecusîlerle ilgili ne yapacağımı bilemiyorum." Bunun üzerine Abdurrahmân b. Avf şöyle demiştir: "Ben, Resûlüllah (a.s.)'den şöyle buyurduğuna şehadet ediyorum: "Kitap ehli hakkında uyguladığınız yol ve yöntemi onlar hakkında da uygulayın!"
Bu rivayet her ne kadar munkati'se de ricalinin hepsi sikadır. Aynı hadîsi Darekutnî ve Ibn Münzir el-Garâib'de Ebû Ali el-Hanefî tarikiyle imam Mâîik'ten rivayet etmişlerdir. Orada sadece, "babası da onun dedesinden rivayet etmiş" fazlalığı yer almaktadır. Bu da diğeri gibi münkati'dir. Zira dedesi Ali b. Hüseyin, Abdurrahmân b. Avf e ulaşmamıştır.
Ancak Müslim'in Alâ' b. el-Hadremî'den rivayet ettiği hadîs buna şahit olarak gösterilebilir.
imam Şafiî'nin Hz. AH (r.a.) den yaptığı rivayete göre, Hz. Ali (r.a.) mecusîler hakkında şu bilgiyi vermiştir: "Mecusîler de kitap ehlinden idi. Okuyup yazarlardı. Hükümdarları bir gün şarap içerek iyice sarhoş olmuş ve kızkardeşiyle cinsel temasta bulunmuştu. Sabah olunca işlediği bu günahının günah ^olmadığına dair fetva aradı ve ilim adamlarını topladı. Onlara: "Âdem Peygamber kendi oğullarını kızlarıyla evlendirmiştir..." diyerek maksadını anlattı. Onlardan çoğu ona itaat ederek bir sakınca olmadığı görüşünde olduğunu belirttiler. Buna muhalefet edenleri ise hükümdar öldürüyor. Böylece ne kitapları, ne de kalplerindeki imânları kalıyor."
Ancak Hanefîler bu hususta farklı bir ietihadda bulunmuşlardır ki yukarıda ona değinmiş bulunuyoruz.
255 no'lu Ömer b. Abdilazîz hadisi murseldir. Yani senedinden bir şahaba düşmüş bulunuyor. Ancak bu mealdeki Muâz hadisi bunun sıhhatma şehadet etmektedir. •
256 no'lu Amr hadîsi sahîh olup istidlal ve ihticaca salihtir. Böylece islâm devletinin idaresi altına girmeyi kabul eden ülkelerden cizye almanın meşruiyetine delâlet etmektedir.
257 no'lu Zührî hadisi de murseldir, senedinden bir sahabi düşmüştür. Ancak sıhhatma şehadet eden sahih rivayetler bulunuyor. Hadis, mecusilerden cizye almanın caiz olduğuna delalet etmektedir.
258 no'lu Enes hadîsini aynı zamanda Beyhakî tahrîc etmiş, Ebû Dâvud ile el-Münzirî bu rivayet hakkında bir görüş beyan etmemişlerdir. Bu da rivayetin sahîh olduğunu gösterir. Nitekim yapılan tesbitte, ricalinin hepsinin sika olduğu belirlenmiştir.
Bu hadîs, kitap ehli olmayanlardan da cizye almanın cevazına delâlet etmektedir. Aynı zamanda Arap müşriklerinden de cizye alınabilir hükmü çıkmaktadır.
259 no'lu Ibn Abbas hadîsinde Süddî'nin îbn Abbas (r.a.) dan duyduğu şüphelidir. O bakımdan ilim adamları bu açıdan rivayeti zayıf görmüşlerse de mana bakımından ona şahit olan rivayetler bulunuyor. Nitekim Ibn Ebî Şeybe'nin Şa'bî'den yaptığı şu rivayet bunun şahitlerinden biridir: "Resûlüllah (a.s.), Necran halkına mektup yazdı ki, onlar Hıristiyan olarak bulunuyorlardı: "Sizden kim riba (faiz) üzere (bu haramı işlemek üzere) bey'at ederse, onuri için zimmet yoktur, (islâm devleti vatandaşı olarak kabul edilmez)..,"
260 no'lu Ibn Şihab hadîsi murseldir. O bakımdan istidlale salih değildir.
261 no'lu Ibn Abbas hadîsini Ebû Dâvud üç, Nesâî iki tarikle rivayet etmiş bulunuyor. Ricalinin hemen hepsi güvenilir sayılmış, ta'ne uğrayan olmamıştır. Hadîs, putperestlerin yahudîliği seçmesi halinde kitap ehlinden sayılacağına delildir. Bunun gibi hıristiyanlığı da kabul eden müşrikler kitap ehli kapsamına girer.
262 no'lu Ibn ebî Nucayh hadîsi sahîhtir. Hadîs cizyenin daha çok kişi ve ailelerin malî durumuna göre takdir edileceğine delâlet etmektedir. Böylece imam bu hususta gereken araştırmayı yapıp ona göre bir nisbet belirleyebilir. O bakımdan buna bir taban ve tavan tesbit etmek isabetli olmaz. [329]
1- Cizye kitap, sünnet ve icma' ile sabit olmuştur.
2- Cizye alınacak kimsenin veya kabile ve ülkenin Arap müşriklerinden olmaması gerekir.
3- Arap müşrikleri için sadece şu iki seçeneğin söz konusu olduğu: Ya Islâmiyeti kabul etmeleri veyahut öldürülmeleri...
Bu Hanefîlere göredir.
4- Akd-i zimmet (islâm devletinin idaresi altına girme akdi) caizdir.
5- Mecusîlere gelince: Cizye ve akd-i zimmet hususunda kitap ehline uygulanan statü bunlar hakkında da aynen uygulanabilir.
6- Murted ile akd-i zimmet yapmak caiz değildir. Zira mürted, önce müslüman iken Islâmiyetten ayrılan kimse demektir. Islâmiyete dönmediği takdirde öldürülür. Onun için başka bir seçenek yoktur.
7- Sabiîlerden cizye kabul edilip edilmeyeceği ihtilâf konusudur. Ebû Hanîfe'ye göre, bunlar da Zebur'a inandıkları için kitap ehli sayılırlar.
Imameyne göre acem sabiîlerinden cizye kabul edilir, Arap sabiîlerinden değil.
8- Yapılacak akdi zimmet devamlılık arzettiği takdirde caiz olur. Süreli bir akd-i zimmet caiz değildir.
9- Kendisiyle akd-i zimmet yapılan kimsenin canı, malı ırzı korunmuş olur.
10- Zimmîlerin ibadet ve inançlarına dokunulmaz. Islamı küçük düşürecek bir davranışta veya sözde bulunmadıkları takdirde kendi inançlarında hür sayılırlar.
11- islâm devletinin hükümlerini kabul etmiş sayılırlar ve buna muhalefet etme hakkına sahip değillerdir.
12- Cizye ancak ergen olup aklî dengesi yerinde olan erkeklerden alınır.
13- Kadınlardan, çocuklardan, delilerden cizye alınmaz.
14- Aynı
zamanda müctehidlerin bir kısmına göre, bunaklardan ve hastalardan da cizye
alınmaz. Sakatlar da öyle..
15- Kölelerden de cizye alınmaz. Zira kölenin şahsî bir mülkü yoktur.
16- Akd-i zimmet yapılan kimseden senenin başında cizye alınır. Böylece her yılın başında cizye ödemesi gerekir.
17- Cizye vermekte olan kimsenin aklî dengesi bozulur veya ölürse cizye sakıt olur.
18- Kendisiyle akd-i zimmet yapılan kimseyle cizye nisbeti belirlenir. Bu daha çok o kişinin malî durumuna göre tesbit edilir.
19- Ana babasından biri kitap ehli diğeri müşrik olan kimseden de cizye alınır.
20- Zimmînin oğlu ergen olur da cizye vermekten kaçınırsa, kendi ülkesine geri gönderilir, vatandaş olarak kabul edilmez.
21- Hicaz sının içinde hiçbir zimmî kabul edilmez. [330]
islâm dini Arap Yarımadasında doğmuştur. Allah'ın bu husustaki vahyi o bölgeye inmiş ve kutsal Kabe'nin inşası için de Mekke vadisi uygun görülmüştür. O bakımdan islâm'ın ilk menşei olan Arap Yarımadasında hiçbir müşrik ve kitap ehlinin iskân edilmemesi emredilmiştir. Resûlüllah (a.s.) vefatından az önce böyle bir tavsiyede bulunmuş ve ashabına, onlardan sonra gelecek olan müslümanlara kesin emir vermiştir. [331]
İbn Abbas (r.a.) dan yapılan rivayette, adı geçen şu bilgiyi vermiştir: "Resûlüllah'ın (a.s.) ağrı ve acısı perşembe günü iyice arttı ve vefatından önce şu üç şey ile vasiyette bulundu: 'Müşrikleri Arap Yarımadasından çıkartınız. Gelen elçi ve temsilcilere benim icazet verdiğim gibi icazet verin.»"
Ibn Abbas (r.a.) devamla diyor ki: "Üçüncüsünü unuttum." [332]
Ömer fraj rfew yapılan rivayette, Resûlüllah'ın (a.s.) şöle buyurduğunu duymuştur: "And olsun ki yahudi ve nasârayı Arap Yarımadasından çıkartacağım; o kadar ki bu yarımada da ancak müslüman kalacaktır." [333]
adan yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir: TtesûlüUah'ın (a.s.) en son yaptığı vasiyyeti şöyle buyurması oldu: Arap Yarımadasında iki din bırakılmayacaktır." [334]
İbn Ömer'den (r.a.) yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir: "Ömer (r.a.) yahudi ve hıristiyanları Hicaz topraklarından çıkarttı. Hayber yahudilerinden de söz ederek onları Ömer (r.a.) Teymae ve Eriha'ya çıkartıp sürdü." [335]
Ebu Ubeyde hadisi: "Hicaz ve Necran yahudilerini Arap yarımadası dışına çıkartınız" mealindedir. [336]
a) Hanefî imamlarına göre, Arap topraklarında hiçbir kilise, havra bırakılmaz. Bu topraklarda içki ve domuz satılmaz, alınmaz. Müşriklerin Arap topraklarını mesken olarak kullanmalarına izin verilmez. Arabistanı bunlar kendilerine vatan edinemezler. Aynı zamanda Arap Yarımadası bütün batıl dinlerden temizlenir.
Harbî bir kimse Harem topraklarına iltica ederse, onu öldürmek mubah olmaz. Ancak barmdırılmayıp Harem sınırları dışına çıkartılır, îmam Şafiî'ye göre iltica eden harbî öldürülür.
Ancak îmam Ebû Hanîfe ile îmam Muhammed bu konuda şöyle demişlerdir: "Harbî olan kimse Harem dahilinde öldürülmez ve dışarı da çıkartılmaz." îmam Ebû Yusuf ise: "Harbî olan kimse Harem'de öldürülmez, bu mubah değildir. Ama onu Harem dışına çıkartmak mubahtır" demiştir.
Bu konuda îmam Şafiî şu âyetlerle istidlal ve ihticac etmiştir:
"Haram ayları çıkınca, artık müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz..." [337]
Hanefîler ise şu- âyetle istidlal ve ihticacda bulunmuşlardır:
"Görmediler mi ki, çevrelerindeki ve civarlarındaki insanlar kapılıp (malları, çoluk çocukları) yağma edilirken biz (Mekke'yi) güven verici bir Harem yaptık..." [338]
Ayrıca şu âyetleri de ihticac etmiş bulunuyorlar:
"Mescid-i Haram yanında onlar sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Ama orada sizi öldürmeye kalkışırlarsa siz de onları (orada) öldürün. İnkarcıların cezası işte böyledir." [339]
Böylece harp ehlinden bir kavim savaşmak üzere Harem toprağına girerse, şüphesiz onlar orada öldürülürler. O bakımdan onları öldürmekten, esir etmekten dolayı müslümanlara bir vebal yoktur. [340]
b) Şâfiîlere göre, kâfirlerin Hicaz topraklarında iskanına imkân verilmez, menedilir. Bu da Mekke, Medine, Yemame ve bu topraklar üzerindeki şehir, kasaba ve köylerden ibarettir, imamdan izinsiz Hicaz topraklarına giren ehl-i küfür derhal sınır dışı edilir. Ancak bir kâfirin bu topraklara girmesinde müslümanlardan yana bir maslahat söz konusu olduğu takdirde imam izin verebilir. Ticaret amacıyla giren kimseye bir şey satın almak şartıyla izin verilebilir ve üç günden fazla kalmasına müsaade edilmez. Bunların Mekke Harem'ine girmeleri ise engellenir. Gelen kâfir elçi ise, yine Harem dahiline sokulmaz, ya imam Harem dışına çıkıp onu kabul eder veya naibini göndererek mülakat sağlar. Gelen elçi Mekke Harem'inde hastalanır ve ölürse derhal harem dışına nakledilir. Öldüğü takdirde oraya gömülmez. [341]
c) Hanbelîlere göre de, harbî bir kimsenin Hicaz'a yerleşmesine cevaz verilmez, imam .Mâlik de aynı görüştedir.. Şu farkla ki, imam Mâlik, Arap topraklarında eyleşmelerine de cevaz vermez. Çünkü Resûlüllah (a.s.), "Arap Yarımadasında iki din birarada bulunmasın" buyurmuştur. Hem Resûlüllah (a.s.): "Arap Yarımadasındaki yahudi ve hıristiyanları elbette çıkartıp sınır dışı edeceğim" buyurmuştur. Ancak yahudi ve hıristiyanların ticaret amacıyla Hicaz topraklarına girmelerine cevaz verilir. Zira Hz. Ömer (r.a.) zamanında da hıristiyanlar ticaret maksadıyla Medine'ye gelirlerdi. Orada hastalandıkları takdirde iyileşinceye kadar kalmasına izin verilebilir. Kitap ehlinin veya harbînin ticarî amaçla Hicaz topraklarına girmesine izin verilir, ancak dört günden fazla ikametlerine cevaz verilmez. Böylece Hicaz'da değişik kasaba ve şehirlere girdiklerinde her birinde üç veya dört gün kalabilirler. Harem toprağına gelince, buraya hiçbir suretle girmelerine cevaz verilmez, imam Şafiî de aynı görüştedir, imam Ebû Hanîfe buna cevaz verilebilir demiştir. [342]
272 no'lu Ibn Abbas hadîsi sahîh olup istidlal ve ihticaca salihtir. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in en son vasiyyetini yansıtmakta ve şu iki hükmü ifade etmektedir: islâm'ın merkezi, vahyin tecellisine mazhariyeti itibariyle Arap Yarımadasındaki müşriklerin çıkartılması ve gayr-i müslim ülkelerden gelen elçi ve heyetlerin sünnet çerçevesinde kabul edilmesi..
Vasiyyetin üçüncü maddesini, ya Ibn Abbas (r.a.) dan rivayet eden râvî unutmuştur veyahut tbn Abbas unutmuştur. Bu ya Üsame kumandasında bir ordu hazırlayıp Bizans üzerine gönderilmesi veya Resûlüllah'm (a.s.) kabrinin putlaştırılmamasıyla ilgili olabilir. Zira Efendimiz'in bu iki hususta da tavsiyesi olmuştur.
Böylece islâm'ın Arap Yarımadasında tek din olarak kalması sağlanmış ve putperestliğin bir daha o bölgede hortlaması kesin biçimde önlenmiştir.
273 no'lu Ömer hadîsini Tirmizî sahîhlemiştir. Ö bakımdan istidlale salih görülmüştür. Resûlüllah (a.s.) vefat etmeden Önce Arap Yarımadasında bulunan yahudileri tenkil edip çoğunu Arap Yarımadasından çıkartmıştı. Geriye kalanlarım ise Hz. Ömer (r.a.) tenkil edip yarımadayı bu iki din mensubundan temizlemiştir. Bu emrin gereği olarak bir daha yahudi ve hıristiyanlarm yarımadaya yerleşmelerine imkân verilmemiştir.
274 no'lu Aişe hadîsini Ahmed kendi müsnedinde Ibn Ishak tarikiyle rivayet ve tahrîc etmiştir. Ömer hadîsiyle birbirini kuvvetlendirmekte ve aynı hükmü ihtiva etmektedir.
Ebû Ubeyde hadîsini aynı zamanda Beyhakî tahrîc etmiş ve el-Humeydî kendi müsnedinde rivayet etmiştir. Burada Arap Yarımadası değil Hicaz konu edilmiş ve yahudilerin Hicaz'dan çıkartılması emredilmiştir. Şüphesiz Hicaz, yarımadanın tamamı değil bir bölümüdür. Ancak bu ifadeyle zikr-i cüz irade-i kül kasdedilmiş olabilir. Yani Hicaz denilirken bununla Arap Yarımadasına atıf yapılmıştır. Zira Hicaz denilince, daha çok Ürdün, Necid ve Asir arasında Mekke ve Medine'yi, Yemame ve çevresini içine alan kesim söz konusudur. Necran'dan ise, Kuzey Yemen'de eski kervan yolu üzerindeki bölge kasdedilmektedir. Böylece Hicaz ve Necran isimleri bir bakıma yarımadaya işarettir. Zaten hadîsin son kısmı, "bu iki bölgede yaşayan yahudileri Arap Yarımadasının dışına çıkartınız" şeklindedir. Nitekim diğer sahîh hadîsler doğrudan "cezîretü'1-arab" ismine yer vermekte ve gerek müşriklerin, gerekse kitap ehlinin buradan çıkartılmasını emretmektedir.
275 no'lu Ibn Ömer hadîsi sahihtir. Hz. Ömer'in (r.a.)
Resûlüllah'm (a.s.) emir ve tavsiyesine uyarak Hicaz topraklarında yaşamakta olan yahudi ve hıristiyanlara Şam dolaylarına sürdüğü belirtilmektedir. Yine hadîste geçen "Hicaz" ismi bir bakıma Arap Yarımadasına delâlet etmekte, zikr-i cüz irade-i kül kabilinden bir anlam taşımaktadır. Ebû Ubeyde hadîsi buna açık biçimde delâlet etmektedir. Böylece Hz. Ömer'in Arap Yarımadasında kalan yahudi ve hıristiyanlarm bir kısmını Şam'a bir kısmını da Kûfe'ye sürdüğü bilinmektedir.
Resûlüllah'm (a.s.) bir defasında: "Onları Arap Yarımadasından çıkartınız" bir defasında ise, "onları Hicaz'dan çıkartınız" buyurması, bizim yorumumuza mesned teşkil etmektedir. "Arap Yarımadasında iki din bırakılmasın" hadîsi de bir delil olarak bulunuyor. [343]
1- Arap Yarımadasında yaşamakta olan bütün müşriklerin çıkartılması vacib olmuştur.
2- Hicaz'dan maksat yarımadadır. Zikr-i cüz irade-i kül kabilinden bir anlatım tarzıdır.
3- Hicaz bölgesinde yahudi ve hıristiyanlarm yerleşmesine imkân vermek caiz değildir. Hiçbir hükümdar bu hususta yetkili değildir.
4- Arap Yarımadasına, Özellikle de Hicaz bölgesine gelen elçi ve heyetleri kabul etmek ve bu topraklara sokmak caizdir.
5- Arap topraklarında hiçbir kilise, havra ve benzeri mabede yer verilmez. Bu ülkede içki ve domuz satışı yasaklanır.
6- Ancak harbî bir kimse Harem toprağına iltica edip eman dilerse öldürülmez. Harem sınırları dışına çıkarılmakla yetinilir. imam Ebû Hanîfe'ye göre, sınır dışına çıkartılmaz.
7- Savaşmak maksadıyla Harem topraklarına saldırıp sınırı geçenleri Öldürmek mubah olur.
8- İmamdan izinsiz Hicaz topraklarına giren küfür ehli derhal sınır dışı edilir.
9- Gelen elçi ve heyet de Harem dahiline alınmaz, imam sınır dışına çıkıp onlarla görüşür.
10- Yahudi ve Hıristiyanlardan ticarî amaçla gelenlerin Mekke ve Medine'ye girmelerine müsaade edilir. Bu daha çok imam Mâlik'in görüşüdür. Her beldede ancak üç veyahut dört gün kalmalarına cevaz vardır. [344]
Selâm, hem Cenâb-ı Hakk'm 99 isminden biridir hem de mü'minlerin birbirlerini duâ, güzel temenni, güven, sevgi ve saygı ile karşılara asıdır. Bir mü'minin diğerine göstereceği en güzel saygı ve telkin edeceği en olumlu güven selâmdır. Zira bu kavram ile onun için dünyada da, âhirette de selâmet, huzur, emniyet ve rahmet dileğinde bulunulur.
Allah'ın son olarak bütün milletlere kıyamete kadar yol gösterici, uyarıcı ve doğru olanı bildirici gönderdiği Hz. Muhammed'e (a.s.) inanmayan, Kur'ân'ı kabul etmeyen yahudi ve hıristiyaıtlarla seviyeli bir ilgi kurmakla beraber onlar için sadece hidayet dileğinde bulunmamız uygun olur. Kendilerini dünya ve âhiret selâmetine lâyık görmeyenler için bu selâmı Allah'tan dilememiz uygun olmaz. Nitekim Cenab-ı Hak Kur'ân-ı Kerîm'de inkarcılar için istiğfar etsek de etmesek de -onlar son dini ve son peygamberi kabul edip inanmadıkça- hiçbir yarar sağlamayacağını şöyle açıklamaktadır:
"Onlar için ister bağışlanma dile, ister dileme (farketmez). Onlar için yetmiş defa bağışlanma dilesen Allah elbette onları bağışlamayacaktır. Bu böyledir. Çünkü onlar Allah ve peygamberini inkâr ettiler. Allah ise hak yolundan çıkmış ahlâksızları doğru yola eriştirmez." [345]
O bakımdan yahudi veya hıristiyanlardan biriyle karşılaşıldığında, Önce onların selâm vermesini beklemek sünnete daha uygundur. Zira onlar ya kendi âdetlerine göre selâm verirler veya selâm kelimesini "sâm" şeklinde telaffuz edip mü'mine>dert hastalık ve belâ inmesini ifadeye çalışırlar. O bakımdan onlar selâm verince, niyet ve kullandıkları kelimeye karşılık olarak sadece "ve aleyküm" dememiz veya "ve aleyke" dememiz emredilmiştir.[346]
Ebû Hüreyre (r.a.) den yapılan rivayete göre, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: 'Yahudi ve hıristiyanlara önce siz selâm vermeye başlamayın. Onlarla karşılaştığınızda yolun dar kısmını onlara bırakın, (onları dar kısma sıkıştıracak şekilde yolun geniş tarafında siz yürüyün)." [347]
fr.aj efen yapılan rivayette, Resûliillah (a.s.) şöyle buyurmuştur: "Kitap ehli size selâm verince, siz onlara "ve âleyküm" deyin (yani aynı dilek ve niyet sizin üzerinize olsun)." [348]
Ömer fr.aj dan yapılan rivayette Resûliillah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: 'Yahudi sizden birinize selâm verdiği zaman, o ancak "es-sâmu aleyküm" demektedir. O bakımdan siz de ona "aleyke" deyin." [349]
S â m : Ölüm, dert ve belâ anlamına gelir. Böylece o günkü yahu-diler Arapça olan selâm kelimesini ağızlarında çevirip çevirerek "sam" şeklinde teleffuz ediyorlar ve bununla müslümanlara selâm veriyorlardı. Onun için Resûlüllah (s.a.v.) müslümanlarm önce selâm vermeyip onların selâm vermesini beklemeleri ve sözde selâm verdikleri takdirde "ve aleyke" veyahut "aleyke, aleyküm" diye karşılık vermelerini emir ve tavsiye buyurmuştur. Zira müslüman kimse, yahudinin verdiği ve "sâm" ile ifade ettiği kötü temenniyi ona "aleyke" sözüyle aynen iade etmiş oluyor. Ölüm, dert ve musibeti onun aleyhine çevirmiş bulunuyor.
Aişe (r.a.) dan yapılan rivayette, adı geçen şöyle bilgi vermiştir: 'Yahudilerden bir grup Resûlüllah'ın (a.s.) huzuruna girdiler ve "es-sâmu aleyke" dediler. Ben onların ne demek istediğini anladım ve şöyle karşılık verdim: "Sâm ve lanet sizin üzerinize olsun!" Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) bana: "Dur bakalım yâ Aişe! Şüphesiz ki Allah yumuşaklığı, hoşgörülü olmayı bütün işlerde sever." Ben de: "Ya Resûlellah, onların ne dediğini duymadın mı?" dedim. Efendimiz: "Gerçekten ben de onlara ve aleyküm diye karşılık vermiş oldum" buyurdu. Yani sâm sizin üzerinize olsun demektir. [350]
Ukbe b. Amir (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen, Resûlüllah'ın (a.s.) şöyle buyurduğunu bildirmiştir: "Şüphesiz yarın ben (bir binite) binip yahudilere gideceğim. Artık siz önce selâm vermeye başlamayın. Onlar size selâm yerince, siz de karşılık olarak "ve aleyküm" deyin." [351]
Yukarıdaki hadîslerin ışığı altında ilim adamlarının cumhuruna göre, müslüman kimsenin bir yahudi veya hıristiyanla karşılaştığı zaman hemen selâm vermesi mekruhtur. Önce yahudi veya hıristiyanm selâm vermesini beklemesi gerekir. Karşısındaki selâm verince, müslümanm ona karşılık sadece "ve aleyke" demesi yeterlidir. Zira kitap ehli verdiği selâm ile neyi kasdetmişse müslüman da "ve aleyke" sözüyle aynı şeyi kasdedip ona çevirmiş oluyor.
Bu hükme muhalefet eden olmamıştır. Müctehid imamlar da aynı görüşü izhar etmişlerdir. [352]
1- Kitap ehli olan yahudi ve hıristiyanlara Islâmî anlamda selâm verilmez.
2- Müslümanlara komşu olup onlarla tanışıp görüşen kitap ehliyle karşılaşıldığında önce onların selâm vermesini beklemek sünnettir.
3- Onlar selâm verince veya kendi din ve kültürlerine göre sevgi saygı ifade eden bir ifade kullanınca müslüman kimse buna karşılık olarak "ve aleyküm" veyahut "aleyke" demekle yetinir.
4- Günümüzde bu tabirler pek kullanılmadığı için onların verdiği selâm ve benzeri bir yakınlık, sevgi ifade eden söze karşılık "size de" veya tek kişi ise "sana da" demekle yetinilir.
5- Kitap ehli Arapça selâm vermiyor da kendilerine göre "hayırlı sabahlar" veya "iyi günler" veyahut günümüzde çok yaygın olup duâ, iyi temenni anlamı taşımayan "günaydın" gibi bir söz kullanıyorlarsa, misliyle karşılık verilmesinde bir sakınca yoktur.
6- Kitap ehliyle yolda karşılaşıldığında yolun dar kısmını onlara bırakıp müslümanın geniş tarafı kendine ayırması müstehabdır.
7- Kitap ehli, Özellikle de yahudiler "es-sâmu aleyke" dedikleri takdirde karşılık olarak "ve aleyküm" demek yeterli olur.
8- Onların kötü niyetle verdikleri bu tarz selâma öfkelenip onlara lanet dilemek doğru olmaz. Resûlüllah (a.s.) bunu men'etmiştir.
9- Her işte, konuda yumuşak, hoşgörüm ve sabırlı olmak sünnettir.
10- Kitap ehli doğrudan, hatasız bir teleffuzla "es-selânıu aleyküm" derlerse ayniyle karşılık vermek, yani "ve aleykümü's-selâm" demek caiz olur "mu? ilim adamlarından bir grubun bunu caiz görmediğini Nevevî nakletmiştir. îmam Mâlik'den de bu anlamda bir görüş ve beyânı îbn Vehb ile Eşheb rivayet etmişlerdir. [353] imam Şafiî'nin arkadaşlarından bir kısmı "selâma karşılık selâm vermenin caiz olduğunu" belirtmişler, ancak "ve rahmetullah" denilmeyeceğine dikkat çekmişler.
îmam Nevevî Şâfiîlerden bir kısmının bu görüşünün zayıf olup hadîslere uymadığını söylemiştir. [354]
11- Kitap ehliyle birlikte müslümanlar da bulunuyorsa, o takdirde onlarla karşılaşan müslüman kimsenin önce selâm vermesi caiz olur, ancak bu selâmla müslümanları kasdeder.
12- Kitap ehliyle selâm alıp vermede kırıcı bir tavır ortaya koymak mekruhtur. [355]
Ganimet konusu üzerinde başlangıçta geniş bilgi vermiş bulunuyoruz. Ancak önemine binaen bunu Özel bir başlık altında ele almayı ve ilgili hadîslerle detaylı açıklamayı uygun gördük.
Ganimet elde edip mücahidlere dağıtmak ve beşte birini ayırıp peygamberin (a.s.) emrine vermek; peygamberden sonra imam (devlet başkanı veya halife) nin emrine terketmek kitap, sünnet ve icma1 ile sabit olmuştur. Ancak Peygamberimiz (a.s.) den sonra ganimetin beşte birinin devlet başkanına veya halîfeye verilip verilmeyeceği tartışma konusu olmuştur. Müctehidlerden bir kısmına göre, o sadece Hz. Mu-hammed'e ait bulunuyordu. Ondan sonra bu beşte birin hükmü kalkmıştır. Daha önce buna temas etmiş ve Peygamberimizden (a.s.) sonra da bu beşte birin devlet başkanı veya halîfeye bırakılacağında görüş beyân edenlere ve delillerine yer vermiş bulunuyoruz.
Burada üzerinde daha çok duracağımız iki husus bulunuyor: Pey-gamber'e (a.s.) ve Ondan sonra müslümanlarm başına geçen halîfe veya devlet başkanına verilmesi uygun görülen beşte birin Peygamber (a.s.) tarafından kimlere dağıtıldığını tesbit etmek ve bir de bu konuda kullanılan ganimet, nefel ve fey' kavramları arasındaki farkı belirtmek...
Ganimet, düşmanla savaşılıp gerek savaş esnasında, gerekse üstünlük sağlayıp zafere ulaştıktan sonra elde edilen taşınır, taşınmaz mallardır. Bunun beşte biri Peygamber'e (a.s.) ve ondan sonra gelen halîfe veya devlet başkanına ayrılır. Beşte dördü ise mücahidlere sünnette belirtildiği şekil ve ölçüde dağıtılır.
Nefeî, çoğulu "enfal" dır. Bu, ganimetten fazla olarak mücahidlere verilen şeylerdir. Bu, yetkili kumandan veya devlet başkanının savaşa, daha çok heveslendirip teşvik etmek için mücahidlere ganimetten başka birtakım şeyleri fazla olarak vereceğini vaadetmesi demektir. Meselâ, kim müşriklerden birini öldürür ve Öldürdüğünü isbat ederse, o müşrikin özel eşyası ona verilir şeklinde bir vaad bu cümledendir.
Fey' ise, savaşmadan düşman ile yapılan anlaşma neticesinde düşmanın belirlenen nisbet ve miktarda müslümanlara altın, gümüş veya başka bir mal vermesi anlamına gelir. Bunda humus olmadığı gibi, ganimet te sayılmaz. Zira kâfirlere karşı üstün caydırıcı bir güç izhar edip savaşsız ve kansız bir anlaşma yaparak onlardan bir miktar mal ve para alınabilir. Kesûlüllah (a.s.) zamanında Enfal sûresinde beyân buyurulduğu üzere elde edilen fey'in tamamı Resûlüllah'a (a.s.) bırakılırdı. O da bunu dilediği şekilde harcar, fakirleri, muhtaçları, aile halkını ve yakınlarını korurdu.
Hz. Ömer (r.a.) den yapılan rivayette adı geçen bu konuda şu bilgiyi vermiştir: Yahudilerden Benî Nadîr kabilesinin malı savaşsız olarak bir anlaşma neticesi bütünüyle Peygamberimize (a.s.) bırakıldı. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bu mal ile ev halkına, aile efradına infakta bulundu, onların bir yıllık nafakasını karşılayacak nisbette bir taksimat yaptı ve geriye kalan kısmını savaşta kullanılmak üzere at ve silah satın almaya harcadı. Hayber'de Fedek bahçesinin Resûlüllah'a ait olması bu yoldandır. [356]
Cübeyr b. Mut'im (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen diyor ki: lfBenle Hz. Osman birlikte yürüyerek Peygamberimize (a.s.) gittik ve şöyle dedik: Hayber'de elde edilen humus (ganimetin beşte birin) den Mu 11 al i b oğullarına verdiniz ve bizi terkettiniz (bize vermediniz)!" Resûlüllah (a.s.) bize şöyle buyurdu: "Muttalîb oğullarıyla Hâşim oğulları bir tek şeydir..."
Cübeyr (r\a.) devamla diyor ki: "Resûlüllah (a.s.) humustan Abdişems oğullarıyla Nevfel oğullarına bir şey ayırıp vermedi." [357]
Diğer bir rivayette ise şöyle denilmiştir: "Resûlüllah (a.s.), Hay-ber'de elde edilen (humus'tan) yakınlarından Hâşim oğulları ile Muttalib oğullarına pay ayırıp verdiğinde ben ve Osman (r.a.) geldik ve: tTYa Resûlellaht Bunlar Hâşim oğullarıdır, senin yanındaki yerleri, dolayısıyla Allah'ın seni onlardan seçip (peygamberlik payesine) koyduğu için faziletleri (üstünlükleri) inkâr edilmez.. Ya bizim Muttalib oğullarından olan kardeşlerimize baksan ya, onlara verdiniz, bizi bıraktınız. Oysa biz de onlar da senden yana aynı yerde (çizgide) bulunuyoruz." Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) şöyle buyurdu: "Şüpheniz olmasın ki, onlar cahiliyye devrinde de, İslâm döneminde de benden asla ayrılmadılar ve Hâşim oğullarıyla Muttalib oğulları aynı şeydir" ve bunu derken parmaklarını birbirine geçirip kenetledi." [358]
Hz. Ali (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen diyor ki: "Ben, Abbas, Fatime ve Zeyd b. Harise Resûlüllah'ın (a.s.) yanında biraraya geldik. Ben, Resûlüllah'a (a.s.) şöyle dedim: "Ya Resûlellah! Eğer Allah'ın kitabında belirtildiği üzere şu humustan bizim hakkımız hususunda beni yetkili kılıp siz henüz hayatta iken taksim etmemi uygun görüyorsanız öyle yapın; tâ ki sizden sonra herhangi bir kimse (bu hususta) benimle tartışıp ağız kavgası yapmasın." Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) da öyle yaptı (bana yetki verdi) ve ben de Resûlüllah (a.s.) hayatta iken gereken taksimatı yaptım. Sonra (sözü edilen) humus üzerine Ebû Bekir (r.a.) beni mütevelli tayin etti ve bu Hz. Ömer'in son yılına kadar öylece devam etti. Zira Hz. Ömer'e (r.a.) (humus olarak) çok mal gelmiş oldu." [359]
Yine Hz. Ali (r.a.) den yapılan rivayetle, adı geçen şöyle demiştir: tfResûIüllah (a.s.) humusun beşte biri üzerine beni mütevelli yaptı (yetki verdi). Ben de hem Resülüllah'm (a.s.) hayatında, hem Kbû Bekir ve Ömer'in hayatında onu yerli yerine koydum (gereken taksimatı âdil biçimde gerçekleştirdim ve lüzumlu yerlere harcadım)." [360]
Yezİd b. Hürmüz'den yapılan rivayette, adı geçen şu bilgiyi vermiştir: Necde, İbn Abbas'a bir mektup yazarak humusun kime ait olduğunu sordu. İbn Abbas (r.a.) da ona şu mektubu yasıp gönderdi: "Mektup yazıp benden humusun kime ait olduğunu soruyorsun? Şüphesiz biz deriz ki, o bize aittir. Ancak kavmimiz
bunu bize vermekten kaçındılar." [361]
Diğer bir rivayette ise şöyle denilmiştir:
"Necde el-Harurîyye, ibn Zübeyr'in (içine düştüğü) fitne (ortaya) çıkınca İbn Abbas'a (r.a.) (bir adam veyahut bir mektup) göndererek yakınlardan (humustan olan) payın kime aît olduğunu soruyor. İbn Abbas (r.a.) da ona şu cevabı veriyor: "Sözünü ettiğin sehim Resûlüllah'm (a*s.) yakınları olan bizlere aittir. Resûlüllah (a.s.) onu yakınlarına taksim etmiştir. Ömer (r.a.) ondan (humusdan) az şey ayırıp bize arzettiyse de gördük ki o bizim hakkımızın çok altında bulunuyor. O bakımdan almaktan kaçındık ve olduğu gibi geri çevirdik."
Hz. Ömer'in (r.a.) Rasulüllah'ın (a.s.) yakınlarına ayırıp gönderdiği pay onlardan evlenecek olanlara yardım etmek, borçlularının borcunu karşılamak ve fakirlerine verilmek üzere belirlenmişti. Bundan fazla vermekten kaçındı. [362]
Hz. Ömer (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen diyor ki?
"Yahudilerden Nadîr oğullarının malları, Allah'ın kendi peygamberine fey' kıldığı bir maldı. Zira müslümanlarm at koşturup, üzengi vurup elde ettikleri bir mal değildi. O bakımdan tamamı Resûlüllah'a (a.s.) ait oldu. O da o malı kendi çoluk çocuğunun bir yıllık nafakası olarak (infak etmek üzere) ayırdı." [363]
Diğer bir rivayette ise şöyle denilmektedir: "Resûlüllah (a.s.) o malı çoluk çocuğunun bir yıllık kutu (yiyecek geçimliği) olarak depolayıp alıkoydu. Arta kalanını ise Allah yolunda bir hazırlık olmak üzere silah ve at (satın almak üzere) ayırıp belirledi."
Avfb. Mâlik (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen şu bilgiyi vermiştir: "Resûlüüah'a (a.s.) fey' gelince, geldiği gün (geciktirmeyip) taksim ederdi: Evli kimseye iki pay, bekâra bir pay verirdi." [364]
Ebû Hüreyre (r.a.) den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: "Ben ne size veriyorum ne de sizi menediyorum. Ben sadece taksim ediciyim, emrolunduğum yere, cihete koyuyorum." [365]
Zeyd bin Eslem'den yapılan rivayette adı geçen diyor ki: "İbn Ömer (r.a.), Muaviye'nin yanına girdi. Muâviye ona: "Ya Ebâ Ab-dirrahman hacetin nedir?" diye sordu. O da: "Hürriyetine kavuşturulmuşlara vermek. Zira ben Resulü İlah'ı (a.s.) gördüm, kendisine bir şey (fey1) geldiğinde önce hürriyetine kavuşturulmuş kişilere vermeğe başlardı." [366]
Cabir (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen, Resûlüllah'ın (a.s.) şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Eğer Bahreyn'den bana mal gelmiş olsa sana şu kadar, şu kadar, şu kadar verirdim." Ama Resûlüllah (a.s.) vefat edinceye kadar Bahreyn'den (fey' olarak) mal gelmedi. Ondan sonra Bahreyn'den mal gelince Ebû Bekir (r.a.) bir çağrıcıyı görevlendirdi, o da şöyle duyuruda bulundu: "Kimin Resûlüllah'ın (a.s.) yanında borcu veya kendisine va'dedilmiş bir şeyi varsa bize gelsin." Bunun üzerine kalkıp Ebû Bekir'e (r.a.) gittim ve dedim ki: "Resûlüllah (a.s.) bana şöyle şöyle dedi." Bunu duyan Ebû Bekir (r.a.) bana avuç avuç vermeye başladı ve verdiklerimi say diye buyurdu... Bir de sayıp baktım ki beşyüz sayısını bulmuş.. Sonra Ebû Bekir (r.a.) bana: "Şimdi bunun iki mislini al" diye emretti. [367]
Ömer b. Abdilaziz (r.a.) den yapılan rivayete göre, adı geçen şu (genelgeyi) yazmıştır: Fey'in nereye konacağından, kimlere verileceğinden kim sorarsa, bu hususta Ömer b. Hattab'ın hükmettiği söz konusudur. Mü'minler onun bu hükmünü âdil ve uygun görmüşlerdir. Nitekim Resûlüllah (a.s.): "Allah hakkı Ömer'in dili ve kalbi üzere kılmıştır. O da verilecek şeyi belirleyip, din ehli (kitap ehli) üzerine Allah'ın cizye olarak gerekli kılıp takdir ettiğini hükme bağlamıştır. O mallarda humus ve mağnem (ganimet) belirlememiştir." [368]
a) Hanefîlere göre, muvadeâ (düşmanlığı bırakıp barış yoluyla anlaşma) üzere ehl-i harpten alman malda humus yoktur. Yani onun beşte biri Hz. Peygamber'e ait olup gerisi müslümanlara taksim edilir ganimet türünden değildir. Resûlüllah (a.s.) zamanında muvadeâ yoluyla alman malın tamamı Resûlüllah'a (a.s.) ait olurdu. O da bunu kendi aile halkına, muhtaç yakınlarına, fakirlere ve orduya harcardı. Nitekim Enfal sûresinin baş kısmı bu hükmü açıklamaktadır. Muvadeâ yoluyla ehl-i harpten alman mal ve paraya fey' denilir. Bu bütünüyle Resûlüllah'a hastı. O'ndan sonra hiç bir devlet başkanı veya halîfeye tahsis edilmez. [369]
b) Şafiî ve Hanbelîlere göre, muvadeâ yoluyla elde edilen fey' bütün müslümanlara tevzi edilir, hepsinin onda hakkı vardır. Yalnız köleler bu genellemenin dışındadır. Resûlüllah (a.s.) zamanında elde edilen fey'in tamamı Resûlüllah'a (a.s.) ait olur, O bunu dilediği şekilde harcar ve taksim ederdi. O'ndan sonra bütün müslümanlara tahsis edilir. [370]
Böylece mezhep imamlarının hemen hepsi bu konuda görüş birliği içinde bulunuyorlar: Fey'in Resûlüllah'a has kılındığını, O'ndan sonra bütün müslümanlara ait olduğunu belirtmişlerdir. [371]
291 no'lu Cübeyr hadîsi sahîh olup istidlale salih görülmüştür. Fey1 ve humus hususunda Cübeyr'in (r.a.) Hz. Osman'la (r.a.) birlikte Resûlüllah'a (a.s.) baş vurmasının sebebine gelince: Osman (r.a.)
Abduşşems oğullanndandı. Cübeyr ise Nevfel oğullarındandı. Abdüş-şems Nevfel, Hâşim ve Muttalib ise Abdülmenaf oğullarmdandırlar. işte Peygamber'e (a.s.) yakınlıkları bu yoldandır.
Resûlüllah'a (a.s.) tahsis edilen humus ve bir de fey', bütünüyle O'nun iradesine bırakılmıştır. Efendimiz onu en yararlı, en âdil şekilde fakirlere, muhtaçlara, kendi aile halkına ve yakınlarına dağıtırdı. O bakimdan Hayber'den intikal eden humusdan Abduşşems ve Nevfel oğullarına ayırmamıştır. Zira bu iki aile Peygamberimize (a.s.) pek yardımcı olmamışlar, gerek cahiliyye, gerekse îslâm döneminde diğerleri kadar fedakâr davranmamışlardır.
Nitekim 292 no'lu rivayet bu mânaya delâlet etmekte ve taksimde sözü edilen iki aileye bir şey verilmemesinin sebeplerinden biri açıklarım aktadır.
293 no'lu Ali hadîsinin isnadında Hüseyn b. Meymun el-Hindîfî bulunuyor. Ebû Hatim onun kavî olmadığını, Ali b. Medenî onun mâruf bir kişi olarak tanınmadığını belirtmiştir. [372] Buharı onu zayıflar arasında anmıştır. îbn Hibban ise onun kavî olduğunu söylemiştir. [373]
294 dipnotlu Ali hadîsinin isnadında ise Ebu Cafer er-Râzî b. Ma-han bulunuyor. Bu zat hakkında çok şeyler söylenmişse de îbn Mam onun sika olduğunu ve Ali b. Medenî'nin de bu görüşe katıldığı tesbit edilmiştir. Ahmed ile Nesâî onun kavî olmadığını belirtirlerken Ebû Hatim onun sika olduğuna dikkat çekmiştir. [374]
Hadîste geçen "humusü'l-humus" yani "beşte birin beşte biri" tabirinden maksat, humusun sarfedilecek cihetinin beş olduğunu belirtmektir.
Böylece ganimetten ayrılan beşte birin Resûlüllah (a.s.) Efendi-miz'den sonra da, Resûlüjlah'm (a.s.) sarfettiği cihette dağıtıldığı anlaşılıyor. Ebû Bekir ve Ömer (r.a.) zamanlarında da bu işe Hz. Ali (r.a.) mütevelli kılınmıştır. Sonra Hz. Ömer'in (r.a.) hilâfetinin son yılında gelen ganimette humus çıkarılmamış ve artık Hz. Ali (r.a.) de bu işe mütevelli kılınmamıştır. Şüphesiz bu tarz bir tasarruf Hz. Ömer'in (r.a.) içtihadıdır ve ashabın çoğu da Ona bu hususta muvafakat etmiştir.
Yezîd b. Hürmüz rivayeti de bunu desteklemektedir.
297 no'lu Ömer hadîsi sahih olup istidlal ve ihticaca salihtir. Fey1 olarak Resûlüllah'a (a.s.) tahsis edilen B.enî Nadîr emvalini Resûlüllah'ın (a.s.) nasıl kullandığı ve ne maksatla harcadığı çok açık şekilde belirtilmektedir. Ancak O'ndan sonra halîfe ve hükümdarlara fey' ve humus tahsis edilmemiş, yani belirtilen ölçü ve nisbette ona ait olmamışta1.
Azacak müctehidlerin bu husustaki ictihad ve görüşleri kısmen farklı bulunuyor.
Benî Nadîr kabilesi, Medine yakınında bir yahudi kabilesi idi. ihanetlerinden dolayı Resûlüllah (a.s.) Bedir savaşından altı ay sonra, Huneyn savaşından önce bunları muhasara altına aldı ve sonunda her aile bir deve yükü eşya götürmek üzere ülkeyi terketmeleri üzerinde anlaşma yapıldı ve geriye kalan malları fey1 olarak Resûlüllah'a (a.s.) tahsis edildi. O da o malları Ömer (r.a:) rivayetinde belirtildiği şekilde kullanıp dağıttı.
298 no'lu Avf hadîsinin hasen olduğunu Ahmed belirtmiştir. Ricalinin hepsi sikadır. Ebû Dâvud ile el-Münzirî de bu hadîsin sahih olduğunu zımnen ifade etmişlerdir. O bakımdan istidlale salih görülebilir.
Resûlüllah'm (a.s.) kendisine intikal eden fey'i vakit kaybetmeden, geciktirmeden ihtiyaç sahiplerine sarfettiği, evli olanlara iki, bekârlara bir pay verdiği anlaşılmaktadır. Şüphesiz bu tasarruf Resûlüllah'a (a.s.) has idi. O dilediği şekilde fey'i kullanır ve dağıtırdı.
299 no'lu Ebû Hüreyre hadîsi sahihtir ve ihticaca salihtir. Bu rivayetten, Resûlüllah'm (a.s.) gerek ganimet, gerek fey1 ye gerekse humus taksimatında kendiliğinden bir tasarrufta bulunmadığı, Cebrail'den aldığı talimat uyarınca bunları yerli yerince dağıttığı anlaşılmaktadır. O bakımdan başta îbn Abbas (r.a.) olmak üzere ashabın bazısı Resûlüüah'ın (a.s.) gerek fey', gerekse humus taksimatının aynen devam ettirilmesini savunmuşlardır.
300 no'lu Zeyd b. Eşlem hadîsinin isnadında Hişam b. Sa'd bulunuyor. Bu zat hakkında konuşanlar olmuştur, imam Ahmed, onun hafız olmadığını, Ibn Maîn onun kavı sayılmayacağını, Nesâî onun zayıf bulunduğunu belirtirken Ibn Adiy, "zayıf olmasıyla beraber hadîsi yazılabilir" demiştir. [375] Bu sebeple müctehidlerin çoğu bu hadîsle istidlal etmemiştir.
Ancak Resûlüllah'm (a.s.), kölelik kaydından kurtulup hürriyetlerine kavuşturulan ve tutunacak bir dallan olmayan kimselere öncelik tanıdığında şüphe yoktur.
301 no'lu Cabir hadîsi sahîh olup istidlale salihtir.
Nesâî, Bahreyn'in o dönemde mecusî olduğunu belirtmiştir. Resûlüllah (a.s.), onlardan cizyeyi alıp getirmek üzere Ebû Ubeyde b. Cerrah'ı (r.a.) görevlendirmişti. Ibn Sa'd'ın tesbitine göre ise, Resûlüllah (a.s.) elde edilen ganimeti Ci'râne'de taksim ettikten sonra, Alâ'ı (r.a.), Fürs âmili bulunan Münzir b. Sâvî'ye gönderdi ki Münzir Bahreyn'e yönelmiş bulunuyordu. Ora halkını islâm'a davet ettiler. Çoğu îslâmiyeti kabul etti. Mecusî olanlar ise îslâmiyete girmek istemediler ve cizye vermeye razı oldular. .
Anlaşılan gerek Ubeyde b. Cerrah'm, gerekse Alâ'm vazifelendirilip gönderilmesi Resûlüllah (a.s.) zamanına rastlamaktadır. Oradan toplanıp getirilen cizye ise ancak Ebû Bekir'in (r.a.) hilâfeti zamanında gerçekleşmiş ve böylece Resûlüllah'm (a.s.) Câbir'e vaadettiği pay, Ebû Bekir tarafından ona verilmiştir. Resûlüllah'm (a.s.) Câbir'e "şu kadar şu kadar, şu kadar" buyurmasını dikkate alan Ebû Bekir (r.a.) Câbir'e taksimde isabet edenin üç mislini vermiştir.
302 no'lu Ömer b. Abdüaziz rivayetinde meçhul olan bir râvi bulunuyor. Aynı zamanda hadîste inkıta' (kesinti) var. Zira Ömer b. Abdilaziz, Hz. Ömer'e ulaşmamıştır.
Ancak bu mealde birkaç rivayet daha bulunuyor:
Ebû Davud'un Ebû Zer (r.a.) den yaptığı rivayete göre, adı geçenin Resûlüllah'm (a.s.) şöyle buyurduğunu duyduğunu belirtmiştir: "Allah*, hakkı Ömer'in dili üzerine koymuştur ki o da ona göre konuşur." Bu' rivayeti aynı zamanda Ibn Mâce de tahrîc etmiştir. Ancak isnadında Muhammed b. Ishak bulunuyor ki, bu zat hakkında çok şeyler söylenmiştir.
Bu rivayete göre, Ömer'in (r.a.) humus hükmünü kaldırdığı söz konusu oluyor. Ancak müctehidlerin bu husustaki görüşleri ve yorumları farklıdır. Önemli bir kısmı bu rivayetlerle istidlal etmemişlerdir.
Bu baptaki diğer rivayetler:
Mâlik b. Evs'den yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir: "Hz. Ömer (r.a.) üç ayrı yeminde bulundu:
a) Allah'a and olsun ki, hiçbir kimse diğerinden şu mala (cizye ve fey'e) daha haklı değildir. Ve ben de başka birinden buna daha haklı değilimdir.
b) Allah'a yemin ederim ki, müslümanlardan her kişinin bu malda mutlaka' nasibi (payı) vardır. Ancak başkasının mülkünde olan köle müstesna... Ve biz Allah'ın kitabına ve Resûlüllah'ın (a.s.) sünnetine göre taksimde bulunuyor, kitaba göre yerimizi koruyoruz. (Taksimatta şöyle tercihte bulunuyoruz): Adam ve İslâm'a girince uğradığı belâ... Adam ve İslâm'daki kıdemi... Adam ve İslâm'daki gınası (kifayet nisbeti. Adam ve ihtiyacı...)
c) Allah'a and olsun ki, ömrüm olur da bir süre daha yaşayacak olursam, San'a dağında ve tepesinde bulunan çobanın bile şu maldan payını ayırıp veririm; isterse o bulunduğu yerde sadece çobanlık etmiş olsun." [376]
Ömer (r.a.) den yapılan rivayette, o Câbiye günü insanlara hitafr ederken şöyle demiştir: "Şüphesiz ki Azız ve Celîl olan Allah beni şu mal üzerine (cizye ve fey') hâzin ve taksi matçı kılmıştır." Sonra bu sözünü değiştirerek şöyle demiştir: "Taksimatçı olan Allah'tır. Ben ise önce Peygamber'in (a.s.) ev halkına ayırmakla taksime başlıyorum. Sonra da onların eşref olanları geliyor."
Böylece Ömer (r.a.) Resûlüllah'ın (a.s.) zevcelerine on bin ayırdı. Ancak Cüveyriye, Saöyye ve Meymune'ye değil. Bunun üzerine Hz. Aişe şöyle dedi: "Şüphesiz ki Resûlüllah (a.s.) bizim aramızda âdil davranırdı." Bu uyarı üzerine Hz. Ömer (r.a.) onlar arasında eşitliğe riâyet ederek taksimat yaptı. Sonra da şöyle buyurdu: "Doğrusu ben önce ilk muhacir ashabdan başlıyorum. Çünkü gerçekten biz muhacirler kendi yurdumuzdan zulüm ve düşmanlıkla çıkarıldık. Sonra da onların eşrafı yla sırayı takip ediyorum. Böylece onlardan Bedir savaşına katılıp hazır olanlara beş bin; aynı savaşa katılıp hazır olan ensara dört bin ayırdı. Uhud savaşına hazır olana üç bin ayırdı. (Böyle bir düzenleme ve liste yaptı.)
Hicret etmekte acele edenlere vermekte o da acele etti. Geç hicret edenlere geciktirerek vermeyi takdir etti ve sonra şöyle dedi: "Artık devesini çöktürüp (hicrette geciken) hiçbir adam bizi kınamasın, devesini çöktürüp oturmasını kınasın." [377]
Kays b. Ebî Hâzim'den yapılan rivayette, Ömer (r.a.) m Bedir savaşma katılanlara verdiği, beş bin, beş bin idi. Ömer (r.a.) bu hususta şunu söyledi: "And olsun ki, bunları kendilerinden sonrakilere hep üstün tutacağım." [378]
Nâfi Mevlâ Ömer (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen şu bilgiyi yermiştir: "Ömer (r.a.) ilk muhacirlere dörder bin ve kendi oğlu Ibn Ömer'e üçbin beşyüz takdir etti. Bunun üzerine Ona soruldu: "Neden böyle bir ayrım yaptınız? O da muhacirlerdendir." Cevap verdi: "O ancak babasıyla hicret etti, kendi başına hicret edenlerden değildir." [379]
Eşlem Mevlâ Ömer (r.a.) anlatıyor:
"Ömer b. Hattab (r.a.) ile birlikte sokağa çıktık. Genç bir kadın arkadan gelip Ömer'e yetişti ve şöyle dedi: "Ya Emîrel-mü'minin! Kocam Öldü ve geriye birkaç tane küçük çocuk bıraktı. Vallahi bu çocuklar henüz yemek pişirecek yaşa ve kuvvete gelmediler ve bunların ne ziraatı, ne de süt veren hayvanı vardır. Kıtlığın bunları yeyip bitirmesinden korkuyorum. Bana gelince, Hıfaf b. İmâ' el-Gıffarî'nin kızı olarak bulunuyorum. Babam gerçekten Hudeybiye savaşına katılıp hazır oldu ve Resûlüllah (a.s.) ile birlikte bu savaşta bulundu."
Ömer (r.a.) ayakta durup (kadını hep dinledi) ayrılıp yoluna devam etmedi ve sonra o kadına şöyle dedi: "Yakın nesebe (hışma) merhaba!" Sonra evin önünde bağlı bulunan güçlü bir deveye doğru gitti. İçine yiyecek doldurduğu iki çuvalı o deveye yükledi. Ayrıca iki çuvalın arasına nafaka ve giyim eşyası yerleştirdikten sonra o devenin yularını kadına uzattı ve şöyle buyurdu: 'Bununla geçimini sürdür. Bu henüz tükenmeden Allah size hayır gönderir."
Bunun üzerine bir adam: "Ya Emîrel-mü'minin! Kadına hayli çok şey verdin!" diyerek hayretini belirtti. Hz. Ömer ona: "Anan seni vitirsin!. Allah'a yemin ederim ki bu kadının babasını ve kardeşini bir süre bir kaleyi kuşattıklarını ve kalenin açılmasını sağladıklarını gördüm ve oradaki (ganimetten olan) paylarını biz tastamam ayırıp kendilerine verdik" diyerek (kadının babasının ve kardeşinin İslâm'a hizmetini hatırlattı)." [380]
Muhammed b. Ali (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen şu bilgiyi vermiştir: "Ömer (r.a.) divanları düzenleyip kurunca (ilgili kurumları meydana getirince): "(Gelen fey' ve ganimetlerden) yardım ve dağıtıma kimden başlayayım?" diye sordu. Ona: "Sana yakın olanlardan sırayla başla" denilince, Ömer (r.a.): "Hayır, Resûlüllah'ın (a.s.) yakınlarından sırayla başlayacağım" dedi." [381]
Böylece Ömer (r.a.) hiçbir zaman kendi yakınlarını Öne almadı ve yakınımdırlar diye onlara fazla bir şey ayırıp vermedi. Resûlüllah'ın (a.s.) yakınlarına ve özellikle de ilk muhacirlere, Bedir savaşana katılanlara öncelik tanıdı. [382]
309 no'lu Mâlik hadîsini aynı zamanda" Beyhakî tahrîc etmiştir. Senedinde yer alan ricalin hepsi sikadır. O bakımdan hadîsle istidlal edilebilir.
Hz. Ömer (r.a.) elde edilen fey' ve ganimetlerden, İslâm himayesine giren ülkelerden gönderilen haraç ve cizyelerden müslümanlara taksim ederken, çok âdil bir sistem oluşturmuştur. Kendine, çocuklarına ve yakınlarına asla Öncelik tanımamış ve fazla olarak bir şey ayırmamış, hattâ oğlu Abdullah (r.a.) muhacirlerden olduğu halde, her muhacire dört bin verirken oğluna üçbin beşyüz vermiştir.
Oluşturduğu bu sistemde şu sırayı hep gözetmiştir:
a) Resûlüllah'ın (a.s.) yakınları ve aile halkı,
b) İlk muhacirler, işkence ve belâlara maruz kalanlar,
c) Bedir savaşma katılıp hazır olanlar,
d) Uhud, Huneyn ve diğer savaşlara bilfiil katılanlar,
e) Kocasını, babasını, kardeşini veya evlâdını bu savaşlarda kaybeden dullar,
f) Geçim sıkıntısı içinde olan fakir ve muhtaçlar,
g) Evli olanlar,
h) Bekâr olanlar...
İmam Şafiî'den yapılan rivayete göre, Hz. Ömer'in (r.a.) sürdürdüğü bu sistem onun vefatıyla aynen devam ettirilmemiştir. Nitekim Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ali (r.a.) hep eşitlikten yana olmuşlardı.
Beyhakî, Hz. Osman'ın da Ömer'in (r.a.) oluşturduğu sisteme uyduğunu kaydetmiştir. [383]
Hz. Ömer (r.a.) halîfe ve emirel-mü1 minin olduğu, ağır bir yük yüklendiği halde kendine fazla bir şey ayırmamış, sıradan bir mü'mine verdiği kadarı tercîh etmiştir. O bakımdan bu büyük halîfenin idarî sistemine pek itiraz eden olmamış ve aleyhine çevrilecek her türlü tasarruftan kaçınmıştır. Mâlik hadîsinde Hz. Ömer'in: "Buna (fey' ve cizye, haraç ve ganimet malına) ben herhangi bir kişiden daha haklı değilimdir" demesi bu hususta yeterli delildir.
Hz. Ömer devlet hazinesi üzerindeki uygulama ve tasarrufunda ancak Allah'ın kitabına ve Peygamberin (a.s.) sünnetine uyduğunu, ona göre bir taksimat yaptığını söylemiştir. Yine Mâlik b. Evs rivayeti buna açık biçimde delâl etmektedir.
Dağ başındaki, çöldeki çobana kadar bu emvaldan ayırıp göndereceğini ifade etmesiyle, imkânlar ve şartlar nisbetinde bütün müsîümanların yararlanmasını hedef seçtiğini'anlatmak istemiştir.
311 nolu Kays hadîsini Buharı tahrîc etmiştir. Hadîs sahih olup istidlale salih görülmüştür. Hz. Ömer (r.a.) islâm'ın ölüm-kalım mücadelesi verirken, Kureyş'lilerin Hz. Peygamber'in vücudunu ortadan kaldırmaya yönelip İslâm'ın nurunu söndürmeye azmederken ve birçok yakınları bile Resûlüllah'ın (a.s.) yanında yer almazken canlarını ve mallarını, yurtlarım ve yakınlarını Allah ve Resulünün yoluna vakfeden bir avuç mücahidin Bedir savaşına imanla, iştiyak ve azimle katılması her türlü tavsif ve takdirin üstünde değil midir? İşte Hz. Ömer (r.a.) gibi yüksek bir deha bu inceliği hiçbir zaman dikkatinden uzak bulundurmamış, o bir avuç mücahidi hep üstün tutmuştur. Kays rivayeti bu gerçeği bütün açıklığıyla yansıtmaktadır.
312 no'lu Nâfî' rivayetini de Buharı tahrîc etmiştir ve sahihtir. Hz. Ömer'in ilk muhacirleri nasıl tafdîl ettiğini ve onlardan biri olan oğlu Abdullah'a daha az bir pay ayırdığı ve bunun sebebi sorulunca da "onun kendi başına hicret etmediğini babasıyla birlikte hicret ettiğini, o bakımdan kendi başlarına hicret edenlerin tafdile lâyık bulunduklarım söylemiştir.
313 no'lu Eşlem hadîsini de Buharı tahrîc etmiş bulunuyor, islâm mücahidleri arasında yer alıp Huneyn savaşına ve ondan sonra birtakım savaşlara, kuşatmalara katılan adamların kızma kulak verip onun arzularını fazlasıyla yerine getiren Hz. Ömer (r.a.) islâm'a canıyla, malıyla hizmet edenleri hiç unutmamış ve hem onları, hem de aile halkını hep korumaya çalışmıştır. Bu, askerlerle sivil idare arasındaki ilginin derinliğini, ülkesine ve milletine hizmet edenlere karşı vefa duygusunun hep uyanık tutulmasının lüz'umunu yansıtmaktadır.
314 no'lu Muhammed hadîsini imam Şafiî rivayet etmiştir. Hz. . Ömer'in (r.a.) Resûlüllah'ın (a.s.) yakınlarım, aile efradını yine Resûlüllah'ın (a.s.) uygulamasına uygun şekilde gözettiğine delâlet etmektedir. [384]
1- İslâm devleti himayesini kabul eden gayr-i müslimlerden alman fey' ve haraç, cizye ve benzeri şeyleri geciktirmeden ihtiyaç sahiplerine dağıtmak sünnettir.
2- Bu tür gelirlerden evli olanlara iki, bekârlara bir sehim verilir.
3- Resûlüllah'ın (a.s.) sözü edilen emvali taksimde kendi görüşüne göre değil, ilâhî talimata uyduğu söz konusudur.
4- Fakir ve muhtaçlara taksimat yapılırken, hürriyetlerine kavuşturulmuş olanlara öncelik tanımak sünettir.
5- Hz,. Ömer (r.a.) de bu gibi emvali tevzi' ederken kitap ve sünnetten anlayabildiği ölçü ve prensiplere göre hareket etmiştir.
6- Ömer (r.a.) elde edilen ganimetten humus ayırmamış, kendini sıradan bir müslüman yerine koyarak ona göre bir pay almıştır.
İmam Ebû Hanîfe de bu hususta aynı görüş ve ictihaddadır.
7- Elde edilen ganimet, fey', haraç ve cizye taksimatında islâm'a canıyla, malıyla hizmet eden fedakâr gazilere öncelik tanınır.
8- Aynı zamanda Hz. Ömer'in içtihadına göre, böylelerine biraz fazla verilir.
9- Ebû Bekir ve Ali'nin (r.a.) ictihadlanna göre, müslümanlara eşit biçimde dağıtılır.
10- islâm ülkesinde muhtaç durumda kalan dullara, yetimlere, sıkıntıda planlara devletin beytülmaldan yardım etmesi vacibtir. ihtiyaçlarım karşılayacak nisbette yardım edilir. Burada eşit biçimde dağıtım söz konusu değildir.
11- Resûlüllah (a.s.), gelen fey', haraç ve benzeri emvaldan kendi ailesine ve yakınlarına ayırırdı. Özellikle elde edilen ganimetin beşte birinden bu ihtiyaçları karşılardı.
12- Hz. Ömer'in (r.a.) içtihadına göre, bu, Resûlüllah'a (a.s.) has bir hükümdü. Ondan sonra gelen halîfelere humus ayrılmaz.
13- Hz. Ömer (r.a.) kendi hilâfet döneminde elde edilen fey1 ve haraçtan, ganimet ve cizyeden Resûlüllah'ın (a.s.) aile halkına ve yakınlarına öncelik tanımış ve onların ihtiyaçlarını yeterince karşılamıştır. Ancak Resûlüllah'ın (a.s.) ayırdığı nisbette değildi. Ibn Abbas buna itiraz etmiştir.
14- Hz. Ömer (r.a.) devlet hazinesini hem doldurmuş, hem de onu en âdil şekilde müslüman halkın ihtiyacına sarfetmiştir.
15- Öz evladıyla dağdaki çoban arasında bir ayrım yapmamıştır.
16- Cenâb-ı Allah hakkı onun dilinde ve kalbinde tecelli ettirmiştir.
17- Hz. Ömer (r.a.) kendinden sonraki devlet adamlarına çok âdil, çok sağlam ve kalıcı bir idarî sistem bırakmıştır.
18- Hz. Ömer (r.a.) halîfeyi halkın üstünde bir kişi olarak görmekten kaçınmış ve kendini her zaman halktan biri gibi kabul edip devletin ve halîfenin kapısını bütün vatandaşlara açık tutmuş, ihtiyaç sahiplerinin, dertlilerin, sıkıntıda olanların sesine kulak verip saatlerce onları ayakta dinlemiştir. [385]
[1] Bilgi için bkz; Şemsüddin ibn Kudame/eş-Şerhü'l-Kebîr:
10/366
[2] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[3] Buharî cihad: 5, 6, 73. Müslim/imaret: 112, 114, 115,
rikak: 2, 51
[4] Buharî/cumua: 18, cihad: 16. Tirmizî/fezâil-i cihad:
7. Nesâî/cihad: 9. DâremT/ cihad: 8. Ahmed: 3/367, 479, 5/225, 6/444
[5] Tirmizî/fezâil-i cihad: 17. Nesâî/cihad: 11, 12. Ibn
Mâce/cihad: 2, 9, 24. Ahmed: 1/256,3/132
[6] Ebû Dâvud/cihad: 40. Tirmizî/fezail-i cihad: 17.
Nesâî/cihad: 25. İbn Mâce/ cihad: 15. Dâremî/cihad: 5. Ahmed: 2/442
[7] Müslim/cihad: 20, imaret: 146. Tirmİzî/fezail-i cihad:
23. Ahmed: 4/354, 396, 461.
[8] Buharî/cihad: 22, 112,156. Ahmed: 4/354, 396
[9] Buharî/cihad: 13. Müslim/imaret: 163. Nesâî/cihad: 39.
Ibn Mâce/cihad: 7. Dâremî/cihad: 31. Ahmed: 1/62, 65, 66, 2/ 177, 3/468, 5/339,
440, 441
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[10] Bilgi için bkz: Mecmeu'l-Enhür: 1/587, 588. Kâsânî/
Bedayi: 7/98, 99
[11] Bilgi için bkz: es-Siracü'l-Vehhac: 540-542. Mısır:
1933
[12] Tevbe sûresi: 41
[13] Müslim/imaret: 158. Ebû Dâvud/cihad: 17. Ahmed: 2/374.
Daremî/cihad: 25
[14] Enfal Suresi: 45.
[15] Geniş bilgi için bkz: İbn Kudame/el-Muğnî: 10/265-266.
[16] Şemsüddin İbn Kudame/eş-Şerhü'l-Kebîr: 10/366
[17] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[18] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[19] Ebû Dâvud/cihad: 40. Tirmizî/fezâil-i cihad: 1-7
Nesâî/cihad: 25.
[20] Nesâî/cihad: 39. İbn Mâce/cihad: 17. Ahmed: 1/62, 65,
66, 75, 2/177, 3/468.
[21] Müslim. Nesaî. Ahmed. Neylü'l-Evîar: 7/238.
[22] İbn Mâce/cihad: 8. Ahmed : 1/61, 65
[23] Ebu Dâvud/cihad: 2/12. Mısır: 1371
[24] Ebû Dâvud. Neylü'l-Evtar: 7/239.
[25] Ahmed. Ebû Dâvud. Nesâî. Neyiü'l-Evtar: 7/239
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[26] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[27] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[28] Tevbe Sûresi: 38, 39.
[29] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[30] Tevbe Suresi: 39, 120, 122
[31] Buharî/menakıb: 28. Müslim/zekât: 25, imaret: 96, 99.
Ebû Dâvud/cihad: 41. İbn Mâce/cihad: 14
[32] Ebû Dâvud/cihad: 33
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[33] Enfal Sûresi: 60
[34] Buharî/cihad; 1207.
[35] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[36] Zehebî/Mîzanü'l-hidal: 4/440, 9759 no'lu Yezîd
[37] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[38] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[39] Hafız Bezzar. Beyhakî/et-Tergîb ve't-Terhîb:
1/19-1352-1933 Mısır
[40] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[41] Buharî/ilim:45, tevhid:28. Müslim/imaret: 150-151.
Tirmizî/fezâil-i cihad: 16. İbn Mâce/cihad: 13. Ahmed: 4/397, 405, 417.
[42] Müslim/imaret: 153,154. Ebû Dâvud/cihad: 12.
Nesâî/cihad: 15. İbn Mâce/ cihad: 13. Ahmed: 2/169
[43] Müsned-i Ahmed. Nesâî/cîhad: 24
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[44] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[45] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[46] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[47] Bakara: 83, Nisa: 36, En'am:151, İsrâ:23, Ahkaf:-15,
ayet.
[48] Ankebût Sûresi: 8.
[49] Câmiu's-Sağîr: 2/203- Mısır
[50] Câmiu's-Sağîr: 2/203- Mısır
[51] Buharî/ahkâm: 4, ahad: 1, meğazi: 59. Müslim/imaret:
39,40. İbn Mâce/cihad: 87
[52] İbn Mâce/cihad: 40. Ahmed: 1/400,409
[53] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[54] Buharî/imân: 18, ıtik; 2, cihad:1, tevhîd: 47.
Müslim/imân: 137
[55] Buharî/cihad:138, ed©b:3. Müslim/sirr: 5. Ebû Dâvud/cihad:3İ.
Nesâî/cihad: 5.Ahmed: 2/165
[56] Ebû Dâvud/cihad: 31. Nesaî/beyat: 10. ibn Mâce/cihad:
12. Ahmed: 2/160,194,198,204
[57] Ebû Dâvud/cihad: 31. Ahmed: 3/75
[58] Nesâî. Miisned-i Ahmed: 3/429
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[59] Bilgi için bkz. İbn Kudame/el-Muğni: 10/381, 382
[60] Bilgi için bkz. Kâsânî/el-Bedayi': 7/98. Beyrut:
1394-1974.
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[61] Şevkanî/Neylü'l-Evtar: 7/248.
[62] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[63] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[64] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[65] Müslim/imaret: 117. Tirmizî/cihad: 32. Nesâî/cihad:
32. Dâremî/cihad: 20. Ta berânî/cihad: 31. Ahmed: 2/308.
[66] Müslim/imaret: 119. Ibn Mâce/cihad: 10. Ahmed: 2/220
[67] Müslim/imaret: 1.17, 119, 120. Tirmizî/fezâil: 13,
cihad: 32. Nesâî/cihad: 32. Ibn Mâce/cihad: 10
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[68] Bilgi için bkz: Şemsüddin İbn Kudame/eş-Şerhü'l-Kebîr:
1/382, 383
[69] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[70] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[71] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[72] Müslim/cihad: 150. Tirmizî/siyer: 10
[73] Müsned-i Ahmed: 3/454.
[74] Nesâî/zînet: 51. Ahmed: 3/99
[75] Ibn Mâce/fiten: 35. Ebû Dâvud/cihad: 156, melâhim: 2.
Ahmed: 4/91, 5/372,409
[76] Ebû Dâvud/el-merâsil. Neylü'l-Evtar: 7/253.
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[77] İbn Kudame/el-Muğni: 10/455, 456, 457. Beyrut: 1403
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[78] Zehebî, Mîzanü'l-Itidal: 1/171, 693 no'lu Ezher
[79] Şevkanî/Neylü'l-Evtar: 7/253.
[80] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[81] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[82] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[83] Buharî/tefsîr: 5, 9. Ahmed: 1/181, 186, 3/12, 379,
6/358
[84] Müslim/cihad: 144, 147. İbn Mâce/cihad: 37. Ahmed:
3/329 4/24, 5/84, 6/407
[85] Müslim/cihad: 135. Ebû Dâvud/cihad: 32. Tirmizî/siyer:
22
[86] Buharî/hac: 4, cihad: 1, sayd: 26. Nesâî/hac: 4
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[87] Geniş bilgi için bkz: ibn Kudame/el-Muğnî: 10/451,
452. Beyrut: 1403
[88] Bilgi için bkz: ibn Abidîn: 3/362, 363
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[89] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[90] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[91] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[92] Ebu Davud/cihad: 111. İbn Mace/cihad:3û. Daremi/siyer:
25. Taberani/cihad: 9. Ahmed: 2/22, 23, 76, 100,115.
[93] Ebu Davud/cihad: 111, 112. Ahmed: 3/488, 4/178.
[94] Ebu Davud/cihad: 82.
[95] Müsned-i Ahmed: 1/300; 4/240-5/358
[96] Taberani/cihad:8. Müsned-İ Ahmed: 2/22, 23, 76, 100,
115.
[97] Müsned-i Ahmed: 3/503, 5/270.
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[98] Bilgi için bkz: Kasani/Bedayi: 7/114. Beyrut: 1394
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[99] Bilgi için bkz: Zehebi, Mizânü'l-İ'tidal: 1, Halid
maddesi: 637/2450
[100] Neylül-Evtar: 7/280
[101] Geniş bilgi için bkz: Şevkani/Neylül-Evtar: 7/280
[102] Tirmizî/siyer: 28. Ebu Davud/cihad: 111. Ahmed: 5/12,
13, 20
[103] Ebu Davud/el-Merasil. Ahmed: 2/100, 150, 3/488
[104] Bilgi için bkz: Şevkani/Neylül-Evtar: 7/281. Düreyd
hakkında geniş bilgi için bkz: Hz. Muhammed'in (a.s.) izinde: 20. Hüroğlu
Matbaası
[105] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[106] Tevbe Suresi: 12
[107] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[108] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[109] Ebu Davud/cihad: 82. Tirmizi/diyaî: 14, siyer: 78. İbn
Mace/cihad: 38. Daremi/ siyer: 5. Ahmed: 4/240, 5/385.
[110] Buhari/cihad: 149. Ebu Davud/cihad: 113.
Tirmizi/siyer: 20. Ahmed: 2/307, 337, 453,3/494
[111] İmam Malik/Mu vatla'. Neylül-Evtar: 7/282
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[112] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[113] Fazla bilgi için bkz: İbn İshak: 286,1401 ve
Neylül-Evtar: 7/283
[114] Buhari/cihad: 154, 192, Meğazi: 62. Ebu Davud/cihad:
160. Tirmizi/daavat: 18. Ahmed: 4/360, 362, 365
[115] Bilgi için bkz: Zehebi/Mizartül-İ'tidal: 2/288,3769
nolu Salih
[116] Şevkani/Neylül-Evtar: 7/283.
[117] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[118] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[119] Enfal Suresi: 15, 16.
[120] Enfal Suresi: 65.
[121] Enfal Suresi: 66
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[122] Buhari/vasaya: 23. Tıb: 48, hudud: 44. Müslim/iman:
144. Ebû Davuî/vasaya: , 10.
Nesâî/vasaya :12
[123] et-Teraib vel-Terhib : 2/425. Mısır: 1933
[124] Buhari/tefsir: 6, 7, 8. Ebû Davud/cihad: 96
[125] Ebu Davud/cihad: 96. Ahmed: 2/70
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[126] Geniş bilgi için bakınız: Celâl YİLDİRİM/Asrın Kur'an
Tefsîri: 5/2340,2341
[127] Ebû Dâvud/cihad: 82. İbn Mace/cihad: 25. Ahmed: 1/294,
299
[128] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[129] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[130] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[131] Buhari/cİhad: 170, meğazi: 170. Ahmöd: 2/294, 310
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[132] Bilgi için bkz; Neylü'l-Evtar: 7/289. Siyer-i İbn
Hişam: 1/74, 104, 127,169, 170
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[133] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[134] Buhari/rehin: 3, cihad: 158, meğazi: 15. Müsfim/cihad:
119. Ebu Davud/cihad: 137
[135] Müslim/birr: 101. Ebu Davud
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[136] Şevkani/Neylü'l-Evtar: 7/291
[137] İmam Malik/Muvatta1
[138] Bilgi için bkz. Enbiya suresi, 54-65
[139] Buhari/ilim: 38, cenaiz:33, enbiya; 50, edeb: 109.
Müslim/zühd: 72. Ebu Davud/ ılım: 4. Tırmızı/fiten: 70, ilim: 8, 13, menakıb:
19. İbn Mace/mukaddeme: 4. Ahmed: 2/47, 83
[140] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[141] Müsned-i Ahmed: 6/454, 459, 461. Tirmizi/birr: 26
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[142] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[143] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[144] Ebu Davucl/cihad: 149. Nesai/feyi1: 6. Taberani/cihad:
22. Ahmed: 1/88, 5/319
[145] Müsned-i Ahmed: 1/88, 5/319
[146] Ebu Davud/cihad: 121. Nesai/feyi1: 8. Ahmed: 2/184
[147] Enfal suresi, 41
[148] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[149] Ebu Aliye, Tabiinin ileri gelenlerindendir. Hicri 91
"de vefat etmiştir
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[150] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[151] Kasani/Bedayi: 2/49
[152] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[153] Kasani/Bedayi: 2/49
[154] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[155] Neylü'i-Evtar:7/296
[156] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[157] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[158] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[159] Buhari/humus: 18, meğazi:54. Müslim/cihad: 136.
Taberani/cihad: 18
[160] Ebu Davud/cihad: 135, 137, 144. Tirmizi/siyer; 13.
Ahmed: 2/144, 123, 190, 5/13
[161] Müslim/cihad: 45. Ebu Davud/cihad: 137, 138. Ahmed:
6/26, 28
[162] Buhari/humus: 18. Ebu Davud/cihad: 138. Ahmed: 4/90.
6/26
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[163] Bilgi için bkz. Neyiü'l-Evtar: 7/299. İbn
Kudame/el-Muğni: 10/418-422. Kasani/ Bedayi:7/115
[164] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[165] Mizanü'l-İ'tidal: 1/240, 923 nolu İsmail
[166] Buhari/humus: 18. Müslim/cihad: 42. Ahmed: 1/193
[167] Ebu Davud/cihad: 139
[168] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[169] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[170] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[171] Enfal suresi, 1-8 153.. Ebu Davud/cihad: 144
[172] Ebu Davud/cihad: 144
[173] Enfal suresi, 1
[174] Müsned-i Ahmed: 5/224
[175] Müsned-i Ahmed: 1/173
[176] Buhari/cihad: 76, 80. Tirmizi/cihad: 24. Nesai/cihad:
43. İbn Mace/cihad: 78.Ahmed:5/198
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[177] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[178] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[179] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[180] Ebu Davud/cihad: 143
[181] Nesai/hayl: 17. Ahmed: 1/166
[182] Müsned-i Ahmed. Ebu Davud/cihad: 143, 144
[183] Müsned-i Ahmed: 1/22, 3/292, 339, 4/51, 89, 6/20
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[184] NE: 7/323
[185] Kasani/Bedayi: 7/126. İbn Kudame/el-Muğni: 10/443-445
[186] Fazla bilgi için bkz. Neylü'l-Evtar: 7/323, 324
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[187] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[188] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[189] Buhari/humus: 19, menakıb: 1, meğazi: 56.
Müslim/zekat: 132, 134. Ahmed: 3/ 166, 169
[190] Buhari/meğazi: 56, humus: 19. Müsiim/zekat: 140.
Ahmed: 3/58, 89
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[191] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[192] Buhari/meğazi: 56. Müslim/zekat: 139. İbn
Mace/mukaddeme: 11. Ahmed:2/19, 3/242, 4/2, 5/307
[193] Buhari/menakıb: 2, 45, temenni: 9. Müslim/zekat: 139,
meğazi:,56. Tirmizi/ menakıb: 65. ibn Mace/mukaddeme: 4. Ahmed; 2/315, 410,
3/57, 5/137
[194] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[195] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[196] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[197] Ebu Davud/cihad:127
[198] Buharı. Ebu Davud/cihad: 127
[199] Müslim/cihad: 72, 73. Nes a i/d a haya: 38. Ahmed:
3/311, 378, 4/86,5/55
[200] Müsned-i Ebu Davud. Neylü'l-Evtar: 7/334
[201] Ebu Davud. Neylü'l-Evtar: 7/334
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[202] Bilgi için bkz. Şevkani/Neylü'l-Evtar: 7/334, 336
[203] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[204] Zehebi/Mizanü'I-I'tidal: 4/591, 10768 nolu Ibn Harşef
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[205] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[206] Âl-i İmran suresi, 161
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[207] Buhari/meğazi: 38, iman: 183. Ebu Davud/cihad: 133.
Taberani/cihad: 25
[208] Müsüm/iman: 182. Daremi/siyer: 48. Ahmed: 1/20,47
[209] Buhari, cihad: 190. fbn Mace/cihad; 34. Ahmed: 3/160
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[210] Bilgi için bkz: İbn Kudame/el-Muğni: 10/488, 490.
Şevkani/Neylü'l-Evtar: 7/342
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[211] MüsnecM Ahmed: 2/346
[212] Müsned-i Ahmed: 2/213. Müsned-i Ebi Davud.
Neylü'l-Evtar: 7/342
[213] Ebu Davud/cihad: 135. TirmİEİ/hudud: 28. Daremi/siyer:
48. Ahmed: 1/22
[214] Ebu Davud/cihad: 135, 136. Neylü'l-Evtar: 7/342
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[215] Müsned-i Ahmed: 5/424
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[216] Muhammed suresi, 4
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[217] Maide suresi, 11. Müslim/cihad: 133. Ebu Davud/cihad:
120. Ahmed- 3/125 290
[218] Buharı/humus: 16, meğazi: 12. Ebu Davud/cihad: 120.
Ahmed: 4/80
[219] Buhari/salât: 76, 82. husumat: 7, 8, meğazi: 70.
Müslim/cihad: 59. Ebu Davucl/ cihad: 114. Nesai/mesacid: 20. Ahmed:2/'?2, 3/82
[220] Enfal surgsi, 67-69. Buhari. Müslim/cihad: 58
[221] Ebu Davud/cihad: 121. Ahmed: 4/84
[222] Ebu Davud/cihad: 121. Ahmed: 4/84
[223] Müsned-i Ahmed: 1/247
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[224] Geniş bilgi için bkz: Kasani/Bedayi: 7/119, 120
[225] Şevkani/Neylü'i-Evtar: 7/349
[226] el-Gamravi/es-Siracü'l-Vehhac: 544. Mısır: 1352^1933
[227] Geniş bilgi için bkz: İbn Kudame/el-Muğni: 10/400, 401
[228] Sahnûn/el-Müdevvenetü'l-Kübra: 2/9, 10. Neylü'l-Evtar:
7/349
[229] Neylü'l-Evtar: 7/349
[230] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[231] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[232] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[233] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[234] Müsned-i Ahmed: 1/383
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[235] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[236] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[237] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[238] Buhari/cihad: 173. İbn Mace/cihad: 100
[239] Ebu Davud/cihad: 99. Ahmed: 4/336
[240] Buhari/cihad: 141, tefsir: 68. Tirmizi/tefsir: 60.
Ahmed: 1/79
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[241] Bilgi için bkz: Neylü'l-Evtar: 8/10, 11
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[242] Zehebi/Mİzanü'l-İ'tidal: 4/583
[243] Ebu Davud/cibad: 98, sünnet: 8. Ahmed: 1/80, 109, 331,
2/9, 225, 3/330
[244] Müslim/fezail-i ashab: 161
[245] el-Gamravi/es-Siracü'i-Vehhac: 547. Mısır: 1352-1933
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[246] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[247] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[248] Müsned-i Ahmed: 1/224, 362
[249] Ebu Davud. Müsned-i Ahmed: 4/168, 310
[250] Ebu Davud/cihad: 126. Darem i/mukaddem e: 8. Ahmed:
3/95, 144,326
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[251] Geniş bilgi için bkz: Fetavayi Hindiyye: 2/198, 199
[252] el-Gamravi/es-Siracü'J-Vehhac: 544-547. Mısır: 1352
[253] Sahnûn/el-Müdevvenetü'l-Kübra: 2/21
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[254] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[255] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[256] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[257] Buhari/iman: 17, 28, salât:28, zekat: İ. i'îisam: 2,
28. Müslim/cihad. Ebu Davud/ cihad: 95. Ti rm iz i/tefsir: 88. Nesai/zekat: 3.
ibn Mace/fiten: 1,3. Da rem i/siyer: 10. Ahmed: 4/8
[258] Müsned-i Ahmed. Ebu Davud. Neylü'l-Evtar: 8/13
[259] Müsned-i Ahmed. Neylül-Evtar: 8/13
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[260] Fetavayi Hindiyye: 2/196
[261] el-Gamravi/es-Siracü'l-Vehhac: 544, 545. Mısır: 1352
[262] ibn Kudame/ei-Muğni: 402-404
[263] Sahnûn/el-Müdevvenetü'l-Kübra: 2/23-24
[264] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[265] BülûğıTl-Meram/cihad: 1105-1310
[266] Neylü'l-Evtar: 8/13
[267] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[268] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[269] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[270] Ebû Dâvud/cihad: 170
[271] Ebû Dâvud/cihad: 95. Tirmizî/siyer: 41
[272] Ebû Dâvud/cihad: 2. Dâremî/siyer: 70. Ahmed: 4/99
[273] Nesâî/biy'aî: 15. Ahmed: 1/192, 4/62, 5/270, 363, 375
[274] Buharî/cİhad: 1, 27,194, menakıb-t ansar: 45.
Müslim/imaret: 86
[275] Buharî/menakıb-i ensar: 4
[276] Buharî/sayd: 10, cihad: 1, 27, 194, menaktb-ı ensar:
45, fneğazî: 53. Müslim/ imaret: 86. Tirmizî/siyer: 33. Nesâî/biy'at: 15. Ibn
Mâce/keffaret: 12. Ahmed: 1/226, 266, 2/ 215,5/71,6/466
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[277] Nisa Sûresi: 97. Neylü'l-Evtar: 8/31
[278] Enfal Sûresi: 72. Bilgi için bkz: Enfal Sûresi: 73-75.
âyetlere
[279] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[280] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[281] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[282] Buhari/cizye: 22, edeb: 99, hiyei: 9,'fiten: 21.
Müslim/cİhad: 8, 10, 17, Ebu Dâvud/cihad: 150. Tirmizî/siyer: 28. İbn
Mâce/cihad: 42. Ahmed: 1/411
[283] Müslim/cihad: 8; 10, 17, Ahmed: 1/411, 441, 2/16, 29,
48, 56, 3/7, 19,25,39, 46,51
[284] Buharî/feraiz: 21, Medine: 1, cizye: 10. Müslim/hac:
467, 470. Ebû Dâvud/ menasik: 95
[285] Tirmizî/sİyer: 25
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[286] Kâsânî/bedayi1:7/110. Fetâvâ-yı Hindiyye: 2/234, 235
[287] Kâsânî/bedayi1:7/110. Fetâvâ-yı Hîndiyye: 2/235
[288] Kâsânî/bedayi': 2/111
[289] Şeyhüüsİâm Ebû Zekeriyya ei-Ensarî/Fethü'l-Vehhab
bi-Şerhi Menheci't-Tuilab: 2/176. el-Gamrâvî/es-Siracü'l-Vehhac: 547, 548.
Mısır: 1352-1933
[290] Şemsüddin İbn Kudame/eş-Şsrhü'i-Kebîr: 10/555. Beyrut:
1403
[291] Şemsüddin İbn Kudams/eş-Şerhü'l-Kebîr: 10/555. Beyrut:
1403
[292] Şemsüddin İbn Kudame/sş-Şsrhü'l-Kebîr: 10/556
[293] Sahnûn/el-Müdeweneîü'l-Kübra: 2/41, 42
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[294] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[295] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[296] Meydan Larousse: 4/156,157
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[297] Dâremî/siyer: 59. Müsned-i Ahrned: 1/406, 4/439
[298] Ebû Dâv^d/cihad: 154. Dâremî/siyer: 59
[299] Ebû Dâvud/dhad: 151. Ahmed: 6/8
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[300] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[301] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[302] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[303] Buharî/cihad: 168, meğâzî: 30, menakıb-ı ensar: 12,
isti'zan: 26. Müslim/cihad: 65. Ahmed: 3/22, 6/142
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[304] Geniş bilgi için bkz: Şevkanî/Neylü'l-Evtar: 8/63. ibn
Hişam: 2/245, 246-252. Sa-fiyürrahmân/er-Rahiku'L-Mahtûm: 338-352. Mekke: 1400
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[305] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[306] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[307] Buharî. Ebû Dâvud. Ahmed. Neylü'l-Evtar: 8/63
[308] Şâîiî. Neylü'l-Evtar: 8/63
[309] Buharî. Ahmed. Neylü'l-Evtar: 8/63
[310] Sâd Sûresi: 1-7. Tirmizî/tefsîr: 38. Müsned-i Ahmed:
1/227, 362
[311] İmam Şafiî. el-Müsned
[312] Buharî/cizye: 1, rikak: 7, meğâzî: 12. Müslim/sulh: 6.
fon Mâce/fiten: 18. Ahmed: 4/137,327
[313] Ebû Ubeyd/el-Emval. Neytü'l-Evtar: 8/66
[314] Ebû Dâvud/imaret: 30
[315] Ebû Dâvud/imaret: 30
[316] Ebû Ubeyd/el-Emval. Neylül-Evtar: 8/68
[317] Ebû Dâvud. Neyiü'i-Evtar: 8/68
[318] Buharî/cizye: 1
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[319] Mecusî: Arap tarihçisi Taberî'nİn yazdığına göre Mecusîliğin
kurucusu olan Zerdüşt, İran hükümdarı Biştasp zamanında yaşadı. Gene bir Arap
tarihçisi olan Kelbî'nin bildirdiğine göre Zerdüşt, filistinli peygamber
Yeremya'nın öğrencilerinden birinin uşağıydı. Hz. Muhammed'in (a.s.), ondan
sonra islâm büyüklerinin bazı tarihçilerin bildirdiklerine bakılırsa islâm
dininin İran'da yayılışını kolaylaştırmak için Mecusîlere yumuşak davrandığı,
onlardan, kitap ehli oldukları kabul edilerek cizye alınmakla yetinildiği
anlaşılıyor.
Mecusîler eski Pehlevî
yazısını kullanırlar. Dinleri, eski tabiat dinleri niteliğini taşır. Bugün
Hindistan'da yaşayan Mecusîler eski dinlerine Zerdüşt'ün ortaya attığı
inançlara çok bağlıdırlar. Tabiat kuvvetlerini Ahur Mazda'nın yeryüzünde bir
görünüşü, bir belirtisi olarak yorumlarlar. Ateş, toprak, su gibi tabiat
varlıkları onlar için kutsaldır. Ölen bir mecusînin toprağa, ateşe ve suya
değmemesine büyük bir itina gösterirler. M. Larousse.
[320] Geniş bilgi için bkz: Kâsânî/Bedayi1: 7/110,111.
Beyrut: 1394.
[321] Kâsânî/Bedayİ: 7/111
[322] Kâsânî/Bedayi:7/111
[323] el-Gamrâvî/es-Siracü'l-Vehhac Alâ Metni'l-Minhac: 549,
550. Mısır: 1352-1933
[324] el-Gamrâvî/es-Siracü'l-Vehhac Alâ Metni'l-Minhac: 551.
Mısır: 1352-1933.
[325] İbn Kudama/el-Muğnî: 10/567.
[326] İbnKudama/el-Muğnî: 10/572-574.
[327] Geniş bilgi için bkz: Sahnûn/el-Müdevvonötü'l-Kübrâ:
2/46, 47.
[328] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[329] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[330] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[331] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[332] Buharî/ilim: 39, tıb: 22, vasiyyet: 20.
[333] Müslim. Tirmizî. Ahmed. Neylü'l-Evîar: 8/73.
[334] Müslim/salât: 187. Tirmizî/mevakiyt: 41.
[335] Buharî/humus: 19, hars: 17. Müslim/müsakat: 6.
[336] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[337] Tevbe Sûresi: 5.
[338] Ankebût Süresi: 67.
[339] Bakara Sûresi: 191.
[340] Kâsânî/Bedayi': 7/114, 115. Beyrut: 1394.
[341] el-Gamrâvî/es-Siracü'l-Vehhac: 550. Şeyhülislâm Zekeri
ya Ensârî/Fethü'l-Vehhab bi-Şerhi Menheci't-Tullâb: 2/179. Mısır: 1367-1948.
[342] İbn Kudama/el-Muğnî: 10/613-616. Beyrut: 1403.
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[343] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[344] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[345] Tevbe Sûresi: 80.
[346] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[347] Müslim/selâm: 14. Ebû Dâvud/edeb: 138.
Tirmizî/isti'zan: 12, İbn Mâce/edeb: 13. Ahmed: 2/263.
[348] Buharî/isti'zan: 22, murteddîn: 4. Müslim/selâm: 9,
87. Taberânî/selâm: 3. Dâremî/isti'zan: 7. Ahmed: 2/9, 3/99.
[349] Buharî/isti'zan: 22. Müslim/selâm: 9, 99.
Neylü'l-Evtar: 8/75.
[350] Buharî/edeb: 38, daâvat: 63. Müslim/bire: 79.
[351] Müsned-i Ahmed: 2/9, 3/99. Neylü'l-Evtar: 8/76.
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[352] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[353] Şevkanî/Neyiü'l-Evtar: 8/77.
[354] Şevkanî/Neyiü'l-Evtar: 8/77.
[355] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi:
6/
[356] Geniş bilgi için bkz: Kâsânî/Neylü'l-Evtar:7/116,
117-Beyrut: 1394
Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[357] Buharî/meırakıb: 2. Nesâî/fey1:25.
[358] Nesâî/fey1: 50. Müsned-i Ahmed: 4/81.
[359] Ebû Dâvud/imaret: 29. Ahmed: 1/84.
[360] Ebû Dâvud/imâret: 20, 21. Müsned-i Ahmed: 1/85.
[361] Müslim. Ahmed. Neylü'i-Evtar: 6/80.
[362] Nesâî. Ahmed. Neylü'l-Evtar: 8/80.
[363] Buharî/cihad: 80. Müslİm/cihad: 48, fey': 8. Ahmed:
1/25, 48.
[364] Ebû Dâvud. Müsned-i Ahmed.
[365] Buhârî.
[366] Ebû Dâvud.
[367] Buharî. Müslim.
[368] Ebû Dâvud
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/
[369] Bilgi için bkz: Kâsânî/Bedayi': 7/160.
[370] Bilgi için bkz: Şemsüddin İbn Kudama/eş-Şerhü'l-Kebîr:
10/547.
[371] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[372] Şevkanî/Neylü'l-Evtar: 8/80. Zehebî/Mîzanü'l-I'tidal:
1/549, 2062 no'lu Hüseyn.
[373] Şevkânî/Neylü'l-Evtar: 8/80. Zehebî/Mîzanü'I-İ'tidal:
1/549, 2062 no'lu Hüseyn.
[374] Zehebî/Mîzanü'l-İ'tidal: 3/319, 320.
[375] Zehebî/Mîzanü'l-İlidal: 4/298, 9224 no'iu Hişam.
Şevkânî/Neylü'l-Evtar: 8/82.
[376] Müsned-i Ahmed: 1/42.
[377] Müsned-i Ahmed: 3/475
[378] Buharı. Neylü'l-Evtar: 8/86
[379] Buharî/menakıb-ı ensar: 45
[380] Buharî/meğâzî: 35
[381] Buharı. Neylül-Evtar: 8/68.
[382] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[383] Bilgi için bkz: Şevkanî/Neylü'l-Evtar: 8/85
[384] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/
[385] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal
Kitabevi: 6/