19-ADLİ, İDARİ VE HUKUKİ HÜKÜMLER.. 3

Adli, İdari ve Hukuki Hükümler 3

Konuyla İlgili Diğer Hadisler: 5

Tahliller ve Rivayetler 5

Çıkarılan Hükümler 5

İdareci Olmaya Özenmek ve Bunun İçin Hırslı Olmak. 6

İlgili Hadisler 6

Tahliller ve Rivayetler 7

Çıkarılan Hükümler 8

Yükseldiği Makamın, Yüklendiği Hizmetin Hakkını Vermeyenler 9

İlgili Hadisler 9

Tahliller ve Rivayetler 10

Çıkarılan Hükümler 11

Kadınların, Daha Yeni Ergen Olmuş Gençlerin ve Hüküm Verme, İdare Etme Bilgi ve Yeteneğinde Olmayanların Başa Geçirilmesi 11

İlgili Hadisler 12

Müctehidlerin İstidlal ve İhticacları 13

Tahliller ve Rivayetler 13

Çıkarılan Hükümler 14

Yetkili Bir Göreve Getirmenin Şarta Bağlanması 15

İlgili Hadisler 15

İlim Adamlarının Görüşü. 15

Çıkarılan Hükümler 15

Hakimin Rüşvetten ve Yetkili Kimsenin Kapısını Halka Kapatmaktan Sakınması 15

İlgili Hadisler 15

Tahliller 16

Çıkarılan Hükümler 17

Haksız Olduğunu Bildiği Halde Davacı Olmak ve Böylesine Yardımda Bulumak. 17

İlgili Hadisler 18

Tahliller ve Rivayetler 18

Çıkarılan Hükümler 18

Hakimin Öfkeli Halde Hüküm ve Kara Vermemesi 18

İlgili Hadisler 19

Hadislerin ve Uygulamanın Işığında Müctehidlerin İstidlalleri 19

Tahliller ve Rivayetler 19

Çıkarılan Hükümler 20

Hasımların, Davacı İle Davalının Hakimin Huzurunda Eşit Tutulması 20

İlgili Hadisler 20

Müctehidlerin İstidlal ve Görüşleri 21

Tahliller ve Rivayetler 21

Çıkarılan Hükümler 22

Hakim Hasımlarından Biri İçin Şefaatçi Olabilir 22

İlgilii Hadis. 22

Tahlil 22

Çıkarılan Hükümler 23

Hakim Zahire Göre Hükmeder 23

İlgili Hadis. 23

İlim Admlarının ve Fakihlerin İstidlal ve İhticacları 23

Tahlil 24

Çıkarılan Hükümler 24

Mahkeme ve Benzer Yerlerde Tercüman Bulundurmak. 24

İlgili Hadis. 24

Çıkarılan Hükümler 25

Şahit ve Yemine Göre Hüküm (Karar) Verme. 25

İlgili Hadisler 25

Müctehidlerin İstidlal ve İhticacları 26

Tahliller ve Rivayetler 27

Çıkarılan Hükümler 28

Şahitliğiyle Hükmedilmeyenler 29

Konuyla İlgili Hadisler 29

Müctehidlerin İstidlal ve İhticacları 29

Tahliller ve Rivayetler 31

Çıkarılan Hükümler 32

Yolculuk Halinde Zimmilerin, Kitap Ehlinden Olanların Şahitliği 32

Konuyla İlgili Hadisler 32

Olayla İlgili İlim Adamlarının Yorum ve Görüşleri 33

Tahliller 34

Çıkarılan Hükümler 34

Hak Sahibi Olduğunu Bildiği Kimseden Yana Şahitlik Yapmak Hak Sahibi Olup Olmadığını Bilmediği Kimse İçin Talep Vaki Olmadıkça Şahitliğe İstekli Olmamak. 34

Îlgili Hadisler 34

Îlim Adamlarının Görüş ve Yorumları 35

Çıkarılan Hükümler 35

Âdil Hakim, Âdil Hükümdar 36

Âdil Hükümdar Allah'ın Sevdiklerinden Biridir 36

İlgili Hadisler 37

Zalim Hükümdarın Namazı Kabul Olunmaz. 37

Adaletle İdare Edilmeyen Bir Millet ve Topluluk Takdis Edilmez. 37

İlgili Hadisler 38

Çıkarılan Hükümler 38

Daha Ehil ve Daha Yetenekli Dururken Başkasını Görev Başına Getirmek. 38

İlgili Diğer Hadisler 38

Zulümden ve Mazlumun Bedduasından Kaçınmak. 39

Îlgili Hadisler 39

 


19-ADLİ, İDARİ VE HUKUKİ HÜKÜMLER

 

Adli, İdari ve Hukuki Hükümler

 

Hakların korunması, haksızlıkların önlenmesi, ülke insanının güven ve huzur içinde yaşaması, devletin denge ve düzeni sağlaması, adaletin hakim kılınması için adli; idari ve hukuki mekanizmanın ku­rulup işler durumda olması ve verilecek hükümlerin, alınacak karar­ların tarafsızlık içinde gerçekleşmesi şart ve vaciptir.

O bakımdan tarih boyunca her kavim ve millet ayakta durabil­mek, haksızlıkları önleyebilmek, kötülükleri giderebilmek için birtakım kanunlar, kanunnameler çıkarmışlar ve bunları uygulayacak kuvvetleri belirlemişlerdir. Ancak insan duygu ve düşüncesinin ürünü olan kanun­lar ve kanunnameler, çoğu zaman tam anlamıyla adaleti yansıtamamıştır. Böyle olunca da insan hakları gereği gibi koruna­mamış, denge ve düzen yeterince sağlanamamıştır. Halkın devletine, kral ve imparatoruna karşı güveni sarsılmış, kanunlar örümcek ağı misali, güçlü sineklerin delip geçtiği, zayıf sineklerin takılıp gayr-i adil bîr sistem olmaktan Öteye geçememiştir.

Unutmayalım ki, insan duygu ve düşüncesinin eseri olan kanun­lar insan kadar kusurlu ve geçicidir. Çoğu zaman kanun hazırlayanlar, günün mevcut şartlarını, ortamı ve cereyan etmekte olan olayları dikk­ate alarak bir takım hükümler vazetmişlerdir. Oysa şartlar değişken, olaylar farklı tezahürlerle maluldür. Duygu ve düşünceler de farklıdır. Herkesin kendi düşünce ve duygu ölçüsüne, akıl ve mantık gücüne göre bir hukuk ve adalet anlayışı vardır. Birine göre adil sayılan bir kanun ve hüküm diğerine göre gayr-i adil sayılabilir.

Bunun için kainatı belli bir plan ve proğra^mla yaratan, denge ve düzeni kuran Cenab-ı Hak, kainatın özü ve mayası, hikmet ve anlamı olan insanın kalıcı adil bir düzen içinde huzur ve güven içinde yaşaması için semavi kitaplar ve peygamberler göndermiştir. Son olarak da bütün insanları, kavim ve milletleri muhatap alan, dünya insanlarının hepsine seslenen bir kitap indirmiş ve bu kitabı uygulayan, uygulan­masını öğreten son peygamberi Hz. Muhammed'i (a.s.) seçip görevlendirmiştir, insanı yaratıp varlık alanına getiren Allah, onun hu­zur ve güven içinde yaşayabilmesini sağlamayı murad etmiş ve bunun için sağlam adil bir hukuk sistemi belirlemiştir.

Böylece insanlar arasında hükmedebilmemiz için hukukun temeli­ni ve Özünü oluşturan kaideleri, hükümleri vaz'etmiştir. Kitap ve Sünnet bu ana kaidelerin ve hükümlerin değişmeyen kaynağı kılınmıştır. Değişen şartlar, olaylar ve sosyal yapıda meydana gelecek gelişme ve başkalaşmalar da dikkate alınarak ana kaide ve hükümlerin ışığında içtihada ve kıyasa kapı açık tutulmuştur.

Fıkhi mezheplerin ortaya çıkmasının, yüzlerce yüksek seviyede müctehidin yetişip bu iki kaynaktan hükümler çıkarmalarının sebebi işte budur.

Adli ve idari hükümler kitap, sünnet ve icma' ile sabit olmuştur. Bundan da rahatlıkla anlaşılıyor ku, islam Dini yalnız hukuki ana kai­deler koymakla kalmamış hukuki sistemin kusursuz uygulanmasını da emretmiştir. Resulüllah (a.s.) Efendimiz aynı zamanda insanlar arasındaki uyuşmazlığı çözen, adaleti sağlayan, hakları koruyan bir ha­kimdi de... Hem devlet başkanı, hem kumandanı, hem eşsiz bir muallim olan son peygamber Hz. muhammed (a.s.) Efendimiz Allah'ın indirdiği hukuki hükümleri en adil şekilde ve tam tarafsızlık ilkesine bağlı kala­rak uygularken ümmetine şu mesajı vermiştir: "Allah'a yemin ederim ki, kızım Fatıma da hırsızlık yapacak olursa, onun da elini keserim."

Kur'an'da şöyle buyurulmaktadır:

"(Yahudiler) yalana iyice kulak verirler. Durmadan haram yerler. Şayet sana gelirlerse aralarında hükmet veyahut (istersen) kendilerinden yüz çevir. Yüz çevirecek olursan sana elbette hiçbir zarar vermezler. Hükmedecek olursan aralarında adalet ve insafla hükmet. Şüphesiz Allah adil ve insaflı olanları sever." [1]

"Sana da (Ya Muhammed) önündeki kitab (Tevrat ve İncili) doğrulayan, bu kitapları gözetip denetleyerek tashih eden Hak Kitab'ı indirdik. Artık onlar arasında Allah'ın indirdiği (hükümler) le hükmet. Sana gelen haktan sonra onların heves­lerine uyma..." [2]

"Şüphesiz ki Allah emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder. Doğrusu Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah her şeyi işiten ve görendir." [3]

"O halde insanlar arasında hak ve adaletle hükmet, hevesin peşine takılma, sonra (bu) seni Allah yolundan saptırır..." [4]

"Hayır, hayır! Rabbına and olsun ki, aralarında tartışıp çekiştikleri (ve böylece dava konusu olan) şeylerde seni hakem -hâkim kabul edip sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymaksızın tam bir bağlanışla bağlanmadıkça iman etmiş olmazlar." [5]

Yukarıdaki ayetlerden de, Resulüllah (a.s.) Efendimiz'in hem bir peygamber hem bir devlet başkanı ve hem de bir hakim olarak adaletle hükmetmesi emredilmekte ve bu emrin aynı zamanda O'nun ümmetine de yönelik bulunduğu anlaşılmaktadır.

Cenab-i Hak burada iki önemli kavram üzerinde durmaktadır: Adalet ve hüküm.

Şüphesiz bu iki kavram birbirini tamamlamaktadır. Birini diğerinden ayırdığımız zaman hikmet ve anlamı ortadan kalkmakta ve yerini zulüm ve gayr-i adil hükümler almaktadır.

Hükmetmenin Sünnetteki Yeri:

Adaletle hükmetmenin sünnetteki yeri Kur'an'daki temel kaide­lerle birleşmekte ve onları açıklamak suretiyle sağlam ve kapsamlı bir hukuk sistemi meydana getirmektedir. Bu konuda da sünneti bir tarafa ittiğimiz ve yalnız Kur'an'ı kaynak seçtiğimiz takdirde, tam anlam ve hikmetiyle bir hukuk sistemi belirlememiz mümkün olmaz ve Kur'an'daki ilgili ayetlerin yorumu şahısların keyfîne terkedilmiş olur. O bakımdan hukuk, adalet ve hükümler bu iki ana kaynaktan alındığı takdirde ilahi murada göre anlam ve hikmet kazanır. Biri ihmal edil­diği takdirde anlam ve hikmetini yitirir.

islam Dini, kitap ve sünnetiyle hukukta ana kaideler vaz'ederken ortaya çıkacak yeni yeni meselelere çözüm getirebilmemiz için ictihad kapısını ardına kadar açık tutmuş ve bu açıdan kıyasa da yer vermiştir.

- Kitap ve sünnet asıl delil olarak kabul edilirken icma1 ve kıyas fer'i delil sayılmıştır ve şeriate ters düşmeyip halk için yararlı olan örfü de gözardı etmeyip yeri gelince ona göre hüküm koymayı da uygun görmüştür.

işte "zamanın değişmesiyle ahkam da değişir" kaidesi örfle ilgili­dir. Örfün değişmesi halinde onunla ilgili hüküm de değişiri Yeterki, bu değişme şeriate aykırı olmasın.

Böylece ictihad kapısı açık tutulmuş bu kapıdan içeri girebilecek yüksek seviyede ilim adamı, yani müctehid yetiştirilmesi istenmiştir. Resulüllah (a.s.) Efendimiz ictihad seviyesindeki hakimleri, diğer bir anlatımla hükmedecek kudrette olan fakihleri dar bir çerçeve içine sıkıştırmamış, bilakis onlara cesaret verip rahat ictihadda bulunma­larına imkan tanımıştır. Büyük fakih Abdullah b. Amr (r.a.) bu hususta Resulüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

"Hakim ictihad ettiğinde, doğru ictihadda bulunursa ona iki se­vap, yanlış ictihad ederse bir sevap vardır." [6]

Çünkü ictihad'dan maksat, yüksek seviyedeki islam hu­kukçusunun bütün ilmi yeteneğini, araştırma ve incelemesini kitap ve sünnet ışığında ortaya koyması ve ona göre hüküm çıkarmasıdır. Bu durumda hata bile etse, sırf ictihad ettiğinden kendisine bir sevap veril­mekte, hata ettiğinden dolayı bir günah yazılmamaktadır.

Hükmedecek Seviyede Hakim ve İlim Adamı Yetiştirmek:

Adaletle hükmetmek, devletin çelik zırhı ve devamlılığı, mülkün temeli, toplumun huzur ve güveni, ailenin teminatı, ferdin koruyucu bekçisidir. O bakımdan adil bir devlet düzeni kurmak, bu düzen içinde adaletle hükmedecek hakimler yetiştirmek farz-i kifaye kabul edil­miştir. Müslüman bir milletin fertlerinden meselelere çözüm getirmesi­ni bilen, söz sahibi olan, akıllı, bilgili kimselerin adil bir devlet düzeni kurmaları, adaletle hükmedecek adli mekanizmayı oluşturmaları ve bu evsafta hukukçu yetiştirmeleri farz kılınmıştır.

O bakımdan Resulüllah (a.s.) fethettiği belde ve kavimlere, kendi­liğinden gelip islam'a girenlere ilk iş olarak hem idareci hem de adale­tle hükmedici bilgi ve yetenekte adamlar tayin edip göndermiş ve bunu asla ihmal etmemiştir. Bunun için Hz. Ali'yi (r.a.) Yemen'e kadı olarak göndermiş ve Muaz b. Cebel'i de (r.a.) bu görevle görevlendirip o bölgeye göndermiştir.

Irak Acemi fethedilince, ikinci Halife Ömer (r.a.) Kadı Şürayh'i Kufe'ye, Ka'b b. Suver'i ise Basra'ya hakim ve vali olarak tayin etmiştir.

ictihad seviyesine yükselebilecek kabiliyetteki'hukuk mezunlarını yetiştirip müslüman ülkeye kazandırmanın farz-ı kifaye olduğunu söylemiştik. Bunu ihmal ettiğimiz takdirde ümmet olarak bütün bir ülkenin günahkar olacağında şüphe yoktur. En önemli bir konuyu, ülkenin devamlılığıyla yakından ilgili bir müesseseyi cılız, bilgisiz, yete­neksiz ellere bırakmanın ülkeye kötülük getireceği, huzur ve güveni sarsacağı, mülkün temeline dinamit sokacağı "iki kere iki dört eder" nasıl bir riyazi katiyet arzediyorsa, bu da öylece katiyyet arzediyor. Adli mekanizma ne kadar bilgili, vicdanlı, adil ve uzman, inanmış, Al­lah'ından korkan şahısların eline teslim edilirse, ülke o nisbette rahat eder, huzur ve güvene kavuşur.

Şüphesiz adalet ve hakkaniyet aşığı bir ülke devlet adamı, adil ha­kim, adil aile reisi ve adil idareci yetiştirir, islam her yanı ve yönüyle, her kurum ve mekanizmasıyla adalet ve hakkaniyet çarkını çevirmeğe yönelir. Bu çarkın sağlıklı dönmesine ilgi duymayanları, kayıtsız kalan­ları, ihmalkarlık yapanları asla affetmez.

îşte Cenab-ı Hak, insanlara en son ve kalıcı mesajı olan Kur'an'da bunu şu üç ayetle gayet net ve açık biçimde belirtmiş bulunuyor:

"(Ey hükmetme durumunda olanlar!) Artık insanlardan korkmayın benden korkun. Ayetlerimizi (ve o ayetlerin taşıdığı hükümleri) az bir pahaya satmayın. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kafirlerin ta kendileridir." [7]

"Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zalimle­rin ta kendileridir." [8]                              

"Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar hak yo­lunu aşan ve ilahi sınırları çiğneyip geçen günahkarların' ta kendileridir." [9]

Şüphesiz Allah'a, Kur'an'a, Peygamber'e ve ahiret gününe dos­doğru iman eden bir kimse, elbetteki Allah'ın insanların salah ve saade­tinden yana indirdiği hükümlerle hükmeder.

Adaletle Hükmetmek İslam Cemaatinin Her Ferdiyle Yakından ilgilidir:

Resulüllah (a.s.) Efendimiz, cemaat, diğer bir anlatımla toplum yapısında yer alan her mü'min, bulunduğu yerde bir koruyucudur, aynı zamanda adil davranan bir sorumludur, buyururken Müslümanların birbirlerini kontrol etmelerini ve bu suretle adil bir otokontröl mekaniz­ması oluşturmalarını kasdetmiştir:

"Hepiniz birer koruyucusunuz ve her biri muhafazasıyla ilgili bu­lunduğu şeyden sorumludur: îmam (devlet başkanı, hükümdar ve lider) bir koruyucudur ve korunmasıyla ilgili bulunduğu (halk) tan sorumlu­dur. Adam kendi çoluk-çocuğu arasında bir koruyucudur ve onlardan sorumludur. Kadın kocanın evinde bir koruyucudur ve ondan sorumlu­dur. Evin hizmetçisi bir koruyucudur ve efendisinin malından sorumlu­dur. Evet hepiniz birer koruyucusunuz ve korunmasıyla (emrolundukîarınız) şeyden sorumlusunuz." [10]

Diğer bir hadiste ise bu anlamda şöyle buyurulmuştur:

"Şüphesiz ki Cenab-ı Hak, her koruyucu durumunda olan kimsed­en korunmasıyla ilgili bulunduğu şeyi koruyup korumadığından sor-caktır." [11]

Kazai Organda Görevlendirilecek Kimse:

Kazai organda görevlendirilip hüküm verme makamına getirilen kimsede birtakım vasıfların bulunması şarttır. Aksi halde en önemli konu ve makamı ehil olmayanların eline terkemiş oluruz ki, bu ülkenin güvenini sarsar, adalet kavramını zedeler.

O bakımdan Resulüllah (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Kim hüküm verme makamına getirilir veya insanlar arasında (hükmetmek üzere) hakim tayin edilirse, gerçekten o bıçaksız kesilmiş olur." [12]

Resulüllah (a.s.) bu hadisleriyle adli mekanizmanın başına geçirilen kimselerin ne kadar büyük bir sorumluluk" taşıdıklarına dik­kat çekmiş bulunuyor. [13]

 

Konuyla İlgili Diğer Hadisler:

 

Abdullah b. Amr (r.a.) dan yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Çölde, boş bir arazide bulunan üç kişiye, kendilerinden birini emir seçip başlarına geçirmeleri an­cak helal olur." [14]

Eb'u Said (r.a.), den yapılan rivayette, Resulüllah (a.s.) Efendi­miz'in şöyle buyurduğu belirtilmiştir:"Uç kimse sefere çıktıkları za­man, kendilerinden birini emir (başkan) seçsinler." [15]

Bu iki hadis, müslüman bir cemaatin nerede olurlarsa olsunlar başlarında bir emir (başkan) yoksa, mutlaka aralarından ehil birini başkan seçmelerinin vücubuna delalet etmektedir. Zira islam, birlik, dirlik, disiplin, hak ve hukuk, adalet ve doğruluk dinidir. Bir yolculukta veya azınlığı teşkil ettikleri bir ülkede her kafadan bir ses, her ağızdan değişik bir hüküm çıkacak olursa, işler karışır, haklar zayi' olur ve. gayr-i müslimlere cesaret verir. [16]

 

Tahliller ve Rivayetler

 

917 no'lu Abdullah b. Amr hadisinin isnadı sahihtir. Ebu Said ha­disi de öyle. Bu mealde Hafız Bazzar isnad-i sahihle Ömer b. Hattab (r.a) den şu hadisi tahric etmiştir: "Sizler seferde üç kişi olursanız, içinizden birini bışmıza emir seçiniz. Sizin seçeceğiniz emir, Re-sulüllah'm (a.s.) emrettiğidir."

Yine Hafız Bezzar, bu mealde bir hadisi de Ibn Ömer (r.a.) dan ri­vayet etmiştir. Mealen şöyledir: "Seferde üç kişi olurlarsa, aralarından birini emir seçip başlarına getirsinler."

Aynı lafızda bir diğer hadisi Taberani, Ibn Mes'ud (r.a.) den is-nad-ı sahih ile tahric etmiştir. Böylece bu konudaki hadisler birbirine şehadet etmekte biri diğerini kuvvetlendirmektedir.

Hadislerin açjk delaletinden anlaşılan odur ki, bir yerde, seferde veya yabancı bir ülkede üç veya daha fazla müslüman biraraya gelirse, mutlaka aralarından birini kendilerine emir seçmelidirler. Böyle hare­ket etmeleri vaciptir. Sayıları üçü bulmadığı takdirde buna gerek yok­tur.

Müslümanların bulundukları yerde kendi aralarından bir emiri seçmeleri aklen mi vacibtir, yoksa şer'an mı vacibtir? Bu hususta farklı görüş ve yorumlar ortaya çıkmıştır. Eş'arilere göre, şer'an vaciptir. [17]

 

Çıkarılan Hükümler

 

1- islam ülkesinde insanlar arasında adaletle hükmetmek, kitap, sünnet ve icma ile sabit olmuştur.

2- Müslüman halkı adalet ve hakkaniyetle idare edecek bir emir, devlet başkanı seçmek vaciptir.

3- Halk arasında dava konusu olan ihtilaflı meseleleri, konu ve olayları adaletle çözüp hükme bağlayacak adil hakimler yetiştirmek de vaciptir.

4- Allah'a, Peygamberine, Kur'an'a ve ahirete dosdoğru iman eden bir cemaat, bir kavim, bir milletin Allah'ın indirdiği, hükümlerle amel etmesi vaciptir.

5- Allah'ın indirdiği hükümleri red ve inkar edenler ancak küfrü seçip benimseyenlerdir.

6- Allah'ın indirdiği hükmelere inanıp onlarla amel etmeyenler fa-sik ve zalimdirler.

7- islam kıyamete kadar ictihad kapısını açık bırakmıştır.

8- Ictihadda bulunacak yüksek seviyede ilim adamı yetiştirmek farz-ı kifayedir.

9- Müctehid bir mesele hakkında ictihad eder de isabet kaydeder, doğru olan hükmü çıkarırsa iki sevap kazanır. Biri ictihad ettiği, diğeri cloğru olanı bulup çıkardığı için. Hata ederse, kendisine bir sevap vardır..O da ictihad ettiği için.

10- En az üç müslüman bir yerde, bir yolculukta veya başka bir ülkede biraraya gelirse, aralarından birini emir seçmeleri vacip olur.

11- Her müslüman bir koruyucudur ve herkes korunmasıyla ilgili bulunduğu şeyi korumakla yükümlüdür.

12- islam bu prensiplerle birlikte cemiyet yapısında sağlam bir otokontröl oluşturmayı emretmiştir.

13- Seçilen emire, Allah'a karşı isyan ve günahı gerektiren bir durum söz konusu olmadıkça itaat vaciptir.

14- Her konuda adil olmak, hakkı savunmak vaciptir.

15- Halk arasında çeşitli dava konularında hükmedecek hakimin seçilip tayin edilmesinde çok dikkatli olmak sünnettir.

16- Sağlam inançlı, iyi ahlaklı, vakarlı, bilgili, islam hukukunda uzmanlaşıp ictihad seviyesine yükselmiş kimseleri hakim tayin etmek gerekir.

17- Bilgi ve yeteneği kafi derecede olmayan bir hukukçuyu, bir fa-kihi hakim tayin etmek mekruhtur. [18]

 

İdareci Olmaya Özenmek ve Bunun İçin Hırslı Olmak

 

idareci vasfı, çok yönlü olup devletin en üst kademesindekilerle en aşağı kademesinde yer alan bütün yetkili, söz sahibi kişileri kendi kap­samına alır. Ancak devlet çarkını çevirmede daha çok iki önemli mak­am bulunuyor: idari teşkilat ve adli teşkilat... Özellikle bu iki teşkilatı rayına oturtmak ve en bilgili, en adil ve en çok haklara saygılı bir kadroyla bu iki teşkilatı donatmak şarttır. Aksi halde devlet ve millet işleri ehil olmayan kişilerin elinde oyuncak haline gelir ve verilen yet­kiler daha çok kötüye kullanılır.

O bakımdan Resulüllah (a.s.) Efendimiz aynı zamanda insan sar­rafıydı. Kime hangi görevi tevdi' edeceğim çok iyi bilir ve en yakını bile olsa, ehil olmadığı takdirde bir göreve tayin etmezdi. Aynı duyarlığı Ebu Bekir Sıddik (r.a.) ile Ömer b. Hattab. (r.a.) da göstermişlerdir...

Bu konuda Resulüllah'm (a.s.) ümmetine uyarıcı anlamda bir­takım emir ve tavsiyeleri olmuştur. Daha doğrusu ümmetine bu husus­ta çok sağlam kıstaslar ve misaller vermiştir. [19]

 

İlgili Hadisler

 

Ebu Musa (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen şu bilgiyi ver­miştir: "Resulüllah (a.s.) Efendimiz*in yanına gittim. İçeriye be­nimle birlikte amcam oğullarından iki adam da girdi. Onlardan biri şöyle dedi: 'Ya Resulüllah! Aziz ve Celil olan Allah'ın bak­makla seni görevli kıldığı bazı şeyler üzerine bizi emir kıl (yetki verip görevlendir)." Diğeri de buna benzer bir istekte bulundu.

Bunun üzerine Resulüllah (a.s.) Efendimiz onlara şöyle buyurdu: "Doğrusu biz, Allah'a and olsun ki bu işlerin başına is­tekli çıkan kimseyi veyahut bu işlere karşı hırslı olanı görevli kılmıyoruz." [20]

Abdurrahman b. Semure (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen, Re-sulüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir: 'Ya Ab­durrahman b. Semure, emirlik isteme. Çünkü gerçekten eğer o sana senin isteğin olmaksızın verilirse ona karşı yardıma ma-zhar olursun, istediğin için verilirse (ilahi) yardıma mazhar kılınmazsın." [21]

Enes (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen, Resulüllah (a.s.) Efen­dimiz'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Kim hükmetme yetkisi­ni talep ederse, o kendi nefsine terkedilmiş olur. Kim de bu göreve zorlanıp geterilirse, üzerine bîr melek iner de onu ûogru olana irşad eder." [22]

 Hüreyre (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Şüphesiz siz­ler ileride emirlik hususunda çok istekli olacaksınız ve bu kıyamet gününde pişmanlığa dönüşecektir. Ne güzeldir süt em­ziren ve ne kötüdür sütten kesen." [23]

Yine Ebu Hüreyre (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen Peygamber (a.s.) Efendimiz'in  şöyle  buyurduğunu  haber  vermiştir:  "Kim müslümaıılar arasında hüküm vermeyi talep eder de ona (o göreve) eriştikten sonra adaleti zulmüne üstün gelirse ona cen­net vardır. Kimin de zulmü adaletine üstün gelirse, ona da ce­hennem ateşi vardır." [24]

Yüklenilen Sorumluluğun Ağırlığı:

îster yargı organında olsun, isterse idareci kadrosunda olsun bu­lunmak beraberinde büyük sorumluluğu getirmektedir. Bundan daha çok sorumluluk yükleyen görev ise, hükümdar ve lider makamına yükselmektir.

Unutmamak gerekir ki, makam, servet ve yetki arızi şeylerdir. Ölüm olayıyla bunlar son.bulmakta, yani arızi olan şeyler bir bir silin­mekte ve asıl olan ne ise o kalmaktadır. Bir de bunlar hastalık halinde bir tutku olursa tedavisi hemen hemen mümkün olmaz. Zira asırların tecrübeleri şu üç hastalığın tedavisinin olmadığını ortaya koymuştur: Makam, servet ve şehvet...işte bu üçü tutku haline gelip kişinin kalbini, kafasını, vicdanını ve ruhunu istila edince devası bulunmayan bir dert olup kalır.

Resulüllah (a.s.) Efendimiz bu konuda ümmetini uyararak makam talebinde bulunmamalarını tavsiye etmiş ve buna rağmen istediği mak­ama getirilen kimsenin adil ölçülerle davranmasını emretmiş ve adalet­inin mutlaka haksızlığı yenmesinin lüzumuna dikkat çekmiştir. Aksine bir tutumla kişi birkaç yıllık dünya hayatını renklendirebilir, fakat ebe­di hayatını cehenneme çevirir. Şüphesiz adaletsizlikte zulüm, vebal, günah ve haklara tecavüze teşvik vardır.

Bunun içindir ki ashab-ı kiramın çoğu ağır sorumluluk gerektiren görevlerden kaçınmışlar ve zorlanmadıkları takdirde kabul etmek iste­memişlerdir. Hatta îkinci Halife Ömer (r.a.), Ebu Hüreyre'yi (r.a.) Bah­reyn'e vali ve kadı olarak tayin edip göndermek istediğinde Ebu Hüreyre bu görevi almak istememiş, halife ısrar edince Ebu Hüreyre (r.a.) emre itaat etmek zorunda kalmıştı. Medine'ye vali tayin ettiği Sel-man el-Farisi de aynı isteksizliği izhar etmiş ve Irak Acemine bölge va­lisi ve kadısı olarak tayin edilen Huzayfe b. Yeman (r.a.) de istemiye istemiye bu ağır görevi kabul etmişti. [25]

 

Tahliller ve Rivayetler

 

920 no'lu Ebu Musa hadisini Buhari ye Müslim ittifakla tahric etmişlerdir. Senedindeki ricalin hepsi sahihtir. O bakımdan istidlal ve ihticaca salih görülmüştür. Hadis üç.Önemli hüküm yansıtmaktadır:

1- Islami sistemde sorumluluk arzeden ve dikkat edilmediğinde vebale gerek olan makam ve görev istenilmez. Zira buna istekli olanlar, daha çok günaha karşı cesareti yüksek olanlardır. Takva sahibi bir kimse, kolay kolay bu gibi makam ve görevlere gözünü dikmez ve ken­diliğinden talip olmaz.

2-  islam'da makam ve görev tevdi edilir. Ehil olup takva üzere yaşayan güvenilir kimseler tesbit edilerek önemli makam ve görevler teklif edilir. Bu bir emir şeklinde tezahür ettiği takdirde sözü edilen vasıftaki zatların kabul etmesi gerekir.

3- Islami sistemde adama iş değil, işe ehil adamlar aranır. Zira devlet bütün kurum ve kadrolarıyla milletin hizmetindedir. Her görev ve makam bir emanettir ve emaneti ehline tevdi edip korumak farzdır.

Bunun için Resulüllah (a.s.) Efendimiz'den, "kıyamet ne za­mandır?" diye sorulduğunda, "emanet zayi' edildiğinde" diye cevap ver­miştir. Soran kimse, "emanet nasıl zayi' edilecek?" diye tekrar sorunca, Efendimiz ona, "iş, görev ve makam ehil olmayanlara tevdi' edildiğinde kıyameti bekle (o. yakındır)" buyurmuştur. [26]

921  no'lu, Abdurrahman hadisini de Buhari ve Müslim ittifakla tahric etmişlerdi. Bu da yukarıdaki Ebu Musa hadisi gibi sahih olup is­tidlal ve ihticaca salihtir.

Hadis hem yukarıdaki 920 no'lu hadisi mana yönünden kuvvetlen­dirmekte, hem de makam ve görev konusunda ağır manevi müeyyideye dikkatler çekilmektedir. Böylece hadis iki hükme delalet etmekte olup makam meraklılarını uyarmaktadır:

a) Sorumluluk arzeden bir makam veya göreve istekli çıkan kim­se, ekseriya ilahi yardıma mazhar olmaz. Ancak görevin başına geçtikten sonra vebalin azametini düşünerek ona ehil olmaya çalışır ve takva üzere hizmet verirse, ilahi yardıma mazhar kılınacağı umulur.

b) Günaha girerim, bilerek bilmeyerek haksızlıkta bulunurum endişesiyle görevden kaçan ehil kimseye görev verilir de o da istemiye istemiye kabul eder ve Allah'ın yardım ve desteğini dileyerek işe başlarsa, Cenab-ı Hak ona yardım eder.

922 no'lu Enes hadisini Nesai dışında beşler tahric etmiştir. Tabe-rani ise el-Evsat'ta Abdula'la rivayetinden naklen tahric etmiş ve Enes'e (r.a) kadar senedini ulaştırıp merfuan rivayeti tesbit etmiştir. Mealen şöyledir: "Kim hüküm verme makamına talip olur ve buna karşı yardım (aracı olmaklık talep ederse, o kendi haline bırakılır. Kim de hüküm verme makamına talip olmaz ve-bunun için kimseden yardım istemez (bununla beraber görev ona verilir) se, Allah ona bir melek indirir de o melek ona doğru olanı ilham eder."

Tirmizi ise bu hadisi iki ayrı tarikten tahric etmiş ve önce hasen-garip ifadesini, sonra da en sahih ifadesini kullanmıştır.

Hakim de bunu îsrail tarikiyle Abdula'la'dan tahric edip sahihle-miştir. Ancak cumhur (hadis alimleri) Abdula'la'nm zayıf olduğunu be­lirtmiştir.      ,

Ibn Münzir ise, bu hadisi şu lafızla tahric etmiş bulunuyor. Mealen şöyledir: "Kim hüküm verme makam ve görevini talep eder ve bunun için arayere aracılar, şefaatçiler sokmaya çalışırsa, o kendi ha­line bırakılır. Kim de bu göreve zorlanırsa, Allah onun üzerine bir me­lek indirir de o melek ona doğru olanı ilham eder."

Bu hadislerle 921 no'lu Abdurrahman hadisi birbirini kuvvetlen-" dirmekte ve taşıdığı hükümlere ağırlık kazandırmaktadır.

923 no'lu Ebu Hüreyre hadisini Buhari, Nesai ve Ahmed b. Han-bel tahric etmişlerdir. Sahih olup istidlale salih görülmüştür.

Adli ve idari bir makamın başına geçmeğe talip olup nefsine, duy­gularına mağlup olan kimse ağır bir vebal altına kendim sokmuş olur ve kıyamet gününde bu olduğu gibi pişmanlığa dönüşür, ama neden sonra.. Makam ve yüksek görev süt emziren kadın misali durmadan hırslı olanı besler, ölüm olayıyla bu süt kesilir ve sonu perişanlıkla nok­talanır.

Zira dünyada makam ve görevlere istekli olup ona erişmek isteyen kimse, bununla sadece dünyalık elde etmek, üstünlük sağlamak ister. Hir iki yönüyle de haksızlığa, günaha yol açar.. Böylesine ahirette an­cak yüklendiği vebal, haksızlık ve günahların karşılığı vardır.

924 no'lu ikinci Ebu Hüreyre hadisini Ebu Davud ile el-Münziri tahric etmişlerdir. Ancak ikisi de hadis hakkında .bir görüş beyan etme­miştir. Ne var ki, yapılan ciddi tesbitlere göre, senedinde ta'ne hedef olacak kimse yoktur. Senedinde Mülazim b. Amr üzerinde durulmuşsa da Ahmed b. Hanbel ile tbn Main onun sika (güvenilir) olduğunu belirt­mişlerdir.

921 no'lu Abdurrahman hadisinde "emirlik isteme" cümlesi yer alırken, diğer bazı rivayetlerde ise" emirlik temenni etme" cümlesine yer verilmiştir. Zaten isteklerin çoğu temenni anlamındadır.

Batı demokrasisinde ise, uygulamada makam ve mevki için en hırslı kişiler sahneye çıkar ve kıyasıya bir mücadele başlar. Halkın önemli kısmı da politize edilerek bu gibilerin destekçisi durumuna ge­tirilir. Sonra da yağcılar, dalkavuklar, arpalık peşinde olanlar bütün güçleriyle sahnedeki siyasileri destekler, işte bundan dolayı Batı de­mokrasisinde iş başına geçen veya getirilen kimse, devlet ve millet malını kendi yandaşlarına arpalık yapmakta bir sakınca görmez ve böylece makam ve şöhret peşinde koşan muhterislerin iş başına getiril­mesiyle bütün bir millet zarar görür.

İslamiyet ise, her yanı ve yönüyle adalet, denge ve düzen dinidir. Ancak ehil olup takva üzere yaşamayı prensip edinen faziletli, bilgili kişilerin iş başına getirilmesini emir ve tavsiye eder.

Nitekim Taberani'nin el-Evsat'ta Şerik b. Abdullah b. İsa tarikiyle yaptığı rivayette şöyle buyurulmuştur: "Emirliğin evveli nedamet, or­tası yerine getirilmesi lazım bir borç ve sonu da kıyamet gününde azaptır." Bu hadise şahid olarak şu rivayet gösterilmiştir; "Emirliğin başlangıcı melamet (rüsvaylık), sonu da nedamettir." Bunu da Taberani tahric etmiştir.

Ayrıca Taberani'nin merfuan Zeyd b. Sabit'ten (r.a.) buna yakın anlamda rivayet ettiği şu hadis de bulunuyor: "Emirlik ne güzel şey (görev) dir şu kimse için ki, onu haklı ve helal yol ve Ölçü ile alır. Hakkıyla almayan kimse için de kötü bir şey (görev) dir ki kıyamet gününde sadece hasret olur."

Sahih-i Müslim'den Ebu Zer'den yapılan rivayette, adı geçen Re-sulüllah'a (a.s.) şöyle dediğini haber vermiştir:

- Ya Resulüllah! Beni (devlet çarkında) bir göreve tayin etmez mi­sin?

Bunun üzerine Resulüllah (a.s.) eliyle omuzuma vurarak şöyle buyurdu:

- Ya Ebu Zer! Doğrusu sen zayıf bir kimsenin. Emirlik ve benzeri bir görev bir emanettir ve şüphesiz ki bu görev (yani emirlik ve benzeri bir görev) kıyamet gününde rezillik, rüsvaylık ve pişmanlık olacaktır. Ancak bu emaneti hakkıyla (haklı yoldan) alıp ve ondaki (yetkiyi) ge­rektiği gibi yerine getirenler müstesna." [27]

Yusuf Peygamber'in (a.s.) Mısır hükümdarından hazine emirliği görevini istemesine gelince, o bir peygamber idi. Mısır'da adil bir düzen kurmayı ülkenin ekonomisini sağlam temellere oturtmayı, gelir dağılımında adil bir kıstas uygulamayı, fakir, muhtaç ve zayıfları de­stekleyip himayeyi arzu etmişti. Kendine güveni vardı. Nitekim ilk de­nemeyi, vezirin karısıyla başbaşa kaldıklarında geçirmiş ve sınavı başarıyla.kazanmıştı. O bu* teklifi yine kendiliğinden değil, Allah'ın va­hiy yoluyla bildirmesinden veya meleğin ilhamından cesaret alarak yapmış bulunuyordu.                                                                      

O bakımdan bu konuda Yusuf (a.s.) in istekli çıkması herkes için bir kıstas ve misal teşkil etmemektedir. Ancak İslam ülkesinde adli ve idari mekanizmanın çok kötü ellerde kaldığı görüldüğünde, kendine güvenen takva sahibi, bilgili ve uzman kimselerin devreye girmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü Müslüman bir ülkeyi çıkarcıların, men-faatçilerin, dalkavuk ve yağcıların elinden kurtarmak, aklı eren her ol­gun mü'minin görevidir. [28]

 

Çıkarılan Hükümler

 

1- Islami sistemde görev talebinde bulunulmaz.

2- Ancak laçkalaşan ve hergün kötüye giden devlet çarkını zayıf, menfaatçi ellerden kurtarmak için kendine güvenen olgun mü'minlerin devreye girmesi gerekir.

3- Makam ve mevki hırsıyla yanıp tutuşan kimselere görev ver­mek sakıncalıdır.

4- Şahsi çıkar peşinde koşan, helal ve haram  sınırlarım gözetmeyen, çevresini korumayı amaçlayan kimselerin önemli makam­lara ve görevlere atanması için şefaatçi olanlar da günahkar sayılırlar.

5- Bu tip kişiler görev başına getirilince, diğer mü'minlerin ona yardımcı olmaları da sakıncalıdır. Çünkü öylesine Allah da yardım etmemektedir.

6- Ancak görev başına geçince, sorumluluğun ağırlığını duyar ve tam istikamet üzere çalışıp ülkeye hizmet eder, adalet ve hakkaniyet­ten ayrılmazsa, o takdirde ona yardımcı olmak gerekir. Nitekim Re-sulüllah (a.s.) böylesini cennet ile müjdelemiştir.

7- İş başına geçirildikten sonra zulmü ve aşırması adalet ve iyi hizmetlerine üstün gelirse, artık o saadet yolunu kaybedip ateşe uza­nan bir yolda yürüyor olur.

8- Yusuf Peygamber'in Mısır hükümdar veya vezirinden görev ta­lep etmesi, Onun vasıf ve özelliğiyle ilgilidir, umuma teşmil edilemez. [29]

 

Yükseldiği Makamın, Yüklendiği Hizmetin Hakkını Vermeyenler

 

îslam, kitap ve sünnetiyle bu konu üzerinde durmuş ve gereke ağırlığı vermiştir. Cenab-ı Hak, idari ve adli makamları işgal edenlere aynı zamanda umur bilenlere şu emri vermektedir:

"Sizden hayra çağıran, iyilikle emreden, kötülükten men'eden bû cemaat olsun! îşte kurtuluşa erişenler bunlardır." [30]

Çünkü ümmet-i Muhammed'in (a.s.) yeryüzünde insanlardan yana sahneye çıkarılan hayırlı bir ümmet olduğuna, göre, Özellikle bu hayırlı hizmetleri idari ve adli mekanizmayı çalıştırırken göstermeli gerekir. Aksi halde bu vasfını kaybeder.

Cenab-ı Hak, bu ümmete belirttiğimiz anlamda şöyle seslenmek­tedir:

"Siz insanlardan (yeryüzüne) çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyilikle emreder, kötülükten men'eder; Allah'a iman edersiniz..." [31]

 

İlgili Hadisler

 

Ebu Hüreyre (r.a.).den yapılan rivayette, adı geçen, Resulüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "İnsanlar arasında kadı (hakim) tayin edilen kimse bıçaksız kesilmiş olur." [32]

tbn Mes'ud (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen, Peygamber (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Halk arasında hüküm verme mevkiinde olan hiçbir hakem yoktur ki, kıyamet gününde hapsedilmiş olmasın. Bir melek onun ensesinden tutup cehennem üzerinde (ateşin kenarında) durdurur ve sonra başını Aziz ve Celil olan Allah'a doğru kaldırır. Allah ona "onu atıver" diye emrederse, o da onu boşluğa atıverir ve o boşlukta kırk sonbahar (yıl) inişe devam eder." [33]

Ebu Hüreyre (r.a.) den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendi­mizin şöyle buyurduğu belirtilmiştir: "Veyl (yazıklar veya cehen­nemdeki bir dere) umeraye, veyl urefaye ve veyl umenaye olsun. Birçok kavim (topluluk) lar kıyamet gününde, dün saçlarıyla Ülker yıldızına asılı olup yer arasında sallanıp kalmayı temenni edeceklerdir." [34]

Aişe (r.a.) dan yapılan rivayette, adı geçen, Peygamber (a.s.) Efen-dimiz'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:1[Adaletle hükmeden kadı üzerine kıyamet gününde öyle bir saat (an-zaman) gelir ki bir hurma hakkında olsun iki kişi arasında hükmetmemiş ol­mayı temenni eder." [35]                       

Ebu Umame (r.a.) den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendi-miz'in şöyle buyurduğu belirtilmiştir: "On veya daha fazla kişiyi ida­reyle görevlendirilen kimse kıyamet gününde mutlaka eli boy­nuna bağlı olarak Allah'ın huzuruna gelir. Bu durumda ya onun iyi, güzel idaresi onun elini çözer veya onu helak eder” [36]

Ubade b. Samit (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen Re-sulüllah'ın (a.s.) şöyle buyurduğunu söylemiştir: "On kişiye emir olan ne kadar bir kimse varsa, kıyamet gününde mutlaka elleri boy­nuna bağlı bir halde getirirler de hak onu ya salıverir veyahut helak eder. Kim de Kur'an-ı öğrendikten sonra unutursa, eli ke­sik (veya eli tutmaz) bir halde Allah'a kavuşur." [37]

Abdullah b. Ebi Evfa (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen, Re-sulüllah (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Haksızlık etmediği sürece, Allah kadı (hakim)le beraberdir Zulüm ve haksızlık edince Allah onu nefsiyle başbaşa bırakır." [38]

Diğer bir lafızla şöyle rivayet edilmiştir:

"Allah, haksızlık etmediği sürece kadıyla beraberdir. Haksızlık ettiği zaman onu kendi haline bırakır ve şeytan ona gerekli olur." [39]

Abdullah b. Ömer (r.a.) dan yapılan rivayette, adı geçen, Re-sulüllah (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Şüphesiz ki adil ve haktan yana olanlar, (kıyamet gününde) Rahman olan Allah'ın sağında nurdan minberler üzerinde olur­lar. Allah'ın her iki (kudret) eli de sağdır. Bunlar hükümlerinde, aile halkı ve hısımları arasında ve görevli kılındıkları işte ada­letle davrananlardır." [40]

Hakların Korunmasında Gösterilen Duyarlık ve Titizlik:

İslam, 15 asır önce insan haklarını en mükemmel ve kalıcı şekilde koruyup bnu doruğuna yükseltmiştir. Çünkü kainatın varlığından mak­sat insandır. Görebildiğimiz ve göremediğimiz, tesbit edebildiğimiz ve edemediğimiz her şey insandan yana yaratılıp programlanmıştır. Me­lekler bile insanların hizmetine sevkedilmiş bulunuyorlar.

insan, ilahi hikmetin ayrı bir tezahürü olarak hem iyiliğe, hem de. kötülüğe meyilli olarak yaratılmıştır. Onda meleki sıfatlar bulunduğu gibi hayvani sıfatlar da bulunmaktadır. Dünya hayatının canlılık ka­zanması, her alanda araştırmalar yapılabilmesi için insanın belirtilen özellikte yaratılmasıyla sıkısıkıya ilgilidir.

O halde insan hılkatmdaki Özelliği, gereği birtakım haksızlıklar yapabilir- Kitap ve sünneti aşıp günah işleyebilir. Peygamberlerin gönderilmesinden ve semavi kitapların indirilmesinden maksat, in-sanıu meleki sıfatlarını üstün kılmak, beşeri zaaflarını meşru sınırlar içine almak ye başkalarının hakkına tecavüzden onu alıkoymaktır.

İnsan haklarını insanın hılkatındeki azizliğe, ruhundaki yüceliğe ve fıtratındaki mayaya uygun şekilde korumak, en önemli hizmetlerin başında gelmektedir.

Bunun için de insanı en iyi bilen ve değerlendiren, onun iki hayatını da denge ve düzende tutmayı murad eden Cenabı Hak, son kitabı Kur'an'da bu hakların sınırlarını çizip belirlemiş bulunuyor.

Belirlenip çizilen bu sınırlar İslam Hukuk Sistemi'ni oluşturuyor. Ve bu sistemin ağırlıklı yanını, insan haklarını koruma esas ve pren­sipleri oluşturmaktadır. [41]

 

Tahliller ve Rivayetler

 

929 no'lu Ebu Hüreyre hadisini, Nesai dışında beşler tahric etmiş, Tirmizi hasenlemiştir. Ayrıca Hakim, Darekutni de tahric etmiş, İbn Huzayme ile İbn Hıbban sahihlemişlerdir.

Hadis hakimlik mesleğinin çok ağır sorumluluklar taşıdığına dela­let etmekte ve bu mesleğe hevesli olanları uyarmakta, kendilerine in­tikal eden dava konusunu çok ciddi biçimde inceleyip haklıyı haksızdan ayırd edebilmenin bütün hukuki yollarını bilmelerinin vacip olduğuna işaret etmektedir.

Bunun için hakimin titizlikle üzerinde duracağı ve adaleti yansıtmada kendisini başarılı sonuca götüreceği hususları çok iyi bil­mesi gerekmektedir. İlim adamları bu hususları şöyle* maddeleştirmişlerdir:

1- Davacıyla davalıyı çok dikkatle dinlemesi,

2- Davacıdan beyyine (şahit ve belge) talep etmesi,

3- Adalette sürat göstermesi,

4- Davacıyla davalıya eşit şekilde davranması,

5- Öfkelenmesi,

6- Öfkeli halde karar vermemesi,

7- Hiçbir aracı kabul etmemesi ve rüşvetten kesinlikle kaçınması bu cümledendir.

Aksi halde hakim, Resulüllah'm (a.s.) tabiriyle "bıçaksız kesilmiş olur." Yani haklıyı haksızdan ayırt etmediği, haksızlığa uğrayana hakkını vermediği için kıyamet gününde rezil ve rüsvay olur.

930 no'lu Ibn Mes'ud (r.a.) hadisini Ibn Mace ile Ahmed bin Han-bel rivayet etmişlerdir. Ebu Hüreyre hadisini mana yönünden kuvvet­lendirmektedir. Hadis daha çok hakimlik mesleğinin çok tehlikeli ve ağır sorumluluk gerektirdiğine delalet etmekte, bu mesleğe girmek is­teyenleri uyarmaktadır.

931 no'lu Ebu Hüreyre hadisini Süyuti hasenlemiştir. Bu hadiste üç kavram veya sıfat üzerinde durulmuştur:

1- Ümera,                                                                     .

2- Urefa,    

3- Ümena

Urefa: Halkın, kavim ve cemaatin işlerini düzene koyup onlar üzerinde idare ve yargı yetkisi bulunanlar anlamına gelir.

Ümera: Hükümdar ve lider durumunda olanlar demektir.

Ümena: Devlet hazinesi başta olmak üzere çeşitli kurumlar üzerine tayin edilen emin kimseler demektir.

Resulüllah (a.s.) Efendimiz bu üç sıfatı anarak devletin en önemli üç kademesine dikkatleri çekmiş bulunuyor. Bunlar adil, doğru ve titiz davrandıkları sürece, ülke huzur, güven, denge ve düzen içinde olur. Bunlar gayr-i adil, gayr-i emin davrandıkları takdirde ülkenin düzeni ve ahlakı alt-üst olur.

932 no'lu Aişe (r.a.) hadisim Ahmed b. Hanbel, el-Ukili, Ibn Hib-ban ve Beyhaki tahric etmişlerdir. Mecmeu'z-Zevaid'de bunun isnadının hasen olduğu belirtilmiştir. Bu da yukarıdaki hadisleri mana yönünden kuvvetlendirmekte olup hakimlik mesleğinin son derece ağır ve sorum­luluk arzeden bir meslek olduğuna delalet etmektedir. Ancak, hadisler bu mesleğe girilmesine engel koymamakta, kendine güvenebilen, adal­etten sapmayacağına inanan kimselerin bu mesleğe girmesini tavsiye etmektedir.

933 no'lu Ebu Ümame hadisini Suyuti hasenlemiştir, [42] Hadi­sin son kısmında şu fazlalık da rivayet edilmiştir: "Emirlik ve kadılığın evveli melamet, ortası nedamet, sonu kıyamet gününde rüsvaylıktır.."

Bu anlamda birkaç hadis daha bulunuyor. Beyhaki es-Sünen'de şöyle rivayet etmiştir: "On kişiye emirlik eden herkes kıyamet gününde elleri bağlı olarak getirilir. Taki ya onun adaleti elini çö'zer veya haksızlık ve zulmü onu helak eder.."

Taberani'nin İbn Abbas (r.a) dan yaptığı rivayette ise buna yakın anlamda şöyle buyurulmuşUır:-"Hangi emir on kişi üzerine tayin edi­lirse, kıyamet gününde mutlaka onlardan sorulur."

934 no'lu Ubade hadisi de bu anlamda olup biri diğerini kuvvet­lendirmektedir.

935  no'lu Abdullah b. Ebi Evfa hadisini Tirmizi tahric etmiştir. Ayrıca Hakim kendi Müstedrek'inde, Beyhaki kendi Süneninde rivayet etmiş, tbn Hibban da sahihlemiştir.

936  no'lu hadisi Tirmizi has enlemiş tir. Diğer hadislerle biri diğerini kuvvetlendirmekte ve konuya ağırlık kazandırmaktadır.

937 no'lu Abdullah b. Ömer hadisini Müslim, Nesai ve Ahmed b. Hanbel tahric etmişlerdir. Bu mealde başka hadisler de bulunuyor. Adil bir hakimin kıyamet gününde nasıl mükafatlandınlacağı belirtiliyor ve adaletten sapmayacağına güvenen kimselerin bu mesleğe heves etmesi­ni teşvikte bulunuyor.

Hakim olacak kimsenin ictihad edebilecek bir tahsil ve bilgiye sa^ hip olması sözkonusudur. Nitekim Resulüllah (a.s.) Efendimiz buna işaretle şöyle buyurmuşlardır: "Hakim ictihad eder de içtihadında hata yaparsa ona bir ecir (sevap) vardır, isabet eder (doğru olanı ortaya çıkarırsa) ona iki ecir vardır.." [43]

 

Çıkarılan Hükümler

 

1- islam, hakimlik mesleğine son derece önem vermiştir.

2- Devlet ve müslüman halk adaletle huzur ve güvene kavuşur ve ayakta durma şansına erişir.

3- Bu mesleği hafife alıp adil davranmayan hakim, kıyamet gününde elim bir azap ile karşı karşıya kalacaktır.

4- Adalette sür'at şarttır. Geciken adalet, adalet değildir.

5- Hakları korumada, haklıyı haksızdan ayırd etmede hakim kılı kırk yararcasma davranmalıdır..

6- Hakimin haksızdan yana tavır koyması, haksızlığa ortak ol­mayı kabullenmesi demektir.

7- Adli mekanizmayı sağlıklı işletmeyen, davaları askıda bırakan ve haksızlığa uğrayanı böylece mağdur eden bir hakim günahların en büyüğünü işlemiş olur.

8- Hakim olacak kimse, îslami sistemde ictihad edecek seviyede olması gerekir.

9- Emir, yani hükümdar veya kumandan olan kimse idaresine ve­rilen kişilerden sorumludur. Adil davranıp görevini kötüye kullanmaz­sa, ahirette mükafatlandırılır. Aksine davranırsa, cehennemdeki veyl deresi onundur.                                     

10- İslami sistemde devlet hazinesi, emniyet teşkilatı ve -benzeri teşkilat ve kurumlar son derece emin ellere teslim edilir. Emniyeti kötüye kullananlar hem dünyada, hem de ahirette cezalandırılır.

11- Dikkat edilmediği takdirde emirlik ve kadılık mesleğinin başlangıcı melamet ortası nedamet ve sonu ahirette rüsvaylıktır.

12- Hakim adil davrandığı sürece Allah'ın rahmet ve yardımı on­dan yanadır. Haksızlık ettiği takdirde ilahi rahrüet ve yarphm keâilir ve öylesi kendi nefsiyle başbaşa bırakılır.             

13- Adalet ve hakkaniyetle idare eden, hüküm veren idareci ve ha­kimler kıyamet gününde nurdan minberler üzerinde olurlar. [44]

 

Kadınların, Daha Yeni Ergen Olmuş Gençlerin ve Hüküm Verme, İdare Etme Bilgi ve Yeteneğinde Olmayanların Başa Geçirilmesi

 

"Gerek idarecilik, gerekse hakimlik hem tahsil, hem yetenek, hepi tecrübe* hem-de basiret ister. O bakımdan sadece tahsil yeterli değildir. Aynı zamançla bu iki makamı işgal edecek olanların soğukkanlı, sabırlı, temkinli ve cesaretli olmaları söz konusudur, islam fakihleri kadi (hakim) ürerinde -daha fazla durmuşlar ve bir kişinin bu çok önemli makama tayin edilebilmesi için şu Özelliklere haiz olması gerektiğini belirtmişlerdir:   .

a) Ergenlik çağına girmiş bulunmak,

b) Akli melekesi yerinde olmak,                                           

c) Müslüman olmak,

d) Hür olmak,

e) Alim ve fakih olmak,

f) Haram ve günahlardan kaçman, şüpheli şeylere karşı duyarlılık gösterebilen bir kişilik ve karaktere sahip olmak...

Ünlü fakih îbn Kudame ise bu altı maddeyi de dikkate alarak kadı (hakim) olacak kimsede şu üç şartın bulunması gereklidir demiştir:

1- Hem ahkamı kemal derecesinde bilmesi, hem de hilkatinin ke­mal ölçüsünde olması,... Bu da ergen, akıl, hür ve erkek olmasıyla gerçekleşebilir. Ahkamı kemal derecesinde bilmesi ise, iyi bir tahsil, zeka, yetenek, tecrübe ve devamlı araştırma ile gerçekleşebilir.

2- Adil olması, günahlardan ve kötülüklerden kaçınması.. 3-Ictihad ehlinden olması...

Nitekim imam Malik, İmam Şafii ve Hanefîlerden bir kısmı da aynı görüştedirler, imam Ahmed'in görüşü budur. [45]

Kadın Kadı Olarak Tayin Edilebilir mi?                                ,

a) ibn Cerir'e göre, kadılık mesleği için erkek olmak şart değildir. Kadın müfti olabileceği gibi kadı da olabilir.

b) Müctehidlerin çoğuna ve özellikle imam Ahmed, imam Şafii'ye göre hakimin erkek olması şarttır.                                                     

c) İmam Ebu Hânife'ye göre, hadler (cezalar) dışında kalan konuları hükme bağlamada kadın hakim olabilir. Özellikle de kadınlarla il­gili dava konularında...

Ancak devlet başkam ve vali olamaz. Belediye başkanlığına da ehil görülmemiştir. [46]

Başta imam Ahmed olmak üzere müctehidlerin çoğu hakimin icti-had ehli olmasının şu altı şeyle gerçekleşebileceğini belirtmişler: Kitap, sünnet, icma', kıyas ve Arapçayı iyi bilmek...

Kitap, yani Kur'an'ı iyi bilmek şu on hususu bilmeye bağlıdır; Amm, mutlak, mukayyed, muhkem, müteşabih, mücmel,, müfesser, na-sih ve mensuh...

- Sünnet'i iyi bilmek için kitabı bilmeye bağlı olan hususlarla bir­likte hadislerin tevatür, ahad, mursel, muttasıl, müsned, munkati', sa­hih ve zayıfım bilmek gereklidir. [47]

Bu kısa açıklamadan sonra konuyla ilgili hadislerin önemli bir kısmını nakletmekle hakimlik ve devlet reisliği mesleğinin Islami açıdan ne kadar çok önemli olduğu daha iyi anlaşılmış olacaktır. [48]

 

İlgili Hadisler

 

Ebu Bekre (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen şu bilgiyi ver­miştir: "Ne vakit ki Faris ehli (İranlılar) m (ölen kıral) Kisra'nın yerine onun kızını melike olarak geçirdikleri haberi Re-sulüllah'a (a.s.) ulaştı, O, şöyle buyurdu; 'İşlerini, idarelerini yürütmek için bir kadını başlarına geçiren bir millet elbetteki felah bulamayacaktır." [49]

Ebu Hüreyre (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen, Resulüllah (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu haber vermiştir; "Yetmişinci yılın başında (o dönemde meydana gelecek olan fitnelerden) ve çocuk sayılacak yaşta olanların emirliğinden Allah'a sığının."[50].

Büreyde (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Kadı (hakim) ler üç kısımdır. Bunlardan ikisi ateşte, birisi ise cennettedir. Cennette olan hakim, hakkı bilen ve hakka uygun hüküm veren adamdır. Hakkı bilip hükmünde haksızlık yapan adam ise ateştedir. Bil­gisizlik üzere hükmeden adam da ateştedir." [51]

Habiste "recüİ" ismi kullanılmış ki bu, Türkçemizde "adam", "erkek kişi" anlamına gelir. Bunu dikkate alan ilim adamları, hakimin erkek olmasının şart kılındığını belirtmişlerdir.

Ebu Hüreyre (r.a.) den yapılan rivayette, Resulüllah (a.s.) Efendi­miz'in şöyle buyurduğu belirtilmiştir: "Kime delilsiz, belgesiz fetva verilirse, bunun günahı ona fetva verenin üzerinedir." [52]

Ebu Zer (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen şöyle bilgûvermiştir: 'Ya Resulüllah! Beni bir göreve tayin edip çalıştırmaz mısın?" dedim. Bunun üzerine Resulüllah (a.s.) Efendimiz elini omuzu-ma vurarak şöyle buyurdu: 'Ya Ebu Zer! Şüphesiz ki sen zayıfsın ve istediğin görev ise emanettir. Bu da kıyamet gününde rüsvayhk ve pişmanlıktır. Ancak o emaneti hakkıyle tutup ve onu hakkıyle yerine getiren müstesna." [53]

Ümmu 'l-Husayn el-Ahmesiyye (r.a.) dan yapılan rivayete göre, adı geçen, Resulüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu duymuştur: "Dinleyiniz ve itaat ediniz! İsterse üzerinize Habeşli bir köle emir seçilmiş olsun.. O, aranızda Aziz ve Celil olan Allah'ın kitabını ikame ettiği (onunla hükmettiği) sürece itaatten ayrılmayın." [54]

Enes (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçeri, Resulüllah (a.s.) Efen-. dimiz'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "isterse üzerinize başı üzüm tanesi gibi Habeşli bir köle emir kılınmış olsun, dinleyiniz ve itaat ediniz." [55]

 

Müctehidlerin İstidlal ve İhticacları

 

a) Hanefîlere göre, Hakim tayin etmek farzdır. Çünkü çözümü farz olan bir konu, bir davayı hükme bağlaması gerekmektedir.

Ancak hakimlik nüesleğine ehil ve layık olanı bulup getirmek gere­kir. Bunun da*birtakım şartları vardır: Akıl, baliğ, islam, hürriyet, gözlerinden arızalı olmamak, konuşma yeteneği yerinde olmak, hadd-i kazf görmemiş bulunmak bu cümledendir.

O bakımdan delinin, çocuğun, kafirin, iki gözü arızalı olanın, dilsi­zin ve zina iftirasınadan dolayı hadd-i kazf cezası görmüş bulunanın hakim tayin edilmesi caiz değildir.

Hakimin erkek olması şart değildir. Kadın da olabilir. Çünkü kadın da şehadet ehlindendir. yani şahitliği muteber tutulanlardandır. Ancak hudud (cezai konular) da hakim tayin edilmesi yugun değildir. Çünkü kadının hudud ve kısasta şahitliği muteber değildir.

Helal ve haramı bilmesinin şart olup olmadığı ihtilaf konusudur. Hanefîlere göre bunu bilmesi menduptur, yani nedb ve istihbabm şartıdır. Hadis alimlerine ve daha çok hadislerle istidlal edenlere göre hakimin helal ve haramı, şair ahkamı bilmesi ve ictihad derecesine ulaşmış olması şarttır. [56]

b) Şafiilere göre, hakimlik mesleği farz-ı kifayedir. Müslüman bir ülkede ehil olan kişilerin bu mesleği seçmesiyle bu farz o ülke halkı üzerinden kalkmış olur. Hiç kimse heves etmez ve bu mesleğe adam yetiştirmezse, bütün bir ülke halkı günahkar sayılır.

Bir kişi bu mesleğe ehil görülüp tayin edildiğinde durum kendi­sine tebliğ edilir. O da bu emre uyarak gelip göreve başlar. Kabul etme­diği takdirde, daha ehil kimseler varsa onlar ta'ym edilir. Yoksa îslam halife veya hükümdarı onu bu mesleğe icbar eder. Daha ehil ve elverişli olan kimse, ilk tayin edileni ehil gördüğü takdirde, o da kabul ediyorsa o takdirde tayini gerçekleştirilir.

Ehil kimse, meşhur olmadığından kendisine böyle bir teklif yapılmadığım görünce bizzat o mesleğe talip olması menduptur. Tabii bundan amacı ilim ve irfanı yaymaya ve adil hüküm vermeye yönelik ise veyahut geçim sıkıntısı çektiğinden hem doğru hizmet vermek, hem de rızkını te'min etmek ise hüküm böyledir. Böyle bir durum yoksa ta­lepte bulunmaması daha uygundur.

Ancak bu mezhebin en sahih tesbit ve görüşüne göre, durum böyle olduğu takdirde talepte bulunması mekruhtur. Allah daha iyisini bilir.

Kadı (hakim) olmanın şartı: Müslüman, mükellef, erkek, adil, duyan, gören, konuşan ve ictihad edebilen bir kimse olmasıdır. Ahkam­la ilgili hususları Kitap ve Sünnet'ten bilip çıkaracak bir bilgiye sahip olması; hass, ânım, mücmel, mübeyyen, nasih, mensuh ve sünnete mütevatir, muttasıl, mursel, ravilerin durumu, sarf ve nahv ölçülerine uygun Arapça bilme, ashab-ı kiramdan ilim adamlarının görüş, yorum, ictihad ve icma'larmı araştırıp kavrama, kıyas yapma gibi önemli hu­susları bilecek bir seviyeye gelmiş bulunmak içtihada ehil olmanın ölçüsüdür.

Bu şartları kendinde toplayan bir kimse te'min edilmediği tak­dirde sultan veya emir az-çok ehil gördüğü bir kimseyi bu önemli göreve tayin edebilir. [57].

c) Hanbelilerin görüş ve içtihadını az yukarıda kısmen belirt­miş bulunuyoruz.

Bu mezhebe göre hakimlik mesleği farz-ı kifayedir. Şafiiler de olduğu gibi hakim olarak tayin edilecek kimsede birtakım şartların bu­lunması gereklidir. [58]

d) Maliki mezhebinde ise, gerek Muvatta'da, gerekse el-Müdevvenetü'l-Kübra'da hakimin vasıfları ve özellikleri üzerinde durul­mamıştır. Sahnun daha çok İbn Kasım'dan kadının verdiği hükûmler hakkında sorular sorup aldığı cevapları yazmış bulunuyor. [59]

 

Tahliller ve Rivayetler

 

943 no'lu Ebu Bekre hadisini Buhari, Nesai, Tirmizi ve Ahmed tahric etmişlerdir. Ayrıca Tirmizi bunu sahihlemiştir. O bakımdan is­tidlale salih görülmüş,ve kadınların sultan veya hâkim, vali, belediye başkanı tayininin caiz olmadığı istidlal edilmiştir. Ancak imam Ebu Hanife, hudud ve kısas dışında kalan hukuki davalara bakmak üzere kadının hakim tayin edilmesi caizdir demiştir.

944   no'lu  Ebu  Hüreyre  hadisini  Ahmed  b.   Hanbel  kendi Müsnedinde rivayet etmiştir. Ricalinin hepsi sahihtir. Bu sebeple hadis istidlale elverişle görülmüş ve bundan birtakım hükümler çıkarılmıştır. Her şeyden önce çocuk denen yaşta olanların hakim, vali, belediye başkanı ve devlet başkam seçilmesinin çok sakıncalı sonuçlara sebep olacağı belirtilmekte ve buna cevaz verilmemektedir.

Hicretin yetmişinci yılının başında birtakım üzücü fitnelerin or­taya çıkacağı bir mu'cize olarak haber verilmektedir. Nitekim sözü edi­len yılın başında Hz. Hüseyin (r.a.) şehid edilmiş ve islam aleminde bir­takım nahoş olaylar birbirini izlemiş ve vak'a-yi harre meydana gelmiştir.

945  no'lu Büreyde hadisini Ebu Davud ile tbn Mace tahric etmişlerdir. Ayrıca Tirimizi, Nesai ve Hakim de tahric etmiş bulunuyor. Aynı zamanda Hakim bunu sahihlemiştir.

Hafız Ibn Hacer bu hadisin birkaç tariki bulunduğundan söz etmiş ve böylece istidlale salih olduğu anlaşılmıştır.

Hadiste, az yukarıda da temas ettiğimiz üzere "recül" ismi kul­lanılmıştır; Bu "adam", "erkek" anlamına gelir. O bakımdan ilim adam­larından çoğu bu kelimeye dayanarak kadının hakim olamayacağı üzerinden durmuşlardır.

Ayrıca hakimlik mesleğinin çok muhataralı olduğuna dikkat çekilmekte ve hakkı yansıtmayan, adil davranmayan veyahut bilgisizce hüküm veren bir hakimin cehennem ateşini kendine hazırladığı bildiril­mektedir.

946  no'lu Ebu Hüreyre hadisini Ebu Davud ve Ahmed tahric etmişlerdir. Ancak Ebu Davud bu hadis hakkında bir görüş beyan etme­miştir. Bu da hadisin sahih olduğuna işarettir. Nitekim hadis alimleri­nin çoğunun tesbitine göre, senedindeki ricalin hepsi sahihtir. [60]

Hadis, verilecek her fetvanın sahih bir delile dayanmasının lüzumunu belirtmekte ve böyle bir delile dayanmaksızın fetva veren kimsenin günah işlemiş olacağı konu edilerek fetva makamını işgal edenler uyarılmaktadır.

Diğer bir rivayette ise, ilimsiz fetva vermenin caiz olmayacağına işaret edilmekte ve fetva verecek kişinin islam hukukunda derin ve etraflı bilgisinin bulunmasının lüzumu hatırlatılmaktadır.

947 dipnotlu Ebu Zer hadisini Müslim ve Ahmed rivayet etmişlerdir, iradesi zayıf, şefkat ve merhameti hakkı izhar etmesine, adaleti yansıtmasına üstün gelen ve aynı zamanda idari ve adli işleri yürütmede zayıf olan kimselerin hakim, vali, belediye başkanı tayin edilmesinin doğru olmayacağı belirtilmektedir. Nitekim çok yumuşak tabiatlı ve idari, adli mekanizmayı sağlıklı biçimde yürütmek için yeter­li derecede kuvvetli olmayan Ebu Zer el-Gıffari (r.a.) talebine rağmen bu göreve tayin edilmemiştir. Zira her işi ehline vermek vaciptir. Ak­sine bir yol izlemek denge ve düzenin zede almasına sebep olur.

Ayrıca bu babda yine Müslim ve Ahmed'in rivayet ettikleri bir diğer hadiste mealen şöyledir: "Ya Eba Zer! Doğrusu seni zayıf görüyorum ve şüphesiz benim için sevip hoş gördüğümü senin için de sevip hoş görüyorum. Sakın iki kişinin olsun başına geçip emir olma ve yetim malını koruyup idare etmek için mütevelli olma." [61]

948  dipnotlu Ümmu'l-Husayn hadisini Müslim, Tirmizi, Nesai, îbn Mace ve Ahmed rivayet etmişlerdir. Hadis, ister devletin en üst ka­demesine seçilip çıkarılan sultan olsun, isterse sultanın tayin ettiği ku­mandan, vali ve benzeri bir yetkili olsun onu dinleyip- itaat etmenin vacip olduğuna delalet etmektedir. Ancak diğer sahih hadislerle belirtil­diği üzere, Allah'a isyan ve günahı gerektiren hususlarda hiç kimseye itaat edilmez. Ölüm tehdidi altında kalan kimse ise bir istisna teşkil eder.

Hadiste geçen "Habeşli köle" den maksat nedir? Bu bir benzetme midir? Yani başa geçirilen kimsenin fiziksel yapısı göz ve gönül doldur-maşa bile ona itaat gereklidir. Şüphesiz bu bir benzetmedir. Yoksa bir kölenin tayin edilmesi, üst bir makama atanması doğru değildir. O bakımdan müctehid imamların da bu mesele üzerinde farklı yorumları ve ictihadları olmuştur. Hanefi, Şafii ve Hanbeli mezheplerine göre, tayin edilecek hakim ve sultanın hür olması şarttır. Malikîler ise, Ku-reyş'ten olduğu takdirde buna cevaz verilebilir demişlerdir [62]

949 dipnotlu Enes hadisini Buhari ve Ahmed tahrîc etmişlerdir. Yukarıdaki hadisle birbirini kuvvetlendirmekte olup istidlale salih görülmektedir. [63]

 

Çıkarılan Hükümler

 

1- Kadın ve çocukların hükümdar, vali ve hakim tayin edilmeleri caiz değildir.

2- İmam Ebu Hanife'ye göre, kadın, hudud ve kısas dışında kalan diğer hukuki meseleleri hükme bağlamada hakim olabilir.

3- Kölenin hakim, vali veya hükümdar seçilip tayin edilmesi caiz değildir. Ancak Malikiîer bu meselede biraz esnek davranmışlar ve Ku-reyş'ten olduğu takdirde hakim ve vali olabilir demişlerdir.

4- İslam hukukunu yeterince bilmeyen, kitap ve sünnetten hüküm çıkarma yetenek ve uzmanlığına sahip olmayan kimsenin hakim tayin edilmesi sakıncalıdır.

5- Sultan, tam ehil kimse bulamadığı takdirde işlerin aksamaması için tam ehil olmayan birini tayin edebilir.

6- Bilgisizce hüküm veren hakim için ahirette elim bir azap hazırlanmıştır.

7- Bildiği halde haktan, adaletten sapan bir hakim için de böyle...

8- Hem bilir, hem de hak ve adalet üzere hükmederse, onun için de cennet ve ebedi nimetler hazırlanmıştır.

9- Delilsiz, dayanaksız fetva vermek büyük günahtır. Kendi mantığına göre fetva veren kimsenin imam tehlikeye girer.

10- Kendisine fetva verilen kişi, bunun yanlış olduğunu bilmez de ona göre amel ederse, onun için bir günah yoktur. Asıl günah ve vebal fetva verenedir.

11- Çok yumuşak ve merhameti hakkı ve adaleti yansıtmaya en­gel olan, idari ve adli mekanizmayı sağlıklı yürütmeye yetenekli olmay­an kişilerin vali, hakim ve benzeri bir makama tayin edilmesi mekruh­tur.

12- Müslümanlarca seçilip emir kılman bir kimseye itaat vaciptir. Aynı zamanda sultan tarafından tayin edilen vali, hakim ve benzeri yetkili makam sahiplerine de itaat vaciptir.

13- Bunlara, Allah'a isyan ve günahı gerektiren hususlarda itaat edilmez.

14- Ehil idareci, hakim ve belde başkanı yetiştirmek farz-ı kifaye-dir.

15- Ehil olan bir kimse, gerektiği hallerde göreve talip olabilir.

16- Kendisine belirtilen görevlerden biri tevdi edilen zat, bu hu­susta daha ehil zatların bulunduğunu biliyorsa, onları tavsiye edip veri­len görevi kabul etmemesi daha uygun olur.

17- Hükümdar, sultan kesin emir verip tayinde bulunursa, artık o emre uyulur.

18- Kendisi tam ehil olduğu halde tanınmıyorsa ve ehil olmayan­lar belirtilen önemli makamlara tayin ediliyorsa, kendisini tanıtıp talip olmasında bir sakınca görülmemiştir. [64]   

 

Yetkili Bir Göreve Getirmenin Şarta Bağlanması

 

Baştaki sultan, bir tarafa sevkettiği asker üzerine tayin ettiği emir ve kumandanın şehit edilmesi halinde falan kimseyi kumandan ol­arak başınıza geçirin diye şarta bağlı bir yetkiliyi belirleyebilir.

Bunun gibi, bir belde veya bölgeye tayin edilip gönderilen vali veya benzeri bir yetkiliyle birlikte yardımcı olarak başka bir yetkili kimse de görevlendirilebilir ve aynı zamanda birinci yetkilinin başına bir iş gelecek olursa ikinci yetkili kimsenin onun yerine geçmesi karar-laştırılabilir. Zira amaç askerin ve bölgenin başsız kalmamasını sağlamak, din ve devlet işlerinin sağlıklı biçimde yürütülmesine imkan­lar hazırlamaktır. [65]

 

İlgili Hadisler

 

îbn Ömer (r.a.) dan yapılan rivayette, adı geçen şöyle bilgi ver­miştir: "Resulüllah (a.s.) Efendimiz Mute savaşında Zeyd b. Har-, ise'yi emir tayin etti ve (sonra şöyle talimat verdi): "Zeyd öldürülecek olursa, yerine Cafer geçsin. Cafer de öldürülecek olursa, yerine Abdullah b. Kevaha geçsin." [66]

İmam Ahmed de Ebu Katade hadisinde Abdullah b. Cafer'den buna benzer bir rivayet yapmıştır. [67]

 

İlim Adamlarının Görüşü

 

Bu hadise dayanan ilim adamları verilecek yetkiyi zamana ve şarta bağlamanın caiz olduğunu belirtmişlerdir. Ancak bazı fakihler bazı fikhi kaideler açısından bakarak bu görüşe muhalefet etmişlerdir.

Oysa gerek hadis, gerekse siyer kitaplarında hem îbn Ömer, hem de Abdullah b. Cafer hadisleri çok geniş ve detaylı nakledilmiş bulunuy­or. Rivayetin sıhhatinde şüphe dahi eden olmamıştır. Bunun için hadi­sin zahiriyle amel etmek en uygun olanıdır. [68]

 

Çıkarılan Hükümler

 

1- Müslümanlardan bir cemaatin veya bir yere sevkedilen müfreze, tabur veya ordunun başına mutlaka bir yetkiliyi seçip emir yapmak gereklidir.

2- Bir yola çıkan üç veya daha fazla müslümamn kendi ara­larından birini emir seçmeleri kimine göre sünnet, kimine göre vaciptir.

3- Verilecek yetkiyi zamana ve şartta bağlamak caizdir. [69]

 

Hakimin Rüşvetten ve Yetkili Kimsenin Kapısını Halka Kapatmaktan Sakınması

 

Rüşvet, öldürücü bir mikrop misali girdiği yeri bozup mekaniz­manın âdil ve hakkaniyete uygun, tarafsız ve doğru çalışmasını en­geller. Haksızlığa uğrayanı haksız, haksız olanı da haklı durumuna sokar. Zalime, zorbaya, mütecavize, hakları gasbedenîere cesaret verir. Haksızlığa uğrayanların ümit ve beklentisini kırıp yok eder.

İş bununla da kalmaz. Halkın devlete, adliyeye ve baş vuracağı yetkili makamlara karşı güveni sarsüir. Böylece halkla devlet arasında' kapatılması çok zer uçurumlar meydana getirir. Böyle durumlarda günümüzde yaygınlaşan mafya devreye girer ve hukuk devleti can çekiştirmeye başlar.

îslâm dini, kitap ve sünnetiyle rüşveti bundan "dojayı kesinjıaram kılmış, alanioda vereni de, arada vasıta olanı da lânetlemiştir. Sadece manevî müeyyideyle de yetinmeyip bunun için birakım maddî müeyyideler koymuştur. En azından yetkili bir görevlinin rüşvet aldığı tesbit edildiği halde görevinden alınmasını emretmiştir. [70]

 

İlgili Hadisler

 

Ebû Hüreyre (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen, Rasûlüllah'ın şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Allah'ın laneti, hüküm ve ka­rarda rüşved verenin de o rüşveti alanın da üzerinedir." [71]

Abdullah b. Amr (r.a.) dan yapılan rivayette, adı geçen, Rasûlüllah'ın (a.s.) şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Allah'ın laneti rüşvet verenin ve onu alanın üzer inedir." [72]

Seubân (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir: "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz rüşvet vereni, onu alanı ve arada vasıta olanı lanetledi..." [73]

Amr b. Murre (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen şu bilgiyi ver­miştir: "Reisûlüllah'ın^.s.) şöyle buyurduğunu duydum: Herhan­gi bir imam (emir, halîfe, sultan) veya vali kapısını ihtiyaç ve di­lek sahiplerine, fakir ve yoksullara karşı kapalı tutup kitlerse Allah da göklerin kapısını onun ihtiyaç ve meskenetine karşı ki­litleyip kapalı tutar." [74]

İslâm halk ile devleti birleştirip kaynaştırır. Ara yere bir uçurumun konulmasına, bir mesafenin açılmasına cevaz vermez. Ancak ülkede birtakım anarşist olaylar zuhur eder, devlet adamları ve liderler saldırıya uğrarsa, o takdirde birtakım ciddi tedbirler alınır ve ciddi bir kontrol yapılmadan içeriye adam sokulmaz.

Bu bir istisnadır, umumi kaideyi bozmaz. Halkından kopuk bir idare yaşama ve başarılı olma şansına sahip değildir. Kendini halkın üstünde görüp onlara tepeden bakarak birinci ve ikinci sınıf gibi bir ayrım yapan liderlerin sonu hüsran ve rüsvaylıktır.

O bakımdan ilim adamlarının cumhuru, bu hadîslerle istidlal ede­rek devlet kapısından rüşvetin sokulmasının kesin haram ve £üyük günah olduğunu belirtmişlerdir. Bunun gibi rüşvetle çalışan dfıvlet mekanizmasının çok geçmeden laçkalaşıp ülkeyi bir bunalıma soka­cağına dikkat çekmişlerdir. Aynı zamanda devlet adamlarının halk ile içice olup onlarla yakından ilgilenmelerinin müekked sünnet olduğunda görüş birliğine varmışlar; devlet kapısının ihtiyaç ve dilek sahibi vatan­daşlara kapalı tutulmasının mekruh olduğunu söylemişlerdir. [75]

 

Tahliller

 

958 no'lu.Ebü Hüreyre hadisini Ebû Davud, Tirmizî ve Ahmed tahrîc etmişlerdir. Tirmizî ile îbn Hibban ise sahîhlemişler ve istidlale sâlih olduğunu belirtmişlerdir.                              

Ancak hadîsi rivayet edenlerden azı "hüküm ve kararda" lafzını nakletmemişlerdir. Çoğu ise bu lafza yer vermiştir. Tirmizî ile Taberânî bu lafzı isnad-i ceyid ile tahrîc etmişlerdir.

Adalet ve hakkaniyet dağıtmakla görevli bulunan bir kurumun rüşvete kapı açması en büyük ihanettir. Zira bu durumda ne hak ve hu­kuk, ne de adalet kalır ve adlî mekanizmanın vücudu anlamsız olur. Bunun için hüküm ve. kararda rüşvete kapı açan bir hâkim ve ona rüşvet veren ahlâksız, arada vasıta olan seviyesiz lanetle anılmışlardır.

959 no'lu Abdullah b. Amr hadîsini Buharı, Müslim ve Ibn Mâce tahrîc etmişler; Tirmizî ise sahîhlemiştir. Aynı zamanda Ibn Hibban, Taberânî ve Dârekutnî de aynı hadîsi tahric etmiş bulunuyorlar, isnadında ise ta'ne uğrayan bir kimse yoktur.

Bıı hadîsle Ebû Hüreyre hadîsi birbirini kuvvetlendirmekte ve ko­nuya ağırlık kazandırmaktadır.

960  no'lu Sevban hadîsini Ahmed b. Hanbel ve Hâkim tahrîc etmişlerdir. Ancak isnadında Leys b. Ebî Selim bulunuyor. Ahmed b. Hanbel onun.muzdaribü'l-hadîs olduğunu, Yahya b. Maîn ile Nesâî onun zayıf sayıldığını belirtmişlerdir. Ibn Hibban "o ömrünün sonuna doğru hadîsleri ve cümleleri birbirene karıştırmıştır" demiştir. Ancak takva sahibi olduğunda ittifak vardır. [76]

Aynı hadîsi Hafız ile Taberânî de tahrîc etmiş bulunuyorlar. An­cak bunların rivayet zincirinde Ebû'l-Hattab bulunuyor ku bu zat me-chuldur. [77]

Bu babda Abdurrahman b. Avf (r.a.) ile Hz. Aişe (r.a.) dan da birer hadîs rivayet edilmiştir.

961  no'lu Amr b. Murre hadîsini Ahmed ve Tirmizî, Hakim ve hafız Bezzar tahric etmişlerdir. Hadîs ile istidlal edilebilir. Bu daha çok islâm devlet sisteminin halk ile temasının ölçüsünü vermekte ve halk ile kaynaşmayan, halka kapalı olan bir devlet sisteminin ülkeye hayır getirmeyeceğine delâlet etmektedir.

Bu babda Ebû Meryem el-Ezdî'den merfuân yapılan rivayette şöyle buyurulmuştur: "Kim müslümanların durumunu düzenleyen bir görevin başına getirilir de onların ihtiyaç ve dileklerine fakir ve zayıflarına karşı kapısını kapalı tutarsa, Allah'da onun hace­tine karşı (rahmet ve inayet) kapısını kapalı tutar."

Ebû Dâvud ile Tirmizî bunu tahrîc etmiş, Hanz Ibn Hacer de is­nadının ceyyid olduğunu belirtmiştir.

Bu Babda Rivayet Edilen Diğer Hadisler:

"Rüşveti veren de onu alan da ateştedir..." [78]

el-Münzirî bu hadisin râvilerinin hepsinin sika (güvenilir) olduğunu tesbit etmiştir. [79]

Arar b. As (r.a.), Resûlüllah'ın (a.s.) şöyle buyurduğunu duy­duğunu haber vermiştir: "Hangi kavim (topluluk ve millet) arasında faiz ortaya çıkıp yaygınlaşırsa mutlaka o kavim kıtlıkla yakalanır (cezalandırılır). Hangi kavimde rüşvet ortaya çıkarsa, mutlaka o kavim korku, dehşet ile yakalanır (cezalandırılır)."

Bu hadîsi Ahmed b. Hanbel kendi müsnedinde rivayet etmiştir. Ancak isnadı üzerinde, durulmuştur.

Hadîsin- asıl delâlet ettiği mana şöyledir: Faizin yaygınlaştığı bir îslâm ülkesinde bereketsizlik, kanaatsizlik baş gösterir. Yardımlaşma ve dayanışma gibi toplumu birbirine yaklaştıran unsurlar zaafe uğrar ve bir bakıma o ülkede gizli bir kıtlık hüküm sürer.

Rüşvetin yaygın olduğu bir ülkede, halk ile devlet arasında aşılması zor bir güvensizlik ortamı doğar, denge ve düzen alt-üst olur ve böylece iç ve dış tehlikeler korkunç boyutlara ulaşır.

Bunun için cihan peygamberi Hz. Muhammed (a.s.) Efendimiz rüşveti ve önemli yüksek makamlara yükselen devlet adamlarının halkın dert ve şikâyetlerine ilgisizliğini konu edinerek çok ağxr manevî müeyyideler getirmiş ve devlet çarkının sağlıklı dönmesi için gereken bütün yolları göstermiştir.

Hâkim'in İbn Abbas (r.a.) dan rivayet ettiği şu hadîs, Resûlüllah'ın özellikle rüşvet hususunda ne kadar duyarlı olduğunu göstermektedir:

"Kim on kişinin başına geçer de onlar arasında, onların sevdiği veya sevmediği hususlarda hükmederse, (kıyamet gününde) elleri bağlı olarak getirilir. Adaletle iş görüp rüşvet almamış, haksızlık yapmamışsa Allah onun ellerini çözer. Eğer Allah'ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmiş, rüşvet almış ve bazı (şahıslardan yana) müsamahalı davranmışsa, sol eli sağ eline sıkıca bağlanır ve öylece cehenneme atılır da 500 yılda bir türlü cehennemin dibine ulaşamaz." [80]

Unutmayalım ki, Cenâb-ı Hak haksızlıkta bulunmayı, zulmetmeyi hem kendine, hem de insanlar arasında haram kılmıştır. Kudsî Hadîs'te bu inceliğe temasla şöyle buyurulmaktadır: "Ey kullarım! Şüphesiz ki ben zulmü hem kendime, hem de sizin aranızda har­am kıldım. Artık haksızlık ve zulüm edişmeyin." [81]

 

Çıkarılan Hükümler

 

1- Hâkimin âdil olması gerekir.

2- Birtakım zaafları olan, paraya ve dünyalığa aşırı meyli bulunan kimseleri hâkimlik makamına getirmek mekruhtur.

3- Hâkim muhakeme esnasında kendi duygu ve temayüllerinden sıyrılmasını bilip davacıyla davalıyı aynı çizgide tutan kimsedir.

4- Rüşvet, haksız bir davayı haklı çıkarmak, gayr-i kanunî bir işi kanuniymiş gibi göstermek için kullanılan bir araçtır.

5-  Ölüm tehlikesi, yaralayıp sakat bırakma endişesi dışında rüşvet verip almak kesin biçimde haram kılınmıştır.

6- Rüşvetle hükmeden bir hâkim, bir devlet memuru, suçu tesbit edildiği takdirde görevden alınır.

7- Rüşvet hak ve hukukla, kul ve millet hakkıyla içice bulunuyor. Rüşvet veren de, onu alan da, arada vasıta olan da hak ve hukuku çiğnemekle, kul hakkına el uzatmaktadır. Bunun için uhrevî cezası çok daha ağır tutulmuştur.

8- Cenâb-ı Hakk'm doksan dokuz isminden biri de "adi" dır. O son derece âdildir ve mü'min kullarından da ancak âdil davranmayı, âdil karar vermeyi ister.

9- Hacet sahiplerinin görüşüp derdini anlatmasını engellemek için yetkili zatın kapısını kapalı tutması mekruhtur, günahtır. [82]

 

Haksız Olduğunu Bildiği Halde Davacı Olmak ve Böylesine Yardımda Bulumak

 

Hakkı savunmak, haklıdan yana olmak, hakkı ayakta tutmaya çalışmak sağlam imanın gereğidir. Allah'tan ve âhiret günündeki he­saptan korkan bir mü'min hiçbir zaman haktan ayrılmaz. Aleyhine bile olsa hakkı söyler. Haksızlık ve zulümde bulunan kimseye asla bu hu­susta yardımcı olmaz. Ancak onu zulümden vazgeçirmek için uğraşır ve yardımcı olur.

Haksız olduğunu bile bile davacı olan kimse, önce imân ve irfanını yitirmiş sayılır. Yani haksızlığı, bâtılı savunduğu, başkasının hakkına tecâvüzü sürdürdüğü süre içinde imân onun kalbmdan ayrılır.

Hakka tecavüz, haksızlığı savunmak, haksızdan yana olmak hem kul hakkıyla yakından ilgilidir, hem de müslümanların kurduğu denge ve düzeni bozar.

"Cihadın en üstünü, zalim-zorba hükümdarın karşısında hakkı söylemektir" buyuran Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, bununla ümmetine nasıl bir mesaj verdiğini görmezlik ve duymazlıktan gelmek gafletin en kötüsü, rüsvay olmanın açık belgesidir.

Haksız olduğunu bildiği halde haklı olmaya çalışan ve bu hususta hâkimi yanıltmak isteyen kimse, bundan dönmediği, dönüp tevbe ve istiğfar etmediği, aynı zamanda hakkına el uzattığı şahsın hakkını geri vermediği sürece hep Allah'ın gazabında olur. Bu hal üzere Ölecek olur­sa, ebediyen yani çok uzun bir süre ilâhî gazaba çarptırılır. [83]

 

İlgili Hadisler

 

îbn Ömer (r.a.) dan yapılan rivayette, adı geçen, Peygamber (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Kim bildiği halde haksızlığı savunup davacı olursa, ondan sıyrıhncaya kadar Al­lah'ın gazabında olur." [84]

Diğer bir lafızla şöyle rivayet edilmiştir: "Kim haksız yere bir davada (haksız olana) yardımcı olursa Allah'ın gazabına uğrar."

Enes (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen şu bilgiyi vermiştir:

"Şüphesiz Kays b. Sa'd (r.a.) çoğu zaman Peygamber (a.s.) Efendimizin yanıbaşmda, hükümdarın emniyet görevlisi me­sabesinde yer alırdı." [85]

İlim adamları, haksız yere davacı olmanın, haksızı savunmanın, haksızdan yana tavır koymanın ve yardımcı olmanın büyük günahlardan olduğunda görüş birliği halindedirler. Özellikle de haki­min veya savunma pozisyonunda olanın haksızdan yana meyletmesi adlî mekanizmanın laçkalaşmasını hızlandırır ve bunun vebalı ise taşınmayacak kadar ağırdır. [86]

 

Tahliller ve Rivayetler

 

968 no'lu Ibn Ömer hadîsini Ebû Dâvud iki isnadla tahrîc etmiştir. Birülci isnadmdaki rical arasında zayıflık ve benzeri bir slfatla anılan bir kimse yoktur.

İkinci isnadmdaki ricalin işe, Nesâî sika (güvenilir) olduğunu be­lirtmiştir. Ancak râvileri arasında Müsnî b. Yezîd bulunuyor. Bu zat Şamlı'dır ve meçhuldür. O bakımdan ikinci rivayet pek istidlale salih görülmemiştir. [87]

Müslim ise bu manada bir rivayeti birkaç yerde Nâfi'den, o da Ibn Ömer'den naklen almıştır.

Bu babta bir diğer hadîsi Taberânî el-Kebîr'de E vs b. Sürahbîl'den şöyle rivayet etmiştir: "Kim zalim ile beraber, zalim olduğunu bildiği halde ona yardım etmek üzere yürürse, gerçekten o İslâm'dan çıkmış olur."

Ancak zâlime yardımcı olmak iki anlamda tezahür eder: Biri onun zulmünü tasvip ederek ona yardımcı olmak şeklinde; diğeri ise, onun yaptığı, işlediği, işlemek istediği zulümden vazgeçirmek şeklinde.

Hadîsteki anlatım, birinci şekille ilgilidir. İkinci şekille ilgili hadîs ise meâlen şöyledir: "Din kardeşine, ister zâlim, ister mazlum olsun yardım et." [88]

Din kardeşi zalim ise, onu zulüm yapmaktan alıkoymak için yardım etmesi, mazlum ise, ona yardımcı olması emrediliyor.

969 no'lu Enes hadîsini Buharı rivayet etmiştir. Hadîs sahîh olup istidlale sâlihtir. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'e bazı hususlarda yardımcı olmak, âni bir tecavüzü defetmek ve huzuruna gelen davalı ile da­vacının edep dışı bir davranışta bulunmasını engellemek üzere Kays b. Sa'd (r.a.) yüksek seviyede bir emniyet görevlisi gibi hizmette bulunur­du. Mahkemelerde mubaşırlar ve emniyet görevlileri misali... [89]

 

Çıkarılan Hükümler

 

1- Haksız bir dava için mahkemeye başvurup kendini haklı çıkartmaya çalışan kimse, bundan vazgeçinceye kadar Allah'ın gazabı altında olur.

2- Haksız olduğunu bildiği halde bir hâkim ve savunmacı haksızdan yana tavır ortaya koyarsa, en büyük günahlardan birini işlemiş, olur. Aynı zamanda adalete gölge düşürür ve güveni sarsar. O bakımdan öylesi de hep Allah'ın gazabı altında bulunur. [90]

 

Hakimin Öfkeli Halde Hüküm ve Kara Vermemesi

 

Adaleti yansıtmak, haklıyı haksızdan, mazlumu zâlimden dos­doğru ayırd etmenin birtakım ölçü ve kıstasları vardır. Bunlardan biri de hâkimin serinkanlılıkla davacıyla davalıyı dinlemesi, şahit ve belge­leri değerlendirmesi ve tam kanaat hasıl olunca karar vermesidir.

Davacının veya davalının tavırlarından dolayı öfkelenen veya evinde ailesiyle bozuşup asabı iyice bozulan bir hâkimin bu vaziyette hüküm ve karar vermesi isabetli olmayabilir. O bakımdan sinirleri yatişmcaya, öfkesi zail oluncaya kadar beklemesi uygun olur. Nitekim dört halîfe ve bir de Emevî hükümdarlarından ikinci Ömer olarak anılan Ömer b. Abdilaziz bu hususa çok dikkat ederlerdi.

Bu konuda Resûlüllah (a.s.) Efendimiz ümmetini uyararak bir­takım tavsiyelerde bulunmuştur. Zira âdil olmak, adalet çerçevesi içinde karar vermek Allah'ın en çok sevdiği amellerden biridir. [91]

 

İlgili Hadisler

 

Ebû Bekre (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen şöyle demiştir: Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu duydum: "Hâkim öfkeli olduğu halde üd kimse arasında hükmetmesin (karar ver­mesin)." [92]

Abdullah b. Zübeyr'in (r.a.) babasından yaptığı rivayete göre, ba­bası şu bilgiyi vermiştir: "Ensardan bir adam hurmalıkları su­ladıkları Harre su arıkı hakkında Resûlüllah'ın (a.s.) huzurunda Zübeyr'den davacı oldu. Ensardan olan adam Zübeyr'e: "Salıver de su akıp geçsin" dedi. Zübeyr ise suyu salıvermekten kaçındı. Bunun üzerine Resûlüllah'ın (a.s.) huzurunda muhakeme oldu­lar. Resûlüüah (a.s.) Efendimiz, Zübeyr'e: "(Hurmalarını sula ve sonra suyu komşuna salıver" diye buyurdu. Bunun üzerine en­sardan olan adam öfkelendi ve sonra.şöyle dedi: 'Ya Resûlellah! O amcan oğlu olduğu için mi (böyle hükmettin)?" Onun bu tarz konuşması üzerine Resûlüllah'ın (a.s.) yüzünün rengi değişti ve sonra şöyle buyurdu: 'Ya Zübeyr! (Hurmalarını) sula ve sonra da suyu tut da (birikip bahçe duvarına dönünceye kadar bek­let."

Zübeyr (r.a.) diyor ki: "Allah'a yemin ederim ki, "Hayır, hayır! Rabbine andolsun ki, aralarında tartışıp çekiştikleri şeylerde seni ha­kem (ve hâkim), kabul edip sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı ve burukluk duymaksızın tam bir bağlanışla bağlanmadıkça imân etmiş olmazlar" (Nisa Sûresi 65.) mealindeki âyeti ancak bu olay hakkında inmiştir." [93][94]

 

Hadislerin ve Uygulamanın Işığında Müctehidlerin İstidlalleri

 

Başta müctehid imamlar olmak üzere fahîhlerin hejnen hepsi, hâkimin duruşma esnasında nasıl hareket etmesi gerektiği üzerinde durmuşlar ve özellikle öfkeli bir halde hükmetmemesini vurgu­lamışlardır. Bu konuda kaynak kitaplarımızdan konuyu aydınlatır an­lamda kısa birtakım nakiller yapmayı faydalı görüyoruz. Şöyle ki:

a) Hanefîler, hem bu hadîsleri, hem de İkinci Halîfe Hz. Ömer'in (a.s.) hâkimin duruşma esnasındaki adabı hakkında Ebû Musa el-Eş'ârî'ye yazdığı mektubu delil seçmişlerdir. Bu mektubunda Hz. Ömer (r.a.) şu.cümlelere de yer vermiş bulunuyor: "Öfkelenmekten, göğsün daralıp sabırsızlık izhar etmekten, hakkı izhar etme düzeyinde insanla­ra eziyetten sakın!" [95]

b) Şâfiîler de hâkim, davacıyla davalı arasında eşit davranmalı, ikisini de dikkatle dinlemeli, asık surat göstermemeli, öfkeli bir tavır içine girmemeli şeklinde ve anlamında birtakım görüş ve ictihadlarda bulunmuşlardır. [96]

c) Hanbeliler bu konuda şöyle bir görüş ve ictihad ortaya koy­muşlardır; Hâkimin güçlü, sağlam iradeli olması, kırıcı, üzücü olma­ması, yumuşak olup zaaf eseri göstermemesi ve bu doğrultuda onun tavrı kuvvetli olana ümit, zayıf olana ümitsizlik vermeyecek bir ölçüde olması, hilim sahibi, dikkatli ve temkinli bulunması, bölgesinin dil ve şivesini çok iyi bilmesi, nezih, ciddi ve vakarlı bulunması gerekir. [97]

Nitekim Hz. Ali (r.a.), "Hakim ancak şu beş haslete sahip olursa hâkim olabilir: Temiz ve namuslu olmak, halım ve selîm bir tabiatte bu­lanmak, kendisinden öncekilerin nasıl davranıp, nasıl karar verdikleri­ni bilmek, bilgili, tecrübeli kimselerle istişare etmek ve Allah için ver­diği kararlarda kınayanın kınamasından endişe etmemek." [98]

Ömer b. Abdilaziz de geniş kültürü engin bilgisi ve üstün takvası ile bur:konuyu açıklarken, hâkimde yedi özelliğin bulunmasını gerekli görmüştür:

1- Aklî melekesi tam olmalı,

2- Haram ve şüpheli şeylerden kaçınıp her hâl-ü kârda Allah'tan korkmalı,

3- Pâk ve nezih olmalı,

4- Fıkhı (İslâm Hukukunu) çok iyi bilmeli,

5- Cesur ve soğukkanlı olmalı,

6-Yılları ve takvimi iyiJbihneli,

7- Nasıl hüküm verileceğine, nasıl karar alınacağına tam an­lamıyla vakıf olmalı...  [99]

 

Tahliller ve Rivayetler

 

972 no'lu Ebû Bekre hadîsini el-Cemaa rivayet etmiştir. Hadîs is­tidlale sâlihtir. O bakımdan ilim adamlarının hemen hepsi bu hadîsle ihticac etmişlerdir.

Bunu kuvvetlendirir anlamda bir diğer hadîsi Buharı şöyle rivayet etmiştir:

"Öfkeli olduğun halde iki kişi arasında hüküm verme!" [100]

Ahmed b. Hanbel bu rivayeti şu açıklıkla nakletmiştir:

"Eshab-ı Kirâm'dan Ebû Bekre (r.a.), Sicistan'da devlet görevlisi (kadı, tahsildar ve vali) olarak bulunan oğluna şu mek­tubu yazmıştır: "Öfkeli olduğun halde iki kimse arasında hükmetme. Çünkü ben bu konuda Resûlüllah (a.s.) Efendim i z'in şöyle buyurduğunu duydum: "Hiç bir hakem (ve hâkim) öfkeli olduğu halde iki kişi veya iki hasım taraf arasında hükmetmesin." [101]

Böylece hadîs, öfkeli halde olan bir hâkimin duruşma yapmasının veya duruşma yaparken karar vermesinin mekruh olduğuna delâlet et­mektedir.

973 nolu Abdullah b. Zübeyr hadîsini de Nesâî dışında el-cemaat, yani beşler rivayet etmiştir. Hadîs sahîh olup istidlale elverişli görülmüştür. Zübeyr (r.a.) ile tartışıp dava konusu olarak Resûlüllah'a (a.s.) arzedilen ihtilaflı sulama hakkında Resûlüllah (a.s.) ensardan olan kimseyi rahatlatmak için Zübeyr'in biraz fedakârlık yapmasını ar-zulamış ve ona göre bir hüküm vermişti. Bu da Zübeyr hurmalığını su-layıp içinde su-biriktirmeden ensardan olan kimseye salıvermesi an lamında idi. Ne var ki, ensardan olan adam, bu hükme pek râz*. olmamış ve Resûlüllah'm (a.s.) yakını olan Zübeyr'den yana meyledip gayr-i âdil bir hüküm verdiğini ifade etmek istemişti. Şüphesiz böyle bir düşünce ve ifade, kişiyi küfre sokacak kadar tehlikeli bulunuyordu. Ancak adam inanarak böyle söylemiş değil, hissine mağlup olarak ağzından kaçın vermiş ti. Bunun için Resûlüllah in (a.s.) yüztinün rengi değişmiş ve bu defa ensardan yana değil daha âdil bir hüküm vermişti. Bu da, Zübeyir (r.a.) hurmalığını sularken duvar diplerine akıp dolun­caya kadar suyu tutması ve sonra ensardan olan kimsenin bahçesine doğru salıvermesi idi.

Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, henüz İslâm'a tam anlamıyla kalbini ve ruhunu veremeyen bu tip kişileri pek cezalandırmamış tır. Çünkü o devirde Müslümanların tek vücut olması, aralarına nifak sokacak kişilere fırsat verilmemesi çok, hem çok gerekiyordu.

Resûlüllah'm (a.s.) hu olay hakkında hüküm verirken öfkelenmesi, O'nun hislerine mağlup olacak anlamına alınmamalıdır. Zira Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, yüksek bir iradeye, derin bir hoşgörüye, olaylar karşısında dayanma gücünü ortaya koyacak bir sabra sahipti. Başkasıyla asla kıyas edilemiyecek bir derecede bulunuyordu.[102]

 

Çıkarılan Hükümler

 

1- Hâkimlik makamım işgal edecek zatın birtakım özelliklerinin bulunması söz konusudur.                    

2- Çabuk öfkelenen ve hissine mağlup olan bir kimsenin hâkim ol­arak tayin edilmemesi gerekir.

3- Hâkim, tatlı bakışlı, güven telkin edecek bir simaya sahip ol­malıdır.

4- Hâkim olacak kimse, vakur, ciddi, halım, selim, nazik ve nezîh olmalıdır.

5- Hâkim, muhakeme esnasında öfkelendiği takdirde hükmünü geciktirmelidir. Öyle ki öfkesi zail oluncaya kadar beklemesinde hayır ve yarar vardır."

6- Hâkim olacak kimse, bilgili, kültürlü, takvimi ve hukukî kural­ları çok iyi bilmelidir.

7- Kendisinden önceki hâkimlerin ortaya çıkan davalar hakkında nasıl karar verdiklerine vâkıf olmalıdır.

8- Hâkim, İslâm fıkhını çok iyi bilmeli, kitap ve sünnetten hüküm çıkarma bilgi ve yetkisine sahip olmalıdır. [103]

 

Hasımların, Davacı İle Davalının Hakimin Huzurunda Eşit Tutulması

 

Başta Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, dört halîfe ve diğer kitap ve sünnete bağlı halîfe ve hükümdarlar bu konu üzerinde hassasiyetle durmuş, tayin ettikleri hâkimlerin böyle davranmasını emretmişlerdir.

Zira adalet güneş misali isteyen herkesi aydınlatmalı, herkesin kalbini ve vicdanını rahatlatmalıdır. Bu güneş birinden esirgenmez de bir başkasından esirgenirse hikmetini, anlam ve Özelliğini kaybeder. Bir bakıma adalet zulme dönüştürülmüş olur. Bu da mü'minler arasındaki güven, kardeşlik, huzur ve dengeyi bozar, devlete ve adalete olan inançlarını sarsar, O bakımdan hiçbir hâkimin böyle bir hava oluşturmaya hak ve yetkisi yoktur. Mahkeme, adaletin eşit şekilde tev­zi edilen yeri, haklıyı haksızdan, zalimi mazlumdan ayırıp hak sahibi­nin hakkını kusursuz verme basîretini gösteren bir makamdır. [104]

 

İlgili Hadisler

 

Abdullah b. Zübeyr'den (r.a.) yapılan rivayette, adı geçen şu haberi vermiştir: "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, iki hasım (davacı ile da­valı) hâkimin huzurunda oturmuş bir halde iken hüküm ver­miştir." [105]

Buradaki anlatım tarzından hâkimin başka, hüküm verenin de başka olduğu anlaşılıyorsa da, gerçekte hem hâkimlik yapan, hem de hüküm veren Resûlüllah (a.s.) Efendimizdir.

Ali (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen, Resûlüllah (a.s.) Efendi­mizin şöyle buyurduğunu bildirmiştir: 'Ya Ali! İki hasım (davalı ile davacı) senin önünde oturdukları zaman, birini dinlediğin gibi diğerini de dinlemedikçe sakın aralarında hükmetme (bir karar verme). İşte gerçekten sen böyle yaptığın takdirde hüküm sana tam anlamıyla tebeyyün etmiş olur (açıklığa kavuşmuş bulu­nur)." [106]                                                                               

 

Müctehidlerin İstidlal ve Görüşleri

 

Bu hususta da müctehidlerin ve fakîhlerin hepsi görüş birliği ha­linde olmuştur. Ancak bir müslümanla bir zimmî hâkim huzurunda yer ve oturma bakımından eşit tutulabilir mi? Bu hususta bazı müctehidler arasında az farklı görüş bulunuyor.

a) Hanefîlere göre, hâkim duruşma esnasında davalı ile davacıyı aynı ölçüde dinlemeli; anlayışını, kulağını ve kalbini her ikisinin de sözlerine açık tutmalıdır. Zira hak mutlaka ikisinden biriyle beraberdir. Birini dikkatle dinleyip diğirinin sözlerine o nisbette dikkat etmeyen bir hâkim yanlış karar verebilir.

Rivayete göre, Ömer b. Hattab (r.a.) ile Ubey b, Kâ'b (r.a.) bir olay hakkında ihtilâfa düştüler ve olay dava konusu edildi. Bunun için Zeyd b. Sâbit'in önünde muhakeme edilmek üzere duruşmaya hazır oldukları zaman, Zeyd b. Sabit, Hz. Ömer için hemen bir yastık koyuverdi. Bu­nun üzerine Hz. Ömer (r.a.) Zeyd b. Sâbit'e, "bu senin ilk haksızlığın oluyor!" diyerek uyarıda bulundu. Sonra da her ikisi yanyana Zeyd b. Sabit'in önünde oturdular." [107]

Aynı zamanda hâkim, davacı ile davalının yüzüne bakmakta, on­lara hitap etmekte de eşitliğe riâyet etmelidir. Birine yüzünü çevirip konuşmamalıdır. Birine diğerinin anlayamadığı bir lisan ile hitap etme­melidir. Aynı zamanda birine misafir olmalı ve ikramını da kabul etme­melidir. [108]

b) Şâfiîler de buna yakın bir görüş ortaya koymuşlardır. Özeti şöyledir: Davalı ile davacının ayakta durmaları, oturmaları eşit şekilde olmalı, hâkim ikisini de aynı ciddiyetle dinlemeli, ikisine de aynı biçimde bakmalı ve yüzündeki ifadeyi değiş tirm emeli dır. Selâmlarını almada, onları oturtmada da eşitliğe dikkat etmelidir. [109]

c) Hanbelîlerin  bu  husustaki  görüş  ve  ictihadları  da diğerlerinkinden farklı değildir. Naklettiğimiz hadîslerle istidlal ve ihti-cacda bulunmuşlardır. [110]

d) Mâlikîlerin de görüşü bu anlamdadır. [111]

 

Tahliller ve Rivayetler

 

981 no'lu Abdullah b. Zübeyr hadîsini aynı zamanda Beyhakî ve Hâkim de tahrîc etmişlerdir. Hâkim bu rivayeti sahîhlemiştir. Bununla beraber isnadında hakkında farklı tesbit ve görüşler olan Mus'âb b. Sabit bulunuyor ki, bu zat, Abdullah b. Zübeyr'in torunudur. îbn Maîn ile Ibn Hibban'a göre zayıftır. Zehebî de onun bazan galat yaptığını nakletmiştir. Ebû Hatim ise, "o doğrudur, ancak çok galat yapan bir râvidir" demiştir. Nesâî onun kavi olmadığına dikkat çekmiş, el-Münzirî de "onun hadîsiyle ihticac olunmaz" demiştir. [112]

Ancak bu hadîsi kuvvetlendiren ve ona şahit bulunan başka hadîsler bulunuyor. O bakımdan Hâkim de sahîhlediğinden istidlal ve ihticaca salih görülmüştür.

Hadîs, davacı ile davalının eşit şekilde hâkimin huzurunda otur­malarının caiz olduğuna ve bu vaziyette hâkimin hüküm vermesinde bir sakınca bulunmadığına delâlet etmektedir.

982 no'lu Ali (r.a.) hadîsini Ahmed, Ebû Dâvud ve Tirmizî rivayet etmiştir. Ibn Hibban da bu hadîsi hem tahrîc, hem de sahîhlemiştir. Tirmizî ise hasenlemiştir. O bakımdan hadîs istidlal ve ihticaca sâlih görülmüştür.

Hâkimin davacı ile davalıyı ve şahit olarak gösterdikleri kişileri dikkatle dinlemesi şarttır. Tek taraflı dinleyip hüküm vermesi caiz değildir. Zira bu durumda haklıyı haksızdan ayırd etme imkânı ortadan kalkar ve âdil bir karar verilmemiş olur.

Aynı hadîs birkaç tarikle de rivayet edilmiştir. Bir kısmının sene­di zayıftır.

Ebû Ya'lâ ile Darekutnî'nin Ümmu Seleme (r.a.) dan yaptıkları rivayet mana yönünden Hz. Ali hadîsini kuvvetlendirmekte ve onu açıklar mahiyettedir. Hadîs meâlen şöyledir: "Kim müslümanlar arasında hüküm verme göreviyle bir sınav geçirirse, artık onların arasında göz ucuyla bakışında, işaretinde, oturma ve tavrında adaleti gözetsin. Hasımlardan birine karşı, diğerine yükseltmediği tonda sesini yükseltmesin."

Ancak bu hadîsin isnadında Ubâde b. Kesîr bulunuyor ki, bu zat zayıftır. [113]. Zehebî zayıflar arasında bu zata yer vermemiştir. Mîzan'da üç Ubâde bulunuyor ki yukarıdaki Ubâde onlardan başkasıdır.

Ahmed ile Hâkim'in tahrîc ettikleri rivayette, Hz. Ali'nin (r.a.) bir" yahudiyle ihtilâfa düşüp kadı Şürayh'a başvurdukları ve ancak Hz. Ali'nin (r.a.) kadının yanına geçip oturduğu ve sonra da şöyle dediği belirtilmiştir: "Reşûlüllah (a.s.) yahudi ve hıristiyanlarla aynı meclislerde eşit şekilde yer almayın" buyurmuştur. Oysa yapılan ciddi tesbitlere göre, bu rivayet sahîh değildir. Hattâ münker olduğu söylenir. Ebû Sümeyye bu rivayette teferrüd etmiştir.                                      

Bu anlamda bir diğer rivayeti Beyhakî Câbir tarikiyle Şa'bî'deri naktetmiştir, Meâlen şöyledir: "Mü'minlerin emîri Hz, Ali (r.a.) pazara çıktı, zırh satan bir hıristiyanla karşılaştı. Hz. Ali o zırhın (kendisine ait olduğunu) tanıdı..."

Bunun isnadında ise Amr b. Semure ve Câbir ec-Cu'fî bulunuyor id, bu iki zat da zayıftır. [114]

 

Çıkarılan Hükümler

 

1- Adalet kapısı her vatandaşa açıktır.

2- Hâkime başvuran her kişinin şikâyeti dinlenir ve ona göre mu­hakeme edilir.

3- Davacı üe davalı arasında ilgi ve yönelme bakımından bir ayrım yapılmaz.

4- Davacı ile davalı yanyana oturtulur.

5- Hakim her ikisine de aynı ses tonuyla hitap eder ve soru sorar.

6- Davacı ile davalıya göz ucuyla bakışında, işaret ve tavrında, hi­tap ve ses tonunda eşitliğe dikkat eder.

7- Duruşma esnasında da, hüküm verme vaktinde de davacı ile davalının oturmuş olmalarında bir sakınca yoktur. Yani hem ifadeleri alınırken, hem de karar verilirken hasımlar ayakta durmak zorunda bırakılmazlar. İsterlerse otururak kararı dinlerler.

8- Hâkim, davacı ile davalıyı iyice dinlemeden, şahit ve belgeleri değerlendirmeden tek taraflı dinleyip karar veremez. Bunda ağır vebal söz konusudur.

9- Davacı ile davalının dinleri, ırkları, renkleri ve dilleri değişik olabilir. Ama adalet huzurunda eşit sayılırlar. Bir yahudi ile bir müslüman; bir hıristiyan ile bir müslüman hâkimin huzurunda yanya­na oturtulurlar.

10- Hz. Ali'nin davalı olan yahudiyle farklı yerde oturdukları rivayeti zayıf ve münkerdir. Delil edinilmeye uygun değildir.

11- Tek taraflı dinleyip hareket eden ve ona göre karar veren bir hakim azledilir. Zira islam adaletine gölge düşüren bir kimse, do­layısıyla îslamiyeti küçük düşürmüş olur.

12- Davacı ile davalı dinlendikten ve şahitlerle belgeler dikkate almdıntan sonra verilen karara razı olmak gerekir. Ancak hakim bir yanlışlık yapmışsa, o takdirde tashihi istenebilir. [115]

 

Hakim Hasımlarından Biri İçin Şefaatçi Olabilir

 

Mali davalarda borçlu olan kimse borcunu ödeyecek durumda değilse ve bu kesinlikle biliniyorsa, o takdirde hâkim alacaklı olan da­vacıya, alacağının bir kısmından vazgeçmesini teklif edebilir. Şüphesiz alacaklı bu teklife uymak zorunda değildir.

Kısas konusunda da hâkimin bu tarz bir girişimi olabilir. Mak­tulün vârislerine kısastan vazgeçip diyete razı olmaları teklif edilebilir. Hâkimin bu tarz bir girişimi adaleti zedelemez. Bir can kurtarmaya yönelik bir şefaat anlamını taşır. Vârisler bu teklife uyup uymamakta serbesttirler. Nitekim kısas bahsinde buna geniş yer vermiş bulunuyo­ruz. Fazla bilgi edinmek isteyenler o bahse müracaat edebilirler. [116]

 

İlgilii Hadis

 

Kâ'b b. Mâlik (r.aj den yapılan rivayete göre, adı geçen, İbn Ebî Hadred ile alacağından dolayı Mescid-i Saadet'te aralarındaki hakkı ödeşme üzerinde görüştüler ve derken seslerini yükselttiler. O kadar ki evinde bulunan Resûlüllah (a.s.) Efendi­miz onların sesini işitti ve kapısına asılı olan perdeyi araladı da onlara doğru çıkıp şöyle seslendi: 'Ta Kâ'b'." Kâ'b bu sese, 'lebbeyke ya Resûlellah!" diye karşılık verdi. Resûlüllah (a.s.) ona: "Şu alacağından bir kısmını bırak (vazgeç) "buyurdu ve eliyle yarısını alma diye işaret etti. Kâ'b, Resûlüllah'ın (a.s.) bu emrine uyarak 'Ya Resûlellah, öyle yaptım" yani enirini yerine getirdim, dedi. Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) borçluya: "Kalk da borcunu ona öde" di^e emretti. [117]

ilim adamlarının hemen hepsi bu hadîsle istidlal etmişlerdir. Hat­ta Kadı Şürayh, Abdullah b. Utbe, Ebû Hanîfe, Şa'bî ve el-Anberî, duruşma esnasında aralarında bir zulüm söz konusu değilse hasımlar arasında barışı sağlamakta bir sakınca olmadığını belirtmişlerdir. Kaldı ki, malî konularda alacaklının hakkı kesinlik kazandıktan sonra, borçlu sıkmtıdaysa, ödeyecek durumda değilse, alacaklının bir.mik­tarından vazgeçmesi teklif edilmesi de bir bakıma sulhu sağlamaktır. [118]

 

Tahlil

 

Kâ'b. hadîsi sahîh olup istidlal ve ihticaca Salih'tir. Hâkimin hasımlardan biri için şefaatçi olmasının ve davanın Cami ve Mescid'de rü'yet edilmesinin caiz olduğuna delâlet vardır.

Ancak alacaklı inkârda ısrar ederse, o takdirde aralarında sulhu sağlamaya başvurmanın doğru olmayacağı söz konusudur. Nitekim imam Şafiî, imam Mâlik ve imam Ebû Hanîfe de aynı görüştedirler. [119]

Borcun bir kısmı veya yarısı bağışlandıktan sonra geriye kalanım borçlunun hemen ödemesi gerekir. Ancak kalan yarısını da te'mînde güçlük çeker, malî durumu buna müsait olmazsa, o takdirde kısa bir süre için mühlet verilir. [120]

 

Çıkarılan Hükümler

 

1- Bazı hükümlerin cami ve mescidlerde verilmesinde bir sakınca olmadığı anlaşılıyor.

2- Ancak dava konusunda ihtilâftan dolayı davacı veya davalının seslerim cami ve mescidde yükseltmeleri mekruhtur.

3- Dava konusu "alacak" ise, davalı da inkâr etmiyor, ancak ödeme imkânı yetmiyorsa, hâkim aralarında sulh teklif edip alacaklının ala­cağından bir miktarını borçluya bağışlanmasını teklîf edebilir.

4- Alacaklı taraf hâkimin bu teklifini kabul edip etmemekte ser­besttir. Bu bağlayıcı bir hüküm anlamında değildir. [121]

 

Hakim Zahire Göre Hükmeder

 

islâm, mu'cize ve kerametin hak olduğunu bildirmiştir. Mu'cize peygamberlerde, keramet ise Allah dostluğunu kazanan salih kullarda tecelli ve tezahür eder. Peygamberin gösterdiği bütün mu'cizeler haktır. Evliyanın gösterdiği kerametler de haktır. Ancak bu kerametlerle amel edilmez. Hâkim keramet sahibi olursa, davacıyla davalıdan kimin haklı, kimin de haksız olduğunu keşfetme imkânı bulunursa, o bu keşif ve kerametiyle amel etmez, yani ona göre hüküm vermez. İfadeleri, şahitleri dinler, belgeleri değerlendirir öylece hüküm verir.

Zira adalet mekanizmasını keşf-u keramete bıraktığımız takdirde, işler alt-üst olur. Altıncı hissi kuvvetli olanlar, cinciler, medyumlar, is­pritizmacılar devreye girer ve sonunda hak, hukuk, adalet diye bir şey kalmaz.

 

İlgili Hadis

 

Ümmü Seleme (r.a.) dan yapılan rivayette, adı geçen, Peygamber (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Ben de ancak bir beşerim. Sizler ihtilâf ettiğiniz dava konusu şeyleri bana getiriyorsunuz. Belki de sizden bir kısmınız delil ve belgesini ortaya koymakta daha zeki ve daha becerikli, daha güzel konuşma yeteneğine sahip olabilir de ben de o doğrultuda duy­duğuma göre hüküm vermiş olurum. Artık ben sizden kime kardeşinin hakkından bir şey ile hükmettiysem, o, o şeyi al­masın. Çünkü bu durumda gerçekten ben onun için ateşten bir parça ayırıp vermiş olurum," [122]

 

İlim Admlarının ve Fakihlerin İstidlal ve İhticacları

 

Hadîste yalnız keşf-u keramet sözkonusu olmayıp hâkimin konu hakkındaki bilgisi de söz konusudur. Resûlüllah (a.s.) Efendimiz de bilgisine göre değil, davacı ile davalıdan dinlediklerine göre hükmettiğini belirtmiştir.

O bakımdan müctehid imamlar ve ilim adamları, hakim, kendi bil­gisiyle yetinip hüküm verebilir mi?" hususunda farklı görüş ve yorum­lar ortaya koymuşlardır:

a) İmam Ebû Hanîfe'ye göre, hukukullah ile ilgili davalarda hâkim sırf kendi bildiğine dayanarak hüküm vermez. Çünkü ilâhî hak­lar kolaylık ve müsamaha üzerine bina edilmiştir. İnsan haklarıyla ilgi­li davalarda ise, henüz hâkimlik görevine getirilmeden önceki bildiğiyle hükmetmez. Bu  göreve   tayin   edildikten   sonraki   bildiğiyle hükmedebelir. [123]

b) Hanbeiîlere göre, ne o göreve getirilmeden, ne de getirildikten sonra bildiğiyle hükmetmez. Davacı ile davalıyı dinler, şahitleri dinler, belgeleri değerlendirir ve öylece hükmeder.

Nitekim imam Mâlik, Kadı Şürayh, Şa'bî, Ishak, Ebû Ubeyd ve Muhammed b. Hasan'ın da görüş ve içtihadı bu anlamdadır.

c) İmam Şafiî, el-Müzenî, Ebû Yusuf ve Ebû Sevr'e göre hakimin kendi bildiğine göre hükmetmesi caizdir. [124]

Hanefîler bu konuda şu misalleri de getirmiş bulunuyorlar: Hâkim göreve atanır da bulunduğu mekânda bir adamın diğer bir ada­ma borçlu olduğunu ikrar ettiğini veya bir adama zina suçu isnad ettiğini veyahut karısını boşadığmı veyahut bir adamı öldüreceğini duyarsa, yani kulağıyla işitirse, ona göre hüküm verebilir.

Ama hakimlik görevine getirilmeden ve getirilip de bulunduğu yerde değil de başka bir yerde bunları duyarsa, ona göre hükmetmez. [125]                                                                     -

Ama sırf hududla ilgili davada kendi bildiğine göre hükmedemez. Bu caiz görülmemiştir. [126]

 

Tahlil

 

Ümmu Seleme hadîsini kütüb-i sitte almıştır. Ayrıca Ahmed b. Hanbel kendi müsnedinde ve Taberânî de el-Kebîr'inde rivayet etmiş bulunuyor. Hadîs sahîh olup istidlal ve ihticaca salihtir. O bakımdan müctehidlerin hemen hepsi bu hadîsle istidlal ve ihtica'cda bulun­muştur.

Resûlüllah (a.s.) Efendimiz burada "beşer" olduğunu ifade ederken, bir melek olmadığım ve beşerden başka bir varlık olamaya­cağını belirtmek istemiş ve beşerî ölçülere göre hüküm vereceğini anlat­mak istemiştir.

Böylece kalp gözüyle tesbit ettiğine ve bu açıdan bildiğine göre hüküm verilmeyeceği hususu ortaya çıkmış bulunuyor. O bakımdan ilim adamlarının hemen hepsi keşf-u keramete göre hâkim hükmedemez demişlerdir. Davacı ile davalıyı dikkatle dinlemesi ve beyyme denilen şahit ve belgeleri dikkate alması söz konusudur.

O halde hâkim peygamber bile olsa, onun verdiği hüküm helâli haram,' haramı da helâl kılamaz. Haklıyı haksız, haksızı da haklı yapa­maz. Zahiren bu böyle görünse bile gerçekte yalancTşahit ve belgelerle ve yalan yere yeminle din kardeşinin hakkına mahkeme kanalıyla te­cavüz etmiştir ve bu onun için cehennem ateşinden başka bir şey değildir. [127]

 

Çıkarılan Hükümler

 

1- Hâkim.keşfu keramet sahibi bile olsa; davacıyla davalıdan ki­min haklı, kimin haksız olduğunu bu açıdan keşfetse, yine de bu keşfine göre hüküm vermesi caiz değildir.

2- Hüküm için mutlaka şahit, belge ye yoksa yemin gereklidir. Aynı zamanda hasımları dikkatle dinleyip değerlendirmede bulunmak söz konusudur.

3- Hâkimin verdiği hüküm,  helâli haram,  haramı  da helâl kılamaz.                                                               .             

4- Yalancı şahitlere ve sahte belgelere göre verilen bir hüküm ve karar zahiren geçerli sayılsa bile gerçekte geçerli değildir ve bundan do­layı davacı veya davalı hakka tecavüz etmiş kabul edilir ve âhirette mutlaka bunun cezasını çeker.

5- Hâkim göreve atanıp kendi yerinde iken delil sayılacak bazı itirafları kulağıyla duyarsa, o takdirde bu bilgisine dayanarak hüküm verebilir.

6- imam Mâlik ile imam Ahmed'e göre, hüküm veremez. Şahit ve belgelere göre hüküm verir.

7- Hâkim henüz görevine atanmadan veya atandıktan sonra ye­rinden başka (makamından) başka bir yerde bazı kişilerin birtakım itir­aflarını kulağıyla duysa bile ona göre hüküm vermez.

8-  imam Şafiî ve imam Ebû Yusuf a göre, hâkimin kesin şekilde bildiği hususa göre hüküm vermesi caizdir.

9- Kadı Şürayh ve Şa'bî de imam Ahmed'in görüşündedirler. [128]

 

Mahkeme ve Benzer Yerlerde Tercüman Bulundurmak

 

îslâm bütün insanlara ve milletlere gönderilen son dindir. O bakımdan diğer kavimlerle, ırklarla anlaşmanın yollarım açmıştır. İlim ve hikmetin mü s lümanın yitiği olduğunu, nerede bulunursa onu al­maya daha haklı bulunduğunu belirtmiş ve lisan öğrenmeye, önem ver­miş, okuma-yazmayı her zaman ön plânda tutmuştur.

Kur'ân her ne kadar Arapça olarak indirilmişse de, gerek üslûbu, gerek kelime ve cümle konumu, gerekse konuları işleme metodu bakımından Allahçadır ve bir benzerini meydana getirmek beşer takati­nin çok üstündedir.

O bakımdan Kur'ân ve Hz. Peygamber'in (a.s.) hadîsleri olduğu gibi muhafaza edilmiş, tercüme, meal, açıklama ve tefsirlerinin yapılmasına cevaz verilmiştir. Çünkü ancak bu- yoldan sözü edilen iki ana kaynağı koruma, tanıtma ve onlardan her kavim ve milletin yarar­lanma imkânı sağlanabilir.

Gerek başka kavimlerin kültür ve medeniyetini anlamada, gerek­se mahkeme ve benzeri önemli kurum ve kuruluşlarda birkaç dil bilen elemanlara her zaman büyük ihtiyaç vardır. Dinimiz kurulduğu tarih­ten itibaren buna geniş yer vermiş ve uygulamada birtakım misaller sergilemiştir. [129]

 

İlgili Hadis

 

Zeyd b. Sabit hadisinde şöyle bilgi verilmiştir:

"Peygamber (a.s.) Efendimiz, Zeyd b. Sâbit'e, yahudilerin okuma-yazma şeklini (ve Ibranice'yi) öğrenmesini emretmiştir. Hattâ Zeyd b. Sabit diyor ki: O duruma geldim ki, Peygamber (a.s.) Efendimiz için onlara (gönderilecek) mektupları yazdım ve onlardan gelen mektupları, yazıları Resûlüllah'a (a.s.) oku­dum." [130]

Zeyd b. Sâbit'in îbranice veya hem İbranice,, hem de Süryanice öğrendiğine dair gerek Buharî'nin tarihinde, gerekse Ahmed b. Hanbel'in Müsnedinde detaylı bilgiler bulunuyor. Ayrıca Ebû Ya'la ise rivayetin en önemli kısmını şu anlamda tahrîc etmiştir: "Şüphesiz ben bir kavme bir yazı yazıp (yazdırıp) gönderiyor, ama onda bir fazlalık veya noksanlık yapmalarından endişe ediyorum. Sen süryanice öğren!"

Hadîs ve rivayetlerin zahirinden anlıyoruz ki, o devirde süryanice yaygın ve bilinen bir dil olarak bulunoyurmuş. Aynı zamanda Ibranice'den ayrı bir dil imiş. O bakımdan Resûlüllah'ın (a.s.) Zeyd b. Sabit'e "Süryanice öğren" diye emretmesi ve yahudilere yazacak mektup ve onlardan gelecek mektupları konu etmesi, Hz. Zeyd'den bu iki lisanı Öğrenmesini emrettiği anlaşılıyor.

Ayrıca hadîsin zahirinden yabancı bir dil ile yazılı bir evrakı bir kişinin tercüme etmesinin yeterli olduğu ve onun bir belge anlamı taşıdığı hükmü ortaya çıkıyor.

Ne var ki, ilim adamları ve mezhep imamlarından bir kısmının bu husustaki ictihad ve görüşleri farklı olmuştur:.

a)  Ibn   Battal'a   göre,   ilim   adamlarının   çoğu   bir   kişinin tercümesiyle yetinmeğe cevaz vermişlerdir.

b) Muhammed b. Hasan'a göre, yapılan tercümenin bir belge ve delil olarak kabul edilebilmesi için en az iki erkeğin veyahut bir erkekle iki kadının tercüme etmesi gerekir.

c) İmam Mâlik'ten ise bu mesele hakkında iki ayrı rivayet yapılmıştır. el-Kerâbîsî'nin imam Mâlik ile imam Şafiî'den yaptığı rivayete göre, bir kişinin yaptığı tercüme ile yetinilebilir.

d) imam Ebû Hanîfe'den de buna benzer bir rivayet yapılmıştır.

e) İmam Fbû Yusuf a göre, bir .belge ve delil vasfını taşıyabilmesi için en az iki kimsenin tercümesi gereklidir, imam Züfer de aynı görüştedir.

f) el-Kirmanî ise, "bir kişinin tercümesinin kâfi geleceği üzerinde pek tartışılmamıştır. Sahîh haberler, bir kişinin kâfi olduğuna açık biçimde delâlet etmektedir. Şehadette ise iki iki adam yeterlidir" demiştir,

Ö halde gelen bir mektubun tercümesi bir şahitlik midir, yoksa bir haber midir? Şahitlik anlamında kabul edilirse, mutlaka iki adamın tercümesi gerekir. Haber şeklinde kabul edilirse bir kişinin tercümesi yeterli olur.                                                                         

el-Münzir ise ahkâm da sayı şarttır diyor. Bir adamın şehadeti nasıl beyyine kabul edilmezse, ahkâm ile ilgili bir yazının tercümesinde de bir adam yeterli olmaz. [131]

 

Çıkarılan Hükümler

 

1- îlim ve teknik nasıl bütün milletlerin ortak değeri ise, lisan da öyledir.

2- Devlet çarkının sağlıklı dönmesi ve dış ülkelerle  düzenli  bir diyalogun kurulabilmesi için lisan bilen yetişmiş elemanlara ihtiyaç vardır.

3- Lisan bilen kabiliyetli kişileri yetiştirmek müekked sünnet kap­samına giriyor. Bazısına göre kifaye yollu vaciptir.

4- Dış ülkelerden gönderilen yazılar, mektuplar ve resmî evrakları ehil bir veya iki tercümanın çevirmesi gerekir.

5- Bu hususta bir kişinin tercümesi yeterli olur mu? Ahkâm ile il­gili ise iki kimsenin birlikte tercüme etmesi daha uygun ve sağlıklı olur.

6- Çok Önemli ve hayatî konuları ihtiva eden mektup ve resmî yazıları herhalde iki kimsenin tercüme etmesi gerekir. Zira en küçük bir hata konuyu saptırabilir.

7- Tercüme işlerinde hem ehil, hem takva sahibi ve aynı zamanda oldukça zeki ve akıllı kimseleri yetiştirip çalıştırmak vaciptir. [132]

 

Şahit ve Yemine Göre Hüküm (Karar) Verme

 

islâm Hukukunda davanın genellikle sübut bulması için da­vacının şahit veya belge göstermesi gerekir. Bu olmadığı takdirde da­valının yeminine başvurulur.

Şahitsiz, belgesiz bir dava sübut bulmaz. Davalının yeminden im­tina' etmesi halinde davacının iddiası doğrultusunda yeminine baş vu­rularak bir karar verilebilir.

O bakımdan hukukta davaların neticeye bağlanabilmesi için şahit, belge ve sonra da yeminin yeri önemlidir.

Şahit, dava hakkında bilgisi olan üçüncü kişidir. Bu sebeple de taraflar ve onların vekili şahit olamazlar. Şahit ifadesi kesin delil değildir, takdirî delillerdendir.

Resûlüllah (a.s.) Efendimiz, mü'minler arasında ortaya çıkan anlaşmazlıkları bir sonuca bağlamak, çekişmeyi gidermek ve kimin haklı olduğunu belirlemek için şahitlerin bilgisine başvururdu.

İslâm Dini, şahidin mü'min, imanının kesinlik kazanmış kimse­lerden, doğruluğu, namusluluğu kabul edilenlerden seçilmesini gerekli kılar. Yalancı, ikiyüzlü, çıkarına düşkün, imanından şüphe edilen kim­selerden şahit olmaz. Deliller, sarhoşlar, küçük çocuklar şahit olarak dinlenmez.

islâm'da genellikle şahitler Kur'ân ve Sünhet'te belirtilen kuralla­ra göre dinlenir. [133]

 

İlgili Hadisler

 

îbn Abbas (r.a.) dan yapılan rivayette, adı geçen şu bilgiyi ver­miştir: "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz yemîn ve şahide göre hükmetti." [134]

İmam Ahmed'den yapılan bir rivayette, bu daha çok emval (mallar) ile ilgili davalarda böyle idi, denilmektedir.

Câbir (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen şu bilgiyi vermiştir: 'Peygamber (a.s.) Efendimiz şahitle beraber yemine göre hüküm verdi." [135]

Cafer b. Muhammed'den, o da babasından, o da müminlerin emîrii Hz. Ali'den  rivayet etmiştir. Adı geçen şöyle  demiştir: "Resûlüllah (a.s.) bir şahidin şehadetine ve hak iddia eden kim­senin yeminine göre hükmetti."

Mü'minlerin emîri Hz. Ali (r.a.) de Irak'da bununla hükmetmiştir [136]

Rabi'â'dan rivayet edilmiştir. O da Süheyl b. Ebî Sâlih'den rivayet etmiş, o da babasından, babası da Ebû Hüreyre (r.a.) den rivayet etmiştir. Ebû Hüreyre şu bilgiyi vermiştir: "Resûlüîlah (a.s.) Efendi­miz bir şahitle beraber yemine göre hükmetti." [137]

Sürrak'dan yapılan rivayete göre, adı geçen şöyle demiştir: "Resûlüllah (a.s,) Efendimiz, adamın şahitliğine ve talib (isteklin) in yeminine cevaz verdi." [138]

Kur'ân-ı Kerîm'de yaklaşık 10 yerde şahitlik konusuna temas edil­mektedir. Gerek alım-satım hususunda, gerekse zina suçlaması gibi konularla şahitliğe geniş yer verilmiş ve şahitlerin şahitliklerim gizle­memeleri emredilmiştir.[139]

 

Müctehidlerin İstidlal ve İhticacları

 

a) Hanefîlere göre,, şahitlik aslında iki kısma ayrılır. Biri şahit olma durumuyla ilgilidir; diğeri ise şahitliği yerine getirme zaman ve durumuyla ilgilidir.'

Şahit olma durumunun üç şartı vardır: Birincisi aklî melekesi ye­rinde olmak; ikincisi, dava konusu olayı görmek, üçüncüsü, şahitlikle il­gili olayın şahit tarafından bizzat duyulması ve görülmesi... Ancak nikâh, "neseji ve ölüm olaylarında gözle görmek şart değildir. Bu olay­ların meydana geldiğini duymuş olmakla da şahitlik sahîh olur.

O halde delinin, aklı ermeyen çocuğun ve bir de olayı gözleriyle görmeyen kimsenin şahitliği makbul değildir.

Şahitliği yerine getirme zaman ve durumuyla ilgili hususta ise, er­genlik, hürriyet, îslâm ve adalet şarttır. O bakımdan şahitlikte bulun­ma esnasında henüz ergen olmayan çocuğun, hürriyetine kavuşmamış olan kölenin, İslâm'a girmemiş olan kâfirin ve ilâhî sınırları aşıp açıktan günah işleyen fâsikın şahitliği sahîh değildir. Ancak çocuk olaya şahit olduğu zaman henüz ergenlik çağında olmaz da şahitlik es­nasında bu çağa girmiş olursa şahitliği kabul edilir. Bunun gibi, olayı gören kimse o sırada kâfir olur da şahitlikte bulunma esnasında islâm'a girmiş bulunursa veyahut olayı gören köle, şahitlik esnasında hürriyetine kavuşmuş olursa şahitlikleri kabul edilir. Bu manayla fâsik kişi olayı gördüğünde böyle olmakla beraber onu yerine getirme za­manında fisk-u fücuru bırakıp âdil bir kişi olmuşsa, onun da şahitliği sahîh sayılıp kabul edilir. [140]

Hakim, ancak beyyine ile hüküm vermekle emrolunmuştur. Beyyinesiz sadece kendi bildiğine dayanarak hüküm veremez. Beyyine-i âdile, davacının haklılığını ortaya çıkarır. Beyyine olmadığı takdirde davalının itiraf, ve ikrarı yeterli delil sayılır ve ona göre hâkim hüküm verir, itiraf ve ikrardan kaçınırsa yemin ettirilir.

Ancak daha önce de belirttiğimiz üzere, Hanefîlere göre, hâkim görevli iken kendi makamında kulağıyla söylenen sözü duyar veyahut olayı orada gözleriyle görürse bildiğine dayanarak hüküm verebilir [141]

Hukuk ibâd (insan haklarıy)la ilgili konularda şahitliğin kaim ola­bilmesi için davacının ortaya çıkıp dâva etmesi, yani hâkime başvurması gerekir. Aksi halde şahitlik söz konusu olmaz.

Davacı bizzat kendisi hakime başvurmasa bile nâib, yani vekilinin başvurması da yeterli olur.

Hukukullah ile ilgili konularda, kişinin dava etmesi şart değildir. Boşama ve benzeri hürûmatîa ilgili konular ve bir de haddi gerektiren konular bu cümledendir. Ancak sirkat (hırsızlık) müstesna. Malı çalman kimsenin bizzat veya vekili tarafından dava açmaları, yani ha­kime başvurmaları gerekir.

Şahitlerin Sayısı:             

Erkeklerin muttali' olduğu konularda iki erkeğin şahitliği gerekli­dir. Zira bir erkek olayı görüp tesbit etmekte yanılabilir, gaflet edebilir. O bakımdan iki erkeğin olaya şahit olması şart kılınmıştır. Ancak zina suçlamasında dört erkeğin şahitliği şarttır. Zira bu nassan sabit olmuştur, genel kaidenin dışında tutulur.

Doğum, batını ayıplar, kusurlar gibi kadınlarla ilgili bulunan hu­suslarda sayı şart değildir. Bir tek kadının bile şahitliği kabul edilir. Ama iki kadının şahitliği ihtiyata daha uygun düşer.

îmam Mâlik ile tmam Şafiî'ye göre, sözü edilen hususlarda da sayı şarttır. Şu farkla ki, îmam Mâlik'e göre, iki kadının şehadeti yeterlidir. İmam Şafiî'ye göre dört kadının şahitliği ancak yeterli olur. [142]

b)  Şâfiîlere göre, şahidin müslüman, hür, mükellef, âdil, şahsiyetli olması, ittiham edilen bir kimse olmaması şarttır. Adaletin şartı ise, büyük günahlardan kaçmmasıyla, küçük günahlar üzerinde ısrar etmemesiyle gerçekleşir.

Olaya şahit olduğu zaman belirtilen şartlardan mahrum bulunuy­or, fakat şahitlik yaptığı zaman o şartlara haiz oluyorsa, o takdirde şahitliği kabul edilir.

Bir tek şahidin şehadeti ancak ramazan hilâli hakkında kabul edi­lir . [143]

Zina suçunun isbatı için dört erkek şahit veya zina eden kişinin iki defa ikrarı gerekir. Diğer bir görüşe göre, dört defa ikrarda bulun­ması şarttır. Malî konularla ilgili davalarda ya iki erkek veyahut bir er­kek, iki kadın şahid gereklidir.

Erkeklerin muttali' olduğu konularda ise iki erkek şahit gerekli­dir. Kadınlarla ilgili olup daha çok kadınların muttali olduğu konularda ise ya iki erkek veya bir erkek, iki kadın veyahut dört kadının şahitliği gerekir.

îki erkek veya bir erkek iki kadınla sübut olan bir dava, bir erkeğin şahitliği ve bir de yemûı ile sabit olur. Bu yeminden maksat, davacının o bir erkek şahidin doğru söylediğine dair yemin etmesidir [144]

c)  Hanbelîlere göre, şahitlik konusu kitap, sünnet ve-icma' ile sabit olmuştur. Aynı zamanda cereyan eden olaya, dava konusu olacak bir meseleye, gözler önünde cereyan ediyorsa şahit olmak ve talep edil­diğinde gidip şahitlik yapmak farz-ı kifayedir. Çünkü Kur'ân'da, "şahitler şehattte bulunmak üzere davet edildikleri zaman kaçınmasınlar" diye emir vardır. Hem "şahitliği gizli tutmayın. Kim giz­li tutup söylemezse, şüphesiz onun kalbi günahkârdır" mealinde bir de uyarı bulunuyor. [145]

Sonra da unutmamak gerekir ki, şahitlikte bulunmak bir emanet­tir. Vakti gelince, talep vaki olunca onu yerine getirmek diğer emanet­ler gibidir.

Nikâh, borç ve benzeri bir konuda birçok kişinin şahit olduğu du­rumunda onlardan iki kişinin vaki isteğe uyarak şahitlik yapmasıyla bu farz diğerlerinin üzerinden kalkmış olur. Hiç kimse şahitlik yapmaz­sa, hepsi günahkâr olur.

Zina suçlamasında dört erkek şahit gerekir. Bu nassan sabit olmuştur. Dörtten az kimsenin şahitliği bu hususta kabul edilmez ve herbirine seksen değnek had olarak vurulur.

Bu dört kişinin de erkek ve hür olması şarttır. Kadın ve kölenin bu konuda şahitliği muteber değildir. Nitekim İmam Mâlik, imâm Şafiî ve rey tarafdarlarınm da görüş .ve içtihadı bu anlamdadır, imam Ebû Sevr ise, kölenin şahitliği kabul edilir demiştir. [146]

Atâ' ve Hamm'dan yapılan rivayete göre, bu iki fakîh zina husu­sunda üç erkek ve iki kadının şahitliği kabul edilir demişlerdir. Emval konusunda olduğu gibi iki erkek olmadığı takdirde bir erkek, iki kadının şahitliği kabul edilir ve zina meselesinde de buna kıyas yapılabilir.

Zina suçunu zâni veya zâniye ikrar edecek olursa, bu ikrarın dört defa mı, yoksa iki defa mı yeterli olacağı hakkında farklı görüşler vardır.

Emvalle ilgili davaların dışında daha çok erkeklerin muttali1 . olduğu konularda iki erkekten daha az sayıda şahitlik kabul edilmez. Meselâ ukubat olarak isimlendirilen hudûd ve kısasta ancak iki erkeğin şahitliğinin kabulü söz konusudur.

Ukûbat kapsamı dışında kalan nikâh, ric'at, talâk, itak, ilâ1, zihar, nesep, tevkil ve. vasiyetle ilgili davalarda da ancak iki erkeğin şahitliği kabul olunur. Kadınların şahitliği kabul edilmez. Ancak vekâlet konu­sunda imam Ahmed, gerekirse bir erkek iki kadının şahitliği kabul edi­lir demiştir. Bu daha çok bir borcu talep etmedeki vekâlettir. Böylece bu da emval konusuna girmektedir.

Nikâh ve itak konusunda ancak iki şahidin şehadetinin kabul edi­lebileceği içtihadı, Nahâî, Zührî, imam Mâlik, Medine halkı ve îmam Şafiî'ye aittir. Hanefîlerle Şa'bî, Sevrî ve Ishak'a göre, bu davalarda da bir erkek iki kadın şahit olabilir.

Davacı sadece bir erkek şahit getirebiliyorsa, o takdirde davacının o şahidin doğru söylediğine dair yemin etmesi gerekir. Bu durumda iki kadının şahitliğiyle davacının yemini yeterli olmaz, imam Mâlik ile imam Şafiî'ye göre emval konusunda bu kabul edilir.

Erkeklerin muttali1 olamayacağı reda' (süt emzirme), doğum, ay-hali ve iddet konularında âdile olup fasika olmayan bir kadının şahitliği kabul edilir. [147]

Şahitlik yapması gereken kişi, kudreti yerinde olduğu halde şahitlikten kaçmamaz. Gelip şehadette bulunması vaciptir. Çünkü bu farz-ı kifaye olarak belirlenmiş bulunuyor. [148]

 

Tahliller ve Rivayetler

 

999 no'lu îbn Abbas hadîsi sahîhtir. îmam Şafiî: "Bu hadîs sabittir. İlim ehlinden hiç biri bunu reddetmemiştir" demiştir. Nesâî ise, isnadının ceyyid olduğunu belirtmiş ve Hafız Bezzar, bu konuda en sahîh hadîs, Ibn Abbas'dan rivayet edilenidir, demiştir.

Hadîs, iki erkeğin şahitliğinin gerektiği bir davada iki erkek bu­lunmazsa, sadece bir erkek şahit ve davacının yemininin yeterli ola­cağına delâlet etmektedir.

1000 no'lu Cabir hadîsini ayrıca Beyhakî tahrîc etmiştir.. Tirmizî de bu hadîsi Sevrî1 den, o da Cafer'den, o da babasından murselen rivayet etmiştir diyerek Beyhakî ile aynı tarikten nakletmiş lerdir.

Ayrıca Beyhakî, ibrahim b. Hind tarikiyle, Cafer'den, onun ba­basından ve Câbir (r.a.) den yaptığı rivayette ise Resûlüllah'ın (a.s.) şöyle buyurduğu belirtilmiştir: "Cibril bana geldi ve şâhidle beraber yemîn ile hükmetmemi emretti." Bu anlatımdan maksat, davacı sadece bir şehit getirebildiği hallerde, o şahit dinlenir ve şahidin doğru söylediğine dair davacıya yemîn teklif edilir, demektir.

Ancak isnadında yer alan ibrahim b. Ebî Hid gerçekten zayıf ola­rak belirlenmiştir. [149]

1000 nolu Cabir hadîsini Ebû Avane ile Ibn Huzayme sahîhlemişlerdir. Yukarıda ki Ibn Abbas hadîsiyle birbirini kuvvetlen­dirmektedir.

Bu konuda bir de Ammare hadîsi bulunuyor ki, meâlen şöyledir: "Peygamber (a.s.) Efendimiz yemîn ve şahide göre hüküm verdi." Yani davacının getirdiği bir şahidi dinledi ve onun doğru söylediğine dair da­vacıya yemîn teklîf etti. Davacı yemîn edince Resûlüllah (a.s.) gereken hükmü verdi.

Mecmeu'z-Zevâid'de Ammare hadîsinin isnadmdaki ricalin hepsi­nin sika (güvenilir) olduğu belirtilmiştir.

Bu konuda îbn Münzir şöyle demiştir: "Kıyas, ahkâm hususunda şahitlerin sayısının şart olduğunu gerektirmektedir. Yani emval ile ilgi­li konularda iki erkek şahit, zina suçlamasında dört şahit gereklidir. Ancak bu konuda rivayet edilen hadîs sahih olunca, artık kıyasa .başvurulmaz."

Bu babta bir diğer hadîsi Ahmed b. Hanbel kendi Müsnedinde Sa'd b. Ubade'den (r.a.) rivayet etmiştir. Meâlen şöyledir: "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz yemîn ve şahide göre hükmetti." Bu hadîsin de is­nadmdaki ricalin biri dışında hepsi sahihtir. Râvilerden İsmail b. Amr'm sadûk olduğu tesbit edilmiş, babasından ise söz edilmemiştir. Ancak diğer hadîslerle aynı hükmü ifade etmekte ve biri diğerini kuv­vetlendirmektedir.

1001 no'Iu Cafer hadîsini Ahmed ve Dârekutnî tahrîc etmişlerdir. Konuyu biraz daha netleştirmekte olup diğer hadîslerle bir şâhid ve da­vacının yeminine göre hüküm vermenin cevazına delâlet etmekte ve ağırlık kazandırmaktadır.

1002 no'lü Rebi'â hadîsini İbn Mâce, Tirmizî ve Ebû Dâvud tahrîc etmişlerdir. Ancak Rebi'â'nın babası Süheyl'in bir ara rahatsızlık geçirdiği ve hafızasında bir gerileme başgösterdiği ve o yüzden rivayet ettikleri bazı hadîsleri unuttuğu söylenir. İbn Ebî Hatim ise bu rivayetin sahîh oluduğuna kaildir. Aynı zamanda iki büyük hadîs hafızı olan Ebû Zür'a ile Ebû Hatim, bir şahit ve yeminle ilgili hadîslerden Ebû Hüreyre ile Zeyd b. Sabit hadîslerinin sahîh olup istidlal ve ihtica-ca salih olduğunu belirtmişlerdir.

1003 no'lu Sürrak hadîsinin isnadında meçhul bir adam bulunuy­or,  îbn Mâce onun Mısırlı olduğunu, adının tesbit edilemediğini söylemiştir. Onun dışında kalan ricalinin hepsi sahihtir. Aynı rivayeti Ahmed b. Hanbel kendi müsnedine almıştır.      -

îbn Cevzî, et-Tahkîk'te bu konuyla ilgili hadîsin yaklaşık yirmi ka­dar sahabi tarafından rivayet edildiğini ve aralarında en sahîh rivayetin ise îbn Abbas ve Ebû Hüreyre (r.a.) den yapıldığını ifade etmiştir.                  .

Bu babda Darekutnî'nin Ebû Hüreyre (r.a.) den merfuân tahrîc ettiği hadîste ise şöyle buyurulmaktadır: "Melek Cebrail'den, bir şahit ve yemîne göre" hüküm vermem hususunda istişarede bulundum. Cebrail bana, emvalle ilgili davalarda şahit sayısı üzerinde durmamamı işaret etti."

Ancak yapılan ciddi tesbitlere göre bu hadîsin isnadı zayıftır. O bakımdan ihticaca salih görülmemiştir.

Böylece Kur'ân'da açıklanmayan birçok hükümler sahîh hadîslerle açıklanmış bulunuyor. Bu da o hükümlerden biridir. Kur'ân'da iki şahitten söz edilmektedir. Hadîsler bu hükme şahit ve yemin hükmünü eklemek suretiyle esneklik getirmektedir. Nitekim İmam Şafiî "bir şahit ve yemine göre hükmetmek Kur'ân'm zahirine muhalif değildir. Çünkü Kur'ân iki şahitten daha azını kesin biçimde men'etmemiştir" demiştir. [150]

 

Çıkarılan Hükümler

 

1- Şahidin ergen, hür, müslüman ve adaletle muttasıf olması şarttır.

2- Çocuğun, kölenin, kâfirin ve fâsikın şahitliği kabul edilmez.

3- Ancak olayı gördüğünde ergen olmayan kimse şahitlik yapacağı zaman ergen olursa şahitliği kabul edilir.

4- Yine olaya şahit olduğu zaman kâfir veya" köle olan kimse, şahitlikte bulunma zamanında İslâm'a girmiş, köle ise hürriyetine kavuşturulmuş'ise şahitliği kabul edilir.

5- Olayı gözleriyle görmeyen kimsenin şahitliği makbul değildir.

6- Hâkim ancak beyyineye göre hüküm verir. Sırf kendi bildiğine dayanarak hüküm vermez. Bu husus bir önceki bahiste açıklanmış bu­lunuyor.

7- Hukuk-i ibâd (insan hakları)yla ilgili hususlarda şahitliğin geçerli olabilmesi için bizzat davacının veya vekilinin dava etmesi gere­kir.

8- Hukukullah ile ilgili hususlarda ise kişinin davacı olması şart değildir.

9- Erkeklerin muttali' olduğu hususlarda iki erkeğin şahitliği söz konusudur.

10- Zina suçunda ise dört erkek şahit şarttır.

11-  Kadınlarla ilgili hususlarda şahit sayısı şart değildir. Bir kadının şahitliği yeterli kabul edilebilir.

12- Ancak bu durumda da iki kadının şahitliği ihtiyata daha uy­gundur.

13- imam Mâlik iki kadının şahitliği yeterlidir, imam Şafiî dört kadının şahitliği ancak yeterlidir demişlerdir.

14- Olayı gözleriyle gören kimsenin, talep edildiği takdirde gidip şahitlikte bulunması farz-ı kîfayedir.

15- Şahitlik bir emanettir. Vakti gelince, talep edilince o emaneti yerine getirmek gerekir.

16- imam Ebû Sevr'e göre, kölenin de şahitliği kabul edilir.

17- Zina suçunda, Atâ' ve Hammad'a göre üç erkek ile iki kadının şahitliği yeterli olur. Dördünün de erkek olması şart değildir. Dört me­zhep imamlarına göre dördünün de erkek olması şarttır.

18- imam Şafiî'ye göre, davacı bir erkek şahit getirebildiği tak­dirde, şahidi dinlenir ve şahidin doğru söylediğine dair davacıya yemin teklif edilir.

19- Hanefîlere göre, davacının iki erkek ve bazı davalarda bir er­kek, iki kadın şahit getirmesi gerekir. Bir şahit yeterli değildir.

20- Davacıya beyyine, davalıya yemin gerekir.

Anlaşıldığı üzere Hanefîler, diğer bir anlatımla rey tarafdarlan yukarıda naklettiğimiz hadîslerle istidlal etmemişlerdir. Oysa bu hu­sustaki rivayetler yirmiyi bulmakta ve o sayıda sahabi yer almaktadır. [151]

 

Şahitliğiyle Hükmedilmeyenler

 

Şüphesiz her kişinin şahitliği muteber değildir. Konunun baş kısmında temas ettiğimiz gibi, kafirin, kölenin, çocuğun, aklî dengesi bozuk olanın, açıktan büyük günah işleyenlerin ve açıktan küçük günah işlemeğe devam edenlerin şahitliği kabul edilmez.1 Bunun dışında mezhep imamlarından baba ile evlâdın birbiri lehinde şahitliğinin de muteber olmadığını belirtenler vardır. Bunun gibi hıyanet içinde olduğu bilinen kişilerin de şahitliği dinlenmez. [152]

 

Konuyla İlgili Hadisler

 

Amr b. Şuayb'den rivayet edilmiş; o da babasından, dedesinden rivayet etmiştir. Dedesi, Resûlüllah'ın (a.s.) şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Hıyanet içinde olan erkek ve kadının, kardeşine karşı kin ve düşmanlık besleyenin ve bir de evdeki hizmetçi, kâhya ve benzeri kişilerin (ev halkından yana) şahitliği kabul olunmaz." [153]

Ebû Davud'un rivayetinde ise şöyle tesbit yapılmıştır: "Hıyanet içinde olan erkek ve kadının ve bir de zina eden erkek ve kadının şahitliği kabul edilmez."

Ebû Hüreyre'nin (r.a.), Resûlüllah (a.s.) Efendimizin şöyle buyur­duğunu duyduğunu haber verdiği tesbit edilmiştir: "Bedevi (çölde yasaya) nın şehirde yaşayana karşı şahitliği caiz değildir." [154]

Bu babda birkaç hadîs daha bulunuyor. Üzerinde farklı görüş ve yorumlar, tesbit ve değerlendirmeler söz konusu olduğunda onları tah­liller kısmında nakletmeyi daha uygun gördük. [155]

 

Müctehidlerin İstidlal ve İhticacları

 

a) Hanefîlere göre, fâsıkın, kölenin, çocuğun, eş durumda olan kadının, babası lehine evlâdının şahitliği muteber değildir. Babanın da kendi evladından yana şahitliği bu anlamdadır.

iki gözünden arızalı olanın da şahitliği makbul değildir. Ancak Züfer'in imam Ebû Hanîfe'den yaptığı rivayete göre, sadece işitmekle il­gili durum ve olaylarda a'mânın şahitliğine itibar edilebilir. Neseb ve ölüm konusunda ise onun şahitliğine baş vurulabilir.

imam Ebû Yusuf ile imam Şafiî'nin içtihadına göre, gözü ve görmesi yerindeyken gördüğü bir olay hakkında gözlerini kaybettikten sonra şahitlikte bulunabilir ve kabul edilir. Ancak bu da borçlar ve akarla ilgili davalarda böyledir. Taşınır mallarla ilgili dâvalarda a'mânın şahitliği kabul edilmez. Bunda ittifak vardır.

Bunun gibi hududla ilgili davalarda da onun şahitliği kabul edil­mez.

Kölenin ve çocuğun da şahitliği kabul edilmez. Çünkü şahitlik velayet babına girer ve bu ikisinin de velayet hakkı yoktur. Ancak köle henüz hürriyetine kavuşmadan, çocuk da ergen olmadan bir olayı, dava konusu bir meseleyi görürler ve köle hürriyetine kavuştuktan, çocuk da ergen olduktan sonra o gördüğü olay hakkında şehadette bulunabilirler ve bu durumda şahitlikleri kabul edilir.

Namuslu, iffetli kişilere zina suçu isnad edip bunu dört şahitle is-" bat edemeyen kimseye bu yüzden hadd-ı kazf gerekir. Yani seksen değnek vurulur. Böylesi işlediği bu günahtan dolayı tevbe bile etse şahitliği kabul olunmaz.

Diğer üç imama göre, tevbe ettiği takdirde artık şahitliği kabul ol­unur. Aslın kendi fer'inden yana, fer'in de kendi aslından yana şahitliği kabul olunmaz-. Burada asıldan maksat baba ve dedelerdir. Feri'den maksat evlâd ve torunlardır. Bunun gibi efendinin de kendi kölesi le­hine yaptığı şehadete itibar edilmez. [156]

Kadının kocasından yana, kocanın da karısından yana şahitliği makbul değildir, imam Şafiî'ye göre bunların birbirinden yana şahitlikleri muteberdir.

Aynı şirketi kuran ortaklardan birinin şirketle ilgili bir konuda diğeri hakkında şahitlik etmesi de muteber sayılmamıştır. Çünkü bu durumda kişi kendi lehine şahitlik etmiş olur.

Davranış,.kıyafet ve sözleriyle kadınlara benzemeye özenen alçak kimsenin de şahitliğine itibar edilmez.

Bir musibet sebebiyle sık sık ağlayan kimsenin ve bir de çalgı çalıp şunu bunu eğlendiren ve bu çalgısıyla ahlâkî Ölçüleri, şer'î sınırları aşan günahkârın şahitliği kabul olunmaz.

Dünyalık sebebiyle şuna-buna düşman olan kimsenin de o kimse­lerle ilgili bir olay hakkında şahitliğine yer verilmez. Tedavi sebebiyle değil, gönül eğlendirmek için içkiye devam eden kimsenin de şahitliği muteber sayılmamış tu1.

Tavla ve benzeri oyunlara dalan, satrancı ibtilâ haline getirip na­maz vakitlerini kaçıran kimselerin şahitliği makbul görülmemiştir. Ku­marbazların da şahitliği böyle...

Faiz yiyenlerin, hamamlarda peştemalsız dolaşanların veya o va­ziyette oturup kalkanların, yolda yürürken birşeyler yiyenin, yol üzerine idrar edenlerin, daha önce gelip geçen mü'minlere, salihlere, alimlere ve velilere dil uzatıp şovenlerin de şahitliği kabul olunmaz.

Kardeşin kardeşi hakkında, amcası hakkında, mahremi hakkında şahitliği kabul olunur. Bunun gibi sıhriyet yoluyla akraba olanların da , birbiri hakkındaki şahitliği muteberdir.

Ehl-i Sünnet itikadının dışına çıkıp birtakım hatalı itikadlara sa­hip olanların da şahitlikleri muteber sayılmamıştır.

Zimmînin zimmî hakkında şahitliği caizdir ve kabuldür. Ama zimmî'nin müste'nin (eman dileyip iltica eden) kimse hakkında şahitliği kabul olunmaz. Aynı ülkeden olup îslâm ülkesine eman.dileyerek sığınan iki kişinin de birbiri hakkındaki şahitliklerine itibar edilmez.

Sünnetsizin, iğdiş edilmişin, veled-i zinanın, devlet kapısında bu­lunup haraç ve benzeri vacip haklan toplamakla görevli olanların, şahitliği kabul edilir. Azad edip hürriyetine kavuşturduğu kimse hakkında efendisinin şahitliği de mutaberdir. [157]

b) Şâfiîlere göre, sokak ve caddede yemek yiyen, karışım veya cariyesini halkın yanında öpen, güldürücü, şehvetleri tahrik edici hikâyeler anlatan, satranç oynamayı âdet haline getirip ona bağlanıp kalan, caz, saz ve benzeri şeyler çalıp şunu bunu eğlendiren kimsenin şahitliği makbul değildir. Kendi kölesinden yana. efendisinin de şahitliğine itibar edilmez. Aslın kendi fer'i, fer'in de kendi aslı hakkında  şahitliği kabul edilmez. Karı-kocanm birbiri hakkında, kardeşin kardeş ve dostu hakkında şahitliği kabul edilir.

Kendisine düşmanlık ve kin besleyen kimseninde şahitliği kabul edilmez. Hadd-i kazfle tecziye edilen (cezalandırılan) kimse tevbe etme­diği sürece şahitliği kabul edilmez. [158]

c) Hanbelîlere göre, şahit hakkında itibar edilen yedi şart söz konusudur. Bu şartları hâiz olmayanın şahitliği muteber değildir:

1- Aklî dengesi yerinde olmak.

Delinin, hafızasını kaybetmiş bunağın, ne dediğini bilmeyecek ka­dar aklî dengesi bozuk olanın şahitliği kabul edilmez.

2- Muslini olmak, yani îslâm dinine mensup olmak. Kâfirin şahitliği muteber değildir.

3- Ergen olmak.

4- Âdil ve dengeli olmak.

Açıktan günah işleyen, dengesiz bir hayat yaşayıp günahlara da­lan kimse gayri âdil kabul edilir ve öylesinin şahitliğine itibar edilmez.

5- Gördüğü, duyduğu şeyi dikkatle takip edebilecek bir yetenekte olması.

Dalgın, kendinden geçmiş, bazı olayların tesiri altmda kalıp den­gesini kaybetmiş kişilerin şahitliği muteber değildir.

6- Kişilik sahibi olmak, vakar ve ciddiyetini muhafaza etmek.

7- Şahitliğe engel durumların ortadan kalkması.

Bu engeller nelerdir?

Çölde yaşamak bunlardan biridir, imam Ahmed'e göre bedevinin şehirli hakkında şahitliği kabul olunmaz. Diğer ilim adamlarına göre, yukarıdaki yedi şartı kendinde toplayan kimsenin şahitliği muteberdir.

imam Mâlik de imam Ahmed'in görüşündedir. Bu iki imam da şu hadîsle istidlal etmiştir: "Bedevinin şehirli üzerine şahitliği caiz değildir."

Ancak bu konuda diğer ilim adamlarının görüş ve içtihadı daha isabetlidir. Zira bedevi adaletle tanınan, günahlardan kaçınan bir kişiliğe sahipse elbette şahitliği kabul olunur. Hadîste yer alan anlatım, adaletle bilinmeyen, tanınmayan bedevîlerle ilgilidir.

Faiz yiyen, faizle iş görenin, ana-babasma karşı gelenin, malının zekâtini vermeyenin şahitliği kabul olunmaz. [159]

Bunun gibi konunun baş kısmında hadîste belirtildiği üzere, hıyanet içinde olan kadın ve erkeğin, hadd-i kazf cezasına çarptırılanın, kardeşine karşı kin besleyenin de şahitliğine itibar edilmez.

Kumar oynayanın, içkiye devam edenin, şer'î ölçüleri aşar şekilde çalgı çalanın, tavla ve satranç oynayıp bunu ibtila haline getirenlerin de şahitliği muteber değildir. [160]

d) malikikere göre, işçi, hizmetçi ev halkı arasında yer almıyor, ara-sıra gelip hizmet ediyor veya çalışıyorsa, onun o ev halkı hakkındaki şahitliği kabul edilir. Ev halkı arasında yer alıyorsa, şahitliği kabul edilmez.

Nitekim Kadı Şurayh şöyle demiştir: "yakın hışmın, ortağın kendi hışmı hakkında veya ortağı hakkında şahitliğine cevaz vermiyorum, işçinin de işveren, kölenin efendisi ve hasmın kendi hasmı hakkında şahitliği de böyle.

İçinde kin ve düşmanlık beslediği kişinin düşman olarak gördüğü kişi hakkında şahitliği muteber tutulmaz.

Şâir şunu-bunu hicvediyorsa; çalgıcı çalgı çalıp şarkı söylüyor, şunu-bunu eğlendirip şer'î sınırları aşıyorsa ve halk arasında böyle tanınıyorlarsa, onların da şahitliği kabul olunmaz.

Satranç oynamayı itiyad edinip vaktinin önemli bir kısmını onda harcayan kimsenin şahitliği de muteber değildir. Hem imam Mâlik'e göre, satranç oynamak mekruhtur, imam Ebu Hanîfe de aynı görüştedir.                                

Kölenin efendisi, efendinin de kölesi için şahitliği eğer fâsik değillerse caizdir. Adamın da kendi oğlu için şahitlik etmesi caiz değilcÜr. Bu anlamda kocanın karısı, kadının da kocası için şahitlik et-mesLde böyle... Yani caiz görülmemiştir.

Olayı görüp meseleyi kulaklarıyla duyduktan sonra çocuk ergen olur, kafir İslama girer, köle hürriyetine kavuşursa, o takdirde o görüp duydukları hususta şahitlikte bulunabilirler. Babanın kendi evladı için, evladın da babası için şahitlik yapması caiz görülmemiştir.

Kadının kocası için, kocanın karısı için şahitlik yapması caiz görülmemiştir. Bunun gibi annenin evlâdı için, evladın da annesi için şahitlik yapmasına cevaz verilmemiştir.

Dostun dostu için şahitlik yapmasında bir sakınca görülmemiştir. Yeter ki şahitlik yapacak olan kimse âdil olsun.

Ortakların ortaklık konusu dışında birbirine şahit olmalarına ce­vaz verilmiştir.

Kâfirin ne seferde, ne de hazarda bir müslüman için şahitlik etme­sine cevaz verilmemiştir. Ancak Mâide Süresi 106. âyet hükmü bir istis­na teşkil eder. Bunun gibi yahudi ve hıristiyanlarm da şehadeti makbul değildir.

Kadınlarla ilgili hususlarda bir kadının şahitliği yeterli değil, en azîki olması gerekir. [161]

 

Tahliller ve Rivayetler

 

1016 no'lu Amr b. Şuayb hadîsini Ebû Dâvud ve Ahmed b. Han-bel'den başka Beyhaki ve İbn Dakıyk el-Iyd tahrîc etmişlerdir. Hafız Ibn Hacer, et-Telhîs'te bunun senedinin kavı olduğunu belirtmiştir.

Ebû Dâvud ise bunu iki ayrı isnadla tahrîc etmiş bulunuyor. Her iki isnad ile istidlal ve ihticac yapılabilir.

Bu babda ayrıca Hz. Aişe (r.a.) dan merfuân şu mealde bir hadîs rivayet edilmiştir: "Hıyanet içinde olan erkek ve kadının, din kardeşine karşı kin ve düşmanlık besleyenin, kötü zan sahibinin ve bir de yakın hışmın şahitliği caiz değildir."

Bu hadîsi Tirmizî, Dârekutnî ve Beyhakî tahrîc etmişlerdir. [162]. Ancak isnadında Yezîd b. Ziyad eş-Şâmî bulunuyor ki, bu zat zayıftır. Nesâî bunun sika (güvenilir) olduğunu söylemişse de Buharî, "onun hadîsine uyulmaz" demiştir [163]. Ebû Zür'â bunun münker olduğunu söylerken Abdülhak, Ibn Hazm ve İbn Cevzî zayıf olduğuna dikkat çekmişlerdir. [164]

Bu mealde bir diğer hadîs Abdullah b. Ömer (r.a.) dan rivâyetedil-miştir ki, onu Dârekutnî ile Beyhakî tahrîc etmişlerdir. Ancak is­nadında Abdü'1-A'lâ bulunuyor ve bu zat zayıftır. Onun şeyhi Yahya b. Saîd el-Fârisî de zayıf olarak bilinmektedir. [165]

Diğer bir hadîs ise Ömer (r.a.) den şu mealde rivayet edilmiştir: "Kötü zan sahiplerinin ve bir de hasım olan kimsenin şahitliği kabul olunmaz."

Bu hadîsi imam Mâlik Muvatta'da mevkufen tahrîc etmiştir ve münkati'dir.        .                                         .

imam Şafiî şu sahîh- hadîse daha çok itibar ederek ihticacda bu­lunmuştur: "Hasmın hasmı aleyhindeki şahitliği kabul olunmaz."

Hafız Ibn Hacer bunun sahîh bir isnadı bulunmadığını, ancak bu mealdeki hadîsler birbirlerini kuvvetlendirmek suretiyle konuya ağırlık kazandırılmış olduğu söylenebilir, diyerek tesbitini ortaya koymuştur.

Bu babdaiair diğer hadîsi Ebû Dâvud Merasil'de şu mealde rivayet etmiştir: "Resûlüllah (a.s.) Efendimiz bir çağrıcı göndererek şöyle duyu­ruda bulunmuştur: Hasmın ve kötü zanlıların şahitliği caiz değildir."

Beyhakf nin murselen rivayet ettiği hadîs de bunu kuvvetlendir­mektedir. Meâlen şöyledir: "Kötü zan ve bir de kin ve düşmanlık besley­en kimsenin şahitliği caiz değildir."

Anlaşıldığı üzere kötü zanlının, hasım olan kişinin, kin ve düşmanlık besleyenin, hâin kişinin şehadeti makbul görülmemiş, yani bu tip kimselerin şahitliğinin caiz olmadığı açıklanmıştır. [166]

 

Çıkarılan Hükümler

 

1- Fâsikın (açıktan günah işleyen ahlâksızın), kölenin, çocuğun şahitliği kabul olunmaz. İmam Malik'e göre kölenin şahitliği kabul edi­lebilir.                                                                                        ,

2- Ana-babamn evlâdı için, evlâdın da ana-babası için şahitlik yapması muteber ve geçerli değildir.

3- İki gözü arızalı olan (a'mâ) nın görmekle ilgili olaylarda şahitliği câciz değildir, işitmekle ilgili olaylarda ise, imam Ebû Hanîfe ile imam Züfer'e göre şahitliğine itibar edilebilir.

4- Gözü ve görme hassası yerindeyken gördüğü bir olaydan sonra gözlerini kaybeden kimsenin gördüğü o olayla ilgili şahitliği kabul edi­lir. Bu imam Şafiî ile îmam Ebû Yusuf un içtihadıdır.                        -

5- Taşınır mallarla ilgili davalarda a'mânın şahitliği kabul edil­mez, isterse bu işitmekle ilgili olsun.

6- Hürriyetine kavuşuncaya ve ergen oluncaya kadar köle ve çocuğun şahitliği kabul olunmaz. Zira bu ikisinin de velayeti yoktur.

7- Çocuk ergen olmadan, köle hürriyetine kavuşmadan bir olaya şahit olur ve sonra çocuk ergen olur, köle de hürriyetine kavuşursa, o olay hakkında şahitlikleri caiz olur.

8- Namuslu, iffetli kişiye zina suçu isnad edip bunu dört şahitle is-bat edemiyen kimsenin -tevbe etmedikçe- şahitliği caiz değildir.

9- imam Ebû Hanîfe'ye göre, tevbe bile etse böylesinin şahitliği kabul olunmaz.

10- Karı-kocanın birbirine şahitliği muteber değildir. İmam Şafiî'ye göre muteberdir.

11- Şirket ortaklarının şirketle ilgili bir olayda birbiri hakkında şahitliği makbul görülmemiştir.

12-  Kadınlara benzemeye özenen muhannas (alçak, seviyesiz, yılışık, yüzsüz) kimsenin şahitliği caiz değildir.

13-  Dünyalık' sebebiyle şuna-buna kin ve düşmanlık besleyen, hasım olan kimsenin o kişiler hakkında şahitliği kabul olunmaz.

14-  Kumarbazın, içkiye devam edenin de şahitliği muteber değildir.

15-  Kardeşin kardeş hakkında, amcaları, dayıları ve diğer mah­remleri hakkında şahitliği muteberdir. * -

16-  Sünnetsizin, iğdiş edilmişin, veled-i zinanın şahitliği kabul edilir.

17- Zimmî (gayr-i müslim vetandaş) m zimmî hakkında şahitliği muteberdir.

18- Şer'î sınırları aşar tarza ve anlamda çalgı çalıp şunu-bunu eğlendirenlerin de şahitliği dinlenmez.

19- Sokak ve caddelerde yemek yiyen, halk arasında karısını öpen kimsenin de şahitliği Şafiî'ye göre muteber değildir. [167]

 

Yolculuk Halinde Zimmilerin, Kitap Ehlinden Olanların Şahitliği

 

Yolculuk esnasında birmüslümanla birkaç zimmî, diğer bir an­latımla birkaç kitap ehli birarada bulunuyor ve o müslüman hastalanıp son dakikalarını yaşarken o zimmî olan yolucu arkadaşlarına birtakım vasiyetlerde bulunuyor veya başka bir olay meydana geliyor ve davacı olan müslümamn yahudi veya hıristiyan olan yolculuk arkadaşları o olaya şahit bulunuyorlarsa, hâkim yapılan o sözlü vasiyyeti veya olaya şahit olan yahudi veya hıristiyanların şahitliğini kabul edip ona göre hüküm verebilir mi?

Bu meselede müctehidlerin bir kısmı bunun caiz ve geçerli olduğunu belirtmişlerdir. Ancak ictihad, yorum ve görüşleri arasında nüans söz konusudur. [168]

 

Konuyla İlgili Hadisler

 

Şa'bl'den yapılan rivayette, adı geçen şu bilgi ve haberi vermiştir:

"Müslümanlardan bir adam, Dakuka (Bağdat'la Erbil arasında bir belde) de hastalanıp son dakikalarını yaşar oldu. Vasiyy etine şahit olan müslümanlardan bir kimse bulamadı. Bunun için kitap ehlinden iki adamı şahit edindi (ve sonra vefat etti). Kitap ehlinden olan o iki adam Kûfe'ye gelip ashabdan Ebû Musa el^Eş'ârî'ye başvurdular ve olayı anlatıp adamın ge­riye bıraktığı mal ve eşyayı ve bir de vasiyyetinden söz ettiler. Ebû Musa Eş'ârî (r.a.): "Bu olay Resûlüllah (a.s.) Efendimiz za­manında meydana geldikten sonra bir daha meydana gelmeyen bir özellik arzetmektedir" dedi ve o iki adama ikindiden sonra hiyanet etmediklerine, yalan söylemediklerine, vasiyyeti değiş­tirmediklerine ve gizlemediklerine ve bunun ölen o müslü-manın vasiyyeti ve terikesi olduğuna dair yemin ettirdi. Onlar da yemin edince şahitliklerini geçerli kabul etti." [169]

Cübeyr b. Nüfeyr'den yapılan rivayete göre adı geçen şu bilgiyi vermiştir: "Hz. Aişe (r.a.) anamızın yanına gittim. Bana şöyle dedi: "Mâide sûresini okuyor musun?" Ben de "evet." diye cevap ver­dim. Bunun üzerine şöyle dedi: "Şüphesiz bu sure en son indiri­len suredir. O bakımdan onda helâl (hükmüyle) ilgili neyi bulur­sanız onu helâl kabul edin; onda haram (hükmüyle) ilgili neyi bulursanız onu haram kabul edin." [170]

îbn Abbas (r.a.) dan yapılan rivayette, adı geçen şöyle bilgi ver­miştir: "Benî Sehm kabilesinden bir adam, Temîm ed-Dârî ve Adiy b. Beddâ' ile beraber (bir yolculuğa) çıktılar. Benî Sehm kabilesinden olan adam, müslümanlarm bulunmadığı bir yerde vefat etti. Yol arkadaşları onun terikesini alıp geldiler, ama altın motiflerle süslü bir gümüş kabı (terikesi arasında) bula­madılar. Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) Efendimiz onlara yemîn ettirdi." Sonra da o kap (veya bardak) Mekke'de bulundu. Bardağa sonradan sahip olanlar: "Biz bunu Temîm ile Adiy'den satın aldık" dediler. Bunun üzerine Sehmî'nin velilerinden iki kişi ayağa kalkarak: "Allah'a and olsun ki bizim şahitliğimiz On­ların şahitliğinden şüphesiz ki daha haklıdır ve gerçekten bu kap (veya bardak) kesinlikle sahipleri (ölenin mîrasçıları) na aittir" diye yeminle şehadette bulundular.

îbnAbbas (r.a.) devamla diyor ki: "Ey imân edenler! Sizden bi­rine ölüm hâli geldiğinde vasiyyette bulunurken aranızdan iki âdil kişiyi veya yolculuk halinde bulunuyorsanız, bu sırada size ölüm musibeti gelip çatmışsa, sizden olmayan başka iki kimseyi şahit tutun ve onları namazdan sonra alıkoyun. Şüphelen­diğiniz takdirde onlar şöyle yemîn ederler" mealindeki Mâide sûresi 106. âyet bunlar hakkında inmiştir." [171]

 

Olayla İlgili İlim Adamlarının Yorum ve Görüşleri

 

Tecrîd-i Sarih mütercim ve şârihi merhum Prof. Kâmil Miras bu olayın izahım şöyle yapmıştır:

Bu hadîsi Ebû Dâvud/kazâya'da, Tirmizî/tefsîr bahsinde tahrîc etmiştir. Buharı Sahîh'inde bu hadîsin babında unvan olarak Mâide Sûresi'nin "Ey imân edenler! Sizden birine ölüm hâli geldiğinde va­siyyette bulunurken..." mealindeki üç âyeti zikretmiştir.

Bu âyet-i kerîme'de ta'lîm buyurulan vasiyyet hükümleri, İslâm'ın zuhurundan önce cereyan eden ve İslâm'ın hululü üzerine muhakemesi Resûl-i Ekrem'e arzedilen bir vakıa ile alâkalıdır. Fakat Buharî'nin rivayet ettiği bu metinde vasıyyete dâir sarih hiç bir kayıt yoktur. Son­ra bu babdaki Sehmî kimdir? Onun ve arkadaşlarının bu kıssa es­nasındaki Islâmî vaziyetleri nedir? bildirilmemiştir. Ve kıssanın zaman' ve mekân vukuu da ihmal edilmiştir. Ayetle hadîs arasındaki alâkayı tebarüz ettirmek için bu mübhem noktaları hadîsin diğer rivayet tarik­lerinden ve bazı selef âlimlerinin tefsirlerinden istifade ederek izah edeceğiz:

Sehmî: İbn Ma'kulâ'nın zaptına göre, Benî Sehnn'den olan bu adamın adı Büzeyl'dir. Tirmizî ile Taberânî'ye göre de Büdeyl'dir. Müfessir Mukatil de Büdeyl İbn Mâriye'dir, As b. Vâil'in kölesidir, demiştir. îbn Cüreyc'den de müslüman olduğu rivayet edilmiştir. Sa'lebî de Tefsîr'inde müslüman olduğunu kaydetmekle beraber Şam'da öldüğünü bildirmiştir. Müfessir Mukatil'de denizde bir sefinede öldüğünü zikretmiştir ki, bunu aşağıda göreceğiz.

Temîm ed-Dârî: Lâhmîlerin bir şubesi olan Dâr soyuna mensup­tur. Müşarün-ileyh Nasrânî idi. Beytü'l-Makdis'in en-meşhur rahipleri arasında sayılırdı; Hicretin dokuzuncu yılında müslüman "olmuştur. Bu hâdise, müşarün-ileyh müslüman olmazdan Önce cereyan etmiştir.

Hafız ibn-i Hacer, bu kıssa İslâm'dan önce cereyan etmiş ise de Resûlüllah'a (a.s.) Mekke'nin fethinde arz edilmiş olması muhtemeldir, diyor.

Bu kıssanın vasıyyet bahsi ile alâkası, zaman ve mekân-ı vukuu­nu, eski müfessirlerden Mukatil Ibn Süleyman şöyle nakletmiştir:

Büdeyl îbn Mâriye, Necaşî'yi ziyaret maksadıyla bir gemi içinde deniz yolculuğu yapmıştı. Adı geçen bir ara hastalandı. Vapur içinde öldü. Rahatsızlığı sırasında vasıyyetnâmesini yazmış ve eşyası arasına koyarak bunları vârislerine verilmek üzere vapur yoldaşları Temim ed-Dârî ile Âdiyy'e teslim etmişti. Bunlar, içinde kıymetli parçalar bulu­nan bu eşya arasında beğendikleri bazı şeyleri alarak kalanını Büdeyl'in Benî Sehm'den olan vârislerine götürüp verdiler. Vârisler aldıkları terike arasında saklı bulunan vasıyyetnâmeye göre jeşyayı sayıp incelediklerinde bazı parçalan bulamadılar. Temîm ile Âdiyy'e sordularsa da bu iki arkadaş bilmiyoruz, diye yemin ettiler. Bir müddet sonra bu eşyadan altın kakmalı kıymetli bir gümüş bardak Mekke'de bulundu. Ve Temîm ile Adiy tarafından satıldığı anlaşıldı. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem'e (a.s.) dava arzolundu. Davacılar arasında Sehm oğullarından Amr b. As de bulunuyordu. Bunlar da bu bardağın Büdeyl'in malı olduğuna ve vârislere ait bulunduğuna yemin ettiler ve kendi sözlerinin ve yeminlerinin Temîm ile Adiy'in sözlerinden ve ye­minlerinden daha çok itimada değer olduğunu iddia ettiler. Temîm ed-Dârî dayanamayarak cürmünü itiraf etti. Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.) ona: "Ey Temîm, müslüman ol! Tâ ki Allah senin şifk günlerinde işlediğin kusurları afvede, buyurdu. Temîm de müslüman oldu ve Müslümanlıkta hüsnü niyet gösterdi. Fakat Adiy Ibn Beddâ1 Nasranîlikte sebat edip hıristiyan olarak ölmüştür.

Rivayet ilmi bakımından konumuz olan İbn Abbas hadîsi mursel-dir. Çünkü hadîste bildirilen hâdise Temîm ed-Dârî müslüman olmaz­dan evvel cereyan etmiş ve İbn Abbas bu vakıada hazır bulunmamıştır. Yalnız şu var ki, bu hadîsi Buharî'nin buradaki rivayeti gibi îbn Abbas'tan (r.a.) rivayete hasredilmeyip Tirmizî gibi bazı hadîs ehli hadîsin rivayet tariklerinde îbn Abbas'm (r.a.) da Temîm ed-Dârî'den mevsûlen rivayet ettiği görülmüştür. [172]

 

Tahliller

 

1028 no'lu Şa'bî hadîsini Ebû Dştvud tahrîc etmiştir. Ancak bir görüş beyân etmemiştir. Hafız îbn Hacer el-Fetih'te, bu hadîsin is-nadındaki ricalin hepsi sika (güvenilir) dir, demiştir.

Hadîs, yolculuk halinde kitap ehlinden başka bir şahit bulunmadiği takdirde ölmek üzere olan müslümanm vasiyyet edip onlardan iki veya daha fazla kişiyi şahit göstermesinin caiz olduğuna delâlet et­mektedir. Büyük sahabî Ebû Musa el-Eş'arî'de böyle hükmetmiştir. Böylece eyleşik halde zimmîlerin şehadeti kabul edilmezken, yolculuk halinde onlardan başka şahitlik yapacak kimse bulunmazsa, o takdirde şahit olarak belirlenmelerinde bir sakınca olmadığı ortaya çıkmış oluyor.

1029  no'lu Cübeyr hadîsinin Ahmed b. Hanbel'in Müsnedi'ndeki rivayet zincirindeki ricalin hepsi sahihtir. Aynı zamanda bunu Hâkim de tahrîc etmiş bulunuyor.

îlim adamları Maide sûresinin en son inen sure olduğu rivayetlerini sahih görmüşlerdir. Bu hususta tbn Abbas (r.a.) ve Şurahbîl (r.a.) "den de sahîh rivayetler varid olmuştur. O bakımdan Mâide sûresi muhkeme olarak belirlenmiştir.

Buna istinaden söz edilen sûrenin 106. âyetinin delâlet ettiği hüküm de muhkem sayılır.

1030  no'lu İbn abbas hadîsini BuhaTî kendi sahihinde rivayet etmiştir. Ali b. el-Medenî bu hadîs üzerinde durmuş ve râvilerinden Ebû Kasım'ı tanımıyorum, demiştir. Hadîs hasendır.

Oysa Yahya b. Mam, Ebû Kasım'ın sika (güvenilir) olduğunu be­lirtmiş ve Ebû Hatim de aynı görüştedir. Tirmizî de bunu tahrîc ettik­ten sonra hasen-garip olduğunu belirtmiştir. [173]

 

Çıkarılan Hükümler

 

1-Eyleşik halde olan kimse bir olay hakkında şahit tutmak gerek­tiğinde, bunu zimmîlerden seçmez de müslümanlardan seçer.

2- Eyleşik durumlarda   müslümanın   zimmîlerden   şahid göstermesine itibar edilmez.

3- Seferi halde bir müslüman yapacağı vasiyyet ve benzeri husus­lar için zimmî diğer bir anlatımla kitap ehlinden başka kimse bulamadiği, yani şahit olacak bir müslüman mevcut olmadığı takdirde, on­ları yaptığı vasiyete şahit tutabilir.

4- Şahitler zimmî dahi olsa, doğru söylediklerine, yalan söylemediklerine ve kendilerine teslim edilen terikeyî aynen koruduk­larına, hıyanette bulunmadıklarına dair yemin ettirilirler... [174]

 

Hak Sahibi Olduğunu Bildiği Kimseden Yana Şahitlik Yapmak Hak Sahibi Olup Olmadığını Bilmediği Kimse İçin Talep Vaki Olmadıkça Şahitliğe İstekli Olmamak

 

islâm her vesileyle hak sahibini korur ve ondan yana hükümlerini işler durumda tutar. Bunun gibi haksızın dalıaddini bildirmek için ge­reken müeyyidleri uygulamaya koyar.              

Ancak islâm Hukukunda davacının iddiasını isbat için beyyine ge­tirmesi esastır. Beyyineden maksat delil, belge ve şahitlerdir. Bunlar olmadığı takdirde davacının iddiası geçerli kabul edilmez. Sadece da­valının yeminine başvurulur. Bazı hallerde -bundan önceki kısımda açıkladığımız üzere- davacı bir tek şahit getirirse, bu yeterli sayılmaz. Davalının elinde davayı reddedecek anlamda delil ve belge yoksa da­vacının yeminine başvurulur. Böylece bir şahit ile yemin iki şahit sayılır. Bu daha çok istisnaî bir husus arzeder. tjer dava konusunda geçerli değildir.

Şahitlerin durumuna gelince, olaya, konuşmaya, cereyan eden duruma gözleriyle ve kulaklarıyla şahit olan kişiler, kendilerine -bilinmedikleri için- şahıtlilt yapmaları için bîr talep vaki olmasa bile, haklı tarafı kesin biliyorlarsa ortaya çıkmaları ve şahitlikte bulunma­ları bir fazilettir ve Övgü değer bir davranıştır. Zira böylece haklar zayi1 olmamış, haklı ile haksız birbirinden ayırt edilmiştir.

Olaya cereyan eden mesele ve konuya göave kulaklarıyla şahit ol­dukları halde kimin haklı, kimin de haksız olduğunu kesin bilemiyor­larsa, o takdirde talep vaki olmadıkça ortaya çıkmamaları, yani biz olaya şahidiz diye bir duyuruda bulunmamaları çok daha iyi olur.

Bunun dışında olaya şahit olmadıkları, ortalıkta dolaşan dedikod­ulara dayanarak olayı görmüşcesine bir tavır içine girmeleri ve şahitlikte bulunmak üzere ortaya çıkmaları mekruhtur, asla doğru bir davranış değildir. Resûlüllah (a.s.) bunu men'etmiş bulunuyor. [175]

 

Îlgili Hadisler

 

Zeyd b. Halici el-Cüheni (r.a.) den'yapılan rivayette, adı geçen, Rasülullah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Size şehitlerin hayırlısından haber vereyim mi? Kendisinden talep edilmeden önce şahitlik yapmak üzere gelip ortaya çıkan kimsedir." [176]

Ahmed. b. Hanbel'in rivayet ve tahricinde ise şöyle buyurulmuştur: "Onlar ki, henüz kendilerinden sorulmadan şahitlik etmeğe başlayanlardır."

tmran b. Husayn (r.a.) den yapılan rivayette, Peygamber (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğu belirtilmiştir: "Ümmetimin hayırlısı be­nim karnim (benim içinde yaşadığım 30 veya 80 yıllık dönemdir.) Sonra da o karni takip eden karindir ve sonra da onu takip eden karindir."

îmran (r.a.) diyor ki; "Rasülullah (a.s.) Efendimiz'in kendi karnin­den sonra iki karin mi, üç karin mi söylediğini pek bilemiyorum."

Resûlüllah (a.s.) Efendimiz devamla buyurdu ki:

"Onlardan sonra bir kavim gelir de kendilerinden şahitlik etmeleri istenmediği halde şahitlikte bulunurlar. Hıyanet edip güvenilmezler. Adamada bulunurlar ama onu yerine getirmez­ler ve onlarda şişmanlık ortaya çıkar (fazla yeyip içtikleri için yağlanıp şişmanlayanlar hayli çoğalır)." [177]

Ebû Hüreyre (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen, Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu bildirmiştir: "Ümmetimin hayırlısı, benim gönderildiğim karindir (içinde yaşadığım otuz veya seksen yıldır). Sonra da onları takip eden karindir." (Allah daha iyisini bilir, Resûlüllah (a.s.) üçüncü karni andı mı anmadı mı bilemiyorum). Onlardan sonra bir kavim onların yerini alır da kendilerinden şahitlik yapmaları talep edilmeden önce or­taya çıkıp şahitlik ederler." [178]

 

Îlim Adamlarının Görüş ve Yorumları

 

Birinci hadîste zikredilen şahitlikten maksat, hukukuUah "(İlâhî haklar) ile ilgili olanıdır. lmran»ve Ebû Hureyre hadîslerinden maksat, hukuk-i ibâd ile ilgili olanlarıdır? Bu, ilim adamlarından bir kısmının görüş ve yorumudur.

Ancak ortada bir'zuîüm ve haksızlık varsa, zulme uğrayan kimse olaya şahit olanları tanımıyor ve bilmiyorsa, şahitlerin ortaya çıkıp şahitlik etmelerinde bir sakınca yoktur ve bu bir fazilet ve din kardeşliğinin belirtisidir.

Aynı zamanda öldürülen bir kimsenin katili tam teşhis edilmez de suç masum bir kimseye yükletilir ve aslında maktulü öldüren katili bi­lenler de bulunuyorsa, o takdirda masum bir insanı cezadan, kısastan kurtarmak için o şahitlerin Allah rızası için ortaya çıkmaları gerekir. Birinci hadîs daha çok bu gibi hallerle ilgilidir.

ikinci ve üçüncü hadîsler ise, yalan yere şahitlikte bulunup bunu bir menfaat karşılığı kendilerine iş ve geçim vasıtası yapılanlarla ilgili­dir. Aynı zamanda bir zina, içki içme ve benzeri olayı gözleriyle gördükleri halde, bir insanı recim veya yüz değnek cezadan kurtarmak için gören şahitlerin ortaya çıkmamaları daha uygun olur. Zira dava hakime intikal etmediği takdirde kişi işlediği bu suçtan dolayı ceza­landırılmaz, întikal edince de talep vaki olmadıkça yine şahitlerin ken­diliklerinden ortaya çıkıp şahitlik etmelerine gerek yoktur.

Birinci hadîsteki şahitliğe şehadet-i hisbe de denilir. Allah rızası gözetilerek bir hakkın zayi' olmaması için bu*niyetle yapılan şahitliktir. Şüphesiz bu anlamdaki şahitlik hayırlı bir şahitliktir ve o kişi de hayırlı bir- kişidir.

Bazısına göre, bu tür şahitlik daha çok emanet, yetîm malı gibi haklarla ilgilidir.

K a r n : Bazı lügat kitaplarında 30 veyahut 80 yıl olarak belirlen­miştir. Kamusta ise, 10 yıldan 120 yıla kadar olan zaman parçası ve bu zaman parçası içinde ortaya çıkan kuşak anlamında bir açıklamaya yer verilmiştir. Kimine göre ise, yüzyıl demektir. O bakımdan "çağ" ma­nasına da hami edilebilir.

Kimi de kara, ortalama bir zaman parçası içinde ortaya çıkan bir kuşaktır diyerek yorumda bulunmuştur.

Bunun 40 yıl olduğunu söyleyenler de olmuştur.

Ancak hadîste geçen karn'ı şöyle yorumlamamız daha uygun olur kanaatindeyim: Resûlüllah (a.s.) Efendimiz'in karni, ona imân eden ashabının yaşadığı zaman dilimidir. Ondan sonraki karn, ashaba tabi' olup "tabiîn" sıfatını alanlardır. Onlardan sonraki karn ise, tebe'i tabiîn olanlardır. Yani tabiîne uyanlardır.

Sonuç olarak şöyle bir yorumla konuyu bağlayabiliriz: "Bir hakkın zayi' olmaması, zâlim zorbanın cezasız kalmaması için talep edilmediği halde şahitlerin ortaya çıkması müstehabtır. Haklarla ve tecavüzlerle ilgili olmayıp dünyevî maksatlarla sürtüşüp tartışan ve o yüzden birbi­rini inciten kişiler için şahitlerin ortaya çıkmasında kerahet söz konu­sudur. [179]

 

Çıkarılan Hükümler

 

1- Hakların zayi' olmaması için olaya şahit olan kimselerin talep vaki olmadığı halde ortaya çıkıp şahitlik etmeleri müstehabdır.

2- Haklarla  ilgili  olmayıp dünyevî  maksatlardan  dolayı hasımlaşanlar için şahitlerin ortaya çıkması mekruhtur. Ancak talep vaki olunca çıkmalarında bir sakınca yoktur.

3-  Haklarla ilgili bir dâvada talep vaki olduğu takdirde gidip şahitlik yapmak vaciptir.

4- Ancak olayı gözleriyle net biçimde görenler, söylenen sözleri ku­laklarıyla rahat şekilde işitenlerin şahitlik yapması söz konusudur.

5- Zan ve tahmine dayalı şahitlik yapmak haramdır. [180]

 

Âdil Hakim, Âdil Hükümdar

 

İslâm adaleti tevzi1 hususunda daha çok iki sınıf üzerinde dur­muştur. Birincisi ülkeyi idareyle görevli bulunan hükümdar ve çevresindeki önemli makam sahipleridir, ikincisi ise, adlî mekanizmada görev alan hâkimlerdir.

Âdil hükümdar kendi anlayış, inanç, karakter ve adalete olan bağlılığına göre hareket eder ve önemli makamlara bu çizgide olan in­sanları seçip getirir. Böylece balık baştan kokmamış olur.

Adli mekanizmanın başında yer alan hakimlerin adalete sıkı sıkıya bağlı olmaları, Allah'tan ve ahiretteki çetin hesaptan korkmaları, insanlar arasında adaleti gözetmeleri, adalette sür'at göstermeleri ülkeyi huzur ve güvene kavuşturur. Zalim zorbaların, mürtekip ve mürteşilerin, haklara tecavüz eden inançsızların cesaretini kırar ve böylece haksızlığa uğrayan vatandaşlar için sağlam bir ümit kapısı gerçekleşmiş olur.

Adalette Sür'at:

Gerek Rasülullah (a.s.) Efendimiz zamanında, gerekse dört halife döneminde ve gerekse Abbasiler, Büyük Selçuklular ve Anandolu Sel-suçluları ve Osmanlılar döneminde adalette sürat değişmeyen bir pren­sip olarak dikkate alınmış ve 'kadılar bu hususta büyük bir titizlik göstermişlerdir.

Rasülullah (a.s.) Efendimiz nasıl kendisine intikal eden davaları günübirlik çözüp karara bağlamışsa, sözünü ettiğimiz çağlarda da ona yakın bir sürat gösterildiğini kaynak hukuk kitaplarımız detaylı biçimde aktarmaktadır.

Bağdat arşivinde elde edilen belgelerden edinilen bilgiye göre; Bağdat'ta hakimin verdiği bir hüküm ve kararı temyiz etmek üzere harekete geçen davacı veya davalının temyiz layihasının istanbul'a gid­ip geri gelmesi hiç bir zaman 40 günü geçmemiştir. O günkü im­kansızlıklar içinde, seri vasıta bulunamazken bu kadar sürat gösterilmesi koca imparatorluğun 619 yıl üç kıta üzerinde yaşayan in­sanların hak ve hukukunu nasıl koruduğuna yeterli şahit ve belgelerd­en biridir.

Tarihçi Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi adlı iki ciltlik ese­rinde bu önemli konu üzerinde durarak Batılı diplomatların ve hu­kukçuların Osmanlılarda devamedegelen adli mekanizmanın süratle çalışması hakkındaki yazılarını birer belge anlamında böyle nakletmiş bulunuyor:

"Kadı, davalı ile davacıya eşit muamele etmekle mükellefti. Dava­da taraf olanlarla hiç bir şahsi  alaka kuramaz,  onlarla  gizlice

konuşamaz, muhakeme ederken espri, hususi jest, mimik, işaret yapa­maz. Taraflardan birinin tarafını tutan söz söyleyemez. îki tarafı din­lerken dikkatsiz ve kayıtsız davranamaz. Celse hiç bir kuvvet ta­rafından ihlal edilemez. Bizzat padişah bir celseye müdahale edemez. Katip bütün söylenenleri yazar, zapta geçer. Sonra kadı, hükmünü im­zalar. Kadı, yakınlarından birinin davasına -aleyhine de hükmetse-bakamaz. Hiç bir yakınını şmme şahidi gösteremez. (d'Ohsson, VI, 182-4, 204).

"Osmanlı düzeninde derhal tevzi edilmeyen adalet, adaletsizlik sayılır. Hızlı yargı, Osmanlı hukuk sisteminin esasıdır." (d'Ohsson, VI, 204-5).

"En mühim davalar, bir saat içinde hükme bağlanır ve hüküm derhal infaz edilir. Avrupa'mızda olduğu gibi hükmü geciktirecek oyun­lardan hiç biri uygulanmaz." (Lod Paul Ricaut, II, 327).

"Medeni olsun, cezaya müteaalik bulunsun hiç bir dava Türkiye'deki kadar hızlı halledilmez. En büyük davalar üstüste celse ile 3 veya 4 gün sürebilir." (Stochove, Voyage du Leyant, 148) [181]

Adil hükümdar Nurdan Minberler Üstünde Taltif Edilecek:

Yedi kimse vardır, bunlar kıyamet gününde Allah'ın gölgesinden başka bir gölgenin bulunmadığı bir sırada Allah'ın rahmet gölgesi altında bulunur: Onlardan biri de adil hükümdardır. O dünya hayatında ülkesinde cennet havası estirip adaletle iş gördüğü, hakları koruduğu için ahirette ilahi iltifata mazhardır.

Rasülullah (a.s.) Efendimiz böyle olan hükümdarları övmüş ve on­ları her zaman cennet ile müjdelemiştir: "Üç kimse vardır, onların duaları reddolunmaz: İftar edinceye kadar oruçlunun, adaletle iş gören hükümdarın ve zulme uğrayan mazlumun..." [182]

"Cennet ehli (daha çok şu) üç sınıftan oluşur: İlahi tevfika mazhar olmuş adil hükümdar, müslüman olan her yakınına karşı yufka yürekli olan merhametli adam ve iffetli, namuslu olan çoluk çocuk sahibi kimse..." [183]

"Adil hükümdarın bir günü, altmış yıllık (nafile) ibadetten daha üstündür. Yeryüzüne hakka dayalı bir haddın (cezanın) uygulanması, kırk sabah yağmurdan daha faydalı ve verimli­dir: [184]

Rasülullah'ın (a.s.) Ebu Hureyre'ye (r.a.) şöyle buyurduğu belirtil­miştir: "Ya Eba Hureyre! Bir saatlik adalet, gündüzü namaz, ge­cesi oruçla geçirilen altmış yıllık (nafile) ibadetten daha üstündür." [185]

 

Âdil Hükümdar Allah'ın Sevdiklerinden Biridir

 

Bir fani için dünya hayatında iken Allah sevgisine erişmek, şüphesiz ki başarıların en üstünü, mutluluğa erişmenin en açık yoludur.                        

Unutmayalım ki, Cenab-ı Hak, mutlak surette âdildir. O'nun her fiili dengeli, düzenli, planlı ve programlıdır, insan denilen müstesna canlıyı'da denge ve düzen çerçevesinde adil ölçülerle yaratıp varlık alanına getirmiştir. O bakımdan Cenab-ı hak, insan fıtratına yerleştirdiği bu denge ve düzeni onun hayatının her safha ve bölümünde görmek ister. Bunun için de insanı bu hususta da irşat eden, yol gösteren yeterince bilgi ve destek sağlayan semavi kitap indir­miş ve Peygamber göndermiştir.

Bütün bunlar insanın kendi nefsi ve ruhu arasında bir denge kur­masına, dünyası ile ahireti arasında bir köprü meydana getirmesine, onunla tabiat arasında bir uyum ve ölçülü bir ilginin sağlanmasına ve yine onunla kendi cinsi arasında devamlılık anlamında bir uyumun gerçekleşmesine yönelik bir hikmete mebnidir.

Cenab-ı Hak'ın mutlak anlamda adil olduğuna bakarak insanların başına geçen, onları idare etmekle yükümlü bulunan ve onlar arasında meydana gelen kavga, tartışma, sataşma, tecavüz ve benzeri olay ve meseleleri çözmekle görevli olan kimseler de her hal-ü karda adil ol­makla emrolunmuşlardır.

Cenab-ı Hak, zulmü, haksızlığın her çeşidini kendine haram kıldığı gibi insanlar arasında da haram kılmıştır. Bu nedenle O, adil hükümdarı, adil idareciyi ve insanlar arasında adaletle hükmeden ha­kimleri çok sever ve kıyamet gününde de onları bu sevgi derecesine yükselterek ilahi iltifatına mazhar kılar. Zalimleri ise hiç sevmez. Dünyada da, ahirette de onları cezasız bırakmaz. [186]

 

İlgili Hadisler

 

Ebu Said el-Hudri (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen, Rasülullah (a.s.J Efendimiz'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir: 'Kıyamet gününde Allah yanında en sevimli ve yine O'na meclis bakımından en yakın olanı, adaletle hükmeden hükümdardır, Yine o gün Allah yanında en çok sevilmeyeni ve meclis bakımından O'na en uzak olanı ise, zulüm ve haksızlık eden hükümdardır." [187]

Ömer (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen, Rasülullah (a.s.) Efen­dimizin şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Kıyamet gününde Allah yanında insanların makam bakımından en üstünü, şefkatli merhametli adil hükümdardır. Ve kıyamet gününde Allah yanında insanların en kötüsü ve menzil bakımından en şerlisi, kaba, küstah, zalim hükümdarlardır." [188]

Abdullah b. Mes'ud (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen, Rasülullah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Kıyamet gününde cehennem ehlinden en şiddetli azap gören, bir peygamberi öldüren veya bir peygamberin öldürdüğü kimse ve bir de zalim hükümdardır." [189]

Ebu Hureyre (r.a.),den yapılan rivayette, adı geçen, Rasülullah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu bildirmiştir:

"Dört kimse vardır ki, Allah onlara gazap eder:

1- Çok yemin eden satıcı,

2- Gururlu, mütekebbir genç,

3- Yaşmı-başım almış zinakar,

4- Zalim hükümdar." [190]

 

Zalim Hükümdarın Namazı Kabul Olunmaz

 

Namaz kişiyi Allah'a yaklaştırır ve kişiyi mi'rac payesine ulaştırır. Namaz gerçek anlamda kişiyi hayasızlıktan, kötülükten, zulüm ve haksızlıktan alıkoymaya yönelik bir ibadettir. O halde hem zulmetmek, haklara tecavüzde bulunmak, hem de namaz kılmak nasıl bağdaşabilir? Zira bu durumda namaz amacından saptırılmış olur ve hikmetini yiti­rir. Amacından saptırılan, hikmetini kaybeden bir namaz, gerçekte na­maz değildir.

Bunun için Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Dikkat edin ey insanlar! Allah zalim bir hükümdarın namazını kabul etmez; [191]

Ebu Hureyre (r.a.) den yapılan rivayette, adıgeçen, Rasülullah (a.s.) Efendimizin şöyle buyurduğunu bildirmiştir: "Üç kimsenin Cen-ab-ı Hak la ilahe illallah şehadetini kabul etmez. Onlardan bi­ride zalim hükümdardır." [192]

Zira kelime-i şehadet, Allah'ın varlığını, birliğini bütün kemal sıfatlarıyla birlikte kabul edip inanmaktır. Onun kemal sıfatlarından biri de "adi" sıfatıdır. Bu sıfat Cenab-ı Hakk'ın mutlak anlamda çok adil olduğuna delalet eder. O bakımdan Allah'a iman edip O'nu kemal sıfatlarıyla birlikte tasdik eden bir kimse nasıl olur da zalim olur, başkalarına haksızlık eder? Haksızlık edince de gerçek anlamda iman etmediği ortaya çıkar. [193]

 

Adaletle İdare Edilmeyen Bir Millet ve Topluluk Takdis Edilmez

 

Adalet mülkün temeli, ülkenin denge ve düzeni, ailenin güven kaynağı, ferdin kuvvet kaynağıdır. Adaletle idare edilmeyen bir ümmet, bir millet ve bir topluluk bütün bütün saygınlığını yitirir ve Allah katında takdise değer bir yanlan kalmaz.

Böyle bir ümmet ve millet yapısında kapatılması zor çatlaklar meydana gelir. Güven iyice sarsılık, ferdi çıkarlar ön plana geçirilir. Aile huzursuz, toplum tedirgin olur. [194]

 

İlgili Hadisler

 

Muaviye (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen, Rasülullah (a.s.) Efendimiz'in şeyle buyurduğunu haber vermiştir: "Aralarında hak ile hükmedilmeyen ve eza, cefa çekmeden zayıfın hakkı kuvvet­liden alınmayan bir ümmet takdise, saygı ve ikrama layık değildir." [195]

Ebu Hureyre (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen Rasülullah (a.s.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Kim mü si umanlar arasında hükmetmeyi arzu eder de sonunda ona eriştikten sonra zulüm ve haksızlığı onun adaletine üstün ge­lirse, onun için ancak cehennem ateşi vardır." [196]

 

Çıkarılan Hükümler

 

1- Hak  üzere  adil  ölçüler  çerçevesinde  hükmetmeyen  bir hükümdar veya hakim hiç bir zaman saygı ve ikrama layık görülmez.

2- Aralarında hak ile hükmedilmeyen bir ümmet, bir millet veya toplum saygınlık ve ciddiyetini kaybeder.

3- Zayıfın hakkı ancak bir çok eza ve cefadan sonra alınabilen bir ümmet hiç bir zaman takdise ve saygıya layık değildir.

4- Ümmetin basma geçmek için talip olan ve sonra da bu arzusu­na kavuşan kimsenin adil davranması ve adaletle hükmetmesi şarttır.

5- Aksine bir tutum içine girip haksızlığı adaletine üstün gelen bir hükümdar hem ülkesini, hem de ahiretini cehenneme çevirir.

6- O bakımdan gerek hükümdar, gerekse hakim olmak isteyen kimsede bir takım vasıfların bulunup bulunmadığına dikkat etmek gerekir.

7- Dünyalığa, maddeye fazla meyli olan ve kendi yakınlarını hi­maye gayretini güden, hak duygusu zayıf olup kuvvetliden yana mey­letme karakterinde bulunan kimsenin bu makamlara getirilmemesi gerekir. [197]

 

Daha Ehil ve Daha Yetenekli Dururken Başkasını Görev Başına Getirmek

 

Her işi, her görevi ehline vermek bir vecibedir. Daha yetenekli, daha uzman kimse varken, az yetenekli ve uzman olmayanı iş başına getirmek, hakktan sapmak ve adaletten uzaklaşmak olur.

Şüphesiz devlet çarkı, kamu kuruluşlarının ne kadar dürüst, ehil, basiretli ve inanmış şahıslarla donatılırsa, devlet de millet de o nisbette rahat eder, huzur ve güvene kavuşur, işler sağlıklı biçimde yürür, hak­lar ayakta tutulur, zayıflar ve arkası olmayanlar güç ve kuvvet bulur.

Bunun için Rasülullah (a.s.) Efendimiz'e: "Kıyamet ne zamandır?" diye sorulduğunda, Efendimiz şu cevabı vermiştir; "Emanet zayi' edil­diğinde..." Soran kimse devamla: "Ya Rasülallah! Emanet nasıl zayi olur?" diye sormuş, Efendimiz de ona şu cevabı vermiştir: "îş ve görev ehil olmayanlara tevdi' edildiği zaman kıyameti bekle (o çok yakındır)." [198]

Rasülullah'ın (a.s.) bu beyanı iki Önemli hususu gözlerimizin önüne sermekte ve ümmete önemli bir mesaj vermektedir: Bir ülkede, yani islam ülkesinde ehil ve becerikli inanmış dürüst insanlar iş başına getirildiği takdirde o ülke cennete dönüşür. Devlet çarkı sağlıklı biçimde hak üzere dönmeye devam eder. Bunun aksine bir yol izlendiği, yani ehil kimseler dururken na-ehil kişiler işbaşına, göreve getirildiği takdirde, devlet çarkı bozulur, düzen altrüst olur. Huzur ve güven ha­vası kalkar. Bu yüzden ülke bir cehennemi havaya bürünür. Aynı za­manda böylesine çarpık bir devlet sistemi yaygınlaştığı takdirde büyük kıyametin de yakm olduğunu unutmamak gerekir. [199]

 

İlgili Diğer Hadisler

 

"Kim bir toplumdan, daha çok ehil ve Allah'ı hoşnut edecek kimseler varken başka bir adamı iş başına getirir, görevlendirirse, gerçekten o, Allah'a RasüluÜah'a ve mü'minlere hıyanet etmiş olur." [200]

Yezid b. Ebu Süfyan'dan yapılan rivayette, adı geçen, Ebu Bekir Sıddık'm (r.a.) kendisini Şam'a görevli olarak gönderdiğinde şöyle emir ve tavsiyede bulunduğunu belirtmiştir: 'Ya Yezid! Şüphesiz ki senin yakınların vardır, onları görev başına getir­men umulabilir. Sana karşı en çok endişe duyduğum husus işte budur!" Sonra da Rasülullah'ın (a.s.) şöyle buyurduğunu haber verdi: "Kim müslümanlardan yana bir iş ve görevin başına getir­ilir de o da müslümanların üzerine nifak, riya ve böbürlenme ci-hetiyle birini yetkili kılarsa, Allah'ın laneti onun üzerine olur. Allah onun ne farzını ne de nafilesini -onu cehenneme sokun-caya kadar- kabul etmez." [201]

 

Zulümden ve Mazlumun Bedduasından Kaçınmak

 

Zulüm, danyada da, ahirette de karanlıklara dönüşür. Zalim bir hükümdarın uzun süre ayakta durduğu görülmemiştir. Atalarımızın şu vecizesi bu gerçeği ne güzel yansıtmaktadır: "Hile ile iş gören, mihnet ile can verir. Zulüm ile abad olanın ahiri viran olur."

Komünist sistem Sovyet Rusya'da zulüm ve tehditle, işkence ve katille ayakta durmaya çalıştı, insanları inançsızlığa itip maddeyi bir bakıma ilahlaştırdı. Üretime herkesi ortak kılıp hakça paylaşmayı vaa-detti. Demir yumruğunu başlara indirerek herkesi susturdu. Fakat kalplerdeki inancı, kafalardaki düşünceyi, vicdanlarda yer eden adil sistem özlemini yıkamadı, silemedi.

72 yıl işbaşında kaldıktan sonra ve milyonlarca insanı Sibirya'ya sürüp öldürdükten ve bir çok ocaklanda bu uğurda söndürdükten, diğer ülkeleri bu rejimle karıştırıp huzursuz ettikten sonra yıkılıp, parçalandı ve coğrafyası bile değişti.

Görüldüğü gibi zulüm, haksızlık, inançsızlık hiçbir milleti bah­tiyar etmemiş, hiçbir ülkenin yüzünü güldürememiştir.

Bunun için cihad dini olup insanlığa yakışanı emreden, her ko­nuyu adalet ve hak ölçülerine göre çözen İslam dini, kendi sistemini oluşturan bütün üniteleriyle zulmü telin etmiş ve bunun için gereken bütün prensipleri koymuş, uyarıları yapmıştır.

Az yukarıda da belirttiğimiz üzere, Cenab-ı Hak zulmü hem ken­dine, hemde bizim aramızda kesinlikle haram kılıp yasaklamıştır. Rasülullah (a.s.) Efendimiz tam 23 yıl zulüm, inançsızlık, cehalet ve azgınlıkla mücâdele etmiştir. Hakk'ı bu insanların kalp ve kafalarına yerleştirmek için durup dinlenmeden irşad görevine devam etmiştir. [202]

 

Îlgili Hadisler

 

Cabir (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen Rasülullah'ın (a.s.) şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Zulümden sakının.  Çünkü gerçekten zulüm, kıyamet gününde bir takım karanlıklardır. Aşırı cimrilik, hasislik, hırs ve kıskançlıktan da sakının. Çünkü aşırı cimrilik, hırs ve kıskançlık sizden öncekileri yok etmiş ve

onları birbirlerinin kanlarını dökmeye itmiş, onlar için haram olan şeyleri helal saymalarına sebep olmuştur." [203]

îbn Ömer (r.a.) den yapılan rivayete göre, Rasülullah (a.s.) Efendi­miz şöyle buyurmuştur: "Zulüm kıyamet gününde zulümattır (karanlıklar ve felaketlere dönüşmektedir)." [204]

 

 



[1] Maide Suresi: 42

[2] Maide Suresi: 48

[3] Nisa Suresi: 58

[4] Sad Suresi: 26

[5] Nisa Suresi: 65

[6] Buhari/i'tisam: 20, 21. Müslİm/akziye: 15. Ebu Davud/akziye: 2. Nesai/ahkam: 2, kuzat: 3. İbn Mace/ahkam: 3. Ahmed: 4/198, 204, 205

[7] Maide Suresi: 44

[8] Maide Suresi: 45

[9] Maide Suresi: 47

[10] Buhari/cumua: 11, cenaiz: 32, istikraz: 20, vasaya: 9, ıtık: 17, 19, nikah: 81, 90 ahkam: 1. Müslim/imaret: 20. Ebu Davud/imaret: 1, 13. Tirmizi/cİhad: 27. Ahmed: 2/5, 54, 55

[11] Ibn Hibban. et-Terğib: 3/438. Mısır: 1352 -1933

[12] Ebu Davud/akziye: 1. Tirmizi/akziye: 1. Ibn Mace/ahkam: 1, 2/230, 365

[13] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[14] Müsned-i Ahmed: 2/177

[15] Ebu Davud/cihad: 80

[16] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[17] Şevkani/Neylü'l-Evtar: 8/288

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[18] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[19] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[20] Buhari/ahkam: 7. Müslim/imaret: 14. Ahmed: 5/173

[21] Buhari/ahkam: 5, 6 eyman: 1. Müslim/imaret: 13, iman: 19. Ebu Davud/imaret: 92 Tirmizi/nüzur: 5. Nesai/kuzat: 5. Daremi/nüzur: 9. Ahmed: 5/62, 63

[22] Ebu Davud/akziye: 3. Tirmizi/ahkam: 1. Ibn Mace/ahkam: 1. Ahmed: 3/118, 220

[23] Buhari/ahkam: 7. Nesai/biy'at: 39, kuzat: 5. Ahmed; 2/448, 476

[24] Ebu Davud/akziye: 3. Tirmizi/ahkam: 1. Ibn Mace/ahkam: 1. Ahmed: 3/118, 220

[25] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[26] Buhari/ilirn: 2. Ahmed: 3/361

[27] Sahih-i Müslim/imaret: 16

[28] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[29] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[30] Al-i Imran Suresi: 104

[31] Al-i imran Suresi: 110

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[32] Ebu Davud/akziye: 1. Tirmizi/ahkam: 1. Ibn Mace/ahkam: 1. Ahmed: 2/230

[33] Müsned-i Ahmed: 1/430

[34] Müsned-i Ahmed: 2/352

[35] Müsned-İ Ahmed: 6/75

[36] Müsned-İ Ahmed: 2/431, 5/267, 328

[37] Daremi/siyer: 71. Ahmed: 2/431, 5/284, 323

[38] Ibn Mace/ahkam: 2. Müsned-i Ahmed: 5/26, 414

[39] Tirmizi/ahkam: 4

[40] Müslim/imaret: 18. Nesai/adabü'l-kadi: 1. Ahmed: 2/160

[41] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[42] Süyuti/Camiu's-Sağir: 2/150. Mısır

[43] Buhari/i'tisam: 20, 21. Müsüm/akziye: 15. Ebu Davud/akziye: 2. Nesai/ahkam: 2, kuzat: 3. İbn Mace/ahkam: 3. Ahmed: 4/198, 204, 205

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[44] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[45] ibn Kudama/el-Muğni; 11/380-383

[46] ibn Kudama/el-Muğni; 11/380

[47] Ibn Kudama/el-Muğni: 11/383

[48] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[49] Buhari/meğazi: 82, frten; 18. Tirmizi/fiten: 75. Nesai/kuzat: 8. Ahmed: 5/43

[50] Müsned-i Ahmed: 2/326, 355, 448

[51] Ebu Davud/akziye: 2. Ibn Mace/ahkam: 3

[52] EbuDavud/ilim:8

[53] Müslim/imaret: 16

[54] Müslim/imaret 37, hac: 311. Tirmizi/cihad: 28. Ahmed:4/70, 5/381, 6/402

[55] İbn Mace/cihad: 39,Buhari/ezan: 4, 5, 106, ahkam: 4. Ahmed:3/114, 171

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[56] Bilgi için bkz: Kasani/Bedayi: 7/1,2

[57] Geniş bilgi için bkz: e!-gamravi/es-Siracü'l-Vehhac: 587, 588 - Şeyhülislam Ebu Yahya Zekeriya el-Ensari/Fethülvahhab bi-Şerhi Menheci't-Tullab: 2/207-209. Mısır: 1367-1948

[58] Bilgi için bkz: İbn Kudama/el-Muğni; 11/380-383. Beyrut 1403

[59] Bilgi için bkz: Sahnun/el-Müdevvenetü'l-Kübra: 5/132-149

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[60] Bilgi için bkz: Neylü'l-Evtar: 8/298

[61] Müslim/imaret: 17. Ebu Davud/vasaya: 4. Nesai/vasaya: 10. Ahmed: 5/212

[62] Bilgi için bkz: Kasani/Bedayi': 7/3. Siracü'l-Vehhac: 588. el-Muğni: 11/380

[63] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[64] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[65] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[66] Buhari/ahkam: 33, şirket: 1, meğazi: 42, 58, fszail-i sahabe: 17, rikak: 7. Ah­med: 1/204

[67] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[68] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[69] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[70] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[71] Ebû Dâvud/akzİye: 4. Tirmizî/ahkâm: 9. Ahmed: 2/212, 387, 388.

[72] Nesâî dışında beşler rivayet etmiştir. Neylü'l-Evtar: 8/300

[73] Müsned-i Ahmed: 2/164, 190, 194, 5/279

[74] Tirmizî. Müsned* Ahmed: 4/231.

[75] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[76] Zehebî/Mizanü'l-i'tidal: 3/430, 6997 no'lu Leys

[77] Şevkanî/Neylü'l-Evtar: 8/301

[78] Taberânî. Bezzar. et-Terğîb ve't-Terhîb: 3/463. Mısır: 1352-1933

[79] et-Terğîb ve't-Terhîb: 3/463.

[80] et-Münzirî/et-Terğîb ve't-Terhîb: 3/464. Mısır: 1352-1933

[81] Müslİm/birr: 55. Ahmed: 5/160

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[82] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[83] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[84] Ebû Dâvud/akziye: 14. Buharî/mezalim: 16. İbn Mâce/ahkâm: 6. Ahmed: 2/70

[85] Buharî/ahkârn: 12. Tirmizî/menakıb: 50

[86] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[87] Zehebî/Mîzanü'l-İ'tİdal: 3/436, 7064 nolu Müsnî. Neylü'l-Evtar: 8/305

[88] Buharî/mezâlim: 4, ikrah: 7. Tirmizî/fİten: 68. Dâremî/rikak: 40. Ahmed: 3/99, 201

[89] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[90] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[91] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[92] el-Cemaa. Neylü'l-Evtar: 8/306.

[93] Buharî/tefsîr: 4, 12, şürb: 6, 8, sulh: 12. Müslim/fezâil: 129. Ebû Dâvud/akziye: 31. Tİrmizî/ahkâm: 26. İbn Mâce/mukaddeme: 2. Ahmed: 1/165.

[94] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[95] Kâsânî/Bedayiu's-Sanayi': 7/9. Beyrut: 1394-1974

[96] el-Gamrâvî/es-Siracü'İ-Vehhac: 594. Mısır: 1933

[97] İbn Kudama/el-Muğnî: 11/385.

[98] İbn Kudame/el-Muğnî: 11/385.

[99] İbn Kudame/el-Muğnî: 11/386

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[100] Buharî/ahkâm: 13. Ahmed: 5/52, 181.

[101] Müsned-i Ahmed: 5/52.

[102] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[103] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[104] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[105] Ebû Dâvud/akziye: 8. Müsned-i Ahmed

[106] Ebû Dâvud/akziye: 6. Müsned-i Ahmed: 1/111, 149, 150. Tirmizî

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[107] Kâsânî/Bedâyiu's-Sanayi1:7/9:

[108] Kâsânî/Bedâyiu's-Sanayi": 7/9, 10

[109] Bilgi için bkz: es-Siracü'l-Vehhac: 594. Mısır: 1933.

[110] Bilgi için bkz: el-Muğnî: 11/394, 395

[111] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[112] Bilgi için bkz: Zehebî/Mîzanü'Nİtidal: 4/118, Mısır: 1382-1963. Neylü'l-Evtar: 8/309

[113] Neylü'l-Evtar: 8/310

[114] Şevkanî/Neylü'l-Evtar: 8/310.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[115] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[116] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[117] Buharî/salât: 71, 83, husumat: 4,.sulh: 14. Müslim/müsakat: 20. Ebû Dâvud/ akziye: 12. Ahmed: 6/390.

[118] Bilgi İçin bkz: İbn Kudama/el-Muğnî: 11/399

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[119] Bilgi için bkz: Neylü'l-Evtar: 8/313

[120] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[121] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[122] Buharî/şehadat: 27, hiyel: 10, ahkâm: 20. Müslim/akzİye: 4. Ebû Dâvud/akziye: 7. Tirmizî/ahkâm: 11,18. Nesâî/kuzat: 12-33. İbn Mâce/ahkâm:5. Ahmed: 2/332.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[123] Kâsanî/Bedayi': 7, 776. ibn Kudama/el-Muğnî: 11/400, 401

[124] İbn Kudama/el-Muğnî: 11 /400, 401.

[125] Kâsanî/Bedayi': 7/6, 7.

[126] Kâsanî/Bedayi': 7/6, 7.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[127] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[128] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[129] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[130] Ebû Dâvud/ilim: 2. Ahmed: 6/186

[131] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[132] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[133] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[134]  Müslı'm/akziye: 3. Ebû Dâvud/akziye: 21. İbn Mâce/ahkâm: 31

[135] Müsned-i Ahmed: 1/215,223. İbn Mâce/ahkâm: 31. Tirmizî/ahkâm: 13

[136] Müsned-i Ahmed: 3/305, 5/285. Dârekutnî. Neylü'l-Evtar: 8/318.

[137] Ibn Mâce/ahkâm: 31, 32. Tirmizî/ahkâm: 13,14. Ebû Dâvud/akziye: 21, 22.

[138] Ibn Mâce/ahkâm: 31, 32. Neylü'l-EVtar: 8/319

[139] Bilgi için bkz: Bakara Sûresi: 282, 283. âyetlere. Nûr Sûresi: 4, 6,13. âyetlere

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[140] Geniş bilgi için bkz: Kâsânî/Bedayi': 6/266, 267. Beyrut: 1394

[141] Kâsânî/Bedayiu's-Sanayi': 7/6, 7.

[142] Kâsânî/Bedayiu's-Sanayi': 6/277, 278

[143] Şeyhülislâm Zekeriye Ensarî/Fethü'l-Vehhab bi-Şerhi Menheci't-Tullâb: 2/220-225. Mısır: 1367-1948

[144] el-Gamrâvî/es-Siracü'l-Vehhac: 607. Mısır: 1352-1933.

[145] Bilgi için bkz: Bakara Sûresi: 283

[146] İbn Kudama/el-Muğnî: 12/4-6.

[147] Bilgi için bkz: ibn Kudama/el-Muğnî: 12/5-15. Beyrut: 1403

[148] Bilgi için bkz: İbn Kudame/el-Muğnî: 12/18.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[149] Şevkanî/Neylü'l-Evtar: 8/319.

[150] Şevkanî/Neylü'l-Evtar: 8/322

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[151] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[152] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[153] Ebû Dâvud/akziye: 16. İbn Mâce/ahkâm: 30. Ahmed: 2/181, 208.

[154] Ebû Dâvud/akzİye: 17. İbn Mâce/ahkâm: 30

[155] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[156] Mecmeu'l-Enhür: 2/186-188.

[157] Mecmeu'l-Enhür: 2/188-193. İstanbul: 1301

[158] el-Gamrâvî/es-Siracü'l-Vehhac: 604-606.

[159] ibn Kudama/el-Muğnî: 12/27-33. Beyrut: 1403

[160] İbn Kudama/el-Muğnî: 12/36, 37.

[161] Sahnûn/el-Müdevvenetü'l-Kübrâ: 5/152-158. Mısır: 1323

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[162] Tirmizî/şehadat: 2. Ahmed: 2/181, 204

[163] Zehebî/Mîzanü'l-İ'tidal: 4/423. Şevkanî/Neylü'l-Evtar: 8/328

[164] Şevkanî/Neylü'l-Evtar: 8/328

[165] Şevkanî/Neylü'l-Evtar: 8/328.

[166] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[167] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[168] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[169] Ebü Dâvud/akziye: 19. Dârekutnî

[170] Müsned-iAhmed: 5/134

[171] BuharİA/asaya: 35. Ebû Dâvud/akziye: 19.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[172] Sahîh-i Buharı Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi: 8/243, 245

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[173] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[174] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[175] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[176] Müsned-i Ahmed: 4/115, 116, 5/193. Taberânî/akziye: 3.

[177] Müslim/fezail: 210, 212, 214, 215. Ebû Dâvud/sünnet: 9. Ahmed: 5/327, 6/156

[178] Müslim/fezail: 210, 212, 214, 215. Ahmed: 5/327, 6/156

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[179] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[180] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[181] Yılmaz Öztuna. Osmanlı Devleti Tarihi. İstanbul: 1988. cilt: 2/154, 155.

[182] Tirmizî/cennet: 2, daâvat: 128. İbn Mâce/siyam: 48. Ahmed: 4/154.

[183] Müslim. et-Terğîb vet-Terhîb: 3/450. Mısır: 1352.

[184] Taberânî/el-Kebîr. et-Terğîb: 3/450.

[185] el-Münzİrî/et-Terğîb: 3/450.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[186] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[187] Tirmİzî/ahkâm: 4. Taberânî. Ahmed: 3/22.

[188] Taberânî. et-Terğîb ve't-Terhîb: 3/451. Mısır: 1352.

[189] Hafız Bezzar. Taberânî. et-Terğîb ve't-Terhîb: 3/451. Mısır: 1352

[190] Nesâî/zekât: 77. Ahmed; 5/176.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[191] Hâkim/sahîh isnadla... el-Münzirî/et-Terğîb vel-Terhîb: 3/452

[192] Taberânî/el-Evsat. et-Terğîb ve't-Terhîb: 3/452.

[193] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[194] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[195] Hafız Bezzar. Taberânî. el-Münzirî/et-Terğîb ve't-Terhîb: 3/454.

[196] Ebû Dâvud/akziye: 2.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[197] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[198] Buharı/ilim: 2. Tirmizî/edeb: 76. Dâremî/mukaddeme: 2. Ahmed: 3/361

[199] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[200] Hâkim/isnad-i sahihle. el-Münzİrî/et-Terğîb: 3/462. Mısır: 1352.

[201] Hâkim/isnad-i sahîhle. el-Münzirî/et-Terğîb: 3/462. Mısır: 1352

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[202] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/

[203] Müslim/birr: 56, 57. Dâremî/siyer: 72. Ahmed: 2/92, 106,3/323.

[204] Buharî/mezalim: 8. Müslim/birr: 56, 57. Tirmizî/birr: 83.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri, Uysal Kitabevi: 6/