«Tetavvu'  Namazı». 2

«Cemaat Namazı   Ve  İmamlık  Babı». 18

«Yolcu Ve Hastanın Namazı». 35

«Cuma Babı». 42

«Korku Namazı Bâb’ı». 57

«Bayram Namazları». 60

«Küsuf  Namazı  Babı». 69

«İstiskâ'  Namazı  Babı». 74

«Yâni Giymesi Helâl Ve Haram Olan Elbise Babı». 79

«Cenazeler  Bahsi». 84

ZEKÂT.. 115

«Sadaka-i  F ıtır  Babı». 131

«Nafile Sadaka Babı». 134

«Sadakaların Taksimi Babı». 139

ORUÇ BAHSİ. 142

«Nafile Oruç Bâb'ı Ve Yasak Oruçlar». 159

«İtikaf Ve Kıyam-ı Ramazan Babı». 166

HAC  BAHSİ. 170

«Mikatlar Babı». 177

«İhramın Vecihleri Ve Sıfatı». 179

«İhram Babı». 180

«Haccın Sıfatı Babı Ve Mekke'ye Giriş». 189

«Hacc'ın Kazası Ve İhsar Babı». 204


«Tetavvu'  Namazı»

 

Tetavvu' namazından murad : Nafile denilen nan. Nafile lügatta ziyade demektir. Şerîatte ise, farz, vacib ve  olmayan bir şeyi yapmaktır. Sünnet ile. nafile arasında umum ve husus-u mutlak vardır. Heı* sünnet nafiledir. Fakat her nafile sünnet değildir.

Şürünbülâlî' (—1069) Dürer haşiyesinde şöyle diyor : utmam Ebu Zeyd dedi ki: Nafile ibadet farzlarda yapılan noksanlığı tamam­lamak için meşru' olmuştur. Zira kul, derecesi ne kadar yükselirse yükselsin, hata ve taksirden hâli değildir. Hatta bir kimse farzı hiç kusursuz kilabilse, sünnetleri terk ettiği için muahaze olunmaz.»

Kıyamet gününde ameller tartılırken, yapılan farz ameller mî-zânı doldurmazsa, onlardan kalan açığın nafilelerle doldurulacağı hadîs-i Şerifle beyan olunmuştur. Bu sebeple" bütün ibadetlerin na­filesi vardır. Bunlar hep arzettif imiz maksada mebnî, meşru olmuş­lardır. Binâenaleyh farz ibâdetleri yapanlar bunlardan da asla gaflet etmemelidirler. Son zamanlarda birçok kimselerin sünnet namazları terk etmek istediklerine bizzat şâhid olmaktayım. Bu zevat sün­netleri bırakıp, onların yerine kaza namazı kılmayı bahane ediyor­lar. Bizce buna asla lüzum yoktur. Çünkü namazı kaza etmekle vâkıâ Allah'a olan borç ödenecektir. Fakat bu sefer sünnetleri terk etmekle Resûlüilah'a karsı yeni borç kapısı açılacaktır.

Malûmdur ki, Teâîâ Hazretleri kendi rızasını Rcsûl-ü Zişan'ımn rı­zasına talik etmiştir. Hal böyle olunca bize düşen hem kaza namazla­rını hem de vakit sünnetlerini kılarak iki tarafı da razı etmeye çalış­maktır.

Bir takımları da nafile Hacca çatıyorlar. Bir adam bir defa hac edip borcunu ödedi mi artık hacca gitmemeli, oraya sarf edeceği pa­rayı memleketin, milletin yararına harcamah imiş. Bizce bu da sakat bir düşüncedir. Çünkü her şeyden evvel bu fikre zâhip olanlar bu noktada dini yıkmak isteyen din düşmanları iie farkına varmadan birleşmiş oluyorlar. Yâni nafile hac için dinimizin düşmanı ne düşünüyor ve söylü­yorsa; dostu da aynı şeyi söylüyor demektir. Bu ise dînini seven bir müsîümana asla yakışmaz.

Saniyen: îş bu dereceye" düşecek olsa, Şârî hazretleri ya bu nafile haccı hiç meşru kılmaz, yahut meşru kılsa bile onu ^on derece sıkı kayd ve şartlara bağlardı. Böyle bir şey bilmiyoruz. Bilâkis bütün eimme-İ kiram defalarca nâfiîe haccetmişler, bizlere de teşvikte bulunmuşlardır.

Sâlisen : Öyle bir zamandayız ki birçok müslümanlar maalesef farz ibadetleri bile bırakmanın çâresini aramaktadırlar. Binaenaleyh böyle bir zamanda biz onların kulaklarını «ibâdetlerinizi yapın» sesleriyle dol­durmak mecburiyetindeyiz. Tâki bunları yapmaktan başka çâre bulun­madığına inanarak ibadete yatışsınlar. Bilâkis kulaklarını şunu yap­mayın, bunu bırakın sedalarıyla okşarsak; beklediklerimiz de geliyor; diye sevinirler ve daha ziyade gevşerler. Fakirler, muhtaçlar vesaire yararına yapılacak hayır işlerine gelince: Bunları mutlaka ibâdetler­den kesmek lazımsa, buna münasip olan ibâdet zekâttır, sadakadır, öşür­dür. Bize öyle gelir ki zengin müslümanlar zekâtlarını tam verseler ze­kât .alacak ehü bulmakta hayli güçlük çekerler. Bizce menedilecek yol hac yolu değil, Avrupa'ya, Amerika'ya daha bilmem nereye götüren sefahat yoludur.

Elhâsıl : Müslüman olan hangi ibadetten kıssam diye düşünmeye cefc, hangisini daha fazla yapsam diye çabahyacaktır.

Bazı fıkıh kitabİarımızda nafilelerin hîkmet-i meşruîyyeti beyan. edilirken, «Şeytanın tamamı kesmek için meşru olmuştur.» tâbiri de kullanılmıştır. Çünkü şeytan daha ziyade mutî kullara musallat olur ve onlara vesvese vererek farz ibadetleri yaptırmamaya çalışır. Bu çabalama karşısında farzdan önce ve sonra, farz olmayan ibadeti bile yapmak elbette onu gayzından çatlatır.[1]

 

383/279- Rebiatü'bnü Kâ'b - Eslemî Radiyallahu anhden rivayet- edilmiştir. Demiştir ki: Resûlullah {S.A.V.) bana :

— İste, dedi.

— Ben de senden cennette refakatini dilerim dedim.

— Bundan başka (bir istediğin) var mı? dedi.

— Dileğim bundan İbaret, dedim.

— O halde nefsinin muradı için çok   nafile kılmakla bana yardım et; buyurdular.[2]

 

Bu hadîsi, Müslim rivayet etmiştir.

Musannif merhum sücûd kelimesini nafile namaz manasına almış ve hadîs-i Şerifi nafileye delîl getirmiştir. Secdeyi kendi mânasına kul­lanmaktan Musannifi men'eden karîne-i mâniâ, yalnız başına secde etmenin matlûp bir şey olmamasıdır. Zîra Resûlüllah (S.A.V.) namaz­sız secde etmezdi. Sücûd kelimesi farz namaz manasına da gelebilirse de fara namazlar her müslümamn borcu olduğundan burada nafile na­maz mânasına alınmıştır. Zîra Resûlüllah (S.A.V.) Hz. Rebîa'yı umdu­ğuna nail kılacak husûsi bir şeye "îrşad etmek istemişti.

Hadîsteki kelimesi iki türlü okunmuştur. Birincisine göre; hemze ile in ikisi de üstündür. Yani hemze istifham için, da âtıfadır. Bu takdirde mâna şöyle olur.

«Cennetde benimle beraber olmayı istemek pek bü­yük bir şeydir. Buna nail olmak güçtür. Olur ki sana ve­rilmez. Binâenaleyh bununla birlikte başka bir şey de iste;

İkinci kırâatde kelime; şeklinde okunmuştur. «Yahut» de­mektir. Bu takdirde mâna :

«Benimle beraber olmayı bırak da başka bir şey iste. Çünkü o pek güç bir şeydir demek olur.»

Hadîs-i Şerîfte Hz. Rebîa'nin îman-ı kâmil sahibi, mertebelerin ve isteklerin en büyüğünü gözüne kestirecek kadar âli himmet dünyaya ve dünya şehvetlerine metelik vermeyen bir zâhid olduğuna delâlet var­dır. Böyle zât hakkında ise, amellerin en makbulü namaz olacağı için Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) muradına ermesinin ancak çok namaz kılmak­la mümkün olacağını bildirmiştir.

Ebu Bekr-i Beyhakî (384 - 458) münâcâtmda şöyle diyor: «Nefsimin; Rabbisi kendisini yaratalıdanberi ömrü secdede geçse, yine azdır.»[3]

 

374/280- İbni Ömer Radiyaüahü anhümadan rivayet edilmiştir. Demiş­tir ki: Peygamber Sallaliahü Aleyhi ve Sellem'den on rek'at (namaz) belledim. İki rek'at öğleden evvel, iki rek'at da öğleden sonra, İki rek'at akşam namazından sonra evinde, iki rek'at yatsıdan sonra evinde, iki rek'at da sabah namazından evvel..>>[4]

 

Mü tef ek un aleyhdir.

Buharı ile Müslim'in bir rivayetinde : «İki rek'at da Cum'adan sonra evinde»,

Müslim'in rivayetinde: «Fecir doğduktan sonra hafif iki rek'attan başka namaz kılmazdı.» denilmektedir.

Akşam, yatsı, ve cum'amn sünnetlerini (evde) diye kayıtladığına göre, diğerlerini mescidde kıldığı anlaşılıyor. Hazretİ Peygamber (S. A.V.) sabah namazının sünnetini de evde kılardı. Hâvinin onu zikretme­mesi herhalde meşhur olduğu için lüzum görmedi ğindendir. Vâkıâ Cum'amn sünneti ile rek'at sayısı oniki oluyorsa da İbni Ömer (R.A.) in «on rek'at belledim» demesi günlük namazlara nazarandır. Müslim'­in yalnız rivayet ettiği hafif iki rek'at, on rek'atta dâhildir. Bu riva­yet, kılınan iki rek'atın hafifliğini, ve fecir doğduktan sonra bunlardan başka nafile kılmaz idiğîni ifade ediyor ki Hanefilerle İmam-% Mâlîk'in (93 -179), Şafiî (150 - 204) nin ve bazı ulemânın mezhebi de budur. Hattâ İmam-% Mâlik'ten bu iki rek'atta yalnız fatihanın okunacağı rivayet edilir. Zira sûre veya âyet zam ederse, hafiflik .tasavvur edilemez. Ulemâdan bazıları Hz. Âişe (R. Anha) nın;

«O kadar çabuk kıldı ki bilmem fatihayı okudu mu» demesine baka­rak «bu iki rek'atta hiçbir şey okumaz; yalnız tekbîr alır; azıcık durur, rükûa gider» diyorlar. Fakat bu kavi merduttur. Çünkü Kz. Âİşe'nin sözü mübalâğa içindir. Fecr doğduktan sonra şu iki rek'attan gayrı na­file kılmak mekruhtur, diyen Hanettlerîn delili bu hadîstir. Sabah nama­zının sünneti İmam-ı Mâlik'ten maada bütün mezhep imamlarına gore son derece müekket bir sünnettir. Hattâ İmam-ı Şam'dan (80 - 150) bir rivayete göre özürsüz oturarak kılınamaz. Onun için va­ciptir diyenler bile olmuştur.

Bu hadîs nafilelerin farz için kılındığına delildir. Nitekim bun-, ların farzlardaki noksanlığı tamamlamak için meşru olduğunu ba­bımızın başında zikretmiştik. İtnam-ı Ahmed bin Hanbeî (164 - 241) Ebu Dâvud, (202 - 275), İbni Mâce (207 - 275) ve Hâkim'in (321 -405) tahric ettikleri Temîm'ed Dâri hadîsinde şöyle buyrulmuştur.:

«Hz. Temim demiştirki: «ResûİülJah SallaUahü Aleyhi ve Selle/n: «Kıyamet gününde kulun ilk hesaba çekileceği şey na­mazıdır. Eğer onu tamam kıldı ise kendisine tam yazıla­cak; tamam kılmadı ise Allah meleklerine :

«Bakın kulumun bir nafilesini bulursanız onunla far­zını tamamlarsınız; buyuracak; sonra zekât da böyle mua­mele görecek. Sonra bütün ameller buna göre ele alınacak­tır; buyurdular.»[5]

 

375/281- Âişe radiyaîlahil anhâdan rivayet edilmiştir ki; Peygam­ber Sallaliahü Aleyhi ve Seîle7H öğleden evve! dört, sabahtan önce de iki rek'at (nafile namazı) bırakmazdı.»[6]

 

Bu hadisi. Buharı rivayet etmiştir.

Hadîs-i Şerif yukarda geçen İbni Ömer hadisine münâfî değildir. Çünkü buradaki ziyâdeyi Hz. Âişe biliyor, İbni Ömer bilmiyor; de­mektir. Ve caizdir ki İbni Ömer hazretlerinin rivayet ettiği iki rek'at burada Hz. Âîşe (R. Anha) nın zikrettiği dört rek'atda dâhil olsun. Çünkü Resûîüllan  (S.A.V.)  'in bunları ikişer kılmış elması ve   ibni Ömerlin yalnız iki rek'atını görmesi mümkündür. Maamafih o iki rek'atm başka namaz olması ihtimali de vardır. Nitekim Ebû Davudi Tirmizî tbni Mâce ve İbni Hvzeyme (223 - 311) nin rivayet ettikleri Ebu Eyyüb hadisinde şöyle buyrulmuştur: 

«Öğle namazından önce aralarında selâm olmamak üzere kılınan dört rek'at namaz İçin gök kapıları açılır.»     Taberânî (260-360) nin «El- Evsâf» nâmındaki eserinde rivayet ettiği  Enes hadisinde dahi:

«Öğleden evvel kılınan dört rek'at namaz, yatsıdan son­ra kılınan misli gibidir. Yatsıdan sonraki dört rek'at ise Kadir gecesinde kılınan misli gibidir.» buyurulmuşdur. Bu iki hadîs Ibnİ Ömer (R.A.) m rivayet ettiği iki rek'atin Âişe (R. Anha) hadîsîndeki dört rek'attan başka olduğunu te'yid ederler. Şu halde Hz. Peygamber (S.A.V.) öğleden evvel altı rek'at nafile kılmış oluyor. Fa­kat bazan dört, bazan iki kılmış olması da ihtimal dahilindedir. Bu tak­dirde Hi. Âîşe dört kıldığını rivayet etmiş İbni Ömer de iki kıldığını ha­ber vermiş olur.[7]

 

377/282- «Bu da ondan rivayet edilmiştir. 73. Anha; demiştir ki: Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem nafilelerden hiçbirine sabah na­mazının iki rek'atına gösterdiği dikkat ve muhafazadan daha şiddetli­sini göstermezdi.»[8]

 

Bu hadîs, Müttefekun aleyhtir. Müslim'in rivayetinde:

«Sabahın iki rek'atı dünya ve dünyadaki   herşeyden daha hayırlıdır» buyrulmuştur.

Resul ül I ah (S.A.V.) in sabah namazmm iki rek’at sünnetim hazerde olsun, seferde olsun bırakmadığı sabit olmuştur. Bundan dolayıdır ki Hasan-t Basrî (21 - 110) hazretleri vücûbuna kail olmuştur,

Müslimin rivayeti yine Hz. Âişe'den olup, merfû'dur. Bu rivayette zikri geçen dünyadan murad yeryüzüdür. Dünyadaki her şeyden rnaksad da; dünyanın nimetleridir.

Hadîs-i şerif sabah namazının Tünnetini kılmak için terğip ve teşvike delildir. Bu iki rek'atın vacip olmadığı da aynı hadisten anlaşılmakta­dır. Çünkü vacip olsa. terk edildiği zaman azap olunacağı zikredilirdi.[9]

 

379/283- «Ürnmü'l - Mü'minin Ümmü Habîbe RadiyaUdhü anhâ-dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki; Resûlüllah    Salîalîahü Aleyhi ve Sellem :

«Bir kimse günü ile gecesinde oniki rek'at namaz kı­larsa, o namazlar sayesinde ona cennette bir ev yapılır» derken İşittim.[10]

 

Bu hadîsi,  Müslim rivayet etmiştir.

Miislm'm mmii Habîbe (R. Anha) dan bir ri\âyetinde nafile kaydı vardır.

Tİrmizi'nin de (Ümmü Hablbe'dçn) buna benzer bir rivayeti var­dır. Bunda «öğleden evvel dört rek'at,   Öğleden sonra iki akşam namazından sonra i kî rek'at, yatsıdan   sonra ikf rek'at, sabah namazından önce de iki rek'at denilmiştir.

Bejler'in Ümmü Habtbe'den rivayetinde ise, «Bİr kimse öğleden evve* clort, Öğleden sonra da dört rek'at namaz kılmaya devam aderse AHah onu cehenne­me haram kılar» buyurmuştur.

Hadis-i şerifteki «Günü île gsctsî» nden murad: Her gün ve gece­dir. TirmizVnm rivayeti MüsUnı'in rivayetini şerh ve tafsil etmiş­tir. Bu rivayette zikri geçen öğleden önceki dört rek'at Hz. Âîşe hadi­sinde beyan edilen dört rek'attır. Öğleden sonraki iki rek'at ile yatsı­dan sonraki iki rek'at da İbnî Ömer- hadisinde «Evinde kılardı» diye kayıtlanan namazlardır. Sabah namazından önceki iki rek'at ise Hz. Âişe ite İbni Ömer (R. Anhüma) nîn yakarıda gördüğümüz hadîsle­rin de ittifakla rivayet ettikleri namazdır. Hadîsin sonundaki;

«Allah onu cehenneme haram kılar» cümlesinden murad: Cehenneme girmesini meneder demektir. Çünkü haram olan şeyden menediiir .[11]

 

382/284- «İbni Ömer Radiyallahil anhümâ'âzn rivayet edilmiştir. Demiştir ki:  Resûlütlah Sallallahü Aleyhi ve Sellem :

«Allah ikindiden önce dört rek'at namaz kılana rah­met eylesin» buyurdular.[12]

 

Bu hadîsi, Ahmed, Ebu Dâvud, ve Tirmîzî rivayet etmiş; Tirmizi Hasen olduğunu da beyan eylemiştir. Onu İbni Huzeyme dahi rivayet etmiş ve sahihlemiştir.

Hadiste zikri geçen dört rek'at şimdiye kadar kaydedilen nafi­leler meyamnda geçmemiştir. Bunları da Tirmizî'nin rivayet ettiği nafilelere katarsak, farzlardan evvel ve sonra kılınan nafile namaz­lar onaltı rek'at oluyor. Bir de ikindiden önce yalnız iki rek'at me­selesi varsa da  «Her iki ezan arasında bir namaz vardır» hadîsi ona şâmildir.[13]

 

383/285- <<Abdullah İbni Mugafîel Müzenî'den[14] rivayet edilmiştir. De­miştir ki: ResuiüHah SallaRahü Aleyhi ve Sellem:

Akşam namazından önce namaz kılın! Akşam nama­zından önce namaz kılın; dedi.

Üçüncüde nâs bunu âdet edinirler endişesiyle.

Dileyene (söylüyorum,) buyurdular.[15]

Bu hadîsi, Buhârî rivayet etmiştir..

İbnî Hibbân'ın tir rivayetinde:

Peygamber Salldllahü Aleyhi ve Sellem akşam namazından evvel îkî rek'at namaz kıldı» denilmektedir.

Müslim İn Enes Radîyallahü anhden rivayetinde:

Biz güneş battıktan sonra iki rek'at namaz kılıyorduk; ResûluHah Sallaîlahü Aleyhi ve sellem bizi görüyor, fakat ne emir ediyordu, nede nehy.» denilmiştir.

Hadîs-i Şerif akşam namazından evvel nafile kılmanın mendup ol­duğuna delildir. Zira ibaredeki tâbirinden murad budur. Aksam vakü değildir. Çünkü o vakitte namaz kılmak mekruh­tur. İbni Hİbban'm (—354) rivayeti dendir. Bu suretle aksam namazının farzından evvel iki rek'at nafile kıl­mak Resûl-ü Ekrem (S.A.V.)'in hem kavli hem de fiili ile sübût bulmuş -oluyor.

Hz. Enes'in rivayeti ise bu iki rek'atin Peygamber (S.A.V.) in tak­riri ile de sabit olduğunu gösteriyor. Mezkûr namazda şâir nafilelere katılırsa nâîile adedi yirmiye varıyor. Ve günde farz olan onyedi rek'at ile üç rek'at vitir namazı da bunlara ilâve edilince bir müsîümamn gün ile gecede kırk rek'at namazı oluyor. îbnü'l - Kayyım (691 - 751) diyor ki: «Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) İn gün ile gecede kırk rek'at namaz kıldığı sabit olmuştur. Onyedi rek'at farzlar on iki rek'at Ümmü Ha-bîbe'nin rivayet ettiği namazlar, onbir rek'at da gece namazı kırk rek'at eder.» Malumdur ki öğleden evvel ve sonraki dörder rek'at Ibnî Ömer. hadîsindeki iki rek'attan ayrı sayılır ve buraya kadar zikri geçen na­file adedine katılırsa, mecmuu yirmi iki olur. Buna Ümmü Habibe ha­disinde zikri geçen yatsıdan sonraki iki rek'at da katılınca vitir hariç, nafileler yirmi dört rek'at olur. Buna on yedi rek'at, farz ile üç rek'at vitir katılınca da mecmu kırk dört olur. Ebu Banîfe (80 —150), Mâlik (93 — 179) güneş kavuştuktan sonraki bu namaza muhaliftirler. îmam-ı Şafii sünnettir diyor. Nafile namazlarla bu namazların, rek'at adetlerini bildiren hadîsler muvacehesinde dört mezhebin bu bab­adaki kavilleri aşağıdaki şekildedir:

1— Hanefilere göre :    Nafile namazlar sünnet ve mendup olmak üzere ikiye ayrılır :

Sünnet namazlar : Sabah namazından önce iki rek'at, öğleden önce dört, sonra iki rek'at, akşam namazından spnra iki rek'at ve yatsıdan sonra iki rek'attır. Bunların en kuvvetlisi sabah namazının sünnetidir.

Mendup namazlar : İkindiden evvel dört veya iki rek'at, aksım namazından sonra altı rek'at yatsıdan evvel dört veya iki rek'at ve yatsıdan sonra dört rek'attır. Maamafih, istiyen bunlardan fazla da kılabilir. Yalnız gündüz nafilelerinde dörtte selâm vermek, gece nafi­lelerinde ise sekiz rek'atı geçirmemek şartı ile istediği çift rek'atta se­lâm vermek sünnettir.

2— Şâfiîlere göre:   Nafile   namazlar   müekked ve gayrı müekked olmak üzere iki kısımdır :

Müekked Nafileler : Sabah namazının sünneti, öğleden ve Cuma'dan Önceki iki rek'at, öğleden ve Cum'adan sonraki iki rek'at, akşam na­mazının iki rek'at sünneti ve yatsıdan sonraki iki rek'attır. Bu namaz­lara revâtip derler. Vitir namazı da bunlardandır. Vitrin en azı bir rek'at, ortası üç, çoğu on bir rek'attır.

Gayrı müekked nafileler : Oniki rek'at namazdır. Bunlar: öğleden evvel iki rek'at, öğleden sonra iki rek'at, ikindiden evvel dört, akşam namazından önce hafifçe kılınan iki rek'attır. Bu hususta Cum'a na­mazı da öğle gibidir.

3 — Mâlikilere göre : Nafile namazlar reva ti b ve gayrî revâtib ol­mak üzere iki kısımdır :

Revâtib : Öğleden evvel ve sonra kılman sünnetlerle, ikindiden evvel ve akşam namazından sonra kılman sünnetlerdir. Bunlar hak­kında muayyen bir aded yoksa da efdal olan, hadîslerin gösterdiği sa­yıda kılmaktır. Binaenaleyh öğleden evvel ve sonra dörder rek'at, ikin­diden evvel dört, akşam namazından sonra altı rek'at kılmak efdaldir. Bu nafilelerin hükmü müekket surette mendub olmaktır. Akşam nama­zının vakti dar olduğu için ondan evvel nafile kılmak mekruhtur. Yat­sıdan önce nafile kılınacağına dair Sâri' hazretlerinden açık bir nass yoktur.

Gayri revatib : Sabah namazının iki rek'at sünnetidir. Bunun hük­mü ragîbe 'olmasıdır.

Ragîbe; müstehabdan yukarı, sünnetten aşağı derecedeki nafile­dir. Şeft' namazı da gayrı revâtibtendir. Bunun en azı iki rek'a.tır. Ço­ğunun haddi yoktur. Bu namaz yatsı ile vitir arasında kılınır; mendûb bir namazdır. Vitir namazı dahi gayri reva ti bd en olup, iki rek'at tavaf namazından sonra sünnetlerin en müekkedi budur. İhtiyari vakti yatsı ile fecr arasıdır. îzdırârî vakti ise; fecr doğduktan sabah namazının tamamına kadardır. Özürsüz zaruri vaktine tehiri mekruhtur. Bütün nafilelerde iki rek'atta selâm vermek sünnettir.

4— Hanbelîlere göre :  Nafile namazlar revâtîb ve gayri  revâtib olmak üzere ikiye ayrılır :

Revâtib on rek'attır. Bunlar : Öğleden evvel ve sonraki ikişer rek'at, akşam namazı ile yatsıdan sonraki ikişer rek'at ve sabah na­mazından evvel iki rek'attır. Görülüyor ki, Imam-t Ahmed (164 -241), revâtib olarak tamamıyla İbni Ömer hadîsinde beyan edilen na­mazları almıştır. Bu namazlar sünnet-i müekkededirier. Ve en kuv­vetlisi sabah namazının sünnetidir.

Gayri revâtib yirmi rek'attır. Bunlar: öğleden evvel ve sonraki dörder rek'at ile ikindiden önceki dört rek'at, akşam namazından son­raki dört rek'at ve yatsıdan sonraki dört rek'attır. Akşam ezanı 41e farzı arasında iki rek'at nafile kılmak mubahtır. Cum'anın dört rek'at ilk sünneti gayri revâtibden, iki veya altı rek'at son sünneti revâtîb-dendir.[16]

 

386/286- «Âîşe Radiyalîahü anftâ'dan rivayet edilmiştir. Demiş­tir ki; Peygamber Saîlallahü Aleyhi ve Sellem; sabah namazından Ön-ceki iki rek'atı hafif kılıyor. 0 dereceki, ben acaba fatihayı okudu mu diyordum.»[17]

 

Müttefekun aleyh'dir.

Hadîs-i Şerif sabah namazının sünnetinin hafif kılınacağına delil­dir ki Cumhûr-u ulemânın re'yi de budur. Bazılarına göre yalnız fatiha okunur. Ebu Bekir Esamm'a. göre hiçbir şey okunmaz, tekbîr aldık­tan sonra azıcık durularak rükûya gidilir. Hanefîlerîe İbrahim Ne-haî (11 - 95) ye göre uzun okunur.

DeHHerî Beyhalû (384 - 458) nin rivayet ettiği Sâîd ibni Cübeyr hadîsidir.[18]

 

387/287- «Ebu Hüreyre Radiyalîahü anh'dan rivayet edilmiştir ki: Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem : sabah namazının iki rek'atmda sûrelerini okumuştur.»[19]

 

Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir.

Müslim'in yine Ebu Hüreyre'den bir rivayetinde: nin yerine Bakara sûresinin âyetini; in yerine de Âli İmrân sûresinin âyetini okuduğu zikredilmektedir.

Hadîs-i Şerif sûre ortasından bir âyet okuyup, onunla iktifa etme­nin caiz olduğuna delildir.[20]

 

388/288- <<Âişe Radıyattahü anhâdan. rivayet edilmiştir. Demiştir-ki : Peygamber SaUallaM- Aleyhi ve Sellem sabah namazının iki rek'at sünnetini kıldı mı sağ tarafına yaslanırdı.[21]

 

Bu hadîsi, Buharı rivayet etmiştir.

Yaslanma hususunda ulema ifrat, tefrid ve orta olmak üzere üç kısma ayrılmışlardır.

1) Zâhîrî'lerden İbni Hazm (384 - 456) ile ona tabî olanlara gö­re farzdır. Hatta bu yaslanma olmazsa sabah namazı    hatıldır, di­yorlar.

Delilleri; bu hadîste Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) in fiilen yatması ve aşağıda gelecek Ebu Hüreyre hadîsinde de yatmayı emretmiş olma­sıdır.

2) Ebu   Hanijc      (80 - 150), ibrahim Nehâî (11 - 95) ve    İbni ömsr (R.A.) a göre, yaslanmak mekruhtur. Hatta İbni Mes'ud (— 32) (R.A.) «B?r adama ne oluyor kî İki rek'at namaz kıldıktan sonra eşek çtibi yuvarlanıyor» demiştir, ibni Ömer (R.A.) hem yatmaz,   hem de «Selâm vermek yeter» derdi. Hatta yatanları döğerdi. Yukanki iki taife­den Zahirîler ifratta, Hanafîler de tefritte görülmüştür.

3) Ortada olan taife yatmakta beis görmeyenlerdir.   Bunlardan İmam-ı Mâlik (93 - 179) iîe bir taife yaslanmayı mubah   görürler. Fakat istirahat için değil det   sünnettir diye   yatmak   mekruhtur. îmam-ı Şafiî (150 - 204) ile bir cemaat da alelıtlak nıüstahabdır der­ler. Onlara göre yaslanmak geceleyin teheccüd namazı kılana meşru ol­muştur. Çünkü Abdürrezzak (126 - 211) in Hz. Âişe'den tahriç ettiği bir hadîste: Peygamber (S.A.V.) sünnettir diye yatmazdı. Lâkin gece­leyin boyuna ibadetle meşgul oluyordu da ondan istirahat için yatıyordu.» denilmiştir. Maamafih bu hadîsde tesmiye   edilmemiş bir râvi vardır. Nevevî (631 - 676): «Muhtar olan, yatmak sünnettir.   Çünkü Ebu Hü­reyre hadîsinin zahiri bunu gösterir» diyor. Zaten Resûfüliajh (S.A.V.) in yatmaya devam etmemesi de sünnet olduğuna delâlet ediyor. Yat­mak sağ tarafa olacaktır. Hatta îbni Hazm1 s göre sağ tarafına yatmak bir sebebten dolayı mümkün olmasa, imâ eder, sol tarafa yatmaz.[22]

 

389/289- «Ebu Hüreyre BadiydUahü anh'den. rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah SaUaîlahü Aleyhi ve Sellem:

Biriniz sabah namazından evvel iki rek'at (sünnet) î kıldımı sağ tarafına yaslanıversin; buyurdular.[23]

 

Bu hadîsi İmam-ı Abmed, İmam-ı Ebu Dâvud ve Tirmizt rivayet etmişlerdir. Tîrmizî onu sahihlemiştir.

Hadîs hakkında İmam-ı Tirmizî (200-279): «Ha sen, sahihf gariptir.»[24] demiştir, tbni Teymiyye (661 - 728): cBu hadîs sahih değildir. Çünkü münferiden Abdurrahman bin Ziyâde'ntn rivayet ettiği bîr ha­distir. Halbuki bu zâtın hıfzı hakkında söz edilmiştim demekte ise de; Musannif merhum: ıHak olan bunun hüccet olmasıdır. Şu kadar var ki Resûlüllah (S.A.V.) in yaslanmaya devam etmemi; olması bu bâbdakf emri vücûp için olmaktan çıkarmıştır.» diyor.

Buharî'iân Hz. Aişe'den rivayet ettiği şu hadîs-i şerif de aynı mâ­nayı ifade etmektedir.»

«Peygamber Sallaliahü Aleyhi ve Sellem namaz kıldığı zaman eğer ben uyanık olursam benimle konu­şurdu. Değilsem, namaz   için ezan okununcaya kadar yaslanırdı.»

Hadîs-i şerîf ile zahirilerin ve onlara tabî olanların istidlal ettiğini yukarıki hadisin şerhinde gördük.[25]

 

390/290- <<İbnî Ömer RadiyaUahü anh'den rivayet edilmiştir. De­miştir ki: Resûlüllah Sallallahü Aleyhi ve Sellem:

«Gece namazı ikişer ikişerdir. Biriniz sabah olacağın­dan korkarsa bir rek'at kılar. Bu ona kıldıklarını vitir yapar» buyurdular.[26]

 

Müttefekun Aleyh'dir.

Beşler'in rivayetinde - ki o rivayeti îbni Hibbân sahihîemiştir.

Bu hadîs : «Gece ve gündüz namazı İkişer ikişerdir» lâfzıyladır. Nesâî «Bu hatadır» demiştir.

Hadîs-i şerîf geceleyin kılman nafilelerin ikişer ikişer meşru olduğuna delildir. Yani o namazlarda ikide bir selâm verilir. Cumhur-u Ulemânın kavli de budur. Hanefî'lere göre ikişer ikişer demek her iki rek'atta oturarak teşehhüd yapılır; demektir.

îmam-ı Mâlik (93 - 179) : crlki rek'attan fazla caiz değildir. Çünkü hadîsin mefhumu hasr ifade ediyor. Ve

«Gece namazı ancak ikişer İkişerdir.» kuvvetindedir.

Zira mübfedanm mârife oluşu ekseriya hasr ifade eder» diyor.

Fakat Cumhur tarafından kendisine cevap verilmiş ve: «Hadîste hasr yoktur; çünkü bir suale cevap olarak vâki olmuştur. Hasr oldu­ğunu teslim etsek bile Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) in fiili buna muarızdır. Çünkü beş rek'atla vitir yapmıştır. Nitekim Şeyheyn (Buhâri ve Müs­lim) İn rivayet ettiği Âİşe hadîsinde hiç oturmadan beş rek'at kıldığı İfâde olunmaktadır. Fiil ise, hasr kasdedilmediğine karinedir.» denil­miştir.

«Biriniz sabah olacağından korkarsa,» denildiğine bakı­lırsa bir rek'at kılarak vitir yapmak yalnız sabah oluyor diye kork­tuğu zaman caizdir. Böyle bir endîşe yoksa, ya beş yahut yedi veya benzeri ile vitir yapar. Çünkü Dâre Kutnî (306 - 385) ve Hâkim (321 - 405) in  tahriç ettikleri merfu  Ebu Hüreyre Hadîsinde :

«Beş veya yedi yahut dokuz veya onbir   rek'atla  vitir  yapın.» buyrulmuştur- Hâkim aynı hadîse şu ziyâdeyi de ilâve etmiştir. 

«Üç   rek'atla  vitir   yapmayın; akşam namazına benzetmeyin»

Bü hadîse Hanefller tarafından şöyle mukabele ediliyor :

«Hadîs, henüz vitir üç rek'atta karar kılmadan önce vârid olmuştur,» Musannif bu hadîsin bütün ricali sıkadır. Bazılarının onun mevkuf sayması zarar etmeı» diyorsa da; bu hadîse   Ebu Dâvud, (202-275)

Nesâî (215-303),   İbni, Mâce (207 - 275) vesairenin tahric ettikleri

Ebu Eyyüb hadîsi rnuâraza etmektedir. Zira o hadiste: «Kim üç rek'atia vitir yapmak  isterse yapstn» buyruluyor.

Bu iki rivayetin arası şöyle cem edilmiştir. Uç rek'atla vitir yap­mak ara yerde oturulursa akşam namazına benzeyeceği için nehyedil-mişür. Ütunılmadığı takdirde neny yoktur. Çünkü o zaman akşam na­mazına benzeme yoktur. Bu telif fena değildir. Nitekim îmam-ı Ahmed (164-241), Ncsâî, Bcyhakî (384-458) ve Hâkim'in rivayet ettikleri Aîşe hadîsi de onu te'yid ediyor. Bu hadîste:   

Sallallahü Aleyhi ve SeUem üç rek'af vitir yapar; bunların yalnız sonunda otururdu» denilmektedir, imam-ı Ahmed rivayetinin lâfzı şöy­ledir: «Resûlüllah SalîaUahü Aleyhi ve seUem- üç rek'stla vitir yapar; aralarım ayırmazdı. Hâkim'in rivâyetiride ise,  «oturmazdı» deniliyor. Hadîy-i şerifteki :

«Sabah olacağından korkarsa bir rekTat kılar» ifade­sinin mefhumuna az ilerde gelecek olan Ebu  Eyyüb hadîsi muâraza ediyor. Çünkü o hadiste :    

«Kim bir rek'atla vitir yapmak isterse, yapsın» deniyor.

Elbette o hadîs buradaki mefhumdan daha kuvvetlidir. Beşlerin yine  İbni Ömer'den rivayet ettikleri hadîste : «Gecs ve qündüz namazı» denilmiştir. Beşler bu hadîsi Ali ibni Ab­dullah Bârik rivayet etmişlerdir. Hadîsin aslı Sahiheyn'de mevcut ise de onda «gündüz» tâbiri yoktur. îbni Abdil-Ber (363 - 463): «Bu tâbiri İbnî Ömer'den yalnız Ali bin Abdullah El - Bârikî rivayet etmiştir. Bu sözü ona red ve inkâr ettiler.» diyor.

îbni Maln (— 233) ortun hadîsini zaif buluyordu. Onunla îhti-cac etmiyor ve: «Nâfi; Abdullah bin Dinar ve bîr cemaat bu hadisi İbni Ömer'den gündüz kelimesi olmaksızın rîvayet ettiler» diyordu, Yahya ibni i¥am'den senetle rivayet edilmiştir ki; «gündüz namen dörttür; aralan ayrılmaz.» demiştir. Hattâ kendisine: Imam-ı Ahmeâ bin Hanbel «gece ve gündüz namazları ikişer ikişerdir» diyor denildik­te: «Hangi hadîse îsîînaden» diye sormuş «Eidî'nin hadîsine» cevabını vermişler; «Ezdi kim oluyor ki hadîsini kabul edeyim» demiştir.

İmam-ı Nesâî (215-303): «Bu hadîs bence hatâdır.» demiştir. Hâ­kim (321 - 405) dahi Ulûmü'l - Hadîs'inde onun hata olduğunu söylemiş. Dâre Kutnî (306 - 385) «£7 - /ZeZ» adlı eserinde «Bu hadtsde tjündüıün zikredilmesi bir vehimdir» demiştir. Hatiahî {319 - 383}: «Bu haduî Ta­vus, Nâfî ve başkaları İbni Ömer'den rivayet etmiş, fakat hiçbiri onda gündüzü sikretmemîşHr. Şu kadar var kî sika (güvenilir) bir zatın yap­tığı ziyadenin çaresi onu kabul etmektir.» diyor.

Beyhakî (384-458): «Bu hadîs sahihtir» demiştir. Beriki: «EVJüslİm bu hadîsle îhiicac etmiştir. Sikanın yaptığı ziyâde makbuldür» diyor.

İşte ziyade hakkında hadîs imamları bu derece ihtilâf ettikleri için bazıları İkisini de caiz görmüştür, hnam-% Âzam Ehu Hamfe (80 - 150) ye göre gündüz namazları ya ikişer ikişer, yahut dörder dörder kılınır; dörtten ziyade kılınmaz, fmam-ı Buhârî (19-4 - 256), gündüz namazının iki rek'at olanağına dâir sekiz hadîs tahriç et­miştir.[27]

 

392/291- «Ebu Hüreyre Radiyallahü aniıden rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem;

«Farzdan sonra en faziletli namaz, gece namazıdir.» buyurdu.[28]

 

Bu hadîsi Müsüm tahric etmiştir.

Gece tabirinden murad, gece yansı da olabilir, sabah namazı da. Ulema gece namazının ne olacağında da ihtilâf etmişlerdir. Bazılarınca bundan murad salât-ı vitirdir. Bazılarınca ise, sabah namazının sünnetidir. Aşağıdaki hadîsler geceden muradın hakîkaten gece yarısı oldu­ğunu göstermektedir.

Buharî'den gayri sahih sahipleri Ebu Hüreyre (R.A.) den şu hadîsi rivayet ederler:      

Resûlüllah:

Zaftü Aleyhi ve SeMem'e farz namazdan sonra hangi namazın afdal oldu­ğu soruldu:

— «Gece yarısı kılınan namazdır» buyurdular.

Tirmizî (200 - 279), Amr bin ^.bse'den şu hadîsi rivayet eder ve sahihler.  

«Rızâ-i ilâhinin kula en yakın olduğu zaman gecenin son yarısıdır. Eğer o saatte Allah'ı zikredenlerden ola-Iirsen, hemen ol.»

Ebu Dâvud (202 - 275) Yine Artır* bin Abse'den gu hadîsi tahric etmiştir:   

Dedim ki; « — Ya Resûlallah! Gecenin hangi cüz'ü daha makbuldür?

— Gecenin son yarısıdır. Artık (orada) dilediğin ka­dar namaz kıl. Çünkü o zaman kılınan namaz yazılır ve şahidlidir; buyurdular. tabirinden murad: Gecenin son üçte biridir.[29]

 

393/292- «Ebu Eyyûb-Î Ensarî RadiyaUahü anh'den rivayet edil­miştir ki: Resûlüllah Sallallahü Aleyhi ve Sellem:

Vitir her müslimin üzerine borçtur. Kim beş rek'atia vitir yapmak isterse yapsın.

Kim üç rek'atia vitir yapmak isterse yapsın.

Kim bir rek'atia vitir yapmak isterse yapsın» buyur­muşlardır.[30]

 

Bu hadîsi Tirmizî, müstesna Dörtler rivayet etmişlerdir, tbni Hibban (— 354) onu sahihlemiş, Nesâi ise mevkuf olduğunu ter­cih etmiştir.

Hadîs, vitir namazının vâcib olduğuna kail olan İmam-t Âzam Ebu Hanîfe (80 - 150) nin delilidir. Çünkü sigası itibariyle vücûba delâlet ediyor. îmam-ı Ahmed bin Hanbel (164 - 241) in rivayet et­tiği Ebu Hüreyre hadîsi dahi vücûba delâlet etmektedir. Hadîs şu­dur:

«Kim vitir yapmazsa bizden değil­dir».

Cumhur-u Ulemaya göre ise vitir namazı sünnettir.   Onlar aşağıda gelen Hz. AH hadîsi ile isüdlâl ederler. O hadîsi İbnl Mâce (207 - 275) şu lâfızla rivayet etmiştir;

«Şüphesiz ki vitir vacip değil, sizin farz namazınız gibi de değildir. Lâkin Resûlüllah Salîaîlahü Aleyhi ve SeUem vitir kıl­mış ve:

«Ey Ehl-i Kur'an! Vitiri kılın. Çünkü Allah,   tektir; teki sever.» buyurmuştur.

Yukanki Ebu Eyyüb hadîsini Nesâi mevkuf kabul etliği gibi Ebu Hatim (195 - 277), Zehlî, Dâre Kutnî (306 - 385), Beyhakî (384 - 458) ve şâir birçok zevatda mevkuf saymışlardır. Musannif mer­hum da böyle olmasını doğru buluyor.

«Sübülü's - Selâm» sahibi San'âni ise: «Bu mevkufa merfu hükmü verilir. Çünkü miktar bildiren şeylerde içtihada müsaade yoktur.» de­mektedir.

Bundan sonra San'ânî (1059 - 1182) Ebu Eyyüb hadîsinin vi­tir vaciptir diyenlere delil olduğunu bildirerek vacip değildir di­yen Cumhur'un delillerine geçiyor ve onlar namına arzettiğimiz Hz. Ali hadîsi ile istidlal ettikten sonra göyle devam ediyor:

«Mecd bin Teymiyye'ye göre Îbnü'l-Münzir (—310)   Ebu Eyyüb hadîsini şu lâfızla rivayet etmiştir: «Vitir haktır, amma vacip değüdir.» Cumhur şu hadîsle de istidlal ettiler.     «Üç şey vardır ki, bunlar   bana farz, size   nafiledir.»

Buyurmuş, «Vitir! de onlardan saymıştır.»

Bu hadîs her ne kadar zayıf'da olsa, mütâbileri okluğu için onlarla kuvvet bulur. Halbuki vitrin vânip olduğuna delil gösterilen Ebu Eyyüb hadîsinin esah kavle göre mevkuf olduğunu gördük. Bu hadîs hakkında her ne kadar merfu hükmündedir dedi isek de vacip olmadı­ğına delâlet eden deliller karşısında mukavemet edemez. Eir de te'kid için mesnım olan şeye de icap tabiri kullanılabilir. Nitekim, Cum'a için yıkanma mes'elesinde geçti.»

San'ânî'mn bu tafsilât] kar-şiatnda biz, vitiri vacip kabul eden îmam-ı Âzam*m mezhebini bir parçacık açıklamaya lüzum hissede­riz ve deriz ki:

«Vîtir hakkında İmsm-ı Âzam'dan üç rivayet vardır>>

1) Yusuf bin Halid Semtinin rivayetine göre vitir namazı va­ciptir.

2) ATwA hiv Meryem'in rivayetine göre sünnettir. Diğer mezhep imamları ile Hanefiyye den îmam-ı Ebu Yusuf (113-182) ve tmam-t Muhmnmed (135-189)'in mezhebi budur.

3) Hammad b. Zeyd'ir. rivayetine göre farzdır.    Hanefiyye'den tmam-î Züfer (110-150) bu kavli tercih etmiştir.

imam-ı Âzam'ın delifi :

Muhakkak ki Allah-ü Tealâ size bir namaz ziyade etmistir. Dikkat edin bu namaz vitirdir. Artık onu yatsı i!e fecir arasında kılın.» hadîs-î şerifîdir.

Bu hadisi ashab-ı Kiram'dan Amr b. As, ükbs bin Amir; İbnİ Ab. bas, Ibni Ömer, Ebu Said-İ Hudrî, Amr Bin Şuayb, Harice b. Huzafe ve Ebu Nadrati'l-Gıfârî radiyatlahü anhüm gibi birçok zevat rivayet etmiş­lerdir. Vakıa bu tariklerin hemen hepsinde söz götürür cihet bulunmuş­sa da Kemal b. Hütnam (788-861) «Fethü'l - Kadir-» de bunları birer birer tetkik etmiş; neticede: «Böylece bu hadîsin Işî sahihlikte en mü­kemmel vecihte tamam olmuştur» demiştir.

Hadîsin vücuba delâleti birkaç vecihtedir:

a) Bu hadîste ziyâde Allah'a izafe edilmiş ve: «Allah size bir namaz ziyade etti» denilmiştir. Binaenaleyh   vitir   namazı vaciptir.   Sünnet olsa idi,   »Peygamber

ziyade etti» denilirdi.    Çünkü sünnetler ancak Hz. Peygamber SoZZoZ-lahü Aleyhi ve Seîlcyne izafe edilir.

b) «Ziyade etii» demliyor.

Ziyade ancak vaciplerde tahakkuk eder. Zira bir aded ile mahsur olan yalnız vaciblerdir. Nafilelerin haddi hududu yoktur.

c) Bir şeyde ziyade, o şeyin cinsinden olmakla tahakkuk eder. Bu­rada üzerine ziyade edilen şeyler farzlardır. Binaenaleyh ziyadenin de aynı hükümde olması icap eder. Ancak delil, kafî olmadığından vacip derecesinde kalmıştır.

d) Hadiste emir vardır. Emir ise vûcup ifade eder. Şimdi yine sadedinde bulunduğumuz hadîse dönelim.

«Kim bir rek'atla vitir yapmak isterse yapsın» ifade­sinden anlaşılan; yalnız bir rek'at namaz kılmaktır. Filhakika birer rek'atla vitir yaptıkları ashab-ı kiramdan bir cemaattan rivayet edil­miştir. Muhammed Un Nasr ile başkaları, Saib b. Yezid'&en sahih fo\r isnadla şu hadîsi tahric etmişlerdir;

«Ömer bîr gece bir rek'atta Kur'an-ı Kerîm'i okudu, başka kılmadı».

Buharı (194—256), Muavîye'nin bir rek'atla vitir yaptığını, Ibni Abbas'ın da bunu doğru bulduğunu rivayet eder Fakat ne de olsa üç rek'atlı olduğunu ifade eden deliller daha kuvvetlidir, Hattâ Hasan-î Sosî-i (21—110) vitrin üç rek'ath olduğuna İcma-ı müslimin bulunduğu­nu rivayet etmiştir. Mezkûr rivayet tbni Ebi Şeybc'nin «Musanne/» indedir. Hz. Ebu Bekir, Ömer, Abadîle-i Erbaa (Dört Abdullah)[31] üe ekser Ashabın (R. Anhüm) ve fukaha-I seb'a (yedi fakih)[32] nın mezhebleri de budur.[33]

 

394/293- «AH bin Ebl Talib RadiyaUahü anh'âen rivayet edilmiştir. Demiştir ki: VIHr, farz derecesinde lüzumlu değildir. Lâkin Resulü İlah SaUaUahü Aleyhi ve SeMem'tn sünnet olarak kıldığı bîr sünnettir.[34]

 

«Bu hadîsi, Tîrmizî ile Nesâî rivayet etmiş; Hâkim onu hasen bul­muş ve sahihleşmiştir.

Hadîs .vitir vacip değildir diyen Cumhur-u Ulemâ'nin delîllerinden-dir. Nitekim yukarıda işaret etmiştik. Yalnız Hz. AH (R. AJ'ın bu ha­dîsinde, Asım b. Damre vardır ki, bu zat hakkında bir çokları söz et­miştir. Bunu Kâdl Abdurrahman «Bülûğu'l - Meram haşiyeler» inde zikretmiş ise de San'ânî böyle bir şey bulamadığından bahsediyor. Yalnız «Et-Takrîb» nam eserde : «Âsim b. Damrete'lr Meslûlî Kufî al­tıncı dereceden Sadûk (doğru söyleyen) bir adamdır. «74» tarihinde vefat etmiştir.» ibaresini gördüğünü naklediyor.[35]

 

395/294- <<Câblr b. Abdullah RadiyaUahü arihhüma'ûan rivayet edilmiştir ki; Resûlüllah SaUaUahü aleyhi ve seUem; Ramazan ayında gece namazı kılmış, sonra ertesi gece kendisini beklemişler, fakat çık­mamış ve» :

«Ben, size vitir farz olur dîye korktum.» buyurmuşlardır.[36]

 

Bu hadîsi, İbni Hibban rivayet etmiştir.

Yukanki hadîsi Buhar! (194-256) da rivayet etmiştir. Fakat onun lafzı şöyledir :  

«Size gece namazı farz olur diye korktum.»

Aynı hadîsi Hz. Âişe (R. Anha) 'dan Ebu Davud (202—275) şu lâfızlarla tahriç etmiştir»:

<<Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem mescidde namaz kıldı, ona uyarak cemaat da kıldılar. Sonra ertesi gece yine kıldı. Derken nâs ço­ğaldı. Sonra üçüncü gece toplandılar. Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve seüem yanlarına çıkmayıverdi. Sabah olunca:

Yaptığınızı gördüm. Beni sizin yanınıza   çıkmaktan ancak üzerinize farz olur diye korkmam men etti; buyurdular>.

Hadîsin Buftan'deki rivayeti de buna yakındır. Görülüyor ki, mescide çıkmamanın   sebep ve illeti, cemaata farz

olur endişesiymiş. Fakat «Namazlar beştir. Ama onlar yine ellidir. Ben de söz değişmez.»

Hadîsi, muvacehesinde bu ta'lil müşkildir. Öyle ya, değiştirmek en­dişesi yoksa, beş vakit namazın üzerine ziyade edileceğinden neden korkmalı?

Musannif bu suâle birçok cevaplar verildiğini nakletmiş, sonra bun­ların hiçbirini beğenmiyerek kendisi üç cevap vermiştir. Beğenmediği cevaplar şunlardır:

a— Çünkü Peygamber (S.A.V.)'in bir şeye devam buyurması ile o şey farz olur.

b— Hz. Peygamber (S.A.V.)'e Cenab-ı Hak vahyederek, bu na­maza devem edersen, farz kılınmasına sebep olursun, demiştir.

c— Peygamber (S.A.V.) ile Astıab-ı Kiram'ın[37] bu namaza de­vam ettiklerini gören bir müçtehid farz olduğunu zan eder de farz oiur Çünkü müçtehîd bîr şeyin vücubunu zan ederse, o şeyle amel etmek kendisine lâzım olur.

d— Gece namazı Hz. Peygamber (S.A.V.)'e zaten vaciptir. Eğer sahabe de onunla birlikte bu namaza devam ederlerse, hepsine birden müsavat üzere farz olur.

e— Tahtavi'ye göre (—1231) Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) yatsı na­mazının rek'atları çoğaltılır diye endişe etmiştir. Ve bu endişe hadîsine muarız değildir. Çünkü evvel emirde namazlar ikişer rek'at olarak farz kılınmıştı. Sonra nasıl dörde çıkarıldı ise bu­rada da dördden daha yukarıya çıkarılabilir. Musannifin verdiği cevap­lar da şunlardır :

a— Korktum ki bu sünnet size mescidde cemaatla farz olur.

b— Korktum ki gece namazı size farzı kifâye olur.

c— Korktum İd teheccüd namazı size mescidde farz olur. Musannif kendi verdiği cevaplardan bu üçüncüyü beğeniyor. Ve Zeyd ibni Sabii'in rivayet ettiği :             

«Üzerinize farz kılınır diye  korktum.  Eğer farz olsa onu kılmazsınız.  Binaenaleyh ey nâs evlerinizde  kılın»

hadîsi bu cevaba imâ ediyor. Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) onlara acıdığı için mescidde toplanmaktan men etmiştir. Çünkü toplanmak devam ederse şart niur» diyor.

Maamafih bu cevabı da San'âni (1059-1182) beğenmiyor. Diyor ki : Bunun 

«Size gece namazının farz kılınacağından korktum» ifadesine uymadı­ğı,meydandadır. Hadîs Buhârî'de de böyledir. Ve mutlak surette nama­zın farz kılınacağından korktuğunu beyân ediyor.

Hâdise Ramazan'da geçmiştir. Ve Buhftrt'nin hadîsine göre Resûlüllah SaUallahü aleyhi ve seUem cemaate iki gece teravih kıldırmıştır. Sadedinde bulunduğumuz hadîs bir gece kıldırdığını gösteriyor. İmam-ı Ahmed (İM—241)'in rivayet ettiği hadîste :

«Peygamber SalîctUa-hü aleyhi ve selıem onlara üç gece namaz kıl­dırdı. Dördüncü gecede mescid cemaatla doldu taştı.» deniliyor. Buhâ-rî ile Müslim'in mütlefikan rivayetlerine göre; Resûİüllah (S.A.V.) üç gece mescidde namaz kilmiş; cemaat da ona uymuşlar. Cemaate seki­zer rek'at kıidırıyormuş.    Geri katanını cemaat evlerinde tamamlarlar ve arı vıziltıs: gibi vızıltıları duyuturmuş. Hadîsimizdeki  «vitir size farz kılınır diye korktum» cümlesi, «Vitir namazı vacip değildir.» diyenlere delildir.

Ramazan'da Teravih namazının sünnet olduğuna kail olanlar bu hadîsle istidlal ederler. Yalnız bu hadîste teravihin kemmiyyet ve key-fiyyeti bildirilme mistir. Teravihin yirmi rek'at olarak cemaatla kılınma­sı Hz. Ömer zamanında ve onun emriyle olmuştur. îmam-ı Müalim'ia. (204—261) Sahihîn'de rivayet edilen bu hadîste Hi. Ömer (R.A.yvn bu işe «Bid'at» dediği kayıt edilmiyor. Müslim'den maada hadîs imam­ları hadîsi   Hz. Ebu Hüreyre'den şu lâfızlarla tahric etmişlerdir:

Peygamber SaUallahü aleyhi ve sellem ashabı Ramazan teravi­hine teşvik eder; azimetle kendilerine emir etmez de, kim ramazan­da iman ve ihtisab için teravih kılarsa, geçmiş günahları kendisine bağsştamr» buyururdu.

Ebu Hüreyre diyor ki : «Rasûlullah Sallallahü aleyhi ve sellem dünyadan gitti. Mes'ele bu minval üzere idi. Ebu Bekir'in hîîâfeti za­manında vs Ömer'in ilk zamanlarında hep böyle idi .

Beykâkî (3S4~-458)'nin rivayetinde ise, şu ziyade vardır: «Urve dedi k! :

«Sana Abdurrahrnan KârU'nİn haber verdiğine güre, Ömer îbni'l-Haftab bîr Ramazan gecesi çıkmış ve mescidi dolaşmıştı.Mesciddekiler darmadağınık idiler. Kimi yalnız basına kılıyor; kimi birkaç kişi-ye namaz kıldırıyordu. Ömer: vallahi bunları bir İmamın başına top­lamayı düşünüyorum, dedi ve Übeyy b. Ka'b'e; ramazanda cemaate na­maz kıldırmasını emretti.

Ömer mescidden çıkarken, cemaat Übeyy b. Ka'b'e uymuşlardı. Ömer : «Ne güzel bid'at bu!» dedi.

Beyhakî, «Sünen» inde bu mânada bir çok rivayetler tahric et­miştir.

Teravihin kemmiyetine, yani kaç rek'at olduğuna gelince : Bu bâb-da merfû bir hadîs yoktur. Yalnız Taberânî (260—360) ile, Abd b. Hu-meyd'in Ebu Şeyhe tarikiyle lbni Abbas (R. A.)'d&n rivayet ettik­leri bir hadîste :     «Resûlüllah SaMaîlahü aleyhi ve seîlem Ramazanda yirmi rek'at (Te­ravih) ile vitri kılardı» deniliyorsa da «Sübv/lür-Reşad» nam kitapta şöyle deniliyor: Ebu Şeybe'yı Ahmed ibni Haribel, İbhi Maın, Bu-hâri, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî vesaire zayıf addetmişler­dir. Şube (—160) ise yalancı çıkarmıştır. İbni Maîn (—233) onun hakkında sika değildir, demiş ve bu hadîsi onun münkerlerin-den saymıştır. Ezriî «El-Mütevasstt* adlı eserinde : «Resûlüllah (S.A.V.)'in mescide çıktığı, iki gecede (teravih) i yirmi rek'at kıldığı rivayeti ise münkerdir.» diyor. Zerkeşî (-749) «El-Hâdim» nam ese­rinde: «O gece Resûlüllah (S.A.V.) İn onlara ylrmî rek'at namaz kıldırdı iddiası sahih değildir. Sahih kitaplarında sabit olan sayı zikredilmeden namaz kıldığıdır. Bir de Cabir'in rivayetinde:

«Peygamber SattaUahü aleyhi ve sellem onlara sekiz rek'at namaz 1le vitri kıldırmış; sonra ertesi gece kendisini beklemişler, fakat onların yanına çıkmamıştır» denilmektedir.

Bu hadîsi İbnl Huzeyme ve ibni Hibbân sahihlerinde rivayet etmiş­lerdir.

Bey ha kî dahi Ebu Şeybe tarikiyle ibni Abbas rivayetini tahric etmiş; sonra onu zayıf bulduğunu söylemiş, ve hadîsin çeşitli riva­yetlerini birer birer sıralamıştır. Bu rivayetlerde :

«Şüphesiz Ömer, Übeyy ile Temim-i Dâri'ye cemaata yirmi rek'at namaz kıldırmalarını emretti». Bir rivayette :

«Filhakika Ömer zamanında yirmi rek'at kılarlardı».

Başka bir rivayette :

«Yirmi üç rek'at».

Diğer bir rivayette

«Gerçekten AH Radiyallahü anh onlara yirmi rek'atta imam oluyor ve üç rek'atla vitir yapıyordu» denilmektedir.

Beyhakî (384—458) bu son rivayet için: «Bunda da kuvvet vardır» dîyor.

Hal böyle olunca, anlaşılıyor ki, yirmi rek'at hususunda merfû bir hadîs yoktur. Eilâkis ResûlüMah (S.A.V.)'in ramazanda ve sair zaman­larda onbir rek'attan fazla namaz kılmadığına dair Müttefekun Aleyh olan Hz. Alşe hadîsi az İlerde gelecektir.

«SÜbiÜu's-Selâm» sahibinin bu hadîsi şerh ederken, (Bid'at) ke­limesinin üzerinde dikkatle durduğu göze çarpmaktadır.

Ehli sünnet ulemâsına göre her bid'atin mutlaka dalalet olması icap etmez. Bid'atlar, bld'at-ı hasene ve bid'at-ı seyyie olmak üzere umumî olarak iki kısımdır. Teravihin yirmi rek'at üzerinden cemaatla kılın­ması bid'at değildir. Çünkü bu namazın aslını Hz. Peygamber (S.A.V.) cemaatla kılmıştır. Binaenaleyh teravihin aslı ve cemaatla kılınması Peygamber efendimizin sünnetidir. Cemaata devam ile yirmi rek'at kıl­dırmaması ise farz olur endişesine mebnidir. Demek oluyor ki, bu endi­şe olmasa, devam Duyuracakmış. O halde, ResûlüMah (S.A.V.)'in vefa­tından sonra farz olmak korkusu kalmamıştır. MeceTle-i Ahkâm-t Adliye'mizin yirmi dördüncü maddesiyle hülâsa edilmiş, umumî bir kaidemiz vardır. Bu kaide mucebince «Mâni zaîi oldukta, memnu avdet eder». Binaenaleyh memnu olan cemaatla yirmi rek'at kılmanın cevazı avdet etmiştir ve artık eskiden olduğu gibi yirmi kılınır; halbuki eski­den hiç küınmadığım fars etsek bile madem ki   Hz. Ömer zamanında, onun emri ve gshab-ı kiramın icmaı ile sabit olmuş bir şeydir; bize yine sünnet olur. Çünkü, «Benim sünnetime ve benden sonra Hülefa-i Raşi-din'in sünnetine sanlın» hadîs-i şerifi bu hakikati sarahaten ifade eder. Bu da olmamış olsa. Hz, Ömer (R.A.) bir sahabî-i ceİîldir. Üsul-u Fıkıh îJminin beyanına göre «sahabeyi taklit ise hteler içîn vaciptir». Nihayet ResûliHlah (5.A.V.) :

«Müslümanların iyi gördükleri şey, Allah indinde dahi iyidir» buyurmuşlardır.

Teravihi yirmi rek'at olarak cemaatla kılmayı iyi görenler müslüm2nîardır. Binaenaleyh netice itibariyle bu şekildeki teravih namazı -hâşâ- dalâlet değil, rnahz-ı saadet ve keramettir. Bundan dolayıdır ki, dört mezhebin dördüne göre de, teravihi yirmi rek'at kılmak meşrudur

Yalnız İmam-ı Mdlik'e göre, kuvvetle mendup, diğerlerine göre erkek ve kadınlara sünnet-i müekkededir. Cemaatla kılmak da sünnet­tir. Ancak HeneîîUere göre; sünnet-i kifaye, Mâlİkîlere göre; mendup-tur, îmam-t Âzam Ebu Hanife (80—150)'ye, Hz. Ömer (R. A.)'m bu yaptığını ne diyeceği sorulmuş; cevaben  :

«— Teravih sünnet-i müekkededir. Ömer bu İşi kendinden ortaya Çıkarmış değildir; bu bâbda bîd'atcı da değildir. Bunu ancak elinde mevcut bîr aia, ResûSüilah (S.A.V.J'don bellediği bir malûmata binaen emretmiştir» mukabelesinde bulunmuştur.

Hz. AH RfîdiyaUahü anh :

«Ömer bfeîm m e$c id Serimizi nasel nurlandirdt ise, Allah da, orun kabrini öyle nurîandırsın» demiştir.

Evet, Halife Ömer ibni Abdüî-Asis zamanında teravih otuz altı rek'at kılınmıştır. Fakat bundan maksad, fazüet ve sevapta Mekke-lüere yetişmekti. Zira Mekkelîler her dört rek'at teravihten sonra Kâbe-i Muazza'tna''y\ bir defa tevaf ederlerdi. Hz. Ömer İbni Abdûl-Aziz bunu görünce her tavafa bedel, dört rek'at namaz kılmayı uy­gun buldu. Teravih esnasında dört terviha yapılırdı. Bu suretle on aliı rek'at fazlalık zuhur etmişti.

Teravih namazı için Nevevî (631 — 676; :   «Ulemânın Icmaıyla sünnettir» der. BeyhaM (384 — 458) Hz. Âişe (R. Anha) dan şu hadîsi rivayet ediyor:      

«ResûlüHah SallaZlahü aleyhi ve sellem geceleyin dört rek'at na­maz kılar; sonra istirahat ederdi; derken işi uzattı, hattâ kendisine acıdım. İlh!...

Beyhakî «Bu hadîsi tek başına Muğlyretü'bnİ Deyyâb rivayet etmiş­tir. Bu zat kavî değildir. Şayet, sabit olursa, teravih namazında ima­mın istirahat yapmasına delildir» diyor.

Terviha : Dört rek'at namaz kıldıktan sonra, bir o kadar namaz kılacak müddet oturmaya derler. San'ânî;

«Hadîsini îmam-% Ahmed b. Haribel, Ebu Davud (202 — 275) îbni Mâce (207 — 275) ve Tirmizî (200 — 279)'nin rivayet ettiklerini Hâkim (321 — 405)'in onu sahihlediğini ve Şeyheyn'in şartı üzeredir, dediğini kayd ettikten sonra, hadîsin misli olanı :     

«Benden sonra şu iki kişiye, Ebu Bekir'le Ömer'e uyun» hadisini de rivayet ediyor. «Bu hadîsi Tirmizî, tahric etmiş; ve «hasen» dir, demiştir. Aynı hadîsi îmam-t Ahmed, İbni Mâce ve İbni Hibban (—354) da tahric etmişlerdir. Bundan başka tarikleri de vardır. Bu tarikler hakkında her ne kadar söz edilmişse de bunlar biri birlerini takviye ederler» diyor. Ve Hülefâ-i Râştdîn'in sünnetinden muradın ne olacağına geçiyor. Ona göre bu hadîsten murad :

Düşmanlarla cihad, şeaîr-i diniyyeyi kuvvetlendirme ve şâire gibi Hz. Peygamber (S.A.V.)'in yoluna muvafık hareketlerdir. Ve hadts-1 şerif, her Râşid halifeye âmm ve şâmildir.[38]

 

396/295- «Harice bin Huzâfe RadıyaUahü anh'den rivayet edllmtşlîr. Demiştir ki: Resûlüllah SatlaUahü aleyhi ve sellem;

Gerçekten Aİlah sîze (öyle) bir namaz İle imdat eyle­di ki bu namaz sizin için kırmızı develerden daha hayırlı­dır dedi. Biz;

Nedir o namaz? yâ Resûlallah dedik.

Yatsı namazı île tan yerinin ağarması arasındaki vi­tirdir» buyurdular.[39]

 

Bu hadîsi Nesâî müstesna, Beşi er rivayet etmiş ve Hâkim sahihlemiştir.

«Bu hadîsin benzerini İm a m-i Ahmed de Amr İbni Şuayb'den riva­yet etmiştir.»

İmamdı Tirmizî (200—279) bu hadîsi tahric ettikten sonra, «Hârice İbni Humfe'nm hadîsi, gariptir. Biz onu yalnız Yezid b. Ha-bîb'in rivayetinden biliyoruz. Bazı hadîsciler, bu hadîs hakkında vehm etmişlerdir» demiş. Sonra vehmi beyan etmiştir. TirmizVmn bu tenbihini Musannif da yapsa, çok iyi olurdu.

Hadîs-i şerif vitir namazının vacip olmadığına delâlet etmek­tedir. Çünkü «size imdat etti» buyrulmuştur. İmdat ise: Ziyâdedir. Bununla üzerine ziyâde edilen şey takviye edilir. Or­duya imdat gönderildi denilir ki, onu takviye edecek ziyâde gönde­rildi demektir.[40]

 

398/296- «Abdullah bin   Büreyde'den babasından şöyle duyduğu ri­vayet edilmiştir. Demiştir ki :

Resûlüllah SaUaUahü aleyhi ve sellem;

Vitir haktır; şu halde kim vitir yapmazsa bizden de­ğildir» buyurdular.[41]

 

Bu hadîsi Ebu Davud, gevşek bîr senetle tahriç etmiş; Hâkim ise sahihlemiştir.

Hadîsin îmam-ı Ahmed'de Ebu Hüreyre (R.Â.)'â&n zayıf bir şa­hidi vardır.

Ebu Davud'un, gevşek senetle tahric etmesi, râviîer arasında Abdullah b. Abdullah Utkî'nin bulunmasındandır. Bu zatı Bulıârî (194— 256} ile Nesâî (215—303) zayıf bulmuşlardır. Ebu Hatim (195—277) ise oSa'lIhü'l-Hadîs» yani hadîsi elverişlidir, demiştir. İbni Maîn (—233) ba hadîs mevkufîurs diyor. îmam-ı Ahmed (164 — 241), bu hadîsi şu lâfızlarla rivayet eder :  «vitir yapmayan bîrden değildir». Ancak rivayetin ravileri arasında Halil b. Mürre vardır ki, hadîsi münkerdir. Aynı rivayetin isnadı da münkatı'dir. Nite­kim îmam-t Ahmed b. Banbel beyan etmiştir.

Hadîs-i şerifteki «bizden değildir» tabirinin manâsı, bizim yo­lumuzda ve sünnetimizde gidenlerden değildir; demektir.

Hadîs, vitrin vacip olduğuna delildir. Sünnettir diyenler, onu te'kide hamlederler. Yani vitrin vacip olmadığına delâlet eden hadîslerle, bu­nun arasını bulmak maksadıyla bu hadîs vitrin sünneî-î müekkede oldu­ğunu bildirmek için bu lâfızla ifade buyrulmuştur; derler.[42]

 

400/297- «Hz. Âlşe RadıyaTlahü anha'dan rivayet edilmiştir. Demiş­tir ki :

Resûlüllah SaJlaTldhü aleyhi ve sellem; Ramazanda ve başka za­manlarda onblr rek'attan fazla namaz kılmazdı.. Dört rek'at kılar; ar­tık o dört rek'atın güzelliğini ve uzunluğunu sorma. Sonra dört daha kılar, Bunların da güzelliğini ve uzunluğunu sorma! Sonra üç rek'at kı­lardı. Âişe demiştir ki :

Ya Resûlalîah! Vîtı-î kılmadan mı uyuyorsun, dedim.

«Ya Âişe, filhakika benim gözlerim uyuyor amma kal­bim uyumaz.» buyurdular.[43]

 

Bu hadîs Müttefekun Aleyhtir.

Şeyheyn'in yine Âİşe (R. Anha) dan bir rivayetlerinde: Geceleyin on rek'at kılar; bir rek'atia vitir yapar ve (sabah olunca) sabahın ikî rek'at (sünnetini) kılardı. Bütün bu namazlar onüç rek'attır»

denilmiştir.

Bu hadîs-i şerifde mevzuu bahs olan dörder rek'aün hep beraber yahut ayrı ayrı kılınmış olmaları ihtimaî dahilindedir. Ayrı ayrı kılınmaları biraz ihtimalden uzak görülürse de «gece namazı ikişer ikişerdir» hadîsine uygundur. Hz. Âişe (R. Anha) ıun (o dört rek'atm güzelliğini ve uzunluğunu sorma) deme­si ya anlatamayacağı kadar güzel olduğundandır; yahut muhatap böy­le bir namaz kılamıyacağı içindir. Binaenaleyh sormaya ne hacet var demek istemiştir.. Resûİüllah (S.A.V.)'în güzel kıldığı herkesçe malûm ve meşhur olduğu için sorma demiş olması da ihtimaldir.

aVîîri kılmadan mî uyuyorsun» diye sorması herhalde Resulü Ekrem (S.A.V.)'in dört rek'at kıldıktan sonra biraz kestirme yapmasındandır. Âîşe (R. Anhaymn uyku abdesti bozar kanaatında olduğu da sorma­sından anlaşılıyor. ResûlüHah (S.A.V.)'in «kalbim uyumaz» buyur­ması abdesti bozan uykunun kalp uykusu olduğuna delâlet eder. Bu uy­ku dalarak uyuyan derin uykudur.

Hadîs-i şerif, uykunun Hz. Pegamber (S.Â.V.)'in hasâisinden (hu­susiyetlerinden) olmak üzere onun abdestini bozmadığını bildiriyor. Mu­sannif bu ciheti «Telhis» nammdaki eserinde açıklamış ve gerek bu hadîsle gerek İbni Abbas (R.A.)'dan rivayet edilen şu hadîsle istidlalde bulunmuştur:

«Resûiüilah Sallalîahü aleyhi ve seUem: uyudu; hattâ horuldadı. Sonra kaikt) ve namaz kıldı, abdesî almadı» Buhârî'dç Peygamberlerin yalnız gözlerinin uyuduğu, kalplerinin uyumadığı zikrolunur.

Resûlülîah (S.A.V.J'in geceleri nasıl ve kaç rek'at namaz kıldığına dair Hz. Âîşe (R. Anka) dan gelen rivayetler çeşitlidir. Sabah namazının sünneti hesaba katılmaksızın yeîi; dokuz ve onbir rek'at kıldığı ri­vayet edildiği gibi Şeyheyn'in bir rivayetine göre sabahın sünneti dahil onüç rek'at kıldığı anlaşılmaktadır. Hattâ bir rivayette  :

«Geceleyin on üç rek'at namaz kılardığı; sonra ezanı işittikte hafif iki rek'at daha kılardığf, ve bu suretle rek'at sayısının on beşe baliğ olurduğu îfade edilmektedir.

Hz. Âİşe Radıyallahü anha hadîsinin rivayetleri böyle muhtelif olunca, bazıları hadîsi, muztarib[44] sanmışlardır. Halbuki değildir. Çe­şitli rivayetlerle, çeşitli ve müteaddid zamanlara işaret edilmiş ve bun­ların hepsinin caiz olduğu anlatılmak istenilmiştir.

Maamafih Hz. Âışe'nin (Ramazanda ve sair zamanlarda) demesi bu tefsire pek münasip düşmez. En iyisi Âîşe (R. Anha), Resûl-ü Ekrem (S.A.V.)'in ekseriyetle yaptığı fiilini haber vermiştir; demektir. Bu tak­dirde bu rivayete uymayanlar, nadiren yaptığı fiiller olur ve aradan münâfat kalkar.[45]

 

402/298- «Bu da» ondan rivayet edilmiştir; (Radıyallahü anha) de-miştîr ki: Resûİüllah Sallalîahü aleyhi ve selem:

Geceleyin on üç rek'at namaz kılardı. Bunların besiyle vitir yapar; sonundan başka hiç bir yerde oturmazdı.»[46]

 

Hz. Âişe (R. Anha) yukardaki hadîsinde olduğu gibi, burada da kaç rek'atta selâm verdiğini bildirmemiş. Yalmz bir selâmla beş rek'at vitir namazı kıldığını beyan etmiştir. Bundan evvelki hadîste vitri üç rek'at kıldığını görmüştük. Şu halde bu beş rek'at da Hz. Peygamber (S.A.V.)'in vitirlerinden bir nevi olmuş olur.[47]

 

403/299- «Bu da ondan rivayet edilmiştir; (Radiyaüahü anha) de-mistir ki : Resûlüllah SaUaUahü aleyhi ve aettem;

Gecenin hepsinde vitir kıldı ve vitri seher vaktinde sona erdi.»[48]

 

Bu iki Hadîs, Müttefekun Aleyhimadır.

Yukarıdaki iki hadîsi Buhârî (194—256) iîe Müslim (204—261) itti­fakla rivayet etmişlerdir. Hadîs-i şerif vitrin vaktini beyan ediyor. An--îaşjlıyor M, Hz. Peygamber gecenin evvelinde, ortasında ve sonunda vitir .kılmıştır. Şu halde vitrin vakti yatsıdan sonra tanyeri ağarmcaya kadardır. Nitekim böyle olduğunu Harice hadîsinde görmüştük.[49]

 

404/300- (Abdullah b. Amr b. Âs RadıyaUdhü anhüma'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki : Resûlüllah SallaUahü aleyhi ve sellem;

— Yâ Abdullah! filân gibi olma, geceleyin namaz kı­lıyordu. Artık gece namazını bıraktı» buyurdular.[50]

 

Bu hadîs, Müttefekun Aleyhdir.

Musannif «Fethü'l-Bâri» de «bu fülanın kim olduğuna hadîsin hiçbir tarikinde dest-i res olamadım. Galiba böyle mübhem bırak­mak, onu gizlemek için olacak» diyor. ibnü'LArabî (468—543) :

«Bu hadîs gece namazının vacip olmadığına delildir. Çünkü vacip olsa, onu terk eden hakkında sözü bu kadarla bırakmaz; bilâkis son derece zemm ederdi» diyor.

Hadîs-i şerif, âdet edinilen hayırlı işe tefrid ve kusursuzca de­vam etmenin müstehab olduğuna işaret ediyor. İbadeti bırakmanın keraheti dahi bundan anlaşılanlar cümlesindendir.[51]

 

405/301- cAM RadıyaUdhü anh'ömn rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resulullah  Sallallahü aleyhi ve sellem;

— Ey ehl-i Kur'an! Vitri kılın. Çünkü Allah tektir; teki sever» buyurdular.[52]

 

Bu hadîsi Beşler rivayet etmiş, Ibnî Huzeyme sahlhlemiştlr.

«En-Nihaye» de şöyle deniliyor : «Vitir demek : zatında birdir, parçalanmayı kabul etmez, sıfatlarında birdir, benzeri ve dengi yoktur, fiillerinde birdir, şeriki ve yardımcısı yoktur» demektir.

«Teki sever» demek, tek rek'atlı vitri sever. Yani kılana sevap verir ve kabul eder demektir. Bu cümle bir tergib ve teşvik cümlesidir. Yoksa, vitir namazını Allah farz namazlardan daha çok sever demek değildir. «Ehl-i KuKan'dan» maksad mü'minlerdir. Zira Kur'an-ı Ke-rîm'i tasdik edenler onlardır. Bilhassa onu ezber edip, okuyanlar, hu­dut ve ahkâmına riayet edenler murad edilmiştir. Hadîs-i şerifde, vitir namazını kılmaya teşvike sebep, Allah'ın tek oluşu gösterildiğine göre Kadı İîyaz (476—544) 'in da dediği gibi. Bir şeye az çok münasebeti olan şey ona sevgili ve makbul oluyor demektir. Vitir namazını sünnet kabul edenlere göre buradaki emir nedip içindir. Hadîs zahiri itibarıyla vitir vaciptir diyenlerin delilidir.[53]

 

406/302- «Ibnİ Ömer RadıyaUahü anhümadan Peygamber Sallallâhü aleyhi ve sellem'\n:

«Geceleyin son namazınızı vitir yapın; buyurduğu rivayet edilmiştir.»[54]

 

Bu hadîs, Müttefekun Aleyh'dir.

Musannif «Fethül-Bârî» de şöyle diyor: «Selef iki yerde ihtilâf etmişlerdir.

Bîri; vitirden sonra, oturarak iki rek'at namaz kılmanın meşru olup olmaması;

Diğeri; vitri kıldıktan sonra nafile kılmak istiyene deminki vitri kâfi midir? Yoksa o vitre bir rek'at daha katarak onu çift rek'atlı na­maz haline getirdikten sonra mı nafile kılacaktır? Ve böyle yaptığı tak­dirde yeniden bir vitir kılacak mıdır mes'elesidir. Birincisi hakkında Müslim'de Ebu Selmâ tarikiyle Hz. Âişe (R. Anhaydan şu hadîs riva­yet edilmiştir.

«Şüphesiz Peygamber Sallalîahü aleyhi ve sellem geceleyin vitir­den sonra oturduğu yerden iki rek'at namaz kılardı.»

îmam Evzal (78—150) ve îmam Ahmed b. Raribel (164—241) gibi bazı zevat bunun sünnet olduğuna kaildirler. Onlar hadîsteki «geceleyin son namazınızı vitir yapın» emri, vitri gecenin so­nunda kılana mahsustur diyorlar. Hanefiler, Şafiîler ve Malikiler ise bu namazın sünnet olmadığma kaildirler. Bunlara göre oturarak kılman bu iki rek'at namaz sabah namazının sünnetidir. Nevevî (631—676)'ye göre ResûIülİah (S.A.V.) bu iki rek'ati vitirden sonra nafile kılmanın caiz ol­duğunu ve nafilelerin oturarak kılınabileceğini göstermek için kılmıştır.

İkinci mes'eleye geîince : Ekser ulemâya göre dilediği kadar çift rek'atlı namaz kılar. Birinci vitrini de bozmaz. Delilleri aşağıdaki ha­dîstir.[55]

 

407/303- «Talk b. Alî RadıyaUahü anhden rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah Sallalîahü aleyhi ve sellem:

«Bir gecede iki tane vitir olmaz» derken işittim.[56]

 

Bu hadîsi Âhmed ile Üçler rivayet etmişlerdir. İbni Hibban da sahihlemiştir.

İşte bu hadîs, yeniden vitir kılınmayacağına delâlet ediyor. Vitir­den sonra nafile kılan, istediği kadar çift rek'atlı nafile kılabilecektir. Ancak hu zahir hale göre böyledir. Yoksa birinci vitrine bir rek'at ek­lemek suretiyle onu çift yaptıysa, onun hakkında vitir kalmamıştır, böy-lesinin vitri namazının sonunda kılacağı tek rek'attır. Nitekim, Hi. Ömer (R.A.)'a bu mes'ele sorulmuş ve :

«Sabah olacağından veya uyuyacağından korkmuyorsan, vitrini çift yap, sonra İstediğin kadar namaz kıl, sonra vitir yap» cevabını vermiş­tir.[57]

 

408/304- «Übeyy İbni Ka'b Radıyallahü anh'den rivayet edilmiştir. Demiştir kî : ResûIülİah Sallalîahü aleyhi ve sellem :

süreleriyle vitir yapardı.[58]

 

Bu hadîsi, İmam-ı Âhmed, Ebu Davud ve Nesâî rivayet etmişler­dir. Nesâî, «rek'atlarm ancak sonunda selâm verirdi» cümlesini ziyade etmiştir.

Ebu Davud ile Tirmlzî'de Âişe RadıyaTlalıü anha'dan bunun, benzeri vardır. Bu rivayette:   Her sûreyi bîr rek'atta, son rek'atta ise ile muavvezeteyni okurdu; denilmektedir.

Anlaşılıyor ki, birinci rek'atta  sûresini, ikincide  üçüncü de sûresini okurmuş.

Hadîs-i şerif; üç rek'atla vitir yapılacağına delildir ve  «üç rek'atla vitir yapmayın» hadîsine muarızdır.

İki hadîsin araları bulunarak, muarazanın nasıl giderildiğini yukarda geçen bir hadîste gördük. Üç rek'atla vitir kılmak, vitrin bir nev'idir. Ve Hanefîlerin mezhebidir. Onlar diyorlar ki; Ashab-ı Kîram üç rek'atlı vitrin caiz olacağına icma etmişlerdir. Üçten maadasında ise ihtilâf vardır. Binaenaleyh üç rek'at kılarak icma ile amel etmek elbette daha yerinde bir hareket olur.»

Stm'ânî bu icma sahih değil demekte ise de, haksızdır. Çünkü üç rek'at kılana viiü1 namazı için caiz değildir diyen yoktur. Bu da icmaın ta kendisidir.

Ebu Davud ile Tirmizî rivayetinden murad, yine yukarıki Übey hadîsindekinin   ayındır.   Çünkü   «her   sûreyi   bir   rek'atta»   demekten maksad : sûresini ilk rek'atta, sûresini ikinci rek'atta okurdu dernektir. Ancak Hz. Âişe'nin rivayet ettiği hadîste za-iflik vardır. Zira raviler arasında Hasif Gezeri vardır. Aynı hadîsi tbni Hibban (—354) üe Dâre Kutnî (306—385) Yahya b. Saîd tari­kiyle Hz. Aişe (R. Anka,'/fan rivayet etmişlerdir. Ukeylî (—769) bu­nun için: «İsnadı sahîhdir» demiştir. îbni Cevzî (508—597):«Ahmed ve Yahya b. Maîn Muavvezefeyn[59] ziyadesini İnkâr ettiler» diyor. Îfynü's-Seken (294—353), AbdvJah b. Sertimden garip bir isnad ile hadîse bir şahid rivayet etmiştir.[60]

 

410/305- «Ebu Sald-i Hudrt RadiyaUdhü anlıdan rivayet edildiğine göre Peygamber SallaUahü aleyhi ve seUem:

«Sabahlamadan önce vitri kılın» buyurmuştur.[61]

 

Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir. Ibnl Hİbban'm rivayetinde :

«Kim vitir kılmadan sabaha çıkarsa onun vitri yok­tur» buyrulmuştur.

Hadîs-i şerif vitrin sabah olmazdan önce kılınacağına delildir.

Vakit çıktıktan sonra vitrin meşru olmayacağı dahi bu hadîsin de­lâleti cümlesindendir. Fakat kaza edilmeyeceğine dair bir şey yoktur. tbni Münzir (—310)'in selefden bir cemaata atfen naklettiğine göre fecir doğmakla vitrin ihtiyari vakti çıkar; iztirarî vakti ise sabah namazına kadar devam eder. Bittabi bütün mezheplere göre bu böy­le değildir. Bu yalnız Malİkîlere göredir. Diğer üç mezhebe göre vitrin vakti yatsı İle fecrin doğması arasıdır.

Uyuyarak vitri kılamayan ile unutanın hükmünü aşağıdaki hadîs beyan edecektir.[62]

 

412/306- «Bu da» ondan (Ebu Said-il Hudri) RadıyaMahü anh rivayet edilmiştir. Demiştirki.:Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem;

«Kim vitri (kılmadan) uyursa, yahut onu unutursa, he­men sabahladığı zaman, yahut   hatırladığı anda  kılsın»

buyurdular.[63]

 

Bu hadîsi Nesâî müstesna Beşler rivayet etmiştir.

Hadîste leff-ü neşr-I müretteb[64] vardır. Manâ şudur : Kim vitri kılmadan uyursa, sabahleyin kılsın. Kim unutur da kılmazsa, hatır­ladığı anda kılsın. Binaenaleyh anlaşılıyor ki, vitri uyuyarak veya unutarak kılamayanın hükmü aynen farzı bu sebeplerle kılamayamn hükmü, gibidir. Yani uyuyanla unutanın sonradan kıldıkları namaz edadır.[65]

413/307- «Câbir Radiyallahü anhden rivayet edilmiştir. Demiştir ki : Resûlüilah SallaUahil aleyhi ve selîem :

— Kim geceleyin kalkamayacağından korkarsa, gecenin evvelinde vitrini kılsın. Kim gecenin sonunda kai-kacağını umuyorsa, gecenin sonunda kılsın. Çünkü gece sonunun namazr meşhûddur. Bu ise efdaldir.» buyurdular.[66]

 

Bu hadîsi Müsüm rivayet etmiştir,

Hadîs-i şerif, vitrin geciktirilmesinin efdal olduğuna delildir. Fakat kalkamayacağmdan korkan, vaktini geçirmemek için evvel vaktinde kılacaktır. Selefden bir cemaat her ikisiyle de amel etmiş ve yerine göre kimi evvel, kimi son vaktinde kılmıştır.

«Gece sonu namazının meşhûd olmasından murad: Gece ve gündüz. meleklerinin o zamanda hazır bulunup, şahid olmalarıdır. Zaten meşhûd t şahid olunmuş, görülmüş, hazır bulunulmuş demektir.[67]

 

414/303- «Ibnî Ömer Radiyallahü anhümadan Peygamber Sallat-lahit aleyhi ve sellem'âen:

— Fecir doğdu mu, her gece namazıyla vitrin vakti gitti demektir, O halde siz fecir doğmadan önce vitri kı­lın» dediğini duyduğu rivayet edilmiştir.[68]

 

Bu hadîsi Tîrmizî rivayet etmiştir.

Gece namazlarından murad: Geceleyin kılınması meşru olan nafi­lelerdir. Vitir namazını bunların üzerine atfetmesi, hâssı  âmm üzerine atıf kabilinden olup, onun şerefini beyan içindir. Fakat bu tefsir vitri sünnet addedenlere göredir. Vaciptir diyenlere göre; nafileler başka, vitir başkadır. Hadîs-i şerifde gece namazları ile birlikte vitrin de son vakti bildirildikten sonra «tan yeri ağarmazdan Önce vitri kı­lın» diye emir vârid olması, onun Sâri, nazarında ne kadar mühim ve şanının ne derece yüce olduğuna delildir ki, bizce bu onun vacip oldu­ğunu gösterir. Çünkü sünnet olsa, sair nafilelerden ayrılıp, vaktinin ge­çeceği, hassaten tenbîh, ve kılınması ayrıca emir buyrulmazdı. Vitir hakkındaki hadîsler hep böyle onun müstesna bir namaz olduğuna işa­ret ettiğinden ona sünnettir diyenler dahi yalnız sünnet deyip geçeme­miş; sünnetlerin en müekkedidir demişlerdir. Şu halde ona vaciptir di­yenlerle, sünnettir diyenler arasındaki muhalefet, hemen hemen lafzı gibi bir şeydir.

Bu hadîs-i şerif, sabah olmakla, vitrin vaktinin geçtiğini bildiriyorsa da uyuyup kalanla, unutan hakkında yukarda geçen Ebu Saîd hadîsîyle tahsis edilmiştir. Çünkü o hadîste böyleîerin sabahleyin ve hatırladıkları vakit kılacakları ûeyan edilmiştir. Ve bu namaz edadır. Şu halde vitrin vakünin geçmesinden murad, uyuyup kalma ve unutma gibi Özür bu­lunmamakla mukayyeddir. Uyuyub kalanlar hakkında îmam-ı Tİrmizî (200—279), Âişe (R. Anhaydan şu hadîsi rivayet etmiştir  :

(S.A.V.) vitri geceleyin kılmasına uyku veya gözlerinin dalması mâni olur da kılamazsa, gündüzün on iki rek'ai kılardım.

Tirmizî bu hadîs için «Hasen-î Sahih»   demiştir. Mevzuu bahsimiz İbni Ömer hadîsi hakkında Tirmizî :

«Bu lâfızla bu hadîsi yalnız   Süleyman b. Musa rivayet etmiştir» diyor.[69]

 

415/309- «Hz. Alse RadiyaUahü anhââan rivayet edilmiştir. Demiş­tir kî : Resûlüllah SallaUahü aleyhi ve sellem:

«Kuşluk namazını dört rek'at kılar ve Allah'ın dilediği miktarı ziyâ­de ederdi».

Bu hadîsi; Müslim rivayet etmiştir.

«Müslim'in Âlşe'den rivayetinde Âîşe'ye :

Peygamber SaUaîlahü aleyhi ve seUem kuşluk namazını kılar mıy­dı, diye sorulmuş:

— Hayır; ancak seferinden gelmesi müstesna, demiştir.

Müslim'in yine Âişe'den bir rivayetinde ;

— Ben Resûllüîah (S.Â.V.)'î kuşluk namazı kılarken hiç görmedim. Onu gerçekten ben kılıyorum,» dediği görülmektedir.[70]

 

Hadîs-i şerif; kuşluk namazının meşru olduğuna ve en az dört rek'­at kılınacağına deîîîdir. Bazıları iki rek'attır derler. Çünkü, Buharı ile Müslim'de Hz. Ebu Hüreyre'den rivayet edilen bir hadîste:  

(İki rek'at kuşluk namazını» denilmiştir. îbni Dakihi'l'îyd (625—702) Ebu Hiireyre (R.A.ym hadîsini şerhederken şöyle diyor :

«Belki bu, kılınması hakkında te'kid bulunan en az miktarı zikret­miştir. Bu hadîste kuşluk namazının müstehap olduğuna ve en az iki rek'at kılınacağına deiîi vardır. Peygamber (S.A.V.)'in onu klimaya devam buyurmaması, müstehab olmasına münâfî değildir. Çünkü müs-tehab olduğu kavlen ifade edilmiştir. Bir hükmün sübût bulması için, kavlî ve fiilî bütün delillerin bir araya gelmesi şart değildir. Şu var ki, Peygamber (S.A.V.)'in devam üzere yaptığı bir şey, devamsız yaptı­ğına tercih edilir.»

Hükmüne gelince : îbni Kayyım (691—751) bu bahdaki kavilleri toplamış, mecmuu altıyı bulmuştur. Şöyle ki :

a) Kuşluk namazı müstehabtrr.

b) Müstehab değildir. Yâlnız bir sebep varsa müstehab olur. Me­selâ : Ebu Cehlin katledildiği haber verildikte, Hz. Peygamber (S.A. V.) kuşluk namazı kılmıştır.

c) Hiç müstehab değildir. Çünkü bu namazı, Ibnl Ömer Sahabe ve Tabiin kılmazlardı. Hattâ, Abdurrahman Îbni Ebu Leylî (—83)  : «Bu namazı asbâb-ı kiramdan birçoklarına sordum; kimse isbat edemedi» demiştir.

d) Devam etrniyerek, bazan kılmak, bazan kılmamak müstehabtır.

e) Evinde olanın bu namaza devam etmesi müstehabtır.

f) Bİd'attır. İbnî Ömer (R.A.) : «Bu namazı Peygamber (S.A.V.)' İn vefatından sonra nâs uydurdular» demiştir.   îbni Kayyım «Zâdül -MeâÂT> adlı eserinde bu akvali saydıktan sonra her kavlin delilini de göstermiştir. Bunların arasında tercihe şayan olanı   îbnü Dakiki'l-îyd'in dediği gibi kuşluk namazının müstehab olmasıdır.

Yalnız, Hz. Aişe (R. Anha)'run birinci hadîsi; Resûlüllah (S.A.V.)'in kuşluk namazını dâima kıldığını gösteriyor. îkinci hadîsi ise yalnız se­ferden geldikten sonra kıldığına delâlet ediyor: Bu muâraza sebebiyle araları bulunmuş ve «şöyle yapardı» sözü daima devam bildirmez. «Ekseriyetle yapardı» manâsına gelir. Binaenaleyh burada olduğu gibi onu devam manâsından değiştirecek, bir karine bulundumu, devam ma­nâsına ahnmaz denilmiştir. îkinci hadîsteki «Hayır; ancak seferinden gelmesi müstesna» sözü, Resûlüllah (S.A.V.)'i kuşluk namazı kılarken görmediğini, yalnız seferden döndüğü zaman bu namazı kılarken gör­düğünü ifâde ediyor. Birinci hadîs, kuşluk namazını bırakmaz içliğini işittiğinin ifadesidir. Yalnız Müslim ile Buhârİ'nin ittifakla tahric et­tikleri rivayette; «Ben Resûlüiiah (S.A.V.)'i kuşluk namazı kılarken. hiç görmedim» demesi bu manâyı zayıflatıyor.

Musannif bu rivayeti yalnız Müslim nakletmiş gibi göstermiş­tir. Halbuki Mütfefekun Aleyhtir. Bu rivayette «Kılarken hiç görmedim» diyerek kendisinin kılmakta olduğunu beyan etmesi, Resûlüllah (S.A.V.)r in bu namazı kıldığını ve kılmaya teşvik ettiğini işittiğine delâlet eder. Bu takdirde, iki hadîs arasındaki muâaraza kalkar. Beyhakî (384—458): «Kıldığını görmedim, demek; devam üzere kıldığını görmedim demek­tir» diyor. îbni AbdiJl-Berr (368—463) : «Şeyheyn'in ittifakla rivayet ettikleri kabul edilir. Müslim'in yalnız başına rivayet ettiği bırakılır» demiştir. Yani «Kılarken hiç görmedim, amma ben kendim kılıyorum» rivâyetiyle, amel edilir, demek istemiştir. Zira Hz. Âişe (R. Anha)'run görmemesi bu namazın kılınmamış olmasını icap etmez. Nitekim baş­kaları kıldığını isbat etmiştir.

Şeyheyn'in ittifakla tahriç ettikleri Ebu Hüreyre hadîsinde Hz. Pey­gamber (S.A.V.)'in Ebu Hüreyre'ye iki rek'at kuşluk namazını bırak­ma; diye vasiyet etmesi de bu namazı isbat eden delillerdendir. Bu na­maza tergîb ve teşvik hususunda olsun, rek'at adedi hususunda olsunr hadîsler çoktur.[71]

 

418/310- «Zeyd fo. Erkam RadiyaUahü an'den rivayet edildiğine göre, ResûEüllah Sallallahü aleyhi ve sellem :

Evvâbîn namazı deve yavrularının sıcaktan piştiği za­man kllinir» buyurmuşlardır.[72]

 

Bu hadîsi; Tİrmizî rivayet etmiştir.

fo'âl vezninde mübalağalı ismi faildir.  Günahları terk ve hayırlı işler yapmak suretiyle Allah'a dönen demektir.  aynı kelimenin cem'idir.

yerin şiddetli sıcağından yanar demektir. Bu hal gü­neş yükselip, sıcaklığı te'sir ettiği zaman olur.

nün cem'idir. Deve yavruları demektir.

aslında ayırmak demektir. Yavrular da annelerinden ayrıl­dığı için onlara bu isim verilmiştir.

Hadîs-i şerifi; Tirmizl, (200—279) rivayet etmiş, fakat kaç rek'-at olacağını zikretmemiştir. Bu bâbda Bezzâr (—292) de Hz. Sevbân (B.A.) den şu hadîsi tahriç etmiştir.

«Resûlüllah SdttaMahü aleyhi ve seMem, günün yansından sonra namaz kılmayı severdi. Âîşe:

— Ya Resûlüllah sen bu saat da mı namaz  kılmayı seviyorsun dedi.

Resûlüllah SaUaUalıü aleyhi ve sellem :

Bu saatta gök kapıları açılır ve Hak Tealâ hazretleri bu saatta kullarına rahmetle bakar. Bu namaz, Âdem, Nuh, İbrahim, Musa ve İsa'nın devam ettikleri bir namaz­dır» buyurdular.

Yalmz hadîsin ravîleri arasında metruk bir râvî vardır.Evvâbîn namazının dört rek'at olduğuna dair birçok hadîsler vardır.[73]

 

419/311- «Enes RadiyallaMl anh'den rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlülîah Salîmlahü aleyhi ve sellem :

Kim kuşluk namazını on iki rek'at kılarsa, Allah ona Cennette bir köşk bina eder.» buyurdular.[74]

 

Bu hadîsi; Tîrmhı rivayet etmiş ve garîp bulmuştur. Musannif bu hadîs için : «İsnedf zayıftır» der. Bezzâr İbnî Ömer'den şu hadîsi tahriç etmiştir :

«Ebu Zerr'e :

Amcacığım bana vasiyet et! dedim.

Bana Resûüillah Sallallahü aleyhi ve sellem'e sorduğum bir şeyi sordun, dedi ve :

— Eğer kuşluk namazını iki rek'at kılarsan, gafiller­den yazıimazsuı, dört kılarsan âbidferden yazılırsın. Alt* kılarsan, sana hiç bir günah erişmez. Sekiz kılarsan ka-nîtlerden yazılırsın. Oniki kılarsan, sana cennette bîr köşk yapılır, dedi».

Yalnız t>u hadîsin ravîîeri arasında Hüseynü'bnü Atâ vardır ki, Bu zatı Ebu Hatim (195—277) ve başkaları zayıf bulmuşlardır. Bu­nunla beraber, İbni Hibban (—354) onu mutemedler arasında zik­retmiş ve: Hatâ eder; tedlîs yapar» demiştir. Bu babda başka hadîs­ler de varsa da Hç biri itirazdan hâli değildir.[75]

 

420/312- «Âişe Radiyaîlahü nnha/âan rivayet edİlmişiir. Demiştir ki: Resûlüllah SaUdtlahü aleyhi ve sellem :

Evime girdi ve kuşluk namazını sekiz rek'at kıldı.»[76]

 

Bu hadîsi; Ibnî Hibban sahihinde rivayet etmiştir.

Hz. Âîşe'nin ResûlüNah (S.A.V.)'i kuşluk namazı kılarken görmedi­ğine dâir Müslim (204-261)'in rivayet ettiği hadis yukarıda geçti. Burada ise, onu kendi evinde kıldığını isbat ediyor. Yani iki hadîs birbirine muarızdır, Maamafih, araları bulunmuş ve Hz. Âişe; Resûiüllah'ın (S.A.V.) kuşluk namazı kılmadığını değil, kılarken görmediğim söyle­miştir. Binaenaleyh o görmediği halde, Resûlüllah (S.A.V.) kendi evinde bu namazı kılmış; sonra Âişe (R. Anha) bunu duymuş olabilir» denil­miştir. Kadı îyaz (476—544) bu vechi ihtiyar etmiştir. Kuşluk na­mazının fâidelerinden biri, İnsanın üçyüz altmış mafsalı için her gün lâzım gelen sadakanın yerini tutmasıdır.

Bu bâbda    Müslim'in Hz. Ebu Zer'den tahriç ettiği bir   hadîste :

«Bunlardan  dolayı   iki   rek'at kuşluk namazı kâfidir» buyrulmuştur.[77]

 

«Cemaat Namazı   Ve  İmamlık  Babı»

 

Lûgatta; İnsanlardan bir fırkadır.                    

Ş«r'î İstılah da ise, imam ile ona uyanın namazı arasında meydana gelen bağlantıdır. îmamla beraber erkek olsun, kadın veya aklı erme­ye başlamış çocuk olsun, bir veya fazla kimse bulundu mu, cemaat tahakkuk eder. Yalnız kadınların kendi aralarında cemaat olmaları mekruhtur.

Cemaat: Şeair-i dînlyyemizdendir. Namaz meşru olurken, cemaat­la kılınmıştır. Cemaatin meşrûiyyeti kitap, sünnet, ve icmâ-i ümmet ile sabittir.

Kitabdan delili : [78] «onların arasında bulunub da kendilerine namazı kıldırdığın vakit ilâh...» âyet-i kerimesîdîr.

Sünnetten delili : Bu bâbda görülecek hadîslerdir.

Cemaatin meşrûiyyeti hakkında îcmâı ümmet de vardır.

Hükmü : Sırası geldikçe görüleceği veçhile: Bazılarına göre farz-ı ayın; bazılarınca farz-ı kifâye, bir takımlarına göre vacip, diğerlerine göre vacip derecesinde s ün net-i müekkededir. Binaenaleyh Özürsüz terk edilemez. Hattâ «El-îhtiyar» namındaki kitapta; «Bir yer ahalisi cemaatı tamamiyle terk etseler, evvelâ kendilerine tenbîh ve ikazda bulunulur, kabul etmedikleri takdirde, onlarla mukâfele olunur. Çünkü Şeâir-İ İslâmiyyedendİn»[79], deniliyor. Maamafih hastalık, şiddetli yağmur, şiddetli soğuk, düşman korkusu ve acizlik gibi özürlerle ce­maat sakıt olur.[80]

 

421/313- «Abdullah ibnî Ömer   Radiyallahil   anhüma'dan    rivayet edilmiştir ki: Peygamber Sallallahü aleyhi ve selîem :

«Cemaat namazı;  yalnız kılanın  namazından  yirmi yedi derece daha faziletlidir» buyurmuştur.»[81]

 

Hadîs; Müifefekun Aleyhdir.

Buhârî ile Müslim'in Ebu Hüreyre'dea rivâyeıîerinde: «Yirmi beş cüz» denilmiştir.

Buhârî'nin Ebu Said'den rivayetinde dahi böyledir. «Yalnız cüz ye­rine» derece denmiştir.

Yani Abdullah ibni Ömer hadîsiyîe Ebu Hüreyre hadîsi hemen he­men bir gibidir. Yalnız Ebu Hüreyre'nin rivayetinde «Yirmi yedi de­rece» yerine, «Yirmi beş CÜZ» denilmiş. Buhârî'nin Ebu Saîd'den rivayet ettiği hadîs de de «Yirmi beş derece» denilmiştir. Bu ha­dîsi zikri geçen üç sahâbîden maada, Ashab-; Kİram'dan: Enes, Âişe, Suheyb, Muaz, Abdullah ibni Zeyd ve Zeydi'bnü Sâfoİt hazerâtı da ri­vayet etmişlerdir.

Tirmizî (200—279) diyor ki: «Umumiyetle bu hadîsi rivayet edenler, «Yirmi beş derece» demişler. Yalnız İbni Ömer «Yirmi yedi» demişse de ondan da «Yirmi beş» diye bir rivayet vardır. «Maamafih hadîsler arasında münâfât ve zıddiyet yoktur. Çünkü mefhum-u adet muteber değildir. Ve «Yirmi beş» adedi zaten yirmi yedinin içine dahildir. Yahut Resulü Ekrem (S.A.V.) evvelâ az olan sayıyı haber ver­miş. Sonra çoğunu bildirmiştir. Bu Allah'ın lütuf ve ihsan buyurduğu bir ziyâdedir.

Bazıları «Yîrmî yedi»; mescidde kılana; yirmi beş de evde cemaat­la kılanadır demişler. Eir takımları, da «Yirmi yedî» derece, uzak mes­cidde kılana, yirmi beş yakın mescidde   kılanadır, re'yinde bulunmuşlardır. Hatta münasebet aramağa ve ta'lile kalkışanlar olmuştur. Mu­sannif merhum bunları «Fethü'l-Bârî» de sıralamıştır. Fakat bütün bu kaviller, tahminden ileriye gidememektedirler. Elde bir nass yoktur. Bu­rada cüz ile derece aynı manâyadır. Zira biribirlerinin yerine kullanıl­mışlardır. Bu iki kelime namaz ile de tefsir edilmiştir. Bu takdirde ma­nâ: Cemaatla kılınan namaz yalnız kılman namazdan «Yirmi yedi» na­maz daha faziletlidir şekline girer. Yukarıki hadîs-i şerif, cemaata teş­vik ve onun vâcib olmadığına delâlet ediyor. Ulemâdan bir cemaat aşağıdaki hadîsle istidlal ederek cemaat vâcibtir derler.[82]

 

424/314- «Ebu Hüreyre radıyallahü anh'öen rivayet edildiğine gö­re; Peygamber SalJallahü aleyhi ve seUem :

Nefsim kabza-i kudretinde olan Allah'a yemin ede­rim ki, içimden şöyle geldi. Odun toplanmasını emrede­yim de toplansın. Sonra namazı emredeyim ve onun için ezan okunsun; sonra bir adama emredeyim de cemaata imam olsun. Sonra namaza gelmeyen bir takım adamlara varayım ve evlerini üzerferine cayır cayır yakayım. Nef­sim kabza-i kudretinde ofan Allah'a yemin olsun ki, bun­lardan biri «mescidde etlice, yağlıca bir kemik yahut iki etli kaburga parçası bulacağını bilse mutlaka yatsıya ge­lirdi» buyurmuştur.[83]

 

Hadîs, MütteFekun aleyh'dir. Lafzı Buhârî'nindir.

Resûlüllah {S.A.V.)'in yemin etmesi, anlatacağı şeyin pek mühim olduğunu beyan içindir. Yeminle anlattığı şey, cemaatı terk edenlerin yaptığı münasebetsizliktir. Böylelerin evlerim üzerlerine yakmak iste­miştir. Bittabîi üzerine evi yakılan kimse de evi ile birlikte yanıp kül olacaktır. Demek oluyor ki, cemaatı terk eden evi ile barkıyla yakılma­ya lâyık bir kabahat işlemiştir. Diri diriye bir müslümanı yakmak hiç bir suretle caiz olamayacağına göre, bazıları bu yakılmak istenenler, münafıklardır; demişlerse de dünyada ateşle diri diriye yakmak sure­tiyle kâfirin de cezalandırılması meşru değildir. Binaenaleyh, hadîs-i şerif tenbel müslümanlar hakkında olup, zecir ve menetme'de mübalâ­ğa için böyle ifade buyrulmuş ve hiç bir kimsenin evi ve kendisi yakilmamıştır.

Hadîs-i şerif, bu şiddet-i beyanıyla; cemaatın farz olduğuna delâ-lef etmejttedir. Hem de farz-ı kîfâye değil, herkese farz-ı ayındır. Çün­kü cemaat tamamıyla terk edilmiş değildir. Bir tarafta cemaatla kılan­lar vardır. Onlar elbette cezaya müstahak değillerdir. Ceza, ancak va­cibi terk etmek veya haramı işlemekle lâzım gelir. Bu esasa binaen ulemâ-ı Kiramdan Atâ îbni Ebî Rebah (35—115) Evzaî (78—150), Ahnied b. Hanbel (164—241), Ebu Sevr (240), İbni Huzeyme (223 —311), İbni Münzir (—310), İbni Hibban (—354) ve Zahirîler ce­maatın farz-ı ayın olduğuna kaildirler. Davud-u Zahirî (202—270)'ye göre, namaz sahih olmak için cemaat şarttır. Çünkü ona göre, namazda farz olan her şey aynı zamanda şarttır.

Fakat bu iddia doğru değildir. Zira şart olduğuna bir delil yok­tur. Onun için îmam-t Âhmed: «Cemaat farzdır, şart değildir» demiş­tir. Bazılarına göre, cemaat farz-ı kifayedir. Hanefîlerden Tahavî (238—321) ile KerU (260—340) ve Malikîlerden birçokları ile Şafiî-lerin Cumhûr-u mütekaddimîn'i vesair bazı ulema bu reydedirler. îmam-ı Âzam Ebu Hanife (80 — 150) ile İmameyn'e göre cemaat vacip derecesinde sünet-İ müekkededir. Zeylaî[84] (—743) «El-Müfîd-» nam eserinde : «Cemaat vaciptir. Ona sünnet denilmesi vücûbu sünnetle sabit olduğundandır» diyor. Cemaat müstehabdır diyenler de olmuştur. Bunu Attâbî[85] (—586) «Cevâmiü'l-Fikıh» adlı eserinde temrîz sıgasıyla zikretmiş ve : «Cemaat müstehabdır da denilmiştir. Fa­kat sahih olan o sünnet-i müekkede olmak üzere vaciptir; özürsüz terki caiz değildir» demiştir.

Cemaat farzdır diyenler mevzuu bahsimiz olan Ebu Hüreyre hadî­si ile istidlal ederler. Zira mübalağalı ceza, ancak farzları bırakmakla lazım gelir. Bundan maada birçok hadîsler bunlara delil olmaktadır. Meselâ, Abdullah ibnî Ümmii Mektûm hadîsi bunlardan biridir. Bu ha­diste şöyie deniliyor :

İbni Ümmü Mektûm, Yâ ResûiaİiahL. Basımdaki derdi biliyorsun. Kılavuzluk edecek kimsem yok; mescid îfe de aramızda ağaçlık ve hurmalık var. Her za­man benî götürecek kimse bulamıyorum» dedi.

Resûiuîîah Saîîaîlahü aleyhi ve seUem;

«— İkameti işitiyor musun?» dîye sordu. İbnî Ümmü Mek-iûm; «— Evet» cevabım verdi.

«O halde cemaata gel» buyurdular».

Bu hadîsi İmam-ı Ahmed, İbnî Huzeyme, Hâkim (321—405) ve İbni Hibban şu lâfızlarla tahriç etmişlerdir :

«— Ezanı işitiyormusun?» «Evet» dedi.

«— O halde sürünerek dahi olsa cemaat'a gel,» buyur­dular.»

Bu mânâda hadîsler çoktur. İbni Ümmü Mektûm hadîsiyle İbni Abbas (R.A.) hadîsi ilerde geleceklerdir.

Hz. Peygamber (S.A.V.)'in İbni Ümmü Mektûm'a cemaata gelme­sini emir buyurması, ona vacib olduğundan değil,   cemaatın faziletini anlatmak içindir. Buhârî, (194^-256) «Cema­atla namazın vücubu babı» diye bir bab yapmıştır. Farz-ı ayındır diyenler: «Çünkü farz-ı Kifâye olsa, Hz. Peygamber (S.Â.V.) ve berabe­rindeki ashab-ı kiramın cemaatla kılmaları ile diğerlerinden sakıt olur­du» diyorlar.

«Cemaat farz-ı kifâyedir» diyenler, dahi; aynı delillerle istidlal ederler. Bunlar bu delilleri farz-j ayn'a, delâlet etmekten meneaen ka­rine vardır derler.

«Cemaat sünnettir.» diyenler : «Hadîs; Zecr yani cemaatı ferk sî-mekten men' manâsmdadır. Yoksa kelâmın hakikati murad değildir. Çünkü Resûlülîah (S.A.V.) yakma işini yapmamıştır» der. Ve Hz, Ebu Hüreyre'nİn rivayet ettiği;

«Cemâat namazı yalnız kıhnan namazdan daha faziletlidir.» hadîsiyle istidlal ederler. Bu hadîse göre, hor iki namaz fazilette müşterektir .Ancak cemaatla kılman da fazilet daha çoktur. Eğer yalnız kıhnan namaz caiz olmasa» onun asla fazileti olmazdı.[86]

 

425/315- (Bu da) ondan [Kbu Hüreyre] rivayet edilmiştir. Radı-yallahü anh,  demiştir kî: Resûlüllah SaUallahü aleyhi ve seîlem :

Münafıklara en ağır gelen namaz, yatsı ile sabah namazıdır. Halbuki o namazlarda olanı bir bilseler, emek-iiyerek dahi olsa yine onlara gelirlerdi» buyurdular.[87]

 

Bu hadîs;  Miiitefekun Aleyh'dir.

Münafıklara yatsı İle sabah namazının ağır gelmesi, ism-i tafdil sîgasıyla ifâde edildiğine göre, yalnız bu namazların değil, her nama­zın onlara ağır geldiğini de bu hadîsten anlamak mümkündür. Maama-

fih haklarında Kur'an-ı Kerim'de «»[88]

«Namaza kalktıkları zaman, tenbel fenbel kalkarlar.» buyrularak ken-dilt'iino her namazın ağır geldiği sarahaten beyan buyruîmuştur. Bil­hassa yatsı i]e sabah namazı münafıklar için en ağır birer namazdır.

Çünkü yatsı uyku, sükûnet ve istirahat zamanıdır. Sabah namazı ise uykunun en tatlı olduğu bir zamandır.

Münafık: İçi kâfir, dışı müslüman görünen kimsedir. Böyleler! ha­kikatte müslüman değil, kâfirdirler .Binâenaleyh, onlar hiç bir namazın sevab ve kabulünü ummazlar. Çünkü zaic-n inanmış değillerdir. Yatsı ile sabah namazı ise ,gecenin karanlığında, sükûnet ve uyku zamanın­da kılınırlar. Şu halde hadd-i zatında riya, yani gösteriş için kıldıkları bu namazları görecek pek az kimse bulunacaktır. Öyle ise kılmalarına dinî veya dünyevî bir sebep yoktur.

îşte münafıklarca, bu namazları kılmak için, dîni bir sebep olma­dığına bakarak Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) «Bu namazlarda olanı bir buseler, oniarı kılmak için mescide emekiiyerek oisun gelirlerdi» buyuruyor.

Çocuğun   emeklemeğidir. Bazılarına göre; sadece kıçı üstü sürünmektir. Bazıları ise, dizleri üstü sürünmektir, derler. Tdbe-rânî (260—360)'nin rivayet ettiği Ebu Ümame hadîsinde :

«İsterse elleri ve ayaklan üzerine   sürünerek olsun» buyurmuş; yine Taherânî Câbir (R.A.ydan rivayet ettiği bir hadîste: «isterse emekiiyerek veya sürünerek olsun» denilmiştir.

Hadîs-! şerifde; yatsı ile sabah namazı için cemaata gitmeye beliğ bit surette teşvik vardır. Mü'min bunlar da olan ecr-ü mükafatı bildiği için, her hal-ü kârda onlara devam edecektir. Çünkü münafıkın git­mesine mâni olan yalnız ve yalnız bu namazlardaki sevab ve mükafataı inanmamasıdır.[89]

 

426/316- «(Bu da) ondan [Ebu Hüreyre] rivayet edilmiştir. Rad%-yaUahü anh, demiştir ki: Peygamber Salîalîahü aleyhi ve sellem'e âmâ bir adam geldi.

-Yâ Resûlallah,   beni   mescide   götürecek   bir   kılavuzum   yok» dedi.

Resûlullah SaîlaUahü aleyhi ve sellem ona ruhsat verdi. Dönüp giderken onu çağırdı ve :

  Sen namaz için okunan ezam işitiyor musun? dedi.

Adam :

  Evet dedi.

«O halde icabet et» buyurdular.[90]

 

Bu hadîsi; Müslim rivayet etmiştir.

Diğer bir rivayette âmâ 2atın Abdullah İbni Ümmü Mektûm oldu­ğu tasrih edilmiştir. Hadîsin bir rivayetinde «Namaz İçin okunan ezant» yerine «İkameti» denilmiştir. Görülüyor ki, Resuiüllah (S.A.V.) evvelâ mutlak surette ruhsat vermiş, yani cemaata gelmemesine müsâa­de etmiş; sonra ezanı işitip işitmediğini sormuş. Evet cevabını alınca cemaata gelmesini emir buyurmuştur. Hadîsin mefhum-u muhalifine bakılırsa, ezanı işitmediği zaman mazur sayılacaktır.

Bu hadîs, cemaatın farz-ı ayin olduğuna delildir. Lâkin ezanı işite­ne farzdır demek îcab eder. Ve bu babdaki mutlak hadîsler bununla kayıtlanır. İşte gerek «Cemaat farz-ı ayındır.» diyenlerin, gerekse farz-ı kifâye olduğunu iddia edenlerin delili bu hadîsle yukarda geçen evleri­ni yakma hadîsidir. Halbuki bu hadîsler yalnız Resûlullah (S.A.V.)'in mescidinde onun cemaatına gelmenin farz olduğunu gösteriyor. Yani delil has, dâva âmmdır. Cemaata devam mutlak surette farz olsa, Re-sûl-ü Ekrem {S.A.V.) onu âmâya bildirir ve sana namaz kıldıracak bi­rini bul; siz de ikiniz cemaat olun derdi. Mescid-i Nebevî'ye gelmeyenler hakkında da : «Bunlar bizim mescidimize gelmedikleri gîbi# evlerinde de cemaat olmuyor» tarzında beyanda bulunurdu. Halbuki böyle bir be­yan vakî olmamıştır. Beyanın ise hacet vaktinden gecikmesi caiz de­ğildir.

Yine bu hadîse göre ezanı işitene özrü bile olsa cemâati terk etme­ye müsâade yoktur. Zira âmâ'nın kılavuzu bulunmaması bir Özür iken, Hz. Peygamber* (S.A.V.) ona müsaade etmedi. Maamafih yukarda da geçtiği gibi, âmâ'nın Özürünün makbul olması, buradaki emrin ona mendub olmak üzere verilmiş bulunması da ihtimal dahilindedir. Nitekim aşağıdaki  hadis bu manaya delalet etmektedir.[91]

 

427/317- «İbni Abbas Radıydtlahü anhüma'dan Peygamber SallaTlahü aleyhi ve sellem'den :

Kim ezanı işitir de, gelmezse onun namazı yoktur. Özürden dolayı gelmezse o başka» buyurduğunu işittiği riva­yet edilmiştir.[92]

 

Bu hadîsi; İbni Mâce, Dâre Kutnî, İbni Hibban ve Hâkim rivayet etmişlerdir. İsnadı Müslim'in, şartı üzeredir. Lâkin bazıları onun mevkuf olduğunu tercih etmişlerdir.

Hadîs-i şerif; Şu'be tarikiyle hem mevkuf hem de merfu olarak rivayet edilmiş'tir. Mevkuf olan yeri:   istisnasıdır»

Bunu Hâkim, Şu'be'nin ekseri râvılerine mevkuf olarak rivayet eder. Taberânî (260—360) «El-Kebîr» inde Ebu Musa'dan şu hadîsi rivayet etmiştir:

«Kim ezanı işitir de ,bîr zarar ve özür olmaksızın icabet

etmezse, onun namazı yoktur».

Heysemî : «Bu hadîsin ravîleri arasında Kays ibni Rebi' vardır. Bu zatı Şu'be mutemed saymış; Süfyan-ı Servi ile bir cemaat zayıf bulmuşlardır» diyor.

İbni Abbas (R.A.)\n buradaki hadîsini Ebu Davud (202—275) şu ziyâde ile rivayet ediyor :

«Ashab;

«— Özür nedir?» dediler.

«— Korku   veya   hastalıktır.   Allah onun kıldığı na­mazı kabul etmez» buyurdular.

Ziyâdenin isnadı zayıftır.

Hadîs, cemâatin kuvvetle lüzumuna dsfil olup, farz-ı ayındır, diyen­lerin hüccetidir. Cemâat sünnettir diyenler «Onun namazi yoktur» cümlesini te'vil ederek, bunun manâsı «kâmî! namaz yoktur» demektir. Namazın kemâlinin yokluğu, mübalağa için namazın yokluğu sayılmıştır» derler.

Cemaata devama mâni olan Özürler Ebu- Davud hadisinde sıralan­mışta- ki; bunlar, yağmur, soğuk, rüzgar ile sanmsak, soğan ve benze­ri fena kokulu sebzeleri yemek gibi .şeylerdir, Maamafih, hunîarı yeme­nin, cemaatı kaçıracağı için nehyediîmiş olmaları da ihtimal dahilin­dedir. Fakat bu sefer de cemaat farz-f ayındır diyenler «Bu özürler ile mescîdde cemaat olması sakıt olursa da evinde cemaatla kilmas! yine Farzdır» diyebilirler.[93]

 

428/318- «Yezidü'bnü Esved radvyattakih anh'den rivayet ed'ldiğins-göre kendisi Resûfüllah SaUallahii aleyhi ve seUcm ile namazını kılmış, Resûiüllah Sallallahü aleyhi ve sellem namazını bîîîrmes bîr de baksa, namaz kılmamış İki adam var. Bunları çağırmış ve (korkudan) böğür­leri titrîyerek getirilmişler. Resûiüllah Sallallahü aleyhi ve sellem kendilerine :

— Bizimle birlikte namaz kılmaktan sizi men eden nedir? demiş:

ö— Biz evlerimizde kildik» demişler.

«O halde bir daha yapmayın; evinizde kildiniz da ima­ma henüz kılmadan yetişf'niz mî hemen onunla beraber kilin. Çünkü bu sizin için nafiledir.» buyurmuşlardır.[94]

 

Bu hadîsi; İmam-î Ahmed rivayet etmiştir. Lâfız onundur. Üçler dahi rivayet etmiştir; İbni Hİbban ile Tirmizî onu sahiblemişlerdir.

îlk kıldıkları namaz cemaatla olsun, yalnız olsun fara; ikinci defa kıldıkları nafiledir, fflv&anmf «Et-Telhis* de bu hadîsi Hâkim (321—405) ve Dâre Rutnî (306—385)'nin de rivayet ettiğini, İbni Seken (294—353)'nin onu sahihlediğini ve hepsinin Yâlâ bin Ata tarikiyle Câ-bir ibni YezicVden o da babası Yezid ibni Esved'den ri­vayet ettiğim yazmaktadır. Imam-t Şafiî, (150—204) bu hadîs için: «İsnadı meçhul» demiştir. Beyhâkl (384—458): «Çünkü Yezid ibni Esved'in oğlundan başka ravîsi yoktur. Oğlu; Câbîr'in de Yâlâ'dan baş­ka ravîsi yoktur» diyor. Fakat Yâlâ îmara-ı Müslim'in kendilerinden hadîs rivayet ettiği zevattandır. Câbir'i de Nesâî (215—303) ve başkaları mevsuk vo mutemerî saymışlardı].

Bu hadis; Haccelü'I-Veda'da Mescid-î Hayf'da şeref sadır olmuş­tur. Ve İmamı namaz kıldırırken ve kıldırmak üzere iken, bulana ona uyarak namaz kılmanın meşru olduğuna delâlet eder. Evde cemaatla veya yalnız kıldığı namazı farz. ikinci defa imamla kıldığı nafile olur. Nitekim bu cihet hadîs-i .serifde açıktır. İmam-ı Âzam Ebu Hanîfe ile bir Kavlinde İmcım-ı Şafiî ve bazı ulemâ bunu tercih etmişlerdir. Ule­mâdan bazıları ile ikinci kavline göre Şafii ikinci namazın farz ol­duğuna kaildirler. Dcliücri, Ebu Davud'un (202—275) tahric ettiği Yezid îbnı Âmir hadîsidir. Bu hadiste :

Resulüllâh Sallallâhll aleyhi ve sellem;

«Namaza geldiğin vakit, cemaatı kılarken bulursan, hemen onlarla kıl. Şayet (evvelden o namaz.) kıldı  isen, o

nafile, bu farz oimuş olur buyurdular» denilmektedir.

Fakat buna cevaben «bu hadîs zayıftır. Onu Nevevî (631 - 676 ve başkaları zayıf bulmuşlardır. Beyhahi :«Bu hadîs, Yezid İbni Esved hadîsine muhaliftir, demiştir ki, esah olan da odur.» diyorlar.

Hadisi Dârc Kufni şu lâfızla rivayet ediyor :

«Evinde kiîd.ğım nafile yapsın.»

Dâre Kutm : «Bu rivayet zayıf ve şazdır» diyor. îmam-% ŞâfİVden üçüncü bir kavi rivayet ediliyor ; «Teâlâ Hazretleri bu iki namazdan hangisini dilerse, onu farz olarak kabul eder» demiştir ki Imam-ı Malik*in mezhebi de bulur.

Delilleri : Bu mes'ele Ibni Ömer (R.A.) 'a sorulduğu zaman «Bu sana mı düşmüş? O ancak Allahü Teâlâ'ya aittir. Hangisini dilerse onu hesaba katar» diye cevab vermesidir.

Bu hadîsi îmam-ı Malik «El-Mu vatta» da tahriç etmiştir. Mevzuu bahsimiz olan Yezüdİbni Esved hadîs!, EbuDavud ile Nesâî'-nin ve daha başkalarının tahric ettikleri Ibni Ömer hadîsine muarızdır. Çünkü o hadîste :«Bir namaz  bir günde iki   kerre kılmayın» buyruluyor.

Maamafih buna da şöyle cevap verilmiştir. Bu hadîsin mânası : «Bir namazı bîr günde İkisi de farz olmak üzere İki kere kılmayın» de­mektir. Yoksa biri nafile, biri farz olmak üzere iki defa kıhnabilir. Ya­hut : Bir namazı bir günde yalnız başına iki kere kılmayın demektir.» Hadîsin zahirine bakılırsa, bu nehy, her namaza âmm ve şamildir. Ve Şafiînin mezhebi de budur. Fakat îmam-ı âzam Ebu Hanife (80-150) ye göre, tekrar kılınacak namazlar yalnız öğle ile yatsıdır. Sabah namazı ile ikindi tekrar kılınamazlar. Çünkü onlardan sonra na­file namazdan nehy buyrulmuştur. Akşam namazı dahi tekrarlana­maz. Çünkü bu namaz gündüzün vitri yani tek rek'aüı namazıdır. Tekrarlandığı takdirde ise çift olur. îmam-ı Malik (93 - 179): «Ce­maatla kıldı ise, tekrar kılmaz. Yalnız kıldı ise, imamla birlikte tekrarlar» diyor. Lâkin, Yezidibnî Esved hadis!., hâdisenin sabah nama­zında vaki olduğunu anlamak suretiyle tmam-t Azamla Malik'in kavillerine muhalif düşüyor ve sabah tfe ikindiden sonra nafile kıl­mayı nehyeden delilin umumunu bu hadîs, tahsis etmiş oluyor.[95]

 

429/319- «Ebu Hüreyre radıyallahü anh'den rivayet edilmiştir ki : Resûlüllah SaUaüahü aleyhi ve sellem :

İmam ancak kendisine uymak için tâyin edilmiştir. Binaenaleyh o tekbir aidimi, hemen siz de tekbir alın. O tekbir alıncaya kadar tekbir almayın. Rükû etti mi hemen siz de edin, o rükû edinceye kadar rükû etmeyin»

dediği vakit   siz de deyin. Secde ettimi hemen siz de secde edin.

O secde edinceye kadar secde etmeyin. O ayakta kıldığı zaman siz de ayakta kılın. Oturarak kıldığında siz de toptan oturarak kılın? buyurdular».[96]

 

Bu hadîsi, Ebu Dâvud rivayet etmiştir. Bu onun lâfzıdır. Aslı; Sahlheyn'dedir

Hadîste geçen «rükû etti mi, secde etti mi» gibi sözlerden bu rükünlere intikal kasdedilmiştir. Yani rükûya eğildiği an; secdeye vardığı an demektir. Yoksa murad, bunları tamamladıktan sonra de­mek değildir.Zira, o zaman imam rükûdan doğrulurken, cemaatin eğil­mesi icap eder ki, imama uymak tahakkuk edemez, «toptan» mânasisına gelen kelimesi burada hal olmak üzere mansub gelmiştir. Nitekim BuhârVnm de bir rivayeti böyledir. Fakat ekseri­yetle, başka rivayetlerde cemi zamirini te'kid için merfu okunmuş­tur. lâfzı hasr edatıdır. İmamın kendisine uyulmasının ona maksur ve münhasır olduğunu, cemaatın ona asla muhalefet edemiyeceğini ifade eder.

Hadîs-i şerif, imamlığın uyulmak için meşru olduğuna delâlet edi­yor. Cemaat tâbi, İmam met bu'dur. Tâbi olanın şanı ise, metbûunun önüne geçmemek, hatta onunla bir hizaya durmamaktır. Bilâkis UM metbûunun ahvalini gözetecek, o ne yaparsa izinden giderek, onun yap­tığını yapacaktır. Bunun muktezası ise, ona hiçbir hususta muhalefet etmemektir, tşte hadîs-i şerif b)x ciheti tafsilâtı ile anlatmıştır. Zlk-rolunmayan cihetler de, zikrolunanlara kıyas edilir.

Şu kadar var ki, zikredilen hususat da imama muhalefet eden gü­nahkâr olursa da namazı fâsid olmaz. Ancak, iftitah tekbirinde imam­dan evvel almak suretiyle muhalefet ederse, imamla kılması sahih ol­maz.

Şâir hususatla imama muhalefet etmenin namazı bozmadığına bir hadîs ile îsiîdiâl ederler. Bu hadîste, Resûlüllah (S.A.V.), imamdan evvel rükû veya secdeye varanların, başlarını A!iah-Ü Teâİa'nın eşek başına çevireceği tehdidinde bulunmuş, fakat namazlarını ye­niden kılsınlar dememiştir. Hadîs-i şerifte niyette müsavat, yani imamla cemaatır aynı namaza niyetlenmeleri şart kıUnmamişdır. Şu nalde biri farza, pın nafileye niyet etse, yahut biri öğleye diğeri ikindiye niyetlense,, cemaat namazının sahih oiması lâzım gelir. Ni­tekim îmam-ı Şafiî (150 - 204)'nin mezhebi de budur. Bu hususa dair izahat Câbîr hadîsinde gelecektir.

Yine bu hadîs-i şeriften imamın cemaatın da diyeceği anlaşılmaktadır. Bazı ri­vayetlerde ziyade edilerek       denilmiş;  diğer

bazıların da kelimesi hazfedilmiştjr. Banların hepsi caiz­dir. Tesmî' ile tahmîdi imam ile cemaat, bir yere cem edip, ikisini bir­den söylemezler, diyen Hanefiler, bu hadîsle istidlal ederler. Fakat îmam-ı Ebu Yusuf (113 -182) ile îmam-î Muhanımed'e (135 -189) göre imam olan ile, yalnız kılan tesmî iîe tahmidin ikisini de yapar.

Yani hem  hem de der. İmama uyan ise yalnız der. Scvrî (97 - 161) ile Evzaî (78 - 150) 'ye ve başkalarına göre imam ile yalnız kılan tesmi' ile tahmidin ikisini de yapacaktır. Cemaat olan yalnız tahmid

yapacaktır. Çünkü sizde deyin» buyurulması, cemaatın yalnız bunu okuyacağına delildir. Şâfiîlere göre, mutlak su­rette her namaz kılım tesmi' ile tahmidi yapar.

Delilleri:  Müslim'in İbni  Ebi  Evfâ'dan rivayete ettiği şu hadîstir:

«Peygamber Sallallahü aleyhi ve îseiiem başın: rüküdan kaldırdıkta, derdi, ilâ âhir... diyorlar ki zahir olan: Cemaatla veya yalnız kıldığı bütün namazlarda böyle yapmış olmasıdır.

îbni Münzir, (—310) bu kavli Ata ile îbni Sirin'den ve daha başkalarından rivayet ediyor. Binaenaleyh Şafiîler bu kavilde yal­nız değillerdir.

Hadîste, «Siz de toptan oturarak kılın» buyrulması, imam bir özürden dolayı oturarak kıldığı zaman, cemaatın özrü olmasa bile, ona tabi olarak oturmaları lüzumuna delildir. îmanı oturarak cemaatın ayakta kılmalarını Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve selîem şu hadîste Acem ve Romalıların işine benzetmiştir:

«Demin az daha Acem ve Romalıların yaptığını yapıyordunuz. Onlar kralları otururken   ayak­ta dururlar. Bir daha yapmayın.»

îmam-ı Ahme?ı b. Hanbel (164 - 241) ile bazı ulemanın mezhe­bi budur.

Malîkîler ile, diğer bazılarına göre ayakta kılan bir kimsenin otu­ran imama uyması caiz değildir. Çünkü Resullulah (S.A.V.) «İmamınıza mu­halif bir şekilde kılmayın; oturarak kılma hususunda da ona tâbi olmayın.» buyurmuştur.

Fakat «Sübülü's-selam» sahibi «oturarak kılma hususunda da ona tâbi olmayın» cümlesini hiç bir hadîste bulamadım diyor.            

Îmam-ı Muhammed'd.en^ maada Hanefî imamları ile Şâfiîlere göre oturarak kılan imamın arkasında ayakta kılan cemaatın na­mazı sahihtir. Zira Resûl-ü Ekrem (8.A.V.) ölüm hastalığında otura-rakkıldırmış, arkasındaki ashâb-ı kiram ayakta kılmışlardır. Bu hadîs» sadedinde'bulunduğumuz Ebu Hüreyre hadîsini neshetmiştir. Çünkü bu ondan sonradır. Binaenaleyh   sonraki ile amel etmek   aleMayin îcâp eder. Vâkıâ :   

«Sakin benden sonra oturarak kıian hiç bir kimse ayakta kılan bir cemaata imam olmasın» hadisi vardır. Fakat bu hadîs zayıftır.

Onu Beyhaki (384 - 458) ile Dâre Kutnî (306 - 385), Cu'fl tari­kiyle Şa'bî (26 - 104) 'den rivayet etmişlerdir. Cabir ise, son derece zayıftır. Aynı zamanda hadîs mürseldîr. Şafiî (150 - 204): «Bununla istidlal eden, bundan delil olmayacağını bilmiştir. Çünkü mürseldir. Kavileri arasında da bir adam var ki, ehl-i ilim ondan rivayet etmekten çekinir» demiş, bununla Cabir, Cu'fi'yi kasdetmiştir.

Bazı zahiriye uleması, ile San'ânî tarafından Hanefîlerle Safilere itiraz edilmeye çalışılmış ve ezcümle şöyle denilmiştir.

a— Hz. Peygamberin {S.A.V.) Ashabına oturarak kılmalarım em­rettiği hadîslerin sahih olduklarında ihtilâf edilmemiştir. Halbuki ölüm hastalığında imam olup olmadığı ihtilaflıdır. Binaenaleyh bu hadîsle is­tidlal tamam değildir.

b— Oturarak kılma emri nedib için olabilir. Buna karine, cemaa­tın ayakta kılmalarını kabul Duyurmasıdır. Bu da iki hadîsin aralarını bulmak demektir ki, ayrı bir mezhep olur. Çünkü oturup oturmamak hususunda cemaatı serbest bırakıyor.

c— Oturarak kılmak Resûlüliah {S.A.V.J'in vefatından sonra As-hâb-ı Kiram'dan bir cemaat tarafından fiilen yapılmak suretiyle sabit olmuş bir keyfiyettir. Meselâ :

SahâbedenÜseyd ibnİ Hudayr ve Câbir hazeratı oturarak kılmışlar; arkalarındaki cemaat da oturmuşlardır. Hz. Ebu Hüreyre de böyle fetva vermiştir. Hatta İbni Münzir (—310) ashabın hiç birinden bunun hi­lafı bilinmiyor demiştir. Bu itirazların cevapları aşağıdadır.

a) Ölüm hastalığında  Peygamber  (S.A.V.J'in imam olduğu sabit ve sahihtir. Cemaat olduğu haberi şâz bir rivayettir.

b) İki hadîsin arasını böylesine cem eden bir mezheb yoktur. Hat­ta Ahmed b. Hanbel (164—241)  dahi buna kail    değildir. Halbuki îmam-t Ahmed şu şekilde bir cem'e yani ara bulmaya tarafdardır: «Sahibi tertip bir imam İyileşmesi me'mul bir hastalığa dûçâr olur da oturarak kılarsa arkasındaki cemaat da oturarak kılarlar. Şayet imam namazına ayakta başlamışsa, arkasındaki cemaatm da ayakta  kılma­ları lâzım gelir. Ve artık imamın oturmasını İktizâ eden bir hal vaki olup olmadığına bakmazlar; ayakta kılmaya devam ederler.»

Nitekim, Resûlüliah (S.A.V.)'in ölüm hastalığında böyle olmuştu. Ashâb ayakta Hz. Ebu Bekir'e uymuşlardı. Resûlüliah (S.A.V.) oturma­larını emretmemişti. Zira, imamları ayakta namaza başlamıştır. Son­ra Resûlüliah (S.A.V.) namazın geriye kalan kısmını oturduğu yerden kıldırmış; cemaat ayakta kılmışlardır.    Fakat Resûl-ü Ekrem (S.A.V) ayağı çıktığı zaman, kıldırdığı namaz böyle değildi. Onda namaza başlarken oturarak başlamış ve cemaata da oturarak kılmalarını em­retmiştir, îmam-ı Ahmedin bu cem'i güzeldir. Maamafih kıssa bir kaç defa vaki olmuştur diyenler de vardır.

c) Bir sahâbinin yaptığına başka bir sahâbi muhalefet ederse, o fiil hüccet olamaz.[97]

 

430/320- «Ebu Saîd-i Hudrî radıyallahü anh'den rivayet edilmiştir kî; Resûlüliah Saîlallahü aleyhi ve sellem: Ashabında bir gerileme gör­müş ve :

— İlerleyin de bana uyun, sizden   sonrakiler de size uysun» buyurmuşlardır.[98]

 

Bu hadîsi; Müslim rivayet etmiştir.

Her halde ashâb-ı kiram Resûl-ü Ekrem'e yaklaşmaktan gerilemiş olacaklar ki, «bana uyun» yani benim fiillerime uyun ki, sonradan gelenler de sizin fiillerinize bakarak bana uysunlar demek istemiştir.

Hadîs-İ şerif, imamı göremiyenlerin önlerindeki saftakilere tâbi ola­bileceğine delildir. îlk safta bulunma, teşvik ve ondan uzaklaşmanın iyi olmadığı da aynı hadîsten anlaşılmaktadır. Bu hadîsin tamamı .şöy­ledir :                             

«Bir kavm gerileye gerileye nihayet Allah kendilerini geriletir.»[99]

431/321- Zeyd  bîn Sâbit'den  rîvâyet edilmiştir.  Demiştir kî ;  Resulullah Sallallahü aleyhi ve sellem :

Hasırdan çevirme bir hücre yaptı ve orada namaz kıldı, derken, oraya bîr takım adamlar üşüştü ve onunla birlikte namaz kılmaya baş­ladılar, ilââhir.»[100]

 

Bu hadîste :

— Kişinin en faziletli namazı, -farz müstesna- evin­de kıldığıdır» buyrulmuştur.

Hadîs; Müttefekun Aleyh'dir.

Nafile namaz babında Câbir hadîsini izah ederken, bu da geçmişti. Hadîs-i şerifte; nafile namazın cemaatın sıkışmasına sebep olmamak şartıyla mescidde kılınabileceğine delâlet vardır. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) hasırdan çevirdiği hücreyi gündüz bozar, ve hasırı yere yayardi. Müslim'in bir rivayetinde  «Onu dâîml yapmadı» denilmiştir. Buhârî'nm bir rivayetinde «Oraya kalkıp geldi» diğer bir rivayetinde :

«Orada birkaç gece namaz kıldı. Onunla birlikte ashabından bazı kim­seler de kıldılar. Resûl-ü Ekrem SallaUahü aleyhi ve sellem onların bu halini anlayınca, evinde oturmaya başladı. Nihayet, onların yanına çı­karak :

«__ Yaptığınızı gördüm ve anladım. Ey nâs artık ev­lerinizde kılın. Zira namaz'ın en faziletlisi -farz müstes­na- kişinin evinde kıldığıdır.» buyurdular.»

Müslim'in rivayeti de buna yakındır.

Musannif bu hadîsi, nafile namazı da cemaatla kılmanın meşru ol­duğunu anlatmak için burada imamet bahsinde zikretmiştir. Hadîsin roanâsı nafile bahsinde geçmiştir.[101]

 

432/322- «Câblr ibni Abdullah radıyattahü anlı'den rivayet edilmiş­tir. Demiştir ki: Muaz arkadaşlarına yatsıyı kıldırdı. Ve onlara (kıraat! uzun tuttu) bunun üzerine Peygamber    Sallaîîahü aleyhi ve sellem  :

— Sen fitneci mi olmak istersin ya Muaz? Bir daha cemaata imam oldun mu,»  «yi oku yuver» buyurdular.[102]

 

Hadîs;  Müttefekun Aleyh'dir. Lâfız Müslim'indir.

Buhârî'deki lâfzı şöyledir :lü deve fle geldi. Gece basmıştı. Muaz'a namaz kılarken tesadüf etti. He­men develerini bırakarak geldi ve Muâz'a uydu. Muaz: Bakara, yahut Nisa sûresini okudu. Bunun üzerine o adam Muâz'a uymayı kt*erek na­mazını yalnız başına tamamladıktan sonra, çıktı gitti».

Buhâri (194—256) bunun için ayrıca bir bâb yapmıştır. Bu zat Hz. Muâz'ın kendisine atıp tuttuğunu duymuştu. Muâz (R. A.)'\n onun hak­kındaki konuşması jöyle ifâde edilmiştir :

«Muâz bunu duydu ve : O muhakkak münafıktır dedi.

Adam da Peygamber SaUaîîahü aleyHi ve seîleme   gelerek Muaz'ı şikâyet etti. Bunun üzerine Peygamber (S.A.V.) üç kerre :

Sen fettan mısın ya Muâz, yahut sen fâtin misin ya Muâz!»  

üe krlsaydın'a.   Çünkü senin   arkanda   ihtiyar, zayıf ve hacet sahibi namaz kılıyor» buyurdular.

Hadîs-i şerifin Buharı'de bundan başka lâfızları da vardır.

Fâtîn, fitneci, azdırıcı manasınadır. Fettan da onun mübalâğa siga-sıdır. Fâtin mi dedi, ycksa fettan mı, ravî şek (şüphe) ediyor.. Burada ondan murad: uzatmak suretiyle arkadaşlarını rahatsız etmek mi isti­yorsun? demektir. Yani uzun okumayı Resûlüllah (S.A.V.) cemaatın hoş karşılamadığına yormuştur. Yoksa bizzat kendileri akşam namazında ve başka namazlarda A'raf sûresini okuduğu olurdu. Öğlede altmış âyet miktarı ayakta dururdu. Elhasıl bu mes'ele yerine, zamanına, imam ve cemaatine göre değişir.

Hadîs-i şerif, nafile kıldıran imamın arkasında, farz kılanın cemaat olabileceğine delildir. Çünkü Hz. Muâz, yatsı namazını Hz. Peygamber {S.A.V.) ile kılar; sonra arkadaşlarının yanına giderek, yatsıyı bir de onlara nafile olarak kıldırdı. Filvaki Abdürrezzak (126—211), Şafiî (150—204) ve Tahâvî (238—321)'nin tahric ettikleri    Câbîr hadîsinde :

«O kendisi için nafile» denilmiştir. Musannif merhum bu hadîsle istidlal hususunda «Fethül-Bârî» de sözü hayli uzatmıştır. Doğrusu bu hadîs, nafile kıldıran imamın arkasında farz kı­lınabileceğine delil olamaz. Amma imamın namazı ve namazda okumayı hafif tutmasına delil olur.  Resûlüllah (S.A.V.) ne kadar okuması kâfi

geleceğini bile tâyin buyurmuştur. 

«Biriniz cemaata imam oldu mu hafif tutsun»  hadîsi aşağıda gelecektir.[103]

 

433/323- «Âîşe radıyallahü anha'dan Resûlüllah SatldUahü aleyhi ve seUemın, hasta iken cemaata kıldırdığı namazın kıssası hakkında ri­vayet edilmiştir. Demiştir ki:

Resûlüllah SaîlaUahü aleyhi ve sellem geldi, Ebu Bekir'in sağına oturdu. Cemaata oturduğu yerden namaz kıldırıyordu. Halbuki Ebu Be­kir ayakta îdi. Ebu Bekir Peygamber SaMallahü aleyhi ve seUemin namazına uyuyor, cemaatta Ebu Bekir'in namazına uyuyorlardı.»[104]

Bu hadîs; Müttefekun aleyh'dir.

Görülüyor ki, Buhârî'nin buradaki rivayetinde Hx. Peygamber (S. A.V.)fin oturduğu yer tâyin edilmekte, ve bu yerin Hi. Ebu Bekir'in sol tarafı olduğu gösterilmektedir. Buhârî'nin başka bir rivayetinde:

«Ebu Bekir'in yanı başına oturdu» denilmekte ve yer tâ­yin edilmemektedir.

«Sübülü's-Selâm» sahibi burada aynen şunları söylüyor : «Ben derim ki, Sahîheyn'in bazı rivayetlerinde soluna oturduğu sa­bit olunca, bu rivayet diğerlerinde mücmel bırakılanı beyân olur. Bu­nunla Peygamber (S.A.V.)'in imam olduğu meydana çıkar».

Âcizane ben de derim ki, : San'ânVnin. bu sözü intak-t haktır. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.)'in ölüm hastalığında kıldığı namazda imam olduğunu sarahaten itiraf ediyor. Halbuki, yukarıda bu babın sekizinci hadîsinin şerhinde görüldüğü veçhile: «Ölüm hastalığında imam olup olmadığı ihtilaflıdır. Binaenaleyh bu hadîsle istidlal tamam değildir» di­yordu.

Hadis-! şerifte; bir kişinin -yanında başkası olsun olmasın- imamın sağına durabileceğine delâlet vardır. îhtimal Hz. Peygamber (S.A.V.) bunu Ebu Bekir cemaata tebliğ etsin diye, yahut namazın başında o imam olduğu için yapmıştır. Maamafih saf dar olduğu için, yahut baş­ka bir sebeple böyle yapmış olması da mümkündür. Bu ihtimallerden birini tâyin edecek delil bulunmadığına göre hadîsi zahirî ve ıtlakı üzere bırakmak gerekir. «Cemaat Ebu Bekir'in namazına uyuyorlardı» denil­diğine göre, Hz. Ebu Bekir'in hem imam, hem cemaat olması ihtimali olduğu gibi yalnız mübelliğ olması ihtimali de vardır. Nitekim Buhârî, ttmama uyan ve cemaafda kendisine uyan babı» diye bir bâb ayırmış­tır, tbni Battal (—444) : «Bu Cumhur'a muhalif olarak, saflar bir birine imam olur; diyen Mesrük ile Şa'bî'nm sözlerine muvafık düş­mektedir» diyor. Musannif merhum, burada şöylece bir mütalâa be­yan eder. Şa'bı, demiştir ki : «Bir kimse önündeki saftakiler başla-larını rükûdan kaldırmadan niyetlenebilirse, o rek'ata yetişmiştir. İsterse imam başını daha evvel kaldırmış olsun. Çünkü cemaat bir­birlerinin imamıdır». .Bu gösteriyor ki, imam nasıl cemaatın nama­zını yükleniyorsa, Şa'bî'ye göre cemaat da birbirlerinin namazlarını yükleniyorlar demektir.

«Ebu Bekir cemaata tekbiri işittiriyordu» deniliyor ki, bu, cemaata işit­tirmek için yüksek sesle tekbîr almanın ve cemaatın bu tekbire tâbi ol­masının cevazına delildir. Cumhur'un mezhebi de budur. Mâlikîler bu mes'elede Cumhur'a muhaliftirler. Kadı İyaz (676—544) Mâlİkılerîn mezhebini izah sadedinde şöyle der :

«Bazıları cemaatın namazı bozulur, bazıları bozulmaz dediler. Ba­zılarına göre ise imam, mübelliğe tekbir almak için izin verdiyse bo­zulmaz; ona uymak sahih olur; izin vermediyse bozulur» demiştir. Ma-llkller bu bâbda daha başka tafsilât da vermişlerdir. Anlaşılıyor ki, on­lar bu hadîs mucibince Ebu Bekir (R. A./ı imam kabul etmektedirler. İmamın arkasında bulunanın cemaate işittirmek için sesini yükseltme­si hususunda zaten söz yoktur.[105]

 

434/324- «Ebu Hüreyre radıyaüahü anh'âen rivayet edilmiştir kî. Peygamber SaUaUahü aleyhi ve seUem :

— Biriniz cemaata imam olursa, hafif kıldırsın, Çün­kü onların arasında küçük, ihtiyar, zayıf ve ihtiyaç sahifoi vardır. Yalnız kıldığı zaman nasıl   isterse öyle kılsın» buyurmuştur.[106]

 

Bu hadîs, Müttefekun aleyh'dir.

Hadîs, yalnız kılanın bütün namaz erkanını, vaktin çıkacağından-korksa bile, uzatabileceğine delâlet ediyor. Şâfîîlerden bazıları buna kail olmuşlardır. Lâkin bu hadîs, Ebu Katâde hadîsine muarızdır. Zira Ebu Katâde hadîsinde  «Tefrit ancak namazı, başka namazın vakti gi­rinceye kadar geciktirmektir» denilmektedir.

Hadîsi Müslim (204-261) rivayet etmiştir.

Namazı uzatarak mükemmel kılmak maslahatı ile, vaktini geçirmek mefsedeti bir araya gelince, mefsedet ciheti tercih olunur. Meceîle-i Ahkâm-ı Adliyye'nin otuzuncu maddesinde bu kaide şöyle ifade edilmiştir. «Def-İ mefasld, eelb-i menâfî'den evlâdır.» Maamafih tefrit hadîsinden murad: Hiç kılmamak suretiyle geciktiren de olabilir. Bu takdirde namazda iken o namaz vaktini geçiren kimse, tefrit yapmış sayılmaz.[107]

 

435/325- «Amrü'bnü Seleme'den rivayet edilmiştir. Demiştir kî  Babam, size hak Peygamber SaUallahü aleyhi ve seUemin yanından geldim:

Namaz vakti geldikte biriniz ezan okusun, ve en fazla Kur'an bileniniz size İmam Olsun; buyurdular dedi. Bunun üre­rine ashâb baktılar; benden daha fazla Kur'an bilen yoktu ve bent İleri geçirdiler. Halbuki ben, altı veya yedi yaşlarında İdim» dedi.[108]

 

Bu hadîsi, Buhârt, Ebu Dâvud ve Nesât rivayet etmişlerdir.

Hadîsteki kelimesi ya hazfedilmiş bir masdarın sıfatı oltnak üzere mansubtur, yâni Peygamberliği hak olan» demektir. Yahut cümleyi te'kîd eden bir masdardır. Zira «O gerçekten Resûlüllahtır» kuvvetindedir. Hz. Seleme'nin Kur'an-ı Kerimi herkesten iyi okumasının sebebi. Hz, Peygamber (S.A.V.)'e ge­len kervanlarla görüşür; daha babası ve kavmi müslüman olmazdan ev­vel onlardan okuduklarını öğrenirmiş.

Hadîs-İ şerifde, imamlık yapmaya en haklı, Kur'an-ı Kerimi en iyi "bilen olduğuna delâlet vardır. Nitekim bundan sonraki hadîste görüle­cektir. Yine bu hadîs, imamlığın müezzinlikten daha faziletli olduğuna delâlet eder. Çünkü müezzin olmak için bir şart yoktur. Hz. Amr'ın he­nüz yedi yaşında iken imamlığa geçirilmesi, sabi-i mümeyyizin yâni, kârını zararını seçen bir çocuğun imam olmasında kerahet bulunmadı­ğına delildir. Nitekim Hasan-ı Basrî (21—110), Imam-ı Şafiî (150—204) vesair bazı zevatın mezhebi budur. îmam-ı Malık (93—179) ile Sevrî (97—161)'ye göre kerâhat vardır. îmam-ı Âzam (80—150) ile Ahmed b. Hanbel (164—241),den iki rivayet vardır: Hanefîlerden meş­hur olan rivayete göre, sabî-i mümeyyiz yalnız farzlarda değil, nafile­lerde dahi imam olamaz. Bazıları da deliye kıyasen hiç caiz olmadığına zâhib olmuşlar ve: «Amr kıssasında bu hususa dâir bir delil yoktur.» demişlerdir. Fakat bunları : «Hâdise Peygamber Saîîallahü aleyhi ve seTlem zamanında cereyan etmiştir. Resûlüllah (S.A.V.)'in buna bir şey demeyip, takrir buyurması caiz olduğuna delildir. Çünkü caiz olma­yan bir fiili Peygamber (S.V.A.) takrir ve kabul buyurmaz. Bahusus îslâmın en büyük rüknü olan namaz hakkında, böyle bir şey mümkün değildir. Hz. Peygamber (S.A.V.)'in ayakkabısındaki pislik bile vahyile kendisine bildirilmiştir. Çocuğun imamlığı sahih olmasa, mutlaka onun hakkında da vahy inerdi» şeklinde itiraz edenler olmuştur. Hatta zahi­rîlerden İbni Hazm (384—456):

«Bu hususta bir muhalif bilmiyoruz» demiştir. Onlar Hz. Amr'ın na­file namazlarda imam olması ihtimalini de uzak görüyorlar.

Amr İbni Mesleme radtyaîlahü anh'm farz namazlarda imam ol­duğu sübût bulursa, o zaman bu hadîs, farz kılan cemaatın nafile kıldı­ran İmama uyabileceğine delil olur.[109]

 

436/326- «Ibnİ Mes'ud radıyaltahü anh'den rivayet edilmiştir. De­miştir ki : Resûlüllah SaTlaMahü aleyhi ve seTlem :

  Cemaata Allah'ın kitabını en iyi okuyan imam olur. Okumada müsavi olurlarsa o zaman sünneti en iyi bilen­leri; sünnetde de müsavi olurlarsa, en evvel hicret eden­leri; hicretde de müsavi iseler en evvel müslüman olanla­rı (bîr rivayette) yaşça kıdemli olanları imam olur.   Sakın bir adam, bir adama velayeti   dahilinde imam   olmasın, onun evinde husûsî yerine oturmasın. İzni olursa o başka» buyurdular.[110]

 

Hadîsi; Müslim rivayet etmiştir.

«İbni Mâce'nin rivayet ettiği Câbîr (R. A.) hadisinde :

  Sakın bir kadın bir erkeğe ve bir a'râbi bir muha­cire, bir fâcir bir mü'mine imam olmasın» denilmiştir.

Hadîsin isnadı hiçtir.

Allah'ın kitabını en iyi okuyandan maksad zahire göre; en iyi hafız olandır. Fakat bazılarınca, Kur'anın ahkâmını en iyi bilendir, Bundan evvelki hadîs birinci manâya daha münasibtir.

Hadîs-i şerif, iyi Kur'an okuyanın iyi fıkıh bilen üzerine takdim edi­leceğine delildir. Hanefîyyeden îmam-ı Ebu Yusuf (113—182) ile mezhep imamlarından îmam-% Ahmed b. Hanbel (164—241)'in mez­hebi budur. Diğer Hanefîyye imamlarına göre namaz ahkâmını en iyi bilen geçirilir. Şâfiîlerle Mâlikîlere göre; vilâyeti dahilinde vali, sul­tan veya nâiblerinin geçirilmesi menduptur. Bunlardan sonra sıra o camiin imamına gelir. Namaz ahkâmını iyi bilen geçirilir diyenlerce : «Kıraat bir rükunda lâzımdır. Halbuki ilim bütün erkanda zaruridir. Bundan dolayı fıkhı daha iyi bilen geçirilir.   Nitekim   Hz. Peygamber (S.A.V.) :        

«— En İyi okuyanınız Übeydir» buyurduğu halde, namaia Ebu Bekir (R.A.) geçirmiştir.

Hadîs-i şerif sahabenin haline göre irad buyrulmuştur. Çünkü as-hâb-ı kiramın en iyi hafız olanı aynı zamanda en iyi fakih idi. İbnî Mes'ud (R. A.) ; «Biz hükmünü, emr-ü nehyini bilmeden on âyet geçmezdik» diyor. Lâkin «okumada müsavi iseler o zaman sünneti iyi bilen» denil­diğine göre, iyi okuyan mutlak surette ön plana alınacaktır. Eğer iyi okuyan, ahkâmı iyi bilen manâsına alınırsa, o zaman iki kısım birleş­miş oluyor. Hicret mes'elesine gelince : ResûlüMah (S.A.V.) zamanında olsun, şimdi olsun diyar-ı küfürden, İslâm memleketine hicret muteberdir. Vâkıâ «fetihten sonra hicret yoktur» hadîsi vardır. Amma bundan murad Mekke'den Medine'ye hicret yok­tur; demektedir. Çünkü ikisi de islâm diyarı olmuştur. Hattâ Muhacir çocuklarına namazda imam olmak hususunda babalarına verilen hü­küm, verilir, bile demek isteyenler vardır,    Hadîs-i şerifin bir rivâyetinde diğer bir rivayetindedenilmiştir.

Birinciye göre; İslâmiyet itibarıyla demektir ki, evvel    müslüman olan sonra müslüman olana tercih edilecektir.

İkinci rivayete göre; yaşça büyük olan demek olur. Nitekim Malik bin Huveyris hadîsinde «Size en büyüğünüz imam olsun»

İleri geçirilmeye müstehak olanlardan biri de  Kureyş kabilesine mensup olanlardır. Zira  Hz. Peygamber (S.A.V.)   «Kureyşi öne geçirin» buyurmuştur.

Yüzce güzel olmak da ileri şeriri İme sebeplerindendir. Ve bu bâb-da da hadîs vardır. Yalnazravîlerinden biri zayıftır.

«Sakın bir adam bir adama vilâyeti dâhilinde imam olmasın» ifadesiyle sultandan, yani vilâyet ve söz sahibi olan devlet reisinden, yahut onun naibinden başkasını ileri geçirmek nehyedilmiştir. Zahirine bakılırsa, başkası daha lâyık bile olsa, yine geçirmek ya­saktır. Bu hususta hâne sahibi de sultan hükmündedir. Hatta onun onun için de ayrıca hadîs vardır. İbni Mes'ud (R.A.ym rivayet ettiği bu hadîste «Hane sahihinin Heri geçmesi sünnettendir» buyruluyor.

Hadîsi; Taberanî (260—360) tahric etmiştir. Musannif da Râ-vîleri mutemeddir» der.

Mahalle imamına gelince; eğer resmen tayin edilmişse sultan hük­mündedir. Köy imamları, gibi cemaat tarafından seçilmiş ise ihtimal-lidir. Yani sultan hükmünde olması ihtimal dahilindedir. Bir kimsenin evindeki hususî yatağı, koltuğu vesâiresi de kendisine has haklardan­dır. Binaenaleyh izinsiz bunlara oturmak doğru değildir. Mecelle-i Ah-kâm-ı Adliyyenİn «95 ve 96.» maddelerinde; «gayrın mülkünde tasarruf 1le emretmek bâtıldır» «Bir kimsenin mülkünde onun izni olmaksızın âhâr (başka) bir kimsenin tasarruf etmesi caiz değildir» denilmekte­dir.

îbni Mâce rivayetinin hiç olması ravîleri arasında Abdullah ibni Muhammedii'l ~ Adevi bulunmasmdandır. Bu zatı Vekî (127—197) hadîs uydurmakla itham etmiştir. Şeyhi de zayıftır. Hadîsin başka tarikleri de vardır. Fakat onlar da Abdülmelik ibni Habîb vardır. Bu zat, hadîs çalmak ve isnad karıştırmak müttehhemdir.

O hadîs, kadının erkeğe imam    olamayacağına delâlet ediyor. Dört mezhebin imamları ile sair bazı kimselerin mezhebi budur.

Câbîr hadisi, A'râbinin muhacire, fâcirin mü'mine, imam olamıya-cağına da delâlet ediyor. A'râbî çölde yaşıyan demektir. Her halde bu­radaki nehiy de kerahete hamlolunmuştur. Çünkü bu yasak sadr-ı İs­lâm'da idi. Fâcir : Günahlara dalan kimsedir. Bazıları fâcir ve fâsıkın imamlığı sahih değildir derler. Hanefilerle Şâîiîlcre göre fâsıkın imam­lığı caizdir. Bunlar İbni Ömer hadîsiyle ve daha birçok hadîslerle is­tidlal   ederler.' Şu kadar var ki,   bu   hadîslerde   zayıflık vardır.  Ve «Size dininde cür'etkâr olan İmam olmasın» ve emsali hadîsler bunlara muarızdır. Lâkin bu muarızlar da zayıftır. Binaenaleyh Hanefİlerle Şâfiîler asla müracaat ederek yine fâsıkın imamlığı caizdir derler. Asıl olan : Kimin namazı sahih olurja İmamlığının da sahih olmasıdır. Bunu ashab-ı kiramın fiti-leri de te'yid ediyor. Buhârî (194—256)'nin tarihinde Abdülkerim'den şöyle bir rivayet vardır.

Abdülkerim, oMuhammed SatlaUahü aleyhi ve selemin ashabından fâsık imamlar arkasında namaz kılan on kişiye yetiştim; demiştir».

Müslim (204—261)'in rivayet ettiği şu hadîs te aynı şeyi te'yid eder:

«— Başınıza namazı vaktinden geciktiren, yahut na­mazı vaktinde mahveden hükümdarlar geldiği zaman, halin ne olacak? dedi,

O da : «Bana ne emredersin?» diye sordu:

— Namazı vaktinde kıl; eğer namaza o hükümdar­larla kılmaya yetişirsen yine kıl; çünkü o senin için na­file olur» buyurdular.

Görülüyor ki, fâsık hükümdarların arkasında namaz kılmaya Resû-lüllah (S.A.V.) izin vermiş; o namazı nafile saymışdır. Çünkü onlar namazın vaktini geçirirler. Zâhirvne bakılırsa namazı vaktinde kılmış olsalar, onların arkasında farz oiarak kılmaya memur olacaktı.[111]

 

438/327- «En e s radıyallahü a uhden  Peygamber SaMallhaü aleyhi ve seîlemın :

— Saflarınızı perçinleştiriniz. Aralarını yaklaştırınız ve gırtlakları bir hizaya getiriniz» buyurduğunu duyduğu rîvâyef edilmiştir.»[112]

 

Bu hadîsi;  Ebu Davud ile Nesâî rivayet etmişlerdir.İbni Hibban onu sahihlemiştir.

Hadîsin tamamı Sünen-i Ebİ Davud'da şöyledir :

— Nefsim kabza-i kudretinde olan Allah'a yemin ede­rim kiT ben şeytanları kuzular gibi saf aralıklarına girer­ken görüyorum.»

Buhârî (194—256), Müslim, (204—261) ve Ebu Davv4 (202—275) Numan Ibnl Beşir*den şu hadîsi tahric etmişlerdir:

Resûlüllah SallaUahü aleyhi ve sellem yüzünü cemaata dönerek : üç defa:

— Saflarınızı düzeltiniz, vallahi, ya saflarınızı düzel­tirsiniz. Yahut Allah kalplerinizin arasını muhakkak ayı­rır; buyurdular. Râvİ dedi ki:

Baktım herkes omuzunu yanındakinİn omuzuna ve topuğunu topuğu­na yapıştırıyor».

Ebu Davud yine Numan ibnî Beşir'den şu hadîsi tahric etmiştir :

Peygamber Sallaîlahü aleyhi ve sellem bizi saflarda okları düzeltir gîbi düzeltiyordu. Ta ki artık bunu kendisinden aldığımızı ve iyice an­ladığımızı tahmin edince, bir gün yüzünü bize doğru çevirdi. Bir de ne görsün, göğsü bir tarafa çıkmış bir adam. Bunun üzerine:

— Ya saflarınızı düzeltirsiniz, yahut muhakkak Al­lah yüzlerinizin arasını ayırır; buyurdular.»

Yine Ebu Davud Bera' ibni Azib (R. A.J'dan şu hadîsi tahric et­miştir :

Resûlüllah    SallaUahü aleyhi ve sellem safın arasında bir baştan bîr başa gezer, göğüslerimizi ve omuzlarımızı düzeltir ve :

Dağılmayın ki kalpleriniz de dağılmasın;  buyururdu, de­miştir.

Bütün bu hadîsler ve ihtiva ettikleri tehdidler, safları düz ve sımsı­kı tutmanın vücûbuna delâlet eder. Fakat bu mes'ele imamların her namazda tenbihlerine rağmen yine de cemaatın dikkat etmediği vazi­felerden biridir. Nitekim Hz. Enes (R. A.)'dan rivayet edilen şu ha­dîse de dikkat edilmemektedir:

«— Ön safı tamamlayın.   Sonra ondan sonra geleni tamamlayın. Noksan kalırsa, varsın son safta ol­sun».

Bu hadîsi; Ebu Davud tahric etmiştir.

Halbuki bakarsınız daha ilk saf dolmadan cemaat ikişer üçer geriki saflara dağılırlar. Teşkil edilenler de eğri büğrüdür. O kadar lâubâ-li davranırlar ki, sanki bu bâbda kendilerine hiç bîr şey söylenmiş de­ğildir.

Ebu Davud'un Câbir ibnî Semûre'den tahric ettiği şu hadîs-i şerife bir bakınız :

«Câbir dedi kî :

Resûlüllah SallaUahü aleyhi ve sellem :

  Meleklerin   rableri   huzurunda saf  oldukları gibi saf olsanıza; deâl

Biz; — Melekler Rablerinîn huzurunda nasıl saf oluyorlar ya? de­dik:

  ön safları tamamlar ve safta sıkışık durular» bu­yurdular.

Saflardaki aralıkları tıkamak hususunda birçok hadîsler vârid ol­muştur. Bir iki tane de bunlardan görelim:

Taberânî (260—360) «El-Evsat» da Ibni Ömer (R. A./dan şu ha­dîsi tahric etmiştir:

«— Kişinin saftaki aralıkta yürüyerek, o aralığı tıkadığı adım kadar, sevabı büyük bir adım yoktur».

Taberânî yine aynı eserde Hz. Âışe (R. Anjıa)'daxı şu hadîsi riva­yet ediyor:

Resûlüllah SallaUahü aleyhi ve settem:

— Kim bir saftaki aralığı tıkarsa, Allah onun sebe­biyle o kimsenin derecesini yükseltir ve ona cennette bir ev bina eder» buyurdular.

Heys&mî diyor ki: «Bu hadîsin râvileri arasında Müslim B. Hâlid Zenci vardır. Bu adam zayıfdır. Fakat ibni Hibban mutemed saymışdır.

Bezzar(—292) Ebu Cühayfe (R. A.)'den şu hadîsi tahric etmiştir :

«— Kim saftaki bir aralığı tıkarsa, affolunur».

Heysemî bu hadîs için «İsnadı güzeldir» der. Maamafih mevzuu bahsimiz Enes hadîslndeki

«— Saflarınızı perçinleştiriniz» emri yukanki hadîse de ih­tiyaç bırakmaz. Zira aralık ancak safı perçinleştirmemekten meydana gelir.[113]

 

439/328- «Ebu Hüreyre radıyallahü anh'den rivayet edilmiştir. De­miştir ki: Resûlüllah SaUaUahü aleyhi ve sellem :

— Erkek saflarının en hayırlısı birincisi, en kötüsü de sonuncusudur. Kadın saflarının en hayırlısı sonuncusu, en kötüsü de birincisidir» buyurdular.[114]

 

Bu hadîsi; Müslim rivayet etmiştir.

Erkek saflarının en hayırlısının yani en sevablısının ilk saf olması o saftakilere meleklerin salât eylemesindendir.   Meleklerin mü'minlere salâtı, caılara Allah'tan afv ve mağfiret dilemeleridir. «En kötü» tâbirinden murad: Sevabı en az demektir. Bu hadîsi Bezzar (—292) ile Tdberânî (260—360) de rivayet etmişlerdir. İlk safın faziletleri hakkın­da hadîsler pek çoktur. İmam-i Ahmcd bin Hanbel'in (164—241) tahric ettiği ve Heysemî'nin de ravîlerini mevsuk kabul ettiği Ebu Ümâme hadîsinde şöyle deniliyor :

Ebu Ümâme demiştir kî : aResûlüilah SallaUahü aleyhi ve seZlem :

«Şüphesiz Allah ve Melekleri ilk saffa selât eylerler» dedi.

Ashâb :

Yâ Resûlüllah ya ikinciye? dediler.

«— İkinciye de öyle.» buyurdular.

Aynı hadîsi Tdberânî de «El-Kebir» inde rivayet etmiştir. Yine Imam-ı Ahmed ile Beziâr'ın tahriç ettikleri ve Heysemî'nin ravîlerini mevsuk kabul ettiği   Numan îbnî Beşir hadîsinde de şöyle deniliyor :

«Numan; Resûlüllah SaUatlahü aleyhi ve seüem'ın, ilk saff için üç, ikinciye iki, ve üçüncüye de bir defa istiğ­far ettiğini işittim, dedi.

Heysemî: «Bunun ravîleri arasında Eyyub îbnî ütbe vardır» demiş ve onu belleyişi yönünden zayıf bulmuştur.

îlk saffın sağ tarafı imamın semtinde olması, ve sol taraf üzerine fazileti hakkında birçok hadîs vardır: Meselâ Tdberânî (260—360) «ELEvsat» da Ebu Bürde (R. A./dan şu hadîsi tahric etmiştir :

«Demi$tlr kl: Resûlüllah SaîlaMahü aleyhi ve seUem :

— Eğer imamın arkasında olabilirsen ne âlâ, yoksa sağında dur.» buyurdular.

Heysemî; «Bunun râvileri arasında ismini duymadığım biri var» diyor. Yine Tdberânî zEl-Evsat» ve «El-Kebir» de İbnî Ab bas (R. A.) dan şu hadîsi tahric etmiştir :

«— ilk saffı ve sağ tarafı kollayın; direkler arasından sakının» Heysemî: «Bunda da îsmâil İbni Müslim Mekkî vardır ki, zayıftır» diyor. İlk safta durmaya en lâyık olanlar yaşlı başlı kimseler­dir. Bu bâbda Bezzâr Âmir ibnî Rebia (R. A.)'den şu hadîsi tahric et­miştir :

«Demiştir ki, Resûlüllah SaUaUahü aleyhi ve seîlem :

— Benim arkama yaşlı başlılar dursun, sonra onla­rın ardından gelenler; sonra onların ardından gelenler»

buyurdular.

Heysemî: «Bunda Âsim ibnî Ubeydullah vardır. Ekseriyet onun zayıf olduğu kanaatındadır. Hüccet olup olmayacağı ihtilaflıdır» demek­tedir.

Aynı hadîsi Müslim (204^-261) ve Dörtler îbni Mes'ud (R.A.)'dan

«— Dağılmayın ki kalpleriniz de dağılmasın. Çarşıla­rın fitnelerinden sakinin» ibaresinin ziyadesiyle tahric etmişler­dir. Bu bâbda daha başka hadîsler de vardır:

Mevzuu bahsimiz olan hadîs, kadınların da saf olabileceğine delâ­let ediyor. Zahirine bakılırsa, erkeklerle beraber, yahut yalnız kadın­larla saf olabilirler. Fakat erkeklerle saf olmalarının keyfiyyeti ihti­laflıdır. Az ilerde gelecektir. Kadın saflarının en hayırlısının son saf ol­ması, son safta erkeklerden uzak olmaları, bu suretle onları görmeme­leri ve seslerini işitmemeleri ile ta'lil olunmuştur. Ancak bu-ta'lil onla­rın erkeklerle beraber kıldığına nazarandır. Yoksa kadınlar kendi ara­larında cemaat teşkil ederler ve imamda kadın olursa, o zaman or^ lann da ük safı erkekler gibi en hayırlı saf olur.[115]

 

440/329- «İbni Abbas radıydUahü anhüma'âan rivayet edilmiştir. Demiştir kî : Resûlüllah SaMaUahü aleyhi ve seUem ile bir gece namaz kıldım ve soluna durdum. Bunun üzerine Resûlüllah SaUallahü aleyhi veseüem :

(arkamdan) Tutarak beni sağına durdurdu».[116]

 

Bu hadîs; Müftefekun aleyhtir.

Hadis-i şerif; nafile kılanın nafile kılana uyabileceğine ve imam ile birlikte bir kişi ise, imamın sağ tarafına duracağına delildir. Çünkü sol taraf münasip olsaydı, namazda iken onu yerinden alıp, sağ tarafa geçirmezdi Cumhûr-u ulemâ'nm mezhebi budur. Nehâî (11—95) Cum-hûr'a muhalefet ile: «îmam ile beraber kılan bir kişi ise, imamın arka­sına durur. îmam rükû edinceye kadar kimse gelmezse o zaman sağ tarafa geçer» diyor. Bunun vechi şudur: îmamla kılmakta toplanma ümidi vardır. Binaenaleyh belki geriden cemaat gelir diye imama uyan­ların yeri namaza dururken, kalabalığa göre hazırlanır. Rükûya gidin­ceye kadar, kimse gelmezse bunun hilafı zuhur ettiğinden o bir Mşi ar­tık imamın sağ tarafına geçer. Bazıları: «Bu hadîs imamın sol tarafına durarak namaz kılmanın sahih olduğuna delâlet eder. Çünkü Resûl-ü Ekrem (S.A.V.), ibni Abbas'a emretmedi» derler. Bazıları da: «Nama­zını yeniden kılmasını emretmedi denilemez. Çünkü İbnî Abbas (R. A.) henüz bu işi bilmiyordu, mazur idi. Yahut daha niyetlenmemişti» di­yorlar.

«Beni sağına durdurdu! demesine bakılırsa, tam yanıbaşına durdur­duğu anlaşılıyor. Hatta hadîsin bir rivayetinde «ben de yanıbaşına durdum demiştir. Şafiîlerden bazıları ile Hanefiyyeden îmam-ı Muhammed (135—189)'e göre, imamın biraz gerisine, yâni ayak parmaklarının uçlarını imamın ökçelerinin dibine koyması müstehaptır. Ancak îbni Cüreyc diyor ki: «Âta'ye sordum. Bir kişi, bir kişi ile namaz kılarsa ,neresine duracak dedim. Yanıbaşına dedi. Onunla bir saf olarak biribirilerini geçmiyecek şekilde hizasına mı dedim. Evet dedi. İkisinin arasında aralık   kalmayacak  derecede bir­birinden uzaklaşmıyacak şekilde öyle mi? dedim. Evet dedi.»

Bunun benzerini de Imâm-ı Mâlik (93—179) «El-Muvatta-» da İbni Mes'ud tarikiyle Hz. Ömer. (R. A.)'dan rivayet etmiştir. Mezkûr ha­dîste İbni Mes'ud, Ömer (R. A./in kendisi ile bir saf teşkil ettiğini ve kendisini sağına tâ hizasına kadar yaklaştırdığını beyan eder.[117]

 

441/330- «Enes radıyaUahü anh'den rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah SaTlallahü aleyhi ve seTlem: Namaz kıldı. Bir yetim ile ben arkasına durdum. Ümmü Süleym de bizim arkamıza durdu.»[118]

 

Müttefekun Aleyhtir. Lâfız Buhârî'nindir.

Hadîste muttasıl mcrfu zamir üzerine te'kid, yahut fasl yapılmadan atıf vardır ki, Kûfelüere göre bu caizdir. Yetimin adı «Dümeyra» dır. Bu zat, Hüseyin bin. Abdullah b. Dümeyre'nin dedesidir.

Ümmü Süleym : Hz. Enes (R. A./ın annesidir. İsmi «Müheyke» dir.

Hadîs-i şerif; nafile namazda cemaat teşkil etmenin sahih olduğu­na ve keza talim ve teberrük için namaz kılınabileceğine delildir. Nite­kim kıssa bunu. göstermektedir. Cemaat iki kişi olursa, imamın arka­sına duracakları, küçüklerin de cemaat için büyükler hükmünde olduğu dahi aynı hadîsten anlaşılmaktadır. Çünkü «yetim» lâfzından anlaşılan budur. «Sİnn-İ rüşd» denilen olgunluk çağına vardıktan sonra, artık ye­timlik kalmaz. Yine bu hadîste kadının erkeklerle bir safta duramaya­cağına, kadınların ayrı saf teşkil etmesi gerektiğine delâlet vardır. Erkekler safında kadın bulunursa, bazılarına göre hem kadının, hem de o saftaki erkeklerle arkasındaki erkeklerin namazı bozulur. Hanefîlere göre de öyle ise de, yalnız erkeklerin namazı bozulur; kadınların ki bo­zulmaz. Tafsilât fıkıh kîtaplanndadır.[119]

442/331- «Ebu Bek re radıyallahü anh'dan rivayet edilmiştir ki, kendisi Peygamber SallaUahü aleyhi ve seîlem'e varmış: Resûlüllah SaîlaUdhü aleyhi ve sellem, rükû halinde İmiş. O da saffavarmadan rükû etmiş, bunun üzerine Peygamber SaîlaUdhü aleyhi ve sellem :

— Allah hırsını arttırsın. Bir daha yapma» buyurmuş­tur.[120]

 

Bu hadîsi; Buhârî rivayet etmiştir. Ebu Davud buna : saff'a varma­dan rükû etti; sonra saff'a yürüdü» cümlesini ziyâde etmiştir.

Hadîs-i şerif, imamı rükûda bulanın saffa varmadan namaza niyet-lenemiyeceğine delildir. Çünkü Hz. Peygamber : «— Bir daha yap­ma» buyurmuşlardır. Bazıları: «Bilâkis niyetlenmenin caiz olduğuna delâlet eder; zira Hz. Peygamber kendisine namazı yeniden kılmasını emretmemiştir. Bu da onun sahih olduğuna delildir» derler. Maamafih Resûlüllah (S.A.V.)'in emretmemesi, Ebu Bekre (R. A.j'ın hükmü bil­mediği için olabilir, bilmemek bir özürdür.

Taberânî (260—360) «El-EvsaU da Ata tarikiyle Ibni Zübeyr'den:

«— Birini» mescide girdiği zaman, cemaat rükuaa olurlarsa, girdiği anda hemen rükû etsin; sonra rükû halinde saff'a gidinceye kadar debeliverek gider.   Çünkü sünnettir»

dediğini rivayet eder. H eyse mî : «Bunun ricali sahihtir» der. Atâ diyor ki : «Filhakika İbnİ Zübeyr'İn bunu yaptığını gördüm.» İbnİ Cüreyc dahi: «Ben de bunu Atâ yaparken gördüm» diyor.

Galiba bunu yapanlar hadîs'te ki lâfzını iadeden almışlardır. Bu takdirde mâna şöyle olur: «Allah hayra karşı olan hır­sını arttırsın. Namazını iade etme, yani yenileme, zira sahihtir».

Hadîs, aynın sükûnu ile « \ js. » den alınarak da rivayet edilmiş­tir. Îbnü's-Seken (294—353)'in Ebu Bekre'den rivayeti de bu mânayı te'yid ediyor. Bu rivayette şöyle deniliyor :

başladılar. Ben de koşarak gîttim. Tâkİ safa girdim. Namazı bitirince Resûlüllah SallaUahü aleyhi ve sellem :

  Kimdi O demin ki koşan? dedî. Ebu Bekre diyor ki, «Ben» dedim. Resûlüllah (S.A.V.)

«— Allah hırsım arttırsın, koşma» buyurdular. Fakat en yakın ihtimal yine de bizim mâna verdiğimiz veçhile kelimenin «dön­mek» mânâsına olan den alınmış olmasıdır. Yani «henüz safa varmadan bir daha namaza başlama» demektir.[121]

 

443/332- «VSbısâtü'bnü Mi'bed radtyallahü onft'den rivayet edil­miştir ki, Resûlüllah SallaUahü aleyhi ve sellem : Safın arkasında yalnız başına namaz kılan bîr adam görmüş ve ona namazı yeniden kıl­masını emretmiştir».[122]

 

Bu hadîsi; Ahmed, Ebu Dâvud ve Tirmîzî rivayet etmiş ve onu ha-sen bulmuştur. İbni Hibban onu sahihlemiştir.

îbni Hibban'ın Talk ibni Ali (R. A.)'âan rivayetinde :

«Saff'ın arkasında yalnız kılanın namazı olmaz» buyu-rulmuşdur.Taberânî Vâbisa hadîsinde:

«— Onlarla birlikte gir-seydin, yahut bir adam çekseydin'a.» cümlesini ziyâde etmiş­tir.

Hadîs-i şerif, safın arkasında yalnız basma namaz kılmanın doğru olmadığına delâlet ediyor. Filhakika îmam Ahmed b. Hanbel (164— 241) ile Nehâî (11—95)'nin mezhebi; bu namazın bâtıl olmasıdır. îmâm-ı Şafiî (150—204) bu hadîsi zayıf bulur ve : «Bu hadîs sabit olsa, ben de buna kail olurdum» der idi. Beyhakî (384^—458): «En iyisi bundan sakınmaktır. Çünkü mezkûr haber sabittir» demiştir. Na­mazın bozulmadığına kail olanlar Ebu Bekre hadîsi ile istidlal ederler ve «buradaki iade emri nedip manasınadır» derler. Bazıları: «Evlâ olan vEbu Bek re hadîsini özre hamletmektir. Bu Özür, mümkün mertebe na­maza yetişmekle beraber yetişmemek korkusudur. Vâbısa hadîsi özrü olmayanlara mahsustur» derler. Bazılarınca bundan daha güzeli şöyle demektir: «Ebu Bekre hadîsi Vâbısa hadîsine muarız değil, muvafıktır. Resûlüllah (S.A.V.)'in Ebu Bekre'ye namazını yeniden kılmasını emret­memesi Vâbisa'nın hükmü bilmediğindendjr. Bilmemek ise özürdür. Safın arkasında yalnız kılana namazını iade ettirmesi hükmü bilip du­rurken, bu işi yapmış olmasındandır.» Talk İbni Ali rivayeti de zımnen butlana delâlet eder.

Bu rivayette ki «namaz yoktur» cümlesi «bittabiî bu namaz sa­hih değildir» demektedir. Taberânî (260—360)in ziyâde ettiği cümlenin izahı şudur: «Ey safın arkasında yalnız başına kılan, saftakilerle bera­ber safa girseydin, yahut saftan birini çekerek kendi yanına getirseydi^ de İkiniz bir saf olsaydınız yal». Taberânî hadîsinin tamamı şudur :

«Eğer yer sana dar geldiyse, namazını yeniden kıl. Zîrâ senin na­mazın ol ma di.» Bu hadîs, «Mecmeu'z-Zevâid-» de İbni Abbas (R.A.) dan şu lâfızlarla rivayet edilmiştir:

«— Biriniz safa vardığı zaman saf tamam olmuşsa hemen kendine bir adam çeksin, onu yanıbaşına durdur­sun».

Aynı eserde bu hadîsi Taberânî'nin de «EÎ~Evsat» da rivayet et­tiğini ve: «Peygamber (S.A.V.)'den yalnız bu isnadla rivayet ediliyor. Hem bu hadîsirr-ravîleri arasında Seriy b. İbrahim yardır. Bu zat cidden zayıftır» dediğini kaydediyor. «Mecmeu'z-Zevaid» in beyânın­da, Vâbısa hadîsinde Seriy b. İsmail bulunduğu anlaşılıyor. Sâri ise Seriy'nin Taberânî rivâyetindeki ziyâdeyi rivayet ettiğini bildiriyor.

Şu kadar var ki, Ebu Dâvud (202—275) «El-Merâsih> de Mukâtil ibni Hibban'd&n. merfu olarak şu hadîsi rivayet etmiştir:

«— Biriniz gelir de yer bulam azsa, kendine saftan bir adam çeksin ve onunla birlik­te dursun. Bu çekilenin ecri ne de büyüktür». Taberânî de «ElrEvsat» da İbni Abbas (R. A.J'dan şu hadîsi rivayet ediyor:

«Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem, saflar tamam olduktan sonra gelene kendine bir adam çekerek onu ya­nıbaşına durdurmasını emretti».

Bu hadîsin isnadı hiçtir.[123]

 

445/333- «Ebu Hüreyre radıyallahü anh'den rivayet edilmiştir. De­miştir ki : Peygamber SdllaTlahü aleyhi ve sellem:

— İkâmeti işittiniz mi hemen namaza yürüyün. Ama sakın sekînet ve vakardan ayrılmayın. Ve acele etmeyin. Yetişebildiğiniz! kılın, yetişemediğinizi tamamlayın» bu­yurdular.[124]

 

Hadîs; Müttefekun Aleyh'dir. Lâfzı Buhârî'nindir.

Nevevî (631—676):Hareketlerinde ağır başlı olmak ve boş şeylerle uğraşmaktan sakınmaktır. Vakar ise, kılık kıyafette olur. Önüne bakmak, sesini kısmak ve çok bakınmamak gibi. Bazılarına göre bu iki kelimenin mânası birdir. İkinci kelime birinciyi te'kid için zikredilmiştir Müslim'in rivayetinde bu âdabın hikmet-i şer'iyyesine tenbih vardır.    Ebu Hüreyre hadîsinin sonunda :

«— Zira biriniz namaza gitmeye niyet etti mi, artık namazdadır» buyrulmuştur. Yani bu adam, namazda hükmündedir. Şu halde namazda olan ne yaparsa, onun da aynı şeyi yapması, neden sakınırsa, onun da sakınması îcab eder.

«Yetişebildiğiniz! kilin» ifadesinden murad: İmamla beraber kılmaya yetiştiğinizi, onunla berabar kılın» demektir.

Hadîs-i şerifte, namaza giderken, vakar, sekînet ve acele etmeme mrolunmuştur. Maksadı, böylelikle adımlarını çoğaltarak, fazilete nâü olmaktır. Filhakika Müslim'in Câbİr (R. A./dan rivayet ettiği bir ha­dîste :

«—Şüphesiz ki, namaza doğru   attığı her   adımda bir derece vardır» "buyrulmuştur. Ebu Davud (202—275) merfu olarak şu hadîsi rivayet «der :

«— Biriniz güzelce abdest alır da sonra mescide çıkarsa sağ ayağını kaldırdıkça, Allah ona bir sevap yazar. Sol ayağını bastıkça, Allah ondan bir günah affeder. Bir de mescide gelip, cemaatla namaz kılarsa ar­tık kendisine mağfiret olunur. Geldiği zaman birazını kıl­mışlar; birazı kalmış olur da, yetiştiğini cemaatla kılar; kalanı tamamlarsa, hüküm yine böyle olur. Mescide gel­diği zaman namazı kılmışlarsa, yine böyledir.»

Hadîs-i şerif; imama namazın hangi cüz'ünde yetişilirse, cemaat faziletinin kazanılacağına delâlet ediyor. Cumhur-u ulemânın mezhebi de budur.

Mâlikilerle diğer bazı ulemâya göre tam bir rek'ata erişmedikçe, cemaata yetişmiş olmaz. Bunların delili

«— Namazın bir rek'atına yetişen   ona   yetişmiştir»

hadîs-i şerifidir. Cuma bahsinde bir rek'âta yetişmenin şart olduğu görü­lecektir. Diğerleri de ona kıyas olunur.

Bunlara cevaben. «Bu hadîs, cemaat hakkında değil, vakitler hak-kındadadır. Cuma ise tahsis edilmiştir. Başkası ona kıyas edilemez» dernilmiştir.

Mevzuu bahsimiz olan, hadîsle, imama nerede yetişilirse, orada uyulacağına istidlal olunmaktadır. Filhakika, îbni Ebi Şeyhe (—234) nin merfu olarak tahric ettiği bir hadîs-i şerifte şöyle   buyrulmuştur :

«Bîr kimse, beni rükû veya kıyam veyahut secde halinde bulursa, hemen bulunduğum hal üzere benimle beraber olsun». Yalnız bu hadîste yetiştiği cüz'ün bir rek'at sayılacağına ve hangi hal üzere olsa, tahrimeyi yapacağına delâlet yoktur. Sade­ce imamla beraber olmak emri vardır. Tdberânî (260—360) «El-Kebir» de mutemed ve mevsuk ravîlerle Hz. Ali (R. A.) ve Ibni Mes'ud (R.A.)'dan şu hadîsi rivayet eder: «Bir kimse rek'ata yetişmedi ise, secde rek'at sayılmaz» demişlerdir. Yine TaberânVmn «El-Kebîr» inde mutemet râvîlerle Zeydü'bnii Vehb'denrivâyet ettiğine göre Zeyd şöy-ledemiştir: «Ben ve Ibni Mes'ud mescide girdik, imam rükûda idi. He­men rükû ettik. Sonra safa dümtîüz duruncaya kadar yürüdük. îmam namazı bitirdikten sonra ben kaza etmeye kalktım. Ibni Mes'ud sen ona yetişdin, dedi.» Fakat bunlar mevkuf eserlerdir. İbnİ Zübeyr'in de dediği gibi, delil olamazlar. Nitekim yukarıda görüldü.

Babımızın hadîsi bir rivayette  yerine lafzıyla gelmiştir. Maamafih mânâ birdir. Zira Usûl-ü Fıkıh ilminde beyân olun­duğu vecihle edâ ve kaza kelimeleri biribirinin yerinde kullanılabilirler. Binaenaleyh iki rivayet arasında muğâyeret yoktur. Ulemânın ihtilâf ettikleri şeylerden biri de «lâhik» in imama yetiştiği yer, namazının ba­şı mı, sonu mu, mes'elesidir.

Lâhik; Namaza imam ile beraber niyetlenip de, sonradan bir özür­den dolayı bazı rek'atlarım veya hepsini imamdan ayrı kılan kimsedir.

Mesbûk: Namazın başında imama yetişemiyen kimsedir.

Müdrik: Namazı baştan sona imamla kılandır.

San'ânî, burada herhalde lâhik kelimesini mesbûk manâsına almış olatfaktır. Çünkü tariften de anlaşılacağı veçhile lâhik, zaten imama na­mazın başında yetişmiştir. Binaenaleyh onun hakkında imama yetiştiği cüz başı mı sayılır, sonu mu diye ihtilâfa mahal yoktur. Mesbûk ise, başında imama yetişemiyendir. Böylesi hakkında ihtilâf olabilir. Hane-fllere göre mesbûk, yetişemediği rek'âtları kaza ederken kırâata naza­ran namazının başını, teşehhüde nazaran sonunu kılar. Meselâ akşam, namazının son rek'âtında imama yetişen kimse iki rek'ât kaza eder ve bunların ikisinde de fatiha ile bir sûre veya üç kısa yahut bîr uzun âyet okur. Çünkü kaza ettiği rek'âtlar birinci ve ikinci rek'âtlardır. Fakat bu iki rek'âttan birini kıldı mı oturur. Çünkü bu- teşehhüde nisbetle ikinci rek'âttır. Bu suretle akşam namazını üç oturuşta kılmış olur.

Hâsılı, Hancfîlere göre, mesbûk'un imama yetiştiği cüz, alelıtlak namazının başı değildir. Bazıları mesbûk'un yetiştiği yer, namazının başıdır, demişlerdir. Yine Hanefîlere göre rükûdan doğrulmadan imama yetişen, o rek'âta yetişmiş sayılır. Fakat cemaatın da fatiha okuması­nı vacip kabul edenlere göre, mes'ele ihtilaflıdır. Bir takımı, imam he­nüz rükûdan doğrulmadan yetiştiği için, o rek'âta yetişmiş sayılır de­miştir; diğerleri, fatihayı okuyamadığı için o rek'âta yetîşememiş say­mışlardır. Yukarda geçen Ebu Bekre hadisi yetişmiş sayılır diyenlere delildir. Çünkü Ebu Bekre (R. A.) imama rükûda yetişmiş, Hz. Pey­gamber (S.A.V.), onun bu halini ikrar etmiş; ona namazını yeniden kıldırmamıstır.[125]

 

446/334- «Übeyyü'bnü Kâ'b radıyallahü anh'den rivayet edilmiştir. demiştir ki: Resûlüflah Sallallahü aleyhi ve seîlem:

— Pir kişinin bir kişi ile namaz kılması, yalnız kıl­masından daha makbul; iki kişi ile kılması bir kişi ile kıl­masından daha makbul; daha çok olursa, Allah-ü Teâlâr ya daha makbul olur» buyurdular.[126]

 

Bu hadîsi, Ebu Davud ile Nesâ'î rivayet etmişlerdir. Ibni Hİbban onu sahihlemiştir.

Aynı hadîsi, İbni Mâce (207—275) de tahric etmiş. îbni Seken (294—353), Ukeylî (—769) ve Hâkim (321—405) onu sahihlemig-Ierdir. Hâkim bu hadîs hakkındaki ihtilâfları zikretmiştir. Bu hadîsi Bezzar (—292) ile, Tdberânî (260—360) şu lâfızlarla tahric etmiglerdir:

«— Biri diğerine imam olan iki kişinin namazı, Allah indinde teker teker kılan yüz kişinin namazından daha makbuldür».

Hadîs-i şerif, cemaat namazının en az. bir imamla bir cemaattan meydana geleceğine delâlet ediyor. Nitekim Ibnî Mâce'nin Ebu Musa'dan tahric ettiği şu hadîs de bu hükme uymaktadır. «— iki ve yukarısı cemaattir». Buhârî (194—256):

Bu nam altında bir bâb yapmış ve Malik ibni Huveyris (R.Â.yın şu hadîsi ile istidlal etmiştir :

«— Namaz vakti geldikte, evvelâ ezan okuyun; sonra ikâmet getirin; sonra büyük olanınız size imam olsun.»

îmam-t Atimed ibni Haribel (164—241) dahi Hz. Ebu Saîd'den şu hadîsi rivayet ediyor :

«Mescide bir adam girdi. Peygamber SaTlaUahü aleyhi ve seüem ashabına öğleyt kıldırmıştr. Peygamber SaUdllahü aleyhi ve seîlem ona :

Seni namazdan ne men etti, yâ fülan? dedî.

O da itizar makamında bîr şey söyledi.

Ebu Said diyor kî : sBunun üzerine adam namaza kalktı. Resûlüllah (S.A.V.) de :

Buna tasadduk edip de beraberce namaz kılacak bir kimse yok mu? buyurdular.

Hemen bir adam kalktı. Ve onunla namaz kıldı». Heysemî: «Bu hadîsin ricali sahih ricalidir» diyor.[127]

 

447/335- Ümmü Varaka radtyallahü anh'dan rivayet edildiğine göre Peygamber1 Sallaîlahü aleyhi ve sellem kendisine, ev halkına imam olmasını emretmiştir».[128]

 

Bu hadîsi, Ebu Davud rivayet etmiş, İbnİ Huzeyme onu sahihlemiştir.

Hadis-i şerif, kadının hanesi halkına erkek bile olsalar, imam ola­bileceğine delildir. Çünkü Hz. Ümmü Varaka'nın erkek bir müezzini vardı ve ihtiyar idi. Zahire göre Ümmü Varaka, müezzin ile kölesine ve cariyesine imam oluyordu. Bu hadîsle istidlal ederek Ebu Sevr (240), Müzeni (175-264) ve Taberî (224—310) kadının imam olabileceğine kail olmuş ve Cumhûr-u ulemâya muhalefet etmişlerdir. Erkeğin yalnız kadınlara imam olmasına gelince:

Bu bâbda Abdullah ibni Ahmed (—417) Übey Ibni Kâ'b (R. A.) den şu hadîsi rivayet etmiştir:

Übey, Peygamber SaUallahü aleyhi ve sellem'e gelerek dedi ki- :

  Ya Resûlüllah ben bu akşam bir iş yaptım. Resûlüllah SaUallahü aleyhi ve sellem:

   Ne O? dedi. Übey;

  Evde benimle beraber kadınlar var. Bana sen şüphesiz ki oku­yorsun» biz okuyamıyoruz, bize namaz kıldırıver dediler. Ben de sekiz rek'ât namaz île vitri kıldırıverdim, dedi.

Bunun üzerine Resûlüllah SaîlaUahü aleyhi ve sellem sükûf buyur­dular. Übey :

Biz de sükûtunu rızâ telakki ettik; demiştin.

Heysemî: «Bu hadîsin isnadında ismi söylenmiyen bir râvi var­dır. Hadisi Ebu Ya'lâ «Müsned» inde ve Taberânî de «El-Evsat» mda rivayet etmiştir. îsnadı basendir,» diyor.[129]

 

448/336- «Enes radıyallahü anh'den rivayet edilmiştir ki. Peygam­ber Sallallahü aleyhi ve seZfom,cemaata imam olmak üzere, âmâ ol­duğu halde İbni Ümmü Mektum'u kendi yerine halife bırakmıştır.»[130]

 

Bu hadîsi; İmam-ı Ahmed ile Ebu Dâvud rivayet etmişlerdir. Bunun bir benzerini de îbni Hibban, Âîşe (R. anha)'daxı rivayet etmiştir.

Ebu Davud (202—275)'un bir rivayetine göre, Hz. Peygamber SaUallahü aleyhi ve sellem Abdullah ibni Ümmü Mektum'u iki defa kendi yerine bırakmıştır. Hadîs, Taberânî'nin «El-EvsaH mda Hz. Aişe (R. anha) dan şu lâfızlarla rivayet ediliyor:

«Peygamber SaUallahü aleyhi ve sellem İbnî Ümmü Mektum'u cemaate imam olmak İçin iki defa Medine'ye halife bıraktı».

Bundan murâd: namaz ve şâir husustaki hilâfettir.Filhakika hadîsi Taberânî  (260—360). Namazda vesâirede» kaydıyla tahric etmiştir., tsnâdı basendir.  Resûlüllah (S.A.V.)'in İbni Ümmü Mektum'u halîfe olarak kaç defa bıraktığı sayılmış, onüç defa­ya baliğ olmuştur. Keyfiyyet, «El-Hülâsa» nâm eserde zikredilmiştir. Hadîs-i şerif, kerâhetsiz olarak âmâ'nın imam olabileceğine delildir.[131]

 

450/337- İbnî Ömer radıyaTtahii anhüma'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki : Resûlüllah SaîlaUdhü aleyhi ve setlem :

— Lâ ilahe illallah diyen üzerine (cenaze namazım) kı­lın! lâilâhe illallah diyenin arkasında da namaz kılın», buyurdular.[132]

 

Bu hadîsi, Dâre Kutnî zayıf bir isnadla rivayet etmiştir. El-Bedrü'l-Münîr» adlı eserde. «Bu hadîs bütün tarîklerden sabit de­ğildir» deniliyor.

Hadîs; kelime-İ şehâdet'i getirenin saîr farzları edâ etmese bile, -üzerine cenaze namazının kılınabileceğine delildir.

Ebu Hanîfe (80—150) ile şâir ulemânın mezhebi budur. Yal­nız tmam-ı Âzam yol kesici = bâğîleri bundan müstesna tutmuş; onla­rın cenazelerinin kılınamıyacağma kail olmuştur. Yol kesici asıldıktan sonra, kendisine yapılacak muamele hususunda İmam-t Şafiî'den çeşitli rivayetler vardır. Asıl olan: Kelime-i şehâdeti getiren, müslüman-dır. ve müslüman haklarından istifade eder. Bu haklardan birj de ce­naze namazıdır.

intihar eden biri hakkında Resûlüllah (S.A.V.)in;

«— Bana gelince: Ben onun üzerine   cenaze  namazı kılmam» buyurarak ashâb-ı kiramı kılmaktan men etmemesi de bu hakka delâlet eder. Bir de cenaze namazının meşrûiyyetinden ehl-i şe-hâdet olanlardan hiç bir kimse tahsis edilemez. Yalnız bir delîl bulu­nursa, o zaman bittabiî tahsis edilir. Kelime-i şehâdet getirenin arkasın­da vakit namazları ile şâir namazların kılınabileceği hususununda yu­karda bahsi geçmiştir. Namazı sahih olanın imamlığı da sahihtir.[133]

 

451/338- «Ali bin Ebi Talib radıyallahü anh'den rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah SaUaîlahü aleyhi ve selîem:

— Biriniz imamı herhangi bir halde iken, namaza ge­lirse, imamın yaptığı gibi yapsın» buyurdular.[134]

 

Bu hadîsi, Tİrmizl zayıf bîr îsnadla rivayet etmiştir. Tirmizî (200—279), bu hadîsi Hz. Ali ve Muaz (R. anhüma)'daxı tahric etmiştir. Hadîste zaaf ve inkıta vardır. Tirmizî : «Bu hadîsi bu yoldan başka isnad eden kimse bulmuyoruz» demektedir. Hadîsi Ebu Davud (202—275), Abdürrahmanü'bnü Ebi Leylâ (—83)'den tahric etmiştir. Bu hadîste Muaz (R.A.)'ın  «Ben onu hiç bir halde görmüyorum ki, ben o halde olmaya­yım» dediği zikrediliyor. Şu halde bu sözle inkıta kalkmış oluyor. Çünkü zahire göre Abdurrahman ibni Ebi Leyla'ya, rivayet eden Muâz'dan başkasıdır. Hattâ sahabeden bir cemaattır. Halbuki inkıta Muâz ile Abdurrahman arasında iddia edilmektedir. Yani Abdurrahmaıı Hz. Muâz'dan işitmemiş; başka sahabeden işitmiştir. Ebu Davud'un rivâyetinde   Abdurrahman «Bize arkadaşlarımız lattı» demiştir. Bunlardan murâd, ashâh-E kîrâmdir.

Hadîs-i şerif, imama yetişen bir kimsenin imamı namazın hangi cüz'ünde bulursa bulsun, hemen ona uyması gerektiğine delildir. Şayet imam ayakta iken, yahut rükû halinde iken, yetişirse o rek'âta yetişmiş sayılır. Otururken veya secdede iken yetişirse o da imamla beraber otu­rursa da, bu oturuş bir rek'ât sayılmaz. Bunu te'yid eden İbni Ebu Şey-be hadîsini yukarda görmüştük. İbni Huzeyme (223—311) dahî Ebu Hüreyre (R. AJ'dan merfu olarak şu hadîsi tahric etmiştir:

Biz secdede iken, gelirseniz, hemen secde edin. Ama onu hiçbir şey saymayın. Bir rek'âta yetişen o namaza muhakkak yetişmiştir». Yine bu hususta Ebu Hüreyre'den merfu olarak şu hadîsi tahric etmiştir :

«— Bir kimse imam belini doğrultmadan, namazın bir rek'âtına yetişirse, o namaza muhakkak yetişmiştir».

îbni Huzeyme bu unvanla bir bâb ayırmıştır.

Hadîs-i şerifte geçen » «İmamın yaptlğf gibi yapsın» tâbiri imama uyanın mutlaka iftitah tekbîri ile na­maza gireceği hususunda sarîh değildir. Lâkin iftitah tekbîrinin gerek imama, gerekse yalnız kılana ayakta meşru olması, namazın bu tek­bîr siz caiz olmayacağını göstermeye kâfidir.

Fâide : Cemaatı terk için özürleri bildiren bir kaç hadîs :

1— Buharı (194—256) ile Müslim (204—261) ittifakla Hz. İbni Ömer (R.A.)'den şu hadîsi tahric etmişlerdir:

«Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem'den rivayet edildiğine gö­re; münâdiye îlân etmesini emreder; o da seferde İken soğuk gecede ve yağmurlu gecede, namazı    konaklarınızda kılın;  dîye nîdâ ederdi.»

2— Câbir (R A 'dan Müslim, Ebu Davud ve Tirmiz'ı şu hadîsi rivayet etmişlerdir:

ResûlüHah Sallallahü aleyhi ve sellem ile bir sefere çıktık ve yağmura tutulduk. Bunun üzerine:

— Sizden  kim   isterse   namazını   menzilinde  kılsın» buyurdular.

Bu hadîsi, Tirmizî (200—279) sahihlemiştir.

3— Buharı ile Müslim aynı hadîsi İbni Abbas (R. A./cîan şu lâ­fızlarla tahric etmişlerdir:

«İbni Abbas yağmurlu bir günde müezzinine dedi ki

Eşhedüenns Muhammeden-Resûlüllah» dediğin vakit- hayyal es'sa-lât» deme: evlerinizde kılın de. «Râvi diyor ki, galiba cemaat bunu hoş karşılamadı. Bunun üzerine İbni Abbas : Buna şaşıyormusunuz?

Bunu benden daha hayırlı bir zât yaptı dedi». Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellemi kasd ediyordu.

4— Müslim'de :

«İbni Abbas'in yağmurlu bir cum'a gününde müezzinine buna benzer bir şey emrettiği» rivayeti vardır.

5— Bulıârl İbni Ömer'den şu hadîsi tahric etmiştir: Omer Demiştir ki: ResûlüHah Sallallahü aleyhi ve sellem:

— Biriniz sofrada olursa, ondan hacetini bitirmeden acele etmesin. İsterse namaz kılınsın, buyurdular.

6— lmam-ı Ahmcd  (lGd—241)   ve Müslim Âîşe (R. anha)'daiî şu hadîsi tahric etmişlerdir:

A'Şe radıyaVahü anlı diîdi ki  :

Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem, yemek hazir oldukta bir de hsr iki abdest bozma sıkıştırchği vakiî namaz kılınmaz elekken işit­tim.»

7— Buharı Ebü'd-Derdâ  (R. A.ydan şunu  tahric etmiştir:

«Ebu'd-Dardâ   :   Kişinin   kendi   ihtiyacını   gidermeye   bakması anlayışlı olmasındandır. Tâki namazına kaîpie feveccüh edebil­sin demiştir».[135]

 

«Yolcu Ve Hastanın Namazı»

 

452/339- Âişe radıyallahü anha'dan rivayet edilmiştir. Demiştir kî:

Namaz ilk farz kılındığı vakit, ikişer rek'ât olarak kılındı .derken sefer namazı olduğu gibi bırakıldı, hazer namazı tamamlandı.»[136]

 

Hadîs, Müttefekun Aleyh'dir.

Buhâri'nin rivayetinde : «Sonra hicret etti ve dört rek'ât olarak farz kılındı. Sefer namazı ilk şekli üzere bırakıldı» denilmiştir. Ahmed : «Yal­nız akşam müstesna. Çünkü akşam namazı gündüzün vitridir. Bir de sabah müstesna; çünkü sabah namazında kıraat uzatılır» ibaresini zi­yade etmiştir.

Anlaşılıyor ki, namaz ilk defa farz kılınırken, akşam namazından maadaları, hazerde olsun, seferde olsun, ikişer rek'ât farz olmuş; son­ra Cenab-ı Hak sefer namazını olduğu gibi bırakmış; hazer namazının rek'âtlarını dörde çıkarmıştır. Yalnız Sabah namazında kıraat uzun ol­duğundan, onu yine iki rek'ât bırakmıştır.

/mâm-î Ahmed'in akşam ve sabah namazları hakkındaki ziyade­si yine Hz. Âişe radıyollahü anha'mn rivâyetindendir ve şöyledir :

«Akşam müstesna namaz ilk farz kılındığı zaman ilâh...»

Hadîs-1 şerif, seferde namazın Kasr edilmesinin, yani kısadan kese-rek iki rek'ât kılınmasının vücûbuna delâlet ediyor. Çünkü vacip oldu manasınadır. Hanefilerle şâir bazı ulemânın mezhebi budur. Onlara göre seferde namazın iki rek'ât kılınması mecazen ruhsattır. Buna ruhsat-ı İska» derler. Şafİîîerle diğer bir takım ulemâya göre ise hakikaten ruhsattır. Binaenaleyh seferde namazı iki rek'ât kılmak caiz ise de, tamamlayarak dört kılmak onlara göre efdaldir. Hanbelilere gö­re de Öyle olmakla beraber, iki rek'ât kılmak efdaldir. Mamafih dört rek'ât kılmakta da hiçbir kerahet yoktur. Mâlikîlere göre iki rek'ât kılmak sünnet-İ müekkededir. Hattâ cemaatla namaz kılmaktan daha kuvvetli bir sünnettir.

Şafİîlere göre; takdir edildi manasınadır. Yahut iki rek'ât kılmak İsteyene iki rek'ât farz oldu demektir. Delilleri «namazı  kasr ettiğinizden  (kısalttığınızdan) dolayı sîze bîr günah yoktur»[137] âyet-i kerîmesi ve Peygam­ber (S.A.V.) ile sefer eden ashâb-ı kiramdan bazılarının kasr edip, ba­zılarının tamam kılması ve biribirlerini ayıplamamalarıdır. Ashâb-ı Kiramdan Hz. Osman (R. A.) ile Hz. Âîşe-İ sıddîka (R. anha) tamam kılarlardı. Nitekim bunları İmâm-% Müslim (204—261) tahric etmiş­tir.

Lâkin, Hanefîyye tarafından bunlara cevap verilmiş ve:

— Bunlar sahabenin fiilidir.    Alelıtlak   hüccet    olamazlar. Bir de Taberânî (260—360) «Es-Sagir» de ibni Ömer radıyallahü anh'a mevkufen şu hadîsi rivayet etmişti :

— Sefer namazı gökten inme iki rek'âttır. İsterseniz Onları reddedin» Heysemî :

«Bunun ricali mutemettir» diyor. Bu hadîs, tevkifidir. Yani mutlaka Hz. Peygamberden işitilmiştir. Çünkü mikdar hususunda içtihada imkân yoktur. Taberânî «El-Kebir» de yine Ibnl Ömer (R. A./dan şu hadîsi de tahric etmiştir :

«Sefer namazı iki rek'âtdır. Kim sünnete muhalefet ederse, kâfir olur.» Bu hadîsin dahi emleri mevsuktur. «Sünnete muhalefet ederse» tâbirinden, bunun merfû olduğu anlaşılıra denilmiştir.

tbniVl-Kutıymı (691.—751) «El Hcdyü'n-Ncbcvî» adlı eserinde : «Peygamber S.A.V.) sefere çıktığından Medine'ye dönünceye kadar dört rek'âtlı namazları kasrederek iki rek'ât kılıyordu. Onun seferde dört rek'âth namazı kıldığı asla sâbİf olmamıştır» diyor.

Hadis-i şerifle; «akşam müstesna» denildiğine göre, akşam namazının aslında üç rek'ât olarak farz kılındığı ve sonra da değiştirilmediği anlaşılıyor. denilmesi : «gündüz namazları hep çift rek'âth iken, bunların sonuncusu olan akşam nama­zının tek rek'âth olmasındandır. Nitekim gecenin de vitri vardır. Vitir namazı, yerinde görüldüğü veçhile Allah indinde mahbûb ve makbul bir namazdır. namazı müstesna» denilmesi onun değiştirilmediğini ifade eder. Çünkü onda kıraati uzatmak meşru olmuştur.   Bundan   dolayı   âyet-i   kerîmede   sabah   namazı   mecazen sabahın Kur'anı» tabiriyle ifâde buyuru lmuştur.

Hâsılı akşam namazı ile sabah namazı istisna edildikten sonra, geriye kalan üç vakit, yani öğle, ikindi ve yatsı namazlarının farz­ları seferde ikişer rek'ât kılınır.[138]

 

455/340- Âişe radıyallahü anha'dan rivayet edilmiştir ki: Peygamber Sallallahü aleyhi ve seîlcm seferde hem namazı kasreder hem tamam kılarmiş ve hem oruç tutar, hem tutmazmış.»[139]

 

Bu hadîsi Dâre Kutnî rivayet etmiştir. Ravîleri mevsuktur. Şu ka­dar var ki hadîs maruldur. Mahfuz olan Âişe'nin kendi yaptığıdır ve «bu tamam kılma bana zor gelmiyor» demiştir. Eunu Beyhakî tahric etmiştir.

Bu hadîsi, İmâm-ı Ahmed (164—241) münker saymıştır. Çünkü Urve'nin Hz. Âîşe'den rivayetine göre, namazı tamam kılan Âişe (R. anha) kendisidir. Hz. Osman'ın te'vil ettiği gibi, o da tev'vil etmiş tir. Bu tevil : kasrı da tamam kılmayı da meşru görmekten ibarettir. Eğer Hz. Âİşe Peygamber (S.A.V.)'den bu bâbda bir şey işitmiş olsay­dı, Urve onun için Âişe te'vil etti demezdi. Halbuki Sahiheyn de bunun hilafı sabit olmuştur.

Dâre Kutnî (306—385) Aiâ'd&n. Beyhakî (384—458) de Âişe (R. anha) dan şu hadîsi tahric etmişlerdir :

«Âişe radıyallahü anha Peygamber SallaUahü aleyhi ve sellem ile Medine'den Mekke'ye umre yapmaya gitmiş; Mekke'ye vardıkta:

— Yâ Resûlüllah, anam, babam sana feda oİsunl Ben namazımı lamam kıldım; sen kasrettin. Ben oruç tuimadsm; sen tuttun demiş; Resûlüllah da :

İyi yaptın yâ Âişe buyurmuş ve onu ayıplamamıştır.»

Îbnü'l-Kayyim (691—751) Diyor ki: «Bu hadîs «Peygamber Sdllallahü aleyhi ve sellem kasreder;

Âişe tamam kılardı. Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellom oruç tut-mai, o tutardı» şeklinde. dahi rivayet edilmiştir. îbni Teyr/ıAyye şöyle dedi: «bu hadîs bâtıldır. Zira Ümmü'l-Mü'mlnin, Resûlüllah SallaUahü aleyhi ve sellem ile bütün ashabına muhalefet ederek, onların kıldığının hilâfına namaz kılacak değildir. Sahiheyn de Hz. Âİşe'den şu hadîs rivayet ediliyor :

«Hiç şüphe yok ki, Allah namazı ikişer ikişer farz kıl­dı. Resûîüllah Sallallahü aleyki ve sellem, Medine'ye hicret edince ha-zer namazına ziyâde edildi, sefer namazı oiduğu gibi bırakıldı». Şu hal­de bunlar meydanda iken nasıl olur da onun Peygamber (S.A.V.)'in ve yanındaki bütün müslümanların namazı hilâfına namaz kıldığı zan olu­nabilir.»

Maamaîih, Hz. Âişe (R.anha) Resûîüllah (S.A.V.)'in vefatından sonra da seferi namazlarını tamam kılmıştır. İbni Abbas ve başkaları: «Âİşe (R. anha) Hz. Osman gibi te'vil etti» diyorlar. Hanefîlerden îmâm-ı Serûcî (637—710)'nin «Hîdâye şerhi» nde zikrettiğine göre, Hz. Âİşe (R. anha) sefer esnasında te'vilde bulunur, ve kendisi Ümmü'l-Mü'minîn olduğu için: «Ben evlâdlanmın evindeyim» diyerek namazları tamam kılar. Hattâ sefere mahremsiz gidermiş. Hz. Osman'a gelince: Bir defa hac ederken, Mina'da namazım tamam kılmış. Kendisini ayıp­lamışlar. Bunun üzerine Resûlüîlah (S.A.V.)'den :

«Bir kimse bir yerden evlenirse, orada namazını tam kılar» derken işittiği için böyle yaptığını söylemiştir. Fakat Bey-Hakî (384—458): «Bu hadîs munkatıdır»[140] diyor.

Babımız hadîsinin Hz. Peygamber (S.A.V.)'e muttasıl olup olmadı­ğı ihtilaflıdır. Zira bu hadîsi Hz. Âişe'den Abdurrahman ibni Es ve d ri­vayet etmiştir. Dâre Kutnî (306—385): «Bu zat Hz. Âİşe (R. anha) ya mürahik İken yetişmiştir» diyor.

Mürâhik : Hemen hemen bulûğa ermek üzere olan çocuktur. Mu­sannif da: «Evet, Dâre Kuinî'nm dediği gibidir» demektedir. îmâm-% Buhâri'nin tarihinde ve daha başka yerlerde bunun sâhidleri vardır. Ebu Hatim (195—277) şöyle diyor: Abdurrahman Hz. Âişe (R.anha) nına yantna küçük İken götürülmüş; ondan hadis işitmemîştir.» Buna mukabil îbni Ebi Şeyhe (—234) ile Tahavî (238—-321) işittiğini id­dia ediyorlar. Dâre Kutnî'mn bu hadîs hakkındaki sözleri birbirine uymamaktadır. «Sünen» de hadîsi rivayet ettikten sonra :

«Bu hadîs meşhurdur, bu isnadda sahihtir» demiş. «El-îleU de ise «mürsele daha çok benziyor» tâbirinin kullanmıştır.

Bu hadîsin râvileri arasında «Alâ ibni Züheyr de vardır Zehebî (673—748) «Mizanü'l-îtiddlinde şöyle diyor : «Bu hadîsi İbni Matn tevsik etmiştir. Ibnİ Hİbban diyor ki : «Alâ ibni Züheyr mevsuk zevattan, mevsukların hadîslerine benzemlyen şeyler rivayet ederdi.»

Şu halde, mevsukların hadîsine uymadığı yerde, onunla ihticâc et­mek bâtıl olur. Ve busuretle îbni Hazm (384—456)'in onun hakkın­daki «meçhuldür» iddiası suya düşmüş olur.

îbni Kayyım, (691—751) bu Hz. Âişe hadîsini rivayet ettikten sonra şöyle diyor: «Şeyhü'l-İslâmı» «Hocası îbni Teymiyye» yi bu, Resû-füllah (S.A.V.)e iftiradır; derken işittim».İbni Teymiyye bu sözleri ile âyetini kasdetrniştir. Yani  namazı seferde iken bazan tamam, bazan kasrederek kılmayı, Hz. Peygam-bep (S.A.V.)'e isnad etmek iftiradır; çünkü hiçbir seferde dört rek'âth bir namaz! tamam kılmadığı sabit olmuştur» demek istemiştir.[141]

 

456/341- «İbni Ömer radıyallahü anhüma'âan rivayet edilmiştir. Demiştir kî: Resûîüllah Saîlalîahü aleyhi ve sellem:

— Şüphesiz Allah Teâlâ kendisine günah işlenmeyi kerih gördüğü gibi, ruhsatlarının yapılmasını da sever» buyurdular.[142]

 

Bu hadîsi, Ahmed rivayet etmiş ve İbni Huzeyme ile ibni Hibban sahihlemişlerdir. Bir rivayette : «azimetlerinin yapılmasını sevdiği gibi» denilmiştir.

Allah'ın sevmesi; rızası diye tefsir olunduğu gibi, kerih görmesi de razı olmamasıdır. Azimetle ruhsatın mânâları yukarda geçmişti.

Burada ruhsattan murad : Allah'ın kullarına kolaylık göstererek baş tıkışında bazı ibâdetleri bağışlaması, bazı haram şeylere de mubah muamelesi yapmasıdır.

Hadis-i şerif, ruhsatla amel etmenin azimetle amel etmekten daha faziletli olduğuna delalet ediyor, denilmişse de, hakiUtta ikisinin Ur birine müsavi olduğunu göstermektedir. Bu hadîs,  [143]«Allah size kolaylığı murâd ediyor; size güçlük vermek istemiyor» âyet-i kerîmesine uy­gun düşmüştür.[144]

 

457/342- «Enes radıyallahü anh'den rivayet edilmiştir. Demiştir kî: ResûlüUah Sallallakii aleyhi ve sellem:

«Üç mil, yahut üç fersah yere, sefere çıktım1 namazı iki rek'ât kı­lardı».[145]

 

Bu hadîsi; Müslim rivayet etmiştir.

Hadîsteki «sefere çıktı mı» tâbirinden murâd, bittabi çıkmak iste­mektir. Yoksa bu uzun yolu katedip, hedefine vardıktan sonra kasr ya­pardı demek değildir.

«Üç mil veya fersah» tâbiri, râvi tarafından sektir. Binaenaleyh bunun mânâsı ister üç mil, isterse üç fersah demek değildir. Yani bu­rada muhayyerlik yoktur. Ilattâbl (—383): «Burada şû'be şüpheye düş-müşîüs-.» diyor, M l'in ne kadar bir mesafe olduğu çeşitli suretlerde ta­rif edilmiştir. Bazılarına göre mil: Düz bir yerden bakan bir kimsenin karşıdan gelenin erkek mi, kadın, mı olduğunu tanıyacağı kadar uzak mesafedir. Ncvcvî (631—676) : «Bir mil, 6000 arşındır. Bir arşın ysnya-na dizilmiş ve birbirine müsavi yirmi dört parmaktır. Bir parmak birbi­rine müsavi yan yana dizilmiş altı arpa miktarıdır.» diyor. Bazılarınca bir itsîI: «İnsan ayağı ile, 12000 ayaktır.» Bir takımları «bir mil 4000 adimdir.» demişlerdir. Bin deve adımı, üç bin Hâşîmî arşını ki bu arşın, 32 parmaktır diyenler de olmuştur.

Fsrsaha gelince : Bu kelime arapçaya farisîden geçmiştir. Bir fer­sah üç mü mssâfedir.

Ukmâ namazı kasretmeye sebep olan mesafe hakkında ihtilâf et­mişler ve ortaya yirmi kadar kavi çıkmıştır. Bu kavilleri İbni Münzir .aralamıştır. Zahirîler bu hadîs ile istidlal ederek, namazı kasr etmek için gidilmesi icap eden mesafe üç mildir, derler. Fakat kendilerine :

«Bu hadîs şüphelidir, üç mil olduğuna bununla istidlal edilemez» diye ce­vap verilmiştir. Evet bu hadîs de zahirîler tarafından sefer mesafesi­nin üç fersah olduğuna istidlal edilebilir. Çünkü üç mile, üç fersahda da­hildir. Lâkin buna da, üç fersah diyen bulunmamıştır.» tarzında cevap verilmiştir.

Bu bâbda Saİd b. Mansur (—227)'un rivayet ettiği Ebu Said hadîsi vardır.Bu hadîste «Resû!ül!ah Sallallahü aleyhi ve sellem bîr fersah yola gittikte namazı kassederdî» denilmektedir ki, zahiriyyeye delil olabilir. Zira fersahın üç mil olduğunu az evvel görmüştük. Sefer me­safesi hakkında söylenen en az miktar   İbni Ebi Şeyhe (—234) 'nin İbni Ömer (R. A./den mevkuf olarak tahric ettiği şu hadîstir:

«Bir mil, yola çıktımmı namazı kasrederim; derdi».

Bu hadîsin isnadı sahihtir. Bu hadîs, «El-Bahr» da da rivayet edil­miştir. Bazılarına göre namaz bir Berid'lik veya daha fazla me­safede kasrolunur. Bir Berid; takriben on iki mildir. Bunlar Ebu Hüreyre (R. A.yâan rivayet olunan şu merfu hadîsle istidlal ederler».

«Bir Berid yola giden bir kadına ancak beraberinde mahrem bulun­makla (sefer) helâl olur.» Bu hadîsi Ebu Dâvud (202—275) tah­ric etmiştir.» Hadîste Resûlüllah (S.A.V.) bîr beridük mesafeye sefer dedi.» diyorlarsa da, daha azma sefer denilmeyeceğine hadîste delâlet yoktur. Hadîs, yalnız mahrem icap eden seferin mesafesini tahdid edi­yor. Namazı kasr mesâfesiyle, mahrem icap eden sefer arasında bazı­larına göre telâzüm yoktur. HaneMIere göre mesâfe-î sefer, üç günlük yoldur. Eu da 24 fersah eder.                 

Delilleri : Buhârl (194—256)'nin İbni Ömer'den mevkuf ulnrak tah­ric ettiği su hadîstir :

«Allah'a ve son güne iman eden bir kadına üç günden fazla bir yoia mahremsiz gitmek helâl değildir.»

Deve yürüyüşü ile günde sekiz fersah yol alınır diyorlar. Şafiî'ye göre mesâfe-î sefer, dört Beridlik yoldur. Doltli :  İbni Abbas (R. A./dan merfûan rivayet edilen şu hadîs­tir :

«Namazı dört Beridden daha az da kasr etmeyin».

Bu hadîs, aşağıda gelecektir. Bunu Beyhakî (384—458) sahih, bir senetle İbni Abbas ve İbni Ömer (R.A.ym fiilleri olmak üzere tahric etmiştir. Şafiî (150—204)'nin bir delili de Buhârî'nin Ibnİ Abbas ha­dîsini ta'likan cezm sıgasıyla rivayet etmiş olmasıdır. Hadîs şudur :

«Kendisine Mekke'den Arafat'a giderken na­maz kasredilir mi diye soruldu?».

— Hayır! dedi. Lâkin Usfane ve Cidde'ye ve Taife gi­derken edilir.»

Bu yerler ile Mekke arasında ise en az dörder beridlik mesafe var­dır.

Elhasıl mesâfe-i sefer babında kaviller hem çok, hem bir birlerine muarızdır. îbni Kayyım (691—751) «ZâdiVÎ-Meâd» nammdaki ese­rinde şöyle diyor: «Peygamber {S.A.V.) Ümmetine namazı kasr v« İf­tar tçin mahdut bir mesafe bulmadı. Bilâkis bunları mutlak surette se­fer ve yolculuk İle mutlak olarak İfade etti. Nifekİm teyemmümü de kendilerine her seferde mutlak olarak İfade etmiştir. Ama bir gün, tkf gün ve üç gün diye tahditle gelen rivayetlerden Resûlüllah (S.A.V.)'den hîç bir şey sabit olmamıştır.» Uzun seferde olsun, kısasında olsun, kasrı ve iki namazı bir yere cem etmeyi caiz görenler de selef-i salibin arasın­da epeyce vardı.[146]

 

458/343- «Enes radıyaîlahû anh'âen rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Reıûİüllah Srillallahü aleyhi ve settem İle Medine'den Mekke'ye yola çıktım. Namazları ikişer ikişer kılıyordu. Tâ Medine'ye dönünceye ka­dar (bu hal böyle devam etti).[147]

 

Hadîs, Müttefekun aleyh'dir. Lâfi Buhârî'nindir.

Bu seferin Mekke'nin fethi için yahut Haccetü'l-Vedâ için olması ih­timal dahilindedir. Ancak Ebu Davud'un rivayetinde hadîste şu ziyâ­de vardır:

«Ashab Enes'e ,orada hiç kaldınız mı? diye sordular. Orada on gün kal­dık, dedi», ilerde görüleceği veçhile feth esnasında Mekke'de on beş günden fazla, yahut on beş gün kalmışlardır, Ebu Davud'un riva­yetinde bu onbeş günün fetih yılında olduğu da tasrih edilmiştir. Gö­rülüyor ki Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) Mekke'de kalmasına rağmen na­mazlarını yine tamam kılmamıştır. Nitekim bundan sonraki hadîsde de görülecektir.

Hadîs-i şerif, sefer niyetiyle evinden çıkmanın, şehirden bir mil uzak­laşmadan da olsa, namazı kasr icap ettiğine, dönüşte dahil şehre girin­ceye kadar kasra devam edileceğine delildir.[148]

 

459/344- «İbni Abbas radıyallahü anhüma'dan rivayet edilmiştir ki. Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem, on dokuz gün kasr ederek otur­du. Bir rivayette (Mekke'de on dokuz) gün denilmiştir.[149]

 

Bu hadîsi, Buhârî rivayet etmiştir. Ebu Davud'un bir rivayetinde : «Onyedi gece», diğer bir rivayetinde «onbeş gece» denilmiştir.

«Ebu Davud'un İmran ibni Husayn (R.A.)'dan rivayetinde onsekiz gece» denilmiştir.

«Resûlüllah (S.A.V.) ile birlikte fetihte bulundum. Mekke'de on sekiz gece yalnız iki rek'ât namaz kılarak kaldılar. Ve :

Ey ehli belde, siz dört kılın. Çünkü biz seferî bir ka­vimiz» diyordu.

«Yine onun Câbİr (R. A./den rivayetinde : «Resûlüllah (S.A.V.) Tebükde yirmi gün namazı kasr ederek kıldı» denilmiştir. Râvîleri m?vsuk ise de vashnda ihtilâf edilmiştir.

Câbİr rivayetini Ma'mer Yahya b. Ebİ Kesir'den, o da Muhammed İbni Ahdurrahman'dan, o da Sevbân'dan, o da Câbir'den işitmiş omlak üzere mevsulen rivayet etmişlerdir. Ebu Dâvud (202—275) : «Ma'mer-den başkası bu hadîsi isnad etmemiştir.» diyor. Aynı hadîsi Dâre Kutnî (306—385) «El-îlel-» inde mürsel ve münkatı olmakla illetlendirmiştir. Hadîsi Ebu Dâvud dahi İbni Abbas (R. Ay'dan rivayet etmiştir. Buftari'nin rivayetinde adedin   'ris, diye müzekker gelişi, arkasından zikredilen mümeyyizinin müzekker olmasındandır. Ebu Davud'un rivayetlerinde ise, müennes gelmiştir. Çünkü mümeyyizleri haz [edilmiş­tir. Bu mahzûf mümeyyizler diye müennes olarak takdir edilmiş­tir. Ebu Davud'un İbni Abbas'dan ondokuz gün diye de rivayeti var­dır.

Musannif merhum diyor ki: «Bu hadîsi Beyhâkl  Câbir'den lafzıyla tahric etmitir. Ebu Dâvud bu babın hadîslerini «Misafir namazını ne zaman  tamam kılar»

unvanlı müstakil bir bâbda toplamıştır.    İbni Abbas (R.A.)'m şu sözü de bu hadîsler arasındadır:

«Kim onyedi gün kalırsa,   namazını   kasreder, kim daha çok   kalırsa, tamam kılar.»

Filhakika misafirin vardığı yerde ne kadar kalmaya niyet ederse, namazını tamam kılacağı hususunda ulemâ ihtilâf etmişler ve ortaya bireçk kaviller çıkmıştır. İbnî Abbas (R. A.)'c göre, ikamet müddetinin en azı on gündür. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) «On gün kaldın mı namazı tamam kıl.» buyurmuş­lardır. Bu hadîsi, Müeyyed Billah «Şerhü't-Tecrid» de rivayet et­miştir. Fakat râvileri arasında Dirar'übnü Surad vardır. Bu zat hak­kında Musannif «Et-T&lerib» de : «Mevsuk değildir» diyor. Bazıları bu hadîs, mevkuftur demişlerdir.

Hanefîlere göre, ikâmet müddeti onbeş gündür.    Onlar İbni Abbas (R.A.)'mn bir rivayeti ve İbni Ömer (R.A.)'m

«Bir yere misafir olarak vardın mı, içinden onbeş gece kalmaya niyetli isen, namazı tamam kıl.»    sözüyle istidlal ederler. Nİ3İîki!erle Şâfiîlere göre, en az ikâmet müddeti dört gündür. Bu müddet, Hz. Osman (R. A./dan rivayet olunmuştur. Vardığı yere girdiği ve oradan çıktığı günler bu sayıya dâhil değildirler. Eunlar Re-sûl-ü Ekrem (S.A.V.'in muhacirlerin hac ibadetlerini tamamladıktan sonra Mekke'de üç günden fazla kalmalarına izin vermemesiyle istid­lal ederler. Ve «izin vermemesi dört gün kalmakla mukîm olacağına de­lâlet eder» derler. Şâir kavillerin delili    olmadığı için, zikrine lüzum görülmemiştir.

Buraya kadar anlattıklarımız vardığı yerde kalmaya niyet edsn mi­safirler hakkında İdi. Kalıp, kalmamakta tereddüt gösterip, niyet etme­yenlere gelince : Bu mes'ele dahi   ihtilaflıdır.Bazıları bir aya kadar kasreder; diyorlar. Zira   Hz. Ali (R.A.):

«Şüphesiz ki7 bugün çıkarım; yarın c i kan m diyen kimse namazı bir ay kasreder.» demiştir. lmâm-ı Âzam Ebu Hanife (80—150) ile arkadaşları ve bir kavlinde îmârn-% Şafiî (150—204) vesair bazı ulemâ ebediyyen kasreder di­yorlar .Çünkü asıl olan, seferdir. İbni Ömer (R.A.)'ın fiili de buna de-lîldir. Hz. Abdullah İbni Ömer Azerbeycan'da altı ay kalmış; bu müddet­te namazları hep kasretmiştir. Enes İbnî Mâlik (R.A.)'m dahi Nişa-bur'da bir veya iki sene kaldığı ve namazlarını boyunna kasrettiği rivâyet olunur. Keza Ashâb-ı kiramdan bir cemaat Ram-Hürmüz* de do­kuz ay kalmışlar. Namazlarını hep kasretmişlerdir. İkâmet müddetini on beş, on yedi ve on sekiz gün takdir edenler de vardır. Çünkü bu sayı­lar çeşitli rivayetlerde zikredilmiştir. Bu müddet geçti mi artık misa­fir namazını tamam kılar diyorlar. Fakat bu istidlal tamam değildir. Çünkü namazını kasrettiği müddetten sonraki günlerinde artık kasr ede-miyeceğine bir delîl yoktur.

En iyisi, Hanelilerin dediği gibi kasretmekte devam etmesidir. Ni­tekim Ashâb-ı Kîram da öyle yapmışlardır. Zira, ha bugün gidiyorum, ha yarın diyerek, günlerce o yerde kalmaya ikâmet denilmez. Bey-hakî (384—458)nin «Sünen» de İbni Abbas (R. A./dan tahric ettiği şu hadîs de bu re'yi te'yid eder :

«Peygamber Saîldllahü aleyhi ve seTlem, Tebük'te 40 gün namazı kasrederek kıldı.» Bundan sonra Beyhakî : «Bu hadîsi Hüseyin ibn! A m mâ re» yalnız başına rivayet etmiştir. Halbuki bu zat ile ihticac olu­namaz.» demiştir. Fakat Şevkânî (1172—1250)'nin «El-Muhtasar-» inda yaptığı tahkikat buna muhaliftir.[150]

 

462/345- «Enes radıyallahü anh'den rivâyef edilmiştir. Demiştir kî: Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve seUem: Güneşin zevalinden önce yola çıkarsa, öğleyi ikindinin vaktine geciktirir; sonra iner ve ikisini beraber kılardı. Şayet yola çıkmazdan önce güneş zevale varmışsa, öğleyi kı­lar; sonra (hayvanına binerdi).[151]

 

Bu hadîs, müttefekun aleyhdir.

Hâkim'in «El-Erbaûn» undaki sahih isnadlı bir rivayete göre: «Öğ­le ile İkindiyi kıîar, sonra (hayvanına) bînerdl.ı Müslim'm «Müstahre-ci-» ndeki Ebu Nuaym rivayetine göre :

Resûlüllah (S.A.V.) bir seferde İken, güneş zevale varırsa, öğle ite ikindiyi toptan kılar; sonra yola revân olurdu.»

Bu hadîs, yolcunun te'hir suretiyle iki namazı bir arada kılabileceğine delildir. «öğleyi kılardı» denilmesine bakılırsa, Öne almak suretiyle iki namazı bir arada kılmağa müsaade yoktur. Zira ol­sa, bizzat Resûî-ü Ekrem (S.A.V.) ikindiyi de öğle ile beraber kılardı.

İşte Hz. Peygamber (S.A.V.)'in bu fiili yukarda yerinde gördüğümüz vakit bildiren hadîsleri tahsis etmektedir. Filvaki, ulemâ bu bâbda da ihtilâf etmişlerdir. Hz. îbnî Abbas, İbni Ömer, ve Ashab-i Kîram'dan bir cemâat ile îmâm-ı Mâlik (93—179), îmâm-ı Ahmed (164—241) ve İmâm-ı Şafiî (150—204) bu ve aşağıda gelecek takdim hadîsiy-le istidlal ederek: yolcuya öne almak veya sona bırakmak suretiyle iki namazı bir arada kılmak caizdir; demişlerdir. Evzâî'den. bir riva­yete göre yolcuya yalnız «cem-i te'hir» denilen sona bırakma suretiyle namazı bir arada kılmak caizdir. «Cem-I takdim» caiz değildir.

Delili; bu hadîstir. Eu kavi, îmâm-ı Mâlik üe îmâm-ı Ahmed'&en de rivayet olunur.

İbrahim Nehâî (11—95), Ebu Hanife (80—150) ve diğer bazı ulemâya göre yolcuya hiçbir suretle iki namazı bir arada kılmak caiz değildir. Onlar Resû!üllah (S.A.V.)'in kıldığına dair rivayet edilen ha­dîsleri te'vil eder ve : «Resût-ü Ekrem (S.A.V.)'in iki namazı bir ara­da kılması sûridir. Yani, öğleyi vaktinin sonunda, ikindiyi vaktinin ev­velinde kılmaktan ileri gelmiş bir toptancılıktır. Diğer namazları bir aradakılması da hep böyledir» derler. Yerinde de görüleceği veçhile Hanefîlere göre iki namazı bir arada kılmak, biri Arafat'da diğeri Müz-delife'de olmak üzere yalnız iki yerde meşrudur. Bunların da bir takım şartları vardır ki fıkıh kitaplarından öğrenilebilir. Vâkıâ babımız hadî-sinin Hâkim (321—405) ile Ebu Nuaym (—430) rivayetlerinde, Resûlüllah (S.A.V.)'in cem-i takdim yaptığı ifâde ediliyor. Cem-i takdim de ise, sûreten Cemi' tasavvur olunamaz, ise de bu rivayetler itirazdan salim değildirler. Bazıları bunlar hakkında sahihtir demiş; diğer bazıları sıhhat derecesinden aşağı düşürmüş, hattâ mevzudur diyenler bile ol­muştur.

îbni Kayyım-; «Hâkim'in rivayetinde ihtilâf edilmiştir. Bazıları onu sahih bulmuş; bazıları hasen kabul etmiş; bazıları da ta'n ede­rek mevzu saymıştır. Mevzu sayan Hâkim'dir. Zira bizzat bu hadîsin mevzu olduğuna hükmetmiştir.» demiş, sonra Hâkim'in bu hadîsin nasıl vaz' edildiğini beyan eden sözlerini nakletmiştir. Maamafih ne­tice itibarıyla îbni Kayyım, hadîsin mevzu olmadığını kabul eder. Musannifin burada sükût ederek bir şey söylememesi ve hadîsin is­nadının sahih olduğuna cezm eylemesi, Hâkim'le hem fikir olmadı­ğına delâlet eder. Aşağıdaki hadîs de bu hadîsin sahih olduğunu te'yid eder.[152]

 

463/346- «Muaz radıyallahü arih'dm rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve seUem ile Tebük gazasına çıktık. Öğle île İkindiyi toptan, akşam ile yatsıyı da toptan kılıyordu.»[153]

 

Bu hadîsi; Müslim rivayet etmiştir.

Şu kadar var ki, hadîsin bu lâfızlarla ya sadece cem-î te'hire ihti­mali vardır; yahut her iki cem'e muhtemeldir. Hadîsi Tirmizî (200— 279) şu lâfızlarla rivayet etmiştir :

«Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve seUem; güneşin zevalinden önce yola çıkarsa, öğleyi ikindi ile beraber kılmak üzere te'hİr eder ve ikisini toptan kılardı. Güne­şin zevalinden sonra yola çıkarsa ikindiyi acele, öğle ile beraber alır, ve öğle ile  ikindiyi toptan  kılardı.»

Tirmizî'nin bu hadîsi adetâ mevzuu bahsimia Müslim hadîsini şerh ve tafsil ediyor. Ancak Tirmizî, onu tahric ettikten sonra : «Bu hadîs hasen ve gariptir. Kuteybe bunu yalnız başına rivayet etmiştir. Kuteybe'den başka onu Leys'den rivayet eden bilmiyoruz. Ehl-i itim arasında malum olan Muaz hadîsidir. Bu hadîsi İbni Zübeyr Ebu Tuteyl' den, o da Muaz'dan rivayet etmiştir. Lâfzı şudur:

«Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem

Tebük gazasında öğle ile ikindiyi ve akşam i'e yatsıyı bir arada kılmış­tır» demektedir.

Hâl böyle olunca,cem-î takdim rivayetinin sübûtu söz götürür. Yal­nız «El-Müstahrec» in rivayetine bir diyecek yoktur. Zahirîlerden tbni Hazm (384—456) cem-i te'hirin caiz olduğuna kail olmuş; cem-i takdim'e cevaz vermemiştir. Çünkü cem-î te'hır hakkındaki rivayet sa­bit, cem-i takdim hakkındaki gayrı sabittir. Nehaî (11—95)'nin mez­hebi de budur.

Bu kavi, İmâm-ı Mâlik ile Imâm-ı Afımed ibni Haribelden de bi­rer rivayettir. Yolcu hakkında namazı vaktinde kılmak mı yoksa toptan kılmak mı efdâl olacağı mes'elesi dahi ihtilaflıdır. ŞafİÜer'e göre, na­mazları vaktinde kılarak cem etmemek efdâldir. Mâlikîler'e göre, cem'-etmek mekruhtur. Hattâ bazı Mâlikîler'e göre; cem'i: yalnız özrü olan­lara caizdir. îbni Kayyim (691—751)'in «El-Eedyü'n-Nebevî» adlı eserinde izah ettiğine göre; Peygamber (S.A.V.) yolculuğu esnasında birçok kimselerin yaptığı gibi namazlarım cem'etmiyordu. Konakladığı zaman dahi cem'etmezdi. O ancak, sefer pek aceleye geldiği zaman ve bir de namazdan sonra hemen yola çıkacaksa, iki namazı bir arada kı­lıyordu. Nitekim Tebük hadîslerinde de beyan edilmiştir. Seferi değil­ken, iki namazı bir arada kıldığı, yalnız Arafat ile Müzdelife'de vâki ol­muştur. Bunun da sebebi îmâm-ı Şâfü (150—204) 'nin dediği gibi, oralardaki vakfelere bitişik olmasıdır. îmâm-ı Âzam Ebû Hanıfe (80—150) burada cem'î hac ibâdetlerinin tamamından saymış, menâsik-İ hac denilen bu ibâdetleri iki namazı bir arada kılmak için sebep addet^ mistir. Diğer mezheb imamlarına göre ise, buralardaki cemî'Ierin se­bebi seferdir. Euraya kadar gördüklerimiz, seferde iki namazı bir ara­da kılmaya dair idi.

Hazarda yani evinde, yerinde olanların cem' edip ede­memesine gelince :

Ekser ulemâya göre; hazarda cem'î caiz değildir. Çünkü namazla­rın vakitlerini bildiren hadîsler meydandadır. Resûlüllah (S.A.V.)'in aa-

Hattâ Ibnl Mes'ûd (R. A.)  maz vakitlerine   gösterdiği dikkat ve ehemmiyet   tevâtüren   sabittir.

«Peygamber (S.A.V.)'İ hîç bir namazı vaktinin gayrisinde kılarken görmedim. Yalnız iki namaz müstesna; Müzdelife'de akşam İle yatsıyı bir arada toptan kıldı. O gün, sabah namazım da vaktinden evvel  kıldı.» demiştir.

Vakıa İmâm-ı Müslim (204—261) Ibnİ Abbas fJ2. A./den şöyle bir hadîs rivayet etmiştir :

«Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem, Medînede hiç bir korku veya yağmur olmaksızın öğle ile İkindiyi, akşam İle yatsıyı bir arada kıldı. İbnî Abbas hazretlerine: Peygamber (S.A.V.) bu­nunla ne yapmak istedi? diye sorulmuş. O da «Ümmetine güçlük çıkar­mamayı murad etîi» demiştir. Fakat bu hadîsle ihticac doğru değildir. Çünkü yapılan cem'î te'hir mi, yoksa cem-İ takdim mi idi. Bilinmiyor. Bunlardan birini re'y ile tâyine de imkân yoktur. Çünkü tehakküm olur. Şu halde bu hadîsle ameli bırakıp, umûmî evkat hadîslerine müracaat etmek îcap eder.

Sahabe ve tabiînin fiillerine gelince, bunlar bâzılarına göre hüccet olamazlar. Bazıları Ibnİ Abbas hadîsini te'vil ederek : «Bundan murad; sûrî cem'dir.» demişlerdir. Kurtubî bu tevili beğenmiş ve tercih et­miştir. İbni Mâcişûn[154] ile Tahavî (-238—321) bunu cezmen kabul etmişlerdir, ibni Seyyidü'nnas da bunu takviye etmiştir. Zira Buhârt ile Müslim Amru'bnü Dinar'dan, o da Ebu Şa'sa'dan şu hadîsi tahric etmiştir:

«Dedim ki. Yâ Ebeş, Şa'^a; zannederim

Öğleyi te'hlr etmîş, İkindiyi acele kılmsş; akşamı te'hir etmiş; yatsıyı acele kılmıştır: Ben de öyle sanıyorum» dedi. îbni Seyyidi'n-nos: «Ha­dîsin râvisi ondan murad ne olduğunu herkesten iyi bilir. İsterse Ebu'ş-Şa'sa; cezmen söylememiş olsun» diyor.

Maamafih buradaki, râvinin bir zannından ibarettir. «Râvi rivayet ettiğini herkesten iyi bilir» sözü, râvi tarafından bir tefsir yapıldığı za­man söylenir. Ve zâten söz götürür bir dâvadır. Çünkü Hz. Peygamber (S.A.V.) in :

— Nice fıkıh nakledenler vardır ki; kendilerinden da­ha fakîh olanlara rivayet ederler.» hadîsi bu dâvanın umu­mîliğini reddeder.

Evet, îmâm-t Nesâî (215—303)'nin ibni Abbas'dan rivayet ettiği asıl hadîste bu te'vil açıktır. Hadîs şudur :

«ResûlUllah Sallallahü aleyhi ve seîlem ile birlikte Medine'de sekîz defa namazı cem' suretiyle ve yine başka bir defa da yedi defa namazı cemi suretiyle kıldım. Öğleyi geciktirdi; ikindiyi acele kıldı ve akşam namazını geciktirdi; yatsıyı acele kıldı.»

Nevevî (631—676) 'nin rivayet edilen hadîsin metnini görmeyip, bu te'vili zayıf çıkarmaya çalışması hakikaten şayan-ı hayrettir. Usul-ıt Fıkha göre; mutlak ile mukayyedin hüküm ve hâdiseleri bir olur. Ve ıtlak takyid hükümde bulunursa, bilittifak mutlak, mukayyed üzerine hamlolunur. Nitekim burada da Öyledir. Binaenaleyh mutlak rivayet, mukayyed olan rivayete hamlolunur. Bazıları; İbni Abbas (R. A.)'m Ümmetine güçlük çıkarmamayı murâd etti» demesi bu sûreten cem'î za­yıflatır. Çünkü bunda güçlük vardır demek istemişse de bu itiraz vârid değildir. Zîra Sûreten cem, elbette namazları vaktinde kılmaktan daha kolaydır. Bunda iki namaz için bir abdest, bir hazırlık ve camiye bir defa gitmek gibi kolaylıklar vardır. Vaktinde kılman namazlarda bu ko­laylık yoktur. Binaenaleyh elbette kula daha hafif gelir.

Evinde yerinde olanları yolcuya kıyas etmek ise, bir vehimden iba­rettir. Çünkü asıl da; yani yolcu hakkında illet meşakkat-i seferdir. Feri'de ise; bu yoktur. Bilhassa cem-i takdimde büyük tehlike vardır.

Bunu yapanın hâli, şu âyet-i   kerîmede    beyan    buyrulanların    hâline benzer: «»[155] «Halbuki onfar iyî bir İş yapıyoruz sanırlar.» Çünkü vaktinden evvel kılınacak olan bu namaza delâlet edecek bir delil yoktur.[156]

 

464/347- «İbni Abbas radıyallahü anhüma'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah SaMdttahü aleyhi ve sellem:

— Namazı dört Berid - «Mekke'den Usfan'a kadar­dan daha azda kasr etmeyin» buyurdular.[157]

 

Bu hadîsi, Dâre Kutnî zayıf bir isnadla rivayet etmiştir. Sahih olan: Onun mevkuf olmasıdır. İbni Huzeyme de onu böyle tahric etmiş­tir.

Hadîsin zayıf olmasına sebep, onu Abdülvehab b. Mücâhid'în ri­vayet etmiş olmasıdır. Bu zat, metruktür. Sevrî (97—161) onu ya­lana msbet etmiştir. Ezdi de : «Ondan rivayet etmek helâl değildir» diyor. Bu hadîs, aynı zamanda münkatıdır. Çünkü Abdülvehab onu babasından işitmem iştir.

Sahih olan, onun İbni Abbas (R.A.)'a mevkuf olmasıdır. îsnadı da sahihtir. Lâkin burada içtihada meydan vardır. Binaenaleyh İbni Abbas (R.A.ym kendi içtihadı olması muhtemeldir.[158]

 

465/348- «Câbîr radıyallahû anh'd&n rivayet edilmiştir. Demiştir ki : Resûlüllah SaMallahü aleyhi ve sellern:

— Ümmetimin en hayırlıları kötülük yaptıkları va­kit, istiğfar edenlerle, sefere çıktıkları vakit, kasr-ü iftar edenlerdir» buyurdular.[159]

 

Bu hadîsi, Taberânî <:El-Evsat» da zayıf bir isnadla tahric etmiş­tir.

Bu hadîs, BeyhâM'&e muhtasar olarak, Said ibni Müseyyib'in mürselindedir.

Hadîs, yolcular için namazı kasr ve orucu iftar, yani tutmamak efdâl olduğuna delildir. Şâfiifer; iki namazı bir vakitte kılmamak efdâl-dir derler. Buna kıyasen namazı da tamam kılmak efdâldir, demeleri icap eder. Filhakika demişlerdir de. Onlar herhalde bu hadîs zayıf ol­duğu için onunla amel etmemişlerdir. Musannif aşağıda İmran ibni Hüsayn hadîsiyle Câbir hadîsim tekrarlamıştır.[160]

 

466/349- «İmran İbri Hüsayn radıyallahü anhüma'dan rivayet edil­miştir. Demiştir ki : Bende mayasıl vardı da. Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem'e namazı sordum:

Ayakta kıl, yapamazsan, oturarak kıl (onu da) yapa-mazsan yan üstü kıl, buyurdular».[161]

 

Bu hadîsi; Buhârî rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerif yukarda geçmişti. Yalnız orada Musannif onu kimseye nisbet etmemişti. Orada Buhârî'den gayrı onu rivayet edenleri ve hadîsteki ziyâdeyi beyân etmiştik.[162]

 

467/550- «Câbir radıyallahü anh'den rivayet edilmiştir. Demiştir ki : Peygamber Sallalîahü aleyhi ve sellem bîr hastayı ziyaret ettî ve onu bir yastık üzerinde namaz kılarken gördü de yastığı hemen attı ve;

Eğer   yapabilirsen   yerde kıl; yoksa   îmâ  ederek kıl. Hem sücûdunu rükûundan daha aiçak yap.» buyurdular.[163]

 

Bu hadîsi, Beyhâkî rivayet etmiştir. Ebu Hatim vakfını sahihlemiştir.

Musannif merhum yukardaki iki hadîsi    secde-i sehv babından (Birinci Cild. Sh. 383) az önce  (C. I. S. 379 - 381. Hadîs No: 347/259 ve 348/260) babının sonunda zikretmişti. Şerhleri ora­dadır. Burada onun için şerhlerine girişmiyoruz, Orada bu hadîsi, Bey-hakî (384—458)'nin kavı (kuvvetli) bir isnadla rivayet ettiğini söylemiş­ti.

Musannif merhum aşağıda Hz. Âişe (R. anha) hadîsini de tekrarlarraştır. Halbuki bu hadîs, de otuz dördüncü hadîs (Bak: C. I. Shf. 344) olarak zikredilmiş ve îzâhı da orada yapılmıştı. Yalnız orada : «Bu hadîsi İbni Huzcyme sahihle mistir» demişti. Burada ise: «Hâkim sahihlemiştir» diyor.[164]

 

468/551- «Hz. Âişe rackyallakü anha'âsn rivayet edilmiştir. Demiş­tir kî: Peygamber Sallalîahü aleyhi ve sellemi bağdaş kurarak namaz kiSarken gördüm.[165]

 

Bu hadîsi, Nesâî rivayet etmiştir. Hâkîm'de onu sahihlemiştir.

Bu hadis-i şerif hasta namazına ait hadîslerdendir. Ve namaz kıla­nın özrü olup da ayakta duramryorsa, nasıl oturacağını bildirmektedir. Nitekim yerinde görülmüştür.[166]

 

«Cuma Babı»

 

Cuma kelimesi Lügatcılara göre; mimin sükunu ile;

Kurra ile fukahaya göre; ise zammı ile okunur. Hümeze ve lümeze-kelimelerinde olduğu gibi, mimin fethi ile okuyanlar olmuştur. îctimâ-dan alınma bir isimdir. Cahiîiyet devrinde cuma'ya «Arûbe» derlerdi.

Kâhî diyor ki : kelimeleri cuma'ya izafe edilmiş; sonra istimal çoğalarak muzaf hafzolunmuştur». Mâamâüh yine muzaf olarak kullanıldığı vardır. denilir.

Burada cumadan murad : Cuma namazıdır. Cuma namazı, kitap. Sünnet, Icmâ-ı Ümmet ve Kıyasla sabit muhkem bir farz-ı ayındır. Bi­naenaleyh onu inkâr eden dinden çıkar.

Kemal ibni Hümam (788—861) «Fethü'l-Kadîr» nâmmdaki ese­rinde : «Cuma, Kitab, Sünnet ve İcma' ile sabit olmuş muhkem bir fa­rizadır. Onu inkâr edenin küfrüne hükmolunur.» dedikten sonra cuma namazının bütün delillerini sıralıyor ve sonra da şunları ilâve ediyor : «Bu bâbda sözü bir gûnâ uzatmamız, bâzı cahillerin Hanefî mezhebine cumanın farz olmadığını nisbet ettiklerini işittiğimiz içindir. Bunların hatalarının menşei Kudûrî'nm ilerde gelecek olan şu sözüdür: «Bir kimse cuma günü hiçbir özrü yok iken evinde öğleyi kılsa şu yaptığı kendisine mekruh; fakat namazı caiz olur.» Kudûrî buradaki mek­ruh sözünden haram mânâsını kasdetmiştir. Haram olması farzı terk ettiği içindir. Öğle namazının sahih olmasını ileride göreceğiz. Filhakika ulemâmız cumanın öğleden daha müekked bir farz olduğunu ve onu in­kâr edenin küfrüne hükmolunacağını tasrîh etmişlerdir.

Cuma namazının kitâbdan delili;   [167]«Ey İman edenler, cuma gününde namaz için eian okunduğu zaman hemen Allah'ın zikrine şitab edin ve alış-verişi bırakın» âyct-i kelimesidir sidir.

Bu âyetteki zikirden murad: Zahirine göre namazdır. Maamafih hut­be de olabilir. Ve her iki takdire göre de cuma namazının farz olduğu­nu ifade eder. Tefsirde zikirden murad : Namaz ile hutbedir denilmiştir ki, en doğrusu budur.

Sünnetten delili : Bu bâbda görülecek hadîslerdir.

İcmâdan delili :

Ulemâ-ı ümmetin cuma namazının farz olduğuna ittifak etmeleridir.

Kıyastan delili :

Biz cuma günü, öğle namazını cuma kılmak için bırakmakla me­mur olduk. Halbuki öğle namazı, kılınması lâbüd bir farzdır .Binaena­leyh onu terk etmek, yerine ancak cndan daha kuvvetli bir farzı yap­mak için caiz olabilir.

Cuma namazının şâir namazlardan fazla olarak bir takım şartları vardır ki, bunlar; biri vücûbunun, diğeri sıhhatinin şartları oîmak üze­re iki kısımdır.

Vücûbunun şartları :

Hürriyet, erkeklik, mukim olmak, sıhhat, ayakların ve gözlerin se­lâmeti gibi şeylerdir.

Sıhhatinin şartları ise:

Cuma kılınacak yerin şahir hükmünde olması, cemaat, hutbe, dev­let reisi veya naibi, vakit, umumî izin gibi şeylerdir. Şartlarının hepsi veya bazısı bulunmadığı zaman cuma kılmak sahih olmaz. Nitekim bunlar mümkün olduğu kadar bu bâbda görüleceklerdir.[168]

 

469/352- «Abdullah ibni Ömer ve Ebu Hüreyre radıyaüahü anhüm' den rivayet edilmiştir ki, Resûlüllah Sattaltahü aleyhi ve seîlem'l min-1»rinin ağaçtan basamakları üzerinde :

— Ya bir takım kimseler cumaları terk etmekten vazgeçecekler; yahut mutlaka Allah onların kalplerine mühür vuracak; bundan sonra artık gerçekten gafiller­den Olacaklar.» derken îşitmİşlerdir.[169]

 

Bu hadîsi, Müslim rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerifte mevzuu bahis olan minber, topraktan yapılan min­berle, hurma kütüğünden yapılan minberden başkadır. Bunu Hz. Pey­gamber (S.A.V.)'e hicretinin yedinci veya sekizinci senesinde ensârdan bir kadının Maymun ismindeki kölesi yapmıştı. Bu zat doğramacı uii. Ve minberi üç basamaklı yapmıştı. Bu şekli ile Hz. Muavîye zamanıi;;» kii da t' devam etli. Hz. Muaviye zamanında Mervan ona alt kısmından alt] basamak daha ilâve etti. Hz. Muaviye minberin Şam'a naklini istemiş ve bu bâbda Mervan'a talimat yazmıştı. Mervan da bu talimata uyarak minneri sokmuştu. Bu esnada Medine'de müthiş bir güneş tutulması ol­muş; her taraf karanlık içinde katmıştı. Bunun üzerine Mervan bir hut­be îrad ederek minberi kendi re'yi ile değil, emirü'l-mü'minîn'in emri ile söktüğünü anlatmış; basamak ilâvesini de cemaat çoğaldığı için yap­tığını beyan ötmişti. Neticede minber yine yerinde bırakıldı ve niha­yet ( — 654) tarihinde Mescid-i Nebevi yandığı zaman, o da birlikte yan-ftj.

Hadîs-i şerifde buyruluyor. Hairn: Bir şeyin üzerine yüzüğü veya mührü vurmakla onu Örtmek ve gizlemek; bu suretle ona. kimsenin muttaiî olamamasını temin etmektir. Burada istiare vardır. Kalplerin hakkı kabulden imtina etmesi ve hakkın onlara nüfuz etme­mesi mühürlü olup da, içine bir şey girmeyen eşyaya benzetilmiştir. Bu muamelede Allah'ın emrine imtisal etmeyip, cumaya gelmemelerinin cezasıdır. Bundan sonra, artık kendilerine fayda verecek amelleri ya-pamıyacak ve zararlılarından kaçınamıyacaklardır.

Bu hadîs-i şerif cuma namazını kılmayanlara en büyük bir ihtar ve zecir olduğu gibi, onu terk etmenin en büyük şaşkınlık sebeplerinden olduğuna da delildir. Cuma namazının mutlak surette farz olduğuna icmâ-ı ümmet vardır. Ekser ulemâya göre farz-ı ayındır. Farz-i kifaye-dir diyenler de olmuştur.[170]

 

470/353- «Selemetü'bnü Ekva[171] radıyallahü anh'den rîvâyet edil­miştir. Demiştir ki : Biz Resûlüllah Salîallahü aleyhi ve seUem ile bir­likte cuma namazını kılar, sonra duvarların henüz gölgelenecek kadar gölgesi yokken namazdan dağılırdık.»[172]

 

Bu hadîs, müttefekun aleyh'dir. Lâfız Buhârî'nindir. Müslim'in bir lâfzında ise :

«Peygamber (S.A.V.) ile birlikte cumayı güneş zevale erdiği vakit kılar; sonra gölgeyi takip ederek, dönerdik.» denilmiştir.

Hadîsi, Imâm-ı Müslim de Hz. Seleme'den rivayet etmiştir.

Bu hadîs, güneş zevale erer ermez, cuma namazına gitmenin lüzumuna delildir.  «duvarların gölgesi yokken» cümlesindeki nefî, asıl gölgeyi değil, kaydî nefîydir. Yani hiç gölge yok­ken değil gölgelenecek kadar gölge yokken namazdan dağılırdık demek-dir. Bu te'vil cuma namazının vakti öğle vaktidir diyen cumhur ulemâ' ya göre muteberdir.

îmâm-i Ahmed İbni Hanbel (164—241) iîe bazı ulemâ cuma na­mazının zevalden önce kılınabileceğine kaildirler. Hanbelîlerce cumanın vakti, bayram namazının vaktinden başlar. Her şeyin .gölgesi iki mis­line vardıkta biter. Ancak zevalden önce kılınması caiz, sonraya kalır­sa kılınması farzdır. Efdâl olan zevalden sonra kılmaktır.

Mâllkîler'e göre; cumanın vakti öğlenin vaktinden başlar; güneş kavuşuncaya kadar devam eder Yalnız güneş kavuşmadan cumanın hutbesiyle beraber bitmiş olması şarttır. Güneş kavuşuncaya kadar, cuma namazı bitmiyecekse, o zaman yalnız öğle kılınır. Maamafih, cumanın hutbesi zevalden evvel okunabilir. Cuma namazı kılınırken, va-Idt çıksa, kılınan namazın hükmü de ihtilaflıdır.

Haneflîler'e göre, cuma namazı tamam olmadan vakit çıkarsa na­maz bâtıl olur.

Hanbelîler e göre, cuma namazına öğlenin vaktinde başlarlar da, kılarken vakit çıkarsa, namazı cuma olarak tamamlarlar.

Mallktler'e göre, cumayı tam olarak kılacaklarını kestirerek niyetr lenmiş de, sonra tamamlıyamadan güneş batmışsa, bakılır;

Eğer secdeleri ile birlikte tam bir rek'ât kıldıktan sonra güneş ba­tarsa, o namazı cuma olarak tamamlarlar. Bir rek*ât tamamlanmadan, batarsa, namazı Öğle olarak tamamlarlar.

Şaflîlerce; Cuma namazı kılmaya yetecek kadar bir vakit içinde namaza niyetlenirler de namazı uzatarak vakit çıkarsa, namaz bâtıl olmaz. Onu öğle namazı olarak tamamlarlar. Vakit çıktı mı artık imam gizli okur. Namazı bozarak yeniden öğleye niyetlenmeleri haramdır. Fakat vakit daraldıktan sonra yetecek zannı ile niyetlenirler de namaz da iken vakit çıkarsa, artık o namaz bâtıl olur; Öğleye dönmez.

Imâm-ı Ahmedle MâHk (93 — 179) Müslim ile İmâm-ı Ahmed'in tahric ettikleri Câblr hadîsi ile istidlal ederler. Bu hadîste şöyle denili­yor :

«Peygamber SaüaTlahü aleyhi ve sellem, cumayı kılar; sonra develerimizin, yani su çeken de­velerin yanına gider; onlara güneş zevale erdiği vakit, istirahat verir­dik.»

Dâre Kutnî (30&-385) de Abdullah İbnİ Seyhan'dan şu hadîsi tah­ric etmiştir :

Şeybam» Demiştir ki: Ebu Bekir'le beraber cumada bulundum; onun hulbesî ve namazı günün yarısından evveldi. Sonra Ömerie beraber cumada bulundum. Onun da namazı İle hutbesi gündüzün zevaline kadar diyeceğim, dsvaro Hasılı bunu tayîb ve İnkâr eden bir kimse görmedim.

Bu hadîsi, îmâm,-ı Ahmed'in oğlu Abdullah rivayet ettiği gibir İbni Mes'ud, Cabir, Sa'id ve Muaviye gibi ashâb-ı kiramdan dahi zeval­den önce kıldıkları rivayet olunmuştur.

Hadîs-i şerif lmâm-% Ahmed'in delilidir. Cumhur ulemânın te'viline : «Peygamber (S.A.V.)'in cumayı sure-i cuma ve sure-i münafikîn ile kıldırması ve hutbe okuması muarızdır. Çünkü bu namaz, zeval­den sonra kılınmış olsaydı, namazdan dönerken, duvarların bir parça gölgesi olmak icap ederdi» diyenler olmuştur.

Cuma vaktinin zeval vakti olduğuna aşağıdaki hadîs de delâlet eder.[173]

 

471/354- «Sehl ibni Sa'd[174] radtyallahü anhüma'dan rivayet edil­miştir. Demiştir kî: Biz ancak cumadan sonra kaylûîe yapar ve yemek yerdik.»[175]

 

Bu hadîs, müttefekun aleyh'dir. Lâfız Müslim'indir. Bir rivayette «Resûlüllah (S.A.V.) zamanında» denilmiştir.

Kaylûle ve «makiyi» : Günün yarısındaki istirahattır. Uyku ile de olur, uykusuz da.

Bu hadîs dahi yukardakinin delâlet ettiği hükme delâlet ediyor. Binaenaleyh bu da îmâm~ı Ahmed'in delîllerindendir. Musannif mer-' humun «Resûlüllah (S.A.V.) zamanında» rivayetini burada zikretmesi, birinci rivayette bu işi Hz. Peygamberin yaptığı ve takrir buyurduğu tasrih edilmemiştir, diye itiraz olunmaması içindir. Artık bu rivayeti zikir etmekle işin Peygamber (S.A.V.) devrinde olduğu ispat edilmiş oluyor. Onun zamân-ı saadetinde ise, Medîne-i Münevvere'de kendilerin­den başka kimse cuma kıldırmazdı. Şu halde hadîs-i şerif, doğrudan doğruya Resûlüllah (S.A.V.)'in namazım, haber veriyor demektir. Fa­kat bu hadîste cuma namazının zeval vaktinden evvel kılınacağına delîl yoktur. Çünkü gerek Medine'de, gerekse Mekke'de Kaylûle denilen istirahatla öğle yemeğinin vakti, öğle namazından sonradır.

«öğleyin   İstirahat Nitekim, îçin elbisenizi çıkardığınız zaman» (1) âyet-i kerîmesi de aynı mânâya­dır. Şu kadar var ki, Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) cuma namazını zeval vaktinin başında kılmak için sür'at gösterir, öğleyi ise, zevalden biraz sonraya, yani cemaatın toplanacağı vakte geciktirirdi.[176]

 

472/355- «Câbir radıyaTlahü anh'den rivayet edilmiştir ki. Peygam­ber SaUaliahü aleyhi ve seUem, ayakta hutbe okuyordu derken. Şam­dan bir kervan geldi. Ve cemaat hemen ona doğru sökün etti. Tâ ki on iki kişiden maâdâ kimse kalmadı.»[177]

 

Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir.

Yüklü   develer   manasınadır.   Hadîs-i   şerif   hutbeyi ayakta okumanın meşru olduğuna, hutbe için muayyen bir adet cemâ­at şart olmadığına delâlet ediyor. Binaenaleyh cuma namazı en az «kırk» âkil bâlîğ erkekle kılınır, diyen Şâfiîler ve Hanbelîler ile en az «onîkı» kişi İle kılınır diyen Mâlikîlerin aleyhine delildir. Ebu Hanîfe (80—150 ye göre : Cuma namazı imamdan maada en az üç kişilik bir cemaatla kılınır. Çünkü cuma zaten cemaattan alınmıştır. Cemi sâhîh ise üçtür. îmameyn'e göre ise imamdan maâdâ İki kişi cemâat cuma kılmak İçin kâfidir. Zira ikide de cemâat mânâsı vardır. Bu hadîste mevzuu bahis olan kıssa «»[178]«Bîr veya »ğlence gördüler mi ona doğru dağılırlar» âyet-i kerîmesinin nÜzûlüne sebep olan kıssadır.

Kâ tyaz (476__544) diyor ki: Ebu Davud'un mürsellerindeki rfvâyetine göre Peygambw (S.A.V.)'in o dağıldıkları hutbesi Cuma namazından sonra idi. Cemâat bu hutbeyi terk etmekte bir beîs yoktur zannı ile dağılmışlardı. Bu kıssadan evvel Hz. Peygamber cumayı hut­beden evvel kılardı.» Kadı tyaz : «Bu, ashâb-ı Resûlülâh'in hâline en muvafık olan bir şeydir.    Onlardan beklenen, Hz. Peygamber (S.A.V.) ile birlikte namaz kılmayı terk etmemeleridir. Lâkin, namaz bittikten sonra artık kalkıp gitmenin caiz olduğunu sandılar.» diyor.[179]

 

473/356- «İbnî Ömer radıyallahü anhüma'ötın rivayet edilmiştir. Demiştir kî : Resûlülah BaUalîahü aleyhi ve sellem:

— Eğer bir kimse Cuma namazının veya başka bir namazın bir rek'âtına yetişirse, hemen ona bir rek'ât daha katsın, namazt   muhakkak  tamam oldu demektir» buyurdular.[180]

 

Bu hadîsi, Mesâi, İbnî Mâce ve Dâre Kutnî rivayet etmişlerdir. Lâ­fız Dâre Kutnî'nindir. îsnadı da sahihtir. Lâkin, Ebu Hatim mürsel ol­duğunu kuvvetli bulmuştur.

Hadîs imamları, bu hadîsi Bakiyye'den, o da Yunus ibni Yezid den, o da sâllm'den [181], o da babasından rivayet etmiştir. Ebu Dâ~ vud; (202—275) ile Dâre Kutnî, (306—385): «Bu hadîsi Bakiyye tek başına Yunus'tan rivayet etmiştir» diyorlar. îbni Ebi Hâtîm (247__327) «.El-îlel» de babasından rivayet ederek: «Bu hem metinde, hem de isnadda hatâdır. Hadîs, ancak Zührî'den, [182] o da Ebu Seleme' den, o da    Ebu Hüreyre'den merfû    olarak şöyle rivayet edilmiştir :

«Kim namazın bir rek'âtına yetişirse, muhakkak ona yetişmiştir.» «cuma namazı» kaydı vehimdir demektedir.

Bu hadîs, Hz. Ebu Hüreyre (R. A.J'den onüç tarikle, İbni Ömer (R. A./dan üç tarikle tahric edilmiştir. Fakat hepsi hakkında söz edil­miştir.

Hadîsde cuma namazına sonradan yetişenin, hutbenin hiçbir ye­rine yetişemezse bile, namazı sahih olduğuna delâlet vardır. İmâm-ı Âzam Ebu Hanîfe, İmâm-ı Şafiî ve diğer bazı ulemânın mezhebi de budur. Bazılarına göre ise hutbenin bir kısmına olsun yetişemiyenin cuma namazı sahih değildir. Bu hadîs .onların aleyhine delildir. Vâ-kıâ, hakkında söz edilmiş bir hadîs ise de birçok kollardan rivayet edilmiş olması, bir birini takviye eder. Onu Hâkim (321—405) dahi üç yoldan rivayet etmiştir. Bunlardan biri Ebu Hüreyre tarîkidir ki, bu tarîk hakkında Hâkim: «Şeyheyn» in şartı üzeredir der. Maamafih asıl olan, aleyhine delîl bulunmadıkça şartın mevcut olmamasıdır.[183]

 

474/357- «Câbİr İbnî Semüre radıyaBahü aniden rîvâyet edilmiştir ki. Peygamber SaUallahü aleyhi ve seUem ayakta hutbe okur; sonra oturur; sonra kalkar da ayakta hutbe okurdu. Binaenaleyh sana kim oturarak hutbe okuduğunu haber verdi ise, muhakkak hata etmiştir».[184]

 

Hu hadîsi, Müslim tahric etmiştir.

Hadîs-i şerif, her iki hutbenin ayakta meşru olduğuna ve bunların aralarını oturmak suretiyle ayırmaya delildir. Bu oturuş hakkında ule­mâ ihtilâf etmişlerdir. îmâm-ı Âzam Ebu Hanîfe (80—150) ye göre, ayakta durmak da oturmak da sünnettir. îmâm-ı Mâlik (93—179) ayakta hutbe okumanın vacib olduğuna, oturmak her ne kadar hut­benin sıhhatına dokunmazsa da, isaet teşkil ettiğine kâiî olmuştur. İmâm-ı Şafiî (150—204) ile diğer bazı zcvât, iktidarı olanlar ir.tn hutbenin ancak ayakta caiz olduğuna, oturarak okunmasının sa\ıh olmadığına zâhib olmişlardır. Bunların delili Resûlüllah (S.A.V.)im böy­lece dsvam buyurmuş olmasıdır. Hattâ Câbîr (R. A.) «Sana kîin otu­rarak hutbe okuduğunu haber verdi ise, muhakkak hata etmiştir.» de-mistir. Rivayete nazaran ashâb-ı kiramdan Ka'b ibnî Ücra (R.A.)[185] mescida girdiği zaman Abdurrahman ibni Ümmii Hakem oturduğu ycrden hutbs okuyormuş.Kâ'b, bunu iyi karşilamiyarak  [186]«seni ayakta bıraktılar» âyetini okumuştur. Hattâ îbni Huzeymc (223 —311)'nin rivayetine göre «Bugünkü gibi, müslüman imam olan hiç bîr İmamı oturduğu yerden hutbe okurken görmedemiş; bunu iki defa tekrar'amışiır. tbni P1 Şr>ıi< (—234) Tavus'dan: Resûlü!?ah (S.A.V.) Ebu Bekir, Ömer ve Osr. an jyakta hut-be okudular; minberde ilk oturan Muavlye olmuştur.» dediğini rivayet ediyor. îbni Ebi Scybe Şa'bf'den dahi: «Nljavlye'nin ancak iç yağının ve etinin çokluğundan oturarak hutbe okuduğunu» rivayet öder.

Bu onun Özrünü göstermektir ki, zâten özür bulunursa, ötûr-arak hutbe okumak ittifâken caizdir. îmâm Buharı (194—25.v Ebür Safd'dcn şu hadîsi tahric etmiştir :

«Peygamber Saîlallahü aleyhi ve sellem, bîr gün minberin üze­rine oturdu. Bh de onun etrafına oturduk.» Ancak îmâm-ı Şafiî bunun cuma hutben olmadığım beyân etmiştir.

E . aya kadar görülen deliller hutbe esnasında ayakta durmanın ve oturnv nın meşru olduğuna delâlet eder. Fakat, ayakta durmanın farz oldu1a Keza hutbenin sahih olması için ayakta durmanm şart oldu­ğuna 1 fzc:ı bir delâlet yoktur.

Resûlüllah (S.A.V.)'in devam buyurdukları farzdır. Devam etmediği şeyler farz değildir. Binaenaleyh eğer Hbu Saîd hadî­sin f\» beyân olunan oturması cuma namazında ise sünnettir diyenlerin kn\Ii daha kuvvetli; bu sabit olamıyorsa, ikinci kavil daha kuvvetli .

Faide : Hatîb'in minbere çıktığı zaman selâm vermesi hakkında Şn'fn den şu hadîs rivayet edilmiştir:

«Resûîüiiah Saîlallahü aleyhi ve sellem cuma günü  minbare çıktığı zaman cemaata  karşı  döner ve:

Es-selâmÜ aleyküm derdi. İlâh.» Yalnız bu hadîs mürseldir. İbvA Adiy (279—365) de şu hadîsi tahric etmiştir :

«Peygamber Salhzllahü aleyhi ve seltem, minberine yaklsçîı mı onun yanındakilere se­lâm verir; sonra minbere çıkardı. Cemâafa karşı yüzünü çevirdikte se­lâm verir; sonra otururdu». Ancak bu h;ıdisİ de îbni Adiy, îsa bin Abdullah Ensarî'nin rivayet etmiş olması   sebebiyle zayıf addeder. Onu îbni Hibbân da aynı zâtın rivayeti olduğu için zayıf saymıştır.[187]

 

475/358- «Câbir îbni Abdullah radıyallahü anhüma'ûan rivayet edil­miştir ki: Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem, hutbe okuduğu za­man gözleri kızarır; sesi yükselir ve gadabi şiddetlenirdi. Hattâ ken­disi bir ordu kumandanı gibi olur;

  SİZİ sabahlattı; SİZİ akşamlattı der; ve şöyle buyururdu:

  Bundan sonra hiç şüphe yok ki, sözün en hayırlısı Allah'ın kitabı; yolun en hayırlısı Muhammed'in yoludur. İşlerin en kötüsü de yeni çıkan modalardır. Her bid'at sa­pıklıktır.»[188]

 

Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir. Müslim'in bir rivayetinde : «Peygamber (S.A.V.)'in cuma günü hutbesi (şöyle İdi). Allah'a hamdü sena eder; sonra bunun ardından sesi yükselmiş olarak (şöyle) derdi.» buyrulmuş; Müslim'in (diğer) bir rivayetinde: «Eğer bir kimseyi Allah hidâyete erdirirse artık onu sapıtacak yoktur. Bir kimseyi de saptırırsa onu da hidâyete erdirecek yoktur»; denilmiştir. Nesâî'nin ri­vayetinde:  «Her dalâlet (sahibi) cehennemdedir», cümlesi vardır.

Nevevî (631—676) bu hadîste iki yerde geçen kelimesi için şöyle diyor: «Bu kelimeyi Müslim'de iki yeide de hem nın zammı, ve'in fethi ile, hem de he'nin fethi ve dal'm sükûnu ile zaptettik» yani bu kelimeve şekillerinde okunmuştur.kıraatine göre Herevî (—401) bu kelimeyi (yol) diye tefsir etmiştir. kıraatine göre mânâsı: Delâlet ve irşâd de­mektir ik, peygamberlere ve Kur'ân-ı Kerîm'e izafe edilen budur. Kur'ân-ı Kerîmde :

«Muhakkak sen hidâyete erdirirsin.[189] «Muhakkak bu Kur'ân hidâyete erdirir»[190] buyrulmuştur.

Bu kelime bazan lütuf ve tevfîk mânâsında Allah'a da izafe edilir.

(1)«Şüphesiz ki sen dilediğini hidâyete erdiremezsin. Fakat Allahdır ki kimi dilerse ona hidâyet verir ve o, hidâyete erecekleri daha iyi bilen­dir.» âyet-i kerîmesinde bu mânâyadır.

Hadîs-i şerifde  zikri geçen den.murâd:  Allah veya Resulünün teşri' ve müsaadesiyle sabit olmayan şeylerdir.

Bid'at : Geçmiş bir örneği olmadan yapılan şeydir. Burada ondan maksad: Kitap veya sünnetten bir meşrûiyyet delili olmaksızın yapılan şeydir. Şu halde bu iki kelime hemen helmen aynı mânâya gelmektedir. Ulemâ, bid'at'ı beş kısma ayırırlar. Vacip, mendup, mubah, mekruh ve haram olan bidatlar.

İlimleri kitap şeklinde tedvin etmek ve delîl getirmek suretiyle dinsizlere red cevabı vermek, vacip olan bid'atlardandır. Mektepler yapmak mendup, yiyip içmede fazla çeşitler kullanmak, kıymetli elbi­seler giymek mubah olan bid'atlardandır. Mekruh ile haram olanları ise zaten bellidir. Şu halde hadîsteki «Her bid'at sapıklıktır» sö­zü yukardaki şekillerle tahsis edilmiş bir âmm-ı mahsustur.

Lâkin bu taksimi «Bülûğü'l-Merâm» sarihlerinden «Nûru'l~Ha-san beğenmiyor ve şöyle diyor : «Hak şudur ki: Bu hadîste olsun, bu mânâdaki başka hadîslerde olsun zikri geçen yani «her» kelimesi dâima hakîki mânâsında kullanılmıştır ve umum bildirir.

Bid'atı; mezkûru beş kısma ayırmak; bir de bîd'at-ı hasene ve bîd'at-ı Seyyie kısımlarına taksim etmek için ilmî bir delîl yoktur. «Nuru}l-Ha-san» bundan sonra ulemânın taksimini birer birer ele almış ve bun­ların bid'at nev'ileri olmadığını isbâta çalışmıştır. Nihayet San'ânî gibi o da alelıtlak «Her bid'at dalâlettir» sözünü naklettikten sonra cûş-u hurûşa gelerek fukahâ-i kirâm'a şöyle çatmıştır: «Allah aşkına şaşıla­cak şeydir ki, fukahâ denilen bir kavm, içinde «her» kelimesi bulunan bu hadîsi ve bu mânâdaki birçok hadîsleri sahih ve Peygamber (S.A.V.)e merfu ve mevsul olarak rivayet etmişler; sonra ortada Kur'andan sün­netten, icmâ-i ümmet'ten ve şüphe götürmeyecek derecede aşikâr kı­yastan Hr delîl yokken, onları heva ve heveslerinin arzusuna göre za­hirî mânâlarından değiştirmişlerdir. Bu babın hadîsi bid'at'te taksime ve nevîlere kail olan herkes aleyhine aydınlatıcı bir delildir. Kimin elin­de taksime dâir kitap ve sünnetten bir delîl ve burhan varsa, hemen bize göstermek lütfunda bulunsun».

Nuru'l-Hasan'm âdeta yaylım ateşi saçan şu hücumuna burada âcizane (dur) demek mecburiyetindeyim. Bid'at mes'elesinde San'ânî «Tetavvû» namazı bahsinin 17. hadîsinde bize bir nümûne vermiş ve bid'attan neyi kasdettiğini bir parça göstermişti. Biz de orada kendi­sine ehl-i sünnet'in bu bâbdaki delillerini birer birer göstererek lâzım gelen cevabı vermiştik. İsteyenler tekrar oraya müracaat edebilirler. Fakat, Nûru'î-Hasan'm bid'at'tan neyi kasdettiğini anlıyamıyoruz. Çünkü bize bir bid'at örneği vermiyor. Üstelik ulemâ-ı Kiram tarafın­dan nevîlere ayrılarak gösterilen bid'at misâllerini de kabul etmiyor. Meselâ: İlimleri kitaplarda tedvin etmeyi ulemâ bid'at saydığı halde, o bid'at saymıyor. Kitap yazmayı Peygamber (S.A.V.) devrinde hurma yaprakları, kemik ve deri parçaları üzerine yazılmış bulunan Kur'ân-ı Kerîm'in Hz. Ebu Bekir zamanında bir yere toplanması ile bir tutuyor. Diğerlerine de bunun gibi bir kulp takıyor. Hal böyle olunca hazretin bid'at telâkkisi bizce iki dereceli meçhuller hükmüne girer. Ve haklı olarak bid'at'tan neyi kasdettiğini kendisine sorarız. Şayet bid'at tarif edildiği veçhile geçmiş bir örneği olmadan yapılan şey ise ulemânın çe­şitli bid'atlara gösterdikleri misaller birer bid'attır. Çünkü hiç biri Hz. Peygamber (S.A.V.) zamanında yoktu. Ancak dîne mugayir oldukları­na dâir elde bir delîl bulunmadığına bakarak ulemâ bunları makbul bîd'al saymışlar, ve neticede bid'at kendiliğinden hasene ve seyyie ol­mak üzere iki kısma ayrılmıştır. AUâme Nûru'l-Hasan[191] da başka bir yoldan yürüyerek ulemânın bld'at-t Hasene dediği şeyleri dînen makbul saymıştır. Şu halde aradaki nîza yalnız sözden ibaret olur ve ateş püskürmeye asla lüzum kalmaz. Umûmî taksim mes'elesine ge­lince: Buna niçin sinirlendiğini anîıyamadığımız gibi, ulemânın kendi hevâ ve heveslerine göre, mânâ verdikleri hadîslerin ve bu hadîslere ve­rilen mânâların neler olduğunu da bilmiyoruz. Ulemâ-İ kirama meydan okuyarak delîl istediği umûmî taksim mes'elesine biz delîl gösterelim. Hz. Ömer (R. A./in cemaatla teravih kılanları görünce «Ne güzel bid'at bu.» demesi bid'at'in hasene ve seyyie diye iki kısma ayrıldığına delildir. Hz. Ömer'in bu sözünün bir hadîs olduğu ise söz götürmez, bir hakîkat-tır. Bid'at'ın beş kısma ayrılmasına gelince : Nûru'l-Iİasan bu bâbda ulemâdan ayrı bir söz söylemiş değildir ki, sual sormaya hakkı olsun. «Ve benim sözüm ve delilim bunlardır; hani sizin delillerinizi görelim» diyebilsin. Sonra Nûru'l-Hasan burada büyük bir asıl teşkil eden bir hadîsi de unutmuş görünüyor. Biz onu da hatırlatalım. Peygamber (S.A.V.) :

«Müslümanların güzel gördüğü şey, Aliah indinde dahi güzeldir» buyurmuşlardır. Acaba bu hadîse istinâd eden örf ve âdetlere ne buyuracaklar, ve acaba kendisi de dahil yüz milyon­luk Hint müslümanlarmın giyiniş tarzlarına ne diyecekler?...

Hadîs-i şerif hatibin hutbeyi yüksek sesle okumasının müste-hab olduğuna; talâkat sahibi olarak gerek imrendirme, gerekse iğ­rendirme hususunda cemiyetli sözler söylemesine delildir. Hutbede asıl mevzua «   jû' £ |   » sözü ile başlanacaktır.   Bunun   hakkında Buhârî (194—256) ayrıca bir bâb meydana getirmiş, ve müstehab olduğunu gösteren hadîsleri orada zikretmiştir. Bu hadîsler 32 sahâbî tarafından rivayet edilmiştir. Zahirine bakılırsa Resûlüllah (S. A.V.) bütün hutbelerinde Allah'a hamdü senadan ve .şehâdetten sonra « -u/U » demiştir. Nitekim îmâm-ı Müslim (204—261)'in Câbîr ibni Abdullah (R. anhüma)'da,n rivayet ettiği hadîste buna işaret var­dır, Bıı rivayette Hz Peygamberin  sözünden tonra ne dediğini zikretmemesi yukarıda zikredilen kısımdan bunun anlaşıldığına itimad ettiği içindir. Yani rivayetin tamamı şöyle oluyor: «Peygamber (S.A.V.) in cuma günü hutbesi (şöyle idi) Allah'a hamdü sena eder; sonra bunun ardından sesi yükselmiş olarak derdi. Rivayette şehâdet de zikredilmemiştir. Bunun da sebebi başka yerde zikredildiği için burada ihtisar yapılması istenmiştir.

Filvaki Resûiüllah (S.A.V.)  «içinde şehâdet   getirilmeyen her hutbe ke­silmiş el gibidir.» buyurmuştur. Bcıjhakl (384—458) «Dcl-.iıliVnNübüvve» adlı eserinde Ebu Hüreyre (R. A.)'c\an merfuan kudsi'yi rivayet eder:

«Ümmetine senin benim kulum ve resulüm olduğuna şehâdet etmedikçe kendilerine hiç bir hutbe caiz kiuiıa-dım.»

Hz. Peygamber (S.A.V.) hutbesinde şehâdet getirirken karliîini alem yani ism-i h3sı ile zikir ederdi.

Müslim'in ikind rivayeti de Hz. Câbir'dendir. Bu rivayetteki lâfız­ları dahi özünden sonra söylerdi. Nesâî (215—303)'ntn rivayeti dahi ondandır. Bu cümle cümlesinden son.na gelir. Musannif hadîsi ihtisar etmiştir. Ve zâten hadîsten muzaf h, fedilmiştir. Yani her dalâlet sahibi cehennemdedir.

Resûiüllah (S.A.V.) hutbelerinde ashâb-ı kframına İslâm'ın esaslarmı ve meşru olan ibâdetleri beyân eder; cenneti cehennem'i zikir eyler; îcâbederse emir ve nehy etmekten de çekinmezdi. Onlara Allah'a karşı ehl-i fakvâ olmalarını emreder; gada'bından kendilerini sakındı-rırdi. Müslim'in hadîsinde Kur'ân okuduğu da rivayet edilmiştir. Hadîs şudur :

«Resûiüllah  (S.A.V.)'in iki  hutbesi vardı.

Bunların arasında oturur; Kur'ân okur; hem de cemaata hatırlatma ve sakındırmada bulunurdu.» Zahirine bakılırsa Resûiüllah (S.A.V.) hutbe­lerinde hep böyle yapardı ve hadîs bunun vücûbuna delâlet eder. Nite­kim İmâm~ı Şafiî (150—204)'nin mezhebi budur. îmâm-ı Âzam Ebu Hanife  (80—150)Jye göre « «fit j&J, < -fijıİ I» gibi bir zikir ile farz yerini bulur. Imâmeyn'e göre ise, mutlaka uzun bir hutbe şarttır. İmâm-ı Mâlik (93—179) de aynı reydedir. Basıları «her iki hutbede Allah'a hamdü sena ve Peygamber (S.A.V.)'e salâtü selâmdan başka bir şey farz değildir» derler.[192]

 

476/359- «Ammar ibnî Yâsİr radıyattdhü anhüma'dan rivayet edil­miştir.Demiştir ki:Resûiüllah SaUaUahii aleyhi ve sellemi :

«Şüphesiz, kişinin namazının uzunluğu ile, hutbesinin kısalığı fıkhına alâmettir» derken işittim.[193]

 

Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir.

Hutbenin kısalığının fakîh olduğuna delâlet etmesi, fakîh olan yani islâm hukukunu bilen bir kimsenin mânâların hakikatlarına nüfuz et­miş olması sebebiyle az sözle çok mânâ ifâde edebilmesindendir. Bun­dan dolayıdır ki, hadîsin tamamında şöyle buyrulmuştur :

«O halde siz de namazı uzatın;   hutbeyi kısaltın. Hiç şüphe yok ki, beyânın sihir olanı vardır.» Burada kalplere tesir eden cazibeli sözler sihr'e benzetilmiştir. Çünkü bu sözlerde cezâ-let, akıcılık, çok mânâ, teşvik ve sakındırma gibi şeyler vardır ki, bun­ları ancak fakîh oîan söyleyebilir. Az sözle çok mânâ ifâde etmeye ResûJ-ü Ekrem (S.A.V.)'in tabiriyle «Cevâmiu'lKelim» derler ki, bu hâl onun hususîyetlerindendir.

Namazın uzunluğundan murad : Yasak dereceye varmamak şartıy­la uzun sûreler okumaktır. Resûlüllah (S.A.V) cuma namazında, cuma ve münafikûn sûrelerini okurdu. Bunlar hutbesine nazaran elbette uzundurlar. Fakat yasak derecede uzun değillerdir.[194]

 

477/360- «Ümmü Hİşam binli Harise bin Numan radıyaMahü anhüma'dan[195] rivayet edilmiştir. Demiştir kî:  Beni ancak ResûÜillah Sttttdttohii aleyhi ve sellcvı'ln dilinden    aldım. Onu her cuma cemaata hutbe îrad ettiği zaman minberde okurdu.»[196]

 

Bu hadîsi; Müslim rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerif, her cuma günü hutbede «Kâf sûresi» ni okumanın meş­ru olduğuna delilidir. Ulemâya göre Resûlüllah (S.A.V.)'in bu sûreyi ihtiyar etmesinin sebebi: İçinde, ölüm, öldükten sonra dirilme, şiddetli vaazlar, sıkı yasaklar bulunduğundandır. Hadîste hutbe esnasında Kur' ân-ı Kerîm'den bir miktar okumaya dahi delâlet vardır. Fakat kâf sû­resini okumanın vacip olmadığına icmâ vardır. Resûlüllah (S.A.V,)'in onu okuması vaaz ve nasihatta daha güzel olduğunu ihtiyar ettiğindendir.[197]

 

478/361- İbni Abbas radıyallahü anhüma'âan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah Salldllahü aleyhi ve sellem:

«Cuma günü imâm hutbe okurken, kim konuşursa, o kimse kitaplar taşıyan eşek gibidir. Ona sus diyenin de cuması yoktur.» buyurdular.[198]

 

Bu hadîsi, jmâm-ı Ahmed zararsız bir isnadla rivayet etmiştir. Bu hadîs, Ebu Hüreyre (R.A.)'den «sahîhheyn» de nıerfû olarak rivayet edilen: «Cuma günü imâm hutbe okurken, arkadaşına sus dersen, muhakkak gevezelik etmiş olursun.» hadîsini tefsir der.

Hadîsin «Câmi-i Hammad»[199] de mürsel, fakat kâvf bir şahidi var­dır.

tCuma günü» denildiğine göre, cuma hutbesinden gayrı hutbeler onun gibi değildir. Binaenaleyh o hutbelerde konuşmaktan nehy edile-Mlir. «İmam hutbe okurken» cümlesi bazılarınca buradaki yasa­ğın yalnız hutbe okunurken muteber olacağına delildir. Şu halde ekonuşmak, imamın minbere çıkışından itibaren yasaktır», diyenler aley­hine red cevabı teşkil eder. Yine bunlara göre iki hutbe arasında imam otururken konuşmaktan burada nehy yoktur. Diğer bazılarına göre ise, bu oturuş pek az devam eder; ve adetâ nefes almak için susmaya benzer. Binaenaleyh hutbe hükmündedir. Hutbe okunurken konuşanın kitap taşıyan eşeğe benzetilmesi, kendisi için en faydalı olan şeyden istifa­deyi elden kaçırdığı içindir. Halbuki cuma namazına gidiyorum diye gücünü sarfetmiş; kendisini yormuştur. Bunca işini ,gücünü bırakarak ve birçok zahmetlere katlanarak cuma namazına gittikten sonra on­dan hiçbir istifâdesi olmayanın hali, gerçekten en faydalı kitapları ta­şıyarak yorulduğu halde, onlardan hiçbir istifâdesi olmayan eşeğe ben­zer.

«Ona sus diyenin de cuması yoktur» cümlesi her ne kadar, onun kıldığı namaz sahih değildir mânâsını ifade ederse de bu namaz, bilittifak sahih ve kâfidir. Binaenaleyh hadîsin bu cümlesi «Ona SUS diyenin de kâmil ve faziletli cuması yoktur.» şeklinde te'vil olunur. Bu cümle Ebu Dâvud (202—275) ile îbni Huzeyme (223— 311)'in tafaric ettikleri İbnü Ömer hadîsinde şu lâfızlarla ifâde olun­muştur: «Bir kim­se gevezelik eder ve cemâatin enselerine basarak geçerse, cuma onun için öğle olur.» Hadîsin râvilerinden îbni Veheb diyor ki : «Bunun mânâsı, namaz ona kâfidir. Fakat cemâat faziletinden mahrum ka­lır demektir.»

Hutbe okunurken konuşmak tahrimen mekruhtur, diyen Hanefîlerle; tenzîhen mekruhtur diyen Şâfiîler ve haramdır diyen Mâîikîler vesâir ulemâ bu hadîsle istidlal etmişlerdir. Çünkü hoşa gitmiyen bir şeye benzetmek ve benzerlik ciheti göz önüne getirilirse, bu işin çirkin ol­duğu anlaşılır. Cumayı kılmakla «İde edilecek faziletin bununla elden gitmesi dahi ayni neticeye ulaştırır. Zîra konuşan günaha girer ve gü­nah onun cumadan kazandığı sevabı giderir İmâm-ı Ahmsd İbni Hanbel (164—241) ile diğer ba.zı ulemâ hutbeyi dinleyenle dinleme­yen arasında fark bulmuşlardır. Bunlara göre hatibi işitenlere ko­nuşmak haramdır; uzak olup işitemeyenlere mubahtır. îbni Abdül-ber[200] (368—463) tabiînden bazıları istisna edilirse cuma hutbe­sini işitenlerin susmaları vacip olduğuna icma' bulunduğunu nakle­diyor.

«Arkadaşına sus dersen, muhakkak gevezelik etmiş olursun» ifadesi konuşmaktan nehyi te'kid içindir. Çünkü bu söz bir emr-i bÜma'rûf olduğu halde, boş boğazlık sayılırsa, başka sözler ev-veliyette kalır. Şu halde îcâb ediyorsa, arkadaşını sözle değil, işaretle susturacaktır. Susmak bazılarına göre insanlarla konuşmaktan vazgeç­mektir. Binaenaleyh Kur'ân okumak ve zikir etmek caizdir. Fak&t en doğrusu her türlü konuşmaya şâmil olmasıdır. «Selâm almak, ve Pey­gamber (S.A.V.) her anıldıkça saiâvet getirmek vaciptir» diyenlere gö­re buradaki nehyin umûmu ile o emirlerin umûmu muâraza halindedir.

Ancak «hutbe hali zaman itibarıyla tekerrür etse de daha hususî bir hal­dir. Binaenaleyh onunla öteki emir hadîsleri tahsis olunur», denilmiştir.

tâbirinin mânâsında ihtilâf olunmuştur. Kabule en yakını tbni Münir'in dediği gibi lağv' iyi karşılanmıyan şeydir. Bazılarınca bunun mânâsı: Cuma namazı bozuldu ve öğle namazına döndü demek­tir.[201]

 

480/362- «Câbİr radıyallahü anh'den rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Cuma günü Peygamber SaUallahü aleyhi ve sellem, hutbe okurken bîr adam girdi. (Peygamber SaUallahü aleyhi ve sellem, ona)  :

  Namaz kıldın mı? dedi. O:

  Hayır diye cevap verdi. Resûl-ü Ekrem SaJlallahü aleyhi ve sellem :

Kalk iki rek'ât namaz kıl» buyurdular.[202]

 

Bu hadîs, Mütfefekun aleyh'tir.

Gelen zât Sü!eyk Gatafânî'dir. îsmi Müslim'in bir rivayetinde zik­redilmiştir. Bîr başkası diyen de olmuştur. Hadîsin buradaki rivayetinden hemze-i İstifham hazf edilmiştir. Aslı dir. Nitekim Müs­lim'in rivayetinde öyle olduğu gibi, Buhâıİ'nin bazı rivayetlerinde de öyledir. Mevzuu baha iki rek'ât namaz, Buhârî'de haiff iki rek'ât diye tavsif edilmiştir. Hattâ Buharı (194—256) bunun için ayrıca bir bâb tahsis etmiştir.

Hadîs-i şerif tahiyye-i mescid denilen nafile namazın hutbe okunur­ken bile kılınacağına delildir. Yalnız hutbeyi dinlemeye yetişebilmek için hafif kılınacaktır. Fuhakâ ile hadîs imamlarından bazılarının mezhebi budur. Selef ile halefden bir cemaata göre hutbe okunurken bu namaz meşru değildir. Bu hadîs, onların aleyhine delildir. Fakat onlar hadîsi onbir vecihle te'vil etmişlerdir. Bu vecihleri musannif «Fethü'l-Bârî» adlı eserinde reddiyeleri ile birlikte zikretmiştir. Eir de «»[203] «Kur'ân okunduğu zaman hemen onu dinleyin ve susun» âyet-i kerîmesiyle istidlal ederler.

tSübülü's-Selâm» sahibi : «Bu âyette onlara delîl yok. Çünkü âyet âmmdır; hutbe mes'elesi ise hâstır.» diyorsa da hutbe esnasında namaz kılınmaz diyenlerden Hanefîlerin «El-îhtiyar» adlı fıkıh kita­bında «Müfessirîn bu âyetin hutbe hakkında nazil olduğunu söylediler.» denilmektedir.

Kılınmaz diyenler, yukarda geçen İbnî Abbas ve Ebu Hüreyre ha­dîsleri ile de istidlal ederler.

Bu bâbda Hanetiyye'den Kemal bin. Hümâm[204] (788—861) «.Fethü'l-Kadîr» adlı eserinin cuma bahsinde şöyle diyor: Altılar'm Ebu Hüreyre (R. A./dan tahric ettikleri bir hadîste Resûiüllah SaUallahü aleyhi ve sellem :

«Cuma günü imam hutbe okurken, arkadaşına sus dersen, muhakkak gevezelik etmiş olursun» buyurmuştur. Bu hadîs, delâlet tarikiyle namazın ve tahiyye-i mescid'in memnu ol­duğunu gösterir. Çünkü emr-i bîlmâruf sünnetten ve fahiyye-i mescid' den daha yüksek mertebede olduğu halde ondan men ederse, bunlardan men etmesi, evveliyette kalır. Namazda iken imam minbere çıksa, na­mazı iki rek'âtta keser, eğer ibare ile delâlet bir birlerine muâraza ederlerse ibare tercih olunur. Burada da Öyle olmuştur. Şöyle ki : Pey­gamber (S.A.V.) hutbe okurken bir adam gelmiş; Resûlüllah (S.A.V.) ona :

Namaz  klldmmi,  ey fülan!  demîş. Hayır;  cevabını  vermiş:

İki rek'ât namaz kıl. Ve caiz olacak miktarla iktifa et.» buyurmuşlardır denilirse, cevap şudur :

Bundan mutlaka muaraza icap etmez. Çünkü olabilir ki, Resûlüllah (S.A.V.) o zat namazını bitirinceye kadar hutbesini kesmiştir. Nitekim "böyle olduğunu Dâre Kutrii Sünen'iride Übeyd ibni Muhammed Abdi' den rivayet etmiştir. Hanefîler îbni Ebî Şeybe (—234)'nin «El-Mu-sannef» inde tahric ettiği «Ali, ibni Abhas ve ibnî Ömer (R. A.)'\n imam minbere çıktıktan sonra namaz kılmayı ve konuşmayı kerih gö­rürlerdi.» hadîsiyle de istidlal ederler. Vakıa bu hadîs mevkuftur. Fa­kat sahabenin kavli bize göre hüccettir, (delildir).

Mâlikîler Medîne'lilerin fiili ile istidlal ederler. Medîne'liler öteden-beri hutbe esnasında namaz kılmanın memnu olduğuna kaildirler. Bun­lara ehl-î medîne'nin icmâı hüccet olamaz, diye cevap verilmiştir. İcma' dâvası da tamam değildir. Çünkü Tirmîzi (200—279) ile İbni e (223—315) şu hadîsi tahric etmişlerdir:

Ebu Saîd gelmiş. Mervan hutbe okuyormuş; iki rek'ât namazı kılmış. Mervan'ın muhafızları onu men­etmek İstemişler. Razı olmamış ve bu iki rek'ât namazı kılmış. Bunu müteakip: «Ben Resûlüllah (S.A.V.)'in emrettiğini işittikten sonra bu îki rek'âtı bırakacak değiîim» demiştir.

Hutbe esnasında namaz kılınmaz diyenlere Taberanî (260—360)'nin E7-Krbîr»inde İbni Ömer'den merfû olarak rivayet ettiği şu hadîs de delil utabilir :

«Biriniz, imam hutbe okurken mescide gi­rerse, imam hutbeyi bitirinceye kadar namaz ve konuş­mak yoktur.» Ancak râvîleri arasında Eyyub îbni Nüheyk var-(hr ki, metruktür. Bir cemâat onu zayıf bulmuşlardır. îbni Hibban ik,- onu mûtemed (itimad edilir)  râvîleri arasında zikretmiş fakat hâ eder; demiştir.

Bazıları bu hadîste »hatibin az bir konuşma ile hutbeyi kesebilece-;!:ıır doiâlct görmüşlerdir. Fakat bunlara, Resûlüllah (S.A.V.)'in konuş hutbe müştemilâtından olduğu ileri sürülerek, cevap verilmişnuı lir.

Hutbe okunmayan vakitte harem-i şerife girene tavaf etmek meş­ru oriıiısîur. Zira harem-i şerifin tahiyyesi budur. Yahut tavaf eden t'\^ıiy;ı iki rek'ât tavaf namazını da kılmadan oturmaz. Eu onun ta-hiyys-c demektir. Bayram namazından Önce kılınmasına gelince: Eğer Uı>!"s:n ovada kılımrsa, orada iahiyye-i mescid yoktur. Mecsidde kı-kiîniirsa, bazılarına göre tahiyye de meşrudur. Bunlara göre Resûlüllah m bayram namazından evvel tahiyye kılmaması mescide girer gir­mez hanen bayram kılmakla meşgul olduğundandır. Zaten Hz. Pey­gamber (S.A.V.) bayram namazlarını daima sahrada kılardı. Mesci­dinde yalnız bîr defa bayram kılmıştır. Fakat dört mezhepten Mâlikî-ler'o göre tahiyye namazı sahrada mekruhtur. Mescidde değildir. Han-belîler'e göre mutlak surette mekruhtur. Şafiîler'e göre imama mekruh, cemaata değildir. Hanefîler'e göre bayram namazından evvel mekruh­tur. Sonra ise yalnız mescidde mekruhtur. Evde kılmabilir.[205]

 

481/353- lbni Abbas radıyaüahü onhüma'dan rtvâyet edilmiştir ki. Peygamber SaUaUahü aleyhi ve seUem, cuma namazında cuma ve münafıkûn sûrelerini okurmuş.»[206]

 

Bu hadîsi, Müs'lm rivayet etmiştir. Müslim'de Numan Ibıtl Beşîr (R. A ) dan şu rivayet vardır: «Bayramlarda ve cumada» okurdu.

Yani ilk rek'âtta fatihadan sonra cuma sûresini, ikincide münafı-kûn'u okurmuş. Çünkü Cum'a sûresinde cuma namazına gitmeye teşvik ve Peygamber (S.A.V.)'in gönderilmesinin faziletini beyân, Peygamber olarak gönderİlmeslndekİ dört hikmet ki :

a) Allah'ın âyetlerini onlara okuması,

b) Onlai ı tezkiye etmesi,

c) Kitabı öğretmesi,

d) Hikmeti öğretmesfdlr. Ve zikrullâha teşvik vardır.

Münafıkûn sûresinde dahi münafıkları zem ve tevbîh, (azarlama) kendilerini tevbe etmeye teşvik, Peygamber (S.A.V.)'den af istemeye davet vardır. Çünkü cuma namazında münafıklar çok bulunurdu. Bir de bu sûrenin sonunda va'zu nasihat ve sadaka vermeye teşvîk var­dır.

Numan rivayetine göre Peygamber Saüaîlahü aleyhi ve ssUem, bayram namazları ile cuma namazlarının ilk rek'âtında fatihadan son­ra Sebbİh Sûresi» ni, ikincide «Hel Etâke Sûresi» ni okurdu. Herhalde bazan İbnl Abbas (R. A.)'m zikrettiğini, bazan da Numan'm rivayet ettiğini ok ur muş. Sebbİh ile Ğâşİye sûrelerinde bu namazlarda okun­malarını münâsip kılacak âhiret ahvâli ile vaîd ve tehditler vardır. Ba­zı rivayetlerde bayram namazlarında ve sûrelerini oku­duğu beyan olunmuştur.[207]

483/364- Zeyd İbnl Erkam radıyaUahü anh'den rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Peygamber Sallaltahü aleyhi ve tteÜem, bayramı kıldı; sonra cuma (namazı) hakkında ruhsat verdi; müteakiben; Kim kılmak isterse kılsın» buyurdular.[208]

 

Bu hadîsi, Tirmİzî müstesna, Beşler rivayet etmiş, İbni Huzeyme de sahihlemiştir.

Ebu Dâvud, (202—275) dahi Ebu Hüreyre (R. A ./den şu hadîsi tahric etmiştir :

«Peygamber   SaUaUahü aleyhi ve sellem :

«Şu gününüzde iki bayram bir araya gelmiştir. Bina­enaleyh, dileyene bayram namazı, cumanın yerine kâfî-dir. Biz şüphesiz cumayı kılacağız» buyurdular. Aynı hadîsi, İbni Mâce (207—275) ile Hâkim (321—405) Ebu Sâlih'den tahric etmiş­lerdir. Fakat isnadında (bakıyye) vardır. Dâre Kutnî (306—385) ve baş­kaları bu hadîsin mürsel olduğunu sahihlemişlerdir. Bu-bâbda İbni Zü-beyr'den de bir rivayet vardır. Bu rivayete,göre; Atâ bayram günü cu­ma namazını terk etmiş. Bu Mes'ele İbni Abbas (R.A.)'a sorulunca : Sünnete İsabet etti; demiştir.

Hadîs-i şerif bayram namazı kılındıktan sonra, o gün cuma ise, cu­ma namazına ruhsat olduğuna, yani kılınsa da kılınmasa da olacağına delildir. Ancak bu ruhsat bayram namazını kılanadır. Kılmayanlar bundan istifâde edemezler. Uelmâdan bu re'ye kail olanlar bulunmuş­tur. Fakat Cumhur-u ulemâya göre, cuma namazı ruhsat olamaz. £ünkü onun farz olduğunu bildiren delîl bütün cumalara âmm ve şâmildir. Bu bâbdaki hadîs de onu tahsis edecek kuvvette değildir.Vakıa ibnl Zübeyr (R. A.) cuma gününe tesadüf eden bir bayram namazını kıldırmış, sonra cumaya çıkmamış ve ashâb yalnız başlarına namazlarını kılmış­lar. İbni Abbas (R. A.) Tâlf'te imiş. Geldiği zaman vak'ayı ona anlat­mışlar. «Sünnete İsabet etmiştir» demiştir. İbni Zübeyr hazretlerine göre p günün öğle namazı dahi sükût ediyor. Yalnız ikindi kılınacaktır. Fa­kat bu da nihayet sahâbinin fiilidir. Kavli dahî olca, yine cuma nama­zının farziyetinİ bildiren delili tahsis edemez.

Cuma gününde, cuma namazının mı, yoksa öğlenin mi asıl olduğu ihtilaflıdır. Bu mes'ele Hanefî İmamlarının arasında dahi inülathdk. îmâm-ı Âzam ile Ebu Yusuf e. (113—182) göre o gün asıl olan öğle namazıdır. Lâkin kul cuma namazını kılmak suretiyle bu farzı öde­meye memurdur. îmâm-% Muhammed'e (135—189) göre asıl olan cuma namazıdır. Zîra emir olunan odur. Ancak kul, ruhsat yolu ile öğleyi kılarak cumayı ıskat eder. İmâm-ı Mtıhammed'den bir riva­yete göre ise o gün farz olan lalettayin cuma namazı ile öğleden bi­ridir. Tayin edâ etmekle olur; hangisini edâ ederse, farz ödenmiş olur. îmâm-ı Züfer (110—150)'e göre asıl cumadır, öğle namazı onun bedelidir.[209]

 

484/365- «Ebu Hüreyre radıyallahü anh'den rivayet edilmiştir.De­miştir ki: Resûlüllah Saîîaîîahü aleyhi ve sellem:

— Biriniz cumayı kıldığı zaman, arkasından da dört rek'ât kılıversin; buyurdular».[210]

 

Bu hadîsi, Müslim rivayet etmiştir.

Hadîs, cuma namazından sonra dört rek'ât nafile kılmanın meşru olduğuna delildir. Bu husustaki emir, herne kadar zahiren vücûb ifade etse de, îbni Sabbâh'm rivâyetindeki :  

a U,jl J^'i «Kim cuma namazından sonra namaz kılacaksa, dört rek'ât kılsın.» ifâdesi onu vücûba delâlet etmekten çı­karmıştır. Bu rivayet de Müslim'dedir.

Dürt rek'ât kılmak, iki kılmaktan efdâldir. Çünkü dört kılınması omir buyrulmuştur. Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) ekseriya dört kılardı. îbni Kayyım (691—751) «El-Hedyü'n-Nebevî»> adlı eserinde şunları ya­zıyor : «Peygamber (S.A.V.) cumayı kıldı mı evine girer, İki rek'ât cu­manın sünneiîni kılardı. Sünnet kılmak İsteyene cumadan sonra dört rek'ât kılmasını emrederdi.» Îbni Teymiyye dedi ki : «Mescidde kılar­sa dört, evinde kılarsa iki rek'ât kılar.» Filvaki bu kavli te'yid eden hadîsler vardır: Meselâ Ebu Dâvud (202—275)'un ibnl Ömer (R. A) dan tahric ettiği şu hadîs onlardandır:

«Ibni Ömer mescidde kılarsa dört; evinde kılarsa iki rek'ât kılardı.» Rufarri üe Müslim'de İbnî Ömer (R.Â.)'4an, Peygamber (S.A.V.)in cumadan sonra evinde iki rek'ât namaz kilardıgı rivayet olunmuştur. Hanefîyye ulemâsı bu bâbdaki hadîslerin hepsiyle amei ed'.rek, eum<t-rlır\ scnra altı rek'ât sünnetin meşru okluğun;), bunların ciördü hirden. ikifi ek- ahir zuhurdan sonra kılınacağına kail olmuşlardır.[211]

 

485/336- «Saib b. Yezid mdujcÜahü anh'tien rivayet edildiğine gö­re Muavİye (R.A.)\ Cumayı kıtdığsn vakit, onu konuluncaya veya mes-cidden çıkıncaya kadar bîr namaza ekleme, çünkü, Resûlüllah Sallallahü tû(;)h\ ve selleri!, bize bunu (yani) :<onuşuncaya, veya mescîdden çı­kıncıya kadar hiç bir namaza eklemememizi ümîr buyurdu; demiştir.»[212]

 

Bu hadîsi. Müslim rivayet utmiştir.

Hadîs-i şerif, nafile namazın farzdan ayrılmasına, yani ona eklenme­mesine delildir. Bu mos'do sade cıırna n.;m;r/ına mahsus delildir. Bu­rum lıikmcîi farz, nafileye benzemesin diy^uir. Ulemâ, nafile kılmak için farzın kılındığı yeri değiştirmenin müstehau olduğuna kaildirler. Efdâl olan nafileyi evde kılmaktır. Faka) zamanımızda olduğu ,t-fibi, camiden çıkhKUın soni'c-ı unutularak hiç kılınmayacakaa, camide kılınıp, ve yer değiştirilir. Yer değiştirmede surde yerlerini çoğaltmak vardır. Ebu Dâvud, Ebu Hüreyre'den merfu olarak şu hadîsi tahric etmiştir :

«Biriniz namazda, yani nafilede ilerlemekten veya gerilemekten veyahut sağma veya so­luna çekilmekten âciz mi kalıyor?»

Bu hadîsi, Ebu Dâvud (202—275) zayıf   saymamıştır. Buhâri (194—256) «sahihinde : «Ebu Hüreyre'den merfû olarak rivayet edildiğine göre, İmâm yerinde nafile kılamaz.» diyor. Fakat bu bâbda nehy vârid olduğu sahihlenmemiştir.[213]

 

486/367- Ebu Hüreyre radıyattahü anh'den rivayet edilmiştir. De­miştir ki: ResûlüÜah SaMaMahü aleyhi ve sellem:

— Bir kimse yıkanır da, sonra cumaya gelir ve ken­disine mukadder olan miktar (nafile) kılar; müteakiben imam hutbesinden ayrılıncaya kadar susar; sonra da onunla birlikte (cumayı) kılarsa, ona o cuma ile diğer cuma arasındaki günahları ile üç günlük ziyâdesi affolunur.» buyurdular.[214]

 

Bu hadîsi, Müslim rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerif, vaad buyrulan ecrü sevabı kazanmak için mutlaka yıkanmanın lüzumuna delâlet ediyor. Yalnız Müslim'in bir rivayetinde:

«Bir kimse abdest

alır, ve abdesti güzel eyler de, sonra cumaya gelirse....»

buyrulmuştur. Mevzûumuz olan hadîsten ecr kazanmak için yıkan­manın vâcib olmadığı, fakat kılabildiği miktar nafile kılması îcab et­tiği anlaşılıyor. Nâfîle'nin haddi hududu tâyin edilmemiştir. Binae­naleyh tahiyye-i mescid kılmakla iktifa etse, yine kendisine vaâd buy­rulan ecru sevâb verilir. « ~£jâ \ » susmak demektir. Dinlemek ae-ğildir. Dinlemek bir şeyi işitmek için kulak vermektir. Bundan dolayı­dır ki Teâlâ Hazretleri: «...» [215]   «Onu hemen

dinleyin ve susun» buyurmuştur Susmanın vâcib olup olmadığı yuka­rıda görüldü. Hadîs-i şeriften, konuşmanın yalnız hutbe esnasında yasak olduğu, hutbe bittikten sonra velev ki namazdan evvel olsun, caiz ol­duğu da anlaşılmaktadır. Zira «'JÜ » kelimesi gaye, yani nihayet bil­dirir. Burada konuşmanın sonu hutbenin bitmesidir. «O cuma İle diğer cuma arası» ndan murâd: O cumanın hutbesiyle namazı arasından baş­layarak gelecek cumanın hutbesiyle namazı arasına kadar demektirki, ziyâde ve noksansız tam yedi gün olur. Buna üç gün daha katıldığına göre tam on günün günâhları avf olunur, demektir. Avf edilecek günâh­ların büyük günahlar mı, yoksa küçük günâhlar mı olduğunda ihtilâf edilmişse de, Cumhûr-u ulemâya göre küçük günâhlardır.[216]

 

487/368- «Yine Ebu Hüreyre radıyallahü anh'den rivayet edilmiş-tir ki. Peygamber SaUdllahü aleyhi ve sellem, cuma gününü anmış, müteakiben :

— O günde bir saat vardır. Eğer o saate müslüman bir kul erkâniyle namaz kılarak Allah Azze ve Celleden bir şey isterken rastlarsa, mutlaka istediğini ona verir, buyurmuş ve eliyle onun az olduğunu işaret eylemişti».[217]

 

Hadîs, Müttefekun aleyh'tir.

Müslim'in bir rivayetinde «o saat hafif bir andır.» cümlesi vardır.

cümlesi, hâl cümlesidir. Burada mânâ da ona göre verilmiştir. Maamâfih kelimesine sıfat da olabilir. Bu takdirde sıfatın mevsufuna bağlılığını te'kid için getirlmiş olur cümlesi ikinci hâl;  cümlesi de üçüncü hâldir.

Müslim. rivâyetindeki «o saat hafif bi/ andır.» cümlesi, birinci rivayette ki «Eliyle onun az olduğunu işaret eylemiştir.» cümlesinin ifâettiğini anlatmaktadır. Bu hadîsde o ânın ne zaman olduğu mübhcm bırakılmıştır. Fakat aşağıdaki hadiste zamanı tâyin edilmektedir. nin mânâsı: Sâde ayakta kılarsa demek değil, şerâît ve er­kân, ile dosdoğru kılarsa, demektir. Bu cümleyi hadîs imamlarından bâzıları rivayet etmiş; diğer bâzıları etmemiştir. Hattâ ulemâdan bâ­zılarının «bu cümleyi hadîsten hazf et» diye t mir eitiği rivây-t olunur. Her halde bu namazın vakti kendilerine müskil görünmüştür. Cûnkü ka­bul saatinin vakti eğer ikindiden s-\nra ise, namaz için  vaktidir. Hatibin Minbere oturmasından namaz bhncejv kadar i:u- hüküm yine öyledir. Bundan dolayıdır ki, bu ru-nh hm il odilr.ıiş vr hadîsteki «namaz kılarken» tâbirinden mur/ıd: demek­tir; çünkü namazı beküyen; nitekim böyle ol­duğu hadîste sabit olmuşufr» rinıilmisîir.

Eliyle işaret edenin râvi değü de. Hz. Prygambcr (S.A.V.) olduğu­na delîl, İmdm-ı M alık1 m  (93—179) rivâvclindo «Peygamber S.Â.V.} işaret buyurdu.» denilmiş nlma Mnamâfih işaret tden, râvîlerden biridir; diyenler de vardır. İşâ-rain gelince; Fjırmağımn ucunu orta parmağının ve küçük parmağının içine ko\rn.ıi.  suretiyle o finin azlığını göstermiştir.

Bu hadiste, Allah'îan istenilen şey. mutlak bırakılmıştır. Başka hadislerde istek mukayeddir. Meselâ   ibni Mâca  (207—275)'nin rivâyeıinde «Allah'tan günah bir şey iste­medikçe» diye kayıtlanmış; hnâm-ı Ahmed ibni Hanbcl (164__241)'in rivayetinde (Bir g veya akrabadan kat'ı alâka istemedikçe» denilmiştir.[218]

 

488/369- «Ebu Bürde[219]'nin babasından (şöyle) dediğini (işittiği) rivayet edilmiştir. Resûlüllah SuTlallahû aleyhi ve sellem'l «O saat, imamın   (minbere)   oturmasıyla   (namazın bitmesi) arasıdır» derken işittim.»[220]

 

Bu hadîsi, Müslim rivayet etmiştir,

Dâre Kutnî ise onun Ebu Bürde'nin ifâdesinden olduğunu tercih et­miştir, îbnü Mâce'deki Abdullah İbni Selâm (R.A.) hadîsiyle «Ebu Dâımd ve NesâVdeki Câtyr rivayetinde: «Bu saatin İkindi ile güneşin kavuşması arasında oîduğu (zikredilmiştir).».

Ulemâ bu saat hakkında ihtilâf etmişlerdir. Filhakika Musannif «Fcthü'î - Bari» de bu bâbda ulemâdan kırk üç kavil zikretmiştir. Hz. Ebu Mu sel Eş'ârî'den rivayet edilen bu kavil de onlardan biridir. Beyhakî (384—458)'nin rivayetine nazaran Müslim (204—261) bu kavil tercih etmiş ve: «Bu rivayet bu bâbda en güzel ve en sahih bir şey­dir» demiştir. Beyhakî ile tbnü*l-Arabi[221] (468—543)'nin ve hadîs imamlarından bir cemaatın kavilleri de budur. Kurtubî : «İhtilâf yerinde bu nassür; başkasına bakılmaz», diyor. Nevevî (631—676) dahi: «Sahih olan hattâ doğrusu budur.» demiştir. Musannif mer­hum: «Bu saatin tâyin edilen bütün vakti doldurması murâd değil­dir; o vakit içinde olacak demektir. Çünkü: Az olduğunu işaret ey­lemiştir. O saat, hafif bir andır buyrulmuştur.» diyor. Vakit zikir edilmesinin faydası bu saat o vaktin içinde yer değiştirdiği içindir. Binaenaleyh kabul saatinin iptidası meselâ: Hutbenin başladığı an; sonu da namazın nihayete erdiği zaman olabilir. Dâre Kutnî (306 —385)'nin bu hadîsi Ebu Bürde (R. A.)'m kendi sözü olduğunu tercih etmesine cevap verilmiş ve: «Bu hadîs ancak merfû olabilir; çünkü ibâdet vakitlerini tayin hususunda içtihâd'a müsaade yoktur.» de­nilmiştir. Dâre Kutnî'nin bu hadîsi illetlendirdiği de az aşağıda gö­rülecektir.

Hadîs-i şerifin İbnî Mâcedeki lâfzı şudur:

«Abdullah ibni Selâm'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki:  Resûlüllah SaUalîahü aleyhi ve sellem, otururken, ben :

  Yâ Resûlâliah, biz Allah'ın kitabında yani Tevrat'ta, cuma gü­nünde bir saat olduğunu, o saata" müslüman bir kul namaz kılar ve Al­lah Azze ve Celleden bir şey isterken    rastlarsa, Allah onun    hacetini görürdügünü buluyoruz, dedim.

Abdullah (R.A.) demiştir ki: Bunun üzerine Resûlüllah SaUaUahü aleyhi ve sellem;

  Yahut bİr saatin bir azı diye işaret etti, ben:

  Doğru buyurdun yâ Resûlüllah. Yahut bir saatin birazıdır, o saat hangi saattir? dedim.

Gündüz saatlarının sonuncusudur; buyurdular. Ben: O saat namaz saati değildir; dedim.

Şüphesiz, mü'min kul, namaz kılar da sonra oturur; kendisini namazdan başka bir şey oturtmazsa, o kul na­mazda demektir  buyurdu.

Tirmİzî'nm rivayetine göre Ahmed ibni Hanbel (164—241) bu icabet saatinin ikindi ile güneşin kavuşması arasında olduğunu ter­cih etmiş ve: «hadislerin ekserisi buna delâlet ediyor.» demiştir. İbni Abüd'î-Berr (368—463) de : «Bu hadîs bu bâbda en sabit bir şeydir.» demektedir. Said ibni Mensur (—227) Ebu Seleme ibnî Ab-durrahman'a varan sahih bir isnadla rivayet ediyor :

«Ashâb-ı Kiramdan bir takim kimseler toplandılar ve cuma gününün (icabet) saatim müzakere ettiler. Sonra dağıldılar. «Amma bu saatin cuma gününün son saati ol­duğunda ihtilâf etmediler.»

îmâm-ı Şafiî (150—204)'nin de nass'an böyle dediği rivayet olu­nuyor. Lâkin mes'ele müşküldür. Çünkü bu, sahihte olmayanı sa­hihteki üzerine tercihtir. Halbuki hadîs vesâir ilimlerden bilinen kaide­ye göre Buharı ile Müslim'deki, yahut bunlardan birindeki hadîs, başkalarının rivayet ettiği hadîse tercih olunur. Bunun cevabı şu­dur : «Evet. Amma Sahîheyn hadîsini, hadîs hafızlan tenkid etme­mişlerse öyledir. Tenkid etmişlerse başkalarının rivayet ettiği hadîs tercih edilebilir. Müslim'in rivayet ettiği Ebu Musa hadîsi hem inkı­ta', hem de ızdırab ile illetlendirilmiştir.. Yani bu hadîs, münkatı'dır. Çünkü onu Mahremetü'bnü-Bükeyr rivayet etmiştir. Bu zat hadîsi ba­basından işitmediğini açıklamıştır. Binaenaleyh Müslim'in şartı üzerine rivayet edilme:,riştir. Sonra bu hadis, muztaribdir. Zira Kûfeliler onu Ebu Bürde'den merfu' olmayarak tahric etmişlerdir. Ebu Bürde Kûfeli-dir. Hemşehrileri onun hadîsini Bükeyr'den daha iyi bilirler. Bu hadîs, merfu' olsaydı, onu Ebü Bürde'ye mevkuf saymazlardı. Bundan dolayı­dır ki, Dâre Kutnî (306—385) mevkuf olduğunun doğruluğuna cezmet-miştir. îbni Kayyım (691—751) Ebu Mûsâ hadîsiyle İbni Selâm hadî­sinin arasını bulmuş ve saat iki vakitten birine münhasırdır demiştir. Ondan evvel bu işi, tmâvı-ı Ahmed ibni Hanbrl de yapmıştı.

Musannif merhum yukarıda İşaret ettiğimiz veçhile cumanın esj ref saati hakkında kırktan fazla kavi olduğunu söylemiştir. Hattdbt Ebu Si'ileymani'l-Büsîî (—388) evvelâ iki kavli üzerine ihtilâf edil­diğini yazıyor. Birinci kavle göre, bu saat kaldırılmıştır. Bu kavle ashâb-ı kiramdan da taraftar olanlar \ardır. îkinci kavle göre bakîdir. Fakat tâyini babında ihtilâf vardıı. Hnttâh'ı buradaki ihtilâfları say­mış, fakat musannifin bulduğu sdode çık aramamıştır. Musannif bu­rada iki kavi söylemekle iktifa etmiştir. Anlaşılan bunlar ona göre delil olmak hususunda diğerlerine "müreccahtır. Hadîs-i şerifte cuma­nın faziletini beyan da vardır. Çünkü böyle icabet saati sair gün­lerde yoktur.[222]

 

491/370- «Câbİr ntılr-mîU/lni aıh'den rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Sünnei her kirk ve; ,-iaha îazla kişiye cuma lâzım idiğîne hüküm cde-gelmişîîr.».[223]

 

Bu hîtdîsi, Dân Kuîrn zayıf bir isnadhı mâycl rlmisijr.

Zayıf olması Abduhr.iz iLhi Abdıırrahman Hvâ\vi ollJs;i içindir. Abdüîaziz hakkr.ıda hnûm-ı Alımcd : ..Bunun Çünkü \n]:n\ yahut uydurmadır'aıv>. iloinigtir.

(21: — H03) : «Sika değildir.» diyor. dem:;,. ibn «.Bunumu ihticac ekiz değildir.;- nniloâlâsında buhmmılnr. Hıı IjAIı-ji* bir takım tv. daha vardır. Fakat hiç binilin a^Iı yoktur. Ahthd link : : A'\c\ babında hiçbir hadis sabit.

Ulama e,tına namazının on az kaç kisi\lf kılıniihikHVffiud,i ftmişirnîit'. ömrr ibıii Abdühniz ile lnıtr,n-ı Şafiî ve h»unn-  cıınıa namazı on az kırk kişi :!c kılınır, Inı/nnın hu ki .hU <l\-iıi: ıiİMpnimnması hususunda .Şafiiİercı1 İki pftH Hanlfc (80—150) ile Ulemâdan bir cemaate göre en az imamla bir­likte üç kişiyle cuma kılınır. Bu adet tamam olmazsa cuma kılınamaz.

Delilleri;  «Allah'ın zikrine Şitâb edin.» (koşun) âyet-i kerîmesidir. Zîra hitâb, cuma ezanı okunduktan sonra cemaatadır. Cu­manın on azı ise üçtür. Binaenaleyh ezan okunduktan sonra cemâatin cımuıvîi sa'y etmesinin farz olduğuna delâlet eder. Ezanı okumak için de mutlaka bir müezzin lâzımdır. Bu suretle imamdan maada üç kişi olmaları îcâb eder. Bu sayıdan fazla olmasını şart kılacak bir delîl de yoktur, Eâzılar: «Bir şeyin bir ibâdette şart olması için bir delîl olmak iktizâ eder. Burada adedi tâyin edecek bir delîl yoktur. Binaenaleyh Tulan maada iki kişiyle de cuma kılınabilîr. Zîrâ, cemâat babında cem'in en azı ikidir. Bu hususta  «iki kişi cemâattir» hadîsi vardır, derler. Imâmeyn bu kavli tercih etmişler­dir, tmâm-ı Mâlîk'e göre imamdan maada en az oniki kişinin cemâat olması şarttır. Bâzıları aded hakkındaki kavilleri saymış; ondör* de baliğ olmuştur. Şüphesiz ki cuma namazında cemâat ne kadar çok olur­sa, şiâr-ı dînî o kadar yerini bulur. Kâfir ve münafıklar gayzından çat­larken, mü'min ve musaddıklar da sevinerek nefes alırlar. «Bülûgü'l-Merâm» sarihlerinden Nûru'l-Hasan Sıddik Han burada bir hayli ileri giderek «cuma namazının hükmü her hususta sair namazların hükmü gibidir. Onlardan ayrıldığı yer yalnız hutbedir.» dedikten sonra şunları söylemektedir : «Bu namaz hakkında fukâhânın zikr­ettikleri şartların hepsi, üzerine asla delîl bulunmayan şeylerdir.» Biz bu cür'etkâr beyâna karşı sâdece cumanın bütün şartlarının de­lili olduğunu hatırlatır; tafsilâtını öğrenmek istiyenlere fıkıh kitap­larına müracaat buyurmalarını tavsiye ederiz.[224]

 

492/371- «Selemetü'bnü-Cündeb radtyallahü anh'den rivayet edil­miştir ki. Peygamber Sallalîahü aleyhi ve sellem, her cuma müminîn ve mü'mlnat için İstiğfar edermiş.»[225]

 

Bu hadîsi, Bezzâr gevşek bir isnadla rivayet etmiştir.

Bezzâr : «Bu hadîsi Peygamber (S.A.V.)'den ancak bu isnadla bi-hyoruz.» diyor. Bezzâr'm isnadında ise Yusuf b. Hâlid Busu vardır kif zayıftır. Bu hadîsi Taberânî (260—360) de*El-Kebîr» de rivayet etmiştir. Yalnız onda     Müslim'in ve mif imâ fa da» ziyâdesi vardır.

Hadîs-i şerif, bu istiğfarın Hatibe de meşru olduğuna delâlet eder. Çünkü hutbe dua yeridir. Bundan dolayı bâzıları: hatibin kendisi için ve mü'minîn ve mü'minât için duâ etmesi vacibtir; demişlerdir. Bunlar herhalde Hz. Peygamber (S.A.V.)'in bu istiğfara devam buyurduğu ka-nâatındadırîar. Diğer ulemâ, duâ etmenin hatibe vâcib değil, mendup olduğunu kaildirler. Zîra vücûp ifâde edecek delîl yoktur.[226]

 

493/372- Câbir ibnî Semura radıyaUahü anhüma'dan rîvâyet edllmîjtir kî. Peygamber SaUallahü aleyhi ve sellem, hutbede KuKândan btr takım âyetler okur, cemaata hatırlatma yaparmış.»[227]

 

Bu hadîsi, Ebu Dâvud rivayet etmiştir. Aslı Müslim'dedir.

Galiba Musannif bununla yukarıda geçen Ümmü Hîşam binfî Harise hadîsini kasdediyor. O hadîste   Ümmü Hişam (R. AnhÜma) : «Ben, «ancak  Resûlüllah  (S.A.V.)'İn dilinden aldım. Onu her cuma cemaata hutbe îrad ettiği   zaman    minberde    okurdu.» demişti.

Taberânî, dahi «El-Evsât» da Hz. AH (R. A 'dan u hadîsi riva­yet ediyor :

«Şüphesiz    Resûlüllah    SallaUahü aleyhi ve seUem, minberde  sûrelerini okurud» Yalnız bu hadîsin râvileri arasında meçhul bir zât vardır. Geri kalan râvileri mevsuktur. Taberânî yine aynı eserinde Hz. CâblKden şu hadîsi tahric etmiştir:

«Mes'ele şudur ki, Resûlüllah   SallaUahü aleyhi ve seUem, hutbe îrad etti de, hutbesinde zümer sûresinin sonu­nu okudu ve minber iki defa hareket etti.»

Bu hadîsin râvîleri arasında iki tane zayıf vardır.[228]

 

494/373- «Târik b. Şİhâb[229] radıyaUahv anh'den rîvâyet edilmiştir kî, ResûlüSlah SaUallahü aleyhi ve seîlem:

Cuma, her müslümana cemaatla vacip olan bir hak­tır. Yalnız dört kişi müstesna. Köle, kadın, çocuk ve has­ta, buyurmuştur.»[230]

 

Bu hadîsi Ebu Dâvud rivayet etmiş; Târik, Peygamber (S.A.V.)'den işitmemiştir demiştir. Hadîsi Hâkim dahi adı geçen Tarık'ın rivâyetiyle Ebu Musa'dan tahric etmiştir.

Bu hadis, «Sünen-iEbî Dâvud'»  «Memlûk köle, yahut kadın; veya çocuk yahut hasta» lâfızlanyladır. Musannif dahi «Et-Telhis% de bu şe­kilde rivayet etmiştir. Ebu Dâvud diyor ki : «Târik (1) Peygamber (S.A.V.)'i görmüştür. Kendisi Peygamber (S.A.V.)'in ashâbındandır. Amma ondan hiçbir şey işitmemiştir.» Musannif merhum hadîsin Hâkim tarafından tahric edilen Ebu Musa rivayetini burada zikrederek bu suretle onun mevsul olduğunu anlatmak istemiştir.  Eu Ma Temîm Dârİ'den, İbni Ömer'den :

Târik İbni Şihab (radıyallahü mıh) ve İbni Zübeyr'in koîes-ndca de rivayetler vardır. Fakat Temim hadîsinde arka arkaya üür" Kine zayıf râvî olduğunu   ibni Kattan (—628)  söylemiştir.İbnİ Omer (R.A.) hadîsini Taberânî (260—360) «Eh EvsâU da da «Misafire cuma yoktun- cehlimi etmiştir. Yine aynı eserde   Ebu Hüreyre (K. A.J'rian msrfû    l.rrak su hadîs rivayet edilmiştir.

«Beş kimseye cuma namazı yoktur* ksdîna; rvcooi köleye, çocuğa ve sahrada yaşıyana».[231]

 

495/374- «İbni Ömer'den rivayet edilmiştir. Dern Reuiül!ah Satlaîlahü aleyhi ve seJlem :

Misafire cuma yoktur; buyurdu.»[232]

 

Bu hadîsi zayıf bir isnadla Taberânî rivayet etr-vsür. Musannif merhum «Et-Telhîs» de ne zayıflayan, no de zayıf­lığının vechini bildirmiştir.

Bu cihet böylece bilindikten sonra, şunu da arzetruck i^f.eriz ki, buraya kadar görülen hadîslerden altı kimseye cuma namazı farz ol­madığı anlaşılıyor. Şöyleki ;

1— Sabiye : Bilittifak cuma namazı farz değildir.

2— Köleye  : Kezâlik bilittifak cuma namazı farz dYalnız Dâvud-u Zahiriye (202—270) göre farzdır. Çünkü «Ey[233] mü'minler, cuma gününde namaz İçin ezan okundukta Allah'ın zikrine sitâb edin.» Ayet-i kerîmesinin umûmuıuia ona göre köle de dâ­hildir. Zira usûl-ü fıkıh ilminde kölelerin Allah'™, emirlerine muhatap olduğu takarrür etmiştir. Dâvııd-u Zâhirî'ye cevaben denilir ki : «Bu âyetin umûmunu hadîsler tahsis etmiştir. Vâkıâ bunlar hakkın­da söz edilmiştir. Fakat biribirlerini takviye ederler.»

3— Kadına bilittifak cuma namazı farz değildir. Yalnız îmûm-ı Şafiî (150—204)  ihtiyar kadınlara cuma namazı kılmayı kocalarının izniyle müstehâb   görmüştür. «El - Bahr->> nammdaki kitabın îmâm-ı Şafii'den rivayetine bakılırsa, ihtiyar kadınlara cuma nama­zı kılmak vaciptir.  Fakat Şafiî kitaplarının beyanatı bunun hilâfi-nadır.

4— Cuma namazına gitmek zarar verecek derecede hasta olanlara cuma namazı farz değildir.

5— Yolculara cuma namazı farz değildir. Bu hususta izahat fıkıh kitaplarındadır. Yolculardan bayram namazı da sakıttır.   Bunun içindir ki Resûlüllah (S.A.V.)'in veda haccında bayram kıldığı rivayet edilme­miştir,    îbni   Hazm (384—458 vehme   kapılarak  Hz. Peygamber (S.A.V.)'in veda haccında bayram namazı    kıldığını iddia etmişse de ulemâ kendisini tahtıe etmişlerdir, (hatalı görmüşlerdir).

6— Kırda yaşıyan göçebelere cuma namazı farz değildir. Bunlara eski tabiriyle bâdiyc-nişînlcr derler ki, çadırlarda yaşıyanlardır. Köylerle kasabalar bâdiye hükmünde değillerdir. Fakat «El-Umde» adlı eserin şerhinde köylülerle, bâdiyc-ni-şînlerin bîr hükümde oldu­ğu yazılıdır.[234]

 

496/375- «Abdullah ibni Mes'ud radıyallahü anh'den rivayet edilmiş tir. Demiştir kî: Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve seUem, minber üzerine yerleştiği zaman, biz yüzlerimizi ona dönerdik.»[235]

 

Bu hadîsi, Tirmizî zayıf bir isnadla rivayet etmiştir.

Çünkü râvîleri arasında Muharrvmed b. Fadl ibni A'tiyye vardır. Bu zât, zayıftır. Aynı hadîsi bu zâtın rivayet etmiş olması sebebîle Dârs Kutnî (306—385), İbni Adiyy (279—365) ve başkaları da zayıf bulmuşlardır. Musannif bu hadîsin şahidi olduğunu söylüyorsa da «Et-Telhîs-» adlı eserinde şâhid zikrettiği görülememiştir,

Hadîs-i şerîf, cemâatin yüzlerini hatibe karşı dönmelerine delâlet etmektedir. Şâfiîler'den Ebu't-Tayyib bunun vâcib olduğuna kat'iyet-le kail olmuştur.[236]

 

498/376- «Hakem ibni Ham[237] radıyallahü anh'den rivayet edil­miştir. Demiştir ki: Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve seUem, ile birlikte cumada bulunduk. Bir sopaya, yahut, yay'a dayanarak ayağa kalktı­lar.»[238]

 

Bu hadîsi, Ebu Dâvud rivayet etmiştir.

Hadîsin tamamı, «Sünen-i Ebî Dâvud» da şöyledir :

«Derken Allah'a hafif, güzel, mübarek birkaç kelime İle hamdüsenâ et­ti, sonra :

Ey cemâat, şüphesiz siz emir olunduğunuz şeye asla takat getiremiyeceksiniz. Yahut asla yapamıyacaksmız.

Lâkin doğrultunuz ve kolaylaşırınız. Bir rivayette «ve müjdeleyin buyrulmuştur.»

Bu hadîsin isnadı hasendir. İbni Seken (294—353) hadîsi sa-hîhlemiştir. Hadîsin Ebu Dâvud (202—275)'un «Sünen» inde bir şahidi vardır.

Bera'in rivayet ettiği bu şâhidde «Resûlüllah (S.A.V.) hutbe okuduğu zaman, bastonuna dayanıyordu» denilmektedir.

Hadîs-i şerif, hatibin hutbe esnasında kılıç gibi bir şeye dayanması­nın mendûb olduğuna delâlet ediyor. Bunun hikmeti:

Kalbi rabt zapta almak, ellerini lüzumsuz şeylerle meşgul ok maktan korumaktır. Şayet dayanacak bir şey bulamazsa ellerini yana salar. Yahut sağ eli sol elin üzerine veyahut minberin kenarına koyar. Sözü te'sir etmeyince, cemâatin dikkatini çekmek için kıhçla minbe­re vurmak mekruhtur. Zîra bicTât'tır. ibniV-Kayyım. iZâdü'l-Meâd» adlı eserinde; «Peygamber (S.A.V.) minber yaptıktan sonra, ona kılıç ve yay gibi bir şeyle çıktığı hıfzedilmemiştir. Bu sünnet olsa, terk etmezdi. Nitekim minber yapmazdan evvel de kılıçla çıktığı bilinmiyor. Yalnız sopa veya yay'a dayanırdı.» diyor.[239]

 

«Korku Namazı Bâb’ı»

 

499/377- Salih b. Kavvât[240] mdıyallahü anh'den, Peygamber Süllallnhiî aleyhi Vb rrllcm ile beraber Zâtı'r-Rİkâ' (gazası), günü kor­ku namazını kılan bîr zâttan (şöyle duyduğu) rivayet edilmiştir: Pey-gambcr Hailollahn aleyhi ve scllem'in ashabından bîr taife onunla saf olmuş; bir taife de düşmanın karşısında kalmış. Peygamber Sallallahii aleyhi ve sellem, beraberindekilerle bir rek'ât kılmış; sonra ayakta sabit kalmış; o taife kendi kendilerine namaslanni tamamlamışlar. Bun­dan sonra çekilip gitmişler. Ve düşmanın karşisında sâf olmuşlar. Öbür taife gelmiş, Resûlüllah SaîlaUahih aleyhi ve sellem, onlara . kalan rek'âtı kıldırmış; sonra oturarak sabit kalmış ;onlar da kendi kendile­rine namazlarını tamamlamışlar. Sonra onlarla selâm vermiştir.»[241]

 

Hadîs, Müttefekun Aleyh'dir. Bu lâfız Müslim'indir. İbnî Mende'nin «El-Mârife» sinde Sâüh b. Havvât'dan, o da babasından denilmiştir.

Müslim (204—261), «Sahih» inde Salih b. Havvât ıbni Cübeyr'den, o da Sehl ibni Ebî Hasme'den demiştir Şu halde hadîsin bir rivayetin­de râvînin ismini açıklamış; bir rivayetinde burada olduğu gibi. mübhem bırakmıştır. «Zatı-r-Rikâ'»; Nccid'de Gatafân taraflarında bir yerin is­midir. Rikâ, : Rük'a'nın cem'idir. Rük'a : Bez parçası, yama manası­nadır. Zah'r-Rikâ'; yamalılar demektir. O yerde harp edenlere bu is­min verilmesi, ayakları delinerek bez parçaları sardıkları içindir. Nite­kim «Sahîh-i Buharla de Ebu Musa (R. A./dan böylece rivayet edii-miştir. Bu vak'a hicretin 4. yjlında olmuştur. Siyer âlimlerinden İbni îshak ve başkalarının zikrettiği vak'a da budur. İbni Kayyım (691 —751) : «Bu mes'ele cidden müşküldür. Çünkü sahîh rivayete göre müşrikler Resûlüllah SaMallahü aleyhi vesettemi, Hendek harbinin ol­duğu gün öğle, ikindi, akşam ve yatsıdan men etmişler de, bunları top­tan kılmışt]. Bu vak'a korku namazı nazil olmazdan Önce idi. Halbuki Hendek gazası Zatı'r-Rikâ*dan sonra beşinci yılda yapılmıştır. Zahir oian Resûlüllah (S.A.V.)'in kıldığı ilk korku namazı f/s/â»'dadir. Us-fân vak'âsının Hendek'ten sonra olduğunda ise ulemâ arasında hilaf yok­tur. Peygamber (S.A.V.)'in Zatı'r-Rikâ'da dahi korku namazı kıldığı sahihtir. Binaenaleyh bu harbin Hendek ve Usfân'dan sonra, olduğu anlaşılıyor. Bizce hakikaten ehl-i siyerin vehmi anlaşıldı.» diyor. Kor­ku namazı Hendek gazasından evvel meşru olmuştur diyenler: Bu na­maz, hazarda, yani evinde otururken kılınmaz; bundan dolayı Hendek gününde Hz. Peygamber (S.A.V.) onu kılmamıştır; derler.

Korku namazı hadîs-i şerifte gösterildiği şekilde kılınır. Ashâb-ı kiramdan birçokları ile sair ulemânın mezhebi de budur. Yalnız İmâm-) Şafiî (150—204) düşmanın kıble tarafında bulunmamasını şart koşmuştur.

Eğer namaz üç rek'âth ise imam ilk oturuşta bekler. Taife üçün­cü rek'âtı tamamlar. Korku namazı hazarda dahi kılınır diyen Hanefîlarh- şâir bazı fukâhaya     göre her taife imamla ikişer rek'ât kılar. Kur'an-i Kcrîm'in zahiri de bu hadîsin delâlet ettiğine uygundur. Zira:

«»[242] «Namaz kılmamı; olan diğer tâîfo gelsinler ve seninle kılsınlar» buyrulmaktadır. Namazın bu şekli mûtada en uygun olanıdır. Çünkü namaza münâfî ameller en az bu şekilde; imama uymakda en muvafık bu şekilde tecellî etmek­tedir.[243]

 

500/378- «Ibni Ömer radıyallahh anhün.a'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki : Resûlüllah Sctllallcıhü aleyhi ve sellem İle birlikte Necd taraflarında gaza ettim. Düşmanla karşılaştık ve hemen onlara karşı saf olduk. Bunun üzerine Resûlüllah SallaUahü aleyhi ve sellem kalk-iı ve bize namaz kıldırdı. Artık bir tâits onunla (namaza) durdu. Bir fâîfe de düşmanı önledi. Resûliiflah SallaHahü aleyhi ve sellem berabe­rindekilerle bir rüku Îİe İki secdo yaptı. Sonra onlar namaz kılmayan Hîfüfîİn yerine çekildiler. Bu sefer Ötekiler geldiler. Onlarla da bir rükû h:î secde yaptı. Sonra selâm verdi Bunu müteakip (cemaattan) her bîri kalkarak kendi kendine bîr rükv ve iki secde yaptı.»[244]

 

Bu hadis. IVIüîtefekun Aleyh'dir. Bu lâfız Buhârî'nindir.

Buharının «Meuazk simi-   İhı namazın ikindi namazı olduğu beyân edilmiştir. Yine Buhâri'mw rivayetinde    yerine denilmiştir. şeklincio muzâri sigâsıyla rivayeti dahi vardır.

Musannif merhum: «İbnî Ömer'den bu bâbdaki rivayet yolları de­ğişmemiştir.» diyor. Cemâatin namazlarını hep birden veyahut nöbet-leşerek kılmış olmaları ihtimal dahilindedir." Hattâ nöbetleşerek kılma­ları mânâ nbkta-i nazarından daha tercih olunur. Aksi takdirde bekle­nen muhafızlığın zayi olması lâzım gelir. Ebu Davud'un rivayet et­tiği İbnİ Mes'ud hadîsi de bu ihtimali tercihe yardım eder. Ibni Mes'ud hadisinde şöyle deniliyor :

«Sonra Peygamber BallallaUU aleyhi ve sellem selâm verdi. Bu­nun üzerine berikiler yani ikinci tane kalktılar ve kendi kendilerine bir rek'ât kıldılar. Sonra selâm verdiler ve gittiler. Ötekiler de yerlerine döndüler ve kendi kendilerine bir rek7ât kıldılar; sonra selâm verdiler.»

Taife: Aza da, çoğa da ıtlak olunur. Hattâ bir kişiye de taife dene­bilir. Meselâ : Üç kişi olsalar. İkisi cemâat teşkil ederek namaz kılar; birisi düşmanı bekler. Korku namazımı en az miktarı budur. Ha­dîsin zahirine bakılırsa ikinci tâiîe namazın iki rck'âtım arka arka­ya kılmış; birinci tâife ondan, sonra gelmiştir, Korku namazının her devirde kılınacağına İmâm-ı Âzam Ebu Hanıfe (80—150) ile, Hane-fiyve'den İmâm-ı Muhammeâ (135—189) zâbib olmuşlardır. îmam-ı Ebu Yusuf (113—182) bu namazın yalnız Resûlüllah (S.A.V.) devrinde meşru olduğuna, ondan sonra caiz olmadığına kanidir. Çünkü ona göre bu namaz, Peygamber (S.A.V.)'in arkasında cemâat olmanın sevabına binâen meşru olmuştu. RssûlÜHah'm vefatından sonra ise bu sevap yok­tur,

Kemal îbni Hümam (788—861) diyor ki : «Korku namazını bu şekilde kılmak, cemâat imamın arkasında kılmak İçin münazaa ve münakaşa ettikleri takdirdedir. Münakaşa etmezlerse efdâl olan: İmam bir taifeye namazın tamamını kıldırır; Öteki taifeye de baş­kası imam olur.»

Korku namazının çeşitli suretleri vardır. Bunlar hilâîîyyat kitap­larında zikredilmiştir. «El-Mücteba-» nam fıkıh kitabımızda : «Bun­ların hepsi caizdir. İhtilâf yalnız evlâ olan hakkındadır» denilmektedir.[245]

 

501/379- «Câbir radtyalfahv anh'den rivayet edilmiştir.Demiştir ki: Resulü!lah SaUallahii aleyhi ve sellcm ile beraber korku namazın­da bulundum. İki saf olduk. Bir saf ResûliHlah   SaüaUahü aleyhi ve seîlcm'in arkasında, düşman da bizimle kıblenin arasında  İdî.  Derken Peygamber Salîallahü aleyhi ve sellem tekbîr aldı. Biz de toptan tek­bir aldık. Sonra rükû etti. Biz de toptan rükû ettik. Sonra başınr rükûdan kaldırdı. Biz de toptan kaldırdık. Sonra arkasındaki saf îîe birlikte sec­deye İndi.  Gerikî saf düşmanın karşısmda durdu.  Secdeyi edâ edince, arkasındaki saf kalktı.» ve hadîsi zikretti.

Bir rivayette ise: «Sonra secde etti. Onunla birlikte ilk saf da secde etti. Kalktıkları vakît ikinci saf secde ettî. Sonra ilk saf geriledi, ve ikîn-ci saf ilerledi» demiş ve yukarıdaki hadîsin mislini zikretmiştir. Hadîsin sonlarında : «Sonra Peygamber (S.A.V.) selâm verdî. Biz de toptan se­lâm verdik» demiştir.[246]

 

Bu hadîsi, Müslim rivayet etmiştir.

Ebu Dmmdda Ebu Ayyaş ZürakVdcn (rivâyeten) bu Câbir ri­vayetinin misli vardır. Ebu Dâvucl bu namazın usfan'da[247] kılın­dığını ziyâde etmiştir.

Arrsârnin-Câbir radıyalîahü anh'den başka bir vecihle rivayetine göre; Peygamber ('S.A.V.} ashabından bir taifeye iki rck'ât namaz kıl­dırmış; sonra selâm vermiş; sonra diğerlerine de iki rek'ât ksldırmış; sonra selâm vermiştir.

Bunun bir mislini de Ebu Dâvud, Ebu Bekre'den rivayet etmiştir.

Yukarıki hadisin tamamı şöyledir:

«Gerİki saf secdeye İndî. Ve kalktılar. Sonra gerîkî saf ilerledi ve îlerîki saf geriledi. Sonra Peygamber Sailallahü aleyhi ve scJJcm rükû etti. Biz de toptan rükû ettik. Sonra başını rükûdan kaldırdı. Biz de top­tan kaldırdık. Sonra secdeye indi. Arkasındaki ilk rek'âtta geride kalan saf da secdeye indi. Geriki saf düşmanın karşısına dikildi. Peygam­ber (S.A.V.) arkasındaki sâf île beraber secdeyi edâ edince geriki sâf secdeye indi ve secdeyi yaptılar. Sonra Peygamber (S.A.V.) selâm ver­di. Biz de toptan selâm verdik. Câbir : Şu sizîn muhafızların kuman­danlarına yaptıkları gibi; demiştir.»

(Bir rivayette) dediğim yine Müslim (204—261) Hz. Câbir'den rivayet etmiştir. Bu rivayette harbcttikleri kavim tayin edilmektedir. Lâfzı şudur :

«Resûlüllah SaîlaUahü aleyhi ve sellem'ın maiyyetînde Cüheyne kabilesinden bir takım adam­larla gaza ettik. Bizimle şiddetli çarpıştılar. Öğleyi kıldığımız zaman müşrikler {kendi aralarında) şunlann üzerine adamakıllı bir hücum et­sek, kendilerini muhakkak bozardık; demişler. Bunu hemen Cibril Re-sûlüilah (S.A.V.)'e haber vermiş; Resûlüllah (S.A.V.) de bize anlattı. Buyurdular ki : Küffar şüphesiz mes'ele şu, müslümanlara namaz vakti gelecek kî o namaz kendilerine harpten daha makbuldür dediler. İkindi gelince ilâh....»

Hadis-i şerif, düşman kıble tarafında olduğu zaman, hükmünün kısmen derişeceğine delâlet ediyor. Çünkü bu takdirde bütün asker namaza niyetlenmekle beraber, yino düşmandan korunmak mümkün­dür. Şöyle ki : Korunmak sadece secde zamanı icap eder. O halde kı-yamd;;, rükûda toptan imama tâbi olurlar. Secdeye gelince, geriki saf, imama tâbi olmayı bırakarak düşmana karşı dururlar. İlk saf secdeden kalktıktan sonra, onlar da secdeyi1 varırlar. Fakat yer değiştirirler. Yânı geriki saf ön safın yerini alır. ön saf geriye çekilir. Bu suretle son secdelerde imama tâbi olurlar. Ve her iki sâf ikişer secdeyi imamla birlikte yapmış olur. Bu hadîs, düşmandan korunmanın yalnız secde ha­linde lâzım geldiğine delâlet ediyor. Rükû ve kıyam halinde lâzım de­ğildir. Çünkü o hallerde düşmanın vaziyetini takip mümkündür. Şu ka­dar var ki, bu şekil, korku namazını bildiren âyet-i kerîme ile, Sâfih b. havvât (R.A.)'m rivayet ettiği ilk hadîse ve keza Ibni Ömer (R. A.) hadîsine uymamaktadır. Buna da  Ahvale göre namazın şekil­leri de değişir diye cevap verenler olmuştur.

Müslim (204—261) ile Nesâl (215—303)'nin her ikisi de hadîsi Hz. Câbir'den rivayet etmekle beraber, ayrı ayrı tarîklerden almışlardır. NesâV nın rivayetine göre Hz. Peygamber (S.A.V.) taifenin birine farz; diğerine nafile kıldırmış oluyor. Hasan-ı Basrî (21—110) hazretle­rinin mezhebi de budur. Tahâvî (238—321) bunun mensuh olduğunu iddia etmiştir. Çünkü ona ve bütün Hanefîyye imamlarına göre farz kılan bir kimse nafile kıldıran imama uyamaz.

Ebu Dâvud : «Akşam namazında da böyle    yapılır. İmam altı rek'ât kılar, cemâat üçer üçer kılarlar.» diyor.[248]

 

505/380- «Huzeyfe radıyallahü anfc'den rivayet edilmiştir ki: Pey­gamber Sallalîahü aleyhi ve sellem, korku namazını ötekilere bir rek'ât, berikilere bir rek'ât olarak kıldırmış; kaza da etmemişlerdir.»[249]

 

Bu hadîsi. İmâm-ı Ahmed, Ebu Dâvud ve Nesâî rivayet etmiş, Ibni Hibbân onu sahihi emiştir. Bir misli de  :

İbnî Abbas radıyallahü anhüma'dan (rivâyeten) İbnİ Huzeymede-de'dir.

Bu şekildeki namazı Taberistan'da Hz. Huzeyfe kıldırmıştır. Ordu kumandam Said İbni Âs idi. Askere hitaben: «Korku namazını Resûlül­lah (S.A.V.) iie hanginiz kıldınız?» diye sordu: Hz. Huzeyfe (R.A.) : «Ben» dedi. Ve onlara bu namazı kıldırdı. Ebu Dâvud (202—275); İbni Ömer ve Zeyd ibni Sabit (R. A./dan şu hadîsi tahric etmiştir ;

«Zeyd demiştir ki : Böylece cemaata birer rek'ât. Pey­gamber Sallalîahü aleyhi ve sellem'e iki rek'ât olmuştu.»

Ebu Dâvud, İbni Abbas (R.A.)ıdan şu hadîsi tahric etmiştir:

«Ibni Abbas: Allah Teâiâ namazı Peygamberimiz Sallalîahü aleyhi ve sellem"\n dilinden hazarda dört, seferde iki, korku zamanında bir rek'ât olarak farz kıldı» demiştir. Tâbiîn-İ Kîram'dan Atâ (35—115) Tavus (106—) ve Ha-san-i Basrî (21—110)hazeratımn mezhebi de budur. Bu zevata göre şiddet zamanında bir rek'ât namaz kılınır; o da îmâ ile olur. Hattâ Ishak (168—238) «Kılıç kılıca geldiğin vakit sana bir rek'ât yeter. Onu da îmâ ile kılarsın. Eğer îmâ ile kılamazsan, bir secde yapar­sın; onu da yapamazsan bir tekbîr getirirsin. Çünkü tekbîr zikrul-lâhtır.» dermiş.[250]

 

507/381- «İbnİ Ömer radıyallahû anhüma'öan rivayet edilmiştir. Demiştir ki:  Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve selîem :

— Korku namazı ne suretle oiursa olsun, bir rek'âttır» buyurdular.[251]

 

Ba hadisi, Bszzar zayıf bir isnadla rivayet etmiştir.

İmâm-ı 2\csâî (215—303) Peygamber Saîîalîahü aleyhi ve sel-lem'in bu namazı bu şekilde zükared denilen yerde kıldığını tahric et­miştir. Musannif bu hadîsi İbni Hibban (—354) ve başkalarının sa-hîhîediğini söylemektedir. İmâm-ı ŞâfÛ (150—204) ise : «Sabit ola­mıyor» demiştir.

Bu hadis, korku namazının imama da. cemaata da bir rek'ât ol­duğunu gösteriyor. Ashâb-ı Kîram'dan Ebu Muse'l-Eş'ârî ve Ebu Hü-reyre hazerâlı ile Tâbîînd n Süfydn-ı Scvrî (97-—161) ve ulemâdan bir cemâat buna kail olmuşlardır.

Musannif bu kitapta korku namazı için beş şekil zikretmiştir. «.Sünen-i Ebî Dâvud-» da sekiz şekil zikrolunmuştur. Bunlardan beşi musannifin zikrettikleridir. Musannif merhum «FetkiVl-Bârî» de : «Korku namazı hakkında birçok şekiller rivayet edilmiştir. İbni Abdi'l-Bprr bunlardan İbni Ömer hadîsini'tercih etmiştir. Çünkü isnadı kuvvetli ve cemâatin narr.n?ı imamdan evvel tamam olamıyacağı bâ-bındaki usûle muvafıktır.» diyor.

İbni Hazm (384—456) : «Bu şekillerden ]4'ü sahihtir» demiş­tir. İbnü'l-Arabi (468—543) : Bu hususta birçok rivayetler vardır, Esah olanları onalîıi çeşitli rivayettir.» demektedir. Nevevl (631— 676) de Müslim şerhinde buna benzer bir şey söylemiş. Fakat açık­lamada bulunmamıştır. Maamâfih bunları Hafız Ebu'l-Fadl, Tirmizî şerhinde beyân etmiş; sahîh olan şekillere bir şekil daha katarak korku namazı şekillerini onyediye çıkarmıştır. Maamâfih bu şekil­ler tedahül edebilir. Yani biribirinin içine girebilir. Îbnü'l-Kayyim 601-751) E1rHedyü>n-Nebmî» adlı eserinde Peygamber (S.A.V )'in Korku namazını on defa kıldığım söyler, i^l- AraU yirmi dört defa kdd.imı;.flaWabi (-383) iso muhtelif günlerde daha mtıyatl İkü hangisi iÜ ona riâyet ederek muhtelif şekillerde küdıgım fakat Mİma şekilleri muhtelif olsa da mânâ bir olduğunu kaydetmektedır-le ki bunların hepsinin kâfi ve fî olduğunu yukarıda..m-Muc e-îl dan naklen arzetmiştik. <Neylal - Bvtar* sanıb, Şcvlcan,[252] (1172—1250) de aynı kanâattadır.[253]

 

508/383- «Bu da ondan -radıyallehU anlı-'dan merfu' oiarak riva­yet edilmiştir:

«Korku namazında sehv yoktur.»[254]

 

Bu hadîsi, Dârc Kutnî zayıf Vur isnnclla tahric etmiştir.

Aynı zamanda hadis, mevkuftur. Ve u!em;idn hiçbiri hu hadîs'e kail o'mamiştır diyorlar. Bâzılarına göre korku namazının Ur takım şartları vardır. Bu şartların birincisi seferdir. Seferi olmak ıılomâdon bir cemaata göre şarttır.

Delilleri   :   « »[255]    «Yeryüzünde  sefer ettiğiniz zurnan» âyot-i kerinusiylo Hz.  Peygamber (S.A.V.)'in hazarda iken bu namazı kılmamış olmasıdır.Hanefîİerk1 Şâfîilere vesâit' bazı zevata göre yolculuk şart değildir. Bunların delili de ,»[256] «Onların aralarında bulunduğun zamana âyeti kerîmesİdir. Bu âyet, yukarıdaki â.velin üzerine atîediln^lır   Binaenaleyh seferle mukayyed değildir. Sefer şarttır diyenler herhalde aralarında bulunmayı seferle takyîd ederek (kayıtlandırarak) «Onların arasında seferi olarak bulunur­san» mânâsına almaktadırlar.

Mes'ele tefsir kitaplarında uzun uzadıya mevzuubahs edilmiştir.

İkincisi : Vaktin sonunda kılınmaktır. Çünkü bu namaz emniyet ha­linde kılınan namazın bedelidir. Şu halde mübdelün minh'den ümîd ke­silmedikçe kılınamaz. Bu kavle sahip çıkanların kaidesi budur. Bu kavle muhalif olanlar ise vakitleri bildiren, delillerin umûmunda bu namaz da dahil olduğundan şâir namazlar gibi vaktin başında dahi kılınabilir der­ler.

Üçüncüsü : Namazda silâh taşımaktır. Dâvud-u Zahirî (202—270) ye göre bu şarttır. Binaenaleyh silâhsız namaz caiz değildir. Silâh taşı­mak âyette de emir olunduğu için, îmâm-ı Şafiî (150—204) ile Bâzı ze­vata göre vaciptir. Bunların silâh hakkında mâruf tafsilâtı vardır.

Dördüncüsü: Harp ister farz-ı ayın, isterse farz-ı kİfâye olsun haram kılınmış olmamalıdır.

Beşincisi : Namaz kılan düşman tarafından takibe maruz olmalı­dır. Kendisi düşmanı takip ediyorsa, namazı tamam kılar. Yahut düş­manın hücum edeceğinden korkar halde olmalıdır. Bu şartlar füru1 ki­taplarında sayılmış, dökülmüştür. Maamâfih, şartiyetde zahir değil­dirler.

Korku namazının meşru olması, cemaatla namaz kılmanın- ne de­rece büyük bir iş olduğunun en büyük delîllerindendir.[257]

 

«Bayram Namazları»

 

Bayram namazları hicretin birinci veya ikinci yılında meşru ol­muştur. Bu namazların sıfatı İmâm-ı Âzam'a. göre vacip, İmameyn ile Imâm-ı Şafiî ve Mâlik'e göre Sünnef-i Müekkede; lmâm-ı Ahmed bin HanbeVe farz-ı kifâyedir. Tafsilât sırası geldikçe verilecektir.[258]

 

509/383- «Âişe radıyattahü anhâ'den rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem :

Fitre bayramı nâs'ın iftar ettiği gündür. Kurbân bay­ramı da nâs'm kurban kestikleri gündür» buyurdular.[259]

 

Bu hadîsi, Tİrmizî rivayet etmiştir.

Tirmizı yukarıki hadîsi rivayet ettikten sonrE,, «Bu ha sen gassp bir hadîstir» demiştir. Bazı ulemâ bu hadîsi : «Fitre bayramı da erue tutmak da cemaatla ve insanların çoğunluğu ile olacak diye tefsir et­mişlerdir.

Hadîs-i şerîf, fitre bayramının sübûtu için cemaata muvafakat et­menin muteber olduğuna delildir. Yalnız başına Şevval hilâlini gören bayram kılamayacak; namaz, iftar ve kurban hususunda hep cemaata tabi olacaktır. Tirmizî (200—279) bu hadîsin benzerini Ebu Hüreyre-(R. A./dan tahrie etmiş ve «hasendir» demiştir. İbnİ AbEıas (R. A.) hadîsi de bu mânâdadır. Kendisine Küreyb : «Muhakkak Şam'lılar ve Muâviye cuma günü Şam'da hilâli görerek oruç tuttular.» demiş. Küreyb bu sözleri jbni Abbas'a ayın sonunda Medine'ye geldiği zaman söyle--miş. İbnİ Abbas «lâkin biz onu cumartesi gecesi gördük.   Binaenaleyh. otuzu tamamlayıncaya, yahut hilâli görünceye kadar oruç tutmaya de-mav edeceğiz» mukabelesinde bulunmuş. Küreyb : «Muâviye ve nâsın görmesiyle iktifa etmiyurmusun?» deyince «hayır. Resûlüllah (S.A.V.) bize böyle emretti» cevabını vermiştir.

Hadîsin zahirine bakılırsa, Küreyb de hilâli görenlerdendir.. Ve İbnİ Abbas kendisine orucunu tamamlamasını emretmiş; ona göre ya-kînen bayram olduğunu nazar-ı itibâra almamıştır. Hanefîlerİn mezhe­bi de budur. Yani bir kimse bayram hilâlini yalnız başına görürse, ih­tiyaten iftar etmez. Fakat îmânım Âzam'a. göre bunun mânâsı oruc'a niyet eder demek değildir. Yainız yiyip içmez, o kadar. Oruç'a niyet etmez. Çünkü o gün bayram olduğunu yakinen biliyor. Maamâfih bay­ram olduğunu yüzde yüz biliyorsa gizlice yiyip İçer diyenler de olmuş­tur. İftar etmez diyenlere göre, o gün iftar etse, kaza eder. Ramazan hilâlini yalnız basma gören ise. o gün oruç tutar. Çünkü oruçta ihtiyat, tutmaktadır.

Cumhur ulemâya göre : «Eir kimseye yakînen bildiği ile amel et­mek lâzımdır. Onlar bu hadîsi cr-mâata muhalefet hakkında bir şey bilmediği zamana hamletmişierdir. Yani bir kimse yalnız başına hi­lâli gördüğü halde, yine ne yapacağını bilmiyerek cemaatla birlikte ha­reket etmişse, bu ibâdeti sahihtir» derler. İbni Abbas hadîsini dahi te'vil etmişler ve: «İhtimal ki ihtilâf-ı metali denilen şeye, yani ay m Hicaz ve Şam'da ayrı ayrı zamanlarda doğmasına bakarak Şamlıların görmesini nazar-ı itibâra almamıştır. Yahut hâdiseyi haber veren muh­bir bir kişi olduğundan onun sözüyle amel etmemiştir. Zâten Küreyb'e mutlaka sen de oruç tutacaksın diye emir de etmemiştir. Yalnız Medî-nc'lilerin bu haberle amel edemiyeceklerini bildirmiştir.» derler.[260]

 

510/384- «Ebu Umeyr[261] ibni Enes b. Mâlik radıyallahü anhünıa' dan. Sahabeden oian amcaianndan şöyle duyduğu rîvâyeî edilmiştir :

Bir kervan gelmiş ve dün hilâli gördüklerine şahadet etmişler. Bunun üzerine Peygamber Sallalîahü aleyhi ve sellem, İftar etmelerini ve sa­bahladıkları vakit namazgahlarına gitmelerini emir buyurmuşlardır.»[262]

 

Bu hadîsi," Ahmed ile Ebu Dâvud rivayet etmişlerdir. Lâfız Ebu Da­vud'undur. İsnadı sahihtir.

Yukarıdaki hadîsi, Nesâî (215—303) ile İbni Mâce (207—275) tah-ric etmişler, İbni Münzîr (—310), İbni Seken (294—353) ve İbni Hazm (38—56) onu sahîhlemişlerdir. İbni AbdiVi-Berr (368—463)'in: «Ebu Umeyr meçhuldür.» İddiası reddedilmiş ve «hadîsini sahihliyenler onu bilmişlerdir.» denilmiştir.

Hadîs-i şerîf, bayram olduğu, namaz vakti çıktıktan sonra anla­şılırsa, bayram nmzmın ikinci günü kılınabileceğine delildir. Hadîs, namaz vaktine nazaran mutlaktır. Ve günün evvelinden bilinmediği cihetle namazın vakti bakîdir. İmâm-ı Âzam Ebu Hanife (80—150) ile diğer bazı zevatın mezhebi budur. Yalnız İmâm-ı Âzam'a, göre hakikat hâli ancak namaz çıktıktan sonra öğrenmiş olmak şarttır. Bu takdirde sâde ikinci gün bayram namazı cemaatla kaza olunur. Ve dünkü vaktinde kılınır.

Hadîsin zahirine göre bu namaz, edadır. İmâm-ı Mâlik (93-479) bayram namazının asla kaza olunamayacağına kaildir. Şafiî (150—204) den tafsilât rivayet olunur. Yani bayram namazı kazaya kalırsa ne za­man istcnilsc kaza edilebilir. Yalnız zevalden önce kıhmrsa, edâ, ze­valden sonra kıhmrsa kaza olur. Hanbelîlere göre ne zaman istenilirse kaza olunur.

Bu hadî.s-i şerîf, fitre bayramı hakkındadır. Kurban bayramı da buna kıyas olunur.[263]

 

511/385- «Enes radıyallahü anh'den rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah Sallalîahü aleyhi ve sellem, fitre bayramı günü birkaç hur­ma yemeden sabahleyin (namazgaha) çıkmazdı.»[264]

 

Bu hadîsi, Buhâri tahric etmiştir. Muallâk bir rivayette -ki onu îmâm-ı Ahmed vasletmiştir- «O hurmaları tek olarak yerdi.» denilmiş­tir.

Buharı muallâk rivayeti de Enes (R. A.)'den talik etmiştir. Tu-karıki hadîsi Buharı tarihinde tahric ettiği gibi, îbni Hİbban (—354) ile Hâkim (321—405)  de onu   Utbetü'bnü Humeyd'den şu lâfızlarla tahric etmişlerdir:

«Üç veya beş, yahut yedi, veyahut   bundan daha az yahut daha çok tek olarak hurma yemeden (çıkmazdı).»

Hadîs-i şerîf, Hz. Peygamber (S.A.V.)'in buna devam ettiğini gös­teriyor. Mühelleb diyor ki: «Namazdan önce bir şey yemekteki hikmet, bayram namazı kılınıncaya kadar oruç tutmak lâzım zân olunmasın diyedir. Galiba Resulü Ekrem (S.A.V.) bu yolu kapamak istemiştir.» Bâzıları : «Orucun farziyetinden sonra iftarın vücûbu meşru olunca, Allah'ın emrine imtisal için iftarın acele yapılması müstehap görülmüş­tür» derler.

îbni Küdame:[265] «Bu günde namazdan önce acele bir şey yeme­nin müstehap olduğu hususunda hilaf bilmiyoruz.» demiştir.

Musannif «Fethü'l-Bârî» de : «Hurma yemenin müstehap oluşu­nun hikmeti, tatlıda orucun zayıflattığı gözü kuvvetlendirme has­sası olduğundandır. Yahut tatlı îman'a muvafıktır; rü'ya onunla tâbir olunur. Ve kalbi rikkate getirir de onun için hurma yemek müstehaptır. Bundan dolayıdır ki, Tabiînden bâzısı mutlak suret­te tatlı ile iftar etmeyi müstehap görmüştür.» diyor. Mühellib: «Hur­maların tek oluşu Allah'ın birliğine işaret içindir. Peygamber (S.A.V.) bütün işlerinde teberrüken böyle hareket ediyordu.» demiştir.[266]

 

512/386- «İbni Büreyde radıyaUahü anh'den babası radıyallahü anh'm: Resulü!Lah SaUallahü aleyhi ve sellem, fıtra bayramı günü ye­meden çıkmazdı; kurban bayramı günü de namaz kılmadan yemezdi, dediğini işittiği rivayet edilmiştir.»[267]

 

Bu hadîsi, Ahmed ile Tirmîzî rivayet etmişlerdir, ibni Hibban onu sahîhlemiştir.

îmâm-ı Ahmed'İn rivayetinde Müteaki­ben kurbanından yerdi» ziyâdesi vardır. Aynı hadîsi îbni Mâce (207 —275), Dâre Kutnî (306—385), Hâkim (321—405) ve BeyhaH (384—458) dahi rivayet etmişler; îbni Kattan (—628) onu sahîh-

îemiştir. BeyhaTcî'nin rivayetinde:

«Döndüğü vakit kurbanın kara ciğerinden yerdi» ziyâdesi var­dır. Tirmizî : «Bu bâbda Hz. AIİ ve Hz. Enes (R. Anhün)'den rivayet­ler vardır» diyor Tirmizî bu hadîsi İbni Ömer (R. A.)'dan da rivayet etmiş ise de bu rivayette zaaf vardır.

Hadîs-i şerîf, Fıtra bayramında namazdan Önce, Kurban bayramın­da namazdan sonra bir şey yemenin meşru olduğuna delildir. Kurban­da yemeyi namazdan sonraya bırakmanın hikmeti : Kurban kesmeyi meşru kılmak suretiyle Allahü Zülcelâl kullarına kerametini gösterdiği cihetle, o gün namazdan sonra yapılacak en mühim iş Allah'ın nimet­lerine şükür için onun ziyafetinden yemeye başlamak olmuştur.[268]

 

513/387- «Ümmü Aliyye[269] radıyallahü anha'dan rivayet edilmiş­tir. Demiştir ki: Bekâr kszları ve hayızhüan bayramlarda ayrı ve müs-îümanların davetini görmek için (namazgaha) çıkarmak için emir al­dık. Hayızhlar ise namazgahtan uzaklaşır.»[270]

 

Bu hadîsi, Müttefekun aleyh'dir.

Hadîs-i şerîfdc sigâsmm meçhul getirilmesi emir edenin herkesçe malûm olmasındandır. Maâmafih Buhârl'nin bir rivayetinde  «kîze Peygamberimiz emir etti» denilerek fail gösterilmistir. (Hayrı ve müslümanlann davetini görmek) den murâd: Hayız-lı olmayanîarm bayram namazının faziletine iştirak etmesidir. Buharı  nin rivayetinde bu hadîs şu lâfızladır: 

 «Kapah   bekâr   kızları   çıkarmaya    emir   aldık.»   yahut «Bekâr kızlarla kapalıları çıkarmaya emir aldık. Hayızhiarsa, namazgahtan uzak­laşırlar.» Müslim'in lâfzı şöyledir :

 «Peygamber lalîahü aleyhi ve sellem'l kasdederek, bize bekâr kızlarla kapalıları çıkarmamızı emretti.    Hayızlılarin da müslürnanların namazgâhından uzaklaşmalarını emretti.»

Şu halde musannifin zikrettiği hâdis, ikisinin de lâfzına uymamak­tadır. Hadîs-i şerif, bekâr kızların namazgaha çıkarılmalarının lüzu­muna delâlet ediyor. Burada üç kavil vardır :

1— Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Ali (R.anhüm)'e göre, bekâr kızla­rı bayram sabahı namazgaha çıkarmak vaciptir. Bunu Ibrti Mâce ile BeyhâkVrân tahric ettikleri İbni Abbas hadîsi de te'yîd eder. Bu hadîs de :

«Resûlüllatı Sallallahü aleyhi ve scllcm-, bayramlarda kadınlarını ve kızlarını çıkarırdı.» denilmektedir ki, Hz. Peygamberin hu işe devam ettiğini gösterir. Hem gençlerle yaşlılar hakkında sarihtir. Keza göste­rişli olanlarla olmayanlara da âmm ve şâmildir.

2— Ulemâdan bir cemaata göre sünnettir.Çıkarma emri nedip içindir. Nitekim çıkarmayı hayrı görsünler ve müslümanlann da­vetini müşahede etsinler diye ta'lîl etmesi mendup olduğuna delildir. Eğer vacip olsaydı böyle demezdi.    Ve çıkmaları   emre imtisal ve borçlarını ödemek için olurdu. Maâmafih San'ânı'ye göre bu ta'lîl söz götürür. Zîra bazan vacip de, hâîz olduğu faziletle ta'lîl oluna­bilir, hnâm-ı Şdfiî'n'm «El-Ünvm» adlı eserinde gösterişli kadınlarla, ihtiyar nineler arasında fark yapılmış ve Şafiî (150—204) «İhtiyar­larla gösterişsiz kadınların namaza gelmelerini hoş karşılarını. He­le bayramlara gelmelerini pek hoş görürüm.» demiştir.

3— Mensuhtur. Tahavi (238—321): «Bu mes'ele sadr-ı  İslâm'da caizdi.Çünkü kadınların cemâati çok göstermek için mescide çıkma­larına ihtiyaç vardı. Böylelikle düşmanı korkutma imkânı hâsıl olurdu. Sonra nesh edildi» diyor. Fakat San'ânî'yç göre İbni Abbas'ın küçük iken kadınların cemaata çıktığım görmesi bu iddiayı defediyor. Çünkü onun görmesi Mekke'nin fethinden sonra idi. İslâmiyet kuvvet bulduğu için kadınların çıkmasına hacet de kalmamıştı.  Kczâîîk Ümmü Atîyye'nin Peygamber S.A.V.)'in vefatından bir müddet sonra kadınların cemaata çıkmasına fetva vermesi ve sahabeden bu fetvaya hiçbir muhalefet eden bulunmaması dahi bu davayı defetmektedir.   Vakıa   Hz.   Âışe (R. Anha)'nm şöyle bir sözü vardır :

«Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem, kadınların neler ihdas et-Hğinî görse, onları mutlaka mescİdlerden men ederdi.» demiştir.

Fakat «Sübülü's-Selâm» sahibine göre bu söz kadınların cemaata çıkmalarının haram olduğuna delâlet etmediği gibi, çıkma işinin nesh edildiğine de delâlet etmez. Bilâkis kadınların çıkmaktan men edi-lemiyeceğine delâlet eder. Çünkü Peygamber (S.A.V.) onları men et­memiş, aksine çıkmalarını emretmiştir. Onun emrettiğim bizim men etmeye hakkımız yoktur. San'ânî'nin acâip istidlali burada bitti.

Fakat biz San'ânî merhumun ruhunda af dileyerek arzedelim ki; bu fikirde değiliz. Bizden maksadım, Hanefilerle diğer hak mezhep­lere sâlik olanlardır. Evvelâ Şeyh San'ânîye sorarız. Ümmü'l-Mü' minin Hz. Âişe (R. Anha) ashaptan sayılmazmi idi ki, Ümmü Atiyye' nin fetvasına karşı ashaptan bir kimse ses çıkarmadı diyorsun? Bir su­alimiz .daha var : Hz. Âişe validemizin yukarıda zikrettiğimiz sözü için: «Bu söz bilâkis kadınların cemaata çıkmaktan men edilemiyeceğine de­lâlet eder.» diyorsun. Binaenaleyh Hz. Âîşe (R. Anha)'mn bu sözü: bu­yurun kadınlar; büyüğünüz, küçüğünüz, güzeliniz, çirkininiz yollara dü­şün, camilere gelin demek midir? Âişe-i Sıddîka hazretlerinin ölüleri uyandıracak   kudretteki   şu   feryadını   böyle   mi   anlamak   gerekir?

Sen bize akıl fikir ve intibahlar nasip et yâ Rabbi! 

insaf buyrulsun, kadın kadındır. Ona Fahr-i Kâinat (S.A.V.) efendimiz boş yere «Kadınlar akıl ve dîni noksan kimselerdir» dememiştir. Baksanıza, daha Resûliil-lah (S.A.V.) dünyadan gider gitmez bozulmaya yüz tutmuşlardır. Şimdi bir de bundan bin küsur sene sonra San'ânî merhum zamanındaki hallerini ve nihayet bugünkü hâllerini düşünelim! Acaba şu halleriyle yine Peygamber {S.A.V.) kadınları sokaklara dökülmeye, camilere git­meye davet eder miydi dersiniz? Biz sözü daha fazla uzatmadan hakîkî ulemânın bu bâbdaki beyanatına geçeceğiz :

Hanefîlerin uEl-Hidâye» nâmmdaki fıkıh kitabında kadınların ce­maata devamları hakkında aynen şöyle denilmektedir : «Kadınların cemaata gelmesi mekruhtur. Yani genç kadınların gelmesi mekruhtur. Çünkü fitneden korkulur. Yaşlı kadınların, sabah, akşam ve yatsıya çık­masında bir beis yoktur. Bu Ebu Hanîfe'ye göre böyledir. İmâmeyii: <îhtiyar kadınlar bütün namazlara çıkabilirler; zîra fitne yoktur; çün­kü onlara rağbet azdır. Binaenaleyh bayram namazlarında olduğu gibi, burada da çıkmaları mekruh değildir» demişlerdir. Ebu Hanîfe (80— 150)'nin delili şudur: «Fazla şehvet perestlik ihtiyar kadınlara da musallat olmaya sevkeder. Binaenaleyh fitne melhuzdur. Şu kadar var ki fasıkların.sokaklara yayıldığı zaman Öğle ile ikindi ve cuma vaktidir. Sabah ve yatsı zamanları onlar uykudadır. Akşam namazı zamanında ise yemekle meşgul olurlar. Bayram namazı için ova geniştir. Erkek­lerden uzaklaşabilirler. Bundan dolayı çıkmaları mekruh değildir.»

«Hidaye» şerhi «Fethü'l-Kadîr» de şu satırları okuyoruz: «Bil ki. Peygamber (S.A.V.) in :

Allah'ın kadın kullarını, Allah'ın mescidierine gitmek­ten men etmeyiniz.» buyurduğu ve keza: «Birinizden karısı mescide gitmek için izin isterse onu men etmesin» hadîsi sahihtir. Fakat ulemâ, bu işi nassla beyân edilen ve kıyasla bilinen bâzı yerlere tahsis etmişlerdir. İşte Peygamber (S.A.V.)'in sahih bir hadîste:'

«Hangi kadın buhur sürünmüş ise bizimle yatsıya gelme­sin» ve keza Müslim'in, rivayet ettiği bir hadîste : «Kadınları mescidlere çıkmaktan men etmeyin. Ancak geceleyin müstesna» buyurmuş olması, birinci kısımdan (yani nassla beyân edilen kısımdan) dır. ikincisi güzel giyinmek ve erkeklerle sıkışık vaziyette bulunmaktır.

Bugün kadınlar evde kilitlenmedikçe boyuna sokağa çıkmaya uğraş­tıklarından mutlak surette çıkmaktan men edilmişlerdir. Öyle ise bu iş ta'lîl yapmak suretiyle nesh olur denilemez. Çünkü biz, bu takdirde çık­ma yasağı, fitneye sebep olmaktan men eden umûmî nasslarla sabit olur deriz. Yahut şartlı mutlak kabîlindendir. Şart zail oldu mu, hüküm de zail olur. Nasıl ki illet nihayete erdikte, hüküm de nihayete erer.

Müteahhirîn-İ ulemâ genç ihtiyar bütün kadınların, bütün namaz­lara çıkmalarını men etmişlerdir. Çünkü şâir vakitlerde fâşıklar galip­tir.

İtimât edilen kavi : Bütün kadınların bütün namazlara çıkmalarının memnu olmasıdır. Yalnız bana kalırsa, pek ihtiyar nineler gelebilir. Fa­kat kırıtmasını bilen, gösterişli yaşlılar gelemez.

«El-înâye-» adlı fıkıh kitabımız şu malûmatı veriyor: «Eskiden kadınlara namaza çıkmaya müsaade edilirdi. Sonraları bu, fitneye sebep olunca çıkmaktan men edildiler. Tefsirde mezkûrdur ki :

«»[271] «Vallahi sizden ile­ri gidenleri ve vallahi sîzden geri kalanları bildik.» âyet-i celîlesi kadınlar hakkında nazil olmuştur. Çünkü münafıklar kadınların avret yer­lerini görmek için geriye dururlarmış. Filhakika Hz. Ömer (R. A.)-kadınları mescidlere çıkmaktan menetmiş. Onlar da Âişe (R. Anka) ya şikâyet eylemişlerdi. Hz. Âişe : «Peygamber (S.A.V.), Ömer (R. A.) în bildiği -bugünkü ahvali- bilmiş olsa, sizlere çıkmak için îzîn vermez­di.» demiştir.

İşte ulemâmız bununla istidlal ederek ,genç kadınların mutlak su­rette namaza çıkmasını men etmişlerdir.

Bugün fetva bütün kadınların, bütün namazlara gelmelerinin mekruh olduğu merkezindedir. Çünkü fesad zahirdir. «El-İhtiyâr» nâm kitapta : «Zamanımızda muhtar olan, zamanın bozukluğu ve kötülüklerin zuhuru sebebiyle kadınların çıkmasının hiç caiz olma­masıdır.» deniliyor. «El-Kâfi» de de şöyle denilmiştir : «Kadınların namaz için camiye gelmeleri mekruh olunca, vaaz meclislerine gel­meleri, bahusus, ulemâ kıyafetine giren su câhillerin meclislerine devam etmeleri evleviyetle mekruh olur. Bunu Fahrü'l-îslâm[272] (Pezdevl) zikretmiştir.»

İşte Hanefîlerin bütün fıkıh kitapları bu gibi sarahatlerle doludur.

Diğer mezheplere gelince :

Malikîlere göre: Kadın, erkeklerin bakmayacağı kadar ihiiyar ise, cuma namazına gidebilir. Bakılacak kılıkda ise gitmesi mekruhtur. Genç kadının mescide çıkmasından fitne zuhur edecekse, çıkması ha­ram; etmeyecekse mekruhtur.

Hanbleîlere göre : Kadın çirkin ise, cuma namazına çıkması mubah; güzel ise mekruhtur.

Şâfiîlere göre : Kadın, erkeklerin şehvetini celb edecek gibi ise cemaata gelmesi mekruhtur. Şehveti celb etmiyen kadın süslenir veyp koku sürünürse onun da cemaata gelmesi mekruh olur. Fakat çıkmak­ta gelişigüzel değil, velîsi izin vermek Karlıyladır. Velîsinin izni olmadan çıkmak haramdır. Nitekim fitneye sebep olacak kadının mescide çık­ması da haramdır.

Görülüyor ki, ulemâ-İ kiramdan hiçbiri kadının dışarı çıkmasından doğacak fitneyi bir an gözden uzak tumamişlardır. Merhum Snn'ânî ye gereken de bu idi. Gelişi güzel bir ııass'm zahirine saplanacağına maksadı nazar-ı itibâra alsa, elbette daha iyi olurdu. Mecclle-i Ah­kâm* Adliyıiemizin ikinci maddesi : «Bir işten maksad ne ise hü­küm ona göredir» der.[273]

 

514/388- «İbni Ömer radıyallahü anh'âen rivâyeî edilmiştir. De­miştir kî: ResûlüIIah Ballallahü aleyhi ve sellem ve Ebu Bekir'le Ömer, iki bayramı hutbeden Önce kılarlardı.»[274]

 

Bu hadîs, Müttefekun aleyh'dir.

Hadîs-i şerif; Hz. Peygamber (S.A.V.) ile iki halîfesinin devam üze­re yaptıklarının bu olduğuna delildir. Zahirine bakılırsa, namazın mut­laka hutbeden önce kılınması icap eder. Fakat bayram namazlarında hutbe okumanın vacip olmadığına icmâ naklederler. Bu icmâm senedi Ncsâi (215—303, İbni Mâce (207—275) ve Ebu Dâvud (202—275). un tahric ettikleri Abdullah ibni Saîb hadîsidir ki lâfzı şudur :

«ResûlüIIah SaUdllahü aleyhi ve sellem ile birlikle bay­ramda bulundum. Namazı edâ edince :

«Biz hutbe okuyacağız. Kim hutbe (yi dinlemek) için oturmak isterse, otursun. Kim gitmek isterse gitsin, bu­yurdular.» Bundan dolayı hutbe vacip olmamıştır. Hutbeyi na­mazdan evvel okumak her ne kadar  sünnetin hilâfına ise de yeniden okunması meşru olmamıştır. Namazdan Önce evvelâ kimin hutbe okuduğu ihtilaflıdır. Müslim'in rivayetinde Mervan'ın okuduğu bildi­riliyor. Bâzıları «daha evvel Hz. Osman okumuştu» derler. Nitekim böyle olduğunu îbni Münzir (—310) sahîh senedle Hasan-ı BasrVden rivayet etmiştir. Hasan-ı Basrî (21—110):

«Namazdan, yani bayram namazından ön-ce ilk hutbe okuyan Osman'dır» demiştir.

Mervan'a gelince: Onun hutbeyi namazdan önce okuması, namaz­dan sonra cemâat dağıldığı içindir. Kendisine Ebu Said itirazda bulu­nulunca : «Namazdan sonra cemâat bizi dinlemek için oturmazlar.» de­miştir. Cemâatin hutbeyi dinlemesinin sebebi, bâzı kimseleri ifrat de­recede medh, bâzılarına hiç kabahatsiz soğup saydıklarındandır; deni­liyor. Filhakika Abdürrezzak (126—211), îbni Cüreyç yoluyla Zühri'den şunu rivayet etmiştir.     

«Bayramda namazdan önce hutbe okumayı ilk îcad eden Muâviye'dir.» Her kim olursa olsun bu Resûlüllah (S.A.V.)'in yo­luna aykırı bir bid'attır. Hz. Osman (R. A.) için şu yolda özür beyân ederler: Medine'de insanlar çoğalmış ve evler mescidden uzaklaşmıştı. Bundan dolayı Hz. Osman cemâatin namaza yetişebilmeleri için evvelâ hutbeyi okurdu.[275]

 

515/389- İbni Abbas radıyallahü anhüma'dan rivayet edilmiştir kî. Peygamber SaMaMahih aleyhi ve sellem, bayram günü iki rek'ât namaz kılmış, onlardan evvel ve sonra namaz ki İmamıştır.»[276]

 

Bu hadîsi, Yediler tahric etmiştir.

Bu hadîs, Bayram namazının iki rek'ât olduğuna delildir ki, bayra­mı imamla birlikte ovada kılanlar hakkında icmâ da budur. Fakat bay­ram namazına yetişemiyenler hakkında mes'ele ihtilaflıdır. Ekseriyet bayramı kaza eder. Yine iki rek'ât olarak kaza eder diyor. îmâm-t Ahmed ibni Banbel (164—241) ile Sevrî (97—162)'ye ve diğer bâzı ulemâya göre dört rek'ât olarak kaza eder. Said ibni Mansur (—227) İbni Mes'ûd'dan şu hadîsi tahric etmiştir :     

«Kim bayram namazını imamla kıl­maya yetişmezse, onu dört rek'ât olarak kılsın.» Hadisin isnadı sahihtir. Bâzılarına göre ovada kılarsa, iki rek'ât, evinde kılarsa dört rek'ât kılacaktır. Ebu hanîfe (80—150)'ye göre, yalnız başına bayramı kaza etmek vâcib değildir. Maâmafîh istiyen kaza edebilir. Ve zâid tekbîrleri almaksızın dört rek'ât kılar. Şâfiîlere göre bayram namazı kaza'ya kaldığı şekilde yani iki rek'ât olarak ve ne zaman olsa kılınır. Yalnız zevalden önce kıîınırsa edâ, sonra kılınırsa kaza olur.

Hanbelîlere göre dahi imamla kılamayan bayramı istediği vakitte kazaya kaldığı şekilde kılar.

Malikîlere göre bayram namazım imamla kılamayan artık onu ka­za edemez ise de, onu sonradan kaza   olarak değil de mendub olarak kılar.

Bahsin başında da işaret ettiğimiz veçhile bayram namazlarının sı­fatı hakkında üç kavil vardır :

1— İmâm-ı Âzam Ebu Hanîfe'ye göre vâcibtir. Buna Resûlüllah (S.A.V.) ile Hulefâ-i Râşidîn'in devam etmiş olmaları delâlet ettiği gi­bi, Ashâb-ı Kirâm'a namazgaha gitmelerini emir buyurması da delildir.

Zîra emir mutlak vücub ifâde eder. Kitaptan delili ise, [277]«O halde Rabbin İçin namaz kıl ve kurban kes» âyet-i kerîmesi kurban bayramı için,  [278]«tezekki edip,    Rabbisinin    ismini anan    muhakkak   kurtulmuştun âyeti de Ramazan   bayramı için delildir.   Müfesshierin   ekserileri bu âyetteki «  £ y » yi sadaka-I fıtır ile (zikir) i de bayram   namazı ile tefsir etmişlerdir.

2— îmâm-ı Ahmed îbni HaribeVe göre farz-ı kifâyedir. Çünkü seâîr-i dîniyye'dendir. Ve cihâd gibi bâzılarının edâ etmesiyle diğerle­rinden sakıt olur.

3— Sünnef-i Müekkededir.  Resûlüilah (S,A.V.)'in devam buyurma­sı sünnet-i müekkede olduğuna delildir.   Ebu Hanîfe'den gayrı Hanefî imarrllanyla, Şâfü ve Mâlik'in mezhebi budur. Bunlar «Beş namaz vardır. Allah bun­ları kullarına farz kılmıştır.» Hadîsiyle de istidlal ederlerse de, kendilerine «bu istidlal mefhum-u âdetle olduğundan, makbul değildir; bir de bu namazların günlük beş vakit namaz oJmak ihtimâli vardır» di­ye cevap verilmiştir.

Mevzuu bahsimiz hadîsde «İkî rek'âttan Önce ve sonra namaz kıl-mamışfır» denildiğine göre bayram namazından evvel ve sonra nafile kılmak meşru olmamış demektir. Aşağıdaki Ebu Saîd hadîsinde dahi bayram namazından önce nafile kılmazdığı beyân ediliyorsa da, aynı hadîste namazdan sonra, evinde iki rek'ât nafile kılardığı ifâde ediliyor. Şu halde buradaki «namazdan sonra nâfÜe ktlmamişfır» sözü namaz­gahta iken kılmamıştır mânâsına alınır.[279]

 

516/390- (Yine) İbni Abbas radıyatlahü anhüma'âan rîvâye edil­gine göre : Peygamber SallaMahii aleyhi ve sellem, Bayramı ezansız ve ikameîsİz kılmıştır.»[280]

 

Bu hadîsi, Ebu Dâvud tahric etmiştir. Ash Buhârî'dedir. Hadîs-i şerîf, bayram namazlarında ezanla ikametin me;;rû olmadı­ğına delildir. Yapılırsa bid'atr, İbni Ebi Şeyhe (—234) sahih bir isnadla İbni Müseyyeb'ten şunu rivayet etmiştir

«Şüphemiz kî bayram namazı için ezanı ilk ihdas eden Muâviye'dir.» Bunun bir mislim de mutemed râvilerden tmâm-ı Şâfü (150—204) rivayet etmiş ve şunu da ekle­miştir.

«Haccae Medîne'ye emir olduğu zaman bununla amel etmiştir.» İlmi Münzir (—310) Basra'da bu ezanı ilk îcâd edenin Ziyâd olduğunu rivayet etmiştir Bâzılar» bunu ihdas edenin Mervan olduğunu söylerler. Ibnı E in 'Habib'e Söre Abduliah ibni Zübeyr'di.. İbni Zübevr aynı zamanda ikat de ettirmiştir. İmam-ı Şâfinm sıka râviler vasıtasıyla Zuhrı (-.î24)-den rivayetine göre Peygamber (S.A.V. bayramda müezzine «Namaz toplayiCîd.r». demesini emrederiniş.[281]

 

517/391- «Ebu Saîd radıyalîahü anlı*den rivayet edilmiştir. Demiş­tir kh ResûSüliah Sallallahü aleyhi ve seUem, bayramdan önce hiç bîr namaz kılmazdı. Evine; döndüğü zaman iki rek'ât kılardı».[282]

 

En hadisi. İbni Wlâce güzel bir isnadia rivayet etmiştir.

Bu hadisi, Hâkim (321—405) ile Ahmcd ibni Hanbcl (164—241) d*% taline etmişlerdir, Tİrmizî (200—279), İbni Ömer (R. A./dan fcu-iro.ii bonzc-riiü rivayet eu-niy ve sahihlemiatir. Aynı hadîsi, lrr.'n;ı-< Ahhtcd ile Hâkim de rivayet etmişlerdir. Hadîsin Taberânı (260--''BOVnin «EhEvsâ:» mda t aşka tarîki de vardır. Lâkin bu tarîkte Câbir Cu'fi vardır. Bu zat metruktür.

Hadîs-i şerif, bayram namazından sonra evde iki rek'ât nafile kıl­manın meşru olduğuna delildir. Fakat tmâm-ı Ahm-ed'in merfu olarak İbni Ömer (R, A./dan   rivayet   ettiği şu hadis,   buna   muarızdır.

«Bayram günü (namazdan) ne önce ne de sonra n^rnaz vardır.» Bu iki hadîsin  em edilerek «bayram ovada kılmırsa yoktur» denilir.[283]

 

518/392- «(Bu da) Ebu Saîd raaUahü aniden Demiştir ki: Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem,ban bayramlarında namazgaha çıkar ve ilk başladığı şey namaz olurdu. Sonra namazdan  çıkar ve  cemâat saflarında  oldukları  halde,  onların karşısında ayakta durur kendilerine vaaz eder; emir verîrdi.[284]

 

Bu hadîs, Müftefekun Aleyh'dir.

Hadîs-i şerifte namazgaha çıkmanın meşru olduğuna delîl vardır. Hatıra gelen, namazgahın Mescid-i Nebevî'den başka bir yer olmasıdır id, hakikatta da öyledir. Hz. Peygamber (S.A.V.)'in namazgahı malûm bir yer olup, bununla mescidinin kapısı arasında aşağı yukarı bin met­relik bir mesafe vardı. Bu hadîsde namazın hutbeden evvel kılınacağına da delâlet vardır. Mes'ele yukarıda geçmişti. Bayram namazından ön­ce nafile kılınmazdiğı dahi bu hadîsten anlaşılan hükümlerdendir. «Ce­mâatin karşısında ayakta durur» tâbirinden namazgahta minber olma­dığı anlaşılıyor. îbni Hİbban (—354)'m tahric ettiği bir   rivayette,

«Bayram günü  devesinin  üzerinde hutbe okudun denilmiştir. îmâm-ı Buharı (194—256) rivayetinin sonunda, bayram namazgahına ilk minber kuranın Mervân olduğunu zikretmiştir. Vakıa Ömer İbni Şebbe[285], namazgahta cemaata min­ber üzerinde ilk hutbe okuyanın "Hz. Osman (B.A.) olduğunu; bunu bir defa yapıp, sonra bıraktığını bir daha Mervan'm yaptığını rivayet etmiş­tir. Ama/herhalde Ebu Saîd (R. A.) bunu duymamıştır.

Hadîs-i şerîf, bayram hutbesinin meşru olduğuna ve bu hutbenin cuma hutbeleri gibi emir ve vaazı ihtiva ettiğine de delâlet ediyor. Yalnız cumada olduğu gibi bayram hutbesinin de iki tane olduğuna ve aralarında oturulduğuna bu hadîste delâlet yoktur. îhtimal ki bu cihet Resûlüllah (S.A.V.)Men sabit olmamış; cumaya kıyasen sonradan ilâ­ve edilmiştir.[286]

 

519/393- «Amr ibni Şuavb[287] dan o da babasından, o da dedesinden Radıyaîlahü anhüm duymuş olmak üzere rivayet edilmiştir. Demiş-tir ki: Allah'ın Peygamberi Sallallahü aleyhi ve seUem :

Ramazan bayramında tekbîr; ilk rek'âtta yedi, diğe­rinde beştir. Kıraat onların ikisindende sonradır» buyurdu­lar.[288]

 

Bu hadîsi, Ebu Dâvud tahric etmiş; Tirmîzî, Buhârî'den onu sahîhlediğmi nakleylemiştir.

Amr'ın babası Şuayb, onun babası Muhammed, onun babası da Abdullahtır. Eğer kelimelerindeki zamirler Amr'a râcı ise­ler mânâ: Babası Şuayb, dedesi Muhammed'den, o da Resulüllah'tan işit­miş demektir. Bu takdirde hadîs mürseldir. Çünkü dedesi Muhammed Hz. Peygamber (S.A.V.)'e yetişmemiştir. Şayet  deki zamir Amr'a; deki de Şuayb'a râci ise, bu takdirde Şuayb dedesi Abdullah'tan işitmiş oluyor. Halbuki Şuayb dedesi Abdullah'a yetişmemiş­tir. İşte bu illetten dolayı Buhârî ile Müslim Amr'ın hadîsini tahric et­memişlerdir. Fakat Zehebî (673—748): «Şuayb'in, Ceddi Abdullah'tan hadîs dinlediği sabit olmuştur» diyor. Bundan dolayı kendisiyle «Sünen» sahibi Dörtler ibni Huzeyme (223—311) İbni Hibban (—354) ve Hâkim (321—£05) ihticac etmişlerdir.

Yukanki hadîsi îmâm-ı Ahmed (164—241) ile İbni Medînî (161—1 de Lahric etmişler ve sahîhlemişlerdir. Bu hadîs, Hz. Âîşe# Saad Kurazî, İbni Abbas, İbni Ömer ve Kesîr İbni Abdullah (R. Anhüm)'d&Ti dahi rivayet olunmuştur. Lâkin hepsinde zayıf râviler vardır. Hz. Ali ile İbni Abbas (R. AJ'dan mevkuf olarak da rivayet edilmiştir. îbni RüŞd (514—595) : «Bu rnes'elede sahabenin kavilleri ile amel et­melerinin sebebi Peygamber (S.A.V.)'den bir şey sabit olmadığından­dır.» demiştir. Ukeylî (—769) dahi Ahmed ibni Haribel'in «Bayram tekbirleri hakkında sahih hadîs rivayet edilmiş değildir» dediğini naklediyor.

Hadîs-i şerif, bayram namazının ilk rek'âtında yedi tekbîr alı­nacağına delâlet ediyor. Bunların iftitah tekbîri olmaları ve keza zâid tekbîr olmaları ihtimalleri varsa da, zâid tekbîr olmaları daha akla yakındır. Mes'ele ihtilaflıdır. îbnİ Kayyım (691—751) «El-Hedyii'n-Nebevî» adlı eserinde iftitah tekbîrinin bunlardan olduğu­nu söyler. Yine bu hadîs ikinci rek'âtta beş tekbîr alınacağına de­lildir. Sahabe ve ulemâdan bir cemaatla Şâîîî'erin mezhebi budur. Bâ­zıları «ilk rek'âtta beş, ikincide dört tekbîr alınır» demiş, Hanefîlerle bâ­zı uİemâ her iki rek'âtta üçer tekbîr alınacağını; Mâlîkîlerle Hanbefîler de ilk rek'âtta altı, ikincide beş tekbîr alınacağını ileri sürmüşlerdir. Tekbîrlerin yerleri ve bayramların nasıl kıîınacağım öğrenmek için her mezhep sâlikleri kendi fıkıh kitaplarına müracaat etmelidir.

Hadîs-i şerif, her iki rek'âtta kıraatin tekbîrlerden sonra olacağı­na da delâlet ediyor. Nitekim Eimme-i Selâse denilen Şafiî, Mâlik ve Ahmed'in. mezhepleri budur. Ebu Hanîfe'ye göre ilk rekaâtta tekbîr­ler kirâattan evvel, ikinci rek'âtta kırâattan sonra getirilir. Ve bu suretle iki rek'âtın kirâatları biribirlerine eklenmiş olur.

San'ânî (1059—1182) Musannifin «Tirmizî, Buhârî'den onu sahîhîediğmi nakl eylemiştir» sözü üzerinde durarak, TirmizVmn «Sünen» inde böyle bir şey bulunmadığım, bunun yerine orada Kesir ibni Abdullah hadisine tesadüf ettiğini ve Tirmizî'nin bu hadîs hak­kında : «Bu bâbda rivayet edilen en güzel şeydir» dediğini naklet­tikten sonra, 'BeyhaM (384—458)'nin de «Es-Sünenü'l-KÜbrâ» nam eserinde aynı vehme kapıldığını uzun uzadıya anlatmış ve : «Bu­nunla Musannifin Tirmizı'den nakl hususunda hafız Beyhakî'yi taklîd ettiği anlaşılıyor» demiştir.

Halbuki TirmizVrân hadîsi, Buhârî'ma sahîhlediğini nakletmesi vehim değil, hakikattir. Yalnız bu nakil «Sünen» de değil, «ELÎleU de'dir. Nitekim Hafız Zeyneddin Irakî (—806) Tirmizî'nin şerhin­de şöyle demektedir : «Tirmizî, «El-îlelül-Müfred» de BuharVmn, Amr ibni Şuayb hadîsi sahihtir dediğini kendisinden nakletmiştir.» Bina­enaleyh Amr İbni Şuayb hadîsi bu bâbda sadra şifâ veren bir hadîstir. Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) her iki tekbîr arasında hafifçe sükût buyurur­lardı. Fakat tekbîr aralarında muayyen bir zikri olduğu rivayet edil­memiştir. Yalnız İbni Mes'ud (R.A.)'dan bir rivayette hamd-ü sena ve Peygambere salâvat getireceği söylenmiştir. Tdberânî (260—360) «El-Kebîr» de İbni Mes'ud (R.A.)'dan şu hadîsi rivayet etmiştir:    

«Her iki tekbîr arasında iki kelime mikdarı sükût vardır.» Lâkin bu hadîs, mevkuftur. Ve râvîleri arasında Süleyman b. Erkam vardır ki, bu zât zayıftır. İbni Ömer (R. A.) tâbi olmak için boyuna Resût-ü Ekrem'in ne yaptığı­nı araştırmakla beraber, her tekbîrde ellerini kaldırırdı.[289]

 

520/394- «Ebu Vâkid-i Leysî[290] radtyallahü anh'dm rivayet edil­miştir. Demiştir ki: Peygamber (S.A.V.) Fitre ve Kurban bayramlarında sûrelerini okurdu.[291]

 

Bu hadîs!, Müslim tahric etmiştir.

Tabiî, İd ilk rek'âtta «Fatiha» dan sonra «Kâf» sûresini, ikincide de okurmuş.

Hadîs-i şerîf, bayram namazlarında bu iki sûreyi okumanın sünnet olduğuna delâlet ediyor. Yukarıda Resûlullah (S.A.V.)'in bayramlarda «Sebbİh» ve ng âsîye sûreleri» ni okuduğunu görmüştük. Anlaşılan ba-zan onları, bazan da bunları okuyormuş. İmâm-% Şafiî (150—204) İle Mâlik (93—179)'in mezhebi de budur.[292]

 

521/395- «Câbir radıyallahü anh'den rîvâyel edilmiştir. Demiştir kî: ResûEüllah SaUaîîahü aleyhi ve sellem, Bayram günü otdu mu yolu değiştirirdi.»[293]

 

Bu hadîsi, Buhârî tahric etmiştir. Ebu Dâvud'da İbni Ömer'den (R. Anhüma) bunun benzeri vardır.

Yani, namazgahtan dönerken başka yoldan döner; gittiği yol­dan gelmez imiş. Tirmizî (200—279) : «Bâzı ehl-i ilim buna kail ol­muş; ve imamın böyle hareket etmesini müstehab görmüştür. Şafiî de buna kaildir.» diyor. Yalnız tmâm-ı Şafiî değil, Ebu Hanîfe ve diğer ulemânın ekserisi buna kail olmuşlardır. Bayram namazına değişik yollardan gidip »gelmek hem imama, hem cemaata meşrudur.Ebu Dâvud rivayetinin lâfzı şöyledir :

«İbnl Ömer'den rivayet edildiğine göre ResûlülJah Sallaîlahü aleyhi ve sellem, bayram günü bir yoldan gitmiş, sonra başka yoldan dönmüştür.»

Bu hadîs de yukarıki Câbir hadîsinin delâlet ettiğine delâlet ediyor. Buradaki hikmetin ne olacağında ihtilâf edilmiştir. Bâzılarına göre her iki yolun boyundakilere selâm vermek içindir. Diğer bâzılarına göre, gi­denin bereketinden her iki yolun boyundakiler istifâde etsin diyedir. Bir takımları iki yolun boyundakilerin ihtiyaçları varsa, gidermek için­dir demiş; bir takımlari şâir yollarda ve caddelerde Şeâir-i Dîniyyeyi göstersin diye meşru olmuştur demişlerdir. Münafıklar İslâmiyetin kuvvet ve şevketini görsün de gayızlarından patlasınlar diye; çok yerler şâhid olsun diye meşru olmuştur, diyenler de vardır. Bunlar hiç şüphe yoktur ki camiye veya namazgaha giden kimsenin bir adımı derecesini arttırır; öteki de günâhım bağışlatır. Bu hâl tâ evine dönünceye kadar devam eder; diyorlar.

Nihayet bütün bu sayılan hikmetlerden dolayı ayrı yollardan gidip gelmek meşru olmuştur diyen de olmuştur ki en iyisi de budur. İbni Ömer (R. A.) evinden namazgaha kadar tekbîr alarak giderdi.[294]

 

523/396- «Enes radtyallahü anh'âen rivayet edilmiştir. Demiştir ki : Resûlüllah Sallalîahü aleyhi ve sellem, Medine'ye geldiği zaman Medîne'IHerin iki günü vardı. Onlarda oynarlardı. Bunun üzerine Peygember SaUaTlahü aleyhi ve sellem :

Allah; size bunların yerine, bunlardan daha hayırlısı­nı verdi. Kurban bayramı ile, Ramazan bayramı günü­nü.» buyurdu.[295]

 

Bu hadîsi, Ebu Dâvud ile Nesâî sahîh bir isnâd île tahric etmişler­dir.

Hadîs-i şerîf. Peygamber Sallaîlahü aleyhi ve sellem'in bu sözleri Medine'ye gelişinin hemen akabinde söylediğine delâlet ediyor. Nitekim tâkib edatı olan ile zikir edilmesi de buna delâlet eder. Siyer kitaplarına bakılırsa tslâmda ilk meşru olan bayram Ramazan bayramı olup, hicretin ikinci yılında vâki olmuştur. Hadîste, bayram günlerinde sevinç izhar etmenin mendûp olduğuna delâlet vardır. Çünkü câhiliy-yet devri, bayramını bu bayramlarla değiştirmek, o bayramda yapıla­nın bunlarda da yapılabileceğine delâlet eder. Yalnız vakit hususunda ehl-i câhiliyyete muhalefet vardır. Bununla beraber, bayramlarda ehl-i câhilliyyetin her yaptığı bize de mubahtır denilemez. Bundan murâd : Elbette dînen bir mahzur ve ibâdete bir mâni bulunmamakla mukayyed-dir. Amma çoluğa, çocuğa karşı bayramlarda biraz daha cömert dav­ranmak ve onları refaha kavuşturmak gibi şeyler meşrudur.

Bâzı ulemâ bu hadîsten müşriklerin bayramlarında sevinmenin ve onlara benzemenin kerahet ve iğrençliğini istinbât etmişlerdir. Hattâ Hanefilerden AUâme Ebu Hafz Bustî : «Bir kimse gününü tazim için bir müşrike bayramında bir yumurta verse, muhakkak kâfir olur» demiştir. Şeyhii'l-îslâm îbni Teymiyye (661—728)'nin bu hususta <<İktizâü's-Sırati'l-Müstakîmy adlı bir eseri vardır. Gayri müslîm-lerin yılbaşı bayramını tosîd için onlardan kat kat fazla mübalâğalarla hazırlanan ve evlerini yeşil çamlarla süslemek sevdasıyla çam katliâmı hususunda yarışa girişen, hattâ çocuklarına gayrı müslim adı koymaya başhyan zamanımızın mecazi müslümanlannın kulakları çınlasın!

Mamafih biz kendilerine yine Cenâb-ı Feyyaz-ı mutfak hazretlerin­den hidâyetler dileriz. Gayr-ı müslîmlere benzemek hususundaki hadîs-i şerîf inşallah eserimizin dördüncü cildinde gelecektir.[296]

 

524/397- «Ali radıyallahü anh'öen rivayet edilmiştir.  Demiştir ki: Bayrama yürüyerek çıkmak sünnettendir.»[297]

 

Bu hadîsi, Tİrmîzî rivayet etmiş ve hasen bulmuştur.

Hadîsin tamamı Tirmizî'de şöyledir : «Çıkmazdan önce bîr şey yemek de sünnettendir.» Tir (200—279) : «Ekser ulemâya göre bu hadîsle amel olunur. Onlar bayrama yürüyerek çıkmayı ve çıkmazdan önce bir şey ye­meyi müstehâb görürler. Özürsüz bir vasıtaya binerek gidilmemesi müstehâbtır.» diyor.

San'ânî diyorki: «Tirmizî'rân bu hadîse hasen dediğini bulamadım. Hasen diyeceğini de zannetmiyorum. Çünkü hadîsi kendisi Haris b. Aver tarikiyle rivayet etmiştir. Hadîs âlimlerinin onun hakkında sözleri vardır. Zührî (—124) mürsel olarak şu hadisi tahric etmiş.

amber SaMaMahü aleyhi ve seüem, hiçbir bayram ve cenazede vası­taya binmemiştir.» İbni Ömer (R.A.) bayrama yürüyerek gider; yürü­yerek dönerdi. Yemeyi çıkmazdan önce diye takyid etmenin vechi yuka­rıda Abdullah ibnî Büreyde hadîsinde görülmüştür. îbni Mâce (207— 275) dahi Ebu Râfi' ve başkalarından şu hadîsi rivayet etmiştir :

«Peygamber   Sallallahü aleyhi ve seUem,   bayrama yürüyerek gi­der; yürüyerek dönerdi,» Lâkin Buhârî (194—256) «Bayrama yaya ve binitti gitme babı» diye bir bâb yapmış ve yürümekle binek gitmeyi birbirine müsavi tut­muştur. Herhalde Buhârî bu bâbdaki hadîsi sahîh bulamıyarak, ko­laylık, hususundaki asıl kaideye dönmüştür.[298]

 

525/398- «Ebu Hüreyre radıyallahü anfc'den rivayet edildiğine göre kendilerini bir bayram günü yağmur tutmuş; bunun üzerine Peygam­ber SaUaUahü aleyhi ve sellem, bayram namazını mescidde kıldırmıştır.»[299]

 

Bu hadîsi, Ebu Dâvud gevşek bir isnadla rivayet etmiştir. Çünkü, isnadında meçhul bir adam vardır. Aynı hadîsi îbni Mâce ile Hâkim de zayıf bir isnadla rivayet etmişlerdir. Bayram na­mazını ovada mı, yoksa mescidde mi kılmak efdâl olduğu ihtilaflı­dır. Imâm-ı Şâ/i'ye göre mescid geniş ise, mescidde kılmak efdâldir. Onun sözünden anlaşılıyor ki, ovaya çıkmanın illeti cemâati topla­maktır. Bu iş mescidde de hasıl oluyorsa o zaman mescidde kılmak efdâl olur. Mekke'lilerin mescidi geniş, etrafı bilâkis dar olduğundan onlar sahraya çıkmazlar. Ulemâdan bir cemaata göre bayram na­mazını mescidde kılmak efdâldir. Hanefîterle Mâlîkîlere göre mescid geniş bile olsa ovaya çıkmak efdâldir. Delilleri Resûliillah (S.A.V.)'in bayramları bir özür bulunmadıkça dâima sahrada kılmış olmasıdır. Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) elbette efdali tercih ederdi. Hz. Ali (B. A.) dahi bayram namazı kılmak üzere sahraya çıkmış, ve «Bu sünnet olma­saydı mescidde kılardım.» demiş. Sonra cemâatin zayıf takımına bay­ram namazı kıldırmak için mescidde bir vekil bırakmıştır. Amma sahrada üstü açık bir mescid varsa, bayramı o mescîdde kılmak efdâldir. Tavanlı ise mes'ele yine ihtilaflıdır.

Fâide : Bayram günlerinde en güzel şekilde giyinmek, en güzel kokuları sürünmek, ve kurban bayramında bulabildiği en semiz hayva­nı kurban etmek müstehâbtır. Bu bâbda Hâkim (321—405) Hasan' dan şu hadîsi tahric etmiştir ;

«Imâm-ı Hasan demiştir ki : Bize Resûlüllah SaUallahü aleyhi ve seîlem, bayramlarda bulduğumuzun en güzelini giymemizi; bulduğu­muzun en güzeliyle kokulanmamızı ;bulduğumuzun en semizini kurban etmemizi, sığın yedi kişi, deveyi on kişi için kesmemizi, tekbîri, sükû­net ve vakarı aşikâr etmemizi emir buyurdular.»

Hâkim bu hadîsi, İshale b. Berzah tarîkinden tahric ettikten son­ra : «Şu İshak'uı meçhul kalması olmasaydı, bu hadîse sahîh diye hükmederdim.» demiştir. Mâmâfîh îshak meçhul değildir. Çünkü onu Ezdi zayıf bulmuş, İbni Hİbbân (—354) mutemed saymıştır. Bu su­retle o meçhul kalmaktan kurtulmuştur. Teşrik tekbîrleri hakkında vazıh bir hadîs yoktur. Bu sebeble onları zikredemiyoruz.[300]

 

«Küsuf  Namazı  Babı»

 

526/399- «Muğîretü'bnü Şu'be radıyaîîahü anh*öen rivayet edilmiş­tir. Demiştir ki: Resûlüllah SallaUahü aleyhi ve setlem, zamanında (oğlu) Ibrahİmîn vefat ettiği gün güneş tutuldu. Derken Öteki, beriki «güneş İbrahim'in ölümü için tutuldu» dediler. Bunu üzerine Resûlüllah SallaUahü aleyhi ve sellem :

Şüphesiz ki güneş ve ay Allah'ın âyetlerinden iki âyet­tir. Onlar hiç bir kimsenin ölümü ve hayatı için tutul­mazlar. Onları (tutulmuş) gördünüz mü hemen Allah'a duâ edin ve tâ. açılıncaya kadar namaz kılın, buyurdular».[301]

 

Hadîs, Müttefekun Aleyh'dir. Buhârî'nin bir rivayetinde : «Mün-celi oluncaya kadar» tâbiri kullanılmıştır.

«Buhârî'dekİ Ebu Bekre hadîsinde : «Şu  halde SİZ başinizdaki açılıncaya kadar namaz kılın ve duâ edin.» buyruimuştur.

«Resûlüllah SaUallahü aleyhi ve seMem'in oğlu ibrahim hicretin onuncu yılında ,bir rivayette «onaltı» aylık diğer bir rivayette «onsekiz» aylık iken Rebîülevvel ayının onuncu veya dördüncü çarşamba gü­nü vefat etmiş; cenazesini bizzat Hz. Peygamber SaîlaUahü aleyhi ve settem' kıldırarak Medine'nin meşhur kabristanı «Baki» a defn etmişler­dir. O gün tesadüfen güneş tutulmuş. Bunu gören halk: «Bu güneş İb­rahim'in ölümü için tutuldu» demişlerdi. Çünkü güneş, mû'tad olma­yan bir zamanda tutulmuştu. Arapîarca ayın onunda veya dördünde gü­neş tutulması hemen hemen görülmüş şey değildi. Bundan dolayı onun tutulmasını bu hazin hâdiseye atfetmek istemişlerdi.   Fakat Resûlüllah (S.A.V.) bunu reddetti. Ve güneş ile ayın   Allahü Teâlâ'mn birliğine, kudretine, onun şiddet ve azabından kullarını korkutmaya delâlet eden iki alâmet olduğunu beyân buyurdular. Hadîs-i şerif ma'nen:  [302]«Biz âyetleri korkutmaktan başka bir şey îçîn göndermeyiz» âyet-i kerîmesinden alınmıştır.

Araplar güneş tutulmasına «Küsûf» ay tutulmasına da «Hüsûf» der­ler. Küsûf kelimesi masdardır. Fiil olarak kullanıldığı vakit, kef'in fethasıyla derler. Nadiren kef'in zammı ile eklinde meçhul de okunduğu gibi, fiîl-i mazinin ziyâden" bâblarından «infial» babına nakledilerek  dahi denilir.  «Hüsûf» kelimesinin kullanışı da aynen bunun gibidir.    Ve bu şekillerin   hepsinde mânâ : «Güneş tutuldu. Ay tutuldu» demektir.

Bu iki lâfzın hem güneş, hem ay tutulması hakkında kullanılıp, kul­la mîamıyacağı ulemâ arasında ihtilaflı bir mes'eledir. Kur'ân-ı Kerîmde hüsûf ay tutulması mânâsında kullanılmıştır. Fakat aynı kelime ha­dîste güneş tutulması mânâsında kullanılmış buyrulmuştur. Nitekim Küsûf kelimesi de hem güneş, hem ay tutulması mânâlarında kullanılmıştır, Araplar  derler.  «Ayla güneş küsûf hüsûf olurlar. Yani tutulurlar»    demektir. Yalnız hadîste ay tutulması hakkında küsûf kelimesi kullanılmamıştır.

îşte ulemâ-i kiram buna bakarak küsûf kelimesini yalnız güneş tu­tulmasında, hüsûfu da ay tutulmasında kullanmışlardır. Lügat âlimîe-lerinden Sa'Jeb (—291) bunu ihtiyar etmiş; Cevheri de bunun içmı «daha fasihtir» demiştir.

Asıl lûgatta küsûf : Siyaha çalar; karamsı demektir. Hüsûf iser noksanlıktır. Mamafih bu kelimelerin mânâları hakkında başka kaviller de vardır. Bir kimsenin hayatı hakkında güneş tutulacağı bahis mev­zuu olmadığı halde, hadîs-i şerifte «hayatı için» buyrulması bu husus­ta hayât ile memat arasında bir fark olmadığını anlatmak içindir. Yani nasıl ki siz bir kimsenin hayatı için ay ile güneşin tutulacağına kail ol­muyorsanız, tıpkı onun gibi, onlar bir kimsenin ölümü için de tutulmaz­lar, demektir.

Burada mevzu'u bahs olan yalnız güneşin tutulması olduğu halde, Resûlüllah (S.A.V.)'in ayı da zikretmesi ifâdeyi zenginleştirmek ve ay ile güneşin, bir hükümde olduğunu anlatmak içindir. Buna edebiyatta «Üslûb-u hakîm» derler. Bundan sonra Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) böyle korku ve heyecan veren bir hâdise karşısında ümmetine meşru olan şe­yin namaz kılmak ve dua etmek olduğunu beyân eylemiştir. Namazın keyfiyeti aşağıda gelecektir. Buradaki emri; vücûb mânâsına alan ol­muşsa da cumhur ulemâya göre nedib manasınadır. Ve küsûf namazı sünnet-i müekkededir. Kemal İbni Hümâm «Fethü'l-Kadîr» de: «Küsûf namazı Cumhur'a göre hilâfsız sünnettir. Yahut bir kavilciğe göre va­ciptir» der. Ebu Avâne (—316) sahihinde bu namazın vâcib oldu­ğunu tasrih etmiştir. Hattâ vücûbu îmâm-ı Âzam'â&n bile rivayet olunur.

Resûlüllah (S.A.V.) küsûf namazı ile duanın güneş açılıncaya kadar devam edeceğini bildirmiştir. Binaenaleyh güneş açıldı mı, namaz da sona erecektir. Bunun mânâsı namaz kılarken açılıverse, namazı ta­mamlamaya lüzum kalmadan kıldığı ile iktifa ederek, namazdan çık­mak ise de Müslim (204—261)'in rivayetinde selâm verdiği zikre­dilmiştir. Şu halde namaz behemehal tamamlanacaktır. Bu namazı şâir namazlara kıyas etmek de aynı neticeyi verir.

Hadîs-i şerif küsûf namazının .sebebi bulunduğu zaman kılına­cağına delâlet eder. Bu namazın sebebi güneşin tutulması olduğuna göre, güneş her ne zaman tutulursa, namaz da o zaman kılınacak demektir. Cumhur ulemânın mezhebi de budur. lmâm-ı Âzam (80— 150) ile îmâm-% Ahmed ibni Hanbel (164—241) sair namazlar gibi bunun da kerahet vakiterinde kıîmamıyacağma kail olmuşlardır.

Hadîs-i şerifin buradaki rivayetinin sonunda denil­miştir. Bu rivayet Müslim'indir, Buhâri'de bunun yerine « UC £^ » denilmişse de mânâ birdir.

Bu hadîs, Küsûf bâbmda Buhâri'nin rivayet ettiği ilk hadîstir ve görüldüğü gibi tabiriyle rivayet edilmiştir.

Bundan murâd, başınıza gelen güneş veya ay tutulması açılıncaya kadar demektir.[303]

 

528/400- «Âîşe radıyaliahü anhâ'dan rivayet edilmiştir ki; Peygam­ber Sallaîlahil aleyhi ve sellem, küsûf namazında kıraatim aşikâr ey­lemiş ve iki rek'âtta dört rükû, dört de secde yapmıştır.»[304]

 

Hadis, müttefekun aleyh'dir. Bu lâfız, Müslim'indir.  «Müslim'in Âişe'den» bir rivayetinde namaz toplayıcıdır. Diye nida edecek bir kâh­ya dahi gönderdi.» denilmiştir.

Hadîs-i şerîf, küsûf namazında kıraatin aşikâr olabileceğine delil­dir. Buradaki küsûftan murâd : Güneş tutulmasıdır. Çünkü İmâm- Ahmed ibni Hanbel hadîsi «Güneş tutuldu» ve «Sonra okudu ve kıraati aşikâr eyledi» lâfızlarıyla tahric etmiştir. Aşikâr okuma mes'elesini Tirmizî (200—279) Ta-havi (23&—321) ve Dâre Kutnî (306—385) de tahric ettikleri gibi îbni Huzeyme (223—311) ve başkaları, küsûf namazında Hz. Ali (R. A.)'in aşikâr okuduğunu merfu' olarak rivayet etmişlerdir. Bu Hususta dört kavi vardır.

a— Hanefİlerden îmândı Ebu Yusuf (113—182) ile îmâm- Muhammed'e (135—189) ve diğer mezhep imamlarından İmâm-% Ahmed îbni Haribel'e göre hüsûf ve küsûf namazlarında kıraat mut­lak surette aşikâr olur. Delilleri, sadedinde bulunduğumuz hadîstir. Vakıa bu hadîs, yalnız güneş tutulması hakkında vârid olmuşsa da

— 203 y tutulması da ondan farksızdır. Zaten Resûlüllah (S.A.V.) bundan dolayı ikisini hükmen bir tutmuş.

«Onları tutulmuş gördünüz mü hemen namaz kılın ve dua edin» buyurmuştur. Namaz ve duâ hususunda asıl olan, ikisinin de bir olmalarıdır. Hadîs ulemâsından îshak b. Rahuveyh (168—238) îbni Huzeyme, İbnü'l-Münzir (—310) ve sâirenin mez-lıebi de budur.

b— Mutlak surette gizli okunur. Bu kavi Hanefîlerden îmâm-ı Âzam] Ebu Hanîfe (80—150) ile sair mezâhib imamlarından îmâm-% $âfiî (150—204) ve İmâm-ı Mâlik (93—179) hazerâtmm mezhebi­dir.

Delilleri : İbni Abbas (R. A.) hadîsidir. Bu hadîste :

«Peygamber SaUaîlahü aleyhi ve sellem, Bakara Sûresini (okuya­cak) kadar uzun zaman ayakta kaldı» denilmektedir. Şayet aşikâr oku-saydı; Bakara Sûresini okuyacak kadar diyerek takdir etmezdi.

Filhakika Buhârî (194—256) talik suretiyle İbnî Abbas (R.A.)dan şu hadîsi rivayet etmiştir :

«İbni Abbas radıyaliahü anh küsûf namazında Peygamber Sdtlallahü aleyhi ve sellem'm yanı başına durmuş. Fakat ondan bir harf bile işitmemiştir.» Aynı hadîsi, Beyhâkî (384—458) üç yoldan mevsul olarak da rivayet etmişse de bunların hepsi de gevşektir. Şu kadar var ki, bunlarla «İbni Abbss (R. A.) Peygamber (S.A.V.)'den uzak bulunduğu için onun aşikâr okuduğunu işitmemiştir.» şeklindeki itiraz defedilmiş olur.

c— Bâzılarına göre küsûf namazı kılan kıraat mes'elesinde ser­besttir, îsterso gizli okur; dilerse aşikâr eder. Bunlar yukarıki kavillerin delilleriyle amel ederler. Ve «Resûlüliah (S.A.V.) iki şekilde de kılmış­tır» derler.

d— Güneş tutulduğu zaman gizli okur. Ay tutulduğunda ise aşikâr eder» diyenler de vardır. Bunlar İbni Abbas (R. A.) hadîsiyle amel eder ve bu namazları günlük beş vaktin namazlarına kıyas ederler.

Bu hadîste küsûf namazının iki rek'ât olduğu ve her rek'âtta ikişer rükû ile ikişer secde yapılacağı beyân edilmiştir. Lâkin aşağıdaki ha­dîsin şerhinde bu hususta ihtilâf olduğu görülecektir.

îmâm-ı Müslim'in Hz. Âişe (R. Anha)'Az,n rivayet ettiği  cümlesini nahv itibarıyla bir kaç çeşit okumak raüm-kündür. Birinci ihtimâle göre sözü mahfuz bir fiilin mef'ûlüdür. ise o mef'ûlün hâlidir. Binaenaleyh ikisi de mansub okunur ve cümle  «Namaza,.toplayıcı olduğu halde gelin.» mânâsını ifâde eder. İkinci ihtimâle göre bu cümle mübtedâ ile haberden meydana gelmiş bir isim cümlesidir. Nitekim kitabımizdaki hareke ve mânâ ona göre verilmiştir. Daha baş­ka takdirler de vardır.

Bu rivayet, namaza toplanmak için bu lâfızla davet yapmanın meş­ru olduğuna delâlet eder. Resûlüllah (S.A.V.)'den bu lâfızla bir emir başka namazlar hakkında vârid olmamıştır.[305]

 

529/401- lbni Abbas radıyaTlahü anhüma'âan rivayet edilmiştir. Demiştir kî: Resûlüllah SaUaUahü aleyhi ve setlem, zamanında güneş tutuldu. Bunun üzerine namaz kıldı. Ve Bakara sûresini okuyacak ka­dar uzun zaman ayakta kaldı. Sonra uzun bir rükû yaptı. Sonra başını kaldırdı. Ve ilk kıyamdan daha az olmak üzere uzun uzadiya bîr kıyam yaptı. Sonra birinci rükûdan daha az olmak üzere uzun bir rükû yaptı. Sonra secde etti. Sonra birinci kıyamdan daha az olmak üzere uzun uza­dı ya bir kıyam yaptı. Sonra birinci rükûdan daha az olmak üzere uzun bir rükû yaptı. Sonra başını kaldırdı. Ve birinci kıyamdan daha az ol­mak üzere uzun uzadıya bir kıyam yaptı. Sonra birinci rükûdan daha az olmak üzere uzun bir rükû yaptı. Sonra başını kaldırdı. Sonra secde etti. Sonra güneş açılmış olarak namazdan çıktı. Ve halka hutbe okudu.»[306]

 

Bu hadîs, Müttefekun aleyh'dir. Lâfız Buhârî'nindir. Müslim'in {Ibnî Abbas'dan) bir rivayetinde : «Güneş tutulduğu zaman dört secde İle sekiz rükû yaparak, iki rek'ât namaz kıldı.» denilmiştir. Alî (R. A.) dan bunun bir misli rivayet olunmuştur.

Müslim'in Câbîr'den rivayet ettiği hadîste : «Dört secde ile altı rükû (lu bir namaz) kıldı.» denilmiştir.

Ebu Davud'un Übey ibnî Kâ'b (R. A.)'dan rivayetine göre : «Pey­gamber (S.A.V.) namaz kılmış ve beş rükû ile iki secde yapmış; ikinci rek'âtta dahî bunun gibi yapmıştır.»

Küsûf namazının Cumhur ulemâya göre sünnet-i müekkede oldu­ğunu yukarıda görmüştük. Bu namazın ne şekilde kılınacağı hakkın­da birçok vecihler vardır ki bunları Buharı (194—256) ile Müslim (204—261), Ebu Dâvvd (202—275) ve saire zikretmişlerdir. Cema­atla kılınması dört mezhebin imamları ile sair bâzı imamların mez­hebidir. Ancak Haneftlere göre kıldıran imamın cuma hatibi olması şart­tır. O olmazsa devlet tarafından kendisine izin verilmiş bir kimse dahi kıldırabilir. O da bulunmazsa herkes evinde yalnız başına kılar.

Şekline gelince : Küsüf namazının nasıl kılınacağı ulemâ arasında ihtilaflıdır.

Hanefİlere göre şâir nafile namazlar gibi, yani her rek'âtta bir rükû ve iki secde ile iki rek'ât olarak kılınır.

Cumhur'a göre de iki rek'ât kılmırsa da her rek'âtta iki kıyam; iki kıraat iki rükû ve iki secde yapılır. Maâmâfîh bu şekilde kılınması şart değildir. Hanefilerin dediği gibi sair nafile namazlar şeklinde da­hi kıhnabilir. Hanefllerden maada mezhep İmamları da buna kail olmuş­lardır, (bakara sûresini okuyacak kadar) denildiğine göre, küsûf nama­zında Kur'ân okunacak demektir. Nevevî (631—676) diyor ki :rek'âtm ilk kıyamında fatiha okunacağına ulemâ ittifak etmişe ikinci kıyam hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir. İmâm-ı Mâlik ile bi­zim mezhebimize göre fâtihasız namaz caiz değildir.»

Hadîs-i şerîf rükû'un uzun yapılacağına da delildir. Musannif mer­hum: «hiçbir tarîkta Resûlüllah (S.A.V.)'in bu bâbda neler beyân ettiği­ni görmedim. Yalnız rükûda Kur'ân okunamıyacağma ulemâ ittifak et­mişlerdir. Rükûda meşru olan, sadece zikir, teşbih ve tekbîr gibi şey lerdir» diyor. Hadîs-i şerifte «birinciden az» denilme­si ikinci kıyamın birinciden daha kısa olacağına delâlet eder. îmâm-ı Müslim'in Câbir (R. A./dan rivayetinde burada her ne kadar  «Sonra rükû e*tfc Ve uzattı. Sonra başını rükûdan kaldırdı ve uzun uza di ya durdu.» demliyorsa da Nevevî bunun için İki şekilde cevap vermekte. Ve : «Bu rivayet evvelâ şazdır. Ekseri­yetin rivayetine muhaliftir. Binaenaleyh onunla amel edilmez. İkincisi, buradaki uzatmadan murâd tâdil-î erkânı bir parça uzatmaktır. Yoksa rükû gibi kıyamı da uzatmak değildir» demektedir.

Bu rivayette secdenin uzunluğundan bahs yoktur. Fakat onu da uzun yaptığı Buhârî'nin rivayet ettiği Ebu Musa hadîsiylc, Müslim'in rivayet ettiği Ibni Ömer (R. A.) hadîsinde zikredilmiştir. Nevevî: «Ule­mâmız muhakkikleri ile, îmâm-ı Şafiî'nin nassan beyânına göre sec­de dahi uzatılacaktır. Çünkü bu bâbda sahîh hadîsler vardır.» diyor. Ebu Dâvud ile Nesâî (215—303)  Hz. Semura (R. A./dan şu hadîsi tahric etmişlerdir. «Her hangi bir namazdaki secdesinden mutlaka uzundu.»   Imâm-ı Müslim'in Hz. Câbir (R. A./dan rivayet ettiği hadîste «Secdesi de rükûunun misli idi.» buyrulmuştur. Bundan dolayı hadîs-imamları secdenin uzun yapılacağına cezm   etmişlerdir. Her rükûdan sonra denilir. Ve iki secde arasındaki oturuş uzunca tutulur. Filhakika Müslim'deki Câbir hadisinde iki secde arasında tâdil-î erkanın uzun tutulacağı zikredilmiştir. Fakat musannif : «Bu hadîsten maada hiçbir tarîkta buna   muttali olamadım» diyor. Gâzâlî, bilâkis iki secde arasındaki tâdil-i erkânın uzatılma­yacağını nakletmiş ise de bu rivayet merduttur. Sonra «birinci kıyam­dan daha az olmak üzere uzun uzadıya bîr kıyam yaptı» ifâdesi, ikinci rek'âtta ayakta durmanın uzun tutulacağına fakat yine de birinci rek'ât-taki kadar uzatılmayacağına delildir. Ebu Davud'un. Urve'den bir rivayetinde «Âl-i İmrân sûresini okuduğu» bildiriliyor. Ibni Battal (—444) : «îlk rek'âtın kıyamı ile rükûuyla ikinci rek'âttan daha uzun olacağmda hilaf yoktur. Yalnız ikinci rek'âtın birinci kıyam ile rükûu acaba ilk rek'âtın ikinci kıyamı ile rükûundan daha kısa mıdır, yoksa birbirine müsâvî midir? Bu cihet ihtilaflıdır.» diyor. Bu ihtilâfın sebebi hadîsteki «Birinci kıyamdan daha az olmak üzere» cümlesinin başka başka anlaşılmasıdır. Bunu bâzıları : ikinci rek'âtın birinci kıyamı, ilk rek'âtm ikinci kıyamından daha kısadır, mânâsına almış; diğerleri ha­yır, her kıyam kendinden önceki kıyamdan daha kısa olur; demişler­dir. «Halka hutbe okudu» cümlesi, küsûf namazından sonra hutbe oku­manın müstehâb olduğuna delâlet eder. tmâm-ı Şafiî (150—240) ile ekser hadîs imamlarının mezhebi de budur. Hanefîlere göre küsûf na­mazında hutbe yoktur. Çünkü nakledilme mistir. Olsa idi nakledilirdi.

Burada San'ân% Hanefilerin bu istidlalini çürütmek için şöyle ida-re-i kelâm ediyor : «Hanefîlerin bu sözü üzerine hemen hutbeyi saraha­ten gösteren hadîslerle cevap verilmiştir. Hanefîlerin «Resûîüllah (S. A.V.) o günkü konuşmasıyla hutbeyi kasdetmemiştir; güneş tutulması­nın birinin ölümü sebebiyle olduğuna inananlara bir red cevabı vermek

istemiştir.» Sözüne karşı da : Buhârî'nin rivayetinde  «Allah'a hamdü sena erti». Hattâ bir rivayette kendisinin Allah'ın kulu ve resulü ol­duğuna şehâdet de etti» Buhârî'nin diğer bir rivayetinde «Cennet, Cehennem vesaire ah-

vâlini zikretti.» hadîsleri gösterilir. Bunlar ise zaten hutbeden maksad olan şeylerdir. Müslim'in Fâtıma (R. Anha)'âa.n rivayet ettiği Esma hadîsinde şöyle deniliyor :

«Esma radıyaüahü anha demiştir kî : Resûlüllah SdUallahü aley­hi ve sellem, cemaata hutbe okudu ve Allah'a hamdü sena ettikten son­ra şöyle dedi :

Bundan sonra (Malûm olsun kî) bana gösterilmemiş bu­lunan hiçbir şey yoktur ki, şurada yerimde gösterilmemiş olsun. Hattâ cennet i!e cehennem bile. Gerçekten şan şu­dur ki, bana sizin yakında kabirlerde fitneye dûçâr edile­ceğiniz (yahut) Mesih DeccâFin fitnesi gibi bir fitneye mâ­ruz bırakılacağınız —bunlardan hangisini dediğini bilmiyorum— bildirildi.Esma demiştir ki :

«Sizden biriniz getirilecek ve:

«Şu adam hakkında malûmatın nedir?» denilecek. Mü­min İse; (yahut) rrtûkîn İse —hangisini dediğini bilmiyorum— Es­ma demiştir ki :

«O Allah'ın Resulü Muhammed'dir. Bize hüccetleri ve hidâyeti getirdi. Biz de icabet ve itaat ettik»   diye üç defa

tekrarhyacak. Sonra kendisine :

«Uyu. Biz Zâten senin O'na imân ettiğini bilirdik; Bi­naenaleyh hakkınla beraber uyu» denilecek.

San'ânVidn. istidlali burada nihayete eriyor.

Ben derim ki : San'ânî'ma. istidlal ettiği hadîslere Hanefiyye ulemâsından hiçbirinin bir şey dediği yoktur. Binaenaleyh hepsi doğru­dur. Fakat bunların doğru olması mutlaka küsûf namazında hutbe oku­nacağına delîl olamaz; fıkbi kaidemize göre: «Bir îşden maksad ne ise, hüküm ona göredir» Hz. Peygamber (S.A.V.) o günkü hutbesini küsûf namazı hutbesiz olmaz diye okumamıştır. Bilâkis o hutbe her zamanki hutbeler tarzında okumuş da olsa arızî bir sebeble îrâd edilmiştir. Ve o sebep de bu hutbeden sonra zail olmuştur. Bir şeyin illet ve sebebi ni­hayete erdi mi o şey de bittabi sona erer. Binaenaleyh o gün için güneş tutulması birinin Ölümünden ileri geliyor zannolunurken, Resûlüllah (S. A.V.J'in hutbesinden sonra hakikat anlaşılmış ve bir daha böyle yanlış bir zanna kapılan olmamıştır. Şu halde böyle bir hutbeye de lüzum kal­mamıştır.

İşte Hanefîlerin dâvası bundan ibarettir. Zahiri yy e ulemâsının bir nassın zahirine saplanıp kalma hususunda gösterdikleri anûdâne titizlik karşısında benim de âcizane kendilerine §öyle bir sual sormak hatırıma geliyor : Resûlüllah (S.A.V.) sahîh, hattâ manen mütevâtir olan bir hadîs-i şerifinde şöyle buyurmuşlar :   

«Ameller ancak niyetlere göredir.» Bu hadîs-i şerîfin zahirine ne buyurursunuz?

tmâm-% Müslim (204—261) 'in ibnî Abbas (R.A.)'dan rivayet et­tiği kısımda «Dört secdede sekiz rükû kıldı.» deniliyor. Bundan murâd iki rek'ât namazdır. Zîrâ her rek'âtta ikişer secde vardır. Bu iki rek'ât-lı namazda sekiz tane rükû olduğuna göre, her rek'âtta dörder rükû yaptığı anlaşılıyor. Küsûf namazının bu şekilde kılınacağına kâü olan­lar da vardır.

Müslim'in Câbir ibni Abdullah radıyallahü anft'den rivayet ettiği yukarıdaki hadîste, Hz. Peygamber SdllaUahü aleyhi ve sellem'in iki rek'âtlı bir namazda dört secde ile altı rükû yaptığı ifâde olunmuştur ki, her rek'âtta iki secde ile üç rükû yaptığı anlaşılmaktadır.

Buraya kadar görülen rivayetlerden anlaşılıyor ki, küsûf namazı bilittifak iki rek'âttır. Yalnız rükûları hakkında ihtilâf vardır. Musan­nif merhumun kaydettiği rivayetlerden dört suret meydana geliyor :

a— Küsûf namazı iki rek'âttır. Ve her rek'âtta ikişer rükû vardır. îmâm-ı Şafiî (150—204), îmâm-% Mâlik (93—179), Ahmed ibni Han-bel (164—241) ve diğer bâzı zevatın mezhebleri budur.

Delilleri : Hz. Âİşe, İbni Abbas ve İbni Ömer (R. Anhüm) haze-râtmn ırivâyet ettikleri hadîsdir. tbni Abdü-Ber (368—463) : «Bu hadîs bu bâbda en sahîh bir şeydir. Geriye kalan rivayetler muallel ve zayıftır» demiştir.

b— İki rek'âttır. Ve her rek'âtta dörder rükû vardır. Müslim'in Ibnİ Abbas ile Hz. Ali (R'Anhümâ)1 dan rivayet ettiği hadîs bunu ifâ­de etmektedir.

c— îki rek'âttır. Her rek'âtta üçer rükû vardır. Câbir hadîsi buna delildir.

d— İki rek'âttır. Her rek'âtta beşer rükû vardır.

Rivayetler böyle muhtelif olunca ulemâ da ihtilâf etmişlerdir. Cum­hur ve Eimme-i Selâse birinci kavle zâhib olmuşlardır. Nevevî (631—676)

Müslim şerhinde «Her nevi'e bazı sahabe kail olmuştur» diyor. Muhakkikinden bir cemaata göre küsûf namazı kılacak kimse bu nevilerden birini seçmek hususunda muhayyerdir. Hangisini yapsa olur. Bu kavi, küsûf namazının müteaddit zamanlarda muhtelif suret­lerde kimi o, kimi bu şekilde kılındığına göredir. Lâkin bu bâbda yapılan tahkik, bütün rivayetlerin aynı vak'ayı anlattığını ve bu vak'anın da Resûlüllah (S.A.V.)'in oğlu İbrahim'in vefatı günü küsûf namazı kılma­sından ibaret olduğunu göstermektedir. Bundan dolayıdır ki şâir ule­mâ, küsûf namazının üç ayrı surette kılınacağını bildiren hadîsleri il-letlendirmekten vazgeçmişlerdir. *îbnü}l - Kayyım (691—751) : «/mâm-ı Ahmed, Buharı, ve Şafiî gibi büyük imamlar vak'anın mü-teaddid olduğunu sahîh bulmuyor; onu hatâ görüyorlar» demiştir. Hanefîlere göre küsûf namazının şâir nafileler gibi iki rek'ât kılındığım yukarıda görmüştük.[307]

 

533/402- «İbni Abbas radıyallahü anhüma'dan rivayet edilmiştir. Şöyle demiştir: Hiç rüzgâr csmemiştîr ki Peygamber SalîaUahü aley­hi ve sellem dizleri üzerine çökerek :

Allah'ım bunu bize rahmet kıl; azap kılma; demiş olma­sın.»[308]

 

Bu hadîsi, İmâm-ı Şafiî ile Taberânî rivayet etmişlerdir.

Hadîs-i şerifte zikri geçen diz üstü    çökme   korkudan   müteveîlid oturuştur ki bunu ekseriyetle korkanlar yapar.   rüzgâr demektir. Bu kelime ism-i cins olup rahmetle gelene de, azabla gelene de şâmildir. Nitekim Ebu Hüreyre (R.A.)'dan merfû olarak rivayet edilen bir hadîste şöyle buyrulmuştur :

«Rüzgâr Allah'ın ruhundanchr. Kimi rahmet kimi de azab getirir, Şu halde ona söğmeyin.»

Ibnl Abbas hadîsinin tamamı şöyledir:    

«Allah'ım bunu çok rüzgârlar yap; bir rüzgâr yapma» :

Hadîsin bu kısmı kelimesinin müfred kullanıldığı zaman azaba; cemi kullanıldığında ise rahmete mahsus olduğuna delâlet eder.

İbni Abbas (R. A.) diyor ki: «Allah'ın kitabında[309]  «Ben Azimüşşan onlara şiddetli bîr rüzgâr gönderdim»

[310]«Hani onlara şiddetli rüzgârı göndermiştik.» [311]«Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik», [312]«On"n âyetlerinden biri de rüzgarları müjdeci olarak göndermestdir» buyrulmuştur.

Hadîsi, îmâm-% Şafiî «Et-Daavâtü}l-Kebîry de rivayet etmiştir.

Bu hadîs; kelimesinin cem'i kullanıldığından rahmet mânâsına geldiğini, müfred kullanılırsa azab mânâsını ifâde ettiğini gösteriyor. Yalnız bu sefer babımızın hadîsinde Hz. Peygamber (S.A.V.) in o rüzgârın rahmet olmasını istemesi müşkül kalıyorsa da «Bundan maksad, bizi bu rüzgârla öldürme demektir. Zira bu rüzgârlar öldürül­müş olsalar, üzerlerine başka rüzgâr esmez. Bu suretle rüzgârlar değil, bir tek rüzgâr olur.» şeklinde cevab verilmiştir.[313]

 

334/403- «(Yine) İbni Abbas radıyallahü anhüma'dan rivayet edil­miştir ki, kendisi bir zelzelede altı rükû ve dört secde (li İki rek'ât) na­maz kılmış ve âyât namazı böyle olur demiştir».[314]

 

Bu hadîsi, Beyhakî rivayet etmiştir. Şafiî de Hz. Ali'den onun bir mislini, son kısmının hazfiyle rivayet etmiştir.

Rivayet edilmeyen son kısımdan murâd cümlesidir. Yukanki hadîsi Beyhâkî (384—458), Abdullah îbni'l-Hâris yolundan tahrîc etmiştir. Buna göre vak'â Basra'da bir zelze­lede olmuştur.

Aynı hadîsi îbni Ebi Şeybe (—234) de kısaltma yaparak aynı yoldan rivayet etmiştir. Lâfzı Şudur :

«İbni Abbas kendilerine bir zelzelede dört secde İle (iki rek'ât) na­maz kıldırmış; bu namazda altı rükû yapmıştır.» Lâfzın zahiri, cemaat­la kıldıklarını gösteriyor.

Fâide : Ay tutulduğu zamanda, tıpkı güneş tutlduğu zamanki gibi iki rek'ât namaz kılmak meşrudur. Hanefİlere göre bunda cemâat yok­tur. Ayrı ayrı herkesin evinde kılması mendubdur. Mâlİkîlere göre de öyle ise de evde cemaatla kılmakta bir beis yoktur. Camide cemaatla kılınması mekruhtur. Şâtiîlerle Hanbelîlere göre az farkla küsûf namazı da hüsûf namazı gibidir ve hükümleri birdir. Bu namazlardan mâada, zelzele, yıldırım, şiddetli karanlık, şiddetli rüzgâr veya veba gibi has­talıklar zuhurunda iki rek'ât namaz kılmak mendubtur. Çünkü bunların her biri Allahü Zülcelâl'ın birer âyeti olup, isyan deryasına dalmış bu­lunan kullarını hak yoluna dönsünler diye bunlarla korkutur. Binae­naleyh böyle bir hâl vukuunda ibâdet yolu ile Allah'a rücû etmek lâzım­dır. Nitekim Fahr-İ Kâinat (S.A.V.) Efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde :

«Bu korkulardan bir şey gördünüz mü hemen nama­za İltica edin» buyurarak korku anlarında namaza iltica etmemizi emir buyurmuştur.

Korku namazlarının edâ tarzı mutlak nafileler gibidir. Ayrı hususi­yetleri yoktur. Onları evlerde ayrı ayrı kılmak efdâldir. Cemâat ve hutbe gibi şeyler onlarda meşru olmamıştır. Korku namazlarına Şâfiî-lerle Hanbelîler kail olmamışlarsa da, zelzeleler devam edip giderse, Hanbelîlere   göre de iki rek'ât namaz kılmak mendub olur.[315]

 

«İstiskâ'  Namazı  Babı»

 

İstiskâ : Yağmur duâsıdır. Bir yerde o yer halkına, hayvanlarına ve ekinlerine yetecek kadar nehir ve dere suyu yoksa, yahut varken bitti veya azalarak yetmez oldu ise, o yer halkına yağmur duasına çık­mak ve iki rek'ât istiskâ, namazı kılmak meşru bîmuştur. Meşrûiyyeti Kitab ve Sünnetle sabittir.

Kitabtan delili: [316]«Rabbinîzden  mağfiret dileyin.  Çünkü o pek mağfiretcîdir.   Sizin   üzerinize   semâyı bol yağmur   halinde   gönderir» âyet-i kerîmesidir.

Rivayete göre Nuh Aleyhisselâm kavmini senelerce hak yola da­vet ettikten sonra, kavmi yine küfür ve inadiarmda ısrar edince Cenabı Hak, onlardan yağmufu kesmiş; kadınları doğurmaz olmuşlar, bu hâl, (kırk) yahut (yetmiş) yıl devam etmiş. Nihayet îmân etmek şartıyla kendilerine bol rızk verileceği ve hallerinin düzeltileceği Ce-nâb-ı Hak tarafından bildirilmiştir. Bu âyetle istidlalin vechi şudur : Bizdon önceki kavimlerin şeriatları, bize de şeriattır. Elverir ki, onları bize Allah veya Resulü inkâr etmeksizin kıssa etmiş bulunsun.

İşte burada da öyledir. Hz. Nûh Aleyhisselâmm şeriatını bizzat Ce-nâb-i Hak Kur'ân-ı Kerîm'de kıssa buyuruyor, inkâr da etmiyor.

Yağmur duası; îslâmiyetten evvel araplarda da vardı. îbni Asâkir (499—571) §u rivayeti tahric etmiştir : «Mekke'liiere kıtlık isabet etmiş. Kureyş (Ebu Tâlib'e): Yâ Eba Tâlib, bu vadiye kıtlık gel-di.Çoluk çocuk kurağa tutuldu, gel bir yağmur duası yapıver! demiş­ler. Bunun üzerine Ebu Tâlib beraberinde, üzerinden siyah bir bulut açıl­mış, güneş gibi bir çocuk, (yani Âhir zaman Peygamberi Muhammed Mustafa (S.A.V.) onun etrafında da bir takım çocuklar olduğu halde, duaya çıkmış. Çocuğu alarak sırtını Kabe'ye dayamış ve parmağı ile çocuğa dayanmış. Semâda bir pare bulut bile yokmuş. Derken öteden beriden bulutlar peyda olmuş ve gittikçe çoğalarak öyle bol bir yağmur yağmış ki, vâdî dolmuş taşmış ve her taraf bolluk içinde kalmış. Sabî-i masum hakkında Ebu Tâlîb, şu beyti söylemiştir:

«Hem beyazdır. Yüzü suyu hürmetine buluttan yağmur dilenir. Ye­timlerin halaskarı, dul kadınların ismetidir,» Sünnetten delili : Aşağıdaki hadîslerdir.[317]

 

—/404- İbni Abbas radıyallahü anhüma'âan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Peygamber SaUdllahü aleyhi ve sell&m, (Medine'den) mü-ievâzî, her günlük elbise giymiş, bitkin, ağır ağır yürür; nİyazkâr bir halde çıktı ve bayram kılar gibi iki rek'ât namaz kıldı. Sizin şu hutbeni­zi okumadı.»[318]

 

Bu hadîsi, beşler rivayet etmiştir. Tirmİ2Î/ Ebu Avâne ve ibni Hib-

ban onu sahîhlemişlerdir.

Bâzı kelimelerin îzâhı : «.İdi » Her günlük elbisesini giyen de­mektir. Burada maksad, tevazu göstermek ve muhtaç olduğunu anlat-mak için. Ziyneti ve giyinip, kuşanmayı terk etmektir. « Uiptu » nuşu göstererek demektir.ağır alarak, acele etmiyerek demektir.tezellül ve istekte mübalağa göstererek yani niyaz ede­rek demektir.

Ebu Dâvûd (202—275)'in rivayetinde  denilmiş, yani kelimelerin yerleri değiştirilmiştir. Aynı rivayette   tSîzin şu hutbenizi okumadı»   cümlesinden    sonra «Lâkin duâ# nlyâz ve tekbîr getirmekte devam ettt.

Sonra bayramda kıldığı gibi iki rek'ât namaz kıldı» denilerek burada­ki namazın duadan sonra kılındığı beyân edilmiştir.

Musannif merhumun, rivayetinde bu cihet sarih değildir. Bu hadîsi; zikredilenlerden mâada, Hâkim (321—405), Beyhâkî (384— 458) ve Dâre Kutnî; (306—385) de tahric etmişlerdir.

Hadîs-i şerîf, yağmur duasında namaz kılmanın meşru olduğu­na delildir. Bu hususta mezheb imamları arasında ihtilâf yok ise de sıfatı hakkında ihtilâf edilmişb'ı1. Hanefîlerden îmâm-ı Âzam'a, (80— 150) göre asıl istiska' duâ, istiğfar, ve hamdü senadan ibarettir. Ma-mâfîh mendub olmak üzere yalnız başına herkes iki rek'ât namaz kıla­bilir. Bu namazda hutbe falan yoktur. İmameyn ile şâir mezâhib imam­larına göre yağmur duasında bayramlarda olduğu gibi, cemaatla kıl­mak, aşikâr okumak, ve sonunda hutbe îrâd etmek suretiyle iki rek'ât namaz kılmak sünnet-i müekkededir. Yalnız buradaki hutbede tekbîrler Hanefîlerle Mâlikîlere göre istiğfara tebdil edilir. Şâfîîlerle Hanbelîlere göre tebdil edilmez. Burada da tekbîr alınır İmameyn ile Mâlikîlerin delili, Buharı (194—256)'nin rivayet ettiği Abbâd b. Temim hadîsidir.

Bu hadîste «Resûlüllah Sattallahü aleyhi ve settem, onlara İki rek'ât namaz kıldırdı» denil­mektedir. Nitekim aşağıda gelen Hz. Âİşe hadîsi de aynı mânâyı ifâde ediyor. Bunlar «Ibnİ Abbas hadîsini te'vil ederek, bu hadîsten maksad, namazın sıfatını, yani nasü kılınacağını değil, rek'ât sayısını bayram na­mazına benzetmektir» demişlerdir.

Mamafih Dâre Kutnî (306—385)'nin İbni Abbâs (R. A./dan tah­ric ettiği şu rivayet bu te'vile muarızdır :

«O namazda bayramlarda olduğu gibi, yedi ve beş tekbîr alır, ve okur.» Vakıa bu rivayetin isnadı hakkında söz-

edilmiş ise de sadedinde bulunduğumuz hadîs de onu te'yid etmektedir. îmâm-ı Âzam ise Ebu.Dâvud, (202—275) ile Tirmizî (200—279) nin tahric ettikleri şu hadîsle istidlal etmiştir :

«Peygamber Sallallahü aleyhi ve seTlem, denilen yerde duâ ederek, yağmur diledi.»Ebu Avâne (—316) de sahihinde şu hadîsi tahric etmiştir:

«Peygamber SaUallahü aleyhi ve settem'e, bir kavım kıtlıktan şikâyet etti. Bunun üzerine :

Dizler (iniz) in üzerine çökerek: yâ Rab yâ Rab deyin;: buyurdular».

Hz. İmam'ın bu istidlaline karşı denilse denilse, şöyle denilebilir : Evet Resûlüllah (S.A.V.)'in yağmur duasında iki rek'ât namaz kıldığı da sübût bulmuştur; bazen kılmadığı da olmuştur. Bunu her ikisi de caiz olduğunu göstermek için böyle yapmıştır.

Îbnü'l-Kayyim (691—751) «El-Hedyü'n-Nebevv» adlı eserinde-Resûlüllah (S.A.V.)'in kaç çeşit yağmur duası yaptığım saymış; altıya çıkarmıştır :

a— Musallaya çıkmış; orada hem namaz kılmış, hem de hutbe okumuştur.

b— Cuma günü minberde hutbe okuduğu sırada yağmur duasında bulunmuştur.

c— Cuma'dan başka bir günde Medîne-İ Münevvere'nin minberi üzerinde yalnız yağmur duasında bulunmuştur. Bu rivayette namaz. kıldığı bildirilmemiştir.

d— Mescidde otururken yağmur duası yapmış; ve ellerini kaldı­rarak AHahü Zülcelâl'e niyazda bulunmuştur.

e— Mescidin kapısı dışında «Zevrâ» denilen yere yakın bulunan da yağmur duası yapmıştır.

f— Gazalarından birinde müşrikler müslümanlardan evvel suyu zaptettikleri zaman yağmur duasında bulunmuştur.

Fahri Kâinat (S.A.V.) Efendimizin yaptığı yağmur dualarının hep­sinde yağmur yağmıştır. Yukarıda da arzettiğimiz gibi, yağmur dua­sında hutbe okumanın meşrûiyyeti ihtilaflıdır. Okunmaz diyenler, İbni Abbas (R. A./in «Hutbe okumadı» sözüyle istidlal ederler. Okunur di­yenler aşağıdaki Hz. Âişe ve İbnî Abbas hadîsleriyle istidlal ederler. Hutbenin namazdan evvel veya sonra okunacağı dahi ihtilaflıdır. Ha-nefîlerden İmameyn ile diğer mezheb imamlarına göre namazdan sonra okunur. Bu hutbe îmam-ı Ahmed İbni Hanbel (164—241) ile Han-nefîlerden îmam-ı Ebu Yusuf & (113—182) göre bir tek hutbeden ibarettir. Ve Hanefîlerle Mâlikîlere göre yerde okunur, Imâm-ı Mu-hammed (135—189) ile îmâm-ı Mâlik'e (93—179) göre hutbe bay­ram hutbesi gibidir. Ulemâdan bakılan hutbenin namazdan evvel okunacağına kail olmuşlardır. Bunlar İbni Abbas hadîsiyle istidlal eder­ler. Namazdan sonra okunur diyenlerse, îmâm-ı Ahmed ibni Hanbel, İbni Mâce (207—275), Ebu Avâne (—316) ve Beyhakî (384—458) :nin tahric ettikleri Ebu Hüreyre hadîsiyle istidlal ederler. Bu hadîste ; «Peygamber SallaMahü aleyhi ve sellem, yağmur duasına çıktı ve iki rek'ât namaz kıldı. Sonra hutbe okudu.» deniliyor. Bu iki hadîsin ara­sını bulmak için : «Resûlüllah (S.A.V.)'in başladığı duadır; amma bu­rada duaya hutbe denilmiş ve bundan sonra ayrıca hutbe okunduğu ri­vayet olunmamıştır. Namazın hutbeden önce kılındığını rivayet eden de sadece o kadarla iktifa etmiş; namazdan evvel duâ okuyup, okumadığı­nı beyân etmemiştir» deniliyor. Duâ için Hz. Peygamber (S.A.V.)'den rivayet edilmiş lâfızlar aranır. Resûlüllah (S.A.V.)'in hangi lâfızlarla duâ ettiğini aşağıdaki hadîs gösteriyor.[319]

 

—/405- «Âişe radıyaMahü ariha'âan rivayet edilmiştir. Demiştir kî: Halk Resûlüllah SaUallahü aleyhi ve sellem'e yağmurun yağmamasın­dan şikâyet ettiler. Bunun üzerine bir minber kurulmasına emir buyur­du. Ve kendisine musallaya bir minber kuruldu. Halka (yağmur duası­na) çıkacakları bir gün de tayin etti. (O gün) kendisi güneşin ziyası vurduğu zaman çıktı; ve minberin üzerine oturdu. Bunu müteakip tek­bîr aldı ve Allah'a hamd etti. Sonra (şöyle) buyurdu :

Hakikaten siz beldenizin kuraklığından şikâyet etti­niz (amma) hakikaten Ailah da size kendisine duâ etmeni­zi emir etti. Duanızı kabul buyuracağını da vaad eyledi. Bundan sonra :

Hamd âlemlerin Rabbi, Rahman ve Rahim; kıyamet gününün sahibi Allah'a mahsustur. Allah'dan başka Al­lah yoktur. Dilediğini yapar. Allah'ım, Allah sensin. Sen­den başka ilâh yoktur. Ganî sensin; biz fukarayız; bize rahmetini indir; indirdiğini de bir zamana kadar kuvvet ve kifayet kil. dedi. Sonra ellerini kaldırdı ve fa koltuklarının bey ar yeri görününceye kadar (el kaldırmakta) devam ettt. Sonra cemaata sırtım çevirdi ve ellerini kaldırdığı halde cübbesinl çevirdi. Sonra ce­maata yüzünü döndü ve (minberden) inerek iki rek'at namaz kıldı. Der­ken Allah bir bulut halketti. Gök gürle meye, şimşek çakmaya başladı. Sonra yağmur yağdı. »[320]

 

Bu hadîsi, Ebu Dâvud rivayet etmiş; ve : «Gariptir. İsnadı iyi­dir.» demiştir.

Elbise çevirme mes'elesi SaMh-i Buhân'de Abdullah Ibni Zeyd'den rivayet edilmiştir. Bu hadîste : «Müteakiben duâ ederek kıbleye döndü; sonra ik! rek'ât namaz kıldı. Bu rek'âtlarda kıraati aşikâr yaptı» denil­mektedir.

Dâre Kutnî'nin Ebu Cafer Bâkır'dan mürsel olarak rivayetinde: «Kuraklık değişsin diye cübbesini çevirdi» cümlesi vardır.

Hadîs-i şerifin tamamı «Sünen-i Ebi Dâvud» da şöyledir :

«Sonra  Allah'ın izniyle yağmur yağdı. Resûlüllah Saîlallahü aleyhi ve seUem, mescidinin ka­pısına gelir gelmez seller aktı. Halkın sipere koştuklarını görünce avurt dişleri meydana çıkıncaya kadar güldü. Ve :

Şehâdet ederim ki Allah her şeye kadirdir. Ben de onun kulu ve Resulüyüm; dedi».

Hadîs-i şerifteki: «Ve minberin üzerine oturdu» cümlesi için îbnü'1-Kayyım, (691—751) : «Şayet doğru ise,» tâbirini kullanıyor. Ve sö­züne devamla «aksi takdirde gönülde bundan bir §ey var.» diyor. Yani şüpheli olduğunu ihsas ediyor. Resûlüllah (S.A.V.)  :

«Hakikaten Allah da size kendisine duâ etmenizi em­retti. Duanızı kabul buyuracağını   vaad  eyledi»  demekle [321]«Bana duâ edin; size   kabul   edeyim.âyet-i kerîmesine ve keza [322]«Kullarım sana beni sorarsa şüphesiz ki ben yakınım. Beni çağıranın dâvetine icabet ederim» âyet-i celîlesine işaret buyurmuştur. «Bunu müteâkib tekbîr aldı. Ve Allah'a hamd etti.»

demesine bakılırsa, hutbeye Besmele ile değil, hamd-ü sena ile başla­mıştır. Filhakika Rcsûl-ü Ekrem (S.A.V.)'in hutbelerine hamdden baş­ka bir sözle başladığı hiç bir rivayette zikredilmemiştir.

Ebu Dâvud (202—275) yukarıdaki hadîs için : «İsnadı iyidir.»

dedikten sonra «Medîneliler» okurlar; bu hadîs onlara hüccettir.» der. «Halka birgün tâyin etti,» denildiğine göre yağmur duasına çıkacakları günü halka birkaç gün ev­velinden bildirmek yerinde olur. Tâki hazırlansınlar. Biribirlerine hak­ları geçenler helâllaşarak tevbe etsinler. Hanefilerin fıkıh kitaplarında: «Yağmur duasına çıkmazdan üç gün evvel imamın halka üç gün oruç tutmalarını ve mümkün mertebe sadaka vermelerini hak, hukuk mes'-elelerinden kurtulmalarını, günahlardan tevbe etmelerini emretmesinin müstehâb olduğu» beyân edilmiştir. O gün Resûlüllah (S.A.V.) evvelâ tertemiz yıkanarak her günlük elbiseler içinde Allah'a kemâl-i tevâzuy-la boyun bükmüşdür. Evvelâ ihtiyarlar, sonra çocuklar sahraya çıkar­lar. Hayvanları çıkarmak bile müstehâptır.

Benî İsrail'e ait nakillerde «Bir cemâatin yağmur duasına çıktı­ğı, fakat içlerinde bir tek âsî bulunduğu için kendilerine Allah tarafın­dan yağmur haram kılındığı» rivayet olunur. Hadîsteki « ^- |j » tâbiri

«insanlar» demektir ki, müslim ve gayri müslim bütün insanlara âmm ve şâmildir. Şu halde gayrı müsumleri de yağmur duasına çıkarmanın meşru olduğuna delâlet ederse de mes'ele ihtilaflıdır. Bâzılarına göre kendi kiliselerine veyahut sahraya çıkarlarsa men edilmezler. Diğer bâzılarına göre hiçbir vecihle yağmur duasına çıkmalarına müsaade edilmez. Zira bu duâ rahmet insin diye yapılır. Küffâra ise rahmet değil, lanet iner. Kemal ibni Hümâm (788—861) «Fethü'l-Kadîr» adlı ese­rinin İstiska Babında : «Gayrı müslimlerin yalnız başına yağmur duası yapmalarına müsâade edilemez. Çünkü onların duâsıyla yağmur yağ­mak muhtemeldir. Bu takdirde avamın zayıf imanlı olanları fitneye düçâr olur demektedir.»

Hadîs-i şerîf, duâ ederken el kaldırma, yağmur duasında ise başının hizasına kaldırarak mübalağa göstermeye delâlet ediyor. Duâ ederken el kaldırmak bir çok hadîslerle sabittir. Hattâ el-Münzirı (—656)  bu hususta bir cüz tutan bir eser tasnif etmiştir. Nevevî (631—676) : «Bu bâbda sahihinde yahut bunlardan   birinden otuz

kadar hadîs topladım» diyor.Bunu Eî-Mühezzeb» şerhinde in sonunda zikretmektedir. Vakıa Hr. Enes'den rivayet edilen bir hadîste yağmur duasından maada hiç bir yerde el kaldırılma-yacağı beyân ediliyorsa da bundan murâd, hiç kaldırmamak değil, kal­dırmakta mübalâğa göstermemektir.

Elbisenin çevrilmesine gelince : Elbisesinin sağ tarafını sol omuzuna, sol tarafım da sağ omuzuna koymakla olur. Nitekim Bu-hâri (194—256) ile îbni Mâce (207—275) 'nin ve îbni Hüzeyme (223—311)'nin rivayetlerinden de bu anlaşılıyor. Ebu Dâvud, (202—275) 'un rivayetinde şöyle denilmiştir :

«Sağ yakasını sol omuzuna; sol yakasını da sağ    omuzuna koydu» İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel (164—241)'in tahric ettiği bir hadîste «Cemâat da Resûlüflah Sallattahü aleyhi ve seîlem ile birlikte elbiselerini çevirdiler» denildiğine göre imamla birlikte ce­mâatin da elbise çevirmesi meşru olmak gerekirse, de mes'ele ihtilaf­lıdır. Hanefîlere göre cemâat, elbiselerini çevirmezler. Zîra kendilerine «Siz de çevirin» diye emir buyurduğu nakil edilmemiştir. Binaena­leyh bu iş imama mahsustur.

Şâir mezheblere göre cemâat da elbiselerini çevirirler. Elbiselerin çevrilmesi kıbleye karşı döndükleri zamandır. Zîra Müslim'in (204—261) rivayetinde :   

«Resûlüllah Sallaîlahü aleyhi ve seîleın, duâ etmek istedikte kıbleye karşı döndü ve abasını çevirdi.» denilmektedir. Buhâ-rîde de bunun gibi bir rivayet vardır.

Hadîs-i şerif istiskâ namazının iki rek'ât olduğuna da delildir ki; Cumhur ulemânın mezhebi budur. İkişer rek'âtta selâm vermek şartıy­la dört rek'âttir diyenler de vardır. Fakat bu kavi zayıftır. Çünkü Hz. Peygamber (S.A.V.)'den sabit olan iki rek'âttır.

Tahvil kıssasında adı geçen Abdullah, Abdullah İbni Zeyd El-Mâzî-nîdir, bâzıları vehmederek onu ezanın râvîsi olan Abdullah sanmışlardır. Halbuki o başka, bu başkadır.

Hadîsteki den sonra BühârVde cübbesîni çevirdi». Diğer bir rivayette denilmiştir.

Mânâ aynıdır.

Buharı şöyle diyor: «Süfyan dedi ki, bana da Mes'udi haber verdi. Ebu Bekir'den duymuş; sağı sol üzerine koymuş dedi.» îbni Huzeyme nin rivayetinde de » «Solu da sağ üzerine ziyâdesi vardır. Elbise çevirmenin hikmetini tâyin hususunda ulemâ ihtilâf et­mişlerdir.

Musannif merhum aşağıdaki hadîsi rivayet etmekle bu ihtilâfa işaret etmiştir. Hadîs-i şerif istiska' namazında kıraatin aşikâr olacağına delildir. Aşikâr okuma mes'elesi BuhârVnin bazı rivayet­lerinde vardır. îbni Battal (—444) bu hususta icmâ olduğunu nak­leder. Bâzıları bundan, istiska' namazının yalnız gündüz kılınacağı mâ­nâsını çıkarırlar. Ve «Gece kılınacak olsaydı gündüz kılındığı zaman gizli, gece kılındıkta sesli okunurdu» derler.

Cübbe çevirme hakkında tbnü'l-Ârâbl (468—543) : «Bu cübbe çevirmesi Peygamber (S.A.V.) ile Rabbîsi arasında bir emaredir. Ken­disine : «Hâlin değişmek için cübbeni çevir» denilmiştir; diyor. Fakat buna itiraz edenler: «Böyle denildiği nakle muhtaçtır.» diyorlar. İbnii'J-Ârâbî «Elbise çevirmek tefeül içindir; diyenlere: «Falın şartı, ona niyet etmemektir» diye itirazda bulunmuştur. Musannif merhum : Tefe'ül hakkında râvileri mutemed bir hadîs vârid olmuştur.» der. «Fethü'l-Bârî» de bu hadîsi Dâre Kutnî (306—385) ile Hâkim (321 —405)'in Cafer ibni Muhammea"'den, o da babasından, o da Câbir'den işitmiş olmak üzere tahric ettiklerini söyler. Şu halde hadîs mevsuldur. Zîra Muhammed ibni Ali Hz. Câbir'le buluşmuş ve ondan hadîs rivayet etmiştir. Yalnız Musannif: «Dâre Kutni bu hadîsin mürsel olduğunu tercih etmiştir.» dedikten sonra «Zan ile söz söylemektense, bu hadîsle amel etmek herhalde evlâdır» diyor.[323]

 

—/406- «Enes radıyallahü anft'den rivayet edilmiştir ki: Bir adam, •cuma günü. Peygamber SaUaUahü aleyhi ve seîlem ayakta hutbe okur­ken mescide girmiş ve : Yâ Resûlellah, mallar helak oldu. Yollar ke­sildi (ne olursun) Allah Azze ve Celfe'ye duâ ediver; bize yağmur ihsan etsin; dedi. Bunun üzerine Saîlallahü aleyhi ve selîem ellerini kaldırdı: Sonra :

Allah'ım bize yağmur ver. Allah'ım bize yağmur ver; dedi ve hadis (in geri kalan kısmın)  i zikretti. Bu hadiste yağmurun bindirilmesi için duâ da vardır.»[324]

 

Hadîs, müftefekun aleyh'tir. Sahihi Müslim'de hadîsin tamamı şöyledir:

«Enes demiştir ki : Vallahi gök yüzünde ne bir bulut, ne de bulut parçası görüyorduk. Seli' ile aramızda da bir ev veya arsa yoktu, demistir kî: Hemen onun arkasından kalkan gibi bir bulut belirdi (bu bu­lut) semânın ortasına geldiği vakit yayıldı. Sonra yağmur boşandı. Enes demiştir ki : Vallahi bîr hafta güneşi görmedik. Nihayet ertesi cuma günü Rcsûlüllah (S.A.V.) ayakta hutbe okurken o kapıdan bîr adam girdi ve :

Yâ Resûlallah bütün mallar helak oldu. Yollar kesildi. İmdi Al­lah'a duâ et de şu yağmuru bizden kessin dedi. Enes demiştir ki :

Bunun üzerine Resûlülfah Sallalîahü aleyhi ve sellem ellerini kal­dırdı, sonra :

Yâ Rab, üzerimize değil, etrafımıza.... Yâ Rab dağ­lara, tepelere, vadi içlerine ve ormanlara, dedi. Enes demiş­tir ki: Derhal yağmur dindi ve biz de güneşte yürümeye çıktık. Şerik demiştir ki : Enes ibni Mâlik'e o adam ilk gelen mi İdi, diye sordum; bilmiyorum dedi.»

Musannif: «Bu gelen zatın ismine Enes hadîsinde müttalî olamadım» diyor.

Bâzılarına göre bu zat, Kâ'b ibni Mürre'dİr. Harice İbni Hısn b. Huzeyfe el-Fezarî'dir diyenler de olmuştur,       Buhâri'rnn rivayetinde cümlesinden sonra «cemâat da ellerini kaldırdılar» denildiği gibi, yerine tâbiri vârid olmuştur. Mânâ hep birdir.

Malların helaki, hayvanlarla tarlalara ânım ve şâmildir. Yolların kesilmesi ya sellerin mütemadiyen akmasından, yahut develer yiyecek bulamadığı için zayıf düşerek yola gidemediğinden veya halkın elindeki yiyecek tükendiği için pazarlara götürecek bir şey kalmadığındandır.

Hadîs-i şerîf, yağmur çok yağdığı zaman dinmesi için duâ edilebi­leceğine de delâlet ediyor. Buharı (194—256) buna ayrıca bir bât> tahsis etmiş ve bu hadîsi oraya dercetmiştir. îmâm-% Şafiî (150—204) «Miisned» inde Muttalib b. Hantab'dan mürsel olarak şu hadîsi tahrîc etmiştir:

«Peygamber SaTlaJlahü aleyhi ve sellem, yağmur yağarken :

Allah'ım rahmet yağmuru ver; azap, belâ ve yıkıp ba­tırma yağmuru değil, Allah'ım, dağlara ve ormanlara... Allah'ım! Üzerimize, değil, etrafımıza...» derdi.[325]

 

539/407- «Enes radnjaUalıü a??7ı'den rivayet edildiğine göre Ömer radnjallahû anlı, yağmursuz kaldıkları vakit Abbas ibnî Abdülmuttalİb (i vesile ittihaz etmek suretİy) le yağmur duası yapar ve: Allah'ım sen­den peygamberimiz hürmetine yağmur dilerdik; derhal verirdin. Şim­di de senden peygamberimizin amcası hürmetine yağmur istiyoruz; bize yağmur ihsan et!  der.  Hemen kendilerine yağmur gönderilirdi.»[326]

 

Bu hadisi, Buhârî rivayet etmiştir.

Abbas (R. A.) da şöyle demiştir:

 «Yâ Rab, şüphesiz gökten hiç bir belâ inmemiş­tir ki, bir günahtan dolayı olmasın, ve (bu belâ) tevbeden başka bîr şeyle defolmamıştır. Filhakika şu kavm, peygamberine yakınlığım do­layısıyla benim (vasıtam) île sana teveccüh etti. işte günahkâr elleri­miz... ve işte sana tevbekâr alınlarımız: İmdi bîze yağmuru ihsan et!; Bunun üzerine semâ dağlar gibi boşandı; tâ ki yeri bereketlendirdi.»

Bu hadîsi, Zübeyr îbni Bekkâr «El-Ensâb-» da tahric etmiştir. Bu zât aynı hadîsi Ibnî Ömer (R. A.)'dari da tahric eylemiş ve Ömer (R.A.)'m Ramâde yılında Abbas (R. A.)'ı vesile ittihâz ederek yağ­mur duası yaptığını anlatmıştır. Ramâde : Soğuktan helak olmak de­mektir. Hicretin 18. yılında şiddetli kuraklık olmuş ve yeryüzü yağmur-suzîuktan âdeta toz toprak hâline geldiği için o seneye Ramâde yılı de­nilmiştir.

Bu kıssada hayr ve salâh sahibi insanlar vesilesiyle şefaat dileme nin caiz olduğuna Hz. Abbas (R. A.)'\n faziletine, Ömer (R. A.)ın tevâzuûuna delîl vardır.[327]

 

—/408- «Enes radıyallahü anh'öen rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Bîz Peygamber SaTlallahü aleyhi ve settem ile beraber olduğumuz hal­de yağmura tutulduk. Resûlüllah Salîallahü aleyhi ve settem, hemen elbisesini açtı Hattâ elbisesine yağmur isabet etti. Ve :

O, Rabbinden yeni geliyor; buyurdular».[328]

 

Bu hadîsi, Müslim rivayet etmiştir.

Buhârî (194—256) buna dâir bir bâb yapmış ve Enes hadîsini ora­da zikretmiştir. ibaresinden murâd: Yağmurdur:

«O Allah'ın yeni halk ettiği bir şeydir.   Binaenaleyh kendisiyle teberrük etmeye değer.» demektir.

Hadîs-i şerîf, yağmurla teberrük etmenin müstehâp olduğuna delil­dir.[329]

—/409- «Âişe radıyallahü anhâ'dan rivayet edildiğine göre : Re­sûlüllah Salîallahü aleyhi ve setlem, yağmuru gördükte :

«Allah'ım! Bardaktan boşanırcasına fâideli (yağdır)» derdi.[330]

 

Bu hadîsi Şeyheyn tarîc etmiştilerdir.

Musannif burada âdeti hilâfına hareket etmiştir. Zîra böyle yerler­im de mütfefekun aleyh derdi. Hadîsteki  kelimesi nin sıfatıdır. Ve ihtirazı bîr kayıttır.Bununla zararlı yağıştan ihtiraz olunmuştur.[331]

 

—/410- «Sa'd radıyallahü a-nft'den rivayet edildiğine göre: Pey­gamber Sallallahü aleyhi ve sellem, yağmur isterken :

Allah'ım, bize kesif, pek gürültülü, bardaktan boşa-nırcasına inen, şimşekli bir bulut kaplat. Ondan bize irili ufaklı yağmur tanelerini   aralıksız   yağdır! Ey Celâl ve İkram sahibi! diye duâ etmiştir.»[332]

 

Bu hadîsi, Ebu Avâne[333] sahihinde rivayet etmiştir. Kıtkıt : Yağmurun en ufak damlasıdır. Onun büyüğüne rüzaz; onun büyüğüne de taş derler. tâbirleri Kur'ân-ı Kerîm'de de vardır.

Bu kelimeler sıfattırlar. Bâzıları bunları : Başkalarına mutlak: sûrrette muhtaç olmayan ve fadl-ı tam sahibi diye tefsir ederler. Bâzı müfessir-ler de : Samîmi ve muhlis kullarına ta'zim ve ikram eden AHah diye tefsir etmişlerdir.

Ne olursa olsun Celâl ve ikram Allahü Teâlâ'nın en büyük sıfatlarındandır. Bundan dolayıdır ki Resulü Ekrem (S.A.V.) «Yâ Zel celâi-i ve'l-ikram; demeye de­vam edin» buyurmuştur. Rivayete nazaran Hz. Peygamber (S.A.V.) namaz kılarken diyen bir zâtm yanından geçmiş ve ona  «Muhakkak namazın kabul edildi» demiştir.[334]

 

—/411- «Ebu Hüreyre radıyallahü anft'den rivayet edildiğine göre: Resûfüllah Sallalîahü aleyhi ve seTlem, şöyle buyurmuşlardır:

Süleyman (A. S.) yağmur duasına çıktı ve sırtüstü yatarak ayaklarını semâya kaldırmış bîr karınca gördü. Karınca: Yâ râbî Biz senin mahlûkâtından bir takım mah­lûklarız. Senin suyundan müstağni değiliz; diyordu. Bu­nun üzerine Hz. Süleyman (yanındakilere) dönün muhakkak sizden başkasının duası sebebiyle sulandınız, dedi».[335]

 

Bu hadîsi, İmam Ahmed rivayet etmiş, Hâkim de onu sahîhlemiştir.

Hadîs, yağmur duasının eskiden meşru olduğuna delildir. Bundan hayvanların da yağmur duasına çıkarılmasının müstehâp olduğu, onla­rın da Allah'ı bilecek ve zikredecek, ondan hacet dileyecek kadar idrak­leri bulunduğu anlaşılmaktadır.

Hadîs-i şerîf : «Hiç bir şey yoktur ki, Rabbîsinin hamdiyle teşbih etmesin .Lâkin siz onların teşbihini anlamazsınız» âyet-i kerîmesi­ne muvafıktır.[336]

 

—/412- «Enes radıyallahü anh'den rivayet edildiğine göre: Pey gamber Salîallahü aleyhi ve seÜem, yağmur duası yapmış ve avuçle nnın sırtı ile semâya işaret etmiştir.»[337]

 

Bu hadîsi, Müslim tahric etmiştir.

Bu hadîs-i şerîf, duâ ile belânın giderilmesi istenildiği zaman avuç­ların sırtı semâya çevrilerek; bir şeyin vücûd bulması veya verilmesi istenildikte ise, avuçların içi semâya çevrilerek el kaldırılacağına delil­di. Nitekim bu husus Haîtab b. Es'Saîb'in babasından rivayet et­tiği şu hadîste açıktır:

«Peygamber   Sallallahü aleyhi ve settem, bir şey istediği zaman avuçlarının İçini; bir şeyden (Allah'a) sığındığı zaman ise avuçlarının dışını semâya çevirirdi.»İbni Abbas (R.A.yûan:

a li^kj  «AMah'dan avuçlarınızın içiyle dileyin; dışı ile İstemeyin.» dediği rivayet olunuyor. Vakıa bu hadîs zayıftır. Amma yine de Enes hadisiyle aralan bulunmuş ve : «İbni Abbas hadîsi istek haline mahsustur» denilmiştir.

«Rağbet ve korku hallerinde bize dua ederler» âyet-i kerîmesi dahi, rağbette avuçların içi; rehîbde avuçların dışı semâya kaldırılır diye tefsir edil­miştir.[338]

 

«Yâni Giymesi Helâl Ve Haram Olan Elbise Babı»

 

—/413- «Ebu Amîri'l-Eş'âri[339] radıyallah anft'den rivayet edilmiş­tir. Demiştir kî: Resûlüllah SaUatlalıü aleyhi ve sellem :

Muhakkak ümmetimden bir takım kavimler gelecek, zina ile ipeği helâl sayacaklar; buyurdu».[340]

 

Bu hadîsi, Ebu Dâvud rivayet etmiştir. Aslı Buhârî'dedir. Buharı (194—256) bu hadîsi talik suretiyle tahric etmiştir. Hadîs-i şerîf ipek elbise giymenin haram olduğuna delildir. Çünkü nın mânâsı, haramı helâl sayarlar demektir. îkinci hadîste bu bâbda sarahat olduğu görülecektir. Yine bu hadîste haram olan bir şeye mubah muamelesi yapmanın insanı ümmet olmaktan çıkarmaya­cağına delâlet vardır. Maamâfîh San'ânî (1059—1182) bu kavli za­yıf bulmakta ve: «Eğer bir kimse bîr haramı istihlâl eder, yani onun he­lâl olduğunu itikat eylerse, şüphesiz ki o şeyin haram olduğunu haber veren Peygamber (S,A.V.)'i yalanlamış olur. Ve o şeye helâl demesi Peygamber (S.A.V.)'in sözünü red ve tekzip olur. Peygamberi tekzip ise küfürdür.»

 Ebu Amir El Eşarî (R. A.: îsmi ihtilaflıdır.Bazılarına gör e Ab- bdllh h   Vhbdir Binaenaleyh hadîsi te'vil etmek ve böyle bir kimseye ümmet deme­si haramı helâl îtikâd etmezden Öncedir. îtikâddan sonra ümmet ol­maktan çıkar; demek icâp eder. Burada ümmet sözünden, ümmeti da­veti kasdetmek de sahih olamaz. Çünkü böyleler! yalnız zina ile ipeği değil, Hz. Peygamber (S.A.V.)'in haram kıldığı her şeyi helâl sayarlar demektedir.»

(İstihfaf) i helâl îtikâd etmek mânâsına alırsak, San'ânt'nm dedik­leri doğrudur. Zîra haramı helâl îtikâd eden kimsenin kâfir olacağın­da ihtilâf yoktur. Fakat bu kelimeyi helâl îtikâd etmek değil de, bir şe­ye helâl muamelesi yapmak, onu helâlmış gibi tutmak mânâsına alır­sak, kâfir olmak icap etmez. Çünkü haramı helâl îtikâd etmek değil­dir. Burada bu mânânın kasdedildiği anlaşılmaktadır.

kelimesini Hümeydî ile Îbnü'l-Esir[341] (544—606) şeklinde rivayet etmişlerdir. Haz, ibrişimden yapılma bir nevi elbisedir.

Onu noktasız ve ile şeklinde zapteden Ebu Musa'dır. Îbnü'l-Esîr «En-Nihâye-» nâm eserinde  :  «Bu hadîsde tarîklerinin muhtelif olmasına rağmen meşhur olan birinci kıraattir» der. Yanı (haz) okunacak demek ister.

Eğer hadîsten murâd bu mânâ ise o zaman harîr kelimesini har üzerine atfetmek âmmı has üzerine atıf kabilinden olur. Zîra haz ipeğin bir nevidir. Bazan ipekle yün karıştırılarak dokunan kumaşlara da haz derler. Fakat burada murâd o kumaş değildir. Çünkü o kumaşları giy­mek helâldir. Ebu Dâvud (202—275)'un Abdullah ibni Sa'd'dan tah-ric ettiği şu hadîsi bu mânâya almak icap eder :

«Abdullah ibni Sa'd dediki Buhârâ'da beyaz bir kafir üzerinde siyah ipekli sarık sarmış bir adam gördüm. Bunu bana Resûlüllah (5.A.V.) giydirdi; dedi».

Aynı hadîsi Nesâî (215—303) de tahric etmiş; Buharı sâde zik­rederek geçmiştir. Hâlis ipek olmayan kumaşların hangisinin giyi-lebiîeceği aşağıdaki üçüncü hadîste görülecektir.[342]

 

—/414- «Hüzeyfe radıyaUdhü anh'den rivayet edilmiştir. Demiştir ki : Resûlüllah Satlallahü aleyhi ve sellem, altın ve gümüş kaptan yi­yip içmemizi ve ipekli ile kalın ipekli giymemizi ve üzerine oturma­mızı yasak etti.»[343]

 

Bu hadîsi, Buhârî rivayet etmiştir.

Hazreti Hüzeyfe îbni Yeman (R. A.)'dan rivayet edilen bu hadîs, kitabımızın birinci cildinde   (kaplar babı) nda şu lâfızlarla geçmişti

«Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve seîlem :

Altın ve gümüş kaplardan içmeyin; onların sahanla­rında yemek yemeyin. Zîra o kaplar dünyada müşrikle­rin, ahirette sizindir, buyurdular».

Binaenaleyh, burada «Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem, ya­sak etti» demekle aynı hadîsi kasdetmiştir.

Bir şeyden nehy, yani yasak etmenin hükmü, o şeyin haram ol­masıdır. Filhakika altın ve gümüş kapların hükmü yukarıda (kaplar) babında geçmişti. îpeğe gelince :

Cumhur ulemâya göre, ipek elbise giymek kadınlara mübâh, er­keklere haramdır. Kadı îyâz (476—544) bâzı kimselerin ipeği mu­bah gördüğünü hikâye etmiştir. Mâmâfîh sonraları haram olduğuna icmâ vâki olduğu söyleniyor. Lâkin Musannif merhum «Fethü'l-Bâri-» de şöyle diyor : «Ashabı kiramdan bir cemaatla daha başka­larının ipek giydikleri rivayet edilmiştir.» Ebu Dâvud diyor ki: «İpe­ği sahabeden yirmiden fazlası giymiştir. Bunu onlardan bir cemaat­tan îbni Ebi Şeybe rivayet etmiştir. Filvaki îbni Ebi Şeybe Ammar ibni Ebi Ammar tarikiyle şu hadîsi tahric etmiştir :

«Dedi kî, Mervan ibni Hakem'e haz'den ya­pılmış bir takım cübbeler geldi ve onları Resûlüllah (S.A.V.)'in asha­bına giydîrîverdİ.» Bundan sonra musannif : «En doğrusu haz kelimesi­ni erişi ipek, arkacı başka şeyden olan elbisedir; diye tefsir etmektir» diyor. Bâzılarına göre ipekle yün karıştırılarak dokunan şeye (haz) derler. Bir takımları : «Haz bir hayvandır. Onun yününden yapılan elbise yumuşak olduğu için elbiseye de haz adı verilmiş. Sonra ipekle karıştı­rılana da haz denilmiştir.» diyorlar. Elhasıl : Ebu Davud'un rivayet ettiği hadîste zikri geçen sahâbe-î Kiramın giydikleri ipek, cübbelerin hâlis ipek değil, böyle karışık dokuma olmaları muhtemeldir.

Bir de sözü geçmektedir ki, bunun için Râfiî (—627) : «tmamlarca ipekten ma'duttur.» der. Bundan dolayı onu erkeklere haram kılmışlardır. Maamâfîh Ibnü-z-Zübeyr (R. A.)'â&n Müslim (204 -—2^1)'in tahrîc ettiği bir hadîste şöyle denilmektedir :

«Ibnü'z-Zübeyr hutbe okumuş ve demiş ki : Kadınlarınıza ipek giy Girmeyiniz. Çünkü ben Ömer ibnî Hattab'ı : Resûlüllah SaUallahü aley­hi ve sellem, ipeği giymeyiniz buyurdular; derken İşittim».

Anlaşılıyor ki, İbnü'z-Zübeyr hadîsin umûmu ile amel etmiştir. Şu kadar var ki, sonraları kadınlara ipek elbise giymenin helâl olduğuna İcma-ı ümmet vuku bulmuştur. Erkek çocuklara gelince :

Ulemânın ekserisi:  «Ümmetimin erkeklerine haramdır.» hadîs-i şerifi mucibince onlara da ipek ^giydirmek haramdır derler. Hanefîlerden İmâm-ı Muhammed (135— 189) ile Şâfiîlerden bâzılarına göre çocuklara bayram günlerinde ipekli giydirmek caizdir. Çünkü çocuklar mükellef değildirler. Bayramlardan gayrı zamanlarda giydirilip giydirilmemesi hususunda üç vecih rivayet olunur ki, bunların essâhı yine caiz olmaktır.

Dîbâç : İpeğin kalınına derler. Binaenaleyh dîbâcı harîrin üzerine atfetmek, hassı ânım üzerine atf kabilindendir. Hadîs-i şerîf ipek üzeri­ne oturmaktan da nehyediyor. Ancak Musannif «Fethü'l-BâH» de : «Buhârî ile Müslim Hüzeyfe   hadîsini bu yoldan başka bir tarîk ile de tahrîc etmişlerdir ki, o rivayette yâni «üzerine oturmaktan yasak etti, ziyâdesi yoktur.» dedikten sonra sözüne devam­la : «Bu hadîs, ipek üzerine oturmak memnudur diyen Cumhur'a kuvvet-îi bir delildir» diyor.

îpek elbise giymek dört mezhebe göre şöyle hülâsa edilebilir :

1— Hanefîlere göre: Erkeklere ipek elbise giymek haramdır. Yal­nız dört parmak genişliğinde ipekle, erişi ipek, arkacı başka ipektert dokumaları giyebilirler. Harplerde ise İmameyn'e, göre halis ipek giy­mek caizdir. İpekli döşek yaygı ve saire üzerine oturmak ve dayanmak; ipekten perde yapmak caizdir.

2— Şâfiere göre: Erkeklere ipek elbise giymek haram olduğu gibi, ipek üzerine oturmak ve dayanmak da haramdır.Ancak ipeğin» üzerine pamuk vesâireden yapılan bir perde konulursa, oturmak ve da­yanmak caiz olabilir. Hattâ giyim eşyasında ipeğin üzerine başka bir şeyden yapılma astar dikiimezse giymek caiz değildir. Bu bâbda hâlis ipekle ekserisi ipek olan kumaş arasında bir fark yoktur. Yalnız zaru­rette îpek giymek caiz olur.

3— Hanbelîlerden rivayet edilen meşhur kavle göre : İpek üzerin­de uyumak, oturmak ve ipeğe dayanmak, ,cndan perde vesaire yapmak, haramdır. Yalnız kâbeyi ipekle kaplamak helâldir.

4— Mâlikîlere göre : Bir eziyetten veya hastalıktan dolayı bile ol­sa ipekli giymek, üzerine oturmak, dayanmak hattâ üzerine başka bir şey yaymak suretiyle de olsa caiz değildir. Yalnız bâzılarına göre üze­rine oturmak ve dayanmak mübahdır. Pencere perdesi yapmak bilitti-fak caizdir. Kadınlara ise giymesi helâl olunca, üzerinde oturmak vesa­ire evleviyetle ve her mezhebe göre helâldir.

îpeğin niçin haram kılındığı hususunda iki kavi vardır :

a— Büyüklenme ve böbürlenmeye sebep olduğu için;

b— Ziynet ve refah elbisesi olduğu için haram kılınmıştır. Halbuki ziynet kadınlara yaraşır. Erkeğe yaraşan merd ve cesur olmaktır.[344]

 

—/415- «Ömer radıydllahü tmfe'den rivayet edilmiştir. Demiştir kî: Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellern, ipek giymeyi yasak etti. Yal­nız ikî parmak, yahut üç veya dört parmak miktarı müstesna.»[345]

 

Bu hadîs, müttefekun aleytı'dir. Lâfız Müslim'indir.

Musannif merhum hadîs-i şerifte geçen kelimesinin tahyir ve tenv'i için olduğunu  söylemektedir. Bu hadîsi   İbni Ebi Şeybe (—234) yine bu yoldan şu lâfızlarla tahrîc etmiştir:

«Şüphesiz ki ipek ya şöyle, ya öyle olmaktan başka işe yaramaz.» yani iki parmak, yahut üç veya dört parmak demek istemiştir. Bâzıları, maksad her bir (yen) de ikişer parmak olabilir demektir, demişlerse de bu te'vili Nesâî (215-303) nin rivayeti reddeder:

«Kalın ipeklide bir yerde dört parmak miktarından başkasına ruhsat vermedi.»

İşte Cumhur ulemâ'nın mezhebi de budur. îmârn- Mâlik'ten bir rivayete göre bu dört parmak miktarı dokunulmuş da olabilir, o yere yapıştırılırsa da olabilir. Bâzıları ruhsatı üç parmak miktarı ile, tahdid ve takdir etmişlerse de sadedinde bulunduğumuz hadîs dört parmak miktarında nasstır.[346]

 

—/416- «Enes radıyatlahü anft'den rivayet edilmiştir ki: Peygam­ber Sallallahü aleyhi ve seTtem, Abdurrahman ibni Avf İle Zübeyr'e kendilerinde bulunan bir kaşıntıdan dolayı îpek gömlek ile sefer etme­leri için ruhsat vermiştir.»[347]

 

Bu hadîs, müttefekun aleyh'tir.

bir nevi uyuzdur. Fakat burada zikir edilmesi kayıt olarak değil, misâl olmak üzeredir. Hadîsin bir rivayetinde Hz. Abdurrahman ile Zübeyr (R. A.) Peygamber (S.A.V.)'e bitten şikâyet etmişler; ken­dilerine ipek gömlek içinde harp etmek için ruhsat vermiştir.

Musannif «Fethü'l-Bârî» de : «Bu rivayetlerin arasını cem et­mek için kaşıntı bitten hâsıl olmuştur denilebilir. Ve bu suretle illet kimi sebebe kimi de sebebin sebebine nisbet edilebilir.» diyor. Kaşın­tı ve emsali özürler sebebiyle ipek elbise giymenin-caiz olup olmaya­cağı ihtilaflı bir meseledir. Taberî (224—310) : «Kaşıntıdan dolayı giyilmesine ruhsat verilmesi, ondan daha büyük bir eziyeti, mese­lâ : Silâhı karşılamak gibi bir şeyi kasdettiği zaman da giymenin caiz olacağını gösterir.» diyor. Caiz görenler, yalnız sefer halinde-değil, her yerde tecviz etmişlerdir. Şâfiîlerden bâzıları yalnız sefer ha­line mahsus olmak üzere cevaz vermişlerdir.

Kurtubî : «Bu hadîs caiz değildir diyenlerin aleyhine delildir. Ancak meselenin Zübeyr ile Abdurranman'a has olduğu iddia edirilse o başka. Fakat bu iddia sahih değildir» demiştir.

îmmn-% Mâlik (93—179) ile Ebu Hanîfe (80—150) ipek giyme­nin mutlak surette caiz olmadığını kaildirler. Kaşıntıdan dolayı ipek­li giymenin hikmeti, bazılarınca ipeğin soğukluğudur. Fakat bâzı­ları buna itiraz etmiş; ipek soğuk değil, sıcaktır. Doğrusu burada­ki hikmet ipekteki bir hassadır demişlerdir.[348]

 

—/417- «Ali radıyallahü anh'den rivayet edilmiştir. Demiştir ki : Peygamber SaUaîlahü aleyhi ve selîem, Bana ipekli bir hülle giydirdi. Ben de onunla (sokağa) çıktım. Ve Peygamber SaUaîlahü aleyhi ve seUem/în yüzündeki gadabı gördüm de hemen onu kadınlarımın arasın­da paylaştırdım.»[349]

 

Bu hadîs müttefekun aleyh'dir. Lâfız Müslim'indir.

Çizgili yahut ipekli elbisedir tmâm-ı Halil'e göre arapçada vezninde siyerâ, hıvelâ ve ineba gibi birkaç kelimeden başka kelime yoktur. Burada siyerâ, hülleye sıfat yapılmıştır. Başka rivayetlerde hülle kelimesi siyerâ'ya muzaf olarak okunmuştur ki daha güzeldir. Hülle : Entari ve kaftandır. Ibnü'l-Esîr'e (544—606) göre bîr cinsten olmaları da şarttır. Bazılarınca hülle ipekli çizgili cübbelerdir. Bir takımlarına göre ise hâlis ipekten yapılan cübbedir ki burada akla en yakını budur. Müslim'in, bir rivayetinde cümlesinden sonra :

«Bunun üzerine  :

Ben onu sana giyesin diye göndermedim. Ancak ve ancak kadınlarının arasında baş örtüsü olarak paylaştırasin dİye gönderdim: dedi. Bundan dolayı ben de onu Fat'malar arasında baş örtüsü olarak paylaştırdım.» ibaresi ziyâde edilmiştir.

Hımar'ın cemidir. Hımar : Kadının baş örtüşüdür. Fât'malardan murâd : Fât'ma bînti Muhammed (S.A.V.) yani Ali (R.A.)'ın zevcesi, Fât'ma bînti Esed yani annesi, Fât'ma bînti Hamza ve Ukeyl ibni Ebî Tâlîb'in zevcesi Fât'ma'dır.

Bu hadîs-i şerif ile bir usul-ü fıkıh meselesi olan beyânın hitap vak­tinden tehir edilmesinin caiz olduğuna istidlal ederler. Çünkü Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) hülleyi Hz. AH (R. A.)'a. göndermişti. O da aslında giy­mek için yapılmış olan bu elbiseyi giymek suretiyle ondan istifâdeye kalkmıştı. Bundan sonra Resûlüllah (S.A.V.) giymenin kendisine mübâh olmadığını beyân buyurdular.[350]

 

—/418- «Ebu Musa radıyallahü   anh'âen rivayet    edilmiştir ki : Peygamber SaUaîlahü aleyhi ve seüem:

Altın ile ipek ümmetimin kadınlarına helâl; erkekle­rine haram kılınmıştır, buyurmuşlardır.»[351]

 

Bu hadîsi, Imâm-ı Ahmed, Nesâî ve Tîrmîzî rivayet etmişlerdir. Tîrmizî onu sahîhlemiştir.

Ancak aynı hadîsi îmâm-ı Tirmizî (200—279) Saîd ibni EH Hind'den, o da Ebu Musa'dan rivayet etmiştir. ' Ebu Hatim (195— 277) bunu malûl bulmuştur. Zira Saîd Ebu Musa ile görüşmemiştir. îbni Hibbân (—354) dahi sahihinde bu hadîs için: «Saîd ibni Ebi Hind* in Ebu Musa'dan rivayeti malûldür; sahîh değildir» demiştir. Fakat îbni Huzeyme (223—311) onu sahîh bulmuştur. Bu hadîs bu tarîk­ten maada sahabeden sekiz tarîkten rivayet edilmiştir. Bu tarîklerin hiç biri itiraz ve ta'ndan hâlî değilse de hepsi biribirini te'yid etmek­tedir.

Hadîs-i şerîf, erkeklerin altın ve ipek kullanmasının haram, ka­dınların kullanmasının helâl olduğuna delildir.[352]

 

—/419- «İmran ibni Hüsayn radıyaîlahü anhüma'dan rivayet edii-mîştir ki: Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem:

Şüphesiz Allah kuluna bir nimet verdiği zaman, ni­metinin eserini onun üzerinde görmek ister, buyurmuşlar­dır».[353]

 

Bu hadîsi, Beyhakî rivayet etmiştir.

-îmâm-ı Nesâî (215-—303) Ebu'l-Ahvas''dan, Tirmizî (200—279) ile Hâkim (321—405) de Ibnî Ömer (R. A./dan şu hadîsi tahrîc etmişlerdir :

«Şüphesiz Allah kuluna verdiği nimetinin eserini görmek ister.» Nesâî'nin Ebu'l- Ahvas'da.n rivayet ettiği hadîste :   

«Allah sana bir mal verdiği za­man sana olan nimet ve ikramının eserini üzerinde gör­melidir» denilmektedir.

Bu hadîsler, Allah kuluna yiyecek veya giyecek gibi bir nimet ver­diği zaman, kulun o nîmeti açığa vurmasının yerinde bir iş olduğuna ve bunu Allah'ın sevdiğine delâlet eder. Zira Allah'ın nimetim meydana koymak ona fiilen şükretmektir. Muhtaç olanlar onu güzel giyinmiş gö­rürse sadaka almak için kendisine müracaat ederler. Halbuki pejmür­de giyinmek lisân-ı hâl ile dilenmek ve fakirliğini anlatmaktır. Bunun içindir ki şâir :

«Vallahi senin iyiliğine karşı fasih olarak teşekkür etsem de lisân-ı hâlim şikâyeti daha çok ifâde ediyor» demiştir.[354]

 

552/420- «Ali radıyaîlahü anh'öen rivayet olunduğuna göre : Re­sûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem, Kas kumaşları ile usfurlu (elbise) giymeyi yasak etmiştir.»[355]

 

Bu hadîsi, Müslim rivayet etmiştir.

(Kas) kelimesini hadîs ulemâsı kafin esresiyle (kissî) okumuş. Mı­sır ulemâsı ise kafi üstün okumuşlardır. Kas bir yerin ismidir. Orada çizgili ve ipekli kumaşlar dokunurmuş. (Kissî) o yere mensup demek­tir.

(Muasfer) : Usfur denilen sarı boya ile boyanmış demektir. Kass kumaşının ipeği fazla ise, kullanılması haramdır. Değilse mekruhtur. Sarıya boyanmış elbise giymek bâzılarına göre caiz değilse de, ashâb-ı kiram ile tâbin hazaratımn ekserisine göre caizdir. îmâm-ı Ahmed ibni Hanbel (164—241)'den maada bütün mezhep imamları da caiz ol­duğuna kaildirler. Çünkü Sahîheyn'in ittifakla rivayet ettikleri İbni Ömer hadîsinde:

«Resûlüllah SaUaUahü aleyhi ve seHem'i sarı boya kullanırken gördüm» denilmektedir. Bâzıları sarıya boyanmış elbise giymeyi tenzi-hen mekruh görmüşlerdir. Resûlüllah (S.A.V.)'in kırmızı bir hülle giydi­ği dahi rivayet olunursa da, Îbnü'l-Kayyim (691—751) bunun hâlis kırmızı olduğunu kabul etmiyor ve : Kırmızı hülle, kırmızı çizgilerle dokunmuş iki siyah Yemen kumaşıdır. Bunların bu adla tanınması, üzerlerindeki kırmızı çizgilerden dolayıdır. Hâlis kırmızı şiddetle yasak edilmiştir. Sahîheyn'de şu hadîs vardır.

«Peygamber Salldllahü aleyhi ve sellem, kırmızı ipekleri yasak etmiştir» diyor.

Fakat Kadı Şevkâni (1172—1250) bu iddiayı reddetmiş ve : «O hülle hâlis kırmızı idi.» demiştir.[356]

 

553/421- «Abdullahü'bnü Amr radıyaîlahü anhüma'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki ; Peygamber SaTldlîahü aleyhi ve sellem, benim üzerimde sarıya boyanmış iki elbise gördü de :

Bunu sana annen mi emir etti? dedi.»[357]

 

Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerîf sarı boyalı elbise giymenin, erkeklere yasak olduğuna delildir. Ve bundan evvelki hadîste geçen yasağı te'yid etmektedir. Hadîsin tamamı şudur: «Onları yıkayayım Yâ Resûlüllah dedim:

Hayır yak onları! Buyurdular.» Bir rivayette «Şüphesiz ki bunlar kâfirlerin elbisesindendir. Binaenaleyh sen onları giyme; buyruimustur.

Aynı hadisi Ebu Dâvud, (202—275) ile Nesâî (215—303) de tah-rîc etmişlerdir. «Annen mi emir etti» buyurması bunların k.-uiın elbisesi, kadın ziyneti âdeti olduğunu bildirmek içindir.

Hadîs-i şerîf, mal itlafı suretiyle ceza vermeye de delâlet ediyor. Zîra Resûlüllah (S.A.V.) Abdullah İbnü Amr (R. A.)'a o elbiseyi yak­masını emretmiştir. Halbuki birkaç hadîs yukarıda gördüğümüz Hz. Ali hadîsinde böyle elbiselerin kadınlar arasında paylaştırılması emrolun-muştu. Şu halde bu hadîs ile Hz. AH (R. A.) hadîsi arasında muâraza olduğu anlaşılıyor. Böyle hallerde yapılacak iş; iki hadîsin arasını bul­maktır. Yalnız Ebu Davud'un «Sw«en» inde Abdullah ibni Amr'dan şu hadîs rivayet edilmiştir:

«Peygamber Sdllallahü aleyhi ve sellem, Abdullah'ın üzerinde us-furla boyanmış bir çarşaf görmüş ve :

BU Üzerindeki çarşaf nedir? buyurmuş. Abdullah demiştir kî: Resûlüllah (S.A.V.)'in hoşlanmadığını hemen anladım. Ve evdekile-rîn yanına geldim. Tandırlarını kızdırıyorlardı. Çarşafı onun içine atı-verdim. Sonra ertesi gün Resûiüllah (S.A.V.)'in yanına gittim.

Yâ Abdullah çarşafı ne yaptın? dedi. Ben de kendisine an­lattım. Bunun üzerine:

Onu ailenden birine giydirseydin ya! Çünkü onu ka­dınların giymesinde bir beis yoktur» buyurdular.

Bu hadîsten anlaşılıyor ki, Hz Abdullah çarşafı Peygamber (S.A.V.) in emri olmaksızın yakmıştır. Bu rivayet sahîh ise Abdullah hadîsi ile Hz. Ali hadîsi arasında muaraza kalmaz. Fakat bu sefer de Abduüah Ibnî Amr'ın iki rivayeti biribirine muâraza eder. Bu muârazayı (çatış­mayı) bâzıları şöyle hallederler : Hz. Peygamber (S.A.V.)'in yak emri nedip içindir. Nitekim yaktığını öğrendiği zaman (kadınlarından birine giydirseydin ya)  buyurması bunu gösterir.

Demek oluyor ki, çarşafı yakacağına kadına giydirmesi kâfi ge­lecekmiş. Fakat Kadı İyâz (476—544) Müslim şerhinde Hz. Peygam­ber (S.A.V.)'in yak emrinin tağliz, tekdir ve ceza için olduğunu söyle­miştir ki, bu kavi daha zahirdir.[358]

 

554/422- «Esma binti Ebî Bekir radıyaTlahü anîıâ'öan rivayet edil­miştir ki; kendisi Resûlüüah Sdllallahü aleyhi ve sellem'ın cübbesini çıkarmış; cübbenin cebi ile yenleri ve yakaları dîbac ile geçilmiş halde İmiş.»[359]

 

Bu hadîsi, Ebu Dâvud rivayet etmiştir. Aslı Müslim'dedir. Müslim: «Cübbe vefatına kadar Âİşe'nin yanında îdi. Müteakiben onu ben aldım. Peygamber (S.A.V.) bu cübbeyi giyerdi. Biz de onu hastalar için yıkı­yoruz. Onunla şiîâ dileniliyor.» cümlesini ziyâde etmiştir. Buhârî dahi «El-cdebül-Müfred» ele : «Resûlüllah (S.A.V.) onu (gelen) he/etlerle cuma (namazı) için giyerdi» ziyâdesini ilâve etmiştir.Hadîs-i şerifte geçen bâzı kelimelerin izahı :  

Cepleri   ipekten, eteği ile yenleri ipekle geçilmiş elbisedir. Nevevî (631—676) Müslim şerhinde bu kelimeyi izah eder­ken : «mekfüfe, kenarları ipekle geçilerek bükülen elbisedir. Bu iş etek ile yakalarda ve yenlerde olur.» diyor.

İpeklinin kabasıdır.Buhârî ile Müslim'in rivayet ettikleri ziyâdeler de Hz. Esmâ'mn rivâyetindendir.

Bu hadîsin bir sebebi vardır ki, şudur :

Hi. Esma (R.Anha) Abdullah ibni Ömer'e: «Elbisedeki alemi, yani üç parmak genişliğindeki ipek yolların haram olduğunu söylediğini duy­dum. Bunun aslı var mı» diye haber göndermiş. O da : «Babam Ömer (R. A./dan Resûlüllah SdUallahü aleyhi ve settem'î   :

«İpeği ancak nasipsizler giyer» derken işittim hadîsin! duy­dum da alemin ipek giymek sayılacağından korktum.» cevabını vermiş­ti. Bunun üzerine Esma (R. Anka) cübbeyi çıkarmıştır. Cübbenin kenarlanndaki ipeklinin üç dört parmak genişliğimle olduğu kabul edil­mektedir.

Hadîs-i şerîf bu miktar ipeğin, elbiseye katılabileceğine ve böyle bir cübbenin kerahetsiz giyilebileceğine delildir. Ayni zamanda Resûlüllah (S.A.V.) eserleri ve onun mübarek vücuduna temas eden elbisesiyle şifâ dilemenin caiz olduğunu; gelen misafire ve ziyaretçiye güzel giyine­rek çıkmanın müstehâp bir iş sayıldığını gösteriyor. Maâmâfîh «bu bir sahâbiyyenin kendi sözüdür; delîl teşkil etmez» diyenler de olmuştur, ipek, ipekli elbise dikmek, teşbih dizmek, musaf torbası vesaire yap­mak gibi şeylere nehyin şümulü olmadığından bunların kullanılmasında bir beis görülmemektedir. Elbise giymenin de bir takım adabı vardır. Meselâ : Gömleğin yenlerini fazla uzun yapmamak, günün modasına uyarak pantolonun paçalarını fazla geniş veya fazla dar tutmamak bun­lardandır.

Ebu Dâvu&un (202—275) Hz. Esmâ'dan rivayet ettiği bir hadîs «Peygamber (S. A.V.J'in yen'i bileğine kadar idi.» deniliyor. îbni Abdİ's-selâm : «El­biseyi ve yen'leri geniş tutmakta ifrata gitmek, bid'ât ve israftır» demiştir.[360]

 

«Cenazeler  Bahsi»

 

Cenaîz 'jîelimesi cenazenin cemidir. Cenaze : Cim'in fethi ile de kesri ile Jde okunabilir. «Kamus» ta şöyle deniliyor : Cenaze cim'in. fethi île ölen insan demektir. Yahut cim'in kesriyle Ölen insan; fet-hiyle okunursa tabuttur. Yahut bunun aksidir. Yani cim'in kesriyle, tabut, fethiyle ölen insan demek olur. Yahut cim'in kesriyle ölen in­sanla birlikte tabut mânâsına gelir. Umumumiyetle Hanefîler'in fıkıh kitaplarında bu kelime cim'in fethiyle ölmüş insan mânâsında kullanıl-mşıtır. Cim'in kesriyle tabut manasınadır. Meşhur nahiv üstadı Esma-i[361]  den cim'in fethiyle okunamiyacağma dâir rivayet vardır.[362]

 

555/423- «Ebu Hüreyre radıyallahü anh'den rivayet edilmiştir. De­miştir ki: Resûlülîah SaUaîlahü aleyhi ve seUem :

Bütün lezzet (ve zevk) |eri târ-ü mâr eden şeyi, ölümü, ÇOk zikredin» buyurdular.[363]

 

Bu hadîsi, Tirmiiî ile Nesâî rivayet etmiş, İbni Hibbân sahîhlemiştir.

Hadîs-i şerifi Hâkim (321—405), İbnü's-Seken (294—353) ve İbni Tâhir dahi sahîhlemişlerdir. Dâre Kutnî (306—385) ise mürsel olmakla ületlendirmiştir. Bu bâbda Hz. Ömer ile Enes (R. Anhüma) dan da rivayetler varsa da bunlar hakkında dahi söz edilmiştir. Mu­sannif Süheylî[364]'den naklen şöyle diyor: «Hazım kelimesi zâl-i muceme (noktalı dâl) ile rivayet edilirse, (kesen) manasınadır. Zâ-i mühmele (noktalı râ) ile ise bir şeyi gidermek mânâsına gelir ki burada bu mânâ murâd değildir.» Maamâfîh yine Musannif mer­hum : «nefyin üzerinde durmanın lüzumu aşikârdır» diyerek keli­menin noktalı dâl ile dahi sahîh bir mânâ ifâde ettiğini anlatmak istemiştir. Zîrâ ölüm bütün zevk ve lezzetleri kestiği gibi, aynı za­manda onları giderir de. Ancak hadîste îtimâd rivayetedir. Rivayet ise zâl iledir.

Bu hadîs, insanın, en büyük bir ibret ve serencam olan ölümü ha­tırlatmaktan gaflet etmemesi lüzumuna delildir. Ölümü hatırlamanın fâidesini Peygamber (S.A.V.) hadîsin sonunda şu lâfızlarla beyân bu­yuruyor :

«Zîrâ siz onu çoğun içinde (zengin iken) zikir edersi­niz, Allah o çoğu azaltır; azın içinde zikir ederseniz onu çoğaltır.» DeylemVnin Ebu Hüreyre (R, A.J'dan rivayetinde hadîs şöyledir :

«Ölümü çok zikredin; eğer bir kul Ölümü çok zikrederse Allah onun kalbini ihya eder. Ve Ölümünü kolaylaştırır.» İbni ffibban (—354) üe beyhahî (384—458)'nin «Şua'bü'l-îmân^ ındaki lâfızları şöyledir: 

«Lezzetleri tarumar eden (ölüm'ü) çok zikredin; zîrâ onu hiçbir kul baş sıkısında zikir etmemiştir ki Allah onun başını çözmesin; vakti hali yerinde iken zi­kir etmemiştir ki o hali daraltmasın.» Aynı hadîsi İbni Lal[365] «mekarim-i Ahlâk» ta Hz. Enes (R. A.)'âan şu lâfızlarla rivayet eder :

 «Ölümü çok zikredin; Çünkü o günahlardan te­mizlemek   ve   dünyadan   uzaklaştırmakdır.» lâfızları şöyledir:  

«Lezzetleri keseni çok zikredin; zira onu geçim hususunda başı darda olan hiç bir kimse zikretmemiştir ki Allah maişetini genişletmesin. Varlık zamanında da zikir etmemistir ki; o varlığı ona darlık etmesin.» ibni ebid-Dünyâ[366] (208-281) da şu lâfızlarla tahrîc etmiştir:

«Ölümü çok zikredin. Zîrâ o, günahları yok eder; dünyadan soğutur. Eğer onu zenginlik ânında anarsanız onu yıkar; fakirlediğiniz za­man anarsanız sizi geçiminizden razı kılar.»[367]

 

556/424- «Enes   radıyallahü    anh'den rivayet edilmiştir. Demiştir ki : Resûlüllah SallaMahü aleyhi ve sellem

Sakın sizden biriniz başına gelen bir belâdan dolayı ölümü istemesin. Eğer behemehal isteyecekse, bari : Allah'ım hayat   benim için daha   hayırlı ise, bana hayat ver; hakkımda ölüm daha hayırlı ise beni öldür, desin.» buyurdular.[368]

 

Bu hadîs, müttefekun aleyh'dir.

Hadîs-i şerif, bir belâ, mihnet veya düşman korkusu ile yahut has­talık veya fakr-ü zaruret gibi bir dünya meşakkati sebebiyle ölümü is­temenin memnu olduğuna delildir. Çünkü Ölüm istemekte, halinden sız­lanmak; Allah'ın kazasına sabr etmemek, ona razı olmamak vardır. «Başına gelen bir belâdan dolayı» buyrulmasına bakılırsa, be­lâ sayılmayan hususatta meselâ : Din bâbındaki fitneler hususunda ölümün istenilmesi caiz olmak lâzım gelir. Nitekim duâ hadîsi de caiz olduğuna delâlet eder. O hadîste :

«Kullarına bir belâ vermek dilersen, bir fitne dûçâr olmaksızın ruhumu sana kabzeyle.» buyrulmaktadır.

Şefaîd olmak arzusuyla ölümü istemek de caizdir. Filvaki selef-i salîhînden Hz. Abdullah ibnî Revaha ile başkaları şehît olmayı dilemiş­lerdir. Kur'ân-ı Kerîm'de (1) Hz. Meryem'in: «Keşkî bundan önce ölmüş olsaydım» dediği hikâye buyruluyor. Hz. Meryem, o korkunç işe yani kavminden bâzılarının küfür etmesine, bâzılarının da şakî ve âsî olma­sına kendisi sebep olduğu için ölümü temenni etmiştir.

«Eğer behemehal isteyecekse», tâbirinden murâd : Başı pek sıkılırda sabır ve tahammülü kalmazsa, şu duayı okuyabilir; fa­kat böyle bir şey yoksa bu duayı dahi okumaması evlâdır; demek­tir.[369]

 

557/425- «Büreyde   radtyallahü anA'den   rivayet   edildiğine göre Peygamber Saîlalîahü aleyhi ve sellem :

  MÜ'mİn alin teri  İle Ölür.» buyurmuşlardır.[370]

 

Bu hadîsi, Üçler rivayet etmiş, İbni Hİbban da sahîhlemiştir.

Hadîs-i şerifi İmâm-ı Ahmed (164—241) ile tbni Mâce (207— 257) ve hadîs ulemâsından bir cemâat da tahrîc etmişlerdir. Taberâ-nî (260—360) aynı hadîsi İbnî Mes'ûd (R. A.) rivayetinden tahrîc et­miştir.

Alın teriyle ölmek İki suretle tevcih ve îzah edilebilir :

1— Bundan murâd : Ölen kimsenin hâlet-i nezi' denilen can çekiş­me zamanında çektiği zahmet ve meşakkattir ki, o halde hakikaten alın terler.

2— Mü'minin helâl kazanç uğrunda katlandığı zahmetten kinaye­dir. Bir de mü'min namaz ve oruç gibi ibâdetlerle Allah'ına kavuşun­caya kadar nefsini tazyikte bulunur. Bu takdirde hadîste, câr ve mecrûr, mahallen mansûb hâl olur. Birinci takdire göre mânâ  : Ölüm ve ruh teslimi hali mü'mine şiddetli gelir;  demek olur ki, «Alın teri» ölü­mün sıfatıdır.

ikinci takdire göre mânâ : Mü'mine ölüm, alnını terleten bu şid­detli halde gelir, demektir. Yani «Alın teri» bu tevcihe göre hâl'in sı­fatıdır.[371]

 

558/426- «Ebu Saîd ile Ebu Hüreyre radıyaîîahü anhümâ'dan riva­yet edilmiştir. Demişlerdir ki : Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem: ölülerinize  telkin edin.» buyurdular.[372]

 

Bu hadîsi, Müslim ile Dörtler tahrîc etmişlerdir.

Hadîsin buradaki lâfzı Müslim'indir. Hadîsi tbni Hİbban (—354) de aynı lâfızlarla tahric etmiş ve sonunda: «Eğer bir kimsenin son sözü Lâ İlahe illlâllah olursa günün birinde cennete girer. Velevki bundan önce azap görmüş olsun.» cümlesini ziyâde etmiştir.

Hadîs-i şerifi Şeyheyn'e veya Buhârî'ye nisbet eden olmuşsa da bu hatâdır. İbni Ebi'd-Dünya (208—281) bu hadîsi Huzeyfe (R. A.) dan şu lâfızlarla tahrîc etmiştir :

«Ölülerinize Lâ ilahe illâllah'i telkin edin; çünkü kelime-r tevhîcl ondan önceki günahları yok eder.»

Bu bâb'da daha başka sahîh hadîsler de vardır. Mevtadan murâd : ölmek üzere olan kimsedir. Telkin dahi bu haldeki müslümana kel i m e-I tevhîd'i hatırlatmaktır. Tâ ki ölen mü'minin son sözü kelime-i tevhîd olsun. Ve bu sebeple cennet'e girsin. Hadîsteki telkin emri Ölüm halin­deki her müslümana âmm ve şâmildir. Fakat buradaki emir nedip içindir. Ulemâ-i Kiram, telkinin çok ve devamlı yapılmasını mekruh görmüşlerdir. Zîrâ ısrarla telkine devam edilirse ölen kimse ihtimal bı­kar; sıkılır ve o anda çektiği ölüm acısı daha da şiddet kesbederek kelime-i tevhîd'i söylemek istemeyebilir. Onun için bir defa söyledi mi: «yine tekrarla» diye emir edilmez de, tariz suretiyle yani kelîme-î tev­hîd yanında söylenerek hatırlatılır ve böylelikle son sözünün kelime-i tev-

hîd olmasına çalışılır. Bir de kelime-i tevhîd'den murâd:

«ANah'darv başka Allah yoktur. Muhammed Allah'ın e I çişidir.» demektir. Zîrâ bu iki cümleden birini söyleyip, diğerini söyleme­mek bir fayda vermez.

Hadîsteki «ölüleriniz» tâbirinden de anlaşılacağı veçhile telkin müsîümanlara yapılır; Müslüman olmayanlara ise İslâmiyet arzolunur. Nitekim, Resûlüllah (S.A.V.) efendimiz amcası Ebu Tâlib ölürken ken­disine îslâmiyeti arzetmiş ve keza vaktiyle hizmetinde bulunan bir gay­ri müslimi ziyaret ederek ona da îslâmiyeti arzetmişti. Gayri müslim Hz. Fahri Kâinaf (S.A.V.) efendimizin bu irşadı ile müslüman olarak ölmüştü. Hadîste müslümanlarm ölülerini tahsis buyurması telkini on­lar kabul ettiği içindir. Şu da var ki müslümanlar ekseriyetle yalnız müslüman Ölülerini ziyaret ederler.

Fâîde, : Hastanın yanında Allah'ın rahmeti, lütuf ve ihsanı zikredil­melidir. Böyle hareket edilirse, Allah'a hüsn-ü zan eder. Nitekim bu bâbda tmâm-ı Müslim  (204—261)   Hz. Câbîr (R. A.J'âan şu hadîsi tahrîc etmiştir :    

«Resûlüllah   SallaUahü aleyhi ve sellem'î vefatından önce :

Sakın biriniz Allah'a hüsn-ü zan'dan başka bir halde Ölmesin; derken işittim.» «Sahiheyn» de    Ebu Hüreyre (R.A)'dan merfu' olarak şu hadîs rivayet olunmaktadır:

«Peygamber SallaUahü aleyhi ve sellem, şöyle buyurdu­lar :

Allah; ben kulumun bana olan zannına göre muamele ederim buyurdu.»

Ulemâdan bâzıları : «Ümit verici kırk tane hadîs topluyarak hasta­nın yanında okumak, hastanın Allah'a olan hüsn-ü zan'nım kuvvetlen­dirir. Allahü Teâlâ ise kuluna karşı kendisine gösterdiği zan mucibince muamele eder» diyorlar.

Ölürken bir kimsenin Allah korkusu ile afv ümidinin bir araya gel­mesi iyi bir şeydir. Bunu îmâm-ı Tirmizî (200—279) güzel bir isnad ile Enes (R. A./dan tahrîc etmiştir. O hadîse göre : Resûlüllah (S.A.V) ölüm döşeğinde bulunan bir gencin yanına girmiş ve :

Kendini  nasıl  buluyorsun?» dtye sormuştu. Genc'in : Allah'dan afv ümit ediyorum; günahımdan da korkuyorum» demesi üzerine Peygamber (S.A.V.)  :   

ümid böyle bir yerde bir kulun kalbinde toplanırlarsa Al­lah ona dilediğini verir; korktuğundan emin kılar» buyur­muşlardır.

Diğer Fâide : Son nefeste bulunan hastayı kıbleye çevirmek gere­kir. Bu bâbda Hâkim'in (321—405) Ebu Katâde (R. A./dan tahrîc ede­rek sahîhlediği bir hadîs-i şerife göre : «Peygamber SaTlaUahü aleyhi ve sellem, Medine'ye geldiği zaman, Bera ibnî Ma'rûr'u sormuş. Ashap: «O öldü yâ Resûlüllah. Hem malının üçte bîrini sana vasiyet etti. Ölür­ken kıbleye karşı çevrilmesini de vasiyet etti» demişlerdir.  O zaman  y Resûl-Ü Ekrem (S.A.V.) :

«Sünnete isabet etmiş. Ben de onun (bana vasiyet ettiği) Üçte   birini çocuklarına İade ettim» buyurarak cenaze namazı­ s «Allah'ım nı kılmış ve onu mağfiret buyur ve onu cennetine koy, sen bunu zaten yaptın.» demiştir. Hâkim : «Ölen kimsenin kıbleye çevrileceği hakkında bundan başka bir hadîs bilmiyorum» diyor.[373]

 

559/427- «Mâ ki I İbnî Yesâr[374] radıyallahü anh'den rivayet olundu­ğuna göre; Peygamber Salîallahü aleyhi ve sellem:Ölenleriniz üzerine yâsîn okuyun.» buyurmuştur.[375]

Bu hadîsi, Ebu Dâvud ile Nesâî rivayet etmiş; Hâkim sahîhlerniştir.

îbni Hibban'm beyânına göre hadîs-i şeriften murâd : ölmek üzere olan kimselerdir. Fakat lâfız, âmm olduğu için ulemâdan bâ­zıları : «Ölmüşlere de okunur» diyorlar.

Aynı hadîsi îmâm-ı Ahmed ibni Hanbel (164—241) ile îbni Mâ-ce (207—275), Süleyman Et-Teymî tarikiyle Mâkİl ibni Yesâr'dan rivayet etmişlerdir. Îbnü'l-Kattân (120—198) ise onu muztarib ve mevkuf olmakla jiletlendirmiş; râvîlerden Ebu Osman ile babası­nın hâllerini meçhul saymıştır. Dâre Kutnî (306—385)'nin dahi «Bu hadîsin isnadı muztarip, metni meghûldür, sahîh değildir» dedi­ği rivayet olunur. İmârımı Ahmed tbni Haribel Müsnedin'de : «Bize Safvân tahdis ederek dedi ki : Ölürken yâsîn okunursa, ulemâ, onun sebebiyle ölenin azabı hafifletilir; derler.» demektedir.

Bu sözü «El-Firdevs» sahibi, Ebu'd-Derda ile Ebu Zer (R. anhüma)'da.n müsned olarak rivayet ediyor ki, metni şudur :  

«Resûlüllah SaîîdUahü aleyhi ve sellem :

ölen hiç bir kimse yoktur ki, yanında yâsîn okunsun da Allah ona, azabını hafifletmesin.» buyurdular. Bu iki riva­yet İbni Hibban'm sözünü te'yid etmektedir. Hattâ bunlar onun is­tidlal ettiği delilden daha da açıktırlar.

Ölen kimsenin yanında sûre-İ Ra'd ve bir rivayette sûre-i Bakara okumanın müstehâb olduğu bâzı eserlerde Ebu' Şa'sâ'dan, bâzılarında ise Şu'bi'den rivayet edilmiştir.[376]

 

560/428- «Ümmü Seleme radıyallahü anha'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah Salîallahü aleyhi ve sellem, Ebu Sefeme'nîn yanına girdi (ölmüş de) gözleri açık kalmıştı. Hemen onun gözlerini yumdurdu. Sonra buyurdu ki :

Muhakkak ruh alındığı zaman göz onu takip eder.

Bunun üzerine Ebu Seleme ailesinden bâzı kimseler vaveyla ko-kopardılar. Resûlülfah Sallatlahü aleyhi ve sellem :

Nefislerinize hayırdan başka bir şeyle dua etmeyin. Zîrâ meleklerin sizin söylediklerinize «âmin» derler; de­dikten sonra :

«Allah'ım, Ebu Seleme'ye mağfiret eyle; derecesini hidâyete erenler arasına yükselt. Kabrini kendisine ge­nişlet. Orada ona nur ver ve arkasından onun yerini tuta­cak kimse halkeyle.» buyurdular.[377]

 

Bu hadîsi, Müslim rivayet etmiştir.

Ölüm ânında bir kimse gözünü bir noktaya diker de oradan ayırmaz­sa araplar ona : «gözü dikildi» derler. Resûl-ü Ekrem (S.A.V.)'in Ebu Seleme (R. Anha)'nm. gözlerini yumdurması bu işin müstehâb olduğuna, delildir. Mesele bütün müslümanlarca ittifâkî-dir. Gözlerin açık kalmasının sebebini Hz. Fahr-î Kâinat (S.A.V.) «Çünkü ruhu takip eder» diye beyân etmiştir.

Bu hadîs, «Ruhlar lâtîf bir takım cisimlerdir. Onların bedenlere girmesiyle hayat vücûd bulur. Bedenlerden çıkmasıyla da hayat niha­yete erer» diyenlerin delîllerindendir. Bir takımları ise «Ruhlar, araz­dır» derler. Mesele kelâm kitaplarında münâkaşa edilmiştir. Yine ha-dîs-i şerifte ölen kimseye ve ailesi efradına duâ edilebileceğine ve ke­za ölünün kabrinde ya nîmet veya azap göreceğine delâlet vardır.[378]

 

561/429- «Âişe radıyallahü anha'dan rivayet edildiğine göre, Resû-Jüllah Sallallahil aleyhi ve seUem vefat ettiği zaman çizgili bir çarşaf­la örtülmüştür.»[379]

 

Hadîs, müttefekun aleyh'dir.

Hibere: Çizgili kumaştır. Bu nevi kumaşlar Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) in en sevdiği elbiseliklerdi. Fahr-i Kâinat (S.A.V.) hazretlerinin bu çar­şafla örtülmesi yıkanmazdan önce idi. Nevevî (631—676) Müslim şerhinde bunun ittifakı olduğunu söyler. Hikmeti de cenazeyi açılmak­tan korumak; onun değişen suretini görünmekten gizlemektir. Cenaze­nin örtülmesi, içinde vefat ettiği elbise çıkarıldıktan sonra olacaktır. Elbisenin çıkarılması ise bu elbise sebebiyle; bedeni değişmesin, diyedir.[380]

 

562/430- «(yine) ondan (radîyallahü anha) rivayet edildiğine göre: Ebu Bekir Sıddîk radtyatlahü ank, Peygamber Sdüdüahü aleyhi ve 8eUem}\ vefatından sonra Öpmüştür.»[381]

 

Bu hadîsi, Buhâri rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerîf, bir Idmse öldükten sonra cenazesinin öpülebileceğine ve cenazeyi Örtmenin müstehâb olduğuna delildir. Vakıa rivayet edilen fiiller hep sahabenin fiilleri olup, bunlar bâzı ulemâya göre, delîl teşkil etmezse de bu fiiller hem aslî ibâhaye göre caiz; hem de hadîs olarak ResûlülUh (S.A.V.)'dcn rivayet edilmiştir. Nitekim tmâm-ı Tir­mizî (200—279)'nin Hazreti Âişe (R. An/ta/dan tahrîc ettiği şu hadıs-ı şeriften sarahaten anlaşılmaktadır:

«Peygamber (S.A.V.) Osman ibnî Mez'un'u ölmüş olduğu halde ağ-lıyarak, yahut gözleri yaşararak öptü dedi.»

İmâm-ı Tirmizî bu hadîs hakkında: «Âişe hadîsi hasen ve sahih­tir» diyor.[382]

 

563/431- «Ebu Hüreyre radıyallahü anh'den Peygamber Sallallahü aleyhi ve seUem'den duymuş olarak rivayet edilmiştir kî, Resûlüİlah Sallallahü aleyhi ve sellem :

Mü'minin ruhu, borcu ödeninceye kadar borcuna mu­allak kalır.» buyurmuşlardır.[383]

 

Bu hadîsi, Ahmed ile Tirmizî rivayet etmiş; Tirmizî onu-hasen bul­muştur.

Filhakika borç hususunda Peygamber (S.A.V.) pek ziyâde dikkat ve şiddet gösterirlerdi. Hattâ bir defa borçlu olarak vefat eden bir sa-hâbînin cenazesini kılmamış; sahâbe-î kîrâm'dan biri o borcu üzerine aldıktan sonra kılmıştı.

Yine Fahr-i Kâinat (S.A.V.) efendimiz: şehidin kanı yere damlar damlamaz, bütün günahlarının affolunacağını, bundan yalnız borç müs­tesna olduğunu; haber vermişlerdir.

Bu hadîs-i şerîf dahi borçlu ölen kimsenin ölümünden sonra bile borcu ile meşgul olduğunu bildiren delillerdendir. Bunda ölmezden ev­vel borçtan kurtulmaya çalışmak için teşvik olduğu gibi, borc'un en mühim haklardan biri olduğuna da delâlet vardır. Sahibinin rızası ile alınan borç hakkında hâl böyle olunca gasp, yağma ve soygunculuk gibi meşru olmayan sebeplerle alman borçlara ne denilir, bilemeyiz.[384]

 

564/432- «İbni Abbas radtyallahü anh*den Peygamber Sallallahü aleyhi ve seîlem'den duymuş olarak rivayet edilmiştir ki, ResûtüHah Sallallahü aleyhi ve sellem, hayvanından düşerek Ölen sahâbî hakkın­da :

Onu su. ve sidr[385] ile yıkayın, da iki elbise içinde ke­fenleyin.» buyurmuşlardır.[386]

 

Hadîs, müttefekun aleyh'dir.

Hadîsin tamamı şöyledir: «Onu kokulamayın. Başını da sarmayın.» Bundan sonra dahi Buhârî'de şu cümle vardır

kıyamet gününde telbiye ederken diriltilecektir.»

Buharî'nin rivayetine göre, hâdise hac esnasında Arafat'da vakfe yaparken vuku bulmuş ;hayvam üzerinde vakfe yapmakta olan O zât, düşerek Ölmüştür.

Eu hadîs-i şerîf cenazeyi yıkamanın farz olduğuna delildir. îmâm-% Nevevî : «Cenazeyi yıkamanın farz-ı kifâye olduğuna icmâ vardır» der ise de Musannif «El-Feth» de bunu rivayet ettikten sonra şöyle demektedir: «Bu icmâ dâvası şiddetli bir zühuldür. Zîrâ bu bâbdaki MâHkiyyenin hilafı meşhurdur. Hattâ Kurtubî, Müslim şerhinde cena­ze yıkamanın sünnet olduğunu tercih etmiştir.»

Maamafîh Cumhur ufemâ'ya göre cenaze yıkamak farz-ı kifâye ol­duğu gibi Hanefîlerin Fıkıh kitaplarında dahi cenaze yıkamanın farz-ı kifâye olduğuna icmâ-ı ümmet bulunduğu nakledilmektedir. Mâlikîler-den Ebu Bekir ibni Arabî (468—543) cenaze yıkamanın farz olduğuna kail olmayanların sözünü reddetmiş ve : «Bunun vücûbu bâbm-da hem kavlî hem amelî hadîsler vârid olmuş; temiz, pâk olan Resûlüllah (S.A.V.)'in yıkandığı rivayet edilmiş iken, başkalarına ne kalır?» demiştir.

Cenazenin kaç defa yıkanacağı az ilerde gelecek Um mü Atiyye ha­dîsinde görülecektir. «Su ve sidr» î'e buyrulması, hor defasında su­ya sidr karıştırılacağım gösteriyor. Bundan dolayı bâzı ulemâ : «Ce­naze yıkamak taharet için değil, sadece nezâfet içindir, çünkü; içine başka şey katılan su ile taharet olmaz.» demişlerdir. Bâzıları ise; «îh-timal sidr suyun vasfını değiştirmez de onun için karışmış sayılmaz» derler. Bu da her defasında yıkanacak yeri evvelâ sidr iîe oğuşturup sonra su ile yıkamakla olur. KurtubVye göre; evvelâ bir kapta su ile sidr karıştırılarak köpüğü çıkıncaya kadar çalkalanır ve onun­la cenazenin bedeni oğuşturulur. Sonra üzerine hâlis su dökülür. Bu bir defa yıkama sayılır. Bâzıları : «Sidr suya katılmaz; çünkü ka­tılırsa mutlak suyun vasfını değiştirir» derler.

Hadîsin zahiri ile istidlal eden Şâfiîlerle bâzı Mâlikîlere göre, cena­zeyi yıkamak nezâfet içindir. Binaenaleyh, içersine gül suyu gibi bir şey karışan su ile cenaze yıkanabilirsc de israf olacağı için mekruhtur. Cumhur ulemâya göre meşhur olan : Cenaze yıkamanın teabbüdî ol­masıdır. Binaenaleyh şâir vacip ve mendûp Gusüllcrde şart olan onda da şarttır.

Hadîs-i şerifte cenazeyi kokulamak yasak ediliyorsa da «zîrâ kı­yamet gününde telbiye yaparken diriltilecektir» diye tâin buyrulması, nehy'in illetinin, ihramh olarak ölmesi olduğunu gösteri­yor. Binaenaleyh «mâni zail oldukta memnu avdet eder.» kâîdesince ihramdan çıktıktan sonra ölürse kokulamak yasak olmaz. Anlaşılıyor ki, cenazeyi kokulamak müslümanlar arasında mukarrer bir şeymiş. Başını örtmekle sarmayı yasak etmesi dahi ihramdan dolayıdır. îhram-h olmayan cenazelerin başlarını örtmek dahi memnu değildir.

Hanefîlerle bâzı Mâlîkîlere göre ihramın hükmü ölümle biter, «Onu İki elbise içinde kefenleyin.» buyurması, cenazeyi kefen­lemenin vacip olduğuna delâlet eder. Bu takdirde kefenin tek adetlerle olması şart değil demektir. Bâzılarına göre iki elbise ile kefenlcnmesi onların içinde hac denilen mübarek ibâdeti yaparken Öldüğü içindir. Maamafîh başka kefen yapacak elbise bulamamış olması da ihtimâl dahilindedir.

Hadîs-i şerîf kefen'in re's-î maldan olacağına da delildir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) kefenlenmoyi emir etmiş; ölen zâtın bütün malını ihata eden borcu var mı idi yok mu idi sormamıştır.

Hadîsin buradaki rivayetinde «iki elbise» mutlak olarak zik-redilmişse de BuhârVnin bir rivayetinde «iki elbisenin içinde» denilmiş; Nesâî (215—303)'nin rivayetinde ise daha ziyâde îzah cihetine gidilerek «içinde ihrama girdiği iki elbisesiyle ke­fenleyin» buyrulmuştur. Musannif diyor ki: «Bundan cenazenin ihram elbisesiyle kefenlenmesinin müstehâb olduğu ve ölen zâtın ihramının baki kaldığı; cenazenin dikişli elbise ile kefenlenmiyeceği anlaşılmaktadır.» «Telbiye ederken diriltilecektir» ibaresin­den anlaşıldığına göre : Bir kimse bir ibâdete başlar da tamamla-yamadan ölürse, âhirette Cenâb-ı Hak'kın o kimseyi o ibâdeti yapmış gibi tutacağı ümid olunur.[387]

 

565/433- «Âişe radıyaUahü anha'öan rivayet edilmiştir. Demiştir kî: Peygamber Salîalîahü aleyhi ve sellem'i yıkamak istedikleri vakit: «Vallahi bilmiyoruz: Resûlüllah Salîalîahü aleyhi ve seUem'ı (diğer) cenazelerimizi soyduğumuz gibi soyalım mı, soymayalım mı?... ilâh.» dediler.»[388]

 

Bu hadîsi Ahmed ile Ebu Dâvud rivayet etmişlerdir.

Hadîsin Ebu Davud'un Sünen'inde tamamı şöyledir :

«Ashâb-ı Kiram ihtilâfa düşünce, Allah onların uykularım o*îtirdf. Hattâ hiçbiri kalmamıştı ki çenesi göğsüne değmesin. Sonra beyt tara­fından kim olduğunu bilmedikleri birisi onlara : «ResûlüNah (S.A.V.)'l elbisesi üzerinde iken yıkayın.» dîye söz etti. Bunun üzerine o hazret! gömleği üzerinde yıkadılar. Suyu gömleği üzerinder döküyor; onu el­leriyle değil de gömlek île oğuşturuyorlardı.»

Hz. Âişe (R. Anka) : «Arkada bıraktığım vukuat bir daha karşı­ma çıksa Resûlüllah (S.A.V.)'Î kadınlarından başka kimse yıkıyamazdı» derdi, tbni Hibban'm bir rivayetinde : «Hz. Peygamber Salîalîahü aleyhi ve sellem'i kucağında oturtan AM b. Ebi Tâlib idi.» deniliyor. Hâkim'in. Rivayetinde:

«Peygamber Salîalîahü aleyhi ve sellem'i Ali (R. A.) yıkadı. Ali'nin elinde bir çaput vardı. O hazreti yıkadı ve elini gömleğin altına soktu, onu gömlek üzerinde iken yıkadı» denilmektedir.

Bu hadîsi, îmâm-ı Şafiî (150—204) dahi Mâlik'ten, o da Cafer ibni Mtihammed'den, o da babasından işitmiş olmak üzere rivayet etmiştir. Bu kıssadan Resûlüîlah (S.A.V.)'in sair cenazeler gibi olma­dığı anlaşılmaktadır.[389]

 

566/434- «Ümmii Atiyye t adıyallahü anha'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Biz (vefat eden) kızını yıkarken yanımıza Peygamber Salîalîahü aleyhi ve settem girdi de :

Onu su ve sidr ile üç defa veya beş defa, yahut lüzum görürseniz daha fazla yıkayın; sonuncu defasında suya kâfûr'da koyun. Yahut bir parça kâfur koyun; buyurdular.[390]

 

İşi bitirdikten sonra  kendüerino haber verdik.Hemen bize gömleğim verdi ve:

Onu buna sarın; buyurdu.»

Hadîs mütlefekun altyh'dir. Şeyheyn'in Ümmü Atlyye'don bir ri­vayetinde «sağ taraflarından, abdest yerlerinden başlayın» buyrulmuştur. BuhârVnin bir rivayetinde : «Bunun üzerine saçlarını üç belik örerek arkasına koyduk» denilmiştir.

BuhârVnin rivayetlerinde Hz. Resûl-ü Ekrem (S.A.V.)în vefât eden kızının ismi zikir edilmemişse de meşhur rivayete göre Zeyneb (R.Anka)dır Hı. Zeyneb (R.Anha), Ebu'l-Âs (R.A.) ile evli idi. Hicretin 8. yılı başlarında vefât etti. Bâzı rivayetlerde vefât edenin Ümmü Gülsüm (R. Anha) olduğu zikredilmektedir. Buhari'de îbni Sirm'dcn : «Kızlarının hangisi olduğunu bilmiyorum» rivayeti de vardır.

Hadîste göçen «Kâfur da koyun, yahut bir parça kâfur koyun» cümlesindeki şek ve şüphe râvîdendir. «Yani ya Öyle dedi

yahut böyle.» demek istemiştir. BuhârVûe «İşi bitirdikten sonra kendilerine haber verdik» cümlesinden önce    «İşi bitirdiğiniz zaman bana haber verin» ibaresi vardır. yerine dahi BuhârVde tâbiri vardır. Maamâfîh mânâ hep birdir.aslında elbisenin düğme ve iplik ve iplik yeri demek ise de burada mahalli zikir hali kast kabilinden mecâz-ı mürsel olarak gömlek mânâsında kullanıl­mıştır.

«Üç defa yıkayın» emrinin zahiri bu sayının farz olduğunu gös­teriyorsa da burada emir nedip mânâsına hamlolunmuştur. Zîrâ bir de­fa yıkamak icmâ'en caizdir. Bâzıları «üç defa yıkamak farzdır» der­ler, «yahut beş defa» tâbiri tahyir (muhayyerlik) ifade eder. Yani ce-nâzoyi yıkayan üç ile beş defa yıkamak arasında muhayyerdir, «yahut daha fazla» cümlesi bir rivayette «yedi defa» denilmek suretiy­le açıklanmıştır. Nitekim îmâm-ı Akmcd îbni HanbeVin mezhebi budur. Yediden fazla yıkamak mekruh sayılmıştır. îbni Abdü'l-Bcrr (368—463) : «Yediden fazla yıkanır diyen bir kimse bilmiyo­rum» demektedir. Ancak Ebu Davud'un rivayetinde : «Ya yedi, ya­hut bundan daha fazla yıka» denildiğine göre, icâbında yedi­den fazla yıkamak da câia olmak gerektir. Cenazeyi su ve sidr ile yıkamanın keyfiyeti yukarıda görülmüştü.

Ulemâ : «Bundaki hikmet cenazenin bedenini yumuşatmasıdır» der­ler. Suya kâfur katmanın hikmeti ise, cenazenin yanında bulunan me­leklerle insanlara güzel kokması içindir. Kâfûr'un daha bir çok hassa­ları olduğunu söylerler ki, bunlar kurutmak, soğutmak içeriye işlemek, cenazeyi katılaştırmak, sinekleri defetmek, bozulmaktan korumak gibi şeylerdir.

Hâsılı kâfur; bu hususatta güzel kokuların en keskinidir. Cenaze­nin son defa yıkanacağı suya kâfur katılmasının sırrı budur.

Hadîs-i şerifte, cenaze yıkarken sağ taraflardan başlamaya da de­lâlet vardır. Bundan maksad sağ tarafın uzuvlarıdır. «Abdest yer­lerinden» denilmesi sağ taraflarından başlamaya münafi değildir. Çünkü hem sağdan, hem de abdest yerlerinden başlamak mümkündür. Bâzıları bunu «abdest a'zâsı olmayan yerlerde sağdan başlıyarak yıka­yın; abdest a'zâsı olan yerlerde abdest a'zâsından başlayın» diye tef-sîr etmişlerdir. Cenazeye abdest aldırma emrinin hikmeti; gurre ve tahcil'in eseri belli olmak için mü'minin alâmetini yenilemektir.

Mazmaza ile İstinşak cenaze için abdest fiillerinden değildir. Ha­dîs-i şerîf, cenazenin saçlarının örülmesine kail olanların delilidir. Bâ­zılarına göre kadının saçları Örülmeden dağınık bir şekilde yüzüne ve arkasına salınır. Kurtubî diyor ki : «Galiba buradaki hilafın sebebi Ümmü Atiyye'nin fiili Hz. Peygamber (S.A.V.)'in emri olmaksızın ya­pılmış olmasındandır.»   Lâkin Musannif bu mes'eleyi :    «Said ibni

Mansur şu lâfızlarla rivayet etmiş» diyor :

«Ümmü Atiyye dedî ki : Resûlüllah SalîaUahü aleyhi ve sellem :

Onu tek   (sayı île)  yıkayın,   saçlarını da  belik   yapın» buyurdular. îbni Hibban'm sahihinde:

«Onu üç defa, yahut beş veya yedi defa yıkayın ve kendisine üç belik yapın» denilmiştir, «üç belik» tâbiri tağlibtir. Bu hadîsler «kadının saçı örülmez» diyen­lerin aleyhine delîl sayılmaktadır.[391]

 

567/435- «Âişe radıyallahü anha'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki : Resûlüllah SaUdlkthü aleyhi ve seîlem, pamuktan (mâmûl) üç be­yaz suhul esvabı içine kefenlendi; (bu) üçün içinde gömlek ve sarık yoktu.»[392]

 

Bu hadîs, müttefekun aleyh'tir.

«Tabakât-ı İbni Saad» da Şa'bî'den rivâyeten tasrih edildiğine göre bu üç elbise : İzar, rida' ve lifâfe (yani; gömlek, rida ve sargı) dır.

Hadîs-i şerîf, cenazeyi üç parça beyaz elbise ile kefenlemenin efdâl olduğuna delildir. Zîrâ Teâlâ hazretleri. Peygamberine ancak efdâl ola­nı ihtiyar eder. Filvaki sünen sahipleri İbnî Abbas (R. A.)'dan şu ha­dîsi rivayet ederler:

 «Beyaz elbiseler giyin. Zîrâ onlar daha güzel ve daha temizdirler. Ölülerinizi de onlarla ke­fenleyin.» Ibni Abbas (R.A.)'ıti bu hadîsim İmâm-ı Tirmizî ile Hâkim sahihlemiştir. Aynı hadîsin Semüra (R. A.J'dan sahîh senetle rivayet edilen bir de şahidi vardır. Peygamber (S.A.V.)'in çizgili ve kıymetli bir Yemen kumaşı ile örtüldüğünü ifâde eden Hz. Âişe (R. an-ha) hadîsini yukarıda görmüştük. Fakat bu hadîs ona muarız de­ğildir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) o kumaşla kefenlenmemiş; sâdece üze­rine örtmüşler; sonra da almışlardı. Nitekim Sahîh-i Müslim'de dahi hu vak'a böyle ifâde olunmuştur. Zâten zâhîr hâle bakılırsa Fahr-Î Kâ­inat (S.A.V.) efendimizi o çarşafla yıkamazdan önce örtmüşlerdi.

İmûm-ı Tirmizî (200—279) diyor ki : «Resûlüllah (S.A.V.)'in üç parça beyaz esvap İle kefenlenmiş olması, onun kefeni babında gelen en sahîh rivayettir.»

Vakıa Peygamber (S.A.V.)'in yedi esvapla kefenlendiğine dâir îmâm-ı Ahmed ibni 3anbel (164—241) ile îbni Ebi Şeyhe (—234) nin ve Bczzctr'm Ali (R. A J'dan tahrîc ettikleri bir hadîs varsa da bunun râvîleri arasında Abdullah ibni Muhammed b. Ukayl bulun­maktadır ki, bu zâtın belleyişi iyi değildir. Hadîsi, mütâbeâtta işe yarar. Fakat yalnız başına rivayet ettiği hadîsi iyi ve makbul değildir. Bilhassa burada olduğu gibi rivayeti diğer sahîh rivayetlere-muhalif olursa, hadîsi hiç kabul edilemez. Maamâfîh Hâkim (321— 405)'in rivayet ettiği Eyyup hadîsi -ki bu hadîsi Nâfî, ibni Ömer (R. A.) dan dinlemiştir- ibni Ukayl hadîsini takviye etmektedir. Eğer bu hadîs sabit olursa o zaman Hz. Âişe (R. anha) hadîsiyle araları bulunur ve : «Hz. Âîşe (R. anha) üç parça esvap içine kefenlendiğini duy­muş; onu rivayet etmiş diğerleri de duyduklarını rivayet etmişler­dir» denilir.

Kefenin bütün vücûdu örtmesi îcâp eder. Şayet bütün vücûdu ört­mezse evvelâ avret mahalli Örtülür. Ondan bir şey artarsa baş tarafı örtülür. Ayakları üzerine kuru ot konur. Çünkü Peygamber (S.A.V.) amcası Hamza (R. A.) ile Mus'ab b. Ümeyr (R.A.)'ı bu şekilde ört­müştür. Bir parçadan fazla kefen kullanmak istenilirse, tek adet ol­ması mendûptur. Maamâfîh iki parçadan yapmak da caizdir. Nite­kim, ihramlı iken vefat eden sahâbî'nin hadîsinde görmüştük. Kefen üç parçadan yapıldığı takdirde : İzâr, ridâ' ve lifâfe'den ibaret ola­cağını dahi Şâ'&i'nin rivayetinde gördük. Kefen hakkında başka ka­viller de vardır. Hanefîler kefeni, kefen-i zaruret, kefen-i kifayet ve kefen-i sünnet olmak üzere üç kısma ayırırlar. Şâir mezheplerde bu. bâbda çeşitli îzâhât vardır. Tafsilât fıkıh kitaplarmdandır.[393]

 

568/436- «İbni Ömer radıyallahü anhüma'âan rivayet edilmiştir. Demiştir ki, Abdullah ibni Übeyy vefat ettikte oğlu ResûFüllah Saîlallahü aleyhi ve sellem'e gelerek :

Gömleğini bana ver de onunla babamı kefenleyeyim; dedi. Resûlül­lah SaUallahü aleyhi ve sellem, hemen gömleği ona verdi.»[394]

 

Hadîs, Müttefekun aleyh'dir.

Bu hadîs-i şerîf gömlekten kefen yapmanın meşru olduğuna delildir. Rivayetin zahirine bakılınca Hz. İbni Übey'in Resûlüllah (S.A.V.)'den o gömleği cenazeyi kefenlemezden Önce istemiş olması îcâp ederse de, Buhârî'nin rivayet ettiği Câbir hadîsi buna    muarızdır. Câbir hadîsi şudur :   

«Peygamber SaBaZZaJm aleyhi ve seUem, Abdullah fbnl Übeyy defnedildikten sonra yanına geldi. Ve onu (mezarından) çıkararak tükürüğünden ona üfürdü. Göm­leğini de ona giydirdi.»

Bu hadîs, gömleğini çıkarıp ona giydirmesinin definden sonra ol­duğunu sarahaten ifâde ediyor. Halbuki İbni Ömer hadîs'i buna muarız­dır, iki hadîsin arası şöyle bulunmuştur: İbni Ömer hadîsindeki (verdi) tâbirinden maksad. «evet» diyerek vaad etmektir. Verme işinin yüzde yüz olacağına bakarak vaad etmek yerinde m2câzen vermek fiili kul­lanılmıştır. Câbîr (R. A.) hadîsindeki «defnedildikten sonra» tâbiri de böyledir. Yani mezarının içine indirildikten sonra demektir. Câbîr ha­disinden şöyle bir mânâ da çıkabilir :

Übeyy'i kabrinden çıkardıktan sonra yapılan iş sadece ona tükür­mek olmuştur. Gömleği zaten evvelden giydirilmiştir. Bununla beraber üfürmekle, gömlek giydirmek beraber zikredildi diye mutlaka ikisinin birden vâki olmaları lâzım gelmez. Zîrâ bu iki şey birbiri üzerine (vav) ile atfedilmişlerdir (vav) ise tertip ve beraberliğe delâlet etmez. O mut­lak surette cem içindir. Binaenaleyh tertip kasdetmeksizin Resûl-ü Ek­rem (S.A.V.)'in bâzı ikramlarını murâd etmiş olmak da caizdir. Bâzı­ları «Peygamber (S.A.V.) ona evvelâ iki gömleğinden birini vermiş; defnedildikten sonra da oğlunun İsteği üzerine ikincisini vermiştir» der­ler. Hâttim'in «El-îklîl» adlı eserinde bu tevcihi te'yid eder rivayet vardır.

Hz. Peygamber (S.A.V.)'in Abdullah b. Abdullah'a gömleğini ver­mesi, onun sâlih bir zât olmasındandır. Şu da var ki, Hz. Abdullah bu gömleği' istemiştir. ResûlüHah (S.A.V.) ise hiç bir hacet sahibini boş el ile çevirmezdi. Yoksa onun kendisine Fahr-i Kâinat (S.A.V.) hazret­lerinin gömleğini   giydirdiği babası en büyük münafıklardan biri idi. Ve münafık olarak ölmüştü. Hattâ :   

«Onlardan Ölenlerin hiç biri üzerine ebediyyen cenaze namazı kıl­ma »âyet-i Kerîmesi onun hakkında nazil olmuştu. Bâzıları : «Peygam­ber Sallallahü aleyhi ve sellcm'in ona gömleğini giydirmesi, Übey, Be­dir gazasında Hz. Abbas (R. A.)'ı giydirdiği içindir. Resûlüllah (S.A.V.) amcasına yaptığı iyiliğe mükâfat olmak üzere ona gömleğini giydirmiştir» derler.[395]

 

569/437- «İbnl Abbas radıyallahü anhüma'd&n rivayet edildiğine gö­re. Peygamber SaUallahü aleyhi ve seUem :

Elbisenizin beyazlarını giyin; çünkü onlar sizin en ha­yırlı elbisenizdir. Cenazelerinizi de onlarla kefenleyin» buyurmuşlardır.[396]

 

Bu hadîsi, Nesâî müstesna, Beşler rivayet etmiş; Tirmizî onu sahîhlemiştir.

Buhâri'nin Hz, Aişe (R. Anta/dan rivayet ettiği hadîste Pey­gamber (S.A.V.)'in üç parça beyaz esvap ile kefenlendiğini yukarıda görmüştük. Hâl böyle olunca, emrin vücûp için olması asıldır, diyerek beyaz giymenin ve cenazeleri beyaz elbise ile kefenlemenin vücûbuna kail olmak lâzım gelirse de Fahr-I Kâinat (S.A.V.) efendimizin beyaz­dan başka elbise giydiği sabit olduğundan emir vücûp için değildir. Zaten her zaman beyaz elbise bulmak mümkün değildir. Nitekim Uhud şehitleri için beyaz elbise bulunamamış, Resûlüllah (S.A.V.) onlardan bir cemâati çizgili alaca bir çarşafla kefenlemiştir. Binaenaleyh zaru­rette beyaz olmayan bir kumaştan da kefen yapılabilir. Resûlüllah (S. A.V.)'in kırmızı bir Kadife ile kefenlendiğini ifade eden bir hadîsi İbni Adiyy (279—365) Hz. İbni Abbas (R. A.J'dan rivayet etmiştir. Lâkin bu hadîs zayıftır. Çünkü râvîleri arasında Kays b. Er-Rübeyyi' vardır ki bu zât zayıftır. Herhalde îbni Adiyy Resûlüllah (S.A.V.)'in kabrine kır­mızı bir Kadife örtüldüğünü ifâde eden hadîsle bu zayıf hadîsi biribiri-ne karıştırmış olacaktır. Çizgili bir Yemen kumaşı ile kefenlendiğine dâir söylenti de bu kabildendir. Yukarıda bu kumaşla Hz. Peygamber Sallalîahü aleyhi ve seMem'in sadece örtüldüğünü, sonra kumaşın alın­dığını görmüştük.[397]

 

570/438- «Câbir radıyaîlahü anh'dzn rivayet edilmiştir. Demiştir ki : Resûiüllah Sdllaîlahü aleyhi ve sellem:

Biriniz kardeşini kefenlediği vakit, onun kefenini gü­zel yapsın» buyurdular.[398]

 

Bu hadîsi, Müslim rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerifi Tirmizî de Ebu Katade (R. A./den rivayet etmiş ve hasen ve garip'tir demiştir. Kefenin güzel yapılması emri bizzat kefen­liğin güzel olmasını icâp ettiği gibi, kefenliğin sıfatının ve cenazeyi onun­la sarmanın güzel ve iyi yapılmasını da iktizâ eder. Binaenaleyh ke­fenlik mümkün mertebe güzel ve beyaz kumaştan seçilmeli, fakat bu hususta pek pahalıya merak etmemelidir. Zîrâ İlerde görüleceği vecihle kefenliğin pahalısından nehycdilmiştir. Kefenliğin sıfatını bundan önce­ki İbni Abbas (R. A.) hadîsi beyân etmiştir.

Kefenin cenazeye güzel giydirilip, sarılmasını ise yukarda geçen hadîsler ifâde etmişlerdir. Filhakika kefenin güzel olması hakkında bir çok hadîsler vârid olmuştur. Bunların bâzılarında bu işin illeti de zikre­dilmiştir. O hadîslerin bir kaçı şunlardır :

1— Deylemî Hz. Câbir (R. A.) den merfu' olarak şu hadîsi tahrîc etmiştir: 

«Cenazelerinizin kefenini güzel yapın: Zîrâ onlar birbirlerine onunla iftihar ederler ve kabirlerinde birbirlerini onunla ziyaret ederler.»

2— Deylemî Ümmü seleme (R. Anha)'d2.n    da şu hadîsi rivayet etmektedir:

Kefeni güzel yapın; vâveylâ, tezkiye vasiyeti geciktirmek, yardımı terk etmek gibi şeylerle Ölülerinize eziyet etmeyin; Ölenin borcunu ödemeye şitâb edin; kötü komşulardan yüz çevirin, ka­bir kazarken onu derinleştirin, genişletin.»

3— Imâm-ı Ahmed ibni HanbeVin Hz. Âişe (R. Anha)'da.n tah­rîc ettiği şu hadîs de ölen bir kimseye iyi muamele edilmesi bâbmdadır :

«Kim bir cenaze yıkar da onun hakkında emniyetli hareket eder ve o anda cenazeden sâdır olan şeyleri ifşa etmezse gü­nahlarından anasının doğurduğu gün gibi çıkar.»

4— Buhârî ile Müslim Hz. İbni Ömer (R. AJ'dan şu hadîsi tahrîc etmişlerdir :   

«Resûiüllah Sallallahü aleyhi ve seîlem :

Kim bir müslümanın günahını gizlerse, Allah da kı­yamet gününde onun günahını gizler» buyurdu.

5— Abdullah ibni Ahmed Übeyy b. Kâb  (R. A.)dan şu hadîsi tahrîc etmiştir:

«Şüphesiz Âdem Aleyhİsselâmın ruhu­nu melekler kabzetti ve onu yıkadılar, kefenlediler, kokuladılar; onun için mezar kazarak kendisini defnettiler; cenaze namazını kıldılar; kabrine girdiler ve üzerine ker­piç koydular. Sonra kabirden çıktılar; sonra üzerine top­rak çektiler; sonra: Ey Adem oğulları! işte yolunuz bu­dur, dediler.»[399]

 

571/439- (Bu da) ondan (radıyaîlahü anh) rivayet edilmiştir. De­miştir ki : Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem, Uhud şehîdlerîn-den İki kişiyi bir elbise   içinde bîr yere getiriyor, sonra :

Bunların hangisi daha çok Kur'ân bilir?; diyor; ve kab­re evvelâ onu indiriyordu. Uhud şehtdlerî yıkanmadılar; üzerlerine ce-nâie namazı da kılınmadı.»[400]

 

Bu hadîsi, Buhârî rivayet etmiştir.

Lâhd : Kabrin bir tarafında açılan yarıktır. Bu suretle kabrin orta­sından yana dugru bir mey] hasıl olur. Zâten İlhâd : Meyletmek demek­tir.

Hmiis-i şerif bir takım hükümlere delâlet ediyor:

1— Zaruret ânında iki cenazeyi bir elbise ile kefenlemek caizdir. Ve iki ihtimalden biri budur.

İkinci ihtimale göre : Bir elbise iki kişiye pay edilerek, yarıdan kesilir. Ve her cenaze ayrı ayrı kefenlenir. Ekseriyetle ulemâ'nm kavli budur. Hattâ birinci ihtimâle kail olan bulunmamıştır; zîrâ o ihtimâle göre iki cenazenin tenleri birbirilerine temas eder diyenler olmuştur.

2— Kur'ân-ı Kerîm'i daha çok bilenler başkalarına tercih edilir­ler. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'in fazileti her şeyden üstündür. Buna kıyâ-sen başka tercih sebepleri bulunursa defn hususunda tercihe yararlar.

3— Zarurette bir cemâat bir kabre defn edilebilir. Bukârî (194—-256): «İki üç kişiyi bir kabre defn babı» nâmı altında ayrı bir bâb yap­mış ve buradaki Câbir hadîsim o baba kaydetmiştir. Vâkıâ Câbir (R. A.) hazretlerinin hadîsi iki kişi hakkında ise de Abdürrezzak'm rivayetin­de üç kişi de zikredilmiş ve «Resûlüllah (S.A.V.) İki üç kişiyi bir kab­re defnederdi» denilmiştir.

Sünen sahiplerinin Hişam ibni Âmirü'l-Ensârî'den tahrîc ettikleri şu hadîsde dahi üç kişi kaydı vardır:

«Uhud harbî günü ensâr Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem't gelerek :

«Bİze yaralanma ve meşakkat isabet etti» dediler. Bunun  üzerine Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem :

Mezar kazın ve geniş tutun da iki üç kişiyi bir kabre defnedin.» buyurdular.

Bu hadîsi, Imâm-t Tirmizî sahîhlemigtir. Bu hususta erkek ile kadın arasında bir fark yoktur. Binaenaleyh zarurette iki üç kadın da bir kabre defnedilebilir. Erkek ile kadının bir kabre defnine ge­lince : Zarurette bunun da eâiz olacağına dair Abdürrezzak'dan bir rivayet vardır. Bu rivayete göre Vâsiletü'bnü'1-Eskâ' bunu yaparmış ve evvelâ erkeği defneder, arkasına da kadını yerleştirirmiş. Elhâsıl za­rurette bir kaç kişinin bir kabre defnedilebileceği mezhepler arasında it-tifâkî bir mes'eledir. Ve efdâl olan hangisi ise kıble tarafına o yatırılır. Diğeri onun arkasına konulur. Sonra sıra ile büyük önce, küçük sonra, erkek evvel, kadın sonra defnedilerek araları toprakla ayrılır. Yalnız kefenle aralarını ayırmak kâfi gelmez. Fakat zaruret yokken bir kaç ki­şiyi bir kabre defnetmek Hanefîlere göre mekruh, diğer mezheplere gö­re haramdır.

4— Şehîd yıkanmaz. Cumhur ulemânın mezhebi budur. Saîd ibni Müseyyeb, Hasan-ı Basri, İbnü Şüreyh gibi tabiîn hazaratından şe-hîdi yıkamak vaciptir, dedikleri rivayet olunur. Hadîsimiz onların aleyhine delildir.   îmâm-ı Ahmed ibni Hanbel'in tahrîc ettiği Câbir hadîsi dahi onların aleyhine delildir. Bu hadîste

«Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem, Uhud şehtdlerl hakkında :

Onları yıkamayın; çünkü her yara yahut her kan kı­yamet gününde misk saçacak; buyurdular» denilerek yıkama­manın hikmeti beyân edilmektedir,

5— Şehidin üzerine namaz kılınmaz. Fakat mesele ulemâ arasında ihtilaflıdır. Dört mezhep ulemâsı şehîdleri kısımlara ayırmışlardır. Bunların arasında hüküm itibarıyla az çok farklar vardır.

Hanefîlere göre her nevî şehîdlerin cenaze namazı kılınır.

Diğer üç mezhep imamlarına göre hakîki şehîdlerin cenaze nama­zı kılınmaz. Hakîki şehîdlerin yıkanmaması ise dört mezhep imamları arasında ittifakı bir mes'eledir.

«Şehidin namazı kılınır» diyenler, cenaze namazı hakkındaki delil­lerin umûmu ile amel ettikleri gibi, Hz. Peygamber (S.A.V.)'in Uhud şehîdlerin üzerine cenaze namazı kıldığım ve Hamza (R. A.)'m üzerine yetmiş defa tekbîr aldığını ifâde eden hadîs ile ve keza îmâm-ı Buhârî nin Ukbetü'bnü Amir (R. A.J'dan rivayet ettiği hadîs-i şerif ile istid­lal ederler.

Kılınmaz diyenler ise, buradaki Hz. Câbîr hadîsiyîe istidlal eder­ler. Hattâ lmâm-ı Şafiî (150—204) : «Peygamber (S.A.V.)'in Uhud şehîdleri üzerine cenaze namazı kılmadığına dâir mütevâtir yollar­dan gözle görmüşeesine âgikâr haberler gelmiştir» der. Hz. Şafiî yetmiş tekbîr hadîsi için «sahih değildir» demektedir. Ukbe hadîsine de ta'n ve itiraz ederek : Bizzat Ukbe hadîsinde Resûlüllah (S.A.V.)'in Uhud şehîdlerinin namazını kılması, vak'adan sekiz sene sonra olduğu zikir ediliyor. Ölümünden sekiz sene sonra bir kimsenin cenaze namazı­nın kılınmasına bu hadîsle istidlal edenler de kail değildir. Binaenaleyh bu hadîsle istidlal edilemez. Herhalde Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) onlara sâdece duâ etmiş olsa gerektir. Bu hâdise sabit bir hükmü ncsh etmeye delîl olamaz, ilâh...» diyor.

Ukbe   (R.A.) hadîsinin lâfzı Buhârî'de şöyledir :. ... »

«Peygamber SaUalîahü aleyhi ve sellem ;Uhud şehîdlerinin cenaze namazını sekiz sene sonra kıldı.» İbni Hibban şu cümleyi de ziyâde ediyor:

«AHahü Teâlâ ruhunu kabzedinceye   kadar evinden de çıkmadı.»

Maamâfîh Hanefîyye ulemâsından Kemal İbni Hümâm «Fethü'l-Kâdîr[401]» adlı eserinde muarızlara lâzım gelen cevabı vermiş ve Hanefîlerin delillerinden hiç birinin «hasen» dereceden aşağı düşmedi­ğini isbât etmiştir.[402]

 

572/440- «Ali radıyaUahü anh'den rivayet olunmuştur. Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem'î kefen hususunda:

Pahacılık yapmayın;   çünkü o çabuk soyulur»derken işittim; demiştir.[403]

 

Bu hadîsi, Ebu Dâvud rivayet etmiştir. Ebu Dâvud bunu Şâ'bî ta­rikiyle Hz. Ali (R. A./dan rivayet ediyor İd isnadında Amr ibnî Hişam elcemî vardır. Bu zât muhtelefün fîhtir. Sonra §â'bî ile Alî (R. A.) ara­sında inkitâ da vardır. Çünkü Dâre Kutnî'nin beyânına göre Şâ'bî Hz. Ali (R.A.)'dan bir hadîsten başka hadîs işitmemiştir.

Hadîs-i şerîf, pahalı kefen satın almanın memnu olduğuna deiîldir. «Çabuk soyulur» buyrulması kefenin gabuk çürüyüp, biteceğine işarettir. Nitekim Buhârî'nin Hz. Âişe (R. Anha)'dsLn muhtasar ola­rak rivayet ettiği §u hadîs de bu mânâyadır :

«Ebu Bekir kendi üzerinde bulunan, hasta iken giydiği za'ferandan lekeli bîr elbiseye bakarak :

«Şu elbisemi yıkayın ve ona iki elbise daha katın da beni onlarla kefenleyin.» Dedi. Ben :

«O eskidir» dedim:

«Şüphesiz yeniyi giymeye diri; Ölüden daha lâyıktır. O (kefen) an­cak mühlet içindir; dedi.»

Mühlet : Bedenden akan irin ve sarı sudur.[404]

 

573/441- «Hz. Âişe radıyallahü anha'dan rivayet edildiğine göre. Peygamber Sallallahü aleyhi ve settem, kendisine :

Benden önce ölmüş olsan seni yıkardım... Hâh.» buyur­muştur.[405]

 

Bu hadîsi, Ahmed ile İbni Mâce rivayet etmiş ve İbni Hîbban sahîhlemiştir.

Hadîs-i şerîf erkeğin karısını yıkayabileceğine delildir. Cumhur'un kavli de budur. Hanefîlere göre bilâkis erkek karısını yıkayamaz. Fa­kat kadın kocasını yıkayabilir. Çünkü nikâh kalmamıştır. Erkek iddet de beklemediği için karısına karşı tamâmiyle ecnebi olmuştur. Kadın iddet beklediğinden talâk-ı ric'i iddeti içinde kocasını yıkayabilir. Fa­kat talâk-ı baîn iddeti içinde yıkayamaz. Bu mes'elede îmâm-ı Ahmed ibni Hanbel de Hanefîlerle beraberdir. Karı-koca hakkında hüküm bu­dur. Biribirine ecnebî sayılanlara gelince :

Bunların    su bulamıyanlar    hükmünde    olduğunu    Ebu Davud'un mürseller arasında tahrîc ettiği şu hadisten anlıyoruz:

«Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem :

Kadın erkeklerle bir arada iken ölür; aralarında baş­ka kadın bulunmazsa, erkek de kadınlar ile bir arada iken ölür, yanlarında başka erkek bulunmazsa, bunlara teyemmüm ettirilerek defnolunurlar. Bunlar suyu bula-mıyan hükmündedirier.» buyurdu.

Bu hadîsi,    Ebu Bekir b. Ayyaş, Muhammed ibni Sehil'den, o da Mekhûl'den rivayet etmiştir. Muhammed ibni Sehİl'i İbnî Hibban mûtcmet râvîler arasında zikreder. Buhârî ise : «Onun hadîsinde tâbi olun­maz» der.[406]

 

574/442- «Esma binti Umeys[407] radıyallahü anha'âan rivayet edil­diğine göre Fâtima radîydllahü anha kendisini Ali radıyaUahü. ann in yıkamasını vasiyet etmiştir.»[408]

 

Bu hadîsi, Dâre Kutnî rivayet etmiştir.

Bu hadîs dahi, bundan önceki Hz. Âişe hadîsinin delâlet ettiği hük­mü bildirmektedir. Kadının kocasını yıkayabileceğine delîl ise Ebu Davud'un Hz. Âişe (R. Anka)1 dan tahrîc ettiği şu hadîstir :

«Arkada   bıraktığım  vukuat  bir  daha  karşıma  çıksa Resûlüllah SaîldUahü aleyhi ve sellem'l kadınlarından   başka kimse yıkayamazdı.»

Bu hadîsi, Hâkim sahîhlemiştir. Hz. Âişe ve Fâtıma (R. Anhüma) hadîsleri her ne kadar birer sahâbîyye sözü de olsalar. Resûlüllah (S.A.V.) zamanında ma'ruf ve ma'lûm olan bir şeyi anlatmaktadırlar. Bu hususu Beyhahî (384—458) 'nin rivayet ettiği şu kıssa da te'yid ediyor : «Ebu Bekir (R. A.) öldükten sonra kendisini karısı Esma bînîî Ümeys'in yıkamasını vasiyet etmişti. Hz. Esma (R. Anha) vücutça zayıf olduğundan bu İş İçin Abdurrahman ibni Avf'tan yardım istedi.» Hz. Esmâ'nın hu fiilini inkâr eden bulunmamıştır. Cumhur'un kavli de budur.[409]

 

575/443- «Büreyde radıyallahü anh'den Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem'in zinadan dolayı recminî emir ettiği Gamİtli kadın hakkında rivayet edilmiştir. Demiştir ki :

Sonra o kadın hakkında emir buyurdular da cenaze namazı kılına­rak defnedildi.»[410]

 

Bu hadîsi, Müslim rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerif, şer'î bir hadd ile öldürülen kimsenin cenazesi kı­lınabileceğine delildir. O kadının cenazesini bizzat Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) kıldırmış olduğuna dâir hadîste bir kayıt yoktur. îmâm-ı Mâ­lik (93—179) : «Hâd ile öldürülen kimsenin cenaze namazını müslü-manların imamı kılamaz; zîrâ ulemâ fasıkları men etmiş olmak için onların namazını kılmazlar» diyor. Maamâfîh bu GamH'li kadın hakkında Peygamber (S.A.V.):

 «Bu kadın öyle bir tevbe etmiştir ki, o tevbe Medîne'liler arasında taksim edilse hepsine yeter­di.» buyurmuş; yahut buna yakın, bir şey söylemiştir.

Fâsıkiların, hadd ile öldürülenlerin, veled-i zinaların cenaze nama­zı hakkında ulemâ ihtilâf etmişlerdir. Âsîlerle yol kesicilerin cenaze namazı dahi ihtilaflıdır. Hanefîlere göre fâsıkların, hadden öldürülen­lerin ve veled-i zinaların cenazesi kılınırsa da âsîlerle yol kesenlerin namazı kılınmaz. Şâfiîlere göre hepsinin namazı kılınır. MâÜkîlerolcn îbnü'l'Ardbî (468—543) böyleleri hakkında : «Bütün ulemânın mez­hebi: Her müslümanın yani hadd vurularak Öldürülenin, recm olunanın, intihar edenin, veled-i zinâ'nm cenaze namazı kılınacağı merke­zindedir» diyor, intihar edenin hükmü aşağıda hadîste görülecektir.[411]

 

576/444- «Câbir ibnî Semûra'dan rivayet olunmuştur. Demiştir kî : Peygamber Saîlallahü aleyhi ve sellem'e kendini geniş bîr demirle öl­düren bir adam getirdiler de onun cenaze namazını kılmadı.»[412]

 

Bu hadîsi, Müslim rivayet etmiştir.

Hattâbî[413] (319—388) diyor ki : «Böylesinin cenaze namazı kılmmaması ona ceza ve başkalarını onun gibi yapmaktan men etmek içindir.» Fukahâ bu mes'elede dahi ihtilâf etmişlerdir. Halîfe Ömer ibnî Abdülaziz intihar edenin cenaze namazını kılmaya cevaz ver­miyordu. Evzaî (88—157)'nih mezhebi de budur. Fukahâ'nın ekse­risine göre kılınır. Kasden kendini öldüren kimsenin cenaze namazı Hanefİyye ulemâsı arasında ihtilaflıdır. «Kılınır» diyenler olduğu gibi, «kılınmaz» diyenler de vardır. Mes'eleyi Imâm-ı Âzam ve Muham­med ile îmâm-ı Ebu Yusuf arasında ihtilaflı görenler bile mevcut­tur. Bu rivayete göre : tmâ/m-% Âzam'lo. Muhammed «kılınır» demiş­ler; îmâm-% Ebu Yusuf; Böylesini zâlim ve bağî hükmünde tutarak, cenazesinin kılınamıyacağma kail olmuştur. Hadîsimiz Ebu Yusuf'a, delildir.

«İntihar edenin namazı kılınır» diyenler : Bu hadîs karşısında : «O zâtın namazını Peygamber (S.A.V.) kılmasa da ashâb-ı kiram kıldılar. Bu mes'ele Resûl-ü Ekrem (S.A.V.)'in borçlu Ölen zâtın cenazesini kıl-mayıp sonradan ashabına kılma emri vermesine benzer.» diyorlar. Bâ­zıları bu re'yi pek beğenmiyerek : «intihar edenin cenazesini kılmak için Resûlüllah (S.A.V.)'in ashabına emir verdiği kat'i olarak sabit ise, mes'eîeye bir diyecek yoktur. Fakat sabit değilse, Hz. Ömer ibnî Abdül-aziz'in re'yi daha muvafıktır» diyorlarsa da, NesâVnin rivayetinde  :

«Bana gelince ben onun cenaze na­mazını kılmam» buyrulduğuna göre, başkasının kılabileceği bun-âan anlaşılmış olsa gerektir.[414]

 

577/445- «Ebu Hüreyre radıyallahü anh'den, mescidi süpüren ka­dının kıssası hakkında rivayet edilmiştir, (demiştir ki): Peygamber Sdlîallahü aleyhi ve sellem, o kadını sordu. Ashâb :

O   öldü; dediler. Resûl-ü Ekrem Sallaîlahü aleyhi ve sellem:

«Bana haber vermemeli mi idiniz?» buyurdular. -Galiba ashâb o kadının şanını küçümsemişlerdi- Bunun üzerine Resûlüllah Sallallahii aleyhi ve sellem :

«Onun kabrini bana gösterin;» dedi ve gösterdiler. Hemen onun cenaze namazını kıldı.»[415]

 

Hadîs, müttefekıın aleyh'dir.

Müslim «Sonra Peygamber (S.A.V.)  :

Şüphesiz ki bu kabirler, içinde yatanlar için karanlık­la doludur, ve şüphesiz ki Allah onlara benim cenaze na­mazı kılmam sebebiyle kabirlerini nurlandırır.» buyurdu­lar; cümlesini ziyâde etmiştir.

Müslim'in bu ziyâdesi yine Hz. Ebu Hüreyre (R. A.)'m rivâyetin-dendir. BııhârVnin aynı ziyâdeyi tahrîc etmemesi, îmâm-ı Ahmed İbni Haribel (164—241) ıin de dediği gibi Sabifin mürsellerinden müdrec olduğu içindir.

Musannif, bu kıssanın bir kadına âit olduğuna kat'iyetle cez-metmiştir. BuhârV&e ise râvîsi Sabifin şekki ile «bir siyah adam, yahut bir siyah kadın» denilmiştir. Lâkin yine BuhârVnin bir riva­yetinde Sabifin «Onun ancak kadın olduğunu sanıyorum» dedi£ zikrolunmuştur. îbni Hüzeyme (223—311) dahi Ebu Hüreyre (R. A.) dan başka bir tarîk ile gelen bir rivayette kıssanın kadına ait oldu­ğuna cezmen hükmetmiş ve «bir siyah kadın» demiştir.

Hadîsi, Bt.itkakl (384—458) güzel bir isnadla tahrîc etmiş ve kadının Ümmii Mthccn ilmini taşıdığını; bu kıssa da Peygamber (S.A. V.) cevap verenin Hz. î=bu Bekir (R. A.) olduğunu ifâde etmiştir.

Hadîs-i şerîf cenaze defnedildikten sonra mutlak surette (yani evvel­ce namazı kılınsın, kılınmasın.) kabrinin üzerine cenaze namazı kılı­nabileceğine delildir. îmâm-ı Şafiî (150—204)'nin mezhebi de budur. Peygamber (S.A.V.)'in Bera ibni Ma'rûr (R. A./ın vefatından bir ay sonra cenaze namazını kabrinin üzerine kılması ve keza Buhârî'nin ri­vayetine göre geceleyin ResûlüJlah (S.A.V.)'in haberi olmadan defne­dilen, ensâr-ı Kirâm'dan bir çocuğun namazını kabrinin üzerine kılma­sı da aynı hükme delâlet ederler. Bu bâbda dokuz sahabeden hadîs riva­yet olunmuştur. Bâzı zâhîriler'e göre; kabir üzerine cenaze namazı kıl­mak caiz değildir.

Kabir üzerine cenaze namazım caiz görenler bunun ne zamana ka­dar caiz olacağı hakkında ihtilâf etmişlerdir. îmâm-ı Şam'dan bir ri­vayete göre üç güne kadar kılınır. Bâzıları «defnedildikten bir aya ka­dar» demiş. Diğer bâzıları cenaze kabrinde çürüyünceye kadar caiz gör­müş; çürüdükten sonra ise üzerine namaz kılacak bir şey kalmadığın­dan artık kılınamıyacağına kail olmuş; hattâ cenaze namazından mak-sad duâ olduğunu, duânm ise her zaman yapılabileceğini ileri sürerek bu işin her zaman yapılabileceğini iddia edenler bile olmuştur. Bâzı­ları kabir üzerine namaz kılmak Hi. Peygamber (S.A.V.)'in hasâisindendir derler.[416]

 

578/446- «Hüzeyfe radıyallahü anh'den rivayet edildiğine göre. Peygamber Saîldllahü aleyhi ve seîlem, Ölümü ilân etmekten nehy bu­yururdu.»[417]

 

Bu hadîsi, Ahmed ile Tîrmîzî rivayet etmiş, Tirmîzî onu hasen bul­muştur.

Nehy'in sigası herhalde İmâm-ı Tirmizî (200—279)'nin tahrîc ettiği şu hadîsten alınmıştır :

«Sakın Ölümü ilân etmeyin; zîrâ ölüm ilânı câhilîyet devri âdetidir.»

Tahiir (yani sakındırma) sigası nehy mânâsmdadır. Tîrmizî'nin tahrîc ettiği Huzeyfe hadîsinde Nz. Huzeyfe (R. A.ym, yanında bulunanlara : 

Ben  vakit kimse ilânda bulunmasın, zîrâ ben bunun ölüm İlânı olacağından korkarım. Gerçekten ben Resûlüllah (S.A.V.)'i ölüm ilânından nehy ederken gördüm.» dediği rivayet olunuyor. Tirmizî bu hadîs için «ha-sen» dememiştir. Bundan sonra îmâm-ı Tirmizî nâ'yı îzah etmiş ve bunun : «Halk cenazeye gelsinler diye kalabalık içinde : Filân ölmüştür, şeklinde seslenmek» ten ibaret olduğunu bildirmiştir.

Hanefîlerle şâir bâzı fukâhâya göre ölüm haberini hısım ve akra­baya, eşe, dosta bildirmek caizdir. Vâkıâ bunu cahıliyef âdetine ben­zeterek «mekruhtur» diyenler olmuşsa da, esah kavle göre mekruh de­ğildir. Bâzıları : «cahîliyet devrinde olduğu gibi ölüm ilânı yapmak ha­ramdır» derler. Cahlliyetde çarşı ve pazarlara, sokaklara, evlere adam göndererek bir kimsenin öldüğünü ilân ederlerdi. «En-Nihâye» nâm eserde şöyle deniliyor : «Araplar arasında meşhur olduğuna göre: Şe­refli birisi öldü veya öldürüldü mü, kabilelere bir atlı gönderilir, o da öleni ilân ederek « çyj c£ » filânın ölüm haberini bildir: «filân helak olmuştur». Yahut «Filânın ölümü ile araplar helak olmuştur» diye nida ederdi.» Ibnü'l-Arabl (468—543) diyor ki  «Hadîslerin mecmuun­dan üç hâl elde edilir:

1— Hısım ve akrabaya; eşe dosta ve sâlih kimselere    bildirmek. Bu sünnettir.

2— Övünmek için kalabalık çağırmak. Bu mekruhtur.

3— Yascı tutmak gibi başka bir nevi ilân. Bu da haramdır.» îbnül-Arabi'nin birinci hâle «sünnettir» demesi, cenazeyi tutup kapmak,, yıkamak, namazını kılmak ve defnetmek ile mükellef bir cemâatin mutlaka bulunması îcâp ettiğindendir. Resûlüllah (S.A.V.)'in: «Bana haber verseydiniz ya» gibi sözleri de buna delâlet eder.[418]

 

579/447- «Ebu Hüreyre radıyallahü onfe'den rivayet edildiğine göre. Peygamber BallaTlahü aleyhi ve sellem, Necâşî'nin vefat haberini öl­düğü gün vermiş; ashabı namazgaha çıkararak saf bağlatmış ve dört defa tekbîr almıştır.»[419]

 

Bu hadîs, Müttefekun aleyhdir.

Necâşî : Habeş imparatoru demektir. Bu zâtın ismi Ashama idi. Taberî'ye göre vefatı hicretin dokuzuncu yılındadır. «Feth-i Mek­ke'den önce idi» diyenler de vardır.

Musalladan murâd : Ya bayram namazlarını kıldığı yahut cena­ze namazı için tahsis buyurduğu yerdir.

Hadîs-i şerîf de na'y'in ölüm haberini bildiren bir isim olduğuna ve bunun sırf İlân için yapılabileceğine delâlet olduğu gibi, gaibin üze­rine cenaze namazı kılmanın meşru olduğuna da delâlet vardır. Ulemâ bu hususta ihtilâf etmiş ve ortaya bir kaç kavi çıkmıştır. Bu kaviller şunlardır :

1— Gaibin cenaze namazını kılmak mutîak surette caiz ve meşru­dur, îmâm-î §âfü ile îmâm-ı Ahmed İbni HaribeTin ve diğer bâzı zevâtın mezhebi budur.

2— Gaibin cenaze namazını    kılmak mutlak surette    memnudur. Hanefîlerle Mâlikîferİn ve diğer bâzı zevatın mezhepleri de budur.

3— Öldüğü gün veya  ona yakın günlerde kılınabilir.  Fakat ara uzarsa kılınmaz.

4— Gâib kıble tarafında ise namazı kılınır; değilse kılınamaz. Bu iki kavlin vechi, Necâşî kıssası üzerinde durarak ona bağlanmaktır. Gaibin cenazesi kılınamaz diyenler: «Necâşî'nin cenaze namazı Resû­lüllah (S.A.V.)'e mahsustur» derler.

5— Necâşî gibi vefat ettiği yerde cenaze   namazı   kılınmayanlar için gâibâne cenaze namazı kılmak caizdir. Zîrâ JVecâşî'nin memleketi ahalisi henüz müslüman olmamışlardı. Şeyhü'l-tslâm İbni Teymiyye bu kavli ihtiyar ediyor.

Musannif «Fethü'l-Bâri» de bu kavli Hattâbî (319—388)'den nakleder. Rûyânî (415—502) dahi bunu beğenmiş ve sonra şöyle demiştir : «Bu muhtemeldir. Şu var ki, ben haberlerin hiç birinde Necâşî'nin memleketinde kendisine bir kimsenin cenaze namazı kıl­madığına vâkıf olamadım.»

Bu hadîsle cami içinde cenaze namazı kılmanın mekruh olduğuna kail olan Hanefîlerle Mâlikîler istidlal ederler. Çünkü Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) bu iş için dışarıya, hattâ, tâ namazgaha çıkmıştır. Vâkıâ Ha-nefîlerden bâzıları : «Cenaze dışarda ise, cami içindekiler onun namazını kılabilir» demişlerse de «El- Hülâsa» nâm kitaptan naklen «Fet~ hü'l-Kadîr» de bunun mutlak surette, yani ister cenaze ile cemâatin ikisi de cami içinde olsun; ister cenaze dışarda cemâat içerde olsun; ya­hut imamla cemaatın bir kısmı dışarda, geri kalanlar içerde olsun­lar veya imamla cemâat dışarda cenaze içerde bulunsun, fark et­meksizin mekruh olduğu kaydedilmektedir.[420]

Hadîs-i şerif de cenaze namazında saf teşkil etmenin meşru ol­duğuna da delil vardır. îmâm-ı Buharı (İ94—256) bu kıssa hak-ktnda Hz. Câbir (R. A./dan bir hadîs tahrîc etmiştir ki mezkûr hadîse göre, Câbir (R. A.)'m ikinci veya üçüncü safta olduğu anlaşılıyor. Hattâ Buhârî : «Cenaze namazında imamın arkasında ikî veya üç saf teşkil edenler bâb'ı» nâmı altında bu hususa dâir bir bâb ayırmıştır.

Yine bu hadîs-i şerifte Peygamber (S.A.V.)'in nübüvvetine şehâ-det eden bir de mucize vardır ki, o da Medîne-î Münevvere ile Habeşis­tan arasında binlerce kilometre mesafe bulunmasına rağmen Hz. Fahri Kâinat efendimizin günü gününe NecâşVnin vefatını haber verme­sidir.[421]

 

580/448- «İbni Abbas radıyaUahü anhüma'âan rivayet edilmiştir. Demiştir ki : Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem'i :

«Eğer bir müslüman kimse Ölür de cenazesinde, Al­lah'a hiç bir şey şerîk koşmayan kırk kişi bulunursa Al­lah o kimseleri ona şefaatçi kılar» derken işittim.[422]

 

Bu hadîsi, Müslim rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerif, cenaze namazı kılacak cemâatin kalabalık olmasının faziletine ve mü'minin şefaatinin Allah indinde makbul olacağına delîldir. Hadîsin bir rivayeti şöyledir:

«Eğer bir müslümanın cenaze namazını müsfümanlardan, mecmuu yüze varan bir cemâat kılar da o kimse hakkında şefaat etmek isterlerse kendilerine şefaat hakkı verilir,»

Sünen sahibelerinin bir rivayetinde : «Üç saf» denilmiştir. Bâ­zılarına göre bu hadisler birer suâle cevap olarak şeref vârid ol­muşlar ve herkese suâline göre cevap verilmiştir. Maamâfîh Resû­lüllah (S.A.V.)'in hadîslerle gösterilen sayılarda kimselerin şefaatinin kabul edileceğini haber vermiş olması da ihtimal dahilindedir. Hadîs­ler arasında münâfât yoktur. Çünkü mefhum-u adet zâten birçok usul-culara göre sahîh delîl değildir. Onu delîl kabul edenlerce dahi nâs ol­duğu yerde mefhum-u adede itibar yoktur. Binaenaleyh hadîslerin hep­siyle amel olunur.[423]

 

581/449- «Semüratü'bnü Cündeb radıyallahü anhilma'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki : Peygamber Sallallahü aleyhi ve seüem'ın arkasında nifas halinde ölen bir kadının cenaze namazını kıldım. Onun ortast hizasına durdu.»[424]

 

Hadîs, mütfefekun aleyh'dir.

Bu hadîs-i şerîf kadının cenazesini kılarken ortasına doğru durma­nın meşru olduğuna delildir. Bu menduptur. Vacip olan, cenaze erkek ol­sun, kadın olsun cnun tir cüz'üne karşı namaza durmaktır. Ulemâ bu bâbda ihtilâf etmişlerdir.

Hanefîlere göre : Cenaze namazında erkek, kadın, büyük ve küçük arasında fark yoktur. îmam cenazenin göğsü hizasına durur. îmâm- Âzam'dan bir rivayete göre erkeğin başı, kailinin ortası hizasına du­rur.. Ve cemaat üç saf olur. Bunlar namazın mendublarındandir.

Şâfiîlere göre : îmamın olsun, yalnız kılanın olsun; erkek cenaze­nin bası hizasına, kadın ile hünsa'nın ayak ucuna doğru durmaları, mümkünse üç saf teşkil edilmesi sünnettir.

Mâlikîlere göre : îmam ve yalnız kılan erkek cenazenin ortası hi^ zâsına, kadının omuzları hizasına durur. Onlara göre cenaze namazının sünnetleri yoktur. Binaenaleyh bu fiiller mendubtur.

Hanbetîlere göre : îmam ile yalnız kılanın, ölen erkekse göğsü hiza­sına, kadınsa ortası hizasına durmaları sünnettir.[425]

 

582/450- «Hz. Âişe radıyallahü anha'dan rivayet edilmiştir. Demiş­tir ki: Vallahi gerçekten Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem, Bey-zâ'mn iki oğlunun cenaze namazlarını mescidde kıldı.»[426]

 

Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerifte ismi geçen Beyzâ, Da'd isminde bir kadındır. Oğul­ları da Sehl ve Süheyl'dir. Babaları Vehb b. Rabîa'dır.

Hz. Âişe (R.Anha) bu hadîsi, Saad ibni Ebî Vakkas, (R.A.)'m cenazesini mescid içinde kıldığı vakit kendisine itiraz edenlere söyle­miştir.

Hadîs-i şerif, cami içinde cenaze namazı kılmanın mekruh olmadı­ğına delildir. Hanefîlerle Mâiikîlerin bu bâbda ki kavillerini az yu­karıda görmüştük. Onlar buradaki Hz. Âîşe hadîsini te'vil ederek: «Bundan murâd, Peygamber (S.A.V.)'in mescidde, Beyzâ oğullarının cenazelerini ise, dışarıda bulunmalarıdır» derler.[427]

 

583/451- «Abdurrahman ibni Ebi Leylâ'dan rivayet edilmiştir. De­miştir ki:, Zeyd ibni Erkam bizim cenazelerimiz üzerine dört tekbîr alı­yordu. Bir cenazede beş tekbîr aldı. Bunun üzerine kendisine sordum: Resûlüllah SnUaUahü aleyhi ve sellem., bu beş tekbiri alıyordu; dedi.»[428]

 

Bu hadîsi, Müslim ile Dörtler rivayet etmişlerdir.

Yukarda geçen Ebu Hüreyre hadîsinde Peygamber (S.A.V.)'in Necâşi'ye kıldığı cenaze namazında dört tekbîr aldığını görmüştük. Dört tekbîr aldığı, İbnİ Mes'ud, Ebu Hüreyre, Ukbetü'bnü Amir, Berâ İbni Âzib ve Zeyd ibni Sabit (R. Anhüm) hazarâtından da rivayet olun­muştur. Sahiheyn'de İbni Abbas (R.A.)'dan rivayet edilen bir hadîs­te : «Bir kabrin üzerine namaz kıldı ve dört defa tekbîr aldı» denilmek­tedir.

İbni Mâce (207—275)'in Ebu Hüreyre radıyatlahü anh'den tah-rîc ettiği bir hadîste dahi «Peygamber (S.A.V.) bîr cenaze namazında dört tekbîr aldı» deniliyor. İbni Ebi Dâvud (230—316) : «Bu bâbda bundan daha sahîh bir şey yoktur» diyor. Cenaze namazındaki tekbîr­lerin dört olduğuna selef ve halef ulemâsının cumhuru ile dört mez­hep imamları kail olmuşlardır. Bâzıları Hz. AH (R. A./ın Fâtıma (R. Anha) üzerine beş tekbîr aldığına ve keza Hasan (R. A./ın baba­sının cenaze namazında beş defa tekbîr aldığına bakarak, «cenaze na­mazında beş tekbîr vardır» derler. Bunlar dört tekbîr rivayetini «ÎEtitah tekbîrinden maada dörttür» şeklinde te'vil ederler. Bittabi bu te'vil makbul değildir.[429]

 

584/452- «Ali radıyallahü anh'den rivayet edildiğine göre, kendisi Sehl İbnİ Huneyf'in cenaze namazında altı tekbîr almış ve :

Gerçekten o Bedirlidİr; demiştir.»[430]

 

Bu hadîsi, Saîd ibni Mansur rivayet etmiştir. Aslı Buhârî'dedir.

«Bedîrlîdîr» sözünden murâd: Hz. Peygamber (S.A.V.) ile birlikte Bedir gazasına iştirak edenlerdendir, demektir. Hadîsin BuhârVdeki metni şudur :  

«Ali, Sehl îbnl Huneyf üzerine tekbîr «Imıştır» «altı» tâbirini Bürkânî «müstahrec* in­de ziyâde etmiştir. Bııhârî bunu tarihinde zikreder.

Cenaze namazının müteaddid tekbîrleri hakkında çeşitli riva­yetler vardır : Meselâ : Beyhahî (384—458) Saîd ibni Müseyyeb'den Hz. Ömer (R. AJ'm ; ^Bunların hepsi (yani) dört ve beş (tekbir) var idî. Biz dört tekbîr üzerine ittifak ettik» dediğini rivayet eder. tbnü'l-Münzir Hz. Ömer (R. A./in sözünü başka bir yoldan rivayet ettiği gi­bi, yine Beyhakî Ebu Vâil'in şu sözlerini nakleder : «Resûlüllah (S. A.V.) devrinde cenaze namazlarında dört, beş, altı ve yedi tekbîr alır­lardı. Şu hâl karşısında Ömer (R.A.) Resûlüllah (S.A.V.)'in ashabını topladı. Bunlardan her biri gördüğünü haber verdi. Bunun üzerine Ömer (R. A.) onları dört tekbîr üzerine topladı». îbnü-Abdil~Ber (368— 463) «El - îztizkâr» adlı eserinde isnadı ile birlikte §u haberi riva­yet etmektedir : «Peygamber (S.A.V.) cenaze namazlarında dört, beş, altı, yedi ve sekiz tekbîr alırdı. Bu hal, tâ NecâşVnin ölümüne kadar devam etti. Onun Ölümü münasebetiyle namazgaha çıktı ve cemâati saf yaptı.»

îbni Âbdü'l-Berr şunu da ziyâde ediyor: «NecâşVnm cenaze na­mazında dört tekbîr aldı. Bundan sonra Peygamber (S.A.V.) dört tek­bîr almakta sebat etmiştir.» Binaenaleyh önceki rivayetler bununla nesh edilmiştir. Nitekim «dört tekbîr alınır» diyenlerin kavli budur. Hz. Ömer (R. A.) île beraberindeki ashâb-ı kira m'm neshi duymadık­ları anlaşılıyor. Çünkü Resûlütlah (S.A.V.)'in cenaze namazlarında dört tekbîr almaya kararlı olduğunu ve artık hep bu şekilde hareket ettiği­ni bilseler; toplanarak bu hususta müşavereye lüzum görmezlerdi.[431]

 

585/453- «Câbir radıyallahü anh'dcn rivayet olunmuştur. Demiştir kî : Resûlüllah SaUaîîahü aleyhi ve sellem, bizim cenazelerimiz üzeri­ne dört tekbîr alır ve ilk tekbîrde fâtiha-i kitâb'ı okurdu.»[432]

 

Bu hadîsi Şafiî zayıf bir isnadla rivayet etmiştir.

Musannif bu hadîs hakkında «Fethü'l-Bârî» de : «Şeyhim Tirmû zî şerh'inde bunun senedinin zayıf olduğunu ifâde etmiştir» demiş; «Telhis» de ise bu hadîsi İmâm-ı Şafiî'nin İbrahim b. Muhammed den, onun da Muhammed ibni Abdullah b. Ukayl'den onun da Câbîr (R. A./dan rivayet ettiğini kaydetmiştir. Hadîs imamları ibni UkayVı zayıf bulmuşlardır.

Cenaze namazında fatiha okunması ulemâ arasında ihtilaflıdır. Îbnü'l-Münzir, hazreti İbni Mes'ud (R. A.) ile Hasan ibni Ali ve îbni Zübeyr hazarâtından bunun meşru olduğunu rivayet etmiştir. İmâm-ı Şafiî ile Ahmed ibni HanbeVin mezhebi budur. Ebu Hüreyre ile İbni Ömer (R. Anhümayda.n cenaze namazında kıraat olmadığı nakledilmiştir. Hanefîlerle Mâlikîlerin mezhebi de budur. «Fatiha oku­nur »diyenler Câbir (R. A.) hadîsiyle istidlal ederler.

Bu hadis zayıf ise de aşağıdaki hadîs ona şâhiddir.[433]

 

586/454- «Talha b. Abdullah b. Avf[434] radıyattahü anhüm'den rivayet edilmiştir. Demiştir ki : İbni Ab bas'in arkasında bir cenazenin namazını kıldım. cFâtlha-i ki t ab» ı okudu, ve :

Bunun sünnet olduğunu bilmeniz İçin  (okudum), dedi.»[435]

 

Bu hadîsi, Buhar! rivayet etmiştir.

Hadîsi ibni Uüzeyme (223—311) ile Nesâî (215—303) şu lâfız­larla tahrîc etmişlerdir:

«Hemen elinden tuttum ve kendisine bunu sordum:  Evet birâder-zâdem.  Bu haktır ve sünnettir; dedi.» Yine Nesâî başka bir   tarîkten bu hadîsi şu lâfızlarla tahrîe   etmiştir :

«Fâtİha-i kitâb ile bir sûre okudu. Bunları bize işittirecek kadar aşikâr okudu. Namazı bitirdiği vakit elinden tuttum ve kendisine sordum : Sünnet ve haktır; dedi.»

Filhakika Tirmizl  (200—279)   İbni Abbas (R. A .)dan şu hadîsi nvâyet eder;

«Peygamber (S.A.V.) cenaze namazında fâtiha-İ kltâb» ı okudu.». Fakat bu hadîs için Tirmizl «aahîh değildir. İbnî Ab-bas'dan gelen sahîh rivayet (sünnettendir) sözüdür» der. Hâkim (321 —405) diyor ki : «Sahâbînin (sünnettendir) demesinin müsned hadîs sa­yılacağına bütün hadîs imamları ittifak etmişlerdir.» Musannif ise : «tcmâ' böyle nakloîunmuştur. Halbuki hadîstiler ve usulcular arasında hilaf meşhurdur.» diyor.

Hadîs-i şerîf cenaze namazında fatiha okumanın vacip olduğuna delîildir. Çünkü burada geçen (sünnet) tâbiri farzın karşılığı olan sünnet mânâsına değil, Hz. Peygamber (S.A.V.)'in malûm olan yolu mânâsı­nınadir. «Haktır» tâbiri de bu vücûbu te'kid eder.   Zîrâ «haktır» demek «sabittir»   manasınadır.   Filhakika   İbni Mâce, Ümmü Şerik'den :

«Resûlüllah (S.A.V.) bize cenaze namazında «fâtih a-i kitabı ı okumamı­zı emretti.» hadîsini rivayet etmiştir. Bunun isnadında az zayıflık varsa da onu da İbni Abbas (R.A.) hadîsi gidermektedir. Emir, vücûp delîl-lerindendir. Binaenaleyh fatiha okumak îmâm-ı Şafiî ile Ahmed ibni Haribel'e ve başkalarına göre vaciptir.

Diğer ulemâ cenaze namazında fatiha okumanın meşru olmadığına kaildirler. Delilleri :

İbni Mes'ud (R.A.ym : «Resûlüllah (S.A.V.) bize cenaze namazın­da bir kıraat tayin etmedi. Bilâkis :

«İmam tekbîr aldı mı sen de al ve sözün en güzelle­rinden dilediğini seç; buyurdular» sözüdür.

Bâzıları «cenaze namazında fatiha okumak sünnettir» derler. Bun­lar hadîste geçen sünnet tâbirinden farza mukabil olan sünneti yani, ıstılâh-ı Örfiyyi anlamışlardır. «Fatihayı okumak vaciptir» diyenler şöylede istidlal ederler: «Cenaze namazı bilittifak namazdır. Nama­zın ise fatiha okumadan sahih olamıyacağı şu hadîsle sabittir :

«Fâtihasız hiçbir namaz yoktur.»

Binaenaleyh cenaze namazı da bu umumda dâhildir. Onu bu umum­dan çıkarmak ancak bir delîl ile olur. Böyle bir delil de yoktur.

«Fatiha okumak lâzımdır» diyenlerce bunun yeri ilk tekbîrden son­radır. Ondan sonra tekbîr alınarak Peygamber (S.A.V.)'e salâvat oku­nur. Sonra tekbîr alınarak ölen zâta duâ edilir. Duanın keyfiyetini aşa­ğıdaki hadîs bildiriyor.[436]

 

587/455- «Avf ibni Mâlik radıyallahü anVden rivayet edilmiştir. Demiştir ki : Resûlüllah Sallalîahü aleyhi ve sellem, bir cenazenin namazını kıldı. Ben de onun okuduğu duadan şunu ezberledim:

Allah'ım! Ona mağfiret eyle; ona acı, ona afiyet ver, onu affet ve onu güzel güzel ağırla; yerini genişlet; onu su ile, karla ve dolu ile yıka; onu günahlardan, beyaz el­biseyi kirden pakladığın gibi pakla. Ona dünyadaki yur­duna bedel daha hayırlı bir yurd; dünyadaki aile efra­dından daha hayırlı bir aile ihsan et; onu cennete koy; onu kabrin fitnesinden ve cehennemin azabından koru.»[437]

 

Bu hadîsi, Müslim rivayet etmiştir.

Râvinin bu duayı ezberlemesi iki ihtimalden biriyle olmuştur: Yâ Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) duayı aşikâr okumuştur da ondan işiterek bel­lemiştir, yahut Resûlüllah (S.A.V.) gizli okumuştur. Fakat namazdan sonra râvi ona hangi duayı okuduğunu sormuş ve ondan dinliyerek ez­berlemiştir.

Fukahâ hazarâtı duanın gizli okunmasını mendûp sayarlar. Maamâfîh : «Duâ okuyan aşikâr okumakla, gizli okumak arasında muhayyer­dir» diyenler olduğu gibi: «gündüz okunan duaları gizli, gece dualarını aşikâr okumalı» diyenler de vardır.

Cenâze'ye okunan duâ halisane ve samîmâne olmalıdır. Zîrâ Fahr-i Kâinat (S.A.V.): «Onun için halisane duâ edin» buyurmuşlardır. Resûlüllah (S.A.V.)'den rivayeti sabit olan duayı okumak elbette daha iyidir. Bu hususta vârid olan hadîslerin en sahihi bu hadîstir. Aşağıdaki hadîs de öyledir.[438]

 

588/456- «Ebu Hüreyre radıyallahü anh'den rivayet olunmuştur : Demiştir ki : Resûlüllah Sallaîlahü aleyhi ve sellem, cenaze namazı kılarken şöyle derdi :

Allah'ım! Bizim dirimize, ölümüze, burada bulunanı­mıza, bulunmayanımıza, büyüğümüze, küçüğümüze, er­keğimize ve kadınımıza mağfiret buyur. Allah'ım! Biz­den kimi yaşatırsan, müslüman olarak yaşat; öldürdüğü­nü de îmân ile öldür. Yâ Rabbî! bizi bu meyyitin ecrinden mahrum etme ve onun ardından bizi sapıtma!»[439]

 

Bu hadîsi, Müslim ile Dörtler rivayet etmişlerdir.

Küçükler ibâdetlerle mükellef olmadıklarına göre, onların günahı da olmayacağı tabiî ise de burada onlar için mağfiret istenmesi mü­kellef olacakları zamana nisbetledir. Maksad : Âkil, baliğ olduktan son­ra onların hayırlı işlerde devam ve sebatlarını dilemektir. Vefat eden bir din kardeşine edilecek duâ hakkında hadîsler çoktur. Biz bir iki tanesini zikr etmekle iktifa edeceğiz:

1— Ebu Dâvud (202—275) «Sünen» inde Ebu Hüreyre (R. A.) dan Resûl-ü Ekrem (S.A.V.)'in cenaze namazında şu duayı okuduğunu rivayet eder :

«Allah'ım, bunun Rabbi sensin; bunu sen yarattın; kendisine islâmiyet yolunu sen gösterdin; ruhunu da sen kabzettin. Bunun gizlisini, aşikârını sen bilirsin. Bizler ona şefaat etmeye geldik. İmdi onun günahını bağışlayı-ver.»

2— İbni Mâce (207—275) Vâileîbnü'l-Eska' (R. Anfca/dan şu hadîsi tahrîc etmiştir : Vâile'e demiştir ki, Resûlüllah (S.A.V.) bize müslümanlardan birinin cenaze namazım kıldırdı. Onu şöyle derken işittim :

 Rabbi, şüphesiz ki filân oğlu filân senin  himayende ve civâr-ı   vuslatındadır.   Sen vefa ile hamde ehilsin. Şu halde onu kabrin fitnesinden ve cehen­nemin azabından koru. Yâ Rab; onu mağfiret buyur ve ona acı. Çünkü gafur, rahîm ancak sensin.»

Rivayetlerin çeşitli olması .yapılacak duanın mutlaka muayyen ve bir şekle münhasır olmadığını, isteyenin bu dualardan herhangi birini okuyabileceğini gösterir. Nitekim İmâm-ı Şâfü / (150—2ÖA)-ile diğer bâzı zevat daha başka dualar ihtiyar etmişlrdirv Burada dikkat edilecek cihet yapılan duanın içten gelmesidir.1 Zîrâ cenaze namazı ancak bunun için meşru olmuştur. Aşağıdaki hadîs dahi duada gösterilecek ihlâs ve samimiyet hakkındadır.[440]

 

589/457- «{yine ondan)   radıyallahü anh' rivayet edildiğine göre Pey­gamber Sallaîlahü aleyhi ve seîlem :

«Cenazenin namazını kıldığınız vakit ona halisane duâ edin.» buyurmuşlardır.[441]

 

Bu hadîsi, Ebu Dâvud rivayet etmiş ve İbni Hİbbân sahîhlemişür. Çünkü cenazenin namazını kılanlar, onun    şefâatçiîarıdır. Şefaatçi ise aracılık ettiği hususun kabulü için mübalağa gösterir.Taberânî (260—360)'nin rivayetine göre îbni Ömer   (R.A.) bir cenaze gördü mü :

«İşte Allah ve Resulünün  btze vaad ettiği budur. Allah da  Resûfü de doğru söyler. Allah'ım bizim îmân ve teslimiyetimizi arttır.» derdi.

Taberânî bundan sonra şu hadîsi    Resûlüllah  (S.A.V.)'e müsned olarak rivayet etmiştir :

«Peygamber Sallattahü aleyhi ve selîem :

Bir kimse bir cenaze görür de; Allah en büyüktür; Al­lah ve Resulü doğru söyler, işte Allah ve Resûlü'nün vaad ettiği budur. Allah'ım, bizim îmân ve teslimiyetimizi art­tır; derse kendisine yirmi sevap yazılır.» buyurdular.[442]

 

590/458- «Ebu Hüreyre radıyallahü ank'den, Peygamber SaMaMa-hü aleyhi ve sellem'den şunu duyduğu rivayet edilmiştir.Peygamber Saîlaîlahü aleyhi ve setlem :

Cenazeyi çabuk götürün. Eğe cenaze iyi ise o iş ha­yırdır. Cenazeyi hayra götürürsünüz. Cenaze iyiden baş­ka bir şey ise iş kötüdür. Onu boynunuzdan   atarsınız.»[443]

 

Hadis, müftefekun aleyh'dir.

îbnu Kvdâme'nin rivayetine göre cenazeyi çabuk görtürme em­rinin nedip için olduğu ulemâ arasında hilâfsızdır. Bu mes'ele Ibni Hazm Zâhiri'ye sorulmuş : «Vaciptir» demiştir.

Çabuk götürmekten maksad : Şiddetli yürümektir. Selef-İ Sâühînden bâzısı sür'at emrini buna hamletmişlerdir. îmâm-ı Şafiî (150—204) ile Cumhur ulemâ'ya göre sür'attan murâd : Mûtad yürüyüşten biraz faz­laca hızla yürümektir. Şiddetle sür'atli gitmek mekruhtur. Hâsılı cena­zeyi çabuk götürmek müstehabtır. Fakat bu çabukluk cenazenin tabut­tan düşmesi gibi bir zarara mueddî veya taşıyanlara meşakkat verecek bir dereceye varmamalıdır. Kurtubî : «Hadîsten murâd : cenazeyi pek ağır tutmamak ve defni geciktirmemekdir» diyor. Bir de ağır dav­ranmak ekseriya iftihar ve böbürlenmekle neticelenir.

Bu îzâhât sür'at emrinin cenazeyi taşımaya âit olduğuna gö­redir. Bâzıları bu emrin cenazeyi techîz ve tekfîne dâir olduğunu söylerler. Ve bu kavi birinci kavilden eamm'dır. Fakat Nevevî (631 —676) : «Bu kavi bâtıldır. Hadîste geçen «Onu boynunuzdan atarsınız» tabiriyle reddolunur.» diyor.

Musannif «Fethü'l-Bârh de : «Bunu İbnî Ömer (R.A.) hadîsi te'yid eder demektedir.» İbnî Ömer hadîsi şudur :

Resûlüllah   SaUallahü aleyhi ve settem:

Biriniz öldü mü onu hapsetmeyin, sür'atie kabrine gö­türün; derken işittim».

Bu hadîsi, Taberânî güzel bir isnadla tahrîc etmiştir. Ebu Dâvud (202—275) 'in merfû olarak rivayet ettiği bir hadîste şöyle buyruimaktadır :

«Bir müslümanın   cenazesinin   ailesi arasında   kalması lâyık değildir.»

Hadîs-i şerif cenazenin, teçhiz ve defninde sür'at göstermeye delildir. Fakat bu acele, felçli ve emsali hastalar hakkında doğru de­ğildir. Onların ölüp ölmediği iyice anlaşılmak için teenni ile hareket etmek îcâp eder.[444]

 

591/459- «Ebu Hüreyre radtyaîlahü anh'den rivayet edilmiştir. De­miştir ki: Resûlüllah SaUallahü aleyhi ve sellem:

Kim cenazenin yanında namazı kılınıncaya kadar bu­lunursa ona bir kırat (sevap), kim   defnedîlinceye   kadar

bulunursa Ona İki kırat verilir», buyurdular. «Bu iki k.ral ne­dir?» diye soruldu:

«İki  büyük dağ gibidir» buyurdular.[445]

 

Müslim'in Ebu Hüreyre'den rivayetinde : «Mezara konulun-Caya kadar» denilmektedir. BuhârVnm yine Ebu Hüreyre'den riva­yetinde : «Bir kimse bir müslümanın cenazesini îmân ve hesapla takip eder de namazı kılınıp, defn işi bitinceye kadar o cenaze ile beraber bulunursa, muhakkak o kim­se her bin Uhud ayarında iki kırat tst>.*sp) ile döner.

Ebu Avâne (—316) : iki kırat'm ne olduğunu soranın Hz. Ebu Hüreyre (R. A.) olduğunu tasrîh etmiştir. Görülüyor ki, Buhârî (194 —256) ile Müslim (204—261) hadîsin baş tarafını ittifakla riva­yet etmiş, sonradan ayrılmışlardır.

Bu hadîs-i şerıf'i oniki sahâbe-İ celîl rivayet etmişlerdir. «îmân ve hesapla» buyrulması böyle yerlerde lâbüt bir kayıttır. Çünkü yapılan işe sevap teredtüp etmek için o işin mutlaka niyet ile yapılması iktizâ eder. Binaenaleyh cenazeye sırf mükafat veya dostluk için işti­rak etmenin sevap olmadığını musannif «Fethü'l-BârU de zikretmiştir. Burada sevabın miktarı «Uhud gibi» denilerek ifâde edilmiş; Nesâî'nin rivayetinde :

«Ona herbiri Uhud'dan daha büyük iki kırat ecri var­dır» buyrulmuş; Müslim'in bir rivayetinde :   

«Küçüğü Uhud gibi» denilmiş; îbni Adiyy (279—365)'in Vasile (R. A./dan tahrîc ettiği rivayette :

«Ona öyle iki kırat ecir yazılır ki, bunla­rın hafif olanı kıyamet gününde, mizanında Uhud da­ğından daha ağır gelir» tarzında ifâde olunmuştur.

Anlaşılıyor ki, bu sevabı hak etmek, daha cenaze evinden çı­karken yanında bulunmakla elde edilecektir. Nitekim Müslim'in bir rivayetinde şöyle buyrulmuştur :

«Bir kimse cenaze ile beraber onun evinden çıkar da sonra onu defnedilinceye kadar takip ederse o kimseye her biri Uhud gibi iki kırat ecir verilir. Kim cenazenin namazını kılar da dönerse ona bir kırat verilir.»

Bu husustaki rivayetler birleştirilince, bu sevaba, ancak cena­zenin namazını kılarak onunla beraber kabrine kadar gidenin nail olacağı anlaşılır.

Musannif merhum diyor ki : «Benim anladığıma göre bu se­vap cenazenin arkasından gitmese bile namazını kılana verilecektir. Çünkü cenazeyi takip etmek, onun namazını kılmaya vesiledir.» Lâ­kin sadece namazı kılanın kıratı, namazını kılıp, cenazeyi götüre­nin kıratından az olacaktır. Saîd îbni Mensur (—227) Urve tarikiy­le Zeyd îbni Sabit(R. A./dan şu hadîsi tahrîc etmiştir:

ÂSs «jU>- «Bir cenazenin  namazını   kıldığın vakit, borcunu Ödemiş olursun.» Aynı hadîsi îbni (—234) bâza lâfız farkıyla rivayet etmiştir.Bu mânâda birçok merfû hadîsler rivayet edilmiş ise de bunların hepsi zayıftır.

Âhirette amellerin nasıl tartılacağını şimdiden bilmeye imkân yok­tur. Bunun hakikatim yalnız Allah bilir. Hattâ bize bunu anlatmak için teşbihten başka çâre yoktur. Binaenaleyh bilmediğimiz âhiret tartısı bildiğimiz dünya tartılarına benzetilerek cenaze teşyîinden hâsıl olan sevap kırat ile ifâde olunmuş, yani mâkûlât'tan olan bir şey mahsûsa t suretinde gösterilmiştir. Fakat kırat denilince bizce malûm olan az bir miktar hatıra geleceğinden buradaki kıratın miktarına da tenbih olun­muş; bunun «Medîne-i Münevvere'deki ma'ruf Uhud dağı kadar büyük» olduğunu ifâde buyrulmuştur.

Hadîs-i şerîf, cenazenin yanında bulunarak namazını kılmaya, hiz­metinde bulunmaya ve kabre kadar arkasından giderek teşyi1 ve def­nine iştirak etmeye terğib ve teşvik etmektedir. Yine bu hadîste Allah' in fadlü kereminin büyüklüğüne ve ölen bir mü'mine karşı son derece sevap ikramında bulunduğuna delâlet vardır.

Tenbih : Cenazenin taşınması hakkında Ebu Bekir-i BeyhaM (384—458) «Es-Sünenü'l-Kübra» adlı eserinde Abdullah Îbni Mes'ud (R. A./dan merfu olarak şu hadîsi tahrîc etmiştir:

«Demiştir kî :

Bîriniz cenazenin arkasından giderse, tabutun dört tarafından da fut­sun. Sonra gönüllü olarak taşımaya devam etsin, yahut vazgeçsin. Zîrâ böyle yapması sünnettendir. «Beyhakî, Hz. Osman îbni Affan (R.A.ym iki ağaçtan kolun arasında annesinin tabutunu taşıdığını ve yerine indirinceye kadar ondan ayrılmadığını, senediyle tahrîc ettiği gibi, Hz. Ebu Hüreyre (R.A)'ın yine aynı şekilde Saîd îbnî Ebi Vakkas (R. A. /in tabutuyla taşındığını keza ibnî Zübeyr (R.A.ym, Misver b. Mahreme'nin şeriri 1le taşıdığını rivayet etmektedir.[446]

 

593/460- «Salim radıyallahü anh'den, babasından (radıyatlahü anh) işitmiş olarak rivayet olunmuştur ki. Dahası Peygamber SaUaUahü aleyhi ve seMem'ı Ebu Bekir'i ve Ömer'i cenazenin önünde yürürlerken görmüştür.»[447]

 

Bu hadîsi, Beşler rivayet etmiş ve İbnî Hîbbân sahîhlemiştir. Nesâî ile bir taife onu mürsel olmakla illetlendirmişlerdir.

Hadîsi şerifin mevsul veya mürsel olduğu ihtilaflıdır. îmâm-t Ahmed ibni Hanbel (164—241) : «Bu hadîs, Zührî'den ancak mür­sel olarak rivayet edilmiştir. Salim'in hadîsi dahi İbnî Ömer'e mevkuf­tur, îbni Üyeyne hadîsi ise vehimdir» diyor.

Tirmizî (200—279): «Ehli hadîs mürsel oluşunu esah görüyorlar» demiştir. Mezkûr hadîsi ibni Hibbân (—354) sahihinde Zührî'den, o da Sâlîm b. Abdullah b. Ömer'den şu   lâfızlarla   tahrîc   etmiştir :

 «Abdullah îbni Ömer, Ebu Bekir, Ömer ve Osman cenazenin önünde yürürlerdi.» Zührî; «Sün­net böyledir.» Bu İbni Üyeyne hadîsinden daha sahihtir» demiştir.

Dâre Kutnî (30&—385) «El-îlel» adlı eserinde bu hadîsin Zührî' den rivayetinde pek çok ihtilâf olduğunu kaydettikten sonra «Sahih olan Zührî'den, o da Sâlim'den, o da babasından rivâyeten : (yürürdü) diyenin sözüdür. Filhakika Resûlüllah Salîaîlahü aleyhi ve seîlem Ebu Bekir ve Ömer (R. Anhüma) cenazenin önünde yürümüşlerdir. Bu ha­dîs mürseldir» demektedir. Beyhakî: «mevsul olması daha müreccahtır; çünkü hadîsi îbni Üyeyne rivayet etmiştir ki, bu zât sıka ve hafızdır» diyor. Ali b. Medinî (161—234)'den şöyle bir rivayet vardır: «îbni Vyeyne'ye dedim ki : Yâ Ebâ Muhammed, bu hadîs hususunda nâs sana muhalefet ettiler; inanın, dedi. Zührî, bunu bana defalarca tahdis etmiştir. Kaç olduğunu sayamam. Onu bana tekrarlıyor ve izah ediyordu.

Bu hadîsi, «Salim» den, o da «babasından» derken ağzından işittim».

Musannif merhum : «Böyle demesi vehmi defetmez. Çünkü İbni Üyeyne hadîsi Zührî'nin ağzından işittiğini, Zührî'nin (Sâlim'den, o da babasından) dediğini ifâde ediyor. Bu doğrudur. Fakat hadîste idraç[448] vardır. Onu Zührî sahîhlemiştir; ibni Üyeyne de tahdîs etmiştir. Hadîs, ihtilaflı olduğu için, ulemâ da ihtilâf   etmiş ve bu ihtilâftan beş kavi hâsıl olmuştur:

1— Cenazenin önünde yürümek daha faziletlidir. Çünkü Resûlül­lah (S.A.V.) ve Hulefâ-i Râşidîn yürümüşlerdir.    Cumhur ulemâ ile Şafiî'nin mezhebi budur.

2— Cenazenin arkasından yürümek efdâldir. Hanefilerle diğer bâzı fukâhânm mezhebi de budur. Delilileri:    îbni Tavus'un babasından rivayet ettiği şu hadîstir :

«Resûlüllah SdUaUahü aleyhi ve sellem vefatına kadar ancak ce­nazenin arkasında yürürdü.» «Sâid ibni Mansûr (—227)'un rivayet ettiği Hz. Ali (R. A.) hadîsi de Hanefîlerin delîllerindendir. Bu hadîsin lâfzı da şudur :

«Cenazenin ardından yürümek önünde yürümekten efdâldir. Cemaatla kılınan namazın yalnız kılınan nama­za üstünlüğü gibi.»

Bu hadîsin isnadı hasendir. Hadîs mevkuf da olsa, merfu hükmün­dedir. Yalnız isnadı üzerinde îmâm-ı Ahmed ibni HanbeVin söz et­tiği rivayet olunur.

3— Cenazenin önünde, arkasında, sağında ve solunda yürümek ca­izdir. Bu hükmü Buharı, Hz. Enes (R. A J'dan talik suretiyle rivayet ediyor. İbni EM Şeybe, (—234) ile Abdürr-Rezzâk (126—211) onun mevsul olarak rivayet etmişlerdir. Cenaze götürenlere bu kavi hayli müsaittir.

4— Yaya giden nereden isterse yürür. Binek giden mutlaka arka­sından gider. Bu kavi, Sevrî (97—I61)'nindir. Deîîli: Sünen sahip­lerinin Muğire (R. A.)'âan merfû olarak tahrîc ettikleri ve İbni Hibban ile Hâkim'in sahîhlediği şu   hadîstir:   

«Binek giden cenazenin arkasından gider; yaya giden neresinden dilerse oradan yürür.»

5— Cenaze ile beraber kadınlar varsa, erkekler    önünden yürür; 'kadın yoksa arkasından giderler. Bu kavil İbrahim Nehat'nindir.[449]

 

594/461- «Ümmii Atîyye radıydttahü anha'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Biz cenazenin arkasından gitmekten nehy olunduk. Fakat bize haram kılınmadı.»[450]

 

Hadîs, müttefekun aleyh'dir.

Usülcülerle hadîs imamlarının cumhuruna göre, sahâbînin «bize emir olundu» veya «bize nehy olundun demesi merfû' hadîs hükmünde­dir. Zîrâ bu sözün zahiri emir veya nehy edenin Peygamber (S.A.V.) olduğunu gösterir.

Bu hadise gelince : Bunun merfu' olduğu sabittir. Buhâri (194 —256) onu Hayz babında Ümmii Aiîyye'den şu lâfızlarla tahrîc etmiştir:

«Resûlüllah SaUallahü aleyhi ve seUem, bizi nehyettl...» Yalnız mürseldir. Çünkü Ümmii Atiyye (R. Anha) onu Resûlüllah (S.A.V.)'den işitmemiştir. Bunu Tdberânî (260—360)'nin Ümmü Atiyye (R.Anhayd&n tahrîc ettiği şu hadîsten anlıyoruz:

«Ümmü Atiyye demiştir ki : Peygamber SaTldUahü aleyhi ve seltem, Medine'ye girdiğinde kadınları bir eve topladı. Sonra bize Ömer'i gönderdi. Ömer dedi ki : Gerçekten Resûlüllah SallaUahü aleyhi ve sellem, benî size çalmıya-cağınıza dâir sîzinle blât yapmaya gönderdi... ilâh..

Aynı hadîste « » BİZÎ cenâzeVc çıkmaktan nehyetti.» cümlesi de vardır.

Hadîs-i şerifteki nehy keraâhet manasınadır. Bunu Ümmii Atîyy* (U. Anha) karine ile anlamış olacaktır. Çünkü sîga tahrim ifâde ederdi. Cumhur ulemaya göre de buradaki nehy kerahet içindir. îbni Ebi Şeybe'nuı Hz. Ebu Hüreyre (R.A.)'dan tahrîc ettiği şu hadîs de kerahet mânâsını te'yid eder :

«Peygamber SaîlaUahü aleyhi ve seMenı, bir cenazede bulunuyordu. Ömer bîr kadın görerek ona seslen­di: Bunun üzerine Resûlüllah SaUallahü aleyhi ve seUem : Bırak şunu Yâ Örner, buyurdular., ilâh...»

Bu hadîsi, Nesâî ile îbni Mâce başka yoldan tahrîc etmişlerdir. Râvileri sıkadır.[451]

 

595/462- «Ebu Sâid radtyaîîahü anh'den rivayet olunmuştur ki, Resûlüllah SallaUahü aleyhi ve sellem :

Cenazeyi gördünüz mü hemen kalkın. Onun ardından giden de cenaze   yere   konuluncaya  kadar   oturmasın.»

buyurmuşlardır.[452]

 

Bu hadîs, müttefekun aleyh'dir.

Emîrin zahirî vücûp ifâde ediyor. Binaenaleyh zahire bakılırsa, bir mükelleflerin yanından bir cenaze geçerse, onu teşyî'e niyeti olsun olma­sın ve keza cenaze mü'min olsun gayri müslim olsun kalkmak îcâp eder. Hattâ Buhâri'mn rivayet ettiği bir hadîste Ressûl-ü Ekrem (S.A.V.)'in bir yahûdî cenazesi geçerken ayağa kalktığı rivayet edili­yor. Kalkınmanın çeşitli suretle talîl buyrulduğu rivayet olunmuştur. Bir rivayette ölüm korkunçtur diye ta'lîl etmiş; Hâkim'in tahrîc ettiği diğer bir rivayette:

«Biz ancak melekler geçiyor diye kalktık» demiş; tmâm-ı Ahmed ibni Haribel ile Hâizim (321 —405)'in ve   îbni   Hibban (—354)'in  rivayetlerinde «Biz   ancak  ruhları kabzedeni ta'zîm için kalkıyoruz.» buyurmuşlardır. îbni Hib rivayetinde:

«Allah'ı ta'zîm için kalkıyo­ruz.» buyrulmuştur.

Maamâfîh bu iki ta'iîl arasında münâfât  yoktur. Yalnız   bu hadîs ile Müslim'in rivayet ettiği Hz. Alî (R. A.) hadîsi    arasında muaraza vardır. Hz. AM (R. A.) hadîsi şudur:

«Peygamber (S.A.V.) Cenaze geçerken kalkti, sonra oturdu.» Bâzıları bu hadîsi te'vîl ederek: «ihtimal cenaze ge­çerken kalkmış da uzaklaştıktan sonra oturmuştur,» demek isterlerse de bu te'vîl merduttur. Çünkü Hz. Ali (R. A.) yanındakilere evvelâ otur­malarım işaret etmiş; sonra bu hadîsi rivayette bulunmuştur. Böylece iki hadîs biribirine muarız olunca ulemâ da ihtilâf etmişlerdir. İmâm-t Şafiî'ye göre : Hz. Ali (R. A.) hadîsi Ebu Sâid (R. A.) hadîsini neshetmiştir.

Maamâfîh ŞâHîIere göre cenazeyi görünce ayağa kalkmak yine de müstehâb'tır. Bâzıları Hz. Şafiî'ye cevaben : «Hz. AH (R. A.) hadîsi nesh hususunda nass değildir, olabilir ki Peygamber (S.A.V.)'in otur­ması onun da caiz olduğunu beyân içindir» demişler; hattâ Nevevt (631—676): «Muhtar olan, oturmanın müstehâb olmasıdır» demiştir.

Bu bâbda îmâm-ı Ahmed ibni Hanbel (164—241) ile ekser sünen sahiplerinin Hz. Ubâdetü'bnü Sâmiit (R, A./dan tahrîc ettikleri §u hadîs dikkate şayandır :

«Peygamber SallaUahü aleyhi ve sellem, cenaze geçerken kalkıyordu. Bîr defa yanından yahudi bilginlerinden bîri (nîn cenazesi) geçiyordu. Resûlüllah (S.A.V.) :

BİZ böyle yaparız, diyerek (oturdu) ve hemen (yanındakilere):

Oturun da onlara muhalefet edin.» buyurdular.

Vakıa bu hadîs, zayıftır. Çünkü râvisi Beşir ibni Rafi'dir. Bezzar;

«Bu hadîsi yalnız Beşir rivayet etmiştir. Halbuki kendisi hadî­si gevşek olan bir râvidir» demiştir.[453]

«Cenaze yere konuluncaya kadar oturmasın» ifâdesin­den «kabrin içine konuncaya kadar» mânâsı da anlaşılabilir. Filha­kika hadîs bu iki mânâda da rivayet edilmiştir. Ancak Buhârî (194— 256) ve başkaları «yere koymak» mânâsını tercih etmişlerdir. Se-lef-i sâlihin'den bâzıları cenaze yere konuncaya kadar ayakta durmanın vacip olduğuna kail olmuşlardır .Bunların delili: Nesâî (215—303) nin Ebu Hüryere ve Ebu Sâid (R. AnhÜ7na)'ds.ıı rivayet ettiği şu ha­distir :

«Biz Resûlüllah Sallattakü aleyhi ve seîlem'ın bîr cenazeye iştirak «dip de yere konuluncaya kadar oturduğunu hiç görmedik».

Cumhur ulemâya göre ayakta durmak vacip değil, müstehâbtır. BeyhakVnin Ebu Hüreyre (R. A.) ile başkalarından rivayet ettiği şu hadîs, onlara delil olabilir :

«Ayakta duran ecru  mükâfatta  cenazeyi  taşıyan gibi­dir.»[454]

 

596/463- «Ebu İshak[455] radıyallakü cmVden rivayet olunduğuna göre, Abdullah îbnl Yezid cenazeyi kabrin ayak ucu tarafından koymuş ve :

Bu sünnettendir; demiştir.»[456]

 

Bu hadîsi, Ebu Dâvud tahrîc etmiştir.

Hz. Alî (R. A./dan rivayet edildiğine göre: «Peygamber SallaJlahü aleyhi ve seUem, AbdülmuttaNp oğullarından bir adamtn cenazesin! kılmış; ve nâşm getirilmesini emir buyurmuş. Getirmişler ve lâhd'in ayak ucu tarafına koymuşlar; sonra emir buyurmuş; yavaşça lâhd'e konulmuştur.»Bu mes'elede üç kavi vardır.

1— Cenaze ayak ucu tarafından kabre indirilir. îmâm-% Şafiî ile Ahmed îbni HanbeVin ve diğer bâzı zevatın mezhebi budur.

2— Baş ucu tarafından indirilir. Buna kail olanların delili: îmâm-% Şafiî'nin mûtemed râviler vasıtasıyla merfu' olarak Ibnî Abbas (R. A.) dan rivayet ettiği şu hadîstir :  

«Peygamber (S.A.V.)  bir cenazeyi baş ucu tarafından kabre indirdi.» îmâm-ı Şafiî'nin bir kavli de budur.

3— Kıble tarafından indirilir. Çünkü bu daha kolaydır. Hanefîlerin kavli budur. Zâten böyle yapılması için nass vârid olmuştur. Nitekim ilerde cenaze bahsinin sonuna doğru gelecek. -Geceleyin cenaze defni hakkındaki Câbir hadîsi'nin şerhinde görülecektir.

îmâm-% Tirmizî (200—279) cenazeyi kabrin kıblesinden indir­me hakkında nass olan bu hadîsi İbn! Abbas (R. A./dan tahrîc etmiş­tir. Mezkûr hadîs basendir.

Fâîde : Cenaze kabre indirilirken kabrin üzeri örtülüp örtülmiyece-ği ulemâ arasında ihtilaflıdır. Bâzıları : «Defnedilen kadın olsun, er­kek olsun kabrin üzeri örtülür» derler. Delilleri : BeyhakVnin tahrîc: ettiği İbni Abbas (R. A.) hadîsidir. Bu hadîste Hz. İbnî Abbas (R. A.):

«Resûlüllah (S.A.V.) Saad'ın kabrini elbisesiyle örttü.» demiştir.

Beyhahî (384—458) : «Ben bu hadîsi ancak Yahya &. Ukbe b. Ebil îzâr'âan bellemiş bulunuyorum. Yahya ise zayıftır» diyor. Bir ta­kımları : «Kabri örtmek kadınlara mahsustur» demişlerdir. Bunla­rın delilleri : Yine BeyhakVnin rivayet ettiği Ebu İshak hadîsidir.

Mezkûr hadîse göre: Ebu İshak,. El-Hars İbnİ Aver'in cenazesinde bulunmuş; kabrinin üzerine elbise örtecek olmuşlar. Abdullah b. Zeyd buna razı olmamış ve «o erkektir» demiştir. Beyhdkî diyor ki : «Bu hadis mevkuf da olsa isnadı iyidir.» Yine BeyhakVmn Kûfelilerden bir zâttan rivayet ettiği şu hadîs dahi aynı hükmü ifâde etmektedir :

«Ali İbnİ Ebî Talip onların yanına eenâze def Hederlerken varmış. Kab­rin üzerine bir elbise yayılmış imiş. Ali (R.A.) hemen bu elbiseyF kabirden çekmiş ve : Bu ancak kadınlara yapılır» demiş.[457]

 

597/464- «İbni Ömer radıyattahü anhüma'fan, Peygamber Saîlal-lah'j aleyhi ve sellem'âen işitmiş olarak rivayet edilmiştir. Resûlüilsh Saîlallahü aleyhi ve seltem buyurmuşlardır ki :

Ölenlerinizi kabirlere koyduğunuz sırada (Allah'ın İsrmyle ve Resûlüllah'ın dini üzere) deyin.»[458]

 

Bu hadîsi, Ahmed, Ebu Dâvud ve Nesâî tahrîc etmişlerdir. Ibnİ Hibban onu sahîhlemiştir. Dâre Kufnî ise mevkuf olmakla illetlendir-miştir.

Nesâî (215—303) dahi Ibni Ömer (R. A.)'a mevkuf olduğunu tercih etmiştir. Ancak bu hadîsin merfu' şâhidleri olduğunu yine tmâm-ı Nesâî şerhide zikretmiştir.

Hâkim (321—405) ile BeyhaM zayıf bir senedle gu hadîsi riva­yet ediyorlar :

«Peygamber SdllaUahü aleyhi ve seîlem'în kızı Ümmü Gülsüm kabre konulduğu zaman Resûlüllah SallaUahü aleyhi ve sellem :

«Sizi o topraktan yarattık. Ve sizi ancak yine oraya iade edeceğiz. Başka defa yine ancak oradan çıkaracağız» âyetini okumuş  :

Allah'ın adıyla, Allah'ın yolunda ve Resûlüllah'ın dîni Üzere» demiştir.

îmâm- Şafiî (150—204)'nin beğendiği başka bir duası vardır: Şafiî'nin sözünden anlaşıldığına göre, cenazeyi defneden, istediği duayı okumakta serbesttir.[459]

 

598/465- «Hz. Âişe radıyallahü anha'dan rivayet edildiğine göre, Resûlüllah SallaUahü aleyhi ve sellem:

Ölünün kemiğini kırmak, onu diri iken kırmak gibi­dir.» buyurmuşlardır.[460]

 

Bu hadîsi, Müslim'in şartı üzere bir isnadla Ebu Dâvud rivayet et­miş; İbni Mâce (yine bu hadîs'in) Ümmü Seleme rivayetinde : (günah hususunda) ifâdesini ziyâde etmiştir.

Hadîs-i şerifte diriye hürmet edildiği gibi, Ölüye de hürmet lâzım geldiğine ve dirinin elem duyduğu gibi, ölünün de elem duyduğuna delâlet vardır. Nitekim bu hususta hadîs de vardır. Ölünün kemiğini kır­mak ona eziyet verdiği için memnu olduğuna göre, cesedini parçalamak evleviyetle memnudur. Zîrâ onda eziyet daha çoktur.

Bâtıl inançları iktizâsı ölüye en ziyâde eziyet edenler, Hind mecûsî: feridir. Bunlar ölülerin cesedlerini yakarak, küllerini mukaddes bildik­leri bir nehre atarlar.[461]

 

600/466- «Sa'd ibni Ebi Vakkas[462] radıyallahü anh'den rivayet edil­diğine göre kendisi: Bana bir lâhd yapın; üzerime kerpici dikine, Resû­lüllah Ballallahü aleyhi ve sellem'e yapıldığı gibi dizin; demiştir.»[463]

 

Bu hadîsi, Müslim rivayet etmiştir.

Beyhakı, Câbİr radıyallahü anh'den bunun benzerini rivayet etmiş ve (kabrini yerden bir karış kadar kaldırdı) cümlesini ziyâde et­miştir.

Bu hadîsi, Ibnİ Htbban sahîhlemiştir.

«Müslim'in (yine) Câblr (R. A./dan rivayetine göre : Resûlül-lâh Sdtlallahü aleyhi ve sellem, kabrin kireçle badana edilmesini; üze-rtne oturulmasını ve üzerine bina yapılmasını nehyetmistir.»

Hz. Sa'd radıycUlahü mıh bu sözü, kendisine: «sana tahtadan sandu­ka gibi bir şey yapmıyalam mı?» dedikleri zaman söylemiş, ve: «Yapın» diyerek bunu zikretmiştir.

Lâhd : Kabrin kıble tarafını yandan kazarak altını cenaze girecek kadar oymaktır.

Şak : Kabrin dibini dere gibi oymaktır.

Hadis-i şerif, Resûlüllah (S.A.V.) e lâhd yapıldığına delâlet ediyor. Filhakika Jmâm-ı Ahmed %bni Hanbel ile îbni Mâce'nin hasen bir isnadla tahrîc ettikleri bir hadîste şöyle denilmektedir :

Medine'de İki adam vardı. Bunlardan biri lâhd yapıyor; diğeri şak kazıyordu.   Ashâb, bunları    aramak için adam    gönderdiler. Ve :

Hangisi gelirse Resûlüllah (S.A.V.)'e kendi ısan'atı olan» İsi ya­pacak; dediler. Bunun üzerine lâhdcî geldi ve Resûlüllah (S.A.V.)'e lâhd yaptı.»

Bu hadîsin bir benzerini İmâm-ı Ahmed İbni Hanbel ile Tirmizi rivayet etmişlerdir. Onların rivayetlerinde lâhdci'nin Ebu Talha fel En-sârî olduğu beyân edilmektedir. Ancak o hadîsin isnadında zaaf var­dır. Bu hadîs, lâhd yapmanın efdâl olduğuna da delâlet ediyor.

Câbîr hadîsini Beyhakî ile îbni Hibban, Cafer ibni Muhammed'-den, o da babasından o da Câblr (R. A.)'d&n rivayet etmişlerdir. Bu bâbda El-Kaasım b> Muhammed'den şu hadîs rivayet olunmuştur:

«Hz. Âİşe'nin yanına girdim de dedim ki: Anneciğim, bana Resû­lüllah (S.A.V.) İle İki arkadaşının kabrini göster; Hz. Alşe hemen ona. ne yüksek nede kızıl arsanın zemini ile dümdüz olacak derecede alçak üç kabir göstermiştir.»

Bu hadîsi, Ebu Dâvud ile Hâkim tahrîc etmişlerdir. Hâkim şu ziyâ­deyi de rivayet ediyor :

«Resûlüllah SaUallahü aleyhi ve seUeml başta gör­düm. Ebu Bekir'in başı Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve seîlem'in omuz­ları arasında, Ömer'in başı Resûlüllah SaUallahü aleyhi ve sellem/în ayakları yanında idi.»

Ebu Dâvud (202—275) «El-MerâsiU adlı eserinde Salih ibni Ebi Salîh'den şu hadîsi tahrîc etmiştir :

«Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem}\n kabrini bir karış, yahut bir kanşa yakın (yüksek bir halde) gördüm.» Yalnız Buhârî (194—256) nin Süfyân-ı Temmar'dan tahrîc ettiği şu hadîs buna muarızdır. «Süfyan Peygamber SaUallahü aleyhi ve sellem'în kabrini hörgüçlü görmüştür.» Yani, hörgüç şeklinde yüksek görmüştür. Beyhakî (384—458) bu iki ha­dîsin arasını cem ederek: «Evvelâ düz idi. Sonra Velid ibni AbdüV melik zamanında duvar yıkılınca kabir ıslâh edildi ve yükseltildi.» demiştir.

Müslim'in rivayet ettiği Câblr hadîsi : Kabri kireçle badana et­menin, üzerine oturmanın ve bina yapmanın memnu hattâ haram oldu­ğuna delâlet ediyor. Nitekim zahirîlerin mezhebi budur. Fakat Cumhur ulemâ bu kanâatta değillerdir. Onlara göre buradaki nehy fahrim için değil, kerahet içindir. Mezhep imamlarının kavillerini ise, aşağıya dercediyoruz.

1— Hanefîlere göre : Kabirleri sıvamak, badana etmek, üzerif ti­ne oturmak veya bina etmek gibi şeylerin hepsi mekruhtur. Yalnız kah rin üzerinde oturmak ve uyumak gibi şeyler tenzîhen mekruh; büyük ve küçük abdest bozmak gibileri tahrimen mekruhtur. Yani onlarca sün­netten sayılmayan her şey mekruhtur. Bu bâbda sünnet yalnız ayakta durarak kabirleri ziyaret ile içinde yatanlara dua etmektir. Çünkü Fahri Kâinat (S.A.V.) efendimiz (E)baki') denilen Medîne-İ Münm kabristanına ziyarete gider ve ayakta duâ ederdi. Hattâ kabrin başında kur'ân okumak veya okutmak İçin oturmak Hanefîyye ulemâsı arasın­da ihtilaflıdır. Ve muhtar olan kavle göre caizdir. Kabrin eseri unutul­masın diye üzerine adını yazmak da caizdir.

2— Şâfüiere göre : Yukarda zikri geçen şeyleri yapmak mekruh­tur. Yalnız kabri seçebilmek için başına taş dikmek sünnet; âlîm veya sâlih bir zâtın mezar taşma onu bildirmek    maksadıyla adını yazmak mendûbdur.

3— MâMkîİere göre : Kabirleri kireç ile badana etmek mekruh ol­duğu gibi. toprak ve emsali ile sıvamak da mekruhtur.   . Kabir taşına Kur^ân-î Kerîm'den bir âyet veya sûre yazmak haramdır. Ölenin ismi­ni ,veya ölüm tarihini yazmak ise mekruhtur. Kabir üzerinde oturmak ve uyumak caizdir. Fakat abdest bozmak haramdır. Kabir üzerine bi­na, mescid, ve saire yapmak mekruhtur.

4— Hanbeİîlerp göre : Kabirlerin üzerine, bina, mescid ,duvar gibi şeyler yapmak, kabir taşına yazı yazmak mutlak surette mekruhtur.

Vakıf kabristan ile sahibi belli olmayan eski mezarlıklara ise bina yapmak dört mezhep imamları'nm ittifakıyla haramdır.

Filhakika kabir üzerine bina yapmaktan, yazı yazmaktan, mum yakmaktan, üzerine basmaktan nehyeden birçok hadîs-i şerifler var­dır ki bâzılarını aşağıya dercediyoruz.

1— Ebu Dâvud. Tirmizî ve Nesâî Hz. İbni Mes'ûd (R. A.)'dan nıerf u olarak şu hadîsi tahrie etmişlerdir :

«Allah kabirleri ziyaret eden   kadınlarla, oniarın üze­rine mescid yapanlara ve mum yakanîara İânet etsin.»

2— Nesâî'nin bir rivayetinde ;

«Kabrin üzerine bina kurulmasını yahui kabre ilâve yapılmasını veya kireçie badana edilmesini yahut üzerine yazı yazılmasını yasak etti.» denilmiştir.

3— Buharı Hz. Âîşe radıyallahü an/ta'dan şu hadîsi rivayet ediyor:

dResûIüllah (S.A.V.) Kurtulup kalkamadığı hastalığında: Allah yahCidîierle hıristiyanlara   lanet etsin; peygam­berlerinin kabirlerini mescid yaptılar.» buyurdu.

4— Buharı  ile  Müslim  ittifâken Ebu  Hüreyre (R. A./den su hadîsi tahrîc etmişlerdir :

«Allah yahûdîlerle hıristiyanlara iânet etsin. Peygam­berlerinin kabirlerini mescid yaptılar.»

Bugün maalesef bazı câhillerin türbe duvarlarına veya pencereleri­nin parmaklıklarına yapışarak onlara yüzlerini, gözlerini sürdükleri, onları öptükleri, hattâ bâzı büyüklerin kabirlerine secde ettikleri görül­mektedir. Bu hâl eski putperest mîiietlerin ibâdetlerini andıran ve ne­tice itibariyle küfre varan pek çirkin bir şeydir.

Fâide: «El-Muvatta» da beyân edildiğine göre. Peygamber (S.A.V.) in vefatı Rabiül'-evvel ayının 12. pazartesi günü vuku bulmuş; sah günü defnedilmiştir. Ebu Davud'un. Sa'bVden tabrîc ettiği bir rivayette Resûlüllah (S.A.V.)'in gasli ile defnini Ali, El-Abbas ve Usâme (R. An-huni) hazâratımn İfâ ettikleri kaydedilmektedir. Bâzı rivayetlerde bunlarla birlikte Eî-Fadl b. Abbas ile Sâlİh ve daha başkaları da zik-ledİlmiştir. fûaamâfHı bu rivayetlerin arası da cem'ediimiş ve : «İlk üç-zât\ zikredenler; yıkanmaya başlandığı an gördüklerini söyîemişlcr: fazla isim zikredenler ise işin Konuna doğru gördüklerini anîatmışiar-. denilmiştir.[464]

 

603/467- «Âmir ibni Rabîa radıyalUüni anh'den rivayet olunduğuna göre, Peygamber Şallallahü aleyhi re sellcm, Osman ibni Maz'unun cenazesini k.irmş ve kabre gelerek üzerine ayakta olduğu halde, üç avuç toprak atmıştır.»[465]

 

Bu hadisi. Dâre Kuînî rivayet etmiştir.

Onu Bezzdr dahi tahrîc etmiş ve «ayakta olduğu halde» tâbirinden sonra :

«Başı ucunda» ve buyurdu da üzerine su serpil.» ini ziyâlr almıştır.

Bu bâbda Hz. Ebu Hüreyye (R. A./dan merfu' olarak şu hadis ri­vayet olunmuştur :

«Kim sevabını hesaba katarak bir müslümanın kabri üzerine bir avuç toprak atarsa, her toprak tanesi muka­bilinde kendisine bir sevap yazılır.»

Ancak bu hadîsin isnadı zayıftır. Yine Ebu Hüreyre (R. A./den İbni Mâce (207—275) şu hadîsi rivayet etmiştir :

«Peygamber Sallallalıü aleyhi ve sellem, kabrin baş tarafından iiç avuç toprak atmıştır» lâkin Ebu Hatim (195—277) : «Bu hadîs bâtıldır» demektedir. Beykâkî (384—458) Muhammed İbni Ziyâd tarikiyle Ebu Ümâme (R. AJ'den şu hadîsi rivayet ediyor.

«Bir adam vefat etmiş;   kendisine bir kabrin üzerine attığı üç avuç topraktan maada hiç bir sevap isabet etmemiş de bu toprak sebebiyle günahları affoiunmuştur.»

Bu hadîsler zayıf da olsalar, birbirlerine şahittirler. Hadîsimiz, kabrin üzerine üç avuç toprak atmanın meşru olduğuna delildir. Bu iş iki el ile birden yapılacaktır. Çünkü Âmir İbni Rabîa hadîsinde «İki eli île avuçladı» denilmiştir. Şâfiîyye ulemâsı o anda : 

âyet-i kerîmesinin okunmasını müstehâb görmüşlerdir.[466]

 

604/468- «Osman radıyaUahü anh'den rivayet olunmuştur. Demiş­tir ki: Resûlüllah SaUalldhü aleyhi ve sellera, cenazenin defnini bitirdi mi, onun başına durur ve :

Kardeşiniz için mağfiret niyaz edin, ona sebat dileyin. Çünkü o şimdi sorguya çekiliyor» derdi.[467]

 

Bu hadîsi, Ebu Dâvud rivayet   etmiştir.Hâkim onu sahîhlemiştir.Hadîs-i şerîf, dirinin ölü için yaptığı istiğfardan Ölünün faydalanacağına delâlet etmektedir: «Ey Rabbİmiz! Bizi ve İmân hususunda bizden Önce geçen din[468] kar­deşlerimizi mağfiret eyie.» Ve keza:

«Hem kendi günâhın, hem de kadın ve erkek mü'minlerîn günâhları Içîn mağfiret dile» gibi âyetler dahi bu mânaya delâlet ederler.

Hadîs, kabirde soru sual olduğuna da delildir. Bu bâbda birçok sahîh hadîsler vârid olmuştur kî Buhârî ile Müslim'in Enes (R. A.) dan ittifakla tahrîc ettikleri şu hadîs onlardandır :

«Peygamber Sallallahü aleyhi ve seüem, buyurdular ki :

Şüphesiz, cenaze kabrine konarak eşi dostu kendisin­den ayrıldığı zaman onların ayakkabılarının seslerini işi­tir.» Müslim, (204—261) şunu da ziyâde etmiştir :    

«Eşi - Dostu gittikleri vakit ona iki me­lek gelir.» îbniHibban (—354) ile Tirmizî (200—279)'nin Ebu Hü­reyre (R. A./dan rivayet ettikleri hadîste :

«iki boz siyah melek gelir. Bunlardan birine Münker, diğerini Nekîr denilir.» ziyâdesi vardır.

Taberânî (260—360)   «El-Evsat» nâm eserinde  :

«Gözleri bakır tencereler gibi, azı dişleri sığır boynuzlan   kadar,   sesleri de gök   gürültüsü gibi» ibaresini ziyâde etmiş; Abdü'l-Rezzak (126—211) :

«Azı dişleri ile kazarlar; saçlarının üstüne basarlar. Beraberlerinde öyle bir tok­mak vardır ki, bütün Minalılar bir araya gelse onu kaldı­ramazlar.» ziyâdesini nakletmiş;

Buhârî, (194-256)    Berâ (R. A./dan tahrîc    ettiği    hadîste  :

«Ve ruhu bedenine iade  olunur» cümlesini rivayet eylemiştir.

Hâsılı bu bâbda hadîsler bir yere toplanınca görülüyor ki : Bu iki meiek ölene sual sorarlar ve : «Neye tapardın,» derler. Eğer Allah'ın hidâyet, lütfettiği kullarından ise : «Allah'a tapardım.» cevabını verir. Peygamber (S.Â.V.)'i kasdederek : «Bu zât hakkında ne derdin?» diye sorarlar. Ölen mü'min ise : «Allah'ın kulu ve resulü olduğuna şehâdet ederdim.» Yahut -bir rivayete göre,- «Aiiah» dan başka Hân olmadığına ve Muhammed'ln onun kulu ve resulü olduğuna şehâdef ederdim» der.

Bunun üzerine kendisine : «Doğru söyledin» derler. Ve artık ken­disine başka bir şey sorulmaz. Bundan sonra ona: «Yakînen îmanlı idin. ö îmânla öîdün, o İmânla diriltilirsin İnşallah» derler. Bir rivayette :

«Gökyüzünden bir münâdî (dellâi) kulum doğru söyle­di. İmdi siz ona cennetten yer hazırlayın ve kendisine cennete bakan bir kapı açın; ona cennetten elbise giydi­rin» diye nida eder. -buyurdular kî-: «Ona cennetin rahme­ti ile güzel kokuları gelir. Mekânı gözünün görebildiği yere kadar genişletilir. Kendisine : Cehennemdeki yerine bak! Onun yerine Allah sana cennetten bir yer verdi; de­nilir. Ve bunların ikisini birden görür. Bunun üzerine: Bı­rakın beni de gideyim. Aileme müjdeleyeyim; der. Ken­disine: Sus; denilir. Artık kabri ona yetmiş arşın geniş­letilir ve kıyamete kadar yeşillik ile doldurulur.» buyrul-muştur.

Diğer bir rivayette :

«Ona, uyu  denilir.   Bunu müteakip kendisini en sevgili ehlinden başka kimsenin uyandıramıyacağı gü­veyi uykusuna dalar.

Kâfir ve münâfık'a gelince : Melekler ona «Rabbin kim?» diyecekler. O : «Haah haah, bilmiyorum» diye­cek: «Oin'in nedir?» diyecekler : «Haah haah, bilmiyo­rum» diyecek : «Size gönderilmiş bulunan şu zât kim­dir?»   ^yecekier : «Haah haah, bilmiyorum» diyecek.

Şu halde kendisine : «Ne bildin, ne de tabî oldun» de­nilecek V3 demirden topuzlarla Öyle bir darbe vurulacak ki, bu darbe bir dağ'a vurulsa, dağ toz olur. O da bir feryâd koparacak ki, bu feryâd'ı insanlarla cinlerden maada bütün mahlûkat işitecek» deniliyor.

Kabirde sualin yalnız ümmet-i Muhammed (S.A.V.)'e mahsus oldu­ğunu gösteren hadîsler de vardır. Ulemâ, bundaki sırrı şöyle izah ederler :

Eski ümmetlere Peygamberler gelirdi. Onlar bu zevata itaat eder­lerse ederler; etmezlerse Peygamberler onların semtinden çekilir ve Cenâb-ı Allah hemen âsîlerin tepelerine müstehâk oldukları azabı in­dirirdi. Peygamber (S.A.V.)'i bütün âlemlere rahmet olarak gönderince bu gûna azabı onun ümmetinden kaldırdı. Ve samimî olsun olmasın, «ben müslümamm» diyenin zahiren müslümanlığmı kabul etti. Fakat kendilerine kabirde sual soracak melekler halk buyurdu. işte bu vâ­sıta ile bu ümmetin sırlarını açığa vurur ve iyi ile kötüyü biribirinden ayırır.[469]

 

605/469- «Tabiînden biri olan Damre ibnl Habîb'den rivayet olun­muştur. Demiştir ki :. Ashab-ı kîrâm, cenazenin üzerine kabri düzelti­lerek cemâat ondan ayrıldıktan sonra, kabrinin başında üç defa : «Ey fülân Allah'dan başka ilâh yokdur de. Ey fülân, Rabbîm Allah, dinim İslâm ve Peygamber'İm Muhammed'dİr de; cümlelerinin söylenmesini iyi görüyorlardı.»[470]

 

Buhadîsi, Saîd ibni Mansur mevkuf olarak rivayet .etmiştir. Tabe-rânî'de Ebu Ümame'den merfû olarak rivayet edilen buna benzer uzun bir hadîs vardır.

Ebu Ümâme hadîsinin lâfzı şudur :

«Ben öldüğüm vakit bana, Resûlüllah Saîldllahü aleyhi ve sellem' bize ölenlerimize ne yapmamızı emir etti ise onu yapın,» dedi. Resû­lüllah Saîlallahü aleyhi ve sellem bize emir etti de buyurdular kî:

Din kardeşlerinizden biri Öldüğü zaman, kabrinin üze­rine toprağı düzelttiniz mi, hemen biriniz kabrinin başına dikilsin. Sonra: Ey fülânenin oğlu fülân; desin. Çünkü meyit o sözü işitir de cevap vermez. Sonra: Ey fülânenin oğlu fülân; desin. Çünkü o (bizi irşâd et Allah rahmet bu­yursun) der. Lâkin siz duymazsınız, (ona): Dünyada iken üzerinde bulunduğun yolu -ki Allah'dan başka ilâh olma­dığına, Muhammed'in onun kulu ve resulü olduğuna; Rab olarak Allah'a, din olarak islâm'a, Peygamber olarak Muhammed'e imâm olarak da Kur'ân'a razı olduğuna şe-hâdet etmekten ibarettir- hatırla; desin. Zîrâ hiç şüphe yok ki münker İle nekirden her biri arkadaşının elinden tutar da: Haydi gidelim hücceti kendisine telkin edilen bir kimsenin yanında ne duralım; der.

Bir adam : Yâ Resûlüllah! Yâ annesinin adını bilmezse (ne yapa­cak), dedi?

Onu annesi Havva'ya nisbet eder; ey Havva oğlu fü­lân der; buyurdular.»

Musannif «bu hadîsin isnadı elverişlidir» diyor. Maamâfîh bu ha­dîs hakkında birçok söz edilmiştir.Heysemî[471] (735—807) diyor ki: «Bunu Taberânî «El-Kebîr» inde tahrîc etmiştir; isnadında be­nim tanımadığım bir cemâat vardır. Hamişinde : Bunun râvileri arasında Asım b. Abdullah var. Bu zât zayıftır diyor. Sonra, Eb» Ümâme'den rivayet eden Saîd-i Ezdi için Ebu Hatim bir şey deme­miştir. Esrem de şöyle diyor : «Ahmed ibni Hanbel'e : Şu yaptığnız nedir. Cenaze defnedildikten sonra birisi kalkarak fülân b. fiilâna deniyor; dedim: «Bunu Şamlıların Ebu Muğzre vefat ettiği zaman yaptıklarından başka hiçbir kimsenin yaptığını bilmiyorum; dedi.» Elhâsıl, hadîs imamîarınca bu hadîs zayıftır. Hattâ içlerinden bâzıları bunun için mevzudur, demişlerdir.

Îbnü'l-Kayyim (691—751) de «El-Hedyü'n-Nebevî» adlı eserin­de telkin hadîsini mevzu addetmiş; fakat «Kitabür-Ruh» unda onu, meyyitin dirilerin sözünü işiteceğine delil getirmiş ve telkin hadîsiy-le Ötedenberi amel edile gelip, onu kimsenin inkâr etmemiş olması­nı bu hadîsle amel için kâfi görmüştür. Maamâfîh, yine de ona sa-hîh dememiş; bilâkis zayıf olduğuna hüküm etmiştir.

Bu sebeple Hanefîler, kabrin başındaki telkin için bir şey dememiş­ler. Onlarca telkin ne emir -edilir, ne de nehy olunur. Hattâ zahir rivâyet yasak olmasını iktiza eder. Mâükîlere göre defn zamanındaki telkin mekruh, ölüm anındaki ise menduptur. Şâflllere göre, telkin mustehabtır.[472]

 

607/470- «Büreyde ibnî Husayb el-Eslemî radıyaîlahü anh'den rivâyet edilmiştir. Demiştir ki : Resûliillah Saîlallahü aleyhi ve seîlem :

Ben sizi kabirleri ziyaretten nehyetmiştim. Artık on­ları ziyaret edin; buyurdular.»[473]

 

Bu hadîsi, Müslîm rivayet etmiştir. Tirmizî (Büreyde rivayetine) : «Çünkü bu ziyaret âhireti hatırlatır.» cümlesini ziyâde etmiş­tir. İbni Mâce : «Hadîsin îbni Mes'ud rivayetinde : (dünyadan da soğu­tur) ibaresini ziyâde eylemiştir.

Bu bâbda İmâm-ı Mvjslim, Ebu Hüreyre (R. A./dan îbni Mâce ile Hâkim, İbni Mes'ûd (R.A.y&an Ahmed ibni Hanbel ile Hâkim Ebu Saîd (R. A./dan îmâm-ı Ahmed ibni Hanbel, Kz. Ali (R. A./dan; yine îbni Mâce Hz. Âişe (R. Anha)'dan hadîs rivayet etmişlerdir.

Bunların hepsi kabir ziyaretinin meşru olduğuna delildirler. Bir za­manlar kabir ziyareti yine emr-i peygamberi ile yasak edilmişti. Bu hadîs, o hadîsin hükmünü neshetmektedir. Zaten usul-ü fıkıh kitapla­rında bu hadîs sünnetin sünnetle neshine misal gösterilir. Kabir ziyare­ti men edilmiş iken tekrar meşru olmasının hikmeti : İbret verici ve âhireti hatırlatıcı olmasıdır. Nitekim İbni Mes'ûd (R. A.J'ın rivayetinde:

«Zîrâ kabir ziyareti bir ibret; âhireti hatırlatma ve dünyadan uzaklaştırmadır» buyrulmuştur. Bunlardan hâli oldu-mu şer'an bir kıymeti kalmaz.

Hadîsteki «ziyaret edin» emri bilittifak nedip içindir. Bilhassa anne, baba kabirleri hakkında başka delillerde olduğundan, onları zi­yaret kuvvetle menduptur. Kabirleri ziyaret eden kimsenin oraya vardığmda nasıl duâ edeceği, birkaç hadîs sonra gelecek Müslim hadîsinde görülecektir.[474]

 

609/471- «Ebu Hüreyre radtyaîlahü anh'en rivayet edildiğine gö­re, Resûlüllah Salîaîlahü aleyhi ve seMem, kabirleri ilyaret eden ka­dınlara lanet okumuştur.»[475]

 

Bu hadîsi, Tirmizî tahrîc etmiştir.  İbnî Hibban onu sahîhlemiştir.

îmâm-ı Tirmizî (200—279) bu hadîsi tahrîc ettikten sonra : «Bu hadîs hasendir» demiştir. Bu bâbda İbnİ Abbas ile Hassan (R. Anhüma)'dan da rivayetler vardır. Ulemâdan bâzıları: «Kadınlar hak-kmdak'i nehy, Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) kabir ziyaretine ruhsat vermez­den önce idi. Ruhsat sâdır olunca kadın, erkek herkese kabir ziyareti mubah olmuştur.» derler.

Bir takımları ise : «Kadınlar hakkında nehy bakîdir. Onların ka­birleri ziyarete gitmeleri mekruhtur. Bunun sebebi de kadınların sabrı az, feryâd ve figânı çok olmalarıdır» derler.

Dört mezhep "ulemâsından Hanefîlerle Mâİîkiler genç ile ihtiyar arasında fark görürler. Şâfiilerle Hanbelîfer'e göre genç ihtiyar bütün kadınların kabir ziyaretine gitmeleri mutlak surette mekruhtur. Fitne­ye sebeb olacaksa o zaman bu ziyaret bütün mezheplere göre haram olur. Şeyhü'l-İslâm îbni Teymiyye (661—728)'ye göre hiç bir sû-retle kadınların kabir ziyaretine çıkması caiz değildir.

îmâm-ı Müslim'in Hz. Âişe (R. Anha)'da,n tahrîc ettiği şu hadîs, ziyaret edebilir diyenlere delildir.

«Aîşe; Yâ Resûlâilah, Kabirleri ziyaret ettiğim vakit ne diyeyim? diye sordu. Resûlüllah SaUalîuhü aleyhi ve sellem :

— Selâm bu diyarın sâhibleri müslümanlara, mü'min-lere. Allah bizim geçmişlerimize, geleceklerimize rahmet eylesin. Bizde inşallah size katılacağız; de; buyurdular.»

Hx. Falıma (R. Anha)'mn amcası Hamza (R. A.) m kabrini her cu­ma ziyaret ederek iki rek'ât namaz kılar, ve onun yanında ağlardığını dahi Hâkim (321—405) Hz. Ali b. Hüseyin'den rivayet etmiştir. Yalnız bu hadîs mürseldir. Zira Ali b. Hüseyin Hz. Fâtıma (R. Anha)'ya ye­tişmemiştir.[476]

 

610/472- «Ebu Saîd-i Hudrt radıyattahû anVden rivayet edilmiştir. Demiştir ki : Resûlüllah Saîlallahü aleyhi ve seîlem: Nâiha ile (onu) dinleyen kadına lânef buyurdu.»[477]

 

Bu hadîsi Ebu Dâvud rivayet etmiştir.

Nâİha : Yüksek sesle ölünün iyiliklerini sayıp dökerek bir nevi yas eden kadındır. Hadîs-i şerif bunun haram olduğuna delildir.[478]

Mes'ele ittifakıdır.[479]

 

611/473- «Ümmü Atiyye radıyalldhü   anha'dan rivayet   edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah   SaUallahü aleyhi ve sellem : Ölüye vaveyla etmtyeceğimİze dair bizden ahd-ü peymân aldı.[480]

 

Hadîs, mü t tef ek un aleyh'dir.

Bu ahd-ü peyman, kadınların Resûl-ü Ekrem (S.A.V.)'e İslâmiyet üzerine biat ettikleri sırada olmuştur.

Her iki hadîs ölünün arkasından yas etmenin ve edilen yas'ı dinle­menin haram olduğuna delildir. Çünkü lanet ancak haram olan bir şey irtikâp edildiği vakit yapılır. Buhârî (194—256) ile Müslim (204— 261) bu bâbda Ibni Mes'ûd (R. Ay'dan şu hadîsi rivayet etmişlerdir:

İbnî Mes'ûd demiştir kî : Resûlüllah Saîlaîlahü aleyhi ve sellem :

«Yanaklarını döğen yakalarını yırtan ve câhiliyet dâ­vasında bulunan bizden değildir» buyurdular. Yine Buharı ile Müslim, Ebu Musa (R. AJ'dan şu hadîsi tahrîe etmişlerdir:«Resûlüllah (S.A.V.) ;

Ben boynunu döğen ile, tenini tırmalayan ve elbisesi­ni yırtan kimseden beriyim.» buyurdular.

Bu bâbda daha başka hadîsler de vardır. Vakıa înıâm-ı Ahmed ibni Hanbel (164—241) ile İbni Mâce (207—275)'nin Hazret! İbni Ömer*(R. A.yds.n tahrîe ettikleri, Hâkim'in de sahîh bulduğu bir hadîste: Uhud günü için yas edip, ağlayan ibni Abdi Eşhel kadınJarı-nın hazret! Hamza (R. A.ya yas edip ağlamaları tavsiye edilmiş ise de, bu yas hadîs-i şerifin sonundaki : «Artık bugünden sonra hiçbir Ölene yas etmeyin.» cümlesiyle nesh edilmiştir.

Yalnız ağlamak yasak değildir. Nitekim NesâVmn Ebu Hüreyre (R. Ay'dan tahrîe ettiği şu hadîs buna delâlet eder :

«Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem'ın evlâdından birisi vefat etH. Ve kadınlar ona ağlamak için toplandılar. Bunun üzerine Ömer on­ları nehyetmek ve koğmak üzere ayağa kalktı. Resûlüllah (S.A.V.) ken­disine :

Bırak onları Yâ Ömer, zîrâ göz   yaşarır;   kalp dertli, vak'a yakın» buyurdular.

lmâm-ı ibni Hanbeî'in İbnî Abbas (R. A./dan tahrîe ettiği bir hadîste sarahaten beyân olunduğuna göre, o gün vefat eden Resûlüllah (S.A.V.)'in kerîmeleri Zeyneb (R.Anha) imiş. İbni Abbas (R.A.) hadîsinde Hz. Fahr-i Kâinat (S.A.V.) kadınlara şöyle buyurmuşlardır:

«Şeytan avazından sakının! Zîrâ ağlamak, gözden ve kalpten gelirse, ANarT-dandır ve rahmettir. Elden ve dilden gelirse şeytandan­dır.»

Bu hadîs, ağlamanın caiz olduğuna delâlet ediyor. Yasak edilen yalnız bağırıp, çağırmaktır. Fahr-i Kâinat (S.A.V.) efendimiz, Hz. İb­rahim vefat ettiği vakit :

Göz yaşarır; kalb mahzun olur; amma biz Allah'ın razı olacağı sözden başka bir şey söylemeyiz.» buyurmuş­lardı, îmâm-ı Buharı, İbni Ömer (R.A.ydan şu hadîsi tahrîe et­miştir :

«Şüphesiz ki Allah gözün ya­şarması ve kalbin mahzun olmasından dolayı azap etmez. Lâkin şundan dolayı azap veya rahmet eyler; buyurmuş ve diline işaret etmiştir.

Buhârî ile Müslim'in müttefikan rivayet ettikleri Hz. Âîşe (R.Anha) hadîsinde Resûlüllah (S.A.V.)'in Cafer ibni Ebi Talip (R.A.) için ağlamaya toplanan   kadınları men etmek maksadıyla  gönderdiği zâta :  «Onların yüzüne toprak saç» buyurduğu zikrediliyorsa da bu, onların yas ederek sesle ağladıkla­rına hamlolunuyor. Yani; ağızlarına toprak atmak pahasına bile olsa, onları mutlaka bu işten vazgeçir, demek istemişlerdir.[481]

 

612/474- lbni Ömer radıyallahih anhüma'dan, Peygamber Sallal-îahü aleyhi ve selîem'den İşitmiş olarak rivayet edilmiştir ki : Peygam-feer Sallattahü aleyhi ve sellem :

Meyyit, kendisine edilen yas sebebiyle kabrinde azap Olunur; buyurmuştur.»[482]

 

Hadîs, mütfefekun aleyhdir. Buhârî  ile Müslim'de Muğîretü'bnü Şti'be'den bunun benzeri vardır.

Bu bâbda hadîsler çoktur. Ve hepsi Ölünün kendisine bağıra çağıra yas edilmesinin ona azap vereceğine delâlet ederler. Fakat mes'ele müşküldür. Zîrâ başkasının fiilinden dolayı bir kimseyi azap etmek ne de olsa garip görülmektedir. Bu sebeple mes'eleye muhtelif cevaplar verilmiştir. Meselâ : H2. Âîşe (R. Anha) bu hadîsi, Hz. Ömer (R, A.) ile oğlu Abdullah'a red ve inkâr etmiş; böyle bir şeyin olamıyacağma :

« »[483] Hİç bir nefis başkasının günâhını yük­lenmez» âyet-i kerîmesiyle istidlal etmiştir. Ashâb-ı Kirâm'dan Ebu Hü-reyre (R.'A.) da aynı kanaâttadır. Kurtubî (—276) Hz. Âişe (R. An-fıaynva. inkârına mahal görmemiş. «Bu hadisi birçok ashâb-f kîrâm rivayet etmiş olduğundan, onu inkâra imkân yoktur. Bununla be­raber te'vili de mümkündür» demiştir. Kurtubî ta'zib hadîsiyîe bu âyet-i kerîmenin aralarını bulmuş ve: «Berzah[484], hâli dünya hâ­line mülhaktır. Dünyada ise başkasının suçundan dolayı bir kimseyi ta'zîp etmek vâki olmuştur. NiteKim :  

«Öğle bir fitneden sakının ki, asla sizden sadece zulmedenlere isabet etmez.»[485]. Âyet-i kerîmesi buna işaret eder. Şu halde ta'zip hadîsi Hz Âişe (R. Anha) 'nm istidlal ettiği âyet-i keri­meye muaraza etmez. Çünkü âyetten murâd: Âhiret hâlidir.» demiştir. Ta'zip hadîsini ekser ulemâ aşağıdaki vecihlerle te'vil etmişlerdir:

1— Buhârî'ye göre; Ölünün hâli hayatında, âdeti böyle mâtem-cilik olup, ailesi de onu bu hâlden men etmezlerse, öldükten sonra ce­nazesinin arkasından yapılan feryad-ü figândan o kimse azap görür. Âdeti mâtemcilik etmek değilse, başkasının matemi sebebiyle azap olun­maz. Elhâsıl, kul başkasının fiiline sebebiyet vermişse, onun füli ile azap olunur.

2— «BenJHdükten sonra arkamdan vasiyet etmişse azap olunur. Eskide." Araplar arasında böyle vasiyetler olurdu. Nitekim CâhlHyet devrinin en  meşhur şâirlerinden biri olan    Tarefe öldükten sonra kendisine lâyık bir surette matem tutulmasını şu mısralarla va­siyet eder :

«Ben öldüğüm vakit bana yaraşır bir surette ağla! Benim için yakala­rını yırt ey Ümmü Mâbed.» Vasiyet bulunduğu takdirde, meyyit'in aile efradı o vasiyete binâen matem tutsun, tutmasın, mücerret vasiyet et­tiği için ölü azap olunur.

3— Böyle başkasının tuttuğu matemden dolayı azap görmek kâfir­lere mahsustur. Mü'minler, başkasının suçundan dolayı azap görmez­ler. Fakat bu kavi ihtimalden uzaktır.

4— Bu ta'zîbin mânâsı : Meleklerin ölüye sitem etmesidir. Nite­kim Imâm-t Ahmed ibni Hanbel'in Ebu Musa (R. A.J'dan merfûan ri­vayet ettiği şu hadîsten de bu mânâ anlaşılmaktadır :

«Dirinin ağlaması sebebiyle ölüye azap olunur. Yascı kadın «vah benim kolum, vah yardımcım, vah beni giy­diren efendim» dediği vakit, melek Ölüye dayak vurur ve: Onun kolu sen, yardımcısı sen giydireni sensin ha?; der.»

Bu mânâda bir hadîsi de İbni Mâce (207—275) ile Tirmizî (200 —279) tahrîc etmişlerdir.

5— Ta'zîb'in mânâsı: Ailesi efradı ile başkalarının feryâd-ü figânın­dan meyyitin elem duymasıdır. Çünkü meyyit onlara acır. Kadı lyaz (47fr—544) bu kavli diğerlerinden evlâ bulmaktadır. Bu kavle zâhip olanlar, oğlu vefat eden bir kadını Peygamber (S.A.V.)'in ağlamaktan men ettiğini' bildiren hadîsle istidlal ederler. O hadîste şöyle buyrulmaktadır :

«Şüphesiz ki sizden biriniz ağladığı vakit yavrucuğu ondan mahzun olur, Ey Allah'ın   kullan din kardeşinize azap etmeyin.» Kulların yaptıklarının ölülerine gösterileceğini ifâde eden hadîs dahi sahihtir. Binaenaleyh o da bunlara delîl ola­bilir.[486]

 

614/475- «Enes radıyaîlahü anh'den rivayet edilmiştir. Demiştir ki : Resûlüilah SaUalîahü aleyhi ve selTem'în, bir kızı defnolurken ora­da bulundum. Resûlüilah Salîallahü aleyhi ve sellem kabrin yanrnda olurmuş halde idi. Gözlerini yaşarırken gördüm.»[487]

 

Bu hadîsi, Buhâri rivayet etmiştir.

Vâkidî (130—207) ile bâzı tarihçilerin beyânına göre Peygamber SaUaMahü aleyhi ve selîem'in o gün vefat eden kerîmeleri Hz. Ümmü Gülsüm idi. Bir takımları Rûkiyye olduğunu söylemişse de Buharı (194—256) bu iddiayı reddetmiş. Ve: «Resûlüilah (S.A.V.) Bedir'de ol­duğu için Rûkîyye'nin cenazesinde bulunamamıştır.» demiştir.

Hadîs-i şerîf, cenazeye ağlamanın meşru olduğuna delildir. Buna delâlet eden îzâhât, yukarda dahi geçmişti. Şu kadar var ki, bu hadîs:

«Öldüğüm zaman sakın ağ­layıp kalma.» hadîsiyle muâraza halindedir. Maamâfîh iki hadî­sin aralarını bularak «ağlamaktan murâd, sesle feryâd etmektir. Yahut buradaki yasak, kadınlara mahsustur; günkü onların ağla­ması çok defa feryâd-ü figâna varır. Bu sebeple Sedd-t Zeria kabilinden ağlamaktan menedilrhişlerdir.» diyenler olmuştur.[488]

 

615/476- «Câbir radıyaîlahü aniden rivayet olunduğuna göre. Pey­gamber SaUalîahü aleyhi ve sellem :

Cenazelerinizi geceleyin, defnetmeyin. Ancak mecbur kalırsanız O başka» buyurmuşlardır.[489]

 

Bu hadîsi, lbni Mâce tahrîc etmiştir. Aslı Müslim'dedir. Lâkin ; «(Câbİr) kişinin üzerine cenaze namazı kılınmadan, geceleyin defnedil­mesini yasak etti; dedi» şeklindedir.

Hadîs-i şerîf, zaruret olmadıkça geceleyin cenaze defnetmenin memnu olduğuna delildir. Bu memnûiyyetin sebebini bâzı ulemâ : «Gündüz melekleri gece meleklerinden daha şefkatli olduğundandır» şeklinde beyân etmişlerdir.

Hadîsin Müslim'deki lâfzı şudur :

cPeygamber SaUaUahü aleyhi ve sellem, bir gün Hutbe okudu da ashabından vefat eden ve işe yaramaz bir kefene sarılarak geceleyin defnolunan bir zâttan bahsetti. (Bu münâsebetle) bir kimsenin üzerine cenaze namazı kılınmadan geceleyin defnolunmasını yasak etti. Ancak insanın buna mecbur kalması müstesnadır.»

Bu hadîsten anlaşılıyor ki, yasak etmesi, cenaze hakkında namazı küınamamak, tekfinini güzel yapamamak gibi bir kusurda bulunmak ihtimâline mebnîdir. Cenazeyi ertesi güne te'hir etmekle namazına çok kimselerin veya dualarının kabulü me'mul zevatın iştirak edeceği ümîd olunursa, te'hiri iyi ve yerinde bir iş olur. Hattâ böyle bir ümitten dolayı cenaze gündüzün bile bir parça bekletilebilir. Hz. Ali (R. A.), Fâtıma (R. Anhayyı ve keza ashâb-ı kiram (R. Anhüm) Hz. Ebu Bekir (R. A.)\ geceleyin defn etmişlerdir. Tirmizî'nin rivayet ettiği ve : «hasendir» dediği bir hadîste, Peygamber (S.A.V.)'in geceleyin bir kab­re girdiği, kendisine bir kandil yakılarak, cenazeyi kıble tarafından kabre indirdiği beyân olunmaktadır. Filhakika ulemâdan birçokları hıyn-i hacette geceleyin cenaze defnine bile ruhsat vermişlerdir, lbni Bazm Zahiri (384—458)'ye göre mustar ve mecbur kalmadıkça ge­celeyin cenaze defnolunmaz; «Geceleyin defnolundukları rivayet edilen ashâb-ı kiram için mutlaka bir zaruret varmıştır. Onlar hakkında bunun aksini düşünmek kimseye helâl değildir» diyor.

Musannif merhum «namaz vakitleri» babında zikir ettiği Ukbetü'bntİ Âmir hadîsini asıl buraya dere etmeliydi. Zîrâ o hadîste : Üç  vardır kî, Resûiüllah (S.A.V.) bizi onlarda namaz kılmaktan ve cena­zelerimiz! gömmekten nehy ediyordu... ilâh...» denilmektedir.[490]

 

616/477- «Abdullah ibni Cafer radıyallahil anhüma'dan[491] rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Cafer katledildiği zaman, ölüm haberi geldik­te Peygamber SaUaîlahü aleyhi ve sellem :

Cafer ailesine yemek yapın. Çünkü onların başına kendilerini meşgul edecek şey gelmiştir» buyurdular.[492]

 

Bu hadîsi, Nesâî müstesna Beşler tahrîc etmiştir.

Hadîs-i şerîf, evlerinden cenaze çıkan aile efradına yemek vermek suretiyle onları görüp gözetmenin meşru olduğuna delildir. Çünkü o aile ölüm sebebiyle hüzün ve elem içindedirler. Yemek hazırlamaya el­leri varmaz.

Vâkıâ îmâm-ı Ahmed ibni Hanbel (164—241) Cerîr îbni Abdullah Becelİ (R, A./dan : «Biz cenaze defnedildikten sonra ailesinin başına toplanarak yemek yapmayı matemden sayardık,» dediğini rivayet edi­yorsa da bundan murâd : Yemeği cenaze sahiplerinin yapmış olması­dır. Zîrâ bâzı yerlerde bu âdet hâlâ mevcuttur. Ve cenazenin ailesi, ka-bircilere ve cenazeye fiilen iştirak edenlere yemek verir. Bunun aksine olarak komşuların cenaze sahiplerine yemek vermesinde hiçbir beis yoktur. Abdullah Ibnİ Cafer hadîsi de bunu ifâde etmektedir.

Memnu olan fiillerden biri de kabrin başında hayvan kesmektir. Bu bâbda Ahmed ibni Hanbel ile Ebu Dâvud (202—275) Hz. Enes (R.A.)'den §u hadîsi tahrîc etmişlerdir :

«Peygamber SaUaîlahü aleyhi ve sellem : İslâmda mezar başında hayvan kesmek yoktur; buyur­dular».

Abdü'r-Rezzak (126—211) diyor ki : «Araplar kabrin başında bir sığır veya koyun keserlerdi.» Hattâbî (319—388) şöyle diyor : «Câhiliyet devrinin halkı iyi bir adamın kabrinin başında deve boğazlar ve : «Biz onun fiiline karşılık kendisini mükâfatlandırıyoruz. Çünkü hayatında kendisi deve keser; onu misafirlere yedirirdi. Biz de kabri­nin başında deve kesiyoruz. Varsın bunu da kurtlar, kuşlar yesin ve hayatında yedirdiği gibi vefatından sonra da yedirmiş olsun» derlerdi. İçlerinden bâzılarının itikadına göre ölen kimsenin kabri başında sağ­lığında bindiği hayvanı kesilirse, o kimse kıyamet gününde binekli ola­rak haşrolunur. Kesilmezse yaya kalırdı.

Bu onların, öldükten sonra dirilmeye inancı olanlarının mezhebine göredir ve bittabi haram olan bir câhiliyet işidir.»[493]

 

617/478- «Süleyman İbni Büreyde[494] radıyallahü anh'den babasın­dan İşitmiş olarak rivayet edilmiştir. (Babası) demiştir ki: ResûlüKah Sallallahü aleyhi ve sellem ashabına, kabristana çıktıkları vakit :

Bu diyarın müslim ve mü'min olan ehline selâm olsun. Bizler dahi inşallah sizlere katılacağız. Allah'dan bize ve

size afiyetler dilerim; demelerini Öğretirdi.»[495]

 

Bu hadîsi,. Müslim rivayet etmiştir. îmâm-ı Müslim (204—261): Bu hadîsi Hz. Âişe (R. Anha)'dan da rivayet ediyor. Hz. Âişe hadîsinde:

«Allah bizim geçmişlerimize de geleceklerimize de rahmet eylesin» ziyâdesi vardır.

Hadîs-i şerîf kabirleri ziyaretin ve orada yatanlara selâm verme­nin meşru olduğuna delildir. Bu selâm, aynen dirilere verilen selâmdır. Hattâbî : «Kabirlere diyar denilebilir. Zîrâ lûgatta dar kelimesi meskûn yerlere de, harâbezâr'e de ıtlak edilir» diyor. «İnşallah» cümlesinin hadîste kullanılması hem teberrük, hem de :

«Hiçbir şey için bunu muhakkak ben yarın yaparım deme. Ancak inşâallah dersen o başka[496]». Âyet-i kerîmesine imtisal içindir. Bâzıla­rına göre buradaki inşâallah sözü o kabristana aittir, yani «inşâallah biz de bu kabristana, sizin yanınıza defnoluruz» demektir.

Hz. Peygamber (S.A.V.)'in afiyet dilemesi, onun istenilen şeylerin en mühimi ve şereflisi olduğuna delildir. Ölünün afiyeti, kendisinin azaptan ve hesap münakaşasından âzâde oluşudur.

Kabristan ziyaretinden m aksa d : Orada yatanlara duâ etmek, Kur'ân okumak suretiyle onlara ihsanda bulunmak ve âhireti hatırla­maktır.[497]

 

618/479- «ibni Abbas radıyallahü anhüma'âan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: ResulÜHah Sallallahü aleyhi ve sellem, Medine'nin kabris­tanına uğradı ve hemen yüzünü kabirlere çevirerek :

Selâm size ey kabristanlılar! Allah size ve bize mağfi­ret buyurursun. Siz bizim selefimizsiniz. Biz de izinizde-yİZ.» buyurdular.[498]

 

Bu hadîsi, Tirmîzî rivayet etmiş ve: «hasendir» demiştir.

Hadîs-i şerîf, ziyaret maksadı ile bile olamasa, kabristana uğraya­rak orada yatanlara selâm verilebileceğine delildir. Aynı zamanda ehl-i kuburun ziyaretçilerini tanıyacaklarına verdikleri selâmı alacaklanna-da işaret ediyor. Aksi takdirde bu selâm abesle iştigâl olmak lâzım gelir.

Kabir ziyareti cuma günü de, şâir günlerde de yapılabilir. Fakat cuma günü yapılması daha kuvvetle mendûbtur. Şâfiîlerle Mâlİkîlerin müraccah kavline göre kabir ziyareti perşembe gününün ikindisinden başlıyarak cumartesi günü güneş doğuncaya kadar bitte'kid mendub-tur. Hanbelîlere göre ise kabir ziyareti için günler arasında bir fark yok­tur.

Yukarda geçen iki hadîste bir kimseye duâ veya istiğfar edileceği zaman, evvelâ kendinden    başlamaya delîl vardır.Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de de dualar bu tertip üzere vârid olmuş. «Ey Rabbîmiz, bizi ve din kardeşlerimizi mağfiret buyur.»[499] «Hem kendi günâhın, hem de mü'minler için istiğfar., ilâh..»[500] buyrulmuştur.»

Hadîs-i şerîf, okunan dualarla yapılan istiğfarların meyyite fayda Gereceğine de delâlet etmektedir. Bu cihet ulemâ arasında ittifakı bir mes'eledir. Fakat okunan Kur'ânların meyyite vâsıl olup olmadığı ihti­laflıdır. «Vâsıl olur» diyenler olduğu gibi «vâsıl olmaz» diyenler de bu­lunmuştur.

Ehl-i sünnet ulemâsından bir cemâat ile Hanefîler'e göre : Bir in­san kendi amelinin sevabını başkasına bağışhyabilir. Yapılan amelin namaz, oruç, hac, sadaka gibi ibâdetlerden biri olmasıyla Kur'ân-ı Ke­rîm okumak, zikirde bulunmak yahut herhangi ibâdet sayılacak bir işi yapmak arasında fark yoktur. Delîl nokta-i nazarından en müreccah kavil de budur.

Dâre Kutnî (306—385)'nin tahrîc ettiği bir rivayete göre :

Bir adam Peygamber Saîlallahü aleyhi ve sellem'e, annesiyle ba­basına, vefatlarından sonra nasıl iyilik edeceğini sormuş : ResûlüHah (S.A.V.) cevaben; Kendi namazıyla beraber onlara namaz kılmasını, orucuyla beraber onlara da oruç tutmasını tavsiye buyurmuştur.

Ebu Dâvud, Mâkil b. Yesar (R. A./dan şu hadîsi tahrîc etmiş­tir:  «Ölülerinize Yasin sûresi­ni okuyun.»

Bu hadîs, ölüye sevap bağışlanması hususunda nasstır. Keza Buharı ile Müslim'in, tahrîc ettikleri bir hadîste, Peygamber (S.A.V.) in kendisi için bir koç, ümmeti için de bir koç kurban eder idiği, beyân olunuyor ki bu da bir kimseye başkasının amelinin fayda vereceğine işarettir.[501]

 

619/480- «Hz. Âişe radıyallahü    anha'dan rivayet olunmuştur. De­miştir ki : Resûlüllah Saîlallahü aleyhi ve sellem:

Ölülere soğmeyin; çünkü onlar gönderdikleri (amellere) vardılar» buyurdu.[502]

 

Bu hadîsi, üuhârî rivayet etmiştir. Tîrmizî dahi Muğîre'den bunun benzerini rivayet etmiş, lâkin (gönderdikleri amellere vardı­lar) yerine «dirilere eziyet verirsiniz» demiştir.

Hadîs-i şerîf, ölülere söğmenin haram olduğuna delildir. Zahirîne bakılırsa bu hürmet müslim ve gayrı müslim bütün ölülere âmm ve şâmil olmak gerekir. Maamâfîh «Kâfir bundan tahsis olunmak iktizâ eder. Zîrâ Teâlâ hazretleri, Kitâb-ı Kerîminde Âd, Semûd ve emsali kâfirleri zem etmiştir.» diyenler olduğu gibi «Hayır, kâfirlerin Ölülerine de söğmek caiz değildir. Çünkü: «Onlar gönderdikleri amellere Vardılar» buyrulmuştur. Bu söz her iki fırkaya şâmildir. Mânâsı : Mademki herkes ameline göre ceza görecektir. O halde kâfir cezasını bulmuş demektir. Artık ona söğüp saymaktan bir fâide hâsıl olacağı yoktur, evet Teâlâ hazretleri geçmiş ümmetleri küfür ve dalâletlerinden dolayı zem etmiştir. Fakat bundan maksad onlara söğüp saymak de­ğil, bu ümmeti o gibi kötü fiillerden sakındırmaktır. Zâten bir maksada mebnî fâcir ve sapık bir kimseyi yaptığı kötü işle anmak caizdir. Yasak olan söğmek bu değildir. Binaenaleyh kâfirlerin ölüleri hadîsin umu­munda dahildir. Onlara da söğmek caiz değildir.» diyenler de vardır.

Ancak bunlar sadedinde bulunduğumuz hadîsin bazı mü'minlerle tahsis olunduğuna kaildirler. Delilleri şudur :

Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) bir cenazenin yanından geçerken ashâb-ı kiram onun hakkında koîü sözler sarfetmişlcr; Peygamber (S.A.V.) onları takrir buyurmuş; hatla (cehennemi hak etti) demiş; sonra:

«Siz Allah'ın sahicilerisiniz» buyurmuştu.

Binaenaleyh: «Bâzı günahkâr mü'minlere şetm etmek caizdir.» diyorlar. Fakat Kurtubî (—276) ashabın o cenaze hâdisesine cevap vermig ve : «Olabilir ki o adam yaptığı kötülükleri aşikâr yapar-mıştir. Hâl böyle olunca «fâsıkın gıybeti olmaz» kaidesince onu zemmetmek mubahtır. Yahut ölülere söğmekten nehy buyurulmasi cenazeler defnedildikten sonraya hamlolunur.» demiştir ki, hadîsteki ta'lîle münâsip olan da budur. Zîrâ ölüler gönderdikleri amellere ancak defn edildikten sonra ulaşırlar.

îbni Rüşt (514—595) : «Kâfirin ölüsüne şetm edildiği zaman •diri olan müslüman eziyet görürse o kâfire söğmek haramdır. Ezi­yet görmezse helâldir. Müslümanm ölüsüne söğmek ise haramdır. Ancak zaruret varsa o başka... ilâh... diyor.[503]

 

ZEKÂT

 

Zekât : Lûgatta temizlemek ve artmak mânâlarınadır. Teâlâ hazret­leri : «  [504]» «O nefsi temizleyen, muhakkak felah buldu, demektir.[505].» buyurmuştur. Araplar: derler ki «mal arttık demektir.

Şer'an : Mal-ı mahsûsu şerait-i mahsusa ile müstehakkına temlik etmektir. Mal-ı mahsustan murâd : Zekât olarak verilen maldır. Zekât manen mahn temizliği demektir. Aynı zamanda üreyip, artan mallar­dan verilir. Binaenaleyh şer'i mânâsının içinde lügat mânâsı da mev­cuttur. Hattâ verilen zekât kalan malın üremesine sebep olur [506]. Nitekim:sîz şükrederseniz. »[507] eğer siz şükrederseniz, Ben Ailmüş-şan da behemehal sîze daha fazla vereceğim.» âyet-i kerîmesi buna işa­ret etmektedir.

Zekâtın meşru olmasına sebep teşkil eden hikmetler çoktur. Biz yalnız bir İkisini zikredeceğiz:

1— Zekât, mal nimetine şükür için meşru olmuştur. Ve ehli hakî-katın beyânına göre Allah tarafından kulları bir imtihandır. Çünkü müslüman, Allah'ın her emrettiğini yapacağına, her men ettiğinden kaçına­cağına ve yalnız ona inanacağına söz veren insandır. îşte zekât bunlardan hassaten Allah'a inanma hususunda sâdık olup olmadığını denemek içindir. Zekâtını veren zengin Allah'ına verdiği sözde durduğunu ispat etmiş ve imtihanı kazanmıştır. Vermiyenler ise vaadlerinde yalancı ol­duklarını göstermiş; Allah'dan başka bir de mala taptıklarını meydana çıkarmak suretiyle dünya ve âhiretlerini harap etmişlerdir.

2— Zekât,  zenginin  malına karışmış fukara hakkıdır.Nitekim : «Onların mallarında dilenci ile mahrumun hakkı vardır»[508] âyet-i kerî­mesi bu hakikati nâtıktır. Bir zenginin sürüsüne karışan fakir koyunu, hükmen ne ise, zenginin cebindeki paranın içinde bulunan fakir hakkı, yani zekât da odur. Zenginin sürüsüne karışmakla koyun asla o zenginin maîı olamiyacağı gibi, cepteki para da zenginin malı olamaz. Her ikisi muvakkat birer emânettir. Binaenaleyh sürüye karışan koyunu benim-siyerek sahibine iade etmemek ne kadar çirkin bir şey ise, cebindeki fukara hakkını vermemek de o kadar çirkindir.

Hülâsa bir fakirin boğazını sıkarak zorla elinde olan malı almak ile, zekâtı vermemek arasında hüküm 'itibarıyla hiç bir fark yoktur. Çünkü bunların ikisi de haramdır. Zekâtını vermiyenler İyi bilmelidir ki: Yaptıkları düpedüz gasıplık, dolandırıcılık ve hırsızlıktır.

Buna mukabil hergün boynunu bükerek zenginden hakkını verme­sini bekleyen fakir ve yoksullar günün birinde mutlaka inkisâr-ı hayâ­le uğrayacak ve içlerinde zenginlere karşı bir infial ve reaksiyon uya­nacak, onlara kin bağlayacaklardır. Bunun da neticesi bugün dünyanın başına kıpkızıl bir belâ kesilen komünizmdir.

Bugün biri çıksa da komünizm, zenginlerin zekâtlarını vermeme­sinden doğmuştur dese, iddiasını îîk tastik edenlerden biri ben olurum.

Halbuki zekât, niçin meşru olmuştu? O, zenginle fakiri birbirlerine en metin mânevi bağlarla bağhyan, onları birbirlerine kaynaştıran, ısındıran ve adetâ birbirlerine nisbetle, oğul ile baba eden en mühim vasıta değilmiydi? Evet zengin tıpkı bir baba gibi kesesini açarak faki­rin ihtiyacını görecek, binaenaleyh bir muhtacın hacetini gördüğü için sonsuz bir gönül ve vicdan huzuruna kavuşacak; öte yandan onun zekâ­tını alan muhtaç da sevincinden parıl parıl yanan gözleri, bir evlâd mahcubiyetiyle kızaran yüzü ve bükük boynu ile adetâ canlı bir teşek­kür kesilecekti. Artık bu iki şahsın arasında ebedî minnet, muhabbet ve birbirlerine bağlılıktan başka bir şey tasavvur olunabilir mi? işte İslâmiyet'in istediği de bu idi.

İslâmiyet geçmişte bugünleri yaşamıştır. Neticenin ne kadar şâhâne ve göz kamaştırıcı olduğunu bugün tarihlerden öğreniyoruz. Fakat heyhât! Bugün İslâm'ın her Rüknü gibi bu rükn-ü rekini de hemen hemen tamamiyle ihmâle uğramıştır. Allah cümlemize intibalar nasîp eyle­sin.

3— Zekât sayesinde dilencilerin sayısı azalır. Bu suretle vukuat da azalır. Zîrâ karnı aç olan bir insan her cürmü irtikâp edebilir. Fakat karnı doydu mu, bunları yahut bunların ekserisini yapamaz.

4— Zekât bugün komünizm'den sakınmanın en büyük vasıtaların­dan biridir.

5— Zekât'ta İslâmiyet'i neşir ve Kelimetullâh'ı ilâ vardır. Bu hu­susta fakir canı ile, zengin de malı ile cihâda iştirak etmiş olurlar.

6— Zekât zenginleri cimrilik hastalığından korur.    Böylece onlar da felah bulanlardan olurlar.

Zekât ibâdetlerin en büyüklerinden, İslâmın beş temelinden biridir. Namaz, bedenen yapıldığı gibi, zekât da mâlen yapılan bir ibadettir. Ve adetâ namazın ikiz kardeşi gibidir. Kur'ân-ı Kerîmde tam seksen iki yerde namaz ile zekât beraber zikredilmişlerdir.

Zekâtın sebebi : Mal-ı mahsus yani hakikaten veya takdiren üreyen maldır.

Şartları : Zekâtın beşi mal sahibinde, üçü de malda olmak üzere sekiz şartı vardır. Mal sahibinde aranan şartlar: Hür, âkil, baliğ, müs-lüman ve borçsuz olmasıdır.

Malda aranan şartlar: Nisab-ı kâmil, malın üreyici olması ve üze­rinden tam bir yıl geçmesidir.

Zekât hicretin ikinci yılında Ramazandan evvel farz kılınmıştır. Ve zarurât-ı diniyyeden ma'dûd, muhkem bir farizadır. Farziyeti, kitap, sünnet, ve icmâ-ı ümmetle sabittir. Binaenaleyh inkârı küfürdür.

Kitabtan Delîti: «Zekâtı verin.»     

«onların mallarından kendilerini temiz ve pâk edeceğin bir sadaka al.»

«Onların mallarında dilenci ile yoksul için malûm bir hak vardır.» gibi âyet-i kerîmedir.

Zekâtın farzıyetine ve İslâm'ın rükünlarmdan birisi olduğuna îcmâ-ı ümmet vardır.

Sünnetten delili ise : İslâmiyet'in beş şey üzerine kurulduğunu bildi­ren hadîs ile aşağıda görülecek hadîslerdir.[509]

 

621/481- «Ibni Abbas radıyallahü anA'den rivayet olunduğuna göre Peygamber Sallallahil aleyhi ve sellem,   Muaz'ı yemen'e    göndermiş. İbnİ Abbas hadîsi zikretmiştir- Hadîste şu da vardır:

Şüphesiz ki Allah onlara kendi mallarından bir sada­ka farz kılmıştır ki, bu sadaka zenginlerinden alınır da fakirlerine verilir.»[510]

 

Hadîs, müftefekun aleyh'dir. Lâfız Buhârî'nindir.

Hz. Peygamber {S.A.V.J'in Muâz (R.A.)\ Yemen'e göndermesi onuncu yılda idi. Nitekim Buharı (194—256) «Megâzî» nin sonun­da böylece zikretmiştir. Bâzıları dokuzuncu yılda Tebük gazasından ay­rılırken gönderdiğini, diğer bir takımları da Mekke'nin fethinden sonra sekizinci yılda gönderdiğini; ve Hz. Muâz'm orada Ebu Bekîr (R.A.) in hilâfetine kadar kaldığım söylerler.

Hadîs-i şerif «Sahîh-i Buhârî» dedir. Ve İbni Abbas (R.A.)'den rivayet edilmiş olup, lâfzı şudur:

«Peygamber SdllaMahü aleyhi ve sellem,   Muaz'e Yemen'e gönderdiği zaman ona dedi ki :

— Şüphesiz sen ehl-i kitap bir kavmin yanına gidi-yorsun. Binaenaleyh onları ilk davet edeceğin şey Allah'a ibadet olsun. Allah'ı tanıdılar mı, hemen kendilerine ha­ber ver ki, Allah onlara bir günle bir gecede beş vakit na maz farz kılmıştır. Bunu yaparlarsa, Allah'ın kendileri­ne mallarından zekâtı farz kıldığını haber ver. Zenginle­rinden alınacak, fakirlerine verilecektir. Eğer sana itaat ederlerse, onlardan al. Hem âlemin kıymetli mallarını almaktan sakın.»

«Zenginlerinden alınacak» tabiriyle ulemâ, zekâtı devlet re­isinin alacağına ve yerine o sarf edeceğine bu işi velev vekilleri vasıta­sıyla olsun, onun yapması lâzım geldiğine, zekâtını iyilikle vermiyen-lerden, zorla alması icap ettiğine istidlal etmişlerdir. Filhakika Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) maksadın bu olduğunu, zekât memurları göndermek suretiyle beyân buyurmuştur.

Bâzıları «fakirlerine verilecektir» ifadesinden, zekâtı yalnız bir sınıf muhtaçlara vermenin kâfi geleceğine istidlal ederler. Bâzıları da: «îhtimal fakirleri zikretmesi ekseriyetle zekât onlara verildiğinden-dir. Binaenaleyh hadîste zekâtın yalnız onlara verilmesinin kâfi gelece­ğine bir delîl yoktur. Caiz ki, fakir tâbirinden, kendisine zekât verile­bilecek herkes kasdedilmîş ola. Böylece miskin de bu. sözde dahil ol­muş olur.» derler.[511]

 

622/482- «Enes'ten rivayet olunduğuna göre, Ebu Bekir-i Sıddîk radıyallahü arih, kendisine (Bahreyn valisi bulunduğu sırada) şunu yazdırmıştır:

Bu, Resûlüllah Sallaîlahü aleyhi ve seîlem'ln müslümanlara farz kıldığı, Allah'ın da Resulüne emir buyurduğu zekât farizası (nüshası) dır.

Deveden her yirmi dört başta ve daha azında zekât koyundur. Her beş deve için bir koyun verilecektir. Develer yirmibeşe baliğ oldukta (yirmibeşten) ofuzbeşe kadar bir yaşını tamamlamış bîr dişi deve yavrusu; böylesi bulunmazsa bir yaşını tamamlamış erkek bîr deve yav­rusu verilecektir. Develerin sayısı (36'ya vardıkta) (45'e) kadar İki ya­şını tamamlamış dişi bir deve yavrusu (46)'ya baliğ olduğu zaman (60)'a kadar üç yaşım tamamlamış boğa - altı bir deve düvesi; (61) ol­dular mı (75)'e kadar dört yaşını bitirmiş bir deve düvesi; (76)'ya bâ-llğ oldular mı (90)'a kadar İki tane iki yaşını bitirmiş deve yavrusu; (91)'e vardıkta (120)'ye kadar iki tane üç yaşını bitirmiş boğa - altı de­vesi verilecektir.

Develerin sayısı (120)'yi geçtimi artık her (40) devede iki yaşını bitirmiş bir dişi yavru; her ellide üç yaşını bitirmiş bir yavru verile­cektir.

Sadece dört devesi olana o dört deve İçin zekât yoktur. Ancak sahi­bi dilerse o başka.

Koyunun mer'a İle beslenenlerinde Zekât; (40)'dan (120) koyuna ka­dar bir koyun; (120)'den ziyâde olursa (200)'e kadar iki koyun, (200)'den ziyâde olursa; (300)'e kadar üç koyun; {300)'den ziyâde olursa artık her yüzde bir koyun verilecektir. Bİr adamın mer'a ile beslenen koyunları kırk koyundan bir koyun noksan olsa, o koyunlara zekât yoktur. Ancak sahipleri arzu ederlerse o başka. Zekât endişesiyle ayrı hayvanlar bir yere toplanmaz. Toplu olanları da ayrılmaz. Malları ortak olanlar kendî aralarında farkı müsavat üzere birbirlerinden alırlar.

Dişleri düşmüş yaşlı hayvan ile gözü sakat olandan ve tekeden zekât olmaz; ancak zekât veren arzu ederse o başka.

Hâlis gümüşten; (200) dirhemde onda birin dörtte biri verilecektir. Gümüş; sadece (190) dirhem olursa ona zekât yoktur. Ancak sahibi ar­zu ederse o başka.

Bir kimsenin develeri dört yaşını tamamlamış, bir deve düvest İcâp edecek sayıyı bulsa da bu adamın mülkünde öylesi bulunmayıp; üç yaşını tamamlayanı bulunsa, o kabul edilir. Ve mümkünse berabe­rinde iki köyün veya yirmi dirhem de ver\r.

Bîr kimsenin zekâtı üç yaşında bir deve yavrusu îcâp edecek kadar olur da mülkünde üç yaştnda yavru bulunmayıp ,dört yaşında olanı bu­lunsa, (zekât olarak) dört yaşındaki kabul edilir. Ve zekât memuru kendisine iki koyun yahut yirmi dirhem iade eder.»[512]

 

Bu hadîsi Bubâri rivayet etmiştir.

Buhârî*â& bu zekât nüshasının başında besmele vardır. Hadîs-i şerifte zekâta sadaka denilebileceğine delâlet vardır. Zîrâ zekât yeri­ne daima sadaka kelimesi kullanılmıştır. Bâzıları zekâta sadaka deni-lemiyeceğinî İddia etmişlerdir.

«Resûlüllah Sallattahü aleyhi ve «eZZemln farz kıldığı» ifâdesinden bu hadîsin merfû' olduğu anlaşılmaktadır. Farz kılmaktan murâd: Onu takdir etmesidir. Çünkü asıl farziyyeti nassı Kur'ân'la sabittir. Nitekim «Allah'ın da Resulüne emir buyurduğu» cümlesiyle buna işaret olun­muştur. Yanı: Allahü Teâlâ zekâtı farz kılmış; onun nev'ilerini, cinsle­rini verilecek miktarını beyân etmesini Peygamber-i zîşânına emir bu­yurmuştur. «Her beş deve için bir koyun» ifadesiyle burada koyun veri­leceği tayin edilmektedir. Nitekim mezhep imamlarının kavli de bu­dur. Bâzıları «koyun yerine deve verilebilir, esasen zekât, malın cin­sinden olur. Burada mal sahibine merhameten bu kaidenin haricine çıkılmış ve koyun kâfi görülmüştür. Mal sahibi kendi ihtiyarı ile esâsa dönerse, ona bir şey denilemez» diyorlar.

bir yaşını bitirerek ikiye basmış olan deve yavrusuna derler. Asıl gebelik çağına eren devedir.böy­le bir devenin dişi yavrusu demektir. Lâfzın terkibinden yavrunun dişi olduğu anlaşıldığı halde, hadîs-i şerîfde ayrıca bir de  yani dişi sıfatının ziyâde edilmesi te'kid içindir. Hadîs yirmibeş deveden (35) deveye kadar bir yaşını bitirmiş de ikiye basmış bir dişi deve yavru­sunun zekât verileceğini ifâde ediyor ki cumhur ulemâ'nın mezhebi de budur. Vâkıâ Hz. Ali (R. A.)'dan (25) deveye beş koyun (26) deveye bir yaşını bitirmiş bir dişi deve yavrusu verileceğine dâir biri merfu* diğeri mevkuf iki hadîs rivayet edilmişse de bu hadîslerin merfu' olanı zayıf, mevkuf olanı da hüccet olarak kabul edilmediğinden, cumhur ulemâ bunlarla amel etmemişlerdir. Hattâ Süfyan-ı Sevrî (97—161): «Bu söz Hz. Ali'den rivayet edenlerin yaptığı bir hatâdır. Alt ise böyle bir sözü söylemekten çok daha fakîh bir zâttır» demiştir.

iki yaşını bitirip üçe basan erkek yavrudur. Dişisine derler. tâbirinin asıl mânâsı : «Sütlünün oğ­lu» demektir. Annesi henüz sütlü olduğu için yavruya bu isim verilmiş­tir. Bu tâbirden yavrunun erkek olduğu anlaşıldığı halde, yanma bir de «erkek» sıfatının ilâve edilmesi yukarda olduğu gibi, yine te'kid için­dir.

üç yaşını tamamlıyarak dörde basmış olan dişi devedir.

Erkeğine derler. Yaş itibarıyla binilmeyi ve çiftleşmeyi hak ettiği için kendisine bu isim verilmiştir. Zaten (boğa altı) denilerek bu­nun artık boğaya gelme çağında olduğuna işaret edilmiştir.

dört yaşını tamamlayarak beşe basmış olan devedir. «De­velerin sayısı 12Kyi geçti mi» tâbirinden murâd : 120'den bir veya da­ha fazlar olursa demektir. Nitekim Cumhur ulemâ'nm kavli de budur. Delilleri: Hz. Ömer (R.A.)'ın yazdığı zekât nüshasında «Develer 121 otursa onların zekâtı 129'a kadar üç tane bint-i îebündür» demiş olmasidir.

Hanefîlere göre : Deve sayısı 120'yi geçtimi zekât hesabı yeniden koyun ile başlar. Ve (125) devede iki hıkka ile bir koyun, (130)'da iki koyun ilâh., verilir.Delilleri: Resûlüllah (S.A.V.)'in Amr ibni Hazm (R.A.) ile'Yemenlilere gönderdiği mektupta : «Develerin sayısı (120) y! geçtiği zaman her ellide bir hıkka, her kırkta bîr bînt-î lebun verile­cek» ifâdesinden sonra «bundan daha az olurlarsa ,her beş baş İçin bir koyun verilecek» ibaresinin ziyâde edilmiş olmasıdır.

Hanefîler hadisin şâir kısımları ile amel ettikden maada bu ziyâ­de ile de amel ederler. Ashâb-ı Kiramdan Hz. Ali ile İbnİ Mes'ûd (R. Avhüma)'nm mezhebi de budur. Diğer üç mezheb imamlarına göre ise deve sayısı (121) oldukta üç tane bint-i lebun vermek icâp eder. Develer (130) oldu mu artık vacip değişir ve her (40) devede bir bint-i lebun; her (50) de bir hıkka vermek lâzım olur1.

Hadîsimizin birkaç yerinde görülen «ancak sahibi dilerse o başka» şeklindeki istisnalar, istisnâ-i münkatı'dırlar. Bunlar üst taraflarında geçen «sadaka yoktur» sözünden, mutlak surette sadaka yoktur; yani nafile de verilemez mânâsı tevehhüm olunmasın diye yapılmışlardır. O halde mânâ şöyle olur: Evet bu miktara zekât farz değildir. Lâkin mal sahibi dilerse nafile sadaka verebilir.

Hadîsimizin zahirî, mezkûr hayvanların kendilerini vermeyi îcap ediyorsa da biraz ilerde görüleceği veçhile aynını bulamayanlar için bedelini vermek caizdir. Sonra gerek devede, gerekse koyun ve keçide zekât farz olmak için bunların sâime olmaları da şarttır. Koyunda sâ-ime olmanın şartını sadedinde bulunduğumuz hadîs-i şerif ifâde ediyor.

Devede ise ilerde gelecek Behz b. Behram hadîsindeki «develerin bütün sâime olanlarında» kaydından anlıyoruz.

Sâime'nin tarifi hususunda mezhepler arasında tafsilât vardır. Şöy­le ki:

Hanefîlere göre sâime : Sahibi tarafından kasten mer'aya götürü­lerek sütü, yavrusu ve yağı için orada senenin çoğunu otlamakla geçi­ren hayvanlardır. Eti için yahut binmek veya çift sürmek maksadıyla mer'ada güdülen yahut kendiliğinden mer'aya giderek otlayan hayvan sâime değildir. Binaenaleyh o hayvana zekât lâzım gelmez. Fakat ticâ­ret için otlatılırsa zekât lâzımdır. Senenin yarısını, yahut yandan fazla­sını yem ve alaf ile geçiren hayvana dahi zekât lâzım değildir.

Hanbelîlere göre de: Sâime'nin tarifi hemen hemen bu ise de, onlara göre hayvanın mer'aya sahibi tarafından kasden götürülmesi şart de­ğildir. Binaenaleyh hayvan kendiliğinden senenin ekserisini kırda otla-yarak geçirse yine zekât lâzımdır.

Şâfiîlere göre : Sâime, sahibi tarafından kendi malı olduğunu bile bile mubah olan mer'ada bütün sene otlatılan yahut çobana güttürülen develerdir. Eu şartlardan biri bulunmazsa hayvan sâime sayılmaz.

Mâlikîlere göre : Zekât farz olmak için hayvanın sâime olması şart değildir.

Sığır ve manda için hadiselerde «sâime» kaydı yoksa da onlar da deve ile koyun kıyas olunmuşlardır.

«Üç yüzden ziyâde olursa artık her yüzde bir koyun verilecektir» {Hâresinden anlaşıldığına göre dördüncü koyun (400) tamamlanmadan veril miyecektir. Nitekim Cumhur ulemâ'nın mezhebi de budur. Fakat bir rivayette îmâm-ı Ahmed ibni Hanbel (164—241) ile bazı Küfe ulemâsına göre koyunların sayısı (301)'i buldu mu, dördüncü koyunu vermek farz olur.

Hadîste, «zekât endişesiyle ayrı hayvanlar bir yere toplanmaz; top­lu olanları da ayrılmaz» demliyor.

Toplama'nın mânâsı şudur : Üç kişinin ayrı ayrı kırkar koyunu ol­sa bunların her birine bir koyun zekât vermek îcâp eder. Eusuretlc üç koyun vermek lâzım gelirken, koyunlarım bir yere tepiayarak hepsi bir kişinin malıymış gibi gösterirlerse zekât memuruna bir koyun venn k-Ie zahiren vaziyeti kurtarırlar. Fakat onu aldatmış ve fukaranın hakkını yemiş olurlar. Onun için bu hile yasak edilmiştir.

Toplu olanları ayırmak da öyledir. Meselâ: İki kişiden her birinin müşterek bir sürüde (101)'er koyunu olsa, mecmuu (202) koyun eder ki, bunların üç tanesini zekât olarak vermek îcâp eder. Fakat açık gözlük eder de zekât memuru gelirken koyunlarını ayırırlarsa, her bi­ri bir koyun vermekle işin içinden çıkarlar. Arada fukaranın hakkından bir koyun yemiş olurlar. Binaenaleyh toplu olanları ayırmak da yasak edilmiştir.

Îbnü'l-Esîr (544—606) : «Bu bâbda işittiğim budur» demekte­dir. Hattâbî de göyle diyor : «Şâfîi, buradaki hitabın hem zekât top­layan memura hem de mal sahibine olduğunu söylemiş ve: Endişe de ikidir. Bir zekât malı az olacak diye zekât memurunun endişesi; biri de malım azalacak diye mal sahibinin endişesidir. Binaenaleyh bunların ikisine de zekât endişesiyle malın üzerinde toplama ve da­ğıtma gibi bir tasarruf da bulunmamaları emrolunmuştur; demiş­tir.»

Malları ortak olanların farkı biribirlerinden müsavat üzere almala­rına gelince: Bu mesele de şöyledir: Bir yerde karışık hayvan besliyen iki ortaktan birinin (40), diğerinin (30) sığırı olsa, zekât memuru (40) sığır için üç yaşına girmiş bir dana, (30) sığır için de iki yaşma basmış bir dana alacaktır. Fakat verilen bu hayvanlar üzerinde her iki ortağın şayi' hisseleri vardır. Ve o mal bir kişinin mülkü gibidir. Binaenaleyh üç yaşında danayı veren, arkadaşından onun kıymetinin yedide üçünü alır, iki yaşındaki danayı veren de arkadaşından dananın kıymetinin ye­dide dördünü alır.

«Müsavat» kaydı, şeriklerin kâr ve zararda ortak olduklarına delâlet eder. Ulemâ : ibaresinde kelimesinin nasıl okunacağı hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Ekseriyet bu kelimeyi    (mussaddık)    şeklinde   okumuşlardır.   Bu takdirde   aslı olup, tefa'ül babında ism-i faildir. Ve kelimenin te' si sâd'e kalbolunmuş ; sonra iki sad biribirine idğam edilmiştir. Bundan murâd : Mal sahibidir. Ve istisna zekât olarak verüemiyen hayvanların sonuncusu olan tekeye aittir. Yani teke keçileri aşmak için tahsis edil­mişse, kıymetli mallardan sayılır. Mal sahibi dilerse, kıymetli malını zekât olarak verebilir. Maamâfîh, istisna zekât olarak verilemiyen hay­vanların hepsine ait de olabilir. Ve bu hayvanların kıymetleri ortadan yukarı derecede oldukları vakit mal sahibinin bunlardan her birini ve­rebileceğini ifâde eder.

Bâzıları kelimeyi (musaddık) şeklinde yani şadı, şeddesiz okumuş­lardır.. Bu takdire göre mânâsı : Zekât memuru demek olur. Ve fuka­ranın menfaatini tâyin hususunda içtihad edebileceğine, onun âdeta fu­karanın vekili mesabesinde olduğuna delâlet eder. îstisna dahi zekât olamayan hayvanların hepsine aittir.

Bu izahat, koyunlarla keçilerin muhtelif yani kimisi sağlam, kimisi sakat ve keza bâzısı keçi, bâzısı teke olduğuna göredir. Şayet koyun­ların hepsi sakat, yahut keçilerin hepsi teke olursa, içlerinden birini ze­kât olarak vermek kâfidir. Yalnız Mâlikîlerden bir rivayete göre, ze­kât malı olabilecek gibi bir koyun satın alınır da o verilir.

Bu hadîste, koyun, deve, ve gümüşün zekâtları beyân edilmiştir. Sığır ile altının vesâirenin zekâtı ilerde görülecektir.

«Gümüş sadece (190) dirhem olursa ona zekât yoktur» ifâdesinden (191) veya (200)'e varıncaya kadar ondan yukarıki sayılarda zekât var­dır zannı hasıl olabilirse de, yersizdir. Çünkü (190) adedi burada yüz­den evvelki son ondalık olduğu için zikredilmiştir. Mefhum-u muhalifin maksûd değildir.

Dört yaşında bir deve vermek lâzım iken öylesi bulunmayıp, üç ya­şındaki bir yavru verilse, onunla birlikte iki koyun yahut onlar da bu­lunmazsa yirmi dirhem verilmesi o hayvanların arasındaki farkı dol­durmak içindir. Şâir yaşlar arasındaki farkın ne ile ödeneceği ihtilaflı­dır.

İmâm-ı Şâfü (150—204)'ye göre fark, dört ile üç yaş arasmdakinin aynıdır. Bâzılarına göre ziyâde veya noksana kıymet biçilir. Buna işaret eden Buhârî hadîsi ileride gelecektir.[513]

 

623/483- «Muâz ibni Cebel radıyalîahü anJvâen rivayet olunduğuna flöre. Peygamber Sallallahü aleyhi ve seUenı, kendisini Yemen'e gön­dermiş ve (Yemenlilerden) her oluz sığırda, bir yaşında erkek veya dişi bir dana; her kırkta, iki yaşında bîr dana zekât; ve her akil bâ-llğ (gayri müslim)'den bir dinar veya onun misli muMİr[514] kumaşı (cizye) almasını emretmiştir.»[515]

 

Bu hadîsi, Beşler rivayet etmişlerdir. Lâfız Ahmed.indir. Onu, Tir-mizî hasen bulmuş, ve vaslı hususundaki ihtilâfa işaret eylemiştir. Ibni Hibban ile Hâkim ise sahîhlemişlerdir.

İmâm-ı Tirmizî (200—279) bu hadîsi tahrîc ettikten sonra, şöy-3e demektedir: «Bâzıları bu hadîsi A'meş[516]'den o da Ebu Vail'den, da Mesruk'd&n işitmiş olarak, Peygamber (S.A.V.)'in Muâz'ı Ye-ıtîgn'e gönderdiğini ve kendisine «şöyle şöyle zekât» almasını emir bu­yurduğunu rivayet ettiler. En sahihi de budur» yani hadîsin Mesruk ta-rîkiyle Hz. Muâz (R. A.)'dan rivayeti en sahîh bir rivayettir. Tirmizî bu hadîsin mürsel olan rivayetini tercih etmiştir. Çünkü mevsul olan rivayetine itiraz vâkî olmuş ve: «Mesruk Muâz (R. A.)\ görmemiştir» denilmiştir. Maamâfîh bu itiraza cevap verilmiş ve: «Mesruk nesep iıibâriylp Hemdânİ olup, Yemen'lidir. Hz. Muaz'ın Yemen'de bulundu­ğu sırada o da Yemende idi. Binaenaleyh görüşmüş olmaları mümkün­dür» denilerek hadîsin muttasıl olduğuna hükmedilmiştir. Cumhur ule­mânın re'yi budur. Râvînin kendisinden hadîs rivayet ettiği zatla görüş­mesi mes'elesinde TirmizVmn de îmâm-ı Buhârî (194:—256) gibi gö­rüşmenin yüzde yüz tahakkukunu aradığı anlaşılıyor.

Hadîs-i şerîf sığır için zekât vermenin farz olduğuna ve nisabı­nın miktarına delildir ki, bu iki husus ulemâ arasında ittifâkidir. İbni Abdül'-Berr (368—463)  : «Sığırın zekâtı hakkında sünnet nıiktarın Muaz hadîsinde beyân edilmiş miktar olduğuna ve    müttefekım aleyh nisâb bu idiğine ulemâ arasında hilaf yoktur» demiştir.

Hadîste otuzdan aşağısı için zekât olmadığına da delâlet vardır. Bu­rada yalnız Zührî (—124) muhalefet etmiş ve: «deveye kıyâsen her beş baş sığır için bir koyun zekât verilir» demiştir. Fakat nisap kıyasla sabit olamaz. Çünkü ger'î bir miktardır. Bir de:«sığırın otuzdan aşağısına bir şey yoktur.»hadîsi buna muhaliftir.

Bu hadîs, her ne kadar meçhulü'Hsnad da olsa, Muâz hadîsinin mefhûm-u muhalifi onu te'yid etmektedir. Bu sebeple Cumhur ulemâ Zührî'mn re'ymi kabul etmemişlerdir.[517]

 

624/484- «Amr İbni Şuayb'tan, o da babasından,o da dedpsinden (radıyallahü anhüm) işitmiş olarak rivayet edilmişti. Demiştir ki: Resûlüllah SdllaJlahü aleyhi ve sellem :

— Müslümanların zekâtları su başlarında alınır; bu­yurdular».[518]

 

Bu hadîsi, İmâm-ı Ahmed rivayet etmiştir. Ebu Davud'un rivaye­tinde dahi : «Müslümanların zekâtları evlerinden başka bir yerde alınmaz» buyrulmuştur.

Ebu Dâvud (202—275)'un rivayeti de Amr ibni Şuayb'tandır. Nesâî (215—303) ile Ebu Davud'un yine Hz. Amr ibni Şuayb'dan rivâyet ettikleri bir hadîste :  

«Celeb[519] yok, ceneb[520] yok; zekâtları da yalnız evlerinde alınır» buyurulmustur. Yani zekât olarak ayrılan hayvanlar zekât memurunun ayağına gö­türülmeyecek; uzaklara memur aramaya gidilmeyecek, bilâkis ze­kât memuru mal sahibinin ayağına gelecektir. Bu bâbdaki hadîsler hep bu mânâya delâlet etmektedirler. îrnâm-ı Ahmed'in rivayeti yal­nız hayvanlara mahsus ise de Ebu Davud'un ki her türlü zekâta âmm ve şâmildir. Yine Ebu Dâvud, Câbir ibni Atîk'den merfu* ola­rak şu hadîsi tahrîc etmiştir :

«Size efkârlı bir kafile gelecek. Bunlar sîze geldimi, hemen kendilerine hoş-beş edin. Ve diledikleri şeylerle kendilerini başbaşa bırakın. Eğer adalet gösteririerse, kendilerinedir. Zuim ederlerse onun da cezasını kendileri çekerler. Siz onları razı edin. Zîrâ zekâtınızın tamamı on­ların rızâsı ile olur.»

Bu hadîs dahi, zekât tahsildarlarının mal sahiplerine geleceklerine, tahsildarlar mal sahiplerine zulüm bile etseler mal sahiplerinin onları razı etmeleri lüzumuna delâlet ediyor, tmâm-ı Ahmed İbni Haribel Hz. Enes ibni Mâlik (R. A.)'dan şu hadîsi rivayet eder :

«Enes demiştir kî: Ben-i Temîm kabilesinden bir adam geldi ve: Yâ Resûlâllah : Ben zekâtımı senin memuruna verdiğim vakit, Allah'a ve Resulüne karşı ondan beriyim  değil  mi? dedi. Resûlültah  Sattdltahü aleyhi ve sellem

— Evet, ecri de senindir. Ancak onu değiştiren mes'Uİdur; buyurdular.»

îmâm-ı Müslim (204—261)'in Hz. Câbir (R. A.)1 dan merfû'an tah-, rîc ettiği bir hadîs-i şerifte de; Çölde yaşıyan araplardan bir cemaatın Resûlüllah  (S.A.V.)e gelerek :  «Zekât tahsildarlarından bâzıları bize gelip zulüm ediyorlar» diye şikâyet ettikleri, Hz. Peygamber (S.A.V.)'în onlara:

 «Zekât memurunuzu razı edin.» buyurduğu zikrediliyor. Yalnız Sahîh-i Buhârî'de : 

«Borcundan fazlasını istiyen memura, mal sahibi fazla bir şey vermez» deniliyor. Binaenaleyh bu son hadîste yukarıdakiler arasında muâraza olduğu meydana çıkıyorsa da hadîslerin araları bulunur. Ve : «Fazla istese de, vermek îcâp eden hadîsler, zekât tahsildarının te'vil etmek suretiyle isteğine hamlolunur. Bu suretde tahsildar her ne kadar mal sa­hibinin nazarında zâlim de olsa, onun istediğini vermekle memurdur. Buhârî'de (fazlayı vermez) denilmesi zekât memurunun hiçbir te'vil yapmadan istediği zamana mahsustur.» denilir.[521]

 

625/485- «Ebu Hüreyre radtyallahü anft'den rivayet edilmiştir. De­miştir kî: Resûlüllah SdllaUahü aleyhi ve selîem:

— Müslümana kölesi ile atı için zekât yoktur; buyurdu­lar.»[522]

 

Bu hadîsi, Buhârî rivayet etmiştir.

Müslim'in rivayetinde : «köleden dolayı sadaka-i fıtırdan başka sadaka yoktur» buyrulmuştur.

Müslim'in rivayeti de Ebu Hüreyre (R. A./dandır.

Hadîs-i şerîf, kölelerle atlar için zekât verilmeyeceğine delildir ki, bu bâbda icmâ-î ümmet dahi vardır. Ancak bu icmâ' hizmet için alman kölelerle, binmek için beslenen atlar hakkındadır. Mer'a ile beslenen damızlık atlar için Hanefîlerden îmâm-ı Âzam ve Züfer'e göre zekât Verilir.Delilileri :   

«Mer'a ile beslenen her at için bir dinar, yahut on dirhem verilir»hadîsidir.

Bu hadîsi, Dâre Kutnî (306—385) ile Beyhakî (384—458) tah­rîc etmişlerse de zayıf bulmuşlardır. Bâzıları bu hadîs zayıf olduğu için «at'a zekât yoktur» diyen sahih hadîse muâaraza edemez de-mişlerse de mes'ele halife Mervan zamanında mevzubahis edilmiş; Mervan onu halletmek için sahâbe-i kiram ile müşaverede bulunmuştur. Bu müşavere neticesinde Ebu Hüreyre (R.A.) «Bir kimseye kölesi İle ati İçin zekât yoktur» hadîsini rivayet etmiş. Fakat Marvan orada bulunan Zeyd ibni Sabit (R. A.)'a dönerek: «Ne dersin yâ Ebâ Sâ-id?» demiş. Bunun üzerine Hz. Ebu Hüreyre'nin canı sıkılmış ve: «Şaşa­rım Mervan'a! Ben kendisine Resûliillah (S.A.V.)'in hadîsini rivayet edi­yorum. O: ne dersin Yâ Ebu Saîd diyor.» tarzında söylenmiş. Zeyd İse: «Resûlüllah (S.A.V.) doğru söylemiştir. Fakat O, at deyince gazinin atı­nı kasdetmiştir Afi üretmek isfiyen tüccara elbet o at için zekât lâzım­dır.» demiş. Mervan : «Ne kadar ne verecek » deyince: «Her at için bir dinar, yahut on dirhem» cevabını vermiştir.   

Zahirîlere göre ticâret için dahi olsa, ata zekât yoktur. Bunlara : «Ticâret malından zekât vermek bilicmâ' farzdır.» diye cevap verilmiş­tir.[523]

 

626/486- «Behz b. Hakim[524] radıyallahü anhüma'âan, o da ba­basından, o da dedesinden işitmiş olarak rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah Sattallahü aleyhi ve sellem :

— Her otlamakla beslenen devenin kırkında, bir adet iki yaşını bitirmiş deve yavrusu verilir, (ortak) Develer, he- sabi kesilerek ayrılmazlar. Kim bu yavruyu sevap kas-diyle verirse ecri kendisinindir. Kim vermezse, biz hem onu, hem de malının bir kısmını Rabbimizin ciddîbir hak­kı olarak çatır çatır alırız. Âl-i Muhammed için ondan hiç bir şey helâl değildir» buyurdular.[525]

 

Bu hadîsi İmâm-ı Ahmed, Ebu Davûd ve Nesâî rivayet etmiş; Hâ­kim sahîhlemiş; Şafiî ise onunla amel etmeyi sübut bulmasına talik ey­lemiştir.

Babımızın Enes (R. A./dan rivayet olunan ikinci hadîsinde deve sayısı (36) oldumu tâ kirkbeşe kadar bunların zekâtının bir bint-i lebûn (iki yaşını bitirmiş yavru) olduğunu görmüştük. Aynı hadîsten develer kırk olduğu zaman dahi bir bint-i lebûn verileceğini anlamak pek âlâ mümkündür. Maamâfîh buradaki hadîsin mefhum adedi, onu delil kabul edenlerce bile itibardan sakıttır. Çünkü Enes hadîsi mantûktur.[526] Mantûkun karşısında mefhum'a[527] itibâr yoktur.

İmâm-ı Şafiî (150—204): «Bu hadîsi, ilm-i hadîsin ehli olanlar sabit görüyorlar. Sabit olsa biz de onunla amel ederdik» demişür. îbni Hibban (—354) hadîsimizin râvîsi Behz hakkında : «Çok hatâ eder, eğer bu hadîs olmasaydı, ben kendisini mûtemed ravîler arasına alacaktım. Bu zât, hakkında Allah'a istihare ettiğim   kimselerdendir» diyor.

Hadîs-i şerif, hükümet reisinin zekâtı vermiyenlerden onu zorla ala­bileceğine delildir. Nitekim bu bâbda Hz. Ebu Bekir ile ashâb-ı kirâm'ın zekât vermiyenlerle mukâtele etmelerine bakarak icmâ' olduğu da rivâyet edilir. Böyle zorla alınan malın zekât yerine geçeceği, sahibinin zekât için niyeti olmasa bile hükümet reisinin niyeti bu bâbda kâfi ge­leceği, yalnız mal sahibi sevaptan mahrum kalacağı dahi, hadîsin de­lâlet ettiği ahkâmdandır.

Zekâtını kendi arzusuyla vermiyenden zekâtı cebren alındıktan maa­da malının bir kısmının da alınması ceza içindir. Maamâfîh bu ziyâde­nin mensuh olduğunu iddia edenler bulunduğu gibi, hadîste geçen «şatr» kelimesinin masdar değil, meçhul bir fiil-i mâzî olduğunu söyle­yenler de vardır. Bunlardan biri de musannif merhumdur, ve şöyle de­mektedir: «Behz, hadîsinde mal ile ceza verilebileceğine bir delil yoktur. Zîrâ : rivayeti şm'm zammı ile okunacak meçhul bir fiil-i mâzîdir. Yani o kimsenin malı ikiye, bölünür. Zekât tahsildarı muhayyer bırakılır. O da zekâtım vermediğine bir ceza olsun dîye, zekâtı iki parçanın en iyisinden alır.» «En-Nihaye» de şöyle der: Harbî dedi ki: râvi rivayetin lâfzında hatâ etmiştir. Rivayet Yan', malı İkiye bölünür... ilâh... dır». Fakat bâzılarına göre ha­dîsin bu rivayeti dahi mal cezasına delâlet etmektedir. Çünkü zekât, malın en iyisinden değil, ortasından alınır. Burada iki parçanın en iyi­sinden alması, sahibine ceza içindir. Hattâ îmâm-t Nevevl (631— 676): «Bu hadîs mal cezasına delâlet etmez» diyenlere şu yolda ce­vap vermiştir : «Madem ki zekât tahsildarı muhayyerdir; iki par­çanın en iyisinden alacaktır. O halde farz olandan ziyâde aldı de­mektir. Bu ise, mal cezasıdır». Zaten, «Bu hadîste mal cezası veri­lebileceğine delîl yoktur» diyen musannif merhum bile aynı dâvayı ispata çalışırken «zekâtını vermediğine bir ceza olsun diye» tâbirini kul­lanmak suretile bunun zımnen bir mâlî ceza olduğunu itiraf et­miştir. «Âl-i Muhammed için ondan hiçbir şey helâl değil­dir»'ifâdesi hakkında söz ilerde gelecektir.[528]

 

627/487- «Ali radıyallahü anh'âen rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüliah SaUaUahü aleyhi ve seUem :

— İki yüz dirhemin olur da üzerinden sene geçerse bunlar için beş dirhem (zekât) vardır. Yirmi dinarın olup da üzerinden sene geçmedikçe (altından) sana hiç birşey vermek lâzım gelmez. Bu miktarda ise, yarım dinar ver­mek İcâp eder. Artık daha ziyâdesi bu hesaba göredir. Üzerinden sene geçmedikçe hiç bir mala zekât yoktur.» buyurmuşlardır.[529]

 

Bu hadîsi, Ebu Dâvud rivayet etmiştir. Hadîs, hasendir. Merfu olup olmadığında ihtilâf edilmiştir.

Tirmizî'nin İbni Ömer (R. A./dan tahrîc ettiği bir rivayette : «Bir kimse bir mal elde ederse, üzerinden sene geçmedik­çe O mala zekât yoktur» buyrulmuştur. Bu hadîsin mevkuf ol­ması tercih edilmiştir.

Yukardaki Hz. Alî (R. A.) hadîsini îmâm-ı Ahmed ibni Hanbeî ile Nesâî de rivayet etmişlerdir. Hadîs Hz. Ali (R. A./dan iki tarîk ile rivayet olunmuştur. Bunlardan biri Âsim b. Zamre, diğeri El -Eârisû'l-Aver tarîkidir. İmâm-t Buhâri (194—256) bunlar hakkın­da : «Bence ikisi de sahihtir» der. Ebu Dâvud (202—275) bu hadîsi Eî-Hârisü'l-Aver'den merfu' olarak rivayet etmiştir. Yalnız bu rivâyette Kaydı yoktur. Bu kayıt için Ebu Dâ­vud «Bunu Ali mi söylüyor; yoksa Peygamber (S.A.V.)'e mi ref ediyor;bilmiyorum» demektedir. Yine bu rivayette : kaydı da vardır. Böylece Ebu Dâvud bu hadîsin bütü­nünün merfu' olup olmadığında ihtilâf bulunduğunu ifâde etmiştir. Musannif dahi «Et-Telhis* de onun malûl olduğuna tenbih etmiş ve illetini de göstermiştir. Lâkin Dâre Kutnî (306—385) hadîs'in son. cümlesini İbnî Ömer (R.A.)'âan merfu' olarak tahrîc etmiştir ki; lâfzı şudur :   «Üze rinden sene geçmedikçe bir kimsenin malında zekât yok­tur.» Yine Dâre Kııtni, Hz. Âîşe (R. Anha)'dsn. merfu' olarak şu ri­vayeti tahrîc etmiştir:

«Üzerinden sene geçmedikçe malda zekât yoktur.» Aynı hadîsin Hz. Âİşe (R. Anha)'dajı başka tarîkleri de yardır.

Hadîs-i şerîf gümüşün nisabının ikiyüz dirhem, altının ise yirmi di­nar olduğuna delildir. Bu cihet ittifakı ise de ulemâ dirhemin miktarın­da ihtilâf etmişlerdir. Çünkü Hz. Rcsûlüllah (S.A.V.) devrinde üç çeşit dirhem kullanılmıştır. Bunlardan birinci nevî : On dirhem; on miskal ağırlığında olanıdır. Yani bir dirhem bir miskal ağırlığındadır. İkinci nevî: On mirhemi altı miskal ağırlığında olandır. Üçüncü nevî: On dir­hemi beş miskal ağırlığındadır. Miskal ise: Hicaz Örfüne göre yirmi kı­rat ağırlığındaki tartıdır. Bir kırat beş arpa tanesi ağırlığı olduğuna gö­re, bir miskal yüz arpa ağırlığıdır. [530]

Görülüyor İd birinci nevi dirhemle, üçüncü nevi arasında yarı ya­rıya fark vardır. Bu sebebledir ki: Hz. Ömer (R. A.) haraç denilen arazi vergisini birinci nev'i dirhem üzerinden almak isteyince mükellefler bu­nu ağır bularak hafifletilmesini rica etmişlerdi. Hz. Ömer (R. A.) da zamanının hesap âlimlerini toplayarak bu dirhem işini yoluna koydu. Ve üç nev'i miskal adedini toplatarak üçe bölünce yedi miskal ağırlı­ğındaki on dirhemlik meydana geldi. Artık o gün bugün yalnız bu dir­heme itibar olundu. Vezin itibarıyla dinar ile miskal arasında fark yok­tur. îkisİ de yüz arpa ağırlığı tartılardır. Ve biribirinin müteradifidirler. Ancak Kemal ibni Hümam «Fethü'l-Kadîr-» de[531] miskal için ölçü­len miktar demiş, dinarın ise aynı miktardaki altın olduğunu beyân etmiştir.

Semerkand ulemâsına göre, miskal 96 arpa ağırlığında gelirse de îtibar Hicaz'ın miskaîinedir. «Bugünün tartıları ile : Bir dirhem = 3,207 gram; miskal = 4,81 gram; Kırat = 0,2004 gram; batman = 7,697 kilo gram; okka = 1,282 kilogramdır.

Uzunluk ölçülerinden : Merhale = 45480 metre; fersah = 5685 met­re; kulaç = 1,89 metre; arşın = 0,68 metre; endaze = 0,65 metredir».

Hadîs-i şerîf 200 dirhem gümüşün zekâtını, onda birin dörtte biri olarak göstermektedir ki, icmâ' da budur. «Artık daha ziyâdesi bu hesaba göredir» ifâdesinden maksad: Ziyâdenin de onda biri­nin, dörtte biri zekât olarak alınır demektir. Nitekim Hanefîlerden I mâ m ey n denilen Ebu Yusuf'la, Muhammedi'm, ve mezhep imamların­dan Şafiî'nin kavli bu olduğu gibi, Hz. Ali ile İbni Ömer (R. Anhüm') ün mezhebi de budur. Bu zevat, ilerde gelecek Câbir (R. A.) hadîsindeki:

 «Beş okiyyeden daha az gü-müş için zekât yoktur» ifâdesini herhalde yalnız bu miktar bulumursa mânâsına almışîardrr. Yoksa yanında altun veya gümüşten nisap miktarı bulunursa, bunun da ona katılacağında müttefiktir-ler.

Hadîsin, «yirmi dinarın olup da, üzerinden sene geçme-di'îca (altından dofeyı) sana bir şey vermek lâzım gelmez.» cümlesi, altunun nisabını bildirmektedir. Eu miktar al t una yarım di­nar zekât verileceğine göre hesap yine onda birinin dörtte biri demek­tir. Bu hadîs, madrup paralarla, külçe halinde bulunan altun ve gümüşlerin hepsine ânım ve şâmildir. Dâre Kutnî (306—385)'nin Ebu Saîd (R.A.)'dan tahrîc ettiği bir hadîste şöyle buyruluyor  :

okiyyeyi bulmadıkça gümüşlere zekât helâl değildir.» Yine Dâre Kutnî Hz. Câbir (R. A./dan   merfu'   olarak   şu   hadîsi tahrîc etmiştir :

«Gümüşün beş okiyyeden azında zekât yoktur.»

Altun hakkında ise, yalnız sadedinde bulunduğumuz Hz. Ali (R. A.) hadîsi vardır. Bu hususta îmâm-ı Şafiî (150—204) şöyle demiştir: «Resûliiflah Sallallahü aleyhi ve seîlem, gümüş için bir zekât takdir buyurmuş; bunun üzerine müslümanlar altundan da zekât almaya başlamışlardır. Bu, ya bize ulaşmıyan bir haberle, yahut kıyasla olmuştur.» İbni AbdiVl-Berr (368—463): «Altun hakkında haber-i vâhid rivayet eden mutemet râviler tarafından Peygamber (S.A.V.J'den hiç bir şey naklolunnaamıştir» demiş ve Ebu Dâvud {202—275) ile Dâre KutnVnin tahrîc ettikleri buradaki hadîsi zikretmiştir. Lâkin:

[532]Altün ile gümüşü biriktirerek onları Allah yolunda harcamayanlar.»

âyet-i kerîmesi altında da Allah'ın hakkı yani zekât olduğuna tenbîh buyurduğu gibi, Buharı (194—256), Ebu Dâvud, İbnii'l-Münzir, İlmi Ebi Hatim (247—327) ve İbni Merduyc'nm Hz. Ebu Hüreyre (R. A.) dan tahrîc ettikleri şu hadîs de altından zekât verileceğine delâlet eder :   

Peygamber (S.A.V.) :

— Haklarını ödemediği altunla gümüşü olan hiç bir kimse yoktur ki, bu mallar kıyamet gününde tabaklar haline getirilerek o kimse dağlanmasın; buyurdular». Bittâbî altun ve gümüşün hakkı zekâtı demektir. Bu bâbda daha birçok hadîsler vardır. Bunlar birbirlerini takviye ederler.

Bâzılarına göre zekât, farz olabilmek için altunla gümüşün halis olmaları şart ise de muteber olan kavle göre, karışık olan altunla gü­müşte hüküm eksere göredir. Meselâ : Bakır ile karışık altunun bakırı daha çoksa, o maden bakır hükmünde; altunu daha çoksa altun hük­mündedir. Başka mâdenle karışık bulunan altın ve gümüş o mâdene müsavi olursa mes'ele ihtilaflıdır.

Bâzılarına göre ihtiyaten zekât vermek îcâp eder. Diğer bazıların­ca zekât îâzım değildir. Hattâ «bu takdirde (2,5) dirhem zekât verilir.» diyenler bile olmuştur.

Hububata gelince : Beş vesk'ten[533] fazlasına zekât lâzım geldiğine İcmâ'-ı ümmet vâki olduğunu İmâm-% Nevevî (630—676) «.Müslim» şerhinde beyân etmiştir. İlerde gelecek Ebu Saîd hadîsi beş veskten az olan hurma ve hububata zekât olmadığım ifâde ederse de, bu hadîs te'vil edilmiş ve : «Bu az miktarda yalnız başına olursa zekât yoktur; beş vesk'e munzam olursa vardır» denilmiştir ki, bu te'vil de altın ve gümüş hakkındaki Hz. Alî ile İbni Ömer (R. Anhüm)'ün mezhebini takviye eder.

Hadîs-i şerîf üzerinden sene geçmedikçe mala zekât olmadığına da delâlet ediyor ki, cumhur ulemâ'mn kavli de budur. Ashâb-ı kirâm'dan ve tabiîn hazâratmdan bâzıları ile Dâvud-u Zahiri*ye göre sene geç­mek şart değildir. Bunlar «Hâlis gümüşte onda birin dörtte birini vermek lâzımdır» hadîsinin mutlak olmasıyla istidlal ederlerse de kendilerine : «Bu hadîs sadedinde bulunduğumuz ha­dîsle mukayyettir» diye cevap verilmiştir.

Vâkıâ Tirmizî'nin merfu' olarak rivayet ettiği, kısım hakkın­da : «Mevkuf olması müraccahtir» denilmişse de, bu bâbda içtihada mesağ olmadığından, rivayet yine de merfu' hükmündedir.

Hulefâ-î Râşîdîn hazâratmdan rivayet edilen sahîh eserler dahi bu­nu te'yid etmektedir. Binaenaleyh bir malın üzerinden sene geçti mi, efdâl olan hemen zekâtını vermektir. Filvaki lmâm-ı Şafiî ile Buhârî Hz. Âişe (R. Anha)'da.n merfu' olarak şu hadîsi tahrîc etmişlerdir : JÂI   V|[M   VU "lî'oLlI   oülili   » «Eğer bir mala sadaka karışırsa, onu helak eder.»

Bu hadîs hakkında İbni Teymiyye (661—728) «El- Münteka» adlı eserinde: «Bununla zekâtın ayn'a (eşyaya) taallûk ettiğine kail olanlar istidlal etmişlerdir» demektedir.[534]

 

629/488- «Alî radıyatlahü anh'den rivayet olunmuştur. Demiştir ki: — Koşulan sığırlara zekât yoktur.»[535]

 

Bu hadîsi, Ebu Dâvud ile Dâre Kutnî rivayet etmişlerdir. Müreccah olan bunun dahi mevkuf olmasıdır.

Beyhakî (384—458) : «Bu hadîsi Nüfeylî Züheyr'den. merfu' ve­ya mevkuf olduğu şüpheli olarak rivayet etmiş» demişse de, mu­sannif aynı hadîsi şu lâfızlarla rivayet etmiştir:

«Koşulan sığırlar için bir şey yoktur.»

Yine bu hadîsi Musannif kitabımızdaki lafzıyla İbnî Abbas (R.A.) dan rivayet etmiş ve onu Dâre Kutnî'nin tahrîc ettiğini söylemiştir. Fakat bu rivayetinde metruk bir râvî vardır. Dâre Kutnî (306—385) onu Hz. AIİ ve Câbir (R. Anhüma)'da.n da rivayet etmiştir.Yalnız lâfzı şöyledir : «Çift süren sığrrlar İçin sadaka yoktur.»   Beyhakî bunun isnadını zayıf bul­muştur.

Hadîs-i şerîf, koşulan sığırlar için zekât verilmiyeceğine delîldir. Hadîsin zahiri mutlak olduğundan, mer'ada otlamakla geçinen sığır­larla, evde yem ve a'Iâf ile beslenenlerin hepsine şâmil görünüyorsa da, koyun ve develerin yalnız otlamakla beslenenlerinden zekât alına­cağı hadîslerde beyân olunmuş; sığırların hükmü de onlara kıyasla anlaşılmıştır.[536]

 

630/489- «Amr ibnî Şuayb'dan, o da babasından, o da dedesi Abdul­lah îbnî Amr'dan (radıyattahü anhüm) işittiğine göre Resûlüllah SaTlaUahü aleyhi ve sellem :

— Her kim malı olan bîr yetime velî olursa, onun için ticâret yapsın. O malı sadakanın yemesine meydan Vermesin;  buyurdular.»[537]

 

Bu hadîsi, Ttrmizî ile Dâre Kufnî rivayet etmişlerdir. îsnadı za­yıftır. Hadîsin Şafiî nezdinde mürsel bir şahidi de vardır.

isnadının zayıf olmasına sebep : Tirmizî'nm rivayetinde râviler arasında El - Müsrnna b. Es'Sabbah'm, Dâre KutnVnm rivayetinde de, Mündel b. Ali'nin bulunmasıdır. Bu zâtların ikisi de zayıfdjr. Bundan maada Dâre Kutnı'nin rivayetinde El-Azremî de vardır ki, metruktür. Ancak Amr hadîsi'nin mürsel olan, bir şahidini    îmâm-

Şafiî (150—204) rivayet etmiştir. Bu hadîsin lâfzı şudur:

«Yetimlerin maMan hak­kında onları zekâtın yememesini isteyin.»

Bu hadîsi, Hz. Şafiî, îbni Güreye rivayetinden mürsel olarak tahrîc etmiş ve onu te'kid eylemiştir. Zîrâ mutlak surette zekâtı icâp eden hadîsler sahîh olup, âmdırlar. Amr ibni Şuayb hadîsinin bir misli de Hz. Enes, ibni Ömer ve Ali (R. A ./dan mevkuf olarak rivayet olunmuşdur.

Dâre Kutnî Ebu Râfî' (R. A./dan şu hadîsi tahrîc etmiştir : «De­miştir ki : Ebu Râfi' oğullarının Hz. Ali nezdinde malları vardı. Ali bu malları kendilerine verdiği zaman, onları azalmış buldular. Bir de onları zekâtları ile beraber hesap edince baktılar kî mallar tamdır. Bunun üzerine Ali'ye geldiler. A'i onlara : «Sîz benim yanımda zekâtını vermiyeceğîm mal olacağını mı  zannederdiniz? dedi.»

lmâm-ı Mâlik (93—179)'in «El-Muvatta?, da Hz. Âişe (R.Anha) dan tahrîc ettiği bir hadîste, Hz. Âişe (R. Anfta/nın baktığı yetimlerin zekâtlarını verirdiği zikredilmektedir. Bütün bu hadîsler sabinin malın­dan zekât verileceğini gösteriyor. Yalnız sabi henüz malından tasarruf edemediği için, zekâtım onun malından velisi verir. Cumhur ulemâ'nın re'yi budur.

İbni Mes'ûd (R.A.)'(lan bir rivayete göre, sabinin çocukluk zama­nındaki zekâtını kendisi, âkil baliğ olduktan sonra verir. İbnî Abbas (B. A.) ile ulemâdan bâzılarına göre, sabinin malından yalnız öşür ve­rilir. Şâir zekâtlar verilmez. Hanefîlere göre de sabinin malından zekât vez'ilmez. Yalnız mehr ve nafaka gibi kul hakları ile öşür ve sadaka-i fıtr verilir. Çünkü bunlarda nafaka mânâsı vardır. Bu sebeple kul hak­kı hükmündedirler .Zekât ise mahz-ı ibâdettir. Sabilerle deliler böyle hâlis ibâdetlerle mükellef değillerdir.[538]

 

631/490- «Abdullah ibni Ebi Evfâ radıyallahit anhüma'âan rivayet edilmiştir. DemişîîrJti: Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem, kendi­sine bir kavm zekâtlarını getirdiği zaman :

— Allah'ım bunlara salât eyle; derdi.»[539]

 

Hadîs, müttefekun aleyh'dir.

Resû!-ü Ekrem (S.A.V.) efendimiz bu duayı Teâlâ hazretlerinin :

«Onlarm  mallarından. kendilerini temiz pak edeceğin bir sadaka al[540]...» âyet-i kerîmesine imtisâlen yapmıştır. Zîrâ bu âyet-i kerîmenin devamında «onlara salât da eyle» buyruluyor.

Hz. Fahr-i Kâinat (S.A.V.) de emri aynı lâfızla îfa etmiş ve:  «Yâ Râb, fülân oğullarına salât eyle» demiştir. Bâzı rivayetlerde onlara bereket duasında bulunduğu zikrolunur. Nitekim Nesâî'nin tahrîc ettiği bir hadîste, ResûlülJah  (S.A.V.)'in zekâtını gönderen bir adam hakkında: «Yâ Rabbi buna ve ehline bereket ver» buyurduğu zikrolunuyor. Zahirilerden bâzıları bunun îmâmü'I-Müslîmine vacip olduğuna kaildirler. Onlar vücûbu âyet­ten çıkarmak isterlerse de kendilerine cevaben: «vacip olsa, Hz. Peygamber (S.A.V.) onu zekât tahsildarlarına öğretirdi. Öğrettiği nakl ve ri­vayet edilmediğine göre, buradaki emir Resûlüllah (S.A.V.)'e mahsus olduğuna hamledilir» denilir. Bu hadîsle bâzıları Peygamberlerden baş­kasına da Salât-ü selâm edilebileceğine de istidlal ederler. Fakat tmâm-ı Mâlik bunu mekruh addetmiştir. Hattâbî (319—388) der ki: «Salât, aslen duâ demektir. Ancak kendisine duâ edilen şahsa göre deği­şir. Meselâ: Peygamber (S.A.V.)'in ümmetine salâtı, onlara afv-ı mağfi­ret duâ etmesidir. Ümmetinin ona salâtı, onun Allahü Zülcelâl'e daha yakın olmasına duadır. Binaenaleyh başkasına bu duayı yapmak lâyık değildir».[541]

 

632/491- «Ali   radıydllahü anhJden  rivayet edildiğine göre, Abbas radıyaUahü anh, Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem'e, zekâtını farz olmazdan önce verip veremîyeceğini sormuş; Resûlüllah Saîlalldhü aleyhi ve seîlem, kendisine bu hususta ruhsat vermiştir.»[542]

 

Bu hadîsi Tirmîzî ile Hâkim rivayet etmişlerdir.

Aynı hadîsi, Eshâb-i Sünen, lmâm-ı Ahmed ibni Haribel ve Bey-haki de rivayet etmişlerdir, lmâm-ı Tirmizi (200—279) : «Bu bâbda İbni Abbas'dan da rivayet vardır.» dedikten sonra şu malûmatı veriyor: «Ehî-i ilim zekât farz olmazdan Önce verilebilir mi, verilemez mi meselesinde ihtilâf etmişlerdir. Ulemâdan bâzıları verilemiyeceğine kaildirler ki, Süfyan'm mezhebi budur. Ekser ulemâ ise: zekâtı farz olmazdan önce vermek caizdir; derler.»

Beyhdfâ diyor ki : «Şafiî : Peygamber (S.A.V.)'in farz olmazdan önce Abbas'm zekâtını ödünç olarak aldığı rivayet olunuyor. Fakat bu, sâbitmi'dir, değil mi'dir, bilmiyorum; dedi». Yine BeyhaM ŞâfiVnia bu sözü ile Hz. Ali (R. A.) hadîsini kasdettiğini söylüyor. BuhtûrVma. Hz. Ali (R. A J'dan tahrîc ettiği şu hadîs de babımızın hadîsini takviye etmektedir :   

Resûlüllah SallaUahü aleyhi ve seUem ;

— Gerçekten ihtiyacımız oldu da, Abbas'dan iki se­nenin zekâtını peşin aldık; buyurdular». Bu hadîsin râvileri sı­kadır. Yalnız münkatı'dır.

Hadîs-i şerif çeşitli tarîklerden muhtelif lâfızlarla rivayet olunmuş­tur. Bunların hepsi Peygamber (S.A.V.)'in Abbas (R.A.)'dan iki se­nelik zekâtını peşinen aldığına delâlet ederler. Yalnız bunu zekât olarak mı, peşin aldı, yoksa ödünç mü aldı? Bu bâbda rivayetler muhteliftir. İhtimal her ikisi de birden vâki olmuştur.

Bu hadîs, zekâtı farz olmadan vermenin caiz olduğuna delildir. Ve ekser ulemânın kavli de budur. Lâkin bunu yalnız mal sahibine mahsus görüyorlar. Vasi, veya velînin peşin zekât vermeye hakkı yoktur.

îmâm-ı Mâlik (93—179) farz olmazdan Önce mutlak surette ze­kât verilemiyecegine kaildir. Verilemez diyenlerin delîli  :

«Sene geçmedikçe zekât yoktur» hadîsidir. Nitekim şimdiye kadar görülen hadîsler de aynı mânâya de­lâlet ederler. Verilemez diyenlere cevaben : «Evet üzerinden sene geç­medikçe bir malda zekât farz olmaz. Fakat bu onun peşinen verilme­sine mâni değildir» denilmiştir. Bu zevat zekâtı namaza kıyas ederek: «Vaktinden evvel bir namazı kılmak nasıl caiz değilse, vakti gelmeden zekâtı vermek de öyledir.» demişlerse de buna da : «Nassm karşısında kıyasa îtibâr yoktur» diye cevap verilmiştir.[543]

 

633/492- «Câbîr radıyallahü anh'âen Resûlüllah SaUaUahü aleyhi ve seTtem'den işitmiş olarak rivayet edilmiştir kî. Peygamber SalUü-Jahü aleyhi ve seJlem :

— Gümüşün beş okiyyeden aşağısında zekât yokturv Devenin beş baştan aşağısına zekât yoktur. Yemişin de beş veskden aşağısında zekât yoktur; buyurmuşlardır.»[544]

 

Bu hadîsi, Müslim rivayet etmiştir. Müslim'in Ebu Saîd (R. A.)'âan olan rivayetinde : «Hurma ile hububatın beş veskden aşa­ğısında zekât yoktur» buyrulmuştur. Ebu Saîd hadîsinin aslı müt-tefekun aleyh'dir.

Bu hadîs-i şerîf şimdiye kadar mefhum adet şeklinde görülen bâzı nisabları mantûka çevirmektir. Zâten devenin nisabının beş, gümü­şün ikiyüz dirhem olduğunu yukarıda görmüştük. İkiyüz dirhem, beş-okiyye demektir. Yenilen şeylerin nisabı hakkında mantûk olarak bir şey geçmemiştir. Hüküm buradaki mefhum adetten anlaşılıyor. Zîrâ «beş veskden daha aşağısında zekât yoktur» buyrulduğuna göre beş veskde zekât olacağı mefhum nefîden anlaşılıyor. Hurma hakkında ise mefhum veya mantûk hiç bir şey geçmemiştir. îşte bu­radaki Ebu Saîd hadîsinden onun da hükmü anlaşılıyor.

Evsâk : Vesk'in cem'idir. Bir. vesk : 60 sa'dır. Bir sa' da dört müd'dür. Şu halde beş vesk : Ügyüz sa' eder. Müd hakkında Davudi şöyle diyor : «Bunun değişmiyen ölçüsü, avuçları pek büyük veya pek küçük olmayan bir adam avucuyla dört avuçtur». «Kâmusiy sahibi bu sözü hikâye ettikten sonra : «Ben bunu tecrübe ettim ve sahîh buldum» diyor.

Hadîs-i şerîf, gümüş, deve, hurma ve meyvalar beyân edilen mik­tarı bulmadıkça Allah'dan kullarına bir lütf-ü kerem ve bir tahfif ol­mak üzere onlardan zekât alınmayacağına delildir. Gümüş ile deve hakkında mes'ele ittif âkîdir.

Meyvalar hakkında ise aşağıdaki hadîsin muarazası sebebi ile ihti­lâf olunmuştur.[545]

 

635/493- «Salim b. Abdullah'tan,[546]  o da babası (İbnî Ömer) radıyallahii anhüma'dan, o da Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem'den işitmiş olarak rivayet edilmiştir ki; Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem :

— Semânın ve derelerin suladığı yahut kökleri suyu bulan (mahsulât) da öşür vardır. Âletlerle sulananlarda öşrün yarısı vardır; buyurmuşlardır.»[547]

 

Ebu Davud'un (yine Sâlim'den) rivayetinde : «Kökleri suyu bulan» yerine «kökleri ile suyu emen hurmada öşür; hay­vanla veya başka bir âletle sulananlarda öşrün yarısı vardır» buyrulmuştur.

Hattâ (319—388)'nin beyânına göre damarları ve kökleri ile suyu içen nebattır. Kökleri suyu bulduğu için böyle yer­yüzüne yakın su üzerine dikilen nebatlara bu isim verilmiştir.

Öşür : Onda bir demektir. Araziden çıkan mahsulün zekâtı budur.

Nadh : Aslında suyu serpmektir. Burada mecazen suyu serpmeye âlet ve vasıta olan deve, sığır ve insana ıtlak olunmuştur.

Ba'l yahut beul : Sulanmadan yetişen hurma, ağaç vesâir nebat­lar yahut sadece semadan yağan sularla ıslanan hurmalardır.

Sevânî : Saniyenin cem'idir. Su taşıyan hayvan ve insanlardır. Nadh'ın müteradifi ise de burada nadh bu kelimenin üzerine atfedil­diğine göre aralarında mânâca fark yar demektir. Ve sevâni'den murâd: Hayvanlardır nadh ise dolap vesaire gihi âletler veya insanlardır. Fakat bunların hepsinden maksad : Sulanması emek ve meşakkat istiyen nebatattır.

Hadîs-i şerif emek vererek sulanan nebatlar ile yağmur tarafından sulananların hüküm itibariyle birbirinden farklı olduğuna delildir. Bu­nun hikmeti meydandadır. Yani emek karşılığı olmak üzere Cenâb-ı Hak kullarına lütuf ve inayette bulunmuş ve bunlardan alınacak zekâ­tı emeksizce büyüyen nebatlardan alınanın yarısına indirmiştir. Yer­den çıkan mahsulün azına ve çoğuna zekât îcâp edeceği de bu hadîsin delâlet ettiği hükümler cümlesindendir. Hadîsimiz yukarda geçen Câbir ve Ebu Saîd (R. A.) hadîslerine muarızdır. Bu sebeple ulemâ hüküm hususunda ihtilâf etmişlerdir. Cumhur ulemâ'ya göre Câbîr ve Ebu Saîd hadîsleri bunu tahsis etmişlerdir.

Binaenaleyh mahsul beş vesk olmadıkça ona zekât, yoktur. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe (80—150) ile diğer bâzı ulemâya göre ha­dîsler arasında tahsis yoktur. Bilâkis hadîsin umûmu ile amel olu­nur ve yerden çıkan mahsulün azma da çoğuna da zekât vermek îcâp eder.

«Sübülü's-Selâm» sahibi Sananı burada îmâm-ı Âzam'ı haksız bularak şu mütâlâayı serdediyor : Diyor ki : «Hak birinci kavle zâhip olanlarladır. Çünkü Evsak hadîsi sahih bir hadîs olup. zekâtın ne miktar­da farz olacağını beyân için vârid olmuştur. Nitekim 200 dirhem hadîsi de aynı mânâ için vâriddir. Halbuki «gümüşte onda birin dörtte biri vardır» buyrulmuştur. Gümüşün azında da çoğunda da zekât vardır diyen bulunmamıştır. Hilaf yukarda gördüğümüz vecihle ancak gümüş az olup da nisab miktarını bulursa zekât lâzım olup olmadığı hususun-dadır. Çünkü «gümüşte onda birin dörtte biri vardır» hadîsi ancak bu cinste zekât farz olduğunu beyân için varid olmuştur. Fakat ne miktar olursa zekât îcâp edeceği 200 dirhem hadîsinin beyânına ha­vale edilmiştir. Buradaki «semânın suladığı şeylerde Öşür var­dır» hadîsi de öyledir. Yani bu cinste Öşür vermek îcâp eder demek­tir. Ne miktarda îcâp edeceği ise (Evsak) hadîsine havale edilir. Ha­dîsteki «beş vesktan aşağısında zekât yoktur» kaydı bunu daha da îzah ediyor. Sanki bu kayıt yalnız «semânın suladığı şey­lerde onda birin dörtte biri vardır» hadîsini umumu tevehhüm olunmasın diye vârid olmuştur. Sonra âmm ile hass tearuz    ederlerse burada olduğu gibi tarih bilinmediği takdirde hass ile amel edilir. Zira usulü fıkıh'daki akvalin en güzeli budur...» SanânVrân sözü burada sona erdi.

Mevzuu bahs mes'elede îmâm-ı Ebu Yusuf (113—182) ilo îmâm-ı Muhammed (135—189) de Cumhur ulemâ tarafınrladırlar. Bunlar taarruz karşısında hâss ile amel etmişler. îmâm-ı Âzam isp âmm ile amel etmiştir. Fakat unutmamalı ki, bu mes'elede de ih­tiyat îmâm-ı Âzava. tarafındadır.[548]

 

636/494- «Ebu Musa el-Eş'ârî ile Muaz radıyallahü anhüma'dan rivayet olunduğuna göre Peygamber Sallollahü aleyhi ve seUem ken­dilerine :

— Sadakayı şu dört sınıftan : Buğday, arpa, kuru üzüm ve hurmadan başka bir şeyden almayın; buyurmuş­lardır.»[549]

 

Bu hadîsi, Taberânî ve Hâkim rivayet etmişlerdir. Dâre Kufnî'nin Muaz (R. A.)'Ğan rivayetinde Muaz : «Acur, karpuz, nar ve kamışa gelince bunları ResûlüIIah (S.A.V.) afv buyurdu» demiştir.

Hadîsin isnadı zayıftır.

Yukardaki talimatı Hz. Peygamber (S.A.V.) Ebu Musa ile Muar (R. Anhüm) hazarâtını Yemen'e muallim olarak gönderdiği vakit ver­miştir.

Bu hadîsi, Dâre Kutnî (306—385) de rivayet etmiştir. Beyhâkî (384—458): «Bunun râvileri sıkadır; hadîs muttasıldır.» der. Tabe­rânî (260—360) Musa b. Talha tarikiyle Hz. Ömer (R. A./dan: «Re­sûlüIIah Salîallahü aleyhi ve seTlem : Zekâtı ancak şu dört şeyde mes-nûn kılmıştır» diyerek o dört şeyi saydığını rivayet ediyor. Onun için Ebu Zer'a (—264)  : «bu hadîs mürseldir» demektedir.

Hadîsimiz yenilen şeylerin yalnız bu dördünde zekât olduğuna sairlerinde olmadığına delildir. Ulemâdan Hasan-ı Basri (21—110) * Sevrî (97—161) Şa'bî (26—104), îbni Şîrîn (—110) ve bir rivayet­te îmâm-ı Ahmed ibni Hanbel (164—241) hazarâtmın mezhebi bu­dur. Bunlara göre mısır ve sâirede de zekât yoktur. Bu bâbda birde Amr ibni Şuayb hadîsi vardır ki, onda bu dört şeyden maada ibni Mâce nin rivayetinde mısır da zikredilmiştir. Fakat Dâre Kutnî'nın riva­yetinde mısır kaydı yoktur.

Musanmf bu Amr hadîsi hakkında : «Bu hadîs hiçtir» demiştir. Bu bâbda bir takım mürsel hadîsler de vardır. Bunlarda mısır kaydı var­dır. Onun için Beyhakî : «Bu hadîsler birbirini takviye ediyor» de­miştir. Maamâfîh mezkûr hadîsler herhalde kitabımız hadîsine muaraza edecek kuvvette olmadığından, îmâm-ı Şafiî (150—204) mısır'ı kıyas yolu ile zikri geçen dört şeye katmıştır. îmâm-ı TirmU zî (200—279) : «Bu bâbda yani sebzeler babında Peygamber (S.A.V.) den hiç bir şey sahîh olmuyor» demiştir.

Muhakkikîn-i   ulemâdan   Ebu Bekir ibnü'l-Arabî (468—543)  :

[550]» «Hasad zamanı onun hakkını verin» âyet-i kerîmesini tefsir ederken şöyle diyor : «Filhakika bu âyet-i kerîme Allah'ın zikrettiği şeylerde zekâtın vacip olduğunu ifâde etmektedir. Ulemâ bu hususta gerek eskiden, gerekse şimdi birbirine mübâyin ihtilâflar halindedir. Meselâ: îmâm-ı Mâlik'in: zekât yalnız azık ola­cak şeylerdedir; dediği rivayet olunur. Bundan ba§ka kavli yoktur. Şafiî'nin kavli de budur.

Ebu Hanîfe : «Yerden biten ve azık; yemiş, sebze olarak yenilen her şeyde zekât vardır» demiştir ki, yalnız meyvalar hakkında Ab-dülmelik İbnü'l-Mâcişun'un mezhebi de budur. îmâm-ı Ahmed'in müteaddit kavilleri vardır. Bunların içinde en zahir olanı ölçü­len şeylerde Ebu Hanîfe'nin kavli gibidir.

Ebu Hanîfe bu âyeti kendisine ayna ittihâz etmiş ve hakkı gö­rerek: «Allah yenilen her şeyde -azık olsun olmasın- zekâtı vacip kılmış­tır[551].» demiştir.«Semânın suladığı her şeyde öşür vardır» hadîs-i şerifinin umumu dahi EbuHanî-fe'nin delîllerindendir.. Bundan yalnız odun ve koru ot gibi şeyler müstesnadır ki, bunlar da hadîs ve kıyas ile beyân olunmuşlardır: «Ebu Musa ile Muâz hadîsinin beyân ettiği dört sınıftan başka hiç bir şeyde zekât yoktur.» diyenler, hadîsteki inhisarı hiç bir umum ve kıyasın bo­zamayacağına kaildirler. «El-Menâr» nam eserde şöyle deniliyor : «Bu dört sınıftan geriye kalan şeyler alıp almama hususunda ihti­yat yeridir. Kavî olan vech dörtten maadasından zekât alınmamak­tır.» San'ânî de aynı fikirdedir: ve «Beraet-i zimmet asıldır» kaidesi mucibince hareketi muvafık görmektedir.

Dâre Kutnî'nm Hz. Muaz'dan rivayet ettiği hadîsin isnad itibarıyla zayıf olması, râvileri arasında Muhammed ibni Abdullah el-AzramV-nin bulunduğundandır. Bu cihet Bülûğ'ül-Î.lerâm haşiyesinde töyle mu­kayyet ise de Dâre Kutnî'deki hadîs, Amr ibni Şuayb'öazı, o da ba­basından, o da dedesinden işitmiş olarak rivayet olunmaktadır.

Ceddi şöyle demiştir : «Abdullah İbni Am.-'a Toprağın ye*iştirdiğî bakla, acur, ve hıyar gibî şeyler soruldu. O da: bakliyatta zekât yok­tur; dedi.» İşte Muhammed ibni Abdullah El-Azramî'nin rivayeti budur. Hz. Muaz'm kitabımızdaki rivayeti için ise Musannif merhum : «Bu rivayette zaaf ve inkıta vardır.» diyor. Ancak bunun mânâsını ilk

hadîsin dört sınıf hakkındaki hasr ve kasrı ifâde ettiği gibi :

«Sebzeler de sadaka yoktur» hadîsi de anlatmaktadır. Sebze hadîsini   Dâre Kutnî Musa b. Talhâ ile Muâz (R. A.) 'tarîkinden nıerfu' olarak tahrîc etmiştir.

tmâm-ı Tirmizî, İsa b. Talha tarikiyle    Hz. Muaz (R. A./dan şu hadîsi tahrîc etmiştir :

Hz- Muâz Peygamber SaUah lahü aleyhi ve sellem'e mektup yazarak sebzeler -kî bakliyattır- hak­kındaki hükmü sordu. Resûlüllah (S.A.V.) : Onlara bir şey yoktur; buyurdular.» Tirmizî «Bu hadîsin isnadı sahih değildir. Bu bâbda hiç bir şey sahih olmuyor. Bu ancak Musa b. Talhâ tarikiyle Peygamber Sallallahil aleyhi ve sellem'den mürsel olarak rivayet olunuyor» de­mişse de Tirm.hi : Musa b. Talhâ âdil bir tabiîdir. Binâenaleyh mürselleri kabul edenler onun irsalini de kabul etmelidir. Sonra bu hadîs Hz. Ali ve Ömer (R. Anhümayda,n mevkuf olarak sabit olmuş­tur, ve merfu' hükmündedir» diyerek itiraz olunmuştur. Hazrâvât : Kile ile ölçülmeyen ve azık olmayan şeyler, yani sebzelerdir.[552]

 

638/495- «Sehl ibni Ebî Hamse[553] radıyattahü anh'öen rivayet edil­miştir. Demiştir ki :  Bize Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem :

— Hurmayı tahmin ettiniz mi hemen alın ve üçte bi­rini sahibine bırakın. Eğer üçte birini bırakmazsanız dörtte birini bırakınız; buyurdular.»[554]

 

Bu hadîsi, İbni Mâce müstesna Beşler rivayet etmiştir. İbni Hibban ile Hâkim onu sahînlcmişlerdir.

İbnü'l-Rattân (120—198)'nin beyânına göre hadîsin isnadında hâli meçhul bir râvi vardır. Lâkin Hâizim (321—405) : «Bu hadîsin sahih olduğuna müîteîekun aleyh şahid vardır ki, Ömer bunu emret­miştir.» diyerek Hz. Ömer (R.A.)'m bu bâbdaki emrine işaret etmek istemiştir. Filhakika Abdv/r-Rezzak (126—211), İbni Ebi Şeybe (—234) ve Ebu Ubeyd Hz. Ömer (R.A.)'m hurmayı tahmin edene «yiyecekleri kadarını ve yere düşanlerini kendilerine bırak» dediği­ni rivayet etmişlerdir. îbni Abdül-Ber (368—^-463) dahi Hz. Câbir (R. A./dan merfu' olarak gu hadîsi tahrîc etmiştir :

«Tahmin işini hafif tutun. Zîrâ yenilmişi, ezilmişi ve yenilecek gibisi vardır».

Hadîs-i şerifin mânâsı hususunda iki kavi vardır : Birinci kavle göre, öşrün üçte biri, veyahut dörtte biri sahibine bırakılacak yani ona îade edilecektir. îkinciye göre ise: Bu miktar, öşrü alınmazdan Önce sahibine bırakılacak sonra Öşrü alınacaktır. îmâm-ı Şafiî (150—204) : «Bunun mânâsı, alınacak öşrün üçte biri veyahut dörtte biri sahibine terk edilir. Bu miktarı akraba ve kom­şularına o dağıtır demektir.» diyor.

Bâzılarına göre mal sahibine kendinin ve ailesinin yiyeceği kadar bırakılır; bu miktar zaten tahmin edilmez; bakisi tahmin olunur. Bâ­zıları da : «En doğrusu Câbir hazretlerinin rivayetinde beyân olunanı yapmaktır.    Yani ağacın üzerinde ne kadar meyva    olduğunu tahmin ederken, işi biraz hafif tutmak ve öşrün dörtte biri veyahut üçte bir miktarını terk etmektir. Çünkü o miktar bazan hasad vaktine kadar yok olup gider de öşür lâzım gelmez» derler.

îbni Teymiyye (661—728) şöyle diyor : «Şüphesiz ki bu hadîs şeriat kaidelerine muafık olarak cereyan etmiş ve bundaki münâsip haller Peygamber (S.A.V.)'in «sebzelerde sadaka yoktur» ha­dîsine uygun düşmüştür. Zîrâ âdettir. Mal meydana gelince ondan mal rsahibi ve çoluğu çocuğu yerler. Ve biriktirerek uzun zaman bekletilme­si mümkün olmayan olgun yemişlerden konuya komşuya da yedirirler. İşte âdeten yenilen ve yedirilen meyvalar, biriktirilemiyen sebzeler mesabesinde tutulmuştur id, kişinin meyvasından yemesinin kaçınılmaz bir örf ve âdet olması da bu hakikati îzah eder. Çünkü yaş yemişlerden mutlaka insanın canı çeker ve onlardan mutlaka yer. Yememek nefsine güç gelir.»[555]

639/496- Atfa b b. Üseyd[556] radıyallahü tmh'den rivayet olunmuş­tur. Demiştir ki : Resûlüllah SaUdlîahü aleyhi ve seîîem; Hurma nasıl tahmin ediliyorsa, üzümün de öyle tahmin olunmasını ve zekâtının kuru üzüm olarak alınmasını emir buyurdu.»[557]

 

Bu hadîsi Beşler rivayet etmiştir. Hadîste inkıta vardır. Zîrâ Saîd îbnî Müseyyeb onu Attab'dan rivayet etmiştir. Halbuki, Ebu Dâvud :

«Saîd ondan işitmemiştir» diyor. Ebu Hatim (195 — 277) de : «Saîd İbnî Müseyyeb   den    sahih   rivayete    göre   Peygamber (S.A.V.) Attab'a emretmiştir» demektedir. Binaenaleyh mürseldir. Fakat Imâm-ı Nevevî ( 631 — 676) : «Bu hadîs mürsel de olsa imamların kavilleri ile kuvvet bulmaktadır» demiştir.

Hadîs-i şerif, meyva ve üzümün de tahmin suretiyle ölçülmesinin vücûbuna delildir. Çünkü râvinin «Resûlüllah (S.A.V.) emretti» deme­si Peygamber (S.A.V.)'in mutlaka emir ifade eden bir sîga kullandığı­nı gösterir .Emirde asıl olan vücûptur. Nitekim îmâm-ı Şafiî'nin mezhebi budur. Bâzıları buradaki emrin nedip için olduğuna kail­dirler, îmâm-ı Âzam Ebu Hanîfe'ye göre tahminen meyva Ölçmek caiz değildir. Ağaçtaki meyvanm tahmini; göz kararı ile ondan ne kadar hurma ve üzüm çıkacağını, bu hurma ve üzümler kurursa ne miktar kalacağını kestirmektir. Meyvayı tahmin için âdil bir kişi kâfidir. Zîrâ fâsıkın haberi kabul değildir. Bittabi bu işten anlama­sı şarttır. Çünkü bir şey hakkında bilgisi olmayanın o şey hakkın­da ictihad suretiyle rey beyânına selâhiyeti yoktur. Halbuki tah­min eden zât hâkim mesabesindedir. Kendi içtihadı ile amel edecek­tir. Peygamber (S.A.V.) Hayberiler'in hurmalarını tahmin için yalnız başına Abdullah ibni Revahâ (R. A.)\ gönderiyordu. Çünkü Hz. Abdul­lah bu bâbda selâhiyettar ve ehl-i içtihattan idi.

Ağacın üzerindeki meyve tahmin olunduktan sonra bir âfet gelse sahibine ödettirilmez. îbni Abdü'l-Berr (368—463) şöyle diyor: «Kendilerinden ilim bellenen ulemâ tahmin edilen meyvaya devşiril-mezden önce bir âfet gelirse, sahibine ödettirilmiyeceğine ittifak etmişlerdir.» Ağacın üzerindeki meyvanm ne kadar olduğunu tah­min etmek, mal sahibi tarafından bir hıyanet yapılmasın diyedir. Bundan dolayıdır ki, meyve tahmin olunduktan sonra azalsa, nok­sanlığı ispat için mal sahibinin beyyine getirmesi îcâp eder. Ancak beyyine getirebilecek bir sebep iddia ederse beyyine getirir. Aksi takdirde yeminle tasdik olunur.

Fukaranın hakkını muhafaza etmek, zekât tahsildarının yapı­lan tahmine göre öşür istemesi sahibinin o maldan yemek suretiyle istifade etmesi gibi şeylerde tahminin faydalanndandır. Tahmin mes'elesinde nass yalnız hurma ile üzüm hakkındadır. Bâzıları : «şâir meyvalar da bunlara kıyas olunur» demiş; bir takımları da : «hayır tahmin, yalnız nassan sabit olanlarda yapılır; diğer meyva-larda yapılmaz.» mütâlâasında bulunmuşlardır.[558]

 

640/497- Amr îbni Şuayb'tan, o da babasından, o da dedesinden (radıyallahü anhüm) İşitmiş olarak rivayet edilmiştir kî: Peygamber SaUaUahü aleyhi ve sellemJe bir kadın gelmiş; beraberinde kızı da varmış ve kızının kolunda altından iki tane bilezik de bulunuyormuş. Derken Resûlüllah SaUaUahü aleyhi ve -seMem kadına :

  Bunun zekâtını veriyormusun?; dîye sormuş. Kadın :

  Hayır; cevabını verince :

  Bunlara   karşılık kıyamet  gününde   Allah'ın   sana ateşten iki tane bilezik takmasına memnun kaiırmısın?; buyurmuşlar. Bunun üzerine kadın  : Derhal bilezikleri atmıştır.»[559]

 

Bu hadîsi Üçler rivayet etmişlerdir. İsnadı kavîdir. Hâkim onu Âîşe'den rivayet ederek sahîhlemiştir.

Peygamber SaUaUahü aleyhi ve seîlem'e gelen kadın Esma bintî Yezîd ibnî Seken'dir. Bu hadîsi Ebu Dâvud, Hüseynü'l-MuaUim'&en. rivayet ediyor ki, sikadandır. Ebu Davud'un bu rivayetinde «kadının bilezikleri çıkararak Resûlüillah (S.A.V.)'e verdiği ve : Bunlar Allah ve Resulünün olsun» dediği beyân ediliyor. Esma binti Yezld hadîsini îmâm- Ahmed îbni Hanbel de rivayet etmiştir. Vâkıâ Tirmizî ha­dîs hakkında : «îbni Lüheya tarîkinden başka rivayeti bilinmi­yor» demişse de doğrusu sahîh olmasıdır. Hâkim'in ve başkalarının tahrîc ettikleri Âişe hadîsinin lâfzı şudur :

«Atşe, Resûlüllah SalUUahü aleyhi ve sellem'ln yanına girdi. Re-sûl-Ü Ekrem, onun elinde gümüşten ma'mul bir takım halkalar gördü ve:

  Bu ne yâ Âişe? dedi. Âişe :

  Bunları sana ziynetlerleyim dîye yaptırdım yâ Resûlüllah; dedi. Bunun üzerine :

— Onların zekâtını veriyormusun?; dîye sordu:

  Hayır; cevabını verince :

— Ateş namına bunlar sana yeter; buyurdular.»    

Bu hadîs, için Hâkim : «İsnadı Şeyheyn'in şartı üzeredir» der.

Hadîs-i şerif, kadınların ziynetlerine zekât lâzım geldiğine de­lildir. Hattâ Zâhirîn'e bakılırsa, nisab bile aranmıyacağı zannolunur. Çünkü Resûl-ü Ekrem (S.A.V.), gördüğü bileziklerin zekâtını emredi­yor. Hâlbuki ekseriyetle bu kadar büezik beş okiyye etmez. Bu mes'ele-de dört kavi vardır:

1— Bu hadîsle amel edenler bilumum altun ve gümüş ziynetlerde zekât vardır derler.Ve bittabi nisabı doldurması şarttır.  Hanefîlerle selef-i sâlihîn'den bir cemâatin ve bir kavlinde îmâm-ı Şafiî'nin mezhe­bi budur.

2— Kadın ziynetlerinde zekât yoktur. îmânım Mâlik ile Ahmcd îbni Hanbel'in ve bir kavlinde îmâm-ı Şafiî'nin mezhebi budur. Bun­lar ziynetlere zekât verilmiyeceğini ifâde eden selef eserleri ile is­tidlal ederler.

3— Ziynetlerin zekâtı, onları emânet vermektir. Nitekim Dâre Kutnî'nin, Hz, Enes ve £smâ binti Ebİ Bekir'den bu bâbda rivayetleri vardır.

4— Ziynetlerde bir defa için zekât vardır. Bunu    Beyhakî Hz. Enes radıyallahü anh'âen rivayet etmiştir.

Bu kavillerin içinde delil itibarıyla en kuvvetlisi birincisidir. Çünkü zekâtın ziynetlerde de farz olduğunu bildiren bu hadîs sa­hihtir.

Ziynetlerin nisabı aynen altın ve gümüşün nisabı gibidir.[560]

 

641/498- «Ümmü Seleme r&dıydllahü anha'ûan rivayet edildiğine göre, kendisi altundan ziynetler takınırmış. (Hz. Ümmü Seleme diyor ki): Yâ Resûlüllah : Bu defîne (hükmünde) midîr? dedim:

— Zekâtını verirsen defîne değildir; buyurdular.»[561]

 

Bu hadîsi  Ebu  Dâvud ile Dâre  Kutnî rivayet etmişlerdir. Hâkim onu sahıhlemiştir. Hz. Ümmü Seleme (R. Anha)'mn «Bu defîne (hükmünde)  midir»

diye sorması acaba tehdit âyetine bunlar da dahil midir diye anlamak içindir. Tehdit âyeti şudur :

 [562] «Altunla gümüşü biriktirip,   Allah yolunda İnfak etmiyenleri elim bîr azapla müjdeleı.

Bu hadîs dahi bundan önceki gibi ziynetlere zekât lâzım olduğuna ve zekâtı verilen ziynetlerin defîne sayılmayacağına, binaenaleyh âyet­teki tehdidin onlara şâmil olmadığına delildir.[563]

 

642/499- «Semüratii'bnÜ Cündeb radıyallahü anhüma'âan rivayet edilmiştir. Demiştir kî: Resûlüllah SallaUahü aleyhi ve sellem : Bîze zekâtı, satmak için tasarladığımız maldan çıkarmamızı emrederdi.»[564]

 

Bu hadîsi Ebu Dâvud rivayet etmiştir. İsnadı leyyindir.

Çünkü Süleyman b. Semüra'mn rivayetidir. Bu zât, meçhuldür. Hadîsi Dâre Kutnî ile Bezzar dahi bu Süleyman'dan tahrîc etmiş­lerdir.

Hadîs-i şerîf, ticâret malında zekât vacip olduğuna delildir. Buna Teâlâ hazretlerinin: «Kazandıklarınızın helâlinden sarf edîn» âyet-i kerîmesiyle de istidlal ederler. Mücâhîd bu âyetin ticâret hakkında olduğunu söylemiştir. Hâkim'in tahrîc et­tiği şu hadîs dahi aynı hükme delildir:

«Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem :

— Devede, devenin zekâtı, sığırda, sığırın zekâtı, bez­de bezin zekâtı vardır; buyurdular.» Bez'den murâd: Manifatura­cıların sattığı basmalardır. Beyhdkî ile Dâre KutnVnin zaptından, anlaşılan budur. tbnü'VMunzir : «Ticâret malında zekât farz oldu­ğuna icmâ' vardır» diyor. Filvaki mezhep imamlarının bâzılarına göre şartlı, bâzılarına göre şartsız olmak üzere hepsine göre ticâret malında zekât farz olduğu gibi, fukahâ-I seb'a'ya ve cumhur ulemâ'ya göre de farzdır. Maamâfîh farz değildir; diyenler de bulunmuştur. Bun­lardan biri de «BiUûğü'l-Merâm*» şârihi Hind'li Nûrü'l-Hasen Han'dır. Bu zat hadîsimiz hakkında : «İsnadında meçhul râvi vardır. Binaena­leyh istidlale elverişli değildir. Şâir deliller dahi kendileriyle vücûp için istidlal olunacak vaziyette değildirler. îemâ iddiasının da söz gö­türdüğü aşikârdır. Mesele eht-i ilim arasında ihtilaflıdır» dedikten, son­ra bu mes'eleyi «El-Ravzatü'n-Nedîyye» adlı eserde tahkik ettiğini ve orada ticâret mallarına zekât verilmeyeceğini söylediğini yazıyor. Bizce bu sözler islâm'ın ruhunu anlayamamaktan ileri gelmiş kuru id­dialardır. Evet, hadîsimizin isnadında meçhul bir râvi vardır. Fakat bu zât hakkında hadîsi tahrîc eden îmam Ebu Dâvud ile El-Münzirî sükût etmişlerdir. Bunların sükûtu ise kendi îzahlan veçhile beğen­diklerine alâmettir. Üstelik aynı hadîsin isnadı için îbni Abâil'l -Berr hasendir demiştir. Binaenaleyh istidlale pek âlâ yarar. Hâkim' in sahîhlediği hadîs dahi merfu'dur.[565]

 

643/505- «Ebu Hüreyre radıyaJlahü emVden rivayet olunduğuna gö­re, Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem :

— Rikâzda beşte bir vardır; buyurmuştur.»[566]

 

Hadîs, müttefekun aleyh'dir.

Rikai'm hakikatini tâyin babında ulemânın iki kavli vardır.

1— Hîcaz'hlara göre : Rîkâz,   cahiliyet   zamanında, yani eskiden küffâr tarafından yere gömülen maldır.

2— Irak'lılara göre : Rikâz   mâdenler demektir.    İmâm-ı Şafiî, Mâlik ve Ahmed îbni Hanbel birinci kavli tercih ederler.   Onlarca mâden ile rikâz arasında fark vardır, ve mâden; Allah'ın yer içinde yarattığı bir cinsden olmayan altun, gümüş gibi şeylerdir. Rikâz ise cahiliyet devrinden kalmar-defînelerdir.

Hanefîler'e göre : mâden ile rîkâz birdir. Yani yeraltından çıkarı­lan mâdenlerle, küffar tarafından gömülmüş paralar arasında hükmen bir fark yoktur. Fakat mâdenlerle rikaz'dan alınan sadaka hakikî zekât değildir. Binaenaleyh, beşte bir olarak alınır. Tafsilât fıkıh kitaplarm-dadır.

Birinci kavli teyid eden delillerden biri îmâm-ı Buhân'nin Hz. Ebu Hüreyre (R. A./dan rivayet ettiği şu hadîstir :

«Hayvanın yaptığı zarar hederdir (ödettirilmez). Kuyu­nun hederdir; mâdeninki de hederdir. Rikâzda ise beşte bir vardır.» Bu kavle zâhip olanlar: «Mâden ile Rikaz bir olsa idi hükümleri de bir olurdu» diyorlar. Ancak îmâm-ı Şafiî (150—204) mâden sözünden yalnız altınla gümüşü kasdeder. Delili : Beyhâkî-nin tahrîe ettiği gu hadîstir :

«A$hab-ı Klrâm :  Rikâz nedîr yâ Resûlüllah? dediler. Resûlüllah SaUaîlahü aleyhi ve seüem :

— Yer yaratıldığı gün onun içinde yaratılan altın ile gümüştür; buyurdular.»

Yalnız bu tefsiri zayıf bir rivayet sayarlar. Eîmme-i selâse denilen Imam-ı Şafiî, Mâlik ve Ahmed İbni Hanbel hazarâtı «Beş okiyye-öen aşağısında zekât yoktur» hadîsiyle istidlal ederek altın ve gümüşte nisabı nazar-ı itibâra almışlar ve bunun onda birin* dörtte biri olacağına kail olmuşlardır. Zâten gümüş hakkındaki «gümüşte onda birin dorte biri vardır» hadîsi buna delildir.

Rikâzda ise onlara göre beşte bir vardır. Nisabta muteber değildir. Bu iki sınıf mâden arasındaki hüküm farkının hikmeti : Rikâz'ın me-şakkatsızca elde edilmesi, mâdenin ise ancak meşakkatla çıkarılması­dır.[567]

 

644/501- «Amr ibni Şuayb'dan, o da babasından, o da dedesinden (radıyallahü anhüm) işitmiş olarak rivayet edildiğine göre Resûlüllah SaUaUahü aleyhi ve seUem, bîr adamın bir harabede bulduğu define ti ak kında :

— Onu meskûn bir yerde buldu isen îlân et; meskûn olmayan bir yerde buldu isen onda ve rikâzda beşte bir

Vardır; buyurmuştur.»[568]

 

Bu hadîsi, İbni Mâce güzel bir isnadla tahrîe etmiştir.        

Yukarıki hadîsi îmâm-ı Şafiî, Ebu Dâvud, Hâkim ve Beyhakî de rivayet etmişlerdir. «Onda ve rikâzda beşte bir vardır» buyurulması gösteriyor ki bulunan şey bulanın mülkü olmuştur ve artık onun beşte birini vermek kendisine vaciptir. Köyde bulunana Hz. Sâri' Rîkâz dememiştir. Çünkü onu yerden çıkarmamış, sokakta giderken bulmuş olduğu anlaşılıyor. îmâm-ı Şafiî (150—204) ile ona tâbi olanlar Rikâzda iki şeyin şart olduğunu söylerler. Bunların birincisi cahilîyet devrinden kalmış olması, ikincisi kırda; bayırda bulunmasıdır. Şayet sokakta veya mescidde bulunursa Rikâz değil, lükata olur. Lükata : Yeryüzünde rastgele bulunan maldır. Ahkâmı, fıkıh kitapların­da îzah edilmiştir.

Bir kimsenin mülkünde bulunan mal o kimsenindir. Fakat : «Be­nim değildir» derse, bittabi onun değil ,o mülkü kimden aldı ise onun­dur. Böylece sahibi çıkıncaya kadar ondan ötekine mürâcât edilir du­rulur, îmâm-ı Şafiî'nin deîîli : Kendisinin Amr ibni Şuayb (R. A J'dan tahrîe ettiği bir hadîstir. Bu hadîsin ifâde ettiğine göre, bir adamın bir harâbezârda bulduğu define hakkında Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) şöyle buyurmuşlardır :

«Onu meskûn bir yerde veya sapa bir yolda bulduysan îlân et. Yok câhiliyet devrinden kalma bir harabede veya meskûn olmayan bir yerde bulduysan bu sefer onda ve Rikâzda beşte bir vardır.»[569]

 

645/502- «Bilâl ibni Haris[570] radıydUahü anh'den rtvâyet olundu­ğuna göre, Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve seUem; Kabeliyye mâde­ninden zekât almıştır.»[571]

 

Bu hadîsi, Ebu Dâvud rivayet etmiştir.

El-Münzirî : «Bu hadîs mürseldir. Onu Mâlik de «El-Muvatta» da mürsel olarak rivayet etmiştir» diyor. İbni Abdül-Berr dahi: «El-Muvatta» da da böyle bütün râvilerce mürseldir; demiştir. îmâm-ı Şafiî : «Bu hadîs, hadîscilerin ispat ettiği hadîslerden değildir. İs­pat etmiş bile olsalar, Resûlüllah (S.A.V.)'den onda yalnız mâdenleri çalıştırmaya vermesi vardır. Mâdenlerin beşte birine değil de, zekâtına âit bir şey onda Peygamber (S.A.V.)'den rivayet edilmemiştir» demek­tedir. «El-Muvatta» da Rabia tarikiyle ulemâdan birçok râvilerden rivayet olduğuna göre : «Peygamber (S.A.V.): Bilâl İbni Haris'e Ka-belİyye mâdenlerim çalıştırmaya vermiş ondan beşte bir almamış sade zekât almıştır» Beyhakî : «Mes'ele Şafiî'nin dediği gibidir» der.

Hadîs-i şerîf, mâdenlerde zekât farz olduğuna delildir. Fakat buradaki sadaka lâfzından beşte bir kasdedilmiş olmak da mümkün­dür. Birinci kavle îmâm-ı Ahmed ibni Hanbel ve diğer bazı ulemâ zâhip olmuş; başkaları ikinci kavli tercih etmişlerdir ki, bu kavi beşte bir vermenin vücûbudur.[572]

 

«Sadaka-i  F ıtır  Babı»

 

Fıtır, iftar demektir.Sadakanın fıtra izafe edilmesi, fıtır onun se­bebi olduğundandır. Sadaka-Î fıtır, orucun farz kılındığı sene vacip ol­muştur.[573]

 

646/503- «Ibnİ Ömer radtyaUahü anhilma'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûliiilah SaUaîlahü aleyhi ve seîlem; fıtır sadakasını kuru hurmadan veya arpadan müslümanların kölesinin hürünün er-keğlnln, kadınının, büyüğünün, küçüğünün üzerine bir sa' olarak farz kıldı, ve bunun cemâat namaza çıkmazdan evvel verilmesini emir etti.»[574]

 

Hadîs, müttefekun aleyh'dir.

îbni Adiyy ile Dâre Kutnî'nin başka bir vecihten zayıf bir is-nadla tahrîc ettikleri bir rivayette :

— Bugünde onları dolaşmaktan müstağni kılın; buyrulmuştur.

Hadîs-i gerîf, sadaka-i fıtınn vücûbuna delildir. Ulemâdan /s-hak b. Râhûye (168—238) : Sadaka-i fıtır bilicmâ1 vaciptir» demiş­tir. Maamâfîh Şâfiîyyeden bâzıları ile Dâvud-u Zahiri (202—270) 'ye göre sünnettir. Onlar hadîsteki «farz kıldı» ifâdesini «takdir etti» mâ­nâsına te'vil ederler. Fakat umumiyetle Şâfiîyye ulemâsına göre şadaîîa-i fıtırın iptidâ-i İslâm'da farz olup, sonra zekâtla neshedildiğini iddia ederler. Bunların delîli Kays ibni Ubade (R. A.)'âan rivayet olunan şu hadîstir :

«Resûlüllah SdUattahü aleyhi ve seMem, bize zekât âyeti inmezden önce sadaka-İ fıtır verme­mizi emretti. Zekât nâzif olunca artık bize emir veya nehyde bulunma­dı». Lâkin bu iddâ doğru değildir. Zîrâ evvelâ hadîs makbul değildir. Çünkü râvîleri arasında meçhul bir râvi vardır. Saniyen: Hadîs sahîh kabul edilse bile, nesh'e yine delâlet etmez. Çünkü Hz. Peygamber (S. A.V.)'in emretmemesi nesh edildiğini göstermez. Yani yeniden emret­memesi eski emrin hükmünü kaldırmaz.

Hadîs-i şerif, sadaka-i fıtırın zengin, fakir, büyük, küçük, ka­dın erkek, hür, köle bütün müslümanlara vacip olduğuna delildir. Bu bâbda Beyhâkî (384-458) Abdullah İbni Ebİ Salebe'den[575] yahut Sa'Iabetübnu Abdullah'dan    merfu' olarak şu hadîsi tahrîc etmiş­tir:

«Erkek veya kadın, küçük veya büyük, zengin veya fakir, yahut köle olan her insan için buğdaydan bir sa' verin, eğer (sadaka-î fıtri verilen kimse) zenginse Allah onu te­mizleyecektir. Fakirse, Allah kendisine, verdiğinden da­ha çoğunu İade edecektir.» Fakat Münzirî «Muhtasarü's- Sü­nen» inde: «Bu hadîsin isnadında Numan İbni Râşid vardır. Onun hadisiyle ihticac olunmaz» diyor. «Köle hiç bir geye mâlik değildir» diyenlerce kölenin sadaka-i fıtrmı efendisinin vermesi vaciptir. «Köle de mâlik olabilir» diyenlere, göre ise, sadakasını kendisinin vermesi îcâpeder. Keza karısının sadakasını kocası, hizmetkârının sadakasını efendisi, fakir akrabanın nafakasını, yakın akrabası ve­recektir. Çünkü Dâre Kutnî ile BeyhaH'nin zayıf bir isnadla tahrîc ettikleri bir hadîste şöyle buyrulmaktadır:

«Nafakasını verdiğiniz kimselerin sadaka-i fıtrini verin.» Bundan dolayıdır ki mes'elede ihtilâf edilmiştir. Hanefîler'den îmâm-ı Asam (80—150) ile, Ebu Yusuf (113—182) ve Cumhur ufemâ'ya göre küçük çocuğun fıtri kendi malından verilir. Ma­lı yoksa o zaman nafakası kime aitse o verir. îmâm-t Muhammed'le diğer ulemâ'ya göre malı olsun, olmasın küçüğün nafakasını velîsi ve­rir. Bâzılarına göre küçükler için asla sadaka-i fıtır lâzım değildir. 2îrâ bu sadaka oruçluyu kötü sözlerinden temizlemek ve fukaraya ye­mek olmak üzere meşru olmuştur. Küçüklere ise henüz oruç farz değildir. Fakat bunlara cevaben H. Ömer (R. A.) hadîsinde sadaka-İ fıtr'ın kü­çüklere de vacip olduğu bildirilmektedir. Binaenaleyh bu sarahat karşı­sında o delâlete itibâr yoktur denilir.

Hadîs-i şerifteki «müslümanlann» kaydı hadîs imamlarını bir hayli uğraştırmıştır. Çünkü bu ziyâde râvilerce müttefekun aleyha de­ğildir. Şu varki, âdil bir râvinin ziyadesiyle amel olunur. Hadîsimiz, sadaka-i fıtır vacip olmak için müslüman olmanın şartiyyetini de bildi­riyor. Binaenaleyh kâfir kendi nefsi için sadaka vermekle mükellef detir :

ğüdir; acaba müslüman 6ir kimse kâfir olan kölesi için sadaka-î fıtır verecek midir? Bu cihet ihtilaflıdır. Cumhur'a göre vermiyecektir. Ha-nefîlerle diğer bâzı   ulemâya   göre ise   verecektir. Delilleri şu hadîs:

«Kölesin-den dolayı müslümana sadaka-i fıtır d an maada hiçbir sadaka yoktur.» hadîsteki «Bunu cemâat namaza çıkmazdan evvel verilmesini emretti» cümlesi sadaka-İ fıtır'ı bayram namazından önce vermenin lüzumuna delildir. Binaenaleyh bayram namazından sonra verilirse, bu sadaka fıtır sadaka-sı olmaktan çıkar; şâir nafile sada­kalar gibi olur. Bunu îbni Adiyy'in rivayeti de te'yid ediyor. Bu rivayet yine Hz. Abdullah ibni Ömer (R. Anhüma)'dan olmakla be­raber isnadca zayıftır. Çünkü râvileri arasında Muhammed b. Öme-re'l-Vâkıdî vardır ki bu zât hakkında îmâm-ı Buharı : «Metruk­tür» demiş. İmâm-ı Ahmed ibni Haribel İse onu yalancılıkla itham etmiştir! îbni Adiyy'in rivayetinde: «Fakirleri bugünde (yani bayramda) sokaklarda dolaştırıp, yiyecek aratmayın» buy-ruluyor ki, onları bu halden kurtarmak ancak kendilerine namazdan önce sadakayı fıtri vermekle olur.[576]

 

648/504- «Ebu Saîd radıyallahü anh'âen rivayet olunmuştur. De-mîştir ki: Biz Peygamber Salîalîahü aleyhi ve sellem, zamanında sa­daka-i fıfırı ya yiyecekten bir sa', yahut kuru hurmadan bir sa', veya arpadan bir sa' veyahut kuru üzümden bir sa' olarak verirdik».[577]

 

Hadîs, müttefekun aleyh'dir.

Bir rivayette : «Yahut kuru sütten bir sa'» denilmiştir. Ebu Saîd; «Bana gelince ben onu hâlâ Resûlüllah (S.A.V.) zamanında çıkarıp verdiğim gibi vermekteyim; dedi.» Ebu Davud'un rivayetinde: «Onu ebediyen bîr sa'dan başka vermem» demiştir.

Ekıt ; Kurutulmuş süt demektir. Ahterî'ye göre Keş denilen şey­dir ki, kurutulmuş yoğurttur. «LSübiMü's-Selâm» sahibi burada şun­ları söyler : «Zikrolunan şeylerden bir sa' vermenin vacip olduğun­da ihtilâf yoktur. Hilaf ancak buğdaydadır. Zîrâ îbni Huzeyme (223—311)'nin Süfyan tarikiyle İbni Ömer'den rivayet ettiğine göre Mu-avîye halîfe olunca nâs yarım sa' buğdayı bir sa' arpaya denk tut­maya başladılar. Çünkü buğday hakkında bir sa' verilir diye bir nass yoktur.»

«Ebu Saîd taamdan buğdayı kasdetmiştir» diyenlerin sözünü ise Musannif «Fethü'l-Bârî-» de tahkik etmiş ve sahîh bulmamıştır. îbnü'h Münsir: «Buğday hakkında Peygamber (S.A.V.)'den sabit ve mûtemed bir haber bilmiyoruz.» diyor. «O zaman Medîne-T Münevvere'de buğday az bulunurdu. Sahabe zamanında buğday çoğalınca buğdaydan yarım sa'm bir sa' arpa yerini tutacağı kanâatına vardılar. Onlar müctehid-dirler. Binaenaleyh onların kavli bırakılıp da başka bir kavle ancak kavi onlara denk bir zâtın ise, o zaman gidilir. Şüphesiz ki Ebu Saîd onlara muhalefet etmiştir» diyerek hadîsteki Hz. Ebu Said'in sözünü gösteriyor. Bundan sonra da Ebu Saîd kıssasına geçiyor. Kıssa şudur: Hâkim'in beyânına göre: «Ebu Saîd (R. A./in yanında Ramazan sa­dakası zikredilmiş. Ebu Saîd demiş kî : Ben ancak Resûlüllah (S.A.V.) devrinde vermiş olduğum hurmadan bir sa', yahut buğdaydan bir sa', yahut arpadan bîr sa' veya Keş'ten bir sa' olan sadakayı veririm». Bunun üzerine cemaattan biri kendisine : «Yahut buğdaydan iki M üt (yarım sa' yani 520 dirhem) değil mi? demiş. Ebu Saîd (R.A.): «Ha­yır. Bu Muaviyye nîn yaptığı bir iştir. Ben onu kabul edemem, ve onunla amel eyfeyemem; demiştir.» Lâkin îbni Huzeyme : «Ebu Saîd kıssasmdaki buğday zikri mahfuz olmayan bir şeydir. Bu vehmi ki­min yaptığını bilmiyorum» demektedir. Nevevî (631—676): «Sada­ka-i fıtır buğdaydan iki Mut'tur diyenler Muaviye'nin kavli ile amel etmiştir» diyor.

Yine «Sübülü's-Selâm-» sahibi 8<m*âni burada itiraza mecal gö­rerek şunları söylüyor: «Burası söz götürür. Çünkü Muaviye'nin işi bir fiil-i sahâbîdir. Halbuki kendisine bu mes'elede Ebu* Saîd ile sohbeti Muaviye'nin sohbetinden daha uzun, Resûlüllah'ın hâlini ondan daha iyi bilen sahâbe-i Kiram muhalefet etmişlerdir.» Bizzat Muavîye burtu böyle gördüğünü Peygamber (S.A.V.)'den işitmediğini tasrih etmiştir. Nitekim Beyhakî'nin «Es-Sünen-» de tahrîc ettiği şu Ebu Saîd ha­dîsinden de anlaşılır: «Muaviye hacc veya ömre için gelmişti. Cemaata minberden bir konuşma yaptı. Onlara söylediklerinin arasında şu da vardı: «Ben Şam buğdayından iki Mut'un bir sa' hurmaya muadil ola­cağı fikrindeyim.» Bunun üzerine bu kaville amel etliler» Ebu Saîd ise:

«Bana gelince ben sadakayı Peygamber zamanında verdiğim... İlâh...»

elemiştir. Bu ise bu fikrin Muaviye'nin re'yi olduğunu ifâdede sarihtir. BeyhaM bu bâbdaki hadîsleri serdettikten sonra şöyle der : «Pey­gamber (S.A.V.)'den «sadaka-î fıtır» için buğdaydan bir sa' verileceği­ne dair haberler varid olduğu gibi, yarım sa' verileceğine dair de ha­berler vârid olmuştur. Ama bundan hiç bir şey sabit olmuyor»

Biz deriz ki, buğdaydan yarım sa' verilir diyenler Hanefîler'dir. Diğer mezhep imamlarına göre buğdaydan da bir sa' verilir. Fakat bu hususta hakiki neticeye varmak için Hanefîler'den Kemal ibni Hü-mam'm «Fethü'l Kadîr»[578] adlı eserine müracaat etmelidir. Çünkü orada bu bâbdaki bütün hadîsler ele alınmış ve büyük bir bitaraflık ve maharetle tenkidler yapılmıştır. Kemal ibni Hümavı'ın beyânına göre Ebu Saîd hadîsindeki «buğdaydan bir sa*» ziyâdesi tbnî Huzeyme'nin dediği gibi gayrı mahfuz ve bir vehim kabul edilirse, hadîsin geri kalan kısmı Hanefîler'e delildir. Yarım sağ' buğdaydan sadaka.İ fıtır, verilmesi, San'ânî'nin dediği gibi yalnız Hz. Muaviye'nin fiili değildir. Bilâkis Hülefâ-i Râşİdîn denilen Ebu Bekir, Ömer, Osm ar* ve Ali (R. Anhüm) hazarâtı ile ashab-ı kirâm'dan pek çoklarının mez­hebi budur. Hattâ Tahavî : «Sahabe ve tabiînden tek bir kimse bil­miyoruz ki, kendisinden bunun hilafı rivayet edilmiş olsun» diyor.

San'ânî'idn Muaviye'ye muhalefet ettiler dediği, Ashâb-ı Kiram kimlerdir? Zikr edilmemiştir.

Hz Ebu Saîd (R. A.) hadîsinin Hanefîler'e delîl olan cihetine ge­lince : Nefs-i hadîsten anlaşılıyor ki, orada bulunan sahabe ve tabiîn­den mürekkep cemâat Hz. Muaviye'ye muvafakat etmişlerdir. Eğer buğdaydan Resûliillah (S.A.V.)'in bir sa' verdiğini bilseler asla sus­mazlar ve Muaviye'ye itimad etmezlerdi. Çünkü Mevrid-i nâsda içtiha­da mesağ yoktur. Hz Ebu Saîd'in bir sa' vermesi, yarım sa'dan sadaka-î fıtır caiz1 olduğunu bilmediğine, yahut biliyormuş, fakat ziyâdeyi nafile olmak üzere vermiş olduğuna, hamledilir.[579]

 

649/505- «İbni Abbas radıyallahü anhüma'öan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah ScOlaMahü aleyhi ve sellem; Fıtır zekâtını oruç­luyu çirkin ve kötü sözlerden temizlemek ve fakirleri doyurmak içîn farz kıldı. Binaenaleyh onu kim namazdan önce edâ ederse, makbul bîr zekât olur. Kim namazdan sonra edâ ederse sadakalardan bir sa­daka olur».[580]

 

Bu hadîsi Ebu Dâvud ile İbni Mâce rivayet etmişlerdir. Hâkim onu sahîhlemiştir.

Hadîsi, Dâre Kutnî de rivayet etmiştir. İbni Mâce müstesna ha­dîs ulemâsından bir cemâat İbni Ömer (R. A.ydan şu hadîsi rivayet etmişlerdir :

«Resûlüllah SdUatlahü aleyhi ve sellem; Sadaka-i fitr'ın cemâat namaza çıkmazdan önce  verilmesini emretti.»

Hadîsler sadaka-i fıtr'ın vücûbuna delildirler. Sadakaların günahlara kefaret olduğu, bu sadakanın verme zamanının bayram namazından ön­cesi idiği ve sadakanın muvakkaten vacip olduğu da hadîsimizin delâleti cümle sindendir.

Bâzılarına göre sadaka-i fıtır Şevvâl'in İlk günü fecr zamanı vacip olur. Delili :    «Onları bugün dolaşmaktan müstağni kılın»

hadîsidir. Bir takımlarına göre Ramazanın son günü güneş batarken vacip olur. Bunların delili de hadîsimizde geçen «oruçluyu temizlemek için» cümlesidir. Bâzıları iki delil ile de amel etmiş olmak için; «İki vakitde de vacip olur» derler.

Sadaka-î fıtr'ın vaktinden evvel verilip, verilemiyeceği babında bir kaç kavil vardır :

Bâzılarına göre bu sadaka zekâta mülhaktır. Binaenaleyh iki sene evvel vermek bile caizdir. Bâzıları: «Yalnız Ramazan'da vaktinden ev­vel verilebilir, daha önce verilmez; zîrâ sadaka-i fıtır'ın biri oruç diğe­ri îfiar olmak üzere iki sebebi vardır. Binaenaleyh nisab ile havelân-ı havle (sene geçmek) benzerler. Bu iki sebepten evvel verilemez» derler. Bâzıları da : «Vücûbundan ancak bir iki gün evvel verilebilir» demek­tedirler.

Hadîsimizdeki «fakirleri doyurmak için» kaydı bu sadakanın yalnız fakirlerin hakkı olduğuna delîldir. Nitekim buna kail olanlar da vardır. Diğer ulemâ ise; zekâtta olduğu gibi sekiz sınıfa verilebileceğine hâildirler. Zîra bâzı sınıflara verileceğini tansis etmek onun yalnız o sınıflara verilebileceğini ifâde etmez. Nitekim zekâtta vâkî olmuş, fa-Tîat kimse, zekât yalnız bu sınıfa mahsustur, dememiştir. Hazret! Muaz hadîsinde :

«Onu zenginlerinizden alarak fakirlerinize iade etme ye memur oldum.» denilmektedir.[581]

 

«Nafile Sadaka Babı»

 

650/506- «Ebu Hüreyre mdıyattahü onfe'den Peygamber SaMalîahü aleyhi ve. sellem'âen işitmiş olarak rivayet edilmiştir. Peygamber SaUdlîahü aleyhi ve seUem, şöyle buyurmuşlardır :

— Yedi sınıf insan vardır ki, Allah onları kendi göl­gesinden başka gölge bulunmadığı günde kendi gölge­sinde gölgelendirir...» Müteakiben Ebu Hüreyre hadîsi zikretmiş­tir.[582]

 

Bu hadîste «bir sadaka verip de onu sağ elinin ne verdi­ğini sol eli bilmeyecek derecede gizleyen adam» cümlesi de vardır. Bu hadîs Müttefekun aleyh'dir.

Hadîste işaret edilen yedi kişi şunlardır :

Âdil imam; Rabbî'nin ibâdeti içinde büyüyüp yetişen genç; kalbi mescidlere bağlı olan adam; Al!ah için birbirini seven, onun için bir yere toplanıp onun için ayrılan i&i adam; kendisini mevki sahibi güzel bir kadın davet edip de: «Ben AMah'dan korkarım» diyen adam ve boş kaldıkta Allah'ı zikrederek gözleri yaşaran adam. Yedincisi de hadîsi-mizdeki sadaka veren zât'tır.

Zil : Gölge demekse de burada ondan murâd himâye'dir. «Fülân fülânın gölge sindedir» derler; onun himayesinde dir demektir. Burada Allah'ın gölgesinden maksad: Arş'ının gölgesidir. Saîd ibni Mansur (-227)'un Hi. Setman (R. A./dan tahrîc ettiği şu hadîs de buna de­lâlet eder :   « \t.y. jjj J( «ûıl ^î%  "ajüL » «Yedi kişi vardır

Allah onları arş'ının gölgesinde gölgelendirecektir.»

Kurtubî de buna cezmetmiştir.

«Sağ elinin ne verdiğini, sol eli bilmeyecek derecede» ifâdesi gizlemekte mübalâğa ve sadakayı riya şaibesinden uzaklaştır* mak içindir. Maamâfîh hazf takdir etmek de ihtimal dahilindedir. Bu takdirde mânâ şöyle olur : «Sağ elinin verdiği şey, sol el tarafından gö­rülmez.»

Hadîs-i şerif sadakayı verirken gizlemenin faziletine delildir. An­cak aşikâra verdiği zaman başkalarına numune olabilecek ve kendisine uyanlar bulunacaksa, o zamanlar aşikâr vermek efdâl olur. Riyadan korunmak da hadîsimizin delâleti cümlesindendir. Hadîsteki «sadaka» lâfzı farz ve nafile sadakalara âmm ve şâmildir. Binaenaleyh musan­nifin onu burada nafile sadaka babında zikretmesine bakarak, râfile sadakaya mahsus zannetmemelidir. Hadîste geçen adam lâfzının da mefhumu muteber değildir. Binaenaleyh sadakayı kadın da verse yine sevabı aynıdır. Ancak İmamet bahsi'nde erkek lâfzının mefhumu mu­teberdir. Sonra buradaki yedi adedinin de mefhumu muhalifi muteber değildir.

Allah'ın arş gölgesinde gölgelenmeyi iktizâ eden daha bir nice has­letler vârid olmuştur. Bunları Musannif «.Fethü'hBân-» de yirmi sekîz'e çıkarmıştır. Hafız Suyûtî (—911) ise daha ziyâde ederek yetmîş'e iblâ etmiştir. Suyutî bunları ayn bir te'lif halinde topla­mış ;sonra bir mecmua halinde kisaltmiştir. Bu mecmuanın ismi «.Buzûgü'î-Hilâl fî}l~Hisâli}l-Mucıbet-i liz'Zilâl-».[583]

 

651/507- «Ukbetü'bünü Âmir radtyallahü anh'den rivayet edilmiş­tir. Demiştir ki: Resûlüllah SalldUahü aleyhi ve seMem'i :

— (Kıyamet gününde) herkes tâ insanlar arasındaki mu­hakeme hallüfasl edilinceye kadar sadakasının gölgesin­de olacaktır; derken işittim.»[584]

 

Buradaki sadaka lâfzı da farz ve nafile sadakalara âmm ve şâmil­dir.

Hadîs-i şerîf, sadaka vermeye teşvik etmektedir. Sadakanın göl­gesinde olmak hakikate de mecâze ihtimallidir. Hakikat olduğuna göre, sadakaların kendileri verenlerin karşısına gelecek ve ondan güneşin şiddetli sıcağını defedecektir. Mecaz olduğuna göre bu sözden murâd :

Herkes verdiği sadakanın himayesinde olacak; demektir. Nafile sada­ka vermenin faydalarından biri de şâir nafile ibâdetlerde olduğu gibi, kıyamet gününde farz sadakalar noksan çıkarsa onları tamamlamaktır. Nitekim Hâkim'in Ibni Ömer (R. A.)'dan tahrîc ettiği şu hadîsde tas­rih olunmuştur :

«Kulumun zekâtına bakın, eğer ondan bir şey zâyİ ettiyse noksan olan zekâtı tamamlamak için kulumun sadaka nâmına bir nafilesini bulabilecekmisiniz? Bir bakın.» demek oluyor ki, nafile sadaka ile farz sadakaların noksanı tamamlanacaktır. Bu da Allah'ın bir rahmeti ve adaletidir.[585]

 

652/508- «Ebu Saİd-i Hudr! radıyallahü anh'den Peygamber Sal-lallahü aleyhi ve selle m'den işitmiş olarak rivayet edilmiştir ki, Re­sûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem :

— Hangi müslüman çıplak olan bir müslümana bir elbise giydirirse Allah ona cennetin yeşil hüllelerinden giydirecek; hangi müslüman aç olan bir müslümana ye­mek yedirirse Allah ona cennet meyvalarından yedire­cek ve hangi müslüman susayan bir müslümana su ve­rirse Allah onu mühürlü hâlis şarapla sulayacak; buyur­muşlardır».[586]

 

Bu hadîsi, Ebu Dâvud rivayet etmiştir. İsnadında gevşeklik var­dır.

Rahîk : İçinde karışık nesne bulunmayan hâlis cnnnet şarabıdır.

Mahtûm : Mühürlü demektir. Bundan maksad son derece nefis ol­duğunu göstermektir. Münzirî'nin «Muhtasarü's-Sünen-» inde : Bu hadîsin râvileri arasında Dâlânî diye ma'ruf Ebu Halid Yezid ibni Abdurrahman vardır. Bu zât hakkında bir çok kimseler senâ'da bu­lunmuş, bir çok kimseler de onun hakkında ileri geri söz etmiştir» deniliyor.

Hadîs-i şerifte, iyiliklerin envâına teşvik ve onları muhtaç olanla­ra vermeye tergîb olduğu gibi, yapılan iyiliklerin karşılığının o iyilik­ler cinsinden olacağına işaret de vardır.[587]

 

653/509- «Hâkim İbnî Hizam radıyaîlahü anh'den Peygamber Sallaîlahü aleyhi ve sellem'den işitmiş olarak rivayet olunmuştur k! : Re-sûlüllah SaUdUahü aleyhi ve selle m; şöyle buyurmuşlardır:

— Yüksek el. alçak elden daha hayırlıdır. Geçindir­diklerinden başla sadakanın en hayırlısı fazla maldan verilenidir. Kim iffetli olmak isterse Allah onu afif kılar. Kim de kanaatkar olursa Allah onu ganî eyler.»[588]

 

Hadîs, müttefekun aleyh'dir. Lâfız Buhârî'nindir.

Ekser ulemâya göre, yed-İ ulyâ : Verenin eli, yed-i süflâ : Dilenenin elidir. Bazılarınca yed-I ulyâ : İffetlinin eli demektir, isterse veren kimse elini uzattıktan sonra olsun, böyle bir elin yüksekliği manevîdir. Bir takımları : «Yed-i ulyâ: İstemeden alanın elidir» demiş; diğerleri de : «yed-i ulyâ : Veren; yed-i süfSâ : Vermeyendir» mütalâasında bu­lunmuşlardır. Hattâ mutasavvıfâdan bâzıları bu cümleyi «alan el ve­ren elden daha hayırlıdır» şeklinde tefsir etmişse de İbni Kuteybe (—266): Böylelerine çatarak bunları ancak dilenciliği hoş gören bir kavm olarak görüyor. Bunlar alçaklığa hüccet getiriyorlar» de­miş; Sanânî de bu sözü beğenmiştir.

Hz. Fahr-î Kâinat (S.A.V.) Yed-i ulyâ'yı : «Veren fakat alma­yan el» ch'ye tefsir buyurmuşlardır. Bu bâbdaki hadîsi îshâk «Mms-ned» inde Hâkim İbni Hizam (R. A,)dan rivayet etmiştir.

Hadîsimizde infak meselesine kendinden ve çoluk çocuğundan başlamaya delîl vardır. Zira bunlar daha mühimdir. Keza bu ha­dîste sadakanın en hayırlısının kendi ailesi efradının nafakalarını çıkardıktan sonra artanından vermek olduğuna delâlet vardır, Zaten efdâlin mânâsı budur. Çünkü bütün malını tasadduk eden bir adam, ekseriya pişman olur.' Ve muhtaç kalınca «keşke vermesey­dim» der. Binaenaleyh böyle bir sadaka efdâl olmaz. Bütün malını sadaka olarak vermeyi Kadı lyaz'm (476 — 544) beyânına göre ulemâ caiz görmüşlerdir. Fakat Taberânî (260—360) bunu doğru bulmamakta ve : «Caiz olmakla beraber müstehâb olan yine de bu­nu yapmamak, malının üçte birini vermektir» demektedir.

Evlâ olan şudur denilebilir : Bütün malını sadaka olarak ve­ren kimse fakr-ü hâle sabr edebiliyor ve çoluğu çocuğu da yoksa yahut var da onlar da sabırlı iseler, yapılan işin iyi olduğunda söz yoktur. Buna Teâlâ hazretlerî'nin :

[589]» «Kendilerinin ihtiyacı olsa da başkalarını kendi nefislerine tercih ederler» kavl-i kerîm'i ile :

[590]» «Yiyeceğe bunca ihtiyaçları varken, onu yine de bir yoksula, yetime ve esire yedîrirler» âyet-i kerîmesi delildir. Fakat bu derecede olma­yanların bütün malını tasadduk etmesi mekruh olur.

Hadîste geçen «kim İffetli olmak isterse» tâbirinden nıurâd: Dilenmekten iffetli olur da dilenmezse «Allah onu afîf kı­lar» ani ona iffet babında yardım eder, demektir. «Kim de kanâatkâr olursa» Yani elindeki az bile olsa onunla iktifa ederse «Allah onu ganî eyler» yan kalbine kanâat verir, demektir.[591]

 

654/510- «Ebu Hüreyre radıyallahü anh'den rivayet    olunmuştur. Demiştir ki :

    Resûlallah!  Sadakanın hangisi daha hayırlıdır; denildi  :

  Fakirin candan vermesidir. Hem geçindirdiklerin­den başla ; buyurdular.»[592]

 

Bu hadîsi, Ahmed ile Ebu Dâvud tahrîc etmişlerdir. İbnî Huzeyme, Hâkim ve İbni Hibban da onu sahîhlemişlerdir.

Cühd: Güç ve takat demektir. Cehd ise meşakkattir. Bâzıları: «mü­balâğa ve gayedir» demişlerdir. Bir takımları : «Cühd ile cehd aynı mânâya gelen iki lügattir» derler. EnNİhaye-> de: «Yani az mahn taşıyabileceği miktar» deniliyor.

Bu hadîs, îrrtâm- Nesâî'nin Ebu Zer (R. A.)'d&n; İbni Ribban ile Hâkim'in Ebu Hüreyre (R. A.)'dan tahrîc ettikleri şu hadîsle bir mânâyadır :

«Bir dirhem yüz bin dirhemi geçer  bir adamın iki dirhemi vardır. Bunlardan birini alıp da tasadduk eder. Bir adamın da çok malı vardır. Bunlardan yüz bin dirhem alır da tasadduk eder.» Hadîsimiz az malı olan kimsenin azdan sadaka vermesinin efdâl olduğuna delildir. Halbuki bundan evvelki Hâkim bin Hizam hadîsi, sadakayı artan maldan ver­menin daha efdâl olduğunu ifâde etmişti. îki hadîsin aralarını Beyhokî (384—458) şöyle bulmuştur : «Bu mes'ele insanların fakr-ü zarurete karşı gösterdikleri sabr ve az'la iktifa hususundaki hâlle­rine göre değişir». Bundan sonra Beyhakî bu mânâya delâlet eden bâzı hadîsleri rivayet etmiştir.[593]

 

655/511- «(Bu da ondan) rivayet olunmuştur. Demiştir ki:  Resulül-lah Sallallahü aleyhi ve seîlem :

— Sadaka verin; buyurdular. O anda bir adam :

— Yâ Resûlallah bende bir alfun var; dedi. Resûlüllah   SaîlaUahü aleyhi ve seîlem :

— Onu kendine tasadduk et; buyurdular Adam :

  Bende bir daha var; dedi. Resûlüllah  Sallallahü  aleyhi ve sellem :

  Onu çocuklarına tasadduk eyle: buyurdular. Adam :

  Bende bir daha vardı; dedi.   Resûlüllah   Salldllahü   aleyhi ve sellem :

— Onu hizmetçine tasadduk et; buyurdular. Adam :

  Bende bir daha var;  deyince, Resûlüllah SaîlaUahü aleyhi ve sellem :

— Onu (ne yapacağını) sen daha İyi bilirsin; buyurdular.»[594]

 

Bu hadîsi, Ebu Dâvud ile Nesâî rivayet  etmişlerdir.  İbni Hîbban ile Hâkim onu sahîhlemişlerdir.

Bu hadîste karısına tasadduk zikredilmemiştir. Halbuki sahîh-i Müslim'de çocuklarından evvel karısı zikredilmiştir.

HadîS'i şerîf, nafakanın sadaka yerine geçeceğine delildir. Bu bâbda evvelâ kendinden başlıyarak, artarsa karısına, artarsa çocukla­rına, hizmetkârlarına verecektir. Bundan sonra yine artarsa artık onu dilediğine verir. Nafakanın kimlere ait olduğu inşallah nafaka bahsin­de görülecektir.[595]

 

656/512- «Hz. Âişe radıyallahü anha'dan rivayet olunmuşiuf. Demiş­tir ki : Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve seîlem

— Kadın evinin yiyeceğine zarar vermiyecek şekilde infâk ederse, infâk ettiğinden dolayı ecri onun olur. Ko­casının da kazandığından dolayı ecri kendinin olur. Hiz­metçi için de bunun bir misli vardır. Birbirlerinin ecrin­den hiçbir şey azaltmazlar; buyurdular».[596]

 

Hadîs, Müttefekun akyh'dir.

Hadîs-i şerîf, kadının kocasının evinden tasaddukta bulunabileceği­ne delildir. Murâd : Kocasının malından tasarrufa hakkı olanlardan ta-

— 392 —

sadduk etmesidir. Fakat kocasının malına zarar vermemesi, ,onun aile efradının nafakalarını ihlâl etmemesi şarttır. Îbnü'l-Ardbî şöyle diyor: «Bu hususta selef ihtilaf etmişlerdir. Bâzıları: «Noksanlığı belli olma­yacak derecede az bir şey tasadduk edebilir» deteıiş; bir kısmı da bu tasadduk işini kocasının, velevki icmâlen olsun izin verdiği zamana hamletmişlerdir. Bunlara göre izni olmadan onun malında hiç bir gûna tasarrufta bulunamaz.»

îmâm-ı Buhârî (194—256) bu kavli tercih etmiştir. îmâm-ı Tir-mizî (200—279)'nin Ebi Ümâme (R.A.)'dan. tahrîc ettiği şu hadîs de bu kavlin delilidir :

 

«Ebu Ümame demiştir ki : Resûlüllah SalîaUahü aleyhi ve settem;

  Kadın kocasının evinden onun izni olmaksızın in-fâkta bulunmasın; buyurdular.

  Yiyeceği de mi yâ Resûlâllah?  : denildi.

  (elbette) Bu bizim mallarımızın en iyisidir; buyurdular.» Şu kadar var ki bu hadîs Buhâri'nin Ebu Hüreyre (R. ÂJ'dan tahrîc ettiği başka bir hadîse muarızdır. O hadîsin lâfzı şudur :

«Kadın kocasının kazancından onun emri olmaksızın infâk ederse, ona kocasının ecrinin yarısı vardır.»

Bu iki hadîsin araları şöyle bulunabilir:

Kadının kocasının malından onun izniyle infâk etmesi; bütün ecri, izinsiz infâkta bulunması; yarım ecri îcâp eder. Sonra kocası fakir ve­ya cimri ise o zaman kadının izinsiz olarak onun malından infâk etme­si memnudur. Aksi takdirde yani kocası fakir veya bahîl değilse izin­siz de onun malından infâk edebilir ve sevap da kazanır.

Ulemâdan bâzıları : «Hadîste geçen kadının, köle ve hizmetçinin infâkından murâd mal sahibi olan kocasının geçindirdiği efrada, onun hesabına sarfetmektir.» demişlerse de bu te'vil hadîsin lâfzına uzakür. Bâzıları da infâk babında kadın ile hizmetçi arasında fark görürler ve: «Kadının kocasının malında tasarrufa hakkı vardır. Binaena­leyh ona kocasının malından tasadduk caizdir. Fakat hizmetçi öyle de­ğildir. Onun efendisinin malında tasarrufa hakla olmadığından, izin­siz tasaddukta bulunamaz» derler.[597]

 

657/513- «Ebu Saîd radıyallahü anh'den rivayet olunmuştur. De­miştir kî:  İbni Mes'ud'un karısı  Zeyneb geldi, ve:

     Resûlâllah, Sen bugün sadaka vermeyi emir buyurdun. Be­nim de ziynetlerim vardı. Onları tasadduk etmek isterdim.  Fakat Ibnî Mes'ûd kendisinin ve çocuklarının kendilerine bunları tasadduk etmem gereken en lâyık kimseler olduklarını iddia etti; dedi.    Bunun  üzerine Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem :

  İbni Mes'ûd doğru söylemiş (evet); kocan ve çocuk­ların kendilerine bu ziynetleri tasadduk edeceğin en lâ­yık kimselerdir; buyurdular».[598]

 

Bu hadîsi, Buharı rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerif sadakanın yakın akrabaya verilmesinin efdâl ve evlâ olduğuna delildir. Zahirine bakılırsa hakkında söz edilen sadaka, vacip sadaka gibi görülüyorsa da nafile sadaka olmak ihtimâli de vardır. Ni­tekim Hanefîler nafile sadaka olduğunu iddia ederler. Hadîsin Buhârî' de yine İbni Mes'ûd (R. A._)'m zevcesi Zeyneb'ten şöyle bir rivayeti daha vardır :

«Zeyneb demiş ki : Yâ Resûlâllah! Sada­kamızı fakir bir zevç île terbiyemiz altında bulunan kardeş oğlu yetim­lere vermek bize kâfimidir? Resûlüllah SaUallahü aleyhi ve sellem; kendisine :

— Sana hem sadakanın ecri hem de sılanın ecri var­dır; buyurmuşlardır».

Bu hadîsi Müslim dahi tahrîc etmiştir. Ve bâzılarına göre sada­kadan muradın yâcip olan sadaka olduğunu daha da kuvvetle ifâde etmektedir. Zîrâ sadaka mendup olsaydı, kadın «bu bize kâfi gelir nü?» diye sormazdı. Resûlüllah (S.A.V.)'in sadaka ve sıla kelimelerini kullanması da aynı mânâya delâlet eder. Zîrâ sadaka denilince hâtıra gelen, vacip olanıdır. Bundan dolayıdır ki, bâzıları buradaki sadaka-, dan muradın vacip sadaka olduğuna cezmetmişlerdir, diyorlar.

Hadîs-i şerîf,'zekâtı kadının kocasına verebileceğine de delâlet et­mektedir ki, Cumhur ulemâ'nın kavli budur. îmâm- Âzam Ebu Hanîfe ile îmâm-% Ahmed ibni Hanbel'e göre kadın kocasına, kocası karısı­na zekât veremez. Zîrâ hayatları müşterektir. Zâten kocanın karı­sına zekât vermemesi ittifâkîdir. Çünkü kadının nafakası kocasına vaciptir. Onunla zekât almaktan müstağni olur. Hadîs-i şerifte zik­ri geçen çocukların annelerinin zekâtını almaya lâyık görülmeleri annenin evlâdına zekât verebileceğine delâlet ederse de buna kail olan yoktur. tbnü'l-Münzir evlâda zekât verilemiyeceğine icma-ı ümmet olduğunu iddia etmiştir. Şu halde ulemâ bu hadîsi farz olmayan sadakaya hamletmişler, yahut : «Sadakayı kadın kocasına vermiştir. O da çocuklarına infâk ettiğinden «Çocukların, kendilerine ta-sadduk edeceğin en lâyık kimselerdir» denilmiştir; yahud da bu çocuklar kadının değil, Hz. İbni Mes'ûd (R.A.)'m. başka karısın­dan olan çocukları imiştir» şeklinde te'vü etmişlerdir.

Nitekim Buhârî'nin ikinci rivayeti de bunu te'yid etmektedir. Zîrâ o rivayette : «Fakir bir zevç İle terbiyemiz altında bulunan kardeş oğlu yetimlere vermek bize kâfi midir?» deniliyor ki, bu yetimler Hz. İbni Mes'ûd (R.A.)'ın anneleri vefat etmiş, oğullan olabilir. Bunlara anneleri olmadığına bakarak yetim demek caizdir.[599]

 

658/514- «Ibnü Ömer radıyallahü anhüma'dan rivayet edilmiştir. Demiştir kî : Resûlüllah SaUaîlahü aleyhi ve sellem :

— İnsan[600] tâ kıyamet günü yüzünde bir parça et dahi kalmamış olarak gelinceye kadar   âlemden dilenip durur; buyurdular.»[601]

 

Bu hadîs, müttefekun aleyh'dir.

Hadîs-i şerîf, çok çok dilenmenin çirkin olduğuna ve dilenci her is­tedikçe yüzünden bir parça et gittiğine, bu suretle günün birinde yüzün­de etten eser kalmayacağına delildir. «Nass» sözü devlet reisi ile tah­sis olunmuştur. Nitekim aşağıda görülecektir. Bu hadîs, mutlak surette dilenmenin çirkin olduğunu gösteriyor. Buhârî ise bu çirkinliği ma­lını çoğaltmak maksadıyla yani zengin olduğu halde dilenmekle ka­yıtlamış, hattâ buna bir bâb tahsis etmiştir. Bu takdirde ihtiyacın­dan dolayı dilenmek mubah olur.

Dilenmeye mâni zenginliğin neden ibaret olduğu az ilerde görü­lecektir.

«Yüzünde bir parça et dahi kalmamış olarak» ifâdesi hakkında HattâH (319—388) şu îzâhâtı veriyor: «Bu sözden dilencinin düşük, kıymet ve itibarı kalmamış mânâsı kasdedilmiş olması yahut di­lenmek suretiyle yüzünü zelîl ve hakîr kıldığı için kendisine bir ceza ol­mak üzere, cinayet yeri olan yüzünün, tâ etleri dökülünceye kadar azap olunması yahut da kendisini tanıtan bir alâmeti olmak üzere yüzü sade kemikten ibaret hasredilmesi ihtimal dahilindedir». Bu bâbda başka kaviller de vardır.[602]

 

659/515- «Ebu Hüreyre radıyaîlahü anVden rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah SaUaîlahü aleyhi ve setlem :

— Kim malını çoğaltmak için âlemin mallarını ister­se, ancak ve ancak kor istiyor demektir. İster az istesin, İster çok; buyurdular.»[603]

 

Bu hadîsi, Müslim rivayet etmiştir.

tbnü'î-AraU «Ancak ve ancak kor istiyor» cümlesi hak­kında şöyle demiştir: «Bunun mânâsı dilenci ateşle azap olunacak demektir. Fakat haMkat olmak ihtimâli de vardır. Yani aldığı şey­ler kor olurda onunla dağlanır. Nitekim zekâtına vermiyenler böy­le azap   göreceklerdir   «İster az, istesin, ister çok»   cümleleri tehekküm ve istihza içindir. Tehdit için vârid olmalan da ihtimal' dir.

Hadîs-i şerîf malını çoğaltmak için dilenmenin haram olduğuna de­lildir.[604]

 

660/516- «Zübeyr tbni Avvâm radtyaUahü anh'âen Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem'den (işitmiş olarak) rivayet edilmiştir. Re­sul-ü Ekrem Salîdlîahü aleyhi ve sellem buyurmuşlardır ki :

— Birinizin, ipini alarak, sırtında bir yük odun getir­mesi, müteakiben onu satarak onunla yüzünün akını ko­ruması, versinler vermesinler âlemden dilenmekten her­halde kendisi için daha hayırlıdır.»[605]

 

Bu hadîsi, Buhârî rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerîf bundan evvelkiler gibi dilenmenin çirkinliğine delil­dir. Fazla olarak bunda çalışıp kazanmaya teşvik vardır. Zîrâ dilenci­lik sebebiyle dilencinin nefsi zelîî ve hakîr olur, izzet-i nefsi kalmaz. İs­tediği verilmediği takdirde reddedilmek mezellet ve hakaretine dûçâr olur. Veren dahi her istiyeni boş çevirmiyecek olursa, malı azalır; başı dara düşer. Binaenaleyh nefse meşakkatli bile gelse çalışmak lâzımdır. Çalışıp kazanmaya kudreti olan bir kimse hakkında Şâfiîler'in iki kav­li vardır:

Birincisi : Dilenmenin haram olmasıdır ki, esah olan da budur.

İkincisi : Mekruhtur. Fakat mekruh derecesinde kalabilmek için üç şart vardır:

1— Dilenci kendi kendini hakîr ve zelîl düşürmeyecek.

2— Israrla istemiyecek.

3— Dilendiği kimseye eziyet vermiyecek'tir.

Eğer bu şartlardan biri bulunmazsa dilenmek bilittifak haram olur.[606]

 

661/517- «Semüratü'bnü Cündeb radıyallahü anh'den rivayet edil­miştir. Demiştir ki; Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem :

— Dilenmek bir tırmalamadır. Onunla kişi kendi yü­zünü tırmalar. Ancak bir kimsenin devlet reisinden, ya­hut kaçınılmaz bir şey hakkında dilenmesi müstesna; buyurdular».[607]

 

Bu hadîsi, Tirmîzî rivayet etmiş ve sahîhlemiştir.

Ebu Dâvvd ile NesâVmn rivayetlerinde : «. jo » yerine « ^ S   » denilmiştir. Mânâsı  : Yaralar demektir.

Hadîs-i şerîf, kimlerin dilenmesinin mubah olduğunu göstermekte­dir. Devlet reisinden istemek mubahtır. Çünkü Beytü'l-Mal'ın mütevel­lisi odur. Binaenaleyh ondan istemek Beytü'l-Mal'dan istemektir. Bey-tül Mal'da ise her fakirin hakkı vardır. Sonra bu işte devlet reisinin dilenciye bir minnet ve ihsanı da yoktur. Çünkü onun vekili mesabesin­dedir. Bir kimse vekilinden kendi hakkını her zaman isteyebilir. Hadî­sin zahiri devlet reisinden ihtiyacı yokken sırf malını çoğaltmak mak­sadı ile bile, istese yine günah olmayacağını gösteriyor. Kaçınılmaz geyin ne olduğunu îmâm-ı Müslim'in Kubeysa (R. A.)'dan rivayet ettiği bir hadîs îzâh ediyor. Az ilerde görülecek olan bu hadîste : «Dilenmek ancak üç kişiden birine helâldir» deniliyor ve bunların :

1— Başkasına kefil.

2— Felâketzede.

3— Fakir'den iba­ret olduklarını îzâh buyuruyor.[608]

 

«Sadakaların Taksimi Babı»

 

662/518- Ebu Saîd-i Hudrî radıyaJlahü anh'den rivayet olunmuş­tur. Demiştir kh Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem :

— Beş nev'i zenginden başka hiç bir zengine sadaka helâl değildir: Zekât tahsildarına, yahut sadakayı malı ile satın alana, veya borçluya, yahut Allah yolunda gaza edene, yahut da sadaka bir fakire verilip de fakirin o sa­dakadan kendisine hediye ettiği zengine; buyurdular.»[609]

 

Bu hadîsi, İmâm-i Ah m e d, Ebu Dâvud ve Ibni Mâce rivayet etmiş­lerdir. Hâkim'de onu sahîhlemiş fakat mürsel olmakla illetlendirmiştir.

Zâhir'e göre illetlendirmeyi bütün sayılan muharriçler yapmış gö­rünüyorsa da hakîkatta mürsel olarak Uletlendirilen rivayet yalnız Hâkim'in sahih diye hükmettiği rivayettir. Sadaka almayı haram kılan, zenginliğin tarif ve tahdidi babında ulemânın kavilleri çeşit­lidir. Biz bu kavilleri buraya almıyoruz. Dilenmeyi haram kılan zenginliğin hududunu çizen bir takım hadîsler vârid olmuştur ki, bâzılarını agağıya dercediyoruz:

1— Nesâî (215—303) Hx. Ebu Sald (R.A.)'dan şu hadîsi tahrîc etmiştir:

«Bir okiyye malı varken dilenen muhakkak ısrarla istedi demektir.

2— Ebu Dâvud (202—275) şu hadîsi rivayet ediyor :

«Sizden biriniz bir okiyyesi veya onun dengi malı varken (yine) dilenirse mu­hakkak ısrarla istedi demektir.»

3— Yine Ebu Dâvud şu hadîsi tahrîc etmiştir :

«Kendisini geçindirecek malı varken,   dilenen   kimse ancak ateşi (nî) çoğaltır;   Ashâb;

— Onu ne miktar mal geçindirir?; dediler : Resûl-ü Ekrem :

  Akşam ve sabah yemeğine yetecek kadar; buyurdu­lar.»

Bu hadîsi, Ibnİ Hibban (—354) sahîhlemiştir. îşte dilenmeyi haram kılan zenginlik bundan ibarettir. Zekât almayı haram kılan zenginlik ise,    üzerinden zekât vermek farz olan zenginlikdir. Hadîs-i şerifte :

«Ben o sadakayı sizin zenginlerinizden alarak fakir­lerinizde iade etmekle emrolundum» buyurulmuş ve zen­gin ile fakir mukayese edilerek, zenginin zekât vermek kendisine farz olan; fakirin ise kendisine zekât verilen kimseler olduğu anla­tılmıştır.

Hadîs-i şerif, zekât tahsildarının zengin bile olsa zekât alabileceğini ifâde ediyor. Çünkü tahsildar aldığını fakir olduğu için değil, emeği­nin mukabil olarak alır. Zekâtı bir kimsenin kendi malı ile satın alması da böyledir. Çünkü evvelâ o zekât fakire verilmiş ve yerini bulmuştur.. Artık fakir onu satarken zekât malı değii, kendi mülkü olarak satar.

Keza borçlu ile gâzî zengin bile olsalar kendilerine zekât verilebilir. Bâzı ulemâya göre, kadı, müftü ve müderris gibi müslümanların umûmî mesâlihi ile meşgul olan zevat zengin bile olsalar kendilerine zekât ve­rilebilir. Hattâ Buîıârtihir babında buna işaret ederek : «Hâkim İle zekât tahsildarının rızkı babı» demiştir. Buhârî buradaki rızktan, devlet reîsinin beytü'l-mal'dan kendisine maaş verdiği kadı ve müftü gibi zevatı kasdetmigtir. Taberî (224—310) diyor ki : Cumhur ule­mâ, kadının hâkimlik ücreti almasının caiz olduğuna kaildir.Çünkü hâkimliği kendisini hususî işlerini görmekten alıkoyar. Şu kadar var ki seleften bir takımları bunu mekruh görmüş, fakat haram dememiş­lerdir.»

Bâzılarına göre şayet kadının aldığı ücret helâl cihetten ise, alma­sı bilicmâ caizdir. Almayan ver'a-takvasmdan dolayı almaz. Ama alı­nan ücrette şüphe bulunursa evlâ olan onu almamaktır. Beytü'l-mal'dan haksız olarak alınan ücret haramdır. Davacı ile dâvâlıdan ücret alın­masına gelince: Bunun caiz olup olmadığı ihtilaflıdır. Caiz görenler dahi ortaya bir takım şartlar koymuşlardır. Meselâ kaza bahsinde gö­rülecektir.[610]

 

663/519- «Ubeydullah ibni Adiyy b. El-Hıyar[611] radıyaîlahü anlı' den rivayet edildiğine göre, iki adam Resûlüllah Salîallahü aleyhi ve sellem'e sadaka istemeye geldiklerini; Resûlüllah SaMallahü aleyhi ve sellem'ln kendilerini süzdükten sonra onları güçlü kuvvetli görerek :

— Dilerseniz size veririm. Fakat bu sadakada ne bir zengine, ne de kazanan güç kuvvet sahibine hisse vardır; buyurduğunu kendisine anlatmışlardır.[612]

 

Bu hadîsi, İmâm-ı Ahmed rivayet etmiş ve onu Ebu Dâvud ile Ne-sâî kavı bulmuşlardır.

Bu hadîs hakkında îmâm~ı Ahmed ibni Haribel (164—241) : «Ne güzel hadîs» demiştir. Resûl-ü Ekrem (S.A.V.)'in : «Dilerseniz size veririm» buyurmaktan muradı ; Sadaka almanın bir meziyet değil, mezellet olduğunu anlatmaktır. Ve eğer böyle olmakla beraber yine de kabul ederseniz veririm, demek istemişlerdir. Yahut;  sadaka gücü kuvveti yerinde olana haramdır.Eğer haram yemek isterseniz veririm, diyerek onları azarlamak ve ayıplamak istemiştir.

Hadîs-i şerîf, sadakanın zengine, ve gücü kuvveti yerinde olup ça­lışabilene haram olduğuna delildir. Zîrâ bir iş veya san'at sahibi ol­mak onu zengin- hükmüne katar. Böylelerine sadaka almayı caiz gören­ler de vardır. Bunlar hadîs-i şerifi te'vil ederler.[613]

 

664/520- «Kufaayselü'bnü Muhârîk Hilâlî[614] radıyaîlahü anh'den rivayet olunmuştur. Demiştir ki : Resûlüllah Saîlaîlahü aleyhi ve seUem :

— Şüphesiz dilenmek ancak üç kişiden birine helâl olur :

1— Bir kefaleti üzerine alan adama. Buna kefil ol­duğu malı buluncaya   kadar dilenmek    helâldir. Sonra vazgeçer.

2— Başına felâket gelip, malını helak eden   adama. Buna da bir geçim nizâmı sağlayıncaya kadar dilenmek helâldir.

3— Kavminden aklı başında üç kişinin kalkıp : «fü-lâna hakikaten fakr-ü zaruret isabet etmiştir» diyecek­leri (derecede) başına fakrü zaruret gelen adama. Buna da bir geçim yolu buluncaya kadar dilenmek helâldir.

Bunlardan gayrı dilencilikler yâ Kubeysa haramdır. O sadakaları (yiyen) haram olarak yer; buyurdular»[615]

 

Bu hadîsi, Müslim, Ebu Dâvud, İbni Huzeyme ve Ibnİ Hibban riva­yet etmişlerdir.

Hadîs-i şerif üç sınıf insan müstesna olmak üzere dilenmenin ha­ram olduğuna delildir.

Birinci sınıf : başkasına kefil olarak onun borcunu veya diyetini üzerine alan ve o ödemezse ben ödeyeceğim diyenlerdir. Böylelerine ödemek îcâp ettiği vakit dilenmek helâldir.

İkinci sınıf : Malına dolu veya sel veyahut yangın gibi âfetler isa­bet ederek elinde maişetini temine yarayacak bir şey kalmayanlardır. Bunlara da dilenmek helâldir.

Üçüncü sınıf : Fakir düşenlerdir. Lâkin böylelerine dilenmek helâl olabilmek için hemşehrilerinin şehâdeti şarttır. Çünkü bunların hâlini en iyi bilen komşularıdır. Binaenaleyh aklı başında olanlardan üç ki­şinin bu gibilerin fakir olduklarına şehâdet etmesi dilenmeyi kendileri­ne mübâh kılmak için kâfidir.

Şâfiîler bu husustaki şâhidlerin üç kişiden az olamıyacağma kaildir­ler. Delilleri bahsimizin hadîsidir. Diğer mezhep imamları ise şâir şe­hâdet nisablarına kıyasen burada da iki şahidin kâfî geleceğine zâhip olmuşlar ve bu hadîsi nedip mânâsına hamletmişlerdir.

Bu hüküm, zengin, olarak tanınmış birisinin sonradan fakir düş­mesine göredir. Hâl bunun aksine olursa, şehâdeti lüzum kalmadan di­lenmek caizdir.

İbni Ebi Leylâ dilenmenin haram olduğuna ve adaleti iskat edeceğine kaildir.[616]

 

665/521- «Abdulmuttalip ibni Rabîatü'bnü El-Hâris[617] radıyaMahü anh'den rivayet edilmiştir. Demiştir kî: Resûlüllah SaMaMahü aleyhi ve sellem:

— Şüphesiz sadaka Muhammed'in sülâlesine yakış­maz. O ancak ve ancak nâssın kirleridir. Bir rivayette de «O ne Muhammed'e ne de Muhammed'in sülâlesine helâl olur; Buyurdular».[618]

 

Bu hadîsi, .Müslim rivayet etmiştir.

Hadîsteki «yakışmaz» tâbiri ile «helâl olmaz» mânâsı kasdedil-miştir. Binaenaleyh bu tâbir de tahrim ifâde eder. Hz. İbnî Rabîa'nın bu hadîsten maada Kütüb-ü Sitte'de hadîsi yoktur.

Hadîs-i şerîf, Hz. Fahr-İ Kâinat (S.A.V.) ile onun sülâle-î tâhiresine zekât almanın haram olduğuna delildir. Resûlüllah (S.A.V.)'e zekât al­manın haram olduğu icmâ' ile sabittir. Sülâle-i tâhiresine de haram ol­duğuna icmâ' bulunduğunu İbni Küdâme ve Ebu Tâlib gibi   ulemâ iddia etmişlerdir.

İmâm-ı Âzam Ebu Hanîfe'den Ebu'l-İsme Nuh b. Meryem'in ri­vayetine göre sülâle-i tâhire'ye zekât almak mubahtır. Hz. tmam bun­lar için : «Resûlüllah (S.A.V.) devrinde almaları caiz değildi. Fakat şimdi bu zamanda caizdir» demiştir. Benî Hâşim'in birbirlerine zekât vermeleri ise Ebu Hanîfe ve Ebu Yusuf'a, göre caizdir.

Lâkin zahir rivayete[619] göre Hanefîyye imamlarının ittifakı ile Benî Hâşîm'e zekât verilmez. Nafile sadakaya gelince :

Hanefîler'in «En-Nihaye-» gibi bâzı fıkıh kitaplarında «Benî H âsim'e nafile sadaka vermek bilicmâ caizdir» denilirse de hadîslerin umûmâtı karşısında hak olan: Bu sadakayı onlara hibe diye vermeli ve ehl-i beyt-î Resûlüllah'a karşı son derece edep ve terbiyeye riâyet etmelidir. Sülâ­le-i tâhire'ye zekât almadıklarına mukabil «humsü'i-Humus» yani gani­metlerin beşte birinin beşte biri verilmiştir. Bâzı ulemâya göre kendi­lerine bu «humsü'J-Humus» verilmezse o zaman zekât almaları helâl olur. Maamâfîh umumiyetle hadîslerin delâlet ettiği mânâ haram ol­masıdır. Aksini iddia edenler hadîsleri te'vil yoluna giderler. Halbuki buna lüzum yoktur.

«Sadaka ancak ve ancak nâsın   kirleridir» diye ta'lil buyrulması, onlara yalnız zekâtın haram olmasını îcâp eder. Zîrâ sahi­bini temizleyen sadaka farz olan zekâttır. Nitekim   Teâîâ Hazretleri :

«Onların mallarından kendilerini temiz ve pâk edeceğin bir sadaka al.»[620] buyurmuşlardır Ancak tefsir kitaplarında beyân edildiğine göre, bu âyet-i Kerîme nafile sadaka hakkında nazil olmuştur. Bundan dolayı bir çok ulemâ sülâle-l tahîre'ye nafile sadaka almanın da haram olduğuna kaildirler. Hadîste geçen «âl» lâfzından muradın ne olduğunu tâyin hususunda ule­mâ arasında ihtilâf vardır. Akla en yakın olan tefsir, râvi Zeyd ibni Erkam hazretlerinin yaptığıdır. Bu tefsire göre : Âl-i Muhammed (S.A.V.) şunlardır : Âl-İ Alî, Âl-İ Abbas, Âi-İ Cafer, Â1-İ Âkîl ve Âl-i Ha­ris ibnî Abdül Muttalip.

Râvinin tefsiri elbette başkalarının tefsirine müraccahtir. Hanefî-ler'Ie diğer bâzı ulemâ Âl-i Muhammed'i «Benî Hâşimdir» diye tefsir etmişlerse de maksatları yine Zeyd ibni Erkam hazretlerinin tefsi­ridir. Çünkü Benî Hâşîm'den murâd bütün Benî Hâşim değil, Peygam­ber (S.A.V.)'e yardım edenleridir. Bu yardımlarına bir ikram olmak üzere Teâlâ hazretleri kendilerine sadaka almayı haram kılmıştır. Bi­naenaleyh Ebu Leheb gibi Peygamber (S.A.V.)'e ezâ cefâ etmek için ömrü boyunca fırsat kollayanları bu ikramı asla hak edememişlerdir. O gibilerin sülâlesinden müslüman olanlar sadaka alabilirler.

Kendilerine zekât almak haram olanlardan biri de Ben! Muttaüb'tir. Bunu aşağıdaki hadîslerden anlıyoruz.[621]

 

666/522- «Cübeyr ibnt Mut'im[622] radıydllahü anh/den rivayet olun­muştur. Demiştir ki : Ben ve Osman ibni Affan Peygamber SaUallahü aleyhi ve seMem'e gittik ve :

  Yâ Resûlallah El-Muttalip oğullarına Hayber (ganimetin) in beş­le birinden (hisse) verdin; bizi bıraktın. Halbuki bîz hep bir mertebe­deyiz; dedik. Bunun üzerine Resûlüllah Salîalîahü aleyhi ve seîlem :

  El-Muttalip oğulları ile Hâşim   oğulları ancak ve ancak bir şeydir; buyurdular».[623]

 

Bu hadîsi, Buhârî rivayet etmiştir.

Benî Hâşim'den muradın kimler olduğunu ve Ebu Lehep sülâlesinin bunlarda dahil olmadığını yukarda gördük. Bâzıları : Ebu Lehep oğul­larından Utbe ile Muattîb, Peygamber SaUallahü aleyhi ve setlem'in asr-ı saadetlerinde müslüman olmuş ve onunla beraber Hayber'in fet­hinde bulunmuşlardır. Binaenaleyh Âl-i Muhammed (S.A.V.)'de bunlar da dahildir derler.

Hadîs-i şerîf, Benî Muftalib'in ganimetlerden akraba hissesi almak­ta ve kendilerine zekât almak caiz olmamakta, Benî Hâşİm'e iştirak et­tiklerine delildir. Fakat diğerleri nesep itibarıyla müsavi de olsalar, onlara iştirak edemezler. Zîrâ Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) :

 ( «Onlar câhiliyette ve islâm'da bizden ay­rılmamışlar. Binaenaleyh, ahkâm hususunda bir şey gibi olmuşlardır» buyurarak âlemin kirleri mesâbesindeki zekât ken­dilerine haram kılınmak ve onun yerine ganimetlerin humsü'l-humus verilmek suretiyle niçin ikram olunduklarını beyân etmiştir.

Şu halde Âl-i Muhammed kendilerine hâs olan bu ikramı hak etmiş­lerdir. îmâm~ı Şafiî'nin mezhebi de budur. Cumhur ulemâ'ya göre ise Peygamber (S.A.V.)'in akrabasına hamsü'l-Humus vermesi İstihkak ci-hetiyle değil, sırf bir ikram ve tefaddüldür.

Benî Mutfalîb : El-Muttalîb b. Abdi Men'af'ın oğullarıdır. Hz. Cü­beyr b. Mut'im, Nevfel b. Abdi Men'af oğullarındandır. Osman İbni Af­fan (R. A.) ise Abdüş-Şems b. Abdil Men'af oğullarındandır Binaenaleyh Benî Mutfalîb, ile Benî Abdi Şems ve Benî Nevfel amca oğulları olup derece itibarıyla birbirlerine müsavidirler. Bundan dolayıdır ki Hz. Os­man (R. A.) ile Cübeyr İbni Mut'îm (R. A.) Peygamber (S.A.V.)'e kendilerinin Benî Muttalib ile bir derecede olduklarını söylemişlerdir.[624]

 

667/523- Ebu Râfi[625] radıyaUahü anh'den rivayet edildiğine göre Peygamber Sttllalîahü aleyhi ve seMem; Sadaka toplamak için Beni Mahzum'den bir adam göndermişti. Bu adam Ebu Rafî'a :

  Bana  arkadaş ol;  zîrâ  sen sadakayı toplarsın;  dedi.    Ebu  Rafı de : «Peygamber Saîlallahü aleyhi ve sellem'e   gideyim de bir sora­yım» dedi. Ve o (hazrefe) gelerek sordu.   Resûtüllah Saîlallahü aleyhi ve sellem :

  Bir kavmin azadlısı   kenclilerinclendir. Şu muhak­kak ki bize sadaka helâl değildir; Buyurdular».[626]

 

Bu hadîsi Ahmed ile Üçler, İbni Huzeyme ve Ibnî Hibban rivayet etmişlerdir.

Hadîs-i şerîf Âl-i Muhammed (S.A.V.)'in azadh kölelerinin de aynen kendileri hükmünde olduğuna delildir. Yani Âl-i Muhammed (S.A.V.)'e zekât almak nasıl haram ise, azadlilarma da öylece haramdır. İbni Abdü'l-Berr (368—463) «Et-TemhM» adlı eserinde : «Müslümanlar arasında Peygamber (S.A.V.)'e ve Benî Hâşim ile onların azadlılarına sadaka helâl olmayacağı hususunda hilaf yoktur» diyor.

Maamâfîh bâzıları nesep itibarıyla Benî Hâşîm'le azadlıları arasın­da iştirak olmadığına bakarak, «azadlılara zekât almak haram değil­dir. Zâten bunlara ganimetten karabet payı da yoktur» derlerse de ken­dilerine kısaca: «Mevrid-i nâsda içtihada mesâğ yoktur» diye cevap ve­rilir.

Zekât tahsildarlığı süfâle-î tâhire'nin azadh kölelerine haram olun­ca kendilerine bilevlâ haramdır. Hz. Ebu Râfi'a arkadaşlık teklif eden zâtın ismi Erkam idi. Şayet Erkam (R. A.) Ebu Râfi'a kendi aldığı üc­retten verse caizdi. Çünkü o kendilerine sadaka helâl olan beş sınıfa dâhildir. Ve sadakayı aldıktan sonra onu başkasına hediye eden gibidir.[627]

 

668/524- «Salim b. Abdullah b. Ömer'den, o da babasından (radıyal-lahü anhüm) duymuş olarak rivayet etmiştir ki : Resûlüllah Saîlal­lahü aleyhi ve sellem, Ömer ibnü'l-Hattab'a ücretini verir; o da (bunu benden daha fakire ver) derdi. Bunun üzerine Peygamber Saîlallahü aleyhi ve seUem:

— Al da ya kendine mal et, yahut tasadduk eyle; gö­zün olmadığı ve istemediğin halde bu maldan sana gele­ni al. Böyle olmayan için hiç gönül yorma; buyururlardı.»[628]

 

Bu hadîsi, Müslim rivayet etmiştir.

Nevevî'rân beyânına göre muşrîf : Harîs demektir.

Hadîs-i şerîf zekât tahsildarının kendisine verilen ücreti alması gerektiğini ifâde ediyor. Çünkü ücret hakkında vârid olduğu MiisZim'-in bir rivayetinde tasrih edilmiştir. Ekser ulemâ «al» emrini nedip mânâsına almışlardır. Maamâfîh : «Vücûp ifâde eder» diyenler de ol­muştur. Ulemâ : «hadîste zikri geçen iki şartla, verilen her atiyyeyi kabul etmek menduptur» diyorlar. Fakat bunun için verilen malın he­lâl olması da şarttır. Malına helâl ile haram karışan zâlim ve fâsıkların verdiği hediyelere gelince : Îbnü'l-Münzir: «Bunları almak caizdir» demiştir. Filvaki Resûlüllah (S.A.V.) zırhını bir yahudi'ye rehin etmiş­ti. Ve keza onlardan cizye alıyordu. Halbuki hıristiyanlar'ın ekseriyet­le kazançlarının domuz ve şaraptan olduğunu ve yahûdilerin haram ye­diklerini ve şâir bâtıl muamelelerini pek âlâ biliyordu.

«El-Camiü'l-Kâfî» nâm eserde şöyle deniliyor : «Zâlim bir sul­tanın hediyesi reddedilmez. Çünkü hediyeyi alan bunu bir müslüman m malı olduğunu bilirse, onu alarak sahibine teslim etmek vaciptir. Ki­min olduğu belli değilse zulümdür. Onu müstehakkına verir. Eğer mal bu zâlim sultanın kendisininse, onun kabulü ile bâtılını azaltmış ve ma'siyet peşinde sarfedeceği malı elinden almış olur.» Bu söz güzeldir. Fakat böyle birinden hediye kabul etmek için verene muhabbet bağla­maktan emin olmak şarttır. Zîrâ insanda kendisine ihsan edenlere kar­şı minnet, muhabbet ve şükran hisleri fıtrî olarak mevcuttur, «insan ih­sanın kuludur» derler. Binaenaleyh bu hislerin mağlûbu olan kimse, hediyeyi almakla başkalarına o zâlimi hak yolunda imiş gibi gösterir.[629]

 

ORUÇ BAHSİ

 

Kelime-! fevhîd'den sonra İslâm'ın üçüncü rüknü oruç'tur. Oruç hicretin ikinci senesi farz olmuştur. Teâlâ Hazretleri bu büyük ibâdeti pek büyük hikmetlere mebnî farz kılmıştır. Bu hikmetlerin en büyüğü ise, nefs-i emmâre'nin hiddet ve şiddetini kırarak onu sükûnete kavuş-turmasıdır. Zâten usûl-ü fıkıh ilminin beyânına göre oruç hadd-i zâtın­da insanı aç ve susuz bırakmak suretiyle Allah'ın ihsan ettiği nimetler­den mahrum kılmak olduğundan, güzel bir şey bile sayılamazken, nefs-i emmâre'yi terbiyeye vesile olması itibariyle güzel olmuş, hem de hük­men bizzat güzel şeyler meyânına yükselmiştir. Mezkûr ilimde bu mânâ­da ona «Hasen îizâtihi hükmen» denilir. Evet, şüphe yoktur ki, insanda ne­fis denilen bir kuvvet vardır. Bu kuvvet hayra da şerre de yararsa da tabiatı icâbı daha ziyâde şerre meyyaldir. Ve adetâ ateşe benzer. Ateş nasıl hayra, şerre yarar. Fakat tabiatı icâbı daha ziyâde şerre elve­rir. Yani temas ettiği her şeyi yakmak isterse, nefs-i emmâre denilen kuvvet de öyledir, Öyle olduğu içindir ki: Hz. Yusuf (A.S.) gibi bir Pey-gamber-i zîşân : «Ben nefsimi tebrie edemem. Çünkü nefs pek ziyâ­de fenalığı emir eder. Ancak Rabbimin rahmet buyurarak korudukları müstesna[630]» diyerek ondan Allah'ına sığınmıştır. Ateşi zararsız hale getirmek için üzerinde bâzı tasarrufatta bulunmak zaruri olduğu gibi, nefs-i emmâreyi dahi zararsız hâle getirmek için üzerinde durarak onu terbiye etmek îcâp eder. işte onun en büyük mürebbîsi oruç'tur. Onun için : «Oruç âzâyı acıktırır. Fakat nefsi doyurur. Âzâ doydu mu, bu sefer de nefs acıkır» derler.

Oruç, insana: fakirlere, yoksullara karşı merhamet hissi aşılar. Çünkü açlık ile susuzluk acısını birkaç zaman tatmış olan bir adam, senenin oniki ayında aynı acı ve ıztırap içinde çırpınan bîçârelerin hâli­ni mutlaka hatırlar ve onlara acır; yardımlarına koşar. Orucun daha nice hikmetleri vardır. Biz onlardan bahsedecek değiliz. Yalnız şunu kaydetmek isteriz ki orucu hikmetleri olduğu için değil, Allah'ımızın emri olduğundan dolayı tutmalıyız. Zaten her ibâdet hususunda nazar-ı itibara alınacak cihet budur.

Oruç mânâsına gelen savm lûgatta : Mutlak surette imsak, yani yi­yip içmeden, konuşmaktan, vesâireden nefsi menetmektir. Şer'an : Niyet ederek tan yerinin ağırmasından, güneş kavuşuncaya kadar yiyip içmekten ve cinsî münasebette bulunmaktan riefsi men etmektir.

Orucun rüknü : İşte bu imsaktir.

Sebebi : Muhteliftir. Çünkü oruçlar muhtelif olup, farz, vacip, mes-nun, mendup, nafile, kerâhet-i tenzîhiye ile mekruh, ve kerâhet-i tahri-mîye ile mekruh kısımlarına ayrılırlar.: Meselâ Ramazan orucunun edâ ve kazası, zıhar, kat'il, yemin kefaretleri, haçta av cezası, ihramlı iken ezâ fidyesi farz oruçlardır. Zîrâ hepsi kafi delîl ile sabittirler. Nezir orucu vacip, muharremin dokuzuncu günü ile birlikte aşure orucu sün­net, her ayın ortasında üç gün oruç tutmak mendub, bunlardan maada keraheti sabit olmayan bütün oruçlar nafile, muharremin dokuzuncu gü­nünü bırakıp, sâdece onuncu günü aşure orucu tutmak kerâhet-i tenzîhiy-ye ile mekruh, teşrik günleri ile bayram günlerinde oruç tutmak tahrî-men mekruhtur.

Şu halde : Edâ ve kaza olmak üzere Ramazan orucunun sebebi : Ramazan ayının bir cüz'üne erişmektir. Ve her gün, o günde edâ edile­cek orucun sebebidir. Zîrâ her günün orucu ayrı ayrı ibâdetlerdir.

Kefaret oruçlarının sebebleri : Bu kefaretlerin sebebleri olan ye­minden dönme, öldürme vesairedir. Menzûr oruçların sebepleri de nezir­lerdir.

Orucun vücûbunun şartı : Müslüman, âkil ve baliğ olmaktır.

Vücûb-u edasının şartı : Hasta olmamak ve mukim yani evinde ye­rinde bulunmaktır.

Sıhhatinin şartı   : Niyet etmek, hayz ile nifastan temiz olmaktır.

Orucun hükmü : Vacibin sukutu yani borcun Ödenmesi ve sevap kazanmaktır. Oruç, muhkem bir farizadır. Farziyeti, kitap, icmâ ve sünnetle sabittir. Binaenaleyh onu inkâr, yahut onunla alay eden kâfir olur. Tutmayana ise fâsık denilir.

«Kîfabdan delîli : «  [631]» «Sizden kim bu aya 5. ilişirse, onun orucunu tutsun.» Ve([632] )

«Sizin üzerinize oruç farz kılındı» âyet-i kerîmeleri'dir Orucun farz olduğuna icmâ'-i ümmet münâkid olmuştur.

Sünnetten delîli : Meşhur îmân  hadîsiyle   aşağıdaki   hadîslerdir.[633]

 

669/525- «Ebu Hüreyre radıyallahü anh'âen rivayet olunmuştur. Demiştir kî : Resûlüllah SalldUahü aleyhi ve selîem :

— Ramazandan Önce bir ve iki gün oruç tutmayın. Yalnız devamlı oruç tutan adam müstesna.   O bu orucu da tutsun; buyurdular.»[634]

 

Hadîs, Müttefekun aleyhdir.

Hadîs-î şerîfte (ramazan) lâfzı yalnız zikir edildiğine göte oruç ayına Ramazan denilebilecek demektir. Halbuki İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel'in Hz. Ebu Hüreyre (R. A.) ile başkalarından merfu' olarak rivayet ettiği bir hadîste şöyle buyrulmuştur :

 «Ramazan geldi demeyin. Çünkü ra­mazan Allah'ın İsimlerinden bir isimdir. Lâkin ramazan ayı geldi deyin.» Ancak bu hadîs zayıftır.Buhârî'de sabit olan böyle bir hadîse muaraza edemez.Lâfzı «Bülûğü'l-Merâm» nüshalarında böyle merfu'dur. Ve muhtar olan budur. Zîrâ nefiy'den sonra gelmiştir. Bedel olmak üzere ref'edilir. Müslim'de « %*. j Vl » şeklindedir» ki arapçanin kaideleri îcâbı bu da caizdir. Yani istisna olmak üzere nasb da edilebilir. Buhârî'de istisna : seklindedir. Bu takdirde   cümledeki : fiili tam olarak kullanılmıştır.

Hadîs-i gerîf. Ramazandan bir veya iki gün önce oruç tutmanın memnu olduğuna delildir. Bu hadîsi, İmâm-ı Tirmizî (200—279)'de rivayet etmiş ve : «Ehl-i ilim bununla amel etmektedir. Ramazan girmezden önce bir kimsenin oruç tutmasını Ramazanın mânâsından dolayı kerih gördüler» demiştir. Resûlüllah (S.A.V.)'nı ramazandan önce oruç tutmayı yasak etmesi, Teâlâ Hazretleri'nin Ramazan orucu­na başlamayı. Ramazan ayının görülmesine ta'lîk ettiğindendir. Bi­naenaleyh ramazan ayını görmezden evvel oruç tutan, Allah'ın emrine nehy'ine muhalif hareket etmiş olur. Hadîs-i şerîf, Bâtıniyye fırkasının bu bâbdaki âdetini iptal etmektedir. Onlar, Ramazan hilâlini görmezden bir iki gün evvel oruç tutarlar ve bunu hadîs-i şerifte ki (lâm) dan çı­karmak isterler. Ulemâdan bâzıları : «Oruçtan nehy, şabanın yarısın­dan, yani onaltısından sonradır» derler. Bunların delîli Hz. Ebu Hüreyre (B. .A./dan merfu' olarak rivayet edilen §u hadîstir :  

«Şaban yan oldu mu artık oruç tutmayın» Bu hadîsi Sünen sahipleri ile diğer hadîs imamları tahrîc etmişler­dir. Bâzıları : «Şabanın yansından sonra oruç tutmak mekruh, ra­mazana bir veya iki gün kala tutmak ise haramdır» demişler. Bir takımları da : «Şabanın yarısından sonra oruç tutmak caizdir. Yal­nız Ramazandan bir ve iki gün evvel tutmak haramdır» mütalâasın­da bulunmuşlardır.

Mâlikîler'e göre, ramazandan bir veya iki gün evvel oruç tutmak mekruh değildir. Zîrâ Hz. Ebu Hüreyre hadîsi zayıftır. Hattâ îmâm-ı Ahmed b. Hanbel (164—241) ile îbni Main (—233) onun hakkında : «Bu hadîs münkerdir» demişlerdir. Binaenaleyh şabanın yarısından sonra oruç tutulmaması babında delîl olamaz.[635]

 

670/526- «Ammar ibnî Yasİr radıyallahü anh'den rivayet edilmiş­tir. Demiştir ki : Hakkında şüphe edilen günde kîm oruç tutarsa, mu­hakkak Ebü'l-Kasım Sallallahü aleyhi ve sellem'e isyan etmiştir.»[636]

 

Bu hadîsi Buhârî ta'lîk suretiyle zikretmiş, onu Beşler mevsul ola­rak rivayet etmişler, İbni Hüzeyme ile İbni Hibban ise sahîhlemişlerdir.

Hadîsi Beşler de Ht. Ammar (R. A.)'& vasleylemişlerdir. Mu­sannif merhum «Fethü'l-BârU de bunlara Hâkim'i de katmıştır. Hadîsi vasleden bu zevat, onu Amr b. Kays'dan. o da Ebu İshak'tan. riva­yet ediyorlar. Onlardaki lâfzı şudur :

«Ammar ibnl Yasir'in yanında İdik. Derken kızartılmış bir koyun getirerek «yeyinU de­di. Oradakilerden biri hemen bir tarafa çekildi ve: Ben oruçluyum; de­di. Bunun üzerine Ammar : «Hakkında şüphe edilen günde kim oruç tu­tarsa... ilâh... dedi.

îbni Abdü'l'Berr (368—463): «Bu hadîs onlarca nıüsnettir. Bu­nun hakkında ihtilâf etmezler» demiştir.

Hadîs, lâfzen mevkuf, hükmen merfu'dur. Mânâsı : Ramazandan az önce oruçtan nehyeden hadîslerle, hilâli gördükten sonra oruç tut­mayı emreden hadîslerden alınmadır. Yevmi şek : Şüpheli gün de­mektir. Hanefîler'e göre, şabanın son günü olup, havanın bulutlu olma­sı sebebiyle şabanın son günü mü yoksa ramazanın ilk günü mü oldu­ğu kestirilemiyen gündür. Eîmme-i selâse'ye göre yevm-i şek: Şabanın otuzuncu günüdür. Ve yine hilâl görülememek sebebiyle şabandan mı, ramazandan mı bilinememek kaydıyla mukayyettir.

Şâfiîler'e göre : O günde oruç tutmak kimi mekruh, kimi mendup, kimi de bâtıl olur. Şöyle ki: Ramazandandır diye kestirerek tutarsa ke-rahet-i tahrîmiye ile mekruh olur. Farzla vacip arasında tereddüt ede­rek : «Yarın Ramazan ise ona, değilse başka bir farza niyet ettim» der­se, kerâhet-i tenzîhîyye ile mekruhtur. Oruç tuttuğun günlere rastlarsa mendubtur. Oruç tutmakla tutmamak arasında mütereddit bulunur ve: «Yarın ramazansa oruçluyum, değilse değilim.» derse bâtıldır.

Şâfiîler'e göre : Şayet ondan evvelki gece halk arasında hilâlin gö­rüldüğü haberi yayılmış fakat isbât edilememişse o gün oruç tutmak haramdır.

Böyle bir şey konuşulmamışsa kat'i olarak şabandandır. Ramazan­dan olduğuna âdil bir kişi şehadet ederse, cezmen ramazandandır.

Mâlikîler'e göre : Tetavvu olarak tutulur, yahut oruç tutmayı âdet edindiği günlere rastlarsa, o gün oruç tutmak mendup olur. O gün kaza, kefâret-i yemin gibi bir borcunu ödemek için oruca niyet eder, yahut nezrettiği oruç günü o güne tesadüf eder, yevm-i şekk'in Ramazandan olduğu da anlaşılmazsa niyet ettiği orucu sahîh olur; fakat razaman-dan olduğu anlaşılırsa, tuttuğu oruç ikisine de yaramaz. Her ikisi için birer gün kaza eder. O gün ihtiyaten oruca niyet ederse mekruh olur.

Bu takdirde ramazan günü olduğu anlaşılırsa ramazan orucu yerine geçmez. Bir gün kaza eder.

Hanbelîler'e göre : Yevm-i sekte tetavvu yani nafile oruca niyet et­mek mekruhtur. Ancak oruç tuttuğu günlere rastlar veya ondan evvel bir iki gün tutmuş ise mekruh değildir. Sonra o günün ramazandan ol­duğu anlaşılırsa tuttuğu oruç ramazan orucu yerine geçmez. Bir gün kaza etmek icâp eder. O gün başka bir vacibe niyet etse, Mâlikîler gibi bun­lara göre de günün şabandan olduğu anlaşılırsa, niyet ettiği orucu sahîh olur. Fakat ramazandan olduğu anlaşılırsa, tuttuğu oruç ikisinden de sayılmaz, sonra kaza eder. Niyet ederken, yarın ramazandan ise, ra­mazan orucuna niyet ettim derse, ramazandan olduğu meydana çıksa bile yine ramazandan sayılmaz, kaza lâzım gelir. Ramazandan olduğu anlaşılmazsa orucu sahîh bile olmaz.

Yevm-i şek hakkında ashâb-ı kiram da ihtilâf etmişler; bâzıları o gün oruc'un caiz olduğuna kail olmuş; diğerleri ise o gün oruç tutmayı Resûlüllah (S.A.V.)'e isyan saymışlardır. Vâkıâ îmâm-% Şafiî (150—204) nin Fâtıma bîntî Hüseyin'den tahrîc ettiği bir hadîste Hz. Alî (R. A./ın: «Şabandan bir gün oruç tutmam, benim için ramazandan bîr gün oruç terk etmemden daha hayırlıdır» dediği göze çarpıyorsa da buna itiraz edenler : «Bu bir eserdir; münkatıdır. Sonra mücerret yevm-i şek hak­kında da değildir. Bilâkis yanında birisi hilâl'i gördüğüne şehâdet et­miş de Hz. Ali (R. A.) da oruç tutmuş ve nâs'a da oruç tutmalarını emir etmiş. Ondan sonra bu sözleri söylemiş» diyorlar. Yevm-i şek hak­kındaki nasslardan biri de Ibnî Abbas (R. A.) hazretlerinin şu hadîsidir:

«Eğer hilâl ile aranıza buiut girerse, ozaman şabanı otuz gün olarak tamamlayıverin. Amma o ayı (oruçla) karşılamayın!».

Bu hadîsi, îmâm-t Ahmed ibni Haribel ile Sünen sahipleri, îbni Büzeyme ve Ebu Yala tahrîc etmişlerdir.   Tayalisi onu şu lâfızlarla rivayet ediyor: «Rama­zanı şabandan bir gün ile karşılamayın». Aynı hadîsi Dâre Kutnî de tahrîc etmiş ve ibni Hüzeyme sahîh'inde onu sahîh olduğu­nu beyân etmiştir. Ebu Dâvud (202—275) Hz. Âişe (R. cmftaj'dan şu hadîsi rivayet ediyor :

Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve seUem, şabandan korunduğu gibi, başka hiç bir aydan korunmazdı. Hilâl! görür, yani Ramazan hilâlini görürse oruç tutar; eğer hava bulutlu olursa otuz günü sayar, sonra oruç tutardı.» Bu bâbda yavm-i şek orucunu men eden daha nice hadîs­ler vardır. Eunlardan bîri de aşağıdaki hadîstir.[637]

 

671/527- «İbnî Ömer radıyallakü anhüma'dan rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Resûlüiiah BallaUdhü aleyhi ve sellem'i :

— Hilâli gördünüz mü hemen oruç tutun; ve onu gör­dünüz mü hemen iftar edin. Eğer üzerinize hava bulut­lu olursa, o ay için tam sayıyı takdir edin; derken işittim.»[638]

 

Hadîs, müttefekun aleyh'dir.

MiteMm'in rivayetinde : «Üzerinize bulut çökerse o ay için otuzu takdir edin» buyrulmuştur. Buhârî'nin rivayetinde : «Sayıyı otuz olarak tamamlayın» denilmiştir. Buhârî'nin Ebu Hüreyre'den rivayetinde ise : «Şabanın sayısını otuz olarak ta­mamlayın.» buyrulmuştur.

Hadîs-i şerîf, ramazan orucunun Ramazan hilâlini görmekle farz olacağına ramazan bayramının da şevval hilâlini görmekle kılınacağına delildir. Zâhîrî her ne kadar herkesin hilâli görmesini şart kılar gibi ise de bunun şart olmadığına icmâ' vardır. Binaenaleyh görmekten murâd: Hükm-ü şeri'yi ispat edebilen haber-i vahid yani âdil bir veya iki Idşinin görmesidir. Şu halde «Hilâli gördünüz mü» ifâdesinin mânâsı: İçinizden gören olursa demektir. Maamâfîh mes'ele yine de ihtilaflıdır. Hanefîler'e göre : Gökyüzünde bulut filân yoksa hilâli kalabalık bir cemâatin görmesi lâzımdır. Bu cemâatin ne kadar olacağı îmâm-ı Müslimînin reyine bırakılmıştır. Muayyen bir adet şart değildir. Yal­nız şâhidler hilâli gördüklerini isbât ederken «eşhedü» lâfzını kullana­caklardır. Şayet gökyüzünde hilâli görmeye bir mâni varsa, o zaman bir kişinin görmesiyle de iktifa olunur. Ancak bu bir kişinin müslüman, âdil, âkil ve baliğ olması şarttır. Bu halde «eşhedü» lâfzı şart değildir.

Hilâli görenin şehâdetini hâkim kabul etmese bile yine oruç tutma­sı îcâp eder. Hilâli göreni tasdik eden kimse dahi aynı hükümdedir.

Şâfiîler'e göre : Gökyüzü açık olsun, bulutlu olsun âdil bir müslü-manın -velev mesturü'1-hâl olsun-[639] hilâli görmesiyle ramazan sabit olur. îsbât için «eşhedü» lâfzı şarttır. Hilâli görenle onu tasdik edenle­re oruç tutmak lâzım olur.

Hanbelîler'e göre : Ramazan hilâli mutlak surette âdil olan bir mükellefin görmesiyle sabit olur. Bu hususta erkek, kadın hür ve köle müsavi ise de sabinin ve mestürü'1-hâl olan kimsenin görmesiyle hilâl sabit olamaz. îsbât için «eşhedü» lâfzı şart değildir. Hilâli görene ve ona inananlara oruç tutmak lâzım olur. Velev ki hâkim onun bu haberini ka­bul etmesin.

Mâlikîler : Hilâli görmeyi üç kısma ayırırlar :

1— İki âdil kimsenin görmesi.

2— Büyük bir cemâatin   görmesi. Bu iki surette   ramazan sabit olur.

3— Bir kişinin görmesi. Bu surette ramazan yalnız hilâli gören ile onu tasdik eden hakkında sabittir. Fakat göreni tasdik edenin hilâli gör­mekle vazifelendirilmiş olmaması şarttır. Vazifeli ise, onun hakkında ramazan sabit olamaz. Tafsilât fıkıh kitaplarındadır.

Hilâli bütün müşlümanların görmesi şart olmadığına göre, bir bel­dede hilâl görüldü mü şâir beldeler ahâlisine de oruç tutmak lâzım olur. Buna fukâha husûsî tabiriyle dhtilâf-i metâlfa itibar yoktur» derler. Yani ay'm bazı beldelerde evvel, bâzılarında daha sonra doğma­sına bakılmaz demektir. Bu dahi ulemâ arasında ihtilaflıdır.

Hanefîler'den Kadı Han ve Şemsü'l-Eimme Serahsî gibi bir ta­kım zevata göre «ihtilâf-i metâli'a itibar   yoktur zahir rivayet de budur» diyorlar. Fakat bâzılarına göre ihtilâf-i metâli'a itibar var-dir. Fetâvâ-i hüsâmîyye de şöyle deniliyor : «Bir şehir ahâlisi ay'ı görerek otuz gün tutsalar; diğer bir şehir ahâlisi de ay'ı görerek yirmi dokuz gün tutsalar ve iki şehir arası yakın olup, her ikisinde hilâl aynı zamanda doğsa, yirmi dokuz gün tutanlara bir gün oruç kaza etmek lâzım gelir. Fakat şehirler birbirlerine uzak olup hilâl her ikisinde ayrı ayrı zamanlarda doğuyorsa, bir şehrin hükmü, di­ğerine lâzım gelmez. Hz. Âişe (R.anha)'nın : «Her beldenin fıtır bay­ramı o belde ahâlisinin bayram ettiği gündür. Her beldenin kurban bay­ramı da o belde ahâlîsinin kurban kestiği gündür» dediği rivayet olunu­yor ki, bu da ihtilâf-i metâli'a itibâr olunacağını gösterir İmâm-ı Şâfu'nin mezhebi de budur. Hs. Şafiî (150—204): İki belde arasın­daki yakınlığı yirmi dört fersahtan az olmakla tahdid etmektedir. Zîrâ bu miktardan fazlada artık hilâl iki belde'de aynı zamanda doğ­maz.

Ramazan hilâlini tek başına gören kimseye oruç tutmak ulemâ­nın ittifakıyla lâzım ise de şevval hilâlini yalnız başına görenin if­tar edip edememesi ihtilaflıdır. Ekser ulemâya göre ihtiyaten oruca devam eder. tmâm-ı Şafiî ile Hanefîler'den bâzılarına göre o gün oruç tutmaz, fakat gizler. Çünkü aşikâre yerse, hakikati bilmeyenler kendisine sui zan eder ve günâha girerler.

Hadîs-i şerifin sonundaki Müslim ile BuhârVmn. rivayetleri de Hz. Abdullah ibni Ömer'dendir. Ve Müslim'in rivâyetindeki «otuzu takdir edin» ifâdesini Buhân'nin rivâyetindeki «sayıyı Otuz olarak tamamlayın» cümlesi tefsir etmiştir. Bundan maksad bâzılarına göre: Şabanın otuzuncu günü iftar edin ve ay'ın tamam ol­duğunu hesaplayın demektir. Diğer bâzılarına göre ise Şaban'ı otuz gün olarak tamamlayın demektir. İbni Battal (—444) diyor ki: «Hadîs-i şerîf'de müneccimlerin sözüne itibar etmeyi def vardır. İtimad edilecek olan ancak hilâlleri görmektir. Biz tekellüften nehy olun­duk.» Müneccimler ve diğer, hesapla hilâlin yenilendiğini bilenler için «Bu hesaplara itimad ederek oruç tutabilirler, bayram yapar­lar» diyenlerin sözünü ulemâdan El-Bâci reddetmiş: Ve «Selefin icmâ'ı bunların aleyhine delildir» demiştir. Böylelerine en güzel cevabı Imâm-ı Buhâri'nin, Hz. İbni Ömer (R. A./dan tahrîc ettiği şu hadîs veriyor :

ResûlüIlah Sallallahü aleyhi ve sellem :

— Biz yazı yazmayı, hesap yapmayı   bilmez   ümmî bir ümmetiz. Ay şöyle ve şöyledir. Yani kimi yirmi dokuz

kimi OtUZ çeker; buyurmuştur.»

Elhâsıl bu hadîsler hilâli görmeden yahut ay'ı tamamlamadan oruç tutulamıyacağına ve bayram yapüamıyacağına nass olarak delildirler.[640]

 

673/528- İbnİ Ömer radıyaîlahü anhüma'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Cemâat hilâli görmeye çalıştılar. Ben Peygamber Sallalla­hü aleyhi ve settem'e onu gördüm diye haber verdim. Bunun üierİne oruç tuttu ve nâs'a da o ayın orucunu tutmalarını emir buyurdu.»[641]

 

Bu hadîsi, Ebu Dâvud rivayet etmiştir. Onu İbni Hibban ile Hâkim sahîhlemişlerdir.

Hadîs-i şerîf oruç tutmak için haber-İ vâhid'le amel edilebileceğine delildir. Birçok ulemânın mezhebi de budur. Bunlar yalnız adaleti şart koşarlar. Diğer bâzıları mutlaka iki kişinin şart olduğuna kaildirler. Çünkü bu bir şehâdettir. Hukukta şehâdetin nisabı iki erkek yahut bir erkek ile iki kadındır. Bunların delili : NesâVnin Abdurrahman ibni Zeyd ibni Hattâb'ta.n rivayet ettiği şu hadîstir :

«Resûlüllah SallaUahü aleyhi ve seUem'm ashâbıyla birlikte otur­dum ve kendilerine sordum. Bana Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem'in :

— Ay'ı görün oruç tutun; ve ay'ı görün iftar edin. Eğer size hava bulutlu olursa şabanın sayısını otuz gün olarak tamamlayın. Ancak iki kişi şehâdet ederse o baş­ka; dediğini anlattılar.»

Bu hadîsin mefhûm-u muhalifi, bir kişinin kâfi gelmiyeceğine delâ­let ederse de sadedinde bulunduğumuz İbni Ömer hadîsiyle ilerde gelecek Arabî hadîsi birer mantuk olup, bir kişinin haberinin kabul edigelecek Â'rabî hadîsi birer mantuk olup, bir kişinin haberinin kabul edi­leceğine delâlet ederler. Mantûkun karşısında ise mefhûma itibâr yok­tur. Binaenaleyh, bir kişinin kadın veya köle bile olsa haberi kabul edi­lir. Bayram hakkında bir kişinin haberinin kâfi gelip gelmiyeceği ihti­laflıdır. Bâzı Hanefîler'le Mâlikîler'e göre şevval hilâlini isbât için iki âdil kimsenin şehâdeti lâzımdır. Ancak Hanefîler'e göre iki kişinin biri erkek, ikisi kadın olabilir. Şâfiîler'e göre âdil bir kişinin şehâdeti de kâ­fidir. Şâhidlerin bu hilâli isbat için «eşhedü» demeleri Mâlİkîler'le Han-belîler e göre lâzım değilse de Hanefîler'le Şâfiîler'e göre lâzımdır. İbni Abbas ile İbnl Ömer (R. anhüma)'nm rivayet ettikleri şu hadîs Mâlikîler'e delildir :

«Peygamber SaUaUahü aleyhi ve selîem; Ramazan hilâli için btr kişinin haberini kabul etti. İftar için ise İki erkeğin şehâdetînden başka­sını kabul etmezdi.» Yalnız Dâre Kutnî bu hadîsi zayıf bulmuş ve : «Bunu Hafs b. Ömer, yalnız başına rivayet etmiştir. Halbuki bu zât zayıftır» demiştir.[642]

 

674/529- «İbni Abbas radıyallahü anhüma3dan rivayet olunduğuna göre: A'râbinin bîri Peygamber SaUaUahü aleyhi ve seUem'e gelerek :

  Ben  hilâli gördüm;  Demiş.  Resûl-ü Ekrem    SaUaUahü aleyhi ve seUem :

— Aliah'dan başka ilâh   olmadığına şehâdet   ediyor-musun? demiş. Adam :

  Evet; cevabını vermiş Resûlüllah SdllaUahü aleyhi ve sellem :

— Muhammed'in Allah'ın resulü   olduğuna   şehâdet edîyormusun? demiş. Adam :

  Evet; demiş. Resûl-ü Ekrem SaUaUahü aleyhi ve sellem :

— O halde insanlara yarın oruç tutmalarını haber ver yâ Bilâl; buyurmuşlardır».[643]

 

Bu hadîsi, Beşler rivayet etmişler; İbni Hüzeyme ile İbni Hibban sahîhlemişlerdir. Nesâî ise mürsel olduğunu tercih etmiştir.

Hadîs-i şerîf yukarda geçenler gibi ramazanın isbâtı için bir kişi­nin haberi kabul edileceğine ve keza müslümanlar arasında aslın ada­let olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) Â'rabîden yalnız keüme-i şehâdet istemiştir. Hilâl hakkındaki sözleri şehâdet değil, haber kabilinden olduğu ve îmân için iki kelime-i şehâdet'i ikrar kâfi geldiği, başka dinlerden teberri etmeye lüzum olmadığı da bu hadîsin işaretinden anlaşılan ahkâmdandır.[644]

 

475/536- «Ümmü'l-Mü'minin Hafsa radıyallahü <mha'4an rivayet luıtdttğuna göre. Peygamber SaUaUahü aleyhi ve settem; şöyle bu­yurmuşlardır :

— Kim oruca fecirden önce niyetlenmezse onun oru­cu yoktur.»[645]

 

Bu hadîsi, Beşler rivayet etmişlerdir. Tîrmİzî ile Nesâî (Hafsa'ya) mevkuf olduğunu tercihe meyletmişlerdir. İbni Hüzeyme ile İbni Hib­ban ise onu merfu' olarak sahîhlemişlerdir. Dâre Kutnî'nin (Hafsa'dan) rivayetinde «Geceden oruca nîyetienmiyenin orucu yoktur» Duyurulmuştur.

Hadîs-i şerifin mevkuf mu yoksa merfu! mu olduğu hadîs imamları arasında ihtilaflıdır. îbni Hazm (384—'156): «Bu hadîs hakkındaki ihtilâf, haberin kuvvetini arttırmaktadır, çünkü onu merfu' olarak rivayet eden mevkuf olarak da rivayet etmiştir» diyor. Hadisi Ta-berâni (260—360) başka bir yoldan tahrîc etmiş ve : .RicâSi sika­dırlar» demiştir.

Hadîs-i şerîf, orucun ancak gecedeu niyetlenmekle caiz olacağına delâlet ediyor. Geceden ni^tuenrnek, gecenin her cüz'üne şâmil oiup, tâ güneşin kavuşmasından sonra başlar. Çünkü oruç bir âmeldir. Amel­ler ise niyetlere göredir. Gündüzle gecenin arasında onları birbirinden ayıracak hissî bir fasıla olmadığından geceden  muştur. Tâ ki günün hiçbir cüz'ü niyetsiz kalmasın. Orucun bütününe sebep Ramazan ayına yetişmektir. Hergünün orucuna ise o gün sebep­tir. Binaenaleyh ulemâdan bâzıları her günün orucuna ayrı ayrı niyet etmek şarttır demiş; bâzıları da bütün ayın sebeb-i vücûbu'nun rama­zan ayına yetişmek olduğuna bakarak ayın başında oruca niyet etmek bütün oruç günleri için kâfidir demişlerdir. Çünkü bu itibarla bütün ra­mazan bir ibâdet mesabesindedir.

Hadîs-i şerîf, farz, nafile, nezir vesaireye âmm ve şâmildir. Fakat bu çeşitli oruçlara niyet hususunda ihtilâf vardır.

Hanefîler'e göre : Ramazanın edası, nezr-i muayyen ve nafile oruç­larına güneşin kavuşmasından itibaren tâ kaba kuşluğa kadar niyet et­mek caizdir. Fakat kaza, kefaret ve nezr-i mutlak oruçlarına ancak ge­ceden niyetlenilir.

Şâfîîler'e göre : Nafileden maada bütün oruçlara geceden niyetlen­mek lâzımdır. Nafile oruca ise gündüzün istediği vakit niyet etmek ca­izdir. Çünkü nafile oruç onlara göre tecezzi (parçalanma) kabul eder.

Mâlİkîler'e göre : Her nev'i oruca geceden niyetlenmek îcâb eder. tmâm-ı Ahmed îbni HanbeVden iki rivayet vardır. Bir rivayete göre her gün için ayrı ayrı geceden niyetlenmek lâzımdır, ikinci rivayete göre, bütün ramazan için ay'ın başında bir defa niyet etmek kâfidir. Nafile oruçta geceden niyet şart değildir diyenler Buhâri'nin şu ha­dîsi ile istidlal ederler :

«Peygamber SaJlaUahü aleyhi ve seUem; aşure günü nâssın ara­sında : «Kim yedi ise tamamlasın veya oruç tutsun; kim yemedi ise artık yemesin; dîye seslenmek üzere bir adam gönder­miştir.» Ve derler ki «Aşure orucu da vaktiyle farz idi. Sonra ramazan orucu ile neshedildi; fakat vücûbunun neshedilmesi şâir hükümleri kal­dırmaz.» Bunlar aşağıdaki Hz. Âişe hadîsiyle de istidlal ederler.[646]

 

676/531- «Hz. Âlçe radıyallahü anha'âan rivayet edilmiştir. Demiş­tir ki: Bir gün yanıma Peygamber SdllaUdhü aleyhi ve seUem girdi ve:

   Nezdinizde bir şey var mı? dedi. «Hayır» dedik.

  O halde ben    oruçluyum;    buyurdular. Sonra başka bir gün yine bize geldi, «bize hurma yemeği hediye olundu» dedik.

  Göster onu bana. Vallahi oruçlu sabahladım; dedi ve yedi.»[647]

 

Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerîf nafile oruca gündüzün niyetlenilebileceğine delildir, Niyetlenmenin hududu bâzılarına göre kaba kuşluk yani günün yarısın­dan biraz önceki zamandır. Bazılarınca günün yarısına kadar niyet edi­lebilir. Fakat dikkat etmeli ki, gündüzün oruca niyet caiz olabilmek için tanyeri ağarmaya başlamazdan itibaren bir şey yiyip içmemek, oruca münâfi bir şey yapmamak şarttır. Nitekim hadîsin sonundaki «Oruçlu sabahladım» cümlesi ile buna işaret buyrulmuştur. Bu cümlede orucun hakikat veya mecaz mânâlannının kasdedilmiş olma­sı ihtimal dahilindedir. Hakikat kasdedildiğine göre, Hz. Peygamber (S.A.V.) nafile oruca niyet ederek sabahlamış; sonra onu bozmuştur. Bittabi nafilede bu caizdir. Mecaz kasdedilmişse orucu bozmuştur de­meye lüzum kalmaz. Kelimeyi lügat mânâsında kullanmış demektir. Bu takdirde mânâ şöyle olur : «Yiyip içmeden sabahladım».

Elhâsıl görülüyor ki ihtilâf olmakla beraber bâzı oruçlara gündüz niyet etmek caizdir. Maamâfîh bütün oruçlara geceden niyetlenmenin efdâl olduğu şüphesizdir.[648]

 

677/532- «Sehl ibni Sa'd radıyallahü anhüma'dun rivayet edildiğine göre, Resûlüllah Sallattahü aleyhi ve sellem:

— Nâs iftar'ı acele ettikleri müddetçe hayırda dâim­dirler; Buyurmuştur.»[649]

 

Hadîs, müttefekun aleyh'dir.

Tirmizî'deki Ebu Hüreyre (R. A,) hadîsinde Peygamber (S.A.V.) in şöyle buyurdukları rivayet olunuyor :

«—Allah AzzeveCelle; Kullarımın benim indimde en makbulü en acele iftar edenlerdir; buyurdu.»

Bu hadîsi, îmâm-ı Ahmed îbni Hanbel (164—241)  ile Ebu Dâvud (202—275) da rivayet etmişlerdir. İmâm-ı Ahmed'in rivâyetinde : «Sahuru tehir ettikleri müddetçe» ziyâdesi vardır. O zaman hadîsin tamamı §öyle olur : «Nâs iftarı acele, sahuru tehir ettikleri müddetçe hayırda dâimdir­ler.»

Ebu Davud'un rivayetinde de şu ziyâde vardır:

«Çünkü yahudilerle hıristiyanlar iftarı, yıldızların göründüğü zamana tehir ederler» «El-Mesâbih» şerhinde bu ziyâdeyi müteakip : «Sonra bizim dinimizde bid'atçıların şiarı ve alâmeti olmuştur.» deniliyor.

Hadîs-i şerîf iftarı acele etmenin müstehüfe olduğuna delildir. Bu­nun için bittabi güneşin kavuştuğunu görmek yahut sözüne itimad caiz olan birinin haber vermiş olması şarttır. İftarı acele yapmanın illeti ya­hudilerle hıristiyanlara muhalefettir. Bâzılarına göre bunun hikmeti gün­düze geceden zaman katmamakdır. Şüphesiz oruçluya daha münâsip olan da budur. İmâm-ı Şafiî : «İftarı acele yapmak müstehabtır; fakat tehiri de mekruh değildir. Ancak kasden tehir ederek fazileti bunda görmek müstesnadır» demiştir. İftarı aceîe etmenin müsteâb oldu­ğunda mezhep imamları müttefiktirler.

Vâkıâ bâzı hadîslerde, nefsin şehvetini kırmak maksadıyla ifta­rın bir parça geciktirilmesinin mekruh olmayacağına işaret varsa da hadîsimizin İmâm-ı Tirmizî'nin Ebu Hüreyre (R. A ./dan rivayet ettiği kısmındaki (hadfs-İ kudsî) cümlesi iftarın mutlak surette acele yapılmasının Allah indinde daha makbul olacağına delâlet etmektedir. Bittabi sarahat mukabilinde işarete itibar yoktur.

Peygamber (S.A.V.)'e gelince : O bu hadîsin umumundan hâriçtir. ZSrâ ilerde görüleceği veçhile ashâb-ı kirâm'ına kendisinin onlar gibi olmadığını tasrih buyurmuştur. Binaenaleyh o iftarı acele yapmasa bi­le yine Allah indinde oruç tutanların en makbulüdür. Ve yine ilerde gö­rüleceği veçhile kendisine visal orucu için irin verilmiştir.[650]

 

679/533- «Enes ihni Mâlik radıyatlahü anfe'den rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûfüllah SallaJlahü aleyhi ve sellem :

— Sahur yeyiniz.   Çünkü   sahurda   bereket   vardır; buyurdular».[651]

 

Hadîs, müttefekun aleyh'dir.

Bu hadîsi îmâm-ı Ahmed, îbni Hanbel, Hz. Ebu Said'den rivayet ediyor. Onun rivayetinde şu ziyâde de vardır:

«Onu bırakmayın. Velevki biriniz (sadece) bîr yudum su yudumtamış olsun. Çünkü Allah ile melekleri   sahur

yiyenlere salât eylerler.»

Emrin zahiri sahur yemenin vücûbunu ifâde ediyorsa da, gerek Peygamber (S.A.V.)'in gerek ashâb-ı kirâm'ının visal orucu tutmaları burada onu nedip mânâsına değiştirmiştir.

İmâm-ı Nevevî (631—676): «Bu hadîste sahura teşvik vardır. Ulemâ bunun vacip değil, müstehâb olduğuna icmâ' etmişlerdir. Sa­hurda ki bereket ise meydandadır. Çünkü oruç tutmak için insana kuvvet ve neşât verir. Sahur yiyene orucun meşakkati azaldığından onun sebebiyle çok oruç tutmaya rağbet hâsıl olur» diyor.

Jbnü'lrMünzir dahi sahur yemenin mendub olduğuna icmâ' nak-letmiştir. Sahur yemekte sünnet'e ittiba ve ehl-i kitab'a muhalefet vardır. Bunun delîli İmâm-ı Müslim'in merfu' olarak rivayet ettiği şu hadîstir :

«Bizim  orucumuzla ehl-i   kitab'ın  orucu   arasındaki hudud sahur yemektir».[652]

 

680/534- «Süleyman b. Amir Dabbİ radıyaîlahü anh'âen Peygamber SaUattahü aleyhi ve seüem'ln şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir :

— Biriniz iftar etti mi hurma ile etsin. Bulamazsa su ile iftar etsin. Çünkü su temizdir.»[653]

 

Bu hadîsi, Beşler rivayet etmiştir. İbni Hüzeyme, İbni Hibban ve Hâkim onu sahîhlemişlerdir.

Hadîs-i şerîf, Ümran ibni Husayn tarikiyle de rivayet olun­muştur. Fakat bu tarîkta zaaf vardır. Aynı hadîsi Tirmizî ile Hâkim Enes (R. A.)'den rivayet etmişlerdir. Hâkim onu sahîh bulmuştur. Tirmizî, Nesâî ve başkaları ise yine Hz. Enes'den fiil-î Resul olmak üzere rivayet etmişlerdir. Mezkûr hadîste Hz. Enes şöyle demiştir: «Re-sûlüllah SallaUahü aleyhi ve selîem akşam namazını kılmazdan önce bîr kaç yaş hurma ile iftar ederdi. Yaş hurma bulunmazsa birkaç kuru hurma ile iftar eder, o da bulunmazsa birkaç yudum su içerdi.»

Bâzı rivayetlerde hurmaların üç adet olacağı tasrih edilmiştir. Bu mânâda daha başka rivayetler de vardır. Bunların hepsi hurma ve su ile iftar etmenin sünnet olduğuna delâlet ederler. Îbnü'l-Kayyim (691—751) diyor ki «Bu, Peygamber (S.A.V.)'in ümmetine olan kemâl-i şefkatin-dendir. Zîrâ boş mideye tatlı bir şey vermek daha ziyâde kabule karin ve insanlardaki kuvvetlerin bahusus görme kuvvetinin kuvvet bulma­sına sebep olur.»

Suya gelince : Oruç sebebiyle karaciğerde bir nevi kuruma hâsıl olur. Su ile ıslatılırsa, ondan sonra alacağı gıdadan istifâdesi daha zi­yâde mükemmelîeşir.

Bununla beraber kalbin ıslâhı hususunda hurma ile suda daha nice hassalar vardır ki, bunları yalnız kalb doktorları bilir.[654]

 

681/535- Ebu Hüreyre radıyaîlahü anh'den rivayet edilmiştir. De­miştir ki: Resûlüllah SallaUahü aleyhi ve sellem; Visalden nehyettl. Bunun üzerine müslumanlardan bir adam kalkarak :

— Amma sen visal   yapıyorsun ya   Resûlellah?;   dedi.   Resûlüllah SaMaJİahü aleyhi ve seUem:

  Hanginiz benim gibi  olabilir. Şüphesiz ki ben, Rabbim beni doyurup, sulayarak geceliyorum.» buyurdu­lar.

Ashâb visalden vazgeçmekten İmtina edince, Resûlüllah SaUallahü aleyhi ve sellem kendileri İle bir gün visal yaptı; sonra bir gün daha yaptı. Sonra hilâli gördüler. Bunu müteakip Hz. Peygamber (S.A.V.) -vazgeçmekten imtina ettikleri için, kendilerine bir ders-i ibret verirce­sine :

— Eğer hilâl gecikseycli size daha ziyâdesini yapardım; buyurdular.»[655]

 

Bu hadîs, Müttefekun aleyh'dir.

Hadîsi, Buharı ile Müslim, Ebu Hüreyre, İbni Ömer, Âişe ve Enes (R. A hazaratından rivayet etmişlerdir. Ayrıca İmâm-t Müslim (204—261) onu Ebu Said (R. A./dan da tahrîc etmiştir.

Hadîs-i şerîf, visalin memnu olduğuna delildir. Maamâfîh sahura kadar izin verilmiştir.

Visal : Oruç günlerini birbirlerine eklemekdir. Yani iftar etme­mek ve sahur yememek suretiyle gece, gündüz birkaç gün oruç tutmak­tır. Buna ancak kalbi Allah'ına karşı muhabbet sadakatıyla, vuslat kuvvetiyle mâl-â-mâl olan Peygamber (S.A.V.) takat getirebilir. Çünkü Allah-ü Zülcelâl onu ilâhî maârif ile doyurur. Kalbine şevk ve münâcât lezzeti verir ki bunlar kalbin devası ve ruhun gıdasıdır. Binaenaleyh bir müddet için cismin gıdası yerini tutarlar. Yoksa «Rabbim beni do-yurup sulayarak geceliyorum» demek yiyip içiyorum mânâsına değildir. Bu mânâya alınırsa zâten oruçlu sayılmaz. Bununla beraber Cenâb-ı Allah onu cennet taamı ile doyuruyordu. Bu taamın hükmü dünya taamına benzemez ve oruçla mükellef olmasına münâfî değildir, diyenler de vardır.

Sahura kadar visale izin verildiğini Hz. Ebu Said (R.A.ym rivayet ettiği şu hadîsten anlıyoruz :

«Hanginiz visal tutmak isterse sahura kadar visal yapsın».

Ebu Said (R. A.)'ın bu hadîsi gecenin bir kısmında yapılan imsak'in visal sayılacağına delildir. Bu hadîs, «Sübülüs-Selâm» sahibine göre: «Gece oruca mahal  değildir.   Binaenaleyh   geceleyin orug tutmaya niyet edilse bile bu niyet ve oruç sahih olamaz.» diyenlere reddiye­dir .

Lâkin bizce bu fikir hatâdır. Çünkü gece hakikaten oruca ma­hal değildir. Teâlâ Hazretleri :

[656]«Ta kara iplikten ak ipliği seçinceye kadar yeyin İçin» buyuru­yorlar. Kara iplikle ak iplikten murâd: Gece ile gündüzdür. Şu halde geceleyin sabaha kadar yemek içmek mubah, fakat sabahleyin artık haramdır. Oruç için de : «   [657]» «Sonra orucu geceye kadar tamamlayın» buyruluyor.

Binaenaleyh açıkça anlaşılıyor ki, orucun zamanı gündüz; yeyip içmenin zamanı da gecedir. Bu suretle orucun vakti nassı kitapla gün­düze mahsus kılındıktan sonra nasıl olur da haber-i vâhid olan bir Ha­dîs nass-ı kitabı reddeder ve gece yine de oruca mahal olabilir? Kaldı ki visal orucu ile geceleyin oruç tutmak başka başka şeylerdir. Visal orucu gündüzün tutulan orucun geceleyin devamıdır. Ve aslen memnu olmakla beraber, müsaade edildiği yerler de vardır. Geceleyin oruç tutmak ise güneş kavuşurken niyetlenip, fecir doğarken iftarı tasavvur edilen oruçtur ki, burada münakaşasını yaptığımız budur. Buna, «Sübiüü's-Selâm» sahibinden başka kail olan yoktur. Gecenin oruca mahal olmadığında ulemâ müttefiktirler.

Hadîs-i şerifte visalin Hz. Peygamber (S.A.V.)'în hasâisinden oldu­ğuna delâlet vardır. Ümmeti hakkında caiz olup olmadığı ihtilaflıdır.

tmâm-ı Mâlik (93—179) ile diğer bâzı ulemâ mutlak surette ha­ram olduğuna kaildirler. Delilileri mevzuu bahsimiz Ebu Hüreyre hadî­sidir. Bâzıları «kime meşakkat verirse ona visal orucu haram; kime meşakkat vermezse mubahtır» demişlerdir.

Mâlik'ten maada mezhep imamlarına göre visal orucu mekruh­tur. Haram değildir diyenler, Peygamber (S.A.V.)'in ashabı ile birlikte visal yapmış olmasıyla istidlal ederler ve: «Buradaki nehiy tahrim için olsa, ResûlüNah (S.A.V.) ashabını bu fiil üzerine takrir buyurmazdı. Tak­rir buyurması nehyin tahrim için değil, ashâb-ı ki ramına bir tahfif ol­mak üzere kerahet için geldiğine karinedir» derler. Bunlar aşağıdaki hadîslerle de istidlal ederler:

1— Ebu Dâvud sahabeden bir zâttan şu hadîsi   tahrîc etmiş­tir :

«Resûlüllah Salîallahü aleyhi ve sellem, hacamet ile muvasele-(orucun) dan nehiy elti. Ama onları ashabına (meşru olarak bırakmış olmak için) haram kılmadı». Bu hadîsin isnadı sahihtir.

2— Bezzâr ile Taberânî, Semüra (R. A.J'dan şu hadîsi tahrîc etmişlerdir :

«Peygamber SaUallahü aleyhi ve sellem, visal orucundan nehiy etti. Fakat kat'i olarak değil.»

3— Îbnü's-Seken merfu' olarak şu hadîsi rivayet ediyor  :

«Şüphesiz Allah geceleyin orucu farz kılmamıştır. Binaenaleyh istiyen bana tâbi olsun, ama kendisine hiç bir ecir yoktur.»

4— İbni Ebi Şeybe, İbni Zübeyr'in onbeş gün visal orucu tuttu­ğunu sahîh bir isnadla rivayet ettikten sonra bunu başkalarının yaptığını da zikretmiştir.

«Ashâb-ı kiram nehiyden tahrim mânâsı anlasalar, bilfiil kendileri visal yapmazlardı» diyorlar. Visal orucu haramdır diyenler, Resûlüllah (S.A.V.)'in bizzat visal orucu tutmasına, ashabını zecir ve kendilerine bir ibret dersi vermek içindir derler. «Hanginiz benim gibi ola­bilir» sözü de istifhâm-ı inkârıdır. Sabaha kadar olan visale Re­sûlüllah (S.A.V.) müsaade buyurmuşlardır. Netekim Buhârî'nin Ebu Sald (R. A./den tahrîc ettiği şu hadîsten de anlaşılmaktadır :

«Ebu    Said,    Peygamber (S.A.V.)'! :

— Visal orucu tutmayın.   Hanginiz visal yapmak is­terse sahura kadar yapıversin; derken tsltmîştfr.[658]

 

682/536- «(Bu da) Ebu Hiireyre radıyaUahü ank'dtn rivayet olun­muştur. Demiştir ki; Resûlüilah SaüaMahü aleyhi ve seîlem:

— Kim yalan söylemeyi, onunla amel etmeyi ve cehli bırakmazsa Allah'ın da onun yiyip içmesini bırakmasına bir ihtiyacı yoktur; buyurdular.[659]

 

Bu hadîsi, Buhârî ile Ebu Dâvud rivayet etmişlerdir. Lâfız Ebu Da­vud'undur.

Cehİl'den murâd : Sefâhettir.

Hadîs-i şerîf, yalanın ve yalanla iş görmenin ve keza sefâhetin oruç­luya haram olduğuna delildir. Bunlar oruçlu olmayanlara da haram ise, de oruçlu hakkında te'kiden haramdırlar. Nasıl ki zînâ herkese ha­ram, böbürlenmek herkese çirkindir, fakat ihtiyarın zînâ etmesi, faki­rin böbürlenmesi daha da te'kidle haram ve çirkindir.

«Allanın ihtiyacı yoktur» demek, «irâde etmez» demektir. Bu cümle zikri geçen şeyleri irtikâp etmenin ne derece büyük birer suç olduğunu ve bunları irtikâp edenlerin tutttugu orucun hiç tutulmamış mesabesinde bulunduğunu beyân ediyor. Hadîsteki mefhum-u muhalife -onu delîl kabul edenlerce dahi,- itibar yoktur. Yani yalancılıktan ve sefahatten vazgeçenin yiyip içmeyi bırakmasına AHahü Züİcelâl'in ih­tiyacı olacak değildir. Çünkü onun hiç bir kimseye ihtiyacı yoktur. O bütün âlemlerden ganidir. Bâzıları : «Bu cümle kabul etmemekten ki­nayedir» derler. Bazılarınca da «Bunun mânası, tutulan orucun sevabı, mezkur kötülüklerin sebep olacağı cezaya mukavemet edemez» demek­tir.

Bu bâbda şöyle de bir hadîs vardır :

«Eğer   kendisine bir kimse söver   sayarsa, ben oruçluyum deyiversin.» Yani peşinen kendisi söğmedigi gibi ona başkası söğerse dahi cevaben söğmesin.[660]

 

683/537- «Hz. Âişe radıyaUahü <mA4'dan rivayet olunmuştur. De­miştir ki: Peygamber SaUaUahü aleyhi ve seltem, oruçlu İken Öper; oruçlu İken mübaşeret ederdi.Lâkin  nefsine en mâlik olanınız idi.»[661]

 

Hadîs, mütfefekun aleyh'dir. Lâfız Müslim'indir. Müslim bir riva­yette (ramazanda) kaydını ziyâde etmiştir.

Irb : Nefsin ihtiyacı demektir. Musannif merhuma göre bunun mâ­nâsı cuzvuna malik idi» demektir.

Mübaşeret : Ellemek, sıkmak ve tenini tenine değdirmektir.

Ulemâ-! kiram şöyle diyorlar : «Bu hadisin mânâsı, size oruçlu iken kadınlarınızı öpmekten kaçınmak gerekir. Kendinizi Resûlüilah (S.A.V.) ile bir tutmayın. Çünkü o nefsine mâlik idi. Öpmekten inzal vâki olma­yacağına emin idi. Siz emin değilsiniz. Şu halde size bundan kaçınmak düşer» demektir.

îmâm-ı Nesâî (215—303) «El-Esved» tarikiyle şu hadîsi tahrîc etmiştir :

«Âişe'ye :

  Oruçlu olan mübaşeret edebilir mî? diye sordum:

  Hayır; dedi:

  Resûlüilah  (S.A.V.) oruçlu iken mübaşeret    ediyor değilmiydl? dedim.

  Şüphesiz o nefsine en mâlik olanınız İdi; dedi.»

Bu hadîsin zahiri, Hz. Âişe (R. anfca/nın mübaşeret işini Peygam­ber (S.A.V.)'e mahsus olduğu kanâatında bulunduğunu gösteriyor. KurtvM: «Bu Hz. Âişe'nin bir içtihadıdır» diyor. Bâzıları : «Herhalde Hz. Âişe (R. ariha) Peygamber (S.A.V.)'den başkasına, öpmeyi kerfi-het-i tenzîhiye ile mekruh görürmüş. Nitekim : «O nefsine en mâlik olanınızda demesi de buna delâlet eder.» demişlerdir.

Hadîsin zahiri, oruçluya öpmek ve mübaşeret gibi şeylerin caiz ol­duğunu gösteriyor. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) bunları yapmıştır. Maamâ-fîh mes'ele ulemâ arasında ihtilaflıdır.

1— Hanefîlere göre : Nefsinden emin olanlara oruçlu iken öpmek ve mübaşeret gibi şeyler caizdir. Fakat meni gelmesinden veya cimâ'-dan emin olmayanlara mekruhdur.

2— ŞâfİHer'e göre : Öpmek ve mübaşeret gibi cimâ'ya (cinsi mü­nâsebete) mukaddime sayılan şeyler şehveti tahrik etmezse    mekruh, ederse haramdır.

3— Mâlİkîler'e göre : Cimâ'ın mukaddimeleri ile mezi ve meninin inmiyeceği malûm olursa, mekruh, şüpheli olur veya ineceği bilinirse haramdır.

4— Hanbelîler'e göre : Cimâ'm mukaddimeleri şehveti tahrik eder­se, mekruh; tahrik etmezse caizdir. Fakat menî'nin inmesinden korku-lursa bunlar haram olur.

5— Bâzılarına göre : Cimâ'ın    mukaddimeleri    haramdır. Çünkü Teâlâ hazretleri mübaşereti gündüzün haram kılmıştır. Fakat bu kav­le zâhip olanlara : «âyet'teki mübaşeretten murâd cimâ'dır. Eunu Re-sûl-ü Ekrem (S.A.V.)'in fiili beyân etmiştir. Nitekim babımızın hadisi de aynı hakikati beyân etmektedir» diye cevap verilir.

6— Zâhirller'e göre : Cimâ'ın mukaddimeleri mubahtır. Hattâ bâ­zılarına göre müstehâbtır.

7— Bâzılarına göre : Cimâ'ın mukaddimeleri   gençlere   mekruh, ihtiyarlara mubahtır. Bu kavi İbni Abbas radıyaîîahü anh'den rivayet olunmuştur.    Delili : Ebu Davud'un tahrîc ettiği bir   hadîstir. Bu hadîse göre : Peygamber   Sallallahü aleyhi ve sellem'e bir adam ge­lerek oruçlunun mübaşerette bulunmasını sormuş; Resûlüllah SaîlaMa-hü aleyhi ve sellem kendisine ruhsat vermiş. Diğer biri gelerek aynı mes'eleyi sormuş; Hz. Peygamber onu nehiy etmiş. Bir de bakmışlar ki ruhsat> verilen ihtiyar, nehiy olunan gençmiş.   Bu kavillerin içinde en kuvvetlisi Hanefîler'in kavlidir. Delilileri: Babımızın hadisi ile îmâm-t Ahmed ibni Haribel ve Ebu Davud'un tahrîc ettikleri Ömer ibni Hat-tab hadîsidir. Hz. Ömer (R. A.) hadîsi şudur :

«Ömer demiştir ki: Bir gün keyfe gelerek oruçlu olduğum halde (eh­limi) öptüm. Bunun üzerine Peygamber (S.A.V.)'e geldim ve:

  Bugün ben büyük bir iş yaptım; oruçlu iken öptüm; dedim. Re­sûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem, buyurdular kî :

  Oruçlu iken su ile mazmaza yapmış olsan hüküm ne olur dersin?

  Bunda bir şey yoktur; dedim:

  (O halde ötekinde) neden olsunmuş; buyurdular.» Oruçlu bir kimsenin öpmek, bakmak veya mübaşeret gibi cimâ'ın,

mukaddimelerinden biri sebebiyle mezi veya menisi inse orucunu kaza edip etmiyeceği hususunda dahi ulemâ ihtilâf etmişlerdir.

Hanefîler'le Şâfiîler'e göre : Mezînin gelmesi orucu bozmaz. Bak­mak suretiyle meni'nin gelmesi dahi aynı hükümdedir. Öpmek ve mü­başeret suretiyle meni inerse yalnız kaza lâzım gelir. Hanbelîler'e göre de öyle ise de bakmakla menî indiği takdirde kaza lâzım olur.

Mâlikîler'e göre : Mezi gelirse oruç bozulur. Kazası    lâzım gelir. Fakat menî inerse, bakmak sureti dahî dâhil olmak üzere bütün cima mukaddimelerin  Ramazan   orucunun hem kazası, hem kefareti lâzım olur.

Tenbih : Hz. Âişe (R.anha)'nm Peygamber (S.A.V.) hakkında : «Oruçlu iken» demesi, kendisinin de o anda oruçlu olmasını iktizâ et­mez. Bu bâbda zahiren biri birinden zıd gibi görünen iki hadîs rivayet olunur. Bunları îbni Hİbban sahihinde Hz. Âişe (R. anha)'d&n tah­rîc etmiştir. Birinci hadîste : «Resûlüllah (S.A.V.) farz ve nafile oruç­larda zevcelerinden bazılarını öperdi» deniliyor. İkincide : «Peygamber (S.A.V.) o kadın oruçlu iken yüzüne dokunmazdı» denilmektedir. Fakat îbni Hibban (—354) şöyle diyor: «Bu iki haber arasında zıddiyet yoktur. Çünkü Peygamber (S.A.V.) nefsine mâlikti. Ve bu fiili île hâli kendisi gibi olanlara bu işi yapmanın caiz olduğuna tenbih etmiş; ka­dınların böyle hallerdeki zaafını bildiği için kadın oruçlu iken, kendisi­ne dokunmamıştir».[662]

 

684/538- «İbni Abbas radıyaUahü anhüma'dan rivayet edildiğine göre; Peygamber SdUdUahü aleyhi ve seUem, İhramlı iken kan aldır­mış; oruçlu İken de kan aldırmıştı.»[663]

 

Bu hadîsi, Buhar! rivayet etmiştir.

Bu hadîs hakkında ulemâdan bâzıları şu mütalâayı ileri sürüyorlar: «Resûlüllah (S.A.V.) galiba ayrı ayrı zamanlarda hem ihramlı iken kan aldırmış; hem de oruçlu iken kan aldırmıştır. Fakat bu iki işi bir za­manda yapmamıştır. Çünkü ihramlı olmaktan haccetü'l-vedâ'daki hâ­li kasdedilirse, orada oruçlu değildi. Zîrâ Haccetü'i-Vedâ ramazanda değildi. Mekke'nin fethi ramazanda olmuşsa da, o seferde Resûl-ü Ek­rem (S.A.V.) ihramlı değildi. Vakıa nafile oruca niyet etmiş olması ih­timâl dâhilinde ise de niyetli olduğunu biien yoktur».

Bu hadis hakkında çeşitli rivayetler vardır. îmâm-ı Ahmed İbni Haribel (164—241) : «İbni Abbas'ın arkadaşları oruç zikretmiyorlar» diyor. Ebu Hatim (195—277) : «Bu hadîste Şerik hatâ etmiştir. Resûlüllah (S.A.V.) yalnız kan aldırmış ve haccamın ücretini vermiştir. Şerik bunu ezberinden söylemiştir. Halbuki hafızası bozulmuştur» de­mektedir. Îbnü'l-Kayyim (691-751) «Zadü'l-maad» adlı eserinde: Resû­lüllah (S.A.V.)'in oruçlu iken kan aldırdığı kendisinden rivâyeten sahîh olmamıştır» demiştir. îmâm-ı Ahmed'e bu hadîs sorulduğunda: «Sahîh değildir» demiştir.

Elhâsıl Resûlüllah (S.A.V.)'in oruçlu iken kan aldırdığı rivayeti sahîh değildir. Sahîh olan sadece kan aldırmasıdır. Binaenaleyh bâzı ulemânın mütalâaları veçhile hadîsin her cümlesi ayrı ayrı ifâdeler olabilir. Yani bir defa ihramlı iken kan aldırmış; sonra başka bir defa da oruçlu iken kan aldırmış olabilir. Buna karine, hem ihramlı, hem oruçlu iken bir defa kan aldırmadığının bilinmesidir. Sonra Şerike ağır hücumlar yapılacağına, onun rivayetini de sahîh kabul ederek te'vîle gitmek ve «ayrı ayrı zamanlarda olmuştur» demek daha iyidir.

Oruçlu iken kan aldırmanın hükmü ihtilaflıdır. Ekser-i ulemâya göre kan aldırmak orucu bozmaz. Bunlar aşağıdaki Şeddat hadîsi"nin, bu hadîsle neshedilmiş olduğuna kaildirler.

Şâfiîler'e göre : Oruçlunun ihtiyaç yokken kan aldırması mekruh­tur. İhtiyaç varsa mekruh değildir.

Hanefîler'e göre : Kasder. kan aldırır da kan çıkarsa oruç bozulur. Kan çıkmazsa bozulmaz.[664]

 

685/539- Şeddet îbni Evs radıyaTlahü anh'âen rivayet olunduğuna göre; Peygamber Sdllallahü aleyhi ve sellem, Baki'de, ramazanda kan aldıran bir adamın yanına gelmiş ve :

— Kanı. alan da aldıran da iftar etti; buyurmuşlardır.»[665]

 

Bu hadîsi, Tİrmiiî müstesna Beşler tahrîc etmişlerdir.Ahmed, İbni Huzeyme ve İbni Hibban da onu sahîhlemişlerdir.

Hadîs-i şerifi Buhârî ve başkaları da sahîhlemişler; diğer hadîs imamları onu onaltı sahabeden tahrîc eylemişlerdir. Suyûtî (849— 911) «El-Camiü's-Sagîr» adlı eserinde : «Bu hadîs mütevâtirdir» di­yor.

Hadîs, kan aldırmanın, alanın da aldıranın da orucunu bozdu­ğuna delîldir. Ulemâdan az bir taife'nin mezhebi budur. İmâm-ı Ah­med ibni HanbeVm de bâzı kayıt ve şartlarla kavli budur. Diğer bir takım ulemâ alanın değil, yalnız aldıranın orucunun bozulduğuna kaildirler. Delilleri Şeddat hadîsidir. Fakat bunların niçin hadîsin bir kıs­mıyla amel edip, bir kısmıyla amel etmedikleri bilinememektedir. Cum­hur ulemâ'ya g°re kan aldırmak mutlak surette orucu bozmaz.   Onlar, Şeddat hadîsinin İbni Abbas hadîsi ile neshedilmiş olduğuna zâhip olmuş­lardır. Çünkü İbni Abbas (R.A.) hadîsi tarih itibarıyla Şeddat hadîsin­den sonradır. İbnî Abbas (R. A.)'m sahâbi oluşu Peygamber (S.A.V.)'in hac yılında, halbuki Şeddat'm sohbeti Mekke'nin fethi esnasındadır. Bu cihet îmâm-ı Şafiî'den rivayet olunmuştur. Hz. Şafiî :  «İhtiyaten kan aldırmaktan kaçınmak benim için daha makbuldür»   demiştir. Aşağıdaki Enes hadîsi de neshi teyid eder.  İbni Hazm (384—456) diyor ki : «Kan alan, ve aldıran iftar etti» hadîsi şüphesiz sa­bittir. Lâkin biz başka bir hadîste Peygamber (S.A.V.)'in oruçluya kan aldırmayı ve visal yapmayı yasak ettiğini, fakat bunları ashabına meşru bırakmış olmak için haram kılmadığını gördük. Hadîsin isna­dı da sahihtir.» îbni  Ebi Şeybe'mn Ebu Saîd'den tahrîc ettiği şu ha­dîs de bunu teyid ediyor :

«Peygamber SaîlaUahü aleyhi ve seUem, oruçluya kan aldırmak içîn müsaade buyurdular.» ruhsat ancak azimetten sonra bulunabilir. Şu halde evvelce azimet olarak kan alanın ve aldıranın orucu bozulur-muş da sonra neshedilmiş demektir.

Bâzıları : «Şeddat hadîsi kerahete delâlet eder. Nitekim aşağıdaki Enes hadisi de öyledir» diyorlar. Diğer bâzıları ise : «Peygamber Sât-lalkthü aleyhi ve sellem,   Şeddat hadîsini husûsi bir hâdise sebebiyle îrâd buyurmuşlardır. Binaenaleyh hüküm o zevata mahsustur» derler. Hâdise şudur: «Peygamber (S.Â.V.) oradan geçerken kan almakla meş­gul olan o iki kişi başkalarını zem m ediyorlarmış. Bundan dolayı : «Kanı alan da aldıran da iftar etti; buyurmuşlar.» Fakat îbni Huzeyme (223—311) bu te'vili pek garip bularak: «Bu şaşılacak bir şeydir. Zîrâ bunu söyleyen de gıybetin orucu bozduğuna kail değil­dir» demiştir.

îmâm-ı Ahmed ibni Hanbeî : «Gıybetten kimin kurtulduğu var ki? Gıybet orucu bozarsa bizim orucumuz yoktur» diyor.

Imâm-z Şafiî gıybetin orucu bozmasını, orucun sevabını gider­mesine hamletmiştir. Şafii bunu, Hz. Peygamber (S.A.V.)'in cuma günü hatip hutbe okurken konuşan için «onun cuması yoktur» buyur­masına kıyâs etmiş ve o adama cumayı yeniden kıldırmamasını, cuma'-nın sahih olduğuna, yalnız sevabının kalmadığına delil tutmuştur. Bu takdirde mes'elede şaşılacak cihet kalmaz.

Beğavî (426—516) demiştir ki : «Bunların iftarından murâd: Kendilerini iftara maruz bırakmalarıdır. Çünkü kan alan onu ağ­zıyla emer. Binaenaleyh kanı içine gitmiyeceğinden emin değildir. Kanı aldıran dahi, kan kaybetmekle zayıf düşerek netice itibarıyla orucunu bozmaktan emin değildir.»

Fakat îbni Teymiyye (661—728) bu te'vili reddederek : «Pey­gamber (S.A.V.)'in «kan alan da alınan da iftar etti» buyur­ması onların oruçlarının bozulduğuna nasstır. Artık Peygamber (S.A. V.) onların oruçlarının bozulduğunu haber verirken bahusus hadîsin za­hiri murâd olmadığını bildiren bir karine de yokken, oruçlarının bozul­madığına inanmak caiz değildir. Eğer bozulmanın hakikati değil de, bozulmaya yakın olması mânâsı kasdedilmiş olsa, o zaman hadîs, hük­mü, beyâna değil, karıştırmaya yaramış olurdu.» diyor.[666]

 

686/540- «Enes b. Mâlik radıyalîahü anh'âen rivayet olunmuştur. Demiştir ki : Oruçluya kan aldırmanın ilk defa kerih görülmesi Cafer ibni Ebi Tâlib'in oruçlu İken kan aldırmasıyla başlar. Peygamber (S.A.V.) (o halde) onun yanına uğradı :

— Bunların İkİSİ de İftar etti; buyurdular. Neden sonra Peygamber Saîlallahil aleyhi ve seîlem, oruçluya kan aldtrmaya ruhsat verdiler. Artık Enes oruçlu İken kan aldırıyordu.»[667]

 

Bu hadîsi, Dâre Kutnî rivayet etmiş ve onu kuvvetli bulmuştur.

Dâre Kutnî (306—385) : «Bu hadîsin ricali sikadırlar. Hadîsin hiçbir illeti bilinmemektedir» demiştir.

Hadîs-i şerif, Şeddat hadîsini nesheden delillerdendir. Nitekim yu­karda görmüştük.[668]

 

687/541- «Hz. Âişe radıyalîahü anha'dan rivayet olunduğuna göre Peygamber Sallaîlahü aleyhi ve mllem, Ramazanda oruçlu İken, sür­me çekinmiştir.»[669]

 

Bu hadîsi İbni Mâce zayıf bir isnadla rivayet etmiştir. Tirmizî ise bu bâbda hiçbir şey sahîh olmuyor; demiştir.

Bundan sonra Tirmizî : «Oruçlunun sürme çekinmesi hakkında ehl-i ilim ihtilâf etmiş; bâzıları onu mekruh saymıştır. Süfyan, îbni Mübarek, Ahmed ve İshale bunlardandır. Diğer bâzıları ona ruhsat vermiştir. Şafii'nin kavli de budur.» demiştir.

Fakat sürme çekinmek Şafiî'ye göre yine de hilâf-ı evlâdır. Hanefîler'e göre sürme orucu bozmaz. Mâlikİler'e göre : Gündüzün çe­kinir, ve boğazında tadını duyarsa bozar. Geceden çekinir de tadını sa­bahleyin duyarsa bozmaz.

Hanbelîler'e göre : Sürme'nin tadını duyarsa oruç bozulur. îbni Şubrume ile îbni Ebi Leylâ (74—148) Jya göre de sürme orucu bozar. Bunların delili  :  Şu hadîstir :

«Oruç çıkandan değil, giren şeyden bozulur.» Sürme orucu bozar diyenlerce : Oruçlu bir şeyin tadını duydu mu o şey içeriye dâhil oldu demektir. Fakat ulemâ bu reyi kabul etmemiş ve : «Biz sür­menin içeriye girdiğini teslim etmiyoruz. Çünkü sürme göz'e çekilir. Halbuki göz, menfez değildir. İçeriye işliyen sürme olsa olsa, me­samat vasıtasıyla girer ki, bu da orucu bozmaz.» diye cevap vermişterdir, istidlal ettikleri hadîsi ise Buhârî, Ibnl Abbas'a ta'lik etmiş; îbni Ebi Şeybe yine İbnî Abbas'dan mevsul olarak rivayet etmiştir. Bu bâbda Ebu Davud'un tahrîc ettiği bir hadîste Peygamber (S.A.V./in sürme taşı hakkında : «Oruçlu ondan sakınsın» dediği göze çar­parsa da mezkûr hadîs hakkında Ebu Dâvud (202—275) : «Bana Yahya b. Maîn bu hadîsin münker olduğunu söyledi» demektedir.

Ashâb-ı Kirâm'rîan Hz. Enes (R. A./in oruçlu iken sürme çekinir-diğini yine Ebu Dâvud rivayet etmiştir. îmâm-ı AJme§ (60—148): «Arkadaşlarımızdan hiçbirinin oruçluya sürme çekinmeyi mekruh saydığını görmedim» demiştir.[670]

 

688/542- «Ebu Hüreyre radıyallahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir kî : Resûlüllah SdUaUahü aleyhi ve sellem:

— Bir kimse oruçlu iken unutur da yer içerse, orucu­nu tamamlayıversin. Zîrâ onu ancak Allah doyurmuş ve SUİamiştir;   buyurdular».[671]

 

Bu hadîs, Müttefekun aleyh'dir.

Hâkim'in rivayetinde : «Bir kimse ramazanda unutarak iftar ederse onun üzerine kaza ve kefaret yoktur» buyrul-muştur ki bu sahihtir.

Hadîsi Hâkim de Ebu Hüreyre (R. A..) dan  rivayetetmiştir.Tirmizî'nin rivayetinde:«O ancak AllarTın kendisine ihsan ettiği bir rızıktır» buyrulmuştur. Hâ­kim'in rivâyetindeki : «iftar ederse» ifâdesi münâsebet-i cinsîy-ye'ye de şâmildir. Bu hadîste hassaten yiyip içmenin zikredilmesi ekseriyetle onlar unutulduğundandır.

Hadîs-i şerif, unutarak yiyip içmenin ve cima' etmenin orucu bozmadığına delîldir. Çünkü «orucunu tamamlayıversin» buy-rulması, o kimsenin hakikaten oruçlu olduğunu gösterir. Cumhur ule-mâ'nın mezhebi de budur. Burada mezhep imamlarından yalnız îmâm-ı Mâlik muhalefet etmig ve unutarak yiyip içmek ile cimâ'ın orucu bo­zacağına kail olmuştur. Maamâfîh bozulan oruç ramazanın edası bile olsa, yine sâdece kaza lâzım gelir. Kefaret îcâp etmez.

Ulemâ'dan bâzıları lmâm- Mâlik'e muvafakat etmişlerdir. Bun­lar «Orucu bozan şeylerden kaçınmak, orucun rüknüdür. Binaenaleyh unutarak namaz rükûnlarından birini terk etmenin hükmü ne ise bunun hükmü de odur» diyerek kıyas yaparlar. Filhakika namazda bir rüknü unutarak terk etmek namazı bozar ve oruç namaza kıyas edilince onun da bozulması lâzım gelirse de burada kıyas istihsanın karşısında terk edil­miş ve istihsanla amel olunmuştur. îstihsan ise, sadedinde bulunduğu muz hadîstir. Bahusus hadîsin bir rivayetinde : «Onun Üzerine kaza Ve kefaret yoktur» buyrulması, unutarak iftar eden kimsenin oruç­lu olduğunu, kendisine kaza lâzım gelmiyeceğini en sarih bir şekilde ifâde etmektedir.

«Bozar» diyenler hadîsteki, «orucunu tamamlayıversin» cüm­lesini : «Orucu bozulmakla beraber o gün yine oruçlu imiş gibi dursun; orucu bozan şeylerden sakınsın; demektir.» Şeklinde te'vil ederlerse de, «onun üzerine kaza ve kefaret yoktur» ifâdesi, bu te'viie mânidir. Ashâb-ı kira m dan : Alî, Zeyd ibni Sâbİt, Ebu Hüreyre ve İbnt Ömer (R. anhüm) hazarâtı ile tabiînden bir çokları dahi unutarak yapılan iftarın orucu bozmayacağına kaildirler. Bittabî oruç bozul­mayınca kaza da lâzım gelmiyecektir. Bu bâbda birçok hadîsler vardır. Ve hepsi hiribirini takviye ederler. Biz bunlardan bir tanesi ile iktifa edeceğiz. îmâm-ı Ahmed İbnİ Haribel bir sahâbîyyenin azadlı cariyesinden şu hadîsi tahrîc etmiştir :

«Câriye Peygamber Saîldllahü aleyhi ve aettem'to nezdinde idi. Bir kap tirit getirdiler. Kadın da ondan yedi .Sonra oruçlu olduğunu hatırla­dı. Zülyedeyn (namındaki sahâbî) kadına :

— Doyduktan sonra şimdi mi hatırına gelf'yor7 dedi. Bunun üzerine Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem kadın. :

__Sen orucunu tamamla.   Çünkü bu ancak Allah'in sana ihsan ettiği bir rızrktır.buıyurdular.[672]

 

690/543- «Ebu Hüreyre radıyallahü onft'den rivayet olunmuştur. Demiştir kî : Resûliillah Sallallahü aleyhi ve sellem :

— Bir kimse kusmuğunu zaptedemiyerek kusarsa, onun üzerine kaza yoktur. Fakat kim kendi arzusuyla kusarsa ona kaza vardır; buyurdular.»[673]

 

Bu hadîsi, Beşler rivayet etmişlerdir. Onu Ahmed illetlendirmiş, Dâre Kutnl ise kuvvetli bulmuştur..

îmâm-ı Buhârî (194—256)   : «Ben bu hadîsi mahfuz zannetmi­yorum» demiştir. Hadîs isnadsız olarak ve isnadı sahîh olmayacak şekilde rivayet edilmiştir. Onu îmâm-ı Ahmed (164—241)dahî in­kâr etmiş ve : «Bundan (hadîsten) bir şey değil» demiştir. Hattâbî (319—388)  : «îmâm-ı Ahmed bu sözüyle hadîsin mahfuz olmadığını kasdediyor. Bu hadîsin Şcyheyn'in şartları üzere sahîh olduğu söy­leniyor» diyor. Tirmizî bu hadîs hakkında    «hasen-i garip»   demiş; Hâkim ile îbni Hibban onu Şeyhcyn'in şartı üzere sahîhlemişlerdir. Dâre Kutnl : «Râvilerinin hepsi sıkadır.» diyor. îmâm-ı Mâlik onu «El-Muvatta» da İbnİ Ömer'e mevkuf olarak; Nesâî de Ebu Hüreyre (R. A.)'& mevkuf olarak rivayet etmişlerdir.

Hadîs-i şerif, kendiliğinden gelip zaptedilemiyen, kusmuğun oru­cu bozmadığına; isteyerek kusmanın orucu bozduğuna delildir. Zîrâ: «Onun Üzerine kaza yoktur» demek, oruc'un sahîh olmasını iktiza eder. Îbnü'l-Münzir, kasden kusmanın orucu bozduğuna icmâ' oldu­ğunu nakleder. Lâkin bâzı zevattan kusmanın mutlak surette orucu bozmadığı ,yalnız bir kısmı tekrar içeriye dönerse bozduğu rivayet olunur. Bu zevatın delilleri, Tirmizî (200—279) ile Beyhâkî (384—458)'nin zayıf bir isnadla rivayet ettikleri şu hadîstir : 

«Üç şey vardır; orucu boz­mazlar: Kusmak, kan aldırmak, ve ihtilâm». Fakat delille­rin arasını cem etmek için buradaki kusmak, kusacağı gelerek kus­maya hamlolunur.[674]

 

691/544- «Câbir îbni Abdullah radıyallahü anhüma'dan rivayet edil­diğine göre; Resûliillah Sallallahü aleyhi ve sellem, fetih yıhnda Mek­ke'ye (müteveccihen yola) çıkmış ve oruç tutarak tâ Küraü'l gamim vadisine varmış, ashâb da oruç tutmuşlar. Sonra Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem, bir bardak su istemiş ve onu kaldırmış, tâ ki herkes gördükten sonra içmiş. Neden sonra kendilerine : Bâzı kimseler hâlâ oruçlu demişler:

— Onlar âsîlerdir; onlar âsîlerdir; buyurmuşlardır.»[675]

 

Bir rivayette: «Nâsa muhakkak oruç zor geldi; ancak senin ne ya­pacağını gözetliyorlar denilmiş. Bunun üzerine ikindiden sonra bir bar­dak su istiyerek hemen içmiştir.»

Bu hadisi, Müslim rivayet etmiştir.

Resûl-ü Ekrem (S.A.V.)'üı bu seferî, hicretin sekizinci yılı ramaza­nında idi. İbnİ İshâk ve başkalarının beyânına göre, Ramazan'm onuncu günü yola çıkmışlardı. Hz. Ömer ibnî Haftab (R.A.) : «Biz Resûlüllah (S.A.V.) ile ramazanda iki gaza yaptık : Bedir ve feth-i Mek­ke gazalarını. Bunların ikisinde de İftar ettik»  demiştir.

Hadîs-i şerif, yolcuların isterlerse oruç tutup, istemezlerse tutma­yacaklarına, h;.îtâ dilerlerse, günün ekserisini oruçlu olarak geçirdikten sonra, güneş kavuşmadan orucu bozabileceklerine delildir. Dâvud-u Zahirî (202—270) ile İmâmîyye taifesine göre yolcunun tuttuğu oruç, ramazan orucunun yerini tutamaz. Delilleri :

«Sizden kim hasta olur veya yolda bulunursa, onun orucu, sayısınca başka günlerdendir.»  âyet-i  kerîmesiyle hadîs-i şerifte geçen «Onlar âsîlerdir» cümlesi ve: «Yolcu­lukta oruç tutmak tâattan ma'dûd değildir.» hadîs-i şerifi­dir.

Cumhur ulemâ'ya göre ise, Ramazanda yolcunun orucu, ramazan orucu yerini tutar. Çünkü Peygamber (S.A.V.) tutmuştur. Âyet-i kerî­mede bu orucun kâfi gelmiyeceğine bir dehTyoktur, «Onlar âsîlerdir» buyurması, iftar etmeleri için verilen emr-i Resûl'e itaat etmedikleri içindir. Vâkıâ iftar edin diye emir buyurmamıştır. Fakat bilfiil suyu İçerek orucu bozması kendisine ittibâ' için kâfidir. Yolculuk hadîsini ise, oruç kendilerine güç gelenler hakkında îrâd buyurmuşlardır. Evet, oruç kendilerine pek ziyâde meşakkat vererek takat getiremiyecekleri için bu delillerle istidlal edilebilir. Çünkü Resûl-ü Zîşân (S.A.V.) ancak ashâb-ı kirâmına oruç zor geldiği için iftar etmiştir. Bundan sonra oruç tutanları da «âsîlerdir» diye tavsif buyurmuştur.

Günün ekserisini oruçlu olarak geçirdikten sonra iftar etmenin ce­vazı Cumhur ulemâ'nın kavlidir. îmâm-ı Şafiî (150—204) bu hadîs hakkında bir şey diyebilmek için sözü hadîsin sahîh olmasına ta'Iîk et­miştir. Bütün bunlar seferde iken oruca niyet edenler hakkındadır.

Mukim iken, ramazan orucuna niyet ettikten sonra sefere çıkanla­ra gelince : Cumhur ulemâ'ya göre bunların iftar etmesi caiz değildir. îmâm-ı Ahmed ile bâzı ulemâya göre caizdir. Yolcuya oruç tutmak meşakkat vermezse Hanefîler'le Şâfiîler'e göre ramazanda oruç tutma­sı evlâdır. Meşakkat verirse tutmaması efdâldir. İmâm-ı Ahmed ibni Haribel ile diğer bâzılarına göre mutlak surette oruç tutmaması efdâl­dir. Bunlar Zâhiriler'in istidlal ettiği delillerle istidlal ederler. Derler ki: «Bu hadîsler her ne kadar yolcunun oruç tutmaktan memnu olduğu­na delâlet ederse de, aşağıdaki Hamzatü'bnü Amr hadîsi oruç tutmanın haram değil, zararsız olduğunu gösteriyor. Çünkü «günah yok» demek, günahta değil, efdâl de değil, zararı yok demektir.»

«Oruç tutmak efdâldir» diyenler Resûî-ü Ekrem Saîldlîahü aleyhi ve seZZem'in yolculuğu esnasında ekseriyetle oruç tutmasıyla istidlal ederler. Bunlar «yolcuya oruç tutmak memnudur» diyenlerin delillerini te'vil ederek : «Bu deliller oruç kendilerine meşakkat verenler hakkın­dadır.» derler. Ulemâdan bir takımları iki tarafın hadîslerini birbirine denk görerek yolcuya oruç tutmakla tutmamak müsavidir derler. Hz. Enes (R.A.)'ın rivayet ettiği şu hadîs bunların delîllerindendir :

Enes demiştir k! : Peygamber   SaUaJlahü aleyhi ve sellem, ile birlikte sefer ettik. Ne oruçsuzun karşısında oruç­luyu ayıpladı. Nede oruçlunun.karşısında oruçsuzu».[676]

 

693/545- «Hamzat'übnü Amr Eslemt[677] radtydllahü anlı den riva­yet olunduğuna göre, kendisi :

  Yâ Resûlüllah, seferde oruç tutmaya kendimde kuvvet buluyo­rum. Bana bir günah var mı? demiş. Resûlüllah SaUdlîahü aleyhi ve sellem de :

  O, Allah'dan bir ruhsattır. Kim onunla amel eder­se, ne alâ, kim oruç tutmak isterse ona da bir günah yok­tur; buyurmuşlardır».[678]

 

Bu hadîsi, Müslim rivayet etmiştir. Hz. Âişe'den müftefekun aleyh olarak rivayet edilen aslı, Hamzatü'bnü Amr'ın sormuş olmasıdır. Müslim'in bir lâfzında :

«Ben orucu devam üzere futan bir adamtm. Seferde orucu tutayım mı (demiş) Resûlüllah SaTlaUahü aleyhi ve sellem de :

— Dilersen oruç tut dilersen iftar et; buyurmuşlardır.»

Hadîs-i şerîf, seferde oruç tutmakla tutmamanın müsavi olduğuna delildir. Bu bâbda yukarda izahat verildi. Ömrü boyunca oruç tutmak­ta beis görmeyenler dahi bu hadîsle istidlal ederler. Zîrâ Hz. Hamza (R.A.) orucu devam üzere tuttuğunu haber vermiş; Resûl-ü Zîşân (S.A.V.,) hazretleri inkâr etmiyerek takrir buyurmuşlardır. Seferde caiz olunca, hazarda bilevlâ caizdir. Ancak bu orucun insanı zayıflatarak başka farzları edaya mâni olmaması, yahut başkasının   hakkının zayi olmasına sebebiyyet vermemesi bayram ve teşrik günlerinde tutulma­ması şarttır; Bunlar şöyle diyorlar: «Peygamber (S.A.V.)'in Ibn! Amr'a ömrü boyunca oruç tutmak için sarahaten izin vermemesi bu hadîse muarız değildir. Çünkü İbnî Amr'ın o oruçtan zaafa düşeceğini bil­mişti. Nitekim öyle de oldu. İbni Amr, ömrü boyunca oruç tuttu. Fa­kat son ömründe zayıfladı ve: «Ah keşke Resûlüllah (S.A.V.)'in ruhsatını kabul etseydim» derdi. Resûlüllah (S.A.V.) daimi yapılan ameli az da olsa, sever; ona teşvikte bulunurdu.»[679]

 

694/546- İbni Abbas radıyallahü anhüma1'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki : Geçkin ihtiyara oruç tutmayıp, her gün için bîr fakir do­yurmasına ruhsat verildi. Onun üzerine kaza da yoktur.»[680]

 

Bu hadîsi, Dâre Kutnî ile Hâkim rivayet etmiş ve sahîhlemişlerdir.

Ulemâ : [681]» «Oruca takat getiremeyenlere ('bir günlük) fakir taamı fidye vardır» âyet-i kerîmesi hakkında ihtilâf etmişlerdir. Meşhur olan kavle göre bu âyet-i kerîme mensuhtur. Bu kavle zâhip olanların reyine göre oruç ilk farz kılındığı zaman müslümanlar muhayyer idiler. İsteyen oruç tutar, isteyen bir fakir doyurur ve oruç   tutmazdı.    Sonra bu hüküm bir kavle göre :

 [682]» «Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır  âyet-i kerîmesiyle diğer kavle göre :

«sizden kim o ay'a yetişirse onun orucunu tutsun» âyetiyle neshedilmîştir.

Bâzılarına göre âyet-i kerîme neshedilmemiştir. Bu zevatın başında Sultanü'l-Müfessirîn İbni Abbas hazretleri gelir. İbnî Abbas (R.A.) bu âyet-i kerîme'nin mensuh olmadığına, onun şeyh-i fânî denilen pek ziyâde kocamış ihtiyarlar hakkında ruhsat olduğuna kaildi. Dâre Kutnî'nm sünen'inde İbni Abbas (R. A.)'dan bu bâbda sahîh isnadla tahrîc edilmiş hadîsler vardır.. Bunlardan birinde Hz. İbni Abbas'ın : «Bu bâbda ruhsat, ancak oruca takat getiremiyen ihtiyara veya şifâ bul­mayan hastaya veriliyor» dediği rivayet edilmektedir. Hattâ bir ri­vayette bir fakir taamının buğdaydan yarım sa' (520 dirhem) ola­cağı tâyin" edilmiştir. Âyet'in nesh edilip edilmediği hususunda mer­hum Elmolilı Mehmed Hnmdi Yazır'm «Hak dini Kur'ân Dili-» adlı tefsirinin birinci ciltinde (630—640 sayfalar) da pek güzel izahat vardır. İbnî Abbas (R.A.ym kavli ashâb-ı kîrâm'dan Ali b. Ebu Talip, İbni Ömer ve başkalarından da rivayet olunur.

Bu bâbda sahabeden hiçbir hilaf rivayet olunmamıştır.

Hâmile ve emzikli kadınlar hakkında yine İbni Abbas ve İbni Ömer (R.anhüm) hazarâtından rivayet edilen bir habere göre bu kadınlar iftar eder; sonra kaza da etmezler. Ashâb-ı kirâm'dan bir cemâatin reyine göre böyleleri hergün bir fakir doyururlar. Yine Dâre Kutnî'nm tahrîc ettiği bir habere göre Hz. Enes, İbni Mâlik (R. A.) bir sene oruç tutmaktan bîtâb düşerek büyük bir tas tirit yaptırmış ve otuz fakir ça­ğırarak onları doyurmuştur.

Mes'ele selef arasında ihtilaflıdır. Cumhur'a göre fakir doyurmak yalnız şeyh-i fânî denilen ihtiyar erkek ve kadınlara mahsustur. Diğer­leri hakkında mensuhtur. Selef-i sâlihîn'den bir cemâat'a göre ise, fakir doyurmak mes'elesi tamamiyle mensuhtur. Binaenaleyh şeyh-i fânî'ye de meşru değildir.

Imâm-ı Mâlik ile Tahâvî bu kavli tercih ederler. Onlarca fidye vermek sadece müstahâbtır. Diğer mezhep imamlarına göre, fidye vermek vaciptir. Ancak şeyh-i fânî fidyeyi verdikten sonra günün birinde oruç tutmaya kadir olursa, yine oruç tutmakla mükelleftir. Verdiği fidye sadaka olur.

İbni Abbas hazretlerinin bu hadîs mevkuf gibi görülüyorsa da Pey­gamber (S.A.V.)'in şeyh-i fânîye verdiği ruhsatı işitmiş de sonra sîgayı değiştirmiş olması ihtimal dahilindedir. Çünkü nakil bilmânâ caizdir. Yani râvi bir hadîsin mânâsını belliyerek onu kendi lâfızlanyla rivayet edebilir. İbni Abbas hazretleri bu ciheti bildiği için kendi lâfızlanyla rivayet etmiş olabilir. Zîrâ ruhsat vermek ancak işitmekle olur. Yahut İbnİ Abbas (R. A.) bu hükmü âyet'ten anlamıştır.[683]

 

695/547- «Ebu Hüreyre radıyaUahü anh'den rîvâyet edilmiştir. De­miştir ki: Peygamber SaUaUahü aleyhi ve seUem't bir adam gelerek :

  Helak oldum yâ Resûlüllah! dedi.   Resûl-ü    Ekrem    SaUdllahü aleyhi ve sellem:

— Seni Helak eden nedir? diye sordular.

  Ramazanda karıma yakınlık ettim; dedi. Resûlüllah    SaUdllahü aleyhi ve sellem:

— Azâd edecek bir köle bulabiliyormusun? dedi. Adam :

  Hayır; cevabını verdi. Peygamber SaUaUahü aleyhi ve seîlem:

— öyle ise iki ay arka arkaya oruç tutabiliyormusun? dedi. (yine):

  Hayır; cevabını verdi. Resûl-ü Ekrem    SaUdllahü aleyhi ve sel­lem:

— O halde altmış fakiri doyuracak şey bulabiliyormu­sun? dedi. Adam :

  Hayır; cevabını verdi. Bundan sonra oturdu. Nihayet Peygamber Sallallahü aleyhi ve setlem'e içinde hurma olan bir zembil getirdiler. Resûlüllah SaUaUatıü aleyhi ve sellem (adama,) :

  Bunu tasadduk et! buyurdular. Adam :

  Bizden daha fakirine mi? Bu şehrin iki taşlığı arasında, buna biz­den daha muhtaç bir aile yoktur;    dedi. Bunun   üzerine    Peygamber SaUaUahü aleyhi ve sellem güldü, hattâ azı dişleri göründü. Sonra :

— Git bunu çoluğuna çocuğuna yedir; buyurdular».[684]

 

Bu hadîsi Yediler rivayet etmişlerdir. Lâfız Müslim'indir.

Gelen zât Seleme yahut Selman b. Sahr idi. Bir rivayette zenbilin içinde onbeş; diğer bir rivayette yirmi sa' hurma bulunuyormuş.

Hadîs-i şerif, ramazan gününde kasten münâsebet-i cinsîyye'de bulunana kefaret lâzım geldiğine delildir.

İmâm-t Nevevi (631—676) zengin olsun, fakir olsun böylesine kefaret icâp ettiğine icmâ' olduğunu söyler. Şâfitler'e göre kefaret fa­kirin zimmetinde sabit olur. Fakat Hz. Şd/iî'nin bir kavline göre fa­kirin zimmetinde bir şey kalmaz. Çünkü Peygamber (S.A.V.) bu ciheti beyân etmemiştir.

Köle hakkında da ihtilâf edilmiştir. Çünkü burada mutlak zikir edil­miştir. Acaba mutlak ıtlakı üzerine mi bırakılacak, yoksa mukayyed'e mi hamledilecek?

«Mutlak mukayyed» bahsi usul-ü fıkıh ilminde Şâfiîler'le Hanefîler arasında ihtilaflı bir mes'eledir. Şafİîler'e göre biri mutlak diğeri mu­kayyed iki delîl bir hükme ait olurlarsa, artık hâdise dahi bir olsun ol­masın ve keza ıtlak takyid hükmde veya sebep ve şartta olsun, her­halde mutlak mukayyed'e hamlolunur. Yani mukayyed'in hükmü ne ise mutlakın da o olur. Şâfİîler buna «natık sâkitten evlâ» delili derler.

Hanefîler'ce mutlak mukayyede yalnız iki yerde hamledilir :

1— îki delilin hükümleri muhtelif olup, biri birinin takyidini gerektirirlerse, [685].

2— Hüküm ile hâdise bir olup, ıtlak takyid   hükmde olursa. Me­selâ : Kefâret-i yemin'de köie azadına gücü yetmeyenler üç gün oruç tutacaklardır. Bu üç gün mutlaktır. Lâkin aynı hükmü, ifâde eden İbni Mes'ud kırâatında bu üç günün arka arkaya   muttasıl olacağı bildirilmiştir. Hükümler, ikisinde de oruç tutmanın lüzumudur. Hâ­dise dahi kefâret-i yemin hadisesidir. îşte burada iki delîl arasında hükümler bir, hâdise de birdir. Itlak ve takyîd ise nefs-i hüküm'de yani üç gündedir. Binaenaleyh burada Hanefîler de mutlakı mukayyed üzerine hamlederler.

Şâfiîler'e göre mevzuu bahsimiz olan meselede mutlak zikredilen kö­le mukayyed'e hamledilir. Çünkü katil kefaletinde de bir köle azadı lâ­zımdır. Fakat mû'min olmakla mukayyed'tir. Binaenaleyh buradaki mutlak, o mukayyede hamledilir ve bahsimizdeki köle dahî mü'min ol­mak icâp eder,

Hanefîler'e göre : Buradaki mutlakı mukayyed üzerine hamletmek için bir sebep yoktur. Binaenaleyh mutlak ıtlakı üzere bırakılır ve azâd edilecek köle, müsîim gayrı müslim, erkek, kadın büyük ve küçük olabilir. Sonra hadîsin zahiri tertip ifâde    ediyor. Yani   Ramazan'da cima' suçunu işleyen evvelâ bir köle azâd etmekle mükelleftir. Buna iktidarı varken oruç tutmakla bu kefareti ödeyemez. Keza köle azadına iktidarı olmayan oruç tutacaktır. Buna iktidarı varken fakir do­yurmaya geçemez. Zührî (—124) tertibin lüzumunu otuz veya daha ziyâde kimselerden rivayet etmiştir. îmâm-ı Şafiî (150—204) tertibe lüzum görmüyor ve kefareti veren muhayyerdir diyorsa da, Sahi~ heyn'in rivayeti tertip ifâde eder. Sahiheyn'm rivayeti karşısında başkalarına itibar yoktur.[686] Bu kefarete benziyen zıhar kefare­tinde dahi aynı tertibe riâyet edilmesi, tertibin lüzumunu, teyid eder.

Hadîste geçen «altmış fakir» tâbirine bakarak bâzıları «doyuru-lanlar altmış adet olmazsa caiz değildir» derler ve Hanefîler'in «bir fakiri altmış gün doyurmak da kâfidir» demelerine adetâ şaşmak ister­lerse de az bir teemmülle anlaşılır ki, altmış gün doyrulan bir fakirle bir gün doyrulan altmış fakir arasında hiçbir fark yoktur. Zîrâ ikisinde de altmış fakir mevcuttur. Fakat «altmış fakirin yiyeceğini bir günde bir fakire vermek caizdir» diyen yoktur.

«Git bunu çoluğuna çocuğuna yedir» ifâdesi hakkında ule-mâ'mn muhtelif kavilleri vardır.

1— Çoluğuna çocuğuna yedirmek bir kefarettir. Vâkıâ kefaretler­de kaide, kendi nefsi hükmünde olanlara verilmemektir. Ama Resû!üllah (S.A.V.) bunu o zâta mahsus olarak kabul etmiştir.

2— Fakir olduğu için kefaret sakıttır. Ebu Davud'un beyânına gö­re Zührî :   «Bu iş o zevata mahsus bir ruhsat idi. Bunu bir adam bugün yapsa kendisine kefaretten başka çıkar yol yoktur» demiştir. Cumhur ulemâ'mn kavli de budur. Hanefîler'in «El-Hidâye» nâmında-ki fıkıh kitabında hadîsin sonunda :

«Sana kâfidir. Ama senden sonra hiç bir kimseye kâfi gelmez» ibaresi de vardır. Fa­kat bu ibare, hadîsin diğer rivayetlerinde sabit olmamıştır. Dâre KutnVnin rivayet ettiği Hz. AH (R. A.) hadîsinde:

«Onu sen çoluk çocuğun ile beraber ye.Zîrâ senin yerine Aliah kefaret verdi» buyrulmustur. Yalnız bu hadîs zayıftır.

3— Kefaret o zâtın zimmetinde bakîdir.    Resûlüllah (S.A.V.) ona vacip olanı bildirmiştir. Ancak o anda fakir; oruç tutmaya da muktedir olmadığı için borcu zenginleyeceği zamana kadar tehir edilmiştir. Hz. Peygamber (S.A.V.)'in ona verdiği hurma ise,   kendisine ve çoluk ço­cuğuna sadakadır. Az evvel söylediğimiz   vecihle   îmâm-ı Şâfü ile bazı ulemânın kavli budur.

4— Kefaret neshedilmiştir. Binaenaleyh zengine de fakire de lâ­zım değildir. Said ibni Cübeyr ile bâzı ulemânın mezhebi budur. On­lara göre hadîsin sonundaki «onu sen çoluk çocuğun ile bera­ber ye» sözü, kefareti neshetmiştir. Şu halde Ramazanda hangi se­beple olursa olsun, orucunu bozana kefaret lâzım gelmez. Bittabi bu istidlal fasittir. Çünkü hadîs-i şerîfte baştan sona siyâk-ı kelâm, ra­mazanda orucu kasden bozan kimseye verilecek ceza hakkındadır. Ke­faret sözünden murâd bu ceza olup, hadîste : Köle azadı, iki ay müte-tabi oruç, ve altmış fakiri bir gün doyurmak diye sıralanmıştır.. Bunla­rın hiç birine iktidarı olmayan o zâta nihayet «al şu bir zenbil hurmayı da kefaretini ver» denilmiş. Lâkin Medine'de o zâttan daha fakir kimse bulunmayınca ona mahsus olmak üzere kendi kefare­tini, kendisinin almasına müsaade buyrulmuştur. Yahut o zâta mahsus olmak üzere kefaret sakıt olmuştur. Bundan artık bütün    kefaretler nesh olundu mânâsı mı anlaşılır?.

Hadîsin bu rivayetinde Resûlüllah (S.A.V.) o zâta cima' ettiği gü­nün kazasını emir etmemişse de Ebu Dâvud (202—275) 'un Hz. Ebu Hiireyre'den tahrîc ettiği bir rivayette kaza emri vardır. Rivayet şu­dur :

«Onu sen   çoluk   çocuğunla ye, bir gün de oruç tut. Hem Allah'a istiğfar et.»

Hanefîler'le diğer mezhep imamlarına ve bir kavlinde Şafiî'ye göre kaza vaciptir. Çünkü : «Böylesînîn orucu sa­yısınca diğer günlerdendir[687] âyet-i kerimesi her türlü kaza orucu­na âmm ve şâmildir. §â/iî'nin diğer kavüne göre kaza lâzım değildir. Zîrâ Peygamber (S.A.V.) kefaretten başka bir şey emretmemiştir.

Buraya kadar görülen îzâhat erkeğe ait    hükümlerdir. Cima' eden kadına gelince:

Evzaî (88 — 157)'ye ve §â/iî'nin iki kavlinden esah olanına göre kadına kefaret lâzım değildir. Çünkü cinayete mübaşeret eden kocasıdır .

Hadîs-i şerifte de kadına kefaret zikredilmemiştir. Cumhur ulemâ'-ya göre ise, erkeğe lâzım geldiği gibi kadınada kefaret lâzımdır. Resû-lüllah (S.A.V.)'in onu zikretmemesi, suçunu itiraf etmediğindendir. Ko­casının itirafı ise onu ilzam edemez. Yahut kadın hayzından sabahleyin temizlenmiş de oruca niyet edememiş ve cima' o esnada vuku bulmuş­tur. Yahut erkeğin hükmünü beyân, etmek kadın hakkındaki hükmün, de beyânı sayılır da onun için kadını ayrıca zikretmemiştir. ihtimallerin en kuvvetlisi bu sonuncusudur ve erkek hakkında hüküm, hadîsin iba­resiyle; kadın hakkında da delaletiyle sabittir. Bu hadîs usul-u fıkh'ın delâlet bahsinde müsâvi-i celi ve müsâvi-i hafi'ye misal gösterilir. Ha­dîs-i şerifin ihtiva ettiği faydalar çoktur.

Musannif merhum «Fethiı'l-Bâri-» de: «Şeyhlerimize yetişen bâzı müteehhirîn bu hadîsle meşgul olmuş ve bunun üzerine iki cüz eser yazarak bin bir fayda toplamıştır» diyor.[688]

 

696/548- Hz. Âişe ve Ümmü Seleme radıyaTtahü anhüma'dan riva­yet olunduğuna göre; Peygamber SaMdttahü aleyhi ve aettem, münase-bet-I clnsîyyede bulundukta cünüp olarak sabahlayıp, sonra yıkanıp, oruç tutuyordu.»[689]

 

Bu hadîs müttefekun aleyh'dir.

Müslim; Ümmü Seleme hadîsinde tkazâ etmiyordu» ziyâdesini riva­yet etmiştir.

Hadîs-i şerîf, cimâ'dan sonra cünüp olarak sabahlayan ve sabahle­yin yıkanan kimsenin orucunun sahîh olduğuna delâlet ediyor ki cumhur ulemâ mn mezhebi de budur. Hattâ Nevevî (631—676) bu hususta icma olduğunu iddia eder. Fakat İmâm-t Ahmed ibni Haribel (164 —241) ile İbni Ribban (—354)'in rivayet ettikleri Ebu Hüreyre hadî­si buna muarızdır. 0 hadîste Resûlüllah (S.A.V.) şöyle buyurmuşlardır :

«Sizden biriniz cünüp iken sabah namazı için ezan okunursa artık o gününü oruç turnasın».

Ancak Cumhur ulemâ'ya göre bu hadîs men şuhtur. Hazret! Ebu Hüreyre (R. A.) A işe ve Ümmü Seleme (R. anhüma) hadîsi kendisi­ne rivayet olunduğu vakit bu hadîsle amel etmekten vazgeçmiş A İşe ve Ümmü Seleme (R. anhüma) hadîsiyle fetva vermiştir. îmâm-ı Müslim'in, İbni Hibban'va. ve İbni Hüzeyme'nin Hz. Âişe (R. anhâ)'-dan tahrîc ettikleri şu hadîs dahi neshe delâlet eder :

«Bir adam Peygamber SaîlaUahü aleyhi ve seMem'e fetva almaya gelmişti. Hz. Aişe de perde arkasından işitiyordu. Adam :

  Yâ Resûlellâh bana namaz, yani sabah namazı vakti cünüp ol­duğum halde geliyor; dedi. Peygamber SaUallahü aleyhi ve seîlem :

— Bana da namaz vakti cünüp olduğum halde geliyor.

Ama ben oruç tutuyorum; buyurdular. Adam :

  Sen bizim gibi değilsin yâ Resûlellâh. Allah senin gelmiş geçmiş (bütün) günâhlarını muhakkak affetmİştir;   dedi. Bunun üzerine Resû­lüllah SaUallahü aleyhi ve seUem:

  Vallahi  ben  sizin   Ailah'dan en korkanınız ve ko­runduğum şeyi en iyi bileniniz  olmayı   candan  dilerim;

buyurdular.»

Îbnü'l-Münzir Hattâbî ve diğer bâzı ulemâ da neshe kail olmuş­lardır. Bâzıları cünüp iken sabahlama işini Peygamber (S.A.V.)'e mah­sustur derlerse de bu hadîs onların sözünü reddetmektedir.

Imâm-ı Buhârî (194—256) Hz. Âişe (R.anha) hadîsini senet itibarıyla daha kuvvetli bulmuş ve Ebu Hüreyre hadîsini reddetmiştir. Hattâ îbni Abdü'l-Berr (368—463) Hz. Âişe hadîsi hakkında : «Şüp­hesiz sahih ve mütevâtirdir» demiştir. Ebu Hüreyre (R. A) hadîsi ise, ekseriyetle kendi fiiline mevkuf yani «fetva verirdi» şeklinde rivayet edilmiştir. Merfu' rivayetleri azdır. Bittabi iki hadîs muâraza ederler­se, tercih, rivayet yolunun kuvvetine göre yapılır.[690]

 

697/549- «Hz. Âişe radıyallahü anha'âan rivayet olunduğuna görePeygamber SollaMahü aleyhi ve sellem:

— Bir kimse üzerinde oruç (borcu) varken ölürse onun yerine velisi oruç tutar; buyurmuşlardır.»[691]

 

Hadîs, müttefekun aleyh'dir.

Hadîs-i şerîf, ölen bir kimsenin kalan orucunu velisinin tutabilece­ğine delildir. Çünkü ihbar sigasi yani (tutar) demek emir mânâsına gelir ve : «Onuri yerine velisi oruç tutsun» demiş gibi olur. Bu sigada ise, asıl olan vücûp ifade etmektir. Şu kadar var ki, buradaki emrin nedip mânâsına geldiğine icmâ' vardır diyorlar.

Veli'den maksad : ölenin yakınlarıdır. Bazılarınca sadece mirasçı olan akrabasıdır. Diğer bâzılarına göre ise asabesidir.[692]

Ölenin yerine onun orucunu velisinin tutup tutamayacağı ulemâ arasında ihtilaflıdır. Hadîs âlimlerinden Ebu Sevr (—240), îmâm-t Şafiî ve bir cemâat'a göre ölenin kalmış oruçlarını velisi tutar. Delille­ri bu hadîstir.

îmâm-ı Âzam Ebu Hanîfe, Mâlik (93—179) ve bir cemâat'a gö­re ölen için başkası oruç tutamaz. Burada vacip olan yalnız kefaret­tir. Bunların delilleri : Tirmizî'nin. İbni Ömer (R. A./dan merfu* olarak tahrîc ettiği şu hadîstir

«Üzerinde oruç borcu olan bir kimse ölürse onun ye­rine hergün için bir fakir doyrulur». Yalnız Tirmızî bu ha­dîsi tahrîc ettikten sonra onun hakkında : «Gariptir. Bunu yalnız bu vecihten biliyoruz» demiştir. Sahih olan, İbnî Ömer'e mevkuf olma­sıdır. Çünkü ulemâ: «İbni Abbas ile Hz. Âişe'den doyurmak hususunda fetva verdikleri rivayet olunmuştur» diyorlar. Diğer ibâdetlere muvafık olan da budur. Zîrâ hac'tan maada hiçbir ibâdeti kimse başkasının ye­rine yapamaz.

Mâlikîler'e göre : Medîneliler'in ameli de hüccettir. Medîneliler'den ise başkasının yerine oruç tutmak rivayet olunmamıştır. Hanefîler bir de râvinin rivayet ettiği hadîsin hilâfına fetva vermiş olmasıyla istid­lal ederler.

«Başkasının yerine oruç tutulur» diyenler bunun yalnız ölenin veli­sine vacip olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir.

Eâzıları : «Bunu yalnız veli yapar» diyor. Diğer bâzıları ise: «Veli­ye mahsus değildir. Hiç bir emir olmaksızın ecnebi birisi dahi yapabi-

lir» derler. Bunların delili : Peygamber (S.A.V.)'in :   

 «Allah borcu Ödenmeye daha lâyıktır» hadîsi­dir: «Borcu ödemek nasıl akrabaya mahsus değilse, oruç da öyledir» diyorlar.[693]

 

«Nafile Oruç Bâb'ı Ve Yasak Oruçlar»

 

698/550- «Ebu Katadete'l-Ensârî radıyaUahü anfe'den rivayet edil-diğine göre, ResûlûHahSallattahü aleyhi ve sellem' arefe gününün oru­cu soruldu:

  O geçen sene ile gelecek senenin günâhlarına kefa­ret olur; dedi. Aşure gününün orucu soruldu:

  O geçen senenin günâhlarına kefaret olur; dedi. Pa­zartesi gününün orucu soruldu:

  Bu benim doğduğum, peygamber olarak gönderil­diğim ve bana Kur'ân indirilen gündür; buyurdular».[694]

 

Bu hadîsi, Müslim rivayet etmiştir.

Gelecek sene henüz gelmemiş ve içerisinde günâh işlenmemiş oldu­ğu halde, nasıl olup da bir sene evvel tutulan orucun o günâhlara kefa­ret olacağını müşkül görenler olmuş. Fakat bunlara cevaben : «Gelecek senenin günâhlarının kefaretinden murâd: O sene günâh işlememek için o kula muvaffakiyet vermektir. Şu halde günâh işlememeye kefaret de­nilmiş oluyor ki, geçen seneki günâhlar münâsebetiyle bu ıtlak caizdir. Yahut gelecek sene günâh işlerse, kefaret vermek de kendisine nasip olacaktır» denilmiştir.

Musannif merhumun «Fetfıü'l-Cevâd» adlı eserinde şu beyanat vardır: «Arefe günü oruç tutmak sünnettir. Arefe, zilhiccenin dokuzun­cu günüdür. Bu oruç Müslim'deki bir habere göre, o günden bir se-

ne evvelki ve bir sene sonraki günâhlara kefaret olur. Kefareti ve­rilen günahlar ise insan hakkı taallûk etmiyen küçük günâh­lardır. Çünkü büyük günâhlara ancak sahîh bir tevbe kefaret ola­bildiği gibi, kul hakları da sahibinin rızasına bağlıdır. Eğer oruç tu­tan kulun küçük günâhı yoksa, sevapları arttırılır. Yahut o iki se­ne zarfında günâh işlemekten muhafaza buyrulur. Kefaret iğinin iki seneye çıkarılması arefe orucu biz müslümanların hasaisinden olduğu içindir. Fakat aşure orucu böyle değildir. Arefeden önce zilhicce'nin sekiz gününün de oruç tutmak bittekid sünnettir. Bu sekiz gün hacılara da hacı olmayanlara da sünnet ise de, Arefe gününün orucu yalnız hacı ol­mayanlara sünnettir. Hacılara o gün oruçsuz bulunmak sünnettir. Tâ ki duâ etmeye güç ve kuvvetleri olsun.

Arefe günü hacıların oruç tutup tutmaması, mezhepler arasında az çok ihtilaflıdır:

1— Hanbelîler'e göre : Hacı Arafat'ta    vakfeye gece duracaksa, oruç tutması mendûb, gündüz duracaksa mekruhtur.

2— Hanefîler'e göre: Eğer zayıf düşmesine sebep olacaksa, arefe ve terviye (sekiz zilhicce) günü oruç tutumak mekruhtur.

3— Mâlİkîler'e göre : Terviye ve arefe günleri hacılara oruç tut­mak mekruhtur.

4— Şâfİîler'e göre: Hacı Mekke'de oturuyor da gündüzün Arafat'a gitmişse ,arefe günü oruç tutması   evlânın   hilâfına bir hareket olur. Geceleyin giderse, oruç tutması caizdir. Fakat hacı, Mekke li değil de misafir olursa, ona .oruç tutmamak sünnettir.

Aşure orucuna gelince : Bu oruç Cumhur ulemâ'ya göre muharrem'-in onuncu günü tutulan oruçtur. Ramazan orucu farz kılınmazdan önce aşure orucu farzdı. Ramazan orucu farz kılındıktan sonra muharrem­in dokuzuncu günü ile beraber tutulmak şartıyla Hanefîler'e göre sünnet, diğer mezheplere göre mendûb olarak kaldı.

Hadîs-i şerîf, arefe orucunun aşure orucundan efdâl olduğunu gös­teriyor. Peygamber (S.A.V.), pazartesi günü oruç tutmanın sebep ve il­letini kendilerinin o günde saha-İ c'ihan'a teşrif buyurmaları, o günde Peygamber gönderilmeleri ve KuKân-ı Kerîm'in o günde nazil olmaya başlamasıyla îzâh etmiştir.

Hadîste, Allahü Zülcelâl'in kuluna nimet verdiği günü oruç tutmakla tâ'zim etmek gerektiğine de işaret vardır. Vâkıâ Hz. Usâme hadîsinde Peygamber (S.A.V.) pazartesi ve perşembe günleri niçin oruç tuttuğunu ta'lü ederken : «O gün amellerin Allah'a arzolunduğu gün­dür; dilerim benim amelim, ben oruçlu iken arzolunsun» buyurmuşsa da iki ta'lil arasında münafât ve zıddiyet yoktur.[695]

 

699/551- «Ebu Eyyube'î-Ensârî radıyallahü anh'den rîvâyef olun­duğuna göre Resûlüllah (S.A.V.) :

— Bir kimse ramazan orucunu tutar da, sonra ona şevvalden altı gün daha katarsa, bütün senenin orucu gibi olur; buyurmuşlardır.»[696]

 

Bu hadîsi, Müslim rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerif, şevval ayındaft altı gün oruç tutmanın müstehâb olduğuna delildir. îmâm-ı Mâlvk'ten maada mezhep imamlarıyla ulemâ'dan bir cemâatin mezhebi budur. îmâm-ı Mâlik (93—179) bu orucu bâzı şartlarla mekruh görmüştür. Meselâ : Bu orucu tutan kendisine uyulan bir zat olursa; yahut tutanın bu orucu farz olmuş sanmasından korkulursa, bayram gününe ekliyerek tutarsa, hergü-nü aralıksız biri biri ardına tutarsa, orucunu başkalarına belli eder­se orucu mekruhtur. Bunlar olmazsa oruç tutmasında bir kerahet yoktur.

İbni Abdi'1-Berr : «fmâm-t Mâlik'e bu Müslim hadîsi vâsıl ol­mamıştır» der.

Hanefîlcr'e göre bu orucun haftada iki gün olmak suretiyle dağı­nık tutulması müstehâbtır. Maamâfîh bâzılarına göre dağınık da tutsa, toptan da tutsa, bayram gününe muttasıl da olsa, ondan ayrı da ol­sa, sevabı' hep bîrdir. Tirmizî'nin «sünen» inde îbni Mübarek (—181) in iıltı günleri şevvalin başından seçtiği kaydolunur. Fakat yine İbni Mübârek'in : «Bir kimse şevvalden dağınık bir surette altı gün on iç tutarsa caizdir» dediği rivayet olunur.

Bu günleri de kattıktan sonra, Resûlüllah (S.A.V.)'in ramazan oru­cunu bütün sene orucuna benzetmesi .yapılan bir taat'e on misli ecir verileceği Kur'ân-ı KerîrrTde vaâd buyrulduğund^ndır. Bu hesaba göre ramazanın otuz günü (üçyüz gün); şevvalin altı günü de (altmış gün) eder ki; bir senede de zâten üçyüz altmış küsur gün vardır. Maamâfîh bu hadîste ömür boyunca oruç tutmaya delîl yoktur. Bu oruç hakkında îzâhat babımızın sonunda gelecektir.

Sttbfcî'nin beyânına göre i «Beyinsizin biri TirmfeVnin «bu ha-dîs hasendir» gözüne aldanarak hadîse ta'n etmiştir. Aldanma­nın vechi, onun gördüğü nüshada herhalde «sahîh» kelimesinin bu­lunmamasıdır. Yoksa «sünen-i Tirmizî* niû diğer nüshalarında : «Ebu Eyyüb hadîsi hasen-i sahîh bir hadîstir» denilmektedir. Vâkıâ hadîsin bir tarîkinde râviler arasında Sa'd ibni Said vardır. Bu zât hakkında bâzı hadîs âlimleri hafız olmazdan önce söz etmişlerdir. Meselâ : îmâm-ı Ahmed ibni Hanbeî : «Sa'd ibni Said'in hadîsi za­yıftır» demiş. Nesâî onun hadîsinin ka'vi olmadığını söylemiş, Ebu Hatim : «Sâ'dibni Said hadîsiyle meşgul olmak caiz değildir» iddi­asında bulunmuştur. Fakat Sübkî diyor ki : «Şeyhimiz Ebu Mu-hammed Dimyatı bu hadîsin bütün tarîklerini merakla ele almış ve onu ekserisi sika hafız olan yirmi küsur kimsenin Sa'd İbni Said'den müsned olarak rivayet etmiş olduğunu tespit eylemiştir ki, iki Sü/-yan da bunlar arasındadır».

Sa'd'den onu kardeşi Yahya ile başkaları da rivayet etmişlerdir.

Bu hadîsi, Peygamber (S.A.V.)'den Sevbiln, Ebu Hu rey re, Câbîr, ibni Abbas, Bera ibni Azlb ve Âlşe (R. anhüm) hazarâtı dahi rivayet etmişlerdir. Sevbân rivayetinin lâfzı şudur :

«Kim ramazan orucunu tutarsa, onun bir ayı on ker-re, (fazla) dır. Kim fıtır bayramından sonra altı gün oruç tutarsa artık bu, senenin orucudur.» Bu hadîsi Ahmed ve Ne­sâî rivayet etmişerdir[697]

 

700/552- «Ebu Said-i Hudrî radıyallahü anh'âen rivayet edilmiştir. Demİztir ki: Resûlüllah SaUallahü aleyhi ve sellem :

— Eğer bir kul, Allah yolunda bir gün oruç tutarsa, Allah o gün sebebiyle onun yüzünden ateşi yetmiş yıl uzaklaştırır; buyurdular».[698]

 

Hadîs, müttefekun aleyh'dir. Lâfız Müslim'indir. «Allah yolu» ile cihâdı kasdederler.

Hadîs-i şerîf, cihâd ederken oruç tutmanın faziletine delildir. Fakat bu onu zayıf düşürerek düşmanla harp etmekten âciz bırak­mamakla meşruttur. Bu derece fazilete sebep, iki cihâdı; yani hem düşmanla hem de yiyip içmeyi terk etmek suretiyle nefsiyle cihâdı bir arada yaptığı içindir. Böyle bir kimsenin yüzünden yetmiş yıl ateşin uzak olması, cehennem azabından kurtulacağından kinayedir.[699]

 

701/553- «Âişe radıyallahü anha'dan rivayet olunmuştur. De m İşti rkikİ: Resûlüllah SaUallahü aleyhi ve sellem (bazan), bizler: «İftar et-mlyecek (galiba)» deyinceye kadar oruç tutar; bazan da: «oruç tutma­yacak (galiba)» deyinceye kadar oruçsuz dururdu. Ben Resûlüllah SaUaUahü aleyhi ve sellem'tn ramazandan maada hiç bir ay'i (oruçla) tekmillediğini görmedim. Şabandan daha fazla oruç tuttuğu bir ay da görmedim.»[700]

 

Bu hadîs, Müttefekun aleyh'dir. Lâfız Müslim'indir.

Hadîsi şerîf, Peygamber (S.A.V.)'in nafile oruç tutmak için kendi­sine bir ay tahsis etmediğine, bazan biribiri ardınca oruç tutup, bâ-zan da biri biri ardınca günlerce oruç tutmaz idiğine delildir. Bundan Hz. Fahr-i Kâinat (S.A.V.)'in iktiza-i hâle göre hareket ettiği anlaşılıyor. Hadîs-i şerîf, Resûlüllah (S.A.V.)'in şâir aylardan daha fazla şaban ayın­da oruç tuttuğuna da delâlet ediyor. Bunun sebebini Hz. Aîşe (R. anha) hadisinden anlıyoruz.

Taberanî (260—360) 'nin rivayet ettiği bu hadîsin lâfa şudur :

«Peyflamber Sal-lallahü aleyhi ve sellem her aydan üç gün oruç tutardı. Çok defa bu orucu geciktirir de senenin orucu toplanır ve Şaban ayında oruç tutar­dı.»

Bu hadîsin râvileri arasında îbni EH Leylâ vardır. Bu zât zayıf­tır. Bâzıları: «Şaban ayında oruç tutması Ramazanı ta'zim için­di.» diyorlar. Nitekim bu bâbda Tirmizî (200—279) Hz. Enes (R. A.) ile başkalarından şu hadîsi tahrîc etmiştir :

«Peygamber SaUaUahü aleyhi ve seîlem'eı Hangi oruç daha faziletlidir? diye soruldu da:

— Ramazanı ta'zim için şabandır; buyurdular.»

Tirmizî : «Bunun da râvileri arasında Sadakatü'bnü Musa var­dır» diyor. Bu zât, hadîs ulenıâsınca kavi bir râvi değildir. Bâzıları Resûlüllah (S.A.V.)'în şaban ayında oruç tutmasını recep ile Ramazan arasında herkesin kendisinden gafil olduğu bir ay olmasına atfederler. Nitekim bu mânâda bir hadîsi, Nesâî (215—303) ile Ebu Dâvud Üsametü'bnü Zeyd'den tahrîc etmişler; aynı hadîsi îbni Hüzeyme (223—311) de sahîhlemiştir. Bu hadîsin lâfzı şudur :

«Demiştir ki :

— Yâ Resûlellah senin aylardan hiç bir ayda şabandaki kadar oruç tuttuğunu görmedim; dedim :

  Bu ay, recep ile ramazan arasında nâs'ın kendisin­den gafil oldukları bir aydır. Halbuki o, içerisinde amel­lerin Rabbi'l - Âlemin hazretlerine   arzolunduğu bir ay­dır.   Binaenaleyh ben de amelimin onda  oruçlu  olduğu-ğum halde arzolunmasını dilerim; buyurdular.»

Bu bâbda şöyle bir hadîs-i şerîf de vardır:

«Şüphesiz şaban orucu ramazandan sonra en fazîletli oruçtur.» Bu hadîs   Müslim'in Ebu Hüreyre (R. A ./den merfu' olarak tahrîc ettiği şu hadîse muarızdır: 

«Ramazandan sonra orucun en faziletlisi muharrem orucudur.» Fakat buna şöyle mukabele olunmuştur: «Eğer muharrem'in fazileti daha çok olsa idi, Resûl-ü Ek­rem (S.A.V.) daha fazla onda oruç tutmaya çalışırdı. Hz. Âİşe hadîsi dahi, Resûlüllah (S.A.V.)'in en ziyâde şabanda oruç tuttuğunu gösteri­yor.» Bâzıları buna da şöyle cevap vermişlerdir: «Muharrem orucunun faziletli olmasa haram aylara nisbetledir. Şabanın fazîleti ise, mutlak­tır. Resûlüllah (S.A.V.)'in muharrem ayında çok oruç tutmamasının sebe­bini beyân hakkında Nevevî (631—676): «Çünkü bunu âhir ömründe öğrenmiştir» demiştir.[701]

 

702/554- «Ebu Zer radıyallahü aniden rivayet olunmuştur. Demiş­tir ki: Resûlüllah SaUaUahü aleyhi ve seUem bize ayın üç gününde; On-üç, ondörf ve onbeşlnde oruç tutmamızı emretti.»[702]

 

Bu hadîsi Nesâî ile Tirmizî rivayet etmiş; Ibnî Hibban da sahîhlemiştir.Hadîs-i şerîf, Ebu Hüreyre (R. A./dan da bir çok   tarîklerle vârid olmuştur. Lâfzı şudur: «Eğer oruç; tutacaksan, gurrede, yani beyaz günlerde tut.» Bu hadîsi, îmâm- Ahmed ibni Haribel, Nesâî ve îbni Hibban tahrîc et­mişlerdir. Nesâî'nin rivayetinde hadîsin bir kısmı şöyledir :

«Eğer oruç  tutacaksan  beyaz  günlerde, ayın on üç, on dört ve onbeşinde tut» Sünen sahipleri Katade b. Mllhan'dan şu hadîsi tahrîc etmişlerdir :

«Resûlüllah (S.A.V.) bize beyaz günlerde: Ayın, onüç, ondöri ve on­beşinde oruç tutmamızı emir eder, ve :

— Bu günler sene gibidir; derdi». Nesâî Cerir (R.A.)'dan merfu' olarak §u hadîsi tahrîc etmiştir :

«Her aydan üç gün oruç tutmak bütün sene orucu gi­bidir., î'âh» Bu hadîsin isnadı sahihtir. Görülüyor ki her ayın onüç ondort ve onbeşinci günlerine eyyâm-ı bîyz yani «beyaz günler» derler. Her ayın üç gününde oruç tutmak hususunda gerek mutlak olarak, gerek­se sözü geçen eyyâm-ı bîyz'den maada günlerde olduğu beyân edilerek birçok hadîsler varid olmuştur. Bunlardan da birkaçını görelim:

Sünen sahipleri İbni Mes'ud radıyalîahü anh'den şu hadîsi tahtîc etmişlerdir :

«Peygamber SaUaUahü aleyhi ve seîlem; Her aydan birçok üç günler oruç tutardı.»

Bu hadîsi îbni Husyeme sahîhlemiştir. îmâm-t Müslim (204— 261) Hz. Âişe (R, anha)'da.n şu hadîsi rivayet etmiştir :

«ResûlüHah  SallaUahü aleyhi ve sellem hangi ayda tuttuğuna aldırış etmiyerek her aydan üç gün oruç -tutardı».

Eyyâm-ı bîyz'den başka günlerden, hangi üç günde tutulacağını be­yân eden hadîslerden dahi misal alalım :

Ebu Dâvud ile Nesâî Hz. Haf sa (R. anha)'daa. şu hadîsi tahrîc et­mişlerdir:

«Resûlüllah SaUaîîahü aleyhi ve selîem; her aydan üç gün oruç tu­tardı; pazartesi, perşembe ve gelen haftanın pazartesi gününde».

Bu hadîslerin arasında muâraza yoktur. Çünkü hepsi nafile orucun mendûb olduğuna delâlet ediyorlar. Ve her râvi bellediğini rivayet et­miştir. Yalnız Resûlüllah (S.A.V.) efendimiz hangisine teşvikte bulun­muşlar; tutulmasını emir ve tavsiye buyur muşlar sa, o oruçlar evlâ ve efdâldirler. Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) bu hadîslerde eyyâm-ı bîyz'in han­gi günler olduğunu tayin buyumuşlardır.

Her ayın hangi üç gününde oruç tutmanın mendûb olacağını tayin babında ulemâ'mn muhtelif kavilleri vardır. Fakat yukarıdaki tasrihler karşısında bunların burada tekrarlanmasına lüzum görülmemiştir.[703]

 

703/555- «Ebu Hüreyre jadıyaîlahü anh'den rivayet olunduğuna göre, Resûlüllah Saîlaîlahü aleyhi ve selîem:

— Kocası yanında iken kadının oruç tutması helâl değildir. Ancak izni olursa o başka; buyurmuşlardır».[704]

 

Hadîs, müttefekun aleyh'dir. Lâfız Buhârî'nindir. Ebu Dâvud : «Ramazandan gayri» kaydını ziyâde etmiştir.

Hadîs-i şerîf, evli bir kadın için kocasının hakkım îfâ etmenin na­file oruç tutmaktan daha evlâ olduğuna delildir. Hattâ kocasının izni olmadan nafile oruç tutması şer'an mekruhtur. Haram diyenler de var­dır. Fakat ramazan orucu farz olduğundan bittabi böyle değildir. Onu kocası razı olmasa da tutmakla mükelleftir. Şâir farz oruçlar da rama­zan orucu gibidir.[705]

 

704/556- «Ebu Said-i Hudrî radıyallahü anh}âen rivayet edildiğine göre, Resûlüllah SallaUahü aleyhi ve selîem; İki günde oruç tutmak­tan nehİy etmiştir. Ramazan bayramı günü İle Kurban bayramı günün­de».[706]

 

Bu hadîs, müttefekun aleyh'dir.

Hadîs-i şerîf bu iki günde oruç tutmanın haram olduğuna delildir. Çünkü nehy'in aslı tahrim içindir. Cumhur ulemâ'nın kavli de budur. Hattâ bir kimse bugünlerde oruç tutmak için nezr etse, nezri münâkid olmamak icâp eder.

Fakat Hanefîler'e göre bayram günlerinde oruç tutmak kerâhet-i tahrimîyye ile mekruhtur. îmâm-ı Züfer (110—150) müstesna, di­ğer Hanefîyye imamlarına göre bir kimse meselâ: Kurban bayramı gü­nü oruç tutmaya nezir etse, bu nezir münâkid olur. Lâkin oruç tutmaz da sonra onu kaza eder. Çünkü yapılan nezir aslında meşru olan bir oruç­tur. Nehy başka sebepledir. Yani bayram günü Allah'ın kullarına zi­yafet günüdür. Oruç tutan kimse, bu davete icabet etmemiş olacağın­dan dolayı günahkâr olur. Bununla beraber nezrini îfâ etmiş olmak için o gün yine de oruç tutsa borcunu ödemiş olur.[707]

 

705/557- «Nübeyşetü'l-Huzelî[708] radıyallahü anh'den rivayet olun­muştur. Demiştir ki: Resûlüllah Saîlaîlahü aleyhi ve selîem:

— Teşrik günleri yiyip içme ve Allah Azze ve Celleyi anma günleridir; buyurdular».[709]

 

Bu hadîsi, Müslim rivayet etmiştir.

Hadîsi yine Müslim, Ka'b ibni Mâlik (R. A./dan, îbni Hibban (—354) Ebu Hüreyre fB.A./dan; Nesâî (215—303) Bişr ibni Su-haym (R. A./dan sünen» sahipleri Ukbetü'bnü Âmir radıyallahü anh'ûen Bezzar, İbni Ömer (R. A./dan şu lâfızlarla tahrîc etmişler­di:

«Teşrik günleri yiyip içme ve namaz kılma günleridir. Binaenaleyh onlarda kimse oruç tutmaz».

Teşrik günleri : Kurban bayramı gününden sonraki üç gün, bâzıla­rına göre iki gündür. Ebu Davud'un Hz. Ömer'den rivayet ettiği bir hadîste Ömer (R. A.) Resûlüllah (S.A.V.)'in o günlerde iftar etmele­rini kendilerine emir, oruç tutmaktan da nehiy ederdiğini söylemiştir. Dâre Kutnî (306—385)    Abdullah ibni Huzafe Es-Sehmî (R. A./dan. şu hadîsi tahrîc etmiştir:

«Teşrik günleri yiyip içme ve cima' günleridir.»

Hadîs-i şerîf ve o mânâdaki diğer hadîsler, teşrik günlerinde oruç tutmanın memnu olduğuna delildir. Yalnız yukarıki hadîsin şerhinde de işaret ettiğimiz vecihle : Ulemâ bu nehy'in tahrim veya tenzih için olduğunda ihtilâf etmişlerdir.

Hanefîler'e göre nehy,kerâhet-i tahrimîyye içindir. Binaenaleyh o günlerde oruç tutmak kerâhet-i tahrimîyye ile mekruh ise de hac'ta olan­lara mekruh değildir.

Seleften bir cemâat ile îmâm-ı Şafiî'ye göre nehy mutlak suret­te tahrim içindir. O halde teşrik günlerinde oruç tutmak hac'ta olan lara dahi haramdır. Vâkıâ :«Hacc'ta üç gün» âyet-i kerîmesi âmmdır ve kurban bayramı gününden Önce de sonra da, oruç tutabileceğini gösterirse de buradaki hadîs, teşrik günlerine has­tır. Binaenaleyh onun hususu tercih edilir. Zîrâ o günlerin oruç tutmak için mahal olmadığına nassan delâlet etmektedir.

Bir takımları : «temettu'a[710] niyet eden şayet hedy denilen kur­banı bulamazsa o günlerde oruç tutar. Nitekim bu Hz. Alî (R. A./dan da rivayet edilmiştir. Lâkin kıran'a niyet etmiş olan hacı ile muhsar, hediy bulamasalar bile o günlerde oruç tutamazlar» derler.

îmâm-ı Mâlik, Ahmed ibni Hanbel ve diğer bâzı ulemâ ise : «Hacc-ı temettu'a niyet edenler ile Kıran'a niyet etmiş olanlar ve muh-sarlar hedy bulamadıkları takdirde teşrik günlerinde oruç tutarlar» di­yorlar. Bunlar âyet'in umumu ile istidlal ederler. Aşağıdaki hadîs dahi onların delîllerindendir.[711]

 

706/558- «Âîşe île İbni Ömer radîyallahü anhüma'dan rivayet olun­muştur. Demişlerdir ki: Teşrik günlerinde oruç tutmaya ruhsat veril­medi.. Ancak hedy'i bulamayanlar müstesna.»[712]

 

Bu hadîsi, Buhâri rivayet etmiştir.

Filhakika hadîsi şerîf, teşrik günlerinde hediy bulamayan hacılara, ve muhsarlara oruç tutmanın caiz olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü mutlaktır. Ruhsat veren ResûlülSah (S.A.V.) olduğuna göre, aynı za­manda merfu'dur. Nitekim Dâre Kutnî ile Tahavî (238—321)'nin rivayetlerinde fail tasrih edilmiştir. Bu rivayetin lâfzı şudur :

«Resûlüllah SalldUahü aleyhi ve selîenır hedyi bulamadığı zaman mütemetti'a teşrik günlerinde oruç tutmaya ruhsat verdi.» Yalnız bu hadîsin isnadı zayıftır. Bir de hadîste yalnız mutemetti' tahsis olunmuştur. Binaenaleyh îmâm-î Mâlik ve arka­daşlarına tam delîl olamaz. Maamâfîh îmâm- Mâlik'm kavli Hz. Âlşe (R. anha) ile Ebu Bekir (R. A./in fiilleri; Hz. Ali (R. A.)'m fetvası ol­mak üzere kendilerinden rivayet olunmuştur. Bâzıları : «Teşrik gün­lerinde oruç tutmaktan nehy tenzîh içindir. Binaenaleyh o günlerde herkes oruç tutabilir» demişlerdir.[713]

 

707/559- «Ebu Hüreyre radıyallahü anft'den. Peygamber SaUaUahiİ-aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğu rivayet olunur:

— Geceler arasından ibâdet için cuma gecesini tahsis etmeyin; gündüzler arasından da oruç tutmak için cuma gününü tahsis etmeyiniz. Ancak sizden birinizin tutmak­ta olduğu oruca tesadüf ederse o başka.»[714]

 

Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerîf, cuma gecesiyle cuma gününün nafile ibâdete tahsis edil­mesinin memnu olduğuna delildir. Ancak hakkında nâss vârid olan ibâ­detler müstesnadır. Onları yapmak memnu değildir. Meselâ: Hassaten tşln cuma geceleri sûremi Kehf'in Yasin ve diğer bâzı sûrelerini okunması ha­dîslerle tegvik edilmiştir. Onlar elbette okunacaktır. Îbnü'l-Münzrr : «Bayram günü oruç tutmaktan nehy nasü sabit olduysa, cuma günü oruç tutmaktan da Öylece sabit olmuştur» diyor. Fakat Ebu Cajeri't-Taberi bayram ile cuma arasında fark bularak şöyle demiştir: «Bay­ramla cuma arasında fark vardır. Çünkü bayram günü oruç tutma­nın haram olduğuna icmâ' münâkid olmuştur. Velev ki o günden ev­vel veya sonra oruç tutmuş olsun.»

Cumhur ulemâ'ya göre, cuma gününü oruç tutmaya tahsis etmek­ten nehy, tenzih içindir. Binaenaleyh kerahet ifâde eder. Delilleri : Tirmizî'nin tahrîc ederek hasen bulduğu İbn! Mes'ud hadîsidir. Bu hadîsin lâfzı şudur :

«ResûlüHah  SaUaUahü  aleyhi ve sellem, her aydan üçgün oruç tutardı, cuma günü oruçsuz kaldığı da pek az olurdu.» Bunlar : «Resûlüflah SaUaUahü aleyhi ve seUerrCin fiili, nehy'in tahrim için olmadığına karinedir» derler. Fakat: «Cuma günün­den bir gün evvel veya bir gün sonra oruç tutmuş olması da muhtemel olduğundan bu ihtimalle beraber istidlal tamam olamaz» diye kendiîerine itirazda bulunanlar olmuştur. Hasseten cuma günü oruç tutmanın niçin men' edildiğine ihtilâf olunmuş; ve bu hususta ortaya birçok ka­viller çıkmıştır. Bunların içinde en kabule şâyân olanı o günün bayram olmasıdır. Nitekim Ebu  Hüreyre (R. A.)Jdan merfu' olarak şu hadîs rivayet edilmişti : «Cumagünü bayram gününüzdür» îbni EU Şybe (—234) Hz. AH (R.A.)'dan güzel bir ısnadla şu hadîsi tahrîc etmiştir :

«Ali demiştir ki :

— Sizden kim ayın bâzı günlerinde nafile oruç tuta-caksa perşembe günü tutsun; cuma günü tutmasın; zîrâ o gün yeme içme ve zikir günüdür.

Bu hadîs dahî o gün oruç tutmayı men eden delillerdendir. Maamâ-fîh, cuma gününün her hususta bayram gibi olması lâzım gelmez.[715]

 

708/560- «Bu da ondan rivayet edilmiştir (Radıyallahü anh) de­miştir ki : Resûlüllah Sallallahü ateyhi ve sellem:

— Sakın biriniz cuma günü oruç tutmasın. Ancak ondan bir gün evvel veya bir gün sonra oruç tutarsa o

başka; buyurdular».[716]

 

Hadîs, müttetekun aleyh'dir.

Hadîs-i şerîf, bundan evvelki gibi cuma günü oruç tutmanın mem­nu olduğuna, fakat ondan birgün evvel veya bir gün sonra oruç tutu­lursa bu memnûiyetin bilmediğimiz bir hikmetten dolayı kaldırılaca­ğına delildir. Eğer yalnız cuma günü oruç tutulursa, iftar etmek icâp eder. Nitekim îmâm-ı Ahmed ibni Hanbel ile Buhârî'nin ve Ebu Dâ-vûd'un Hz. Cüveyriye (R. Anha)'nm tahrîc ettiği şu hadîsten de güzelce anlaşılmaktadır :

«Bir cuma günü Peygamber SaUaUahü aleyhi ve sellem Hz. Cüvey-rîye'nin yanına girmiş. Cüveyriye oruçlu imiş. Ona :

  Dün oruç tuttun mu? diye sormuş. Cüveyriye :

  Hayır; demiş. ResûlüHah SaUaUahü aleyhi ve sellem :

— Yarın tutacakmısın? d'ye sormuş.

  Hayır; cevabını almış.

  O halde hemen iftar et; buyurmuşlardır».[717]

 

709/561- Yine Ebu Hüreyre radıyallahü anh'den rivayet olunduğu­na göre, Resûlüllah SaUaUahü aleyhi ve sellem:

— Şaban yarı oldu mu artık oruç tutmayın; buyurmuş­lardır.[718]

 

Bu hadîsi, Beşler rivayet etmiş, Ahmed onu münker bulmuştur.

Hadîsi İbni Hibbanve başkaları sahîhlemişlerdir. tmâm-ı Ahmed İbni HanbeVin onu münker addetmesi »râvileri araısnda eî-Âîa b. Abdurrahman bulunmasmdandır. Halbuki bu zât, Müslim'in ricâlin-dendir. Musannif «Et-Takrib% de onun için «doğru söyler. Ama çok defa vehmeder» demiştir.

Hadîs-i şerif, §aban ayı yanlandıktan sonra oruç tutmanın memnu olduğuna delildir. Fakat tutmakta olduğu oruca tesadüf et­memek şartıyla memnudur; aksi takdirde oruç tutmakta beis yoktur. Ulema bu hususta ihtilaf etmiştir. Şâflîler'den birçokları bu hadîse is-tinâd ederek şabanın yansından sonra oruç tutmanın haram olduğuna kail olmuşlardır. Ancak bütün şabanı oruçla geçirene mubahtır. Bâzı­larına göre haram değil, mekruhtur. Ancak ramazandan bir veya iki gün tutulursa haramdır. Bâzıları: «Bu oruç hiçbir surette mekruh de­ğildir» derleı-. Hattâ: «Bu oruç mendûbtur» diyenler olmuştur. Bunlara göre hadîs, müevveldir. Yani memnûiyyet herkese değil ,oruç kendile­rini zayıf düşürecek olanlaradır. Bunlar herhalde Resûlüllah (S.A.V.)'in şaban orucunu ramazana bitiştirdiğini ifâde eden hadîsle istidlal ederler.[719]

 

710/562- «Sammâ7 bintİ Büsr[720] radıyallahü anJm'dan rivayet olun­duğuna göre; Resûlüllah SallaUahü aleyhi ve sellem:

— Cumartesi günü oruç tutmayın; ancak size farz kılınan (gün) !er arasında olursa müstesna. Sizden biriniz üzüm kabuğundan yahut ağaç filizinden başka bir şey bulamazsa onu (îftar için) çiğnesin buyurmuşlardır.»[721]

 

Bu hadîsi, Beşler rivayet etmişlerdir. Râvileri sıkadır. Şu kadar var ki hadîs, müztariptir. Mâlik cnu inkâr etmiştir. Ebu Dâvud ise : «Bu hadîs mensuhtur» demiştir.

Hadîsin muztarip olması onu Abdullah b. Büsr'ün, kızkardeşi Samma'dan rivayet etmesindendir. Bâzıları rivayet ederken, Abdullah'­tan demiş. Kızkardeşini zikr etmemiş tir. Fakat bu o kadar zararlı bir illet sayılmamıştır. Zîrâ Abdullah sahâbîdir. Bâzıları : «Bu hadîsi, Abdullah babasından rivayet etmiştir» demiş, bir takımları onu Sam m a in hazret! Âîşe'den rivayet ettiği iddiasında bulunmuşlardır.

Nesâî (215—303): «Bu hadîs müztariptir» demiştir. Musannif merhum da şunları söylüyor: «İhtimal ki Abdullah İbni Büsr bu hadî­si hem babasından, hem kızkardeşinden işitmiş. Kızkardeşi ise vâsıta ile rivayet etmiştir.» Maamâfîh bu vasıtalı tarîk de sahihtir. Bâzıları birinci tarîki, yani Abdullah tarîkini tercih etmiştir. Bunlardan biri de Dâre KutnVöiv. Lâkin hadîsin muharrici aynı zât iken, bir isnadla rivayet edilen bir hadîste görülen bu renk değiştirme rivayeti za­yıflatıyor; zabıtsızhğa delâlet ediyor. Ancak çok hadîs rivayet eden mâruf hafızlardan olursa o zaman zabıtsızhğa delâlet etmez. Halbuki mes'ele burada öyle değildir. Bilâkis Abdullah İbni Büsr'den rivayet eden râvi üzerinde dahi ihtilâf vardır.

tmâm-t Mâlik'in inkârına gelince: Ebu Dâvud, îmâm Mâlik'in: «Bu hadis yalandır» dediğini nakletmiştir. Ebu Dâvud (202—275): «Bu hadis mensuhtur» demekle ihtimâl aşağıdaki hadîsi kasdetmiştir.[722]

 

711/563- «Ümmii Seleme radıyallahü attfta'dan rivayet olunduğuna göre; Resûlüllah SaîlaUahü aleyhi ve sellem"\n en ziyâde oruç tuttuğu günler cumartesi ile pazar günü idi ve:

— Bunlar, müşriklerin bayram günüdür. Ben de on­lara muhalefet etmek isterim; derdi».[723]

 

Bu hadîsi. Nesâî tahrîc etmiştir. İbnİ Hüzeyme de onu sahîhlemiş-tir, lâfız onundur.

Şu halde, bugünlerde oruç tutmaktan ilk zamanlarda neyhetmiş demektir. Çünkü o zamanlar Hz. Peygamber (S.A.V.) ehl-i kitab'a muvafakat etmeyi severdi. Son zamanlarda onlara muhalefet eder ol­du. Nitekim hadîs-i şerîf'de bu ciheti tasrih etmiştir. Müslümanların gayri müslimlerle olan muamelâtına ait hadîslerde muhalefet ciheti daima kendini göstermektedir.

Bâzıları : «Nehy mezkûr günlerde münferiden oruç tutmaya aittir. Birgün evvel veya sonra tutulursa, onlarda oruç tutmak yasak değil­dir» derler. îmâm-ı Tirmizî (200—279) Hz. Âişe (B. anfta/dan şu hadîsi tahrîc etmiştir :

«Âişe demiştir ki: Resûlüllah SaUallahü aleyhi ve sellem bir aydan cumartesi ile pazar ve pazartesi günlerinde. Öteki aydan da sah, çar­şamba ve perşembe günlerinde oruç tutardı.» Babımızın hadîsi ehl-i ki­taba muhalefet için cumartesi ve pazar günleri oruç tutmanın müstehâb olduğuna delildir. Zahirine bakılırsa cumartesi ile pazarı beraber tut­mak da ayrı ayrı tutmak da caizdir.[724]

 

712/564- «Ebu Hüreyre radıyaUahü anh'den rivayet olunduğuna göre. Peygamber Cattdttahü aleyhi ve sellem; Arefe gününün orucunu Arafat'ta tutmaktan nehyetmiştir.»[725]

 

Bu hadîsi Tirmizî'den gayri Beşler rivayet etmiştir. İbni Hüzeyme ile Hâkim onu sahîhlemişler, Ukaylî ise onu münker bulmuştur.

Çünkü isnadında Mehdî-i Hecrî vardır. Bu zâtı Ukaylî zayıf bul-mug ve: «Ona tâbi olunmaz. Kendisinden rivayet eden râvi hakkın­da da ihtilâf vardır» demiştir. «Ehhidâsa» nâm eserde îbni Mam'in «Bu zâtı tanımam» dediği zikrolunmuştur. Hâkim ise onun hadîsi­ni aahîh bulmuş, Zehebî (673—748) «Muhtasarü'l-Müstedrek» de bunu ikrarla onu zayıflardan saymamıştır.

Menden rivayet edene gelince : Bu zât Hoşeb h. AbdiVâiv. Musannif «Et-Takrib» de onun için «sıkadır» demektedir.

Hadîs-i şerif, arefe orucunun Arafat'ta tutulmasının memnu oldu­ğuna delildir. Bâzıları bunun haram olduğuna kail olmuşlarsa da Cum-hur'a göre o gün Arafat'ta oruçsuz bulunmak müstahâbtır. «Vucud za'-fına sebep olmazsa tutulmasında beis yoktur» diyenler de vardır. Pey­gamber (S.A.V.)'in Arafat'ta arefe günü oruçsuz bulunduğu sâbıt ol­muştur. Fakat bu oruç tutmanın haram olduğuna delâlet etmez. İftarın efdâl olduğunu gösterir. Zîrâ Peygamber (S.A.V.) daima efdâl olanı ya­pardı. Yalnız caiz olduğunu göstermek için bazan efdâlin hilafını yap­tığı da olmuştur. Bittabi tebliğ vazifesini ifâ etmiş olmakla bu dahi onun hakkında efdâldir.[726]

 

713/565- «Abdullah İbni Ömer radıyallahü anhüma'öan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah SaUallahü aleyhi ve sellem:

— Ebedî oruç tutan, oruç tutmamıştır; buyurdular».[727]

 

Hadîs, mütfefekun aleyh'dir.

Müslim'in Ebû Katâde'den rivayeti: «Ne oruçtutmuş, ne de iftar etmiştir» lâfzıyladır.

Bu hadîsin mânâsı hususunda ihtilâf vardır. «El-Mesâbih» adlı eserin sarihi şöyle diyor: «Bu hadîs iki türlü tefsir olunmuştur. Bi­rinci tefsire göre, oruç tutanı yaptığından vazgeçirmek için ha­dîs ona bedduadır. İkinci tefsire göre ihbardır». Yani bu adam her-gün oruç tuta tuta artık açlık ve susuzluk elemi duymaz olmuştur. Binaenaleyh onun için sabır ve tahammüle hacet yoktur. Halbuki orucun sevabı bu itibarladır. Şu halde hiç oruç tutmamış gibi oruç fazile­tinden mahrum olur. Bilhassa Müslim'in Ebu Katâde'den rivayet et­tiği son kısım, hadîsin ihbar için olduğunu te'yid ediyor. TirmizV-nin Ebu Katâde'den tahrîc ettiği şu hadîs de ihbarı te'yid etmektedir:

«Ne oruç tutmuştur, nede tutmamıştır».

Hadîs-i şerîf hakkında İhnil'l-Â'raU (468 — 543) : «Eğer bed­dua ise vay Peygamber (S.A.V.)'in bedduasını alanın hâline!... Eğer bu hadîsin mânâsı haber ise vay Peygamber (S.A.V.)'in oruç tutmamıştır diye haber verdiği kimsenin hâline!    Şer'an oruç tutmamışsa ona nasıl sevap yazılır?» diyor.

Ulemâ, ömür boyunca tutulan oruç hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bir takımları bu oruç haramdır demişlerdir. îbni Huzeyme (223—311) 'nin kavli budur. Bâzıları cevazına kail olmuşlardır. îbnü'l-Münzir'in rey'i de budur. Bunlar bu bâbdaki hadîsleri te'vil ederek: «Nehyedilen ebedî oruç bayram ve teşrik gibi memnu günlerle bir­likte tutulandır» derler. Fakat Peygamber (S.A.V.)'in Ibnl Ömer (R.A.)'a. ebedî orucu nehyetmesi, ve: «Senin üzerinde nefsinin, ailenin ve misafirinin hakkı vardır» buyurarak nehyin illet ve sebebini de beyân etmesi, bu te'vili reddetmektedir. Şu hadîs-î şe-rîf de böyledir :

«Bana gelince: Ben kimi oruç tutarım, kimi tutmam. Artık kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden de­ğildir».

Ban'ânî (1059—1182) delîl itibarıyla ebedî oruca haram deme­nin daha doğru olacağı'kanâatmdadır. Cumhur ulemâ'ya göre oruç ken­disini bîtâb düşürmeyecek kimselere ömür boyunca oruç tutmak müs-tahâbtır. Mezhep imamlarına göre ise mekruhtur. Çünkü bedeni zayıf­latır. Cumhur ulemâ nehy hadîslerini te'vil etmişler, ve Peygamber SaîldUahü aleyhi ve sellem'in altı günlük şevval orucu ile ramazanı ve keza her ay tutulan üç gün orucu bütün senenin orucuna benzet­mesini kendilerine delîl ittihaz eylemişlerdir.

Bu oruçları tutanlar : «sevaba müstehâp olmasa, Hx. Peygamber ber (S.A.V.) sene orucuna benzetmezdi» derler. Şu hadîs dahi Cumhur'un delîllerindendir :

«Eğer bir kimse bütün sene oruç tutarsa muhakkak kendini Allah Azze ve Celle'ye hibe etmiştir» bu hadîsi Îbnü's-Sünnî, Hz. Ebu Hüreyre (R. AJ'dan merfu' olarak rivayet et­miştir. Ancak hadîsin sıhhat derecesi bilinememektedir.[728]

 

«İtikaf Ve Kıyam-ı Ramazan Babı»

 

İtîkâf lûgatta : Bir şeye nefs'i hapsetmek, ona devam etmektir.

Şer'an İse : Hususî bir şahsın ibâdet için, hususî bir şekilde mescid-de durmasıdır. Ne kadar duracağı ihtilaflıdır. Bâzılarına göre en az bir lâhza, diğer bâzılarına göre bir gün ile bir gecedir.

Kıyâm-ı Ramazan : Ramazan gecelerini, namaz kılmak ve Kur'ân-ı Kerîm okumakla ihya etmektir.

İmamdı Nevevî (631—676): «Kıyam-ı Ramazan teravih namazı­nı kılmakla hâsıl olur» diyor ki, bu söz bütün geceyi ibâdetle dol­durmanın şart olmadığına işarettir.[729]

 

715/556- «Ebu Hüreyre radıyaTUthü anh'den rivayet olunduğuna gö­re, Resûlüllah SaUallahü aleyhi ve seUem :

— Kim ramazanı îmân etmek ve Allah'ın rızâsını di­lemek için ihya ederse onun geçmiş günâhları kendisine affolunur; buyurmuşlardır.[730]

Hadîs, Müttefekun aleyh'dir.

Hadîs-i şerifteki «İman» ve «İhtisât» kelimeleri mefûl-ü liecÜhi olmak üzere mensubturlar. Burada imandan murâd : Allah'ın sevap vaadini tasdik etmektir.

Ihtİsâb : Allah'ın rızasını ve sevabım istemektir. I'tidât kelimesi adetten alındığı gibi, ihtisâb da haseb'den alınmıştır ve saymak demek­tir. Yaptığı ibâdetle Allah'ın rızâsını niyet edene «ihtisâb etti» denilir. Çünkü o anda ibâdetini sayabilir. Binaenaleyh fiile başlarken onu say­mış gibi tutulur.

Hadîsten bütün ramazan gecelerinin ihya edilmesi kasdedilmiş ola­bilir. Bu takdirde bâzı gecelerini tâat'la ihya edenlere zikredilen mağfiret yoktur. «Günâh» kelimesi mutlak olarak zikredildiği için büyük ve küçük günâhların hepsine şâmildir. Fakat Nevevî : «Ma'ruf olan, bu kelimenin küçük günâhlara mahsus olmasıdır» demiştir. ŞâflIleK-den îmamüJî-Haremeyn (419 — 478) dahi buna kaildir. Bu sözü Kadı îyâz (476—544) Ehl-i sünnete nisbet eder. Zîrâ onlarca, bü­yük günâhlar tevbe ile affolunur, tmâmı Nesâî (215—303), rivaye­titinin sonuna: «Gelmiş ve gelecek» kay­dını ziyâde etmiştir. Bahsimizin hadîsini îmâm-% Ahmed ibni Haribel (164—241) de tahrîc ettiği gibi, îmâm-ı Mâlik tarikiyle dahi tahrîc olunmuştur. Gelecek günâhlardan ne kasdedildiğini yukarıda gör­müştük.

Bu hadîs-i şerîf, ramazanı ihya etmenin faziletine delildir ve anlaşıldığına göre, ihya mes'elesi de teravih namazını kılmakla hâ­sıl olur.[731]

 

716/567- «Âişe radıyallahü anha'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlöllah SdllaUahü aleyhi ve sellem, on yani ramazanın son on (gün)ü girdi mi derlenir, toplanır, gecesini ihya eder; ailesi efradını uyandırırdı.»[732]

 

Bu hadîs müttefekun aleyh'dir.

«Yani ramazanın son onu» ifâdesi râvi tarafından müdrectir.«Kaftanını toplardı» demektir. Bu sözden murâd : Kadın­lardan uzaklaşmaktır. Bâzıları : «Bunun mânâsı ibâdet için hazırlan­maktır» demişlerdir. Diğer bâzılarına göre mânâ : «Kaftanını toplar ve artık onu çözmez, kadınlardan uzaklaşır; ibâdet için hazırlanırdı» de­mek olursa da, Hz. Ali (R.A.)'m rivayeti bu mânâyı ihtimalden uzak­laştırır. O rivayetin lâfzı şudur :

İli Kaf­tanını bağladı. Ve kadınlardan uzaklaştı» «kadınlardan uzaklaştı» cüm­lesi yukarıkinin üzerine atfedilmiştir. Atf ise iki cümlenin biribirine mugayir olmasını iktizâ eder.

Geceyi ihya etmek, mecâz-i aklîdir. Zîrâ, gece nefs-i ihyâ'nın za­manıdır. Bundan murâd : Uyumamak ve ibâdet etmektir. Ehlini uyan­dırması dahi, ibâdet içindir. Resûl-ü Ekrem (S.A.V.)'in bu işe ramazan sonunu tahsis etmesinin sebebi, ibâdet zamanının çıkması yaklaştığın-dandır. Ameller sonlarına göre muamele gördüğünden, o da son ame­linin fazla ibâdet olmasına çalışırdı.[733]

 

717/568- «(Yine) Âişe radıyaîlahü anha'dan rivayet edildiğine gö­re. Peygamber Saîldllahü aleyhi ve sellem, tâ Allah ruhunu kabzedinceye kadar, hep ramazanın son on gülerinde i'tikâf yapıyordu. Ondan sonra zevceleri i'tikâf yapmaya başladılar.»[734]

 

Hadîs, Müttefekun aleyh'dir.

Bu hadîs, i'tikâf in Resûlüllah (S.A.V.) ile ondan sonra ezvâc-ı tâhiraf m devam ettikleri bir sünnet olduğuna delildir. Ebu Dâvud, îmâm-î Ahmed'den naklen : «t'tikâfın sünnet olduğu hususunda ulemâdan hiçbirinin muhalefetini bilmiyorum» demiştir. Yalnız mezhep imamlarından îmâm-ı Mâlik «î'tikâf müstahâbtır» der. l'tikâf'dan maksad: Hâlî bir yerde, hâlî bir mide ile Allah'a kalbini rabtetmek, onun zikriyle mütelezziz olarak mâsivâdan elçekmektir.[735]

 

718/569- «Yine Âİşe radıyallahü anha'dan rivayet edilmiştir. De­miştir ki: Peygamber SaUallahü aleyhi ve sellem, i'fikâfa girmek iste­di mi (evvelâ) sabah namazını kılar; sonra i'tikâf yerine girerdi.»[736]

 

Hadîs, Müttefekun aleyh'dir.

Bu hadîs, i'tikâf'ın evvel vaktinin sabah namazından sonra olduğu­na delildir. Bâzıları buna muhalefet ederek: «Eğer gündüz i'tikafa gi-recekse fecir doğmazdan önce; gece girecekse güneş kavuştuktan sonra  girer» derler. Bunlar hadîsi te'viî ederek:  «Fecir Peygamber (S.A.V.) mesddde iken doğardı. Sabah  namazını kıldılar mı Fahr-i Kâinat (S.A.V.) efendimiz i'tikâf için hazırladığı yerde yalnız   başına kalırdı» diyorlar.[737]

 

719/570- «(yine) Âİşe radıyaîlahü an&a'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah SatlaUahü aleyhi ve seUem, kendileri mesctd-dft oldukları halde başını bana uiatırlar, ben de onu tarardım, l'tlkâfta olduğu zaman eve ancak hacet görmek için girerdi.»[738]

 

Hadîs, müttefekun aleyh'dir. Lâfız Buhârî'nindir.

Hadîs-i şerîf i'tikâf'ta olan kimsenin bütün vücûdunu mescidden çı-karamıyacağına, bir kısmını çıkarmanın ise zarar vermiyeceğine de­lildir, l'tikâfcı'mn temizlenmiş, tıraş olmuş, gusletmiş ve zîynetlenmiş olmasının meşru olduğu, insana mahsus ufak tefek fiillerin mescid için­de yapılabileceği, erkeğin zevcesinden yardım görebileceği de hadisin işareti cümlesindendir. «Eve ancak hacet görmek için girerdi» denilmesi, İ'tikâfcı'nın mescidden ancak zarurî bir ihtiyâcı için çıkabileceğine de­lâlet eder. ihtiyâcı, Zührî (—124) büyük ve küçük abdest bozmakla tefsir etmiştir. Bu hususta ihtilâf yoktur. Kan aldırma mes'elesi de abdest bozma hükmündedir. Fakat yiyip içme gibi şâir hacetler için çıkıp çıkamıyacağı ihtilaflıdır.[739]

 

720/571- «(yine) Âişe radıyaîlahü anfta'dan rivayet edilmiştir. De­miştir ki: İ'tlkâfcı'ya sünnet olan: Hasta dolaşmamak, cenazeye git­memek, kadına dokunmamak, mübaşeret etmemek ve kaçınılması müm­kün olmayan şeyler müstesna hiç bir hacet için (dışarıya) çıkmamakfır. Oruçsuz l'tlkaf yoktur. Büyük meicİdden başka yerde de İ'tlkaff yok­tur.»[740]

 

Bu hadîsi, Ebu Dâvud rivayet etmiştir. Kavileri zararsızdır. Şu ka­dar ki müraccah olan sonunun mevkuf olmasıdır.

Hadîsin mevkuf olan yeri: «Oruçsuz i'tikâf yoktur» cümlesinden iti­baren sonuna kadardır. Musannif «Fethü'l-BârU de §öyle demişti : «Dâre Kutni, cÂişe» hadîsinin «Hiç bir hacet için dışarı çıkmamaktır». Cümlesine kadar olduğuna, maadasının başkası tarafından rivayet edildiğine kesin olarak hükmetmiştir». Burada ise : «Hadisin sonu mevkuftur» diyor. Ebu Dâvud, hadîsin başındaki : «Âişe demiştir ki» tâbiri için: «Abdurrahman b. /sTrafc'tan başka bunu diyen yoktur» demiştir. Hadîs-i şerîf i'tikâfcı'nın bu rivayette tayin ve tespit edi­lenlerden hiç birini yapamıyacağına, hattâ cuma namazına gidemi-yeceğine, giderse i'tikâfı'nın bâtıl olacağına delildir. Mes'ele ihtilaf­lıdır.

Hanefîler'le Hanbelller'e göre i'tikâfcı cumaya gidebilir; Şâflîler'le Mallkiler'e göre gidemez.

î'tikâfta oruç tutmanın şart olup olmadığı dahi ihtilaflıdır. Bu ha­dîs, şart olduğuna delâlet ediyor* Mâlİkîler'e göre, i'tikâfta oruç mutlak surette şarttır. Hanefîler'e göe ise, vacip olan i'tikâfta oruç şart; na­filede şart değildir.

Oruç hakkında birçok hadîsler olup, bir takımı şart olduğuna bir takımı da şart olmadığına delâlet ederler. Ancak bu hadîslerin ekseri­si, hüccet olacak kuvvette değillerse de Resûlüllah (S.A.V.)'m bütün ı'tikâflarının oruçlu yapıldığı malûmdur. Anlaşıldığına göre, şevvâl'in ilk on gününde yaptığı i'tikâfta, oruç tutmuş ve i'tikâfı ikinci günü yap­mıştır. Çünkü bir şevvalde namazgaha çıkmak, bayram namazı kılmak ve hutbe okumakla meşgul olmuştur.

Ulemâdan bâzıları müstesna, ekserisine göre i'tikâfın mescjdde ya­pılması şarttır. Hattâ Ebu Hanîfe (80—150, ile Ahmed İbni Hanbel (164—241)'e göre cami olması, yani içinde beş vakit namaz kılın­ması da şarttır. Cumhur'a göre ise her mescidde caizdir. Yalnız kendi­lerine cuma namazı farz olanlara îmâm- Şafiî (150—204) 'cami'i müstahâb görmüştür .Aşağıdaki hadîs i'tikâfta orucun şart olmadığına delâlet eder.[741]

 

721/572- lbni Abbas radtyallahü anhüma'dan rivayet   olunduğuna göre Peygamber SaUaUahü aleyhi ve seüem:

— Ptikâfçıya oruç yoktur. Ancak kendine vacip kılar­sa O başka; buyurmuşlardır».[742]

 

Bu hadîsi, Dâre Kutnî ile Hâkim rivayet etmişlerdir. Müraccah olan bunun dahi mevkuf olmasıdır.

Hadîs-i şerîf, Ibni Abbas (R. A.) hazretlerine mevkuftur. Beyha-fcî; (384—458): «Sahîh olan bunu mevkuf olmasıdır; merfu' olma­sı vehimdir» demiştir. Beyhakî, bu hadîsi tahrîc ettikten sonra : «Remli bunu yalnız başına rivayet etmiştir» demiş ve sözüne şöyle devam etmiştir : «Bu hadîsi Ebu Bekir Humeydi, Abdülaziz ibnî Muhammed'den, o da Ebu Süheyl ibni Mâlik'ten rivayet ediyor. Ebu Süheyl diyor ki: «Ben ve ibni Şihab, Ömer ibni Abdülaziz'in yanın­da buluştuk. Ömer'in karısının mescid-i harâm'a nezrettiği bir i'tikâf borcu varmış Jbni Şihâb : «i'tikâf ancak oruçla olur» dedi. Ömer ibni Abdülaziz: «(bufetva) ResûlüMah (S.A.V.)'den mi?» diye sordu. «Hayır» deyince: «öyle ise Ebu Bekir'den mi?» dedi. Yine «Hayır» de­yince: «Şu halde Ömer'den mi?» diye sordu. Ve «hayır» cevabını aldı». Ebu Süheyl diyor ki: «Ben hemen gittim. Tavus ile Ata'yı buldum ve mes'eleyi kendilerine sordum. Tavus : «İbni Abbas (R. A.) i'tikâf-cıya orucu lüzumlu görmüyordu. Ancak i'tikâfcı kendine vacip kı­larsa o başka» dedi. Ata'da.: «Bu doğru bir fikirdir», dedi».

Şayet Hz. İbni Abbas rodıyaMdhü arih, hadîsi merfu' rivayet etse Tavus da rivayette kusur etmez. Onu ref'ederdi. Ata' dahi : «Bu doğru bir fikirdir» demezdi. Bundan dolayıdır ki Beyhakî: «merfu olması vehimdir» demiştir. Sonra râvileri arasında Abdullah ibni Muhammed Remli vardır ki, bu zât meçhuldür. Onun için diğer râ­vileri hadîsi ref* etmeyip, hep İbni Abbas (R, A.)'a mevkuf bırakmış­lardır. Maamâfîh mevkuf olması da muarazâdan kurtulmuş değildir. Çünkü Beyhâkî'mn bir rivayetinde İbni Abbas ile İbni Ömer (R. A.) «İ'tikâfa giren oruç tutar» demişlerdir. Binaenaleyh İbni Abbas (R.A.) dan gelen rivayetler biri birine muarızdır.

Bu bâbda fazla ma'lûmat istiyenler «Fethü'l-Kâdir-» e müracaat[743] etmelidirler. Şâfİîler'ie Hanbelîler'e göre i'tikâfta oruç tutmak yok­tur.[744]

 

722/573- «İbni Ömer radtyallahü anhüma'dan rivayet olunduğuna göre. Peygamber Sollallahü aleyhi ve sellem'in ashabından bir takım zevata kadir gecesi, rüyada ramazanın son yed! günleri (n) de gösteril­miş.

ResûlüMah Sallallahü aleyhi ve sellem de:

— Görüyorum ki'rüyanız hep son yedi günlerde biri-birini   tutuyor. Şu halde onu kim   arayacaksa, son yedi

günlerde arasın; buyurmuşlardır.»[745]

 

Hadîs, müttefekun aleyh'dir.

«Son yedi günler» den murâd: Ayın yirmi üçüdür. Zîrâ ondan sonra ay'm bitmesine yedi gün kalır. Maamâfîh yirmiyedisi olmak ih­timâli de vardır.

İmâm-ı Müslim (204—261) Hz. İbni Ömer'den mevkuf olarak şu hadîsi tahrîc etmiştir :

«Onu son on günlerde   arayın; eğer biriniz zayıf düşer veya âciz olursa sakın ramazandan kalan yedi günleri aşmasın.» İmâm-ı Ahmed'ia rivayetine gö­re, bir adam kadîr gecesini ayın yirmi yedisinde veya filân gecesinde görmüş; onun üzerine Peygamber (S.A.V.) «Onu kalan on günlerin tek   olanlarında arayın.» buyurmuştur.

Muhtelif rivayetlerin araları şöyle bulunur: «On günde arama ihtiyat içindir. Yedi ile dokuz da öyledir. Zîrâ o gecelerde olması en ziyâde me'muldur.»

Hadîa-i şerîf rüyanın sânının büyüklüğüne ve rüyaya istinâd etmenin caiz olduğuna delildir. Fakat şeriat'ın kaidelerine muhalif olmaması şarttır.[746]

 

723/574- «Muavlyefü'bnü Ebl Süfyan radıyallahü anhüma'dan Pey­gamber SdRaUahü aleyhi ve sellem'den işitmiş olarak rivayet e d 11 m İç­tir ki: Resûlüllah Sallaîl-ahü aleyhi ve seTlem; Kadir gecesi hakkında:

— Yirmiyedinci gecedir; buyurmuşlardır».[747]

 

Bu hadîsi Ebu Dâvud merfu' olarak rivayet etmiştir. Müraccah olan mevkuf olmasıdır. Filvaki kadîr gecesinin tayini hakkında kırk kavi üzerine ihtilâf edilmiştir. Ben onları «Fethü'l-Bân» de naklet­tim.

Bu kavilleri burada sayıp dökmeye hacet yoktur. Zîrâ içlerin­de müstakil bir kavi olarak kabule değmiyenleri vardır. Meselâ : «Bu gece kaldırılmıştır; şimdi yoktur» diyenler olduğu gibi: «Böy­le bir gece aslında mevcut değildir» diyenler de bulunmuştur. Musannif bunları da birer kavi diye saymıştır. En kabule şâyân kaviller kadîr ge­cesinin ramazanların son yedi günlerinde olduğunu ifâde edenlerdir. Mu­sannif «Fethü'î-BâH» de bütün kavilleri saydıktan sonra : «Bunların hepsinin en müraccah olanı, kadîr gecesinin son on günün tek gece­lerinde olduğu ve bu gecenin yer değiştirmesidir.» demektedir. Bu geceler içinde Şâfiiler'ce en ümid bahş olanı yirmi bir veya yirmi üçün­cü gecedir. Cumhur ulemâ'ya göre ise yirmiyedince gecedir. îmâm-t Âzam Ebu Hanîfe (80—150)'den bir rivayete göre kadîr gecesi ra­mazandadır. Fakat hangi gece olduğu bilinmez. Bazan evvel, bazan sonra gelir. Hattâ : «Sene içinde döner dolaşır. Kimi ramazanda olur, kimi başka aylara tesadüf eder» dediği kendisinden şöhret bul­muştur, îmâm-ı Ebu Yusuf (113 — 182) ile îmâm-ı Muhammed (135 189)'e göre de Ramazanda ise de onlara göre yer değiştirmez: «Kadîr gecesi ramazanın ilk gecesidir» diyenler bulunduğu gibi; on-yedinci, on dokuzuncu, yirmi dördüncü ve yirmibeşinci gecelerinde olduğuna kail olanlar da vardır.[748]

 

724/575- «Âİşe radıyaUahü anka'dan rivayet edilmiştir. Demiştir kt; Yâ ResûleNah: Kadîr gecesinin hangi gece olduğunu bilîrsem onda ne okuyacağımı bana haber versene; dedim:

— Allah'ım sen çok affedicisin; affı seversin; beni de affet! de; buyurdular».[749]

 

Bu hadîsi, Ebu Dâvud müstesna Beşler rivayet etmişlerdir. Tirmi-zi ile Hâkim de onu sahîhlemişîerdir.

Deniliyor ki: Kadîr gecesi'nin bir takım alâmetleri vardır. Bunlar­dan bâzıları şunlardır :

O gece sakin olur. Sıcak da değil, soğuk da değil, mutedildir. O gecenin farkına varan her şeyi secdede görür. Bâzıları: «Her yerde hat­tâ karanlık mahallerde bile nur parladığını görür» derler. Bâzılarına göre o gecenin alâmeti: «duaların kabulüdür».

Tdberî (224—310): «Bunlar lâzım değildir. Zîrâ hiç bir şey gör­meden ve işitmeden dahi o gece gelir geçer» diyor.

Acaba o geceye tesadüf edip de hiçbir alâmet görmeyene de o ge­cenin sevabı verilir mi? Yoksa yalnız onu keşfedenlere mi verilir? Bu bâbda ulemâ ihtilâf etmişlerdir. Taberî ile tbnü'î-Arabî ve diğer bâzı ulemâ birinci şıkkı ihtiyar etmişlerdir. Yani : «Alâmet görmeyen­lere de o gecenin sevabı verilir» derler. Ekser ulemâ ise, ikinci şık-ka zâhip olmuşlardır. İmâm-z Müslim'in hazret! Ebu Hüreyre'den riva­yet ettiği şu kelimelerle başhyan bir hadîs bunlara delil teşkil etmektedir :

«Bir kimse gecesini ihya eder ve ona rastlarsa....» Nevevî (631—676) bu hadîsi : «Yani o gecenin kadîr gecesi olduğunu bilirse...» diye tefsir etmiştir. Maamâfîh «bilmese bile o geceye tesadüf ederse...» mânâsına da ihtimâl vardır. Hattâ Musannif merhum bu ihtimâli tercih etmiştir.[750]

 

725/567- «Ebu Said-i Hudrî radıyaMahü anh'den rivayet olunmuş­tur. Demiştir ki: Resûlüllah SaîlaUahü aleyhi ve seUem:

— Semerler ancak üç mescide gitmek için bağlanır; Mescid-i harama, benim şu mescidime ve mescid-i aksaya; buyurdular.»[751]

 

Hadîs, müttefekun aîeyh'dir.

Semer bağlamak yolculuktan kinayedir. Hadîsteki nefi, nehîy ma­nasınadır. Yani: «Ziyaret için yalnız bu üç yer kasdedilebilir. Başka­larını kasdetmek meşru değildir» demiş gibidir. Bu hadîsin i'tikâf bâ-bı'na alınması : «İ'tikâf yalnız bu üç mescidde caiz olur.» diyenler bu-lunduğundandır.

Mescid-i harâm'dan murâd : Bütün harem-İ şeriftir. Mescid-İ aksa' da beytü'l-Mukaddes'tir.

Hadîs-i şerîf, mezkûr üç mescidin faziletine delildir. Mefhum-u muhalifine bakılırsa bu üç mescidden maada ziyaret için hiç bir yere gidilemez. Nitekim bu fikire zâhip olanlar vardır. Fakat Cumhur ulemâ' ya göre mezkûr üç mescidden maada takarrub için sülâhamn kabirleri­ni ve teberrük için mübarek yerleri ziyaret etmek caiz, hattâ mendub-tur. Meselâ: Resûlüllah (S.A.V.)'in kabr-i şerifini ziyaretten sonra Me-dine-i Münevvere'nin «Bakî» denilen kabristanına giderek : El-Abbas, El Hasan ibni Ali, Zeyne'l-Âbidin, Muhammed Bakır, Cafer-İ Sadık hazâratım, sonra Hz. Osman (R. A.)'\, Resûl-ü Ekrem (S.A.V.)'in necl-i necibi Hz. İbrahim'i, Ümmehâtı mü'minîn hazâratım ve diğer ashâb-ı kiram ile tabiîn hazâratım, bahusus İmâm-ı Mâlik ve Nâfi ha-zarâtım ziyaret etmek; perşembe günü Uhud şehîdlerini ve hasseten seyyidüş-Şühedâ Hz. Hamza (R. A.)\ ziyaret ederek onlara usûl-i dairesinde selâm verdikten sonra âyetü'I-Kürsü'yü ve ihlâs'ı okumak müstâhabtır. Cumartesi günü Küba mescidine gitmeli* orada da dua­larda bulunmalıdır.

Hadîsimizde zikri geçen üç mescidin faziletine Bezzâr'm güzel bir isnadla merfu' olarak tahrîc ettiği şu Ebu'd-Derdâ hadîsi de de­lildir :

«Mescid-i haram'da bir namaz yüz bin namaza mua­dildir. Benim mescidimde bir namaz bin namaza, Bey-tü'l-Mukaddes'te bir namaz beşyüz namaza   muadildir»

bu mânâda daha birçok hadîsler vardır.

Bu üç mescidde kılman namazın yalnız farzlara mı yoksa nafi­lelere de şâmil mi olduğu dahi ihtilaflıdır. Tahâvî ile diğer bazı ule-

mâ yalnız farzlara mahsus olduğuna kaildirler. Delilleri «Namazın en faziletlisi kişinin evinde kıldığı namazdır. Yalnız farz namaz müstesna»hadîsidir.

Maamâfîh salât lâfzı âmmdır. Nafileye de şâmil olmak gerekir. Ancak : «Namaz deyince, hâtıra gelen farzdır. Binaenaleyh nafileye şümulü yoktur» denilebilir.[752]

 

HAC  BAHSİ

 

Hac ; Lûgatta muazzam bir şeyi kasdetmektir. Bu kelimeyi hacc veya hıcc şeklinde okumak caizdir.

Şer'an : Dinin erkânından bir rüknünü edâ etmek için Kâbe-i Muaz­zama'yi ziyaret kasdetmektir. Hac, kelime-i şehâdet'ten sonra İslâm'ın rükünlerinin dördüncüsüdür. Kelime-i şehâdet ile birlikte beşincisi, yani sonuncusu ise de fukaha kelime-i şehâdet üzerinde söz etmediklerinden onların taksimine göre dördüncüdür. Ne zaman farz kılındığı ihtilaflı­dır. Cumhur'a göre altıncı; Îbnü'l-Kayyim»e göre dokuzuncu, veya onuncu yılda farz kılınmıştır. Hacc'ın farz olmasına sebep Kâbe-i Mu­azzama'dır.

Hacc'ın hikmetleri çoktur : Biz bunlardan da yalnız bir kaçını zik­redeceğiz :

1— Hac, Allah'ın ihsan ettiği mal, mülk, vücud   afiyeti gibi nice sayısız nimetlere şükür için meşru olmuştur.

2— Hac âdeta yıllık bir islâm kongresidir.  İslâmiyet her ibâdette birliği hedef tutmuştur. Bu birlik daha mahalle mescidinde teşekkül eden cemaatla kendini gösterir. Zîrâ müslüman erkekler beş defa oraya gi­derek mahalle komşuları ile birlikte secde-i Rahman'a kapanır; birlik­te Allah-ü Zülcelâl'e arz-ı ubudiyyet ederler. Bu küçük toplantıların hem dinî, hem dünyevî birçok muhassenâtı vardır. Ezcümle beraberce yapılan ibâdetler daha sevaplı, onların kabulü daha ziyâde me'muldur. Cemâat bir birinin halinden günde beş defa haberdar olur.    Bunlar bir harp, darp vukuunda hazır asker demektir. Cuma camileri ile bayram na­mazgahlarında bu birlik bir kat daha kendini gösterir.Çünkü oralara yalnız bir mahallenin değil, müteaddit mahallelerin erkekleri gelirler. Böylece kıldıkları namazlar yüzlerce,  hattâ binlerce samimi müslümanın içten gelen   «âmin»   sedâlarıyla   bârigâh-i ehadîyet'e arzolunur. Bu na­mazlar vasıtasıyla binlerce kişi hergün, her hafta ve her sene bir birle­rinin hallerini öğrenir ve îcâbmca hareket ederler. Nihayet zenginlere ömürde bir defaya mahsus olmak üzere yeryüzünün kalbi mesâbesin-deki Mekke-i Mükerreme'ye giderek orada her sene in'ikad eden ce­maatlar cemaatına, Ulamın yıllık kongresi demek olan hacca iştirak etmek farz olmuştur. Burada bir mahallenin veya bir kasabanın değil, bir şehrin veya bir memleketin de değil, bütün dünya müslümanlannın mümessilleri toplanmıştır. Yüz milyonlarca müslümanın hülâsasını teşkil eden bu bahtiyarlar ordusu âdeta bir tek vücûd haline inkılâp et­miş; yüzbinlerce kişinin kalbgâhından kopup gelen niyazlar tek ses ha­linde arş-i âlâ'ya doğru yükselir... Lebbeyke Allahümme lebbeyk.

3— Hac, hakikî din kardeşliğinin ve müsâvat-ı taamme'nin tecel­lî ettiği yerdir. Orada zengin ile fakirin, hâkan'la    hakir'in    nefer'Ie, emir'in, arasında hiç bir fark yoktur. Çünkü her biri dünyadan ve dün­ya ziynetinden tecerrüd ederek ,birer beyaz kefene bürünmüştür. Fakat âlem-i mahşer'i andıran bu yezdân ordusu haşa ölüler değil, bilâkis her biri kükremiş birer aslan kesilmiş dirilerdir. Onlar bunu zaman zaman arş-ı âlâ'y1 titreten yekpare telbiyeleriyle ispat ederler. Lebbeyk Alla­hümme Lebbeyk... Bu müstesna merâdm esnasında muhtelif milletle­re mensup hacılar biri birleriyle tanışır dertleşir ve binnetice yardim-laşırlar. îşte İslâmiyet'in dilediği de budur.

4— Hac, günâhlara kefaret, kullara Aflah tarafından rahmettir. Şartları : İki kısımdır:

1— Vücûbunun şartları : Hür, âkil, baliğ ve müslüman olmaktır. Binaenaleyh kölelere delilere, baliğ olmamış çocuklara ve müslüman olmayanlara farz değildir. Hattâ bir kimse müslüman olmazdan Önce zengin iken müslüman olduktan sonra fakirlese, haccetmesi farz de­ğildir. Fakat müslüman iken zengin olup, üzerine hac farz olduktan sonra gitmese, sonradan fakir düşmekle üzerinden hac borcu sakıt ol­maz. Çünkü bu ibâdet usul-u fıkıh ilminde beyân olunduğuna göre kud-ret-i mümekkine ile farz olmuştur. Böyle bir kudretle farz olan bir ibâ­det, o kudret elden gitse dahi zimmette sabittir. Fakat zekât kudret-i m üye ss i re denilen bir derece daha müsamahalı bir kudretle farz kılın­mıştır. Binâenaleyh kendisine zekât farz olmuşken, vermeyip sonradan fakir düşen bir kimseden zekât sakıt olur. Zîrâ kudret-i müyessire ile farz olan bir ibâdette, o kudretin devamı şarttır. Kudret kalmadı mı ibâdet de sakıt olur. İstiaa ile vakit dahi haccın vücûbunun şartla-rındandır. Binaenaleyh henüz vakti gelmeden hac farz olmadığı gibi, vakti hâîi yerinde olmayanlara da farz değildir, İstitaa güç yetmek de­mektir. Bunun mezhep imamlarına göre çeşitli tarifleri vardır. Bahsi­mizde veri geldikçe görülecektir.

2— Edasının şartları ; îsîâm. ihram, zaman ve mekân-ı mahsus gibi şeylerdir.

Rükünleri : Mezhepler arasında ihtilaflı olmakla beraber tavâf-ı ziyaret, Arafat'ta vakfe gibi şeylerdir. İbâdetler üç kısımdır:

1— Namaz ve oruç gibi sırf bedenî,

2— Zekât gibi sırf malî,

3— Hac gibi hem bedenî, hem malî olanlar. Zîrâ haçta tavaf, sa'y gibi amellerle Allah'a taât da vardır, para harcamak da. Hac. Ömürde bir defa farz olan bir ibâdettir. «Acaba farz olduğu sene hemen gitmek lâzım mıdır ,yoksa birkaç sene sonraya geciktirmek câizmidir». Bu ci­heti iyi anlamak için bir parça usul-ü fıkıh ilmine müracaat etmek lâ­zım gelir.

Usul-ü Fıkıh'da ibâdetlere nazaran vakit, üç kısma ayrılır: Müves-sa', mudayyak, meşkûk.

1— Müvessa' ; Genişletilmiş demektir. Yani, içinde yapılacak ibâ­dete vakit yeter de artar da. Buna, «zarf» da derler Namaza msbetle vakit böyledir. Zîrâ vakit, o vaktin farzına yettikten maada, birçok farz­lar kılınacak kadar artar da.. Onun için böyle ibâdetlerde niyeti tayin etmek behemehal lâzımdır.

2— Mudayyak:Daraltılmış demektir. Yani;  vakit, ancak içinde yapılan ibâdete yetecek kadardır. Fazlası, noksanı yoktur. Adetâ ibâ­detin bir ölçeği mesabesinde olduğundan, buna, miyar da derler. Oruca nisbetle vakit böyledir. Bir güne ancak bir oruç sığar. Binaenaleyh Ra­mazanda niyetin tayini şart değildir, Alelıtlak oruca niyet kâfidir.

3— Meşkûk : Şüpheli demektir. Yani; vaktin ibâdete yetip artma­sı veya sımsıkı gelmesi şüphelidir. Hac gibi ki, bir senede yalnız bir hac yapılabildiğine bakılırsa, miyara benzer. Fakat hac filleri bütün hac za­manı doldurmamasına bakılırsa, zarfa benzemektedir. İşte bu cihete na­zaran mes'ele imamlar arasında ihtilâfa sebep olmuştur. Maamâfîh hiç biri onun, tek taraflı bir ibâdet olduğuna kail olamamıştır. Meselâ Hane-fîyye imamlarından lmâm-% Muhammed (135—189)  zahir hale ba­karak onun zarf olduğunu tercih etmişse de, miyar'a benzeyişini de inkâr etmemiştir. Binaenaleyh ilk farz olduğu yıldan   geriye bıra­karak vefat   edenin   günahkâr   olduğuna kail   olmuştur,   lmâm-% Ebu Yusuf (113—182 hacc'ın    mi'yariyyet tarafını tercih ederek farz olduğu seneden geriye    bırakılmasına cevaz   vermemiş, fakat zarfiyet tarafını da büsbütün men etmemiştir. Binaenaleyh ilk farz olduğu yıldan sonraya bırakanı günahkâr addetmekle beraber, her ne zaman hacc edilse; yine eda saymışür. tmâm-ı Âzam'da.n Ebu Yusu/'Ia beraber olduğuna delâlet eden bir rivayet vardır. Anlaşılıyorki lmâm-ı Şâftt (150—204) müstesna, hemen bütün mezâhip imamla-nnca hacc'ın hükmü fevrîdir. Yani imkân bulur bulmaz hemen edâ edilmesi lâzımdır. Maamâfîh tehir ile günâha girmekle beraber, bü­tün ömrün hangi yılında olursa olsun, îfâ edilmesi yine de edadır.

Hac, muhkem bir farizadır. Farziyyeti kitap, sünnet ve icmâ'-ı ümmetle sabittir. Bundan dolayı onu inkâr eden dinden çıkar.

Kitabtan delili :

..[753] Yol itibarıyla gücü yetenlerin beyti haccetmeleri Allah İçin in­sanların boynunun borcudur» âyet-i kerîmesidîr. Hacc'ın farz olduğuna icmâ'-ı ümmet münâkid olmuştur.

Sünnetten delîli : Meşhur îmân ve İslâm hadîsiyle aşağıdaki hadîs­lerdir.[754]

 

726/57- «Ebu Hüreyre radıyallahü anh'ûcn Resûlüllah SaUaUahil aleyhi ve sellem'm şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:

— Ömre, gelecek omre'ye kadar ikisinin arasındaki (aünah) ların kefaretidir. Mebrur hacc'ın ise cennetten başka bir mükâfatı yoktur.»[755]

 

Hadîs, müttefekun aleyh'dir.

Bâzılarına göre hacc-ı mebrur: Kendisine günâh karışmıyan hac'tır. Nevevî bunu tercih etmiştir. Diğer bazılarınca: Makbul olan hac'tır. Hattâ bir takımları : «Hacc-ı mebrur hâli eskisine nazaran daha hayırlı ve salâha yüz tutmuş olmakla, semeresi sahibinin üzerinde görülen hac'tır» demişlerdir.

îmâm-ı Ahmed ibni Hanbel (164—241) ile Hâl mı'in Hz. Câbir (R. A ./den tahrîc ettikleri bir hadîste şöyle deniliyor :

«Yâ Resûlellah hacc'ın bîrr'i nedir? denildi:

— Yemeği yedirmek ve selâmı vermektir;   buyurdular».

Yalnız bu hadîsin isnadında zaaf vardır.

Ömre : Lûgatta ziyaret demektir. «Kasdetmektir» diyenler de var­dır.

Şerhan : ihram, sa'y, tavaf, tıraş veya saç kısaltmadan ibarettir. Bu hacc'a ömre denilmesinin sebebi : Kendisiyle Kâbe-İ Muazzama ziyaret veya kasdedildiğindendir. «Ömre gelecek omre'ye kadar ilâh...» buyrulmasi omre'nin tekrarına delil olduğu gibi, ömre için bir vakit tahdidi bulunmadığına dahi delâlet eder.

Mâlikîîer'e göre bir yılda bir omre'den fazlası mekruhtur. Delilleri: Resûi-ü Ekrem (S.A.V.)ıin onu seneden seneye ancak bir defa yapmış olmasıdır. Onlarca fiil-i Resul vûcûb'a veya nedib'e hamledilir. Fakat Mâlikîîer'e: «Resûlüllah (S.A.V.) bazan ümmetinden meşakkati kaldır­mak için müstehâb gördüğü şeyi de terk ederdi» diye cevap verilmiştir.

Hadîsin zahiri omre'nin her zaman meşru olduğunu gösteriyor. Cumhur ulemâ'nın kavli de budur. Yalnız bundan Şâfiîler'le Mâlikîler başka bir hac ve omre'yi istisna ederler.

Hanefîler arefe, bayram ve Teşrik günlerini ve Mekkeliler'den baş­kası için hac aylarını istisna ederler.

Hanefîler'den gayrı mezheplere göre, arefe, Teşrik ve bayram gün­lerinde ömre için ihrama girmek mekruh değildir.

Bir de Hanefîler'le Mâlikîîer'e göre ömre sünnet-i müekkede, Şâfî-ler'le Hanbelîler'e göre ise farz-ı âyindir. Resû!-ü Ekrem (S.A.V.) müd-det-i hayatlarında dört defa ömre yapmışlardır.[756]

 

727/578- «Âişe radtyaîlahü anha'dan rivayet olunmuştur.Demiştir kî: Yâ Resûiellah kadınlara cîhâd var mı? dedim.

— Evet onlara ,içinde harp olmayan bir cihâd vardır:

Hac İle ömre: buyurdular».[757]

 

Bu hadîsi, Ahmed ile İbni Mâce rivayet etmişlerdir. Lâfız İbni MA-ee'nindir. îsnadı sahihtir. Aslı sahihtedir.

Hac ile omreye cihâd demek, her ikisinde de meşakkat olması dhe-tiyle, istiaredir. Hattâ «içinde harp olmayan» kaydıyla maksat Szâh edildiğinden ifâde üslûb-u hâkim bile olmuştur.

Hadisin-aslı sahîh-i Buhârî'dedir. Musannif: «aslı sahihtedir» ibaresiyle ya Sahîh-i BuhârVyi yahut da hassaten onun Hz. Aişe CR. Anha)'ds.n tahrîc ettiği şu hadîsi kasdetmiştir :

«Aise: Yâ resûlellah biz cihâd-ı amellerin en faziletlisi görmekteyiz. Mücahede etmiyslim mi? demiş. Resûlüllah Sallaîlahü aleyhi ve sel-lem :

— Hayır, Lâkin cihâdın en faziletlisi hacc-ı mebrur-dur; buyurmuşlardır.»

Bu hadîs, îmâm-t Ahmed'm mutlak olarak rivayet ettiği hac'cı, mebrur olmakla takyid etmekte ve hac ile omrenin kadınlar hak­kında cihâd yerine geçeceğini ifâde eylemektedir.[758]

 

728/579- «Câbir ibni Abdullah radıyallahü anhüma'dan rivayet edil­miştir. Demiştir ki: Peygamber SdUatlahü aleyhi ve sellem'e bir Ârâ-bl gelerek :

  Yâ Resûlellah bana omre'den haber ver. Vacip midir o? dedi. Resûlüllah SaUaTlahü aleyhi ve sellem :

  Hayır. Ammaomra yapman senin için daha hayır­lıdır; buyurdular».[759]

 

Bu hadîsi Ahmed ile TîrmiiS (merfu' olarak) rivayet etmişlerdir. Fakat müraccah olan mevkuf oluşudur. Onu İbni Adlyy, Câblr (R. A.) dan merfu' olarak bir başka zayıf vecihten «hac İle omra farzdır­lar» şeklinde tahrîc etmişdir.

Arâbî, çölde yaşiyan demektir. Arabî ise araplardan nesebi sabit olanıdır : «Ömre yapman senin için daha hayırlıdır» buyrul-duğuna göre omreyi yapmakla yapmamak müsâvî değil demektir. Bu cümle, ömre vacip olmayınca belki mubah olmakla metıdûb olmak ara­sında mütereddit kalır zannolunmasın diye getirilmiştir. Ve omre'nin mendûb olduğuna delâlet eder. Çünkü mubah olmak için onu yapmakla yapmamak müsavi olmalıdır.

Hadîs, Hz. Câbir (R. A.)'e mevkuftur. Zira Ârâbî ona sormuştur. Hadîsin zayıf rivayetine gelince : Bir tarifinde Ebu îsme vardır. Bu zâtı hadîs imamları yalancı telâkki ederler .îmâm-ı Ahmed ibni Hanbel ile Tirmizî'nin rivayetlerinde dahi, Haccac ibni Ertat var­dır. O da zayıftır. îbni Adiyy'm. Hz. Câbir (R. A./dan merfu' olarak tahrîc ettiği rivayet Ata} tarikiyle olup, onun da senedinde İbni Lehiy'a vardır. O da zayıftır. Vâkıâ Hz. Câbir'in hac ile omre'nin farz olduklarını bildiren bu hadîsi için «Tirmizî onu sahih bulmuş­tur» derlerse de hatâdır. Tirmisî onun hakkında bütün rivayetlerde «hasendir» demekden başka söz söylememiştir. îbni Hazm ileri giderek «bu hadîs yalanlanmış; bâtıldır» demiştir. Bu bâbdaki hadîsler hüccet olacak kuvvette değillerdir. İmâm-ı Tirmizî (200—279) Şafiî'­nin Ömre hakkında: «nafile olduğuna dair sabit bir şey yoktur» de­diğini rivayet eder. Atâ tarikiyle rivayet edilen Câbir hadîsi hakkın­da îbni Adiyy : «Bu hadîs Aiâ'dan mahfuz değildir» demiştir. Aynı hadîsi Dâre Kutnî (306—385)  Zeyd ibni Sabit rivayetinden tahrîc etmiştir. Bu rivayette : «Hangisinden başlasan sana zarar etmez» cümlesi de vardır. Aynı zamanda iki tarîkinden birinde zaaf ve inkıta vardır. Diğerini Beyhakî îbni Sîrine mevkuf olarak rivayet etmiştir. Bu rivayetin isnadı daha sahihtir. Onu Hâkim de sahîhlemiştir.

Elhâsıl omre'nin vacip olup olmadığı bâbmda deliller muhtelif ol­duğundan, ulemâ'nın selef ve halefi dahi ihtilâf etmişlerdir. İbni Ömer (R. A.) ile bazı ulemâya göre ömre vaciptir. Bunu ondan îmâm-ı Buhârî (194—256) ta'lik suretiyle rivayet eder . îmâm-ı Şafiî (150 —204) ise aynı mânâdaki bir hadîsi İbnî Abbas (R. A./dan rivayet etmiştir. îmâm-ı Buhârî vücûb için bir bâb tahsis etmiş; ona «omre'­nin vücûbu ve fazileti bâb:» demiştir. Bâzıları omra'nın vacip olduğuna: «babanın yerine haccet ve ömre yap» hadîsiyle istidlal ederler. Bu hadîs sahihtir. îmâm-ı Şafiî «Om­re'nin vacip olduğuna dâir bundan daha iyisini bilmiyorum» demiştir. Nitekim kendisi omre'nin farz-ı ayın olduğuna kaildir. Buhara-hlar'dan Muhammed İbni FadTa. göre ömre farz-ı kifâyedir.[760]

 

729/580- «Enes radıyollahü anh'öen rivayet olunmuştur. Demiştir kt: Yâ Resûlellah! Sebil nedir? denildi :

— Zad ve râhiledir; buyurdular.»[761]

 

Bu hadîsi, Dâre Kutnî rivayet etmiştir, onu Hâkim sahîhlemiştir. Müraccah olan irsalidir. Onu Tîrmizî de İbni Ömer'den tahrîc etmiştir. İsnadında zaaf vardır.

Bu hadîsi Beyhâkî dahi Sâid ibni Ebi Arube ta::îkiyla Katade'den, o da Enes'den, O da Rosûlüllah (S.A.V.)'den işitmiş olarak rivayet et­miştir. Fakat Beyhakî (384—458) hadîs hakkında şöyle demiştir : «Doğrusu, Katade'nin Hasan'dan mürsel olarak rivâyetidir». Musannif diyor ki : «Beyhakî bu sözüyle Dâre Kutnî'nin rivayetini kasdedi-yor Onun senedi Hasan'a kadar sahihtir. Mevsul oluşunu vehim sanı­rım.»

Tirmizî hadîsi İbnî Ömer'den tahrîc ettikten sonra : «Bu hadîs hasendir» demişse de hadîs yine de zayıftır. Çünkü isnadında met-rukü'l-Hadîs bir râvi vardır. Bu hadîsin Ali, İbnî Abbas, İbni Mes'ud ve Âîşe (R. anhüm) ile daha başkalarından rivayet tarîkleri vardır. Lâ­kin hepsi zayıftır. İbnü'l-Münsîr bu bâbda : «Bu hadîs müsned ola­rak sabit olmuyor. Sahîh olan Hasan'm mürsel rivayetidir» diyor.

Ulemâ'nın ekserisi «sebil» i hadîs-i şerifte beyân edildiği vecih-le zât ve râhile mânâsına almışlardır. Zâd : Azık, yiyinti demektir ve mutlak surette şarttır. Bundan maksad, hacca gidip gelinceye kadar çoluk çocuğunun nafakasını temin ettikten sonra, kendine yetecek kadarının da artmasıdır. Zîrâ Ebu Davud'un tahrîc ettiği bir hadîste,

Resûlüllah (S.A.V.) şöyle buyurmuşlardır:

«Kişiye geçindirdiği kimseleri perişan etmesi günâh nokta-i nazarından kifayet eder».

Râhile : Binilecek deve demektir. Burada maksad Mekke'ye götü­recek vâsıtadır. Râhile Mekke'den uzaklarda yaşıyanlar için şarttır. Bu uzaklık Hanefîler'e göre üç gün, Şâfiîler'e göre iki konaktır. Binae­naleyh yakında yaşıyanlarla Mekkelîler için râhile mevzubahis değildir. Onlar yürüyerek haccederler.

İbni ZÜbeyr ile Tabiînden bir cemaata göre hac âyetindeki ıtstîtâa» dan murâd : Yalnız sıhhattir. Bu zevat bir âyette «zâd» kelimesinin «tak­va» diye tefsir buyrulmasını kendilerine delîl ittihâz ederler. Babımızın hadîsi : «Zâd» kelimesinden hakîki mânâsının kasdedildiğîni gösteriyor. Bu *»dîs her ne kadar zayıf da olsa, birçok tarîklerden rivayet edilmiş olması onu takviye etmiştir.

Haram para ile haccetmek, îmâm- Ahmed İbni Hanbel'e göre caiz değildir. Ekser ulemâya göre caizse de sahibi günahkâr olur. Bu hususta Hanefîyye fukâhasından Kemal ibni Hümam (788 — 861) «Fethü'l-Kadîr» de §öyle demektedir : «Hacca gidecek olanın he­lâl nafaka toplamaya çalışması gerekir. Zîrâ haram nafaka ile hac kabul olunmaz. Bununla beraber haram nafaka ile farz yine sakıt olur; îster gaspedilmiş olsun. Farzın sukutu ile kabul edilmemesi arasında münâfaat yoktur. Kabul edilmediği için sevap verilmez. Ama haccı terk edenler gibi de âhiret cezası görmez».[762]

 

730/581- «İbni Abbas radıyaUahü anhüma'dan rivayet edildiğine göre; Peygamber SallaUahü aleyhi ve seüem, Ravhâ'da bir kafileye rastlamış ve :

  Kimsiniz? demiş:

  Müslümanlarız; demşller. Onlar dahi :

— Sen kimsin? demişler. Peygamber SalldUahil aleyhi ve seUem:

  Resûlüllahım; cevabını vermiş. Bunun üzerine bir kadın oac: Bir çocuk arzederek :

  Buna hac var mı? diye sormuş: Resûlüllah SallaUahü aleyhi ve sellem :

   Evet; sana da ecir var.» buyurmuşlardır. [763]

 

Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir.

Kafile efradının Peygamber SallaUahü aleyhi ve seUenCi tanıma­maları ya gece karşılaştıklarından yahut o ân'a kadar görmemiş olduk-larındandır. Ravhâ : Medine'ye yakın bir yerdir. Suâl soran kadına ecir verilmesi ya çocuğu sırtında taşıyarak haccettirdiğinden, yahut mes'ele-yi sorduğundandır. Her ikisi için de olabilir.

Hadîs-i şerîf, sabinin haccetmesinin sahîh ve caiz olduğuna delildir. Bu hususta sabinin mümeyyiz olup, olmaması müsavidir. Cumhur ule-ma'nın kavli bu ise de, bu hac farz olan hac yerini tutmaz. Çünkü İbni Abbas (R. A.)'m rivayet ettiği bir hadîste şöyle buyrulmuştur :

«Hangi çocuğa ailesi haccetİrir de sonra bulûğa erer­se, onun üzerine bir hac daha vardır.» Bu hadîsi, Ziya4 Mdk-disî ile Hatib tahrîc etmişlerdir. Kâdıîyâz: «Ulemâ böyle bir çocuğun haccinın baliğ olduktan sonra farz hac yerini tutmayacağına ittifak et­mişlerdir. Yalnız bir fırka şüzuz göstererek : «Kifayet eder» demişler­dir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) kadına «Evet» diye cevap vermiştir. Bu tasdikin zahiri, çocuğun fiilinin hac olduğunu gösterir. Hac denilince de vacibi iskateden hac hatıra gelir» diyor.

Lâkin ulemâ bunun aksine kail olmuşlardır. Nevevî (631—676) şöyle diyor : «Sabi;-kâr'ı, zararı seçemiyecek derecede küçük ise onun nâmına ihrama girecek olan, onun malına nezâret eden velisidir ki, o da ya babası veya dedesi, yâhud da hâkim tarafından tâyin edilen vâ­sidir. Anneye gelince, onun çocuk nâmına ihrama girmesi sahîh olamaz. Ancak o da ya vâsi olur, yahut hâkim tarafından vâsi tayin edilirse o zaman çocuğu nâmına ihramı sahîh olur.»

Banları : «Anne ile Asabe olan akrabanın her ne kadar malda veli olmaya hakları yoksa da ,çocuk nâmına ihrama girmeleri sahihtir» de­mişlerdir.

ibramın sıfatı : Çocuğun velisinin kalben: «Bu çocuğu ihrama koy­dum» demesidir.[764]

 

732/582- «Bu da ondan rivayet edilmiştir (Radtyallahü arih). De­miştir ki: Fadl îbni Abbas Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem'ın terkisinde idi. Derken Has'arrs Kabilesinden bir kadın geldi. Ve Fadl ka­dına, ve kadın da Fadl'a bakmaya başladı. Peygamber Sallaîîahü aleyhi ve seJîcmde Fadl'ın yüzünü başka tarafa çevirmeye başladı. Kadm :

    Resûlellah,  Allah'ın kullarına hac  bâbındakî farizası, baba­ma, hayvanın üzerinde duramaz yaşlı bîr ihtiyar İken yetişti. Binaena­leyh onun yerine ben haccedeyim mî? dedi. Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem :

  Evet; buyurdular. Bu (mes'ele) Haccetü'l-Vedâda oldu.»[765]

 

Hadîs, müttefekun aleyh'dir. Lâfız Buhârî'nindir.

Hâdise Mina'da geçmiştir. Hadîsin bir rivayetinde:

«Onu bağlamış of sam, (bîr hâl ocağından)  korkarım» cümlesi vardır.

Bu hadîsin başka rivayetleri de vardır. Bunların bâzısında mes'eleyi soranın erkek olduğu ve annesinin yerine haccedip edemi" yeceğini sorduğu zikredilmektedir. Şu halde bu sual mes'elesi iki de­fa olmuş demektir. Hadîsi şerîf, bizzat hacca gitmeye kudreti olma­yan kimselerin yerlerine bedel göndermek suretiyle haccedebilecek-lerine delâlet ediyor. Fakat bunun caiz olabilmesi için o kimsenin hacca gitmekten tamamiyle âciz bulunması ve bu acz'in ölünceye kadar geçeceğine de ümid kalmaması şarttır. Binaenaleyh, birkaç zaman için hasta yatan kimsenin yahut düzeleceği ümid edilen deli­nin yerine bedel göndermek sahîh olamaz.

îmâm-ı Mâlik'ten gayrı mezhep imamlarına göre : Başkasının yerine haccetmek caizdir. Ancak bunun için üzerine hac farz olan kimsenin ya ölmüş olması, yâhud da gitmeye kudreti bulunmaması bilittifâk şarttır. Fakat nafile hac böyle değildir- Onu yapmak için EbuHanîfe (80—150) ile îmâm-ı Ahmed İbnİ Hanbel (164—241)'e göre mutlak surette bedel göndermek caizdir. îmâm-ı Mâlik (93— 179) ile bâzı ulemâ başkasının yerine haccetmenin yalnız buradaki kıssa sahibine caiz olduğuna kaildirler. Zîrâ hadîsin bâzı rivayetle­rinde göyle bir cümle vardır: «Onun yerine haccet, ama senden sonra kimseye müsaade yok.»

fakat bu ziyâde zayıftır. Bâzıları bu işin evlâda mahsus olmak üze­re cevazına kaildirler. Bunlara cevaben: «Hadîs-i şerifin bir riva­yetinde : «Allah borcu ödenmeye daha lâyıktır» buyrulmuş-tur. Borcu kim olsa ödeyebilir. Mutlaka borçlunun Ödemesi şart de­ğildir. Binaenaleyh çocuğundan başkası da ödeyebilir. Bu cihet it-tifâkidir» denilmiştir.

Bâzıları mevzubahsimiz hadîsten şu hükmü çıkarırlar : «Bir kimse başkasının yerine gönüllü hacca gitmek istese, artık gitmesi farz olur. Velevki yerine gitmek istediği kimseye hac farz olmamış olsun». Bunların delili : Buradaki kıssada kadının, babasının zat ve râhileye kudreti olup olmadığını beyân etmemesi, Peygamber (S.A.V.)'in de uzun uzadıya sormamasıdır. Fakat bunlara cevaben : «Hadîste yalnız babasının yerine hacca gitmesinin kifayet edeceği zik­redilmiştir. Vücûp mes'elesine dokunulmamıştır. İhtimal ki kadın, ba­basına hac farz olduğunu bilirdi: «Allah'ın kullarına hac bâbındaki fari­zası» diye söze başlaması dahi bu mes'elede malûmat sahibi olduğuna delildir.» denilmiştir.[766]

 

733/583- «(yine) Ibni Abbas radtyaîlahü anhümâ'dan rivayet edildi­ğine göre, Çüheyne (kabilesin) den bir kadın Peygamber Sallalİahü aleyhi ve sellem'e gelerek :

  Gerçekten annem haccetmeyi adadı, fakat haccetmeden vefat et­ti.    Onun yerine ben haccedeyim mî? demiş.    Peygamber   Sallallahii aleyhi ve sellem:

  Evet, onun yerine haccet. Ne dersin, annenin üze­rinde borç olsa onu Ödermiydin? Allah'a olan borçlarınızı ödeyin. Çünkü Allah, kendisine Ödemeye en lâyık olandır; buyurmuşlardır.»[767]

 

Bu hadîsi Buharı rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerîf, bir kimse hacca gitmeyi adar da gitmeden ölürse, onun yerine çocuklarının veya diğer yakınlarının haccetmesinin kâfi ge­leceğine delildir. Velevki kendileri için henüz haccetmemiş olsunlar. Çünkü Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) kadına kendisi için haccedip etmediğini sormamıştır. Bir de Peygamber (S.A.V.) bu işi borca benzetmiştir. Bir adam kendi borcu dururken başkasının borcunu ödeyebilir.

Şu kadar var ki, ilerde görülecek Şübrüme hadîsi henüz kendisi için haccetmiyenin başkasının yerine haccetmesini caiz görmüyor. Borç mes'elesi dahi öyledir. Bir adamın kendi borcu varken, başkasının bor­cunu ödemesi doğru değildir.

Hadîs-i şerifte kıyas yapmanın meşru olduğuna, dinleyene daha zi­yâde tesir etmek için darb-ı mes'ele ve meçhulü, malûma benzetmenin cevazına işaret vardır. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) başkasının yerine haccetmenin hükmünü, ashabın bildikleri borç ödeme hükmüne benzet­miştir. Bu hadîs, ölen kimse vasiyet etsin, etmesin onun yerine mutla­ka birini göndererek, haccettirmenin vacip olduğuna dahi delâlet et­mektedir. Zîrâ borcun mutlaka ödenmesi îcâp eder. Kefaret vesâir mâlî hukuk da böyledir. Ashâb-ı Kiramdan İbni Abbas, Zeyd ibni Sa­bit ve Ebu Hüreyre (R. A.) hazarâtınm mezhebi bu olduğu gibi, îmâm-ı Mâlik'ten maada mezhep imamlarının mezhebi de budur. Hattâ bâzıları bu borcu insan borcundan ileri tutarlar.[768]

 

734/584- «(yine)  İbni Abbas radıyallahü anh'den rivayet olunmuş­tur. Demiştir kî: Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve seltem:

— Hangi çocuk hacceder de, sonra günâh çağına eri­şirse, onun üzerine bir hac daha lâzımdır. Hangi köle hac­ceder de sonra azâd olunursa, onun üzerine bîr hac daha lâzım olur; buyurdular.»[769]

 

Bu hadîsi, İbni Ebl Şey be ile Bey ha kî rivayet etmişlerdir. Hâvileri sıkadır. Yalnız hadîs'in merfu1 olup olmadığında ihtilâf edilmiştir. Ha­tırlarda olan onun mevkuf oluşudur.

Günâh çağına erişmek : Âkil ve baliğ olmaktan kinayedir. Zîrâ gü­nâhları o zaman yazılmaya başlar.

îbni Huzeyme : «Sahîh olan bu hadîsin mevkuf oluşudur» de­miştir. Bu hadîsin mevkuf veya merfu' olduğu hadîs ulemâsı ara­sında çok münakaşa edilmiştir. Onu Muhammed ibni K'âb-ı Kurazİ (R. A.) merfu' olarak rivayet etmiştir. Lâfzı şudur :

«Resûlüflah Sallallahü aleyhi ve sellem :

— Ben mü'minlerin kalplerinde şunu tazelemek iste­rim ki, hangi çocuğa anası, babası haccettirir de ölürse, bu kifayet eder. Fakat yetişirse onun üzerine hac vardır; buyurmuşlardır».

Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) bunun bir mislini de köle hakkında îrâd buyurmuşlardır. Bunu Saîd ibni Mansur ile Ebu Dâvud «Merasîh-inde rivayet etmiş; îmâm-ı Ahmed ibni Hanbel onunla istidlal et­miştir, îbni Teymiyye : «Mürsel ile sahabe amel etmişse, bilittifâk hüccettir. Bu müttefekun aleyh bir şeydir» demiştir. Köle ibâdete ehil­dir. Binaenaleyh haccı sahihtir. Fakat farz yerine geçmez. Çünkü henüz onunla mükellef değilken yapmıştır.[770]

 

735/585- «(bu da) İbni Abbas radıyallahü anh'den rivayet edilmiş­tir. Demiştir ki: Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem'i hutbe îrâd ederek şöyle derken işittim :

  Sakın bir adam (ecnebi) bir kadınla başbaşa kalma­sın. Yanında nikâhı haram olan akrabasından biri olursa o başka. Kadın ancak yakın akrabasıyla sefer edebilir;

Bunun üzerine bir adam ayağa kalkarak :

  Yâ Resûlellah, gerçekten benim karım hacca gitti. Ben de fülan ve fülan gazaya  yazıldtm; dedi.  Resûl-ü Ekrem Sallallahü aleyhi ve sellem :

  Öyle ise git de karın ile birlikte haccet, buyurdular.»[771]

 

Bu hadîs, müttefekun aleyh'dir. Lâfız Müslim'indir.

Hadîs-İ şerîf, ecnebî bir kadın ile başbaşa kalmanın haram olduğuna delâlet etmektedir ki icmâ' da budur. Bir hadîste:     

«Zîrâ onların üçüncüsü şeytandır.[772]» buyrulmuştur.

Acaba nikâhı haram olmayan akrabadan birisinin bunların yanlarında bulunması bu halvetin yani iki ikiye kalmanın mânâsını bozma hususunda yakın akraba yerini tutar mı? Başbaşa kalmak­tan nehyin mânâsı aralarına şeytan girip fitne çıkarmak olduğuna göre, tutması lâzım gibi görülüyorsa da, ulemâdan bâzıları ile Kaffâl mutlaka mahrem lâzımdır diyorlar. Delilleri: Sadedinde bulunduğu­muz İbni Abbas hadîsidir. Bu hadîs, kadının mahremsiz sefere gitmesi­nin haram olduğuna da delâlet eder ve mutlaktır.

Seferin azına da çoğuna da şâmildir. Fakat bu ıtlaki takyîd eden bir çok hadîsler vardır. Yalnız bunların lâfızları muhteliftir. Kimisinde;

«kadın bir gecelik yola ancak yakın akrabasıyia gidebilir» denilmiş; bâzısında seferin «üç günlük» diğer bâzılarında «iki günlük» yol olduğu bildirilmiş; bir rivayette «üç mil» diğerinde «bir konak» denilmiştir. îmâm-ı Nevevî (631—676): «Tahditten onun zahiri murâd değildir. Bilâkis sefer adını taşıyan her şeyden kadın men edilmiştir. Ancak mahremi ile gidebilir. Tahdîd sade bakî olan seferlerde yapılmıştır. Binaenaleyh onun mefhumu ile amel olunmaz» demiştir.

Bu hususta ulemâ tafsilât veriyorlar: Kadının dâr-ı harb'den (küf-far beldesinden) İslâm diyarına hicret ederken, hayatı tehlikede olduğu zaman, borç ödemek lâzım geldiği zaman ve kocasından kaçan kadın evine dönerken, yalnız basma sefer etmesi ,câizdir. Bu ittifâkîdir» de­mişlerdir. Hac seferi hakkında ihtilâf vardır.

Cumhur ulemâ ya göre, mahremi veya kocası yamnda olmadıkça kadın haccedemez. Bu cihet dört mezhep imamları arasında ittifâkîdir. Yalnız îmâm-ı Mdlîk'e göre, emin yol arkadaşlarıyla da gidebildiği gibi, îmâm-ı Şafiî'ye göre de mûtemed kadınlarla gidebilir. Fakat bu kadınların sayısı ikiden az olursa, hac farz değildir. Maamâfîh farz olan haccı, bir kadınla, hattâ yolda emniyet bulunmak şartıy­la yalnız başına dahi yapabilir. Nafile hacca ise kadınlar çok- da olsa, mahremsiz veya kocasız gitmek caiz değildir. Şâfiîler'den İbni Dakıkü'l-îyd (625—702 )şöyle diyor: «Şüphesiz ki hac âyeti erkek

ve kadınlara âmm ve şâmildir. Resûlüllah (S.A.V.)'in:

«kadın yakın akrabası yanında olmak­sızın sefer edemez» hadîsi de âmmdir. Seferin bütün nevilerine şâmildir. Binaenaleyh iki umum taaruz etmiştir. Yani ikisinin de hük­mü kalmamıştır» demek istiyor. Fakat kendisine «kadınların yakın ak-rabasız haccedemiyeceklerini bildiren hadîsler, âyetin umumunu tahsis etmiştir» diye cevap verilmiştir. Sonra bu hadîs, kadınların genç ve ih­tiyar hepsine âmm ve şâmildir. Bundan dolayı ulemâ'dan bir cemâat gençlerle yaşlılar arasında fark görmüş ve: «Yaşlı kadınların mahrem­siz de sefer etmeleri caizdir» diyerek hadîsi tahsis etmişlerdir. Hanefî-ler'le diğer bâzı ulemâ ya göre: «Sefer babında gençle ihtiyar kadın arasında fark yoktur ve hiçbiri mahremsiz olarak mesâfe-i sefer olan üç günlük yola gidemez». Bu hüküm bu gün de değişmiş değildir.

Bugün kadınların yalnız başına memleket dâhilinde nice sefer me­safelerini aştıklarını, hattâ bununla iktifa etmiyerek memleket dışına, Avrupa'ya, Amerika'ya taştıklarım ve yalnız başına hacc'a sefer ettik­lerini görüyorsak, bunu şer'i bir müsaadeye değil, kadınlarımızın maalesef dinlerine karşı gösterdikleri lâubaliliğe hamletmeliyiz.

Peygamber (S.A.V.)'in hadîsdeki sahâbî'ye karısıyla beraber haccetmesini emir buyurmasından, îmâm-ı Ahmed İbni Hanbel, ka­dınla, birlikte onu hacca götürecek yakın akrabası bulunmayınca, kocasının götürmesi îeâp. ettiğine zâhip olmuştur.   Diğer ulemâ'ya göre ise, buradaki emir, vücûp için değil nedtp'e hamlolunur. Nedip için olduğuna karine: Başkası borcunu ödesin diye bir kimseye kendi menâfi-i şahsiyyesini sarfetmenin dinimizde vacip olmamasıdır.

Hadîs-i şerifte, erkeğin hac farizasını edâ etmek istîyen karı­sını bu igten men edemiyeceğine de işaret vardır. Çünkü bu iş ka­dına farz olmuş bir ibâdettir. Halbuki Hâlik'a ma'siyet teşkil ede­cek bir işte mahlûk'a itaat yoktur. Hac mes'elesi fevrî de olsa, omrî de olsa hükmünde fark yoktur. Zîrâ herkesin zimmet borcunu ödemeye şitâb etmesi en tabii bir hakkıdır. Nitekim kadın namazı­nı vakti girdiği anda kılmak istese, kocasının mâni olmaya hakkı yoktur. Çünkü bu hak, şer'an kadına verilmiştir. Vâkıâ Dâre Kutnî-nin IbnI Ömer (R.A.)'dan   merfu'   olarak   tahrîc ettiği bir hadiste, «kadın zengin de olsa, kocası izin vermedikçe haccede-mez» deniliyorsa da bu hadîs nafile hacca hamledilerek iki hadisin araları bulunur. Zaten babımızın hadîsinde kadının kocasından izin­siz hacca gittiğine dair bir kayıt yoktur.

ibni Teymiyye (661—728): «Kadının mahremsiz hacca gitme­siyle kudreti olmayanların haccetmeleri caizdir» demiştir. Bunun mânâsı şudur : Mahremsiz kadın ile; fakir, hasta ve yolu kesilmiş olmak gibi, bir sebeple kendisine hac farz olmayanlar haccetseler hacları sahihtir. Bunların bâzılarının haccına şer*an hiçbir diyecek yoktur. Meselâ : Yürüyerek haccedenler böyledir. Bâzıları ise günah­kârdır. Dilenerek hacca gidenlerle, mahremsiz kadınların hükmü bu­dur. Zîrâ bunlarda ehliyet vardır. Günahkârlıkları ise, nefs-i mak­sutta değil, onun vâsıtasmdadır.[773]

 

736/586- (yine) İbnî Abbas radıyallahü anh'den rivayet edildiğim göre. Peygamber SaJlallahil aleyhi ve seTlem, bir adamı Şubrume İçin «Lebbeyk» derken İşitti :

— ŞÜbrÜme kimdir? buyurdular. Adam:

  Kardeşim, yahut akrabam; dedi. Bunun üzerine Resûlüllah Saîîalîahü aleyhi ve sellem :

— Sen kendin için haccettin mi? diye sordu adam:

  Hayır; dedi. Resûlüllah Sallaîlahü aleyhi ve sellem:

  (evvelâ) kendin İçin haccet; sonra Şübrüme'nin yeri­ne hacca git; buyurdular».[774]

                                              

Bu hadîsi, Ebu Dâvud ile İbni Mâce rivayet etmişlerdir. İbnî Hibban onu sahîhlemiştir. Ahmed'e göre müraccah olan mevkuf oluşudur.

«Kardeşim, yahut akrabam» sözü râvinin şekkidir. Beyhakî (384—458): «Bu hadîsin isnadı sahihtir. Bu bâbda bundan daha sa-hîh hadîs yoktur» diyor, lmâm-% Ahmed ibni Hanbel (164—241) ise: «Bu hadîsin merfu' olarak rivayet edilmesi hatâdır» demiştir. Ibnü'l-Münzir de: «Bunun ref'i sabit olmuyor» demektedir. Dâre Kutnî (306—385): «Mürsel oluşu en doğrudur» der. Musannif : «Bu hadîs Dâre Kutnî'nin dediği gibidir. Lâkin merfu'û takviye eder. Çünkü başka râviler tarafından rivayet olunmuştur» diyor. İbni Teymiyye de şu malûmatı vermiştir: îrnâm-ı Ahmed, oğlu Salih'in kendisinden rivayetine göre : «Bu hadîs merfu'dur > demiştir. O hal­de bu hadîsi merfu' olarak rivayet edenin sika olduğunu öğrenmiş demektir. Filhakika bu hadîsi bir cemâat merfu' olarak rivayet et­miştir. Maamâfîh mevkuf dahi olsa, hadîs hakkında İbni Abbas'a muhalif yoktur».

Hadîs-i şerîf, kendisi haccetmemiş olan bir kimsenin başkasının ye­rine haccedemiyeceğine delildir. Eöylesi başkasının yerine ihrama gir­se bile hac yine kendinin olacaktır. Çünkü o zât, Şübrume için telbi-ye etmişti. Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) ise telbiyeyi kendisi için yapmasını emir buyurdular. Şu halde Şübrume için yaptığı telbiye sahîh olmamış demektir. Çünkü sahîh olsa, başkasını yapmasını emretmez, devam etmesini söylerdi. Birçok ulemâ'mn kavli budur.

«Hadîs-i şerîf, haccın fevrî olduğuna yani imkân hâsıl olur olmaz hemen o sene gidilmesi lüzumuna işaret etmektedir. Şu halde bir kimse imkân buldu mu, evvelâ kendinden başlıyacak demektir. Çünkü farz olnurjtur. Başkası nâmına gitmekse mendubtur. Farz dururken nafileyi yapmak caiz değildir. Nasıl ki borcu olan bir adam elindeki paraları nafile sadaka veremez» diyorlar. Ancak bu söz vakti olana aittir. Hacca gitmeye vakti olmayan kimseye zâten hac farz değil­dir. Bu cihete bakarak diğer bir takım ulemâ kendisi haccetmeden baş­kası n&mına hacca gitmenin cevazına kail olmuşlardır. Hanefîler'in mez­hebi budur.

Maamâflh îmâm-ı Muhammenden bir rivayete göre caiz değil­dir. Yapılan hac, gönderen için değil, giden için olmuş olur. Diğer me2hep imamlarından Şafiî ile Ahmed ibni HanbeVe göre, kendisi haccetmemi olan kimse, başkasının nâmına hacca gidemez. îmâm-% Mâlik ise zaten hac'ta bedel göndermeyi caiz görmüyor.[775]

 

737/587- «(bu da) Ibnt Abbas radıyaUahü anh'den rivayet olunmuş­tur. Demiştir ki: Resûlüllah (S.A.V.) bize hutbe okudu. Ve :

  Şüphesiz Allah  sizin  üzerinize  haca farz  kıldı; buyurdular. Bunun üzerine, Akra b. Habis ayağa kalkarak :

  Her sene mi yâ Resutüllah?   dedi. Resûlüllah SaUaUahü aleyhi ve sellem :

  Bunu demiş olsam mutlaka vacip olur. Hacc bir defa, (farz) dır. Ziyâdesi nafiledir; buyurdular».[776]

 

Bu hadîsi, TIrmIzt müstesna Beşler tahrîc etmişlerdir. Aslı Müslim'­in Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği hadîsten alınmadır.

Bir rivayette: kelimesinden sonra şu ziyâde vardır :

«Vacip olsa, onu siz yapmazsınız; yapmazsanız da azap olunursunuz.»

Hadîs-i şerîf, haccın ömürde bir defa farz olduğuna delildir. Resû­lüllah (S.A.v.)'in «bunu demiş olsam, mutlaka vacip olur» cümlesinden ulemâ, ahkâmı şerh selâhiyetini Cenâb-ı Hak'ın, Peyganv ber'ine havale buyurmasının caiz olduğunu istinbat etmişlerdir.

Mes'elenin yeri usul-ü fıkıf'tır. Bu bâbda ihtilâf vardır.[777]

 

«Mikatlar Babı»

 

Mevâkit : Mikatın cemidir. Mikat ise : İbâdet için tahdit olunan zaman ve mekândır. Tevkît : Tahdit demektir. Bu bâbda sâri' hazret­lerinin ihram için tahdid buyurduğu yerler görülecektir. Bunların hâ­ricine de hil denilir.[778]

 

739/588- «İbni Abbas radıyaUahü anhüma'dan rivayet olunduğuna göre. Peygamber SaUaUahü aleyhi ve sellem, Medîneliler İçin Zülhü-leyfe'yi, Şamlılar İçin El-Cühfe'yi, Necid'liler için Karnü'l-Menazİl'I, Yemenliler için Yelemlem'i mikat tâyin etmişlerdir. Bu mîkatlar mez­kûr yerler halkı ile başka yerlerden hac ve omra yapmak istiyerek bu­ralara uğrayanların mikatıdır. Bunlardan daha yakında bulunanlar ol­dukları yerden, hattâ Mekke'liler Mekke'den ihrama girerler.»[779]

 

Hadîs, Müttefekun aleyh'dir.

Zülhüleyfe : Medîne-i münevvere'ye bir fersah uzaklıkta bulunan bir yerdir. Fahr-i Kâinat (S.A.V.) efendimiz burada ihrama girmişler­dir. Hâlâ bî'rî Ali diye anılan kuyu oradadır. Mekke'ye en uzak mikat bu olup, on konak mesafededir.

Cühfe : Mekke-İ Mükerreme'ye üç konak mesafededir. Hâlen ha-râb bir yer olduğu için şimdi ondan önce gelen Râbiğ'da ihrama girili­yor. Çünkü Râbiğ'da gusül için su da vardır.

Karnü'l-Menâztl : Buna Karnü's-Seâlip'de derler. Mekke'ye iki ko­nak mesafededir.

Yelemlem : Bu da Mekke'ye iki konak mesafede bir yerdir.

işte Resûlüllah (S.A.V.)'in uzaklardan hacca gelenler için tâyin buyurduğu mikatlar bunlardır. Hadîs-i şerifte gösterilen yerler halkın­dan olmayıp da yolu onlardan birine uğrayanların mikatı dahi uğradığı mikattır. Meselâ : Şam'lı bir hacı kendi mikatı olan El-Cüfhe yolunu bırakarak Zül-Hüleyfe'den geçse orada ihrama girmeye mecburdur. Hattâ girmez de Ciihfe'ye ihramsız giderse yolsuzluk etmiş olur ve kendisine kurban kesmek lâzım gelir. Cumhur ulemâ'nın mezhebi bu­dur.

Yalnız Mâlikîler'e göre kendi mikatma kadar ihramsız gitmek ca­izdir. Maamâfîh onlara göre de evlâ olan Zülhüleyfe'de ihrama girmek­tir, îbni Dakikü'l-tyd diyor ki : «Şamlılar için El-Cühfe'dir» buyurması aslında Şam'lı olup da Zülhüleyfe'ye uğrayanlara da uğramayanlara da şâmildir. «Başka yerlerden hac ve omra yapmak istiyerek buralara uğrayanlar» buyrulması dahi, Zülhüleyfe ile diğerlerine uğrayan Şam'lılara şâmildir.

Burada biribirine muâraza eden iki umum vardır. Musannif mer­hum : «Muârazadan kurtulmak şöylece mümkün olur» diyor. «Bu mikatlar bu yerler halkı içindir.» ifâdesi, meselâ : «Medîne-liler için Zülhüleyfedir» ibaresini tefsir eder ve denilir ki : «Medîneli'lerden murâd, Medine'de yaşıyanlarla onların makatının yo­lunda giderek o mikata uğrayanlardır». Bu bâbda Hz. Urve'den şöyle bir hadîs rivayet edilmiştir :

«Peygamber Sdllallahû aleyhi ve sellem, Medînelİ'lere ve oraya uğrayanlara Zülhüleyfe'yi mikat tâyin etti.»

Bundan anlaşıldığına göre EJ-Cühfe, Medine'ye uğramamak şartıyla Şam'lılann mikatıdır.

Mikatlar Kâbe-î Muazzama'yı uzaktan uzağa dört taraftan sarmış­lardır. Binaenaleyh kim ne taraftan gelirse o tarafın mikatmda ihrama girer. Mikatlarla Mekke arasında yaşıyanlann mikatı ise, ihramlandık-ları yerdir. Bu da ya evi, yahut başka bir yer olabilir. «Hattâ Mekke'-liler, Mekke'den ihrama giderler» ibaresi Mekke'Iilerin mikatının Mekke olduğunu göstermektedir. Mekke'lilerden maksad, oralılarla ,orada bu­lunan misafirler ve mücavirlerdir.

Hac ve omra yapmak İstiyerek ....» ta'bîrinden mefhum-u muhalifi ile bâzıları hac ve omra yapmak maksadıyla gitmiyenlere ihramsız gir­menin caiz olduğuna hükmederler. Ve : Mekke'ye her girene ihram vacip olsa, hac ve omra ömürde bir defa farz olur» diyenlerin iddiası hilâfına : «Müteâddid defalar vacip olmaları îcâp eder. İbni Ömer (R.A.) Mekke'ye ihramsız olarak girmiştir» derler.

Hanef İlerle diğer bâzı ulemâ'ya göre, makatları ihramsız geçmek caiz değildir. Ve bu bâbda hacca niyet etmiş olmakla niyetsiz bulunmak arasında fark yoktur. Zîrâ ihramdan maksad Beytullah'i ta'zimdir. Yalnız meşakkat olmamak için hacca niyet etmiyen Mekke 'lilerle, mi-kat içinde yaşıyanlar ihtiyaçlarını görmek maksadıyla ihramsız ola­rak Mekke'ye girip çıkabilirler.

Hanefîlerin delili : îbni Ebi Şeybe'nin, Taberânî'nin, îmâm-ı Şafiî'nin ve diğer zevatın rivayet ettikleri hadîslerdir. Bunların hep­si mantuktur. Mantuk ise mefhumdan evlâdır. «Mekke'liler Mek­ke'den ihrama girerler» cümlesinden Sananı mutlaka zahiri mâ­nâsının mülâhaza edilmesine gayret sarfetmektedir. Hatta Muhibbi Ta-&er$'nin «Ömre -için Mekke'yi mikat sayan tek bir kimse bilmiyorum» sözüne karşı: «tşte Peygamber (S.A.V.) onu mikat tayin etmiştir» diye cevap vermekte ve bu bâbda sözü bir hayli uzatmaktadır. Ezcümle İbni Abbasf ft. A. dan rivayet edilen hadîsleri: «Bunları mevkuf dur. Merfu* hadîsin karşısına duramaz» diyerek reddeder.   Bu hadîsler şunlardır :

«Ibnİ Abbas :  Ey Mekke'liler (sİzden kim om reyi yap-nuk İsterse, kendisiyle Mekke arasına Batn-i Muhassir'i alsın.»

«Mekke'lilerden kim omra yapmak İsterse, Ten'îm'e çıkar; ve ha­rem! geçer.»

Yine omra yapmak için Te'nim'e çıkmayı îcâp eden ve Buharı ile Müslim'in ittifakla rivayet ettikleri Hz. Âişe (R. anha) hadîsim dahi Sanânî: «Hz. Âİşe'nin gönlünü almak içindir» şeklinde te'vil etmiş ve müddeasım isbat için Tavus'vaı : «Bilmiyorum. Ten'im'den omra ya­panlar me'cur mu, yoksa muazzeb mi olacaklar» dediğini ve «niçin azap görecekler» diye sorulunca : «Çünkü Te'nim'e çıkan Beytullah'i ve tavafı bırakarak dört mil giderken, dört mil de gelirken yürüyeceğine tavaf etseydi, iki yüz tavaf yapmış olurdu. Ve her tavaf ettikçe ecri yü­rüyüş ecrinden daha büyük olurdu» dediğini hikâye ediyor.

Bizce bu tekellüflere lüzum yoktur. Mekke'lilerin mikatı hac için Harem-i şerîf. Omra için ise HîPdir. Bunun için elimizde hem naklî hem de aklî delilimiz vardır. Naklî delilimiz : Resûlüllah (S.A.V.)'in ashâb-ı kirâm'ına hac için Mekke'den ihrama girmelerini emretmiş ol­ması; omra için de Hz. Âişe (R. anha)'nm kardeşine emrederek ona Te'nim'den omra yaptırmasıdır. Te'nîm, Hil'dedir.

Aklî delilimiz şudur: Hacc'uı edası Arafat'ta olur. Arafat, Hil'de­dir. Omra'mn edası ise Harem'de olur. Binaenaleyh gerek haccın, ge­rekse omra'nm edasında birer gûnâ sefer tahakkuk etsin diye omra için Hil'le çıkmak ve Te'nim'in efdâliyeti hakkında eser vârid olduğu için ondan ihrama girmek îcâp etmiştir.

Hz. Tavusun sözüne gelince, bu sefer, tavafın omradan efdal olduğunu anlatmak için sevkedilnıiştir. îmâm-ı Ahmed ibni Hanbel şöyle diyor: «Mekke'de omra yapmayı bâzıları tavaftan efdâl görmüş, bâzıları da Mekke'de oturarak   tavaf etmeyi tercih etmişlerdir.»[780]

 

740/589- «Âişe radıyallahü anha'dan rivayet olunduğuna göre; Pey­gamber Saîlollahü aleyhi ve sellem, Irak'lılar İçin zât-ı Irk'ı inikat tâ­yin etmiştir.»[781]

 

Bu hadîsi, Ebu Dâvud ile Nesâî rivayet etmişlerdir. Câbir'den riva­yet edilen aslı Müslim'dedir. Şu kadar var ki, râvi bu hadîsin merfu' oîup olmadığında şek etmiştir. Buhârî'nin sahihinde Zât-ı Irk'ı mikat tâyin edenin Ömer olduğu rivayet ediliyor. Ahmed, Ebu Dâvud ve Tir-mizî'nin İbni Abbas (R. A./dan rivayetlerine göre : Peygamber (S. A.V.) şarklılar için el-Akîk'i mikat tâyin buyurmuştur.

Zât-ı Irk dahi Mekke'ye iki konak mesafede bir yerdir.

«râvi şek etmiştir» denilmesi : Sahîh-i Müslim'de Ebu ZÜbeyr*den bu hadîsi Câblr İbnî Abdullah'ın El-Mühelleb'e sorduğunu, onun da : «İşittim zannederim Peygamber (S.A.V.)'e ref'ettİı diyerek ref'ettiğine

cezmetmediğini duyduğu rivayet edildiğindendir.

Buhâri'nin rivayetine göre, Zât-ı Irk'ı mikat tâyin eden Hz. Ömer (i£.4./dır. Şöyle ki Basra ile Küfe fethedildikten sonra müsîümanlar Hz. Ömer'den kendilerine bir mikat tâyin etmelerini istediler. O da on­lara Zât-ı Irk'ı tâyin etti. Artık bunun üzerine müslümanların icmâ'ı vâ­ki oldu. îbni Teymiyye : «Zât-ı Irk'ın mikat tâyin edilmesi bâbındaki nass kuvvetçe diğerleri gibi değildir. Sabit bile olsa, Ömer'in nassa uy­gun olarak ictihâd etmiş olması ihtimalden uzak değildir» diyor.

Şu halde bu hadîs, Hz. Ömer (R. A./ın kulağına varmamışsa da ictihâd etmiş ve içtihadı nass-ı hadîse uygun düşmüş demek oluyor.

Filhakika, hadîs, şüpheden âzâde bir şekilde merfu' olarak ri­vayet edilmiştir. Onu İbni Mâce, îbni Zübeyr yoluyla Hz. Câbîr (R. A./dan; îmâm-t Ahmed ibni Hanbel, merfu' olarak Câbir İbni Abdul­lah ile İbni Ömer hazarâtından rivayet etmişlerdir. Yalnız isnadında Haccac ibni Ertât vardır. Aynı hadîsi Ebu Dâvud, Nesâîj Dâre Kutnî ve başkaları Hz. Âişe (R. anha)'dan şu lâfızlarla rivayet etmişlerdir:

«Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem,\rakfU\ar için Zât-ı Irk'ı mikat tâyin etti.» Âişe hadîsinin isnadı iyidir.   Bu hadîsi Hz. Âişe'der.

Abdullah ibni Ahmed dahi rivayet ediyor.

Hadîs, Mekhul ile Ata'dan mürsel olarak rivayet olunmuştur.

İbni Teymiyye (661—728) : «Bu merfu' ceyyit ve hasen hadîsler bu kadar müteaddit ve kimisi müsned, kimisi mürsel olarak çeşit­li yollardan gelmiş olduğuna göre, böyle hadîslerle amel etmek va­cip olur» demiştir.

Hadîsimizin tmâm-ı Ahmed ve arkadaşlarının rivayet ettikleri Meşrık'lıların mikatı hakkındaki kısmına gelince : Bu kısım hakkında her ne kadar İmâm-ı Tirmizî «Hasen» dir demişse de, bunun asıl râ-visi Yezid îbni Ebi Zeyyaf tır ki, hakkında hadîs imamları hayli söz etmişlerdir. îbni Abdil'l-Berr (368—463) : «Ehl-i ilim, Irak'lının ih­ramı Zâf-ı Irk'tan yapıldığı takdirde mikattan ihram sayılacağına icmâ' etmişlerdir» demiştir. Maamâfîh El-Akîk de Zât-ı Irk'dan sayılır ve on­dan daha uzaktır. Bâzılarına göre, eğer bu İbnî Abbas hadîsinin aslı varsa, mensuhtur. Çünkü Zât-ı lırk'ın mikat tâyin edilmesi Haccetü'l-Vedâ'da, Ailahii Zülcelâl dînini tamamladığı zaman olmuştu.

Nitekim Haris b. Amr Sehmi'nin tahrîc ettiği hadîs de buna delâ­let eder. (hadîsin lâfzı şudur)  :

«Haris demiştir ki: Peygamber Saîlallahü aleyhi ve seUem'e Mina'-da, yahut Arafat'ta iken geldim. Etrafını insanlar sarmıştı. Haris de­miştir ki: Çöl sakinleri geliyordu; onun yüzünü gördükleri zaman: «Bu mübarek bir yüz» dediler. Haris : «Resûl-ü Ekrem Saîlallahü aleyhi -ve sellem, Zât-ı Irk'ı Irak'lılara mikat tâyin etti; demiştir.»

Bu hadîsi, Ebu Dâvud ile Dâre Kutnî rivayet etmişlerdir.[782]

 

«İhramın Vecihleri Ve Sıfatı»

 

İnram'in vecihlerinden murâd : ihramın taallûk ettiği nev'ilerdir ki, bunlar: Hac, omra, veya her ikisidir.

Sıfattan maksad : İhramın nasıl yapılacağıdır.[783]

 

744/590- «Âişe radıyallahü anha'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Veda haccı yılında Resûlüllah SaUaîlahü aleyhi ve sellem ile birlik­te çıktık. Kimimiz omra'ya niyet etmiş; kimimiz hac İle omra'ya; kî-mİmîz de yalnız hac'ca niyetlenmiştik. Resûlüllah SaUaUahü aleyhi ve sellem, yalnız hac'ca niyet etmişti. Omra'ya niyet eden hemen İhramdan çıktı. Fakat hac'ca niyet edenler, yahut hac İle omra'yı bir arada yapan­lar, tâ kurban gününe kadar ihramdan çıkmadılar.»[784]

 

Hadîs, müttefekun aleyh'dir.

Mevzubahs, hac veda hac'cıdır. Resûlüllah (S.A.V.)'in bu hac'cı hicre­tin onuncu yılında olmuştur. Buna veda hac'cı denilmesi, ashâb-ı kirâm'ı ile bu hac'ta vedâlaşıp bir daha haccetmeden irtihâl buyurmasındandır. Fahr-i Kâinat (S.A.V.) efendimizin Medîne-i Münevvere'den çıkışları yirmibeş Zilkade cumartesi gününe tesadüf etmiştir. Evvelâ Medine'de öğle namazının farzını dört rek'ât olarak kılmışlar, sonra cemaata bir hutbe îrâd ederek kendilerine ihramı, ihramın vaciplerini, sünnetlerini öğretmişler, ondan sonra yola çıkmışlardı.

Omra ile hac'cm ikisine birden niyet etmeye kıran ve bu hac'cı ya­pana «kaarîn» denildiği gibi, yalnız haccetmeye îf rad, onu yapana müf rid. Evvelâ omra'yı yapıp, sonra o sene haccetmeye temettü', bu hac'cı ya­pana da mutemetti' derler.

«Omra'ya niyet eden hemen İhramdan çıktı» cümlesi muhtasar bir sözdür. Maksad : Mekke'ye vardığında omra'ya ait yapılacak filleri yaptıktan sonra çıktığını anlatmaktır.

İhlâl : Sesi kaldırmaktır. Burada ondan maksad, ihrama girerken telbiye ederek sesi kaldırmaktır. Hz. Âlşe (R. anha)'nm bu hadîsi, ifâ­de ettiği hac nev'ilerinin Resûİüllah (S.A.V.) ile birlikte bulunan bütün kafile efradı tarafından yapıldığını gösteriyorsa da, yine Hz. Âişe (R. anhaj'dan buna muhalif rivayetler de vardır. Bu rivayetlerin ara­ları şöyle yatıştırılır:

Buradaki hadîsi kaafile efradından hac'cın üç nev'ine de niyet eden­ler olduğunu gösteriyor. Bunlardan hac'ca niyet edenler; hacc-ı ifrad'ı omra'ya niyet edenler, temettu'u; hac ile omra'ya niyet edenler hacc-ı kıran'ı yapmışlardır.

Âlşe (R. anha) hadîsi sade hacca niyet edip omra yapmıyanın bayram gününe kadar ihramdan çıkamıyacağını da ifâde etmektedir ki, bu cihet Buhârî ile Müslim'in ve daha başkalarının ondört sahâ-bî'den tahrîc ettikleri şu hadîse muhalifdir :

 «Peygamber Sattdllahü aleyhi ve sellem, yanında hedly kurbanı olmayana  hac'cını  bozarak omra'ya  tebdil etmesini emretti.»

Bu takdirde Hz. Âİşe hadîsi : «Beraberinde hedly olup da hacc-ı İf-rad'a niyet eden» diye te'vil olunur. Zîrâ böylesi, beraberinde hediy kur­banı götürüp de hac ile omra'ya beraberce niyet eden gibidir.

Ulemâ ötedenberi haccı bozarak omra yapmanın o hac'ta Peygem-ber Saîlaîlahü aleyhi ve seîlem'le beraber bulunanlara mahsus olup ol­madığında ihtilâf etmişlerdir.

Îbnü'l-Kayyim (691—751) «Zadü'l-maad» adlı eserinde bunlar hakkında uzun uzadıya malûmat vermiştir.

Haccetü'l-Vedâ'da Resûİüllah (S.A.V.)'in neye niyet ettiği dahi ihti­laflıdır. Ekser ulemâya göre, hac ile omra'ya niyet etmiştir. Binaena­leyh Kaarin'dir. Buradaki Âişe (R. anha) hadîsi ise, haçc-ı ifrada niyet etmiş olduğunu gösteriyor. Fakat hacc-ı kıran'a niyetlendiğini bildiren deliller pek çoktur. Hac nev'ilerinden hangisinin efdâl olduğu da ihtilaf­lıdır. Dört mezhepten Hanefîler'e göre : Temettü' ifart'tan, kıran ise hem temettü', hem ifrat'tan efdâldir. Hanbelîler'e göre : Hacc-ı ifrat kıran'dan, temettü' ise her ikisinden efdâîdir. Mâlikîler'e göre : Hacc^-ı kıran temettu'dan, ifrad kıran'dan efdâldir.

Şâfiîler'e göre : Temettü' kıran'dan, ifrad da temettu'dan efdâldir..[785]

 

«İhram Babı»

 

İhram lûgatta : Hiirmete girmektir.

Şer'an ise : Hac'ca veya omra'ya girmeye niyet etmektir.

Hanefîler'e göre ihram : Hurumat-ı mahsûsâ'yı iltizâm etmek de mektir. Ve niyet ile telbiyeden ibarettir. İhram haccın farzlanhdandır. Yalnız bâzı mezheplere göre rükün, bâzılarına göre şarttır. İhrama gi­rene muhrlm, girmeyene halâl denilir.

Âfâkîler'in yani uzaklardan gelenlerin Beyfullah-ı Haram'a varmaz­dan önce ona hürmet ve ta'zim için şer'an ihrama girmesi lâzımdır. Nitekim dünya büyüklerinden birini karşılamak için atla çıkan bir adam, ona yaklaştığı zaman nasıl yere inmek suretiyle ta'zim ve ihtiramda bulunursa, Beytullah-ı Haram-ı ziyarete gidenin de onun huzuruna çık­madan önce ihrama girerek hürmet ve ta'zimde bulunması gerekir. İş­te o beyaz renkli ihram elbiseleriyle adetâ kefenlere bürünmüş Ölülere benzeyen hacılar; ilâhi vecdü istiğrak içinde ihtiyarları elden gitmiş, Kâbetullah'ın azametini hayâl ettikçe kendilerinden geçmiş; tende canı unutarak âlem-i emvate karışmış pejmürde halleriyle bu ta'zimi ifâ ederler.[786]

 

745/591- «Ibnl Ömer radtyaUahü anhüma'âan rivayet olunmuştur. Demiştir k! : Resûİüllah SaUoTlakü aleyhi ve sellem, ancak mescidin yanında ihrama girmiştir.»[787]

 

Hadîs, müttefekun aleyhdir.

Mescidden murâd, Zülhüleyfe mesciddir. Hazret! Ibni Ömer (R.A.) bunu: «Peygamber (S.A.V.) Beyda'da ihramlanmıştır.» diyenlerin sözü­nü red için söylemiş ve : «Peygamber (S.A.V.)'in üzerine yalan atarak burada ihrama girdi dediğiniz şu Beyda'ğınız (ı başınıza çalın). Resûlüllah (S.A.V.) ancak mescidin yanında ihrama girmiştin» demiştir. Bir rivayette : «Peygamber (S.A.V.) ağacın yanında hayvanı ayağa kalk­tığı vakit tel biye yapmıştır» deniliyor. Bu ağaç da mescidin yanında idi. Müslim'in rivayeti şöyledir :

«Peygamber Sallallahü aleyhi ve setlem, Züfhüleyfede iki rek'âf namaz kıldı. Sonra hayvanı kendisini Zülhüleyfe mescidinin yanında kaldırıp, doğrultfukta telbiye etti» Beyda'da ihrama girdiğini ifâde eden hadîsle, Zülhüleyfe'de ihramlandığım bildiren hadîsin araları «iki­sinde de telbiye etmiştir» şeklinde cem edilir. Zîrâ her râvi işittiğini rivayet etmişti. Filvâkî Ebu Dâvud ile Hâkim Ibni Abbas (R. A.J'dan gu hadîsi rivayet ediyorlar :

«Peygamber SaTlaUahü aleyhi ve sellem, Zülhüleyfe mescidinde İki rek'at namaz kıldıktan sonra onlardan ayrıldığı an hac İçin telbiye etti.»

Bunu bâzıları işitmişler ve bellemişlerdir. Sonra hayvanı kendisini kal­dırınca, Resûlüllah (S.A.V.) yine telbiye etmişdir. Bunu ilk defakini gör­meyen bir kavim yetişmiş, bu sefer onlar işitmiş ve: «Hayvanı yola çe­kildiği zaman telbiye etti» demişler. Nihayet Beyda' düzüne tırmanınca yine telbiye etmiş. Bunu da deminkilerden başkaları duymuş, onlarda işittikleri gibi nakletmişlerdir.

Hadîs-i şerîf, ihramın mikatta yapılmasının mendûb olduğuna de­lildir. Mikat'tan evvel ihrama girenler hakkında Îbnü'l-Mimzir şöyle demektedir : «Ehl-i ilim mikaftan evvel ihrama girenin muhrim sayılacağına ittifak etmişlerdir.» Fakat bunun için mekruh diyenler vardır. Bunlar şöyle diyorlar: «Çünkü sahâbe'nin : MedînelHer için Re­sûlüllah (S.A.V.) Zülhüleyfe'yi mikat tayin etti; demeleri bu inikatlar­dan ihrama girmeyi iktizâ eder. Binaenaleyh mikat'ın üzerine ziyâde demek olan, evvel ihramlanma haram değilse bile mekruhtur. Eğer caiz olduğuna dâir icmâ' iddia edilmeseydi, haram diyecektik. Çünkü mikat delilleri bunu iktizâ ediyor. Bir de mikat üzerine izyâde (yani önceden ihrama girmek) tıpkı namaz rek'âtları üzerine ziyade etmek gibi mukadderat-ı şer'iyye üzerine ziyâdedir. Binaenaleyh noksanlık na­sıl kabul edilmezse ziyâde de kabul edilmez.»

Halbuki sahâbe-î kirâm'ın birçoklarının mikat'tan evvel ihramlan-dıkları rivayet olunmuştur. Meselâ: İbni Ömer (R.A.) : Beytü'l-Mukad-des'ten, Hz. Enes (R.A.); El-Akîk'den, İbni Abbas (R.A.); Şam'dan, Imran ibni Husayin; Basra'dan; Ibni Mes'ud (R.A,); Kadisjye'den İhrama girmişlerdir: « [788]» âyetinin tefsirinde: «Buradaki tamamlamaktan maksad: Onlar için ailenin evceğizinden ihramlan-mandır.» dedikleri Hz. Ali ile Ibnî Mes'ud (R. A.)'dan rivayet olunmuş­tur.

Hassaten Beyt-i Mukaddes'ten ihramlanma hususunda  Ümmü Se­leme (R. anhaydsn şu hadîs rivayet olunmuştur:

«Resûlüllah Salîallahü aleyhi ve sellem:

— Bir kimse mescicl-i Aksa'dan omra veya hac içirr telbiye yaparsa o kimsenin geçmiş günâhları afv olunur;

derken İşittim.»

Bu hadîsi   İmâm Ahmed   rivayet etmiştir. Bir rivayette :

«Kim Beytü'l-Mukaddes'ten   ihrama   girerse,   onun geçmiş günâhları afv olunur.» buyruhmıştur.

Bu hadîsi, Ebu Dâvud §u lâfızlarla rivayet eder

«Bir kimse hac veya omra için Mescid-i Aksa'dan, Mescid-i Haram'a niyet ederse onun geçmiş ve gelecek gü­nâhları afvolunur. Yahut ona cennet vacip olur.»

Hadîste râvi şek etmiştir. Aynı hadîsi İbni Mâce de şu lâfızlar­la rivayet etmektedir :

«Bir kimse omra   için   Beytül-Mukaddes'ten   niyet ederse bu niyet geçmiş günâhlarına kefaret olur.»[789]

 

476/592- «Hallâd ibni Saib'ten, o da babası radıyatlahü anh'den duy­muş olarak rivayet olunmuştur ki; Resûlüllah Sallatlahü aleyhi ve sellem :

— Bana Cibril geldi de, ashabıma telbiye yaparken, seslerini kaldırmalarını yöntermemi emretti; buyurmuşlar­dır.»[790]

 

Bu hadîsi, Beşler tahrîc etmişlerdir. Tirmîzî ile İbnî Hibban onu sahîhlemişlerdir.

İbni Mâce, (207—275) şu hadîsi tahrîc etmiştir :

«Peygamber SaUaUahü aleyhi ve sellem'e amellerin hangisi efdâldlr diye sorulmuş :

— Sesi yükseltmek, deveyi boğazlamaktır;   buyurmuşlardır.»   Saib'in rivayetinde :

«Resûlüllah SaUaUahii aleyhi ve sellem :

— Bana Cibril geldi de : Gürültücü patırtıcı ol dedi; buyrulmuştur.» Bütün bunlar telbiye yaparken sesi kaldırmanın müs-tehâb olduğuna delildir. îbni Ebi Şeybe ashâp'tan Resûlüllah'ın tel­biye yaparken tâ sesleri kasılıncaya kadar bağırdıklarını rivayet eder. Cumhur ulemâ'nm kavli de budur. İmâm-ı Mâlik'ten bir rivayete göre telbiye yaparken ses yalnız Mescid-i Haram'la Mina'nın mescidinde yükseltilir.[791]

 

747/593- «Zeyd ibni Sabit radıyaUahü anh'den rivayet olunduğuna göre; Resûlüllah SaUaUahü aleyhi ve seTlem telbiyesinî yapmak İçin soyunmuş ve yıkanmıştır.»[792]

 

Bu hadîsi, Tirmİzî rivayet etmiş ve hasen bulmuştur.

Ukaylî ise onu zayıf ve garip addetmiştir. Bu hadîsi Dâre Kutnî, Beyhakî ve Taberânî de tahrîc etmişlerdir. Hâkim ile Beyhakî onu Yakub b. Ata'd&n, o da babasından o da İbni Abbas'dan işitmiş olarak şu lâfızlarla rivayet ederler :

«Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem, yıkandı; sonra elbisesini giydi, Zülhüleyfe'ye geldiği vakit İki rek'ât namaz kıldı. Sonra devesinin üzerine oturdu. Hayvan kendisini çöle doğrulttuğu zaman hacca ihram yaptı.» Fakat Yakup b. Ata zayıftır.

îbni Ömer (R. anhümaymn : «İhrama ve Mekke'ye girmek istiye-nin yıkanması sünnettir.» dediği rivayet olunur. îhrama girmezden ev­vel kokulanmak müstehâbtır. Çünkü Hz. Âişe (R. anha) şöyle demiş­tir: «Ben Resûlüllah (S.A.VJ'i bulabildiğim kokunun en güzeli île koku­lardım.» Diğer bir rivayette : «Ben Resûlüllah (S.A.V.)'i ihrama gir­mezden evvel bulabildiğim kokunun en güzeliyle kokulardım. Sonra İh­rama girerdi» demiştir.

Bu hadîsi, Şeyheyn müttefîkan tahrîc etmişlerdir.[793]

 

743/594- «İbnî Ömer radtyallahü anhüma'dan rivayet olduğuna gö­re, Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem'e ihramlı ne gibi elbise gîyecek diye sorulmuş; O da :

  Gömlekleri, sarıkları, donları, külahları ve mest­leri giyemez; yalnız bir kimse ayakkabı bulamazsa mest­leri giyiversin ve onları topuklardan aşağı kessin. Zağfe-ran veya vers[794] sürülmüş elbiseden hiç bir şey giyme­yin; buyurmuşlardır.»[795]

 

Hadîs, müttefekun aleyh'dir. Lâfız Müslimindir.

«Ayakkabı bulamazsa» tâbirinden murâd: Satılık ayak­kabı bulamazsa yahut bulur da almaya yetecek kadar parası yoksa, de­mektir.

Buhârî ile Müslim İbni Abbas radtyatlahü anh'den §u hadîsi tahrîc etmişlerdir ;

«Resûlüllah Saîlallahü aleyhi ve sellem'ı Arafat'ta hutbe okurken işittim:

  Kim gömlek bulamazsa don giysin; kim ayakkabı bulamazsa mest giysin (diyordu).»

Bu hadîsin bir mislini de îmâm-ı Ahmed tahrîc etmiştir. îbni Teymiyye'ye göre bu hadîs, mestlerin konçlarını kesmeyi ifâde eden İbni Ömer hadîsini neshediyor.

Çünkü İbni Ömer hadîsi Medine'de; bu ise Arafat'ta ihtiyaç zama­nında şeref sadır olmuştur.

Ulemâ bu hadîsle haram kılman şeylerin erkeklere mahsus olduğu­na ittilâk etmişlerdir. Bu delillerde ihramlıya haram edilen şeyler :

Mest, gömlek, sarık, külah, don, zağferanlı veya versli elbise, koku ve münasebet-i cinsiyyedir. Mest giymek zarurî olursa, mestler ke­silerek giyilir. Gömlekten murâd : Bedeni örten her şeydir. Sarık­tan maksat da başı saran her şeydir. Başı örten diğer eşya da sarık hükmündedir.Hattâbî (319—388) : «Külah ile sarığın bir arada zikredilmesi   başın   mûtâd   sarıklarla   örtülemiyeceği gibi nadiren kullanılan serpuşlarla dahi örtülmesinin caiz olmadığını göstermek için­dir» diyor. Musannif merhum ihramlı kadına neler giymek haram oldu­ğunu bildiren hadîsleri burada zikretmemiştir.Maamâfîh kadının hükmüde hemen hemen erkeğin hükmü gibidir. Ziyâde olarak peçe takınmak, yaşmak sarınmak gibi şeyler haramdır.Kadın yüzünü baş örtüsü ve elbise gibi şeylerle örter. «Kadının yüzü avret değil­dir» diyenlere göre yüzüne hiçbir şey örtmez. Eldiven ve zağferanh, versli elbiceler giymek de haramdır. Bunlardan maada ziynet ve ko­kular mubahtır. Kadın, saçını kısaltmak ve av meselelerinde de er­kek gibidir. Fakat suya dalmak, başını eliyle örtmek, uyurken yas­tığa koymak gibi şeylerin bir zararı yoktur. Mest giymek zarurete msbni olursa, ekser ulemâ'ya göre giyildiği için fidye lâzım değildir. Fakat Hanefîler'e göre fidye îcâp eder. Vers ve zağfaran isabet etmiş, elbise giymeyi hadîsimiz men etmektedir. Bunun illetini tâyin hususun­da ulemâ ihtilâf etmişlerdir. Bâzılarına göre kokusu,    bâzılarına göre ziynet oluşudur. Cumhur ulemâ'ya göre kokusundan dolayı men edilmiş­lerdir. Binaenaleyh elbise yıkanarak kokusu giderilse onunla ihram ya­pılabilir. Usfurlu, versli elbise giymek erkekiere hac'tan sonra da mu­bah değildir.[796]

 

749/595- «Âişe radıyallahü anha'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Ben Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem'i ihramı için ihrama girmezden evvel, (İhramdan) Hill'e çıkması için de beyti tavaf etmez* den Önce kokulardım.»[797]

 

Hadîs, müttefekun aleyh'dir.

Bu hadîs-i şerif ihrama girmek istenildikte, koku sürmenin müste-hâb olduğuna ve kokunun ihramdan sonra dahi devam etmesinin zarar vermiyeceğine yani koku sürmenin yalnız ihrama başlarken haram oldu­ğuna delildir. Sahabe ve tabiîn hazarâtından birçokları ile cumhur ule­mâ'nm kavli budur. Ulemâdan diğer bir cemâat ise bunu hilâfına zâhip olmuş, ve iddialarını isbât için : Peygamber SaîlaMahü aleyhi ve seJlem koku sürünmüş, fakat sonra yıkandığı için kokudan eser kalmamıştır» demişlerdir. Lâkin bu söz tam bir delîl değil, bir tekellüften ibaret telâk­ki edilmiştir. Nevevî (631—676) Müslim şerhinde bunu zikrettikten sonra: «Doğrusu Cumhur'un dediği gibi ihrama girmek için mutlak su­rette koku sürünmenin müstehâb oluşudur» demiştir.

Bâzıları bunun Hz. Peygamber (S.A.V.j'e mahsus olduğunu iddia ederler. Fakat bunların da iddialarını ispata yarar bir delilleri yoktur. Bilâkis iddialarının aksine delîl sabit olmuştur. Bu delîl Hz. Âişe (R. anhaymn şu hadîsidir :

«Biz ihrama girmezden evvel yüzlerimize kokulu misk sürünürdük. Müteakiben terliyerek yüzlerimize akardı. Fakai Resûlüllah (S.A.V.)'-in yanında olduğumuz halde (bundan) bizi nehyetmezdİ,» Bu hadîsi Ebu Dâvud ile îmâm-ı Ahmed ibni Hanbel şu lâfızlarla rivayet edi­yorlar :

«Biz Resûlüllah Saîldllahü aleyhi ve sellcm île birlikte Mekke'ye (müteveccihen) yola çıkardık. İhrama girerken yüzlerimize kokulu misk sürerdik. Birimiz terledi mi misk yüzüne akar. Peygamber (S.A.V.) de onu görürdü. Fakat bizi (bundan) nehyetmezdİ.»

«Bu kadınlara mahsustur» da denilemez. Çünkü koku sürünme me­selesinde erkeklerle kadınlar arasında bilicmâ fark yoktur. Binaenaleyh koku sürünmek ihramdan evvel değil, ihramdan sonra haramdır. Bu mesele nikâha benzer, zaten nikâhın sebeplerindendir. îhramlı bir kim­seye Hanefîler'den gayrı mezheplere göre nikahlanmak memnudur. Fa­kat ihram, nikâhın devamına mâni değildir. Yani ihram halinde nikâh memnudur. Ama evvelden nikâhlı bir kimseye ihrama girmek memnu değildir, işte koku sürünmek de böyledir. îhram hâlinde sürünmek ya­saktır. Fakat ihramdan Önce sürünmek memnu değildir. Velevki koku­nun eseri devam etsin. Bir de koku sürünmek nezâfetten ma'duttur. Zîrâ pis kokuları defeder. Bundan dolayı ihrama girmeden koku sürün­mek, tırnak kesmek koltuk altlarında vesair yerlerdeki kılları atmak müstehâbtır. Çünkü ihram halinde bunlar yapılamaz.

Yalnız burada şöyle bir sual vârid olur: İmâm-ı Müslim'in tah-rîc ettiği bir hadîste Peygamber (S.A.V.)'e omra halinde iken, nasıl hareket etmesi îcâp ettiğini sormaya gelen bir adamdan bahsediliyor. Bu zât kokuya bulanmış bir halde ihrama girmiş ve : Yâ Resûlüllah, ko­kuya buJanrnış bîr cübbe İçinde cm raya ihramlanan bir adam hakkında ne buyurursun? demiş; Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem :

Üzerindeki kokuya gelince : Onu üç defa yıka  ilâh...» buyurmuşlardır.

Yukarıki soruya cevaben : «Bu hadîs mensuhtur» denilmiştir. Çün­kü mezkûr sual ve cevap sekizinci yılın zilkadesinde Ci'rane'de vâki ol­muştur. Halbuki Peygamber (S.A.V.) onuncu yılda haccetmiş ve ihram­dan evvel süründüğü kokuyu ihram halinde devam ettirmiştir.

Maamâfîh Hanefîler'den İmâm-% Muhammed'le Züfer'e göre, ih­ramdan sonra da aynı bakî kalan kokuları sürünmek mekruhtur. Zîrâ ihramdan sonra koku sürünmüş gibi olur. îmâm-ı Muhammed: «Ben bunda, evvelce bir beis görmezdim. Fakat bir kavmin pek çok koku getirdiklerini ve yapılan fenalığı görünce kerahetine kail ol­dum» demiştir .îmâm-% Şafii ile, JlfdKfc'in kavli de budur.

Hadîste geçen «Ehramdan hÜl'e çıkması için de beyti tavaf etmez­den önce kokulardım» ifâdesindeki hül'den murâd: Her memnû'u helâl kılan hill'dir, ki bu hill tavâf-ı ziyarettir. Bundan önceki şeytan taşlama ile koku sürünme vesaire gibi bazı şeyler helâl olmuş ve memnu olarak yalnız kadınlarla münasebet-i cinsîyye kalmıştır.[798]

 

750/596- «Osman ibnî Afvan radıyallahü cmVden rivayet edildiğine göre; Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem:

— Ihramtı ne evlenir,   ne   evlendirir, ne de dünürlük yapar;   buyurmuşlardır.»[799]

 

Bu hadîsi, Müslim rivayet etmiştir.

«Sübülü's-Selâm» sahibi San'ânî : «Bu hadîs ihramda iken ken­dine olsun, başkasına olsun, nikâh kıymanın ve dünürlük yapmanın haram olduğuna delildir» dedikten sonra sözüne çöyle devam edi­yor. : «İbni Abbas'ın rivayetine göre Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem, rlz. Msyrnûne ile ihramlı iken evlenmiştir» iddiası merduttur. : Çünkü bilide : «Peygamber (S.A.V.) onunla ihramda değilken evlendi.» rivayeti vardır ki o daha şayân-ı tercihtir. Eu rivayetin sahibi olan Ebu Rafİ' o gün Peygamber (S.A.V.) ile Hz. Meymûne (R. anha) ara­sında elçi idi. Srnra bu rivayet ekser ashabın rivayetidir. Kadı İyâz (476—544) : «Rssûlüllah (S.A.V.)'in Meymûne (R.anha) ile ihramlı iken evlendiğini yalnız İbnî Abbes'tan başka kimse rivayet etmemiştir. Hattâ Baid ibni Mussyyib : «Halası da olsa İbni Abbas zühul etti. Re-sûlülah (S.A.V.) onu ancak ihramdan çıktıktan sonra almıştır. Bunu Buharı zikr eder diyor.

Sonra : «Zahir olan, hadîste zikri geçen üç şeyin haram olma­sıdır. Ancak dünürlük babında nehy tenzih içindir. Ve icmâ' budur» diyenler vardır. Eğer icmâ' sahih ise, bir diyeceğimiz yoktur. Ama sahîh olduğunu zannetmiyorum. Şayet sahîh değilse, zahir olan tah-rimdir. Neden sonra İbni Ukayl Hanbeîî'den naklen dünürlüğün da­hi haram olduğunu gördüm. îbni Teymiyye (661—728) : Çünkü Peygamber (S.A.V.) üç şeyin hepsinden bir defa da nehyetmiş ve ayır­ma yapmamıştır. Nehyin mûcebi ise tahrimdir. Buna muraza edecek bir eser veya nokta-i nazar da yoktur» demiştir.

San'ânVnin îzâhatı burada bitti. Şimdi biraz da muhalifini din-liyelim : «Burada muhalif yani» ihramlı evlenir; evlendirir ve dü­nürlükte yapar» diyenler yalnız Hanefîler'dir. Ve hakikaten bu bâbda en kuvvetli delilleri San'ânî'nm «merduttur» dediği İbni Abbas hadîsi­dir. Fakat mezkûr hadîs o kadar kuvvetle sabittir ki, San'âni'nm reddetmesiyle merdût olmasına imkân yoktur. Çünkü bu hadîs, te­vatür derecesine yaklaşan meşhurlardandır. Onu yalnız Taberâni (260—360) Hz. İbni Abbas'dan onbeş tarîkla rivayet etmiştir. Hattâ bir rivayetinde her ikisinin ihramlı olduğu zikredilmiştir. Taberânî : «Sahîh olan da budur» diyor. İbni Abbas (R. A.) hadîsini «Kütüb'ü Süte» diye mâruf olan altı hadîs kitabının bütün imamları rivayet etmişlerdir. îmâm-ı Buharı (194—256) sahihinde «Kitabü'l- Megazh nin Omratü'l-Kazâ babında şu ziyâdeyi'de tahrîc etmiştir:   

«Onunla ihramlı değilken zifaf oldu. Mey-

mûne Şerifte vefat etti.» Artık bu kadar kuvvetle sabit olan bu hadîsin karşısında San'ânî'nin iddia ettiği Ebu Rafi' hadîsi şâyân-ı tercih ola­maz. Çünkü Ebu Rafi' hadîsini «Kütüb-ü Sitte-» şöyle dursun, Buharı ile Müslim'den biri dahi tahrîc etmemiştir. Onu İbni Hibban (—354) sahihinde rivayet etmişdir lâkin hadîs sıhhat derecesine bile çıkama­mıştır. Bundan dolayı İmâm-ı Tirmizî (200—279) onun hakkında «hasendir» demekten başka söz etmemiştir.

Binaenaleyh İbni Abbas hadîsine muâraza bile edemez. Ona muâraza eden hadîsler vardır. Fakat bu değildir. Muâraza hadîslerinin râvi-leri Yezîd ibni Esam ile Eban b. Osman b. Affan hazarâtıdır. Bunlar­dan Yezid ibni Esam : «Peygamber (S.A.V.) Meymûne'yi ihramda de­ğilken aldı.» demiştir.

Bu hadîsi, İbni Abbas hadîsi kadar kuvvetli değildir. Çünkü İbni Ab­bas hadîsini bütün «Kütüb-ü Sitte» imamları tahrîc etmiş, bunu ise, Buharı ile Nesâî rivayet etmemişlerdir. Kendisi de hıfz ve itkanca İbni Abbas'la ölçülemez. Eban hadîsi babımızın hadîsidir. Bunu dahi Buharı rivayet etmemiştir.

Bu sebeble her ikisinin üzerine İbni Abbas (R. A.) hadîsi tercih olunur. Şöyle ki :

1— Senet itibarıyla tercihe müracaat edilirse, İbnî Abbas hazret­lerinin hadîsini tercih etmek icâp eder. Çünkü bu hadîsi Hz. Âişe (R. anha) 'dan naklolunan şu rivayet takviye eder :

«Âişe Radıyallahü anha : Resûlüllah (S.A.V.) kadınlarından birini ihramlı iken aldı, demiştir.» Hadîsi Ebu Avane (—316) rivayet et­miş : «Bu hadîsin bütün râvileri sıkadır.. Rivayetleri ile ihticac olu­nur» demiştir. Ondan maada aynı hadîsi El-Bezzar da tahrîc etmiş­tir. Süheyl'i : «Âişe (R, anha) ancak Meymûne'nin nikâhını kasdetmiş fakat isim vermemiştir» demektedir.

2— Râvilerinin zapt kuvveti ve fıkıh derecelerine göre ele alınsa, yine İbni Abbas (R.A.) hadîsi tercih edilir. Zîrâ Hz. Osman'dan ve di­ğerlerinden rivayet eden râviler, İbni Abbas'ın râvileri derecesinde de­ğillerdir. İbni Abbas'ın râvileri Said ibni Cübeyr, Tavus, Af a, Miicahid, îkrime ve Cabir ibni Zeyd hazarâti olup, hepsi fıkıh ve zaptı ile tanınmış zevattır.

3— Hadîsler bir birine muarızdır; diye onları hükümsüz bırakarak kıyasa baş vursak, kıyas dahi Hanefîler'e yardım eder. Çünkü nikâh'ta şâir akitler gibi bir akittir. O akitlerden hiç biri ihram sebebiyle ha­ram olmuş değildir. Binaenaleyh nikâh da haram değildir, haram olsa, nefs-i cima' yerine geçmiş olur ki bunun eseri akdin bâtıl olmasında değil, haccın fesadında zahir olur. Eir de eğer ihramlının nikâh edilmesi ihramdan dolayı caiz değilse, bütün nikâhlı hacıların ihrama girer gir­mez nikâhlarının bâtıl olması icâp eder. Çünkü akde manî olan bir şey iptida halinde nasıl mâni ise beka halinde de öylece mânidir.

Elhâsıl hangi zaviyeden bakılsa, İbni Abbas hadîsi kuvvetlidir. Bi­naenaleyh : Yezid ibni Esam İle Eban ibni Osman hadîslerindeki «ni­kâh» sözleri mecazen cima' mânâsına kullanılmıştır; demekten başka çâre kalmaz.

Eu izahattan anlaşılır ki, Kadı îyâz'm : «Resûiüllah (S.A.V.)'in Meymûne ile ihramlı iken evlendiğini yalnız İbni Abbas'dan başka kim­se rivayet etmemiştir» sözüyle İbni Teymiyye'nin : «Nehyin mucebi ise tahrimdir. Buna muâaraza edecek bir eser veya bir nokta-i na­zar da yoktur» demesi doğru değildir. San'âm'nin : «Bu rivayet ek­ser ashâb'ın rivayetidir» sözü dahi bizce îzâha muhtaçtır. Biz bu ekse­riyetin kimler olduğunu bilmek isterdik.[800]

 

751/597- «Ebu Katadetü'l-Ensârî radıyaUahü anh'den ihramsız İken yaban eşeğini avlaması kıssası hakkında rivayet edilmiştir. Demiştir kt : «Resûiüllah SallaTlahü aleyhi ve sellem, ihramlı olan arkadaşları­na:

— Sizden buna emreden   veya bir şeyle işaret eder» Oldu mu? edi. Ashâb :

  Hayır; dediler.

  O halde kalan etinden yeyin; buyurdular.»[801]

 

Bu hadîs, miittefekun aleyh'dir.

Kıssa Hudeybiye vak'âsmda geçmiştir. Hz. Ebu Katade'nin mi-katı geçtiği halde nasıl ihrama girmediği müşkül görülmüş ve buna bir kaç türlü cevap verilmiştir. Şöyle ki:

1— Resûiüllah (S.A.V.) onu arkadaşlarıyla birlikte sahildeki düş­manlarını keşfe göndermişti.

2— Ebu Katade, Peygamber (S.A.V.) ile beraber sefere çıkmamış­tı. Onu Medinoliler göndermişti.

3— O zaman henüz mikatlar tayin edilmemişti.

Hadîs-i şerîf, ihramlmm kara avından yiyebileceğine delildir. Bun­dan maksad, avı ihramlı olmayan birisinin vurmuş olması ve ihramlı­nın ona hiç bir suretle yardım etmemiş bulunmasıdır. Cumhur ulemâ'-nın kavli budur. Hadîs de bu bâbda nasstır. Bâzıları: «ihramlı yardım etmese bile o avdan yemek kendisine helâl değildir» demişlerdir. Bu kavi, Hz. Ali, İbni Abbas ve İbni Ömer (R. arjıüm)'den rivayet olunmuştur. Bunlar Teâlâ Hazretleri'nin  [802]» îhramlı olduğunuz müddetçe kara avı size haram kılındı; âyet-i kerîmesiyle istidlal ederler. Avdan murâdları da, av­lanan hayvandır. Fakat kendilerine : «Âyetteki av tâbirinden murâd; avlanmaktır.» diye cevap verilmiştir.

Vâkıâ «av» kelimesi her iki mânâya da ihtimalli ise de Ebu Katade hadîsi maksadın ne olduğunu beyân etmiş; Câbîr ibni Abdullah hadîsi daha da îzâh etmiştir. Bu hadîsi «Sünen» sahipleri ile, İbni Hüzeyme (223—311) İbni Hibban (—354) ve Hâkim (321—405) rivayet et­mişlerdir. Lâfzı şudur :

«Peygamber SdüaUahü aleyhi ve sellem : — Kendiniz avlamadikça,   yahut sizin için   avlanmış olmadıkça kara avı size helâldir; buyurmuşlardır».

Yalnız bâzı tarîkları hakkında söz edilmiştir. Âyetteki avdan mu­radın avlanan hayvan olduğunu farzedersek avlamanın haram kılındığı başka âyetler ve hadîslerle sabit olmuş; Câbir hadisiyle de beyân edil­miş olur. Çünkü Câbir hadîsi maksad hakkında nasstır.

Mevzuubahsimiz hadîsin ziyâdesi de vardır.   Bu ziyâde şudur :

«Yanınızda onun etinden bir şey var mi?» ir rivayette :

Yanınızda ondan bir şey var mı?

dîye sormuş Ashab :

— Yanımızda onun bacağı var; demişler; bunun üzerine Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve settem, bacağı almış ve yemiştir.» Ancak Şeyheyn bu ziyâdeyi tahrîc etmemişlerdir. îhramlının mutlak surette av eti yemiyeceğine kail olanlar aşağıdaki hadîsle istidlal ederler.[803]

 

752/598- «Saâb b. Cessametü'l-Leysî radıyallahü anh'den rivayet olunduğuna göre, kendisi Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem'e Eb-va'da yahut Veddan'da iken bir yaban eşeği hediye etmiş, fakat Resû­lüllah Sallallahü aleyhi ve sellem onu hemen geri çevirmiş ve :

— Biz bunu sana iade edecek değildik. Şu varki biz İhramliyiz; buyurmuşlardır.»[804]

 

Hadîs, müttefekun aleyh'dir.

Müslim'de bu hadîsin çeşitli rivayetleri vardır. Bir rivayette :

«üzerinden kan damhyan bir yaban eşeği» denilmiş. Diğer bir rivayette «Yaban eşeği eti» tâbiri kullanılmış. Başka bir rivayette:  eşeği budu» diye ifâde edilmiş. Bir başka rivayette de «Av etinden bir kol» buyrulmuştur.

Hâdise Haccetül Vedâ'da vuku bulmuştur.

Hadîs-i şerif, ihramlı bir kimseye av eti yemenin mutlak surette helâl olmadığına delildir. Çünkü Peygamber (S.A.V.) eti iade etmeye sebep olarak ihramlı olmasını göstermiş; fakat o avı kimin için vurdu­ğunu sormamıştır. Yemesini caiz görenler bu hadîsi te'vil ederek avı Peygamber (S.A.V.) için vurduğuna hamletmişlerdir. Böylelikle bu ha­dîsle Ebu Katade hadîsinin arasını cem'etmişlerdir.Bittabi bir birine zıd hüküm ifâde eden mutearız hadîslerin aralarını bulmak mümkün olursa, cem etmek bâzısıyla ameli terk etmekten evlâdır. Buna Ebu Ka­tade hadîsinin îmâm-ı Ahmed'le İbni Mâce'nin güzel bir isnadla tah­rîc ettikleri :

«Ber> bu avı ancak onun için avlamıştım. Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) ashabına yemelerini emretti. Fakat avı kendisi için avladığımı haber ve­rince  kendileri ondan yemedîler» rivayeti delâlet etmektedir.

Hadîs-i şerifte hediyenin kabulü îcâp ettiğine, şayet kabul edilmi-yecekse, ne sebeple kabul edilmediğinin bildirilmesi lüzumuna işaret vardır.

Bu hadîsin lâfızları çeşitli rivayet edilmiştir. îmâm-ı Şafiî (150— 294) diyor ki: Eğer Saâb Peygamber (S.A.V.)'e yaban eşeğini diri olarak hediye ettiyse, ihramlı bir kimse yaban eşeği kesemez. Şayet eşeğin etini hediye ettiyse, ihtimal ki Peygamber (S.A.V.) onu kendisi için av­ladığını anlamıştır.»

Resûlüllah (S.A.V.)'in o etten yediğine dâir bir rivayeti Beyhakî tahrîc etmişse de bu rivayeti İbnü'l-Kayyim (691—751) zayıf bul­muş; bu rivayetlerin içinden «eşek eti» rivayetini kuvvetli kabul etmiş­tir. Bunun sebebini anlatırken : «Çünkü bu rivayet sadece (eşek) diye­rek yapılan rivayete münâfi değildir» demiştir. Çünkü küll'ü zikrede­rek cüz'ü kasdetmek mecâz-ı mürselin pek şayi bir nev'idir. Rivayetle­rin ekserisi eşek etinin bir parçası olduğunda müttefiktir. İhtilâf yalnız bu parça hakkındadır. Bâzıları but olduğuna, diğer bâzıları bacak ol­duğuna kail olmuşlardır. Maamâfîh rivayetler arasında münâfât ve zıddiyet yoktur. Çünkü hediye edilen parçanın but ve bacağın bir yerde bulunduğu bir parça olması mümkündür.[805]

 

753/599- «Âişe radıyallahü anha'tian rivayet olunmuştur.Demiş­tir ki: Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem:

— Hayvanlardan beş nev'i vardır. Bunların hepsi fâ-sıklardir. Hil'de de, haremde de öldürülürler. Akrep, çay­lak, karga, fare ve kuduz köpek; buyurdular.»[806]

 

Hadîs, müîtefekun alcyh'dîr.

Buhârî'nin rivayetinde yılan da zikredilerek fâsıkların sayısı altıya çikarlımiştır. Gerçekten hadîsi altı lafzıyla Ebu Avâne tahrîc etmiştir. Ebu Dâvzıd (âdi yırtıcı) yi da ziyâde etmiş; bu suretle sayı yediye yükselmiştir. îbni Buzeyme ile Îbnü'l-Münzir (kurt ve kaplan) ı ziyâde etmişler. Böylece fasıklar dokuza çıkmıştır. An­cak Zühlî'den rivayet edildiğine göre kurt ile kaplanı (kuduz kö­pek) in tefsirinde zikretmiştir. Kurt lâfzı râvileri sıka olan bir mürsel hadîsde de geçer. îmâm-ı Ahmed îbni Hanbel, ihramlı bir kimsenin kurdu öldürmesine ait emri merfu' olarak tahrîc etmiştir. Yalnız hadîsin râvileri arasında zayıf râvi vardır.

Hadîste görülen ziyâdeler, beş adedinden mefhum-u muhalifi­nin kasdedilmediğine delâlet ederler. (Dabbe) yer yüzünde debeüyerek yürüyen hayvan demektir. Kuşa dahi ıtlak edilebilir. Bâzılarına göre dabbe tâbiri kuşa şâmil değildir. Nitekim Teâlâ hazretieri'nin şu âyet-i kerîmesinde buna işaret buyrulmuştur :

«Yeryüzünde hiç bir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiç bir kuş yoktur ki sizin gibi ümmetler olmasınlar...» örf ve âdette dabbe sözü dört ayak­lı hayvanlara mahsus olmuştur. Hadîsteki hayvanlara fâsık denilmesine gelince: Fisk lûgatta, çıkmak demektir. Âsîye fâsık denilmesi Rabbİ'ne itaattan çıktığı içindir. Buradaki hayvanlara fâsık denilmesi başka hay­vanların hükmünden çıkarak, ihramlı iken öldürülmelerinin caiz olma­sındandır. Çünkü sair hayvanları öldürmek ihramlı olanlara yasaktır. Bâzılarına göre: Bunlara fâsık denilmesi etlerinin yenilmesi hususunda diğer hayvanların hükmünden çıkarak yenilmediklerindendir. Nitekim. KuKân-ı Kerîm'de :

«Üzerine Allah'ın adı zikredilmeyen hayvandan yemeyin. Çünkü a fısktır» buyurularak eti yenilmeyen hayvana fısk denilmiştir. Diğer bâ­zılarına göre: Bu hayvanlar eziyetçi ve ifsatcı olup, kendilerinden isti­fâde edilmediği için başka hayvanların hükmünden çıkarılmış ve ken­dilerine fâsık denilmiştir. Bu suretle ulemâ'mn mezkûr hayvanların öldürülmesi babında istinbat ettikleri illetler üç olmuş ve bittabi fetva da ona göre değişmiştir. Birinci kavle zâhip olanlar, ihramlı olmayan­lara haremde öldürülmesi caiz olan her hayvanın ihramlı tarafından da Öldürülebileceğine kail olmuşlardır. İkinci kavli tercih edenler dahi eti yenilmeyen her hayvanın burada zikri geçen beş hayvana ilhak etmiş ancak öldürülmesi nehyedilen hayvanları istisna etmiştir. Üçüncü kavli benimseyenler yalnız zararlı olanları hadîstekilere ilhak etmiştir. Fakat musannif merhum «Fethü'l-Bârî» de bu illetleri beğenmemiş, onlara göre verilen hükümleri de çürütmüştür. İhtiyat olan şâir hayvanların hükmünü buradakilere katmamaktır. Nitekim Hanefîfer'in mezhebi bu­dur. Yalnız onlarda yılanı ilhak etmişlerdir. ÇünKü yılanın öldürülmesi hakkında hadîs vardır. Kurd'u HanGfîler köpek hükmünde sayarlar. Şâ­ir hayvanların saldıranlarını da buradaki beş hayvanın hükmüne ilhak ederler.

Hadîste zikri geçen beş nev'i hayvanı öldürmek ihramlıya caiz olun­ca, ihrama girmeyenlere evleviyetle caizdir. Hattâ Müslim'in bir riva­yetinde hill'de ve harem'de öldürülebilecekleri, diğer bir rivayetinde : Muhrim bir kimsenin bunları öldürmesinde bir beîs olmadığı beyân olunmuştur. Hadîs-i şerifte zikri geçen hayvanların hükmü «öldürü­lürler» denilerek ihbar suretiyle bildirilmiştir. Başka rivayetlerde emir sigasıyla vârid olduğu gibi, öldürene günâh yoktur; gibi sığalarla da rivayet olunmuş;  böylece emrin ibaha mânâsına olduğu anlaşılmıştır.

Hadîsin buradaki rivayetinde karga için «kurab» kelimesi mutlak zikredilmişse de Müolim'in Hz, Âişe (R. anha)'â&n rivayet ettiği ha­dîste «gurab-i ebg'a» yani «alaca karga» diye takyid olunmuştur. Bâzı ha­dîs imamları buna bakarak mutlakı da «alaca karga» diye takyid et­mişlerdir. Hadîsin bu ziyâdesine : «Şazdır; râvi tedlîs yapmıştır.» diye­rek ta'n edenler olmuş, fakat nazar-ı itibâra alınmamıştır. Çünkü râvi hadîsi sema'an yani işiterek rivayet ettiğini tasrih eylemiştir. Binaena­leyh tedlîs yoktur. Eir de bu ziyâde adli, sıka ve hafız olan râvinin bir ziyâdesidir. Şu halde şüzûz da yoktur. Musannif hububat yiyen tohum kargasının bu hükümden hâriç kaldığına ulemâ'mn ittifak ettiğini söy­lemektedir. Bunun eti de yenilir. Şâir karga nev'ileri alaca karga hük-

nıündedirler.

Hadîste köpeğin kuduz olmakla takyid edilmesi, kuduz olmayan ko-peğin öldürülemiyeceğine delildir. Hz. Ebu Hüreyre (R.A.)'dan kuduz köpeğin arslan diye tefsiri rivayet olunduğu gibi, Zeyd ibni Eslem.den, «yılan» diye, Süfyan'dan hassaten: «kurt'tur» diye tefsir ve îzâhla-rı rivayet edilmiştir. îmâm-ı Mâlik (93—179): «İnsanlara hücum ederek onları korkutan aslan, kaplan, pars ve kurt gibi hayvanların hepsi kuduz köpek hükmündedir» diyor ki Cumhur'un kavli de bu­dur. Hz. Mâlik'in bu husustaki delili gu hadîstir.

«Allah'ım; bunun üzerine köpeklerinden    bir   köpeği musallat et;  Bu duâ üzerine onu arslan parçalamıştı».

Arslanın parçaladığı şahıs utbetu'bnu Ebil Lehehdir hadîse yemen yolunda vukubulmuştur.

Bu hadîsi Hâkim tahrfc etmiştir. Hadîs hasendir.[807]

 

754/600- İbnî Abbas radıyaltahü anhünıa'dan rivayet olunduğuna göre, Peygember Stillallahü aleyhi ve sellem, ihramh İken kan aldır­mıştır.»[808]

 

Hadîs muttefek'un aleyhdir.

Bu vak'a dahi Haccetü'l-Vedâ'da olmuştur. Hadîs-i şerîf, ihramh hacıya kan aldırmanın caiz olduğuna delildir. îhtiyac ânında gerek baştan, gerekse vücudun şâir yerlerinden kan aldırmak bilittifak caiz­dir. Yalnız kan aldırırken saçlar çözülürse tıraş olanlar gibi fidye ver­mek îcâp eder. Eğer kan baştan alınıyor ve bir özür de yoksa, saçlar çözüldüğü takdirde bu iş haramdır. Vücûdun kılsız yerlerinden aldırmak Cumhur ulemâ'ya göre caizdir, fidye lâzım değildir. Bâzıları bunu mek­ruh addederler. Fidye lâzım geldiğine kail olanlar da vardır.

Hadîs-i şerîf, bir kâide-î şer'iyye'ye işaret ediyor. Bu kaide şudur: İhram sebebiyle haram kılman: Tıraş olmak, av vurmak ve emsali şey­ler, ihtiyaçtan dolayı mübâh olurlar. Fakat fidye vermek îcâp eder. Bir kimse başını tıraş ettirmeye yahut sıcaktan veya soğuktan dolayı göm­leğini giymeye muhtaç olursa .bunları yapar ve kendisine fidye vermek, îcâp eder. Fidyenin ne olacağını aşağıdaki hadîs tâyin ediyor.[809]

 

755/601- «Kâ'b ibni Ücra[810] radıyallahü anh'den rivâyot olunmuş­tur. Demiştir ki: Bitler yüzüme saçılır bîr halde benî Resûlüllah Sal-laUahü aleyhi ve sellem'e götürdüler, (hâlimi görünce)  :

  Rahatsızlığının   gördüğüm    dereceye   varacağını tahmin etmezdim. Bir koyun bulabiIirmisin?dedL

  Hayır dedim.

— O halde üç gün oruç tut. Yahut her biri için yarım saf olmak üzere altı fakir doyur; buyurdular.»[811]

 

Hadîs, müttefekun aleyh'dir.

BuhârVnin bir rivayetinde de bu hadîs şöyledir :

«Resûlüllah SaUaîlahü aleyhi ve seîlem, Hudeybiye'de benim yanı­ma uğradı. Başımdan bitler dökülüyordu.

  Böceklerin sana eziyet veriyor mu? diye sordu?

  Evet; dedim:

  O halde   hemen   başını   tıraş et...   ilâh..;   buyurdular.»-Yine Buhâri'de Hz. Kâ'bın :

«Eğer sizden biriniz hasta olur, veya başından rahatsız bulunursa... ilâh..; âyet-i kerîmesi benîm hakkımda nazil oldu» dediği zikrolunur. Bu hadîs çeşitli lâfızlarla rivayet olunmuştur.

Fidye üç kısımdır : Hayvan kesmek, oruç tutmak ve fakir doyur­mak.

Hadîs-i şerifin zahir olan mânâsı bulunursa hayvan kesmeyi diğer nevi'lere tercih etmenin lüzumunu gösteriyor. Maamâfîh gerek bu âyet­ten gerekse birçok hadîs-i şerîfe'den fidye verecek kimsenin üç nevi fidye arasında muhayyer olduğu anlaşılıyor. Bundan dolayı Buhâri (194—256) «keffâret babı» nın başında : «Peygamber (S.A.V.) Kâ'bi fidye hususunda muhayyer bırakmıştır» demektedir. Ebu Dâvud (202—275) Şa'bî tarikiyle Kâ'b ibni Ücra (R.A.)'âan şu hadîsi tah­rfc etmiştir :

«Peygamber Saîlaîlahü aleyhi ve seMem:

— İstersen bir hayvan kes, istersen üç gün oruç tut. İstersen fakir doyur; nah... buyurdular.»

Şâfiîler'e göre vücûdun herhangi bir yerindeki kılları zaruretten dolayı gidermek fidye icâp etmez.

Yarım sa' mes'elesi ulemâ arasında ittifakı ise de îmâm-ı Âzam Ebu Hanîfe (80—150) ile Sevri (97—161)'ye göre buğdaydan yarım sa', diğer yiyeceklerden bir sa' verilir.[812]

 

756/602- «Ebu Hüreyre radıyalîahü anh'den rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Allah, Peygamberi Sallallahü aleyhi ve sellem'e, Mekke fethettiği vakit# Resûlüllah Saîlaîlahü aleyhi ve seMem, cemâatin içîn-de ayağa kalkarak, Allah'a hamd-ü sena ettî sonra şöyle buyurdular:

— Şüphesiz Allah fili Mekkeye girmekten men et­miş, ama ona Resulünü ve mü'minleri musallat kılmıştır. Gerçekten Mekke benden önce hiç bir kimseye helâl ol­muş değildir. Bana dahi ancak günün bir saatinde helâl oldu. Benden sonra o hiçbir kimseye helâl olmayacaktır. Binaenaleyh onun avı ürkütülmez; dikeni kesilmez, kayıb malı, ancak sahibini arayıp, soran için helâldir. Her ki­min bir yakını Öldürülürse, o kimse iki nokta-i nazar ara­sında muhayyerdir; Abbas :

  Yalnız îzhir müstesna Yâ Resûlüllah, çünkü biz onu kabirlerimi­ze ve evlerimize koyuyoruz; dedi. Bunun üzerine Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem :

  (Evet)  yalnız  İzhİr  müstesna;  buyurdular.»[813]

 

Bu hadîs, müttefekun aleyh'dir.

Bu hutbe fethin ikinci günü okunmuştu. Resûlüllah (S.A.V.)'in da­ha sözünün başında fil vak'asma işaret buyurması Teâlâ Hazretleri'nîn mü'minlere olan minnet ve ihsanını anlatmak içindir. Çünkü fü'lerin girmediği Mekke'ye mü'minler Allah'ın lutf-û inâyetiyle bir hamlede girerek onu kahren fethetmişlerdi. ResûEüMah (S.A.V.)'e Mekke'nin helâl olduğu saat onu fethederek içine girdiği saattir. Hadîsi şerifte ge­çen «iki nokta-i nazar arasında muhayyerdir» cümlesinden murâd : Ya diyetini almak, yahut kaatili öldürtmektir.

Bu hadîs, Mekke-î Mükerreme'nin kahren   fethedildiğine    delildir.

Çünkü «helâl olmuş değildir, helâl olmayacaktır. Musallat kılmıştır» gibi tâbirler bunu göstermektedir. Cumhur ulemâ'nm kav­li budur. Yalnız îmâm-ı Şafiî (150—204) sulhan fethedildiğine kail olmuştur. Zîrâ : «Kahren fethedilse Resûîüllah (S.A.V.) onu gaziler ara­sında taksim ederdi. Nitekim Hayber'i taksim etmişti. Halbuki Mekke'yi taksim etmemiştir» diyor. Hz. Şafiî'ye şöyle cevap verilmiştir : «Peygamber (S.A.V.) Mekkeliler'e bir lütuf olmak için taksimden im­tina etmiş; Mekkeliler'i öldürmekten, kadınlarını esir ve mallarını ga­nimet olarak paylaştırmaktan vazgeçerek kavm-ü kabilesine, akraba­sına karşı görülmedik bir fadl-ü kerem ve nezâket göstermiştir.

Mekke-i Mükerreme'de Peygamber Sallallahü aleyhi ve seîlem'den sonra hiç bir kimsenin muharebe etmesinin helâl olmayacağı da hadîsi­mizin delâleti cümlesindendir.

Mârudî şöyle diyor : «Harem-i şerifin hassalarından biri de: orada yaşıyanîar ehl-i adalet olanlara karşı âsî ve bagî bile olsalar, kendileriyle harp edilmemektir.»

Maamâfîh mes'ele ihtilaflıdır. Mekkeliler'le harp etmenin cevazına kail olanlar da vardır. Kurtubî : «Hadîsin zahiri orada harbin Pey­gamber (S.A.V.)'e mahsus olmasını iktizâ eder. Çünkü Mekkelİler'in küfrü müslümanlar'ı mescid-i haram'dan men etmeleri ve çeşitli zülüm ve hareketleri; harbi çoktan haketmiş olmalarına rağmen kendileriyle harp etmemesi bunu gösterir.» demiştir. Ulemâ'dan bu rey'e iştirak eden çoktur.

Hadîs-i şerîf, Mekke'de av ürkütmenin haram olduğuna da delâlet ediyor. Bittabi ürkütmek haram olunca, av vurmanın hürmeti evlevi-yette kalır. Keza Mekke'nin dikenini kesmenin haram olduğunu ifâde ediyor. Faydasız dikeni kesmek haram olunca faydalı ağaçlarını kes­mek yine evleviyetle haramdır.

İmâm-ı Şafiî: Mekke'de ağaçların dallarındaki dikenlerin kesile­bileceğine kail olmuştur. Bunu kendisinden Ebu Sevr (—240) nakl ve hikâye eder. Ulemâ'dan bir cemâatin mezhebi de budur. Bunlar di­kenleri zararlı hayvanlara kıyâs ederler. Halbuki bu yaptıkları, kıyâsı nassa tercih etmektir ki caiz değildir. Mekke-i Mükerreme'nin hüdâyına-bit ormanlarıyla, otlarını kesmek de haramdır. Fakat kuru otların kesil­mesinde beis yoktur. Bu cihet yine ittifakı ise de insan emeğiyle yetiş­tirilen ağaç ve nebatların kesilmesi ihtilaflıdır. Cumhur'a göre caizdir.

Hadîs, Mekke'de bulunan bir malın bulana helâl olmadığına, ne ka­dar ilân ederse etsin, asla da helâl olmayacağına ancak ilân etmek için elinde bulundurmanın helâl olduğuna delâlet ediyor. Fakat diğer bel­deler böyle değildir. Onlarda bulunan bir mal ,malûm bir müddet zarfın-da ilân edildikten sonra sahibi çıkmazsa, bulan ondan istifâde edebilir. Bu mes'eledeki ihtilâf «tukata» babında, kati meselesi de «cinayetler» babında görülecektir. İn-şâ'-Allah.

Hz. Abbas İzhir hakkında : «Çünkü biz onu kabirlerimize ve evleri­mize koyuyoruz» demişti. Bundan maksad: îzhir güzel kokulu olduğu için onunla lâhid'in üzerine çekilen taşların araları tıkandığını; evlerde dahi tavan tahtalarının arasına konduğunu bildirmektedir. Hazretİ Ab­bas (R.A.ym sözü Resûlüllah (S.A.V.) huzurunda bir şefaat dileğidir. Maamâfîh kendisinin bir içtihadı da olabilir. Âmm'm tahsis kabul etti­ğini bildiği için bunun tahsisini istemiştir. Zîrâ güçlük çıkarmamak şe-riât'ın esaslanndandır. Binaenaleyh Peygamber {S.A.V.) onun sözünü ya vahy'le, yahut ictihâd yoluyla takriı buyurmuşlardır.[814]

 

757/603- «Abdullah İbni Zeyd b. Âsim radıyallahü anfe'den rivayet olunduğuna göre, Resûlüllah Sallalîahü aleyhi ve sellem:

— Şüphesiz İbrahim Mekke'yi haram kıldı ve ehline duâ etti. ibrahim Mekke'yi nasıl haram kıldıysa, ben de Medine'yi haram kıldım ve gerçekten onun sa'ına ve müddine ibrahim'in Mekke'lilere yaptığı duanın iki mis­li duâ ettîm; buyurmuşlardır.»[815]

 

Bu hadîs, Müttefekun aleyh'dir.

Hadîsin bir rivayetinde Resûlüllah  (S.A.V.): 

«Şüphesiz Allah Mekke'yi haram kıldı» buyurmuştur. Maamâ­fîh iki rivayet arasında münafaat yoktur. Çünkü murâd: «Allah Mekke'­nin haram olduğuna hükmetti. İbrahim'de bu hükmü kullara bildirdi.» demektir. «Ehline duâ etti» demekle Hz. İbrahim'in Kur'ân-ı Ke-rînVde zikrolunan :

[816]» «Yâ Râb, şu beldeyi emniyette kıl. Hem ehlini cümle meyvalardan rızıklandır» âyet-i kerîmesiyle emsali kasdedilmiştir. Müdd ile sa'ın birer nev'i ölçek olduğunu yerinde görmüştük. Burada onlardan murâd: Kendileri değil, onlarla ölçülen şeylerdir.

Mekke'nin haram kılınmasından maksad: Orada yaşıyanlann harp­ten oraya girenlerin her türlü tecâvüzden masun bulundurulmalarıdır.

Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de bu bâbda: «  [817]» «O hareme giren emniyette olur» buyrulmuştur. Avının vurulmaması, ağacı­nın dikeninin, otunun kesilmemesi dahi onun haram kılınmasmdandır.

Medine'nin haram kılınmasına gelince, bundan murâd dahi, avının vurulmaması, ağaçlarının kesilmemesi ve orada bir hâdise çıkmaması­dır. Medine'nin haremini hudutlandırma hususunda ihtilâf vardır. Çün­kü hâdiselerde birçok lâfızlarla tahdid olunmuştur. Bunların arasından:

«İki taşlığının arası» ifâdesi tercih edilmiştir.Çünkü bu tâbir pek çok râvilerin rivayetlerinde zikredilmiştir.[818]

 

758/604- «Ali İbnî Ebi Talip radıyallahü anh'den rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah Saîlaîlahü aleyhi ve settem:

— Medîne Ayr'dan, Sevr'e kadar haremdir.»[819]

 

Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir.

Ayr ve Sevr; Medîne-i Münevvere'de birer dağ'dır. Kamus sahibi Sevr hakkında sahîh bir hadîs bulunduğunu söylemiş ve yukarıki hadîsi rivayet etmiştir. Bundan sonra da şunları söylemiştir: «Ebu Ubeyd Kasım b. Selâm ile diğer büyüklerin: Bu bir tashiftir. Doğrusu uhud'a kadardır. Çünkü Sevr Mekke'dedir; demeleri iyi bir şey değildir. Çünkü bana Şuca-i Sa'lebi şeyh Zâhid'in hafız Ebu Muhammed ib-ni Abdü's-Selâm BacrVden rivayet ettiğine göre Uhud'un hizasında -arkaya doğru ufak bir dağ bulunmaktadır. Buna Sevr derler. Bunu bu yeri bilen arap taifelerine defalarca sordum: Hepsi o dağın isminin Sevr olduğunu söylediler. Ve çünkü bana Şeyh Afifü}d-Din Matarî ba­bası hafızdan, rivâyeten yazarak dedi ki: «Filhakika Uhutfkm arkasın­da sol tarafına gelen ufak ve yuvarlak bir dağ vardır. Ona Sevr der­ler. Onu Medîneliler babadan, dededen bilirler.»

Bu îzâhât «iki taşlığının arasıdır» hadîsine münâfi değildir. Çünkü bunlar Medine'yi saran iki taşlıktır. Ayr ile Sevr dahi Medine'yi ihâtâ ederler. Binaenaleyh ayr ve sevr hadîsi «iki taşlığı» tefsir eder.[820]

 

«Haccın Sıfatı Babı Ve Mekke'ye Giriş»

 

Bundan maksad: Menasik-i hac denilen hac ibâdetlerini beyân ve onların tertip üzere keyfiyet-i edâsıdır. Aşağıdaki Câbir hadîsi bu bâb-da lâzım gelen malûmatı vermektedir.[821]

 

759/605- «Câbîr ibni Abdullah radıyallahü anhüma'dan rivayet olun­muştur, (demiştir ki): Resûlüllah Solîallahü aleyhi ve sellem, Hacca gitti. Biz de onunla beraber (Medine'den) çıktık. Zülhüleyfe'ye vardığı­mı zaman Esma binti Umeys doğurdu. Bunun üzerine Peygamber Saîlaîlahü aleyhi ve sellem (kendisine,) :

  Yıkan da bir elbiseden bağ yap ve ihramlan» dedi. Ve Peygamber Sallallahü aleyhi ve seUem, namazı mescidde kıldı son­ra  (devesi)  Kasva'ya bindi. Hayvan kendisini Beyda' düzüne çıkarınca Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem, tevhidi gürletti:

  Tekrar tekrar icabet sana Yâ Rabbiü tekrar tek­rar icabet sana... tekrar tekrar icabet sana. Senin için şe­rik yoktur. Tekrar tekrar icabet sana... Şüphesiz hamd-ü ni'met senindir. Mülk de, (senin) senin için şerik yoktur;

(böylece) beyte vardığımızda rüknü istilâm etti. Müteakiben (beytullâh'-ın etrafında) üç defa remel yaptı. Dört defa da yürüdü. Sonra Makam-ı ibrahim'e gelerek (tavaf) namaz (mı) kıldı. Ve (tekrar )rükne dönerek onu istilâm etti. Sonra f ha rem) kapı (sın) dan Safa'ya çıktı Safa'ya yaklaşınca «Şüphesiz kî Safa ile Merve Allah'ın şeâirindendir.» (âyetin)i okudu :

  (sa'ye) Allah'ın başladığından başlıyorum; (dedi) ve hemen Safa'ya çıktı. Beyti görünce kıbleye karşı döndü. Allah'ı birledi ve fekbîr aldı ve:

  Bir Allah'dan başka ilâh yoktur. Vaadini yerine ge­tirdi. (Peygamber)  kuluna yardim etti, (Hendek harbinde) yal-nız başına hizipleri bozguna uğrattı; dedi. Sonra bu arada üç defa dua etti. Sonra Safa'dan inerek Merve'ye gitti. Tâ ki ayakları va­dinin ortasında karar kılınca, (bu sefer sa' yaptı. Vâdi'nİn ortasından) çıktığı zaman Merve'ye doğru yürüdü. Merve'de dahi Safa'da yaptığını yaptı.» (Xâbir) müteakiben hadîsin geri kalanım zikretmiştir.

Bu hadîste (şu da vardır) : «Terviye günü gelince ashâb Mina'ya yollandılar. Resûlüüah (S.A.V.) de bindi (yürüdü,). Ve öğleyi, İkindiyi, akşamı, yatsıyı ve sabah namazını orada kıldı. Sonra biraz eğlendi. Tâki güneş doğunca (Müzdelife'yi) geçerek Arafat'a (yakın bir ye­re) geldi. Ve küçük çadırı kendisine Nemire'ye kurulmuş buldu ve hemen oraya indî. Güneş devrildikten sonra Kasva'yı getirmelerini emretti. Hayvanı semerlediler. Bunu müteakip, Batn-ı vâdîye geldi. Ve (orada) nâs'a hutbe okudu. Sonra ezan okudu. Ve ikamet getirdi. Badehu öğleyi kıldı. Sonra İkamet getirerek ikindiyi (Öğle vaktinde) kıldı. Aralarında başka namaz kılmadı. Sonra  (hayvanına)  bindi ve vakfe yerine geldi.

Devesi kasvanın karnını kayalara doğru çevirdi de, kumdaki yolunu önüne aldı ve kıbleye döndü. Artık tâ güneş kavuşup biraz sarılığı gidin­ceye kadar (orada,) devamlı durdu. Nihayet güneş kayboldu ve (hayva­nı) sürdü. Kasva'nın yedeğini o derece kasmıştı ki hayvanın başı (ade­tâ) semerinin Ön tarafındaki ayak yerine dokunuyordu. Sağ eliyle de-fişâret ederek)  :

— Ey nâs! vekar ve sekînetî muhafaza ediniz» diyordu.

Bir kum yığınına geldikçe onun üzerine çıkıncaya kadar hayvanın yede­ğini bîr parça gevşetiyordu. Nihayet Müzdelife'yc geldi. Orada akşam namazı ile yatsıyı bir ezan ve iki İkametle kıldı. Aralarında başka na­maz kılmadı. Sonra fecir doğuncaya kadar uzanıp yattı. Müteakiben sa­bah olduğu anlaşılır anlaşılmaz sabah namazını bîr ezan ve ikametle kıldı. Sonra hayvanına binerek meş'ar-i haram'a geldi' (yine) kıbleye karşı dönerek duâ etti. Tekbîr ve fehlîl getirdi. Ve sabah iyice aydınn lanıncaya kadar (orada) durmakta devam efti. Badehu güneş doğma­dan önce (hayvanını) sürerek Batn-ı Muhassire geldi, (oradaj hayvanı­nı bir parça hızlandırdı. Bundan sonra Cemre-î Kübrâ'ya çıkan orta yolu tuttu. Nihayet ağacın yanındaki cemreye geldi ve oraya yedi taş attı. Her taşı atarken tekbîr getiriyordu. Her taş (bakla tanesi büyük­lüğündeki) hazef taşı kadardı, (taşları) vadinin dibinden attı. Sonra kurban yerine gitti, ve deve boğazladı. Bundan sonra Resûlüllah-Sallaîlahü aleyhi ve sellem, (hayvanına binerek) Beytullâh'a doğru akın etti. Ve Öğleyi Mekke'de kıldı.»[822]

 

Bu hadîsi uzun uzadıya Müslim rivayet etmiştir.

Bâzı izâhât :: Esma binti Umeys, Hz. Ebu Bekir (R. A.)'m karışı­dır. Doğurduğu çocuk, Muhammed ibni Ebi Bekir (R.A.)'âıv. iüesûlül-lah (S.A.V.)'in bu kadına «bağ yap» buyurmasının mânâsı : «Beline bir kuşak sar, sonra geniş ve uzun bir bezi, akan nifas kanının üzerine tıkamak şartıyla önden ve arkadan o kuşağı bağla» demektir. Bundan sonra ihramlanmasım emretmesi, nifas'ın ihramlanmaya mâni olmadı­ğını gösterir. Doğum hâdisesinden sonra Peygamber (S.A.V.)'in mes-cidde kıldığı namaz: Nevevî'nin Müslim şerhindeki beyânına göre sabah .namazıdır. Fakat İbni Kayyim'in «El-Hedyü-n-Nebevî» adlı eserinde bu namazın öğle namazı olduğu bildirilmektedir. Resûlüllah-(S.A.V.) Zülhüleyfe'de beş vakit namaz kılmış, beşincisi öğle imiş. On­dan sonra yola çıkmışlar.

«Tekrar tekrar icabet sana yâ Rabbi...» diye tercüme edi­len telbiye Resûlüllah (S.A.V.)'in ondan sonra da bugüne kadar müslü-man'ların telbiyesidir. Câhîliyet devrinde araplar'ın telbiyesi şu idi  :

«Tekrar tekrar icabet sana yâ Rabbi ,tekrar tekrar icabet sana, tekrar tekrar icabet sana... Senin için şerik yoktur. Ancak bir şerik vardır. O da sana mahsustur. Sen ona ve onun mâlik olduğu her şeye mâliksin...»

Rükün» Kâbe-i Muazzama'nm köşelerinden her biridir. Hacer-î Es-ved'in bulunduğu rükn'e, rükn-ü esved veya rükn-ü yemânî derler.

«İstilâm» öpmek veya elini sürmektir. Hadîsteki «rükn'ü istilâm et­mek» ten murâd da hacer-i esved'i öpmek veya ona elini sürmektir.

Esas itibarıyla tavaf esnasında bu taşı Öpmek îcâp ederse de, kala­balıktan imkân bulamayanların hiç olmazsa el sürmekle istilâm etmek­leri lâzım gelir.

«Remel» yelemek, eşkin yani hızlıca yürümektir. «Bu arada üç defa duâ eJti» ifâdesi zikri geçen duayı tekrarladığına delâlet eder. «Tâkî ayakları vadinin ortasında karar kılınca» cümlesinde Kadı İyâz (476-*— 544) şöyle diyor : «Burada mutlaka zikri lâzım olan bir kelime dü­şürülmüştür ki, o da (remel yaptı) kelimesidir. Filhakika bu kelime Müslim'in bir rivayetinde vardır.»

Hadîsi Câbir (R. A.) tamamen zikretmiş, Musannif ise yalnız lâ­zım olan yerlerini almıştır. «Terviye günü» Zilhicce ayının sekizinci gü­nüdür.

Meş'ar-i Haram» Müzdelife'de ma'ruf bir dağdır. Buna Kuzah dahi denilir.

«Batn-ı Muhassir» Ebrehe ordusunun fillerinin geçmekten âciz kaldığı bir vadidir. Zaten bu isim o münasebetle verilmiştir. «Hayvanını bîr parça hızlandırdı» bundan maksad bir taş atımı yeri hızlıca geçmek­tir. «Orta yolu tuttu» bu yol Arafat'a gittiği yoldan başka bir yoldur. «Ağacın yanındaki cemreye geldi. Burası Mina'nın hudududur, ve ora­dan sayılmaz. «Cemre»1 ufak taşların atılarak toplandığı yer demektir. Oraya bu isim verilmesi, hacıların toplanmasından dır. «Öğleyi Mekke'­de kıldı.» cümlesinde hazf vardır. Mânâ şudur : «Beyt-i şerife geldi ve evvelâ tavâf-ı ifâza'yı yaptı. Sonra öğle namazını kıldı.» Fakat bu ri­vayet İbni Ömer (R. A.) hadîsine muarızdır. Çünkü o hadîste Peygam­ber (S.A.V.)'in kurban bayramı günü Öğleyi Mina'da kıldığı ifâde edili­yor, iki hadîsin arasını bulmak için : «Resûlüllah (S.A.V.) o gün öğle­yi Mekke'de kılmış; sonra ashabı onun arkasında cemâat olrriak fazile­tinden mahrum kalmasınlar diye Mina'da imam olarak tekrar kıldır-mıştır» denilir.

Bu hadîs-i şerifte bâzı ziyâdeler de vardır. Musannif onları hazfe­derek yalnız lâzım olan yerlerini almıştır. Hadîs-i şerif pek çok fayda­ları ve mühim kaideleri ihtiva etmektedir. Kadı îyâz diyor ki: Ulemâ bu hadîsin ihtiva ettiği fıkıh üzerinde söz etmiş ve ondan çok mesâil is-tihbât etmişlerdir. Hattâ tbni Münzir bu hadîs hakkında büyük bir cüz kitap yazmış; bu kitapta yüzelli küsur nev'î fıkıh mes'elesi tahrîc etmiştir. Daha incelense fazla da bulunabilir.»

Resûlüllah (S.A.V.)'in mücmeli beyân eden fiilleri bilittifâk vücûp ifâde ettiği gibi «menâsİkİnİZİ benden alin» hadîs-i şerifi de ay­nı mânâya delâlet eder. Binaenaleyh: «Resûlüllah (S.A.V.)'in hac fiille­rinin hiç biri vücûp ifâde etmez» diyenlere dâvalarını ispat gerekir. Bu hadîsten ibare, işaret veya delâlet suretiyle aşağıdaki hükümler çıkarı­lır:

1— Hayzlı ve nifaslı kadınlara ihrama girmek içnı yıkanmak sün-net'tir. Onlara sünnet olunca başkalarına evleviyetle sünnet olur.

2— Hayzlı ve infaslılar kuşak kullanırlar ve kanın geldiği yeri uzun ve genişçe bir bezle kapayarak, bezin bir ucunu arkadan, diğer ucunu önden olmak üzere beldeki kuşağa bağlarlar.

3— Hayzlı ve nifaslı kadınlar ihrama girebilirler.

4— İhram'a, farz veya nafile bir namazın akabinde girilir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.)'in sabah namazının iki rek'ât farzını kıldıktan sonra ihram'a girdiği rivayet ediliyor.

5— îhram'a giren yüksek sesle telbiye eder. Telbiyeyi Resûlüllah (S.A.V.)'in yaptığı miktarda bırakmak müstâhab ise de, ziyâde edilme­sinde de bir beis yoktur. Zîrâ Hz. Ömer (R. A.) kendinden şunları ilâve ederdi :

«Tekrar tekrar İcabet sana... Ey ni'met ve güzel fazilet sahibi. Sen­den korkarak ve sana can atarak tekrar tekrar icabet sana...» İbni Ömer (R.A.) :

«Tekrar tekrar İcabet sana. Tekrar tekrar is'âd sana... Hayır senin yed-i kudretinde,. Rağbet ve amel sanadır.» cümlesini ilâve eder; Hz.Enes :  «Tekrar tekrar icabet sana... Hak olarak hak olarak kulluk ve kölelik olarak...» derdi.

6— Hacının evvelâ tavâf-ı kudum'ü yapmak için Mekke'ye gitme­si gerekir.

7— Tavaftan evvel    hacer-i esved'i öpmesi; .sonra tavaf ederek üç şavtında remel ile yürümesi lâzım gelir. Ondan sonra âdi yürüyüşle yürür.

8— Tavafını    bitirdikten    sonra    makam-ı İbrahim'e  gelerek : « [823])» «Makam-t  İbrahim'i namazgah ittihaz edin» âyet-i kerîmesini okur.

9— Sonra Makam-ı  İbrahim'i Beytullâh ile kendi arasına alarak iki rek'ât namaz kılar. Buna tavaf namazı derler ki, ulemâ arasına ta­vaftan sonra bu iki rek'âtın kılınması lüzumu hakkında ihtilâf yoktur. İhtilâf ancak bu namazın sünnet veya vacipolmasındadır.Hanetîler'le Mâlikîler'e göre tavaf namazı vaciptir. Şâfiîler'le Hanbelîler'e göre ise sünnettir.  Ulemâ'dan bâzıları bu namazı tavafa tâbi sayarak    «Tavaf vacip ise, namaz da vacip, tavaf vacip değilse, iki rek'ât namaz sün-nettir» demişlerdir.

Bu namazın mutlaka makam-ı İbrahim'de kılınıp kılınmaması dahi ihtilaflıdır. Mezhep imamlarına göre : Makarn-ı İbrahim'de kılmak ef-dâl olmakla beraber, vacip değildir. Binaenaleyh başka yerde de kılına-bîlir. Bâzılarına göre makam-ı İbrahim'de kılmak vaciptir. Mezkûr ta­vaf namazında fâtiha'dan sonra ilk rek'âtta kâfirûn, ikincide ihlâs sûre­sinin okunacağı Müslim'in rivayet ettiği bir hadîste beyân buyrulmuştur.

10— Mescİd-i  haram'a girerken olduğu gibi, çıkarken de istilâm yapmak meşrudur. îstilâm'ın sünnet olduğunda ulemâ müttefiktir.

11— Tavaftan sonra sa'y yapılır. Buna Safa'dan başlanır ve dağın üzerine çıkarak kıbleye karşı durulur. Orada hadîsimizde geçen duâ üç kere tekrarlanır. Safa iLs Merve arasındaki    vadide Remel yani eşkin yürüyüş yapılır. Buna iki mil arası derler.

12— Safa'ya çıkıldığı gibi Merve'ye de çıkılır.    Orada da Safa'da olduğu gibi duâ edilir. Bu kadarla da omra tamam olur. Eğer bundan sonra hacı tıraş olur, yahut saçını kısaltırsa, helâl yani, ihram'dan çık­mış olur. Ashâb-i kiram dahi böyle yapmışlardır.

Haccı kıran yapanlar ise, tıraş olmaz, saç kısaltmazlar, onlar ih-ram'da devam ederler. Omra'dan çıkanlar haccetmek isterlerse (8 Zil­hicce) terviye günü tekrar ihrama girerek kıran haccını yapanlarla bir­likte mina'ya çıkarlar. Nitekim Hz. Câbir de böyle ifâde etmiştir. .

13— Bu yerlerde ve yollarda binek gitmek    yürümekten efdâldnv Maamâfîh mes'ele yine de ihtilaflıdır. Binek gitmenin efdâliyeti Resû-lullah (S.A.V.)'in fiili ile sabittir.

14— Sünnet olan husus Mina'da beş vakit namaz kılmak ve doku­zuncu geceyi orada geçirmektir.

15— Araîe günü Mina'dan güneş doğduktan sonra çıkmak, sünnettir.

16— Arafat'a güneş devrildikten sonra varmak sünnettir.

17— Arafat'ta öğle ile ikindi birlikte kılınacaktır.

18— Bu iki namazın arasında başka namaz kılınmayacaktır.

19— îmam bu iki namazdan önce hutbe okuyacaktır. Sünnet olan. hutbelerden biri budur.

Câbir hazretleri'nin «sonra binerek durak yerine geldi...»    demesi bize bir takım sünnet ve adabı anlatıyor. Şöyle ki:

1— Cem-î takdim denilen mezkûr iki namazdan sonra hemen vakfe yerine gidilir.

2— Hayvan üzerinde vakfe efdâldir.

3— Cebelü-r-Rahme denilen dağın eteğindeki yatkın kayaların üze­rinde durmak daha iyidir. Cebelü'r-Rahms Arafat'ın tam ortasında bir dağdır.

4— Vakfe zamanı kıbleye karşı dönmelidir.

5— Güneş kavuşuncaya k^dar vakfe hâlinde kalmalıdır.

6— Vakfe hâlinde duâ etmelidir. Zîrâ Peygamber (S.A.V.) hayva­nın üzerinde ellerini göğsüne kadar   kaldırarak Allah'a duâ etmiş ve ashabına da Arefe gününün duasının en hayırlı duâ olduğunu bildirmiş­tir.

7— Güneş iyice kavuştuktan sonra kemâl-ı sükûnet ve vakarla yo­la revân olmalı; eğer sözüne itaat olunur bir zât ise, yanındakilere va­karlı olmalarım tavsiye etmelidir.

8— Hızlı yüremesin diye hayvanının yularını kasmalı;  ancak bir kum yığını geldi mi, onu kolaylıkla aşması için yedeğini bir parça gevşetmelidir.

9— Müzdelife'ye vardıkta oraya inmeli ve aksamla yatsıyı, yatsı zamanında bir ezan, iki ikametle kılmalıdır. Burada iki namazın birden kılınacağında ihtilâf yoktur. Yalnız sebebinde ihtilâf vardır. Bâzıları bu cem'in sebebi nüsük yani hac ibâdetlerinden biri olmasıdır; demiş, di­ğer bâzıları ise seferi olmalarına atfetmiştir.

10— iki namaz arasında başka namaz kılınmaz.

«Sonra fecir doğuncaya kadar uzanıp yattı.»    cümlesinde dahi bir takım sünnetler vardır:

1— Müzdelİfe'de gecelemeli. Bunun nüsükten olduğunda ittifak var­dır. İhtilâf vacip olup olmadığındadır.

2— Sabah namazını Müzdelİfe'de kılarak sonra oradan çekilmeli. Ve Meş'âril haram'a gelerek orada vakfe    yapmalı ve duâ etmelidir. Orada durmak da menâsiktendir.

3— Sonra oradan, hava iyice aydınlandıktan sonra çekilerek batn-ı Muhassir'e gelinir. Ve orada yürüyüşe hız verilir. Çünkü orası Allah'ın ashâb-ı fil'e gazap ettiği yerdir. Binaenaleyh orada durmak ve eğlen­mek olmaz.

4— Cemretü'l-Akabe'ye    geldikte vadinin içine inerek oraya yedi taş atılır. Bunların her biri bakla tanesi büyüklüğünde olup, her birini ^atarken tekbîr getirilir. Buna şeytan taşlamak derler.

5— Bundan sonra kurban kesilen yere gidilir. Deve kurban etmek istiyenler orada boğazlarlar. Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) kendi eliyle (63) <3eve   boğazlamıştır.   Beraberinde   yüz   deve   vardı.   Bakisini Hz. AH (R. A.ya boğazlattı. Sonra hayvanına binerek Mekke'ye gitti.. Ve tavaf-ı ifâza'yı yaptı. îşte tavâf-ı ziyaret dedikleri bu tavâfttr. Bu tavaf­tan sonra artık hacılara ihram sebebiyle haram olan her şey helâl olur. Takat cemre J akabe'de taşları attıktan sonra bu tavafı yapmayana ka­dın hâla helâl olmamıştır.

İste hadîs-i şerifin ifâde ettiği hac adâb ve sünnetlerinden bir neb­zesi Resûlüllah {S.A.V.)'in yukarda arzolunan fiilleri ile beyân olun­muştur. Hadîsin delâlet ettiği hususâtm bir çoğunda ulemâ arasında ihti­lâf vardır. Bunlar hakkında kimisi vacip, kimisi sünnet veya müste-hâb demiştir. Ve binnetîce bu hususat terk edilince bâzısı hayvan kes­mekle ödeneceğine, diğerleri buna lüzum olmadığına kail olmuşlardır.

Elhâsıl bu bâbda söz uzundur. Burada hadîsin ifâdesine göre söz kı­sa kesilmiştir. Bu hadîsin şâmil bulunduğu fiilleri yapanlar Peygamber (S.A.V.)'in : «MenâsİkİnİZİ benden alin» emrine imtisal etmiş; onun kavi ve fiillerine uymuş sayılırlar.[824]

 

760/606- «Hüzeymetü'bnü Sabit radıyallahü anh'âen rivayet edildi­ğine göre Peygamber Sallaîlahil aleyhi ve sellem, hac'ta veya omra'da telbiyesindcn fârîğ olduğu vakit, Alfah'dan ridvanını ve cenneti ister; cehennemden onun rahmetine sığınırdı.»[825]

 

Bu hadîsi zayıf bir isnadla Şafiî rivayet etmiştir.

Zayıf olmasının vechi : İsnadında Salih b. Muhammed b. Ebi Zaide vardır. Bu zât'ı hadîs imamları zayıf saymışlardır.

Hadîs-i şerîf, ihramlı bir kimsenin her telbiyeden sonra her zaman bu duayı veya bir benzerim okumasının müstehâb olduğuna delildir. Maamâfîh telbiyeden fariğ olmaktan murâd: Cemre-i akabe'de taş attık­tan sonra artık telbiyenin meşru olduğu vaktin sona ermesi de olabilir.[826]

 

761/607- «Câbir radıyallahü anh'âen rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah Salîalîahü aleyhi ve sellem :

— Ben şurada kurban kestim; Mina'nın her tarafı kurban kesecek yerdir. Binaenaleyh siz konakladığınız yerde kurban kesin. Ben şurada vakfe yaptım. Arafat'ın her tarafı vakfe yeridir. Şurada dahi vakfe yaptım. Cem'in her tarafı vakfe yeridir; buyurdular.»[827]

 

Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir.

Cem'den murâd : Müzdelife'dir. Bu hadîs-i şerîf ile Peygamber (S.A.V.), hiç bir kimseye onun kurban kestiği yerde kurban kesmek, Arafat'ta ve Müzdelife'de onun durduğu yerde vakfe yapmak, vacip ol­madığını ,bilâkis mezkûr yerlerin her tarafı oradaki ibâdetler için kâfi geleceğini ifâde buyurmuşlardır.

Hadîslerdeki bu ziyâdeler tahfif ifâde ederler.  Resûlüllah (S.A.V.) bu beyanatı mezkûr yerlerde onun durduğu yerde durmaya imkân bu-lamıyan bir zât'a vermişti. Zîrâ onunla birlikte sayısız kimseler hacc etmişlerdi. Resûlüllah (S.A.V.)'in durduğu yerler ise, bunca insanın durmasına müsait değildi.

Mina'da kesilen kurbanlar  :  Kıran, temettü, ihsar, ifsad ve nafile olarak hedy kurbanlarıdır. Omra yapanların kurban yeri Mekke'dir. Şâir ceza kurbanlarının yeri ise, Harem-İ şerîf tir. Fakat mes'ele ihtilaflıdır.

Tafsilât fıkıh kitaplarından öğrenilebilir.[828]

 

762/608- «Âişe radıyallahü anha'dan rivayet olunduğuna göre Pey­gamber Sallallahü aleyhi ve sellem, Mekke'ye geldiği vakit, ona üst-tarafından girmiş ,alf tarafından çıkmıştır.»[829]

 

Bu hadîs, müttefekun aleyh'dir.

Hadîs, Peygamber {S.A.V.J'in feth-i Mekke esnasındaki girişini ha­ber veriyor. Fahr-i Kâinat (S.A.V.) efendimiz o zaman Mekke'ye Keda# denilen yoldan girmişlerdi. O yoldan Mekke'nin meşhur kabristanı El-Muallat'a inilir. Bu kabristan evvelce sarp bir yerde idi. Sonraları çe­şitli zamanlarda Muaviye (R. A.) Abdülmelik, Mehdi, ve Mısır sultanı El-Müeyyed tarafından yeri düzeltilerek çıkılması kolaylaştırılmış­tır.

Mekke'nin alt tarafı : Küda' denilen bir sarp yoldur. Mekke'üler : «Meftuh oku gir. Mazmum oku, çık» derler. Bununla «Mekke'ye girerken Keda' yolundan, çıkarken de Küda denilen yoldan çıkılır» demek ister­ler. Resûlüllah (S.A.V.J'in yukariki yoldan girmesinin sebebi şudur: Ebu Süfyan: «Atları Küda'dan çıkarken görmedikçe ben müslüman olmam» demiş. Abbas :

«Ne o?» diye sormuş: Ebu Süfyan : «Kalbime bir şey doğdu. Allah atları oradan ebediyyen çıkarmıyacaktır» demişti. Abbas (R. A.) diyor ki: «Resûlüllah (S.A.V.) oradan girdikten sonra bunu Ebu Siifyan'a an­dım.»

Mekke'ye Peygamber (S.A.V.)'in girdiği yerden girmek ile oradan yine onun çıktığı yerden çıkmanın müstehâb olup olmadığı ihtilaflıdır. Bâzılarına göre müstehâbtır. Hattâ yolu oradan geçmiyenlerin yol de­ğiştirerek oraya sapmaları gerekir. Diğer bâzılarına göre ise müstehâb değildir. Çünkü Peygamber (S.A.V.)'în oradan girmesi yolunun üzerin­de olduğundandır. Binaenaleyh yolu oradan geçmiyenlerin mutlaka yol değiştirerek oradan geçmesi îcâp etmez. İbni Teymiyye Resûlüllah (S.A.V.)'in yukariki yoldan girişinin sebebini şöyle îzâh eder: «Vadiye ve kabristanlara nazır olan yukariki yoldan giren adam şehrin ve Ka­be'nin ön tarafından girmiş ve Kabe'yi iyice karşısına almış olur. Alt tarafından giren böyle değildir. Zîrâ şehre ve Kabe'ye arkasını döner. Bu sebeple şehrin üst tarafından girmek daha münâsip görülmüş olsa gerektir.»[830]

 

763/609- «İbni Ömer radıyallahü anhüma'âan rivayet olunduğuna göre kendisi sabaha kadar Zü-tuva'da geceleyip yıkanmadıkça Mekke'­ye girmezdi ve bunu Peygamber SaUallahü aleyhi ve seZZem'den riva­yet ederdi.»[831]

 

Bu hadîs, müttefekun aleyh'dir.

Zü-tuva; Mekke'ye yakın bir yerdir.

Hadîs-i şerif, Mekke'ye yaklaşınca geceyi Zü-tuva'da geçirerek Mek­ke'ye gündüz girmenin müstehâb olduğuna delildir. Ekser Ulemâ'nın kavli budur. Fakat Selef-i sâlihîn'den ve diğer ulemâ'dan bir cemaata göre Mekke'ye giriş hususunda gece ile gündüz müsavidir. Peygamber (S.A.V.) Cî'rane omrasmda Mekke'ye geceleyin girmiştir. Hadîs-i şerîf Mekke'ye girmek için yıkanmanın da müstehâb olduğuna delâlet eder.[832]

 

764/610- «İbnİ Abbas radıyallahü anhüma'âan rivayet olunduğuna göre, kendisi hacer-i esved'i Öper ve üzerine secde edermiş.»[833]

 

Bu hadîsi, Hâkim merfu'; Beyhakî mevkuf olarak rivayet etmişler­dir.

Hâkim ile Beyhakî onu Cafer İbni Abdullah Humeydi'den mutta­sıl isnadla İbni Abbas (R. A J'dan rivayet etmişlerdir. Fakat Zehebî Ukayli'den rivâyeten: «Cafer İbni Abdullah hadîsinde vehm ve ız-tırap vardır »demiştir. İmâm-ı Mâlik'ten hacer-i esved'in üzerine sec­de, etmenin bid'at olduğu rivayet edilmiştir. Müttefekun aleyh olan ci­het, hacer-î esved'i öpmektir.

Hacer-İ esved : Kabe duvarındaki meşhur taştır.

Hadîsi tmâm- Ahmed (hasen) bulmuştur. Onu Ezrakî senediy­le Muhammed ibni Abhad b. Cafer'den rivayet eder. Bu zât : İbni Abbas'ın terviye günü geldiğini gördüm. Üzerinde bir hülle vardı. Başı­nı taramıştı. Derken hacer-İ esved'i öptü ve üzerine secde etti. Sonra onu öptü ve üzerine üç defa secde etti» demiştir. Bu hadîsi Ebu Ya'la se­nediyle Ebu Dâvud, Tayyalisî'den, o da Cafer ibni Osman Mahzumî'-den rivayet etmiştir. Demiştir ki: «Muhammed ibni Abbad b. Cafer'­in hacer-İ esved'i Öptüpnü ve üzerine secde ettiğini gördüm.» Bir de şöyle demiştir: «Dayım fbnl Abbas ı hacer-i esved'i Öperek üzerine sec­de ederken gördüm.» Şöyle de demiştir : «Ömer'i hacer-i esved'i Öperek, üzerine secde ederken gördüm.^ Hattâ: «Resülüllah (S.A.V.)'i bunu ya­parken gördüm» de demiştir. Hz. Ömer hadîsi Müslim 'in sahihinde şöy­ledir: «Ömer, hacer-i esved'i öperek ona sarmaştı ve dedi ki: Resülüllah (S.A.V.)'İ sana pek ikram ederken gördüm.» Bu hadîs, yukarıki rivaye­ti te'yid eder.

Hadîs, hacer-î esved'i öpmenin ve üzerine secde etmenin meşru olduğuna delildir. Fakat secde hakkında Kıvamüddin Kâki şöyle de­miştir : «Bizce evlâ olan secde etmemektir. Çünkü bu rivayet meşhur kitaplarda yoktur.» Maamâfîh bâzıları secdenin lüzumuna kail ol­muşlardır.[834]

 

765/611- «(buda) ondan rivayet olmuştur. Radıyallahü anh. Demîş-îlr ki : Peygamber S&llalluhü aleyhi ve sellem, ashabına : (tavafta); Ikİ rüknün arasmda üç şavtta remel yapmalarını, dört şavtta (âdi yü­rüyüşle) yürümelerini emretti.»[835]

 

Hadîs, mütfefekım aleyh'dir.

Bu talimat, Mekke'de cmratü'UKaza'da verilmiştir. Bu hadîsi Bu-ftân (194—256), hac ve megazi bahislerinde şu lâfızlarla tahrîc et­miştir :

«ResûEüflab SaUaJlahü aleyhi ve sellem, ashabına üç şavtta remel yapmalardı   iki rükün   arasında   da   yürümelerini  emretti.» Müslim'deki rivayeti dahi böyledir. Binaenaleyh hadîsimizdeki lâfzı Bülûgü'l-Merâm nüshalarına yanlışlıkla geçmiş olmalıdır.[836]

 

766/612- «İbni Ömer radtyallahü anhüma'dan rivayet edildiğine gö­re beyt'i tavaf ederken, ük tavafta üç defa remel yaparak gider, dört defada yürürmüş. Bir rivayette: Resûlüllah Sallallahüaleyhi ve seîîem}\ hac'ta veya omra'da tavaf edeceği zaman ilk geldiğinde beyt'i üç defa koşarcasına tavaf eder, dört defa da yürürken gördüm; demiştir.»[837]

 

Bu hadîs, müttefekun aleyh'dir.

Tavaf m ilk üç şavtında hızlı yürümenin asıl ve hikmetini İbni Abbas (R. A.) şöyle anlatır :

«Resûlüllâh Sallallahü aleyhi ve sellem, ashâbıyla Mekke'ye geldi. Bunu gören müşrikler biri birlerine: Sîze öyle bir cemâat geliyor ki, Medine'nin sıtması kendilerini bitirmiş; dediler. Bunun üzerine Resû­lüllah (S.A.V.) ashabına üç şavtta remel yaparak gitmelerini, îkî rükün arasında yürümelerini emretti. O'na bütün şavtlarda remel ile yürü­yüş emretmekten ancak kendilerine yürüyüşü meşru bırakmak isteme­si manı oldu.»

Bu hadîsi, Buharı ile Müslim tahrîc etmişlerdir. Müslim'in bir rivayetinde şöyle deniliyor :

«Müşrikler hacer-İ esved'in arka tarafına oturmuşlardı. Mü'mlnle-Hn remel ile gittiklerini görünce: Sıtma kendilerini bitirmiş sandığınız adamlar bunlar mı? Hiç şüphe yok ki bunlar, şundan ve şundan daha metin; dediler.»

Müslim'den başkalarının rivâvetinde: «Bunlar ancak ceylânlar gibi adamları» dedikleri tespit olunmuştur.

İşte remel ile yürümenin aslı budur .Bunun sebebi müşrikleri kız­dırmak ve söyledikleri sözü reddetmektir. Hâdise omratü'!-Kaza.'da ol­muş; bir daha da sünnet olarak kalmıştır. Hattâ Resû!-ü Ekrem (S.A.V) bu yürüyüşü hiç sebebi kalmamışken veda haccında da yapmıştır. Hal­buki o zaman Mekke-i Mükerreme'de müslüman olmayan kalmamıştı.

İki rükün arasında hızlı yürüyüş yapılmaması müşrikler öte yanda kaldıkları için göremediklerindendir.

Hadîs-i şerîf, ibâdet etmek suretiyle din düşmanlarını kızdırmak istemekte bir beis olmadığına, bunun ibâdetin ihlâs ve samimiyetine dokunmak şöyle dursun, bilâkis ibâdet üstüne ibâdet olduğuna delildir. Bu bâbda Teâlâ Hazretleri :

[838] «Eğer bir düşmandan bir şey ele geçirirlerse o şey sebebiyle kendi­lerine bir amel-i sâlih yazılır» buyrulmuştur. Bu hususta eserimizin bi­rinci cildinde söz etmiştik.[839]

 

767/613- (Bu da) ibni Abbas radıyallahü anh'fan rivayet olunmuş­tur. Demiştir ki: Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem"\ beyt-i şerîfîn İki yemâni rüknünden başka bir yerini istilâm-ederken görmedim.»[840]

 

Bu hadîsi, Müslim rivayet etmiştir.

Beyt-i şerifin yani Kâbe-i Muazzama'nın dört rüknü vardır. Hacer-f esved'in bulunduğu köşeye, rükn-ü esved, ondan sonrakine rükn-ü ye-mânİ derler   Fakat anne ile babaya ebeveyn, ay ile güneşe kamereyn dedikleri gibi, taglib yoluyla bu iki rükne «yemânîyyân» da derler. Di­ğer iki rükne, «şâmîyyân» denilir.

Rükn-U esved'de iki fazilet vardır: Birincisi hâcer-I esved'in bu rükünde bulunması, ikincisi : İbrahim aleyhisselâm'm temelleri üze­rine kurulmuş olmasıdır. Rükn-ü yemânide yalnız bir fazilet, yani Hi. İbrahim (A. S.)'in attığı temeller üzerine kurulmuş olması farfieti var­dır. Şâmî rükünlerde ise bu faziletler yoktur. Bundan dolayı rükn-ü es-*ad öpülmek el yahut sopa ile istilâm olunmak suretiyle iki sünnetle ihti­sas kesbetmiştir. Rükn-ü yemânf ise yalnız el ile istilâm edilir; öpül­mez,ieti birdir, iki yemânî rüknün bu suretle istilâmlan-ııuı müstehâb olduğunda ulemâ-i ümmet müttefiktirler. Şâmî rükünlerin istilâm edilmiyeceğinde ise cumhur ulemâ kail olmuşlardır. Bu bâbda sahâbe-i kiram ile tabiîn devirlerinde bâzı ihtilâflar olmuştur. Fakat bu­gün o ihtilâflar kalmamış; binaenaleyh şâmî rükünlerin istilâm edilme­mesi ittifakı bir mes'ele haline gelmiştir. Babımızın hadîsi de buna de­lâlet ediyor.[841]

 

768/614- «Ömer radıyallalıü anfe'den rivayet olunduğuna göre, ken-v. esved'? öpmüş ve : Ben pek âlâ biliyorum ki, sen zarar ve vermez bir taşsın. Eğer Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem'ı, s<enî öperken garmüş olmasaydım seni öpmezdim;  demiştir.»[842]

 

Hadîs, müîtefekun aleyh'dir.

îmâm-t Mitilim (204 — 261), Süveyd ibni Gafîe'den   şu  hadîsi  Süveyd demiştir kî : Ömer'i hacer-İ esved'î  ksüt gördüm: Hem Resûlüllah (S.A.V.)1 a«na pek ziyâ­e İkram ve ta'ıim ederken gördüm; dedi.»

 Buharij Zubeyr ibni Arabi senediyle §u hadîsi rivayet Zübeyr demiştir ki: Bir adam, İbni Ömer (R. anhümâ)rya  hacer-i esved'î öpmenin hükmünü sordu:  İbnİ Ömer:

  Peygamber SaîlaUahü aleyhi ve sellem'l onu istilâm ederken ve öperken gördüm; dedi. Zübeyr diyor ki : Ben, (de kendisine) :

— Ya bana kalabalık mani oluyorsa ne dersin? Ya bana galebe ça­larlarsa ne dersin? dedim  :

  Nedersini bir tarafa bırak! Ben Resûlâllah Sallallahü aleyhi ve seVem'l onu istilâm ederken ve öperken gördüm; dedi.»

Hz. Ömer radıydttahü anh hadîsini Hâkim (321—405) ile Ezrakî de rivayet etmişlerdir. Onların rivayetinden az farkla şu mealdeki ziyâde de vardır : «Ali ibni Ebu Talip (R. A.) Hz. Ömer'e :

  Bil'akis yâ Emirü'l-Mü'minîn. Bu taş hem zarar verir, hem fay­da. Kİîâbullah'tan bunun te'vîlinİ bîr bilsen, sen de benim gibi söylerdin. Teâlâ Hazretleri şöyle buyurdu  :  «Hani Rabbin Âdem oğullarının bel­lerinden zürriyetlerini almış da onları kendileri aleyhine şahidliğe da­vet ederek  :  Ben sizin Rabbiniz değilmiyîm? demiş, onlar da  bilâkis Rabbimizsin demişlerdi.[843]. İşte (böylece) Âdemoğuliari ÂHah'ın Râb, ve kendilerinin kul olduklarını ikrar edince,    Cenâb-  Hak onların bu ahd-ü peymânını bir sayfaya yazarak şu taşa yutturdu. Bu taş kıyamet gününde İki gözü, dudakları ve dili olduğu halde, diriltilecek ve kendi­sini ziyarete gelenlere şâhidilk edecektir. Binaenaleyh o, şu mektub hak­kında Allah-ü Teâlâ'nın eminidir; dedi.  Bunun üzerine Ömer (R. A.) :

— Senin olmadığın yerde Allah ben! bırakmasın. Ey Ebü'l-Hasan; dedi.»

Yalnız Hâkim bu hadîs hakkında : «Şeyheyn'in şartları üzere değildir. Çünkü onlar Ebu Harüne'l-Abdî ile ihticac etmediler.» de­miştir. ZeheH dahi muhtasarında bu Abdi için : «O sakıttır.» diycr.

Gariptir ki, îbniEbi Şeyhe (—234) «Müsned-iEbi Bekir (R.A.)» in sonunda Peygamber Sallaîlahü aleyhi ve sellem'i haccederken gormuş bir zâttan şu hadîsi rivayet etmiştir: «Hz. Peygamber (S.A.V.) haeer-i esved'in yanında durarak :

  Ben pek âlâ biliyorum ki, sen zarar ve fayda ver

mez bir taşsın; dedf: Sonra taşı öptü; bilâhere   Ebu Bekir (R. A.) haccetti ve taşın yanında durarak :

  Ben pek âlâ biliyorum ki sen zarar ve fayda vermez bir taşsın. Eğer Resûlüllah (S.A.V.)'İ seni öperken görmüş olmasaydım, seni Hp-mezdim; dedİı.

Eğer bu hadîsin senedi sahîh ise, o zaman Hâkim ve Ezrakî hadîslerinin bâtıl olduğuna hükmetmek îcâp eder. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) bir taşa : «Sen zarar ve fayda vermezsin» dedikten sonra Hz. Alt (R. A.)'m   «hayır, o hem zarar verir, hem fayda.ı de­mesi cidden ihtimalden uzaktır ve Hz. Peygamber (S.A.V.)'in hadisine muarızdır.

Taberî, (224—310) diyor ki : «Hz. Ömer'in bu sözü söylemesi, nâs putlara tapmaktan yeni ayrıldıkları içindir. Ömer (R. A.) bu taşı öperse onların bâzı taşlara tazim ve ibâdet câizmiş mânâsını anlaya­caklarından korkmuştu. Nitekim câhiHyet devrinde yaptıkları bu idi. Binaenaleyh Hz. Ömer (R. A.), bu taşı öpmeye sebep onun zarar veya fayda verir bir şey olması değil, Peygamber (S.A.V.)'e tâbi olmak idi-ğini anlatmak istemiştir.[844]

 

769/615- «Ebu't-Tufeyl radıyallahü anh'den rivayet olunmuştur. De­miştir ki: Resûlüllah Sallaîlahü aleyhi ve seUem'l beyt'i tavaf ederken gördüm. Rüknü yanındaki baston ile istilâm ediyor ve bastonu Öpüyor­du.»[845]

 

Bu hadîsi, Müslim rivayet etmiştir.

Hacer-I esved hakkında Tirmizî (200—279) ve başkalarının tah-rîc ettikleri ve Tirmizî'nin (hasen) gördüğü İbnl Abbas hadîsinde şöy­le deniliyor :

«Resûlüllah Sallaîlahü aleyhi ve sellem:                        

— Bu taş kıyamet gününde gören iki göz ve kendisi­ni hakkıyla istilâm edene şahadet edeceği ve kendisiyle konuşacağı bir dil ile gelecektir; buyurdular.»

Ezrâkî sahîh bir isnadla Ifani Abbas radıyaîlahü anh'den şu ha­dîsi rivayet eder :

«Hiç şüphe yoktur ki,şu rükün yeryüzünde Allah'ın yeminidir[846]. Bununla Allah kullarına bir adamın kardeşiyle musâfahâsı gibi musâfahâ eder.» İfnâm-% Ahmed ibni Haribel (164—241) dahi Ibnİ Abbas'dan şunu rivayet ediyor :

«Rükün, yeryüzünde Allah'ın yeminidir.Onunla mah-lûkatına musâfahâ eder. İbni Abbas.m nefsi kabaza-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer o rüknün yanında Allah'dan bir şey istiyen bulunursa o şeyi muhak­kak ona verir» Ebu't-Tufeyl hadîsi, rüknü el ile istilâm yerine sopa veya baston gibi âletle istilâm etmenin de kâfi geleceğine delâlet edi­yor. Onu eliyle istilâm eden elini, âletle istilâm eden de âletin do­kunduğu yeri öper. tmâm-ı Şafiî (150—204)'nin rivayetine göre : «İbni Cüreyc, Atâ'ya : Resûlüllah (S.A.V.)'in ashabından birini istilâm yaptıktan sonra, elini öperken gördün mü? diye sormuş. O da : Evet. Câbir ibni Abdullah'ı, İbnî Ömer'i, Ebu Said'i ve Ebu Hüreyre'yi isti­lâm yaptıkları vakit ellerini öperlerken gördüm» demiştir, Eğıçr kala­balıktan dolayı istilâm mümkün olmazsa onun karşısına durarak el kal­dırılır ve tekbîr alınır. Çünkü Peygamber (S.A.V.) Hz. Ömer'e :

«Yâ Ömer! Sen gerçekten kuvvetli bir adamsın. Baş­kalarını hacer-i esved için sıkıştırma; zayıflara eziyet ver­miş olursun. Eğer bir aralık bulursan onu istilâm ediver. Bulamazsa tehlil ve tekbîr getir.» buyurmuşlardır.

Bu hadîsi îmâm-% Ahmed ile Ezrâkî rivayet ediyorlar.

Eliyle hacer-i esved'e işaret edip, ona temas edemiyen sadece teh­lil ve tekbîr getirecek, elini öpmeyecektir. Çünkü öpmek yalnız hacer-i esved ile ona dokunan şeye mahsustur.[847]

 

770/161- «Ya'lâ b. Ümeyye radıydUahü anh'âen rivayet olunmuş­tur. Demîştir ki: Resûlüllah Salldllahü aleyhi ve sellem, yeşil bîr elbi­seyi koltuğunun altından omuzuna dolamış olarak tavaf etti.»[848]

 

Bu hadîsi, Nesâi müstesna, Beşler rivayet etmişlerdir. Tirmizî onu sahîhlemiştir.

tlztıba» : Koltuk altına almak manasınadır. Burada elbisenin or­tasını sağ koltuğunun altından geçirerek iki tarafını ön ve arkadan sol omuzunun üzerine sarmaktır. Bu takdirde sağ omuz açıkta kalır ve gö­rünür. Bazılarınca omuzların ikisinin de görünmesi lâzımdır. îztıba ilk defa omratü'l-kaza'da yapılmıştır. îztıba ile remel müşriklerin gözüne çok kuvvetli görünmelerine sebep olmuştur. Bir daha sünnet olarak de­vam edegelmislerdir. Îztıba tavaf şavtlarının hepsinde yapılır. Tavaf bitti mi elbise düzeltilir. İki rek'ât kılınan tavaf namazına iztıbasız durulur. Bâzılarına göre iztıba yalnız evvelki üç şavtta yapılır.[849]

 

771/617- «Enes radıyallahü anh'den rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Bizden ihlâl yapmak İstîyen ihlâl yapar; ona inkârda bulunulmaz; tekbîr almak Istİyen tekbîr alır, o'na da inkârda bulunan olmazdı.»[850]

 

Hadîs, müttefekun aleyh'dir.

Ihlâl'in teîbiye ederek sesi yükseltmek mânâsına geldiğini yukar­da görmüştük. Ihlâl'in vakti ihramdan başlıyarak ondan çıkıncaya ka­dar devam eder. Hac'ta ihramdan Hill'e çıkmak, cemre-I akabe'de şey­tan taşlamaya başlamakla; omra'da ise tavafla olur.

Hadîs-i şerîf, telbiye yerine tekbîr getirmenin zarar etmiyeceğîne delâlet ediyor. Hz. Enes (R. A./ın sözünden bunu yapardıkları anlaşı­lıyor ki; Resûlüllah (S.A.V.) aralarında olduğuna göre, takrir buyur­muş oluyorlar .Binaenaleyh istiyenin tekbîr, istiyenin telbiye yapması sünnet bile olmuş olur. Ancak hadîsimiz M i na'darı Arafat'a nasıl gel­diklerini beyân için sevk edilmiştir ve o bâbda nâsstır : cArefe günü sabah namazından sonra telbiye kesilir» deyenlere bu hadîsde cevâb-ı red vardır.[851]

772/618- «İ bni Abbas radıydUahü anhüma'âan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Peygamber Sallaîîahü aleyhi ve sellem, beni yol eşyatıyla -yahut «zayıflarla»-. Cem'iden geceleyin gönderdi.»[852]

 

(Yahut zayıflarla) tabiri râvinin şek ettiğini gösteriyor.

Cem': Müzdelife'dir. Kelimenin asıl mânâsı bir yere toplamaktır. «En-Nihaye» nâm eserde beyân olunduğuna göre Hz. Âdemle, Kavva cennetten çıktıktan sonra burada buluştuklarından Müzdelife'ye cem denmiştir.

Müzdelîfe'de geceliyerek sabah namazını da orada kıldıktan sonra Meş-ar-ı haram'a gidileceğini; orada vakfe (duruş) yapılacağım ve iyi­ce sabah aydınlanmadan oradan yola çıkılmayacağını yukarıda görmüş­tük. Cahîliyet devrinde araplar haccederlerken güneş doğmadan müzde-life'den yola çıkmazlarmış. Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) onlara muhalefet etmek istemiştir. Ancak Ibnl Abbas (R. A.) hazretlerinin bu hadîsiyle benzerleri zayıflara orada gecelememek için ruhsat verildiğine delildir. Kadınlar da zayıflar hükmündedir. Bunu Esma bînîi Ebi Bekir (R. anha) nin bir hadîsinden anlıyoruz. Bu hadîste Peygamber (S.A.V.)'in mihaffe içinde deve sırtında taşınan kadınlara ru^at verdiği beyân ediliyor.[853]

 

773/619- «Âişe radıyallahü anha'âan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Şevde Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem'den Müzdelife gecesi, ondan evvel yola çıkması hususunda izin İstedi, (çünkü) Sebt yani ağır bîr kadındı. Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem, ona izin verdi.»[854]

 

Bu hadîsle yukarıki hadîs mütfefekun aleyh'dir.

Hadîs-i şerîf, sabah olmadan Müzdelife'den çekilmenin caiz olduğu­na delildir. Lâkin hu cevap özürlülere mahsustur. Nitekim «Ağır bir ka­dındı» ifâdesinden de anlaşılmaktadır. Cumhur ulemâ'ya göre Müzde-life'de gecelemek vaciptir. Terk edilirse kurban îcâp eder. Hanefîler'le diğer bâzı ulemâ'ya göre sünnettir. Binaenaleyh terkinden dolayı kur­ban kesmek îcâp etmez. Günâha girmiş olmaz. Yalnız faziletten mah­rum olur.

Bâzıları: «gecenin ekserisini Müzdelife'de geçirmek kâfidir» demiş; diğer bâzıları bunu gece yarısından bir saat sonraya kadar orada kal­makla tefsir etmişlerdir. Başka kaviller de vardır. Fakat Resûlüllah (S.A.V.) sabah namazını kılıncaya kadar orada kalmıştır: «Menâsi-kinizi benden alın» buyurması da cay-i dikkattir.[855]

 

744/620- «İbnİ Abbas radıyallahü anhüma'âan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem bize :

— Güneş doğmadıkça cemreyi atmayın; buyurdular.»[856]

 

Bu hadîsi Nesâî müstesna Beşler rivayet etmiştir. Hadîste inkıta vardır.

Çünkü râvileri arasında Hasan-ı Uranî Beceü, bulunuyor. Vakıa bu zât sıkadır. Kendisiyle îmâm-t Müslim ihticac etmiş; Bühârî de onunla îstişhatta bulunmuştur. Ancak İbnî Abbas (R.A.)'dan rivayet ettiği hadîsi, münkatıdır. tmâm- Ahmed ibni Hanbel: «Hasan-% Urani, İbni Abbas'dan işitmemiştir» der.

Hadîs-i şerîf, cemre-î akabe'nin güneş doğduktan sonra atılacağına delildir. Zâhirîn'e bakılırsa, Müzdelife'de gecelememek için izin alarak evvelden Mani'ya gelmiş bile olsa, yine cemre için güneşin doğmasını beklemek îcâp eder. Bu mes'elede dört kavi vardır:

1— Gece yarısından sonra âciz veya kadir herkese cemreyi at­mak caizdir. îmâm-i §âfiî ile Ahmed ibni HanbeVm mezhebi budur.

2— Mutlak surette fecir doğduktan sonra atılır.  Hanefîler'le Mâ-llkller'in kavli budur.

3— Kaadir olanlara ancak fecir doğduktan sonra;  özürlülere ise gece yarısından sonra cemre-i akabe'yi atmak câîzdir. Hadeviyye fırka­sının kavli budur.

4— Kaadir olanların güneş    doğduktan    sonra atması    lâzımdır. Süfyân-ı Servi ile îbrahim-i Nehaî'nin mezhebi budur.[857]

 

775/621- «Âişe radıyatlahü anha'd&n rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem, kurban bayramı gecesi Ummü Seleme'yi (Mina'ya) gönderdi de, fecirden önce taşlarını attı. Sonra gitti tavâf-ı ifaza'yı yaptı.»[858]

 

Bu hadîsi, Ebu Dâvud rivayet etmiştir. îsnadı Müslim'in şartı üze­redir.

Hadîs-i şerîf fecir doğmazdan evvel taş atmanın caiz olduğuna delîldir. Resûlüllah (S.A.V.) bu cevazı takrir suretiyle beyân buyurmuş­tur. Fakat İbni Abbas hadîsi bu hadîse muarızdır. İki hadîsin araları şöyle bulunur: Özrü olanlara fecirden evvel taş atmak caizdir. İbni Ab­bas (R. A.)ın özrü yoktu. Bu kavi yukarda da görüldüğü vecihle Ha­deviyye fırkasımndır. Diğer ahvâl yukarda görüldü.[859]

 

775/622- «Urvetü'bnü Mudarris[860] radtyaîlahü anh'den rivayet olunmuştur. Demiştir ki:  Resûlüllah gallallahü aleyhi ve selîem:

— Her kim bizim şu namazımızda (yani Müzdelife'de) bulunur da bizimle vakfe yapar, nihayet yola revân olur­sak, ve bundan evvel Arafat'ta gece veya gündüz vakfe yapmışsa, o kimsenin haccı tamam olmuştur. Hac ibâdet­lerini de İcra etmiştir.» buyurmuşlardır.[861]

 

Bu hadîsi, Beşler rivayet etmişlerdir. Tirmizî ile Ibnİ Hüzeyme onu sahîhlemi şlerdir.

Hadîs-i şerifin baş tarafı şöyledir :

«Resûlüllah Sallalîahü aleyhi ve seîlem'e Mevkif'ta yani Müzdeli­fe'de İken geldim ve dedim ki: Vâ Resûlallah! ben Cebel-i tay'dan gel­dim. Hayvanımı bîtâb düşürdüm; nefsimi yordum vallahi üzerinde vak­fe yapmadık bir dağ bırakmadım. Acaba  haccım oldu  mu?». Bundan sonra hadîsin kitabımızdaki kısmını zikretmiştir.

Hadîs-i şerîf, hacc'm ancak Müzdelife'de sabah narruızında buluna­rak Îmâmü'l-Müslimîn yola revân oluncaya kadar orada durmak ile tamam olacağına delildir. Fakat bundan önce gece veya gündüz Ara­fat'ta vakfe'ye durmuş olması şarttır. Keza arefe günü zevalden sonra, yahut kurban bayramı gecesi Arafat'ta durmanın vakfe için kâfi gele­ceğine, bunu yaptıktan sonra artık tefes'ini icra etmiş sayılacağına de­lâlet ediyor.

Tefes: Hac ibâdetleri demektir. Bâzılarına göre ise, ihramdan çık­tıktan sonra yapılan tırnak kesmek, koltuk altlarından kıl yolmak, bıyık kesmek gibi işlerdir. Mefhumu şarta bakılırsa, bunları yapmayamn haccı tamam olmaz. Arafat'ta vakfeyi terk edenin haccı biüttifak tamam de­ğildir. Müzdelife'dekini terk edenin haccı mezhep imamları ile Cumhur'a göre tamamdır. Yalnız kurban lâzım gelir. İbni Abbas (R. A.) ile se­leften bir cemâat'a göre Arafat'taki gibi burada da vakfe rükündür. Delilleri hadîsteki mefhumu şarttır. îmâm-ı Nesâî (215—303) 'nin riva­yet ettiği şu hadîs de onların delilidir:

«Kim müzdelife'ye yetişemezse onun haccı yoktur.» Bun­lar Resûlüllah (S.A.V.)'in fiili ve Teâlâ hazretleri'nin şu kavl-i kerîmiylede istidlal ederler: « [862]» «Allah'ı meş'ar-ı haramda zikredin.»

Fakat Cumhur'a göre Urve hadîsinde zikrolunan şeyleri yapanın haccınm tamam olmasından murâd : Kâmil hac'tır. Buna tmâm-ı Ahmed'le sünen sahiplerinin ve İbni Hibban, Hâkim, Dâre Kutni ve Beyhâkî'nin rivayet ettikleri şu hadîs delildir:

«Peygamber SattaTlahü aleyhi ve sellem'e Arafatta vakfede İken, Necİdlilerden bîr takım insanlar gaîcrek: Hac nasfl (tamam olacak) diye sordular. Resûlüllah (S.A.V.) de :

— Hac Arafat'tır. Kim MüzdeÜfe gecesi sabah nama­zından evvel gelirse haccı tamam olmuştur; buyurdular.»

Ebu Davud'un bir rivayetinde :

«Fecir doğmazdan önce kim Arafata yetişirse hacca yetişmiştir.» denilmiş; Dâre KutnVnin rivayetinde: , «Hac Arafattır; hac Araf attır»   buyruimuştur.

Cumhur : «Bilhassa Dâre Kutnî'nin rivayeti iddiamızı ispat hususun­da sarihtir» diyorlar, îbni Abbas ile diğer ulemânın delillerine Cum­hur cevap vermiş ve : «Kim Müzdelife'ye yetişemezse onun haccı yoktur» hadîsi tevile ihtimallidir. Yani kâmil hac demek­tir. Sonra bu ziyâde Ebu Cafer-i Ukayli'nin rivayetidir ki, inkârı hususunda bir cüz kitap telif edilmiştir» demişler Âyet için de: «Bu âyet yalnız meş'ar-ı haram'da zikri emrediyor. Onun rükün olduğuna delâleti yoktur» mütâlâasında bulunmuşlardır.[863]

 

777/623- «Ömer radıyallahü anh'âen rivayet olunmuştur. Demiş­tir ki: Gerçekten müşrikler {Müzdelife'den) güneş doğuncaya kadar akın etmezler ve : Aydınla ey Sebîr; derlerdi. Ve şüphesiz Peygamber Saîîallahü aleyhi ve sellem onlara muhalefet etti de, güneş doğmazdan evvel akın etti.»[864]

 

Bu hadîsi, Buhârî rivayet etmiştir.

Sebîr : «Müzdelîfe»de bir dağdır. Mekke dağlarının en büyüğü bu­dur. Buhârî'nin bir rivayetinde hadîs:

«Aydınla ey Sebîr, koşalım diye»   ziyâdesini hâvidir. Bu hadîsi îsmâiîî ve îbni Mâce tahrîc etmişlerdir.

Hadîs-i şerif, ifazanın yani Müzdelife'den akın etmenin güneş doğ­mazdan evvel meşru olduğuna delildir. Sabahın son derece aydınladığı­nı bildiren Câbİr hadîsi yukarda geçti.[865]

 

778/624- «Ibni Abbas île Üsâme b. Zeyd radıyaTlahü anhüm'âen rî-vâyet edilmiştir. Demişlerdir ki : Peygamber Salîalîahü aleyhi ve sellem cemre-i akabeyi afıncaya kadar, telbiyeye devam etti.»[866]

 

Bu hadîsi Buhârî rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerîf, kurban bayramı günü cemre-i akabe'yı atıncaya ka­dar telbiyeye devam etmenin meşru olduğuna delildir. Telbîyenin ilk taşla birlikte mi, yoksa taş atma bittikten sonra mı kesileceği ihtilaflı­dır. Cumhur Ulemâ'ya göre ilk taşla birlikte telbiye kesilir, İmâm-ı Ahmed'e göre ise, taş atma sona erdiği zaman kesilir. NesâVnin ri­vayet ettiği şu hadîs, îmâm-% Ahmed'in delilidir :

cCemreyi atıncaya kadar telbiyeye devam etti. Döndüğü zaman telbfyeyi kesti» îbni Hüzeyme'nin Ibni Abbas'dan, onun da, Fadl'dcn rivayet ettiği şu hadîs de îmâm-ı Ahmed'in delîllerindendir :

«Fadl demiştir ki: Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem ile Ara-fattan döndüm. Ta cemre-i akabe'yi atıncaya kadar telbiyeye devam etti. Her taşla birlikte tekbîr alıyordu. Sonra son taşla beraber telbİyeyî kesti».

Bu hadîs için îbni Hüzeyme : «Sahîh bir hadîstir» demiştir. Bu hadîs, Ibni Abbas hadîsini îzâh ediyor ve anlaşılıyor ki hadîsteki: «cem­re-i akabeyi atıncaya kadar» ifâdesinden murâd : Taş atmayı bitirin­ceye kadar demek imiş. Telbiyenin ne zaman kesileceği ulemâ arasında ihtilaflıdır. Hanefîler'e, Şâfiîler'e ve Mâlikîlere göre ilk taşla birlikte kesilir.[867]

 

779/625- «Abdullah ibni Mes'ud radıyallahü anh'den rivayet olun­duğuna göre, kendisi (cemretü'l-akabe'yi atarken) beyt'i soluna, Mina'yı sağına alarak cemreyi yedi ufak taş (dan İbaret) olarak atmış ve :

— Bu, kendisine Bakara sûresi indirilenin makamıdır; demişti».[868]

 

Hadîs, müttefskun aleyh'dir.

Bu keyfiyetin vacip değil, müstehâb olduğunda ulemâ ittifak etmiş­lerdir. Bu sözü Ibni Mes'ud radıydllahü anh : «Taşlar cemrenin üstün­den atılır» diyenlere cevâb-ı red olmak üzere söylemiştir. Sair cemre taşlarının, cemrenin üstünden atıldığı müftefekun aleyh'dir, Sûre-1 ba­kara'nın tahsis-i biz-zikr edilmesi, ya «kseri hac fiillerinin o sûrede zik­redilmesinden, yahut da b usûre ekseriyetle diyanet ve muamelâta şâ­mil olduğundandır. Ayrıca hadîsde mezkûr sûreye, sûre-f bakara denile­bileceğine işaret vardır. Bâzıları sûre-i bakara denilmesini mekruh ad­detmişlerdir.[869]

 

780/626- «Câbİr radıyallahü anft'den rivayet olunmuştur. Demiştir ki : Resûlül.'ah SdUaUahü aleyhi ve seUem, cemreyi bayram günü kuş­luk zamanı; oncfan sonraki günlerde ise, güneşin zevalinden sonra attı.»[870]

 

Bu hadîsi, Müslim rivayet etmiştir.

Cemre-i akafee'nin ne vakit atılacağına dair yukarda söz geçmişti. Bu hadîs üç yerde atılan taşların hep güneşin zevalinden sonra atılaca­ğını bildiriyor. Cumhur ulemâ'nın kavli de budur.[871]

 

781/627- lbnî öm«r radtyaîUhü anhüma'âan rivâyef edildiğine gör«, kendisi aşağıdaki cemreyi yedî taş olarak atar; her taşın arka-ctndan tekbîr alırmış. Sanra Herde düze çıkar ve kıbleye ka?şt dönerek susun aeman ayakta kahr, tîuâ eder ve ellerin? kaldırırmış. Bu-dan son-orSa cemreyi atar, scsru-a sö5u tutarak düz çıkar ve kıbleye k-arş? ayak­ta dsiFur; sonra dyâ eder vs ellerini kaldırır; uzun zaman ayaHa kalır­mış. Bandan sonra zgft'E-Âkabe cemresini vadinin îdinden atar, orada durmazmış. Sonra çejr gidsr ve: Resûiiillah SaUallahü aleyhi ve sellemi böyle yaparken gördüm; dermiş.[872]

 

Bu hadîsi, Buh&r! rivayet etmiştir.

Aşaği cemre; mescid-i hayf'e yakındır. Kurban bayramjnın ikinci günü cemre taşı atmaya evvelâ buradan başlanır.

Hadîs-i şerîf, yukarda geçen bâzı hadîslerin delalet ettikleri: Har cemrede yedi taş atma, ve her taşı atarken tekbîr alma mes'elelerine de­lâlet ediyor. Ziyâde olarak bunda iki cemrede taglan attıktan son­ra kıbleye dönerek uzun zaman ayakta dua edileceğine delâlet var­dır. Ayakta durmanın miktarını îbni Ebi geybe'mn sahih bir isnad-la tahrîc etüği bir hadîs beyân etmiştir. Bu hadise göre ıbnf Ömer (R. A.) hazretleri iki cemrede sûre-î bakara'yi okuyacak kadar durur, ve duâ ederken ellerini kaldmrnuş. îbni Kudâme (—744) : «Bu bâb&a ihtilâf bilmiyoruz. Yalnız Mâfflc'in duâ ederken eî kald?.rma3-dığı rivayet ediliyor» demiştir. Buradaki !bni Ömer hadîsi îmâm-% Mâliktin aleyhine delildir.[873]

 

782/628- «{yine)  İbn? Ömer radtyallahü anh'den rivayet edildiğine göre; Resûlüllah SaUalîahü aleyhi ve sellem:

  Allah'ım, tıraş olanlara rahmet buyur;   demiş. As

  Ya  saçîarını  kssaltarUar (ne  olacak)    ResûSüîlah?  demişler:

— Saçlarını kssaîtanlara da» buyurmuşlardır.» [874]

 

Bu hadîs, müttefekun aleyh'dir.

Tiraf olanlardan maksad: Hac veya omra'dan çıkanlardır. Musannif merhum «Fethitil-Bâri-» de : «Resûlüllah Saîlallahü aleyhi ve settem'e sual soran ashabın kim olduklarını bunca dikkatle araştırmama rağ­men hadîsin hiç bir tarîkinde bulamadım.» diyor.

Hadîsin zahiri, Resûlüllah (S.A.V.)'in tıraş olanlara iki defa duâ et­tiğini, üçüncüde bunlara atıf suretiyle saçlarını kısaltanları da kattığını gösteriyor. Bâzı rivayetlerde tıraş olanlara üç defa duâ ettiği sonra bunların üzerine saçlarını kısaltanları da atfeylediği zikrolunmuştur.

Resûlüllah (S.A.V.)'in bu duâayı nerede yaptığı ihtilaflıdır. Bâzıla­rına göre Hudeybiye omra'sında, diğer bâzılarına göre de haccetü'l-Vedâ'da yapmıştır. Imamü'l-Haremeyn (419—478) Hudeybiye'de yap­tığına cezmen kail olmuş; Nevevî (631—676) ise Haccetü'l-Vedâ'da yapmış olduğunu kuvvetli bularak : «Sahîh ve meşhur olan budur» demiştir. Kadı îyâz (476—544): «Her iki yerde duâ etmiştir.» di­yor ,bu söz için Nevevî «İhtimalden uzak değildir» demektedir. ibni Dakİkü'l-îyd (625—702) dahi buna benzer bir mütalâa ileri sürmüş­tür. Musannif: «Müteayyin olan budur. Çünkü bütün rivayetler bu hususta biri birini tutmaktadır» diyor.

Hadîs-i şerif, tıraş olmakla saç kısaltmanın her ikisinin meş-rûiyyetine, fakat tıraş olmanın efdâl olduğuna delildir, tmâm-ı Mâ­lik (93—179) ile Ahmed İbni Haribel ve diğer bâzı zevata göre, bü­tün kafayı tıraş ettirmek vaciptir. Bâzılarına göre ,bütün kafayı tı­raş ettirmek vacip değil, efdâldir. Yoksa en az bir miktarı tıraş et­mek kâfidir. Hanefiler başın dörtte birinin, diğerleri yarısının tıraş edil­mesi lüzumuna kail olmuşlardır. Hattâ: «Üç kıl, bir kıl tıraş etmek kâ­fidir» diyenler de bulunmuşlardır.

Elhâsıİ, her mezhep imamına göre ,abdestte başa ne miktar meshe-dilecekse, tıraş için de o miktar kâfidir.

Kısaltmanın miktarına gelince, bâzılarına göre parmak ucu kadar olmalıdır; «Daha azı kâfidir» diyenler de vardır. Bütün bunlar erkek­ler hakkındadır. Bir de tıraş olmayı saç kısaltmaya tefdil ve tercih, hacc-ı ifrad ile omra yapanlara göredir. Temettü* yapanları Peygamber (S.A.V.) tıraş olmakla, saç kısaltmak arasında muhayyer bırakmıştır. Nitekim Buhârî'nin bir rivayetinde zikredilmiştir.

Kadınlar hakkında meşru olan bilittifak saç kısaltmadır. Zîrâ Ebu Dâvud, İbni Abbas (R. A./dan şu hadîsi tahrîc etmiştir :

«Kadınlara tıraş olmak yoktur.   Kadınlara ancak saç kısaltma vardır.» îmâm-ı Tirmizî (200—279) Hz. Ali (R. A./dan:

Kadınm başını tıraş etmesini yasak ettiğine dair bir hadîs rivayet eder. Bilfarz tıraş etse, Şâfiîler'den bâzılarına göre, kâfi, lâkin mekruhtur.[875]

 

783/629- «Abdullah ibnl Amr ibni As radıyallahü anhüma'dan ri­vayet olunduğuna göre, Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem, veda haccında (bayram günü öğleden sonra) hayvanın üzerinde cemrede hutbe okuyarak) durmuş; ashap kendisine sual sormaya    başlamışlar.

Bir adam :

  Bilemedim ve kurban kesmeden tıraş oluverdim;  demiş.  Resû­lüllah Saîlalîahü aleyhi ve sellem :

__ Kes günâh yoktur; buyurmuşlar. Bİr başkası daha gele­rek :

— Bilemedim ve cemre-i akabe'de taşları atmadan deveyi boğaz-layıverdim; demiş. Resûlüllah Saîlallahü aleyhi ve sellem (ona da):

__ At   günâh   yok;   buyurmuşlar   (hâsılı) o gün (zamanından) evvel veya sonra yapılmış neler sorulmuşsa hep —  Yap günâh yok; buyurmuşlardın.[876]

 

Hadîs, müttefekun aleyh'dir.

Musannif merhum buradaki sual soranların dahi bunca araştırma­lara rağmen isimlerini bulamadığım söylüyor.

Hacılara kurban bayramı günü yapılacak dört vazife vardır: Cemre-î akabe'de taş atmak, hedy kurbanını kesmek, tıraş olmak veya saç kı­saltmak, tavâf-ı ifaza. Meşru olan tertip budur. Resûlüllah (S.A.V.) de haccında böyle yapmıştır. Sahîheyn'de şu hadîs vardır :

«Peygamber Saîlallahü aleyhi ve sellem smreye giderek taştan affı. Sonra Mina'dakİ menziline gelerek deve beğasladı. Ve berbere :

— (sacımı) a!; dedi.»

Mutlak surette hac için böyle yapılacağında >nizâf yoksa da, kıran hacet'm yapanlar için bâzı fukahâ: «Tavaf etmeden tıraş olamaz» de­mişlerdir.

Hadîs-i şerif, zikri geçen şeylerin biri birine takdim ve tehirinin câ iz olduğuna delildir. Fakat uiemâ bu bâbda ihtilâf etmişlerdir. Hadîs ulemâsı ile l*nâm-t Şafiî ve diğer bâzı uiemâ hadîste zikri geçen şey-lerm bîri birinden evvel veya sonra yapılması caiz olup, terkinden dolayı kurban icap etmiyeceğine kail olmuşlardır. Çünkü Peygamber (S.A.V.) sorana «p*ünâh yok» buyurmuşlardır. Bu kelime hem günâ-hm, hem de fidyenin lâzım gelmiyeceğinde zahirdir.[877]

 

784/630- Mîsver b. Mahreme[878] radıyallahü anh'den rîvâyeJ olun­duğuma gere; Resâlüllah SaUallahü aleyhi ve seMem, tıraş olmazdan önce deve boğazlamış; ashabına da bunu emretmiştir»[879]

 

Bu hadîsi, Buharı rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerif, tıraş olmadan kurban kesmenin caiz olduğuna delil­dir. Bu cihet bundan evvelki hadîşde de görülmüştü. Bâzıları : «Misver hadîsi, Peygamber {S.A.V.)'in Hudeyblye omrası esnasında muhasara edildiği zaman ,kurban keserek Htll'e çıkmasını yani fîîl-î Resûf'ü haber veriyor.» derler. Buharı bunun için ayrıca bir bâb tahsis etmiş; ona emuhasara esnasında tıraş olmadan kurban kesme babı» demiştir. Butıârî bu tertibin muhasara zamanına mahsus olmak üzere vacip olduğuna işaret ederek, hadisi «Kitâb-ü şurut» ta uzun uzadıya ri­vayet etmiştir. Mezkûr hadîste RsûlüElah (S.A.V.)'in ashâb-i kirâm'ına :

«Kalkın develerinizi boğazlayın; sonra tıraş olun» buyurduğu zikir olunur.

Musannifin bu hadîsi «İhsâr babı» nda zikretmesi daha iyi olurdu.[880]

 

785/631- Âİşe radıydUahü anha'âan rîvâyeî olunmuştur. Demişflir ki: Resûlüllah SaUallahü aleyhi ve sellem:

— Taşları attınız ve tıraş oldunuz mu artık sie gü­zel koku ve herşey helâl olmuştur. Yalnız kadınlar müs­tesna; buyurdular».[881]

 

Bu hadîsi, Ahmed ile Ebu Dâvud rivayet etmişlerdir. İsnadında zaaf vardır.

Çünkü râvîleri arasında Haccac ibni Artat varan, imûlal. Haccac'dan olmak üzere başka tarîkleri de vardır. Hadîs-i şerif, Hlll'e çıkmanın iki şeyle yani cemre-* afcabe'de taş at­mak ve bir de tıraş olmakla meydana geleceğine delildir. Bu iki şey ihramlıya kadınlardan maada her şeyi helâl kılar. Cima* ise ancak ta­vaf-ı ifazâ'dan sonra helâl olur.[882]

 

786/632- «!bnî Abbas radıyaM&hü anhüma'dan rivayet-Eundufiuna göre; Peygamber SaUallahü aleı/hi ve sellem:

— Kadınlara tıraş olmak yoktur. Onlar ancak saç kı­saltırlar; buyurmuştur.»[883]

 

Bu hadîsi, Ebu Dâvud güzel bir isnadla rivayet etmiştir.

u hüküm az yukarda İbni ûmnr hadisinin şcriarJ2 görüldü.[884]

 

787/633- İbnİ Ömer radıyallahü anhüma'dan rivayet olunduğuna göre; Abbas ibni Abdülmuttalİp radıyallahü anh sakalığı dolayısıyla Mİna gecelerinde Mekke'de gecelemek için Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve selîem'öen izin istemiş, Resûlüiiah Sallallahü aleyhi ve seUem de kendisine İzîn vermiştir.»[885]

 

Hadîs, müttefekun aleyh'dir.

Hazreti Abbas (R.A.)'m sakalığı zemzem'de idi. Geceleri zem­zem suyunu kuyudan çekerek havuzlara doldurur, sebil yaparlardı.

Hadîs-i şerif, kurban bayramının ikinci ve üçüncü gecelerini Mina'-da geçirmenin vacip olduğuna delildir. Ancak özürlüler bundan müstes­nadır, îmâm-ı Ahmed ibni Hanbel'in bu kavle zâhip olduğu rivayet edilir. Hanefîler'e göre Mina'da gecelemek sünnettir. Bâzıları bu hük­mün Hz. Abbas'a mahsus olduğuna, diğer bâzıları ise hem Hz. Abbas'a, hem de diğer ihtiyâcı olan sakalara' şâmil olduğuna kaildirler. îmâm-ı Şafiî'ye göre suya kıyâsen şâir yiyeceklerle, malını muhafa­za, hastasını tedavi gibi şeyler de bu hükümde dâhildir.[886]

 

788/634- «Asım b. Adiyy[887] radıyallahü anh'öen rivayet edildiğine göre, Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve seîlem, deve çobanlarına Mina'da gecelememek İçin ruhsat vermiştir. Bunlar bayram günü cemre-i aka be taşlarını atar, sonra üçüncü günü her iki gün İçin taş atarlar. Sonra dördüncü gün taş atarlar.»

Bu hadîsi, Beşler rivayet etmiştir. Tîrmîzî ile İbni Hibban onu sa-hîhlemişlerdir.

Hadîs-i şerîf, özürlülere Mina'da gecelememek caiz olduğuna ve bu işin Abbas (R. A.) ile onun sakalığına mahsus olmadığına delildir. Şu halde bir kimse sakalık yapsa zemzem sakalarına caiz olan herşey ona da caiz olacak demektir. «Üçüncü günü her iki gün İçin taş atarlar» cümlesinden murâd: İkinci gün gelmeyip, o günün taşlarını da üçüncü gün atmaktır.[888]

 

789/635- «Ebu Bekre radıyallahü ank'den rivayet olunmuştur. De­miştir kî: Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem, bize kurban bayramı günü hutbe okudu... ilâh.»[889]

 

Bu hadîs, müttefekun aleyh'dir.

Hadîs-i şerîf, bayram hutbesinden başka bir hutbenin kurban bay­ramı günü meşru olduğuna delildir. Çünkü Peygamber (S.A.V.) haccı esnasında bayram namazı kılmamış; bayram hutbesi okumamıştı. Hac'ta meşru olan hutbeler HanefîSer'le Mâlikîler'e göre üçtür: Bunla­rın birincisi yedi zilhicce günü, ikincisi arefe günü, üçüncüsü de kurban bayramının ikinci günüdür. îmâm-ı Şafiî (150—204) bayramın ikin­ci günü okunan hutbeyi üçüncü güne nakletmiş, buna sebep olarak ikinci günün nefr yani dağılma günü olmasını göstermiştir.

Şafiî'ye göre dördüncü bir hutbe de kurban bayramı günü oku­nur. Fakat bunu Hanefîler'Ie Mâlikîler hutbe değil, umumi tavsiyeler ve nasihatlar mâhiyetinde telâkki ederler. Çünkü böyle tavsiyeler hac'ta meşrudur. Bu tavsiyeler meyâmnda şunlar da vardır :

«Fahrî Kâma* Saîlaîîahü aleyhi ve sellem bize ;

  Bugünün hangi gün olduğunu bitirmişiniz? dedi, Allah ve Resöiü daha İyi hlllr; dedik. Buıu.n üzerine sustu. O derece kî: O güne adından başka bîr ad takacak zannettik. Müteakiben:

  Kurban bayramı günü çleğil mi?

  Evet Öyle; dedik.

  Bu ay hangi aydır? «tedi. Biz:

  AHah ve Resulü daha İyi bHIr dedik; derken sustu. O derece d® ki, ona admdan başka bir ad tskasak zannettik. Sonra:

— Zilhicce değiî rni? dedi. B\%:

  Evet öyle; dedik.

  Bu belde hangi beldedir? dedi. Bî*;

Allah ve Resulü daha iyi bîür; dedik. Derken yine susiu, O deerce ki ona adından başka bir ad takacak ^anneitîk. Nihayet:

  Belde-i haram değil rni? dedi.

  Evet, öyledir; dedsk. Sunun üzerine:

— Hiç şüphe yok ki sizin kanlarınız, mallarınız, size şu beldenizde, şu ayınızda, şu gününüzün   hürmeti gibi Rabbinize kavuşacağınız güne kadar haramdır.Dikkat edin. Tebliğ ettim mi? buyurdular. Ashap:

  Eveî; diye cevap verdiler.

— Allah'ım şahid ol. Burada olan olmayana tebliğ edi-versin. Z\râ nice tebliğ edüen vardsr ks, işitenden daha belleyişiidsr. İmdi benden sonra bîri   birinizin   boynunu vu­ran kâfirler olmaysn; buyurdular.»

Bu hadîsi, Buhârî tahrîc etmiştir.

îbni Kayyım (691—751): O günkü hutbe hakkında gunları söy­lüyor : «Sonra Mîna'ya dönmüş ve nâs£ beliğ bîr hutbe okuyarak ken-ûllerlne kurban gününün hürmetini ve ind - Allah faziletini; Mekke'nin bütün beldeler üzerine hürmetini bildirmiş; Allah'sn kitabıyla kendi­lerin! îdâre edenlere karşı itaatkâr olmalarını ve keza ,hae ibâdetlerini kendisinden Öğrenmelerini nâs'a emretmiş : «İhtimal ben bu yıl­dan sonra haccedemem» demiş; muhacirlerle ensâra rütbelerini göstermiş; nâs'a kendisinin irtihâlînden sonra birbirlerinin boynunu vtı* ran kâfirler olmamalarını ;kendisinden İşitHenlerin başkalarına telilî-9İnî emretmiş, birçok tebliğ edilenlerin işitenlerden daha Sarım haber vermiş ve :   «Cani ancak kendine cinayet eder»

buyurmuştur. Aliah nâs'ın kulaklarını Resûlüllah (S A.V.}' dinlemsye açmış hattâ bu hutbeyi Mİna'da oturanlar evlerinde İşifmişferdir.d Zişân (S.A.V.) ashabına :

— Rabbinize ibâdet edin; beş vaktinizi kılın, orucu­nuzu tutun; hükümdarlarınsza itaat edin ki, Rabbinizih

cennetine gîresiniz» buyurmuşlardır. Peygamber (S-A.V,) nâs'a o zaman veda ettiği için bu hacca, Haccetü'E-Vedâ dediler.»

Babımızın hadîsi, bside i haram denilen Mekke'yi, kurban bayramı gününü ve zilhicce ayını ta'zime şâmil olduğu gibi, kan dökmeyi, baş-kasıran mahna göz dikmeyi, müslümanlar'm biri birine tutmasını vesâi-reyi de yasak ediyor. Bayramın ikinci günü okunacak hutbeden maksad da bunlardır.

Hâsüı, Fahr-î Kâinat (S.A.V.) efendimizin haccetü'l- veda hutbeleri bugünkü İnsan haklan beyannamesî'ni gölgede bırakacak kadar güzeldir.[890]

 

790/636- «Serra'1 biniî Nebhân radıyallahü anha'dsn rivayet ediimi$-*îr. Demiştir ki: Resûlüllah BallaMahü aleyhi ve sellem, kurban bayra-mmın ikinci günü bîze hutbs «k»du. ve :

— Bu, teşrik günlerinin ortası değil mi? îfâh... büyürdular.[891]

 

Bu hadîsi, Ebu Dâvud hasen bir isnadla rivayet etmiştir. Bu hutbe Resûlüllah (S.A.V.)'in dördüncü hutbesidir. «Yevm-i ruüsa kurban bay­ramının ikinci günüdür.

Hadîs-i şerif, bayram gününün teşrik günlerinden olduğuna delildir. Teşrik günlerinin ortası, o günlerin en faziletlisi olmak ihtimâlini haiz­dir. Serra' hadîsinin tamamı da az farkla yukarda zikrettiğimiz Buharı hadîsi gibidir.[892]

 

791/637- «Âişe radıyattahü anha'dan rivayet edildiğine göre. Pey­gamber Solldllahü aleyhi ve sellem, kendisine :

— Beyt-i şerîf ile Safa ve Merve arasındaki tavafın, haccm ve omran için sana yeter; buyurmuşlardır.»[893]

 

Bu hadîsi, Müslim rivayet etmiştir.

Hac ile omra'ya birden niyet etmeye kıran derler. Hadîs-i şerif, hacc-ı kırana niyet eden için bir tavaf ve bir sa'y kifayet edeceğine delildir. Ashâb-ı kîrâm'dan bir cemâat ile eimme-i selâse denilen üç mezhep imamlarının ve diğer bâzı ulemâ'nın mezhebi budur. Haneîîler'le bâzı ulemâ'ya göre ise, kıran için behemahal iki tavaf ve iki sa'y lâzımdır.

Delilleri:  «Hac ve omrayı Allah için tamam layın» âyet-i kerîmesidir. Bunlar Hz. Ali (R. A.) ile SaH b. Mabed'den rivayet edilen hadîslerle ve ashâb-ı kirâm'm en büyüklerinden olan Ömer, Ali, ibni Mes'ud ve İmran ibni Hüseyn (R.anhüm) hazarâtı-nm kavi ve fiilleriyle istidlal ederler.[894]

 

792/638- «İbni Abbas radtydllahü anhüma'dan rivayet olunduğuna göre. Peygamber Sattollahü aleyhi ve settem, tavâf-ı ifaza yaptığı yedî şavtta  remel yapmamıştır.»[895]

 

Bu hadîsi, Tİrmizî müstesna, Beşler rivayet etmiştir. Hâkim onu sahîhlemiştir.

Hadîs-i şerîf, tavaâf-i ifazada remel ile yürümenin meşru olmadı­ğına delildir .Cumhur ulemâ'ya göre remel ile yürüyüş tavâf-ı kudüm'de meşrudur.[896]

 

793/639- «Enes radıyallahü anh'âen rivayet edildiğine göre. Pey­gamber SallaUahü aleyhi ve seMem, öğleyi, ikindiyi, akşamı ve yatsıyı kılmış, sonra Muhassab'da hafif bir uyku çıkarmış, ondan sonra (hay­vanına) binerek beyt-i şerife gitmiş ve onu tavaf etmiştir.»[897]

 

Bu hadîsi, Buhar! rivayet etmiştir.

Muhassab: Ebteha bitişik bir yerdir. Hadîsteki tavaftan murâd: Ta­vâf-ı veda'dır. Bu tavaf üçüncü teşrik gününde olmuştur. Çünkü Resûlül­lah (S.A.V.) ikinci gün öğleden sonra taşlarını atmış ve öğle namazını Muhassab'a varıncaya kadar geciktirmişti. Orada günün namazlarını hadîste zikredildiği veçhile kılmıştı. Ulemâ tahsib'in yani Muhassab'da konaklamanın sünnet olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. HaneHfer'le diğer bâzı ulemâya göre sünnettir. Bâzılarına göre sünnet değildir. Ora­sı sadece Peygamber (S.A.V.)'in konakladığı bir menzildir. Bu işi ondan sonra ona uymuş olmak için hülefâ-İ Râşİdîn de yapmışlardır, ibni Ab-bas'a göre Tahsib müstehap bir ibâdet değildir. Hz. Âişe (R. anhaynvn mezhebi de budur. Nitekim aşağıdaki hadîste görülecektir.[898]

 

794/640- «Âişe radıyallahü anha'dan rivayet olduğuna göre, kendi­si bunu yani Ebtahfa konaklamayı yapmaz; ve «Oraya Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem, ancak ve ancak (Mekke'den) çıkmasına en elverişli bir yer olduğu için indi» dermiş.»[899]

 

Bu hadîsi, Müslim rivayet etmiştir.

Resûlüllah (S.A.V.)'in oraya inmesi bâzılarına göre, dinini kuvvet­lendirmek ve keli'mefuliah'ı meydana çıkarmak suretiyle Allah'ın ken­disine ihsan ettiği ni'metleri göstermek içindir. Çünkü Kureyş vaktiyle Benî Hâşîm'e bu yerde boykot ilân etmiş; onlarla alâkayı kesmek için birbirlerine yemin vermişler; boykot ettiklerine dâir bîr de beyanname yazmışlardı. Resûlüllah (S.A.V.)'in oraya inmesi bu hikmete mebnî ise, Allah'ın nimeti bütün müslümanlar'a âmm ve şâmil olduğundan ümme­tin hacılarının da kıyamete kadar o yerde konaklamaları münâsip olur. Nitekim Hanefîler'e göre, tünnet'tîr. Hz. Ömer (E. A.)'dan da sünnet olduğu rivayet olunmuştur.[900]

 

795/641- ibnî Abbas radvyaUakü anhvma'ûan rivayet olunmuştur. Demîşfîr kî: Nâs son vazifelerinin beyt (i tavaf) olmasına emir aldılar. Şu kadar var ki, hayzlıya tahfif olundu.»[901]

 

Bu hadîs, müttefekun aleyh'dir.

Nâs'a olsun, hayzhlara olsun emri veren Peygamber (S.A.V.)'dir. Yalnız fail malûm olduğu için, râvi sigayı meçhule değiştirmiştir. Maa-mâfîh malûm sigasıyîa rivayeti de vardır. îmâm-t MüsUm ile îmâm-% Ahmed ibni Hanbel onu İbni Abbas (R. A./dan malûm sigasıyla tah-rîc etmişlerdir. Hadîsin lâfzı şudur :

her taraftan çeküâp gidiyorlardı.    Sunun üzerine Peygamber (S.A.V,) :

— Son vazifesi beyt-i tavaf olmadıkça hiç bir kimse gitmesin; buyurdular.»

Bu hadîsi tavâf-ı vedâ'ın vacip olduğuna delildir. Cumhur ulemâ'-mn kavli de budur. İmâm-% Mâlik ile diğer bâzı ulemâ'ya göre, tavâf-ı veda vacip değildir. Bunlar: «vacip olsa hayzhdan sakıt olmazdı» diyor­lar. Kendilerine şöyle cevap verilmiştir.» Tahfif vacip olduğuna delil­dir. Çünkü vacip olmasaydı .tahfif kelimesini kullanmazdı. Binaenaleyh: hayzîıya tahfif olundu; demek, ona vacip değildir, demektir.»

Hayzlı kadın, tuhrunun (temizlik günlerinin )gelmesini beklemez. Tavâff-ı vedâ'ı terk ettiği için kendisine kurban kesmek de îcâp etmez. Çünkü esasından sakıt olmuştur.

Tavâf-ı vedâ'ın zamanı : Kurban bayramının üçüncü günüdür. Ule­mâ bunda müttefik iseler de daha önce ve sonra yapılmasında ihtilâf etmişlerdir. Bu tavaf, hac ibâdetlerinin en sonuncusu olduğundan, daha önce yapılmaması yapılırsa caiz olmaması gerekir. Daha sonra yapıl­ması bâzılarına göre caiz değildir. Tekrar tavaf icâp eder. îmâm-t Âzam Bbu Hanîfe (80—150) 'ye göre sonra yapmak caizdir. Tekrar tavafa lüzum yoktur. Omra yapana tavâf-ı vedâ'ın meşru olup olma­dığı dahi ihtilaflıdır. Sevrî'ye göre : Omra yapana da meşrudur. Yapmazsa kurban kesmek lâzım gelir.[902]

 

796/642- «İbni Zübeyr[903] radıyallakü anhüma'âsr- rîviytf oSun-muştur. Demiştir ki: Resûlüllah Sallallahü aleyU ve selîem :

-Benim şu mescidimde (kılman) bir namaz, başka mescidlerde kılınan bin namazdan daha efdâldir. Yalnız mescid-i haram müstesna. (Çünkü) mescid-i haramda kılı­nan bir namaz benim şu mescidimde kılman namazdan yüz kere daha faziletlidir; buyurdular.»[904]

 

Bu hadîsi, Ahmed rivayet etmişdir, İbni Hibban onu sahîhlemıştir.

îbniMâce (207—275) ile İbni Asâkir (499—571)'in Hazret! Enes (R. A.den tahrîc   ettikleri bir rivayette   şöyle   buyrulmaktadır :

«Benim mescidimde bir namaz, elli bin namaza muâdildir.» Fakat bu hadîsin isnadı zayıftır. îmâm Ahmed ibni Hanbel'm İbni Ömer (R.A.y&en rivaye­tinde lâfzı şöyledir :

«Mescid-i haramda bir namazda başkalarında kılınan yüzbin namazdan efdâldir.»

Hz. Câbir'den gelen bir rivayette: «YÜZ bin» yerine «bin» de­nilmiştir. Tdberânî (260—360)'nin Ebu'd-Derda (R.A.)'dan rivayet ettiği bir hadîste şöyle buyrulmuştur :

«Resûlüllah SaUdllahü dleyM ve sellem : Mescid-i haramda kılınan bir namaz, yüz bin namaza, benim mescidimde kılınan bir namaz, bin namaza, Beyt-i mukaddeste kılı­nan bir namaz, beş yüz namaza muâdildir; buyurdular».

Bu hadîsi, İbni Abdü'l-Berr (368—463) Bezzar tarikiyle rivayet etmiş; ve: «Bu güzel bir isnaddır» demiştir. Ebu'd-Derda hadîsiyle Ibni Zübeyr hadîsi mânâca birdirler. Çünkü bu hadîste mescid-i haram'da kılınan namazın yüzbin namaza muâdil olduğu zikrediliyor. İbni Zübeyr hadîsinde de mescid-i haram'da kılman namazın Peygamber (S.A.V.)'in mescidinde kılınandan yüz kere daha faziletli olduğu bildiriliyor. O ha­dîste Resûlüllah'ın mescidinde kılınan bir namazın bin namaza bedel olduğu beyân olunduğuna göre, mescid-İ haram'da kılınan bir namaz yine yüz bin namaza muâdil olur.

îbni Hazm (38Jf—Jf56): «Bu hadîsi İbni Zübeyr, Ömer ibni Hat-tap'tan, sıhhatca güneş gibi bir senedle rivayet etmiştir. Sahâbe-i kî-râm'dan bu bâbda muhalif de bulunmadığından adetâ icmâ hâsıl olmuş­tur. Hadîs, sahabeden bir cemâat tarafından bir çok lâfızlarla rivayet edilmiştir. Benim muttali olabildiğime göre, sahabe râvilerin sayıları onbeştir» diyor.

İbnî Zübeyr hadîsîyle o mânâdaki diğer hadîsler mescid-i haram ile mescid-i Nebevi'nin bütün dünyâ moscidlerinden efdâl olduklarına ve bu iki mescidin kendi aralarında da faziletçe biri birinden farklı bulun­duklarına delildir. Görüldüğü veçhile kat sayıları muhteliftir. Bunların büyük olanı kendinden küçük olan sayının muteber olmayacağına de­lildir. Çünkü nâss sarihtir.

Acaba Resûlüllah (S.A.V.)'in efdâl olduğundan bahsedilen mesci­dinden murâd o günkü mescid midir; yoksa sonradan genişletilen haline de şâmil midir? Bu cihet ihtilaflıdır. Ve her iki şıkka kail olanlar var­dır. Bilhassa mescid-i Nebevi ne kadar genişletirilse genişletilsin, yine de mescid-i Resûlüllah (S.A.V.) olmakta devam edeceğine dair birçok hadîsler rivayet edilmiştir. Bu hadîslere göre, ziyâde edilen yerde de aynı eski mescid gibi fazilet vardır. Lâkin mezkûr hadîslerin hiç biri delîl olacak kuvvette değildir. Bu sebeple onlardan örnekler almadık.

Sonra Mekke ve Medine mescidlerinde kılman hangi namaza hu se­vabın verileceği de ihtilaflıdır. Bâzılarına göre meselâ : Mesdd-İ Ne­bevi'de kılman namaz, farz da olsa, nafile de olsa, vaâd edilen sevap verilir. Diğer bâzılarına göre büyük sevap yalnız farzlara mahsustur. Bir takımları : «Nafileleri evde kılmak daha sevâplı ise de mescid-i ha-ram'la, mescid-i Nebevî'de kılınan nafileler için sevaplar kat kat veri­lir» demişlerdir.

Sevap katlaması, yalnız namaza mahsus da değildir, tmâm-ı Ga­zali (450—505): «Medine'de yapılan her amele bin kat sevap vardır» der. BeyhaM (384—458) Câbİr (R. A./dan şu hadîsi tahrîc etmiştir:

«ResulüMah {S.A.V.) :

— Benim şu mescidimde kılınan bir namaz, başka mescidlerde kılınan bin namazdan efdâldir. Yalnız mes­cid-i haram müstesna. Benim şu mescidimde kılman cu­ma, başkalarındakılınan bin cumadan efdâldir. Yalnız mescid-i haram müstesna ve benim şu mescidimde (geçi­rilen) ramazan ayı başkalarında geçirilen bin ramazan ayından efdâldir. Yalnız mescid-i haram müstesna; buyur­muşlardır.»

Buna benzer bir hadîs Ibnî Ömer (R. A./dan rivayet edildiği gibi yine buna yakın bir hadîsi Taberânî «El-Kebîr» inde Bilâl ibni Hars (R. A./dan rivayet etmiştir.[905]

 

«Hacc'ın Kazası Ve İhsar Babı»

 

Hasr: Menetmektir. Ihsar: hastalık, acz ,korku ve benzeri bir şeyin haccı tamamlamaktan men etmesidir. Bazılarınca haccı ikmal edeme­mek düşman korkusundan ileri gelirse ona hasr derler: «Hasr'la ihsar'-ın ikisi bir mânâyadır» diyenler de vardır.[906]

 

797/643- lbni Abbss radıyattahü anküma'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki; Resûlüllah Salîaîldhii aleyhi ve seUem, muhasara edildi de bâşıru fsraş etti; kadınlarıyla cima'da bulu  hedy kurbanını boğar-ladî. Ve gelecek sene omra yaptı.»

Bu hadîsi, Buhârî rivâvet etmiştir.

Ulemâ ihsar'm ne ile olacağında ihtilâf etmişlerdir. Ekserisi düş­man ve hastalık gibi hacca mâni olan her şeyle olacağına kelidirler. Hattâ İbni Rfles'ud (R.A.) bir adamı zehirli mahlûk ıssrsa, ona muh-sar denileceğine fetva vermiştir. Hanefîler'le diğer birçok ulemâ'nın kavli budur. Onlarca ihsar, ihtiyarlık, korku vesâirede nâss ile diğerle­rinde kıyasla sabittir. Delilleri: «Eğer muhasara olunursanız^ âyet-i kerîmesidir. Bu âyetin sebeb-i nüzuhü Peygamber (S.A.V.)'in düşman tarafından muhasara altına alınması ise de usul-i fikha göre âmnı se­bebine münhasır kalamaz, bu babta üç kavi daha vardır:

1— Hasr, Hz. Peygamber £S-Â.V.)'e mahsustur. Ondan sonra hasr

2— Hasr, Mı. Peygamber (S.A.V.)'in başına gelen muhasara gibi yerlerde olur. Binaenaleyh kâfir bir düşmanın muhasarasından başka mâniler hasr'a ilhak edilemez.

3— Hasr, kâfir olsun, mü'min olsun ancak düşman tarafından olur,

Hudey&îye kıssasında Resûîüllah (S.A.V.) tıraş olmadan devesini boğazlamişü. Ulemâ diyorlar ki : ibni Abbas hazretlerinin bu hadîsi tertip ifâde etmez. Zâten İbni Aobas (R.A,) da ondan tertip kasdetme-miş; ûirf vak'â/ı anlatmak için rivayet etmiştir.»

(Hedy kurbanını boğazladı) demesi, orada Peygamber (S.A.V.)'in yanında hedy kurbanı olduğunu haber vermek içindir. Binaenaleyh bu kurbanm vacip olduğuna de'âlet etmez. Muhasarada kalan hacıya hedy kurbanı vacip olup olmadığı da ihtilaflı bir mes'eledir. Ekser, ulemâ'ya göre vaciptir, fanâm-ı Mâlik (03—179): «Vacip değildir» der. Bâzı­ları bu mes'eiede Hz. îmâm Mâlik'i haklı bulurlar. Hadîste «ve gele­cek sene omra yaptı» denilmesine bakarak bâzıları: «Muhasara altında kalan kimse nafile hacca MJe gitse kendisine yine kaza lâzım gelir» di­yorlar. Niyet ettiği hac farz olursa, kazasının vacip olduğunda bütün ulemâ müttefiktirler.

Bâzüarı da buradaki \bm Abbas hadîsinde kazayı îcâp edecek bir söz görmüyorlar. Onlarca bu hadîs sâdece gelecek sene Hz. Peygamber (S.Â.V.J'In omr? yaptığını haber veriyor: «şüphesiz ki gelecek yıl Re-£Û!iî^@h (S.A.V.) omra yapmiştır. Fakat bu omra geçen senesinin kaza­sı değil, yeni r r omradır.» dedikten sonra şunu da ilâve ediyorlar: Mâlik'n talırtc ettiği bîr tebliğe göre, ResûiüHsh {S.A.V.) Hudeybfye'de ashabı ile birlikte ihramdan çıkmışlar, ve hedy kurban­larını keserek tıraş olmuşlar, beyt-l gerîf'i tavaf etmeden; hedy kur-b^nları henüz .beyt-l çerK'e varmadan herşeyderı helâl olmuşlardı. Kundan sonra Hz. Peygamber (S.A.V.)'in yanındakiİerden birine haccı-ni kaza etmesini emir buyurduğu malûm değildir.» İmâm-ı Şafiî (150 —204) : «Nerede muhasara olundu ise, orada kurbanını keser ve ihramdan çıkar. Ona kaza da yoktur» diyor. Şafiî hasretleri bundan sonra şunları söylemektedir: «Çünkü biz ashâfc'm hadîslerinin birbirini tutmasından anladık ki, Resâİüllah'ın yamnda Hudeybiye yılında tanın­mış avaralar varmış. Bujılar sonra omrsı ka^â'yı yapmışlar. Ve bâzı­ları mal ve can zarureti yokken, Medine'ce kalarak omraya iştirak et­memişler. Eğer bunda kaza îâzım gelseydi, Resûlüllah {S.A.V.) kendi­sinden ayrılmamalarını onlara emrederdi». Şafiî hazretleri bundan son­ra da omrstu'j kaza'ya niçi"i kaza denildiğini anlatıyor ve: «Bu omra'ya cmraiu'Skasâ denilmesi, Peygamber (S.A.V.) ile Kurâyş arasında vuku bulan mukar.ât musâlaha'dan dolabıdır. Yoksa o omra'nm kazası va­cip olduğundan değildir» diyor.

İbnî Abbas (R. A.) hazretlerinin : «Hedyİni boğazladı» sözü üzerin­de de ulemâ ihtilâf- etmişlerdir. Bâzıları onu, Hudeybiye günü ihramdan çıktıktan sonra boğazladığına, diğerleri bu işi henüz ihramlı iken yıptı-ğına kail olmuşlardır. Muhsar bir kimsenin hedy kurbanını nerede ke­seceği hususunda birkaç kavi vardır:

1— Cumhur ulemâ'ya göre bu kurbanı ihramdan çıktığı yerde ke­ser.

2— Henefîler'e göre, hedy kurbanı yalnız harem-i şerifte kesilir..

3— İbnî Abbas (R. A.) ile ulemâ'dan bir cemaata göre eğer hedy kurbanını harem-î şerîf'e gönderebilirse, göndermesi vaciptir. Yerinde kurban etmedikçe ihramdan çıkamaz. Fakat harem-i şerife göndere-miyorsa muhasara edildiği yerde keser.[907]

 

798/644- «Âİşe radıyallahü anha'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Peygamber Sallallahü aleyhi ve seüem, Dubaa binti Zübeyr b. Ab-dulmuttalİh'in yanına girdi. Dubaa:

  Yâ Rcsûlüllah ben gerçekten haccetmek istiyorum. Amma has­tayım (ne yapmalıyım) dedi. Peygamber Sallallahü aleyhi ve seMem ona :

  Haccet ve ; İhramdan çıkmam    (hastalığın sebe­biyle) beni men ettiğin   yerde   olacaktır; diye şart koş; buyurdular.»[908]

 

Hadîs, mütfcfckun aleyh'dir.

Hadîs-i şerîf muhrim ihramı hakkında şart koşar da sonra kendisine hastalık arız olursa, ihramdan çıkabileceğine delildir. Sahabe ve tâbiîn'-den bir cemâat ile mezhep imamlarından İmâm-ı Ahmed ve sahîh kavle göre Şafiî'nin mezhebi budur. Hastalığı da ihsardan sayanlar hastanın muhsar olduğuna kaildirler. Bu hadîsin zahiri hastanın muhsar olmadığına, yalnız hastalık sebebiyle ihramdan çıkabileceğine, binaenaleyh muhsar*a lâzım gelen hedy ve şâire buna lâzım gelmiyeceğine işaret ediyor. Pukâhadan bâzıları: «Iştirat sahîh değildir. Onun hük­mü yoktur.» demişlerdir. Onlara göre Dubaa kıssası muayyen bir vak'a olup, mevkuftur. Bu hadîs için: «ya mensuhtur, yahut hadîs zayıftır» di­yorlar. Fakat müttefekun aleyh olduğuna göre hadîsin zayıf olmadığı meydandadır. Onu Ebu Dâvud, Tirmizî, Nesâî ve diğer büyük hadîs imamları çeşitli yollardan birçok ashâb-ı kirâm'dan rivayet etmişlerdir.[909]

 

799/645- «İkrime'den[910] Haccac İbni Amr Ensârİ radıyaUahü anh?~ den işitmiş olarak rivayet edilmiştir. Haccac demiştir ki : Resûlüllah Sallallahü aleyhi ve sellem :

— Bir kimse (n«n bir yeri) kırılır ve topal Olursa (ihram­dan) Hill'e çıkmıştır. Onun üzerine gelecek sene hac lâzım gelir; buyurdular.»[911]

 

İkrime şöyle demiştir : «Bunu İbni Abbas İle Ebu Hüreyre'ye sor­dum: Doğru söylemiş; dediler».

Bu hadîsi, Beşler rivayet etmiştir. Tirmizî onu hasen bulmuştur.

Hadîs-i şerîf, ihramlı bir kimseye bir yeri kırılmak veya hasta ol­mak gibi bir şey arız olursa derhal ihramdan çıkmış sayılacağ-ra lîldir.

Görülüyor ki bu babın üç hadîsi muhlimin üç sebepten biriyle ih­ramdan £ikacağmı ifâde ediyor. Bu sebepler : îhsar, iştirat ve kınk-çi-kık gibi şeylerdir.

Buraya kadar bahsedilen hükümler, ihsardan dolayı haccı kazaya kalanlar hakkındadır. İhsardan başka bir sebeple hccı kaazâya kalanla­ra gelince : UEernâ bunlar hakkında dahi ihtilâf halindedir. Bâzılarına göre hac için yaptığı niyet ve ihramı omra'ya çevirir, zîrâ Beyhakî : El-Esved* den. şunu tahrîc etmiştir: «Omra-î hac İçîn niye? edip de hacc-edemîyentn tı& Yapacağım Ömere sordum: Omra'ya telbiye yapar: Ge-!eçt,k sene onun' isterine hac lâzım gefsr; deds^ sonra: Zeyd ibni SâMt'e rasfbdım. Ona da sordum. O da Ömer'in dediği gibi söyledi» demiştir, diğer bâzılarına göre: Omra için telbiye yapar ve oncn için ayrıca ih­rama girer. Bir takımları böylesine: «haccı kazaya kaldığı için hayvan kesmek dü îcâp ederr> derler. Hsnefîler'lc ŞâfîsSer'e göre hayvan kesmek lazım değildir.[912]

 

 

 



[1] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/5-6.

[2] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/6-7.

[3] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/7.

[4] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/8.

[5] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/8-9.

[6] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/9.

[7] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/9-10.

[8] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/10.

[9] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/10-11.

[10] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/11.

[11] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/11-12.

[12] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/12.

[13] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/12.

[14] Abdullah Müzeni (R.A.) denAbdullah tbni Mugaffel-i Müzeni: NUkatoft-iSaha­bedendir. Rıdvan bîatmda bulunmuş, Resûlüllah'm irtihalinden sonra da Bas-rada ikamet etmiştir. Kendisinden kırk dört hadîs rivayet edilir. Bahârl ile Müslim dört hadîsin rivayetinde ittifak etmiş, bir hadîsi de münferiden riva­yet etmişlerdir. Hicretin ellinci veya altmışıncı senesinde vefat etmiştir.

[15] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/13.

[16] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/13-15.

[17] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/16.

[18] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/16.

[19] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/16.

[20] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/16.

[21] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/17.

[22] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/17.

[23] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/18.

[24] Bu ıstılahlar için bak. Selâmet Yollan G. t Sh. U. V.   ye.

[25] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/18.

[26] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/18-19.

[27] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/19-21.

[28] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/21.

[29] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/21-22.

[30] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/22-23.

[31] Birinci Cild Sahife 311'e Müracaat.

[32] Birinci Cild Sahife 329'a Müracaat.

[33] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/23-26.

[34] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/26.

[35] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/26.

[36] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/26.

[37] Sahabe o kimsedir ki; Peygamber  fS.A.V.)  efendimizin sohbetlerine yetişmiş ve en az, kendisiyle bir defa sohbette bulunmuş ola...

[38] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/26-33.

[39] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/33-34.

[40] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/34.

[41] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/34.

[42] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/35.

[43] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/35-36.

[44] Bak birinci Cilt Sahih olup olmayanlara göre hadîs-i şerifler'in tak­simi» bahsine.

[45] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/36-37.

[46] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/37.

[47] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/37.

[48] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/37-38.

[49] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/38.

[50] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/38.

[51] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/38.

[52] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/38-39.

[53] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/39.

[54] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/39.

[55] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/39-40.

[56] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/40.

[57] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/40.

[58] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/40-41.

[59] Muftvvaseteyn: Fel&k ve Nâs sûreleridir.

[60] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/41-42.

[61] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/42.

[62] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/42.

[63] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/42.

[64] Leff-ü Neşr: Bu ıstılah edebî bir tâbirdir ki: Kur'an-ı Kerîm'de ve Hadîs-İ Şeriflerde çok defa vâkî olmugdur. Belagat Fennine göre tarifi şöy­ledir : Leff-ü Neşr : Bir kaç isim yazıldıktan sonra bunların her birine ait olan sıfat veya fiilleri ayrıca sıralama. Bunun İki nev'i vardır :

1— Leff-ü Neşr-i Müretteb : Yazılan bir kaç isimden sonra bunlara ait sıfat veya fiillerin aynı tertible sıralanması. Kİtablarda Leff-ü Neşr-i Müret-tebe misâl olarak gösterilen Kasas Sûresinin 73 üncü âyetinin meali:

«Rahmetinden o sizin için hem geceyi hem gündüzü yaptı ki hem İçinde dinleneseniz ve hem çalışıp fazlından isteyesiniz de gükredesiniz.

Allahü Teâlâ bu âyette, önce, geceyle gündüzü Rahmetinden yarattığını bildirdi. Sonra, onları yaratıgdaki sebebi bildirmek için; gecenin ve gündüzün ne ile mevsuf olduklarını zikretti.

Böylece; başlangıçda dürülü (= müleffef) olarak bildirdiği âyetini sonra neşrederek (açarak) bildirdi. Bildirirken de âyetin başındaki gibi önce ge­cenin sıfatını, sonra gündüzün sıfatını zikrederek, Leff-ü Negr-İ Müretteble hük­mü beyân etti.

2—Leff-ü Neşr-i Müşevveş veya Gayr-İ Müretteb : Yazılan bir kaç isim­den sonra bunlara ait sıfat veya fiillerin karışık olarak sıralanması.

Bu mevzuda en mühim eser olan Seyyid Şerif-i Cürcânl'nln «Kitâbü't -Ta'rîfât» ından Leff-ü Negr hakkındaki yazı aşağıya alındı.

[65] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/43.

[66] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/44.

[67] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/44.

[68] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/44.

[69] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/44-45.

[70] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/45-46.

[71] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/46-47.

[72] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/47-48.

[73] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/48-49.

[74] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/49.

[75] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/49.

[76] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/50.

[77] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/50.

[78] Sûre-i Nisa; âyet : 102.

[79] El-îhtiyâr Cild,  1. Sahife 55, Cemaat bahsi.

[80] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/51.

[81] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/52.

[82] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/52-53.

[83] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/53.

[84] ZEYLAİ FAHRÜDDİN: Ebu Muhammed Osman tbni, Ali Hanefi fukahasından olup kudretli bir âlimdir. Hicrî 705/M. 1305, tarihinde Kâhire'ye gi­derek tedris (ders verme) ile, ifta (fetva verme) ile Hanefî fıkhını neşr ile meggul olmuştur. Tebyînü'l-Hakaikalâkenzİ'd Dekaik» adindaki eseri, muteber bir fıkıh kitabıdır.

Zeylâî merhum Hicrî, 743/Milâdî 1342 de vefat etmiştir. Mısır'da «Kare-fe-i Sugra» da medfundur.

Zeyl : Habeş denizi yanında bir beldedir.

[85] Attâbl : Ahmed bin Muhammed bin Ömerü'l - Attabi, ZâhidÜddin adıyla meşhurdur. Buhara'lıdır. Hanefî fukahasındandır. (Fakihlerindendir.) 586 yı­lında Irtihâl eylemiştir, «Tefsîr-i Attâbî» adıyla bilinen Kur'an tefsiri yazmış­tır. Ayrıca «Fetevây-t Attâbî» adıyla bilinen «Cevâimü'l-Fıkıh» adlı kitabı da meşhurdur. İmam Muhanımed Şeyb&nî'nin Camiü'l-Kebir» ve «Câmiü'z-Zahir» ziyftdatma zitâdesi vardır. «CevâmiU'l-Fıkıh» 4 büyük cild halindedir.  

(EsmâÜ'l-Müellİfin Cilt: I. Sayfa: 87).

[86] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/53-56.

[87] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/56.

[88] Sûre-i Nisa; Ayet: «142».

[89] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/56-57.

[90] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/57-58.

[91] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/58.

[92] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/59.

[93] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/59-60.

[94] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/60.

[95] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/61-62.

[96] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/62-63.

[97] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/63-67.

[98] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/67.

[99] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/67.

[100] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/67-68.

[101] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/68.

[102] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/69.

[103] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/69-70.

[104] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/71.

[105] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/71-72.

[106] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/72-73.

[107] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/73.

[108] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/73.

[109] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/73-74.

[110] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/74-75.

[111] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/75-78.

[112] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/78.

[113] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/78-81.

[114] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/81.

[115] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/81-83.

[116] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/84.

[117] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/84-85.

[118] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/85.

[119] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/85.

[120] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/85-86.

[121] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/86-87.

[122] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/87.

[123] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/87-89.

[124] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/89.

[125] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/89-92.

[126] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/92.

[127] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/92-94.

[128] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/94.

[129] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/94-95.

[130] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/95.

[131] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/95.

[132] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/95-96.

[133] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/96.

[134] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/96.

[135] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/96-99.

[136] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/100.

[137] Sûre-I Nisa; Ayet : «101».

[138] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/100-102.

[139] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/102.

[140] Bu ıstılah İçin bak; birinci etMdeki «hadislerin İttisal ve İnkıtaa göre taksimlerine.

[141] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/103-105.

[142] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/105.

[143] Sûre-i Bakara; Âyet: «185».

[144] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/105-106.

[145] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/106.

[146] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/106-108.

[147] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/108-109.

[148] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/109.

[149] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/109.

[150] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/109-112.

[151] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/112.

[152] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/112-114.

[153] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/114.

[154] Macişün : Asıl ismi Ebu Yusnf Y&kûb ibni Ebi Seleme olup, tabiînin meşhuriarındandir. Medînede ve Abdullah ibni Ömer ve şâir zevatla görügmüg-tür. Ömer ibni AbdUtasİs Hazretleri Medînede vali bulunduğu zaman daima M&cişûn'u yanında buluaâurmugtur. 164 tarihinde vefat etmiştir.

[155] Süre-i Kehf;   Âyet :   104.

[156] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/114-118.

[157] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/118.

[158] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/118.

[159] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/118-119.

[160] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/119.

[161] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/119.

[162] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/119.

[163] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/119-120.

[164] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/120.

[165] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/120.

[166] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/120.

[167] Sûrea Cuma; Ayet: 9.

[168] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/121-122.

[169] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/122-123.

[170] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/123.

[171] Hz.  Seîemetü'bnü Ekva  :  Muhaeirîndendir, hicretin  6.  cı senesinden tince islâmiyet! kabul etmiştir. Resûl-ü Ekrem'den sonra Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Talha'dan bir çok hadîs rivayet etmiştir. Rivayet ettiği hadîslerin yekû­nu 77.'dir. Bunlardan 16'sı Müttefekun aleyh'dir. 5'i Buhârîde 9, tanesi Müs-limde Münferiddir. Hz. Osman'ın gehâdetinden sonra Medîneyl bırakıp Rebeze'ye-yerleşti. Sonra tekrar Medîneye dönerek 64 tarihinde vefat etti.

[172] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/124.

[173] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/124-126.

[174] Selh bin Sâid   (B.A.) Ebnl    Abbas Selh bin Sâid bin Mâlik  Eıısârî.Hazrecidir, vaktiyle ismi Hazm olup sonradan Resûlüllah (S.A.V.)'İn kendisine Sehl ismini verdiği söylenir. Peygamber (SjV.V.)'1h irtih&llnde 15 yağında İdi. Medîne-İ Münevverede 88 ve rivayette 91 tarihinde 96 yaşında vefat etmiştir. Medînede vefat eden en son sahâbldir. Kendisinden, sah&bt ve bir çok kimseler, hadîs rivayet etmigtir.

[175] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/126.

[176] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/126-127.

[177] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/127.

[178] SÛre-i Cuma; Âyet: «58».

[179] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/127-128.

[180] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/128.

[181] Hz. Salim Mevlâ Ebî Huzeyfe : Sâbikİn-i evvelden olup Salim İbni EM Huzeyfe diye meşhurdur. Ana tarafından Ensardan, baba tarafından da Mu­hacirinden olduğu sanılmaktadır. Hz. Ebu Huzeyfe onu oğul ittihaz etmiş ve ona tam evlâd muamelesi yapmıştır.

Hz. Salim, kıraatta imam olan ekâbir-i Ashâbdandır. Resulü Ekrem, Kur'-anm dört kişiden öğrenilmesini emir buyurmuştur. Bunlar İbni Mes'ud, Hz. Sâllm, Übey ibni Kâ'b ve Muaz ibni Cebel'dir. Hz. Salim Kıraatta yedi tûla sahih idi.

Hz. Salim vefatından önce bıraktığı servetinin üçte birini kölelerinin azad edilmesi için vasiyet etmiş ve Hz. Ebu Bekir devrinde Peygamberlik iddiasına kalkışan Müseylemeye karşı savaşırken sancaktar olduğu halde şehîd olmuş­tur. Son anlarında şu âyet-i okuduğu duyulmuştur: (Meâlen) «Muhammed Re­sulden başka bir şey değildir. Nice Peygamberler gelmiştir İd, onlarla birlikte AJlahı seven adamlar maktul düşmüşlerdir.»

[182] Zührî i= ibni Şihâb : Ebu Bekir Muhammed ibni Müslim, Kureyşin Zühre kabilesine mensub olan bu muhterem zat, tabiinden Muhaddis, fakîh, zâhtd bir simadır. Bazan «Zühri», bazan da büyük dedesine nisbetle «tbni Şi­hâb» diye yâd olunur. Medînelidir. Şam'da ikâmet etmişti. Ashâbdan on zâta Mülâki olmuştur. Enes ibni Mâlik ve Rebia ibni İbâd gibi Sahâbe-i gûzinden ve bir çok tabiînden hadîs ahzetmiştir. Kendisinden de Atâ, Ömer ibni Abdülaziz, İmâm-ı Mâlik gibi bir çok meşhurlar rivayette bulunmuşlardır.

Zühri iki bin hadîs-i şerif rivayet etmiştir.. Bunların bir çoğu «Kütüb-i aitte» ve «Muvatta» da mezkûrdur.

Kur'an-ı Kerimi seksen gecede ezberliyecek kadar bir hafızaya mâlik olan ZOhri 124 tarihinde Şegbeda'da vefat etmiştir.

[183] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/128-129.

[184] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/129-130.

[185] Ka'ab bin Ucre bin Ümeyye bin Adiyy bin Ubeyd ibni Hâlid e! Belvî Sahabeyi Kirâm'dandır. Künyesi Ebu Muhammed ve Ebu îshak'tır. Resûlüllah (S.A.V.) ile beraber bir çok gazalarda bulunan sahabedendir. Iludeybiye mü­şahhasında ve Omre'sinde bulunup Resûlüllah ve ashâbıyla birlikte Ömre hac. cim yaparken başındaki hastalıktan dolayı Resûlüllah, kendi: ire  :

«Başını tıraş et muhrim olduğun halde bu işi yaptığından dolnyı di fidye­sini ver» buyurmakla Ümmet-İ Muhammediyye hakkında bu hrUe düşenlere ruhsat olmak üzere fidye âyetinin nüzulüne sebep olmuştur. Kâ'ab bin Ucre Hazretleri âhir ömrünü Kûfe'de geçirmişler, rivayete göre 52/53 H. senesinde Medîne-i Münevverede irtihâl eylemişlerdir. Kendisinden oğulları, ve Hz. Ab­dullah ibni Ömer, Câblr, îbni Abbas ve Tarık bin Şihâb ve Zeyd bin Vehb ha­dîs rivayet etmişlerdir. El-tsâbe C. in. Sfthlfe 281. Ei-îstiâb C. III. Sâhife 275.

[186] Süre-İ Isrâ; Ayet: «I6».

[187] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/130-132.

[188] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/132.

[189] Sûre-i Kasas; Âyet:  «56».

[190] Sûre-i îsra; Âyet: «9».

[191] Nur-ul Hasan Sıddik Han : Ebu't Tayyîb Sıdtîîk Hasan b. Ali el-Hü-seyin, el-Buharî, el-Kannûcî    değerli bir âlimdir.  Aslen Buhâra'hdır.  1248 de Kannuc'd.ı doğmuş 1307de HIndistanda vefat etmiştir. Delhi'de tahsil gör­müş, genç yaşında Behopel devletinin mülkiye memurluğuna girerek, vezir, Ce-mâleddin •Han'ın kızı ile evlendi. Devletin idaresine iştirak etti. Arabca ve İs­lâm tetkiklerinin geliştirilmesinde büyük rolü olmuş ve çok sayıda eser neşret-miştir. Kendisi müceddidlerden sayılır. İbni Teymiyye'yi, îbni Kayyîm Cevzîy-yl müdafaa eder, yazdıkları kitaplardan ilham alır, Kadı Beyzavî ve Zemah-§erî gibi dirayet tarîkina fazla önem veren mufessirleri tenkîd eder.

Sıddiki Han, eserlerini arabca,fars'ça ve ordu'ca yazmıştır, önemli eser­leri şunlardır :

Ebced-ül Ulûm, Feth-ül beyân fi makâsıdü Kur'an, Hüsnül'isve, îklilül -Kerâme fi. beyân-ı makâsıd-ıl İmame, Husûlül-me'mûl mln-IIm-İl usûl, E!-ed-yân, Rıhle-tüs - Sadîk ilel-beyt-İI-atîk v.s...

[192] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/132-137.

[193] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/137.

[194] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/137-138.

[195] Ümraü Hiş&m binti Harise bin Numan (R. Anha) : Ensârdandır, Kendisinden Habib Abdurrahman hadîs rivayet etmiştir. Ahmed bin Zuheyr «Babamı : Ümmtt H i sânı binti Harise, Biât-i Rıdvan'da biat etti) derken ifit-tim demiştir. Bunu tbni Abdül-Berr «El-tstlAb» adlı eserinde zikr etmia fakat ismini yazmamıştır. Musannif tbni Harorul-Askal&nl dahi «Et-Takrfb» de zikr etmişse de o da adını söylememiştir. Yalnız «meşhur bir SabAbİye» demigtir.

[196] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/138.

[197] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/138.

[198] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/139.

[199] «Camtü-Hammad» adli eser îmâm-ı Azam Ebu Hanîfe (R.H.)'ın to­runu İsmail bin Hammâd'm eseridir. Hafid-i Ebi Hanîfe diye tanınan bu ftlim Bağdad'ta yaşamıştır. H. 212 de irtihal eylemiştir.

adlı eserleri bilinmektedir. R. Aleyh. Bak: Keşffüzzunun C. I - 575 shf. EsmaM Müellifin C. 1-207 shf.

[200] Îbni Abdül-Berr: İslâm tarihinde AbdH-Berr adı ile meşhur olmuş beg tane büyük âlim vardır. Hepsi ayrı ayrı yüzyıllarda İslâm ülkesinin değişik bölgelerinde doğup büyümüşlerdir. Okuyucularımızın bu beş büyük âlimin isim lerinden hâsıl olacak bir yanlış anlamaya düşmemeleri için kısaca tam isim ve künyeleri ile doğum ve irtihal tarihlerini vermeyi uygun bulduk.

1_ Ebu Ömer Yusuf b. Abdullah b. Mtihammed b. Abdül-Berr b. Asım En-

nemrî. îrtihâli 463.

2— Îbni Abdil-Berr'in oğlu  vezir Ebu Muhammed Abdullah b.  Yusuf.

3— Abdil Berr b. Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Mahraud Îbni Şıhne Serîyüddin ebÜl berekât Halebî ve Kâhirî. Doğumu 851. îrtihâli 921.

4— Abdiil-Berr b. Abdülkâdir b. MaJımud b. Ahmed b. ZeynUddin Fey-yûmî. îrtihâli 1561 istanbul.

5— Abdül-Berr b. Abdullah b. Muhammed b. Ali b. Îbni Yusuf el Echûri. îrtihâli 1070.   3-4-5 No.'lu   âlimlerin   kısa  biygorafisi   (Esnıâül   Müellifin   C. I Shf. 498).

Burada hayatını yazdığımız büyük hadîs imâmi Îbni Abdül-Berr'dir ki künyesi ve ismi tam olarak (1 Numara'da) dır. Kendisi Endülüs'ün eâzım-i fu-kâha ve muhaddisîninden olup ulûm-u şâire ve edebiyat'da dahi çok geniş bilgi sahibi idi. 368 tarihinde Kurtuba'da doğup ilim tahsil etmek için bir müddet seyahat ettikten sonra îşbon'a {Yani Lizbon'a) ve Şentrin kadılığına tâyin olunmuş ve Endülüs meliklerinden Muzaffer b. Aftos nâmına (1) «Behçetül Mecâlis»,   (2)   «Ünsül Mecâlis» adlı eserleri yazmıştır. Diğer eserleri şunlardır:

(3) Et temhîd Limafil muvatta min-el me'âni vel-esânid.

(4) El-îstizkâr ile Mezahib-il' Eimmet-il Emsar ve fi ma tadammeneh-ul muvatta min-el meanî - vel Asar.

(5) Ed dürer fi ihtisar'il megâzi v-essiyer.

(6) Cemi-ü beyân-İl ilmî ve fadlıhî ve ma yenbagi fi rivâyetihi ve hamlini.

(7) Adâb-il Um.

(8) El ecvibet-ül mer'îyye ale-1 mesâil-il müstegrebeti  min sahîh-il Buhârî.

(9) El istiâb fi mârifet-il ashâb.

(10) El insaf fi ma beynel ulemü-i min-el ihtilâf.

(11) El beyân fi tevilât-il Kur'ân.

(12) El intiha fi fadâil-i selâset'il fukâha.

(13) El kasdu v'el-ümem ilâ ensâb-il Arab-î Vel Acem.

(14) Kâfî  (15 Cilt. Mâlikî mezhebi fıkhına aittir.).

Îbni Abdül-Berr Ebu Muhammed Abdullah b. Yusuf : Yukarıda kısa biyog raf isini verdiğimiz büyük hadîs imamı Abdül-Berr'in oğlu olup Zülvezâreteyn lakabıyla anılırdı. Endülüsün meşhur ediblerinden biri olup nesir ve nazmı ga­yet beliğdir, Kurtuba ve îşbiliyye hâkimi Mutadıt'm gazabına uğrayarak idamı takarrür etmiş iken pederinin tavassutu ile kurtulabilmiştir. Vefatı 380 tarihin­dedir.

[201] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/139-142.

[202] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/142.

[203] A'raf Sûresi;  203.

[204] Kemâlüddin İbni HUnuun :    Muhammed b. Abdttlvâhâb b.mîd b. Mes'ud Kemâl tbnii Httmam. Babası Sivas'da Kadı ve müderris iken Kâ-hire'ye göçmüş oradaki Türk Sultanı Baypars kendisine, Mısırda Hanefî mez­hebinin baş kadılık makamını vermiştir. Bu arada Mâliki mezhebinin baş ka­dısının kızı ile evlenmiş bu evlilikten imam Kemâlüddîn Ibnl Hümam doğmuş­tur.

Evvelâ babasından ve dedesinden gerekli ilmî tahsilini tamamlamış sonra Kâhire'ye giderek zamanının büyük alimlerinden fzzüddin b. Abdüsselâm, Bisâ-tî, Şümunnî, El Celâltil Hind'i, VelîvÜl Irak'ı, tzzüddin b. tbni Cemaâ'dan oku­muştur. Sonra Kudüs'e gitmiş, oradaki âlimlerden ve husûsen büyük hadîs imamı, îmam îbni Hâceril AskaJânî'den îlim tahsil eylemiştir. Kendi zama­nındaki âlimlerin sayılıları arasına girmiş, hattâ o kadar ki, hakkında «Eğer bu zamanda din'in kaynaklarını ve delillerini isteyen biri çıksa O'na ancak İbntt Hümam cevap verebilir» denmiştir. O ince fikirli, derin düşünüşlii, her meseleyi enine boyuna ve derinliğine anlayan ve anlatabilen ve dinleyenleri hayrette bırakan bî-nazîr bir îslâm - Türk âlimi idi. Hattâ Yahya îbni Attar, O'nun si­masının son derece güzelliğinin, ahlâkının olgunluğunun, elinin açıklılığımn, sözünün güzelliğinin dillerde darbımesel olduğunu söylemektedir. Zamanın hü­kümdarı Baypars (Barsbay) O'na Seyhûnİyye medresesi müderrisliğini ver­miş ve bir çok hediyelerle kıymetli kürkler giydirmişti.

Bir müddet böyle okuyup ve okutan üstâd bu sırada «FethÜl Kadir» adlı hidâye şerhini yazmıştır. Ayrıca «Tahrir» adında çok kıymetli bir usûlü fıkıh kitabı ile «Müşavere» adında muhakkikâne bir kelâm kitabı da vardır.

Ders hayatından ömrünün sonlarına doğru ayrılıp İnzivaya çekilmiş 861 H. Senesinin 7 Ramazan Cuma günü âhirete göçmüştür. Rahmetullahı Aleyh. Cenaze namazında bizzat Sultan Barsbay bulunmuş, ölümüne bütün Mısır ağ­lamıştır.

[205] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/142-145.

[206] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/145-146.

[207] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/146.

[208] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/146-147.

[209] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/147-148.

[210] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/148.

[211] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/148-149.

[212] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/149.

[213] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/149-150.

[214] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/150.

[215] Sûretül-A'râf; Ayet: «204».

[216] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/150-151.

[217] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/151.

[218] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/151-152.

[219] Ebu lîiirde (R. A.) : Amr bin Abdullah bin Kays'tır. Abdullah ise, Ebu Musa el-Eş'ârî {B. A.)'dır. Ebu Bürde tabiînin meşhurlarındandır. Baba­sından, îbni Ömer  (R.A.)'den ve başkalarından hadîs rivayet etmiştir.

[220] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/152-153.

[221] Ebu Bekr îbni'J-Arabi : Muhammed b. Abdillah b. Muhamnıed b. AbdÜlah İbni'l-Arabî «el-Meâfirî» diye tanınırdı. (468) tarihinde Endülüs'ün (tspanya) «îşbiliyye» şehrinde doğmuş, (543) senesinde Pas'ta vefat etmiştir. Rahmetullâhi aleyh.

İbni'l-Arabî, babasından, dayısından ve seyahat ettiği yerlerdeki bir çok büyük âlimlerden îliin tahsil etmiştir.

Endülüs devleti parçalanmaya yüz tuttuğu bir sırada babası ile Mısır'a Şam'a, iki defa Bağdat'a, Hicaz'a gitmiş Iskenderiyye de bulundukları bir sı­rada babası irtihâl etmişti.

İbni'l-Arabî, İşbüiyye'de, Halep'de vesâir yerlerde kadı olarak bulunmuş­tur. Rivayete âit ilimlerde büyük bir vukufa mâliktir. Zehebî merhum kendi­sini «El-Hâfız'e'l-allâme» diye zikr ediyor. Fasih, edip. şâir, hoş sohbet, tarihşi-nâs, hayırhah bir zât idi. Halka va'z etmekle, Öğretim ve eğitim ile meşgul ol­muş tefsir'e hadis'e fıkha usül'e, târih'e nahv'e dâir bir çok kitaplar te'lif et­miştir. Tefsire dâir yazdığı mufassal eserîer maalesef kütüphanelerimizde mev­cut değildir. Elimizde, yalnız iki ciltten ibaret bir tefsiri bulunmaktadır ki, bu Fas Sultanı Muhamnıed Ref AbiTl-Hâfiz tarafından (133i) senesi Mısır'da tab' ettirilmiştir. Bu esei Ahkâm'ül Kur'ân âyetlerini izah eden kıymetli bir tefsirdir. Ayrıca imam Ebu îsa et-Tirmizî'nin «Sünen» ine yazmış, olduğu çok kıymetli, iîm.i fıkıh ve hadîs noktasından muhakkikâne bir eser olan «An-zat'üj Ehvazi fi Şerh-i Sünen-i Tirroizi» adlı Şerhi'de Mısır'da Matbaa-ı Misriyye'de 1350 H./1931 M. de basılmağa başlanmış 1934 de 13 cilt hâlinde bas­kısı tamamlanmıştır.

İslâm milletleri, dedelerinin ve babalarının kendilerine bıraktığı ilim mira­sını kütüphanelerin tozlu raflarında bulup çıkardıkça bu büyük İmam'ın adları ve nelerden bahsettikleri biîincn 50'ye yakın diğer eserlerini bulmaları ve neşretmeleri beklenir. Bâzı eserlerinin kısaca isimleri : Ayantil Uyan, El eme-«lül Aksa, bi Esmâillâhil hüsna ve SifâtiMl âlâ, El insaf fî mesâilil hilaf En-vakiil tecrül münir fi't tefsir (30 cilt.) daha başka eserleri de vardır.

[222] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/153-156.

[223] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/156.

[224] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/156-157.

[225] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/157.

[226] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/157-158.

[227] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/158.

[228] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/158-159.

[229] Tnfc b. Şihab (B.A.) : Beceli Küfîdir. Peygamber (S.A.V.) i gör­müştür. Fakat ahdts katiplarında, Tank b. Şihab (B.A.)'ın hadis rivayet et­mediği »Oytoalr Hz. Ebn Bekr. tbni Ömer (K. A.) devirlerinde, 22 veya24 gaza­ya İfttrmk etmiftlr. Vefatı (85)  tarihindedir.

[230] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/159.

[231] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/159-160.

[232] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/160.

[233] Sûre-i Cuma: Âyet; «9».

[234] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/160-161.

[235] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/161.

[236] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/161-162.

[237] El' Hakem bin Hazıı-il Kiiletiyyi. (R. A.) : İbni Abdil Berr'in beyânı­na göre Mekk'nin fethi yılında müslüman olmuştur. Yemâme harbinde müslü-man oldu diyenler de vardır. Babası Hezn b. Ebî Veheb Mahzunîdir.

[238] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/162.

[239] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/162-163.

[240] Salih b.  ilmi «tibuyr. Jbni Numan, îbni f nıeyye En-srt  :  KünyRSİ,  Kbıi Abdullah w  Kim Sâlihtir.  «Tâbakat» sahibi Jbni  îshak ve

IJtbe bin MfUa bunu Btılirlilerrlen saymışur. F-aba.-^ ve kendisi do Sııhâbeden-dir.

TThud muharebesinde ve ondan sonraki bütün gazalarda bulundu. Bedir harbinde ayasından yaralanmıştı.

Oğlu Salih b. Havvât, babasından ve dedelerinden «Sarhoşluk veren $eyin azı da, çoğu da, haramdır» hadîsini rivayet etmiştir. Yukarıda geçen korku na­mazına ait hadisi babasından ve dedelerinden rivayet etmiştir. Baba-ogul Sa-habîlercîir. Salih'in babası Havvât b. < tibeyr hakkında «Eşgalu min zat-in' nahyeyn» diye söylenen mecbur bir darbımesel vardır ki, iki eli içle meşgul ba­bını kaşıyacak vakti olmayan kim.se hakkında söyienir. Havvât 74 yaşında Me-dinp dil vefat etmiştir.

12i Yukarıda klişesi bulunan hadîs metninin dördüncü satırındaki jfe'sallu) kelimesi   (Fe'saffu)   olacaktır öylece  tashihini rica ederiz.

[241] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/164-165.

[242] Sûretü'n-Nisâ;  Âyet.:  «101».

[243] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/165-166.

[244] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/166.

[245] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/166-167.

[246] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/168.

[247] Usfân :   Mekke'ye iki konak  mesafede bir yerdir.

[248] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/168-171.

[249] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/171.

[250] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/171-172.

[251] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/172.

[252] Mııhammed Eş- Şevkâni : Muhantnı^d h. AH it. MııhammtMİ b. Ab­dullah. 1172 Tarihinde Yemen'in «Hirrct-i Şevkans- ilenilen niihiynsîtıUe üogııp. P:>n'arta yeti^nıifj, (1250) tarihinde. San'ada vefat etmiştir. Kıraatte, tef.sınie, hadiste, «dob ilminde, tarihde büyük bir ihtisas sahibi idi. Kt.-ndİHine Mtıhanı-medü's - Suirfmî, Mnhanıme4'ü!, Vcmânî de. denir R. Aleyh. 114 yakın eseri vardır. Eserlerinden bâzıları:

Fpth-iiî K;ıdîr, Münt^k'il ahbar, El-Khndis-it    Mevtine,    Tııhfeİ'uI -ZâUirtn, v. s...

[253] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/172-173.

[254] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/173.

[255] Sure-tü'n Nisa;  Âyet;   «101».  

[256] Sûretü'n-Nisâ; Ayet:  «102».

[257] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/173-174.

[258] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/175.

[259] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/175.

[260] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/175-176.

[261] Ebu lîmeyr ibni Eııcı b. Mâlik (R. A.): Ensârdandır. isminin Abdui-hıh olduğu söylenir. Tabiînin kîiçilkierindendir. A.shâb-ı Kîrâm'ın bir çokların­dan hadis rivayet etmiştir. Babasından sonra uzu müddet yaşamıştır.

[262] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/176-177.

[263] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/177.

[264] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/177.

[265] îbni Kudame :   Muvaffaküddin   Abdullah   İbni   Muhammedid   dainış-

ki, pek kudretli bir Hanbeli fakihidir. Bağdad'a gitmiş, bir çok Ulemâ ile görüşmüşdür.

Dimagk da «Muhtasar, hırkî» yi hıfz etmiş, Sonra bu muhtasar üzeri­ne El'muğnl adlı bir Şerh yazmıştır. Bu şerhinde dört mezheb meselelerini ftlimane bir Usan ile kayd etmiştir.

Muvaffaküddinin «Efbürhan fi mesetetil* Kur'ân, zemmattevil,» gibi önemli eserleride vardır. Doğumu  (541), Vefatı İse (620)  tarihine müsadiftir.

(2)    îbni   Kudame:   Abdurrahman   îbni   Muhammed   îbni   Ahmed,   Han­beli fukahasradan Dimaşklı yüksek bir  âlimdir. Babası Ebu Ömer ile amcası Muvaffaküddinden ilm ahzetmiş, Hanbelî fıkhından «Elmukni» üzerine «ŞMlî» adile bir şerh yazmıştır.

Samda HanbeiHer için ilk kadılığa  tayin edilen  bu zattır. (597) de doğmuş, (682) senesinde vefat etmiştir.

[266] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/177-178.

[267] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/179.

[268] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/179.

[269] Ümmü Atiyye   (R. Anha)   :

Ensâdandır. îami Nesîbp biuti Harstır. «Nesibe binti Kâ.'bdır» diyenlerde olmuştur. ResUlüllah (S.A.V.) ile beraber çok defalar gazaya çıkar yaralıları tedavi eder, hastalara bakardı.

Basralılardan sayılır. Ashâb-ı Kiram ile Tabiîn ulemâsından müteşekkil bir cemâat Basra da kendisinden cenaze yıkamanın usûlünü öğrenirlerdi. Çim-Icü tiz. tlmmü Atiyye Peygamber (S.A.V.)'in kızı yıkanırken başında bulunmuş ve cenaze  yıkama işini  pek güzel  Öğrenmişti.  Cenaze  yıkamada onun  hadîsi asıldır.

tbni Büreyde (B.A.)   :

Abdullah bin Büreyde'tebnî Hesib Esleml'dİr. Mervezi de oranın kadısı idi. Üçüncü dereceden L,ûgaviyynndan idi.

[270] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/179-180.

[271] Sûretii'l-Hıcr; Ayet: «34».

[272] Fahrti'l - İslâm fi Pezrîevi : Ali b. Muhammet! b. el - Hüseyin b. Abdi'I - Kerim b. Mîısâ. Pek meşhur bir âlimdir. Takriben (400). târihinde <io£-mıı,q (482) senisinde Keşş kasabasında vefat etmekle na'şı Semerknnd'e nakle­dilmiştir. R. Aleyh.

Fahrü'l - İslâm, Maverâü'n-Nehr'de yetişen en büyük Hanefî fukuhâsın-dandır. Tefsirde, usulde, füru'da mütebahhir idi. Hanefî mezhebindeki pek gv-niş iktidarı darb-ı mesel sırasına geçmiştir. Remarkand'de tedris ile moşcrul olmuş, pek kıymetli kitaplar te'lîf etmiştir. Eserlerinden bazıları :

1-«Tofsîrü'I - Kur'ân»   (Keşfii'l-Estar)   adındaki büyük tefsirin  bir cilt1 i zamanımı;;,! kidir gelebilmiştir. Es'ad efendi kütüphanesinde T45 numaradadır.

2-«El -sut» onMr  cilttir.  Bu   kitabı  Abdü'l   Aziz   Buhâri   «Keşfii'l   -Esrar»  nâmiylc şerh etmiştir.  Eser    matbûdur. Bu kitaba daha birçok  zevat, şcî h   ve  haşiye  yazmışlardır.

Bu zâtın kardeşi Ebül'yüsr ^îııhammerl Pezdevî dahi fukâhadan bir zât­tır. Vefatı  (493) tarihindedir.

[273] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/180-185.

[274] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/185.

[275] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/185-186.

[276] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/186.

[277] Sûretü'l-Kevser, Ayet: «8».

[278] SuretÜ'l-A'ift; Ayet: «14, 15».

[279] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/186-188.

[280] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/188.

[281] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/188-189.

[282] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/189.

[283] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/189.

[284] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/189-190.

[285] Ömer İbni Şebbe : Ömer bin Şebbe bin TJbeyde bin Reytate'l-Basrt'-dir. Kendisine; annesinin ninni söylerken okuduğu aşağıdaki şiirdeki kelimesi alem olmuştur. Şiir Şudur :

Meşhur tarihçi ve ediptir. H/173-M/ senesinde doğup H/262-M de Sa-marra'da irtihâl etmişdlr. Aşağıdakiler mühim kitablarındandır  :

«Ahbâr-u Ümerâi'l-Mekke», «Ahbâr-u Ümerâil-Medîne», «Ahbâr-u Üme-r&i'I-Kûfe», «Ahbar-u Umerall-Basra», «Ahbâr-n Bent Nttmeyr», «Kitâlm'a-Snltan», «KltabÜ's-Şiir ve's-Şuarft», «Fezaltttl-Basra».

(Daha geniş bilgi için bak:

Esmâü'l-MüeHifîn; C. 1. s, 780, (îrgâdü'I-Erîb) Mu'cemü'l-Udebâ; C. 6. VI. s. 48).

[286] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/190-191.

[287] Amr übnü Şuayb (R.A.) : Ebu İbrahim Amr übnü Şuayb bin Mu­hammed bin Abdullah b. Amr übnü As'dir.

Babasından Sâid bin Müseyyeb'den ve Tâvus'dan hadîs dinlemiştir. Ken­disinden Zühr! ile bir cemâat rivayette bulunmuştur. Buhârî ile Müslim de ha­disi yoktur.

Kendisiyle «Sünen» sahiplerinin dördü ve îbni Huzeyme, ibni Hİbban ve-Hakim ihticac etmiştir.

[288] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/191.

[289] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/191-193.

[290] Eba Vâkİd-İ Leyst (B.A.) : İsmi Haris b. Avfa Leysî'dlr. Eskiden müslüman olmug ve bir rivftyete göre Bedir gazasına îgürak etmiştir. Bir rivfi-yete göre ise Mekke'nin fethi günü müslüman olmuştur. Fakat birinci rivayet daha doğrudur. Hz. Eba Vfthidl Medîne'lilerden sayılır. Mekke-i Mükerremede oturmuş. (68) tarihinde orada vefat etmigür.

[291] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/193.

[292] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/193-194.

[293] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/194.

[294] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/194-195.

[295] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/195.

[296] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/195-196.

[297] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/196.

[298] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/196-197.

[299] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/197.

[300] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/197-198.

[301] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/199.

[302] Süretü'l-îsrâ; Ayet: «59».

[303] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/199-202.

[304] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/202.

[305] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/202-204.

[306] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/204-205.

[307] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/205-210.

[308] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/210.

[309] Sûre-i Fussilet; Âyet: «16».

[310] Sûretü'z-Zâriyât;  Ayet: «41».

[311] Sûretü'I - Hıcr; Âyet: «22».

[312] Sûretü'r-Rûm; Ayet:   «46».

[313] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/210-211.

[314] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/212.

[315] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/212-213.

[316] Sûre-i Nûh; Ayet: «10-11».

[317] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/214-215.

[318] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/215.          

[319] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/215-218.

[320] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/218-220.

[321] Sûretü'l-Mü'minûn; Âyet: «60».

[322] Sûretü'l - Bakare;   Ayet:   «186».

[323] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/220-223.

[324] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/224.

[325] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/224-226.

[326] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/226.

[327] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/226-227.

[328] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/227.

[329] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/227.        

[330] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/227.

[331] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/227.

[332] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/228.

[333] Ebu Avâne : Yakup b. tshak b. İbrahim b. Yezîd elNisâtourî ve ts-ferânî Hadîs imamlarındandir. Eserinin adı «El-Müsned'üs Sahih'ül Mahreç âlâ Kitabi Müslim ibnül Haccac» tır.

imam hafız Ebi Avâne ilm-i hadîs'de kendi zamanının Horasan, İran, Irak, Suriye, Hicaz ve Mısır'daki büyük imamlardan hadîs okumuştur. Hocaları arasında, Şam'da : Yezîd b. Muhammed b. Abdüssâmed, ismail b. Muhammed b. Kıyrâd, Şuayb b. İshak. Mısır'da; Yunus b. Abdülâlâ ve kardeşinin oğlu Ibni Vehb, imam Mü'zeni, imam Rebiî ve oğulları Muhammed ve Saad. Irak'da: Sâdan b. Nasr, Hasen-iz Zâferânî, {aynı zamanda büyük müverrih) Ömer b. Şebete ve diğer imamlar. Horasan'da ; imam Müslim'in üstadı Muhammed bin Yahya el-Zehlî, İmam Müslim ibnül Haecac ve Muhammed b. Recâ essındî. El-Cezire Musul ve civarında da : Ali İbnü Harb'den ilm-i hadîs okumuştur. Kendisinden de Ebu Bekril Ismâilî, Ahmed b. Aliyül Râzî, Ebu Ahmed Ali ve Süleyman'üt Taberânî hadîs rivayet etmiglerdir.

İmam Ebi Avâne 5 defa haccetmiştir. İmam-ı Ebu Abdullah Hâkim hak­kında diyor ki : «O, hadîs âlimlerinin büyüklerinden ve hadîslerin tesbiti için İslâm dünyasını en çok dolaşanlardandır»

316 H. senesinde irtihâl etmiştir. Kabri Isferâin'dedir. Kabrinin yakınında Taüyük kelâm imamlarından Ebu îshak tsferâinî'nin de kabri vardır. En büyük «seri olan «Müsned» i gayet kıymetli ve nâdir bulunur bir kitap İken Haydarâ-bâd şehrinde kurulan Dâiretül Maarifül Osmaniyye adındaki İslâm neşriyat -encümeni tarafından mevcut nüshaları karşılaştırılarak, doğru ve tenkili bir "baskısı 1363 H. senesinde yapılmıştır. R. Aleyh.

[334] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/228-229.

[335] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/229.

[336] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/229-230.

[337] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/230.

[338] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/230.

[339] Ebu Amir El dullah b. Hâni, bazrtannea Abdullah h. Vehebdir.  nü§tir. Hazreti Eb» Amr Şam'da yerle§mi§ ve AbdmmeUkbin tine kadar y^amı*r. H, Ebu Musa El-E^ri'nin amca, bu zâ   dkü o zât Kesülüllah  (S.A.V.)'in sağlığında Hüneyn harbi gününde gehîd migtir. îsmi Ubeyd bin Süleym'dir.

[340] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/231.

[341] İslâm dininin «hayırlı evlâd sadaka-i câriyedir» hükmüne mazhar olanlardan bir de Îbnü'l-Esirlerin babasıdır. Üç oğlu da imam derecesinde bü­yük âlim olmuştur. Ne mutlu böyle babaya. îşte o üç oğlundan bir olan İmara hafız Mecdûddîn tbnU'1-Esîr": Ebu-üs, Sa'ddât Mübarek b. Ebi'l-Kerem Muham­med b. Muhammed b. Abdülkerîm b. Abdülvâhîd Eş' Şeybânî künyesi ile mâ­ruf lbnü'1-Esîr Cezerî ve Mıısulî büyük İslâm âlimlerinden biridir. Cezîre-i Ömer denilen Musul civarındaki Dicle nehrindeki adacıkta «544» H. «1149» M. de doğmuştur, llm-î Nahv'i tbnî Dehhan'dan ve Mekki b. Reyyân'dan okumuştur, îlm-i hadisi'de Yahya b. Sâdûn'ül Kurtubî ve Hatibtil Musul Ebtil faal Ab-durrahman b. Ahmed'iid Tûsi'den ve Bağdat'ta bulunduğu zamanlar da tbni Kelbî'den tahsil ve istîmâ eylemiştir. Kendisinden de Fahr bin el-Buhârî Allâme Keşûdiddîn Muhammed b. Muhammed b. er Keşîd el- Kaşgarî ve Şihâb-ı Kuvsî hadîs tahsil etmiş ve istîmâ eylemişlerdir.

En büyük ve tslâm âlemine hizmet eden eseri : «Câmi-Ül usûl fi ehâdîs-I Resul» adındaki «Kütüb-û Sitte» ile imam Mâlik'in «Muvattâ» ını içine alan kitabıdır. İkinci eseri «Kitâb'ül insaf fî'l Cem'i beyn-el Keşfi vel-Keşsâf» dır. Bu kitap imam Ebûl Kasım Mahmuâ ez- Zimahşeri'nin ve tmâm-ı Sâlebî'nin tef­sirlerinin tertib tanzim ve tenkîhinden meydana gelmiş çok kıymetli bir tefsîr-dir. Üçüncü eseri «En-Nihâye fî garîbül Hadîs» Hadîsle uğraşan her müdak-kik'İn başvurmadan edemiyeeeği çok kıymetli bir hadîs ıstıhlâhları kitabıdır. Dördüncü eseri de «Kitabu Şâfî'ül Ayy fî Şerh-i Müsned'il Şâfîîyy». İsmi mânâ­sına mutabık pek kıymetli bir kitaptır. Beşinci eseri «Kitâb'ül Mustafa vel* muhtar fî ed'iyeti vel'ezkâr» adlı imâm Nevevî'nin «Hisn'ül haşin» i vadisinde pek kıymetli bir eserdir. Altıncı eseri hocası Ebi Muhammed Sâid bin el-Mti-b4rek b. Dehbân'm «Fusûl» adındaki nahiv kitabına «EI-Bedî'» adı ile yazdığı şerhtir.

Bidâyet-i ömründe Musul Atabekleri'nin hizmetinde bulunmuşken sonra­dan kendine nüzul isabet edip hizmetten inzivaya çekilmiş eserlerini orada yaz­mıştır. H. «606» senesinin Zilhiccesinin sonu perşembe günü «63» yaşmda ol­duğu halde irtihâl-i dâr-ı beka eylemiş ve Derb-ü dirâc denilen mahallesindeki evine defnolunmugtur. Vasiyyeti üzerine hanesi bâdenf& Bibât ve tekke olarak kullanılmıştır.

Mecdûddîn'in küçüğü olan tbnü'1-Esîr Izzûddîn de «El-Kâmil» adındaki 10 ciltlik büyük islâm ve dünya tarihinin müellifidir. Ayrıca hadîs tetkikatı bakımından çok kıymetli bir kitap olan «Üsd-üJ gâbe fî temyîz is-Sahâbe»-adında Sahâbe-i kirâm'm hayatlarım alfabetik sıra ile bir kamus hâlinde yaz­mıştır. Tarihi ise garb dillerine çevrilmiş aslı ile birlikte basılmıştır. İbni Esîr tzzûddîn «555» H. «1160» M. de dog-muş. «630» H. «1234» M. de Musul'da lrti-hâl eylemiştir. Üçüncü kardeşleri olan Ziyâeddîn ise «558» H. «1163» M. de doğmuş «637» H. «1239» M. Bağdat'ta irtihâl eylemiştir. Büyük îslâm hüküm- • dân Selâhaddîn-i Eyyûbî'nin kitabet hizmetinde buluumuştur. Resmî kitabet ve diplomasi'ye ait Münşeat örneklerini gösteren «EI-Mesel-üs şâir ti adâb-fe kâtib-i veş-Şâir» adındaki örnek kitabı pek meşhurdur.

[342] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/231-233.

[343] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/233-234.

[344] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/234-236.

[345] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/236.

[346] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/236-237.

[347] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/237.

[348] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/237-238.

[349] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/238.

[350] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/238-239.

[351] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/239.

[352] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/240.

[353] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/240.

[354] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/240-241.

[355] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/241.

[356] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/241-242.

[357] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/242.

[358] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/242-243.

[359] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/244.

[360] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/244-245.

[361] Esma-i : El-Esma-i, Ebu Said Abdül Melik b. Kurayb: Meşhur Arap Lisan âlimidir. «Al - Asma-i» ismini ecdadı al aşma'dan almıştır.

Oldukça müşkil şartlar içinde, devamlı bir şevkle kendini okumağa verdi, îmâm-ı Halil, Ebu Amr tsa b. Omar Ebu Amr b. el - Âlâ gibi İmamlardan ders gördü.Az zaman sonra kendiside bu şehrin meşhur hocalarından biri ol­du. Üstün zekâsı sayesinde devrinin bütün ilm şubelerini birden kavramış ve aynı zamanda Arapçayi katıksız ve fasih şekliyle konuşan badiye halkı ara-smda dolaşarak, Şiirlerini Öğrenmiş ve ezberlemiş İdi.

Şöhreti Harun Ür Reşîd'e kadar ulaşmış, Harun Ür Reşîd kendisini oğlu El - Emin'e mürebbi tayin ederek, Bağdad'a sarayına götürülmüştür.

Esma-i burada, halifenin himayesinde inkişâf eden faal fikir hayatının her­kesçe "kabul edilmiş, bir rehberi oldu.

Halifenin iltifatına mazhar olmuş ve ma'kul bir tasarruf sayesinde zengin olarak vatanı olan Basra'ya çekilmiştir.

El - Esma-î'nin bir çok eserleri bize kadar gelmiştir. Aralarında malûm eserlerden gayrı: Kitab ül Feres, Kitab el - Eraeiz, Kİtab el Maysir. v.s.

El - Esma-! : 740 da Basra'da doğmuş ve aynı şehirde 828 tarihinde irtihal etmiştir.

[362] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/246.

[363] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/246-247.

[364] Süheyl!:  «Abdurrahman ibni Hatib Abdullah b. Ahmed -  Suheylî el Endülüs!»

Endülüs ulemâsından olup Malkaya tabiî (sehil) nahiyesinden idi. Eserleri:

El'ly.'.ah vet'Tebyin lima übhime mintefsir-il' Kitab.

Mübeyyin-üt' Tarif vel'llâm fiyma übhime  min-erEsmai ve-1'A'lâm

Risaletün fi Rü'yet-i İlâhi Teâlâ fi-1'menam ve rü'yet-i resulihi aleyhis'sa-lâtü ve'sellâm. Şerhu Cümel-il Kebîret-i fi-n Nahiv. Er" Ravz-ül' Enf fi şerhi Garib-üs' Siyer. «Bu kitab Siyer kitablarının en büyüklerindendir. Mısırda bir­çok defa basılmıştır. Esmaül'Müellifin. 1.520.

[365] İbni Lâl : Ahmed bin AH bin Ahmed bin Muhammed Feree-ür Büd-râverî: Dördüncü hicret asrında yaşayan îslâm âlimlerinin büyüklerindendir. 307 - H - de doğmuştur. Hemedana gitmiş orada yerleşmiştir. Künyesi : Ebd Bekr-iş Şafii'dir. Hadîs ilmine hizmeti, geçmiş fatihlerdendir. S98 de İrtihâl ey­lemiştir. Eserleri: 1 — Emâlî fl'l Hadîs, 2 — Es'Sttnen fl-P Hadis, 3 — Ma'âtül' Kui^ân alâ tertîb-is Suver, 4 — MaLâ Yeseu-I' mükellef eefalnhtt mln-eP İbadât 5 — Mu'eemu-s' Sahabe ... Bak: Esmau-P Müellfîn C. I. Shf. 69. Kamusu) Âlâm. C. I, Shf. 660.

[366] İbni Ebîddünya : İmamların her bir bucaktan Bağdad'a geldikleri o şanlı asırda doğup yaşayan Halîfe çocuklarını terbiye edecek kadar yükselen büyük bir muallim ve Edebiyatçıdır. Halîfe El' Muktefi Billah'ın hocasıdır. Soyu bakımından Kureyşî'dir. Ahlâkı güzelleştirmeyi gaye olarak alan bir çok eser yazmışdır. Günümüze bir çoğu ulaşamamıştır.

Meşhur eserlerinden biri : «Ferec ba'de - şiâde» — Zorluktan, sıkıntıdan sonra kurtuluş adını taşır. îmam-ı ibn-i Ebiddünya Şafiî Mezhebinden son de­rece Zühdü takva sahibi bir fazü zât İdi. Eserlerinin bir kısmı Mısır'da ve Hin­distan'da basılmıştır.

Eserleri :

1. Kitâb-ül Eşraf,

2. Mekârim-ül ahlak,

3. Kitâb-ül Azama,

4. Fazâ'il ' asri zi'1-hicca,

5. Kitâb-ül akl va-fazlihi,

6. Kitâb-ül Yakin,

7. Kitâb-üş Şükr,

8. KitAb-ül Haratif.

[367] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/247-249.

[368] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/249-250.

[369] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/250.

[370] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/250.

[371] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/250-251.

[372] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/251.

[373] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/251-254.

[374] Ma'kil b. Yesâr b. Abdullah (R. A.) : Künyesi : Ebû Ali'dir. Ebu Ab­dullah veya Ebu Yesar'da derler.

Hudeyblye musâlâhasından Önce İslâmiyet İle müşerref olmuştur, ve biftt-i Rıdvan'da bulunmuştur. «Mesâbihi SUnne» sahibi tmam Begavî O'nun hak­kında diyor ki:

«Mâ'kil b. Yesar, Basra şehri yapılmadan evvel Hz. Ömer'in emri İle bir ark kazdl. Bu ark ondan sonra O'nun ismi İle anıldı. Ö angın kıyısına bir ev yapıp oraya yerleşti. Ve Hz. Muâviye zamanında orada âhirete göçtü» R. Aleyh.

«El - tsftbe» C. III. Shf. 427 Sahâbî No.   : 844.

[375] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/254.

[376] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/254-255.

[377] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/255.

[378] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/255-256.

[379] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/256.

[380] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/256.

[381] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/256.

[382] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/256-257.

[383] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/257.

[384] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/257-258.

[385] Sidr : Nebk ağacıdır.    Bu ağacın yapraklarını kurutup döğerler. Ve yıkanırken sabun yerine kullanırlar.

[386] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/258.

[387] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/258-260.

[388] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/260.

[389] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/260-261.

[390] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/261.

[391] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/262-263.

[392] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/264.

[393] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/264-265.

[394] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/265.

[395] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/265-267.

[396] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/267.

[397] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/267.

[398] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/267-268.

[399] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/268-269.

[400] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/269-270.

[401] Fethü'l-Kadîr:   C. I - Bâbü'ş - Şehîd Shf.   475. Bulak tab'ı 1315 H.

[402] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/270-272.

[403] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/272.

[404] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/272-273.

[405] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/273.

[406] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/273-274.

[407] Esma binti Umeys R. Anha : Sahabeden olup, önce Hz. Cafer b. ebî Talibe varmış ve müşarünileyh ile beraber Habeş'e hicret etmiştir. Hz. Cafer'in şehâdetinden sonra Hz. Ebubekr Sıddik'e ve Hz. Sıödîk'ın ictihâlinde Hz. Ali'ye varmış İdi. Hz. Cafer'den Abdullah ve Muhammed ve Avn, Hz. Ebubekir'den Muhammed, Ali'den dahi Yahya ve Muhammed isimleriyle altı evlât dünyaya getirmişdir.

Ömer bin Hattâb, Ebu Musa Eşar'î, Abdullah b. Abbas ve oğlu Abdullah b. Cafer vesair Ashab-ı Kiram sâhib-i Tercümeden Ehâdîs-i Şerîfe nakl ve rivayet etmişlerdir. Esma binti TJmeysIn dokuz hemşiresi olup Ezvac-ı Tahirat-i Peygamberiden (Meymune binti el-Hars) İle Hz. Abbas'ın zevcesi (ümmül fa2l> bu cümleden idiler.

[408] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/274.

[409] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/274-275.

[410] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/275.

[411] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/275-276.

[412] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/276.

[413] Ahmed b. Muhammed b. İbrahim : El - Hattâbî Ebu Süleyman. Hz. Ömer (R. A.)'in kardeşi Zeyd b. El - Hattab'ın soyundandır. Sa'mani'nin kita­bında (386) senesinin Reblülahîr ayının 13. cü cumartesi günü Büst gehrinde Hİndümlnt suyunun kıyısındaki Bibat'ta irtihâl eylemiş olduğ^ı yazılıdır.

Hadîs ilmini tahsil için Irak'a ve Hicaz'a gitmiştir. İmam Hattâbî ilm-i fıkh'ı İmam Ebu Bekir Kaff&l-i Şaşî'den ve Eba Ali b. Ebu HÜreyre'den oku­muştur. Edebiyat, tefsir ve diğer ilimlerdeki üstadları : İsmail Saffâr, Ebu Amr-üz Zahit, Ebu Abbas-Ul Asanım, Ahmed b. Süleyman-ül Neccâr, Eba Amr-üs' Semmâk ve Mukrîm-ül Hfidî ve C&fer-ül Holdî'dir.

İmâm Hattâbî Horasını ve Mâverâ-i ünnehir'i de gezmiştir. Seyahatleri esnasında ticâretle de uğraşmış hem talebelerine hem de sâlih müslümanlara Allah yolunda para ve mal yardımında bulunmuştur. Saalebî «Yetimet-üt tlehr» adlı kitabında diyor ki : «O (İmam Hattâbî) bizim zamanımızda Ebu Übeyd Kasım İbni Sellâm'a benzeyen kişidir.» Sa'mani de İmam Hattab için «Hüccet­tir. Saduktur» diyor, tmam Hattâb derin tefekküre rakik kalbe mâlik bir âlimdi.

İmam Hattabi'nin talebeleri ve kendisinden ilm-i hadis okuyan büyük âlimlerin, muhaddis'Ierin bâzıları şunlardır:

Abdullah b. Ahmed b. Gufeyr-til Haremî, Ebu Mes'ud-ül Hasan b. Muham-ned-ur Kerabisiyy-Ül Büstî, tmam   Ebu Hâmid-il tsferâhî, Hâkimi Nisâburl.

Eserleri :

1  — Meâlim-üs' Sünen fî Şerh-i Kitâb-Üs' Sünen U Ebi Dâvud.

2  — Garîbül Haüis.

3  — Kitâb-ı tcfsîr-ül esâmir Râb Azze ve Celle.

4  — Şerh-ÜI ediyyet'il Me'sûre.

5  — î'lâm-ı Sünen  (Sahîh-i Ituhârİ şerhi).

6  — Kitâb-ül U7.1et.

7  — Kitab-ül Islâh-ı gâlat'el muhaddisîn.

8  — Kitâb-ii] arus.

9  — Kitâb-Ül tlâmMil hadîs. JO — El - gunye ân-il kelâm.

II  — Şerh-Ül da'vüatH Ebi Huzeym. (Vakut :  Mucem-ül Udebâ : C. VI/2 Shf. 81-86).

[414] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/276-277.

[415] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/278.

[416] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/278-279.

[417] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/279.

[418] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/279-280.

[419] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/280-281.

[420] Fethül Kadîr Cild I. Sahıfe 468-464 «Salfltü ala-'el Mevt»

[421] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/281-282.

[422] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/282.

[423] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/282-283.

[424] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/283.

[425] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/283.   

[426] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/284.

[427] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/284.

[428] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/284.

[429] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/284-285.

[430] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/285.

[431] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/285-286.

[432] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/286.

[433] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/286.

[434] Talhâ ibni Abdullah ibni Medine kadısı idi.  Talha den­mekle maruftur. Amcası Abdurruhntan ibni Avf Osman, İbni Abb;vs'tan riva­yeti vardır. Ziihrî ile Ebiizzinadda kendisinden rivayet etmiştir, ibni Sa'd ÖT tarihinde vefat ettiğini hildirmiştr. (Hulâsa 153)   : (Tecrld-i sarih tercümesi C. IV. Shf.  623).

[435] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/286-287.

[436] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/287-288.

[437] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/288-289.

[438] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/289.

[439] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/289-290.

[440] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/290-291.

[441] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/291.

[442] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/291.

[443] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/292.

[444] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/292-293.

[445] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/293.

[446] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/293-295.

[447] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/296.

[448] Bak: «Bulûg'ül - Meram. C. î. Shf. 219.

[449] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/296-298.

[450] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/298.

[451] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/298-299.

[452] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/299.

[453] Fakat kanâat-ı âcizânemce makama en münâsip olan hadîs de bu hadîstir. Şunu unutmamalıdır ki, zayıf uydurma demek değildir. Onunla İstid­lal edilen yerler vardır. Varsın gayri müslimlerin cenazelerine ayağa kalkma babında bizim de delîlimiz bu oluversin. Fahr-i Kâinat (S.A.V.) efendimizin bütün İşlerinde gayri müslimlere muhalif hareket etmek istediği ma'lûmdur. Hattâ ekseriyetle cumartesi ve pazar günleri oruç tutarlar ve : «Bu günler yahûd ve nasârânın bayramıdır. Ben onlara muhalefet etmek isterim» buyu­rurlardı. Bu hadîs ilerde nafile oruç babında gelecektir.

Bu cihet nazar-i itibâra alınınca istidlal ettiğimiz zayıf hadîs manen der­hal kuvvet bulur. Ve binâenaleyh gayri müslim cenazelere ayağa kalkılmaz. Bâzıları K«sûl-ü Ekrem (S.A.)'in herkese ve bu arada bittabi gayri müslim-lerede nâzik muamelede bulunmasını onları severmiş; sayarmış mânâsına alır­lar. Bu pek büyük bir hatâdır. İslâm'ın Peygamber-i Zîşân'ı değil, muhlis bir ferdi bile bunu yapamaz. Çünkü Kurân-ı Azîmüşşân müslümanların Allah' ve Resulüne düşman olanları -babaları ve oğullar bile olsalar- asla sevemiyecek-îerini en beliğ bir ifâde ile anlatmaktadır. (1). Böylelerine nezâketle sevgisi­nin bir olmadığını hatırlatmak isteriz.

Bütün hayatında en büyük vazifesi şirk ve küfürle mücadele olan Peygam­ber (S.A.V.) efendimizin bir gayri müslimin cenazesine ayağa kalkmakta de­vam ettiğini —velev meleklere ta'zim için olsun- biz kolay kolay kabul edemi-yeceğiz. Çünkü melekler için bile kalkmış olsa, ölüye hürmet için kalktı sa­nılır veya öyle te'vil edilirdi, ihtimâl Fahri Kâinat (S.A.V.) efendimiz sırf meîeklere ta'zimden ibaret olan bu hareketi bu sû-i ihâm'dan dolayı terk et­miş ve kalkma hükmünü nesih buyurmuştur.

Müslüman cenazelerine gelince : Gayri müslim cenazelerini çıkardıktan sonra yukardaki hadîslerin ahkâmı onlara mahsus kalır. Bizce bütün cena­zelere ayağa kalkmak mensuhtur. Bugünkü avrupaî cenaze selâmı, ta'zim du­ruşu, vesâirelerin ise mevzuu bahsimiz hadîslerle bir alâkası yoktur. Çünkü bunlar sırf moda olmuş bid'atlardır. Binaenaleyh bu fiilleri ayağa kalkma hadisleri'nin neshine kail olmayan ulemâ dahi kabul edemezler.

[454] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/299-301.

[455] Ebu Ishak Sebi'î (B. A.) Adı: Amr Îbni Abdullah'dır. Künyesi : Ebu îshak'dir. Nisbeti; Sebildir. Tabiînin meşhurlarından bir zât olup bir çok ha­dîs rivayet etmiştir. Hûfeliâir. Hz. Osman <B. A.)'m hilâfetinin İkinci yılında dogmugtur. Hz. Ali (R. A.) ile diğer bâzı ashâb-ı kir&m'ı görmügdür. Veffitı (129) Hicrî tarihindedir.

Sebiîy, Emîr vezninde bir kelimedir. Lûgattâ, bir şeyin yedi bölüğünden biridir. Arap kavimlerinden Sebiiy' bin Sebt, Hemedan kabilesinden bir kolun adıdır. Küfede bir mahalle İsmidir. Bu yüzden Ebn İshak'a Sebil unvanı veril­miştir. (Kamus tercümesi'C. n. Shf. 596).

[456] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/302.

[457] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/302-303.

[458] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/303.

[459] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/304.

[460] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/304.

[461] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/304-305.

[462] Sa'd. b. Ebi vakkas : (Sa'd, b. Malik b. vuhayb b. Abd Manâf bin. Zuhra b. Kilâb b. Murra.)

Sahabenin ileri gelenlerindendir. İslâm dinini ilk kabul edenlerden yedin­cisi olduğu rivayet edilir.    İslâm dinine girdiği zaman kendisi «17» veya «19» yaşlarında bulunuyordu.

Hz. Peygamber (S.A.V.)'in annesi Hz, Amine ile aynı kabileden olduğun­dan, Hz. Peygamber (S.A.V.) kendisine karşı, büyük bir muhabbet beslerdi. Sa'd; Akabe biatlanndan sonra, Meilineye ilk hicret eden müslümanlardandır. Sa'd çok mahir bir ok atıcısı idi; Uhud savaşında düşman'a 1.000 den fazla ok attığından, Hz. Peyg-amber (S.A.V.)'in teveccühüne mazhar olmuşdur. Ken­disi hayatta iken Cennetle müjdelenen on sahâbîden «Asjere-i Mübe^ere'den) biridir.

Aynı zamanda, İran ordusunu yıkan Kadisiye meydan muharebesi kuman-danlarmdandır. (670 - 678) yıliarı arasında *70ij veya e80» yaşını geçmiş, ola­rak irtihal etmiştir.

[463] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/305.

[464] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/306-309.

[465] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/309.

[466] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/309-310.

[467] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/310-311.

[468] Sûre;  59-âyet:   10.

[469] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/311-314.

[470] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/314.

[471] Heytemî (Heysem!) :«7S5» senesinde doğmug «801» senesinde irti-hâl eylemiştir. İmam Hâfi2 Zeynüddin Irakî'nin arkadaşıdır. «KÜtüb-tt sitte» ve «Müsned» lerdeki zevaidl toplayıp tertib etmekle maruf bir imâm-ı mü-becceldir.

Heysemt on tane Zevâîd yazmıştır:

1 — «El-Bahr'ül zehhâr fi zev&İd-t b. mUsned'ül bezz&r» ki bunda «Mü ned-i Bezzâr» m  zevâidini   yani  Kütüb-i  .sitte'de olmayan  hadîslerin büyük bir cildde toplamıştır.

2— «Zerâid-i Ebû Ya'iâ el-mevsilî» ki Ebu Ya'lâ «Miisned» inin Kütûb-i sitte'de olmayan zevâidini havî bir eildlik kitaptır.

3— «Zevâid-i  müsned-i Ahmed» ki   Ahmed  ibn-i  Hanbel   «Miisned»  inin Kütûb-i sitte'de oimayan hadîslerini hâvî iki cilddir.

4— «EI-Bedr'UI Münir fi zevâid'il mu'cem'ül kebîr» ki Taberânî «mu'cem-I kebîr» inde Kutûh-i Sitte hâricinde kaimiş üç cildlik zevâiddir.

5— «Meenıe'ûl   bahreyn  fi   zevâid'Ûİ   mu'cemeyn» ki   Taberânî'nin   «Mu1eem-i evsât» ile «Mu'cem-î sağir» inde olup da Kütûb-i Sitte'de olma­yan hadîslerdir ve iki cüddir.

6— «Mecma'ül zevâid ve menbe'ül fevâîd» ki bu kitap'da bundan evvelki zevâidin beşini esânîdi hazf ve her hadîsin Sahih, Hasen ve Zaîf ol­duğunu beyân ederek cem'etmiştir.

7— «Zevâd'iil hilye» ki Ebu Nuaym-i îsfehânî'nin «Hilyet'ül evliya» smda olan zevâdi hâvi büyük bir cilddir.

8— Zevâd-i fevâid-i  teramam» ki Teramâm   b. NeeSh'in «Fevâid»   indekt zevâidi hâvidir.

9  — «Mevârldiz-zaman   ilâ   zevâid'übnü  Hibban» ki  îbn-i   Hibban'ın «Sarhih» indeki zevâidi hâvidir. 10 — «Buğyet'ül bahs an zevâid-i Miisned'll-hars» ki, Haris b. Ebi Üsâme'nin

«Mtisned» indeki cem' eder.

(Süyûtî : Hüsnü'ül-muhâdara. C. I. Shf. 153. Esmâ'ül müellifin. C. I. Shf. 727. Tecrİd-i sarih. Tercümesi   (I. Shf.  223).

[472] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/314-317.

[473] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/317.

[474] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/317-318.

[475] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/318.

[476] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/318-319.

[477] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/319.

[478] Bu âdet Mısır'da pek yaygındır. Ölünün arkasından parasıyla tutul­muş bir sürü kadın yürüyerek kalabalık yerlerden geçerken hep birden vâvey-lâ koparır, yas ederler. Elleri yüzleri Xile denilen mavi bir boya ile boyalı bu­lunan bu kadınlar ellerindeki eski bir bezle âdeta boyunlarını kesermiş ğibJ yaparlar.

[479] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/319.

[480] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/319.

[481] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/319-321.

[482] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/321-322.

[483] Süre : 6-Âyet: 164 ve Sûre: 18, Âyet: 39.

[484] Berzah: Dünya ile âhiretin arası yani öldükten sonra kıyamete kadar devam eden zamandır.

[485] Sûre-8. Âyet: 25.

[486]  Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/322-324.

[487] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/324.

[488] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/324.

[489] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/324-325.

[490] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/325-326.

[491] Abdullah ibni Cafer (B.A.): Hz. Peygamber (S.A.V.)'in amca-zâdesl Cafer tbni Ebu Talİb'In oğludur. Validesi Umeys kızı, Esmâ'dır. Künyesi, Ebu Muhammed, daha meşhuru Ebu C&fer'dİr. Habeşistan'da ilk müslüman çocu­ğu olmak üzere doğmuş. Ebeveyniyle birlikte Medine'ye gelmişti. O sene Necfr-gînin'de bir oğlu olmuş onunda adını Abdullah koymuşlar. Annesi Necâşî'nin oğlunu da emzirmiş, bu surette iki Abdullah arasında bir süt kardeşliği husu­le gelmiştir.

Resûl-U Ekrem, Abdullah b. Cafer'in başını okşamak, onu bindiği hayvana almak gibi bir çok iltifatlarda bulunmuştur. Kendisininde «Resûl-ü Ekrem beni hayvanının arkasına bindirdi ve bana bir sır tevdi ettiki o'nu kimseye söyle­mem» dediğini imam Müslim rivayet ediyor.

Pederinin şahadetinden sonra validesi Hz. Etmbekir (R. A.)'e onun vefa­tından sonra da Hz. Ali (R. A.)'ye varmış olduğu cihetle bunların yüksek ter­biyeleri altmda büyümüş, feyz almıştır. Bizzat Resûl-ü Ekrem'den rivayeti olduğu gibi, ebeveyninden, Ebu Bekir, Ali, Osman, Amraar b. Yâsir vâsıtası ile de rivayetleri vardır. Hz. Peygamber (S.A.V.) efendimizin vefatında «10» yaşında bulunan Abdullah, Hicretin «80» nci senesinde Medine'de vefat etmiş­tir. Vefatında yaşı «90» a yaklaşmıştı. R. Aleyh.

Abdullah b. Cafer hem vücutça, hem ahlâkça babasına çok benziyordu. Bilhassa şecaat ve cömertlikte tam babası gibi idi. Suriye fütuhatında muhare­belere iştirak etmiş, Sıffîn vak'asında Hz. Ali fırkalarından birine kumanda etmişti. Fevkalâde cömertliğinden dolayı kendisine «kutb'üs-Seha = Cömert­lik kutbu» denilmişti.

Hz. Ali ile tanışmasına aracılık etti diye kendisine 40.000 dirhem nakdî hediye gönderen bir İran çiftlik ağasının bu hediyesini: «Biz yaptığımız iyiliği para ile satmayız» diyerek reddetmiş. Medine'de şeker ihtikârı yapan bir ta­cirin malının tamamını, hazinedarına aldırıp ahaliye tevzî ettirmişti.

Kendisine kaside sunan siyah renkli bir şaire fazla ihsanda bulunmasını kınayan dostlarına söylediği şu sözler ibret vericidir: «Onun yüzü kara ise de sözü gayet beyaz, söylediği sözle aldığından fazlasına müstehak olmuştu. Biz ona eskiyecek ve nihayet yok olacak şeylerden başka bir şey vermedik. O İse bizim için ilel'ebed bakî kalacak sitayiş ve sena* vücnde getirdi.» (Tahir Ongun İslâm - Türk Ansiklopedisi. C. II. Shf.: 222).

[492] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/326.

[493] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/326-327.

[494] Süleyman bhı Büreyde <R. A.)   : Eslemîdir. Babasından ve Ömer ümi Httseyn   (R. A.) ile bir Cemaattan hadîs rivayet etmişdir. Vefatı «11S»  hicrî tarihindedir. R. Aleyh.

[495] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/328.

[496] Sûre-İ Kehr : Ayet 23, 24.

[497] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/328-329.

[498] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/329.

[499] Sûre: 59. Ayet:  10.

[500] Sûre:  47. Ayet: 19.

[501] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/329-330.

[502] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/330.

[503] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/331.

[504] Sûre: 91. Âyet: 9.

[505] Sûre: 91. Âyet: 9.

[506] Ulemâ bunu bağ ve asmaların çubuklarını kesmekle temsil ederler. Derler ki  : «Bir asmanın çubukları kesilmezse o sene haddinden fazla üzüm. yapar. Fakat bu üzümleri besleyemez. Nihayet kurur gider. Kesilirse hem çok üzüm verir, hem de uzun seneler kurumaz, devam eder. îşte tıpkı bunun gibi zekâtı verilmeyen mal zahirde çok görülür. Fakat uzun sürmez bir âfetle yok: olur gider. Zekâtı verilse dâîma çoğalır.»

[507] Sûre-i İbrahim Âyet: 7.

[508] Süre-i Meâriç: Âyet: 25.

[509] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/332-334.

[510] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/335.

[511] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/335-336.

[512] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/336-338.

[513] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/338-343.

[514] Mnâfir : Yemen'de bir kabiledir. Meşhur MuAftr kumaşları bu kabi­leye nisbet olunur.

[515] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/343.

[516] A'meş : Ebu Muhammed Süleyman b. Mihran El- Esedî El-Kâhilî Mevlahıım El-Kûfî: Görme hassa'sı çok zayıf olduğa için A'meş lâkabı ile ta­nınmıştır. Esed evlâdından Kâhil oğullarının azatlı kölesi idi. Hicretin «67» senesinin, bir rivayete gröre İse «61» senesinin 10 Muharrem günü doğmuştur. Vefat tarihi için H. «148» yılındadır denirse de bu da ihtilaflıdır.

Bu zât kıraat imamlarından, yüksek muhaddîslerden ve küfe fakîhlerin-dendi. Yabya b. Said el-Kattan O'nun hakkında «Allâmet'ül-lslâm» demiştir. Medine fakth!.->ı inden Urve oğlu Huşeym ise: «Bütün Küfe'de kitâbullahi O'nun kadar iyi oiiuyşn O'nun kadar güzel söz söyleyen, ftıha anlayışlı ve sorulan herşeye daha sür'atle cevap veren bir kimse görmedim.» diyor.

A'nıeş'in rşvilcri: Hasan b. Sa'id b. Cafer Fadl b. Şadan Eb-til-Abbas El-Mitvaî EI-Basrî Uç Ebüî-Ferec Muhammed b. Ahnıed b. İbrahim Eşşenebûzî'dir.

Kendiside AshâMan olup, Kûfe'de en son vefat eden Abdullah b. Ebi Leylâ (189 veya 911)'dan ve Basra'da en son vefat eden Enes b. Mâlik'ten ve ayrıca Ebu Vâil (—82)'den, Zer (—82) 'den, İbrahim Nehâî (—95)'den, Zûhrî (—122) den Enes b, Mâlik'm ashabından 1300 kadar hadîs rivayet etmiştir.

A'imiş Nükteperdazlıgıyle ve hazırcevaphğiyle de şöhret yapmıştı. îbn Tolun Eş-Şânıî O'nun nüktelerinden ve fıkralarından müteşekkil bir eser yazmış ve bu esere «Ez-Zehr'iîl, En'aş-fî nevâdir'il - A'meş» ismini vermiştir.

(İslâm-Türk Ansiklopedisi. C. I. Shf. 372).

[517] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/344-345.

[518] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/345.

[519] Celeb: Bir yerden başka bir yere celb edilen hayvan vesairedir.

[520] Ceneb : Uzaklara  götürmektir.

[521] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/345-347.

[522] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/347.

[523] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/347-348.

[524] Behz b. Hâkim   (K. A.)   : Ebu Muâviyeti'bni Haydet'iil Kureyşî.

Tâbün'den olup rivayetinin kabul edilip edilmediğinde Hâkim ihtilaflıdır. Ebu Hatim (195—277) O'nun hakkında : «O hadîsi yanılıp da ihticac olunma­yan bir şahıstır.» diyor. îmâm-ı Şafiî (150—204) de : «Hüccet değildir.» de­miştir. Zehebî (—748)  ise «O'nu hiç bir âlim terk etmemiştir» demektedir.  

(Bak: El - îsâbe C. I. Shf. 349. Sahâbî No: l«05).

[525] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/348-349.

[526] Mantûk   : Bir söz'ün söylendiği  yerde delâlet ettiği peydir. Meselâ   : «şu kitabı satın aldım»    denilse bu söz'ün   «lâfzın»    mantûku o kitabın satın alınmış olmasıdır.

[527] Mefhum : Bir söz'ün söylendiği yerde olmaksızın üzerine delâîet etti­ği şeydir. Meselâ: «Şu kitabı sattım» denilse bu söz o kitaptaki mâlikiyet hak­kının o kimseden kalktığına delâlet eder ki bu bir mefhumdur.

tslâm hukukunun kaynaklarından hukukî hükümleri istinbât ile fıkıh mevzuatını tertip, tanzim eden imâm ve müçtehitlerin te'lîf ettikleri usûl-ü fıkıh kitaplarında mefhûm'un bir çok kısımları İ'zâh ve beyân olunmuştur ki yeni harflerle türkçe yazılmış eser olarak emekli Diyanet İşleri Reisi Ömer Nasûhî Bilmen'in «Istilâhat-ı fıkhîyye kamusu» C. I. Shf. 14 ile devamına ve emekli Temyiz dâire reislerinden Ali Himmet Berki'nin «Hukuk mantığı ve tefsir»  adlı kitabının 54 ve müteakip sayfalarına bakınız.

Mefhûmların taksiminden bâzıları şunlardır   :

Mefhûm-i mutabakat, mefhûm-ı muhalefet, mefhûm-ı lâkah, mefhûm-ı sı­fat, mefhûm-ı şart, mefhûm-ı gaye, mefhüm-ı istisna, mefhûm-ı innema, mef­hûm-ı âdet, mefhûm-ı hasr.

[528] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/349-350.

[529] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/350-351.

[530] Kırat: Elmas ve Cevahir gibi kıymetli şeylerin tartısında kullanılır, mis-kal'in dörtte birine- «denk», .dörde taksim edilen dengin herbirine «Kırat», yine dörde ayrılan kirat'ın-beher kısmına «buğday», kezâlik dörde ayrılan buğday­ın herbirine «fetil», ayrılan fetil'in herbir kısmına «nakir», yine ikiye bölünen nakir*in beherine «kıtmir», kezâlik ikiye ayrılan kıtmir'in herbirine «zerre» de­nilirdi. Birbuçuk dirheme «misbal», dörtyüz'dirheme «okka», kırkdört okkaya «kantar», dört kantara «çeki» adı verilir.

Kırat-i örfî : Bâzı fukâha'nın beyânına göre dört, bâzısının beyânına göre de beş orta arpa ağırlığı yerine kullanılır bir tâbirdir. Darphâne usulünce bir «kırat», dört buğday İtibar edilmiştir. Bu dört buğday ise fukâha'nın beş arpa İtibar ettikleri kırat-ı şer'îye ağırlıkça müsavi görülmüştür.

Kırat-ı şer'î : Beş orta arpa ağırlığı yerinde kullanılır bir tâbirdir.

Miskal : Yirmi «kırat» yani orta büyüklükte yüz arpa ağırlığına verilen addır. Bir «miskal» vezince bir «dirhem» ile bir dirhem'in yedide üçüne müsa­vidir. Bu itibarla yedi «miskal» on «dirhem-i şer'î» ağırlığındadır. Bir «dirhem» dört «denk» e, bir denk dört «kırat» a, bir kırat dört «buğday» a müsavi sa­yılırdı. Bu halde bir «miskal» doksanalti «buğday» a müsavi demektir.. Bu mik­yaslar altın, gümüş ve mücevher gibi kıymetli şeylerin tartılmasında kullanı­lırdı. Bugünkü ölçüye göre dört buçuk gram mukabili demektir.

Dirhem : Bir «okka — kıyye» dörtyüz'de biri, 3.148 gramlık veznin adı idi. Şer'an yetmiş tane orta boy arpa'nın ağırlığından ibaretti. Dirhem, Sultan Or­han zamanında verilen bir karar mucibince şer'î dirhemin dörtte biri olmuş­tu.

Dlrhem-i şer'î : 14 kırat gümüş hakkında kullanılır bir tâbirdir. Orta bü­yüklükte yetmiş arpa tanesinin ağırlığı demekti. Zekâtta, mehirde, diyette, ni-sab-ı sirkatte muteber olan bir dirhemdi. Hazret! Peygamber <S.A.V.) zama­nında 20, 12, 10 kırat sikletinde üç türlü dirhem vardı. Halîfe Ömer (R. A.) za­manında bunlar birleştirilerek vasatisi olan 14 kırat bir dirhem kabul olun­muştur. Başka bir riâvete göre asr-ı saadet'te şu dört nev'i dirhem mevcuttu.

1  — Dirhem-i bagalî  8 danık

2  — Dirhem-i tabarî   4 danık

3 — Dirhem-i mağribî 3 danık

4 — Dirhem-1 yemenî 1 danık.

Hz. Ömer (R. A.), en rayiç olan bagali dirhemi ile taberi dirhemini cemet-tirerek vasatisi olan 6 danığı bir dirhem olarak kabul eylemiştir.

Dirhem'in diğer şekilleri :

Dirhem-i ceyyît, dirhem-i halis, dirhem-i mağşuş, dirhem-l Örfî, dirhem-i rayiç, dirhem-i züyûf.

(Ek. Mehmet Zeki Pakalnı «Osmanlı tarih sözlüğü» C. I. Shf. : 454. C. H. Shf. 269 ve 546). Daha geniş tafsilât için bk: Tecrid-i sarih. C. V. Shf. 70 ve 498.

[531] Fethü'l-Kadîr, C. I. Shf. 522 «Bâb-ı Zekâtü'1-Mal».

[532] Süre - Tevbe; Âyet: 34.

[533] Bir vesk 60 sa#'; bir saf 4 men; bir men = 260 dirhemdir.

[534] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/351-356.

[535] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/356.

[536] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/356.

[537] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/357.

[538] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/357-358.

[539] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/358.

[540] Sûre: 9 Âyet 104.

[541] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/358-359.

[542] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/359.

[543] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/359-360.

[544] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/360-361.

[545] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/361.

[546] Salim b. Abdullah : Hz. Ömer (R. A.)'İn torunudur. Babası Abdullah b. Ömer dahi bilindiği gibi ashâb'm büyüklerindendir. (Bak: Abdullah b. Ömer «Btilûgül-merâm» C. I. Shf. 15). Salim hazretleri de tâbiî'nin büyüklerindendir. Hattâ kendisini tâbiîn'in «Fukahâyı Seb'a» smdan biri sayanlar vardır. {Bak: Fukahâyj Seb'a «Bülûğül-Merâm» C. I. Shf. 329).

Emevî meliklerinden Ömer b. Abdülaziz ve Hişam b. Abdülmelîk'e bâzı nasihat-âmiz hitabeleri meşhurdur.

Salim hazretleri «106» diğer bir rivayete göre ise «107» H. yılında irtihâl eylemiş, cenaze namazını o sırada Medîne-i Münevvere'de bulunan Hişam b. Abdülmelik kıldırmıştır. R. Aleyh.

[547] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/361-362.

[548] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/362-363.

[549] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/364.

[550] Sûre-i En'am; Âyet 141.

[551] Tefsirü'l - âyetü'l - Ahkâm C. I. 212.

[552] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/364-366.

[553] Sehl b. Ebi Haame b. Saİde (R. A.): Evs kabîlesindendtr ve Ensârî'dir. Resûlüllah (S.A.V.)'İn irtüıallerinde 8-9 yaşında idiler. Resûlüllah'dan bir çok hadîs rivayet etmişlerdir. Keza Zeyd b. Sabit, Mnbammed b. Seleme'den hadîs rivayet etmişlerdir. Kendindende oğlu Muhammed ve kardeşinin oğlu Muham­med b. Süleyman b. Ebi Hasme ve Beşîr b. Yesar ve Salih b. Havvâd ve Nafl b. Cfibeyr ve daha bunlar gibi birçok sahâbî hadîs rivayet etmişlerdir.

Hz. Muâviye'nin hilâfetinin başlangıcında irtihal eylemiştir. R. Aleyh.

(Bk: El-îs&be C. II. Shf. 85. No: 3523. El Istiab C. H. Shf. 96).

[554] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/366-367.

[555] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/367-368.

[556] Attab b. Üseyd (R.A.): Attab b. Üseyd b. Ebi-llys b. Ümeyye b. Abduşşems el-Kureyşî'lEmevî.

Sahabeden olup Mekke'nin fethi günü İslâmiyet! kabul etmiş, fetihten sonra Hz. Peygamber efendimiz tarafından Mekke valiliğine gönderilmişti. O sene, yani 8. nci salı hicrî Hacc'ı bu zâtın rivayetinde icra olunmuştur. Bu sene Müşrikler dahi âdetleri vechîle Hacc'i îfâ etmişlerdi.

Attab b. Üseyd (R. A.) İslâmiyet ile müşerref olduğu zaman «20» yaşında İdi. Hz. Peyg-amber'in irtihâlinden sonrada Mekke valiliğinde kalmış ve Hz. Ebubekr (R. A.)'m yanmda dahi bulunarak Halîfe-İ müşârün-ileyh'in irtihâl ihaberi Mekke'ye vâsıl olmazdan evvel vefat etmiş ve o gün defnolunmuştu.

(Kâmus-u a'Iâm. C. IV. Shf. 3122).

[557] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/368.

[558] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/368-369.

[559] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/370.

[560] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/370-371.

[561] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/371-372.

[562] Sûre-I Tevbe : Âyet: 35.

[563] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/372.

[564] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/372.

[565] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/372-373.

[566] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/373.

[567] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/373-374.

[568] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/374-375.

[569] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/375.

[570] Bilâl b. el-Hârîs (B.A.) : Mtizeyne kabîlesindendir. Resûlüllah (S.A* V.)'in nezdine beşinci sene gelmiş ve Medine'de sakin olmuştur. Mekke'nin fethi günü Müzeni sancaklarından birini taşıyordu.

Kendisinden oğlu el-HSrîs, hadîs rivayet etmiştir. «80» yaşında olduğu haîde «60» tarihinde vefat eylemiştir. R. Aleyh.

[571] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/375-376.

[572] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/376.

[573] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/377.

[574] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/377.

[575] Abdnllah b. Salebe b. Snayr EI-Adevî, El-Azerî : Sahâbe-i Kirâm'ın

tercüme-i hallerini tesbit eden Tabakât müellifleri ve ilm-i hadîsin nakd'ür-Ricâl ilminin sayılı âlimleri kendisinin Sahâbî olup olmadığında ihtilâf etmiş­lerdir.. Babası Sa'lebe b. Suayr ise sahâbîdir. Başta İmâm Buhfiri, Dâre Kutnl, Hâkim, Ebu Hatim, tbn'üs-Seken gibi hafız, muhaddisîn-i kiram Abdullah'ın ResûliUlah  (S.A.V.)'* gördüğünü kabul ve tesbit etmişlerdir.

Hadîs musannefâtında bâzan Sa'lebe ile oğlu Abdullah arasında yer de­ğiştirilerek Sa'lebe b. Abdullah yâhud da Abdullah b. Sa'lebe diye tesbit olun­duğundan bu karışık durum meydana gelmiştir. Tabakat ilminin büyük âlim­lerinden tbni Abd'il-Berr «EH-lstiâb» inin C. II. Shf. 262'sinde, İmam İbni Hâ-cer'ül-Askalânî «El-Isâbe» sinin C. II. Shf. 276'da Abdullah'ın hayatını, C. I. Shf. 201'de ise babası Sa'Iebe'nin hayatım tesbit ve ikisinin hayatının tesbitin-de de bu karışık durum bulunduğunu atıfla beyân etmiştir. Müelliflerin bu be­yânları kargısında meydana çıkan hakikat şudur ki Sa'tebe hem sahâbîdir, hem ResûlUllah (S.A.V.)'den rivayeti vardır. Oğlu Abdullah ise ResÛlUUah (S.A.V.)'i görmüştür. Resûlüllah (S.A.V.)'den rivayet ettiği hadîsler mürseldir,

Abdullah H. «83» tarihinde irtihâl etmiştir. Kendisinin babası Sa'lebe b. ebi Suayr'dan, Hz. Ömer (R. A.)'dan, Hz. Ali (R.A.)'den ve Hz. Saad (S. A.) dan ve diğer sahâbîden rivayeti vardır. Kendisinden Abdullah b. Müslim ve Saad b. İbrahim rivayette bulunmuştur. (Daha geniş bilgi için bak: «El-tsâbe» ve «El-îstiab» m maddelerine.)

Abdullah'ın babası Salebe'nin, İmam AbdUrrezzak'ın «cMnsannef» İnde se-ned-i sahîh ile rivayet ettiği Sadaka-i fıtır hadîsi Tecrid-i Sarih Shf. 493'de nakl edilmiştir. Ayrıca îmam Ebu Davud'un «Sünen» inde Nu'man tarikiyle aynı hadîs'İn başka bir şahidi de vardır. B. Anhüraa.

[576] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/377-380.

[577] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/380.

[578] Fethü'l - Kadîr C. Shf. 36-3». Sadaka-i Fıtır babı.

[579] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/380-382.

[580] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/382-383.

[581] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/383-384.

[582] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/385.

[583] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/385-386.

[584] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/386.

[585] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/386-387.

[586] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/387.

[587] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/387-388.

[588] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/388.

[589] Sûre   59 : Âyet : 9.

[590] Sûre : 76 : Âyet : 8.

[591] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/388-389.

[592] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/389.

[593] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/389-390.

[594] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/390-391.

[595] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/391.

[596] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/391.

[597] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/391-392.

[598] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/393.

[599] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/393-394.

[600] Hadisi şerifte Bacül yani (erkek) zikredilmişse de kadın da aynı bü­kümde olduğundan, biz bu kelimeyi İnsan diye tercüme ettik.

[601] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/394-395.

[602] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/395.

[603] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/395.

[604] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/395-396.

[605] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/396.

[606] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/396.

[607] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/397.

[608] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/397.

[609] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/398.

[610] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/398-400.

[611] Ubeydullah b. Adiyy b. el-Hıyar (B. A.) : Hz. Muhammed (S.A.V.) devrinde doğduğu söylenir. Tâbiîn'den sayılır. Hz. Ömer ile Osman (B. A.)'den hadîs rivayet etmiştir.

Babasından rivayet ettiğine göre, ölürken O'na şöyle demiştir : «Oğlum!. Benden sonra bana lâyık iğler işleyesin ki beni yaşatasın. Çünkü oğulların iğ­leri, âhirete giden babalara her gün bildirilir.»

[612] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/400.

[613] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/400-401.

[614] Kubaysetü'bnü Muhârik Hilâl! (B. A.) : Basra'lılardan sayılan bir Sahftbe-i Celü'dir. Peygamber (S.A.V.)'e elçi olarak gelmiştir. Kendisinden oğ­lu Kut» ve başkaları hadîs rivayet etmişlerdir.

[615] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/401-402.

[616] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/402.

[617] Abdülmnttalip bin Rabîatü'bnü El-H&rls (R. A.) : Abdülmnttalip bin Hfişim'in oğludur. Evvelâ Medine'de oturmuş sonra Hz. Ömer devrinde Dımaşk'a göç etmiştir. ResûHillah (S.A.V.)'e giderek kendisini zekât tahsildan buyurmasını istemiştir. Kendisinden rivayet olunan biricik hadîsini Hz. Fahr-i Kainat (S.A.V.) bu işteki cevap olarak trâd buyurmuştur.

[618] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/402-403.

[619] Zahir rivayet : îmâin-ı Muhammedin El-Camiü's-Sagtr, El-Camiül- Kebfr ve Siyer'Ieri gibi meşhur kitaplarında nakl ve rivayet olunan meseleler­dir. Bunun mukabili nevâdir'dir. Bunlar da Curcanİyat, keysaniyat, haraniyat gibi meşhur olmayan kitaplarının rivayetleridir.

[620] Sûre 9 : Ayet : 104.

[621] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/403-404.

[622] Cübeyr ibni Mut'im (R. A.) : Nnfel b. Abdi Menâf ogullarındandır. Mekke'nin fethinden evvel müslüman olmuş; sonra Medine'ye yerleşmişti. Ensfib ilminde vukuf aâhibl idi. Medfne-i münevvere'de «54» veya «57» tarihin­de vefat eylemiştir. R. Aleyh.

[623] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/404.

[624] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/405.

[625] Ebu Râfi' (R. A.) : îsmi ihtilaflıdır. Bâzılarına göre İbrahim, bâzı­larına göre Hürmüz'dür. Hz. Ebu Râfi' Resûlüllab (S.A.V.) efendimizin azad-lısıdır. Bâzılarına göre Hz. Abbas'ın kölesi idi. Sonra Hz. Peygamber (S.A.V.)'e hibe etti. Abbas (R. A.) müslüman olunca Ebu R&fî' Onun müslüman olduğu­nu Peygamber (S.A.V.)'e müjdelemiştir. O da kendisini azâd eylemiştir. Ebu Râfî, Hz. Ali (R. A.)'in hilâfeti zamanında Medine'de vefat etmiştir. Aslen Misır'U olduğu söylenir. Kendisinden zevcesi Selmâ ile oğulları ve diğer bâzı zevat hadîs rivayet etmiştir.

[626] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/405-406.

[627] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/406.

[628] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/406-407.

[629] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/407.

[630]  Sûre-i Yusuf Âyet: 53.

[631] Sûre-i Bakara Ayet : 185

[632] »           »         »      : 183.

[633] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/408-410.

[634] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/410.

[635] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/410-411.

[636] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/411.

[637] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/411-414.

[638] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/414.

[639] Mestûrll'l-hâl  : Hâli kapalı. Yani  : Âdilmİdir değilmldir, belli olma­yan kimsedir.

[640] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/414-417.

[641] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/417.

[642] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/417-418.

[643] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/418-419.

[644] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/419.

[645] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/419.

[646] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/419-420.

[647] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/420-421.

[648] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/421.

[649] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/421.

[650] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/421-422.

[651] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/423.

[652] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/423.

[653] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/423-424.

[654] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/424.

[655] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/424-425.

[656] Sûre : 2, Âyet : 187.

[657] Sûre : 2, Âyet: 187.

[658] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/425-427.

[659] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/428.

[660] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/428.

[661] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/429.

[662] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/429-431.

[663] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/431.

[664] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/431-432.

[665] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/432-433.

[666] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/433-434.

[667] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/434-435.

[668] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/435.

[669] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/435.

[670] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/435-436.

[671] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/436.

[672] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/436-437.

[673] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/438.

[674] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/438.

[675] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/439.

[676] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/439-441.

[677] Hamzat'tibnü Amr Eşlemi  (R.A.)   : Künyesi     Ebu Salih yâhud, Ebn Muhaanmed'dir. Hicazhlar'dan sayılır.  Kendisinden  oğlu    Muhammed ile Hz-Aişe (B. Anhft) rivayet etmiştir. «80» yağında olduğu halde «61» tarihinde vefât etmiştir.

[678] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/441.

[679] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/441-442.

[680] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/442.

[681] Sûre : 2, Âyet : 184.

[682] Sûre : 2, Âyet : 184 – 185.

[683] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/442-443.

[684] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/443-444.

[685] Meselâ : Birisi «benim paramdan bir talebe okutulsun» dedikten son­ra: «Benim paramdan müslüman olmayan talebe okutulmasın» dese, artık mut­lak olan ilk sözündeki talebe de muslÛman olmakla mukayyettir.

[686] Fakat, Hanefîler'in «En-NIhaye» adlı fıkıh kitabında §u malûmat veriliyor : «îmâm-ı Şafii'nin kefaret meselesinde tahyîre kail olması İle tmftm-ı M&IIk'in «oruçta tetabu' §art değildir» dediğinin aalı yoktur. Bu bir hatadır. îmâm-ı Şafiî, Haneffler gibi tertibe kaildir. Meselede tahyîre de, tetabüunün lüzumsuzluğuna da kail olan yalnız îbnl Ebi Leylâ'dır.»

[687] Sûre: 2, Ayet: 184-196.

[688] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/444-448.

[689] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/448.

[690] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/448-450.

[691] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/450.

[692] Asaba : Terekeden hak sahipleri; miraslarını aldıktan sonra kalanını alan fakat kendinden başka mirasçı yoksa bütün terekeye mirasçı olan kim­selerdir.

[693] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/450-451.

[694] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/452.

[695] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/452-453.

[696] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/454.

[697] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/454-455.

[698] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/455.

[699] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/456.

[700] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/456.

[701] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/456-458.

[702] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/458.

[703] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/458-460.

[704] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/460.

[705] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/460.

[706] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/460.

[707] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/461.

[708] NÜbeyşetü'l-Hüzelî  (B.A.): NübeyşetüTmü Arar yahut Nübeygettitmtt Abdullahtır. Buna NiibeyşetÜ'1-Hayr da derler.

[709] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/461.

[710] Temettü1, kıran, hedy ve muhsar gibi kelimelerin mânâsını anlamak için kitabımızın hacc bahsine müracaat buyrula.

[711] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/461-462.

[712] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/462-463.

[713] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/463.

[714] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/463.

[715] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/463-465.

[716] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/465.

[717] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/465.

[718] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/465-466.

[719] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/466.

[720] Sanıma bintt Bttsr (B. anha) : tsml Behiyye'dİr. «Behime» diyenlerde vardı. Abdullah b. Bttsr'ün kızkardegidir. Kendisinden kardeşi Abdullah rivayet etmiştir.

[721] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/466-467.

[722] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/467.

[723] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/467.

[724] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/468.

[725] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/468.

[726] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/468-469.

[727] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/469.

[728] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/469-470.

[729] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/471.

[730] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/471.

[731] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/471-472.

[732] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/472.

[733] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/472-473.

[734] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/473.

[735] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/473.

[736] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/473.

[737] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/473-474.

[738] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/474.

[739] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/474.

[740] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/474-475.

[741] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/475.

[742] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/475-476.

[743] «Fethül - Kadir C. II. Shf. 107-108 BâbU'l-i'tikaf».

[744] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/476.

[745] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/477.

[746] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/477-478.

[747] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/478.

[748] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/478.

[749] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/479.

[750] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/479.

[751] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/480.

[752] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/480-481.

[753] Sûre; 3, Ayet; 97.

[754] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/482-485.

[755] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/485.

[756] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/485-486.

[757] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/486.

[758] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/486-487.

[759] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/487.

[760] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/487-489.

[761] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/489.

[762] «Fetfcü'l-Kadlr» C. 2. Shf. 119 Kitabü'I-Hace.

Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/489-490.

[763] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/490-491.

[764] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/491.

[765] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/492.           

[766] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/492-493.

[767] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/493-494.

[768] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/494.

[769] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/494-495.

[770] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/495.

[771] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/495-496.

[772] Bu gün âlemin karısı veya kızıyla dost olmak, onunla başbaşa bir yerde kalmak, kırlarda, ormanlarda dolaşmak, salgın halini almış bir moda hastalığıdır. Ne diyelim, Allah müslümanlara intibahlar nasip eylesin.

[773] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/496-498.

[774] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/498-499.

[775] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/499-500.

[776] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/500.

[777] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/500.

[778] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/501.

[779] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/501.

[780] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/501-504.

[781] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/504.

[782] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/504-506.

[783] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/507.

[784] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/507.

[785] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/507-508.

[786] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/509.

[787] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/509.

[788] Sûre

[789] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/509-512.

[790] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/512.

[791] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/512-513.

[792] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/513.

[793] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/513.

[794] Vers: Yemende yetişen güzel kokulu bir nebattır.

[795] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/514.

[796] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/514-515.

[797] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/515.

[798] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/515-517.

[799] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/517-518.

[800] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/518-520.

[801] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/520.

[802] Sûre-i : Maide; Ayet: 96.

[803] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/520-522.

[804] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/522.

[805] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/522-523.

[806] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/523-524.

[807] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/524-526.

[808] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/526.

[809] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/526.

[810] Kâ'b bin Ücra (R. A.): Ensâr-ı kîrâm'ın müttefiki Harp yardımcısı olan bir Sahâbe-i Celîl'dtr. Kûfe'ye yerleşmişti. Medîne-i Münevvere'de «51» ta­rihinde vefat etmiştir.

[811] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/526-527.

[812] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/527-528. 

[813] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/528-529.

[814] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/529-530.

[815] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/530-531.

[816] El-Bakara Sûresi;  Âyet:  126.

[817] Sûre-i  Âli Imran, Âyet: 97.

[818] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/531-532.

[819] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/532.

[820] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/532.

[821] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/533.

[822] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/533-536.

[823] Sûre-i Bakara; Ayet:  126.

[824] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/536-541.

[825] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/541-542.

[826] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/542.

[827] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/542.

[828] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/542-543.

[829] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/543.

[830] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/543-544.

[831] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/544.

[832] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/544.

[833] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/544.

[834] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/544-545.

[835] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/545.

[836] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/545-546.

[837] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/546.

[838] Sûre i :

[839] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/546-547.

[840] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/547.

[841] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/547-548.

[842] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/548.

[843] SÛre-i ATaf; Ayet: 172.

[844] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/548-550.

[845] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/550.

[846] Yemin: Sag el demek ise de Allah'ın bizim gibi eli olmadığından, bu kelime mttteşabih'tir. Mânâsım Allah bilir.

[847] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/550-552.

[848] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/552.

[849] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/552.

[850] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/552-553.

[851] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/553.   

[852] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/553.

[853] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/553.

[854] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/554.

[855] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/554.

[856] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/554.

[857] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/554-555.

[858] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/555.

[859] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/555.

[860] Kııfeli'dir, haccetti! vedâ'da bulunmuştur.

[861] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/556.

[862] Sûre 2; Âyet: 198.

[863] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/556-558.

[864] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/558.

[865] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/558.

[866] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/558.

[867] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/558-559.

[868] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/559-560.

[869] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/560.

[870] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/560.

[871] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/560.

[872] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/560-561.

[873] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/561.

[874] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/561.

[875] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/561-563.

[876] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/563.

[877] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/563-564.

[878] Mihver hm Mahreme  (B. A.):  Zühri ve Kureyşî'dir.  Resûlüllah   (S.A.V«)Fîn irtihâUnâe «8» yaşında bir çocuk idi, bununla beraber oüdan hadîs din­lemiş va belleirâ-ftir. Ha. Osman'ın şahadetinden sonra Medine'den Mekke'ye gltiîî^ Y&sitâ'in askeri Mekke'yi muhasara edinceye kadar orada kalmıştır. Na­maz lalarken. Yezîd ordusunun mancınıklarından gelen bir te$ kendisini gehîd etm^gti. Vefat tarihi «64» yılıdır. Dindar ve ehl-i faziletten idi.

[879] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/564.

[880] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/564-565.

[881] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/565.

[882] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/565.

[883] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/565.

[884] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/565.

[885] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/566.

[886] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/566.

[887] Âsim bin Adîyy (B.A.): Ebu Abdullah yâhud Ömer veya Amr'dır. Bedir gazasına ve ondan sonraki bütün gazalara iştirak etmişdir. Bâzıları Bedir gazasına iştirak etmediğini söylerler. Onlara göre Hz. Asım Bedir'e Peygamber (S.A.V.) ile beraber götürülmüş İse de hutbesinden işittiği bir şey­den dolayı Hz. Peygamber (S.A.V.) kendisini Mescid-i dırar halkı araşma iade etmiş, fakat ganimet hissesini ve mükâfatını verdiğinden gazaya iştirak etmiş gibi olmuştur. Bir rivayette «45» tarihinde vefat etmiş, bir rivayette «120» ya­şında olduğu halde Yemâme vak'asmda şehîd edilmiştir.

[888] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/566-567.

[889] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/567.

[890] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/567-569.

[891] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/569.

[892] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/570.

[893] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/570.

[894] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/570.

[895] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/570.

[896] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/570-571.

[897] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/571.

[898] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/571.

[899] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/571.

[900] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/571-572.

[901] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/572.

[902] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/572-573.

[903] İbni Zübeyr mutlak zikredilince ondan Abdullah ibni ZÜbeyr kasde-öllir.

[904] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/572.

[904] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/573.

[905] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/573-575.

[906] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/576.

[907] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/576-578.

[908] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/578.

[909] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/578-579.

[910] İkrime (R. A.): Ebu Abdullah İkrime.  İbni  Abbas  (R.A.)'m edilmiş kölesidir. Aslı Berberedir, tbni Abbas, Aişe, Ebu Hüreyre, Ebu Sâid ve diğer ashâb-ı kirâm'dan hadîs dinlemiştir, Tâbiîn'in meşhur fakihlerindendir.

ibni Abbas (R. A.) tarafından Kur'ân-ı Kerîm, hadîs, v.s. ulûmu Islâmîyyo kendisine öğretilerek zamanın en büyük fakih ve âlimlerinden olmuştur.' Hak­kında «Hâriciler'in fikirlerini tercih ve tecvîz edermiş» diye bir itiraz var İse de bir çok ulemâ'ya göre bu da doğru değildir.

İkrime Hz. leri, Melike'i Mükerreme'de otururdu. Bir çok defalar seyahat­lere çıkmıştı. İbni Abbas'm vefatından sonra oğlu Ali, İkrime (B. A.)'yi dörtbin dinara satmış, fakat İkrime (R. A.) : «Babanın ilmini dörtbin dinara mı satı-torsun?...» diye itiraz edince satmaktan vazgeçerek. O'nu azâd etmiştir. Daime-«107» tarihinde Medîne-i MUnevvere'de vefat etmiştir.

[911] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/579.           

[912] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 2/579-580.