«HUDÛD-I ŞER'İYYE BAHSİ». 2

«Zâninin Haddi». 2

«Hadd-i Kazif Babı». 13

«Hadd-i Serıkat Babı». 15

«Sarhoşun Haddi Ve Sarhoş Edici Şeylerin Beyanı». 22

«Ta'zîr Ve Saldırganın Hükmü Babı». 28

«CİHÂD  BAHSİ». 32

«Cizye Ve Hüdne Babı». 52

«Yarış Ve Atıcılık Babı». 56

«Eti Yenilen Ve Yenilmeyen Hayvanlar». 58

«Av Ve Hayvan Kesme Babı». 64

«Kurbanlar Babı». 71

«Akîka  Babı». 76

«Yeminler Ve Adaklar  Bahsi». 78

«Hâkimlik  Bahsi». 90

«Şehâdetler  Babı». 98

«Da'vâlar Ve Beyyineler Babı». 103

«Mudebber, Mükâteb Ve Ümmü Veled Babı». 112

«TOPLU  BAHİSLER». 116

« Edeb  Bâbı ». 116

«Birr Ve Sıla Babı». 125

«Zühd-ü Takva Babı». 132

«Kötü Huylardan Sakındırma Babı». 140

«Güzel Ahlâka Teşvik Babı». 155

«Zikir Ve Duâ Babı». 161


«HUDÛD-I ŞER'İYYE BAHSİ»

 

Hudûd kelimesi haddin cem'idir.            

Hadd: Lügatte menetmek demektir. Başkalarını içeriye ten men' ettiği için araplar kapıcıya haddâd derler. Tarlaları birbirin­den ayıran sınırlarla, devletlerin arasındaki sınırlara hudûd denilmesi bundandır. Kitaplarda görülen ta'rifler efradını cami' ağyarını mâni' yani bir şeyin bütün mânâlarını toplayıp başka mânâların o ta'rif e gir­mesine mâni' oldukları için onlara da hadd denilir.

Şeriatta , hudûd : Allah'ın hakkı olmak üzere takdir edilmiş bulu­nan cezalardır. Bu tâ'rife göre kısas hadd değildir. Çünkü kısas kul hakkıdır. Hattâ ta'zir denilen cezada mikdar belli olmadığı için o bile1 hudûd-ı şer'iyyeden sayılamaz.

Hududun meşhur ta'rifi budur. Diğer bir ta'rife göre Hudûd: Tak­dir edilmiş cezalardır. Bu ta'rif mutlak olduğundan kısasa "da şâmil­dir. Birinci ta'rife göre bir hadd-i şer'inin sebebi hâkim huzurunda sabit olduktan sonra artık mutlak surette sukut kabul etmez; yani bir ara bulucunun şefaati ile affedilemez.

Zîrâ böyle bir şefaat, vâcib olan bir şeyin terk edilmesini istemek-demektir.^Bundan dolayıdır ki, hırsızlık etmiş bir kadın hakkında ara­cılık yapmak isteyen Üsâmetü'bnü Zeyd (R.A.)'m şefaatini Peygam­ber (S.A.V.) kabul etmemiş kendisine :

— Allahın hududundan bir hadd hakkında şefâatmı ediyorsun? buyurmuştur.

Maamâfîh iş mahkemeye aksetmeden dâ'vacıdan aff istenebilir. Nitekim Hz. Zübeyr b. Avvâm'ın kavli budur.

Yukarıdaki ikinci ta'rife göre hudûd-1 şer'iyye: affı kabul eden hadler ve affı kabul'etmeyen hadler nâmı ile iki kısma ayrılırlar. Kı­sas affı kabul eden hadlerden, zina ve emsali de affı kabul etmeyenlerdendir.

Hudûd-i şeriyye: naklî ve   aklî delillerle sabittir. Naklî deliller kitab ve sünnettir. Kitabdan delili :

«Zina eden kadın ve erkekden her birine yüz değnek vurun...»[1]

«Hırsız erkek İle hırsız kadının ellerini kesiverln...»[2]

 kadınlara Isnadda bulunup da sonra dört  şahit getireme­yenlere seksen değnek vurun...»[3] ve emsali âyetlerdir.

Sünnetden delili : Babımızın hadîsleridir.

Akli delili : însanın tabiatı ve nefsânî şehveti maksuduna içki, zina, katil ve şâir yollar ile ulaşmaya meyyaldir.

îşte Allah Teâlâ, fitne ve fesad kapısını kapamak ve yasak ettiği şeyleri irtikâba mâni' olmak için hudûd-ı şer'iyyeyi meşru' kılmıştır. Çünkü memnu olan şeyleri irtikâba bir mani' bulunmazsa cihan harabolur gider.

Hudûd-ı şer'iyye : Hadd-i zina, hadd-i kazif, hadd-i serika ve hadd-i şürb gibi şeylerdir. Bunlar kitabımızda sırası ile görüleceklerdir.

Hudûd-i şer'iyye zikri geçen kötü fiilleri yapmayı men'eden mânT-lerdir. Onların hikmet-i meşruiyeti zaten budur.

Her biri başlı başına bir ceza demek olan hadlerin muhassenâtı ise saymakla bitmeyecek kadar çoktur. Meselâ : Zina bir neslin tamamen târ-u mâr olmasına sebeb teşkil edebilir. Şâir menhiyyâtın ise bazısı aklı giderir; bazısı ırzı ve malı ifna eder. Bunların çirkinliği aklen de ma'lûmdur. Bundan dolayıdır ki, hırsızlık, ırz düşmanlığı zina ve sar­hoşluk hiç bir dinde mubah olmamış, yalnız bazı dinlerde serhoş ol­mayacak kadar içmeye müsaade edilmiştir.

îşte zikri geçen menhiyyâtın husule getirdiği fesad ve yıkıcılık böyle umumî olduğu içindir İd, onları men'eden hudûd-i şer'iyye sırf Allah'a mahsus haklardan addedilmiştir. Çünkü AHah'a mahsus olan haklar dâima âmmenin menfâatini ifâde ederler.[4]

 

«Zâninin Haddi»

1031/1231- «Ebu Hüreyre ile Zeyd b. Hâlİd-i Cühenl radıyallahü anhümâ'ûan rivayet olunduğuna göre çel araplarından bir adam, Resû-lüllah sallaTlafyü aleyhi ve sellem'e gelerek :

— Yâ Resûlallahl Allah aşkına senden hakkımda ancak Allanın ki- tabile hüküm vermeni dilerim; dedi. Ondan daha anlayışlı olan diğeri:

— Evet, aramızda Allah'ın Kitabî He hükmet ve bana müsaade bu­yur; dedi. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:

— Söyle! dedi. Adam:

— Gerçekten benim oğlum bu adamda çırak İdi. Ve onun karısı İle aina etti. Ben oğfumun recmedHeceğİni   haber   ajdım da, onun nâmına yyz koyunla Mr câriye fidye verdini. Müteakiben bilenlere sordum, 6ğ-Uıma yüi değnek 1le bir sene sürgün lazım geldiğini, bunun karısına da recim Icabettlğİn? bana haber verdiler; dedi. Bunun üzerine Resâlülfah salldüahü aleyhi ve seüem:

— Nefsim kabza-t kudretinde olan Allaha yemîn ede­rim ki, aranızda behemehal AUahın kitabı ile hükmede­ceğim; câriye ile koyunlar sana iade olunacak; oğluna da yüz değnek ve bir sene sürgünlük gerek. Ey Enesçik hay­di şu adamın karısına git. Eğer i'tirâf ederse onu recmediver; buyurdular.»[5]

 

Hadis müttefekun aleyh'dir. Bu lâfız Müslim'indir.

Peygamber (S.A.V.)'in zina eden erkeğin muhsan olmadığını büdigi anlaşılıyor. Zaten o çırak yaptığı zinayı i'tirâf etmişti.

Muhsan: Evli veya dul olan erkektir. Evli kadına mahsane derler.BÖylelerin hükmü recim olunmak, yani taşlayarak öldürülmektir. Be­kârlara gayr-İ muhsan denilir. Onlara yüz değnek vurulur.

Hadîsde geçen «Uneys» ta'biri Enet isminin tasgiri yani küçül­tülmüşüdür. Saha be den olan bu zâtın ismi Üneys b. Dahhâk olup bu hadîsden başka hiç bir yerde geçmemiştir. Onu Enes b. Mâlik zanne­denler hatâ etmişlerdir.               

Bu hadîs : gayr-i muhsan zânîye yüz değnek dayak cezası ile bir sene sürgünlük verileceğine delildir. Dayak cezası KuKan-ı Kerîm'de zikredilmişse de sürgün edilmesi hakkında bir hüküm yoktur.

Binâenaleyh mezkûr hüküm kitâb-i ilâhî üzerine sünnetle ziyâde edilmiş oluyor. Mes'ele üsûl-ü fıkıh ilminde münâkaşa edilmiştir.

Hadîs-i gerîf, muhsan olan ssâninin recmedileceğine ve bu iş için şâir ahkâmda olduğu gibi zinada, dahî bir defa i'tirâf kâfî geleceğine de delâlet ediyor. Nitekim tmçım Mâlik (93—179), İmam Şafiî (150 —204) ve Dâvud-u Zahirî (202—270)'nin mezhebi de budur.

HanefHer'le HanbeMler'e ve diğer bir takım ulemâ'ya göre zinayı i'tirâf,etmiş olmak için dört defa ikrar şarttır. Delilleri: İleride gelecek Maîi hadîsidir.                           

Hadîşimizdeki «Eğer i'tirâf ederse onu recmedîver» ifâde: si ile bazıları hudûd meselesinde hâkimin hüküm vermesi için dâvâlının bir kimseye yaptığı i'tjrâf ve ikrarının kâfi geldiğine istidlal etmişler­dir, tmam Şd/ti'nin bir kavli bu olduğu gibi ulema'dan Ebu Sevr (—240)'in kavli dahî bu olduğunu Kaadî İyaz (476—544) nakletmistir.                                   

Cumhur-u ulema'ya göre ise bu sahih değildir. Çünkü Üneys kıssa­sında özür ihtimalleri vardır. Resûl-ü Ekrem (S.A.V.)'in Hi. Üneys'e ;

— Onu recmediver; buyurması ya hakikat-ı hâli bildiğinden yahûd meseleyi ona havale ettiğindendir. Mânâ şudur: Eğer kadın zina­yı, «Hükmettim» diyerek tesbit salâhiyetini hâiz bir kimse huzurunda ikrar ve i'tirâf ederse recmediver.

Fakat bazıları bu tevcihi tekellüf sayarak lüzumsuz addediyorlar. Diyorlar ki: «Peygamber (S.A.V.), Hz. Ün ey s i o kadına had isbât et­sin diye göndermemiştir. Çünkü bir kötülüğü yapanın onu ifşa etmeme­sini, işitenlerin de tecessüsde bulunmayarak ört bas etmelerini bizzat Resûlüllah (S.A.V.) emir buyurmuşlardır. Burada dahî kadına zina is-nâd edildiğini görünce Hz. Üneys'i göndermesi ya kadın zinayı inkâr et­sin de hadd-i kazif istesin, yâhud zinayı i'tirâf eylesin de zânî'den hadd-i kazif sakıt olsun diyedir. Kadın zinayı i'tirâf etmiş; bu suretle recme müstehak olmuştur».Ebu Dûvud (202—275) ile Nesaî (215—3Û3)'mn Hz. Ibnİ Abbas (R. A.)'öan tahrîc ettikleri şu hadîs bu görüşü te'yid eder :     

«Bir adam bir kadınla zina etmîş de. Peygamber (S.A.V.) kendisi­ne yüz değnek hadd vurmuş. Sonra kadına sormuş: Kadın :

— O yalan söyledi; demîş. Bunun üzerine Resûlültah (S.A.V.) o-adama seksen değnek İfHrâ haddi vurmuştu.» Ebu Dâvud hu hadîs hakkında bir şey söylememiştir. Onu Hâkim (321—405) sahîhlemiş. Nesaî ise münker saymıştır.»[6]

 

1032/1232- «UbâdeHi'bnü's - Sftmit radıyallahü anh'den rivayet edil­miştir. Demiştir ki: Resûlüllah sallaTlahü aleyhi ve seîlem:

— Benden öğrenin, benden öğrenin! gerçekden AHah kadınlara bir çıkar yol hâlkettî. Bekârla bekâr yüz dayak ve bîr sene sürgünlük; evli ile evliye da­yak ve recim var; buyurdular.»[7]

 

Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir.

Hadis-i şerif'de :

«O kadınları tâ ecel kendilerim buluncaya kadar, yâhud AHah ken­dilerine bir çıkar yol hâlkedİnceye kadar evler (İniz) de tutun.»[8] âyet-i "kerîmesine işaret vardır. «Çıkar yol» dan murâd : Hadîsde beyân edi­len haddlerdir. Bu hadîsde iki mesele vardır:

1— Zina eden bekârın hükmü kendisine yüz sopa dayak cezası ile bir sene sürgünlük verilmektir. Fukâhâ'ya göre bekârdan murâd: hür ve âkil baliğ olup henüz sahîh/bir nikâh ile cima' etmemiş bulunan "kimsedir. Hadîsde «Bekârın bekârla» denilmesi ekser-i ahvâle gö­redir; yoksa mefhum-u muhalifi kasdedilmemiştir. Zîrâ bekâr kimse evli bir kadınla da zina etse kendisine dayak cezası verilir. Nitekim yu­karıda geçen Üneys hadîsindeki erkek bekâr, kadın evlidir. «Bir sene sürgünlük» ta'biri bekâr olan zânî cezasının dayak vurmakla beraber "bir sene sürgüne göndermekle tamam olacağına delâlet etmektedir. Evzâi, Hasan bin Salih, İmam Malik, Şafiî,.Ahmet b. Hanbel ve di­ğer bazı ulemâ'nın kavilleri budur. Hattâ bu bâbta icmâ' iddia edenler olmuştur.

HanefÜer'le ulemâ'dan "bir cemâate göre sürgün etmek vâcib de­ğildir.Çünkü âyetde sürgün etmek zikroîunmamıştır. Şu halde sürgün etmek nass üzerine ziyâde olur. Bu ziyâdeyi isbat eden hadîs ise ha-T)er-i vâhiddir: binâenaleyh onunla amel edilemez.

Hanefîler'in bu istidlaline bazı muhalifleri şöyle cevap vermişlerdir:

a— Bu hadîs meşhurdur, zîrâ bir çok tarîklerden rivayet edilmiş-tir.Ashâb-ı klrâm'dan bir çokları onunla amel ettiği gibi Hanefîler onun derecesinde, hattâ ondan daha aşağı mertebedeki hadîslerle istidlal' et­mişlerdir. Meselâ  kahkaha ile gülmenin abdesti bozduğunu ifâde eden hadîs ve. hurma şırası ile abdest caiz olacağını gösteren hadîsler böyledir.Hanefîler bunlarla kitâbuHah üzerine ziyâde etmişlerdir.Buradaki hadîs de onlar derecesindedir.

b— îbnil - Münzir şu mütâlâada bulunuyor: «Peygamber (S.A.V.) <prsk kıssasında Allah'ın kitabı ile hüküm vereceğine yemin etmiş; sonra o çırağa yüz değnek dayak cezasîle bir sene de sürgün edilmesi îcabettiğini söylemiştir».

c— Hanefîler'dcn Tahâvî kendi cevaplarını zaîf bulmuş olacak ki, sürgün hadîsi'nin mensuh olduğunu ileri sürerek cevap vermiştir.

Yukarıdaki cevaplara cevaben deriz ki: mevzu-u bahsimiz hadîsi Hanefîyye fıkıhları yalnız MüsMm'de& değil Ebû Dâvud ve Tirmiziden dahî rivayet ederler. Ancak bu hadîs meşhur değil haber-i vâhid olup mensuhtur. Bunu bütün Hanefi ulemâsı böyle bilirler.

Hanefîler zina âyetinin sarahati karşısında hadîsdeki sürgün etme meselesi ile saha be-i kirâm'dan Ebu Bekir, Ömer ve Osman (R. Anhüm) hazerâtından rivayet olunan sürgün vak'âlarının bir maslahata mebnî ta'zir için yapıldığına, bunun hükümdar tarafından lüzum görül­düğü takdirde her zaman caiz olacağına kail olmuşlardır, yoksa sür­gün etmek haddin tamamından değildir. Çünkü Teâlâ Hazretleri zinâ'-Tiın hükmünü beyân sadedinde :

«Zİnâ eden kadın ve erkekden her bîrine yüz değnek vurun"..» buyur­muştur. Şu halde yüz değnek behemehal hükmün tamamı olmak îcâb-eder. Aksi takdirde Alîah'ı techîl lâzım gelir. Zîrâ hükmü beyân için nazil olan âyet, zina hükmünün dayak vurmaktan ibaret olduğunu ifâ­de ediyor, ama vâki'de -hâşâ- öyle değil, yarısı dayak, yarısı sürgün­dür; diye iddia edilmiş ve binnetice Allah-u zûl Celâl bir hükmü bize anlatmağa başlamışken -hâşâ- anlatamamış olur. Bu takdirde ise an­latmaması anlatmaktan evlâdır. Zîrâ anlatırsa bizlerde, cehl-i mürek-keb hâsıl olur; anlatmadığı takdirde hiç olmazsa cehlimiz basit kalır. Bir hükmü, unutmak veya anlatamamak ise aciz ve noksan olduğundan Allah Teâlâ hakkında muhaldir.

Bir de âyetteki dayak vurma hükmü cevâba delâlet eden (fa) dan sonra gelmiştir. Arab lisanında şart cümlesinden sonra gelen cevâbın başında cevâb (fa) sı bulunursa (fa) dan sonra gelen kısım bilittifak tam cevâb olur. Burada da öyledir. Biânenaleyh zinanın hükmünü ifâ­de eden cevap yalnız dayaktır. Şu kadar var ki, âyet-i kerîme bekârla­ra olduğu gibi evlilere de âmm ve şâmil iken onun evliler hakkındaki hükmünü sünnet neshetmiş? bekârlar hakkındaki hükmü olduğu gibi kalmıştır.

îmam Mâlik ile Evzâî'ye göre kadın sürgün edilmez. Çünkü ka­dın avrettir. Onu sürgün etmek kendisini fitneye mâruz bırakmak ve dolayısüe, zayi' etmektir. Kadının mahremsiz sefere gidememesi bu hikmete binâendir. Maamâfîh: kadın sürgün edilir; diyenlere gö­re yanında mahremi bulunması şarttır. Yol ücreti bir kavle göre ka­dına, diğer kavle göre Beytü'l-mal'e aittir. Yol emniyetli olursa bir kav­le göre kadın mahremsiz sürgün edilir, diğer kavle göre edilemez.

Köle ve cariyelere gelince: Sevrî (97—161) ile Dâvud-u Zahire­ye göre onlar da sürgün edilirler, zîrâ deliller umumîdir. Bunlar :

[9] «Onlara muhsan kadınlara olan azabın yarısı vardır.» âyet-i ke­rîmesi ile de istidlal ederler, İmam Mâlik, İmam Ahmed b. Hanbel ve diğer bazı ulemâ'ya göre sürgün edilemezler. Çünkü onları sürgün etmek sahiplerine ceza olur, sürgün edildikleri müddet zarfında sa­hipleri onların hizmetinden mahrum kalır. Halbuki şerîat'in kaide­leri ancak cinayet işleyenin cezalandırılmasını iktizâ eder. Bu se-beble hacc ve cihad gibi farzlar kölelerden sakıt olmuştur.

Sürgün edilecek mesafe en az mesafe-i seferdir. Gurbet onunla his­sedilir. Hz. Ömer (R.A.) cezalıyı Medine'den Şam'a; Osman (R.A.) Medine'den Mısır'a sürmüşlerdir.

2— Hadîsteki «evli ile evliye.'.» ta'birinden murâd: sahîh ni­kâhla cima1 eden hürr âkil ve baliğ olan kimsedir. Bu hükümde erkek, kadın, müslüman, kâfir müsavidir. Evlilerin hem dayak, hem de recim cezasına çarptırılması da Hz. Ali (R. A.J'dan rivayet olunmuştur. Bu-han (194-256)'nin rivayetine göre Alî (R.Â.), Şurâha'ya perşem­be günü dayak vurmuş; cuftıa günü de recmetmiş ve; «Bu kadına Al­lah'ın kitabı ile dayak vurdum. Resûlüllah (S.A.V.)'in sünnetîle de rec-met Hm» demiştir. Hâzımî (548—584) bu kavlin İmam Ahmed, İs-hak, Dâvud-u Zahiri ve İbni'l - Münsir'in mezhebi olduğunu söyler.

Haneftler'le İmam Mâlik, Şafiî ve bir rivayette İmam Ahmed bin Hanbel ile diğer bir çoV ulemâ'ya göre recmedilecek kimseye dayak vurulmaz. Çünkü Ubâde hadîsi mensuhtur. Resûlüllah (S.A.V.) zama­nında beş kişi recmedilmiştir. Bunların recimlerine birçok sahâbe-I ki-râm iştirak ettiği halde hiç birisi dayak vurulduğunu rivayet etmemiş­tir. Bu da dayak vurmanın vuku' bulmadığını gösterir. Binâenaleyh dayak meşru' değildir..

Hz. AH (R. A.yiia. fiili kendi içtihadıdır. San'ânî bu meselede bir zamanlar recimle birlikde dayak vurulacağına kat'iyetle hükmet­mişken, sonraları bir şey deyemeyip tevakkuf ettiğini söylüyor.[10]

 

1033/1233- Ebu Hüreyre radryaîlahü anh'den rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve setlem mescidde iken, ya­nına müslüinanlardan bir adam gelerek ona nida etti, ve :

— Yâ  Resûlâllah, gerçekten ben zinâ ettim; dedî. Bunun üzerine Resûl-ü Ekrem ondan yüz çevirdi. Fakat adam, yüzünü çevirdiği tara­fa geçerek :

— Yâ Resûlâllah, ben muhakkak zlnâ ettim; dedi. Hâsılı adam bu­nu kendisine dört defa tekrarladı, fakat Resûlüllah (S.A.V.) : hep yüz çevirdi. Vaktâ ki adam kendi aleyhine dört defa şehâdetde bulununca Resûlüllah (S.A.V.) onu çağırdı ve :

  Sende delilik varmı? diye sordu. Adam :

— Hayır; cevâbını verdi. Peygamber (S.A.V.) :

— O halde muhsanmısm? ve «ordu. Adam :

— Evet; dedi. Müteakiben Peygamber (S.A.V.) :

— Bunu götürün de recmedin; buyurdular.»[11]

 

Hadîs müttefekun aleyh'dir.

Bazı kayıdlara göre Peygamber (S.A.V.)'e gelen adam Mâlı b. Mâlik-İ Eslemi'dir. Nitekim bundan sonra gelen Ibnf Abbas (R.A.) hadîsinde ismi zikredilmiştir. «Muhsanmisin?» ta'birinden murâd: evli olup olmadığım anlamaktır.

Hadîs-i şerif aşağıdaki meselelere şâmildir :

1— Zina i'tirâfı dört defa vâki' olmuştur. Ulemâ dört defa ikrarın §art olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik, §âfiî, Dâ-vûdru Zahirî ve diğer bazı ulemâ dört defa ikrarın şart olmadığına kaildirler. Delilleri katil ve hırsızlık gibi şeyleri ikrarda bunun şart ol­mamasıdır. Resûl-ü Zl Şan (S.A.V.) efendimiz, Hz. Üneys'e:

— Kadın i'tirâf ederse onu recmediver; demiş, tekrar tekrar i'tirâf ettirmesini istememiştir. Tekrar şart olsaydı onu mutlaka söylerdi. Çünkü makam, beyân icâbederdi. Beyânın ise hacet vaktinden geriye bırakılması caiz değildir.

Hanefîler'le cumhur-u ulemâ'ya göre zinayı dört meclisde dört defa ikrar etmek şarttır. Bunların delili Mâiz hadîsİ'dir. Mezkûr hadîsin ba­zı rivayetlerinde :

«Gerçekten kendi aleyhine dört defa şehadet ettin.» buyu-rulmuştur. tbni Ebî Leylâ ile İmam Ahmed b. Hanbel'e göre ikrar meclislerinin ayrı ayrı olması şart değildir, bir meclisde dört defa ikrar kâfidir. Onlar mevzu-u bahsimiz hadisin bu mânâda zahir ol­duğunu ileri sürerler. Hanefîler ise bu zahir mânâyı kabul etmekle be­raber, ikrarın dört meclisde yapıldığını gösteren Müslim hadîsini daha zahir bulmaktadırlar. Müslim hadîsi şudur :

«Büreyde (R.A.ydan rtvâyet edildiğine göre, Mâiz Peygamber (S.A.V.)'e gelmiş; fakat Resûlüllah (S.A.V.) onu geri çevirmiş. Sonra ertesi gün ona tekrar gejmiş. Resûlüllah kendisini yine geri çevirmiş. Bilâhare kavmine haber göndererek :

— Bunun aklında bir bozukluk biliyormusunu? 

onlara sormuş :

— Onu ancak aklı başında İyilerimizden biri olarak tanırız; demiş­ler. Mâiz Peygamber (S.A.V.)'e üçüncü defa gelmiş. Resûlüllah (S.A.V.) yine kavmine haber göndererek kendilerine sormuş. Onlar da Mâİz'de ve aklında bir kusur olmadığını haber vermişler. Dördüncü defa gelince artık Resûlüllah (S.A.V.) ona bir kuyu kazarak kendisini recmetmiştir.» Ayni mânâda bir hadîsi imam Ahmed b. Hanbeî (164—241) ile tshak b. Rahaveyh (168—238) Müsned'lerinde, İbni Ebi Şeybe (—234> de Mıusannef'inde tahrîc etmişlerdir. Hadîs şudur :

«Ebu Bekir (R.A.)'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Mâiz b. Mâlik Pygamber (S.A.V.)'e gelerek bir defa İ'Ürâfda bulundu. Ben d» Peygamber (S.A.V.)'İn yanında idim. Resûlüllah (S.A.V.) onu geri çe­virdi. Sonra (tekrar) gelerek onun yanında ikinci defa i'tirâfda bulun­du. Resül-ü Ekrem onu (yine) geri çevirdi. Bİlâhere gelerek onun yanın­da üçüncü defa i'tirâfda bulundu. Resûlüllah (S.A.V.) kendisini (yine) geri çevirdi. Bunun üzerine ben ona :

— Eğer dördüncü defa da i'tirâf edersen Resûlüllah (S.A.V.) sent recmeder dedim. O dördüncü defa da i'tirafta bulundu. Artık Resûlül­lah (S.A.V. )'de kendisini hapsetti. Sonra onu (kavmine tekrar) sordu. Onlar :

— Hayırdan başka bir şey bilmiyoruz dediler. Nihayet recmlne emfr verdİ; ve recmolundu.»

Hanefîler'le cumhur'un, Maİz hadîsile istidlallerine i'tir âz edenler olmuştur. Bunlar Mâiz. hadîsinin müztarib olduğunu zîrâ ikrar sayısını bildiren rivayetlerin bazısında dört, diğer bazılarında iki veya üç defa i'tirâf etti; denildiğini ileri sürerlerse de yukarıki hadîsler muvacehe­sinde bu i'tîrâzın bir ehemmiyeti kalmaz. Cumhur'un bir delilleri de kt-yastır. Onlar bu meseleyi zinayı isbât meselesine benzetmiş ve : «zina nasıl dört şahidin dört defa şehâdetleri ile sabit olursa onu i'tirâf dahî dört defa tekrarlamakla olur.» demişlerdir.

2— Hadîsimizin lâfızları hâkimin hadd-i îcâbeden şeyleri araştırıp soruşturmasının vücûbuna delâlet ediyor. Filhakika bu hadîs çeşitli lâ­fızlarla rivayet olunmuştur. Meselâ : Büreyde rivayetinde :

«Resûlüllah (S.A.V.) :

— Şarap içtînrni? demiş. Maiz :

— Hayır; cevâbını vermiş. Bir adam kalkarak onu   koklamış, fa­kat onda his bir koku bulamamış; denilmekde; Ibni Abbas (R. A.) ri­vayetinde :

d h ti mal onu Öpmüş veya S4kmışsınclır.» buyurulmaktadır. Bir rivâyetde :

«Peygamber (S.A.V.) :

— Onunla yattmmi? diye sormuş: Mafz :

— Evet; dem:             

— Ya teriini tenine yapıştırdınmı? diye sormuş: Malı:

— Evet, demiş.                                                                

— Onunla cinsî münasebette bulundunmu? diye sor­muş: Maiz (yine) evet; cevabını vermiştir», Hz. Ebu Hüreyre rivaye­tinde :

«Resûlüllah (S.A.V.) Mâiz'e :

— Onunla Cİmâ ettinmi? diye sormuş. Maiz :

— Evet; demiş :

— Senin âletin, onun âletine girdimi? diye sormuş, Maiz: Evet; cevabını vermiş z

  Milin sürme kesesine, kova ipinin kuyuya daldığı

gibimi? demiş. Mâlz :

— Evet; cevâbını vermiş. Peygamber (S.A.V.) :

— Zinâ; nedir: biiirmisin? demiş:

— Malı: Evet; bir adamın karısına helal olarak yaptığını ben oha haram olarak yaptım; mukabelesinde bulunmuş:

— Bu söıle ne demek istiyorsun; diye sorunca :

— Beni temizlersin; demiş. Bunun üzerine Resûlüllah (S.A.V.)Malztn recmlnl emir buyurmuş; v« recmedllmlşttr» denilmektedir.

Bütün bunlar araştırıp, soruşturmanın lüzumunu gösteriyor.

Bazıları soruşturmanın meridub olduğuna kaildirler. Zinayı ikrar eden kimseye haddi iskat edecek şeyleri telkin etmek mendubtur. Bu­nu sahâbe-t kirûm'dan bir cemâat yapmışlardır.Yalnız Mâlİktler'e gö­re menhlyyatı irtikâb etmekle şöhret bulan kimseye telkinâtta bulunul­maz.

Resûlüllah (S.A.V.)'in «Şar ab İçtin m i?» diye sorması, serhoşun ikrarının sahih olmadığına delildir. Maamâfth mesele ihtilaflıdır.

Hadîs-i şerif, recim esnasında erkeğin kuyuya gömüleceğine de delâlet ediyor.. Çünkü Müslim'in tahrîc ettiği Büreyde rivayetinde: «ona bir kuyu kazdı» denilmektedir. Fakat Haneftler'e göre erkek için kuyu kazılmaz. Bttharî'nin rivayetinde :                                  

«Taşlar kendisini Mtab düşürünce kaçtı. Fakat ona çatallıkta yeti­şerek kendisini recmettlk». Ebu Davud'un tahrîc ettiği rivâyetde Re­sul utla h (S.A.V.) Mâlz'in kaçtığını haber alınca :

«Onu bana iade etseydinizya» buyurdu; bir rivâyetde:

Onu bıraksaydınız ya!   ihtimal   tevbe eder de Allah kendisini affederdi; buyurdular.» deniliyor.                

Bu rivayetlerle istidlal eden Haneftler'le ŞMIlIer ve îmam Ahmed b. Hanbel zina ikrarında bulunan kimsenin ikrarından dönebileceği­ne kaçarsa recmin durdurulacağına kail olmuşlardır.

«İhtimal tevbe eder» cümlesini bazıları müşkil görmüşlerdir. Zîrâ Mâh zâten tevbekâr olarak huzur-u Nebevt'ye gelmiş ve kendisini günahdan temizlemesini istemişti. Filhakika Ebû Dâvud'ym tahrîc ettiği şu hadîsle Fahr-î Kainat (S.A.V.) Efendimiz onun tevbesinin kabul edildiğim tebşir etmiştir:

«Nefsim kabza-i kudretimde olan Allaha yemîn ede­rim ki, o şimdi Cennet ırmaktarındadır; onlara dalıyor».

İşkl'e şöyle cevap veriliyor : Yukarıki cümlenin mânâsı: Maİz ikrarından döner de gizlice Allaha tevbe eder; Allah da onu aff-u mağ­firet buyurur;, demektir. Mezkûr cümle «Kendini yalancı çıkardığı için tevbe eder» mânâsına da gelebilir.

Recme hâkim'in başlaması şart değildir. Nitekim: Resûlüllah (S.A.V.) Mâlz'in recinin! emir buyurmuş...» ifâdesi de bunu gösteriyor. Hanefîler'le Şafitfer'in mezhebi budur. Yalnız Hanefîler'e göre recme şâhidlerin başlaması şarttır. ŞâffHler'ce şart değildir.

Recme hâkimin başlaması bazılarına göre mendubtur. Bunlar Hz. AH (R. A./dan rivayet olunan bir hadîsle istidlal ederler.[12]

 

1034/1234- «Ibnİ Abbas radıydllahü anhümâ'dan rivayet olunmuş­tur. Demiştir ki: Mâ iz b. Mâlik Peygamber (S.A.V.)'e geldiği vakit (Efendimiz) kendisine :

«İhtimal Öpmüş veya sıkmış yâhud bakmışsındır; bu­yurdular. Maiz :

— Hayır yâ ResûlâHah; dedi.»[13]

 

Bu hadîsi Buharı rivayet etmiştir.

Peygamber (S.A.V.)'in Mâİz'e bu şekilde hitab etmesi meseleyi iyi­ce anlamak içindir. Zîrâ olabilir ki, Mâiz bu fiillerden birini yapmıştır da ona zina demiştir. Nitekim zinanın mukaddemelerine mecazen zina denilebilir. Resûlüllah (S.A.V.) :

«Göz zina eder; onun zinası bakmaktır» buyurmuştur.

Hadîs-i şerif, araştırıp soruşturmaya, haddi iskat edecek şeyleri zinayı itiraf edene telkin etmeye ve ikrar esnasında zina lâfzını mut­laka söylemesi gerektiğine delâlet ediyor.[14]

 

1035/1235- «Ömer b. el - Hattâb radıydlîahü anh'dan rivayet olun­duğuna göre kendisi hutbe okumuş ve şöyle demiştir: «Şüphesiz ki Al­lah Muhammed'î hak (şeriat) la göndermiş ve ona kitabı İndirmiştir. Allahın ona indirdikleri arasında recim âyeti de vardı. Biz onu okumuş, bellemiş ve anlamışızdır. Resûlüllah (S.A.V.) recim yapmış; ondan sonra biz de recim yapmışızdır. Yalnız ben insanların üzerinden uzun zaman geçerse biri çıkıp da: Biz recmi Kitabullahda bulamıyoruz; di­yerek Allah'ın indirdiği bir farizayı terketmeleri sebebîle dalâlete dü­şeceklerinden korkarım. Gerçekten zina eden erkek ve kadınlara muhsan olmak ve hüccet getirilmek veya gebelik, yâhuef î'tİrâf vuku' bul­mak şartîle recim kitabullahda mevcud olan bir haktır.»[15]

 

Hadîs müttefekun aleyh'dir.

îsmâüî'nin rivayetinde, hadîsin sonunda:

«Biz o âyeti ihtiyar erkekle ihtiyar kadın (zina ederlerse) onları mutlaka recmedin; diye okumuşuzdur» ibaresi de vardır. Nesâî'nm ri­vayetinde bu âyetin Ahzâb sûresi'nde olduğu beyân ediliyor. Ziyâdenin bir rivayeti şöyledir:

«İhtiyar erkekle, ihtiyar kadın zfnâ ederlerse onları Allah tarafın­dan bir tenkil olmak üzere mutlaka recmedin. Allah Aziz ve Hâkimdir» diğer bir rivâyetde :

Halk'ın: Ömer, KHöbuHaha İlâve yaptı; demesi olmasa, bu ayeti elimle yazardım» denilmiştir. Şu hâlde bu âyetin mensuh olduğu anla­şılıyor.

Faide : Usul-i fıkıh ilmine göre Kİtâbullah'ın neshi dört türlü olur.

1— Hem tilâveti, yani okunması hemde hükmü neshedilir. Nite­kim vaktîle ahzâb sûresi âyet sayısı i'tibârîle sûre-i Bakara'ya müsavi iken âyetlerinin bir kısmının neshedildiği rivayet olunmuştur.

2— Tilâveti bakî olup, yalnız hükmü neshedilir. Kocaları ölen ka­dınlar, bir zamanlar bir sene iddet beklerlerdi. Sonra bu bâbdaki âye­tin hükmü kalkmış; yerine dört ay on gün kaim olmuştur. Fakat nâsih ile mensuh âyetlerin ikisi de   Kurân-ı Kerîm'de okunmaktadır. Yalnız mensuh olanın hûkmîie amel edilmez.

3— Hükmü bakî tilâveti mensuh olur. Hz. Ömer (R. A.)'dan riva­yet edilen âyet bu kısımdandır.

4— Asıl hüküm baki olmakla   beraber   hükmün vasfı4 neshedilir. Meselâ : Âşûre orucu vaktîle farz iken, farziyet vasfı neshedümiş oru­cun aslı mendub olarak kalmıştır.

Hadîs-i şerif: kocasız bir kadının gebe olduğu anlaşılır da, kadın haddi önleyecek bir şüpheden bahsetmezse kendisine hadft-i şer-î tat­bik edileceğine delildir. Hz. Ömer (R. A.) üe NUHktteVin mezhebi bu­dur. Bunlar Hz. Ömer (R. A./a kimsenin i'tirâz etmemesini icmâ ye­rine tutarlar.

tmâm-ı Âzam Ebu Ranîfe ile tmâm gd/iî'ye göre ise hudud-i şer'iyye ancak beyyîne ile yâhud suçu i'tirâf etmekle sabit olurlar. Çünkü hudud-i şer'iyye şüphe ile sakıt olur.[16]

 

1036/1236- «Ebu Hüreyre radıyattahü    cm/ı'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki, Resûlüllah (S.A.V.)'İ :

— Birinizin cariyesi zînâ eder de, zinası meydana çı­karsa ona hemen hadd vursun, ama başına kakmasın. Sonra (yine) zina ederse ona hadd vursun, fakat başına kakmasın. Sonra üçüncü defa zina eder de, zina ettiği meydana çıkarsa artık onu kıldan bir ip mukabilinde bile Olsa sativersîn; buyururken işittim.»[17]

 

Hadis mültefekun aleyh'dir. Bu lâfız Müslim'indir. Bu hadîs bir kaç meseleye delâlet ediyor: Şöyle ki:

1— «Zinâ ettiği meydana'çıkarsa...» ifâdesi, câriye sahibi, cariyesinin zinâ ettiğini öğrendiği zaman şâhid bulunmazsa bile ona hadd vurabileceğine delâlet eder. Ulemâ'dan bazıları buna kail olmuşlardır. Diğer bazılarına göre ise; cariyenin zinası dahî hurreninki gibi şehâ-det veya ikrarla sabit olmadıkça hadd vurulamaz; Ekser-i ulemâ şehâ-detin hâkim huzurunda yapılacağına kaildirler. Bazı Şâfİİler sahibinin huzurunda vurulmasına cevaz vermişlerdir.

2— «Ona cfayak vursun..» ifâdesi cariyeye dayak vurma hakkının sahibine âid olduğuna delildir. İmam Şafiî'nin mezhebi budur. Cariyelere tatbik edilecek haddi :

«Bunlara muhsanelere verilecek azabın yarısı Icâbeder» âyet-i ke­rimesi ta'yin etmiştir.

3— «Başına kakmasın» buyurulması cariyeye hem hadd, hem de tekdir cezası tatbik ederek, iki kere ceza vermiş olmamak iğindir.îbni Battal diyor ki: «Bundan, hadd vurulan kimseye tek­dir ve teşnî sûretîle ta'zir yapılamayacağı hükmü çıkarılır. Tekdir sûretîle ta'zir ancak o şahıs mahkemeye verilmezden önce kendisi­ni korkutmak ve sakındırmak için münâsib olur. Mahkemeye verildi de hadd vuruldumu artık bu ona yeter.»

İbni BattaVm mütâlâasını Peygamber (S.A.V.)'in şu hadîs-i şe­rifi te'yid eder :

«Din kardeşiniz aleyhine şeytana  yardımcı   olmayınız».

Bu hadîs şarab içtiği için kendisine hadd vurulan bir zâta eshâb-ı klrâm sebbettikleri zaman şeref-sâdır olmuştur.

4— «Sonra yine zinâ ederse..» ifâdesi hadd vurulduktan son­ra zinâ tekerrür ederse yeniden hadd vurmak lâzım geleceğine delâlet ediyor. Ancak hadd   vurulmadan zina tekerrür   ederse hepsi için bir hadd kâfi gelir.

5— Tekrar tekrar zina eden cariyenin satılması emrini  ZAhirîler vücûba hamlederler. Onlara göre böyle bir cariyeyi milkinde tutmak, sahibine haramdır.    Cumhur-u ulemâ ya göre ise satmak vâcib değil müstehabtır. tbni Battal şöyle diyor : «Fukâhâ, satma emrini kendisin­den zina işi tekerrür eden cariyeden uzaklaşmaya teşvik mânâsına al­mışlardır.Tâ ki, sahibi buna razı zannedilip de deyyus addedilmesin. Filvaki' deyyuslukla vasıflananlar hakkında azâb tehdidi sabit olmuş­tur.»

Hadîs-i şerif zina eden kadından ayrılmanın vâcib olmadığını gös­teriyor. Çünkü ayrılmak vâcib olsa ilk defa zina ettiğinde ResûlüHah (5.A.V.) bunu emrederdi. Halbuki birinci ve ikinci defada bu hususda bir şey söylememiş, ancak üçüncüde satmak sûretîle onu elinden çıkar­masını emir buyurmuştur. Bu da mücerred zina için değil, zinanın te­kerrürü İçindir. Ayni hüküm zevceye de şâmildir. Binâenaleyh zina eden zevceyi de boşamak vâcib değildir. Ancak kendisinden zina te­kerrür ederse o zaman ondan ayrılmak îcâbeder. Fukâhâ diyorlar ki : «Resul-ü Ekrem (S.A.V.)'in üçüncü defadan sonra cariyenin satılma­sını emretmesi az evvel zikrettiğimiz sebebden bir de zina mahsulü ço­cukların çoğalmasına vesile olacağındandır». tbni Battal sözüne de­vamla: «Bazıları bu emri vücuba hamletmişse de bu ümmetin sele­finden vücuba kail olan yoktur. Binâenaleyh bu söz meşgul olmaya değmez. Malı israf etmekten vârid olduğu sabittir. Şu halde nasıl olurda hakîr bir şey srbebıta mühim bir kıymeti hâiz olan ma-bn satılması vâcib olur?»

San'âni, tbni BattaVa. i'tirâz etmekde, Zahirîleri haklı bulmak­tadır.

6— Zina eden cariyeyi satarken satış sebebini müşteriye bildirmek vâcib olmasa gerektir. Çünkü Peygamber (S.A.V.), cariyenin yalnız sa­tılmasını emretmiş; kusurunu bildirmesini istememiştir. Sonra bu ku­surun gelecekde vuku' belli değildir.   Bazen sapık bir insan tevbekâr olur, bazen de dürüst olan sapar. Kendisine hadd vurulan câriye suç­suzlar gibi olmuştur. Bundan dolayı da suçunu basma kakmak yasak edilmiştir. Gerçi :

«Bizi aldatan bizden değildir.» hadîsi vardır ama, yukarıda zikredilen sebebler muvacehesinde satış sebebini zikretmek yine de vâ­cib olamaz. Mendub olması muhtemeldir.

7— Hadîsin mutlak zikredilmesi    câriye muhsane olsun, olmasın mutlaka kendisine hadd vurulacağına delâlet eder. Vâkıâ :

[18] «Muhsane olurlar da bir kötülük işlerlerse onlara muhsanelere olan azabın yansı vardır.» âyet-i kerîmesi ihsan (yani nikâh-ı sahih ile cima görmüş olman) in şart olduğuna delâlet ederse de, bu âyetin muhsane olan cariyeler recmedilmeyerek kendilerine yarım hadd yani elli değ­nek vurulacağına delâlet etmesi muhtemeldir. Nitekim Hz. Ibnî Ab-bas'la, Hanefîler'in mezhet£ budur. Cariyeler hakkındaki itlakı Hz. AH (R. A.)'m şu hutbesi sarahaten göstermektedir :

«Ey nâs, cariyelerinizin muhsane olanlarına da olmayanlarına da haddi vurun.» Bunu îbni Uyeyne ile Yahya b. Said, Zührî'den rivayet etmişlerdin Cumhur'un mezhebi de. budur.[19]                   

 

1037/1237- «Alî radıyallahü anh'den  rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah (S.A.V.) :

— Hududu sahibi  bulunduğunuz  kölelerinize tatbik edin; buyurdular.[20]

 

Bu hadîsi Ebu Dâvud rivayet etmiştir.   Hadîs Müslim'de mevkuf olarak zikredilmiştir.

Müslim'in mevkuf rivayeti de Hz. AK (R.'dandır. Beyhakî onu merfu' olarak rivayet ediyor. Hâkim (321—405) bu hadîsi Bu­harı ile Müslim'den biri zikretmemiş zannetmişse de bu onun ya bir hatasıdır; yâhud Müslim merfu' olarak rivayet etmediği için o ka­nâate varmıştır. Yoksa hadîs, Hâkim'e göre sahîhdir.

Bu hadîs aynen yukanki hadîsin delâlet ettiği hükme delâlet ediyor. Yalnız yukanki hadîs cariyelere mahsus idi. Bu hem cari­yelere hem de kölelere âmm ve şâmildir; ve kölelerle cariyeler muh-san olsun, olmasın kendilerine hadd-i şer'i tatbik edileceğine, keza sahihleri erkek olsun, kadın olsun, hadd vurabileceklerine delâlet ediyor.

Evli câriye hakkında ihtilâf vardır. Cumhur-u ulemâ ya göre ona hadd-i şer'iyi sahibi vurur, tmam Mâlik : «Bu haddi Râkim vurur» diyor. Ona göre cariyenin kocası ayni adamın kölesi olursa ancak o zaman sahibi vurabilir. Ibni Hasm'e göre evli cariyeye haddi sahibi vurursa da sahibinin müslüman olması şarttır. Çünkü bir kâfir, müslüman olan köle ve cariyelerine hadd vuramaz.

Hadîsin zahiri içki ve hırsızlıktan dolayı da sahibinin köle ve cari­yelerine hadd vurulabileceğini gösteriyorsa da bu mesele ulemâ arasın­da ihtilaflıdır.

Haneftler'e göre hudud-u şer'iyyenin icrası mutlak suretde devlet reisine yâhud onun izin verdiği kimselere mahsustur. Delilleri Ta-hâvi (238—321)nin Müslim b. Yesâr tarîkile tahrîc ettiği şu hadîstir:

«Müslfm demiştir ki : Ebu Abdillâh, sahabeden  zât İdi:

— Zekât, hudûd, ganimet ve cuma sultana aidtir; derdi. Tahâvî bu zât hakkında: «Saha be-i kira m'dan buna hiç bir muhalif bilmiyoruz» demiştir. Maamâfih İbni Bazım (384—456) Tahâvî'nin bu sözüne i'tirâz etmiş; ve hadîse bazı muhalefet edenler olduğunu söylemiştir..

Ulema'dan bazıları : «köle ve cariyeler müslümanlann reisi hadd vurursa da reis bulunmadığı zaman sahihleri dahî vurabilir» demişler­dir. Bir takımları: köle sahibinin, kayıdsız şartsız köle ve cariyesine hadd vurabileceğine zâten bu hak onun olduğuna kaildirler. Bunların delilleri şu eserlerdir :

1— Abdürrezzâk Üfa'mer'den o Eyyub'â&n o da Nâfi'den riva­yet ettiğine göre:

ılbnl Ömer hırsızlık eden bir kölesinin elini kesmiş; zina eden Ur kölesine de dayak vurmuş; her ikisini de valiye arzetmemiştir.»

2— İmam Mâlik tel - Muvatta» da senedîle şu eseri tahric et­miştir;

«Abdullah b. Ebt Bekir oğullarının bir kölesi hırsızlık etmiş; (bu­nu) i'tirâfda da bulunmuş. Bunun üzerine Alşe (R. Anhâ) emir vererek eli kesilmiş.»

3— İmam Şafiî ile Abdürrezzâk, Hüseyin b. Muhammed b. Ati tarikile şu eseri tahrîc etmişlerdir:

«Resûlullah (S.A.V.)'in kızı Fâtıma zina eden bir cariyesine hadd vurmuştur.»[21]

 

1038/1238- «Imrân b. Huuyn rafayattahü anVdan rfvâyat olumkığu-na flöre, Cüheyne'den bir kadın zinadan gebe olarak Peygamber (S.A. V.)'« gelmiş ve :

— Yâ Nebİyyallah, başıma hadd (Icâbeden bir hal) geldi. Binaena­leyh bana hadd vur; demfş. Bunun üzerine Resûlüllah (5.A.V.) onun velisini çağırmış ve :

— Buna iyi muamele et; doğurduğu zaman kendisini bana getir» demiş. Velîsi de öyle yapmış. Akıbet Peygamber (S.A.V.) kadını (in getirilmesini) emretmiş; ve üzerine elbisesini bağlamışlar. Sonra kadını (n recmint) emretmiş ve recmolunmuş. Bundan, sonra Re­sûlüllah (S.A.V.) onun cenaze namazını kılmış. Ömer :

— Bu kadın zina ettiği halde birde onun cenaze nam azı m mı kılıyor­sun yâ Nebİyyallah? demiş. Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) :

— Vallahi bu kadın öyle bir tevbe etti ki, tevbesi Me-dîne'liierden   yetmiş kişi arasında   taksim edilse onlara yeter artardı... Sen canını Allah Teâlâ için feda edenden daha efdal bir kimseye hiç rastladınmı?» buyurmuşlardır.»[22]

 

Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerif de zikri geçen kadın Gâmldiyye diye meşhurdur. Resû­lüllah (S.A.V.)'in «doğurduğu zaman kendisini bana getir» emrinden sonra «Velîsi de öyle yapmış», denilmesi recmin hemen do­ğumdan sonra yapıldığına delâlet ediyorsa- da^ hadîsin.; diğer bir riva­yetinden recim hâdisesinin çocuk memeden kesildikten, sonra vuku' bul­duğu hattâ annesinin onu, elinde bir parça ekmek olduğu halde huıur-u Nebeviye getirdiği zikrediliyor. Şu halde kitabımızın hadîsinde kısalt­ma yapıldığı anlaşılıyor. Nevevî (631—676) her iki rivayeti zikret­tikten sonra şöyle diyor : «Bu rivayetlerin ikisi de sahîh-i Müslim'­dedir. Zahirleri ihtilâf gösteriyor. Çünkü ikinci rivayet recmin ço­cuk memeden ayrılarak ekmek yemeğe başladıktan sonra yapıldığı­nı sarahaten ifâde ediyor. Halbuki birinci rivayet doğumun akabinde recmedildiğini gösteriyor. Şu halde birinci rivayeti te'vil ile ikinci rivayete muvafık bir şekle hamletmek îcabeder. Bu takdirde birinci rivayetteki :

«Ensardan bir zât kalkarak :

— Çocuğun radâını bana verin; dedi.» cümlesi çocuk memeden ay­rıldıktan sonra söylenmiş; ve radâ ta'biri mecazen çocuğun bakılıp ter­biye edilmesi ma'nâsında kullanılmış demektir.»

Hadîs-i şerîf recmin vücubuna delâlet ediyor. Bu hususda yukarıda îzâhat verildi. Kadının elbisesinin bağlanması recmedilirken taşların tesirîle açılıp saçılmasın diyedir.

Ulemâ kadının oturarak erkeğin ise ayakda recmedileceği hususun­da ittifak halindedir. Yalnız İmam Mâîik'e göre erkek de oturtula­rak recmolunur. Bazıları : «hâkim muhayyerdir, isterse oturtur, di­lerse ayakta recmeder» derler. Hanefîler'e göre recmedilecek kadın göğsüne kadar bir kuyuya gömülür.

Bu hadîs recmedilen Gâmldİyyenin cenaze namazını bizzat Peygam­ber (S.A.V.)'in kıldığım gösteriyor. Ancak Tdberî (224—310) «kıldı» filinin meçhul sîgasîle rivayet edildiğini söylüyor, ve : «Bu fiil îbni Ebî Şeyhe ile Ebû Davud'un rivayetlerinde böyledir» dedikten son­ra Ebu Davud'un bir rivayetinde :

«Ashâb-ı Kİrâma cenaze namazını kılmalarını emretti» denildiğim oeyân ediyor. Lâkin «kıldı» fiili Müslim'in râvileri ekseriyetle meş­kûr fiili ma'lûm sîgasîle rivayet etmişlerdir. Hz. Ömer (RA'ın: «Bîr­de onun cenaze namazınımı kılıyorsun?» demesi dahî cenaze namazını bizzat Peygamber (S.A.V.)'in kıldığını gösteriyor. Bazıları: «namazı kıl­manın Peygamber (S.A.V.)'e izafe edilmesi, kılma emrini o verdiği içindir: yoksa kendisi kılmamıştır. diyorlar. Fakat bu kavil hilâf-ı za­hir görülmüştür. Zîrâ, kelâmda asıl hakikat olmasıdır; diyorlar. Maa-mâfîh, Resûlüllah (S.A.V.) bizzat kılmış olsun olmasın, recmedilen kimsenin cenaze namazını kılmak mekruhtur diyenler nass-ı hadîse muhalif hareket etmişlerdir. Bunların delîîi de yoktur.

Cumhur-u ulemâ'ya göre recmolunanların cenaze namazı kılınır. Hadîs-i şerîf, tevbenin haddi ıskat etmediğine de delildir. Cumhur ile Şâf İtler'den rivayet olunan iki kavlin esah olanı budur.[23]

1038/1239- «Câbİr b. AbdIHâh radıyaUahü anhümâ'dan rivayet olun­muştur. Demiştir ki : Peygamber (S.A.V.) Eşlem (kabilesin) den bîr adam İle Yehûdîlerden bîr adam ve bir kadın recmettî».[24]

 

Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir. Sahthheyn'deki iki Yahûdî kıs­sasını font Ömer rivayet etmiştir.

Hi. Câbtr (R. A.), Eşlem kabilesinden dediği adamla Mâlil kadınla da Ciheyne'li kadını kasdetmiştir; ki her ikisine âid hadisler yukarıda geçti.

Hadfs-i şerif, zina eden kâfire hadd vurulacağına deliktir. Cumhurun kavli budur. Maltktler'le Hanefller'den bir çoğu recm için îslâmiyetin şart ouğuna kaildirler. Onlara göre recm için muhsan olmak da şarttır. Hattâ tbni AbdÜberr (368—163) bu huausda ulemâ arasında ittifak bulunduğunu nakletmiştir. Ancak kendisine i'tirâz vâki' ol­muş ve tmam Şafii ile tmam Ebû Yusuf ve İmam Ahmed b. Banbein mezkûr şartları koşmadıkları ihtar olunmuştur.

Recimde îslâmiyeti şart koşanlar bu hadisin ifâde ettiği recmi Pey­gamber (SA.V.) yahûdüere Tevrat hükmü île tatbik etmiş sonra nesh olunmuştur; diyorlar. Nitekim Buharî ile Müslim'in ittifakla riva­yet ettikleri Ibnt Ömer hadisinde bu hadise sarahaten zikredilmiştir. Bttfcarî'nin rivayeti şudur :

«Ibnl Ömer (R. AJ'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki:Resuliillah (S.A.V.)'e bir erkekle bir kadın yahûdî getirdiler. Bunların ikisi de bir haltda bulunmuşlardı. Peygamber (S.A.V.) onlara :

— Kitabınızda zina  hakkında ne buluyorsunuz? diye sordu :   

— Doğrusu blilm âlimlerimiz yüzü tahmtm yani kömürle boyayıp karartmayı ve boyun bükmeyi İhdas ettiler; dediler:

— Abdullah b. Selâm şunlara Tevrâtı getirt; dedi. He­men Tevrat getirildi   Derken yahûdllerden birisi[25] elini (Tevrattakf) recim Ayeti'nln üzerine koyarak onun üsf ve alt tarafını okumağa baş­ladı. Bunun üzerine İbnf Selâm ona :

— Elini kaldır; dedi. Bir de ne görsünler recim ayeti elinin altında değilml İmiş? Artık Reûl-ü Ekrem (S.A.V.) her İkisini (n recmlni) emir buyurdu ve recmolundular. Ibnt Ömer demiştir ki :  Balalın yanında recmediİdiler. Yahûdîyl kadının üzerine eğilmiş gördüm, yani onu ken­di vücudu İle taşlardan koruyordu.»

îbnü'l - Arabi bu mesele hakkında şöyle demektedir : tRefilüllah (S.A.V.) in bunları recmetmesi kendi şeriatında caiz görmediği bir hüc­cetle olmuştur. Anlaşılan aleyhlerine hüccet kendilerinden olsun diye onlardan şâhid istemiştir..» tbnü'l-Arabi'ye i'tir âz edenler olmuştur. Bunlar Hz. Peygamber (S.A.V.) in mensuh bulunan Tevrat âyetlerile istidlal edemeyeceğini ileri sürmüş: bu recmin İslâm dininde caiz ol­duğunu iddia etmişlerdir.

Yahudi kıssası ehl-i Kitâb olanların kendi i'tirâflarına göre yaptık­ları nikâhlarının sahih olduğuna da delâlet eder. Çünkü muhsan sayıl­mak nikâhın sahih olmasına bağlıdır.[26]

 

1040/1240- «Satd b. Sa'd b. Ubâde[27] radtyaUahü anhümâ'âan rl-vâyet olunmuştur. Demiştir ki: Evlerimizin anısında zalf bir adamca­ğız vardır. Bu adam: Evlerin cariyelerinden biri İle bir habaset İşlemiş. Derken Satd bunu Resûlüllah (S.A.V.)'e söyledi :  

— Ona haddini vurun; buyurdular. Ashab :

— Yâ Resûlâllah, bu adamcağız bu işte iehammül edemez pek za-îftir; dediler. Resûlüllah (S.A.V.)  :

— İçinde yüz tane filiz   bulunan bir hurma salkımı alın sonra o adama bununla bir defa vurun; buyurdular. On­lar da öyle yaptılar.»[28]

 

Bu hadîsi Ahmed Nesâl ve İbni Mâce rivayet etmişlerdir. İsnadı güzeldir. Lâkin vasıl ve irsalinde ihtilâf olunmuştur. Beyhahî bu hadîs için : «Ebu Ümâmeden mahfuz olan mürsel oluşu­dur.» diyor.   Fakat ayni hadîsi   îmam Ahmed ile İbni Mâce,  Ebu Ümâme tarikîle Saîd b. Sa'd'dan mevsul olarak tahrîc etmişlerdir.

Hadîs-i şerîf, hastalık gibi bir sebeble zaîf düşerek mu'tad olan hadde tehammül olmayan kimseye tahammülü nisbetinde ince çubuklar­dan yapılmış bir deste ile bir defa vurulacağına delâlet ediyor. Cumhur-u ulemâ'nın kavli de budur. Ancak her bir çubuğun vücuduna te­mas etmesini şart koşuyorlar. Zira bazısı; vücuduna dokunamazsa hadd vurmaktan maksad hâsıl olmaz; diyorlar. Maamâfîh; hepsi isabet etme­se de edenler yeter; diyenler de vardır.

Eğer hastanın iyileşmesi ümidi varsa yâhud sıcağın veya soğuğun şiddeti hastaya tesir ederse o hâl geçinceye kadar beklenir; hadd on­dan sonra vurulur.[29]

 

1041/1242- «İbni Abbâs radıyallahü anhümâ'âan rivayet olunduğu­na göre Peygamber (S.A.V.)'i :

— Her kimi Lût kavminin yaptığı işi yaparken bulur­sanız hem yapanı, hem de yapılanı öldürün; ve her kimi hayvana yakınlık ederken bulursanız derhâl öldürün; hayvanı da öldürün; buyurmuşlardır.»[30]

 

Bu hadîsi, Ahmed ile Dörtler rivayet etmişlerdir. Râvileri mevsuk iseler de, hadîs hakkında ihtilâf vardır.

Zahirle bakılırsa ihtilâf yalnız hayvana yaklaşmayı men' eden kısmında değil, hadisin bütünündedir. Bunun sebebi hadîsin Ibni Abbas (R.A.ydan dağınık olarak rivayet edilmiş olmasıdır. Meselâ birinci hüküm hususunda Beyhakî (384—458), Saîd b. Cübeyr ve Mücâhid tarîkile Ibnİ Abbas (R. A.)'dan rivâyeten. «Bekâr lûtîlik yaparken bu­lunursa recmedîlir.» dediğini yine Hz. İbni Abbas (R. A.)'in böyleleri hakkında: «O yerden en yüksek bİnâ aranıp bulunur ve onun üzerinden tepe taklak yere atılır; arkasından taşlanır» dediğini tahrîc etmiştir. İkinci hüküm babında Beyhakî, Ebu Zerr (R. A.) vâsıtasîle Ibni Ab­bas'dan rivâyeten, kendisine hayvana yakınlık edenin hükmü sorulduk-da : «Ona hadd yoktur» dediğini tahrîc eylemiştir.

İşte Hz. İbnİ Abbas (R. A.J'dan rivayet edilen bu muhtelif eserler gösteriyor ki, kendisi bu hususda Peygamber (S.A.V.)'den bir şey duy­mamıştır, söyledikleri kendi içtihadıdır.

Hadîs-i şerif iki meseleye delâlet ediyor :

1— Lûtîlik büyük günahtır. Bunu hükmü babında dört kavil vardır:

a) Lûtîlik yapana zııâya kıyâsen hadd vurulur. Ssief ile haleften bazılarının ve Hanefller'den îmanvyn'in mezhebi budur. îmam Şâfiîde bu kavle rücu' etmiştir. İmam Âzam'a. göre ise sadece ta'zir Yani Ölünceye yâhud tevbe edinceye kada^ hapsedilir.

b) Lûtîliği yapan fail ilf «ıef'ul -ister muhsan, ister gayr-i muh-san olsunlar- mutlaka öldürülürler.   îmam Şafiî'nin eski kavii bu­dur. Delili buradaki Ibnl Abbas (R. A.) hadîsidir. îmam Mâlik ile Ah-med'e göre mutlak   surette   recmedilirler. Bu şen'i fiili işliyenler, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali (R. Anhümâ) zamanlarında ve daha başka devirlerde hep öldürülmüş i'tirâz eden bulunmamıştır. Binâenaleyh bu bâbta icmâ münakid olınuş gibidir. Bununla beraber lûtînin öl­dürüleceğine kail olanlar pek azdır. Onun için «eZ Menâr» adlı ese­rin sahibi bu hâle şaşmaktan kendini alamamıştır.

c) ûtî ateşde yakılır. BeyhakVnin tahrîc ettiği bir hadîse göre ashâb-ı kiramın reyleri lûtîlik yapan fail ile mef'ulün yakılması mer­kezinde toplanmıştır. Hattâ bu bâbda bir kıssa bile varsa da isnadı zaîftir. Hâftz el-Münsirî:  «Lûtîlik yapanları halîfelerden dördü yani Ebu Bekir-i Sıddtk, AH b. Ebl Talib, Abdullah b. Zübeyr ve Hişam b, Abdtlmelfk ateş!e yakmışlardır» demiştir.

ç) Lûtî, bulunduğu yerin en yüksek binasının üzerinden tepesi üs­tü aşağı atılır; arkasından da taşlanır. Bu kavli Beyhakî, Hz. AK (R. A./dan rivayet etmiştir. Aynı kavlin Ibnİ Abbas (R. .A./dan da­hî rivayet edildiğini az yukarıda görmüştük.

2— Hadls-i şerif hayvanla cinsî münâsebette bulunmanın haram olduğuna ve bu işi yapanın Öldürülmesi Scabettiğine delâlet ediyor. Hz. Şâ/tt'nin son kavli budur. Şafiî: «Eğer bu faadfa sahih ine ben ona kail olurum» demiştir. tmam Şd/tî'nin bir kavline göre, zınâ edene kıyâsen buna da zina haddi vurulur. tmam AHmed b. Banbel ile Haneftfer hayvana yakınlık edenin yalnız  ta'zîr olunacağına kail olmuş­lardır.

Hadîs-i şerif hayvanın kesilmesi lüzumuna delâlet ediyor. Hk. Ali (R. A.) ve bir kavlinde tmam Şo/iî'nin mezhebi budur. Haıteftlor'e göre dahî kesilir: hattâ kesildikten sonra yaküırsa da vicib oldu­ğu için değil, hayvanı her gördükçe o bâbtaki dedikodu tazelenerek lâf uzamanın, suçlu da bundan müteesir olup durmasın, diyedir. Hayvan, eti yenenlerden ise tmam Âzam göre yenilir; ve suçlu onu öder. tmam Ebu Yusuf  göre o hayvanın eti yenmez; zîrâ Ibnf Abbas:

— Hayvan ıw yapılacak? diye sorulmuş :

— Bu babta Resûlüllıh (SJLV.)'den bir şoy duymadım. Lâkin bu den sonra ben onun otlntn yenmesini, yâhud ondan faydalanılmasını kerîh görürüm.» demiştir. Bir rivayette: Bu hayvan görüldükçe: işte kendisine filân halt İşlenen hayvan budur; derler» cevâbını vermiştir.[31]

 

1042/1243- İbni Ömer radıyaüahü anhümâ'dan rivayet olunduğuna göre Peygamber SoMaUahü aleyhi ve sellem (gayri muhsan zântlero) hem dayak vurmuş hem da sürgün.etmiş; Ebu Bekir'de dayak vurmuş ve sürgün etmiş; Ömer do dayak vurmuş ve »ürgün etmiştir.[32]

 

Bu hadîsi Ttrmtzt rivayet etmiştir.Râvîleri mutemeddirler; ancak mevkuf veya merfu' olduğunda ihtilâf edilmiştir.

BeyhaM, Hz. Ali (R. A.)'in zina eden gayr-i muhsanlar dayak vur­duktan sonra Basra'dan Kûfe'ye; Kûfe'den Basra'ya sürgün ettiğini kaydeder. Bu mesele geçtiği halde musannifin bu hadisi burada zikret­mesi: «Sürgün meselesi neshedilmiştir» diyenlere cevab için olsa ge­rektir.[33]

 

1344/1043- lbnt Abbas radtyaOahü anhhümâ'ton rivayet olunmuş­tur. Demiştir ki : Resûlallah Sdttdüahü aieyhi ve aeUem kadbnlaşmıs erkeklere ve erkekleşmlş kadınlara lanet etti ve :

— Onları evlerinizden çıkarın; buyurdular.[34]

 

Bu hadisi Buharl rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerif, ism-i fâü sSgasÜe de rivayet olunmuştur. Bu tak­dirde mânâ: «kadınlaşan erkeklerle, erkekleşen kadınlara lanet etti» şekline girer.

Peygamber (S.A.V.)'in günah işleyene lanet buyurması işlenen güna-. hin büyüklüğüne delâlet eder. «Kadınlaşan erkekler» den murâd: Konuş­masında harekâtında giyinişinde ve sâirede kendini kadınlara benzeten­lerdir. Doğuştan kadın tabiatlı olanlara lanetin şümulü yoktur. «Erkek­leşen kadınlar» dan murâd da aynı şekilde kendilerini erkeklere benze­ten kadınlardır. Nitekim Ebu Davud'un tahric ettiği bir hadîs ka­dınlaşma üe erkekleşmeyi aynı mânâ ile tefsir etmiştir. Binâenaleyh bu hadis erkeklerin kendilerini kadınlara, kadınların da erkeklere benzetmelerinin haram olduğuna delîldir.

îbnü't-Tin şöyle demiştir: «Erkeklerin kadınlara benzemekde lûtîlik yapacak derecede ileri gidenlerîle kadınların.erkeklere ben­zemekde sürüştürme yapacak derecede ileri gidenlerine gelince: hiç şüphe yoktur ki, bu iki sınıfta tesnî ve tecziye hususunda ötekiler­den daha fazla şiddet gösterilir.»

İşi lûtîliğe vardıranların hükmünü az yukarıda gördük. Bu me­selede bazılarına göre erkekle kadm arasında fark yoktur. Lûtîliği âdet edinen kimse siyâseten katledilir. Bu bâbda muhsan ile gayr-i muhsan arasında fark yoktur. Ferderine sürüştürme yapan kadın­lar ta'zîr olunurlar.[35]

 

1245/1044- «Ebu Hüreyre radtyaUahü anh'ötn rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Resûliillah salîallahü aleyhi ve selîem:

— Hududu derTyyeyî) defi1 çâresi buldukça defediniz; buyurdular.»[36]

 

Bu hadîsi Ibni Mâce zait bir isnadla tahrîc etmiştir. Ayni hadîsi Tirmlzî ile Hâkim, Hz. Aişe'den şu lâfızlarla tahrîc etmişlerdir: «im­kân buldukça müslümanlardan hududu defi ediniz». Bu hadîs dahi zaîftir. Onu Beyhakî, Hz. Ali'den kendi sözü olmak üzere : «Hududu şüpheler sebebîle defedin» ifâdesile rivayet etmiştir.

Musannif bu hadîsi «et-Telhis» nâm eserinde Hz. Ali (TC. AJ'dan merfu' olarak rivayet ediyor. Hadîsin tamamı şudur :

«Hükümdarın hududu muattal bırakması caiz değildir.»

Ancak yine musannif bu hadîsin isnadında el-Muhtâr b. Nâfi' bu­lunduğunu bu zâtın münker olduğunu BuhârVden nakletmiştir. Bu­nunla beraber hadîs yine de asılsız değildir. Çünkü musannif onu «et-Telhisy> de müteaddit yollardan mevkuf olarak rivayet etmiştir ki, bunların bazıları sahihtir; ve merfu' rivayeti takviye ederler. BeyhâkVmn Zührî tarîkîle Hz. Âİşe (R. Antö/dan tahrîc ettiği ri­vayette şu ziyâde vardır:

«Eğer onun için çıkar bir yol varsa hemen kendisine yol verin; çünkü hükümdarın afv babında hatâ etmesi; ceza babında hatâ etmesinden daha hayırlıdır». Bunun is­nadında da Yezıd b. Ziyâd-ı Dimeşkî vardır. Bu zât hakkında tmam Buhârî : «Münkerü'l hadîs» demiş; Nesâi onun hakkında «metruk» ta'birini kullanmıştır. Ayni hadîsi Vehi'; ZührVden mevkuf olarak rivayet etmektedir. Tirmizi : «Bu daha sahihtir.» diyor. Hâsılı bu manâda ashâb-ı kirâm'm bir çoklarından eserler rivayet edilmiştir.

Hadîs-i şerîf, şüphe sebebîle hadd-ı şer'inîn defi' edilip vurulmaya­cağına delildir.[37]

 

1248/1045- «İbni Ömer radıyaîlahü anhümâ'öan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah sallaîlahü aleyhi ve sellem:

— Allahın yasak ettiği şu kazurattan sakının! Bunla­rı kim irtikâb ederse hemen Allah'ın örtüsü ile örtünsün de Allah'a tevbe etsin zîrâ bize yüzünü gösterirse Allah Azze ve cellenin kitabını ona tatbik ederiz; buyurdular.»[38]

 

Bu hadîsi Hâkim rivayet etmiştir. Hadîs «el-Muvatta» de Zeyd b. Eşlemin mürsellerinden olmak üzere rivayet edilmiştir.

Kâzûrât'dan murâd : Allah'ın yasak ettiği kötü fiil ve sözlerdir. «Yüzünü göstermek» işlediği günahın hakikatini meydana çıkarmaktan kinayedir.

îbnü Abdilberr: «Bu hadîsin hiç bir vecihle isnad edildiğini bil­miyorum »demiştir. Bundan maksadı îmam Mâlik'in hadîsidir. Bâ-feim'in hadîsi ise müsneddir. Maamâfîh îmamü'l Haremeyn (419—478) «en-Nihâye» adlı eserinde : «Bu hadis sahihtir, sahîh olduğuna itti­fak vardır» demiş; îbni Salâh (577—643) ise onu bu dikkatsizliğin­den dolayı ayıblayarak: «Bu iş hadîs âlimlerinin hayret edeceği bir şeydir. Onun buna benzer işleri çoktur. Kendisini böyle bâdirlere düşüren şey, her fakih ve âlimin muhtaç olduğu hadîs san'atmı bir tarafa atmasıdır.» tarzında mütalaa yürütmüştür.

Hadîs-i şerîf, bir günah irtikâb edenin onu gizlemesi îcâbetti-ğine, ikrar edip de kendini rezil rüsvay etmenin doğru olmadığına, böylesine tevbeye şitâb etmek gerektiğine delildir. Çünkü yaptığını ikrar ederse hâkimin ona hadd-i şer'iyi tatbik etmesi lâzım gelir. Filhakika Ebu Davud'un merf u' olarak tahrîc ettiği bir hadîsde şöy­le Duyurulmaktadır:

«Hududu kendi aranızda birbirinize affedin. Eğer bir hadd benim kulağıma gelirse muhakkak (tatbikî) vâcib ol­du demektir.»[39]

 

«Hadd-i Kazif Babı»

 

Kazlf : Lûgat'te birşeyi atmaktır. Şerfatde ise: Bir kimsenin üzeri­ne zina suçunu atmaktır.

Kazif'in büyük günahlardan olduğuna Icmâ-ı ümmet vardır. Teâlâ hazretleri :

[40] «Hiç şüphe yok ki; namuslu, kendi halinde mü'mln kadınlara (zlnâ İftirası) atanlar dünyada ve âhlretde lanet olunurlar. Hem onlar İçin pek büyük bir azâb vardın buyurmuş; Resûl-ü Zi-Şân'ı (S.A.V.)'de :

«Yedi helak unsurundan sakınınız; buyurmuş (Ashab-ı kirâm tarafından) :

— Nedir onlar ya Resûlâllah? diye sorulunca :

— Allah'a şirk koşmak, sihirbazlık, Allah'ın haram kıl­dığı kimseyi öldürmek, faiz yemek, yetim malını yemek, harbe gitmekten kaçmak ve namuslu, kendi hâlinde olan mü'min kadınlara zina iftirası atmaktır;   mukabelesinde butınmuşfardır.

Bu ve emsali delillere istinaden namuslu kadınlara zina isnadında bulunanlara hadd vurmak bilicmâ' meşru' olmuştur. Hadd-i kazif sek­sen değnek dayak cezasıdır. Buna delil :

[41] «Namuslu kadınlara zlnâ İsnadında bulunup da, sonra dört şâhld ge­tiremeyenlere derhâl seksen değnek (hadd) vurun. Hem onların şehA-detlerlni ebedlyyen kabul etmeyin» âyet-i kerîmesile emsali âyetler ve babımızın hadîsleridir.[42]

 

1249/1046- Alse radıyattakü anhâ'öan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Benim ma'sumiyetlm hakkında (vahi) nâill olunca ResûlüMah saU laTlahü aleyhi vesellem minberin üzerinde ayağa kalkarak bunu anlat­tı ve Kur'ân okudu. Minberden İndİkde İki erkekle bir kadını (m getiril­mesini) emir buyurdu; ve bunlara hadd vuruldu.»[43]

 

Bu hadîsi Ahmed ile DÖrf ler tahrîc etmişlerdir. Bu hart de buna işarette bulunmuştur.

ResûlUHah (S.A.V.)'in minberde okuduğu âyetler :

[44] «Hiç şfiphe yok ki, iftirayı yapanlar sizden bir cemaattir...» âyet-i kerîmesile bir rivâyetde onu ta'ki beden on yedi âyettir.

Bukâri'nİn rivayetinde ise ffk âyetlerinin sayısı ondur.

Hadls-i şerîfde zikredilen bir adam Hassan b. SAbİt ile Mlstah b. OsAse; kadın da Hamne btntl Cahs/dır.

Bu hadis, yukarıda zikredilen âyetler gibi hadd-i kazif'in sübûtuna delâlet ediyor. Mezkûr üç kişiye hadd vurulması meşhur ifk hâdisesi dolayıstle Hi. A'*« (R. Anhâyyz kazfettikleri sübût bulduğu içindir.

İfk : yalan nevi'lerinin en kötüsüdür. Maalesef Âişe-i Sıddîka (R. Anhâ) validemiz bir sefer dönüşünde hiç bir şeyden haberi yokken pek çirkin bir iftiraya ma'ruz kalmıştı. Hâdise Buharı ve diğer hadis ki­taplarında uzun uzadıya rivayet olunmuştur. Hülâsası şudur :

Müslüman kadınlarına tesettür forzolduktan sonra Hz. Aîçe (R. An­hâ) Peygamber (S.A.V.) ile birlikde bir seferden dönüyormuş Medine yakınlarında bir yerde bir gece tam kafile yola revân olacağı sırada Aîçe (R.Anhâ) kazayı hacet için ordudan biraz uzaklaşmış. Dönüşde gerdanlığının düştüğünü hissetmiş. Ve aramak için geri dönmüş. Niha­yet gerdanlığı bulmuş. Fakat onu ararken biraz vakit geçmiş. Bu ara­da ordu hareket etmiş. Hi. ÂJşe (R. Anhâ) yerine döndüğü vakit orada kimsenin kalmadığını görmüş. Artık her halde beni aramağa dönerler ümîdîle olduğu yerde kalmış. Derken uyuklamış. Ordunun arkasından gelmekde olan Safvan b. el - Muattal (R. A.) onu devesine bindirerek orduya yetiştirmiş. Bunu fırsat bilen bazı münafıklar derhal faaliyete geçerek Hz. Aişe (R. Anhâ) hakkında çirkin çirkin söylenmeye, onun Hz. Safvân'Ia -hâşâ- bir olduğunu ortalığa yaymaya başlamışlar. Hattâ bu arada Hz, Hassan b. Sabit (R. A.) gibi bazı hâlis müslümanları bile kandırmışlar. Münafıkların başında Abdullah b. Übey b. Selül bulunuyor­muş. Asıl bühtanı uyduran o imiş. Medîne-i Münevvere bir ay kadar bu bühtan ile çalkalandıktan sonra nihayet Allah-ıt Azîmüşşan, Hz. Alse'nin berâet ve masumiyeti hakkında yukarıda zikri geçen Sûre-I Mûr âyetlerini indirmiştir. Bunun üzerine iftirada bulunanlara hadd vu­rulmuştur.

Bu rivayetten asıl suçlu olan Abdullah b. Übey'ye hadd vurul­madığı anlaşılıyor. îbni'l-Kayyım (691—751) bu meseleyi ele ala­rak Resûlülah (S.A.V.)'in ona hadd vurmamasını verililerini anlatmış bu işe mâni' olan birçok özürler göstermişse de Hâkim «el-iklil» adlı eserinde Peygamber (S.A.V.)'in ona da hadd vurduğunu rivayet et­miştir.

Mârûdî (—450) Peygamber (S.A.V.) in Hz. Âlşe'ye iftira edenler­den hiç birine hadd vurmadığını iddia etmiş ve: «Hadd ancak hüccet veya ikrarla sabit olur» demiş. Fakat kendisine: «hadd nass-ı Kur'ân Scabediyor; zâten hadd-i kazif, kâfi isbât edememekle lâzım gelir. Binâe­naleyh onu hüccetle isbâta ne hacet kalır.» diye cevap verilmiştir. Fakat kendisine kazfedilen kimsenin mahkemeye dâva açarak hadd is­temesi şarttır.[45]

 

1250/1047- «En e s b. Mâlik radnjallahil anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: İslâmda vâki' olan İlk İlân Hilâl b. Ümeyye, kendr kanslle Şerik b. Sehmâ'ya kazlfte bulunduğu zaman olmuştur. Resûlülfah sdtlaî-lahü aleyhi ve sellem kendisine :

— Hücceti (nî) getir; yoksa sırtına hadd var; — Hah...»buyurdular.»[46]

 

Bu hadîsi Ebu Ya'la rivayet etmiştir, ricali mutemettirler Buha-n'de de İbnl Abbas'dan bunun bir benzeri vardır.

liân. âyeti'nin sebebi nuzûlü ihtilaflıdır. Enes (H. A.)'d&n bir rivâ-vâyete göre Hilâl kıssası hakkında başka bir rivayete göre Uveyrair-i Aclânr hakkında nazil olmuştur. îlk liâmn, âyet nazil oldukdan sonra yapıldığında şüphe yoktur. Bazıları: «Âyet, Hilâl hakkında nazil olmuş, fakat Uveymîrin gelişine tesadüfi etmiştir»- diyerek iki kıssanın arasını cem' etmek istemişlerdir.

Hadİs-i şerîf, erkek iddiasını isbât edecek hüccet bulamadığı zaman kendisine hadd vurmanın vâcib olduğuna delâlet ediyorsa da, bu hüküm liân âyeti ile neshedilmiştir. Mezkur nesih, sünnet'in Kitab'la- neshi ka­bilinden dir. Yalnız bunun tahakkuku için kazif âyetinin liân âyetinden evvel nazil olmuş bulunması şarttır. Şayed liân âyeti evvel nazil olmuş­sa o takdirde o nâsih olur; yâhud beraber nazil olmuşlarsa kazif âyeti­ni tahsis etmiş olur: liân âyeti, kazif âyetindeki umumdan, husus kas-dedildiğine yâni âyetden muradın, karısına kazfeden erkekden maada­ları olduğuna karinedir; diyenler de olmuştur. Fakat tahkîka göre karı­larına kazif yapan erkekler âyetin umumunda bakîdir. Ancak Teâlâ Hazretleri erkeğin- dört defa şehâdetini dört şâhid yerine tutmuştur. Bu sebeble onun yeminlerine «şehâdet» demiştir. Kazfeden erkek bu yeminlerden cayarsa kendisine hadd-i kazif vurmak vâcib olur. Nitekim yabancı bir kadına kazif yapar da dört şâhid getirmezse kendisine hadd-i kazif vurulurdu.

Liândald beşinci yemin tekîd ve teşdîd için meşru' olmuştur. Karı­sına kazifde bulunduktan sonra yemininden cayan erkeğe hadd vurmak, cumhur-u ulema'mn mezhebidir.[47]

 

1251/1048- «Abdullah b. Amir[48] b. Rebia'dan rivayet olunmuştur. De-mfftlr ki: Gerçeklen Ebu Bekir, Ömer, Osman ve onlardan sonrakilere yetlfdfm. Ama bunların kailf fçln köleye kırk değnekden ba|ka dayak vurduklarını görmedim.»[49]

 

Bu hadisi Mâlik ile Sevr! «Cami» inde rivayet etmiştir.

Hadîs adı geçen zevatın köle ve cariyelere hür olanların yarısı ka­dar hadd vurulacağı fikrinde olduklarına delâlet ediyor. Zâten hadd-i zinada :

O cariyelere hür kadınlara elan azabın yarısı vardır[50].» âyet-i kerî-mesîle cariyelere yarım hadd vurulacağı riassen bildirilmiştir. Her hal­de hadd-i kazfi de buna kıyâs etmiş olacaklar. Nass cariyeler hakkında vârid olduğuna göre köleyi de cariyeye kıyas etmişler; sonra kazif âyetinin umumunu kıyasla tahslsde bulunmuşlardır.

Cumhur-u ulemânın mezhebi budur. Ibni Mes'ud (R.A.) ile Ömer b. AbdÜaziz, Evzdî ve Ebu Sevr'e göre hadd-i kazif kölelere de 80 değnek üzerinden vurulur. Çünkü âyet umumidir. Bu zevatın Zahiriler gibi kıyasla amel etmedikleri anlaşılıyor.[51]

 

1252/1049- Ebu Hüreyre radtydahü anfa'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah sdaahü aleyhi ve eeUem:

— Her kim köle ve cariyesine zina iftirası atarsa ona kıyamet gününde hadd vurulur. Ancak (hakîkat-ı hâl) onun söylediği gibi çıkarsa o başka; buyurdular.[52]

 

Hadis müttefekun aleyh'dir.

Bu hadis, cariyesine kazifde bulunan sahibine dünyada hadd vurul­mayacağına delildir. Çünkü ihsanın şartı, kazfedilen kimsenin hür, âkü ve baliğ olmasıdır.Hattâ ekser-i Haneflyye'ye göre müslüman ve na­muslu olmasıda şarttır. Bundan dolayı Peygamber (S.A.V.) köle ve ca­riyesine kazfeden sahibine hadd vurulmayacağını bildirmiş; ona bu ce­zanın âhirette verileceğini söylemiştir. Cariyeye sahibinden başkası da kazfetse yine bilittifâk hadd vurulmaz, yalnız ümm-ü veled meselesi İhtilaflıdır. Hanttfller'le Şaffltr'e göre ümm-ü veled olan câriye dahî bu bftbda diğer cariyelerle müsavidir; yani ona kazfedene de hadd vu­rulmaz. İmam Mâlik İle ZftMrttor'e göre ise hadd vurulur. Onlar bunun Hz. Ömer (R. A ./dan sahîh rivayetle nakledildiğini söylerler.[53]

 

«Hadd-i Serıkat Babı»

 

Serlkat: Lûgat'de bir şeyi başkasından gizlice almaktır. Türkçede buna hırsızlık denilir.

Şerbt'de dahi ayni manâya gelirse de şer't bir hüküm ifâde edebil­mesi için tarife bazı kayıdlar ilâve edilmiş ve «Serikat, âkil baliğ bir şahsın, gizlice Ur kimsenin korunan ve bozulmayan şeylerden olan on dirhem kıymetindeki malını almasıdır.» denilmiştir.

Bu mikdar mal çalanın hadd-i şer'îsi Hanefller'le TâbHn'den bir cemâate göre sağ elinin bilekden kesilmesidir. İmam Şafii'ye göre hadd-i serîye îcabeden hırsızlık çeyrek dinardır. İmam Mâlik ile İmam Akmed b. BanbeVe göre ya çeyrek dinar, yâhud üç dirhemdir. Hattâ Hasan-t Basri (21—110) ile Dâvud-u ZâMri (202—270» ve HarfclUr'e göre azı veya çoğu tahdld olunmaksızın her malı çalan hır­sızın eli kesilir.

Teali hszrettert malı, can ve ırzı muhafaza için yaratmıştır.

Bunun te'mini İçin de :

[54] Hırsizlık yapan erkek ve kadının ellerini kesiverin..» buyurarak hadd-i şer'î vaz'etmiştir. Hadd-i serikat'ın sünnetten delilleri aşağıda­ki hadîslerdir.[55]

 

1253/1050- «Aişe radıyallahü anhâ'âan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: ResûIiillah saHaUahü aleyhi ve sellem:

— Bir hırsızın eli ancak çeyrek dînâr veya daha yu­karısında kesilir; buyurdular.»[56]

 

Bu hadîs mütfefekun aleyh'dir. Lâfzı Müslim'indir. Buhari'nin lâfzı şöyledir: «Hırsızın eli çeyrek dînârda ve daha fazlasında kesilir» Ahmed'in bir rivayetinde «Çeyrek dînârda (eli) kesin ama ondan aşağısında kesmeyin» Duyurulmuştur.

imam Ahmed'in rivayeti de Hz. Aişe (R. Anhâ)'dandır.

Hadd-İ serikatın kitâb-ı ilâhi ile sabit olduğuna az yukarıda arzetmiştik. Ancak hırsız ne mikdâr mal çalarsa eli kesileceği âyetde beyân olunmamıştır. Bu sebeble ulemâ ihtilâf etmişler ve ortaya bir kaç me­sele çıkmıştır.

Birinci mesele: Hadd-i serikat için muayyen bir nisâb olup olmadı­ğıdır. Cumhura göre nisâb şarttır. Delilleri buradaki hadîslerdir. Az yukarıda gördüğümüz vecihle Hasan-ı Basri ile Zahirîler ve Hârici­ler nisabın şart olmadığına kaildirler. Çünkü âyet mutlaktır. Bir de Bukârî'de Hz. Ebu Hüreyre'den rivâyeten şu hadîs vardır:

«Allah hırsıza lanet etsin, yumurtayı çalar eli kesilir ipi çalar (yine) eli kesilir.» Fakat kendilerine şöyle cevap verilmiş­tir: «Âyet-i kerîme çalınan şeyle onun mikdarını mutlak olarak ifâde etmiştir. Bu hadîs onu beyân ediyor. Sonra yumurtadan murâd: hakîka­ten yumurta çalmak değil hırsızın ne kadar aşağı duygulu olduğunu ve çaldığı şeyin ne kadar kıymetsiz bulunduğunu göstermektedir. Artık bu kadar kıymetsiz şeyleri çalmağa tenezzül eden elbette yarın kıymetli mallar çalmaya da cür'et eder. Binâenaleyh henüz âdet hâline gelmeden kıymetsiz şeyleri çalmaktan vaz geçmesi için kendisine ayni zamanda bir ihtardır.»

Mezkûr cevabı Hattdbi zikrederse de ondan evvel îbni Kuteybe (—266) aynı cevabı kaydetmiştir. Nisabı şart görmeyenlere şöyle de cevap verilebilir: «Mutlak olan serikat âyeti az mala şâmil oldu­ğu gibi bir tek buğday dânesinede şâmildir. Bu kadar kıymeti az olan bir şey için siz dahî el kesileceğine kail değilsiniz. Binâenaleyh mukabilinde el kesilecek malın en az ne mikdar olacağını ta'yin et­mek şarttır.»

İkinci mesele : Nisabın mikdarıdır. Nisab şart koşan cumhur-u ulemâ bunun mikdarı hususunda ihtilâf etmişler ve ortaya yirmi kadar kavil çıkmıştır. Bunların içinde delile istinâd eden yalnız iki tanesi olup, bunlarda Hanefîler'le Şâfiîler'in kavilleridir. Biz yukarıda bunları da gördük. Mezkûr kavillerin tafsilâtına gelince:

«El kesmeyi îcabeden hırsızlık en az on dirhem veya o kıymetde bir malı çalmaktır» diyen Hanefiter'in delilleri : «Peygamber (S.A.V.) zamanında kaikan'ın fiyatı on dirhemdi» diyen Ibn! Abbas (R. A.) ha-dîsile Buhâri ve Müslim'deki İbni Ömer (R.A.) hadîsi ve emsalleri­dir. Ibnİ Ömer hadisinde Peygamber (S.A.V.) bir kalkan için el kesdt» denilmektedir. Vâk'â bu rivâyetde kalkanın kıymeti üç dirhem ola­rak gösterilmişse de ayni rivayet sahîheyn'deki rivayete muarızdır. Kesilmesi îcabeden bir uzuv hakmda ise âzam! dikkat ve ihtiyatı göstermek gerekir. Bunun için de yüzde yüz bilinen mikdar ile amel edilir ki, o da on dirhemdir. İbntfl Arabî diyorki: «Sii/yan-ı Sevr: hadîs ilminde bu kadar büyük bir âlim olmakla beraber el kesmenin ancak on dirhemde vâcib olacağına zâhib olmuştur. Çünkü gelişi güzel el kesmek bilicmâ haramdır. Ona mubah muamelesi yapabil­mek ancak müttefekun aleyh olan yerde caizdir. On dirhem bütün ulemâ'nın el kesmek için ittifak ettikleri bir mikdardır. Binâenaleyh onunla amel edilir, ihtiyat da budur.»

îmam Şafiî ile Hİcar ulemâ sı'na ve diğer bazılarına göre el kes­menin nisabı çeyrek dînâr altın yâhud üç dirhem gümüştür. Onlar Hz. Âİşe (R. Anhâ) hadîsi ile istidlal ederler. Ve: «Uç dirhemin kıymeti zâten çeyrek dinardır. Çünkü Peygamber (S.A.V.) zamanında on İM dirhem bir dînâr ederdi. Sonraları da öylece devam etmiştir. Onun için diyet gümüş'ten (12000) dirhem altından (1000) dînâr almıştır» derler.

Bir delilleri de aşağıda gelen kalkan hadîsidir. Bu hadîs Peygamber (S.A.V.)*in üç dirhem kıymetinde bir kalkan çalanın elini kesdiğini ifâ­de ediyor, İmam Şafii: «Eğer Üç dirhemin kıymeti çeyrek dinar et­mezse el kesmek vâcibolmaz» demiştir. Hi. Osman (R. A./ın üç dir­hem kıymetinde bir mal, Hz. AH (RA.)ın iki buçuk dirhem kıymetinde Ur çeyrek dinar için el kestikleri rivayet olunmuştur ki; bunlarda Şafii'ye delîl olabilirler.

Üçüncü mesele: «El kesmek için nisab şarttır» diyenler altınla gümüşten başka bir şeyden nisâb ne ile takdir edileceği meselesinde ihtilâf etmişlerdir, İmam rivayet olunan meşhur kavle göre: şâir eşya dirhemle taktir olunur: Yani altınla gümüşün geçer fiyatları değişik olur, meselâ çeyrek dînâr iki dirhem kıymet tutar­sa eşya dirhemle kıymetlendirilir. İmam Şafiî ise: «Eşyayı kıymet­lendirme hususunda asıl olan altındır. Çünkü bütün yer altı cevher­lerinde asıl odur» demiştir.

Utema'dan Ebu Sevr, Evzâi ve Dâvud-u ZâHti, Şafiî'nin kavlini tercih etmişlerdir. İmam Ahmed ise Mdlik'in kavline zâhib olmuştur.[57]

 

1254/1051- lbni Ömer radıydUahü anhümd'ûan rivayet olunduğuna göre; Peygamber aleyhi ve seMemj kıymeti üç dirhem olan bir kalkan İçin el kesmiştir.»[58]

 

Hadîs müttefekun aleyh'dir.

Üç dirhemin çeyrek dînâr demek olduğunu yukarıda gördük. İmam Ahmed'in bir rivayetinde :

«Bundan (kıymetçe) daha aşağı olanında el kesmeyin»

Duyurulması da ayni mânâyı te'yîd eder.[59]

 

1255/1052- «Ebu Hüreyre radtydOahü anVden rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah  aleyhi ve sellem:

— Allah hırsıza lanet eylesin. Bir yumurtayı çalar eli kesilir; ipi çalar (yine) eli kesilir; buyurdular.»[60]

 

Bu hadîs dahî müttefekun alayh'dir.

Hadîsin Zahirilerin delülerinden olduğunu, fakat te'vil edildiğini yukarıda görmüştük. İmam A'me buradaki yumurtayı demirden yumurta; ipi de gemi halatı diye te'vil etmişse de bu te'vil doğru sayılmamıştır. Zira hırsızı tekdir ve ta'yib İçin vârid olmuştur.[61]

 

1256/1059- Atse radtyaOahu anhâ'ton rivayet edildiğine gör» Re­sûlüllah (S.A.V.) (Üsame'ye) :

— Allah'ın hududundan bir hadd hakkında şefâatmı ediyorsun?: bundan sonra ayağa kalkarak hutbe okumu} ve :

«Ey nâsî sizden Öncekiler ancak ve ancak şu sebeble he­lak olmuşlardır: Aralarından şerefli bîri hırsızlık ederse onu bırakırlar; zaîf olan çalarsa ona haddi tatbik ederler­di. Uâh...» buyurmuşlardır.[62]

 

Hadîs müfttefekuna leyh'dir.Lâfız Müslim'indir.Müslim'in Alşe (R. Anhâ)'dB.n başka bir yolda gelen rivayetinde Aişa (R. Anhâ) : «Es­kiden kadın bir malı emaneten alır da onu inkâr «derdi. Bunun üzerine Peygamber (S.A.V.) etinin kesilmesini emir buyurdu» demiştir.

Hadîs-i şerifteki hitâb Hx. Ütamet-ü'bnü Zeyd'dir.Buhâri'nin ri­vayetine göre: Bent Manzum kabilesinden hırsızlık eden bir kadın[63] Kureyş'i bir hayli meşgul etmiş. Kendi aralarında konuşurken : «Resulüİlah (S.A.V.) ile kim konuşabilir; onun sevdiği Üsâme'den başka huzuruna çıkmağa kim cesaret edebilir? demişler. Nihayet O da Resûlüllah (S.A.V. )'le konuşmuş. Resulü Ekrem (S.A.V.) kendisine :

— Allahın   hududundan bir had hakkında   şefâatmı ediyorsun? demiştir.

Hadîsteki istifham inkârîdir. Her halde Üsame (R. A.) hadd-i şer'i hususunda şefaat olmadığını biliyormuş.

Bu hadîsde iki mesele vardır :

1— Hudud-ü şer'i hususunda şefaat yasaktır. Buharı bunun için ayrı bir bâb tahsis etmiştir. Bu hadîsin bazı rivayetleri şefaatin, me­sele mahkemeye aksettikten sonra yasak olduğuna delâlet ediyor. Me­selâ bir rivayette Fahr-i Kainat (S.A.V.), Hz. Üsameye :

— Hİç bir hadd İçin şefaatçi olma, çünkü hudûd bana dayandımı artık bırakılmazlar; buyurmuşlardır. Ebu Dâvud ile Hâkim Hz. İbni Ömer (B. A.)dan şu hadîsi tahrîc etmişlerdir :

«Resûlüllah (S.A.V):

— Eğer bir kimsenin şefaati Allahın hududundan bi­rinin arasına girerse o kimse muhakkak Allahın işinde ona zıd hareket etmiş olur». Bu hadîsi Hâkim sahîhlemiştir. Ayni hadîsin başka rivayetlerini İbni Ebi Şeybe (— 234) Hz. Ibnt Ömer'den mevkufen Taberânî (260—360), Hz. Ebu Hüreyre'den mer-fu' olarak tahrîc etmişlerdir. Dâre KutnVmn Hz. Zübeyr'den mevsul olarak tahrîc ettiği şu hadîs dahî bu cümledendir:

«Dava hâkime varmadıkça şefaat edebilirsiniz. Fakat hâkime varır da hâkim afvederse Allah o hâkimi affet­mez.» «Bu hadîsin Hz. Urvetü'bnü Zübeyr'den bir de mevkuf rivayeti vardır. TdberânVnin tahrîc ettiği bir rivayetin lâfzı da gudur :

«Zübeyr bir hırsıza tesadüf etmiş de ona şeâfattc bulunmak istemi; (kendisine: Dur bakalım dava) hâkime varsın da (öyle şefaat edersin) demişler. Bunun üzerine Hz. Zübeyr :

— (Dava) hâkime vardığı zaman artık Allah şefaat edene de edile­ne de lanet etsin; demiştir». Hadîs imamları bu mevkuf rivayeti daha mu'temed kabul etmişlerdir. îleride «Hz. Safvan (R.A.)'m hırkası» kıssası da gelecektir.

Bütün bu hadîsler, dava hâkime arzedildikten sonra şefaat yapma­nın haram olduğunu isbat hususunda birbirlerini takviye ederler. O halde hâkime vâcib olan vazife hadd-i şer'iyi vurmaktır. Hattâ ulemâ'-dan ibni Abdilberr bu hususta icmâ' bulunduğunu iddia etmiştir. imam Mâlik'ten nakledildiğine göre: başkalarına eziyet vermekle meşhur olan suçlu ile eziyyet vermeyen arasında fark görür, ve: «Eziyyet verene şefaatte bulunmak mutlak suretde caiz değildir. Eziyyet vermeyene davadan Önce şefaat yapılabilir» dermiş.

2— Emaneten kullanmak üzere alman şey inkâr edilirse inkâr edenin elini kesmek vâeibolur. Bu bâbda Nesaî ile Abdürrezzak da hadîsler rivayet etmişlerdir, imam Ahmed b. Haribel ile Zâhİrîler'in mezhebi budur.

ibni DakikVl-ld (625—702) : «İnkâr ettiğini bildiren rivaye­tin çaldığını gösteren rivayet üzerine tercihi anlaşılmadıkça inkâ­ra terettüb eden hüküm sabit olamaz» diyor. Cumhur-u ulemâ'ya göre emaneten alman malı inkâr etmekle, el kesmek vâcibolmaz. Çünkü el kesmeyi emreden âyet hırsız hakkındadır. İnkâr edene «hırsız» denilmez. Ibni'l Kayyım (691—751) cumhur'un kavlini reddederek inkârın, hırsızlık isminde dâhil olduğu iddia etriıişsede kendisine : «İnkârın hırsızlık isminin şümulüne girmesine lügat müsâid değil­dir. Delîle gelince : inkâr edenin eli kesilmesi bu hadîsle sabit ol­muştur» diye cevap verilmiştir.

Cumhur-u ulemâ, Mahzûmiyye hadîsinin Hz. Aişe, Câbir, Urvetû'bnü Zübeyr ve Mes'ud b. Esved tarîklerile «çaldı» lâfzîle vârid olduğunu onu Buhârt ile Müslim'in ve Beyhakî'nin de çalmayı tasrih ederek rtvâ-yetde bulunduklarını söylerler. Böylece onlarca burada hırsızlık tekarrur etmiştir. İnkâr rivayeti el kesmenin inkâr sebebîle olduğuna delâlet etmez. Kadının inkârı kendisine bir âdet olduğu artık herkes onu inkarcı olarak tanıdığı için zikredilmiştir. Yoksa elinin ke­silmesi harsızhğmdan dolayı idi. Bu cevabı Cumhur'un namına Hat-tabî vermiştir. Aşağıdaki hadîs dahî cumhur'un mezhebini te'yîd etmektedir.[64]

 

1257/1054- «Cabir radtyaüahü anh'dan Peygamber (S.A.V.)'d«ı ifümlş olarak rlvaywt edildiğine gtfre efendimli :

— Hâin, yağmacı ve muhtelisin («İM) kesmek yoktur; buyurmuşlardır.»[65]

 

Bu hadîsi Ahmed ile Dörf ler rivayet etmiş, Ttrmlit ile tbni Htbban da onu sahîhlemişlerdir.

Cumhur şu mütâlâada bulunuyorlar: Elindeki, emânetten istifâde ettiği şeyi inkâr eden hâindir. Bu kelime her türlü hıyanet yapanlara âmm ve şâmil ise de eli kesilmek sadece aldığı eşyayı inkâr edene mahsustur.

Hadîs-i şerif üzerinde hadis ulemâsının sözleri çoktur..

Hftln : «Aşikâre yapamadığı şeyi kalbinde gizleyen mânâsına ise de burada ondan murâd bir malı sahibinden, gizli olarak onu korur ve hoş tutarmiş gibi görünmekdir» diyorlar.

Yağmacı : Baskın yaparak zorla başkalarının malını alandır.

Muhtelfs : Bir malı kurnazlıkla çalan, yâhud kapıp kaçandır.

Usul-ü fıkıh ilminde hırsız kelimesinin yanında tarrâr ve nebbâş ta'birleri mevzu-u bahis olurlar. Zîrâ csârik» korunan bir malı gizlice alan hırsızdır. Âyet-i kertme'de bunun hükmü elinin kesilmesi olduğu beyân edilmiştir.. Fakat mezkûr hüküm birer nevi hırsız demek olan tarrâr ile nebbâş hakkında hafidir. Zîrâ, tarrâr: yankesici demektir. Bunun hırsızlığı âdi hırsızukdan farklıdır. Adî hırsız bir malı sahibi ya­nında yokken çalar, Tarrâr ise sahibinin huzurunda, fakat onun habe­ri olmadan çalar. Bittabi gözünün Önündeki bir şeyi göstermeden çal­mak büyük bir maharettir. Binâenaleyh yankesiciye «hırsızların us­tası» denilse yeridir. Bu sebeble âdi hırsıza sabit olan hüküm yankesici hakkında evleviyetle sabit olur. NebbAş'a gelince: Nebbâş kefen soyu-cudur. Bunda da bir gûna hırsızlık varsa da ötekiler   derecesinde defildir. Çünkü kefen soyucunun hırsızlık yaptığı yer korunan bir yer değildir. Şu halde ona hırsız hükmü verilemez, imam Ebu Yusuf in Şafiî'ye göre ise eli kesilir.

Hadîs-i şerifte zikri geçen muhtelisden murâd ihtimal ki neb-bâş hükmünde olan hırsızdır.

Ulemâ çalman malın korunması hususunda ihtilâf etmişlerdir. İmam Ahmed b. Hanbel ile HAHciler'e ve bazı Zahirilere göre malın korunması şart değildir. Çünkü korunmanın şart olduğuna ldtab ve sün­netten bir delîl yoktur. Sair ulemâ bu hadtsle istidlal ederek korunma­nın şart olduğuna kaildirler. İbni Battal (— 444): «lûgaten hırsız­lığın mânâsında korumak vardır» demiştir.[66]

 

1258/1055- «Rafl' b. Hadîc radıyallahü anh'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah sdlaUahü aleyhi ve selUnft :

— Meyve ve hurma yağı için el kesmek yoktur; «tor­ken işittim.»[67]

 

Bu hadîsi bundan evvelki hadîsde rV.ri geçen zevat rivayet etmiş­lerdir.Onu Tîrmtzt ile İbni Hibbân da sahShlemişlerdir.

«Keser» hurmanın iç yağı dedikleri beyaz bir şey üp, sığır dili gi­bi hurmanın ortasından çıkar, araplar bunu yerler.

Meyve'den murâd: henüz abacında bulunan hurma ve sairedir. An­cak yaşma da, kurusuna da şâmildir.

Bu hadîsi ümmet kabul ile telâkki etmiştir. Hadîs meyve ve emsa­lini çalmanın el kesmeyi îcabettirmeyeceğine delildir. Zahirin e bakı­lırsa ağacındaki meyve ile devşirilmişin arasında fark yoktur. Nitekim İmam-ı Âzam Ebu Hanîfe'nin mezhebi de budur. Ona göre yiyecek çalmakla asılları mübâh olan av, odun v ot gibi şeyleri çalmak el kesmeyi îcâbetmez. Meyveler hakkındaki delili bu hadîsdir.

Cumhur-u ulema'ya göre ise her muhafaza edilen malı çalmak el kesmeyi icabeder. Bunlar serîkat âyeti'nin umumuna ve el kesme hu­susunda nisâb bildiren hadîslerle istidlal ederler. Buradaki RftfP hadî­si için tmam Şafiî «MedtnelHer'in âdetleri vecihle vârid olmuştur. Çünkü onlar bahçelerin etrafına duvar yapmazlar; d kesilmemesi de duvar yapmadıkları içindir. Duvar yapsalar, hüküm şâir eşya gibi olur­du» demiştir.[68]

 

1259/1056- [69]Ebu Ümeyyete'l-Mahzumt radıyallahü anh'den ri­vayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah salaUahü aleyhi ve sellem hırsı ılığını adam akıllı l'tlraf etmiş, fakat yanında mal bulunmamış bir hırsız getirdiler. Resûlüllah salaUahü aleyhi ve sellem ona :

Senin hırsızlık ettiğini zannetmiyorum; dedi. Hırsız:

— Bilâkis) cevabını verdi.   Aynı sözü ona İki veya üç defa tek­rarladı. Nihayet emir buyurarak (eli) kesildi; ve adamı getirdiler. Re­sûlüllah (S.A.V.):

— Allaha tevbe ve istiğfar et; dedi. Hırsız :

— Allaha tevbe ve İstiğfar ediyorum; dedi. Bunun. Üzerine Resû­lüllah (S.A.V.) üç defa :

— Allahım bunun tevbesini kabul buyur; dedi.

Bu hadîsi Ebu Dâvud, Ahmed ve Nesaî tahrîc etmişlerdir. Lâfız Ebu Davud'undur. Râvîieri mu'tetneddirler. Ayni hadîsi Hâkim, Ebu Hüreyre (R. A.J'dan tahrîc eylemiş, yalnız onu mânâsı i'tibârile nak­letmiş; ve o adam hakkında : «Resûlülah (S.A.V.) :

  Bunu götürün; elini kesin sonra onu haşlayın; bu­yurdu» demiştir.[70]

 

Hadîsi Bezzâr dahî (Ebu Hüreyre'den) tahrîc etmiş ve : «İsna­dında beis yoktur» demiştir.                                               

HattâM : t bu hadîsin isnadında söz, vardır; bir hadîsi meçhul biri rivayet ederse o hadis hüccet olmaz; ve onunla hüküm vermek îcâb etmez» diyor. Abdvîhak ise : «İsnadında zikri geçen Ebufl Münzir'den ylruz îshâk b. AbdiUâh b. Ebİ Talhâ hadis rivayet etmiştir; başka rivayet eden yoktur» demektedir.

Hadis-i şerif hâkimin hırsıza inkarı telkin etmesi gerektiğine delil­dir. Rivayete göre Peygamber (S.A.V.) bir hırsıza :

— Çaldlhmi? diye sormuş ve : «hayırde» buyurarak ona inkârı telkinde bulunmuştur. Fakat Râfiî (— 627 ): «ulemâ bu ha* dîsi sahîh bulmadılar» demiş; Gazali dahî : «Hayır de» ifâdesini imamların sahih bulmadığını söylemiştir. Bçyhakî'nm, Ebu'd - Derdi (R.A.ya. mevkuf olarak rivayet ettiği şu hadîs de telkini te'yîd eder:

«Ebu'd - Derda'ya hırsızlık etmiş bir câriye getirmeler. Ebu'd-Derda cariyeye:

— Çaldınmı? diye sormuş ve : «hayır de» şeklinde telkinde bulun­muş; câriye:   

Hayır; cevabını vermiş o da kendisine yol vermiştir.» Bu rivayetin bir benzeri de Hz. Ömer (R. 4./dan naklolunmuştur. Telkine delalet eden rivayetler diğer saha be-i klrâm'dan da nakledilmiştir.

Hırsızın ikrarı, hakkında ulemâ ihtilâf etmişlerdir. İmam Ahtned, Ebu Yusuf, Züfer ve diğer bazı zevata göre hırsızlık ikrarla sabit olmak için hırsızın iki defa ikrar etmesi mutlaka lâzımdır. Delilleri bu hadîsdir. Fakat hadisimizde ikrarın ikimi, üçmü yapıldığında râvî tereddüd etmiştir. Binâenaleyh bazıları : «İmam Ahmed ile ta-rafdarlarına ihtiyat olan, ikrarı üç defa şart koşmaları îdi. Halbu­ki onlar bunu yapmadılar» diye i'tirâzda bulunmuşlardır. îmam-ı Âzam, İmam Mühammed, İmam Mâlik, İmam Şafiî ve ekser-i ulemâ şâir ikrarlarda olduğu gibi burada da bir defa i'tirâfın kâfi gelece­ğine kail olmuşlardır.

Hadîsimizin Hâkim tarafından Hz. Ebu Hüreyre'den rivayet edi­len kısmı, kesilen elin dağlanması lüzumuna delâlet ediyor.

Hatim : ateşle dağlamaktır. Dağlamanın hikmeti kam kesmesidir. Zlrâ dağlanmazsa kan dinmeyebilir. Bu ise bittabi ölüm ile neticelenir.

Elin kesilmesi ve kesilen yerin dağlanması için emri hâkim vere­cektir. Kesme ve dağlama ücreti ile ilâç parası BeytirM-mal'den verilir.

Hırsızın eli kesilen kolunu boynuna asmak sünnetdîr. Bunu BeyhakVnin Fadâle b. ubeyd'den tahrîc ettiği şu hâdîsden anlıyoruz.

«Futtle'ye :

— Ne clttrsln  hırsızın kolunu boynuna asmak iünnetd«nmldir? sorulmuş :

— Evet. Peygamber (S.A.V.)'in Mr hırsızın elini kesdlğint, sonra emir buyurarak kolunun boynuna asıldığını gördüm; cevabını vermiş­tir.» Buna benzer vak'alar Hz. AH (R.A.)'dan da rivayet olunmuştur.[71]

 

1261/1057- Abdurrahman b. Avf radtydlîahü anVdan rivayet olun­duğuna flöre; Resûlüllah saüdllahü aleyhi ve sellem :

— Hırsız kendisine had d vurulduğu vakit borçlu kal­maz; buyurmuşlardır.»[72]

 

Bu hadîsi Nesaî rivayet etmiş; ve onun münkati olduğunu açıkla­mıştır. EBA Hatim ise : «Bu hadîs münkerdir» demiştir.

Hadisi, Nesaî, Mittverb. İbrahim'den o da Abdurrahman b. Avfdan rivayet etmiştir. Halbuki Misver ceddi, Abdurrahman b. Avf'a yetişmemiştir. Nesdî : «Bu hadîs murseldir; sabit değildir» demiş­tir. Bu hadîsi Beyhakî dahî tahrîc etmiş; ve mürsel olmaktan baş­ka illeti de bulunduğunu söylemiştir.

Hadîs-i şerif hırsızın elini kesmek vâcibolduktan sonra artık çaldığı mal elinde telef olsa bile kendisine ödettirilmeyeceğine delâ­let ediyor. Bu bâbta o malı eli kesildikten sonra itlaf etmekle ke­silmeden itlaf arasında bir fark yoktur. Ulemâ'dan bazıları ile îmam-x Â'zam Sbû Hanîfe'nin mezhebinin bu olduğunu kendisinden İmam Ebû Yusuf rivayet etmiştir. İmam-ı Â'zam göre meselenin ta'lîli şöyledi: Bir yerde İki hakkın birletmesi İçtimâi usule muhaliftir. Binâenaleyh burada hırsızın elinin kesilmesi o lala karşı olan mes'uliyetinin de yerini tutar. Bundan dolayıdır ki, elinin kesilmesine sebeb olan malı tekrar çalsa Haneftler'e göre tekrar eli kesilmez. Maam&fİh Ebu Yu­suf & göre yine kesilir. İmam Şâfü'nin mezhebi de budur.

İmam Şafiî, Ahmed b. Hanbeî ve diğer bazı ulemâya göre hır­sız itlaf ettiği malı öder. Hanefller'e göre mal mevcud ise onu sahibine iade eder. ödemenin delili :          

«El aldığı şeyi verinceye kadar ondan mesuldür» hadîs-i şerifidir .Şafiller buradaki Abdurrahman hadisini ihticaca elveriş­li görmezler. Kitabdan delilleri :

[73] «Mallarınızı aranızda batıl İle yemeyin..» âyetidir.

Aklî delilleri şudur : Hırsızhkda hem kul hakkı, hem de Allah hak­kı vardır. Bunların ikisini de hırsızdan almak gerekir. Birde çalınan malın aynı duruyorsa bilicmâ' sahibine verilir. Mal mevcud olmadığı zaman da buna kıyasen ödettirilir.[74]

 

1262/1956- «Abdullah b. Amir b. As radıyallahü anhümâ'dan ResO-Ifillah saüaUahü aleyhi ve seMem'âtn duymuş olarak rivayet göre ŞemKmln dalındaki hurmanın hükmü sorutmu): Peygamber aaUaUahü aleyhi ve sellem:

— İhtiyacı olan bir kimse etek yaymadan ağzı île alır­sa ona bir şey yoktur. Biraz hurma ile (oradan) çıkana Ödeme ve ceza vardır. Eğer hurmayı harmanında topladıkdan sonra kıymeti kalkanın kıymetine varan bîr mikd ar­la oradan çıkarsa ona da kesme cezası vardır; buyurmuş­lardır.»[75]

 

Bu hadisi Ebtı Dıvud ile Nesai tahric etmişlerdir.Hâkim onu sahîhlemiştir.

«Temr» yaş ve kuru hurma ve keza yaş ve kuru üzüm manâsına gelen cem'iyyetti bir isimdir.

Hadîs-i şerîf aşağıdaki meseleleri ihtiva etmektedir:

1— Muhtaç kalan bir kimse ihtiyacını gidermek için ağzı ile birisi­nin meyvesinden alabilir; bu kendisine mubahtır.

2— Fakat başkasının bahçesinden bir şey alıp götürmek kendisine haramdır. Eğer bağ bozulmadan ve meyveler    devşirilmeden bir şey alıp giderse aldığını ödediği gibi kendisine ceza dahî verilir. Bağ bo­zumundan sonra alıp götürürse aldığı şeyler nisabı doldurduğu takdirde eli kesilir.

3— Hadîsde ödenecek şeyle Verilecek ceza hakkında tafsilât veril­memiştir. Fakat Beyhakî'nin rivayetinde   bunlar tefsir edilmiş ve Ödeneğin: aldığının iki misli; cezanın da tenkil için dayak vurmak­tan ibaret olduğu açıklanmıştır. Beyhakî'nin rivayet ettiği hadisle mal cezası almanın caiz   buğuna istidlal edilmiştir, tmam Şafii es­ki mezhebinden buna kail olmuş; fakat sonra ondan dönmüştür. Hazret-i $â/w'hin : cHiç bir kimseye bir şey için iki kat vergi ko­namaz, ceza ancak bedenlere tatbik edilir; malda ceza olmaz. Bu hüküm neshedilmiştir. Onu nesih eden nâsih de bizzat Resûtüllah (S.A. V.)*in, geceleyin  koyunları' başkasının bağım telef eden zâta verdiği ödeme hükmüdür.Zarar ancak kıymeti ile ödenir...» dediği rivayet olunur.

4— El kesmenin vâcib olması için malın korunan mallardan ol­ması şarttır.Bu hüküm şu badisden dahî anlaşılmaktadır:

«Meyveîle, dağın koruduğu koyun içine! kesmek yok­tur. Meyveyi kurutma harmanı, koyunu da ağılı barın­dırırca o takdirde kalkanın kıymetini bulan malda el kes­me vardır». Bu hadîsi Nesaİ tahric etmiştir. Görülüyor ki, malın korunur olması hırsızlığın mefhumunda dâhildir. Onun için aldığı emanete hıyanet ederek onu sahibine iade etmeyene «hırsız» de­mezler. Cumhur-u ulema'mn mezhebi budur.

«Harİsetü'l - cebel» dağın koruduğu şey manasınadır.

Bazıları ona bu mânâyı vererek: «dağ vasıtası ile korunan mal ça-hnirsa el kesilmez» demişlerse de ekser-i ulemâ'ya göre murâd: ağı­lına varamadan karanlık basan koyundur. Hadîse bu mânâyı vermek daha muvafık görülmüştür.[76]

 

1265/1059- «Safvân b. Umeyye radıydttahü anVdan rlvftyet olundu­ğuna göre; Peygamber saUdtahü,aleyhi ve seJlem, onun cübbesinl ça­lanın elt kesilmesini er.ırettiğl, Safvan da hırsıza şefaatte bulunduğu zaman kendisine:

— Bubisi o adamı bana getirmezden Önce yapsaydına! buyurmuşlardır.»[77]                      

 

Bu hadisi Ahmed ile DÖrfler tahrîc etmişlerdir. İbnü'l-Cârûd ile Hakim onu sahîhlemişlerdir.

" Hadîs-i şerifi bir çok yollardan tahrîc etmişlerdir. Bunlardan biri de Tavûs'vn Safvan (R. A./dan rivayet ettiği tarîkdir, îbni Abdü-berr (368—463) bu yolu tercih etmiş; ve söyle demiştir: «Tlvte'un Safvan.'dah işitmiş olması mümkündür. Çünkü kendisi Osman (R. A.)'a yetişmiş ve : Ben Resûtöllah (S.A.V.)'in a*h»b'ından yetmiş şeyhe ye-tişdim; demiştir».

Hadîsin tafsüâtını Beyhakî (384—458) As b. EM Rebâh'dan şu lâfızlarla tr'ırîc etmiştir:

«Atâ b. Ebi Rebah demiştir ki: Bir defa Safvân b. Ümeyye Vadide yatarken bir insan çıka geldi: ve hemen Safvân'nm başının altından Ur cübbe aldı. Müteakiben Safvân onu Peygamber (S.A.V.)e getirdi. Resâlilllah (S.A.V.) derhal elinin kesilmesin! emir buyurdular. (Bu sefer) Safvin :

— Ben onu affediyor ve bağışlıyorum, dedi. Bunun üzerine Resûliilfah (S.A.V.) :

— Onu bana getirmeden önce affetseydin ya!  buyur­dular.»

Hadis çeşitli lâfızlarla rivayet edilmiştir. Bunların bazısında hâdi­senin MesctdM Haram'da geçtiği diğerlerinde Medine mescidinde uyur­ken vuku bulduğu kaydediliyor.

Hadîs-i şerif, bir malı sahibi muhafaza ederse kilidli bir yerde bulundurmasa bile o malı çalan hırsızın eli kesileceğine delildir. İmam Şafiî «Safvan'ın cübbesi, üzerine yatmasîle muhafaza olun­muştu» diyor. Şafiî, Hanefi ile MA İtkiler'in mezhebi budur. «Nihâye-tü'l - Müctehid* nâm eserde şöyle deniliyor: «Uyuyan bir kimse bir şeyi kendine yastık yapsa Safvân'ın cübbesi kıssasında vârid olduğu vecihle bu iş o şeyi muhafaza sayılır...» Hanefîlerin adlı kitabında dahî şu satırlar mevcuddur: «Bir kimse mescidde sahibinin yanından bir malını çalsa her ne kadar duvarla çevrilmiş olmasa bile yine eli kesilir. Çünkü mescid mal muhafazası için yapılmamıştır; bi­nâenaleyh mal, mekânla muhafaza edilmiş olmaz...»

Muhafazayı şart koşanlar muhafazanın neden ibaret olacağında ih­tilâf etmişlerdir. Şafltler'le Maltktler'e göre her malın kendine mah­sus muhafazası vardır. Meselâ hayvanların ağılı, altın ve gümüşe mah­faza olamaz. Hanefller'le diğer bazı ulemâya göre içerisinde bîr mal muhafaza edilen şey, başkasına mahfazadır. Çünkü mahfaza: girenin girmesine, çıkanın çıkmasına mâni' olmak için kullanılan şeydir. Böy­le olmazsa ona ne lûgaten ne de şer'an mahfaza denilemez Kâ'be-i Muazzama ile şâir camiler, içlerinde bulunan kendi âlât ve edevatına mahfazadadırlar.

Kabrin kefen için mahfaza sayılıp sayılamayacağında dahî ihtilâf etmişlerdir. ŞâfİHer'le Mâiltkfler'e ve diğer bazı ulemâ'ya göre mah­faza sayılır; ve kefen soyan hırsızın eli kesilir. Hz. AH ve Hz. Aise (R. Anhümâ) ile Sevrî ve İmam Â'zam Ebu Hanîfe'ye göre kabir mahfaza sayılamaz; kefen soyanın da eli kesilmez.

BeytiM - mal'den çalan hırsız hakkında da ihtilâf vardır. Hanefller'­le Şafltler'e ve diğer bazı ulemi'ya göre Beytü'l-mal'den bir şey çalan hırsızın eli kesilmez. Bir rivâyetde Hz. Ömer (B. A.)'a göre eli kesilir. İmam mezhebi de budur.

Ordunun düşmandan aldığı ganîmet mallarından çalanın ise bÜittifak eli kesilmez. Bu meselede, o harbe iştirak etmekle etmemenin dahî farkı yoktur. Çünkü, olabilir kendisine o ganimetten bir ihsan payı ayrılır da ganimete o da iştirak eder.[78]

 

1264/1060- «CAbfr radıyaîlahü anA'den rivayet olunmuştur. Demiş­tir ki: Peygamber aaUalahü aleyhi ve seUem't bir hırsız getirdiler. Efendimiz :

— Onu Öldürün! buyurdular. Bunun üzerine ashâb :

— YA Resûlaah, bu adam sadece hırsızlık etmlsdlr; dediler. Resûlüllah saîîaîahü aleyhi ve seem:

— Onun elini kesin! dedi ve hemen kesHdl. Sonra o adamı tekrar getirdiler. Resûlüllah sdüalahü aleyhi ve seem:

— Onu Öldürün! buyurdular.(RAvI) vak'anın evvelki glbt ol­duğunu anlaktı. Sonra o adamı üçüncü defa getirdiler.RAvt vak"anın yine evvelki gibi olduğunu anlattı. Sonra adamı dördüncü defa ayni minval üzere getirdiler.  'Bilâhare beşinci defa   getirdiler.Resûlüllah alahü aleyhi ve aeem:

  Onu öldürün; buyurdular.[79]

 

Bu hadisi ESbu DAvud ile Nesat tahric etmişler; fakat Nesil onu mûnker saymış, ve İris b. HAtfb'dan bu hadisin bir benzerini tah­ric etmiştir. ŞAfİt beşinci defada katletmenin neshedildiğini söylemiş­tir.

Hadisin Ebu Ddvud ile Nesat tarafından ittifakla tahrie edilen ilk kısmının tamamı şöyledir :

«Cabtr demiştir ki: Bunun üzerine adamı götürdük ve öldürdük. Sonra onu sürükleyerek bir kuyuya attık; üzerine do tasları attık.»

Nesaî: «Bu hadîs münkerdir. Musab b. Sabit hadîsde râvî değil­dir.» demiştir. Lâkin yine Nesaî'nin el - ffârfe'ten tahrîc ettiği ha­dis buna şâhiddir; diyorlar.

Haris hadîsini Bakim ile Ebu Nuaym'âe tahrîc etmişlerdir. Fa­kat İbni AbdÜberr: «Katil hadîsi münkerdir; aslı yoktur» demiştir. İbni AbdÜberr, Şd/iî'mn nesih iddiasını te'yîd için: «Bu hususta ehl-i ilim arasında ihtilaf yoktur» demiştir. Bazıları ,bunu nesneden:

«Müslüman bir kimsenin kanı ancak üç şeyden birîle helâl olur...» hadîsidir; diyorlar. Bu hadis yukarıda geçmiştir.

Nesaî'nin rivayetinde: «adam, ellerini ve ayaklarını kesdlkten sonra, Hr. Ebu Bekir zamanında beşinci defa tekrar hırsızlık etti. Bu­nun üzerine Ebu Bekir :

— Resulüllah (S.A.V.),    bunu öldürün; dediği zaman onun hâlini pek âlâ bilirmiş; dedi. Sonra onu Kureyş'den bir takım gençlere verdi ve;

— Bunu öldürün; dedi. Onlar da hemen öldürdüler» denilmektedir. Nesaî  «Bu bâbta hiç bir sahih hadis bilmem» diyor.

Hadis, dört defa hırsızlık eden bir kimsenin bütün el ve ayakları­nın kesileceğine; beşinci defa yine çalarsa artık öldürüleceğine delalet ediyor, tik hırsızlıkta, hırsızın bilicmâ' sağ eli kesilir. Ibnl Mes'ud (R* A.) hazretlerinin âyet-i kerîmeyi :

«Hırsızlık yapan erkek ve kadının sağ ellerini kesin» diye okuması âyetteki mücmel hükmü beyân etmiştir.

İkinci defa çalarsa ekser-l ulemâ'ya göre sol ayağı kesilir. Çünkü sahâbe-l klrâm böyle yapmışlardır. Tâvûs (— 106)'a göre sol el ke­silir; zîrâ sağ ele en yakın odur.

Üçüncü defada sol el, dördüncüde sağ ayak kesilir. Ancak bu cihet ittifâkî değil, Şâfltler'le Mâllkiler'e göredir. DeUUeri Dâre Kutnî'mn Hz. Ebu Hüreyre'den tahrîc ettiği şu hadistir:

Peygamber sdUalahü aleyhi ve seUem hırsız hakkında :

— Eğer çatarsa hemen elini kesin, sonra tekrar ça­larsa ayağını kesin; sonra yine çalarsa elini kesin; sonra yine çalarsa ayağını kesin; buyurmuşlardır.»

Bu hadîsin isnadında Vâktdî vardır. Aynı hadisi îmam Şafii başka bir yolla Hz. Ebu Hüreyre'den merfu' olarak rivayet etmiştir.

Hanefîler'le diğer bir takım ulemâ'ya göre üçüncü defada artık hırsızın eli veya ayağı kesilmeyip sadece habsedilir. Delilleri Beyhaftî'nin Hz. Al! (R. A./dan- rivayet ettiği hadistir. Hz. Al! (R. A.) bir eli ve bir ayağı kesildiği halde tekrar hırsızlık eden biri hakkında ken­disine :

— Bunun sol elini kes; denildiği zaman':

— (Onu da kesersem) bu adam ne İte silinir; ne He yer?   demiş; ayağı hakkında dahi :

— Ayağını mı keseyim? sonra ne üzerinde yürür? Gerçekten ben Allah'dan utanırım» demiş; sonra hırsıza dayak vurarak kendisini ebedî hapse atmıştır.

El ve ayağın nereden ' kesileceğine gelince : El, bilekten yanı. el ile kolu birleştiren mafsaldan kesilir. Çünkü en azından el buna denilir. Dâre Kutnî'nia tahrîc ettiği Amir b. Şuayb hadisinden anla­şıldığına göre Peygamber (S.A.V.) dahi kendisine arzedilen bir hırsı­zın elini bilekten kesmiştir. Bu babta müteaddit hadisler vardır.

Imamlye taifesi ile bir rivayette Hz. Al! (R.A.)'a göre parmakla-' rın kökünden kesilir. Fakat parmakları kesilen bir kimseye ne lügatten ne de örfen eli kesik denilmediğinden bu kavil reddedilmiştir. Hz. Atf (R. A./dan bu bâbta rivayetler muhteliftir. Hattâ hırsızın küçük par­mağından orta parmağına kadar üç parmağını kestiği bile rivayet edil­miştir.

Zührî ile ttartetler'e göre tâ omuzdan bütün kol kesilir. Çünkü araplarca hakikatte el budur.

Ayak dahî-topuktaki mafsaldan kesilir. Ki. Att (R. A.,)'dan bir ri­vayete göre kendisi ayağı yandan yani ayağının üzerinde taraz yan tarafına düşen kuş yumurtası şeklindeki tümsekden kesermiş. Imamlye taifesinin mezhebi budur.

Falde : İmam Ahmed, b. Hanbel ile Ebu Dâvvd, Atâ tarîkîle Hi. Alşe (R. Anhâ)'dam gu hadîsi tahrîc etmişlerdir:

«Peygamber saüalahü aleyhi ve seüem hırsızın biri çarşafını çal-dt£ı zaman ona beddua eden Alşe'y :

— Ona beddûâ etmenle onun günahını hafifletme; buyurmuşlardır.Bu hadîs mazlumun bedduası zâlimin günahını ha­fifleteceğine delildir, tmam Ahmed <Kitâbil'î - Zühd» inde Hz. Ömer b. Abdflazlz'den şunu rivayet eder: «Ömer b. Abdllazlz: duydum ki bir adam bir zulüm yaparsa mazlum zalime söğmeye ve onun günahını azaltmaya devam ede ede nihayet ondan hakkını alır da zâlim ondan daha faziletli bile olurmuş, demiştir.»[80]

 

«Sarhoşun Haddi Ve Sarhoş Edici Şeylerin Beyanı»

 

Sarhoşa vurulan hadde hadd-İ şürb derler ki, keyfiyet i'tibârîle hadd-i zinâ'ya kemmiyyet i'tibârîle de hadd-i kazf 'e benzer. Yani zina haddinde olduğu gibi bunda da hadd vurulacak şahsın elbisesi çıkarı­lır; ve sopa vücudunun muhtelif yerlerine vurulur. Hadd-i şürb'ün sa­yısı hür hakkında seksen; köle hakkında kırktır.

Sair hudud-ü şer'iyye gibi bu da meni' ve zecir için meşruû' olmuş­tur. Çünkü insanlar arasında öyleleri vardır ki, bunları düştükleri vâdi-i helâktan ne akü kurtarabilir ne de kötü fiillerine nakil mâni' olabilir. Din ve diyanetleri kendilerine mâni' olacak derecede kuvvet bulma­mıştır, işte boylelerini menetmek için bu gibi şer'I mânfler meşru' ol­muştur.

Hadd-i şürb'ün vârib olmasında esâs, aşağıdaki hadîslerdir.[81]

 

1266/1061- «Enes b. Mâlik radtyaOahü anh'dan rivayet edildiğine göre; Peygamber saîlalahü aleyhi ve.aeltem'e şarab İçmiş bir «dam getirmişler. Resûlüllah mUaldhü aleyhi ve seTtem ona İki hurma dalı İle kırk kadar sopa vurmuş. Enes demiştir kt: Bunu Ebu Bekir de yap­tı. Ömer halife olunca halk İle istişare etti. Bunun üzerine Abdurrah­man b. Avf :

— Hududun en hafifi seksen (değnek) dlr; dedi. Ömer de onu emretti.[82]

 

Hadîs müttofekun aleyh'dir. Müslim'in VelW b. Ukbe kıssası hak­kında Ali'den rivayet ettiği hadîsde «Peygamber sattalahü aleyhi ve settern kırk değnek hadd vurdu; Ebû Bekir de kırk değnek vurdu. Ömer seksen değnek vurdu; (bunların) hepsi sünnettir. Bu bence daha mak­buldün denilmektedir. ]3u hadîsde «Bîr adam Velİd'I şarap kusarken gördüğüne şahadet etH. Bunun üzerine Osman:

— Şüphesiz ki, bu adam onu içmeden kusmamıştır; dedi» cümlesi de vardır.

Hamr : Üzüm şırasından olan şaraptır. Kelime hem müzekker hem müennes olarak kullanılır. Bütün memnu' içkilerin esasını teşkil ettiği için bana «ümmül habâb» yani «pis şeylerin anası»   derler.

Hadîs-d şerîf aşağıdaki meseleleri ihtiva ediyor :

1— Üzüm suyundan yapılan içkiye bilicmâ' hamr denilir. Fakat hurma şırası gibi şeyler de sarhoşluk verirse bir çokları onlara da hamr derler. Yalnız ulemâ bu itlâkm hakikat olup olmadığında ihtilâf etmislerdir. Kâmûs "ihibi  «Umum (yani her içkiye hamr itlâkı) esahtır. Çünkü şarap Medînede haram 'kılındı; halbuki o zaman Me-dînede üzüm şarabı yoktu; yalnız hurma ve hurma koruğu şarabı vardı» diyor. Kâmûs sahibinin bu sözünden: şarap kelimesi her iç­ki hakkında hakikat olarak kullanılır; demek istediği anlaşılıyor.

Şaraba niçin hamr denildiği de ihtilaflıdır. Bazılarına göre ak­lı örtdüğÜ için hamr denilmiştir. Bu takdirde kelime ism-i fail mâ­nâsına getir. Yani hamr aklı örten içki demek olur. Bazıları: «şa­raba hamr denilmesi şarap olması için örtüldüğündendir» derler. Bu takdire göre kelime ism-i mef'ul mânâsına gelir; ve hamr: ör­tülmek suretîle yapılan içki; demek olur. Bir takımları :«hamr mu-hâmereden alınmıştır. Muhâmere ise karıştırmak demektir. Şarap aklı karıştırdığı için ona bu isim verilmiştir» diyor; -diğerleri ise : «Bu kelime bırakmak mânâsından alınmıştır. Çünkü şarap kıvamını buluncaya kadar kendi haline bırakılır.» mütâleasında bulunmuş­lardır. Hattâ : «Bu mânâların hepsi şarapta vardır; feiânenaleyh hamr kelimesi bunların hepsinden alınmıştır» diyenler bile olmuş­tur, tbni AbdÜberr: «En iyisi, bu mânaların hepsi şarapta mevcut­tur; demektir. Zîrâ şarap tâ kıvamını bulup sâkinleşinceye kadar terkedilir. tçildiği vakit ise akla galebe çalacak derecede onu karış­tırır ve örter» diyor. Elhasıl hamr, : kükremiş üzüm sırasıdır. Onun hakikati bilicmâ' budur. Yalnız köpüğünü atmış olması ekseriyete göre şart değil İmam Â'zam'ai göre şarttır. Bazılarına göre her iç­kiye şarap denilebilir. Bu, lügatte kıyas yapmak olsada yine caiz­dir. Fakat ekıer-İ ulemâ ya göre hakikat olarak her içkiye şarap deni­lemez. Çünkü kıyas ile lügat sabit olamaz; ancak mecazen şâir içkilere de şarap denilebilir. Hanefîler'in mezhebi budur. Hattâ «eZ-Hidâye nâm eserde şöyle denilmektedir: «Bize göre şarap üzümden sıkılan şıranın şiddetlenmişidir. Lûgatçılarla ehl-i ilim arasında ma'ruf olan da budur».

Hattâbî, «.Hidâyet sahibinin bu sözlerini redd için bir çok şey­ler söylemiş ezcümle şöyle demiştir : «Bir kavim zannetti ki araplar şarabın yalnız üzümden yapıldığını biliyor. Bunlara cevaben şöyle de denilir: Şüphesiz ki üzümden başka bir şeyden yapılan içkiye hamr diyen sahabe fasih araplardandüar. Eğer bu isim sahîh olmasa idi onu söylemezlerdi».

Kurtubî ise sözü büsbütün uzatmış ve şunları söylemiştir : «Enes ve başkalarından rivayet edilen hadisler hem sahîh hem de çok olmaları dolayısîle (şarap    üzümden başka bir şeyden olmaz;  başkaşeyden yapılap içkiye şarap demezler, hamr ismi de ona şamil değil­dir) diyen Kûfeltler'in mezhebini ibtâl eder. Bu söz arap dilinde, sahih sünnete ve sahabe'nin anlayışına aykırıdır. Çünkü şarabın haram kı­lındığını bildiren âyet nazil olunca sahabe şaraptan sakınma emrinden her sarhoş edici içkiyi anladılar; üzümden yapılanla yapılmayan ara­sında fark görmediler. Bilâkis kendileri ehl-i lisan oldukları halde üzümden başka bir şeyden yapılan içkiyi de haram Dildiler. Kur'ân on­ların dili ile inmişti. Eğer bu meselede bir tereddütleri olsaydı şa­rapları dökmez tevakkuf ederler; haramın hakikatini tafsîlâtîle an­larlardı» San'anî de şunları kaydediyor.» Şarabın haram kılındığını bildiren âyet nazil olduğu zaman şarabın beş şeyden ibaret bulundu­ğunu ifâde eden Ömer hadisi ileride gelecektir. Ömer de ehl-i lisandan­dır. Vâkıâ bu hadîsle haram kılınan içkileri beyân etmek istemiş ol­ması lügat mânâsını kâsdetmemesi de bir ihtimal ise de doğrusu bu­dur. Çünkü Ömer bunu ahkâm-ı şer'iyyeyi beyân sadedinde söylemiş­tir. İhtimal hamr, ismi bu içki nev'ine şer'i bir ad olmak üzere veril­miştir. Bu takdirde bir hakikat-i ser'îyye olur. Müslim'in İbnl Ömer'den tahrîc ettiği :

Peygamber (S.A.V.) :

— Her sarhoş eden şey şaraptır. Her şarap da ha-râmdrr; buyurdu; hadîsi de buna delâlet eder.» Şan'âni devamla di­yor ki: «Hattâbî az yukarıda geçen sözlerini unutarak şunları kay­detmiştir: Şarabın haram kılınması hakkındaki âyet indiği zaman' hamr'ın mânâsı muhatablar için meçhul bulunduğundan bu kelime­nin mânâsı: her sarhoşluk veren içki; diye beyân edilmiştir. Böy­lece hamr kelimesi salât, zekât ve saire gibi şer'î hakikatlerden ol­muş olur...

Halbuki bu iddialar zâîftir. Çünkü şarap, araplar arasında en meşhur içkilerden biri idi. Onun adı her şeyden meşhurdu. Arapla­rın şarap hakkındaki şiirler saymakla bitmez. Namaz ve zekât gibi şeyler öyle değildi. Araplar içkilere çeşidlerine göre ad verirlerdi. Meselâ tatlı şaraba «mezze» derlerdi...»

Şarabla şâir içkiler arasında Haneffler'e göre hüküm i'tibârîie fark vardır. Şarabın bir damlası bile hadd icâbeder; fakat Ötekr içkilerden sarhoş olmadıkça hadd lâzım gelmez. ŞâflHer'le Mâ I ikiler'e göre sar­hoşluk veren her şey şaraptır.

2— Hadisimiz şarap içene hadd-i şer'î vurulacağına delâlet edi­yor. Bu bâbta tcma'-ı sahabe vardır. Haddin hurma dalı ile vurulaca­ğına da delüdir. Ancak bu iş için hurma dalınm mutlaka şer'ân ta'yin edilmiş bir âlet olup olmadığı ihtilaflıdır. Çeşitli kaviller içinde en şâ-yân-ı kabul görüleni hurmadan başka ağaçlardan yapılan sopa ile vur­ma, un da caiz olmasıdır. Hattâ ayakkabı ve yumruk gibi şeylerle bile caizdir. Müslim şerhinde : «Ulemâ hurma dalları ayakkabları ve eK bise kenarları ile iktifa ederek hadd vurmanın caiz olduğuna icmâ' ettiler» dedikten sonra: «Esafa olan kırbaçla caiz olmasıdır» denil­mektedir. Musannif : müteehhirîn ulemâ'dan bazılarının, kırbacı zor­baları, elbise kenarile ayakkabını zalflere tahsis ettiklerini bunlardan maadalarına neye lâyık iseler onunla vurulacağına kail olduklarını söy­lemiştir.

Hadîsimizde sopa adedinin kırk olduğu bildiriliyor. Beyhakî ile tmam Ahmed b. HanbeVin tahrîc ettikleri şu hadis dahi ayni hükmü te'yid etmektedir:

«Bunun üzerine yirmiye yakın adama emrederek her biri ona hur­ma dallan ve ayakkablarile İkişer dayak vurdular.» Musannif diyor ki: îşte bu hadîs ihülâf olunan şeyleri bir yere topluyor; sopa adedinin kırk olduğunu ve kırk sopanın iki hurma dalîle vurulmadığını gösteriyor».

3— Hz. Ömer (R. A.)'m halk ile istişarede bulunmasının sebebi, Ebu Ddvud ile NesaVnin tahrîc ettikleri bir rivayete göre: Hatİd b. Ve 1 İd in Ömer (R. A,)'a «Halk şaraba düştü. Cezayı hiçe sayıyorlar» diye yazması olmuştur. Ömer (R. A.)'m yanında En sar ve muhacirler bulunuyormuş. Meseleyi onlara sormuş. Hepsi seksen değnek vur­masına ittifak etmişler, tnuim Mâlik «el-Muvatta'» da Sevr b. Ye-zûZ'den şu hadîsi tahrîc etmiştir:

«Ömer,   şarap    hakkında    istişarede    bulunmuş. AIİ b. Ebl Tâllb Ömer'e :

— Buna seksen değnek vurulması   kanaatindeyiz; çünkü bu adam içerse sarhoş olur; sarhoş olursa saçmalamağa    başlar. Saçmaladın» İftira eder; demiş. Bunun üzerine Ömer şarap içene seksen değnek vur­mağa başlamıştır».   Bu hadîse dahî : «mu'daldır» diyerek i'tirâz eden­ler olmuş, hattâ İbni Hazm-i Zahirî onu inkâr bile etmişse de babı­mız hadîsinin Müslim'in rivayet ettiği son kısmı bu hadîsi te'yid et­mektedir. Şöyleki: «Hz. Osman (R. A,), Velİd b. Ukbe şarap içtiği için kendisine dayak vurmak üzere M\ (R.A.)'a emir vermiş. O da Ab* dullah b. Ca'fer'e :

— Şuna dayak vuruver; demiş. Abdullah dayağı vurmuş. Sopa adedi kırka varınca Osman (R. A.):

— Dur! Resûlüllah (S.A.V.) kırk sopa vururdu. Ebu Bekir'de kırk vururdu; Ömer ise seksen değnek vurdu. Bunların hepsi sünnettir. Ama bu Ömer'inki bana daha iyi geliyor; demiştir». Burada bazıları şu mü­tâlâayı ileri sürerler: Osman (R.A.) bu sözleri ile Ömer (R.A.)'ın yap­tığını mutlak surette değil sarhoşların cür'etine karşı beğenmişti. Bi­nâenaleyh Peygamber (S.A.V.)'in fiili dururken Hz. Osman nasıl olu­yor da Ömer (R. A.J'ın yaptığını beğenebiliyor? şeklinde bir sual va-rid olamaz. Çünkü onu beğenmekle beraber sopa adedi kırkı bulduk­tan sonra haddi   durdurması o sayıdan fazla bir şey vurdurmadığına delâlet eder.

Bunlara şu cevap verilmiştir: Sakih-i BukârVdeki Abdullah b. Adiy rivayeti ziyâde vurdurduğunu tasrih etmektedir. Mezkûr riva­yete göre : Hz. Ali (R. A:), Velid'e seksen değnek vurmuştur. Kıssa ayni kıssadır.' Şu halde Buhârî'nin rivayeti tercih edilir. Demek olu­yor ki, kırk değnekte haddi durdurarak Ömer (R.A.)'m yaptığını be­ğendiğini söyledikten sonra hadd vurmağa devam etmiştir. Bu cevap; «iki başlı bir kırbaçla kırk defa vurmuştur; netice yine seksendir» de-mekden daha güzeldir.

Resûlüllah (S.A.V.)in şarap içenlere kırk sopa vurduğunu ifâde eden rivayetler çok ise de bunların basısında «kırk kadar» denilmek-de, bazılarında ise haddin ayak kablarîle vurulduğu ifâde olunmakda-dır. Bu ise sahâbe'nin: bu iş kırk sopa ile olacak; manâsını çıkarmış olduğuna delil sayılıyor. Binâenaleyh ulemâ sopa adedinde ihtilâf et­mişlerdir. îmam-% Â'zam Ebu Hanîfe ile İmam Malık, îmam Ahmed ve bir kavlinde İmam Şafiî sarhoşa seksen dayak vurulacağına ka­ildirler. DelîHeri, Hz. Ömer (R. A.) zamanında bu sayı üzerine îcma-ı sahabe vâki' olmasıdır. Meşhur kavline göre İmam Şafiî kırk sopa vu­rulacağına kail olmuştur. Dâvud-u ZâhirVmn mezhebi de budur. râ fiilen Resûlütlah (S.A.V.)'den rivayet   edilen   mikdar   budur.   Ebu Bekir zamanında dahî bu mikdar tatbik edilmiştir.

Kitabımız hadîsinde: «Bir adam, VeUd'i şarap kusarken gördüğüne şehadet etti» demliyor. Jfüsltm'dekinde ise iki kişinin şehâdet ettiği birisinin şarabı içerken diğerinin de kusarken gördüğü beyân edili­yor.

İmam Nevevî (631—676) Müslim gerfei'nde şöyle diyor : Bu hadîs Mâlik ile ona muvafakat edenlere yani şarap kusan kimseye şarabı içenler gibi hadd vurulur; diyenlere delildir. Bizim mezhebi­mize göre mücerred bunu görmekle hadd vurulmaz. Çünkü olabilir şarab olduğunu bilmeden içmiştir; yâhud kendisine zorla içirmişler-dir; yâhud daha başka haddi iskat eden bir özrü vardır. Ama Mâ­liksin delili kuvvetlidir. Zîrâ sahabe bu hadîsde zikri geçen Velid b. Ukbe'ye hadd vurulmasına ittifak etmişlerdir...»

Bu meselede Hanefîler de Şâfifler'le beraberdirler.[83]

 

1268/1062- «Muaviye radıyaUahü anh'den, Peygamber sallaîlahü aleyhiW sellem'öen İşitmiş olmak üzere rivayet edildiğine göre Re-sûlüHah sallaîlahü aleyhi ve sellem şarap içen hakkında şöyle buyur­muştur :

— İçti mi, ona hemen dayak vurun; sonra ikinci defa içerse yine kendisine dayak vurun; sonra üçüncü defa içerse kendisine yine dayak vurun; bilâhare dördüncü defa içerse artık boynunu vuruverin».[84]

 

Bu hadîsi Ahmed tahrîc etmişti; bu onun lâfzıdır. Onu Dört'ler'de tahrîc etmişlerdir. Tirmîzl onun mensuh olduğuna delâlet eden şeyler söylemiştir. Bunu Ebu Dâvud, Zührt'den sarahaten tahrîc etmiştir. Sar­hoşun dördüncü defa içtiğinden mi yoksa beşinci defada mı öldürüleceği hususunda rivayetler muhteliftir.

Zâhİrîlere göre beşinci defa İçen sarhoş öldürülür. İbni Hazm bu kavil üzerinde İsrar etmiş, onu isbâta çalışmış; ve mensuh olduğuna dâir icmâ' bulunmadığını iddia eylemiştir.

Cumhur-u ulemâ'ya göre katil mensuhtur. San'ânî (1059—1182) cumhur'un açık bir nâsih göstermediklerini, yalnız Ebu Davud'un Züh-rî'den rivayetinde «Peygamber (S.A.V.) dördüncü defada katli terket-ti» denilmiş olması ile istidlal ettiklerini, halbuki sözün fiilden daha kuv­vetli olduğunu ihtimal Peygamber (S.A.V.) o adamı bir Özürden dolayı öldürmediğini ileri sürerek Zahirîleri haklı göstermeğe çalışıyor.

Bizce bu gayret yersizdir. Çünkü cumhur-u ulemâ iddia ettikleri neshi isbât etmiş; nâsihi de açık olarak göstermişlerdir .Meselâ : NesaVnin «Sünen-i Kübra» adlı eserinde Mutiammed o. îshak tarî-kîle rivayet ettiği merfu' bir hadîsde şöyle denilmektedir :

«Sonra Peygamber (S.A.V.)'e dördüncü defa şarab içmiş bîr adam getirdiler. Resûlüllah (S.A.V.) ona (tekrar) dayak vurdu; ama Öldür­medi» yine NesaVnia bir rivayetinde:

Bunun üzerine müslümantar gördüler kt( hadd tatbik edilmiş; öl­dürme kalkmıştır.» denilmektedir. Ayni hadîsi Bezzâr «Müsned» inde ibni /sfcafc'tan şu lâfızlarla rivayet etmiştir:

Peygamber <S.A.V.)'e üç defa şarap içen Nu'mân'ı getirdiler: «Resûlüllah (S.A.V.) ona dayak vurulmasını emretti; ve hemen dayak vuruldu. Vâktâ ki, dördüncü defa içince Resûlüllah (S.A.V.) ona hadd vurulmasını emretti; ve kendisine hadd vuruldu. Bu, nesih olmuş­tu.» Kitabımız hadisinin sonunda Ebu Davud'un Zührî'den sarahaten rivayet ettiğine işaret olunan hadîs de şudur:Peygamber (S.A.V.):

— Her kim şarap içerse ona dayak vurun. Eğer tek­rar içerse yine dayak vurun. Üçüncü veya dördüncüde yine İçerse artık onu Öldürün; buyurdular. Derken huzur-u Ne­bevilerine şarap içmiş bir adam getirdiler. Resûlüllah (S.A.V.) ona da­yak vurdu.-Sonra o adamı tekrar getİrdHer; Resûlüllah (S.A.V.) ona yine dayak vurdu; sonra yine getirdiler, ona yine dayak vurdu; ve öl­dürme kaldırıldı. Bu bir ruhsat idi».

Bundan dolayıdır ki, İmam Şafiî bu nesih meselesi için: «Bu mesele ulemâ arasında ihtilâf olunmayan şeylerdendir» demiştir. Tirmizî dahî bunun gibi bif şey söylemiştir.[85]

 

1269/1063- «Ebu Hüreyre radıyallahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah sdllallahü aleyhi ve sellem:

— Biriniz döğdüğü zaman yüze vurmaktan sakınsın;buyurdular.»[86]                                                              

 

Hadîs müttefekun aleyh'dir.

Bu hadîs, hadd vururken olsun şâir zamanlarda olsun yüze dar­be vurmanm helâl olmadığına delildir. Kendisine hadd-i şer'i vu­rulan bir kimsenin dahî karnına ve edeb yerlerine vurulmaz .Bu bâbta tbni Ebi Şeybe, Hz. Ali (R.A.)'dan şu eseri tahrîc etmiştir, AH (R. A.) cellâd'a :

«Bütün uzuvlarına vur ve her uzvun hakkını ver; ama yüzüne ve edeb yerlerine vurmaktan sakın» demiştir. Ayni eseri Abdürrezzak, Saîd b. Mansur ve Beyhakî dahî Hz. Ali (R. A./dan çeşitli yollarla tahrîc etmişlerdir.

Döğülen kimsenin o yerlerine vurmanın yasak edilmesi bu yerlere vurmakla hayatı tehlikeye düşeceği içindir.

Başa vurmak ihtilaflıdır: «Vurulmaz» diyenler hayatının tehlikeye düşüreceğini nazar-ı i'tibâra almışlardır: «Vurulur» diyenler ise Hz. Alî (R.A.ym cellâda :

— Başına vur; demiş olmasîle istidlal ederler. Hz. Ebu Bekir (R. A.) dahî :

«Kafaya vur; zîrâ şeytan oradadır» demiştir. Bu hadîsi de îbni Ebi Şeyhe tahrîc etmişse de zaîf ve munkatı'dır.

İmam Mâlik döğerken yalnız kafaya vurulacağına kail olmuş­tur. Hanefiler'den Ebu Yusuf'a, göre de kafaya vurulabilir. Kırbacın sıfatı hakında îmam Mâlik el-Muvatta» da Yezid b. Eslem'âen mürsel olarak şu hadîsi tahrîc etmiştir.

«Peygamber (S.A.V.) bir adama hadd vurmak istemiş. Kendilerine eski bîr kırbaç getirmişler:

— Bundan daha a'lâsmı getirin! buyurmuş. Bu sefer de yeni bir kırbaç getirmişler:

— Bundan daha aşağısını getirin; buyurmuşlardır.» Şu halde kırbaç yeni ile eskinin arası yani orta olacak demektir.

Râfü, Hz. AH (R. A.)'m : «hadd kırbacı tki nev'i kırbaç arasında hadd vuruşu da İki vuruş arasındadır» dediğini nakleder.[87]

 

1270/1064- «Ibni Abbas radıyaUahü anhümâ'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah saUdllahü aleyhi ve seJlem:

— Hudûd mecsidlerde vurulmaz; buyurdular.»[88]

 

Bu hadîsi Ttrmlzt ile Hâkim rivayet etmişlerdir.Onu îbni Mâce de tahrîc etmişse de rivayet zaîftir. Çünkü isnadında îsmail b. Müslim-i Mekkî vardır ki, bu zât belleyişçe zaîftir. Ayni hadîsi Ebu Dâvud, Hâkim, Dâre Kutnî, Beyhakî ve tbnü's - Seken, Hâkim b. H iiâ m dan rivayet etmişlerdir. Bu isnadda beis yoktur. Ha­disin daha başka tarîkleri de vardır; ve birbirlerini takviye ederler. Ashâb-ı kiram da onunla amel etmişlerdir, tbni Ebi Şeybe'nin Tank b. §ihâb'tsax tahrîc ettiği bir hadîsde: Hz. Ömer (R.A.)'a hadd vur­mak için bir adam getirildiği, Ömer (R.A.)’ın :

«Onu mesddden çıkarın da sonra döğünı» dediği zikrediliyor. Buna benzer bir hâdise de Hz. Ali (R.A.)'dan rivayet olunur.

Hanefiler'le HanbelHer'e ve diğer bazı ulemâ ya göre mescidlerde hadd vurulmaz. Delilleri buradaki İbnl Abbas hadîsidir, tbni Eb% Leylâ, (T4—148) ile Şa'bî (26—104) 'nin mescidde hadd-i şe^î vurulmasına cevaz verdikleri rivayet olunursa da delilleri ma'lûm değildir, tbni Battal, HanefHer tarafını kasdederek: «Mescidi tenzîh edenin kavli ev­lâdır» demiştir.[89]

 

1271/1065- Enes radtyallahü anh'âan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Gerçekten Allah şarabın haram kılındığını bildiren ayeti İndirdiği zaman Medine'de hurma şarabından başka İçilen bir İçki yoktu».[90]

 

Bu hadîsi Müslim tahrîc etmiştir.

Hadîs-i şerîf, fahrim âyeti indiği zaman hurma şırasından yapılan içkiye, şarap denildiğini gösteriyor. Buna binâen elmme-i selâse de­nilen üç mezhebin imamlarına göre sarhoşluk veren her içki şaraptır ve üzüm şırasından yapılan şarap ile şâir içkiler arasında hüküm i'ti-bârile bir fark yoktur. Her hangi birinden az bir mikdar da içilse hadd vurmak icâbeder.

Haneftler'e göre ise yukarıda da görüldüğü vecihle hamr denilen şarabın hükmü diğer içkilerden farklıdır. Zâten onlarca, her içkiye şa­rap denilemez. Hâl böyle olunca bittabi hükümleri de bir değildir. Şa­rabın bir. damlasını içmek bile haddi îcab eder; fakat şâir içkiler öyle değildir. Onlar ancak sarhoş edecek mikdar içilirse haddi îcabeder.

Hanefîler'e göre şâir içkilere sâri tarafından şarap denilmesi hakikat değil mecazdır; ve bir teşbih-i beliğden ibarettir. Meselâ: «Her sar­hoşluk veren İçki şaraptır» hadîsinin mânâsı: «Her sarhoşluk veren içki hüküm i'tibârı ile şarap gibidir» demektir. Diğer hadîslerin mânâları da böyledir. Teşbihde vech-i şebeh'in her sıfata âmm ve şâr mil olması lâzım gelmez. Binâenaleyh şâir içkileri şaraba benzetmekle şarap hükmünün tamamîle onları da verilmesi icâbetmez.[91]

 

1272/1066- «Ömer radıyaMahü anh'dan rivayet olunmuştur .Demiş­tir ki: Şarabın haram kılınması {babında kî âyet) şarap be; şeyden ya­pılırken indi: üzümden, hurmadan, baldan, buğdaydan ve arpadan. Hamır: aklı karıştıran her şeydir».[92]

 

Hadîs müttefekun aleyh'dir.

Bu hadîsi Üç'ler de tahrîc etmişlerdir. Hadîs-i şerîf Enes hadîsine muarız değildir. Çünkü Enes hadîsi ile o zaman Medine'de içilmekte olan içkiler haber verilmiştir. Hz. Ömer hadîsinde ise Medine kaydı yoktur; o mutlak surette o zaman içilen içkileri haber vermektedir.

«Hamır: aklı karıştıran her şeydir» ifâdesi tesmiyenin vechine yâni hamr'a niçin hamr denildiğine işarettir.[93]

1273/1067- «Ibni Ömer radıyallahü ankümâ'dan rivayet edildiğine güre; Peygamber saîlaUahü aleyhi ve sellem:

— Her sarhoş eden içki şaraptır; her sarhoş eden iç­ki de haramdır; buyurmuşlardır.»[94]

 

Bu hadîsi Müslim tahrîc etmiştir.

Bu dahî yukarıki hadîs gibi her sarhoş eden içkiye şarap denilebi­leceğine delâlet ediyor. «Her sarhoş eden içki haramdır.» ifa­desi içkilerin hepsine, yani gerek üzüm şırasından, gerekse şâir mey­ve hububattan yapılan bütün içkilere âmm ve şâmildir: ve bunların hepsinin haram olduğuna delildir. Yalnız «sarhoş eden» ta'birinden mu-râd sarhoş eden mikdarmıdır; yoksa az veya çok mutlak surette içmesi harfim demekmidir? Bu cihet ulemâ arasında ihtilaflıdır. Sahâbe-İ kİ-râm'ın cumhur'u ile tmam Mâlik, tmam Şafiî, İmam Ahmed b. Han-bel ve diğer bir çok zevat, çok içildiği zaman sarhoşluk veren içki­nin azının içilmeside haram olduğuna kaildirler. Delilleri bu hadîs bundan sonra gelecek olan Câbir hadîsidir. Bunlar Ebu Davud'un Hi. Âlşe (R. Anhâ)'dan tahrîc ettiği şu hadîs ile.de istidlal ederler:

«Her sarhoş eden şey haramdır. Bir furk içildiği za­man sarhoş eden içkiden ise avuç dolusu içmek haram­dır» Hibbân ile TahâvVnin tahrîc ettikleri Sa'd b .Ebî Vakkâs hadîsi dahî onlara delildir. Hadîs şudur:

«Peygamber (S.A.V.)  :

— Sizi, çoğu sarhoşluk veren şeyin azından da nehî ediyorum.» buyurdular. Bu mânâda hadîsler çoktur; fakat hiç biri isnadı babında söz edilmekten hâlî kalmamıştır. Şu varki bunlar bir birlerini takviye ederler. Hattâ Ebu Muzaffer Sem'ânî: «Bu hu-susda haberler çoktur. Bu haberlerin dışına çıkmağa kimseye mü­saade yoktur» demiştir.

Hanefiler'den tmam Muhammed'in şarap ve saire içkiler hakkın­daki kavli hemen hemen eimme-î selâse denilen üç mezheb imamlarının kavli gibidir. İmam Â'zam, Ebu Hanîfe ise gerek şarap ve gerekse şâir içkiler hakkında tafsilât vermiştir. Ona göre şarap: kükreyip köpürdükten sonra köpüğünü atan üzüm sırasıdır, imam Ebu Yu­suf'la, tmam Muhammed'e göre de Öyle ise de onlara göre köpüğü­nü atması şart değildir; kükredimi şarap olmuştur. Hanefiyye imam­ları bilhassa şarap üzerinde on noktadan söz etmişlerdir. Bu on nok­ta şunlardır.

1— Şarabın mâhiyeti sarhoşluk vere nüzüm sırasıdır. Hamr yani şarap ismi lisan âlimlerinin ittifakîle yalnız bu içkiye verilmiştir. Sair içkilerin adları da başka, hükümleri de şaraptan farklıdır. Meselâ şa­rabın haram olduğu kafi delîl ile diğerlerinin ise zannî deîîl ile sabit­tir.

2— Şarap ismi verilebilmek için kükreyen şira'nın köpüğünü at­ması İmam Â'zam'& göre şart;    İmâmeyn'e göre şart değildir. Nite­kim az yukarıda görmüştük.

3— Şarabın ayni yani kendisi haramdır. O sarhoşluk vermekle il-letlendirilemez. Vâkıâ bazı kimseler: şarabın kendisi değil, sarhoş eden mikdarı haramdır, demişlersede bu söz doğrudan dağruya âyeti inkâr mânâsına geldiğinden Hanefiyye imamları buna kail olanların küfrü­ne hükmetmişlerdir. Çünkü Teâlâ Hazretleri şarap için «rîcs» demiştir.

Rîcs : Aynı haram olan şeydir. Peygamber (S.A.V.)'in şarabı ha­ram kıldığına dâir vârid olan hadîsler ise tevatür derecesini bulmuş­tur. Bu hususta icmâ-ı ümmet de vardır. Bir de şarapda şâir içkiler­de bulunmayan bir hâssa vardır ki, o da azı çoğunu da'vet etmesi ya­ni azıcık içildimi arkasından daha fazla içmeye heves gelmesidir.

4— Şarap bevil gibi necâset-i galizadır. Zîrâ hükmü, kat'î delil­lerle sabit olmuştur.

5— Şarabı helâl i'tikâd eden kat'î delili inkâr ettiği için dinden çıkar.

6— Müslüman hakkında şarabın hiç bir malî kıymeti yoktur. Çün­kü ona kıymet takdir etmek ona bir mevki ve şeref tanımak demektir. Halbuki Allah Teâlâ onu necaset addetmekle kıymetini hiçe indirmiş­tir.

7— Şarabtan hiç bir suretle faydalanmak helâl değildir. Zîrâ on­dan kaçınmak emrolunmuştur.Ondan istifâdeye kalkışmak ise ona yaklaşmak demektir.

8— Şarabın bir damlasını bile içene hadd vurulur.

9— Şarabı kaynatmak dahi tesir etmez. O yine haramdır.

10— Hanefiler'e göre: şaraptan sirke yapılabilir.

Şâir sarhoşluk veren içkilere gelince: Onlar da haramdırlar. An­cak bazı hükümlerle şaraptan ayrılırlar. Yani onların harâmlık dere­cesi şaraptan bir az aşağıdır. Tafsilât fıkıh kitaplarındadır.

İçkiler hakkında Resûlüllah (S.A.V.) ile ashâb-ı kirâm'mdan muh­telif eserler vârid olmuştur. Bu eserlerde isimleri geçen içkiler: tüâ, bâz ak, bit', ci'a, mizr, seker, fadîh ve sükrüke gibi şeylerdir.

Ttlâ : Üçte birinden biraz fazla kalıncaya kadar kaynatılan üzüm sırasıdır. Yani kaynaya kaynaya üçte ikisine yakın kısmı buhar olmuş­tur. Bâzak da bunun farsçasıdır; kelimenin fârisîce aslı bâde'dir. Doğ­rudan doğruya şaraba dahî bade diyenler vardır.

BeyhdkVmn Ibni Abbas (R. A.)dan tahrîc ettiği bir hadîse göre: İbni Abbas (R. A.)'a bir kavim gelerek tilâ'nm hükmünü sormuşlar. İbnf Abbas (R. A.) kendilerine:

— Sizin bu tilâ dediğiniz şey nedir?   diye sormuş ve : «Bana bir şey sorduğunuz zaman onu İyice açıklayın»    demiş. Bunun üzerine o kavim :

— Tilâ üzümü sıkarak suyunu kaynatmak ve sonra onu küplere koy inaktır; demişler :

— Küpler nedir? diye sormuş :

— Katranlı küpler; demişler :

— Ziftlimi? diye sormuş :

— Evet; demişler. İbni Abbas (R. A.) cevaben :

— Sarhoş eder; demiş. O kavım :

— Yâ bu İçkiyi çok içerse ne olacak? demişler. İbnî Abbas :

— Her sarhoşluk veren şey haramdır;  cevabını vermiştir.» Yine İbni Abbas'm tilâ hakkında :

— Ateş bir şeyi helâl veya haram etmez; dediği rivayet olunur. Beyhakî Ebu Mâlik-i Eş'arî'den şu hadîsi tahrîc etmiştir :«Peygamber (S.A.V.) :

— Ümmetimden bir takım insanlar şarabı mutlaka içecekler; ona isminden başka bir ad takacaklar; tepele­rinde çalgılar çalınacak. Allah onları yere batıracak; ve onlardan bîr takım maymunlar ve domuzlar yaratacak­tır; buyurdular.»

Bit' : Bal şerbetinden yapılan içkidir.

Cia : Arpa suyundan yapılan içkidir.

Mizr : Darıdan yapılan içkidir.

Seker : Ateşde kaynatmadan suda ıslatılarak kuru hurmadan yapı­lan içkidir. Ayni şekilde hurma koruğundan yapılana fadîh derler.

Bu dört nev'i içkinin tefsiri Hz. İbni Ömer (R. A./dan rivayet olun-muşdur. İbni Mes'ud (R. A./dan bir rivayete göre : Seker şaraptır. Ibn'il Miinzir'in Hz. Abdullah b. Ömer'den rivayet ettiği bir hadîsde ise: «Şarab üzümden, seker hurmadan olur» kaydı vardır.

Sükrüke : Mısır ve darıdan yapılan içkidir.

Halitayn : Kuru hurma ile koruk hurmayı suda ıslatarak yapılan içkidir.[95]

 

1274/1068- «Câbîr radıyaMahü an/t'dan rivayet edildiğine göre; Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem :

— Çoku sarhoş eden içkinin azı da haramdır; buyur­muştur.»[96]

 

Bu hadîsi Ahmed'le Dörî'ler tahrîc etmişlerdir. İbni Hibbân onu sahîhlemiştir.

Hadisi Tirmizî dahî tahrîc etmiştir. Râvîleri mu'temeddirler. Nesaî, Dâre Kutnî ve tbni Hibbân ise onu Âmir b. Sa'd tarîkîle Hz. Sa'd b. Ebî Vakkas'dan şu lâfızlarla tahrîc etmişlerdir:

«Resûlüllah (S.A.V.) çoğu sarhoş eden içkinin azından da nehyeHİ».Bu bâbta Hz. Alî, Hz. Aişe, Ibni Ömer, Zeydü'bnü Sabit Havvat (R. an-hüm) ile değir bazı zevattan hadîsler vardır.

Faİde : sarhoşluk veren şey eroin ve kokain gibi içilmeyen şeyler de olsa yine haramdır. Musannif merhumun beyânına göre bu gibi maddeler için «sarhoş etmez, yalnız vücuda bir gevşeklik ve uyuşuk­luk verir» iddiası sırf bir kuru inaddan başka bir şey değildir. Çünkü bütün uyuşturucu maddeler şarabın verdiği neşve ve tarebi verirler. Sarhoşluk vermediğini kabul etsek bile bunların uyuşturuculuğu inkâr edilemez. Uyuşturucu maddeler ise şarap gibi yasak edilen şeylerden­dir. Nitekim Ebu DâvucFun tahrîc ettiği şu hadîsden de sarahaten anlaşılmaktadır:

«Resûlüllah (S.A.V.) sarhoş eden ve uyuşuktuk veren her şeyden nehî buyurdu». Hat tabî diyor ki: müfettir, a'zaya gevşeklik ve uyu­şukluk veren her içkidir», tbni Teymiyye (661—728) ve başkaları esrar'ın haram olduğuna icmâ' nakletmişlerdir. tbni Teymiyye : «Esrar hicrî altıncı yüzyılın sonlarında Tatar devleti zuhur ettiği za­man meydana çıkmış bir şeydir; ve münkeratın en büyüklerindendir. Onu kullanmak bazı husûsâtta şaraptan da zararlıdır.» dedikden son­ra esrar kullanana hadd-ı şer'i vurmanın vâcib olduğunu söyler. Ero-in'in dinî ve dünyevî zararlarını bazıları yüz yirmi'ye çıkarmışlar­dır.» Ayni zararlar kokainde de ziyâdesSle mevcuddur» deniliyor.[97]

 

1275/1069- «İfonİ Abbas radıyaUahü anhümâ'dan rivayet olunmuş­tur. Demiştir ki: Resûlüllah saîlaîlahü aleyhi ve sellem'e su tulumun­da kuru üzüm şerbeti yapılır; onu o gün, ertesi ve daha sonraki gün içerdi. Üçüncü günün akşamı oldumu ,o şerbeti (yine) İçer ve (yanın­dakilere) İçirirdi. Şayet bir şey artarsa ona dökerdi».[98]

 

Bu hadîsi Müslim tabrîc etmiştir.

İmam Müslim (204—261) bu hadîsi muhtelif rivayetler; ve çe­şitli lâfızlarla tahrîc etmiştir.

Hadîs-i şerif, kuru üzümden şerbet ve hoşaf yapılabileceğine de­lildir ki; caiz olduğu zaten ittifâkî bir meseledir. Ayni şerbetin kükre-dikten sonra dahî içilebileceğine kail olanlar da bu hadîsle istidlal eder­ler. Derlerki : «Resûlüllah (S.A.V.) bir rivayette böyle kükremiş bir şerbeti hizmetçisine sunmuştur. Bu da onun içilebileceğine delildir.» Fa­kat bu kavle zâhib olanlara şöyle cevap verilmiştir: «Bu hadîste şer­betin sarhoş edecek dereceye vardığına bir delîl yoktur. Rivayetin so­nunda da «yâhud dökülmesini emretti» deniliyor. Şu halde caiz ki; ya eyi zannîle hizmetçiye vermiş; yâhud şerbetde bozulma alâmeti gör­müş de hizmetçiye vermeden yere dökülmesini emretmiştir.

İmam Nevevî bu mânâya kat'iyetle kail olmuştur.[99]

 

1276/1070- «Ümmü Seleme radıyallahü an ha'd an Peygamber sallallahü aleyhi ve seUem'den işitmiş olarak rivayet edildiğine göre Efendimiz :

— Şüphesizki Allah sizin şifânızı size haram kıldığı şeylerde halketmemiştir; buyurmuşlardır.»[100]

 

Bu hadîsi, Beyhakî tahrîc etmiş; Ibnİ Hİbban sahîhlemiştir.

Ayni hadîsi imam Ahmed b .Hanbel de tahrîc etmiştir. Buharı Ibnİ Mes'ud (R. A./dan da ta'lik sûretîle zikretmektedir. Müslim da­hî az sonra görüleceği vecihle onu Vâil b. ffucr'dan rivayet eder.

Hadîs-i şerif, şarabla tedâvî görmenin haram olduğuna delildir. Çünkü ondan bir şifâ olmayınca içmesini helâl kılacak, yani hürmeti kaldıracak bir tarafı yok demektir. Şafiiler'le Hanefîler'in mezhebi bu­dur. Ancak, haramla tedavide şifâ olduğu bilinir ve başka ilâç da bu­lunmazsa Hanefîler'e göre haram ile tedavi caiz olur.

Fâide : Bazı büyüklerin ifâdesine göre hekimlerin şarapta mevcud olduğu iddia ettikleri fâideler şarabı haram kılan Mâ ide âyetîle kal­dırılmışlardır. Binâenaleyh şarapta hiç bir fayda yoktur. Bu sebeble onunla tedavi dahî sakıt olmuştur. Hattâ bu bâbta Sa'lebî ve baş­kaları Peygamber (S.A.V.)'den müsned olarak şu hadîsi rivayet etmiş­lerdir:

«Peygamber (S.A.V.) :

— Şüphesiz ki Allah Teâlâ şarabı haram kılınca on­dan bütün faydaları almıştır; buyurdular.»[101]

 

1277/1071- «VâiM Hadramî'den rivayet olunduğuna göre Tarık b. Süveyd radıyallahü anh, Peygamber sdlîalîakü aleyhi ve sellem'i iFâç için şarap yapmanın hükmünü sormuş; Resulü Hah saTlallahü aleyhi ve sellem:

— Hiç şüphe yok ki, o deva değil, derdtir; buyurmuşlar­dır.»[102]

 

Bu hadîsi Müslim ile Ebû Dâvud ve başkaları tahrîc etmişlerdir.

Vâü-i Hadramî'âen murâd Vâil b. Hucr'dur.

Hadîs-i şerîf, aynen yukarıki hadîsin delâlet ettiği hükme: yani şa­rapla tedavinin haram olduğuna delildir. Fazla olarak da onun bir deva değil, derd olduğunu bildiriyor. Şarap içenlerin hâli bile onun bir çok derdlere sebeb olduğunu gösterip dururken Sâhib-İ Şerîal (S.A.V.) Efert-dîmiz'in ona : «derd» demesi elbette bir mübalâğa sayılamaz.

Resûlüllah (S.A.V.)'in bu sarih beyanatından sonra, kalkıp onun faydalarından bahsetmek, onu bir çok şairlerin yaptığı gibi içmeye teşvikte bulunmak Allah ve Resûl'üne meydan okumaktan başka bir şey değildir.[103]

 

«Ta'zîr Ve Saldırganın Hükmü Babı»

 

Te'rir : Lügatte redd ve menetmek manasınadır. Şerîatte ise hadd icâbetmeyen bîr suçtan dolayı te'dîb etmektir. Bu te'dîb îcâbına göre: hapis, dayak, tokat, kulak çekme, azarlama veya hâkimin surat asa­rak bakması gibi, muhtelif .-şekillerde olur. Dayak atmanın en azı üç, en çoğu otuz dokuz değnektir. Çünkü ta'zirin hadd derecesine varmama­sı gerekir. Haddin en az mikdarı köleye vurulandır ki, kazif ve içkide kırk sopadır.

Haneffler'den tmam Ebu Yusuf (113 — 182)'a göre tâ'zîr, hür kimselerin haddine göre yapılır; zîrâ asıl olan köleler değil hürler­dir. Şu halde mezkûr hüküm hürler hakkında seksen değnek oldu­ğuna göre, ondan bir sayı noksan vurulacak tâ'zîr yetmiş dokuz değnek olur. Bir rivayette İmam Ebu Yusuf'a, göre tâ'zîr hadden beş değnek noksan vurulur, Tâ'zîrin en az üç sopa olması daha azı bir işe yaramadığmdandır. Çünkü tâ'zîr yapılan kötülükten vazge­çirmek içindir. Bir veya iki sopa ise bu işe kâfi gelmez.

Tâ'zîr, üç cihetten hadde benzemez:

1— Ta'zîr eşhasa göre değişir. Bunun dört mertebesi vardır: Eş­raf ül-eşrâf, eşraf, orta dereceli insanlar ve el ayak takımlarına tatbik edilecek ta'zîrler.

a) Eşrâf-ıeşraf : Fukaha, ulemâ ve Resûlüllah (S.A.V.)'in sülâle-İ tâhîre'sine mensub olanlar gibi insanlar   arasında en büyük makam-ı hörmet ve ta'zîmde bulunan zevattır. Bunların ta'zîri i'lâmdan ibaret­tir. Yani hâkim bunlardan birine tesadüf ettikde; «Senin şöyle şöyle bir harekette bulunduğunu duydum» der.   Yâhud evine birisini gönde­rerek söyletir.

b) Eşraf: Büyük tacirler ve hükümet büyükleri gibi i'tibârh kim­selerdir. Bunların ta'zîri kendilerini mahkemeye da'vet ederek orada ilâmda bulunmaktır. Hattâ bazılarına göre dâva açmak bile lâzımdır.

c) Orta dereceli insanlar : Esnaf, çiftçi ve san'at erbabı gibi çarşı ve pazarlarda dolaşan kimselerdir. Bunların ta'zîri kendilerini mahke­meye celbederek i'lâm ve hapisle olur.'

d) El ayak takım'indan murâd : îşsiz, güçsüz dolaşarak ikide bir­de kavga çıkaran serserilerdir. Böylelerin ta'zîri : i'lâm, mahkemeye celb, hapis ve dayak gibi bütün ta'zîr nev'ilerile olur. Hattâ hâkim lü­zum görürse hem dayak, hem hapis cezalarını birden verebilir. Ta'zîr için vurulan dayak hadd için vurulandan daha şiddetli olur. Zira aded i'tibârîle ta'zîrde hafiflik vardır.

Buna bir de vasıf i'tibârîle hafifletme katılamaz.

2— Ta'zîr hususunda şefaatte bulunmak caizdir; fakat hudûd için şefaat asla caiz değildir.

3— Ta'zîr sebebîle telef olan şahıs ödenir.Yalnız îmam Â'zam Ebu Banîfe ile îmam Mâlik'e göre ödenmez. Bazıları ta'zîrle te'dîb arasında fark görürlerse de bunu delille isbat edemezler.

Sâil'den murâd : Saldırgan ve mütecaviz kimsedir.[104]

 

1278/1072- «Ebu Bürdete el-Ensârî radıyaltahü anh'dan rivayet edildiğine göre kendisi, Resûlüllah salîaUahü aleyhi ve sellemi :

— On kırbaçtan yukarı Allah'ın hududundan başka hiç bir şeyde dayak vurulmaz; derken fşîtmîştîr.»[105]

 

Hadîs müttefekun aleytTdir.

Allah'ın hudûdunden murâd : İşleyene, Allah tarafından muayyen mikdarda verilen dayak vurma, el kesme veya recim denilen taşla öl­dürme gibi cezalardır. Vâkıâ el kesmekle, recim buradaki hadîsin si­yakından hâriç iseler de hudûd-u îlâhiyye'nin umumunda dâhildirler. Ulemâ, hadd-i zina, hadd-i serikat, hadd-i şürb ve hadd-i kazif gibi hu-dûde hadd denileceğinde müttefiktirler. Yalnız kol ve bacak gibi uzuv­ların kısâsen kesilmesine hadd denilip, demlemeyeceği ihtilaflı olduğu gibi, emaneten alınan bir malın inkârı, lûtilik, hayvanla cima', kadının erkek hayvanla cîmâ'ı, kadınların birbirlerîle fere sürüştürmesi »kan, murdar et ve domuz eti gibi şeyleri hiç bir zaruret yokken yemek, si­hir yapmak, şarap içenlerle tenbelliklerinden dolayı namaz kılmayan ve oruç tutmayanlara kazifte bulunmak gibi suçlara verilen cezalara da hadd denilip demlemeyeceği ihtilaflıdır. Bu suçlara verilen cezalan bi­rer hadd-i şer'î sayanlar cezaların onar kırbaçtan fazla vurulabileceğine kaildirler. Mezkûr cezaları hadd saymayanlar on kırbaçtan fazla vurulmasını tecviz etmezler. Bu arada babımız hadisi ile amel edilip edilmiyeceği dahî ihtilâf mevzuu olmuştur. İmam Ahmed b. Hanbeî ile ŞâfiHer'den bir cemâat bu hadîsle amel etmişlerdir, mam Mâlik, îmıatn Şafiî ve diğer bazt ulemâ'ya göre ta'zîrde on kırbaçtan fazla vurulabilir, ancak haddin en az mikdarım bulmamış olması şarttır.

Hanefiler'den bir rivayete göre ta'zîrin en az mikdarı üç sopadır. Bazılarına göre bu iş hâkimin re'yine kalmıştır: suçlunun ne mikdarla terbiye olup bir daha o suçu işlemeyeceğini aklı keserse o kadar sopa vurur. İmam, Ebu Fwsu/'tan bir rivayete göre dayak suçun büyük­lüğüne, küçüklüğüne göre takdir olunur. Diğer bir rivayete göre her suça kendi nev'înin haddine yakın bir ceza verilir. Meselâ: Öpme, sıkma gibi şeyler zina haddine yakın; zinadan başka bir şeyle kazif hadd-i kazf'e yakındır. Delilleri: Hz. AH (R. A.)'m böyle yapmış olması ve zina etmediği halde bir kadınla beraber bulduğu erkeğe 98 kamçı vurmasidir. Buna benzer bazı hadîsler Hz. Ömer ile İbni Mes'ud (R. arihümâ)'dan da rivayet olunmuştur.[106]

 

1279/1073- «Âîşe radıydllahü anhâ'dan rivayet olunduğuna göre. Peygamber salîallahü aleyhi ve sellem:

— Mürüvvet sahiplerinden hatâlarını (n hükmünü) kal­dırın; yalnız hudûd müstesna; buyurmuşlardır.»[107]

 

Bu hadîsi Ahmed ile Ebu Dâvud, Nesaî ve Beyhakî rivayet etmiş­lerdir.

Hadîsin bir çok yolları varsa da, hiç biri i'tirâzdan salim değildir.

Ikâle: yerinde de görüldüğü vecihle satışı kaldırmak için satıcı ile alıcının anlaşmaya varmasıdır. Buradaki ikâle dahî ayni mânâdan alın­mış; ve mürüvvet sahibi bir insanı muâhaze etmekten vezgeçmeye muvafakat göstermek mânâsında kullanılmıştır.

İmam Şafiî hadîsde geçen «Zevül'hey'ât» terkibini: kötülük yap­tıkları bilinmeyen kimseler; diye tefsir etmiştir. Maksad, böylelerin yaptıkları hatâların afvıdır.

«Aserat» dan murâd : hatâ sûretîle işlenen günahlardır. Mârûdî (— 450) bu hususta iki vecih nakleder. Birinci veçhe göre hatâ su-retîle günah işleyenlerden murâd: küçült günah işleyenlerdir. İkin­ci veçhe göre maksad : günah işlediği zaman tevbe edenlerdir. Böy-leleri dahî ya küçük günah işleyenler; yâhud ömründe ilk defa gü­naha girenlerdir.

Hadîs-İ şerifteki hitâb, hükümet âmirlerinedir. Zîrâ onların vilâ­yeti umumîdir; ta'zîr hakkı dahî onlarındır. Binâenaleyh halkın deği­şik rütbelerine ve işlenen günahların muhtelif oluşuna bakarak ne mu­vafık hail çâresini bulmağa çalışmaları îcâbeder. Ta'zîr hakkı hükü­met reisine âidtir. Bundan yalnız üç sınıf insanlar müstesnadır ki; on­larda şunlardır:

1— Baba oğluna ta'lim ve terbiye için ta'zîrde bulunabilir.Bu bâbta anne dahî baba gibidir. Ancak bu hak çocuğun henüz bulûğa er­memiş olmasîle bukayyedtir.Küçük çocukları namaza alıştırmak ve kötü ahlâktan menetmek için onları döğmek bile caizdir. Çocuklar âkil baliğ olduktan sonra ise ane ve babalarının artık onları ta'zîre hakları kalmaz.                                                                                              

2— Köle ve cariyeleri sahipleri ta'zîr edebilir.

3— Kocası karısını itaatsizliğinden dolayı ta'zîr edebilir.Nitekim bu cihet Kur'ân-ı Kerim'de de tasrih buyurulmuştur. Hattâ: «Namaz ve orucu terketmek gibi  Allah'a karşı olan   itaatsizliğinden   dolayı dahî ta'zîr edebilir» diyenler vardır.[108]

 

1279/1074- «Ali radıyaUahü anft'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Hiç bir kimseye hackf vurduğundan dolayı ölürse gam yemem, yal-ntı şarap İçen müstesna. Çünkü böylesi ölürse diyetini veririm».[109]

 

Bu hadîsi Buharî tahrîc etmiştir.

Ayni hadîsi Ebû Dâvud ile îbni Mâce'den rivayet etmişlerdir. Onların rivayetinde: «Ali (R. A.): «Bu babda Peygamber (S.A.V.) hiç bir şey bırakmadı, onu biz söyledik; dedi.» cümlesi de vardır.

Hadîs-i şerif şarap hakkında Resulüllah (S.A.V.) tarafından tahdîd olunmuş bir hadd bulunmadığım; bu bâbtaki cezanın ta'zîr kabilinden olduğunu götseriyor. Ayrıca ta'zîrden ölen bir kimsenin diyeti ödene­ceğine de delâlet ediyor. Cumhur-u ulema'nın mezhebi budur.

Han*ftler'le diğer bazı ulemâ ya göre kerek hadd, gerekse ta'zîrden ölen kimsenin diyeti ödenmez. Çünkü bunlar şeriatın iznîle yapılan iş­lerdir. Böyle me'zûnen yapılan işlerde ise ödeme yoktur; bunlarda hü­küm âmirine izafe edilir. Binâenaleyh ecelfle ölmüş gibi olurlar. Ancak kocasının ta'ztnnden ölen kadının kanı heder olmaz; ödemek îcâbeder. Zira kocaya yalnız te'dib hakkı verilmiştir, öldürmeğe hakkı yoktur. Hanefiler'in bir delili de Hz. AH (R. A.j'ın : <O ancak ihtiyat içindir» demiş olmasıdır. Bu bâbta yukarıda söz geçmişti.

tmam Nevevi, «Müslim, şerhi» nde şöyle demektedir: «İçkiden maada bir hadd esnasında ölenlere gelince: Dayağı hükümdar veya onun cellâdı vururda ölürse, hükümdara ve cellâdına diyet ve kef-fâret vermek lâzım gelmez. Beytü'l mal'den de ödenmez. Fakat ta'­zîrden ölürse bizim mezhebe -yani Şâfİİler'e- göre diyet ve keffaret vâ-dbolur...»[110]

 

1280/1075- «Saîd b. Zeyd radıyaüahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah sallaîlahü aleyhi ve sellem:

— Her kim malı   uğrunda   öldürülürse, o kimse şehîddir; buyurdular.»[111]

 

Bu hadîsi Dört'ler rivayet etmişlerdir. Tİrmizî onu sahîhlemiştir.

Hadîsi şerîf mal müdâfaasının caiz ve meşru' olduğuna delildir. Nitekim cumhur-u ulemâ'nın mezhebi de budur. Hattâ: mal müdâfaa­sı vâcibtir» diyenler de vardır. Hadîsimiz, malının müdâfaası uğrunda ölenin şehîd gideceğini de müjdelemektedir. Bu mânâda bir hadisi, ye­rinde de zikrettiğimiz vecihle İmam Mitilim, Hz. Ebu Hüreyre'den şu lâfızlarla tahrîc etmiştir:

«Peygamber (S.A-V.)'e bir adam gelerek:

— Yâ ResûUllah bir adam gelirde, benim malımı almak isterse ne yapmalıyım? haber ver; dedi. Resûlüllah (S.A.V.) :

 Ona (bir şey) Verme! mukabelesinde butundu.

— Şayet benimle çarpışırsa?

— Onu Öldürüver!

— Ya o beni Öldürürse ne buyurulur?

— O halde şehîd olursun.

— Ya ben onu öldürürsem ne buyurursun?

— Bu takdirde o Cehennemlik olur; buyurdular.» Ulemâ: «malını müdâfaa ederken öldürdüğü mütecavizin diyetini Ödemek lâzım gelmez; çünkü bu katil tecâvüz değildir» diyorlar. Ha-dîs-i şerif malın azına ve çoğuna şâmildir. Filvaki Ebu Davud'un tah-ric ettiği Tirmizî'nm sahihlediği bir hadîsde Fahr-İ Kainat (S.A.V.) şöyle buyurmuşlardır:

«Her kim dini uğrunda öldürülürse o kimse şenddir. Her kim canı uğrunda öldürülürse o kimse şehîddir. Her kim malı uğrunda öldürülürse o kimse şehtddir.» bu hadîsin yalnız mal kısmı zikredilmiştir. Hadisin delâleti şu su­retledir. Resûlüllah (S.A.V.)'in dini, cam, malı ve ırz-u namusu uğrun­da ölenlerin şehîd addetmesi bu uğurda katlin ve çarpışmanın caiz ol­duğunu gösterir.

Hadîs-i şerifte zikredilen husûsât için : «kale gibi sığınacak bir yer bulunursa oraya sığınmak veyâhud kaçmak mümkünse kaç­mak vaciptir» diyenler olduğu gibi, «malı müdâfaa îcab etmez; teslim edivermeli» diyenler de bulunmuştur. Ancak ırz-u namus meselesinde müdâfaanın vâcib olduğu ittifakîdir. Can müdâfaası babında dahî ba­zılarına göre düşman kâfirse hüküm yine böyledir.Fakat düşman müslüman ise müdâfaa vâcib değildir. Bunların delili Hz. Osman (R. A.)'m dört yüz kölesine kendini müdâfaaya müsaade etmemesi ve: «Her kim silâhını bırakırsa hür olsum demesidir.[112]

 

1281/1076- «Abdullah b. Habbâb radıyyalîahü anh'dan rivayet edil­miştir. Demiştir ki: Babamı şöyle derken işittim: Resulüllah sallaahü aleyhi ve sellem:

— Bîr takım  fitneler  olacaktır. Sen o fitnelerde ya Abdalflah, maktul ol da katil olma! buyururlarken işittim.»[113]

 

Bu hadîsi Ibnü Ebî Hayseme ile Dâre Kutnî tahrîc etmişlerdir. Ahmed dahi[114] Hâlid b. Urfuta'dan bunun benzerini tahrîc etmiştir.

Bu hadîs bir çok yollardan tahrîc olunmuştur. Lâkin bütün yolla­rında ismi zikredilmeyen bir râvî vardır. Bu râvînin vaktîle hâricîler'le beraber olup sonradan onlardan ayrılan ve Abdülkays kabilesine men-sub bulunan bir adam olduğu söylenir.

Hadîsin sebebi şudur: İsmi bilinmeyen bu zât :

— Gerçekten haricîler filân köye girdiler» demiş. Bunun üzerine Resul üllah (S.A.V.)'in sahâbî'si olan Abdullah b. Habbâb gazaba gele­rek abasını sürükleye sürükleye dışarı çıkmış ve iki defa :

— Vallahi bizi korkuttnuz; demiş. Hâriciler :

— Sen Abdullah b. Habbâb'mısın? diye sormuşlar:

— Eevet; deyince :

— Babandan bize anlatacağın bir şey işittinmi? demişler. Abdullah (R.A.):

— Evet, ondan Resûlüllah (S.A.V.)'den işitmiş olarak naklederken duyduğuma göre Peygamber (5.A.V.) : Bir fitne çıkacağını haber ver­miş; o fitnede oturanın ayakta durandan, ayakta duranın yürüyenden, yürüyenin de koşandan daha hayırlı olacağını bildirmiş ve :

— Eğer o güne yetişirsen   Abdullah sen maktul ol; buyurmuşlar; demiş. Haricîler :

— Bunu sen babandan, Resûlüllah (S.A.V.)den   naklen anlatırken işittin hâ? demişler. Hz. Abdullah:

— Evet; cevabını verince, Hâriciler hemen kendisini nehir kenarı­na götürerek boynunu vurmuşlar. Ümmü veled olan   cariyesinin de içindeki cenini çıkarmak için karnını deşmişler.

Bu hadîsi İmam Ahmed, Tdberâni ve Îbni Kaan? meçhul olma­yan tarîkten rivayet etmişlerse de onların isnadında da Ali b, Zeyd b. Ced'ân vardır ki; hakkında söz edilen bir zâttır. Hâlid b. Urfuta rivayeti şudur :

«Benden sonra bir fitne, yeni yeni hâdiseler ve karı­şıklık olacaktır. Eğer kaatil değil de maktul olabilecek-sen ya Abdallah hemen bunu yap.» Ayni hadîsi imamAhmed, Hz. îbni Ömer (A. R.)'dan şu lâfızlarla tahrîc etmiştir:

«Sizden birini öldürmek maksadîle biri geldiği zaman Adem'in iki oğlu gibi olmaktan meneden şey nedir? Kaa­til cehennemde, maktul da cennette olacaktır.»

Yine İmam Ahmed'le Ebu Dâvud ve Îbni Hibban, Hz. Çbu Mu­sa'dan Resûlültah (S.A.V.)'in fitne hakkında şöyle buyurduklaruu tah­rîc etmişlerdir.

«Onda yaylarınızı ve kirişlermrzi kırın. Kılıçlarınızı da taşlara çalın! Eğer bîrinizin evinde yanına girerse ev sahibi iki Adem oğlunun hayırlısı gibi otsun.» Bu hadîsi Kuşeyri el - iktirah» nâm eserinde şeyheyriin şartları üzere sahîhlemiştir.                          

Hadisimiz, fitne zuhurunda savaşı terketmenin ve keza fitne­lere iştirakten kaçınmanın lüzumuna delildir. Kurtubî eliyor ki: «Se­lef hu hususU ihtilâf etmişlerdir. MpspiA Sa'd h. Ebl VaklcAa. Abdullah b. Ömer, Muhammed b. Mesleme ve başkaları çarpışmadan vazgeçme­nin vâcib olduğuna kail olmuşlardır. Bazıları evinde oturmanın vâcib olduğunu zâhib olmuş; bir taifede esasen fitne yerinden başka bir bel­deye gitmenin vâcib olduğu kanâatinde bulunmuştur. Cumhur'a göre savaşı terketmek gerekir, bazıları: «teketmek vâcibtir; hattâ âsîlerden bari kendini Öldürmek tüle istese kendini müdâfaa etmemelidir» demiş­lerdir. Bir kısmı da: «kendini ve ailesi efradile malını müdâfaa eder; eğer bu arada Ölür veya öldürürse ma'zur olur» mütâlâasında bulun­muşlardır.

Sahabe ve tabifn'in cumhuru ise hakka yardım ve âsilerle harb et­menin vâcib olduğuna kaildirler. Onlar bu hadisleri savaştan âciz ka­lanlara veya hakkı göremeyenlere hamletmişlerdir. Bazıları tafsilât vererek : «Eğer çarpışma kumandanları olmayan iki taife arasında vuku' buluyorsa savaşa iştirak memnu'dur» demektedirler. Onlar­ca hadîsler bu mânâya hamledilirler. Evzâî'nin kavli budur. Tdberî «fenalığı inkâr onu defetmeye muktedir olanlara vâcibtir; haklıya yardım eden doğruya isabet etmiştir. Bozguncuya yardım eden ise hatâ eylemiştir. Haklı ile haksız ayrılmazsa harpten nehî edilen hâl de işte budur» demiştir.

Bazıları savaştan nehyin ancak âhir zamanda karşılaşmayı ik­tidarı ele geçirmek maksadîle yapacak olanlara mahsus olduğunu söylemişlerdir».

Hadîa-i şerif nefis müdâfaasının vâcib olmadığına delil gös­terilmektedir. Fakat müdâfaayı vâcib görmeyenler dahî müdafaa yapmanın haram olduğuna kail değillerdir. Onlar buradaki nehyi tenzih mânâsına alırlar.[115]

 

1282/1077- «Ebu Hu rey re radıyallahü anh'dan rivayet olunduğuna göre kendisi Resulü İlah salaUahü aleyhi ve aellem:

— İzin vermediğin halde bin senin evirtin cine ba­kar da, ona bir taş atarak  gözünü  çıkarırsan, sana hiç bir günah Olmaz; buyururken işitmiştir.[116]

 

Hadîs müttefekun aleyh'tir. Lâfız Buhârl'nindir. Nesaî ilin bir ri­vayetinde:«Ne diyet vardır, ne de kısas» buyurulmuştur.

Bu hadis izinsiz bir kimsenin evine bakmanın memnu olduğuna hattâ izinsiz bakanın gözü çıkarılabileceğine delâlet ediyor. Hadis şer-hîle birlikte yukarıda «Cânİ ve mürted» babında 1026/1224 da geçmiştir.[117]

 

1292/1078- «Haram b. Muhayylsa'dan o da baba» radıyallahü anh'-dan Ijltmlş olarak rivayet edildiğine göre, Bera'ın deve»! bir adamın bahçesin girerek bahçeyi harabetmfş. Bunun üzerine Resûlüllah saldUahü aleyhi ve sellem: Mal tabiplerine mallarını gündüzün ko­rumaları; hayvanat sahihlerine hayvanlarını geceleyin korumaları gerektiğine, hüküm buyurmuştur.»[118]

 

Bu hadîsi Ebu Dâvud ile Nesal tahric etmişlerdir, ffant Htbban onu sahihlemiştir. İsnadında İhtilâf vardır.

Hadls-i şerifin ifâde ettiği ahkâm az yukarıda 1097/1327 numarada geçmiştir. Bu hadisle bundan önceki Ebu Hüreyre hadisi Bülûgu'l - Me-rdm'ın Mısır nüshalarında yoktur. Buraya Hlnd nüshalarından alınmış­lardır.[119]

 

«CİHÂD  BAHSİ»

 

Cihftd : Lûgat'te meşakkate ulaşmak mânâsına gelen bir mastar­dır.

Şerlatte İse : Kâfirlerle veya âsilerle çarpışmak için gücünü kuv­vetini sarfetmektir. Cihâda siyer ve rnegazl adlarını verenler de var­dır.

Cihâd, hâlis bir ibâdet olup fazileti pek büyüktür. Nasıl büyük ol­masın kî insan, Allah'ın rızâsını kazanmak için onun uğrunda nefsine meşakkatlerin en ağırını yüklemekte ve en aziz varlığı olan canını feda etmektedir. Maamâfîh nefsi, devam üzere ibâdet ve taatlere hasrede­rek onu hevâ ve heveslerine tâbi olmaktan menetmek cihâdtan da güç­tür. Bundan dolayıdır ki, bir gazadan dönerken Peygamber (S.A.V.) :

«Küçük cihâdtan büyük cihâda döndük» buyurmuşlar­dır. Nitekim Ibnİ Mes'ud (R.A.)'dan rivayet edilen bir hadîsde Resû-lûllah (SJk.Vj'in cihâdı fazilet i'tibârîle namazdan sonra zikretmesi de bunu gösterir. Hx. Ibni Mes'ud şöyle diyor:

«Dedim ki :

— Ya Resûlftllah, amellerin en faziletlisi hangisidir?

— Vaktinde kılınan namazdır; buyurdular.

— Ondan sonra hangisidir? dedim:

— Anneye, babaya itaattir; buyurdular.

— Ondan sonra hangisidir? dedim:

— Allah yolunda Cİhadtir; buyurdular.Daha ziyade so/-saydım bana daha ziyâde cevap verecekti.» Bu hadîsi   Buharı rivayet etmiştir.Vâkıâ Büharî ile Müslim'in ittifakla tahrîc ettikleri Ebu Hüreyre hadîsinde Resûliillah (S.A.V.) fazilet i'tlbârile îmandan sonra cihâdı zikretmiş; binâenaleyh o hadîsle bu hadîs sûret-i zahirede bir­birlerine muarız düşmüş gibi görünürse de iki hadîsin araları bulunmuş ve : «Resûlüllah (S.A.V.) her iki hadîsde soranın hâline en muvafık olan ne ise onunla cevap vermiştir» denilmiştir. Meselâ cihâd için ha­zırlanarak gelene nisbetle, cihâd b;ı ?ka ibâdetlerden daha faziletlidir.

Lâkin bu cevabı Kemal b. Humam beğenmemiş; ve hülâsa ola­rak şöyle demiştir: «Farz namazları vakitlerinde kılmağa devam etmek cihâdtan efdâldir. Çünkü bunlar birer farz-i ayn olup her gün tekrarlanırlar; cihâd böyle değildir. Sonra cihâdın farz kılın­ması ancak îmanla namazı muhafaza içindir .Şu halde cihâd «hasen U gayrini» yani bizzat değilde bilvasıta güzel olan ibâdetlerdendir; namaz ise «hasen li aynini» yani bizzat güzel bir ibâdettir; cihâddan maksat odur.

Kemal b. Hümam (788—861) bu bâbtaki sözünü şöyle tamam­lamaktadır: «Hak şudur ki, burada muâraza yoktur. Zîrâ o hadîs­de namaz zikredilmemiştir. Hadîsde yalnız cihâd îmandan sonra zik­redilmiştir. Bu onun namazdan sonra olmasına da sâdıktır; ve na­maz cihâddan evvel; îmandan sonra bir mertebede olmuş olur...»

Cihâd farz-ı kifâyedir; ancak umumî seferberlikte eli silâh tu­tan herkese farz-ı ayın olur. Farzıyetinin delili:

«Müşrikleri bulduğunuz yerde tepeleyin»[120] :

«Onlarla tâ fitne ortadan kalkıp dinin tamamı Allanın oluncaya ka­dar harbedln»[121] :

«Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz krlındı» ve emsali âyet­lerle[122] :

«Allahtan başka Hâh yoktur;; deyinceye kadar insan­larla çarpışmaya memur oldum.»  hadîa-i gerîf ve bibimizin

hadîsleridir. Cihâdın farz olduğuna icmâ'-i ümmet de vardır.[123]

 

1283/1079- «Ebu Hüreyre radıyaUahü anh'den rivayet olunmuştur. Demiştir ki; Resûtüllah saüallahü aleyhi ve sellem:

— Her kim harb etmeden ve harbetmeyi gönlün­den geçirmeden ölürse nifakın bir şubesi üzerinde ölür; buyurdular!.[124]

 

Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerif-, cihâda azimli olmanın vücûbuna delildir. Ulema şâir vâdb fiilleri de buna ilhak etmişler ve : bir fiil dhâd gibi mutlak vâdblerdense, onu yapmaya imkân bulduğu takdirde azmetmek vâdb ol­duğu gibi muvakkat vâdplerdense vakti girdiği zaman azmetmek vâdbtir» demişlerdir. Usul-i fıkıh imamlarından bir çokunun mezhebi budur :

cta'birinden murâd: cihâdı fi'len yapmaya niyet etmek değil, onu gö­nülden geçirmemektir. Eğer ömründe bir defa olsun dhâd etmeyi gö­nülden geçirirse nifak hasletlerinden biri ile vasıflanmaktan kurtulur. Bir şeyi kendi kendine yasaklamak onu yapmağa niyet etmek değildir. Hadisimiz bir ibâdeti yapmayı gönülden geçirerek yapmadan ölen kimseye, onu hiç hatırından geçirmeden ölen gibi ceza verilmiyeceğine de İşaret etmektedir.[125]

 

1284/1080- Enes   radtyaüahü  aniden rlvaytt  olunduğuna Peygamber aaUaîlahü aleyhi ve sellem:

— Müşriklerle mallarınız, canlarınız ve dillerinizle mücâhede edin; buyurmuşlardır.»[126]

 

Bu hadîsi Ahmed ile Nesal rivayet etmişlerdir. Hâkim onu sahîhlemiştir.

Hadîs-i şerîf: mal can ve dille mücâhede etmenin vücûbuna delil­dir. Mal ile cihâd: onu mücâfaidlerin nafaka ve silâhı gibi şeylere sarfetmektir. Canla cihâd ise fi'len küffârm karşısına çıkarak onlarla harb-etmektir. Bir çok âyetlerde:

«Mallarınızla, canlarınızla mücâhede edin»[127] Duyurularak bu mânâ ifâde edilmiştir.

Dille mücâhede kâfirlere karşı delîl getirmek, onları Allaha îma­na da've t etmek, harbeden iki taraf, karşı karşıya geldikleri vakit «Al­lah, Allah» veya buna benzer sözlerle düşmanı kahr-u tenldl etmektir. Filhakika Re sû I üt! ah (S.A.V.) bu hususta Hz. Hassan (R. A.):

«Hiç şüphe yok ki kâfirleri hicvetmek kendilerine ok isabetinden daha şiddetli gelir» buyurmuşlardır.[128]

 

1285/1081- «Atse radtydüahü anftd'dan rİvAyet edilmiştir .Dtmiştlr ki :

— Ya Rcsûlallah kadınları clfaAd varım? diye sordum:

— Evet («ılara) muharebesiz cihâd hacc ile ömre Var; buyurdular».[129]

 

Bu hadîsi ibnlMace rivayet etmiştir. Aslı Buhart'dedir. Buhari'deki lâfzı şudur :

«Âişe demiştir ki.: Peygamber (S.A.V.)'dcn cihâd İçin İzin istedim:

— Sizin Cihâdınız haçtır; buyurdular.» Bir rivayette: «Peygamber (S.A.V.) :

— Evet,' cihâd haçtır; buyurdular» deniliyor. İmam Ncsdi, Ht. Ebu Hüreyre'den şu hadîsi tahrîc etmiştir::

«Büyüğün yâni âcizin ve kadınla zaîfin cihâdı haçtır».

Bu hadîsler kadına cihâdın vâcib olmadığına onun hacc veya ömre yapması kendisine cihâd sevabı kazandıracağına delildirler. Çünkü ka­dınlar tesettür ye sükûnetle' yaşamağa memurdurlar; cihâd buna zıd-dır; Zîrâ cihâdde erkekler arasına karışmak mübârezeye çıkmak yük­sek sesle na'ra atmak gibi şeyler vardır. Maamâfîh hadîsdc kiuhnlara cihâd caiz olmadığına delâlet yoktur. Buhâri bu bâbtan soma «ka-dmtann harbe çıkmaları ve harbetmeleri babı» m zikreder imam Müs­lim, Hz. Enes (R. A.)'dan şu hadîsi rivayet etmiştir:

ttÜmmü Süfeym Huneyn gazasının yapıldığı gün bir hançer tedârik etti: ve Peygamber (S.A.V.)'e :

— Bunu bana müşriklerden bîri yaklaşırsa karnını deşerim diye edindim; dedi». 8u hadîs kadınların harbe iştirak edebileceğini göste­riyorsa da bundan kadınların yalnız müdâfaa harbi yapabilecekleri an­laşılıyor. Buhârî'de, kadınların harp yerine gittikleri takdirde ya­pacakları cihâdın askere su ve erzak taşımak, hastalara bakmak gibi şeylerden ibaret olacağını bildiren rivayetler vardır.[130]

 

1286/1082- «Abdullah b. Amir radıyallahü an Duma'dan rivayet olun­muştur. Demiştir, kt: Bir adam cihâd için izin istemek üzere Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem:e geldi. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve selIcm ona:

  Annen, baban sağmı?» diye sordu Adam:

  Evet; dedi. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve aellem:

— öyle işe onlar hakkında mücâhede et; buyurdular.»[131]

 

Bu hadîs müttefekun aleyh'tir. Ahmed'le Ebu Dâvud, Ebu Saîd'den bunun'benzerini rivayet etmişlerdir. Ebu Saîd bir rivayette şunu ziyâde etmiştir: «Don de onlardan izin iste, eğer sana 12in verir­lerse ne âlâ! Vermezlerse onlara îtaat eyle».

Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) anne babaya hizmet uğrunda çalışıp yorul­maya, onlar için mal sarfetmeye «müşâkele yolu ile cihâd» demiştir. Zıddiyet alâkası ile istiare de olabilir. Çünkü cihâdde düşmanlara za­rar vermek vardır. Bu zarar, anne babaya fayda vermek mânâsında kullanılmış olabilir.

Hadîs-i şerîf anne, baba veya onlardan biri varken evlâddan cihâ­dın sâkit olduğuna delildir. Nitekim İmam Ahmed ile NeaâVnia Muâviye b. Câhime tarîkile tahrîc ettikleri bir hadîse göre Ebû Câhİme, Peygamber (S.A.V.)'e gelerek :

— Yâ  Resûlâllah! gazaya gitmek  istiyorum da, sana danışmaya geldim; demiş, Resûlüllah (S.A.V.) kendisine :

— Annen varmı? diye sormuş :

— Evet; cevabını alınca :

— Ondan ayrılma; buyurmuşlar. Zâhirîn'e bakılırsa: cihâd farz-ı ayn olsun farzı kifâye olsun evlâddan    sakıttır; ve keza evlâdın gazaya gitmesinden anne babası zarar görüp görmemesi bu bâbta mü-sâvîdir.

Cumhur-u ulemâ ya göre ebeveyn veya onlardan birisi evlâdını harbe gitmekten menederse, evlâdın harbe gitmesi haram olur. Yalnız bunun için ebeveynin müslüman olmaları şarttır. Çünkü müslüman ol­dukları takdirde onlara îtaat alelıtlak' farz-ı ayn olur; cihâd ise farz-ı kifayedir. Fakat cihâd dahî farz-ı ayın olursa artık ebeveyni bırakıp cna koşmak îcâbeder; çünkü cihâdın te'min ettiği faydalar umûmîdir; onunla din ve din kardeşleri müdâfaa edilir. Âmmeyi alâkadar eden maslahatlar ise daima tercih olunurlar.

Hadîs-i şerîf, ana baba hakkının büyüklüğüne de delildir. Cihâdtan bile ileri gelen bir hak elbette kelimenin tam mânâsîle büyüktür.

Kendisîle istişare edilen kimsenin halisane nasihatte bulunması an­cak en İyi yolu gösterebilmesi için danışan kimseden tafsilât almasının hadisimizin işareti cümlesindendir.[132]

 

1288/1083- «Certr-1 Becell radıyaOahü an&Van rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah saUdüahu aleyhi ve seüem:

— Ben müşriklerin arasında ikamet eden her müslü-mandan biriyim; buyurdular».[133]

 

Bu hadisi Üç'ler rivayet etmişlerdir, tsnâdı sahihtir. Bvhâri mür-sel oluşunu tercih eylemiştir.

Ebu H'-tkn, Ebu Dâvud, Tirmieî ve Dâre Kutnî dahi onun Kaya b. Ebi Hâzim'in mürsellerinden olduğunu tevcih ederler. Yal­nız Taberâni mevsul olarak" rivayet etmiştir.

Hadis-i şerif, Mekke'den başka bütün müşrikler diyarından hicret etmenin müslümanlara vâcib olduğuna delildir. Cumhur-u ulemâ'nın mezhebi budur. Delilleri buradaki Cerir hedtsl ile NesâVniu, Behz b. Hâkim tarîki ile babasından onun da dedesinden mefu' olarak tahric ettiği şu hadîstir:

«Bir müşrik müslüman olduktan sonra müşriklerden ayrılmadıkça Allah onun hiç bir amelini kabul etmez».

Bazıları hicretin vacip olmadığına kail olmuşlardır. Bunlar aşağı­daki hadîse bakarak hicret hadislerinin mensuh olduklarını söylerler.[134]

 

1289/1084- «Ibnl Abbas radıydüahü anhümâ'd&n rivayet edilmiştir. Demiştir ki: ResûluHah sdUaUahü aleyhi ve seüem:

— Fetih d en   sonra hicret yok,  lâkin   cihâd ve niyet vardır; buyurdular.[135]

 

Hadis müttefekun aleyh'dir.

Yâni artık Mekke'den hicret yoktur. Çünkü fetihden sonra Mekke bir tslam diyarı olmuştur. Fakat müslümanlann zaif bulunduğu ve islâmiyetin ahkâmı icra edilemeyen yerlerden müslüman memleketlerine hicret etmek müslümanlara vâcibtir.

Hicretin vâcib olmadığına kail olanlar bu hadîsle istidlal ederek hicret hadîslerinin nesih edildiğini iddia edenler; ve derler ki: «Pey­gamber (S.A.V.) Araplardan müslüman olanların kendi yanına hicret etmelerini emir buyurmamış; onları yerlerinden ayrılmadıkları için muâhaze etmiştir». Şu da varki ResûlüUah (S.A.V.) bir yere bir müf­reze asker gönderirse kumandana tenbihâtta bulunur ve :— Düşmanın olan müşriklere rastladınmı, onları üç şeye da'vet et; bunların hangisine icabet ederlerse kabul eyle ve onlarla savaştan vaz geç. Sonra kendilerini mem­leketlerinden muhacirler diyarına göçetmeye da'vet ey­le; ve onlara bildir ki, bunu yaparlarsa kendilerine muha­cirlerin lehinde ve aleyhinde olan her şey var. Eğer kabul etmezler de kendi memleketlerini ihtiyar eylerlerse ken­dilerine bildir kî; müslümanlartn yerlileri gibi olacaklar. Onlar da, müslümanların üzerine tatbik edilen hükm-i İlâhi tatbik olunacaktır....; buyururlardı. Bu hadîs ileride gele­cektir. Resûlüllah (S.A.V.) onlara hicreti vâcib kılmamıştır. Ibnİ Abbas hadîsi istisna edilirse bu bâbtaki bütün hadîsler dini hususunda emni-yettfe olmayanlara hamledilmiş; böylelikle hadîslerin arası bulunmuş­tur.

Hicreti vâcib görenler derler ki : «Ibnl Abbas hadîsi, Mekke'den hicret edilemeyeceğini gösterir. Nitekim, «fetihden sonra» ta'biri de buna delâlet eder. Çünkü evvelleri Mekke'den hicret vâcibti «/Jmü'İ-A'raH şöyle diyor  «Hicret küfür diyarından İslâm memleketine gitmektir. Resûlüllah (S.A.V.) devrinde farz idi; hayatı tehlikede olan­lara ondan sonra da devam etmiştir. Esasen durdurulan hicret, Pey­gamber (S.A.V.) nerede olursa olsun onun yanına gitmek için yapılan­dır».

«Lâkin cîhâd ve niyet vardır» ifâdesi için TıyU (— 743) ile diğer bazı ulemâ şöyle demişlerdir: «Bu istidrâk, kendinden sonra­ki hükmün kendinden evvelki hükme muhalif ohnasım iktizâ eder. Mâ­nâ şudur : vatanından ayrılıp Medine'ye gitmekten ibaret olan hicret Utmiş; yerini dhâd sebebîle ayrılmaya bırakmıştır. Binâenaleyh cihâd sebebîle hicret bakîdir. Küfür diyarından kurtulmak, okumak için gur­bete çıkmak, fitneden kaçmak gibi halisane bir niyetle yapılan hicret de öyledir. Bunların hepsinde niyyet mu'teberdir.»

İmam Nevevî diyor ki : «Mânâ : hicretin sona ermesîle inkı-ta'a uğrayan hayrı, cihâd ve iyi niyetle elde etmek mümkündür ;demektir».[136]

 

1290/1085 - «Ebû Mûse'l-Eş'art radvyaîlahıü anft'dan rivayet edil­miştir. Demiştir ki: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve seUem:

— Her kim kelimetullâhın yüce olması için harbeder-se işte o kimse Allah yolundadır; buyurdular.»[137]

 

Hadîs müttefekun aleyh'tir. Yalnız burada ihtisar edilmiştir. Baştarafı şöyledir :

«Ebü Musa'dan rivayet edildiğine göre : A'rabİnin biri Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e :

— Bazı adam ganimet için harbediyor; bazısı nâm bırakmak İçin çarpışıyor; kimi de yerini görmek İçin savaşıyor; acaba bunların han-gîsi Allah yolundadır? demtş; Resûlüllah saUallahü aleyhi ve seUem:

— Her kim ... İlâh; buyurmuştur».

Hadîs-i şerîf, hak yolunda yapılan gazanın ecr-ü mükâfatı kelimetullah'ı yüce kılmak niyetiyle harbedenlere verileceğine delildir. Bunun mefhûm-u muhalifi; bu haslet kendinde olmayan, Allah yolunda değil, mânâsına gelir. Mefhûm-u muhaliften murâd: Mefhûm-u şarttır. Aca­ba kelimetullah'ı yüceltmek maksadına başka bir şey, meselâ ganîmet almak niyeti de inzimam etse yine gazası Allah yolunda olurmu?

Evet olur. Taberi (224—310) diyor ki: «Asıl maksad i'lây-ı kelîmetullah olduktan sonra onun zımmında vâkî olan şeyler zarar et­mez». Cumhur- uulema'nın kavli de budur. Hadîs-i şerifin bu mânâya gelmesi muhtemeldir. Nitekim şu âyet-i kerîme ayni mânâyı teyid etntefetedir:

«[138] RabUnlzden fadl-u İhsan dile menlide size bir günah yoktur». Bu âyet haccm faziletini dilemeğe münâfi olmadığı gibi başka fiillerde de hüküm aynıdır. Binâenaleyh harbten maksad i'lây-ı kelime tu İlah ol­duktan sonra onun zımmında vâkî olan fiiller bu maksada zarar ver­mezler. Hattâ hadîsin zahirine bakılırsa i'lay-ı kellmetullah île meselâ ganimet alma niyeti müsavi bile gelseler yine zarar etmez gibi gö­rünüyorsa da Ebu Dâvud ile Nesâî'nin, Hz. Ebû Ümame'den tahrîc ettikleri şu hadîs bu müsavata münâfîdir:

«Ebu Ümâme demiştir ki: Bir adam gelerek :

— Ya Resûlâllah; dedî: «ne buyurursun bir kimse hem sevap hem nâm bırakmak  niyetiyle gaza   etse   kendisine ne vardır? Resûlüllah:

— Ona hiç bîr şey yoktur? Buyurdular. Adam bu sözü üç defa tekrarladı tse de Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) hepsinde:

— Ona hiç bir şey yoktur; buyurdular. Bundan sonra Resû­lüllah (S.A.V.) :

— Şüphesiz ki Allah Teâlâ amelin samimi olanından ve kendisîle Allanın rızâsı kasdedileninden başkasını ka­bul etmez; buyurdular.» Hadîsin isnadı iyidir. Bundan anlaşılıyor ki, İ3İr kimse ayni derecede arzuladığı iki şeyden dolayı harb etse meselâ": Hem sevap, hem de şöhret kazanmayı niyet ederek savaşsa, bekledi­ği sevap bâtıl olur. İhtimal bâtıl olması da yalnız şöhret   meselesine mahsustur. Zîrâ bu iş riyadır; riya   hangi işe karışsa onu ibtâl eder. Fakat ganimet arzusu böyle değildir;  o cihâda münâfî değil, bilâkis aldığı ganimetle müşrikleri hiddetten çatlatmayı ve onu ibâdet ve taata harcamayı niyet  ederse sevap bile kazanır.Fahr-i Kâinat (S.A.V.) efendimizin şu.hadîs-i şerifleri.de ganimet   arzusunun harbe münâfî olmadığına delildir:

«Bir kimse bir düşmanı öldürürse ölenin üzerinden soyulan eşyası onundur». Bu bâbta başka hadîsler de vardır; ve hepsi niyetde başka bir şeyi i'lây-i kelimetullah'a ortak etmenin caiz olduğuna delâlet ederler. Binâenaleyh i'lây-ı kelimetuHah'ın içinde, kâ­firleri korkutmak, mallarını almak ve ağaçlarını kesmek gibi şeyler dâhildir; yeter ki, asıl maksad i'lây-ı kelimetuHah olsun. Nitekim yuka­rıda zikrettiğimiz Ebu Ü.mâme (R.A.) hadîsinden anlaşıldığına göre Peygamber (S.A.V.) maksadın dünya menfaati olduğunu anlamış da onun için: «ona hiç bir şey yoktur» demiştir. Yoksa ganimet ar­zusunun cihâde zarar vermediği ashâb-ı kiram arasında ma'lûm idi. Hâkim ve BeyhakVnin sahîh bir isnadla tahrîc ettikleri bir hadîse göre Abdullah b. Cahş, Uhud gazası günü ::

— Yâ Rabbi bana şiddetli bir adam nasîb et; birbirimizle harbede-lîm. Sonra ona karşı bana sabır İhsan eyle. Ta ki, onu öldüreyim de so­yulan eşyasını alayım; demiştir. Gorülüyorki cihâdla birlikte dünyaya âid bir menfaati istemenin caiz olduğu sahabe-İ kiram arasında ma'lûm bir şey imiş; onun için de onu arzu ederlermiş.[139]

 

1291/1086- «[140] Abdullah b. Sa'dİ radtydllahıü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Rerûlüllah saUaîîahü aleyhi ve sellem:

— Düşmanla harbolundukça hicret arkası) kesil­mez; buyurdular».[141]

 

Bu hadîsi Nesaî rivayet etmiştir. İbnî Hlbban onu sahîhlemiştir.Hadîs-i şerif hicret hükmünün kıyamete kadar bakî olduğuna de­lildir. Çünkü düşmanla muharebe etmek nass-ı hadîsle kıyamete kadar devam edip gidecektir. Resûlüllah (S.A.V.) :

«Cihâd kıyamete kadar devam edecektir» buyurmuş­lardır. Şartlarını hâiz olan cihâdın sevabı hakkında söz yoksa da vücû-bu ihtilaflıdır. Bu ciheti yukarıda gördük.[142]

 

1292/1087- «[143] Nâfl radıyallahıü anh'dan rivayet editmiştfr. De­miştir ki: Resûlüllah aaJlaîlahü cieyhi aelîem: Beni'l - Mustalik (kabilesi) üzerine gafil bulunduktan bir sırada baskın yapmış ve harb-edenlerİ öldürmüş; Zürriyetlerini de esir almıştır. Bunu bana Abdullah b. Ömer anlattı.»

Hadîs müttefekun aleyh'tir. Bu hadîsle «O gün Peygamber sallallahü aleyhi ve seTlem Cüveyrlye'yl de almıştır» cümlesi dahî vardır.

Bent Mustalik, Huzaa kabilesinin meşhur bir dalıdır. Hadîs-i şerîf-de iki mesele bulunmaktadır.

1— Bu hadis kendileri bir defa İslama davet edilen kâfirleri tek­rar dine davet etmeden onlarla harb edilebileceğine delildir. Bu mese­lede üç kavil vardır:

Birincisi: Mutlak surette düşmanı dine davet ve tehdîd vâcib de­ğildir. Fakat bu kavle aşağıda gelen Bü reyde hadîsi muarızdır.

İkincisi: Mutlak surette düşmanı tehdîd vâcibtir. Bu kavle de sa­dedinde bulunduğumuz Nâfi' hadîsi muarızdır.

Üçüncüsü: Kâfirlere islâmiyete davet ulaşmamışsa davet ve teh­dîd vâcib, davet ulaşmışsa tehdîd vâcib değil müstehâptır. îbni Münzir: «Ekser-i ehl-i ilmin kavli budur. Sahîh hadîsler bu mânâda bir­birlerini te'yid etmektedir;  buradaki hadîs de onlardan biridir.» Kâb b. Eşrefe ve İbnî Ebl'I - Hukayfr'ın katline âid hadîsler dahî onlardan­dır; diyor rcZ-BoJtr» nâm esetrî. kendilerine davet vâki' olmayan kâfirlere davetin vâcib olduğuna icmâ' bulunduğu nakledilmiştir.

2— «Zürriy etlerini de esir aldı» ifâdesinde araplardan köle yapûa bileceğine delâlet vardır. Çünkü Benî Mustalik'ler araptırlar. Cumhuru ulemânın kavli bu olduğu gibi, İmam-t Â'zam Eh" Hanife ile İmam Mâlik'in ve EvzâVnin mezhepleri be budur.. Diğı., ulemâ araplardan köle olamayacağına kaildirler. Lâkin bunların kuvvetli bir delili yoktur. Siyer ve megâzi kitaplarını mütâlea edenler pek âlâ bilirler ki, Peygamber (S.A.V.) kitabı olmayan Hevazin ve Benî Mustalik gibi arap kabilelerini köle olarak almış; Mekkefiler'e de «Gidin sizler âzâdsintZ» demiştir. Bedir esirlerini ise fidyeye başlamıştır. Zâhİr'e bakılırsa fidye ile katil ve esaret arasında bir fark yoktur. Zîrâ bunlar araplardan başkaları hakkında mutlak surette sabittir. Araplarda da sabit olmuştur. Hükmün neshediıdiğine dâir rivayet de yoktur.

imam Âhmed b. Hanbel : «Ben Hz. Ömer'in: hîç bir arap temel­lük edilemez; sözüne kaiı olamam» demiştir. Şüphe yok ki, Peygamber (S.A.V.) araplardan esir almıştır. Nitekim bir çok hadîslerde Ebu Bekir ve Ali (R. Anhümâymn Benî Naciye'den esir aldıkları rivayet olun­muştur. Aşağıdaki hadîs dahî buna delâlet etmektedir.[144]

 

1293/1088- «Süleyman b. Büreytfe'den o da babasından -radtyallahü anhümâ- işitmiş olarak rivayet olunmuştur. Babası demiştir ki: Resûlüllâh sallaJlahü aleyhi ve setlem bir orduya veya müfrezeye kuman­dan ta'yîn ettiği zaman ona yakınları hakkında Allah'tan korkmasını tavsiye eder; yanında bulunan müslümanlara da hayrı tavsiyede bulu­nur; sonra:

— Allah'ın adîle Allah yolunda gaza edin; Allah'a küf­redenlerle çarpışın. Gaza edin, fakat ganîmet hususunda hıyanette bulunmayın; hem gadiretmeyin, kimsenin bîr yerini kesmeyin; hiç bir çocuğu öldürmeyin. (Kumandan!) Müşriklerden olan düşmanınla karşılaştığın zaman onla­rı üc haslete davet et. Bunların hangisi hususunda sana icabet ederlerse hemen kabul eyle; ve kendilerini serbest bırak. Onları İslama da'vet et; eğer sana icabet ederler­se derhal kabul et. Sonra onları kendi yurdlarından mu­hacirler diyarında göçmeye davet eyle. Eğer kabul et­mezlerse kendilerine haber ver ki, müslümanların yerli­leri gibi olacaklar; Onlara ganîmet ve yağmadan bir şey verilmeyecektir. Ancak müslümanlarla birlikte mücâhe-de ederlerse o başka. Eğer Lslâmiyeti kabul etmezlerse o halde kendilerinden cizye[145] iste. Sana icabet ederlerse bunu onlardan kabul et. Kabul etmezlerse artık Allah'-dan yardım dileyerek kendilerîle harbet. Bir kal'a ahâli­sini muhasara altına alır da sana Allah ve Resulüne ahd-ü peymân yermeni tek Uf ederlerse bunu yapma; lâ­kin onlara kendi zimmetine ahd-ü peymân ver. Çünkü siz kendi ahd-ü peymâmnızı bozarsanız bu Allah'a verilen ahdi bozmanızdan ehvendir. Şayet senden kendilerini Allahın hükmüne havâte etmeni isterlerse bunu da yap­ma. Bilâkis kendi hükmüne bırak. Zîrâ sen onlar hakkın­da Allah'ın hükmüne jsâbet edip edemeyeceğim bîlmezsîn; buyururdu.»[146]                                  

 

Bu hadisi Müslim tahrîc etmiştir.

Ganimet : Harpte düşmandan alman mallardır. Fev' ise: kâfirler­den harpsiz olarak alman mallardır. Görülüyor ki, Fahr-İ Kâinat (S.A. V.)'in küffârdan istenmesini tavsiye buyurduğu üç şey : İslama davet, vergi ve harp'tir.

Hadîsi şerif de bir kaç mesele vardır:

1— Bu hadis, devlet reisinin bir gazaya ordu   gönderirken gerek ordu, gerekse maiyyetindeki mücâhidlere    AH ah'dan korkmalarını ve hayrı tavsiye etmesi lüzumuna, ganimet   hususunda hıyânetde bulun­mamalarını, gadir etmemelerini, müşrik çocuklarını öldürmemelerini kendilerine tenbih gerektiğine delîldir.   Çünkü bunlar icmâ'en haram­dırlar. Ordu kumandanının harbten önce müşrikleri islâm dînine davet etmesi müslüman olanları islâm diyarında hicrete teşvik gibi şeylerin lüzumu ve ganimeti yalnız muhacirlerin hak kazanması, yerlilerin bu­na hakkı olmaması ancak cihâda iştirak ederlerse onlara da ganimet verilebileceği dahî hadîsin ahkâmı cümlesindendir. İmam Şafiî'nin mezhebi budur. Şâir ulemâ aksine kail olarak bu hadîsin nesholundu-ğunu iddia etmişlerdir.

2— Hadls-i şerif her kâfirden mutlak surette vergi alınacağına de­lildir. Bu bâbta şâir kâfirler arasında bir fark olmadığı gibi arap ol­maları veya olmamaları dahî müsavidir. Zîrâ hadîsteki «düşmanın» ta'biri âmmdır.   imam Mâlik ile EvzdVnin ve diğer bazı ulemâ'mn mezhebi budur.

Haneffler'e göre cizye arap olsun, acem olsun, ehl-i kitap denilen hıristiyanlarla yahûdîlerden ve mecüsîlerle, acem putperestlerinden alınır. Arap putperestlerîle mürtedlerden alınmaz. Bunlar ya müslü­man olur, yâhud kılıçtan geçirilirler. Kadın çocuk ve sakatlara da cizye yoktur. İmam Şafiî'ye göre ise cizye denilen vergi arap olsun acem olsun yalnız ehl-i kitab ile mecûsîlerden alınır. Çünkü Teâlâ Hazretleri ehl-i kitabı zikrettikden sonra:

«[147] Tâ cizyeyi verinceye kadar...» buyurmuştur. Peygamber (S.A.V.) dahî :

« Onlara karşı ehl-i kitap muamelesi yapın» buyurmak­tadır. Bunlardan geriye kalanlar:

«[148] Onlarla muharebe edfn. Tâ kf fitne olmasın» ve

«[149] müşriklerle bulduğunuz yerde harbedin» âyet-i kerimelerinin umu­munda dâhildirler. Şâfîtler: «bu hadîs Mekke'nin fethinden önce vârid olmuştur, âyetler ise hicretten sonra nazil oldu. Binâenaleyh Bü reyde hadîsi ya mensuhtur, yâhud ondan murâd: ehl-i kitâb olan düşman­lardır; diyerek hadîsle istidlalden özür beyân etmişlerdir.

îbni Kesnr <s.el-îrşâd* adlı eserinde İmam Şafii'nin mezhebini te'yid ve takviye sadedinde «Cizye âyeti müşrikler ve putperestlerle harb nihayete erdikten sonra inmiştir. O nazil olduktan sonra yal­nız ehl-i kitâb kalmıştı» demekte isede bazıları onun bu iddiasını bâtıl saymışlardır. Bunlar cizye âyeti nazil olduktan sonra yalnız ehl-i kitâb kaldığını kabul etmeyerek İran'da o zaman ateşe tapanlar bulunduğunu, Hindistan'da ise putperestler var olduğunu ileri sürerler; ve cizye, yani verginin her nev'i kâfire âmm ve şâmil olduğuna Büreyde hadîsinin umumîle istidlal ederler. Cizye âyetine gelince : Bu bâbta sözü uzatarak şöyle derler : «Bu âyet yalmz ehl-i kitaptan cizye alı­nacağını bildiriyor; kitabı olmayanlardan cizye abzup alınmayacağı hususunda onda bir beyân yoktur. Bu ciheti hadîs beyân etmiştir. Bi­nâenaleyh hadîsdeki «düşmanın» ta'birini ehl-i kitap olanlara ham­letmek son derece uzak bir ihtimaldir. Araplardan cizye alınmaması ise o zaman bütün arapların müsiümanlığı kabul etmiş bulunduklarındandır. Zira cizye Mekke'nin fethinden sonra meşru' olmuştur. Halbu­ki o zaman araplar kamilen müslüman olmuş bulunuyorlardı .Şu hal­de onlardan esir olacak ve vergiye bağlanacak kimse zaten kalmamış­tı, îrtidad edenler de, ya müslümanhğa döner, yâhud kılıçtan geçiri­lirlerdi; nitekim mürtecilerin hükmü zaten budur. Bu hüküm Resûlül-la (S.A.V.) devrinde böyle olduğu gibi ashâb-ı ktrâm devrinde dahî böyle cereyan etmiştir. Sahâbe-İ klrâm (R. Anhüm) Iran ve Roma memleketlerini fethettikleri vakit o yerlerde bahusus Şam'da Irak'ta araplar bulunuyordu. Bununla beraber arap veya acem demeyerek umum halkı esir etmiş ve cizyeye bağlamışlardır. Bu da gösteriyor ki, Büreyde cizye farz kılındıktan sonra vârid olmuştur...»

îbni Kayyım «el - Hedyü'n - Nebeviy»    nâm eserinde bu kavle meyletmiştir.

3— Hadîs-i şerif, düşmanın müslümanlardan Allah ve Resulü ne ahd-ü peymân talebini müslümanların kabul etmesini yasak etmiştir.

ResûlüHah (S.A.V.) bu ahdi müslümanların kendi zimmetlerine verme­lerini emir buyurmuş; verilen bir sözden dönmek mutlak surette ha­ram olmakla beraber müslümanların kâfirlere verdikleri sözden dön­melerinin Allah'a verdikleri sözden dönmekten de ehven olacağını be­yân etmiştir.

Bazıları buradaki nehyin tahrîm için olmayıp tenzih ifâde ettiğine kaildirler. Hattâ bu bâbda icmâ' olduğunu söylerler. Fakat: «nehl'de asıl, tahrim ifâde etmektir» diyerek bu icmâ'ı kabul etmek istemeyen­ler de vardır.

Hadîs-i şerif'de kafirleri Allah'ın hükmüne arzetmek de nehî buyu-rulmakda ve bu nehyin sebebi izah edilirken : «çünkü sen onlar hakkında AHah'ın hükmüne isabet edip etmediğini bile­mezsin» denilmektedir, islâm kumandanından onlar hakkında kendi içtihadı ile hüküm vermesi isteniyor. Bu da gösterir ki, içtihadı me­şelerde hak birdir; her müctehîd hakka isabet edemez.[150]

 

1294/1089- «Kab b. Malik radtyaüahü anh'dan rivayet olunduğuna göre. Peygamber sdüalîahü aleyhi ve settem bir gazaya çıkmak iste-dimi, onu başka bîr gaza (ya gidecekmiş  göstermek, sureti) ile gizlermtş.»[151]

 

Hadîs müttefekun aleyhtir.

Bundan yalnız Tebük gazası istisna edilmiş; ve:

Ancak Tebük gazası müstesna. Çünkü Resûlüllah (S A.V.) asha­bına murâdını açıklamıştı» denilmiştir. Zîrâ bu harp kıtlık ve şiddet zamanında dbnuştur. Düşman Roma'hlar olup hazırlıkları çoktu. Har­be 100 bin askerle iştirak etmişlerdi. Müslümanların ise ancak 30 bin mücâhidi vardı. Bu hadîsi Ebu Dâvud da tahrîc etmiştir. Onun ri­vayetinde:

«Harp aldatmadır; diyordu» ziyâdesi vardır.

Resûlüllah (S.A.V.)'in gideceği yeri gizleyişi başka tarafın yolunu sorarak o tarafa gidecekmiş zannını vermekle olurdu. Böyle yapması bittabi düşmanı istediği şekilde gafil avlamak ve maksadına tam isa­betle vâsıl olmak içindi.

Hadîs-i şerif kumandanın gideceği yeri gizli tutmasını caiz olduğu­na da delildir. Bilhassa «harp hiledir» hadîsi bu bâbta nasstır.[152]

 

1295/1090- «Ma'kıl'den rivayet olunduğuna güre No'man b. Mukar-rfn radıyatlahü ank şöyle demiştir : Resûlüllah saîlallahü aleyhi ve settem'l gördüm. Günün evvelinde harbetmezse harbi güneş zevale erip rüzgârlar esfnceye ve (Allah'tan) yardım ininceye kadar te'hfr ederdi.[153]

 

Bu hadîsi Ahmed ile Üç'ler rivayet etmiştir. Hakim onu sahîhlemiştir. Ash Buharî'dedir.

Hadîsin râvîsini bazıları Ma'kü b. No'man diye tesbit etmişler-sede îbni  (544—606) sahabe arasında böyle bir isim zikretme-iniştir. Onun zikrettiği Na'man b. Mukarrin'dir; ve bu hadisin râvfsi olduğunu da açıklamıştır. Aynı hadisi Buhârî, £bu Dûvud ve Tirmisâ dahî No'man b. Mukarrİn'den tahrîc etmişlerdir, tbni Esir bu No'man'-ın yedi kardeşi ile birlikde hicret ettiğini yazmaktadır. Anlaşılıyor İd Ma'kü adı «Bülûğul – Meram’in bazı nüshalarına yanlışlıkla karış­mıştır. Buhâri'nin rivayetinde harbin namaz vaktine tehir edilirdr-ği zikredilmiştir.

Resûlüllah (S.A.V.)'in muharebeyi namaz vaktine bırakmasının hik­meti ulema y-ı kira m'a göre duaların kabulüne medar olur ümidine metalidir. Rüzgârların esmesi meselesine gelince: Ahzab harbinde za­fer, rüzgârın estiği zamanda kazanılmıştı. Nitekim Tealâ Hazretleri :

[154] Onların üzerine bir rüzgâr ye slzfn oörmedlçlnh bir takım askerler gönderdik.» buyurmuştur. Demek oluyor ki, rüzgârların esmesi de zafer için bir ümid kapısıdır. Bunun illeti şöyle izah olunmuştur: Rüz­gârlar ekseriyetle zevalden sonra eser; ve bu esnada harp silâhlan soğur; muharebe için daha ziyâde neşat hâsıl olur. Bu hadîs Peygam­ber (S.A.V.)'in düşmana sabahları baskın yapardığım ifâde eden ha­dise muarız değildir. Çünkü hadîslerin biri baskın, diğeri muharebe için karşılaşma hakkında vârid olmuşlardır.[155]

 

1296/1091- «Sa'b b. Cessame fadtyallahü anh'dan rivayet edİImiştir. Demiştir ki: Resûîüllah sallallahü aleyhi ve selîem'e müşrikler di­yarı (nın halkı) soruldu. Bunlara oece baskını yapılıyor; bu suretle kadınlarından ve çocuklarından bazılarını ele geçiriyorlar (denildi). Resûlüllah sdllaUahü aleyhi ve sellem:

— Onlar onlardandır; buyurdular.»[156]

 

Hadis mütfefekun aleyhtir.

Ibni Hibbân'm sahihinde soranın bizzat Sa'b (E. A.) olduğu zik­rediliyor. BuhârVnin rivayetinde hadisteki mahzuf muzaf tasrih olunmuş; ve : «Müşrikler diyarının halkı» denilmiştir.

Tebyft : geceleyin müşriklerin kadın ve çocukları ile bir arada her şeyden habersiz bulundukları sırada üzerlerine yapılan baskındır. Bu suretle onların kadınları ile çocukları da erkekleri ile birlikte ele ge­çirilirdi. Fakat bunlar öldürülmek kasdı ile değil erkeklerine tâbi ola­rak alınırlardı.

Hadîsi tbni Hibbân dahî Hz. Sa'b'tan tahrîc etmiştir. Onun riva­yetinde şu ziyâde de vardır:

«Sonra on!ar (a dokunmak) dan Huneyn günü nehyettf». Fakat bu cümle Sa'b hadisine müdrectir. Ebu Dâvutfvın «jütten» inde mezkûr hadîsin sonunda Zühri'nia: «Bilâhare Resûlüllah (S.A.V.) kadınlarla çocukların Öldürülmesini yasak etti» dediği, Süfyân tarîki ile riva­yet edilmiştir.

Bu yasaklama keyfiyetinin   Huneyn gazasında olduğunu Buhâ-rî'deki şu rivayet te'yid ediyor:

«Peygamber sdUallahü aleyhi ve sellem ashAb'dan birine :

— Hâlid'e yetiş de hiç bir çocuk ve hizmetkârı öldür­memesini SÖyle; buyurdu.»

«Hz. Hâlld (R. A.)'m Peygamber (S.A.V.) ile birlikte bulunduğu ilk gaza Huneyn vak'asıdır» diyenler varsa da onun daha önce -Mekke'nin fethine de iştirak ettiği malûmdur.

Tdberânî «el - EvsaH nâmındaki eserinde Ibni Ömer (R, AJ'dan şu hadîsi tahrîc etmiştir:

clbnl Ömer demiştir ki: Peygamber sattdüahü aleyhi ve seUem: Mekke'ye girdiği vakit kendisine öldürülmüş bir kadın getirdiler. Bu­nun üzerine Resûfüllah (S.A.V.) :

— Bu kadın   öldürülmeyecekti;   buyurdu ve kadınları atdürmekten nehyettt.»

Ulema bu meselede ihtilâf etmişlerdir. Ebü Ramfe ile Şafii ve cumhur-u ulemâ gece baskınlarında kadın ve çocukların öldürülebile­ceğine kail olmuşlardır. Delilleri sahtheyn'in rivayet ettiği Sa'b ha­dîsidir. Zîrâ hadisdeki : «Onlar onlardandır.» ifâdesi, kadın ve çocukların kasden değil de tebean Öldürülmelerinin mubah olduğunu gösterir. Ancak bu, onların ölümü hak etmiş bulunan erkeklerinden ayrılmalarına imkân olmadığı zamana mahsustur, tmam Mâlik ile' EvzâVye göre kadınlarla çocukları öldürmek hiç bir suretle caiz de­ğildir. Hattâ düşman kadınlarla çocukları kendine siper etse, yâ-hud kadınlarla çocukların bulunduğu bir kal'a veya gemiye sığın-sa o düşmanla ne harbedilir; nede kal'a veya gemi yakılabilir.

îbni Battal (444) ve başkaları kasden kadın ve çocukları öl­dürmenin caiz olmadığına bütün ulemA'nın müttefik bulunduğunu nakletmişlerdir. Çünkü bu memnu'dur.

Küffânn ölen çocukları hakkında üç kavil vardır:

1— Bunlar  hakkında bir   şey   söylenemez;   tevakkuf   olunur. îmam-ı Â'zam'va. tevakkuf ettiği meselelerden biri budur.

2— Küffânn çocukları cennetliktir.

3— Küffânn çocukları da kendileri gibi cehennemliktirler.

Hadîs-i şerifteki &Onlar onlardandır.» yani çocuklar kâfirler­dendir; ifâdesi bu üçüncü kavle zâhib olanların delilidir.[157]

 

1297/1092- «Afşe radıyaüahü anM'dan rivayet edildiğine göre Pey­gamber saMallahü aleyhi ve seUem: Bedir (Harbi) günü kendisine tâ­bi' olan (müşrik) bir adama:

— Dön, ben asla bir müşrikten yardım istemem; bu­yurmuşlardır.»[158]

 

Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir. Hadîsin tamamı şöyledir:

«Âİşe demiştir ki: Resûlüllah saüaUahü aleyhi ve seUem: Bedir tarafına doğru yola çıktı. Harratü'l - Veber denilen yere vardığında ona cur'et ve cesaretli olduğu söylenen bir adam yetişdl. Ve onu görünce Resûlüllah saUaUahü aleyhi ve sellem'\n ashabı sevindiler. Bu adam kendilerine yetişince Resûlüllah aaUallahü aleyhi ve seîlem ona:

— Allaha inanırmısın? diye sordu. Adam :

— Hayır; dedi. Resûlüllah saUaUahü aleyhi ve sellem:

— Öyle ise hemen dön, zîrâ ben bir müşrikten asla

yardım bekleyemem; buyurdu.» Müteakiben adam müslüman olun­ca kendisine izin verdi.

Bu hadîs : «harbte müşriklerden yardım almak caiz değildir» diyenlerin delilidir. îmam-ı Â'zam Ebu Hanîfe ile arkadaşları ve di­ğer bir takım ulemâ bunun caiz olduğuna kaildirler. Çünkü Peygamber (S.A.V.), Huneyn gazasında Safvan b. Ümeyye'den ve Benî Kaynukâ' yahûdîlerinden faydalanmış; kendilerine atıyye ve ihsanda bulunmuş­tur. Bunu Ebu Dâvud mürsellerinde tahrîc ettiği gibi Tirmizî dahî ZührVden mürsel olarak rivayet eder; yalnız Zührî'nm mürsellerini zaîf sayarlar. Zehebî (673—748): «Çünkü Zührî çok hatâ. ederdi. Bu sebeble onun yaptığı irsalde şüphesi vardır.» diyor. ResûlüÜah (S.A.V.)'-in müşrikleri reddettiğine df»jr de hadîs vardır. Bu hadîsi Beyhaki, Ebu Humeyd-i Sadi'den rivayet etmiş ve sahîhlemiştir. Musannif şöyle diyor : «Bu rivayetlerin arası bulunur ve: Bedir gününde reddet­tiği şahısta islâmiyete karşı bir rağbet sezmiş de belki müslüman olur ümidi île onu geri çevirmiştir; denilir. Nitekim zannı doğru çıkmış­tır. Yâhud müşriklerden yardım istemek yasakmış da sonradan ruhsat verilmiştir. Bu daha akla yakındır .Filhakika Resûlüllah (5.A.V.) Hu­neyn harbinde müşriklerden bir cemâr'ten yardım görmüş; onları ga­nimetlerden memnun etmiştir.»

«Müslvm şerhi» nde İmam ŞâfiVnin : «Eğer kâfirin :müsîüman-lar hakkında iyi niyeti olur ve ondan yardım istemeye bir ihtiyaç da bulunursa, ondan yardım istenebilir. Aksi hâlde yardım istemek mekruh olur.» dediği rivayet edilmiştir.

Münafıktan ise bilittifak faydalanılır. Zîrâ Re sû M Ekrem (S.A.V.), Abdullah b. Übey ile arkadaşlarından faydalanmıştır.[159]

 

1298/1093- «Ibnİ Ömer radıyallahü anhümâ'dan rîvâyet olunduğuna göre; Peygamber saMotlohü aleyhi ve seUem gazalarından birinde öl­dürülmüş bir kadın görmüş: Bunun üzerine kadınlarla çocukların öldü­rülmesini yasak etmîştlr.[160]

 

Hadîs müttefekun aleyh'tir.

Taberânî dahî Resûlüllah (S.A.V.)'e Mekke'ye girdiği vakit ken­disine ölü bir kadın getirildiğini; bunu görünce Peygamber (S.A.V.)'in:

— Bu kadın Öldürülmeyecekti; dediğini Hz. İbnl Ömer'den Taberâm'nm rivayetinin de ayni hadîs olması pek muhtemeldir. Ebu Dâvud mürseUerinde İkrlme'den şu hadisi rivayet eder :

Peygamber saUaUahû aleyhi ve seUem Talfde öldürülmüş bir ka­dın gördü. Bunun üzerine:

— Ben sizi kadınları öldürmekten menetmedtm mi? Bunun sahibi kim? dedi. Müteakiben bir adam :

— Ya Resûlüllah, ben bu kadını terkime aldım; o ise beni vere vu­rarak öldürmeye kalkıştı. Artık ben de kendisini öldürdüm dedi. Re-Sulütlah saJîaUahü aleyhi ve seUem kadının gömülmesini emir buyur­dular.» Resûlüllah (S.A.V.)'in kaatile bir şey demeyip onu takrir bu­yurması gösteriyor ki, kadın çarpışmaya   iştirak ederse öldürülür. İmam Şafiî'nin mezhebi budur. Hz. Şafiî'nin bir delili de Ebu Dâvud, Nesâî ve İbni Hibbân'm Hz. Rabâh b. Rebl-i Temİmî'den tahrîc ettik­leri su hadîstir:

«Demiştir ki: Resûlüllah saüallzhü aleyhi ve sellem'le bir gazada beraberdik. (Bir ara) hatkın bir yere toplandığını gördü. Baktı ki öl­dürülmüş bir kadın var. Bunun üzerine:

— Bu kadın öldürülmeyecekti; buyurdular.»[161]

 

1299/1094- Semura radıyallahü   anVdan rivayet olunmuştur. De­miştir kf: Resûlüllah sattallahü aleyhi ve sellem:

— Müşriklerin yaşlılarını öldürün, çocuklarını bıra­kın; buyurdular.»[162]

 

Bu hadîsi Ebu Dâvud rivayet etmiştir. Tİrmİzt onu sahîhlemiştir.

îmam Tirmizî onun hakkında bir nüshada : «hasen garib» de­miş; başka bir nüshada : «sahihtir» tâbirini kullanmıştır.

Şerh : henüz bulûğa ermeyen çocuklardır.

Şeyh : kendisinde yaşlılık alâmetleri beliren, yâhud 50-51 yaşla­rına varan kimsedir. Burada murâd: gücü kuvveti yerinde olup harbe yarayacak adamlardır. Yâhud mutlak surette bulûğa erenler kasdedil-miştir. Yoksa elden ayaktan düşmüş ihtiyarlar kasdedilmemiştir. Şu halde : «Bulûğa ermeyen çocuklarla işe yaramayan ihtiyarlar öldürül­meyecek, demek olur ve hadis, çocukların öldürülmesini yasak eden hadîse muvafık düşer.

Şerh sözünden, bıyıkları yeni terlemiş delikanlılar da kasde-dilmiş olabilir. Böyleleri müslüman olurlar ümidi ile öldürülmeye-bih'r. Nitekim îmam Ahmed b .Banbel: «yaşlılar hemen müslüman olmazlar; gençler Islâmiyeti kabule daha yakındırlar» demiştir. Binâenaleyh bu hadîs vergi karşılığında kâfir olarak bırakılanlarla tahsis edilmiş olur.[163]

 

1300/1095- Ali radtyallahü anh'den rivayet olunduğuna göre ken­dileri Bedir harbinde[164]  mubareze yapmışlardır».[165]

 

Bu hadîsi Buhâri rivayet etmiştir. Ebu Dâvud onu uzun olarak tahrîc etmiştir.

MegâzVâe Buhârî'den naklen Ki. Aîî (R.A.)'in: «Kıyamet güniindc da'va için ilk oturacak bediği zikredilmiştir. Bâzılarına göre:

[166] «Bunlar Rablsrt hakkında birbirlerine husumet eden iki hasımdı»

âyetti kerîmesi mubareze yapanlar hakkında nazil olmuştur. Hattâ Kays (R.A.), Bedir gazâsmdaki mubârezenin Hamia, Alt ve Ubey-detü'bnül - Harfe (radtyallahü anhüm) hazerâtı ile müşriklerden Şey-betü'bnü Rebîa, Ulbetü'bnü Rebîa ve Velîd b. Utbe arasında yapıldığını tasrih eylemiştir. Bu mubâressenin tafsilâtını Jbni İshâk (—15.1) şöyle anlatır : «Hz. Übeyde, Utbe ile Hz. Hamza, Şeybe ile Hz. Ali de Velîd ile cenk etmişler. Neticede Alî ve Hamta (R. Anhümâ) hasım­larım öldürmüşler; Hz. Ubeyde ile hasmı ise iki darbe ile birbirlerine girmişler; hasmım kılıç darbesi Hz. U beyde nin dizine isabet etmiş­tir. Hz. Ali ile Hz. Hamza, Ubeyde (R. A.)'m hasmına vararak katli için Hz. Ubeyde ye yardım etmişlerdir. Maamâfîh Ubeyde (R.A.) al­dığı yaranın te'siri ile Safra denilen yere döndükleri sırada vefat et­miştir.»

Hadîs-i şerif, harpte mubâreze yapmanın caiz olduğuna delil­dir. Cumhur-u ulemâ'nın mezhebî budur. Hasan-ı Basrî caiz olmadı­ğına kaildi- Evzâî, 8evtî, İmam Ahrned ve diğer bazılarına göre mubâreze için kumandanın izni şarttır.[167]

 

1301/1096- Ebu Eyyub radıyallahü anh'Ğan rivayet edilmiştir. De­miştir ki : Bu âyet yani (kendinizi tehlikeye atmayın âyeti) ancak bir ensâr cemaati hakkında nazil oldu. Ebu Eyyub bunu, Romalı'ların harb safına hücum ederek İçersine gireni iki karşılayamayanlara red­diye olmak üzere söylemiştir.»[168]

 

Bu hadîsi Üç'ler rivayet etmişlerdir. Tirmizî, Ibni Hibbân ve Hâ­kim onu sahihle mislerdir.

İmam Tirmizî onun için : «hasen, sahîh garibtir.» demiştir. Adı geçen zevat bu hadîsi Eşlem b. Yezîd'den rivayet etmişlerdir. Eşlem şöyle demiştir: «İstanbul'da idik. Birden karşımıza Romalılardan büyük bir saf asker çıktı. Derken müslümanlardan bir zât Romalı­ların safına hücum ederek, tâ içlerine sokuldu. Sonra aralarından dönüp geldi. Bunu üzerine nâs yaygara kopardılar:

— Sübhânallah! bu adam kendini tehlikeye attı; dediler. Mü­teakiben Ebû Eyyub :

— Ey nâs siz âyeti bu şekilde te'vil ediyorsunuz ama bu âyet an­cak biz Ensâr cemâati hakkında nazil oldu. Filhakika biz Allah dinini kuvvetlendirip, dînîn yardımcıları çoğaldığı vakit aramızda gizilce ko­nuştuk ve: muhakkak mallarımız zâyî oldu. Biz yurdlarımızda otursak da zâyî olan mallarımızı derleyip toplasa idik ya; dedik. Bunun üzerine Allah Tealâ bu Âyeti indirdi; ve anlaşıldık! tehlike bizim murâd ettiği­miz yurdlarımızda oturmak da İmi;; dedi.»

Ulemâ-i kiram bu hadîsde, bir kişinin -velev helak olacağını bilse yine- harp safına girebileceğine delâlet olduğunu söylerler. Musannif bir kişinin kalabalık düşman üzerine hücum meselesinde şunları söyle­mektedir : «Şayet bir kişinin hücumu son derece cesurluğundan neş'et ediyor ve bununla düşmanı korkutacağını yâhud müslümanları düş­manlara karşı teşri' edeceğini veya buna benzer sahih bir maksad umuyorsa cumhur-u ulemâ bunun iyi bir şey olduğunu tasrih etmişler­dir. Fakat hücum sırf tehevvürde: ibaretse memnu'dur; bilhassa bu hücumun neticesi müslümanlara zâ'f îras ederse...»

tbni Kesâr, bu bâbta hadîs ve eserlerin çok olduğunu, bunların harplerde tecrübe ve yararlık hususunda kendine güvenenlere mubâ-rezenin caiz olduğuna delâlet ettiğini söyler.[169]

 

1302/1097- «İbni Ömer radıyallahü an Duma'dan rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Resûlüllah saUaUahü aleyhi ve seUem, Ben! Nâdİr'in hur-malarını yaktı; ve kesti.»[170]

 

Hadîs müttefekun aleyh'tir.

Bu hadis, harpte düşmanın mallarını yakmak ve kesmek sureti ile batırmanın caiz olduğuna delildir. Yalnız bunda müslümanlara bir menfaat olması îcabeder, hattâ bu bâbta âyet vardır. Müşrikler Resû­lüllah (S.A.V.)'e :«Sen yer yüzünde fesad çıkmasını yasak ediyorsun da ağaçları kesmek ve yakmak ne oluyor?» diye i'tirâz bile etmişler­dir. Cumhur-u ulemâ düşmanın memleketini yakıp yıkmanın caiz ol­duğuna kaildirler. Yalnız Ebu Sevr (— 240) ile Evzâî (88 — 157) bunu mekruh görmüşler; ve Hz. Ebu Bekîr'in, ordularına böyle bir sey yapmamalarını tavsiye etmesi ile istidlalde bulunmuşlardır. Fakat ken­dilerine, Ebu Bekir (R.A.)'m bunu bir maslahata mebnî yaptığı ihtar olunmuştur. Çünkü Ebu Bekir (R. A.) o yerlerin müslümanların eline geçeceğini biliyordu.[171]

 

1303/1091- «Übadettt'bnirY - Sâmlt radvyaUahii anA'dan rivayet «dîlmlştlr. Demiştir kt: Resûlüllah isaUattahü aleyhi ve sellem:

— Ganimete Hıyanet etmeyin, zîrâ hıyanet bîr âteş­tir. Hem sahiplerine dünyada ve âhirette bir ardır; buyur­dular.»[172]                      

Bu hadisi Ahmed ile Nesât rivayet etmişlerdir. Ibftf Hlbban onu sahîhlemistir.

Gulût'ün ganimetde hıyanet mânâsına geldiğini yukarıda görmüş­tük. İbni Kuteybe diyor ki: «hıyanete gulûl denilmesi, hıyanet ya­panın o malı kendi malının içinde gizlemesindendir.» Gulûl, büyük günahlardandır. Bu hususta ulema arasında ittifak vardır. Nitekim tmam Nevevî (631—676) da icmâ bulunduğunu nakleder.

Ar : kepazelik demektir, yani bir kimsenin ganimet babından hı­yaneti meydana çıkarsa dünyada rezü-ü'rüsvfiy olur. Ahiretteki âr'a gelince onu da İmam Bukârî'mo. Hz. Ebu Hüreyre'den tahrîc ettiği şu hadîs-i şerîf den dinleyelim:

cEbu Hüreyre demiştir ki: Resûlüllah (S.A.V.) aramızda ayafi» kalktı ve ganimette hıyaneti anlattı. Onu büyüttü; onun hal (ü âkibcli-nl) de büyüttü. Ve :                                                           

— Sakın sizden birinizi kıyâmet-gününde ensesinde meleyen bir koyun, ensesinde kişneyen bir at olduğu hal­de: yâ ResûlâHah beni kurtar; derken bulmayayım, ben de: senin için hiç bir şeye mâlik değilim ben sana tebliğ

ettim; demeyeyim. Kah...... buyurdular.» Bu hadîsde Peygamber (S.A.V.) deveyi ve altın gümüş gibi şeyleri de zikretmiştir.

Hadîs-İ şerif, hıyanet edenin kıyamet gününde bu çirkin sıfatlarla haşrolunacağına delildir. Bunun hikmeti de ganimet a şıran kimseyi Çaldığı ganimetle o korkunç günde rezil rüsvay etmektir. Nitekim Teala Hazretleri

[173] Her kim ganimet hainliği yaparsa kıyamet gününde aşırdığı şeyle' gelecektir.» buyurmuştur. İşte âhirette ganimete hıyanet edenin kepa­zeliği budur. Maamâfîh âhiret arının bundan daha büyük Ur şey olma­sı da mümkündür. 8u suç için şefaat dahi kabul edilemeyeceği hadî­sin işaretinden anlaşılmaktadır. Resûlüllah (S.A.V.)'in :

— Senin için hiç bir şeye mâlik değildim; buyurmuş ol­masından bu mânâ anlaşıldığı gibi, tekrir ve teşdîd mânâsı da anlaşı­labilir. Hâini o çirkin hali ile teşhir ettikden sonra af etmek ihtimali vardır. Buhâri'mn rivayet ettiği Ebu Hüreyre hadîsi sadaka memur­ları hakkında vârid olmuştur. Şu halde hıyanetin bilumum kul hak­larına âmm ve şâmil olduğunu gösterir. Acaba hıyaneti yapana aşır­dığı şeyi iade etmesi lâzımmıdır? Ibnül - Münzri: «ganimetler tak­sim edilmezden önce hâinin aşırdığı malı yerine iade etmesi lüzu­muna ulemâ müttefiktir.» diyor. Taksimden sonra ise: Evzâî (88 — 157) Leys (94^-165) ve Mâlik (93—179)'e göre malın beşte birini devlet reisine verir, geri kalanını tesadduk eder. İmam Şafiî (150— 204) buna kail değilmiş. Ve : «O malı başkasına temlik etsin, etme­sin tesadduk edemez; zîrâ mal kendinin değildir. Onu kaybolan mal­lar gibi hükümete teslim etmesi vâcibtir» dermiş. Haneftler'e göre : Taksimden sonra elinde kalan ganimeti tesadduk eder. Hattâ fakir ise kendisi istifade edebilir.[174]

 

1304/1099- «Avff b. MâJHc radıyaüahü cmft'dan rivayet etumtuğuna göre; Peygamber saUaTlahü aleyhi ve sellem maktulün eşyasının katt-l« verilmesine hükmetmiştir.»[175]

            

Bu hadîsi Ebu Davud rivayet etmiştir. Aslı Müslim'dedir.

Hadîs-i şerîf, kâfir olan düşmanın silâh, at ve elbise gibi eşyasının onu öldüren gaziye verileceğine delildir. Bu hususda kuman­danın önceden : «her kim bir düşman öldürürse, eşyası   kendinin olacak» diye ilân etmesi veya etmemesi arasında fark olmadığı gi­bi katilin dahî cenk ederken veya kaçarken vurması ve keza gani­metten hisse alma hakkına sahip olup olmaması hüküm i'tibân ile hep birdir. Çünkü «eşyanın katile verilmesine hükmetti» ifadesi mut­laktır. İmam Şafiî : «Bu hüküm Resûlüllah (S.A.V.)'den bir çok yer­lerde bellenmiştir.» diyor. Bunlardan biri de Bedir harbidir. Filvaki Peygamber (S.A.V.) o harpte Ebu Cehl'in eşyasını Muaz b. Cemuh'a hükmetmişti. Zîrâ Ebu Cehl'in katlinde müessir olmuştur. Keza Uhud harbinde Hatıb b. Beltea'nın eşyasını onu öldüren zâta vermişti. Bunu Hâkim rivayet etmiştir. Bu bâbta hadîsler çoktur. Resûlüllah (S.A,V.)'-in Huneyn gazasında :

— Her kim bir düşman Öldürürse eşyası  onundur; hadîsini harpten sonra îrad buyurmuş olması bu hükme aykırı değildir. Bilâkis onu te'kid ve takrîr eyler. Çünkü hüküm ashap tarafından Hu­neyn gazasından daha önceden biliniyordu. Onun için de Hz. Abdullah b. Cahş : cya Rabb! bana kuvvetli bir adam naslb eti» demişti. Nite­kim az yukarıda görmüştük.

İmam-% Â'zam Ebu Hanîfe ile diğer bazı ulemâ'ya göre Ölenin eşyası öldürene verilebilmek için harpten önce kumandanın : «her kim bir düşman öldürürse eşyası onun olacak» demiş olması şart­tır. Aksi takdirde eşya ganimet olarak gâzîler arasında taksim edi­lecektir. Tahâvı 238—321) şunları söyler : «Bu iş devlet reisinin re'yine bırakılmıştır. Zîrâ Peygamber (S.A.V.)' Muaz b. Cem un ile, Ebu Cehl'i öldürmekde ona ortak olan zât, kılıçlarını kendisine gös­terdikleri vakit :

— Onu İkiniz de Öldürmüşsünüz; buyurmuş; ve Ebu Cehr­in eşyasını Muaz b. Cemuh'a vermiştir.»

İmam Ahmet b. Hanbeî'e göre maktulün eşyasını beşte bire böl­mek caiz değildir, İbni Cerîr ile tbnil'l - Münzîr ve diğer bazı ulemâ­nın kavilleri de budur. Bunlar Avf b. Mâlik hadîsinin Ebu Dâvud ile tbni Bibbân rivâyetlerindeki şu ziyâde ile istidlal ederler:

Maktulün eşyasını da beşte bire bölmedi». Aynı ziyâdeyi Tdberânî dahî rivayet etmiştir. Acaba düşmandan birini öldürmenin, onun eşya­sını alabilmesi için hüccet,getirmesi lâzımmıdır? İmam Şafii ile Ma-likiler'den bir cemâate göre hüccetle isbat etmesi şarttır. Zîrâ hüccetin lüzumu bazı rivayetlerde zikrolunmuştur. İmam Mâlik ile Evzâî'ye göre öldürenin sözü hüccet ve isbatsız da kabul olunur. Çünkü Resûlül­lah (S.A.V.) bir kişinin sözünü huccetsiz kabul etmiş; kendisine yemin dahî verdirmiştir. Nitekim Muâi b. Cemuh kıssası ile diğer bâzı riva­yetlerden anlaşılan da budur. Biânenaleyh bu rivayet da'va ve hüc­cet lâzım geldiğini bildiren hadîsi neshetmi.ş olur.[176]

 

1305/1100- «Abdurrahman b. Avf radıyallahü anft'dan Ebu Cehlin katil kıssasında rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Afra oğullarının İkisi de kılıçları İle ona koşuştular. Nihayet onu Öldürdüler. Sonra Resûlül-lah sallaüahü aleyhi ve sellem'e gittiler; ve hadiseyi ona haber verdi­ler. Resûlüllah sallalîahü aleyhi ve seîlem:

— Onu  hanginiz öldürdü?  kılıçlarınızı   şildiniz mi? diye sordu:

— Hayır; dediler. Râvi demiştir ki : Peygamber salîaîlahü aleyhi ve kellem kılıçlarına bir baktı; ve :

— Onu her İkiniz öldürmüşsünüz;    buyurdu. Müteakiben Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem eşyanın Muâz b. Amir b. el -Cemûh'a verilmesine hükmetti».[177]

 

Bu hadîs, müttefekun aleyh'dir.

Hadîs-i şerif, devlet reisinin «seleb» denilen maktul eşyasını dile­diğine verebileceğine delildir. Çünkü Peygamber (S.A.V.)'e Ebu Cehl'i Afra[178]'nın iki oğlunun öldürdüğü haber verilmiş; halbuki eşyasını başkasına vermiştir. Fakat bazıları bu kavle i'tirâz etmiş; ve şöyle de­mişlerdir : «Resûlüllah (S.A.V.)'in Ebu Cehrin eşyasını Amir b. Ce­mûh'a vermesi, cnun katlinde Hi. Amr*ın vurduğu kılıç darbesinin da­ha müessir olduğunu gördüğü içindir; zîrâ onun açtığı yara daha de­rindi. Afra oğulları'nın da tatlı sözle gönüllerim almıştır. Yoksa katli onlara nisbet etmek mecazdır. Yani : ikiniz de onu öldürmek istemiş­tir; manasınadır. Mecazın karinesi maktulün eşyasını başkasına ver­mesidir.» Ancak bu i'tirâz : «mahall-i niza' zâten eşyanın başkasına verilmesidir.» diye def edilebilir.[179]

 

1306/1101- «[180] Mekfcul radtyaUahü anadan rivayet edildiğine gö­re; Peygamber sallalkihü aleyhi ve seUem: TâlflUer'e karşı mancınık kurmuştur.»[181]

 

Bu hadîsi Ebu Dâvud mürseller arasında tahrîc etmiştir. Hâvileri sikadırlar. Ukaylî onu Ali'den rivâyeten zaîf bir isnadlâ mevsûlen riva­yet etmiştir.

Hadisi Tirmizî, Mekhûl'den Sevr vasıtası ile tahrîc etmiş, fa­kat Mekhûl'Ü zikretmemiştir. Süheylî mancınık kullandığını Mekhûl gibi Vdkuü'nm de zikrettiğini söyler. Bunu Sel ma nı Fart «I (R. A.) tavsiye etmiştir, İbni Ebî Şeybe (— 234) Abdullah b. SInân ile Abdurahman b. Avf (R.A.)'Ğan Resûlülîah (S.A.V.)'in TâJfliler'i yirmi beş gün muhasara ettiğini rivayet etmişse de mancınık kullanıldığını zikretmemiştir. Sahîheyn'âeki İbni Ömer hadîsinde Peygamber (S.A. V.)'in TâiflHer'i bir ay muhasara ettiği bildirilmektedir. Müslim'in Hz. Enes (R.A.)'dan tahrîc ettiği bir hadîsde bu müddetin kırk gün olduğu beyân ediliyor.

Hadîs-i şerif kâfirler kal'aya sığındıkları vakit onları mancınık ile döğmenin caiz olduğuna delâlet ediyor. Bu günkü top ,tüfek, tank ve saire gibi harp âletleri de buna kıyas olunur.[182]

 

1307/1102- «Enes radtyaUahü anh'dan rivayet edildiğine göre; Pey­gamber sallallahü aleyhi ve seUem, Mekke'ye bajında miğfer olduğu halde girmiştir. Miğferi çıkardığı vakit kendilerine bir adam gelerek :

— İbni Hatal Kabe'nin Örtüsüne alılmış; demi;. Bunun üzerine Re-sûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:

— Onu Öldürün; buyurmuşlardır»[183]

 

Hadis müttefekun aleyh'tir.

Bu hadîs, Peygamber (S.A.V.)'in fetih günü Mekke'ye ihramlı ol­mayarak girdiğine delildir. Çünkü oraya harben girmiştir. Ancak bu, ona mahsustur. Zîrâ Mekke'de harbetmek haram kılınmıştır. Nitekim Resûlüllah (S.A.V.) :

«Bana ancak günün bir saati hal âl kılındı» buyurmuş­tur. Bu hadîs dahî müttefekun aleyh tir. Fahr-İ Kâinat (S.A.V.) efendi­mizin îbni Hatal'i öldürmelerine gelince : Bu adam Resul ül la h (S.A. V.)'in öldürülmelerini emrettiği dokuz kişinin biridir. Bunlar Kabe'nin örtüsüne de sığmsalar öldürüleceklerdi. Sonra altısı müslüman oldu­lar. Üçü de katledildi. îbni Hatal bunlardan biridir. Bu adam evvelce müslüman olmuştu. Peygamber (S.A.V.) onu zekât memuru olarak gön­dermiş; yanına da ensârdan bir zât vermişti. îbni Hatal'in beraberinde müslüman bir azadlı da vardı; ve ona hizmet ediyordu. Bir yerde ko­nakladılar. Îbni Hatal azadhsına kendisi için bir teke keserek yemek pişirmesini emretti; sonra uykuya yattı. Uyandığında azadlı ona hiç bir yemek yapmamıştı. Bunun üzerine azadhya saldırdı ve onu öldür­dü. Sonra kendisi de müşriküğe irttüâd etti. Bu adamın iki de cariyesi vardı. Bunlar ona Peygamber (S.A.V.}'i hicveden şarkılar okurlardı. O bunların da öldürülmesini emretti. Cariyelerden biri derhal öldürül­dü ise de, Öteki için kendisinden aman dilediler; o da ona aman verdi.

Hattâbt diyor ki : «Resûlüllah (S.A.V.) îbni Hatal'i îslamiyette işlediği cinayet hakkı için öldürmüştür. Bu da gösterir ki, harenvl şertf, bir vacibi yerine getirmek için hiç bir kimseyi korumadığı gibi o va­cibi vaktinden geriye de te'hir ettirmez.

Ulemâ bu bâbta ihtilâf etmişlerdir, tmam Mâlik ile Şafiî'ye göre hudud-ü şer'iyye ve kısas her yerde ve her zaman icra edilebilirler. DeKlleri bu kıssa ile şâir delillerin umumudur.

Hanefîler'le selef ve halefin cumhuruna göre, Harem-Î şerîf'de hu-dûd ve kısas icra edilemez. Zîrâ Teâlâ Hazretleri onun hakkmda:

«Ona giren emin olur» buyurmuştur. Resûlüllah (S.A.V.) dahi:

«Orada kan dökülmez» demiştir. Bu zevat Mallkller'le Şâ-fİHer'in delillerine cevaben :  

«Bu delillerin zaman ve mekâna umumu yoktur. Onların her bîri mutlak kabilinden olup zikrettiğimiz hadîsle takyîd olunmuşlardır. Bu hadîs tarih i'tibârı ile o delillerden sonradır. Çünkü Mekke'nin fethedildiği gün vârid olmuştur. Halbuki hudûd-i şer'iyye daha evvel meşru' olmuşlardır, tbni Hatal ile diğer mahkûm­ların öldürülmesi ise Mekke'nin Peygamber (S,A.V.)'e helâl kılındığı saatte vuku' bulmuştur. Mezkûr saat fetih gününün sabahından ayni günün ikindisine kadar devam etmiştir, tbni Hatal o gün kuşluk za­manında Zemzem'le mâkam-ı İbrahim arasında i'dân" edilmiştir.» der­ler.                                                       

Buraya kadar gördüklerimiz Harem-İ şerif dışında cinayet işleyip de oraya iltica edenler hakkındadır. Harem-1 şerifin içinde cinayet iş­leyenlere gelince : «Orada hadd icra edilemez» diyenler, bu hususta ihtilâf etmişlerdir. Bunlardan bazılarına göre orada hadd-i şer'i yine icra edilemez; fakat cânîye ekmek ve su verilmez. Bu suretle kendili­ğinden oradan çıkmaya mecbur edilir. Bittabi çıktıktan sonra kendi­sine hadd vurulur. Hanefîler'in mezhebi budur. Fakat İbni Abbas (R. A.yin mezhebi buna muhaliftir.     

İmam Ahmed b. Hanbel'in Tavus tarîki ile tahrîc ettiği bir ha-dîsde Hz. İbni Abbas :

«Bir kimse Harem-! şerif'de hırsızlık eder veya adam Öldürürse ona hadd Harem'de vurulur» demiştir. Buna benzer bir rivayeti yine ibni Abbas (R.A.)'da.n Esrem tahrîc etmiştir. Hz. fbnî Abbas'tan ri­vayet olunan bu eserler hadd-i şerî'nin Harem içinde dahî icra edilebi­leceğine delâlet ederler.

İbni Abbas (R. A.) ile tarafdarları, Harem-i şerife iltica edenle orada cinayet işleyen arasında fark bulurlar ve: «iltica eden cani Ha-rem'e ta'zîm gösterir; orada cinayet işleyen ise Harem-i şerifin hör-meüni ayaklar altına alır.» derler. Bir de : «harem-i şerîfde cinayet işleyene orada cezası verilmezse, Haremde hesad çoğalır ve binnetîce fesad .çıkarmak isteyenler oraya koşmaya başlarlar» mütâlâasını ile­ri sürerler.

Haremde işlenen katilden başka kısası îcâbeden suçlar da ihti­laflıdır. İmam Ahmed b. HanbeVden bir rivayete göre bunların ce­zası Harem-i şerîfde verilebilir. Zîrâ deliller orada kan dökenler hakkında vârid olmuştur. Binâenaleyh daha aşağı cezalar orada icra olunabilir. Çünkü nefsin hörmeti pek büyüktür. Katil suretile yapı­lan hönnetsizlik elbette daha şiddetli olur. ölümden aşağı suçların cezası ise bir kimsenin kölesini cezalandırması kabilinden olduğu için bunların icrasını men'etmek doğru değildir, tmam Ahmed'den diğer bir rivayete göre ise, delillerin umumuna bakarak Harem-i şerîf de hiç bir hadd-i şer'i icra edilemez.

Bazıları buradaki delilin yalnız katle mahsus olduğunu iddia ederler. Şu halde onlara göre recimden maada zina haddi, içki haddi ve hadd-i kazif gibi şeyler haremde icra olunabilirler.[184]

 

1308/1103-  « [185] Said b. Cübeyr radiyallahu anh’dan rivayet olunduğuna göre, Resulullah sallahu aleyhi ve selle Bedir Harbinde üç kişiyi sabır suretile  öldürmüştür.»[186]

 

Bu hadisi Ebu Davud mürseller arasında tahric etmiş.Ravileri mütemeddir.

Sabır sureti ile ölümden murad: bir kimseyi hapsederek  silahla öldürmektir.Hadisde zikri geçen üç kişi: Tuaymetü’bnü  Adiy, Nadrü’bnü Haris  ve  Uktebü’bnü  Ebi Muayttır.Bazıları Tuaymenin yerine Mu’tim b. Adiyi zikretmişlerse de Musannıf  bunun yanlış olduğunu söylemiştir.

Hadi-i şerif sabır sureti insan öldürmenin caiz  olduğuna delildir.Şu kadar varki, Resululah (S.a.v.)’den mu’temed ravilerin rivayet ettiği hadiste: «Bundan sonra sakın bir Kureyşli sabır sureti ile  öldürülmesin»  buyurulmuştur.Hem bu hadisi Peygamber (S.A.V) Mekke’nin fethedildiği gün İbni Hatal  öldürüldükten sonra söylemiştir.[187]

 

1309/1104- «İmrân b. Husayn radıyaUahü anhümâ'4»n rivayet edil­diğine görc: ResÛliHlah aaüaUahü aleyhi ve seUem, müslümanf ardan iki klçiye mukabil bir müşriki fidye vermiştir.»[188]

 

Bu hadisi Tirmİzİ tahric etmiş ve sahîhlemiştir, aslı Müslim'dedir.

Hadîsi şerif, müslüman esire fidye olarak müşriklerden bir esir verileceğine delildir. Cumhur'un mezhebi de budur, tmam-t A'zam Ebu üawî/e'den bir rivayete göre-fidye vermek c&iz değildir. Esîr ya köle olarak alınır, yâhud öldürülür. İmam Mâlik'e göre de öyle iae de ona göre esiri esirle değişmek de caizdir, imam-% Â'zam'dan di­ğer bir rivayete göre esire karşı esiri fidye vermek caizdir. Nitekim Haneffler'den imam Ebu Yusuf'la., İmam Muhamme&va. kavli bu ol­duğu gibi eimme-i seldse'nia (yani Şdfiî, Mâlik ve Ahmed'in) mez­hebi de budur. Haneftler'ce meşhur olan kavle göre esiri mal vererek kurtarmak caiz değildir. Fakat İmam Muhammedi «Biyer-i Ke­bir» inde bunda bir beis görülmemektedir. Resulû'Hah (S.A.V.)'in esir öldürüldüğü olmuştur. Bu cihet «Ukbetü'bnü Ebî MuayU kıssasından da anlaşılmaktadır. Bedir esirlerini ise mal mukabilinde serbest bırak­mıştır. Pey amber (S.A.V.), Mekkelİler'i köle yapmıştı. Bilâhare onları âzâd eyledi. Tirmizt, ashâb-ı kira m in ulemâsı ile şâir ulemâya göre İslâm hükümdarının esirleri dilerse öldürülebüeceğini isterse fidye mu­kabilinde serbest bırakabileceğini söyler.[189]

 

1310/1105- «[190] Satır b. Ayle radıyallahü anh'den rivayet olunduğuna göre Peygamber sallaüahü aleyhi ve seUem: 

— Şüphesiz ki, bir kavim müslüman olurlarsa canla­rını ve mallarını korurlar; buyurmuştur.[191]

 

Bu hadîsi Ebu Dâvud tahrîc etmiştir. Râvîieri mevsukturlar. Mül-lefelcun aleyh olan şu hadîs dahi ayni mânâyı ifâde eedr:

«İnsanlar: Allah'dan başka Allah yoktur; deyinceye kadar kendileri île çarpışmaya me'mur oldum. Bunu de­diler mî, canlarım, mallarını korumuş olurlar...»

Hadîs-i şerif, müslüman olan kâfirlerin mal ve canlarının masun olduğuna delildir. Ulemâ bu bâbta tafsilât vermişlerdir. Şöyle ki: Bir kimse harbetmeksizin kendiliğinden müslüman olsa, malını ve arazîsi­ne sâhib olur. Meselâ, Yemen topraklan böyledir. Eğer muharebeden sonra müslüman olurlarsa, malları alınır, canjarını ise İslâmiyet ko­rumuştur. Şu halde bunların mallarının menkul olanları ganimet, gayr-İ menkûl malları ise fey'dir. Ulemâ müslümanların olan fey' arazî hak­kında ihtilâf etmişlerdir.

1— îbni'l - Kayyim ve diğer bazılarına göre fey' arazi vakıftır. Getirdiği haraç da müslümanların ortak malı olur. Ondan askere erzak verilir; çeşme, köprü ve mescid gibi hayrat yaptırılır. Ancak devlet reisi günün birinde bu arazînin taksiminde bir menfaat gö­rürse taksim edebilir. îbni'l - Kayyim, cumhur-u ulemâ'mn bu kavle zâhib olduklarını bu lef â-1 râşldln'in sîretleri dahî bu olduğunu söyler. Mısır, İrak, Acemlstan ve diğer harben fethedilen memleketlerde de aynı hatt-ı hareket ta'kîb edilmiş; Hu lef*-i raşldtn hazerâtı o yerlerin bir köyünü bile taksim etmemişlerdir, tbnil - Kayyim (691—751)'in nakline göre cumhur-u ulemâ bu bâbta Huİefâ-1 râşidln'le beraberdir. Yalnız arazînin taksim edilmeksizin nasıl kalacağı hususunda ihti­lâf etmişlerdir. İmam Ahmed'üı mezhebinin zahirîne bakılırsa dev­letin reisi bu arazî hususunda maslahata göre muhayyerdir; arzu­suna göre muhayyer değildir. Binâenaleyh müslümanların men­faatine o arazîyi taksim etmek daha elverişli görünüyorsa taksim eder. Vakıf olarak bırakmak,daha faydalı olacaksa taksim etmez; vakıf bırakır. Hattâ bir kısmını taksim*ederek bir kısmını vakıf bırak-makda bir fayda görüyorsa onu da yapabilir. Çünkü Re*ûlülfah (S.A. V.) bu üç nev'i muameleyi yapmıştır. Kureyza ve Nâdİr'in arazisini taksim etmiş; Mekke-I Mükerreme'nin arazîsini taksim etmemiş; Hay-ber'in ise bir kısmını taksim etmiş; bir kısmını etmemiştir.      

Hanefîler'e göre devlet reîsi muhayyerdir. İsterse alınan araziyi mü si umanlar arasında taksim eder; dilerse arazîyi sahiplerine bırakır; fakat onları cizye denilen vergiye- bağladığı gibi yerlerinden de haraç alır. Esîriere minnet, yani onları meccanen küfür diyarına salmak caiz değildir, tmm Şafii bunun caiz olduğuna kaildir.[192]

 

l311/1106- «[193] Cübeyr b. Mut'fm radtyaüahü anh'den rivayet olun­duğuna güre. Peygamber sailallahü aleyhi ve sellem Bedir esirleri hakkında şöyle buyurmuştur:

— M ut'im b. Adiyy sağ olsa da şu murdarlar husu­sunda benimle lâf etse bunları gerçekten ona bırakır­dım.»[194]

 

Bu hadîsi Buhar! rivayet etmiştir.

Hadisteki murdarlardan murâd: Bedir gazasında müşriklerden alınan esirlerdir. Murdarlıkla tavsif edilmeleri müşrik oldukları için­dir. Nitekim müşrikleri Teâfâ Hazretleri de aneces» diye vasıflandır-mıştır. Fahr-İ Kâinat (S.A.V.) Efendimiz hadisleri ile M ut'i m b. Adiyy'i kendilerine eskiden yapmış olduğu bir iyilikten dolayı taltif etmek is­temiştir. Hadîsin mânâsı : Mut'im sağ olsa da bu esirlerin hiç bîr fidye alınmadan serbest bırakılmalarını istese ona bir mükâfat olmak üzere ben bunları serbest bırakırdım; demektir.

Mut'fm'in bu taltif-i Peygamberi'yi hak eden iyiliğine gelince: Resûlüllah (S.A.V.) Taltiften avdetinde Mu Hm in civarına sığınmıştı. Mut'im derhal dört oğluna emir vermiş; bunların her biri silâhını ku­şanarak, Kâbe-İ Mu&zzama'nın köşelerini tutmuşlardır. Kureş bunu ha­ber alınca: «Sen sözünde durmayan bir adamsın» diye Mut'im'e çı kısmışlardı.

Bazılarına göre, Mut'im'in Resûlüllah (S.A.V.)'e yaptığı iyilik Kü­reydin yazdığı boykotnâmeyi   yırtmak   hususunda   gösterdiği   büyük gayrettir. Filhakika Kureyş, Beni Hâyim ve onlarla beraber bulunan bütün müslümanlarla »alâkalarını kesmek için böyle bir ahidnâme yaz­mışlar ve müslümanları muhasara altına almışlardı. TaberânVnin de rivayet ettiği vcdhle/.Mufîm, Bedir vak'asından önce vefat etmiştir. Hadîs-i şerif, esirden fidye alınmaması için büyük bir zâd şefaatte bulunursa fidye almaktan vaz geçmenin caiz olduğuna ve iyilik yapan bir kimseye kâfir de olsa mükâfat verilebileceğine delâlet ediyor.[195]

 

1312/1107- «Ebu Said-i Hudrî radıyattahü anh'ûen rivayet o!unmuş-tur. Demiştir ki: Evtâs harbinde bir takım esirler aldık; bunların karı­ları vardı. Ashâb günâha girmiş olmaktan korktular. Bunun üzerine Allah Tealâ: kadınların evli olanları da size haram kılınmıştır; ancak mâlik olduğunuz cariyeler müstesna...; âyet-I kerimesini İndirdi.»[196]

 

Bu hadisi Müslim tahrîc etmiştir.

Kbu Ubeyd-i Bekrî, Evtâs'in, Hevâzin taraflarında bir vadi oldu­ğunu söyler. Bu vadi Tâîfe yakındır.

Hadîs-i şerif, esir kadının nikâhının bozulduğuna delildir. Bu tak­dirde âyetteki istisna, istisnâ-i muttasıldır. İmam Şafiî ile bazı ule­mânın mezhebi budur. San'anî'ye göre : «âyet-i kerîmenin mutlak vârid olmasına bakılırsa esir edilen kadının kocası ile birlikte olup olmaması müsavidir. Böyle bir kadına ehl-i kitâb olsun putperest olsun müslümanlığı kabul etmeden bile cima' edilebilecek demektir. Çünkü âyet-i kerîme âmmdır. Resûlütlah (S.A.V.)'in Evtâs'dan aldığı esir kadınlara îslâmîyeti arz ettiği bilinmediği gibi ashâb-ı kira m'ı da esîr bir kadına müslümanhğı kabul etmeden yakınlıkta bulunmanın ha­ram olduğunu haber vermemişlerdir. Haram olsa mutlaka haber ver­meleri icâbederdi. Çünkü beyânın hacet zamanından geriye bırakılma­sı caiz değildir. Nitekim tmam TirmizVnin Irbâd b. Sâriye (R. A.)'-dan tahrîc ettiği şu hadîs de bunu gösterir:

«Peygamber (S.A.V.) karmlarındakllerl doğurmadıkça e*tr kadın-İaria cima' etmeyi haram Mdı.» Görülüyor kî, onlara yakınlık etmeye yalnız bir mâni' vardır; o da gebelikleridir. Müslüman olmaları şart kılınmamıştır. Yine Tirmizî'rnn <es-Bünen> inden merfu' olarak ri­vayet ettiği şu hadîs de ayni mânâyı ifâde etmektedir:

«Allah ve âh i ret gününe îmânı olan hiç bir kimseye îstibrâ yapmadan esîr bîr kadınla cima' etmek halat ol­maz.» £fa hadisde dahî îslâmiyeti kabul etmesi zikrolunmam ıştır. Mezkûr hadîsi biraz lâfız farkı ile tmam Ahmed b. Hanbel dahî tah-rlc etmiştir. Hâsılı esîr kadınlar hakkında vârid olan hadislerin hiç birinde İslâmiyet şart koşulmamıştır. Tavus (~ İM) ile bazı ule­ma'nın mezhebi budur.»

Mezheb imamlarına göre ise esîr kadını satın almakla onunla cima etmek helâl olmaz; ama onlar ancak müslümanlığı kabulden sonra sahiplerine helâl olmuşlardır.[197]

 

1313/1108- «lbnl Ömer radtyaUahü anhümâ'ötn rivayet olunmuş­tur. Demiştir ki: Resûtütlah saUaUahü aleyhi ve seUem İçlerinde be­nim de bulunduğum Ur müfrezeyi Necld taraflarına gfinderdl. Bunlar birçok develeri ganimet olarak- aldılar. Gantmetçllerln hisseleri on İki­şer deve tdl; ve develer kendilerine birer birer taksim edildi.»[198]

 

Hadîs müttefekun aleyh'tir.                 

Serlyye: Ordudan çıkıp yine orduya dönen beş yüz kişi kadar as­ker kıt'asıdır. Bunların geceleyin vazifeye çıkanlarına «seriyyev gün­düz çıkanlarına «sâriye» derler.

Nefel : Gaza eden askere ganîmet hissesinden fazla olarak verilen mükâfattır. cDeveler kendilerine birer birer taksim edildi.» ifâdesin­den, ziyâdeyi verenin müfreze kumandanı. Hz. Ebu Katftde olduğu an-laşılabildiği gibi bizzat Resûlüîiah (S.A.V.) in vermiş olması da anlasalabilir. İmam Müslim'in Leys tariki ile Hz. Nâft'den rivayet ettiği hadîsden, ziyâde olarak verilen bahşişlerin kumandan tarafından tevzi edildiği Peygamber (S.A.V.)in bunu takrir buyurduğu anlaşılıyor. Hz. Ibnl -Ömer'in Sahîh-i Müslim'deki rivayetinde ise : «Bahjîj develeri Resûlüllah (S.A.V.) bize birer birer tevzt etti.» deniliyor.. Bu hadîs muvacehesinde İmam Nevevî : «Bahşiş tevzîinin Peygamber (S.A. V.)'e nisbet edilmesi, bunu takrir ve kabul, buyurduğu içindir» demiş­tir. Ancak hadîsi Sbu Dâvud şu lâfızlarla rivayet eder;

«Bir çok develer ete geçirdik. Kumandanımız da bizden her birimi­ze birer deve verdi. Sonra Peygamber (S.A.V.)'e geldik. O da aramız­da ganimetimizi taksim etti. Böylece, beşte bîr çıkarıldıktan sonra her­kese on İkişer deve isabet etti.» Bundan anlaşılıyor ki, bahşiş tevziini kumandan; ganimet taksimini de Resûlüllah {S.A.V.) yapmıştır. Ba­zıları rivayetlerin arasını bulmak için : «Kumandanın bahşiş tevzii Re­sûlüllah (S.A.V.)'in yanına gelmezden evvel vuku' bulmuş; onun yanı­na geldikleri vakit. Peygamber (S.A.V.) orduya ganimetleri takam et­miş; o müfrezenin hissesini toptan kumandanlarına testim buyurmuş; o da arkadaşlarına taksim etmiştir. Binâenaleyh, taksimi Peyamber (S.A.V.)'e nisbet eden, ganimeti ilk taksim edenin o olmasını nazar-i i'tibâre almış; kumandana nisbet eden ise, sonunda arkadaşlarına onun tevzi etmesine bakmıştır.» derler.

HadSs-i şerif, orduya "ganimetten fazla olarak bahşiş verilebilece­ğine delildir. Bazıları: «Bu iş Peygamber (S.A.V.)'e mahsustur» derraş-lerse de Ibnl Ömer (R.A.) hadisinde mevzu-u bahis olan kıssada ku­mandanın Resûlüttah (S.A,V.)'in huzuruna gelmeden bahşiş tevzi et­mesi onun Peygamber (S.A.V.) e mahsus olmadığına dettl teşkil ettiği ileri sürülerek hususiyet iddiası reddedilmiştir, İmam Mâlik, şart­la verilen bahşişin yani ordu kumandam tarafından: «Her kim fii­len işi başarırsa ona şu kadar mükâfat vereceğim» diye i'lân edil­dikten sonra o işi yapanlara mükâfat vermenin mekruh olduğuna kaildir. Zîrâ bu suretle yapılan harb ona göre dünya menfaati içki yapılmış sayılır. Fakat :                                        

«Bir kimse (düşmandan) bir nefer Öldürürse onun eşya­sı kendinin olur.» hadîs-i şerifi İmam Malik'in kavlini reddeder: Çünkü bu hadîsin harpten evvel vârid olması Üe sonra söylenmiş olması arasında bir fark yoktur. Onun hükmü kıyamete kadar ba­kîdir.

Harbin dünya menfaati için olup olmadığı ise sebebine bağlıdır. Bir kimsenin maksadı flâ-İ kelİmetullah olduktan sonra onun yanı sıra ganimet almayı arzu etmesi onun mücâhidliğine bir zarar getirmez.

Ulemâ verilecek nefeün asıl ganîmettenmi, yoksa bunun beşte" bi­rinden veya beşte birin beşte birindenmi verileceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Hattâbt ekseriyetle hadîslerin asıl ganimetten verile­ceğine delâlet ettiğini söylüyor.[199]

 

1314/1109- «(Bu da) Ondan -radvyaîîahü anh- rivayet etmiştir. De­miştir ki: Resûlüllah sallallahü aleyhi ye sellem Hayber gazasında at için iki hisse, piyade İçin bîr hisse (veri I m asine) hükmetti.»[200]

 

Hadîs müttefekun aleyh'tir. Lâfız Buhârî'nindir. Ebu Davud'un ri­vayetinde : «Bİr kişi ile atına üç hisse tahsis etti; iki hisse atına bir his­se ds kendine.» denilmiştir.

Ebu Davud'un rivayeti de Hz. Ibnî Ömer'dendir.

Hadîs-i şerif süvariye ganimetten üç hisse verileceğine, bunla­rın ikisi atı için, biri de kendisi için sayılacağını delîldir. HanefîSer*-den tmam Ebu Yûsuf ile /mam Muhammed'in ve Mezhep imamla­rından Mâlik ile Şafii hazerâtuıın kavilleri budur. Onlar bu hadîs-den maada Ebu Davud'un. Ebu Amre (R. A.j'dan tahrîc ettiği şu hadîsle de istidlal ederler:

Peygamber (S.A.V.) at için Ik! hisse, her bir İnsan için de bir his­se verdi. Böylece süvarinin üç hissesi oldu» daha başka delilleri de yar­dır.

îmam-t Â'zam Ebu Hanîfe Üe diğer bazı ulemâya göre ata bir hisse yerilir. Delilleri Ebu Davud'un bazı rivayetlerinde:

«Süvariye iki hisse, piyadeye de bir hisse verdi.» denilmiş olması­dır. Harbe iki atla iştirak edene ne verileceği ihtilaflıdır Cumhura gö­re hisse yalnız bir ata verilir. Bunun için de atın harbe iştirak etmesi şarttır.[201]

 

1316/1110- «[202] Maan b. Yezld radtyaUahü anVden rivayet edil­miştir. Demiştir ki: Resûlüllah saUattahü aleyhi ve seîlem:

— Nefel ancak beşte birden sonra verilir; derken işit­tim.»[203]

 

Bu hadisi Ahmed ile Ebu Davud rivayet etmişlerdir. Tahavl onu sahîhlemişlerdir.

Nefelin bir nev'i mükâfat olduğunu yukarıda görmüştük. Ulema bunun caiz olduğuna ittifak etmişlerdir. Yalnız ganimet taksiminden önce mi, yoksa ganimetin beşte birinden mi verileceği ihtilaflıdır. Bu hadîs ganimetten nefel alınmadan evvelâ beşe taksim edileceğine de­lildir. Nefel'in asıl ganimetten verileceğine dâir Hattâbi'rnn sözü de yukarıda geçmişti.

Nefel'in.mikdan dahi ihtilaflıdır. Bazılarına göre üçte birden veya dörtte birden fazla nefel vermek caiz değildir. Nitekim aşa­ğıdaki hadîs de bunu göstermektedir.[204]

 

1317/1111- «[205] Habîb b..Mesleme radıyallahü anVden rivayet olun­muştur. Demletir kî: Resûlüllah SaUaîlahü aleyhi ve sellem'\n harbe başlarken (ganimetin) dörtte biri (nl) dönüşte, üçte biri (ni) nefel ola­rak verdiğine şfihtd oldum.»[206]

 

Bu hadîsi Ebu Dâvud rivayet etmiştir. Ibnü'l - Cârûd, İbni Hibbân ve Hâkim onu sahîhlemişlerdir.

Hadîs-i şerif, Peygamber (S.A.V.)'in üçte birden fazla nefel ver­mediğine delâlet etmektedir. Ulemâ'dan bazılarına göre kumandan al­dığı ganimetin hepsini müfrezesine veya bölüğüne nefel olarak taksim edebilir. Bunların delîli:

[207] «De ki: Nefeller Allah ile Resul (ün) e aittir.» âyet-i kerîmesidir. Bu hadîsde üçte birden daha fazla nefel verilemeyeceğine delil yoktur. Hadîsin tefsirinde ihtilâf olunmuştur. Hattâbî, îbnvfl - Mün-«ir'den naklen şunları söylemektedir : «Peygamber (S.A.V.) harbe başlamakla harpten dönme hallerini verdiği mükâfatlarda yaptığı fark sureti ile göstermiştir. Çünkü harbe girerken hayvanları kuv­vetli, harpten çıkarken ise zaîftir. Kendileri dahî harbe girerken daha nesath ve yürüyüşe daha iştahlı, düşman memleketlerine kar­şı daha dikkatlidirler. Dönüşte ise hayvanları ve kendileri yorul­muş; bir an evvel vatanlarına ve ailelerine kavuşmayı gönülden ar­zu ederler., Zîrâ, onlardan uzun zaman cüda kalmışlardır. Bu se­beple dönüşte kendilerine mükâfatı daha fazla verdiği göze çarpıyor.Battâbt, îoıü’l - Sîünzîr'in yukarıdaki sözlerini naklettikten sonra gu mütâlâayı beyân ediyor: «Bu söz vazıh değildir. Çünkü hadîsteki ric'at ta'bîrinin, yurdlanna dönüş mânâsına geldiğini iham ediyor; halbuki hadîsin mânâsı bu değildir. Hadîsteki bidâ-yetden murâd ordudan bir müfrezenin gaza için sefere çıkmasıdır. Bunlar düşmandan bir taifeye galebe çalarlarsa aldıkları ganimet­ten kendilerine dörtte bir verilir* Geriye kalan üç çeyreğine bütün ordu iştirak eder. O gazadan dönerlerken düşmana ikinci defa ga­lebe çalarlarsa bu sefer aldıkları ganimetten kendilerine üçte bir verilir. Zîrâ düşman ihtiyatlı ve uyanık olduğu için harpten dön­dükten sonra tekrar kendilerini toparlamaları daha güç olur».

Hattâbî'rdn mütalâası daha şâyân-ı kabul görülmektedir.[208]

 

1318/1112- «İbnl Ömer radıyallahü anhümâ'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve seltem gönderdiği sertyyelerden bazısına ordunun umumuna yapılan taksimden ayrı olarak has­saten kendilerine nefel verirdi.»[209]

 

Hadîs müttefekun aleyh'tir.

Bu hadîs Peygamber (S.A.V.)'in her gönderdiği seriyyeye nefel vermediğine, bilâkis bunu îcâb-ı maslahata göre yaptığına delildir.[210]

 

1319/1113- «(Bu da) Ondan rivayet olunmuştur, -radıyallahü anh-Demiştir ki: Biz galalarımızda bal Ve üiüm ete geçiriyorduk. Bunları yiyor, alıp götür mü yorduk.»[211]

 

Hadîsi Buhârt rivayet etmiştir. Ebü Davud'un rivayetinde: «Bun­lardan beşte bir alınmıyordu  denilmiştir. Ibnt Hlbban onu sahîMemîş-Ür. «Ahp götürmüyorduk» demesi: Evimize götürmüyorduk, yâhud ga­nimetleri dağıtan zâta götürerek yemek için ondan izin istemiyorduk, manâlarına gelebilir. Çünkü böyle şeylerin yenilmesine izin verildiğini biliyorlardı.

Cumhur-u ulemâ ya göre ganimeti alan gazilerin yiyecek ve meyve gibi yenilmesi âdet olan şeylerle hayvan yemlerini almaları caizdir. Bu hususta ganimetlerin taksim edilmiş veya edilmemiş olması ile ku­mandanın izni alınması veya alınmaması hükümde müsavidir. Delilleri buradaki Ibnİ Ömer hadîsi ile Buharı ve Müslim'in ittifakla rivayet ettikleri Ibnl Mugaffel hadîsidir. Mezkûr hadîsde Ibni Mugaffel (R.A.):

«Hayber muharebesinde bir tulum kavurma ele geçirdim. Ve: Bun­dan kimseye bir şey vermem; diyerek etrafıma bakındım. Bir de ne göreyim: Resûfüllah (S.A.V.) gülümsüyor.» demiştir.       

Bu hadîsler ganimete hıyaneti yasak eden hadîslerin hükmünü tah­sis etmişlerdir. Aşağıdaki hadîs de bunlardandır.[212]

 

1320/1114- «Abdullah b. Ebî Evf A radtyaahü anhümâ'dan rivayet edllmiftlr. Demiştir ki: Hayber günü yiyecek ele geçirdik. Herkes ge­lip ondan kendine yetecek kadar alıyor, sonra çekip gidiyordu.»[213]

 

Bu hadisi Ebu Davud tahrîc etmiş; Ibnü'l-Cftrûd ile Hâkim onu sahîhlemişlerdir.          

Hadis-i şerif, ganimet taksim edilip beşte biri ayrılmadan on­dan yiyecek şeylerin alınabileceğine delildir. Hattabî hadîsin bu hupistaki delâletinin vazıh olduğunu söyledikten sonra: «Düşmanın riUh ve hayvanlarına gelince: Bunları kullanmanın caiz olduğunda muslüm anlar arasında hiç bir hilaf biliAİyorum.» demiştir. Harb bittikten sonra bunları ganimete iade etmek vâcibtir. Elbise ve çift âlâtı gibi şeyleri kumandanın izni alınmaksızın kullanmak caiz de­ğildir. Ancak kullanılması için bir zaruret varsa o başkadır.Bu me­sele Evzâî (88 — 157)'ye soruldukta:  

«Elbiseyi   giyemez; ancak  Ölümden korkarsa o başka.»   cevabını vermiştir. Fakat aşağıdaki hadîs EvzâVnin kavline muhaliftir.[214]

 

1321/1115- «Ruveyfi' b. Sabft radtyalîahü anh'âen rivayet olunmuş­tur. Demiştir ki: Resûtüllah salîallahü aleyhi ve sellem:           

— Her kim Allah'a ve âhiret gününe îmân ediyorsa müslümanların ganimetinden bir hayvana binip de onu zaîflattıktan sonra ganimete iade etmesin. Müslümanla­rın ganimetinden bir elbiseyi giyip de onu eskittikten sonra ganimete İade etsin.»[215]

 

Bu hadisi Ebu Dâvud ile Dârîml tahrîc etmişlerdir. Râvîleri zarar­sızdırlar.

Hadîs-i şerif ganimet olarak düşmandan alınan hayvana binilebileceğine, ganimet elbise giyi leb ileceğine delâlet ediyor. Bunlardan İsti­fade ancak hayvanı zaîflatmak ve elbiseyi eskitmek sureti îte memnu'dur.[216]

 

1322/1116- «Ebû Ubeydete'bnİ'l-Cerrah radıyallahü anft'dan riva­yet edilmiştir.Demiştir ki: Resûlüllah saUalîahü aleyhi ve seUem'i:

— Müslümanlar aleyhine onlardan bazıları eman Ve­rirler; derken İşittim.»[217]

 

Bu hadîsi Ibnl Ebl Şeyhe ile Ahmed tahrîc etmişlerdir, isnadında za'f vardır. TayâHst'nin Amir b. Âs'dan tahrîc ettiği rivayette:

— Müslümanlar aleyhine   onların en aşağı derecede olanı kâfire emân verir; buyurulmuştur. Sahtheyn'de ise Hz. Ali'­den Peygamber (S.A.V.)'in :

— Müslümanların zimmeti birdir; onun uğrunda on­ların en ednâsı koşar; buyurduğu rivayet edilmiştir. Ibni Mace (Ali hadîsi'nin) başka bir tarîkden gelen rivayetinde:

— Müslümanlar aleyhine onların en son neferi emân verir; ziyâdesini tahrîc etmiştir. (Yine) sahîheyn'de[218]   Ümmü Hânİ'den Peygamber (S.A.V.)in kendisine:

— Senin emân verdiklerine biz de emân verdik; buyur­duğu rivayet olunmuştur.     

— İbni Ebi Şeybe ile İmam Ahmed b. Hanbel rivayetlerinin zaîf ol­ması isnadlannda   Haccâc b. Ertât bulunduğu   içindir.   Maamâfîh Tayalisî ve Sahîheyn'in rivayetleri ile bu zaîflik ortadan kalkar. tbni Mâce'ma rivayetinde :

— Müslümanların   aleyhine   onların en son   neferi emân verir; Duyurulması fideta-bir vehmi defî' için vârid olmuş ve: Yalnız ednâları değil, onlardan başkaları da emân verebilir; denilmiş gibidir. Bu takdirde müslümanlar aleyhine emân vermekde kadın da­hi dâhildir. Nitekim Ümmü Hâni hadisinde bu cihet tasrîh buyrulmuştur. Hz. Ümmü Hant kayınpederi tarafından akrabası olan iki müşriki emniyeti altına almış; fakat biraderi Hz. Ali bunu caiz görmediği için onları öldürmek istemişti. Ümmü Hani :

— Vallahi onların yerine beni öldür, onları öldürme; demiş; sonra Hz, Ali'nin üzerinden kapıyı Hlidleyerek meseleyi Resûlüllah (S.A.V.)'e haber vermeye gelmişti: Peygamber (S.A.V.) kendisine:

— Senin emân verdiklerine biz de emân verdik; buyur­dular.

Yukarıdaki hadisler, alelıtlak her müslümanm kâfire emân vere­bileceğine delâlet ederler.

Bu bâbta erkek ve kadın hür ve köle müsavidir. Zira «ednâ» tâbîri aşağı derecede olan her ferde şâmildir. Aşağı derecelilerin hükmü bu olunca yüksek mertebelilerin emân vermesi evleviyeüe salâh olur. Cumhur-u ulemâ'nın kavli de budur. Yalnız Mallküer'den far cemaat: «Devlet reisinin izni olmaksızın kadınm emân vermesi caiz değildir.demişlerdir. Bu zevat Peygamber (S.A.V.)'in Ümmü Hânl'ye:

— Senin emân verdiklerine biz de emân verdik.

masını ona izin telâkki ederler; ve: Resülüllah (SJV.V.) izin vermemiş olsa Ümmü Hâninin emân vermesi sahîh olmazdı.» derler. Cumhur ise Peygamber (S.A.V.)in bu sözünü Ommü Hânl'nin yaptığını kabul ve takrire ha mi etmişi erdir. Emniyet akdi o ana kadar olmuş bitmiştir. Resülüllah (S.A.V.)'in Ümmü Hant hazretlerini emân vericilikle tav­sif buyurması da bunu gösterir. Zaten Ümmü Hant hadîsin ifâde ettiği umum müslümanların bir ferdidir.[219]

 

1326/1117- «Ömer anh'dan rivayet olunduyuna gör» kendisi Resülüllah sdUdUahü aleyhi ve sellem'i :

— Yahudilerle hıristîv arları, Arap yarımadasından mutlaka çıkaracağım. Tâ kî müslümandan başka kimse bırakmayacağım; «terken işitmiştir.»[220]

 

Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.

Ayni hadîsi lmam, ATımed b. Hanbeî de tahrîc etmiştir. Onun rivayetinde:

«Eğer gek: seneye kadar yaşarsam» ayda vardır.

Buhâri üe Müslim tahrîc ettikleri ifcnl Abbas hadîsinde Resûlüllah (Ş.A.V.) vefatı sırasında üç şey vasiyyet etmiş ve bunları beyan ederken:

«Müşrikleri Arap yarımadasından çıkarın» buyurmuşlar­dır. Beyhaki, tmam Mâlik tariki ile Zührtden, Resûliillah (S.A.V.)in şu hadîsini rivayet edear:

«Arap yarımadasında iki dîn bir arada olamaz.» tmam Mâlik demiştir ki: Mni Şihab Zührî, Mı. Ömer'in bunu ted-kik ettiğini, ve Rssûlüllah (S.A.V.)'in 3(Arap yarımadasında jkj dîn bir arada Olamaz.) buyurduğuna yakînen kanâat getirdikten sonra derhal, Hayfoer yahüdîterini sürgün ettiğini söyledi.» Hz. Ömer (R. A.) bunlardan maada Necrân yahûdîleri iie daha başka yerler­den yahûdîleri sürgün etmiştir.

lîadîs-i şerif, yahûdî, hıristiyan ve mecûsîlerin Arabistan'dan çıkarılmalarını vâcib olduğuna delildir. Çünkü «iki dîn bir arada olamaz» ifâdesi her dîne şâmildir. Bu bâbta mecûsîler de ehl-i ki-tab hülf r öndedir.      

Arap yarımadasının sınırlarına gelince. Bu bâbta Kamus sâhi-hibi Mecdüddîn gunları söylemektedir: ^Arap yarımadası: Hind ve Şam denizleri ile Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki arazîdir: yâ-hud uzunluğuna Aden ile Şam kıyılarına; genişliğine de Cidde'den Irak ovalarına kadar olan arazîdir.» Bu yarımadaya Arap yarım­adası denilmesi, islâmiyetten evvelki devirlerde bile burada arap-İar yalamış: hâlâ da araplar yaşamakta olduğu içindir.

Mezhep imamlarına göre müslüman olmayanları Arap yarım­adasından çıkarmak vâcibtir. Ancak İmam Şafiî ve diğer bazı ule­mâ bu hükmü Hicaz'a mahsus sayarlar, tmam Şafiî : «cizye veren bir gayr-i müslim cizyesini ödemek şartı üe Hicaz'da oturmak is­tese kendisine müsaade edilemez.» demiştir.

Hicaz'dan murâd, Mekke, Medine, Yemâne ve etrafıdır. Kamus'a. göre Hicaz: Mekke, Medine, Tâif ve havâlisidir. Ona bu ismin verilme­si, Necid ile Tihâme dağlan arasında âdeta mahsur kal ma sırdandır. Daha başka sebebler tahmin edenlerde vardır, imam Şafiî: «Ben hiç bir kimsenin Yemen'den gayr-i müslimleri çıkardığını bilmiyo­rum; orada da zimnîler vardı. Yemen, Hicaz değil; binâenaleyh gayr-i müslimleri oradan kimse çıkaramaz. Onlarla Yemen'de otur­mak için anlaşma yapılabilir.» diyor. Fakat tmam Şafiî'nin bu sö-süne i'tirâz edenler vardır. Bunlar diyorlar ki: Hicaz Arap yarım­adasının bir bir cüz'Üdur. Filvaki' gayr-i müslimlerin Hicaz'dan çıkarılması Ebû Ubeyde hadîsi ile emredilmiştir. Hicaz Arabistan'ın bir cüz'ü olduğuna göre bir şeyin cüz'üne verilen muvafık bir hüküm o şeyin bütününe de verilebilir. Nitekim âmmın bazı ferdlerine verilen hükmün o âmmı tahsis etmediği, usûl-i fıkıhda tekerrür etmiş bir kai­dedir; bu da onun gibidir. Ama Arap yarımadası sözü bazı ulemâ'mn vehmettiği gibi umum bildiren lâfızlardan değildir. Şu kadar vstrki Ebû Ubeyde hadîsi te'kîd ifâde eder. Çünkü gayr-i müslimlerin Hicaz'­dan çıkarılması, Arap yarımadasından çıkarılmaları emrinde dâhildir. Ayrıca Hicaz'dan çıkarılmaları emri ziyâde-i te'kîd içindir; yoksa tah­sis veya nesih kabilinden değildir. Peygamber (S.A.V.)'in son sözü :

«Müşrikleri Arap yarımadasından çıkarın» emri olunca bu­na imkân varmıdır. BeyhakVnin, İmam Mâlik'den onun da tsmaîl b, Ebî Hakim'den rivayet ettiği bir hadîsde, Ömer b. Abdllazfz : «Resûlüllah (S.A.V.)'in son sözü:

(Allah yahûdîlerle hıristiyanların belâsını versin, Peygamberlerinin kabirlerini mescid yaptılar. Arabts-tanda asla iki dîn kalmayacaktır) hadiüolduğu kulağıma geldi.» demiştir.

Hz. Şafiî'ye i'tirâz edenler onun: «Ben hiç bir kimsenin Ye-men'den gayr-i müslimleri çıkardığını bilmiyorum...» sözüne şöyle mukabele ediyorlar : «Çıkaran bulunmamak bir hükme delil ola­maz. Eir çok özürlerle bunu terkedenler olmuştur. Meselâ Hz. Ebu Be­kir, mürtedlerle harb ettiği için Hicaz'dan gayr-i müslimleri çıkarma­mıştır. Halbuki onları oradan çıkarmak bilittifak vacibti. Onun için de Hz. Ömer çıkarmıştı.»

Onlara göre Peygamber (S.A.V.)'in gayr-i müslimleri Yemen'de bı­rakması; çıkarma emrinden önce olmuştur; çünkü çıkarma emri Re-sûlüllah (S.A.V.)'in son sözüdür.

İmam Nevevî diyor ki: «Ulemâ -rahmehümullah Teâlâ- küffâ-rın müsafir olarak Hicaz'a gidip gelmekten men'edilcmeyeceklerini söylemişlerdir. Yalnız orada üç günden fazla kalamazlar. İmam Şafiî ve ona muvafakat edenler, bundan Mekke'yi istisna ederler; ve Mek­ke'yi Cenâb-ı Hak haram kıldığı için oraya kâfirlerin girmesine hiç bir hül-ü şan'da müsaade edilemez. Şayet biri gizlice girmişse çıkarılması vâcibtir. Orada ölüpte devıedilse, cesedi bozulmadıkça çıkarmak îcâb-eder. Nevevî'nm delili :

[221] «Müşrikler ancak ve ancak neclstlrler.Binâenaleyh Mescid-İ Ha­ra m'a yaklaşmasınlar.» âyet-i kerîmesidir.[222]

 

1327/1118- «(Bu da) ondan rivayet edilmiştir; -radtyallahü anh-Demiştir ki: Bent Nadîr'in müslümanlar tarafından at ve develerle çiğnenmeyen malları Allah'ın Resulüne ganimet olarak ihsan ettiği şeyler ciimleslndendl. Bu mallar hassaten Peygamber saîlaUahü aleyhi ve sellem'ts âid idî. O bunlardan ailesine senelik nafaka verir; kalanını da Allah Azze ve Cellenİn yolunda hazırlık olmak Üzere afa ve silâha sarfederdî.»[223]

Bu hadîs müttefekun aleyh'dir.

Bent Nadtr : Büyük bir yahûdî kabîlesidir .ResûlüHah (S.A.V.) Me­dine'ye hicret ettiği vakit onunla muharebe etmeyeceklerine ve ona karşı düşmana yardımda bulunmayacaklarına söz vermişler; muahede yapmışlardı. Bunların malları hurmalıkları ve evleri Medine civarın­da idi. Müteakiben ahidlerini bozdular. İçlerinden Kâb b. Eşref yanı­na kırk süvârî alarak Kureyş'e gitti; ve onlarla ittifak etti. Bu vak'a tbni Şihâb Zührî'nin kaydına göre Bedir muharebesinden altı ay son­ra olmuştur, tbni îshâk ise «eZ - Megâzi» adlı eserinde, onun Uhud ve Bi'rİ Maûne vak'alarından sonra olduğunu söyler.

ResûlüHah {S.A.V.), Bent Âmir kabilesinden Amir b. Ümeyye'nin öldürdüğü iki müslümamn diyetini almak için yahûdîlerden yardım is­temeye gitmişti. Yahudilere âid bir duvarın yanına oturduğu sırada, yahûdller duvarın üzerinden bir taş atarak onu öldürmeyi kararlaştır­dılar. Bu işi Amir b. Cahhâş b. Kâ'b yapacaktı .Bu meş'um su-i kası do anda Peygamber (S.A.V.) e vahî sureti ile bildirildi; ve bir hacet ba­hanesi ile hemen oradan kalktı. Ashâb-ı kîrâm'ına :

— Buradan ayrılmayın; dedi. Kendisi acele Medine'ye dön­dü. Ashâb onun geciktiğini görünce soruşturdular. Medine'ye döndüğü­nü haber alınca homen onlarda yanına koştular. Resûlüllah (S.A.V.) onlara yahûdîlerle harbetmelerini ve onların üzerine yürümelerini emir buyurdu. Yahudiler keyfiyeti haber alınca karalarına kapandılar. Pey-ganjber (S.A.V.) de onların hurmalarını kesip yakmayı emretti; ve ya-hûdîleri altı gün muhasara etti. Münafıklardan bazıları yahûdîlere giz­lice haber göndererek sebat göstermelerini tavsiye etmişler ve: «Eğer sizinle harbebilirse biz sizin tarafınıza geçeceğiz» demişlerdi. Allah Teâla münafıkların kalplerine korku verdi: yahûdîlere va'dettikleri yardımı yapamadılar. Yahudiler, develerinin götürebileceği malları kendilerine verilmek şartı ile yurdlarından çıkarılmalarını teklif etti­ler. Bu şartla kendileri ile barış yapıldı. Yalnız silâhları verilmedi. Ar­tık yahûdîlerin bazısı Şam'ın Krîha taraflarına bir takımı Hîre'ye git­tiler. Ebu'l - Hukayk ile Huyey b. Ahtab sülâlesi ise Hayber'e iltihak ettiler. Hayber'den ilk sürgün edilenler bunlardır. Nitekim bu vak'a Kur'ân-L Kerîm'de (ilk haşir) nâmı ile yâd olunur. Hayber'den ikinci haşir ise, Hz. Ömer (R. A.) zamanında olmuştur.

Yahûdîlerin malları üzerine at ve develerle yürünmemesi, Bent Nadir, Medîne-İ Münevvere'ye iki mil mesafede bulundukları içindir. Müslümanlar oraya yürüyerek gittiler. Yalnız Resûlüllah (S.A.V.) bir eşeğe veya deveye binmişti. Gidecekleri yer yakın olduğundan Ashâb-ı kfrâm yorulmadılar.

Ailesinin nafakası meselesine gelince: Filhakika Resûlüllah (S.A. V.) bunu senelik olmak üzere kendine bıraktığı mikdardan ayırır; fa­kat sene sonu gelinceye kadar onu hayır yollarına sarf ederdi. Bu se-bebledir ki, vefatında zırhı merhun idi. Ailesi için Ödüne aldığı bir mik-dar arpa karşılığında onu rehin vermişti.

Hadîs-i şerif, bîr senelik zahireyi biriktirmenin caiz olduğuna ve bunun tevekküle mâni' teşkil etmediğine delildir. Bir insanın tarlasın­dan çıkan mahsulü biriktirmesinin caiz olduğunda bütün ulemâ mütte­fiktir. Ancak zahire kesadlığı zamanında zahireyi pazarda satın alarak biriktirmek caiz değildir. Buna ihtikâr derler. Ahkâm-ı fıkıh kitapla­rında mufassalen beyân olunmuştur. Kaadî îyâz (476—544) darlık zamanında ancak bir kaç günlük nihayet bir aylık; varlık zama­nında ise bir yıllık zahire satın alarak depo etmenin caiz olduğunu ekser-i ulemâ'dan nakletmiştir.[224]

 

1328/1119- «Muâz b. Cebel radıyaîlahü anh'den rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah saüaUahü aleyhi ve seUem ile birlikde Hay-ber'de gaza ettik ve orada bir takım koyunları ganimet aldık. Bunun üzerine, Resûlüllah saUalîahü aleyhi ve seUem koyunların bîr kısmını aramızda taksim etti, kalanını da ganimet mallara kattı.»[225]

 

Bu hadîsi Ebu Davud rivayet etmiştir. Râvîleri zararsızdırlar.

Hadîs-i şerif, nefel vermenin delîllerindendir. Bu husstaki izâhât yukarıda geçti. Musannif bu hadîsi de oradaküerle birlikde zikretse da­ha iyi olurdu.[226]

 

1329/1120- «Ebû Râfi radıyaîlahü anh'den rivayet olunmuştur. Şöy­le demiştir, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve seUem:

— Hiç şüphe yok ki, ben ahdi bozmam, elçileri de hapsetmem; buyurdular.»[227]

 

Bu hadîsi Ebu DAvud ile Nesaî rivayet etmişlerdir, fbnl Hlbbân onu sahîhlemiştir.

Hadîs-i şerif, ahd'a vefaya yani verilen sözde sâdık kalmanın lüzu­muna ve elçinin hapsedilemeyeceğine delildir. Verilen ahd-ü peymân kâfire bile olsa yine ahdinde durmak îslâmiyetin emridir. Yabancı bir devletin elçisini huzura kabul etmek de zımnen ona emân vermektir. Binâenaleyh onu hapsetmek caiz değildir. Kendisine îcâbeden cevap verilerek serbest bırakılır.[228]

 

1330/1121- «Ebû Hüreyre radıyaüahü an&'den rivayet edildiğine göre, Resûlüllah saUaUahü aleyhi ve settem:

— Her hangi bir yere varır da orada oturursanız, hisseniz oradadır. Hangi beldede Allah ve Resulüne is­yan ederse o beldenin beşte biri Allah ve Resulüne mah­sustur. Sonra O (nun bakisi) sizin Olur; buyurmuşlardır.»[229]

 

Hadîsi Müslim rivayet etmiştir.                                  .

Kaadî İyaz, Müslim şerhi'nde şunları söylemiştir:- «İhtimal ki bu hadîsteki birinci beldeden murâd: müslümanların at ve develer­le Üzerine hücum etmeden ahalisini çıkararak kendileri ile sulh yaptıkları yerdir.'Bu suretle mücâhidlerin oradaki hissesi yani ve­rilecek mükâfat hakları kendilerinin olur. Nitekim fey' hakkında bu mükerrerdir, ikinci beldeden murâd da kahren alman yerdir. Bu belde ganimet olur; içinden beşte biri alınır, bakîsi ganimeti alan­larla verilir. Hadîsteki (o sizin olur) ifâdesinin mânâsı budur.. Yani (Bakîsi sizin olur) demektir.

«Fey' sureti ile alınan mallardan beşte bir alınmaz» diyenler Tou hadîsle istidlal ederler. İbnü'l-Münzir: «Şd/ü'den önce fey' mal­dan beşte bir alınacağına kail olan bilmiyoruz.» demiştir.[230]

 

«Cizye Ve Hüdne Babı»

 

Müslümanlar dâr-ı harb denilen düşman memleketine girer de bir şehri veya kal'ayı muhasara ederlerse, ordu kumandanının yapacağı ilk iş o yer halkını İslâm dinine davettir. Bunu kabul ederlerse muha­rebeden vazgeçilir. Zîrâ maksad hâsıl olmuştur. Resû$iHah (S.A.V.) :

«Nâs : Allah'dan başka ilâh yoktur; deyinceye kadar kendileri île muharebe etmeye me'mur oldum» buyurmuş­tur. Eğer da'veti kabul etmezlerse, kendilerini cizye ödemeye da'vet «der. Peygamber (S.A.V.) ordu kumandanlarına bunu emretmiştir. Za­ten muharebeye nihayet veren iki şeyden biri budur. Bunu da kabul etmezlerse artık Allah'dan yardım dileyerek harbolunur. Şayed harpte müsiümanlar muzaffer olurlarsa İslâm ordusunun kumandam iki şey arasında muhayyer olur:

1— İsterse alınan esirleri Öldürür; yâhud onları köle yapar veya müslümanlara zimmi olarak bırakır.

2— Dilerse mallarını gaziler arasında taksim eder, yâhud malla­rını, mülklerini kendilerine bırakarak arazîlerinden harâc, kendilerin­den de cizye alır.

Görülüyor ki, harâc bir nev'i arazî vergisidir. Harâc Haneftler'e göre harâc-ı mukaseme -ve harâc-ı vazife nâmları ile iki kısımdır. 

Harâc-ı mukaseme : Fethedilen yerin tarlalarından çıkan mahsu­lün üçde biri veya yansı mikdanndaki vergidir. Bu vergi çıkan mah­sulün yarısını geçemez. Çünkü Peygamber (S.A.V.), Hayberliler'e yarı üzerinden muamele yapmıştır.

Harâc-ı vazife : Hz. Ömer (R.A.)'m koyduğu vergiden fazla ola­maz. Ömer (R.A.)\n koyduğu vergi sulanan yerlerde dönüm başına bir sâ' zahîre ile bir dirhem para, yoncanın dönümüne beş dirhem bağ ve hurmalıkların dönümüne on dirhemdir. Hz. Ömer (R. A./in harâc koymadığı şeylerden ise takate göre harâc alınır.

Cizye : Kifayet mânâsına gelen (iczâ)'den yâhud (ceza)'dan alın­mıştır, îezâdan alındığını tercih edenler cizyenin sahibini kurtarmaya kâfi gelmesini cezadan alındığına kail olanlar ise onun bir ceza gibi tezlil ve tahrir sureti ile alınmasını nazar-ı i'ti bâra almışlardır.

Cizye, haracın bir nev'idir. Haneftler'e göre cizye de iki nev'idir:

1— tki tarafın anlaşması ile konulur. Nitekim ResûlüHah (S.A.V.), Necran hıristiyanları ile yılda 2000 hülle vermeleri   şartı ile anlaşma yapmıştı. Hülle: bahah kumaştan ma'mul iki parça elbisedir.

2— Müslümanların hükümdarı tarafından küffârın malları kendi­lerine bırakılarak doğrudan doğruya konulur. Ve her ay muayyen bir mikdarı alınır. Ancak bu vergi hususunda   zengin, orta halli ve fakir arasında fark gözetilir. Zenginden yılda 48, ayda dört    dirhem, orta halliden yılda 24, ayda iki dirhem, fakirden ise yılda 12, ayda bir dir­hem, olmak üzere tahsil edilir. İmâm Mâlik ile Ahmed b. HanbeVden bir rivayete göre: zenginden 40 dirhem, yâhud dört dînâr, fakir­den 10 dirhem, yâhud bir dînâr olmak üzere alınır. İmam Şafii'ye göre âkil baliğ olan herkesden bir dînâr^ yâhud 12 dirhem alınır; ve zenginle fakir arasında fark yapılmaz. Cizye hicretin dokuzun­cu yılında meşru' ölmugtur: «Sekizinci yılda meşru' olmuştur» di­yenler de vardır.

Kidne : Bir maslahat an dolayı küffârla ma'lûm bîr mjiddet için müt ireke yapmaktır.[231]

 

1331/1122- «Abdurrahman b. Avf radtyalîahü anh'âan rivayet edil­diğine göre. Peygamber sallaîlahü aleyhi ve seUem onu -yani cizyeyi-[232] Hecer Mecûsîlerhden almıştır.»[233]

 

Bu hadîsi Buhar} rivayet etmiştir. Hadîsin «el - Mu vatta'» da inkı­ta'h bir tarîki vardır.

Mezkûr tarîk İmam Şafiî'nin, tbni Zührî'den tahrîc ettiği şu ri­vayettir:

«İbni Şihâb: Resûlüllah (S.A.V.)'in Bahreyn Mecûsîlerinden cizye aldığını duydum» demiştir. Beyhakî diyor ki: «îbni Şihâb bu hadî­sini îbnü'l - Müseyyeb'ten almıgtır. İbnül - Mûseyyeb'in. ise mürsel-leri iyidir», tşte musannif merhumun işaret ettiği inkıta' budur. tmam Şafiî (150—204)'nin Abdurrahman b. Avf'dan tahrîc ettiği bir hadîse göre, Ömerü'bnü'l - Hattab (R.A.) mecûsîleri zikrederek: «Bun­lar hakkında ne yapacağını bitmiyorum» demiş. Buna Hazret-t Abdur­rahman : «Ben Resûlüllah (S.A.V.)'i :

— Onlara ehl-î kîtab muamelesi yapın; derken işittim» diye mukabelede bulunmuştur. İmam Ebû Dâvud (202 — 275) ile Beyhakî, Ibnl Abbas (R. A./dan şu hadîsi tahrîc etmişlerdir:

«tbni Abbas demiştir ki: Hecer mecûsilerinden bir adam Peygam­ber (S.A.V.)'e geldi (yanından) çıktığı zaman kendlklne :

— Allah ve Resulü sizin hakkınızda ne hüküm buyurdular? dedim:

— Şer; dedi :

— Yapma t dedim :

— Yâ müslüman olmayı, yâhud ölümü; dedl.ı Ibnİ Abbas demiştir ki : «Abdurrahman b. Avf : Resûlüllah (S.A.V.) onlardan cizyeyi kabul etti; demiş. Nâs Abdurrahman'ın kavlini aldı da benim İşittiğimi bırakdır.

Ibnİ Abbas (R. A.)'m işittiğini kabul etmemelerinin sebebi râvînin mecûsî olmasındandır. Mecûsînin rivayeti biüttifak makbul değildir. Hz. Abdurrahman'ın rivayeti ise mensul ve şahindir. Tdberânî (260— 360) 'nin Müslim b. el - Alâ-i Hadramî'den. tahrîc ettiği bir hadisin sonunda :

«Mecûsîlere ehl-i kitab muamelesi yapın» buyuruimak-tadır. Beyhakî dahî Iran mecûsîleri hakkında buna benzer bir ha­dis rivayet eder.

Bütün bu hadîsler bilumum mecûsüerden babımızın hadîsi ise hâs-seten Hecer mecûsilerinden cizye alınacağına delâlet ederler. Nitekim Tefti* Hazretleri :

«[234] Allah'a ve âhire t gününe İmân etmeyen ve Allah ile Resulü­nün ehl-İ kttftbtan ma'dud kimselerle, kendileri zelil ve hakir bir halde cizyeyi elden verinceye kadar muharebe edin.» âyet-i kerîmesi ile ciz­yenin yahûdîlerle, hıristiyanlardan da alınmasını emir buyurmuştur.

Hattâbî diyor ki : «Hz. Ömer (R.A.)'m, tâ Abdurrahman b. Avf: Hecer yahûdîlerlnden Peygamber (S.A.V.) cizye aldı; diye şehâdet edinceye kadar mecûsîlerden cizye almaktan çekinmesi, sahâbe-î Kirâm'm: her müşrikten cizye alınmaz kanâatinde olduklarına delildir. Nitekim Evzâî'mn mezhebi budur. Onlar cizyenin yalnız ehl-i ki-tiptan alınacağına kaani' idiler.

Acaba- mecûsîlerden niçin cizye alınır? Ulemâ bu hususda ihtilâf etmişlercfeıs/mam Şâ/iî'nin ikLkavlinden mürecceh olana göre ehl-i kitaptan oldukları için alınır. Bu kavil Hz. Alî b. Ebî Tâlib (R. A.)dan da rivayet olunmuştur. Ekser-i ulemâ ya göre ise mecûsîler ehl-i ki­taptan değildirler. Onlara göre yahûdîlerle hıristiyanlardan cizye nass-ı kitabla mecûsîlerden ise sünnetle alınır..»

Hâsılı cizye her müşrikten alınır. Nitekim «cîhad bahsi» nde geçen Süleyman b. Büreyde hadîsinden de bu mânâ anlaşılır. Resûlüliah (S.A.v.)'in : «Onlara ehl-i kitâb muamelesi yapın» buyurması mecûsîlerin ehl-i kitâb olmadıklarına işarettir. Aşağıdaki hadîs dahî bu ma'ruzatı te'yîd eder.[235]

 

1332/1123- «[236] Asım b. Ömer'den o da Enes ife[237] Osman b. Ebt Süleyman'dan -radtyallahü anhüm* f$Itmtş olarak rivayet edildiğine göre. Peygamber salîallahü aleyhi ve seUem Hâlid b. Velîd'i[238] Dûme'ye göndermiş. (Hâlid île arkadaşları) onu tutup getirmişler. Resû­lüliah saltaUahü aleyhi ve selîem ona canını bağışlamış ve cizye ver­mek üzere kendisi ile anlaşma yapmıştır.»[239]

 

Bu hadîsi Ebu Dâvud rivayet etmiştir.

Battâbî'nin verdiği malûmata göre Ükeydir-i Dûme Araplardan biridir. Gassân'lı olduğu söylenir.

Hadîs-i şerîf, şâir milletlerden olduğu gibi araplardan da cizye alınabileceğine delildir. Fahr-I Kâinat (S.A.V.) Efendimiz son gazala­rı olarak Tebük muharebesinde kendileri Tebük'de kalarak Hz. Hâlid'i göndermiş; ve :                         

«Muhakkak sen onu sığır avlarken bulacaksın» buyur­muşlardır. Hazret-t Hâlîd (R.AJ, Ükeydir'in kal'asma mehtaplı bir gecede varmıştı. Kal'aya gözle görülebilecek derecede sokulmuş, ve orada durmuştu; Derken bir yaban öküzü belirdi. Hayvan Ükeydir'in köşküne yaklaşmış; âdeta boynuzları kapıya sürünüyordu. O anda Ükeydir muhafızları ile birlikte sarayından çıkıverdi. Resûlüllah (S. A.V.)'in askerleri muhafızları öldürdüler. Ükeydir'in kardeşi Hassan da ölenler arasında idi. Ükeydir'i öldürmeden yakalayarak getirdiler. Peygamber (S.A.V.) ona canını bağışladı. Ükeydir hıristiyandı. Hz. Hâlid, Hassân'ın üzerindeki altınla işlemeli ipekten mûmul kaftanı ala­rak Resûîüllah (S.A.V.)'e göndermişti. Ükeydir'e de Resûlüllah (S.A. V.)'in huzuruna vanncaya kadar emân vermişti. Ancak bu emân mu­kabilinde ondan Dûmetü'l - Cendel'i teslim edeceğine dâir söz almıştı. Ükeydir bunu yaptı. Ve Resûlüllah (S.A.V.)'e 2000 deve, 2000 zırh, 4000 mızrak ve 800 baş davar vermek şartı ile aralarında bir anlaşma yapıldı...

Peygamber (S.A.V.)'in Ükeydir'i İslâm'a da'vet ettiği, fakat o bu­na yanaşmadığı için vergiye bağlandığı dahî rivayet olunuyor.[240]

 

1333/1124- «Muâz b. Cebel radıyaUakü anh'den rivayet olunmuş­tur. Demiştir kî: Peygamber sadahü aleyhi ve selîem benî, Yemen'e gönderdi. Ve bana her Akil bâlîğ'den bîr dînâr veya onun tutarı kadar Ma'âfir[241] kumaşı almamı emrtiîl.»[242]

 

Bu hadîsi Üç'ler tahrîc etmiştir. İbnl Hlbbân ile Hâkim onu sahîhlemişlerdir,

tmam Tirmizî (209—279) onun hakkında: «hasen bir hadîs­tir» demiş; ve bazı kimselerin onu mürsel olarak rivayet ettiğini söylemiştir. Kendisi de mürsel olmasını daha sahih bulmaktadır. Mezkûr hadîsi tbni Hazm-i Zahirî (384—456) münkatı' olmakla ü-letlendirmiştir. Zîrâ ona göre hadîsin râvîlerinden Mesruk, Hz. Mu-âz'a yetişmemiştir. Ebu Dâvud ise bu hadîsin münker olduğunu söyle­miş; ve : «.tmam Ahmed'in bu hadisi pek şiddetle inkâr ederdiğini duydum» demiştir. Beyhakî diyor ki : «Münker olan rivayet, Ebâ Muâviye'nin A'meg'&en, onun da İbrahim'den, onun da Mesrûk'tan onun da Muâz'dan rivayetidir. A'meş'in Ebû Vâil'den, onun da Mes-rufc'tan rivayeti mahfuzdur. Onu A'meş'den bir cemâat rivayet et­mişlerdir-ki, Süfyân-ı Sevrî, Şu'be, Ma'mer, Ebu Avâne, Yahya b. Şu'be ve Hafs b. Chyâs bunlar arasındadır.»

Hadis-i şerif, cizyeyi her âkil baliğ için altından bir dinarla takdir etmenin caiz olduğuna delildir. Âkil baliğ olan kimsenin mutlak zikredilmesine bakılırsa cizye hususunda zenginle fakir ara­sında fark olmamak îcâbeder. Ve küffârın her birinden senede bir dînâr alınır. İmam Şafiî ile imam Ahmed b. HanbeVia mezhebi bu olduğunu yukarıda görmüştük. Ancak İmam Ahmed'e göre ya bir dînâr, yâhud onun tutarı ma'âfirî kumaşı alınır; ziyâde veya nok­san olmaz. Şafiî'ye göre ise bir dînâr en az mikdarın haddidir. Daha fazla da alınabilir. Şafiî'nin delili Ebu Davud'un tahrîc ettiği İbnî Abbas hadîsidir. Mezkûr hadîsdc Peygamber (S.A.V.)in Necrânfılar'la yılda 2000 hülle vermeleri ve bunların yarısını muharrem, yansını da receb aylarından teslim etmeleri keza 30 adet zırh, 30 at, 30 deve ve muhtelif silâhlardan müslümanlann harpte işine yarayacak otu­zar dânesinin garantili yani zarar ve ziyanı ödenmek şartı ile müs-îümanlara emaneten verilmesi şartı ile anlaşma yaptığı beyân edi­lir, tmam Şafiî : «Müslümanların bazı ulemâsından ve zhnmîlerden işittiğime göre Necrânlı'lar, kendilerinden alman her şeyin bir dî-nârdan fazla kıymetde olduğunu söylerlermiş» diyor Hz. Ömer (R. A.)'m mezhebi de budur. Müşârün ileyh hazretleri cizyeyi bir dinardan fazla alırdı. Bazıları cizye hakkında bir tahdîd olmadığı­na kaildirler: Onlara göre bu iş müslümanlann hükümdanna bıra­kılmıştır ve bâbtaki hadîsler muhayyerlik ifâde ederler.

Hadîsimiz, kadından cizye alınmayacağına delâlet ediyor. Çün­kü âkil baliğ mânâsına gelen «hâlim» ta'biri erkekleri ifâde eder.

Nihâyetü- Müctehîd»- nâm eserde: «Ulemâ cizyenin ancak üç va­sıf yanj erkeklik, bulûğ ve hürriyet vasıfları üe lâzım geleceğine it­tifak etmişlerdir. Deli, kötürüm ve ihtiyarlarla dîn adamlarından ve fakirlerden cizye alınması ihtilaflıdır. Bunların hepsi içtihadı meseîc, mütevakkıf değillerdir, Uîemâ'nın ihtilâfına sebeb, adı geçenlerin öldürülüp öldürülmemesidir..» deniliyor.

Vakıa' BeyhakVmn, Hakem b. Uteybe'den rivayet ettiği bir ha-dîsde Peygamber (S.A.V.)'in Yemen'de bulunan Muâz (R.A.)'a. yazdığı nâmede her âkil baliğ erkek ve kadından bir dînâr veya kıymuüni almasını emrettiği zikrediliyorsa da o hadîsin isnadı munkatı'dır. Ayni hadîsi İbni Ebî Şeybe, Hz. İbnî Abbas'dan muttasıl bir senede riva­yet eder; 15kin Beyhakî : «Ebu Şeyhe zaîftir» demiştir. Bu bâbta Amir b. Bâzm'le Urve'den de hadîsler rivayet edilmiştir. Fakat her ikisi .m de isnâdları munkatı'dır.

Lİu suretle anlaşılıyor ki, kadından cizye alınması hususunda kendisi üe amel edilebilecek bir hadis sabit olmamıştır. İmam Şafiî gunları söylemiştir : «Muhammed b. Hâlid ile Abdullah b. Amir b. Müslim'e ve Yemenliler'den bir çok ulemâ'ya sordum. Hepsi kendi­lerinde önce geçen bir çok zevattan onlar da kendilerinden önce geçen ve hepsi sika olan bir çok zevattan rivayet ederek hepsi Peygamber (S.A.V.)in Yemen'deki zimmîler'den her sene birer dînâr cizye aldı­ğını hikâye ettiler Bunlar kadınlardan cizye alındığım isbât etmiyor­lar. Umuiîüyetİc ekinlerinden cizye alındığını söylüyorlar. Hal­buki onların mezrûâtı vardı. Bizim bildiğimiz: hayvanlarından da bir şey alınmamıştır. Yemen zımmîlerinden ayrı ayrı yerlerde yaşayan bir' çoklarına sordum: Bana hiç birinin sözü ötekinin sözüne muhalif ol­mamak şartı ile hepsi Muâz'ın kendilerinden baliğ olanlar için birer dînâr aldığını söylediler. Onlar baliğ olan kimseye, «hâlim» diyorlardı. Peygamber (S.A.V.)'in Muâz'a yazdığı nâmede : (her hâlimden bir dînâr alınacak) buyurduğunu söylediler,»

Gerek Hz. Muâz hadîsinden, gerekse yukarıda geçen İbni Büreyde hadîsinden anlaşılıyor ki, verilen cizyeyi kabul etmek vâcibtir. Cizye­yi almayarak o adamı öldürmek ise haramdır. Cizye âyetinden anlaşı­lan mânâ da budur. Yani âyet-i kerîme'nîn başında emredilen muhare­be küffârın cizyeyi kabul etmeleri ile derhal kesilecektir.[243]

1334/1125- «Âîz b. Amr-ı Müzeni radıyallahü cnft'den Peygamber saîlaUahü aleyhi ve sellem'âen İşitilmiş olarak rîvâyeî edildiğine göre Rcsûlüllah saîlaUahü aleyhi ve sellem:

— İslâmiyet yücelir, Onun üzerine yükselinemez; buyurmuşîardır.»[244]

 

Bu hadîsi Dâre Kulnî tahrîc etmiştir.

Hadîs-i şerif, ehl-i islâm'ın her şeyde şâir dinler sâîiklerinden yük­sek mertebede bulunduklarına delildir. Sair milletler müslümanlara muaraza ettikleri vakit hak daima îmân ehli olanlarındır. Resûlüllah (S.A.V.) Küffârı dar yollara sıkıştırmaya emir buyurmakla bu mâ­nâya işaret etmiştir. Hak dîn daima yükselmekde dîn-i islâm'ın düş­manları ne kadar çok olursa olsun, her asırda onu yeni yeni bir çok kimseler kabul etmekde ve böylelikle yüksekliği gün begün artmakta­dır.[245]

 

1335/1125- «Ebû Hüreyre radzyallahü aniden Peygamber sâUal-lahü aleyhi v? sellem'den işitmiş olarak rivayet edildiğine göre Resû-lüflah saUallahü aleyhi ve sellem :

— Yahudilerle hıristiyanlara (rastladığınızda) evvelâ siz selâm vermeyin. Onlardan birine bir yolda rastgelirseniz kendisini yolun dar tarafına sıkıştırın; buyurmuşlardır.»[246]

 

Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerîf, müslümamn yahûdr veya hırstiyanla karşılaştığı za­man onlardan çabuk davranarak kendilerine selâm vermesinin haram olduğuna delâlet ediyor. Çünkü nehîde asıl olan tahrîm ifâde etmesidir. Onu, kerahete hamletmek aslî mânâsından çıkarmaktır. Maamâfîh bazı kimseler onu yine de kerahete hamletmişlerdir. Selef ve halefin cumhuruna göre gayr-i müslimlere selâm vermek haramdır. Fakat iç­lerinde Ibnî Abbas (R. A./da bulunan bazı ulemâ onlara selâm verme­nin caiz olduğuna kaildirler. Şâfiîler'den bazıları da bu kavli tercih et­mişlerdir. Yalnız onlara göre gayr-i müslim'e selâm, müfred sigâsı ile verilir; yâni «es selâmü eleyke» denilir. Bunların delili :

«[247] Hem insanlara güzel sözler söyleyin» âyet-i kerîmesi île selâmı if­şa etmeyi bildiren hadîslerdir. Bu zevata : «âyet ve hadîslerin umumu bu hadîsle tahsis edilmiştir» diye cevap verilmiştir.

Buradaki hüküm gayr-i müslim yalnız olduğuna göredir. Şayet ya­nında bir müslüman bulunursa selâmı ile onu kasdederek ikisine bir­den selâm vermek caizdir, Zîrâ Peygamber (S.A.V.)'in müslümanlarla müşriklerden mürekkeb bir cemâate selâm verdiği sabit olmuştur.

«Evvelâ SİZ selâm vermeyin» ifâdesinin mefhum-ı muhali­fine bakılırsa gayr-i müslimler selâm verdikde onlara cevap verilebi­leceği anlaşılır. Teâlâ Hazretlerinin :

«[248] Şayet size bir selâm verilirse siz ondan daha âlâsını verin, yahud aynı sefamı İade edin» âyet-i kerîmesi ile :

«Size ehl-i kitâb selâm verirlerse siz de: ve aleyküm; deyin» hadîsi ve;

«Şüphesiz ki yahûdîler size selâm verirlerse her biri: ölüm size; der. Sizde (ona) : size de; deyin» hadîsi dahî bu mâ­nâya delâlet ederler.

Ulemâ ehl-i kitabın selâmlarına selâmla cevap verileceğine müt­tefiktirler. Yalnız onların s«lâmı «ve aleyküm» cümlesine münhasır ka­lacaktır. Müslim'de hadîsin rivayeti böyledir. Battâbî diyor ki : «Umumiyetle hadîs imamları bu cümleyi (vav)'Ia rivayet ederler; yalnız Ibyi Uyeyne'nin onu (vav)'sız rivayet ettiğini söylerler. Ûoğ-rusu da j^udur. Çünkü (vav) hazfedilirse kâfirin sözü olduğu gibi kendilerine iade edilmiş olur. (Vav)'la söylenirse, söyledikleri söz-' de onlarla ortak olmayı, iktizâ eder.»

Nevev\ ise selâm cümlesine (vav)'ı katmakla atmak arasında hiç bir fark görmüyor; ve bu cümlenin iki şekilde de sahîh; rivâyellerde yer aldığını; her ne kadar atıf harfi olan (vav) ortaklık iktizâ etse de ölümün bize de, onlara da mukadder olduğunu ondan kaçmanın imkân hâricinde bulunduğunu söylüyor.

Hadîs-i şerif müslümanlarla ayni yolda yolculuk eden gayr-i müslimleri yolun dar tarafına sıkıştırarak müslümanlara yolu ge­nişletmenin lüzumuna da delâlet etmektedir. Ancak yolda müslümanlar yoksa istedikleri gibi gidebilirler.

Falde : Yahûdîler'in müslümanlara tesadüf ettikleri vakit onları kasden sol taraflarına aldıkları zaman, zaman müşahede olunmuş ah­valdendir. Bu bâbta hiç bir hadîs yoktur. Onlar bunu kendilerine üstün­lüğünü göstermek maksadı ile uydurmuşlardır. Bununla müslümanlara karşı olduklarını anlatmak isterler.[249]

 

1336/1127- «Mİsverb. Mahreme İle Mervan radtyallahü anhümâdan rivayet olunduğuna göre Peygamber saUalîahü aleyhi ve selleih Hu dey biye harbine çıkmış...» Râvî (burada) hadîsi uzun uzadıya anlat­mıştır. Bu hadîsde:  «işte bu, Muhammed b. Abdîtlâh'In Süheyl b. Amır'la on sene harbi terketmeye dâir yaptığı anlaşmadır. Bu yıllar zarfında halk emnlyet.de olacak ve bir birbirlerine dokunmayacaklar­dır» hadisi de vardır.

Hadîsi Ebu Dâvud tahrîc etmiştir. Aslı Buharî'dedir. Bu hadîsin bir kısmını Müslim, Enes'den tahrîc etmiştir. Onun rivayetinde : «Sizden (bize) kim gelirse onu size İade etmeyeceğiz; fakat bizden size gideni siz bize lâde edeceksiniz.» cümlesi de vardır. Bunun üzerine ashâb :

— Bunu yazıyormusunuz yâ Resûlallah? demişler:  Resûlüllah (S. A.V.) :

— Evet (yazıyorum); çünkü bizden onlara gideni Allah ırak eylesin. Onlardan bize gelen için ise elbet Allah bir ferahlık ve çıkar yol halkedecektir; buyurmuşlardır.[250]

 

Hadîs-i şerif bir maslahattan dolayı müslümanlarla düşmanları olan müşrikler arasında muayyen bir müddet için barış akdedilebile-ğine delildir. Bu hadîsde iade edilmeyecekleri bildirilenler, müşrikler tarafına geçen müslümanlardır. tâde edilecek olanlarsa» Mekke müş­riklerinden    müslümanlar tarafına geçenlerdir. Mezkûr şart ashâb-ı cirâm'a pek giran gelmiş ve : «Bun yazıyormusunui yâ Resûlâllahl» di­ye sormaktan kendilerini alamamışlardı. Bununla beraber Resûlüllah (5.A.V.) o şartı yine de yazmıştı. Hadîs uzundur. Onu Siyer İmamları «Hudeybiye» kıssasında zikrederler. Ibnü'l - Kayyım (691—751) «Zâdü'l - Meâd» nâm eserine hadîsin tamamını almış; ve onda bir çok faideler bulunduğunu söylemiştir.  

Bu hadîsde Peygamber (S.A.V.)in Ebû Cendel'i müşriklere iade ettiği de zikrolunuyor. Ebû Cendel b. Süheyl daha barış imzalanmadan müslüman olarak Resûlüllah (S.A.V.)*e iltica etmişti. Anlaşma gereğin­ce müşriklere iade edildi. Fakat çok geçmeden Allah kendisine bir kurtuluş yolu hâîketti. Ebû Cendel müşriklerin elinden kaçarak onların kervanlarının geçeceği bir yolu tuttu; ve yollarını kesmeye başladı. Az zaman umre etrafına müslümanlardan müteşekkil bir cemâat toplan­mışı S u suretle Mekke müşriklerinin yollardaki kervanlarını tazyîka başladılar...

Peygamber (S,A.V.)'in kendisine iltica eden kadınları müşriklere iade etmediği sübût bulmuştur. Bunun sebebi, anlaşmanın yalnız erkek­ler hakkında yapılmış olmasıdır. Kureyş sonradan anlaşmayı kadınia-rada teşmil-etmek istemişse de, Resûl-İ Ekrem (S.A.V.) bunu kabul etmemiştir. Kadınlardan Ümmü Külsûm bîntü Ebî Muayf hicret ederek müslümanlara iltica etmişti. Teâlâ Hazrefleri de şu âyet-i kerîme'yi indirdi:

[251] kadınları kâfirlere İade etmeyin.»

Hadîsimiz düşman tarafından müslümanlara iltica edenlerin düş­mana iade edilmemesi $jrtı ile barış yapılabileceğine de delâlet edi­yor.[252]

 

1338/1128- «Abdullah b. Ömer radıyallahü anhümâ'dan Peygamber sallaUahü ateyhi ve SeUem'den İşitmiş olarak rivayet edildiğine göre, Resûlüllah sallaUahü aleyhi ve seîlem:

— Bir kimse bir muâhedi Öldürürse Cennet kokusu­nu koklayamaz; halbuki onun kokusu kırk yıllık mesafe­den duyulur; buyurmuşlardır.»[253]

 

Muâhed'in; kendisine emân verilerek hayatı emniyet altına alman gayr-i müslim demek olduğunu yukarıda görmüştük. Hadîsin Bu-hâri ve diğer hadîs kitaplarında muhtelif lâfızlarla rivayetleri var­dır. Kırk yıllık mesafeden» ifâdesinin yerine îsmâîlVmn ri­vayetinde «Yetmiş yıllık» tâbiri kullanılmıştır. Tirmizî ile Bey-hakVnm. rivayet ettiği bir hadîsde de «Yüz yıllık mesafeden» denilmiş; diğer bir rivâyetde «BeşyÜZ yıllık mesafeden» buyu-rulmuş; îmam Mâlik «eZ – Muvatta  adlı eserinde Hz. Câbir'den rivâyeten:

«Şüphesiz ki Cüfmetln kokusu bin yı'fsk mesafeden duyulur» hadîsini taiı icştir.

Ulemâ-i kiram bu muhtelif rivayetlerin arasını bulmuşlardır. Mu­sannif merhum hülâsa olarak şöyle demektedir : «Bu idrâk kıyamette olacaktır; ve herkesin mertebesine göre değişecektir. Messlâ: Cen-net'in kokusunu 50Ö y^JIik mesafeden alan, onu yetmiş yıllık mesa­feden alandan efdâl olapaktırTDiğer mertebeler de öyledir. Buna üs­tadımız, Tirmizî şerhi'nde işaret etmiştir. Bunun benzerini de îb-nü'l- A'rabî'nin eserinde gördür...»

Hadîs-i şerif kendisine emân verilen bir gayr-i müslimîn öl­dürülmesini haram kılmaktadır. Böyle bir kimseyi Öldürenin kısas edilip edilmeyeceği ulemâ arasında ihtilaflıdır, el-Mühelleb diyor ki : «Bu hadîsde müslüman, muâhed veya zimmîyi öldürdüğü takdirde kendisi kısas edilmeyeceğine delâlet vardır; zîrâ bunda yalnız uh-revî ceza zikredilmiş; dünyevî cezadan bahsolunmamıştır.»[254]

 

«Yarış Ve Atıcılık Babı»

 

Sebk : yarış mânâsına masdardır. Burada murâd olan mânâ da "budur. Sebak ise koşu için verilen ödüldür.

Remy : dah! ok veya kurşun gibi şeyleri atmak mânâsına masdar­dır. Burada ondan murâd : atış müsâbakasıdır.[255]

 

1339/1129- «İbnl Ömer radvyallahü anhümâ'den rivayet olunmuş­tur. Demlştfr ki: Peygamber saUaUahû aleyhi ve sellem idman gör­müş atlarla el-Hafyâ'dan müsabaka yaptı. Atların hedefi Senlyettü'l -Veda fd{. İdman görmeyen atlarla İse Senlyyeden Bent Züreyk mesci­dine kadar müsabaka yaptı. Ibnl Ömer de müsabakaya İştirak eden­ler arasında Idİ.[256]

 

Hadis müttefekun aleyh'dir. Buhârl şu ziyâdeyi rivayet etmiştir: «Süfyan: el-HafyA İle Senlyyetü'l - Veda arası beş veya altı mildir. Se-nlyyedcn Beni Züreyk mescidine kadar bir mil vardır; dedi.»

Hadîs-i şerîf'de geçen cdummirat» fiilinin masdarı tadmirdlr.

Tadmlr : evvelâ hayvanı güzelce besiye çekerek sonra alafını azaltmak ve zaîflatmaktır. «Sthah sahibi bu işin kırk gün devam ettiğini ve bu müddete mldmar denildiğini söyler. Araplar müsabaka yerine dahî midmâr derler. Koşu atlan güzelce çullanır ve terletilerek şişmanlıkları giderilir. Bu suretle et ve sinirleri kuvvetlenir.

Hafyâ : Medtne-I Münevvere'ye bir kaç mil mesafede bir yerdir.

Seniyyetü'l - Veda : dahî Medine'ye yakın bir yerdir.

Hadîs-i şerif, müsabakanın meşıu' olduğuna delildir. Müsaba­ka abesle iştigal değil, cihâda hazırlık mahiyetinde güzel bir riyâ-zattır. Hükmü sebebine göre müstehâb veya mubah olmaktır. Kur-tüb'% diyor ki: «At ve şâir hayvanla üzerinde, yâhud yaya olarak müsabaka yapmanın caiz olduğunda hilaf yoktur. Ok ve diğer si­lâhlarla atış müsabakası dahî böyledir. Çünkü bunlarda harbe alış­ma vardır.»

Bu hadîs harb için hazırlanan atların idmana çekilebileceğine de delâlet eder. Hattâ bunun müstehâb olduğunu söyleyenler vardır.[257]

 

1340/1130- «(Yine) ondan -radıyallahü anh- rivayet edildiğine göre. Peygamber saUaüahü aleyhi ve seUem atlar arasında ödül koymuş; ve hedef için beş yaşına basmış atları tercih buyurmuştur.»[258]

 

Hadîsi Ahmed'le Ebû Davud rivayet etmişlerdir. Ibnl hîbbân onu sahîhlemiştir.

Bu hadîs dahî bundan önceki gibi, atlar arasında müsabaka yapmanın caiz olduğuna delildir. Beş yaşına basmış atlar kuvvet ve metanetçe daha genç olanlardan üstün bulunmaları ciheti ile on­ların hedeflerinin, diğerlerinden daha uzak tutulması gerektiğine de işaret ediyor.[259]

 

1341/1131- Ebu Hüreyre radıyaüahü anh'âtn rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûliillah saUaUahü aleyhi ve sellem:

— Ödül ancak deve koşusunda yâhud atr veya at müsabakasında vardır; buyurdular.»[260]

 

Bu hadîsi Ahmed'le Üçler rivayet etmişlerdir. Ibnl Hİbban onu sa­hîhlemiştir.         

Hadîsi Hâkim bir kaç tarikden tahrîc etmiştir. îbnü'l-Kattan (120—198) ile îbni DakıH'l-îd (625—702) bu tarî' leri sahîh bul-muşlarsa da Dâre Kutnl (308—385) bazılarını: mevkuftur; diye ü-letlendirmiştİr.

Hur : devenin taban*; hâfir: atın tırnağı; nasl: okun demiri; de­mektir. Burada cüz'ün zikir küllünü kasıd kabilinden birer mecâz-ı mürsel vardır. Mezkûr kelimeler: deve, at ve ok mânâlarına kulla­nılmıştır. Yâhud bu kelimeler asıllarında birer izafet terkibi olup muzafları hazf edilmiştir. Yani taban'dan murâd: tabanın sahibi, tırnak'dan murâd tırnağın sahibi ilâh... dir.

Hadîs-i şerif, araya ödül koyarak yarış yapmanın câis olduğu­na delildir. Ödülü yarışçılardan başkası verirse onu almak hilâfsız caizdir: «Yarışı kim kaybederse ödülü o verecek» diye ikisine de nart ±. julursa haramdır; zîrâ kumar olur. îki taraftan yalnız biri­ne şart koşulursa meselâ : «sen beni geçersen sana 100 lira verece­ğim; ben geçersem senden bir şey almayacağım» derse cumhur-u ule­mâ'ya göre caizdir.

Hadîsin zahirine bakılırsa müsabaka yalnız bu üç şeyde olacağı anlaşılır. MâHktler'le, Şâfiîler'in mezhebi budur. Hanefîler'e göre at, katır, eşek, deve gibi hayvanlarla müsabaka yapmak caiz olduğu gibi. insan koşusu ve atış müsabakaları da caizdir. Âtâ'dan rivayet edil­diğine göre kendisi müsabakayı her şeyde caiz görürmüş.

Müsabakalarda Ödül ve mükâfatın meşru' olması cihâda teşvik içindir.[261]

 

1342/1132- «(Bu da) Ebu Hüreyre radıyaUahü anh'den Peygamber sallaUahil aleyhi ve sellem'den İşitmiş olarak rivayet edildiğine göre, Resûliillah satlaUahü aleyhi ve sellem:

— Her kim geçileceğinden emin olmayarak iki at arasında bir at koyarsa bunda bir beis yoktur. Geçilece­ğinden emin olursa o kumardır; buyurmuşlardır.»[262]

 

Bu hadîsi Ahmed'le, Ebu Dâvud rivayet etmişlerdir, isnadı zâîftir,

Hadîs-i şerifin Hz. Ebu Hüreyre kadar isnadının sahih olu;) olma­dığı ihtilaflıdır. Hattâ Ebu Hatim : «Bu fcadîsin en güzel hâli SaîdL'l - Müsevyeb'e mevkuf olmasıdır. Onu Yhhyâ b. Said'de 8aîd'-den kendi sözü olarak rivayet etmiştir.» demektedir. Filhakika seZ-Mwoattnf> da'dahî Zührî tarîki ite Hz, Saîd'den kendi sözü olmak üzere rivayet olunmuştur. İmam Şafiî onu Saîd b. Müseyyeb tarîki ile Ebu Hüreyre (R. A.)'daxı rivayet edenleri tahrîc etmiştir.

«Geçileceğinden emîn olmayarak» buyurulması muhalin adı verilen üçüncü atın müsabakayı kazanacağı yüzde yüz belli olma­ması şart olduğundandır. Aksi takdirde müsabaka kumar olur. Bu şart Hanefîler'le diğer bazı ulemâ'ya göre muteberdir. Çünkü müsâbaka-kadan maksad atları denemektir. Geçeceği ma'lûm olan atla bu mak-sad tahakkuk edemez.

Hâsılı iki at arasında iki taraftan ödül şart koşarak : «benim atım geçerse sen bana şu kadar para vereceksin; senin atın geçerse ben sa­na şu kadar vereceğim» demek kumardır. Ancak bu atların arasına on­ları geçeceği ümîd edilen üçüncü bir at daha katılır ve ikisini de geçti­ği takdirde ödülü alır; ikisini de geçemediği takdirde hiç bir şey ala­maz; öteki atlardan hangisi geçerse ödülü o alırsa müsabaka kumar ol­maktan çıkar. Müsabakanın haram olmaktan kurtulmasına sebeb oldu-.ğu için üççüncü ata «muhalin» yani halâl kıldıran derler.

İki dîn âliminin ihtilâf ettikleri bir mesele hakkında ortaya mükâ­fat koyarak başka bir âlime müracaat etmeleri de yukarıdaki tafsilâ­ta göredir. Zîrâ cihâda râci bir mânâdan dolayı atlar arasında müsâ-"baka caiz olunca ilim tahsiline teşvike medar olacak müsabakanın caiz, hattâ mendup olması evleviyetde kalır. Atış ta'Iimi ile insan ko­şusu gibi şeyler dahî menduptur.

Araya mükâfat koymadan yapılan koşular mubah ise de sırf eğ­lence için tertib edilen müsabakalarla hayvanı müşteViye iyi göster­mek maksadı ile yapılanlar mekruhtur.[263]

 

1343/1133- «Ukbetü'bnü Amir radtyallahü   an/t'den   rivayet   olun­muştur. Demh' r kî: Resûlüllah sdüallahü aleyhi ve seUem!\t minber üzerînde (Müşrikler için gücünüzün yefttğİ kadar kuvvet hazırlayın) âyetini okuyarak:

— Dikkat edin kuvvet silâh atmaktır. Dikkat edin! kuvvet silâh atmaktır. Dikkat edin kuvvet silâh atmak­tır; derken İşittim.»[264]

 

Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerif Resûlüllah (S.A.V.)'in minberde okuduğu âyetin tef­siridir. O zaman silâh atışı oklardan ibaretdi. Emir bu günkü top, tü­fek, füze gibi çeşitli harp silâhlarına da şâmildir. Çünkü bunların hepsi düşmana karşı hazırlıktır.

Muhtelif silâhları kullanmak için askerî ta'lime tâbi' tutmak dahi hadîsimizin delâlet ettiği ahkâm cümlesindendir. Zîrâ düşmana karşı hazırlık ancak silâh kullanmayı bilmekle tamam olur. Silâh kullanma­sını bilmeyene; kuvvetini hazırlamış, denilemez.[265]

 

«Eti Yenilen Ve Yenilmeyen Hayvanlar»

 

1344/1134- «Ebû Hüreyre radıyaltahü anh'dm Peygamber salîalla-hü aleyhi ve sellem'den duymuş olarak rivayet edildiğine göre, Re­sûlüllah sdüaUahü aleyhi ve seîlem:

— Azı dişi olan her yırtıcı hayvanın yenilmesi ha­ramdır; buyurmuşlardır.»[266]

 

Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir. Müslim bu hadîsi Ibni Abbas'dan cnehyettl» lâfzı ile tahrîc etmiştir. Ibnf Abbas : «ve pençesi ile av­lanan her kuşu» ibaresini ziyâde eylemiştir.

Hadîs-i şerîf azı dişleri ile avlanan yırtıcı hayvan ve pençeleri ile avlanan yırtıcı kuş etlerinin yenilmesi haram olduğuna delildir.

Sebu : yırtıcı hayvan demektir, «en - Nihâye nâm eserde : «Azl dişi olan yırtıcıdan murâd aralan, kaplan, kurd ve emsali gibi avını kahren parçalayıp yiyen hayvanlardır.  deniliyor.

Ulemâ bu gibi hayvanların hangileri haram kılındığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. İmam-ı Â'sam Ebû Hantfe, Şafiî, Ahmed b. Han-bel ve Dâvud-u Zahirî bu hadisle amel etmişlerdir. Yalnız haram kılınan yartıcılann cinsini ta'yinde ihtilâf halindedirler. Ebu Hani-/e'ye göre etle beslenen ve aaa dis>olan her hayvan yırtıcıdır. Ara­lan, kaplan, pars, kurd, ayı, tilki, çakal, sırtlan, fil, maymun, yaban, faresi, yaban kedisi, gelincik, sansar, samur, sincap ve şâire gibi. Bu hayvanların haram kılınması insana Allah'ın bir ikramıdır. Çünkü, onları yemekle o hayvanların kötü hasletleri insana da geçer. Akar ka­nı olmayan, sinek, arı, akreb ve şâire sinek ve böcek nev'ileri ile yerin içinde yaşayan solucan ve yılanlar; fareler, kirpiler pis oldukları için yenmezler. Bunlardan yalnız çekirge müstesnadır. Nitekim az ileride görülecektir. Diğerlerini yemek haramdır. Şafüler'e güre insana sal­dıran arslan, kaplan, kurd gibi hayvanlar yırtıcıdır; sırtlan ve tilki gi­bileri yırtıcı sayılmazlar. Çünkü bu hayvanlar insana saldırmazlar. Ibni Abdüberr'in nakline göre ashâb-i kira m'dan İbnl Abbas, Alşe ve bir rivayete göre Ibnİ Ömer (R. anküm) Ue Şa'bî ve Saîd b. Cübeyr yırtıcı hayvanların yenilebileceğine kail olmuşlardır. Delilleri:

«[267] De ki: ben bana vaht olunan kuKân'da haram kılınmış bir şey bu­lamıyorum..» âyet-i kerîme'sidir. Onlara göre yenilmesi haram olan. şeyler mezkûr âyette zikredilmiştir. Zikredilmeyenleri yemek helâldir. Fakat bu âyetle istidlale ftfr&s edilmiş; onun Ebu Hüreyre hadisi ile neshedildiği ileri sürülmüştür. «Zâten âyet-i kerîme ondan önceki âyet-te sekiz çift hayvanın bazılarını haram i'tikâd eden küffâra bir red ce­vabı olmak üzere nazil olmuştur. Mânâ şudur : Asü sizin helâl dedik­leriniz haram; haram telâkki ettikleriniz helâldir. Sizin yaptıklarınız* Allah'a iftiradır. Yenilmesi haram olan şeyler : lâşe, akıtılmış kan, domuz eti ve Allah'tan başka bir mabud ismi ile kesilen hayvanlardır... Görülüyor ki, En'a m süresindeki âyetler: leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başka ma'bud adı ile kesilen hayvan etini helâl eden; şerîatia mubah kıldığı bir çok şeyleri haram sayan küffâr hakkındadır; ve on­ların hâlini beyân eder» diyorlar.

İmam Mâlik'e göre: Yırtıcı hayvanları yemek haram değil mek­ruhtur. Köpek hakkında ondan biri haram, diğeri mekruh olmak üzere iki kavil rivayet olunur. Bu kavillerden meşhur olanı haram olmasıdır.

Hanbelîler'in yırtıcı hayvanlar hakin d a ki kavli hemen hemen Ha-nefîler'in kavli gibidir.

Yırtıcı kuşlara gelince : Bu hususta babımızın hadîsinden maada tmam Tirmizî'nin Hr. Câbir (R.A.) ile Irbâd b. Sâriye (R.A.)'âan ı^hrîc ettiği hadîs de vardır. Mezkûr hadîsde bu tahrimin Hayber ga­zasında vuku' bulduğu zikredilmektedir.

Kamus'da.: «mihleb yırtıcı hayvan ve kuşların tırnağı; yâhud (mihleb) avlanan kuşun tırnağı; (zufr) da avlanmayanm tırnağı­dır» deniliyor.

Hansffler, Şâfiîler, Hanbeİîler, Zahirîler ve cumhur-u ulemâ yırtıcı kuşların yenilmesinin haram olduğuna kaildirler. Hanbcîîler'in «Delilü't - talib» adlı fıkıh kitabında şöyle deniliyor: «kuşlardan haram olanlar: kartal, atmaca, şahin gibi avını pençesi ile yakala­yanlardır.» Hanefîler'le Şâfiîler'in kitapları dahî buna benzer îzâhât vermektedir.

imam Malik'e göre : Yırtıcı kuşların dahî yenilmesi haram de­ğil, mekruhtur. Hattâ «nesir» denilen kartal onlara göre yırtıcı de­ğilse de yenilmesi doğru değildir; çünkü pis bir hayvandır.

Şâfiiler'e göre: Öldürülmesi mendub olan yılan, akreb, alaca kar­ga, çaylak, fare ve zararı dokunan her yırtıcı haramdır. Delilleri:

«Beş nev'i fâsık (hayvan) vardır; bunlar hılde ve ha­remde Öldürülürler...» hadîs-i şerîfi'dir. Bu hadîs «hacc bahsi» nde geçmişti. Aklî delilleri ise adı r"eçen hayvanların şer'an ve tab'an pis sayılmalarıdır.

Hanefiler'e göre : Akbaba, karga, keler[268], kaplumbağa ve emsa­lini yemek mekruh; tohum kargası, saksağan, güvercin, kaz, ördek, tavuk, bıldırcın, keklik, sığırcık, çulluk, bülbül ve şâir kuşları yemek helâldir. Deniz hayvanlarından ise yalnız balık helâldir. Sair deniz hay­vanları habâisten me'dudtur. Bunlara kurbağa bile dâhildir.

Malikiler'e göre : Haşerat ite bilumurn deniz hayvanlarını yemek mubahtır; Elverir ki, yiyenin tabiatı kabul etsin ve kendisine bir za­rarı dokunmasın. Deniz hayvanları hakkında Şâfiiler de Mâllkller'le be­raberdir. Şâir 'fiayvanların hükmü ygri geldikçe görülecektir.[269]

 

1345/1135- «Cabir radıydtlahü anh'den rivayet olunmuştur. Demiş­tir ki: ResûlüHah salîallahü aleyhi ve sellem Hay ter gazasında ehl eşeklerin etlerini yasak etti; at etleri (nl yemek) İçin de İzin verdi.»[270]

 

Hadîs müttefekun aleyh'dir. Buhârt'nin (Câbîr'den) bir rivayetin­de (fzîn verdi yerine), «ruhsat verdi» denilmiştir.

Bu hadîsin bir çok rivayetleri olup bazılarında: Resulü Hah (S.A.V.)'-in o gün, tencereleri ehlî eşek etleri ile kaynarken görerek derhal bun­ların dökülmesini emrettiği; ve :                                

— Bu hayvanların etlerinden bîr şey yemeyin;  buyur­duğu zikrediliyor. Diğer rivayetlerinde :                                

— Çünkü bu hayvanlar ricstîr; yâhud «necistir» buyur­duğu görülüyor. Hattâ bir rivâyetde :

— Çünkü bunlar, şeytan İşi rİcs şeylerdir» buyurmuş­tur. Rics dahî necis demektir. Hadîs-i şerifte İki mesele vardır:

1— Bu hadîs, mantuku ile ehli eşeklerin yenilmesi haram olduğu­na delâlet eder. Zîrâ nehyin aslı tahrim içindir. Nitekim Sahâbe-İ kî-râm ile Tabiîn hazerâtı'nın cumhuru ve onlardan sonraki ulemâ ehli eşek etlerinin haram olduğuna kaildirler. Yalnız Ibni Abbas (R. A.)'ın:. «haram değildir» dediği rivayet edilmişse de bu sözünden döndüğü sa­bit olmuştur. Hanefîler'den Kemal b. Bümam (788—861)'m %Fethü’l-Kadir» nâm eserinde beyânına göre: üç şey vardır ki bunların iki defa neshedildiği söylenir. Bunlar: Nikâh-ı müt'a, ehli eşek etlerinin ye­nilmesi ve namazda Beyt-i Makdis'e dönmektir. Hx. Âişe (R. Anka) ile İmam Mâhk'âen ehli eşeklerin yenilmesi hususunda: haram, mek­ruh ve mubah olmak üzere üç Ijavil rivayet edilmiştir .

Bazıları: cehil eşeklerin yenilmesi binek hayvanları azalacağı için yasak edilmiştir» derler; ve iddialarını, Hx. Ibnt Abbas (R.A.)'ın bu bâbtaki bir bözü üe isbât etmek isterlerse de onların bu iddialarını Muhammedb. 8'ırîn'in H. Enes b. Malik (R.A.) 'dan rivayet ettiği şu hadis reddeder :

Enes demiştir ki: ResûliilJah (S.A.V.) Hayberl fethettiği zaman biz oradan çıkan bir fakım eşekler ele geçirdik; ve bunları keserek (etlerinden yemek) pişirdik. Derken Resûlülfah (S.A.V.)'in kâhyası nida ederek :

— Gerçekten Allah ve Resulü sizi bu hayvanların etlerini yemek-den nehyedfyorlar. Çünkü bunlar murdardır, şeytan işidir; dedi. Bu­nun üzerine tencereler döküldü.»

Vakıa Peygamber (S.A.V.) in bazı zevata ehli eşeklerin etlerini yemek için müsaade ettiğine dair rivayetler varsa da bu rivayetler sa-hîh değildir. Binâenaleyh buradaki sahîh hadislere muâraza edemezler.

2— Hadîs-i Şerif, atların yenilebileceğine delâlet ediyor, imam Şafiî ile Hanefller'den İmam Ebu Yusuf ve İmam, Muhammed'in İmam Ahmed b. Hanbel ve Cumhur-u ulemânın mezhebleri budur. Onlar bu manâda daha başka hadîslerle de istidlal ederler. Meselâ tbni EH Şeybe Şeyheyn'nin, şartları üzere, Atâ'd&nşu hadîsi tahrîc etmiştir.              

«Atâ, tbni Cüreyc'e:

— Senin selefin onu yerlerdi; demiş, tbni Cüreyc diyor ki: ken­disine:

— Ashâb-ı Resûlütah mı? diye sordum:

— Evet; dedi.

İleride görülecek Esma hadîsinde Peygamber (S.A.V.) zamanın­da at keserek yediklerinden bahsolunacaktır.

îmam-ı A'zam Ebu Hanîfe ile İmam Mâlik'e ve diğer bir takım ulemâ'ya göre at etinin haram olduğu rivayet olunursa da mutemed rivayete göre at eti yemek İmam A'zam'a göre kerâhet-i tenzihiyye ile mekruhtur, imam Mâlik'ten rivayet olunan meşhur kavle göre haramdır. Fakat mübâh olduğu da rivayet edilmiştir. Ebu, Hanîfe ile Mâlik'in delilleri Hâlld b. Veltd hadisidir. Bu hadîsde şöyle deniliyor:

ResûIüllah (S.A.V.) at katır, eşek,'etlerinden ve azı dtşl bulunan her yırtıcı hayvanın etinden nehyettl.» Bir rivâyetde: «Hayber gazasın­da» deniliyor. Fakat mezkûr hadîsi Buhâri, Beyhakî, İmam Ahmed b. Hanbel ve Dâre Kutnî gibi hadîs imamları zaîf bulmuşalrdır. İmam-ı A'zamta bir delili de ayni mânâdaki MIkdâm hadîsidir. Ebû Hanife ile Malik :

 [271] Atları, katırları ve eşekleri onlara binmeniz ve zlnet ofmak tçln yarattı» âyet-i kerîmesîle-de'îstidlâl ederler. Bu âyetle bir kaç şekilde istidlal edilmiştir.          

1— Âyetteki «Binmeniz: ve zlnet olmak tçfn» cümlesi illet-i mahsu­sadır. Ület-i mahsusa ise hasr-u kasır ifâde eder. Şu halde yerresi mu­bahtır demek hilâf-ı zahir bir mânâ olur.

2— Âyet-i kerîme'de katırlarla eşekleri atların üzerine atfetmek, hükümde müşterek olduklarını gösterir.    Bilhassa burada olduğu gibi müfredatın atfında bu hüküm ittifakıdır. Binâenaleyh katır ve eşekle­rin etleri yenmediği gibi atların etleri de yenmez. Bunlara başka başka hükümler verenler delîl göstermeye muhtaçtırlar.

3— Bu âyet imtinan[272] için nazil olmuştur. Şâyed atların etleri yenilse, onunla daha imtinan etmek lâzım gelirdi.    Çünkü yemek vü­cudun bakasına mütelİliktir. Hakim olan Atlah Teâlâ imtinan için a'lâyı bırakıp ednâyı almaz. Bahusus bu âyetin üst tarafında, yemekle imti­nan buyurmuştu^'

4— Atların yenilmesi mubah olsa kendisîle imtinan olunan binme ve zînet menfaati kalmaz; çünkü cinsleri tükenirdi. Bu tevcihlere bazı muhalifler tarafında cevap verilmeye çalışılmış ve icmâlen şöyle de­nilmiştir: «İstidlal ettiğiniz sûre-i Nahl âyeti bilittifak Mekke'de nazil olmuştur. Atların yenmesine ise hicretten altı sene sonra izin veril­miştir..»

Fakat İmam-ı A'zam tarafından bu cevabın da cevabı verilmiş ve;. «hadîsler tearuz edince muharrim yani at etini haram kılan hadîs tercih edilir» denilmiştir.

Ebû fîani/e'nin aklî deliline gelince: Katır eti haram olunca onu doğuran atın eti evleviyetle haram olmak îcâbeder. Çünkü yav­runun yenmesi annesine göredir. Bundan dolayıdır ki yaban eşeği­nin eti helâl olduğu halde anası ehlî babası yabanî eşek olan yav­runun eti yenmez. Bir de atın yenmemesi onun kıymetindendir. Zîrâ harp âletidir. Yenilmesi mubah kıkmrsa cihâd âleti azaltılmış olur.[273]

 

1347/1136- «İbni Ebî Evfa radıyaüahü anhümâ'dan rivayet olunmuş­tur. Demiştir ki: Resûlüllah Sallallahü aleyhi ye seilem t!e birlikte yedi gaza yaptık; (bunlarda hep) çekirge yiyorduk.[274]

 

Hadîs müttefekun aleyh'tir.

Bu hadîs çekirge yemenin helâl olduğuna delildir. Nevevî (631 — 676) bu bâbta iemâ' olduğunu söyler. îbni Mâce'nin. Hi. Enes (B.A.)'den tahrîc ettiği bir hadîsden anlaşıldığına göre Peygamber (S.A.V.)'in zevceleri tabaklar içinde birbirlerine çekirge hediye eder­lermiş. Yalnız tbnül - A'rabl «Tirmizi şerhi» nde Endülüs çekirge-sünitı yenmediğini zîra tamamîle zarar verdiğini söylemiştir.

ResûlüUah (S.A.V.)'in çekirge yeyip yemediği ihtilaflıdır.Bâbım hadîsi, yemiş olması ihtimalinden öteye geçmiyorsa da Buhârî'nin bir rivayetinde

«Onunla birlikte çek'rge yiyorduk» denilmektedir. Maamâfîh  bu ifâde dahî onun yediği hakkında nass değildir. Çünkü «Biz yiyorduk» mânasına gelebilir; ve Resûîülah (S.A.V.) ile beraber bulunmuş olmayı te'kid için söylemiş olabilir. Bazıları: «yeni bir hükmü te'sis başka bir hükmü te'kidden evlâdır» diyerek Resûlüllah (S.A.V.)'in eshâbîle birlik-de yemiş olması ihtimalini daha kabule şayan görüyorlar. Ebu Nuaym-'m tahrîc ettiği bir ziyâdede : «O da bizimle beraber yiyordu» denil­miştir, ki bu ziyâde yediğini tercih edenlere delil olabilir. Vakıa Ebu Davud'un Süleyman'dan tahrîc ettiği bir hâdîsde: ResûlüIJah (S.A.V.)-'e çekirgenin hükmü soruldukda :

«Onw ne yerim; ne de haram kılarım» buyurdukları ri­vayet olunmuşsa da bu hadîsi Münzirî (— 656) mürsel olmakla il-îetlencliraıiştir. îbni Adiyy'in keler hakkında aynı lâfızlarla tahrîc ettiği İbni Ömer hadîsi de öyledir.

Maamâfîh cumhuru ulemâ'ya göre çekirge sebebsiz ölmüş olsa bile yenir. Çünkü yenileceği hakkında:

«Bize iki ölü ve iki kan hefâ! kılındı: balık ile çekirge VO kara ciğerle dalak» hadîsi vârid olmuştur. Mezkûr hadîsi îmcmı Ahmed b. Hanbel ile Dâre Kutnî Ömer (R. A.J'âan merfu' ola­rak tahrîc etmişlerdir. Bu hadîs hakkında Dâre Kutnî: «mevkuf oî-maşı esahdır» demiş, Beyhâkî dahî mevkuf olduğunu tercih etmiş; fakat onun msrfu' hükmünde olduğunu söylemiştir. Mâlİkîler'e göre yenilebilmesi için çekirgenin bîr sebsble ölmesi şarttır.

Çekirgenin deniz avımı yoksa kara avımı olduğu dahî   ihtilaflıdır. Deniz avı sayılacağına dâir iki zaîf hadîs vârîd olmuştur. Sahâbe-î kf--râm'ın bazılarından çekirge sebebi ile ihramlı hacılara ceza lâzım ge­leceği rivayet olunduğuna bakılırsa onlara göre kara avı sayılacağı an­laşılır. Esasen çekirge kara hayvanıdır.[275]

 

1348/1137- «Brses radıyaltahü anh'âtn tavşan kıssası hakkında riva­yet olunmuştur. Demiştir kî: Ebu Talha onu keserek budunu RtsûlüllaîsaUallahü aleyhi ve sellem 'e gönderdi. Peygamber sallahü aleyhi ve seÜem onu kabul efti.[276]

 

Hadîs mütiefekun aleyh'tir.

Bu kıssada Hz. Enes (B.A.). 'in şöyle dediği rivayet olunuyor: cBİz Merru's Zahranda iken bir tavşan kaldırdık. Kavim onu tutmak için koştu ve yoruldular. Nihayet onu ben futtum ve Ebû Talhaya getir­dim. O da onun bîr budunu yahud uyluğunu ResiHûHah sallaUahü aleyhi ve seUem'e gönderdi. Peygamber saUallahü alehyi ve seUem onu ka­bul buyurdu Sar» Bu hadîs Resûlüllah (S.A.V.) 'in o tavşanın etinden ye­diğine delâlet etmiyorsa da Buhâri'de râvî Hişâm b. Yezîd'in Enes'e:

«— Peygamber (S.A.V.) ondan yedi mi?' dedim:

— Ondan yedî; dedi. Sonra onu kabul ettiğini söyledi» dediği riva­yet olmuştur.              

Tavşan etinin yenileceğine icmâ-ı ümmet vardır. Yalnız Hz. Ab­dullah b. Ömer (B. A.) ile İkrime ve tbni Bbî Leyla'ya göre mekruh­tur. Delilleri: Bbu Dâvud ile BeyhdkVidn tahrîc ettikleri İbni Ömer (B.A.) hadîsidir. Bu hadîse göre: Peygamber (S.A.V.) 'e tavşan eti getirilmiş fakat ondan ne yemiş ne de yasak etmiştir.

Hz. İbni Ömer (R.A.) tavşanın hayz gördüğüne kaanîdir. Beyhakî buna benzer bir rivayeti Hz. Ömber'le Ammâr (R.Anhümâ) 'dan tah­rîc etmiştir. O rivayete göre Peygaber (S.A.V.) tavşan etinin yenilme­sini emretmiş; lâkin kendisi yememiştir. Ancak yememesi mskruh ol­duğuna delâlet etmez.

Fâide : Demin «Bayatü'l - Hayvan» nâm eserinde hayız gören hayvanların kadın, sırtlan, yarasa ve tavşan olduğunu; söyler. Köpe­ğin dahî hayız gördüğünü söylerler.[277]

 

1349/1138- «İbni Abbas radıyallahü anhümâ'dan nvâyet olunmuş­tur. Demiştir kî: Resûlülfah saUattaJıü aleyhi ve sellem hayvanlardan dördünün (yani): karınca, baf arısı, hüdhüd ve surad [278]' ın öldürülme­sini yasak etti.»[279]              

 

Hadîsi Ahrrted ve Ebu Dâvud rivayet etmişlerdir. fbnİ Hİbbân onu sahîhlemiştir.     

Beyhakî: «Bu hadîsin ricali sahîh kitaplar ricalidir. Bu bâbda vârid olan en kuvvetli hadîs budur» diyor.

Sur a d: Ahterî'ye göre göcgân dedikleri kuştur; kî karnı ak, arkası yeşil olur. Bu kuş «vak vak» diye öttüğü için bazıları ona «vaki» bazı­ları «vak» demişlerdir. Küçük kuşları avlamakla geçinir; kendisi ile teşe'üm olunurmuş.

Hadîs-i şerîf, mezkûr hayvanların öldürülmesinin haram olduğuna delilidir. Bundan onların yenilmesinin de haram olduğu anlaşılır. Çünkü etleri yenilse öldürülmeleri-yasak edilmezdi. Cumhur-u ulemâ'nin mez­hebi budur. Öldürülemeyecek hayvanların her biri hakkında- hilaf varsa da karınca hakkında ittifak edilmiştir.[280]

 

1350/1139- «[281] İbni Ebî Ammâr radıyaUdhü anh'öan rlvâyel olun­muştur. Demiştir kî: Câbîre:      

  Sırtlan avmıdır? dedim;

  Evet; dedi.»[282]

 

Bu hadîsi Ahıfiedile Dört'Ier rivayet etmiştir. Bubâri ile İbni Hîb-bân onu sahîhiemişlerdir.

İbni Abdilberr bu hadîsin ma'lûl olduğunu söylemişse de vehmetmiştir. Beyhdkî: «Şüphesiz ki bu   hadîs sahihtir» demiştir.

Hadîs-i şerîf sırtlanın yenilmesi helâl bir hayvan olduğuna de­lildir. ŞâfiVnin mezhebi budur. Şu halde sırtlanın hükmü yırtıcı hayvanların hükmünden tahsis edilmiş oluyor. Ebu Dâvud'vm Hz. Câbir (R.A.) 'dan merfu' olarak tahric ettiği bir hadîsde sırtlanın av olduğu ve yenilebileceği tasrih edilmiştir. Hadîs «Sırtlan avchr. Onu ihrâmh (hacı) yakalarsa yaşlı bir koç (kesmesi) îcâbeder; ve sırtlan yenir» Bu hadîsi Hâkim dahî tahrîc etmiş ve: «İsnadı sahihtir» demiştir, imam Şafiî diyor iri: «Hiç bir İnkâr vâki' olmaksızın halk onu   yemeye ve Safa ile Merve arasında satmaya devam ede gelmiştir.

Hanefîler'le diğer bazı ulemâ'ya göre sırtlanı yemek haramdır. De­lilleri bilumum yırtıcı hayvanların yenilmesini haram kılan hadîstir. Nitekim babımızın ilk hadîsinde görmüştük. Hanefîler Tirmizî'nin tah-rîc ettiği Huıeyrm hadîsi İle de istidlal ederler. Mezkûr hadîsde Resû-tüllah (S.A.V.) :

«Sırtların bir kimse yer mi hiç?» buyurmuşlardır .Ancak hadîsin isnadında Abdiilkerîm Ebu Ümeyye vardır ki, zât zaîftir.[283]

 

1351/1140- «İbnî Ömer radıyalîahü anhümâ'dan rivayet olunduğu­na göre kendisine kirpinin hükmü sorulunca (De ki: ben bana vahyolu-nan Kur'ânda haram kılınmış bir şey bulamıyorum) âyetini okumuş. Derken yanında bulunan bir ihtiyar:

— Ben Ebu Hüreyre'den: Peygamber sdllallahü aleyhi ve seîlem'ln yanında kirpinin sözü geçti de:

— O  habâisien bir  habistir;  buyurdu, derken    işitîim;  de­miş. Bunun üzerine İbni Ömer:

— Eğer bunu Rcsûlültah sdllaîlhü aleyhi ve seUem söyledi İse (hü­küm) onun buyurduğu gibidir; demiştir.»[284]

 

Bu hadîsi Ahmed ile Ebu Dâvud tahrîc etmişlerdir. İsnadı zâîftir.

Zaifiiğine sebeb hadîs'de zikri geçen ihtiyardır. Hattâbî : «Bu hadîsin îsnâdı bir şey değil» demiştir. Hadîsin bir çok tarîkleri var^ sa da Beyhdkl: «Bu hâdiş ancak zaif yollardan gelmiştir» demiştir.

Hanefîler'le Hanbelîler'e ve diğer bazı ulemâ'ya göre kirpi yemek haramdır. Çünkü onun habâisden olduğu hadîsle sabittir. îbni Ehî Leylâ, helâl olduğuna kaildir. Mes'ele ulemâ arasmda ihtilaflıdır.[285]

 

1352/1141- «İbni Ömer radıyallahü anhümâ'ûan rivayet olunmuş­tur. Demiştir kî, ResûlülSah sallallahü aleyhi ve seTtem pislik yiyen develer (i yemek) den ve sütlerin (i içmek) den nehyetti.»[286]

 

Eu hadîsi Nesaî müstesna DÖrt'ler tahrîc etmişlerdir. Tİrmizî onu hasen bulmuştur.

Hadîsin benzerini Hâkim, Dâre Kutnî ve Beyhakî, Abdullah b. Amr b. Âs'dan rivayet etmişlerdir. O hadîsde:

«Kırk gün yemleninceye kadar» ziyâdesi de vardır. Ayni hadîsi Ebv, Dâvud, İmam Ahmed b. Hanbel, Nesaî ve Hâkim, Amr l'bni Şua.yb'ten o da babasından o da dedesinden işitmiş olmak üzere 'gır lâfızlarla rivayet etmişlerdir.

«Ehli eşeklerin etlerinden, pislik yiyen deyeierden ve onlara bîn mekdcn nchyeiti.» Ebu Davud'un rivayetinde:

«Onlara binmskden ve sütlerini İçmekten» ifâdesi vardır.

Cellâle: Deve, sığır, koyun ve tavukların pislik yiyenlerine verilen isimdir.   

Hâdîs-i şerif pislik yiyen hayvanın etîle sütünün hattâ binilme­sinin haram olduğunu gösteriyor. îbni Hazm-i Zahirî Arafât'da ceîîâîe hayvan üzerinde vakfe yapan bir kimsenin haccı sahîh olma­dığına cezmen hükmetmiştir. Hadîsin zahiri, pisliği yemekle hay­vanın hemen ceîîâîe olacağına delâlet ediyorsa da îmam Nevevî : hayvanın yemine pislik galebe çalmadıkça cellâle olmayacağını; söy­lemiştir. Şu halde arada sirade pislikten bîr şey almakla cellâle ol­maz. Bazıları koku ve pisliği nazar-ı itibara almışlardır. Nevevî buna cezmen kail olmuştur. Hattâbî diyor ki: «Cellâle hayvanı yemeyi İmam Ahmed, Haneftler ve Şâfü mekruh saymışlardır. Bunlar çel-lâlenin birkaç gün hapsedilmeden yenifemiyeceğine kaildirler.»

Hapis müddeti bir hadîse göre 40 gündür, ibnî Ömer (R.A.) tavu­ğu üç gün hapsedermiş.

İmam Mâlik cellâleyi hapsetmeden yemekde beis görmemiştir. Sevrî ile İmam Ahmed b. HanbeVden bir rivayete göre ise haramdır.

«Mekruhtur» diyenler : «Bu bâbtaki nehî, etin değişmesinden-dir. Bu ise haram olmasını icâbetmez. Zîrâ kesilen hayvanın eti ku-' rursa yenilir» derler. Cellâle hayvanlardan tavuğu kesmezden ev­vel üç gün, koyunun yedi gün, sığırla deveyi on dört gün hapsetmek mendupdur. Mâlik'e göre buna lüzum yoktur.[287]

 

1353/1142- «Ebû Kata de radıyalîahü cm/ı'dan yaban eşeği kıssa­sında: Peygamber sallaUahü aleyhi ve selîem ondan yedi; dediği riva­yet olunmuştur.»[288]

 

Hadîs mü t tefekun aleyh'dir.

Hz. Ebu Kata de (R. A J'ın Peygamber (S.A.V.)'e hediye ettiği ya­ban eşeği kıssası «Hacc bahsi» nde geçmişti. Bu hadîsde onun yenil­mesinin helâl olduğuna delâlet vardır. Mesele ittifâkîdir. Maamâfih, yaban eşeği ehlîleştirilirse ehli eşek hükmüne girer.[289]

 

1354/1143- «Esma binli Ebî Bekir radıyalîahü anhümâ'dan riva­yet olunmuştur : Resul ül I ah saUdllahü aleyhi ve seUem devrinde bîr at kesdik ve yedik; demiştir.»[290]

 

Hadîs müttefekun aleyh'tir.Hadîsin bir rivayetinde;                                    

«Bİz   Medine'de İken» kaydı vardır. Dâre Kutnî'nm rivayetinde;

«Onu bîz ve Peygamber (S.A.V.) 'in chl-İ beyti beraberce yedik.»

denilmiştir. Bu.hadîs at etinin helâl olduğuna delildir. Çünkü zahire göre Peygamber (S.A.V.) 'in bu işi-takrîr buyurduğu anlaşılıyor. Ha­dîsin bir rivayetinde: «Ehli heyt-İ ResûHHâh» denilmesi de bunu gös­teriyor. Keza hadîsin buradaki rivayetinde «nahreyledik» diğer rivaye­tinde tczebhettik» ta'birleri kullanılmıştır. Nahır: deveyi göğüsten boğaz­lamaktır. Zebîh: hayvanın çenesiiiin altındaki damarlarını kesmektir. At için bunların ikisi birden zikredildiğine bakarak bazıları: «hahır'la zebih ayni mânâyadır» demişlerdir. Diğer bazı ulemâ ise bu iki keli­menin mecazen birbirinin yerine kullanıldığına zâhib olmuşlardır. İbnü't Tîn diyor ki: «Esas i'tibârîle deve nahredilir. Şâir hayvanlar ise zebholunurlar».

Deveyi nahır yerine zebih, diğer hayvanları da zebih yerine nah-retmenin hükmü ihtilaflıdır. Cumhur-u ulemâ'ya göre caizdir. Mâll-kîler'den bazısına göre caiz değildir.

«Bİz Medine'de iken» ifâdesi: «at yemek cihâd farz olmazdan önce meşru' idi: cihâd farzoldukdan sonra onu yemek haram olmuştur.» di­yenlerin sözünü reddetmektedir. Çünkü cihâd Medine'ye varır varmaz farzolmuştur.[291]                                                             

 

1355/1144- «Ibni Abbâs radıyattahü anhümâ'âan rivayet olunmuş­tur. Resûlüllah sallaUahü aleyhi ve seîlem'ın sofrasında  keler[292]   yenîldl; demiştir.[293]

 

Hadîs müttefekun ateyb'tir.                                      

Bu hadîs keler yemenin helâl olduğuna delildir. Cumhur-u ulemâ'-mn kavli de budur. Kaadi îyaz (476—544) bazı ulemâ ya göre haram, Hanefîler'e göre mekruh olduğunu nakletmiştir. Fakat îmam Nevevî: «Bunun hiç bîr kimseden sahih olarak rivayet edildiğini zannetmi­yorum. Edilse bite nass ve daha önceden mün'akid icmâ'la merdüd-tür.» demiştir.

Haram olduğunu söyleyenler, Ebtı Dâvûd'vaı tahrîc ettiği şu hadisle istidlal ederler:                                           

«Gerçekten Peygamber (S.A.V.) keleri yemekten nehyettî.» Lâkin hadîsin isnadında îsmaü b. Ayyaş vardır. Bu zâtın Şamîılar'dan riva­yet ettiği hadîsler kuvvetlidir. Binâenaleyh Hattâbi'nin onun hadî­si hakkında: «isnadı birşey değildir» demesi ile îbni Hazm'm: «Bu hadîsin isnadında zaîf ve meçhul râvîler vardır.» şeklindeki mütâ­lâası ve keza Beyhakî'nin: «İsmail b. Ayyaş hüccet değildir.» sözü. tam bir isabet sayılmaz. Çünkü İsmail b. Ayyaş bu hadîsi Şamdlar'-dan rivayet etmiştir. Şu kadar var ki: «Nehyin aslı her ne kadar tahrîm için olsa da Müslim'in tahrîc ettiği:

«Onu yeyîn, zira helâldir; lâkin o benim yiyeceğim şeylerden değildir.» hadîsi bu tahrimi kerahete tebdil etmiştir.» deniliyor.

«Keler yemek haramdır» diyenlerin bir delili de Ebû Davud'un Abdurrahman b. Hasene'âen. tahrîc ettiği şu hadîsdir:

«Ashab keler pişirmîşler. Bunun üzerine Resûlüllah (S.A.V.):

— Şu muhakkak ki, Beni israîlden bir ümmet yerde debeleyen 'tayvan şekline tebdil edilmiştir/Ben onun bu hayvan  olmasından   korkarım;   binâenaleyh   onu   atın; buyurmuştur.» bu hadîsi İmam Ahmed b. Hanbel tahrîc etmiştir. îbni Hibbân ile Tahâvî onu sahîhlemislerdir. Senedi Şeyheyn'in şart­ları üzerinedir. Mezkûr hadîsle istidlale de söyle cevap verilmiştir. «İhtimal Peygamber (S.A.V.)'in bu hayvanın tebdil edilmiş bir ümmet olmasından endişe etmesi, tebdil edilen ümmetin nesil bırakmayacağı kendisine bildirilmezden Önce vâki' olmuştur. Zîra tebdil edilen ümme­tin nesil bırakmayacağı Tahâvî'rtin Hz. İbni Mes'ud (R. A J'dan tah­rîc ettiği şu hadîsle sabittir.

İbnî Mesûd şöyle demiştin Rcsûlüilah (S.A.V.) 'e maymunlarla do­muzların, şeklî tebdil edilen insanlardan olup olmadığı soruldu. Buyur­dular ki:

— Allah hjç bir kavrni helak etmemiştir, yahûd hay­van şekline tebdil etmemiştir ki onlara nesil ve sülâle halketsin.» Hadîsin aslı Müslim'dedir. İbnül - Arabi, bu'hadîse muttali' olamamış; ve «Hayvan kılığına tebdil edilen kavmin nesli olmaz; sözü bir iddiadır. Böyle şeyler akılla bilinmez. Onları bilme­nin yolu nakildir. Bu bâbta i'timâda şayan bir şey yoktur.» demiştir,

«Keler'i yemek haramdır» diyenlere şöyle de cevap verilmiştir. «Kelerin insandan dönme bir hayvan oladuğunu kabul etsek bile bu onun yenilmemesini iktizâ etmez. Çünkü, sureti tebdil edilmekle ondan insan hükmü kaldırılmıştır. Resûlüllah (S.A.V.) 'in yememesi bu hay­van Allah'ın hışmına uğradığı içindir. Nitekim Resûlüllah (S.A.V.) Se-mûd kavminin sularından da içmezlerdi.

Buraya kadar verilen izahattan anlaşılır ki, keleri yemek caiz, fa­kat Peygamber (S.A.V.) onu kerih görmüştür.[294]

 

1356/1145- «[295] Abdurrahman b. Osman el-Kureşî radıyallahü arih'-dan rivayet olunduğuna göre hekimin bîri Resûlü'lah salldllakü aleyhi ve sellem'e kurbağayı ilâca katmanın hükmünü sormuş; bunun üzerine Peygamber sallallahii aleyhi ve selîem onu öldürmeyi yasak etmiştir.»[296]

 

Bu hadîsi Ahmed tahrîc etmiştir. Hâkim onu sahîh bulmuş; Ebu Dâvud ile Nesaî dahî tahrîc etmişlerdir.

Onların rivayetlerinde az çok lâfız farkı vardır. Beyhakî: Bu hadîs, kurbağayı öldürmekden nehî hususunda vârid olan" hadîsle­rin en kuvvetlisidir.» demiştir. Yine Beyhakî, Hz. İbni Ömer (İC.A.) dan şu hadîsi tahrîc etmiş ve isnadı için «sahih» demiştir:

«Kurbağaları öldürmeyin; çünkü onların vakvakass tesbîhdir. Yarasayı da Öldürmeyin; zîrâ Beyt-i Makdis. harap edildiği zaman yarasa: YâRâb! beni denize musal­lat kıl da şunları boğayım; demiştir» Beyhâkî, Hz. Enes (R.A.} dan da şu hadîsi rivayet etmiştir:

«Kurbağları öldürmeyin; çünkü onlar ağızlarına su doldurarak ibrahim'in ateşine varmışlardır. Bu suyu ate­şin üzerine serpiyorlardı.»

Gerek babımızın hadîsi, gerekse diğerleri kurbağa öldürmenin ha­ram olduğuna delâlet etmektedirler. Öldürülmesi haram olunca bundaa yenmesinin de haram olduğu anlaşılmıştır. Zîrâ yenilmesi helâl olsa Öldürülmesi yasak edilmezdi. Buna benzer bir istidlal yukarıda da geç­mişti.[297]

 

«Av Ve Hayvan Kesme Babı»

 

Sayd kelimesi masdar bir kelime olup, avlanmaya da, avlanan avada, itlâk edilir. Teâla Hazretleri, Kur'an-ı KermVde avlanmayı bir­kaç yerde mubah kılmıştır. Bunlardan bazıları:

«[298] ihramdan çıkîımzmı avlanabilirsiniz» âyet-i kerîmesi ile :

[299] Öğrettiğiniz yırtıcıların Öğrenmiş olanları üe avlanmak da helâl kılındı.» kavl-i kerîmidir.

Sünnetden delili: babımızın hadîsleridir. Bu deliller ihramlı olma­yanlara avlanmanın mubah olduğunu gösterirse de Hanefîler'e göre avcılığı et ihtiyacı için değil de zevk ye keyf için yapmak veya onu san'at haline getirmek yine de mekruhtur. Vurulan bir avın helâl ola­bilmesi için Hanefîler'ce 15 şartın bulunması lâzımdır. Bu şartların be­şi av köpeğinde beşi de avda aranacaktır.

1— Avcıda aranan şartlar: Hayvan kesmeye ehil olmak,   köpeği avın peşinden salmak, köpeği salarken kestiği yenmeyen biri ile ortak olmamak, kasden besmeleyi terketmemek ve köpeği avın peşinden sal­makla avı tutmanın arasında başka bir işle meşgul olmamaktır.

2— KÖpekde aranan şartlar: Av koğmayı öğrenmiş olmak, avı usû­lü ile kovmak, avı tutarken avcılığı helâl olmayan biri ile ortaklaşma-m&k avı yaralayarak öldürmek ve tuttuğu avdan yemektir.-

3— Avda aranan şartlar :    Ha-şerâttan olmaması, balıktan başka bir su hayvanı olmaması, kendini ya kanatlarîle yâhûd ayaklarîle ko­ruyan hayvanlardan olması, yiyeceğini azı dişlerîle yâhûd pençelerîle te'min eden yırtıcılardan veya yırtıcı kuşlardan olmaması ve bıçak yetiştirinceye kadar aldığı yaradan ölmemesidir. Bu şartlar sırası geldik­çe görüleceklerdir.

Zebâİh: zebîhanın cem'idir. Zebîha: kesilmek, şanından olan hay­vandır. Bu takdirde henüz kesilmeyen bir hayvana bu ismi vermek evil alâkası ile mecâz-ı mürsel olur. Fakat Hanefîyye ulemâsı'ndan Zeylaî ile «eZ- ihtiyar» sahibine göre zebîha: kesilen hayvan; demektir.[300]

 

1357/1146- «Ebu Hüreyre radzyalîakü anft'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah saltallahil aleyhi ve settem:

— Çoban köpeği île av köpeği ve ekinlik bekleyen kö­pekler müstesna olmak üzere her kim köpek edinirse her gün ecrinden bir kîrat eksilir; buyurdular.»[301]

 

Bu hadîs, köpek edinmenin ve beslemenin memnu' olduğuna delildir. Bundan yalnız hadîsde beyân edilen üç nev'i köpek müs­tesnadır. Hadîs-i şerîf bu lâfızlarla Sahiheyn'den maada diğer'ki­taplarında da ~rürâyet edilmiştir.                   

Ulemâ buradaki memnu'iyetin tahrîm mî yoksa kerahet mi ifâde ettiğinde ihtilâf etmişlerdir. Bazıları tahrîm ifâde ettiğine kail olmuş­lardır. Onlara göre sahibinin ecrinden her gün bir kîrat azalması köpeği edindiği için ona bir cezadır. Hadîsin bir rivayetinde «kîrat» de­nilmiştir. Bunun mânâsı: köpek beslemekle kazanılan günah günde bir veya iki kîrat sevaba muadil olur; demektir.

Tahrîmin hikmeti ise: insanları korkutması ve meleklerin o eve gir­memesine sebeb olmasıdır. Halbuki meleklerin girmesi ev sahibini ibâ-dât ve tââta yaklaştırır; günah işlemekden uzaklaştırır. Sonra, köpek­ler kapları da yalayarak pislenmelerine ve bir çok hastalıklara da se­beb olurlar.

Bazıları, köpek beslemenin mehruh olduğuna kaildirler.Bunların delili sevabın tedricî suretde azalmasıdır: «Haram olsa tedricen değil birden giderdi» diyorlar.                                                               

İmam Şafiî hadîsde istisna edilen üç nev'iden maada bilumum köpeklerin satılmasının haram olduğuna kaildir.

Hanefîler'e göre bilumum köpekleri ve avcılıkda kullanılan pars[302] gibi yırtıcı hayvanları satmak caizdir. Yalnız İmam Ebu Yusuf'a göre herkese saldırah dalayıcı köpek satılmaz; çünkü böylesi ta'İim ve terbiye kabul etmez. Bir kırat rivâyetîle iki kîrat rivaye­tinin arası cem'edilerek: «ifci kîrat zararın çokluğuna göre söylen-migtir. Meselâ şehirlerde iki kîrat köylerde bir kîrat azalır, veya Medîne-î Münevvere'de iki şâir şehirlerde bir kîrat azalır. Yâhûd gündüzün sevabmdan bir, gecenin sevabından da bir kîrat azalır da* bir kîrat diyen yalnız gündüze yâhûd yalnız geceye nisbetle söyle­miş; iki kîrat diye rivayet eden ikisini birden nazar-ı i'tibâra al­mıştır.» denilmiştir.

Azalan sevapların geçmiş ibâdetlerden mi yoksa gelecek ibâ­detlerden mi alınacağı dahî ihtilaflıdır. îbni Tin'e göre gelecek ibâ­detlerden alınacaktır.

Hadîs-i şerif edinilmesine izin verilen köpeklerin sevâb azalt­mayacağına işaret.ediyor. fevleri korumak için edinilenler de bun­lara kıyas edilmiştir. îbni Abdiîberr buna işaret ediyor.

Saldırgan köpek bilittifak bu izinde dâhil değildir. Çünkü öl­dürülmesi emredilmiştir.

Hadîs-i şerif iyi amelleri noksanlaştıracak fiillerden kaçınılması gerektiğine işaret ettiği gibi, maişet babında kulların muhtaç ol­duğu şeyleri mubah kılma hususundaki lûtf-u ilâhî'yi de haber ve­riyor.                       .

Tenbih : Müslim'de köpekleri öldürmeyi emreden hadîs vardır. Buna binâen Kaadî lyâz: «Ukmâ'mn çoğu köpekleri öldürme babında bu hadîsle istidlal etmişlerdir; müstesna olanlar başka» demiş; ve Mâ-likîler'in mezhebi bu olduğunu söylemiştir. Nihayet Kaadî îyâz diyor ki: «Bence nehî evvelâ bütün köpekler hakkında âmm ve şâmildi. Resûlül-lah (S.A.V.) hepsinin öldürülmesini emretmişdi. Sonra kara köpekten maadasının öldürülmesini yasak etti; müstesnalardan maada bütün köpeklerin edinilmesini de nehî buyurdu.»

Kara' köpekten murâd: gözlerinin üzerinde iki beyaz nokta bulu­nan hâlis kara olanıdır.[303]

 

1358/1147- «Adiyv b Hâüm radıyallahü em/ı'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: ResûÜillah sdllallahü aleyhi ve sellem bana:

— Köpeğini saldırımı onun üzerine Allanın adını an. Eğer senin için tutar da ava diri iken yetişirsen onu he­men kes. Ava yetiştiğinde köpek onu öldürmüş de ondan yememişse o avı ye. Şayed kendi köpeğinle beraber başka bir köpek bulursan avı öldürmüşse yeme. Çünkü onu köpeklerin, hangisi öldürdüğünü bilemezsin. Eğer okunu atacakssn besmele çek. Avı bir gün bulamazsan onda kendi okunun eserinden başka bir şey görmediğin takdir­de istersen ye. Avı suda boğulmuş olarak bulursan yeme; buyurdular.»[304]

 

Hadîs müMefekun aleyh'tir. Bu lâfız Müslim'indir.

Bu hadîste bir takım meseleler vardır:

1— Köpeğin tuttuğu av, ancak köpek sahibi tarafından salındığı tak­dirde helâl olur. Kendiliğinden avın arkasından giderse tuttuğu av yen­mez. Cumhur'un kavli budur. Zîrâ hadîs-i şerîfde: «salarsan» buyu-rulmuştur. Bunun mefhumu şartından, salınmayan köpeğin tuttuğu avın yenmeyeceği anlaşılır. Bazılarına göre köpeğin öğrenmiş olması mu'-teberdir. Öğrenmişse kendiliğinden tuttuğu av helâldir.

Öğrenmenin hakikati avın arkasından salınca kovması, çağırıldığı zaman gelmesidir. Bazıları: «öğretme avın peşinden salmayı ve kov­durmayı kabul etmesi ve kovmaya başlarken bundan menedildiği tak­dirde sahibine itaat etmesi; tuttuğu avı yememesidir.» demişlerdir. Burada asıl mu'teber olan avın arkasından salmmazdan Önce menedi-lince sahibini dinlemesidir. Avın peşine takıldıktan sonra geriye dön­dürülmesi imkânsızdır.

2— «Onun üzerine Allanın adını an» ifâdesi Teâlâ Hazretleri'nin ayni mânâdaki kavl-i Kerîminden alınmıştır. Mânâ şudur: «Ava canlı iken yetişirseniz keserken üzerine besmele çekin»   yâhûd: «Öğ­rettiğiniz av köpeğini avın peşinden salarken üzerine   besmele çekin» Hadîsdeki «Eğer okunu atacaksan besmele çek» cümlesi da­hî oku veya kurşunu atarken besmele çekmenin şart olduğuna delildir.

Kitab ve sünnetin zahiri bunu ifâde etmekle beraber mesele ulemâ arasında ihtilaflıdır. Yukarıda da arzettiğimiz vecihle besmele yi unut­mayanlar için gerek köpeği salarken gerekse avı keserken besmele çekmek Hanefîler'le diğer bazı ulemâ'ya göre vaciptir. Kasden besme-le'yi   terkedenin kestiği ve avladığı yenmez. Delilleri bu hadîsle:      

«[305] Üzerine besmele çekilmeyen hayvandan yemeyin» âyet-i kerî-mesîdir. Besmele'yi unutan ise affolunmuştur. Buna delil de:

«Ümmetimden hatâ ve unutma'!""» hükmü) kaldırılmış­tır» hadîs-i şerifidir. Babımızın sonunda gelecek Ibni Abbâs (R.A.) ha­dîsi de Hanefîler'in delîllerindendir.

Diğer ulemâ'ya göre ise besmete sünnettir. Hz. İbnİ Abbâs (R.A.) ile İmam Mâlik ve bir rivâyetde imam Ahmed b. Hanbel bu kavle zâhibolmuşlardır. Bunların delili :

«[306] Kesdikleriniz müstesna» âyet-i kerîmesidir. Mezkûr âyetde bes­mele şart kılınmıştır. Ehl-i kitâb hakkında dahî

«[307] Kendilerine kifab verilenlerin yiyecekleri sîze helâldir» buyur­muşlar. Halbuki onlar besmele çekmezler. Sünnet'den delilleri ileride gelecek Hz. Âîşe hadîsidir.

Zâhirîler'e göre besmele unutarak bile terkedilse o hayvan yenmez. Çünkü âyetin zahiri bunu ifâde eder. Sünnet'den delilleri sadedinde bu­lunduğumuz Adiy (R.A.) hadîsidir. Bu hadîsde besmele emredilmiş; bssmele'siz kesilen hayvan hakkında tafsilât verilmemiştir. Besmelesiz caiz olsa elbet de tafsilât verilirdi.

Hayvanı müslüman keser de besmele'yi çekip çekmediğinde şüphe ederse o hayvan yenir. Bu hususta Fahr-i kâinat (S.A.V.) Efendimiz :

«Besmeleyi çekin de yeyin.» buyurmuşlardır.

3— Hadîsteki «Eğer ava diri iken yetişirsen onu   hemen kes.» cümlesi hayvan diri olarak yakalandığı zaman onu kesmek vâcib olduğuna aksi takdirde yenilmesi helâl olamayacağına delil­dir. Bu cihet ittifakıdır. Avcı yetiştiği vakit hayvan diri fakat son nefesine gelmişse bakılır; aldığı yaradan yemek veya nefes borusu kesilmiş yâhûd karnı veya bağırsakları çıkmışsa kesmeden dahî ye­nilebilir. Nevevî bu hususda dahî icmâ' olduğunu söyler: «Ava ye­tiştiğinde köpek onu öldürmüş de ondan yememişse o avı ye» cümlesi köpek yediği takdirde artık o hayvanın yenmeyece­ğine delildir. Köpeği tuttuğu avı yememesi onun öğrenmiş olmasının şartıdır. Bunu yukarıda görmüştük. Yemesi ise öğrenmediğine delîldir. Öğrenmemiş bir köpek avı kendili için yakalar. Nitekim bir hadîsde :

«Zfrâ kendisi için   tutmuş   olmasından    korkarım.» Duyurularak bu cihet beyân olunmuştur. Bu hadis dahî :

«[308] Köpeklerin sîzin için tuttukları avlardan yeyin.» âyet-i kerîmesin­den-mülhemdir. Âyetteki «sîzin İçin tuituklart» cümlesi hayvanın tuttuu avdan yememesi diye tefsir olunmuştur. Bu bâbdaki bir hadîsi İmam Ahmed.Hz. İbni Abbâs (R.A.) 'dan şu lâfızlarla tahrîc etmiştir:

«Köpeği saldığında eğer avı yerse sen yeme; çünkü kendisi için tutmuştur. Köpeği saldığın zaman avı ye-mezse; sen ye. Zîrâ sahibi için tutmuştur.» Ekser-î ulemâ­nın mezhebi budur. Hz. Alî (R.A.) ile ashâb-ı kiram'dan bir cemâate göre, köpek yese de o av yine helâldir, imam Mâtik'in mezhebi de budur. Delilleri Ebu Davud'un Ebü Sa'lebe (R. A.)'ûan güzel bir isnadla tahrîc ettiği şu hâdisdir :

Ebû Salebe demiş kî :

— Yâ Resûlâllah, benim öğretilmiş köpeklerim var; bunların avı hakkında bana bir fetva ver; Resûlüllah (S.A.V.) :

— Senin için tuttukları avdan ye; buycrmuşlardır:

— Köpek yese de mi? deyince :

— (Evet) yese de; demişlerdir.» Selman (R.A.) hadisinde de :

«Avın yarısından başka bîr yerine yetişemesen bile onu ye.» buyurmuşlardır.

Bazıları Hz. Adiy hadîsini Öğrendiği ta'lîmi unutan av köpeğine ham­lediyorlar. Bir takımları da bu hadîsin kerâhet-i tenzîhiyye'ye hamle-dildiğini söylerler: «Ebu Sa'lebe hadîsi asıl helâli beyan içindir. Hz. Adiy zengindi; onun için Resûlüllah (S.A.V.) ona yememesini emretti. Ebu Sa'lebe ise fakirdi; ona da helâl olduğuna? fetva verdi» diyorlar.Hadîsde: «Avı bir gün bulamazsan onda kendi okunun ese­rinden başka bir şey göremediğin takdirde istersen ye.» Duyurulmuştur. Bu mânâda muhtelif hadîsler vardır. Bu sebeble ulemâ dahî ihtilâf etmişlerdir.

îmam, Mâlİk'e göre avın düştüğü yer bilinmez de bilâhare aulu-nur; üzerinde köpeğin açtığı bir yara görülürse gecelememiş olmak şartîle yenir. Gecelemişse yenmesi mekruh olur. Burada başka ka­viller de vardır. Hadîsin bazı rivayetlerinde : «av kokmamişsa ye» diğer bazılarında: «gecelemedikçe ye» buyurulması müd­det hakkında nassdır. Maamâfîh ihtiyat olan, memnuiyet cihetini nazar-ı i'tibâra alarak bu kadar müddet bulunamayan avı yemektir.

4— Hadîs-i şerîf köpeğin avlanması babında nassdır. Şâir yırtıcı­lardan pars ve kaplan gibileri ile yırtıcı kuşlardan atmaca, şahin ve sâirenin avcıhkda kullanılıp kullanılamayacağı ihtilaflıdır. Hanefîler'Ie Mâlikiler'e göre ta'Iim ve terbiyeyi kabul eden bütün yırtıcı hayvanlarla yırtıcı kuşlar avcıhkda kullanılabilir. Yalnız Hanefîler'den îmam Ebu Yusuf a göre arslan'la ayı avcıhkda kullanılamaz. Çünkü arslan izzet-i nefis sahibi bir hayvandır. Ayı ise cimridir. Bu sebeble her ikisi de başkalarının hesabına çalışmazlar. Bazıları hasislikde çaylağı da bunlara ilhak etmişlerdir. Domuz ise aynı necis olduğundan ondan hiç bir suretle intifa' edilemez. Ulemâ'dan bîr cemaatla Mücahid'e göre av-cılıfcda köpekden başka hayvan kullanılamaz. Şayet kullanılırsa o hay­vanın tuttuğu avın helâl olabilmesi için diri iken yetişip kesmek şarttır. ; Âyet-i kerime'de zikri geçen yırtıcılardan murâd : sahipleri için av yakalayan yırtıcılardır, ki kelime her nev'i yırtıcıya âmm ve şâ­mildir. «Tefsîr-i Keşşaf» da şöyle deniliyor : «Cevârıh : yırtıcı hay­vanlarla yırtıcı kuşların avlananlarıdır. Köpek, pars, kaplan, doğan, at­maca ve şahin gibi. Mükelleb'den murâd: yırtıcıların öğretilmiş ve avı sahibi için avlayanıdır...»

Keşşaf sahibinin fou izahı âyet-i kerîme'nin köpeğe ve diğer yırcılara şâmil olduğunu gösterir. Avcılığı mubah kılan âyet-i kerîme nazil olduğu vakit araplar köpek kuş, ve şâir yırtıcılarla avlanırlardı.[309]

 

1359/1148- «Adİy radîyallahu anh'dan rivayet olunmuştur. Demiş­tir kî: Resûlüllah salîdllahü aleyhi ve seîîem'e bir ucu demirli sopa İle avlanmanın hükmünü sordum :

— Keskin tarafîle isabet ederse ye, geniş tarafîle isa­bet ederse de (onunla) öldürürsen artık o, sopa île öldürmüş gibidir;binâenaleyh yeme; buyurdular.»[310]

 

Bu hadîsi Buharı rivayet etmiştir.

Hadîsde geçen «mi'râd» kelimesinin tefsirinde ihtilâf edilmiş­tir. Bazıları: çıplak ve kalın bir ok'dan ibaret olan zıpkındır; de­miş, bir takımları : ağır bir ağaç parçasıdır; fikrinde bulunmuş, diğer bazıları da: avcıların kullandığı bir ucu demirli sopadır; de­mişlerdir. Burada, İbni Tîn'in tefsiri olan «ucu demirli sopa» mânâ­sına alınması daha muvafık görülmüştür. Böyle bir sopa ile vurulan ava onun demirli yani sivri ucu isabet ederse o av yenir Kaim ta­rafı isabet eder de av ölürse yenmez. Çünkü sopa veya taşla öldü­rülen hayvan hükmündedir. BÖylelerin yenilemiyeceği ise nass-ı kur'an'la sabittir. Hadîs-i şerîf'de av âletlerinden birine işaret vardır ki o da keskin olan âlettir. 2ırâ Peygamber (S.A.V.) sopanın sivri ucu ile isabet etmişse yenileceğini haber vermiştir. Sopanın o ucu keskindir. Kaim tarafîle vurmuşsa yememesini emir buyurmuşlardır. Binâenaleyh ağır bir şeyle öldürülen avın yenilemeyeceğine bu hadîs delildir. Dört mezhebin imamları ile Sevrî'nm mezhebi budur. Şâm ulemâsından Evzâî ile Mekhıd ve diğer bazıları ucu demirli sopa ile vurulan avın mutlak suretde helâl olduğuna kaildirler. İhtilâfın sebebi, bu bâbtaki usul ve kavâidin bir birine muarazasıîhr. Zîrâ döğülerek öldürülen bir hayvanın yenilemiyeceği kitab ve İcmâ-ı ümmet'le sabit olmuş bir kaidedir. Avı yaralamanın onu kesmek hükmünde olması da sün­netin vaz'ettiği bir kaidedir. Binâenaleyh demirli sopanın öldürdüğünü döğülerek ölmüş kabul edenler onun mutlak surette" yenilemiyeceğine kail olmuş; yaralamaya ava mahsus olmak üzere kesmek hükmü ve­renler mutlak surette yenilebileceğine fetva vermişlerdir.[311]

 

1350/1149- «Ebû Sa'lebe radıyallahu anh'âan Peygamber sallallahü aleyhi ve seîlem'den İşitmiş olarak rivayet edildiğine göre Resûlüllah sdUallahÜ aleyhi ve sellem :

— Okunu attığın zaman av sen (görün) çjen kaybolur müteakiben ona yetişirsen kokmadıkça onu ye; buyurmuş­lardır.»[312]

 

Bu hadîsi Müslim tahrîc etmiştir.

Av ne ile vurulursa vurulsun, avcı'nın gözünden kaybolduğu zaman verilecek hüküm yukarıda görüldü. Bu hadîs, av koktuğu vakit yenmesi haram olduğuna delildir. Yiyene zarar veren, veya habâis'den olan hay­vanlarla, kokmuş yemekler de buna kıyâs olunur.[313]               

 

1364/1150- «Âîşe radıyallahu anhâ'dan rivayet olunduğuna göre.: bir kavim  Peygamber saUaUahü aleyhi ve seîlem'e :

— Gerçekten bize bir kavim et getiriyorlar. Keserken buna besmele çekip çekilmediğini bilmiyoruz;  demişler.  Bunun üzerine  Peygamber saUaUahü aleyhi ve sellem:

— Onun üzerine siz besmele çekin de yiyin; buyurmuş­lardır.»[314]

 

Bu hadîsi Buhârî rivayet etmiştir. Bir rivayette:

«PUhaktka  câhiltyyetten    yeni kurtulmuş bir kavım» denilmiştir. Buhârî'xLe bu hadîsin tamamında :

«Aişe : Bunlar küfürden yeni kurtulmuşlardı; dedi» cümlesi vardır. İmam Sîâlik'in rivayetinde  ise:

«Bu (mesele) islâmiyetin  başında  İdi» ifâdesi kullanılmıştır.

Hadîs-i şerif, mürseldir diye illetlendirilmişse de biz Hanefîler'e göre irsal bir illet değildir. Üstelik hadîsi Buhârî mevsul olarak da rivayet etmiştir. Yukarıda da görüldüğü vecihle bu hadîs : «hayvan ke­serken besmele vâcib değildir» diyenlerin delilidir. Fakat bununla istid­lal doğru olamaz. Çünkü hadîs yalnız et getirenlerin besmele'yi bildirme­leri îcabetmediğine delâlet ediyor. Keza köylülerin pazara getirdikleri etler için hayvanı keserken besmele çektiklerini söylemeleri de şart değildir; zîrâ onlar besmele'nin lüzumunu bilirler. Ibni Abdiîberr şöyle ıfiyor: «çünkü müslümana her şeyde hayırdan başka zanda bulunuliraz. Ancak hilafı anlaşılırsa o başka» Resûlüllah (S.A.V.) 'in so­ranlar :

— Onun üzerine siz besmele çekin; buyurması bedî' fen­nine g&re üslüb-ı hakimdir. Çünkü soranlar bu cevap karşısında bekle­medik leri bir şeyle karşılaşmışlarda. Sanki şöyle demiştir : «Sizi alâ­kadar eden cihet kendiniz besmele çekip p eti yemenizdir.» Bu cevap beşme (e'nin vâcib olduğunu takrir eder.

«Mü'm'm besmele çekse de çekmesede  Allah'ın adile keser» diye dillerde meşlur bîr hadîs vardır. Mezkûr hadis için tmam Gazâlî «ihyâül-Ulûm» da : «Bu hadis sahihtir» demişse de hadîs bilittifak zaîftir. Ayni hadîsi Beyhakî, Hz. Ebu Hüreyre'den tahrîc etmiş ve : «bu hadîs münkerdir; onunla ihticac edilmez» demiş­tir.[315]    

 

1362/1151- «Abdullah b. Mugaffel-i Müzeni radıyallahu anh'dan rl-vâyet olunduğuna göre ResûÜiHah saJJaUahü aleyhi ve sellem ufak ta; atmakdan nehpctmîş ve :

— Bu taşlar av avlamaz; düşman yaralamaz; onlar ancak diş kırar ve gez çıkarır; buyurmuşlardır.»[316]

 

Hadîs Müttefekum afeyh'dir. Lâfız Müslim'indir.

Hafz : ufak taş veya çekirdek gibi bir şeyi baş parmakla şehâdet parmağının arasına alarak atmaktadır. Böyle bir taşla öldürülen avın yenilip yenilmeyeceği hususundaki ihtilâf yukarıda görüldü. Çünkü taş keskinliği ile değil ağırlıg   ile öldürür.        

Hadis-i şerif, taşla a\ vurmayı nehyediyor. Zîrâ bir faydası ol­madığı gibi mefsedetinden I orkulur. Şâir mefsedeti görülen şeyler de hüküm i'tibârîle buna müT ıktir. Nevevî diyor ki: atış ufak yuvar­lak taşlarla veya çakıl ile yapılırsa bu ancak avı ele geçirmek için­dir; ve ekseriyetle öldürmez. Bunlarla vurulan bir ava- avcı yetişir de keserse caizdir. Vakıa' Beyhakî, Hz. İbnİ Ömer (R.A.)'\nt «ufak yuvarlak taşla Öldürülen hayvan mekûze (yani dökülerek öldürülmüş) hükmür. dedim dediğini rivayet etmiştir. Fakat bu rivayet o taşla ölen hayvan hakkındadır. Nevevi'nin sözü ise, ölmeden yakalanan hay­van hususundadır. Selefin ekserisine göre böyle taşlarla vurulan hay­van yenmez. Çünkü ağır bir şeyle öldürülmüştür. Bu günkü tüfeklerin vurduğu av yenilir; zîrâ kurşun ve saçmalar barud ateşinin tesirîle mil gibi olur;   ve çarpmakla değil sivri ucu ile delerek Öldürür.[317]

 

1363/1152- «lbni Abbas radıyallahu anhümâ'dan rivayet olunduğuna göre Peygamber sdüallahü aleyhi ve sellem:

— Canİı bir şeyden hedef yapmayın; buyurmuşlardır.»[318]

 

Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerif canlı hayvanı silâha hedef yapmanın haram olduğuna delildir. ResûlüÜah (S.A.V.) bir yerden geçerken canlı bir kuşu iıedef yaparak ona silâh atan bazı kimseler görmüş ve:

«Bunu yapana Allah lanet etsin» buyurmuşlardı. Bu dahî nehyin tahrim için olduğunu gösterir, Nehyîn hikmeti: Hayvana eziyet ve onun mâlîyet ve menfaatini zayi' ettiği içindir.[319]

 

1364/1153- «Kâ'b bin Mâlik radıyallahu anh'öan rivayet olunduğuna göre bîr kadın taşla bir koyun kesmiş. Bu mesele Peygamber salîallahü aleyhi ve seîlem'e soruldukda koyunun yenilmesini emir buyurmuştur.»[320]

 

Hadîsi Buhârî rivayet etmiştir.

Bu hadîs kadının hayvan kesmesi caiz olduğuna delildir. Bazıları bu­nun mekruh olduğuna kail olmuşlardır. Fakat bu kavlin bir vechi yok­tur. Hadîs keskin taşla hayvan kesmenin de caiz olduğunu bildiriyor. Yalnız hayvanın kesilmesi îcâbeden damarlarını kesmesi şarttır. Çün­kü bir rivayette kadının taşı kırarak kestiği zikredilmiştir. Taş kırılınca keskinleşir. Hadîs, sahibinin izni olmaksızın kesilen hayvanın yenilebi­leceğine de delildir. Çünkü o kadın koyunu sahibinin izni olmaksızın kes­mişti. Bu hususta muhalefet edenler İshâk b. Râhuye (Râhaveyh) ile Zâ Kiril er'dir. Delilleri Peygamber (S.A.V.) 'in Zülhurleyfe'de besmele'siz kesilen ganimet hayvanlarından yapılan çorbaları döktürmesidir. Hadîsi Şeyheyn tahrîc etmişlerdir. Fakat bu istidlale cevap veril­miş; ve : «orada yere dökülen yalnız çorbaların suyu idi; etleri toplanarak ganimete iade edilmişti» denilmiştir. Yalnız Ebu Davud'un Ensâr'dan bir zâttan tahrîc ettiği şu hadîs Zâhiriler'e yardım etmekte­dir :

«Resûlülfah (S.A.V.) İle bir sefere çıktık. Müteakiben halka şiddetti bîr açlık ve meşakkat İsabet etti. Derken ashâb bir takım koyunlar «1e geçirerek onları yağma ettiler. Artık tencerelerimiz (bunların etlerîle) kaynıyordu kî Resûlüllah (S.A.V.) atının üzerinde çıka geldi. (Hâlimizi görünce) hemen tencerelerimizi devirdi; sonra eti toprakla karıştır­mağa başladı; ve :

— Şüphesiz ki yağma malı İaşeden daha helâl değil­dir; buyurdular.»

Babımızın hadîsi için Musannif merhum şöyle diyor : «Bu hadîs emniyetli bir çırağın kendisine emanet olunan mal hususunda hıyanet ettiğine delîl zahir olmadıkça sözü tasdik edileceğine delâlet eder. Çünkü hadîsde kadının Kâb b. Mâlik'e âid bir câriye olduğu ve onun koyun­larını güttüğü zikrediliyor. Demek ki kadın koyunun öleceğinden kork­muş 'da onu kesmiştir.»

Bundan, emanetçinin bîr maslahata mebnî emânet malda sahibi­nin izni olmaksızın tasarrufda bulunabileceği hükmü alınmıştır.[321]

 

1365/1154- «Râfi' b. Hadtc radıyattaku anh'dan Peygamber saîtallahü aleyhi ve sellem'den işitmiş olarak rivayet edildiğine göre Resûlüllah salldüahü aleyhi ve sellem:

— Eğer bir şey kanı akıtrr ve üzerine besmele çekilir­se (°nu) ye. Diş tırnak müslesna. Zîrâ diş kemiktir; tırnak ise Habeşliterin bıçağıdır; buyurmuşlardır.»[322]

 

Hadîs Müttefckun aleyh'dir.

Bu hadîs Hz. Rafi'in bir suali üzerihe şeref-sâdır olmuştur. Râfî (B.A.):

— Yâ Resûîâllah biz yarın düşmanla karşılacağız; yanımızda bı­çaklarımız yok? demişti.

Hadîs-i şerîf hayvam' kesen âletin keskin- ve kanı akıtacak şekilde olmasını sarahaten şart koşmaktadır.

Devenin kesilmesi «nahır» yani boğazlamak suretîle olur. Boğaz­lama : boğazın çan takılan yerinden yapılır. Zcbih ise: deveden maada hayvanları çenenin altından kesmektir. Gerek boğazlamada gerekse kesmede hayvanın yemek ve nefes borularile şah damarları denilen iki kalın damarı kesilir. Bu dört şeyin kesilmesi bazılarına göre şarttır. Ebu Hanîfe'ye göre dört şeyden lâalettâyin üçünü kesmekle hayva­nın eti helâl olur. Hanefilcr'den İmam Ebu Yusuf'un nefes ve yemek borularile şah damarlarından birisinin kesilmesini şart koştuğu; İmam Muhammed'e göre ise her damarın ekserisi kesilmek îcâbet-tif i rivayet olunmuştur. Fetva Ebu Hanî/e'nin kavline göredir. İmam Şafiî'ye göre yemek borusu ile iki şah damarını kesmek kâ­fidir. İmam Mâlik'e göre nefes borusu ile şah damarlarını kesmek şarttır. Çünkü Peygamber (S.A.V.):

— Eğer kani akıtırsa; buyurmuştur. Kanı akıtmak şah da­marlarını kesmekle tahakkuk eder. Yemek borusunu kesmek şart değildir; zîrâ onda akıtılacak.kadar kan yokdur. Sevrî (67—161)'ye göre iki şah damarını kesmek kâfidir.

Hadîs-i şerîF keskin her şeyle hayvan kesilebileceğini gösteri­yor ki bıçak, kılıç, keski;,, taş, cam, kamış kabuğu ve saire keskin şeyler bu umumda dâhildir. Dişle tırnak mutlak surette yasak edil­miştir. Binâenaleyh cumhur-u ulemâ'ya göre insan ve hayvan dişlerîle tırnakları bedenlerinde iken olsun, bedenden ayrıldıktan sonra olsun hayvan kesmekde kullanılamazlar. Yalnız Hancfîler'e göre' kesilmiş tırnak ve sökülmüş dişle hayvan kesmek haram değil, mekruhtur. De­lilleri Ebu Davud'un tahrîc ettiği Adİy b. Hatim hadîsidir. Bu hadîsde

«Kanı dilediğin şeyle akıt» Duyurulmuştur.

Dişle kesmekten nehyin illeti hadîs-i şerifde onun kemik ol­ması gösterilmiş ve âdeta : «Kemikle hayvan kesilmez» denilmiştir. Bundan nehî   buyurulmasımn   vechi Nevevî (631 — 676)'ye göre kestiği yeri pislemesi ve cinlerin yiyeceği olmasıdır.    Binâenaleyh kemikle taharetlenmeye benzer.

Dişle kesmek ise Habeşliîer'in bıçağı olduğu için yasak edilmiş­tir. Çünkü Habeşler küffârdandır. Küffâra benzemek memnu'dur. Buna «Habeşliler bıçakla da keserler; şu halde onlara benzememek için bıçakla kesmenin de memnu1 olması îcâbeder» diye i'tirâz eden­ler olmuşsa da kendilerine: «Bıçakla kesmek asıldır; ve Habeşli-ler'e mahsus değildir» şeklinde cevâb verimiştir. îbni Salâh (577 — 643) bu meseleyi ta'lîl ederken şunları söylemiştir: «Ükle kesmek­ten men'edilmesi hayvana azâb verdiği içindir. Bununla ancak hay­vanı boğma hasıl olur kî bu da kesme mânâsını taşımaz.»[323]

 

1366/1155- «Câbİr b. Abdillâh radıyallahu anhümâ'daa rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Resûlüllah saUallahü aleyhi ve selîem her hangi bir hayvanın (bir yerde) kapalı olarak öldürülmesini yasak etti»[324]

 

Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir.

Hadîsde geçen asa bor» ta'birinden murâd hapisdir. Yani bir hayvanı bir yere kapayarak vurmak haramdır. Bir insanı harp darp yokken bir yere hapsederek vurmak dahî ayni hükümdedir .[325]

 

1367/1156- «[326] Şeddâd b. Evs raâıyaUahu anh'dan rivayet edil­miştir ki: Resûlüllah saUallahü aleyhi ve seîlem:

— Şüphesiz Allah her şeyde iyiliği vâcib kılmıştır. Binâenaleyh öldürdüğünüz zaman Öldürme işini iyi ya­pın; kesdiğiniz zaman da kesmeyi iyi yapın (Her) biriniz bıçağını bilesin ve kesdiği hayvanı rahatlandırsın; buyurdu­lar.»[327]

 

Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir.

İhsan : iyi bir işi yapmaktır; ve çirkin mânâsına gelen «kabih»'in zıddıdır. Teâlâ hazretleri:

«[328] Şüphesiz ki Allah adalet ve iyiliği emreder...» buyurmuştur. Şu hâlde ihsan şer'î ve örfî bütün iyiliklere şâmildir. Hadîs-i şerif'de ih­sanın hatıra gelmeyen kısmı zikredilmiştir ki o da her hangi bir can­lıyı öldürürken usulüne riâyet suretîle yapılacak ihsandır. Bunda in­san da dâhildir. Binâenaleyh «müsle» yani öldürülecek bir insanın bur­nunu dudağını ve şâir azasını kesmek memnu'dur. Hesûlüllah (S.A.V.):

— Kesmeyi iyi yapın; buyurarak ihsanın bir kısmını beyân etmiştir.

«Şefre» büyük bıçak veya büyük ve keskin demirdir. Keserken hay­vana rahat vermek: bıçağı bilemek, işi ecele tutmak, bıçağı karşısında bilememek, onun yanında başka hayvan kesmemek, hayvana eziyet et­memekle olur.[329]

 

1368/1157- «Ebû Saîd-i Hudrî radıyallahu an/ı'dan rivayet olun­muştur. Demiştir ki: Resûlülfah sallallahü aleyhi ve seîîem:

— Ceninin kesilmesi annesinin kesilmesi (nden ibaret) d İr; buyurdular.»[330]

 

Bu hadîsi Ahmet rivayet etmiştir. İbni Hibbân onu   sahîhlemiştir.

Tirmizî, Ebu Davûd ve Dârekutnî hadîsi muhtelif tarîklerden rivayet etmişlerdir. Ancak Abdüîhak bu tarîklerin hiç birîle istid­lal edilemeyeceğini söylemiştir. Babımızın hadîsi için Cüveynİ (419 — 478): «Bu hadîs sahihtir; onun ne metnine ihtimal yol bu­labilir; ne de senedine za'f» demiştir. İmam gazali (450—505) de ona tâbi' olmuştur. Doğrusu, bu hadîsin bütün tarîklerîle amel olunabilir. Bahusus Ibni Dakik-îd onu sahîhlemişlerdir.

Bu bâbta Hz. Câbîr'den Ebud-Derdâ, Ebû Ümâme ve Ebu Hüreyre (R. anhüm) hazerâtından hadîsler rivayet edildiğini imam Tirmizî söylüyor. Yine ashâb-ı kirâm'dan bir cemâat bu hadîsi te'yîd eden baş­ka hadisler rivayet etmişlerdir.

Hadîs-i şerif kesilen bir hayvanın karnından çıkan ölü yavru­nun yenilebileceğine çünkü annesinin kesilmesi onu da kesmek sa­yılacağına delildir. imam Şâfü ile Hanefîler'den imam Ebu Yıtsuf ve İmam Muhammed'in mezhebi budur. Ulemâ'dan bir cemâat da bu kavle zâhib olmuşlardır. Ibnü'l-Münnzİr: «Sahabe ve ulemâ'nm hiç birinden ceninin yeniden kesilmeden yenilmeyeceği rivayet olunma­mıştır. Yalnız Ebu Hanîfe'den rivayet edilen" müstena» demiştir. Filhakika imam Â'zam Ebû Hanîfe'ye göre hayvanın karnından Ölü. olarak çıkan yavru yenilmez. Çünkü yavru ayrıca bir hayvandır. Onun içindir ki anası öldüğü halde yavrunun yaşaması mütesavver-dir Binâenaleyh onu ayrıca kesmek icâbeder. Bir de bu yavru ana­sının kesilmesîle ölmüş olabileceği gibi daha Önceden ölmüş de ola­bilir. Şu halde şüphe ile onun yenilmesi helâl olamaz.

hadîsine gelince: Bu hadîs harfi cerrin hazfîle mensub olarak': şeklinde de rivayet edilmiştir. Bu takdirde mânâ «ceninin kesilmesi anasının kesilmesi gibidir» şeklini alır ki kesilmesinin lüzumu hu­susunda ikisi müaavî olurlar. Bundan dolayıdır ki Hz. imam, doğur­ması yaklaşan koyunun kesimesini mekruh addetmiştir, imâmeyn'e göre mekruh değildir; zîrâ onlara göre kesilen koyunun karnından, çıkan ölü yavru yenir.

imam Mâlik'e göre yavrunun yenilebilmesi için tüylenmiş ol­ması şarttır. Delili: imam Ahmed b. Hanbel'in /sâm'dan onun da. Mâlik'âen onun da Nâfİ'den onun da İbnİ Ömer (R.A.yâa.n merfu olarak rivayet ettiği şu hadîsdir:

«Cenîn tüylendimî onun kesilmesi anasının kesilmesi­dir» Lâkin imam Ahmed bu hadîsi /sâm'dan yalnız başına rivayet etmiştir, tsâtn zafeur. Hadîs«el-Muvatta'» da Hi. İbnl Ömer'e mevkufdur; esah olan da budur.

İbni Mübarek (—181) İbni Eb% Leylâ'dan şu hadîsi tahrîc et­miştir:

«ftesûlültah (S.A.V.):

— Tüylenmiş olsun olmasın ceninin kesilmesi annesi­nin kesilmesidir» buyurmuştur. Fakat bu hadîs dahi zaîftir. Çün­kü İbni Ebi Leylâ'nın belleyişi iyi değildir. Beyhakî bu hadîsi Hz. İbni Ömer'den rivayet etmiştir. Hadîs İbni Ömer (R.A.)dan merfu' olarak bir kaç tarîkle rivayet edilmişse de Beyhakî merfu' rivayet­lerin zâif olduğunu söyler. Sahîh olan mevkuf rivayettir.[331]

 

1369/1158- «İbnİ Abbas radıyattahu anhümâ'dan rivayet olundu­ğuna göre Peygamber sdllollahü aleyhi ve seZZem;

— Müslümana adı yeter. Şayet (hayvanı) keserken besmeleyi unutursa müteakiben besmele çeksin, sonra eSİn; buyurmuşlardır.»[332]

 

Bu hadîsi D&re Kutnİ tahrîc etmiştir, isnadında Muhammed b. Yezîd b. Sinan vardır. Bu zât doğru söyler; belleyişi zaîftir. Ayni hadîsi Ab-dürrezzak, İbni Abbas'a müntehi ona mevkuf sahîh bir isnatla tahrîc etmiştir. Hadîsin Ebu Davud'un mürsellerinde: «Üzerinde besmele çekilsin çekilmesin, müslümanın kestiği helâldir.» lâfız lan ile bir şahidi vardır. Kavileri mn'temeddirler.

«Müslümana adı yeter.» cümle s.lrd Beyhakî'nin Hz. İbni Abbas'dan rivayet ettiği bîr hadîs tefsir ediyor. Mezkûr hadîsde «Çünkü müslümanda Allanın isimlerinden bir isim vardır» buyurulmuştur. Bu bâbta sahîh fakat mürsel bir hadîs daha vardır. Ancak besmele'nin vücubuna delâlet eden hadîslere muâraza edecek kuvvetde değildir.[333]

 

«Kurbanlar Babı»

 

Edahiy kelimesi üdhiyye'nin cem'idir. Üdhîyye: kuşluk vakti kesi­len hayvandır. Kelime: üdhiyye, idhiyye, dahiyye, dihiyye ve edhât şe­killerinde okunabilir.

Şerîatte üdhiyye: hayvan-ı mahsusu, vakt-i mahsusta ibâdet niyetîle kesmektir. Hayvan-ı mahsustan murâd: koyun, keçi, sığır ve deve gibi şer'an kurban edilmesi caiz olan hayvanlardır. Vakt-i mahsus kur­ban bayramı günleridir.[334]

 

1372/1159- «Etıes b. Mâlik radıyallahu anh'dan rivayet olunduğuna göre Peygamber salîallahü aleyhi ve sellem İki beyaz renkli boynuzlu koç kurban ederdi. Besmele çeker; tekbîr alır ve ayağını koçların boyunlar; yan taraflarına koyardı.» Bir rivayette : «onları elîle kesdi» denilmiştir.[335]

 

Hadîs Müttefekun aleyh'dir.

Eir rivâyetde semiz mânâsına                            

denilmiş; Ebu Avane'nm Sahih'iadelü (En es) rivayetinde «în» ye­rine asa» harfîle buyurulmuştur. Müslim'in bir rivayetinde dedi» cümlesi vardır. Müslim'in Aişe'den rivayet ettği hadîste: «Büyük boynuzlu, kara (bacak) üzerine basar, kara üzerine yatar; kara içinden bakar (bakla) bir koç getirmelerini emretti ve kurban etmesi içîn der­hal koç (kendisine) gctirÜdi. Bunun üzerine Âişeye:

— Yâ Âişe kurban bıçağını getir; dedi. Sonra:

— Bıçağı taşla bile; buyurdular. Âîşe de Öyle yaptı. Sonra bıçağını eldi ;eoçu da tutarak yatırdı; ve kesti. Badehu:

  Bismillah, Yâ Rab! Muhammedden,   Âl-i Muham-medden ve Ümmet-i Muhammedden kabul eyle!    dedi ve koçu kesti.» denilmektedir.

Ebu Avâne'mn riyâyetindeki «sîn yerine sa harfîle» ifâdesi müdreetir. Bunu ya râvilerden biri yâhûd Ebu Avâne veya Musannif yapmıştır.

Em I ah : Hâlis beyaz demektir. Bazıları: «Beyazına bir parça si­yah karışandır» demiş; bir takımları «beyazına kızıllık karışandır» şek­linde tefsir etmişlerdir.

Bu hadîse imtisâlerf ulemâ kurbanlığın boynuzlu olmasını müstehab görmüşlerdir. Maamâfîh hiç boynuzu olmayan hayvandan kurban kesmeye de cevaz vermişlerdir. Boynuzu kırık hayvandan kurban olup olmayacağı ihtilaflıdır. Cumhur'a göre caizdir. Kurbanlığın emlah ol­ması bilittifak müstehaptır. Nevevî diyor ki : «Ashab-ı kirânv'a göre kurbanlığın en makbulü beyaz olanıdır. Ondan sonra sıra ile: sarı, boz alaca ve kara gelir»

Hz. Âîşe (R.Anhâ) hadîsindeki: «Kara üzerine basar; kara üzerine yatar; kara içinden bakar» ifâdesi: hayvanın ayakları ile karnının ve göz kenarlarının kara- olduğunu anlatmak içindir. «Besmele çeker; tek­bîr a!ır» cümlelerindenki besmele ile tekbîr'i nasıl yaptığını hadîsin rivayeti tefsir etmiştir. Besmele'nin hükmünü yukarıda gördük. Tekbîr yalnız kurbanlara mahsustur. Resûlüllah (S.A.V.)'in ayağını hayvanın boynuna dayaması, keserken kımıldamaması içindir.

Hadîs-i şerif kurbanı kesebilenlerin bizzat kendilerinin kesmesi, mendûb olduğuna delâlet ediyor. Peygamber (S.A.V.) 'in koçu yatıra rak kesmesi, koç ve koyun gibi hayvanların yatırılarak kesilmesinin müs-tehab olduğuna delildir. Çünkü hayvanı sol tarafına yanı üzerine ya­tırarak kesmek hem hayvana eziyet vermez; hem de kesene kolay­lık olur. Bu suretle bıçağı sağ eline olarak sol elîle de hayvanın başım tutmak mümkün olur. Bu hususa icmâ'-ı müslimîn vardır.

Hadîsimiz kuurban ve diğer ibâdetlerin kabulü için duâ etmenin müstehâb olduğuna da delâlet ediyor. Hz. İbrahim ve İsmaîJ a?e?/Ai-messelâm, Kâbe-i Muazzama'yı bina ederken:

«[336] Ey Rabbimiz, (yaptığımızı) bizden kabul eyle çünkü hakkîfe işiten ve bilen ancak sensin» diye duâ etmişlerdir. İbni Mâce, Peygamber (S.A.V.) 'in kurban keserken 

[337]  Âyetini okuduğunu tahrîc etmiştir.                              

Fahr-î  Kâinat (S.A.V.)  Efendîmiz'in :

— Âl-i MuhamrnecTclen ve Ümmet-i Muhammedden kabul eyle! diye duâ etmssi bir kimsenin kesdiği kurbanın sevabı-, na ailesi efradım ortak edebileceğine delâlet eder. Bu.husuşda dahî yu­karıda söz geçmiştir.[338]                          

 

1374/1160- «Ebu Hüreyre radıyallahu anh'âan rivayet olunmuştur. Demiştir ki : Resûlüllah sallaîlahii aleyhi ve sellem:

— Bir kimsenin vakti hâli olur da kurban kesmezse sakın bizim namazgahımıza yaklaşmasın; buyurdular.»[339]

 

Bu hadîsi Ahmed'le İbni Mâce rivayet etmişlerdir. Hâkim onu sa-hîhlemiştir. Lâkin ondan başka imamlar onun mevkuf olduğunu tercih etmişlerdir.

Hadîs-i serî vakti hâli yerinde olan şer'î zenginlere kurban kesme­nin vâcib olduğuna delildir. Çünkü kesmeyenlerin bayram namazı kı­lınan namazgaha yaklaşmakdan men'edilmesi, onların bir vacibi terk ettiklerine delâlet eder. Böylelerine âdeta: «Madem ki siz bu vacibi terkettiniz; o halde namazınızdan da bir fayda hasıl olmaz» denilmiş gibidir.

Mezheb imamları arasında kurban kesmenin vâcib olduğuna kail olan yalnız İmam A'zam Ebu Hanîfe'div. Hz, tmam'm kitabdan delili :                                                                                  

«[340] O halde Rabbın için namaz kıl ve kurban kes» âyet-i kerîmesi-dir. Şöyle ki âyetde kurban kesmek namazla beraber zikredilmiştir: bu ancak kurban bayramı namâzîle kurban kesmek olabilir. Vakıa' nahır kelimesi namazda el bağlamak mânâsına da gelirse de âyet-i kerîme­de nahir emredilmiştir. Emir vücüb ifâde eder. Halbuki namazda- el bağlamak bilîcmâ' vâcib değildir. Binâenaleyh âyetin kurban hakkın­da nazil olduğu tebeyyün eder. Kurban kesmeyi emreden başka hadîs de vardır. Resûlüllah (S.A.V.):

«Kurban kesin zîra o babanız İbrahim'in sünnetidir»

buyurmuştur. Emir vücub ifâde eder. Gün kurbana- izafe edilerek «yevm-i nahır» denilmesi dahî kurban kesmenin vâcib olduğuna delil­dir. Çünkü o günde yapılması lâ büd bir şey olmasa izafet sahih ol­mazdı. İcrası lâ biid, vâcib demektir. Vakıa' Beyhakî'nin tahrîc ettiği bir hadîsde Resûlüllah (S.A.V.):

«Kurban kesmek bana farz kılındı ama size farz kılın­madı» buyurmuşlardır. Fakat bu hadîs ümmete kurban kesmenin farz olmadığını bildiriyor. Hz. îmam'in zâten «farzdır» dediği yok­tur, "îesûliillah (S.A.V.) 'e farz, ümmetine vâdb olabilir ki matlup da budur.

«O sîze sünnettir» hadîsine îmam A'zam tarafından şu te'-ville cevap verilmiştir: «Onun vücubu size sünnetle sabit olmuştur» Sünnetle sabit olan vaciba çok yerlerde sünnet denilmiştir.

Bir rivâyetde îmâmeyn de İmam A'zam'la. beraberdir. Tahâm'nin rivayetine göre İmâmeyn kurbanın sünnet-i müekkede oldu­ğuna kaildirler. Diğer mezheb imamları ile cumhur-u sahabe ve Tâbîin'in mezhebi de budur. Delilleri Beyhakî'nin İbnİ Abbas (R.A.)'dan tahrîc ettiği şu hadîstir.

«Resûlüllah (S.A.V.) :

— Üç şey vardır; bunlar bana farz sîze nafiledir; buyurdu. Kurbanı da bu üç şeyden saydı.» Bunlar az yukarıda zikrettiğimiz: «Kurban kesmek bana farz kılındı; ama size farz kılınmadı» mealindeki Beyhakî hadîsîle ve daha bazı hadîslerle istidlal ederler. Beyhakî, Hz. Ebu Bekir'le Ömer (72. anhümâ) 'mn başkalarına örnek oluruz korkusu ile kurban kesmediklerini İbnî Abbâs (B.A.)'m ise kurban bayramı gelince kölesine iki dirhem vererek : «Bunlarla et al da: İbni Abbas kurban kesti; dîye halka haber ver» der idiğini tahrîc etmiştir. Fakat îmam-ı A'zam, tarafından buna da: «Bu zevat fakirdiler» şeklinde cevap verilmiştir.[341]

 

1375/1161- [342]«Cündeb b. Süfyan radıyallahu anh'ûan rivayet olun­muştur. Demiştir ki Kurban bayramında Resûlüllah salldllahü aleyhi ve seUem ile beraber bulundum. Cemâate bayram namazını kıldırdık-da kesilmiş koyunlar gördü. Bunun üzerine

— Her kim namazdan önce (kurban) kesdi ise onun ye­rine bîr koyun kessin. Kim kesmedi ise besmele ile (şimdi) kessin; buyurdular.»[343]

 

Hadîs   Müttefekun aleyh'dir.

Bu hadîs kurban kesme zamanının bayram namazından sonra olduğuna delâlet ediyor. Bayram namazından murâd kurban kese­cek kimsenin kıldığı namazdır. İmamın kıldığı namaz da olabilir. Nitekim İmam Mâlik'in mezhebi budur. Ona göre her yerde imam bayram namazını kıldırarak hutbesini okumadan hattâ imam kur­banını kesmeden kurban kesmek caiz değildir.

HanefîleVe göre bayram namazından murâd: kurban kesecek kim­senin namazıdır. Binâenaleyh kendilerine bayram namazı vâcib olma­yan birkaç hanelik köy ve sahra halkı fecir doğdukdan sonra kurbanla­rını kesebilirler. Çünkü kurbanın vakti fecirle başlar.

imamın kurbanını kesip kesmediğine bakılacağını Tahâvî'nin Hz: Câbîr'den rivayet ettiği şu hadîs göstermektedir.

«Peygamber (S.A.V.) Medine'de kurban bayramı günü namazı kıl­dı. Müteakiben bir takım adamlar ilerleyerek, hemen kurbanlarını kes­tiler ve Peygamber (S.A.V.) 'in kurban kestiğini zannettiler. Bunun üze­rine Resûlüliah (S.A.V.) onlara tekrar kurban kesmelerini emir buyur­dular.» Ancak bu hadîsden murâd kurban kesenlerin acele etmemelerini te'mindir. Zîrâ acele etmek vakti girmeden kesmeye müeddî olabilir. Bundan dolayıdır ki bütün hadîslerde kurban kesmek Peygamber (S. A.V.) 'in namazîle takyî'd edilmiştir.                                     

İmam Şafiî ile Dâvud-u Zâhirî'ye göre: kurban kesmenin vakti Yalnız ona göre kurbanı kesmek için evvelâ imamın kesmiş olması §art değildir. Bu kavil Easan-% Basrî, îshak b. Rahuye ve Evzâî'&en de nakledilmiştir.

îmam Şafiî ile Dâvud-u ZâhirVye göre: kurban kesmenin vakti güneş doğduktan sonra bayram namazı kılınıp iki hutbe okuyacak kadar bir zamanın geçmesîle başlar. Kurbanı kesmek için imamın veya kurban kesecek kimsenin bayram namazını kılmış olmaları şart değildir. Kurtubî diyor ki: «Hadîsin zahiri kurban kesmenin namaza' bağlı olduğuna delâlet ediyor. Lâkin Şafiî bayram namazı kılmakla mükellef olmayanların kurban kesmekle memur olduklarını görünce namaz kelimesini namaz vakti mânâsına hamletmiştir.»

îbni Dakiki'l-îd «Her kim namaz kılınmadan Önce kur­ban keserse onun yerine bir başkasını kessin» hadîsi­nin namazdan önceki vakti nazar-ı i'tibâra alma hususunda daha zahir olduğunu lâkin hadîsi zahiri üzerine bırakırsak bayram namazını kıl­madan kesilen kurbanın, kurban yerine geçmemesi iktiza ettiğini ve buna kail olmanın en yerinde bir iş olacağını söylemiştir.  

Filvaki' TahâvVnin Hz. Câbİr'den tahrîc ettiği bir hadîsde şöyle denilmektedir.                                                  

«Bîr adam Resûlüllah (S.A.V.) (bayram) namaz (in) ı kılmadan kurban kesti. Bunun üzerine Peygamber (S.A.V.) namazdan Önce bîr kimsenin kurban kesmesini nehyetti.» Bu hadîsi îbni Hibbân sahîhlemiştir.                                     

Buraya kadar gördüklerimiz kurban vaktinin îbtidası hakkındadır. Kurban.vaktinin sonuna gelince: Ulemâ bunda dahî ihtilâf etmişlerdir. Hanefîler'le Mâlikîler'e ve Hanbeliler'e göre kurban günleri zilhicce ayının on'undan başlayarak on iki'sinde sona erer; yani kurban kesme müddeti üç gündür; ve efdâl olan ilk gün kesmektir.

Şâfiîler'e göre kurban günleri dörttür. Onlara göre kurban müddeti zilhiccenin on üçünde nihayete erer.

DâvvÂ-u zâMrî ile Tâbiîn'den bazılarına göre yalnız zilhiccenin onuncu günüdür. Fakat Mina'da olanlara üç gün kurban kesmek caiz­dir. Bazıları kurban müddetinin zilhiccenin son gününe kadar devam et­tiğine kail olmuşlardır. «Nihâyetü'l-Müctehîd» nâm kitapda bu ihti­lâfa iki şeyin sebeb olduğu zikrediliyor:

1— Âyetteki «ma'lûm günler» den murâd ne olduğunu ta'yin husu- iMilâfhı Ra7iları «hnnlardan murâd. Zilhiccenin on bîr ve un ikinci günleridir» demişlerdir. Meşhur olan kavil budur. Bir takım­ları : «Ma'lûm günler Zilhiccenin başından on gündür» kanâatinde bulunmu i ardır.

2— Âyet-i kerîmenin zahiren Cübeyr b. Mut'im (R.A.) 'in mefru' alarak rivayet ettiği şu hadîsle muâraza halinde olmasıdır :

«Mekke'nin bütün yolları nahır yeri; teşrik günlerinin hepsi de (kurban) kesme (vakti) dir.» «Âyetteki: ma'lûm günler; den murâd, kurban bayramı günü j[e ondan sonraki İki gündür» diyen­ler bu tefsiri mezkûr hadîse tercih etmiş ve: «bu üç .günden başka hiç bir günde kurban kesilmez» demişlerdir. Âyetle hadîsin aralarını bul­mak isteyenler ise; bunların arasında muâraza olmadığını, zîrâ ha-dîs-i şerifin âyettekinden fazla bir hüküm iktiza ettiğini, halbuki âyet­ten murâd, kurban günlerini tahdîd olmadığını bilâkis hadîsin o gün­leri tahdîd için vârid olduğunu söylemiş; ve «Bayramın dördüncü günü kurban kesmek caizdir; çünkü ma'lûm günlerin teşrik günleri oldu­ğunda hilaf yoktur. Bu günler ba>ram gününü ta'kib eden üç gündür.» demişlerdir.

«Nahır günü bayramın ilk günüdür» diyenler ma'lûm günleri zilhic­cenin ilk on günü diye tefsir edenlerdir. Bunlara göre: madem ki bu on günün içinden yalnız onuncu günde kurban kesilebileceğine icmâ' var­dır. O halde kurban günü ancak o gün olmak îcâbeder. Faide: -«en-Ni-hâye» nâm eserde şöyle deniliyor: «İmam Malik'den rivayet edilen meşhur kavle göre kurban günlerinin gecelerinde kurban kesmek caiz değildir. Diğer mezheb imamlarına göre caizdir.»

Hanefîler'e göre kurban bayramının onbirinci ve on ikinci gecele­rinde kurban kesmek caiz ise de mekruhtur. Çünkü gece karanlığında hatâ etmek ihtimali vardır. Bayram gecesi kurban kesilemez. Zîrâ kurbanın vakti henüz girmemiştir. Zilhiccenin on üçüncü gecesi dahî kesilemez çünkü vakti geçmiştir.[344]

 

1376/1162- «Berâ b. Âzib radıyallahu anh'a rivayet edilmiştir. Demiştir ki : Resûlüllah saîldllahü aleyhi ve sellem aramızda ayağa kalkarak söyle buyurdular :

— Dört nev't (hayvan) vardır ki, kurban edilmeleri ca­iz değildir. (Bunlar) körlüğü belli olan bir gözü kör, hasta­lığı belli olan hasta, topallığı belli olan topal ve iliği ku­rumuş yaşlı (hayvanlar)dir.[345]

 

Bu hadîsi Ahmed'le Dörtler rivayet etmişlerdir. Tirmîzî ile İbni Hibbân   onu sahîhlemişlerdir.

Hadîsi Hâkim dahî sahîhlemiş ve «Şeyheyriin şartları üzeredir» demiştir. Musannif Hâkim'in sözünü doğru bulmuş ve: «Bu hadîsi Buhârî ile Müslim sahihlerinde tahrîc etmemişler; lâkin hadîs sa­hihtir. Onu Sünen sahipleri sahîh senedlerle tahrîc etmişlerdir. imam Ahmed b. Hanbeî onu hasen bulmuş ve: ne güzel hadîs; de­miştir. Tirmizî dahî onun hasen sahîh olduğunu söylemiş.» demiş­tir.

Hadîs-i şerif, sayılan dört kusurun kurban edilmeye mâ'ni olduğu­na- delildir. Zâhirîler'e göre kurbanlık hayvanda bu dört kusurdan başka hiç bir kusur aranmaz. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) başka kusur sayma­mıştır. Cumhur-u ulemâ'ya göre ise sair bunlar derecesinde veya daha mühim kusurlar bunlara kıyas olunurlar. Mesela iki gJiftİ kör, kulakları kesik, bir gözünün üçte birinden fazlasının kor olması onlara göre kusurdur. «eZ-Baftr» adlı eserde; «gözün üçte biri veya daha azmin körlüğü affedilir. Topallık da öyledir», deniliyor. îmam Şafiî: «Bir koyun topallığından dolayı sürüden geri kalıyorsa onun topallığı bellidir.» diyor.[346]

 

1377/1163- «Câbîr radıyallahu anadan rivayet olunmuştur. Demiş­tir kî : Resû'üllah sallallahü aleyhi ve sellem:

— Olgunluk yaşına varandan başka hiç bîr hayvanı (kurban) kesmeyin. Ancak vaktiniz yoksa o başka. Bu tak­dirde oyundan bir toklu kesersin; buyurdular.»[347]

 

Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir.

Müsİnne : ön dişini atmış da büyümüş hükmüne girmiş hayvandır. toyun, keçi bir yaşını, sığır iki yaşını, deve beş yaşını bitirdikten son-sonra müsinne olurlar.

Gezea : tam bir yaşındaki tokludur.

Hadîs-i şerîf, tokludan ancak başkası bulunmadığı zaman kurban olabileceğine delildir. Kaadi lyaz bu hususda icmâ' olduğunu nak­leder. BaEiları icmâ' dâ'vâsının doğru olmadığını çünkü İbnl Ömer (R.A.) ile. Zührî'nin bu kavle muhalif bulunduklarını söylerler. Cum-hur'a göre tokludan kurban olur. Hattâ Hanefîler'e göre anasından farkı olmıyan altı aylık kuzudan da olur. Onlar bu hadîsi İstihbâb mâ­nâsına hamletmişlerdir. Çünkü tokludan kurban olacağını ifâde eden hadîsler vardır. Bunlardan bazılarını İmam Ahmed b. Haribel ve Beyhakî tahrîc etmişlerdir.[348]

 

1379/1164- «Ali radıyallahıı anh'dan rivayet olunmuştur. Demiş­tir ki : Resûlüllah sdllallahü aleyhi ve sillem bize (kurbanlık ayırırken} göze ve kulağa dikkat etmemizi, bir gözü kör, kulağı önden yarı­larak sarkmış, kulağı arkadan yarılarak sarkmış, kulakları yarılmış ve Ön dişleri düşmüş hayvandan kurban kesmememizi emir    buyurdu»[349]

 

Bu hadîsi Ahmed'le Dört'ler tahrîc etmişlerdir. Tirmîzî ile Hâkim ve İbni Hİbbân onu sahihlemişlerdir.

Sermâ' : ön dişleri düşmüş hayvan demektir. Bazıları: «Hem ön hem avurd dişleri düşmüş hayvandır» derler. Hattâ: «dişleri kökünden kırılan hayvandır» diyenler bile vardır. Dişsiz hayvandan kurban ol­maması iyi yiyemediği içindir. Maamâfîh Hanefîler'e göre dişlerinin ekserisi duran hattâ bir rivayete göre otlayacak kadar dişleri olan hay­vandan kurban olur. Onlara göre:boynuzsuz veya boynuzu kırık, otlaya-bilen delibaş ,semiz olmak şartîle uyuzlu, burma gibi hayvanlardan kur­ban olur. Çünkü bu kusurlar büyük kusur sayılmazlar. Fakat bir kıs­mını az yukarıda gördüğümüz büyük kusurlar affedilmez; yani çok kusurlu hayvanlardan kurban olmaz. Gözleri veya bir gözü yâhûd bir gö­zünün üçte iki mikdarı kör, kesileceği yere gidemeyecek derecede to­pal, yaradüışdan kulaksız, yâhûd kulakları veya bir kulağı yâhûd bir kulağının ekserisi kesik kuyruğunun tamamı veya ekserisi kesik iliği kurumuş hayvanlar çok kusurlu sayılırlar.                                  

Hanefîler'ce bu kusurlardan biri hayvan satın aldıktan sonra mey­dana gelirse sahibine göre hüküm verilir. Sahibi zengin ise o hayvanın yerine başka birini kesmesi icâbeder. Fakir ise o hayvanı kesmesi kâ­fidi.            

Son derece zaîf, kulakları kesik, boynuzları kökten kırık hayvanlar­dan kurban olmayacağı müteaddid hadîslerde vârid olmuştur. Ulemâ koyun, keçi, sığır, manda ve deve gibi ev hayvanlarından kurban ola­cağında müttefiktirler. Yalnız hangisinin efdâl olduğunda ihtilâf etmiş­lerdir. Peygamber (S.A.V.) !in koç kesmesine ve koç kesilmesini emir buyurmasına bakılırsa koyun emsinin diğerlerinden efdâl olduğu anla­şılıyor. Maamâfîh koyunu herkes bulabileceği için kolaylık olmak üze­re onu emir buyurmuş olması da bir ihtimaldir. Mezkûr hayvanlardan kurban olmayacağına ittifak vardır. Yalnız yabanî sığır'ın on kişi için geyiğin bir kişi için kurban edilebileceği Hasan b. Sâîih'den rivayet olunduğu gibi Hz. Esma (R.Anhâ)'dan «Resûlüllah (S.A.V.) devrinde atdan kurban kestik» dediği ve keza Hz. Ebu Hüreyre'nin bir horozu kur­ban ettiği bazı rivayetlerde yer almıştır.[350]

 

1379-a/1165- «Âli b. Ebî Tâfîb radıyaUahu anh'dan rivayet olunmuş­tur. Demiştir ki : Resûlüllah saMollahü aleyhi ve seUem bana devele­rine bakmamı ve onların etlerini derilerini ve çullarını fakirlere taksim etmemi kasaplık hakkı olarak onlardan hiç bîr şey vermememi emir buyurdular.»[351]

 

Hadîs Müttefekun aleyh'dir.

Bu hadîs, Peygamber (S.A.V.) 'in haccetü'l-vedâ'da kestiği deve­ler hakkındadır. Bu develer Hz. AH (R.A.) 'in Yemen'den getirdiklerîle yüz baş oluyorlardı. Resûlüllah (S.A.V.) kendi elîle 63 deve boğazlamış; bakisini Âlî (R.A.) boğazîamıştı. Nitekim «Hac bahsî» nde görmüştük.

Büdn : Deve, sığır ve koyuna ıtlak edilirse de burada yalnız deve murâddır. Hadîs ve fıkıh kitaplarında hep bu mânâda kullanılmıştır.

Hadîs-i şerîf kesilen develerin etlerîle derilerinin ve çullarının va­rıncaya kadar her şeylerinin tasadduk edileceğine kasab ücreti veril­meyeceğine delâlet ediyor. Zira ücret vermek alış verişe benzer. Hal­buki kurban kesmek hediy hükmündedir. Hedyin ise eti ve derisi sa­tılmaz, kasap ücreti verilmez.

«Nihâyetü'l - Müctehîd» de şöyle_ deniliyor: «Benim bildiğime göre ulemâ kurban etinin satılamayacağında müttefiktirler. Derisi, kıl­ları ve şâire gibi istifade edilen şeyleri hususunda ihtilâf etmişlerdir. Cumhur'a göre bunlardan da istifâde etmek caiz değildir. Hanefîler'e göre elek, kalbur ve postaki gibi şeyler yapılarak istifade edildiği gibi satılarak mukabilinde kullanışlı bir şey alınabilir.[352]

 

1330/1166- «Câbir b. Abdillâh radıyaMahu anhdan rivayet olun­muştur. Demiştir ki : Resûlültah saltallahü aleyhi ve sellem ile bîr-lİkde Hudeybiye yılında deveyi yedi kişî, sığırı da yedî kişi İçin kesdîk»[353]

 

Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerîf deve ile sığırın ortaklasan yedi kişi için kurban edile­bileceğine delildir. Bu hadîs hediy burbam hakkında vârid olsa da kur-,jtM da ayni hükümdedir. Kurban hakkında ayrıca hadîs c-e vardır. O hv ^.îsi Tirmizî ile Nesai îbni Abbas (R.A.) 'dan şu lâfızlarla rivayet ederler :

«Resûlüllah (S.A.V.) ile seferde beraberdik. Derken kurban bayramı geldi. Bİz kurban için bir sığırda yedi kişi, devede on kişi ortak olduk»

Kurban için bir hayvan bir aile efradının ortak oldukları da rivayet edil­miştir. Bazı ulemâ 'nın mezhebi budur. Şâfiîler'den Nevevî iştirak eden­lerin bir arada veya ayrı ayrı yerlerde bulunmalarîle hepsinin vâcib veya nafile yâhûd bazısının vâcib bazılarının nafile için niyet etme­leri,  hattâ bazısının ibâdet  diğerlerinin et için kesmeleri arasında hüküm i'tibârîle bir fark olmadığını söyler. İmamAhmeâb. HanbeV-in mezhebi de budur. İmam Mâlik nafileden başka hodiy kurbanında ortaklığın caiz olmayacağına kail olmuş ve : «Hisardan dolayı la­zım gelen kurban bence nafile hed'y sayılır.» demiştir.

Hanefîlcr'e göre yedi kişinin bir sığır veya deveyi ortakhşarak kurban etmeleri caizdir. Yalnız kesenlerin hepsinin müsiüman olman ve hepsinin ibâdet niyetîle kepmeleri şarttır. İçlerinde kâfir bulunur yâhûd bazısı et için keserse, hiç birinin hissesi kurban yerine geçmeL. Yedi kişi için kesilebilen bir hayvan daha az kimseler için evleviyetle caizdir; fakat yediden fazlası için caiz değildir.

îbnü Rüşd (514 — 595) kurbanlarda ysdi kişiden faciasının ortak olamayacağına icnıi' nakletmiştir. Maamâfih Salıîhyen'deki Râfi' b. K.ıdîc hadîsinde: -(Peygamber (S.A V.) bîr deveyi on koyuna muâdil tutft.» denilmiş; ve İbnİ Abbas (R.A.) ile başkalar]ndan, de­venin on kişi için kurban edilebileceği rivayet edilmiş olmasına bakı­lırsa ıcmâJ iddiasının yerinde olmadığı anlaşılır. Bazıları : «Her hal­de İbnü Rüşd bu hadîslere muttali olmamış» diyorlar.

Resûlüllah (S.A.V.)  'in koçu kurban ederken :

— Yâ Rabî Bunu Muhammed i!e Âli Muhammed ve Ümmei-i Muhammed namına kabul et; diye duâ etmesine ba­karak bazıları bir koyunun üç kişiye kâfi geleceğine kail olmuşlardır. Bunlar zâhir-i hadîsin üçten fazlaya bile yeteceğine delâlet ettiğini fakat icmâ'ın bu adedi üçe indirdiğini iddia ederlerse de «Nihâyetül3 - Müctehid» adlı eserde beyân olunduğuna göre icmâ' bilâkis bir ko­yunun ancak bir kişiye yeteceğine mün'akid olmuştur.

Faîde: Kurban kesecek kimsenin hayvanı kırkmaması, tırnaklarını kesmemesi sünnettir. Bu bâbta İmam Müslim, Hz. Ümmii Seleme (R.Anhâ) 'dan şu hadîsi tahrîc etmiştir:

«ResûSüllah  (S.A.V.):

— Zilhiccenin onu girer de biriniz kurban kesmek is­terse kurbanlığın kılından ve derisinden hiç bir şeye do­kunmasın; buyurdular.»

Kurban kesen kimsenin kurbanından yemesi ve başkalarına yedir­mesi müstehaptır. Bir çok ulemâ'yu göre kurbanı üçe bölerek üçte birini tasadduk etmeli üçte birini ailesi efradı ile yemeli üçte birini de biriktirmelîdir. Bu hususda Peygamber (S.A.V.) :

«Kurbanlan-nizdan yeyin tasadduk edin ve biriktirin» buyurmuştur. Hadîsi Tirmizî rivayet etmiştir.[354]

 

«Akîka  Babı»

 

Akîka: doğan çocuk için kesilen hayvandır. Islâmın ilk devirlerin­de: akîka, receb'yye ve atîre gibi bir çok kurbanlar kesilirdi. Zilhic­cenin onunda kesilen kurbanın meşru' olmasîle bunların hükmü neshedildi.[355]

 

1381/1167- ibni Abbas radıyaîlahu anhümâ'Aan rivayet edildiği­ne göre Peygamber sdlldîlahü aleyhi ve seîlem Hasan ile Hüseyin için birer koç kesmiştir.»[356]

 

Bu hadîsi Ebu Dâvud rivayet etmiştir. İbni Huzeyme, ibnİ Cârud ve Abdülhâk cnu sahihle mislerdir. Lâkin Ebu Hâtİm, mürsel olduğunu tercih eylemiştir. İbni Hibbân, Enes'den bunun benzeri bir hadîs tahrîc etmiştir.

Beyhdkî, Hâkim ve İbni Hibbân'm Hz. Âîşe (R.Anhâ) 'dan tah­rîc ettikleri bir hadîsde Peygamber (S.A.V.) 'in akîka'y doğumun ye­dinci günü kestiği ve çocukların adım koyarak başlarından eziyetin gi­derilmesini emrettiği beyân ediliyor. Yine Beyhakî'nin Hz. Câbir (R.A.) dan tahric ettiği bir hadîsde Resûtüah (S.A.V.)'in Hasan ile Hüseyniçin doğumlarının yedinci günü kurban kestiği ve onları sünnet ettği bil­dirilmektedir Hasan-ı Basrî (21 — 110) hadîsdeki «başlarından.eziy-yetin giderilmesi» ifâdesini başı tıraş etmekle tefsir etmiştir.

Câhiliyyet devrinde araplar akîka'nın kanına bir parça pamuk dal­dırarak doğan çocuğun başına koyarlarmış. Peygamber (S.A.V.) kan yerine halûk denilen kokuya daldırılmasını emir buyurmuşlardır.

Bu hadîsler akîka'nın meşru' olduğuna delâlet ederler Ak&a'nın. meşru' olup olmadığı ulemâ arasında ihtilaflı bir meseledir. Cumhur'a. göre sünnettir. Delilleri İmam Mâlik'in tahrîc ettiği şu hadistir.

«Her kimin çocuğu doğar da onun için kurban kesmek İsterse (bunu) yapsın.»

Dâvud-u Zahirî ile ona tâbi olanlar akîka'nın vâcib olduğuna kaildirler. Bunlar aşağıdaki Hz. Âişe hadîsîle istidlal ederler. O hadîsde Resûlüllah (S.A.V.) kesilmesini emretmiştir: «Emir vücub ifâde eder» diyorlar. Fakat kendilerine «Resûfüüah (S.A.V.)'in Mâlik hadîsinde (kurban kesmek isterse) buyurmuş olması vücub hükmünü de­ğiştirmiştir» diye cevap verilmiştir. Hz. Âişe hadîsinde «yedinci gün» de­nilmesi akîka'nın vaktini tâyine delâlet eder. İleride gelecek Semura (R.A.) hadîsinde akîka'nın yedinci günden evvel ve sonra caiz olmadığı görülecektir. Maamâfih İmam Nevevî yedinci günden evvel de ke­silebileceğini söyler. BeyhaıkVnin. Hz. Enes (R.A.) dan tahrîc ettiği bir hadîsde Peygamber (S.A.V.)'in kendisi için bi'setten sonra akîka kestiği bildiriliyorsa da ayni hadîs için Beyhakî: «münkerdir» demiş, Nevevî ise: «bâtü bir hadîstir» ta'birini kullanmıştır. Basıları akî-karnn yedinci, ondördüncü ve yirmibirinci günlerde kesilebileceğini söylerler. Delilleri : yine BeyhakVmn Abdullah b. Büreyde'den tahrîc ettiği şu hadîsdir ;

«Akîka yedinci, on dördüncü ve yirmi birinci günlerde kesilir»

Hanefîler'e göre akîka'nın mubah olduğu anlaşılıyor. Çünkü İmam Muhammed (135 — 189) onun hakkında: «isteyen keser is­temeyen kesmez.» demiştir. Hattâ «el-Camiu's-Sağîr-» de: «gereker­kek gerekse kız çocukları için akîka kesilmez.» denilmiştir ki; bu­nunla onun mekruh olduğuna bile işaret edilmiştir. Zîrâ akîka zaten bir faziletten ibaretti; fazilet neşredilince kerahetten başka bû şey kalmaz. «el-Mübteğa» nâm eserde şöyle deniliyor: «Velime: dü­ğün yemeği, hurs : doğum yemeği, me'dübe : sünnet daveti, vekîre: bina yemeği, akîka : tıraş yemeği, nakîa : seferden dönüş yemeği vadîme : ta'ziye yemeğidir. Bunların düğün davetinden maada hiç biri sünnet değildir.»[357]

 

1383/1168- Âişe radıyallahu ar.isa'dan rivayet olunduğuma göre Resûlüllah sallallahü aleyhi ve selh m onlara, oğlan için bir akran iki koyun, kız çocuğu için de bîr koyun kesilmesini emretmiştir.»[358]

 

Bu hadîsi Tirmizi rivayet etmiş ve sahih lemistir. Bir benzerini de Ahmed'le Dört'ier[359] Ümmü Kürz-i Kâ'biyye'dcn tahric etmişlerdir. Tirmizi hadîs için: «hasen sahihtir» ta'birini kullanmıştır. Hadîs-i şerif deki «MÜkâfİ» kelimesini İmam Ahmed'le Ebu Dâvud: «Birbirine müsavi yâhûd birbirine yarın» diye tefsir etmişlerdir. Hattâbî'ye göre bundan murâd: yaşça ıkran yani biri yaşlı diğeri genç olmanıaktaır.

Hadîs-i şerif, oğlan için kızın iki misli akîka kesileceğine de­lâlet ediyor. İmam Şafiî ile Ebû Sevr, İmam, Ahmed b. Hanbel ve Dâvud-u Zahirî buna kail olmuşlardır. İmam Mâlik, ile bir takım ulemâ'ya göre erkekle kız arasında fark yoktur. Her biri için bir akîka kesilir.

Hadîsde koyunun mutlak zikredilmesi kurbanlıkta aranan şartların akîka'da aranmayacağına delildir: «Aranır» diyenler kıyasla amel et­mişlerdir.[360]

 

1385/1169- «Semura radıyallahu anh'dan rivayet olunduğuna göre Resûlüllah saîîallahü aleyhi ve sellem:

— Her çocuk akîkasına merhundur. Onun nâmına (doğumunun) yedinci günü (hayvan) kesilir; tıraş   edilir ve

adi  konulur; buyurmuşlardır.»[361]

 

Bu hadîsi Ahmed'le Dört'lcr rivayet etmişlerdir. Tirmizî onu sahîhlemiştir.

Hasan'm Hz. Semura'datı is'Uiği ulemâ tarafından bilittifak kabul edilen akîka hadîsi budur. Hasan'dan başkalarının ondan hadîs işitip işitmediği ihtilaflıdır.

HattaU diyor ki: «Her çocuk akîkasına merhundur; ifâdesi hakkında ihtilâf olunmuştur. İmam Ahmed b. Hanbel; ken­disine akîka kesilmeyen bir çocuk küçükken ölürse anne ve babası­na şefaat etmez; mânâsına zâhlb olmuştur» Ayni mânâ Atâ-i Ho-rasânî ile Muhammed b. Mutarrif den de rivayet olunmuştur. Bu iki büyük zât îmam Ahmed'den de öncedirler. Bazıları: «Bu cümleden mu-râd akîka'nın behemehal lâzım olduğunu anlatmakdir. Bundan dola­yı onun çocuğa lüzumu rehnin merhuna olan lüzumuna benzetilmiş­tir.» derler. Bir takımları : murâd: «çocuğun başındaki saçın *eziy-yetine Rierhun olduğunu beyândır. Onun için de hadîsde (ondan ezİyyetî giderin) buyurulmuştur.» demişlerdir. Beyhakî'mn rivaye­tine göre Büreydeti'3-Eslemî şöyle demiştir: «Şüphesiz ki kıyamet gü­nünde insanlar beş vakit namazla yüzleştirildikleri gibi akîka ile de yüzleştirileceklerdir.» Bu rivayet sabit ise: «akîka vaciptir» diyenlere delîl olur.

Hadîsimiz yukarıda geçenler gibi akîka'nın doğumun yedinci günü kesileceğine delâlet ediyor. İmam Mâlik'e göre yedinci günden sonra akîka'nın vakti geçmiş olduğu gibi, ,o gün gelmeden çocuk ölürse sakıt olur.

İmam Şafiî'ye göre çocuğun nafakası kime düşüyorsa akîka'sı-da ona lâzımdır, Hanbelîîer'e göre akîka aletta'yin babaya vaciptir. Ancak baba ölür veya akîka'dan imtina ederse, o zaman başkası ke­ser. Hadîs-i şerîf'de meçhul sîgasîle kesilir» denildiğine göre akîka'-yı çocuğa ecnebî olan birisi de kesebilir. Bu cihet Peygamber (S.A.V.)'-in Hz. Hasan ve Hüseyin (R.Anhümâ) için bizzat kendisinin kesmesîle te'yîd olunmuştur. îmam Ahmed b. HanbeVin Hz. Ebu Râfi'den tah-rîc ettiği bir hadîse göre Fâtıma (R.Anhâ), oğlu Hasan'ı doğurduğu vakit:

— Yâ Resûlüllah! çocuğum için bir akîka kesmeyeyîmmî?» diye sormuş; Peder-i Zîşân'ı :

— Hayır; lâkin.başın. tıraş et ve saçının ağırlığı ka­dar gümüş tasadduk eyle; buyurmuşlardır.

Bu da Hasan (R.A.) için Peygamber (S.A.V.) 'in kestiği akîka'nın kâfi geleceğine delildir. Hz. Fâtıme akîka'dan bahsedince Resûlüflah (S.A.V.) onu menetmiş; sonra bizzat kendisi kesmiş ve Fâtıme (R. Anhâ)'ya. tıraşla gümüş tasadduku işlerini havale etmiştir. Böyle ol­ması-akla daha yakındır. Çünkü Fat-.ıe (R.Anhâ) akîka'nın vakti ©lan yedip.d günden ve Resûlüllah (S.A;V.) henüz akîka'yı kesmeden ön­ce izin istemiş olacaktır. Sem ura hadîsinde: «tıraş edilir» denilmesi doğumun yedinci günü çocuğu.tıraş etmenin meşru' olduğuna delildir. Tıraşın mutlak zikredilmesi kız çocuğunun da tıraş edileceğini göste­rirse de uüemâ kızın tıraş edilmesini mekruh görmüşlerdir. Maamâfîh Ha n be I î ter'den bazıları kerâhat olmadığına kaildirler.

Küpe takmak için kız çocuğunun kulağını delmeye gelince: Bu bâbta İmam Gazali «ihyau'l-Ulûm» da şunları söylemiştir: «Bunda ruhsat görülmüyor. Zîrâ bu elem veren bir yaradır. Böylece yara kısas îcabeder; binâenaleyh ancak kan aldırma ve sünnet gibi mü­him bir ihtiyaçtan dolayı caiz olabilir. Zînet eşyası ile süslenmek mühim değildir. Şu halde bu mesele âdet de olsa haramdır. Onu men'etmck vaciptir. Kulak delmek için ücretle insan tutmak ve iş için ücret almak da haramdır.»

Hanbelîler'in kitaplarında kızların kulaklarım delmek caiz, oğlan­ların kulaklarını delmek mekruhtur.» denilmektedir.

Hanefî kitaplarında «Fetâva-i Kaadı Han» 'da çocukların kulak­larının delinmesinde bir beis olmadığı bildiriliyor. Delil cîarak da câ-hiliyyet zamanında araplarm yapageldıği bu işi Peygamber (S.A.V.)'in men'etmemiş olması gösteriliyor.

Hadîsdeki  Tâbirinin yerine bazı rivayetlerde:       

denilmişse de doğru değildir. Çünkü bu kelime akîka'nın kanı çocuğun başına sürülür mânâsım ifâde eder. Câhiliyyet devrinde araplar bunu yapardı. Fakat islâmiyet men'etmiştir. Binâenaleyh rivayet râvînin vehminden neş'et etme bir hatadır.

ocuğa güzel bir ad koymak ebeveynin vazifesidir. Zîrâ Peygamber (S.A.V.) 'in çirkin adlardan hoşlanmayarak onları  değiştirdiği sahih hadîslerle -sabit olmuştur. Sahîh bir hadîsde «Allah indînde adların en kötüsü bir adama Şâhânşah  Melikü'l-Emîâk gibi  isimlerin verilmesi» olduğu beyân edilmiş ve :

— Mülk ancak Aflaha mahsustur: buyurulmuştur. Binâenaleyh çirkin isim koymak haramdır. Kaadil kudât ve ondan daha çir­kin olmak üzere Hâkimüthukkâm gibi jsimler koymanın haram oldu­ğunu Evzâî nâssan tasrîh etmiştir.

Çirkin lâkaplar hakkında Zematişerî şöyle diyor: «Filhakika za­manımızda halk pek geniş davranır oldu[362]; o derecede ki adak­lara yüksek lâkablar takmağa başladılar. Tut ki Ö2Ür makbul c!sun, ya dinin dalından haberi olmayanlara: Dinin filânı;[363], diye lâ-kab takmaya ne .diyeyim? vallahi bu yutulur lokma değildir...

Allah'ın en sevdiği isimler, Abdullah, Abdurrahman gibi adlardır. Peygamber isimlerini koymakda hiç bir beis yoktur. Yalnız Yasin, Taha gibi isimleri İmam Mâlik doğru bulmamıştır.

Çocuklara Peygamber (S.A,V.) 'in ismini vermeye gelince: Bu bâb-ta eî-Hars b. Ebî Üsâme'nin «Mvsned-» inde şu hadîs vardır:

Her kimin üç oğlu oiur da bîrinin adını Muhammed koymazsa o kimse muhakkak cahillik etmiştir.» Peygam­berini seven bir müslümana yaraşan evlâdına onun ismini vermektir. İmâm Mâlik hazretleri: «Medînelîlâr'i: bir âiiede Muhâmmed isimli biri bulunsun da o aile efradı en hayırlı rızıkla nzıklandırılmasın ola­maz; derken işittim» demiştir. İbnİ Rüsd, Medîneliler'in bu sözü ya tecrübe ile yâhûd bildikleri bir hadîse istinaden söylediklerine ihtimal vermektedir.

Faîde: Ebu Dâvud ile Tirmizî, Hz. Kasan ve Hüseyn (R.Anhüma) doğdukları vakit kulaklarına Peygamber (S.A.V.) 'in ezan okuduğunu rivayet etmişlerdir. Ayni hadîsi Hâkim dahî rivayet eder. Maksad sağ kulağıdır. Bu cihet timi Sürcm'niîi Hasan b. Alî (R.A.)'dan tahrîc ettiği şu hadîste tasrih buyurulmuştur.

«Bîr kimsenin bir çocuğu doğar da sağ kulağına ezan okur; sol kulağına ikamet getirirse o çocuğa cinnî za­rar vermez.»

Doğan çocuğa hurma yalatmak müstahaptır. Bu hususla Bu~ hârî ile Müslim, Hz. Ebû Musa'dan şu hadîsi tahrî£ etmişlerdir:

«Ebû Mûsâ demiştir ki: bir oğlum dünyaya geldi de Peygamber {S.A.V.) 'e gittim. Resûlüllah (S.A.V.) ona İbrahim adını verdi ve bir hurma çiğnetti; hem ona bereket duasında bulundu.»

Yeni doğan bir çocuğa hurma çiğnetmek, hurmayı veya benzeri bir şeyi cnun ağzına koyarak suyunun mi'desine inmesini te'min etmektir. Bunu Yapacak zâtın ehl-i hayır ve bereketi umulur bir kimse olması gerekir.[364]

 

«Yeminler Ve Adaklar  Bahsi»

 

Eyman: yeminin cem'idir.

Lügat'd e yemîn: el, kuvvet ve and mânâlarına gelir.

[365] «Putların ürerine kurnazlıkla bîr darbe indirdi» âyet-i kerîmesi üç veçhe ihtimallidir. Yani sağ elîle vurdu, kuvvetîle vurdu; ve yemî» ederek vurdu   mânâlarından her birine ihtimali   vardır.Hanefîler'i» fıkhî eserlerinden beyân edildiğine göre şer'an yemîn iki kısımdır.Eunlardan birincisi and'tır, ki lisanımızda buna yemîn etmek denilir.

Yemîn kendisine and edilen zâtın ta'zîmini gerektirir. Onun için de yal­nız Allah'a olur. Allah'a yapılan yeminde ayni zamanda yeminin lügat mânâsı da vardır.                                    

İkincisi şar ve ceza'dir. Bundan murâd: şart bulundumu ceza da bulunacak şekilde ceza cümlesini şart cümlesine bağlamaktır. Meselâ: «şu eve girersem kölem âzâd olsuna cümleleri böyledir.

Yeminin bu nev'i şer'î ıstılahla sâbît olmuştur; ehl-i lügatten böyle bir yemîn nakledilmemiştir. Bu yemînde de ötekinde olduğu gibi kuv­vet ve tevsîk mânâları vardır. Çünkü yemîn ya bir şeyi yaptırmak yâhûd terkettirmek için yapılır; ve her iki vecihde de onunla te'kîd ih­tiyacı hâsıl olur. Bu hususda Allah'a yemîn ne ise şart ve ceza da odur. Bundan dolayı şart ve ceza yeminin bir nev'i olmuştur.

Yemîn muamelâtda ve da'valarda sözü tevsik için meşru' olmuş­tur. Efdâl olan Allah'a yemîn etmeyi asgarî hadde indirmektir. Hattâ bazıları Allah'dan gayriye yemîn etmeyi dahî mekruh addetmişlerdir. Diğer balları : «Allah'tan gayriye yemin istikbale âid ise mekruh değil geçmişe âidse mekruh olur» demişlerdir.

Yeminin sebebi: Doğru söylediğine muhatabım inandırmak istemek yâhûd bir şeyi yapmaya veya yapmamaya kendini veya başkasını gay­rete getirmek istemektir.

Rüknü : söylenen hususî lâfızdır.

Şart : Yemîn eden kimsenin müslüman âkil baliğ olmasıdır.

Hükmü : Yemîn, bir ibâdeti yapmak veya bir günahı bırakmak için yapılmışsa ondan dönmemek vaciptir. Bir ibâdeti yapmamak veya gü­nahtan vazgeçmemek için yapılan yeminden dönmek vaciptir. Caiz olan bir şeye yapılan yeminden dönmek ise mendupdur. Yeminden dönmek caiz olduğu zaman da haram olduğu takdirde de keffâret vermek icâbeder. Hanefiler'e göre : Allaha yemîn: Yemîn-i gamus, yemîn-i lâğv ve yemîn-i mün'akîde olmak üzere üç kısımdır. Bunlar hakkında bu bâbta sırası geldikçe îzâhât verilecektir.

Nüzûr : nezrin cem'idir. Nezrin aslı korkutmak mânâsına gelen in-zârdır. Ragıb'ırl ta'rifine göre nezir: Bir işin olması için, vâcib ol­mayan bir şeyi kendine vacip kılmaktır ki buna lisanımızda adak deni­lir. Hanefîler'e göre nezir meşru' bir ibâdetdir. Meşru'iyyeti; kitap, sünnet ve icmâ-ı ümmetle sabittir. Kitaptan delili :

[366] Nezirlerini de tfâ etsinler...» âyet-i kerîmesidir. Sünnetden deiîîîeri bu bâbta görülecek hadîslerdir. Nezir ancak vâcib olan ibâdetler cinsinden bir şeyle sahih olur. Tesbîh, tahmîd ve hasta dolaşmak gibi vâcib ibâdetler cinsinden olmayan şeylerle keza haram olan şeylerle nezir yapılamaz. Çünkü kulun bir şeyi kendine vâcib kılması o şey cin­sinden Allah'ın vacip kıldıklarına kıyasen caiz olur. Aksi takdirde ku­lun doğrudan doğruya bir şeyi vacip yapmaya selâhiyeti yoktur.[367]

 

1386/1170- «İbni Ömer radıyallahü anhümâ'dsn Reaûlüllah sallallahil aleyhi ve sellem'den işitmiş olarak rivayet edildiğine göre Pey­gamber salîaîlahü aleyhi ve sellem Ömer b. Hattab'a bir kervan için­de babasına yemin ederken yetişmiş bunun üzerine:

— Dikkat edin! şüphesiz Allah sizi babalarınıza yemîn etmekden nehî buyuruyor. Artık kim yemin edecek­se ya Allaha yemin etsin yahud sussun; demiştir.[368]

 

Hadîs müttefekun aleyh'tir.

Ehu Dâvud ile NesâVrdn Ebu Hüreyre'den merfu' olarak tahrîc ettikleri bir rivayette: «Babalarınıza, annelerinize ve putlara yemin etmeyin; Alîahdan başka hiç bir şeye yemin et­meyin: Aîlaha dahî ancak doğru söylediğiniz zaman ye­min edin» buyurulmuştur.

Rekb : On ve daha fazla kişiden mürekkeb deve suvârisidir. Bazan atlılara da rekb denilir.

Nidd : misil demektir. Burada murâd arapların Allah'a şerik itti­hâz ederek taptıkları ve kendilerine yemîn ettikleri putlardır. Araplar bunîara «ve'1-Lâti ve I'Uzzâ» diye yemîn ederlerdi.

Hadîs-i şerif AHah'dan başkasına yemîn etmenin yasak olduğuna delildir. Hanbelîler'le Zâhİrîler'e göre buradaki nehî tahrim ifâde eder.

îbni Abdilberr : «ASÎah'dan başkasına yemîn bil'icmâ caiz değil­dir» demiştir: «AHah'dan başkasına yemîn etmek mekruhtur; yasaktır; hiç bir kimsenin bu 'yemini yapması caiz değildir.» dediği dahî rivayet olunur. îbni AbdUberfin buradaki kerahetten muradı kerâhet-i tah-rîmiyyedir. Netekim ilk sözünden de anlaşılmaktadır.

Mârûdî ; «Hiç bir kimsenin bîr kimseye, talâkla olsun it âk ve­ya nezirle olsun AHah'dan başkasına yemîn verdirmesi caiz değildir. Hâkim bir kimseye böyle bir yemîn verdirirse azli vacip olur» demek­tedir. Şâfiîler'in cumhuru ile Haneîîler'in meşhur kavline göre buradaki nehî kerahet içindir. Hanefiler'in kavlini bahsin başında görmüştük.

«AHah'dan başkasına yemîn etmek haramdır» diyenler şu hadîslerle istidlal ederler :  :

1— Ebu Dâvud ile Hâkim, İbni Ömer (R.A.) 'den Peygamber (S. A.V.)'in :

«Kim AMahdan başkasına yemîn ederse kâfir olmuştur» buyurduğunu tahrîc etmişlerdir.

2— Hâkim'in bir rivayetinde

«Allahdan başkasına yapılan her yemîn şirktir» buyurulmuştur.

3— Aynî hadîsi İmam Ahmed h. Haribel:

«Allahdan başkasına yemîn eden muhakkak müşrik ol­muştur.» lâfizlarîle tahrîc etmiştir.

4— Müslim'in tahriç ettiği bir hadîsde :

«Sizden kim yemîn eder de yemininde: lât ve Uzzâ hakkîçin; derse lâ ilahe illallah desin» buyurulmaktadır.

5— imam Ncsâî'nin Hz. Sa'dü'bnü Vakkâs'dan tahrîc ettiği ha­dîse göre Sa'd (R.A.) Iât ile uzza'ya yemin etmiş sonra bunu Pey­gamber (S.A.V.) 'e söyledikde ResûEüflah (S.A.V.)

«Âllah'dan başka hiç bir ilâh yoktur. Biricik o vardır. Onun şeriki yoktur. Mülk onundur hamd de ona mahsus­tur; hem o her şeye kaadircfir; de ve sol tarafına üç defa üfür de şeytân-ı recimden Allaha sığın bir daha da yap­ma!» buyurmuşlardır. Kerahete kail olanlar :

«Babasına yemin olsun ki eğer doğru söyledi ise kurtul­du!» hadîsüe istidlal ederler. Fakat bu hadîs hakkında İbni Abdilberr ; Şüphesiz ki bu lâfız mahfuz değildir. Ayni hadîsin râvîsî tarafından:

«Vallahi doğru söyledi ise kurtuldu» şeklinde rivayet olun­muştur.» demiştir. Kerahete kail olanlar hadîsteki: Muhakkak müş­rik oldu.» cümlesini te'kid ve şiddet mânasına te'vil etmişlerdir. Ni­tekim «riya şirktir» mealindeki hadîs de ayni mânâya hamledilmiş tir. Bunun emsali çoktur. Bunlar Teâla Hazretleri'nin mahlûkattan ay ve güneş gibi bir çoklarına yemin etmesîle istidlal ederler. Kerâhate kail olanların delillerine muhalifleri tarafından cevaplar verilmeye ça­lışılmıştır.

Dinden çıkmak, yahûdî olmak gibi sözlerle yemîn etmek haram­dır. Buna delîl Ebû Dâvud, İbni Mâce ve Nesâî'nin tahrîc ettikleri Büreyde hadîsidir. İsnadı Müslim'in şartı üzere olan bu hadîsde Resû-lüllah (S.A.V.) :

«Bir kimse yemîn eder de; ben islâmiyetten beriyim; der­se eğer (sözünde) yalancı ise dediği gibidir. Fakat doğru söylemişse îslâma salimen dönemez.» buyurmuşlardır. Böyle şeylere yapılan yemine keffâret de lâzım gelmez. Çünkü keffâret Al­lah'ın İzin verdiği şeylere yapılan yeminde meşru' olmuştur. Bir de ha­dîslerde keffâret zikredilmemiş; yainız kelime-i tevhîd tavsiye olun­muştur.[369]

1388/1171- «Ebu Hüreyre radıyallahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki; Resûlüllah sallaîlahü aleyhi ve sellcm:

— Yeminin arkadaşının seni tasdik edeceği şey üze­rine (olmak gerek) dîr; buyurdular» Bir rivayette «Yemîn, yemîn isteyenin niyetine göredir» buyurmuştur.[370]

 

Bu iki rivayeti Müslim tahrîc etmiştir.

Hadîs-i şerif, yeminin karşı tarafın niyetine göre yapılacağına de­lildir. Yani yemini teklif eden taraf neyi niyet etmişse yemîn ona yapı­lacaktır. Yemîn edenin niyetine bakılmaz. Hadîs mutlaktır. Binâena­leyh yemini hak sahibi yâhûd hâkim istemiş olabilir. Maksad yemîn îcabeden yerdir. Nitekim hadîsde: «Arkadaşının senİ tasdik ede­ceği şey» buyurülarak buna işaret olunmuştur. Fakat bu davacının doğru söylediğine göredir. Davacı iddiasında doğru söylemezse yemîn-edenin niyeti muteber olur.

Şâfİîler yemîn ettirenin mutlaka hâkim olmasını nazar-ı i'tibâra almışlardır. Onlara göre hâkimden başkası yemîn ettirirse yemîn ede­nin niyeti muteber olur. Şâfıîler'den Nevevî şöyle diyor: «Fakat yemîn istenmeden yemîn eder de hakikati gizler ve bu kendisine bir menfaat sağlarsa ister yemîn teklif edilmeden doğrudan doğruya yemîn etsin, ister hakîm veya naibinden başkası yemîn ettirsin, yemîn edon kimse hânis[371] olmaz. Bu bâbta yemîni hâkim ettirmezse da'vâcımn niyeti mu'teber değildir. Elhâsıl yemîn bütün hallerde yemîn edenin niyetine göre mu'teberdir. Ancak hâkim veya vekili kendisine teveccüh eden bir da'vada yemîn ettirirse o zaman yemîn isteyen tarafın niyeti mu'teber olur. Hadîsden murâd da budur. Lâkin hâkim veya vekili kendisi­ne teveccüh eden bir davada yemîn taleb etmeksizin da'vali kendiliğin­den yemîn ederse bu yemîn onun niyetine göre mu'teber olur. Hem bü­tün bu hususatta yeminin Allaha veya talâka veya itaka yapılması mü-sâvîdir. Yalnız hakîm talâka .veya- îtaka yemîn ettirir de hilafı hakikat yemini da'vâlıya bir menfaat sağlarsa yemîn edenin niyetine itibar olunur. Çünkü hâkimin talâk ve îtaka yemîn verdirmeye hakkı yoktur; o ancak Allaha yemin ettirebilir.»[372]

 

1389/1172- [373] Abdurrahman b. Semura radıyatlahü anh'âan rîvâ-yet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:

— Bir şey üzerine yemîn eder de (« yeminden) başka­sını ondan daha hayırlı görürsen hemen yemininden do­layı keffâret ver; ve o hayırlı şeyi yap; buyurdular.»[374]

 

Hadîs müttefekun aleyh'tir.

Buhârî'nin bir rivayetinde: «O hayırlı İşi yap da yeminin­den dolayı keffâret ver» buyurulmuştur. Ebu Davud'un bir riva­yetinde ise: «yeminden dolayı hemen keffâret ver; sonra O hayırlı olan şeyi yap.» denilmiştir. Rivayetin isnadı sahihtir.

Bazı eserlerde: «her iki rivayetin isnadı sahihtir.» denilmiş; ve bundan Buharı ile Ebu Davud'un isnadları kasdedilmişse de evlâ olan kitabımızda olduğu gibi zamiri müfret bırakarak Ebu Davud'a, ri­ca etmektedir. Çünkü hadîs ulemâsının örfüne göre sahîheyn'de bu­lunan her hadîs sahîh olduğu için isnadı hakkında «sahîhdir» de­meye hacet yoktur.

Hadîs-i şerif bir şeye yemîn ettikden sonra o yeminden dönmek dönmemekten hayırlı görülürse evvelâ keffâret vererek yeminden dönmeşinin ve sonra o işi yapmanın lüzumuna delâlet ediyor. Emrin muk-tezası vücub ise de cumhur-u ulemâ burada onun îsühfaâb ifade ettiği­ni söylemişlerdir. Hadîsin zahiri evvelâ keffâret vermek icâbettiğini gösteriyor. Fakat ulemâ bunun da vâcib olmadığına icmâ nakletmiş-lerdir. Binâenaleyh keffâret yemin bozulduktan sonra da verilebilir. Yeminden Önce ise keffâret verilemez.

Sahâfoe-İ kirâm'dan on dört zat ile tabiîn'den bir cemâat îmanı Mâ­lik, İmam Şafiî ve cumhur-u ulemâ yemini bozmazdan evvel keffâret vermenin caiz olduğuna kaildirler. Ancak yemini bozduktan sonra kef­fâret vermek onlara göre de müstehaptır. Cevaz meselesi bütün kef­fâret nev'ilerine şâmil gibi görünürse de İmam Şafiî'ye göre oruç keffâretini yemini bozmazdan önce tutmak caiz değildir. Çünkü bu kef­fâret bedeni bir ibâdettir. Binâenaleyh namaz ve ramazan orucu gibi onu da vaktinden önce yapmak caiz değildir. Fakat keffâret oruçtan başka bir şey ise yemîn bozulmadan önce' verilebilir; nitekim zekâtı vaktinden evvel vermek câizdir.

Hanefiler'le diğer bazı ulemâ'ya- göre yemîn bozulmadan keffâret vermek hiç bir surette caiz değildir. Hanefî fıkıhında şöyle deniliyor : «Keffâretin sebebi hıns, yani yemini bozmaktır. Nefsi yemîn sebeb ola­maz. Çünkü sebeb en azından müsebbebe ulaştıran yoldur. Yemîn ise bilâkis üzerine yemîn edilen şey'i yapmaya mâni'dir. Bir şeyin hem mâni' hem sebeb olması imkânsızdır. Bununla beraber yeminin keffâre-te sebeb olduğunu kabul etsek bile onun hinsin (yemini bozmanın) şart-ı vücubu olduğunda şüphe edilemez' Zîrâ yemini bozmadan keffâret vâ­cib olmadığı kat'iyetle ma'lûmdur. Böyle olmasa mücerred yeminle beffâret vâcib olurdu. Halbuki buna kail olan yoktur. Hıns şart olunca ondan önce keffâret vâcib olamaz. Çünkü şart olmadan meşrut bulun­maz. Binâenaleyh hıns sabit olmadıkça ondan önce vücup sakıt olamaz. Delilin muktezası budur. Ancak zekât ve sadaka-i fıtır gibi bazı ibâdet­ler delîl hilâfına sabit olmuşlardır. Yani nisaba mâlik olan bir kimse sene geçmeden zekât verebilir; sadakati fıtır dahî bayram sabahından önce verilebilir. Fakat delîl hilâfına sabit olan bir şeye başkası kıyas edilemez.»[375]

 

1391/1173- «İbni Ömer radıyallahü anhümâ'dan rivayet olunduğuna göre Resûlüllah sdlldllahü aleyhi ve sellemı

— Bir kimse bir şey üzerine yemin eder de arkasın­dan inşaallah derse ona hıns yoktur; buyurmuştur.»[376]

 

Bu hadîsi Ahmed'le Dörtler rivayet etmişlerdir, İbni Hibbân onu sahîhlemiştir.

Tirmizî; «Bu hadîsi, Eyyub- SahtiyanVaen başka hiç bir kim­senin merfu rivayet ettiğini bilmiyoruz.» demiştir. İbnil Aîiyye: «Eyyub bu hadîsi bazan merfu' bazan de merfu' olmayarak rivayet ediyordu» demiş, Beyhakî ise «Bu hadîsin merfu' rivayeti yalnız-Eyyub'tan. sahîh olarak nakledilmiştir. Halbuki Eyyub onda _şek-ketmiştir.» mütâleâsında bulunmuştur. Maamâfîh Eyyub mu'temed bir hafızdır. Hadîsi yalnız başına merfu' rivayet etmesi zarar ver­mez. Bazan mevkuf rivayet etmesi de hadîse dokunma. Çünkü onun hadîsi refi etmesi âdil bir râvinin ziyâdesi, demektir ve makbuldür. Ayni hadîsi Musa b. Ükbe, Kesir b. Ferkad, Eyyub b. Musa ve Has­san b.. Atıyye, Nâfi'den merfu' olarak rivayet etmişlerdir. Bu su­retle hadîs kuvvet bulmuştur. Zâten mevkuf da olsa yine merfur hükmündedir. Zîrâ burada içtihada mesâğ yoktur. Cumhur-u ulemânın kavli de budur. îbnü'l -Arabi diyor ki : «yemine bitişik olmak şar-tîle inşallah demenin vemînin in'ikadma mâni' olduğuna bütün müslü-manlar ittifak etmişlerdir. Yeminden ayrı, yani yemîni yaptıktan son­ra biraz su;;.-;rak bu kelimeyi söylemek — bazı selefin kail olduğu ve-cihle — caiz olsa hiç kimse yemininden dönmez ve keffârete de hacet kalmazdı.»

İnşaHsh'sn yemine bitişme zamanı ihtilaflıdır. Cumhur'a göre ara susmamak şartîle yemine bitişik söylemektir. Arada soluk almak zarar etmez. Fakat kasden teneffüs ederse Hanefîler'e göre istisna bo­zulur.                                                

Tâbiîn'den bir cemaatla Tavus ve Hasan-t Basri'ye göre bulun­duğu yerden kalkmadıkça inşallah diyerek istisna yapılabilir. Ata' bunu : «bir deve sağacak kadar» diye tahdid etmiştir. Saîd b. (7ü-beyr'e göre istisna müddeti dört aydır. İbni Abbâs (R.A.) 'a göre muayyen müddeti yoktur; ne zaman söylense istisna olur : «Bu tak­dirlerin bir delili yoktur» deniliyor. Bazıları bunları te'vil ederek: «Maksad teberrüken inşallah demenin müstehâb olduğunu bildirmek yahud Allah'ı zikretmenin vâcib olduğunu hatırlatmaktır. Yoksa bu sözle ye­mini bozmaya mani' olmak kasdedilmemiştir.» diyorlar.

İstisnanın, Allah'a yeminde olsun talâk ve nezir gibi şeylerde olsun yemini bozmaya mâni' olub olmadığı ihtilaflıdır.

imam Mâlik'e göre istisna yalnız Allah'a yeminde işe yarar, îbnül - Ardbî bunu kuvvetli buluyor.

İmam Ahmed b. Hanbel köle âzâdımn istisnaya dâhil olmadı­ğına kaildir. Delili Beyhakî'nin Hz. Muâz'dan merfu' olarak tahrîc •ettiği şu hadîstir:

«Bir adam karısına: Gen boşsun; inşallah dese kadın boş olmaz, fakat kölesine: sen hürsün inşallah; dese kcHe hür olur.» Ancak bu hadîs üzerinde söz edilmiştir. İsnadı da ihtilaf­lıdır.

Hadîsde:  «inşallah dsrse..» buyurulması istisnada yalnız niye­tin kâfi gelmeyeceğine delildir, Cumhur'un kavli de budur.

Bazı Mâlikîîer'den sırf niyetle istisnanın sahîh olduğu rivayet edil­miştir. Bu kavle zâhib olanlar vardır.[377]                                    

 

1392/1174- «(Bu da) ondan rivayet olunmnştur radıyattahü anh demiştir ki: Peygamber sdllcîlahü aleyhi ve sellçm'in yemini:

— Hayır, kalpleri çeviren hakkı için; sözü idi.[378]

 

Bu hadîsi Buhârî rivâeyt etmiştir.

Resûlüllah (S.A.V.)  'in ekseriya yeminde kullandığı sözleri şöyle aralamıştır:

«Hayır kalpleri değiştiren hakkı için»

«Nefsim kabza-i kudretinde olan Allaha yemîn ederim»

«Muhammedi'n nefsi, kabza-i kudretinde oian Allah'a ye-mîn ederim»

«Allah hakkı için»                                 

«Kâ'benin Rabbı'hakkı İçin»

 Şeybe'nin rivayeti ise :

«Peygamber (S.A.V.) yemîn etmek istedi mî :

— Ebul -Kaasim'in nefsi kabza-i kudretinde olan Allaha yemin ederim; derdi» şeklindedir.

«Kalpleri çeviren» den murâd Allah'tır. Kalpleri çevirmek, on­ların hallerini değiştirmektir. Râgıb: «Allah'ın kalpleri ve basiretleri çevirmesi onları bir reyden başka bir re'ye değiştirmesidir.» diyor İbnü'l - Arabi kalp hakkında şunları söylemiştir: «kalp bedenin bir cüz'üdür. Allah onu hâlketmiş ve ilim, kelâm ve şâire gibi iç sıfatlarına mahal kalmış; bedenin zahirini de fi'li ve kavlî tasarruflara mahal yap­mıştır. İnsana hayırlı emreden bir melek; şerrî emreden bir şeytan tevkil eylemiştir. Aklı yaratmış; onun nuru ile insanı hidâyete erdirir. Hevâ ve hevesi hâlketmiş; onun zulmetîle insanı doğru yoldan saptı­rır. Kaza ve kader ise bunların hepsine hâkimdir. Kalp iyi ve kötü dü­şüncelerle bazan melekden bazan da şeytandan gelen bir temas ara­sında haşır - neşir olur. Korunan Allah'ın, koruduğudur.»

îbnü-l-AJrdbVnin (kelâm)  ı iç sıfatı sayması kelâm-ı    nefsiyi isbat içindir. Filhakika onun yeri kalptir.

Hadîs-i şerîf, Allah'ın sıfatlarından bir sıfata yemîn etmenin caiz olduğuna delildir. Bazılarına göre yemîn Allah'ın zâti ve fi'li sıfatların­dan ilim, kudret gibi bir sıfatına yapılabilirse de bu sıfatın Allah'a izafe edilerek söylenmesi ve meselâ: «Allah'ın ilmi hakkı için» denil­mesi şarttır. Ancak fi'lî sıfatlardan emanete yemîn etmek memnu'dur. Bu hususta Ebu Dâvud, Hz. Büreyde (R.A.) 'dan şu hadîsi tahrîc et­miştir :

«Her kim emânete   yemîn   ederse   bizden   değildir»

Çünkü emânet Allah'ın sıfatlarından değildir.

Hanefîler'Ie Mâlikler'e göre kur'ân-ı kerînı'de ve sahih hadîslerde vârid olan bütün Esma- İilâhİyye ile sifât-ı zâtiyye'ye yemin edilebilir. Böyle bir yeminle keffâret vâcibolur. Yalnız Hanefîler'e göre Allah'ın ilmine yemîn edilemez. Çünkü bu sıfata yemîn etmek âdet olmamıştır. Maamâfih: «edilebilir» diyenler de vardır. Allah'ın rahmeti gadabı ve sehatı gibi kelimelerle yemîn yapılamadığı gibi Allah'tan başkasın» yapılan yemîn de şer'an yemîn değildir. Binâenaleyh Peygamber'e Kur'ân'a ve Kabe'ye yemîn edilemez. Yemin caiz olmayınca keffâret de lâzım gelmez. Allah'ın dinine şeriatına, Peygamberlerine, Meleklerine, Arşına, hudud-u şer'iyesine, namaza oruca, hacca, Beyte, Safa ile Mer-veye, Hacer-i esved'e, Peygamber (5.A.V.) 'in kabrine, minberine ve sâireye yemîn etmenin hükmü budur. Çünkü bunların hepsi Allah'ın gayrıdır. Hattâ İmam A'zam'm: «Yemîn, tevhîd ve ihlâs ile tecer-rüd etmiş olarak yalnız Allah'a yapılır.» dediği rivayet olunur. Fakat: «Peygamberlerden beriyim, kur'ândan beriyim; yahûdîyim, nasrâ-niyim » gibi sözler yemindir. Bunlar keffâreti icâbederler. Burada kai­de şudur: Bir şeyin itikadı küfürse o şeye yemîn ederek yemînini bo­zana kefaret lâzım gelir.

Şâfiler'Ie Hanbelî'ler tafsilâta giderek şöyle derler: «Eğer lâfız Rahman, Rabbül âlemîin, Hâlik'ul halk, gibi Aüah'a mahsus bir kelime ise onunla yemin mün'akid olur. Mutlak söylemekle Allah'ı kasdederek söylemenin bir farkı yoktur. Şâyed yemîn edilen söz Allah'a ve başka­sına ıtlak edilebilen Rabb gibi bir kelime olur fakat kullanışda Rab-mü'l - âlemin, Rabbü'l - mâl gibi daima mukayyed söylenirse o keli­me ile Allah kasdedilmek şartîle yemîn münakid olur. Hayy, mevcud gibi Allah'a ve gayrısına müsavat üzere ıtlak edilebilen bir kelime ile Allah kasdedilirse sahîh kavle göre yine yemîn olur. Başka bîr şeye kas-dediür veya mutlak söylenirse yemîn olmaz.[379]

 

1393/1175- «Abdullah b. Amr radıyalîakü anhümâ'âan rivayet olun­muştur. Demiştir ki: Peygamber sallallahü aleyhi ve seUem'e bîr a'râ-bî gelerek :

— Ya Resûlüllah, büyük günahlar nedir? dedi» Mütekâbilen Abdul­lah hadîsi zikretmiştir.Bu hadîsde:

— Yemîn-İ gamûsturi; cümlesi vardır. Ayni hadîsde şu cüm­le de bulunmaktadır :

«— Yemîn-i gamûs nedir?» dedim :

— Kendisîle müslûman bir kimsenin malı (ndan alâkası) kestirilen (ycmîn)dir.Yemîn eden o yemînde   yalancıdır; buyurdular.»[380]

 

Bu hadîsi Buhârî iahrîc etmiştir.

Hadîsin zahirine göre suali sonran Abdullah b. Amr b. As yani ha­dîsin ravîsîdir. Bu takdirde cevabı veren de Resûlüllah (S.A.V.) 'dir. Fakat uzak bir ihtimal olmak üzere suali yabancı birinin sorması Ab­dullah b. Amr (R.A.) 'in da cevap vermesi hatıra gelebilir,

Hadîs-i şerîf, yemin nevilerinden birine temas etmektedir. Şimdi de bu nev'ileri görelim. Ma'lûmdur ki Yemîn ya kasden yapılır yâhûd hç bir kasıdsız ağızdan çıkıverir. Konuşurken alışkanlık icâbı söyle­nen: «vallahi bilmiyorum; vallaki ben vazifemi yaptım» gibi sözler, kasıdsız yeminlerdir. Bunlar yalnız lügat i'tibarîle yemindir. Şer'an bir hüküm ifâde etmezler. Nitekim Teâlâ Hazretleri

«[381] Allah sîzi yeminlerinizde yaptığınız lagivden dolayı muâhaze etmez.» buyurarak bu ciheti beyân etmiştir.

Yemîn kasden yapıldığı takdirde üzerine yemîn edilen şeyin hâli­ne bakarak bazıları yemîni beş kısma ayırmışlardır. Çünkü yemîn eden kimsenin bu yemininde ya doğru söylediği ma'lûmdur; ya yalan söy­lediği bellidir. Yâhûd doğru veya yalan söylediği maznundur; veya şüp­helidir. Birinciye yemîn-i sâdtka, ikinciye yemîn-i gamûs derler. Üçün­cüsü doğruluğu zannedilen, dördüncüsü yalan olduğu samla, beşincisi de doğru veya yalan olduğu şüpheli olan yemindir.

1— Yemîn-i sâd;ka: Kur'an-ı kerîm'de ve hadîslerde görülen ye-mm'erdir. tbnü'l-Kayyım, Peygamber (S.A.V.)'in seksenden fazla yemîn ettiğini söyler:

«Şüphesiz ki Allah, kendisine Yemîn edilmesini sever.»

hadîsinden murâd bu yemindir. Onun Allah indinde makbul olması ta'zîm ifâde ettiği içindir.

2— Yemîn-i gamûs: yalan olduğu bilinen yemindir. Gamûs: daldı­ran demektir. Bu yemin sahibini günaha daldırdığı için ona bu isim ve­rilmiştir, «en - nihâye-» nâm eserde: «Bu yemîn, sahibini  Cehen-nem'e daldıracağı için ona bu isim verilmiştir.» deniliyor. Yemîn-i ga-mûs'un yemîn-i zûr, yemîn-i fâcire, yemîn-i sabır ve yemîn-İ masbure gibi muhtelif isimleri vardır.

3— Doğruluğu zannedilen yemîn iki kısımdır. Birincisi isabetli ol­duğu anlaşılandır, ki bunu bazıları   yemîn-i sâdıkaya katarlar. Çünkü doğruluğu anlaşılınca onun gibi olmuştur, ikincisi: Doğru zannedilip de hilafı meydana çıkan yemindir. Bazıları bu iki nev'i ile yemîn etmenin caiz olmadığına kaildirler. Zîrâ bunlar zan üzerine yemindir. Halbuki yemîn, ihtimali kafi surette ortadan kaldırmak için meşru' olmuştur.

4— Yalan olduğu zannedilen bir şeye yemîn etmek haramdır.

5— Doğruluğu veya yalan olduğu şüpheli olan yemin dahî haram­dır. Hulâsa mezkûr beş nev'in yalnız birincisi caiz olup diğer dördü haramdır.

Hanefîİer'e göre yemin: Gamûs, lağıv ve mun'akıde olmak üzere üç kısımdır :                                                                               

1— Yemîn-i gamûs: kasden yalan yere edilen yemindir. Bu yemîn Şâfiîler'den maada mezheb ulemâsîle diğer bir çok ulemâ'ya göre kef-fâretle Ödenemez; onun için ancak Allah'a tevbe ve istiğfar edilir. Çün­kü gamûs hakikatte yemîn değildir. Çünkü yemin yukarıda da görül­düğü vecihle meşru' bir akiddir. Gamûs ise büyük günahlardan bir gü-nahdır; binâenaleyh meşru' olamaz. Ona şekline bakarak mecazen ye­mîn denilmiştir. Nitekim hür bir insanı satmak bâtıl olduğu halde onu satmaya da beyi' denilmiştir. ResûSüllah (S.A.V.) gamûs'un büyük gü­nahlardan olduğunu şu hadîs-i şerîflerîle beyan buyurmuşlardır:

«Büyük günahlardan ma'dud beş şey vardtr kî hak­larında keffâret yoktur. Bunlar Ailaha şirk koşmak, anneye babaya âsî olmak, müslümana iftira atmak, harb-den kaçmak ve yemîn-i gamûstur.» Keffâretle dahî ödeneme yecek olan bu büyük günahın sahibi ancak ve ancak tövbe, istiğfar ede­cektir. Onun işi Allah'a kalmıştır.                                   

İfnam Şafiî'ye göre yemîn-i gamûs keffâretle Ödenir. Zîrâ kef-fâret Ismullah'm hörmetini ayak altına ailma suçunun günahını, yok et­mek için meşru' olmuştur. Ayni suç yemîn-i gamûsda da vardır; binâ­enaleyh keifâret onda da meşru'dur.

2— Yemîn-i lâgv: Hüsnüneyyetle doğruya diye edilip hilafı zuhur eden yemindir.Bu yemin için Allah'ın muâhâze buyurmaması me'mul-dur .Çünkü Teâlâ Hazretlerî'nin :

«[382] Yemînlerİnîzdeki lâğvdan dolayı Allah sızı muâhâze etmez.» âyet-i kerîmesi bu hususda nâzıl olmuştur. İmam Muhammed'in İmamdı A'zarn.'âa.n. rivayetine göre yemîn-i lâğv: «Öyle vallahi öyle, değil vallahi» gibi halk dilinde söylenen yeminlerdir.

Yemîn-i lâğv hakkında: «Allah'ın muâhâze buyurmamasını ümid ederiz.» diyen, İmam Muhammed'Ğir. Yukarıdaki âyet-i kerîme'de ye­mîn-i lâgv'den dolayı Allah'ın muâhâze etmeyeceği kat'î surette be­yân olunduğu halde İmam Muhammed'in niçin «ümîd ederiz» şek­linde idâre-i kelâm ettiğini sormak hatıra gelebilir. Bu suâle şöyle cevap verilmiştir: «Recâ iki türlü olur; ve birine recâ-i tama', diğe­rine recâ-i tevazu' derler. İmam Muhammed bu sözü bir recâ-i te­vazu' olarak söylemiştir.

3— Yemîn-i mün'akide : îleride bir işi yapmak veya yapmamak için edilen yemindir. İbâdetlerini yapacağına veya günah işlemeyece­ğine yemin eden bir kimsenin o yemini bozmaması lâzımdır. Bilâkis ibâdet, yapmayacağına yemin edenin o yemini bozması îcâbeder. Ha­yırlı bir işi yapmayacağına meselâ: bir müslümanla konuşmayacağı­na yemin edenin o yeminden dönmesi evlâdır.

Yemini bozana keffâret vermek lâzım gelir, keffâret veren üç şey aracında muhayyerdir. îsterse bir köle âzâd eder: dilerse on fakiri do­yurur ya giydirir; ve aynî zîhâr keffâretinde olduğu gibi günde en az iki öğün yemek verir. Verilen her öğünde fakirlerin doyması şart ise de buğday ekmeği yedirdiği takdirde katık şart değildir. Elbise mu'teber olan; vücudu örtecek ve âdeten elbise denilebilecek kisvedir. El­bise ve yiyecek bulamayan üç gün birbiri ardınca oruç tutacaktır.

Yemin meselesinde HanefHer'e göre şaka ile ciddiyet arasında bir fark olmadığı gibi kasden veya zorla yâhûd unutarak yemin etmek de ciddiyet hükmündedir. Çünkü: «Üç şey vardır; bunların ciddîsi de ciddi şakasıda ciddidir» hadîs-i şerifinin bir rivayetinde : «Bunlar: nikâh, talâk ve yeminlerdir» buyurulmuştur.

îmam Şafiî'ye göre zorla ettirilen yeminle unutarak veya ha-taen edilen yeminin hükmü yoktur. Zîra bunların hükmü olmadığı meşhur bir hadîsle beyân olunmuştur. Bu hadîs-i şerîfde: «Ümme­timden hatâ, unutma ve yapmasına mecbur edildikleri şey'İn hükmü kaldırılmıştır» buyurulmaktadır. HaneffîBee-'den Kemal b, Bümam^   Hz. Şafiî'nin kavlini tercih eder.

Faîde: UlemA günahların büyük ve küçükleri hakkında ihtilâf et­mişlerdir, îmâmü'l - Haremeyn (419—478) ile bir cemâate göre; bü­tün günahlar büyüktür. Cumhur-u ulemâya göre ise günahların büyük ve küçükleri vardır. Delilleri :

«[383] nehy olunduğumuz günahların büyüklerinden sakınırsanız...» âyet-i

kerîmesi ile emsali âyetlerdir. Ukm&'dan bazıları nassan sabit olan büyük günahları sayarak yirmi beşe çıkarmışlardır. Bunlar: Allah'a şirk koşmak, katil, zina, harpten kaçmak, faiz, yetim malı yemek, na­muslu kadınlara zina iftirası, sihir, yalan yere şahidlik, yemîn-i gamûs, koğuculuk, hırsızlık, şarap içmek, Beytullah'm hörmetini istihlâl pa­zarlık bozmak, sünneti terketmek, hicretten sonra araplarm eski hali­ne dönmek, Allah'ın rahmetinden ümid kesmek, Allah'ın azabından emin olduğuna inanmak, suyunun fazlasını yolcuya vermemek, bevil-den kurulanmamak, anneye, babaya isyan, onların şetmine sebeb olmak, başkasına dokunan vasiyyet ve haksız yere müslümanın ırzım dile destan etmektir.

Büyük günahlar arasında hırsızlığın zikredilmemesi, büyük günah olduğuna dâir nass bulunmadığıdır. Fakat hırsızlık hakkın-daSahiheyn'de şu hadîs vardır;

«Hırsız çalarken mü'min olarak çalmaz.» Neaâî'nm rivaye­tinde :

«Bunu yaparsa boynundan islâm bağını muhakkak çıkar­mıştır. Eğer tevbe ederse Allah da onun tevbesini kabul eder.» buyurulmuştur. Sahîh hadîsler de gulûlün yani ganimet malını gizlenmenin de büyük günah olduğu bildirilmiştir.

Babımız hadîsinin zahiri yemîn-i gamûs'da keffâret olmadığı­na delildir. îbnü'l - Münzir ile İbni Abdilberr bu hususta ulemâ'nm ittifakı olduğunu nakletnıişlerdir.[384]

 

1394/1176- «Âişe radıyallahü anhâ'dan Teâlâ Hazretlerinin (ye­minle rînizdeki lâgvdan dolayı Allah sizî muâhaze etmez.) kavl-i kerîmi hakkında rivayet olunmuştur. Demiştir ki :

— Bu, bir kimsenin hayır vallahi bilâkis öyle vallahi demesidir.» Bu hadîsi Buhârî tahrîc etmiştir, Ebû Dâvud onu merfu' olarak rivayet eylemiştir.[385]

 

Hadîs-i şerif lâğvin, yemin kasd ile olmayarak söyleniveren bir yemin olduğuna delildir. İmam Şâfî'nin mezhebi budur. îbnü'VMün-zır bunu İbni Abbas, İbni Ömer ve daha başka Ashâb-ı Kiram (R.An-hüm) ile tâbiîn'den bir cemâatten rivayet etmiştir. Mezkûr kavlin îmam A'sâm'dan da rivayet olunduğunu bundan evvelki hadîsin şer­hinde görmüş ve: «Hanefîler'e göre yemîn-i lâğvi : hüsnüniyetle bir şeye doğru zannîle yemîn ederek sonra hilafı zahir olmaktır: diye taVif etmiştik. Tâvûs (—106) 'a göre lâgv : kızarak yapılan yemindir. Da­ha başka türlü tefsir edenler de olmuştur, fakat: «bunlar delilsiz bir takım da'vâlardan ibarettir» deniliyor. Yemîn-i lâgv babında en güzel tefsiri Hz. Âİşe (R. A.) yapmıştır.Çünkü Âîşe (R. A.) vahî zamanını görmüş olduğu gibi ayni zamanda ehM lügattendir.

Şa'bî, Tâvûs ve Hasan-ı Basrî'den bir rivayete göre hadîsde ge­çen: «Hayır vallahi bilâkis Öyle vallahi» gibi sözler yemin sayılmazlar.

Bu sözler cümienin sılası (eki) kabîlindendir. Zaten lâğv lügatte: bâtıl ve itimâda şayan olmayan söz; mânâsına gelir.[386]

 

1395/1177- «Ebu Hüreyre radtyallahü anfe'den rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:

— Şüphesiz Alîahın doksan dokuz ismi vardır. Onla­rı kim ezberlerse Cennete girer; buyurdular.»[387]

 

Hadîs müttefekun aleyh'dir. Tirmizi ile İbni Hibbân bu isimleri zikretmişlerdir. Tahkîk'a göre mezkûr isimlerin sayılması bazı râvîler tarafından yapılmış bir idrâctır.

Filhakika hadîs ulemâsı Esma-i (iâhiyye'mn hadîsde zikredilmesi­ni bilittifak bir râvî tarafından idrâc telâkki etmişlerdir. Hadîsin za­hiri Esma-i İlâhiyye'nin bu sayıya münhasır olduğunu gösteriyor. Bu estidlâl ya mefhum-u aded'e göredir; yâhud hadîsin : «Onları kim sayarsa Cennete girer» cümlesinden anlaşılmıştır. Murâd: mez­kûr doksan dokuz ismin diğer isimler arasında hususî fazileti hâiz ol­duğunu beyândır. Bu fazilet o isimleri okumanın cennete girmeye se­bep oluşudur. Cumhur-u ulemâ'nm kavli budur.

Nevevî'ye göre bu hadîsde Esma-i İlâhiyye mahsur değildir. Çün­kü hadîsden murâd Allah'ın doksan dokuz isimden başka ismi olmadı­ğını anlatmak değildir,.. Buna delîl İmam Ahmed b. HanbeTvn. Hz. Ibnî Mes'uefdan merfu'. olarak tahrîc ettiği ve îbni Hibbân'm da sa-hîhlediği şu hadîsdir:

«Senden, sana mahsus olan, kendine ad takttğın veya kitabında indirdiğin yâhud kullarından birine öğrettiğin yâhud da înd-i ilâhîndeki gaîb ilmi hususunda kendine tahsis buyurduğun her İsminle niyaz ederim.» Bu hadîs.

A£fahu Teâlâ'nm hiç bir kuluna bildirmediği, kendine hâss isimleri ol­duğuna delâlet ediyor. Ayni zamanda bazı kullarının onun bazı isimle­rini bildiğini de gösteriyorsa da, bu isimlerin 99 isminden bir kısmı olması muhtemeldir.

İbni Razrfr, Allah'ın 99 isminden başka ismi olmadığına kafi su­rette kail olmuştur. Delili : Peygamber (S.A.V.)'in Esma-i hüsnâ hak­kında: «Bir dane müstesna oimak üzere yüzdür; buyurmuş olmasıdır.» îbni Hazin, 99 ismi bildiren hadîslerin muztarib oldukla­rını; bunlardan hiç birinin asla sahih olmadığını söylemekde ve mezkûr isimlerin ancak nass-i Kur'ân'dan veya sahih hadislerden alınacağını kaydetmektedir. Kendisi Kur'an ve sünnetten 84 isim çıkarmış ve bunları sıralamıştır. Musannif ise yalnız Kur'ân-ı Ke-rim'den 99 isim istihraç etmiş; ve bunları «et - Telhis-» ile diğer ba­zı eserlerinde sayarak göstermiştir. Bazıları Kur'ân-ı Kerîmi teteb­bu ederek Esmâ-i hüsnâ 'nın sayısını 173'e çıkarmışlardır.

Musannif ulemâ'mn Esmâ-İ hüsnâ'mn sayısı hakkındaki sözlerini ve bu bâbdaki ihtilâfı naklettikden sonra söyle diyor : «Esma hüsnâ dört kısımdır:

Birinci kısım ism-i alem olandır. Bu «Allah» ism-i celîlidir.

İkincisi, Alîm, Kadîr, Semî ve Basîr gibi zâta sabit olan sıfatlardır.

Üçüncüsü, Halik ve Râzik gibi bir şeyi Allah'a izafeye delâlet eden isimlerdir.

Dördüncüsü, AUy ve kuddûs gibi AJlah'dan bir şey'in selbine delâ­let eden isimlerdir.»

Ulemâ bu isimlerin tevkîfî olup olmadığında dahî ihtilâf etmişler­dir. Tevkifîden murâd: rivayete mütevakkıf olup kimsenin tasarrufta bulunamayacağı isimlerdir. Bunlar nassan Kurân-ı Kerîm'de veya ha­dîslerde görüldüğü gibi kullanılırlar. Fahr-i Râzî (544—606): «Ule­mâmızdan meşhur olan kavle göre Esmâ-i hüsnâ tevkifidir» demiştir. Mutezile ile Kerramiye* taifelerine göre: Eğer akıl, bir kelimenin mâ­nâsı Allah Teâlâ hakkında sabittir; diye hükmederse o kelimeyi Allah'a itlak etmek caiz olur. İmam Gazdlî ile diğer bazı zevat Esmâ-i ilâhîy-yc'nin tevkîfî olduğuna fakat sıfatlarının tevkîfî olmadığına kaildirler. Bu bâbta /ma^/ı Gazali şöyle demektedir: «Peygamber (S.A.V.)'e ba­basının, annesinin ve kendisinin takmadığı bir ismi takmak bize nasıl caiz değilse Allah Teâlâ hakkında da öyledir.» Noksanlık iham. eden hiv isim veya sıfatı Allah'a itlâk etmenin caiz olamayacığmâ ulemâ ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh Allah'a: Mâhid, Zari' ve Fâlik gibi isim­ler itlâk edilemez, halbukJHşu kelimeler Kur'ân-ı kerîm'de mevcüddur.

Kuşeyrî : «İsimler kitâb, sünnet ve icmâ'dan tevkîfî olarak alı­nır. Bu üç delilden birinde vârid olan her isim Allah'ın vasfı için de itlâk edilebilir. Onlarda vârid olmayan isimler ise mânâ i'tibârile sa-hîh bile olsa Allah'a itlâk edilemez» diyor.

Hadîs-i şerîfde: «Onları kim ezberlerse» diye terceme ettiği­miz ihsâ kelimesinin mânâsı üzerinde ihtilâf edilmiştir. Buharı ile di­ğer muhakkıklara göre: «O isimleri kim ezberlerse» demektir.. Za­hir olan mânâ da budur. Çünkü bir rivayette:

«Onları kim ezberlerse» denilmiştir. Rivayetler birbirini tef­sir ederler.

Hattâbî'ye göre bu kelime müteaddid vecihlere ihtimallidir. Bir ihtimale göre: Bu isimleri hiç birini bırakmamak şartı ile sayıp dökmek ve hepsi ile Allah'a duâ ve senada bulunmak sureti ile mev-ûd sevaba hak kazanmaktır. İkinci ihtimale göre: İhsandan murâd: takat getirmektir. Yani bu isimlerin hakkını vermeye ve mukte-zâsı ile amel etmeye takat getirebilen Cennet'e girer. Onların muk--tezâsınca amel etmek, mânâlarını düşünerek mucebince amel için nefsini zorlamaktır. Meselâ: Razzâk dedimi rızkın Allah'dan oldu­ğuna i'timad edecektir: Diğer Esma-i tıüsnâ hakkında dahî ayni min­val üzere hareket etmek lâzım gelir. Üçüncü ihtimale göre: Bu keli­meden murâd:  Esma-i hüsnâ'yı ihatalı bîr şekilde bilmektir.

Bazıları: «İhsandan murâd, ameldir» demişlerdir. Onlara göre me­selâ: Hatâm dedi mi Allah'ın bütün emirlerine teslim olmak gerekir; Zîra hepsi hikmet muktezâsıdır. Keza: Kuddûs dediği zaman Allah'ın bütün noksanlıklarından münezzeh ve mukaddes olduğunu hatırına ge­tirecektir.

İbni Battal diyor ki: «Esma-i hüsnâ ile amel etmenin yolu şudur: Rahim ve Kerîm gibi kula uyabilmek sıfatlarda kul kendini o sıfat­la vasıflanabilecek bir hâle getirmeye alıştırmalı; Cebbar Azîm gibi ANah'a mahsus olanlarda ise kula düşen vazife onları ikrar ederek bo­yun bükmek ve o sıfatları takınmamaktır. Va'd bildirilen sıfatlarda ta­ma' ve ümidle, azaba delâlet edenlerde haşyet ve korku ile tevakkuf et­melidir.» Mezkûr esma-İ ilâhiyye'yi yalnız ezber ederek onlarla ittisaf ve amel etmemek Kur'ân-ı kerîmi ezberleyip de amel etmemek gibidir. Ancak: onları sadece okuyup geçenlere hiç sevab yoktur; denilemez.[388]

 

1396/1178- «Üsâme b. Zeyd radıyaUahii anhümâ'^an rivayet olun­muştur. Demiştir kî: Rcsûlüllah saîlolahü aleyhi ve sellem:

— Her kime bir iyilik yapılır da iyiliği yapana: Allah sana hayır mükâfat versin; derse sena hususunda son dereceye ulaşmış demektir; buyurdular.»[389]

 

Bu hadîsi Tirmîzî tahrîc etmiştir. İbni Hibbân onu sahîhlemiştir.

Ma'ruf : îyilik ve ihsan demektir. Hadîsden murâd: Bir kimseye birisi ihsanda bulunur da bu sözle mukabele ederse, ihsan sahibine kar­şı yaptığı teşekkür ve senada pek büyük bir dereceye varmıştır. Fil­hakika bir hadîsde:

«Şüphesiz kul mükâfat vermekten âciz kaldığı vakit duâ (etmesi) mükâfattır; buyurulmuştur.»

Bu hadîsin «yemin ve nezirler bâb» ında değil, «Âdâb-ı ümumiyye» babında zikredilmesi daha muvafık olurdu.[390]

 

1397/1179- «îbni Ömer radıyallakü anhümâ'dan Peygamber sdllal-lahil aleyhi ve seltem'den İşitmiş olarak rivayet olunduğuna göre Re-sûiüllah saUallahü aleyhi ve settem nezretmekden nehî buyurmuş ve:

— Şüphesiz o bir hayır getirmez; yalnız onunla cim­ri (nin elin) den mal çıkarılır; demişlerdir.»[391]

 

Hadîs müttefekun aleyh'dir.

Bu hadîs nezirler hakkında söz başıdır:

Nezir : Lügatte hayır veya şerri iltizâm etmektir.

Şer'an : Mükellefin üzerine vâcib olmayan bir şeyi iltizâm etme­sidir. Ulemâ hadîsdeki nehî hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazılarına göre nehî zahiri üzeredir. Diğerleri te'vîl edildiğine kaildirler.

îbnü'l - Esir «en-Nihâye» adlı eserinde nezir hakkında şunları söyler: «Hadîsde, nezirden tekrar tekrar nehyedilmiştir. Bu nehî nezri te'kîd ve onu vâcib kıldıktan sonra umursamazlık etmekden sakınmayı te'mîn içindir. Eğer nehyin mânâsı onu yapmaktan men­etmek ve hiç yaptırmamak olsaydı; bu onun hükmünü ibtâl ve îfâsi lüzumunu ıskat demek olur; nezir yasak edildiği için bir ma'sıyet sayılır da îfâsı lâzım gelmezdi.

Halbuki hadîsin vechi şudur: «Resûlüllah (S.A.V.), ashabına bu işin kendilerine âcil bir menfeat sağlamayacağını, onlardan bir zarar defe­dip kaza, kader değiştiremeyeceğim bildirmiş ve :AHah'ın size takdir etmediği bir şeyi elde etmek yahut sizin için mukadder olan bir şeyi değiştirmek i'tikâdı iJe nezretmeyin. Böyle bir i'tikâd beslemeyerek nezredersiniz, o halde Ödemek sureti ile onun içinden çıkın; zîra- nez-rettiğinizi yapmak size lâzım olmuştur; demek istemiştir.

Kaadî İyaz diyor ki: «Mânâ şudur: Nezri yapan kaderle mü­nazaa ediyor; demektir. Nehî, bazı câhiller buna i'tikâd etmesinler diye vârid olmuştur.

«Şüphesiz o bir hayır getirmez» cümlesinden murâd: nez­rin sonu iyi gelmeyeceğini anlatmaktır.

Şâfîîler'in ekserisi ile MâMkîler'e göre nezir mekruhtur; çünkü ya­sak edilmiştir. Bunlar nezrin hâlis bir ibâdet olmadığına zîrâ onunla hâlis ibâdet değil bir menfaat temini yâhud bir zararın defi kasdedildiğine kaildirler. Hanbelîler dahî nezrin mekruh olduğuna zâhibtirler. Hattâ bir rivayette kerâhet-i tahrimiyye ile mekruhtur. Tirmizîr ashâb-ı Kirâm'ın bazılarından da bu kavli rivayet etmiştir. lbnüyl~Mü-bârek : Nezir tâat hususunda olsun ma'siyet için olsun mekruhtur. Eğer tâat için nezreder de onu yerine getirirse sevap kazanır de­miştir. Nevevî «şerhü'l-Muhezzeb-» de nezrin mütehâb olduğunu söyler. Buna mukabil musannif[392] şöyle diyor : «Sarahaten nehî sabit olduğu halde nezir mekruh değildir diye dil uzatanlara ben şaşarım. Nezir en azından mekruh olmak îcâbeder.»

Nezir hakkında «İbnü'l - A'rabîb de şöyle demektedir : «Nezir duâya benzer. Filhakika o kaderi reddedemez; lâkin nezir kader­dendir. Duaya teşvik nezirden ise nehyedilmiştir. Çünkü duâ âcil  bîr ibâdettir. Onunla Allah'a teveccüh, huşu' ve niyaz zahir olur. Ne­zirde ise ibâdeti husul bulacağı zamana kadar te'hir ve işi zaruret za­manına kadar terketmek vardır.»             

Hanefîler'in kavlini bahsimizin başında görmüştük. San'ânî, izahı sadedinde bulunduğumuz hadîsle istidlal ederek nezrin haram olduğu­nu iddia ediyorsa da namaz ,oruç, zekât, hacc ve omra gibi ibâdetleri hadîsteki nehye dâhil tutmuyor. Binâenaleyh ibâdetleri nezretmek ona göre de caiz oluyor demektir. Son zamanlarda her yerde moda haline gelmiş bulunan istek kurbanları yani kabirde yatan ölülerden hayır ve­ya şerre, yâhud bir hastanın iyileşmesine dâir istekde bulunarak on­lara kurban adamayı ise aynen putperestlikle vasıflandırıyor".[393]

 

1398/1180- «Ukebetübnü Âmir radıyallahü anh'üan rivayet olun­muştur. Demiştir ki: Resûlüllah sallollahü aleyhi ve sellem:

— Nezir keffâreti yemin keffâretidir   buyurdular.»[394]

 

Bu hadîsi (Müslim rivayet etmiştir.

Tirmizî bu hadîse: «Adı konmadığı zaman» cümlesini zi­yâde etmiş ve onu sahîhlemiştir. Ebu Davud'un İbni Abbas'tan mer-fu' olarak tahrîc ettiği riyâyetde: «Bîr kimse bir nezir yapar da adın» koymazsa onun keffâreti, yemîn keffâretidir. Her kim bîr ma'siyet hususunda nezir yaparsa onun keffâ­reti yemin keffâretidir. Ve her kim gücünün yetmeyeceği bir nezirde bulunursa onun keffâretî de yemin keffâretidir» buyurulmuştur. Hadîsin isnadı sahihtir. Ancak hafızlar onun mevkuf olduğunu tercih etmişlerdir. Buhârî'nin Âışe (R. Anhâfdân tahrîc ettiği rivayette : «Ve her kim Allah'a isyan edeceğine nezir yaparsa ona isyan etmesin» denilmiş; Müslim'in îmrân'dan rivayet ettiği hadîsde ise : «Ma'siyet İçin yapılan nezrin İfâsı yoktur» buyurulmuştur.

Hadîs-i şerif bir kimse mal veya başka bir şey nezrederse bir yemin keffâreti vermesi lâzım geleceğine; nezrini îfâya hacet ol­madığına delâlet ediyor. Hadîs imamlarının fukâhasından bir ce­mâatin mezhebi budur. Nitekim Nevevî de ayni şeyi söylemiştir. Beyhakî, Hz. Âişe (R. Anhâ)'mn : bütün malını fakirlere sadaka vermeyi adayan bir adama :

«— Yemin keffâreti vereceksin» dediğini rivayet etmiştir. Yine Bey-hakî'nin, Hz. Ümmü Safiyye (R. Ânhâ) 'dan rivayet ettiği bir hadîse göre:

«Bir adam Hz. Âişe'ye :

— Bütün malımı Allah yoluna nezrettim; yâhud bütün malımı Kâ'-benin kapısına nezrettim; dese bunun keffâreti ne olur? diye soruş. Âişe (R. Anhâ) :                                   .

«— Yemîne keffâfet olan ona da keffâret olur;» cevâbını vermiş; bu­nu Hz. Ümmü Safiyye işitmîştir.» Bu hadîsi Beyhakî, Ömer, İbnİ Ömer ve Ümmü Seleme (R. Anhüm) hazerâtından da rivayet etmiştir. Yal­nız bunun köle azadından başka yerlere âid olduğunu söylemiş; âzâd babında İbni Örtıer'le İbni Abbâs (R. Anhümâ)'dan îtkm-vâki1 oldu­ğunu rivayet eylemiştir. Diğer ulemâ nezredilen şey hakkında tafsilâta giderek : «Eğer nezredilen şey kulun elinde olmayan bir fiilse nezir mün'akîd olmaz.. Kulun takat getireceği ve vâcib nev'inden bir fiil olur­sa İmam-t A'zam, îmam Mâlik ve ulemâ'dan bir cemâate göre o nez­rin îfâsi lâzımdır» demişlerdir. îmam Şafiî'nin bir kavline göre niutlat nezir yemin olur; ve onun için yemin keffâreti verilir. Yapılan nezir tâat olursa onu ifâ etmenin vâcib olduğuna bütün müslümanların ittifak ettiğini Nevevî, «.Müslim şerhi» nde beyân eder. Nezir ma'­siyet veya mubah bir şeye yapılırsa Şâfiîler'e göre de mün'akid ol­maz ve keffâret îcâbetmez. îmam Ahmed &. Hanbel ile bir takım ulemâ'ya göre keffâret lâzımdır.                                               

Ukbe hadîsini hadîs imamlarının fukahâsmdan bir cemâat nezrin bütün nev'iîerine hamletmiş ve : «Nezri yapan bütün menzûrât nev'ile-rinde nezrini îfâ etmekle keffâret-i yemin arasında muhayyerdir demişlerdir. Bunu Nevevî «Müslim şerh» nde beyân eder. Ukbe hadîsi­nin ıtlakı da ayni hükme delâlet etmektedir.

Mı konulmadan meselâ : «Allah'a nezir borcum olsun» diyerek ya­pılan mutlak nezirlere gelince : Ulemâ'dan bir çoklarına göre bunlar­da yalnız keffâret-i yemin lâzım gelir. Fakat bu sözle oruç tutmayı ve­ya sadaka vermeyi niyet etmiş; yalnız mikdarmı ta'yin etmemişse Ha-nefîler'e göre orucu niyet ettiği takdirde üç gün oruç tutması, sadakayı niyet ettiğinde on fakiri doyurması îcâb eder. Çünkü keffâret-i yernin'de en az ve yakînen ma'lûm olan mikdar bunlardır. Yine Hanefîler'e gö­re: «Oruç tutmak, yâhud namaz kılmak boynuma borç olsun» gibi mutlak nezirlerle bir şarta bağlanan nezirleri îfâ etmek lâzımdır. Yalnız yapılması istenilmeyen şartlarda İmam~ı A'zam'Si göre kef­fâret-i yemin vermek kâfidir. Meselâ : «Filan kimse ile konuşur­sam bir sene oruç tutmak boynuma borç olsun» dese konuştuğu takdirde keffâret-i yemin verir. Bu meselede İmam Muhammed de İmam-ı A'mm'lz, beraberdir. Zaruret ve belvâdan dolayı bazı ulemâ bu kavli İhtiyar etmişlerdir. Maamâfîh konuşmamakta devam eder­se hiç bir şey lâzım gelmez. Çünkü bu söz lâfzan nezir olsa da ma'nen yemindir.

Husulü matlup olan şartlarda ise mutlaka nezri îfâ etmek ge­rekir. Meselâ : «Hastam iyileşirse yâhud bu seferden sağ salim dö­nersem bir ay oruç tutmak borcum olsun» dese maksadı nasıl ol­duğu zaman behemehal oruç tutması îcâbeder.

Fâîde: Oğlunu kesmeyi veya boğazlamayı nezreden bir kimse Ha-nafîler'den İmam-ı A'zwtr£X& Muhammed'e göre bir koyun kesmekle borcunu öder. Kendini veya kölesini kesmeyi nezretmek dahî İmam Muhammed'e göre ayni hükümdedir. Annesini veya babasını kes­meyi nezir hususunda İmam- A'zam'dan iki rivayet vardır. Esah rivayete göre bu nezir sahîh değildir. İmam Ebu Yusuf'la. İmam Züfer'e göre yukarıdaki suretlerin hiç birinde nezir sahîh değildir. Çünkü ma'siyeti nezirdir. İmam-ı A'zam'la, Muhammed'm delilleri: Ashâb-ı Kirâm'dan Alî ve İbni Abbas (R. Anhüm) hazerâtının da dâ­hil oldukları bir cemâatin (çocuğunu kesmeyi nezreden hakkındaki) mezhebidir. Bu gibi şeyler kıyasla bilinemeyeceği için ashâb'tan gelen rivayet ResûlüHah (S.A.V.)'den işittiklerine hamlonulur. Kitâb'dan de-lîlleri de Hi. İbrahim ve ismail (Aîeyhisseîeâm) kıssasıdır. Çocuğunu kesmeyi adamak koyun adamak mânâsına gelince bu adak ma'siyet değil ibâdet olur.

İmam Muham'med'e göre: Çocuğunu nezretmek caiz olunca ken­dini veya kölesini nezretmesi evleviyyetle caizdir. Zlvâ. bir kimsenin kendi nefsine ve kölesine vilâyeti çocuğuna olan vilâyetinden daha kuvvetlidir. îmam-ı A'zam : «Bu meselede koyun kesmekle borcun ödenmesi kıyasa muhalif olarak sübût bulmuştur. Binâenaleyh ona başkası kıyas olunamaz» demiştir.

Lâkin kesmek veya boğazlamak lâfızları ile değil de katletmek lâfzı ile nezrederse bilittifak bir şey lâzım gelmez. Çünkü kesmek ve boğazlamak mânâlarına gelen «zebih» ve «nahîr» kelimeleri Kur'ân-ı kerîm'de kulluk ve tâa-t mânâlarında kullanılmışlardır. «Katil» kelime­si ise yalnız ceza ve intikam makamında vârid olmuştur. Bundan do­layıdır ki, bir kimse: «Şu işim şöyle olursa bir koyun katledeceğim» di­ye adak yapsa nezri sahîh olmaz. Katil kelimesi ile nezir yapmak ko­yun hakkında bile caiz olmayınca insan hakkında caiz olmaması evle-viyette kalır.

Hadîs-i şerîf ma'siyet olan bir şeyi nezretmenin yemin keffâreti vermekle ödeneceğine delâlet ediyor. Zâhirîn'e bakılırsa ma'siyeti iş­lemekle işlememek müsâvî görünüyorsa da Hanefîîer'e göre yemini bozmuş olması şarttır. Semâya çıkmak, bir yılda iki defa haccet­mek gibi âdeten veya şer'an insan gücünün üstünde bulunan bir şe­yi adamak dahî ayni hükümdedir. Yalnız İmam Züfer'e göre böyle bir yemin mün'akîd olamaz. Binâenaleyh keffâret de lâzım gelmez. İmam §âfiîj, İmam Mâlik, Dâvud-u Zahirî ve cumhur-u ulemâ mn mez­hebi de budur. Çünkü hadîsimizin Buhârî'den alman kısmında : «Allah'a isyan etmesin» denilmiş; keffâret zikredilmemiştir. İbni Mâce'nin Ömer (R. A./dan tahrîc ettiği bir hadîşde;

«Allah'a ma'siyet olan bir şeyde sana yemin ve nezir yoktur» buyurulnıuştur. İmam Ahmedb. Hanbel ile bir takım ulemâ'ya göre keffâret vermek lâzımdır. Delilleri İbni Abbas (R.A.) hadîsidir. Fakat kendilerine cevaben : «Esah olan bu hadîsin mevkuf rivayetidir» denilmiştir. «Onun keffâreti, yemin keffâretidir» cümlesini Nesâî, Hâkim ve Beyhakî gibi hadîs ulemâsıda tahrîc et-mişlersede bu rivayetin bütün tarîkleri zaîftir.[395]

 

1402/1181- «Ukbetü'bnü Âmir radıyallahü anJfe'dan rivayet edilmiş­tir. Demiştir ki: Kız kardeşim BeytuÜaha yalın ayak yürüyerek gitmeyi attadı; ve kendisi îçîn Resûlütlah sallallahü aleyhi ve sellem'ûtn fetva istememi bana emretti. Ben de fetvayı İstedim. Bunun üzerine Peygam­ber saTlaUahü aleyhi ve seîlem :

— Hem yürüsün hem binsin   buyurdular.»[396]

 

Hadîs müttefekun aleyh'tir; lâfız Müslim'indir. Ahmed'le DÖrtler'in rivayetinde: «Şüphesiz ki Allah senin kız kardeşinin bed­bahtlığı ile-hiç bir şey yapmaz. Ona emret: Baş örtüsünü örtsün de binek gitsin; ve üç gün oruç tutsun    buyurdu.»

denilmektedir.

Bu hadîs Kâ'beye yürüyerek gitmeyi nezredenin mutlaka yürümesi îcâbetmediğine aciz olmadığı halde binek gidebileceğine delildir. An­cak binek giderse Hanefîler'e göre hayvan kesmesi lâzım gelir. Şâfîî-ler'e göre hiç bir şey lâzım gelmez. Delilleri bu hadîsdir. Bazıları: «Yü­rümeğe kudreti olan binek gidemez; vasıtaya binmek ancak yürümek­ten âciz kalanlar için caizdir; onlar dahî bindikleri için hayvan keser­ler» demişlerdir. Bunlar Ukbe hadîsinin Ebû Dâvud rivayetinde:

«Binek gitsin de Harem-i şerife   bir deve göndersin»

cümlesi ile istidlal ederler.

«Baş örtüsünü örtsün» buyurulması, bir rivayette kadın yalın ayık baş açık yürüyerek haccetmeyi nezrettiği içindir. İhtimal üç gün oruç tutması, baş Örtüsüz hacca gitmeyi nezrettiğinden dolayı emrolunmuştur. Zîra ma'siyeti nezirdir. Bu sebeble keffâret-i yemin vâcib olmuştur. Hadîs-i şerif, ma'sıyeÜ tıezretmenin keffâret îcâbedeceğine de delildir. Yalnız isnadında ihtilâf edildiğini Beyhakt söylemiştir. Filhakika Ebu Davud'un, Hz. İbnî Abbas'tan rivayetinde : «Bİr deve göndersin» cümlesi vardır. Mezkûr ziyâde için: «Şeyheyn'nin §ar-tı üzeredir» denilmişse de İmam Buhârîj Ukbetü'bnü Âmir hadîsinde hediye gönderme emrinin sabit olmadığını söyler.[397]

 

1404/1182- «İbnî Abbas radıyaUahü anhümâ'dan rivayet olunmuş­tur. Demiştir kî: Şa'dü'bnü Ubâde, Peygamber sdllallahü aleyhi ve setlem'e annesinin borcu olup Ödeyemeden vefat ettiği bir nezir hak­kında fetva sordu: Resûlüllah saîlallahü aleyhi ve sellem:

— Onun namına o borcu sen Öde! buyurdular.»[398]

 

Hadîs müttefekun aleyh'dir.

Bu rivâyetde nezrin ne olduğu beyân edilmemiştir. Bir rivâyetde:

«Onun nâmına ben köle âzâd etsem kifayet edermi? (dedim) Resû­lüllah (S.A.V.) :

— Annen nâmına köle âzâd et; buyurdular» denilmiştir. Bu rivayetten annesinin köle âzâd etmeyi adadığı anlaşılıyor. Vakıa' Nesâi, Hz. Sa'd b. Ubâde'den tahrîc ettiği bir hadîsde :

— Dedim ki :                            

— Yâ Resûlâflah, annen vefat eftî. Onun nâmına sadaka vereyim?

— Evet; dedi :

— O hâlde sadakanın hangisi efdâldir? dedim:

— Su vermektir; buyurdular» denilmekte ise de bu hadîs o fet­vaya âid değîl Hz. Sa'd, Peygamber (S.A.V.)'e teberru' sadakanın hük­münü sormuş da, cevaben şeref sâdır olmuştur.

Hadîs-i şerîf, vefat eden bir kimse nâmına yapılan kale âzâd et­mek ve sadaka vermek gibi hayırların meyyit'e ulaşacağına delîldir. Bunu «Cenaze bahsi» nin sonunda görmüştük. Acaba hayır yapmak mi­rasçılara vâcib midir? Cumhur-u ulemâ'ya göre vâcib değildir Zahirî­ler Hz. Sa'd hadîsi ile istidlal ederek vâcib olduğuna kaildirler. Fakat bunlara1 : «Sa'd hadîsinde vücûba delâlet yoktur» diye cevap verilmiş­tir.[399]

 

1405/1183- «[400] Sabit b. Dahhâk raâiyatlahü anh'âan rivayet edilmiş­tir. Demiştir kî: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem zamanında bir adam Buvâne[401] (denilen yer) de deve boğazlamayı nezretmİş. Bunun üzerine Resûlüllah saîlaîlahü aleyhi ve seTlem'e gelerek (meseleyi) ona sordu. Peygamber sallallahü aleyhi ve sejletn:

— Orada tapılan put varmı idi? diye sordu. Adam:

— Hayır; dedi. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve seUem:  (peki) orada   (câhiliyet devri)   bayramlarından bir bayram varmı İdi? dedi. Adam:

— Hayır; cevâbını verdi. Resûlüllah sdllallahü aleyhi ve sellem:

— Nezrini îfâ et; çünkü Allah'a ma'sjyete, akraba ile kat-ı alâkaya ve Âdem oğlunun mâlik olmadığı bir husu­sa dâir yapılan nezrin îfâsı yoktur; buyurdular.»[402]

 

Bu hadîsi Ebu Dâvud ile Taberânî rivayet etmişlerdir. Lâfız Tabe-rânî'nindir; isnadı sahihtir. İmam Ahmed (in Müsned'in) de Kerdem'-den rivâyeten hadîsin bir şahidi vardır.

Hadis-i şerifin «sahîh-i Ebî Dâvud.» da şöyle bir sebebi olduğu zikrediliyor: «Nezri yapan zât Peygamber (S.A.V.)'e gelerek :       

— Yâ Resûlâilah, ben eğer bir erkek çocuğum olursa Buvâne ba­şında deve kurban etmeyi nezreyledim...» demiş; ResûIÜIIah (S.A.V.)'de kendisine yukarıdald cevâbı vermiştir.

Bu hadîs, bir kimse câhiliyyet devri icrââtına sahne olmayan muayyen bir yerde sadaka vermeyi, yâhud kurban kesmeyi nezrederse o nezri îfâ etmesi lâzım geldiğine delildir. Ulemâ'dan bazıları ise İmam ŞâfiVrnn mezhebi budur. Şâir ulemâ bu kurbanın başka yerde de ke­silebileceğine kail olmuşlardır. Nitekim bundan sonra gelen hadîs de bu kavli te'yid etmektedir.

İbni Teymiyye (661—728) «İktıdau's-Sırâh'l-Müştekim» adlı. meşhur eserinde : Sâbıt hadîsinin aslı Stahîheyn'de olduğunu bu is­nadın dahî onların şartı üzere bulunduğunu isnadını hep meşhur ve mu'temet râvîler teşkil ettiğini beyândan sonra İmam Ahıned'le Ebu Davud'un rivayet ettikleri Meymune bînti Kerdem hadîsini ele al­mış ve şunları söylemiştir:

— Orada (Câhiliyyet devri) bayramlarından bir bayram varmı İdİ? diye sorması o yerin, müşrikler için bayram sahası ol­ması, Allah için nezredilmiş olsa bile orada hayvan kesmeye mâni' teş­kil etmeyi iktiza eyler. Ma'lûmdur ki bu da ancak yeri ta'zim yâhud onlarla bayram yapmakta ortak olmak veya bayramlarının şeâirini o yerde ihya etmek gibi bir sebebden dolayıdır. Müşriklerin bayram sa­hasını tahsis etmek mahzur sayılırsa, bizzat bayramları ne olur? Bu da ne suretle olursa olsun, câhiliyyet bayramlarına iştiraki şiddetle ya­sak etmek demektir.

Ve şunu yakînen bilmeyi, îcâbeder ki, İrnamü'l - Müttakîn (S.A.V.) câhiliyyet bayramlarını yıkmaya ve onları her vesile ile söndürmeye çalışırdı. Nehî sadece bayramları hususunda da değil, belki onların ta'zîm ettikleri bütün zaman ve mekânlara şâmildir. Bunların îslâm dininde hiç bir aslu esâsı yoktur.                         

Bu bâbtaki münkerâttan bazıları da İslâmda meydana getirilen şâir bayram ve mevsimlerdir.    Sünnet'e   muhalif olan bu bayram ve bid'atlart ümmettetf"bif Cemâat ikrar etmiş; inkârda bulunmamıştır, dîye yâhud bunlar âmme tarafından revâc görmüştür bahanesi ile icmâ'en caiz i'tikâd eden hatâ etmiş olur. Çünkü sünnete muhalif, olan bid'atlardaii hehyedenîer hef zaman bulunmuş ve bulunmaktadır. Bîr veya bir kaç beldenin yâhud bir taifenin ameline bakarak ictftâ' da'vâsmda bulunmak caiz değildir; zira hüccet, Resul (S.Â.V.) ile selef-i sâhihîn'in fiilleriridedir. Biz Allah Teâlâ'dan, kalplerimize hidâyet vermişken (tekrar) saptırmamasını niyaz eylefte.»[403]

 

1407/1184- «Câbîr radnjallahü an/ı'd a ti rivayet  olunduğuna göre Mekkfe'nİn fethi günü bu zât :

— Yâ Resûlâllah! Alîah sana Mekke'yi fethederse Beyi Makdis'de namaz kılmayı hezrettim? demiş. ResûlÜllah salîallahü aleyhi ve selletn:

— Burada kil; buyurmuş. O zât (tekrar) sormuş. ResûlÜllah saîîaîlahü aleyhi ve sellem (yîne) :

— Bliradâ kil; demiş. Adam (tekrar) sormuş. (Bu sefer):

— Ö halde sen bilirsin; buyurmuşlardır.»[404]

 

Bu hadîsi Ahmed ile Ebû  Dâvud rivayet etmişlerdir.  Hâkim onu sahîhlemîştir.

îbnü Dakiki'l - îd dahî «.el-iktirah» adlı eserinde sahîhleniitir, Hadîs-i şerîf nezir hususunda -ta'yin edilse bile- muayyen bir yer olmadığına delildir. Bazıları bu hadîs ile bundan evvelki ha-dîsdeki emirleri nedib mânâsına hamletmişlerdir. Buna kârine aşa­ğıdaki hadîstir.[405]        

 

1408/1185- «Ebu îd-i Hudrî radıyallahü Peygamber saltallahü aleyhi ve sellem'den işitmiş olarak rivayet olunmuştur. Resû-îuiiah sallaîtahü aleylii ve seUem:

Yükler ancaküç mescide gitrnek için bağlanır i «Mescrd-i HarânVa, Mescid-i Aksâ'yaVe benim şu.Mesci­dime; buyurmuşlardır.»[406]

 

Hadîs mütiefekuıi afeyfr'tir. Lâfız Buhârî'nindir,

Bu hadîs «İ'tİkâf bâbı&'mn sonunda geçmişti.İhtimal ki bıûretde tekrar edilmesi, nezir için mezkûr üç mescidüen mââdâ hiç bir öüuây-yen yer olmadığına işaret içindir.

tmam Mâlik ile İmam, Şafiî hu üç mescidderi birine yapılan5 nez­rin îfâ edilmesi lüzumuna kail olmuşlardır, İmann A'zam'a,, göre ise böyle bir nezrin îfâsı lâzım değildir. Nezrettiği namazı dilediği yerde kılabilir.

Şâir mescidlere gelince : Ekser-i ulemâ'ya. göre nezri îfâ vcife de­ğil, fakat menduptur.

Suleha-i sâlihin'in kabirleri ile, faziletli yerleri ziyaret için uzun mesafeleri göze alarak hazırhkda bulunmak İmâmü'l - HarcTney.i'e göre haramdır. Kaadî Iyâz, bu kavli benimsediğine işaret etmiştir. Nevevî : «Ulemâmızca sahîh olan kavil, îmâmü'l--Haremeyn'in ihtîyâr ettiğidir» diyor.

Ulemâ'nm muhakkıklarına göre ise böyle bir ziyaret ne haram ne de mekruhtur. Onlarca bu hadîsden murâd : tam faziletin ancak zikri geçen üç mescidde olduğunu, beyândır. Bundan sair yerlere gitmenin haram veya mekruh olması lâzım gelmez.[407]

 

1409/1186- «Ömer radıyallahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demİşiîr ki;

— Yâ  Resûlâllajı, ben câhilîyyet devrinde, bîr gece Mescîd-İ Ha­ramda i'tikâf yakmayı nezrettİm? dedim :

— O halde nezrini îfâ et; buyurduSar.»[408]

 

Hadîs müttefekun aleyh'tir.

Buhârî bir rivâyetde : «Öyle ise bir gecesini ziyâde etmiştir.

Hadîs-i şerif, kâfir iken nezir yapan bir kimsenin müslüman olduk­tan sonra o nezri îfâ etmesi lüzumuna delildir. İmam Buharı, İbni Cerir ve Şâfiîler'den bir cemâat buna zâhib olmuşlardır. Cumhura gö­re ise kâfirin nezri mün'akid olmaz. Tahâvî : «Kâfirin ibâdetle te karrubu sahîh olmaz. Lâkin Peygamber (S.A.V.), Ömer'in vaktile yap­tığı nezri îfâ semahatini göstermek istediğini anlamış da îfâ etmesini emir buyurmuş olabilir. Çünkü Ömer'in fi'li tâattir: Bu fiil câhiliyyet devrinde yaptığı nezir değildir» diyor.

Malikîler'den bazıları ; «Peygamber (S.A.V.), Hz. Ömer (TS.A.)a bu işi müstehâb olmak üzere emretmiştir» derler.

Yine bu hadîsle i'tikâf için oruç şart olmadığına istidlal eden­ler olmuşsa da kendilerine hadîsin «sahîh-i Müslim» deki rivayetin­de :.

«Bir gün bir gece» denildiği ve Ebu Dâvud ile Nesâî'mn rivaye­tinde :

«İ'tikâf et ve oruç tut» buyurulduğu hatırlatılmak sureti ile ce­vap verilmiştir. Yalnız Ebu Davud'un rivayeti zaîftir.[409]

 

«Hâkimlik  Bahsi»

 

Kaza kelimesi lügatte ilzam, ihbar, fârig olmak ve takdir gibi bir çok mânâlara gelir. Teâlâ Hazretleri, ilzam mânâsında :

«[410] Rabbın ancak kendine ibâdet etmenizi farz kıldı» buyurduğu gibi :

«[411] Beni îsrâîle haber verdik» âyet-i kerîmesi ihbar

«[412] Namaz edâ edildi mi yer yüzüne dağılıverîn..» kavl-i kerîm de fâ-rig olmak mânâsında kullanılmıştır. Araplar :

«Hâkim nafakayı kaza etti» derler ki «nafaka takdir etti» demektir.

Şer'an: Âmme üzerinde vilâyeti (söz hakkı) olan bir zâtın ilzam eden sözüdür. Bu tarîfde kazanın lügat mânâsı da vardır, 2Îra dâvâlı­ya hükmü ilzam ve ihbar eder.

Hâkimlik demek olan kaza meselesi en şerefli ibâdetlerden ve en kuvvetli farzlardan biridir. Peygamberân-ı ilâm hazerâtından hiç biri yoktur ki Allah-u Zükelâl kendisine kazayı emretmemiş olsun. Hz. Âdem (A.S.)'e Halîfe ismini vermişti. Peygamberimiz Muhammed Mus­tafa (S.A.V.)'e :

«[413] Aralarında, Allah'ın indirdiği (kitap) ile hükmet diye..» âyet-i ke­rîmesi İle hitâb etmiş; Hz. Dâvud (A.S.)'a :

«[414] insanlar arasında hakla hükmet» buyurmuştur. Çünkü hâkimlikde «emri bil ma'rûf nehyi ani'l-münker» denilen iyiliği emir, kötülükten rtehî ile hakkı meydana çıkarmak mazlumun hakkını zâlimden almak, hakkı sahibine ulaştırmak gibi pek mühim vazifeler vardır ki, zaten Allah şerîatleri bunun için meşru' kılmış; Peygamberlerim bunun için göndermiştir.

Hâkimliğin Hanefîler'e göre: Farz-ı kifâye, müstehab, ihtiyarî, mekruh ve haram olmak üzere beş nev'i vardır. Bunlar için fıkıh ki­taplarına müracaat etmelidir.[415]

 

1410/1187- «Büreyde radıyallahih atılı'den rivayet olunmuştur. De­miştir ki; Resûlüllah sallalîahü aleyhi ve selleın:

Hâkimler üç  (nev'i)  olup ikisi Cehennemde, biri Cennettedir. Hakkı bilerek onunla hükmeden Cennetde; Hakkı bildiği halde   onunla   hükmetmeyerek   hükümde zulmeden cehennemde; hakkı bilmediği halde halka ce­haletle hüküm veren de cehennemdedir; buyurduîar.»[416]

 

Bu hadîsi Dörtler rivayet etmiştir. Hâkim onu sahîhlemiştir.Sakim «Ulûtnü'l-Hadîs»inde bu hadîsi yalnız Horasanlıların rivayet ettiğini söyler. Musannif: «Bu hadîsin daha başka tarîkleri var­dır. Ben onları ayrı bir cüz halinde topladım» diyor.

Hadîs-i şerîf Cehennem'den yalnız, hakkı bilip onunla amel eden hâkimlerin kurtulacağına delildir. Burada esas ameldir. Hakkı bildiği halde onunla amel etmeyenle cahilane hüküm verenin ikisi de Cehen­nemlik olacaktır. Hattâ zâhir-i hadîs'e bakılırsa câhil hâkim hakka te­sadüf etse bile yine bu hükümden kurtulamayacak gibidir, Hadîsimiz cahilane ve hakkın hilâfına hüküm vermekten sakınmayı telkin edi­yor. Uhrevî mes'uliyetten kurtulacak hâkim ancak .hak ve hukuku bilerek hüküm verendir. Diğerleri ehl-i Cehennem'dir. Hadîs-i şerîf câhil bir adamın bu mühim vazifeyi üzerine almaması gerektiğine de işaret ediyor.

«.Muhtasaru şerhi's - Sünneh» nâm eserde şöyle deniliyor: «Müctehid olmayanın, hâkimliği üzerine alması caiz olmadığı gibi hüküm­darın da böylesini ta'yûı etmesi caiz değildir. Müctehid: beş ilini yani; kîtâbullâh, sünnet-î Resûlillâh, Ulcmâ-i Selefin icmâ' ve ihtilâflarını, lügat ve kıyas ilimlerini kendisinde toplayan zâttır. Bir mesele kitâb, sünnet veya icmâ'-ı ümmet'de sarahaten bulunamadığı vakit, onun hükmünü kitâb ve sünnetten çıkarmanın yolu kıyastır. Binâenaleyh müctehidin kîtâbdan ma'dut olmak üzere onun nâsih ve mesûhunu, mücmel ve müfessirini, hâss-u âmmını, muhkem ve müteşâbihini, kerahet, hör-met, ibâha ve nedip hâllerini bilmesi îcâbettiği gibi sünnetden de ayni şeyleri bilmesi gerekir. Sünnet'in sahihini ,zaîfini, müsned ve mürse-üni ve kitab'la sünnet arasındaki tertibi bilecektir ki, zahirî, kitaba- uy­mayan bir hadîs gördüğünde onu neye hamledeceğine yol bulabilsin. Çünkü sünnet kitabın beyânıdır; binâenaleyh ona muhalif olamaz. Sün­netten bilinmesi îcâbeden şeyler şeriatın ahkâmıa medar olan kısımlar­dır. Kıssa, haber ve mev'iza gibi nev'ileri bilmek zarurî değildir. Lû-gat'ın dahî ahkâma âid, kitab ve sünnetde vârid olan kısmını bilmek kâfidir; arapların bütün lügatlerini ihatalı bir şekilde bilmek îcâbet-mez. Verdiği hükmün Sahabe ve tabiîn hazerâti ile fukahâ-i iimmet'in kavillerine muhalif düşmemesi için o kavillerle fukah'nın ekseri fet­valarını bilmeli ki, icmğ'a muhalefetten emin olsun. Bu nev'ilerden her birini bilirse artık o müctehiddir, bilmediği takdirde tutacağı yol takliddir.»[417]                 

 

1411/1188- «Ebu Hüreyre radıyaîlahü anh'den rivayet olunmuştur. Demiştir ki: ResûlüHah sallaîlahü aleyhi ve sellem :

— Her kim hâkimliği üzerine alırsa muhakkak bıçaksız kesilmiştir; buyurdular.»[418]

 

Bu hadîsi Ahmed'le Dörtler rivayet etmişlerdir. Ibni Huzeyme ile İbni Hifabân onu sahîhlemişlerdir.

Hatfîs-i şerif hâkimliği üzerine almaktan sakınmanın lüzumuna de­lâlet ediyor; ve adetâ : «Hâkimliği üzerine alan kendini kesmeye kal­kışmıştır. Bundan hemen sakınsın, korunsun; zîra bilerek veya bilme­yerek hakkın hilâfına hüküm veren Cehennemliktir.» denilmiş gibidir.

«Kendini kesmek» den murâd : hâkimliği kabul etmekle nefsini he­lake sürüklemektir. «Biçaksiz» ta'biri ile, hakîkaten kesmek değil, kendini âhiret azabına ma'ruz bıraktığı beyân edilmiştir. Bazıları bu cümleye «kendisini ma'nen kesmiştir» şeklinde mânâ vermişlerdir. Bu mânâ, hâkimliğin lâzımı mânâsıdır. Çünkü hâkim hakka riâyet etse çle etmese de neticede mutlaka yorulacaktır. Ma'nen kesmekten murâd da budur. lisanımızda da «kendini fazla yorma» mânâsında : «kendini öldürme» denilir.[419]

 

1412/1189- «(Bu da) Ondan rivâyef edilmiştir, -radtyallahü ank- De­miştir ki:Resûfüüah sdllallahü aleyhi ve sellem :

— Hiç şüphe yok ki sizler İleride amirliğe tama' ede­ceksiniz; ama bu (sonu) Kıyamet gününde pişmanlık olacaktır. (Dünyada) süt anne (olmak) ne iyi şeydir. Ama (âhîrette) memeden ayrılan ne fenâ'dir; buyurdular.»[420]

 

Bu hadîsi Buharı rivayet etmiştir.

Onu Taberânî ile Bezzâr, Hz. Avf b. Mâlik'den sahîh senedle ve şu lâfızlarla tahrîc etmişlerdir:

«Amirliğin birincisi melâmet, ikincisi nedamet, üçüncü­sü azâb-ı kıyâmet'dir; ancak adalet gösteren müstesna!» Yine Taberânî, Zeyd b. Sabit (R. A./dan merfu' olarak şu hadîsi tah­rîc etmiştir :

«Amirliği hakkîle üzerine alıp da becerebilen için o ne güzel şeydir. Fakat onu hakkîle almayan için amirlik ne fena şeydir. Kıyamet gününde kendisine nedamet olacak­tır.» İmam Müslim dahî, Hz. Ebû Zerr (R. A./dan şu hadîsi rivayet ediyor :

«Benden vali yapmazmtsm yâ Resûlâllah; dedim:

— Sen zaifsin. Valilik bir emânettir; Kıyamet gü­nünde de gerçekten âr ve nedâmetdir. Ancak onu hak-kîle üzerine alarak onun hakkında kendisine düşeni ya­pan müstesna; buyurdular.» Bu hadîsler, babımız hadîsini takyîd" ederler.

Nevevî : «Bu hadîs, bilhassa zaîf olanların vali olmaktan kaçın­maları babında büyük bir esastır» diyor. Bu söz ehliyetsiz olduğu hâlde böyle bir işi üzerine alıp da adalet gösteremeyenler, hakkın­dadır. Bu gibiler kıyamet gününde âzâbı görünce, elbet yaptıkları­na pişman olacaklardır. Fakat ehil olan âdil valilere büyük ecir ve mükâfat vardır. Nitekim bu hususta haberler çoktur. Bununla be­raber hâkimliği kabul etmekde büyük tehlike vardır. Bundan dola­yadır ki, İslâm büyükleri onu kabulden çekinmişlerdir. îmam Şafiî'­ye Halîfe Me'mun şark ve garb'm kadılığını teklif etmiş fakat o bu­nu reddetmişti. îmam-% A'zam'a, Halîfe Mansur Bağdad kadılığı için İsrarlarda bulunmuş; hattâ hapsederek kamçı ile doğdurmuş; ve her gün onar kamçı ziyâdesi ile döğülmeye devam olunduğundan niha­yet kamçı adedi yüzü buldukda dayaktan müteessîren vefat etmiş­tir. Uz. İmam, daha Önce Irâkeyn valisi Yezid b. Ömer tarafından, kendisine Küfe kadılığı teklif olunduğu zaman da bu vazifeyi ka­bul etmemiş; ve Yezid'in emri ile başına yüz on kamçı vurulmuştu..

Hâkimlik vazifesini kabul etmeyen daha nice İslâm büyükleri vardır: «Amirliğe tama' edeceksiniz» cümlesinde bu rütbeye nefislerin meyledeceğine işaret vardır. Zira âmir olmakda; dünya men­fâat ve zevkleri, herkese sözünü dinletme gibi nefsi cezbeden hâller vardır. Onun peşinde koşmak bundan dolayı" yasak edilmiştir. Nitekim Şeyheyn'nin rivayet rivayet ettikleri şu hadîsden de anlaşılır:

«Peygamber (S.A.V.) Abdurrahman'a :

— Amirliği isteme! çünkü onu isteyerek sana verir­lerse ona tevkil olunursun. İstemeksizin sana verilirse onun üzerine yardım olunursun» Ebû Dâvud ile Tirmizî da­hî şu hadîsi tahrîc etmişlerdir:

«Bir kimse hâkimliği ister de onu elde etmek için ara­cılardan istifade ederse o hâkimlik kendikine havale edi­lir. Kim onu istemez ve almak için kimseden yardım di­lemezse Allah kendisini doğruya yöneltecek bir melek in­dirir.» Sahîh-i Müslim'de şu hadîsi vardır:

«Vallahi biz bu işi ona tama' edene tevdi etmiyoruz.»

Hâkimleri ta'yîn eden zâtın bu iş için en münâsibini   bulması îcâbeder. Bu bâbta Beyhakî ile Hâkim şu hadîsi rivayet etmişlerdir".

«Bir kimse bir adamı bir cemaata âmir ta'yin eder de o cemâatin içinde Allah İndinde ondan daha makbulü bu­lunursa o kimse Allah ve Resulü ile müslümanlar cemâa­tine muhakkak hıyanet etmiştir.»

Hâkimlik ve emsali amirlikleri istemekten nehyedilmesi, bu işler sahibine zaîfken kuvvet, âcizken kudret kazandırarak, zaten şerre mey­yal olan nefse düşmanından intikam olmaya, dostunu ise kayırmaya fırsat bahşettiği içindir. Binâenaleyh onları mümkin mertebe isteme­mek evlâdır. Vakıa' Ebû Davud'un iyi bir isnatla'tahrîc ettiği şu hadîsde :

«Her kjm müslümanlara hâkim olmayı ister de ona nail olur; ve adaleti zulmüne galebe çalarsa Cennet onundur. Kimin de zulmü adline galebe çalarsa Cehennem de onun­dur.» buyurularak adalet göstermek şartı ile hakimliğin istenilebileceğine işaret olunmuşsa da evlâ olan yine de istememektir.[421]

 

1413/1190- «Amrü'l-Âs raÂıyoaıü rivayet olunduğu­na göre, kendisi Resûlüllah sallallçhü aleyhi ve sejlem;

— Hâkim hüküm verirken içtihadda bulunur, sonra isabet de ederse ona iki ecir vardır. Fakat hükmeder, ic-tihadda bulunur ve hatâ eylerse ona bir ecir vardır; der­ken işitmistir.»[422]

 

Hadîs müttefekun aieyh'dir.

Ictihâdda hatâ etmekden murâd : Allah Teâlâ'mn muradı olan hük­mü bulamamaktır.

Bu hadîs: «Allah Teâlâ indinde her meselenin muayyen bir hükmü vardır diyen ehM sünnet ulemâsının dejılîdir. Onlara göre müctehid bazan isabet, bazan da hatâ eder. Bütün ilmî kudretini sarfederek de­lilleri tetebbu' eden rnüctehidi Cenâb-ı Hak muvaffak kılarsa matlub-ı İlâhî olan hükme isabet eder. Bu takdirde ona iki sevap verilir. Hatâ eden müctehide de bir sevap vardır. Ayni zevat bu hadîsle hâkimin müctehid olmasının şartiyyetine istidlal etmişlerdir. «Bulûgü'l-Me-ram» şârihi Kaadı Şerefüddîn şöyle diyor: «Müctehid hükümleri şer'î delillerinden çıkarabilendir. Lâkin böylesini bulmak pek güç, hattâ imamının mezhebinde müctehid olması şarttır. Mezhebte müc­tehid olmak için imanının usul ve delillerini hakkı ile anlaması ve bir meselede imamından nassan bir nakil bulamadığı zaman vere­ceği hükmü, onun delillerine göre tertib etmesi de şarttır.»

San'ânî (1059—1182) Kaadî Şerefüddîn'in bu sözlerine şiddet­le i'tirâz ediyor. Hayli uzun olan i'tirâzdan biz bazı cümleler nakle­derek bunlar üzerinde durmak isteriz.

San'ânî şöyle diyor: «Her ne kadar benâm ulemâ, üzerind' tifak etseler de bu sözdeki butlan meydandadır.» Bütün nap arm üzerinde ittifak ettiği bu dâvayı ben Allah'ın kendilerine verdiği ni'me-te karşı küfrân telâkki ederim. Çünkü onlar yani bu dâvayı iddia ve kabul edenler müctehiddirler. Bunlardan her biri hüküm istinbât ede­cekleri delilleri o derece bilirler ki bu delilleri Resûlüllah (S.A.V.)'in Mekke'ye kadı ta'yin ettiği Attâb b. Üseyd, Yemen'e kadı ta'yin ettiği Ebu M usa M - Eş'arî yine oraya kadı ve vali olarak gönderdiği Muâz b. Cebel ve Hz. Ömer'le Alî'nin Kûfe'ye kadı nasbettikleri Şüreyh[423] bile bilmezlerdi...»

Bize kalırsa Kaadî Şerefüddin'in sözlerine bir diyecek yoktur. Daha doğrusu bu sözlerdeki butlan bizim için meydanda değildir.

Gönül isterdi ki San'ânî onu burada su götürmez bir surette ortaya atsın. Sonra ashâb-ı kirama taş çıkartan bu müctehidler kimlerdir? Evet, bizzat Resûlüllah (S.A.V.) tarafından ilimlerine i'timâd edilerek en mühim yerlere kaadı ta'yin edilen ve içlerinde Hz. Muâz gibi Kur1-ân-ı kerîm'deki haramı helâli en iyi bildiği Peygamber (S.A.V.)'in şe-hâdeti ile sabit olmuş bir Bedir gazisi bulunan kibâr-ı sahâbe'nin bil­mediği delilleri bilen bu zevatın kimler olduğunu cidden bilmek ister­dik. Yıllarca Fahr-i Kâinat (S.A.V.)'in sohbetinde bulunarak nur-u Nü-büvvet'i kana kana içen ve böylelikle her biri birer heykel-i nûr kesilen o mübarek zevatın bilmediği, fakat San'ânî'nin müctehid dediği ulemâ'nın pek âlâ bildiği delillerin de neler olduğunu pek merak ettik. Acaba bu zevata semâdan hususî ve mahrem kitap mı indirildi ki, as­hâb-ı kiram onların bildikleri delilleri bilemediler?

Kaadî Şerefüddin'in mukallid dediği zevatın da her biri Islâmm semâlarında parlayan birer yıldızdır. Buna rağmen hiç biri nıücte-hidlik dâvasında bulunmamışlardır. Çünkü müctehidlik zannedildi­ği kadar kolay bir iş değildir. Kolay olsa İmam Malik gibi büyük bir müctehid kendisine sorulan kırk meselenin otuz altısına «bilmi­yorum» diye cevap vermezdi. Hele iddia ile asla müctehid olunamaz. San'ânî yukarıdaki iddiasını isbât sadedinde şunları söylüyor: «Bu­na sarihin (yani Kaadî Şerefüddîn'in) şu sözü delâlet ediyor: (Mu­kallidin şartı, imamının mezhebinde müctehid olması, onun usul ve delillerini hakkı ile anlaması ve bir meselede imamından nassen bir nakil bulamadığı zaman vereceği hükmü onun delillerine göre tertib emtesidir.)

îşte şârîhin hemen hemen hiç bulunmadığına hükmederek imkân­sız diye ad verdiği ictihad budur. Bu mukallid kendi imamını bıraksa da Allah'ın kitabı, ile ResûlüHah'm sünnetini kendine imam. ittihaz et­se, imamının ibarelerini arayacağına kitab ile Sünnet'in naslarım incelese olmazmıydı? İbarelerin hepsi mânâlara delâlet eden lâfızlardır. Şu halde imamının sözleri ile o sözlerin mânâlarını şeriat sahibinin söz­leri ve mânâları İle değişse ya!...»

San'ânî'nin bu sözlerinden ne kadar ictihad meraklısı olduğu anlaşılıyor. Ancak farkına varmadan bizim iddiamızı da isbât ediyor. "Zira sarihin biraz yukarıda kendisinden naklettiğimiz ibaresini he­men değiştiriyor. Şöyleki: Şârih mukallid olmanın şartlarım sayar­ken: «İmamının usul ve delillerini hakki ile anlaması şarttır» diyor­du. San'ânî bunu, o imamın kendiliğinden söylediği sözler mânâsı­na alıyor ve: «İmamının sözleri ile o sözlerin mânâlarını şeriat sâhibinin sözleri ve mânâları ile değişse ya!...» diyor. Şimdi sorarım, bir âlimin açık sözlerini bile böyle ters anlayan bir zâttan nasıl müetehid olabilir? Onun kitab ve sünnetten çıkaracağı hükümlere nasıl i'timâd edilebilir? îşte: «Müctehidlik zannedildiği kadar ko­lay bif iş değildir» sözünün mânâsı budur .Ban'ânî yukarıdaki sö­zünü yeminle perçinleyerek: «Tallahi böylesi, hayrı ednâ bir şeyle de­ğişti; yani kitâb ve sünnetin bilgisini şeyhlerin ve çömezlerin bilgileri ile onların meramlarını anlamak, sözlerini araştırmakla trampa etti. Yakînen ma'lûmduf ki, Allah ve Resûlü'nün kelâmı akıllara daha yaktn, maksada isabeti daha me'muldür; çünkü bilicmâ1 en beliğ en tatlı ve en kolay anlaşılan sözlerdir..:» diyor.

Biz buradaki yeminin de nâ-hak yere yapıldığına kailiz. Çünkü id­dia yanHştır. Mukallid şeyhinin veya şunun bunun sözü peşinde değil, mezhepte imamının delilleri üzerinde çalışır. Bu delülerse kitab, sün­net, icmâ'-ı ümmet ve kıyâs-ı fukahâdır. Kelâmullah ile hadîs-! Nebevî'-rûn hakîkaten en beliğ ve en tatil kelâm olduğunda şüphe yoktur. An­cak en kolay anlaşılan sözler olduklarını kabul edemeyeceğiz. Zîra Kur'ân-ı kerîm'de öyle icazlar vardır kî bir tanesi üzerinde bîr cild kitap yazılabilir. Cevâmiu'l-Kelim yani cemiyyetli ve derîn manâlı ke­limeler ise Peygamber (S.A^V.)'İn hasâisindeSir, Hâl böyle olunca maksud olan mânâyı onlardan kolaycacık anlayıvermek her yiğitin kâ­rı olmasa gerektir. Öyle olsa zâten içtihada müetehide lüzum kalmazdı. San'ânî : «Sahâbe'nin kelâm-ı ilâhî'yi ve hitâb-ı Nebevî'yi anlayan akılları bizim akıllarımız gibidir; fikirleri de bizim fikirlerimiz gibidir. Çünkü akıllar ilâhî ibareleri anlamaktan âciz olacak derecede bir birin­den farklı olsalar bizler ne mükellef olurduk, ne de ictihâd ve taklid yönünden bize emir veya nehî vârid olurdu» diyor.

Bu iddianın sakatlığı ise aşikârdır. Bazı akılların kelâmullahı an­lamaktan âciz kalması ile teklifin sakıt olması îcâbetmez. Nasr sûre­sinden Peygamber (S.A.V.J'in ecelenin yaklaştığını yalnız Hz. İbni Ab-bas anlamıştı. Bu mânâyı anlamayan ashâb'tan teklif sakıt oldumu îdi? Havadaki kuşların, denizdeki balıkların, ormanlardaki vahşî kurd-Iarın eî-hâsıl her mehlûkun kendine mahsus bir tesbîh ve ibâdeti olduğu:

«[424] Hiç bir şey yoktur ki Rabbinin had ile teşbihinde bulunmasın; lâktn siz onların teşbihini anlamazsınız.» âyeti kerîmesi ile tarsih bııyıi-rulmuşken ictihâd dâvasında bulunan bir zâtın, şayed akıllar arasında anlayış farkı kabul edilirse mükelleüyyetten istifaya kalkışması bize tuhaf geliyor. Akıllar ve anlayışlar arasında fark olduğu muhakkaktır. Yalnız olur olmaz farklar insanı Allah'ına karşı kulluk mükellefiyyetinden ıskata kâfî gelemez. Teklif sakıt olmak için deli olmaktan başka çâre yoktur.

San'ânî akıllar arasındaki bariz farkı inkârda o kadar ileri git­miştir ki, neredeyse: «Biz sahâbe'den daha akıllı ve fikirliyiz» diye yaz­mıştır. Hakîkatta Ashâb'ın akılları müşebbehün bih, bizimkiler müşeb-beh olmak lâzım gelirken, teşbîh-i maklup yaparak: «Onların akılları da bizim akıllarımız gibidir...» demesi buna delildir. Kanâat-ı âcizâ-nemce bizim kendimizi Ashâb-ı kîrâm'la ölçmeye kalkışmamız onla­ra karşı su-i edep ve cüretkârlıktır. Hem de horozun yumurtlamak üzere folluğa yatması kadar gülünçtür. Bize düşen, kendimizi onlarla kıyas etmek değil, onlara lâyık oldukları hörmet ve tebcili göstermek­tir. Zîra bizz'ât Fahr-î âlem (S.A.V.) :

— Ashabım semânın yıldızları gibidir..; buyururken bi­zim kendimizi onlarla bir tutmamız elbette kıyâs maa'1-fârik olur.

Hâkimlik babında en güzel vesika Hz. Ömer (R. A.)'m Ebu Mu-se'l-Eşarî (R. A.ya, yazdığı mektuptur. Bu mektubu İmam Âhmed b. Hanbel, Dâre Kutnî ve Beyhâkî rivayet etmişlerdir. Ebu îshâk diyor ki: «Bu, pek büyük bir nâmedir. Çünkü hâkimliğin adabını hükmün sıfatını, içtihadın keyfiyetini ve kıyasın istinbâtını beyân etmektedir. Lâfız şudur :

aâuhdan sonra (ma'lûm ola ki) hâkimlik muhkem bir fariza ve tu­tulan bir sünnettir. Akıllı anlayışlı olmalı ve çok zikretmelisin. İyi bil ki sana bir adam hüccetini İbraz ettimi, anladığın vakit hüküm ver; hü­küm verdin mi tenfîz et. Çünkü infazı otmayan bir hakkı söylemek fay­da vermez. Yüz, mecfis ve hükmün hususunda insanlar arasında mu-sâvâta riâyet eyle, tâ ki i'tibârlı kimse zulmüne tama' etmesin. Zaîf de adlinden ümîd kesmesin. Beyyine dâvâ'cıya, yemin de inkâr edene düşer. Müslümanlar arasında uzlaştırma caizdir. Yalnız bir haramı helâl, yâhud helâli haram yapan uzlaştırma müstesna. Bİr kimse gaîb bir hak veya beyyîne iddia ederse ona bir mühlet ver; o mühleti dol­dursun. Müteakiben beyyinesini getirirse hakkını verirsin; aksi takdir­de aleyhine hükmü helâl sayarsın; zira bu, özür hususunda daha beliğ ve gözil daha çok açar. Hakkında bugün, aklına müracaat ettiğin ve doğru yolunu bularak hüküm verdiğin bir dâva seni hakka dönmekten men'etmesin; çünkü hak kadîmdir. Hakka dönmek bâtılda devam et­mekten daha hayırlıdır. Kîtâbullah ile Resulünün sünnetinde bulunma-ysp, gönlünden geçen şeyleri anlamalısın anlamalı! Sonra birbirinin benzeri ve misli olan şeyleri bil de umuru o zaman kıyas et. Hem bun­ların Allah Teâlâca en ziyâde kabule karin ve hakka en ziyâde ben­zeyenlerini al. Müslümanlar birbirlerine karşı âdildirler. Yalnız bir hadd dolayısı İle kendisine dayak vurulan veya yalancı şâhıdliğî de­nenmiş olan yâhud bir hükmi karabet, neseb veya hakîki karabet maz­nunu bulunan kimse müstesna. Zîra AİIah Teâlâ sizin sırlarınızı bilir. Beyyine ve yeminlerle dâvayı defet. Dâva sırasındaki kızmak, endîşe, tztırâb ve ashab-i mesâlih'den hoşnudsuzluk göstermekten, bîr de dâvâ-tarda tebdîl-i kıyafetten sakın. Çünkü hay yerlerinde verilen hüküm se­bebi ile Allah Teâlâ ecri vâcib kılar ve hâkimi iyi anlar. Her kimin hak uğrunda kendi aleyhine bile olsa niyeti hâlis bulunursa Allah Teâlâ o kimse ile halk arasında olup bitenleri karşılamaya kâfidir. Kim de hal­ka kalbinde olmayan bir ahlâkla görünürse Allah Teâlâ onu ayıblar; zîra Allah kullarından ancak hâlis amelleri kabul eder. Âcil rızkı hak­kındaki sevabını ve rahmetini hazinelerini sen ne zannediyorsun? se­fam...»

Ömer (R. A.)'ın bu mektubunda anlaşıldığına göre hâkim hatâ et­tiği zaman hükmünü bozabilecektir. Buhârî ile Müslim'in müttefî-kan tahrîc ettikleri Ebu Hüreyre hadîsi de ayni hükmü ifâde eder. Ha­dîsin lâfzı şudur:

«Resûlüllah (S.A.V.) buyurdular kî:

— Bir defa iki kadın çocukları ile beraber (bîr yerde) bulunuyorlarmış. Derken bir kurd gelerek birinin pğlunu (kapmış) götürmüş. Bunun üzerine kadınlardan:

— Kurd senin oğlunu götürdü; demiş. Öteki :

— Hayır o senin oğlunu götürdü; mukabelesinde bu­lunmuş. Bunu müteakip   Dâvud (A.S.)'ın huzuruna dâ­vaya çıkmışlar. Dâvud (A.S.) (mevcud) çocuğun büyük ka­dına âid olduğuna hükmetmiş. (Bu sefer) Süleyman'a gi­derek (vak'ayı) ona haber vermişler. Süleyman (A.S.) :

— Bana bıçağı getirin çocuğu aranızda ikiye pay ede­yim; demiş. Küçük kadın  (bunu görünce :

— Aman) yapma Allah hayrını versin; çocuk   onundur; demiş. Buna binâen Süleyman (A.S.)'da çocuğun küçük kadına âîd olduğuna hükmetmiş.»

Bu meselede ulemâ'dan iki kavil rivayet olunur. Birinci kavle göre hâkim hatâ ettiği zaman hükmünü bozabilir. İkinciye göre bozamaz; çünkü hadîsde : «Hatâ ederse ona bir ecir vardır» buyurulmuştur.[425]                                                                                     

 

1414/1191- «Ebu Bekre radıyallahü anhdan rivayet olunmuştur.Demiştîrki:Resûlüîlah saUdllakü aleyhi ve seîlem :

— Öfkeli iken hiç bir kimse iki kişi arasında hük­metmesin; derken işittim.»[426]

 

Hadîs müttefekun aleyh'dir.

Bu hadîsteki nehyi cumhur-u ulemâ kerahete hamîetmişlerdir. Hat­tâ Nevevî (631—676) «Müslim Şerhi» nde: «Hâkimin öfkeli İken hü­küm vermesinin keraheti» namı ile bir bâb tahsis etmiştir. Buharı ise ayni bâb'a : «Öfkeli iken kadı hüküm yâhud, müftü fetva verebilirini?» adını vermiştir. Ulemâ'nın buradaki nehyi kerahete hamletmelerinin sebebi nehyin illetidir. îllet öfkedir. Fakat öfkenin, hükmü men'etmek-le bir münâsebeti yoktur. Ancak hükmün husulüne bir zan teşkil eder. Zîra fikri alt üst eyler; düşünülmesi îcâbeden şeylerden kalbi ahkor. Böyle bir hâl ise hatâ ile neticelenebilir. Şu kadar varki, her öfke ve her insan bir değildir. Eğer Öfke hakla bâtılın arasını ayıramayacak dereceye varırsa o halde hüküm vermek şüphesiz haramdır. O derece­ye varmışsa mekruhtur. Hadîsin zahirîne bakılırsa, öfke dereceleri ile sebebleri arasında bir fark yoktur. Lâkin İmâmvfl - Haremeyn ile Bagavî (426—516) bu öfkeyi Allah için olmayan Öfkeye tahsis etmişler; ve: «Çünkü Allah için olan gadap zulme ma'ni'dir; fakat nefis için olan mâni' değildir» demişlerdir. Hanefîler'in mezhebi de budur. Fa­kat bu tevcihi bir çok hadîs ulemâsı kabul etmemişler; onu hadîsin zahirine muhalif görmüşlerdir. Bunlar : «Vakıa' Peygamber (S.A.V.) £übeyr kıssasında öfkeli iken hüküm vermişse de onun ismeti gadabı-nın. kendisini hakdan alıkoymasına mâni'dir» diyorlar.

Fazla açlık ve susuzluk da gadab hükmündedir. Bu. bâbta Dâre Kutnî ile Beyhakîj, Hz. Ebû Saîd-i Hudrî'den şu hadîsi tahrîc etmişin­dir:

«Peygamber (S.A.V.)  :

— Hâkim ancak tok ve suya kanıkken hüküm vere­bilir; buyurdu.» Yalnız hadîsin isnadında zaîf râvî vardır.

Kalbin huzurunu kaçıran uyku, keder ve hastalık gibi şeyler de ga­dap hükmündedirler.[427]

 

1415/1192- «A!i radıyalîahü anh'üen rivayet olunmuştur. Demiştir ki; Resûlüllah sallallahü aleyhi ve selîem:

— Senin huzurunda iki adam da'vâya dururlarsa ikincinin sözünü dinlemedikçe birinci lehine hüküm ver­me. Nasıl hüküm vereceğini iletide anlarsın; buyurdular.»[428]

 

Ali : Bundan sonra hâkim olmakda devam ettim; demiştir.»

Bu hadîsi Ahmed ile Ebu Dâvud ve Tİrmizî rivayet etmişlerdir. Tir-mizî onu hasen bulmuş; «İbnü'l - Medînî kavî addetmiş; İbnİ Hibbân ise sahîhlemiştir. Hadîsin Hâkim'de İbni Abbâs'dan bir şahidi vardır.

Hadîs-i şerîf bir çok yollardan rivayet olunmuştur. Bunların en gü­zeli, Bezzâr'm. Amr b. Mürre'den onun da Abdullah b. Seleme'den, onun da Alî (R. A./dan rivayet ettiği tarîktir.

Bu hadîs hâkimin, evvelâ da'vâcının da'vâsmı sonra da da'vâh-nın cevabını dinlemesi îcâbettiğine delildir. Yalnız da'vâcıyı dinle­yerek hüküm vermek caiz değildir. Hâkim kasden böyle bir hüküm

verirse, hüküm bâtıl adaleti de mecruh olur. Hatâen hüküm verir­se adaleti mecruh olmaz; fakat da'vâya sahih şekilde yeniden bak­ması lâzımdır.

Bu îzâhât da'vâhmn cevap verdiğine göredir. Cevap vermeyip susar veya : «Ne ikrâr ederim, ne de inkâr» derse İmam Mâlik İle bazı ulemâ'ya göre aleyhine hükmolunur. Hattâ : hâkim isterse ikrar veya inkâr edinceye kadar da'vâlıyı hapseder. Sükûtu ile onu ilzam eder diyenler de vardır. Çünkü hemen cevap vermesi îcâbederdi; susması caymak gibidir. Fakat bu kavil reddedilmiş; ve: «Caymak, yeminden imtina' etmektir. Burada böyle bir şey yoktur» denilmiştir.

Bir takımları : «Evlâ olan bunun gâib hükmünde olmasıdır. Biâne-naleyh gaib aleyhine hükmü caiz görenler bunu da caiz görün» demiş­lerdir. Zîrâ cevap vermemekde inad eden da'vâlı ile gâib arasında bu husıısda fark yoktur.

Gaibin aleyhine verilecek hüküm babında iki kavil vardır :

1— îmam-ı A'zam'ld, diğer ulemâ'ya göre caiz değildir. Çünkü caiz olsa onun mahkemeye celbi vâcib olmazdı. Nitekim babımızın ha­dîsi de ayni hükmü ifâde ediyor.                                   

2— Gâib aleyhine hüküm vermek caizdir, imam Mâlik ile Şafiî'­nin ve diğer bazı kimselerin mezhebi budur. Onlar Hz. Alî (R. A.) hadî­sini mevcud da'vâlıya hamletmişlerdir. Derler ki: «gaibin hakkı zayi' olmaz. Zîra geldiği vakit onun hücceti dinlenir; ve muktezâsı ile amel edilir. Hattâ hükmün bozulmasını îcâb edecek hüccet getirebilirse hü­küm bile bozulur; onun hücceti meşrut hükmündedir.»[429]

 

1417/1193- «Ümmü Seleme radıydllahü anhâ'âan rivayet olunmuş­tur. Demişlir ki: Resûlüllah sallalîahü aleyhi ve seîlem:

— Filhakika siz benim huzurumda birbirinizden (hak) da'vâ ediyorsunuz. Ama caiz ki bazınız hüccetini bazı­nızdan daha iyi anlatmış olur da ben de ondan dinledi­ğim gibi hüküm veririm.İmdi her kime din kardeşinin hakkından bir şey kesersem ancak ve ancak onun İçin ateşden bir parça kesmiş olurum; buyurdular.»[430]

 

Hadîs müttefekun aleyh'dir.

Bir rivayette «din kardeşinin hakkından bir şey keser­sem » cümlesinden sonra :

«Binâenaleyh onu almasın» buyurulmuştur. Bu ziyâdeyi «eU îrşad» nâm eserinde tbni Kesir rivayet etmiştir.

Lâfın : istikamet cihetinden sapmaktır. Burada ondan murâd: ta­raflardan birinin, hücceti diğer tarafdan daha iyi bilip iyi anlatmasıdır: «Ben de ondan dinlediğim gibi hüküm veririm» cüm­lesinden maksad dinlediği da'vâ, cevap, hüccet veya yemindir. Bazen da'vâ hadd-i zâtında bâtıl olur da netice i'tibân ile da'vâcı din kardeşi­nin matından bir parça ateş koparmış olur; çünkü bu suçtan dolayı ce­hennemi boylar. Ateş: koparmak ta'biri evliyet alâkası ile mecâz-ı mürseldir. Nitekim Teâlâ Hazretleri'nin:

«[431] Ancak karınlarına ateş yerler..» âyet-i kerîmesi de bu kabildendir. Hadîs-i şerîf, da'vâ hadd-i zâtında bâtıl ise hâkimin hükmü ile o rttalın da'vâcıya helâl olamayacağına- delildir. Hâkime hüccete göre hüküm vermek ve da'vâlıyı ilzam etmek caizdir. Onun verdiği hü­küm zahiren nafizdir. Lâkin hadd-i zâtında şâhidler yalancı ve da'­vâ bâtıl ise onun hükmü haramı helâl kılamaz. Cumhur-u ulemâ'nın kavli budur, tmam-ı A'zâm Ebu Hanîfe'ye göre ise; hâkimin hükmü zahirde olduğu gibi bâtında da nâfiz'dir. Meselâ : Hâkim yalancı şâhidlerin şehâdeti ile bir kadının birisinin karısı olduğuna hükmetse kadın o adama helâl olur.

Bu hadîsde Peygamber (S.A.V.)'in hatâ üzerine takrir olunacağı­na delâlet vardır. Hâlbuki içtihadı ile hükmederek yaptığı hatâda takrir olunmayacağı bilâkis hatâsı kendisine tenbih buyrulacağı usul-ü fıkıh ulemâsının ittifakla kabul ettikleri bir meseledir. Bu ittifakla hadîsin araları .şöyle bulunmuştur: Usulcülerin muradı, Bedir esirleri mesele­sinde olduğu gibi hatâ edebilmesi melhuz olan yerlerdir. Böyle yerler­de içtihadında hatâ ederse Allah tarafindan hatâsı tenbih buyurulur; fakat da'vâcının beyyine getirmesi, da'vâlının yemin etmesi gibi farz kılınan bîr hususta hatâ ederse bu hükme hatâ denilemez. Çünkü teklif edildiği vecihle ve usulüne muvafık surette şâhidler dinlenerek verilen bir hüküm sahihtir. Bu hususta şâhidlerin yalancı olmalarının da bir tesiri yoktur; çünkü kusur onlardadır; hâkim tarafından hîle yoktur; binâenaleyh muâhaze olunmaz. Bu hadîsle hâkimin kendi ma'lûmâtma göre hüküm veremeyeceğine istidlal olunur. Zira Peygamber (S.Â.V.)'e da'vâları bütün tafsilâtı ile öğrenmek mümkün oluyordu. Bunun îbni Kesir «el - îrşâd» da zikreder.[432]

 

1418/1194- «Câbir radıyallahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiş­tir ki: Resûlüllah sdllallahü aleyhi ve sellem):

— Zaîffarının hakkı, kuvvetlilerinden alınmayan bir millet nasıl temizlenebilir? derken işittim.»[433]

 

Bu hadîsi İbnî Hibbân rivayet etmiştir. Hadîsin Bezzâr'da Bürey-de'den mervî bir şahidi vardır. Ebu Saîd'den rivayet olunan diğer bir şahidi de İbnî Mâce'dedir.

Câbir hadîsini îbni Huzeyme ile îbni Mâce dahi tahrîc etmişler­dir. Bu hadîsin şâhidleri çoktur.

«Nasıl temizlenebilir?» cümlesinden murâd: günahlardan te­mizlenmektir. Çünkü zaîfa yardım ederek onun hakkını kaviden al­mak vâcibtir. Bunu :

«Din kardeşine zâlim de olsa, mazlum da olsa yardım et» hadîsi te'yîd ediyor.[434]

 

1421/1195- «Âİşe radıyallahü anhâ'dan rivayet edilmiştir. Demiş­tir ki: Resulü İlah saîlallahü aleyhi ve sellem'ı :

— Kıyamet gününde âdil hâkim çağırılarak ve o dere­ce şiddetli hesaba ma'ruz kalacak ki, Ömründe iki kişi arasmda hüküm vermemiş olmayı temennî edecektir; bu­yururken işittim.»[435]

 

Bu hadîsi İbni Hibbân rivayet etmiştir. Onu Beyhakî dahî tahrîc eylemiştir. Beyhakî'nin lâfzı (nda): «Bir kuru hurma hakkında» (kaydı var) dır.

Hadîs-i şerif kıyamet gününde hâkimlerin pek şiddetli hesab göreceklerine delâlet ediyor. Bunun sebebi hâkimlerin son derece mühim olan hak hukuk meseleleri ile meşgul olmalarıdır. Binâena­leyh hâkimin hakkı araştırması ve bu bâbta bütün gücünü sarfetraesi îcâbeder. Kötülerle düşüp kalkmamalıdır. Buhârî ve başkala­rının Hi. Ebu Saîd-Î Hudrî'den merfu' olarak tahrîc ettikleri bir hadîs-de şöyle buyurulmuştur:

«Allah hiç bir halîfe istihlâf etmemiştir ki onun iki tane sır dostu olmasın. (Bunlardan biri) kendisine hayrı emreden ve onu yapmaya teşvikte bulunan dost ve (diğeri) şerri emreden ona teşvikte bulunan dost (tur.) Ma'sum Allah'­ın koruduğudur.» £-&& Dâvud, Hz. İbni Ömer (R. A./dan şu ha­dîsi rivayet etmiştir:

«Her kim bir da'vâya zulmederek yardımda bulunursa muhakkak Allah'ın bir gadâbına uğrar.» Âdil bir hâkim hak­kında böyle denilirse artık zâlim ve câhil olanın hâli ne olur düşünme­lidir.

Abdullah b. Vehb'in terceme-i hâlinde şöyle deniliyor: «Halîfe ken­disine Mısır kadılığını kabul etmesi için mektup yazmış. Bunun üzerine Hz. îbni Vehb evine gizlenmiş. Bîr gün bir zât, huzuruna gelerek : Ey İbni Vehb, meydana çıksan da halk arasında Allah'ın kitabı ve Resulüllah (S.A.V.)'in sünneti ile hükmetsene... demiş. İbni Vehb ona şu ce­vâbı vermiş: Bilmezmisin ki ulemâ Peygamberlerle, hâkimler ise sul­tanlarla neşrolunacaklardır.»[436]

1422/1196- «Ebu Bekre radtydlîahü anh'den Peygamber sdllallahü aleyhi ve settemJden îşîimiş olarak rivayet edildiğine göre Efendimiz salîallahü aleyhi ve sellem:     

— İşlerinin başına bir kadın geçiren bir millet asla felah buimaz; buyurmuşlardır.»[437]

 

Bu hadîsi Buhârî rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerîf, kadını müslümanlarm umumî işlerinden birinin başı­na geçirmenin caiz olmadığına delâlet ediyor. Maamâfîh şeriat kadına kocasının evindeki umur'a nezâret hakkını vermiştir.

Hanefîler'e göre hudud-i şer'iyyeden maada işlerin başına kadın geçirilebilir. îbni Oerir'e göre mutlak surette kadın iş başına getiri­lir.[438]

 

1423/1197- «[439] Ebu Meryem-i Ezdî radıyallahü anh'den Peygam­ber salaUahü aleyhi ve sellem'den işitmiş olarak rivayet edildiğine göre Resûlülfah sallaMahü aleyhi ve sellem:

— Bir kimseyi Allah müslümanlartn işlerinden biri­nin başına getirir de onların hacetini görmekten ve faki­rinden gizlenirse Allah da onun hacetini bitirmez; buyur­muşlardır.»[440]

 

Bu hadîsi Ebu Dâvud'la Tirmizî tahrîc etmişlerdir. Tirmizî'deki lâfzı şudur :

«Kapısını eshâb-i mesâlih'a ve fakr-u zaruret sahiplerine kapayan hiç bir hükümdar yoktur ki Allah onun fakr-u ihtiyacı ve meskeneti karşısında gök kapılarını kapama­sın.» Taberânî dahî Hz. Ebu Cuheyfe (R.A.)'m Hz. Muâviye (R.A.)'a: «Resûlüllah (S.A.V.)'den bir hadîs işittim; bir daha bana tesadüf et­mezsin endişesi İle onu sana tevdi etmek İsterim. ResûlüHah (S.A.V.):

— Ey nâs, sizden her kim bir işin başına getirilir de kapısını müslümanlardan bir hacet sahibine kaparsa, Al­lan onu Cennetin kapısından girmekten men'eder. Kimin de muradı dünya olursa Allah ona benim civarımı haram

eder; buyurdular.» dediğini rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerif, kulların her hangi bir işinin basma getirilen kimse­nin onlardan gizlenmemesi, bilâkis ashâb-ı mesâlih'a kolaylık gösterme­si lüzumuna delildir.[441]

 

1424/1198- «Ebu Hüreyre radıyallahü anh'den rivayet olunmuştur. Demiştir kî: ResûlüHah salîaUahü aleyhi ve selîem hüküm hususunda rüşvet verene de rüşvet alana da lâ'nef ettiler.»[442]

 

Bu hadîsi Ahmed'le Dört'ler rivayet etmiştir. Tirmîzî onu hasen bulmuş; Ibni Hibbân ise sahîhlemiştir. Nesâî müstesna Dört'ler eserle­rinde bu hadîsin Abdullah b. Amır'dan mervî bir şahidi vardır.

Yalnız onda «hüküm» lâfzı yoktur. Hükm'ü Tirmizî'den başka zik­reden olmamıştır.

Râşi : Rüşvet veren, yani bâtıl için kendine yardım edene mal ve­rendir.

Mürteşî : rüşvet alandır. İmam Ahmed b. HanbeVia. rivayetinde râîş de vardır.

Râîş ; rüşvet verenle alanın arasını bulandır. Aracılık yapan ücret almasa bile hükümde rüşvetçilerle birdir.

Hâkimlere olsun şâir âmir ve me'murlara olsun rüşvet almak bilit-tifak haramdır. Teâîâ Hazretleri:

«[443] Mallarınızı aranızda bâtıl sebeble yemeyin; âlemin mallarından bir kısmını bile bile günahla yemek için o matlarla hâkîmSere düşme­yin» buyurmuştur.

Hâkimlerin aldığı mallar : Rüşvef, hediyye, ücret ve rızk olmak üzere dört nev'idir.

1— Rüşvet'i Hanefîler dört kısma ayırmışlardır: a) Hâkim olmak veya her hangi bir vazifeye ta'ynı edilmek için verilen rüşvet verene de alana da haramdır, b) Hâkim hükmünü versin diye kendisine rüş­vet vermek keza iki tarafa da haramdır. Bu bâbta hükmün haklı veya haksız yere verilmesi müsavidir;  çünkü hüküm vermek hâkimin va­zifesidir, binâenaleyh mukabilinde bir şey alması haram olur. c) Bir kimseye hükümet nezdinde bir fayda te'mini veya zarar defi için veri­len rüşvet, alan için haram, veren için mubahtır, d) Canına veya ma­lına göz koyan bir adamın şerrinden kurtulmak için kendisine verilen rüşvet, alana haram verene caizdir. Daha başka tafsilât verenler de olmuştur.

Âdil iken rüşvet alarak fâsik olan bir hâkim Hanefîler'e göre mün'azil olmasa da hükümet tarafından azli vâcibtir. imam Şafiî ile bazı Hanefîler'e göre fâsikın hâkimliği veşehâdeti caiz değildir.

2— Hediyye, her zaman vermeyi âdet edinen bîr kimse taruan olursa caizdir, fakat' âdeti değil de, iş başına geçtikten sonra veriyor­sa bakılır; eğer aralarında da'vâ cereyan edenlerden biri ise hediyye-sini almak da vermekde haramdır; değilse mekruh olur.

3— Ücret, hükümet tarafından verilir de başka bir rızkı veya beytül'mâlden bir geliri yoksa helâldir.

4— Beytü'l-mâl'den bir geliri veya rızkı olanın ücret alması ha­ramdır..Çünkü beytü'l-mâl'den aldığı zaten hâkimliği mukabiiindedir; başka ücrete mahâll yoktur. Bu bâbta fıkıh kitaplarında tafsilât var­dır.

Hâkimlik, valilik gibi şeyleri istememek evlâdır. Maamâfîh kendi­ne güvenen bir kimsenin bunları kabulünde beis yoktur. Hukuku edâ edemeyeceğinden korkanların kabulü ise mekruh olur.[444]

 

1427/1199- «Abdullah b. Zübeyr radıyaMahü anhümû'dan rivayet olunmuştur. Demiştir kî; Resûlüllah saîîaîlahü aleyhi ve sellem da'vâ sahiplerinin, hâkim huzurunda ofurmaSarına hükmetti.»[445]

 

Bu hadîsi Ebû Dâvud rivayet etmiştir. Hâkim onu sahîhlemiştir.

Hadîsi İmam Ahmed'le Beyhakî'de tahrîc etmişlerdir. Onu ri­vayet edenlerin hepsi Mus'ab b. Sabit b. Abdülâh b. Zübeyr'den al­mışlardır. Fakat bu zât hakkında söz edilmiştir. Ebû Hatim, «O çok yanılır» demiştir.

Hadîs-i şerif da'vâya gelen tarafların hâkim huzurunda otur­malarının meşru' olduğuna delildir.İki taraf müslüman iseler hâ­kim onları beraberce oturtur. Birisi gayr-i Müslim olursa, müslü-mam daha yüksek yere oturtur. Çünkü Hz. Alî (R. A.) ile borçlusu ya-hûdî mahkemeye geldiklerinde Kaadî Şüreyh bu şekilde hareket et­miştir.Kıssayı Ebu.u'aym «el-Hüye» adlı eserinde şöyle anlatıyor:

«Alîy b. Ebi Tâlib (R.A.) zırhını bir yahûdînin elinde görmüş. Ya-hûdî onu tesadüfen bulup dururmuş. Zırhını tanıyınca yahûdîye:

— Bu zırh benimdir; boz renkli bîr devenin üzerinden düşmüş; demiş, yahûdî:                                                 

— Zırh benimdir ve elimdedir. Aramızdaki da'vâyı müslümanların hâkimi görsün; demiş. Bunun üzerine Kaadî Şüreyh'e gitmişler. Kaadî, Hz. Alî (R. A.)in geldiğini görünce yerinden çekilmiş; oraya Alî (R.A.) oturmuş; ve şöyle demiş:

— Eğer hasmın müslümanîardan bin olsaydı onu bu meclîsde ken­dimle beraber oturturdum. Lâkin ben Resûlüllah (S.A.V.)'i Gayr-i müs-İİmlerî meclîsde kendinizle bir tutmayın; derken işittim..»

Kaadî Şureyh, Hz. Ali'ye :

«— Dileğin nedir ya Emire'Imü'minin?» diye sormuş. Ali (R. A.) :

— Zırhımdır. Boz bir devenin üzerinden düşmüş; bu yahûdî de onu bulmuş; cevabım vermiş, Kaad yahûdî'ye dönerek :

«— Sen ne dersin yâhûdî?» demiş. Yahûdî:

«— Zırh benimdir ve elimdedir; mukabelesinde bulunmuş. Kaadî Şüreyh:

— Vallahi doğru cöyledin ya Emîre'l-Mü'minîn, zıfh senindir; lâkin behemehal iki şâhid getirmen lâzım» demiş.    Bunun üzerine Hz. Ali Kanber ile Hasan b. Alî'yi şâhid olarak çağırmış; onlar da zırhın onun malı olduğuna şâhidlik etmişler. Fakat Şüreyh:

«— Azadlımn şehâdetini kabul ettik. Ama oğlunun şehâdetini kabul etmiyoruz» demiş. Müteakiben Alî (R. A.):

— Seni anası ağlayasica! Ömer b. Hattâbın  : «Resûlüllah (S.A.V.):

  Hasan ile Hüseyn ehl-i Cennet gençlerinin ulula­ndır; buyururken İşittim» dediğini düymadınmı? demiş. Şüreyh:

  Allah için evet; cevabını vermiş. Hz. Ali :

— Öyle ise sen ehl-i cennet gençlerinin ulularının şehâdetini tecviz efmiyormusun?»  demiş. Sonra yahûdî'ye dönerek :

«— Al zırhı!» demiş. Yahûdî :

«— Emirü'l-mü'minîn benimle birlikte müslümanlarm kadısına gel­di; kaadî benim lehime hüküm verdi; buna da razı oldu. Doğru söyle­din vallahi ya Emîre'l-mü'rnînin, gerçekten bu zırh senindir; senin de­venden düştü. Onu ben buldum. Şehâdet ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur. Muhammed de Allah'ın Resûlü'dür; demiş. Hz. Ali (R. A./da zırhı kendisine hediyye etmiş; ve dokuz yüz (dirhem) bahşiş vermiş. Bu zât Sıffîn vak'asmda Hz. Ali tarafından bulunmuş; ve orada şehîd edilmiştir.»

Kaadî Şüreyh'in : «Vallahi zırh senindir» demesi her halde onu tanıdığmdandır. Lâkin kendi ilmi ile hüküm vermeyi caiz görme­miştir. Nitekim çocuğun baba'ya şâhidlik etmesini de doğru bulma­mıştır, îşte İslâmiyet'in istediği hâkim ve mahkûm böyle olacak­tır. Bu derece dürüstlük her zaman bir gayr-i müslimin ihtidasına sebeb olabilir.[446]

 

«Şehâdetler  Babı»

 

Şehâdâf: şehâdetin cem'idlr. Şehâdet bir yerde lîazır bulunmak­tır: Filân harbe şâhid oldu denilir ki, orada bulundu manasınadır. Harbde ölenlere şehîd denilmesi, ölüm kendilerine orada geldiği için­dir.

Şerîatte şehâdet : Şâhidlerin hazır bulunup gördükleri bir şeyi ha­ber vermeleridir. Şehâdetin burada cem'i sîgası ile zikredilmesi nev'i-ieri kasdedildiği içindir.[447]

 

1427/1200- «Zeyd b. Hâlid-i Cühenî radıyallahîi anh'den Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'ın şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:

— Size şâhidlerin en hayırlısını haber vereyimmi? Şe-hâdeti, kendisinden istenmeden edâ edendir.»[448]             

 

Bu hadîsi  Müslim rivayet etmiştir.

Hadîs-î şerifi da'vâcı tarafından istenilmeden, kendiliğinden ya­pılan şâhidliğin en hayırlı bir iş ve o şahidin en hayırlı bir şâhid olduğuna delildir. Ancak bundan sonra gelen îmrân b. Husayn ha­dîsine muarızdır. Çünkü o hadîsde : «Sonra çağırılmadıkları halde şâhidlik yapacak bir kavim meydana gelecektir» buyrularak böyleleri zemmediliyor. Böylece iki; hadîs tearuz edince ulemâ ihtilâfa düşmüş ve ortaya üç kavil çıkmıştır.

1— Zeyd hadîsinden murâd : Hak sahibinin o hakkı şahidin bildi­ğinden haberi olmadığı surettir. Bu takdirde şâhid çağırılmadığı hal­de gelelek ona hakîkat-ı hâl'i haber verir; yâhud hak sahibi ölür de mirasçılarına haber verir. Bu tevcihi İmam Mâlik'iû hocası Yahya b. Sa'îd yapmıştır. En güzel tevcih de budur.

2— Buradaki    şehâdetten murâd :    Şehâdet-i hısbe'dir. Şehâdet-i hısbe: hâlis kul hakkı olmayıp Allah hakkına da teâllûk eden namaz, vakıf ve umumî vasiyyet gibi şeylere yapılan şâhidliktir. İmrân hadî-sindeki şehâdet ise, sırf kul haklarına âiddir.

3— «Şâhidliği istenilmeden yapmak» dan murâd: icabette mübâle-gadır. Yani şâhid, yapacağı şehâdet için o kadar hazırdır ki, adetâ ça-ğırılmadan yapmış gibidir. Nasıl ki cömert bir adam için, «O isteme­den verir» derler.

Bu tevcihler, şehâdet da'vâcı tarafından istenilmeden edâ edile­mez; diyenlere göredir. Fakat bacıları istenilmeden yapılan şâhidliğin caiz olduğuna kaildirler. Bunlar Zeyd hadîsi ile istidlal ederek İmrân hadîsini aşağıdaki suretlerden biri ile te'vîlde bulunurlar.

1— Bu şehâdet yalancı şâhidliğine hamledilir. Yani şâhidler gör­medikleri, bilmedikleri şeye şehâdet ederler. Mezkûr te'vîli tmam Tir-mizî bazı ulemâ'dan hikâye etmiştir.

2— İmrân hadîsinden murâd: Şâhidliği  «eşhedü billahi» diyerek yeminle birlikde §ehâdet lâfzı ile yapmaktır. Tahâvî'nin te'vîli bu­dur.

3— Bundan murâd : Müstakbele âid bilmediği bîr şeye, meselâ bir cemâatin Cehennemlik, ötekinin Cennetlik olduğuna yemin et­mektir. Nitekim heva ve heves ehli'nin daima yaptıkları budur. Mezkur te'vîli Hattâbî hikâye etmiştir.[449]

 

1428/1201- «İmrân b. Hüsayn radtyaUahü anhümâ'dan rivayet olun­muştur. Demiştir ki: Resûlülfah sallalldhü aleyhi ve sellem:

— Şüphesiz ki sizin en hayırlılarınız benim çağdaş-larımdır. Sonra onların ardından gelenler, sonra onların ardından gelenlerdir. Ondan sonra çağırılmadıkları hal­de şâhidlik yapar; hıyanette bulunur, kendilerine güve­nilmez; nezredip yerine getirmez bir kavim peyda olacak ve aralarında şişmanlık zuhur edecektir; buyurdular.»[450]

 

Hadîs müftefekun aleyh'dir.          

Karn : Bir zamanda yaşayan ve maksud şeylerden birinde müşte­rek olan insanlardır. Bu, bir zamanda bir araya gelenlere veya dîn yâhud mezhep hususunda bîr reîsin etrafında toplananlara ıtlak edilir deniliyor. Zamanın bir parçasına da karn denilir. Bunun ne kadar ol­duğu ihtilaflıdır. Bazıları : on yıl, diğer bir takımları : 120 senedir; demişlerdir. Musannif, doksan ve 120 yıl diye tasrih eden görmediğini fakat bunlardan maada âdetlere kail olanlar bulunduğunu söylüyor. Evet doksan yıldır diyenler varandır bilinmiyorsa da 120 sene «ket-mws» da tasrih edilmiş ve: «yüz yâhud 120 senedir; ama yüz sene olması daha doğrudur. Çünkü Resûlüllah {S.A.V.) bir çocuğa:

«Bir ksrn yaşa» diye duâ etmiş; çocuk yüz sene yaşamıştır, denil­miştir.

Peygamber (S.A.V.)'in karnı, onun zamanında yaşayan müslümanîardır. Onlardan sonra gelenler tabiîn; onlardan sonra gelenler de te-be-i tâblîndır. Bundan anlaşılıyor ki, Sahâbe-i kiram tabiînden, tabiîn de tebe-i tabiînden efdâldırlar; ve efdâliyet ferdlere bakaraktır. Yani Ashâb-ı kirâm'm her ferdi tâbiîn'in her ferdinden efdâl olduğu gibi tabiîn ile teleb-i tabiîn arasındaki nisbet de öyledir. Gırnhur-u ulernâ'-nın mezhebi budur.

İbni Abdüberr'e göre efdâliyet ferdiere değil, sahâbe'nin mecmu'-una nîsbetledir. Cundan yalnız Bedîr gazileri ile Hudeybîye'ye iştirak edenler müstesnadır. Çünkü onların ferdleri kendilerinden sonra ge­lenlerin ferdleriîiden efdâldir. İbni Abdiîberr'in delili TirmizVnin Hz. Enes (R. A./dan tahrîc ettiği şu hadîsdir:

«Ümmetim yağmur gibidir; evvelimi daha hayırlıdır, So­numu bilinmez.» Bu hadîsi İbni Hibbân, Hz. Ammâr'dan rivayet etmiş ve sahîhlerniştir. İbni Abdüberr, h.ıam Ahmed ile Taberâni ve Dârimî'nin Ebu Cwmwa'dan tahrîc ettikleri şu hadîsle de istidlal etmiştir:

«Ebu Ubeyde dedi kî :

— Yâ Resûlâllah, bizden daha hayırlı kimse varmıdır? seninle be­raber   müslüman   olduk;   seninle   birlikte   hicret   ettik?Peygamber (S.A.V.) :

— (Evet) sizden sonra gelecek ve beni görmedikleri hal­de bana îmân edecek bir kavim (sizden daha hayırlı olacaklar) buyurdular.»

Bu hadîsi Hâkim sahîhlemiştir. Ebu Dâvud ile Tirmizî, Hz. Sa'Ie-be'den merfu' olarak şu hadîsi rivayet etmişlerdir:

«Peygamber (S.A.V.) :

— Öyle günler gelecek; o günlerde   (îmânı   mucebince} ame! edenlere elü kişi sevabı verilecek; (dedi).

— Bizden mi başkalarından mı yâ  Resûlâllah? denildi:

— Hayır, sizden; buyurdular.»

Cumhur, bu hadîslerin arasını şöyle bulmuşlardır: Sahâbî olmanın hiç bir amelle ölçülemeyecek kadar büyük meziyyet ve fazileti vardır. Peygamber (S.A.V.)'in sohbetine nail olanın ameli az bile olsa'yine fa-zîleti vardır. Sonra gelecek kavmin fazileti ise amellerinin sevabına göredir. Bir de ameller arasındaki fazilet üstünlüğü nevi' itibârı île birbirine müsâvî olan ameller arasında olur. Halbuki sahâbî olmak fa­zileti yalnız ResûlüUah (S.A.V.)'in ashâb-ı kirâm'ına mahsustur. Baş­kalarında böyle bir şey yoktur.

Hadîsimizdeki «Ondan sonra çağırılmadıkları halde şâ-hidlik yapacak..» cümlesi Sahâbe-î kîrâm'dan sonra gelecek tabiîn ve teleb-i tabiîn hazerâtı arasında böyle çirkin vasıflar taşıyan «irnse bulunmadığına delSdir. Zahire bakılırsa bu hüküm ekseriyet itibarile-dir. Bu hadîsle üç karn'da yaşayanların adaletine istidlal oiunur.

«Kendilerine güvenilmez» ifâdesinden murâd : Hıyanetleri zahir olacağı için halkın onlara i'timâd etmemesidir. Filhakika insan­lardan ilk kaldırılacak şeyin emânet olduğu sahîh haberle sübût bul­muştur.

Aralarında şişmanlık zuhur edecek» ta'biri ile çok yiyip içecekleri ifâde buyurulmuştur, zîra fazla yiyip içmek şişmanlığa se­beptir : Bu cümle ile mal çokluğu kasdedilmiştir diyenler1 odluğu gibi, ellerinde olmayan mal ve şeref gibi şeyleri varmış gibi göstermektir, diyen de bulunmuştur.[451]

 

1429/1202- «Abdullah b. Amir radıyaîlahü anhümâ'dan rivayet edil­miştir. Demiştir ki: Resûlüllah saüallahü aleyhi ve selîem:

— Hâin erkek ve kadının ve din kardeşine karşı kin­darın şehâdeti île Ehl-i Beyte hizmet eden kimsenin şe-hâdeti caiz değildir; buyurdular.»[452]

 

Bu hadîsi Ahmed ile Ebu Dâvud rivayet etmişlerdir, radıyallahüanhümâ'sallallahüaleyhivesellem:

Hadîsi Eb uDâvud Amrü'bnii Şüayb't&n oda babasından, oda dedesinden şu lâfızlarla tahrîc etmiştir:

«ResûlüHah (S.A.V.): Hâin ile hâinemn şehâdetinî reddetti.» Aynı hadîsi İbni Mâce ile Beyhakî kavı bir isnâdla tahrîc etmişler. Tirmizî, Dâ-re Kutnî ve yine Beyhakî, Hz. Âişe (R. Anhâ)'dan buna yakın lâfız­larla rivayet eylemişlerdir. Yalnız bu rivayetin isnadında za'f var­dır. Tirmizî: «Bizce isnadı sahîh olmuyor.» demiş; Ebû Zür'a. «el -ileh adlı eserinde onun münker olduğunu söylemiş Abdülhâk, îbni Hazm ve îbni Cevzî zaîf bulmuşlardır. BeyhâM ise: «Bunun hiç bir şeyi Peygamber (S.A.V.)'den sahîh olmuyor.» mütâleasında bulunmuş­tur.

Hâin hakkında Ebû Ubeyde şunları söylemiştir: «Zannetmiyo­ruz ki sâdece insanların emânetlerine hıyanet edene hâin denilsin, de Allah'ın kullarına farz kıldığı; emniyet buyurduğu şeylere hıyanet edene denilmesin. Çünkü Allah bunlara da «emânet» demiştir. Teâlâ Hazretleri :

«[453] Ey îmân edenler Allah ile Resul (ün)e hıyanet etmeyin; emânetle­rinize hıyanet etmîş olursunuz.»    buyurmuştur.    Binâenaleyh her kim Allah'ın emir veya nehyetttiği şeylerden birini zayi' ederse ona âdil 'demek doğru olamaz. Böylesi hâin olunca onda dînen memnu' olan şeylerden -ki onlardan biri de yalandır- kendisini önleyecek takva da bulunmaz. Şu halde onun haberine de inan olmaz. Zira töhmet altın­dadır; yâhud ehliyeti yoktur.»

Hadîsteki «kardeş» ta'birinden murâd: aleyhine şâhidlik yapılan müslümandır. Maamâfîh şâhidlik meselesinde kâfir de ayni hükme tâbi'dir. Düşmanlık ve kin, din için değilse, bir kâfire kin besleyen müslümanın onun aleyhine şehâdeti caiz değildir. Çünkü kin besle­yen kimse düşmanına zarar gelmesini istediği için doğru söyleme­mek töhmeti altındadır. Fakat müslümanla kâfir arasında dînî ol­mayan bir kin yoksa kâfirin aleyhine şâhidlik yapabilir. Dînî düş­manlık ise şâhidliğe mâni' değildir. Çünkü yalan söylemeyi iktizâ etmez. Hadîsde yalnız din kardeşinin zikredilmesi müslümanların ekseriyetle birbirleri ile muamele görmesindendir.      

«Kaanî» Ehl-i Beyte hibmet eden, kendini bütün bütün onla­rın ihtiyaçlarını görmeye vakfeden demektir. Hadîsin tamamında kaani'in başkalarına şâhidlik edebileceği zikredilmektedir. Ehl-i Beyt'e şehâdet edememesi onların lehine söyleyeceği zannından do­ğan töhmettendir.                                                                  

Hadîsde zikredilen kimselerin şehâdetlerinin kabul edilmemesi, şâ-hidde adalet aranacağına delildir. Bu bâbta Teâlâ Hazretleri şöyle bu­yurmuştur:

«[454] Sizden iki adaletli kimseyi şâhid getirin...»

Ulemâ, adaleti : takva ve mürüvvete devama sevkeden dînî bir muhafazadır; diye ta'rif etmişlerdir. Bazıları: hayrı şerrinden çok olan kimse âdildir derler.[455]               

 

1430/1203- «Ebu Hüreyre radıyalîahü anh'den rivayet olunduğuna göre kendisi ResûlüUah sallalîahü aleyhi ve sellem :

— Bedevînin   şehirli   aleyhine   şehâdeti caiz  olmaz; derken rşiîrmştir.»[456]

 

Bu hadîsi Ebu Dâvud ile İbni Mâce rivayet etmişlerdir.

Bedevi : Çölde kırda yaşayan demektir. Kaide hilâfına bâdiye'nin ism-i mensubudur. Kaideye göre bâdevî denildek îcâbederdi.

Hadîs-i şerif, bedevinin şehirli aleyhine şâhidlik yapamayaca­ğına delildir; fakat bedevi kendi gibisinin aleyhine şehâdet edebilir. îmam Ahmed'le onun mezhebinden bir takım ulemâ'nm kavli budur. îmam Ahmed bu hadîsle istidlal ederek: «Bedevinin şehirli aleyhi­ne şehâdeti kabul olunmayacağından korkarım» demiştir. Bir de şe­hirli dururken bedeviyi şâhid göstermekle daVâcı töhmet altına gir­miş olur. îmam Mâlik'in kavli de bu ise de ona göre bu şehâdetin kabul edilmemesi şeriat ahkâmını bilmediğin dendir. Zîra ekseriyet­le Bedeviler şâhidliği usul-ü vecihle yapamazlar.

Ekser-i ulemâ bedevilerin şehâdetleri kabul edileceğine kaildirler. Onlar bu hadîsi adaleti bilinmeyen bedevîler'e hamletmişlerdir. Çünkü ekseriyetle bedevîler'in adaleti ma'lûm değildir. Bazıları bedevîler'in şehâdeti kabul edileceğine delil olarak ResûlüUah (S.A.V.)'in bir a'râ-bînin ramazan hilâli hakkındaki şehâdetini kabul etmesini gösterirler.[457]

 

1431/1204- «Ömerü'bnü'l - HaUâb radıyalîahü anh'dan rivayet olun­duğuna göre kendisi bir gün hutbe okumuş ve :

«— ResûlüUah sallalîahü aleyhi ve sellem devrinde bir takım İn­sanlar vahy-İle muahaze olunurlardı. Şüphesiz kî artık vahy kesilmiştir. Şimdi biz sizi yaptığınız işlerden bize aşikâr olanlarla muahaze ediyo­ruz.» demiştir.[458]

 

Bu hadîsi Buhârî rivayet etmiştir. Tamamı şöyledir :

«Her kim bize bîr hayır (yaptığını) gösterirse ona emniyet eder ve ken­dimize yaklaştırırız; onun içindeki sırdan bize bir şey yoktur. Sırrı hu­susunda onu Allah hesabe çeker. Kim de bize bir kötülük gösterirse ona emniyet ve kendisini tasdik etmeyiz. İsterse niyetinin iyi olduğunu söy­lesin.»

Bu hadîsle, kendisinden bir şüphe sezilmeyen kimsenin zâhir-i hâli­ne bakarak şehâdetinin kabul edilebileceğine istidâl olunur. Bu husus-da adalet arayanın istikamet sahibi olması kâfi görülüyor. Çünkü bir kimsenin içindekini bilmeye imkân yoktur.

Musannifin bu hadîsi burada zikretmesi cumhur-u sahabe tarafın­dan kabul edildiği içindir.

Hadîsin zahiri meçhul kimsenin şehâdeti kabul edilemeyeceği­ni gösteriyor. îhni Kesîr'in «el-îrşâd» da naklettiği şu haber de bu hükmü te'yîd eder: Hz. Ömer (R. A.)'m huzurunda bir adam şâhidlik etmiş. Ömer (R. A.) ona :

«— Seni tanır değilim. Ama benim tanımamam sana zarar vermez. Seni tanıyan birini getir» demiş. Bunun üzerine cemâatten biri onu ta­nıdığını söylemiş. Ömer (R. A.) :

— Onu adaleti ile mi, fazileti ile mi tanıdığını sormuş; ve :

— Bu  adam senin gecesini gündüzünü, girdiği  çıktığı  yerini  büdi-ğîn en yakın komşundur?» demiş. Adam  :

— Hayır; cevabını vermiş :

«— O halde sana kendileri île vera' ve takvaya istidlal edilen altın ve gümüş muamelesini yaptı?» diye sormuş. Adam yine  :

«— Hayır» cevabını vermiş:

«— Yoksa seninle iyi ahlâka İstidlal edilen yot arkadaşlığımı yap­tı?» suâline adam yine :

«— Hayır» demiş  Ömer (R. A.) :

«— Öyle ise sen onu tanımıyorsun» dedikten sonra adama : «Seni fînıyan birini getir» emrini vermiş.

îbni Kesîr bunu Bagavî'nin güzel bir isnâdla    rivayet ettiğini kaydetmiştir.[459]

 

1432/1205- «Ebû Bekre radıyallahü anh'den Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den naklen onun, yalancı sahiciliğini büyük günahların en büyüklerinden saydığı rivayet edilmiştir.»[460]

 

Bu parça müttefekun aleyh uzun bir hadîstedir. Lâfzı şudur :

«Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem:

— Dikkat edin, size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi? dedi. Bunu üç defa tekrarladı. Ashâb :

— Hay hay; dediler. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:

— Allah'a şirk koşmak ve anneye babaya isyan et­mektir; dedi ve oturdu. (Daha evvel) yaslanmıştı. Sonra  :

— Dikkat edin! bir de yalan söylemektir;   buyurdular.

Bunu o kadar tekrar etti durdu ki biz, keşke sükût etse., dedik.»

Yalancı şâhidliğin tefsiri yukarıda geçmişti. Sa'lebî diyor ki : «Zûr: bir şeyi bulunduğu sıfatın aksine olarak güzel göstermektir. Böylece o şeyi işiten veya görene başka sıfatta imiş gibi gelir. Binâe­naleyh zûr, zâtılı hakmiş gibi gösteren bir gözbağcılıktır.»

Filhakika Peygamber (S.A.V.) yalan sözü, Allah'a şirk koşmakla bir tutmuştur. İmam Nevevî diyor ki: «Bu hadîsden murâd, zihne tebâdür eden zahirî mânâsı değildir. Zîrâ şüphesiz şirk daha bü­yüktür.; katilde öyledir. Şu halde hadîsi te'vîl etmek gerekir. Te'vî-Iî şudur: yalanın en büyük günah sayılması başkasının malını bâtıl ile yemeye sebeb olmasına nazarandır. Bittabi bâtıl ile mal yemek, zina ve hırsızlıktan büyüktür.

Resûlüllah (S.A.V.)'in yalancı şâhidliğine son derece ehemmiyet vererek oturması, sözüne tenbih harfi ile başlaması ve ihbarını üç defa tekrarlaması, yalan dile daha kolay geldiği ve onunla daha çok istih­za yapıldığı içindir. Bir de düşmanlık ve hased gibi ona sebeb olan şey­ler çoktur. Bu sebeple ona ehemmiyet vermeye ihtiyaç vardır. Şirk koşmak öyle değildir. Çünkü müslümanın kalbi şirkten sakınır; sonra onun zararı yalan gibi başkasına geçmez; müşrike mahsus kalır. Mürüvvetli kalpler anneye babaya âsî olmaktan da kaçınırlar.»[461]

 

1433/1206- «İbnİ Abbas radıyallahii, anhümâ'öan rivayet edildiğine göre. Peygamber sallalîahü aleyhi ve seîlem bir adama:

— Güneşi gÖrüyormusun? demiş. Adam:

— Evet; cevabını vermiş. Resûlüllah sallalîahü aleyhi ve selîem:

— Onun misline şehâdet et yâhud bırak; buyurmuşlar­dır.»[462]

 

Bu hadîsi İbni Adiy zaîf bir isnadla tahrîc etmiştir. Hâkim onu sa-hîhlemiş, fakat hatâ etmiştir.

Çünkü hadîsin isnadında Muhammed b. Süleyman vardır. Bu zâtı Nesaî zaîf bulmuştur. BeyhaM de : «Bu hadîs i'timâda şayan bir yoldan rivayet edilmemiştir.» demiştir.

Hadîs-i şerîf şahidin yüzde yüz bilmediği bir şeye şehâdet et­mesi caiz olmadığına delildir. Zan üzerine şâhidlik etmek doğru de­ğildir. Şehâdet bir fiil üzerine yapılıyorsa onu mutlaka görmek îcâb ettiği gibi ses üzerine yapılıyorsa, sesi işitmek ve sahibini görmek lâzımdır. Yalnız bir kaç yerde zan üzerine şehâdet caizdir. Buharı bu yerleri gösteren bir bâb tahsis etmiş ve ona «Nesebler, radâ'-ı müstefîz[463] ve üzerinden zaman geçmiş eski ölüm bâb'i» adını vermiştir. Radâ'ın sübûtu hakkında dört hadîs zikretmişse de radâ'ı görme hususunda hiç bir hadîs rivayet etmemiştir. Buharı bununla nesebin sübûtuna işaret etmiştir. Çünkü radâ', sabit oldumu neseb de sübût bulur. Neseb radâ'ın ayrılmaz lâzımıdır. Nefs-i radâ' istifaza yani kulaktan kulağa yayılmakla sabit olur. Bu cihet hadîsler­den serâhaten anlaşılır. Zîrâ hadîslerde bahsedilen radâ' câhiliyyet devrine aittir. Böyle bir şey oldumu araplar arasında şayi' olurdu.

îstifâza'nın hudûdü : bazılarına göre ilim veya zan hâsıl olacak de­recede şöhret bulmaktır. Şâfiîler'le İmam Ahmed b. Hanbeî'in mez­hebi budur.

İmam Buhârî «eski ölüm» ta'bîri ile «öleli çok olmuş» mâ'nasım kasdetmiştir. Bazıları bunu elli sene ile diğer bazıları kırk yılla tahdit etmişlerdir.

Musannif «Fethü'l - Bârî» de şunları söylemiştir : «îstifâza ile şâhidliğin işe yarayacağı yerleri tahdîd hususunda uiemâ ihtilâf etmiş­lerdir. Şâfiîler'e göre neseb hususunda kat'iyetle sahîh olur. Doğum, ölüm, köle âzâdı, velâ (karabet akdi), velî olma, vakıf, azil, nikâh ve tâbi'leri, cerh ve ta'dil, vası'yyet, sefeh ve rüşd gibi şeyler hakkında ise tercih sureti ile sübût bulur. Şâfiîler'in müteehhirîn ulemâ'sından bazıları bu yerleri yirmi küsura çıkarmıştır. Bunlar «Kavâid-i Alâî» de sayılmıştır...»

Hanefîlcr'e göre dahî: neseb, ölüm, duhûl, nikâh, kaadînin vilâyeti ve vakfın aslı gibi şeylerde istifâza ile şâhidlik caizdir. Kıyasa göre bu şehâdet caiz olmamak îcâbeder. Çünkü şehâdet muayene mânâsına ge-müşâhededen alınmıştır. Burada böyle bir şey yoktur. Fakat istifâza İle şâhidlik, istihsan yolu ile caizdir. Şöyle ki: bu gibi şeyler husûsî bir cemâatin huzurunda yapılır; ve bunlara devamlı bir takım hüküm­ler teallûk eder. Binâenaleyh bu hükümler muattal kalmamak için meşhur ve müstefîz olmak gözle görmek yerine ikame edilmiştir. İs­lâmiyet'in ilk devirlerinden bu güne kadar müslümanlar arasında ce­reyan eden usûl budur.[464]

 

1434/1207- «(Yine) İbni Abbas radıyallahü anhümâ'dan rivayet edildiğine göre, Resûlüllah sdlldlîahü aleyhi ve sellem bir şâhid ve bir yenimle (da'vâya) hüküm vermiştir.»[465]

 

Bu hadîsi Müslim, Ebû Dâvud ve Nesâî tahrîc etmişlerdir. Nesâî: «isnadı iyidir» demiştir.

İbni Abdilberr dahî : «İsnadına kimsenin dokunacağı. bir yer yoktur. Demişse de Tirmizl «eZ-iîeZ» nâm eserinde BuhârVyi kasderek: «Muhammed'e bu hadîsi sordum.    Onu İbni Abbas'tan rivayet eden Amru'bnü Dînâr için: bence fou hadîsi Amir, İbnİAbbas'tan işit-memiştir; dedi» şeklinde beyânatda bulunuyor. Hâkim de şunları söylemiştir: «Amir, Hz. İbni Abbas'tan bir çok hadîsler işitmiş; ondan da arkadaşlarından müteşekkil bir cemâat işitmişlerdir. Binâenaleyh İbni Abbas'tan hadîs işittiği inkâr olunamaz.» Hadîsin şâhidleri de var­dır. Aşağıdaki hadîs bunlardandır.[466]

 

1435/1208- «Ebû Hüreyre radıyallahü anh'dan Rcsûlüllah sdlîallahü aleyhi ve selîem'm bir şâhîd ve bir de yemin ile (da'vâda) hüküm ver­diği rivayet olunmuştur.»[467]

 

Bu hadîsi Ebû Dâvud[468] tahrîc etmiştir. Ayrıca bu meselenin şâ-hidlerinden olarak, Resûlüllah (S.A.V.)'in Yemen'deki Benîl - Amber kabilesine gönderdiği serîyye ve onlara verdiği emre ve kabilenin de kendilerine islâmı kabul etmeleri teklif edildiğinde kabul ettik­lerine dâir olan iddialarının tesbit ve tevsikinde bir gâhid ve bir de yeminle hüküm verdiğine dâir uzunca bir metin tahrîc etmiştir.

Bu hadîsi İmam Şafiî dahî tahrîc etmiştir. îbni Ebî Hatim «eh îlel» adlı eserinde babasından naklen bu hadîsin sahîh olduğunu söyler. Hadîs-i şerîf yirmi iki sahâbî'den rivayet olunmuştur ve bîr şâ-hid, bir de yeminle hüküm verilebileceğine delildir. Sahabe ve"-Tâbiîn'den bir çokları ile Medine'nin yedi fakîhinin ve İmam Mâlik'in mez­hebi budur. İmam Şâifî: «Bu zevatın delilleri bu hadîslerdir» diyor.

İmam-ı A^zam Ebu Hanîfe ile mezhebinin diğer imamları bir şâhid ve yeminle da'vâ isbat edilemeyeceğine kail olmuşlardır. De­lilleri:

«[469] Sizden İki adalet sahibini şâhid getirin» âyet-i kerîmesi ve

«[470] İki erkek olmazsa bir erkekle iki kadın şâhid olsun» emr-i ilâhîsîdir. Bu emirler, şâhidlerin münhasıran mezkûr kimselerden olacağına delâlet ederler. Binâenaleyh bir şâhidle yemine cevaz vermek kitab üzerine ziyâde ve nesih olur. Sünnetden delilleri de:

«Ya senin iki şahidin yâhud da'vâlımn yemini...»   hadîs-i şerifidir. Bu hadîs sahihtir.

Ulmâ'dan bazıları bir şâhidle yeminin yalnız mal hususunda hüc­cet olacağını; başkalarının ona kıyas edilemeyeceğini söylerler ve: «çünkü rivayet edilen şey fiildir; fi'lin umumu olmadığı için mesele her şeye ta'mim edilemez» derler.[471]

 

«Da'vâlar Ve Beyyineler Babı»

 

Deâvâ: Da'vâmn cem'idir. Hanefîler'in «el-Kâfi» ve «et-Tebyln-» gibi fıkıh kitablarında da'vâ kelimesinin yalnız bu şekilde cemi'lendii bildiriliyorsa da Ibni Şihne onun deâvî şeklinde de cemi'Iendiğini hattâ bunun asıl olduğunu söylemiştir.,

Lûgat'te da'vâ: Bir kimsenin bir hakki başkasına vâcib kılması­dır. Bir şeyi mutlak surette kendine izafe etmektir; diyenler de var­dır.

Şer'an da'vâ: Kul haklarından bir hak sabit oldukdan sonra onu hâkim veya hakem huzurunda istemektir.

Hak da'vâ edene: müddeî kendisinden da'vâ edilene: müddeâ aleyh, da'vâ edilen mala da: müddeâ denilir.

Beyyİnât: Beyyinenin cem'idir.Beyyine: açık hüccet demektir. Da'vâyı isbât için kullanıldığından hüccete beyyine denilmiştir.[472]

 

1436/1209- «İbni Abbas radıydllahÜ anhümâ'âan rivayet olunduğu­na göre. Peygamber sdllaUahü aleyhi ve selîem:

— İnsanlara  (mücerred)   da'vâlan   İle   İ'ddîa ettikleri   şey) verilse bir takım insrnlar bazı adamların   kanlarını ve mallarını îddâ ederlerdi.   Lâkin müddea   aleyhe   yemîn vardır; buyurmuşlardır.»[473]

 

Hadîs müttefekun aleyh'tir. Beyhakî'nin (yine İbni Abbas'tan) sahîh bir isnâdla tahrîc ettiği rivayetinde : «Beyyîne müddeîye, ye­mîn de müddeâ aleyhedir» buyurulmuştur.

Bu bâbta İbni Hibbân'm Hz. Abduflah b. Ömer'den Tirmizî'nin, Amir b. Şuayb't&n tahrîc ettikleri hadîsler de vardır.

Hadîs-i şerif bir kimsenin mücerred da'vâ etmesi ile iddiası kabul edilivermeyeceğine, hüküm için ya müddeînin beyyini ile da'vâsını isbât etmesi yâhud müdeâ aleyhin ikrarı şart olduğuna ve müddeînin. da'vâhdan yemin isteyebileceğine delildir.Ümmetin selef ve halefinin mezhebi budur.Ulemâ demişlerdir ki: «Beyyinenin da'vâcıya âid ol­ması, zahirin hilafını iddia ettiğindendir. Hılâf-ı zahiri iddia zaîftir. Binâenaleyh kendisine kuvvetli hüccet yani beyyine teklif edilerek bu zaîflik giderilmiştir. Da'vâlımn tarafı ise kuvvetlidir.Çünkü berâet-i zimmet asıldır. Bundan dolayı ona zaaf bir hüccet olan yeminin teklifi ile iktifa edilmiştir.[474]

 

1437/1210- «Ebu Hüreyre radıyallahü anh'âan rivayet olunduğuna göre. Peygamber sallaîlahü aleyhi ve sellem bîr kavme yemîn teklif etmiş. Hemen (buna) şitâb eylemeleri üzerine hangilerinin yemin ede­ceği hakkında aralarında kura çekilmesini emir buyurmuşlardır.»[475]

 

Bu hadisi Buhârî rivayet etmiştir.

Hadîsi Ebu Dâvud ile Nesâî'nin Ebu Râfi' tariki ile Hz. Ebu Hüreyre'den tahrîc ettikleri şu rivayet tefsir etmektedir: «Bîr mah ikî adam İddia etmiş. Fakat hiç bîri beyyine getirememişler. Bunun üzeri­ne Peygamber (S.A.V.):

«Hoşların gitse de gitmese de yemin vermek için kur'a çekerler» buyurmuştur. Hattâbî'nin beyânına göre istihâmın mâ­nâsı aralarında kur'a çekmektir. Kur'â kime çıkarsa o yemin eder ve iddia ettiği malı alır. Böyle bir hadîse Hz. Alî (R. A./dan da rivayet olunur. Mezkûr rivayete göre A!î (R.A.)'a pazarda satılmak istenen bir katır getirmişler. Bir adam bu katırın kendine âid olduğunu, onu kimseye KP'madığmı, hibe de etmediğini söylemiş; ve beş tane şâhid göstermiş. Derken başka birisi gelerek katırın kendine âid olduğunu id­dia etmiş; ve iki şâhid getirmiş. Bunun üzerine Hz. AH (R. A.) :

— Bu meselede bîri uzlaştırma biri de muhakeme olmak üzere iki türlü hâl çâresi var. Ben bunları size beyân edeyim: Uzlaştırma, katır satılarak parası yed: hisseye bölünmek ve bu hisseierden beşini şuna ikisini de şuna vermekle olur. Buna râzt olmazlarsa muhakeme yolu: Da'vâcılardan birinin bu katır kendi malı olduğunu onu satmadığına hibe de etmediğine yemin ettirmektir. Eğer hanginizin yemin edece­ğinde münazaaya düşerseniz aranızda kur'a çeküecek; ve hanginize îsâbet ederse o yemin edecektir...; demiştir.[476]

 

1439/1211- «Ebu  Ümâmete'l-Harisi radıyallahü anh'den rivayet olunduğuna göre ResûlüHah sdllalahü aleyhi ve sellem :

— Bir kimse, yemini ile bir müslümanın hakkını yer­se Allah o kimseye muhakkak Cehennemi vâcib; Cenneti de haram kılar; buyurmuşlar;  bunun üzerine bir adam:       

— Az bir şey olsa da öyle mi    Resûlâllah? demiş.Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:                                 

— İsterse erâk   (Deve dikeni)   ağacından bir dal olsun; buyurmuşlardır.»[477]

 

Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir.

Hadis-i §erîf bir kimsenin hakkını yemek için yemin etmenin son derece ağır vâîd ve tehdidi mucip bir suç olduğuna delildir. Çünkü bu yemin müslümanın malını elinden alma hükmündedir. Ha-dîsde müslümanın zikredilmesi ekser-i ahvâle göredir. Yoksa gayr-i müslimin hakkı da ayni hükümde dâhildir.   Hattâ bazılarına göre buradaki hükmün yalnız müslümanm hakkına mahsus olması, kâ­fir hakkının ayrıca azabı olması ihtimaline mebnîdir. Cehennemi hak etmesi ve Cennetin kendisine haram kılınması hakkı sahibine iade ederek tevbekâr olmadığına göredir.

Hadîsde yemin mutlak zikredilmiş olsa da maksad yalan yere edilen yemindir. Nitekim aşağıdaki hadîsde tasrîh edilmiştir.[478]

 

1440/1212- «[479] Eş'as b. Kays radıyallahü anh'den rivayet olundu­ğuna göre, Resûlüllah saîlaîîahü aleyhi ve seîlem:

— Bir kimse yemininde fâcir olduğu halde bir şeye yemin eder; ve o yeminle bir müslümanın malını elinden alırsa huzur-u ilâhîye, Allah kendisine gazablı olarak çı­kar; buyurmuşlardır.»[480]

 

Hadîs müttefekun aleyh'dir.

Yeminle fâcir olmaktan murâd: kasden yalan yere yemin etmek­tir. Böylesine Allah Teâîâ gadab edince Cennetinden mahrum ve aza­bını kendisine vâcib kılar.[481]

 

1441/1213- «Ebû Mûse'l - Eş'arî radıyallahü anh'den rivayet olun­duğuna göre: İki adam Resûlüllah sallallahih aleyhi ve sellem'tn hutu­runda bir hayvan için da'vâda bulunmuşlar. Hiç birinin beyyînesi yok­muş. Resûlüllah salîaîlahil aleyhi ve seîîem hayvanı aralarında yarı­ya (paylaşmalarına) hükmetmiştir.»[482]

 

Bu hadîsi Ahmed, Ebu Dâvud ve Nesâî rivayet etmişlerdir. Lâfız Nesâî'nindir. Nesâî : «Bu hadîsin isna­dı iyidir» demiştir.

Hattabî diyor ki : «Galiba bu deve veya at da'vâcılarm ikisinin de elinde imiş de zilyedlikte müsâvî oldukları için Peygamber (S.A.V.) onu aralarında yarı yapmış. Böyle olmasa birinin elinde bulunan bir şeye ikisi birden hak kazanamazlardı. Filhakika Ebû Davud'un, bu hadîsin akibinde rivayet ettiği bir hadîsde: Resûlüllah (S.A.V.) devrin­de İki adam bir deveyi da'vâ ettifer; ve her biri ikişer şâhid gönderdi. Bunun üzerine Peygamber (S.A.V.) deveyi aralarında ikiye taksim etti» denilmektedir. Bu hadîs dahî birinci hadîsin isnadı ile rivayet edilmiş­tir. Yalnız yukarıki hadîsde iki tarafın beyyineleri yoktu. Bunda iki tarafın da şâhidleri vardır. O halde da'vânın bir olması muhtemeldir. Şu kadar var ki, iki şehâdet tearuz edince ikisi de sükût ettiğinden hiç beyyine yokmuş gibi olmuş; ve zil yedlikde müsâvî bulundukların­dan Resûlüllah (S.A.V.) bir şeyi ikisinin arasında- yarıya hükmetmiştir. Devenin başkasının elinde olması ihtimali de vardır. İki taraftan her biri da'vâsma iki şâhid getirince o şeyi müddeâ aleyhin elinden ala­rak davâcılara vermiştir.

Bir kimsenin elinde bulunan bir malı iki kişi da'vâ eder de iki­si de beyyine getirirse ne hüküm verileceği ihtilaflıdır. İmam Ah­med b. Hanbel ile îshâk b. Rahuye'ye göre aralarında kur'a çekilir. Kur'a kime çıkarsa mal onun olur. İmam Şafiî'nin de eskiden kavli bu idi; sonraları bu meselede kendisinden iki kavil rivayet edilmiş­tir. Bunlardan birine göre mal iki da'vâcı arasında yarıya bölünür. Hanefîler'le Süfyan-ı Sevrî'nin mezhebi de budur. Şâ/iî'nin ikinci kavline göre da'vâcılar arasında kur'a çekilir; ve hangisine isabet ederse şâhidlerinin doğru söylediğine yemin ettirilir. Yemin ederse mal onun olduğuna hükmedilir. İmam Mâlik : «Eğer mal başkasının elinde ise ben da'vâcıların hiç biri lehine hükmedemem» demiştir.ten bir rivayete göre da'vâcıîardan hangisinin şâhidleri daha âdil ve salâh-u takvâ'da daha meşhur iseler mal ona verilir. Evzâî (88—157) 'ye göre hangisinin şâhidleri aded i'tibârı ile daha fazla ise onun lehine hükmolunur. Şa'bî (26—104)'nin: «Mal, şâhidlerin âdedine göre taksim olunur» dediği rivayet edilir.

Bazıları burada kur'aya mahal görmeyerek malın da da'vâcılar arasında müsavat üzere taksimine kail olmuşlardır.[483]

 

1442/1214- «Câbir radıyaîlahü anh'öen rivayet olunduğuna göre Resûlüllah saîlaUahü aleyhi ve sellem :

— Kim benim şu minberimin üzerinde yalan yere ye­min ederse Cehennemdeki yerini boylar; buyurmuşlardır.»[484]

 

Bu hadîsi Ahmed, Ebû Dâvud ve Nesâî rivayet etmişlerdir. îbni Hîbbân onu sahîhlemiştir.

Nesâî bu hadîsi mu'temed râvîlerle Hz. Ebu Ümâme'den merfu' olarak şu lâfızlarla tahrîc etmiştir:

«Her kim benim şu minberimin yanında yalan yere ye­min eder; onunla bir müslümanın malını elinden almak isterse Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâ'neti o Kimsenin üzerine olsun. Allah ondan farz ve nafile hiç bir ibâdet kabul etmez.»

Hadîs-i şerîf, Peygamber (S.A.V.)'in minberi üzerinde yalan yere edilen yeminin büyüklüğüne delildir.

Ulemâ hâkim için yemini zaman ve mekânla şiddetlendirmenin ca­iz olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. Hadîsde bu bâbta hiç bir kayıd yoktur. Arzettiğimiz vecihle o yalnız Peygamber (S.A.V.)'in minberi üzerinde yapılan yeminin büyüklüğünü bildiriyor. Bundan dolayı Ha-nefîler'le Hanbelîler ve diğer bir takım ulemâ yeminin zaman ve me­kânla şiddetlendirilmesinin caiz olmadığına kaildirler. Hattâ hâkim böyle bir şey istese bile yemin edenin icabeti gerekmez. Delilleri : «yemin de da'vâlıya âiddir» ve emsali hadîslerdir.

Cumhur'a göre ise yemini zaman ve mekânla taglîz ve teşdîd et­mek vaciptir. Bu iş Nledîne'de ResûlüMah (S.A.V.)'in minberi üzerinde, Mekke'de Kâ'be-i Muazzama'nm iki rüknü ile Makam-i İbrahim ara­sında, şâir y orde ise büyük camilerde yapılır. Bu zevatın zaman hu­susunda da ikindi namazından sonrası ve cuma günü ile gecesi gibi fa­ziletli vakitler nazar-ı i'tibâra aldıkları görülüyor. Delilleri buradaki Câfcir hadîsi ile Ebu Ürname hadîsi ve sahâbe-i Kirâm'dan Hz. Ömer, Osman, İbni Abbas (R.Anhüm) ile diğer zevatın fiilleridir.

Bir takımları: «zaman ve mekânla yeminin taglîzi vacip de­ğilse de müstehaptır derler. Bazılarına göre bu iş hâkimin re'yine bırakılmıştır; lüzum gördüğü takdirde müddeâ aleyhe bu suretle yemin verdirebilir.[485]                                        

 

1443/1215- «Ebu Hüreyre radvyallahü anh'den rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah salîalîahü aleyhi ve sellem:

— Üç kişi vardır ki kıyamet gününde Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve kendilerini tezki­ye etmeyecektir. Bunlar için elîrn bir azâb vardır!

1— Kırda fazla suyu bulunup da onu   yolcuya ver­meyen adam;

2— ikindiden sonra birine mal satarak:   billahi bu malı şu ve şu fiyaka aldım; diye yemin veren ve müşte­risi kendisini tasdik eden halbuki hakikatte o malı baş­ka fiyatla almış bulunan adam.

3— Bir hükümdara ancak dünya malı için bağlanan ve kendisine dünyalık verirse sözünde duran;   vermezse durmayan adam; buyurdular.»[486]

 

Hadîs müttefekun aleyh'tîr.

Böylelerine kıyamet gününde Allah'ın bakmaması onlara gadâb ederek rahmetinden mahrum bırakmasından kinayedir. «Kendileri­ni tezkiye etmeyecektir» cümlesinden murâd: onları atfetmeme­si, kendilerini günah kirlerinden temizlenmemesidir.

Hadîs-i şerîfde beyân buyurulan yeminli satışı yapan, iki büyük suç işlemiştir. Bunlardan biri Allah'a yemin etmesi; diğeri malının fiyatı hususunda yalan söylemesidir. Satış için ikindiden sonraki zamanın, tahsis buyurulması o vaktin şerefinden dolayıdır.

BuhârVnin rivayetinde hadîs şöyledir:

«Bir de ikindiden sonra yalan yere yemin ederek onunla bir müslümanın malını elde etmek isteyen adamdır.» Bu

suretle tehdîd edilen nev'iler dörde çıkmış olur. Müslim'de Ebu Hü-reyre hadîsinin benzeri vardır; yalnız o hadîsde :

«Zina eden ihtiyar, yalancı hükümdar ve büyüklenen fa­kir.» buyurulmuştur. İmam Müslim, Hz. Ebu Zerr (R. A./dan mer3 fu' olarak şu hadîsi tahrîc etmiştir:

«Üç kişi vardır ki kıyamet gününde Allah onlarla konuş­maz: (Bunlar) başa kakmadan bir şey vermeyen mennânT malını yalan yere yeminle harcayan ve elbisesini sürü­yen kimselerdir.» Bu suretle kıyamet gününde Allah'ın kendileri ile konuşmayacağı sınıfların sayısı dokuza varır. Hattâ yalan yere ye­min ederek mal satanla, ikindiden sonra yalan yere yemin ederek müş­teri kandıranı bir saymazsak bu sayı on olur.[487]

 

1444/1216- «Câbîr radıyalîahü anh'dan rivayet edildiğine göre: îkî adam bir dişt deve için da'vâya çıkmışlar; ve her biri : Bu deve be­rt (im milkîm) de doğdu; diyerek beyyine getirmişler. Bunun üzerine Resûlüllah saîlaîîahü aleyhi ve sellem devenin  zilyede[488] âid olduğuna hükmetmiştir.»[489]

 

Hadîsi kimin rivayet ettiği aşağıda gelecektir.Bu hadîsi Bey ha kî dahî tahrîc etmiş; ve zaîf bulmamıştır. Beyhakî onun bir benzerini İmam Şafiî'den de rivayet etmiş; onu da zaîf bulmamıştır.

Hadîs-i şerîf, zilyedliğin; ona muvafık surette yapılan sahiciliği tercih ettirdiğine delildir. İmam Şafiî, Mâlik ve diğer bazı ulemâ'mn mezhebi budur. İmam Ahmed b. Hanbel ile bazılarına göre hâricin yani zilyed olmayanın beyyinesi tercih edilir. Hi. Aİİ (R. Â.J'ın : «bîr kimsenin elinde bîr şey bulunursa onun beyyînesî kendisine hiç bir İş görmez» dediği rivayet olunur.

Hanefîler bu bâbta tafsilât vermişlerdir. Bu tafsilât için fıkıh ki­taplarına müracaat edilmelidir.[490]

 

1445/1217- «İbni Ömer radıyaîîahü anhümâ'dan rivayet olunduğu­na göre: Peygamber salldllahü aleyhi ve sellem Hak arayanın yemİnİ-nİ reddetmiştir.»[491]

 

(Yukarıki üe) bu iki hadîsi Dâre Kutnî rivayet etmiştir. Her ikisi­nin isnadında zâiflik vardır.

Çünkü ikisini de Muhammed b. Mesrûk, Ishâk b, Furat'dan ri­vayet etmiştir. Halbuki Muhammed ma'mf bir râvî değildir. İshâk hakkında ise ihtilâf vardır. Zehebî «el-Kâşif» adlı eserinde onun hakkında: «Şüphesiz ki Mısır kadısı îshâk b. Furât, sika ve ma'ruftur» demiştir.

Hadls-i şerîf da'vâcınm yemin talebi reddedileceğine delildir. Hanefîler'e göre da'vâcı beyyine getiremediği takdirde kendisine yemin verdirilmez.Yemin ancak da'vâlıya verdirilir. Şâyed yemin ederse hak­lı olduğuna hükmolunur. Yemin etmediği takdirde ise nükûl[492] 'üe aleyhine hüküm verilir. Şâîİîler'le diğer bazı ulemâ'ya göre da'vâlı ye­minden nükûl ederse bir şey lâzım gelmez, ancak müddeîye yemin verdirilirse o zaman hükmolunur.[493]

 

1446/1218- «Âişe radıyallahih anhâ'dan rivayet olunmuştur. Demiş­tir ki: Bir gün Peygamber sallollahü aleyhi ve seUem sevinçle yüzü­nün hutûtu şimşek gibi parlar bîr halde yanıma girdi ve :

— Görmedin mi? Şimdi Mücezziz-i Müdlicî, Zeyd b. Harise ile Üsâme b. Zeyd'e baktı da: bu ayaklar birbirin­den  (meydana gelmiş) dir; dedi; buyurdular.»[494]

 

Buhârî'nin bir rivayetinde hadîsin metni şöyledir :

«Görmedinmi? Mücezziz-i Müdlicî girdi ve Üsâme ile Zeyd'i üzerlerindeki bir kadife ile başlarını örtmüş; ayak lan da uzatılmış bir halde görünce: Bu ayaklar birbirin­den (meydana gelmiş) d İr; dedi.»

Hz. Üsâme (R. A.) çok siyah, babası Zeyd (R. A.) ise beyaz tenli olduğu için küffâr, Üsâme (R.A.)'ın nesebine dil uzatırlardı. Hz. Usâme'nin annesi Ummü Eymen, Habeş'li siyah bir kadındı. Sahîh ri­vayetlerde bu kadının Habeş'li olduğu, Peygamber (S.A.V.)'in Pederle­ri Abdullah'ın hizmetçisi idiği bildiriliyor. Bazıları onun «fil vak'ası» nda alınan Habeş esirlerinden olduğunu ve Abdülmutfalib'in eline geçti­ğini, onun da Hz. Abdullah'a hibe ettiğini söylerler. Um mü Eymen'in ismi Bereke'dir. Evvelce Übeyd-İ Habeşî ile evlenmiş; ve ondan Ey-men'i dünyaya getirmişti. Sonra Ümmü.Eymen künyesi ile anılmaya başlandı; ve şöhret buldu.

Hadîs-i şerif, nesebin sübutu hususunda, kıyafetin nazar-ı i'tibâra alınacağına delildir. Araplar, eserleri tetebbu eden ve bir kimsenin ba­basına veya kardeşine olan benzerliğini bilenlere «kaaif» derler. İmam Mâlik, Şafiî ve cumhur-u ulemâ bu hadîsle istidlal ederek nesebi isbât hususunda kıyafetin nazar-ı i'tibâra alınacağına kail olmuş­lardır. Hadîsin buna delâleti takrîr sureti iledir. Çünkü takrir, sün­netin bir nev'idir. Bunlar İmam Mâlik'in, Süleyman b. Fesdr'dan ri­vayet ettiği şu eserle de istidlal ederler.

Hz. Ömer (R. A.), câhiliyyet devrinde doğan çocukları, îslâmiyette kim: «bendendir» diye iddia ederse ona verirmiş. Bir gün iki adanı gelerek bir kadının çocuğu için her biri «bendendir» diye iddâ etmişler. Hz. Ömer bir kıyafet mütehassısı çağırmış. Kaaif çocuğa bakarak her ikisinin ortak oğlu olduğunu söyleyince Hz. Ömer onu kamçı ile döğ-müş. Sonra kadını çağırarak: Bana kıssanı anlat; demiş. Kadın o er­keklerden birini göstererek::

— Bu adam bizim develerimizle bana gelir; bir daha gebe kaldı­ğım zannı hâsıl oluncaya kadar benden ayrılmazdı. Sonra savuşup giter; arkasından ben hayzımı görürdüm. Bu sefer de bu gelirdi. Binâe­naleyh çocuğun hangisinden olduğunu ben bilmiyorum» demiş. Bunun üzerine kamçıyı yiyen kaaif tekbîr getirmiş. Ömer (R.A.) da çocuğa bu adamlardan hangisini isterse ona intisâb etmesini söylemiş. Orada bulunan ashâb-ı kirâm'dan hiç biri bunu inkâr etmemiş.

Kıyafetle istidlal edenler bunu icmâ' yerine tutarlar; ve bunun İbni Abbas, Enes b. Mâlik (R. anhümâ)'6an rivayet edildiğini sahâbe'-den kendilerine muhalefet edenler bulunmadığını söylerler. Bunlar Hân hadîsinde Peygamber (S.A.V.)'in : «Kadın çocuğu ŞU ve ŞU Slfatta doğurursa çocuk falandandır. Şu ve şu sıfatta do­ğarsa filândandır.» hadîsi ile ve çocuğun kötü sıfatla doğduğunu haber alınca : «Şu yeminler olmasaydı ben bu kadına yapa­cağımı bilirdim.» buyurması ile de istidlal ederler.

Hanefîler'le diğer bazı uîemâ'ya göre kıyafetle neseb isbât edile­mez. Hakkında münazaa edilen çocuk iki ortağa veya müşteriye yâhud karı-kocaya verilir. Mücezziz hadîsi kıyafeti takrir kabilinden değildir. Çünkü Hz. Üsâme'nin nesebi sabitti- yalnız rengi babasının rengine ben­zemediğinden küffâr, nesebine ta'n ederlerdi. Kıyafet câhiliyyet devri hükümlerindendir. İslâmiyyet onları ibtâl ve eserlerini imha etmek için gelmiştir. Resûlüllah (S.A.V.)'in Mücezzîz'e karşı sükût ederek sevin­mesi onun bu yaptığını hoş gördüğü için değil, hasmın onun sözlerine i'timâd ederek mülzem ve mağlûp olmasındandır. Peygamber (S.A.V.):

«Çocuk firâşa âiddir» buyurmuştur. Bu hadîsi yukarıda görmüş­lük.

Kıyafetle istidlal edenlere   göre nesebi isbât için bir kaaif kâfidir. «îki kaaif şarttır» diyenler de vardır.

Bu hususta erkek de kadınla müşterektir. Biânenaleyh, o da mecbub ve mnîn yani tenasül uzvu kesilmiş veya harekete gelmiyor­sa karısının isteği üzerine mahkeme tarafından araları ayrılabilir.

Hulâsa karı kocayı birbirinden nefret ettiren ve cimâ'a manî' olan her kusur bazı mezheb farkları mülâhaza edilmek şartı ile ka­rı kocanın arasını ayırmaya sebep teşkil eder. Tafsilât fıkıh kitaplarındadır,

Dâvud-u Zahirî ile îbni Hazm'e göre nikâh hiç bir illet sebebi ile feshedilemez.[495]

       

1041/862- «Saîd b. eî-Müseyyeb'den rivayet olunduğuna göre Ömer fa. el-Hattab radıyallahü anh :

— Hangi erkek bir kadınla evlenlır de onunla cima' eder ve kendisi­ni barslı veya deli, yahûd cüzzamh bulursa kadına cima' ettiğinden do­layı mehİr vardır. Ama o mehir kadından dolayı erkeği aldatanın boy­nuna borç olmak üzere (netice i'tibâırîyle yfne) erkeğindir; dedi.»[496]

 

Bu hadîsi Saîd b. Mansur, Mâlik ve İbnl Ebî Şeybe tahrîc etmişler­dir. Râvîleri sikadırlar.

Yine Satd, Ali'den, bunun benzerini rivayet etmiş; ve: «yâhud ka­dında cimâ'a mâni' bir kemik varsa kocası muhayyerdir. Eğer kadına temas etmf$se helâl muamelesi yaptığı ferclne mukabil kadına mehir vardır.» ifâdesini ziyâde eylemiştir.

Yine Saîd b. eî-Müseyyeb tarîkinden kendisinin göyle dediği ri­vayet edilmiştir:«Cimâ'a iktidarı olmayan hakkında Ömer bir sena te'cîl edilmesini hükmetti.»

Hadîsin râvîleri sikadırlar.

«Mü'min bir köle âzâd etmek İcâheder» âyet-i kerîmeleridir. Sünnetten delili bu bahiste görülecek hadîslerdir. Peygamber (S.A.V.) ile ashâb-i kirâm'ı köle âzâd etmişlerdir.

HanefMer'den Kemal b. Hüman «Fethü'l - Kadir» adlı eserinde; köle azadının güzel taraflarını şöyle anlatıyor: köle azadında olan güzellikler aşikârdır. Zîrâ kölelik küfrün eseridir. Köle âzâdı ise küfrün eserini gidermektir. O, hükmen ölümün, hükmî eserini, hük­men ihya etmektir. Kâfir ma'nen ölüdür; çünkü hayatından istifa­de etmemiş; onun ulvî lezzetini tatmamıştır. Binâenaleyh adetâ ruhsuz gibidir. Teâlâ Hazretleri :

«[497] yoksa ölü iken dirilttiğimiz...» buyurmuştur ki, kâfir iken hidâyet verdiğimiz demektir. Sonra bu küfrün eseri kölelik olup o da akıl sa­hiplerinin ehil bulundukları, kızları nikahlamak, malda tasarruf ve şâ-hidlik gibi başkalarına velî olmakla- kendi nefsine velî olma ehliyetinin elinden alınmasıdır. Öyle ki ne nikâhı sahih olur; ne de alış-verişi. Yi­ne bu sebebten cuma namazı, hacc, cihâd ve cenaze namazı gibi bir çok ibâdetlerden mahrum olmuştur. Bütün bunlardaki zarar aşikârdır, îşte köle bu suretle bir çok sıfatlar hususunda ölüler hükmüne girmiş­tir. Âzâd etmek onu ma'nen diriltmek olur. Allâhu A'lem bundan dolayı sırf Allah rızâsı için yapılan köle azadının Al!ah indinde mükâfatı, he­lakin en büyüğü olan cehennem azabından kurtarması olmuştur. Yani kulun ma'nen bir kimseyi ihya etmesi Allah'ın en büyük ihyâsîle kar-şılaştırılmıştır. Nitekim bu hususta Peygamber (S.A.V.)'den de hadîsler vârid olmuştur...»

Köle ve câriye âzâdı bazan ibâdet, bazan mübâh bazan da haram olur. Keffâret veya sırf Al!ah rızâsı için yapılırsa ibdâdetdir. Hiç bir niy-yetsiz veya bir kimse için olursa mübâh, put veya şeytan için köle âzâdı haramdır. Köle azadının fazileti hakkında hadîsler çok oup ba­zıları şunlardır.[498]                                                               

 

1447/1219- «Ebu Hüreyre radıyallahü anVden rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve seîlem:

— Her hangi müslüman bir kimse müslüman bir kimseyi âzâd ederse Allah o kimsenin her uzvu mukabi­linde kendisinin bir uzvunu Cehennemden kurtarır; buyur­dular.»[499]

 

Hadîs müttefekun aleyh'dir. Tirmîzî'nin Ebu Ümâme'den tahrîc ederek sahîhlediği rivayette : «Hangi bir müslüman kimse de iki müslüman kadın âzâd ederse bu kadınlar onun cehen­nemden kurtuluşu (na sebep) olurlar» denilmiş; Ebu Davud'un Kâ'b b. Mürre'den tahrîc ettiği hadîsde : «Her hangi bir mÜSİÜ-man kadın dahî müslüman bir kadını âzâd ederse o kadın kendisinin cehennemden halâsı olur» buyurulmuştur.

Hadîs-i şerîfdeki «Cehennemden kurtarır» ta'biri kurtarma­nın cehennemi hak ettikten sonra olacağını göstermektedir. Müslüman­lığın şart koşulması bu ecirden dolayıdır; yoksa kâfiri âzâd etmek de sahihtir. Hattâ Hanefîler'e göre zimmî bir köleyi âzâd etmekte bile ecir vardır. Elverir ki, âzâd edildikten sonra dâr-ı harbe[500] gitmek irtidâd etmek veya hırsızlık, yankesicilik yapmak gibi bir hâlinden korkulmasın. Kâfirin köle âzâdı dahî sahihtir. Ulemâ'mn «kâfirin ibâ­deti yoktur» sözlerinden murâd onun hibe ıtik ve sadaka gibi Allah'a kurbete vesile teşkil eden fiillerinin nafiz olmaması değil, sevap kazan-mamasıdır. Yoksa bu gûna-h fiilleri bir kâfir yaparsa o fiiler sahîh ve nafizdir; yalnız onun Cehennemden kurtulmasına vesile olamazlar.

Köle veya cariyenin müslüman olmakla kayidlanması, âzâd fazile­tinin kemâline yalnız müslüman köle ve cariyeleri âzâd etmekle nail olunacağına delildir .Kâfir köleyi âzâd etmekde bu derece sevap yok­tur.

Hadîs-i şerif, her âzası tam olan köleyi âzâd etmenin, noksan âzâh olandan daha efdâl olduğuna da delâlet ediyor? Binâenaleyh ileride de görüleceği vecihle kölenin pahalısını âzâd etmek daha faziletlidir.

Tirmizî'nin rivayeti, kölenin cariyeden daha faziletli olduğunu gösteriyor. Çünkü bu rivayete göre iki câriye bir köle yerini tutmuş oluyor, yani; kadın erkeğin yarısı demektir. Şu halde bir adamın bir câriye âzâd etmesi, onun yarısının Cehennemden kurtulmasına, kadının câriye âzâd etmesi ise bütününün halâs bulmasına sebep olur. Nitekim Ebu Davud'un rivayeti bu ciheti tasrih etmektedir. Zîrâ erkekde olan umumî mânâ ve menfaatler kadında yoktur. Me­selâ, kaadi olmak, cihad etmek ve şâire gibi şeyler ya şer'an yahut âdeten erkeklere mahsustur. Köle âzâd edilirse ona rağbet ve i'tibâr çoğalır; fakat cariyeye i'tibâr edilmez.

Bir takımları câriye âzâd etmenin efdâl olduğuna kaildirler. Çünkü âzâd edilen cariyenin evlendikten sonra doğuracağı çocuk mutlak surette hür olur. Kocasının hür veya köle olmasının bu hu-susuta bir te'siri yoktur.

Faİde: Ulemâ'dan bazıları, Peygamber (S.A.V.)'in müddeti örn-ründe 63 köle âzâd ettiğini, Hz. Âişe (R. Anhâ)'nm 67; Ebu Bekir (R.A.)'m bir çok, Abbas (R.A.)'m 70, Osman (R. A./in muhasarada iken 20, Hâkim b. Hizamın 100, AbduMah b. Ömer (R. A J'm 1000, Zül-külâ-ı Hımyerî'nin[501] bir günde 8000. Abdurrahman b. Avf (R. A )'m 30.000 kişiyi hürriyete kavuşturduklarını rivayet etmişlerdir.[502]

 

1450[503]/1220 - «Ebû Zerr radıyattdhü anh'den  rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Peygamber sallallahü aleyhi ve scüem'e :

— Hangi amel daha faziletlidir? diye sordum :

— Allah'a îmân ve onun yolunda cihâddrr; dedi:

— Ya köle ve cariyelerin hangisi? (efdâldîr) dedîm  :

— Kıymet i'tibârı ile en pahallısı ve sahibi nazarında en nefîs olanlardır; buyurdular.»[504]

 

Hadîs müttefekun aleyh'tir.

Bu hadîs îmândan sorîra amellerin en faziletlisi cihâd olduğuna delâlet ediyor.Namaz bahsinde, vaktinin evvelinde kılınan namazın alelıtlak amellerin en faziletlisi olduğunu ifâde eden hadîsleri ve bu ha­dîslerin araları nasıl bulunduğunu görmüştük.

Hadîs-i şerif kıymeti pahalı olan köle ve cariyenin, ucuz olandan ef-dâl olduğunu da gösteriyor. Nevevî diyor ki: «Bu AMah-u a'Iem bir tek köle âzâd etmek isteyen hakkındadır ama, bir kimsenin meselâ bin dirhemi olsa da bunlarla âzâd etmek için köle ve cariyeler satın al­mak istese ve bir tane-kıymetli ikiide kıymetsiz rakabe[505] bulsa iki kıymetsizi alması efdâl olur. Iturban bunun hilâfınadır. Şüphe­siz ki bir semiz hayvanı almak iki tane zaîften daha faziletlidir. Çünkü itikada matlup olan şey baş çözmek kurbanda ise etin iyiliği­dir.»

Bazıları Nevevî'nin sözünün umumî kaide olarak ele alınmama­sını daha muvafık görmüş ve : «Bu iş şahsa göre değişir, Zîrâ kö­le vardır, ilim ve amelin en yüksek mertebesine çıkmıştır. Kendisinden bütün müslümanlar istifade ederler. Böylesini âzâd etmek bu ayarda olmayan bir cemâati âzâd etmekten daha faziletlidir. Binâe­naleyh kaide, faydasının çokluğuna ve sahibi nazarındaki kıymetin© bakmak olmalıdır. Teâlâ Hazretleri'nin :

«[506] Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe asla Cennete nâî! olamazsı­nız.» âyet-i kerîmesine muvafık olan budur» demişlerdir.[507]

 

1451/1221- «İbni Ömer raâ/ıyalldhü anhümâ'dan rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve selem:

— Bir kimse bir köledeki hissesini âzâd eder ve o kö­lenin kıymeti kadar bir mata sâhib bulunursa kendisi için köleye tam bir kıymet biçilir de ortaklarına hissele­ri verilir ve köle onun nâmına âzâd olur. Aksi takdirde köleden âzâd olan mikdar âzâd olmuştur; buyurduîar.»[508]

 

Hadîs müttefekun aleyh'dir. Şeyheyn'in Ebu Hürcyre'den tahrîc ettikleri rivayette: «Aksi takdirde kendisi için (köfeye) kıy­met biçilir; ve köle (borcunu ödemek için) zorlamamak şartı İle çalıştırılır» denilmiştir. Bu hadîsteki çalıştırma müdrectir di­yenler olmuştur.

Hadîs-i şerif müşterek bir köleyi ortaklardan biri hissesi nisbetinde âzâd ettiği zaman kölenin tamamen onun namına âzâd olacağına ve âzâd .eden şerik zengin ise, köleye kıymet tekdir edilerek, her ortağın hisse­sini ödemesi lâzım geldiğine delildir. Âzâd eden şerik zengin değilse yal-nrerkendi hissesi âzâd olacaktır. Zâhir'e göre köle azadının parçalanmayı fcafcul-edeceği anlaşılıyor. Ulemâ âzâd edenin hissesinin nefs-i i'takla 3ğfiH--ekhağunda müttefiktirler. Ancak : «Aksi takdirde köleden  mikdar âzâd olmuştur» ifâdesi üzerinde münakaşa  Vaddâh: «Bu söz Peygamber (S.A.V.)'in hadîsinden  hadîsi Nâfi'den Eyyûb rivayet etmiş ve demiştir ki:

Nâfi aksi takdirde köleden âzâd olan mikdar âzâd olur; dedi. Bu suretle Eyyûb bu cümleyi hadîsden ayırmış; ve Nâfi'in sözü olduğu­nu beyân etmiştir. Bir defa Eyyûb: bu kısım hadîsdennıidir, yoksa Nâfi'in söylediği bir şeymidir bilmiyorum; demiştir.» şeklinde mü­tâlâa beyân etmiştir. Bir takım ulemâ bu cümleyi İmam Mâlik ile Ubeydullâh'm Psygamber (S.A.V.)'in hadîsi olmak üzere mevsulen ri­vayet ettiklerini söylerler. Kaadî İyaz bu kavli tercih etmiş ve evlâ olduğunu söylemiştir. Filhak4ka bir çok hadîs imamları mezkûr zi­yâdeyi Peygamber (S.A.V.)'in hadîsi olmak üzere kabul etmişlerdir. İmam Şafii: «zannetmem ki ha&îsde âlim olan. bir kimse Mâlik'in Nâfi' hadîsini Eyyûb't&n daha iyi bellemiş olduğundan şüphe etsin. Çünkü Mâlik'in Nâfi'le münasebeti daha çoktur...» demektedir.

i İmam Mâlik, bir kavline göre İmam Şafiî ve Zahirîler bu hadîs­le amel ederek: «şerikin hissesi ancak kıymeti kendisine ödenmek su­reti ile âzâd olur» derler.

Hanefîler'den İmam-% A'zam'la, diğer bazı ulemâ'ya göre iki ortak-dan biri hissesini âzâd ederse köle hür olur. Şâyed âzâd eden ortak, şerikinin hissesini ödeyecek kadar zengin ise yani yiyeceğinden, gi­yeceğinden ve kendisile birlikte çoluk çocuğunun günlük nafakasını teminden sonra şerikinin, hissesini ödiyecek malı kalıyorsa şeriki muhayyerdir. İsterse âzâd eder; dilerse köleyi müdebber veya mü-fcâteb yapar; dilerse hissesini, âzâd eden şerikine Ödetir; hattâ isterse köleyi borcuna ödemek için çulıştırır. Âzâd eden fakir olduğu takdirde hüküm yine bûvise de, ödetme yoktur. İmam Ebu Yiv-suf'la İmam Mıchammed'e göre ise zengin olana yalnız ödeme, fa­kire yalnız köleyi çalıştırma hakkı vardır. Delilleri Şeyheyn'in ri­vayet ettikleri Ebu Hüreyre hadîsidir.

Bu mesele i'takın bölünüp bölünmemesine ibtinâ eder. îmam-t A'zam'a göre bölünür. İmameyn'e göre bölünmez; bir cüz'ünü âzâd et­mekle kölenin bütünü hür olur.

Ebu Hüreyre hadîsinde müdrec olduğu söylenen siâye meselesine gelince :

Siâye borcunu Ödemek için köleyi çalıştırmaktır. Bu cümle hakkın­da İbnü'l-Arabî şunları söylemiştir : «köleyi çalıştırma Peygamber (S.A.V.)'in hadîsinden olmayıp Katâde'nin sözü olduğuna bütün imamlar ittifak etmişlerdir. Nesâî: bana, bu sözü yani siâyeyi Hem-mân'm rivayet ettiği ve onu Katâde'nin sözü olarak telâkki eylediği, söylendi; demiştir. İsmail'i dahî onun Katâde'nin sözünden müdrec olduğun i/emmâm'dan rivâyeten söylemiştir. Ibnü'l-Münzir'le Hat-iâbî onun Katâde'nin fetvalarından olduğuna cezmen kaildirler.»

Fakat bütün bu iddialar Şeyheyn'in «merfu'dur» diye ittifak etmeleri ile suya düşmüşlerdir. Çünkü Şeyheyn denilen Buharı ile Müslid, hadîs derecelerinin zirvesinde bulunmaktadırlar. Böylece siâ-ye rivayetinin merfu' olduğu tezahür ediyorsa da rivayet yine mua-razadan salim kalmıyor; çünkü İbni Ömer hadîsindeki «aksi tak­dirde köleden âzâd olan mikdar âzâd olmuştur» cümlesine

1— Âzâd olan mikdar âzâd olmuştur» demek, hisse sahi­binin i'tâkîk yalnız onun hissesi âzâd olmuştur; diğer şerikin hissesi ise köle çalışarak borcunu ödedikten sonra âzâd olacaktır; demektir. Şu hal­de bu köle mükâteb gibi olur. İmam Buhârî'nin cezmen kabul etti­ği suret budur.

Hadîs-i şerîfde. «zorlamamak şartı ile çalıştırılır» denildi­ğine göre; çalıştırma, kölenin ihtiyar ve rızası ile olacak, demektir. Çünkü kendisini çalışmaya mecbur etmek ona son "derece meşakkatli gelir. Cumhur'a göre mükâteb köleye zorla iş yapürılamaz; zîrâ kitabet vâcib değildir. Bu da onun gibidir. Beyhakî iki hadîsin arasını bu şe­kilde bulmaya çalışmış, ve: «iki hadîs arasında asîâ muaraza kal­maz.» demiştir.

2— Köleyi çalıştırmaktan murâd: onu âzâd etmeyen sahibine köle olarak hizmete devam ettirmektir. Borcunu ödeyinceye kadar bu su­retle çalıştırılır; Fakat kendisine takatinden fazla işler yaptırlma-dığı gibi kölelik hissesinden ziyâde de çalıştırılmaz. Ancak Taberânî île Beyhakİ'nin tahrîc ettikleri bir hadîsin, bu tevcihi çürüttüğünü iddia edenler vardır. Mezkûr hadîse göre: bir adam ölürken bir kölesini •âzâd etmiş. Başka mahNda yokmuş. ResûlüHah (S.A.V.) kölenin üçte birini âzâd etmiş; üçte ikisi için de: köleye, çalışmasını emretmiş. Maamâfîh bu iddiaya da şöyle cevap verilmiştir: «Peygamber (S.A.V.)'-în bu emrinden murâd: kölenin üçte iki kıymeti mukabilinde ölenin mirasçılarına hizmet etmesidir. Çünkü onların bu köle üzerinde ancak -o kadar haklan kalmıştır.

Buraya kadar verilen izahat bir köle veya cariyenin bir kısmına mâlik olanlar hakkında idi. Kölenin bütününe mâlik olupda bir cüz'ünü âzâd etmeye gelince : cumhur-u ulemâ'ya göre kölenin bütünü âzâd •olur. Hanefiler'den İmam Ebu Yusuf'la. İmam Muhammed'in kavli de budur. Zîrâ onlara göre âzâd işi bölünmeyi kabul etmediğinden cüz'ünü âzâd etmek bütününü âzâd gibidir. İmam-t A'zam'a, göre bölünmeyi kabul ettiğinden yalnız âzâd edilen mikdar hür olur. Kıy­metinin geri kalan kısmı için sahibi hesabına çalışır. Çalıştırılan köle İmam-ı A'zam'a, göre borcunu ödeyinceye kadar mükâteb hük­mündedir. Şu farkla ki, borcunu ödemekten âciz kalırsa tekrar kÖ-leliğe dönmez. İmameyn'e göre ıtik borcu mukabilinde çalıştırılan köle borçlu bir hürdür. Zahirîlerle Tavus ve Hammad bu meselede İmam-ı  beraberdirler.[509]

 

1453/1222- «Ebu Hüreyre radıyallahü anh.den rivayet olunmuştur. Demiştir kî: ResûlüHah sallaUahü aleyhi ve seîlem:

— Evlâd baba'nın hakkını ödeyemez. Ancak onu kö­le bularak satın alır da âzâd ederse o başka; buyurdular.»[510]

 

Bu" hadîsi Müslim rivayet etmiştir:-

Hadîs-i şerîf, köle elarak evlâdı tarafından satın alınan babanın ımücerred satın almakla âzâd olmadığına delâlet ediyor. Zahirîlerin tneshebi budur. Cumhur-u ulemâ'ya göre ise mücerred satın almakla âzâd olur; ayrıca i'taka lüzum yoktur. Hadîsdeki: «âzâd ederse» ia'biri, sebeb-i zikirle müsebbebi kasdetme kabilinden mecâz-ı mürsel dir. Çünkü satın almak, âzâd etmenin sebebidir. Nitekim bundan son­ra gelen Samura hadîsi de ayni mânâya delâlet etmektedir.

Baha'yı âzâd ederek hürriyetine kavuşturmak evlâdı tarafından kendisine büyük bir iyilik ve mükâfattır. Zîrâ azadına sebep olmak bir insana yapılacak en büyük ihsandır. Artık bu sayede o insan hür olur; hâkim olmak, vilâyette bulunmak ve şâhidlik etmek gibi hür insanlara mahsus olan bütün haklardan bilicmâ1 istifâde eder. Dâvud-u Zâhi-n'den ma'dâ bütün ulemâ'ya göre annenin hükmü dahî budur.[511]

 

1454/1223- «Semuratü'bnü Cündüb radıyalldhü anh'ûen rivayet olunduğuna göre: Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem :

— Her kim yakın bir akraba   satın   alırsa o akraba hürdür; buyurmuşlardır.»[512]

 

Bu hadîsi Ahmed'le Dörtler rivayet etmişlerdir.

(Hadîs) hafızlar (m) dan bir cemaat onun mevkuf olduğunu tercih etmişlerdir.

İmam Ebu Dâvud bu hadîsi Hammâd'da.n merfu' olarak tahrîc etmiştir. Fakat ayni hadîsi Şu'bc'den mevkuf olarak rivayet eder; ve Şu'be'nin Hammâd'da.n daha belîeyişli olduğunu söyler. Bu tak­dirde mevkuf olması daha müreccahtır. Ebu Dâvud onu Şu'be tari­ki ile Katâde'den dahî rivayet etmişse de hadîs. Ömer (R. A,)'a mevkuf kalmıştır. Ebu Dâvud: «Bu hadîsi Hammâd'dan başka kim-^ rivayet etmemiştir» diyerek onun halikında şekketmiştir. İbnü'l-Medîni (161—234). «Bu hadîs münkerdir» demiş. İmam Buhârî da­hî onun sahîh olmadığını "söylemiştir. Ayni hadîsi îbni Mâce, Nesâî, Tirmizi ve Bakim, Damure tarîki ile Sevrî'âen! o da Abdullah b. Di­nar'dan o da Abdullah b. Ömer (R. anhüm)'den rivayet etmişlerdir. Lâkin Nesâî: «Bu hadîs münkerdir» demiş; Tirmizi de hatâ olduğu­nu söylemiştir. Tdberânl : «Bu hadîsin isnadında vehmedilmiştir» de­mişse de Hâkim bunu reddetmiş ve Damure tarîkinden her iki ha­dîsin bir isnadla rivayet edildiğini, mezkûr isnadı İbni Hazm, Abdül-hâk ve İbnü'l-Kattan'm sahîh bulduklarını hattâ : «Damuretü'bnü Rebia'ran tek başına rivayette bulunması zarar etmez; çünkü o mu'-temeddir; Şam'da ona benzer bir adam yoktur» dediklerini söylemiştir. Hâsılı hadîs hem mürsel hem merfu' olarak rivayet olunmuştur. Onu merfu1 olacak rivayet eden râvîler de mu'temed zevattır.

Bu hadîs, bir kimse yakın bir akrabasına mâlik olursa o akrabanın âzâd olacağtfia delildir. Yakın akrabadan murâd, nikâhı haram olanlar dır ki, bunlara hususî ta'birle zî rahîm-i mahrem derler. Anne ve baba, evlât, kardeş ve kız kardeşler, onların çocukları, dayılar, teyze­ler, amcalar ve halalar zîrahim-i mahrem'dirler. Hanefîler'le diğer ba­zı ulemâ'mn mezhebi budur. İmam Şafiî'ye göre yalnız babalarla ço­cuklar âzâd olur. Babalar hakkında hadîsde nass vardır; çocuklar da onlara kıyas olunur. İmam Mâlik babalarla çocuklara kardeş ve kız kardeşleri de katmıştır. Dâvud-u ZâhirVye göre milkiyet sebe­bi ile bir köle veya câriye âzâd olamaz. Delili bundan evvelki Ebu Hüreyre hadîsinin «zahiridir. Ona göre köle ve câriye kim olursa olsun ancak âzâd etmekle hür olur. Fakat Ebu Hüreyre hadîsi Dâvud-u Zâ­hirVye delîl olamaz. Çünkü o hadîsteki ıtik mecazî mânâda kullanıl­mıştır.[513]

 

1455/1224- «İmran b. Husayn radıyaîîîahü anhümâ'âan rivayet olun­duğuna göre bir adam ölürken aStı kölesini birden âzâd etmiş; onlar­dan başka hiç bir malı yokmuş. Bunun üzerine Resûlüllah sallaîlahü aleyhi ve sellem köleleri çağırarak onları üçe bölmüş; sonra aralarında kur'a çektirmiş; ve İkisini âzâd etmiş, dördünü köle olarak bırakmış. Adam hakkında da ağır söz söylemiştir.»[514]

 

Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir.

Nesâî ile Ebu Davud'un rivayetlerine göre, Peygamber (S.Â.V.)’in Ölen zât hakkındaki ağır sözleri  ki ağır sözler:

«Bu adama defnedilmeden yetişseydim; müslümanların kabristanlarına defnedilemezdi.» buyurmasıdır.

Hadîs-i şerîf, hasta iken yapılan teberru'un vasiyyet hükmünde delildir.

Mezheb imamlarının bilittifak kavli budur. Yalnız teferruatta ihtilâf et­mişlerdir. İmam Mâlik'e göre kölelere kıymet biçilir. Meselâ köleler altı tane ise mecmu' kıymetlerinin üçte biri âzâd olur. Bu kıyme­tin iki köleye veya daha azına, yâhud çoğuna tekabül etmesinin ehemmiyeti yoktur. Bazılarına göre mu'teber- olan, sayıdır. Kıyme­te bakılmaz. Binâenaleyh bu meselede kölelerden iki tanesi âzâd olur. Hanefîler'le diğer bazı ulemâ'ya göre ayrı ayrı her kölenin üçte biri âzâd olur; ve köleler üçte iki kıymetlerini ödemek için mirasçılar hesabına çalıştırılırlar. İmrân hadîsi haber-i vâhid olup usule muhalif­tir. Şöyle ki: köle sahibi her kölenin âzâd olmasını îcâbeden bîr söz söylemiştir. Şayet başka malı olsaydı bütün köleleri ittifakla âzâd ola-olacaklardı. Malı olmayınca her kölenin üçte biri âzâd olmak lâzım ge­lir. Ölüm hastası olan bir kimsenin kölelerini âzâd etmesi ne ise bü­tün malını mülkünü vaiyyet etmesi de ayni hükümdedir. Yani vasıyyeti, malının üçte birinden tenfîz edilir. Geriye kalan mal mirasçıların rızâsına bağlıdır. Razı olmadıkları takdirde mal onlarındır.[515]

 

1456/1225- «Sefine radtyallahü anh'den rivâyst edilmiştir.Demiş­tir ki: «Ben Ümmii Seleme'nin kölesi İdim. (Bana)  :

— Seni âzâd ediyor; ve sağ kaldığın müddetçe Resûlüllah salîallahü aleyhi ve sellem'e hizmet etmesi üzerine şart koşuyorum; dedi.»[516]

 

Bu hadîsi Ahmed, Ebu Dâvud, Nesâî ve Hâkim rivayet etmişlerdir.

Hadîs-i şerîf, hizmeti şart koşarak köle âzâd etmenin sahîh olduğu­na ve itki, şarta ta'lik etmenin cevazına delildir. Bu cevazın vechi Re­sûlüllah (S.A.V.)'in bu hizmeti takrir buyurmasıdır. Çünkü hizmet ken­dileri için şart koşulmuştur. Hz. Ömer (R. A.)'m dahî imarete aid köle­leri âzâd ederek, kendinden sonra gelecek halîfeye üç sene hizmetde bulunmalarını şart koştuğu rivayet olunur. Hanefîler'le bazı ulemâ'mn mezhebi budur.[517]

 

1457/1226- «Aîşe    radıydlîahü anhâ'dzn rivayet olunduğuna göre ReŞûlütlah sallaüahü aleyhi ve seîlem:     

— Velâf ancak âzâd edene âiddir; buyurmuşlardır.»[518]

 

(Bu parça) uzun ve müttefekun aleyh bir hadîsdedir. Hadîs «Alış - verîj bahsi» nde Beri re kıssası nâmı ile ma'ruf kıssa­da şerh ile birlikde zikredilmiştir. Velâ' hakkının hasır edatı olan «innemâ» ile ifâde Duyurulmasına- bakarak bazıları velâ'nın yalnız âzâd edene mahsus olduğuna ve İslâmiyet sesebi ile velâ sabit olamayaca­ğına kail olmuşlardır. Hanefîler'le şâir bazı ulemâ'ya göre İslâmiyet sebebi ile de velâ hakkı sabit olur.[519]

 

1458/1227- «İbni Ömer radıyallahü    anhümâ'âan rivayet olunmuş­tur. Demiştir ki: Resûlüllah salîdllahü aleyhi ve seüem :

— Velâ' neseb karabeti gibi bir karabettir; ne satılır ne de bağışlanır; buyurdular.»[520]

 

Bu hadîsi Şâifl rivayet etmiştir. İbni Hibbân ile Hâkim onu sahîhlemişlerdir. Aslı Sahtheyn'de başka lâfızlarladır.

Sahîheyn'doki ibaresi şudur :

«Peygamber (S.A.V.) velâ'nın satılmasını ve bağışlanmasını yasak etti».

Bu hadîsi Şeyheyn, Abdullah b. Dinar tarîki ile Hz. Ömer (R. A./dan. rivayet etmişlerdir. Tirmizî onu tahrîc ettikten sonra: «hasen sahîhjir» demiştir.

Velâ'yı nesebe benzetmekten murâd: miras hususunda onun neseb hükmünde olduğunu anlatmaktır.

Hadîs-i şerîf, velâ'nın satılamayacağına; ve bir kimseye bağışlana­mayacağına delildir. Çünkü velâ' neseb gibi ma'nevî bir şeydir. Baba­lık ve kardeşlik gibi şeylerin intikali mümkin olmadığı gibi bunun inti-tikali de mümkin değildir. Câhilİyyet devri'nde araplar velâ hakkı­nı satmak ve bağışlamak sureti ile şahıslar arasında intikal ettirirlerdi. İslâmiyet bunu menetmiştir. Cumhur-u ulemâ'nın mezhebi budur. Seleften bazılarının: «velâ satılabilir» dediği; bazılarının da bağışlan­masına cevaz verdiği rivayet olunursa da bu onların ya Ibni Ömer ha­dîsini işitmediklerine yâhud hadîsdeki nehyi kerâhet-i tenzihiyye mâ­nâsına aldıklarınaiıamledilir,[521]

 

«Mudebber, Mükâteb Ve Ümmü Veled Babı»

 

Müdebber: âzâd olması, sahibinin ölümüne ta'lik edilen köledir. Buna müdebber denilmesi sahibi tedbirli davranarak dünya ve âhireti bındaki tedbiri ise itkin sevabıdır. Bu suretle köle âzâd etmeye de «ted­biri, Ölünceye kadar kölesinin hizmetinden istifâde etmesi; âhireti bâ-bındaki tedbiri ise itkin sevabıdır. Bu suretle köle âzâd etmeye de «ted­bir» derler.

Mükâteb: dahî müdebber gibi ism-i meful bir kelime olup bedel-i kitabete bağlanmış köle demektir.

Kitabet: kölenin âzâd olmasını, sahibine mal ödemesine ta'lik et­mektir. Kölenin mâlı olmaz; çünkü kendisi maldır diyenlere göre ted­bir kıyasa muhalif olarak meşru' kılınmıştır.

Ümmü veled : Sahibi tarafından döl almak için tahsis edilen câri­yedir. Bu hususta «Alış-veriş bahsi» nde söz geçmişti.[522]

 

1459/1228- «Câbîr rackyallahü anh'dan rivayet olunduğuna göre, Ensar'dan bir zât bir kölesini ölümünden sonra vaki' olmak üzere âzâd etmiş. Ondan başka malı yokmuş. Bu haber Peygamber salltahü aleyhi ve sellem'e vâsıl olunca :

— Bu köleyi benden kim satın alacak? demiş. Bunun üzerine onu Nuaym b. AbdİIIâh sekiz yüz dİrhem'e satın almıştır.[523]

 

Hadîs mütiefekun aleyh'dİr. Buhârî'nin bir rivayetinde: «Müteaki­ben muhtaç kaldı» denilmiş, NesâVnin bir rivayetinde ise : «adamın, borcu vardı. Bu sebeple köleyi sefcîz yüz dirheme satarak ona verdi; ve:

— Borcunu Öde; buyurdu.» denilmiştir.

Ebu Dâvud ile .Mesaî1 nin rivayetlerine göre köleyi âzâd eden zâ­tın ismi Ebu Mizkâr, kölesinin ismi de Ebu Ya'kub'tur.

Hadîs-i şerîf, tedbirin meşru' olduğunu delildir. Bu hususta ulemâ ittifak halindedirler. İhtilâf ettikleri cihet, tedbirin bütün maldanım yoksa malın üçte birinden mi tenfîz edileceğidir. Cumhur'a göre malın üçte birinden tenfîz edilir. Seleften bir cemâatle Zahirîler bütün mal­dan tenfîz edileceğine kaildirler. Cumhur tedbiri vasiyyete kıyas etmiş­lerdir. Zira her ikisi ölümden sonra tenfîz olunurlar. Hadîsden delilleri de Hz. İbni Ömer (R.A.)'m merfu' olarak rivayet ettiği:

«Müdebber üçde birden (âzâd) olur» hadîsidir. Ancak bu hadî­sin merfu' veya mevkuf olduğu bir hayli münakaşa edilmiştir. Beyhakî: «sahih, olan mevkuf olmasıdır» demiştir.

Zahirîlerin delüi yalnız kıyastır. Onlar, tedbiri hibe ve emsali şey­lere benzetirler. Fakat cumhur'un delilleri daha kuvvetli görülmekte­dir. Çünkü onlar hem kıyas hem de sünnetle istidlal ettikleri gibi kıyas­ları da zahirîlerin kıyasından daha- evlâdır.

Hadîsimiz ihtiyaç sebebi ile müdebberin satılabileceğine de de­lâlet ediyor. Bazıları mutlak surette satılamayacağına kail olmuş­lardır. İmam Şafiî ile Ahmed b. Haribe'm de dâhil bulunduğu diğer "bir cemâate göre mutlak surette satılması caizdir. Hanefîler'e göre ise mutlak müdebber satılamazsa da mukayyed düdebber satılabilir. Mukayyed müdebber, ta'lik sureti ile yani : «Bu hastalığımdan ölürsem âzâd ol» gibi bir sözle âzâd edilen köledir.[524]

 

1460/1229- «Amr b. Şuayb'tan o da babasından o da dedesinden radıyallahü anhüm- o da Peygamber sallattahü aleyhi ve sellem'den îşİtmîş olarak rivayet olunduğuna göre ResûlüSlah sdllallahü aleyhi ve sellem:

— Mükâteb, üzerinde mükâtebesinçlen  bir dirhem kaldığı müddetçe köledir; buyurmuşlardır.»[525]

 

Bu hadîsi iyi bîr isnadla Ebu Davud tahrîc etmiştir.Aslı Ahmed'le Üçler'in kitaplanndadır.Hâkim onu sahîhlemiştir.

Hadîs bir çok yollardan rivayet olunmuşsa da bunların hepsi hakkında söz edilmiştir. İmam Şafiî: «Bu hadîsi Amir b. Şuayb'tan başka rivayet eden bilmiyorum; ehM ilimden beğendiğim hiç bir kimsenin onu isbât ettiğini görmedim. Müftîlerin fetvası da buna göredir» diyor.

Hadîs-i şerîf, mükâteb, kesilen kitabet bedelini ödemedikçe ken­disine köle hükmü verilmekte devam edileceğine delildir. Cumhu'un mezhebi ve Hanefîler'le Şâfiîler'in keza îmam Mâliksin kavli budur. Mesele ihtilaflıdır. Hz. Ali (R. A.)'m : «şartı ödedi zaman âzâd olur» dediği ve bir rivayette, Ödediği mikdar kadar âzâd olacağına kail bulun­duğu söylenir. Delili JVesâî'nin İkrime'den onun da Peygamber (S.A. V.J'den rivayet ettiği şu hadîstir:

«Mükâtebin Ödediği hisse mukabilinde hür diyeti, kalan borcu mukabilinde köle diyeti verilir.» Beyhakî diyor ki: «İşittiğime göre Ebu îsâ Tirmizî şunları söylemiş: bu hadîsi Buhâ-rî'ye sordum cevaben: Bu hadîsi bazıları Eyyub't&n o da İkrîme'den o da Ali'den rivayet etmiş fakat Ikrime üzerinde ihtilâf olunmuştur. İkrime'nin Ali'den rivayeti mürsel; Peygamber (S.A.V.)'den rivayeti dahî mürseldir. Ama hadîs Ali'den merfu' ve mevkuf bir çok yollarla riyâyet edilmiştir; dedî.» Anlaşılıyor ki İkrime hadîsinin sabit olmuş bir aslı vardır. Şu kadar var ki bahsimizin hadîsine muarızdır. Bu me­selede cumhur'un kavlini sahâbe-İ kirâm'ın eserleri te'ykl ettiği gibi köle sahibi hakkında ihtiyat olan da odur. Çünkü sahibinin köle üzerin­deki hakkı ancak köledeki alacağını teslim almakla zail olur.[526]

 

1461/1230- «Ünımü Seleme radıyallahü anhâ'âan rivayet olunmuş­tur. Demiştir ki: Resûlültah saîlallahü aleyhi ve seîlem:

— Birinizin bir mükâtebi olur da o mükâtebin borcu nu ödeyecek malı da bulunursa ondan (çarşafım) örtünsün;

buyurdular.»[527]

 

Bu hadîsi Ahmed'le Dörtler rivayet etmişlerdir. Tîrmiiî onu sahîhlemiştir.             

Hadîs-i şerîf iki meseleye delildir:

1— Mükâteb, bedel-i kitabeti ödeyecek kadar mala sâhib olursa hür hükmündedir; artık sahibi kadınsa mükâtebden kaçması îcâb-eder. Bu hadîs Amir b. Şuayb hadîsine muarız ise de İmam Şafiî iki hadîsin aralarını bulmuş ve, «Ümmü Seleme hadîsi Peygamber (S.A. V.J'in zevcelerine mahsustur. Mükâtebleri kitabet bedelini bulursa he­nüz fi'leri ödememiş bile olsa onlar mükâtebelerinden kaçacaklardır. Nitekim Hz. Zem'a (R. Anhâ)'ya. İbni Zem'a'nın yanına çıkması men edümişti. Halbuki: (çocuk firâşa aiddir) buyuruimuştu» demiş­tir.

Bazıları iki hadîsin arasını şöyle bulmuşlardır. Âmir b. Şuayb hadîsinden murâd «mükâtebin zimmetinde bir dirhem dahî borç kaldığı müddetçe o köledir» demektir. Ümmü Seleme (R. Anhâ) ha­dîsi ise bütün borcunu Ödeyecek malı bulmuş da henüz teslim etme­miş olan mükâtebe mahsustur Vakıa' Hz. Ümmü Seleme (R. Anhâ)'-dan şöyle bir hadîs de rivayet olunmuştur:

«Resûlüllah (S.A.v.) kendisine: «Biriniz kölesini mükâteb ya­parsa üzerinde kitabet bedelinden bir şey kaldığı müd­detçe köle sahibesini görsün, fakat kitabet borcunu Ödedimi artık sahibesi onunla ancak perde arkasından ko­nuşsun; buyurmuşlardır.» Lâkin bu hadîs zaîftir. Babımızın hadîsine muâraza edemez.

2— Hadîsin mehum-u muhalifinden bir kölenin köle olarak kaldığı müddetçe sahibi olan kadına bakabileceği anlaşılmaktadır. San'ânî selefin ekser-i ulemâsı ile İmam ŞâfiVnin mezhebi bu olduğunu söy­ler ve :                                                                                

«[528]  kadınların sâhib oldukları kimse'ere görünmeleri müstesnadır»

Ayet-i kerîmesi ile Ebu Dâvud ve Beyhakî'nin tahrîc ettikleri Hz. Fâtıme (R. Anhâ) hadîsini bunlara delîl gösterir. O hadîse göre: Fâtıme (R. Anhâ) kölesinden kaçmak isteyerek Örtünmüş; fakat Örtü küçük olduğundan başına örttüğü zaman ayakları açılır, ayaklarını Örttüğünde başı açık kalırmış. Bunun üzerine Peygamber (S.A.V.)  :

— Sana (görünmenin) bir zararı yoktur. Bu (zat) ancak senin baban ve kölendir; buyurmuşlardır. Abdürrezzak[529], Mücâhid'm[530]: «köleler Peygamber (S.A.V.)'in zevcelerinin yanma girerlerdi» dediğini ve bununla onların kendi milki olan kölelerini kasdettiğini söylemiştir.

Yine San'ânî, Hanefîler'le Hâdevîyye fırkasının bu meseledeki, mezhebini şöyle anlatır: «Hâdevîler'le Ebu Hanîfe memlûk kölenin ec­nebi gibi olduğuna zâhiptirler. Derler ki: (köle âzâd olduktan son­ra kendisini âzâd eden kadınla evlenebilmesi buna delâlet eder). Bunlar babımızın hadîsine (mefhum-u muhalefettir; onunla amel edilmez) diye cevap verdikleri gibi: (âyetten murâd da hür kimse­lerin cariyelere bakmasıdır. Onları hassaten zikretmesi:

kavli keriminden cariyelerin hür kadınlar gibi olmadığı anlaşılma­sın diyedir; zîrâ cariyeler kadınların kendilerinden değildirler) derler. Bu sözün zaîf ve tekellüf olduğu aşikârdır. Hakka tâbi olmak daha iyidir.» San'ânVnin sözü burada bitdi.

Ben derim ki; Hak'ka tâbi olmak sade evlâ değil yerine göre farz da olur. Fakat acaba bu söz mefhum-u muhalif delil kabul eden San'ânVye göre : îmam-t A'zam'm,, daha doğrusu Hanefîler'in bu me­seledeki mezhebi bâtıldır; mânâsına gelmiyor mu? Hanefî mezhebi için zaîftir, tekellüftür diyerek onu yerdikten sonra : «Hakka tâbi' olmak daha iyidir» demenin bundan başka ne mânâsı olabilir? Hakkın zıddı bâtıl olduğuna göre, Hanefîler'in sözü bâtıl demektir. Bu sözden mefhum yolu ile de olsa ta'riz tarîki ile ele olsa ancak bu mânâ çıkar. Acaba Hanefiler, San'ânVnin ince bir edebiyat oyunu ile kendilerini âdeta ala­ya almasını hakkedecek kadar düştülermi? Akl-ı kaasırânemce buna hüküm verebilmek için onların bu meseledeki kavlini kendi kitapla­rından almak îcâbeder. Bu bâbta Hanefî kitaplarından «el-Hidâye»[531] de şöyle denilmektedir: «Kölenin hanımefendisine bakması ca­iz değildir; ancak ecnebi bir kimsenin bakabileceği yerleri müstes na. İmam Mâlik: köle mahrem gibidir; demiştir. İmam ŞâfiVnin iki kavlinden biri de budur. Onların delili[532] «kadınların sâhîb oldukları kimselere görünmeleri müstesnadır» âyetidir. Aklî delilleri, görme ih­tiyacının muhakkak olmasıdır; çünkü köle hanımefendisinin yanma izinsiz girer; çıkar. Bizim delilimiz şudur: köle ne mahrem ne de koca olan bir erkektir. Hanımefendisi ile bilcümle (bazı suretlerde) nikâh-lanniası caiz olduğundan ona karşı şehvet duyacağı muhakkaktır. Onun yanına girme ihtiyacı ise muhakkak değil noksandır. Zîrâ köle evin dı­şında çalışır. Âyet-i kerîme'den murâd ise cariyelerdir. Saîd, Hasan ve başkaları: «Sakın Nûr sûresi sizi aldatmasın; çünkü o köleler için değil cariyeler hakkında nazil olmuştur» demişlerdir.»

«El-ihtiyar» nâm eserde de şu satırları okuruz: «Hanımefendi­sine nisbetle köle ecnebi gibidir. Çünkü ecnebinin fitnesinden ne kadar korkutursa kölenin fitnesinden de o kadar hattâ bir arada çok bulunmaları sebebi ile dahada fazla korkulur. îhtilâtı haram kı­lan nasslar mutlaktır...»

Yukarıdaki îzâhat nazar-ı insafla gözden geçirilirse pek âlâ anla­şılır ki, Hanefîler'in kavline bâtıl diyebilmek için insanda en azından Yemenli San'ânî kadar cesaret olmak gerekir. Aksi takdirde yalnız şehvet meselesini düşünmek bile Hanefîler'i haklı çıkarmaya kâfidir.[533]

1462/1231- «İbni Abbas radıyallahü anhümâ'dan rivayet olunduğu­na göre: Peygamber sdtlaUahü aleyhi ve sellem :

— Mükâteb için âzâd olan mikdar nisbetinde hür di­yeti, köle olan   mikdarı   karşılığında köle diyeti   verilir; buyurmuşlardır.»[534]

 

Bu hadîsi Ahmed ile Ebu Dâvud ve Nesâî rivayet etmişlerdir.

Hadîs-i şerîf mükâteb için, kitabet bedeli nisbetinde hür hükmü ol­duğuna delildir. Binâenaleyh öldürüldüğü takdirde diyeti bölündüğü gibi hudûd-ü şer'iyye ve saire de aynı şekilde bölünür. Bu husustaki ih­tilâflar ıtik bahsinin baş taraflarındaki İbni Ömer hadîsi ile kısmen «Müdebber babı» nın baş taraflarındaki Amtr b. Şuayb hadîsinde geç­miştir, îbnü'l - Kayyim «tehzîbü's-sünen» adlı eserinde bu hadisi merfu', mevkuf, müsned ve mürsel olmak üzere muhtelif yollardan rivayet ettikten sonra şunları söylemiştir: «Bu ıztırabtan dolayıdır ki İmam Ahmed bu hadîsle ameli terketmiştir. Hadîs kendisine so­rulunca, İmam Ahmed: Ben Berîre hadîsine zâhib olurum. Peygam­ber (S.A.V.) onun satılmasını emretmişti; demiş. Bununla onun câriye olarak kaldığını anlatmak istemiştir...»[535]

 

1463/1232- «Ümmü'l-Mü'minîn Cüveyriye'nin kardeşi[536] Amr b. Haris radıyallahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlül­lah salîallahü aleyhi ve sellem vefat ederken ne bir dirhem, ne bîr dînâr, ne bîr köle, ne bîr câriye ne de (başka) bir şey bırakmıştır. Yal­nız beyaz katırı İle silâhı bir de sadaka yaptığı bir parça arazî müstes­na».[537]

 

Bu hadîsi Buharı rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerif, Resûlüllah (S.A.V.)'in dünyadan ve dünya varlığın­dan ne derece münezzeh; gerek kalbinin, gerekse bedeninin dünya ile meşgul olmaktan ne kadar hâli bulunduğuna delildir. Çünkü O, bütün varlığını me'mur olduğu risâleti teblîga, Mevlâsına ibâdete, O'nun rı­zâsına hasretmişti. Hayatında tam 63 memlûk âzâd etmiş; fakat bun­lardan bir tanesini olsun âhir ömrüne bırakmamıştır.

Tasadduk ettiği arazî parçasına gelince Ebu Dâvud bunun bir hurmalıktan ibaret olduğunu, onu, kendisine Allah verdiğini söyler. Benî Nadir hurmalığı nâmı ile anılan hurmalık budur. Resûlüllah (S.A. V.) bu hurmalığın ekserisini muhacirlere vermiş kalanını da tasadduk etmiştir. Benî Fâtıme'nin elindeki hurmalık da budur.[538]

 

1464/1233- «İbnî Abbas radıyalîahü anhümâ'dan rivayet olunmuş­tur. Demiştir ki: Resûlüİlah sallaîlahü aleyhi ve setlem:

— Herhangi bir câriye efendisinden doğurursa, onun ölümünden sonra hürre olur;  buyurdular.»[539]

 

Bu hadîsi İbni Mâce ile Hâkim zaîf bir isnadla tahrîc etmişlerdir. Bir takımları onun Ömer'e mevkuf olduğunu tercih eylemişlerdir.

Hadîsin zaîf olması isnadında el-Hüseyn b. Abdillâh-i Hâşimî bulunduğundandır. Bu zât cidden zaîftir.

Hadîs-i şerif, ümm-ü veled olan cariyenin, efendisi öldükten sonra âzâd olacağına delâlet ediyor. Nitekim bundan önceki hadîs dahî ayni hükme delâlet eder. Çünkü Resûlüİlah (S.A.V.)'in vefatında cariyesi Mâriye-i Kıbtiyye sağ idi. Halbuki Hadîste: Peygamber (S.A.V.) hiç bir câriye bırakmamıştır» deniliyor. Şu halde Resûlüllah (S.A.V.)'in vcfa-tiyle Hz. Mâriye âzâd olmuş demektir. Mâriye (R.anhâ) Hz. Ömer'in hilâfeti zamanında vefat etmiştir.

Ümmü veled hakında «alış - veriş bahsi» inde kâfi derecede îzâhat verilmişti.[540]

 

1465/1234- «Sehl b. Huneyf radıyalîahü anh'dan rivayet olunduğuna göre: Resûlüİlah sallalldhü aleyhi ve seîlem:

— Her kim Allah yolunda bir mücâhide yâhud baş sıkısını çözmek için bir borçluya veya başını kurtarmak için bir mükâtebe yardım ederse o kimseyi Allah kendi gölgesinden başka gölge olmayan günde gölgelendirir; buyurmuşlardır.»[541]

 

Bu hadîsi Ahmed rivayet etmiştir. Hâkim onu sahîhlemiştir.

Borçlu'dan murâd: Birine kefil olan ve kefil olduğu şeyi ödeyendir. Hadîs-i şerîf böyle bir yardımın büyük sevab olduğuna delildir. Bura­da yardım mükâteb için dahî zikredilmiştir. Filhakika Teâlâ Hazretleri mükâteb hakkında:

«[542] Eğer o kölelerde bîr hayır görürseniz kendilerini rnükâteb yapıev-rİn; ye Allah'ın sîze verdiği malından onlara verin-!» buyurmuştur. îmam Nesâî, Hz. Alî (R. .AJ'dan merfu' olarak şu hadîsi tahrîc etmiş­tir :

«Peygamber (S.A.V.) :

— Bu âyette kitabetin dörtde biri vardır» buyurdular. tbni Cerir ve başkaları Hz. Ali (R. A.)'m: «Allah köle sahibine mükâteb kÖSesinîn dörtde bîr kıymetini bırakmasını emretti» dediğini rivayet etmişlerdir. Maamâfîh bu farz değil, sevab olduğunu beyândır.[543]

 

«TOPLU  BAHİSLER»

 

Toplu bahislerden murâd: Edeb, İyilik ve sıla, Zühd-ü takva, Kötü huylardan sakındırma, Güzel ahlâka teşvik, Zikir ve duâ nâmlarındaki altı bâbtır.[544]

 

« Edeb  Bâbı »

 

Edeb: İnsanlara karşı bütün hareket ve muamelelerinde terbiyeli ve ahlâklı olmaktır. Selâm vermek, güler yüz göstermek, tırnak kes­mek, sakal salmak gibi nice güzel âdâb-ı îslâmiyye vardır ki bunlar Peygamber (S.A.V.)'in birer sünneti olduğu gibi daha önce geçen Pey­gamberlerin de sünnetidirler. İşte «Edeb babı» nda bunların mühim bir kısmı görülecektir.[545]

 

1466/1235- «Ebu Hüreyre radıyallahu anh'âan rivayet olunmuştur Demiştir ki: Resûlüllah sdallahü aleyhi ve sellem :

— Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı altıdır; ona rastladığın vakit kendisine selâm ver; seni çağırır­sa icabet et; senden nasîhat isterse nasihat eyle; aksırır da Allah'a hamdederse teşmît et; hastalanırsa kendisini dolaş; Ölürse (cenazesinin) arkasından git! buyurdular.»[546]

 

Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir.

Müslim'in bir rivayetinde: «Senden nasîhat isterse nasî­hat eyle» cümlesi ıskat edilerek bu haklar beş gösterilmiştir.

Hadîs-i şerif bîr müslümanın müslüman üzerindeki haklarının bunlar olduğuna delildir:

Hak'dan murâd: Bırakılmaması îcâbeden ve yapılması ya farz ve­ya vâcib yâhud bitte'kîd mendub olup vacibe benzeyen şeylerdir. Altı şeyden :

Birincisi : Rastladığı zaman din kardeşine selâm vermektir. «Se­lâm ver» emri esas i'tibârı ile vücûb ifâde ederse de ulemâ'dan îbni Abdilberr'le Hanefîler selâm vermenin sünnet; selâm almanın, ise farz olduğunu nakletmişlerdir. îmam Müslim'in «Safıîh» inde merfu' ola­rak rivayet ettiği bir hadîsde selâmın ifşası emredilmiş; onun se­vişmeye sebep olduğu beyân buyurulmuştur. Sahîheyn'de şu hadîs vardır :

«Şüphesiz ki amellerin en faziletlisi yemeği yedirmektir; tanıdığın, tanımadığın   herkes'e de selâm   verrrsin.»  Ha.

Ammdr (R.A.) : «Üç şey vardır; bunları bir araya getiren îmânı zparlamıştır, bunlar insaflı olman, herkes'e selâm vermen ve azdan İn­tak etmendir» denilmiştir. Hakîkaten bu sözler, son derece güzel, ve hayın en cemiyetli bir surette ifâde eden kelimelerdir. Selâm Allah'ın isimlerinden biridir. Şu halde «es-Selâmü aleyküm» demek siz Allah'ın muhafazasmdasmız mânâsına glir. Bazıları: selâm selâmet manası­nadır; yani: Allah'ın selâmeti seninle beraberdir; demektir, mütâlâa­sında bulunmuşlardır. Kendisine selâm verilen; bir kişi dahî olsa yine en azından «es-Selâmü aleyküm» demek lâzımdır. Çünkü beraberinde melekler vardır. Müfred ve nekire sözlerle «Selâmün aleyk» yâhud «setâmün aleyküm» demek de kâfi ise de«es-selâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berakâtüh» şeklindeki en mükemmel selâm, şüphesiz hepsin­den faziletlidir. Kendisine selâm verilen, bir kişi ise selâmı alması farz-ı ayın'dır. Çok oldukları takdirde selâm almak farz-ı kifâye olur; ve içlerinden birinin onu alması ile Ötekilerden borç sakıt olur. Selâm hakkında biraz ileride Ebu Hüreyre ve Ali (R. anhümâ)'dan rivayet edilmiş hadîsler gelecektir. Verilen selâmın derhal alınması icâb-eder.

Hadîsde  :  «Müslümanın  müslüman  üzerindeki  hakkı»

buyurulduğuna göre gayr-i müslimin böyle bir hakkı olmadığı anlaşılır. Bu hususu tasrîh eden hadîs dahî aşağıda gelecektir: «Rastladığın vakit kendisine selâm ver» cümlesi ekser-i ahvâle göre vârid olmuştur. Yoksa mefhûm-u muhalifi mu'teber değildir. Çünkü Resûlül-lâh (S.A.V.)'in :

«Biriniz oturduğu zaman selâm versin; kalktığı zaman da selâm versin; birinci selâm sonrakinden daha makbul değildir» buyurduğu sabit olmuştur. Bir de, rastlamaktan tnurâd: her tesadüf ettikçe selâm vermektir; isterse tesadüfler bir­birine yakın olsun. Çünkü Ebu Davud'un tahrîc ettiği bir hadîsde Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurmuştur:

«Biriniz arkadaşına rastlarsa ona selâm versin; şâyed aralarına bir ağaç veya duvar girer de sonra (tekrar) kar­şılaşırsa ona (yine) selâm versin.» Hz- E"es (R.A.)ı «Resûiüilah (S.A.V.)'in ashabı birbirleri ile yolculuk ederlerdi. Karşılarına bir ağaç veya tepe çıkarsa sağa sola dağılırlar; ardından tekrar buluştu-larmı birbirlerine selâm verirlerdi.» demiştir.

İkincisi : Müslüman da'vet ettiği zaman icabette bulunmaktır. Ulemâ bu da'veti düğün, sünnet cemiyeti ve benzerlerine tahsis etmiş­lerdir. Düğün da'vetine «velîme» denilir ki bu da'vete icabet vâcibtir. Çünkü Peygamber (S.A.V.) onun hakkında :

«Her kim bu da'vete icabet etmezse muhakkak Allah ve Resulüne İsyan etmiş Olur» buyurmuşlardır. Hanefîler'in fıkıh kitaplarından «el-ihtiyar» da velîme'ye da'vet edilen hakkında şöyle denilmektedir: «Eğer da'vetli oruçlu ise da'vete gider ve duâ'eder; oruçlu değilse yemek yer ve duâ eder; yemezse günaha girer ve cefâ etmiş olur. Çünkü da'vet sahibi ile istihza tesmîttir.

Sair da'vetlere icabet menduptur. Zira bunlar hakkında velîme'de olan va'îd ve tehdîd yoktur.

Üçüncüsü: Nasihat isteyene nasihatte bulunmaktır. Bu hadîs, na-sîhat isteyene nasihat etmenin ve onu aldatmamanın vücûbuna delil­dir. İstemeden nasihatte bulunmak menduptur. Çünkü hayıra ve iyiliğe delâlettir.

Dördüncüsü : «Aksırır da Allah'a hamdederse teşmît et»

cümlesi teşmîtinin vücûbuna delildir. Teşmîtin aslı «teşmît» lir.

Teşmît : doğru yolda olmasına duâ etmektir. Kelimenin sin'i ştn'a kalbedilerek teşmît denilmiştir. Aksıran kimse «el-hamdü lîllâh» diyecek, işiten de ona mukabele olmak üzere «yerhamükellâh» diyecek­tir. Hadîsde hamdin vâcib olduğuna delâlet yoktur. Binâenaleyh hamd menduptur. îmam Nevevî: «Ulemâ hamd'in müstehâb olduğuna itti­fak etmişlerdir» diyor. Gerek hamd'in gerekse teşmît'in ne zaman ve nasıl yapılacağını îmam Buhâri'nin Hz. Ebu Hüreyre (R. A.)'âan tah-rîc ettiği şu hadîs beyân etmektedir:

«Biriniz aksırdığı vakit el-hamdülillâh desin. Din karde­şi veya arkadaşı ona: yerhamüke'llâh desin. O da: Allah size hidâyet versin ve hâlinizi ıslâh etsin; mukabelesinde bulunsun.» Cumhur-u ulemâ'mn kavli de budur. Küfe ulemâ'sına göre ise :

«Ailah bizi de sizi de mağfiret buyursun» diye cevap verilir. Bunlar ayni cevabı, Taberânî'nin İbni Mesûd (R.A.ydan rivayet et­tiğini söylerler. Mezkûr cevabı Buharı dahî «el-Edebü'l-Müfred» de rivayet eder. Bir takımları: aksıran bunlardan birini seçmekte mu­hayyerdir demişler; bazıları, her ikisinin de söylenmesine kail ol­muşlardır.

Zahirîlerle İbnü'l-A'rdbî'ye göre her işitene teşmît vâcibtir. İmam Buhâri'nin Hz. Ebu Hüreyre (R. A./dan tahrfc ettiği şu hadîs onlara delildir:

«Biriniz aksırır da Allah'a hamdeylerse onu işiten her müslümana: yerhamüke'llâh; demek vâcib olur» Ebu Da­vud'un mezhebi de bu olsa gerektir. Çünkü İbni Abdilberr'in iyi bir senedle rivayetine göre:

Ebu Dâvud bir gemide bulunuyormuş. Derken sahilde birinin aksırttığını işitmiş; ve hemen bir dirheme bir kayık kiralayarak aksıranm. yanma gitmiş; ona teşmît yaptıktan sonra tekrar gemiye dönmüş. Kendisine neden ta oraya kadar gittiği sorulunca:

— Olur ki o zât duası makbul bir kimsedir; diye cevap vermiş. Gemidekiler o akşam uyudukları vakit bir ses işitmişler. Birisi on­lara:

— Hiç şüphe yok ki Ebu Dâvud, Alfah'dan cenneti bir dirheme satın aldı; diyormuş. Maamâfîh sahile kadar gitmesi teşmîti vâ­cib gördüğü için değil de sırf o zâtın duasını almak için dahî ola­bilir.

Nevevî; «Aksıran kimse hamdetmezse yanında bulunanların bunu kendisine hatırlatması müstehâptır; bu suretle p hamdeder, yanındakiler de teşmîtte bulunurlar» der. Bittabi hatırlatma, emr-i bil ma'ruf kabilinden güzel bir iş olur.

Aksıramn riâyeti gereken bazı âdâb vardır ki, bunlar şu hadîs­lerde beyan edilmiştir:

1— Hâkim ile BeyhakVnin Hz. Ebu Hüreyre'den merfu' olarak tahrîc ettikleri şu hadîsde Resûlüllah (S.A.V.) :

«Biriniz  aksıracağı  zaman   hemen iki avucunu  yüzüne koysun ve onlarla sesini kıssın» buyurmuşlardır.

2— Taberânî'nin, Hz. İbnî Abbas (R.A.)'âan tahrîc ettiği bir ha­dîsde şöyle buyurulmuştur:

«Biriniz aksırdıda: elha'mdüMillâh; derse, melekler: rabbil âlemin; derler. O kimse: rabbil âlemin; de derse me­lekler: Allah sana rahmet buyursun; derler.» Yalnız bu ha­dîsde zaîflik vardır.

3— Aksırık tekerrür ederse üç defaya kadar teşmît de tekrarla­nır. Çünkü bu bâbta Ebu Davud'un Hi. Ebu Hüreyre (R. A.)'dan mer­fu'- olarak tahrîc ettiği bir hadîsde :

«Biriniz aksınrsa yanında oturan ona teşmît yapsın. Fa­kat üçten fazla aksınrsa o kimse zükâmlıdır; üçten son­ra ona teşmît yapmasın» buyurulmuştur. İbni Ebi Cemre di­yor ki : «Bu hadîs, aksıran kimseye Allah'ın ne büyük ni'met ih­san ettiğine delildir. Bu da aksırık üzerine terettüb ettirdiği hayır­dan .anlaşılmaktadır.»

Filhakika hadîsde Allah'ın kuluna olan fazl-u kereminin büyüklüğü­ne işaret vardır. Şöyle ki:       

1— Aksırık ni'meti sayesinde ondan zararı gidermiştir.

2— Aksırana hamdetmeyi meşru' kılmıştır. Bundan dolayı ona sevap verir.

3— Hamdedene yanındakilerin duâ etmesini meşru' kılmıştır.

4— Aksırık sebebi ile, o kimseye bir ni'met ve menfaat hâsıl ol­muştur.

Çünkü aksırık olmasa içerideki boğucu gaz ve buharlar dışarıya çıkamaz; ve belki de içeride kalmış olsa çeşit  ihtilâtlara, güçlüklere sebep olabilir. İşte, yerin zelzelesine benzeyen bu beden zelzelesi ile, o gaz ve buharlar birden dışarıya atılır. Fakat bu müthiş zelzeleden be­denin tek bir uz'vanda en ufak bir arıza vuku' bulmaz. Bu cidden şayân-ı şükran bir şeydir. Onun için de aksırıktan sonra hamdetmek meşru' olmuştur.

Hadîsin işaretinden, gayr-i müslimlere teşmît yapılmayacağı an­laşıldığı gibi, Ebu Dâvud, Tirmizî ve başkalarının sahîh isnâdlarla, Hz. Ebu Musa (R. A.)dan tahrîc ettikleri şu hadîs de bu bâbta nassdır:

«Ebu Musa demiştir kt: Yahudiler Resûlüllah (S.A.V.)'in yanında ak-sırırlar; kendilerine yerhamüküm'Hâh denilmesini umarlardı. Peygam­ber (S.A.V.) ise :

— Allah size hidâyet versin ve hâlinizi ıslah buyur­sun; deyiverirdi.» Lâkin bu da onların hamdetmesine bağlıdır.

Beşincisi : «Hastalanırsa kendisini dolaş» cümlesi ile ifâde buyurulan hasta dolaşma meselesidir. Buradaki emrin vücûb ifâde ettiğine îmam Buhâri cezmen kail olmuştur. Bazıları onun farz-ı kifâye olması ihtimâli üzerinde durmuşlardır. Cumhura göre ise men-duptur. Nevevî vâcib olmadığına ulemâ'nın icmâ'ı bulunduğunu nak-letmiştir. Musannif, NevevVnm bununla: muayyen kimselere vâcib değildir; demek istediğini söylemiştir. Hasta dolaşmak müslümanın müslüman üzerindeki haklarından olunca, bu bâbta hastayı tanı­makla tanımamak ve akraba olmakla olmamak müsavidir. Keza. hastalık her çeşid rahatsızlıklara âmm ve şâmildir. Zâhir-i hadîs'e-bakılırsa hastayı ne zaman olsa dolaşmak caiz görünürse de îbni Mâce'nin Hz, Enes (R.A.ydan rivayet ettiği bir hadîsden Peygamber (S.A.V.)'in bir hastayı ancak üç günden sonra dolaşırdığmı anlaşıl­maktadır. Yalnız bu hadîsin isnadında metruk bir râvî vardır.

Hadîsin zahirinden, gayr-i müslimlerin hastaları dolaşılamayacağı. anlaşılır; ancak Resûlüllah (S.A.V.)'in gayr-i müslim hizmetkârını do­laştığı ve onun ziyareti bereketi ile hizmetçinin müslüman olduğu; ke­za amcası Ebu Tâlib'i ölüm döşeğinde ziyaret ettiği sabittir.

Altıncısı: «Ölürse (cenazesinin) arkasından git» emri müslü-man cenazesini tanıdık olsun olmasın teşyî etmenin lüzumuna delildir.[547]

 

1467/1236- «Ebu Hüreyre radıyallahü anh'ûen rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah sallalîahü aleyhi ve seîlem :

— Kendinizden aşağı olana bakın; sizden çlaha üstün olana bakmayın; çünkü bu (türlü hareket) Allah'ın size olan ni'metini tahkîr etmemeniz için daha muvafıktır; buyur­dular.»[548]

 

Hadîs müttefekun aleyh'tir.

Bu hadîs kulun ilühî ni'metlere ne ile şükretmesi gerektiğine bir irşâddır. Kul, dünyada çeşidli hastalıklara mübtelâ olanlara bakarak Allah'ın kendisine ihsan buyurduğu afiyete şükrdecektir. Çünkü, afiyet: her türlü in'âm ve ihsanın temelidir[549]. Kör, topal, sağır, dilsiz ve şâir sakatlara bakarak, bu uzuvları bir noksansız kendisine ihsan eden Allah'ına- hamdedecek; Kaarun kadar zengin olan, fakat bir vakit al­nını secdeye koymayacak derecede dünyaya dalan, hak ve.hukuka bi­gâne kalan dünya-perest zenginlere bakarak, az vererek kendisini az­dırmayan Allah'ına bu büyük ni'metinden dolayı minnettar olacak ak­şama yiyeceği olmayan dünya fakirleri ile, beş paralık dünya menfaati mukabilinde îmânını satan' âhiret sefillerini görerek haline şükür için secde-i Rahmân'a kapanacak, dünyada değişmeyen iyi veya kötü hiç bir hâl olmadığını düşünerek, müteselli olacaktır.

Nevevî, îbni Cerir ve başkaları bu bâbta şunları söylemişlerdir: «Bu hadîs bir çok hayır nev'îlerini bir araya toplamaktadır. Çünkü, insan dünyada kendinden üstün bir kimse gordümü, onun gibi ol­mak ister; ve kendinde olan Allch ni'metlerini küçümser; ötekine ye­tişmek veya yaklaşmak için bu ni'metlerin artmasını diler. Ekseri­yetle insanlarda mevcud olan hâl budur. Fakat, dünya umuru hususunda kendinden aşağı olana bakarsa Allah'ın kendisine ihsan bu­yurduğu ni'metleri anlarda, onlara şükreder; mütevâzi olur...»

îmam Müslim, Hz- Ebu Hüreyre'den merfu' olarak şu hadîsi tahrîc etmiştir:

«Biriniz mal ve hılkatça kendinden üstün birini gördü mü, kendinden aşağı olana bakıversin.»[550]

 

1468/1237- «[551] Nevvâs b. Sem'ân radvyallahü anh'âan rivayet edilmiştir.Demiştir ki: Resûlüllah salldlîahü aleyhi ve sellem'e birr ve İsm'in neler olduğunu sordum:

— Birr ahlâk güzelliğidir. İsm ise kalbini gıcıklayan ve âlemin bilmesini hoş görmediğin şeylerdir; buyurdular.»[552]

 

Bu hadîsi Müslim tahrîc etmiştir.

İmam Nevevî diyor ki: «Ulemâ, birr'in: sıla, sadaka, lütuf ve iyilik, hoş sohbet ve taat mânâlarına geldiğini söylemişlerdir. İşte bunlar güzel ahlâk mecmuasını teşkil ederler.» Kaadî İyâz da: «gü­zel ahlâk, insanların iyilik ve güler yüzlülük huylarını edinmesi, in­sanları sevmesi ve onlara merhamet etmesi, tehammüllü olması, on­lara yardımda bulunması, kötülüklerine sabretmesi, onlara karşı kibir ve gururu; sertliği, gazab ve muahaze'yi terketmesidir» de­miştir. Güzel ahlâkın bir tabiat mı yoksa mükteseb bir şey mi ol­duğu ihtilaflıdır. Sahih olan şudur ki güzel ahlâkın bazısı tabiat bazısı da ahlâkı düzeltmek ve başkalarına uymak sureti ile mükteseptir.                                                           

«Güzel ahlâkı Peygamber (S.A.V.)'in şu hadîsi cem'iyyetli bir suretde ifâde eder» denilmiştir:

«Güzel ahlâk, güler yüzlü olmak ve eziyyet etmemektir.»

«İsm ise kalbini gıcıklayan ve âlemin bilmesini hoş görmediğin şeylerdir» cümlesinden murâd: gönülden geçen ve yapıp yapmamakta tereddüd edilen şeylerdir. Bundan anlaşılır ki mubah olup olmadığında tereddüd edilen şeyleri yapmamak gerekir. BuhârVnin Hasan b. Ali (R.A.)'âan tahrîc ettiği:

«Sana şüphe veren şey (înyerin) î şüphe vermeyene bırak»

hadîsi de ayni mânâdadır. Bu hadîs, işlenmesi haram olan şeyleri an­lamak için Allah TeâlA'nın nefse bir idrak verdiğine delâlet eder.[553]

 

1469/1238- «İbni Mes'ud rackyaMahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah sajîdlîahü aleyhi ve sellem :

— Eğer (yerde) üç kişi iseniz kalabalığa karışma­dıkça, ikiniz ötekini bırakarak gizli bir şey konuşmasın. Çünkü bu onu üzer; buyurdular.»[554]

 

Hadîs müttefekun aleyh'tir.

Bu hadîs, yanlarında üçüncü bir kimse bulunan iki kişinin giz­li gizli konuşmalarının memnu' olduğuna delildir. Ancak o yerde bulunanlar üç kişiden fazla iseler ikisinin gizli konuşması caiz olur. Zîrâ nehyin illeti, yalnız kalan bir kişinin sır verilmeye lâyık görüimediğini yâhud kendinin zeminini ettiklerini zannederek üzülmesidir. Fakat ta'Hlden anlaşılıyor ki dört kişi veya daha fazla olur­larsa ikisinin hu- tarafa çekilerek gizli konuşmalarına bir mâni' yoktur. Hadîsin zahiri bunun seferde olsun hazarda olsun bütün hâllere âmin ve şâmil olduğunu gösteriyor. Hz. İbnl Ömer'le, İmam Mâlik'in ve cumhur-u uîemâ'nın kavilleri budur. Bazıları bu hükmün neshedüdiğine kail olmuşlardır.

Mücâdele sûresî'nin gizli konuşmayı yasak eden âyetlerinin yahûdî-ler hakkında nazil olduğunu Abd b. Humeyd ile İbnü'l-Münzir Mü-câhid'den rivayet etmişlerdir. İbni Hatim' dahî Mukaatü'den şun­ları nakleder: Mukaatiî[555] demiştir ki: «Peygamber (S.A.V.)'le ya-hûdîler arasında barış akdedilmişti. Fakat Resûtüllah (S.A.V.)'in as-hâb'mdnn biri yahûdîlerin yanından geçerse oturarak kendi aralarında gizli gizii konuşurlardı. Onları gören müslüman, kendisini öldürmek istiyorlar yâhud hoşlanmadığı bir şeyi fısıldaşıyorlar zannederek kor­kar; yanlarından geçen yolu terkederdi. Bunun üzerine Peygamber (S. A.V.) onları gizli konuşmaktan nehyetti ise de aldırmadılar. Müteaki­ben Allah Teâlâ :

«[556] gizli gizli konuşmaktan nehyedilenlerî göremedin mi?...» âyetlerini indirdi.»[557]

 

1470/1239- «İbni Ömer radıyallahü anhümâ'dan rivayet olunmuş­tur. Demiştir kî: Resûlüllah sctllctllahü aleyhi ve sellem :

— Bir kimse birini yerinden kaldırarak oraya kendi­si oturamaz. Lâkin acılın ve genişleyin; buyurdular.»[558]

 

Hadîs müttefekun aleyh'tir.Müslim'in bir rivayetinde :

«Kat'iyyen kaldırmasın» şeklinde nehî sîgası ile vârid olarak buradaki ihbar cümlesi te'yîd edilmiştir. Çünkü İbni Ömer hadîsi, ihbar lâfızları ile de olsa mânâ i'tibârı ile yine inşa yani nehîdir.

Şu halde bir kimse namaz kılmak veya diğer bir ibâdet için câmi'ye gider de bir yer işgal ederse o yerde oturmayı hak etmiş olur. Baş­kasının onu yerinden kaldırmağa hakkı yoktur. Ancak daha evvel­den birisi oraya oturmuş da bir hacet için dışarıya çıkmışsa o kim­se yerine oturanı kaldırabilir. Nitekim Müslim'in tahrîc ettiği şu hadîs de buna delâlet eder:

«Bir kirnso yerinden kalkar da sonra o yere dönerse ora­sı için (başkasından) daha ziyâde hak sahibidir.»

ŞâfÜler'İG diğer bazı ulemâ'ya göre mescidde bir kimseyi yerinden, kaldırmak haramdır. Onlar, tekrar dönmek niyeti ile yerinden kalkan bir kimsenin döneceğine işaret olmak üzere yerinde seccade veya elbi­se gibi bir şey bırakmasîle bırakmaması arasında bir fark görmezler ve her iki surette ilk oturanın hak sahibi olduğuna kaildirler. Ancak bu hak yalnız o namaza mahsustur; derler. Bir cami'in muayyen bir yerinde ders okutmayı âdet edinenin hükmü de budur.

Hadisin zahiri başkasına yer vermek için kendiliğinden kalkmanın caiz olacağını gösteriyor. İbni Ömer (R. A.) birisi kendisine yer verir­se oraya oturmazmış. Fakat onun oturmaması, takvasına hamledilmiştir. Çünkü yer verenin bu işi gönülden değil de utandığı için yapmış olması ihtimâli vardır.[559]

 

1471/1240- «İbni Abbas radıyaUahü anhümâ'tian rivayet olunmuş­tur. Demiştir ki: Resûlülfah saîldlîahü aleyhi ve sellem:

— Biriniz bir yemek yedimi elini yalamadıkça veya yalatmadıkça onu silmesin; buyurdular.»[560]

 

Hadîs müttefekun aleyh'tir.

Bu hadîs yemekten sonra el yıkamanın aletta'yin vâcib olmadığı­na, eli silmenin de kâfi geleceğine fakat silmezden evvel onu ya biz­zat kendisi yalaması yâhud birine yalatması îcâbettiğine delildir. Bu­nun sebebini, ResûlüÜah (S.A.V.), İmam Müslim'in tahrîc ettiği şu hadîste beyân etmişlerdir:

«Peygamber (S.A.V.)   (yemekten  sonra)  parmakların  ve kabın  yalan­masını emretti de:

— Şüphesiz siz bereket yiyeceğinizin neresinde oldu­ğunu bilmezsiniz; buyurdu.»

Fahr-i kâinat (S.A.V.) efendimiz yere düşen bir lokma ekmeğin bile zayi' edilmemesini emir buyurmuşlardır. Bunu yine İmam Müs­lim'in rivayet ettiği şu hadîsden anlıyoruz:

«Birinizin lokması (yere) düşerse onun üzerindeki bulaşı­ğı gidersin ve yesin; onu şeytana bırakmasın.»

İbni Hazm (384—456) hadîsin zahirine bakarak yemekten son­ra parmakları yalama veya yalatmanın keza yemek kabını yalama­nın ve yere düşen, lokmayı yemenin farz olduğuna kail olmuştur.

Bereket: üreme, ziyâde ve hayrın sübutu mânâlarına gelir. Bura­da ondan murâd, gıda olabilen, ibâdet için kuvvet veren ve akıbeti ezadan salim olan şeylerdir. Bereket bazan eli bazan kabı yalamakta veya düşen lokmayı yemekde olabilir.

El yalamaktan maksad, elin üç parmağıdır. Zîrâ Resûlüllah (S.A. V.)'in üç parmağı ile yediği, ancak dördüncü ve beşinci parmaklara ihtiyaç hâsıl olursa o zaman beş parmağını da kullandığı, rivayet olun­muştur.

Hadîsde bir insanın, çocukları, hizmetçisi ve karısı gibi kimselere parmaklarını yalatabileceğine, düşen lokma kirlense bile onu temizle­yerek yemek mümkinse yemeni[561] lüzumuna delâlet vardır. Temiz­lemek mümkün olmazsa o ekmeği bir hayvana vermek ve şeytana bı­rakmamak îcâbeder. Bu meseleyi Nevevî de mevzu-u bahis etmiş­tir. Mesele ulemâ arasında ittifakıdır.[562]

 

1472/1241- «Ebu Hüreyre radıyallahü anhfden rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah sdllallahü aleyhi ve sellem :

— Küçük büyüğe, yürüyen oturana ve sayıları az olanlar çok olanlara selâm versin; buyurdular.»[563]

 

Hadîs müttefekun aleyh'dir. Müslim'in bir rivayetinde : «Binek giden yürüyene (selâm versin) buyurulmuştur.

Bu cümle «sahîh-i Buhârî» de dahî vardır. Musannif küçüğün büyüğe selâm vermesi meselesinin «sahîh-i Müslim» de bulunmadı­ğını binâenaleyh hadîsi müttefekun aleyh kabul etmenin müşkil oldu­ğunu söylemiştir.

Selâm vermenin vâcib olmadığına ulemâ ittifak etmişlerdir. An­cak bazılarına göre müstehâb, ekserisine göre sünnettir. Selâmı alma­nın ise farz olduğunu az yukarıda görmüştük.

Hadîs-i şerîf küçüğün büyüğe selâm vermesi îcâbettiğini gös­teriyor. Bu bâbta İbni Battal, MükeUeb'ten naklen şunları söylemiştir: «Küçüğün büyüğe selâm vermesi büyüğün hakkı için meşru ol­muştur. Çünkü küçük büyüğe saygı ve tevazu' göstermekle me'murdur.»

Maddî küçüklükle ma'nevî küçüklük muâraza ederlerse yani yaşça küçük olan dahi âlimse hangisinin selâm vermesi îcâbettiğine dâir musannif bir nakil bulamadığını söylüyor. Bazılarına göre sö­zün hakîkatile amel ederek yaşça küçüğün selâm vermesi lâzımdır.

Yürüyenin oturana selâm vermesi, bazılarına göre oturan ken­disinden bir kötülük şüphe etmesin diyedir. Bahusus binek gelirse bu endîşe daha çok olur; selâm verince kalbi rahatlaşır, Yâhud eş­yada tasarruf bir nev'i tahkir sayılır; onun için oturan daha me-ziyyetlidir. Oturanın geçenlere dikkat ve riâyet etmesi güç olduğu için selâm vermek ondan ıskat edilmiş de olabilir.

Adetçe az olanların çok olanlara selâm vermesi, ya cemâatin faziletinden yâhud da cemâat selâm verdiği takdirde ötekilere gu­rur gelmek endîşesindendir. Acaba kalabalık bir kafile, oturan az sayıdaki cemâatin yâhud yürüyen büyük oturan küçüğün yanından geçse hangileri selâm verir? Musannif bu bâbta bir nass bulama­dığını söylerse de Nevevî yürümeyi nazar-ı i'tibâra almış; ve: «Yü­rüyen kimse» büyü kolsun küçük olsun oturana selâm verecektir» demiştir.

Çarşı pazar ve büyük cadde gibi kalabalık yerlerde yalnız ba­zılarına selâm verilir. Çünkü her tesadüf ettiğine selâm vermek, in­sanı işinden alıkoyduğu gibi örf olmaktan da çıkar.

İki atlı veya iki yaya giden, birbirleri ile karşılaşırlarsa bazı­ları bunlardan dînî rütbe i'tibârı ile aşağı olanın selâm vermesi ge­rektiğini söylemişlerdir. Buna kıyasen, biri ata diğeri deveye bin­miş bulunan iki kişi rastlaşırlarsa atlı selâm verecektir. Zîrâ onun hayvanı cins i'tibârı ile ötekinin derecesinde değildir. Maamâfîh : dâima dînen yüksek olana bakılır, dünyevî i'tibâra bakılmaz; binâe­naleyh atlı dînen daha yüksek mertebede ise develinin ona selâm vermesi îcâbeder; diyenler de vardır. Karşılaşanlar her cihetçe müsâvî iseler her ikiside selâm vermekle memurdurlar. Hangisi selâm verirse o daha faziletlidir. Bu bâbta İmam Buharı sahîh senedîe Hz. Câbir'den şu hadisi tahrîc etmiştir:

«Yaya giden iki kişi karşılaştıklarında hangisi selâm ve­rirse O efdâldir.» imam Tirmizl, Hz. Ebu Ümâme'den şu merfu' hadîsi tahrîc etmiştir:

«Şüphesiz ki Allah indinde insanların en iyisi selâmı ve­rendir.» Tirmizî bu hadîs için: «hasendir» demiştir: Taberânî de şu hadîsi rivayet eder:

«— Yâ Resûlâllah biz karşılaşıyoruz; hangimiz selâm verecek? de­dik :

— Allah Teâlâ ya daha itaatkâr olanınız; buyurdular.»[564]

 

1473/1242- «Ali radıyallahü anh'âen rivayet olunmuştur. Demiştir kî: ResûlüNah sallallahü aleyhi ve seîlem :

— Bir cemâat bir yere uğradıkları vakit içlerinden birinin seSâm vermesi cemâat nâmına kâfidir. Birinin se­lâm alması da cemâat nâmına kâfidir; buyurdular.»[565]

 

Bu hadîsi Ahmed'le Beyhakî rivayet etmişlerdir.

Hadîs-i şerif cemâat nâmına bir kişinin selâm vermesini ve se­lâm almasının kâfi geleceğine delildir. Nevevî (531—676): «Selâm vermenin umumundan: yemek yiyen, su içen, cima' eden, helada veya hamamda bulunan, uyuyan veya uyuklayan, namaz kılan, mü­ezzinlik eden kimseler bu işlerden biri ile meşgul bulundukları müd­detçe müstesnadırlar» demiştir. Ancak, hamamda bulunan peşte-mal sarmmışsa ona selâm verilebilir. Cuma hutbesi okunurken se­lâm vermek de mekruhtur. Çünkü hutbeyi dinlemek farzdır. Binâe­naleyh selâm verilmiş bile olsa alınmaz. Yalnız: hutbeyi dinlemek sünnettir diyenlere göre, verilen selâmı bir kişinin alması vâciboîur. Vahidî, Kur'ân okuyana selâm vermemek evlâ olduğunu, verildiği takdirde işaretle almak gerektiğini, şayet sözle selâm alırsa yeni­den istiâze ederek okumaya devam etmesi lâzım geldiğini söyler. Fakat Nevevî buna i'tirâz etmiştir. Ona göre Kur'ân okuyana selâm vermek meşru'dur; binâenaleyh selâmı alması vâciboîur. Hanefîler'e göre KuKân okuyana selâm verilmezse de verilen selâmı almak vâ-cibtir; ancak onlara göre Kur'ân-ı kerîm'i ve fıkıh ilmini okutan kimse verilen selâmı almayabilir. Kadının selâm alması vâcib ise de sesini duyurmamalıdır; zîrâ kadın sesinin ihtiyaçtan fazlası haramdır. Bu se­beple kendisine selâm verilen kadın geçn ise selâmı aşikâre söyleme­yerek içinden alır. Bir kimse, birine uzaktaki bir müslümandan selâm getirirse,- alanın onu gönderenle getirenin her ikisinden kabul etmesi lâzımdır.

Boş bir eve girenin selâm vermesi menduptur. Teâlâ Hazretleri :

«[566] Evlere girdiğiniz vakit kendilerinize selâm verin...» buyurmuştur. Buhârî'nin. «el-Edebü'l-Müfre» de Hz. İbni Ömer (R. A..)'dan tahrîc ettiği bir hadîsde şöyle denilmektedir:

«Evde kimse yoksa; selâm bize ve Allahın sâlih kullarına; demek müstehabtır.» Ayni hadîsi İbni EU-Şeybe .de.güzel bir isnadla tahrîc etmiştir. Tdberânt, Hz. İbni Abbas (R. Ay'dan bunun benzerini rivayet eder.

Selâm veren kimse selâmının alınamayacağını zannetse bile yi­ne selâm vermelidir. Çünkü o kimse selâmını almasa bile, Meleklerin alacağı, hadîslerde vârid olmuştur. Bazıları : selâmı almayacağı zannedilen kimseye selâm verilmez; çünkü almayanın günaha gir­mesine sebep olur; demişlerse de Nevevî ve diğer bazı ulemâ, bunun doğru olmadığını, böyle bir sözle şer'an me'mur olduğumuz şeylerin terkedilemiyeceğini söylemişlerdir.

Selâm almayana «selâmımı al» demek câizmidir? suâline bazıları evet diye cevap vermişlerdir. Çünkü emr-i bil ma'ruftur. Yine al­mazsa, selâm verenin ona hakkını helâl etmesi muvafık görülmüş­tür.[567]

 

1474/1243- «Ebu Hüreyre radtyallahü anh'âen rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûfüllah sallallakü aleyhi ve seîlem :

— Yahudilerle hıristiyanlara evvelâ siz selâm verme­yin; bir yolda onlarla karşılaşırsanız kendilerini yolun dar tarafına sıkıştırın; buyurdular.»[568]

 

Bu hadîsi Müslim tahrîc etmiştir.

Ekser-i ulemâ'ya göre yahûdîlerle hıristiyanlara evvelâ müslüman selâm vermez. Yalnız bazı Şâfiîler'in buna cevaz verdikleri hikâye olu­nursa da «es-Selâmü aleyküm» den fazla bir şey söylemek onlara gö­re de caiz değildir. Bu kavil İbni Abbas (R. A.) ile diğer bazı zevattan rivayet olunur. Kaadi lyâz onu ulemâ'dan bir cemâatten rivayet etmiş­tir. Ancak bu cevaz ihtiyaç ve zarurete mahsustur Aîkâme[569] ile Evzâî'nin kavilleri de budur.

Caiz görmeyenlere göre bir kimse müslüman zannederek bir zimmîye selâm verse de sonra yahûdî olduğu anlaşılsa: «selâmımı bana iade et» demesi îcâbeder. İbni Ömer (R. anhü'mâ)'nm bunu yap­tığı rivayet olunur. Bundan murâd: onunla aralarında hiç bir dost­luk ve mahabbet olmadığını anlatmaktır.

îmam MâMk'ten bir rivayete göre verilen selâmı geri istemek müstehâb değildir. İbnü'l - A'rabl bu kavli ihtiyar etmiştir.

Evvelâ gayr-i müslimin selâm vermesine gelince: Sahîheyn'de Hz. Enes'den merfu' olarak şu hadîs rivayet edilmiştir:

«Ehi-i kitâb olanlar size selâm verirlerse: ve aleyküm; deyiverin» Sahîh-i Buhârî'de, Hz. İbni Ömer'den rivayet olunan bir hadîsde Resûlüllah (S.A.V.):

«Yahûdîier size selâm verirlerse onların (her) ancak ve ancak: es-sâmu aieyk; der, sende: ve aleyke; deyiver.»

Bu rivayetlerde cevap cümlesi (atıf vav'ı) ile gelmiştir. Ulemâ'dan bazıları bunu ihtiyar etmiş; diğer bazıları ise hükümde ortaklık ifâde etmemesi için (vav'ın) hazfine kail olmuşlardır. Hattâbî, umumiyet­le hadîs ulemâ'sının bu hadîsi «ve aleyküm» şeklinde (vav) la riva­yet ettiklerini yalnız İbni Uyeyne'nin rivayetinde onun (vav) sız bulunduğunu doğrusunun da bu olduğunu söyler. Bazıları iki riva­yetin de sabit olduğuna bakarak iki vechi de caiz görürler. Keza ulemâ'nın ekserisi hadîsdeki emre bakarak, gayr-i müslimlerin se­lâmı alınacağına, bazıları da alınmayacağına kail olmuşlardır.[570]

 

1475/1444- «Yine Ebu Hüreyre radıyallahü anadan Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den işitmiş olarak rivayet olunduğuna gö­re; Resûlüüah sallallahü aleyhi ve selîem:

— Biriniz aksırdığı zaman: el-hamdü'lillâh; deyiver­sin. Dîn kardeşi de ona: yerhamuke'llah; desin. O: yerha-müke'llah; dedimi : Allah size hidâyet versin ve halinizi ıslâh eylesin; desin;buyurmuşlardır.»[571]

 

Bu hadîsi Buhârî tahrîc etmiştir.

Hadîsi şerif hakkında lâzım gelen izahat babımızın başında geç­miştir. Musannif bunu da oraya koysa daha iyi olurdu.[572]

 

1476/1245- «Bu da ondan rivayet olunmuştur -radıyallahü ank-.De­miştir kî: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem :

— Sakın sizden bir kimse ayakda su içmesin; buyur­dular.»[573]

 

Bu hadîsi Müslim tahrîc etmiştir. Hadîsin tamamı şöyledir :

«Her kim unutursa hemen kussun.» Ayni hadîsi İmam Ahmed başka bir yoldan ve yine Hz. Ebu Hüreyre'den tahrîc etmiştir. Mezkûr rivayete göre :

«Peygamber (S.A.V.) ayakta su içen bir adam görerek: vaz geçme­sini emretmiş. Adam :

— Niçin? diye sorunca :

— Seninle birlikde kedinin içmesinden   memnun olur musun? demiş; adam :

— Hayır; cevabını verince Resûlüllah (S.A.V.)  :

— Seninle birlikde ondan daha kötü olan biri içti: Şey­tan» buyurmuştur. Bu hadîsde meçhul bir râvî varsa da onu Yah­ya b. Maîn mu'temed saymıştır.

Hadîsimiz ayakda su içmenin memnu' olduğuna delâlet ediyor. İbni Hazm'e göre ayakda su içmek haramdır. Cumhur-u ulemâ'ya göre ise evlânın hilafıdır. Bazıları mekruh olduğuna kaildirler. Bunlar Sahîh-i Buhârî'nin rivayet ettiği Hz. Ali hadîsi ile istidlal ederler. O hadîse göre Afi (R. A.) ayakda su İçmiş ve :

  Ben Resûlüllah (S.A.V.)'İ benden gördüğünüz gibi yaparken gör­düm; demiştir.» Zemzem ise ayakda içilir.    Bu bâbta İmam Müslim, Hz. İbnİ Abbas'dan şu hadîsi rivayet eder:

«İbni Abbas:   Resûlüllah  (S.A.V.)'e Zemzem  suyu takdim ettim  ayak­da olduğu halde içtiler» demişlerdir.

Kusmaya gelince: ayakda su içenin içtiği suyu kusması bilittifak vâcib değildir. Buradaki kusma emri her halde nedib mânâsına hamledilmistir.[574]

 

1477/1246- «(Bu da) ondan rivayet olunmuştur, -radıyallahü anh-Demİştir ki: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve seîîem :

— Bîriniz ayakkabını giydiği zaman sağdan, çıkar­dığında ise soldan başlasın; sağ ayak giyerken ilk, çıka­rırken son Olsun; buyurdular.»[575]

 

Hadîs müttefekun aleyh'tir.

Bu hadîsi Müslim : «Soldan başlasın» cümlesine kadar tahrîc etmiştir. Geri kalan tarafını imam Mâlik, Tirmizî ve Ebu Dâ-vud rivayet etmişlerdir; deniliyorsa da doğru değildir. Doğrusu hadîs, kitabımızdaki şekli ile müttefekun aleyh'tir. Yalnız son cümle­nin yerine Müslim'de;

«Onları ya toptan giysin yâhud toptan çıkarsın» denilmiş­tir. Emrin zahiri vücûb'a delâlet ediyorsa da, Kaadî îyaz onun bu­rada istihâb mânâsına geldiğine ulemâ'nın icmâ'ı bulunduğunu iddia etmiştir.

İbnü'l-A'rabî : «Sağdan başlamak bütün sâlih amellerde meşru'dur. Çünkü sağın kuvvetçe, hissen, mendub olması i'tibârı ile de şer'an bir üstünlüğü vardır» demiştir. Bazı ulemâ sağdan başlama­nın hikmetini şöyle îzâh ederler: sağ taraf soldan daha kıymetli olduğu için giyerken sağdan başlamak emredilmiştir. Tâ ki sağın kerameti daha devamlı ve daha çok olsun. Çünkü ayakkabı giymek bedeni korumaya vesile olduğu için bir kıymet ve keramettir. Bu se­beple ayakkabını çıkarırken soldan başlamak emir buyurulmuştur.

tbni Abdiîberr : «Her kim ayakkabı giyerken soldan başlarsa sünnete muhalefetinden dolayı yolsuzluk etmiş olur. Lâkin soldan başlamak yine de haram sayılmaz» diyor.

Hadîsimiz ayakkabı giymenin müstehâb olduğunu sarahaten beyân etmiyorsa da İmam Müslim'in tahrîc ettiği şu hadîs bu bâbta nassdir :

«Ayakkablarmı çok giyiniz. Çünkü bir adam ayakkablı bulunduğu müddetçe binek gitmekte devam eder.» Bunun mânâsı: meşakkat çekmemekde ve ayaklarının selâmeti hususunda va­sıtaya binen gibidir; demektir.[576]

 

1478/1247- «Bu da ondan rivayet edilmiştir, -radıyallahü anh- De­miştir kî: Resûlüllah saîlaîlahü aleyhi ve seîlem:

— Hiç bîriniz bir tek ayakkabı ile yürümesin; ya on­ların ikisini birden ayaklarına giysin yâhud ikisini bir­den çıkarsın; buyurdular.»[577]

 

Hadîs mütiefekun aleyh'dir.

Buradaki nehyî cumhur-u ulemâ kerahet mânâsına hamletmişlerdir. Buna karine İmam Tirmizî'nin Hz. Âişe (R. anhâ)'dan rivayet ettiği bir hadîsdir. Mezkûr hadîsde Âişe (R. anhâ), Peygamber (S.A. V.)'in nalınının ipi koptuğunu ve ta'mir edinceye kadar.bir nalınla yürüdüğünü beyân etmiştir. Yalnız imam Buharı, Âîşe (R. anhâ) ha­dîsinin mevkuf olduğunu tercih etmiştir.

Acaba nehyin illeti nedir? Bu cihet ihtilaflıdır. Bazıları derler ki: «Ayakkabı giymek yerdeki tiken ve sâireden ayakları korumak için meşru1 olmuştur. Ayağın biri tek kalınca ötekini korumak için daha çok dikkat etmek lâzım gelir; böylelikle yürümek seciy-yesini kaybeder; düşmekten de emin olamaz.» Diğer bazılarına göre tek ayakkabı ile yürümek şeytan yürüyüşü olur. Beyhakî'ye göre kerahet giyimde şöhret hâsıl olmasındandır.

Mest, çizme ve saire gibi ayağa giyilen şeylerin hükmü de ay­nen ayakkabı gibidir. İbni Mâce'nin, Hz. Ebu Hüreyre'den tahr'c et­tiği hadîsde şöyle buyurulmuştur:

«Hiç biriniz bir tek nalın bir tek mest içinde yürümesin.» Bu hadîsi Müslim Hz. Câbir'den, İmam Ahmed b. Hanbel, Hz. Ebu Saîd'den, Taberânî, Hz. İbni Abbas'da-n rivayet etmişlerdir.

Hattâbî elin birini yen'den çıkarmanın ve elbiseyi bir omuzuna örtmenin de bu hükümde dâhil olduğunu söylemiştir.[578]

 

1479/1248- «İbni Ömer radıydllahü anhümâ'dan rsvâyei olunmuş­tur. Demiştir ki: Resûlüüah saîldllahü aleyhi ve seUem :

— Elbisesini büyüklenerek   sürükleyene  Aah bak­maz; buyurdular.»[579]

Hadîs mütfefekun aleyh'dîr.

Allah'ın bakmaması; rahmet etmemesi ile tefsir edilmiştir. Yani kurularak elbisesini sürükleye sürükleye yürüyene erkek olsun, kadın olsun AJlah rahmet buyurmaz. Hz. Ümmü Scieme buhadîsi işitince:

— O hâlde kadınlar eteklerini ne yapacaklar?    diye sormuş.  Resû-lüllah (S.A.V.):

— Onu bir karış daha kisaitirlar; cevabım vermiş, ümmü Seleme (R. Anhâ):

— O zaman da ayaklan açılır; deyince Peygamber (S.A.V.):

— Öyle ise elbiseyi bir karış   sarkıtırlar   ondan faz­lasını yapmazlar; buyurmuştur. Bu hadîsi Nesâî ile  Tirmİzî ri­vayet etmişlerdir.

Hadîsten murâd elbiseyi yerde sürüklememektir. Nitekim Bu~ kârî'nin tahrîc ettiği şu hadîs de ayni mânâya delâlet eder:

«Elbisenin topuklardan aşağısı cehennemdedir.»

Elbiseyi büyüklenmeden sürüklemek memnu' değildir. Nitekim Buhârî, Ebu Dâvud ve Nesâî'nin tahrîc ettikleri bir hadîsde bu ci­het tasrih edilmiştir. Mezkûr hadîse göre: Hz. Ebu Bekir (R.A.) elbi­seyi sürükleme hadîsini işitince :

— enim  elbisem dikkat etmezsem  sarkıyor; demiş.Resûüillah (S.A.V.):

Sen onu büyüklenerek yapanlardan değilsin; buyu­rarak kendisin: teselli etmişti. Maamâfîh İbni Abdüberr büyüklen-mek için olmasa dahî elbise sürüklemenin mezmum olduğunu söyle­miştir. Ncvevî: «elbiseyi sürüklemek mekruhtur. S/İî'nin kavli bu­dur» der.

Sünnet-i Seniyye, elbisenin en iyi şeklinin baldırlarının yarısı­na kadar inmekten ibaret olduğunu beyân etmiştir. Nitekim Tirmiziile NesâVuin tahrîc ettikleri bir hadîse göre Ubeyd b. Hâlid (R. A.):

«Yolda gidiyordum. Üzerimde sürüyerek götürdüğüm bir cübbe vardı. Derken bir adam bana:

— lbiseni kaldır. Çünkü böyle yaparsan elbisen da­ha çok dayanır ve daha temiz olur; dedi. Bir de bakhm bu zât Peygamber (S.A.V.) imiş :

— ma elbisem güzel bir cübbedir; dedim. Bunun üzerine Resûlüllâh (S.A.V.):

— enin için bana tâbi' olmak yokmu? buyurdu. Baktım

elbisesi baldırlarının yarısına kadardı.» demiştir.

Elbiseyi topuklara kadar uzatmakda beis yoksa da büyüklenmek maksadı ile daha agağı sarkıtmak haramdır. Büyüklenmek ni­yeti olmadığı takdirde Nevevî ve diğer ulemâ mekruh olduğunu söy­lemişlerdir. Bazıları: bu şöyle îzâh edilebilir diyorlar : Elbise sahibinin sırtına göre olur da Hz. Ebu Bekir (R.A.yin yaptığı gibi bü­yüklerime kasdı olmaksızın yere sarkarsa bunda bir beis yoktur. Fa­kat bedenden fazla ise israf olacağı, kadınlara benzeyeceği ve pislik bulaşmasından hâli kalmayacağı için haramdır.»

tbnü'l- Arabi diyor ki: «Erkeğin elbisesi topuğunu geçtiği hal­de: ben onu büyüklenmek için sürüklemiyorum; demesi caiz değil­dir- Çünkü nehî ona lâfzan şâmildir .Lâfız kendisine şâmil olan bir kimseye o lâfza muhalefette bulunmak caiz olamaz. Zîrâ: ben bu emre imtisal etmiyorum, çünkü bu illet benim hakkımda değildir; demiş gibi olur. Binâenaleyh bu iddia kabul edilmez; onun eteğini uzatması büyüklendiğine delildir.» -

Hâsıh, etek sarkıtmak elbiseyi sürümeye o da büyüklenmeye vardırır. Filhakika TabcrânVnm Hz. Ebu Ümâme (R. AJ'dan tahrîc ettiği bir hadis hu ciheti pek güzel îzâh etmektedir. Mezkûr hadîsde Ebu Ümâme şöyle diyor : «Bir defa biz Resûfüllah (S.A.V.)'le birfikde yürürüken ansızın Abru'bnü ZiVâre yerlerde sürüklediği bîr kaftan ve ciibbe içinde bize yet işi verdi. Bunun üzerine Resûfüllah (S.A.V.) elbi­sesinin eteğini tutarak A'fah/a nîyâz etmeye ve  :

— Yâ Reb bu) senin   kulundur;   kulunun ve cariyenin

Ofludur: demeye başladı. Nihayet Amir bunu işiterek :

— â  Resûlâllah, ben İnce bacaklı bir adamım;  dedi.Resûlüllah (S.A.V.):

— â Arnır,   şüphesiz ki   Allah her şeyin   hilkatim güzel eylemiştir.    Gerçekten Allah elbise sarkıtanı sev­mez; buyurdular.»

Ayni hadîsi Taberl de Amru'bnii Zürâre'den tahrîc etmiştir. Onun rivayetinde şu ziyâde vardır: «Resûlüllah (S.A.V.) Amr'm dört par­mak dizinden aşağısına işaret ederek :

— â Amir, elbisenin yeri işte burasıdır;   dedi. Sonra

demin kinden dört parmak aşağısına işaretle: Yâ Amir  burası  da elbisenin  yeridir.... buyurdular.» Hadîsin râvîleri mu'temed tirler. Kaftanla cübbeden başka her elbisenin hükmü de aynen bunlar gibidir. Zîrâ Şu'be, râvî Muhârib b. Disâr'a, :

— aftanı zikrettimi? diye sormuş. Muhârib:

— e kaftanı tahsis etti ne de gömleği; cevabını vermiştir. Tirmizî'den maada «sünen» sahipleri Hz.  İbnî Ömer (R. Ctnhümâ)an şu hadîsi tahrîc etmişlerdir:

«Sartıkmak: kaftanda, gömlekte ve sarıkta olur. Her kim bunlardan birini büyüklenerek sürüklerse kıyamat gününde Allah ona rahmet etmez.»

Gömleğin yenlerini lüzumundan fazla uzatmak dahî elbiseyi sarkıtmak gibidir. Kaadi Iyâz elbisede âdetten fazla yapılan her uzunluk ve genişliği ulemâ'nın mekruh saydıklarını nakletmiştir.[580]

1480/1249- «(Yine) İbni Ömer radıyallahü anhümâ'dan rivayet olunduğuna göre Resûlüülah sallallahü aleyhi ve sellem :

— Biriniz yediği zaman sağ elile yesin; içtiği zaman da elile içsin; zîrâ şeytan sol elile yer içer; buyurmuşlardır.»[581]

 

Bu hadîsi Müslim tahrîc etmiştir.

Hadîs-i şerîf sol elle yeyip içmenin memnu olduğuna delâlet edi­yor.Bunun şeytan işi olmakla ta'lil buyurulmasına bakarak bazıları haram olduğunu söylemişlerse de cumhur-u ulemâ'ya göre sol elle ye­yip içmek haram değil, sağ elle yemek içmek müstehâptır. Nâfi' alıp sünnettir diyenlere göre, verilen selâmı bir kişinin alması vâciboolur.[582]

 

1481/1250- «Amru'bnü Şuayb'dan o da babasından o da dedesinden -radıydUahü anhüm- işitmiş olarak rivayet olunmuştur. Dedesi demiş­tir ki: Resûlüllah salîallahü aleyhi ye sellem :

— İsraf etmeden ve gururlanmadan ye iç giy ve tesadduk et; buyurdular.»[583]

 

Bu hadîsi Ebu Dâvud ile Ahmed tahrîc etmişlerdir. Buhârî onu ta'lik eylemiştir.

Hadîs-i şerif, yeme, içme, giyme ve tesadduk işlerinde israfın ha­ram kılındığına delildir.

İsraf: her fiil ve sözde haddi aşmaktır. înfak mânâsında meşhur­dur. Bu hadîs Teâlâ Hairefleri'nin:

«[584] Yeyin için fakat İsraf etmeyin» kavl-i kerîminden alınmıştır. Kibir­lilik ve büyüklenme de bu mânâda dâhildir.

Abdüîlâtîf Bağdadî : «Bu hadîs, insanın kendi akıbetini düşün­mesi bâbmdaki faziletleri bir araya toplamaktadır» demiştir. Ha-dîsde, nefsin ve bedenin dünyevî, uhrevî bütün mesâlihinin tedbiri mevcuddur. Çünkü her şeyde israf vücûda ve maişete muzırdır; te­lefle neticelenerek cana da zararı olabilir.

Mahîle: tekebbürdür. Bunun her cihetle zararı büyüktür. Nefsi ki­bir ve gurura alıştırır. Bu suretle dünyada herkesin nefretini âhirette de Allah'ın azabını hak etmeye sebebiyet verir.[585]

 

«Birr Ve Sıla Babı»

 

Birr: hayır işlemekde geniş davranmaktır. Berr dahî bol bol hayır vermek olup Allah'ın sifatlarındandır.

Sıla: vuslat demektir. Hadîslerde sıla-i rahim'e sık sık tesadüf olu­nur. Bundan murâd: akrabaya yardım, iyilik etmek, onların hakları­na riâyette bulunmaktır. Sıla-i rahm'in zıddı katia-i rahimdir.[586]

 

1482/1251- «Ebu Hüreyre radıyallahü anh'den rivâyei olunmuştur. Demişür ki: Resûlüllah salîaîlahü aleyhi ve sellem :

— Her kim rızkının bollaştırılmasını ecelenin te'hîri-nİ dilerse sıla-i rahimini yapsın; buyurdular.»[587]

 

Bu hadîsi Buhârî tahrîc etmiştir.

İmam Ahmed b. Hanheî, Hz. Âişe (R. Anhâ)'da.n şu merfu' ha­dîsi rivayet ediyor:

«Sıla-i rahim ile güzel komşuluk, beldeleri ma'mur eder; Ömürleri de arttırır.»Ebu Ya'lâ dahî Hz. Enes (R.A.)'dan mer­fu' olarak şu hadîsi rivayet eder:

«Şüphesiz ki sadaka ve sıla-i rahim ile Allah ömrü art­tırır; ve kötü Ölümü defeder.»Bu bâbta başka hadîsler de vardır. îbni Tın şöyle diyor : «Buhârî hadîsinin zahiri, Teâfâ Hazretîerî'nin:

[588] (Ecelleri geldiği vakit ne bir saat geriye bırakılırlar; ne de bir saat öne alınırlar) kavline muarızdır. Bunların iki vecihle araları bulunur:

Birincisi, buradaki ziyâde taate muvaffak kılmak sebebi ile Ömürde hâsıl olan bereketten ve zamanın âhiretine yarayacak işlerle ma'mur ederek başka hususlarda zayi' etmekden kinayedir. Peygamber (S.A. V.J'in ümmetinin geçmiş ümmetlere nisbetle kısa ömürlü olması, bu­na mukabil kendisine Kadir gecesi'nin verilmesi de bu kabildendir. Hâsılı: sila-İ rahim tâatde muvaffakiyete ve günahdan korunmaya se­bep olur da öldükten sonra iyilikle anılması bakî kalır; bu suretle Öl­memiş gibi olur.

İkincisi : hadîsdeki ziyâde hakîkî mânâsında kullanılmıştır. Fakat bu hakikat ölüm meleğinin ma'lûmatına göredir. Âyetteki ise Allah'ın ilmine nisbetledir. Meselâ: Teâlâ Hazrefterİ ölüm meleğine der ki  :

— Fîlân kulum sıla-i rahim yarapsa yüz yıl;  yapmazsa altmış yıl yaşayacaktır; Halbuki onun îlâhî ilminde o kimsenin sıla-i rahim yapıp yapmıyacağı sabit ve ma'Iûmdur. işte Allah'ın ilmindeki ecel, ileriye geriye alınmaz; ziyâde ve noksan kabul eden, ölüm melâikesinin ilmin­deki eceldir...»

Tîbî ve diğer bazı ulemâ bu vecihlerden birinciyi tercih etmiş­lerdir. Taberânî'n'm zaîf bir senedle «es - Sağir» nâm eserinde Hz. Ebu'd-Derdâ' (R. Ay'dan tahrîc ettiği bir hadîs de birinci vechi te'yîd etmektedir. Ebu'd - Derdâ' demiştir ki :

«Resûlüllah (S.A.V,)'in yanında Sıla-i rahim yapanın eceli te'hîr edileceğinden söz edildi:   ResûÜillah (S.A.V.) :

— Bu o'nun ömrüne   ziyâde etmek değildir. Teâtâ Hazretleri: ecelleri geidiği vakit ne bir saat geriye bıra­kılırlar; ne de bir saat Öne alınırlar ;buyurmuştur. Şu ka­dar vzr ki, adamın Salih zürriyeti olur da Öldükten son­ra kendisine d.uâ eder; buyurdular.» Tdberânî bu hadîsi başka bir yoldan «el-Kebîr»  adlı eserinde merfu' olarak da rivayet et­miştir.

İbni Fûreh, ömrün ziyâde edilmesinden murâd: iyilik sahibinin aklına ve fikrine bir âfet gelmemek olduğuna, kat'iyyetle inanmak­tadır. Bazıları buna, ilminde ve rızkında da âfet gelmemesini kat­mışlardır.

îbnü'l - Kayyım, ecelin te'hirini, kalbin zikrullah ile meşgul ol­ması, dîye tefsir etmiştir.[589]

 

1483/1252- «Cübeyr b. Mut'im radıyallahü anh/öan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: ResûlüHah salîallahü aleyhi ve seîlem :

— Cennete, kaatl' —yani kat-» rahim yapan—giremez; bu­yurdular.»[590]

 

Hadîs müttefekun aieyh'tir.

Ebu Dâvud, Hz. Ebu Bekre (R. A./dan merfûan şu hadîsi tah-rîc etmiştir:

«Allah'ın, sahibine âhirete biriktirdiği ceza ile birlikde dünyada da cezasını vermeye lâyık, kat-ı rahim'den baş­ka bir günah yokdur.» Buhârî «el-Eedebü'l - Müfred» nâm ese­rinde Hi. Ebu Hüreyre'den merfu' olarak şu hadîsi rivayet eder :

«Gerçekten ümmetimin amelleri perşembe akşamı, cu­ma gecesi (Allah'a) arzolunur; fakat kat'ı rahim yapanın ameli kabul olunmaz.»

Ayni eserde, içlerinde kat'ı rahim yapan, bulunan bir kavme rahmet inceyeceğini bildiren bir hadîs de vardır. Taberânî, Hz. İbnî Mes'ud'dan şu hadîsi rivayet etmiştir:

«Şüphesiz ki gök kapıları kat'ı rahim yapana kapalıdır.»

Ulemâ sıla, yapılması vâcib olan akrabalığın ta'rifinde ihtilâf et­mişlerdir. Bazılarına göre, biri erkek diğeri kadın farzedildiği tak­dirde birbirlerine nikâh düşmeyecek derecedeki hısımlıktır. Bu kavle göre amca ve dayı çocukları mezkûr akrabalığa dâhil değil­lerdir. Delilleri: bir kadınla halasını veya teyzesini bir nikâhla alinak kat'ı rahimle neticeleneceği için haram kılınmış olmasıdır. Di­ğer bazılarına göre mirasçı oîan akrabadır. «Mirasçı olsun olmasın aralarında hısımlık olan kimselerdir» diyenler de bulunmuştur.

Kaadî Iyâz'ın beyânına göre sıla-i rahim'in birbirinden fazilet­li dereceleri vardır. Bu derecelerin en aşağısı akrabayı terk etme­yerek onlarla konuşmak veya hiç olmazsa selâm göndermek sureti ile sılada bulunmaktır. Sıla-i rahim kudret ve ihtiyaca göre deği­şir; ve yerine göre bazan vâcib, bazan müstehâb olur. Sıla-i rahimin bir kısmını yaparak bir kısmını yapamayan kat'ı rahim yapmış sa­yılmaz. Fakat iktidarı olduğu halde kendisine vâcib olan sılayı yap­mayan da bittabi sıla-i rahim yapmış sayılmaz.

Kurtubl, sıla-i rahmin umûmî ve hususî olduğunu söyler. Umûmî sıla-i rahim dînîdir; ve dîn kardeşini sevmek, ona nasihatte bulunmak, ona karşı adalet ve insaflı olmak, gerek vâcib, gerekse müstehâb bü­tün haklarına riâyet etmekle yapılır. Hususî olan ise bundan fazla olarak akrabaya nafaka vermek, vakti hâli olup olmadığını soruş­turmak ve kusurlarım görmezden gelmek gibi şeyleri de hesaba katmakla olur. îbni Ebî Cemre'ye göre sıla-i rahmin geniş mânâsı: Mümkün olan hayrı yapmak ve elden geldiği kadar kötülüğü defet­mektir.

Bütün bunlar müslümanlar hakkındadır. Kâfirlerle fâsıklara gelince: kendilerine nasihat kâr etmediği takdirde onlarla alâkayı kesmek îcâbeder. Bunun ne ile olacağı dahî ihtilaflıdır. Bazılarına göre onlara kötü muamele etmekle; diğerlerine göre iyilik yapma­makla olur. Çünkü hadîsler sılayı emir; kat-i rahm'i yasak etmiş­lerdir. Bu iki şeyin arasında vasıta yoktur.

Musannif sıla-i rahm'in üç derece olduğunu söyler. Bunlar:  vâsıl, mükâfi' ve kaati'dır.

Vâsıl : iyilik ve ihsanda bulunan fakat kendisine iyilik edilmeyen­dir.

Mükâfi': aldığı nisbette verendir.

Kaatı' ise: akrabasına iyilik etmeyen onlardan da iyilik görmeyen yani tamamile alâkasını kesen kimsedir.[591]

 

1484/1253- «Muğire b. Şu'be radıyallakü anh'den rivayet-olundu­ğuna göre: Resûlüllah salîallahil aleyhi ve sellem:

— Şüphesiz ki annelere itaatsizliği, kızları (n«ı) diri diriye mezara gömmeyi, haksız yere emir ve nehîde bu­lunmayı Allah size haram kılmış; dedikoduyu, çok sual sormayı ve mal israfını da sizin için kerîh görmüştür.»[592]

 

Hadîs müttefekun aleyh'dİr.

Ümmehâf : Ümmehe'nin cem'idir. Ümmehe ve Ümm kelimeleri anne mânâsına gelirlerse de «ümmehe» yalnız akıl sahipleri için kullanılır. «Ümm» ise umumîdir. Burada yalnız anenin zikredilmesi onun hakkı pek büyük olduğunu göstermek içindir; yoksa babaya itaatsizlik de haramdır. Buîkînî'den nakledildiğine göre haram olan itaatsizlik, evlâdın anneye babaya veya onlardan birine; örfen kü­çümsenemeyecek bir eziyyetde bulunmasıdır. Binâenaleyh ebeveyn­den birinin emir veya nehyine örfen itaatsizlik sayılmayan bir şey­le muhalefet etmek, onlara isyan sayımladığı gibi, şer'î bir hak dolayısı ile evlâdın anne veya babasını mahkemeye vermesi de itaat­sizlik ve isyan değildir. Nitekim ashâb-ı kirâm'dan birinin oğlu baba­sının malına ihtiyacı olduğunu Resûlüllah  (S.A.V.)'e şikâyet etmiş; Peygamber (S.A.V.) bunu itaatsizlik saymamıştır. Maamâfîh bazıları Resûlüllah (S.A.V.)'in cevaben:

«Sen de malın da babanınsınız» buyurmasına bakarak mese­leyi teemmüle şâyân bulmuş; ve mezkûr cevabı şikâyetin memnu' olduğuna delîl saymışlardır.

Bülkînî ebeveyne isyanı îzâh ederken söyle diyor: «O halde, itaatsizlik: başkasına yapılmış olsa küçük günahlar cümlesinden sayılacak haraâm bir eziyeti; evlâdın ebeveyninden birine yapma­sıdır. Bu suç onlara karşı büyük günah olur. Keza evlâdın, cihâd gibi kendisine vâcib olan şeyleden başka bir hususta nefsinin veya bir uzvunun telefinden korkarak ebeviyninin emir ve nehîlerine kar­şı gelmesi; veya onlara meşakkat veren yolculukda kendisine farz olmayan bir şey hakkında. muhalefette bulunması, ilim tahsili ve kazanç- gibi faydalı şeylerden başka bir hususta onları uzun zaman terketmesi onlara hürmet ve ta'zîmde bulunmaması da onlara is­yandır. Zîrâ ebeveynden biri geldiği vakit evlâd ayağa kalkmaz ve­ya yüzünü ekşetirse bu hareket başkalarına kargı bir suç sayılma­mak la beraber anne babaya karşı itaatsizliktir.»

«Ve'd» kızları diri diriye mezara gömmektir. Câhiliyyet devrinde araplar bunu yaparlardı. Çünkü kız çocuğu doğmasını istemezler; bunu kendileri için zül telâkki ederlerdi, ilk defa kızını diri diriye mezara gömenin Kays b. Asım-ı Temîmî olduğu söylenir. Araplardan açlık kor­kusu iie kız ve erkek bütün çocuklarını diri diriye mezara gömenler de bulunurdu. İslâmiyet bunu şiddetle menetmiştir.

cümlesine gelince ;men'eden murâd: Allah'ın menedilmemesini em­rettiği şeyi men'etmektir. Hattâ: Bana ver; mânâsına bir ism-i fiildir. Burada ondan murâd: istenmesi gerekmeyen şeyi istemektir. Onun için bunların ikisi de haram kılınmıştır.

«Dedi ve denildi» cümlesi burada, fiilin lâfzını hikâye sureti ile tenvînsiz zikredilmiştir. BuhârVnin bir rivayetinde bunlar fiillikden çı­karılarak isim olmak üzere tenvîn'Ie rivayet edilmişlerdir. Fakat tenvînsiz rivayeti daha çoktur.

Kîl-ü kaal'den murâd: işittiği bir sözü başkalarına nakletmek­tir. Bu nakil ya: «şöyle diyorlar; böyle söyleniyor» gibi söyleyen gizlenerek yâhud: «filân şöyle dedi» şeklinde söyleyenin kim oldu­ğu beyân edilerek yapılır ki lisanımızda dedikodu denilen şey bu­dur. Dedi-kodu'nun mene dilmesi, abesle iştigâl olduğundan ve zem, gîbet, koğuculuk gibi müslümâna memnu' olan şeyleri tezammm et-tiğindendir. Bilhassa söz uzayacak olursa mevzuu bunlardan hemen hemen hâlî kalmaz.

Muhibbi-i Taberî burada üç vecih olduğunu söylüyor. Şöyle ki:

1— Men'an ve hâti kelimeleri birer masdardır. Bu takdirde hadîs çok konuşmanın mekruh olduğuna işaret ediyor demektir.

2— Bunlardan murâd: halk arasında konuşulan sözleri başka­larına haber vermektir. Haber vermenin mekruh olması ya çok lâf ta­şımanın önünü almak yâhud da kendisinden bahsedilen kimse bundan hoşlanmadığı içindir.

3— Bu cümle   ihtilaflı dînî meseleler hakkındadır. Mekruh olan derecesi hatâdan   emin   olamayacak   kadar çok rivayet   etmektir. imam Müslim'in tahrîc ettiği şu hadîs de bu veçhi te'ykl eder :

Çok suâlden murâd; ya dilenmek yâhud müşkil meselelere dâir so­ru sormaktır. Her ikisi birden kasdedilmiş de olabilir. Dilenmenin ha­ram olduğunu «zekat bahsi» nde görmüştük. Bazılarına göre çok sual­den maksad, halk arasında dolaşan havadis ve haberlerle muayyen bir insanın, duyulmasını istemediği sırlarıdır.

Mal israfı denilince hatıra gelen şey dînî dünyevî bir maksada mebnî olmayarak yapılan sarfiyattır. Bazıları bunu harama harcamak­la kayıdlamışlardır. Musannifa göre ise, dînî olsun dünyevî olsun; şer'-an mezun olmayan bir cihete mal sarfetmektir. Çünkü Allah Teâlâ ma­lı kullarının yararına halk etmiştir. İsraf ise, ya mal sahibinin yâhud başkasının menfaatini zedeler.

Fazla mal sarfiyatında da üç vecih vardır:

1— Şer'an memnu' olan yerlere mal sarfetmektir. Bunun haram olduğundan şüphe yoktur.

2— Şer'an me'zun olan yerlere sarfetmektir. Daha mühim bir hak­kın elden gitmesine sebep olmamak şartı ile bunun makbul ve matlup bir şey olduğunda şüphe yoktur.

3— Mubah olan cihetlere sarfetmektir. Bu da iki kısımdır: Birin­cisi mal sahibinin kendi kudretine münasip bir şekilde sarfiyatta bulun­masıdır. Bu israf değildir. İkincisi örfen kendine lâyık olmayan bir ci­hete mal sarfetmesidir.    Eğer mevcud    veya   muhtemel bir kötülüğü defetmek içinse bu da israf değildir. Böyle değilse tumhur'a göre is­raftır. İbni Dakîki'î - İd : «Kur'ân'm zahirine göre bu israftır» de­miştir. İmam Gazâlî (450—505)    Râfiî ve başkaları bunun haram olduğuna kaildirler.

İhtiyaçtan fazla bina yapmak, bilhassa onun zînet ve süsü için sarfiyatta bulunmak bilittifak mekruhtur. Sübkî (683—756) mü-bâh olan zevkiyat hakkında ihtilâf olduğunu söylemiştir.[593]

 

1485/1254- «Abdullah b. Amrİ'bnİ Âs radıyalldhü anhümâ'dan Pey­gamber satldUahü aleyhi ve scttem'âen işitmiş olarak rivayet olundu­ğuna göre Resûlüilah saUaîlahü aleyhi ve sellem:

— Allah'ın rızası ebeveynin -rızasında; gazabı da ebe­veynin gazâbındadır; buyurmuştur.»[594]

 

Bu hadîsi Tîrmîzî tahrîc etmiştir. İbni Hibbân ile Hâkim onu sahîhlemişlerdir.

Hadîs-i şerîf anne ile babayı razı etmenin evlâd üzerine farz; gü­cendirmenin ise haram olduğuna delildir. Zîrâ Allah'ın rızâsı onların rızâsına; gazâbıda onların gazabına bağlanmıştır. Binâenaleyh onların bu hakkı, cihâd gibi farz-ı kifâye olan vecîbelerden bile ileridir. Nite­kim Hazret! İbni Ömer (R. A.)'âan rivayet edilen şu hadîs de bunu te'yîd eder:

«Bîr adam cihâda gitmek için Peygamber    (S.A.V.)'den izin  istemeye geldi. Resûlültah (S.A.V.)  :

— Ebeveynin sağmı? dîye sordu adam:

— Evet; dedî:

— O halde   sen   ancak onlar hakkında mücâhede et;buyurdular.»

İmam Ebu Davud'un, Hz. Ebu Saîd (R. .A./den rivayet ettiği bir hadîsde şöyle buyuruluyor: «Bîr adam Yemen'den hicret ederek Resûlüllah (S.A.V.)'e geldi ve:

— Yâ  Resûlâllah, ben hicret ettim;  dedi.  Resûlüüah  (S.A.V.) :

— Senin Yemen'de ailen varmı? diye sordu. Adam:

— Ebeveynim var; deyince :

— Sana İZİn verdilermi? diye sordular. Adam:

— Hayır; cevabını verdi. Resûlüllah (S.A.V.) :  .

— Öyle İse hemen dön de onlardan izin iste. Eğer sa­na izin verirlerse cihâd et; Vermezlerse onlara itaat eyle; buyurdular.» İmam Şafiî ile diğer bazı Ulemâ'mn mezhebi budur. Onlara göre anne baba razı olmadığı vakit cihâdı terketmek vâcib olur; ancak namaz gibi farz-ı aym olan ibâdetler anne baba rızâsı­na bağlı değildir; onların rızâsı hilafın dahî edâ olunurlar.

Ek ser-i Ulemâ'ya göre ise anne baba, evlâdının bulunmamasından bir zarar görmeyecekse farz-ı kifâye olan ibâdetler hattâ bazılarına gö­re menduplar bİie onların rızâsı olmadan edâ edilebilir. Bunlar ebeveyn hakkını bildiren hadîsleri mübalâğaya hamletmişlerdir. Onlara göre evlâd Allah'a âsî olmamak şartı ile ebeviynine itaatle memurdur. Ni­tekim Teâlâ Hazretleri bu hususta :

«[595] Şayet annenle baban, bilmediğin bir şeyi bana şerik koşman ba­bında seninle münakaşa ederlerse, onlara itaat etme; ama kendileri ile dünyada iyilikle sohbet eyle» buyurmuştur.

Anne ile baba hakları birbirine karşı geldiği vakit anne hakki tercih edilir. Bunun delili İmam Buhârî'nin rivayet ettiği şu hadîs­tir :

«Bir adam :

— Yâ  Resûlâflah, kendisine güzel sohbette    bulunmama en ziyâde lâyık kimdir demiş;  Resûlüllah (S.A.V.): Üç defa  (tekrarlamak sureti ile) :

— Annendir; cevabını vermiş:

— Sonra :

— Babandır; demiştir.» İbni Battal diyor ki: «Bunun muktezâsı anne hakkının babanınkinden üç misli fazla olmasıdır. Bu her hâlde karnında taşıma, sonra doğurma, daha sonra emzirme zah­metlerinden dolayı olacaktır.»    tbni Battal'm sözlerini te'yîd. eden âyetler de vardır.

Kaadî lyâz: «Cumhur-u Ulemâ annenin iyilik görme hususunda babadan daha haklı olduğuna kaildirler» demiş; bazıları bu hususta icmâ' olduğunu nakletmişlerdir.

Kardeşle dededen hangisi itaat ve iyilik görmeye daha lâyık oldu­ğu ihtilaflıdır. Kaadî lyâz, ekser-i ulemâ'ya.1 göre dedenin daha lâyık olduğunu söylüyor.          

Kadın üzerinde en. ziyâde hakkı olan insan kocasıdır. Bunu İmam Ahmed b. Hanbeî ile Nesâî'nin Hz. Âîşe (R. An/ıâ/dan tah-rîc ettikleri şu hadîs beyân etmektedir:

«Peygamber (S.A.V.)'e :

— Kadının üzerinde hangi insanın en çok hakkı vardır? dedim:

— Kocasının; dedi:

— Erkeğin üzerinde kimin? dedim:

— Annesinin; buyurdular.» Maamâfîh anne baba bundan zarar görürse onların hakkı yinede koca hakkından önce gelir.[596]

 

1486/1255- «Enes radıyallahü anh'âen Peygamber sdlldllahü aleyhi ve sellem'den  İşitmiş olarak  rivayet olunduğuna göre  Resûlüllah sallaîlahü aleyhi ve seîîem :

— Nefsim Kabze-i   kudretinde olan Allah'a yemin ederimki, bir kul kendisi için dilediğini komşusu için de Yâhud din kardeşi içinde— dilemedikçe   hakkîle îmân etmiş buyurmuşlardır.»[597]

 

Hadîs müttefekun aleyh'dir.

Bu hadîsi Müslim'de böyle, din kardeşi ile komşu arasında şek ederek rivayet olunmuştur. Buhârî'de zikredilen yalnız din karde­şidir.[598]

Hadîs-i şerif ulemâ arasında temel sayılan dört hadîsten biridir. Kalan üçüde: «Ameller niyetlere göredir.» «Helâl ve haram beyân edilmiştir...» ve «Kendisini alâkadar etmeyen şeyi terketmek. Kişinin iyi müslüman olmasının alâmetİerin-dendir» mealindeki hadîslerdir, ki bunlar ilende «Zühd-ü Takva» bâ-bmda görülecektir. Mezkûr hadîsler îslâmî kaidelerin mihveri mesâ-besindedirler.

Bu hadîs dindaş ve komşu haklarının pek büyük olduğuna delildir. Hattâ onlara riâyet etmeyenlerin îmânı bile nefî edilmiş ise de boylelerin îmândan mahrum olmadığı sair şer'i kaidelerden ma'lûm oldu­ğundan buradaki nefî «İmânın kemâli yoktur» mânâsına alınmıştır.

Kulun kendisi için dilediği şeyin ne olduğu burada ta'yin edil­memiştir. Hadîsin Nesâî'deki rivayetinde:

«Kendisi dilediği hayrı din kardeşi için de arzu etmedik­çe...» buyurularak bu cihet beyân edilmiştir. Ulemâ-i Kirâm'a göre bundan murâd: Onun için yapılacak taatlerle sair mubah olan şey­lerdir. Lâkin İbni Salâh (577—643) buna i'tirâz ederek şunları söy­lemiştir: «Bu yapılması imkânsız olan sarp işlerden sayılabilir. Hâlbuki hakikat öyle değildir. Çünkü hadîsin mânâsı: Kendisi için dilediği hayrı din kardeşi içinde arzu etmedikçe hiç birimizin îmânı kemâl bulamaz; demektir. Bunu yapmak ise din kardeşine o hay­rın bîr mislinin söz götürmez bir şekilde yani; kendine verilen ni'-metten noksan olmamak şartı ile verilmesini dilemekle olur. Selim bir kalp için bu kolay bir iştir. Onu yapmak ancak fesatçı kalplere zor gelir, Allah bize ve cümle din kardeşlerimize afiyetler ihsan buyur­sun.»

Yukarıdaki mütâlâalar hadîsin «Din kardeşi» rivayetine göre­dir. Komşu rivayeti ise, müslüman, kâfir, fâsık, dost, düşman, hı­sım, hasım uzak, yakın bütün komşulara âmm ve şâmildir. Binâe­naleyh kendine hayır dilemeye sebep olacak bütün sıfatlar hangi komşuda mevcutsa o komşu en yüksek mertebededir. Ondan sonra bu sıfatların ekserisini hâiz olana, daha sonra daha azı kendinde bulunanlara sıra gelir.

Böylece bir tek hasleti olana kadar İnilir; ve her komşunun hak­kı, hâline göre verilir. Filhakika bu bâbta Taberânî (260—360), Hr. Câbir (R. A.)'den şu hadîsi tahrîc etmiştir:

«Komşular üç nev'îdir. (Birincisi) bir hakkı olan komşu­dur. Bu Müşrik olup (yalnız) komşuluk hakkı vardır. (İkin­cisi) iki hakkı olan komşudur. Bu Müslümandır. Müslümanın hem komşuluk hem de islâmiyet hakkı vardır, (üçüncüsü) üç hakkı olan komşudur. Bu da akrabalığı olan müslüman komşudur. Bunun islâmiyet akrabalık ve komşuluk haklan vardır.» îmanı Buhârî'nin rivayetine göre: Hz. Abdullah b. Ömer bir koyun kesmiş ve yahûdî komşusuna ondan hediyye etmiştir.

Hâsılı komşu din kardeşi ise, kendisi için dilediğini onun içinde is­lemeli; Kâfirse müslüman olmasını temenni etmelidir. Ulemâ'dan Muhammeâ b. Ebî Cemre: «Komşuluk hakkına riâyet, îmânın kemâlindendir. Ona zarar vermek ise büyük günahlardan ma'duttur. Çünkü Rcsûlullah (S.A.V.) :

— Her kim Allah'a ve âhiret gününe inanırsa kom­şusuna ezâ etmesin; buyurmuştur. Bu hususta hâl iyi ve kötü kom­şuya nisbetle birbirinden farklıdır» demiştir.

Kötü komşuya hâline göre nasihat edilir. Kâfire Müslümanlık anla­tılır. Fâsık olana dahî münâsip bir lisanla nasihatta bulunulur. Vazge­çemediği takdirde onunla alâka kesilir ve bu hareketle onu te'dip kas­tedilir.

Komşuluğun hududu her taraftan kırk hânedir. Hz. Alî (R.A)'dan rivayet olunduğuna göre; ezanı işitenler, komşudurlar. Bazılarına göre, mescidde sabah namazını beraber kılanlar komşu sayılarlar. Bunları yerinde görmüştük.[599]

 

1487/1256- «İbnİ Mes'ud    raâtyallahü anh'âan  rivayet edilmiştir. Demiştir kî: Resûlüflah sallattahü aleyhi ve sellem :

— Hangi günah daha büyüktür? dîye sordum :

— Seni yaratmış olduğu halde Allah'a nazır ittihaz et­mendir; dedi.

— Ondan sonra hangisidir? dedim :

— Seninle beraber   yemesinden korkarak evlâdını öl-dürmendir; buyurdu.

— Daha sonra hangisidir? dedim :

— Komşunun karısı ile zina etmenizdir; buyurdular.»[600]

 

Hadîs müttefekun aleyh'tir.

Allah'a şerik ve nazîr koşulmaması hususunda Kur'ân-i Kerîm'de :

«[601] O halde Allah'a nazîrler ittihaz etmeyin» buyıxulduğu gibi fakir­likten dolayı evlâd öldürme babında dahî :

«[602] Fakirlik korkusu ile çocuklarınızı Öldürmeyin» âyet-i kerîmesi na­zil olmuştur.Zina fi'linin müşakeret babından kullanılması, zinaya ka­dınında rızâsı olduğuna işaret içindir. Bu fiilde zina suçundan maada, kadını baştan çıkarma, kalbini başkasına meyil ettirme gibi kötülükler de vardırki, bunların hepsi birer büyük günahtır. Kadının komşu karı­sı olması bu husustaki hıyanetlerin en büyüğüdür. Çünkü komşunun komşudan beklediği şey, kendisini ve ırzını müdâfaa etmesi, kötülük­lerinden emin olmasıdır. Allah Teâlâ dahî komşu hakkına riâyeti ve ona iyilikte bulunmayı emretmiştir. Bu cihetler göz önünde bulundurularak komşunun karısıyla zina ve onun ahlâkını ifsat etmesi düşünülürse bu zinanın ne derece çirkin bir şey olduğu lâyıkı ile anlaşılır.

Hadîs-i şerif en büyük günahın Allah'a şirk koşmak olduğuna, on­dan sonra da haksız yere insan öldürmek geldiğine delildir. Şâir büyük günahların dereceleri, sebep oldukları mefsedetlere göre değişir.[603]

 

1488/1257- «Abdullah b. Amri'bnî Âs radıydllahü anhümâ'dan riva­yet olunduğuna gÖre Resûlüllah salldllahii aleyhi ve sellem :

— Kişinin ebeveynine söğmesi büyük   günahlardan­dır; buyurmuş.

— Hiç İnsan ebeveynine sögermi? denilince :

— Evet bir adamın babasına söğer; o da onun baba­sına söğer; annesine söğer; o da onun annesine söğer; buyurmuşlardır.»[604]

 

Hadîs müttefekun aleyh'dİr.

Bu hadîsdeki «kişinin ebeveynine söğmesi» nden murâd: Onlara söğmeğe sebebiyet vermesidir.İbarede; müsebbebi zikirle, sebeb-i kasid kabilinden mecâz-ı mürsel vardır.

Hadîs-i şerif, anne ile babaya ezaya ve söğmeye sebep olmanın haram kılındığına delildir. Zîrâ bununla hem sebep olan hem de söğen günaha girmiş olurlar. İbni Battal: «Bu hadîs Sedd-i zerâyi'[605]  hususunda bir esastır» diyor. Bundan şu neticeye varılır : Bir işin sonu harama varırsa o haram kasdedilmemiş bile olsa o işi yapmak haramdır. Bazıları bu hadîsde zann-i galip ile amel edilebiliceğine işaret görürler. Çünkü bazan babasına söğülen kimse, söğrnekle mu­kabele etmeyebilir. Lâkin ekseriyetle o da söğer.[606]

 

1489/1258- «Ebu Eyyub radıyallahü anh'dan rivayet olunduğuna gö­re, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem :

— Müslüman bir kimseye din kardeşini üç günden fszla terketmek, karşılaştıkları vakit birbirlerine yüz çe­virmek helâl olmaz. Bunların en hayırlısı evvelâ selâm verendir; buyurmuşlardır.»[607]

 

Bu hadîs, müslümanın nıüslümanla üç günden fazla dargın, kal­masının haram olduğuna delildir: Üç günden fazlası haram olduğu­na göre üç gün dargın durmak haram değildir. Bunun hikmeti, insanda gazab ve huysuzluk cibillî olduğundan bunları gidermek için güç gün din kardeşini terketmesi affedilmiştir. îlk gün Öfkesi ya­tışır. İkinci gün kendine gelir; Üçüncü gün artık özür diler. Bundan fazlası ile kardeşlik hukuku ihlâl olur.

Hadîs, selâm vermekle dargınlık ve ayrılığın sona ereceğine de-Sâîet ediyor. Cumhur-u Utemâ ile İmam Mâlik ve gâ/iî'nin mezhep­leri budur. Bunlar TaberânVnin Hz. İbni Mes'ud'un amcası Zeyd b. Vehb tarîki ile rivayet ettiği mevkuf bir hadîsle de istidlal ederler. Mezkûr hadîsde :

«Dönmesi gelip ona selâm vermesidir» denilmektedir. İmam Ahmed'le bazıları: «Eğer darıldığı kimseye konuşmamak üzüntü veriyorsa yalnız selâm alması kâfi gelmez; eski hâllerine dönmele­ri behemehal lâzımdır» demişlerdir. Bazılarına göre terkedilenin hâline bakılır. Eğer selâmMan başka sözler söylemek kendisini hoşnud edecek ve dargınlığını giderecekse, konuşmak barışmanın ta­mamı sayılır. Böyle bir şeye ihtiyaç yoksa selâm vermek kâfidir.

Üç günden fazla süren dargınlık için İbni Abdilberr şöyle di­yor: «Konuşması, dargın olan şahsa dîni hususunda bir noksanlık getirecek veya nefsine yâhud dünyasına zarar verecek kimse ile üç günden fazla dargın durmanın caiz olduğuna Ulemâ ittifak etmişlerdir. Nice güzel dargınlık vardır ki, ezâ veren barıştan daha hayırlıdır.»

Kimlerle dargın durulabileceği hususunda yukarılarda söz geç­mişti.[608]

 

1490/1259- «Cabir radıyallahü anh'den rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem :

— Her iyilik sadakadır; buyurdular.»[609]

 

Bu hadîsi Buharı tahrîc etmiştir.

Ma'ruf, nıünkerin zıddıdır. İbni Ebi Cemre diyorki: «Âdet olsun olmasın iyi amellerden olduğu şer'î delillerden anlaşılan şeye ma'ruf adı verilir. Eğer o iş niyetle yapılırsa sahibi kafi olarak ecir kaza­nır. Niyetsiz yapıldığı takdirde ecir işi ihtimali kalır.»

Sadaka : Allah rızâsı için verilen maldır; ve farz, mendup bütün sadakalara şâmildir, iyiliği «sadakadır» diye haber vermek teşbih-i be­liğ kabîlindendir. Maksad: sevap hususunda iyilik için sadaka hükmü olduğunu binâenaleyh yapılacak iyiliğin az da olsa hakir görülmemesi lâzım geldiğini bildirmektir. Bir hadîsde: «Her tesbîh sadaka, her

tekbîr sadaka, iyiliği emr sadaka, kötülükten nehî sada­kadır» buyurulmuştur; hattâ insanın kötülük yapmaktan kendim tut­ması sadaka sayılmıştır. Zaten hadîsimizdeki : «Her İyilik» ta'biri bütün salah amellere âmm ve şâmildir. îmam Tirmizî, Hz. Ebu Zerr (R. A.yĞ&n mervî olarak şu hadîsi tahrîc etmiştir:

«Din kardeşinin yüzüne gülümsemen senin için bîr sada­ka, iyiliği emir, kötülükten nehyetmen senin için bir sa­daka, dalâlet diyarında bir adamı irşâd etmen, senin için sadaka, yoldan taş'ı, tiken'i ve kemiği atman senin için sadaka, kovandan din kardeşinin kovasına suyu boşalt­man da sadakadır.[610]» Tirmisî bu hadîsi hasen bulmuştur. Onu îbni Hibbân'da «Sahîh-» inde tahrîc etmiştir.

Bu hadîslerde sadakanın yalnız aslına münhasır kalmadığına işaret vardır. Yani sadaka yalnız maldan olmaz; ve sadece zenginlere mah­sus değildir. Bilâkis onu herkes her zaman ve her şeyle yapabilir.[611]

 

1491/1260- «Ebu Zerr radtyaüahü an&Men rivayet olunmuştur. De­miştir ki: Resûlüllah saîîaUahü aleyhi ve sellem :

— İyilik nâmına hiç bir şeyi asla tahkîr etme; velev ki (iyilik) elin kardeşini güler yüzle karşılamandan ibaret Olsun; buyurdular.»[612]

 

1492/1261- «(Bu da) Ebu Zerr radıydttahü anh/den rivayet edilmiş­tir. Demiştir kt: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve aellem:

— Bir çorba pişirdiğin vakit suyunu çok koy ve kom­şularını gör gÖZet; buyurdular.»[613]

 

Bu iki hadîsi Müslim tahrîc etmiştir.

Her iki hadîsde güler yüz göstermek sureti üe olsun iyilik yapma­ya teşvik vardır. İkinci hadîsde ayrıca komşu hakkına riâyet tavsiye olunmakta ve hiç olmazsa pişirdiği çorbadan ona hediyye etmek sureti ile görüp gözetilmesi îcâbettiği bildirilmektedir.[614]

 

1493/1262- «Ebu Hüreyre radıyallahü anh'ûon rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:

— Her kim bir müslümanın dünya gussaiarından bir gussasını giderirse, Allah onun kıyamet günü gussala-rından bir russasını giderir. Kim başı sıkılan birine ko-Isylık gösterirse Allah ona dünya ve âhîrette kolaylık ih­san eder. Kim bir müstümanın kusurunu Örterse Allah onun hem dünyada hem de âhirette kusurunu örter. (Hâ­sılı) Kul din kardeşinin yardımında oldukça Allahda o kulun yardımindadır; buyurdular.»[615]

 

Bu hadîsi Müslim tahrîc etmiştir.

Yalnız burada hadîsin metninde bazı değişiklikler vardır. Me­selâ: «neffese» kelimesi Müslim'de «Ferrece» şeklindedir. Ondan son­raki cümle de «Sahîk-i Müslim» de yoktur. Onu başkaları rivayet etmiştir. Maamâfîh mânâda bir değişiklik yoktur.

Hadîs-i' şerif bir kaç mes'eleye delâlet etmektedir. Şöyle ki:

1— Bir müslümanın dünyaya âid baş sıkısını çözmenin faziletini bildiriyor. Bu da hacetine ya mal vermekle veya ma'nevî nüfuzunu kul­lanarak onu zâlimin zulmünden    kurtarmaya çalışmak, hasta ise ilâç almak, doktor getirmek gibi şeylerle olur.

2— Borçluya yardımda bulunmak ve kendisine kolaylık göstermek de baş çözmekten ma'dudtur. Bunun ayrıca    zikredilmesi daha beliğ ve daha mühim olduğu içindir.    Borçluya   yardım ya kendisine uzun va'de vermek yâhud borcunu affetmek gibi şeylerle olur. Alacaklı her hangi bir şekilde borçlusuna kolaylık gösterirse, şüphesiz Cenâb-ı Hak da ona dünyevî ve tıhrevî bütün işlerinde kolaylık ihsan eder. Bu su­retle her işi yolunda gittiği gibi âhirette de sıkıntı çekmez;    iyilikleri kötülüklerine galebe çalar.

3— Bir kimse bir müslümanın gizli bir kusurunu görür de başka­larına söylemezse me'cur olur. Ecri de ameli cinsindendir; yani onun kusurunu da Allah örter. Dünyada yaptığı bir kusuru kimseye duyur-madığı gibi âhirette de kabahatim yüzüne vurmaz;  affeder.    Bundan dolayıdır ki Peygamber (S.A.V.) müslümanları birbirlerinin kusurları­nı meydana çıkarmamaya teşvik etmiştir.

Ulemâ kusur gizlemenin vâcib değil mendup olduğuna kail olmuş­lardır. Binâenaleyh bir müslümanın gizli bir suçunu bilen onu hâkime haber verse, günahkâr olmaz. Ancak bu hüküm fitne ve fesatçılığı ile tanınmış kimseler hakkındadır. Bir defa bir suç işleyerek tevbe eden ve bir daha yapmayan kimsenin o kusurunu gizlemek îcâbeder, çünkü fesatçının kusurunu gizlemek, onu daha başka fitne ve fesatlar çıkar­maya teşvik olur. Bir defa suç işleyenin hâli böyle değildir. Buraya kadar verilen izahat ma'siyet işlendikten sonraya âiddir. Onu işlerken görenin hükmüne gelince : Men'etmeye iktidarı olursa derhal müdahe-lede bulunarak men'etmesi vâcibtir. Çünkü bu müdaheie mühkeri in­kâr demektir; müdahale etmemek helâl olamaz. Meselâ: Hırsızı biri­nin malını çalarken görenin mal sahibine haber vermesi îcâbeder; ak­si takdirde hırsıza yardım etmiş olur. Acaba hadîs râvîleri ile şâhidlerin, evkaf ve zekât memurlarının cerhi, gîbet sayılmazmı? Hayır, on­ların cerhi gîbet değil, bilâkis herkese vâcib olan bir nasihat ve dü­rüstlüktür; böylece olduğu da ittifâkîdir..

4— Kul din kardeşine yardım ettikçe AHah'da o kula yardım eder. Bu suretle kazanmağa gayret gösterdiği bir şeyi kolayca elde ediverir. Vâkıâ her işde AHah kulunun muinidir: Fakat bu avn-ü inayet, din kar­deşine yardım edene daha fazladır. Binâenaleyh müslümana gereken, din kardeşini kendinden ileri tutmaktır; zîrâ Allah'ın kemâl-i inayetle­rine nail olmanın yolu budur.[616]

 

1494/1263- «İbni Mes'ud   radıyallahü cmVdan  rivayet olunmuştur.

Demiştir ki: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve seîîem:

— Her kim bir hayra delâlet ederse kendisine o hay­rı yapanın ecri kadar ecir vardır; buyurdular.»[617]

 

Bu hadîsi Müslim tahrîc etmiştir.

Hadîs-i şerîf, hayra delâlet edenin onu yapan kadar ecir ve sevap kazanacağına delâlet ediyor. Bu bâbta:

«Her kim İslâmda güzel bir çığır açarsa o çığır'ın ve onunla amel edenlerin ecri kendisinin olur» hadîsi de var­dır.

Hayra delâlet, onu yapmasını söylemek ve yapmak isteyene nere­ye müracaat edeceğini göstermek, nasîhatta bulunmak ve faydalı eser­ler yazmak gibi şeylerle olur.

«Hayır» in mânâsı dünya ve âhirete âid bütün hayırlara şâmildir. Ne büyük meziyettir ki kelâm-ı Nebevî'nin mânâları akıllara hayret verecek derecede şümullü; Kelimeleri o nisbette vazıhtır.[618]

 

1495/1264- «İbni Ömer radıyalîahü anhümû'âan Peygamber saîlallahit aleyhi ve sellem'ûen işitmiş olarak rivayet edildiğine göre Resû-lüîtah saîldllahü aleyhi veseTtevn:

— Her kim Allah aşkına size sığınırsa onu koruyun. Her kim sizden Allah aşkına bir şey isterse) ona verin; her kim de size bir iyilik yaparsa onu mükâfatlan­dırın, eğer (verecek bir şey) bulamazsamz kendisine dua edin; buyurmuşlardır.»[619]

 

Bu hadîsi Beyhakî tahrîc etmiştir.

Ayni hadîsi Ebu Dâvud, îbni Hibbân ve Hâkim de tahrîc et­mişlerdir. Yalnız bazı rivayetlerinde az çok kelime değişiklikleri ve ziyâdeler vardır. Meselâ bir rivâyetde :

«Eğer ona mükâfat vermekten âciz kalırsanız; şükretti­ğinize kanâat getirinceye kadar ona duâ edin; çünkü Al­lah şükredenleri sever» buyurulmuştur. Tirmizî şu hadîsi riva­yet ediyor :

«Eğer bir kimseye bir hedîyye verilir de (karşılığında) ve­recek bir şey bülabilirse ona karşılık hediyye versin; (ve­recek şey) bulamazsa sena etsin; zırâ sena eden muhaKkak şükretmiş olur. Her kim (hakîkaü) giderse muhakkak küf-rân-ı ni'met etmiş olur.»

«Her kin   Allah aşkına srze   sığınırsa omı   koruyun»

cümlesinin mâm- i: Eğer bir kimseden, üzerine farz olmayan bir şey istenir de yapamaz ve size iltica ederek özür dilerse, onu kendi hâline bırakın, affedin; demektir.

Hadîs-i şerîf, böyle bir kimseden artık o şeyin istenmeyeceğine Al­lah aşkına - isteyen kimseye istediğini vermek gerektiğine, iyilik yapa­na mükâfat vermek lâzım geldiğine, verilecek mükâfat bulunamadığa takdirde kendisine duada bulunmak îcâbettîğine delildir. Ancak veril­mesi veya istenilmesi memnu' olan şeyleri vermek îcâbetmez. Bu toab' da Tdberânî, Hz. Ebu RSuse'I - Eş'arî (R. A./dan şu hadîsi rivayet et­miştir :

«Allah aşkına isteyen (dilenci) mei'undur. Kendisinden Allah aşkına istenilen ve kötü bir şey istememiş olmak şartıyla dilenciye nesne vermeyen kimsede mei'undur; derken işittim.» Dilenciye Iâ'net edilmesi, bıktırılacak derecede ısrar ettiği takdirdedir. Vermeyene Iâ'net ise verilebilecek bir şeyi verme­diği zamana mahsustur. Ulemâ bu hcJîsi kerâhate hamletmişlerdir.[620]

 

«Zühd-ü Takva Babı»

 

Zühd: Bir şeye az rağbet göstermektir. Ehl-i hakikat ıstılahına göre ise dünyadan yüz çevirmek, ona kıymet vermemektir. Bazıları,: «Zühd; dünya rahatını âhiret rahatına terketmektir» demiş, bir takım­ları: «Elinin hâli kaldığı şeyden kalbinin de hâli kalmasıdır» demişler­dir. «Zühd: elden çıkana yanmamaktır» diyenler olduğu gibi, daha baş-, ka tarifler de yapılmıştır.

Fakat Tirmizî ile îbni Mâce'nin, Hz. Ebu Zerr (R. A.J'dan mer-fu' olarak rivayet ettikleri şu hadîs zühd'ü hor türlü ta'rif ve izahattan daha güzel tefsir etmektedir :

«Dünyada zühd: ne helâli haram kılmaktır, ne de malı it­laf etmek. Lâkin dünyada Zühd, Allah'ın milkinde olana kendi elinde olandan daha fazla itimad eder olman ve ba­şına mûsîbet geldiği zaman onun sevabs hakkında mûsî-betîn olmasın (kazandıracağı sevap) dan dana arzukeş bulunmandir.» Tabii ki başa gelen belâya bir ân sabretmekle uzun zaman sabır göstermenin sevabı bir değildir. Uzun zaman sabreden elbette daha çok sevap kazanacaktır. Fakat Zühd çok sevaba tarna' et­mek değil ,azına kanâat göstermektir. Bunu anlatmak için hadîs-i şe­rif de sevabı az olan tarafın istenilmesi tavsiye buyurulmuştur.

Vera': Haram işlemek korkusu ile, şüpheli görülen şeylerden ka­çınmaktır. Bazıları: «Sana şüphe veren şeyi terketmen, kusur sayı­lanı da yapmamandır» demişlerdir: «En mevsuk olanla amel etmek ve nefse en meşakkatli geleni yüklemektir» diyenler olduğu gibi: «yi­yeceğine, giyeceğine bakarak, hakkında beis görülen şeyi yapmamak­tı''» diye ta'rif edenler de vardır.[621]

 

1496/1265- «Nu'man b. Beşir radıyallahü anhümâ'âen rivayet edil­miştir. De mî şiir ki: ResûlüHah sallallahü aleyhi ve sellem :

— Muhakkak helâl apaçık ve (yine) muhakkak haram apaçıktır» Fakat bunların arasında bir takım şüpheli şeyler vardîr ki onlar insanlardan birçoku bürnek. Bmdî bu şüphelerden sakınan dînini ve ırzını korumuş olur. Şüphelere düşen ise harama düştü demektir. Tıpkı yasak yerin etrafında hayvan güden çobanın onun içine düşmesi yakincacik olduğu gibi. Dikkat edin, bir hükümdarın bir yasak yeri vardır. Şüphesiz ki Allah'ın yasak yeride hsrâm kıldığı şeylerdir. Dikkat edin! vücûdda bir lokma (et) vardır ki, bu lokma iyi olursa bütün vücut iyi olur; bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin, bu lokma kalptir; buyururken işittim; Nu'man bunu söylerken iki parmağını kulaklarına kaldırmıştır.»[622]

 

Hadîs mütfefekun aleyh'tir.

«Harama düştü» cümlesinin mânâsı; harama düşmesi yakın­dır; demektir. Hadîsin geri kalan kısmının delaleti ile bu cümle hazfedilmiştir. Zîrâ şüpheye düşmek harama düşmekle bir hüküm­de olsa beyân edilmiş bulunan haramın bir nev'i olmak lâzım ge­lirdi; hâlbuki şüpheli şeyler hadîsde ayrı bir kısım olarak göste­rilmiştir. Nitekim çobana benzetilmesi de buna delâlet eder.

Uiemâ-i Kiram bu hadîsin pek büyük bir ehemmiyeti hâiz bulundu­ğuna ve İslâm kaidelerinin mihveri sayılan dört hadîsten biri oldu­ğuna ittifak etmişlerdir. Bazılarına göre bu hadîs islâmın üçte bi­ridir, îmam Ebu Davud'a, göre mihver hadîsler dörttür. Bunları az yukarıda görmüştük.                                                       ,

«Helâl apaçıktır» cümlesinden murâd : onu Allah ve Resulü beyân etmiştir; demektir. Haramın açıklığı dahî öyled.ü\. Bunların ihbar sigaları ile ifâde buyurulması helâlden istifade," haramdan ise kaçınmak lâzım geldiğini bildirmek içindir.

«Bunların arasında bir takım şüpheli şeyler vardır.»

Cümlesinden murâd: haram veya helâl olduğu bir çok insanlar yani câ­hiller tarafından kestirilmeyip mütereddit kalman şeylerdir. Bunla­rın hükümlerini yalnız âlimler bilirler. Haklarında kitap veya sün­net vârid olanların delili nasstır. Bulunmayanların hükümlerini kı­yas veya istishap yolu ile istinbât ederler. Eğer mes'elenin delîli ulemâ'y^. da aşikâr değilse artık vera-' ve takva ile hareket gerekir ve mesele : «Bu şüphelerden sakınan dînini ve ırzını korumuş olur» cüm­lesinin hükmüne girer. Haram veya helâl olduğuna hiç bir delîl yoksa, şeriat gelmezden önceki şeyler hükmünü alır. Bazılarına göre bu gibi hususâta hiç bir hüküm verilemez. Diğer bazılarına-göre burada be-râet-i a-sliyye yani «eşyada asıl olan, taharettir» kaidesi ile amel olu­nur.

Şüpheli görülen şeylerde ihtilâf, o şeyin haram olup olmadığı yâ-hud harama benzeyip benzemediği hususundadır. Muhakkik ulemâ ikin­ci şıkkı tercih etmişler; ve buna Ukbetü'bnü Haris (R.A.) hadîsi ile hurma hadîsini misal göstermişlerdir.  

Ukbe idîsinin hülâsası şudur :

Siyah bir cariye Ukbe ile karısını emzirdiğini iddia etmiş. Ukbe (R. A.) bu meseleyi Resûlüllah (S.A.V.)'e sorduğunda Peygamber (S. A.V.) :

— Nasıl olur; söylendi ya; buyurmuşlar. Bu suretle Ukbe de hakikati anlamış. Daha evvel karısının bu şekilde haram olup olma­dığında şüphesi varmış.

Hurma hadîsine gelince : Resûlüllah (S.A.V.) yolda giderken bir hurma bulmuş ve :

— Bun zekât veya sadakadan olduğundan korkma-sam yerdin.; buyurmuşlardı. Zekât ve sadaka almak kendilerine kafi surette ha âmdı; ancak bulduğu hurmanın bu cinsten olup olma­dığında şüphe etmişti.

Allah'ın haram kılıp kılmadığında şüphe edilen şeylerin helâl oldu­ğunu ifade eden hadîsler vardır :

«Eğer bir şey hakkında Allah hüküm beyân etmemişse o şey Allah'ın affettiklerindendir.» hadîsi ile Sa'd b. Ebi Vak-kas (R.A.)'m rivayet ettiği şu hadîs onlardandır:

«Müslümanlar arasında en büyük günahkâr kimse henüz haram kılınmayan bir şeyi sorarak onun haram kılınma­sına sebep olandır.»

İbni Abdiîberr : «Gerçek helâl, temiz pak olan kazançtır. Hâlis helâl da budur. Şüpheli olan şey, başka bir yerde zikrettiğimiz de­lillerden dolayir bizce helâl mevkiindedir» demiştir. Hattâbi dahî şunları söylemektedir: «Eğer bir şeyde şüphe edersen, evlâ olan on­dan kaçmmandır. Bu kaçınmanın üç hâli vardır : vâcib, müstehap ve mekruh. Kaçınması vacip olan şüphe, haramı istilzam edendir. Malının ekserisi haram olan bir kimse ile muameleden kaçınmak menduptur. Meşru' olan ruhsattan kaçmmakda mekruhtur.»

îmam Gazali vera'ı bir kaç kısma ayırır :

1— Sıddîkların vera'ı: Bu, helâl olduğunu isbat edecek açık bir delîl bulunmayan şeyi terketmektir.                        

2— Takva sahiplerinin vera'ı : hakkında hiç bir şüphe bulunma­yan fakat harama götüreceğinden korkulan şeyi terketmektir.

3— Salifalerin vera'ı :  ihtimâlli olan bir şeyi terketmektir.

Ancak bu ihtimalin yerinde olması şarttır, ihtimal yersiz olur­sa vera'a «müvesvisler vera'ı» denilir.

İmam Buharı vesveseliler için bir bâb tahsis etmiştir. Bir insa­nın elinden kaçmıştır, zannüe av etini yememek; malının haramdan kazandığını gösteren hiç bir delîl bulunmadığı halde sırf hâlini bil­mediği için bir müslümandan alış veriş yapmamak birer müvesvis vera'ıdır.

Hadîsteki «her hükümdarın yasak yeri vardır.» cümlesi eski hükümdarların âdetlerini haber vermektedir. Filvaki' eskiden her hükümdarın himaye ettiği bir yeri bulunur; oraya kimse giremezdi, gi­renlere şiddetli cezalar verilirdi. Binâenaleyh cezadan korkanlar o ye­re yaklaşamazlardı. Hadîsde bu cihet muhataplara bir misal gibi zik­redilmiş; sonra ,/Mlah'ın yasak yeri mesabesinde olan haram kıldığı şeyler beyân olunmuştur.

Şüpheli şeylerle meşgul olan bir kimsenin hâli gerçekten korunan bir yerin etrafında koyun güden çobanın haline benzer. Çobanın en ufak bir gafletinden bilistifade koyunlar o yere nasıl giriverirlerse ayni şekilde şüpheli şeylerle meşgul olan da az sonra işi harama vardırı-verir. Bundan dolayı, Resûlüllah (S.A.V.) harama götüren yollardan uzak kalmaya irşadda bulunmuştur. Ondan sonra insan vücudunda bir lokmacık bir et parçası bulunduğunu, bununla beraber vücudujı salâh ve fesad mihverliği vazifesini gördüğünü bitte'kîd ifâde buyurmuş; nihayet bu parçanın kalp olduğunu açıklamıştır.

İmam Gazâlî'ye göre kalpten murâd göğüs boşluğundaki et par­çası değildir. Çünkü bu parça hayvanlarda da vardır. Ona göre kalp lâtif, rabbânî ve ruhanî bir varlık olup vücutdaki et parçasına te-allûku vardır. İşte insanın hakikati bu ruhanî kalptir. İnsanın, an­layan ve bilen muhatap olan tarafı budur. Yine Gazâlî'ye göre in­sanın bütün âzâ ve hisleri kalbin emrine verilmiş birer hizmetçi ve yardımcı mesabesindedirler. Bunların hakim ve mutasrrıfı kalptir. Bütün uzuvlar kalbe itaat mecburiyetinde yaratılmışlardır; hiç biri ona muhalefet edemez. Göze açılmasını emrederse, açılır; ayağa hareket emri verirse, hareket eder; dilin konuşmasını irâde ederse dil konuşur. Diğer uzuvlar da böyledir. Bütün his ve azanın kalp emrine verilmesi bir cihetle meleklerin Aüah'a olan inkiyad ve tesli­miyetlerine benzer; şu farkla ki, melekler Rablarına yaptıkları tâati bilirler, halbuki meselâ, kirpikler açılıp kapanma hususunda kalbe teshir yolu ile itaat ederler.   Kalbin bu yardımcılara   ihtiyacı vardır.

Zîrâ Allah yolunda kendisine binecek ve yiyecek gibi şeyler lâzımdır. Kalpler ancak bu yolda menziller kat'etmek için yaratılmışlardır. Ni­tekim Teâlâ hazretleri :

«[623] Ben cin ve İnsanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.» bu­yurmuştur. Kalbin binek vasıtası beden, yiyeceğide ilimdir; şâir se-bebler de sâlih amellerdir...

Gazâîî'nin uzun olan beyanatından bir kısmının burada zikre­dilmesi, kelâm-ı Nebevî'nin nasıl bir dipsiz derya olduğunu göstermek içindir.

Aklın kalptemi, yoksa dimağdamı olduğu meselesine gelince: bu meselenin hadîs ilmîle bir alâkası olmadığından o bâbtakî ihtilâflara burada yer verilmemiştir.[624]

 

1497/1266- «Ebu Hüreyre radıyaîlahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah saîldllahü aleyhi ve sellem:

— Altın, gümüş paranın ve kadifenin kulu olan kim­se helak olmuştur. Kendisine (bunlar) verilirse razı olur. Verilmezse razı olmaz; buyurdular.»[625]

 

Bu hadîsi Buhârî tahrîc etmiştir.

Altın ve gümüşe kul olmak ta'bîri ile, dünyaya dalan ve âdeta ona taparak kul olan, dünyevî lezzet ve şehvetler yegâne gayesini teşkil eden kimseler kasdedilmiştir. Hadîsde geçen altın gümüş ve kadife, sırf misal olarak zikredilmiştir. Yoksa her ne ile olursa olsun meşgul olarak Allah'a olan kulluk vazifesini unutan kimse o şeye kul olmuş de­mektir. Meselâ : bazı kimseleri âmir ve me'mur sevdası, diğer bazı­larını arazi ve bağ, bahçe, sahibi olmak sevgisi, bir takımlarını da vü­cut güzelliği aşkı, kul etmiştir.

Dünyanın kötü tarafı insanı Allah'a kulluk etmekten alıkoymasıdır. Böyle olmazsa dünya işleriyle meşgul olmak mezmum değil, yerine gö­re vâcib bile olur.

«Kendisine (bunlar) verilirse razı olur» cümlesinden mu-râd: Allah'ın rızâsının yerine, dünya varlığına razı olmasıdır. Veril­mezse ne Alîsth'dan razı olur, ne de hâlinden memnun kalır; gazapla-nır durur. İşte hadîsde helak olduğu bildirilen bedbaht budur. Çünkü böylesinin AHah'dan razı olması, Allah'ın kendisine dünya malı verme­sine bağlıdır, vermezse isyan eder. Hadîs-i şerif Teâlâ Hazretleri'nin:

«[626] İnsanlardan bazısı Allah'a kenardan kıyıdan ibâdet eder. Eğer hayra nâîl olursa ona gönlü yatışır. Fakat başına bir belâ gelirse yüzü değişir.» âyet-i kerîmesine benzemektedir.[627]

 

1498/1267- «İbni Ömer radıyallahü anhümâ'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah sallctlîahü aleyhi ve sellem omuzlarımdan tu­tarak :

— Dünyada garip veya yolcu imişsin gibi ol; buyurdu­lar.İbni Ömer: Akşam9admmı, sabahı bekleme; sabahladığında dahî akşamı bekleme; sıhhatinden hastalığın için, hayatından da memattn İçin (hisse) al; derdi.»[628]

 

Bu hadîsi Buhârî tahrîc etmiştir.

Garîb: evi, yeri, vatanı ve kimsesi olmayandır. Hazreti Isa (A.S.) hakkında: «mesih mes'uddur. Çocuğu yok ölecek, evi yok çökecek; se­yahat eder durur» derlermiş. Hadîsdeki emir irşâd içindir (yâhud) ke­limesi de şek için değil, tahyir veya ibâha ifâde eder.Mânâ şudur: Kendini dünyada garip gibi tut; istersen yolcu da farzedebilirsin; çünkü garip bazan bir yere yerleşir kalır, yolcu ile değildir; onun mura­dı hedefine varmaktır. Burada hedef ise Allah'ın rızâsıdır.

ibni Battal diyorki : «Garip kimsenin insanlar arasına karış-dığı azdır. Hattâ onlardan çekindiği için hemen hemen hiç bir ta­nıdık bulup onunla yarenlik edemez. Bu sebeple o kendi âleminde zelîl ve korkaktır. Yolcu da öyledir; yoluna ancak yiyeceği ve ha­fif yükü ile devam eder. Yoluna devamına mâni' olacak şeyleri ya­nında bulundurmaz. Bunda dünyada zühdü tercih etmeye ve dünya­dan yalnız kendine yetecek kadarını almaya işaret vardır. Yolcu na­sıl hedefine ulaştıracak mühimmattan başkasına muhtaç olmazsa, tsü'min de öyledir: Dünyada kendisini maksud mahalle yetiştirecek mühimmattan fazlasına muhtaç değildir.»

Hadîsteki İbni Ömer'in sözünü ulemâ'dan bazıları merfu' olan ha-dîsden mülhem ve onun teferruatı addetmişlerdir. Bu söz, ecelin son derece yakın olduğunu tezammun etmektedir. Öyle ki, aklı başında olan bir insan, akşamdan sabaha çıkmasını ve sabahtan akşama varmasını bekleyecek, ecelinin bundan önce gelivereceğini zannede­rek hazırlıklı bulunacaktır. İnsanın mutlaka hasta ve 'sağlam geçir­diği günleri olacaktır. îyi günlerin kıymetini bilerek. onları kendine yarayacak şekilde değerlendirmek lâzımdır. Çünkü hastalık aniden gelerek ibâdetine mâni' olabilir. Eğer iyi günlerinde ibâdetini ya­parsa o günlerin sevabı hasta iken dahî yazılır. îşte sıhhatinden hastalığı için hisse ayırdı demektir. Hayâtından mematı için hisse almak.dahî böyledir, Tirmizî ve Hâkim Hz. Ebu Hüreyre'den bu mâ­nâda bir hadîs rivayet etmişlerdir.[629]

 

1499/1268- «İbni Ömer   radıyallahü anhümâ'dan rivayet olunmuş­tur. Demiştir ki: ResûlüHah sallaîîahü aleyhi ve seTlem :

— Her kim bir kavme benzerse artık o kimse onlar­dandır; buyurdular.»[630]

 

Bu hadîsi Ebu Dâvud tahrîc etmiştir. İbni H'tbbân onu sahîhlemiştir.                                                                                  

Hadîs-f şerifde, zaîflik varsa da bir çok hadîs imamları ashabı kirâm'dan müteşekkil bir cemâatten ona şahitler rivayet etmişlerdir.

Bu suretle hadîs zaîflikdan kurtulmuştur[631]. Şahitlerinden biri Ebu Ya'lâ'nm, Hz. İbnİ Mes'ud'dan merfu' olarak tahrîc ettiği şu hadîstir:

«Her kim bir kavmin yaptıklarına razı olursa onlardan olur.»

Bu hadîs, kâfirlerle fâsıklara ve taid'adcüara benzeyen bir kimse­nin onlardan sayılacağına delildir. Benzeyiş, onlara mahsus olan gi­yim, kılık kıyafet ve şâiredir. Kıyafette kendini kâfire benzeterek onun gibi olduğuna i'tikat edenin kâfir olduğuna ulemâ ittifaL etmişlerdir. Fakat kâfir kılığına giren, bununla kâfir gibi olduğuna i'tikat etmez­se mes'ele fukahâ arasında ihtilaflıdır. Bazılarına göre kâfir olur. Ha­dîsimiz de bunlara delildir. Bir takımları kâfir olmayacağına fakat te'dibi lâzım geldiğine kail olmuşlardır.[632]

 

1500/1269- «İbni Abbâs radıyallahü anhümâ'dan rivayet olunmuş­tur. Demiştir kî: Bir gün Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'in ar­kasında idim. (Bana) :

— Ey çocuk, Allahr (n emir ve nebilerini) muhafaza et ki Allahda seni muhafaza etsin. Allahı (« emir ve nehîierinî) muhafaza et ki onu (n hıfz-u emânmı) karşında bulasın. (Bîr şey) istersen Allah'dan iste. Yardım dilediğin vakit de Allah'dan dile; buyurdular.»[633]

 

Bu hadîsi Tirmizî rivayet etmiş ve «hasen sahih» demiştir. Hadîsin tamamı şöyledir :

«Bilmiş ol ki, şu ümmet sana bir fayda vermek için itti­fak etse Allsh'ın takdir ettiğinden başka bir tayda ver­mez; sana bir zarar getirmek için de topfansalar (v ne) Allah'ın takdir ettiğinden başka bir zarar yapmazlar, ka­lemler kurumuş ve sahîfeler durulmuştur.»

Ayni hadîsi îmam Ahmed b. Hanbelj b. İbnî Ab bas (R. .4./dan şu lâfızlarla tahrîc etmişlerdir:

«Hayvan   üzsrınde   Peygamber (S.A.V.)'in arkasında îdîm. Derken :

— Ey çocuk (veya: Ey çocucak) sana Allah'ın kendi-lerîle fayda vereceği bir kaç kelime Öğreteyim mi? dedi:

— Hay hay; dedim :

— Allaht (emir ve nehîlerini) muhafaza et kî, o da seni muhafaza buyursun. Allahı (n emir ve nehîferînî)   muhafaza et ki, onu ( emâmm), karşında bulasın. Bollukda ken­dini Allah'a (lâyık bir kul olarak) arzet ki, şiddet zamanında sana tanıdık muamelesi yapsın. (Bir şey) istersen Allahdan iste; yardım dilediğin vakit de Ailah'dan dile. Olacak şeyler hakkında artık kalem kurumuştur. Allah Teâlâ'-nın. takdir etmediği bir şey iie b*ütün halk sana fayda vermek isteseler bunu yapamazlar. (Yine) Allah'ın senin aleyhine takdir etmediği bir şeyle sana zarar vermek is­teseler hiç bir zarar getiremezler. Bilmiş ol ki hoşlanma­dığın bir şeye sabretmekte çok hayır vardır. Şüphesiz zafer sabırla beraberdir; ferahlık meşakkatla birlikde-dir. Muhakkak güçlükle birlikde bir kolaylık vardır.» Bu hadîsin isnadı basendir.

Hadîsin daha başka lâfızları da vardır. Mezkûr hadîs pek muazzam tavsiyeleri ihtiva etmektedir. Bu sebebledir ki, Hanbelî mezhebinden bâzı ulemâ onun hakkında müstakil eser yazmışlardır. Allah'ın emir ve nehîlerini muhafaza; bütün vâcibâtı yapmak, nehyedilenlerin sem­tine varmamakla olur. AÜah'ın muhafazası: mükâfat olarak o kimse­yi iki cihanın şerlerinden korumasıdır.

Hadîs-i şerif, bilcümle dileklerin yalnız Ailah'dan istenilebileceğine delâlet ediyor. Bu hususda İmam-t Tirmizî merfu' olan şu hadîsi tahrîc etmiştir:

«Allah'dan fazl-u keremini isteyin; zîrâ Allah kendisin­den İstenilmeyi sever.» Hz. Efau Hüreyre (R. A.)'dan da bazı hadîsler rivayet olunmuştur.

Ashâb-ı kîrâm'dan Ebu Bekir, Ebu Zerr ve Sevbân (R. Anhüm) hazeratı ile daha başkaları Peygamber (S.A.V.)'e kimseden bir şey is­temeyeceklerine söz vermişlerdir. Bu sözlerinde o derece ciddiyet gös­terdiler ki, birbirinin kamçısı veya devesinin yedeği yere düşse onu kimseden istemezlerdi.

Yardım dahî yalnız Ailah'dan istenilecektir. Bunda iki fayda vardır:

1— Kul ibâdet ve taatları hususunda müstakil hareket etmekten âcizdir.

2— Kul'a dîni ve dünyevî bütün işlerinde Allah'dan başka yardım­cı yoktur.

Resûlüllah (S.A.V.) ümmetine hacet hutbelerinde :

«Hamd Allah'a mahsustur; ondan yardım dileriz.» deme­yi ta'lim buyurmuş; ayrıca Muâz (R. A.)'a namaz sonunda :

«Allah'ım, sana zikir, şükür ve güzel ibâdet edebilmem İçirt, bana yardim et.» duasını öğretmiştir. Evet, kul mükellef ol­duğu şeyleri edâ ve mukadderata sabır hususunda mevlâsımn inayet ve yardımına son derece muhtacdır. Hz. Ya'kub (A.S.) bile mukad­derata sabır hususunda :                       

«[634] Sizin söylediklerinize karşı yardımına sığınılacak zât ancak Allah'dır.» demiştir. Bununla beraber Peygamber (S.A.V.)'in yukarıdaki tavsiyeleri esbaba tevessüle mâni' değildir. Çünkü esbaba tevessül de Allah'dan dileme ve ondan isteme kabîlindendir. Bir kimse maişet esba­bından birine tevessülle rızkını ararsa onu kendisine ihsan eder. Vermezse kulun bilmediği bir maslahattan dolayı vermemiştir. Kul'a bu sır açılmış olsa verilmediğinin daha hayırlı olduğunu anlardı.

Makbul olan kazanç, evlâd-u iyalini geçindirmeye yetecek kadar olandır. Talebeye yardım, sılay-ı rahim ve saire gibi hayır yollarına sa-rfetmek için daha fazlasını kazanmak da makbuldür. Fakat bunlar­dan maada bir maksatla fazla kazanç, çeşitli yolsuzluklara sebep olaca­ğı için makbul değildir.

Helâl kazanç babandan Resûlüüah (S.A.V.) :

 

«Helâl mal kazanmak farzdır.» buyurmuştur. Bu hadîsi Taberani ile Beyhahî merfu' olarak İbni Mes'ud (R. A./dan-rivayet etmiş­lerdir. Râvîleri arasında zaîf olan varsa da, hadîsin bir şahidini Deylemî rivayet etmiştir. Mezkûr hadîsde :

«Helâî kazancı aramak vaciptir.» buyurulmuştur. Diğer bir şahidi de Hı. İbni Abbas'tan yine merfu' olarak rivayet olunmuştur. Lâfzı şudur :

«Helâl kazancı aramak cihâddır.»

Ulemâ helâl mal kazanmanın yerine göre farz ve mendup olduğu­nu söylemişlerdir. Bundan yalnız tedrisle meşgul olan âlimlerle hakim­ler ve halk üzerinde umumî vilâyeti bulunan zevat müstesna tutulmuş­tur. Bunlar devlet tarafından kendilerine tahsis edilen mallardan rızıklarını alırlar.[635]

 

1501/1270- «Sehl b Sa'd radıyaîlahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Peygamber sollallahü aleyhi ve sellem'e. bir adam gele­rek :

— Yâ Resûlallah, bana bir amel göster ki; onu yaptığım zaman beni hem Allah sevsin, hem insanlar; dedi. Bunun üzerine Resûlüllah sallalîdhü aleyhi ve seîlem :                                      

— Dünyadan el çek kî, seni Allah sevsin; İnsanlarda olandan da el çek, seni insanlar sevsin; buyurdular.»[636]

 

Bu, hadîsi İbni Mâce ve başkaları rivayet etmişlerdir. Senedi güzel­dir.

Bu hadîs için Hâkim: «sahihtir» demişse de değildir. Çünkü râvîleri arasında Hâlid b. Amr-ı Kureşi vardır ki, bilittifak metruk zir zâttır. Hattâ hadîs uydurduğunu söyleyenler olmuştur. Vakıa onu Ebu Muaym «el Hilye» nâm eserinde Müeâhid'den tahrîc etmiştir. Râvîleri de sıkadır. Ancak Mücâhid'.in Hz. Enes (R. AO'dan işitti­ği sabit olamamıştır. Hadîs mürsel olarak da rivayet edilmiştir. îmam-% Nevevî şâhidleri olduğuna bakarak onu hasen addetmiştir. Dağrusu da budur.

Hadîs-i şerîf, zühdün şeref ve faziletine delildir. Zîrâ Zühd Allah ve kullarının muhabbetine vesiledir. İnsanlar başkasının kendi mallarına muhtaç ..olmasını hoş karşılamazlar; bu onların fıtratında mevcut bir haslettir/Binâenaleyh, kuldan bir şey istemeyen kimseyi severler. Ha-dîsde kulların muhabbetini kazanmak istemenin caiz olduğuna işaret vardır. Bu muhabbeti kazanmaya çalışmak menduptur; hattâ «vacip» diyenler vardır. Resûlüllah (S.A.V.) :

«Nefsim kabza-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, biribirinizi sevmedikçe îmân et (Hk de) meyin.» buyur­muşlardır. Selâm ve hediyye vermek gibi şeylere irşâd ve teşvikde bu­lunması da muhabbete vesile olduklaruıdandır.[637]

 

1502/1271- «Sa'd b. Ebî Vakkas radıyallahü anh'âan rivayet olun­muştur.Demiştir ki: ResûSüllah sallallahü aleyhi ve sellem't :

— Gerçekten Allah, takva sahibi, gani, kendi halinde olan kulu sever; derken işittim.»[638]

 

Bu hadîsi Müslim tahrîc etmiştir.

Ulemâ : A'lah'm kulunu sevmesini «ona rahmet ve hidâyet ihsan buyurması, hayır, murâd etmesidir» şeklinde tefsirlerde bulunmuşlar­dır. Muhabbetinin zıddı buğzeylemesidir.     

Takîy: takva sâhibi'dir. Bundan murâd: üzerine farz olan şeyleri yapan,haramdan kaçınandır.

Ganî : Zengin demek ise de burada maksad mal zengini değil kalp zenginidir. Allah'ın sevdiği zengin de budur. Fahr-i Kâinat (S.A.V.) bir hadîs-i şeriflerinde zenginlikden muradın mal çokluğu değil kalp zen­ginliği olduğunu beyân buyurmuşlardır. Maamâfîh bazıla-rı zenginlikten muradın mal zenginliği olduğunu söylemişlerdir; bu da bir ihtimaldir.

Hafiy : kendi halinde olup ibâdetle meşgul ve nefsine hâkim olan kimsedir.

Hadîs-i şerîf insanlarla ihtilâli terkederek uzlete çekilmenin fazi­letine isâret etmektedir.[639]

 

1503/1272- «Ebu  Hûreyre radıyallahü anfe'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: ResûiüIIah sallallahü aleyhi ve sellem:

— Kişinin işine girmeyen şeyi terketmesi iyi muslüman olduğundandır; buyurdular.»[640]

 

Bu hadîsi Tirmizt rivayet etmiş ve: «hasendir» demiştir. : " Hadîs-i şerif, dört temel hadîsten biridir ve cevamiu'l  kelimden .olup bütün kavil ve fiillere âmm ve şâmildir. Lüzumsuz söz söylemenin makbul bir iş olmadığına Hi. İbrahim (A.S.)'ın Suhuf'unda bulunduğu rivayet edilen şu cümle dahî delâlet etmektedir : «Bir kims? sözünü amelinden sayarsa az konuşur; ancak kendince mühim olan hususat müstesna.»

Fiillere gelince : Bunlar riyaset, makam, şöhret, zenginlik ve şâire gibi insanın din ve dünyasını ıslâh hususunda muhtaç olmadığı şeyleri terketmesidir. Fakat Ulemâ-ı Kirâm'ın farazi meselelerle meşgul ol­ması işlerine girmeyen şeylerle meşgul olmak kabilinden değil, bilâ­kis sevaptır. Çünkü o muhterem zevat bâzı hadîs-i şeriflerden âhir za­manda ilmin azalacağını, buna mukabil cehlin şuyü' bulacağını anla­yınca, ictihadda bulunmuşlar; ve olanca ilmî kudretlerini sarf ederek islâm hukukunun nice muazzam meselelerini vuku'undan evvel sevaplandırarak hazır sofra gibi bizlere takdim etmişlerdir. Onların bu paha bK.ii.7sez mesâileri sayesindedir ki, ictihâddan âciz olanlar muhtaç ol­dukları dînî ahkâmı kolaylıkla kitaplarda bularak öğrenirler. Şüphesiz ki, ameller niyetlere göre mükâfat!andırılacaklardır.

Bazıları hâdisâta- vuku'undan evvel cevap hazırlamaya i'tirâz et­miş; ve bu bâbta uzun mütâlâalar serdetmişlerse de, bizce bu mütâalar kuru bir iddiadan Öteye geçmediği için onları burada zikretmeyi lüzumsuz gördük.[641]

 

1504/1273- «Mİkdâm b. Mâ'digerp radiyaîlahü anh'dan rivayet edîlmişdir.Demiştir kî: Resûlüllah salîaîlahü aleyhi ve sellem :

— Âdem oğlu karnından daha kötü bir kap doldur­mamıştır; buyurdular»[642]

 

Bu hadîsi Tirmizî tahrîc etmiş ve hasen bulmuştur.

Onu îbni Hibbân dahî «Sahîh» inde tahrîc etmiştir. Tamamı şudur :

«Eğer mutlaka yemeden olmayacaksa, Âdem oğluna, be­lini doğrultacak (kadar) bir kaç lokma kâfidir.»

Hadîs-i şerîf, fazla yeyip içmek suretîle mi'de şişirmenin kötülü­ğüne delildir. Zîrâ fazla yeyip içmekde, gerek dînen, gerekse bedenen bir çok mahzurlar vardır. Hastalıklar bundan neş'et ettiği gibi ibâdet ve diğer vazifeleri İfâya da mâni' olur. Bu sebepledir ki: Peygamber (S.A.V.) çok yemenin kötülüğünü muhtelif hadîslerde beyân buyurmuş­tur. Ezcümle İbni Mâce'nin rivayetinde mi'deye giren şeylerin an­cak üçte bir yemek olabileceği bildirilmiştir ki, bu beyân Resûlülîah (S.A.V.)'in en güzel irşadlarından biridir. Çünkü az yemek mi'deye ha­fiflik verir. Alman gıdanın kolaylıkla hazmedilmişine ve vücudun on­dan istifadesine sebeb olur. Az yemek bir çok hastalıkları önler.

Bezzâr'm mu'temecî râvîîerden tahrîc ettiği merfu' bir hadîse göre, ashâb-ı kirâm'dan Hz. Eîju Cuheyfe, Peygamber (S.A.V.)'in hu­zurunda geğirmiş ve :

— Otuz yıldan beri mi'demi dolduruncaya kadar yemek yemedim; demiş. Bunun üzerine Resûlülîah (S.A.V.)  :

«İnsanların dünyada en çok doyanları kıyamet gününde en açları (olacaklar) dır.» buyurmuşlardır. Taberânî (260—360) buna yakın bir rivayeti güzel bir ist adla tahrîc etmiştir. Ayni ha­dîsi, Beyhâkî de rivayet ediyor. Onun rivayetinde : «Dünya mü'-mininin hapishanesi, kâfirin ise cennetidir.» cümlesi de var­dır[643].

Resûlüllah (S.A.V.) dünya hayatını yalnız yeyip içmek ve boy bü­yütmekten ibaret bilenleri bir çok hadîs-i şeriflerinde yermiştir. Buharı ile Müslim'in muhtasaran rivayet ettikleri bir hadîsde böy-lelerin kıyamet gününde Allah Teâlâ indinde bir sivri sinek kanadı ka­dar kıymetli olmayacağı beyân edilmiş; diğer sahîh bir hadîsde, her akla geleni yemenin israf olduğu bildirilmiştir. Taberânî «el-Evsat» nâm eserinde bu hadîsi rivayet eder :                                      

«Ümmetimden bir takım adamlar gelecek, bunlar ye­meklerin çeşidini yiyecek, içilenlerin çeşidini içecek, el­bisenin çeşidini giyecek ve konuşurken ağızlarını yaya Hz. Lokman oğluna nasihat ederken şunları söylemiştir: «Yavrucu­ğum, mi'de dolarsa fikir uyur; hikmet »susar, âzâ İbâdetten kalır...»

Az yemenin bir çok faydaları olduğu gibi çok yemenin de bir­çok zararları vardır, açlık kalbe cila, zihne açıklık ve basiret ve­rir. Tokluk ise kalbi körleştirir, vücuda rehavet verir, mi'de ile di­mağdaki buharı arttırır; ve insan sarhoş gibi olur; kalbine bir ağır­lık çöker. Az yemek bütün günâhların menşei olan şehveti kırar ve nefsi terbiye eder. Şüphesiz ki, saadet nefse hâkim olmaktır. Zün'-Nun Mısrî : «Ben ne zaman doyunca yemek yedi isem, ya isyan et­miş, yâhud isyanı gönlümden geçirmişimdir.» demiştir. Hz. Âişe (R. AnJıâ) dahî : «Resûfüllah (S.A.V.)'den sonra meydana çıkan ilk bid'at tokluktur; bu milletin karınları doyunca nefisîerİne dünya husu­sunda galebe çaldı» buyurmuştur. Derler ki: Açlık Allah'ın hazinele-lerinden biridir. Bu hazine sayesinde ilk olarak cinsî şehvet, sonra ko­nuşma istikası kırılır. Filhakika aç bir insan fazla konuşmak İstemez; bu sayede dil afatından da kurtulmuş olur. Az yiyen az uyur. Halbuki fazla uyku iki cihanda hüsrana sebeptir.

Hâsılı az yemekde bir çok faydalar vardır. İmam Gazâlî; İhyaul Ulum» adlı meşhur eserinde az yemekde on fayda on da zarar oldu­ğunu söyler.[644]

 

1505/1274- «Enes radıyallahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiş­tir kî: Resûlüllah sdllallahü aleyhi ve sellem:

— Âdem oğullarının hepsi hatâ islerler; hattâ işleyen­lerin en hayırlısı ise tevbekârlardır; buyurdular.»[645]

 

Bu hadîsi Tirmizî ile Ibni Mâce tahrîc etmişlerdir. Senedi kavidir.

Hadîs-i şerîf hiç bir insanın günâh işlemekten hâli kalmadığına de­lâlet ediyor. Çünkü insanın günâh işlemek hususundaki za'fi cibillî bir şeydir. Lâkin Teâlâ Hazretleri lütf-ü kereminden kullarına tevbe kapı­sını açmış ve hayırlı günahkârların çok çok tevbe edenler olduğunu ha­ber vermiştir. Bu bâbta varit olan bütün hadîslerde, kul tevbe ederse Allah Teâlâ'mn o tevbeyi kabul edeceği bildirilmiştir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'in bir çok yerlerinde de ayni mânâya delâlet eden âyetler vardır.[646]

 

1505/1275- «Enes radıyallafıü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiş­tir ki: Resûlüllah sallctllahü aleyhi ve sellem :

— Susmak hikmettir; ama onu yapan azdır; buyurdu­lar.»[647]

 

Bu hadîsi Beyhakî «eş'Şuab» (adlı kitabın) da zaîf bir senedle tah-rîc etmiş; onun Lokman (A.S.)'ın sözlerinden mevkuf (bir hadîs) ol­duğunu sahîhlemiştir.

Hadîsin sebebi şudur : Bir gün Lokman (A.S.), Hz. Dâvud (A.S.)'m yanma girmiş; ve onu zırh örerken görmüş. O zamana kadar böyle bir şey görmediği için bu işe çok merak etmiş ve sormak istemişse de, hikmeti sormağı mâni' olmuş. Nihayet zırh bittikden sonra Dâvud (A.S.) ayağa kalkarak onu giymiş ve: «Şu zırh harp îçîn ne güzel, bir şeydir.» demiş. Bunun üzerine Lokman (A.S.) : «Susmak hikmettir; ama onu yapan azdır» demiş.

Hadîs-i şerif, fazla konuşmanın iyi bir şey olmadığına delildir. Bu bâbda bir çok hadîsler vârid olmuş; edipler, şâirler hep susmayı medh-etmişlerdir. Bir hadîsde : «Her kim susarsa necat bulur.» bu-yurulmuştur. Ukbetü'bnü Amir (R.A.)  Resûlüllah (S.A.V.)'e :

— Necat nedir? diye sorduğunda:

— Dilini tut; cevabında bulunmuşlardır. Başka bir hadîsde :

«Her kim iki cenesîle iki bacağı arasındaki şeyler için bana kefil olursa ben ona cennet için kefil olurum.» demiş­ler; diğer bir hadîsde :

«Kim Allah'a ve âhir güne îmân ediyorsa, ya hayır söy­lesin, yâhud sussun.» buyurmuşlardır.

Hâsılı susmanın iyi bir şey olduğu pek çok hadîs ve eserlerle sabittir.

Fuzûlî konuşmanın afatı ise saymakla bitmez. Başta zemm-ü gîbet ile koğuculuk gelir ki, başka hiç bir şey olmasa bir kimsenin helakine bunlar kâfidir. Kadınlarla âlemler yaptığını, içki ve fisk-ı fücur meclislerinde bulunduğunu, zenginlerle düşüp kalktığını, baş­kalarına anlatmak, münasebetsiz münakaşa ve şakalar yapmak, sö-ğiip saymak, başkaları ile alay ve istihza, etmek, yalan söylemek hep fuzûlî konuşmaya dâhildirler. İmam Gazâîî «İhyau'l - Ulûm» da bu afatı yirmi'ye çıkarmış ve her birinin ilâcını göstermiştir.[648]

 

«Kötü Huylardan Sakındırma Babı»

 

1507/1276- «Ebu Hüreyre radıyallahü an&'dan rivayet edilmiştir, demiştir kî: Resülüllah sallattakü aleyhi ve sellem:

— Haseclden sakının; çünkü ateş odunu nasıİ yerse hased de, iyilikleri öyle yer; buyurdular.»[649]

 

Bu hadîsi Ebu Dâvud tahrîc etmiştir. İbnî Mâce'de, Enes'den buna benzer bir hadîs vardır.

Hased hakkında bir çok hadîsler vardır. Allah'a karşı işlenen ilk günâhın hased olduğu söylenir. Şöyle ki: Teâlâ Hazretleri/ İblis'e Âdem (A.S.)'a secde etmesini emir buyurunca İblis'in hasedi kabar­mış ve secde etmeyerek Allah'a âsi olmuştur. Cenab-t Hak da onu hu­zuru manevîsinden koğmuş; bu suretle kulların başına kıyamete kadar belâ kesilmiştir.                                              

Hased, din kardeşine verilen bîr ni'metin ondan alınmasını iste­mektir. Ondan ni'metin alınmasını istemeyerek o ni'metin kendisine de verilmesini dilemeye gıpta derler. Haset haramdır. Gıpta'da- ise 'beis voktur. Ancak kâfirle, fâsıka haset etmek mubah görülmüştür. Çünkü bunlar fitne, fesat ve kullara ezâ, cefâ peşinde koşarlar: Boylelerine hased etmek, ellerindeki ni'meti çekememekten değil, o ni'meti fesada âlet etmeierindendir.                                                    

Bir çok hadîslerin beyânına göre hasedin haram kılınması Allah'ın takdir ve hikmetine karşı gelmeyi ve kullarından bazılarını niçin öte­kilerden üstün tutuyor diye ona i'tîrâzı tazammun ettiğindendir. Onun içindir ki, arap şâiri :

«Dikkat et, bana hasedlik çekene de ki: kime karşı edepsizlik ettiğini bîliyormusun? Sen Allah'ın fiilîne karşı ona edepsizlik ettin. Çünkü ba­na verdiğine razı olmadın.»

Ancak hased etmek hatırına gelip de, nefsini zorlayarak onu defeden kimse bu fiilinden dolayı günahkâr olmaz. Bilâkis nefsîle mücâhede et­tiği için me'cur olmak ihtimali vardır. Fakat hased ettiği Jdmsenin ufmeti elinden gitsin diye bilfiil çalışırsa Allah'a âsi ve bâgî olur. Hat­tâ bilfiil çalışmasına bir mâni' zuhur için hasedini gizlerse yine günah­kâr olur..

Hasedle mücâhede, onu yapmamak ve yapmaya niyet etmemekle olur. Myau'î Ulûm» da, bu hususta tafsilât vardır. Mezkûr tafsi­lât Abdürrezzak'm nıerfu' olarak rivayet ettiği şu hadîsden alın­mıştır:

«Peygamber (S.A.V.) :

— Üç şey vardır ki,   bunlardan hiç bir kimse âzâde kalmaz: teşe'Üm, zan Ve hased;  buyurmuşlar, (kendilerine):

— Bunlardan kurtuluşa çâre nedir yâ Resûlâffah? diye sorulunca:

— Teşe'üm edersen bîr daha yapma; zannda bulunur­san tahakkuk ettirme;   hasedlik   çekersen   (ni'metin elden

gitmesini)  dileme.»   mukabelesinde  bulunmuşlardır.» Bu bâbta Ebu Nuaym dahî şu hadîsi tahrîc etmiştir:

«Âdem oğullarının hepsi hasedcidirier. Ama dil ile söy­lemedikçe, yâhud el ite yapmadıkça hiç bir hasedciye ha­sedi zarar vermez.» daha başka hadîsler de varsa da, onlar hak­kında söz edilmemiştir.

Gıbtaf dünya umuru için caiz âhiret umuru için ise matluptur. Buharı ile Müslim'in müttefîkan rivayet ettikleri İbni Ömer hadîsi bu mânâya hamledilmiştir. Hadîs şudur:

«Resûlüllah (S.A.V.) :

— Hased ancak iki kişi hakkında caizdir: (Bîri) Allah kendisine Kur'ân (öğrenmeyi) ihsan ederek gece gündüz onunla meşgul olan ve (diğeri) Allah kendisine mal vere­rek, gece gündüz ondan infakda bulunan adamdır; buyur­dular.» Yani böylelerine gibta ederek onlar gibi olmaya çalışmak caiz hattâ matluptur. Zaten buna haset demek mecazdır.

Hadîs-i şerif, hasedin haram ve büyük günahlardan olduğuna delildir. Hased'e yemek isnadı istiare kabîlindendir. Onun iyilikle­ri mahvetmesini ateşe benzetmek ise bu işin gerçekliğini beyân için­dir.

Hasedi kalpten söküp atacak yegâne ilâç, hasedlik çeken kim­senin onunla hiç bir kimseye gerek dünya, gerekse âhiret hususun­da bir zarar getiremiyeceğini; bilâkis her iki cihanda kendisinin vebal altında kalacağını düşünmesidir. Zîrâ, hasedlik çekmekle âle­min ni'meti elinden gitmez. Şayet böyle bir şey olsaydı .dünyada hiç bir ni'met kalmaz ,hattâ îmân da elden giderdi. Çünkü kâfirler mü'minlerin imanını çekemez; onun elden gitmesini isterler. Halbuki hakikat bunun tamamîle hilâfınadır, kendisine hasetlik çekilen kim­se, hasedlik çekenin hasenatından da istifade eder; zîrâ ondan zu­lüm görmüştür. Bundan dolayı lisanımızda : «Komşuna hasedlik cek de, malı çok olsun» derler.

Hâsılı hasedliğin sonu iflâstır. Hasedlik çekenler dünyada kalp hu­zuru ve rahat yüzü göremedikleri gibi, âhirette de Allah'ın huzuruna her ni'metten mahrum, tam bir müflis olarak çıkarlar. Aklı başında olan bir insan bu cihetleri düşünürse, hasedliğin ne olduğunu kolayca anlar.[650]

 

1509/1277- «(Bu da) ondan -radıyallahü anh- rivayet edilmiştir.Demişfîr ki: ResûlüIIah salîallahü aleyhi ve sellem:

— KuvvetM kifnse pehlivan olan değildir. Kuvvetli ancak kızdığı zaman kendine mâlik olandır; buyurdular.»[651]

 

Hadîs müftefekun aîeyh'tir.

Bu hadîsdeki «Şedîd» den murâd: ma'nevî kuvveti fazla olup nef­sine hâkim olabilendir. Çünkü nefis, kalabalık düşman mesabesindedir. Onu arzularına uymaktan menedebilen kimse, yalnız başına bir düş­man ordusunu kahr-u perişan eden kuvvetli bir kahramana benzer. Ha-dîs-i şerîf, nefisle mücadele etmenin düşmanla muharebeden daha zor olduğuna işaret ediyor. Zîrâ ResulüMah (S.A.V.), kızdığı zaman nefsine hâkim olan kimseyi en kuvvetli insan olarak göstermektedir.

Gazabın hakikati : İntikam almak için nefsin vücud hâricine ha­reket etmesidir. Hadîsimizin, gazab halinde bulunan ve kendini kızdıran­dan intikam almak isteyen nefisle mücadele etmek gerektiğini irşad ediyor.

Gazab: insanda bir tabiattır. Her ne zaman bir şey hakkında nıünâzea ve münakaşa edilirse; onun ateşi derhal parlar ve ayak­lanır; gözler ve yüz kıpkırmızı kan kesilir. Çünkü insanın cildi, ayna gibidir; altında ne varsa onu gösterir. Ancak bu hâl kızdığı şahsa galebe çalabilecek kimselere nisbetledir. Kendinden büyük ve­ya kudretli olanlara karşı insanın "kanı cildden kalbe doğru çekilir, ve korkudan renk sararır. Kızılan şahıs akran ve emsalden olursa kan kimi çekilir, kimi yayılır; cild dahî kâh sararır, kâh kızarır. El-hâsü gazap insanm içini ve dışım değiştirir. Kızan bir kimse­nin rengi değiştikden maada elleri ve ayakları da titremeye baş­lar; fiil ve hareketleri gayr-i tabiî olur. Hattâ gadablı bir kimse o anda aynaya baksa, yüzünün ve kılık kıyafetinin arz ettiği çirkin manzaradan utanır da, bir parça olsun gazabı yatışır. Gazaba gelen bir insanın dış âlemi böyle olunca iç âleminin ne olacağını bir dü­şünmelidir. Zîrâ zahirin değişmesi, iç âlemin değişmesi neticesidir. Kalp ve kin hırsla dolar; dil küfür ve şetm'in envaını savurur. Bu­nun neticesinde de kavga, döğüş ve ölüm meydana gelir...

Gazab denilen bu müthiş derdin devasını- da hadîslerde buluyo­ruz, îbni Asâkir'in mevkuf olarak tahrîc ettiği şu hadîs-i şerife dikkat edelim :

«Gazab şeytandandır. Şeytan ateşten yaratılmıştır. Ateşi su söndürür. Binâenaleyh biriniz gazablandımı hemen yıkansın.» Hadîsin bir rivayetinde, «yıkansın» yerine, «abdest alsın» denilmiştir. Bazı rivayetlerde «eûzu» çekmenin, diğer bazıla­rında susmanın ve oturmanın gazabı teskin edeceği, oturmakla geçmez­se, yatmak îcap edeceği bildirilmiştir.

Fakat yasak edilen gazab haksız yere olandır. Allah'ın emir ve ne­bileri hususunda gazablanmak memnu' değildir. Hattâ Buharı «Allah'ih emri içîn caiz oîan gazab ve şiddet» ünvânîle bu hususa dâir bir bâb tahsîs etmiş; ve mezkûr bâbta Resûlüllah (S.A.V.)'in Allah'ın emri hususunda gazaba geldiği yerleri gösteren beş dâne hadîs zikreylemiştir.[652]

    

1510/1278- «İbni Ömer radıyallahü anhümâ'Aan rivayet olunmuş­tur. Demiştir kî: Resûlülah salldllahü aleyhi ve.sellem :

— Zulüm kıyamet gününde (sahibine) karanlıklar (ola­cak) dır; buyurdular.»[653]

 

Hadîs müttefekun aieyh'tir.

Bu hadîs zulmün haram olduğunu gösteren delillerden biridir; ve gerek mal, can veya ırz-u namus hususunda gerekse müslüman. veya gayr-i müsîim, yâhud fâsik hakkında olsun zulmün bütün nevi'lerine âmm ve şâmildir.                   

«Kıyamet gününde karanlıklar olacaktır» diye haber verilmesi üç suretle tefsir edilmiştir. Birinci kavle göre: zulüm kı­yamet gününde sahibine karanlıklar şeklinde gösterilecek ve mümirilerin nurları önlerinde ve yanlarında ışıl ışıl parıldarken zâlim karanlıklar içinde yolunu bulamayacak, bocalayıp kalacaktır.

îkinci kavle göre: karanlıklardan murâd, kıyametin ehvâl ve şiddetleridir.

Üçüncü kavle göre ise: Zâlimin göreceği ceza ve azaptan kina­yedir.[654]

 

1511/1279- «Câbir radıyallahü anh'âan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem :

— Zulümden sakınınız. Çünkü zulüm kıyamet gü­nünde karanlıklar (olacak) dır. Cimrilikten de korunun, zî-râ sizden Öncekileri o helak etmiştir; buyurdular.»[655]

 

Bu hadîsi Müslim tahrîc etmiştir.

«Şuhh» ve «buhul» kelimeleri cimrilik mânâsına gelirlerse de ara­larında fark vardır. Bu farkı ta'yin hususunda muhtelif kaviller vardır. Bir kavle göre şuhh, buhul'dan daha şiddetli ve daha mübalâğalıdır. Diğer bir kavle göre şuhh hırsla beraber olan buhul'dur. Başka bir kav­le göre, buhul bazı hususatta olur, şuhh ise âmm'dır. «Buhul hassaten malda olur; şuhh ise hem malda, hem de şâir iyiliklerde kullanılır.» diyenler olduğu gibi: «Şuhh elinde olmayana, buhul ise elinde olana hırs ve cimrilik göstermektedir» diyenler de vardır.

«Sîzden Öncekileri o helak etmiştir.» ifâdesi ile dünyevî helak kasdedilmiş olması ihtimali vardır. Hadîsin tamamı da bu ihti­mali te'yid ediyor. Çünkü :

«Cimrrlik onları birbirlerinin kanlarını dökmeye ve ken­dilerine haram olan şeyleri helâl saymaya sevketmrştir.»

buyuruluyor. Anlaşılan mal hususundaki fazla cimrilikleri, malları­nı artırmak, korumak hırsı helaklerine sebeb olmuştur. Çünkü malı fazlalaştırmak ekseriya başkasının malmı alarak kendi m alma kat­makla olur. Bu ise kolay bir iş olmayıp çok defa gasb, yağma ve harple olur ki, neticesi ölüme ve haram olan şeyleri helâl i'tikâd et­meye varır.

Maamâfîh mezkûr ifâde ile uhrevî helak da kasdedilmiş olabi­lir. Zîrâ uhrevî helak dahî irtikâb ettikleri zulümler üzerine teret­tüp eden ferilerdendir.

Şuhh ve buhlü zemmeden hadîs ve âyetler çoktur. Teâiâ Hazretleri bir âyet-i kerîmede :

«[656] Her kim cimrilik ederse ancak kendine cimrilik eder» diğer bir âyetde :

«[657] Ailah'dan fazl-u kereminden kendilerine ihsan ettiği matlarda cİmriük edenler bunu asla hayır sanmasınlar; bilâkis o kendileri için serdir.» buyurmuştur. Resûlüllah (S.A.V.) dahî bir çok hadîslerde cim­riliği zemmetmiştir. Bunların bazısını Taberânî «.el - Evsat» mda, di­ğer bazılarını Buhârî ve Müslim rivayet etmişlerdir.

Acaba zemmedilen cimriliğin hakikati nedir? Bahüliği kimse kabul etmiyor; herkes başkalarını bahil görüyor, hattâ bir kimse­nin bir fiil hakkında bazan ihtilâf edildiği görülüyor da kimisi ona «bahil» diyor; bir takımları: «hayır bahil olamaz» iddiasında bulu­nuyor. Şu halde helaki mucip olan buhlün hududu nedir? cömerd kimdir?  

Bu suallere bazıları şöyle cevap vermişlerdir: Sehâvet yani cö-: mertlik: üzerine vâcib olanı edâ etmektir. Ancak vâcib iki kısım­dır: Biri şer'i vâcibtir. Bunlardan murâd, zekât ve nafakalar gibi şeylerdir. Diğeri mürüvvet ve âdetin vacibidir. İşte bu iki nevi' va­cibi edâ edenler cömert ve sahî kimselerdir. Bunlardan birini yap­mayan bahil ve cimridir. Şu kadar var ki, şer'i vacibi vermeyen da­ha cimri sayılır. Mürüvvet sehâveti ufak tefek şeylerde pek sıkı davranmayarak istenileni vermekle olur. Bu bâbta «İhyau'l-Ulûm-» da tafsilât vardır.

Cimrilik de iîâcı bulunan bir hastalıktır. Bu hastalığın sebebi iki şeydir: Şehvet ve mal düşkünlüğü. Şehvetin ilâcı aza kanâat ve sabırdır. Cimriliğin ilâcı ise onun zıddı olan sehâvettir.[658]

 

1512/1280- «Mahmud b. Lebîd[659]  radıydüdhü anadan rivayet edîlmişdîr.Demiştir kî: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:

— Gerçekten sizin için en ziyâde korktuğum şey kü­çük şirk (yani) riyadır; buyurdular»[660]

 

Bu hadîsi Ahmed güzel bir isnadla tahrîc etmiştir.

Riya : lûgatta, aslı olmaksızın başkalarına iyi görünmektir. Şerîat-te ise : Başkalarına iyi görünmek için ibâdet etmek günah işlememek­tir. Riya dünyevî bir maksad ile yani görsünler de beğensinler, baş­kalarına söylesinler; yâhud para ve şâire versinler diye yapılır. Bun­dan dolayı Allah Teâiâ onu Kur'ân-ı Kerîm'de zemmetmiş:

«[661] Vay hâline o namaz kılanların ki, namazSarından gafillerdir; riya yaparlar; ve verilmesi âdet olan şeyleri vermezler.» buyurmuştur. Re-sûlüllah (S.A.V.) dahî bir çok hadîslerde riyakârların azablarınm büyük olacağını beyân etmiştir. Çünkü bir işden maksat ne ise hüküm ona göre verilir. Mürâî, ibâdetini kullara gösteriş için yaptığından, hakikat­te AHah'dan başkasına ibâdet ediyor demektir. Nitekim bir hadîs-î kudsîde :

«Allah Teâiâ buyuruyor ki, bir kimse içerisine benden başkasını şerik koştuğu bir iş yaparsa, o işin hepsi o şe­rikindir. Ben ondan beriyim; ben şerikten ganîler ganî-Sİyim.» denilmiştir.

Riya bedenen ve kavlen olur. Bedenen riya : sararıp soîma, zaîf-lik ve bakımsızlık gösterileri ile olur. Mürâi sararmakla çok ibâdet yaptığını dini hususunda çok üzüldüğünü, âhiretten korkardığını göster­mek ister. Zaîflik rolü ile az yediğini, saçının bakımsızlığı, elbisesi­nin kirliliği ile de ibâdet ve taatla meşgul olurken üstüne basma bak­maya vakit bulamadığını göstermek ister. Bedenen riyanın nev'ileri çoktur. Kavli rîyâ'ya. gelince: bunun enva' ve eşkâli saymakla bitmez. Mürâî kendini göstermek için en kalabalık yerleri intihab eder. Oralar­da halka yana yakıla va'zu nasihatlerde bulunur. Sulehây-i ümmetten hikâyeler anlatır; bu suretle son derece âlim ve müdakkik bir zât ol­duğunu göstermek ister. Halkın günâh işlemesine yanar, âh eder, ağ­lar. Herkesin görüp işitebileceği yerde iyiliğe emir, kötülüğe nehyeder. Bundan muradı kendisinin dört yüz dirhem müslüman olduğunu, dini uğrunda hiç bir şeyden korkmadığını göstermektir.

Bazan riya fazla eş, dost, cemâat ve talebe toplamakla- yapılır. Hattâ bu hususta para vererek dellâl tutanlar bulunduğunu işitiyoruz. Bunlar, sözleri insanı bayıltacak derecede müessirmiş hissini telkin et­mek içn mezkûr dellâllara yalancılıktan bayılma ve «Allah» diye âvâz ederek yerlere serilme rolleri oynatırlar; böylelikle fazla fazla cemâat temin ederlermiş.

Hâsılı riyanın sahası pek geniş ve nev'ileri derece i'tibârîie birbi­rinden farklıdır.

Riyanın erkânı üçtür: (Yani riya üç şeyle meydana gelir.) Riyây-ı kasıd, kendi ile riya yapılan şey ve riyaya sebeb olan şey.

1— Rîyâ: Ya sırf riya kasdı ile olur; yâhud hem riya hem de se­vap kasdedilerek yapılır. Sevap kasdı ile birlikde'olan dahî sevap kas-dının daha fazla veya daha az olmasına bakarak iki kısımdır. Böylelik­le dört suret meydana gelir:

Birinci suret : Riya olarak yapılan işde sevap kasdı bulunmamak­tır. Bu takdirde mürâi eğer namaz kılarsa, sırf âlem görsün diye kılar. Hiç bir kimsenin görmediği yerde namazını kılmaz. Zekâtını dahî ken­disine cimri demsinler diye verir. İşte riyanın en ağır ve çirkin olanı budur; bu âdeta kullara kul olmaktır,

îkinci suret : Riya ile birlikte sevap da kasdetmek, fakat sevap kasdı riyadan zaîf olmaktır. Bunun hükmü dahî yukarıkinin aynıdır.

Üçüncü suret : Riya ile sevap kasamın müsavi olmalarıdır. Yani mürâi'ye o işi yaptıran sebeb bu iki kasdın mecmuudur. Yalnız biri bulunsa o işi yapmaz. Bu takdirde salâh kasdı ile fesad kasdı birbirine denk geldiğinden yenişemez; berabere kalırlar. Lehde veya aleyhde bir hüküm olmasa gerektir.

Dördüncü suret : Riya kasdı zaîf, ibadet kasdı fazla olmaktır. Bu suretle mürâi riyayı kendi neşatını açmak için yapar. Çünkü başkala­rının onu medh-u sena etmesi hoşuna gider; fakat bu olmasa yine ibâ­detini bırakmaz. îmam Gazâîî riyanın bu kısmı için : «A!lah-u a'lem, bizim zamanımıza göre bu riya sevabın aslım gidermez. Lâkin azal­tır; mürâi riya kasdı mikdarmca mücâzât; sevap kasdı mikdarm-ca da mükâfat görür.» diyor.

Hadîsi kudsî'deki : «ben şirkten ganîler ganîsiyrm» cüm­lesi yukarki suretlerden müsavat veya riya kasdı fazla olan surete ham­le dilmiştir.

2— Kendisi ile riya yapılan şey, ibâdetlerdir. Bu da ibâdetlerin as­lında riya ve vasıflarında rîyâ kısımlarına ayrılır.

İbâdetlerden yapılan riyanın üç derecesi vardır : Bunların birinci­si : İmanda riyadır, ki dil ile kelime-i şahadet'i getirip, kalbinden küf­rü gizleyen münafıkların riyası bu kabildendir. Böyleleri cehennemde ebedî kalacaklardır. Dalâlet fırkalarından Bâtınîler'le Râfızîler'in yap­tıkları da bunlara yakındır.

İkincisi : İbâdetlerde riyadır. Bunu az yukarıda gördük.

Üçüncüsü : İbâdeti bitirdikten sonra yapılan riyadır. İbâdetin gös­teriş için yapıldığı zahir olmadıkça bu riyanın ibâdete tesiri yoktur. Fakat gösteriş için yapıldığı anlaşılır veya mürâi ibâdetini herke­se anlatarak öğünürse, bu riyanın da ibâdetin sevabını gidereceği sahîh hadîslerle sabit olmuştur. Bu bâb'da Deylemt merfu' olarak su hadîsi tahrîc etmiştir:

«Bir adam gizli bir amel işler de Allah o ameli nezd-i mâ-neviyesinde gizli olaraktesbit eder; fakat şeytan adamın peşini bırakmaz; ve nihayet o ibâdeti söyler. Allah Teâlâ da onu sırr olmaktan çıkararak aşikâre tesbit eder. Şa­yet ikinci defa vine söylerse artık hem sırdan, hem de aşikâr olmaktan çıkarır ve riya olarak tesbit eyier.»

Mücâhidin rivayetine nazaran Peygamber (S.A.V.)'e bir zât ge­rek:                                                                                        

— Ben sadaka verir; sıla-î rahimde bulunurum; ve bunu ancak Al­lah rızâsı İçin yaparım. Fakat bu yaptıklarım anlatılınca seviniyor ve hoşlanıyorum; demiş. Resûlüllah (S.A.V.) Gnabir şey dememiş. Nihayet:

«[662] Kim Rabbına kavuşmak isterse iyi amel işlesin ve Rabbi'sinin ibâ­detine hiç bîr kimseyi şerik koşmasın.» âyet-i kerîmesi nazil olmuş.

Mücâhid hadîsi netice i'tibârîle yapılan ibâdetin başkaları ta­rafından duyulmasına sevinmenin riya olduğunu delâlet ediyorsa da Tirmizî'nin, Hz. Ebu Hüreyre (R. A./dan tahrîc ettiği şu hadîs buna muarızdır :

Dedim ki :                                                                          

— Yâ  Resûlâllah!   bîr defa  ben evimde    namazımda  iken yanıma bir adam giriverdi. (Doğrusu) beni o hâlde görmesi hoşuma gitti:  Bu­nun üzerine Resûlüllah (S.A.V.) :

— Senin için iki ecir var; buyurdular.» Bu hadîsin hükmüm) takviye eden âyet de bulunduğundan Mücâhid hadîsine tercih edil­miştir.

İmam Gazâlî, ibâdeti mücerred başkalarının duymasına sevin­menin ona bir tesiri olmayacağına kaildir.[663]

 

1513/1281- «Ebu Hüreyre radıyallahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Rcsûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem :

— Münafığın alâmeti üçtür; konuştuğu zaman yalan söyler, va'dederse döner; emniyet olunursa hıyanet eder; buyurdular.»[664]

 

Hadîs müttefekun aleyh'tir. Buhârî ile Müslim'in Abdullah b. Amir'-dan rivayet ettikleri hadîsde, «kavga ederse SÖver» cümlesi vardır.

Münafık : İçi kâfir olup dışından mü'min görünen kimsedir.

Hadîs-i şerîf, mezkûr dört hasletten biri kimde bulunursa o kimse­nin bir tane nifak alâmeti taşıdığına; dördünü birden hâiz olanın ise münafık sayılacağına delâlet ediyor. Zahirîne bakılırsa bu hasletlerin dördü de kendinde bulunan kimse müslüman bile olsa münafık sayıl­mak îcâbeder. Halbuki bunların bir tanesi olsun kendinde bulunmayan müslüman azdır. Bu sebeble ulemâ hadîsin mânâsında ihtilâf etmişler­dir. NevevVnm beyânına göre, ekser-i ulemâ ve muhakkıklar : «Bu hasletler münafıkların hasletidir. Binâenaleyh, bunlardan biri ile va­sıflanan bir müslüman, onlara benzediği için kendisine mecazen mü­nafık denilmiştir. Çünkü nifak, içindekinin hilafını meydana çıkar­maktır. Bu hâl mezkûr hasletlerin sahibinde de mevcudtur. Yalnız onun nifakı kendisi ile konuşan, ondan va'd alan, ona emniyet eden ve kavgaya girişen kimse hakkındadır. Yoksa İsîâmda münafık sa­yılan içi kâfirlerden değildir.» demişlerdir ki, Nevevî: «sahih ve muhtar olan da budur.» diyor.

Bazıları bu hadîs'în, Peygamber (S.A.V.) devrindeki münafıklara âid olduğunu söylemişlerdir. Said b. Cübeyr ile Âtâ b. Rebâh'm mez­hepleri budur. Hattâ, Hasan-ı Basri bir müddet bunun hilâfına kail olmuşken sonradan bu kavle rucu' etmiştir. Ayni kavil İbnİ Abbas ile İbni Ömer (R. Ankümâ) Hazerâtmdan da rivayet olunur. Onlar mez­kûr kavli Peygamber (S.A.V.)'den de rivayet etmişlerdir. Kaadî lyâz, ekser~i fukâhanın da aynı kavle meylettiklerini söyler. Hattabî ba­zılarından rivâyeten, bu hadîsin muayyen bir adam hakkında şeref-sâdır olduğunu söylemiştir. Resûlüllah (S.A.V.), ashâb-ı kirâm'ma açık açık: filân münafıktır; demez, yalnız işaretle iktifa eder idi. Yine Hattâbi'nin rivayetine göre hadîsin mânâsı, müslümanı bu korkunç huylara alışmaktan sakındırmaktır. Zîrâ bunlara alışanın en niha­yet hakîki nifaka düşmesinden korkulur.[665]

 

1515/1282- «îbni Mes'ud radtyaîlahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah salldllahü aleyhi ve seUem ;

— Müslümana söğm'ek fâsıklıktır, onunla mukatele de bulunmak ise küfürdür; buyurdular»[666]

 

Sebb : Lügatte söğmek ve başkalarının ırzları hakkında- söğmeye benzer çirkin lâflar etmek mânâsına gelir.

Füsuk : Lügatte çıkmak manasınadır. Şerîatte ise: Allah'ın itaatin­den çıkmaktır.

Hadîs-i şerîfdeki «Müslim» ta'birinden mefhum-u muhalif suretîle kâfire, söğmenîn caiz olacağı anlaşılırsa da islâm diyarında yaşayan zimmîlerle kendilerine emân verilen muahedelere eziyet etmek dînen yasak olduğundan onlar hakkında bu mefhumla amel edilmez.Zaten buradaki söğmekten murâd: Kâfir, fâsık, müfsid gibi kelimeleri söy­lemektedir. Yoksa zamanımızda maalesef bazı kimselerin kullandıkla­rı ağıza alınmaz ayıplanacak lâkırdıları söylemek hiç bir suretle ve hiç'bir kimseye karşı caiz değildir.

«Harb» denilen düşman kâfire sebbetmek caizdir. Çünkü ona hür­met yoktur.

îrtikâb ettiği ma'siyetler sebebi ile fâsıka söğülüp söğülemeyeceği ulemâ arasında ihtilaflıdır. Ekser-i Ulemâ'ya göre caizdir. Zîrâ hadîs-deki «müslim» ta'birinden murâd, kâmil müslümandır. Fâsık, Kâmil müslüman değildir. Nitekim :

«İnsanlar kendisinden korunsun diye fâsıkı, kendisinde­ki (sıfat) ile zikredin.» hadîsi de bu mânâyı te'yid eder. Yalnız ha­dîs zaîftir. Hattâ İmam Ahmed b. Hanbel onu nıünker bulmuştur. Beyhakî'de «bir şey değil» tâ'birini kullanmış ve: «Sahîh olduğu takdirde fisk-u fücurunu i'lân eden fâcir mânâsına hamledilir» de­miştir. Maamâfîh ayni hadîsi Taberânî «el-Evsat» ve «es ~ Sağîr» adlı eserlerinde güzel bir isnâd ve mu'temed râvîlerle rivayet edi­yor.Beyhakî zaîf bir isnâdla Hz. Enes (R. A./dan şu hadîsi tahrîc etmiştir:          

«Her kim (yüzünden) haya perdesini atarsa ona yapılan gî-bet (in hükmü) yoktur.» Müslim dahî şu hadîsi tahrîc etmiştir:

«Ümmetimin hepsi afvolunur. Yalnız aşikâre günâh işle­yenler müstesna.»

Ekser-i Ulemâ'ya göre sahîh bir maksatla, yani sırf kötülemek için değilde, nasihat veya hâlini beyân gibi bir maksatla fâsıka, yüzü­ne karşı olsun, arkasından olsun «yâ fâsık» yâhud «yâ müfsid» demek caizdir.

Birbirlerine söğenler hakkında Sahîh-i Müslim'de şu hadîs var­dır:

«Mazlum olan tecâvüz etmedikçe birbirine söğenlerin söyledikleri (nîn vebali) söze başlayanın üzerinedir.» Ken­disine söğülen kimse mukabelede bulunursa haklaşmış olurlar. Yalnız bazılarına göre söze başlayanın üzerinde başlamaktan mütevelîid gü­nah kalır. Diğer bazılarına göre ise günah değil zemm ve muaheze kalır. Sitem Allah için olan gazâb halinde de caizdir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) Hz. Ebu Zerr'e :

— Sen kendisinde cahiliyet bulunan bir kimsesin; bu­yurmuşlardı. Hatip kısasında Hz. Ömer (R. A.) da : «Bırak benî, şu münafığın boynunu vurayım» demişti. Bunun başka benzerleri de vardır. Resûfüllah (S.A.V.) Bunları işittiği halde bir şey dememiştir. «Onun­la mukatelede bulunmak ise küfürdür.» ifadesi, haksız yere bir müslümam öldürmenin küfür olduğuna delâlet ediyor. Şüphesiz ki: Helâl olduğunu i'tikad ederek öldüren, kâfir olur. Fakat haram ol­duğuna inandığı halde öldüren kâfir olmaz; büyük günâh işlemiş olur; ve ebedî zannedilecek derecede uzun müddet cehennemde azâb görür. Binâenaleyh böylesine «kâfir» demek mecazdır. «Küfür» den küfran'i ni'met mânâsı kasdedilmiştir. Bu takdirde hadîsin mânâsı şöyle olur: Onunla mukatelede bulunmak dîn kardeşliğine karşı Küfrân-ı ni'mettir.» Küfrân-ı nı'mete küfür denilmedi, ya netice ftibârîle bu işin bazı hal­lerde hakikî küfre müncer olmasından, yâhud, kâfir işine benzemesindendir.[667]

 

1516/1283- «Ebu Hüreyre radıyallahü anh'dan Hvâyet olunmuştur. Demiştir ki: Resûİüllah sallallahü aleyhi ve sellem :

— Zandan sakının; çünkü zann, sözün en yalanıdır; buyurdular.»[668]

 

Hadîs müttefekun a!eyh'tir.

Buradaki tahzîr, yani sakındırmadan murâd: bir müslümana karşı kötü zanda bulunanın memnu' olduğunu göstermektedir. Ayni mânâ Kur'ân-ı kerîm'de :

«[669] Zandan çok sakının...» âyet-i kerîmesi ile ifâde buyurulmustur.

Zann : Caiz olacağı hatırdan geçen, sahih veya bâtıl olmaları muh­temel şeylere i'timâd ederek hüküm vermektir. «Muhtasaru'n-Ni-hâyc» nâm eserde, hadîs böyle tefsir edilmiştir. Hatlâbî: «Hadîsde-ki tahzîrden murâd töhmettir. Yasak edilen şey, ortada hiç bir se-beb ve delîl yokken bir kimseyi bir kötülükle ithamda bulunmak­tır.» diyor. İmam Nevevî dahî : «Hadîsden murâd : töhmeti hakikat diye iddia ve İsrar etmekten sakındırmaktır. Hatırdan gelip geçen fakat üzerinde durulmayan şeylerle kul mükellef değildir.» demiş­tir. Nitekim Kaadî İyâz'm Süfyan'd&n naklettiği şu hadîs de aynı mânâyı ifâde etmektedir:

«Söylemedikçe veya yapmadıkça bu ümmetin hatırların-dsn geçen şeyleri Allah affetmiştir.»Bu hadîs kendilerinden fısk-u fücur; söğüp sayma gibi şeyler sadır olduğu görülmeyenler hakkındadır. Hadîs mutlak ise de TaberânVmn «el - Evsat» da tahrîc ettiği Enes Hadîsi onun ıtlâkını takyîd etmektedir. Enes hadîsi şudur:

«Âleme kötü zanda bulunmaktan korunun.» Bu hadîsi Bey-haki ile Askerî dahî Hz. Enes (R. A./dan merfu' olarak rivayet et­mişlerdir. Deylemî Hz. Alî (R.A.)'m: «Su-i zann haramdır.» dediğini merfu' olarak tahrîc etmiştir; yalnız rivayet tarîklerinde zaîflik varsa da bu tarîkler birbirlerini takviye ederler.

Zemahşerî (467—538) zannı : vâcib, mendup, haram .ve mubah olmak üzere dört kısma ayrılmıştır : Allah'a hüsn-ü zanda bulunmak vâcib, su-i zanda bulunmak haramdır. Zahiren âdil görünen müslü-manlara su-i zanda bulunmak dahî haramdır. Ebu Hüreyre hadîsindeki zan'dan murâd da budur. Zahiren âdil görünen müslümanlara hüsn-ü zan'da bulunmak mendub; aşikâr ma'sıyet işleyenlere su-i zan'da bu­lunmak mubahtır. İşlediği günâhı kimseye söylemeyen kimseye hüsn-ü zan'da bulunmalıdır. Ma'sıyet işlenen yerlere girenlerle namuslarını le­keleyecek işler yapanlara su-i zan'da bulunmak caizdir.

Hadîs-i şerif de, zanna «söz» denilmesi, zan nefsin sözü olduğundan­dır. Zannın en yalan söz olmasına gelince: yalan, hiç bir delile istinad etmeksizin vakıa muhalif olarak söylenen sözdür. Bunun çirkinliği mey­dandadır. Zann sahibi ise bir şeye İstinad ettiği iddiasındadır. Bu sebep­le onu dinleyenler ekseriya yalancı olduğunu farkedemezler. işte zan­nın en büyük yalan olması bundandır.[670]

 

1517/1284- «Ma'kıl b. Yesâr radıyallahü anh'dan rivayet olunmuş­tur. Demiştir ki: Resûliillah sdllallahü aleyhi ve sellem':

— Allah'ın bir kavle hâkim kıldığı hiç bir kul yoktur ki, Öldüğü gün (hâkimiyeti altında bulunan) ahâlisine hâin ola­rak ölsün de Allah ona cenneti haram etmesin; derken işit­tim.»[671]

 

Hadîs müttefekun aleyh'dir.

Bu hadîs Müslim'in iki rivayetinden biridir. Diğer rivayetin metni şöyledir :

«Müslümanların umurunu üzerine alan hiç bir âmir yok­tur ki onlarla birlikte çalışmadığı, kendilerine nasihatda bulunmadığı halde onlarla bırlikde cennete   girebilsin.»

Ayni hadîsi az bir farkla Taberânı dahî rivayet etmiştir.Buharı onu Hasan'm rivayetinden tahrîc etmiştir. Nitekim başka bir yolla yine fîascm'dan onu Taberânî de «el-Kebîr» nâm eserinde rivayet etmiştir. Buîıârî ile TaberânVnin rivayetleri birleştirilirse hadîsin şöyle bir kıssası olduğu meydana çıkar:

Hz. Muâviye (R. A.) Ubeyduiîah b. Ziyad isminde pek zâlim ve hunhar birini Basra'ya vali tayin etmiş. Bu zât Muâvİye'nin oğlu Yezîd zamanında dahî orada vali kalmış. Bir gün Hz. Ma'kıl, Ubeydullah'm yanma girerek ona şu sözleri" söylemiş :

— Yapmakta olduğunu  gördüğüm işlerden vaz geç; Ubeyduiîah :

— Onlardan sana ne? mukabelesinde bulunmuş. Makıl (R. A.) Oradan mescide gitmiştir. Yanında bulunanlar :

— Bu sefihle âlem arasında konuşup da ne yapacaktın? demişler. Makıl (R.A.) :

— Bildiğim bir şey vardt; Ölmeden onu kendisine âlem yanında söy­lemek İstemİşdim; demiş. Bundan sonra Hz. Maktl (R. A.) hastalan­mış, ubeyduiîah kendisini dolaşmağa gelince, Makıl (R. A.)  :

— Ben sana Resûlüllah (S.A.V.)'den duyduğum bîr hadîs rivayet edeceğim; diyerek söze başlamış ve yukarıdaki hadîsi rivayet etmiş.

Bu bâbta Taberânî güzel bir isnadla şu hadîsi tahrîc etmiştir:

«Hiç bir hükümdar ve vali yoktur ki idaresi altındaki halka hıyanet ederek bir gece geçirsin de Allah ona cen­neti haram kilmasm. Hâlbuki kıyamet gününde cenne­tin kokusu yetmiş yıllık mesafeden duyulur.» Bu bâbta /mam Ahmed b. HaribeV in, Hâkim'in ve başkalarının tahrîc ettikle­ri hadîsler de vardır.

Gışş: Sadâkatin zıddıdır. Hükümdar ve vali gibi kimselerin gışş yapması, idareleri altındaki insanlara zulmetmek, mallarını ellerinden almak, kanlarını dökmek gibi şeylerle olur. Bir vazifeye, ehli varken nâ-ehil olanı ta'yin etmek de gışş'da dâhildir.

Hadîsler gışş'în haram ve büyük günahlardan olduğuna delâlet et­mektedirler. Zîrâ cennetin haram kılındığı bildirilmek sureti ile tehdid Kur'ân-ı Kerîm'de kâfirler hakkında vârid olmuştur. Vâkıâ ehl-i sün-net'e göre büyük günâh işleyenler kâfir olmaz; binâenaleyh cehennem­de ebedî kalmazlarsa da cezaları son derece şiddetli ve ağır olacağında şüphe yoktur. îbni Battal şöyle diyor: «Bu, zâlim hükümdar­lara şiddetli bir tehdittir. Her kim Allah'ın kendisine emânet ettiği kul­larını ihmâl eder yâhud onlara hıyanet ve zulümde bulunursa kıyamet gününde onların hakları kendinden istenecektir. Acaba koskoca bir mil­lete yaptığı zulmün hesabını nasıl verecektir?»

Allah'ın cennet'i haram kılmasından murâd:  tehdidini infaz etme­si ve mazlumlar nâmına razı olmasıdır.[672]

 

1518/1285- «Âişe radıyallahü ankâ'dan rivayet olunmuştur. Demiş­tir ki: Resûlüllah salîallahü aleyhi ve selîem :

— Yâ Rabbİ, her kim ümmetinin bir işini üzerine aîır da onlara güçlük çıkarırsa sen de ona meşakkat ver; bu­yurdular.»[673]

 

Bu hadîsi Müslim tahrîc etmiştir.

ResûlüMah (S.A.V.)'in bedduasında meşakkat dilemesi, ceza amel cinsinden olsun diyedir. Hadîs-i şerifin tamamı şöyledir:

«Ve kim ümmetinin bir işini üzerine alır da onlara hoş muamele ederse sen de ona hoş muamele eyle.» Ayni ha­dîsi Ebu Avâne «Sahihe inde buna yakın lâfızlarla rivayet etmiştir. Bu hadîs âmir mevkiinde bulunanların idareleri altında olan­lara kolaylık göstermeleri ve onlara hoş muamele yapmaları îcâb ettiğine delildir.[674]

 

1519/1286- «Ebu Hüreyreradıyallahü anVdan rivayet edilmiştir.Demiştir ki: Resûlüllah salîallahü aleyhi ve sellem :

— Sizden biriniz bîrfte   kavga ederse  yüze vurmak­tan sakinsin; buyurdutar.»[675]

 

Hadîs müttefekun aleyh'dir.

Bu hadîs, yüze şamar ve tokat vurmanın haram olduğuna delâlet ediyor. Nehyin sebebi: yüzdeki uzuvların nâzik ve bütün güzellikleri kendilerinde toplamış olmalarıdır. Yüze vurulunca bu letafet ve güzel­lik bozularak yüz fena halde çirkini e şebi Ur. Bittabi bu onun için bir noksanlık olur.

Hadîsteki nehî terbiye için olsun, başka- bir maksada mebnî olsun her nev'i vuruşa âmm ve şâmildir.[676]

 

1520/1287- «(Yine) Ebu Hüreyre radtyaîlahu anh'dan rivayet olun­duğuna göre bir adam :

— Yâ Resûlâllah, bana tavsiyede bulun; demiş. Resûlüilah Salîal-îahü aleyhi ve selîem:

— Gazablanma; buyurmuş. Adam (bu sözü) defalarca tekrar­lamış; Pepgamber Saîlallahi aleyhi ve selîem her defasında:

— Gazablanma; buyurmuşlardır».[677]

 

Bu hadîsi Buhâri tahrîc etmiştir.

İmam Ahmed b. HaribeVin rivayetine göre tavsiye isteyen zâ­tın ismi Cariye b. Kudâme'dir. Başka bir hadîsde isminin Süfyan b. Ab-dillâh-İ Sakafi olduğu zikredilmiştir. Bu zât demiştir kî;

«Dedim ki:

— Yâ Resûfâilah, bana istifade edeceğim bir söz söyle, ama az ol­sun; Resûiüllah (S.A.V.) :

— Gazablanma; sana cennet vardır; buyurdular.» As-hâb-ı Kirâm'ın diğerlerinden de buna benzer hadîsler rivayet olun­muştur.

Hadîs-i şerif gazaplanmayı nehyediyor. Bu nehî, Hattâbi'mn dediği gibi gazabı mucip olan şeylerden sakınmayı nehîdir. Nefs-i gazâb nehyedileniez. Çünkü fıtrî bir şeydir. Bazıları «burada nehyedi-len şey gazab değil, gazabı doğuran kibirdir. îzzet-î nefsini yatışıncaya kadar tevazu' gösteren, gazabın şerrinden kurtulur.» demişlerdir. Peygamber (S.A.V.)  'in yalnız bu sözle iktifa etmesi bazılarına göre soran zâtın gazaplı olmasındandır. Fahr-î Kâinat (S.A.V.)'m âdeti herkese yaraşan cevabı vermekti. Âlâ ile ednâya tenbih kabilinden ol­ması ihtimali de vardır. Zîrâ gazap, nefisle şeytandan gelir. Bu iki şe­ye galebe çalan başkalarına karşı nefsine evleviyetle hâkim olur. Ga­zap ve İlâcı hakkında biraz yukarıda söz geçmişti.[678]

 

1521/1283- «Havletü-Ensâriyye mâtyallaku anhâ'dan rivayet olunmuştur.Demiştir ki: Resûlüilah sdllallahû aleyhi ve seîîem:

— Gerçekten bazı adamlar râ-hak yere Allah'ın malı­na dalıyor. Onlara kıyamet gününde cehnnem vardır; buyurdular.»[679]

 

Bu hadîsi Buhâri   tahrîc etmiştir.

Hadîs-i şerif, şer'an hakkı olmıyan kimselerin Allah'ın malından (yani zekât ve emsalinden) bir şey almalarının haram ve cehennemde yanmayı îcabeden günhlardan olduğuna delildir, «dalıyorlar» tâ'biri ihtiyaçlarından fazla aldıklarına ve bunun çirkin birşey olduğuna işa­rettir. Mâlî işlere bakanların ihtiyaçlarına göre Allah hakkı mallardan istifade edebileceklerini ihtiyaçtan fazla bir şey alamayacaklarını yu­karıda görmüştük.[680]

 

1522/1289- «Ebu Zerr radıyallahu anh'dan Peygamber sdllallahû aleyhi ve sellem'ln Rabbîsinden rivayet ettiği kudsi hadîsler meyan ın-da kendilerinden (şunu) duyduğu rivayet olunmuştur:

— Teâlâ Hazretleri buyurdu ki: Ey kullarım, bu zulmü kendime haram kıldım; onu sizin aranızda da ha­ram kıldım. Binâenaleyh bir bîrinize zulmetmeyin»[681]

 

Bu hadîsi Müslim tahrîc etmiştir. Cenâb-ı Hak, Kur'ânı Kerîm'de;

«[682] Rabbın kullanrına hiç zâlim değildir» buyurarak, zulmetmedi­ğini bize haber vermiştir.

Tahrîm: lûgaten, bir şeyi men etmektir. Şer'an ise faili azaba müs­tehlik olan şey demektir. Bu mânâ Teâfâ Hazretleri hakkında şüphe­siz doğru değildir. Burada murâd: Allah'ın zulümden münezzeh oldu­ğunu anlatmaktır. Şu halde zulümden münezzeh yerine mecazen tahrîm denilmiştir. Çünkü memnu' olan bir şeyle zulmün aralarında müşterek bir vasıfları vardır ki, o da her ikisinin yapılmamasıdır.

Aflah zütcefâl hakkında zulüm, müstehîldir. Zîrâ zulüm örf dilinde: ya gayrı milkinde tasarruf yâhûd haddi tecâvüz; mânâlarında kullanı­lır ki bunların ikisi de Teâlâ Hazretleri hakkında muhaldir. Çünkü bü­tün cihanın mâliki o, kudret ve azâmetîle her şeyde hakikî mutasarrıf odur.

Zulüm, aklen de çirkin olan bir şeydir. Sâri' Hazretleri onu aklın anladığı mânâda takrir buyurmuş; üstelik çirkinliğini daha da büyülte­rek zulmedenleri azâbla tehdîd eylemiştir. Zâlim iki cihanda hâib ve haşirdir.[683]

 

1523/1290- «Ebu Hüreyre radıyallahu anft'dan rivayet olunduğuna göre Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem (ashabına) :

— Bilirmisiniz gîbet nedir? buyurmuş. Ashâb :

— Allah ve Resulü bilir; demişler. Rcsûlüüah sallallahü aleyhi ve sellevu :

— Din kardeşini,   hoşlanmadığı bir şeyle anmandir; buyurmuşlar. (Bu arada) :

— Ya söylediğim şeydin kardeşimden varsa ne buyurursun? diyen­ler olmuş. Peygamber, sallallahü aleyhi ve sellem:

— Eğer söylediğin şey onda varsa onu muhakkak su­rette gîbet ettin; şayed yoksa İftira ettin (demektir.); bu­yurmuşlardır.»[684]

 

Bu hadîsi Müslim tahrîc etmiştir.

Hadîs-i şerif, adetâ :

«[685] Bir bîrinizi gîbet etmeyin» âyeti kerîmesinde zikredilen gîbetin tefsiri mesabesinde olup gîbetin hakikatim göstermektedir.

«en-Nihâye» nâm kitapta zikredildiği vecihle gîbet; bir insanı arkasından ktülükle anmaktır; velev ki o kötülük kendisinde bulun­sun. İmam Nevevi «el-Ezkâr» adlı eserinde İmam GazâU'ye tebean şöyle diyor: «Bir kimseyi bedenî hususunda veya dini, dünyası, nef­si, ahlâkı, malı, annesi, babası, evlâdı, karısı yâhud hizmetçisi hak­kında yâhud hareketi, konuşkanlığı veya dürük çehreli oluşu ve şâi­re gibi kötülenebilecek hususatta, hoşlanmadığı bir şeyle anmaktır. «Gîbetin dil ile yâhûd kaş-göz işaretile yapılması hükmen hep bir­dir.

«Din kardeşini hoşlanmadığı şeyle anmandır.» cümlesi, yüzüne karşı ve gıyabında yapılan bütün zemleri şâmildir. Ulemâ'dan bir cemâatin mezhebi budur. Bu takdirde hadîs, gîbetin şer'i mânâsını beyân etmiş oluyor. Lügat mânâsının gayp'dan alındığına bakılırsa gî­betin ancak bir kimsenin gıyabında olacağı anlaşılır. Ulemâ'dan bazı­ları, gîbetin şer'i mânâsîle lügati mânâsının bir birine muvafık oldu­ğunu tercih ederler; ve bu bâbta şu hadîsi delil gösterirler:

«Din kardeşinin yüzüne karşı söylemekten çekindiğin şey gîbettîr.» Bu hadîs Ebu Hüreyre hadîsini tahsis etmiş oluyor. Ulemâ'nın tefsirleri de bu mânâya gelmektedir. Çünkü bazıları gîbeti tefsir ederken : «Bir kimsenin gıybanda aybım söylemektir.» demişler diğerleri az yukarıda görüldüğü vecihle: «Bir insanı arkasından bir kö­tülükle anmaktır; velev ki o kötülük onda bulunsun.» şeklinde izahda bulunmuşlardır, Maamâfih bir kimsenin ayıbını yüzüne vurmak gîbet sayılmasa bile yine haramdır; çünkü ona ezadır.

«Din  kardeşi» ta'birinden,  mefhum-u muhalif yolu ile kâfirin gîbet edilebileceği anlaşılır.   B\ı hususda îzâhât   verilmiştir. İbnül-Münzir diyor ki: «Bu hadîsde yahûdî, hırıstiyan ve şâir dinler men­supları gibi müslümanlara kardeş sayılmayanlarla işlediği bid'at kendisini dâire-i islâm'dan çıkarmış olanlara yapılan gîbetin, gîbet sayılmayacağına delîl vardır.»

«Kardeş» ta'biri, gîbetçiyi gîbetten vaz geçirmek içindir. Zîrâ kardeşe düsen vazife gîbet değil, kardeşine şefkat, merhamet ve onur; kusurlarını ört bas etmektir.

«Hoşlanmadıği bir şeyle anmandır.» ifâdesi de gösteriyor ki gıyabında söylenen ayıplarından hoşnutsuzluk duymayan fâsik ve Hacirlerin zemmi, gîbet hükmüne girmez. Gîbetin haram olduğu dînen ma'lûm ve müttefekun aleyh ise de büyük veya küçük günahlardan sayılacağı meselesi ihtilaflıdır. Kurtubî, büyük günahlardan sayıl­dığına icmâ' nakletmiş; ve büyük günah olduğuna şu hadisle istidlal etmiştir.

«Şüphesiz ki sizin kanlarınız, ırzlarınız ve mallarınız birbirinize haramdır.»

İmam Gazali ile Şâfiîîer'den «el-Umde» nâm eserin sahibi, gîbe­tin küçük günâh olduğuna kaildirler. Evzâi: «Bu iki zâttan başka gîbetin küçük günah olduğunu söyleyen görmedim.» diyor. Zerkeşî de şöyle demektedir: «Ölü yemeyi büyük günâh sayıp da gîbeti öyle saymayanlara şaşarım. Halbuki Allah onu ölü insan eti yemenin hük­münü vermiştir...»

Ulema-i Kiram gîbetten altı şeyi istisna etmişlerdir:

1— Mazlumun: filân bana zulmetti ve malımı aldı; yâhûd: filân zâ­limdir; demesi caizdir. Yalnız kendisine şikâyet ettiği kimsenin o zulmü gidermeye veya azaltmaya muktedir olması lâzımdır. Buna delil Ebu Süfyan'ın karısı Hind'in Peygamber (S.A.V.)  'e kocasını şikâyet eder­ken: «Hakikaten bu adam cimridir.» demesidir.

2— Yapılan bir kötülüğü değiştirmeye muktedir gördüğü bir kim­seye: Filân kimse falan hakkında şöyle yaptı; diyebilir.

3— Hâkime: Filân bana zulmetti; ondan kurtulmanın çaresi nedir? diyebilir.

4— Müslümanları aldatmaktan kurtarmak için hadîs râvîlerîle şe­hitleri ve keza; ehli olmadığı halde fetva' veya tedrise özenen kimse­leri cerhetmek caizdir.

5— Fâsiklarla ehl-i bid'atı, alenen yapmakta oldukları ma'sîyetlerle anmak caizdir.

6— Ta'rif için bir kimsenin körlük ve topallık gibi kusuru söylene­bilir.

Bu altı müstesna şu beytte toplanmıştır:

«Zemm altı şeyde yani; zulümden şikâyetçi, ta'rifçi, sakındırıcı, alenen fisk işleyen, fetva isteyen ve bir kötülüğün giderilmesi hususun­da yardım dileyen hakkında gîbet değildir.»[686]

 

1524/1291- «(Bu da) ondan rivayet edilmiştir. -radıyaUahü anh-Demlştir ki: ResûfüİIah saîîdUahü aleyhi ve sellem:

— Bir birinize hasetlik çekmeyin; yalandan fiyat art-tirmayın; bir birinize buğzetmeyin; küsüşmeyin; biri­niz diğerinin satışı üzerine satış yapmasın. Allanın (bîr bîrine) kardeş (çe muamele eden) kullan olun. Müslüman müslümanın kardeşidir. Tekvâ şuradadır. (Bunu söylerken) Resûlüllah SaîîaUaki aleyhi ve sellem göğsüne işaret ediyor; ve üç de­de tekrarlıyordu.

— Müslüman kerdeşini tahkir etmesi bir kimseye kö­tülük namına kâfidir, müslümanın müslümana, malı. ca­nı, ırzı., ve her şeyi haramdır; buyurdular.»[687]

 

Bu hadîsi Müslim tahrîc etmiştir. Kaadi İlyâz Cümlesinin:

şeklinde de rivayet edildiğini fakat doğrusu birinci rivayet olduğu­nu söylüyor. İkinci rivayete göre mânâ «ahd-u Peymânını bozmaz» de­mektir.                                                             

Hadîs-i şerif, dînen memnu olan bir kaç meseleye delâlet ediyor şöyle ki:                                          

1— İki kişinin birbirlerine hasedlik çekmesi haramdır. îki taraf­tan hasetlik çekmenin hükmü bu olunca, yalnız bir taraftan çekilenin hükmü evleviyetle haram olur. Çünkü kendisine hased edene hasetle mukabelede bulunmak, kötülüğü kötülükle karşılamak kabilinden oldu­ğu halde yine haram kılınırsa karşılığında hiç bir kötülük olmayan ha-sedliğin haram edilmesi evleviyette kalır. Hasedin tahkiki, babımızın ilk hadîsinde geçmişti..

2— Münaceşe dahî alış veriş bahsinde görülmüştü. Bunun nehye-dilmesi düşmanlığa sebeb olacağı içindir.

3— Bir birine buğzetmenin hükmü aynen hasedliğin hükmü gibidir. Ancak mezrnum olan buğz dünyevî   hususata âid olandır.   Allah   için buğzetmek ise vaciptir,

4— Bir birine küserek alâkayı kesmek, gördüğü zaman sırt çevir­mek memnu'dur. İbni Abdilberr diyor ki: «yüz çevirmeye tedavur de­nilir. Çünkü bir kimseye buğzeden ondan yüz çevirir ve arkasını döner. Sevenin hâli bunun aksinedir.   «Bazılarına göre tedâbürün   mânâsı düşmanlık etmektir. İmam Mâlik'in «el-Muvatta'» nâm eserinde Züh-rî'den naklen tedâbürün selâmdan yüz çevirmek mânâsına geldiği ri­vayet olunur.

5— Müslümanın din kardeşinin satışı üzerine satış yapması   mem­nu'dur. Bu da alış veriş bahsinde görülmüştür. İbni Abdilberr burada şunları söylemiştir: «Bu hadîs, müslümana buğzederek ondan yüz çevir­menin ve onunla dost iken hiç bir şer'i suçu olmaksızın alâkayı kesme­nin, ona Allah'ın in'âm ve ihsan ettiği şeylere hasedlik çekmenin haram kılındığını İfâde ediyor. Sonra din kardeşine kan kardeşi muamelesi yap­mayı, kusurlarını araştırmamayı müslümana emrediyor. Bu hususda hâ­zırla gâib ve ölü ile diri arasında bir fark yoktur. Mezkûr beş nehîden sonra :

— Allahin (bir birine) kardeş (çe muamele eden) kullan buyurarak müslümanları Allah'ın emrine imtisâle teşvik etmiş; ve (ibâd) kelimesiyle kulluğun Allah'ın emirlerine imtisal gerektirdi­ğine işaret eylemiştir.

Kurtubî'ye göre mânâ : «Ey müslünıanlar, şefkat, merhamet, muhabbet, yardım ve nasihat hususunda kan kardeşleri gibi olun:» demektedir.

«Müslüman müslümanın kardeşidir.» dedikten sonra kar­deşlik hukuku nâmına, zulmetmeyi zikretmesi müslümanın şerefini gös­termek için yapılmış bir tahsistir. Yoksa zulüm kâfire de yapılsa ha­ramdır.

«Takva şuradadır» buyurması, takvanın esasen kalpte bulu­nan Allah korkusuna, murakabeye ve amellerdeki ihlâs ve samimiyete istinâd ettiğini göstermek içindir. Nitekim imam Müslim'in rivayet ettiği: «Şüphesiz Allah sizin cisimlerinize ve suretlerinize değil, lâkin kalplerinize bakar.» mealindeki hadîs de ayni mâ­nâya delâlet eder. Yani mücâzât ve muhasebe işleri zahirî şekil ve su­rete göre değil, kalplerdeki niyetlere göre olacaktır.

Hadîs-i şerif, bir müslümanın din kardeşini tahkir etmekten başka hiç bir suçu olmasa şer nâmına yalnız bunun kâfi geelceğine ve o kim­senin kötü sayılacağına delâlet ediyor.[688]

 

1525/1292- «Kutbetü'bnü Mâlik radıyallahu ahh'âan rivayet o[un-muştur. Demiştir kî:  Resûlüllah  sdllallahü aleyhi ve setİem:

— Allahım, beni ahlâk, amel, heves ve hastalıkların rnünkerlerinden ırak kıl; buyurdu.»[689]

 

Bu hadîsi Tirmizî tahrîc etmiştir. Hâkim onu sahîh bulmuştur. Lâ­fız Hâkim'indir.

Ahlâk kelimesi hulûk'un cem'idir. Kurtuhî ahlâkı şöyle ta'rif ediyor: «Ahlâk, insanın bir takım vasıfları olup bunlarla başkala­rına muamele eder.»

Ahlâk iyi ve kötü olmak üzere iki nev'idir. îyı ahlâk: Avf, hilim - sabır - cömerdlik, merhamet, ezaya tehammül, hacet bitirmek, ağır başlılık ve şâiredir. Kötü ahlâk ise: bunun zıddı yani münkerattır İri, hadîs-i şerîfde Peygamber (S.A.V.) 'in:

Irak kil; diye Rabbı'na niyaz ettiği şeylerdir.

Hevâ ve hevesin münker olanları, şer'an makbul olup olmadığına bakmaksızın nefsin arzularına uyarak yapılan şeylerdir.

Hastalıkların münker olanları ise Peygamber (S.A.V.)'in istiâze et­tiği cüzzam ve bars gibi nefret uyandırıcı hastalıklarla, verem, kanser gibi öldürücü illetlerdir.[690]

 

1526/1293- «İbni Abbas radıydllahu anhümâ'dan rivayet olunmuş­tur. Demiştir ki: Resûlüllah salldllahü aleyhi ve sellem:

— Din kardeşinle münakaşa yapma; onunla şakalaş­ma ve ona bir vaadde bulunup da sözünden dönme; buyur-dular.»[691]

 

Bu hadîsi Tirmîiî zaîf senedle tahrîc etmiştir. Bu mânâda bahusus münakaşa hakkında bir çok hadîsler var­dır ki, Teberânî'nin rivayet ettiği uzun bir hadis bunlardandır. Mez­kûr hadîse göre: Ashâb-ı kira m'dan bir cemaat şöyle demişlerdir: «Biz din hususunda bir şey hakkında münakaşa ederken Resûlüllah (5.A.V.) yanımıza çıka geldi. Hâlimizi görünce misli görülmedik bir şekilde ga-zaplandı, sonra bizi azarlayarak buyurdu kî:

— Ey ümmet-i Muhammedi bununla mı emrolundu-nuz? Sizden önce   geçenler ancak böyie   şeylerle   helak olundular. Hayrı az olduğu için mücadeleyi bırakın. Mü­nakaşayı bırakın; çünkü mü'm in münakaşa yapmaz. Mü­nakaşayı bırakın; çünkü münakaşacının zarar ziyanı ta­mam olmuştur. Münakaşayı bırakın zîrâ münakaşacıhk-ta devam etmen günah yönünden kâfidir.   Münakaşayı bırakın; çünkü kıyamet gününden ben münakaşaciya şe­faat etmem. Münakaşayı bırakın; çünkü samimi olarak münakaşayı terkeden için ben cennetde, cennet bahçele­rinin aşağı, orta ve üst kısımlarında olmak üzere üç ta­ne köşk tekeffül ediyorum.Münakaşayı bırakın, çünkü Put Perestliği yasak ettikden   sonra   Rabbımın beni ilk nehyettiği şey budur.»

Buharı ile Müslim müttefîkan şu hadîsi rivayet ederler:

«Hiç şüphe yok ki Allah indinde insanların en buğza şayan   olanı   çok   mücadele   ve   münakaşacı   olanıdır.»

Bundan murâd: şiddetli münakaşa yaparak muhatabına galebe çalan­dır.

Münakaşa mânâsına gelen «mira» in hakikati, sırf muhatabı tah­kir ve kendisinin ona üstünlüğünü göstermek maksadîle onun sözlerini cerh ederek yanlışını bulmaktır. Mezhepleri takrir ve izahta cidal keli­mesi kullanılır. Husumet ise: mal ve şâire elde etmek için musırrâne münakaşada bulunmaktır. Aralarındaki fark: münakaşanın yalnız i'tirâz suretile cereyan etmesi, husûmetin bazan i'tirâz bazan da iptidaen yapılmasıdır. Hakikati meydana çıkarmak maksadîyle yapıl ma zlarsa bunların hepsi çirkindir. Bittabi ehl-i ilm'in münazaraları, her ne ka­dar cidalden hâli kalmasa da yasak edilen münakaşalara dâhil değildir. Bu bâbta icmâ' vardır.

Hadîs-i şerif mizahı da yasak etmektedir. Mizah, şaka demektir. Memnu1 olan şaka, dargınlık ve ayrılığa sebebiyet veren veya bâtıla âit olanlardır. Hatır yıkmayan tatlı şakalar memnu' değildir. Tirmizî'-nin Hz. Ebu Hiireyre'den tahrîc ettiği bir hadîsde şöyle buyrulmaktadır.

Ashab :

— Yâ Resûlâllah! gerçekten sen bizimle  şakalaştyorsun; dediler. Peygamber (S.A.V.) :

— Ben Hak'dan başka birşey söylemem; buyurdular.»

Hadîs-i şerif, vaadden dönmeyi de nehyediyor. Bunun münafıklara âid sıfatlardan olduğunu yukarıda görmüştük. Ancak sözünde durmak niyetiyle vaad ederek bir mâ'niden dolayı sözünü yerine getirmeyen buradaki nehîde dâhil değildir.[692]

 

1527/1297- «Ebu Sâid radıyaîlahu anh'dan rivayet edilmiştir. De­miştir kî: Rcsûlüllah saîlaîlahü aleyhi ve sellem:

— İki haslet vardır; bunlar bir mü'minde bulunamaz­lar: cimrilikle kötü ahlâk; buyurdular.»[693]

 

Bu hadîsi Tİrmizî tahrîc etmiştir. Senedinde za'f vardır.

Buhl: cimrilik, pintilik, demektir. Bunun örfen ve şer'an çirkin ve mezmun olduğu ma'lûmdur. Bir çok âyet ve hadîslerde cimrilik zem-medilmiştir. Ulemâ yalnız cimriliğin mikdarında ihtilâf etmişlerdir. Bu ciheti de yukarıda görmüştük. Şunu da ilâve edelim ki ulemâ'dan ba­zıları: «Zekâtını veren cimri sayılmaz» demişlerse de İmam Gazali buna i'tirâz etmiş; ve cimrilikten kurtulmak için haddi kâfi görme­yerek şöyle demiştir: «Çünkü bir dâne ağırlığı noksanlıktan dola­yı kasaba eti, fırıncıya ekmeği iade eden bülittifak bahil sayılır. Keza hâkimin çocuklarına takdir ettiği nafakayı kendilerine teslim ettikten sonra malından çocuklarının bir lokma veya bir hurma dâ~ nesi yemelerini çok gören baba da böyle olduğu gibi, önünde ekmek bulunan bir kimsenin, isteyecek diye yanma gelenden onu saklaması da bahillik sayılır.» Ancak GazâlVnin söylediği örfen cimriliktir; örfen cimrilik azabı müstelzim değildir.

Güzel ahlâk hakkında îzâhât yukarıda geçmişti. KÖtÜ ahlâk hususunda da hadîsler çoktur. Hâkim'in tahrîc ettiği bir hadîsde :

«Kötü ahlâk, sirkenin balı bozduğu gibi ameli bozar.»

buyurulmuştur. Hatib şu hadîsi rivayet eder:

«Muhakkak her şeyin bir tevbesi vardır. Yalnsz kötü ahlâk sahibi müstesna. Çünkü o bir günahdan tevbe ederse ondan daha kötüsüne düşer.» Tinnisî ile İbni Mâce dahî şu hadîsi   tahric etmişlerdir.

«Kötü huylu olan cennete giremez.»

Hadîsdeki, «mümin» den murad;    İman-ı kâmil sahibidir. Yani kâmil imanlı bir mü'minde bahilik ve kötü huy bulunamaz. Yâhud zekâtını vermeyen mü'min kasdedilmiştir. Mü'min lâfzı müslümam bu iki şeyden nefret için de zikredilmiş olabilir.[694]

 

1528/1295- «Ebu Hüreyre radtyallahu anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah saîlallahü aleyhi ve selîem:

— Bir birine şovenlerin söyledikleri (n'n vebalı) maz­lum olan tecâvüz etmedikçe söze başlayanın üzerinedir; buyurdular.»[695]

 

Bu hadîsi Müslim tahrîc etmiştir.

Hadîs-i şerif, birinden eziyet gören kimsenin ona eziyet mikdarınca mukabele edebileceğine ve bu mukabele günah olsa da, vebali ezi­yeti yapana âid olduğuna, delâlet ediyor. Çünkü mukabeleye sebeb olan, eziyeti yapandır. Ancak cevap veren ileri giderse fazla sözünün vebali kendine olur. Zîrâ kötülüğün cezası ancak o kötülük mikdarmda olur. Bununla beraber karşılık vermeyerek sabretmek efdâldır. Sabit olmuş bir hakikattir ki: Resûlüllah (S.A.V.)'in huzurunda bir adam Hz. Ebu Bekir (R.A.)'a sövmüş Ebu Bekir (R.A.) susmuş, fakat sonradan ce­vap vermiş. Bunun üzerine Peygamber {S.A.V.) yerinden kalkmış ken­disine meseleyi sormuşlar. Fahr-i âlem (S.A.V.) :

— Hakîkaten Ebu Bekir sustuğu zaman onun namına bir melek cevap veriyordu; fakat hakkını kendisi alınca şeytan geldi; buyurmuştur.[696]

 

1529/1296- «[697] Ebu Sırme radıyallahu anh'dan rivayet olunmuş­tur. Demiştir ki: Resûlülİah sallaîlahü aleyhi ve seîîem:

— Her kim bir müslümana zarar verirse Allah'da ona zarar verir; kim bir müslümana meşakkat verirse Allah ela ona meşakkat verir; buyurdular.»[698]

 

Bu hadîsi Ebu Dâvud ile Tîrmiiî tahrîc etmişlerdir. Tirmizî onu hasen bulmuştur.

Hadîs-i şerîf ne suretle olursa olsun müslümana eziyet vermenin memnu' olduğuna delildir. Yani bir müslümana malı, canı, veya ırzı hususunda haksız olarak zarar yaparsa Allah Teâlâ ona ameli cinsinden olmak üzere zarar verir.

Musakka: münâzea demektir. Yani bir kimse bir müslümanla- zu­lüm ve tecavüz suretiyle kavga ederse Allah ona da uygun bir ceza ol­mak üzere meşakkat verir.[699]

 

1530/1297- «Ebu'd-Derdâ' radıydllahu anft'dan rivayet edilmiş­tir. Demiştir kî: Resûlüüah salaîlahü aleyhi ve sellem:

— Şüphesiz ki Allah   pis pis   lâflar  eden   ahlâksıza bllğzeder; buyurdular.»[700]

 

Bu hadîsi Tİrmm tahrîc etmiştir. Tirmizî'nin İbni Mes'ud'dan merfu' olarak tahrîc ettiği rivayette «Mü'min ta'n ve lâ'net de etmez ahlâksızca ve pis pis de konuşmaz.» buyurulmuştur. Tîrmizî bu­nu hasen bulmuştur. Hâkim onu sahîhlemiş; Dâre Kutnî ise mevkuf ol­duğunu tercih etmiştir.

Buğz: Sevginin zıddıdır. Allah'ın kuluna buğz'u, ona ikramda bu­lunmayıp bilâkis azap etmesidir.

Beziyy : Pis pis lâkırdılar eden; demektir. Bittabi bu sıfat müs­lümana yakışmaz. Nitekim TirmizVnin rivayeti de ayni mânâya de­lâlet etmektedir.

Ta'n: Söğmektir. Ta'n ve lâ'net sigaları mübalâğalı ism-i fail sigasîle kullanılmışlarsa da lâ'net hükmünün sübütu için mübalâğaya ha­cet yoktur. Çünkü lâ'netin azı da çoğuda memnu'dur.

Hadîs-i şerîf, söğmekle lâ'netin, kâmil bîr mü'minin sıfatı olama­yacağına delâlet ediyor. Ancak kâfir, sarhoş ve Allah ile Resûlü'nün lâ'net ettikleri kimseler müstesnadır. Onlara Iâ'net caiz görülmüştür.[701]

 

1532/1298- «Âİşe radıyallahu anhâ'dan rivayet edilmiştir. Demiş­tir ki: Resûfüllah sallallcthü aleyhi ve sellem:

— Ölülere soğmeyin; zîrâ onlar gönderdikleri {amelleri) ne varmışlardır; buyurdular.»[702]

 

Bu hacHsi Buharî tahrîc etmiştir.

Ölülere söğmek mü'mİn ve kâfire şâmil olmak üzere her ölü hak­kında memnu'dur. Buna sebep olarak Peygamber (S.A.V.) hâl-i hayat­larında işledikleri amellere kavuşmalarını beyân buyurmuştur. Artık cnJarm işi Allah'a kalmıştır. Hadîs-i şerîf «Cenaze bahsi» nin sonunda îzâliı ile geçmişti.[703]

 

1533/1299- «Huzeyfe radıyallahu anh'dan rivayet olunmuştur.De­miştir kî: Resûlüllah sdllalîahü aleyhi ve sellem:

— Hiç bir koğucu cennete giremez; buyurdular.»[704]

 

Hadîs miittefekun aleyh'dir,

Kattât : nemmâm demektir. Hadîsin bir rivayetinde kattât yerine nemmâm denilmiştir.

Nemmâm: Koğucu; lâf taşıyan mânâsına gelir. Bazıları kattât ile nemmam arasında fark bulurlar. Nemmâm başkalarına eriştirmek için kıssayı hazırlayanlardır. Kattât: bilmediği bir şeyi dinleyip başkalarına nakledenidir. Nemime'nin hakikati: ara-bozmak için Ötekinin berikinin konuştuklarını bir birlerine ulaştırmaktır. İmam GazâU; «Bunun haddi: meydana çıkması hoş görülmeyen şeyi açığa vurmaktır. Ken­disinden lâf alınan veya lâf götürülenin yâhûd üçüncü bir şahsın kız­ması bu bâbta müsâvî olduğu gibi açığa vurmanın da sözle veya işa­ret yâhud yazı ile yapılması arasında bir fark yoktur.» diyor.

Nemime hakkında bir çok hadîsler vârid olmuştur. Taberânî mer'fu olarak şu hadîsi tahrîc etmiştir.                                                       

«Hasedci, koğucu ve falcı bizden değildir; ben de on  değilim.»

Nemime'nin vâcib olduğu yer de vardır. Meselâ bir kimseye zulmet­mek veya onu öldürmek isteyen biri görüldü mü derhal o kimseyi isim vermeksizin korunmaya da'vet etmek, gerekirse zâlimin adını da söy­lemek vâcib olur.

Hadîs-i şerîf koğuculuk günahının pek büyük olduğuna delildir. Ha­fız el - Münzirî: «Ümmet koğuculuğun haram kılındığına ve Allah in­dinde en büyük günahlardan olduğuna icmâ' etmiştir.» demiştir.[705]

 

1534/1300- «Enes radıyalîahu anh'dan rivayet olunmuştur. Demiş­tir ki: ResûlüHah sallallahü aleyhi ve sellem:

— Her kim gazabını yenerse Ailah ona azap etmekten vaz geçer; buyurdular.»[706]

 

Bu hadîsi Taberâni «el-Evsat» da tahrîc etmiştir. İbni Ebi'd Dünya (nın kitabın) da bu hadîsin İbni Ömer'den bir şahidi vardır.   

Gazap hakkında şimdiye kadar bir çok yerlerde söz geçti. Bu ha­dîs gazabı yenerek, onun muktezâsınca hareketten nefsi men' etmenin fazileti hakkındadır. Gazabı yenmek kolay bir iş değildir. Onu başara­bilmek için sabır, hilim ve nefisle mücâhede lâzımdır. Bundan dolayı­dır ki Teâlâ Hazretleri ona mükâfat olarak azaptan vaz geçmeyi va'detmiştir.[707]

 

1536/1301- «Ebu Bekr-i Sıddîk radıydlîahu anh'dan rivayet olun­muştur. Demiştir ki: Rasûlüllah sdllallahü aleyhi ve selîem:

— Cennete, şarlatan, bahîl ve geçimsiz (olanlar ilk elde) giremez; buyurdular.»[708]

 

Bu hadîsi Tirmizî tahrîc etmiş; ve onu ikiye bölmüştür. İsnadında za'f vardır.

Geçimsizden murâd: Köle ve cariyelerinin hakkını îfâ etmeyen, on­lara ezâ ve cefâ eden, adâb-ı şer'iyyeyi ve farz olan ibâdetleri öğretme­yen, hayvanlarının yemini suyunu ihmâl eden, onlara taşıyamayacak­ları yükü yükleyerek öldüresiye döğen kötü tasarruflu kimselerdir. Ha­dîsin isnadında zaîflik olmakla beraber bir çok şâhidleri vardır. Bazı­larını münasebet düştükçe zikretmiştik. Bu şâhidlerle hadîs zaîf olmak­tan kurtulmuş; hasen derecesine yükselmiştir.[709]

 

1537/1302- «İbnî Abbas radıyallahu arihümâ'Aan rivayet edilmiştir. Demiştir ki:  Resulü İlah salallahü aleyhi v? setlem:

— Her kim rızâları olmaksızın bir kavmin konuştuk­larını dinlerse kıyamet gününde onun kulaklarına ânük (yani kurşun) dökülecektir; buyurdular.»[710]

 

Bu hadîsi Bu hân tahrîc etmiştir.

«— Yani kurşun» ifâdesi müdreçtir; üst tarafındaki kelimeyi îzâh için zikredilmiştir.                   

Hadîs-i şerif, sözünün başkaları tarafından dinlenilmesini arzu et­meyen bir kimsenin konuştuklarını, dinleyenin harârn olduğuna delâ­let ediyor. Bu da, ya sarahaten bildirmekle yâhud karine ile anlaşılır. Buhâri'nin «el-Edübü'l Müfred» adlı eserinde Said-i Makburî'den ri­vayet ettiği bir hadîste Hz. Said şöyle demektedir. «İbni Ömer'in yanına uğradım. Yanında bir adam vardı; konuşuyorlardı. Ben hemen yanla­rına sokuldu isem de İbni Ömer göğsüme çarparak: iki kişiyi konuşur­ken buldunmu onlardan için almadıkça- yanlarına dikilme; dedi.» İbni Abdilber: «îki kişi gizlice konuşurken hiç bir kimsenin onların ya­nına girmesi caiz değildir.» diyor. Musannif a göre gizli konuşan iki kişinin yanında izinsiz oturmak da caiz değildir; isterse onlardan uzak bir köşeye oturmuş olsun. Çünkü onların baş başa kalarak giz­lice konuşmaya başlamış olmaları, konuşacaklarını gizlediklerine de­lâlet eder. Bazı kimseler konuşulan sözden bir kaç cümle işitmekle derhal mevzuun mâhiyetini anlayıverirler. Binâenaleyh izin almak şarttır.

Elbiseyi yoklamak, koklamak, küçüklere evde ne konuşulduğu­nu veya ne yapıldığını sormak dahî başkalarının konuşmasını dinle­mek hükmündedir. Şu kad«r var ki âdil bir kimsenin münkerâta dâir verdiği bir habere istenâden, o münkeri defetmek maksadîle iki kişinin ne konuştuklarını izinsiz dinlemek caizdir.[711]

 

1538/1303- «Enes radıyallahu anh'dan rivayet olunmuştur. Demiş­tir ki: Resûlüllah saldllakü aleyhi ve seîlem:

— Ne mutlu kendi kusuru âlemin kusurların (« araştır­mak) dan kendisini alakoyana; buyurdular.»[712]

Bu hadîsi güzel bir isnâdla Bezzâr tahrîc etmiştir.

Tûbâ: Ya bir İsm-i masdardır ve: ne mutlu, müjdeler olsun, hayır ve iyilik senindir, mânâlarına gelir. Yâhûd cennette bir -ağacm adıdır. Hangi mânâya alınırsa alınsın tûbâ, kendi kusurlarîle meşgul olarak onları gidermeye çalışırken başkalarının kusurundan haberi bile olma­yanlaradır. Başkasını ayıplamak isteyen evvelâ kendine bakmalıdır. Bakarsa mutlaka kendinde bir kusur bulacak ve bu kusur onu başkası­nın kusurunu söylemekten men'edecektir.[713]

 

1539/1304- «İfani Ömer radıyallahu anhümâ'dan rivayet olunmuş­tur. Demiştir ki: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:

— Her kim kendini büyük görürse ve yürüyüşünde böbürlenirse huzur-u ilâhîye, Allah kendisine gazaplı ola­rak Clkar; buyurdular.»[714]

 

Bu hadîsi Hâkim tahrîc etmiştir. Râvileri sikadırlar.

Kendini büyük gSrmek iki suretle olabilir. Ya kendini başkalarından daha ziyâde ta'zim ve hürmete lâyık görür, yâhud kendinin hakîkaten büyük olduğuna inanır. Bu bâb'da İmam Müslim, Tirmizî ve Hâkim, İbni Mes'ud (R. A.J'dan şu hadîsi tahrîc etmişlerdir.Resûlüilah (S.A.V.):

Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete gi­remez; dedi, Bir adam :

— Yâ  Resûlâllah, insan elbisesinin güzel ayakkabısının da  güzel olmasını İstiyor; dedi. Resûlüilah (S.A.V.):

— Hiç şüphe yok kî Allah güzeldir; güzelliği sever. Kibir, hakkı hiçe saymak ve insanları tahkir   etmektir; buyurdular.» Bazıları : «Kibir, hakka karşı büyüklenerek, onu hak gör­memektir.» demiştir;  diğerleri:  «Hakkı    kabul etmemekdir»    şeklinde ta'rif etmişlerdir. Nevevî: «Kibrin mânâsı, kendini   başkalarından yüksek görerek onları tahkir ve büyüklendiği için hakkı inkârdır.» diyor. Musannif merhum «ez - Zevâcir» nâm eserinde kibri    bâtını ve zahirî olmak üzere iki kısma ayırmıştır. Bâtıni kibir: nefisde bir huy­dur; ve kibir denilmeye asıl lâyık olanda budur. Zahirî kibir, azadan sâdır olan amellerdir. Bu Ötekinin neticesidir.

Bir de uçup vardır ki buna lisanımızda «kendini beğenmek» derler. Kibirle uçup arasında fark vardır. Kibirde kendisine çalım satılan bir şahıs bir de kendisîle büyükîenilen şey vardır. Ucub'da ise yalnız bir şeyi büyültmek vardır. Şâyed onda da üzerine çalım satılan bir şahıs bulunursa o da kibir olur.

Kurula kurula yürümek de büyüklenmekten ileri gelir. Hadîsde bu cümlenin büyüklenme üzerine atfedilmesi kibrin bir nev'ini diğer nev'i üzerine atıf kabîlindendir; ve âdeta: «her kim kibir nev'ilerinden şu nev'i kendinde bulundurursa tehdidi hak etmiş olur» denilmiş gibidir.

Gerek bu hadîs gerekse bu mânâdaki diğer hadîsler kibrin haram olduğuna ve Allah'ın gazabını celbettiğine delâlet ederler.[715]

 

1540/1305- «Sehl. b. Sa'd radvyallahv, anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: ResulüHah salîallahü aleyhi ve selîem:

— Acele şeytandandır; buyurdular.»[716]

 

Bu hadîsi Tirmizî tahrîc etmiş ve «basendir» demiştir. Acele: bir işde sür'at göstermektir. Ağır davranmak îcâb den yer­de acele etmsk kötü ise de sür'at îcâbeden yerde makbuldür. Eazıları sür'at İle yavaşlığın arasım bulmuş ve: «dikkat ve vakarla sür'at gös­teren kimse, .bir birine zıd gibi görünen bu iki şeyi bir araya getirmiş olur.» demişlerdir. Burada kaide şudur: umurun en hayırlısı orta ola­nıdır.[717]

 

1541/1305- «Âişe radıyallahu anhâ'dan rivayet olunmuştur. Demiş­tir ki: ResûlÜ'Iah  salaîîahü aleyhi ve seîlem:

— Uğursuzluk i'tikadı kötü ahlâktır; buyurdular.»[718]

 

Bu hadîsi Ahmed tahrîc etmiştir. Senedinde za'f vardır.

Kötü ahlâkın hakikati ve bütün kötülüklere sebeb olduğu yukarıda görülmüştür. Hadîs-i şerif güzel olsun, çirkin olsun, bütün huyların ih­tiyarî ve kisbî olduğuna işaret ediyor.

Şü'm: yümn'ün zıddıdir.

Yü'mn: uğur, bereket, fâl-i hayır mânâlarına gelir. Şü'm de uğur? suz saymakda kullanılır.[719]                       

 

1542/1307- Ebu'd-Derdâ radıyallahu ci;ı7ı'dan rivayet olunmuştur.

— Şüphesiz ki lâ'netçiler kıyamet gününde ne şefaat­çi olurlar ne de şâhid; buyurdular.»[720]

Bu hadîs-i Mü si im tahrîc etmiştir.

Lâ'net hakkında biraz yukarıda söz geçmişti. Hadîs-i şerif çok çok lâ'net edenlerin, kıyamet gününde Allah şefaatlerini kabul etmeyeceğini haber veriyor. Şehâdet meselesine gelince: bazılarına göre lâ'netçinin kıyamet gününde şehâdeti kabul edilmeyecektir. Yâni bütün ümmetler Peygamberlerin risâlet ve tebliğ vazifelerini yaptıklarına şehâdet ederken bunlar şehâdet edemeyeceklerdir. Diğer bazı ulemâ'ya göre lâ'netçinin şahadeti dünyada kabul edilmez. Çünkü onlar fâsıklar züm­resine dâhil olmuşlardır. Bir takımları: «şehâdetten murâd şehitliktir binâenaleyh bunlara şehitlik mertebesi nasip olmayacaktır.» mütâlâa­sında bulunmuşlardır.[721]

 

1543/1308- «Muâz b. Cebel radtyaUahu anh'Aan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah sdllaîlahü aleyhi ve seUed:

— Her kim din kardeşini bir suçla ayıplarsa o suçu (kendisi de) işlemeden Ölmez: buyurdular.»[722]

 

Bu hadîsi Tirmizî tahrîc etmiş ve hasen bulmuştur. Fakat senedi münkati'dir.

TirmizVnin onu hasen kabul etmesi şâhidleri bulunduğu için­dir. Bittabi şahitleri bulununca hadîse inkıta' zarar vermez.

Hadîs-i şerîf din kardeşini bir kusurundan dolayı ayıplayandan Al­lah'ın tevfik ve inayeti kaldırılacağını ve bu sebeple o suçu kendiside işleyeceğini bildiriyor. Lisanımızda ki «Kazma kuyuyu komşuna, ken­din düşersin içine.» darb-ı meseli bu hadîsden mülhem olsa gerektir. Yalnız ayıpladığı kimsenin akıbetine uğramak için bazıları, kendisinde o suç bulunmadığına uçup getirerek böbürlenmesini şart koşuyorlar. Bu takdirde: bende bu kusur yok; diye kendini beğenmişlik etmezse, ayıpladığı kimsenin âkibetine uğramayacak demektir.

Hâsılı bir kusur ve kabahati mücerred sahibim ayıplayarak küçük düşürmek çirkin bir harekettir; ve uhrevî cezayı istilzam eder. Ancak biraz yukarıda zikrettiğimiz (6) özürden dolayı bir kimsenin ayıbı söy­lenebilir. Maâmâfîh yine de hüsn-ü niyet şarttır.[723]

 

1544/1309- «Behz b. Hâkim babasından o da dedesînden[724] radiyallahu anhüm işitmiş olarak rivayet edilmiştir. Dedesi demiştir ki: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve seüem:

— Cemâati güldürmek İçin konuşup da yalan söyle­yenin vah hâline, vay onun haline, sonra vay onun hâline; buyurdular.»[725]

 

Bu hadîsi Üçler tahrîc etmiştir. İsnadı kavidir. Hadîsi Tirmizî ile Beyhakî de rivayet etmişlerdir.' Tirmizî onun hasen olduğunu söylemiştir. Bu mânâda bir çok hadîsler vardır. Ni­tekim bazıları az ileride görülecektir. İbni Hibbân «Sahîh» inde şu hadîsi rivayet eder:

«Yalandan sakınınız; çünkü yalan fücur ile beraber­dir. Bunİarın ikisi (sahipleri) de cehennemdedir.» Tdbe-rânî dahî buna benzer bir hadîs rivayet etmiştir. İmam Ahmed b. HanbeVin tahrîc ettiği şu hadîs de aynı mânâyı ifâde eder.

Ashâb'tan biri :

— Cehennemliklerin ameli nedir? demiş.  Resûlüllah  (S.A.V.) :

— Yalan söylemektir; çünkü kul yalan söyledimi hak yoldan sapar. Saptımı küfreder; küfrettiği zaman da ce­henneme girer; buyurmuşlar.

Hadîs-i şerif, başkalarını güldürmek için yalan söylemenin haram olduğuna delildir. Yalan söylemek ne şekilde olursa olsun haram ise de böylesi ehemmiyetine binâen bilhassa haram kılınmıştır. Binâenaleyh kendisini dinleyenler yalan söylediğini bilirlerse onu dinlemekle ayni ma'siyete iştirak etmiş olurlar. Onlara düşen    vazife ya bu yalancıyı susturmak yâhud susturamazlarsa oradan Kalkıp gitmektir.     

Yalan söylemek bazı ulemâ'ya göre büyük günahlardandır. Şâfiîler'-den Rûyanî yalanın büyük.günahlardan olduğunu; kasden yalan söyle­yenin başkasına zarar vermese bile şehâdeti kabul edilmeyeceğini* zîrâ" yalanın her halde haram olduğunu söylemiştir.

îmam Gazali «Îhyau'l-Ulûm» da yalanı; vacip, mubah ve haram olmak üzere üç kısma ayırmış; ve şöyle demiştir: «Doğru söyle­mekle varıldığı gibi yalan söylemekle de varılabilen sahîh bir mak­sat hususunda yalan söylemek haramdır; yalnız yalan söylemekle vanlıyorsa mubah, o maksada varmak vacip ise yalan söylemekde vaciptir...»

Gazâli'ye göre doğuracağı kötü netice ile doğru söylemenin do­ğuracağı aynı netice karşılaştırılmalıdır. Bu takdirde eğer doğru söylemenin neticesi daha kötü olacaksa yalan söylenilebilir; aksi hâlde, yâhud netice şüpheli olursa, yalan söylemek haram olur. Kö­tü netice şahsına âid doğru söylemek müstehâb, başkasına ait ise müsamaha göstermemek evlâ olur.

Yalan söylemek üç surette bilittifak caizdir. Nitekim îmam Mücîim «Saftîft» inde bunu İbni Şihâb'ta.n rivayet etmiştir. İbni Şi-hâb: «insanların konuştukları hiç bir hususta yalan, söylemeye ruh­sat verildiğini duymadım. Ancak üç şey müstesna: Harpte, ara bu-luculukda ve erkeğin karısı hakkında; kadının da>kocası hakkında söylediği sözlerde» demiştir. Kaadi îyâz: «Bu üç surette yalan söy­lemenin cevazı hususunda hilaf yoktur.» diyor. İbni Neccâr bunu Nevvâs b. Sem'an'd&n merfu' hadîs olarak rivayet etmiştir. Hadîs şudur :                                                  

«Yalan, Âdem oğlunun aleyhine yazılır; yalnız üç şey­den müstesna; iki kişinin aralarını bulmak için araya gi­ren, karısını razi etmek için konuşan (hakkında) bir de harp hususunda söylenen yalanda.»

Allah'ın hikmetine bakmalı ki kalpleri yatıştırmak ve güzel güzel geçinmeyi te'min için koğuculuğu haram kılmıştır. Halbuki koğuculuk-ta söylenilenler yalan değildir;  fakat neticesi kalp kırmağa, düşman olmağa ve müslümanların birbirlerîle alâkalarını kesmelerine müncer olur. Yalan haddi zâtında haram olmakla beraber İslâmî birliği sağla­mak için yerine göre onu tecviz etmiştir.[726]

 

1545/1310- «Enes radıyallahü anh'dan Peygamber saUdllahü aleyhi ve seîlem'den işitmiş olarak rivayet edildiğine göre Resûlüllah sdllaî-lahü aleyhi ve sellem :

— Gîbetini ettiğin kimsenin keffaretİ onun İçin is­tiğfar etmendir; buyurmuşlardır.»[727]

 

Bu hadîsi Haris b. Ebî Üsâme zaîf bir isnadla rivayet etmiştir.

Onu tbni Ebi Şeyhe «müsned» inde, Beyhakî «ştuıbüfl - îmân» da tahrîc ettikleri gibi daha başkaları da muhtelif lâfızlarla Hz. Etıes'-den rivayet etmişlerdir; yalnız isnadlarında za'f vardır. Bununla bera­ber mânâ i'tibârîle başka yollardan rivayet olunmuştur. Hâkim ile Beyhaki onu Hz. Hyzeyfe (R. AJ'dan şu lâfızlarla tahrîc etmişlerdir:

«Huzeyfe (R.A.) demiştirki:

— Dilimde aileme karşı bozukluk vardı. Bunu Resûlüllah (S.A.V.)'e sordum :

— Ne duruyorsun da istiğfar etmiyorsun yâ Huzey­fe? Ben hakikaten her gün Allah'a yüz kere istiğfar edi­yorum; buyurdular.»

Beyhakî: «bu hadîs esahtır» demiştir.

Enss hadîsi, gîbeti yapılan kimse için Allah'dan istiğfar kâfi geldi­ğine ayrıca ondan özür dilemeye hacet olmadığına delâlet ediyor. Fa­kat Hanefîler'le, Şâîüler'e göre zemmi edilen kimsenin bundan haberi olursa cnunb helâllaşmakda îcâbeder; bilmediği takdirde bir şey lâ­zım gelmsz: Eu bâbta Buhârî, Hz. Ebu Hüreyre'den merfu olarak şu hadîsi tahrîc etmiştir:                 

«Eğer bir kimsenin üzerinde din kardeşinin, ırzına âid bir zulüm vebali veya herhangi bir şey bulunursa, hiç bir altın ve gümüşe mâlik olamayacağı zaman gelmeden, he­men bugün o kimseye o vebali helâl ettirsin. (Zîrâ kıyamet gününde) kendisinin bir amel-i sâlihi bulunursa, zulümü nisbetinde ondan alınacak; makbul amelleri yoksa has­mının günahlarından bir kısmı alınarak onun üzerine yükletilecektir.» Bu hadîsin bir benzerini Beyhakî Hz. Ebu Musa (R. –A)dan tahrîc edilmiştir.

Buharı hadîsi, mutlak surette helâllaşmanın lüzumuna delâlet ediyorsa da, Enes hadîsi ile aralarını bulmak için, o da, gîbeti yapılan kimsenin, gîbeti duyduğuna hamledilmistir.[728]

 

1516/1311- «Âişe radıyallahü anhâ'dan rivayet olunmuştur. Demiş­tir ki: Resûlüllah salîdlîahü aleyhi ve seîîem :

— Allah indinde erkeklerin en sevimsizi, husumeti[729] pek şiddetli olan sırnaşıktır; buyurdular.»[730]

 

Bu hadîsi Müslim tahrîc etmiştir.

E!edd : Ledîd'den alınmıştır.

Ledîd : aslında, vadinin kenarı, demektir. Şiddetli husumet ma'nâ-sinda kullanılır. Şu münasebetle ki: vadiye düşen kurtulmak için nasıl iki tarafa saldırırsa, hasmına mutlaka galebe çalmak isteyen de, deli­lin birini getirir getirmez ötekine baş vurur.      

Husumeti zemm babında bir çok hadîsler vârid olmuştur. Bunlar­dan bir tanesi TirmizVnin İbni Abbas'tan merfu' olarak tahrîc ettiği şu hadîsdir.                               

«Husumette devam etmen sana günâh yönünden yeter» Tirmizl bu hadîs için: «gariptir» diyor.

Husumet bâbındaki hadîsler mutlakdır. Binâenaleyh, haklı da olsa, husumetin mezmum ve çirkin olmasını iktiza ederse de Neve-vı <s.el-Ezkâr» adlı eserinde şöyle demektedir: «Eğer, insana hak­kını almak için mutlaka husumet lâzımdır; dersen buna cevap, Ga-zâM'nin verdiği cevaptır. Gazâlî'ye göre zemmedilen husumet ancak bâtıl hakkında ve bir bilgiye sahip olmadan yapılandır. Meselâ, bir hâkim vekilinin husumeti bu kabildendir; çünkü hakkın kime âid olduğunu anlamadan da'vâya vekâlet eder ve zemme dâhil olur. Bir hak ararken ihtiyaçtan fazla husumet gösterenler; hasmına eziyet için yalan söyleyenler ve keza sırf hasmını ezmek için inadına hu­sumet ve da'vâ edenler hep ayni hüküme dâhildirler. înad ve eziyet kasdetmeyerek yapılan husumetler ne mezmum ne de haramdır. An­cak, mümkin mertebe bunların da terki evlâdır.

Bazı Şafiî kitaplarında, çok husumet yapanların şâhîdliği kabul edil­meyeceği; zîrâ bunun mürevveti azalttığı zikredilmiştir.[731]

 

«Güzel Ahlâka Teşvik Babı»

 

1547/1312- «İbnî Mes'ud radıyaîlahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demişi İr ki: Resûlüllah saîlalîahü aleyhi ve seîlem:

— Sıdka sarılın; çünkü sıdk hayıra götürür. Hayır da cennete götürür. Kişi doğru hareket ede ede ve doğ­ruluğu araya araya nihayet Allah indinde doğrucu ya­zılır. Yatandan sakının zîrâ yatan, başdan çıkarmaya gö­türür. Şüphesiz ki, baştan çıkmak da cehenneme götü­rür. Kişi yalan söyleye ve yalanı araya araya nihayet indinllah byalancı yazılır; buyurdular.»[732]

 

Hadis muttefikun ileyhtir.

Sidk : Vakıa uygun olan; kezib: şâkıa uymayan şeydir.

Hidâyet: Doğru yola götürmek; dalâlet de: bâtıl yola götürmek mânâlannadır. Ehl-i Sünnet ulemâsının mezhebi budur. Mu'tezîleye göre hidâyet : doğru yolu göstermek; dalâlet, doğru yolu göstermemek­tir.                                                                       

Birr : Hayır işlerini yapmakta etraflı ve şümullü davranmaktır. Bu kelime her nevi' hayır işlere şâmil cem'iyetli bir ta'birdir. Halisane yapılan sâlih amele de birr denilir.

îbni Battal (—444): «hayır da cennete götürür» cümlesi için: «Bunun mısdakı[733]  Teâlâ Hazretlerinin ;                        

[[734] Şüphesiz ki iyiler ni'metler içerisinde (den giiiâr) olacaklardır. âyeti kerîmesidir.» diyor. «Kişi doğru hareket ede ede ilâh...»

cümlesi için de şu mütâlâada bulunmaktadır: «Bundan murâd, sidkı defalarca tekrarlaması ve nihayet mübalâğa ismini yani sıddîk denil­meyi hak etmesidir.»

Fücur: aslında yarmak mâ'nâsına gelir. Burada diyaneti yarmak mânası kasdedilmiştir: Fesada meyletmek, ma'sıyetlere atılmak ma­nâlarında da kullanılan şümullü bir isimdir.

Hadîs-i şerîf, sözlerinin doğru olmasına dikkat eden kimse için doğruluğun, kasden yalan söyleyen için de yalancılığın bir tabiat ve seciyye haline geleceğine, hayır ve şer sıfatlarının ta'lim ve tat­bikatla devam edeceğine işaret ettiği gibi doğruluğun pek büyük ve şerefli bir haslet olduğuna ve sahibini cennete götüreceğine, yalan­cılığında o nisbette büyük bir kabahat olduğuna ve sahibini cehen­neme sürükleyeceğine delâlet ediyor. Bittabi bu onların uhrevî hal­lerinin beyânıdır. Dünyevî hallerinin dahî küçük mikyasta âhiret-teki âkibetlerine benzediğini her zaman müşahede etmekteyiz. Doğ­ru söyleyip, doğru iş göreni dostundan maada düşmanı bile sever; şehâdeti ve sözü makbuldür. Halbuki yalancıyı kimse sevmez; o hiç bir yerde ihtiram ve kabul görmez; bilâkis nasibi er geç rezil olmak­tır. Nitekim dilimizdeki: «Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.» ata sözü ile bu hakikata işaret olunur.[735]

 

1548/1313- «Ehu Hüreyre radıyallahü anhtan rivâyef olunduğuna göre; Rcsûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:

— Zanndan, sakının, çünkü zann, sözün en yalanıdır; buyurmuşlardır.»[736]                                       

 

Hadîs müttefekun sîeyh'tir. Bu hadîs ve îzâhi bundan önceki bâbta görüldü.[737]

 

1549/1314- «Ebu Saıd-İ Hudrî radtyallahü anft'dan rivayet olunmuş­tur. Demiştir ki: ResûiüIIah sallallahü aleyhi ve sellem:

— Yollarda oturmaktan sakının; buyurdular. Ashâb:

— Yâ ResûlâHah, oturmamamıza İmkân yok; biz orada konuşu­yoruz:

— O halde yolun hakkını bari verin; dedi. Ashâb :

— Onun hakkı nedir? dediler. Resûlütlah sallallahü aleyhi ve sel­lem:                                                                               

— Gözü (haramdan) yummak, (gençlere) eziyetten çekin­mek, selâmı almak,   eyiliği^emir ve kötülükten   nehîdir; buyurdular.»[738]

 

Hadîs müttefekun eîeyh'tir.

Kaadı lyâz diyor ki : «Bu hadîsde, ashâb'ın, emri vücup mânâsı­na değil de olanı yapmaya teşvik mânâsına anladıklarına delil vardır. Çünkü vücup. mânâsım anlasalar ResûlüIIah (S.A.V.)'e müracaatta bu­lunmazlardı.»

Musannif Kaadî'nin mütâlâasına cevaben: «ihtimal ashâb, yol­larda oturma ihtiyacını arzettikleri için tahfif sadedinde nesih vâki' olacağını ümid etmişlerdir» demiştir.

Bazı hadîslerde burada zikri geçen beş şeyden başka fazlalık­lar göze çarpmaktadır.Meselâ Ebu ya yol göstermek, aksiran birisi Allah'a hamdederse ona teşmitte bulunmak» ibaresi; Said b. Manzur'un rivayetinde, «mazluma yardım» Bezzâr'm. rivayetinde: «yük yüklemeye yardım.» TaberânVmn rivayetinde : «Mazluma yardım edin, Allah'ı da çok anın.» ibareleri ziyâde edilmiştir. îmam Süyûtî (849—911) «et-Yevşîh» nâm eserinde bu ziyâdelerin on üç âdab teşkil ettiğini söyler. Yollarda oturmaktan nehyedilmesinin hikme­ti, fitnenin önünü almaktır. Çünkü yolda oturan bir kimse oradan geçen kadınlara bakar. Allah'ın ve müslümanlarm hukukunu ihlâl eder. Hâlbuki evinde otursa kendisine hiç bir şey lâzım gelmez.

Ashâb-ı kiram yollarda oturmak için izin isteyince Resûlüllah (S.A. V.) kendilerine, îfâsı lâzım gelen hukuku bildirmiştir.[739]

 

1550/1315- «Muâviye radıyallahü, anh'âan rivayet olunmuştur. De­miştir kî: Resûlüllah sdlîallahü aleyhi ve sellem :                   

— Eğer AMah bir kimseye çok hayır (ihsan etmeyi) di­lerse, onu dinde fakih yapar; buyurdular.»[740]

 

Hadîs müttefekun aSeyh'tir.

Bu hadîs din âlimi olmanın son derece büyük bir şeref teşkil etti­ğine, bu şerefi Allah ancak kendilerine çok hayır vermeyi dilediği kul­larına ihsan buyurduğuna delâlet ediyor. Gerek makam, gerekse hay­rın nekıre zikredilmesi bunu göstermektedir.

Dinde fakîh olmak, islâm hukukunu, helâl ve haramı ve bütün islâmi kaideleri öğrenmekle meydana gelir. Hadîsdeki mefhum-u şartdan anlaşıldığına göre, din âlimi olmayana Allah çok hayır dilemez. Filhakika bu mefhum mantıkla da te'yid olunmuş ve Ebu Ya'lâ'nm rivayetinde:    

«Fakih yapmadığına ise; Allah ehemmiyet vermez.»

Hadîs-i şerîf, ayrıca fıkıh denilen islâm hukukunun bütün Ulûm-u fünûn'dan daha şerefli olduğuna, fukahâmn dahî şâir u Semâ'dan üstün bir mevki'e sâhib olduklarına delildir.[741]

 

1551/1316- «Ebu'd Derdâ radıyaUahü «u/i/dan rivayet olunmuştur. Demiştİr ki: ResûlüHah sallallahü aleyhi ve seüem:

— Mizanda güzel ahlâktan daha ağır bir şey yoktur; buyurdular.»[742]

 

Bu hadîsi Ebu Oâvud ile Tirmiiî tahrîc etmişlerdir.Tirmizî onu sahîhlemiştir.

Güzel ahlâk hususundaki îzâhât az yukarıda geçmiştir. Bu sebeble tekrarına lüzum görülmemiştir.[743]                          

 

1552/1317- «İbni Ömer radtyaîîahü anhümâ'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: ResûlüHah sallallahü aleyhi ve sellem:

— Haya imandandır; buyurdular.»[744]

 

Hadîs müttefekun aîeyh'tir.

Haya: lügatte: ayıplanmaktan korkan insana arız olan bir değişme ve kırgınlıktır.

Şerîatfe ise : kötü işlerden kaçınmaya teşvik, hak sahibine hakkı­nı vermek hususunda kusur etmekten men' eden bir haslettir. Biz bu­na utanmak ve sıkılganlık deriz.

Haya bazan tabiat olursa da onu dine uygun bir şekilde kullan­mak için yeni iktisab, bilgi ve niyete ihtiyaç vardır. Bundan dola­yı o imandan sayılmıştır. îmandan sayılması ona benzediğindendir. Çünkü iman günâhların yolunu nasıl keserse, haya da sahibini gü­nahlardan men' eder. İbni Kuteybe (—276) demiştir ki: «Bu hadî­sin mânâsı: iman nasıl günâh işlemekten men' ederse hayada sahi­bini öylece günâh irtikâbından men' eder; demektir. Bundan dolayı ona iman denilmiştir.»

Haya korkaklıkla iffetten meydana gelir. Bir hadîsde :

«Hayanın hepsi hayırdır; ve hayırdan başka bir şey ge­tirmez» buyurulmuştur. Vâkıâ bazan hayanın bir kötülük karşı­sında susmayı îcâbettiği de görülürse de bu haya şer'i olan haya de­ğil, aciz ve meskenettir; ona haya demek bile mecaz olur. Hadîsler­de bahsedilen haya ise şer'i hayadır. Binâenaleyh: «Haya hayır­dan başka bir şey getirmez» hadîsinin umumu bakidir Kurtubi diyor ki: «Peygamber (S.A.V.) hayanın her iki nev'ini yani hem mük-teseb ,hem de fıtri hayayı kendine cem' etmiştir. Fıtri haya hususun­da, evinden çıkmayan bir kızdan daha utangaç idi. Müktesep hayanın ise evc-i bâîâ'sında bulunuyordu.[745]

 

1553/1318- «İbni Mes'ud radtyallahü ank'âan rivayet olunmuştur. Demiştir kî: ResûlüMah saîlalîahü aleyhi ve selletn:

— Hiç şüphesiz ilk peygamberin sözlerinden (olmak üzere) insanların yetiştiği (sözde): Utanmazsan her di­lediğini yap, sözüdür; buyurdular.»[746]

 

Bu hadîsi Buharî tahrîc etmiştir.

Hadîsteki (ilk) lâfzı Buhârî'de yoktur. Onu Ehu Dâvud riva­yet etmiştir. Bu mânâda başka bir hadîsi de îmam Ahmet b. Hanbel ile Bezzâr rivayet etmişlerdir.

İlk Peygamberin sözlerinden murâd : bütün Peygamberler ta­rafından söylenen ve meshedilmemiş bulunan sözlerdir. «Dilediğin şeyi yap» cümlesi iki surette tefsir olunmuştur. Birinci tefsire gö­re mânâ : «istediğin şeyi yaparsın» şeklinde haberdir. Bu haberin emir suretinde ifâde buyurulması, kötülük işlemekten insanı ancak haya men' ettiğine işaret içindir. Haya kalkınca kötülük yapmaya bir mâni' kalmaz; ve insan onu âdeta emrolunmuş gibi irtikâb eder. Yâhud buradaki emir tehdit içindir; yani, sen yap yapacağını; na­sıl olsa Allah'dan cezanı bulacaksın; demektir. İkinci tefsire göre mânâ: «yapacağın işe bak, şayet utanmayı îcâbetmiyorsa onu yap; utanç veren bir işse yapma.» demektir.[747]

 

1554/1319- «Ebu Hüreyre radıyallahü anh'ûan rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Resulü M ah saîlallahü aleyhi ve seîlem:

— Allah' indinde, kuvvetli mü'min zaîf mü'minden daha hayırlı ve makbuldür. (Maamâfîh) Her ikisinde de ha­yır vardır. Sana fayda veren şeye haris ol, Allah'dan yar­dım dile, âciz olma. Şâyed başına bir şey gelirse : eğer şöyle yapsaydım, şöyle ve şöyle olurdu; deme. Lâkin: Al­lah'ın takdiri (bu imiş). O dilediğini yapar; de. Çünkü eğer (kelimesi) şeytanın işini kolaylaştırmaya yol açar; buyurdu­lar.»[748]

 

Bu hadîsi Müslim tahrîc etmiştir.

Kuvvetli mü'min daha makbul olmakla beraber, zaîf mü'minde de hayır bulunması, imanından dolayıdır. Kuvvetli mü'minden murâd: uhrevî amellerinde nefsin azimkârlığıdır. Çünkü azimkar bir. nefse sâhib olan kimse harpte cesur; sabırlı ve Allah'ın rızâsı uğrunda her meşak­kate mütehammil olur; namaz, oruç ve diğer ibâdetlerini yapar, Zaîf bunun aksinedir .Ancak hiç de hayırsız değildir; zîrâ imanı vardır.

ResûlüHah (S.A.V.). din ve dünyaya âid bütün faydalı işlerde Al-lah'dan yardım dilemeyi emir buyurmaktadır. Çünkü Allah'ın yardımı olmaksızın kulun hırsı hiç bir işe yaramaz. Peygamber (S.A.V.) âciz-den nehî buyuruyor. Acizden murâd: ibâdet ve tâatlerde tesahül göstermektir. Fahr-i kâinat  (S.A.V.)  efendimiz âcizden Allah'a sığınmış­tır.

Hadîs-i şerîfde, bir menfaatin fırsatı kaçırıldığı, yâhud başa bir belâ geldiği zaman : «eğer şöyle şöyle hareket etseydim böyle olmaz­dı» gibi sözler söyleyerek (eğer) kelimesini kullanmak da yasak edili­yor. Ulemâ'dan bazılarına göre bu nehîden maksat: eğer şöyle yapsay­dım muhakkak bu iş böyle olmazdı; diye kafi surette inananlardır. Kat'i surette inanmayarak meseleyi Allah'ın meşietine havale ederse, onlara göre «eğer» diye konuşmakda bir beis yoktur. Delilleri Hz. Ebu Bekir (R. A.ym mağarada : «Eğer müşriklerden bîri başını kaldırsay-di bizi görürdü.» demesi ve Peygamber (S.Â.V.J'in buna ses çıkarma-masıdır. Fakat Kaadi Iyaz buna i'tirâz etmiş; ve şunları söylemiş­tir. «Hz. Ebu Bekir'in sözünde delil olacak bir şey yoktur. Çünkü o ge­leceğe âit bir şey söylememiştir. Onun sözünde vuku'undan sonra ka­deri değiştirme dâvası yoktur. Buhârî'nin (eğer) kelimesîle rivayet ettiği bütün hadîsler de böyledir. Bunların hiç birinde kadere i'tirâa yoktur; binâenaleyh, kerahet de olamaz...»

Yine Kaadî Iyâz : «Hadîsin mânâsı hususunda benim bildiğim şey nehyin zahiri ve umumu üzere kalmasıdır; lâkin nehî tenzih içindir.» diyor .Hadîsin sonundaki: «Çühkü, eğer" (kelimesi) şeyta­nın işine yol açar.» Duyurulması da, buna delâlet eder.

Nevevî'nm beyânına göre «eğer» mânâsına gelen (lev) kelime­si geçmiş zaman için de kullanılır. Nitekim Resûlüllah (S.A.V.) :

«Arkamda bıraktığım işlerim {bir daha) karşıma çıksa hedyi[749] göndermezdim.» buyurmuştur. Buna benzer başka hadîsler de vardır. Şu hâlde anlaşılıyor ki,' nehî (eğer) kelimesini faydası olmayan yerde kullananlara âiddir, ve tahrim değil tenzih ifâde eder. Fakat bir kimse bu kelimeyi bir daha asla yapmayacağı bir ibâdetin fırsatım kaçırdığına yanarak söylemiş olsa hiç bir şey lâzım gelmez. Ekseriyetle hadîslerdeki isti'mali de buna hamledilir.[750]

 

1555/1320- «İvaz b. Himâr radıyallahil an/t'd an rivayet olunmuştur. Demişiir ki: Resûlüllah sallaUahü aleyhi ve sellem:

— Gerçekten Allah bana sizin mütevazi olmanız ge­rektiğini bildirdi, tâ ki kimse kimseye zulmetmesin; kim­se kimseye Öğünmesin; buyurdular.»[751]

 

Bu hadîsi Müslim tahric etmiştir.

Tavâzu' : Kibirlenmemek, alçak gönüllü olmaktır. Tevazu' göster­memenin sonu zulme varır. Çünkü mütevazı' olmayan bir kimse, ken­dinde herkesten üstün bir meziyet görür; ve başkalarına, sözle ve fi­ille tecâvüz eder. Onlara karşı Öğünür; ve kendilerini tahkir eder. Zu­lüm etmek ve öğünmek mezmum olan şeylerdendir. Zâlimin dünyada derhâl cezasının verileceği bir çok hadîslerle beyân edilmiştir. Bu ha­dîslerin bazılarını Tirmizî, Hâkim^ îbni Mâce ve Beyhakî tahrîc et­mişlerdir.[752]

 

1556/1321- «Ebu'd Derdâ radıyallahü anh'dan Peygamber satlaîla-hü aleyhi ve sellem'den duymuş olarak rivayet olunduğuna göre: Resû­lüllah sallaîlahü aleyhi ve sellem:

— Her kim din kardeşinin gıyabında onun ırzını mü­dâfaa ederse, Allah kıyamet gününde onun yüzünü ce­hennemden müdâfaa eder; buyurmuşlardır.»[753]

 

Bu hadîsi Tirmizî tahrîc etmiş ve hasen bulmuştur. İmam Ahmet, Esma binti Yezid'den hu hadîsin bir benzerini tahrîc etmiştir.

Hadîs-i şerîf, din kardeşinin gîbeti edilirken onu müdafaa etme­nin faziletine delildir. Bu bir münkeri nehî mânâsını taşıdığı için aynı zamanda vaciptir; ve terkedenler hakkında tehdid vârid ol­muştur. Bu bâbta Ebu Dâvud ile îbni Sabid Dünya şu hadîsi tahrîc etmişlerdir:

«Müslüman bir kimsenin hörmeti ayaklar altına alınan ve namusuna dil uzatılan bir yerde onu (müdâfaa etmeyerek) rezil eden hiç bir müstüman yoktur ki, kendisi yardım beklediği bir yerde Allah onu rezil etmesin.» Yine Ebu Da­vud'un tahrîc ettiği bir hadîs de şudur:

«Bir kimse dünyâda dîn kardeşinin namusunu korursa kıyamet gününde Allah da cehennemden kendisini koru­yacak bir melek gönderir.» Daha başka hadîslerde vardır. Hat­tâ bunların birinde : «Gîbeti dinleyen kimse gîbetcilerin bîri­dir.» denilmiştir. Bu hükümden kurtulabilmek için orada bulunan­lara düşen vazife zemmi edilen din kardeşlerini müdâfaa etmektir. Şayet hiç bir suretle müdâfaaya imkân bulamazlarsa oradan kalkıp gitmeleri îcâbeder. Ulemâdan bâzıları böyle yerde susmayı bile büyük günâhlardan saymışlardır. Çünkü susmakla gîbet edenler hükmüne girmiş olurlar.[754]

 

1558/1322- «Ebu Hüreyre radıyaüahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah salîaîîahü aleyhi ve seîîem:

— Sadaka hiç bir malı azaltmaz. (Bir suçluyu) aff sebebîle Allah bir kulun ancak şerefini arttırır. Hem Allah için tevazu gösteren hiç bir kimse yoktur kî Allah onu (derecesini) yükseltmesin; buyurdular.»[755]

 

Bu hadîsi Müslim tahrîc etmiştir.

Sadakanın malı azaltmasını ulemâ iki şekilde tefsir ediyorlar. Bi­rinci tefsire göre: ASlah o kimsenin malına bereket verir; ondan afatı kaldırır; bu suretle 2âhirî noksanlığı batini bereketle tamamlar. îkin-ci tefsire göre : Sadakadan hâsıl olan sevapla maldaki noksanlık ta­mamlanır; ve o mal hiç azalmamış gibi olur. Zîrâ, Teâtâ Hazretleri bir hayıra karşı on sevap verdiği gibi, dilerse kat kat emsalini de ih­san eder. Hattâ bazıları üçüncü bir tefsir olmak üzere : «Azalan malın yerine Allah başkasını verir de, bu suretle malın azaldığı belli bile ol­maz.» diyorlar. Nitekim bir âyet-i kerîmede;

«[756] Eğer siz bîr şey infak ederseniz Allah onun arkasını getirir.» Duyu­rulmuştur.

«Aff sebebîle Allah bir kulun ancak şerefini artırır.»

cümlesi kötülük yapan bir kimsenin suçunu affetmeye teşviktir. Vâkıâ kötülüğün cezasını vermek de caizdir; fakat affetmenin şeref ve seva­bı büyüktür. Teâlâ Hazretleri :

«[757] Her kim affederde uzîaşırsa artık onun ecri (ni vermek) Allah'a âiddir.» buyurmuştur- Hadîs-i şerîf tevazünün iki cihanda derece ve yüksek makam kazanmaya sebep olacağına delâlet ettiği gibi, sadaka vermeye, tevâzua ve affetmeye de teşvikde bulunuyor ki, bunlar güzel ahlâkın temelleridir.[758]

 

1559/1323- «Abdullah b. Selâm radıyallahü anh'dan rivayet edil-mişîir. Demiştir ki: Resûlüllah sallaîlahü aleyhi ve sellem:

— Ey insanlar! selâmı ifşa edin; sılâ-i rahimleri ya­pın; yemeği vedirin; geceleyin halk uyurken siz namaz, kılın ki; selâmetle cennete giresiniz; buyurdular.[759]

 

Bu hadîsi Tirmizîtahrîc etmiş ve sahîhlemiştir. İfşa etmek meydana çıkarmaktır. Burada ondan murâd: tanı­dık olsun olmasın selâmı herkese vermektir. Şeyheyn'in AbduÜah b. Ömer (R.A.)'dan tahrîc ettikleri bir hadîse göre: Bir adam Peygam­ber (S.A.V.)V:

— İslâmın hangi türlüsü daha hayırlıdır? diye sormuş; ResûliÜlah (S.A.V.) ona :

«Yemeği yedirir; tanıdığına ve tanımadığına da selâmı verirsin.» buyurmuşlardır. Buharı «el-Edebül Müfred» nâm ese­rinde İbni Ömer (R.A.)'âan şu hadîsi tahrîc etmiştir:

«Selâm verdiğin zaman işittir; Çünkü selâm Allah tara­fından bir senadır.»

Nevevı işittirmenin en az selâm alacak kimsenin işiteceği kadar yüksek sesle olacağını; aksi takdirde selâm vermiş sayılmayacağı­nı; şayet işitip işitmediğinde şüphe ederse işittirecek derecede açık söylemesi lâzım geldiğini beyân etmiştir.

İçlerinde uyuyanlar bulunan bir cemâate selâm vermenin sün­nete uygun sureti, uyanık olanlara işittirerek, uyuyanları uyandır­mayacak şekilde verilmesidir. Nitekim İmam Müslim'in, Hz. Mİkdaf (R. A.ydaıı tahrîc ettiği bir hadîsde bu cihet beyân olunmuştur.

Cemâatten yalnız bir kimseye selâm vermek mekruhtur. Selâm vermek, müslümanların birbirini sevmesi, sayması için meşru' ol­muştur. Bu bâbta Müslim, Hz. Ebu Hüreyre'den merfu' olarak şu ha­dîsi tahrîc etmiştir:

«Size birbirinizi n^ ile seveceğinizi göstereyim mi? ara­nızda selâmı ifsâ edin.»

Selâm bir yere girerken meşru' olduğu gibi.ondan ayrılırken de meşru'dur. Zîrâ NesâVnin, Hz. Ebu Hüreyre'den merfu' olarak tahrîc ettiği bir hadîsde:

«Biriniz oturduğu zaman seiâm versin; kalktığı zaman da seiâm versin; zîrâ birinci sonuncudan daha makbul değildir.»

El veya basla selâm vermek mekruhtur.Bunu Resûlüflah mıştır.Ancak selâmı işitmeyecek kadar uzakta bulunanlara el ile işaret etmek caizdir.

Nevevî'mn beyânına göre tanıdık olmayan bir kimseye selâm vermek tevazu göstermek, Allah için yapılan amelde ihlâs ve islârmn şiarı olan selâmı ifşa olur.

Sılâ-i rahim ile yemek yedirme meseleleri yukarıda îzâh edilmiş­tir.

Geceleyin namaz kılma emrine gelince: bu emir yatsı namazı diye tefsir edilmiştir. Uyuyanlardan murâd : hıristiyanlarla yahûdîlerdir. Hadîsin son cümlesi olan: «Selâmetle gîresiniz.» ifâdesi, mezkûr fiillerin cennete girmeye sebeb olacağını haber veren bir müjdedir.[760]

 

1560/1324- «[761] Temîm-i Dârî radıyallahü cmVden rivayet olunmuş­tur .Demiştir ki: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve seîlem üç defa:

— Din  İhlâsdir; buyurdular Biz :

— (Bu ihlâs) kime (olacak) yâ Resûlâflah? dedik :

— Allah Kitabına, Resulüne, müslümanlarin hüküm­darlarına ve bilumum müslümanlara; buyurdular.»[762]

 

Bu hadîsi Müslim tahrîc etmiştir.

Hadîs-i şerîf bazı ulemâ'ya göre islâmm temelini teşkil eden dört hadîsden biridir.

Nasihat : îhlâs ve samimiyet; tasfiye: İyiliğe da'vet, kötülükten ne-hl mânâlarına gelir. Hadîs-i şerîf'de dine nasihat denilmesi, dinin te­meli nasihata isnad ettiği içindir. Allah'a karşı ihlâs, ona iman etmek, emirlerine itaat, nehîlerinden ictinâb ve saire gibi vazifeleri yapmakla olur. Hattâbî'nin beyânına göre bunların her biri kulun ken­dine nasihati demektir. Çünkü Allah'ın hiç bir kimsenin nasihatına ih­tiyacı yoktur,

Allah kitabına ihlâs onun Allah kelâmı olduğuna inanmak, onun he­lâl kıldığım helâl, haram kıldığım haram i'tikad etmek, onu okuyarak mucebîle amelde bulunmakdır. Peygamber (S.A.V.)'e ihlâs Allah ta­rafından Peygamber olarak gönderildiğine ve getirdiği Kur'âna inana­rak tasdik etmek; emir ve nehîlerine tâbi' olmak, hakkında dâima hörmet ve muhabbet göstermek, sünnetlerini öğrenmek gibi vazifelerdir.

Müslüman büyüklerine ihlâs: hak uğrunda kendilerine yardım, ve itaatte bulunmak, halkın ihtiyaçlarını kendilerine anlatmak ve ada­let hususunda onlara nasihat etmektir. Hattâbî onların arkasında namaz kılmayı ve maiyetlerinde harbe gitmeyi bile nasihattan say­mıştır: «Müslüman büyüklerinden murâd ulemâ'dır» diyenler de var­dır. Bu takdirde onlara ihlâs: kavillerîle amel etmek, haklarında hor-met ve ta'zimde bulunmakla olur.

Âmmeye nasihat : onları din ve dünyaları hususunda irşâd etmek, kendilerine eziyet verecek şeylerden sakınmak, iyiliği emir, kötüiük-den nehî gibi şeylerle olur.

İbni Battal : «Bu hadîsde, nasihata din ve islâm denilebileceği­ne delil vardır,» demiş; ve nasihatin farz-ı kifâye olduğunu, bazı kimselerin ifâdesîle diğerlerinden sakıt olduğunu söylemiştir.[763]

 

1561/1325- «Ebu Hüreyre radıyallahü anVdart rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah saltallahü aleyhi ve sellem :

— En ziyâde cennete girdiren şey Allah korkusu İle güzel ahlâktır; buyurdular.»[764]

 

Bu hadîsi Tirmiıî tahrîc etmiştir. Hâkim onu sahîhlemiştir.

Hadîs-i şerif Allah'dan korkmanın ve güzel ahlâkın pek büyük bi­rer necat vasıtası olduklarına delâlet ediyor. Allah'tan korkmak, emir­lerini yapmak nebilerinden sakınmakla olur. Cennete girmeye en büyük sebeblerden biri budur.

Güzel ahlâk hususunda îzâhât geride geçmişti.[765]

 

1562/1326- «(Bu da) ondan rivâyef olunmuştur. -radıyaUahü anh- demîştir ki: Resûlüliah saUaUdhü aleyhi ve selîem:

— Şüphesiz ki, sizin bütün insanlara mal vermeye gücünüz yetmez. Lâkin onlara güler yüzünüz ve güzel ahlâkiniz şâmi! olmalıdır; buyurdular.»[766]

 

Bu hadîsi Ebu Ya'tâ tahrîc etmiştir. Hâkim onu.sahîhlemiştir.

Yani : insanlar çok olduğu için her birine mal vererek memnun et­mek bir insanın kudreti dâhilinde değildir. Fakat herkese karşı güler yüz; tatlı sözle muamele etmek pek âlâ mümkündür. Siz işte bunu yap­malısınız. Çünkü bu türlü hareketiniz sizi birbirinize sevdirir. Allah'ın .dilediği de budur. Bittabi kâfirler ve haklarında şiddet gösterilmesi emredilenler; bu umumdan hâriçtirler.[767]

 

1563/1327- «(Bu da) ondan rivayet olunmuştur. -radıyaUahü anh- Demiştir ki: Resûlüliah salîaîlahü aleyhi ve sellem:

— Mü'min, mü'minin aynasıdır; buyurdular.»[768]

 

Bu hadîsi Ebu Dâvud güzel bîr isnadla tahrîc etmiştir.

Resûlüliah (S.A.V.) bir teşbih-i beliğ ile mü'mini aynaya benzet­miştir. Yani: ayna bir kimseyi nasıl olduğu gibi gösterirse, mü'min de din kardeşinin küsurlarını öylece gösterir; kendisine lâzım gelen tenbih ve nasihatlarda bulunarak onu Hak Teâlâ ile kulları huzurunda zînetli gösterecek sâlih amellere irşâd eder. Bu da nasihattan sayılır.[769]

 

1554/1328- «İbni Ömer radıyaîlahü anhümâ'dan rivayet olunmuş­tur. Demiştir ki: Resûlüflah sallalîahü aleyhi ve sellem:

— İnsanlar arasına karışan ve onların ezalarına sab­reden mü'mîn insanlar arasına karışmayan ve onların ezalarına sabretmeyen mü'minlerden daha hayırlıdır; bu­yurdular.»[770]

 

Bu hadîsi güzel bir isnadla İbni Mâce tahrîc etmiştir. Hadîs, Tirmîzî'de de mevcud ise de Tirmiıî sahâbînin ismini zikretmemiştir.

Hadîs-i şerîf, insanlar arasına karışarak onlara iyiliği emir, kötü­lüğü yasak etmenin ve kendilerine iyi muamelede bulunmanın, bir kö­şeye çekiîerek kimse ile görüşmemekten efdâl olduğuna delildir. Maa-mâfîh hâller şahsa, zamana ve mekâna göre değişir. Uzletin fazîletli olduğunu gösteren deliller de vardır. Bunları imam Gazali da ve diğer eserlerinde göstermiştir.[771]

 

1565/1329- «ibni Mes'ud raÜıyaîİahü artTfcMan rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Resülüllah sallalîahü aleyhi ve sellem:

— Yâ Rabbi, beni güzel yarattığın gibi ahlâkımı da güzel eyle; buyurdular.»[772]

Bu hadîsi İmam Ahmed rivayet eylemiştir. İbni H'bbân.onu sahîhlemiştir.

Hakikatte ResulMHah (S.A.V.) insanların gerek hilkat gerekse ahlâk­ça en şereflilerindendi. Öyle olduğu hâlde, yine hilkat ve ahlâk güzelliği istemesi, Allah'ın minnet ve ihsanını i'tirâf; bu ni'metin devamım ni7 yâz ve AHah'dan istenilecek şeylerin bunlar olduğunu ümmetine tAlim içindir.[773]

 

«Zikir Ve Duâ Babı»

 

Zikîr: Kalbe gelen ve dille söylenen şey mânâsına masdar bir ke­limedir. Bundan maksat, Allah'ı anmaktır.

Duâ dahî istek ve davet mânâsına gelen bir masdardır. îbâdet ve sâireye de duâ denilir. ZikruIIah ziyadesiyle duadır. Teâlâ Hazretleri kullarına kendisine duâ etmelerini şu âyet-i kerîmesüe emir buyurmuş­tur:

«[774] «Bana duâ edin; sîze İcabet eyieyeyim» Yine Teâlâ Hazretleri:

«[775] Kullarım sana benî sorarlarsa muhakkak ben yakınım. Bana duâ ettiği zaman duacının duasına icabet ederim.» buyurarak kulların dua­larını kabule müheyye olduğunu beyân etmiştir. RssüKiüah (S.A.V.) duâ için; «ibâdetin iliği ta'birini» kullanmıştır. TirmizVnin Hz. Enes (R. A.)'âan merfu' olarak tahrîc ettiği şu hadîs ayni hakikati nâtıktiv:

«[776] Duâ ibâdetin iliğidir.»

Duayı teşvik eden hadîsler çoktur. İmam Buhâri'nm, Hasreti Ebu Hüreyre'den tahrîc ettiği bir hadîsde ASlah'dan bir şey dilemeyene Teâlâ Hazretleri'nîn gazap edeceği; Tirmizı'nin, Hz. İbni Mcs'ud'dan rivayet ettiği diğer bir hadîste: fazl-u kereminden bir şey dilerapyi Al­lah'ın sevdiği beyân olunmuştur.

Duâ. kulluğun hakikatim, Teâlâ Hazretlerİ'nin ganî, kulun fakir ol­duğunu Allah'ın kaadir-İ mutlak, kulun ise âciz-i muhakkak bulunduğu­nu tezammun eder. Binâenaleyh duâ; kulu Rabbına yaklaştırır.Gerek Teâlâ Hazretlerî'nin gerekse, Resûl-ü Ekrem (S.A.V.)'in duaya teşvik buyurmalarının hikmeti budur.Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı kerîm'de:

«[777] Ey Rabbımız unutur veya hatâ edersek bizi muâhaze etme» buyu­rarak, kendisine nasıl duâ edileceğini kullarına öğrettiği gibi Peygam­berlerinden bazılarının duâ ve niyazlarını da haber vermiştir. Meselâ Hazreti Eyyüp (A.S.} :

«[778] Yâ Rabbi! gerçekten benim başıma belâ geldi; hâlbuki sen mer­hametliler merhameflîsisin.» diye duâ etmiş; Zekeriyyâ (A.S.) :

«[779] Afîahrm! Benî yalnız bırakma.» niyazında bulunmuş; Hazret-i Âdem (A.S.) :

«[780] Ey Rabbimtz biz nefislerimize zulmettik; eğer bîzİ affetmez ve bize acımazsan mutlaka haşirlerden oluruz.» tarzında arz-ı teslimiyet eylemiş; Yusuf (A.S.) :

«[781] Benî müslüman olarak öldür ve beni sâlih kullara kat» diye tezerr-i eylemîç; Yunus (A.S.) :

«[782] Senden başka hiç bîr ilâh yoktur; seni tenzih ederim. Muhakkak ben zâlimlerden idim» şeklinde niyazda- bulunmuştur. Bizim Peygambe­rimiz Muhammed Mustafa (S.A.V.)'İn ettiği duaların ise haddi hesabı yoktur.

«Her umurunu Allah'a havale ederek ona teslimiyette bulunmak, duadan hayırlıdır» diyenler de olmuşsa da bunlar için: «münâcat lezze­tini tadamamışlardır.» denilerek kavilleri reddedilmiştir. İmam Ah-med b. Hanbel (164—241)'in Hz. Ebu Saîd'den rivayet ettiği bir ha-dîsde duanın zayi' olmayacağı; bilâkis üç şeyden birinin behemehal vâki' olacağı bildirilmiş; ve bu üç şeyin: ya kabul, ya âhirete bırakma yâhud da edilen duâ nisbetinde günâh affı olduğu beyân edilmiştir."

Duanın, adâb ve şeraiti olduğu gibi kabulü için de mânileri var­dır. Bunlar «el-Camiu's-Sağir» in şerhi «et-Tenvir» ve «Nüzülü'l -Ehrâr fi'l ed'iyet-i ve'l ezkâr» gibi eserlerde görülebilir.[783]

 

1566/1330- «Ebu Hüreyre radıyattahü anh'&an rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüliah saîîallahü aleyhi ve seîlem:

— Allah Teâlâ: kulum beni zikrettikçe ve dudaktarı benim kıpırdachkça ben kulumla beraberim; di­yor; buyurdular.»[784]

 

Bu hadîsi İbni Mâce tahrîc etmiştir. İbni Hibbân onu sahîhlemiş; Buharı ise ta'lik suretîle zikretmiştir. Hadîsin  lâfzı şöyledir:

«Resûlüliah (S.A.V.) buyurduki:                              

— Allah azze ve celle: ben kulumun benim hakkım­daki zannının yanındayım. Beni zikrettiği zaman da o-nunla beraberim. Eğer beni yalnız başına zikrederse ben de onu kendi kendime zikrederim. Beni bir cemâat için­de zikrederse, ben onu o cemaattan daha hayırlı bir ce­mâat içinde zikrederim. O bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim: buyuruyor.»

Allah Teâlâ'mn kulu ile beraberliği ona ha-ss bir beraberlik olup zikrullah'ın son derece büyük bir iş olduğunu, Allah'ı kim zikrederse Allah da lütuf, yardim ve rizâsîle o kulu ile beraber olacağını gösteri­yor. İbni Ebi Cemre : Zikirden : kalple, yâhud lisanla veya ikisîîe birden yapılan, zikir kasdedilmiş olabilir.» demiş; ve hadîslerin de­lâletine bakarak zikrin iki kısma ayrılacağım söylemiştir. «Birinci­si: bu hadîsin ifâde ettiği şeylerin, sahibine yüzde yüz verileceği belli olan zikirdir. Bu hüküm :

«[785] Her kim zerre ağırlığında bir hayır işSerse onu (n sevabını) göre­cektir.» âyet-i kerîmesinden alınmıştır: Verileceği belli olmayandır. Bu bir hadîsten mülhemdir. Mezkûr hadîse göre: «Bir kimseyi kıldığı namaz kötülüklerden men' etmezse o kimsenin ancak Al­lah'ın rahmetinden uzaklaşması artır.»[786]

 

1567/1331- «Muâz b. Cebel radıyallahü anh'dan rivayet olunmuş­tur. Demiştir ki: Resulü Kah salldtlahü aleyhi ve seîlem:

— Âdem oğliij zikruMahdan daha fazla kendini azap­tan kurtaracak btr iş yapmamıştır; buyurdular.»[787]

 

Bu hadîsi İbni Ebi Şeybe ile Taberânî güzel bir isnadla tahrîc et­mişlerdir.

Hadîs-i şerîf zikrin faziletini gösteren delillerdendir. Zikrin dünya ve âhiretde bütün azâb korkularından kurtaran en büyük vasıta olduğunu gösteriyor. Bundan dolayıdır ki, Aİlah-u Zülcelâl düşmanla harb ederken sebatkâr olmamızı zikrullah ile birlikde emretmiş ve :

«[788] Bir fırka (düşman) İle karşılaştığınız vakit hemen sebat gösterin. Allah'ı da çok zikredin.» buyurmuştur. Bundan maada cihad hakkında vârid olan bir çok hadîs ve âyetlerde zikrullah hep tavsiye edilmiştir.[789]

 

1563/1332- «Ebu Hüreyre radıyallahü anh'üan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah sollallahü aleyhi ve sellem:

— Hiç bir kavim bir yere oturarak orada Aliahı zik­retmezler ki, kendilerini melekler sarmasın ve rahmet kaplamasın. Hem onları Allah nezd-i ma'nevisinde olan­lara Zikreder; buyurdular.»[790]

 

Bu hadîsi Müslim tahrîc etmiştir.

Hadîs-i şerîf, zikir meclislerinin ve zikirde bulunanların faziletine delildir. Bu mânâda Buhârî'de de su hadîs vardır:

«Şüphesiz Allah'ın bir takım melekleri vardır ki, yollarda dolaşarak ehl-i zikri ararlar. Allah Teâlâyı zikreden bir cemâat buldularmı: hacetinize gelin; diye birbirini çağı­rırlar. [Resûlüllah (S.A.v.) buyurdular ki:] Bunun üzerine tâ se-manın alt katına varıncaya kadar onları kanadları ile sa­rarlar.»

Görülüyor ki zikir meclisleri meleklerin arayıp bulacakları ka­dar faziletlidir.

Zikirden murâd: Kur'ân-ı Kerîm okumak, teşbih ve tahmidde bulunmaktır.Bezsâr'ın tahrîc ettiği şu hadîs bunu pek güzel beyân etmiştir:

«Gerçekten Allah Teâlâ meleklerine; kullarına ne yapı­yor? diye sorar; hâlbuki onların ne yaptıklarını (pek âlâ) bilir. Melekler: kulların senin nrmetlerini ta'zim ediyor; kitabını okuyor; Peygamberine selâvât getiriyor ve hem dünyaları, hem âhiretleri için senden dilekde bulunuyor-Sar; derler.»

Zikir asıl lisanla olur; fakat dil ile birlikde kalbinde zikretmesi da­ha mükemmel ve makbuldür. Zikr'in mânâsını, Aiîahü Zülcefâl'in aze-metini ve her türlü noksanlıklardan münezzeh olduğunu düşünmek bu kemâli daha da arttırır. Namaz, oruç ve cihâd gibi farzlarda dahî hü­küm aynidir. Fahr-i Razî dil ile zikirden murâd: teşbih hamd-ü sena gibi lâfızlar olduğunu; kalple zikir Allah'ın zâtına ve sıfatlarına âid delillerle emir ve nehî gibi teklifi emirler üzerinde ve mahlûkatm sır­ları hususunda tefekküre dalmaktan ibaret bulunduğunu söylemiştir.

Büyüklerden bazıları yedi çeşit zikir bulunduğunu kaydetmektedir­ler. Şöyle ki: Gözlerin zikri ağlamakla, kulakların ki, dinlemekle, dilin zikri sena ile, ellerin vermekle, bedenin zikri vefakârlıkla, kalbin zikri korku ve ümidle, ruhun zikri ise teslimiyet ve rızâ iledir.

Hâsılı zikir, bütün kemâlâtîle yapılırsa cihâddan bile efdâldır. Vâkıâ cihâdın zikirden efdâl olduğunu bildiren hadîslerde varsa da ci­hâd yalnız dille yapılan sikirden makbuldür. Buna delîl Tirmizî ile İbni Mâce'nin Hz. Ebu'd -Derdâ (R. A./dan rivayet ettikleri merfu' bir hadîstir. Mezkûr hadîse göre Allah indinde bütün amellerin en ha­yırlısı, derece itibârîîe en yükseği altından, gümüşden ve cihâddan da makbul olanı zikrullahtır.

îbnüJl Arabî: «Hiç bir sâlih amel yoktur ki, sâlih olabilmesi için zikir şart koşulmasın. Zekâtını verirken veya orucunu tutarken AUah'i zikretmeyenin ameîi kâmil olamaz. Binâenaleyh zikir bu cihet­le amellerin en faziletlisi olmuştur» diyor.[791]

 

1569/1333- «(Bu da) Ebu Hüreyre radıydllahü anadan rivayet edil­miştir. Demiştir kî: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:

— Eğer bir kavim bir yere otururlar da orada Alfanı zikretmez, Peygamber (sallaUahü aleyhi've seUem)'e setâvât getirmezlerse, kıyamet gününde bu (yaptıkları) kendilerine gam ve gussa olacaktır; buyurdular.»[792]

 

Bu hadîsi Tirmizî tafarîc etmiş ve «hasendir» demiştir. Tİrmizî'mn rivayetinde şu cümle de vardır:

«Dilerse Allah kendilerini azâb eder; dilerse af buyurur.»

H&dîs-i şerif zikrin ve Peygamber (S.A.V.)'e selavât getirmenin vücubuna delüdir. Bu husustaki kavilleri görmüştük .Bazıları Peygam­ber (S.A.V.)'e selâvât getirilen yerleri (46) ya çıkarmıştır. Allah'ın Peygamberine salâtı muhtelif suretlerde îzâh edilmiştir. Bazılarına göre Peygamberini melekleri arasında sena etmesidir. Meleklerin Pey­gambere salât etmeleri ona sena ve ta'zim husulü için duada bulunma­larıdır. Diğer bazı ulemâ'ya göre : AUah'dan Resulüne Salât, onu teş­rif ve ziyâdesîle ikramdır. Peygamber'den aşağısı için rahmettir. Bi­zim : «Yâ Rabbî, Muhammed'e salât eyle» diye yaptığımız salevâtın mânâsı: «Yâ Rabbî, Muhammedi ta'zim eyle.» demekdir. Bu ta'zimden murâd: onun zikrini yükseltmek, dinini meydana çıkarmak, şeriatını dünya ve âhiretde paydâr etmektir.

Peygamber (S.A.V.)'e salevât getirirken: al ve ezvâcını da zikret­mekle onlar hakkında lâyık olan ta'zîm kasdedilir.

Müstakilen salevât -yâlnız Peygamberlere getirilir. Nitekim Ta-berânî'nin, Hz. İbni Abbas (R. A.)'dan tahrîc ettiği şu hadîs de bu mânâyı te'yid eder:          

«Bana salevât getirdiğiniz vakit Allah'ın (diğer) Peygam­berlerine de salevât getirin, çünkü Allah beni gönderdi­ği gibi onlarida (Peygamber) göndermiştir.» Hadîs merfu'dur. Görülüyor ki, salevât getirmenin sebebi peygamber olarak gönde-rilmekmiş. Binâenaleyh salevât yalnız peygamber olarak gönderilen­lere mahsustur. İbni Ebi Şeyhe sahîb bir senetle Hz. İbnî Abbas (R.A.)-in : «Peygamber (S.A.V.)'den başka hiç bir kimsenin kimseye salevât getirmesi lâzım geldiğini bilmiyorum.» dediğini rivayet ediyor. İmam Mâlik'iu de buna kaail olduğu rivayet   edilmiştir.

Kaadi Iyâz: «Ehl-i ilmin ekserisi caiz olduğuna kaaildirler. Ben Mâlik'in kavline meylederim; fukaha ve kelâmcıların muhakkıkları da- bu kavle zâhib olmuş ve : Peygamber olmayanlar gufran ve radı-yallah ile anılırlar; demişlerdir. Peygamber olmayanlara müstakilen salevât getirmek, emri bil ma'rufdan değildir. O ancak Benî Hâşİm devleti zamanında çıkmıştır. Melekler hakkında hiç bir hadîs bilmiyo­rum; bu ancak İbni Abbas'm, (Çünkü Allah onlara peygamber demiş­tir.) sözünden alınmıştır.» diyor.

Bazıları : «müstekillen mü'minlere de salevât getirilemez; ancak âl ve ezvâc-ı tâhirât gibi haklarında nass vârid olanlara, peygambere tebean salevât getirilebilir: nass-ı hadîsde bunlardan ve Peygamber (S.A.V.)'in zürriyyetinden başkaları zikredilniemiştîr. Binâenaleyh hü­küm onlara mahsustur. Sahâbe-i kiram ile başkaları onlara kıyas edi­lemez.» demişlerdir. Maamâfîh, mesele ihtilaflıdır. îmam Buhârî ca­iz olduğuna kaaîldir. Hadîslerde Peygamber (S.A.V.)'in Âl-i Sa'd b. Ubâde ile Âl-i Ebi Evfâ'ya salevât getirdiği zikrolunmuştur. Teâfâ Hazretlerilnin :

«Size mefekferîle birlikde salât eyleyen odur.» âyet-i kerîmesi de bu kavle zâihb olanların delîllerindendir. Fakat: «mü'minlere müstakilen salât-ü selâm edilmez» diyenler buna cevap vermiş ve: «Mü'minler hakkında salât-ü selâm Allah ve Resûlün'den vârid olmuşsa da bizlere bu bâbta izin verilmemiştir.» demişlerdir.[793]

 

1570/1334- «Ebu Eyyub-i Ensâri radıyallahü anh'âan rivayet olun­muştur. Demiştir ki: Resûlülfah sdlîaUahü aleyhi ve seüem:

— Bir kimse on defa: Bir AMah'dan başka ilâh yok­tur; ona şerik yoktur; derse ismail oğullarından dört ki­şi âzâd etmiş gibi Oİur; buyurdular.»[794]

 

Hadis müttefekun ateyh'dİr. Müslim'in rivayetinde :

«Mülk onundur; hamd de onun. Hem o herşeye kaadirdir» cümlesi de vardır. Hadîsin başka bir rivayetinde : «Bir kimse bu­nu günde yüz defa okursa kendisine on kölenin tutarı verilir; yüz sevap yazdır; yüz tane günâhı yok edilir; bu kelimeler o gün akşama kadar kendisi için şeytandan muhafaza olurlar. O kimsenin kazandığından daha efdâ-lini yapacak yoktur. Ancak biri çıkar da bundan daha fazlasını okursa o başka.» buyurulmuştur.

Hadîs-i şerif muhtelif yollardan rivayet olunmuştur. Bunların bazı­sında sabah namazını kıldıktan sonra kelime-i tevhid'Ie başlanarak, bu hadîsin okunacağı güzel bir senedle rivayet olunmuş; bazılarında:

«Yaşatır ve öldürür» cümlesinin de ilâve edileceği bildirilmiş; ke­za bazılarında on köle, diğerlerinde dört köle tutarında sevap veri­leceği zikrolunmuştur. Kurtubî'ye göre bu farklar zikri yapanların okudukları lâfızlar üzerinde kalben tefekkürlerine ve ihlâs derece­lerine göredir.[795]

 

1571/1335- «Ebu Hüreyre radıyallahü anh'öan  rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Resûtüllah sallallahü aleyhi ve sellem:

— Bir kimse yüz defa: Allaht hamdîle tenzih ederim; derse günâhları denizin köpüğü kadar bile olsa affedilir; buyurdular.»[796]

 

Hadîs müttefekun a'eyh'dir.

«SÜbhânallah»'ın mânâsı : Allah'ı, sânına yakışmayan noksan sıfatlardan tenzilidir. Buıunla Âllah'dan -hâşâ- şerik ve naziri olmak doğmak, doğurmak, gibi noksan sıfatlar nehî edilmiş olur.

Tesbîh : bütün zikirlere itlâk edildiği gibi, nafile namaza ve teşbih namazına da teşbih denilir. Zaten teşbih namazı denilmesi, içerisinde teşbih çok olduğundandır.

Hadîs'in zahiri, bu zikirli büyük günâhların bile affedileceğini gös­teriyorsa da ulemâ bununla ancak küçük günâhlar kasdediidiğini söyle­mişlerdir.

Burada şöyle bir sual vârid olmuştur: «Bu hadîs teşbihin tehliTden[797] efdâl olduğuna delâlet ediyor. Çünkü tehlil hakkında : günde yüz defa tehlil getirene yüz günâh affedileceği bildiriliyor. Burada ise: «Teşbih edenin günâhları denizin köpüğü kadar çok ol­sa yine affedilir» buyuruluyor. Hâlbuki hadîsler tehülin tesbih-den efdâl olduğuna delâlet etmektedir. Meselâ: Tirmizî ile Nesâı'nin tahrîc ettikleri, İbni Hibbân'la., Hâkim'in de «sahîhdir» dedikleri Câbİr (R.A.) hadîsinde:

«Zikrin en faziletlisi Lâ ilahe illâllahdır. Benim ve ben­den önceki Peygamberlerin söylediklerinin en faziletlisi Lâ İlahe illâllahtır. Kelime-ı tevhid ve ihiâs budur. Aila-hin ism-i a'zami da budur.» Duyuruluyor İd, hadîs merfu'dur. Sonra teşbih: Allah'ı, kendisine lâyık olmayan sıfatlardan tenzih demek olduğuna göre, teşbih zaten tehîiîde dâhildir.»

Bu suale şu cevap verilmiştir: «Teşbihle beraber yapılan tehlilin sevabı daha çoktur. Zîrâ böyle bir tehlile üç şey, yani derece yüksek­liği, ha-senât yazılması ve köleler âzâdı sevapları katılır. Hâlbuki yal­nız köle azadının bütün küçük günâhlara keffâret olmağa yeteceği hadîs-i şerif'de vârid olmuştur. Hülâsa buradaki tesbihden murâd yalnız değil, tehlille beraber ve onu tamamlayan teşbihtir.»

Kamdı lyâz'm bazı ulemâ'dan rivayetine göre bu gibi zikir ve sâlih amellere va'd buyurulan sevap ve fazilet, ancak dininde fazilet gös­teren ve günâhlardan korunanlaradır. Şehvet peşinde koşmakta ısrar eden ve dinin hö'rmetini   ayaklar altına alanlar bu hususda   tertemiz ehl-i fazîlet olanlara katılamazlar. Nitekim:

«[798] Yoksa kötülükleri irtikâp edenler kendilerini İman edenlerle ve sâ-lîh amelîer işleyenlerle bir mi tutacağız sanıyorlar?» âyet-i kerimesi de bu kavli te'yid etmektedir.[799]          

        

1572/1336- «Cüveyriye binti'l - HarU radîyallahü anhâ'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûfüilah sollallahü aleyhi ve sellem Şana :

— Filhakika senden sonra dört kelime söyledim; bunlar senin bu günden beri söylediklerinle tartılmış ol­sa seninkilere ağır basardı. (Bunlar) Allahı mahlûkatının ve kendi rızâsını (kazananlar) n sayısınca, Arşının ağırlığı ve kelimelerinin mürekkebi mikdannda   hamdîle tenzîh ederim (kelimeleridir.) buyurdular.»[800]

 

Bu hadîsi Müslim tahrîc etmiştir.

Hadîsde geçen halk kelimesi yerde, gökde ,dünyada.ve âhirette mevcut bütün mahlûkata şâmildir.

Kendi rızâsından murâd : Alİah'ın kendilerinden razı olduğu Pey­gamberler, sıddîklar, schîdlcr ve sâlîh kuUar'dır. Allah'ın bu zevata karşı rızâsı asla bitip tükenmiy e çektir.

Arş'ımn ağırlığını zaten O'ndan başka bilen yoktur.

Kelimelerden murâd.: Allah'ın ma'lûm ve kudretinin teallûk ettiği her şeydir kî, bunlar nâ-mütenâhi oldukları gibi mürekkep'ten murâd: kendisîie yazı yazılan her şey olduğğuna göre bununda haddi. hududu yoktur.                          

Görülüyor ki, Resûfüflah (S.A.V.)'in Alfah Teâlâ'yı tenzih için zik­rettiği dört kelimenin her biri rakamlarla sınırlandırılmayan nâ-mü-tenâhilerdir. Her biri sonsuz sayılar ve sonsuz miktarlar ifâde eden ke­limelerle AMah-u Zülcetâl'i tenzih etmek şüphesizki feyyâz-ı Mutlak hazretlerine karşı bir kulun yapabileceği en güzel tenzih ve takdisdir.

Badîs-i şerif, mezkûr dört nev'i tenzihin faziletine ve bunları söyle­yenin sgp.süz s&yı ve miktarları tekrarlamış hükmünde olacağına de­lildir.[801]

1573/1337- «Ebu Saîd-i Hudrî rackyallahü aııh'dan rivayet olunmuş­tur. Demiştir ki: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:

— Baki olan sâlih ameller: Allah'dan başka ilâh yok­tur; Allah'ı tenzih ederim; Allah her şeyden büyüktür; hamd Allah'a mahsustur; ve güç, kuvvet ancak Allah'a mahsustur kelimeleridir; buyurdular.»[802]

 

Bu hadîsi Nesâî tahrîc etmiştir. İbni Hibbân ile Hâkim sahîhlemişlerdir.              

Bakıyâf-ı sâlihât : sevabı ebedî olarak devam eden güzel ve mak­bul amellerdir. Rssûlüllah (S.A.V.) mezkûr amellerin neler olduğunu bu hadisîle beyân etmiştir. Hadîs-i şerifin bâkıyât-ı sâlihât'tan bahse­den sure-î kehf âyetini tefsir için vârid olması da muhtemeldir.

İbni'l Münzir, İbni Ebi Hatim ve îbni Merdeveyh'in[803]  İbni Abbas (R. A)'dan tahrîc ettikleri bir hadîsde bâkıyât-ı sâîihâtm dâire-i şumûlü genişletilmiş ve Ebu Saîrf hadîsindekilerden maada: istiğfar, Peygamber (S.A.V.)'e salâvât, namaz, oruç, zekât, hacc, köle âzâdı, cî-hâd, ve sila-i rahim ile hayır hasenatın her çeşidi buna katılmıştır. Hat­tâ îbni Ebi Şeyhe ile İbni'l Münzir'in, Katade'den tahrîc ettikleri bir

hadîsde: «Allah'a taat sayılan her şey bakıyât-ı şâlihattandir.» denilmiştir. Ebu Saîd hadîsinde bakıyât-ı sâlihâtın dört gösterilmesi bu tefsire mâni' değildir; çünkü bu hadîsde inhisara delâlet eden bir şey yoktur.[804]

 

1574/1338- «Semmuratü'bnü Cündüb radıyallahü anlı'ûan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûiüilah saîlalîahü aleyhi ve selîem:

— Allah'a sözün en makbulü dört şeydir. Bunların hangisinden başlasan sana zarar vermez, (dört şey) Allah'ı tenzih ederim, hamd Allah'a mahsustur, Allah'dan baş­ka ilâh yoktur ve Allah her şeyden büyüktür (cümleleridir.)[805]

 

Bu hadîsi Müslim tahrîc etmiştir.

Mezkûr dört şeyin Allah indinde makbul olması, tenzih, Allah'a hamd, birlik ve en büyüklüğü isbâta şâmil oldukları içindir.

«Hangisinden başlasan sana zarar vermez.» buyurulması, bunların aralarında tertib gözetilmeyeceğine delildir. Bazıları tenzih'den başlamanın evlâ olduğunu söylüyorlar.

Bu kelimelerin fazileti hakkındaki hadîsler, azalmak ve bitmek bil­meyen birer derya gibidirler.[806]

 

1575/1339- «Ebu Muse'l Eş'arİ radıyallahü anh'dan rivayet olunmuş­tur. Demiştir ki: Resûlüüah salldllahü aleyhi ve sellem bana:

— Ey Kaysoğlu Abdullah, sana cennet definelerinden bir define gÖstereyimmi? (Bu define) kudret ve kuvvet an­cak Allah'a mahsustur, (sözüdür) buyurdular.»[807]

 

Hadîs müttefekun aleyh'dir.Nesâî: «Aliah («n kazasın) dan (ka­çıp sığınacak) bir sığınak yoktur; ancak ona (sığınmak) müs­tesna» cümlesini (yine Ebu Saîd'den rivâyeten) ziyâde etmiştir.

Yani hadîs-i şerîf'de beyân edilen cümlenin sevabı cennet'de bir define gibi biriktirilecek ve dünyada define kullar için nasıl en nefis bir mal sayılırsa, cennetdeki o sevap da, onun gibi nefis olacaktır. Çünkü bu söz Allah'a tam bir teslimiyet ve inkıyâd, ondan başka Alîah olma­dığını iz'an ve kabulle beraber, kulun elinden hiç bir şey gelmediğini itiraftır.

Havi : Kudret, hareket ve çâre manasınadır. Resûlüllah (S.A.V.) bu cümleyi beyândan sonra:

«Cibril Allah Teâiâ'cian bana böyle, haber verdi» demiştir.[808]

 

1576/1340- «Nu'man b. Beşir radıyalîahü anftmâ'dan Peygamber sdllaîîahü aleyhi ve aellem'âen işitmiş olarak rivayet edilmiştir. Re-sûiüilah saîlallahü aleyhi ve sellem:

— Şüphesiz ki duâ ibadettir; buyurmuşlardır.»[809]

 

Bu hadîsi Dörf (er rivayet etmiş Tirmizî de sahîhlemiştir. Tirmizî'de Enes'den merfu' olarak şu lâfızlarla rivayet edilmiş bir hadîs vardır: «Duâ İbadetin İliğidir». Yine Tirmizî de Ebu Hüreyre'den merfu' olarak rivayet edilen şu hadîs vardır. «Allah'a duadan daha kıy­metli bir şey yoktur.» Bu hadîsi İbnİ Hibbân ile Hâkim sahîhle-mişlerdir.

Duâ hakkında yukarılarda îzâhat geçti.

Mihb: ilik, beyn ve bir şeyin hâlisi mânâlarınadır. Duanın ibâdetin hâlisi olması iki sebebe istinad eder. Birinci sebeb: Allah'ın «bana duâ edin» emrine imtisal olması: ikinci sebeb de: yalnız AHah'dan istenil-mesidir. Zîrâ duâ eden insan, hacetini AHah'dan başka kimsenin göremiyeceğini bildiği için hacetini ancak AHab'dan ister. Teâlâ Hazrette-rî'nin ibâdetten muradı zaten budur.[810]

 

1579/1341- «Enes radıyalîahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiş­tir ki: Resulül!ah saUallahü aleyhi ve sellem:

— Ezanla îkaamet arasındaki duâ geri çevrilmez; buyurdular.»[811]

 

Bu hadîsi Ncsâî ve başkaları tahrîc etmişlerdir. İbni Hîbbân ve başkaları onu sahîhlemişlerdir.

Hadîs-i şerîf, «Ezan bahsi» nin sonunda başka lâfızlarla geçmişti.

Duâ, farz namazlardan sonra daha müekked olarak matluptur. Bu bâbta Tirmizî, Ebu Ümame (R. Ay'dan şu hadîsi tahrîc etmiştir:

«Dedim ki: Yâ Resûlâllah duanın hangisi daha makbuldür?

— Gecenin ortasındaki ve farz namazların sonundaki(dır) buyurdular.»[812]

 

1580/1342- «Seîmân radıyallahü anadan rivayet olunmuştur. De­miştir ki: Resûlüllah saîlallahû aleyhi ve sellem:

— Şüphesizki Rabbımz utangaçtır kerîmdir; kulu kendisine ellerini kaldırdığı vakit onları boş çevirmekten haya.eder; buyurdular.»[813]

 

Bu hadîsi Ncsâî müstesna, Dört'ler tahrîc etmişlerdir. Hâkim onu Sahîhlemiştir.

Haya Cenâb-i Hak'kın sıfatlarındandır. Hadîs-i şerîf, duâ ederken el kaldırmanın müstehâp olduğuna delildir. Bu hususda hadîsler çoktur. Vâkıâ Hz. Enes (R.A.)'dan Peygamber (S.A.V.)'in yağmur dua­sından başka hiç bir duada el kaldırmadığı rivayet plunmuşsa da bu hadîs mübalâğalı kaldırmadığına hamledilmiştir. Resûlüllah (S.A.V.)'in duâ ederken el kaldırdığını ifâde eden hadîsleri Hâftz el-Münzir müstakil bir cüz halinde toplamıştır.[814]

 

1581 /1343- «Ömer radvyaîlahü anh'âan rivayet olunmuştur. Demiş­tir kh Resûiülfah sdllallahû aleyhi ve sellem duâ ederken ellerini uzst-tığı zaman onları yüzüne sürmedikçe geri çevirmezdi.»[815]

 

Bu hadîsi Tİrmizî tahrîc etmiştir. Hadîsin şâhidleri vardır. Bunlar­dan bîrini Ebu Dâvud ile başkaları Hz. İbni Abbas'dan rivayet etmiş­lerdir. Bu rivayetlerin mecmuu hadîsin hasen olmasını iktizâ eder.

Hadîs-İ şerîf duâ'dan sonra elleri yüze sürmenin meşru' olduğuna delildir. Bunun hikmeti hususunda şöyle denilmiştir : Allah'ın rahmeti ellere isabet edince onu en şerefli ve ikrama en lâyık uzuv olan yüze de teşmil etmek uygun düşmüştür.[816]

 

1583/1344- «İbni Mes'ud radıyattahÜ anh'ûan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah sdllallahû aleyhi ve sellem:

— Muhakkak insanların kıyamet gününde benim için er. makbulü, bana en çok salevât getirenleridir; bu yurdukr.»[817]

 

Bu hadîsi Tirmizî tahrîc etmiştir. İbni Hrbbân onu sahîhlemiştir.

En makbul'den murâd: en ziyâde şefâata hak kazanan, yâhud cennet'te Peygamber {S.A.V.J'e en yakın bulunacak olandır. Hadîs-i şerîf, Resûlüllah (S.A.V.)'e selât-ü selâm getirmenin faziletini bildiriyor. Bu bâbdaki îzâhat da yukarıda geçti. Bu hadîs de orada zikredilse daha iyi olurdu.[818]

 

1584/1345- «Şeddat b. Evs radıyallahü anadan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüflah sallaîîakü aleyhi ve sellem:

— İstiğfarın en büyüğü, kulun: AHahım, sen benim Rabbimsin, senden başka hiç bir ilâh yoktur; beni yarat­tın, ben senin kulunum; ve ben gücüm yettiği kadar, sa­na verdiğim ahd ve va'dde durmaktayım, yaptıklarımın şerrinden sana sığınırım. Bana olan nPmetini i'tiraf ey­lerim; günâhımı da i'tiraf ederim. İmdi beni aff buyur. Çünkü günâhları senden başka affedecek yoktur; demesidir; buyurdular.»[819]

 

Bu hadîsi Buhârî tahrîc etmiştir. Hadîsin tamamı sudur :

«Her kim inanarak bunları gündüzün söylerde o gün ak­şamlamadan ölürse o kimse cennetliktir; ve kim inana­rak bunları geceleyin söylerde sabahlamadan ölürse o da cennetlİkdîr.» Tîbi diyor ki: «Bu duâ tevbenin bütün mânâ­larını topladığı için ona seyyîd adı istiare edilmiştir.»

Aslında Seyyid: Bütün hacetlerde kendisine baş'vurulan reis de­mektir. Bu tevbeye Tirmizî ile Nesâî'nin rivayetlerinde de «seyyidü'l-îstîğfaf» denilmiştir.

«Ben senin kulunum» cümlesi «sen benim Rabbimsin»

cümlesinin te'kididir. Fakat bu cümlenin «ben sana ibâdet etmekde-yim» mânâsına gelmesi de muhtemeldir. O takdirde te'kid olamaz. Ahd cümlesinin onun üzerine atfedilmesi de bu mânâyı te'yid eder; ve mâ­nâ Hâttâbî'nin dediği vecihle şöyle olur: «Ben sana verdiğim ahd-u Peyman ve va'd ettiğim iman sözümde durmaktayım.

«Gücünün yettiği kadar» ifâdesi Allah Teâlâ'nın hakkı olan ibâdetleri edâ hususundaki aciz ve kusuru i'tiraftır.

İbni Battal, Ahid ile, Allah'ın kullarına: «Ben sizin Rabbınız degİİ-miyim?» buyurarak onlardan aldığı ikrar kasdedildiğini söylemiştir. Ona göre va'd de: Allah'ın, kullarına: «Her kim bana şirk koşmayarak ölürse onu cennetime koyacağım» buyurmuş olmasıdır.

«İmdi beni aff buyur; çünkü günâhları senden başka affedecek yoktur.» ifadesîle Resûlüllah (S.A.V.) evvelâ kusurunu i'tiraf etmiş; sonra afvını dilemiştir ki, bu şekilde idare-i kelâm'da bu­lunmak sözün en güzel ve en nâzik şeklidir.

Hadîs-i şerif, Allah'ın Rabb, insanın kul olduğunu ikrara şâmil ol­duğu gibi kulun Allah'a verdiği ahdini ikrar, aczini i'tiraf, kötülükler­den Allah'a sığınmak îcâbettiğini ve Allah'ın ni'metlerini tasdik ile afv-u mağfiretin yalmz ona mahsus olduğunu kabul gibi bir çok hüküm­leri ihtiva etmektedir. Kula düşen vazife evvelâ esbabı tevessül, sonra hacetini istemektir: «Peygamber (S.A.V.)'in bütün mutasavver günâh­ları affedilmiş ve zâten kendisi ma'sum iken niçin yine istiğfar ediyor?» sualine gelince : Bu sual fuzûlîdir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) günde Allah'a yetmiş defa istiğfar ettiğini haber vermiş; bize de istiğfarı öğ­retmiştir. Binâenaleyh bize düşen, sual sorarak işkâl çıkarmak değil, ona uymak ve emirlerine imtisal etmektir. Ashâb-ı kiram bunu bizden âlâ bildikleri hâlde ne sormuşlar ne de her hangi bir işkâl çıkarmışlar­dır. Maamâfîh ulemâ, bu suâli muhtelif şekillerde cevaplandırmışlardır. Sözün hülâsası: bizim rızkımızı Allah Teâlâ tekeffül ettiği ve bunu bi­ze de bildirdiği hâlde yine ondan nasıl rızık niyazında bulunuyorsak, Resûlüliah (S.A.V.)'in istiğfarı da Öyledir. Bunların hepside birer ibâ­det ve zikrullahdır.[820]

 

1585/1346- «İbni Ömer radıyaiîahü anhümâ'dan rivayet olunmuş­tur. Demiştir İd: Resûliiltah saHallahü aleyhi ve seîlem şu kelimeleri akşam, sabah (dilinden) bırakmazdı:

— Allahjm, ben senden dinim, dünyam, ailem ve ma­lım hususunda afiyet dilerim. Yâ Rabbî, benim kusurla­rımı Ört bas et; korktuğum şeylerden (beni) emin eyle; önümden, arkamdan, sağımdan, solumdan ve üstümden beni koru. Altımdan gafil aldanmaktan senin azametine sığınırım.»[821]

 

Bu hadîsi Nesâî ile İbnİ Mâce tahrîc etmişlerdir. Hâkim onu sahîhlemiştir.

Dinde afiyet : günâhlardan, bid'atlardan sakınmak, ibâdetlerde kusur etmemektir. Dünyada afiyet: dünyanın musibet ve şerlerinden selâmetde kalmaktır. Ailede afiyet: geçimsizlik ve hastalıklardan âzâ-de kalmaktır. Malda afiyet: afattan mahfuz bulunmasıdır. Setri avret: beden, din, aile, dünya ve âhirete âid herdürlü ayıp, kusur, ve gizli şeyleri örtmek, onları açığa vurmamaktır. Korkulan şeylerden emin olmak da öyledir. Resûlüllah (S.A.V.) bütün cihetlerden kendisini koru­masını AMah'dan niyaz etmiştir. Çünkü Allah muhafaza etmezse kul, ins, ve cin düşmanlarının arasında, kurt sürüsünün içine düşen koyun gibi kalır. Alttan gafil avlanmaktan hâsseten Allah'ın azemetine sığın­ması bunun bir hususiyet arzetmesindendir. İğtiyâl aldatmak, bir şeyi gizlice almak, helak etmek gibi mânâlara gelir. Peygamber (S.A.V.)'in, şerrinden Allah'ın azemetine sığındığı iğtiyâl yer ayrılıp yere batmak  ve denizde boğulmak suretîle vâki' olan helâklardır. Alttan gafil avlan­mak ta'birîle bunları kasdetmiştir. Nitekim Cenâb-i Hak, Kaarun'u ye­re batırmak, Fîr'avn'ı da denizde boğmak suretîle helak etmiştir.[822]

 

1586/1347- «Ibni Ömer radıyaîîahü anhümâ'âan rivayet olunmuş­tur. Demiştir ki: Resûlüilah saîlaîîahü aleyhi ve seîlem:

— Allahım, gerçekten ben, ni'metinin zevalinden, afi­yetinin değişmesinden, intikamının ansızın geliverme­sinden ve bütün gazaplarından sana sığınırım; buyuruyordu.»[823]

 

Bu hadîsi Müslim tahrîc etmiştir.          

Allah'ın verdiği ni'metin elden gitmesine sebeb, kulun işlediği suç­lardır. Şu hâlde hakikatde tevbe istiğfarın mânâsı: Yâ Rabbî kötü ameller işlemekten sana sığınırız; demektir, ki bu Allah'dan bizlere bir ta'limidir.

Afiyetin değişmesi, zıddımn vücud bulmasîle olur.Onun zıddı ise hastalıktır.Yani Resûlüllah (S.A.V.) hastalıklardan da Allah'a sığın­mıştır.[824]

 

1587/1348- «Abdullah b. Ömer radıyalldhü anhümâ'âan rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Resûlüllah scıllallahü aleyhi ve selîem:

— Allahım, ben borcun batırmasından, düşmanın ga­lebesinden ve düşmanların şamatasından sana sığınırım; buyururdu.»[825]

 

Bu hadîsi Nesâî rivayet etmiştir. Hâkim onu sahîhlemiştir.

Borcun galebesi, borçlunun onu ödeyememesidir. Bundan Allah'a sığınması Resûlüllah (S.A.V.)'in borç almasına münâfi değildir. Hattâ vefatında bir miktar arpa mukabilinde zırhı rehinde bulunuyordu, Bor­cun Allah'a sığınılacak tarafı onu Ödeyemeyecek hâle düşmektir. Bir kimse ödeyemeyeceğini bildiği bir borcun altına girmemelidir. BuhârV-nin tahrîc ettiği bir hadîsde, Resûîüllah (S.A.V.):

— Her kim ödemek maksadîle başkalarının mallart-nı alırsa, malları onun namına Allah öder; fakat kim on­ları itlaf niyetîle alırsa Allah onu telef eder; buyurmuşlardır. Hadîs geride geçmişti.  Resûlüllah (S.A.V.) borçtan, onun için Allah'a sığınmış; hattâ Hz. Âîşe (R. anhâ), borçtan neye bu kadar çok istiâze ettiğini sorunca, kendisine:

«Çünkü bir adam borçlanırsa konuşur yalan söyler; va'd-eder, arkasından (o va'dden) döner» buyurmuşlardır. İşte borçlu böyle büyük mes'uliyetli bir işi üzerine alıyor demektir.

Düşmanın galebesinden murâd: dînî veya dünyevî bir garazla bâ­tıl hususundaki düşmanlığıdır. Hakkını korumaktan âciz olan bir kim­senin malını gasbetmek bu kabildendir.

Düşmanların şamatası : bir kimsenin başına gelen bir felâket veya zarara düşmanlarının sevinmesidir. Harun (A.S.), biraderi Musa (A.S.)'a : «Bana düşmanları güldürme» diye rica etmiştir.[826]

 

1588/1349- «Büreyde radıyaîlahü anh'dan rivayet olunmuştur. De­miştir ki: Resûlüllah sattallahü aleyhi ve sellem bir adamı, (Allahırn, ben ancak ve ancak Alfah sen olduğuna, maksud ve bir olan, doğurma­yan ve kendisine hiç bir kimse denk olamayan ilâh ancak sen idîğine ettiğim şehâdet hürmetine senden niyaz ediyorum) derken İşitti. Bunun üzerine Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:

— Hakikaten Allah'dan o ismîle diledi ki, onunla ken­disinden istenilirse verir; duâ edilirse kabul eder; buyurdu­lar.»[827]

 

Bu hadîsi Dört'Ser tahrîc etmiştir. İbni Hlbban onu sahîhlemiştir.

«Ehad» biricik, bir tek, ikincisi olmayan, yegâne bir, mânâsına ge­len bir kemâl sıfatıdır; ve hakikî birliği ifâde eder. Çünkü hakikî bir­lik: terkipten, âdetten, cismiyet ve ortaklık gibi şeylerden münezzeh olmaktır. İşte Allah Teâlâ'nın birliği bu mânâyadır. Vakıa' arapçada «vâhid» de bir demektir. Hattâ «ehad» kelimesinin aslı da «vehad» dır. Onun hemzesi (vav) dan bedeldir. Fakat bu iki kelime aynı kökten ol­malarına rağmen müteradif değillerdir; aralarında mühim farklar vardır. Bunların en mühimi: ehad'ın dâima hakikî mânâda birlik ifâde et­mesidir. Yani ehad: hadd-i zâtında «bir» olandır; ikiye veya fazlasına asla İhtimâli yoktur; dâima bir'dir. maadası yoktur. «Vâhid» Öyle de­ğildir. Onun ifâde ettiği birlik hakikî olduğu gibi mecazîde olabilir. Meselâ: bir adam, bir nevi' ve bir cins, kelimeleri arapçada «vâhîd» ile sıfatlanarak «raculün Vahidim, nev'un vâhidün ve cinsün vahidim» denilebilir. Hâlbuki bir adamın birliği hakikî ise de. bîr nev'i ile bir cin­sin birlikleri mecazî birlikdir. Çünkü bir nev'i ile bir cinsin hakikatde bir çok ferdleri vardır. Onların birliği, mecmuunu bir saymak suretîle meydana gelen i'tibâri birliktir.

«Ehad» ile «vâhid» kelimelerinin farkları hususunda ufemâ'dan Ez-herî, Râgıp, Sa'leb, Ebu'î Beka ve diğer bir çokları muhtelif beyâ-nâtda bulunmuşlardır. Bunlar için tefsir kitaplarına müracaat edi­lebilir.

Samed : Her hacetten dolayı kendisine baş vurulan ulu zât manası­nadır. Bu sıfatı taşıyan zâtın mutlak surette hiç bir kimseye muhtaç olmaması, bilâkis herkesin ve herşeyin ona muhtaç olması gerekir ki, Allah'dan maada ayni sıfatı hâiz bir başkasını tasavvur mümkin de­ğildir. Binâenaleyh hakikatte samed yalnız Allah-u ZiHcelâl'dir.

«Samed» ismi hakkında lügat ulemâsı başlıca iki mânâ rivayet et­mişlerdir: Birinci mânâya göre samed: maksud demektir. Bu mânâya göre: bîr kavmin her ihtiyaç hususunda kendisine müracaat ettikleri büyüğüne samed derler. İkinci mânâya göre samed: içinde hiç boşluğu olmayan; deliksiz, eksiz som demektir.

Müfessirlerden bir çoku samedi birinci mânâdan alarak onun sıfât-ı sübutiyyeden olduğunu söylemiş; bazıları ikinci mânâdan olmak üzere sıfat-ı selbiyye'den addetmiş; bir takımları da her iki sıfatı tazammun etmek suretîle tefsirde bulunmuşlardır. Bunların içinden üçüncü kavil, tefsire daha lâyık görülmektedir.

Allah'ın doğurmamakla vasıflandırılması hiç bir şey cinsinden ol­madığını, hiç bir yardımcı veya kendi yerine kalacak evlâda ihtiyacı bulunmadığını beyân içindir. Zîrâ Teâiâ Hazretleri ihtiyâç ve ölüm gibi şeylerden münezzehdir. Aynı zamanda bu cümle, Hz. İsa ile Üzeyir (aleyhimesseîâmya «Allah'ın oğlu» Melek'lere «Allah'ın kızları» diyen­lere red cevâbıdır.

Allah'ın doğurulmamiş olmasından murâd, mahlûkatı gibi -hâşâ-bir zamanlar dünyada yokken sonradan vücûda gelmiş olmadığını be­yândır.

Küfüv : denk ve mümasil demektir. Mânâ: Allah'ın zâtında ve sı­fatlarında bir mümasil yoktur; demektir.

Hadîs-i şerîf duâ ederken bu kelimeleri söylemenin pek yerinde bir iş olacağına delâlet ediyor. Zîrâ Resûlüllah (S.A.V.) bunlarla Âllah'dan bir şey istenilirse vereceğini, bunlarla duâ edilirse kabul edeceğini, ha­ber veriyor. Suâlin mânâsı, hacet dilemektir. Duâ ondan daha umûmî bir mânâ ifâde eder. Binâenaleyh hadîsde duanın suâl üzerine atfedil­mesi, ânımın hâss üzerine atfı kabîlindendir.[828]

 

1589/1350- «Ebu Hİ/reyre radıyallakü anh'tian rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüilah sdllctllahü aleyhi ve sellem sabahladığı za­man :

— Allahım, ancak senin (kuvvet ve kudretin) le sabahla­dık; İncak senin (kuvvet ve kudretin} le akşamladık; ancak senin (kuvvet ve kudretin) |e yaşar; ve ancak senin (kuvvet ve kudretin) le ölürüz. Diriltmek dahi ancak sana mahsustur; der; akşamladığı vakît de bunun mislini söylerdi. Şu kadar var ki  :

Varış ancak sanadır; (cümlesini ilâve e) derdi.»[829]

 

Bu hadîsi Dort'fer tahrîc etmişlerdir.

Hadîsteki zarfların muteallakları hazf edilmiş tir. Bu müteallaklar (kuvvetin, kudretin ve icadın) diye takdir olunurlar» Yani: Biz ancak senin yaşatman ve sabahı îcâd etmenle sabaha çıktık; demektir. Di­ğer cümlelerde de hâl böyledir.

Nüşur : diriltmektir. Uyku ile ölüm arasında münasebet vardır. Çünkü ölüm uykunun kardeşidir. Binâenaleyh uykudan uyandırmak, ölüyü diriltmeye benzer. Nitekim akşam hakkında, varışı zikretmek de münasibtir. Zîrâ, geceleyin uyunur. Uyku ölüm gibidir.

Hadîs-i şerif de, her in'âm ve ihsanın Âllah'dan olduğunu ikrar var­dır.[830]

 

1590/1351- «Enes radıyallahü anh'dan rivayet edilmiştir. Demiştir kî: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve seUem'in ekseriyetle duası şu idî:

— Ey Rabbımız, bize dünyada da âhirette de ni'met ver; hem bizi cehennem ateşinden koru.»[831]

 

Hadîs müttefekun aleyh'dir.

Kaadi lyâz diyor ki: «Resûüillah (S.A.V.)'in bu âyetle duâ buyur­ması dünya ve âhirete âid duaların bütün mânâlarım ihtiva ettiğinden-dir. Ulemâ'ya göre burada hasen'in mânâsı ni'mettir. Peygamber (S. A.V.) dünya ve âhiret ni'metlerini ve azabdan korunmasını dilemiştir. Biz, Allah dan bunu bize de ihsan buyurmasını niyaz eyleriz.»

Hasen'in tefsiri hakkında selef ulemâ çok şeyler söylemişlerdir. tbni Kesir, dünyevî hasene'nin: afiyet, geniş ev, güzel zevce, itaatli çocuk, bol rızk, faydalı ilim, sâlih amel, iyi vasıta ve güzel elbise gibi her matluba şâmil oduğunu, uhrevî hasene'nin en büyüğünü ise: cennete girmek ve emniyete kavuşmak, teşkil ettiğini söylemiş­tir. Cehennem'den korumak: dünyada haram veya şüpheli olan şey­lerden kaçınmak gibi azabtan kurtulmayı hazırlayan sebebleri mü-yessir kılmak, yâhud lütf-u kerem buyurarak affetmekle olur.[832]

 

1591/1352- «Ebu Mûse'l-Eş'arî raâıyallahü anh'dan rivayet olun­muştur. Demiştir ki:  Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:

— Yâ Rabbî, benim günâhımı, cehlimi, isimdeki isra­fımı ve benden daha iyi bildiğin kusurlarımı bana bağış­la : (Zîrâ) bunların hepsi bende mevcuddur. Yâ Rabbî, gel geçmiş bütün kusurlarımla gizli ve aşikâr bütün yaptıklarımı ve benden daha iyi bildiğin hatâlarımı ba­na bağışla. İlerleten ancak sen, gerileten de ancak sen­sin; sen her şeye kaadirsin; dîye dua ederdi.»[833]

 

Bu hadîsi Buharı ve Müslim ittifakla tahrîc etmiştir.

Hatîe : Günâh, demektir. Cehil : îlmin zıddıdır. İsraf : Her şeyde haddi tecavüzdür. Emir kelimesinin isrâfdan evvel zikredilen cehil ve hatîe'ye teallüku da muhtemeldir. Cedd: Şakanın zıddı, yâni ciddiyettir. Amid : Kasden yapmak manasınadır. Bunun hatâ üzerine atfedilmesi, âmmın hâss üzerine atfı kabîlindendir. Çünkü hatâ şakada olduğu gibi kasden yapılan bir işde de olabilir. Bunun tekerrürü nevileri çok oldu­ğunu ve nefsin kusurlarda: hâli kalmadığını beyân içindir. Mukad-dim'den murâd; kulu kemâlât derecesine yükseltmek, ona muvaffaki­yet ihsan etmektir. Muahhir'de: dilediğini batıran, onu hayırdan uzak­laştıran demektir.

İbnî Abbas hadîsine göre bu duayı Resûtüllah (S.A.V.) gece nama­zında okurmuş. Hz Alî (R. A.) hadîsine göre ise her namazdan sonra okuduğu anlaşılıyor. Nerede okuduğu dahî ihtilaflıdır. Müslim riva­yetine göre selâmla teşehhüd arasında, îbni Hibbâri'm rivayetinde namazdan sonra yani selâm verdikten sonra okurmuş.[834]

 

1592/1353- «Ebu Hüreyre radıyallahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Resûliillah sallallahü aleyhi ve sellem:

— Allahım, şanımın muhafazası demek olan dinimi ıslâh buyur. Hayatım, içinde geçen dünyamı ve dönüşüm kendine olacak âhiretimi de ıslâh buyur. Hem bana her hayır hakkında hayatı ziyâde eyle. Ölümü de benim için her şeyden rahat kıl; d (iye duâ ed) erdi.»[835]

 

Bu hadîsi Müslim tahrîc etmiştir.

Bu duâ, iki cihanda hayrı tezammun etmektedir. Hadîsde ölmek için duâ etmenin caiz olduğuna bir delîl yoktur. Yalnız ölümün asan olmasını dünya ve kabir şerlerinden emin olarak gelmesini dilemenin caiz olduğu beyân büyurulmuştur. Zîrâ, kabir: dünyanın son; âhiretin ilk menzili olması dolayısîle, hem dünya, hem de âhiret serlerini ihti­va eder.[836]

 

1593/1354- «Enes radıyallahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiş­tir ki: ResûlÜüah solldlîahü aleyhi ve sellem:

— Allahım, beni   öğrettiklerinle  faydalandır. Bana faydalı olacak şeyleri de öğret;   ve bana faydası olacak bir ilmi ihsan et; derdi.»[837]

 

Bu hadîsi Nesâî ile Hâkim rivayet etmişlerdir. Tirrnizî'de Ebu Hü-reyre'den buna benzer bir hadîs rivayet etmiştir. Bu hadîsin sonunda : Peygamber (S.A.V.) :

— Beni ilmen ziyâdeleştir. Hamcf her hâl (ü kâr'da) Al­lah'a mahsustur. Ben cehennemliklerin hâlinden Allah'a sığınırım; buyurmuştur. Hadîsin isnadı hasendir.

Hadîs-i şerif, ilmîn ancak faydalı olanı tahsil edileceğine delâlet' ediyor. Faydalı ilim, din ve dünyaya müteallik hususâtta kula lâzım olan bilgilerdir.[838]

 

1595/1355- «Âişe radıyaîlahü anhâ'dan Peygamber sdlldllahü aley­hi ve sellem'în kendisine şu duayı öğrettiği rivayet olunmuştur:

— Yâ Rabbî, ben senden bütün hayrı; peşinini sürelisi­ni, bildiğimi bilmediğimi dilerim. Bütün serden: peşinin­den, sürelisinden, bildiğimden, bilmediğimden sana sığı­nırım, ben senden kulun ve. peygamberinin dilediği şeyle­rin on hayırlısından isterim, Kulun ve Peygamberinin (şer­rinden) sığındığı şeylerden de sana sığınırım. Allah'ım ben senden cennetini ve ona yaklaştıracak kavil ve amei di­lerim. Cehennemden ve ona yaklaştıran kavil ve amelden de sana sığınırım. Benim için takdir buyurduğun her hükmü hayır (takdir) etmeni senden niyaz eylerim.»[839]

 

Bu hadîsi İbni SVlâce tahrîc etmiştir, İbnİ Hİbbân ile Hâkim onu sahîhkmislerdir.

Hadîs-i şerîf, dünya ve âhiret hususunda hayır duayı, dünya ve âhi-retin şerlerinden Allah'a sığınmayı, cenneti istemeyi ve her takdir-i ilâhinin hayır olmasını dilemeyi ifâde etmektedir. Hadîsde kulun aile­si efradına en güzel duaları öğretmesi gerektiğini işaret vardır.[840]

 

1596/1356- «Buhârî ve Müslim, Ebu Hüreyre radıyallahü aıt/ı/dan şu hadîsi tahrîc etmişie-dir. Demiştir ki: Resûlüliah sallallahü aleyhi ve sellem :                          

— Allaha sevimli, dile hafif, tartıda ağır iki kelime vardır: Allahı, hamdine bürünerek tenzih ederim. Ulu Al­lah'ı tenzih eylerim (kelimeleri), buyurdular.»[841]

 

İmam Buhârî (194—256) «el-Câmiu's -Sahîh» nâmındaki dün­yaca meşhur   eserini bu hadîsi şerifle   bitirmiştir.    Sonraları bir çok hadîs imamları BukârVye tâbi' olarak eserlerini hep ayni hadîs iie tamamlamışlardır.

Buluğ-ul Meram'ın Mülahhısı olan Büyük Muhaddis İmam İbnİ Hacer-ül Askalânî (R. H.) de bu kıymetli eserini (20 - Rebîülevvel - 828 H. 10 - Şubat 1425 M. de Allaha Hamd ederek. Resulü (S.A.V.)'ne Sa-lâvat ü selâm fekrim tazim, ve tebcil ederek burada hitama erdirmiş­te. R. Aleyh[842] .

Hadîsdeki iki kelimeden murâd: iki cümledir. Her iki cümle ibare­de haber-i mukâddem'dir. Mübtedası «sübhânallah» cümlesidir. Cümie olduğu halde bundan müptedâ yapmak mümkin olmuştur; çünkü «şu söz» mânâsınadırlar. Haberin önce zikredilmesi, dinleyeni asıl mübtedâya dikkat etmeye teşvik içindir.                      

«Hafif» den murâd: dile kolay gelendir. Tîbî demiştir ki: «Hafiflik, kolaylığa» istiare edilmiş nıiisteâr bir sözdür. Dile kolay gelmesi, bazı eşyanın, sahibine hafif gelmesine benzetilmiştir.» Bu hadîsde, şâir tek­liflerde meşakkat bulunduğuna; mezkûr iki cümlenin dile kolay olmak­la beraber tartıda meşakkatli ameller gibi ağır basacağına işaret var­dır.

Ulemâ'dan bir zât'a iyiliklerin niçin ağır, kötülüklerin neden hafif geldiği soruldukda; «Çünkü iyiliğin acılığı görülür; tadı görülmez. O bundan dolayı ağır gelir; onun ağırlığı senin terketmene sebeb olma­malı. Kötülüğün ise tadı duyulur, acılığı duyulmaz. Bundan dolayı o ha­fif gelir. Binâenaleyh sakın onun hafifliği senin günâh istikâbına se­beb olmasın.» demiştir.

Hadîsi şerif âhiretde mizan'ın sübûtuna delildir. Nitekim KuKân-ı Kerîm'in bir çok âyetleri de aynı hakikati nâtıktır. Ulemâ mizan ve onda- tartılacak şeyler hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bazılarına göre tar­tılacak şeyler amel defteridir. Çünkü ameller araz kabîlindendir; on­lar ağırlıkla yeğinlikle vasıflanamaz. Hadîs imamlarîle ulemâ'nm mu-hakkıklanna göre tartılacak şeyler amellerin kendileridir. Zîrâ âhirette amellerin de vücudları olacaktır. Hz. Câbir (R. A.)'dan merfu' ola­rak rivayet olunan şu hadîs buna delîldir:

«— Kıyamet gününde mizanlar kurulacak ve iyilikler, kötülükler tartılacak, her kimin iyilikleri kötülüklerinden bir dâne ağırlığı ağır gelirse cennete girecek; kimin kö­tülükleri iyiliklerinden bir â^ne ağırlığı ağır gelirse ce­henneme girecektir.»

— Ya iyilîklerSle kötülükleri müsavi gelirse (ne olacak?)  diyenler oldu. Resûlüllah (S.A.V.):

— Onlar aTrâfll'ardr; buyurduîar.s Maamâfîh en salim yol, mizan, amellerin tartılması ve şâire gibi âbiret umurunun hak olduğu­na iman ederek keyfiyeti erini Allah TeâİC'mn/ilmine havale eylemektir..

Bazıları hiç günâhı olmayan ve pek çok sâlih amelleri bulunan mü'-mini bu hükümden müstesna saymış; ve böylesinin hiç hesap verme­den cennete gireceğine kaail olmuşlardır. Onlar hiç bir iyiliği olmayan fakat küfürden başka bir kötülüğü de bulunmayan kâfirin de hesap ver-mekden müstesna olduğunu; zîrâ soruca sualsiz cehenneme gideceğini söylerler. Kurtubî ulemâ'dan bazılarının: «Kâfirin sevabı yoktur, onun iyiliği mizana konmaz; çünkü Teâlâ Hazretleri : Ben kâfirler için kıya­met gününde mizan kurmam; buyurmuştur. Ebu Hüreyre'nin SdhîH'de rivayet edilen bir hadîsine göre: Kâfir Allah indinde bir SÎvrİ sineğin kanadı kadar tartı tutmaz: Duyurulmuştur. dediğini naklemişse de buna şöyle cevap verilmiştir: «Bu âyet ve hadîsin ifâde ettiği mânâ, kâfirin hakaretinden kinayedir. Bundan onun amellerinin tartılması lâzım gelmez.»

Hâsılı kıyamet gününde mü'min veya kâfir bütün kulların amelle­ri tartılacaktır. Delillerin umumu bunu göstermektedir.

Cenâb-ı Hak cümlemize imânımızda sebat, nezd-i Bârisinde mak­bul amellere muvaffakiyet ve hüsn-ü hatimlere mazhariyet ihsan bu­yursun.[843]

 

 

 



[1] Sûre-İ Nûr; âyet: 2.

[2] Sûre-l Nûr; âyet: 4.

[3] Stûre-i Maide; ayet: 38.

[4] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/5-6.

[5] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/7-8.

[6] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/8-9.

[7] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/9-10.

[8] Sûre-i Nisa; ayet: 15.

[9] SÛre-l Ntsâ; âyet: 25.

[10] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/10-12.

[11] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/13.

[12] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/13-18.

[13] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/18.

[14] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/18.

[15] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/18-19.

[16] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/19-20.

[17] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/20-21.

[18] Sûre-i Nisa; Ayet: 25.

[19] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/21-23.

[20] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/23.

[21] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/23-25.

[22] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/25-26.

[23] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/26-27.

[24] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/27.

[25] Elini koyanın İsmi Abdullah b. Snrya İdi.Yahudiler suçluları Pey­gamber  (S.A.V.)'e getirmişlerdi.Balat, Mescid-İ Nebevl'nln kapısına yakın bir yerdir.

[26] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/28-29.

[27] Bu zat Bnsar'dandır. VAkıdt O'nun gerçekten Mhftbt olduğunu söy­lemiştir. Hz. Alt (R. A.) devrinde Temen'de valilik yapmıştır.

[28] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/29-30.

[29] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/30.

[30] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/30.

[31] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/30-32.

[32] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/32.

[33] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/32.

[34] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/33.

[35] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/33.

[36] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/33-34.

[37] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/34.

[38] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/35.

[39] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/35.

[40] Süre-i Nûr; âyet: 23.

[41] Sûre-1 Nûr; âyet: 4.

[42] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/36-37.

[43] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/37.

[44] Sûre-İ Nûr; ayet: 11.

[45] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/37-38.

[46] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/39.

[47] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/39.

[48] Ebu İmran Abdal, b. Amir ı Şam'ın Hftfızlanndandır. Alim ve rl-v&yet ettiğini belleyen bir zattı. MbUa'in sektetoci tabakasından ve yedi kur-radan biri İdi Vasile b. el-Eska,' ve baakalanndan rivayette bulunmuş; Kurân-ı Herimi Mofteettt'katt Şuıâb-ı Hf^nrnrdea okumuştur. Onun üstadı İse Hs. Osman (E. A.) idi. Ibni Amir, hicreti. 21. d yılında doğmuş; 118'de vefat et­miştir.

[49] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/40.

[50] Nûr Sûresi; âyet: 4.

[51] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/40.

[52] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/40-41.

[53] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/41.

[54] Süre-i Nisa: ayet: 41.

[55] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/41-42.

[56] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/42.

[57] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/42-44.

[58] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/44.

[59] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/44.

[60] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/44-45.

[61] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/45.

[62] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/45.

[63] Bu kadının ismi Ffttnna binti Esvod'dir. Babası kâfir olarak Bettr harbinde Hz. Hamza (B. A.) tarafından öldürülmüştür..

[64] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/45-48.

[65] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/48.

[66] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/48-49.

[67] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/49.

[68] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/49-50.

[69] Bu zatın İsmi ma'lûm değildir. Htcazlılar'dan sayılır. Bu hadisi ken­disinden Etra Zerr (B.A.)'tn mevlası Eba'l - Mttnzlr rivayet etmlgtlr.

[70] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/50.

[71] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/51-52.

[72] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/52.

[73] Sûre-İ Bakara; âyet: 188.

[74] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/52-53.

[75] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/53-54.

[76] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/54-55.

[77] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/55.

[78] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/55-57.

[79] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/57.

[80] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/57-60.

[81] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/60.

[82] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/61.

[83] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/61-66.

[84] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/66.

[85] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/66-68.

[86] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/68.

[87] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/68-69.

[88] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/69.

[89] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/69-70.

[90] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/70.

[91] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/70-71.

[92] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/71.

[93] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/71.

[94] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/71.

[95] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/71-74.

[96] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/75.

[97] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/75.

[98] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/76.

[99] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/76.

[100] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/76.

[101] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/76-77.

[102] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/77.

[103] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/77.

[104] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/78-79.

[105] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/79.

[106] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/79-80.

[107] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/80.

[108] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/80-81.

[109] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/81.

[110] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/81-82.

[111] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/82.

[112] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/82-83.

[113] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/84.

[114] Hz. Hâlid, sahâbi'dir. KûfelUer'den sayılır. Kendisinden Ebu Ostnan-ı Nettdl, Abdulah b. Yesar ve mevlâsı Müslim rivayette bulunmuşlardır. Hz. Haildi, Sa'd b. Ebi Vakkas (B. A.) Kadisiye harbine kumandan tayin etmişti. Kûfe'de «60» tarihinde vefat etmiştir.

[115] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/84-86.

[116] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/86-87.

[117] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/87.

[118] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/87.

[119] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/87.

[120] Sure-i NÛr; âyet: 5.

[121] Sûre-i Enfftl; âyet: 39.

[122] Sûre-i Bakara; ayet: 216.

[123] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/88-90.

[124] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/90.

[125] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/90.

[126] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/90-91.

[127] Tevbt sûresi; ftyet: 89.

[128] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/91.

[129] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/91.

[130] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/91-92.

[131] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/92-93.

[132] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/93.

[133] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/94.

[134] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/94.

[135] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/94.

[136] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/94-95.

[137] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/96.

[138] Sûre-i Bakara: 198.

[139] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/96-98.

[140] Abdullah b. Sa'dl (K.A.)'in künyesi Ebu Abdlllâh'dır. Sa'dl İsmi et­rafında bir çok sözler vardır. Hz. Abdulah'a Sa'dl denilmesi Bent SaCd kabile­sinden bir süt anaya verildiği içindir. AbdalUb (R. A.) Şarku'l - Ürdün'de ya-samig; bir rivayete göre Şam'da «50» tarihinde vefat etmiştir. Sahabî'dlr; ri­vayeti de vardır. Bunu tbnü'l - Esfr kaydeder: cKendlslne İbni Sa'dl denilmesi ceddine nöbetledir» diyenler olduğu gibi «tbni Sâİdİ» diyenlerde vardır. Nite­kim Ebu Davud'un «sünen» inde bu isimle yad olunur.

[141] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/98.

[142] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/99.

[143] Eba Abdill&h Nftfl b. Sercis. :iz. lbni Ömer'in azadlısıâır. Medlne'U olup tftbU'nin büyüklerindendlr. Mutemed r&vilerin meşhurlanndandır. tbni Ömer'le KbÛ Said (R-A.)'dan hadîs dinlemiştir. Bir riv&yete göre «117» diğer rivayette «120» târihinde vefat etmiştir.

[144] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/99-100.

[145] Cizye; Cezdan müştak olup  gayrimüslimlerden alman vergidir.

[146] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/100-101.

[147] Sûre-i Tevbe: 29.

[148] SÛre-i Bakaca: 193.

[149] Sûre-i Nisa: 89.

[150] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/101-104.

[151] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/104.

[152] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/104-105.

[153] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/105.

[154] Sûre-i Ahzab: 9.

[155] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/105-106.

[156] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/106.

[157] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/106-108.

[158] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/108.

[159] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/108-109.

[160] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/109.

[161] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/109-110.

[162] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/110-111.

[163] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/111.

[164] Mabreze : îki kişinin cenk etmesidir.

[165] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/111.

[166] Sûre-İ Hac: 19.

[167] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/111-112.

[168] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/112.

[169] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/112-113.

[170] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/113.

[171] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/113.

[172] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/114.

[173] Sûre-i Nisft; âyet: 161.

[174] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/114-115.

[175] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/115.

[176] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/115-117.

[177] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/117.

[178] Afrft bir kadındır.  Ebu Cehli yaralayan oğulları, Mnavvİs ile Ma-az'dır. Kocası da el-Haris b. Rlffta'dır.

[179] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/117.

[180] Bak: BUIûgUl - meram. Cilt: I. Sfcf. 310.

[181] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/118.

[182] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/118.

[183] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/118.

[184] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/118-121.

[185] Ebu Abdillah Said  b. Cübeyr-i Esedi Kufi: Tabi’nin ulemasındandır.İbni Mes’ud, İbni Abbas, İbni ömer, İbni z-Zübeyr ve Enes (radiyallahü anhüm) hazeratından hadis dinlemiştir.Kendisinden de Amr b. Dinar  ile  Eyyüb rivayette bulunmuşlardır.Hz.Said 95 hicri yılının Şa’ban ayında Haccac öldürmüş, kendisi de avni senenin ramazanında ölmüştür.

[186] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/121.

[187] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/121.

[188] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/121-122.

[189] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/122.

[190] Sahr b. Ayle: îbnl EblT-Ayle diye de ma'ruftur. KftfeUIer'den sa­yılır, KûfelUer'e rivayet etmlgür. Kendilinden oğlunun oğlu Os­man b. Ebl Hftzlm hadis rivAyet etmiştir.

[191] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/122.

[192] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/123-124.

[193] Cübeyr b. Mut'im (R. A.) : Arap'ların neseblerlnl bilen bir sahâbl-dir. «58» veyft «59» tarihinde vefat etmiştir. Mat'İm b. Adiy Hz. CÜbeyr'İn ba­basıdır.

[194] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/124.

[195] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/124-125.

[196] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/125.

[197] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/125-126.

[198] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/126.

[199] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/126-128.

[200] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/128.

[201] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/128-129.

[202] Ebu Yezld Maun b. TezM-t Sttleml'dir. Dedesi, babası ve kendisi Be­dir gizâsına iştirak eden ashâb-i klrtm'dandırlar .Bazdan Hs. Maan'ın, Bedir gazasına İştirakini sahih bulmazlar. Kûfelİleir'den sayılır.

[203] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/129.

[204] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/129.    

[205] Habîbü'r - rûm» derlet OL Ha. Ömer (B.A.) tarafından el-Cezire (Mesopotamya)'ya vali tayla edilmiş; sonra buna Ermenistan ve Azerbaycan vilâyetleri de katılmıştı. Hz. Hablb du&Bi müsteab bir zattı «42» tarihinde Şam'da ve bir rivayette Erme­nistan'da vefat etmiştir.

[206] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/129-130.

[207] Sûre-i Enfal; ayet: 1.

[208] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/130-131.

[209] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/131.

[210] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/131.

[211] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/131.

[212] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/131-132.

[213] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/132.

[214] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/132-133.

[215] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/133.

[216] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/133.

[217] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/133-134.

[218] Ümmtt HAni : Ebû Tftllb'ln kızı ve Hz. Ali  (R.A.)'ın kız kardegi-dir. |sml bir rtvftyete göre Hind, diğer bir rivayete göre F&tıme'dir.

[219] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/134-135.

[220] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/135.

[221] Sûre-i Tevbe; ftyet: 28.

[222] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/135-138.

[223] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/138.

[224] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/138-139.

[225] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/140.

[226] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/140.

[227] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/140.

[228] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/140.

[229] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/140-141.

[230] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/141.

[231] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/141-143.

[232] Ifecer: Bahreyn'de bir yerdir.

[233] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/143.

[234] Sûre-i Tevbe; ftyet: 20.

[235] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/143-145.

[236] Asım b. Ömer (B.A.): Ebû Amir Asım b. Ömer b. Hatt&b'tır. Be-»ûlÜHalı  (S.A.V.)"in vefatından İki yıl fince doğmuştur. Takışıklı İri vücudlu faziletli ve şftir bir zâttı. Kardeşi Abaallah'ın vefatından dört yü önce, yani «7» târihinde vefat etmigtir. Ömer b. Abdilaziz'in anne tarafından dedesidir. Kendisinden Ebn Ümamete'bntt SebJ ve Urvetil*bntt Zübeyr hadFs rivayet etmlglerdir.

[237] Osman b. EM Süleyman: Cttbeyr b. Mut'ln'In oğludur. Ebn Seletne-te'bnU Abdİrrahman İle Amir b. AbdUlah'dan ve başkalarından    hadis dinle­miştir.

[238] Devmetül - cendel : Bir yerin İsmidir.

[239] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/145.

[240] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/145-146.

[241] Ma’afir: Yemen'de bir beldenin İsmidir. Burada kumag i'snI edilir.

[242] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/146.

[243] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/147-148.

[244] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/148-149.

[245] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/149.

[246] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/149.

[247] Süre-i Bakara; âyet: 83.

[248] Sûre-i Nisa; ftyet: 85.

[249] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/149-151.

[250] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/151.

[251] Sûre-İ Mûmtahine; fiyet: 10.

[252] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/151-152.

[253] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/152-153.

[254] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/153.

[255] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/154.

[256] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/154.

[257] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/154-155.

[258] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/155.

[259] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/155.

[260] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/155.

[261] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/155-156.

[262] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/156.

[263] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/157.

[264] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/157-158.

[265] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/158.

[266] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/158.

[267] Sûre-I En'âm; ayet: 145.

[268] Bir nev'i kertenkele.

[269] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/158-161.

[270] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/161.

[271] Sûr-i Nahl; âyet: 8.

[272] fmtinan : Verdiği nimeti sayıp dökmek.

[273] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/161-164.

[274] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/164.

[275] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/164-165.

[276] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/165-166.

[277] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/166.

[278] Göçken kuşudur.

[279] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/166.

[280] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/166-167.

[281] İbni Ebî Ammâr (R.A.) AMurrahman b. Ebî Ammâr-ı ftfekkl'dir. Ebo Zür'a ile Xesâi onu mu'temed addetmişlerdir. Hakkında söz eden bulun­mamıştır. Çok ibâdet ettiği İçin kendisine «kass» derlerdi.

[282] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/167.

[283] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/167-168.

[284] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/168.

[285] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/168.

[286] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/169.

[287] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/169-170.

[288] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/170.

[289] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/170.

[290] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/170.

[291] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/170-171.

[292] Bir nevi kertenkeledir.

[293] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/171.

[294] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/171-173.

[295] Abdurrahman b. Osman (B. A.) : Sahâbe-i kirâm'dan Talha b. Ab­dullah'ın kardeşidir. Peygamber (S.A.V.)'e yetiştiği, fakat kendisini göreme­diği söylenir. Bir rivâyetde Mekke'nin fethinde, diğ-er bir rivâyetde Hudeyb'ye gazasında müslüman olmuş; Ulı&d harbinde Ibni Zübeyr'le beraber şehîd edil­miştir.  Kendisinden iki oğlu ile İbni Münke'dir;  had"s rivayet etmişlerdir.

[296] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/173.

[297] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/173-174.

[298] Süre-i Maide; âyet: 4.

[299] Süre-i Maide; âyet: 4.

[300] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/174-175.

[301] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/175-176.

[302] Pars terbiye edilerek avcılıkta kuHanılabilirmİş. HanefHer'den İmam Şemsül Eimme-i Serahsî, şeyhinden naklen pars hafcmda şunları söylemiştir: «Parsın bir takım hasletleri vardır ki, akıllı bir kimseye onları parsdan almak gerekir. Meselâ : Pars avını tutmak, için gizlenir; bu onun bir hîlesidir. in­sana gereken de düşmanına kargı ' aşikâre muhalefetde bulunmayıp fırsatını kollamak ve maksadına kendini yormadan kolayca nail olmaktır. Pars döğ-mekle Öğrenmez. Ona öğretmek için, avını yiyen köpeği huzurunda döğerler. Böylece pars da vazifesini Öğrenmiş olur. Âkilin de böyle olması ve başkasın­dan ibret alması îcâbeder. Pars murdar et yemez. O. sahibinden temiz et is­ter. Âkil insan da Öyle olmalı ve ancak helâl rızk yemelidir. Pars ancak üç, veya beş adım kogar; avını yakalayabilirse yakalar; yakalayamazsa buralar ve: ben âlem için çalışıp kendimi öldüremem; der. Akıllı insan da Öyle olmalı. Pars sahibinin arkasından yürümez. Ve: ben ona muhtaç değil, o bana muh­taç. O halde ben kendimi aşağılatamam; der. Akıllı bir insan da öyle olma­lı. Bilhassa talebesinin peşinden koşup onu aramamalıdır.

[303] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/176-177.

[304] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/177-178.

[305] Sûre-İ Enam;   âyet: 121*.

[306] Sûre-i Mâİde; âyet: 3.

[307] Sûre-i Mâide; âyet: 5.

[308] Sûre-i Mâide; âyet: 4.

[309] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/178-182.

[310] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/182.

[311] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/182-183.

[312] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/183.

[313] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/183.

[314] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/183-184.

[315] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/184-185.

[316] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/185.

[317] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/185.

[318] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/186.

[319] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/186.

[320] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/186.

[321] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/186-187.

[322] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/187.

[323] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/188-189.

[324] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/189.

[325] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/189.

[326] Şeddâd b. EVb (R.A.) : Ebü Yala künyesini taşıyan bu zât Ensar'-dan olup Hassan b. Sabit (R. A.)'in kardeşinin oğludur. Bedir gazasına iştirak ettiği yolundaki rivayet sahih değildir. Beyt-İ ftlakdiş'e yerleşmişti. Şatnlılardan sayılır. Ubadetli'bntt Sfimit ile Ebûd - Derdâ onun hakkında : «Şeddad ken­disine İlim ve hiim. verilen zevattandır» demişlerdir. «68» târihinde vefat et­miştir. Daha başka t&rlhde, diyenler de vardır.

[327] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/189-190.

[328] Sûre-i NahI; âyet: 90.

[329] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/190.

[330] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/190.

[331] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/190-192.

[332] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/192.

[333] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/192-193.

[334] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/193.

[335] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/193-194.

[336] Sûre-i Bakara; âyet: 127.

[337] Sûre-i Enam; âyet: 79.

[338] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/194-195.

[339] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/195-196.

[340] Sûre-i Kevser;  âyet: 2.

[341] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/196-197.

[342] Cündeb b. Süfyan (E. A.) : Künyesi Ebû Abdillâh'tır, Evvelâ Küfe'-de oturmuş; sonra Basra'ya gitmiştir. Bilâhare oradan da çıkmış ve dört sene snnra tbni Zübevr fitnesirde vefat etmiştir.

[343] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/197-198.

[344] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/198-200.

[345] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/200-201.

[346] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/201.

[347] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/201.

[348] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/201-202.

[349] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/202.

[350] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/202-203.

[351] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/203.

[352] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/203-204.

[353] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/204.

[354] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/204-206.

[355] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/206.

[356] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/206.

[357] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/206-208.

[358] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/208.

[359] Mekke'Ii bir Sahâbiyye'dir. Bazı hadîsler rivayet etmiştir.

[360] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/208.

[361] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/208-209.

[362] Bizim zamanımızda daha da genişlediler. YapraJc, toprak, yalçın, ka­ya, mete, suna, meral, ilâh...  derken şimdi, masum yavrulara Kennedy, Ux gibi hristiyan adı takılmağa başlandığını duyuyoruz.

[363] Şerefü'd-Dîn, Kivainü'd-Dîn, ilâh...

[364] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/209-212.

[365] Sûre-i Saffat; âyet: 93.

[366] Sûre-i Hacc; âyet: 29.

[367] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/212-214.

[368] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/214.

[369] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/214-217.

[370] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/217.

[371] Hânis olmak, yemînini bozmaktır.

[372] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/217-218.

[373] Mekke'nin fethinde müslüman olan bir sahâbe-i Celîl'dir. Sicistan'ı fethetmiş; sonraları Basra'ya yerleşmiştir. H.S. 50 târihinde veya biraz sonra Basra'da vefat etmiştir.

[374] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/218.

[375] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/218-219.

[376] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/219-220.

[377] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/220-221.

[378] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/221.

[379] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/221-223.

[380] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/223-224.

[381] Süre-i Bakare; âyet: 225.

[382] Sûre-i: Maide Ayet:  (89).

[383] Sûre-l: Nisa Âyet:  (31).

[384] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/224-228.

[385] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/228.

[386] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/228-229.

[387] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/229.

[388] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/229-231.

[389] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/232.

[390] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/232.

[391] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/232.        

[392] Musannif ile İmam Neveyî, Şafii mezhebindendirler.

[393] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/232-234.

[394]Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/234.

[395] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/234-237.

[396] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/238.

[397] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/238-239.

[398] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/239.

[399] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/239-240.

[400] Sabit b. Dahhâk-i Eşhelî'dir. Buhârî onun hakkında:«Sabit, Resû­ (S.A.V.)'e ağacın altında biat edenlerdendir» diyor.Kendisinden Etra Kılâbe ile başkaları hadîs rivayet etmişlerdir.

[401] Şam'da veya Mekke yakınlarında bir yerdir. «Yenbü'  arkasında bir tepedir» diyenler de vardır.

[402] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/240-241.

[403] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/241-242.

[404] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/242.

[405] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/242.

[406] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/242-243.

[407] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/243.

[408] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/243.

[409] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/243-244.

[410] Süre-i îsra; âyet: 23.

[411] Sûre-i îsra; âyet; 4.

[412] Sûre-i Cum'a; âyet: 10.

[413] Sûre-i Mâide; âyet: 49.

[414] Sûre-i Sad; âyet: 26.

[415] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/244-245.

[416] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/246.

[417] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/246-247

[418] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/247.

[419] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/247-248.

[420] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/248.

[421] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/248-250.

[422] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/251.

[423] Kadı Şüreyh : İbni Hâris-i Kindî, Ebu Ümeyyetil' küfi'dir. Yemen'de ikamet eden evlâd-ı Fürs'ten olduğu rivayet edilmiştir. (Muhadremun)'dan-dır. Asr-ı saadet'e yetiştiği hâlde Resûl-i Ekrem'e mülâkî olmak müyesser ol­mamıştır, îbtida Hz. Ömer (R. A.) tarafından Kûfe'ye Kadı nasbedilmiş, sonra Osman ve Ali (R. Anhünıâ) ile Benî Ümeyye'nin hilâfetleri zamanında vazife­sinde ibka edilerek bilâ fasıla altmış sene Kûfe'de Kadılık etmiştir. Daha son­ra Haccâc'ın. Küfe valiliği zamanında arzuyu zatisîle çekilmiştir. Şârih Aynî, Sahibi terceme'nin (98) tarihinde vefat ettiğini bildiriyor. Hülâsa'da Muham-med İbni Nümeyr'den esahh rivayet olarak (80) târihinde vefatı rivayet ed-i liyor. Vefatında (110) ve yâhud (120) yağında idi. Şüphesiz ki Kadı Şüreyh Tabiî ulemâsının en yükseklerinden idi. Zekâ ve fetâneti hakkında pek çok nevadır, menkuldür. Nâm-ı bülend'i islâm târihi kazasının sernâme-i mefahi­ridir. Bir çok hükümleri adâb-ı kazâ'mn birer enmûzeci Şa'bî : «Kadı Şüreyh kaza âleminin en yüksek bir simadır», tbni Husayn'ın rivayetine göre bir ke­re Kadı Şüreyh iki kişi arasındaki bir dâvâ'yı rü'yet edip de bunlardan birisi aleyhine hükmedince bu küstah herif: Bu hükmün nereden geldiğini bilirim; diye ağır bir ta'rizde bulunması üzerine çok zekî olan Kadı-Şüreyh : Allah râşî'ye de mürteşî'ye de yalancı ve müfterî'ye de lâ'net etsin! Cevâbı ile bu ya­lancı küstahın yalanını yüzüne vurmuştur.

Hz. Ali (R. A.)'m'n hilâfeti zamanında müşarünileyh Hazretlerinin huzu­runda bir çok muhakemeleri vardır. Bu hükümler Buhârî'nin Sahihinde ve di­ğer hadîs ve fıkıh kitaplarında muharrerdir. Buhârî'nin «Hayi bahsi» nde ta'likan rivayet edip Dâremc'nin vaslettiği bir haberini nümûne olarak nakle­diyoruz :

«Bir kere Hz. Ali'ye bir kadın gelerek zevcinin kendisini boşadığından şi­kâyet ettiği sırada: bir ayda üç defa hayz gördüğünü söylüyor. Bunun üzerine Hz. Ali, Kadı Şüreyhe :

  Haydi şunların arasında hükmet bakayım! diyor. Kadı Şüreyh:

  Yâ Emîrel' mü'minîn! Siz burada    bulunurken ben nasıl hükmedebili­rim? demesi üzerine Halîfe hazretleri tekrar:

— Hükmet! diye emretmiş ve Kadı Şüreyh:

— Bu kadının havass-ı ailesinden dînine i'timâd edilir bir kadın gelir de: Evet, bu kadın bir ayda üç defa kirlenir ve her defasında temizlenip namazını kılar, diye şehâdet ederse müddeî kadının iddiası kabul ve tasdik olunur; de­miş. Ali. (R.A.) :

— Kalûn; diye tasdîketmiştir ki, bu kelime Rum lisanında tahsîn ve tak­dire mevzu'dur.»

[Hulâsa: 140 ve Umdetül'karî: C. II, Shf. 137] Kâmil Mîras: Tecrid-i Sa­rih. C. VI. Shf. 574.

[424] Sûre-i îsfa; âyet: 44.

[425] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/251-257.

[426] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/257.

[427] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/257-258.

[428] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/258.

[429] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/258-259.

[430] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/259-260.

[431] Sûre-i Ntsft; âyet: 9.

[432] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/260-261.

[433] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/261.

[434] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/261.

[435] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/261-262.

[436] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/262-263.

[437] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/263.

[438] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/263.

[439] İsmi   Amnı'bnu  Mürre'dir.   Ashâb'ten olup Ciiheyne'ye mensubtur. Kendisinden amcası oğlu Ebu Şemmah ve başkaları hadîs rivayet etmişlerdir.

[440] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/263.

[441] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/263-264.

[442] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/264.

[443] Sûre-i Bakara; âyet: 188.

[444] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/264-266.

[445] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/266.

[446] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/266-267.

[447] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/268.

[448] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/268.

[449] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/268-269.

[450] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/269.

[451] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/269-271.

[452] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/272.

[453] Sûre-i Enfal; âyet: 27.

[454] Sûre-i Talak; âyet: 2.

[455] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/272-273.

[456] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/273-274.

[457] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/274.

[458] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/274.

[459] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/274-276.

[460] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/276.

[461] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/276-277.

[462] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/277.

[463] Badâ'-ı müstefîz : Şüyu' bulmuş süt kardeşliktir.

[464] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/277-278.

[465] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/278.

[466] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/278-279.

[467] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/279.

[468] «Bâb-u Kaza bi'1-yemîn-i ve-ş  Şâhîd» babı.  Mısır tab'ı     (1371/1952) Cilt. II, Shf. 277.

[469] Sûre-i Talak; âyet: 2.

[470] Sûre-i Bakara;  âyet:  182.

[471] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/279-280.

[472] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/280.

[473] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/280-281.

[474] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/281.

[475] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/281.

[476] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/281-282.

[477] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/282.

[478] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/282-283.

[479] Ebu Muhammed Eş'as b. Kays b. Ma'dîkerib-i Kindî'dir. Hicretin onuncu yılında Kinde kabilesinden (60) atlı bir hey'ete reîs olarak Peygamber (S.A.V.)'e gelmiş; ve müslüman olmuştur. Sonra Yemen'e dönmüş; ve Resû­lüllah (S.A.V.)'in irtihalinden sonra irtidad etmişse de Hz. Ebıı Bekir'in gön­derdiği seriyye tarafından esir edilmiş; ve ricası üzerine affedilerek tekrar müslüman olmuştur. Bilâhare Yermük, Kadîsiye, Irak gazalarına ve sâireye iştirak ederek büyük gayretler göstermiştir. Câhiliyyet devrinde kavminin reisi olduğu gibi îslâmiyette dahî büyük bir mevkii vardı. Hz. Osman (R. A.) samanında Azerbaycan valiliğine ta'yîn edilmişti. Hz. Ebu Bekir'in kız karde­şi ve Hz. Hasan b. Ali'nin kızı ile evlenmiştir. Hicretin «42» yılında Kûfe'de vefat etmiş; cenazesini Hz. Hasan kıldırmıgtır.Kendisinden 9 hadîs rivayet etmiştir.

[480] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/283.

[481] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/283.

[482] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/283-284.

[483] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/284-285.

[484] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/285.

[485] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/285-286.

[486] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/286.

[487] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/286-287.

[488] Zilyed  : Malı elinde bulunduran demektir.

[489] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/287.

[490] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/288.

[491] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/288.

[492] Nükül: Yemin etmekten mektir.

[493] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/288.

[494] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/288-289.

[495] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/289-291.

[496] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/291.

[497] Süre-i Enam, ayet:122.

[498] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/291-292.

[499] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/292-293.

[500] Küffâr memleketi.

[501] Zülkülâ-ı Hıniyerî'nin künyesi.

[502] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/293-294.

[503] (1448ve 1449) Numaralı hadîs metinleri 1447 Nolu .hadîste bir­leştirilmiştir.

[504] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/294.

[505] Rakabe: boyun demektir. Şerîatte bu sözle mecâz-ı mürsel kabilin­den köle ve câriye kasdedilir.

[506] Sûre-i Ali imran; âyet 92.

[507] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/294-295.

[508] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/295-296.

[509] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/296-298.

[510] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/298.

[511] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/298-299.

[512] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/299.

[513] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/299-300.

[514] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/300.

[515] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/300-301.

[516] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/301.

[517] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/301.

[518] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/301-302.

[519] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/302.

[520] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/302.

[521] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/302-303.

[522] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/303.

[523] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/303.

[524] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/304.

[525] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/304-305.

[526] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/305.

[527] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/305-306.

[528] Sûre-i Nûr; âyet: 31.

[529] Abdürrezzak  İbnü Heramam (Ebubekirİssan'ânî): Eski fukahadandır. Evzâî, İmam Dâlik gibi mefahirden rivayet etmiş, kendisinden de SÜfyan İbni Uyeyne, Ahmed İbni Hanbel, Yahya tbni MaSn gibi zâtlar rivayette bulun­muşlardır. Zamanında dinî mesâil hususunda ammenin mürâcaatgâhı bulunu­yordu.Sikatınmuvafakat  edemiyecekleri bazı rivayetleri  vardır.«126» târi­hinde San'a'da doğmuş «211» târihinde Yemen'de vefat etmiştir.

(Ömer Nasuh! Bilmen «Hukuk-u Islâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye» Kamusu. C. I. Shf. 34G).

[530] Mücâhid   tbni   Cebr   (Ebürihaccacil'mekkî):  Tâbiîn'in  büyüklerinden-dir. Tefsir, hadîs, fıkıh'da imam idi. İbni Abbas, Ebu Hüreyre, Câbir ve Abdul­lah İbnü Ömer gibi Sahâbe-i Kirâm'dan ve sâireden hadîs ve ilm ahz etmiş­tir. Kendisinden de Tavus, tkrime, Katade, İbni Kesir, Ebu Amr, İbni Alâ gibî zâtlar tefsir ve hadîs ahz ve rivayet etmişlerdir.    

İmam Şafiî ile tmam Muhârî'nin Mücâhid hakkında büyük itimatları var­dı. «Sahih-i Buhâri» de Mücâhid'den birçok tefsirler, hadîsler rivayet olunmuş­tur. «Tehzibül'esma» da deniliyor ki : «Mücâhid, fıkıhda, tefsirde, hadîsde-İmamdır. Mücâhid «21» târihinde doğmuş «103» senesi secde hâlinde vefat et­miştir. Kendisine «İbni Cübeyr» de denir.

(Ömer Nasuhî Bilmen «Hukuk-u Islâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye» Kamusu. C. I. Shf. 450)

[531] Burhâneddîn-i flferginanî : Aliyyibni Ebi Bekr : Me§hur Hanefi fukahasmdandir. Zâhid, müdekkik, edib, şâir, hılâfiyyat'a vakıf bir zât idi.

Fergane'nin Mergınan beldesindendir.Müfüssekaleyn Necmüddîn Ebu tıafz Ömeriin-nessefî'den, sadr-ı şehîd Hüsâmcddîn'deıı ve Şemsiuldîn-i Sereh-sî'nin tilmizi Ebu Ömer ilbeykendî'den fıkıh ahz etmiştir. Ashâb-ı tercihten veya müctehîd fî'1-mezheb sayılmaktadır:

Bu zât, Bubaralılar ile Cengiz arasında sulh akdine memur olmuş idi. Bu­hara ahalisinden bazıları muahede hilâfına hareket etmekle Cengiz, şehri yak­mış, ahalisini öldürmüş, o sırada bu muhterem âlim de şehîd edilmiştir. «El-Hidâyeü diye meşhur bir eseri vardır ki: «Bidâyetü'l-mUbtedî» adı ile yazmış olduğu muhtasar bir fıkıh kitabıpın şerhidir. «Hidâye»'de en ziyâde İmam Mu-hammed'in «Cümiü's - Sagir» adındaki .kitabı ile Muhtasar-i Kuddurî'ain me­selelerini şerh ve :isah eder. «Hidâye» üzerine de bir çok şerhler yazılmıştır.

Bu zâtın «Kifayetin - müntehi», «Kitâbeü't - teenîs», «NeşrÜ'l - Mezheb», «Mubtarat-ı mecmuinnevazil», «El-mezîd», «Menâsİk-i hac», «KitâbÜ'l - fer&iz» gibi şâir kıymetli eserleri de vardır. Vefatı «593» târihine müsadiftir. (Ömer Nasuhî Bilmen «Hukuk-u tslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye» Kamusu. C. I. Shf. 855).

[532] Sûre-i Nûr;  âyet: 31.

[533] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/306-309.

[534] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/309.

[535] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/309-310.

[536] Kûfeii sayılır. Kendisinden tbni Seleme'nin kardeşi Ebu Vâil ve baş­kaları hadîs rivayet etmişlerdir.

[537] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/310.

[538] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/310.

[539] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/310-311.

[540] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/311.

[541] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/311.

[542] Sûre-i Nûr; âyet: 33.

[543] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/311-312.

[544] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/312.

[545] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/312.

[546] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/313.

[547] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/313-319.

[548] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/319.

[549] Bundan dolayıdır ki, Kanunî Sultan Süleyman :

«Halk içinde mu'teber bir nesne yok devlet gibi. Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.» demiştir.

[550] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/319-320.

[551] Nevvâs b. Sem'ân-ı Kilâbî (E.A.) : Resûlüllah (S.A.V.)'e gelerek kı-zınııona veren zâttır. Peygamber (S.A.V.)'den Allah'a sığınan kadın budur. Hz. Nevvâs Şam'a yerleşmişti. Onun için Şamlılar'dan sayılır. Müslim'in «Sa-hîh»inde onun Ensar'a nisbet edildiği görülür. Fakat Kaadî tyaz ve başkaları: «Meşhur olan kavle göre Kilâbî'dlr» demişlerdir. Ensâr'm müttefik ve dostu olması muhtemeldir.

septir. Seyyîd Şerif «et-Ta'rifât» nâm eserinde şöyle demiştir: «gü­zel ahlâkın sabit bir şekil olduğu, makbul fiillerin, suhulet ve ko­laylıkla, fikir yormaya hacet kalkmaksızın ondan sâdır olduğu söy­lenir.»

[552] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/320.

[553] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/320-321.

[554] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/321.

[555] Mukatil îbn-i Süleyman: Ebü'l-Hasen Mukatil İbn-i Süleyman el-Hora-sânl el-Belhî: Meşhur bir müfessirdir. «150» de vefat etmiştir. R. Aleyhi, Mu-hatil kudretli bir âlimdir. Nâfi', Ebu tshâk, Zührî, Dahhâk, Mücahid, İbn-i Şî­rîn, Zcyd b. Eslcm, Atâ, îbn-i Ebî - Müleyke, Atiyye b. Sa'd gibi zevattan ilim aksetmiştir. Kendisinden de Buğye b. Velîd, Sa'd tbnü's-Salt, Abdü's - Samed, tbnü'1-Iyd gibi zâtlar tahsilde bulunmuşlardır.

Mukatil, tefsir, hadîs ilimlerinde büyük bir iktidar sahibi idi. Kendisini tezkiye edenler bulunduğu gibi cerh edenlerde vardır. Şu'be'nin, Mukatil'in ne­vale -ç:n'idir.» demiştir.

Halîli de demiştir ki : «Mukatil'in mevkii ehl-i tefsîr nezdindc büyüktür.» Mukatil tefsirini tbn-İ Abbas Hazretlerinden ahzetmiştir. Bu tefsiri Dahhâk'in hayatında tedvin eylemiş olduğu mervîdir. Bağavî, Mukatil'in tefsirini Abdul­lah b. Sabit tarîki ile tahrîc etmektedir.

Mukatil tefsîri'nin bir nüshası, Birinci Sultan Harnîd kütüphanesinde (S8) numarada ve Kütüphâne-i Umümî'de  (561), (381) numaralarda mevcuttur.

(Ömer Nasuhi Bilmen «Büyük Tefsîr Tarihi - I - Tabakatu'l - MÜfessîrin» Cüz. 2. Shf. 124).

[556] Sûre-İ Mücâdele; âyet: 8.

[557] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/321-322.

[558] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/323.

[559] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/323-324.

[560] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/324.

[561] Ekmekle kaşık ve çatal gibi şeyleri silerek, masa altına atua nan­körlerin, kulakları çınlasın.

[562] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/324-325.

[563] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/325.

[564] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/325-327.

[565] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/327.

[566] Süre-i Nur, ayet:61.

[567] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/327-328.

[568] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/328-329.

[569] Aîkâme İbni Kay s: Tabiîn'in büyüklerinden ve Abdullah İbnü Mes'-ud'un ashâbmdandır. Hadis ve fıkıh ilimlerinde mütebahhir idi. Ömer İbnil Hattâb'dan, Osman İbni Alfan ile imam Ali'den ve şâir ashâb-ı güzın'den ha­dîs istima' etmiş, kendisinden de Nehâî, Şa'bî, İbni Sîrin gibi zevat rivayette bulunmuşlardır. Esved İbni Yezid ile Abdurrahman İbnü Yezid'in amcasu idi. Esved ile Abdurrahman ise İbrahim Nehâî'nin dayılarıdır. Hepsi de fut; :dan meşhur simalardır.

İbrahim Nehaî demiştir ki: Aîkâme, İbni Mes'ud hazretlerine benzerdi. Aikame'nin celâleti kadri hakkında ittifak vardır. Vefatı «62» târihine mü­sadiftir.

(Ömer Nasubi Bilmen «Hnkuk-u Islâmiyye ve Istılahat-l Fıkhtyye» Kâmnsn. C. I. Shf. 347).

[570] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/329-330.

[571] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/330.

[572] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/330.

[573] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/330-331.

[574] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/331.

[575] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/331-332.

[576] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/332.

[577] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/333.

[578] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/333.

[579] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/333-334.

[580] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/334-336.

[581] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/336.

[582] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/336.

[583] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/337.

[584] Sûre-i Araf;  âyet: 30.

[585] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/337.

[586] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/338.

[587] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/338.

[588] Sûre-i Yûnus; âyet: 49.

[589] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/338-340.

[590] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/340.

[591] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/340-341.

[592] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/341-342

[593] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/342-344.

[594] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/344.

[595] Sûre-i Lokman; âyet: 15.

[596] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/345-347.

[597] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/347.

[598] EMi'l-Hasen Ali İbnü'l - Halef (İbnü Battal, Mağribî, Mâliki): Mâliki mezhebinin büyük fukanasından hâfızü'l-hadîs'dir. Bir vakitler nûr-u îslâim Avrupa'ya ders veren Endülüs müslümanlarınm yetiştirdiği sayısız âlimlerden biridir. Bağdat'Iı İsmail Paşa «Esmâü'l - müellifîin»'de nesebini şöyle tesbît etmiştir: Ali b. Halef b. Abdiilmelik b. Battal. Hur-tuba'da yaşamıştır Kurtuba'daki ihtilâl sırasında orayı terk ederek Balensiya'ya gitmiş ve orada Buhârî'nin «Sahih» ine şerh yazmıştır. Ayrıca «İl i'tisâra fil hadis» adında diğer bir eseri de «Esmâü'î - müellifîn»'de göste­rilmektedir.

«449»  («Kâmus-u'l - a'Iâm»'a göre «444»)   da irtihâl eylemiştir.

«Keşfüzzünûn» Shf. 546 C. I., «Kâmus-u'l - a'lâm» Shf. 607'C. I., «Esmâ'ül-müellifîn» Shf. 688 C. I.

[599] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/347-349.

[600] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/349-350.

[601] Sürc-i Bakara;   âyet: 22.

[602] Sûre-i tsrâ; âyet: 31.

[603] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/350.

[604] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/350-351.

[605] Sedd-i Zerâyi' : Kötülük yollarını tıkamak; demektir.

[606] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/351.

[607] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/351.

[608] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/351-352.

[609] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/352.

[610] Bu hadîslerin her biri, Islâmiyete dudak büken şaşkınların ağızlarına tevcih edilmiş birer sille-i ma'kûs mahiyetindedir, insafla söylesinler! Bu de­rece semahat îslâmiyetten başka hangi dinde mevcuttur.

[611] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/352-353.

[612] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/353-354.

[613] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/354.

[614] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/354.

[615] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/354.

[616] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/354-356.

[617] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/356.

[618] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/356.

[619] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/356-357.

[620] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/357-358.

[621] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/358-359.

[622] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/359-360.

[623] Süre-i Zariyat; âyet: 56.

[624] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/360-363.

[625] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/363.

[626] Sûre-i Hac; âyet: 11.

[627] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/363-364.

[628] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/364.

[629] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/364-365.

[630] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/365.

[631] HEattâ son zamanlarda Mısır'ın alafranga bilginlerinden biri bu ha­dîsi zaîf göstermek için şahitleri olduğunu gizlemig. Buna muttali' olan Ehl-i Sünnet ve'1-cemâat âlimlerinden büyük bir zât, ona verdiği cevapta «Şayet bu söz hadîs olmasaydı ben niçin hadîs olmadığına yanardım.» demiştir.

[632] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/365-366.

[633] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/366.

[634] Sûre-i Yusuf; âyet: 18.

[635] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/366-370.

[636] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/370.

[637] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/370-371.

[638] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/371.

[639] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/371.

[640] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/371-372.

[641] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/372.

[642] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/372.

[643] Dindar görünerek istirmachhk yapan bir takım din düşmanları bu gibi hadîs ve âyetleri soruşturarak bulabildiklerini dine karşı silâh yerine kul­lanmaya yelteniyorlar. Diyorlarki: «Müslümanlık ma'kul bir dindir. O dâima nıa'kul olan şeyleri emreder. İlerlemeye mâni' değildir. Bilâkis (hiç ölmeyecek-mişsin gibi dünyan için çalış) diyerek bize dünyayı sevmeyi, dünyada insan gibi yaşamayı tavsiye eder. Binâenaleyh, İslâmiyet nâmına dünyayı kötüle-yen veya umursamayan yâhud akla mıntığa sığmayan neler söylenirse hep­si yalan ve yobaz uydurmasıdır. Biz bu -yobazların ağzına baka baka böyle geri kaldık. Âlem aya füze gönderiyor; biz hâlâ bîr iğne i'mâl edemiyoruz.»

Bunların içinde o kadar ileri gidenleri var ki: «Ma'kul görmediğim bir şey âyet ve hadîs de olsa ben onu kabul edemem arkadaş..» demekten bile en ufak bir utanç duymuyor... Hayvanat'tan çok daha aşağı mertebede bulunan bu acâib yaratıklar,  dünyanın mü'min için bir hapishane mesabesinde olduğunu

bildiren. hadis-i Nebevî'yi duyar duymaz muhakkak iğnelenmiş gibi birden yerlerinden sıçrayarak ve ulemâyı kendilerine siper ederek îslâmiyete kargı kudurmuşcasına hücuma geçeceklerdir. Bu onların tecrübe ile sabit olan bir âdetidir. Binâenaleyh İslâm inançlarına yöneltilen bu câniyâne hücumlar kar­şısında hakikati kısaca îzâh etmeyi zarurî görürüm; ve derimki  :

«Müslümanlık ma'kul bir dindir.» iddiası ustaca tertip edilmiş bir dema­gojidir; ve asıl oyun (ma'kul) kelimesiyle oynanmaktadır. Çünkü düşman bu kelimeyi: kendi aklına yatkın, kendi mantığına uygun; mânâsında kullanmak­ta ve ma'kul bulmadığı herşeyi baltalamaktadır. Müslümanlıkta böyle bir şart yoktur. Şayed müslümanlık bu mânâda ma'kul bir din olsaydı, getirdiği ah­kâmı kabul edip etmemek hususunda herkes kendi aklına müracaat eder; ma'kul gördüğünü alır; aklına yatmayani bırakırdı. Daha doğrusu bu mânâ­da makul olan bir dinin Allah taarfından gönderilmesine lüzum-kalmaz; onu her hangi bir mütefekkir de yapabilirdi. Din düşmanlarının ağzına bakılacak olursa onlar îslâmiyeti -hâşâ- Peygamber (S.A.V.)'in. uydurduğunu da iddia ederler ya...

Hakikatta din Allah tarafından gönderilmiştir. Hz. Muhammed (S.A.V.) ancak onu bize getirip bildirme ve açıklama vazifesîle mükellef olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'de Peygamberimiz'in bir tek sözü yoktur. Yalnız onun bazı fz&hâ muhtaç yerlerini kendi sözlerile bize açıklamış; fakat Kur'ân'Ia karıştı­rılır endişesiyle kendi sözlerinin yani hadîsleri yazılmasını men' etmiştir. Bununla beraber Kur'ân-ı Kerim'în bazı âyetleri bir hikmetten -dolayı bizlere yine de anlaşılması imkânsız bir şekilde kapalı bırakılmıştır. Ama, biz müs-lümanlarea mânâsı anlaşılmıyor diye bu âyetler -hâşâ- gayr-İ mantıkî sa­yılamaz. Biz bunlara müteşâbih âyetler diyoruz. Müteşâbih bu dünyada mâ­nâsı anlaşılamayan ve bu hususta bütün ümit kapıları kapalı olan sözdür. İs-lâmiyetde kendi mantıklarına göre ma'kuliyet arayanlar bunlara bittabî «yo­baz uydurması» diyeceklerdir, tşte buradan (ma'kul) ve (gayr-i ma'kul) ıstı­lahları bizde de doğmuştur. Ancak dikkat etmelidir ki, âyet ve hadislerin an­laşılıp anlaşılmaması hususunda kullanılan bu ta'birler, hâşâ din düşmanları­nın kullandığı mânâda değildir. Ma'kul : akılla anlaşılabilen, mânâsına «akıl eren şey» demektir, Gayr-ı ma'kul ise : akılla anlaşılamayan, aklın ermf.iiği şey; manasınadır. Bittabî şap'la şeker bir olmadığı gibi, bu mânâlara gelen ma'kul ve gayr-i ma'kul sözleri de düşmanların kasdettiklerî (akıl kabul eder; akıl kabul etmez) mânâlarıyle asla bir değildir. Meselâ Usul-i fıkıh ilminde (misl-i ma'kul) ve (misl-i gayr-i ma'kul) tâbirleri yer alır ki, bunlar hep yu­karıda bahsettiğimiz tslâmi mânâda kullanılmışlardır. Bu ilme göre, kalan bir namaza kaza etmek, onu misl-i ma'kul ile ödemektir; bir kimsenin ödünç ola­rak aldığı bir ölçek buğdayın yerine bir ölçek buğday vermesi de öyledir. Çünkü, namazın namaza; buğdayın buğdaya, misli - olduğuna bizim aklımız erer. Lâkin oruç tutmayan bir pîr-i fâninin onu fukaraya fidye vermek sure­tiyle ödemesi misl-i gayr-ı ma'kul ile olur; zîrâ fidye orucun nasıl misli oldu­ğuna bizim aklımız ermez. Aklın din bâbmdaki payesini anlamak için biz, din düşmanlarının mantığına değü, Usul-ü fıkıh'ın «huşun - Kubuh» bahsine müra­caat ederiz. Şu kısa izahattan sonra artık : «İslâmiyet ma'kul bir dindir; ma'kul olmayan şeyler dinden değildir.» safsataların mahiyeti anlaşılmıştır. İlericilik dâvasına gelince :

islâmiyet ilerlemeye mâni' olmak şöyle dursun, onu emreder. Fakat bu da din düşmanlarının anladığı mânâda değil, dinin ve müslümanlarm şerefi­ni yükseltmekle mukayyettir. İnsanın yaratılmasındaki hikmet, yeyip içmek, hoş geçmek değil, faziletle rezalet; iyilikle kötülük ve imanla küfür arasında geçireceği müthiş bir imtihandır. Nitekim, Sûre-i Mülk'ün ikinci âyeti bu ha­kikati nâtıkdır: Hâl böyle olunca pekâlâ anlaşılır ki, dünya hedef değil, hedefe ulaşmak için bir vâsıtadır: Diğer ta'birle dünya bir geçittir. Hedef âhirettir. Bir yolcu, yanma yolda lâzım olan şeylerden başka bir şey almaya nasıl iltifat. etmez ve bütün esbâb-ı istirahatinin, menzil-i maksudda bulunacağım bi­lirse,., âhiret yolcusu olan insana düşen de onun gibi olmaktır. Dünyada imti­hanını verecek, elbette biraz ter dökecektir, işte dünyanın müslümana hapis­hane olmasının mânâsı budur. Kâfire gelince,- Allah'a imanı olmadığı için onun hiç bir emir ve hiç bir nehî tanıdığı yoktur. Yer. içer ve keyfîne bakar. Bu i'tibârla dünya ona cennet gibidir.

Şunu da unutmamalı kit değil sade islâmiyet dünyada hiç bir semavî din insanlara dünyayı ivdirmek İçin gelmemiştir. Çünkü insan;dünyayı zâten se­ver. Binâenaleyh, sevdiği bir şeyi. ona «sev» diye .emretmek, hasılı tahsil olur. Bilâkis her semavî din, dünyayı, âdeta taparcasına seven ve bu sebeple Allah'a karşı kulluk vazifelerinin unutan insanları ikaz etmek, onlara menzil-i mak-südları olan âhiretlerini ma'mur kılmanın yolunu göstermek için gelmiştir.

Müslümanların şâir dünya milletlerinden dünya hayâtı- i'tibâriyle geri kalmaları hususundaki kabahati dine yüklemeye . yeltenmek ise devayı dert gösteren bir nev'i hastalıktır. Dînimiz dünya ve âhiret hayatının her ikisini ele almış; müddetlerine göre her biw için ne kadar lazımsa, o kadar çalışılma­sını emretmiştir. Bu cihet hakkîle düşünüldüğü takdirde elbet âhiret için da­ha çok çalışmak gerekecektir. Eski müslümanlar işte bu ölçü ile çalişmış ve cihana bu ölçü ile hakim olmuşlardır.

[644] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/372-376.

[645] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/376.

[646] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/376.

[647] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/377.

[648] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/377-378.

[649] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/378.

[650] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/378-381.

[651] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/381.

[652] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/381-382.

[653] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/382.

[654] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/382-383.

[655] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/383.

[656] Sûre-i Muhammed; âyet: 38.

[657] Sûre-i ÂI-i tmrân; âyet: 180.

[658] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/383-384.

[659] Mahmut b. Lebid-i Ensarî (R. A.), Resûlüllah (S.A.V.) zamanında doğmuştur. İmam Buhârî'ye göre sahâbidir. İmam Müslim onu tabiinden say-mı§; Ebu Hatim ise: «Resûlüllah ile sohbeti olup olmadığı bilinmiyor»; demiş­tir. İbni Abdilberr, Buhârî'nin sözünü doğru bulmaktadır. Mahmud (K. A.) ba­zı hadîsler rivayet etmiştir. Ulemâdan bir zâttır. «96» târihinde vefat etmiştir.

[660] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/385.

[661] Sûre-i Maun; âyet: 4-7.

[662] Süre-i Kehf, ayet:110.

[663] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/385-388.

[664] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/388-389.

[665] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/389.

[666] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/389-390.

[667] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/390-391.

[668] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/391-392.

[669] Sûre-i Hücürât; âyet: 12.

[670] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/392-393.

[671] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/393.

[672] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/393-395.

[673] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/395.

[674] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/395.

[675] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/395.

[676] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/396.

[677] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/396.

[678] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/396-397.

[679] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/397.

[680] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/397.

[681] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/397.

[682] Sûre-i Fussilet; âyet: 46.

[683] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/397-398.

[684] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/398-399.

[685] Sûre-i Hücürât; âyet: 12.

[686] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/399-401.

[687] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/401.

[688] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/401-403.

[689] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/403.

[690] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/403-404.

[691] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/404.

[692] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/404-405.

[693] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/405-406.

[694] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/406-407.

[695] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/407.

[696] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/407.

[697] Ebu Sırme (R. A.) : künyesi ile meşhur bir sahâbi'i celîldir. İsmi çok ihtilaflıdır. Benî Mâzen b. Neccâr kabilesinden olup Bedir ve sonraki gazalara iştirak etmiştir.

[698] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/407-408.

[699] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/408.

[700] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/408.

[701] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/408-409.

[702] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/409.

[703] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/409.

[704] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/409.

[705] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/409-410.

[706] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/410.

[707] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/410.

[708] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/410-411.

[709] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/411.

[710] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/411.

[711] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/411-412.

[712] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/412.

[713] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/412.

[714] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/412.

[715] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/413.

[716] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/414.

[717] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/414.

[718] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/414.

[719] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/414.

[720] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/414-415.

[721] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/415.

[722] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/415.

[723] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/415.

[724] Dedesinin adı Muâviye'dir.

[725] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/416.

[726] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/416-418.

[727] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/418.

[728] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/418-419.

[729] Husumet; cenk ve kavga etmektir.Ancak İslam hukunda dava etmek manasında kullanılır.

[730] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/419.

[731] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/419-420.

[732] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/420.

[733] Misdftk: doğruluğuna şehâdet eden ma'nâsmadir.

[734] Süre-i Mutaffifin; ayet: 22.

[735] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/420-421.

[736] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/421-422.

[737] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/422.

[738] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/422.

[739] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/422-423.

[740] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/423.

[741] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/423.

[742] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/424.

[743] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/424.

[744] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/424.

[745] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/424-425.

[746] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/425.

[747] Maalesef sıkılganlık bu gün bütün dünyaca kabul edilmiş bir nakî~ sadir. Çocuklarda bir dâd-i Hak olan haya perdesini yırtmak onları hayâsız yetiştirmek için her vasıtaya baş vurulmakta, bilhassa pedagoji ve psigoloji bilgilerinden istimdat edilmektedir. Bu hummalı sa'yü gayretin semeresi, in­sanlık için husran-ı mübinden başka birşey değildir. Fakat zavallı benî Âdem, hâlâ derdi deva görmekde ısrar ediyor.

Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/425-426.

[748] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/426.

[749] Kurban edilmek üzere Mekke'ye gönderilen hayvan.

[750] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/426-427.

[751] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/427-428.

[752] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/428.

[753] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/428.

[754] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/428-429.

[755] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/429.

[756] Sûre-İ Sebe'; âyet: 39.

[757] Sûre-İ Şura; âyet: 40.

[758] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/429-430.

[759] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/430.

[760] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/430-432.

[761] Temimi Dârî (R. A.): Ebu Rukiyye Temim b. Evs. b. Haricidir. Ced­dinin ismi Dâr'dır, kendisine Dârî denilmesi ceddine nisbetledir. Dir'li olması­na bakarak Diri de denilir. Müslüman olmazdan evvel burada oturuyordu ve hjristiyan idî. Sahîheyn'de bu zâttan başka Dârî ve Dîrî yoktur. Temim (R.A.) dokuzuncu yılda müslüman olmuştur. Namazın bir rek'atmda Kur'âü-ı Kerîm'i hatmederdi. Bazan bir âyeti bütün gece sabaha kadar tekrarlardı. îlk zaman­lar Medine'de oturmuş; sonra oradan Şam'a hicret etmiştir. Hz. Temim'in Sa-hih-i Müslim'de yalnız buradaki hadîsi vardır .Buhârî'de hadîsi yoktur.

[762] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/432.

[763] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/432-433.

[764] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/433.

[765] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/433.

[766] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/434.

[767] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/434.

[768] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/434.

[769] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/434.

[770] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/434-435.

[771] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/435.

[772] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/435.

[773] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/435.

[774] Sûre-i Mümin; âyet: 60.

[775] Sûre-i Bakara; âyet: 186.

[776] Beyni mâ'nâsına gelir.

[777] Süre-i Bakara; ayet: 286.

[778] Süre-i Enbiya; ayet: 83.

[779] Süre-i Enbiya; ayet: 89.

[780] Süre-i A’raf; ayet: 23.

[781] Süre-i Yuausf; ayet: 101.

[782] Süre-i Enbiya; ayet: 87.

[783] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/436-438.

[784] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/438.

[785] Süre-i Zilzal; âyet: 7.

[786] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/438-439.

[787] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/439.

[788] Sûre-i Enfâl;  âyet: 45.

[789] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/439-440.

[790] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/440.

[791] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/440-441.

[792] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/442.

[793] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/442-443.

[794] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/443-444.

[795] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/444.

[796] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/444.

[797] Tehlil : Lft ilahe illallah demektir.

[798] Sûre-i Casiye; âyet: 21.

[799] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/445-446.

[800] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/446.

[801] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/446-447.

[802] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/447.

[803] Hadîsçilcr bu kelimeyi tbni Merduye okurlar.

[804] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/447-448.

[805] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/448.

[806] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/448.

[807] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/448.

[808] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/448-449.

[809] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/449.

[810] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/449.

[811] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/450.

[812] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/450.

[813] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/450.

[814] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/450-451.

[815] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/451.

[816] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/451.

[817] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/451.

[818] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/451-452.

[819] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/452.

[820] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/452-453.

[821] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/453-454.

[822] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/454.

[823] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/454-455.

[824] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/455.

[825] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/455.

[826] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/455-456.

[827] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/456.

[828] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/456-458.

[829] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/458.

[830] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/458.

[831] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/459.

[832] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/459.

[833] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/459-460.

[834] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/460.

[835] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/460.

[836] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/460-461.

[837] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/461.

[838] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/461.

[839] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/461-462.

[840] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/462.

[841] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/462.

[842] Güzol   bir   tevafuk   nişanesi   olarak   ese:m   dîigisi   de   ayni   günde   bitmiştir. Neş.  Müd.

[843] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/462-464.