«Sarhoşun
Haddi Ve Sarhoş Edici Şeylerin Beyanı»
«Ta'zîr
Ve Saldırganın Hükmü Babı»
«Eti
Yenilen Ve Yenilmeyen Hayvanlar»
«Mudebber,
Mükâteb Ve Ümmü Veled Babı»
«Kötü
Huylardan Sakındırma Babı»
Hudûd kelimesi haddin
cem'idir.
Hadd: Lügatte menetmek
demektir. Başkalarını içeriye ten men' ettiği için araplar kapıcıya haddâd
derler. Tarlaları birbirinden ayıran sınırlarla, devletlerin arasındaki
sınırlara hudûd denilmesi bundandır. Kitaplarda görülen ta'rifler efradını
cami' ağyarını mâni' yani bir şeyin bütün mânâlarını toplayıp başka mânâların o
ta'rif e girmesine mâni' oldukları için onlara da hadd denilir.
Şeriatta , hudûd :
Allah'ın hakkı olmak üzere takdir edilmiş bulunan cezalardır. Bu tâ'rife göre
kısas hadd değildir. Çünkü kısas kul hakkıdır. Hattâ ta'zir denilen cezada
mikdar belli olmadığı için o bile1 hudûd-ı şer'iyyeden sayılamaz.
Hududun meşhur ta'rifi
budur. Diğer bir ta'rife göre Hudûd: Takdir edilmiş cezalardır. Bu ta'rif
mutlak olduğundan kısasa "da şâmildir. Birinci ta'rife göre bir hadd-i
şer'inin sebebi hâkim huzurunda sabit olduktan sonra artık mutlak surette sukut
kabul etmez; yani bir ara bulucunun şefaati ile affedilemez.
Zîrâ böyle bir şefaat,
vâcib olan bir şeyin terk edilmesini istemek-demektir.^Bundan dolayıdır ki,
hırsızlık etmiş bir kadın hakkında aracılık yapmak isteyen Üsâmetü'bnü Zeyd
(R.A.)'m şefaatini Peygamber (S.A.V.) kabul etmemiş kendisine :
— Allahın hududundan
bir hadd hakkında şefâatmı ediyorsun? buyurmuştur.
Maamâfîh iş mahkemeye
aksetmeden dâ'vacıdan aff istenebilir. Nitekim Hz. Zübeyr b. Avvâm'ın kavli
budur.
Yukarıdaki ikinci
ta'rife göre hudûd-1 şer'iyye: affı kabul eden hadler ve affı kabul'etmeyen
hadler nâmı ile iki kısma ayrılırlar. Kısas affı kabul eden hadlerden, zina ve
emsali de affı kabul etmeyenlerdendir.
Hudûd-i şeriyye: naklî
ve aklî delillerle sabittir. Naklî
deliller kitab ve sünnettir. Kitabdan delili :
«Zina eden kadın ve
erkekden her birine yüz değnek vurun...»[1]
«Hırsız erkek İle
hırsız kadının ellerini kesiverln...»[2]
kadınlara Isnadda bulunup da sonra dört şahit getiremeyenlere seksen değnek
vurun...»[3] ve
emsali âyetlerdir.
Sünnetden delili :
Babımızın hadîsleridir.
Akli delili : însanın
tabiatı ve nefsânî şehveti maksuduna içki, zina, katil ve şâir yollar ile
ulaşmaya meyyaldir.
îşte Allah Teâlâ,
fitne ve fesad kapısını kapamak ve yasak ettiği şeyleri irtikâba mâni' olmak
için hudûd-ı şer'iyyeyi meşru' kılmıştır. Çünkü memnu olan şeyleri irtikâba bir
mani' bulunmazsa cihan harabolur gider.
Hudûd-ı şer'iyye :
Hadd-i zina, hadd-i kazif, hadd-i serika ve hadd-i şürb gibi şeylerdir. Bunlar
kitabımızda sırası ile görüleceklerdir.
Hudûd-i şer'iyye zikri
geçen kötü fiilleri yapmayı men'eden mânT-lerdir. Onların hikmet-i meşruiyeti
zaten budur.
Her biri başlı başına
bir ceza demek olan hadlerin muhassenâtı ise saymakla bitmeyecek kadar çoktur.
Meselâ : Zina bir neslin tamamen târ-u mâr olmasına sebeb teşkil edebilir. Şâir
menhiyyâtın ise bazısı aklı giderir; bazısı ırzı ve malı ifna eder. Bunların
çirkinliği aklen de ma'lûmdur. Bundan dolayıdır ki, hırsızlık, ırz düşmanlığı
zina ve sarhoşluk hiç bir dinde mubah olmamış, yalnız bazı dinlerde serhoş olmayacak
kadar içmeye müsaade edilmiştir.
îşte zikri geçen
menhiyyâtın husule getirdiği fesad ve yıkıcılık böyle umumî olduğu içindir İd,
onları men'eden hudûd-i şer'iyye sırf Allah'a mahsus haklardan addedilmiştir.
Çünkü AHah'a mahsus olan haklar dâima âmmenin menfâatini ifâde ederler.[4]
1031/1231- «Ebu
Hüreyre ile Zeyd b. Hâlİd-i Cühenl radıyallahü anhümâ'ûan rivayet olunduğuna
göre çel araplarından bir adam, Resû-lüllah sallaTlafyü aleyhi ve sellem'e
gelerek :
— Yâ Resûlallahl Allah
aşkına senden hakkımda ancak Allanın ki- tabile hüküm vermeni dilerim; dedi.
Ondan daha anlayışlı olan diğeri:
— Evet, aramızda
Allah'ın Kitabî He hükmet ve bana müsaade buyur; dedi. Resûlüllah sallallahü
aleyhi ve sellem:
— Söyle! dedi. Adam:
— Gerçekten benim
oğlum bu adamda çırak İdi. Ve onun karısı İle aina etti. Ben oğfumun
recmedHeceğİni haber ajdım da, onun nâmına yyz koyunla Mr câriye
fidye verdini. Müteakiben bilenlere sordum, 6ğ-Uıma yüi değnek 1le bir sene
sürgün lazım geldiğini, bunun karısına da recim Icabettlğİn? bana haber verdiler;
dedi. Bunun üzerine Resâlülfah salldüahü aleyhi ve seüem:
— Nefsim kabza-t
kudretinde olan Allaha yemîn ederim ki, aranızda behemehal AUahın kitabı ile
hükmedeceğim; câriye ile koyunlar sana iade olunacak; oğluna da yüz değnek ve
bir sene sürgünlük gerek. Ey Enesçik haydi şu adamın karısına git. Eğer
i'tirâf ederse onu recmediver; buyurdular.»[5]
Hadis müttefekun
aleyh'dir. Bu lâfız Müslim'indir.
Peygamber (S.A.V.)'in
zina eden erkeğin muhsan olmadığını büdigi anlaşılıyor. Zaten o çırak yaptığı zinayı
i'tirâf etmişti.
Muhsan: Evli veya dul
olan erkektir. Evli kadına mahsane derler.BÖylelerin hükmü recim olunmak, yani
taşlayarak öldürülmektir. Bekârlara gayr-İ muhsan denilir. Onlara yüz değnek
vurulur.
Hadîsde geçen «Uneys»
ta'biri Enet isminin tasgiri yani küçültülmüşüdür. Saha be den olan bu zâtın
ismi Üneys b. Dahhâk olup bu hadîsden başka hiç bir yerde geçmemiştir. Onu Enes
b. Mâlik zannedenler hatâ etmişlerdir.
Bu hadîs : gayr-i
muhsan zânîye yüz değnek dayak cezası ile bir sene sürgünlük verileceğine
delildir. Dayak cezası KuKan-ı Kerîm'de zikredilmişse de sürgün edilmesi
hakkında bir hüküm yoktur.
Binâenaleyh mezkûr
hüküm kitâb-i ilâhî üzerine sünnetle ziyâde edilmiş oluyor. Mes'ele üsûl-ü
fıkıh ilminde münâkaşa edilmiştir.
Hadîs-i gerîf, muhsan
olan ssâninin recmedileceğine ve bu iş için şâir ahkâmda olduğu gibi zinada,
dahî bir defa i'tirâf kâfî geleceğine de delâlet ediyor. Nitekim tmçım Mâlik
(93—179), İmam Şafiî (150 —204) ve Dâvud-u Zahirî (202—270)'nin mezhebi de budur.
HanefHer'le
HanbeMler'e ve diğer bir takım ulemâ'ya göre zinayı i'tirâf,etmiş olmak için
dört defa ikrar şarttır. Delilleri: İleride gelecek Maîi hadîsidir.
Hadîşimizdeki «Eğer
i'tirâf ederse onu recmedîver» ifâde: si ile bazıları hudûd meselesinde hâkimin
hüküm vermesi için dâvâlının bir kimseye yaptığı i'tjrâf ve ikrarının kâfi
geldiğine istidlal etmişlerdir, tmam Şd/ti'nin bir kavli bu olduğu gibi
ulema'dan Ebu Sevr (—240)'in kavli dahî bu olduğunu Kaadî İyaz (476—544) nakletmistir.
Cumhur-u ulema'ya göre
ise bu sahih değildir. Çünkü Üneys kıssasında özür ihtimalleri vardır. Resûl-ü
Ekrem (S.A.V.)'in Hi. Üneys'e ;
— Onu recmediver;
buyurması ya hakikat-ı hâli bildiğinden yahûd meseleyi ona havale
ettiğindendir. Mânâ şudur: Eğer kadın zinayı, «Hükmettim» diyerek tesbit
salâhiyetini hâiz bir kimse huzurunda ikrar ve i'tirâf ederse recmediver.
Fakat bazıları bu
tevcihi tekellüf sayarak lüzumsuz addediyorlar. Diyorlar ki: «Peygamber
(S.A.V.), Hz. Ün ey s i o kadına had isbât etsin diye göndermemiştir. Çünkü
bir kötülüğü yapanın onu ifşa etmemesini, işitenlerin de tecessüsde
bulunmayarak ört bas etmelerini bizzat Resûlüllah (S.A.V.) emir buyurmuşlardır.
Burada dahî kadına zina is-nâd edildiğini görünce Hz. Üneys'i göndermesi ya
kadın zinayı inkâr etsin de hadd-i kazif istesin, yâhud zinayı i'tirâf eylesin
de zânî'den hadd-i kazif sakıt olsun diyedir. Kadın zinayı i'tirâf etmiş; bu
suretle recme müstehak olmuştur».Ebu Dûvud (202—275) ile Nesaî (215—3Û3)'mn Hz.
Ibnİ Abbas (R. A.)'öan tahrîc ettikleri şu hadîs bu görüşü te'yid eder :
«Bir adam bir kadınla
zina etmîş de. Peygamber (S.A.V.) kendisine yüz değnek hadd vurmuş. Sonra
kadına sormuş: Kadın :
— O yalan söyledi;
demîş. Bunun üzerine Resûlültah (S.A.V.) o-adama seksen değnek İfHrâ haddi
vurmuştu.» Ebu Dâvud hu hadîs hakkında bir şey söylememiştir. Onu Hâkim
(321—405) sahîhlemiş. Nesaî ise münker saymıştır.»[6]
1032/1232- «UbâdeHi'bnü's
- Sftmit radıyallahü anh'den rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah
sallaTlahü aleyhi ve seîlem:
— Benden öğrenin,
benden öğrenin! gerçekden AHah kadınlara bir çıkar yol hâlkettî. Bekârla bekâr yüz
dayak ve bîr sene sürgünlük; evli ile evliye dayak ve recim var; buyurdular.»[7]
Bu hadîsi Müslim rivayet
etmiştir.
Hadis-i şerif'de :
«O kadınları tâ ecel
kendilerim buluncaya kadar, yâhud AHah kendilerine bir çıkar yol hâlkedİnceye
kadar evler (İniz) de tutun.»[8]
âyet-i "kerîmesine işaret vardır. «Çıkar yol» dan murâd : Hadîsde beyân
edilen haddlerdir. Bu hadîsde iki mesele vardır:
1— Zina eden
bekârın hükmü kendisine yüz sopa dayak cezası ile bir sene sürgünlük
verilmektir. Fukâhâ'ya göre bekârdan murâd: hür ve âkil baliğ olup henüz
sahîh/bir nikâh ile cima' etmemiş bulunan "kimsedir. Hadîsde «Bekârın bekârla»
denilmesi ekser-i ahvâle göredir; yoksa mefhum-u muhalifi kasdedilmemiştir.
Zîrâ bekâr kimse evli bir kadınla da zina etse kendisine dayak cezası verilir.
Nitekim yukarıda geçen Üneys hadîsindeki erkek bekâr, kadın evlidir. «Bir sene
sürgünlük» ta'biri bekâr olan zânî cezasının dayak vurmakla beraber "bir
sene sürgüne göndermekle tamam olacağına delâlet etmektedir. Evzâi, Hasan bin
Salih, İmam Malik, Şafiî,.Ahmet b. Hanbel ve diğer bazı ulemâ'nın kavilleri
budur. Hattâ bu bâbta icmâ' iddia edenler olmuştur.
HanefÜer'le ulemâ'dan
"bir cemâate göre sürgün etmek vâcib değildir.Çünkü âyetde sürgün etmek
zikroîunmamıştır. Şu halde sürgün etmek nass üzerine ziyâde olur. Bu ziyâdeyi
isbat eden hadîs ise ha-T)er-i vâhiddir: binâenaleyh onunla amel edilemez.
Hanefîler'in bu
istidlaline bazı muhalifleri şöyle cevap vermişlerdir:
a— Bu hadîs
meşhurdur, zîrâ bir çok tarîklerden rivayet edilmiş-tir.Ashâb-ı klrâm'dan bir
çokları onunla amel ettiği gibi Hanefîler onun derecesinde, hattâ ondan daha
aşağı mertebedeki hadîslerle istidlal' etmişlerdir. Meselâ kahkaha ile gülmenin abdesti bozduğunu ifâde
eden hadîs ve. hurma şırası ile abdest caiz olacağını gösteren hadîsler
böyledir.Hanefîler bunlarla kitâbuHah üzerine ziyâde etmişlerdir.Buradaki hadîs
de onlar derecesindedir.
b— îbnil -
Münzir şu mütâlâada bulunuyor: «Peygamber (S.A.V.) <prsk kıssasında Allah'ın
kitabı ile hüküm vereceğine yemin etmiş; sonra o çırağa yüz değnek dayak
cezasîle bir sene de sürgün edilmesi îcabettiğini söylemiştir».
c— Hanefîler'dcn
Tahâvî kendi cevaplarını zaîf bulmuş olacak ki, sürgün hadîsi'nin mensuh
olduğunu ileri sürerek cevap vermiştir.
Yukarıdaki cevaplara
cevaben deriz ki: mevzu-u bahsimiz hadîsi Hanefîyye fıkıhları yalnız MüsMm'de&
değil Ebû Dâvud ve Tirmiziden dahî rivayet ederler. Ancak bu hadîs meşhur değil
haber-i vâhid olup mensuhtur. Bunu bütün Hanefi ulemâsı böyle bilirler.
Hanefîler zina
âyetinin sarahati karşısında hadîsdeki sürgün etme meselesi ile saha be-i
kirâm'dan Ebu Bekir, Ömer ve Osman (R. Anhüm) hazerâtından rivayet olunan
sürgün vak'âlarının bir maslahata mebnî ta'zir için yapıldığına, bunun hükümdar
tarafından lüzum görüldüğü takdirde her zaman caiz olacağına kail olmuşlardır,
yoksa sürgün etmek haddin tamamından değildir. Çünkü Teâlâ Hazretleri
zinâ'-Tiın hükmünü beyân sadedinde :
«Zİnâ eden kadın ve
erkekden her bîrine yüz değnek vurun"..» buyurmuştur. Şu halde yüz değnek
behemehal hükmün tamamı olmak îcâb-eder. Aksi takdirde Alîah'ı techîl lâzım
gelir. Zîrâ hükmü beyân için nazil olan âyet, zina hükmünün dayak vurmaktan
ibaret olduğunu ifâde ediyor, ama vâki'de -hâşâ- öyle değil, yarısı dayak,
yarısı sürgündür; diye iddia edilmiş ve binnetice Allah-u zûl Celâl bir hükmü
bize anlatmağa başlamışken -hâşâ- anlatamamış olur. Bu takdirde ise anlatmaması
anlatmaktan evlâdır. Zîrâ anlatırsa bizlerde, cehl-i mürek-keb hâsıl olur;
anlatmadığı takdirde hiç olmazsa cehlimiz basit kalır. Bir hükmü, unutmak veya
anlatamamak ise aciz ve noksan olduğundan Allah Teâlâ hakkında muhaldir.
Bir de âyetteki dayak
vurma hükmü cevâba delâlet eden (fa) dan sonra gelmiştir. Arab lisanında şart
cümlesinden sonra gelen cevâbın başında cevâb (fa) sı bulunursa (fa) dan sonra
gelen kısım bilittifak tam cevâb olur. Burada da öyledir. Biânenaleyh zinanın
hükmünü ifâde eden cevap yalnız dayaktır. Şu kadar var ki, âyet-i kerîme
bekârlara olduğu gibi evlilere de âmm ve şâmil iken onun evliler hakkındaki
hükmünü sünnet neshetmiş? bekârlar hakkındaki hükmü olduğu gibi kalmıştır.
îmam Mâlik ile
Evzâî'ye göre kadın sürgün edilmez. Çünkü kadın avrettir. Onu sürgün etmek
kendisini fitneye mâruz bırakmak ve dolayısüe, zayi' etmektir. Kadının
mahremsiz sefere gidememesi bu hikmete binâendir. Maamâfîh: kadın sürgün
edilir; diyenlere göre yanında mahremi bulunması şarttır. Yol ücreti bir kavle
göre kadına, diğer kavle göre Beytü'l-mal'e aittir. Yol emniyetli olursa bir
kavle göre kadın mahremsiz sürgün edilir, diğer kavle göre edilemez.
Köle ve cariyelere
gelince: Sevrî (97—161) ile Dâvud-u Zahireye göre onlar da sürgün edilirler,
zîrâ deliller umumîdir. Bunlar :
[9] «Onlara muhsan kadınlara olan azabın yarısı vardır.»
âyet-i kerîmesi ile de istidlal ederler, İmam Mâlik, İmam Ahmed b. Hanbel ve
diğer bazı ulemâ'ya göre sürgün edilemezler. Çünkü onları sürgün etmek
sahiplerine ceza olur, sürgün edildikleri müddet zarfında sahipleri onların
hizmetinden mahrum kalır. Halbuki şerîat'in kaideleri ancak cinayet işleyenin
cezalandırılmasını iktizâ eder. Bu se-beble hacc ve cihad gibi farzlar
kölelerden sakıt olmuştur.
Sürgün edilecek mesafe
en az mesafe-i seferdir. Gurbet onunla hissedilir. Hz. Ömer (R.A.) cezalıyı
Medine'den Şam'a; Osman (R.A.) Medine'den Mısır'a sürmüşlerdir.
2— Hadîsteki
«evli ile evliye.'.» ta'birinden murâd: sahîh nikâhla cima1 eden hürr âkil ve
baliğ olan kimsedir. Bu hükümde erkek, kadın, müslüman, kâfir müsavidir.
Evlilerin hem dayak, hem de recim cezasına çarptırılması da Hz. Ali (R. A.J'dan
rivayet olunmuştur. Bu-han (194-256)'nin rivayetine göre Alî (R.Â.), Şurâha'ya
perşembe günü dayak vurmuş; cuftıa günü de recmetmiş ve; «Bu kadına Allah'ın
kitabı ile dayak vurdum. Resûlüllah (S.A.V.)'in sünnetîle de rec-met Hm»
demiştir. Hâzımî (548—584) bu kavlin İmam Ahmed, İs-hak, Dâvud-u Zahiri ve
İbni'l - Münsir'in mezhebi olduğunu söyler.
Haneftler'le İmam
Mâlik, Şafiî ve bir rivayette İmam Ahmed bin Hanbel ile diğer bir çoV ulemâ'ya
göre recmedilecek kimseye dayak vurulmaz. Çünkü Ubâde hadîsi mensuhtur.
Resûlüllah (S.A.V.) zamanında beş kişi recmedilmiştir. Bunların recimlerine
birçok sahâbe-I ki-râm iştirak ettiği halde hiç birisi dayak vurulduğunu
rivayet etmemiştir. Bu da dayak vurmanın vuku' bulmadığını gösterir.
Binâenaleyh dayak meşru' değildir..
Hz. AH (R. A.yiia.
fiili kendi içtihadıdır. San'ânî bu meselede bir zamanlar recimle birlikde
dayak vurulacağına kat'iyetle hükmetmişken, sonraları bir şey deyemeyip
tevakkuf ettiğini söylüyor.[10]
1033/1233- Ebu
Hüreyre radryaîlahü anh'den rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah
sallallahü aleyhi ve setlem mescidde iken, yanına müslüinanlardan bir adam
gelerek ona nida etti, ve :
— Yâ Resûlâllah, gerçekten ben zinâ ettim; dedî.
Bunun üzerine Resûl-ü Ekrem ondan yüz çevirdi. Fakat adam, yüzünü çevirdiği
tarafa geçerek :
— Yâ Resûlâllah, ben
muhakkak zlnâ ettim; dedi. Hâsılı adam bunu kendisine dört defa tekrarladı,
fakat Resûlüllah (S.A.V.) : hep yüz çevirdi. Vaktâ ki adam kendi aleyhine dört
defa şehâdetde bulununca Resûlüllah (S.A.V.) onu çağırdı ve :
— Sende delilik varmı? diye sordu. Adam :
— Hayır; cevâbını
verdi. Peygamber (S.A.V.) :
— O halde muhsanmısm? ve
«ordu. Adam :
— Evet; dedi.
Müteakiben Peygamber (S.A.V.) :
— Bunu götürün de
recmedin; buyurdular.»[11]
Hadîs müttefekun
aleyh'dir.
Bazı kayıdlara göre
Peygamber (S.A.V.)'e gelen adam Mâlı b. Mâlik-İ Eslemi'dir. Nitekim bundan
sonra gelen Ibnf Abbas (R.A.) hadîsinde ismi zikredilmiştir. «Muhsanmisin?»
ta'birinden murâd: evli olup olmadığım anlamaktır.
Hadîs-i şerif
aşağıdaki meselelere şâmildir :
1— Zina
i'tirâfı dört defa vâki' olmuştur. Ulemâ dört defa ikrarın §art olup
olmadığında ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik, §âfiî, Dâ-vûdru Zahirî ve diğer
bazı ulemâ dört defa ikrarın şart olmadığına kaildirler. Delilleri katil ve
hırsızlık gibi şeyleri ikrarda bunun şart olmamasıdır. Resûl-ü Zl Şan (S.A.V.)
efendimiz, Hz. Üneys'e:
— Kadın i'tirâf ederse
onu recmediver; demiş, tekrar tekrar i'tirâf ettirmesini istememiştir. Tekrar
şart olsaydı onu mutlaka söylerdi. Çünkü makam, beyân icâbederdi. Beyânın ise
hacet vaktinden geriye bırakılması caiz değildir.
Hanefîler'le cumhur-u
ulemâ'ya göre zinayı dört meclisde dört defa ikrar etmek şarttır. Bunların
delili Mâiz hadîsİ'dir. Mezkûr hadîsin bazı rivayetlerinde :
«Gerçekten kendi
aleyhine dört defa şehadet ettin.» buyu-rulmuştur. tbni Ebî Leylâ ile İmam
Ahmed b. Hanbel'e göre ikrar meclislerinin ayrı ayrı olması şart değildir, bir
meclisde dört defa ikrar kâfidir. Onlar mevzu-u bahsimiz hadisin bu mânâda
zahir olduğunu ileri sürerler. Hanefîler ise bu zahir mânâyı kabul etmekle beraber,
ikrarın dört meclisde yapıldığını gösteren Müslim hadîsini daha zahir
bulmaktadırlar. Müslim hadîsi şudur :
«Büreyde (R.A.ydan
rtvâyet edildiğine göre, Mâiz Peygamber (S.A.V.)'e gelmiş; fakat Resûlüllah
(S.A.V.) onu geri çevirmiş. Sonra ertesi gün ona tekrar gejmiş. Resûlüllah
kendisini yine geri çevirmiş. Bilâhare kavmine haber göndererek :
— Bunun aklında bir
bozukluk biliyormusunu?
onlara sormuş :
— Onu ancak aklı
başında İyilerimizden biri olarak tanırız; demişler. Mâiz Peygamber (S.A.V.)'e
üçüncü defa gelmiş. Resûlüllah (S.A.V.) yine kavmine haber göndererek
kendilerine sormuş. Onlar da Mâİz'de ve aklında bir kusur olmadığını haber
vermişler. Dördüncü defa gelince artık Resûlüllah (S.A.V.) ona bir kuyu kazarak
kendisini recmetmiştir.» Ayni mânâda bir hadîsi imam Ahmed b. Hanbeî (164—241)
ile tshak b. Rahaveyh (168—238) Müsned'lerinde, İbni Ebi Şeybe (—234> de
Mıusannef'inde tahrîc etmişlerdir. Hadîs şudur :
«Ebu Bekir (R.A.)'dan
rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Mâiz b. Mâlik Pygamber (S.A.V.)'e gelerek bir
defa İ'Ürâfda bulundu. Ben d» Peygamber (S.A.V.)'İn yanında idim. Resûlüllah
(S.A.V.) onu geri çevirdi. Sonra (tekrar) gelerek onun yanında ikinci defa
i'tirâfda bulundu. Resül-ü Ekrem onu (yine) geri çevirdi. Bİlâhere gelerek
onun yanında üçüncü defa i'tirâfda bulundu. Resûlüllah (S.A.V.) kendisini
(yine) geri çevirdi. Bunun üzerine ben ona :
— Eğer dördüncü defa
da i'tirâf edersen Resûlüllah (S.A.V.) sent recmeder dedim. O dördüncü defa da
i'tirafta bulundu. Artık Resûlüllah (S.A.V. )'de kendisini hapsetti. Sonra onu
(kavmine tekrar) sordu. Onlar :
— Hayırdan başka bir
şey bilmiyoruz dediler. Nihayet recmlne emfr verdİ; ve recmolundu.»
Hanefîler'le
cumhur'un, Maİz hadîsile istidlallerine i'tir âz edenler olmuştur. Bunlar Mâiz.
hadîsinin müztarib olduğunu zîrâ ikrar sayısını bildiren rivayetlerin bazısında
dört, diğer bazılarında iki veya üç defa i'tirâf etti; denildiğini ileri
sürerlerse de yukarıki hadîsler muvacehesinde bu i'tîrâzın bir ehemmiyeti
kalmaz. Cumhur'un bir delilleri de kt-yastır. Onlar bu meseleyi zinayı isbât
meselesine benzetmiş ve : «zina nasıl dört şahidin dört defa şehâdetleri ile
sabit olursa onu i'tirâf dahî dört defa tekrarlamakla olur.» demişlerdir.
2— Hadîsimizin
lâfızları hâkimin hadd-i îcâbeden şeyleri araştırıp soruşturmasının vücûbuna
delâlet ediyor. Filhakika bu hadîs çeşitli lâfızlarla rivayet olunmuştur. Meselâ
: Büreyde rivayetinde :
«Resûlüllah (S.A.V.) :
— Şarap içtînrni?
demiş. Maiz :
— Hayır; cevâbını
vermiş. Bir adam kalkarak onu koklamış,
fakat onda his bir koku bulamamış; denilmekde; Ibni Abbas (R. A.) rivayetinde
:
d h ti mal onu Öpmüş
veya S4kmışsınclır.» buyurulmaktadır. Bir rivâyetde :
«Peygamber (S.A.V.) :
— Onunla yattmmi? diye
sormuş: Mafz :
— Evet; dem:
— Ya teriini tenine
yapıştırdınmı? diye sormuş: Malı:
— Evet, demiş.
— Onunla cinsî
münasebette bulundunmu? diye sormuş: Maiz (yine) evet; cevabını vermiştir», Hz.
Ebu Hüreyre rivayetinde :
«Resûlüllah (S.A.V.)
Mâiz'e :
— Onunla Cİmâ ettinmi?
diye sormuş. Maiz :
— Evet; demiş :
— Senin âletin, onun
âletine girdimi? diye sormuş, Maiz: Evet; cevabını vermiş z
— Milin sürme kesesine, kova ipinin kuyuya
daldığı
gibimi? demiş. Mâlz :
— Evet; cevâbını
vermiş. Peygamber (S.A.V.) :
— Zinâ; nedir:
biiirmisin? demiş:
— Malı: Evet; bir
adamın karısına helal olarak yaptığını ben oha haram olarak yaptım;
mukabelesinde bulunmuş:
— Bu söıle ne demek
istiyorsun; diye sorunca :
— Beni temizlersin;
demiş. Bunun üzerine Resûlüllah (S.A.V.)Malztn recmlnl emir buyurmuş; v«
recmedllmlşttr» denilmektedir.
Bütün bunlar
araştırıp, soruşturmanın lüzumunu gösteriyor.
Bazıları soruşturmanın
meridub olduğuna kaildirler. Zinayı ikrar eden kimseye haddi iskat edecek
şeyleri telkin etmek mendubtur. Bunu sahâbe-t kirûm'dan bir cemâat
yapmışlardır.Yalnız Mâlİktler'e göre menhlyyatı irtikâb etmekle şöhret bulan
kimseye telkinâtta bulunulmaz.
Resûlüllah (S.A.V.)'in
«Şar ab İçtin m i?» diye sorması, serhoşun ikrarının sahih olmadığına delildir.
Maamâfth mesele ihtilaflıdır.
Hadîs-i şerif, recim
esnasında erkeğin kuyuya gömüleceğine de delâlet ediyor.. Çünkü Müslim'in tahrîc
ettiği Büreyde rivayetinde: «ona bir kuyu kazdı» denilmektedir. Fakat
Haneftler'e göre erkek için kuyu kazılmaz. Bttharî'nin rivayetinde :
«Taşlar kendisini Mtab
düşürünce kaçtı. Fakat ona çatallıkta yetişerek kendisini recmettlk». Ebu
Davud'un tahrîc ettiği rivâyetde Resul utla h (S.A.V.) Mâlz'in kaçtığını haber
alınca :
«Onu bana iade
etseydinizya» buyurdu; bir rivâyetde:
Onu bıraksaydınız
ya! ihtimal tevbe eder de Allah kendisini affederdi;
buyurdular.» deniliyor.
Bu rivayetlerle istidlal
eden Haneftler'le ŞMIlIer ve îmam Ahmed b. Hanbel zina ikrarında bulunan
kimsenin ikrarından dönebileceğine kaçarsa recmin durdurulacağına kail
olmuşlardır.
«İhtimal tevbe eder»
cümlesini bazıları müşkil görmüşlerdir. Zîrâ Mâh zâten tevbekâr olarak huzur-u
Nebevt'ye gelmiş ve kendisini günahdan temizlemesini istemişti. Filhakika Ebû
Dâvud'ym tahrîc ettiği şu hadîsle Fahr-î Kainat (S.A.V.) Efendimiz onun
tevbesinin kabul edildiğim tebşir etmiştir:
«Nefsim kabza-i
kudretimde olan Allaha yemîn ederim ki, o şimdi Cennet ırmaktarındadır; onlara
dalıyor».
İşkl'e şöyle cevap
veriliyor : Yukarıki cümlenin mânâsı: Maİz ikrarından döner de gizlice Allaha
tevbe eder; Allah da onu aff-u mağfiret buyurur;, demektir. Mezkûr cümle
«Kendini yalancı çıkardığı için tevbe eder» mânâsına da gelebilir.
Recme hâkim'in
başlaması şart değildir. Nitekim: Resûlüllah (S.A.V.) Mâlz'in recinin! emir
buyurmuş...» ifâdesi de bunu gösteriyor. Hanefîler'le Şafitfer'in mezhebi
budur. Yalnız Hanefîler'e göre recme şâhidlerin başlaması şarttır. ŞâffHler'ce
şart değildir.
Recme hâkimin
başlaması bazılarına göre mendubtur. Bunlar Hz. AH (R. A./dan rivayet olunan
bir hadîsle istidlal ederler.[12]
1034/1234- «Ibnİ
Abbas radıydllahü anhümâ'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Mâ iz b. Mâlik
Peygamber (S.A.V.)'e geldiği vakit (Efendimiz) kendisine :
«İhtimal Öpmüş veya
sıkmış yâhud bakmışsındır; buyurdular. Maiz :
— Hayır yâ ResûlâHah;
dedi.»[13]
Bu hadîsi Buharı
rivayet etmiştir.
Peygamber (S.A.V.)'in
Mâİz'e bu şekilde hitab etmesi meseleyi iyice anlamak içindir. Zîrâ olabilir
ki, Mâiz bu fiillerden birini yapmıştır da ona zina demiştir. Nitekim zinanın
mukaddemelerine mecazen zina denilebilir. Resûlüllah (S.A.V.) :
«Göz zina eder; onun
zinası bakmaktır» buyurmuştur.
Hadîs-i şerif,
araştırıp soruşturmaya, haddi iskat edecek şeyleri zinayı itiraf edene telkin
etmeye ve ikrar esnasında zina lâfzını mutlaka söylemesi gerektiğine delâlet
ediyor.[14]
1035/1235- «Ömer
b. el - Hattâb radıydlîahü anh'dan rivayet olunduğuna göre kendisi hutbe
okumuş ve şöyle demiştir: «Şüphesiz ki Allah Muhammed'î hak (şeriat) la
göndermiş ve ona kitabı İndirmiştir. Allahın ona indirdikleri arasında recim
âyeti de vardı. Biz onu okumuş, bellemiş ve anlamışızdır. Resûlüllah (S.A.V.)
recim yapmış; ondan sonra biz de recim yapmışızdır. Yalnız ben insanların
üzerinden uzun zaman geçerse biri çıkıp da: Biz recmi Kitabullahda bulamıyoruz;
diyerek Allah'ın indirdiği bir farizayı terketmeleri sebebîle dalâlete düşeceklerinden
korkarım. Gerçekten zina eden erkek ve kadınlara muhsan olmak ve hüccet
getirilmek veya gebelik, yâhuef î'tİrâf vuku' bulmak şartîle recim
kitabullahda mevcud olan bir haktır.»[15]
Hadîs müttefekun
aleyh'dir.
îsmâüî'nin
rivayetinde, hadîsin sonunda:
«Biz o âyeti ihtiyar
erkekle ihtiyar kadın (zina ederlerse) onları mutlaka recmedin; diye
okumuşuzdur» ibaresi de vardır. Nesâî'nm rivayetinde bu âyetin Ahzâb
sûresi'nde olduğu beyân ediliyor. Ziyâdenin bir rivayeti şöyledir:
«İhtiyar erkekle,
ihtiyar kadın zfnâ ederlerse onları Allah tarafından bir tenkil olmak üzere
mutlaka recmedin. Allah Aziz ve Hâkimdir» diğer bir rivâyetde :
Halk'ın: Ömer,
KHöbuHaha İlâve yaptı; demesi olmasa, bu ayeti elimle yazardım» denilmiştir. Şu
hâlde bu âyetin mensuh olduğu anlaşılıyor.
Faide : Usul-i fıkıh
ilmine göre Kİtâbullah'ın neshi dört türlü olur.
1— Hem
tilâveti, yani okunması hemde hükmü neshedilir. Nitekim vaktîle ahzâb sûresi
âyet sayısı i'tibârîle sûre-i Bakara'ya müsavi iken âyetlerinin bir kısmının
neshedildiği rivayet olunmuştur.
2—
Tilâveti
bakî olup, yalnız hükmü neshedilir. Kocaları ölen kadınlar, bir zamanlar bir
sene iddet beklerlerdi. Sonra bu bâbdaki âyetin hükmü kalkmış; yerine dört ay
on gün kaim olmuştur. Fakat nâsih ile mensuh âyetlerin ikisi de Kurân-ı Kerîm'de okunmaktadır. Yalnız mensuh
olanın hûkmîie amel edilmez.
3— Hükmü
bakî tilâveti mensuh olur. Hz. Ömer (R. A.)'dan rivayet edilen âyet bu
kısımdandır.
4— Asıl
hüküm baki olmakla beraber hükmün vasfı4 neshedilir. Meselâ : Âşûre orucu
vaktîle farz iken, farziyet vasfı neshedümiş orucun aslı mendub olarak
kalmıştır.
Hadîs-i şerif: kocasız
bir kadının gebe olduğu anlaşılır da, kadın haddi önleyecek bir şüpheden
bahsetmezse kendisine hadft-i şer-î tatbik edileceğine delildir. Hz. Ömer (R.
A.) üe NUHktteVin mezhebi budur. Bunlar Hz. Ömer (R. A./a kimsenin i'tirâz
etmemesini icmâ yerine tutarlar.
tmâm-ı Âzam Ebu Ranîfe
ile tmâm gd/iî'ye göre ise hudud-i şer'iyye ancak beyyîne ile yâhud suçu
i'tirâf etmekle sabit olurlar. Çünkü hudud-i şer'iyye şüphe ile sakıt olur.[16]
1036/1236- «Ebu
Hüreyre radıyattahü cm/ı'dan rivayet
edilmiştir. Demiştir ki, Resûlüllah (S.A.V.)'İ :
— Birinizin cariyesi
zînâ eder de, zinası meydana çıkarsa ona hemen hadd vursun, ama başına
kakmasın. Sonra (yine) zina ederse ona hadd vursun, fakat başına kakmasın.
Sonra üçüncü defa zina eder de, zina ettiği meydana çıkarsa artık onu kıldan
bir ip mukabilinde bile Olsa sativersîn; buyururken işittim.»[17]
Hadis mültefekun
aleyh'dir. Bu lâfız Müslim'indir. Bu hadîs bir kaç meseleye delâlet ediyor:
Şöyle ki:
1— «Zinâ
ettiği meydana'çıkarsa...» ifâdesi, câriye sahibi, cariyesinin zinâ ettiğini
öğrendiği zaman şâhid bulunmazsa bile ona hadd vurabileceğine delâlet eder.
Ulemâ'dan bazıları buna kail olmuşlardır. Diğer bazılarına göre ise; cariyenin
zinası dahî hurreninki gibi şehâ-det veya ikrarla sabit olmadıkça hadd
vurulamaz; Ekser-i ulemâ şehâ-detin hâkim huzurunda yapılacağına kaildirler.
Bazı Şâfİİler sahibinin huzurunda vurulmasına cevaz vermişlerdir.
2— «Ona
cfayak vursun..» ifâdesi cariyeye dayak vurma hakkının sahibine âid olduğuna
delildir. İmam Şafiî'nin mezhebi budur. Cariyelere tatbik edilecek haddi :
«Bunlara muhsanelere
verilecek azabın yarısı Icâbeder» âyet-i kerimesi ta'yin etmiştir.
3— «Başına
kakmasın» buyurulması cariyeye hem hadd, hem de tekdir cezası tatbik ederek,
iki kere ceza vermiş olmamak iğindir.îbni Battal diyor ki: «Bundan, hadd
vurulan kimseye tekdir ve teşnî sûretîle ta'zir yapılamayacağı hükmü
çıkarılır. Tekdir sûretîle ta'zir ancak o şahıs mahkemeye verilmezden önce
kendisini korkutmak ve sakındırmak için münâsib olur. Mahkemeye verildi de
hadd vuruldumu artık bu ona yeter.»
İbni BattaVm
mütâlâasını Peygamber (S.A.V.)'in şu hadîs-i şerifi te'yid eder :
«Din kardeşiniz
aleyhine şeytana yardımcı olmayınız».
Bu hadîs şarab içtiği
için kendisine hadd vurulan bir zâta eshâb-ı klrâm sebbettikleri zaman
şeref-sâdır olmuştur.
4— «Sonra
yine zinâ ederse..» ifâdesi hadd vurulduktan sonra zinâ tekerrür ederse
yeniden hadd vurmak lâzım geleceğine delâlet ediyor. Ancak hadd vurulmadan zina tekerrür ederse hepsi için bir hadd kâfi gelir.
5— Tekrar
tekrar zina eden cariyenin satılması emrini
ZAhirîler vücûba hamlederler. Onlara göre böyle bir cariyeyi milkinde
tutmak, sahibine haramdır. Cumhur-u ulemâ
ya göre ise satmak vâcib değil müstehabtır. tbni Battal şöyle diyor : «Fukâhâ,
satma emrini kendisinden zina işi tekerrür eden cariyeden uzaklaşmaya teşvik
mânâsına almışlardır.Tâ ki, sahibi buna razı zannedilip de deyyus
addedilmesin. Filvaki' deyyuslukla vasıflananlar hakkında azâb tehdidi sabit
olmuştur.»
Hadîs-i şerif zina
eden kadından ayrılmanın vâcib olmadığını gösteriyor. Çünkü ayrılmak vâcib
olsa ilk defa zina ettiğinde ResûlüHah (5.A.V.) bunu emrederdi. Halbuki birinci
ve ikinci defada bu hususda bir şey söylememiş, ancak üçüncüde satmak sûretîle
onu elinden çıkarmasını emir buyurmuştur. Bu da mücerred zina için değil,
zinanın tekerrürü İçindir. Ayni hüküm zevceye de şâmildir. Binâenaleyh zina
eden zevceyi de boşamak vâcib değildir. Ancak kendisinden zina tekerrür ederse
o zaman ondan ayrılmak îcâbeder. Fukâhâ diyorlar ki : «Resul-ü Ekrem
(S.A.V.)'in üçüncü defadan sonra cariyenin satılmasını emretmesi az evvel
zikrettiğimiz sebebden bir de zina mahsulü çocukların çoğalmasına vesile olacağındandır».
tbni Battal sözüne devamla: «Bazıları bu emri vücuba hamletmişse de bu ümmetin
selefinden vücuba kail olan yoktur. Binâenaleyh bu söz meşgul olmaya değmez.
Malı israf etmekten vârid olduğu sabittir. Şu halde nasıl olurda hakîr bir şey
srbebıta mühim bir kıymeti hâiz olan ma-bn satılması vâcib olur?»
San'âni, tbni BattaVa.
i'tirâz etmekde, Zahirîleri haklı bulmaktadır.
6— Zina eden
cariyeyi satarken satış sebebini müşteriye bildirmek vâcib olmasa gerektir.
Çünkü Peygamber (S.A.V.), cariyenin yalnız satılmasını emretmiş; kusurunu
bildirmesini istememiştir. Sonra bu kusurun gelecekde vuku' belli
değildir. Bazen sapık bir insan
tevbekâr olur, bazen de dürüst olan sapar. Kendisine hadd vurulan câriye suçsuzlar
gibi olmuştur. Bundan dolayı da suçunu basma kakmak yasak edilmiştir. Gerçi :
«Bizi aldatan bizden
değildir.» hadîsi vardır ama, yukarıda zikredilen sebebler muvacehesinde satış
sebebini zikretmek yine de vâcib olamaz. Mendub olması muhtemeldir.
7— Hadîsin
mutlak zikredilmesi câriye muhsane
olsun, olmasın mutlaka kendisine hadd vurulacağına delâlet eder. Vâkıâ :
[18] «Muhsane olurlar da bir kötülük işlerlerse onlara
muhsanelere olan azabın yansı vardır.» âyet-i kerîmesi ihsan (yani nikâh-ı
sahih ile cima görmüş olman) in şart olduğuna delâlet ederse de, bu âyetin
muhsane olan cariyeler recmedilmeyerek kendilerine yarım hadd yani elli değnek
vurulacağına delâlet etmesi muhtemeldir. Nitekim Hz. Ibnî Ab-bas'la,
Hanefîler'in mezhet£ budur. Cariyeler hakkındaki itlakı Hz. AH (R. A.)'m şu hutbesi
sarahaten göstermektedir :
«Ey nâs,
cariyelerinizin muhsane olanlarına da olmayanlarına da haddi vurun.» Bunu îbni
Uyeyne ile Yahya b. Said, Zührî'den rivayet etmişlerdin Cumhur'un mezhebi de.
budur.[19]
1037/1237- «Alî
radıyallahü anh'den rivayet olunmuştur. Demiştir
ki: Resûlüllah (S.A.V.) :
— Hududu sahibi bulunduğunuz
kölelerinize tatbik edin; buyurdular.[20]
Bu hadîsi Ebu Dâvud
rivayet etmiştir. Hadîs Müslim'de
mevkuf olarak zikredilmiştir.
Müslim'in mevkuf
rivayeti de Hz. AK (R.'dandır. Beyhakî onu merfu' olarak rivayet ediyor. Hâkim
(321—405) bu hadîsi Buharı ile Müslim'den biri zikretmemiş zannetmişse de bu
onun ya bir hatasıdır; yâhud Müslim merfu' olarak rivayet etmediği için o kanâate
varmıştır. Yoksa hadîs, Hâkim'e göre sahîhdir.
Bu hadîs aynen yukanki
hadîsin delâlet ettiği hükme delâlet ediyor. Yalnız yukanki hadîs cariyelere
mahsus idi. Bu hem cariyelere hem de kölelere âmm ve şâmildir; ve kölelerle
cariyeler muh-san olsun, olmasın kendilerine hadd-i şer'i tatbik edileceğine,
keza sahihleri erkek olsun, kadın olsun, hadd vurabileceklerine delâlet ediyor.
Evli câriye hakkında
ihtilâf vardır. Cumhur-u ulemâ ya göre ona hadd-i şer'iyi sahibi vurur, tmam
Mâlik : «Bu haddi Râkim vurur» diyor. Ona göre cariyenin kocası ayni adamın
kölesi olursa ancak o zaman sahibi vurabilir. Ibni Hasm'e göre evli cariyeye
haddi sahibi vurursa da sahibinin müslüman olması şarttır. Çünkü bir kâfir,
müslüman olan köle ve cariyelerine hadd vuramaz.
Hadîsin zahiri içki ve
hırsızlıktan dolayı da sahibinin köle ve cariyelerine hadd vurulabileceğini
gösteriyorsa da bu mesele ulemâ arasında ihtilaflıdır.
Haneftler'e göre
hudud-u şer'iyyenin icrası mutlak suretde devlet reisine yâhud onun izin
verdiği kimselere mahsustur. Delilleri Ta-hâvi (238—321)nin Müslim b. Yesâr
tarîkile tahrîc ettiği şu hadîstir:
«Müslfm demiştir ki :
Ebu Abdillâh, sahabeden zât İdi:
— Zekât, hudûd,
ganimet ve cuma sultana aidtir; derdi. Tahâvî bu zât hakkında: «Saha be-i kira
m'dan buna hiç bir muhalif bilmiyoruz» demiştir. Maamâfih İbni Bazım (384—456)
Tahâvî'nin bu sözüne i'tirâz etmiş; ve hadîse bazı muhalefet edenler olduğunu
söylemiştir..
Ulema'dan bazıları :
«köle ve cariyeler müslümanlann reisi hadd vurursa da reis bulunmadığı zaman
sahihleri dahî vurabilir» demişlerdir. Bir takımları: köle sahibinin, kayıdsız
şartsız köle ve cariyesine hadd vurabileceğine zâten bu hak onun olduğuna
kaildirler. Bunların delilleri şu eserlerdir :
1— Abdürrezzâk
Üfa'mer'den o Eyyub'â&n o da Nâfi'den rivayet ettiğine göre:
ılbnl Ömer hırsızlık
eden bir kölesinin elini kesmiş; zina eden Ur kölesine de dayak vurmuş; her
ikisini de valiye arzetmemiştir.»
2— İmam
Mâlik tel - Muvatta» da senedîle şu eseri tahric etmiştir;
«Abdullah b. Ebt Bekir
oğullarının bir kölesi hırsızlık etmiş; (bunu) i'tirâfda da bulunmuş. Bunun
üzerine Alşe (R. Anhâ) emir vererek eli kesilmiş.»
3— İmam
Şafiî ile Abdürrezzâk, Hüseyin b. Muhammed b. Ati tarikile şu eseri tahrîc
etmişlerdir:
«Resûlullah
(S.A.V.)'in kızı Fâtıma zina eden bir cariyesine hadd vurmuştur.»[21]
1038/1238- «Imrân
b. Huuyn rafayattahü anVdan rfvâyat olumkığu-na flöre, Cüheyne'den bir kadın
zinadan gebe olarak Peygamber (S.A. V.)'« gelmiş ve :
— Yâ Nebİyyallah,
başıma hadd (Icâbeden bir hal) geldi. Binaenaleyh bana hadd vur; demfş. Bunun
üzerine Resûlüllah (5.A.V.) onun velisini çağırmış ve :
— Buna iyi muamele et;
doğurduğu zaman kendisini bana getir» demiş. Velîsi de öyle yapmış. Akıbet
Peygamber (S.A.V.) kadını (in getirilmesini) emretmiş; ve üzerine elbisesini
bağlamışlar. Sonra kadını (n recmint) emretmiş ve recmolunmuş. Bundan, sonra Resûlüllah
(S.A.V.) onun cenaze namazını kılmış. Ömer :
— Bu kadın zina ettiği
halde birde onun cenaze nam azı m mı kılıyorsun yâ Nebİyyallah? demiş. Resûl-ü
Ekrem (S.A.V.) :
— Vallahi bu kadın
öyle bir tevbe etti ki, tevbesi Me-dîne'liierden yetmiş kişi arasında taksim edilse onlara yeter artardı... Sen
canını Allah Teâlâ için feda edenden daha efdal bir kimseye hiç rastladınmı?»
buyurmuşlardır.»[22]
Bu hadîsi Müslim
rivayet etmiştir.
Hadîs-i şerif de zikri
geçen kadın Gâmldiyye diye meşhurdur. Resûlüllah (S.A.V.)'in «doğurduğu zaman
kendisini bana getir» emrinden sonra «Velîsi de öyle yapmış», denilmesi recmin
hemen doğumdan sonra yapıldığına delâlet ediyorsa- da^ hadîsin.; diğer bir
rivayetinden recim hâdisesinin çocuk memeden kesildikten, sonra vuku' bulduğu
hattâ annesinin onu, elinde bir parça ekmek olduğu halde huıur-u Nebeviye
getirdiği zikrediliyor. Şu halde kitabımızın hadîsinde kısaltma yapıldığı
anlaşılıyor. Nevevî (631—676) her iki rivayeti zikrettikten sonra şöyle diyor
: «Bu rivayetlerin ikisi de sahîh-i Müslim'dedir. Zahirleri ihtilâf
gösteriyor. Çünkü ikinci rivayet recmin çocuk memeden ayrılarak ekmek yemeğe
başladıktan sonra yapıldığını sarahaten ifâde ediyor. Halbuki birinci rivayet doğumun
akabinde recmedildiğini gösteriyor. Şu halde birinci rivayeti te'vil ile ikinci
rivayete muvafık bir şekle hamletmek îcabeder. Bu takdirde birinci rivayetteki
:
«Ensardan bir zât
kalkarak :
— Çocuğun radâını bana
verin; dedi.» cümlesi çocuk memeden ayrıldıktan sonra söylenmiş; ve radâ
ta'biri mecazen çocuğun bakılıp terbiye edilmesi ma'nâsında kullanılmış
demektir.»
Hadîs-i şerîf recmin
vücubuna delâlet ediyor. Bu hususda yukarıda îzâhat verildi. Kadının
elbisesinin bağlanması recmedilirken taşların tesirîle açılıp saçılmasın
diyedir.
Ulemâ kadının oturarak
erkeğin ise ayakda recmedileceği hususunda ittifak halindedir. Yalnız İmam
Mâîik'e göre erkek de oturtularak recmolunur. Bazıları : «hâkim muhayyerdir,
isterse oturtur, dilerse ayakta recmeder» derler. Hanefîler'e göre
recmedilecek kadın göğsüne kadar bir kuyuya gömülür.
Bu hadîs recmedilen
Gâmldİyyenin cenaze namazını bizzat Peygamber (S.A.V.)'in kıldığım gösteriyor.
Ancak Tdberî (224—310) «kıldı» filinin meçhul sîgasîle rivayet edildiğini söylüyor,
ve : «Bu fiil îbni Ebî Şeyhe ile Ebû Davud'un rivayetlerinde böyledir» dedikten
sonra Ebu Davud'un bir rivayetinde :
«Ashâb-ı Kİrâma cenaze
namazını kılmalarını emretti» denildiğim oeyân ediyor. Lâkin «kıldı» fiili
Müslim'in râvileri ekseriyetle meşkûr fiili ma'lûm sîgasîle rivayet
etmişlerdir. Hz. Ömer (RA'ın: «Bîrde onun cenaze namazınımı kılıyorsun?»
demesi dahî cenaze namazını bizzat Peygamber (S.A.V.)'in kıldığını gösteriyor.
Bazıları: «namazı kılmanın Peygamber (S.A.V.)'e izafe edilmesi, kılma emrini o
verdiği içindir: yoksa kendisi kılmamıştır. diyorlar. Fakat bu kavil hilâf-ı zahir
görülmüştür. Zîrâ, kelâmda asıl hakikat olmasıdır; diyorlar. Maa-mâfîh,
Resûlüllah (S.A.V.) bizzat kılmış olsun olmasın, recmedilen kimsenin cenaze
namazını kılmak mekruhtur diyenler nass-ı hadîse muhalif hareket etmişlerdir.
Bunların delîîi de yoktur.
Cumhur-u ulemâ'ya göre
recmolunanların cenaze namazı kılınır. Hadîs-i şerîf, tevbenin haddi ıskat
etmediğine de delildir. Cumhur ile Şâf İtler'den rivayet olunan iki kavlin esah
olanı budur.[23]
1038/1239- «Câbİr
b. AbdIHâh radıyaUahü anhümâ'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki : Peygamber
(S.A.V.) Eşlem (kabilesin) den bîr adam İle Yehûdîlerden bîr adam ve bir kadın
recmettî».[24]
Bu hadîsi Müslim
rivayet etmiştir. Sahthheyn'deki iki Yahûdî kıssasını font Ömer rivayet
etmiştir.
Hi. Câbtr (R. A.),
Eşlem kabilesinden dediği adamla Mâlil kadınla da Ciheyne'li kadını
kasdetmiştir; ki her ikisine âid hadisler yukarıda geçti.
Hadfs-i şerif, zina
eden kâfire hadd vurulacağına deliktir. Cumhurun kavli budur. Maltktler'le
Hanefller'den bir çoğu recm için îslâmiyetin şart ouğuna kaildirler. Onlara
göre recm için muhsan olmak da şarttır. Hattâ tbni AbdÜberr (368—163) bu
huausda ulemâ arasında ittifak bulunduğunu nakletmiştir. Ancak kendisine
i'tirâz vâki' olmuş ve tmam Şafii ile tmam Ebû Yusuf ve İmam Ahmed b. Banbein
mezkûr şartları koşmadıkları ihtar olunmuştur.
Recimde îslâmiyeti
şart koşanlar bu hadisin ifâde ettiği recmi Peygamber (SA.V.) yahûdüere Tevrat
hükmü île tatbik etmiş sonra nesh olunmuştur; diyorlar. Nitekim Buharî ile
Müslim'in ittifakla rivayet ettikleri Ibnt Ömer hadisinde bu hadise sarahaten
zikredilmiştir. Bttfcarî'nin rivayeti şudur :
«Ibnl Ömer (R. AJ'dan
rivayet olunmuştur. Demiştir ki:Resuliillah (S.A.V.)'e bir erkekle bir kadın
yahûdî getirdiler. Bunların ikisi de bir haltda bulunmuşlardı. Peygamber
(S.A.V.) onlara :
— Kitabınızda
zina hakkında ne buluyorsunuz? diye
sordu :
— Doğrusu blilm
âlimlerimiz yüzü tahmtm yani kömürle boyayıp karartmayı ve boyun bükmeyi İhdas
ettiler; dediler:
— Abdullah b. Selâm
şunlara Tevrâtı getirt; dedi. Hemen Tevrat getirildi Derken yahûdllerden birisi[25]
elini (Tevrattakf) recim Ayeti'nln üzerine koyarak onun üsf ve alt tarafını
okumağa başladı. Bunun üzerine İbnf Selâm ona :
— Elini kaldır; dedi.
Bir de ne görsünler recim ayeti elinin altında değilml İmiş? Artık Reûl-ü Ekrem
(S.A.V.) her İkisini (n recmlni) emir buyurdu ve recmolundular. Ibnt Ömer
demiştir ki : Balalın yanında
recmediİdiler. Yahûdîyl kadının üzerine eğilmiş gördüm, yani onu kendi vücudu
İle taşlardan koruyordu.»
îbnü'l - Arabi bu
mesele hakkında şöyle demektedir : tRefilüllah (S.A.V.) in bunları recmetmesi
kendi şeriatında caiz görmediği bir hüccetle olmuştur. Anlaşılan aleyhlerine
hüccet kendilerinden olsun diye onlardan şâhid istemiştir..» tbnü'l-Arabi'ye
i'tir âz edenler olmuştur. Bunlar Hz. Peygamber (S.A.V.) in mensuh bulunan
Tevrat âyetlerile istidlal edemeyeceğini ileri sürmüş: bu recmin İslâm dininde
caiz olduğunu iddia etmişlerdir.
Yahudi kıssası ehl-i
Kitâb olanların kendi i'tirâflarına göre yaptıkları nikâhlarının sahih
olduğuna da delâlet eder. Çünkü muhsan sayılmak nikâhın sahih olmasına
bağlıdır.[26]
1040/1240-
«Satd b. Sa'd b. Ubâde[27]
radtyaUahü anhümâ'âan rl-vâyet olunmuştur. Demiştir ki: Evlerimizin anısında
zalf bir adamcağız vardır. Bu adam: Evlerin cariyelerinden biri İle bir
habaset İşlemiş. Derken Satd bunu Resûlüllah (S.A.V.)'e söyledi :
— Ona haddini vurun;
buyurdular. Ashab :
— Yâ Resûlâllah, bu
adamcağız bu işte iehammül edemez pek za-îftir; dediler. Resûlüllah
(S.A.V.) :
— İçinde yüz tane
filiz bulunan bir hurma salkımı alın
sonra o adama bununla bir defa vurun; buyurdular. Onlar da öyle yaptılar.»[28]
Bu hadîsi Ahmed Nesâl
ve İbni Mâce rivayet etmişlerdir. İsnadı güzeldir. Lâkin vasıl ve irsalinde
ihtilâf olunmuştur. Beyhahî bu hadîs için : «Ebu Ümâmeden mahfuz olan mürsel
oluşudur.» diyor. Fakat ayni hadîsi îmam Ahmed ile İbni Mâce, Ebu Ümâme tarikîle Saîd b. Sa'd'dan mevsul
olarak tahrîc etmişlerdir.
Hadîs-i şerîf,
hastalık gibi bir sebeble zaîf düşerek mu'tad olan hadde tehammül olmayan
kimseye tahammülü nisbetinde ince çubuklardan yapılmış bir deste ile bir defa
vurulacağına delâlet ediyor. Cumhur-u ulemâ'nın kavli de budur. Ancak her bir
çubuğun vücuduna temas etmesini şart koşuyorlar. Zira bazısı; vücuduna
dokunamazsa hadd vurmaktan maksad hâsıl olmaz; diyorlar. Maamâfîh; hepsi isabet
etmese de edenler yeter; diyenler de vardır.
Eğer hastanın
iyileşmesi ümidi varsa yâhud sıcağın veya soğuğun şiddeti hastaya tesir ederse
o hâl geçinceye kadar beklenir; hadd ondan sonra vurulur.[29]
1041/1242- «İbni
Abbâs radıyallahü anhümâ'âan rivayet olunduğuna göre Peygamber (S.A.V.)'i :
— Her kimi Lût
kavminin yaptığı işi yaparken bulursanız hem yapanı, hem de yapılanı öldürün;
ve her kimi hayvana yakınlık ederken bulursanız derhâl öldürün; hayvanı da
öldürün; buyurmuşlardır.»[30]
Bu hadîsi, Ahmed ile
Dörtler rivayet etmişlerdir. Râvileri mevsuk iseler de, hadîs hakkında ihtilâf
vardır.
Zahirle bakılırsa
ihtilâf yalnız hayvana yaklaşmayı men' eden kısmında değil, hadisin
bütünündedir. Bunun sebebi hadîsin Ibni Abbas (R.A.ydan dağınık olarak rivayet
edilmiş olmasıdır. Meselâ birinci hüküm hususunda Beyhakî (384—458), Saîd b.
Cübeyr ve Mücâhid tarîkile Ibnİ Abbas (R. A.)'dan rivâyeten. «Bekâr lûtîlik
yaparken bulunursa recmedîlir.» dediğini yine Hz. İbni Abbas (R. A.)'in
böyleleri hakkında: «O yerden en yüksek bİnâ aranıp bulunur ve onun üzerinden
tepe taklak yere atılır; arkasından taşlanır» dediğini tahrîc etmiştir. İkinci
hüküm babında Beyhakî, Ebu Zerr (R. A.) vâsıtasîle Ibni Abbas'dan rivâyeten,
kendisine hayvana yakınlık edenin hükmü sorulduk-da : «Ona hadd yoktur»
dediğini tahrîc eylemiştir.
İşte Hz. İbnİ Abbas
(R. A.J'dan rivayet edilen bu muhtelif eserler gösteriyor ki, kendisi bu
hususda Peygamber (S.A.V.)'den bir şey duymamıştır, söyledikleri kendi
içtihadıdır.
Hadîs-i şerif iki
meseleye delâlet ediyor :
1— Lûtîlik
büyük günahtır. Bunu hükmü babında dört kavil vardır:
a) Lûtîlik
yapana zııâya kıyâsen hadd vurulur. Ssief ile haleften bazılarının ve
Hanefller'den îmanvyn'in mezhebi budur. îmam Şâfiîde bu kavle rücu' etmiştir.
İmam Âzam'a. göre ise sadece ta'zir Yani Ölünceye yâhud tevbe edinceye kada^
hapsedilir.
b) Lûtîliği
yapan fail ilf «ıef'ul -ister muhsan, ister gayr-i muh-san olsunlar- mutlaka
öldürülürler. îmam Şafiî'nin eski kavii
budur. Delili buradaki Ibnl Abbas (R. A.) hadîsidir. îmam Mâlik ile Ah-med'e
göre mutlak surette recmedilirler. Bu şen'i fiili işliyenler,
Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali (R. Anhümâ) zamanlarında ve daha başka devirlerde hep
öldürülmüş i'tirâz eden bulunmamıştır. Binâenaleyh bu bâbta icmâ münakid olınuş
gibidir. Bununla beraber lûtînin öldürüleceğine kail olanlar pek azdır. Onun
için «eZ Menâr» adlı eserin sahibi bu hâle şaşmaktan kendini alamamıştır.
c) ûtî
ateşde yakılır. BeyhakVnin tahrîc ettiği bir hadîse göre ashâb-ı kiramın
reyleri lûtîlik yapan fail ile mef'ulün yakılması merkezinde toplanmıştır.
Hattâ bu bâbda bir kıssa bile varsa da isnadı zaîftir. Hâftz el-Münsirî: «Lûtîlik yapanları halîfelerden dördü yani
Ebu Bekir-i Sıddtk, AH b. Ebl Talib, Abdullah b. Zübeyr ve Hişam b, Abdtlmelfk
ateş!e yakmışlardır» demiştir.
ç) Lûtî,
bulunduğu yerin en yüksek binasının üzerinden tepesi üstü aşağı atılır;
arkasından da taşlanır. Bu kavli Beyhakî, Hz. AK (R. A./dan rivayet etmiştir.
Aynı kavlin Ibnİ Abbas (R. .A./dan dahî rivayet edildiğini az yukarıda
görmüştük.
2— Hadls-i
şerif hayvanla cinsî münâsebette bulunmanın haram olduğuna ve bu işi yapanın
Öldürülmesi Scabettiğine delâlet ediyor. Hz. Şâ/tt'nin son kavli budur. Şafiî:
«Eğer bu faadfa sahih ine ben ona kail olurum» demiştir. tmam Şd/tî'nin bir
kavline göre, zınâ edene kıyâsen buna da zina haddi vurulur. tmam AHmed b.
Banbel ile Haneftfer hayvana yakınlık edenin yalnız ta'zîr olunacağına kail olmuşlardır.
Hadîs-i şerif hayvanın
kesilmesi lüzumuna delâlet ediyor. Hk. Ali (R. A.) ve bir kavlinde tmam
Şo/iî'nin mezhebi budur. Haıteftlor'e göre dahî kesilir: hattâ kesildikten
sonra yaküırsa da vicib olduğu için değil, hayvanı her gördükçe o bâbtaki dedikodu
tazelenerek lâf uzamanın, suçlu da bundan müteesir olup durmasın, diyedir.
Hayvan, eti yenenlerden ise tmam Âzam göre yenilir; ve suçlu onu öder. tmam Ebu
Yusuf göre o hayvanın eti yenmez; zîrâ
Ibnf Abbas:
— Hayvan ıw yapılacak?
diye sorulmuş :
— Bu babta Resûlüllıh
(SJLV.)'den bir şoy duymadım. Lâkin bu den sonra ben onun otlntn yenmesini,
yâhud ondan faydalanılmasını kerîh görürüm.» demiştir. Bir rivayette: Bu hayvan
görüldükçe: işte kendisine filân halt İşlenen hayvan budur; derler» cevâbını
vermiştir.[31]
1042/1243-
İbni Ömer radıyaüahü anhümâ'dan rivayet olunduğuna göre Peygamber SoMaUahü
aleyhi ve sellem (gayri muhsan zântlero) hem dayak vurmuş hem da sürgün.etmiş;
Ebu Bekir'de dayak vurmuş ve sürgün etmiş; Ömer do dayak vurmuş ve »ürgün
etmiştir.[32]
Bu hadîsi Ttrmtzt
rivayet etmiştir.Râvîleri mutemeddirler; ancak mevkuf veya merfu' olduğunda
ihtilâf edilmiştir.
BeyhaM, Hz. Ali (R.
A.)'in zina eden gayr-i muhsanlar dayak vurduktan sonra Basra'dan Kûfe'ye;
Kûfe'den Basra'ya sürgün ettiğini kaydeder. Bu mesele geçtiği halde musannifin
bu hadisi burada zikretmesi: «Sürgün meselesi neshedilmiştir» diyenlere cevab
için olsa gerektir.[33]
1344/1043- lbnt
Abbas radtyaOahü anhhümâ'ton rivayet olunmuştur. Demiştir ki : Resûlallah
Sdttdüahü aieyhi ve aeUem kadbnlaşmıs erkeklere ve erkekleşmlş kadınlara lanet
etti ve :
— Onları evlerinizden
çıkarın; buyurdular.[34]
Bu hadisi Buharl
rivayet etmiştir.
Hadîs-i şerif, ism-i
fâü sSgasÜe de rivayet olunmuştur. Bu takdirde mânâ: «kadınlaşan erkeklerle,
erkekleşen kadınlara lanet etti» şekline girer.
Peygamber (S.A.V.)'in
günah işleyene lanet buyurması işlenen güna-. hin büyüklüğüne delâlet eder.
«Kadınlaşan erkekler» den murâd: Konuşmasında harekâtında giyinişinde ve
sâirede kendini kadınlara benzetenlerdir. Doğuştan kadın tabiatlı olanlara
lanetin şümulü yoktur. «Erkekleşen kadınlar» dan murâd da aynı şekilde
kendilerini erkeklere benzeten kadınlardır. Nitekim Ebu Davud'un tahric ettiği
bir hadîs kadınlaşma üe erkekleşmeyi aynı mânâ ile tefsir etmiştir.
Binâenaleyh bu hadis erkeklerin kendilerini kadınlara, kadınların da erkeklere
benzetmelerinin haram olduğuna delîldir.
îbnü't-Tin şöyle
demiştir: «Erkeklerin kadınlara benzemekde lûtîlik yapacak derecede ileri
gidenlerîle kadınların.erkeklere benzemekde sürüştürme yapacak derecede ileri
gidenlerine gelince: hiç şüphe yoktur ki, bu iki sınıfta tesnî ve tecziye
hususunda ötekilerden daha fazla şiddet gösterilir.»
İşi lûtîliğe
vardıranların hükmünü az yukarıda gördük. Bu meselede bazılarına göre erkekle
kadm arasında fark yoktur. Lûtîliği âdet edinen kimse siyâseten katledilir. Bu
bâbda muhsan ile gayr-i muhsan arasında fark yoktur. Ferderine sürüştürme yapan
kadınlar ta'zîr olunurlar.[35]
1245/1044- «Ebu
Hüreyre radtyaUahü anh'ötn rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Resûliillah
salîallahü aleyhi ve selîem:
— Hududu derTyyeyî)
defi1 çâresi buldukça defediniz; buyurdular.»[36]
Bu hadîsi Ibni Mâce
zait bir isnadla tahrîc etmiştir. Ayni hadîsi Tirmlzî ile Hâkim, Hz. Aişe'den
şu lâfızlarla tahrîc etmişlerdir: «imkân buldukça müslümanlardan hududu defi
ediniz». Bu hadîs dahi zaîftir. Onu Beyhakî, Hz. Ali'den kendi sözü olmak üzere
: «Hududu şüpheler sebebîle defedin» ifâdesile rivayet etmiştir.
Musannif bu hadîsi
«et-Telhis» nâm eserinde Hz. Ali (TC. AJ'dan merfu' olarak rivayet ediyor.
Hadîsin tamamı şudur :
«Hükümdarın hududu
muattal bırakması caiz değildir.»
Ancak yine musannif bu
hadîsin isnadında el-Muhtâr b. Nâfi' bulunduğunu bu zâtın münker olduğunu
BuhârVden nakletmiştir. Bununla beraber hadîs yine de asılsız değildir. Çünkü
musannif onu «et-Telhisy> de müteaddit yollardan mevkuf olarak rivayet
etmiştir ki, bunların bazıları sahihtir; ve merfu' rivayeti takviye ederler.
BeyhâkVmn Zührî tarîkîle Hz. Âİşe (R. Antö/dan tahrîc ettiği rivayette şu
ziyâde vardır:
«Eğer onun için çıkar
bir yol varsa hemen kendisine yol verin; çünkü hükümdarın afv babında hatâ
etmesi; ceza babında hatâ etmesinden daha hayırlıdır». Bunun isnadında da
Yezıd b. Ziyâd-ı Dimeşkî vardır. Bu zât hakkında tmam Buhârî : «Münkerü'l hadîs»
demiş; Nesâi onun hakkında «metruk» ta'birini kullanmıştır. Ayni hadîsi Vehi';
ZührVden mevkuf olarak rivayet etmektedir. Tirmizi : «Bu daha sahihtir.» diyor.
Hâsılı bu manâda ashâb-ı kirâm'm bir çoklarından eserler rivayet edilmiştir.
Hadîs-i şerîf, şüphe
sebebîle hadd-ı şer'inîn defi' edilip vurulmayacağına delildir.[37]
1248/1045-
«İbni Ömer radıyaîlahü anhümâ'öan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah
sallaîlahü aleyhi ve sellem:
— Allahın yasak ettiği
şu kazurattan sakının! Bunları kim irtikâb ederse hemen Allah'ın örtüsü ile
örtünsün de Allah'a tevbe etsin zîrâ bize yüzünü gösterirse Allah Azze ve
cellenin kitabını ona tatbik ederiz; buyurdular.»[38]
Bu hadîsi Hâkim
rivayet etmiştir. Hadîs «el-Muvatta» de Zeyd b. Eşlemin mürsellerinden olmak üzere
rivayet edilmiştir.
Kâzûrât'dan murâd :
Allah'ın yasak ettiği kötü fiil ve sözlerdir. «Yüzünü göstermek» işlediği
günahın hakikatini meydana çıkarmaktan kinayedir.
îbnü Abdilberr: «Bu
hadîsin hiç bir vecihle isnad edildiğini bilmiyorum »demiştir. Bundan maksadı
îmam Mâlik'in hadîsidir. Bâ-feim'in hadîsi ise müsneddir. Maamâfîh îmamü'l
Haremeyn (419—478) «en-Nihâye» adlı eserinde : «Bu hadis sahihtir, sahîh
olduğuna ittifak vardır» demiş; îbni Salâh (577—643) ise onu bu dikkatsizliğinden
dolayı ayıblayarak: «Bu iş hadîs âlimlerinin hayret edeceği bir şeydir. Onun
buna benzer işleri çoktur. Kendisini böyle bâdirlere düşüren şey, her fakih ve
âlimin muhtaç olduğu hadîs san'atmı bir tarafa atmasıdır.» tarzında mütalaa
yürütmüştür.
Hadîs-i şerîf, bir
günah irtikâb edenin onu gizlemesi îcâbetti-ğine, ikrar edip de kendini rezil
rüsvay etmenin doğru olmadığına, böylesine tevbeye şitâb etmek gerektiğine
delildir. Çünkü yaptığını ikrar ederse hâkimin ona hadd-i şer'iyi tatbik etmesi
lâzım gelir. Filhakika Ebu Davud'un merf u' olarak tahrîc ettiği bir hadîsde
şöyle Duyurulmaktadır:
«Hududu kendi aranızda
birbirinize affedin. Eğer bir hadd benim kulağıma gelirse muhakkak (tatbikî)
vâcib oldu demektir.»[39]
Kazlf : Lûgat'te
birşeyi atmaktır. Şerfatde ise: Bir kimsenin üzerine zina suçunu atmaktır.
Kazif'in büyük
günahlardan olduğuna Icmâ-ı ümmet vardır. Teâlâ hazretleri :
[40] «Hiç şüphe yok ki; namuslu, kendi halinde mü'mln
kadınlara (zlnâ İftirası) atanlar dünyada ve âhlretde lanet olunurlar. Hem
onlar İçin pek büyük bir azâb vardın buyurmuş; Resûl-ü Zi-Şân'ı (S.A.V.)'de :
«Yedi helak unsurundan
sakınınız; buyurmuş (Ashab-ı kirâm tarafından) :
— Nedir onlar ya
Resûlâllah? diye sorulunca :
— Allah'a şirk koşmak,
sihirbazlık, Allah'ın haram kıldığı kimseyi öldürmek, faiz yemek, yetim malını
yemek, harbe gitmekten kaçmak ve namuslu, kendi hâlinde olan mü'min kadınlara
zina iftirası atmaktır; mukabelesinde
butınmuşfardır.
Bu ve emsali delillere
istinaden namuslu kadınlara zina isnadında bulunanlara hadd vurmak bilicmâ'
meşru' olmuştur. Hadd-i kazif seksen değnek dayak cezasıdır. Buna delil :
[41] «Namuslu kadınlara zlnâ İsnadında bulunup da, sonra
dört şâhld getiremeyenlere derhâl seksen değnek (hadd) vurun. Hem onların
şehA-detlerlni ebedlyyen kabul etmeyin» âyet-i kerîmesile emsali âyetler ve
babımızın hadîsleridir.[42]
1249/1046- Alse
radıyattakü anhâ'öan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Benim ma'sumiyetlm
hakkında (vahi) nâill olunca ResûlüMah saU laTlahü aleyhi vesellem minberin
üzerinde ayağa kalkarak bunu anlattı ve Kur'ân okudu. Minberden İndİkde İki
erkekle bir kadını (m getirilmesini) emir buyurdu; ve bunlara hadd vuruldu.»[43]
Bu hadîsi Ahmed ile
DÖrf ler tahrîc etmişlerdir. Bu hart de buna işarette bulunmuştur.
ResûlUHah (S.A.V.)'in
minberde okuduğu âyetler :
[44] «Hiç şfiphe yok ki, iftirayı yapanlar sizden bir
cemaattir...» âyet-i kerîmesile bir rivâyetde onu ta'ki beden on yedi âyettir.
Bukâri'nİn rivayetinde
ise ffk âyetlerinin sayısı ondur.
Hadls-i şerîfde
zikredilen bir adam Hassan b. SAbİt ile Mlstah b. OsAse; kadın da Hamne btntl
Cahs/dır.
Bu hadis, yukarıda
zikredilen âyetler gibi hadd-i kazif'in sübûtuna delâlet ediyor. Mezkûr üç
kişiye hadd vurulması meşhur ifk hâdisesi dolayıstle Hi. A'*« (R. Anhâyyz
kazfettikleri sübût bulduğu içindir.
İfk : yalan
nevi'lerinin en kötüsüdür. Maalesef Âişe-i Sıddîka (R. Anhâ) validemiz bir
sefer dönüşünde hiç bir şeyden haberi yokken pek çirkin bir iftiraya ma'ruz
kalmıştı. Hâdise Buharı ve diğer hadis kitaplarında uzun uzadıya rivayet
olunmuştur. Hülâsası şudur :
Müslüman kadınlarına
tesettür forzolduktan sonra Hz. Aîçe (R. Anhâ) Peygamber (S.A.V.) ile birlikde
bir seferden dönüyormuş Medine yakınlarında bir yerde bir gece tam kafile yola
revân olacağı sırada Aîçe (R.Anhâ) kazayı hacet için ordudan biraz uzaklaşmış.
Dönüşde gerdanlığının düştüğünü hissetmiş. Ve aramak için geri dönmüş. Nihayet
gerdanlığı bulmuş. Fakat onu ararken biraz vakit geçmiş. Bu arada ordu hareket
etmiş. Hi. ÂJşe (R. Anhâ) yerine döndüğü vakit orada kimsenin kalmadığını
görmüş. Artık her halde beni aramağa dönerler ümîdîle olduğu yerde kalmış.
Derken uyuklamış. Ordunun arkasından gelmekde olan Safvan b. el - Muattal (R.
A.) onu devesine bindirerek orduya yetiştirmiş. Bunu fırsat bilen bazı
münafıklar derhal faaliyete geçerek Hz. Aişe (R. Anhâ) hakkında çirkin çirkin
söylenmeye, onun Hz. Safvân'Ia -hâşâ- bir olduğunu ortalığa yaymaya
başlamışlar. Hattâ bu arada Hz, Hassan b. Sabit (R. A.) gibi bazı hâlis
müslümanları bile kandırmışlar. Münafıkların başında Abdullah b. Übey b. Selül
bulunuyormuş. Asıl bühtanı uyduran o imiş. Medîne-i Münevvere bir ay kadar bu
bühtan ile çalkalandıktan sonra nihayet Allah-ıt Azîmüşşan, Hz. Alse'nin berâet
ve masumiyeti hakkında yukarıda zikri geçen Sûre-I Mûr âyetlerini indirmiştir.
Bunun üzerine iftirada bulunanlara hadd vurulmuştur.
Bu rivayetten asıl
suçlu olan Abdullah b. Übey'ye hadd vurulmadığı anlaşılıyor. îbni'l-Kayyım
(691—751) bu meseleyi ele alarak Resûlülah (S.A.V.)'in ona hadd vurmamasını
verililerini anlatmış bu işe mâni' olan birçok özürler göstermişse de Hâkim
«el-iklil» adlı eserinde Peygamber (S.A.V.)'in ona da hadd vurduğunu rivayet etmiştir.
Mârûdî (—450)
Peygamber (S.A.V.) in Hz. Âlşe'ye iftira edenlerden hiç birine hadd
vurmadığını iddia etmiş ve: «Hadd ancak hüccet veya ikrarla sabit olur» demiş.
Fakat kendisine: «hadd nass-ı Kur'ân Scabediyor; zâten hadd-i kazif, kâfi isbât
edememekle lâzım gelir. Binâenaleyh onu hüccetle isbâta ne hacet kalır.» diye
cevap verilmiştir. Fakat kendisine kazfedilen kimsenin mahkemeye dâva açarak
hadd istemesi şarttır.[45]
1250/1047- «En
e s b. Mâlik radnjallahil anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: İslâmda
vâki' olan İlk İlân Hilâl b. Ümeyye, kendr kanslle Şerik b. Sehmâ'ya kazlfte
bulunduğu zaman olmuştur. Resûlülfah sdtlaî-lahü aleyhi ve sellem kendisine :
— Hücceti (nî) getir;
yoksa sırtına hadd var; — Hah...»buyurdular.»[46]
Bu hadîsi Ebu Ya'la
rivayet etmiştir, ricali mutemettirler Buha-n'de de İbnl Abbas'dan bunun bir
benzeri vardır.
liân. âyeti'nin sebebi
nuzûlü ihtilaflıdır. Enes (H. A.)'d&n bir rivâ-vâyete göre Hilâl kıssası
hakkında başka bir rivayete göre Uveyrair-i Aclânr hakkında nazil olmuştur. îlk
liâmn, âyet nazil oldukdan sonra yapıldığında şüphe yoktur. Bazıları: «Âyet,
Hilâl hakkında nazil olmuş, fakat Uveymîrin gelişine tesadüfi etmiştir»-
diyerek iki kıssanın arasını cem' etmek istemişlerdir.
Hadİs-i şerîf, erkek
iddiasını isbât edecek hüccet bulamadığı zaman kendisine hadd vurmanın vâcib
olduğuna delâlet ediyorsa da, bu hüküm liân âyeti ile neshedilmiştir. Mezkur
nesih, sünnet'in Kitab'la- neshi kabilinden dir. Yalnız bunun tahakkuku için
kazif âyetinin liân âyetinden evvel nazil olmuş bulunması şarttır. Şayed liân
âyeti evvel nazil olmuşsa o takdirde o nâsih olur; yâhud beraber nazil
olmuşlarsa kazif âyetini tahsis etmiş olur: liân âyeti, kazif âyetindeki
umumdan, husus kas-dedildiğine yâni âyetden muradın, karısına kazfeden erkekden
maadaları olduğuna karinedir; diyenler de olmuştur. Fakat tahkîka göre karılarına
kazif yapan erkekler âyetin umumunda bakîdir. Ancak Teâlâ Hazretleri erkeğin-
dört defa şehâdetini dört şâhid yerine tutmuştur. Bu sebeble onun yeminlerine
«şehâdet» demiştir. Kazfeden erkek bu yeminlerden cayarsa kendisine hadd-i
kazif vurmak vâcib olur. Nitekim yabancı bir kadına kazif yapar da dört şâhid getirmezse
kendisine hadd-i kazif vurulurdu.
Liândald beşinci yemin
tekîd ve teşdîd için meşru' olmuştur. Karısına kazifde bulunduktan sonra
yemininden cayan erkeğe hadd vurmak, cumhur-u ulema'mn mezhebidir.[47]
1251/1048-
«Abdullah b. Amir[48] b.
Rebia'dan rivayet olunmuştur. De-mfftlr ki: Gerçeklen Ebu Bekir, Ömer, Osman ve
onlardan sonrakilere yetlfdfm. Ama bunların kailf fçln köleye kırk değnekden
ba|ka dayak vurduklarını görmedim.»[49]
Bu hadisi Mâlik ile
Sevr! «Cami» inde rivayet etmiştir.
Hadîs adı geçen zevatın
köle ve cariyelere hür olanların yarısı kadar hadd vurulacağı fikrinde
olduklarına delâlet ediyor. Zâten hadd-i zinada :
O cariyelere hür
kadınlara elan azabın yarısı vardır[50].»
âyet-i kerî-mesîle cariyelere yarım hadd vurulacağı riassen bildirilmiştir. Her
halde hadd-i kazfi de buna kıyâs etmiş olacaklar. Nass cariyeler hakkında
vârid olduğuna göre köleyi de cariyeye kıyas etmişler; sonra kazif âyetinin
umumunu kıyasla tahslsde bulunmuşlardır.
Cumhur-u ulemânın
mezhebi budur. Ibni Mes'ud (R.A.) ile Ömer b. AbdÜaziz, Evzdî ve Ebu Sevr'e
göre hadd-i kazif kölelere de 80 değnek üzerinden vurulur. Çünkü âyet umumidir.
Bu zevatın Zahiriler gibi kıyasla amel etmedikleri anlaşılıyor.[51]
1252/1049-
Ebu Hüreyre radtydahü anfa'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah
sdaahü aleyhi ve eeUem:
— Her kim köle ve
cariyesine zina iftirası atarsa ona kıyamet gününde hadd vurulur. Ancak
(hakîkat-ı hâl) onun söylediği gibi çıkarsa o başka; buyurdular.[52]
Hadis müttefekun
aleyh'dir.
Bu hadis, cariyesine
kazifde bulunan sahibine dünyada hadd vurulmayacağına delildir. Çünkü ihsanın
şartı, kazfedilen kimsenin hür, âkü ve baliğ olmasıdır.Hattâ ekser-i
Haneflyye'ye göre müslüman ve namuslu olmasıda şarttır. Bundan dolayı
Peygamber (S.A.V.) köle ve cariyesine kazfeden sahibine hadd vurulmayacağını
bildirmiş; ona bu cezanın âhirette verileceğini söylemiştir. Cariyeye
sahibinden başkası da kazfetse yine bilittifâk hadd vurulmaz, yalnız ümm-ü
veled meselesi İhtilaflıdır. Hanttfller'le Şaffltr'e göre ümm-ü veled olan
câriye dahî bu bftbda diğer cariyelerle müsavidir; yani ona kazfedene de hadd
vurulmaz. İmam Mâlik İle ZftMrttor'e göre ise hadd vurulur. Onlar bunun Hz.
Ömer (R. A ./dan sahîh rivayetle nakledildiğini söylerler.[53]
Serlkat: Lûgat'de bir
şeyi başkasından gizlice almaktır. Türkçede buna hırsızlık denilir.
Şerbt'de dahi ayni
manâya gelirse de şer't bir hüküm ifâde edebilmesi için tarife bazı kayıdlar
ilâve edilmiş ve «Serikat, âkil baliğ bir şahsın, gizlice Ur kimsenin korunan
ve bozulmayan şeylerden olan on dirhem kıymetindeki malını almasıdır.»
denilmiştir.
Bu mikdar mal çalanın
hadd-i şer'îsi Hanefller'le TâbHn'den bir cemâate göre sağ elinin bilekden
kesilmesidir. İmam Şafii'ye göre hadd-i serîye îcabeden hırsızlık çeyrek
dinardır. İmam Mâlik ile İmam Akmed b. BanbeVe göre ya çeyrek dinar, yâhud üç
dirhemdir. Hattâ Hasan-t Basri (21—110) ile Dâvud-u ZâMri (202—270» ve
HarfclUr'e göre azı veya çoğu tahdld olunmaksızın her malı çalan hırsızın eli
kesilir.
Teali hszrettert malı,
can ve ırzı muhafaza için yaratmıştır.
Bunun te'mini İçin de
:
[54] Hırsizlık yapan erkek ve kadının ellerini kesiverin..»
buyurarak hadd-i şer'î vaz'etmiştir. Hadd-i serikat'ın sünnetten delilleri
aşağıdaki hadîslerdir.[55]
1253/1050- «Aişe
radıyallahü anhâ'âan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: ResûIiillah saHaUahü
aleyhi ve sellem:
— Bir hırsızın eli
ancak çeyrek dînâr veya daha yukarısında kesilir; buyurdular.»[56]
Bu hadîs mütfefekun
aleyh'dir. Lâfzı Müslim'indir. Buhari'nin lâfzı şöyledir: «Hırsızın eli çeyrek
dînârda ve daha fazlasında kesilir» Ahmed'in bir rivayetinde «Çeyrek dînârda
(eli) kesin ama ondan aşağısında kesmeyin» Duyurulmuştur.
imam Ahmed'in rivayeti
de Hz. Aişe (R. Anhâ)'dandır.
Hadd-İ serikatın
kitâb-ı ilâhi ile sabit olduğuna az yukarıda arzetmiştik. Ancak hırsız ne
mikdâr mal çalarsa eli kesileceği âyetde beyân olunmamıştır. Bu sebeble ulemâ
ihtilâf etmişler ve ortaya bir kaç mesele çıkmıştır.
Birinci mesele: Hadd-i
serikat için muayyen bir nisâb olup olmadığıdır. Cumhura göre nisâb şarttır.
Delilleri buradaki hadîslerdir. Az yukarıda gördüğümüz vecihle Hasan-ı Basri
ile Zahirîler ve Hâriciler nisabın şart olmadığına kaildirler. Çünkü âyet
mutlaktır. Bir de Bukârî'de Hz. Ebu Hüreyre'den rivâyeten şu hadîs vardır:
«Allah hırsıza lanet
etsin, yumurtayı çalar eli kesilir ipi çalar (yine) eli kesilir.» Fakat
kendilerine şöyle cevap verilmiştir: «Âyet-i kerîme çalınan şeyle onun
mikdarını mutlak olarak ifâde etmiştir. Bu hadîs onu beyân ediyor. Sonra
yumurtadan murâd: hakîkaten yumurta çalmak değil hırsızın ne kadar aşağı
duygulu olduğunu ve çaldığı şeyin ne kadar kıymetsiz bulunduğunu
göstermektedir. Artık bu kadar kıymetsiz şeyleri çalmağa tenezzül eden elbette
yarın kıymetli mallar çalmaya da cür'et eder. Binâenaleyh henüz âdet hâline
gelmeden kıymetsiz şeyleri çalmaktan vaz geçmesi için kendisine ayni zamanda
bir ihtardır.»
Mezkûr cevabı Hattdbi
zikrederse de ondan evvel îbni Kuteybe (—266) aynı cevabı kaydetmiştir. Nisabı
şart görmeyenlere şöyle de cevap verilebilir: «Mutlak olan serikat âyeti az
mala şâmil olduğu gibi bir tek buğday dânesinede şâmildir. Bu kadar kıymeti az
olan bir şey için siz dahî el kesileceğine kail değilsiniz. Binâenaleyh
mukabilinde el kesilecek malın en az ne mikdar olacağını ta'yin etmek
şarttır.»
İkinci mesele :
Nisabın mikdarıdır. Nisab şart koşan cumhur-u ulemâ bunun mikdarı hususunda
ihtilâf etmişler ve ortaya yirmi kadar kavil çıkmıştır. Bunların içinde delile
istinâd eden yalnız iki tanesi olup, bunlarda Hanefîler'le Şâfiîler'in
kavilleridir. Biz yukarıda bunları da gördük. Mezkûr kavillerin tafsilâtına
gelince:
«El kesmeyi îcabeden
hırsızlık en az on dirhem veya o kıymetde bir malı çalmaktır» diyen
Hanefiter'in delilleri : «Peygamber (S.A.V.) zamanında kaikan'ın fiyatı on
dirhemdi» diyen Ibn! Abbas (R. A.) ha-dîsile Buhâri ve Müslim'deki İbni Ömer
(R.A.) hadîsi ve emsalleridir. Ibnİ Ömer hadisinde Peygamber (S.A.V.) bir
kalkan için el kesdt» denilmektedir. Vâk'â bu rivâyetde kalkanın kıymeti üç
dirhem olarak gösterilmişse de ayni rivayet sahîheyn'deki rivayete muarızdır.
Kesilmesi îcabeden bir uzuv hakmda ise âzam! dikkat ve ihtiyatı göstermek
gerekir. Bunun için de yüzde yüz bilinen mikdar ile amel edilir ki, o da on
dirhemdir. İbntfl Arabî diyorki: «Sii/yan-ı Sevr: hadîs ilminde bu kadar büyük
bir âlim olmakla beraber el kesmenin ancak on dirhemde vâcib olacağına zâhib
olmuştur. Çünkü gelişi güzel el kesmek bilicmâ haramdır. Ona mubah muamelesi
yapabilmek ancak müttefekun aleyh olan yerde caizdir. On dirhem bütün
ulemâ'nın el kesmek için ittifak ettikleri bir mikdardır. Binâenaleyh onunla
amel edilir, ihtiyat da budur.»
îmam Şafiî ile Hİcar
ulemâ sı'na ve diğer bazılarına göre el kesmenin nisabı çeyrek dînâr altın
yâhud üç dirhem gümüştür. Onlar Hz. Âİşe (R. Anhâ) hadîsi ile istidlal ederler.
Ve: «Uç dirhemin kıymeti zâten çeyrek dinardır. Çünkü Peygamber (S.A.V.)
zamanında on İM dirhem bir dînâr ederdi. Sonraları da öylece devam etmiştir.
Onun için diyet gümüş'ten (12000) dirhem altından (1000) dînâr almıştır»
derler.
Bir delilleri de
aşağıda gelen kalkan hadîsidir. Bu hadîs Peygamber (S.A.V.)*in üç dirhem
kıymetinde bir kalkan çalanın elini kesdiğini ifâde ediyor, İmam Şafii: «Eğer
Üç dirhemin kıymeti çeyrek dinar etmezse el kesmek vâcibolmaz» demiştir. Hi.
Osman (R. A./ın üç dirhem kıymetinde bir mal, Hz. AH (RA.)ın iki buçuk dirhem
kıymetinde Ur çeyrek dinar için el kestikleri rivayet olunmuştur ki; bunlarda
Şafii'ye delîl olabilirler.
Üçüncü mesele: «El
kesmek için nisab şarttır» diyenler altınla gümüşten başka bir şeyden nisâb ne
ile takdir edileceği meselesinde ihtilâf etmişlerdir, İmam rivayet olunan
meşhur kavle göre: şâir eşya dirhemle taktir olunur: Yani altınla gümüşün geçer
fiyatları değişik olur, meselâ çeyrek dînâr iki dirhem kıymet tutarsa eşya
dirhemle kıymetlendirilir. İmam Şafiî ise: «Eşyayı kıymetlendirme hususunda
asıl olan altındır. Çünkü bütün yer altı cevherlerinde asıl odur» demiştir.
Utema'dan Ebu Sevr,
Evzâi ve Dâvud-u ZâHti, Şafiî'nin kavlini tercih etmişlerdir. İmam Ahmed ise
Mdlik'in kavline zâhib olmuştur.[57]
1254/1051-
lbni Ömer radıydUahü anhümd'ûan rivayet olunduğuna göre; Peygamber aleyhi ve
seMemj kıymeti üç dirhem olan bir kalkan İçin el kesmiştir.»[58]
Hadîs müttefekun
aleyh'dir.
Üç dirhemin çeyrek
dînâr demek olduğunu yukarıda gördük. İmam Ahmed'in bir rivayetinde :
«Bundan (kıymetçe)
daha aşağı olanında el kesmeyin»
Duyurulması da ayni
mânâyı te'yîd eder.[59]
1255/1052- «Ebu
Hüreyre radtydOahü anVden rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah aleyhi ve sellem:
— Allah hırsıza lanet
eylesin. Bir yumurtayı çalar eli kesilir; ipi çalar (yine) eli kesilir;
buyurdular.»[60]
Bu hadîs dahî
müttefekun alayh'dir.
Hadîsin Zahirilerin
delülerinden olduğunu, fakat te'vil edildiğini yukarıda görmüştük. İmam A'me
buradaki yumurtayı demirden yumurta; ipi de gemi halatı diye te'vil etmişse de
bu te'vil doğru sayılmamıştır. Zira hırsızı tekdir ve ta'yib İçin vârid
olmuştur.[61]
1256/1059- Atse
radtyaOahu anhâ'ton rivayet edildiğine gör» Resûlüllah (S.A.V.) (Üsame'ye) :
— Allah'ın hududundan
bir hadd hakkında şefâatmı ediyorsun?: bundan sonra ayağa kalkarak hutbe okumu}
ve :
«Ey nâsî sizden
Öncekiler ancak ve ancak şu sebeble helak olmuşlardır: Aralarından şerefli
bîri hırsızlık ederse onu bırakırlar; zaîf olan çalarsa ona haddi tatbik
ederlerdi. Uâh...» buyurmuşlardır.[62]
Hadîs müfttefekuna
leyh'dir.Lâfız Müslim'indir.Müslim'in Alşe (R. Anhâ)'dB.n başka bir yolda gelen
rivayetinde Aişa (R. Anhâ) : «Eskiden kadın bir malı emaneten alır da onu
inkâr «derdi. Bunun üzerine Peygamber (S.A.V.) etinin kesilmesini emir buyurdu»
demiştir.
Hadîs-i şerifteki hitâb
Hx. Ütamet-ü'bnü Zeyd'dir.Buhâri'nin rivayetine göre: Bent Manzum kabilesinden
hırsızlık eden bir kadın[63] Kureyş'i
bir hayli meşgul etmiş. Kendi aralarında konuşurken : «Resulüİlah (S.A.V.) ile
kim konuşabilir; onun sevdiği Üsâme'den başka huzuruna çıkmağa kim cesaret
edebilir? demişler. Nihayet O da Resûlüllah (S.A.V. )'le konuşmuş. Resulü Ekrem
(S.A.V.) kendisine :
— Allahın hududundan bir had hakkında şefâatmı ediyorsun? demiştir.
Hadîsteki istifham
inkârîdir. Her halde Üsame (R. A.) hadd-i şer'i hususunda şefaat olmadığını
biliyormuş.
Bu hadîsde iki mesele
vardır :
1— Hudud-ü
şer'i hususunda şefaat yasaktır. Buharı bunun için ayrı bir bâb tahsis
etmiştir. Bu hadîsin bazı rivayetleri şefaatin, mesele mahkemeye aksettikten
sonra yasak olduğuna delâlet ediyor. Meselâ bir rivayette Fahr-i Kainat
(S.A.V.), Hz. Üsameye :
— Hİç bir hadd İçin
şefaatçi olma, çünkü hudûd bana dayandımı artık bırakılmazlar; buyurmuşlardır.
Ebu Dâvud ile Hâkim Hz. İbni Ömer (B. A.)dan şu hadîsi tahrîc etmişlerdir :
«Resûlüllah (S.A.V):
— Eğer bir kimsenin
şefaati Allahın hududundan birinin arasına girerse o kimse muhakkak Allahın
işinde ona zıd hareket etmiş olur». Bu hadîsi Hâkim sahîhlemiştir. Ayni hadîsin
başka rivayetlerini İbni Ebi Şeybe (— 234) Hz. Ibnt Ömer'den mevkufen Taberânî
(260—360), Hz. Ebu Hüreyre'den mer-fu' olarak tahrîc etmişlerdir. Dâre KutnVmn
Hz. Zübeyr'den mevsul olarak tahrîc ettiği şu hadîs dahî bu cümledendir:
«Dava hâkime
varmadıkça şefaat edebilirsiniz. Fakat hâkime varır da hâkim afvederse Allah o
hâkimi affetmez.» «Bu hadîsin Hz. Urvetü'bnü Zübeyr'den bir de mevkuf rivayeti
vardır. TdberânVnin tahrîc ettiği bir rivayetin lâfzı da gudur :
«Zübeyr bir hırsıza
tesadüf etmiş de ona şeâfattc bulunmak istemi; (kendisine: Dur bakalım dava)
hâkime varsın da (öyle şefaat edersin) demişler. Bunun üzerine Hz. Zübeyr :
— (Dava) hâkime
vardığı zaman artık Allah şefaat edene de edilene de lanet etsin; demiştir».
Hadîs imamları bu mevkuf rivayeti daha mu'temed kabul etmişlerdir. îleride «Hz.
Safvan (R.A.)'m hırkası» kıssası da gelecektir.
Bütün bu hadîsler,
dava hâkime arzedildikten sonra şefaat yapmanın haram olduğunu isbat hususunda
birbirlerini takviye ederler. O halde hâkime vâcib olan vazife hadd-i şer'iyi
vurmaktır. Hattâ ulemâ'-dan ibni Abdilberr bu hususta icmâ' bulunduğunu iddia
etmiştir. imam Mâlik'ten nakledildiğine göre: başkalarına eziyet vermekle
meşhur olan suçlu ile eziyyet vermeyen arasında fark görür, ve: «Eziyyet verene
şefaatte bulunmak mutlak suretde caiz değildir. Eziyyet vermeyene davadan Önce
şefaat yapılabilir» dermiş.
2— Emaneten
kullanmak üzere alman şey inkâr edilirse inkâr edenin elini kesmek vâeibolur.
Bu bâbda Nesaî ile Abdürrezzak da hadîsler rivayet etmişlerdir, imam Ahmed b.
Haribel ile Zâhİrîler'in mezhebi budur.
ibni DakikVl-ld (625—702)
: «İnkâr ettiğini bildiren rivayetin çaldığını gösteren rivayet üzerine
tercihi anlaşılmadıkça inkâra terettüb eden hüküm sabit olamaz» diyor.
Cumhur-u ulemâ'ya göre emaneten alman malı inkâr etmekle, el kesmek vâcibolmaz.
Çünkü el kesmeyi emreden âyet hırsız hakkındadır. İnkâr edene «hırsız»
denilmez. Ibni'l Kayyım (691—751) cumhur'un kavlini reddederek inkârın,
hırsızlık isminde dâhil olduğu iddia etriıişsede kendisine : «İnkârın hırsızlık
isminin şümulüne girmesine lügat müsâid değildir. Delîle gelince : inkâr
edenin eli kesilmesi bu hadîsle sabit olmuştur» diye cevap verilmiştir.
Cumhur-u ulemâ,
Mahzûmiyye hadîsinin Hz. Aişe, Câbir, Urvetû'bnü Zübeyr ve Mes'ud b. Esved
tarîklerile «çaldı» lâfzîle vârid olduğunu onu Buhârt ile Müslim'in ve Beyhakî'nin
de çalmayı tasrih ederek rtvâ-yetde bulunduklarını söylerler. Böylece onlarca
burada hırsızlık tekarrur etmiştir. İnkâr rivayeti el kesmenin inkâr sebebîle
olduğuna delâlet etmez. Kadının inkârı kendisine bir âdet olduğu artık herkes
onu inkarcı olarak tanıdığı için zikredilmiştir. Yoksa elinin kesilmesi
harsızhğmdan dolayı idi. Bu cevabı Cumhur'un namına Hat-tabî vermiştir.
Aşağıdaki hadîs dahî cumhur'un mezhebini te'yîd etmektedir.[64]
1257/1054-
«Cabir radtyaüahü anh'dan Peygamber (S.A.V.)'d«ı ifümlş olarak rlvaywt
edildiğine gtfre efendimli :
— Hâin, yağmacı ve
muhtelisin («İM) kesmek yoktur; buyurmuşlardır.»[65]
Bu hadîsi Ahmed ile
Dörf ler rivayet etmiş, Ttrmlit ile tbni Htbban da onu sahîhlemişlerdir.
Cumhur şu mütâlâada
bulunuyorlar: Elindeki, emânetten istifâde ettiği şeyi inkâr eden hâindir. Bu
kelime her türlü hıyanet yapanlara âmm ve şâmil ise de eli kesilmek sadece
aldığı eşyayı inkâr edene mahsustur.
Hadîs-i şerif üzerinde
hadis ulemâsının sözleri çoktur..
Hftln : «Aşikâre
yapamadığı şeyi kalbinde gizleyen mânâsına ise de burada ondan murâd bir malı
sahibinden, gizli olarak onu korur ve hoş tutarmiş gibi görünmekdir» diyorlar.
Yağmacı : Baskın
yaparak zorla başkalarının malını alandır.
Muhtelfs : Bir malı
kurnazlıkla çalan, yâhud kapıp kaçandır.
Usul-ü fıkıh ilminde
hırsız kelimesinin yanında tarrâr ve nebbâş ta'birleri mevzu-u bahis olurlar.
Zîrâ csârik» korunan bir malı gizlice alan hırsızdır. Âyet-i kertme'de bunun
hükmü elinin kesilmesi olduğu beyân edilmiştir.. Fakat mezkûr hüküm birer nevi
hırsız demek olan tarrâr ile nebbâş hakkında hafidir. Zîrâ, tarrâr: yankesici
demektir. Bunun hırsızlığı âdi hırsızukdan farklıdır. Adî hırsız bir malı
sahibi yanında yokken çalar, Tarrâr ise sahibinin huzurunda, fakat onun haberi
olmadan çalar. Bittabi gözünün Önündeki bir şeyi göstermeden çalmak büyük bir
maharettir. Binâenaleyh yankesiciye «hırsızların ustası» denilse yeridir. Bu
sebeble âdi hırsıza sabit olan hüküm yankesici hakkında evleviyetle sabit olur.
NebbAş'a gelince: Nebbâş kefen soyu-cudur. Bunda da bir gûna hırsızlık varsa da
ötekiler derecesinde defildir. Çünkü
kefen soyucunun hırsızlık yaptığı yer korunan bir yer değildir. Şu halde ona
hırsız hükmü verilemez, imam Ebu Yusuf in Şafiî'ye göre ise eli kesilir.
Hadîs-i şerifte zikri
geçen muhtelisden murâd ihtimal ki neb-bâş hükmünde olan hırsızdır.
Ulemâ çalman malın
korunması hususunda ihtilâf etmişlerdir. İmam Ahmed b. Hanbel ile HAHciler'e ve
bazı Zahirilere göre malın korunması şart değildir. Çünkü korunmanın şart
olduğuna ldtab ve sünnetten bir delîl yoktur. Sair ulemâ bu hadtsle istidlal
ederek korunmanın şart olduğuna kaildirler. İbni Battal (— 444): «lûgaten
hırsızlığın mânâsında korumak vardır» demiştir.[66]
1258/1055- «Rafl'
b. Hadîc radıyallahü anh'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah
sdlaUahü aleyhi ve selUnft :
— Meyve ve hurma yağı
için el kesmek yoktur; «torken işittim.»[67]
Bu hadîsi bundan
evvelki hadîsde rV.ri geçen zevat rivayet etmişlerdir.Onu Tîrmtzt ile İbni
Hibbân da sahShlemişlerdir.
«Keser» hurmanın iç yağı
dedikleri beyaz bir şey üp, sığır dili gibi hurmanın ortasından çıkar, araplar
bunu yerler.
Meyve'den murâd: henüz
abacında bulunan hurma ve sairedir. Ancak yaşma da, kurusuna da şâmildir.
Bu hadîsi ümmet kabul
ile telâkki etmiştir. Hadîs meyve ve emsalini çalmanın el kesmeyi
îcabettirmeyeceğine delildir. Zahirin e bakılırsa ağacındaki meyve ile
devşirilmişin arasında fark yoktur. Nitekim İmam-ı Âzam Ebu Hanîfe'nin mezhebi
de budur. Ona göre yiyecek çalmakla asılları mübâh olan av, odun v ot gibi şeyleri
çalmak el kesmeyi îcâbetmez. Meyveler hakkındaki delili bu hadîsdir.
Cumhur-u ulema'ya göre
ise her muhafaza edilen malı çalmak el kesmeyi icabeder. Bunlar serîkat
âyeti'nin umumuna ve el kesme hususunda nisâb bildiren hadîslerle istidlal
ederler. Buradaki RftfP hadîsi için tmam Şafiî «MedtnelHer'in âdetleri vecihle
vârid olmuştur. Çünkü onlar bahçelerin etrafına duvar yapmazlar; d kesilmemesi
de duvar yapmadıkları içindir. Duvar yapsalar, hüküm şâir eşya gibi olurdu»
demiştir.[68]
1259/1056-
[69]Ebu
Ümeyyete'l-Mahzumt radıyallahü anh'den rivayet edilmiştir. Demiştir ki:
Resûlüllah salaUahü aleyhi ve sellem hırsı ılığını adam akıllı l'tlraf etmiş,
fakat yanında mal bulunmamış bir hırsız getirdiler. Resûlüllah salaUahü aleyhi
ve sellem ona :
Senin hırsızlık
ettiğini zannetmiyorum; dedi. Hırsız:
— Bilâkis) cevabını
verdi. Aynı sözü ona İki veya üç defa
tekrarladı. Nihayet emir buyurarak (eli) kesildi; ve adamı getirdiler. Resûlüllah
(S.A.V.):
— Allaha tevbe ve
istiğfar et; dedi. Hırsız :
— Allaha tevbe ve
İstiğfar ediyorum; dedi. Bunun. Üzerine Resûlüllah (S.A.V.) üç defa :
— Allahım bunun
tevbesini kabul buyur; dedi.
Bu hadîsi Ebu Dâvud,
Ahmed ve Nesaî tahrîc etmişlerdir. Lâfız Ebu Davud'undur. Râvîieri
mu'tetneddirler. Ayni hadîsi Hâkim, Ebu Hüreyre (R. A.J'dan tahrîc eylemiş,
yalnız onu mânâsı i'tibârile nakletmiş; ve o adam hakkında : «Resûlülah
(S.A.V.) :
— Bunu götürün; elini kesin sonra onu haşlayın;
buyurdu» demiştir.[70]
Hadîsi Bezzâr dahî
(Ebu Hüreyre'den) tahrîc etmiş ve : «İsnadında beis yoktur» demiştir.
HattâM : t bu hadîsin
isnadında söz, vardır; bir hadîsi meçhul biri rivayet ederse o hadis hüccet
olmaz; ve onunla hüküm vermek îcâb etmez» diyor. Abdvîhak ise : «İsnadında
zikri geçen Ebufl Münzir'den ylruz îshâk b. AbdiUâh b. Ebİ Talhâ hadis rivayet
etmiştir; başka rivayet eden yoktur» demektedir.
Hadis-i şerif hâkimin
hırsıza inkarı telkin etmesi gerektiğine delildir. Rivayete göre Peygamber
(S.A.V.) bir hırsıza :
— Çaldlhmi? diye
sormuş ve : «hayırde» buyurarak ona inkârı telkinde bulunmuştur. Fakat Râfiî (—
627 ): «ulemâ bu ha* dîsi sahîh bulmadılar» demiş; Gazali dahî : «Hayır de»
ifâdesini imamların sahih bulmadığını söylemiştir. Bçyhakî'nm, Ebu'd - Derdi
(R.A.ya. mevkuf olarak rivayet ettiği şu hadîs de telkini te'yîd eder:
«Ebu'd - Derda'ya
hırsızlık etmiş bir câriye getirmeler. Ebu'd-Derda cariyeye:
— Çaldınmı? diye
sormuş ve : «hayır de» şeklinde telkinde bulunmuş; câriye:
Hayır; cevabını vermiş
o da kendisine yol vermiştir.» Bu rivayetin bir benzeri de Hz. Ömer (R. 4./dan
naklolunmuştur. Telkine delalet eden rivayetler diğer saha be-i klrâm'dan da
nakledilmiştir.
Hırsızın ikrarı,
hakkında ulemâ ihtilâf etmişlerdir. İmam Ahtned, Ebu Yusuf, Züfer ve diğer bazı
zevata göre hırsızlık ikrarla sabit olmak için hırsızın iki defa ikrar etmesi
mutlaka lâzımdır. Delilleri bu hadîsdir. Fakat hadisimizde ikrarın ikimi, üçmü
yapıldığında râvî tereddüd etmiştir. Binâenaleyh bazıları : «İmam Ahmed ile
ta-rafdarlarına ihtiyat olan, ikrarı üç defa şart koşmaları îdi. Halbuki onlar
bunu yapmadılar» diye i'tirâzda bulunmuşlardır. îmam-ı Âzam, İmam Mühammed,
İmam Mâlik, İmam Şafiî ve ekser-i ulemâ şâir ikrarlarda olduğu gibi burada da
bir defa i'tirâfın kâfi geleceğine kail olmuşlardır.
Hadîsimizin Hâkim
tarafından Hz. Ebu Hüreyre'den rivayet edilen kısmı, kesilen elin dağlanması
lüzumuna delâlet ediyor.
Hatim : ateşle
dağlamaktır. Dağlamanın hikmeti kam kesmesidir. Zlrâ dağlanmazsa kan
dinmeyebilir. Bu ise bittabi ölüm ile neticelenir.
Elin kesilmesi ve
kesilen yerin dağlanması için emri hâkim verecektir. Kesme ve dağlama ücreti
ile ilâç parası BeytirM-mal'den verilir.
Hırsızın eli kesilen
kolunu boynuna asmak sünnetdîr. Bunu BeyhakVnin Fadâle b. ubeyd'den tahrîc
ettiği şu hâdîsden anlıyoruz.
«Futtle'ye :
— Ne clttrsln hırsızın kolunu boynuna asmak iünnetd«nmldir?
sorulmuş :
— Evet. Peygamber (S.A.V.)'in
Mr hırsızın elini kesdlğint, sonra emir buyurarak kolunun boynuna asıldığını
gördüm; cevabını vermiştir.» Buna benzer vak'alar Hz. AH (R.A.)'dan da rivayet
olunmuştur.[71]
1261/1057- Abdurrahman
b. Avf radtydlîahü anVdan rivayet olunduğuna flöre; Resûlüllah saüdllahü
aleyhi ve sellem :
— Hırsız kendisine had
d vurulduğu vakit borçlu kalmaz; buyurmuşlardır.»[72]
Bu hadîsi Nesaî
rivayet etmiş; ve onun münkati olduğunu açıklamıştır. EBA Hatim ise : «Bu
hadîs münkerdir» demiştir.
Hadisi, Nesaî,
Mittverb. İbrahim'den o da Abdurrahman b. Avfdan rivayet etmiştir. Halbuki
Misver ceddi, Abdurrahman b. Avf'a yetişmemiştir. Nesdî : «Bu hadîs murseldir;
sabit değildir» demiştir. Bu hadîsi Beyhakî dahî tahrîc etmiş; ve mürsel
olmaktan başka illeti de bulunduğunu söylemiştir.
Hadîs-i şerif hırsızın
elini kesmek vâcibolduktan sonra artık çaldığı mal elinde telef olsa bile
kendisine ödettirilmeyeceğine delâlet ediyor. Bu bâbta o malı eli kesildikten
sonra itlaf etmekle kesilmeden itlaf arasında bir fark yoktur. Ulemâ'dan
bazıları ile îmam-x Â'zam Sbû Hanîfe'nin mezhebinin bu olduğunu kendisinden
İmam Ebû Yusuf rivayet etmiştir. İmam-ı Â'zam göre meselenin ta'lîli şöyledi:
Bir yerde İki hakkın birletmesi İçtimâi usule muhaliftir. Binâenaleyh burada
hırsızın elinin kesilmesi o lala karşı olan mes'uliyetinin de yerini tutar.
Bundan dolayıdır ki, elinin kesilmesine sebeb olan malı tekrar çalsa
Haneftler'e göre tekrar eli kesilmez. Maam&fİh Ebu Yusuf & göre yine
kesilir. İmam Şâfü'nin mezhebi de budur.
İmam Şafiî, Ahmed b.
Hanbeî ve diğer bazı ulemâya göre hırsız itlaf ettiği malı öder. Hanefller'e
göre mal mevcud ise onu sahibine iade eder. ödemenin delili :
«El aldığı şeyi verinceye
kadar ondan mesuldür» hadîs-i şerifidir .Şafiller buradaki Abdurrahman hadisini
ihticaca elverişli görmezler. Kitabdan delilleri :
[73] «Mallarınızı aranızda batıl İle yemeyin..» âyetidir.
Aklî delilleri şudur :
Hırsızhkda hem kul hakkı, hem de Allah hakkı vardır. Bunların ikisini de
hırsızdan almak gerekir. Birde çalınan malın aynı duruyorsa bilicmâ' sahibine
verilir. Mal mevcud olmadığı zaman da buna kıyasen ödettirilir.[74]
1262/1956-
«Abdullah b. Amir b. As radıyallahü anhümâ'dan ResO-Ifillah saüaUahü aleyhi ve
seMem'âtn duymuş olarak rivayet göre ŞemKmln dalındaki hurmanın hükmü sorutmu):
Peygamber aaUaUahü aleyhi ve sellem:
— İhtiyacı olan bir
kimse etek yaymadan ağzı île alırsa ona bir şey yoktur. Biraz hurma ile
(oradan) çıkana Ödeme ve ceza vardır. Eğer hurmayı harmanında topladıkdan sonra
kıymeti kalkanın kıymetine varan bîr mikd arla oradan çıkarsa ona da kesme
cezası vardır; buyurmuşlardır.»[75]
Bu hadisi Ebtı Dıvud
ile Nesai tahric etmişlerdir.Hâkim onu sahîhlemiştir.
«Temr» yaş ve kuru
hurma ve keza yaş ve kuru üzüm manâsına gelen cem'iyyetti bir isimdir.
Hadîs-i şerîf
aşağıdaki meseleleri ihtiva etmektedir:
1—
Muhtaç
kalan bir kimse ihtiyacını gidermek için ağzı ile birisinin meyvesinden
alabilir; bu kendisine mubahtır.
2—
Fakat
başkasının bahçesinden bir şey alıp götürmek kendisine haramdır. Eğer bağ
bozulmadan ve meyveler devşirilmeden
bir şey alıp giderse aldığını ödediği gibi kendisine ceza dahî verilir. Bağ bozumundan
sonra alıp götürürse aldığı şeyler nisabı doldurduğu takdirde eli kesilir.
3— Hadîsde
ödenecek şeyle Verilecek ceza hakkında tafsilât verilmemiştir. Fakat
Beyhakî'nin rivayetinde bunlar tefsir
edilmiş ve Ödeneğin: aldığının iki misli; cezanın da tenkil için dayak vurmaktan
ibaret olduğu açıklanmıştır. Beyhakî'nin rivayet ettiği hadisle mal cezası
almanın caiz buğuna istidlal
edilmiştir, tmam Şafii eski mezhebinden buna kail olmuş; fakat sonra ondan
dönmüştür. Hazret-i $â/w'hin : cHiç bir kimseye bir şey için iki kat vergi konamaz,
ceza ancak bedenlere tatbik edilir; malda ceza olmaz. Bu hüküm neshedilmiştir.
Onu nesih eden nâsih de bizzat Resûtüllah (S.A. V.)*in, geceleyin koyunları' başkasının bağım telef eden zâta
verdiği ödeme hükmüdür.Zarar ancak kıymeti ile ödenir...» dediği rivayet olunur.
4— El kesmenin
vâcib olması için malın korunan mallardan olması şarttır.Bu hüküm şu badisden
dahî anlaşılmaktadır:
«Meyveîle, dağın
koruduğu koyun içine! kesmek yoktur. Meyveyi kurutma harmanı, koyunu da ağılı
barındırırca o takdirde kalkanın kıymetini bulan malda el kesme vardır». Bu
hadîsi Nesaİ tahric etmiştir. Görülüyor ki, malın korunur olması hırsızlığın
mefhumunda dâhildir. Onun için aldığı emanete hıyanet ederek onu sahibine iade
etmeyene «hırsız» demezler. Cumhur-u ulema'mn mezhebi budur.
«Harİsetü'l - cebel»
dağın koruduğu şey manasınadır.
Bazıları ona bu mânâyı
vererek: «dağ vasıtası ile korunan mal ça-hnirsa el kesilmez» demişlerse de
ekser-i ulemâ'ya göre murâd: ağılına varamadan karanlık basan koyundur. Hadîse
bu mânâyı vermek daha muvafık görülmüştür.[76]
1265/1059-
«Safvân
b. Umeyye radıydttahü anVdan rlvftyet olunduğuna göre; Peygamber
saUdtahü,aleyhi ve seJlem, onun cübbesinl çalanın elt kesilmesini er.ırettiğl,
Safvan da hırsıza şefaatte bulunduğu zaman kendisine:
— Bubisi o adamı bana
getirmezden Önce yapsaydına! buyurmuşlardır.»[77]
Bu hadisi Ahmed ile
DÖrfler tahrîc etmişlerdir. İbnü'l-Cârûd ile Hakim onu sahîhlemişlerdir.
" Hadîs-i şerifi
bir çok yollardan tahrîc etmişlerdir. Bunlardan biri de Tavûs'vn Safvan (R.
A./dan rivayet ettiği tarîkdir, îbni Abdü-berr (368—463) bu yolu tercih etmiş;
ve söyle demiştir: «Tlvte'un Safvan.'dah işitmiş olması mümkündür. Çünkü
kendisi Osman (R. A.)'a yetişmiş ve : Ben Resûtöllah (S.A.V.)'in a*h»b'ından
yetmiş şeyhe ye-tişdim; demiştir».
Hadîsin tafsüâtını
Beyhakî (384—458) As b. EM Rebâh'dan şu lâfızlarla tr'ırîc etmiştir:
«Atâ b. Ebi Rebah
demiştir ki: Bir defa Safvân b. Ümeyye Vadide yatarken bir insan çıka geldi: ve
hemen Safvân'nm başının altından Ur cübbe aldı. Müteakiben Safvân onu Peygamber
(S.A.V.)e getirdi. Resâlilllah (S.A.V.) derhal elinin kesilmesin! emir
buyurdular. (Bu sefer) Safvin :
— Ben onu affediyor ve
bağışlıyorum, dedi. Bunun üzerine Resûliilfah (S.A.V.) :
— Onu bana getirmeden
önce affetseydin ya! buyurdular.»
Hadis çeşitli
lâfızlarla rivayet edilmiştir. Bunların bazısında hâdisenin MesctdM Haram'da
geçtiği diğerlerinde Medine mescidinde uyurken vuku bulduğu kaydediliyor.
Hadîs-i şerif, bir
malı sahibi muhafaza ederse kilidli bir yerde bulundurmasa bile o malı çalan
hırsızın eli kesileceğine delildir. İmam Şafiî «Safvan'ın cübbesi, üzerine
yatmasîle muhafaza olunmuştu» diyor. Şafiî, Hanefi ile MA İtkiler'in mezhebi
budur. «Nihâye-tü'l - Müctehid* nâm eserde şöyle deniliyor: «Uyuyan bir kimse
bir şeyi kendine yastık yapsa Safvân'ın cübbesi kıssasında vârid olduğu vecihle
bu iş o şeyi muhafaza sayılır...» Hanefîlerin adlı kitabında dahî şu satırlar
mevcuddur: «Bir kimse mescidde sahibinin yanından bir malını çalsa her ne kadar
duvarla çevrilmiş olmasa bile yine eli kesilir. Çünkü mescid mal muhafazası
için yapılmamıştır; binâenaleyh mal, mekânla muhafaza edilmiş olmaz...»
Muhafazayı şart
koşanlar muhafazanın neden ibaret olacağında ihtilâf etmişlerdir. Şafltler'le
Maltktler'e göre her malın kendine mahsus muhafazası vardır. Meselâ
hayvanların ağılı, altın ve gümüşe mahfaza olamaz. Hanefller'le diğer bazı
ulemâya göre içerisinde bîr mal muhafaza edilen şey, başkasına mahfazadır.
Çünkü mahfaza: girenin girmesine, çıkanın çıkmasına mâni' olmak için kullanılan
şeydir. Böyle olmazsa ona ne lûgaten ne de şer'an mahfaza denilemez Kâ'be-i
Muazzama ile şâir camiler, içlerinde bulunan kendi âlât ve edevatına
mahfazadadırlar.
Kabrin kefen için
mahfaza sayılıp sayılamayacağında dahî ihtilâf etmişlerdir. ŞâfİHer'le
Mâiltkfler'e ve diğer bazı ulemâ'ya göre mahfaza sayılır; ve kefen soyan
hırsızın eli kesilir. Hz. AH ve Hz. Aise (R. Anhümâ) ile Sevrî ve İmam Â'zam
Ebu Hanîfe'ye göre kabir mahfaza sayılamaz; kefen soyanın da eli kesilmez.
BeytiM - mal'den çalan
hırsız hakkında da ihtilâf vardır. Hanefller'le Şafltler'e ve diğer bazı
ulemi'ya göre Beytü'l-mal'den bir şey çalan hırsızın eli kesilmez. Bir
rivâyetde Hz. Ömer (B. A.)'a göre eli kesilir. İmam mezhebi de budur.
Ordunun düşmandan
aldığı ganîmet mallarından çalanın ise bÜittifak eli kesilmez. Bu meselede, o
harbe iştirak etmekle etmemenin dahî farkı yoktur. Çünkü, olabilir kendisine o
ganimetten bir ihsan payı ayrılır da ganimete o da iştirak eder.[78]
1264/1060- «CAbfr
radıyaîlahü anA'den rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Peygamber aaUalahü aleyhi
ve seUem't bir hırsız getirdiler. Efendimiz :
— Onu Öldürün!
buyurdular. Bunun üzerine ashâb :
— YA Resûlaah, bu adam
sadece hırsızlık etmlsdlr; dediler. Resûlüllah saîîaîahü aleyhi ve seem:
— Onun elini kesin! dedi
ve hemen kesHdl. Sonra o adamı tekrar getirdiler. Resûlüllah sdüalahü aleyhi ve
seem:
— Onu Öldürün!
buyurdular.(RAvI) vak'anın evvelki glbt olduğunu anlaktı. Sonra o adamı üçüncü
defa getirdiler.RAvt vak"anın yine evvelki gibi olduğunu anlattı. Sonra
adamı dördüncü defa ayni minval üzere getirdiler. 'Bilâhare beşinci defa getirdiler.Resûlüllah alahü aleyhi ve aeem:
— Onu öldürün; buyurdular.[79]
Bu hadisi ESbu DAvud
ile Nesat tahric etmişler; fakat Nesil onu mûnker saymış, ve İris b. HAtfb'dan
bu hadisin bir benzerini tahric etmiştir. ŞAfİt beşinci defada katletmenin
neshedildiğini söylemiştir.
Hadisin Ebu Ddvud ile
Nesat tarafından ittifakla tahrie edilen ilk kısmının tamamı şöyledir :
«Cabtr demiştir ki:
Bunun üzerine adamı götürdük ve öldürdük. Sonra onu sürükleyerek bir kuyuya
attık; üzerine do tasları attık.»
Nesaî: «Bu hadîs
münkerdir. Musab b. Sabit hadîsde râvî değildir.» demiştir. Lâkin yine
Nesaî'nin el - ffârfe'ten tahrîc ettiği hadis buna şâhiddir; diyorlar.
Haris hadîsini Bakim
ile Ebu Nuaym'âe tahrîc etmişlerdir. Fakat İbni AbdÜberr: «Katil hadîsi
münkerdir; aslı yoktur» demiştir. İbni AbdÜberr, Şd/iî'mn nesih iddiasını
te'yîd için: «Bu hususta ehl-i ilim arasında ihtilaf yoktur» demiştir. Bazıları
,bunu nesneden:
«Müslüman bir kimsenin
kanı ancak üç şeyden birîle helâl olur...» hadîsidir; diyorlar. Bu hadis
yukarıda geçmiştir.
Nesaî'nin rivayetinde:
«adam, ellerini ve ayaklarını kesdlkten sonra, Hr. Ebu Bekir zamanında beşinci
defa tekrar hırsızlık etti. Bunun üzerine Ebu Bekir :
— Resulüllah
(S.A.V.), bunu öldürün; dediği zaman
onun hâlini pek âlâ bilirmiş; dedi. Sonra onu Kureyş'den bir takım gençlere
verdi ve;
— Bunu öldürün; dedi.
Onlar da hemen öldürdüler» denilmektedir. Nesaî
«Bu bâbta hiç bir sahih hadis bilmem» diyor.
Hadis, dört defa
hırsızlık eden bir kimsenin bütün el ve ayaklarının kesileceğine; beşinci defa
yine çalarsa artık öldürüleceğine delalet ediyor, tik hırsızlıkta, hırsızın
bilicmâ' sağ eli kesilir. Ibnl Mes'ud (R* A.) hazretlerinin âyet-i kerîmeyi :
«Hırsızlık yapan erkek
ve kadının sağ ellerini kesin» diye okuması âyetteki mücmel hükmü beyân
etmiştir.
İkinci defa çalarsa
ekser-l ulemâ'ya göre sol ayağı kesilir. Çünkü sahâbe-l klrâm böyle
yapmışlardır. Tâvûs (— 106)'a göre sol el kesilir; zîrâ sağ ele en yakın odur.
Üçüncü defada sol el,
dördüncüde sağ ayak kesilir. Ancak bu cihet ittifâkî değil, Şâfltler'le
Mâllkiler'e göredir. DeUUeri Dâre Kutnî'mn Hz. Ebu Hüreyre'den tahrîc ettiği şu
hadistir:
Peygamber sdUalahü
aleyhi ve seUem hırsız hakkında :
— Eğer çatarsa hemen
elini kesin, sonra tekrar çalarsa ayağını kesin; sonra yine çalarsa elini
kesin; sonra yine çalarsa ayağını kesin; buyurmuşlardır.»
Bu hadîsin isnadında
Vâktdî vardır. Aynı hadisi îmam Şafii başka bir yolla Hz. Ebu Hüreyre'den
merfu' olarak rivayet etmiştir.
Hanefîler'le diğer bir
takım ulemâ'ya göre üçüncü defada artık hırsızın eli veya ayağı kesilmeyip
sadece habsedilir. Delilleri Beyhaftî'nin Hz. Al! (R. A./dan- rivayet ettiği
hadistir. Hz. Al! (R. A.) bir eli ve bir ayağı kesildiği halde tekrar hırsızlık
eden biri hakkında kendisine :
— Bunun sol elini kes;
denildiği zaman':
— (Onu da kesersem) bu
adam ne İte silinir; ne He yer? demiş;
ayağı hakkında dahi :
— Ayağını mı keseyim?
sonra ne üzerinde yürür? Gerçekten ben Allah'dan utanırım» demiş; sonra hırsıza
dayak vurarak kendisini ebedî hapse atmıştır.
El ve ayağın nereden '
kesileceğine gelince : El, bilekten yanı. el ile kolu birleştiren mafsaldan
kesilir. Çünkü en azından el buna denilir. Dâre Kutnî'nia tahrîc ettiği Amir b.
Şuayb hadisinden anlaşıldığına göre Peygamber (S.A.V.) dahi kendisine
arzedilen bir hırsızın elini bilekten kesmiştir. Bu babta müteaddit hadisler
vardır.
Imamlye taifesi ile
bir rivayette Hz. Al! (R.A.)'a göre parmakla-' rın kökünden kesilir. Fakat
parmakları kesilen bir kimseye ne lügatten ne de örfen eli kesik
denilmediğinden bu kavil reddedilmiştir. Hz. Atf (R. A./dan bu bâbta rivayetler
muhteliftir. Hattâ hırsızın küçük parmağından orta parmağına kadar üç
parmağını kestiği bile rivayet edilmiştir.
Zührî ile ttartetler'e
göre tâ omuzdan bütün kol kesilir. Çünkü araplarca hakikatte el budur.
Ayak dahî-topuktaki
mafsaldan kesilir. Ki. Att (R. A.,)'dan bir rivayete göre kendisi ayağı yandan
yani ayağının üzerinde taraz yan tarafına düşen kuş yumurtası şeklindeki
tümsekden kesermiş. Imamlye taifesinin mezhebi budur.
Falde : İmam Ahmed, b.
Hanbel ile Ebu Dâvvd, Atâ tarîkîle Hi. Alşe (R. Anhâ)'dam gu hadîsi tahrîc
etmişlerdir:
«Peygamber saüalahü
aleyhi ve seüem hırsızın biri çarşafını çal-dt£ı zaman ona beddua eden Alşe'y :
— Ona beddûâ etmenle
onun günahını hafifletme; buyurmuşlardır.Bu hadîs mazlumun bedduası zâlimin
günahını hafifleteceğine delildir, tmam Ahmed <Kitâbil'î - Zühd» inde Hz.
Ömer b. Abdflazlz'den şunu rivayet eder: «Ömer b. Abdllazlz: duydum ki bir adam
bir zulüm yaparsa mazlum zalime söğmeye ve onun günahını azaltmaya devam ede
ede nihayet ondan hakkını alır da zâlim ondan daha faziletli bile olurmuş,
demiştir.»[80]
Sarhoşa vurulan hadde
hadd-İ şürb derler ki, keyfiyet i'tibârîle hadd-i zinâ'ya kemmiyyet i'tibârîle
de hadd-i kazf 'e benzer. Yani zina haddinde olduğu gibi bunda da hadd
vurulacak şahsın elbisesi çıkarılır; ve sopa vücudunun muhtelif yerlerine
vurulur. Hadd-i şürb'ün sayısı hür hakkında seksen; köle hakkında kırktır.
Sair hudud-ü şer'iyye
gibi bu da meni' ve zecir için meşruû' olmuştur. Çünkü insanlar arasında
öyleleri vardır ki, bunları düştükleri vâdi-i helâktan ne akü kurtarabilir ne
de kötü fiillerine nakil mâni' olabilir. Din ve diyanetleri kendilerine mâni'
olacak derecede kuvvet bulmamıştır, işte boylelerini menetmek için bu gibi
şer'I mânfler meşru' olmuştur.
Hadd-i şürb'ün vârib
olmasında esâs, aşağıdaki hadîslerdir.[81]
1266/1061- «Enes
b. Mâlik radtyaOahü anh'dan rivayet edildiğine göre; Peygamber saîlalahü aleyhi
ve.aeltem'e şarab İçmiş bir «dam getirmişler. Resûlüllah mUaldhü aleyhi ve
seTtem ona İki hurma dalı İle kırk kadar sopa vurmuş. Enes demiştir kt: Bunu
Ebu Bekir de yaptı. Ömer halife olunca halk İle istişare etti. Bunun üzerine
Abdurrahman b. Avf :
— Hududun en hafifi
seksen (değnek) dlr; dedi. Ömer de onu emretti.[82]
Hadîs müttofekun
aleyh'dir. Müslim'in VelW b. Ukbe kıssası hakkında Ali'den rivayet ettiği
hadîsde «Peygamber sattalahü aleyhi ve settern kırk değnek hadd vurdu; Ebû
Bekir de kırk değnek vurdu. Ömer seksen değnek vurdu; (bunların) hepsi
sünnettir. Bu bence daha makbuldün denilmektedir. ]3u hadîsde «Bîr adam
Velİd'I şarap kusarken gördüğüne şahadet etH. Bunun üzerine Osman:
— Şüphesiz ki, bu adam
onu içmeden kusmamıştır; dedi» cümlesi de vardır.
Hamr : Üzüm şırasından
olan şaraptır. Kelime hem müzekker hem müennes olarak kullanılır. Bütün memnu'
içkilerin esasını teşkil ettiği için bana «ümmül habâb» yani «pis şeylerin
anası» derler.
Hadîs-d şerîf
aşağıdaki meseleleri ihtiva ediyor :
1— Üzüm
suyundan yapılan içkiye bilicmâ' hamr denilir. Fakat hurma şırası gibi şeyler
de sarhoşluk verirse bir çokları onlara da hamr derler. Yalnız ulemâ bu itlâkm
hakikat olup olmadığında ihtilâf etmislerdir. Kâmûs "ihibi «Umum (yani her içkiye hamr itlâkı) esahtır.
Çünkü şarap Medînede haram 'kılındı; halbuki o zaman Me-dînede üzüm şarabı
yoktu; yalnız hurma ve hurma koruğu şarabı vardı» diyor. Kâmûs sahibinin bu
sözünden: şarap kelimesi her içki hakkında hakikat olarak kullanılır; demek
istediği anlaşılıyor.
Şaraba niçin hamr
denildiği de ihtilaflıdır. Bazılarına göre aklı örtdüğÜ için hamr denilmiştir.
Bu takdirde kelime ism-i fail mânâsına getir. Yani hamr aklı örten içki demek
olur. Bazıları: «şaraba hamr denilmesi şarap olması için örtüldüğündendir»
derler. Bu takdire göre kelime ism-i mef'ul mânâsına gelir; ve hamr: örtülmek
suretîle yapılan içki; demek olur. Bir takımları :«hamr mu-hâmereden
alınmıştır. Muhâmere ise karıştırmak demektir. Şarap aklı karıştırdığı için ona
bu isim verilmiştir» diyor; -diğerleri ise : «Bu kelime bırakmak mânâsından
alınmıştır. Çünkü şarap kıvamını buluncaya kadar kendi haline bırakılır.»
mütâleasında bulunmuşlardır. Hattâ : «Bu mânâların hepsi şarapta vardır;
feiânenaleyh hamr kelimesi bunların hepsinden alınmıştır» diyenler bile olmuştur,
tbni AbdÜberr: «En iyisi, bu mânaların hepsi şarapta mevcuttur; demektir. Zîrâ
şarap tâ kıvamını bulup sâkinleşinceye kadar terkedilir. tçildiği vakit ise
akla galebe çalacak derecede onu karıştırır ve örter» diyor. Elhasıl hamr, :
kükremiş üzüm sırasıdır. Onun hakikati bilicmâ' budur. Yalnız köpüğünü atmış
olması ekseriyete göre şart değil İmam Â'zam'ai göre şarttır. Bazılarına göre
her içkiye şarap denilebilir. Bu, lügatte kıyas yapmak olsada yine caizdir.
Fakat ekıer-İ ulemâ ya göre hakikat olarak her içkiye şarap denilemez. Çünkü
kıyas ile lügat sabit olamaz; ancak mecazen şâir içkilere de şarap denilebilir.
Hanefîler'in mezhebi budur. Hattâ «eZ-Hidâye nâm eserde şöyle denilmektedir:
«Bize göre şarap üzümden sıkılan şıranın şiddetlenmişidir. Lûgatçılarla ehl-i
ilim arasında ma'ruf olan da budur».
Hattâbî, «.Hidâyet
sahibinin bu sözlerini redd için bir çok şeyler söylemiş ezcümle şöyle
demiştir : «Bir kavim zannetti ki araplar şarabın yalnız üzümden yapıldığını
biliyor. Bunlara cevaben şöyle de denilir: Şüphesiz ki üzümden başka bir şeyden
yapılan içkiye hamr diyen sahabe fasih araplardandüar. Eğer bu isim sahîh
olmasa idi onu söylemezlerdi».
Kurtubî ise sözü
büsbütün uzatmış ve şunları söylemiştir : «Enes ve başkalarından rivayet edilen
hadisler hem sahîh hem de çok olmaları dolayısîle (şarap üzümden başka bir şeyden olmaz; başkaşeyden yapılap içkiye şarap demezler,
hamr ismi de ona şamil değildir) diyen Kûfeltler'in mezhebini ibtâl eder. Bu
söz arap dilinde, sahih sünnete ve sahabe'nin anlayışına aykırıdır. Çünkü
şarabın haram kılındığını bildiren âyet nazil olunca sahabe şaraptan sakınma
emrinden her sarhoş edici içkiyi anladılar; üzümden yapılanla yapılmayan arasında
fark görmediler. Bilâkis kendileri ehl-i lisan oldukları halde üzümden başka
bir şeyden yapılan içkiyi de haram Dildiler. Kur'ân onların dili ile inmişti.
Eğer bu meselede bir tereddütleri olsaydı şarapları dökmez tevakkuf ederler;
haramın hakikatini tafsîlâtîle anlarlardı» San'anî de şunları kaydediyor.»
Şarabın haram kılındığını bildiren âyet nazil olduğu zaman şarabın beş şeyden
ibaret bulunduğunu ifâde eden Ömer hadisi ileride gelecektir. Ömer de ehl-i
lisandandır. Vâkıâ bu hadîsle haram kılınan içkileri beyân etmek istemiş olması
lügat mânâsını kâsdetmemesi de bir ihtimal ise de doğrusu budur. Çünkü Ömer
bunu ahkâm-ı şer'iyyeyi beyân sadedinde söylemiştir. İhtimal hamr, ismi bu
içki nev'ine şer'i bir ad olmak üzere verilmiştir. Bu takdirde bir hakikat-i
ser'îyye olur. Müslim'in İbnl Ömer'den tahrîc ettiği :
Peygamber (S.A.V.) :
— Her sarhoş eden şey
şaraptır. Her şarap da ha-râmdrr; buyurdu; hadîsi de buna delâlet eder.»
Şan'âni devamla diyor ki: «Hattâbî az yukarıda geçen sözlerini unutarak
şunları kaydetmiştir: Şarabın haram kılınması hakkındaki âyet indiği zaman'
hamr'ın mânâsı muhatablar için meçhul bulunduğundan bu kelimenin mânâsı: her
sarhoşluk veren içki; diye beyân edilmiştir. Böylece hamr kelimesi salât,
zekât ve saire gibi şer'î hakikatlerden olmuş olur...
Halbuki bu iddialar
zâîftir. Çünkü şarap, araplar arasında en meşhur içkilerden biri idi. Onun adı
her şeyden meşhurdu. Arapların şarap hakkındaki şiirler saymakla bitmez. Namaz
ve zekât gibi şeyler öyle değildi. Araplar içkilere çeşidlerine göre ad verirlerdi.
Meselâ tatlı şaraba «mezze» derlerdi...»
Şarabla şâir içkiler
arasında Haneffler'e göre hüküm i'tibârîie fark vardır. Şarabın bir damlası
bile hadd icâbeder; fakat Ötekr içkilerden sarhoş olmadıkça hadd lâzım gelmez.
ŞâflHer'le Mâ I ikiler'e göre sarhoşluk veren her şey şaraptır.
2— Hadisimiz
şarap içene hadd-i şer'î vurulacağına delâlet ediyor. Bu bâbta tcma'-ı sahabe
vardır. Haddin hurma dalı ile vurulacağına da delüdir. Ancak bu iş için hurma
dalınm mutlaka şer'ân ta'yin edilmiş bir âlet olup olmadığı ihtilaflıdır.
Çeşitli kaviller içinde en şâ-yân-ı kabul görüleni hurmadan başka ağaçlardan
yapılan sopa ile vurma, un da caiz olmasıdır. Hattâ ayakkabı ve yumruk gibi
şeylerle bile caizdir. Müslim şerhinde : «Ulemâ hurma dalları ayakkabları ve eK
bise kenarları ile iktifa ederek hadd vurmanın caiz olduğuna icmâ' ettiler»
dedikten sonra: «Esafa olan kırbaçla caiz olmasıdır» denilmektedir. Musannif :
müteehhirîn ulemâ'dan bazılarının, kırbacı zorbaları, elbise kenarile
ayakkabını zalflere tahsis ettiklerini bunlardan maadalarına neye lâyık iseler
onunla vurulacağına kail olduklarını söylemiştir.
Hadîsimizde sopa
adedinin kırk olduğu bildiriliyor. Beyhakî ile tmam Ahmed b. HanbeVin tahrîc
ettikleri şu hadis dahi ayni hükmü te'yid etmektedir:
«Bunun üzerine yirmiye
yakın adama emrederek her biri ona hurma dallan ve ayakkablarile İkişer dayak
vurdular.» Musannif diyor ki: îşte bu hadîs ihülâf olunan şeyleri bir yere
topluyor; sopa adedinin kırk olduğunu ve kırk sopanın iki hurma dalîle
vurulmadığını gösteriyor».
3— Hz. Ömer
(R. A.)'m halk ile istişarede bulunmasının sebebi, Ebu Ddvud ile NesaVnin
tahrîc ettikleri bir rivayete göre: Hatİd b. Ve 1 İd in Ömer (R. A,)'a «Halk
şaraba düştü. Cezayı hiçe sayıyorlar» diye yazması olmuştur. Ömer (R. A.)'m yanında
En sar ve muhacirler bulunuyormuş. Meseleyi onlara sormuş. Hepsi seksen değnek
vurmasına ittifak etmişler, tnuim Mâlik «el-Muvatta'» da Sevr b. Ye-zûZ'den şu
hadîsi tahrîc etmiştir:
«Ömer, şarap
hakkında istişarede bulunmuş. AIİ b. Ebl Tâllb Ömer'e :
— Buna seksen değnek
vurulması kanaatindeyiz; çünkü bu adam
içerse sarhoş olur; sarhoş olursa saçmalamağa
başlar. Saçmaladın» İftira eder; demiş. Bunun üzerine Ömer şarap içene
seksen değnek vurmağa başlamıştır». Bu
hadîse dahî : «mu'daldır» diyerek i'tirâz edenler olmuş, hattâ İbni Hazm-i
Zahirî onu inkâr bile etmişse de babımız hadîsinin Müslim'in rivayet ettiği
son kısmı bu hadîsi te'yid etmektedir. Şöyleki: «Hz. Osman (R. A,), Velİd b.
Ukbe şarap içtiği için kendisine dayak vurmak üzere M\ (R.A.)'a emir vermiş. O
da Ab* dullah b. Ca'fer'e :
— Şuna dayak vuruver;
demiş. Abdullah dayağı vurmuş. Sopa adedi kırka varınca Osman (R. A.):
— Dur! Resûlüllah
(S.A.V.) kırk sopa vururdu. Ebu Bekir'de kırk vururdu; Ömer ise seksen değnek
vurdu. Bunların hepsi sünnettir. Ama bu Ömer'inki bana daha iyi geliyor;
demiştir». Burada bazıları şu mütâlâayı ileri sürerler: Osman (R.A.) bu
sözleri ile Ömer (R.A.)'ın yaptığını mutlak surette değil sarhoşların
cür'etine karşı beğenmişti. Binâenaleyh Peygamber (S.A.V.)'in fiili dururken
Hz. Osman nasıl oluyor da Ömer (R. A.J'ın yaptığını beğenebiliyor? şeklinde
bir sual va-rid olamaz. Çünkü onu beğenmekle beraber sopa adedi kırkı bulduktan
sonra haddi durdurması o sayıdan fazla
bir şey vurdurmadığına delâlet eder.
Bunlara şu cevap
verilmiştir: Sakih-i BukârVdeki Abdullah b. Adiy rivayeti ziyâde vurdurduğunu
tasrih etmektedir. Mezkûr rivayete göre : Hz. Ali (R. A:), Velid'e seksen
değnek vurmuştur. Kıssa ayni kıssadır.' Şu halde Buhârî'nin rivayeti tercih
edilir. Demek oluyor ki, kırk değnekte haddi durdurarak Ömer (R.A.)'m
yaptığını beğendiğini söyledikten sonra hadd vurmağa devam etmiştir. Bu cevap;
«iki başlı bir kırbaçla kırk defa vurmuştur; netice yine seksendir» de-mekden
daha güzeldir.
Resûlüllah (S.A.V.)in
şarap içenlere kırk sopa vurduğunu ifâde eden rivayetler çok ise de bunların
basısında «kırk kadar» denilmek-de, bazılarında ise haddin ayak kablarîle
vurulduğu ifâde olunmakda-dır. Bu ise sahâbe'nin: bu iş kırk sopa ile olacak;
manâsını çıkarmış olduğuna delil sayılıyor. Binâenaleyh ulemâ sopa adedinde
ihtilâf etmişlerdir. îmam-% Â'zam Ebu Hanîfe ile İmam Malık, îmam Ahmed ve bir
kavlinde İmam Şafiî sarhoşa seksen dayak vurulacağına kaildirler. DelîHeri,
Hz. Ömer (R. A.) zamanında bu sayı üzerine îcma-ı sahabe vâki' olmasıdır.
Meşhur kavline göre İmam Şafiî kırk sopa vurulacağına kail olmuştur. Dâvud-u
ZâhirVmn mezhebi de budur. râ fiilen Resûlütlah (S.A.V.)'den rivayet edilen
mikdar budur. Ebu Bekir zamanında dahî bu mikdar tatbik
edilmiştir.
Kitabımız hadîsinde:
«Bir adam, VeUd'i şarap kusarken gördüğüne şehadet etti» demliyor.
Jfüsltm'dekinde ise iki kişinin şehâdet ettiği birisinin şarabı içerken
diğerinin de kusarken gördüğü beyân ediliyor.
İmam Nevevî (631—676)
Müslim gerfei'nde şöyle diyor : Bu hadîs Mâlik ile ona muvafakat edenlere yani
şarap kusan kimseye şarabı içenler gibi hadd vurulur; diyenlere delildir. Bizim
mezhebimize göre mücerred bunu görmekle hadd vurulmaz. Çünkü olabilir şarab
olduğunu bilmeden içmiştir; yâhud kendisine zorla içirmişler-dir; yâhud daha
başka haddi iskat eden bir özrü vardır. Ama Mâliksin delili kuvvetlidir. Zîrâ
sahabe bu hadîsde zikri geçen Velid b. Ukbe'ye hadd vurulmasına ittifak
etmişlerdir...»
Bu meselede Hanefîler
de Şâfifler'le beraberdirler.[83]
1268/1062- «Muaviye
radıyaUahü anh'den, Peygamber sallaîlahü aleyhiW sellem'öen İşitmiş olmak üzere
rivayet edildiğine göre Re-sûlüHah sallaîlahü aleyhi ve sellem şarap içen
hakkında şöyle buyurmuştur :
— İçti mi, ona hemen
dayak vurun; sonra ikinci defa içerse yine kendisine dayak vurun; sonra üçüncü
defa içerse kendisine yine dayak vurun; bilâhare dördüncü defa içerse artık
boynunu vuruverin».[84]
Bu hadîsi Ahmed tahrîc
etmişti; bu onun lâfzıdır. Onu Dört'ler'de tahrîc etmişlerdir. Tirmîzl onun mensuh
olduğuna delâlet eden şeyler söylemiştir. Bunu Ebu Dâvud, Zührt'den sarahaten
tahrîc etmiştir. Sarhoşun dördüncü defa içtiğinden mi yoksa beşinci defada mı
öldürüleceği hususunda rivayetler muhteliftir.
Zâhİrîlere göre
beşinci defa İçen sarhoş öldürülür. İbni Hazm bu kavil üzerinde İsrar etmiş,
onu isbâta çalışmış; ve mensuh olduğuna dâir icmâ' bulunmadığını iddia
eylemiştir.
Cumhur-u ulemâ'ya göre
katil mensuhtur. San'ânî (1059—1182) cumhur'un açık bir nâsih
göstermediklerini, yalnız Ebu Davud'un Züh-rî'den rivayetinde «Peygamber
(S.A.V.) dördüncü defada katli terket-ti» denilmiş olması ile istidlal
ettiklerini, halbuki sözün fiilden daha kuvvetli olduğunu ihtimal Peygamber
(S.A.V.) o adamı bir Özürden dolayı öldürmediğini ileri sürerek Zahirîleri haklı
göstermeğe çalışıyor.
Bizce bu gayret
yersizdir. Çünkü cumhur-u ulemâ iddia ettikleri neshi isbât etmiş; nâsihi de
açık olarak göstermişlerdir .Meselâ : NesaVnin «Sünen-i Kübra» adlı eserinde
Mutiammed o. îshak tarî-kîle rivayet ettiği merfu' bir hadîsde şöyle
denilmektedir :
«Sonra Peygamber
(S.A.V.)'e dördüncü defa şarab içmiş bîr adam getirdiler. Resûlüllah (S.A.V.)
ona (tekrar) dayak vurdu; ama Öldürmedi» yine NesaVnia bir rivayetinde:
Bunun üzerine
müslümantar gördüler kt( hadd tatbik edilmiş; öldürme kalkmıştır.»
denilmektedir. Ayni hadîsi Bezzâr «Müsned» inde ibni /sfcafc'tan şu lâfızlarla
rivayet etmiştir:
Peygamber
<S.A.V.)'e üç defa şarap içen Nu'mân'ı getirdiler: «Resûlüllah (S.A.V.) ona
dayak vurulmasını emretti; ve hemen dayak vuruldu. Vâktâ ki, dördüncü defa
içince Resûlüllah (S.A.V.) ona hadd vurulmasını emretti; ve kendisine hadd
vuruldu. Bu, nesih olmuştu.» Kitabımız hadisinin sonunda Ebu Davud'un
Zührî'den sarahaten rivayet ettiğine işaret olunan hadîs de şudur:Peygamber
(S.A.V.):
— Her kim şarap içerse
ona dayak vurun. Eğer tekrar içerse yine dayak vurun. Üçüncü veya dördüncüde
yine İçerse artık onu Öldürün; buyurdular. Derken huzur-u Nebevilerine şarap
içmiş bir adam getirdiler. Resûlüllah (S.A.V.) ona dayak vurdu.-Sonra o adamı
tekrar getİrdHer; Resûlüllah (S.A.V.) ona yine dayak vurdu; sonra yine
getirdiler, ona yine dayak vurdu; ve öldürme kaldırıldı. Bu bir ruhsat idi».
Bundan dolayıdır ki,
İmam Şafiî bu nesih meselesi için: «Bu mesele ulemâ arasında ihtilâf olunmayan
şeylerdendir» demiştir. Tirmizî dahî bunun gibi bif şey söylemiştir.[85]
1269/1063- «Ebu
Hüreyre radıyallahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah
sdllallahü aleyhi ve sellem:
— Biriniz döğdüğü
zaman yüze vurmaktan sakınsın;buyurdular.»[86]
Hadîs müttefekun
aleyh'dir.
Bu hadîs, hadd
vururken olsun şâir zamanlarda olsun yüze darbe vurmanm helâl olmadığına
delildir. Kendisine hadd-i şer'i vurulan bir kimsenin dahî karnına ve edeb
yerlerine vurulmaz .Bu bâbta tbni Ebi Şeybe, Hz. Ali (R.A.)'dan şu eseri tahrîc
etmiştir, AH (R. A.) cellâd'a :
«Bütün uzuvlarına vur
ve her uzvun hakkını ver; ama yüzüne ve edeb yerlerine vurmaktan sakın»
demiştir. Ayni eseri Abdürrezzak, Saîd b. Mansur ve Beyhakî dahî Hz. Ali (R.
A./dan çeşitli yollarla tahrîc etmişlerdir.
Döğülen kimsenin o
yerlerine vurmanın yasak edilmesi bu yerlere vurmakla hayatı tehlikeye düşeceği
içindir.
Başa vurmak
ihtilaflıdır: «Vurulmaz» diyenler hayatının tehlikeye düşüreceğini nazar-ı i'tibâra
almışlardır: «Vurulur» diyenler ise Hz. Alî (R.A.ym cellâda :
— Başına vur; demiş
olmasîle istidlal ederler. Hz. Ebu Bekir (R. A.) dahî :
«Kafaya vur; zîrâ
şeytan oradadır» demiştir. Bu hadîsi de îbni Ebi Şeyhe tahrîc etmişse de zaîf
ve munkatı'dır.
İmam Mâlik döğerken
yalnız kafaya vurulacağına kail olmuştur. Hanefiler'den Ebu Yusuf'a, göre de
kafaya vurulabilir. Kırbacın sıfatı hakında îmam Mâlik el-Muvatta» da Yezid b.
Eslem'âen mürsel olarak şu hadîsi tahrîc etmiştir.
«Peygamber (S.A.V.)
bir adama hadd vurmak istemiş. Kendilerine eski bîr kırbaç getirmişler:
— Bundan daha a'lâsmı
getirin! buyurmuş. Bu sefer de yeni bir kırbaç getirmişler:
— Bundan daha
aşağısını getirin; buyurmuşlardır.» Şu halde kırbaç yeni ile eskinin arası yani
orta olacak demektir.
Râfü, Hz. AH (R. A.)'m
: «hadd kırbacı tki nev'i kırbaç arasında hadd vuruşu da İki vuruş arasındadır»
dediğini nakleder.[87]
1270/1064- «Ibni
Abbas radıyaUahü anhümâ'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah
saUdllahü aleyhi ve seJlem:
— Hudûd mecsidlerde
vurulmaz; buyurdular.»[88]
Bu hadîsi Ttrmlzt ile
Hâkim rivayet etmişlerdir.Onu îbni Mâce de tahrîc etmişse de rivayet zaîftir.
Çünkü isnadında îsmail b. Müslim-i Mekkî vardır ki, bu zât belleyişçe zaîftir. Ayni
hadîsi Ebu Dâvud, Hâkim, Dâre Kutnî, Beyhakî ve tbnü's - Seken, Hâkim b. H iiâ
m dan rivayet etmişlerdir. Bu isnadda beis yoktur. Hadisin daha başka
tarîkleri de vardır; ve birbirlerini takviye ederler. Ashâb-ı kiram da onunla
amel etmişlerdir, tbni Ebi Şeybe'nin Tank b. §ihâb'tsax tahrîc ettiği bir
hadîsde: Hz. Ömer (R.A.)'a hadd vurmak için bir adam getirildiği, Ömer
(R.A.)’ın :
«Onu mesddden çıkarın
da sonra döğünı» dediği zikrediliyor. Buna benzer bir hâdise de Hz. Ali
(R.A.)'dan rivayet olunur.
Hanefiler'le
HanbelHer'e ve diğer bazı ulemâ ya göre mescidlerde hadd vurulmaz. Delilleri
buradaki İbnl Abbas hadîsidir, tbni Eb% Leylâ, (T4—148) ile Şa'bî (26—104) 'nin
mescidde hadd-i şe^î vurulmasına cevaz verdikleri rivayet olunursa da delilleri
ma'lûm değildir, tbni Battal, HanefHer tarafını kasdederek: «Mescidi tenzîh
edenin kavli evlâdır» demiştir.[89]
1271/1065- Enes
radtyallahü anh'âan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Gerçekten Allah şarabın
haram kılındığını bildiren ayeti İndirdiği zaman Medine'de hurma şarabından
başka İçilen bir İçki yoktu».[90]
Bu hadîsi Müslim
tahrîc etmiştir.
Hadîs-i şerîf, fahrim
âyeti indiği zaman hurma şırasından yapılan içkiye, şarap denildiğini
gösteriyor. Buna binâen elmme-i selâse denilen üç mezhebin imamlarına göre
sarhoşluk veren her içki şaraptır ve üzüm şırasından yapılan şarap ile şâir
içkiler arasında hüküm i'ti-bârile bir fark yoktur. Her hangi birinden az bir
mikdar da içilse hadd vurmak icâbeder.
Haneftler'e göre ise
yukarıda da görüldüğü vecihle hamr denilen şarabın hükmü diğer içkilerden
farklıdır. Zâten onlarca, her içkiye şarap denilemez. Hâl böyle olunca bittabi
hükümleri de bir değildir. Şarabın bir. damlasını içmek bile haddi îcab eder;
fakat şâir içkiler öyle değildir. Onlar ancak sarhoş edecek mikdar içilirse
haddi îcabeder.
Hanefîler'e göre şâir
içkilere sâri tarafından şarap denilmesi hakikat değil mecazdır; ve bir
teşbih-i beliğden ibarettir. Meselâ: «Her sarhoşluk veren İçki şaraptır»
hadîsinin mânâsı: «Her sarhoşluk veren içki hüküm i'tibârı ile şarap gibidir»
demektir. Diğer hadîslerin mânâları da böyledir. Teşbihde vech-i şebeh'in her
sıfata âmm ve şâr mil olması lâzım gelmez. Binâenaleyh şâir içkileri şaraba
benzetmekle şarap hükmünün tamamîle onları da verilmesi icâbetmez.[91]
1272/1066- «Ömer
radıyaMahü anh'dan rivayet olunmuştur .Demiştir ki: Şarabın haram kılınması
{babında kî âyet) şarap be; şeyden yapılırken indi: üzümden, hurmadan, baldan,
buğdaydan ve arpadan. Hamır: aklı karıştıran her şeydir».[92]
Hadîs müttefekun
aleyh'dir.
Bu hadîsi Üç'ler de
tahrîc etmişlerdir. Hadîs-i şerîf Enes hadîsine muarız değildir. Çünkü Enes
hadîsi ile o zaman Medine'de içilmekte olan içkiler haber verilmiştir. Hz. Ömer
hadîsinde ise Medine kaydı yoktur; o mutlak surette o zaman içilen içkileri
haber vermektedir.
«Hamır: aklı
karıştıran her şeydir» ifâdesi tesmiyenin vechine yâni hamr'a niçin hamr
denildiğine işarettir.[93]
1273/1067- «Ibni
Ömer radıyallahü ankümâ'dan rivayet edildiğine güre; Peygamber saîlaUahü aleyhi
ve sellem:
— Her sarhoş eden içki
şaraptır; her sarhoş eden içki de haramdır; buyurmuşlardır.»[94]
Bu hadîsi Müslim
tahrîc etmiştir.
Bu dahî yukarıki hadîs
gibi her sarhoş eden içkiye şarap denilebileceğine delâlet ediyor. «Her sarhoş
eden içki haramdır.» ifadesi içkilerin hepsine, yani gerek üzüm şırasından,
gerekse şâir meyve hububattan yapılan bütün içkilere âmm ve şâmildir: ve
bunların hepsinin haram olduğuna delildir. Yalnız «sarhoş eden» ta'birinden
mu-râd sarhoş eden mikdarmıdır; yoksa az veya çok mutlak surette içmesi harfim
demekmidir? Bu cihet ulemâ arasında ihtilaflıdır. Sahâbe-İ kİ-râm'ın cumhur'u
ile tmam Mâlik, tmam Şafiî, İmam Ahmed b. Han-bel ve diğer bir çok zevat, çok
içildiği zaman sarhoşluk veren içkinin azının içilmeside haram olduğuna
kaildirler. Delilleri bu hadîs bundan sonra gelecek olan Câbir hadîsidir.
Bunlar Ebu Davud'un Hi. Âlşe (R. Anhâ)'dan tahrîc ettiği şu hadîs ile.de
istidlal ederler:
«Her sarhoş eden şey
haramdır. Bir furk içildiği zaman sarhoş eden içkiden ise avuç dolusu içmek
haramdır» Hibbân ile TahâvVnin tahrîc ettikleri Sa'd b .Ebî Vakkâs hadîsi dahî
onlara delildir. Hadîs şudur:
«Peygamber
(S.A.V.) :
— Sizi, çoğu sarhoşluk
veren şeyin azından da nehî ediyorum.» buyurdular. Bu mânâda hadîsler çoktur;
fakat hiç biri isnadı babında söz edilmekten hâlî kalmamıştır. Şu varki bunlar
bir birlerini takviye ederler. Hattâ Ebu Muzaffer Sem'ânî: «Bu hu-susda
haberler çoktur. Bu haberlerin dışına çıkmağa kimseye müsaade yoktur»
demiştir.
Hanefiler'den tmam
Muhammed'in şarap ve saire içkiler hakkındaki kavli hemen hemen eimme-î selâse
denilen üç mezheb imamlarının kavli gibidir. İmam Â'zam, Ebu Hanîfe ise gerek
şarap ve gerekse şâir içkiler hakkında tafsilât vermiştir. Ona göre şarap:
kükreyip köpürdükten sonra köpüğünü atan üzüm sırasıdır, imam Ebu Yusuf'la,
tmam Muhammed'e göre de Öyle ise de onlara göre köpüğünü atması şart değildir;
kükredimi şarap olmuştur. Hanefiyye imamları bilhassa şarap üzerinde on
noktadan söz etmişlerdir. Bu on nokta şunlardır.
1—
Şarabın
mâhiyeti sarhoşluk vere nüzüm sırasıdır. Hamr yani şarap ismi lisan âlimlerinin
ittifakîle yalnız bu içkiye verilmiştir. Sair içkilerin adları da başka,
hükümleri de şaraptan farklıdır. Meselâ şarabın haram olduğu kafi delîl ile
diğerlerinin ise zannî deîîl ile sabittir.
2— Şarap
ismi verilebilmek için kükreyen şira'nın köpüğünü atması İmam Â'zam'& göre
şart; İmâmeyn'e göre şart değildir.
Nitekim az yukarıda görmüştük.
3—
Şarabın
ayni yani kendisi haramdır. O sarhoşluk vermekle il-letlendirilemez. Vâkıâ bazı
kimseler: şarabın kendisi değil, sarhoş eden mikdarı haramdır, demişlersede bu
söz doğrudan dağruya âyeti inkâr mânâsına geldiğinden Hanefiyye imamları buna
kail olanların küfrüne hükmetmişlerdir. Çünkü Teâlâ Hazretleri şarap için
«rîcs» demiştir.
Rîcs : Aynı haram olan
şeydir. Peygamber (S.A.V.)'in şarabı haram kıldığına dâir vârid olan hadîsler
ise tevatür derecesini bulmuştur. Bu hususta icmâ-ı ümmet de vardır. Bir de
şarapda şâir içkilerde bulunmayan bir hâssa vardır ki, o da azı çoğunu da'vet
etmesi yani azıcık içildimi arkasından daha fazla içmeye heves gelmesidir.
4—
Şarap bevil
gibi necâset-i galizadır. Zîrâ hükmü, kat'î delillerle sabit olmuştur.
5—
Şarabı
helâl i'tikâd eden kat'î delili inkâr ettiği için dinden çıkar.
6— Müslüman
hakkında şarabın hiç bir malî kıymeti yoktur. Çünkü ona kıymet takdir etmek
ona bir mevki ve şeref tanımak demektir. Halbuki Allah Teâlâ onu necaset
addetmekle kıymetini hiçe indirmiştir.
7— Şarabtan
hiç bir suretle faydalanmak helâl değildir. Zîrâ ondan kaçınmak
emrolunmuştur.Ondan istifâdeye kalkışmak ise ona yaklaşmak demektir.
8— Şarabın
bir damlasını bile içene hadd vurulur.
9— Şarabı
kaynatmak dahi tesir etmez. O yine haramdır.
10— Hanefiler'e
göre: şaraptan sirke yapılabilir.
Şâir sarhoşluk veren
içkilere gelince: Onlar da haramdırlar. Ancak bazı hükümlerle şaraptan
ayrılırlar. Yani onların harâmlık derecesi şaraptan bir az aşağıdır. Tafsilât
fıkıh kitaplarındadır.
İçkiler hakkında
Resûlüllah (S.A.V.) ile ashâb-ı kirâm'mdan muhtelif eserler vârid olmuştur. Bu
eserlerde isimleri geçen içkiler: tüâ, bâz ak, bit', ci'a, mizr, seker, fadîh
ve sükrüke gibi şeylerdir.
Ttlâ : Üçte birinden
biraz fazla kalıncaya kadar kaynatılan üzüm sırasıdır. Yani kaynaya kaynaya
üçte ikisine yakın kısmı buhar olmuştur. Bâzak da bunun farsçasıdır; kelimenin
fârisîce aslı bâde'dir. Doğrudan doğruya şaraba dahî bade diyenler vardır.
BeyhdkVmn Ibni Abbas
(R. A.)dan tahrîc ettiği bir hadîse göre: İbni Abbas (R. A.)'a bir kavim
gelerek tilâ'nm hükmünü sormuşlar. İbnf Abbas (R. A.) kendilerine:
— Sizin bu tilâ
dediğiniz şey nedir? diye sormuş ve :
«Bana bir şey sorduğunuz zaman onu İyice açıklayın» demiş. Bunun üzerine o kavim :
— Tilâ üzümü sıkarak
suyunu kaynatmak ve sonra onu küplere koy inaktır; demişler :
— Küpler nedir? diye
sormuş :
— Katranlı küpler;
demişler :
— Ziftlimi? diye
sormuş :
— Evet; demişler. İbni
Abbas (R. A.) cevaben :
— Sarhoş eder; demiş.
O kavım :
— Yâ bu İçkiyi çok
içerse ne olacak? demişler. İbnî Abbas :
— Her sarhoşluk veren
şey haramdır; cevabını vermiştir.» Yine
İbni Abbas'm tilâ hakkında :
— Ateş bir şeyi helâl
veya haram etmez; dediği rivayet olunur. Beyhakî Ebu Mâlik-i Eş'arî'den şu
hadîsi tahrîc etmiştir :«Peygamber (S.A.V.) :
— Ümmetimden bir takım
insanlar şarabı mutlaka içecekler; ona isminden başka bir ad takacaklar; tepelerinde
çalgılar çalınacak. Allah onları yere batıracak; ve onlardan bîr takım
maymunlar ve domuzlar yaratacaktır; buyurdular.»
Bit' : Bal şerbetinden
yapılan içkidir.
Cia : Arpa suyundan
yapılan içkidir.
Mizr : Darıdan yapılan
içkidir.
Seker : Ateşde
kaynatmadan suda ıslatılarak kuru hurmadan yapılan içkidir. Ayni şekilde hurma
koruğundan yapılana fadîh derler.
Bu dört nev'i içkinin
tefsiri Hz. İbni Ömer (R. A./dan rivayet olun-muşdur. İbni Mes'ud (R. A./dan
bir rivayete göre : Seker şaraptır. Ibn'il Miinzir'in Hz. Abdullah b. Ömer'den
rivayet ettiği bir hadîsde ise: «Şarab üzümden, seker hurmadan olur» kaydı
vardır.
Sükrüke : Mısır ve
darıdan yapılan içkidir.
Halitayn : Kuru hurma
ile koruk hurmayı suda ıslatarak yapılan içkidir.[95]
1274/1068- «Câbîr
radıyaMahü an/t'dan rivayet edildiğine göre; Resûlüllah sallallahü aleyhi ve
sellem :
— Çoku sarhoş eden
içkinin azı da haramdır; buyurmuştur.»[96]
Bu hadîsi Ahmed'le
Dörî'ler tahrîc etmişlerdir. İbni Hibbân onu sahîhlemiştir.
Hadisi Tirmizî dahî
tahrîc etmiştir. Râvîleri mu'temeddirler. Nesaî, Dâre Kutnî ve tbni Hibbân ise
onu Âmir b. Sa'd tarîkîle Hz. Sa'd b. Ebî Vakkas'dan şu lâfızlarla tahrîc
etmişlerdir:
«Resûlüllah (S.A.V.)
çoğu sarhoş eden içkinin azından da nehyeHİ».Bu bâbta Hz. Alî, Hz. Aişe, Ibni
Ömer, Zeydü'bnü Sabit Havvat (R. an-hüm) ile değir bazı zevattan hadîsler
vardır.
Faİde : sarhoşluk
veren şey eroin ve kokain gibi içilmeyen şeyler de olsa yine haramdır. Musannif
merhumun beyânına göre bu gibi maddeler için «sarhoş etmez, yalnız vücuda bir
gevşeklik ve uyuşukluk verir» iddiası sırf bir kuru inaddan başka bir şey
değildir. Çünkü bütün uyuşturucu maddeler şarabın verdiği neşve ve tarebi
verirler. Sarhoşluk vermediğini kabul etsek bile bunların uyuşturuculuğu inkâr
edilemez. Uyuşturucu maddeler ise şarap gibi yasak edilen şeylerdendir.
Nitekim Ebu DâvucFun tahrîc ettiği şu hadîsden de sarahaten anlaşılmaktadır:
«Resûlüllah (S.A.V.)
sarhoş eden ve uyuşuktuk veren her şeyden nehî buyurdu». Hat tabî diyor ki:
müfettir, a'zaya gevşeklik ve uyuşukluk veren her içkidir», tbni Teymiyye
(661—728) ve başkaları esrar'ın haram olduğuna icmâ' nakletmişlerdir. tbni
Teymiyye : «Esrar hicrî altıncı yüzyılın sonlarında Tatar devleti zuhur ettiği
zaman meydana çıkmış bir şeydir; ve münkeratın en büyüklerindendir. Onu
kullanmak bazı husûsâtta şaraptan da zararlıdır.» dedikden sonra esrar
kullanana hadd-ı şer'i vurmanın vâcib olduğunu söyler. Ero-in'in dinî ve
dünyevî zararlarını bazıları yüz yirmi'ye çıkarmışlardır.» Ayni zararlar
kokainde de ziyâdesSle mevcuddur» deniliyor.[97]
1275/1069- «İfonİ
Abbas radıyaUahü anhümâ'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah
saîlaîlahü aleyhi ve sellem'e su tulumunda kuru üzüm şerbeti yapılır; onu o
gün, ertesi ve daha sonraki gün içerdi. Üçüncü günün akşamı oldumu ,o şerbeti
(yine) İçer ve (yanındakilere) İçirirdi. Şayet bir şey artarsa ona dökerdi».[98]
Bu hadîsi Müslim
tabrîc etmiştir.
İmam Müslim (204—261)
bu hadîsi muhtelif rivayetler; ve çeşitli lâfızlarla tahrîc etmiştir.
Hadîs-i şerif, kuru
üzümden şerbet ve hoşaf yapılabileceğine delildir ki; caiz olduğu zaten ittifâkî
bir meseledir. Ayni şerbetin kükre-dikten sonra dahî içilebileceğine kail
olanlar da bu hadîsle istidlal ederler. Derlerki : «Resûlüllah (S.A.V.) bir
rivayette böyle kükremiş bir şerbeti hizmetçisine sunmuştur. Bu da onun
içilebileceğine delildir.» Fakat bu kavle zâhib olanlara şöyle cevap
verilmiştir: «Bu hadîste şerbetin sarhoş edecek dereceye vardığına bir delîl
yoktur. Rivayetin sonunda da «yâhud dökülmesini emretti» deniliyor. Şu halde
caiz ki; ya eyi zannîle hizmetçiye vermiş; yâhud şerbetde bozulma alâmeti görmüş
de hizmetçiye vermeden yere dökülmesini emretmiştir.
İmam Nevevî bu mânâya
kat'iyetle kail olmuştur.[99]
1276/1070- «Ümmü
Seleme radıyallahü an ha'd an Peygamber sallallahü aleyhi ve seUem'den işitmiş
olarak rivayet edildiğine göre Efendimiz :
— Şüphesizki Allah
sizin şifânızı size haram kıldığı şeylerde halketmemiştir; buyurmuşlardır.»[100]
Bu hadîsi, Beyhakî
tahrîc etmiş; Ibnİ Hİbban sahîhlemiştir.
Ayni hadîsi imam Ahmed
b .Hanbel de tahrîc etmiştir. Buharı Ibnİ Mes'ud (R. A./dan da ta'lik sûretîle
zikretmektedir. Müslim dahî az sonra görüleceği vecihle onu Vâil b. ffucr'dan
rivayet eder.
Hadîs-i şerif, şarabla
tedâvî görmenin haram olduğuna delildir. Çünkü ondan bir şifâ olmayınca
içmesini helâl kılacak, yani hürmeti kaldıracak bir tarafı yok demektir.
Şafiiler'le Hanefîler'in mezhebi budur. Ancak, haramla tedavide şifâ olduğu
bilinir ve başka ilâç da bulunmazsa Hanefîler'e göre haram ile tedavi caiz
olur.
Fâide : Bazı
büyüklerin ifâdesine göre hekimlerin şarapta mevcud olduğu iddia ettikleri
fâideler şarabı haram kılan Mâ ide âyetîle kaldırılmışlardır. Binâenaleyh
şarapta hiç bir fayda yoktur. Bu sebeble onunla tedavi dahî sakıt olmuştur.
Hattâ bu bâbta Sa'lebî ve başkaları Peygamber (S.A.V.)'den müsned olarak şu
hadîsi rivayet etmişlerdir:
«Peygamber (S.A.V.) :
— Şüphesiz ki Allah
Teâlâ şarabı haram kılınca ondan bütün faydaları almıştır; buyurdular.»[101]
1277/1071- «VâiM
Hadramî'den rivayet olunduğuna göre Tarık b. Süveyd radıyallahü anh, Peygamber
sdlîalîakü aleyhi ve sellem'i iFâç için şarap yapmanın hükmünü sormuş; Resulü
Hah saTlallahü aleyhi ve sellem:
— Hiç şüphe yok ki, o
deva değil, derdtir; buyurmuşlardır.»[102]
Bu hadîsi Müslim ile
Ebû Dâvud ve başkaları tahrîc etmişlerdir.
Vâü-i Hadramî'âen
murâd Vâil b. Hucr'dur.
Hadîs-i şerîf, aynen
yukarıki hadîsin delâlet ettiği hükme: yani şarapla tedavinin haram olduğuna
delildir. Fazla olarak da onun bir deva değil, derd olduğunu bildiriyor. Şarap
içenlerin hâli bile onun bir çok derdlere sebeb olduğunu gösterip dururken
Sâhib-İ Şerîal (S.A.V.) Efert-dîmiz'in ona : «derd» demesi elbette bir mübalâğa
sayılamaz.
Resûlüllah (S.A.V.)'in
bu sarih beyanatından sonra, kalkıp onun faydalarından bahsetmek, onu bir çok
şairlerin yaptığı gibi içmeye teşvikte bulunmak Allah ve Resûl'üne meydan okumaktan
başka bir şey değildir.[103]
Te'rir : Lügatte redd
ve menetmek manasınadır. Şerîatte ise hadd icâbetmeyen bîr suçtan dolayı te'dîb
etmektir. Bu te'dîb îcâbına göre: hapis, dayak, tokat, kulak çekme, azarlama
veya hâkimin surat asarak bakması gibi, muhtelif .-şekillerde olur. Dayak
atmanın en azı üç, en çoğu otuz dokuz değnektir. Çünkü ta'zirin hadd derecesine
varmaması gerekir. Haddin en az mikdarı köleye vurulandır ki, kazif ve içkide
kırk sopadır.
Haneffler'den tmam Ebu
Yusuf (113 — 182)'a göre tâ'zîr, hür kimselerin haddine göre yapılır; zîrâ asıl
olan köleler değil hürlerdir. Şu halde mezkûr hüküm hürler hakkında seksen
değnek olduğuna göre, ondan bir sayı noksan vurulacak tâ'zîr yetmiş dokuz
değnek olur. Bir rivayette İmam Ebu Yusuf'a, göre tâ'zîr hadden beş değnek
noksan vurulur, Tâ'zîrin en az üç sopa olması daha azı bir işe
yaramadığmdandır. Çünkü tâ'zîr yapılan kötülükten vazgeçirmek içindir. Bir
veya iki sopa ise bu işe kâfi gelmez.
Tâ'zîr, üç cihetten
hadde benzemez:
1—
Ta'zîr
eşhasa göre değişir. Bunun dört mertebesi vardır: Eşraf ül-eşrâf, eşraf, orta
dereceli insanlar ve el ayak takımlarına tatbik edilecek ta'zîrler.
a) Eşrâf-ıeşraf
: Fukaha, ulemâ ve Resûlüllah (S.A.V.)'in sülâle-İ tâhîre'sine mensub olanlar
gibi insanlar arasında en büyük makam-ı
hörmet ve ta'zîmde bulunan zevattır. Bunların ta'zîri i'lâmdan ibarettir. Yani
hâkim bunlardan birine tesadüf ettikde; «Senin şöyle şöyle bir harekette
bulunduğunu duydum» der. Yâhud evine
birisini göndererek söyletir.
b) Eşraf:
Büyük tacirler ve hükümet büyükleri gibi i'tibârh kimselerdir. Bunların
ta'zîri kendilerini mahkemeye da'vet ederek orada ilâmda bulunmaktır. Hattâ
bazılarına göre dâva açmak bile lâzımdır.
c) Orta
dereceli insanlar : Esnaf, çiftçi ve san'at erbabı gibi çarşı ve pazarlarda
dolaşan kimselerdir. Bunların ta'zîri kendilerini mahkemeye celbederek i'lâm
ve hapisle olur.'
d) El ayak
takım'indan murâd : îşsiz, güçsüz dolaşarak ikide birde kavga çıkaran
serserilerdir. Böylelerin ta'zîri : i'lâm, mahkemeye celb, hapis ve dayak gibi
bütün ta'zîr nev'ilerile olur. Hattâ hâkim lüzum görürse hem dayak, hem hapis
cezalarını birden verebilir. Ta'zîr için vurulan dayak hadd için vurulandan
daha şiddetli olur. Zira aded i'tibârîle ta'zîrde hafiflik vardır.
Buna bir de vasıf
i'tibârîle hafifletme katılamaz.
2—
Ta'zîr
hususunda şefaatte bulunmak caizdir; fakat hudûd için şefaat asla caiz
değildir.
3— Ta'zîr sebebîle
telef olan şahıs ödenir.Yalnız îmam Â'zam Ebu Banîfe ile îmam Mâlik'e göre
ödenmez. Bazıları ta'zîrle te'dîb arasında fark görürlerse de bunu delille
isbat edemezler.
Sâil'den murâd :
Saldırgan ve mütecaviz kimsedir.[104]
1278/1072-
«Ebu Bürdete el-Ensârî radıyaltahü anh'dan rivayet edildiğine göre kendisi,
Resûlüllah salîaUahü aleyhi ve sellemi :
— On kırbaçtan yukarı
Allah'ın hududundan başka hiç bir şeyde dayak vurulmaz; derken fşîtmîştîr.»[105]
Hadîs müttefekun
aleytTdir.
Allah'ın hudûdunden
murâd : İşleyene, Allah tarafından muayyen mikdarda verilen dayak vurma, el
kesme veya recim denilen taşla öldürme gibi cezalardır. Vâkıâ el kesmekle,
recim buradaki hadîsin siyakından hâriç iseler de hudûd-u îlâhiyye'nin
umumunda dâhildirler. Ulemâ, hadd-i zina, hadd-i serikat, hadd-i şürb ve hadd-i
kazif gibi hu-dûde hadd denileceğinde müttefiktirler. Yalnız kol ve bacak gibi
uzuvların kısâsen kesilmesine hadd denilip, demlemeyeceği ihtilaflı olduğu
gibi, emaneten alınan bir malın inkârı, lûtilik, hayvanla cima', kadının erkek
hayvanla cîmâ'ı, kadınların birbirlerîle fere sürüştürmesi »kan, murdar et ve
domuz eti gibi şeyleri hiç bir zaruret yokken yemek, sihir yapmak, şarap
içenlerle tenbelliklerinden dolayı namaz kılmayan ve oruç tutmayanlara kazifte
bulunmak gibi suçlara verilen cezalara da hadd denilip demlemeyeceği
ihtilaflıdır. Bu suçlara verilen cezalan birer hadd-i şer'î sayanlar cezaların
onar kırbaçtan fazla vurulabileceğine kaildirler. Mezkûr cezaları hadd
saymayanlar on kırbaçtan fazla vurulmasını tecviz etmezler. Bu arada babımız
hadisi ile amel edilip edilmiyeceği dahî ihtilâf mevzuu olmuştur. İmam Ahmed b.
Hanbeî ile ŞâfiHer'den bir cemâat bu hadîsle amel etmişlerdir, mam Mâlik,
îmıatn Şafiî ve diğer bazt ulemâ'ya göre ta'zîrde on kırbaçtan fazla
vurulabilir, ancak haddin en az mikdarım bulmamış olması şarttır.
Hanefiler'den bir
rivayete göre ta'zîrin en az mikdarı üç sopadır. Bazılarına göre bu iş hâkimin
re'yine kalmıştır: suçlunun ne mikdarla terbiye olup bir daha o suçu
işlemeyeceğini aklı keserse o kadar sopa vurur. İmam, Ebu Fwsu/'tan bir
rivayete göre dayak suçun büyüklüğüne, küçüklüğüne göre takdir olunur. Diğer
bir rivayete göre her suça kendi nev'înin haddine yakın bir ceza verilir.
Meselâ: Öpme, sıkma gibi şeyler zina haddine yakın; zinadan başka bir şeyle
kazif hadd-i kazf'e yakındır. Delilleri: Hz. AH (R. A.)'m böyle yapmış olması
ve zina etmediği halde bir kadınla beraber bulduğu erkeğe 98 kamçı vurmasidir.
Buna benzer bazı hadîsler Hz. Ömer ile İbni Mes'ud (R. arihümâ)'dan da rivayet
olunmuştur.[106]
1279/1073- «Âîşe
radıydllahü anhâ'dan rivayet olunduğuna göre. Peygamber salîallahü aleyhi ve
sellem:
— Mürüvvet
sahiplerinden hatâlarını (n hükmünü) kaldırın; yalnız hudûd müstesna;
buyurmuşlardır.»[107]
Bu hadîsi Ahmed ile
Ebu Dâvud, Nesaî ve Beyhakî rivayet etmişlerdir.
Hadîsin bir çok
yolları varsa da, hiç biri i'tirâzdan salim değildir.
Ikâle: yerinde de
görüldüğü vecihle satışı kaldırmak için satıcı ile alıcının anlaşmaya
varmasıdır. Buradaki ikâle dahî ayni mânâdan alınmış; ve mürüvvet sahibi bir
insanı muâhaze etmekten vezgeçmeye muvafakat göstermek mânâsında kullanılmıştır.
İmam Şafiî hadîsde
geçen «Zevül'hey'ât» terkibini: kötülük yaptıkları bilinmeyen kimseler; diye
tefsir etmiştir. Maksad, böylelerin yaptıkları hatâların afvıdır.
«Aserat» dan murâd :
hatâ sûretîle işlenen günahlardır. Mârûdî (— 450) bu hususta iki vecih
nakleder. Birinci veçhe göre hatâ su-retîle günah işleyenlerden murâd: küçült
günah işleyenlerdir. İkinci veçhe göre maksad : günah işlediği zaman tevbe
edenlerdir. Böy-leleri dahî ya küçük günah işleyenler; yâhud ömründe ilk defa
günaha girenlerdir.
Hadîs-İ şerifteki
hitâb, hükümet âmirlerinedir. Zîrâ onların vilâyeti umumîdir; ta'zîr hakkı
dahî onlarındır. Binâenaleyh halkın değişik rütbelerine ve işlenen günahların
muhtelif oluşuna bakarak ne muvafık hail çâresini bulmağa çalışmaları
îcâbeder. Ta'zîr hakkı hükümet reisine âidtir. Bundan yalnız üç sınıf insanlar
müstesnadır ki; onlarda şunlardır:
1—
Baba
oğluna ta'lim ve terbiye için ta'zîrde bulunabilir.Bu bâbta anne dahî baba
gibidir. Ancak bu hak çocuğun henüz bulûğa ermemiş olmasîle bukayyedtir.Küçük
çocukları namaza alıştırmak ve kötü ahlâktan menetmek için onları döğmek bile
caizdir. Çocuklar âkil baliğ olduktan sonra ise ane ve babalarının artık onları
ta'zîre hakları kalmaz.
2— Köle ve
cariyeleri sahipleri ta'zîr edebilir.
3— Kocası
karısını itaatsizliğinden dolayı ta'zîr edebilir.Nitekim bu cihet Kur'ân-ı
Kerim'de de tasrih buyurulmuştur. Hattâ: «Namaz ve orucu terketmek gibi Allah'a karşı olan itaatsizliğinden dolayı dahî ta'zîr edebilir» diyenler
vardır.[108]
1279/1074- «Ali
radıyaUahü anft'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Hiç bir kimseye hackf
vurduğundan dolayı ölürse gam yemem, yal-ntı şarap İçen müstesna. Çünkü böylesi
ölürse diyetini veririm».[109]
Bu hadîsi Buharî
tahrîc etmiştir.
Ayni hadîsi Ebû Dâvud
ile îbni Mâce'den rivayet etmişlerdir. Onların rivayetinde: «Ali (R. A.): «Bu
babda Peygamber (S.A.V.) hiç bir şey bırakmadı, onu biz söyledik; dedi.»
cümlesi de vardır.
Hadîs-i şerif şarap hakkında
Resulüllah (S.A.V.) tarafından tahdîd olunmuş bir hadd bulunmadığım; bu bâbtaki
cezanın ta'zîr kabilinden olduğunu götseriyor. Ayrıca ta'zîrden ölen bir
kimsenin diyeti ödeneceğine de delâlet ediyor. Cumhur-u ulema'nın mezhebi
budur.
Han*ftler'le diğer
bazı ulemâ ya göre kerek hadd, gerekse ta'zîrden ölen kimsenin diyeti ödenmez.
Çünkü bunlar şeriatın iznîle yapılan işlerdir. Böyle me'zûnen yapılan işlerde
ise ödeme yoktur; bunlarda hüküm âmirine izafe edilir. Binâenaleyh ecelfle
ölmüş gibi olurlar. Ancak kocasının ta'ztnnden ölen kadının kanı heder olmaz;
ödemek îcâbeder. Zira kocaya yalnız te'dib hakkı verilmiştir, öldürmeğe hakkı
yoktur. Hanefiler'in bir delili de Hz. AH (R. A.j'ın : <O ancak ihtiyat
içindir» demiş olmasıdır. Bu bâbta yukarıda söz geçmişti.
tmam Nevevi, «Müslim,
şerhi» nde şöyle demektedir: «İçkiden maada bir hadd esnasında ölenlere
gelince: Dayağı hükümdar veya onun cellâdı vururda ölürse, hükümdara ve
cellâdına diyet ve kef-fâret vermek lâzım gelmez. Beytü'l mal'den de ödenmez.
Fakat ta'zîrden ölürse bizim mezhebe -yani Şâfİİler'e- göre diyet ve keffaret
vâ-dbolur...»[110]
1280/1075- «Saîd
b. Zeyd radıyaüahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah
sallaîlahü aleyhi ve sellem:
— Her kim malı uğrunda
öldürülürse, o kimse şehîddir; buyurdular.»[111]
Bu hadîsi Dört'ler
rivayet etmişlerdir. Tİrmizî onu sahîhlemiştir.
Hadîsi şerîf mal
müdâfaasının caiz ve meşru' olduğuna delildir. Nitekim cumhur-u ulemâ'nın
mezhebi de budur. Hattâ: mal müdâfaası vâcibtir» diyenler de vardır.
Hadîsimiz, malının müdâfaası uğrunda ölenin şehîd gideceğini de
müjdelemektedir. Bu mânâda bir hadisi, yerinde de zikrettiğimiz vecihle İmam
Mitilim, Hz. Ebu Hüreyre'den şu lâfızlarla tahrîc etmiştir:
«Peygamber (S.A-V.)'e
bir adam gelerek:
— Yâ ResûUllah bir
adam gelirde, benim malımı almak isterse ne yapmalıyım? haber ver; dedi.
Resûlüllah (S.A.V.) :
Ona (bir şey) Verme! mukabelesinde butundu.
— Şayet benimle
çarpışırsa?
— Onu Öldürüver!
— Ya o beni Öldürürse
ne buyurulur?
— O halde şehîd
olursun.
— Ya ben onu
öldürürsem ne buyurursun?
— Bu takdirde o
Cehennemlik olur; buyurdular.» Ulemâ: «malını müdâfaa ederken öldürdüğü
mütecavizin diyetini Ödemek lâzım gelmez; çünkü bu katil tecâvüz değildir»
diyorlar. Ha-dîs-i şerif malın azına ve çoğuna şâmildir. Filvaki Ebu Davud'un
tah-ric ettiği Tirmizî'nm sahihlediği bir hadîsde Fahr-İ Kainat (S.A.V.) şöyle
buyurmuşlardır:
«Her kim dini uğrunda
öldürülürse o kimse şenddir. Her kim canı uğrunda öldürülürse o kimse şehîddir.
Her kim malı uğrunda öldürülürse o kimse şehtddir.» bu hadîsin yalnız mal kısmı
zikredilmiştir. Hadisin delâleti şu suretledir. Resûlüllah (S.A.V.)'in dini,
cam, malı ve ırz-u namusu uğrunda ölenlerin şehîd addetmesi bu uğurda katlin
ve çarpışmanın caiz olduğunu gösterir.
Hadîs-i şerifte zikredilen
husûsât için : «kale gibi sığınacak bir yer bulunursa oraya sığınmak veyâhud
kaçmak mümkünse kaçmak vaciptir» diyenler olduğu gibi, «malı müdâfaa îcab
etmez; teslim edivermeli» diyenler de bulunmuştur. Ancak ırz-u namus
meselesinde müdâfaanın vâcib olduğu ittifakîdir. Can müdâfaası babında dahî bazılarına
göre düşman kâfirse hüküm yine böyledir.Fakat düşman müslüman ise müdâfaa vâcib
değildir. Bunların delili Hz. Osman (R. A.)'m dört yüz kölesine kendini
müdâfaaya müsaade etmemesi ve: «Her kim silâhını bırakırsa hür olsum demesidir.[112]
1281/1076- «Abdullah
b. Habbâb radıyyalîahü anh'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Babamı şöyle derken
işittim: Resulüllah sallaahü aleyhi ve sellem:
— Bîr takım fitneler olacaktır. Sen o fitnelerde ya Abdalflah,
maktul ol da katil olma! buyururlarken işittim.»[113]
Bu hadîsi Ibnü Ebî
Hayseme ile Dâre Kutnî tahrîc etmişlerdir. Ahmed dahi[114]
Hâlid b. Urfuta'dan bunun benzerini tahrîc etmiştir.
Bu hadîs bir çok
yollardan tahrîc olunmuştur. Lâkin bütün yollarında ismi zikredilmeyen bir
râvî vardır. Bu râvînin vaktîle hâricîler'le beraber olup sonradan onlardan
ayrılan ve Abdülkays kabilesine men-sub bulunan bir adam olduğu söylenir.
Hadîsin sebebi şudur:
İsmi bilinmeyen bu zât :
— Gerçekten haricîler
filân köye girdiler» demiş. Bunun üzerine Resul üllah (S.A.V.)'in sahâbî'si
olan Abdullah b. Habbâb gazaba gelerek abasını sürükleye sürükleye dışarı
çıkmış ve iki defa :
— Vallahi bizi
korkuttnuz; demiş. Hâriciler :
— Sen Abdullah b.
Habbâb'mısın? diye sormuşlar:
— Eevet; deyince :
— Babandan bize
anlatacağın bir şey işittinmi? demişler. Abdullah (R.A.):
— Evet, ondan
Resûlüllah (S.A.V.)'den işitmiş olarak naklederken duyduğuma göre Peygamber
(5.A.V.) : Bir fitne çıkacağını haber vermiş; o fitnede oturanın ayakta
durandan, ayakta duranın yürüyenden, yürüyenin de koşandan daha hayırlı
olacağını bildirmiş ve :
— Eğer o güne
yetişirsen Abdullah sen maktul ol; buyurmuşlar;
demiş. Haricîler :
— Bunu sen babandan,
Resûlüllah (S.A.V.)den naklen
anlatırken işittin hâ? demişler. Hz. Abdullah:
— Evet; cevabını
verince, Hâriciler hemen kendisini nehir kenarına götürerek boynunu vurmuşlar.
Ümmü veled olan cariyesinin de içindeki
cenini çıkarmak için karnını deşmişler.
Bu hadîsi İmam Ahmed,
Tdberâni ve Îbni Kaan? meçhul olmayan tarîkten rivayet etmişlerse de onların
isnadında da Ali b, Zeyd b. Ced'ân vardır ki; hakkında söz edilen bir zâttır.
Hâlid b. Urfuta rivayeti şudur :
«Benden sonra bir
fitne, yeni yeni hâdiseler ve karışıklık olacaktır. Eğer kaatil değil de
maktul olabilecek-sen ya Abdallah hemen bunu yap.» Ayni hadîsi imamAhmed, Hz.
îbni Ömer (A. R.)'dan şu lâfızlarla tahrîc etmiştir:
«Sizden birini
öldürmek maksadîle biri geldiği zaman Adem'in iki oğlu gibi olmaktan meneden
şey nedir? Kaatil cehennemde, maktul da cennette olacaktır.»
Yine İmam Ahmed'le Ebu
Dâvud ve Îbni Hibban, Hz. Çbu Musa'dan Resûlültah (S.A.V.)'in fitne hakkında
şöyle buyurduklaruu tahrîc etmişlerdir.
«Onda yaylarınızı ve
kirişlermrzi kırın. Kılıçlarınızı da taşlara çalın! Eğer bîrinizin evinde yanına
girerse ev sahibi iki Adem oğlunun hayırlısı gibi otsun.» Bu hadîsi Kuşeyri el
- iktirah» nâm eserinde şeyheyriin şartları üzere sahîhlemiştir.
Hadisimiz, fitne
zuhurunda savaşı terketmenin ve keza fitnelere iştirakten kaçınmanın lüzumuna
delildir. Kurtubî eliyor ki: «Selef hu hususU ihtilâf etmişlerdir. MpspiA Sa'd
h. Ebl VaklcAa. Abdullah b. Ömer, Muhammed b. Mesleme ve başkaları çarpışmadan
vazgeçmenin vâcib olduğuna kail olmuşlardır. Bazıları evinde oturmanın vâcib
olduğunu zâhib olmuş; bir taifede esasen fitne yerinden başka bir beldeye
gitmenin vâcib olduğu kanâatinde bulunmuştur. Cumhur'a göre savaşı terketmek
gerekir, bazıları: «teketmek vâcibtir; hattâ âsîlerden bari kendini Öldürmek
tüle istese kendini müdâfaa etmemelidir» demişlerdir. Bir kısmı da: «kendini
ve ailesi efradile malını müdâfaa eder; eğer bu arada Ölür veya öldürürse
ma'zur olur» mütâlâasında bulunmuşlardır.
Sahabe ve tabifn'in
cumhuru ise hakka yardım ve âsilerle harb etmenin vâcib olduğuna kaildirler.
Onlar bu hadisleri savaştan âciz kalanlara veya hakkı göremeyenlere
hamletmişlerdir. Bazıları tafsilât vererek : «Eğer çarpışma kumandanları
olmayan iki taife arasında vuku' buluyorsa savaşa iştirak memnu'dur»
demektedirler. Onlarca hadîsler bu mânâya hamledilirler. Evzâî'nin kavli
budur. Tdberî «fenalığı inkâr onu defetmeye muktedir olanlara vâcibtir; haklıya
yardım eden doğruya isabet etmiştir. Bozguncuya yardım eden ise hatâ
eylemiştir. Haklı ile haksız ayrılmazsa harpten nehî edilen hâl de işte budur»
demiştir.
Bazıları savaştan
nehyin ancak âhir zamanda karşılaşmayı iktidarı ele geçirmek maksadîle yapacak
olanlara mahsus olduğunu söylemişlerdir».
Hadîa-i şerif nefis
müdâfaasının vâcib olmadığına delil gösterilmektedir. Fakat müdâfaayı vâcib
görmeyenler dahî müdafaa yapmanın haram olduğuna kail değillerdir. Onlar
buradaki nehyi tenzih mânâsına alırlar.[115]
1282/1077- «Ebu
Hu rey re radıyallahü anh'dan rivayet olunduğuna göre kendisi Resulü İlah
salaUahü aleyhi ve aellem:
— İzin vermediğin
halde bin senin evirtin cine bakar da, ona bir taş atarak gözünü
çıkarırsan, sana hiç bir günah Olmaz; buyururken işitmiştir.[116]
Hadîs müttefekun
aleyh'tir. Lâfız Buhârl'nindir. Nesaî ilin bir rivayetinde:«Ne diyet vardır,
ne de kısas» buyurulmuştur.
Bu hadis izinsiz bir
kimsenin evine bakmanın memnu olduğuna hattâ izinsiz bakanın gözü
çıkarılabileceğine delâlet ediyor. Hadis şer-hîle birlikte yukarıda «Cânİ ve
mürted» babında 1026/1224 da geçmiştir.[117]
1292/1078- «Haram
b. Muhayylsa'dan o da baba» radıyallahü anh'-dan Ijltmlş olarak rivayet
edildiğine göre, Bera'ın deve»! bir adamın bahçesin girerek bahçeyi harabetmfş.
Bunun üzerine Resûlüllah saldUahü aleyhi ve sellem: Mal tabiplerine mallarını
gündüzün korumaları; hayvanat sahihlerine hayvanlarını geceleyin korumaları
gerektiğine, hüküm buyurmuştur.»[118]
Bu hadîsi Ebu Dâvud
ile Nesal tahric etmişlerdir, ffant Htbban onu sahihlemiştir. İsnadında İhtilâf
vardır.
Hadls-i şerifin ifâde
ettiği ahkâm az yukarıda 1097/1327 numarada geçmiştir. Bu hadisle bundan önceki
Ebu Hüreyre hadisi Bülûgu'l - Me-rdm'ın Mısır nüshalarında yoktur. Buraya Hlnd
nüshalarından alınmışlardır.[119]
Cihftd : Lûgat'te
meşakkate ulaşmak mânâsına gelen bir mastardır.
Şerlatte İse :
Kâfirlerle veya âsilerle çarpışmak için gücünü kuvvetini sarfetmektir. Cihâda
siyer ve rnegazl adlarını verenler de vardır.
Cihâd, hâlis bir
ibâdet olup fazileti pek büyüktür. Nasıl büyük olmasın kî insan, Allah'ın
rızâsını kazanmak için onun uğrunda nefsine meşakkatlerin en ağırını yüklemekte
ve en aziz varlığı olan canını feda etmektedir. Maamâfîh nefsi, devam üzere
ibâdet ve taatlere hasrederek onu hevâ ve heveslerine tâbi olmaktan menetmek
cihâdtan da güçtür. Bundan dolayıdır ki, bir gazadan dönerken Peygamber
(S.A.V.) :
«Küçük cihâdtan büyük
cihâda döndük» buyurmuşlardır. Nitekim Ibnİ Mes'ud (R.A.)'dan rivayet edilen
bir hadîsde Resû-lûllah (SJk.Vj'in cihâdı fazilet i'tibârîle namazdan sonra
zikretmesi de bunu gösterir. Hx. Ibni Mes'ud şöyle diyor:
«Dedim ki :
— Ya Resûlftllah,
amellerin en faziletlisi hangisidir?
— Vaktinde kılınan
namazdır; buyurdular.
— Ondan sonra
hangisidir? dedim:
— Anneye, babaya
itaattir; buyurdular.
— Ondan sonra
hangisidir? dedim:
— Allah yolunda
Cİhadtir; buyurdular.Daha ziyade so/-saydım bana daha ziyâde cevap verecekti.»
Bu hadîsi Buharı rivayet etmiştir.Vâkıâ
Büharî ile Müslim'in ittifakla tahrîc ettikleri Ebu Hüreyre hadîsinde
Resûliillah (S.A.V.) fazilet i'tlbârile îmandan sonra cihâdı zikretmiş;
binâenaleyh o hadîsle bu hadîs sûret-i zahirede birbirlerine muarız düşmüş
gibi görünürse de iki hadîsin araları bulunmuş ve : «Resûlüllah (S.A.V.) her
iki hadîsde soranın hâline en muvafık olan ne ise onunla cevap vermiştir»
denilmiştir. Meselâ cihâd için hazırlanarak gelene nisbetle, cihâd b;ı ?ka
ibâdetlerden daha faziletlidir.
Lâkin bu cevabı Kemal
b. Humam beğenmemiş; ve hülâsa olarak şöyle demiştir: «Farz namazları
vakitlerinde kılmağa devam etmek cihâdtan efdâldir. Çünkü bunlar birer farz-i
ayn olup her gün tekrarlanırlar; cihâd böyle değildir. Sonra cihâdın farz kılınması
ancak îmanla namazı muhafaza içindir .Şu halde cihâd «hasen U gayrini» yani
bizzat değilde bilvasıta güzel olan ibâdetlerdendir; namaz ise «hasen li
aynini» yani bizzat güzel bir ibâdettir; cihâddan maksat odur.
Kemal b. Hümam
(788—861) bu bâbtaki sözünü şöyle tamamlamaktadır: «Hak şudur ki, burada
muâraza yoktur. Zîrâ o hadîsde namaz zikredilmemiştir. Hadîsde yalnız cihâd
îmandan sonra zikredilmiştir. Bu onun namazdan sonra olmasına da sâdıktır; ve
namaz cihâddan evvel; îmandan sonra bir mertebede olmuş olur...»
Cihâd farz-ı
kifâyedir; ancak umumî seferberlikte eli silâh tutan herkese farz-ı ayın olur.
Farzıyetinin delili:
«Müşrikleri bulduğunuz
yerde tepeleyin»[120] :
«Onlarla tâ fitne
ortadan kalkıp dinin tamamı Allanın oluncaya kadar harbedln»[121] :
«Hoşunuza gitmediği
halde savaş size farz krlındı» ve emsali âyetlerle[122] :
«Allahtan başka Hâh
yoktur;; deyinceye kadar insanlarla çarpışmaya memur oldum.» hadîa-i gerîf ve bibimizin
hadîsleridir. Cihâdın
farz olduğuna icmâ'-i ümmet de vardır.[123]
1283/1079- «Ebu
Hüreyre radıyaUahü anh'den rivayet olunmuştur. Demiştir ki; Resûtüllah
saüallahü aleyhi ve sellem:
— Her kim harb etmeden
ve harbetmeyi gönlünden geçirmeden ölürse nifakın bir şubesi üzerinde ölür; buyurdular!.[124]
Bu hadîsi Müslim
rivayet etmiştir.
Hadîs-i şerif-, cihâda
azimli olmanın vücûbuna delildir. Ulema şâir vâdb fiilleri de buna ilhak
etmişler ve : bir fiil dhâd gibi mutlak vâdblerdense, onu yapmaya imkân bulduğu
takdirde azmetmek vâdb olduğu gibi muvakkat vâdplerdense vakti girdiği zaman
azmetmek vâdbtir» demişlerdir. Usul-i fıkıh imamlarından bir çokunun mezhebi budur
:
cta'birinden murâd:
cihâdı fi'len yapmaya niyet etmek değil, onu gönülden geçirmemektir. Eğer
ömründe bir defa olsun dhâd etmeyi gönülden geçirirse nifak hasletlerinden
biri ile vasıflanmaktan kurtulur. Bir şeyi kendi kendine yasaklamak onu yapmağa
niyet etmek değildir. Hadisimiz bir ibâdeti yapmayı gönülden geçirerek yapmadan
ölen kimseye, onu hiç hatırından geçirmeden ölen gibi ceza verilmiyeceğine de
İşaret etmektedir.[125]
1284/1080- Enes radtyaüahü
aniden rlvaytt olunduğuna
Peygamber aaUaîlahü aleyhi ve sellem:
— Müşriklerle
mallarınız, canlarınız ve dillerinizle mücâhede edin; buyurmuşlardır.»[126]
Bu hadîsi Ahmed ile
Nesal rivayet etmişlerdir. Hâkim onu sahîhlemiştir.
Hadîs-i şerîf: mal can
ve dille mücâhede etmenin vücûbuna delildir. Mal ile cihâd: onu mücâfaidlerin
nafaka ve silâhı gibi şeylere sarfetmektir. Canla cihâd ise fi'len küffârm
karşısına çıkarak onlarla harb-etmektir. Bir çok âyetlerde:
«Mallarınızla,
canlarınızla mücâhede edin»[127]
Duyurularak bu mânâ ifâde edilmiştir.
Dille mücâhede
kâfirlere karşı delîl getirmek, onları Allaha îmana da've t etmek, harbeden
iki taraf, karşı karşıya geldikleri vakit «Allah, Allah» veya buna benzer
sözlerle düşmanı kahr-u tenldl etmektir. Filhakika Re sû I üt! ah (S.A.V.) bu
hususta Hz. Hassan (R. A.):
«Hiç şüphe yok ki
kâfirleri hicvetmek kendilerine ok isabetinden daha şiddetli gelir»
buyurmuşlardır.[128]
1285/1081- «Atse
radtydüahü anftd'dan rİvAyet edilmiştir .Dtmiştlr ki :
— Ya Rcsûlallah
kadınları clfaAd varım? diye sordum:
— Evet («ılara)
muharebesiz cihâd hacc ile ömre Var; buyurdular».[129]
Bu hadîsi ibnlMace
rivayet etmiştir. Aslı Buhart'dedir. Buhari'deki lâfzı şudur :
«Âişe demiştir ki.:
Peygamber (S.A.V.)'dcn cihâd İçin İzin istedim:
— Sizin Cihâdınız haçtır;
buyurdular.» Bir rivayette: «Peygamber (S.A.V.) :
— Evet,' cihâd haçtır;
buyurdular» deniliyor. İmam Ncsdi, Ht. Ebu Hüreyre'den şu hadîsi tahrîc
etmiştir::
«Büyüğün yâni âcizin
ve kadınla zaîfin cihâdı haçtır».
Bu hadîsler kadına
cihâdın vâcib olmadığına onun hacc veya ömre yapması kendisine cihâd sevabı
kazandıracağına delildirler. Çünkü kadınlar tesettür ye sükûnetle' yaşamağa
memurdurlar; cihâd buna zıd-dır; Zîrâ cihâdde erkekler arasına karışmak
mübârezeye çıkmak yüksek sesle na'ra atmak gibi şeyler vardır. Maamâfîh
hadîsdc kiuhnlara cihâd caiz olmadığına delâlet yoktur. Buhâri bu bâbtan soma
«ka-dmtann harbe çıkmaları ve harbetmeleri babı» m zikreder imam Müslim, Hz.
Enes (R. A.)'dan şu hadîsi rivayet etmiştir:
ttÜmmü Süfeym Huneyn
gazasının yapıldığı gün bir hançer tedârik etti: ve Peygamber (S.A.V.)'e :
— Bunu bana
müşriklerden bîri yaklaşırsa karnını deşerim diye edindim; dedi». 8u hadîs
kadınların harbe iştirak edebileceğini gösteriyorsa da bundan kadınların
yalnız müdâfaa harbi yapabilecekleri anlaşılıyor. Buhârî'de, kadınların harp
yerine gittikleri takdirde yapacakları cihâdın askere su ve erzak taşımak,
hastalara bakmak gibi şeylerden ibaret olacağını bildiren rivayetler vardır.[130]
1286/1082- «Abdullah
b. Amir radıyallahü an Duma'dan rivayet olunmuştur. Demiştir, kt: Bir adam
cihâd için izin istemek üzere Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem:e geldi.
Resûlüllah sallallahü aleyhi ve selIcm ona:
— Annen, baban sağmı?» diye sordu Adam:
— Evet; dedi. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve
aellem:
— öyle işe onlar
hakkında mücâhede et; buyurdular.»[131]
Bu hadîs müttefekun
aleyh'tir. Ahmed'le Ebu Dâvud, Ebu Saîd'den bunun'benzerini rivayet
etmişlerdir. Ebu Saîd bir rivayette şunu ziyâde etmiştir: «Don de onlardan izin
iste, eğer sana 12in verirlerse ne âlâ! Vermezlerse onlara îtaat eyle».
Resûl-ü Ekrem (S.A.V.)
anne babaya hizmet uğrunda çalışıp yorulmaya, onlar için mal sarfetmeye
«müşâkele yolu ile cihâd» demiştir. Zıddiyet alâkası ile istiare de olabilir.
Çünkü cihâdde düşmanlara zarar vermek vardır. Bu zarar, anne babaya fayda
vermek mânâsında kullanılmış olabilir.
Hadîs-i şerîf anne,
baba veya onlardan biri varken evlâddan cihâdın sâkit olduğuna delildir.
Nitekim İmam Ahmed ile NeaâVnia Muâviye b. Câhime tarîkile tahrîc ettikleri bir
hadîse göre Ebû Câhİme, Peygamber (S.A.V.)'e gelerek :
— Yâ Resûlâllah! gazaya gitmek istiyorum da, sana danışmaya geldim; demiş,
Resûlüllah (S.A.V.) kendisine :
— Annen varmı? diye
sormuş :
— Evet; cevabını
alınca :
— Ondan ayrılma; buyurmuşlar.
Zâhirîn'e bakılırsa: cihâd farz-ı ayn olsun farzı kifâye olsun evlâddan sakıttır; ve keza evlâdın gazaya
gitmesinden anne babası zarar görüp görmemesi bu bâbta mü-sâvîdir.
Cumhur-u ulemâ ya göre
ebeveyn veya onlardan birisi evlâdını harbe gitmekten menederse, evlâdın harbe
gitmesi haram olur. Yalnız bunun için ebeveynin müslüman olmaları şarttır.
Çünkü müslüman oldukları takdirde onlara îtaat alelıtlak' farz-ı ayn olur;
cihâd ise farz-ı kifayedir. Fakat cihâd dahî farz-ı ayın olursa artık ebeveyni
bırakıp cna koşmak îcâbeder; çünkü cihâdın te'min ettiği faydalar umûmîdir;
onunla din ve din kardeşleri müdâfaa edilir. Âmmeyi alâkadar eden maslahatlar
ise daima tercih olunurlar.
Hadîs-i şerîf, ana
baba hakkının büyüklüğüne de delildir. Cihâdtan bile ileri gelen bir hak
elbette kelimenin tam mânâsîle büyüktür.
Kendisîle istişare
edilen kimsenin halisane nasihatte bulunması ancak en İyi yolu gösterebilmesi
için danışan kimseden tafsilât almasının hadisimizin işareti cümlesindendir.[132]
1288/1083- «Certr-1
Becell radıyaOahü an&Van rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah
saUdüahu aleyhi ve seüem:
— Ben müşriklerin
arasında ikamet eden her müslü-mandan biriyim; buyurdular».[133]
Bu hadisi Üç'ler
rivayet etmişlerdir, tsnâdı sahihtir. Bvhâri mür-sel oluşunu tercih eylemiştir.
Ebu H'-tkn, Ebu Dâvud,
Tirmieî ve Dâre Kutnî dahi onun Kaya b. Ebi Hâzim'in mürsellerinden olduğunu
tevcih ederler. Yalnız Taberâni mevsul olarak" rivayet etmiştir.
Hadis-i şerif,
Mekke'den başka bütün müşrikler diyarından hicret etmenin müslümanlara vâcib
olduğuna delildir. Cumhur-u ulemâ'nın mezhebi budur. Delilleri buradaki Cerir
hedtsl ile NesâVniu, Behz b. Hâkim tarîki ile babasından onun da dedesinden
mefu' olarak tahric ettiği şu hadîstir:
«Bir müşrik müslüman olduktan
sonra müşriklerden ayrılmadıkça Allah onun hiç bir amelini kabul etmez».
Bazıları hicretin
vacip olmadığına kail olmuşlardır. Bunlar aşağıdaki hadîse bakarak hicret
hadislerinin mensuh olduklarını söylerler.[134]
1289/1084- «Ibnl
Abbas radıydüahü anhümâ'd&n rivayet edilmiştir. Demiştir ki: ResûluHah
sdUaUahü aleyhi ve seüem:
— Fetih d en sonra hicret yok, lâkin
cihâd ve niyet vardır; buyurdular.[135]
Hadis müttefekun
aleyh'dir.
Yâni artık Mekke'den
hicret yoktur. Çünkü fetihden sonra Mekke bir tslam diyarı olmuştur. Fakat müslümanlann
zaif bulunduğu ve islâmiyetin ahkâmı icra edilemeyen yerlerden müslüman
memleketlerine hicret etmek müslümanlara vâcibtir.
Hicretin vâcib
olmadığına kail olanlar bu hadîsle istidlal ederek hicret hadîslerinin nesih
edildiğini iddia edenler; ve derler ki: «Peygamber (S.A.V.) Araplardan
müslüman olanların kendi yanına hicret etmelerini emir buyurmamış; onları
yerlerinden ayrılmadıkları için muâhaze etmiştir». Şu da varki ResûlüUah
(S.A.V.) bir yere bir müfreze asker gönderirse kumandana tenbihâtta bulunur ve
:— Düşmanın olan müşriklere rastladınmı, onları üç şeye da'vet et; bunların
hangisine icabet ederlerse kabul eyle ve onlarla savaştan vaz geç. Sonra
kendilerini memleketlerinden muhacirler diyarına göçetmeye da'vet eyle; ve
onlara bildir ki, bunu yaparlarsa kendilerine muhacirlerin lehinde ve
aleyhinde olan her şey var. Eğer kabul etmezler de kendi memleketlerini ihtiyar
eylerlerse kendilerine bildir kî; müslümanlartn yerlileri gibi olacaklar.
Onlar da, müslümanların üzerine tatbik edilen hükm-i İlâhi tatbik
olunacaktır....; buyururlardı. Bu hadîs ileride gelecektir. Resûlüllah
(S.A.V.) onlara hicreti vâcib kılmamıştır. Ibnİ Abbas hadîsi istisna edilirse
bu bâbtaki bütün hadîsler dini hususunda emni-yettfe olmayanlara hamledilmiş;
böylelikle hadîslerin arası bulunmuştur.
Hicreti vâcib görenler
derler ki : «Ibnl Abbas hadîsi, Mekke'den hicret edilemeyeceğini gösterir.
Nitekim, «fetihden sonra» ta'biri de buna delâlet eder. Çünkü evvelleri
Mekke'den hicret vâcibti «/Jmü'İ-A'raH şöyle diyor «Hicret küfür diyarından İslâm memleketine
gitmektir. Resûlüllah (S.A.V.) devrinde farz idi; hayatı tehlikede olanlara
ondan sonra da devam etmiştir. Esasen durdurulan hicret, Peygamber (S.A.V.)
nerede olursa olsun onun yanına gitmek için yapılandır».
«Lâkin cîhâd ve niyet
vardır» ifâdesi için TıyU (— 743) ile diğer bazı ulemâ şöyle demişlerdir: «Bu
istidrâk, kendinden sonraki hükmün kendinden evvelki hükme muhalif ohnasım
iktizâ eder. Mânâ şudur : vatanından ayrılıp Medine'ye gitmekten ibaret olan
hicret Utmiş; yerini dhâd sebebîle ayrılmaya bırakmıştır. Binâenaleyh cihâd
sebebîle hicret bakîdir. Küfür diyarından kurtulmak, okumak için gurbete
çıkmak, fitneden kaçmak gibi halisane bir niyetle yapılan hicret de öyledir.
Bunların hepsinde niyyet mu'teberdir.»
İmam Nevevî diyor ki :
«Mânâ : hicretin sona ermesîle inkı-ta'a uğrayan hayrı, cihâd ve iyi niyetle
elde etmek mümkündür ;demektir».[136]
1290/1085 -
«Ebû Mûse'l-Eş'art radvyaîlahıü anft'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah
sallallahü aleyhi ve seUem:
— Her kim
kelimetullâhın yüce olması için harbeder-se işte o kimse Allah yolundadır;
buyurdular.»[137]
Hadîs müttefekun
aleyh'tir. Yalnız burada ihtisar edilmiştir. Baştarafı şöyledir :
«Ebü Musa'dan rivayet
edildiğine göre : A'rabİnin biri Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e :
— Bazı adam ganimet
için harbediyor; bazısı nâm bırakmak İçin çarpışıyor; kimi de yerini görmek
İçin savaşıyor; acaba bunların han-gîsi Allah yolundadır? demtş; Resûlüllah
saUallahü aleyhi ve seUem:
— Her kim ... İlâh;
buyurmuştur».
Hadîs-i şerîf, hak
yolunda yapılan gazanın ecr-ü mükâfatı kelimetullah'ı yüce kılmak niyetiyle
harbedenlere verileceğine delildir. Bunun mefhûm-u muhalifi; bu haslet kendinde
olmayan, Allah yolunda değil, mânâsına gelir. Mefhûm-u muhaliften murâd:
Mefhûm-u şarttır. Acaba kelimetullah'ı yüceltmek maksadına başka bir şey,
meselâ ganîmet almak niyeti de inzimam etse yine gazası Allah yolunda olurmu?
Evet olur. Taberi
(224—310) diyor ki: «Asıl maksad i'lây-ı kelîmetullah olduktan sonra onun
zımmında vâkî olan şeyler zarar etmez». Cumhur- uulema'nın kavli de budur.
Hadîs-i şerifin bu mânâya gelmesi muhtemeldir. Nitekim şu âyet-i kerîme ayni
mânâyı teyid etntefetedir:
«[138]
RabUnlzden fadl-u İhsan dile menlide size bir günah yoktur». Bu âyet haccm
faziletini dilemeğe münâfi olmadığı gibi başka fiillerde de hüküm aynıdır.
Binâenaleyh harbten maksad i'lây-ı kelime tu İlah olduktan sonra onun zımmında
vâkî olan fiiller bu maksada zarar vermezler. Hattâ hadîsin zahirine bakılırsa
i'lay-ı kellmetullah île meselâ ganimet alma niyeti müsavi bile gelseler yine
zarar etmez gibi görünüyorsa da Ebu Dâvud ile Nesâî'nin, Hz. Ebû Ümame'den
tahrîc ettikleri şu hadîs bu müsavata münâfîdir:
«Ebu Ümâme demiştir
ki: Bir adam gelerek :
— Ya Resûlâllah; dedî:
«ne buyurursun bir kimse hem sevap hem nâm bırakmak niyetiyle gaza etse
kendisine ne vardır? Resûlüllah:
— Ona hiç bîr şey
yoktur? Buyurdular. Adam bu sözü üç defa tekrarladı tse de Resûl-ü Ekrem
(S.A.V.) hepsinde:
— Ona hiç bir şey yoktur;
buyurdular. Bundan sonra Resûlüllah (S.A.V.) :
— Şüphesiz ki Allah
Teâlâ amelin samimi olanından ve kendisîle Allanın rızâsı kasdedileninden
başkasını kabul etmez; buyurdular.» Hadîsin isnadı iyidir. Bundan anlaşılıyor
ki, İ3İr kimse ayni derecede arzuladığı iki şeyden dolayı harb etse
meselâ": Hem sevap, hem de şöhret kazanmayı niyet ederek savaşsa, beklediği
sevap bâtıl olur. İhtimal bâtıl olması da yalnız şöhret meselesine mahsustur. Zîrâ bu iş riyadır;
riya hangi işe karışsa onu ibtâl eder.
Fakat ganimet arzusu böyle değildir; o
cihâda münâfî değil, bilâkis aldığı ganimetle müşrikleri hiddetten çatlatmayı
ve onu ibâdet ve taata harcamayı niyet
ederse sevap bile kazanır.Fahr-i Kâinat (S.A.V.) efendimizin şu.hadîs-i
şerifleri.de ganimet arzusunun harbe
münâfî olmadığına delildir:
«Bir kimse bir düşmanı
öldürürse ölenin üzerinden soyulan eşyası onundur». Bu bâbta başka hadîsler de
vardır; ve hepsi niyetde başka bir şeyi i'lây-i kelimetullah'a ortak etmenin
caiz olduğuna delâlet ederler. Binâenaleyh i'lây-ı kelimetuHah'ın içinde, kâfirleri
korkutmak, mallarını almak ve ağaçlarını kesmek gibi şeyler dâhildir; yeter ki,
asıl maksad i'lây-ı kelimetuHah olsun. Nitekim yukarıda zikrettiğimiz Ebu
Ü.mâme (R.A.) hadîsinden anlaşıldığına göre Peygamber (S.A.V.) maksadın dünya
menfaati olduğunu anlamış da onun için: «ona hiç bir şey yoktur» demiştir.
Yoksa ganimet arzusunun cihâde zarar vermediği ashâb-ı kiram arasında ma'lûm
idi. Hâkim ve BeyhakVnin sahîh bir isnadla tahrîc ettikleri bir hadîse göre Abdullah
b. Cahş, Uhud gazası günü ::
— Yâ Rabbi bana
şiddetli bir adam nasîb et; birbirimizle harbede-lîm. Sonra ona karşı bana
sabır İhsan eyle. Ta ki, onu öldüreyim de soyulan eşyasını alayım; demiştir.
Gorülüyorki cihâdla birlikte dünyaya âid bir menfaati istemenin caiz olduğu
sahabe-İ kiram arasında ma'lûm bir şey imiş; onun için de onu arzu ederlermiş.[139]
1291/1086- «[140]
Abdullah b. Sa'dİ radtydllahıü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki:
Rerûlüllah saUaîîahü aleyhi ve sellem:
— Düşmanla
harbolundukça hicret arkası) kesilmez; buyurdular».[141]
Bu hadîsi Nesaî
rivayet etmiştir. İbnî Hlbban onu sahîhlemiştir.Hadîs-i şerif hicret hükmünün
kıyamete kadar bakî olduğuna delildir. Çünkü düşmanla muharebe etmek nass-ı
hadîsle kıyamete kadar devam edip gidecektir. Resûlüllah (S.A.V.) :
«Cihâd kıyamete kadar
devam edecektir» buyurmuşlardır. Şartlarını hâiz olan cihâdın sevabı hakkında
söz yoksa da vücû-bu ihtilaflıdır. Bu ciheti yukarıda gördük.[142]
1292/1087- «[143]
Nâfl radıyallahıü anh'dan rivayet editmiştfr. Demiştir ki: Resûlüllah
aaJlaîlahü cieyhi aelîem: Beni'l - Mustalik (kabilesi) üzerine gafil
bulunduktan bir sırada baskın yapmış ve harb-edenlerİ öldürmüş; Zürriyetlerini
de esir almıştır. Bunu bana Abdullah b. Ömer anlattı.»
Hadîs müttefekun
aleyh'tir. Bu hadîsle «O gün Peygamber sallallahü aleyhi ve seTlem Cüveyrlye'yl
de almıştır» cümlesi dahî vardır.
Bent Mustalik, Huzaa
kabilesinin meşhur bir dalıdır. Hadîs-i şerîf-de iki mesele bulunmaktadır.
1— Bu hadis
kendileri bir defa İslama davet edilen kâfirleri tekrar dine davet etmeden
onlarla harb edilebileceğine delildir. Bu meselede üç kavil vardır:
Birincisi: Mutlak
surette düşmanı dine davet ve tehdîd vâcib değildir. Fakat bu kavle aşağıda
gelen Bü reyde hadîsi muarızdır.
İkincisi:
Mutlak
surette düşmanı tehdîd vâcibtir. Bu kavle de sadedinde bulunduğumuz Nâfi'
hadîsi muarızdır.
Üçüncüsü: Kâfirlere
islâmiyete davet ulaşmamışsa davet ve tehdîd vâcib, davet ulaşmışsa tehdîd
vâcib değil müstehâptır. îbni Münzir: «Ekser-i ehl-i ilmin kavli budur. Sahîh
hadîsler bu mânâda birbirlerini te'yid etmektedir; buradaki hadîs de onlardan biridir.» Kâb b.
Eşrefe ve İbnî Ebl'I - Hukayfr'ın katline âid hadîsler dahî onlardandır; diyor
rcZ-BoJtr» nâm esetrî. kendilerine davet vâki' olmayan kâfirlere davetin vâcib
olduğuna icmâ' bulunduğu nakledilmiştir.
2— «Zürriy
etlerini de esir aldı» ifâdesinde araplardan köle yapûa bileceğine delâlet
vardır. Çünkü Benî Mustalik'ler araptırlar. Cumhuru ulemânın kavli bu olduğu
gibi, İmam-t Â'zam Eh" Hanife ile İmam Mâlik'in ve EvzâVnin mezhepleri be
budur.. Diğı., ulemâ araplardan köle olamayacağına kaildirler. Lâkin bunların
kuvvetli bir delili yoktur. Siyer ve megâzi kitaplarını mütâlea edenler pek âlâ
bilirler ki, Peygamber (S.A.V.) kitabı olmayan Hevazin ve Benî Mustalik gibi
arap kabilelerini köle olarak almış; Mekkefiler'e de «Gidin sizler âzâdsintZ»
demiştir. Bedir esirlerini ise fidyeye başlamıştır. Zâhİr'e bakılırsa fidye ile
katil ve esaret arasında bir fark yoktur. Zîrâ bunlar araplardan başkaları
hakkında mutlak surette sabittir. Araplarda da sabit olmuştur. Hükmün
neshediıdiğine dâir rivayet de yoktur.
imam Âhmed b. Hanbel :
«Ben Hz. Ömer'in: hîç bir arap temellük edilemez; sözüne kaiı olamam»
demiştir. Şüphe yok ki, Peygamber (S.A.V.) araplardan esir almıştır. Nitekim
bir çok hadîslerde Ebu Bekir ve Ali (R. Anhümâymn Benî Naciye'den esir
aldıkları rivayet olunmuştur. Aşağıdaki hadîs dahî buna delâlet etmektedir.[144]
1293/1088- «Süleyman
b. Büreytfe'den o da babasından -radtyallahü anhümâ- işitmiş olarak rivayet
olunmuştur. Babası demiştir ki: Resûlüllâh sallaJlahü aleyhi ve setlem bir
orduya veya müfrezeye kumandan ta'yîn ettiği zaman ona yakınları hakkında
Allah'tan korkmasını tavsiye eder; yanında bulunan müslümanlara da hayrı
tavsiyede bulunur; sonra:
— Allah'ın adîle Allah
yolunda gaza edin; Allah'a küfredenlerle çarpışın. Gaza edin, fakat ganîmet
hususunda hıyanette bulunmayın; hem gadiretmeyin, kimsenin bîr yerini kesmeyin;
hiç bir çocuğu öldürmeyin. (Kumandan!) Müşriklerden olan düşmanınla
karşılaştığın zaman onları üc haslete davet et. Bunların hangisi hususunda
sana icabet ederlerse hemen kabul eyle; ve kendilerini serbest bırak. Onları
İslama da'vet et; eğer sana icabet ederlerse derhal kabul et. Sonra onları
kendi yurdlarından muhacirler diyarında göçmeye davet eyle. Eğer kabul etmezlerse
kendilerine haber ver ki, müslümanların yerlileri gibi olacaklar; Onlara
ganîmet ve yağmadan bir şey verilmeyecektir. Ancak müslümanlarla birlikte
mücâhe-de ederlerse o başka. Eğer Lslâmiyeti kabul etmezlerse o halde kendilerinden
cizye[145] iste. Sana icabet
ederlerse bunu onlardan kabul et. Kabul etmezlerse artık Allah'-dan yardım
dileyerek kendilerîle harbet. Bir kal'a ahâlisini muhasara altına alır da sana
Allah ve Resulüne ahd-ü peymân yermeni tek Uf ederlerse bunu yapma; lâkin
onlara kendi zimmetine ahd-ü peymân ver. Çünkü siz kendi ahd-ü peymâmnızı
bozarsanız bu Allah'a verilen ahdi bozmanızdan ehvendir. Şayet senden
kendilerini Allahın hükmüne havâte etmeni isterlerse bunu da yapma. Bilâkis
kendi hükmüne bırak. Zîrâ sen onlar hakkında Allah'ın hükmüne jsâbet edip
edemeyeceğim bîlmezsîn; buyururdu.»[146]
Bu hadisi Müslim
tahrîc etmiştir.
Ganimet : Harpte
düşmandan alman mallardır. Fev' ise: kâfirlerden harpsiz olarak alman
mallardır. Görülüyor ki, Fahr-İ Kâinat (S.A. V.)'in küffârdan istenmesini
tavsiye buyurduğu üç şey : İslama davet, vergi ve harp'tir.
Hadîsi şerif de bir
kaç mesele vardır:
1—
Bu hadis,
devlet reisinin bir gazaya ordu
gönderirken gerek ordu, gerekse maiyyetindeki mücâhidlere AH ah'dan korkmalarını ve hayrı tavsiye
etmesi lüzumuna, ganimet hususunda
hıyânetde bulunmamalarını, gadir etmemelerini, müşrik çocuklarını
öldürmemelerini kendilerine tenbih gerektiğine delîldir. Çünkü bunlar icmâ'en haramdırlar. Ordu
kumandanının harbten önce müşrikleri islâm dînine davet etmesi müslüman
olanları islâm diyarında hicrete teşvik gibi şeylerin lüzumu ve ganimeti yalnız
muhacirlerin hak kazanması, yerlilerin buna hakkı olmaması ancak cihâda
iştirak ederlerse onlara da ganimet verilebileceği dahî hadîsin ahkâmı
cümlesindendir. İmam Şafiî'nin mezhebi budur. Şâir ulemâ aksine kail olarak bu
hadîsin nesholundu-ğunu iddia etmişlerdir.
2— Hadls-i
şerif her kâfirden mutlak surette vergi alınacağına delildir. Bu bâbta şâir
kâfirler arasında bir fark olmadığı gibi arap olmaları veya olmamaları dahî
müsavidir. Zîrâ hadîsteki «düşmanın» ta'biri âmmdır. imam Mâlik ile EvzdVnin ve diğer bazı
ulemâ'mn mezhebi budur.
Haneffler'e göre cizye
arap olsun, acem olsun, ehl-i kitap denilen hıristiyanlarla yahûdîlerden ve
mecüsîlerle, acem putperestlerinden alınır. Arap putperestlerîle mürtedlerden
alınmaz. Bunlar ya müslüman olur, yâhud kılıçtan geçirilirler. Kadın çocuk ve
sakatlara da cizye yoktur. İmam Şafiî'ye göre ise cizye denilen vergi arap
olsun acem olsun yalnız ehl-i kitab ile mecûsîlerden alınır. Çünkü Teâlâ
Hazretleri ehl-i kitabı zikrettikden sonra:
«[147] Tâ
cizyeyi verinceye kadar...» buyurmuştur. Peygamber (S.A.V.) dahî :
« Onlara karşı ehl-i
kitap muamelesi yapın» buyurmaktadır. Bunlardan geriye kalanlar:
«[148]
Onlarla muharebe edfn. Tâ kf fitne olmasın» ve
«[149] müşriklerle
bulduğunuz yerde harbedin» âyet-i kerimelerinin umumunda dâhildirler.
Şâfîtler: «bu hadîs Mekke'nin fethinden önce vârid olmuştur, âyetler ise
hicretten sonra nazil oldu. Binâenaleyh Bü reyde hadîsi ya mensuhtur, yâhud
ondan murâd: ehl-i kitâb olan düşmanlardır; diyerek hadîsle istidlalden özür
beyân etmişlerdir.
îbni Kesnr
<s.el-îrşâd* adlı eserinde İmam Şafii'nin mezhebini te'yid ve takviye
sadedinde «Cizye âyeti müşrikler ve putperestlerle harb nihayete erdikten sonra
inmiştir. O nazil olduktan sonra yalnız ehl-i kitâb kalmıştı» demekte isede
bazıları onun bu iddiasını bâtıl saymışlardır. Bunlar cizye âyeti nazil
olduktan sonra yalnız ehl-i kitâb kaldığını kabul etmeyerek İran'da o zaman
ateşe tapanlar bulunduğunu, Hindistan'da ise putperestler var olduğunu ileri
sürerler; ve cizye, yani verginin her nev'i kâfire âmm ve şâmil olduğuna
Büreyde hadîsinin umumîle istidlal ederler. Cizye âyetine gelince : Bu bâbta
sözü uzatarak şöyle derler : «Bu âyet yalmz ehl-i kitaptan cizye alınacağını
bildiriyor; kitabı olmayanlardan cizye abzup alınmayacağı hususunda onda bir
beyân yoktur. Bu ciheti hadîs beyân etmiştir. Binâenaleyh hadîsdeki «düşmanın»
ta'birini ehl-i kitap olanlara hamletmek son derece uzak bir ihtimaldir.
Araplardan cizye alınmaması ise o zaman bütün arapların müsiümanlığı kabul
etmiş bulunduklarındandır. Zira cizye Mekke'nin fethinden sonra meşru'
olmuştur. Halbuki o zaman araplar kamilen müslüman olmuş bulunuyorlardı .Şu
halde onlardan esir olacak ve vergiye bağlanacak kimse zaten kalmamıştı,
îrtidad edenler de, ya müslümanhğa döner, yâhud kılıçtan geçirilirlerdi;
nitekim mürtecilerin hükmü zaten budur. Bu hüküm Resûlül-la (S.A.V.) devrinde
böyle olduğu gibi ashâb-ı ktrâm devrinde dahî böyle cereyan etmiştir. Sahâbe-İ
klrâm (R. Anhüm) Iran ve Roma memleketlerini fethettikleri vakit o yerlerde
bahusus Şam'da Irak'ta araplar bulunuyordu. Bununla beraber arap veya acem
demeyerek umum halkı esir etmiş ve cizyeye bağlamışlardır. Bu da gösteriyor ki,
Büreyde cizye farz kılındıktan sonra vârid olmuştur...»
îbni Kayyım «el -
Hedyü'n - Nebeviy» nâm eserinde bu
kavle meyletmiştir.
3— Hadîs-i
şerif, düşmanın müslümanlardan Allah ve Resulü ne ahd-ü peymân talebini müslümanların
kabul etmesini yasak etmiştir.
ResûlüHah (S.A.V.) bu
ahdi müslümanların kendi zimmetlerine vermelerini emir buyurmuş; verilen bir
sözden dönmek mutlak surette haram olmakla beraber müslümanların kâfirlere
verdikleri sözden dönmelerinin Allah'a verdikleri sözden dönmekten de ehven
olacağını beyân etmiştir.
Bazıları buradaki
nehyin tahrîm için olmayıp tenzih ifâde ettiğine kaildirler. Hattâ bu bâbda
icmâ' olduğunu söylerler. Fakat: «nehl'de asıl, tahrim ifâde etmektir» diyerek
bu icmâ'ı kabul etmek istemeyenler de vardır.
Hadîs-i şerif'de
kafirleri Allah'ın hükmüne arzetmek de nehî buyu-rulmakda ve bu nehyin sebebi
izah edilirken : «çünkü sen onlar hakkında AHah'ın hükmüne isabet edip
etmediğini bilemezsin» denilmektedir, islâm kumandanından onlar hakkında kendi
içtihadı ile hüküm vermesi isteniyor. Bu da gösterir ki, içtihadı meşelerde
hak birdir; her müctehîd hakka isabet edemez.[150]
1294/1089- «Kab
b. Malik radtyaüahü anh'dan rivayet olunduğuna göre. Peygamber sdüalîahü aleyhi
ve settem bir gazaya çıkmak iste-dimi, onu başka bîr gaza (ya gidecekmiş göstermek, sureti) ile gizlermtş.»[151]
Hadîs müttefekun aleyhtir.
Bundan yalnız Tebük
gazası istisna edilmiş; ve:
Ancak Tebük gazası
müstesna. Çünkü Resûlüllah (S A.V.) ashabına murâdını açıklamıştı»
denilmiştir. Zîrâ bu harp kıtlık ve şiddet zamanında dbnuştur. Düşman Roma'hlar
olup hazırlıkları çoktu. Harbe 100 bin askerle iştirak etmişlerdi.
Müslümanların ise ancak 30 bin mücâhidi vardı. Bu hadîsi Ebu Dâvud da tahrîc
etmiştir. Onun rivayetinde:
«Harp aldatmadır;
diyordu» ziyâdesi vardır.
Resûlüllah (S.A.V.)'in
gideceği yeri gizleyişi başka tarafın yolunu sorarak o tarafa gidecekmiş
zannını vermekle olurdu. Böyle yapması bittabi düşmanı istediği şekilde gafil
avlamak ve maksadına tam isabetle vâsıl olmak içindi.
Hadîs-i şerif
kumandanın gideceği yeri gizli tutmasını caiz olduğuna da delildir. Bilhassa
«harp hiledir» hadîsi bu bâbta nasstır.[152]
1295/1090- «Ma'kıl'den
rivayet olunduğuna güre No'man b. Mukar-rfn radıyatlahü ank şöyle demiştir :
Resûlüllah saîlallahü aleyhi ve settem'l gördüm. Günün evvelinde harbetmezse
harbi güneş zevale erip rüzgârlar esfnceye ve (Allah'tan) yardım ininceye kadar
te'hfr ederdi.[153]
Bu hadîsi Ahmed ile
Üç'ler rivayet etmiştir. Hakim onu sahîhlemiştir. Ash Buharî'dedir.
Hadîsin râvîsini
bazıları Ma'kü b. No'man diye tesbit etmişler-sede îbni (544—606) sahabe arasında böyle bir isim
zikretme-iniştir. Onun zikrettiği Na'man b. Mukarrin'dir; ve bu hadisin râvfsi
olduğunu da açıklamıştır. Aynı hadisi Buhârî, £bu Dûvud ve Tirmisâ dahî No'man
b. Mukarrİn'den tahrîc etmişlerdir, tbni Esir bu No'man'-ın yedi kardeşi ile
birlikde hicret ettiğini yazmaktadır. Anlaşılıyor İd Ma'kü adı «Bülûğul –
Meram’in bazı nüshalarına yanlışlıkla karışmıştır. Buhâri'nin rivayetinde
harbin namaz vaktine tehir edilirdr-ği zikredilmiştir.
Resûlüllah (S.A.V.)'in
muharebeyi namaz vaktine bırakmasının hikmeti ulema y-ı kira m'a göre duaların
kabulüne medar olur ümidine metalidir. Rüzgârların esmesi meselesine gelince:
Ahzab harbinde zafer, rüzgârın estiği zamanda kazanılmıştı. Nitekim Tealâ
Hazretleri :
[154] Onların üzerine bir rüzgâr ye slzfn oörmedlçlnh bir
takım askerler gönderdik.» buyurmuştur. Demek oluyor ki, rüzgârların esmesi de
zafer için bir ümid kapısıdır. Bunun illeti şöyle izah olunmuştur: Rüzgârlar
ekseriyetle zevalden sonra eser; ve bu esnada harp silâhlan soğur; muharebe
için daha ziyâde neşat hâsıl olur. Bu hadîs Peygamber (S.A.V.)'in düşmana
sabahları baskın yapardığım ifâde eden hadise muarız değildir. Çünkü
hadîslerin biri baskın, diğeri muharebe için karşılaşma hakkında vârid
olmuşlardır.[155]
1296/1091- «Sa'b
b. Cessame fadtyallahü anh'dan rivayet edİImiştir. Demiştir ki: Resûîüllah
sallallahü aleyhi ve selîem'e müşrikler diyarı (nın halkı) soruldu. Bunlara
oece baskını yapılıyor; bu suretle kadınlarından ve çocuklarından bazılarını
ele geçiriyorlar (denildi). Resûlüllah sdllaUahü aleyhi ve sellem:
— Onlar onlardandır;
buyurdular.»[156]
Hadis mütfefekun
aleyhtir.
Ibni Hibbân'm
sahihinde soranın bizzat Sa'b (E. A.) olduğu zikrediliyor. BuhârVnin
rivayetinde hadisteki mahzuf muzaf tasrih olunmuş; ve : «Müşrikler diyarının
halkı» denilmiştir.
Tebyft : geceleyin
müşriklerin kadın ve çocukları ile bir arada her şeyden habersiz bulundukları
sırada üzerlerine yapılan baskındır. Bu suretle onların kadınları ile çocukları
da erkekleri ile birlikte ele geçirilirdi. Fakat bunlar öldürülmek kasdı ile
değil erkeklerine tâbi olarak alınırlardı.
Hadîsi tbni Hibbân
dahî Hz. Sa'b'tan tahrîc etmiştir. Onun rivayetinde şu ziyâde de vardır:
«Sonra on!ar (a
dokunmak) dan Huneyn günü nehyettf». Fakat bu cümle Sa'b hadisine müdrectir.
Ebu Dâvutfvın «jütten» inde mezkûr hadîsin sonunda Zühri'nia: «Bilâhare
Resûlüllah (S.A.V.) kadınlarla çocukların Öldürülmesini yasak etti» dediği,
Süfyân tarîki ile rivayet edilmiştir.
Bu yasaklama
keyfiyetinin Huneyn gazasında olduğunu
Buhâ-rî'deki şu rivayet te'yid ediyor:
«Peygamber sdUallahü
aleyhi ve sellem ashAb'dan birine :
— Hâlid'e yetiş de hiç
bir çocuk ve hizmetkârı öldürmemesini SÖyle; buyurdu.»
«Hz. Hâlld (R. A.)'m
Peygamber (S.A.V.) ile birlikte bulunduğu ilk gaza Huneyn vak'asıdır» diyenler
varsa da onun daha önce -Mekke'nin fethine de iştirak ettiği malûmdur.
Tdberânî «el - EvsaH
nâmındaki eserinde Ibni Ömer (R, AJ'dan şu hadîsi tahrîc etmiştir:
clbnl Ömer demiştir
ki: Peygamber sattdüahü aleyhi ve seUem: Mekke'ye girdiği vakit kendisine
öldürülmüş bir kadın getirdiler. Bunun üzerine Resûfüllah (S.A.V.) :
— Bu kadın öldürülmeyecekti; buyurdu ve kadınları atdürmekten nehyettt.»
Ulema bu meselede
ihtilâf etmişlerdir. Ebü Ramfe ile Şafii ve cumhur-u ulemâ gece baskınlarında
kadın ve çocukların öldürülebileceğine kail olmuşlardır. Delilleri sahtheyn'in
rivayet ettiği Sa'b hadîsidir. Zîrâ hadisdeki : «Onlar onlardandır.» ifâdesi,
kadın ve çocukların kasden değil de tebean Öldürülmelerinin mubah olduğunu
gösterir. Ancak bu, onların ölümü hak etmiş bulunan erkeklerinden ayrılmalarına
imkân olmadığı zamana mahsustur, tmam Mâlik ile' EvzâVye göre kadınlarla
çocukları öldürmek hiç bir suretle caiz değildir. Hattâ düşman kadınlarla
çocukları kendine siper etse, yâ-hud kadınlarla çocukların bulunduğu bir kal'a
veya gemiye sığın-sa o düşmanla ne harbedilir; nede kal'a veya gemi
yakılabilir.
îbni Battal (444) ve
başkaları kasden kadın ve çocukları öldürmenin caiz olmadığına bütün ulemA'nın
müttefik bulunduğunu nakletmişlerdir. Çünkü bu memnu'dur.
Küffânn ölen çocukları
hakkında üç kavil vardır:
1—
Bunlar hakkında bir
şey söylenemez; tevakkuf
olunur. îmam-ı Â'zam'va. tevakkuf ettiği meselelerden biri budur.
2—
Küffânn
çocukları cennetliktir.
3—
Küffânn
çocukları da kendileri gibi cehennemliktirler.
Hadîs-i şerifteki
&Onlar onlardandır.» yani çocuklar kâfirlerdendir; ifâdesi bu üçüncü kavle
zâhib olanların delilidir.[157]
1297/1092- «Afşe
radıyaüahü anM'dan rivayet edildiğine göre Peygamber saMallahü aleyhi ve
seUem: Bedir (Harbi) günü kendisine tâbi' olan (müşrik) bir adama:
— Dön, ben asla bir
müşrikten yardım istemem; buyurmuşlardır.»[158]
Bu hadîsi Müslim
rivayet etmiştir. Hadîsin tamamı şöyledir:
«Âİşe demiştir ki:
Resûlüllah saüaUahü aleyhi ve seUem: Bedir tarafına doğru yola çıktı. Harratü'l
- Veber denilen yere vardığında ona cur'et ve cesaretli olduğu söylenen bir
adam yetişdl. Ve onu görünce Resûlüllah saUaUahü aleyhi ve sellem'\n ashabı
sevindiler. Bu adam kendilerine yetişince Resûlüllah aaUallahü aleyhi ve seîlem
ona:
— Allaha inanırmısın?
diye sordu. Adam :
— Hayır; dedi. Resûlüllah
saUaUahü aleyhi ve sellem:
— Öyle ise hemen dön,
zîrâ ben bir müşrikten asla
yardım bekleyemem;
buyurdu.» Müteakiben adam müslüman olunca kendisine izin verdi.
Bu hadîs : «harbte
müşriklerden yardım almak caiz değildir» diyenlerin delilidir. îmam-ı Â'zam Ebu
Hanîfe ile arkadaşları ve diğer bir takım ulemâ bunun caiz olduğuna
kaildirler. Çünkü Peygamber (S.A.V.), Huneyn gazasında Safvan b. Ümeyye'den ve
Benî Kaynukâ' yahûdîlerinden faydalanmış; kendilerine atıyye ve ihsanda
bulunmuştur. Bunu Ebu Dâvud mürsellerinde tahrîc ettiği gibi Tirmizî dahî
ZührVden mürsel olarak rivayet eder; yalnız Zührî'nm mürsellerini zaîf sayarlar.
Zehebî (673—748): «Çünkü Zührî çok hatâ. ederdi. Bu sebeble onun yaptığı
irsalde şüphesi vardır.» diyor. ResûlüÜah (S.A.V.)'-in müşrikleri reddettiğine
df»jr de hadîs vardır. Bu hadîsi Beyhaki, Ebu Humeyd-i Sadi'den rivayet etmiş
ve sahîhlemiştir. Musannif şöyle diyor : «Bu rivayetlerin arası bulunur ve:
Bedir gününde reddettiği şahısta islâmiyete karşı bir rağbet sezmiş de belki
müslüman olur ümidi île onu geri çevirmiştir; denilir. Nitekim zannı doğru çıkmıştır.
Yâhud müşriklerden yardım istemek yasakmış da sonradan ruhsat verilmiştir. Bu
daha akla yakındır .Filhakika Resûlüllah (5.A.V.) Huneyn harbinde müşriklerden
bir cemâr'ten yardım görmüş; onları ganimetlerden memnun etmiştir.»
«Müslvm şerhi» nde
İmam ŞâfiVnin : «Eğer kâfirin :müsîüman-lar hakkında iyi niyeti olur ve ondan
yardım istemeye bir ihtiyaç da bulunursa, ondan yardım istenebilir. Aksi hâlde
yardım istemek mekruh olur.» dediği rivayet edilmiştir.
Münafıktan ise
bilittifak faydalanılır. Zîrâ Re sû M Ekrem (S.A.V.), Abdullah b. Übey ile arkadaşlarından
faydalanmıştır.[159]
1298/1093- «Ibnİ
Ömer radıyallahü anhümâ'dan rîvâyet olunduğuna göre; Peygamber saMotlohü aleyhi
ve seUem gazalarından birinde öldürülmüş bir kadın görmüş: Bunun üzerine
kadınlarla çocukların öldürülmesini yasak etmîştlr.[160]
Hadîs müttefekun
aleyh'tir.
Taberânî dahî
Resûlüllah (S.A.V.)'e Mekke'ye girdiği vakit kendisine ölü bir kadın
getirildiğini; bunu görünce Peygamber (S.A.V.)'in:
— Bu kadın
Öldürülmeyecekti; dediğini Hz. İbnl Ömer'den Taberâm'nm rivayetinin de ayni hadîs
olması pek muhtemeldir. Ebu Dâvud mürseUerinde İkrlme'den şu hadisi rivayet
eder :
Peygamber saUaUahû
aleyhi ve seUem Talfde öldürülmüş bir kadın gördü. Bunun üzerine:
— Ben sizi kadınları
öldürmekten menetmedtm mi? Bunun sahibi kim? dedi. Müteakiben bir adam :
— Ya Resûlüllah, ben
bu kadını terkime aldım; o ise beni vere vurarak öldürmeye kalkıştı. Artık ben
de kendisini öldürdüm dedi. Re-Sulütlah saJîaUahü aleyhi ve seUem kadının
gömülmesini emir buyurdular.» Resûlüllah (S.A.V.)'in kaatile bir şey demeyip
onu takrir buyurması gösteriyor ki, kadın çarpışmaya iştirak ederse öldürülür. İmam Şafiî'nin
mezhebi budur. Hz. Şafiî'nin bir delili de Ebu Dâvud, Nesâî ve İbni Hibbân'm
Hz. Rabâh b. Rebl-i Temİmî'den tahrîc ettikleri su hadîstir:
«Demiştir ki:
Resûlüllah saüallzhü aleyhi ve sellem'le bir gazada beraberdik. (Bir ara)
hatkın bir yere toplandığını gördü. Baktı ki öldürülmüş bir kadın var. Bunun
üzerine:
— Bu kadın
öldürülmeyecekti; buyurdular.»[161]
1299/1094- Semura
radıyallahü anVdan rivayet olunmuştur.
Demiştir kf: Resûlüllah sattallahü aleyhi ve sellem:
— Müşriklerin
yaşlılarını öldürün, çocuklarını bırakın; buyurdular.»[162]
Bu hadîsi Ebu Dâvud
rivayet etmiştir. Tİrmİzt onu sahîhlemiştir.
îmam Tirmizî onun
hakkında bir nüshada : «hasen garib» demiş; başka bir nüshada : «sahihtir»
tâbirini kullanmıştır.
Şerh : henüz bulûğa
ermeyen çocuklardır.
Şeyh : kendisinde
yaşlılık alâmetleri beliren, yâhud 50-51 yaşlarına varan kimsedir. Burada
murâd: gücü kuvveti yerinde olup harbe yarayacak adamlardır. Yâhud mutlak
surette bulûğa erenler kasdedil-miştir. Yoksa elden ayaktan düşmüş ihtiyarlar
kasdedilmemiştir. Şu halde : «Bulûğa ermeyen çocuklarla işe yaramayan
ihtiyarlar öldürülmeyecek, demek olur ve hadis, çocukların öldürülmesini yasak
eden hadîse muvafık düşer.
Şerh sözünden,
bıyıkları yeni terlemiş delikanlılar da kasde-dilmiş olabilir. Böyleleri
müslüman olurlar ümidi ile öldürülmeye-bih'r. Nitekim îmam Ahmed b .Banbel:
«yaşlılar hemen müslüman olmazlar; gençler Islâmiyeti kabule daha yakındırlar»
demiştir. Binâenaleyh bu hadîs vergi karşılığında kâfir olarak bırakılanlarla
tahsis edilmiş olur.[163]
1300/1095-
Ali radtyallahü anh'den rivayet olunduğuna göre kendileri Bedir harbinde[164] mubareze yapmışlardır».[165]
Bu hadîsi Buhâri
rivayet etmiştir. Ebu Dâvud onu uzun olarak tahrîc etmiştir.
MegâzVâe Buhârî'den
naklen Ki. Aîî (R.A.)'in: «Kıyamet güniindc da'va için ilk oturacak bediği
zikredilmiştir. Bâzılarına göre:
[166] «Bunlar Rablsrt hakkında birbirlerine husumet eden
iki hasımdı»
âyetti kerîmesi
mubareze yapanlar hakkında nazil olmuştur. Hattâ Kays (R.A.), Bedir gazâsmdaki
mubârezenin Hamia, Alt ve Ubey-detü'bnül - Harfe (radtyallahü anhüm) hazerâtı
ile müşriklerden Şey-betü'bnü Rebîa, Ulbetü'bnü Rebîa ve Velîd b. Utbe arasında
yapıldığını tasrih eylemiştir. Bu mubâressenin tafsilâtını Jbni İshâk (—15.1)
şöyle anlatır : «Hz. Übeyde, Utbe ile Hz. Hamza, Şeybe ile Hz. Ali de Velîd ile
cenk etmişler. Neticede Alî ve Hamta (R. Anhümâ) hasımlarım öldürmüşler; Hz.
Ubeyde ile hasmı ise iki darbe ile birbirlerine girmişler; hasmım kılıç darbesi
Hz. U beyde nin dizine isabet etmiştir. Hz. Ali ile Hz. Hamza, Ubeyde (R.
A.)'m hasmına vararak katli için Hz. Ubeyde ye yardım etmişlerdir. Maamâfîh
Ubeyde (R.A.) aldığı yaranın te'siri ile Safra denilen yere döndükleri sırada
vefat etmiştir.»
Hadîs-i şerif, harpte
mubâreze yapmanın caiz olduğuna delildir. Cumhur-u ulemâ'nın mezhebî budur.
Hasan-ı Basrî caiz olmadığına kaildi- Evzâî, 8evtî, İmam Ahrned ve diğer
bazılarına göre mubâreze için kumandanın izni şarttır.[167]
1301/1096- Ebu
Eyyub radıyallahü anh'Ğan rivayet edilmiştir. Demiştir ki : Bu âyet yani
(kendinizi tehlikeye atmayın âyeti) ancak bir ensâr cemaati hakkında nazil
oldu. Ebu Eyyub bunu, Romalı'ların harb safına hücum ederek İçersine gireni iki
karşılayamayanlara reddiye olmak üzere söylemiştir.»[168]
Bu hadîsi Üç'ler
rivayet etmişlerdir. Tirmizî, Ibni Hibbân ve Hâkim onu sahihle mislerdir.
İmam Tirmizî onun için
: «hasen, sahîh garibtir.» demiştir. Adı geçen zevat bu hadîsi Eşlem b.
Yezîd'den rivayet etmişlerdir. Eşlem şöyle demiştir: «İstanbul'da idik. Birden
karşımıza Romalılardan büyük bir saf asker çıktı. Derken müslümanlardan bir zât
Romalıların safına hücum ederek, tâ içlerine sokuldu. Sonra aralarından dönüp
geldi. Bunu üzerine nâs yaygara kopardılar:
— Sübhânallah! bu adam
kendini tehlikeye attı; dediler. Müteakiben Ebû Eyyub :
— Ey nâs siz âyeti bu
şekilde te'vil ediyorsunuz ama bu âyet ancak biz Ensâr cemâati hakkında nazil
oldu. Filhakika biz Allah dinini kuvvetlendirip, dînîn yardımcıları çoğaldığı vakit
aramızda gizilce konuştuk ve: muhakkak mallarımız zâyî oldu. Biz yurdlarımızda
otursak da zâyî olan mallarımızı derleyip toplasa idik ya; dedik. Bunun üzerine
Allah Tealâ bu Âyeti indirdi; ve anlaşıldık! tehlike bizim murâd ettiğimiz
yurdlarımızda oturmak da İmi;; dedi.»
Ulemâ-i kiram bu
hadîsde, bir kişinin -velev helak olacağını bilse yine- harp safına
girebileceğine delâlet olduğunu söylerler. Musannif bir kişinin kalabalık
düşman üzerine hücum meselesinde şunları söylemektedir : «Şayet bir kişinin
hücumu son derece cesurluğundan neş'et ediyor ve bununla düşmanı korkutacağını
yâhud müslümanları düşmanlara karşı teşri' edeceğini veya buna benzer sahih
bir maksad umuyorsa cumhur-u ulemâ bunun iyi bir şey olduğunu tasrih etmişlerdir.
Fakat hücum sırf tehevvürde: ibaretse memnu'dur; bilhassa bu hücumun neticesi
müslümanlara zâ'f îras ederse...»
tbni Kesâr, bu bâbta
hadîs ve eserlerin çok olduğunu, bunların harplerde tecrübe ve yararlık
hususunda kendine güvenenlere mubâ-rezenin caiz olduğuna delâlet ettiğini
söyler.[169]
1302/1097- «İbni
Ömer radıyallahü an Duma'dan rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Resûlüllah
saUaUahü aleyhi ve seUem, Ben! Nâdİr'in hur-malarını yaktı; ve kesti.»[170]
Hadîs müttefekun
aleyh'tir.
Bu hadis, harpte
düşmanın mallarını yakmak ve kesmek sureti ile batırmanın caiz olduğuna
delildir. Yalnız bunda müslümanlara bir menfaat olması îcabeder, hattâ bu bâbta
âyet vardır. Müşrikler Resûlüllah (S.A.V.)'e :«Sen yer yüzünde fesad çıkmasını
yasak ediyorsun da ağaçları kesmek ve yakmak ne oluyor?» diye i'tirâz bile
etmişlerdir. Cumhur-u ulemâ düşmanın memleketini yakıp yıkmanın caiz olduğuna
kaildirler. Yalnız Ebu Sevr (— 240) ile Evzâî (88 — 157) bunu mekruh görmüşler;
ve Hz. Ebu Bekîr'in, ordularına böyle bir sey yapmamalarını tavsiye etmesi ile
istidlalde bulunmuşlardır. Fakat kendilerine, Ebu Bekir (R.A.)'m bunu bir
maslahata mebnî yaptığı ihtar olunmuştur. Çünkü Ebu Bekir (R. A.) o yerlerin
müslümanların eline geçeceğini biliyordu.[171]
1303/1091- «Übadettt'bnirY
- Sâmlt radvyaUahii anA'dan rivayet «dîlmlştlr. Demiştir kt: Resûlüllah
isaUattahü aleyhi ve sellem:
— Ganimete Hıyanet
etmeyin, zîrâ hıyanet bîr âteştir. Hem sahiplerine dünyada ve âhirette bir
ardır; buyurdular.»[172]
Bu hadisi Ahmed ile
Nesât rivayet etmişlerdir. Ibftf Hlbban onu sahîhlemistir.
Gulût'ün ganimetde
hıyanet mânâsına geldiğini yukarıda görmüştük. İbni Kuteybe diyor ki:
«hıyanete gulûl denilmesi, hıyanet yapanın o malı kendi malının içinde
gizlemesindendir.» Gulûl, büyük günahlardandır. Bu hususta ulema arasında
ittifak vardır. Nitekim tmam Nevevî (631—676) da icmâ bulunduğunu nakleder.
Ar : kepazelik
demektir, yani bir kimsenin ganimet babından hıyaneti meydana çıkarsa dünyada
rezü-ü'rüsvfiy olur. Ahiretteki âr'a gelince onu da İmam Bukârî'mo. Hz. Ebu
Hüreyre'den tahrîc ettiği şu hadîs-i şerîf den dinleyelim:
cEbu Hüreyre demiştir
ki: Resûlüllah (S.A.V.) aramızda ayafi» kalktı ve ganimette hıyaneti anlattı.
Onu büyüttü; onun hal (ü âkibcli-nl) de büyüttü. Ve :
— Sakın sizden
birinizi kıyâmet-gününde ensesinde meleyen bir koyun, ensesinde kişneyen bir at
olduğu halde: yâ ResûlâHah beni kurtar; derken bulmayayım, ben de: senin için
hiç bir şeye mâlik değilim ben sana tebliğ
ettim; demeyeyim.
Kah...... buyurdular.» Bu hadîsde Peygamber (S.A.V.) deveyi ve altın gümüş gibi
şeyleri de zikretmiştir.
Hadîs-İ şerif, hıyanet
edenin kıyamet gününde bu çirkin sıfatlarla haşrolunacağına delildir. Bunun
hikmeti de ganimet a şıran kimseyi Çaldığı ganimetle o korkunç günde rezil
rüsvay etmektir. Nitekim Teala Hazretleri
[173] Her kim ganimet hainliği yaparsa kıyamet gününde
aşırdığı şeyle' gelecektir.» buyurmuştur. İşte âhirette ganimete hıyanet edenin
kepazeliği budur. Maamâfîh âhiret arının bundan daha büyük Ur şey olması da
mümkündür. 8u suç için şefaat dahi kabul edilemeyeceği hadîsin işaretinden
anlaşılmaktadır. Resûlüllah (S.A.V.)'in :
— Senin için hiç bir
şeye mâlik değildim; buyurmuş olmasından bu mânâ anlaşıldığı gibi, tekrir ve
teşdîd mânâsı da anlaşılabilir. Hâini o çirkin hali ile teşhir ettikden sonra
af etmek ihtimali vardır. Buhâri'mn rivayet ettiği Ebu Hüreyre hadîsi sadaka
memurları hakkında vârid olmuştur. Şu halde hıyanetin bilumum kul haklarına
âmm ve şâmil olduğunu gösterir. Acaba hıyaneti yapana aşırdığı şeyi iade
etmesi lâzımmıdır? Ibnül - Münzri: «ganimetler taksim edilmezden önce hâinin
aşırdığı malı yerine iade etmesi lüzumuna ulemâ müttefiktir.» diyor. Taksimden
sonra ise: Evzâî (88 — 157) Leys (94^-165) ve Mâlik (93—179)'e göre malın beşte
birini devlet reisine verir, geri kalanını tesadduk eder. İmam Şafiî (150— 204)
buna kail değilmiş. Ve : «O malı başkasına temlik etsin, etmesin tesadduk
edemez; zîrâ mal kendinin değildir. Onu kaybolan mallar gibi hükümete teslim
etmesi vâcibtir» dermiş. Haneftler'e göre : Taksimden sonra elinde kalan
ganimeti tesadduk eder. Hattâ fakir ise kendisi istifade edebilir.[174]
1304/1099- «Avff
b. MâJHc radıyaüahü cmft'dan rivayet etumtuğuna göre; Peygamber saUaTlahü
aleyhi ve sellem maktulün eşyasının katt-l« verilmesine hükmetmiştir.»[175]
Bu hadîsi Ebu Davud
rivayet etmiştir. Aslı Müslim'dedir.
Hadîs-i şerîf, kâfir
olan düşmanın silâh, at ve elbise gibi eşyasının onu öldüren gaziye
verileceğine delildir. Bu hususda kumandanın önceden : «her kim bir düşman
öldürürse, eşyası kendinin olacak» diye
ilân etmesi veya etmemesi arasında fark olmadığı gibi katilin dahî cenk
ederken veya kaçarken vurması ve keza ganimetten hisse alma hakkına sahip olup
olmaması hüküm i'tibân ile hep birdir. Çünkü «eşyanın katile verilmesine
hükmetti» ifadesi mutlaktır. İmam Şafiî : «Bu hüküm Resûlüllah (S.A.V.)'den
bir çok yerlerde bellenmiştir.» diyor. Bunlardan biri de Bedir harbidir.
Filvaki Peygamber (S.A.V.) o harpte Ebu Cehl'in eşyasını Muaz b. Cemuh'a
hükmetmişti. Zîrâ Ebu Cehl'in katlinde müessir olmuştur. Keza Uhud harbinde
Hatıb b. Beltea'nın eşyasını onu öldüren zâta vermişti. Bunu Hâkim rivayet
etmiştir. Bu bâbta hadîsler çoktur. Resûlüllah (S.A,V.)'-in Huneyn gazasında :
— Her kim bir düşman
Öldürürse eşyası onundur; hadîsini
harpten sonra îrad buyurmuş olması bu hükme aykırı değildir. Bilâkis onu te'kid
ve takrîr eyler. Çünkü hüküm ashap tarafından Huneyn gazasından daha önceden
biliniyordu. Onun için de Hz. Abdullah b. Cahş : cya Rabb! bana kuvvetli bir
adam naslb eti» demişti. Nitekim az yukarıda görmüştük.
İmam-% Â'zam Ebu
Hanîfe ile diğer bazı ulemâ'ya göre Ölenin eşyası öldürene verilebilmek için
harpten önce kumandanın : «her kim bir düşman öldürürse eşyası onun olacak»
demiş olması şarttır. Aksi takdirde eşya ganimet olarak gâzîler arasında
taksim edilecektir. Tahâvı 238—321) şunları söyler : «Bu iş devlet reisinin
re'yine bırakılmıştır. Zîrâ Peygamber (S.A.V.)' Muaz b. Cem un ile, Ebu Cehl'i
öldürmekde ona ortak olan zât, kılıçlarını kendisine gösterdikleri vakit :
— Onu İkiniz de
Öldürmüşsünüz; buyurmuş; ve Ebu Cehrin eşyasını Muaz b. Cemuh'a vermiştir.»
İmam Ahmet b. Hanbeî'e
göre maktulün eşyasını beşte bire bölmek caiz değildir, İbni Cerîr ile tbnil'l
- Münzîr ve diğer bazı ulemânın kavilleri de budur. Bunlar Avf b. Mâlik
hadîsinin Ebu Dâvud ile tbni Bibbân rivâyetlerindeki şu ziyâde ile istidlal
ederler:
Maktulün eşyasını da
beşte bire bölmedi». Aynı ziyâdeyi Tdberânî dahî rivayet etmiştir. Acaba
düşmandan birini öldürmenin, onun eşyasını alabilmesi için hüccet,getirmesi
lâzımmıdır? İmam Şafii ile Ma-likiler'den bir cemâate göre hüccetle isbat
etmesi şarttır. Zîrâ hüccetin lüzumu bazı rivayetlerde zikrolunmuştur. İmam
Mâlik ile Evzâî'ye göre öldürenin sözü hüccet ve isbatsız da kabul olunur.
Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) bir kişinin sözünü huccetsiz kabul etmiş; kendisine
yemin dahî verdirmiştir. Nitekim Muâi b. Cemuh kıssası ile diğer bâzı rivayetlerden
anlaşılan da budur. Biânenaleyh bu rivayet da'va ve hüccet lâzım geldiğini bildiren
hadîsi neshetmi.ş olur.[176]
1305/1100- «Abdurrahman
b. Avf radıyallahü anft'dan Ebu Cehlin katil kıssasında rivayet edilmiştir.
Demiştir ki: Afra oğullarının İkisi de kılıçları İle ona koşuştular. Nihayet
onu Öldürdüler. Sonra Resûlül-lah sallaüahü aleyhi ve sellem'e gittiler; ve
hadiseyi ona haber verdiler. Resûlüllah sallalîahü aleyhi ve seîlem:
— Onu hanginiz öldürdü? kılıçlarınızı şildiniz mi? diye sordu:
— Hayır; dediler. Râvi
demiştir ki : Peygamber salîaîlahü aleyhi ve kellem kılıçlarına bir baktı; ve :
— Onu her İkiniz
öldürmüşsünüz; buyurdu. Müteakiben
Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem eşyanın Muâz b. Amir b. el -Cemûh'a
verilmesine hükmetti».[177]
Bu hadîs, müttefekun
aleyh'dir.
Hadîs-i şerif, devlet
reisinin «seleb» denilen maktul eşyasını dilediğine verebileceğine delildir.
Çünkü Peygamber (S.A.V.)'e Ebu Cehl'i Afra[178]'nın
iki oğlunun öldürdüğü haber verilmiş; halbuki eşyasını başkasına vermiştir.
Fakat bazıları bu kavle i'tirâz etmiş; ve şöyle demişlerdir : «Resûlüllah
(S.A.V.)'in Ebu Cehrin eşyasını Amir b. Cemûh'a vermesi, cnun katlinde Hi.
Amr*ın vurduğu kılıç darbesinin daha müessir olduğunu gördüğü içindir; zîrâ
onun açtığı yara daha derindi. Afra oğulları'nın da tatlı sözle gönüllerim
almıştır. Yoksa katli onlara nisbet etmek mecazdır. Yani : ikiniz de onu
öldürmek istemiştir; manasınadır. Mecazın karinesi maktulün eşyasını başkasına
vermesidir.» Ancak bu i'tirâz : «mahall-i niza' zâten eşyanın başkasına
verilmesidir.» diye def edilebilir.[179]
1306/1101- «[180]
Mekfcul radtyaUahü anadan rivayet edildiğine göre; Peygamber sallalkihü aleyhi
ve seUem: TâlflUer'e karşı mancınık kurmuştur.»[181]
Bu hadîsi Ebu Dâvud
mürseller arasında tahrîc etmiştir. Hâvileri sikadırlar. Ukaylî onu Ali'den
rivâyeten zaîf bir isnadlâ mevsûlen rivayet etmiştir.
Hadisi Tirmizî,
Mekhûl'den Sevr vasıtası ile tahrîc etmiş, fakat Mekhûl'Ü zikretmemiştir.
Süheylî mancınık kullandığını Mekhûl gibi Vdkuü'nm de zikrettiğini söyler. Bunu
Sel ma nı Fart «I (R. A.) tavsiye etmiştir, İbni Ebî Şeybe (— 234) Abdullah b.
SInân ile Abdurahman b. Avf (R.A.)'Ğan Resûlülîah (S.A.V.)'in TâJfliler'i yirmi
beş gün muhasara ettiğini rivayet etmişse de mancınık kullanıldığını
zikretmemiştir. Sahîheyn'âeki İbni Ömer hadîsinde Peygamber (S.A. V.)'in
TâiflHer'i bir ay muhasara ettiği bildirilmektedir. Müslim'in Hz. Enes
(R.A.)'dan tahrîc ettiği bir hadîsde bu müddetin kırk gün olduğu beyân
ediliyor.
Hadîs-i şerif kâfirler
kal'aya sığındıkları vakit onları mancınık ile döğmenin caiz olduğuna delâlet
ediyor. Bu günkü top ,tüfek, tank ve saire gibi harp âletleri de buna kıyas
olunur.[182]
1307/1102- «Enes
radtyaUahü anh'dan rivayet edildiğine göre; Peygamber sallallahü aleyhi ve
seUem, Mekke'ye bajında miğfer olduğu halde girmiştir. Miğferi çıkardığı vakit
kendilerine bir adam gelerek :
— İbni Hatal Kabe'nin
Örtüsüne alılmış; demi;. Bunun üzerine Re-sûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:
— Onu Öldürün;
buyurmuşlardır»[183]
Hadis müttefekun
aleyh'tir.
Bu hadîs, Peygamber
(S.A.V.)'in fetih günü Mekke'ye ihramlı olmayarak girdiğine delildir. Çünkü
oraya harben girmiştir. Ancak bu, ona mahsustur. Zîrâ Mekke'de harbetmek haram
kılınmıştır. Nitekim Resûlüllah (S.A.V.) :
«Bana ancak günün bir
saati hal âl kılındı» buyurmuştur. Bu hadîs dahî müttefekun aleyh tir. Fahr-İ
Kâinat (S.A.V.) efendimizin îbni Hatal'i öldürmelerine gelince : Bu adam Resul
ül la h (S.A. V.)'in öldürülmelerini emrettiği dokuz kişinin biridir. Bunlar
Kabe'nin örtüsüne de sığmsalar öldürüleceklerdi. Sonra altısı müslüman oldular.
Üçü de katledildi. îbni Hatal bunlardan biridir. Bu adam evvelce müslüman
olmuştu. Peygamber (S.A.V.) onu zekât memuru olarak göndermiş; yanına da
ensârdan bir zât vermişti. îbni Hatal'in beraberinde müslüman bir azadlı da
vardı; ve ona hizmet ediyordu. Bir yerde konakladılar. Îbni Hatal azadhsına kendisi
için bir teke keserek yemek pişirmesini emretti; sonra uykuya yattı.
Uyandığında azadlı ona hiç bir yemek yapmamıştı. Bunun üzerine azadhya saldırdı
ve onu öldürdü. Sonra kendisi de müşriküğe irttüâd etti. Bu adamın iki de
cariyesi vardı. Bunlar ona Peygamber (S.A.V.}'i hicveden şarkılar okurlardı. O
bunların da öldürülmesini emretti. Cariyelerden biri derhal öldürüldü ise de,
Öteki için kendisinden aman dilediler; o da ona aman verdi.
Hattâbt diyor ki :
«Resûlüllah (S.A.V.) îbni Hatal'i îslamiyette işlediği cinayet hakkı için
öldürmüştür. Bu da gösterir ki, harenvl şertf, bir vacibi yerine getirmek için
hiç bir kimseyi korumadığı gibi o vacibi vaktinden geriye de te'hir ettirmez.
Ulemâ bu bâbta ihtilâf
etmişlerdir, tmam Mâlik ile Şafiî'ye göre hudud-ü şer'iyye ve kısas her yerde
ve her zaman icra edilebilirler. DeKlleri bu kıssa ile şâir delillerin
umumudur.
Hanefîler'le selef ve
halefin cumhuruna göre, Harem-Î şerîf'de hu-dûd ve kısas icra edilemez. Zîrâ
Teâlâ Hazretleri onun hakkmda:
«Ona giren emin olur»
buyurmuştur. Resûlüllah (S.A.V.) dahi:
«Orada kan dökülmez»
demiştir. Bu zevat Mallkller'le Şâ-fİHer'in delillerine cevaben :
«Bu delillerin zaman
ve mekâna umumu yoktur. Onların her bîri mutlak kabilinden olup zikrettiğimiz
hadîsle takyîd olunmuşlardır. Bu hadîs tarih i'tibârı ile o delillerden
sonradır. Çünkü Mekke'nin fethedildiği gün vârid olmuştur. Halbuki hudûd-i
şer'iyye daha evvel meşru' olmuşlardır, tbni Hatal ile diğer mahkûmların
öldürülmesi ise Mekke'nin Peygamber (S,A.V.)'e helâl kılındığı saatte vuku'
bulmuştur. Mezkûr saat fetih gününün sabahından ayni günün ikindisine kadar
devam etmiştir, tbni Hatal o gün kuşluk zamanında Zemzem'le mâkam-ı İbrahim
arasında i'dân" edilmiştir.» derler.
Buraya kadar
gördüklerimiz Harem-İ şerif dışında cinayet işleyip de oraya iltica edenler
hakkındadır. Harem-1 şerifin içinde cinayet işleyenlere gelince : «Orada hadd
icra edilemez» diyenler, bu hususta ihtilâf etmişlerdir. Bunlardan bazılarına
göre orada hadd-i şer'i yine icra edilemez; fakat cânîye ekmek ve su verilmez.
Bu suretle kendiliğinden oradan çıkmaya mecbur edilir. Bittabi çıktıktan sonra
kendisine hadd vurulur. Hanefîler'in mezhebi budur. Fakat İbni Abbas (R. A.yin
mezhebi buna muhaliftir.
İmam Ahmed b.
Hanbel'in Tavus tarîki ile tahrîc ettiği bir ha-dîsde Hz. İbni Abbas :
«Bir kimse Harem-!
şerif'de hırsızlık eder veya adam Öldürürse ona hadd Harem'de vurulur»
demiştir. Buna benzer bir rivayeti yine ibni Abbas (R.A.)'da.n Esrem tahrîc
etmiştir. Hz. fbnî Abbas'tan rivayet olunan bu eserler hadd-i şerî'nin Harem
içinde dahî icra edilebileceğine delâlet ederler.
İbni Abbas (R. A.) ile
tarafdarları, Harem-i şerife iltica edenle orada cinayet işleyen arasında fark
bulurlar ve: «iltica eden cani Ha-rem'e ta'zîm gösterir; orada cinayet işleyen
ise Harem-i şerifin hör-meüni ayaklar altına alır.» derler. Bir de : «harem-i
şerîfde cinayet işleyene orada cezası verilmezse, Haremde hesad çoğalır ve
binnetîce fesad .çıkarmak isteyenler oraya koşmaya başlarlar» mütâlâasını ileri
sürerler.
Haremde işlenen
katilden başka kısası îcâbeden suçlar da ihtilaflıdır. İmam Ahmed b. HanbeVden
bir rivayete göre bunların cezası Harem-i şerîfde verilebilir. Zîrâ deliller
orada kan dökenler hakkında vârid olmuştur. Binâenaleyh daha aşağı cezalar
orada icra olunabilir. Çünkü nefsin hörmeti pek büyüktür. Katil suretile yapılan
hönnetsizlik elbette daha şiddetli olur. ölümden aşağı suçların cezası ise bir
kimsenin kölesini cezalandırması kabilinden olduğu için bunların icrasını
men'etmek doğru değildir, tmam Ahmed'den diğer bir rivayete göre ise,
delillerin umumuna bakarak Harem-i şerîf de hiç bir hadd-i şer'i icra edilemez.
Bazıları buradaki
delilin yalnız katle mahsus olduğunu iddia ederler. Şu halde onlara göre
recimden maada zina haddi, içki haddi ve hadd-i kazif gibi şeyler haremde icra
olunabilirler.[184]
1308/1103-
«
[185]
Said b. Cübeyr radiyallahu anh’dan rivayet olunduğuna göre, Resulullah sallahu
aleyhi ve selle Bedir Harbinde üç kişiyi sabır suretile öldürmüştür.»[186]
Bu hadisi Ebu Davud
mürseller arasında tahric etmiş.Ravileri mütemeddir.
Sabır sureti ile
ölümden murad: bir kimseyi hapsederek
silahla öldürmektir.Hadisde zikri geçen üç kişi: Tuaymetü’bnü Adiy, Nadrü’bnü Haris ve
Uktebü’bnü Ebi Muayttır.Bazıları
Tuaymenin yerine Mu’tim b. Adiyi zikretmişlerse de Musannıf bunun yanlış olduğunu söylemiştir.
Hadi-i şerif sabır
sureti insan öldürmenin caiz olduğuna
delildir.Şu kadar varki, Resululah (S.a.v.)’den mu’temed ravilerin rivayet
ettiği hadiste: «Bundan sonra sakın bir Kureyşli sabır sureti ile öldürülmesin»
buyurulmuştur.Hem bu hadisi Peygamber (S.A.V) Mekke’nin fethedildiği gün
İbni Hatal öldürüldükten sonra
söylemiştir.[187]
1309/1104- «İmrân
b. Husayn radıyaUahü anhümâ'4»n rivayet edildiğine görc: ResÛliHlah aaüaUahü
aleyhi ve seUem, müslümanf ardan iki klçiye mukabil bir müşriki fidye
vermiştir.»[188]
Bu hadisi Tirmİzİ
tahric etmiş ve sahîhlemiştir, aslı Müslim'dedir.
Hadîsi şerif, müslüman
esire fidye olarak müşriklerden bir esir verileceğine delildir. Cumhur'un
mezhebi de budur, tmam-t A'zam Ebu üawî/e'den bir rivayete göre-fidye vermek
c&iz değildir. Esîr ya köle olarak alınır, yâhud öldürülür. İmam Mâlik'e
göre de öyle iae de ona göre esiri esirle değişmek de caizdir, imam-% Â'zam'dan
diğer bir rivayete göre esire karşı esiri fidye vermek caizdir. Nitekim
Haneffler'den imam Ebu Yusuf'la., İmam Muhamme&va. kavli bu olduğu gibi
eimme-i seldse'nia (yani Şdfiî, Mâlik ve Ahmed'in) mezhebi de budur.
Haneftler'ce meşhur olan kavle göre esiri mal vererek kurtarmak caiz değildir.
Fakat İmam Muhammedi «Biyer-i Kebir» inde bunda bir beis görülmemektedir.
Resulû'Hah (S.A.V.)'in esir öldürüldüğü olmuştur. Bu cihet «Ukbetü'bnü Ebî
MuayU kıssasından da anlaşılmaktadır. Bedir esirlerini ise mal mukabilinde
serbest bırakmıştır. Pey amber (S.A.V.), Mekkelİler'i köle yapmıştı. Bilâhare
onları âzâd eyledi. Tirmizt, ashâb-ı kira m in ulemâsı ile şâir ulemâya göre
İslâm hükümdarının esirleri dilerse öldürülebüeceğini isterse fidye mukabilinde
serbest bırakabileceğini söyler.[189]
1310/1105- «[190]
Satır b. Ayle radıyallahü anh'den rivayet olunduğuna göre Peygamber sallaüahü
aleyhi ve seUem:
— Şüphesiz ki, bir
kavim müslüman olurlarsa canlarını ve mallarını korurlar; buyurmuştur.[191]
Bu hadîsi Ebu Dâvud
tahrîc etmiştir. Râvîieri mevsukturlar. Mül-lefelcun aleyh olan şu hadîs dahi
ayni mânâyı ifâde eedr:
«İnsanlar: Allah'dan
başka Allah yoktur; deyinceye kadar kendileri île çarpışmaya me'mur oldum. Bunu
dediler mî, canlarım, mallarını korumuş olurlar...»
Hadîs-i şerif,
müslüman olan kâfirlerin mal ve canlarının masun olduğuna delildir. Ulemâ bu
bâbta tafsilât vermişlerdir. Şöyle ki: Bir kimse harbetmeksizin kendiliğinden
müslüman olsa, malını ve arazîsine sâhib olur. Meselâ, Yemen topraklan
böyledir. Eğer muharebeden sonra müslüman olurlarsa, malları alınır, canjarını
ise İslâmiyet korumuştur. Şu halde bunların mallarının menkul olanları
ganimet, gayr-İ menkûl malları ise fey'dir. Ulemâ müslümanların olan fey' arazî
hakkında ihtilâf etmişlerdir.
1— îbni'l -
Kayyim ve diğer bazılarına göre fey' arazi vakıftır. Getirdiği haraç da
müslümanların ortak malı olur. Ondan askere erzak verilir; çeşme, köprü ve
mescid gibi hayrat yaptırılır. Ancak devlet reisi günün birinde bu arazînin
taksiminde bir menfaat görürse taksim edebilir. îbni'l - Kayyim, cumhur-u
ulemâ'mn bu kavle zâhib olduklarını bu lef â-1 râşldln'in sîretleri dahî bu
olduğunu söyler. Mısır, İrak, Acemlstan ve diğer harben fethedilen
memleketlerde de aynı hatt-ı hareket ta'kîb edilmiş; Hu lef*-i raşldtn hazerâtı
o yerlerin bir köyünü bile taksim etmemişlerdir, tbnil - Kayyim (691—751)'in
nakline göre cumhur-u ulemâ bu bâbta Huİefâ-1 râşidln'le beraberdir. Yalnız
arazînin taksim edilmeksizin nasıl kalacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir.
İmam Ahmed'üı mezhebinin zahirîne bakılırsa devletin reisi bu arazî hususunda
maslahata göre muhayyerdir; arzusuna göre muhayyer değildir. Binâenaleyh
müslümanların menfaatine o arazîyi taksim etmek daha elverişli görünüyorsa
taksim eder. Vakıf olarak bırakmak,daha faydalı olacaksa taksim etmez; vakıf
bırakır. Hattâ bir kısmını taksim*ederek bir kısmını vakıf bırak-makda bir
fayda görüyorsa onu da yapabilir. Çünkü Re*ûlülfah (S.A. V.) bu üç nev'i
muameleyi yapmıştır. Kureyza ve Nâdİr'in arazisini taksim etmiş; Mekke-I
Mükerreme'nin arazîsini taksim etmemiş; Hay-ber'in ise bir kısmını taksim
etmiş; bir kısmını etmemiştir.
Hanefîler'e göre
devlet reîsi muhayyerdir. İsterse alınan araziyi mü si umanlar arasında taksim
eder; dilerse arazîyi sahiplerine bırakır; fakat onları cizye denilen vergiye-
bağladığı gibi yerlerinden de haraç alır. Esîriere minnet, yani onları meccanen
küfür diyarına salmak caiz değildir, tmm Şafii bunun caiz olduğuna kaildir.[192]
l311/1106- «[193]
Cübeyr b. Mut'fm radtyaüahü anh'den rivayet olunduğuna güre. Peygamber
sailallahü aleyhi ve sellem Bedir esirleri hakkında şöyle buyurmuştur:
— M ut'im b. Adiyy sağ
olsa da şu murdarlar hususunda benimle lâf etse bunları gerçekten ona bırakırdım.»[194]
Bu hadîsi Buhar!
rivayet etmiştir.
Hadisteki murdarlardan
murâd: Bedir gazasında müşriklerden alınan esirlerdir. Murdarlıkla tavsif
edilmeleri müşrik oldukları içindir. Nitekim müşrikleri Teâfâ Hazretleri de
aneces» diye vasıflandır-mıştır. Fahr-İ Kâinat (S.A.V.) Efendimiz hadisleri ile
M ut'i m b. Adiyy'i kendilerine eskiden yapmış olduğu bir iyilikten dolayı
taltif etmek istemiştir. Hadîsin mânâsı : Mut'im sağ olsa da bu esirlerin hiç
bîr fidye alınmadan serbest bırakılmalarını istese ona bir mükâfat olmak üzere
ben bunları serbest bırakırdım; demektir.
Mut'fm'in bu taltif-i
Peygamberi'yi hak eden iyiliğine gelince: Resûlüllah (S.A.V.) Taltiften
avdetinde Mu Hm in civarına sığınmıştı. Mut'im derhal dört oğluna emir vermiş;
bunların her biri silâhını kuşanarak, Kâbe-İ Mu&zzama'nın köşelerini
tutmuşlardır. Kureş bunu haber alınca: «Sen sözünde durmayan bir adamsın» diye
Mut'im'e çı kısmışlardı.
Bazılarına göre,
Mut'im'in Resûlüllah (S.A.V.)'e yaptığı iyilik Küreydin yazdığı
boykotnâmeyi yırtmak hususunda
gösterdiği büyük gayrettir.
Filhakika Kureyş, Beni Hâyim ve onlarla beraber bulunan bütün müslümanlarla
»alâkalarını kesmek için böyle bir ahidnâme yazmışlar ve müslümanları muhasara
altına almışlardı. TaberânVnin de rivayet ettiği vcdhle/.Mufîm, Bedir
vak'asından önce vefat etmiştir. Hadîs-i şerif, esirden fidye alınmaması için
büyük bir zâd şefaatte bulunursa fidye almaktan vaz geçmenin caiz olduğuna ve
iyilik yapan bir kimseye kâfir de olsa mükâfat verilebileceğine delâlet ediyor.[195]
1312/1107- «Ebu
Said-i Hudrî radıyattahü anh'ûen rivayet o!unmuş-tur. Demiştir ki: Evtâs
harbinde bir takım esirler aldık; bunların karıları vardı. Ashâb günâha girmiş
olmaktan korktular. Bunun üzerine Allah Tealâ: kadınların evli olanları da size
haram kılınmıştır; ancak mâlik olduğunuz cariyeler müstesna...; âyet-I
kerimesini İndirdi.»[196]
Bu hadisi Müslim
tahrîc etmiştir.
Kbu Ubeyd-i Bekrî,
Evtâs'in, Hevâzin taraflarında bir vadi olduğunu söyler. Bu vadi Tâîfe
yakındır.
Hadîs-i şerif, esir
kadının nikâhının bozulduğuna delildir. Bu takdirde âyetteki istisna,
istisnâ-i muttasıldır. İmam Şafiî ile bazı ulemânın mezhebi budur. San'anî'ye
göre : «âyet-i kerîmenin mutlak vârid olmasına bakılırsa esir edilen kadının
kocası ile birlikte olup olmaması müsavidir. Böyle bir kadına ehl-i kitâb olsun
putperest olsun müslümanlığı kabul etmeden bile cima' edilebilecek demektir.
Çünkü âyet-i kerîme âmmdır. Resûlütlah (S.A.V.)'in Evtâs'dan aldığı esir
kadınlara îslâmîyeti arz ettiği bilinmediği gibi ashâb-ı kira m'ı da esîr bir
kadına müslümanhğı kabul etmeden yakınlıkta bulunmanın haram olduğunu haber
vermemişlerdir. Haram olsa mutlaka haber vermeleri icâbederdi. Çünkü beyânın
hacet zamanından geriye bırakılması caiz değildir. Nitekim tmam TirmizVnin
Irbâd b. Sâriye (R. A.)'-dan tahrîc ettiği şu hadîs de bunu gösterir:
«Peygamber (S.A.V.)
karmlarındakllerl doğurmadıkça e*tr kadın-İaria cima' etmeyi haram Mdı.»
Görülüyor kî, onlara yakınlık etmeye yalnız bir mâni' vardır; o da
gebelikleridir. Müslüman olmaları şart kılınmamıştır. Yine Tirmizî'rnn
<es-Bünen> inden merfu' olarak rivayet ettiği şu hadîs de ayni mânâyı
ifâde etmektedir:
«Allah ve âh i ret
gününe îmânı olan hiç bir kimseye îstibrâ yapmadan esîr bîr kadınla cima' etmek
halat olmaz.» £fa hadisde dahî îslâmiyeti kabul etmesi zikrolunmam ıştır.
Mezkûr hadîsi biraz lâfız farkı ile tmam Ahmed b. Hanbel dahî tah-rlc etmiştir.
Hâsılı esîr kadınlar hakkında vârid olan hadislerin hiç birinde İslâmiyet şart
koşulmamıştır. Tavus (~ İM) ile bazı ulema'nın mezhebi budur.»
Mezheb imamlarına göre
ise esîr kadını satın almakla onunla cima etmek helâl olmaz; ama onlar ancak
müslümanlığı kabulden sonra sahiplerine helâl olmuşlardır.[197]
1313/1108- «lbnl
Ömer radtyaUahü anhümâ'ötn rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûtütlah
saUaUahü aleyhi ve seUem İçlerinde benim de bulunduğum Ur müfrezeyi Necld taraflarına
gfinderdl. Bunlar birçok develeri ganimet olarak- aldılar. Gantmetçllerln
hisseleri on İkişer deve tdl; ve develer kendilerine birer birer taksim
edildi.»[198]
Hadîs müttefekun aleyh'tir.
Serlyye: Ordudan çıkıp
yine orduya dönen beş yüz kişi kadar asker kıt'asıdır. Bunların geceleyin
vazifeye çıkanlarına «seriyyev gündüz çıkanlarına «sâriye» derler.
Nefel : Gaza eden
askere ganîmet hissesinden fazla olarak verilen mükâfattır. cDeveler
kendilerine birer birer taksim edildi.» ifâdesinden, ziyâdeyi verenin müfreze
kumandanı. Hz. Ebu Katftde olduğu an-laşılabildiği gibi bizzat Resûlüîiah
(S.A.V.) in vermiş olması da anlasalabilir. İmam Müslim'in Leys tariki ile Hz.
Nâft'den rivayet ettiği hadîsden, ziyâde olarak verilen bahşişlerin kumandan
tarafından tevzi edildiği Peygamber (S.A.V.)in bunu takrir buyurduğu
anlaşılıyor. Hz. Ibnl -Ömer'in Sahîh-i Müslim'deki rivayetinde ise : «Bahjîj
develeri Resûlüllah (S.A.V.) bize birer birer tevzt etti.» deniliyor.. Bu hadîs
muvacehesinde İmam Nevevî : «Bahşiş tevzîinin Peygamber (S.A. V.)'e nisbet
edilmesi, bunu takrir ve kabul, buyurduğu içindir» demiştir. Ancak hadîsi Sbu
Dâvud şu lâfızlarla rivayet eder;
«Bir çok develer ete
geçirdik. Kumandanımız da bizden her birimize birer deve verdi. Sonra Peygamber
(S.A.V.)'e geldik. O da aramızda ganimetimizi taksim etti. Böylece, beşte bîr
çıkarıldıktan sonra herkese on İkişer deve isabet etti.» Bundan anlaşılıyor
ki, bahşiş tevziini kumandan; ganimet taksimini de Resûlüllah {S.A.V.)
yapmıştır. Bazıları rivayetlerin arasını bulmak için : «Kumandanın bahşiş
tevzii Resûlüllah (S.A.V.)'in yanına gelmezden evvel vuku' bulmuş; onun yanına
geldikleri vakit. Peygamber (S.A.V.) orduya ganimetleri takam etmiş; o
müfrezenin hissesini toptan kumandanlarına testim buyurmuş; o da arkadaşlarına
taksim etmiştir. Binâenaleyh, taksimi Peyamber (S.A.V.)'e nisbet eden, ganimeti
ilk taksim edenin o olmasını nazar-i i'tibâre almış; kumandana nisbet eden ise,
sonunda arkadaşlarına onun tevzi etmesine bakmıştır.» derler.
HadSs-i şerif, orduya
"ganimetten fazla olarak bahşiş verilebileceğine delildir. Bazıları: «Bu
iş Peygamber (S.A.V.)'e mahsustur» derraş-lerse de Ibnl Ömer (R.A.) hadisinde
mevzu-u bahis olan kıssada kumandanın Resûlüttah (S.A,V.)'in huzuruna gelmeden
bahşiş tevzi etmesi onun Peygamber (S.A.V.) e mahsus olmadığına dettl teşkil
ettiği ileri sürülerek hususiyet iddiası reddedilmiştir, İmam Mâlik, şartla
verilen bahşişin yani ordu kumandam tarafından: «Her kim fiilen işi başarırsa
ona şu kadar mükâfat vereceğim» diye i'lân edildikten sonra o işi yapanlara
mükâfat vermenin mekruh olduğuna kaildir. Zîrâ bu suretle yapılan harb ona göre
dünya menfaati içki yapılmış sayılır. Fakat :
«Bir kimse (düşmandan)
bir nefer Öldürürse onun eşyası kendinin olur.» hadîs-i şerifi İmam Malik'in
kavlini reddeder: Çünkü bu hadîsin harpten evvel vârid olması Üe sonra
söylenmiş olması arasında bir fark yoktur. Onun hükmü kıyamete kadar bakîdir.
Harbin dünya menfaati
için olup olmadığı ise sebebine bağlıdır. Bir kimsenin maksadı flâ-İ
kelİmetullah olduktan sonra onun yanı sıra ganimet almayı arzu etmesi onun
mücâhidliğine bir zarar getirmez.
Ulemâ verilecek nefeün
asıl ganîmettenmi, yoksa bunun beşte" birinden veya beşte birin beşte
birindenmi verileceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Hattâbt ekseriyetle
hadîslerin asıl ganimetten verileceğine delâlet ettiğini söylüyor.[199]
1314/1109-
«(Bu
da) Ondan -radvyaîîahü anh- rivayet etmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah sallallahü
aleyhi ye sellem Hayber gazasında at için iki hisse, piyade İçin bîr hisse
(veri I m asine) hükmetti.»[200]
Hadîs müttefekun
aleyh'tir. Lâfız Buhârî'nindir. Ebu Davud'un rivayetinde : «Bİr kişi ile atına
üç hisse tahsis etti; iki hisse atına bir hisse ds kendine.» denilmiştir.
Ebu Davud'un rivayeti
de Hz. Ibnî Ömer'dendir.
Hadîs-i şerif süvariye
ganimetten üç hisse verileceğine, bunların ikisi atı için, biri de kendisi
için sayılacağını delîldir. HanefîSer*-den tmam Ebu Yûsuf ile /mam Muhammed'in
ve Mezhep imamlarından Mâlik ile Şafii hazerâtuıın kavilleri budur. Onlar bu
hadîs-den maada Ebu Davud'un. Ebu Amre (R. A.j'dan tahrîc ettiği şu hadîsle de
istidlal ederler:
Peygamber (S.A.V.) at
için Ik! hisse, her bir İnsan için de bir hisse verdi. Böylece süvarinin üç
hissesi oldu» daha başka delilleri de yardır.
îmam-t Â'zam Ebu
Hanîfe Üe diğer bazı ulemâya göre ata bir hisse yerilir. Delilleri Ebu Davud'un
bazı rivayetlerinde:
«Süvariye iki hisse,
piyadeye de bir hisse verdi.» denilmiş olmasıdır. Harbe iki atla iştirak edene
ne verileceği ihtilaflıdır Cumhura göre hisse yalnız bir ata verilir. Bunun
için de atın harbe iştirak etmesi şarttır.[201]
1316/1110- «[202] Maan
b. Yezld radtyaUahü anVden rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah
saUattahü aleyhi ve seîlem:
— Nefel ancak beşte
birden sonra verilir; derken işittim.»[203]
Bu hadisi Ahmed ile
Ebu Davud rivayet etmişlerdir. Tahavl onu sahîhlemişlerdir.
Nefelin bir nev'i
mükâfat olduğunu yukarıda görmüştük. Ulema bunun caiz olduğuna ittifak
etmişlerdir. Yalnız ganimet taksiminden önce mi, yoksa ganimetin beşte birinden
mi verileceği ihtilaflıdır. Bu hadîs ganimetten nefel alınmadan evvelâ beşe
taksim edileceğine delildir. Nefel'in asıl ganimetten verileceğine dâir
Hattâbi'rnn sözü de yukarıda geçmişti.
Nefel'in.mikdan dahi
ihtilaflıdır. Bazılarına göre üçte birden veya dörtte birden fazla nefel vermek
caiz değildir. Nitekim aşağıdaki hadîs de bunu göstermektedir.[204]
1317/1111- «[205]
Habîb b..Mesleme radıyallahü anVden rivayet olunmuştur. Demletir kî:
Resûlüllah SaUaîlahü aleyhi ve sellem'\n harbe başlarken (ganimetin) dörtte
biri (nl) dönüşte, üçte biri (ni) nefel olarak verdiğine şfihtd oldum.»[206]
Bu hadîsi Ebu Dâvud
rivayet etmiştir. Ibnü'l - Cârûd, İbni Hibbân ve Hâkim onu sahîhlemişlerdir.
Hadîs-i şerif,
Peygamber (S.A.V.)'in üçte birden fazla nefel vermediğine delâlet etmektedir.
Ulemâ'dan bazılarına göre kumandan aldığı ganimetin hepsini müfrezesine veya
bölüğüne nefel olarak taksim edebilir. Bunların delîli:
[207] «De ki: Nefeller Allah ile Resul (ün) e aittir.»
âyet-i kerîmesidir. Bu hadîsde üçte birden daha fazla nefel verilemeyeceğine
delil yoktur. Hadîsin tefsirinde ihtilâf olunmuştur. Hattâbî, îbnvfl -
Mün-«ir'den naklen şunları söylemektedir : «Peygamber (S.A.V.) harbe başlamakla
harpten dönme hallerini verdiği mükâfatlarda yaptığı fark sureti ile
göstermiştir. Çünkü harbe girerken hayvanları kuvvetli, harpten çıkarken ise
zaîftir. Kendileri dahî harbe girerken daha nesath ve yürüyüşe daha iştahlı,
düşman memleketlerine karşı daha dikkatlidirler. Dönüşte ise hayvanları ve
kendileri yorulmuş; bir an evvel vatanlarına ve ailelerine kavuşmayı gönülden
arzu ederler., Zîrâ, onlardan uzun zaman cüda kalmışlardır. Bu sebeple
dönüşte kendilerine mükâfatı daha fazla verdiği göze çarpıyor.Battâbt, îoıü’l -
Sîünzîr'in yukarıdaki sözlerini naklettikten sonra gu mütâlâayı beyân ediyor:
«Bu söz vazıh değildir. Çünkü hadîsteki ric'at ta'bîrinin, yurdlanna dönüş
mânâsına geldiğini iham ediyor; halbuki hadîsin mânâsı bu değildir. Hadîsteki
bidâ-yetden murâd ordudan bir müfrezenin gaza için sefere çıkmasıdır. Bunlar
düşmandan bir taifeye galebe çalarlarsa aldıkları ganimetten kendilerine
dörtte bir verilir* Geriye kalan üç çeyreğine bütün ordu iştirak eder. O
gazadan dönerlerken düşmana ikinci defa galebe çalarlarsa bu sefer aldıkları
ganimetten kendilerine üçte bir verilir. Zîrâ düşman ihtiyatlı ve uyanık olduğu
için harpten döndükten sonra tekrar kendilerini toparlamaları daha güç olur».
Hattâbî'rdn mütalâası
daha şâyân-ı kabul görülmektedir.[208]
1318/1112- «İbnl
Ömer radıyallahü anhümâ'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah
sallallahü aleyhi ve seltem gönderdiği sertyyelerden bazısına ordunun umumuna
yapılan taksimden ayrı olarak hassaten kendilerine nefel verirdi.»[209]
Hadîs müttefekun
aleyh'tir.
Bu hadîs Peygamber
(S.A.V.)'in her gönderdiği seriyyeye nefel vermediğine, bilâkis bunu îcâb-ı
maslahata göre yaptığına delildir.[210]
1319/1113- «(Bu
da) Ondan rivayet olunmuştur, -radıyallahü anh-Demiştir ki: Biz galalarımızda
bal Ve üiüm ete geçiriyorduk. Bunları yiyor, alıp götür mü yorduk.»[211]
Hadîsi Buhârt rivayet
etmiştir. Ebü Davud'un rivayetinde: «Bunlardan beşte bir alınmıyordu denilmiştir. Ibnt Hlbban onu sahîMemîş-Ür. «Ahp
götürmüyorduk» demesi: Evimize götürmüyorduk, yâhud ganimetleri dağıtan zâta
götürerek yemek için ondan izin istemiyorduk, manâlarına gelebilir. Çünkü böyle
şeylerin yenilmesine izin verildiğini biliyorlardı.
Cumhur-u ulemâ ya göre
ganimeti alan gazilerin yiyecek ve meyve gibi yenilmesi âdet olan şeylerle
hayvan yemlerini almaları caizdir. Bu hususta ganimetlerin taksim edilmiş veya
edilmemiş olması ile kumandanın izni alınması veya alınmaması hükümde
müsavidir. Delilleri buradaki Ibnİ Ömer hadîsi ile Buharı ve Müslim'in
ittifakla rivayet ettikleri Ibnl Mugaffel hadîsidir. Mezkûr hadîsde Ibni
Mugaffel (R.A.):
«Hayber muharebesinde
bir tulum kavurma ele geçirdim. Ve: Bundan kimseye bir şey vermem; diyerek
etrafıma bakındım. Bir de ne göreyim: Resûfüllah (S.A.V.) gülümsüyor.» demiştir.
Bu hadîsler ganimete
hıyaneti yasak eden hadîslerin hükmünü tahsis etmişlerdir. Aşağıdaki hadîs de
bunlardandır.[212]
1320/1114-
«Abdullah b. Ebî Evf A radtyaahü anhümâ'dan rivayet edllmiftlr. Demiştir ki:
Hayber günü yiyecek ele geçirdik. Herkes gelip ondan kendine yetecek kadar
alıyor, sonra çekip gidiyordu.»[213]
Bu hadisi Ebu Davud
tahrîc etmiş; Ibnü'l-Cftrûd ile Hâkim onu sahîhlemişlerdir.
Hadis-i şerif, ganimet
taksim edilip beşte biri ayrılmadan ondan yiyecek şeylerin alınabileceğine delildir.
Hattabî hadîsin bu hupistaki delâletinin vazıh olduğunu söyledikten sonra:
«Düşmanın riUh ve hayvanlarına gelince: Bunları kullanmanın caiz olduğunda
muslüm anlar arasında hiç bir hilaf biliAİyorum.» demiştir. Harb bittikten
sonra bunları ganimete iade etmek vâcibtir. Elbise ve çift âlâtı gibi şeyleri
kumandanın izni alınmaksızın kullanmak caiz değildir. Ancak kullanılması için
bir zaruret varsa o başkadır.Bu mesele Evzâî (88 — 157)'ye soruldukta:
«Elbiseyi giyemez; ancak Ölümden korkarsa o başka.» cevabını vermiştir. Fakat aşağıdaki hadîs
EvzâVnin kavline muhaliftir.[214]
1321/1115- «Ruveyfi'
b. Sabft radtyalîahü anh'âen rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûtüllah
salîallahü aleyhi ve sellem:
— Her kim Allah'a ve
âhiret gününe îmân ediyorsa müslümanların ganimetinden bir hayvana binip de onu
zaîflattıktan sonra ganimete iade etmesin. Müslümanların ganimetinden bir
elbiseyi giyip de onu eskittikten sonra ganimete İade etsin.»[215]
Bu hadisi Ebu Dâvud
ile Dârîml tahrîc etmişlerdir. Râvîleri zararsızdırlar.
Hadîs-i şerif ganimet
olarak düşmandan alınan hayvana binilebileceğine, ganimet elbise giyi leb
ileceğine delâlet ediyor. Bunlardan İstifade ancak hayvanı zaîflatmak ve elbiseyi
eskitmek sureti îte memnu'dur.[216]
1322/1116-
«Ebû Ubeydete'bnİ'l-Cerrah radıyallahü anft'dan rivayet edilmiştir.Demiştir
ki: Resûlüllah saUalîahü aleyhi ve seUem'i:
— Müslümanlar aleyhine
onlardan bazıları eman Verirler; derken İşittim.»[217]
Bu hadîsi Ibnl Ebl
Şeyhe ile Ahmed tahrîc etmişlerdir, isnadında za'f vardır. TayâHst'nin Amir b.
Âs'dan tahrîc ettiği rivayette:
— Müslümanlar aleyhine onların en aşağı derecede olanı kâfire emân
verir; buyurulmuştur. Sahtheyn'de ise Hz. Ali'den Peygamber (S.A.V.)'in :
— Müslümanların
zimmeti birdir; onun uğrunda onların en ednâsı koşar; buyurduğu rivayet
edilmiştir. Ibni Mace (Ali hadîsi'nin) başka bir tarîkden gelen rivayetinde:
— Müslümanlar aleyhine
onların en son neferi emân verir; ziyâdesini tahrîc etmiştir. (Yine) sahîheyn'de[218] Ümmü Hânİ'den Peygamber (S.A.V.)in
kendisine:
— Senin emân
verdiklerine biz de emân verdik; buyurduğu rivayet olunmuştur.
— İbni Ebi Şeybe ile
İmam Ahmed b. Hanbel rivayetlerinin zaîf olması isnadlannda Haccâc b. Ertât bulunduğu içindir.
Maamâfîh Tayalisî ve Sahîheyn'in rivayetleri ile bu zaîflik ortadan
kalkar. tbni Mâce'ma rivayetinde :
— Müslümanların aleyhine
onların en son neferi emân
verir; Duyurulması fideta-bir vehmi defî' için vârid olmuş ve: Yalnız ednâları
değil, onlardan başkaları da emân verebilir; denilmiş gibidir. Bu takdirde
müslümanlar aleyhine emân vermekde kadın dahi dâhildir. Nitekim Ümmü Hâni
hadisinde bu cihet tasrîh buyrulmuştur. Hz. Ümmü Hant kayınpederi tarafından
akrabası olan iki müşriki emniyeti altına almış; fakat biraderi Hz. Ali bunu
caiz görmediği için onları öldürmek istemişti. Ümmü Hani :
— Vallahi onların
yerine beni öldür, onları öldürme; demiş; sonra Hz, Ali'nin üzerinden kapıyı
Hlidleyerek meseleyi Resûlüllah (S.A.V.)'e haber vermeye gelmişti: Peygamber
(S.A.V.) kendisine:
— Senin emân
verdiklerine biz de emân verdik; buyurdular.
Yukarıdaki hadisler,
alelıtlak her müslümanm kâfire emân verebileceğine delâlet ederler.
Bu bâbta erkek ve
kadın hür ve köle müsavidir. Zira «ednâ» tâbîri aşağı derecede olan her ferde
şâmildir. Aşağı derecelilerin hükmü bu olunca yüksek mertebelilerin emân
vermesi evleviyeüe salâh olur. Cumhur-u ulemâ'nın kavli de budur. Yalnız
Mallküer'den far cemaat: «Devlet reisinin izni olmaksızın kadınm emân vermesi
caiz değildir.demişlerdir. Bu zevat Peygamber (S.A.V.)'in Ümmü Hânl'ye:
— Senin emân verdiklerine
biz de emân verdik.
masını ona izin telâkki
ederler; ve: Resülüllah (SJV.V.) izin vermemiş olsa Ümmü Hâninin emân vermesi
sahîh olmazdı.» derler. Cumhur ise Peygamber (S.A.V.)in bu sözünü Ommü Hânl'nin
yaptığını kabul ve takrire ha mi etmişi erdir. Emniyet akdi o ana kadar olmuş
bitmiştir. Resülüllah (S.A.V.)'in Ümmü Hant hazretlerini emân vericilikle tavsif
buyurması da bunu gösterir. Zaten Ümmü Hant hadîsin ifâde ettiği umum
müslümanların bir ferdidir.[219]
1326/1117-
«Ömer anh'dan rivayet olunduyuna gör» kendisi Resülüllah sdUdUahü aleyhi ve
sellem'i :
— Yahudilerle hıristîv
arları, Arap yarımadasından mutlaka çıkaracağım. Tâ kî müslümandan başka kimse
bırakmayacağım; «terken işitmiştir.»[220]
Bu hadisi Müslim
rivayet etmiştir.
Ayni hadîsi lmam,
ATımed b. Hanbeî de tahrîc etmiştir. Onun rivayetinde:
«Eğer gek: seneye
kadar yaşarsam» ayda vardır.
Buhâri üe Müslim tahrîc
ettikleri ifcnl Abbas hadîsinde Resûlüllah (Ş.A.V.) vefatı sırasında üç şey
vasiyyet etmiş ve bunları beyan ederken:
«Müşrikleri Arap
yarımadasından çıkarın» buyurmuşlardır. Beyhaki, tmam Mâlik tariki ile
Zührtden, Resûliillah (S.A.V.)in şu hadîsini rivayet edear:
«Arap yarımadasında
iki dîn bir arada olamaz.» tmam Mâlik demiştir ki: Mni Şihab Zührî, Mı. Ömer'in
bunu ted-kik ettiğini, ve Rssûlüllah (S.A.V.)'in 3(Arap yarımadasında jkj dîn
bir arada Olamaz.) buyurduğuna yakînen kanâat getirdikten sonra derhal, Hayfoer
yahüdîterini sürgün ettiğini söyledi.» Hz. Ömer (R. A.) bunlardan maada Necrân
yahûdîleri iie daha başka yerlerden yahûdîleri sürgün etmiştir.
lîadîs-i şerif,
yahûdî, hıristiyan ve mecûsîlerin Arabistan'dan çıkarılmalarını vâcib olduğuna
delildir. Çünkü «iki dîn bir arada olamaz» ifâdesi her dîne şâmildir. Bu bâbta
mecûsîler de ehl-i ki-tab hülf r öndedir.
Arap yarımadasının
sınırlarına gelince. Bu bâbta Kamus sâhi-hibi Mecdüddîn gunları söylemektedir:
^Arap yarımadası: Hind ve Şam denizleri ile Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki
arazîdir: yâ-hud uzunluğuna Aden ile Şam kıyılarına; genişliğine de Cidde'den
Irak ovalarına kadar olan arazîdir.» Bu yarımadaya Arap yarımadası denilmesi,
islâmiyetten evvelki devirlerde bile burada arap-İar yalamış: hâlâ da araplar
yaşamakta olduğu içindir.
Mezhep imamlarına göre
müslüman olmayanları Arap yarımadasından çıkarmak vâcibtir. Ancak İmam Şafiî
ve diğer bazı ulemâ bu hükmü Hicaz'a mahsus sayarlar, tmam Şafiî : «cizye
veren bir gayr-i müslim cizyesini ödemek şartı üe Hicaz'da oturmak istese
kendisine müsaade edilemez.» demiştir.
Hicaz'dan murâd,
Mekke, Medine, Yemâne ve etrafıdır. Kamus'a. göre Hicaz: Mekke, Medine, Tâif ve
havâlisidir. Ona bu ismin verilmesi, Necid ile Tihâme dağlan arasında âdeta
mahsur kal ma sırdandır. Daha başka sebebler tahmin edenlerde vardır, imam
Şafiî: «Ben hiç bir kimsenin Yemen'den gayr-i müslimleri çıkardığını bilmiyorum;
orada da zimnîler vardı. Yemen, Hicaz değil; binâenaleyh gayr-i müslimleri
oradan kimse çıkaramaz. Onlarla Yemen'de oturmak için anlaşma yapılabilir.»
diyor. Fakat tmam Şafiî'nin bu sö-süne i'tirâz edenler vardır. Bunlar diyorlar
ki: Hicaz Arap yarımadasının bir bir cüz'Üdur. Filvaki' gayr-i müslimlerin
Hicaz'dan çıkarılması Ebû Ubeyde hadîsi ile emredilmiştir. Hicaz Arabistan'ın
bir cüz'ü olduğuna göre bir şeyin cüz'üne verilen muvafık bir hüküm o şeyin
bütününe de verilebilir. Nitekim âmmın bazı ferdlerine verilen hükmün o âmmı
tahsis etmediği, usûl-i fıkıhda tekerrür etmiş bir kaidedir; bu da onun
gibidir. Ama Arap yarımadası sözü bazı ulemâ'mn vehmettiği gibi umum bildiren
lâfızlardan değildir. Şu kadar vstrki Ebû Ubeyde hadîsi te'kîd ifâde eder.
Çünkü gayr-i müslimlerin Hicaz'dan çıkarılması, Arap yarımadasından
çıkarılmaları emrinde dâhildir. Ayrıca Hicaz'dan çıkarılmaları emri ziyâde-i
te'kîd içindir; yoksa tahsis veya nesih kabilinden değildir. Peygamber
(S.A.V.)'in son sözü :
«Müşrikleri Arap
yarımadasından çıkarın» emri olunca buna imkân varmıdır. BeyhakVnin, İmam
Mâlik'den onun da tsmaîl b, Ebî Hakim'den rivayet ettiği bir hadîsde, Ömer b.
Abdllazfz : «Resûlüllah (S.A.V.)'in son sözü:
(Allah yahûdîlerle
hıristiyanların belâsını versin, Peygamberlerinin kabirlerini mescid yaptılar.
Arabts-tanda asla iki dîn kalmayacaktır) hadiüolduğu kulağıma geldi.» demiştir.
Hz. Şafiî'ye i'tirâz
edenler onun: «Ben hiç bir kimsenin Ye-men'den gayr-i müslimleri çıkardığını
bilmiyorum...» sözüne şöyle mukabele ediyorlar : «Çıkaran bulunmamak bir hükme
delil olamaz. Eir çok özürlerle bunu terkedenler olmuştur. Meselâ Hz. Ebu Bekir,
mürtedlerle harb ettiği için Hicaz'dan gayr-i müslimleri çıkarmamıştır.
Halbuki onları oradan çıkarmak bilittifak vacibti. Onun için de Hz. Ömer
çıkarmıştı.»
Onlara göre Peygamber
(S.A.V.)'in gayr-i müslimleri Yemen'de bırakması; çıkarma emrinden önce
olmuştur; çünkü çıkarma emri Re-sûlüllah (S.A.V.)'in son sözüdür.
İmam Nevevî diyor ki:
«Ulemâ -rahmehümullah Teâlâ- küffâ-rın müsafir olarak Hicaz'a gidip gelmekten
men'edilcmeyeceklerini söylemişlerdir. Yalnız orada üç günden fazla kalamazlar.
İmam Şafiî ve ona muvafakat edenler, bundan Mekke'yi istisna ederler; ve Mekke'yi
Cenâb-ı Hak haram kıldığı için oraya kâfirlerin girmesine hiç bir hül-ü şan'da
müsaade edilemez. Şayet biri gizlice girmişse çıkarılması vâcibtir. Orada
ölüpte devıedilse, cesedi bozulmadıkça çıkarmak îcâb-eder. Nevevî'nm delili :
[221] «Müşrikler ancak ve ancak neclstlrler.Binâenaleyh
Mescid-İ Hara m'a yaklaşmasınlar.» âyet-i kerîmesidir.[222]
1327/1118- «(Bu
da) ondan rivayet edilmiştir; -radtyallahü anh-Demiştir ki: Bent Nadîr'in
müslümanlar tarafından at ve develerle çiğnenmeyen malları Allah'ın Resulüne
ganimet olarak ihsan ettiği şeyler ciimleslndendl. Bu mallar hassaten Peygamber
saîlaUahü aleyhi ve sellem'ts âid idî. O bunlardan ailesine senelik nafaka
verir; kalanını da Allah Azze ve Cellenİn yolunda hazırlık olmak Üzere afa ve
silâha sarfederdî.»[223]
Bu hadîs müttefekun
aleyh'dir.
Bent Nadtr : Büyük bir
yahûdî kabîlesidir .ResûlüHah (S.A.V.) Medine'ye hicret ettiği vakit onunla
muharebe etmeyeceklerine ve ona karşı düşmana yardımda bulunmayacaklarına söz
vermişler; muahede yapmışlardı. Bunların malları hurmalıkları ve evleri Medine
civarında idi. Müteakiben ahidlerini bozdular. İçlerinden Kâb b. Eşref yanına
kırk süvârî alarak Kureyş'e gitti; ve onlarla ittifak etti. Bu vak'a tbni Şihâb
Zührî'nin kaydına göre Bedir muharebesinden altı ay sonra olmuştur, tbni îshâk
ise «eZ - Megâzi» adlı eserinde, onun Uhud ve Bi'rİ Maûne vak'alarından sonra
olduğunu söyler.
ResûlüHah {S.A.V.),
Bent Âmir kabilesinden Amir b. Ümeyye'nin öldürdüğü iki müslümamn diyetini
almak için yahûdîlerden yardım istemeye gitmişti. Yahudilere âid bir duvarın
yanına oturduğu sırada, yahûdller duvarın üzerinden bir taş atarak onu
öldürmeyi kararlaştırdılar. Bu işi Amir b. Cahhâş b. Kâ'b yapacaktı .Bu meş'um
su-i kası do anda Peygamber (S.A.V.) e vahî sureti ile bildirildi; ve bir hacet
bahanesi ile hemen oradan kalktı. Ashâb-ı kîrâm'ına :
— Buradan ayrılmayın;
dedi. Kendisi acele Medine'ye döndü. Ashâb onun geciktiğini görünce
soruşturdular. Medine'ye döndüğünü haber alınca homen onlarda yanına koştular.
Resûlüllah (S.A.V.) onlara yahûdîlerle harbetmelerini ve onların üzerine
yürümelerini emir buyurdu. Yahudiler keyfiyeti haber alınca karalarına
kapandılar. Pey-ganjber (S.A.V.) de onların hurmalarını kesip yakmayı emretti;
ve ya-hûdîleri altı gün muhasara etti. Münafıklardan bazıları yahûdîlere gizlice
haber göndererek sebat göstermelerini tavsiye etmişler ve: «Eğer sizinle
harbebilirse biz sizin tarafınıza geçeceğiz» demişlerdi. Allah Teâla
münafıkların kalplerine korku verdi: yahûdîlere va'dettikleri yardımı
yapamadılar. Yahudiler, develerinin götürebileceği malları kendilerine verilmek
şartı ile yurdlarından çıkarılmalarını teklif ettiler. Bu şartla kendileri ile
barış yapıldı. Yalnız silâhları verilmedi. Artık yahûdîlerin bazısı Şam'ın
Krîha taraflarına bir takımı Hîre'ye gittiler. Ebu'l - Hukayk ile Huyey b.
Ahtab sülâlesi ise Hayber'e iltihak ettiler. Hayber'den ilk sürgün edilenler
bunlardır. Nitekim bu vak'a Kur'ân-L Kerîm'de (ilk haşir) nâmı ile yâd olunur.
Hayber'den ikinci haşir ise, Hz. Ömer (R. A.) zamanında olmuştur.
Yahûdîlerin malları
üzerine at ve develerle yürünmemesi, Bent Nadir, Medîne-İ Münevvere'ye iki mil
mesafede bulundukları içindir. Müslümanlar oraya yürüyerek gittiler. Yalnız
Resûlüllah (S.A.V.) bir eşeğe veya deveye binmişti. Gidecekleri yer yakın
olduğundan Ashâb-ı kfrâm yorulmadılar.
Ailesinin nafakası
meselesine gelince: Filhakika Resûlüllah (S.A. V.) bunu senelik olmak üzere
kendine bıraktığı mikdardan ayırır; fakat sene sonu gelinceye kadar onu hayır
yollarına sarf ederdi. Bu se-bebledir ki, vefatında zırhı merhun idi. Ailesi
için Ödüne aldığı bir mik-dar arpa karşılığında onu rehin vermişti.
Hadîs-i şerif, bîr
senelik zahireyi biriktirmenin caiz olduğuna ve bunun tevekküle mâni' teşkil
etmediğine delildir. Bir insanın tarlasından çıkan mahsulü biriktirmesinin
caiz olduğunda bütün ulemâ müttefiktir. Ancak zahire kesadlığı zamanında zahireyi
pazarda satın alarak biriktirmek caiz değildir. Buna ihtikâr derler. Ahkâm-ı
fıkıh kitaplarında mufassalen beyân olunmuştur. Kaadî îyâz (476—544) darlık
zamanında ancak bir kaç günlük nihayet bir aylık; varlık zamanında ise bir
yıllık zahire satın alarak depo etmenin caiz olduğunu ekser-i ulemâ'dan
nakletmiştir.[224]
1328/1119- «Muâz
b. Cebel radıyaîlahü anh'den rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah
saüaUahü aleyhi ve seUem ile birlikde Hay-ber'de gaza ettik ve orada bir takım
koyunları ganimet aldık. Bunun üzerine, Resûlüllah saUalîahü aleyhi ve seUem
koyunların bîr kısmını aramızda taksim etti, kalanını da ganimet mallara
kattı.»[225]
Bu hadîsi Ebu Davud
rivayet etmiştir. Râvîleri zararsızdırlar.
Hadîs-i şerif, nefel
vermenin delîllerindendir. Bu husstaki izâhât yukarıda geçti. Musannif bu
hadîsi de oradaküerle birlikde zikretse daha iyi olurdu.[226]
1329/1120- «Ebû
Râfi radıyaîlahü anh'den rivayet olunmuştur. Şöyle demiştir, Resûlüllah
sallallahü aleyhi ve seUem:
— Hiç şüphe yok ki,
ben ahdi bozmam, elçileri de hapsetmem; buyurdular.»[227]
Bu hadîsi Ebu DAvud
ile Nesaî rivayet etmişlerdir, fbnl Hlbbân onu sahîhlemiştir.
Hadîs-i şerif, ahd'a
vefaya yani verilen sözde sâdık kalmanın lüzumuna ve elçinin
hapsedilemeyeceğine delildir. Verilen ahd-ü peymân kâfire bile olsa yine
ahdinde durmak îslâmiyetin emridir. Yabancı bir devletin elçisini huzura kabul
etmek de zımnen ona emân vermektir. Binâenaleyh onu hapsetmek caiz değildir.
Kendisine îcâbeden cevap verilerek serbest bırakılır.[228]
1330/1121- «Ebû
Hüreyre radıyaüahü an&'den rivayet edildiğine göre, Resûlüllah saUaUahü
aleyhi ve settem:
— Her hangi bir yere
varır da orada oturursanız, hisseniz oradadır. Hangi beldede Allah ve Resulüne
isyan ederse o beldenin beşte biri Allah ve Resulüne mahsustur. Sonra O (nun
bakisi) sizin Olur; buyurmuşlardır.»[229]
Hadîsi Müslim rivayet
etmiştir.
.
Kaadî İyaz, Müslim
şerhi'nde şunları söylemiştir:- «İhtimal ki bu hadîsteki birinci beldeden
murâd: müslümanların at ve develerle Üzerine hücum etmeden ahalisini çıkararak
kendileri ile sulh yaptıkları yerdir.'Bu suretle mücâhidlerin oradaki hissesi
yani verilecek mükâfat hakları kendilerinin olur. Nitekim fey' hakkında bu
mükerrerdir, ikinci beldeden murâd da kahren alman yerdir. Bu belde ganimet
olur; içinden beşte biri alınır, bakîsi ganimeti alanlarla verilir. Hadîsteki
(o sizin olur) ifâdesinin mânâsı budur.. Yani (Bakîsi sizin olur) demektir.
«Fey' sureti ile
alınan mallardan beşte bir alınmaz» diyenler Tou hadîsle istidlal ederler.
İbnü'l-Münzir: «Şd/ü'den önce fey' maldan beşte bir alınacağına kail olan
bilmiyoruz.» demiştir.[230]
Müslümanlar dâr-ı harb
denilen düşman memleketine girer de bir şehri veya kal'ayı muhasara ederlerse,
ordu kumandanının yapacağı ilk iş o yer halkını İslâm dinine davettir. Bunu
kabul ederlerse muharebeden vazgeçilir. Zîrâ maksad hâsıl olmuştur. Resû$iHah
(S.A.V.) :
«Nâs : Allah'dan başka
ilâh yoktur; deyinceye kadar kendileri île muharebe etmeye me'mur oldum»
buyurmuştur. Eğer da'veti kabul etmezlerse, kendilerini cizye ödemeye da'vet
«der. Peygamber (S.A.V.) ordu kumandanlarına bunu emretmiştir. Zaten
muharebeye nihayet veren iki şeyden biri budur. Bunu da kabul etmezlerse artık
Allah'dan yardım dileyerek harbolunur. Şayed harpte müsiümanlar muzaffer
olurlarsa İslâm ordusunun kumandam iki şey arasında muhayyer olur:
1—
İsterse
alınan esirleri Öldürür; yâhud onları köle yapar veya müslümanlara zimmi olarak
bırakır.
2— Dilerse
mallarını gaziler arasında taksim eder, yâhud mallarını, mülklerini
kendilerine bırakarak arazîlerinden harâc, kendilerinden de cizye alır.
Görülüyor ki, harâc
bir nev'i arazî vergisidir. Harâc Haneftler'e göre harâc-ı mukaseme -ve harâc-ı
vazife nâmları ile iki kısımdır.
Harâc-ı mukaseme :
Fethedilen yerin tarlalarından çıkan mahsulün üçde biri veya yansı mikdanndaki
vergidir. Bu vergi çıkan mahsulün yarısını geçemez. Çünkü Peygamber (S.A.V.),
Hayberliler'e yarı üzerinden muamele yapmıştır.
Harâc-ı vazife : Hz.
Ömer (R.A.)'m koyduğu vergiden fazla olamaz. Ömer (R.A.)\n koyduğu vergi
sulanan yerlerde dönüm başına bir sâ' zahîre ile bir dirhem para, yoncanın
dönümüne beş dirhem bağ ve hurmalıkların dönümüne on dirhemdir. Hz. Ömer (R.
A./in harâc koymadığı şeylerden ise takate göre harâc alınır.
Cizye : Kifayet mânâsına
gelen (iczâ)'den yâhud (ceza)'dan alınmıştır, îezâdan alındığını tercih
edenler cizyenin sahibini kurtarmaya kâfi gelmesini cezadan alındığına kail
olanlar ise onun bir ceza gibi tezlil ve tahrir sureti ile alınmasını nazar-ı
i'ti bâra almışlardır.
Cizye, haracın bir
nev'idir. Haneftler'e göre cizye de iki nev'idir:
1— tki
tarafın anlaşması ile konulur. Nitekim ResûlüHah (S.A.V.), Necran
hıristiyanları ile yılda 2000 hülle vermeleri
şartı ile anlaşma yapmıştı. Hülle: bahah kumaştan ma'mul iki parça elbisedir.
2— Müslümanların
hükümdarı tarafından küffârın malları kendilerine bırakılarak doğrudan doğruya
konulur. Ve her ay muayyen bir mikdarı alınır. Ancak bu vergi hususunda zengin, orta halli ve fakir arasında fark
gözetilir. Zenginden yılda 48, ayda dört
dirhem, orta halliden yılda 24, ayda iki dirhem, fakirden ise yılda 12,
ayda bir dirhem, olmak üzere tahsil edilir. İmâm Mâlik ile Ahmed b. HanbeVden
bir rivayete göre: zenginden 40 dirhem, yâhud dört dînâr, fakirden 10 dirhem,
yâhud bir dînâr olmak üzere alınır. İmam Şafii'ye göre âkil baliğ olan
herkesden bir dînâr^ yâhud 12 dirhem alınır; ve zenginle fakir arasında fark
yapılmaz. Cizye hicretin dokuzuncu yılında meşru' ölmugtur: «Sekizinci yılda
meşru' olmuştur» diyenler de vardır.
Kidne : Bir maslahat
an dolayı küffârla ma'lûm bîr mjiddet için müt ireke yapmaktır.[231]
1331/1122- «Abdurrahman
b. Avf radtyalîahü anh'âan rivayet edildiğine göre. Peygamber sallaîlahü aleyhi
ve seUem onu -yani cizyeyi-[232]
Hecer Mecûsîlerhden almıştır.»[233]
Bu hadîsi Buhar}
rivayet etmiştir. Hadîsin «el - Mu vatta'» da inkıta'h bir tarîki vardır.
Mezkûr tarîk İmam
Şafiî'nin, tbni Zührî'den tahrîc ettiği şu rivayettir:
«İbni Şihâb:
Resûlüllah (S.A.V.)'in Bahreyn Mecûsîlerinden cizye aldığını duydum» demiştir.
Beyhakî diyor ki: «îbni Şihâb bu hadîsini îbnü'l - Müseyyeb'ten almıgtır.
İbnül - Mûseyyeb'in. ise mürsel-leri iyidir», tşte musannif merhumun işaret
ettiği inkıta' budur. tmam Şafiî (150—204)'nin Abdurrahman b. Avf'dan tahrîc
ettiği bir hadîse göre, Ömerü'bnü'l - Hattab (R.A.) mecûsîleri zikrederek: «Bunlar
hakkında ne yapacağını bitmiyorum» demiş. Buna Hazret-t Abdurrahman : «Ben
Resûlüllah (S.A.V.)'i :
— Onlara ehl-î kîtab
muamelesi yapın; derken işittim» diye mukabelede bulunmuştur. İmam Ebû Dâvud
(202 — 275) ile Beyhakî, Ibnl Abbas (R. A./dan şu hadîsi tahrîc etmişlerdir:
«tbni Abbas demiştir
ki: Hecer mecûsilerinden bir adam Peygamber (S.A.V.)'e geldi (yanından)
çıktığı zaman kendlklne :
— Allah ve Resulü
sizin hakkınızda ne hüküm buyurdular? dedim:
— Şer; dedi :
— Yapma t dedim :
— Yâ müslüman olmayı,
yâhud ölümü; dedl.ı Ibnİ Abbas demiştir ki : «Abdurrahman b. Avf : Resûlüllah
(S.A.V.) onlardan cizyeyi kabul etti; demiş. Nâs Abdurrahman'ın kavlini aldı da
benim İşittiğimi bırakdır.
Ibnİ Abbas (R. A.)'m işittiğini
kabul etmemelerinin sebebi râvînin mecûsî olmasındandır. Mecûsînin rivayeti
biüttifak makbul değildir. Hz. Abdurrahman'ın rivayeti ise mensul ve şahindir.
Tdberânî (260— 360) 'nin Müslim b. el - Alâ-i Hadramî'den. tahrîc ettiği bir
hadisin sonunda :
«Mecûsîlere ehl-i
kitab muamelesi yapın» buyuruimak-tadır. Beyhakî dahî Iran mecûsîleri hakkında
buna benzer bir hadis rivayet eder.
Bütün bu hadîsler
bilumum mecûsüerden babımızın hadîsi ise hâs-seten Hecer mecûsilerinden cizye
alınacağına delâlet ederler. Nitekim Tefti* Hazretleri :
«[234]
Allah'a ve âhire t gününe İmân etmeyen ve Allah ile Resulünün ehl-İ kttftbtan
ma'dud kimselerle, kendileri zelil ve hakir bir halde cizyeyi elden verinceye
kadar muharebe edin.» âyet-i kerîmesi ile cizyenin yahûdîlerle,
hıristiyanlardan da alınmasını emir buyurmuştur.
Hattâbî diyor ki :
«Hz. Ömer (R.A.)'m, tâ Abdurrahman b. Avf: Hecer yahûdîlerlnden Peygamber
(S.A.V.) cizye aldı; diye şehâdet edinceye kadar mecûsîlerden cizye almaktan
çekinmesi, sahâbe-î Kirâm'm: her müşrikten cizye alınmaz kanâatinde olduklarına
delildir. Nitekim Evzâî'mn mezhebi budur. Onlar cizyenin yalnız ehl-i ki-tiptan
alınacağına kaani' idiler.
Acaba- mecûsîlerden
niçin cizye alınır? Ulemâ bu hususda ihtilâf etmişlercfeıs/mam Şâ/iî'nin
ikLkavlinden mürecceh olana göre ehl-i kitaptan oldukları için alınır. Bu kavil
Hz. Alî b. Ebî Tâlib (R. A.)dan da rivayet olunmuştur. Ekser-i ulemâ ya göre
ise mecûsîler ehl-i kitaptan değildirler. Onlara göre yahûdîlerle
hıristiyanlardan cizye nass-ı kitabla mecûsîlerden ise sünnetle alınır..»
Hâsılı cizye her
müşrikten alınır. Nitekim «cîhad bahsi» nde geçen Süleyman b. Büreyde
hadîsinden de bu mânâ anlaşılır. Resûlüliah (S.A.v.)'in : «Onlara ehl-i kitâb
muamelesi yapın» buyurması mecûsîlerin ehl-i kitâb olmadıklarına işarettir.
Aşağıdaki hadîs dahî bu ma'ruzatı te'yîd eder.[235]
1332/1123- «[236] Asım
b. Ömer'den o da Enes ife[237]
Osman b. Ebt Süleyman'dan -radtyallahü anhüm* f$Itmtş olarak rivayet edildiğine
göre. Peygamber salîallahü aleyhi ve seUem Hâlid b. Velîd'i[238] Dûme'ye
göndermiş. (Hâlid île arkadaşları) onu tutup getirmişler. Resûlüliah saltaUahü
aleyhi ve selîem ona canını bağışlamış ve cizye vermek üzere kendisi ile
anlaşma yapmıştır.»[239]
Bu hadîsi Ebu Dâvud
rivayet etmiştir.
Battâbî'nin verdiği
malûmata göre Ükeydir-i Dûme Araplardan biridir. Gassân'lı olduğu söylenir.
Hadîs-i şerîf, şâir
milletlerden olduğu gibi araplardan da cizye alınabileceğine delildir. Fahr-I
Kâinat (S.A.V.) Efendimiz son gazaları olarak Tebük muharebesinde kendileri
Tebük'de kalarak Hz. Hâlid'i göndermiş; ve :
«Muhakkak sen onu
sığır avlarken bulacaksın» buyurmuşlardır. Hazret-t Hâlîd (R.AJ, Ükeydir'in
kal'asma mehtaplı bir gecede varmıştı. Kal'aya gözle görülebilecek derecede
sokulmuş, ve orada durmuştu; Derken bir yaban öküzü belirdi. Hayvan Ükeydir'in
köşküne yaklaşmış; âdeta boynuzları kapıya sürünüyordu. O anda Ükeydir
muhafızları ile birlikte sarayından çıkıverdi. Resûlüllah (S. A.V.)'in
askerleri muhafızları öldürdüler. Ükeydir'in kardeşi Hassan da ölenler arasında
idi. Ükeydir'i öldürmeden yakalayarak getirdiler. Peygamber (S.A.V.) ona canını
bağışladı. Ükeydir hıristiyandı. Hz. Hâlid, Hassân'ın üzerindeki altınla
işlemeli ipekten mûmul kaftanı alarak Resûîüllah (S.A.V.)'e göndermişti.
Ükeydir'e de Resûlüllah (S.A. V.)'in huzuruna vanncaya kadar emân vermişti.
Ancak bu emân mukabilinde ondan Dûmetü'l - Cendel'i teslim edeceğine dâir söz
almıştı. Ükeydir bunu yaptı. Ve Resûlüllah (S.A.V.)'e 2000 deve, 2000 zırh,
4000 mızrak ve 800 baş davar vermek şartı ile aralarında bir anlaşma yapıldı...
Peygamber (S.A.V.)'in
Ükeydir'i İslâm'a da'vet ettiği, fakat o buna yanaşmadığı için vergiye
bağlandığı dahî rivayet olunuyor.[240]
1333/1124- «Muâz
b. Cebel radıyaUakü anh'den rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Peygamber sadahü
aleyhi ve selîem benî, Yemen'e gönderdi. Ve bana her Akil bâlîğ'den bîr dînâr
veya onun tutarı kadar Ma'âfir[241]
kumaşı almamı emrtiîl.»[242]
Bu hadîsi Üç'ler
tahrîc etmiştir. İbnl Hlbbân ile Hâkim onu sahîhlemişlerdir,
tmam Tirmizî (209—279)
onun hakkında: «hasen bir hadîstir» demiş; ve bazı kimselerin onu mürsel
olarak rivayet ettiğini söylemiştir. Kendisi de mürsel olmasını daha sahih
bulmaktadır. Mezkûr hadîsi tbni Hazm-i Zahirî (384—456) münkatı' olmakla
ü-letlendirmiştir. Zîrâ ona göre hadîsin râvîlerinden Mesruk, Hz. Mu-âz'a
yetişmemiştir. Ebu Dâvud ise bu hadîsin münker olduğunu söylemiş; ve : «.tmam
Ahmed'in bu hadisi pek şiddetle inkâr ederdiğini duydum» demiştir. Beyhakî
diyor ki : «Münker olan rivayet, Ebâ Muâviye'nin A'meg'&en, onun da İbrahim'den,
onun da Mesrûk'tan onun da Muâz'dan rivayetidir. A'meş'in Ebû Vâil'den, onun da
Mes-rufc'tan rivayeti mahfuzdur. Onu A'meş'den bir cemâat rivayet etmişlerdir-ki,
Süfyân-ı Sevrî, Şu'be, Ma'mer, Ebu Avâne, Yahya b. Şu'be ve Hafs b. Chyâs
bunlar arasındadır.»
Hadis-i şerif, cizyeyi
her âkil baliğ için altından bir dinarla takdir etmenin caiz olduğuna delildir.
Âkil baliğ olan kimsenin mutlak zikredilmesine bakılırsa cizye hususunda
zenginle fakir arasında fark olmamak îcâbeder. Ve küffârın her birinden senede
bir dînâr alınır. İmam Şafiî ile imam Ahmed b. HanbeVia mezhebi bu olduğunu
yukarıda görmüştük. Ancak İmam Ahmed'e göre ya bir dînâr, yâhud onun tutarı
ma'âfirî kumaşı alınır; ziyâde veya noksan olmaz. Şafiî'ye göre ise bir dînâr
en az mikdarın haddidir. Daha fazla da alınabilir. Şafiî'nin delili Ebu
Davud'un tahrîc ettiği İbnî Abbas hadîsidir. Mezkûr hadîsdc Peygamber
(S.A.V.)in Necrânfılar'la yılda 2000 hülle vermeleri ve bunların yarısını
muharrem, yansını da receb aylarından teslim etmeleri keza 30 adet zırh, 30 at,
30 deve ve muhtelif silâhlardan müslümanlann harpte işine yarayacak otuzar
dânesinin garantili yani zarar ve ziyanı ödenmek şartı ile müs-îümanlara
emaneten verilmesi şartı ile anlaşma yaptığı beyân edilir, tmam Şafiî :
«Müslümanların bazı ulemâsından ve zhnmîlerden işittiğime göre Necrânlı'lar,
kendilerinden alman her şeyin bir dî-nârdan fazla kıymetde olduğunu
söylerlermiş» diyor Hz. Ömer (R. A.)'m mezhebi de budur. Müşârün ileyh
hazretleri cizyeyi bir dinardan fazla alırdı. Bazıları cizye hakkında bir
tahdîd olmadığına kaildirler: Onlara göre bu iş müslümanlann hükümdanna bırakılmıştır
ve bâbtaki hadîsler muhayyerlik ifâde ederler.
Hadîsimiz, kadından
cizye alınmayacağına delâlet ediyor. Çünkü âkil baliğ mânâsına gelen «hâlim» ta'biri
erkekleri ifâde eder.
Nihâyetü- Müctehîd»-
nâm eserde: «Ulemâ cizyenin ancak üç vasıf yanj erkeklik, bulûğ ve hürriyet
vasıfları üe lâzım geleceğine ittifak etmişlerdir. Deli, kötürüm ve
ihtiyarlarla dîn adamlarından ve fakirlerden cizye alınması ihtilaflıdır.
Bunların hepsi içtihadı meseîc, mütevakkıf değillerdir, Uîemâ'nın ihtilâfına sebeb,
adı geçenlerin öldürülüp öldürülmemesidir..» deniliyor.
Vakıa' BeyhakVmn,
Hakem b. Uteybe'den rivayet ettiği bir ha-dîsde Peygamber (S.A.V.)'in Yemen'de
bulunan Muâz (R.A.)'a. yazdığı nâmede her âkil baliğ erkek ve kadından bir
dînâr veya kıymuüni almasını emrettiği zikrediliyorsa da o hadîsin isnadı
munkatı'dır. Ayni hadîsi İbni Ebî Şeybe, Hz. İbnî Abbas'dan muttasıl bir senede
rivayet eder; 15kin Beyhakî : «Ebu Şeyhe zaîftir» demiştir. Bu bâbta Amir b.
Bâzm'le Urve'den de hadîsler rivayet edilmiştir. Fakat her ikisi .m de
isnâdları munkatı'dır.
Lİu suretle
anlaşılıyor ki, kadından cizye alınması hususunda kendisi üe amel edilebilecek
bir hadis sabit olmamıştır. İmam Şafiî gunları söylemiştir : «Muhammed b. Hâlid
ile Abdullah b. Amir b. Müslim'e ve Yemenliler'den bir çok ulemâ'ya sordum.
Hepsi kendilerinde önce geçen bir çok zevattan onlar da kendilerinden önce
geçen ve hepsi sika olan bir çok zevattan rivayet ederek hepsi Peygamber
(S.A.V.)in Yemen'deki zimmîler'den her sene birer dînâr cizye aldığını hikâye
ettiler Bunlar kadınlardan cizye alındığım isbât etmiyorlar. Umuiîüyetİc
ekinlerinden cizye alındığını söylüyorlar. Halbuki onların mezrûâtı vardı. Bizim
bildiğimiz: hayvanlarından da bir şey alınmamıştır. Yemen zımmîlerinden ayrı
ayrı yerlerde yaşayan bir' çoklarına sordum: Bana hiç birinin sözü ötekinin
sözüne muhalif olmamak şartı ile hepsi Muâz'ın kendilerinden baliğ olanlar
için birer dînâr aldığını söylediler. Onlar baliğ olan kimseye, «hâlim»
diyorlardı. Peygamber (S.A.V.)'in Muâz'a yazdığı nâmede : (her hâlimden bir
dînâr alınacak) buyurduğunu söylediler,»
Gerek Hz. Muâz
hadîsinden, gerekse yukarıda geçen İbni Büreyde hadîsinden anlaşılıyor ki, verilen
cizyeyi kabul etmek vâcibtir. Cizyeyi almayarak o adamı öldürmek ise haramdır.
Cizye âyetinden anlaşılan mânâ da budur. Yani âyet-i kerîme'nîn başında
emredilen muharebe küffârın cizyeyi kabul etmeleri ile derhal kesilecektir.[243]
1334/1125- «Âîz
b. Amr-ı Müzeni radıyallahü cnft'den Peygamber saîlaUahü aleyhi ve sellem'âen
İşitilmiş olarak rîvâyeî edildiğine göre Rcsûlüllah saîlaUahü aleyhi ve sellem:
— İslâmiyet yücelir,
Onun üzerine yükselinemez; buyurmuşîardır.»[244]
Bu hadîsi Dâre Kulnî
tahrîc etmiştir.
Hadîs-i şerif, ehl-i
islâm'ın her şeyde şâir dinler sâîiklerinden yüksek mertebede bulunduklarına
delildir. Sair milletler müslümanlara muaraza ettikleri vakit hak daima îmân
ehli olanlarındır. Resûlüllah (S.A.V.) Küffârı dar yollara sıkıştırmaya emir
buyurmakla bu mânâya işaret etmiştir. Hak dîn daima yükselmekde dîn-i islâm'ın
düşmanları ne kadar çok olursa olsun, her asırda onu yeni yeni bir çok
kimseler kabul etmekde ve böylelikle yüksekliği gün begün artmaktadır.[245]
1335/1125- «Ebû
Hüreyre radzyallahü aniden Peygamber sâUal-lahü aleyhi v? sellem'den işitmiş
olarak rivayet edildiğine göre Resû-lüflah saUallahü aleyhi ve sellem :
— Yahudilerle
hıristiyanlara (rastladığınızda) evvelâ siz selâm vermeyin. Onlardan birine bir
yolda rastgelirseniz kendisini yolun dar tarafına sıkıştırın; buyurmuşlardır.»[246]
Bu hadîsi Müslim
rivayet etmiştir.
Hadîs-i şerîf,
müslümamn yahûdr veya hırstiyanla karşılaştığı zaman onlardan çabuk davranarak
kendilerine selâm vermesinin haram olduğuna delâlet ediyor. Çünkü nehîde asıl
olan tahrîm ifâde etmesidir. Onu, kerahete hamletmek aslî mânâsından
çıkarmaktır. Maamâfîh bazı kimseler onu yine de kerahete hamletmişlerdir. Selef
ve halefin cumhuruna göre gayr-i müslimlere selâm vermek haramdır. Fakat içlerinde
Ibnî Abbas (R. A./da bulunan bazı ulemâ onlara selâm vermenin caiz olduğuna
kaildirler. Şâfiîler'den bazıları da bu kavli tercih etmişlerdir. Yalnız
onlara göre gayr-i müslim'e selâm, müfred sigâsı ile verilir; yâni «es selâmü
eleyke» denilir. Bunların delili :
«[247] Hem
insanlara güzel sözler söyleyin» âyet-i kerîmesi île selâmı ifşa etmeyi
bildiren hadîslerdir. Bu zevata : «âyet ve hadîslerin umumu bu hadîsle tahsis
edilmiştir» diye cevap verilmiştir.
Buradaki hüküm gayr-i
müslim yalnız olduğuna göredir. Şayet yanında bir müslüman bulunursa selâmı
ile onu kasdederek ikisine birden selâm vermek caizdir, Zîrâ Peygamber
(S.A.V.)'in müslümanlarla müşriklerden mürekkeb bir cemâate selâm verdiği sabit
olmuştur.
«Evvelâ SİZ selâm
vermeyin» ifâdesinin mefhum-ı muhalifine bakılırsa gayr-i müslimler selâm
verdikde onlara cevap verilebileceği anlaşılır. Teâlâ Hazretlerinin :
«[248]
Şayet size bir selâm verilirse siz ondan daha âlâsını verin, yahud aynı sefamı
İade edin» âyet-i kerîmesi ile :
«Size ehl-i kitâb
selâm verirlerse siz de: ve aleyküm; deyin» hadîsi ve;
«Şüphesiz ki yahûdîler
size selâm verirlerse her biri: ölüm size; der. Sizde (ona) : size de; deyin»
hadîsi dahî bu mânâya delâlet ederler.
Ulemâ ehl-i kitabın
selâmlarına selâmla cevap verileceğine müttefiktirler. Yalnız onların s«lâmı
«ve aleyküm» cümlesine münhasır kalacaktır. Müslim'de hadîsin rivayeti
böyledir. Battâbî diyor ki : «Umumiyetle hadîs imamları bu cümleyi (vav)'Ia
rivayet ederler; yalnız Ibyi Uyeyne'nin onu (vav)'sız rivayet ettiğini
söylerler. Ûoğ-rusu da j^udur. Çünkü (vav) hazfedilirse kâfirin sözü olduğu
gibi kendilerine iade edilmiş olur. (Vav)'la söylenirse, söyledikleri söz-' de
onlarla ortak olmayı, iktizâ eder.»
Nevev\ ise selâm
cümlesine (vav)'ı katmakla atmak arasında hiç bir fark görmüyor; ve bu cümlenin
iki şekilde de sahîh; rivâyellerde yer aldığını; her ne kadar atıf harfi olan
(vav) ortaklık iktizâ etse de ölümün bize de, onlara da mukadder olduğunu ondan
kaçmanın imkân hâricinde bulunduğunu söylüyor.
Hadîs-i şerif
müslümanlarla ayni yolda yolculuk eden gayr-i müslimleri yolun dar tarafına
sıkıştırarak müslümanlara yolu genişletmenin lüzumuna da delâlet etmektedir.
Ancak yolda müslümanlar yoksa istedikleri gibi gidebilirler.
Falde : Yahûdîler'in
müslümanlara tesadüf ettikleri vakit onları kasden sol taraflarına aldıkları
zaman, zaman müşahede olunmuş ahvaldendir. Bu bâbta hiç bir hadîs yoktur.
Onlar bunu kendilerine üstünlüğünü göstermek maksadı ile uydurmuşlardır.
Bununla müslümanlara karşı olduklarını anlatmak isterler.[249]
1336/1127- «Mİsverb.
Mahreme İle Mervan radtyallahü anhümâdan rivayet olunduğuna göre Peygamber
saUalîahü aleyhi ve selleih Hu dey biye harbine çıkmış...» Râvî (burada) hadîsi
uzun uzadıya anlatmıştır. Bu hadîsde: «işte
bu, Muhammed b. Abdîtlâh'In Süheyl b. Amır'la on sene harbi terketmeye dâir
yaptığı anlaşmadır. Bu yıllar zarfında halk emnlyet.de olacak ve bir
birbirlerine dokunmayacaklardır» hadisi de vardır.
Hadîsi Ebu Dâvud
tahrîc etmiştir. Aslı Buharî'dedir. Bu hadîsin bir kısmını Müslim, Enes'den
tahrîc etmiştir. Onun rivayetinde : «Sizden (bize) kim gelirse onu size İade
etmeyeceğiz; fakat bizden size gideni siz bize lâde edeceksiniz.» cümlesi de
vardır. Bunun üzerine ashâb :
— Bunu yazıyormusunuz
yâ Resûlallah? demişler: Resûlüllah (S.
A.V.) :
— Evet (yazıyorum);
çünkü bizden onlara gideni Allah ırak eylesin. Onlardan bize gelen için ise
elbet Allah bir ferahlık ve çıkar yol halkedecektir; buyurmuşlardır.[250]
Hadîs-i şerif bir
maslahattan dolayı müslümanlarla düşmanları olan müşrikler arasında muayyen bir
müddet için barış akdedilebile-ğine delildir. Bu hadîsde iade edilmeyecekleri
bildirilenler, müşrikler tarafına geçen müslümanlardır. tâde edilecek
olanlarsa» Mekke müşriklerinden müslümanlar
tarafına geçenlerdir. Mezkûr şart ashâb-ı cirâm'a pek giran gelmiş ve : «Bun
yazıyormusunui yâ Resûlâllahl» diye sormaktan kendilerini alamamışlardı.
Bununla beraber Resûlüllah (5.A.V.) o şartı yine de yazmıştı. Hadîs uzundur.
Onu Siyer İmamları «Hudeybiye» kıssasında zikrederler. Ibnü'l - Kayyım (691—751)
«Zâdü'l - Meâd» nâm eserine hadîsin tamamını almış; ve onda bir çok faideler
bulunduğunu söylemiştir.
Bu hadîsde Peygamber
(S.A.V.)in Ebû Cendel'i müşriklere iade ettiği de zikrolunuyor. Ebû Cendel b.
Süheyl daha barış imzalanmadan müslüman olarak Resûlüllah (S.A.V.)*e iltica
etmişti. Anlaşma gereğince müşriklere iade edildi. Fakat çok geçmeden Allah
kendisine bir kurtuluş yolu hâîketti. Ebû Cendel müşriklerin elinden kaçarak
onların kervanlarının geçeceği bir yolu tuttu; ve yollarını kesmeye başladı. Az
zaman umre etrafına müslümanlardan müteşekkil bir cemâat toplanmışı S u
suretle Mekke müşriklerinin yollardaki kervanlarını tazyîka başladılar...
Peygamber (S,A.V.)'in
kendisine iltica eden kadınları müşriklere iade etmediği sübût bulmuştur. Bunun
sebebi, anlaşmanın yalnız erkekler hakkında yapılmış olmasıdır. Kureyş
sonradan anlaşmayı kadınia-rada teşmil-etmek istemişse de, Resûl-İ Ekrem
(S.A.V.) bunu kabul etmemiştir. Kadınlardan Ümmü Külsûm bîntü Ebî Muayf hicret
ederek müslümanlara iltica etmişti. Teâlâ Hazrefleri de şu âyet-i kerîme'yi
indirdi:
[251] kadınları kâfirlere İade etmeyin.»
Hadîsimiz düşman
tarafından müslümanlara iltica edenlerin düşmana iade edilmemesi $jrtı ile
barış yapılabileceğine de delâlet ediyor.[252]
1338/1128- «Abdullah
b. Ömer radıyallahü anhümâ'dan Peygamber sallaUahü ateyhi ve SeUem'den İşitmiş
olarak rivayet edildiğine göre, Resûlüllah sallaUahü aleyhi ve seîlem:
— Bir kimse bir
muâhedi Öldürürse Cennet kokusunu koklayamaz; halbuki onun kokusu kırk yıllık
mesafeden duyulur; buyurmuşlardır.»[253]
Muâhed'in; kendisine
emân verilerek hayatı emniyet altına alman gayr-i müslim demek olduğunu
yukarıda görmüştük. Hadîsin Bu-hâri ve diğer hadîs kitaplarında muhtelif
lâfızlarla rivayetleri vardır. Kırk yıllık mesafeden» ifâdesinin yerine
îsmâîlVmn rivayetinde «Yetmiş yıllık» tâbiri kullanılmıştır. Tirmizî ile
Bey-hakVnm. rivayet ettiği bir hadîsde de «Yüz yıllık mesafeden» denilmiş;
diğer bir rivâyetde «BeşyÜZ yıllık mesafeden» buyu-rulmuş; îmam Mâlik «eZ –
Muvatta adlı eserinde Hz. Câbir'den
rivâyeten:
«Şüphesiz ki Cüfmetln
kokusu bin yı'fsk mesafeden duyulur» hadîsini taiı icştir.
Ulemâ-i kiram bu
muhtelif rivayetlerin arasını bulmuşlardır. Musannif merhum hülâsa olarak
şöyle demektedir : «Bu idrâk kıyamette olacaktır; ve herkesin mertebesine göre
değişecektir. Messlâ: Cen-net'in kokusunu 50Ö y^JIik mesafeden alan, onu yetmiş
yıllık mesafeden alandan efdâl olapaktırTDiğer mertebeler de öyledir. Buna üstadımız,
Tirmizî şerhi'nde işaret etmiştir. Bunun benzerini de îb-nü'l- A'rabî'nin
eserinde gördür...»
Hadîs-i şerif
kendisine emân verilen bir gayr-i müslimîn öldürülmesini haram kılmaktadır.
Böyle bir kimseyi Öldürenin kısas edilip edilmeyeceği ulemâ arasında
ihtilaflıdır, el-Mühelleb diyor ki : «Bu hadîsde müslüman, muâhed veya zimmîyi
öldürdüğü takdirde kendisi kısas edilmeyeceğine delâlet vardır; zîrâ bunda
yalnız uh-revî ceza zikredilmiş; dünyevî cezadan bahsolunmamıştır.»[254]
Sebk : yarış mânâsına
masdardır. Burada murâd olan mânâ da "budur. Sebak ise koşu için verilen
ödüldür.
Remy : dah! ok veya
kurşun gibi şeyleri atmak mânâsına masdardır. Burada ondan murâd : atış
müsâbakasıdır.[255]
1339/1129- «İbnl
Ömer radvyallahü anhümâ'den rivayet olunmuştur. Demlştfr ki: Peygamber
saUaUahû aleyhi ve sellem idman görmüş atlarla el-Hafyâ'dan müsabaka yaptı.
Atların hedefi Senlyettü'l -Veda fd{. İdman görmeyen atlarla İse Senlyyeden
Bent Züreyk mescidine kadar müsabaka yaptı. Ibnl Ömer de müsabakaya İştirak
edenler arasında Idİ.[256]
Hadis müttefekun
aleyh'dir. Buhârl şu ziyâdeyi rivayet etmiştir: «Süfyan: el-HafyA İle
Senlyyetü'l - Veda arası beş veya altı mildir. Se-nlyyedcn Beni Züreyk
mescidine kadar bir mil vardır; dedi.»
Hadîs-i şerîf'de geçen
cdummirat» fiilinin masdarı tadmirdlr.
Tadmlr : evvelâ
hayvanı güzelce besiye çekerek sonra alafını azaltmak ve zaîflatmaktır. «Sthah
sahibi bu işin kırk gün devam ettiğini ve bu müddete mldmar denildiğini söyler.
Araplar müsabaka yerine dahî midmâr derler. Koşu atlan güzelce çullanır ve
terletilerek şişmanlıkları giderilir. Bu suretle et ve sinirleri kuvvetlenir.
Hafyâ : Medtne-I
Münevvere'ye bir kaç mil mesafede bir yerdir.
Seniyyetü'l - Veda :
dahî Medine'ye yakın bir yerdir.
Hadîs-i şerif,
müsabakanın meşıu' olduğuna delildir. Müsabaka abesle iştigal değil, cihâda
hazırlık mahiyetinde güzel bir riyâ-zattır. Hükmü sebebine göre müstehâb veya
mubah olmaktır. Kur-tüb'% diyor ki: «At ve şâir hayvanla üzerinde, yâhud yaya
olarak müsabaka yapmanın caiz olduğunda hilaf yoktur. Ok ve diğer silâhlarla
atış müsabakası dahî böyledir. Çünkü bunlarda harbe alışma vardır.»
Bu hadîs harb için
hazırlanan atların idmana çekilebileceğine de delâlet eder. Hattâ bunun
müstehâb olduğunu söyleyenler vardır.[257]
1340/1130- «(Yine)
ondan -radıyallahü anh- rivayet edildiğine göre. Peygamber saUaüahü aleyhi ve
seUem atlar arasında ödül koymuş; ve hedef için beş yaşına basmış atları tercih
buyurmuştur.»[258]
Hadîsi Ahmed'le Ebû
Davud rivayet etmişlerdir. Ibnl hîbbân onu sahîhlemiştir.
Bu hadîs dahî bundan
önceki gibi, atlar arasında müsabaka yapmanın caiz olduğuna delildir. Beş
yaşına basmış atlar kuvvet ve metanetçe daha genç olanlardan üstün bulunmaları
ciheti ile onların hedeflerinin, diğerlerinden daha uzak tutulması gerektiğine
de işaret ediyor.[259]
1341/1131- Ebu
Hüreyre radıyaüahü anh'âtn rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûliillah
saUaUahü aleyhi ve sellem:
— Ödül ancak deve
koşusunda yâhud atr veya at müsabakasında vardır; buyurdular.»[260]
Bu hadîsi Ahmed'le
Üçler rivayet etmişlerdir. Ibnl Hİbban onu sahîhlemiştir.
Hadîsi Hâkim bir kaç tarikden
tahrîc etmiştir. îbnü'l-Kattan (120—198) ile îbni DakıH'l-îd (625—702) bu tarî'
leri sahîh bul-muşlarsa da Dâre Kutnl (308—385) bazılarını: mevkuftur; diye
ü-letlendirmiştİr.
Hur : devenin taban*;
hâfir: atın tırnağı; nasl: okun demiri; demektir. Burada cüz'ün zikir küllünü
kasıd kabilinden birer mecâz-ı mürsel vardır. Mezkûr kelimeler: deve, at ve ok
mânâlarına kullanılmıştır. Yâhud bu kelimeler asıllarında birer izafet terkibi
olup muzafları hazf edilmiştir. Yani taban'dan murâd: tabanın sahibi,
tırnak'dan murâd tırnağın sahibi ilâh... dir.
Hadîs-i şerif, araya
ödül koyarak yarış yapmanın câis olduğuna delildir. Ödülü yarışçılardan
başkası verirse onu almak hilâfsız caizdir: «Yarışı kim kaybederse ödülü o
verecek» diye ikisine de nart ±. julursa haramdır; zîrâ kumar olur. îki
taraftan yalnız birine şart koşulursa meselâ : «sen beni geçersen sana 100
lira vereceğim; ben geçersem senden bir şey almayacağım» derse cumhur-u ulemâ'ya
göre caizdir.
Hadîsin zahirine
bakılırsa müsabaka yalnız bu üç şeyde olacağı anlaşılır. MâHktler'le,
Şâfiîler'in mezhebi budur. Hanefîler'e göre at, katır, eşek, deve gibi
hayvanlarla müsabaka yapmak caiz olduğu gibi. insan koşusu ve atış müsabakaları
da caizdir. Âtâ'dan rivayet edildiğine göre kendisi müsabakayı her şeyde caiz
görürmüş.
Müsabakalarda Ödül ve
mükâfatın meşru' olması cihâda teşvik içindir.[261]
1342/1132- «(Bu
da) Ebu Hüreyre radıyaUahü anh'den Peygamber sallaUahil aleyhi ve sellem'den
İşitmiş olarak rivayet edildiğine göre, Resûliillah satlaUahü aleyhi ve sellem:
— Her kim geçileceğinden
emin olmayarak iki at arasında bir at koyarsa bunda bir beis yoktur. Geçileceğinden
emin olursa o kumardır; buyurmuşlardır.»[262]
Bu hadîsi Ahmed'le,
Ebu Dâvud rivayet etmişlerdir, isnadı zâîftir,
Hadîs-i şerifin Hz.
Ebu Hüreyre kadar isnadının sahih olu;) olmadığı ihtilaflıdır. Hattâ Ebu Hatim
: «Bu fcadîsin en güzel hâli SaîdL'l - Müsevyeb'e mevkuf olmasıdır. Onu Yhhyâ
b. Said'de 8aîd'-den kendi sözü olarak rivayet etmiştir.» demektedir. Filhakika
seZ-Mwoattnf> da'dahî Zührî tarîki ite Hz, Saîd'den kendi sözü olmak üzere
rivayet olunmuştur. İmam Şafiî onu Saîd b. Müseyyeb tarîki ile Ebu Hüreyre (R.
A.)'daxı rivayet edenleri tahrîc etmiştir.
«Geçileceğinden emîn
olmayarak» buyurulması muhalin adı verilen üçüncü atın müsabakayı kazanacağı
yüzde yüz belli olmaması şart olduğundandır. Aksi takdirde müsabaka kumar
olur. Bu şart Hanefîler'le diğer bazı ulemâ'ya göre muteberdir. Çünkü
müsâbaka-kadan maksad atları denemektir. Geçeceği ma'lûm olan atla bu mak-sad
tahakkuk edemez.
Hâsılı iki at arasında
iki taraftan ödül şart koşarak : «benim atım geçerse sen bana şu kadar para
vereceksin; senin atın geçerse ben sana şu kadar vereceğim» demek kumardır.
Ancak bu atların arasına onları geçeceği ümîd edilen üçüncü bir at daha
katılır ve ikisini de geçtiği takdirde ödülü alır; ikisini de geçemediği
takdirde hiç bir şey alamaz; öteki atlardan hangisi geçerse ödülü o alırsa
müsabaka kumar olmaktan çıkar. Müsabakanın haram olmaktan kurtulmasına sebeb
oldu-.ğu için üççüncü ata «muhalin» yani halâl kıldıran derler.
İki dîn âliminin
ihtilâf ettikleri bir mesele hakkında ortaya mükâfat koyarak başka bir âlime
müracaat etmeleri de yukarıdaki tafsilâta göredir. Zîrâ cihâda râci bir
mânâdan dolayı atlar arasında müsâ-"baka caiz olunca ilim tahsiline
teşvike medar olacak müsabakanın caiz, hattâ mendup olması evleviyetde kalır.
Atış ta'Iimi ile insan koşusu gibi şeyler dahî menduptur.
Araya mükâfat koymadan
yapılan koşular mubah ise de sırf eğlence için tertib edilen müsabakalarla
hayvanı müşteViye iyi göstermek maksadı ile yapılanlar mekruhtur.[263]
1343/1133- «Ukbetü'bnü
Amir radtyallahü an/t'den rivayet
olunmuştur. Demh' r kî: Resûlüllah sdüallahü aleyhi ve seUem!\t minber üzerînde
(Müşrikler için gücünüzün yefttğİ kadar kuvvet hazırlayın) âyetini okuyarak:
— Dikkat edin kuvvet
silâh atmaktır. Dikkat edin! kuvvet silâh atmaktır. Dikkat edin kuvvet silâh
atmaktır; derken İşittim.»[264]
Bu hadîsi Müslim
rivayet etmiştir.
Hadîs-i şerif
Resûlüllah (S.A.V.)'in minberde okuduğu âyetin tefsiridir. O zaman silâh atışı
oklardan ibaretdi. Emir bu günkü top, tüfek, füze gibi çeşitli harp
silâhlarına da şâmildir. Çünkü bunların hepsi düşmana karşı hazırlıktır.
Muhtelif silâhları
kullanmak için askerî ta'lime tâbi' tutmak dahi hadîsimizin delâlet ettiği
ahkâm cümlesindendir. Zîrâ düşmana karşı hazırlık ancak silâh kullanmayı
bilmekle tamam olur. Silâh kullanmasını bilmeyene; kuvvetini hazırlamış,
denilemez.[265]
1344/1134- «Ebû
Hüreyre radıyaltahü anh'dm Peygamber salîalla-hü aleyhi ve sellem'den duymuş
olarak rivayet edildiğine göre, Resûlüllah sdüaUahü aleyhi ve seîlem:
— Azı dişi olan her
yırtıcı hayvanın yenilmesi haramdır; buyurmuşlardır.»[266]
Bu hadîsi Müslim
rivayet etmiştir. Müslim bu hadîsi Ibni Abbas'dan cnehyettl» lâfzı ile tahrîc
etmiştir. Ibnf Abbas : «ve pençesi ile avlanan her kuşu» ibaresini ziyâde
eylemiştir.
Hadîs-i şerîf azı
dişleri ile avlanan yırtıcı hayvan ve pençeleri ile avlanan yırtıcı kuş
etlerinin yenilmesi haram olduğuna delildir.
Sebu : yırtıcı hayvan
demektir, «en - Nihâye nâm eserde : «Azl dişi olan yırtıcıdan murâd aralan,
kaplan, kurd ve emsali gibi avını kahren parçalayıp yiyen hayvanlardır. deniliyor.
Ulemâ bu gibi
hayvanların hangileri haram kılındığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. İmam-ı
Â'sam Ebû Hantfe, Şafiî, Ahmed b. Han-bel ve Dâvud-u Zahirî bu hadisle amel
etmişlerdir. Yalnız haram kılınan yartıcılann cinsini ta'yinde ihtilâf
halindedirler. Ebu Hani-/e'ye göre etle beslenen ve aaa dis>olan her hayvan
yırtıcıdır. Aralan, kaplan, pars, kurd, ayı, tilki, çakal, sırtlan, fil,
maymun, yaban, faresi, yaban kedisi, gelincik, sansar, samur, sincap ve şâire
gibi. Bu hayvanların haram kılınması insana Allah'ın bir ikramıdır. Çünkü,
onları yemekle o hayvanların kötü hasletleri insana da geçer. Akar kanı olmayan,
sinek, arı, akreb ve şâire sinek ve böcek nev'ileri ile yerin içinde yaşayan
solucan ve yılanlar; fareler, kirpiler pis oldukları için yenmezler. Bunlardan
yalnız çekirge müstesnadır. Nitekim az ileride görülecektir. Diğerlerini yemek
haramdır. Şafüler'e güre insana saldıran arslan, kaplan, kurd gibi hayvanlar
yırtıcıdır; sırtlan ve tilki gibileri yırtıcı sayılmazlar. Çünkü bu hayvanlar
insana saldırmazlar. Ibni Abdüberr'in nakline göre ashâb-i kira m'dan İbnl
Abbas, Alşe ve bir rivayete göre Ibnİ Ömer (R. anküm) Ue Şa'bî ve Saîd b.
Cübeyr yırtıcı hayvanların yenilebileceğine kail olmuşlardır. Delilleri:
«[267] De
ki: ben bana vaht olunan kuKân'da haram kılınmış bir şey bulamıyorum..» âyet-i
kerîme'sidir. Onlara göre yenilmesi haram olan. şeyler mezkûr âyette
zikredilmiştir. Zikredilmeyenleri yemek helâldir. Fakat bu âyetle istidlale
ftfr&s edilmiş; onun Ebu Hüreyre hadisi ile neshedildiği ileri sürülmüştür.
«Zâten âyet-i kerîme ondan önceki âyet-te sekiz çift hayvanın bazılarını haram
i'tikâd eden küffâra bir red cevabı olmak üzere nazil olmuştur. Mânâ şudur :
Asü sizin helâl dedikleriniz haram; haram telâkki ettikleriniz helâldir. Sizin
yaptıklarınız* Allah'a iftiradır. Yenilmesi haram olan şeyler : lâşe, akıtılmış
kan, domuz eti ve Allah'tan başka bir mabud ismi ile kesilen hayvanlardır...
Görülüyor ki, En'a m süresindeki âyetler: leş, kan, domuz eti ve Allah'tan
başka ma'bud adı ile kesilen hayvan etini helâl eden; şerîatia mubah kıldığı
bir çok şeyleri haram sayan küffâr hakkındadır; ve onların hâlini beyân eder»
diyorlar.
İmam Mâlik'e göre:
Yırtıcı hayvanları yemek haram değil mekruhtur. Köpek hakkında ondan biri
haram, diğeri mekruh olmak üzere iki kavil rivayet olunur. Bu kavillerden
meşhur olanı haram olmasıdır.
Hanbelîler'in yırtıcı
hayvanlar hakin d a ki kavli hemen hemen Ha-nefîler'in kavli gibidir.
Yırtıcı kuşlara
gelince : Bu hususta babımızın hadîsinden maada tmam Tirmizî'nin Hr. Câbir
(R.A.) ile Irbâd b. Sâriye (R.A.)'âan ı^hrîc ettiği hadîs de vardır. Mezkûr
hadîsde bu tahrimin Hayber gazasında vuku' bulduğu zikredilmektedir.
Kamus'da.: «mihleb
yırtıcı hayvan ve kuşların tırnağı; yâhud (mihleb) avlanan kuşun tırnağı;
(zufr) da avlanmayanm tırnağıdır» deniliyor.
Hansffler, Şâfiîler,
Hanbeİîler, Zahirîler ve cumhur-u ulemâ yırtıcı kuşların yenilmesinin haram
olduğuna kaildirler. Hanbcîîler'in «Delilü't - talib» adlı fıkıh kitabında
şöyle deniliyor: «kuşlardan haram olanlar: kartal, atmaca, şahin gibi avını
pençesi ile yakalayanlardır.» Hanefîler'le Şâfiîler'in kitapları dahî buna
benzer îzâhât vermektedir.
imam Malik'e göre :
Yırtıcı kuşların dahî yenilmesi haram değil, mekruhtur. Hattâ «nesir» denilen
kartal onlara göre yırtıcı değilse de yenilmesi doğru değildir; çünkü pis bir
hayvandır.
Şâfiiler'e göre:
Öldürülmesi mendub olan yılan, akreb, alaca karga, çaylak, fare ve zararı
dokunan her yırtıcı haramdır. Delilleri:
«Beş nev'i fâsık
(hayvan) vardır; bunlar hılde ve haremde Öldürülürler...» hadîs-i şerîfi'dir.
Bu hadîs «hacc bahsi» nde geçmişti. Aklî delilleri ise adı r"eçen hayvanların
şer'an ve tab'an pis sayılmalarıdır.
Hanefiler'e göre :
Akbaba, karga, keler[268],
kaplumbağa ve emsalini yemek mekruh; tohum kargası, saksağan, güvercin, kaz,
ördek, tavuk, bıldırcın, keklik, sığırcık, çulluk, bülbül ve şâir kuşları yemek
helâldir. Deniz hayvanlarından ise yalnız balık helâldir. Sair deniz hayvanları
habâisten me'dudtur. Bunlara kurbağa bile dâhildir.
Malikiler'e göre :
Haşerat ite bilumurn deniz hayvanlarını yemek mubahtır; Elverir ki, yiyenin
tabiatı kabul etsin ve kendisine bir zararı dokunmasın. Deniz hayvanları
hakkında Şâfiiler de Mâllkller'le beraberdir. Şâir 'fiayvanların hükmü ygri
geldikçe görülecektir.[269]
1345/1135- «Cabir
radıydtlahü anh'den rivayet olunmuştur. Demiştir ki: ResûlüHah salîallahü
aleyhi ve sellem Hay ter gazasında ehl eşeklerin etlerini yasak etti; at etleri
(nl yemek) İçin de İzin verdi.»[270]
Hadîs müttefekun
aleyh'dir. Buhârt'nin (Câbîr'den) bir rivayetinde (fzîn verdi yerine), «ruhsat
verdi» denilmiştir.
Bu hadîsin bir çok
rivayetleri olup bazılarında: Resulü Hah (S.A.V.)'-in o gün, tencereleri ehlî
eşek etleri ile kaynarken görerek derhal bunların dökülmesini emrettiği; ve
:
— Bu hayvanların
etlerinden bîr şey yemeyin; buyurduğu
zikrediliyor. Diğer rivayetlerinde :
— Çünkü bu hayvanlar
ricstîr; yâhud «necistir» buyurduğu görülüyor. Hattâ bir rivâyetde :
— Çünkü bunlar, şeytan
İşi rİcs şeylerdir» buyurmuştur. Rics dahî necis demektir. Hadîs-i şerifte İki
mesele vardır:
1— Bu hadîs,
mantuku ile ehli eşeklerin yenilmesi haram olduğuna delâlet eder. Zîrâ nehyin
aslı tahrim içindir. Nitekim Sahâbe-İ kî-râm ile Tabiîn hazerâtı'nın cumhuru ve
onlardan sonraki ulemâ ehli eşek etlerinin haram olduğuna kaildirler. Yalnız
Ibni Abbas (R. A.)'ın:. «haram değildir» dediği rivayet edilmişse de bu
sözünden döndüğü sabit olmuştur. Hanefîler'den Kemal b. Bümam (788—861)'m
%Fethü’l-Kadir» nâm eserinde beyânına göre: üç şey vardır ki bunların iki defa
neshedildiği söylenir. Bunlar: Nikâh-ı müt'a, ehli eşek etlerinin yenilmesi ve
namazda Beyt-i Makdis'e dönmektir. Hx. Âişe (R. Anka) ile İmam Mâhk'âen ehli
eşeklerin yenilmesi hususunda: haram, mekruh ve mubah olmak üzere üç Ijavil
rivayet edilmiştir .
Bazıları: cehil
eşeklerin yenilmesi binek hayvanları azalacağı için yasak edilmiştir» derler;
ve iddialarını, Hx. Ibnt Abbas (R.A.)'ın bu bâbtaki bir bözü üe isbât etmek
isterlerse de onların bu iddialarını Muhammedb. 8'ırîn'in H. Enes b. Malik
(R.A.) 'dan rivayet ettiği şu hadis reddeder :
Enes demiştir ki:
ResûliilJah (S.A.V.) Hayberl fethettiği zaman biz oradan çıkan bir fakım
eşekler ele geçirdik; ve bunları keserek (etlerinden yemek) pişirdik. Derken
Resûlülfah (S.A.V.)'in kâhyası nida ederek :
— Gerçekten Allah ve
Resulü sizi bu hayvanların etlerini yemek-den nehyedfyorlar. Çünkü bunlar
murdardır, şeytan işidir; dedi. Bunun üzerine tencereler döküldü.»
Vakıa Peygamber
(S.A.V.) in bazı zevata ehli eşeklerin etlerini yemek için müsaade ettiğine
dair rivayetler varsa da bu rivayetler sa-hîh değildir. Binâenaleyh buradaki
sahîh hadislere muâraza edemezler.
2— Hadîs-i
Şerif, atların yenilebileceğine delâlet ediyor, imam Şafiî ile Hanefller'den
İmam Ebu Yusuf ve İmam, Muhammed'in İmam Ahmed b. Hanbel ve Cumhur-u ulemânın
mezhebleri budur. Onlar bu manâda daha başka hadîslerle de istidlal ederler.
Meselâ tbni EH Şeybe Şeyheyn'nin, şartları üzere, Atâ'd&nşu hadîsi tahrîc
etmiştir.
«Atâ, tbni Cüreyc'e:
— Senin selefin onu
yerlerdi; demiş, tbni Cüreyc diyor ki: kendisine:
— Ashâb-ı Resûlütah
mı? diye sordum:
— Evet; dedi.
İleride görülecek Esma
hadîsinde Peygamber (S.A.V.) zamanında at keserek yediklerinden
bahsolunacaktır.
îmam-ı A'zam Ebu
Hanîfe ile İmam Mâlik'e ve diğer bir takım ulemâ'ya göre at etinin haram olduğu
rivayet olunursa da mutemed rivayete göre at eti yemek İmam A'zam'a göre
kerâhet-i tenzihiyye ile mekruhtur, imam Mâlik'ten rivayet olunan meşhur kavle
göre haramdır. Fakat mübâh olduğu da rivayet edilmiştir. Ebu, Hanîfe ile
Mâlik'in delilleri Hâlld b. Veltd hadisidir. Bu hadîsde şöyle deniliyor:
ResûIüllah (S.A.V.) at
katır, eşek,'etlerinden ve azı dtşl bulunan her yırtıcı hayvanın etinden
nehyettl.» Bir rivâyetde: «Hayber gazasında» deniliyor. Fakat mezkûr hadîsi
Buhâri, Beyhakî, İmam Ahmed b. Hanbel ve Dâre Kutnî gibi hadîs imamları zaîf
bulmuşalrdır. İmam-ı A'zamta bir delili de ayni mânâdaki MIkdâm hadîsidir. Ebû
Hanife ile Malik :
[271]
Atları, katırları ve eşekleri onlara binmeniz ve zlnet ofmak tçln yarattı»
âyet-i kerîmesîle-de'îstidlâl ederler. Bu âyetle bir kaç şekilde istidlal
edilmiştir.
1— Âyetteki
«Binmeniz: ve zlnet olmak tçfn» cümlesi illet-i mahsusadır. Ület-i mahsusa ise
hasr-u kasır ifâde eder. Şu halde yerresi mubahtır demek hilâf-ı zahir bir
mânâ olur.
2— Âyet-i
kerîme'de katırlarla eşekleri atların üzerine atfetmek, hükümde müşterek
olduklarını gösterir. Bilhassa burada
olduğu gibi müfredatın atfında bu hüküm ittifakıdır. Binâenaleyh katır ve
eşeklerin etleri yenmediği gibi atların etleri de yenmez. Bunlara başka başka
hükümler verenler delîl göstermeye muhtaçtırlar.
3— Bu âyet
imtinan[272] için nazil olmuştur.
Şâyed atların etleri yenilse, onunla daha imtinan etmek lâzım gelirdi. Çünkü yemek vücudun bakasına mütelİliktir.
Hakim olan Atlah Teâlâ imtinan için a'lâyı bırakıp ednâyı almaz. Bahusus bu
âyetin üst tarafında, yemekle imtinan buyurmuştu^'
4— Atların
yenilmesi mubah olsa kendisîle imtinan olunan binme ve zînet menfaati kalmaz;
çünkü cinsleri tükenirdi. Bu tevcihlere bazı muhalifler tarafında cevap
verilmeye çalışılmış ve icmâlen şöyle denilmiştir: «İstidlal ettiğiniz sûre-i
Nahl âyeti bilittifak Mekke'de nazil olmuştur. Atların yenmesine ise hicretten
altı sene sonra izin verilmiştir..»
Fakat İmam-ı A'zam
tarafından bu cevabın da cevabı verilmiş ve;. «hadîsler tearuz edince muharrim
yani at etini haram kılan hadîs tercih edilir» denilmiştir.
Ebû fîani/e'nin aklî
deliline gelince: Katır eti haram olunca onu doğuran atın eti evleviyetle haram
olmak îcâbeder. Çünkü yavrunun yenmesi annesine göredir. Bundan dolayıdır ki
yaban eşeğinin eti helâl olduğu halde anası ehlî babası yabanî eşek olan yavrunun
eti yenmez. Bir de atın yenmemesi onun kıymetindendir. Zîrâ harp âletidir.
Yenilmesi mubah kıkmrsa cihâd âleti azaltılmış olur.[273]
1347/1136- «İbni
Ebî Evfa radıyaüahü anhümâ'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah
Sallallahü aleyhi ye seilem t!e birlikte yedi gaza yaptık; (bunlarda hep)
çekirge yiyorduk.[274]
Hadîs müttefekun
aleyh'tir.
Bu hadîs çekirge
yemenin helâl olduğuna delildir. Nevevî (631 — 676) bu bâbta iemâ' olduğunu
söyler. îbni Mâce'nin. Hi. Enes (B.A.)'den tahrîc ettiği bir hadîsden
anlaşıldığına göre Peygamber (S.A.V.)'in zevceleri tabaklar içinde birbirlerine
çekirge hediye ederlermiş. Yalnız tbnül - A'rabl «Tirmizi şerhi» nde Endülüs
çekirge-sünitı yenmediğini zîra tamamîle zarar verdiğini söylemiştir.
ResûlüUah (S.A.V.)'in
çekirge yeyip yemediği ihtilaflıdır.Bâbım hadîsi, yemiş olması ihtimalinden
öteye geçmiyorsa da Buhârî'nin bir rivayetinde
«Onunla birlikte
çek'rge yiyorduk» denilmektedir. Maamâfîh
bu ifâde dahî onun yediği hakkında nass değildir. Çünkü «Biz yiyorduk» mânasına
gelebilir; ve Resûîülah (S.A.V.) ile beraber bulunmuş olmayı te'kid için
söylemiş olabilir. Bazıları: «yeni bir hükmü te'sis başka bir hükmü te'kidden
evlâdır» diyerek Resûlüllah (S.A.V.)'in eshâbîle birlik-de yemiş olması
ihtimalini daha kabule şayan görüyorlar. Ebu Nuaym-'m tahrîc ettiği bir
ziyâdede : «O da bizimle beraber yiyordu» denilmiştir, ki bu ziyâde yediğini
tercih edenlere delil olabilir. Vakıa Ebu Davud'un Süleyman'dan tahrîc ettiği
bir hâdîsde: ResûlüIJah (S.A.V.)-'e çekirgenin hükmü soruldukda :
«Onw ne yerim; ne de
haram kılarım» buyurdukları rivayet olunmuşsa da bu hadîsi Münzirî (— 656)
mürsel olmakla il-îetlencliraıiştir. îbni Adiyy'in keler hakkında aynı
lâfızlarla tahrîc ettiği İbni Ömer hadîsi de öyledir.
Maamâfîh cumhuru
ulemâ'ya göre çekirge sebebsiz ölmüş olsa bile yenir. Çünkü yenileceği hakkında:
«Bize iki ölü ve iki
kan hefâ! kılındı: balık ile çekirge VO kara ciğerle dalak» hadîsi vârid
olmuştur. Mezkûr hadîsi îmcmı Ahmed b. Hanbel ile Dâre Kutnî Ömer (R. A.J'âan
merfu' olarak tahrîc etmişlerdir. Bu hadîs hakkında Dâre Kutnî: «mevkuf
oî-maşı esahdır» demiş, Beyhâkî dahî mevkuf olduğunu tercih etmiş; fakat onun
msrfu' hükmünde olduğunu söylemiştir. Mâlİkîler'e göre yenilebilmesi için çekirgenin
bîr sebsble ölmesi şarttır.
Çekirgenin deniz avımı
yoksa kara avımı olduğu dahî
ihtilaflıdır. Deniz avı sayılacağına dâir iki zaîf hadîs vârîd olmuştur.
Sahâbe-î kf--râm'ın bazılarından çekirge sebebi ile ihramlı hacılara ceza lâzım
geleceği rivayet olunduğuna bakılırsa onlara göre kara avı sayılacağı anlaşılır.
Esasen çekirge kara hayvanıdır.[275]
1348/1137- «Brses
radıyaltahü anh'âtn tavşan kıssası hakkında rivayet olunmuştur. Demiştir kî:
Ebu Talha onu keserek budunu RtsûlüllaîsaUallahü aleyhi ve sellem 'e gönderdi.
Peygamber sallahü aleyhi ve seÜem onu kabul efti.[276]
Hadîs mütiefekun
aleyh'tir.
Bu kıssada Hz. Enes
(B.A.). 'in şöyle dediği rivayet olunuyor: cBİz Merru's Zahranda iken bir
tavşan kaldırdık. Kavim onu tutmak için koştu ve yoruldular. Nihayet onu ben
futtum ve Ebû Talhaya getirdim. O da onun bîr budunu yahud uyluğunu ResiHûHah
sallaUahü aleyhi ve seUem'e gönderdi. Peygamber saUallahü alehyi ve seUem onu
kabul buyurdu Sar» Bu hadîs Resûlüllah (S.A.V.) 'in o tavşanın etinden yediğine
delâlet etmiyorsa da Buhâri'de râvî Hişâm b. Yezîd'in Enes'e:
«— Peygamber (S.A.V.)
ondan yedi mi?' dedim:
— Ondan yedî; dedi.
Sonra onu kabul ettiğini söyledi» dediği rivayet olmuştur.
Tavşan etinin
yenileceğine icmâ-ı ümmet vardır. Yalnız Hz. Abdullah b. Ömer (B. A.) ile
İkrime ve tbni Bbî Leyla'ya göre mekruhtur. Delilleri: Bbu Dâvud ile
BeyhdkVidn tahrîc ettikleri İbni Ömer (B.A.) hadîsidir. Bu hadîse göre:
Peygamber (S.A.V.) 'e tavşan eti getirilmiş fakat ondan ne yemiş ne de yasak etmiştir.
Hz. İbni Ömer (R.A.)
tavşanın hayz gördüğüne kaanîdir. Beyhakî buna benzer bir rivayeti Hz. Ömber'le
Ammâr (R.Anhümâ) 'dan tahrîc etmiştir. O rivayete göre Peygaber (S.A.V.)
tavşan etinin yenilmesini emretmiş; lâkin kendisi yememiştir. Ancak yememesi
mskruh olduğuna delâlet etmez.
Fâide : Demin
«Bayatü'l - Hayvan» nâm eserinde hayız gören hayvanların kadın, sırtlan, yarasa
ve tavşan olduğunu; söyler. Köpeğin dahî hayız gördüğünü söylerler.[277]
1349/1138- «İbni
Abbas radıyallahü anhümâ'dan nvâyet olunmuştur. Demiştir kî: Resûlülfah
saUattaJıü aleyhi ve sellem hayvanlardan dördünün (yani): karınca, baf arısı,
hüdhüd ve surad
[278]' ın
öldürülmesini yasak etti.»[279]
Hadîsi Ahrrted ve Ebu
Dâvud rivayet etmişlerdir. fbnİ Hİbbân onu sahîhlemiştir.
Beyhakî: «Bu hadîsin
ricali sahîh kitaplar ricalidir. Bu bâbda vârid olan en kuvvetli hadîs budur»
diyor.
Sur a d: Ahterî'ye
göre göcgân dedikleri kuştur; kî karnı ak, arkası yeşil olur. Bu kuş «vak vak»
diye öttüğü için bazıları ona «vaki» bazıları «vak» demişlerdir. Küçük kuşları
avlamakla geçinir; kendisi ile teşe'üm olunurmuş.
Hadîs-i şerîf, mezkûr
hayvanların öldürülmesinin haram olduğuna delilidir. Bundan onların
yenilmesinin de haram olduğu anlaşılır. Çünkü etleri yenilse öldürülmeleri-yasak
edilmezdi. Cumhur-u ulemâ'nin mezhebi budur. Öldürülemeyecek hayvanların her
biri hakkında- hilaf varsa da karınca hakkında ittifak edilmiştir.[280]
1350/1139- «[281]
İbni Ebî Ammâr radıyaUdhü anh'öan rlvâyel olunmuştur. Demiştir kî:
Câbîre:
— Sırtlan avmıdır? dedim;
— Evet; dedi.»[282]
Bu hadîsi Ahıfiedile
Dört'Ier rivayet etmiştir. Bubâri ile İbni Hîb-bân onu sahîhiemişlerdir.
İbni Abdilberr bu
hadîsin ma'lûl olduğunu söylemişse de vehmetmiştir. Beyhdkî: «Şüphesiz ki
bu hadîs sahihtir» demiştir.
Hadîs-i şerîf
sırtlanın yenilmesi helâl bir hayvan olduğuna delildir. ŞâfiVnin mezhebi
budur. Şu halde sırtlanın hükmü yırtıcı hayvanların hükmünden tahsis edilmiş
oluyor. Ebu Dâvud'vm Hz. Câbir (R.A.) 'dan merfu' olarak tahric ettiği bir
hadîsde sırtlanın av olduğu ve yenilebileceği tasrih edilmiştir. Hadîs «Sırtlan
avchr. Onu ihrâmh (hacı) yakalarsa yaşlı bir koç (kesmesi) îcâbeder; ve sırtlan
yenir» Bu hadîsi Hâkim dahî tahrîc etmiş ve: «İsnadı sahihtir» demiştir, imam
Şafiî diyor iri: «Hiç bir İnkâr vâki' olmaksızın halk onu yemeye ve Safa ile Merve arasında satmaya
devam ede gelmiştir.
Hanefîler'le diğer
bazı ulemâ'ya göre sırtlanı yemek haramdır. Delilleri bilumum yırtıcı
hayvanların yenilmesini haram kılan hadîstir. Nitekim babımızın ilk hadîsinde görmüştük.
Hanefîler Tirmizî'nin tah-rîc ettiği Huıeyrm hadîsi İle de istidlal ederler.
Mezkûr hadîsde Resû-tüllah (S.A.V.) :
«Sırtların bir kimse
yer mi hiç?» buyurmuşlardır .Ancak hadîsin isnadında Abdiilkerîm Ebu Ümeyye
vardır ki, zât zaîftir.[283]
1351/1140- «İbnî
Ömer radıyalîahü anhümâ'dan rivayet olunduğuna göre kendisine kirpinin hükmü
sorulunca (De ki: ben bana vahyolu-nan Kur'ânda haram kılınmış bir şey
bulamıyorum) âyetini okumuş. Derken yanında bulunan bir ihtiyar:
— Ben Ebu Hüreyre'den:
Peygamber sdllallahü aleyhi ve seîlem'ln yanında kirpinin sözü geçti de:
— O habâisien bir
habistir; buyurdu, derken işitîim;
demiş. Bunun üzerine İbni Ömer:
— Eğer bunu Rcsûlültah
sdllaîlhü aleyhi ve seUem söyledi İse (hüküm) onun buyurduğu gibidir; demiştir.»[284]
Bu hadîsi Ahmed ile
Ebu Dâvud tahrîc etmişlerdir. İsnadı zâîftir.
Zaifiiğine sebeb
hadîs'de zikri geçen ihtiyardır. Hattâbî : «Bu hadîsin îsnâdı bir şey değil»
demiştir. Hadîsin bir çok tarîkleri var^ sa da Beyhdkl: «Bu hâdiş ancak zaif
yollardan gelmiştir» demiştir.
Hanefîler'le
Hanbelîler'e ve diğer bazı ulemâ'ya göre kirpi yemek haramdır. Çünkü onun
habâisden olduğu hadîsle sabittir. îbni Ehî Leylâ, helâl olduğuna kaildir.
Mes'ele ulemâ arasmda ihtilaflıdır.[285]
1352/1141- «İbni
Ömer radıyallahü anhümâ'ûan rivayet olunmuştur. Demiştir kî, ResûlülSah
sallallahü aleyhi ve seTtem pislik yiyen develer (i yemek) den ve sütlerin (i
içmek) den nehyetti.»[286]
Eu hadîsi Nesaî
müstesna DÖrt'ler tahrîc etmişlerdir. Tİrmizî onu hasen bulmuştur.
Hadîsin benzerini
Hâkim, Dâre Kutnî ve Beyhakî, Abdullah b. Amr b. Âs'dan rivayet etmişlerdir. O
hadîsde:
«Kırk gün yemleninceye
kadar» ziyâdesi de vardır. Ayni hadîsi Ebv, Dâvud, İmam Ahmed b. Hanbel, Nesaî
ve Hâkim, Amr l'bni Şua.yb'ten o da babasından o da dedesinden işitmiş olmak
üzere 'gır lâfızlarla rivayet etmişlerdir.
«Ehli eşeklerin
etlerinden, pislik yiyen deyeierden ve onlara bîn mekdcn nchyeiti.» Ebu
Davud'un rivayetinde:
«Onlara binmskden ve
sütlerini İçmekten» ifâdesi vardır.
Cellâle: Deve, sığır,
koyun ve tavukların pislik yiyenlerine verilen isimdir.
Hâdîs-i şerif pislik
yiyen hayvanın etîle sütünün hattâ binilmesinin haram olduğunu gösteriyor.
îbni Hazm-i Zahirî Arafât'da ceîîâîe hayvan üzerinde vakfe yapan bir kimsenin
haccı sahîh olmadığına cezmen hükmetmiştir. Hadîsin zahiri, pisliği yemekle
hayvanın hemen ceîîâîe olacağına delâlet ediyorsa da îmam Nevevî : hayvanın
yemine pislik galebe çalmadıkça cellâle olmayacağını; söylemiştir. Şu halde
arada sirade pislikten bîr şey almakla cellâle olmaz. Bazıları koku ve pisliği
nazar-ı itibara almışlardır. Nevevî buna cezmen kail olmuştur. Hattâbî diyor
ki: «Cellâle hayvanı yemeyi İmam Ahmed, Haneftler ve Şâfü mekruh saymışlardır.
Bunlar çel-lâlenin birkaç gün hapsedilmeden yenifemiyeceğine kaildirler.»
Hapis müddeti bir
hadîse göre 40 gündür, ibnî Ömer (R.A.) tavuğu üç gün hapsedermiş.
İmam Mâlik cellâleyi
hapsetmeden yemekde beis görmemiştir. Sevrî ile İmam Ahmed b. HanbeVden bir
rivayete göre ise haramdır.
«Mekruhtur» diyenler :
«Bu bâbtaki nehî, etin değişmesinden-dir. Bu ise haram olmasını icâbetmez. Zîrâ
kesilen hayvanın eti ku-' rursa yenilir» derler. Cellâle hayvanlardan tavuğu
kesmezden evvel üç gün, koyunun yedi gün, sığırla deveyi on dört gün hapsetmek
mendupdur. Mâlik'e göre buna lüzum yoktur.[287]
1353/1142- «Ebû
Kata de radıyalîahü cm/ı'dan yaban eşeği kıssasında: Peygamber sallaUahü
aleyhi ve selîem ondan yedi; dediği rivayet olunmuştur.»[288]
Hadîs mü t tefekun
aleyh'dir.
Hz. Ebu Kata de (R. A
J'ın Peygamber (S.A.V.)'e hediye ettiği yaban eşeği kıssası «Hacc bahsi» nde
geçmişti. Bu hadîsde onun yenilmesinin helâl olduğuna delâlet vardır. Mesele
ittifâkîdir. Maamâfih, yaban eşeği ehlîleştirilirse ehli eşek hükmüne girer.[289]
1354/1143- «Esma
binli Ebî Bekir radıyalîahü anhümâ'dan rivayet olunmuştur : Resul ül I ah
saUdllahü aleyhi ve seUem devrinde bîr at kesdik ve yedik; demiştir.»[290]
Hadîs müttefekun aleyh'tir.Hadîsin
bir rivayetinde;
«Bİz Medine'de İken» kaydı vardır. Dâre Kutnî'nm
rivayetinde;
«Onu bîz ve Peygamber
(S.A.V.) 'in chl-İ beyti beraberce yedik.»
denilmiştir. Bu.hadîs
at etinin helâl olduğuna delildir. Çünkü zahire göre Peygamber (S.A.V.) 'in bu
işi-takrîr buyurduğu anlaşılıyor. Hadîsin bir rivayetinde: «Ehli heyt-İ
ResûHHâh» denilmesi de bunu gösteriyor. Keza hadîsin buradaki rivayetinde
«nahreyledik» diğer rivayetinde tczebhettik» ta'birleri kullanılmıştır. Nahır:
deveyi göğüsten boğazlamaktır. Zebîh: hayvanın çenesiiiin altındaki
damarlarını kesmektir. At için bunların ikisi birden zikredildiğine bakarak
bazıları: «hahır'la zebih ayni mânâyadır» demişlerdir. Diğer bazı ulemâ ise bu
iki kelimenin mecazen birbirinin yerine kullanıldığına zâhib olmuşlardır.
İbnü't Tîn diyor ki: «Esas i'tibârîle deve nahredilir. Şâir hayvanlar ise
zebholunurlar».
Deveyi nahır yerine
zebih, diğer hayvanları da zebih yerine nah-retmenin hükmü ihtilaflıdır.
Cumhur-u ulemâ'ya göre caizdir. Mâll-kîler'den bazısına göre caiz değildir.
«Bİz Medine'de iken»
ifâdesi: «at yemek cihâd farz olmazdan önce meşru' idi: cihâd farzoldukdan
sonra onu yemek haram olmuştur.» diyenlerin sözünü reddetmektedir. Çünkü cihâd
Medine'ye varır varmaz farzolmuştur.[291]
1355/1144- «Ibni
Abbâs radıyattahü anhümâ'âan rivayet olunmuştur. Resûlüllah sallaUahü aleyhi
ve seîlem'ın sofrasında keler[292] yenîldl; demiştir.[293]
Hadîs müttefekun
ateyb'tir.
Bu hadîs keler yemenin
helâl olduğuna delildir. Cumhur-u ulemâ'-mn kavli de budur. Kaadi îyaz
(476—544) bazı ulemâ ya göre haram, Hanefîler'e göre mekruh olduğunu
nakletmiştir. Fakat îmam Nevevî: «Bunun hiç bîr kimseden sahih olarak rivayet
edildiğini zannetmiyorum. Edilse bite nass ve daha önceden mün'akid icmâ'la
merdüd-tür.» demiştir.
Haram olduğunu söyleyenler,
Ebtı Dâvûd'vaı tahrîc ettiği şu hadisle istidlal ederler:
«Gerçekten Peygamber
(S.A.V.) keleri yemekten nehyettî.» Lâkin hadîsin isnadında îsmaü b. Ayyaş
vardır. Bu zâtın Şamîılar'dan rivayet ettiği hadîsler kuvvetlidir. Binâenaleyh
Hattâbi'nin onun hadîsi hakkında: «isnadı birşey değildir» demesi ile îbni
Hazm'm: «Bu hadîsin isnadında zaîf ve meçhul râvîler vardır.» şeklindeki mütâlâası
ve keza Beyhakî'nin: «İsmail b. Ayyaş hüccet değildir.» sözü. tam bir isabet
sayılmaz. Çünkü İsmail b. Ayyaş bu hadîsi Şamdlar'-dan rivayet etmiştir. Şu
kadar var ki: «Nehyin aslı her ne kadar tahrîm için olsa da Müslim'in tahrîc
ettiği:
«Onu yeyîn, zira
helâldir; lâkin o benim yiyeceğim şeylerden değildir.» hadîsi bu tahrimi
kerahete tebdil etmiştir.» deniliyor.
«Keler yemek haramdır»
diyenlerin bir delili de Ebû Davud'un Abdurrahman b. Hasene'âen. tahrîc ettiği
şu hadîsdir:
«Ashab keler
pişirmîşler. Bunun üzerine Resûlüllah (S.A.V.):
— Şu muhakkak ki, Beni
israîlden bir ümmet yerde debeleyen 'tayvan şekline tebdil edilmiştir/Ben onun
bu hayvan olmasından korkarım;
binâenaleyh onu atın; buyurmuştur.» bu hadîsi İmam Ahmed b.
Hanbel tahrîc etmiştir. îbni Hibbân ile Tahâvî onu sahîhlemislerdir. Senedi
Şeyheyn'in şartları üzerinedir. Mezkûr hadîsle istidlale de söyle cevap
verilmiştir. «İhtimal Peygamber (S.A.V.)'in bu hayvanın tebdil edilmiş bir
ümmet olmasından endişe etmesi, tebdil edilen ümmetin nesil bırakmayacağı
kendisine bildirilmezden Önce vâki' olmuştur. Zîra tebdil edilen ümmetin nesil
bırakmayacağı Tahâvî'rtin Hz. İbni Mes'ud (R. A J'dan tahrîc ettiği şu hadîsle
sabittir.
İbnî Mesûd şöyle
demiştin Rcsûlüilah (S.A.V.) 'e maymunlarla domuzların, şeklî tebdil edilen
insanlardan olup olmadığı soruldu. Buyurdular ki:
— Allah hjç bir kavrni
helak etmemiştir, yahûd hayvan şekline tebdil etmemiştir ki onlara nesil ve
sülâle halketsin.» Hadîsin aslı Müslim'dedir. İbnül - Arabi, bu'hadîse muttali'
olamamış; ve «Hayvan kılığına tebdil edilen kavmin nesli olmaz; sözü bir
iddiadır. Böyle şeyler akılla bilinmez. Onları bilmenin yolu nakildir. Bu
bâbta i'timâda şayan bir şey yoktur.» demiştir,
«Keler'i yemek
haramdır» diyenlere şöyle de cevap verilmiştir. «Kelerin insandan dönme bir
hayvan oladuğunu kabul etsek bile bu onun yenilmemesini iktizâ etmez. Çünkü,
sureti tebdil edilmekle ondan insan hükmü kaldırılmıştır. Resûlüllah (S.A.V.)
'in yememesi bu hayvan Allah'ın hışmına uğradığı içindir. Nitekim Resûlüllah
(S.A.V.) Se-mûd kavminin sularından da içmezlerdi.
Buraya kadar verilen
izahattan anlaşılır ki, keleri yemek caiz, fakat Peygamber (S.A.V.) onu kerih
görmüştür.[294]
1356/1145- «[295]
Abdurrahman b. Osman el-Kureşî radıyallahü arih'-dan rivayet olunduğuna göre
hekimin bîri Resûlü'lah salldllakü aleyhi ve sellem'e kurbağayı ilâca katmanın
hükmünü sormuş; bunun üzerine Peygamber sallallahii aleyhi ve selîem onu
öldürmeyi yasak etmiştir.»[296]
Bu hadîsi Ahmed tahrîc
etmiştir. Hâkim onu sahîh bulmuş; Ebu Dâvud ile Nesaî dahî tahrîc etmişlerdir.
Onların rivayetlerinde
az çok lâfız farkı vardır. Beyhakî: Bu hadîs, kurbağayı öldürmekden nehî
hususunda vârid olan" hadîslerin en kuvvetlisidir.» demiştir. Yine
Beyhakî, Hz. İbni Ömer (İC.A.) dan şu hadîsi tahrîc etmiş ve isnadı için
«sahih» demiştir:
«Kurbağaları
öldürmeyin; çünkü onların vakvakass tesbîhdir. Yarasayı da Öldürmeyin; zîrâ
Beyt-i Makdis. harap edildiği zaman yarasa: YâRâb! beni denize musallat kıl da
şunları boğayım; demiştir» Beyhâkî, Hz. Enes (R.A.} dan da şu hadîsi rivayet
etmiştir:
«Kurbağları
öldürmeyin; çünkü onlar ağızlarına su doldurarak ibrahim'in ateşine
varmışlardır. Bu suyu ateşin üzerine serpiyorlardı.»
Gerek babımızın
hadîsi, gerekse diğerleri kurbağa öldürmenin haram olduğuna delâlet
etmektedirler. Öldürülmesi haram olunca bundaa yenmesinin de haram olduğu
anlaşılmıştır. Zîrâ yenilmesi helâl olsa Öldürülmesi yasak edilmezdi. Buna
benzer bir istidlal yukarıda da geçmişti.[297]
Sayd kelimesi masdar
bir kelime olup, avlanmaya da, avlanan avada, itlâk edilir. Teâla Hazretleri,
Kur'an-ı KermVde avlanmayı birkaç yerde mubah kılmıştır. Bunlardan bazıları:
«[298]
ihramdan çıkîımzmı avlanabilirsiniz» âyet-i kerîmesi ile :
[299] Öğrettiğiniz yırtıcıların Öğrenmiş olanları üe
avlanmak da helâl kılındı.» kavl-i kerîmidir.
Sünnetden delili:
babımızın hadîsleridir. Bu deliller ihramlı olmayanlara avlanmanın mubah
olduğunu gösterirse de Hanefîler'e göre avcılığı et ihtiyacı için değil de zevk
ye keyf için yapmak veya onu san'at haline getirmek yine de mekruhtur. Vurulan
bir avın helâl olabilmesi için Hanefîler'ce 15 şartın bulunması lâzımdır. Bu
şartların beşi av köpeğinde beşi de avda aranacaktır.
1— Avcıda
aranan şartlar: Hayvan kesmeye ehil olmak,
köpeği avın peşinden salmak, köpeği salarken kestiği yenmeyen biri ile
ortak olmamak, kasden besmeleyi terketmemek ve köpeği avın peşinden salmakla
avı tutmanın arasında başka bir işle meşgul olmamaktır.
2— KÖpekde
aranan şartlar: Av koğmayı öğrenmiş olmak, avı usûlü ile kovmak, avı tutarken
avcılığı helâl olmayan biri ile ortaklaşma-m&k avı yaralayarak öldürmek ve
tuttuğu avdan yemektir.-
3— Avda
aranan şartlar : Ha-şerâttan olmaması,
balıktan başka bir su hayvanı olmaması, kendini ya kanatlarîle yâhûd ayaklarîle
koruyan hayvanlardan olması, yiyeceğini azı dişlerîle yâhûd pençelerîle te'min
eden yırtıcılardan veya yırtıcı kuşlardan olmaması ve bıçak yetiştirinceye
kadar aldığı yaradan ölmemesidir. Bu şartlar sırası geldikçe görüleceklerdir.
Zebâİh: zebîhanın
cem'idir. Zebîha: kesilmek, şanından olan hayvandır. Bu takdirde henüz
kesilmeyen bir hayvana bu ismi vermek evil alâkası ile mecâz-ı mürsel olur.
Fakat Hanefîyye ulemâsı'ndan Zeylaî ile «eZ- ihtiyar» sahibine göre zebîha:
kesilen hayvan; demektir.[300]
1357/1146- «Ebu
Hüreyre radzyalîakü anft'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah saltallahil
aleyhi ve settem:
— Çoban köpeği île av
köpeği ve ekinlik bekleyen köpekler müstesna olmak üzere her kim köpek
edinirse her gün ecrinden bir kîrat eksilir; buyurdular.»[301]
Bu hadîs, köpek
edinmenin ve beslemenin memnu' olduğuna delildir. Bundan yalnız hadîsde beyân
edilen üç nev'i köpek müstesnadır. Hadîs-i şerîf bu lâfızlarla Sahiheyn'den
maada diğer'kitaplarında da ~rürâyet edilmiştir.
Ulemâ buradaki
memnu'iyetin tahrîm mî yoksa kerahet mi ifâde ettiğinde ihtilâf etmişlerdir. Bazıları
tahrîm ifâde ettiğine kail olmuşlardır. Onlara göre sahibinin ecrinden her gün
bir kîrat azalması köpeği edindiği için ona bir cezadır. Hadîsin bir
rivayetinde «kîrat» denilmiştir. Bunun mânâsı: köpek beslemekle kazanılan
günah günde bir veya iki kîrat sevaba muadil olur; demektir.
Tahrîmin hikmeti ise:
insanları korkutması ve meleklerin o eve girmemesine sebeb olmasıdır. Halbuki
meleklerin girmesi ev sahibini ibâ-dât ve tââta yaklaştırır; günah işlemekden
uzaklaştırır. Sonra, köpekler kapları da yalayarak pislenmelerine ve bir çok
hastalıklara da sebeb olurlar.
Bazıları, köpek
beslemenin mehruh olduğuna kaildirler.Bunların delili sevabın tedricî suretde
azalmasıdır: «Haram olsa tedricen değil birden giderdi» diyorlar.
İmam Şafiî hadîsde
istisna edilen üç nev'iden maada bilumum köpeklerin satılmasının haram olduğuna
kaildir.
Hanefîler'e göre
bilumum köpekleri ve avcılıkda kullanılan pars[302]
gibi yırtıcı hayvanları satmak caizdir. Yalnız İmam Ebu Yusuf'a göre herkese
saldırah dalayıcı köpek satılmaz; çünkü böylesi ta'İim ve terbiye kabul etmez.
Bir kırat rivâyetîle iki kîrat rivayetinin arası cem'edilerek: «ifci kîrat
zararın çokluğuna göre söylen-migtir. Meselâ şehirlerde iki kîrat köylerde bir
kîrat azalır, veya Medîne-î Münevvere'de iki şâir şehirlerde bir kîrat azalır.
Yâhûd gündüzün sevabmdan bir, gecenin sevabından da bir kîrat azalır da* bir
kîrat diyen yalnız gündüze yâhûd yalnız geceye nisbetle söylemiş; iki kîrat
diye rivayet eden ikisini birden nazar-ı i'tibâra almıştır.» denilmiştir.
Azalan sevapların
geçmiş ibâdetlerden mi yoksa gelecek ibâdetlerden mi alınacağı dahî
ihtilaflıdır. îbni Tin'e göre gelecek ibâdetlerden alınacaktır.
Hadîs-i şerif
edinilmesine izin verilen köpeklerin sevâb azaltmayacağına işaret.ediyor.
fevleri korumak için edinilenler de bunlara kıyas edilmiştir. îbni Abdiîberr
buna işaret ediyor.
Saldırgan köpek
bilittifak bu izinde dâhil değildir. Çünkü öldürülmesi emredilmiştir.
Hadîs-i şerif iyi
amelleri noksanlaştıracak fiillerden kaçınılması gerektiğine işaret ettiği
gibi, maişet babında kulların muhtaç olduğu şeyleri mubah kılma hususundaki
lûtf-u ilâhî'yi de haber veriyor. .
Tenbih : Müslim'de
köpekleri öldürmeyi emreden hadîs vardır. Buna binâen Kaadî lyâz: «Ukmâ'mn çoğu
köpekleri öldürme babında bu hadîsle istidlal etmişlerdir; müstesna olanlar
başka» demiş; ve Mâ-likîler'in mezhebi bu olduğunu söylemiştir. Nihayet Kaadî
îyâz diyor ki: «Bence nehî evvelâ bütün köpekler hakkında âmm ve şâmildi.
Resûlül-lah (S.A.V.) hepsinin öldürülmesini emretmişdi. Sonra kara köpekten
maadasının öldürülmesini yasak etti; müstesnalardan maada bütün köpeklerin
edinilmesini de nehî buyurdu.»
Kara' köpekten murâd:
gözlerinin üzerinde iki beyaz nokta bulunan hâlis kara olanıdır.[303]
1358/1147-
«Adiyv
b Hâüm radıyallahü em/ı'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: ResûÜillah
sdllallahü aleyhi ve sellem bana:
— Köpeğini saldırımı
onun üzerine Allanın adını an. Eğer senin için tutar da ava diri iken yetişirsen
onu hemen kes. Ava yetiştiğinde köpek onu öldürmüş de ondan yememişse o avı
ye. Şayed kendi köpeğinle beraber başka bir köpek bulursan avı öldürmüşse yeme.
Çünkü onu köpeklerin, hangisi öldürdüğünü bilemezsin. Eğer okunu atacakssn
besmele çek. Avı bir gün bulamazsan onda kendi okunun eserinden başka bir şey
görmediğin takdirde istersen ye. Avı suda boğulmuş olarak bulursan yeme; buyurdular.»[304]
Hadîs müMefekun
aleyh'tir. Bu lâfız Müslim'indir.
Bu hadîste bir takım
meseleler vardır:
1— Köpeğin
tuttuğu av, ancak köpek sahibi tarafından salındığı takdirde helâl olur.
Kendiliğinden avın arkasından giderse tuttuğu av yenmez. Cumhur'un kavli
budur. Zîrâ hadîs-i şerîfde: «salarsan» buyu-rulmuştur. Bunun mefhumu
şartından, salınmayan köpeğin tuttuğu avın yenmeyeceği anlaşılır. Bazılarına
göre köpeğin öğrenmiş olması mu'-teberdir. Öğrenmişse kendiliğinden tuttuğu av
helâldir.
Öğrenmenin hakikati
avın arkasından salınca kovması, çağırıldığı zaman gelmesidir. Bazıları:
«öğretme avın peşinden salmayı ve kovdurmayı kabul etmesi ve kovmaya başlarken
bundan menedildiği takdirde sahibine itaat etmesi; tuttuğu avı yememesidir.»
demişlerdir. Burada asıl mu'teber olan avın arkasından salmmazdan Önce
menedi-lince sahibini dinlemesidir. Avın peşine takıldıktan sonra geriye döndürülmesi
imkânsızdır.
2— «Onun
üzerine Allanın adını an» ifâdesi Teâlâ Hazretleri'nin ayni mânâdaki kavl-i
Kerîminden alınmıştır. Mânâ şudur: «Ava canlı iken yetişirseniz keserken
üzerine besmele çekin» yâhûd: «Öğrettiğiniz
av köpeğini avın peşinden salarken üzerine
besmele çekin» Hadîsdeki «Eğer okunu atacaksan besmele çek» cümlesi dahî
oku veya kurşunu atarken besmele çekmenin şart olduğuna delildir.
Kitab ve sünnetin
zahiri bunu ifâde etmekle beraber mesele ulemâ arasında ihtilaflıdır. Yukarıda
da arzettiğimiz vecihle besmele yi unutmayanlar için gerek köpeği salarken
gerekse avı keserken besmele çekmek Hanefîler'le diğer bazı ulemâ'ya göre
vaciptir. Kasden besme-le'yi terkedenin
kestiği ve avladığı yenmez. Delilleri bu hadîsle:
«[305]
Üzerine besmele çekilmeyen hayvandan yemeyin» âyet-i kerî-mesîdir. Besmele'yi
unutan ise affolunmuştur. Buna delil de:
«Ümmetimden hatâ ve
unutma'!""» hükmü) kaldırılmıştır» hadîs-i şerifidir. Babımızın
sonunda gelecek Ibni Abbâs (R.A.) hadîsi de Hanefîler'in delîllerindendir.
Diğer ulemâ'ya göre
ise besmete sünnettir. Hz. İbnİ Abbâs (R.A.) ile İmam Mâlik ve bir rivâyetde
imam Ahmed b. Hanbel bu kavle zâhibolmuşlardır. Bunların delili :
«[306]
Kesdikleriniz müstesna» âyet-i kerîmesidir. Mezkûr âyetde besmele şart
kılınmıştır. Ehl-i kitâb hakkında dahî
«[307] Kendilerine
kifab verilenlerin yiyecekleri sîze helâldir» buyurmuşlar. Halbuki onlar
besmele çekmezler. Sünnet'den delilleri ileride gelecek Hz. Âîşe hadîsidir.
Zâhirîler'e göre
besmele unutarak bile terkedilse o hayvan yenmez. Çünkü âyetin zahiri bunu
ifâde eder. Sünnet'den delilleri sadedinde bulunduğumuz Adiy (R.A.) hadîsidir.
Bu hadîsde besmele emredilmiş; bssmele'siz kesilen hayvan hakkında tafsilât
verilmemiştir. Besmelesiz caiz olsa elbet de tafsilât verilirdi.
Hayvanı müslüman keser
de besmele'yi çekip çekmediğinde şüphe ederse o hayvan yenir. Bu hususta Fahr-i
kâinat (S.A.V.) Efendimiz :
«Besmeleyi çekin de
yeyin.» buyurmuşlardır.
3— Hadîsteki
«Eğer ava diri iken yetişirsen onu
hemen kes.» cümlesi hayvan diri olarak yakalandığı zaman onu kesmek
vâcib olduğuna aksi takdirde yenilmesi helâl olamayacağına delildir. Bu cihet
ittifakıdır. Avcı yetiştiği vakit hayvan diri fakat son nefesine gelmişse
bakılır; aldığı yaradan yemek veya nefes borusu kesilmiş yâhûd karnı veya
bağırsakları çıkmışsa kesmeden dahî yenilebilir. Nevevî bu hususda dahî icmâ'
olduğunu söyler: «Ava yetiştiğinde köpek onu öldürmüş de ondan yememişse o avı
ye» cümlesi köpek yediği takdirde artık o hayvanın yenmeyeceğine delildir. Köpeği
tuttuğu avı yememesi onun öğrenmiş olmasının şartıdır. Bunu yukarıda görmüştük.
Yemesi ise öğrenmediğine delîldir. Öğrenmemiş bir köpek avı kendili için
yakalar. Nitekim bir hadîsde :
«Zfrâ kendisi
için tutmuş olmasından
korkarım.» Duyurularak bu cihet beyân olunmuştur. Bu hadis dahî :
«[308] Köpeklerin
sîzin için tuttukları avlardan yeyin.» âyet-i kerîmesinden-mülhemdir. Âyetteki
«sîzin İçin tuituklart» cümlesi hayvanın tuttuu avdan yememesi diye tefsir
olunmuştur. Bu bâbdaki bir hadîsi İmam Ahmed.Hz. İbni Abbâs (R.A.) 'dan şu
lâfızlarla tahrîc etmiştir:
«Köpeği saldığında
eğer avı yerse sen yeme; çünkü kendisi için tutmuştur. Köpeği saldığın zaman
avı ye-mezse; sen ye. Zîrâ sahibi için tutmuştur.» Ekser-î ulemânın mezhebi
budur. Hz. Alî (R.A.) ile ashâb-ı kiram'dan bir cemâate göre, köpek yese de o
av yine helâldir, imam Mâtik'in mezhebi de budur. Delilleri Ebu Davud'un Ebü Sa'lebe
(R. A.)'ûan güzel bir isnadla tahrîc ettiği şu hâdisdir :
Ebû Salebe demiş kî :
— Yâ Resûlâllah, benim
öğretilmiş köpeklerim var; bunların avı hakkında bana bir fetva ver; Resûlüllah
(S.A.V.) :
— Senin için
tuttukları avdan ye; buycrmuşlardır:
— Köpek yese de mi?
deyince :
— (Evet) yese de;
demişlerdir.» Selman (R.A.) hadisinde de :
«Avın yarısından başka
bîr yerine yetişemesen bile onu ye.» buyurmuşlardır.
Bazıları Hz. Adiy
hadîsini Öğrendiği ta'lîmi unutan av köpeğine hamlediyorlar. Bir takımları da
bu hadîsin kerâhet-i tenzîhiyye'ye hamle-dildiğini söylerler: «Ebu Sa'lebe
hadîsi asıl helâli beyan içindir. Hz. Adiy zengindi; onun için Resûlüllah
(S.A.V.) ona yememesini emretti. Ebu Sa'lebe ise fakirdi; ona da helâl
olduğuna? fetva verdi» diyorlar.Hadîsde: «Avı bir gün bulamazsan onda kendi
okunun eserinden başka bir şey göremediğin takdirde istersen ye.»
Duyurulmuştur. Bu mânâda muhtelif hadîsler vardır. Bu sebeble ulemâ dahî
ihtilâf etmişlerdir.
îmam, Mâlİk'e göre
avın düştüğü yer bilinmez de bilâhare aulu-nur; üzerinde köpeğin açtığı bir
yara görülürse gecelememiş olmak şartîle yenir. Gecelemişse yenmesi mekruh
olur. Burada başka kaviller de vardır. Hadîsin bazı rivayetlerinde : «av
kokmamişsa ye» diğer bazılarında: «gecelemedikçe ye» buyurulması müddet
hakkında nassdır. Maamâfîh ihtiyat olan, memnuiyet cihetini nazar-ı i'tibâra
alarak bu kadar müddet bulunamayan avı yemektir.
4— Hadîs-i
şerîf köpeğin avlanması babında nassdır. Şâir yırtıcılardan pars ve kaplan
gibileri ile yırtıcı kuşlardan atmaca, şahin ve sâirenin avcıhkda kullanılıp
kullanılamayacağı ihtilaflıdır. Hanefîler'Ie Mâlikiler'e göre ta'Iim ve
terbiyeyi kabul eden bütün yırtıcı hayvanlarla yırtıcı kuşlar avcıhkda
kullanılabilir. Yalnız Hanefîler'den îmam Ebu Yusuf a göre arslan'la ayı
avcıhkda kullanılamaz. Çünkü arslan izzet-i nefis sahibi bir hayvandır. Ayı ise
cimridir. Bu sebeble her ikisi de başkalarının hesabına çalışmazlar. Bazıları
hasislikde çaylağı da bunlara ilhak etmişlerdir. Domuz ise aynı necis
olduğundan ondan hiç bir suretle intifa' edilemez. Ulemâ'dan bîr cemaatla
Mücahid'e göre av-cılıfcda köpekden başka hayvan kullanılamaz. Şayet kullanılırsa
o hayvanın tuttuğu avın helâl olabilmesi için diri iken yetişip kesmek
şarttır. ; Âyet-i kerime'de zikri geçen yırtıcılardan murâd : sahipleri için av
yakalayan yırtıcılardır, ki kelime her nev'i yırtıcıya âmm ve şâmildir.
«Tefsîr-i Keşşaf» da şöyle deniliyor : «Cevârıh : yırtıcı hayvanlarla yırtıcı
kuşların avlananlarıdır. Köpek, pars, kaplan, doğan, atmaca ve şahin gibi.
Mükelleb'den murâd: yırtıcıların öğretilmiş ve avı sahibi için avlayanıdır...»
Keşşaf sahibinin fou
izahı âyet-i kerîme'nin köpeğe ve diğer yırcılara şâmil olduğunu gösterir.
Avcılığı mubah kılan âyet-i kerîme nazil olduğu vakit araplar köpek kuş, ve
şâir yırtıcılarla avlanırlardı.[309]
1359/1148- «Adİy
radîyallahu anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Resûlüllah salîdllahü aleyhi
ve seîîem'e bir ucu demirli sopa İle avlanmanın hükmünü sordum :
— Keskin tarafîle
isabet ederse ye, geniş tarafîle isabet ederse de (onunla) öldürürsen artık o,
sopa île öldürmüş gibidir;binâenaleyh yeme; buyurdular.»[310]
Bu hadîsi Buharı
rivayet etmiştir.
Hadîsde geçen «mi'râd»
kelimesinin tefsirinde ihtilâf edilmiştir. Bazıları: çıplak ve kalın bir
ok'dan ibaret olan zıpkındır; demiş, bir takımları : ağır bir ağaç parçasıdır;
fikrinde bulunmuş, diğer bazıları da: avcıların kullandığı bir ucu demirli
sopadır; demişlerdir. Burada, İbni Tîn'in tefsiri olan «ucu demirli sopa» mânâsına
alınması daha muvafık görülmüştür. Böyle bir sopa ile vurulan ava onun demirli
yani sivri ucu isabet ederse o av yenir Kaim tarafı isabet eder de av ölürse
yenmez. Çünkü sopa veya taşla öldürülen hayvan hükmündedir. BÖylelerin yenilemiyeceği
ise nass-ı kur'an'la sabittir. Hadîs-i şerîf'de av âletlerinden birine işaret
vardır ki o da keskin olan âlettir. 2ırâ Peygamber (S.A.V.) sopanın sivri ucu
ile isabet etmişse yenileceğini haber vermiştir. Sopanın o ucu keskindir. Kaim
tarafîle vurmuşsa yememesini emir buyurmuşlardır. Binâenaleyh ağır bir şeyle
öldürülen avın yenilemeyeceğine bu hadîs delildir. Dört mezhebin imamları ile
Sevrî'nm mezhebi budur. Şâm ulemâsından Evzâî ile Mekhıd ve diğer bazıları ucu
demirli sopa ile vurulan avın mutlak suretde helâl olduğuna kaildirler.
İhtilâfın sebebi, bu bâbtaki usul ve kavâidin bir birine muarazasıîhr. Zîrâ
döğülerek öldürülen bir hayvanın yenilemiyeceği kitab ve İcmâ-ı ümmet'le sabit
olmuş bir kaidedir. Avı yaralamanın onu kesmek hükmünde olması da sünnetin
vaz'ettiği bir kaidedir. Binâenaleyh demirli sopanın öldürdüğünü döğülerek
ölmüş kabul edenler onun mutlak surette" yenilemiyeceğine kail olmuş;
yaralamaya ava mahsus olmak üzere kesmek hükmü verenler mutlak surette
yenilebileceğine fetva vermişlerdir.[311]
1350/1149- «Ebû
Sa'lebe radıyallahu anh'âan Peygamber sallallahü aleyhi ve seîlem'den İşitmiş
olarak rivayet edildiğine göre Resûlüllah sdUallahÜ aleyhi ve sellem :
— Okunu attığın zaman
av sen (görün) çjen kaybolur müteakiben ona yetişirsen kokmadıkça onu ye;
buyurmuşlardır.»[312]
Bu hadîsi Müslim
tahrîc etmiştir.
Av ne ile vurulursa
vurulsun, avcı'nın gözünden kaybolduğu zaman verilecek hüküm yukarıda görüldü.
Bu hadîs, av koktuğu vakit yenmesi haram olduğuna delildir. Yiyene zarar veren,
veya habâis'den olan hayvanlarla, kokmuş yemekler de buna kıyâs olunur.[313]
1364/1150- «Âîşe
radıyallahu anhâ'dan rivayet olunduğuna göre.: bir kavim Peygamber saUaUahü aleyhi ve seîlem'e :
— Gerçekten bize bir
kavim et getiriyorlar. Keserken buna besmele çekip çekilmediğini bilmiyoruz; demişler.
Bunun üzerine Peygamber saUaUahü
aleyhi ve sellem:
— Onun üzerine siz
besmele çekin de yiyin; buyurmuşlardır.»[314]
Bu hadîsi Buhârî rivayet
etmiştir. Bir rivayette:
«PUhaktka câhiltyyetten yeni kurtulmuş bir kavım» denilmiştir.
Buhârî'xLe bu hadîsin tamamında :
«Aişe : Bunlar
küfürden yeni kurtulmuşlardı; dedi» cümlesi vardır. İmam Sîâlik'in
rivayetinde ise:
«Bu (mesele)
islâmiyetin başında İdi» ifâdesi kullanılmıştır.
Hadîs-i şerif,
mürseldir diye illetlendirilmişse de biz Hanefîler'e göre irsal bir illet
değildir. Üstelik hadîsi Buhârî mevsul olarak da rivayet etmiştir. Yukarıda da
görüldüğü vecihle bu hadîs : «hayvan keserken besmele vâcib değildir»
diyenlerin delilidir. Fakat bununla istidlal doğru olamaz. Çünkü hadîs yalnız
et getirenlerin besmele'yi bildirmeleri îcabetmediğine delâlet ediyor. Keza
köylülerin pazara getirdikleri etler için hayvanı keserken besmele çektiklerini
söylemeleri de şart değildir; zîrâ onlar besmele'nin lüzumunu bilirler. Ibni
Abdiîberr şöyle ıfiyor: «çünkü müslümana her şeyde hayırdan başka zanda
bulunuliraz. Ancak hilafı anlaşılırsa o başka» Resûlüllah (S.A.V.) 'in soranlar
:
— Onun üzerine siz besmele
çekin; buyurması bedî' fennine g&re üslüb-ı hakimdir. Çünkü soranlar bu
cevap karşısında beklemedik leri bir şeyle karşılaşmışlarda. Sanki şöyle
demiştir : «Sizi alâkadar eden cihet kendiniz besmele çekip p eti yemenizdir.»
Bu cevap beşme (e'nin vâcib olduğunu takrir eder.
«Mü'm'm besmele çekse
de çekmesede Allah'ın adile keser» diye
dillerde meşlur bîr hadîs vardır. Mezkûr hadis için tmam Gazâlî «ihyâül-Ulûm»
da : «Bu hadis sahihtir» demişse de hadîs bilittifak zaîftir. Ayni hadîsi
Beyhakî, Hz. Ebu Hüreyre'den tahrîc etmiş ve : «bu hadîs münkerdir; onunla
ihticac edilmez» demiştir.[315]
1362/1151- «Abdullah
b. Mugaffel-i Müzeni radıyallahu anh'dan rl-vâyet olunduğuna göre ResûÜiHah
saJJaUahü aleyhi ve sellem ufak ta; atmakdan nehpctmîş ve :
— Bu taşlar av
avlamaz; düşman yaralamaz; onlar ancak diş kırar ve gez çıkarır;
buyurmuşlardır.»[316]
Hadîs Müttefekum
afeyh'dir. Lâfız Müslim'indir.
Hafz : ufak taş veya
çekirdek gibi bir şeyi baş parmakla şehâdet parmağının arasına alarak
atmaktadır. Böyle bir taşla öldürülen avın yenilip yenilmeyeceği hususundaki
ihtilâf yukarıda görüldü. Çünkü taş keskinliği ile değil ağırlıg ile öldürür.
Hadis-i şerif, taşla
a\ vurmayı nehyediyor. Zîrâ bir faydası olmadığı gibi mefsedetinden I orkulur.
Şâir mefsedeti görülen şeyler de hüküm i'tibârîle buna müT ıktir. Nevevî diyor
ki: atış ufak yuvarlak taşlarla veya çakıl ile yapılırsa bu ancak avı ele
geçirmek içindir; ve ekseriyetle öldürmez. Bunlarla vurulan bir ava- avcı
yetişir de keserse caizdir. Vakıa' Beyhakî, Hz. İbnİ Ömer (R.A.)'\nt «ufak
yuvarlak taşla Öldürülen hayvan mekûze (yani dökülerek öldürülmüş) hükmür.
dedim dediğini rivayet etmiştir. Fakat bu rivayet o taşla ölen hayvan
hakkındadır. Nevevi'nin sözü ise, ölmeden yakalanan hayvan hususundadır. Selefin
ekserisine göre böyle taşlarla vurulan hayvan yenmez. Çünkü ağır bir şeyle
öldürülmüştür. Bu günkü tüfeklerin vurduğu av yenilir; zîrâ kurşun ve saçmalar
barud ateşinin tesirîle mil gibi olur;
ve çarpmakla değil sivri ucu ile delerek Öldürür.[317]
1363/1152- «lbni
Abbas radıyallahu anhümâ'dan rivayet olunduğuna göre Peygamber sdüallahü aleyhi
ve sellem:
— Canİı bir şeyden
hedef yapmayın; buyurmuşlardır.»[318]
Bu hadîsi Müslim
rivayet etmiştir.
Hadîs-i şerif canlı
hayvanı silâha hedef yapmanın haram olduğuna delildir. ResûlüÜah (S.A.V.) bir
yerden geçerken canlı bir kuşu iıedef yaparak ona silâh atan bazı kimseler
görmüş ve:
«Bunu yapana Allah
lanet etsin» buyurmuşlardı. Bu dahî nehyin tahrim için olduğunu gösterir,
Nehyîn hikmeti: Hayvana eziyet ve onun mâlîyet ve menfaatini zayi' ettiği
içindir.[319]
1364/1153- «Kâ'b
bin Mâlik radıyallahu anh'öan rivayet olunduğuna göre bîr kadın taşla bir koyun
kesmiş. Bu mesele Peygamber salîallahü aleyhi ve seîlem'e soruldukda koyunun
yenilmesini emir buyurmuştur.»[320]
Hadîsi Buhârî rivayet
etmiştir.
Bu hadîs kadının
hayvan kesmesi caiz olduğuna delildir. Bazıları bunun mekruh olduğuna kail
olmuşlardır. Fakat bu kavlin bir vechi yoktur. Hadîs keskin taşla hayvan
kesmenin de caiz olduğunu bildiriyor. Yalnız hayvanın kesilmesi îcâbeden
damarlarını kesmesi şarttır. Çünkü bir rivayette kadının taşı kırarak kestiği
zikredilmiştir. Taş kırılınca keskinleşir. Hadîs, sahibinin izni olmaksızın
kesilen hayvanın yenilebileceğine de delildir. Çünkü o kadın koyunu sahibinin
izni olmaksızın kesmişti. Bu hususta muhalefet edenler İshâk b. Râhuye
(Râhaveyh) ile Zâ Kiril er'dir. Delilleri Peygamber (S.A.V.) 'in Zülhurleyfe'de
besmele'siz kesilen ganimet hayvanlarından yapılan çorbaları döktürmesidir.
Hadîsi Şeyheyn tahrîc etmişlerdir. Fakat bu istidlale cevap verilmiş; ve :
«orada yere dökülen yalnız çorbaların suyu idi; etleri toplanarak ganimete iade
edilmişti» denilmiştir. Yalnız Ebu Davud'un Ensâr'dan bir zâttan tahrîc ettiği
şu hadîs Zâhiriler'e yardım etmektedir :
«Resûlülfah (S.A.V.)
İle bir sefere çıktık. Müteakiben halka şiddetti bîr açlık ve meşakkat İsabet
etti. Derken ashâb bir takım koyunlar «1e geçirerek onları yağma ettiler. Artık
tencerelerimiz (bunların etlerîle) kaynıyordu kî Resûlüllah (S.A.V.) atının
üzerinde çıka geldi. (Hâlimizi görünce) hemen tencerelerimizi devirdi; sonra
eti toprakla karıştırmağa başladı; ve :
— Şüphesiz ki yağma
malı İaşeden daha helâl değildir; buyurdular.»
Babımızın hadîsi için
Musannif merhum şöyle diyor : «Bu hadîs emniyetli bir çırağın kendisine emanet
olunan mal hususunda hıyanet ettiğine delîl zahir olmadıkça sözü tasdik
edileceğine delâlet eder. Çünkü hadîsde kadının Kâb b. Mâlik'e âid bir câriye
olduğu ve onun koyunlarını güttüğü zikrediliyor. Demek ki kadın koyunun
öleceğinden korkmuş 'da onu kesmiştir.»
Bundan, emanetçinin
bîr maslahata mebnî emânet malda sahibinin izni olmaksızın tasarrufda
bulunabileceği hükmü alınmıştır.[321]
1365/1154- «Râfi'
b. Hadtc radıyattaku anh'dan Peygamber saîtallahü aleyhi ve sellem'den işitmiş
olarak rivayet edildiğine göre Resûlüllah salldüahü aleyhi ve sellem:
— Eğer bir şey kanı
akıtrr ve üzerine besmele çekilirse (°nu) ye. Diş tırnak müslesna. Zîrâ diş
kemiktir; tırnak ise Habeşliterin bıçağıdır; buyurmuşlardır.»[322]
Hadîs Müttefckun
aleyh'dir.
Bu hadîs Hz. Rafi'in
bir suali üzerihe şeref-sâdır olmuştur. Râfî (B.A.):
— Yâ Resûîâllah biz
yarın düşmanla karşılacağız; yanımızda bıçaklarımız yok? demişti.
Hadîs-i şerîf hayvam'
kesen âletin keskin- ve kanı akıtacak şekilde olmasını sarahaten şart
koşmaktadır.
Devenin kesilmesi
«nahır» yani boğazlamak suretîle olur. Boğazlama : boğazın çan takılan
yerinden yapılır. Zcbih ise: deveden maada hayvanları çenenin altından
kesmektir. Gerek boğazlamada gerekse kesmede hayvanın yemek ve nefes borularile
şah damarları denilen iki kalın damarı kesilir. Bu dört şeyin kesilmesi
bazılarına göre şarttır. Ebu Hanîfe'ye göre dört şeyden lâalettâyin üçünü
kesmekle hayvanın eti helâl olur. Hanefilcr'den İmam Ebu Yusuf'un nefes ve
yemek borularile şah damarlarından birisinin kesilmesini şart koştuğu; İmam
Muhammed'e göre ise her damarın ekserisi kesilmek îcâbet-tif i rivayet
olunmuştur. Fetva Ebu Hanî/e'nin kavline göredir. İmam Şafiî'ye göre yemek
borusu ile iki şah damarını kesmek kâfidir. İmam Mâlik'e göre nefes borusu ile
şah damarlarını kesmek şarttır. Çünkü Peygamber (S.A.V.):
— Eğer kani akıtırsa;
buyurmuştur. Kanı akıtmak şah damarlarını kesmekle tahakkuk eder. Yemek
borusunu kesmek şart değildir; zîrâ onda akıtılacak.kadar kan yokdur. Sevrî
(67—161)'ye göre iki şah damarını kesmek kâfidir.
Hadîs-i şerîF keskin
her şeyle hayvan kesilebileceğini gösteriyor ki bıçak, kılıç, keski;,, taş,
cam, kamış kabuğu ve saire keskin şeyler bu umumda dâhildir. Dişle tırnak
mutlak surette yasak edilmiştir. Binâenaleyh cumhur-u ulemâ'ya göre insan ve
hayvan dişlerîle tırnakları bedenlerinde iken olsun, bedenden ayrıldıktan sonra
olsun hayvan kesmekde kullanılamazlar. Yalnız Hancfîler'e göre' kesilmiş tırnak
ve sökülmüş dişle hayvan kesmek haram değil, mekruhtur. Delilleri Ebu Davud'un
tahrîc ettiği Adİy b. Hatim hadîsidir. Bu hadîsde
«Kanı dilediğin şeyle
akıt» Duyurulmuştur.
Dişle kesmekten nehyin
illeti hadîs-i şerifde onun kemik olması gösterilmiş ve âdeta : «Kemikle
hayvan kesilmez» denilmiştir. Bundan nehî
buyurulmasımn vechi Nevevî (631
— 676)'ye göre kestiği yeri pislemesi ve cinlerin yiyeceği olmasıdır. Binâenaleyh kemikle taharetlenmeye benzer.
Dişle kesmek ise
Habeşliîer'in bıçağı olduğu için yasak edilmiştir. Çünkü Habeşler
küffârdandır. Küffâra benzemek memnu'dur. Buna «Habeşliler bıçakla da keserler;
şu halde onlara benzememek için bıçakla kesmenin de memnu1 olması îcâbeder»
diye i'tirâz edenler olmuşsa da kendilerine: «Bıçakla kesmek asıldır; ve
Habeşli-ler'e mahsus değildir» şeklinde cevâb verimiştir. îbni Salâh (577 —
643) bu meseleyi ta'lîl ederken şunları söylemiştir: «Ükle kesmekten
men'edilmesi hayvana azâb verdiği içindir. Bununla ancak hayvanı boğma hasıl
olur kî bu da kesme mânâsını taşımaz.»[323]
1366/1155- «Câbİr
b. Abdillâh radıyallahu anhümâ'daa rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Resûlüllah
saUallahü aleyhi ve selîem her hangi bir hayvanın (bir yerde) kapalı olarak
öldürülmesini yasak etti»[324]
Bu hadîsi Müslim
rivayet etmiştir.
Hadîsde geçen asa bor»
ta'birinden murâd hapisdir. Yani bir hayvanı bir yere kapayarak vurmak
haramdır. Bir insanı harp darp yokken bir yere hapsederek vurmak dahî ayni
hükümdedir .[325]
1367/1156- «[326]
Şeddâd b. Evs raâıyaUahu anh'dan rivayet edilmiştir ki: Resûlüllah saUallahü
aleyhi ve seîlem:
— Şüphesiz Allah her
şeyde iyiliği vâcib kılmıştır. Binâenaleyh öldürdüğünüz zaman Öldürme işini iyi
yapın; kesdiğiniz zaman da kesmeyi iyi yapın (Her) biriniz bıçağını bilesin ve
kesdiği hayvanı rahatlandırsın; buyurdular.»[327]
Bu hadîsi Müslim
rivayet etmiştir.
İhsan : iyi bir işi
yapmaktır; ve çirkin mânâsına gelen «kabih»'in zıddıdır. Teâlâ hazretleri:
«[328]
Şüphesiz ki Allah adalet ve iyiliği emreder...» buyurmuştur. Şu hâlde ihsan
şer'î ve örfî bütün iyiliklere şâmildir. Hadîs-i şerif'de ihsanın hatıra
gelmeyen kısmı zikredilmiştir ki o da her hangi bir canlıyı öldürürken usulüne
riâyet suretîle yapılacak ihsandır. Bunda insan da dâhildir. Binâenaleyh
«müsle» yani öldürülecek bir insanın burnunu dudağını ve şâir azasını kesmek
memnu'dur. Hesûlüllah (S.A.V.):
— Kesmeyi iyi yapın;
buyurarak ihsanın bir kısmını beyân etmiştir.
«Şefre» büyük bıçak
veya büyük ve keskin demirdir. Keserken hayvana rahat vermek: bıçağı bilemek,
işi ecele tutmak, bıçağı karşısında bilememek, onun yanında başka hayvan
kesmemek, hayvana eziyet etmemekle olur.[329]
1368/1157- «Ebû
Saîd-i Hudrî radıyallahu an/ı'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlülfah
sallallahü aleyhi ve seîîem:
— Ceninin kesilmesi
annesinin kesilmesi (nden ibaret) d İr; buyurdular.»[330]
Bu hadîsi Ahmet rivayet
etmiştir. İbni Hibbân onu sahîhlemiştir.
Tirmizî, Ebu Davûd ve
Dârekutnî hadîsi muhtelif tarîklerden rivayet etmişlerdir. Ancak Abdüîhak bu
tarîklerin hiç birîle istidlal edilemeyeceğini söylemiştir. Babımızın hadîsi
için Cüveynİ (419 — 478): «Bu hadîs sahihtir; onun ne metnine ihtimal yol bulabilir;
ne de senedine za'f» demiştir. İmam gazali (450—505) de ona tâbi' olmuştur.
Doğrusu, bu hadîsin bütün tarîklerîle amel olunabilir. Bahusus Ibni Dakik-îd
onu sahîhlemişlerdir.
Bu bâbta Hz. Câbîr'den
Ebud-Derdâ, Ebû Ümâme ve Ebu Hüreyre (R. anhüm) hazerâtından hadîsler rivayet
edildiğini imam Tirmizî söylüyor. Yine ashâb-ı kirâm'dan bir cemâat bu hadîsi
te'yîd eden başka hadisler rivayet etmişlerdir.
Hadîs-i şerif kesilen
bir hayvanın karnından çıkan ölü yavrunun yenilebileceğine çünkü annesinin kesilmesi
onu da kesmek sayılacağına delildir. imam Şâfü ile Hanefîler'den imam Ebu
Yıtsuf ve İmam Muhammed'in mezhebi budur. Ulemâ'dan bir cemâat da bu kavle
zâhib olmuşlardır. Ibnü'l-Münnzİr: «Sahabe ve ulemâ'nm hiç birinden ceninin
yeniden kesilmeden yenilmeyeceği rivayet olunmamıştır. Yalnız Ebu Hanîfe'den
rivayet edilen" müstena» demiştir. Filhakika imam Â'zam Ebû Hanîfe'ye göre
hayvanın karnından Ölü. olarak çıkan yavru yenilmez. Çünkü yavru ayrıca bir
hayvandır. Onun içindir ki anası öldüğü halde yavrunun yaşaması mütesavver-dir
Binâenaleyh onu ayrıca kesmek icâbeder. Bir de bu yavru anasının kesilmesîle
ölmüş olabileceği gibi daha Önceden ölmüş de olabilir. Şu halde şüphe ile onun
yenilmesi helâl olamaz.
hadîsine gelince: Bu
hadîs harfi cerrin hazfîle mensub olarak': şeklinde de rivayet edilmiştir. Bu
takdirde mânâ «ceninin kesilmesi anasının kesilmesi gibidir» şeklini alır ki
kesilmesinin lüzumu hususunda ikisi müaavî olurlar. Bundan dolayıdır ki Hz.
imam, doğurması yaklaşan koyunun kesimesini mekruh addetmiştir, imâmeyn'e göre
mekruh değildir; zîrâ onlara göre kesilen koyunun karnından, çıkan ölü yavru
yenir.
imam Mâlik'e göre
yavrunun yenilebilmesi için tüylenmiş olması şarttır. Delili: imam Ahmed b.
Hanbel'in /sâm'dan onun da. Mâlik'âen onun da Nâfİ'den onun da İbnİ Ömer
(R.A.yâa.n merfu olarak rivayet ettiği şu hadîsdir:
«Cenîn tüylendimî onun
kesilmesi anasının kesilmesidir» Lâkin imam Ahmed bu hadîsi /sâm'dan yalnız
başına rivayet etmiştir, tsâtn zafeur. Hadîs«el-Muvatta'» da Hi. İbnl Ömer'e
mevkufdur; esah olan da budur.
İbni Mübarek (—181)
İbni Eb% Leylâ'dan şu hadîsi tahrîc etmiştir:
«ftesûlültah (S.A.V.):
— Tüylenmiş olsun
olmasın ceninin kesilmesi annesinin kesilmesidir» buyurmuştur. Fakat bu hadîs
dahi zaîftir. Çünkü İbni Ebi Leylâ'nın belleyişi iyi değildir. Beyhakî bu
hadîsi Hz. İbni Ömer'den rivayet etmiştir. Hadîs İbni Ömer (R.A.)dan merfu'
olarak bir kaç tarîkle rivayet edilmişse de Beyhakî merfu' rivayetlerin zâif
olduğunu söyler. Sahîh olan mevkuf rivayettir.[331]
1369/1158- «İbnİ
Abbas radıyattahu anhümâ'dan rivayet olunduğuna göre Peygamber sdllollahü
aleyhi ve seZZem;
— Müslümana adı yeter.
Şayet (hayvanı) keserken besmeleyi unutursa müteakiben besmele çeksin, sonra eSİn;
buyurmuşlardır.»[332]
Bu hadîsi D&re
Kutnİ tahrîc etmiştir, isnadında Muhammed b. Yezîd b. Sinan vardır. Bu zât
doğru söyler; belleyişi zaîftir. Ayni hadîsi Ab-dürrezzak, İbni Abbas'a müntehi
ona mevkuf sahîh bir isnatla tahrîc etmiştir. Hadîsin Ebu Davud'un
mürsellerinde: «Üzerinde besmele çekilsin çekilmesin, müslümanın kestiği
helâldir.» lâfız lan ile bir şahidi vardır. Kavileri mn'temeddirler.
«Müslümana adı yeter.»
cümle s.lrd Beyhakî'nin Hz. İbni Abbas'dan rivayet ettiği bîr hadîs tefsir
ediyor. Mezkûr hadîsde «Çünkü müslümanda Allanın isimlerinden bir isim vardır»
buyurulmuştur. Bu bâbta sahîh fakat mürsel bir hadîs daha vardır. Ancak
besmele'nin vücubuna delâlet eden hadîslere muâraza edecek kuvvetde değildir.[333]
Edahiy kelimesi
üdhiyye'nin cem'idir. Üdhîyye: kuşluk vakti kesilen hayvandır. Kelime:
üdhiyye, idhiyye, dahiyye, dihiyye ve edhât şekillerinde okunabilir.
Şerîatte üdhiyye:
hayvan-ı mahsusu, vakt-i mahsusta ibâdet niyetîle kesmektir. Hayvan-ı mahsustan
murâd: koyun, keçi, sığır ve deve gibi şer'an kurban edilmesi caiz olan hayvanlardır.
Vakt-i mahsus kurban bayramı günleridir.[334]
1372/1159- «Etıes
b. Mâlik radıyallahu anh'dan rivayet olunduğuna göre Peygamber salîallahü
aleyhi ve sellem İki beyaz renkli boynuzlu koç kurban ederdi. Besmele çeker;
tekbîr alır ve ayağını koçların boyunlar; yan taraflarına koyardı.» Bir
rivayette : «onları elîle kesdi» denilmiştir.[335]
Hadîs Müttefekun
aleyh'dir.
Eir rivâyetde semiz
mânâsına
denilmiş; Ebu Avane'nm
Sahih'iadelü (En es) rivayetinde «în» yerine asa» harfîle buyurulmuştur.
Müslim'in bir rivayetinde dedi» cümlesi vardır. Müslim'in Aişe'den rivayet
ettği hadîste: «Büyük boynuzlu, kara (bacak) üzerine basar, kara üzerine yatar;
kara içinden bakar (bakla) bir koç getirmelerini emretti ve kurban etmesi içîn
derhal koç (kendisine) gctirÜdi. Bunun üzerine Âişeye:
— Yâ Âişe kurban
bıçağını getir; dedi. Sonra:
— Bıçağı taşla bile;
buyurdular. Âîşe de Öyle yaptı. Sonra bıçağını eldi ;eoçu da tutarak yatırdı;
ve kesti. Badehu:
— Bismillah, Yâ Rab! Muhammedden, Âl-i Muham-medden ve Ümmet-i Muhammedden
kabul eyle! dedi ve koçu kesti.»
denilmektedir.
Ebu Avâne'mn
riyâyetindeki «sîn yerine sa harfîle» ifâdesi müdreetir. Bunu ya râvilerden
biri yâhûd Ebu Avâne veya Musannif yapmıştır.
Em I ah : Hâlis beyaz
demektir. Bazıları: «Beyazına bir parça siyah karışandır» demiş; bir takımları
«beyazına kızıllık karışandır» şeklinde tefsir etmişlerdir.
Bu hadîse imtisâlerf
ulemâ kurbanlığın boynuzlu olmasını müstehab görmüşlerdir. Maamâfîh hiç boynuzu
olmayan hayvandan kurban kesmeye de cevaz vermişlerdir. Boynuzu kırık hayvandan
kurban olup olmayacağı ihtilaflıdır. Cumhur'a göre caizdir. Kurbanlığın emlah
olması bilittifak müstehaptır. Nevevî diyor ki : «Ashab-ı kirânv'a göre
kurbanlığın en makbulü beyaz olanıdır. Ondan sonra sıra ile: sarı, boz alaca ve
kara gelir»
Hz. Âîşe (R.Anhâ)
hadîsindeki: «Kara üzerine basar; kara üzerine yatar; kara içinden bakar»
ifâdesi: hayvanın ayakları ile karnının ve göz kenarlarının kara- olduğunu
anlatmak içindir. «Besmele çeker; tekbîr a!ır» cümlelerindenki besmele ile
tekbîr'i nasıl yaptığını hadîsin rivayeti tefsir etmiştir. Besmele'nin hükmünü
yukarıda gördük. Tekbîr yalnız kurbanlara mahsustur. Resûlüllah (S.A.V.)'in
ayağını hayvanın boynuna dayaması, keserken kımıldamaması içindir.
Hadîs-i şerif kurbanı
kesebilenlerin bizzat kendilerinin kesmesi, mendûb olduğuna delâlet ediyor.
Peygamber (S.A.V.) 'in koçu yatıra rak kesmesi, koç ve koyun gibi hayvanların
yatırılarak kesilmesinin müs-tehab olduğuna delildir. Çünkü hayvanı sol
tarafına yanı üzerine yatırarak kesmek hem hayvana eziyet vermez; hem de
kesene kolaylık olur. Bu suretle bıçağı sağ eline olarak sol elîle de hayvanın
başım tutmak mümkün olur. Bu hususa icmâ'-ı müslimîn vardır.
Hadîsimiz kuurban ve
diğer ibâdetlerin kabulü için duâ etmenin müstehâb olduğuna da delâlet ediyor.
Hz. İbrahim ve İsmaîJ a?e?/Ai-messelâm, Kâbe-i Muazzama'yı bina ederken:
«[336] Ey
Rabbimiz, (yaptığımızı) bizden kabul eyle çünkü hakkîfe işiten ve bilen ancak
sensin» diye duâ etmişlerdir. İbni Mâce, Peygamber (S.A.V.) 'in kurban
keserken
[337] Âyetini
okuduğunu tahrîc etmiştir.
Fahr-î Kâinat (S.A.V.) Efendîmiz'in :
— Âl-i MuhamrnecTclen
ve Ümmet-i Muhammedden kabul eyle! diye duâ etmssi bir kimsenin kesdiği
kurbanın sevabı-, na ailesi efradım ortak edebileceğine delâlet eder.
Bu.husuşda dahî yukarıda söz geçmiştir.[338]
1374/1160- «Ebu
Hüreyre radıyallahu anh'âan rivayet olunmuştur. Demiştir ki : Resûlüllah
sallaîlahii aleyhi ve sellem:
— Bir kimsenin vakti
hâli olur da kurban kesmezse sakın bizim namazgahımıza yaklaşmasın;
buyurdular.»[339]
Bu hadîsi Ahmed'le
İbni Mâce rivayet etmişlerdir. Hâkim onu sa-hîhlemiştir. Lâkin ondan başka
imamlar onun mevkuf olduğunu tercih etmişlerdir.
Hadîs-i serî vakti
hâli yerinde olan şer'î zenginlere kurban kesmenin vâcib olduğuna delildir.
Çünkü kesmeyenlerin bayram namazı kılınan namazgaha yaklaşmakdan men'edilmesi,
onların bir vacibi terk ettiklerine delâlet eder. Böylelerine âdeta: «Madem ki
siz bu vacibi terkettiniz; o halde namazınızdan da bir fayda hasıl olmaz»
denilmiş gibidir.
Mezheb imamları
arasında kurban kesmenin vâcib olduğuna kail olan yalnız İmam A'zam Ebu
Hanîfe'div. Hz, tmam'm kitabdan delili :
«[340] O
halde Rabbın için namaz kıl ve kurban kes» âyet-i kerîmesi-dir. Şöyle ki âyetde
kurban kesmek namazla beraber zikredilmiştir: bu ancak kurban bayramı namâzîle
kurban kesmek olabilir. Vakıa' nahır kelimesi namazda el bağlamak mânâsına da
gelirse de âyet-i kerîmede nahir emredilmiştir. Emir vücüb ifâde eder. Halbuki
namazda- el bağlamak bilîcmâ' vâcib değildir. Binâenaleyh âyetin kurban hakkında
nazil olduğu tebeyyün eder. Kurban kesmeyi emreden başka hadîs de vardır.
Resûlüllah (S.A.V.):
«Kurban kesin zîra o
babanız İbrahim'in sünnetidir»
buyurmuştur. Emir
vücub ifâde eder. Gün kurbana- izafe edilerek «yevm-i nahır» denilmesi dahî
kurban kesmenin vâcib olduğuna delildir. Çünkü o günde yapılması lâ büd bir
şey olmasa izafet sahih olmazdı. İcrası lâ biid, vâcib demektir. Vakıa'
Beyhakî'nin tahrîc ettiği bir hadîsde Resûlüllah (S.A.V.):
«Kurban kesmek bana
farz kılındı ama size farz kılınmadı» buyurmuşlardır. Fakat bu hadîs ümmete
kurban kesmenin farz olmadığını bildiriyor. Hz. îmam'in zâten «farzdır» dediği
yoktur, "îesûliillah (S.A.V.) 'e farz, ümmetine vâdb olabilir ki matlup
da budur.
«O sîze sünnettir»
hadîsine îmam A'zam tarafından şu te'-ville cevap verilmiştir: «Onun vücubu
size sünnetle sabit olmuştur» Sünnetle sabit olan vaciba çok yerlerde sünnet
denilmiştir.
Bir rivâyetde îmâmeyn
de İmam A'zam'la. beraberdir. Tahâm'nin rivayetine göre İmâmeyn kurbanın
sünnet-i müekkede olduğuna kaildirler. Diğer mezheb imamları ile cumhur-u
sahabe ve Tâbîin'in mezhebi de budur. Delilleri Beyhakî'nin İbnİ Abbas
(R.A.)'dan tahrîc ettiği şu hadîstir.
«Resûlüllah (S.A.V.) :
— Üç şey vardır;
bunlar bana farz sîze nafiledir; buyurdu. Kurbanı da bu üç şeyden saydı.»
Bunlar az yukarıda zikrettiğimiz: «Kurban kesmek bana farz kılındı; ama size
farz kılınmadı» mealindeki Beyhakî hadîsîle ve daha bazı hadîslerle istidlal
ederler. Beyhakî, Hz. Ebu Bekir'le Ömer (72. anhümâ) 'mn başkalarına örnek
oluruz korkusu ile kurban kesmediklerini İbnî Abbâs (B.A.)'m ise kurban bayramı
gelince kölesine iki dirhem vererek : «Bunlarla et al da: İbni Abbas kurban
kesti; dîye halka haber ver» der idiğini tahrîc etmiştir. Fakat îmam-ı A'zam,
tarafından buna da: «Bu zevat fakirdiler» şeklinde cevap verilmiştir.[341]
1375/1161-
[342]«Cündeb b. Süfyan radıyallahu anh'ûan rivayet olunmuştur.
Demiştir ki Kurban bayramında Resûlüllah salldllahü aleyhi ve seUem ile beraber
bulundum. Cemâate bayram namazını kıldırdık-da kesilmiş koyunlar gördü. Bunun
üzerine
— Her kim namazdan
önce (kurban) kesdi ise onun yerine bîr koyun kessin. Kim kesmedi ise besmele
ile (şimdi) kessin; buyurdular.»[343]
Hadîs Müttefekun aleyh'dir.
Bu hadîs kurban kesme
zamanının bayram namazından sonra olduğuna delâlet ediyor. Bayram namazından
murâd kurban kesecek kimsenin kıldığı namazdır. İmamın kıldığı namaz da
olabilir. Nitekim İmam Mâlik'in mezhebi budur. Ona göre her yerde imam bayram
namazını kıldırarak hutbesini okumadan hattâ imam kurbanını kesmeden kurban
kesmek caiz değildir.
HanefîleVe göre bayram
namazından murâd: kurban kesecek kimsenin namazıdır. Binâenaleyh kendilerine
bayram namazı vâcib olmayan birkaç hanelik köy ve sahra halkı fecir doğdukdan
sonra kurbanlarını kesebilirler. Çünkü kurbanın vakti fecirle başlar.
imamın kurbanını kesip
kesmediğine bakılacağını Tahâvî'nin Hz: Câbîr'den rivayet ettiği şu hadîs
göstermektedir.
«Peygamber (S.A.V.)
Medine'de kurban bayramı günü namazı kıldı. Müteakiben bir takım adamlar
ilerleyerek, hemen kurbanlarını kestiler ve Peygamber (S.A.V.) 'in kurban
kestiğini zannettiler. Bunun üzerine Resûlüliah (S.A.V.) onlara tekrar kurban
kesmelerini emir buyurdular.» Ancak bu hadîsden murâd kurban kesenlerin acele
etmemelerini te'mindir. Zîrâ acele etmek vakti girmeden kesmeye müeddî
olabilir. Bundan dolayıdır ki bütün hadîslerde kurban kesmek Peygamber (S.
A.V.) 'in namazîle takyî'd edilmiştir.
İmam Şafiî ile Dâvud-u
Zâhirî'ye göre: kurban kesmenin vakti Yalnız ona göre kurbanı kesmek için
evvelâ imamın kesmiş olması §art değildir. Bu kavil Easan-% Basrî, îshak b.
Rahuye ve Evzâî'&en de nakledilmiştir.
îmam Şafiî ile Dâvud-u
ZâhirVye göre: kurban kesmenin vakti güneş doğduktan sonra bayram namazı
kılınıp iki hutbe okuyacak kadar bir zamanın geçmesîle başlar. Kurbanı kesmek
için imamın veya kurban kesecek kimsenin bayram namazını kılmış olmaları şart
değildir. Kurtubî diyor ki: «Hadîsin zahiri kurban kesmenin namaza' bağlı
olduğuna delâlet ediyor. Lâkin Şafiî bayram namazı kılmakla mükellef
olmayanların kurban kesmekle memur olduklarını görünce namaz kelimesini namaz
vakti mânâsına hamletmiştir.»
îbni Dakiki'l-îd «Her
kim namaz kılınmadan Önce kurban keserse onun yerine bir başkasını kessin»
hadîsinin namazdan önceki vakti nazar-ı i'tibâra alma hususunda daha zahir
olduğunu lâkin hadîsi zahiri üzerine bırakırsak bayram namazını kılmadan kesilen
kurbanın, kurban yerine geçmemesi iktiza ettiğini ve buna kail olmanın en
yerinde bir iş olacağını söylemiştir.
Filvaki' TahâvVnin Hz.
Câbİr'den tahrîc ettiği bir hadîsde şöyle denilmektedir.
«Bîr adam Resûlüllah
(S.A.V.) (bayram) namaz (in) ı kılmadan kurban kesti. Bunun üzerine Peygamber
(S.A.V.) namazdan Önce bîr kimsenin kurban kesmesini nehyetti.» Bu hadîsi îbni
Hibbân sahîhlemiştir.
Buraya kadar
gördüklerimiz kurban vaktinin îbtidası hakkındadır. Kurban.vaktinin sonuna
gelince: Ulemâ bunda dahî ihtilâf etmişlerdir. Hanefîler'le Mâlikîler'e ve
Hanbeliler'e göre kurban günleri zilhicce ayının on'undan başlayarak on
iki'sinde sona erer; yani kurban kesme müddeti üç gündür; ve efdâl olan ilk gün
kesmektir.
Şâfiîler'e göre kurban
günleri dörttür. Onlara göre kurban müddeti zilhiccenin on üçünde nihayete
erer.
DâvvÂ-u zâMrî ile
Tâbiîn'den bazılarına göre yalnız zilhiccenin onuncu günüdür. Fakat Mina'da
olanlara üç gün kurban kesmek caizdir. Bazıları kurban müddetinin zilhiccenin
son gününe kadar devam ettiğine kail olmuşlardır. «Nihâyetü'l-Müctehîd» nâm
kitapda bu ihtilâfa iki şeyin sebeb olduğu zikrediliyor:
1— Âyetteki
«ma'lûm günler» den murâd ne olduğunu ta'yin husu- iMilâfhı Ra7iları «hnnlardan
murâd. Zilhiccenin on bîr ve un ikinci günleridir» demişlerdir. Meşhur olan
kavil budur. Bir takımları : «Ma'lûm günler Zilhiccenin başından on gündür»
kanâatinde bulunmu i ardır.
2— Âyet-i
kerîmenin zahiren Cübeyr b. Mut'im (R.A.) 'in mefru' alarak rivayet ettiği şu
hadîsle muâraza halinde olmasıdır :
«Mekke'nin bütün
yolları nahır yeri; teşrik günlerinin hepsi de (kurban) kesme (vakti) dir.»
«Âyetteki: ma'lûm günler; den murâd, kurban bayramı günü j[e ondan sonraki İki
gündür» diyenler bu tefsiri mezkûr hadîse tercih etmiş ve: «bu üç .günden
başka hiç bir günde kurban kesilmez» demişlerdir. Âyetle hadîsin aralarını bulmak
isteyenler ise; bunların arasında muâraza olmadığını, zîrâ ha-dîs-i şerifin
âyettekinden fazla bir hüküm iktiza ettiğini, halbuki âyetten murâd, kurban
günlerini tahdîd olmadığını bilâkis hadîsin o günleri tahdîd için vârid
olduğunu söylemiş; ve «Bayramın dördüncü günü kurban kesmek caizdir; çünkü
ma'lûm günlerin teşrik günleri olduğunda hilaf yoktur. Bu günler ba>ram
gününü ta'kib eden üç gündür.» demişlerdir.
«Nahır günü bayramın
ilk günüdür» diyenler ma'lûm günleri zilhiccenin ilk on günü diye tefsir
edenlerdir. Bunlara göre: madem ki bu on günün içinden yalnız onuncu günde
kurban kesilebileceğine icmâ' vardır. O halde kurban günü ancak o gün olmak
îcâbeder. Faide: -«en-Ni-hâye» nâm eserde şöyle deniliyor: «İmam Malik'den
rivayet edilen meşhur kavle göre kurban günlerinin gecelerinde kurban kesmek
caiz değildir. Diğer mezheb imamlarına göre caizdir.»
Hanefîler'e göre
kurban bayramının onbirinci ve on ikinci gecelerinde kurban kesmek caiz ise de
mekruhtur. Çünkü gece karanlığında hatâ etmek ihtimali vardır. Bayram gecesi
kurban kesilemez. Zîrâ kurbanın vakti henüz girmemiştir. Zilhiccenin on üçüncü
gecesi dahî kesilemez çünkü vakti geçmiştir.[344]
1376/1162-
«Berâ
b. Âzib radıyallahu anh'a rivayet edilmiştir. Demiştir ki : Resûlüllah
saîldllahü aleyhi ve sellem aramızda ayağa kalkarak söyle buyurdular :
— Dört nev't (hayvan)
vardır ki, kurban edilmeleri caiz değildir. (Bunlar) körlüğü belli olan bir
gözü kör, hastalığı belli olan hasta, topallığı belli olan topal ve iliği kurumuş
yaşlı (hayvanlar)dir.[345]
Bu hadîsi Ahmed'le
Dörtler rivayet etmişlerdir. Tirmîzî ile İbni Hibbân onu sahîhlemişlerdir.
Hadîsi Hâkim dahî
sahîhlemiş ve «Şeyheyriin şartları üzeredir» demiştir. Musannif Hâkim'in sözünü
doğru bulmuş ve: «Bu hadîsi Buhârî ile Müslim sahihlerinde tahrîc etmemişler;
lâkin hadîs sahihtir. Onu Sünen sahipleri sahîh senedlerle tahrîc etmişlerdir.
imam Ahmed b. Hanbeî onu hasen bulmuş ve: ne güzel hadîs; demiştir. Tirmizî
dahî onun hasen sahîh olduğunu söylemiş.» demiştir.
Hadîs-i şerif, sayılan
dört kusurun kurban edilmeye mâ'ni olduğuna- delildir. Zâhirîler'e göre
kurbanlık hayvanda bu dört kusurdan başka hiç bir kusur aranmaz. Çünkü
Resûlüllah (S.A.V.) başka kusur saymamıştır. Cumhur-u ulemâ'ya göre ise sair
bunlar derecesinde veya daha mühim kusurlar bunlara kıyas olunurlar. Mesela iki
gJiftİ kör, kulakları kesik, bir gözünün üçte birinden fazlasının kor olması
onlara göre kusurdur. «eZ-Baftr» adlı eserde; «gözün üçte biri veya daha azmin
körlüğü affedilir. Topallık da öyledir», deniliyor. îmam Şafiî: «Bir koyun
topallığından dolayı sürüden geri kalıyorsa onun topallığı bellidir.» diyor.[346]
1377/1163- «Câbîr
radıyallahu anadan rivayet olunmuştur. Demiştir kî : Resû'üllah sallallahü
aleyhi ve sellem:
— Olgunluk yaşına
varandan başka hiç bîr hayvanı (kurban) kesmeyin. Ancak vaktiniz yoksa o başka.
Bu takdirde oyundan bir toklu kesersin; buyurdular.»[347]
Bu hadîsi Müslim
rivayet etmiştir.
Müsİnne : ön dişini
atmış da büyümüş hükmüne girmiş hayvandır. toyun, keçi bir yaşını, sığır iki
yaşını, deve beş yaşını bitirdikten son-sonra müsinne olurlar.
Gezea : tam bir
yaşındaki tokludur.
Hadîs-i şerîf, tokludan
ancak başkası bulunmadığı zaman kurban olabileceğine delildir. Kaadi lyaz bu
hususda icmâ' olduğunu nakleder. BaEiları icmâ' dâ'vâsının doğru olmadığını
çünkü İbnl Ömer (R.A.) ile. Zührî'nin bu kavle muhalif bulunduklarını
söylerler. Cum-hur'a göre tokludan kurban olur. Hattâ Hanefîler'e göre
anasından farkı olmıyan altı aylık kuzudan da olur. Onlar bu hadîsi İstihbâb mânâsına
hamletmişlerdir. Çünkü tokludan kurban olacağını ifâde eden hadîsler vardır.
Bunlardan bazılarını İmam Ahmed b. Haribel ve Beyhakî tahrîc etmişlerdir.[348]
1379/1164-
«Ali
radıyallahıı anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki : Resûlüllah sdllallahü
aleyhi ve sillem bize (kurbanlık ayırırken} göze ve kulağa dikkat etmemizi, bir
gözü kör, kulağı önden yarılarak sarkmış, kulağı arkadan yarılarak sarkmış,
kulakları yarılmış ve Ön dişleri düşmüş hayvandan kurban kesmememizi emir buyurdu»[349]
Bu hadîsi Ahmed'le
Dört'ler tahrîc etmişlerdir. Tirmîzî ile Hâkim ve İbni Hİbbân onu
sahihlemişlerdir.
Sermâ' : ön dişleri
düşmüş hayvan demektir. Bazıları: «Hem ön hem avurd dişleri düşmüş hayvandır»
derler. Hattâ: «dişleri kökünden kırılan hayvandır» diyenler bile vardır.
Dişsiz hayvandan kurban olmaması iyi yiyemediği içindir. Maamâfîh Hanefîler'e
göre dişlerinin ekserisi duran hattâ bir rivayete göre otlayacak kadar dişleri
olan hayvandan kurban olur. Onlara göre:boynuzsuz veya boynuzu kırık,
otlaya-bilen delibaş ,semiz olmak şartîle uyuzlu, burma gibi hayvanlardan kurban
olur. Çünkü bu kusurlar büyük kusur sayılmazlar. Fakat bir kısmını az yukarıda
gördüğümüz büyük kusurlar affedilmez; yani çok kusurlu hayvanlardan kurban
olmaz. Gözleri veya bir gözü yâhûd bir gözünün üçte iki mikdarı kör,
kesileceği yere gidemeyecek derecede topal, yaradüışdan kulaksız, yâhûd
kulakları veya bir kulağı yâhûd bir kulağının ekserisi kesik kuyruğunun tamamı
veya ekserisi kesik iliği kurumuş hayvanlar çok kusurlu sayılırlar.
Hanefîler'ce bu
kusurlardan biri hayvan satın aldıktan sonra meydana gelirse sahibine göre
hüküm verilir. Sahibi zengin ise o hayvanın yerine başka birini kesmesi
icâbeder. Fakir ise o hayvanı kesmesi kâfidi.
Son derece zaîf,
kulakları kesik, boynuzları kökten kırık hayvanlardan kurban olmayacağı
müteaddid hadîslerde vârid olmuştur. Ulemâ koyun, keçi, sığır, manda ve deve
gibi ev hayvanlarından kurban olacağında müttefiktirler. Yalnız hangisinin
efdâl olduğunda ihtilâf etmişlerdir. Peygamber (S.A.V.) !in koç kesmesine ve
koç kesilmesini emir buyurmasına bakılırsa koyun emsinin diğerlerinden efdâl
olduğu anlaşılıyor. Maamâfîh koyunu herkes bulabileceği için kolaylık olmak
üzere onu emir buyurmuş olması da bir ihtimaldir. Mezkûr hayvanlardan kurban
olmayacağına ittifak vardır. Yalnız yabanî sığır'ın on kişi için geyiğin bir
kişi için kurban edilebileceği Hasan b. Sâîih'den rivayet olunduğu gibi Hz.
Esma (R.Anhâ)'dan «Resûlüllah (S.A.V.) devrinde atdan kurban kestik» dediği ve
keza Hz. Ebu Hüreyre'nin bir horozu kurban ettiği bazı rivayetlerde yer
almıştır.[350]
1379-a/1165-
«Âli b. Ebî Tâfîb radıyaUahu anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki :
Resûlüllah saMollahü aleyhi ve seUem bana develerine bakmamı ve onların
etlerini derilerini ve çullarını fakirlere taksim etmemi kasaplık hakkı olarak
onlardan hiç bîr şey vermememi emir buyurdular.»[351]
Hadîs Müttefekun
aleyh'dir.
Bu hadîs, Peygamber
(S.A.V.) 'in haccetü'l-vedâ'da kestiği develer hakkındadır. Bu develer Hz. AH
(R.A.) 'in Yemen'den getirdiklerîle yüz baş oluyorlardı. Resûlüllah (S.A.V.)
kendi elîle 63 deve boğazlamış; bakisini Âlî (R.A.) boğazîamıştı. Nitekim «Hac
bahsî» nde görmüştük.
Büdn : Deve, sığır ve
koyuna ıtlak edilirse de burada yalnız deve murâddır. Hadîs ve fıkıh
kitaplarında hep bu mânâda kullanılmıştır.
Hadîs-i şerîf kesilen
develerin etlerîle derilerinin ve çullarının varıncaya kadar her şeylerinin
tasadduk edileceğine kasab ücreti verilmeyeceğine delâlet ediyor. Zira ücret
vermek alış verişe benzer. Halbuki kurban kesmek hediy hükmündedir. Hedyin ise
eti ve derisi satılmaz, kasap ücreti verilmez.
«Nihâyetü'l - Müctehîd»
de şöyle_ deniliyor: «Benim bildiğime göre ulemâ kurban etinin
satılamayacağında müttefiktirler. Derisi, kılları ve şâire gibi istifade
edilen şeyleri hususunda ihtilâf etmişlerdir. Cumhur'a göre bunlardan da
istifâde etmek caiz değildir. Hanefîler'e göre elek, kalbur ve postaki gibi
şeyler yapılarak istifade edildiği gibi satılarak mukabilinde kullanışlı bir
şey alınabilir.[352]
1330/1166- «Câbir
b. Abdillâh radıyaMahu anhdan rivayet olunmuştur. Demiştir ki : Resûlültah
saltallahü aleyhi ve sellem ile bîr-lİkde Hudeybiye yılında deveyi yedi kişî, sığırı
da yedî kişi İçin kesdîk»[353]
Bu hadîsi Müslim
rivayet etmiştir.
Hadîs-i şerîf deve ile
sığırın ortaklasan yedi kişi için kurban edilebileceğine delildir. Bu hadîs
hediy burbam hakkında vârid olsa da kur-,jtM da ayni hükümdedir. Kurban
hakkında ayrıca hadîs c-e vardır. O hv ^.îsi Tirmizî ile Nesai îbni Abbas
(R.A.) 'dan şu lâfızlarla rivayet ederler :
«Resûlüllah (S.A.V.)
ile seferde beraberdik. Derken kurban bayramı geldi. Bİz kurban için bir
sığırda yedi kişi, devede on kişi ortak olduk»
Kurban için bir hayvan
bir aile efradının ortak oldukları da rivayet edilmiştir. Bazı ulemâ 'nın
mezhebi budur. Şâfiîler'den Nevevî iştirak edenlerin bir arada veya ayrı ayrı
yerlerde bulunmalarîle hepsinin vâcib veya nafile yâhûd bazısının vâcib
bazılarının nafile için niyet etmeleri,
hattâ bazısının ibâdet diğerlerinin
et için kesmeleri arasında hüküm i'tibârîle bir fark olmadığını söyler.
İmamAhmeâb. HanbeV-in mezhebi de budur. İmam Mâlik nafileden başka hodiy
kurbanında ortaklığın caiz olmayacağına kail olmuş ve : «Hisardan dolayı lazım
gelen kurban bence nafile hed'y sayılır.» demiştir.
Hanefîlcr'e göre yedi
kişinin bir sığır veya deveyi ortakhşarak kurban etmeleri caizdir. Yalnız
kesenlerin hepsinin müsiüman olman ve hepsinin ibâdet niyetîle kepmeleri
şarttır. İçlerinde kâfir bulunur yâhûd bazısı et için keserse, hiç birinin
hissesi kurban yerine geçmeL. Yedi kişi için kesilebilen bir hayvan daha az
kimseler için evleviyetle caizdir; fakat yediden fazlası için caiz değildir.
îbnü Rüşd (514 — 595)
kurbanlarda ysdi kişiden faciasının ortak olamayacağına icnıi' nakletmiştir.
Maamâfih Salıîhyen'deki Râfi' b. K.ıdîc hadîsinde: -(Peygamber (S.A V.) bîr
deveyi on koyuna muâdil tutft.» denilmiş; ve İbnİ Abbas (R.A.) ile başkalar]ndan,
devenin on kişi için kurban edilebileceği rivayet edilmiş olmasına bakılırsa
ıcmâJ iddiasının yerinde olmadığı anlaşılır. Bazıları : «Her halde İbnü Rüşd
bu hadîslere muttali olmamış» diyorlar.
Resûlüllah
(S.A.V.) 'in koçu kurban ederken :
— Yâ Rabî Bunu
Muhammed i!e Âli Muhammed ve Ümmei-i Muhammed namına kabul et; diye duâ
etmesine bakarak bazıları bir koyunun üç kişiye kâfi geleceğine kail
olmuşlardır. Bunlar zâhir-i hadîsin üçten fazlaya bile yeteceğine delâlet
ettiğini fakat icmâ'ın bu adedi üçe indirdiğini iddia ederlerse de «Nihâyetül3
- Müctehid» adlı eserde beyân olunduğuna göre icmâ' bilâkis bir koyunun ancak
bir kişiye yeteceğine mün'akid olmuştur.
Faîde: Kurban kesecek
kimsenin hayvanı kırkmaması, tırnaklarını kesmemesi sünnettir. Bu bâbta İmam
Müslim, Hz. Ümmii Seleme (R.Anhâ) 'dan şu hadîsi tahrîc etmiştir:
«ResûSüllah (S.A.V.):
— Zilhiccenin onu
girer de biriniz kurban kesmek isterse kurbanlığın kılından ve derisinden hiç
bir şeye dokunmasın; buyurdular.»
Kurban kesen kimsenin
kurbanından yemesi ve başkalarına yedirmesi müstehaptır. Bir çok ulemâ'yu göre
kurbanı üçe bölerek üçte birini tasadduk etmeli üçte birini ailesi efradı ile
yemeli üçte birini de biriktirmelîdir. Bu hususda Peygamber (S.A.V.) :
«Kurbanlan-nizdan
yeyin tasadduk edin ve biriktirin» buyurmuştur. Hadîsi Tirmizî rivayet
etmiştir.[354]
Akîka: doğan çocuk
için kesilen hayvandır. Islâmın ilk devirlerinde: akîka, receb'yye ve atîre
gibi bir çok kurbanlar kesilirdi. Zilhiccenin onunda kesilen kurbanın meşru'
olmasîle bunların hükmü neshedildi.[355]
1381/1167- ibni
Abbas radıyaîlahu anhümâ'Aan rivayet edildiğine göre Peygamber sdlldîlahü
aleyhi ve seîlem Hasan ile Hüseyin için birer koç kesmiştir.»[356]
Bu hadîsi Ebu Dâvud
rivayet etmiştir. İbni Huzeyme, ibnİ Cârud ve Abdülhâk cnu sahihle mislerdir.
Lâkin Ebu Hâtİm, mürsel olduğunu tercih eylemiştir. İbni Hibbân, Enes'den bunun
benzeri bir hadîs tahrîc etmiştir.
Beyhdkî, Hâkim ve İbni
Hibbân'm Hz. Âîşe (R.Anhâ) 'dan tahrîc ettikleri bir hadîsde Peygamber (S.A.V.)
'in akîka'y doğumun yedinci günü kestiği ve çocukların adım koyarak
başlarından eziyetin giderilmesini emrettiği beyân ediliyor. Yine Beyhakî'nin
Hz. Câbir (R.A.) dan tahric ettiği bir hadîsde Resûtüah (S.A.V.)'in Hasan ile
Hüseyniçin doğumlarının yedinci günü kurban kestiği ve onları sünnet ettği bildirilmektedir
Hasan-ı Basrî (21 — 110) hadîsdeki «başlarından.eziy-yetin giderilmesi»
ifâdesini başı tıraş etmekle tefsir etmiştir.
Câhiliyyet devrinde
araplar akîka'nın kanına bir parça pamuk daldırarak doğan çocuğun başına
koyarlarmış. Peygamber (S.A.V.) kan yerine halûk denilen kokuya daldırılmasını
emir buyurmuşlardır.
Bu hadîsler akîka'nın
meşru' olduğuna delâlet ederler Ak&a'nın. meşru' olup olmadığı ulemâ
arasında ihtilaflı bir meseledir. Cumhur'a. göre sünnettir. Delilleri İmam
Mâlik'in tahrîc ettiği şu hadistir.
«Her kimin çocuğu
doğar da onun için kurban kesmek İsterse (bunu) yapsın.»
Dâvud-u Zahirî ile ona
tâbi olanlar akîka'nın vâcib olduğuna kaildirler. Bunlar aşağıdaki Hz. Âişe
hadîsîle istidlal ederler. O hadîsde Resûlüllah (S.A.V.) kesilmesini
emretmiştir: «Emir vücub ifâde eder» diyorlar. Fakat kendilerine «Resûfüüah
(S.A.V.)'in Mâlik hadîsinde (kurban kesmek isterse) buyurmuş olması vücub
hükmünü değiştirmiştir» diye cevap verilmiştir. Hz. Âişe hadîsinde «yedinci
gün» denilmesi akîka'nın vaktini tâyine delâlet eder. İleride gelecek Semura
(R.A.) hadîsinde akîka'nın yedinci günden evvel ve sonra caiz olmadığı
görülecektir. Maamâfih İmam Nevevî yedinci günden evvel de kesilebileceğini
söyler. BeyhaıkVnin. Hz. Enes (R.A.) dan tahrîc ettiği bir hadîsde Peygamber
(S.A.V.)'in kendisi için bi'setten sonra akîka kestiği bildiriliyorsa da ayni
hadîs için Beyhakî: «münkerdir» demiş, Nevevî ise: «bâtü bir hadîstir»
ta'birini kullanmıştır. Basıları akî-karnn yedinci, ondördüncü ve yirmibirinci
günlerde kesilebileceğini söylerler. Delilleri : yine BeyhakVmn Abdullah b.
Büreyde'den tahrîc ettiği şu hadîsdir ;
«Akîka yedinci, on
dördüncü ve yirmi birinci günlerde kesilir»
Hanefîler'e göre
akîka'nın mubah olduğu anlaşılıyor. Çünkü İmam Muhammed (135 — 189) onun
hakkında: «isteyen keser istemeyen kesmez.» demiştir. Hattâ
«el-Camiu's-Sağîr-» de: «gerekerkek gerekse kız çocukları için akîka
kesilmez.» denilmiştir ki; bununla onun mekruh olduğuna bile işaret
edilmiştir. Zîrâ akîka zaten bir faziletten ibaretti; fazilet neşredilince
kerahetten başka bû şey kalmaz. «el-Mübteğa» nâm eserde şöyle deniliyor:
«Velime: düğün yemeği, hurs : doğum yemeği, me'dübe : sünnet daveti, vekîre:
bina yemeği, akîka : tıraş yemeği, nakîa : seferden dönüş yemeği vadîme :
ta'ziye yemeğidir. Bunların düğün davetinden maada hiç biri sünnet değildir.»[357]
1383/1168- Âişe
radıyallahu ar.isa'dan rivayet olunduğuma göre Resûlüllah sallallahü aleyhi ve
selh m onlara, oğlan için bir akran iki koyun, kız çocuğu için de bîr koyun
kesilmesini emretmiştir.»[358]
Bu hadîsi Tirmizi
rivayet etmiş ve sahih lemistir. Bir benzerini de Ahmed'le Dört'ier[359]
Ümmü Kürz-i Kâ'biyye'dcn tahric etmişlerdir. Tirmizi hadîs için: «hasen
sahihtir» ta'birini kullanmıştır. Hadîs-i şerif deki «MÜkâfİ» kelimesini İmam
Ahmed'le Ebu Dâvud: «Birbirine müsavi yâhûd birbirine yarın» diye tefsir
etmişlerdir. Hattâbî'ye göre bundan murâd: yaşça ıkran yani biri yaşlı diğeri
genç olmanıaktaır.
Hadîs-i şerif, oğlan
için kızın iki misli akîka kesileceğine delâlet ediyor. İmam Şafiî ile Ebû
Sevr, İmam, Ahmed b. Hanbel ve Dâvud-u Zahirî buna kail olmuşlardır. İmam
Mâlik, ile bir takım ulemâ'ya göre erkekle kız arasında fark yoktur. Her biri
için bir akîka kesilir.
Hadîsde koyunun mutlak
zikredilmesi kurbanlıkta aranan şartların akîka'da aranmayacağına delildir:
«Aranır» diyenler kıyasla amel etmişlerdir.[360]
1385/1169- «Semura
radıyallahu anh'dan rivayet olunduğuna göre Resûlüllah saîîallahü aleyhi ve
sellem:
— Her çocuk akîkasına
merhundur. Onun nâmına (doğumunun) yedinci günü (hayvan) kesilir; tıraş edilir ve
adi konulur; buyurmuşlardır.»[361]
Bu hadîsi Ahmed'le
Dört'lcr rivayet etmişlerdir. Tirmizî onu sahîhlemiştir.
Hasan'm Hz.
Semura'datı is'Uiği ulemâ tarafından bilittifak kabul edilen akîka hadîsi
budur. Hasan'dan başkalarının ondan hadîs işitip işitmediği ihtilaflıdır.
HattaU diyor ki: «Her
çocuk akîkasına merhundur; ifâdesi hakkında ihtilâf olunmuştur. İmam Ahmed b.
Hanbel; kendisine akîka kesilmeyen bir çocuk küçükken ölürse anne ve babasına
şefaat etmez; mânâsına zâhlb olmuştur» Ayni mânâ Atâ-i Ho-rasânî ile Muhammed
b. Mutarrif den de rivayet olunmuştur. Bu iki büyük zât îmam Ahmed'den de
öncedirler. Bazıları: «Bu cümleden mu-râd akîka'nın behemehal lâzım olduğunu
anlatmakdir. Bundan dolayı onun çocuğa lüzumu rehnin merhuna olan lüzumuna
benzetilmiştir.» derler. Bir takımları : murâd: «çocuğun başındaki saçın
*eziy-yetine Rierhun olduğunu beyândır. Onun için de hadîsde (ondan ezİyyetî
giderin) buyurulmuştur.» demişlerdir. Beyhakî'mn rivayetine göre
Büreydeti'3-Eslemî şöyle demiştir: «Şüphesiz ki kıyamet gününde insanlar beş
vakit namazla yüzleştirildikleri gibi akîka ile de yüzleştirileceklerdir.» Bu
rivayet sabit ise: «akîka vaciptir» diyenlere delîl olur.
Hadîsimiz yukarıda
geçenler gibi akîka'nın doğumun yedinci günü kesileceğine delâlet ediyor. İmam
Mâlik'e göre yedinci günden sonra akîka'nın vakti geçmiş olduğu gibi, ,o gün
gelmeden çocuk ölürse sakıt olur.
İmam Şafiî'ye göre
çocuğun nafakası kime düşüyorsa akîka'sı-da ona lâzımdır, Hanbelîîer'e göre
akîka aletta'yin babaya vaciptir. Ancak baba ölür veya akîka'dan imtina ederse,
o zaman başkası keser. Hadîs-i şerîf'de meçhul sîgasîle kesilir» denildiğine
göre akîka'-yı çocuğa ecnebî olan birisi de kesebilir. Bu cihet Peygamber
(S.A.V.)'-in Hz. Hasan ve Hüseyin (R.Anhümâ) için bizzat kendisinin kesmesîle
te'yîd olunmuştur. îmam Ahmed b. HanbeVin Hz. Ebu Râfi'den tah-rîc ettiği bir
hadîse göre Fâtıma (R.Anhâ), oğlu Hasan'ı doğurduğu vakit:
— Yâ Resûlüllah!
çocuğum için bir akîka kesmeyeyîmmî?» diye sormuş; Peder-i Zîşân'ı :
— Hayır; lâkin.başın.
tıraş et ve saçının ağırlığı kadar gümüş tasadduk eyle; buyurmuşlardır.
Bu da Hasan (R.A.)
için Peygamber (S.A.V.) 'in kestiği akîka'nın kâfi geleceğine delildir. Hz.
Fâtıme akîka'dan bahsedince Resûlüflah (S.A.V.) onu menetmiş; sonra bizzat
kendisi kesmiş ve Fâtıme (R. Anhâ)'ya. tıraşla gümüş tasadduku işlerini havale
etmiştir. Böyle olması-akla daha yakındır. Çünkü Fat-.ıe (R.Anhâ) akîka'nın
vakti ©lan yedip.d günden ve Resûlüllah (S.A;V.) henüz akîka'yı kesmeden önce
izin istemiş olacaktır. Sem ura hadîsinde: «tıraş edilir» denilmesi doğumun
yedinci günü çocuğu.tıraş etmenin meşru' olduğuna delildir. Tıraşın mutlak
zikredilmesi kız çocuğunun da tıraş edileceğini gösterirse de uüemâ kızın
tıraş edilmesini mekruh görmüşlerdir. Maamâfîh Ha n be I î ter'den bazıları
kerâhat olmadığına kaildirler.
Küpe takmak için kız
çocuğunun kulağını delmeye gelince: Bu bâbta İmam Gazali «ihyau'l-Ulûm» da
şunları söylemiştir: «Bunda ruhsat görülmüyor. Zîrâ bu elem veren bir yaradır.
Böylece yara kısas îcabeder; binâenaleyh ancak kan aldırma ve sünnet gibi mühim
bir ihtiyaçtan dolayı caiz olabilir. Zînet eşyası ile süslenmek mühim değildir.
Şu halde bu mesele âdet de olsa haramdır. Onu men'etmck vaciptir. Kulak delmek
için ücretle insan tutmak ve iş için ücret almak da haramdır.»
Hanbelîler'in
kitaplarında kızların kulaklarım delmek caiz, oğlanların kulaklarını delmek
mekruhtur.» denilmektedir.
Hanefî kitaplarında
«Fetâva-i Kaadı Han» 'da çocukların kulaklarının delinmesinde bir beis
olmadığı bildiriliyor. Delil cîarak da câ-hiliyyet zamanında araplarm
yapageldıği bu işi Peygamber (S.A.V.)'in men'etmemiş olması gösteriliyor.
Hadîsdeki Tâbirinin yerine bazı rivayetlerde:
denilmişse de doğru
değildir. Çünkü bu kelime akîka'nın kanı çocuğun başına sürülür mânâsım ifâde
eder. Câhiliyyet devrinde araplar bunu yapardı. Fakat islâmiyet men'etmiştir.
Binâenaleyh rivayet râvînin vehminden neş'et etme bir hatadır.
ocuğa güzel bir ad
koymak ebeveynin vazifesidir. Zîrâ Peygamber (S.A.V.) 'in çirkin adlardan
hoşlanmayarak onları değiştirdiği sahih hadîslerle
-sabit olmuştur. Sahîh bir hadîsde «Allah indînde adların en kötüsü bir adama
Şâhânşah Melikü'l-Emîâk gibi isimlerin verilmesi» olduğu beyân edilmiş ve
:
— Mülk ancak Aflaha mahsustur:
buyurulmuştur. Binâenaleyh çirkin isim koymak haramdır. Kaadil kudât ve ondan
daha çirkin olmak üzere Hâkimüthukkâm gibi jsimler koymanın haram olduğunu
Evzâî nâssan tasrîh etmiştir.
Çirkin lâkaplar
hakkında Zematişerî şöyle diyor: «Filhakika zamanımızda halk pek geniş
davranır oldu[362]; o derecede ki adaklara
yüksek lâkablar takmağa başladılar. Tut ki Ö2Ür makbul c!sun, ya dinin dalından
haberi olmayanlara: Dinin filânı;[363],
diye lâ-kab takmaya ne .diyeyim? vallahi bu yutulur lokma değildir...
Allah'ın en sevdiği
isimler, Abdullah, Abdurrahman gibi adlardır. Peygamber isimlerini koymakda hiç
bir beis yoktur. Yalnız Yasin, Taha gibi isimleri İmam Mâlik doğru bulmamıştır.
Çocuklara Peygamber
(S.A,V.) 'in ismini vermeye gelince: Bu bâb-ta eî-Hars b. Ebî Üsâme'nin
«Mvsned-» inde şu hadîs vardır:
Her kimin üç oğlu oiur
da bîrinin adını Muhammed koymazsa o kimse muhakkak cahillik etmiştir.» Peygamberini
seven bir müslümana yaraşan evlâdına onun ismini vermektir. İmâm Mâlik hazretleri:
«Medînelîlâr'i: bir âiiede Muhâmmed isimli biri bulunsun da o aile efradı en
hayırlı rızıkla nzıklandırılmasın olamaz; derken işittim» demiştir. İbnİ Rüsd,
Medîneliler'in bu sözü ya tecrübe ile yâhûd bildikleri bir hadîse istinaden
söylediklerine ihtimal vermektedir.
Faîde: Ebu Dâvud ile
Tirmizî, Hz. Kasan ve Hüseyn (R.Anhüma) doğdukları vakit kulaklarına Peygamber
(S.A.V.) 'in ezan okuduğunu rivayet etmişlerdir. Ayni hadîsi Hâkim dahî rivayet
eder. Maksad sağ kulağıdır. Bu cihet timi Sürcm'niîi Hasan b. Alî (R.A.)'dan
tahrîc ettiği şu hadîste tasrih buyurulmuştur.
«Bîr kimsenin bir
çocuğu doğar da sağ kulağına ezan okur; sol kulağına ikamet getirirse o çocuğa
cinnî zarar vermez.»
Doğan çocuğa hurma
yalatmak müstahaptır. Bu hususla Bu~ hârî ile Müslim, Hz. Ebû Musa'dan şu
hadîsi tahrî£ etmişlerdir:
«Ebû Mûsâ demiştir ki:
bir oğlum dünyaya geldi de Peygamber {S.A.V.) 'e gittim. Resûlüllah (S.A.V.)
ona İbrahim adını verdi ve bir hurma çiğnetti; hem ona bereket duasında
bulundu.»
Yeni doğan bir çocuğa
hurma çiğnetmek, hurmayı veya benzeri bir şeyi cnun ağzına koyarak suyunun
mi'desine inmesini te'min etmektir. Bunu Yapacak zâtın ehl-i hayır ve bereketi
umulur bir kimse olması gerekir.[364]
Eyman: yeminin
cem'idir.
Lügat'd e yemîn: el,
kuvvet ve and mânâlarına gelir.
[365] «Putların ürerine kurnazlıkla bîr darbe indirdi»
âyet-i kerîmesi üç veçhe ihtimallidir. Yani sağ elîle vurdu, kuvvetîle vurdu;
ve yemî» ederek vurdu mânâlarından her
birine ihtimali vardır.Hanefîler'i»
fıkhî eserlerinden beyân edildiğine göre şer'an yemîn iki kısımdır.Eunlardan
birincisi and'tır, ki lisanımızda buna yemîn etmek denilir.
Yemîn kendisine and
edilen zâtın ta'zîmini gerektirir. Onun için de yalnız Allah'a olur. Allah'a
yapılan yeminde ayni zamanda yeminin lügat mânâsı da vardır.
İkincisi şar ve
ceza'dir. Bundan murâd: şart bulundumu ceza da bulunacak şekilde ceza cümlesini
şart cümlesine bağlamaktır. Meselâ: «şu eve girersem kölem âzâd olsuna
cümleleri böyledir.
Yeminin bu nev'i şer'î
ıstılahla sâbît olmuştur; ehl-i lügatten böyle bir yemîn nakledilmemiştir. Bu
yemînde de ötekinde olduğu gibi kuvvet ve tevsîk mânâları vardır. Çünkü yemîn
ya bir şeyi yaptırmak yâhûd terkettirmek için yapılır; ve her iki vecihde de
onunla te'kîd ihtiyacı hâsıl olur. Bu hususda Allah'a yemîn ne ise şart ve
ceza da odur. Bundan dolayı şart ve ceza yeminin bir nev'i olmuştur.
Yemîn muamelâtda ve
da'valarda sözü tevsik için meşru' olmuştur. Efdâl olan Allah'a yemîn etmeyi
asgarî hadde indirmektir. Hattâ bazıları Allah'dan gayriye yemîn etmeyi dahî
mekruh addetmişlerdir. Diğer balları : «Allah'tan gayriye yemin istikbale âid
ise mekruh değil geçmişe âidse mekruh olur» demişlerdir.
Yeminin sebebi: Doğru
söylediğine muhatabım inandırmak istemek yâhûd bir şeyi yapmaya veya yapmamaya
kendini veya başkasını gayrete getirmek istemektir.
Rüknü : söylenen
hususî lâfızdır.
Şart : Yemîn eden
kimsenin müslüman âkil baliğ olmasıdır.
Hükmü : Yemîn, bir
ibâdeti yapmak veya bir günahı bırakmak için yapılmışsa ondan dönmemek
vaciptir. Bir ibâdeti yapmamak veya günahtan vazgeçmemek için yapılan yeminden
dönmek vaciptir. Caiz olan bir şeye yapılan yeminden dönmek ise mendupdur.
Yeminden dönmek caiz olduğu zaman da haram olduğu takdirde de keffâret vermek
icâbeder. Hanefiler'e göre : Allaha yemîn: Yemîn-i gamus, yemîn-i lâğv ve
yemîn-i mün'akîde olmak üzere üç kısımdır. Bunlar hakkında bu bâbta sırası
geldikçe îzâhât verilecektir.
Nüzûr : nezrin
cem'idir. Nezrin aslı korkutmak mânâsına gelen in-zârdır. Ragıb'ırl ta'rifine
göre nezir: Bir işin olması için, vâcib olmayan bir şeyi kendine vacip
kılmaktır ki buna lisanımızda adak denilir. Hanefîler'e göre nezir meşru' bir
ibâdetdir. Meşru'iyyeti; kitap, sünnet ve icmâ-ı ümmetle sabittir. Kitaptan delili
:
[366] Nezirlerini de tfâ etsinler...» âyet-i kerîmesidir.
Sünnetden deiîîîeri bu bâbta görülecek hadîslerdir. Nezir ancak vâcib olan
ibâdetler cinsinden bir şeyle sahih olur. Tesbîh, tahmîd ve hasta dolaşmak gibi
vâcib ibâdetler cinsinden olmayan şeylerle keza haram olan şeylerle nezir
yapılamaz. Çünkü kulun bir şeyi kendine vâcib kılması o şey cinsinden Allah'ın
vacip kıldıklarına kıyasen caiz olur. Aksi takdirde kulun doğrudan doğruya bir
şeyi vacip yapmaya selâhiyeti yoktur.[367]
1386/1170- «İbni
Ömer radıyallahü anhümâ'dsn Reaûlüllah sallallahil aleyhi ve sellem'den işitmiş
olarak rivayet edildiğine göre Peygamber salîaîlahü aleyhi ve sellem Ömer b.
Hattab'a bir kervan içinde babasına yemin ederken yetişmiş bunun üzerine:
— Dikkat edin! şüphesiz
Allah sizi babalarınıza yemîn etmekden nehî buyuruyor. Artık kim yemin edecekse
ya Allaha yemin etsin yahud sussun; demiştir.[368]
Hadîs müttefekun
aleyh'tir.
Ehu Dâvud ile NesâVrdn
Ebu Hüreyre'den merfu' olarak tahrîc ettikleri bir rivayette: «Babalarınıza,
annelerinize ve putlara yemin etmeyin; Alîahdan başka hiç bir şeye yemin etmeyin:
Aîlaha dahî ancak doğru söylediğiniz zaman yemin edin» buyurulmuştur.
Rekb : On ve daha
fazla kişiden mürekkeb deve suvârisidir. Bazan atlılara da rekb denilir.
Nidd : misil demektir.
Burada murâd arapların Allah'a şerik ittihâz ederek taptıkları ve kendilerine
yemîn ettikleri putlardır. Araplar bunîara «ve'1-Lâti ve I'Uzzâ» diye yemîn
ederlerdi.
Hadîs-i şerif AHah'dan
başkasına yemîn etmenin yasak olduğuna delildir. Hanbelîler'le Zâhİrîler'e göre
buradaki nehî tahrim ifâde eder.
îbni Abdilberr :
«ASÎah'dan başkasına yemîn bil'icmâ caiz değildir» demiştir: «AHah'dan
başkasına yemîn etmek mekruhtur; yasaktır; hiç bir kimsenin bu 'yemini yapması
caiz değildir.» dediği dahî rivayet olunur. îbni AbdUberfin buradaki kerahetten
muradı kerâhet-i tah-rîmiyyedir. Netekim ilk sözünden de anlaşılmaktadır.
Mârûdî ; «Hiç bir
kimsenin bîr kimseye, talâkla olsun it âk veya nezirle olsun AHah'dan
başkasına yemîn verdirmesi caiz değildir. Hâkim bir kimseye böyle bir yemîn
verdirirse azli vacip olur» demektedir. Şâfiîler'in cumhuru ile Haneîîler'in
meşhur kavline göre buradaki nehî kerahet içindir. Hanefiler'in kavlini bahsin
başında görmüştük.
«AHah'dan başkasına
yemîn etmek haramdır» diyenler şu hadîslerle istidlal ederler : :
1— Ebu Dâvud
ile Hâkim, İbni Ömer (R.A.) 'den Peygamber (S. A.V.)'in :
«Kim AMahdan başkasına
yemîn ederse kâfir olmuştur» buyurduğunu tahrîc etmişlerdir.
2— Hâkim'in
bir rivayetinde
«Allahdan başkasına
yapılan her yemîn şirktir» buyurulmuştur.
3— Aynî
hadîsi İmam Ahmed h. Haribel:
«Allahdan başkasına
yemîn eden muhakkak müşrik olmuştur.» lâfizlarîle tahrîc etmiştir.
4— Müslim'in
tahriç ettiği bir hadîsde :
«Sizden kim yemîn eder
de yemininde: lât ve Uzzâ hakkîçin; derse lâ ilahe illallah desin»
buyurulmaktadır.
5— imam
Ncsâî'nin Hz. Sa'dü'bnü Vakkâs'dan tahrîc ettiği hadîse göre Sa'd (R.A.) Iât
ile uzza'ya yemin etmiş sonra bunu Peygamber (S.A.V.) 'e söyledikde ResûEüflah
(S.A.V.)
«Âllah'dan başka hiç
bir ilâh yoktur. Biricik o vardır. Onun şeriki yoktur. Mülk onundur hamd de ona
mahsustur; hem o her şeye kaadircfir; de ve sol tarafına üç defa üfür de
şeytân-ı recimden Allaha sığın bir daha da yapma!» buyurmuşlardır. Kerahete
kail olanlar :
«Babasına yemin olsun
ki eğer doğru söyledi ise kurtuldu!» hadîsüe istidlal ederler. Fakat bu hadîs
hakkında İbni Abdilberr ; Şüphesiz ki bu lâfız mahfuz değildir. Ayni hadîsin
râvîsî tarafından:
«Vallahi doğru söyledi
ise kurtuldu» şeklinde rivayet olunmuştur.» demiştir. Kerahete kail olanlar
hadîsteki: Muhakkak müşrik oldu.» cümlesini te'kid ve şiddet mânasına te'vil
etmişlerdir. Nitekim «riya şirktir» mealindeki hadîs de ayni mânâya
hamledilmiş tir. Bunun emsali çoktur. Bunlar Teâla Hazretleri'nin mahlûkattan
ay ve güneş gibi bir çoklarına yemin etmesîle istidlal ederler. Kerâhate kail
olanların delillerine muhalifleri tarafından cevaplar verilmeye çalışılmıştır.
Dinden çıkmak, yahûdî
olmak gibi sözlerle yemîn etmek haramdır. Buna delîl Ebû Dâvud, İbni Mâce ve
Nesâî'nin tahrîc ettikleri Büreyde hadîsidir. İsnadı Müslim'in şartı üzere olan
bu hadîsde Resû-lüllah (S.A.V.) :
«Bir kimse yemîn eder
de; ben islâmiyetten beriyim; derse eğer (sözünde) yalancı ise dediği gibidir.
Fakat doğru söylemişse îslâma salimen dönemez.» buyurmuşlardır. Böyle şeylere
yapılan yemine keffâret de lâzım gelmez. Çünkü keffâret Allah'ın İzin verdiği
şeylere yapılan yeminde meşru' olmuştur. Bir de hadîslerde keffâret
zikredilmemiş; yainız kelime-i tevhîd tavsiye olunmuştur.[369]
1388/1171- «Ebu
Hüreyre radıyallahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki; Resûlüllah
sallaîlahü aleyhi ve sellcm:
— Yeminin arkadaşının
seni tasdik edeceği şey üzerine (olmak gerek) dîr; buyurdular» Bir rivayette
«Yemîn, yemîn isteyenin niyetine göredir» buyurmuştur.[370]
Bu iki rivayeti Müslim
tahrîc etmiştir.
Hadîs-i şerif, yeminin
karşı tarafın niyetine göre yapılacağına delildir. Yani yemini teklif eden
taraf neyi niyet etmişse yemîn ona yapılacaktır. Yemîn edenin niyetine
bakılmaz. Hadîs mutlaktır. Binâenaleyh yemini hak sahibi yâhûd hâkim istemiş
olabilir. Maksad yemîn îcabeden yerdir. Nitekim hadîsde: «Arkadaşının senİ
tasdik edeceği şey» buyurülarak buna işaret olunmuştur. Fakat bu davacının
doğru söylediğine göredir. Davacı iddiasında doğru söylemezse yemîn-edenin niyeti
muteber olur.
Şâfİîler yemîn
ettirenin mutlaka hâkim olmasını nazar-ı i'tibâra almışlardır. Onlara göre
hâkimden başkası yemîn ettirirse yemîn edenin niyeti muteber olur.
Şâfıîler'den Nevevî şöyle diyor: «Fakat yemîn istenmeden yemîn eder de hakikati
gizler ve bu kendisine bir menfaat sağlarsa ister yemîn teklif edilmeden
doğrudan doğruya yemîn etsin, ister hakîm veya naibinden başkası yemîn ettirsin,
yemîn edon kimse hânis[371] olmaz.
Bu bâbta yemîni hâkim ettirmezse da'vâcımn niyeti mu'teber değildir. Elhâsıl
yemîn bütün hallerde yemîn edenin niyetine göre mu'teberdir. Ancak hâkim veya
vekili kendisine teveccüh eden bir da'vada yemîn ettirirse o zaman yemîn
isteyen tarafın niyeti mu'teber olur. Hadîsden murâd da budur. Lâkin hâkim veya
vekili kendisine teveccüh eden bir davada yemîn taleb etmeksizin da'vali
kendiliğinden yemîn ederse bu yemîn onun niyetine göre mu'teber olur. Hem bütün
bu hususatta yeminin Allaha veya talâka veya itaka yapılması mü-sâvîdir. Yalnız
hakîm talâka .veya- îtaka yemîn ettirir de hilafı hakikat yemini da'vâlıya bir
menfaat sağlarsa yemîn edenin niyetine itibar olunur. Çünkü hâkimin talâk ve
îtaka yemîn verdirmeye hakkı yoktur; o ancak Allaha yemin ettirebilir.»[372]
1389/1172-
[373]
Abdurrahman b. Semura radıyatlahü anh'âan rîvâ-yet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah
sallallahü aleyhi ve sellem:
— Bir şey üzerine
yemîn eder de (« yeminden) başkasını ondan daha hayırlı görürsen hemen
yemininden dolayı keffâret ver; ve o hayırlı şeyi yap; buyurdular.»[374]
Hadîs müttefekun
aleyh'tir.
Buhârî'nin bir
rivayetinde: «O hayırlı İşi yap da yemininden dolayı keffâret ver»
buyurulmuştur. Ebu Davud'un bir rivayetinde ise: «yeminden dolayı hemen
keffâret ver; sonra O hayırlı olan şeyi yap.» denilmiştir. Rivayetin isnadı
sahihtir.
Bazı eserlerde: «her
iki rivayetin isnadı sahihtir.» denilmiş; ve bundan Buharı ile Ebu Davud'un
isnadları kasdedilmişse de evlâ olan kitabımızda olduğu gibi zamiri müfret
bırakarak Ebu Davud'a, rica etmektedir. Çünkü hadîs ulemâsının örfüne göre
sahîheyn'de bulunan her hadîs sahîh olduğu için isnadı hakkında «sahîhdir» demeye
hacet yoktur.
Hadîs-i şerif bir şeye
yemîn ettikden sonra o yeminden dönmek dönmemekten hayırlı görülürse evvelâ
keffâret vererek yeminden dönmeşinin ve sonra o işi yapmanın lüzumuna delâlet
ediyor. Emrin muk-tezası vücub ise de cumhur-u ulemâ burada onun îsühfaâb ifade
ettiğini söylemişlerdir. Hadîsin zahiri evvelâ keffâret vermek icâbettiğini
gösteriyor. Fakat ulemâ bunun da vâcib olmadığına icmâ nakletmiş-lerdir.
Binâenaleyh keffâret yemin bozulduktan sonra da verilebilir. Yeminden Önce ise
keffâret verilemez.
Sahâfoe-İ kirâm'dan on
dört zat ile tabiîn'den bir cemâat îmanı Mâlik, İmam Şafiî ve cumhur-u ulemâ
yemini bozmazdan evvel keffâret vermenin caiz olduğuna kaildirler. Ancak yemini
bozduktan sonra keffâret vermek onlara göre de müstehaptır. Cevaz meselesi
bütün keffâret nev'ilerine şâmil gibi görünürse de İmam Şafiî'ye göre oruç
keffâretini yemini bozmazdan önce tutmak caiz değildir. Çünkü bu keffâret
bedeni bir ibâdettir. Binâenaleyh namaz ve ramazan orucu gibi onu da vaktinden
önce yapmak caiz değildir. Fakat keffâret oruçtan başka bir şey ise yemîn
bozulmadan önce' verilebilir; nitekim zekâtı vaktinden evvel vermek câizdir.
Hanefiler'le diğer
bazı ulemâ'ya- göre yemîn bozulmadan keffâret vermek hiç bir surette caiz
değildir. Hanefî fıkıhında şöyle deniliyor : «Keffâretin sebebi hıns, yani
yemini bozmaktır. Nefsi yemîn sebeb olamaz. Çünkü sebeb en azından müsebbebe
ulaştıran yoldur. Yemîn ise bilâkis üzerine yemîn edilen şey'i yapmaya mâni'dir.
Bir şeyin hem mâni' hem sebeb olması imkânsızdır. Bununla beraber yeminin
keffâre-te sebeb olduğunu kabul etsek bile onun hinsin (yemini bozmanın) şart-ı
vücubu olduğunda şüphe edilemez' Zîrâ yemini bozmadan keffâret vâcib olmadığı
kat'iyetle ma'lûmdur. Böyle olmasa mücerred yeminle beffâret vâcib olurdu.
Halbuki buna kail olan yoktur. Hıns şart olunca ondan önce keffâret vâcib
olamaz. Çünkü şart olmadan meşrut bulunmaz. Binâenaleyh hıns sabit olmadıkça
ondan önce vücup sakıt olamaz. Delilin muktezası budur. Ancak zekât ve sadaka-i
fıtır gibi bazı ibâdetler delîl hilâfına sabit olmuşlardır. Yani nisaba mâlik
olan bir kimse sene geçmeden zekât verebilir; sadakati fıtır dahî bayram
sabahından önce verilebilir. Fakat delîl hilâfına sabit olan bir şeye başkası
kıyas edilemez.»[375]
1391/1173- «İbni
Ömer radıyallahü anhümâ'dan rivayet olunduğuna göre Resûlüllah sdlldllahü
aleyhi ve sellemı
— Bir kimse bir şey
üzerine yemin eder de arkasından inşaallah derse ona hıns yoktur;
buyurmuştur.»[376]
Bu hadîsi Ahmed'le
Dörtler rivayet etmişlerdir, İbni Hibbân onu sahîhlemiştir.
Tirmizî; «Bu hadîsi,
Eyyub- SahtiyanVaen başka hiç bir kimsenin merfu rivayet ettiğini bilmiyoruz.»
demiştir. İbnil Aîiyye: «Eyyub bu hadîsi bazan merfu' bazan de merfu' olmayarak
rivayet ediyordu» demiş, Beyhakî ise «Bu hadîsin merfu' rivayeti
yalnız-Eyyub'tan. sahîh olarak nakledilmiştir. Halbuki Eyyub onda
_şek-ketmiştir.» mütâleâsında bulunmuştur. Maamâfîh Eyyub mu'temed bir
hafızdır. Hadîsi yalnız başına merfu' rivayet etmesi zarar vermez. Bazan
mevkuf rivayet etmesi de hadîse dokunma. Çünkü onun hadîsi refi etmesi âdil bir
râvinin ziyâdesi, demektir ve makbuldür. Ayni hadîsi Musa b. Ükbe, Kesir b.
Ferkad, Eyyub b. Musa ve Hassan b.. Atıyye, Nâfi'den merfu' olarak rivayet
etmişlerdir. Bu suretle hadîs kuvvet bulmuştur. Zâten mevkuf da olsa yine
merfur hükmündedir. Zîrâ burada içtihada mesâğ yoktur. Cumhur-u ulemânın kavli
de budur. îbnü'l -Arabi diyor ki : «yemine bitişik olmak şar-tîle inşallah
demenin vemînin in'ikadma mâni' olduğuna bütün müslü-manlar ittifak
etmişlerdir. Yeminden ayrı, yani yemîni yaptıktan sonra biraz su;;.-;rak bu
kelimeyi söylemek — bazı selefin kail olduğu ve-cihle — caiz olsa hiç kimse
yemininden dönmez ve keffârete de hacet kalmazdı.»
İnşaHsh'sn yemine
bitişme zamanı ihtilaflıdır. Cumhur'a göre ara susmamak şartîle yemine bitişik
söylemektir. Arada soluk almak zarar etmez. Fakat kasden teneffüs ederse
Hanefîler'e göre istisna bozulur.
Tâbiîn'den bir
cemaatla Tavus ve Hasan-t Basri'ye göre bulunduğu yerden kalkmadıkça inşallah
diyerek istisna yapılabilir. Ata' bunu : «bir deve sağacak kadar» diye tahdid
etmiştir. Saîd b. (7ü-beyr'e göre istisna müddeti dört aydır. İbni Abbâs (R.A.)
'a göre muayyen müddeti yoktur; ne zaman söylense istisna olur : «Bu takdirlerin
bir delili yoktur» deniliyor. Bazıları bunları te'vil ederek: «Maksad
teberrüken inşallah demenin müstehâb olduğunu bildirmek yahud Allah'ı
zikretmenin vâcib olduğunu hatırlatmaktır. Yoksa bu sözle yemini bozmaya mani'
olmak kasdedilmemiştir.» diyorlar.
İstisnanın, Allah'a
yeminde olsun talâk ve nezir gibi şeylerde olsun yemini bozmaya mâni' olub
olmadığı ihtilaflıdır.
imam Mâlik'e göre
istisna yalnız Allah'a yeminde işe yarar, îbnül - Ardbî bunu kuvvetli buluyor.
İmam Ahmed b. Hanbel
köle âzâdımn istisnaya dâhil olmadığına kaildir. Delili Beyhakî'nin Hz.
Muâz'dan merfu' olarak tahrîc •ettiği şu hadîstir:
«Bir adam karısına:
Gen boşsun; inşallah dese kadın boş olmaz, fakat kölesine: sen hürsün inşallah;
dese kcHe hür olur.» Ancak bu hadîs üzerinde söz edilmiştir. İsnadı da ihtilaflıdır.
Hadîsde: «inşallah dsrse..» buyurulması istisnada
yalnız niyetin kâfi gelmeyeceğine delildir, Cumhur'un kavli de budur.
Bazı Mâlikîîer'den
sırf niyetle istisnanın sahîh olduğu rivayet edilmiştir. Bu kavle zâhib
olanlar vardır.[377]
1392/1174- «(Bu
da) ondan rivayet olunmnştur radıyattahü anh demiştir ki: Peygamber sdllcîlahü
aleyhi ve sellçm'in yemini:
— Hayır, kalpleri
çeviren hakkı için; sözü idi.[378]
Bu hadîsi Buhârî
rivâeyt etmiştir.
Resûlüllah
(S.A.V.) 'in ekseriya yeminde kullandığı
sözleri şöyle aralamıştır:
«Hayır kalpleri
değiştiren hakkı için»
«Nefsim kabza-i
kudretinde olan Allaha yemîn ederim»
«Muhammedi'n nefsi,
kabza-i kudretinde oian Allah'a ye-mîn ederim»
«Allah hakkı
için»
«Kâ'benin Rabbı'hakkı
İçin»
Şeybe'nin rivayeti ise :
«Peygamber (S.A.V.)
yemîn etmek istedi mî :
— Ebul -Kaasim'in
nefsi kabza-i kudretinde olan Allaha yemin ederim; derdi» şeklindedir.
«Kalpleri çeviren» den
murâd Allah'tır. Kalpleri çevirmek, onların hallerini değiştirmektir. Râgıb:
«Allah'ın kalpleri ve basiretleri çevirmesi onları bir reyden başka bir re'ye
değiştirmesidir.» diyor İbnü'l - Arabi kalp hakkında şunları söylemiştir: «kalp
bedenin bir cüz'üdür. Allah onu hâlketmiş ve ilim, kelâm ve şâire gibi iç
sıfatlarına mahal kalmış; bedenin zahirini de fi'li ve kavlî tasarruflara mahal
yapmıştır. İnsana hayırlı emreden bir melek; şerrî emreden bir şeytan tevkil
eylemiştir. Aklı yaratmış; onun nuru ile insanı hidâyete erdirir. Hevâ ve
hevesi hâlketmiş; onun zulmetîle insanı doğru yoldan saptırır. Kaza ve kader
ise bunların hepsine hâkimdir. Kalp iyi ve kötü düşüncelerle bazan melekden
bazan da şeytandan gelen bir temas arasında haşır - neşir olur. Korunan
Allah'ın, koruduğudur.»
îbnü-l-AJrdbVnin
(kelâm) ı iç sıfatı sayması kelâm-ı nefsiyi isbat içindir. Filhakika onun yeri
kalptir.
Hadîs-i şerîf,
Allah'ın sıfatlarından bir sıfata yemîn etmenin caiz olduğuna delildir.
Bazılarına göre yemîn Allah'ın zâti ve fi'li sıfatlarından ilim, kudret gibi
bir sıfatına yapılabilirse de bu sıfatın Allah'a izafe edilerek söylenmesi ve
meselâ: «Allah'ın ilmi hakkı için» denilmesi şarttır. Ancak fi'lî sıfatlardan
emanete yemîn etmek memnu'dur. Bu hususta Ebu Dâvud, Hz. Büreyde (R.A.) 'dan şu
hadîsi tahrîc etmiştir :
«Her kim emânete yemîn
ederse bizden değildir»
Çünkü emânet Allah'ın
sıfatlarından değildir.
Hanefîler'Ie
Mâlikler'e göre kur'ân-ı kerînı'de ve sahih hadîslerde vârid olan bütün Esma-
İilâhİyye ile sifât-ı zâtiyye'ye yemin edilebilir. Böyle bir yeminle keffâret
vâcibolur. Yalnız Hanefîler'e göre Allah'ın ilmine yemîn edilemez. Çünkü bu
sıfata yemîn etmek âdet olmamıştır. Maamâfih: «edilebilir» diyenler de vardır.
Allah'ın rahmeti gadabı ve sehatı gibi kelimelerle yemîn yapılamadığı gibi
Allah'tan başkasın» yapılan yemîn de şer'an yemîn değildir. Binâenaleyh
Peygamber'e Kur'ân'a ve Kabe'ye yemîn edilemez. Yemin caiz olmayınca keffâret
de lâzım gelmez. Allah'ın dinine şeriatına, Peygamberlerine, Meleklerine,
Arşına, hudud-u şer'iyesine, namaza oruca, hacca, Beyte, Safa ile Mer-veye,
Hacer-i esved'e, Peygamber (5.A.V.) 'in kabrine, minberine ve sâireye yemîn
etmenin hükmü budur. Çünkü bunların hepsi Allah'ın gayrıdır. Hattâ İmam
A'zam'm: «Yemîn, tevhîd ve ihlâs ile tecer-rüd etmiş olarak yalnız Allah'a
yapılır.» dediği rivayet olunur. Fakat: «Peygamberlerden beriyim, kur'ândan
beriyim; yahûdîyim, nasrâ-niyim » gibi sözler yemindir. Bunlar keffâreti
icâbederler. Burada kaide şudur: Bir şeyin itikadı küfürse o şeye yemîn ederek
yemînini bozana kefaret lâzım gelir.
Şâfiler'Ie Hanbelî'ler
tafsilâta giderek şöyle derler: «Eğer lâfız Rahman, Rabbül âlemîin, Hâlik'ul
halk, gibi Aüah'a mahsus bir kelime ise onunla yemin mün'akid olur. Mutlak
söylemekle Allah'ı kasdederek söylemenin bir farkı yoktur. Şâyed yemîn edilen
söz Allah'a ve başkasına ıtlak edilebilen Rabb gibi bir kelime olur fakat
kullanışda Rab-mü'l - âlemin, Rabbü'l - mâl gibi daima mukayyed söylenirse o
kelime ile Allah kasdedilmek şartîle yemîn münakid olur. Hayy, mevcud gibi
Allah'a ve gayrısına müsavat üzere ıtlak edilebilen bir kelime ile Allah
kasdedilirse sahîh kavle göre yine yemîn olur. Başka bîr şeye kas-dediür veya
mutlak söylenirse yemîn olmaz.[379]
1393/1175- «Abdullah
b. Amr radıyalîakü anhümâ'âan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Peygamber
sallallahü aleyhi ve seUem'e bîr a'râ-bî gelerek :
— Ya Resûlüllah, büyük
günahlar nedir? dedi» Mütekâbilen Abdullah hadîsi zikretmiştir.Bu hadîsde:
— Yemîn-İ gamûsturi;
cümlesi vardır. Ayni hadîsde şu cümle de bulunmaktadır :
«— Yemîn-i gamûs
nedir?» dedim :
— Kendisîle müslûman
bir kimsenin malı (ndan alâkası) kestirilen (ycmîn)dir.Yemîn eden o
yemînde yalancıdır; buyurdular.»[380]
Bu hadîsi Buhârî
iahrîc etmiştir.
Hadîsin zahirine göre
suali sonran Abdullah b. Amr b. As yani hadîsin ravîsîdir. Bu takdirde cevabı
veren de Resûlüllah (S.A.V.) 'dir. Fakat uzak bir ihtimal olmak üzere suali
yabancı birinin sorması Abdullah b. Amr (R.A.) 'in da cevap vermesi hatıra gelebilir,
Hadîs-i şerîf, yemin
nevilerinden birine temas etmektedir. Şimdi de bu nev'ileri görelim. Ma'lûmdur
ki Yemîn ya kasden yapılır yâhûd hç bir kasıdsız ağızdan çıkıverir. Konuşurken
alışkanlık icâbı söylenen: «vallahi bilmiyorum; vallaki ben vazifemi yaptım»
gibi sözler, kasıdsız yeminlerdir. Bunlar yalnız lügat i'tibarîle yemindir.
Şer'an bir hüküm ifâde etmezler. Nitekim Teâlâ Hazretleri
«[381]
Allah sîzi yeminlerinizde yaptığınız lagivden dolayı muâhaze etmez.» buyurarak
bu ciheti beyân etmiştir.
Yemîn kasden yapıldığı
takdirde üzerine yemîn edilen şeyin hâline bakarak bazıları yemîni beş kısma
ayırmışlardır. Çünkü yemîn eden kimsenin bu yemininde ya doğru söylediği
ma'lûmdur; ya yalan söylediği bellidir. Yâhûd doğru veya yalan söylediği
maznundur; veya şüphelidir. Birinciye yemîn-i sâdtka, ikinciye yemîn-i gamûs
derler. Üçüncüsü doğruluğu zannedilen, dördüncüsü yalan olduğu samla,
beşincisi de doğru veya yalan olduğu şüpheli olan yemindir.
1— Yemîn-i
sâd;ka: Kur'an-ı kerîm'de ve hadîslerde görülen ye-mm'erdir. tbnü'l-Kayyım,
Peygamber (S.A.V.)'in seksenden fazla yemîn ettiğini söyler:
«Şüphesiz ki Allah,
kendisine Yemîn edilmesini sever.»
hadîsinden murâd bu
yemindir. Onun Allah indinde makbul olması ta'zîm ifâde ettiği içindir.
2— Yemîn-i
gamûs: yalan olduğu bilinen yemindir. Gamûs: daldıran demektir. Bu yemin
sahibini günaha daldırdığı için ona bu isim verilmiştir, «en - nihâye-» nâm
eserde: «Bu yemîn, sahibini Cehen-nem'e
daldıracağı için ona bu isim verilmiştir.» deniliyor. Yemîn-i ga-mûs'un yemîn-i
zûr, yemîn-i fâcire, yemîn-i sabır ve yemîn-İ masbure gibi muhtelif isimleri
vardır.
3— Doğruluğu
zannedilen yemîn iki kısımdır. Birincisi isabetli olduğu anlaşılandır, ki bunu
bazıları yemîn-i sâdıkaya katarlar.
Çünkü doğruluğu anlaşılınca onun gibi olmuştur, ikincisi: Doğru zannedilip de
hilafı meydana çıkan yemindir. Bazıları bu iki nev'i ile yemîn etmenin caiz
olmadığına kaildirler. Zîrâ bunlar zan üzerine yemindir. Halbuki yemîn,
ihtimali kafi surette ortadan kaldırmak için meşru' olmuştur.
4—
Yalan
olduğu zannedilen bir şeye yemîn etmek haramdır.
5— Doğruluğu
veya yalan olduğu şüpheli olan yemin dahî haramdır. Hulâsa mezkûr beş nev'in
yalnız birincisi caiz olup diğer dördü haramdır.
Hanefîİer'e göre
yemin: Gamûs, lağıv ve mun'akıde olmak üzere üç kısımdır :
1— Yemîn-i
gamûs: kasden yalan yere edilen yemindir. Bu yemîn Şâfiîler'den maada mezheb
ulemâsîle diğer bir çok ulemâ'ya göre kef-fâretle Ödenemez; onun için ancak
Allah'a tevbe ve istiğfar edilir. Çünkü gamûs hakikatte yemîn değildir. Çünkü
yemin yukarıda da görüldüğü vecihle meşru' bir akiddir. Gamûs ise büyük
günahlardan bir gü-nahdır; binâenaleyh meşru' olamaz. Ona şekline bakarak
mecazen yemîn denilmiştir. Nitekim hür bir insanı satmak bâtıl olduğu halde
onu satmaya da beyi' denilmiştir. ResûSüllah (S.A.V.) gamûs'un büyük günahlardan
olduğunu şu hadîs-i şerîflerîle beyan buyurmuşlardır:
«Büyük günahlardan
ma'dud beş şey vardtr kî haklarında keffâret yoktur. Bunlar Ailaha şirk
koşmak, anneye babaya âsî olmak, müslümana iftira atmak, harb-den kaçmak ve
yemîn-i gamûstur.» Keffâretle dahî ödeneme yecek olan bu büyük günahın sahibi
ancak ve ancak tövbe, istiğfar edecektir. Onun işi Allah'a kalmıştır.
İfnam Şafiî'ye göre
yemîn-i gamûs keffâretle Ödenir. Zîrâ kef-fâret Ismullah'm hörmetini ayak
altına ailma suçunun günahını, yok etmek için meşru' olmuştur. Ayni suç
yemîn-i gamûsda da vardır; binâenaleyh keifâret onda da meşru'dur.
2— Yemîn-i
lâgv: Hüsnüneyyetle doğruya diye edilip hilafı zuhur eden yemindir.Bu yemin
için Allah'ın muâhâze buyurmaması me'mul-dur .Çünkü Teâlâ Hazretlerî'nin :
«[382]
Yemînlerİnîzdeki lâğvdan dolayı Allah sızı muâhâze etmez.» âyet-i kerîmesi bu
hususda nâzıl olmuştur. İmam Muhammed'in İmamdı A'zarn.'âa.n. rivayetine göre
yemîn-i lâğv: «Öyle vallahi öyle, değil vallahi» gibi halk dilinde söylenen
yeminlerdir.
Yemîn-i lâğv hakkında:
«Allah'ın muâhâze buyurmamasını ümid ederiz.» diyen, İmam Muhammed'Ğir. Yukarıdaki
âyet-i kerîme'de yemîn-i lâgv'den dolayı Allah'ın muâhâze etmeyeceği kat'î
surette beyân olunduğu halde İmam Muhammed'in niçin «ümîd ederiz» şeklinde
idâre-i kelâm ettiğini sormak hatıra gelebilir. Bu suâle şöyle cevap
verilmiştir: «Recâ iki türlü olur; ve birine recâ-i tama', diğerine recâ-i
tevazu' derler. İmam Muhammed bu sözü bir recâ-i tevazu' olarak söylemiştir.
3— Yemîn-i
mün'akide : îleride bir işi yapmak veya yapmamak için edilen yemindir.
İbâdetlerini yapacağına veya günah işlemeyeceğine yemin eden bir kimsenin o
yemini bozmaması lâzımdır. Bilâkis ibâdet, yapmayacağına yemin edenin o yemini
bozması îcâbeder. Hayırlı bir işi yapmayacağına meselâ: bir müslümanla
konuşmayacağına yemin edenin o yeminden dönmesi evlâdır.
Yemini bozana keffâret
vermek lâzım gelir, keffâret veren üç şey aracında muhayyerdir. îsterse bir
köle âzâd eder: dilerse on fakiri doyurur ya giydirir; ve aynî zîhâr
keffâretinde olduğu gibi günde en az iki öğün yemek verir. Verilen her öğünde
fakirlerin doyması şart ise de buğday ekmeği yedirdiği takdirde katık şart
değildir. Elbise mu'teber olan; vücudu örtecek ve âdeten elbise denilebilecek
kisvedir. Elbise ve yiyecek bulamayan üç gün birbiri ardınca oruç tutacaktır.
Yemin meselesinde
HanefHer'e göre şaka ile ciddiyet arasında bir fark olmadığı gibi kasden veya
zorla yâhûd unutarak yemin etmek de ciddiyet hükmündedir. Çünkü: «Üç şey
vardır; bunların ciddîsi de ciddi şakasıda ciddidir» hadîs-i şerifinin bir
rivayetinde : «Bunlar: nikâh, talâk ve yeminlerdir» buyurulmuştur.
îmam Şafiî'ye göre
zorla ettirilen yeminle unutarak veya ha-taen edilen yeminin hükmü yoktur. Zîra
bunların hükmü olmadığı meşhur bir hadîsle beyân olunmuştur. Bu hadîs-i
şerîfde: «Ümmetimden hatâ, unutma ve yapmasına mecbur edildikleri şey'İn hükmü
kaldırılmıştır» buyurulmaktadır. HaneffîBee-'den Kemal b, Bümam^ Hz. Şafiî'nin kavlini tercih eder.
Faîde: UlemA
günahların büyük ve küçükleri hakkında ihtilâf etmişlerdir, îmâmü'l - Haremeyn
(419—478) ile bir cemâate göre; bütün günahlar büyüktür. Cumhur-u ulemâya göre
ise günahların büyük ve küçükleri vardır. Delilleri :
«[383]
nehy olunduğumuz günahların büyüklerinden sakınırsanız...» âyet-i
kerîmesi ile emsali
âyetlerdir. Ukm&'dan bazıları nassan sabit olan büyük günahları sayarak
yirmi beşe çıkarmışlardır. Bunlar: Allah'a şirk koşmak, katil, zina, harpten
kaçmak, faiz, yetim malı yemek, namuslu kadınlara zina iftirası, sihir, yalan
yere şahidlik, yemîn-i gamûs, koğuculuk, hırsızlık, şarap içmek, Beytullah'm
hörmetini istihlâl pazarlık bozmak, sünneti terketmek, hicretten sonra
araplarm eski haline dönmek, Allah'ın rahmetinden ümid kesmek, Allah'ın
azabından emin olduğuna inanmak, suyunun fazlasını yolcuya vermemek, bevil-den
kurulanmamak, anneye, babaya isyan, onların şetmine sebeb olmak, başkasına
dokunan vasiyyet ve haksız yere müslümanın ırzım dile destan etmektir.
Büyük günahlar
arasında hırsızlığın zikredilmemesi, büyük günah olduğuna dâir nass
bulunmadığıdır. Fakat hırsızlık hakkın-daSahiheyn'de şu hadîs vardır;
«Hırsız çalarken
mü'min olarak çalmaz.» Neaâî'nm rivayetinde :
«Bunu yaparsa
boynundan islâm bağını muhakkak çıkarmıştır. Eğer tevbe ederse Allah da onun
tevbesini kabul eder.» buyurulmuştur. Sahîh hadîsler de gulûlün yani ganimet
malını gizlenmenin de büyük günah olduğu bildirilmiştir.
Babımız hadîsinin
zahiri yemîn-i gamûs'da keffâret olmadığına delildir. îbnü'l - Münzir ile İbni
Abdilberr bu hususta ulemâ'nm ittifakı olduğunu nakletnıişlerdir.[384]
1394/1176- «Âişe
radıyallahü anhâ'dan Teâlâ Hazretlerinin (yeminle rînizdeki lâgvdan dolayı
Allah sizî muâhaze etmez.) kavl-i kerîmi hakkında rivayet olunmuştur. Demiştir
ki :
— Bu, bir kimsenin
hayır vallahi bilâkis öyle vallahi demesidir.» Bu hadîsi Buhârî tahrîc
etmiştir, Ebû Dâvud onu merfu' olarak rivayet eylemiştir.[385]
Hadîs-i şerif lâğvin,
yemin kasd ile olmayarak söyleniveren bir yemin olduğuna delildir. İmam
Şâfî'nin mezhebi budur. îbnü'VMün-zır bunu İbni Abbas, İbni Ömer ve daha başka
Ashâb-ı Kiram (R.An-hüm) ile tâbiîn'den bir cemâatten rivayet etmiştir. Mezkûr
kavlin îmam A'sâm'dan da rivayet olunduğunu bundan evvelki hadîsin şerhinde
görmüş ve: «Hanefîler'e göre yemîn-i lâğvi : hüsnüniyetle bir şeye doğru
zannîle yemîn ederek sonra hilafı zahir olmaktır: diye taVif etmiştik. Tâvûs
(—106) 'a göre lâgv : kızarak yapılan yemindir. Daha başka türlü tefsir
edenler de olmuştur, fakat: «bunlar delilsiz bir takım da'vâlardan ibarettir»
deniliyor. Yemîn-i lâgv babında en güzel tefsiri Hz. Âİşe (R. A.) yapmıştır.Çünkü
Âîşe (R. A.) vahî zamanını görmüş olduğu gibi ayni zamanda ehM lügattendir.
Şa'bî, Tâvûs ve
Hasan-ı Basrî'den bir rivayete göre hadîsde geçen: «Hayır vallahi bilâkis Öyle
vallahi» gibi sözler yemin sayılmazlar.
Bu sözler cümienin
sılası (eki) kabîlindendir. Zaten lâğv lügatte: bâtıl ve itimâda şayan olmayan
söz; mânâsına gelir.[386]
1395/1177- «Ebu
Hüreyre radtyallahü anfe'den rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah
sallallahü aleyhi ve sellem:
— Şüphesiz Alîahın
doksan dokuz ismi vardır. Onları kim ezberlerse Cennete girer; buyurdular.»[387]
Hadîs müttefekun
aleyh'dir. Tirmizi ile İbni Hibbân bu isimleri zikretmişlerdir. Tahkîk'a göre
mezkûr isimlerin sayılması bazı râvîler tarafından yapılmış bir idrâctır.
Filhakika hadîs
ulemâsı Esma-i (iâhiyye'mn hadîsde zikredilmesini bilittifak bir râvî
tarafından idrâc telâkki etmişlerdir. Hadîsin zahiri Esma-i İlâhiyye'nin bu
sayıya münhasır olduğunu gösteriyor. Bu estidlâl ya mefhum-u aded'e göredir;
yâhud hadîsin : «Onları kim sayarsa Cennete girer» cümlesinden anlaşılmıştır.
Murâd: mezkûr doksan dokuz ismin diğer isimler arasında hususî fazileti hâiz
olduğunu beyândır. Bu fazilet o isimleri okumanın cennete girmeye sebep
oluşudur. Cumhur-u ulemâ'nm kavli budur.
Nevevî'ye göre bu
hadîsde Esma-i İlâhiyye mahsur değildir. Çünkü hadîsden murâd Allah'ın doksan
dokuz isimden başka ismi olmadığını anlatmak değildir,.. Buna delîl İmam Ahmed
b. HanbeTvn. Hz. Ibnî Mes'uefdan merfu'. olarak tahrîc ettiği ve îbni Hibbân'm
da sa-hîhlediği şu hadîsdir:
«Senden, sana mahsus
olan, kendine ad takttğın veya kitabında indirdiğin yâhud kullarından birine
öğrettiğin yâhud da înd-i ilâhîndeki gaîb ilmi hususunda kendine tahsis
buyurduğun her İsminle niyaz ederim.» Bu hadîs.
A£fahu Teâlâ'nm hiç
bir kuluna bildirmediği, kendine hâss isimleri olduğuna delâlet ediyor. Ayni
zamanda bazı kullarının onun bazı isimlerini bildiğini de gösteriyorsa da, bu
isimlerin 99 isminden bir kısmı olması muhtemeldir.
İbni Razrfr, Allah'ın
99 isminden başka ismi olmadığına kafi surette kail olmuştur. Delili :
Peygamber (S.A.V.)'in Esma-i hüsnâ hakkında: «Bir dane müstesna oimak üzere
yüzdür; buyurmuş olmasıdır.» îbni Hazin, 99 ismi bildiren hadîslerin muztarib
olduklarını; bunlardan hiç birinin asla sahih olmadığını söylemekde ve mezkûr
isimlerin ancak nass-i Kur'ân'dan veya sahih hadislerden alınacağını
kaydetmektedir. Kendisi Kur'an ve sünnetten 84 isim çıkarmış ve bunları
sıralamıştır. Musannif ise yalnız Kur'ân-ı Ke-rim'den 99 isim istihraç etmiş;
ve bunları «et - Telhis-» ile diğer bazı eserlerinde sayarak göstermiştir.
Bazıları Kur'ân-ı Kerîmi tetebbu ederek Esmâ-i hüsnâ 'nın sayısını 173'e
çıkarmışlardır.
Musannif ulemâ'mn
Esmâ-İ hüsnâ'mn sayısı hakkındaki sözlerini ve bu bâbdaki ihtilâfı naklettikden
sonra söyle diyor : «Esma hüsnâ dört kısımdır:
Birinci kısım ism-i
alem olandır. Bu «Allah» ism-i celîlidir.
İkincisi, Alîm, Kadîr,
Semî ve Basîr gibi zâta sabit olan sıfatlardır.
Üçüncüsü, Halik ve
Râzik gibi bir şeyi Allah'a izafeye delâlet eden isimlerdir.
Dördüncüsü, AUy ve
kuddûs gibi AJlah'dan bir şey'in selbine delâlet eden isimlerdir.»
Ulemâ bu isimlerin
tevkîfî olup olmadığında dahî ihtilâf etmişlerdir. Tevkifîden murâd: rivayete
mütevakkıf olup kimsenin tasarrufta bulunamayacağı isimlerdir. Bunlar nassan
Kurân-ı Kerîm'de veya hadîslerde görüldüğü gibi kullanılırlar. Fahr-i Râzî
(544—606): «Ulemâmızdan meşhur olan kavle göre Esmâ-i hüsnâ tevkifidir»
demiştir. Mutezile ile Kerramiye* taifelerine göre: Eğer akıl, bir kelimenin mânâsı
Allah Teâlâ hakkında sabittir; diye hükmederse o kelimeyi Allah'a itlak etmek
caiz olur. İmam Gazdlî ile diğer bazı zevat Esmâ-i ilâhîy-yc'nin tevkîfî
olduğuna fakat sıfatlarının tevkîfî olmadığına kaildirler. Bu bâbta /ma^/ı
Gazali şöyle demektedir: «Peygamber (S.A.V.)'e babasının, annesinin ve
kendisinin takmadığı bir ismi takmak bize nasıl caiz değilse Allah Teâlâ
hakkında da öyledir.» Noksanlık iham. eden hiv isim veya sıfatı Allah'a itlâk
etmenin caiz olamayacığmâ ulemâ ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh Allah'a:
Mâhid, Zari' ve Fâlik gibi isimler itlâk edilemez, halbukJHşu kelimeler
Kur'ân-ı kerîm'de mevcüddur.
Kuşeyrî : «İsimler
kitâb, sünnet ve icmâ'dan tevkîfî olarak alınır. Bu üç delilden birinde vârid
olan her isim Allah'ın vasfı için de itlâk edilebilir. Onlarda vârid olmayan
isimler ise mânâ i'tibârile sa-hîh bile olsa Allah'a itlâk edilemez» diyor.
Hadîs-i şerîfde: «Onları
kim ezberlerse» diye terceme ettiğimiz ihsâ kelimesinin mânâsı üzerinde
ihtilâf edilmiştir. Buharı ile diğer muhakkıklara göre: «O isimleri kim
ezberlerse» demektir.. Zahir olan mânâ da budur. Çünkü bir rivayette:
«Onları kim
ezberlerse» denilmiştir. Rivayetler birbirini tefsir ederler.
Hattâbî'ye göre bu
kelime müteaddid vecihlere ihtimallidir. Bir ihtimale göre: Bu isimleri hiç
birini bırakmamak şartı ile sayıp dökmek ve hepsi ile Allah'a duâ ve senada
bulunmak sureti ile mev-ûd sevaba hak kazanmaktır. İkinci ihtimale göre:
İhsandan murâd: takat getirmektir. Yani bu isimlerin hakkını vermeye ve
mukte-zâsı ile amel etmeye takat getirebilen Cennet'e girer. Onların
muk--tezâsınca amel etmek, mânâlarını düşünerek mucebince amel için nefsini
zorlamaktır. Meselâ: Razzâk dedimi rızkın Allah'dan olduğuna i'timad
edecektir: Diğer Esma-i tıüsnâ hakkında dahî ayni minval üzere hareket etmek
lâzım gelir. Üçüncü ihtimale göre: Bu kelimeden murâd: Esma-i hüsnâ'yı ihatalı bîr şekilde
bilmektir.
Bazıları: «İhsandan
murâd, ameldir» demişlerdir. Onlara göre meselâ: Hatâm dedi mi Allah'ın bütün
emirlerine teslim olmak gerekir; Zîra hepsi hikmet muktezâsıdır. Keza: Kuddûs
dediği zaman Allah'ın bütün noksanlıklarından münezzeh ve mukaddes olduğunu
hatırına getirecektir.
İbni Battal diyor ki:
«Esma-i hüsnâ ile amel etmenin yolu şudur: Rahim ve Kerîm gibi kula uyabilmek
sıfatlarda kul kendini o sıfatla vasıflanabilecek bir hâle getirmeye
alıştırmalı; Cebbar Azîm gibi ANah'a mahsus olanlarda ise kula düşen vazife onları
ikrar ederek boyun bükmek ve o sıfatları takınmamaktır. Va'd bildirilen
sıfatlarda tama' ve ümidle, azaba delâlet edenlerde haşyet ve korku ile
tevakkuf etmelidir.» Mezkûr esma-İ ilâhiyye'yi yalnız ezber ederek onlarla
ittisaf ve amel etmemek Kur'ân-ı kerîmi ezberleyip de amel etmemek gibidir.
Ancak: onları sadece okuyup geçenlere hiç sevab yoktur; denilemez.[388]
1396/1178- «Üsâme
b. Zeyd radıyaUahii anhümâ'^an rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Rcsûlüllah
saîlolahü aleyhi ve sellem:
— Her kime bir iyilik
yapılır da iyiliği yapana: Allah sana hayır mükâfat versin; derse sena
hususunda son dereceye ulaşmış demektir; buyurdular.»[389]
Bu hadîsi Tirmîzî
tahrîc etmiştir. İbni Hibbân onu sahîhlemiştir.
Ma'ruf : îyilik ve
ihsan demektir. Hadîsden murâd: Bir kimseye birisi ihsanda bulunur da bu sözle
mukabele ederse, ihsan sahibine karşı yaptığı teşekkür ve senada pek büyük bir
dereceye varmıştır. Filhakika bir hadîsde:
«Şüphesiz kul mükâfat
vermekten âciz kaldığı vakit duâ (etmesi) mükâfattır; buyurulmuştur.»
Bu hadîsin «yemin ve
nezirler bâb» ında değil, «Âdâb-ı ümumiyye» babında zikredilmesi daha muvafık
olurdu.[390]
1397/1179- «îbni
Ömer radıyallakü anhümâ'dan Peygamber sdllal-lahil aleyhi ve seltem'den İşitmiş
olarak rivayet olunduğuna göre Re-sûiüllah saUallahü aleyhi ve settem
nezretmekden nehî buyurmuş ve:
— Şüphesiz o bir hayır
getirmez; yalnız onunla cimri (nin elin) den mal çıkarılır; demişlerdir.»[391]
Hadîs müttefekun
aleyh'dir.
Bu hadîs nezirler
hakkında söz başıdır:
Nezir : Lügatte hayır
veya şerri iltizâm etmektir.
Şer'an : Mükellefin
üzerine vâcib olmayan bir şeyi iltizâm etmesidir. Ulemâ hadîsdeki nehî
hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazılarına göre nehî zahiri üzeredir. Diğerleri
te'vîl edildiğine kaildirler.
îbnü'l - Esir
«en-Nihâye» adlı eserinde nezir hakkında şunları söyler: «Hadîsde, nezirden
tekrar tekrar nehyedilmiştir. Bu nehî nezri te'kîd ve onu vâcib kıldıktan sonra
umursamazlık etmekden sakınmayı te'mîn içindir. Eğer nehyin mânâsı onu
yapmaktan menetmek ve hiç yaptırmamak olsaydı; bu onun hükmünü ibtâl ve îfâsi
lüzumunu ıskat demek olur; nezir yasak edildiği için bir ma'sıyet sayılır da
îfâsı lâzım gelmezdi.
Halbuki hadîsin vechi
şudur: «Resûlüllah (S.A.V.), ashabına bu işin kendilerine âcil bir menfeat
sağlamayacağını, onlardan bir zarar defedip kaza, kader değiştiremeyeceğim
bildirmiş ve :AHah'ın size takdir etmediği bir şeyi elde etmek yahut sizin için
mukadder olan bir şeyi değiştirmek i'tikâdı iJe nezretmeyin. Böyle bir i'tikâd
beslemeyerek nezredersiniz, o halde Ödemek sureti ile onun içinden çıkın; zîra-
nez-rettiğinizi yapmak size lâzım olmuştur; demek istemiştir.
Kaadî İyaz diyor ki:
«Mânâ şudur: Nezri yapan kaderle münazaa ediyor; demektir. Nehî, bazı câhiller
buna i'tikâd etmesinler diye vârid olmuştur.
«Şüphesiz o bir hayır
getirmez» cümlesinden murâd: nezrin sonu iyi gelmeyeceğini anlatmaktır.
Şâfîîler'in ekserisi
ile MâMkîler'e göre nezir mekruhtur; çünkü yasak edilmiştir. Bunlar nezrin
hâlis bir ibâdet olmadığına zîrâ onunla hâlis ibâdet değil bir menfaat temini
yâhud bir zararın defi kasdedildiğine kaildirler. Hanbelîler dahî nezrin mekruh
olduğuna zâhibtirler. Hattâ bir rivayette kerâhet-i tahrimiyye ile mekruhtur.
Tirmizîr ashâb-ı Kirâm'ın bazılarından da bu kavli rivayet etmiştir.
lbnüyl~Mü-bârek : Nezir tâat hususunda olsun ma'siyet için olsun mekruhtur.
Eğer tâat için nezreder de onu yerine getirirse sevap kazanır demiştir. Nevevî
«şerhü'l-Muhezzeb-» de nezrin mütehâb olduğunu söyler. Buna mukabil musannif[392]
şöyle diyor : «Sarahaten nehî sabit olduğu halde nezir mekruh değildir diye dil
uzatanlara ben şaşarım. Nezir en azından mekruh olmak îcâbeder.»
Nezir hakkında «İbnü'l
- A'rabîb de şöyle demektedir : «Nezir duâya benzer. Filhakika o kaderi
reddedemez; lâkin nezir kaderdendir. Duaya teşvik nezirden ise nehyedilmiştir.
Çünkü duâ âcil bîr ibâdettir. Onunla
Allah'a teveccüh, huşu' ve niyaz zahir olur. Nezirde ise ibâdeti husul
bulacağı zamana kadar te'hir ve işi zaruret zamanına kadar terketmek
vardır.»
Hanefîler'in kavlini
bahsimizin başında görmüştük. San'ânî, izahı sadedinde bulunduğumuz hadîsle
istidlal ederek nezrin haram olduğunu iddia ediyorsa da namaz ,oruç, zekât,
hacc ve omra gibi ibâdetleri hadîsteki nehye dâhil tutmuyor. Binâenaleyh
ibâdetleri nezretmek ona göre de caiz oluyor demektir. Son zamanlarda her yerde
moda haline gelmiş bulunan istek kurbanları yani kabirde yatan ölülerden hayır
veya şerre, yâhud bir hastanın iyileşmesine dâir istekde bulunarak onlara
kurban adamayı ise aynen putperestlikle vasıflandırıyor".[393]
1398/1180-
«Ukebetübnü Âmir radıyallahü anh'üan rivayet olunmuştur. Demiştir ki:
Resûlüllah sallollahü aleyhi ve sellem:
— Nezir keffâreti
yemin keffâretidir buyurdular.»[394]
Bu hadîsi (Müslim
rivayet etmiştir.
Tirmizî bu hadîse:
«Adı konmadığı zaman» cümlesini ziyâde etmiş ve onu sahîhlemiştir. Ebu
Davud'un İbni Abbas'tan mer-fu' olarak tahrîc ettiği riyâyetde: «Bîr kimse bir
nezir yapar da adın» koymazsa onun keffâreti, yemîn keffâretidir. Her kim bîr
ma'siyet hususunda nezir yaparsa onun keffâreti yemin keffâretidir. Ve her kim
gücünün yetmeyeceği bir nezirde bulunursa onun keffâretî de yemin keffâretidir»
buyurulmuştur. Hadîsin isnadı sahihtir. Ancak hafızlar onun mevkuf olduğunu
tercih etmişlerdir. Buhârî'nin Âışe (R. Anhâfdân tahrîc ettiği rivayette : «Ve
her kim Allah'a isyan edeceğine nezir yaparsa ona isyan etmesin» denilmiş;
Müslim'in îmrân'dan rivayet ettiği hadîsde ise : «Ma'siyet İçin yapılan nezrin
İfâsı yoktur» buyurulmuştur.
Hadîs-i şerif bir
kimse mal veya başka bir şey nezrederse bir yemin keffâreti vermesi lâzım
geleceğine; nezrini îfâya hacet olmadığına delâlet ediyor. Hadîs imamlarının
fukâhasından bir cemâatin mezhebi budur. Nitekim Nevevî de ayni şeyi
söylemiştir. Beyhakî, Hz. Âişe (R. Anhâ)'mn : bütün malını fakirlere sadaka
vermeyi adayan bir adama :
«— Yemin keffâreti
vereceksin» dediğini rivayet etmiştir. Yine Bey-hakî'nin, Hz. Ümmü Safiyye (R.
Ânhâ) 'dan rivayet ettiği bir hadîse göre:
«Bir adam Hz. Âişe'ye
:
— Bütün malımı Allah
yoluna nezrettim; yâhud bütün malımı Kâ'-benin kapısına nezrettim; dese bunun
keffâreti ne olur? diye soruş. Âişe (R. Anhâ) : .
«— Yemîne keffâfet
olan ona da keffâret olur;» cevâbını vermiş; bunu Hz. Ümmü Safiyye
işitmîştir.» Bu hadîsi Beyhakî, Ömer, İbnİ Ömer ve Ümmü Seleme (R. Anhüm) hazerâtından
da rivayet etmiştir. Yalnız bunun köle azadından başka yerlere âid olduğunu
söylemiş; âzâd babında İbni Örtıer'le İbni Abbâs (R. Anhümâ)'dan îtkm-vâki1
olduğunu rivayet eylemiştir. Diğer ulemâ nezredilen şey hakkında tafsilâta
giderek : «Eğer nezredilen şey kulun elinde olmayan bir fiilse nezir mün'akîd
olmaz.. Kulun takat getireceği ve vâcib nev'inden bir fiil olursa İmam-t
A'zam, îmam Mâlik ve ulemâ'dan bir cemâate göre o nezrin îfâsi lâzımdır»
demişlerdir. îmam Şafiî'nin bir kavline göre niutlat nezir yemin olur; ve onun
için yemin keffâreti verilir. Yapılan nezir tâat olursa onu ifâ etmenin vâcib
olduğuna bütün müslümanların ittifak ettiğini Nevevî, «.Müslim şerhi» nde beyân
eder. Nezir ma'siyet veya mubah bir şeye yapılırsa Şâfiîler'e göre de mün'akid
olmaz ve keffâret îcâbetmez. îmam Ahmed &. Hanbel ile bir takım ulemâ'ya
göre keffâret lâzımdır.
Ukbe hadîsini hadîs
imamlarının fukahâsmdan bir cemâat nezrin bütün nev'iîerine hamletmiş ve : «Nezri
yapan bütün menzûrât nev'ile-rinde nezrini îfâ etmekle keffâret-i yemin
arasında muhayyerdir demişlerdir. Bunu Nevevî «Müslim şerh» nde beyân eder.
Ukbe hadîsinin ıtlakı da ayni hükme delâlet etmektedir.
Mı konulmadan meselâ :
«Allah'a nezir borcum olsun» diyerek yapılan mutlak nezirlere gelince :
Ulemâ'dan bir çoklarına göre bunlarda yalnız keffâret-i yemin lâzım gelir.
Fakat bu sözle oruç tutmayı veya sadaka vermeyi niyet etmiş; yalnız mikdarmı
ta'yin etmemişse Ha-nefîler'e göre orucu niyet ettiği takdirde üç gün oruç
tutması, sadakayı niyet ettiğinde on fakiri doyurması îcâb eder. Çünkü
keffâret-i yernin'de en az ve yakînen ma'lûm olan mikdar bunlardır. Yine
Hanefîler'e göre: «Oruç tutmak, yâhud namaz kılmak boynuma borç olsun» gibi
mutlak nezirlerle bir şarta bağlanan nezirleri îfâ etmek lâzımdır. Yalnız
yapılması istenilmeyen şartlarda İmam~ı A'zam'Si göre keffâret-i yemin vermek
kâfidir. Meselâ : «Filan kimse ile konuşursam bir sene oruç tutmak boynuma
borç olsun» dese konuştuğu takdirde keffâret-i yemin verir. Bu meselede İmam
Muhammed de İmam-ı A'mm'lz, beraberdir. Zaruret ve belvâdan dolayı bazı ulemâ
bu kavli İhtiyar etmişlerdir. Maamâfîh konuşmamakta devam ederse hiç bir şey
lâzım gelmez. Çünkü bu söz lâfzan nezir olsa da ma'nen yemindir.
Husulü matlup olan
şartlarda ise mutlaka nezri îfâ etmek gerekir. Meselâ : «Hastam iyileşirse
yâhud bu seferden sağ salim dönersem bir ay oruç tutmak borcum olsun» dese
maksadı nasıl olduğu zaman behemehal oruç tutması îcâbeder.
Fâîde: Oğlunu kesmeyi
veya boğazlamayı nezreden bir kimse Ha-nafîler'den İmam-ı A'zwtr£X&
Muhammed'e göre bir koyun kesmekle borcunu öder. Kendini veya kölesini kesmeyi
nezretmek dahî İmam Muhammed'e göre ayni hükümdedir. Annesini veya babasını kesmeyi
nezir hususunda İmam- A'zam'dan iki rivayet vardır. Esah rivayete göre bu nezir
sahîh değildir. İmam Ebu Yusuf'la. İmam Züfer'e göre yukarıdaki suretlerin hiç
birinde nezir sahîh değildir. Çünkü ma'siyeti nezirdir. İmam-ı A'zam'la,
Muhammed'm delilleri: Ashâb-ı Kirâm'dan Alî ve İbni Abbas (R. Anhüm)
hazerâtının da dâhil oldukları bir cemâatin (çocuğunu kesmeyi nezreden
hakkındaki) mezhebidir. Bu gibi şeyler kıyasla bilinemeyeceği için ashâb'tan
gelen rivayet ResûlüHah (S.A.V.)'den işittiklerine hamlonulur. Kitâb'dan
de-lîlleri de Hi. İbrahim ve ismail (Aîeyhisseîeâm) kıssasıdır. Çocuğunu
kesmeyi adamak koyun adamak mânâsına gelince bu adak ma'siyet değil ibâdet
olur.
İmam Muham'med'e göre:
Çocuğunu nezretmek caiz olunca kendini veya kölesini nezretmesi evleviyyetle
caizdir. Zlvâ. bir kimsenin kendi nefsine ve kölesine vilâyeti çocuğuna olan
vilâyetinden daha kuvvetlidir. îmam-ı A'zam : «Bu meselede koyun kesmekle
borcun ödenmesi kıyasa muhalif olarak sübût bulmuştur. Binâenaleyh ona başkası
kıyas olunamaz» demiştir.
Lâkin kesmek veya
boğazlamak lâfızları ile değil de katletmek lâfzı ile nezrederse bilittifak bir
şey lâzım gelmez. Çünkü kesmek ve boğazlamak mânâlarına gelen «zebih» ve
«nahîr» kelimeleri Kur'ân-ı kerîm'de kulluk ve tâa-t mânâlarında
kullanılmışlardır. «Katil» kelimesi ise yalnız ceza ve intikam makamında vârid
olmuştur. Bundan dolayıdır ki, bir kimse: «Şu işim şöyle olursa bir koyun
katledeceğim» diye adak yapsa nezri sahîh olmaz. Katil kelimesi ile nezir
yapmak koyun hakkında bile caiz olmayınca insan hakkında caiz olmaması
evle-viyette kalır.
Hadîs-i şerîf ma'siyet
olan bir şeyi nezretmenin yemin keffâreti vermekle ödeneceğine delâlet ediyor.
Zâhirîn'e bakılırsa ma'siyeti işlemekle işlememek müsâvî görünüyorsa da
Hanefîîer'e göre yemini bozmuş olması şarttır. Semâya çıkmak, bir yılda iki
defa haccetmek gibi âdeten veya şer'an insan gücünün üstünde bulunan bir şeyi
adamak dahî ayni hükümdedir. Yalnız İmam Züfer'e göre böyle bir yemin mün'akîd
olamaz. Binâenaleyh keffâret de lâzım gelmez. İmam §âfiîj, İmam Mâlik, Dâvud-u
Zahirî ve cumhur-u ulemâ mn mezhebi de budur. Çünkü hadîsimizin Buhârî'den
alman kısmında : «Allah'a isyan etmesin» denilmiş; keffâret zikredilmemiştir.
İbni Mâce'nin Ömer (R. A./dan tahrîc ettiği bir hadîşde;
«Allah'a ma'siyet olan
bir şeyde sana yemin ve nezir yoktur» buyurulnıuştur. İmam Ahmedb. Hanbel ile
bir takım ulemâ'ya göre keffâret vermek lâzımdır. Delilleri İbni Abbas (R.A.)
hadîsidir. Fakat kendilerine cevaben : «Esah olan bu hadîsin mevkuf
rivayetidir» denilmiştir. «Onun keffâreti, yemin keffâretidir» cümlesini Nesâî,
Hâkim ve Beyhakî gibi hadîs ulemâsıda tahrîc et-mişlersede bu rivayetin bütün
tarîkleri zaîftir.[395]
1402/1181- «Ukbetü'bnü
Âmir radıyallahü anJfe'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Kız kardeşim
BeytuÜaha yalın ayak yürüyerek gitmeyi attadı; ve kendisi îçîn Resûlütlah
sallallahü aleyhi ve sellem'ûtn fetva istememi bana emretti. Ben de fetvayı
İstedim. Bunun üzerine Peygamber saTlaUahü aleyhi ve seîlem :
— Hem yürüsün hem
binsin buyurdular.»[396]
Hadîs müttefekun
aleyh'tir; lâfız Müslim'indir. Ahmed'le DÖrtler'in rivayetinde: «Şüphesiz ki
Allah senin kız kardeşinin bedbahtlığı ile-hiç bir şey yapmaz. Ona emret: Baş
örtüsünü örtsün de binek gitsin; ve üç gün oruç tutsun buyurdu.»
denilmektedir.
Bu hadîs Kâ'beye
yürüyerek gitmeyi nezredenin mutlaka yürümesi îcâbetmediğine aciz olmadığı
halde binek gidebileceğine delildir. Ancak binek giderse Hanefîler'e göre
hayvan kesmesi lâzım gelir. Şâfîî-ler'e göre hiç bir şey lâzım gelmez.
Delilleri bu hadîsdir. Bazıları: «Yürümeğe kudreti olan binek gidemez;
vasıtaya binmek ancak yürümekten âciz kalanlar için caizdir; onlar dahî
bindikleri için hayvan keserler» demişlerdir. Bunlar Ukbe hadîsinin Ebû Dâvud
rivayetinde:
«Binek gitsin de
Harem-i şerife bir deve göndersin»
cümlesi ile istidlal
ederler.
«Baş örtüsünü örtsün»
buyurulması, bir rivayette kadın yalın ayık baş açık yürüyerek haccetmeyi
nezrettiği içindir. İhtimal üç gün oruç tutması, baş Örtüsüz hacca gitmeyi
nezrettiğinden dolayı emrolunmuştur. Zîra ma'siyeti nezirdir. Bu sebeble
keffâret-i yemin vâcib olmuştur. Hadîs-i şerif, ma'sıyeÜ tıezretmenin keffâret
îcâbedeceğine de delildir. Yalnız isnadında ihtilâf edildiğini Beyhakt
söylemiştir. Filhakika Ebu Davud'un, Hz. İbnî Abbas'tan rivayetinde : «Bİr deve
göndersin» cümlesi vardır. Mezkûr ziyâde için: «Şeyheyn'nin §ar-tı üzeredir»
denilmişse de İmam Buhârîj Ukbetü'bnü Âmir hadîsinde hediye gönderme emrinin
sabit olmadığını söyler.[397]
1404/1182- «İbnî
Abbas radıyaUahü anhümâ'dan rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Şa'dü'bnü Ubâde,
Peygamber sdllallahü aleyhi ve setlem'e annesinin borcu olup Ödeyemeden vefat
ettiği bir nezir hakkında fetva sordu: Resûlüllah saîlallahü aleyhi ve sellem:
— Onun namına o borcu
sen Öde! buyurdular.»[398]
Hadîs müttefekun
aleyh'dir.
Bu rivâyetde nezrin ne
olduğu beyân edilmemiştir. Bir rivâyetde:
«Onun nâmına ben köle
âzâd etsem kifayet edermi? (dedim) Resûlüllah (S.A.V.) :
— Annen nâmına köle
âzâd et; buyurdular» denilmiştir. Bu rivayetten annesinin köle âzâd etmeyi
adadığı anlaşılıyor. Vakıa' Nesâi, Hz. Sa'd b. Ubâde'den tahrîc ettiği bir
hadîsde :
— Dedim ki :
— Yâ Resûlâflah, annen
vefat eftî. Onun nâmına sadaka vereyim?
— Evet; dedi :
— O hâlde sadakanın
hangisi efdâldir? dedim:
— Su vermektir;
buyurdular» denilmekte ise de bu hadîs o fetvaya âid değîl Hz. Sa'd, Peygamber
(S.A.V.)'e teberru' sadakanın hükmünü sormuş da, cevaben şeref sâdır olmuştur.
Hadîs-i şerîf, vefat
eden bir kimse nâmına yapılan kale âzâd etmek ve sadaka vermek gibi hayırların
meyyit'e ulaşacağına delîldir. Bunu «Cenaze bahsi» nin sonunda görmüştük. Acaba
hayır yapmak mirasçılara vâcib midir? Cumhur-u ulemâ'ya göre vâcib değildir
Zahirîler Hz. Sa'd hadîsi ile istidlal ederek vâcib olduğuna kaildirler. Fakat
bunlara1 : «Sa'd hadîsinde vücûba delâlet yoktur» diye cevap verilmiştir.[399]
1405/1183- «[400]
Sabit b. Dahhâk raâiyatlahü anh'âan rivayet edilmiştir. Demiştir kî:
Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem zamanında bir adam Buvâne[401]
(denilen yer) de deve boğazlamayı nezretmİş. Bunun üzerine Resûlüllah
saîlaîlahü aleyhi ve seTlem'e gelerek (meseleyi) ona sordu. Peygamber
sallallahü aleyhi ve sejletn:
— Orada tapılan put
varmı idi? diye sordu. Adam:
— Hayır; dedi. Resûlüllah
sallallahü aleyhi ve seUem: (peki) orada (câhiliyet devri) bayramlarından bir bayram varmı İdi? dedi.
Adam:
— Hayır; cevâbını
verdi. Resûlüllah sdllallahü aleyhi ve sellem:
— Nezrini îfâ et;
çünkü Allah'a ma'sjyete, akraba ile kat-ı alâkaya ve Âdem oğlunun mâlik
olmadığı bir hususa dâir yapılan nezrin îfâsı yoktur; buyurdular.»[402]
Bu hadîsi Ebu Dâvud
ile Taberânî rivayet etmişlerdir. Lâfız Tabe-rânî'nindir; isnadı sahihtir. İmam
Ahmed (in Müsned'in) de Kerdem'-den rivâyeten hadîsin bir şahidi vardır.
Hadis-i şerifin
«sahîh-i Ebî Dâvud.» da şöyle bir sebebi olduğu zikrediliyor: «Nezri yapan zât
Peygamber (S.A.V.)'e gelerek :
— Yâ Resûlâilah, ben
eğer bir erkek çocuğum olursa Buvâne başında deve kurban etmeyi
nezreyledim...» demiş; ResûIÜIIah (S.A.V.)'de kendisine yukarıdald cevâbı
vermiştir.
Bu hadîs, bir kimse
câhiliyyet devri icrââtına sahne olmayan muayyen bir yerde sadaka vermeyi,
yâhud kurban kesmeyi nezrederse o nezri îfâ etmesi lâzım geldiğine delildir.
Ulemâ'dan bazıları ise İmam ŞâfiVrnn mezhebi budur. Şâir ulemâ bu kurbanın
başka yerde de kesilebileceğine kail olmuşlardır. Nitekim bundan sonra gelen
hadîs de bu kavli te'yid etmektedir.
İbni Teymiyye
(661—728) «İktıdau's-Sırâh'l-Müştekim» adlı. meşhur eserinde : Sâbıt hadîsinin
aslı Stahîheyn'de olduğunu bu isnadın dahî onların şartı üzere bulunduğunu
isnadını hep meşhur ve mu'temet râvîler teşkil ettiğini beyândan sonra İmam
Ahıned'le Ebu Davud'un rivayet ettikleri Meymune bînti Kerdem hadîsini ele almış
ve şunları söylemiştir:
— Orada (Câhiliyyet
devri) bayramlarından bir bayram varmı İdİ? diye sorması o yerin, müşrikler
için bayram sahası olması, Allah için nezredilmiş olsa bile orada hayvan
kesmeye mâni' teşkil etmeyi iktiza eyler. Ma'lûmdur ki bu da ancak yeri ta'zim
yâhud onlarla bayram yapmakta ortak olmak veya bayramlarının şeâirini o yerde
ihya etmek gibi bir sebebden dolayıdır. Müşriklerin bayram sahasını tahsis
etmek mahzur sayılırsa, bizzat bayramları ne olur? Bu da ne suretle olursa
olsun, câhiliyyet bayramlarına iştiraki şiddetle yasak etmek demektir.
Ve şunu yakînen
bilmeyi, îcâbeder ki, İrnamü'l - Müttakîn (S.A.V.) câhiliyyet bayramlarını
yıkmaya ve onları her vesile ile söndürmeye çalışırdı. Nehî sadece bayramları
hususunda da değil, belki onların ta'zîm ettikleri bütün zaman ve mekânlara
şâmildir. Bunların îslâm dininde hiç bir aslu esâsı yoktur.
Bu bâbtaki münkerâttan
bazıları da İslâmda meydana getirilen şâir bayram ve mevsimlerdir. Sünnet'e
muhalif olan bu bayram ve bid'atlart ümmettetf"bif Cemâat ikrar
etmiş; inkârda bulunmamıştır, dîye yâhud bunlar âmme tarafından revâc görmüştür
bahanesi ile icmâ'en caiz i'tikâd eden hatâ etmiş olur. Çünkü sünnete muhalif,
olan bid'atlardaii hehyedenîer hef zaman bulunmuş ve bulunmaktadır. Bîr veya
bir kaç beldenin yâhud bir taifenin ameline bakarak ictftâ' da'vâsmda bulunmak
caiz değildir; zira hüccet, Resul (S.Â.V.) ile selef-i sâhihîn'in
fiilleriridedir. Biz Allah Teâlâ'dan, kalplerimize hidâyet vermişken (tekrar)
saptırmamasını niyaz eylefte.»[403]
1407/1184- «Câbîr
radnjallahü an/ı'd a ti rivayet olunduğuna
göre Mekkfe'nİn fethi günü bu zât :
— Yâ Resûlâllah! Alîah
sana Mekke'yi fethederse Beyi Makdis'de namaz kılmayı hezrettim? demiş. ResûlÜllah
salîallahü aleyhi ve selletn:
— Burada kil;
buyurmuş. O zât (tekrar) sormuş. ResûlÜllah saîîaîlahü aleyhi ve sellem (yîne)
:
— Bliradâ kil; demiş.
Adam (tekrar) sormuş. (Bu sefer):
— Ö halde sen
bilirsin; buyurmuşlardır.»[404]
Bu hadîsi Ahmed ile
Ebû Dâvud rivayet etmişlerdir. Hâkim onu sahîhlemîştir.
îbnü Dakiki'l - îd
dahî «.el-iktirah» adlı eserinde sahîhleniitir, Hadîs-i şerîf nezir hususunda
-ta'yin edilse bile- muayyen bir yer olmadığına delildir. Bazıları bu hadîs ile
bundan evvelki ha-dîsdeki emirleri nedib mânâsına hamletmişlerdir. Buna kârine
aşağıdaki hadîstir.[405]
1408/1185- «Ebu
îd-i Hudrî radıyallahü Peygamber saltallahü aleyhi ve sellem'den işitmiş olarak
rivayet olunmuştur. Resû-îuiiah sallaîtahü aleylii ve seUem:
Yükler ancaküç mescide
gitrnek için bağlanır i «Mescrd-i HarânVa, Mescid-i Aksâ'yaVe benim şu.Mescidime;
buyurmuşlardır.»[406]
Hadîs mütiefekuıi
afeyfr'tir. Lâfız Buhârî'nindir,
Bu hadîs «İ'tİkâf
bâbı&'mn sonunda geçmişti.İhtimal ki bıûretde tekrar edilmesi, nezir için
mezkûr üç mescidüen mââdâ hiç bir öüuây-yen yer olmadığına işaret içindir.
tmam Mâlik ile İmam,
Şafiî hu üç mescidderi birine yapılan5 nezrin îfâ edilmesi lüzumuna kail
olmuşlardır, İmann A'zam'a,, göre ise böyle bir nezrin îfâsı lâzım değildir.
Nezrettiği namazı dilediği yerde kılabilir.
Şâir mescidlere
gelince : Ekser-i ulemâ'ya. göre nezri îfâ vcife değil, fakat menduptur.
Suleha-i sâlihin'in
kabirleri ile, faziletli yerleri ziyaret için uzun mesafeleri göze alarak
hazırhkda bulunmak İmâmü'l - HarcTney.i'e göre haramdır. Kaadî Iyâz, bu kavli
benimsediğine işaret etmiştir. Nevevî : «Ulemâmızca sahîh olan kavil,
îmâmü'l--Haremeyn'in ihtîyâr ettiğidir» diyor.
Ulemâ'nm
muhakkıklarına göre ise böyle bir ziyaret ne haram ne de mekruhtur. Onlarca bu
hadîsden murâd : tam faziletin ancak zikri geçen üç mescidde olduğunu,
beyândır. Bundan sair yerlere gitmenin haram veya mekruh olması lâzım gelmez.[407]
1409/1186- «Ömer
radıyallahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demİşiîr ki;
— Yâ Resûlâllajı, ben câhilîyyet devrinde, bîr
gece Mescîd-İ Haramda i'tikâf yakmayı nezrettİm? dedim :
— O halde nezrini îfâ
et; buyurduSar.»[408]
Hadîs müttefekun
aleyh'tir.
Buhârî bir rivâyetde :
«Öyle ise bir gecesini ziyâde etmiştir.
Hadîs-i şerif, kâfir
iken nezir yapan bir kimsenin müslüman olduktan sonra o nezri îfâ etmesi
lüzumuna delildir. İmam Buharı, İbni Cerir ve Şâfiîler'den bir cemâat buna
zâhib olmuşlardır. Cumhura göre ise kâfirin nezri mün'akid olmaz. Tahâvî :
«Kâfirin ibâdetle te karrubu sahîh olmaz. Lâkin Peygamber (S.A.V.), Ömer'in
vaktile yaptığı nezri îfâ semahatini göstermek istediğini anlamış da îfâ
etmesini emir buyurmuş olabilir. Çünkü Ömer'in fi'li tâattir: Bu fiil
câhiliyyet devrinde yaptığı nezir değildir» diyor.
Malikîler'den bazıları
; «Peygamber (S.A.V.), Hz. Ömer (TS.A.)a bu işi müstehâb olmak üzere
emretmiştir» derler.
Yine bu hadîsle
i'tikâf için oruç şart olmadığına istidlal edenler olmuşsa da kendilerine
hadîsin «sahîh-i Müslim» deki rivayetinde :.
«Bir gün bir gece»
denildiği ve Ebu Dâvud ile Nesâî'mn rivayetinde :
«İ'tikâf et ve oruç
tut» buyurulduğu hatırlatılmak sureti ile cevap verilmiştir. Yalnız Ebu
Davud'un rivayeti zaîftir.[409]
Kaza kelimesi lügatte
ilzam, ihbar, fârig olmak ve takdir gibi bir çok mânâlara gelir. Teâlâ
Hazretleri, ilzam mânâsında :
«[410]
Rabbın ancak kendine ibâdet etmenizi farz kıldı» buyurduğu gibi :
«[411]
Beni îsrâîle haber verdik» âyet-i kerîmesi ihbar
«[412]
Namaz edâ edildi mi yer yüzüne dağılıverîn..» kavl-i kerîm de fâ-rig olmak
mânâsında kullanılmıştır. Araplar :
«Hâkim nafakayı kaza
etti» derler ki «nafaka takdir etti» demektir.
Şer'an: Âmme üzerinde
vilâyeti (söz hakkı) olan bir zâtın ilzam eden sözüdür. Bu tarîfde kazanın
lügat mânâsı da vardır, 2Îra dâvâlıya hükmü ilzam ve ihbar eder.
Hâkimlik demek olan
kaza meselesi en şerefli ibâdetlerden ve en kuvvetli farzlardan biridir.
Peygamberân-ı ilâm hazerâtından hiç biri yoktur ki Allah-u Zükelâl kendisine
kazayı emretmemiş olsun. Hz. Âdem (A.S.)'e Halîfe ismini vermişti.
Peygamberimiz Muhammed Mustafa (S.A.V.)'e :
«[413]
Aralarında, Allah'ın indirdiği (kitap) ile hükmet diye..» âyet-i kerîmesi İle
hitâb etmiş; Hz. Dâvud (A.S.)'a :
«[414]
insanlar arasında hakla hükmet» buyurmuştur. Çünkü hâkimlikde «emri bil ma'rûf
nehyi ani'l-münker» denilen iyiliği emir, kötülükten rtehî ile hakkı meydana
çıkarmak mazlumun hakkını zâlimden almak, hakkı sahibine ulaştırmak gibi pek
mühim vazifeler vardır ki, zaten Allah şerîatleri bunun için meşru' kılmış;
Peygamberlerim bunun için göndermiştir.
Hâkimliğin Hanefîler'e
göre: Farz-ı kifâye, müstehab, ihtiyarî, mekruh ve haram olmak üzere beş nev'i
vardır. Bunlar için fıkıh kitaplarına müracaat etmelidir.[415]
1410/1187- «Büreyde
radıyallahih atılı'den rivayet olunmuştur. Demiştir ki; Resûlüllah sallalîahü
aleyhi ve selleın:
Hâkimler üç (nev'i) olup ikisi Cehennemde, biri Cennettedir. Hakkı
bilerek onunla hükmeden Cennetde; Hakkı bildiği halde onunla
hükmetmeyerek hükümde zulmeden cehennemde;
hakkı bilmediği halde halka cehaletle hüküm veren de cehennemdedir;
buyurduîar.»[416]
Bu hadîsi Dörtler
rivayet etmiştir. Hâkim onu sahîhlemiştir.Sakim «Ulûtnü'l-Hadîs»inde bu hadîsi
yalnız Horasanlıların rivayet ettiğini söyler. Musannif: «Bu hadîsin daha başka
tarîkleri vardır. Ben onları ayrı bir cüz halinde topladım» diyor.
Hadîs-i şerîf
Cehennem'den yalnız, hakkı bilip onunla amel eden hâkimlerin kurtulacağına
delildir. Burada esas ameldir. Hakkı bildiği halde onunla amel etmeyenle
cahilane hüküm verenin ikisi de Cehennemlik olacaktır. Hattâ zâhir-i hadîs'e
bakılırsa câhil hâkim hakka tesadüf etse bile yine bu hükümden kurtulamayacak
gibidir, Hadîsimiz cahilane ve hakkın hilâfına hüküm vermekten sakınmayı telkin
ediyor. Uhrevî mes'uliyetten kurtulacak hâkim ancak .hak ve hukuku bilerek
hüküm verendir. Diğerleri ehl-i Cehennem'dir. Hadîs-i şerîf câhil bir adamın bu
mühim vazifeyi üzerine almaması gerektiğine de işaret ediyor.
«.Muhtasaru şerhi's -
Sünneh» nâm eserde şöyle deniliyor: «Müctehid olmayanın, hâkimliği üzerine
alması caiz olmadığı gibi hükümdarın da böylesini ta'yûı etmesi caiz değildir.
Müctehid: beş ilini yani; kîtâbullâh, sünnet-î Resûlillâh, Ulcmâ-i Selefin
icmâ' ve ihtilâflarını, lügat ve kıyas ilimlerini kendisinde toplayan zâttır.
Bir mesele kitâb, sünnet veya icmâ'-ı ümmet'de sarahaten bulunamadığı vakit,
onun hükmünü kitâb ve sünnetten çıkarmanın yolu kıyastır. Binâenaleyh müctehidin
kîtâbdan ma'dut olmak üzere onun nâsih ve mesûhunu, mücmel ve müfessirini,
hâss-u âmmını, muhkem ve müteşâbihini, kerahet, hör-met, ibâha ve nedip
hâllerini bilmesi îcâbettiği gibi sünnetden de ayni şeyleri bilmesi gerekir.
Sünnet'in sahihini ,zaîfini, müsned ve mürse-üni ve kitab'la sünnet arasındaki
tertibi bilecektir ki, zahirî, kitaba- uymayan bir hadîs gördüğünde onu neye
hamledeceğine yol bulabilsin. Çünkü sünnet kitabın beyânıdır; binâenaleyh ona
muhalif olamaz. Sünnetten bilinmesi îcâbeden şeyler şeriatın ahkâmıa medar
olan kısımlardır. Kıssa, haber ve mev'iza gibi nev'ileri bilmek zarurî
değildir. Lû-gat'ın dahî ahkâma âid, kitab ve sünnetde vârid olan kısmını
bilmek kâfidir; arapların bütün lügatlerini ihatalı bir şekilde bilmek
îcâbet-mez. Verdiği hükmün Sahabe ve tabiîn hazerâti ile fukahâ-i iimmet'in
kavillerine muhalif düşmemesi için o kavillerle fukah'nın ekseri fetvalarını
bilmeli ki, icmğ'a muhalefetten emin olsun. Bu nev'ilerden her birini bilirse
artık o müctehiddir, bilmediği takdirde tutacağı yol takliddir.»[417]
1411/1188- «Ebu
Hüreyre radıyaîlahü anh'den rivayet olunmuştur. Demiştir ki: ResûlüHah
sallaîlahü aleyhi ve sellem :
— Her kim hâkimliği
üzerine alırsa muhakkak bıçaksız kesilmiştir; buyurdular.»[418]
Bu hadîsi Ahmed'le
Dörtler rivayet etmişlerdir. Ibni Huzeyme ile İbni Hifabân onu
sahîhlemişlerdir.
Hatfîs-i şerif
hâkimliği üzerine almaktan sakınmanın lüzumuna delâlet ediyor; ve adetâ :
«Hâkimliği üzerine alan kendini kesmeye kalkışmıştır. Bundan hemen sakınsın,
korunsun; zîra bilerek veya bilmeyerek hakkın hilâfına hüküm veren
Cehennemliktir.» denilmiş gibidir.
«Kendini kesmek» den
murâd : hâkimliği kabul etmekle nefsini helake sürüklemektir. «Biçaksiz»
ta'biri ile, hakîkaten kesmek değil, kendini âhiret azabına ma'ruz bıraktığı
beyân edilmiştir. Bazıları bu cümleye «kendisini ma'nen kesmiştir» şeklinde
mânâ vermişlerdir. Bu mânâ, hâkimliğin lâzımı mânâsıdır. Çünkü hâkim hakka
riâyet etse çle etmese de neticede mutlaka yorulacaktır. Ma'nen kesmekten murâd
da budur. lisanımızda da «kendini fazla yorma» mânâsında : «kendini öldürme»
denilir.[419]
1412/1189- «(Bu
da) Ondan rivâyef edilmiştir, -radtyallahü ank- Demiştir ki:Resûfüüah
sdllallahü aleyhi ve sellem :
— Hiç şüphe yok ki
sizler İleride amirliğe tama' edeceksiniz; ama bu (sonu) Kıyamet gününde
pişmanlık olacaktır. (Dünyada) süt anne (olmak) ne iyi şeydir. Ama (âhîrette)
memeden ayrılan ne fenâ'dir; buyurdular.»[420]
Bu hadîsi Buharı
rivayet etmiştir.
Onu Taberânî ile
Bezzâr, Hz. Avf b. Mâlik'den sahîh senedle ve şu lâfızlarla tahrîc etmişlerdir:
«Amirliğin birincisi
melâmet, ikincisi nedamet, üçüncüsü azâb-ı kıyâmet'dir; ancak adalet gösteren
müstesna!» Yine Taberânî, Zeyd b. Sabit (R. A./dan merfu' olarak şu hadîsi tahrîc
etmiştir :
«Amirliği hakkîle
üzerine alıp da becerebilen için o ne güzel şeydir. Fakat onu hakkîle almayan
için amirlik ne fena şeydir. Kıyamet gününde kendisine nedamet olacaktır.»
İmam Müslim dahî, Hz. Ebû Zerr (R. A./dan şu hadîsi rivayet ediyor :
«Benden vali
yapmazmtsm yâ Resûlâllah; dedim:
— Sen zaifsin. Valilik
bir emânettir; Kıyamet gününde de gerçekten âr ve nedâmetdir. Ancak onu
hak-kîle üzerine alarak onun hakkında kendisine düşeni yapan müstesna;
buyurdular.» Bu hadîsler, babımız hadîsini takyîd" ederler.
Nevevî : «Bu hadîs,
bilhassa zaîf olanların vali olmaktan kaçınmaları babında büyük bir esastır»
diyor. Bu söz ehliyetsiz olduğu hâlde böyle bir işi üzerine alıp da adalet
gösteremeyenler, hakkındadır. Bu gibiler kıyamet gününde âzâbı görünce, elbet
yaptıklarına pişman olacaklardır. Fakat ehil olan âdil valilere büyük ecir ve
mükâfat vardır. Nitekim bu hususta haberler çoktur. Bununla beraber hâkimliği
kabul etmekde büyük tehlike vardır. Bundan dolayadır ki, İslâm büyükleri onu
kabulden çekinmişlerdir. îmam Şafiî'ye Halîfe Me'mun şark ve garb'm kadılığını
teklif etmiş fakat o bunu reddetmişti. îmam-% A'zam'a, Halîfe Mansur Bağdad
kadılığı için İsrarlarda bulunmuş; hattâ hapsederek kamçı ile doğdurmuş; ve her
gün onar kamçı ziyâdesi ile döğülmeye devam olunduğundan nihayet kamçı adedi
yüzü buldukda dayaktan müteessîren vefat etmiştir. Uz. İmam, daha Önce Irâkeyn
valisi Yezid b. Ömer tarafından, kendisine Küfe kadılığı teklif olunduğu zaman
da bu vazifeyi kabul etmemiş; ve Yezid'in emri ile başına yüz on kamçı
vurulmuştu..
Hâkimlik vazifesini
kabul etmeyen daha nice İslâm büyükleri vardır: «Amirliğe tama' edeceksiniz»
cümlesinde bu rütbeye nefislerin meyledeceğine işaret vardır. Zira âmir
olmakda; dünya menfâat ve zevkleri, herkese sözünü dinletme gibi nefsi
cezbeden hâller vardır. Onun peşinde koşmak bundan dolayı" yasak
edilmiştir. Nitekim Şeyheyn'nin rivayet rivayet ettikleri şu hadîsden de
anlaşılır:
«Peygamber (S.A.V.)
Abdurrahman'a :
— Amirliği isteme!
çünkü onu isteyerek sana verirlerse ona tevkil olunursun. İstemeksizin sana
verilirse onun üzerine yardım olunursun» Ebû Dâvud ile Tirmizî dahî şu hadîsi
tahrîc etmişlerdir:
«Bir kimse hâkimliği
ister de onu elde etmek için aracılardan istifade ederse o hâkimlik kendikine
havale edilir. Kim onu istemez ve almak için kimseden yardım dilemezse Allah
kendisini doğruya yöneltecek bir melek indirir.» Sahîh-i Müslim'de şu hadîsi
vardır:
«Vallahi biz bu işi
ona tama' edene tevdi etmiyoruz.»
Hâkimleri ta'yîn eden
zâtın bu iş için en münâsibini bulması
îcâbeder. Bu bâbta Beyhakî ile Hâkim şu hadîsi rivayet etmişlerdir".
«Bir kimse bir adamı
bir cemaata âmir ta'yin eder de o cemâatin içinde Allah İndinde ondan daha
makbulü bulunursa o kimse Allah ve Resulü ile müslümanlar cemâatine muhakkak
hıyanet etmiştir.»
Hâkimlik ve emsali
amirlikleri istemekten nehyedilmesi, bu işler sahibine zaîfken kuvvet, âcizken
kudret kazandırarak, zaten şerre meyyal olan nefse düşmanından intikam olmaya,
dostunu ise kayırmaya fırsat bahşettiği içindir. Binâenaleyh onları mümkin
mertebe istememek evlâdır. Vakıa' Ebû Davud'un iyi bir isnatla'tahrîc ettiği
şu hadîsde :
«Her kjm müslümanlara hâkim
olmayı ister de ona nail olur; ve adaleti zulmüne galebe çalarsa Cennet
onundur. Kimin de zulmü adline galebe çalarsa Cehennem de onundur.»
buyurularak adalet göstermek şartı ile hakimliğin istenilebileceğine işaret
olunmuşsa da evlâ olan yine de istememektir.[421]
1413/1190-
«Amrü'l-Âs raÂıyoaıü rivayet olunduğuna göre, kendisi Resûlüllah sallallçhü
aleyhi ve sejlem;
— Hâkim hüküm verirken
içtihadda bulunur, sonra isabet de ederse ona iki ecir vardır. Fakat hükmeder,
ic-tihadda bulunur ve hatâ eylerse ona bir ecir vardır; derken işitmistir.»[422]
Hadîs müttefekun
aieyh'dir.
Ictihâdda hatâ
etmekden murâd : Allah Teâlâ'mn muradı olan hükmü bulamamaktır.
Bu hadîs: «Allah Teâlâ
indinde her meselenin muayyen bir hükmü vardır diyen ehM sünnet ulemâsının dejılîdir.
Onlara göre müctehid bazan isabet, bazan da hatâ eder. Bütün ilmî kudretini
sarfederek delilleri tetebbu' eden rnüctehidi Cenâb-ı Hak muvaffak kılarsa
matlub-ı İlâhî olan hükme isabet eder. Bu takdirde ona iki sevap verilir. Hatâ
eden müctehide de bir sevap vardır. Ayni zevat bu hadîsle hâkimin müctehid
olmasının şartiyyetine istidlal etmişlerdir. «Bulûgü'l-Me-ram» şârihi Kaadı
Şerefüddîn şöyle diyor: «Müctehid hükümleri şer'î delillerinden çıkarabilendir.
Lâkin böylesini bulmak pek güç, hattâ imamının mezhebinde müctehid olması
şarttır. Mezhebte müctehid olmak için imanının usul ve delillerini hakkı ile
anlaması ve bir meselede imamından nassan bir nakil bulamadığı zaman vereceği
hükmü, onun delillerine göre tertib etmesi de şarttır.»
San'ânî (1059—1182)
Kaadî Şerefüddîn'in bu sözlerine şiddetle i'tirâz ediyor. Hayli uzun olan
i'tirâzdan biz bazı cümleler naklederek bunlar üzerinde durmak isteriz.
San'ânî şöyle diyor:
«Her ne kadar benâm ulemâ, üzerind' tifak etseler de bu sözdeki butlan meydandadır.»
Bütün nap arm üzerinde ittifak ettiği bu dâvayı ben Allah'ın kendilerine
verdiği ni'me-te karşı küfrân telâkki ederim. Çünkü onlar yani bu dâvayı iddia
ve kabul edenler müctehiddirler. Bunlardan her biri hüküm istinbât edecekleri
delilleri o derece bilirler ki bu delilleri Resûlüllah (S.A.V.)'in Mekke'ye
kadı ta'yin ettiği Attâb b. Üseyd, Yemen'e kadı ta'yin ettiği Ebu M usa M -
Eş'arî yine oraya kadı ve vali olarak gönderdiği Muâz b. Cebel ve Hz. Ömer'le
Alî'nin Kûfe'ye kadı nasbettikleri Şüreyh[423] bile
bilmezlerdi...»
Bize kalırsa Kaadî
Şerefüddin'in sözlerine bir diyecek yoktur. Daha doğrusu bu sözlerdeki butlan
bizim için meydanda değildir.
Gönül isterdi ki
San'ânî onu burada su götürmez bir surette ortaya atsın. Sonra ashâb-ı kirama
taş çıkartan bu müctehidler kimlerdir? Evet, bizzat Resûlüllah (S.A.V.)
tarafından ilimlerine i'timâd edilerek en mühim yerlere kaadı ta'yin edilen ve
içlerinde Hz. Muâz gibi Kur1-ân-ı kerîm'deki haramı helâli en iyi bildiği
Peygamber (S.A.V.)'in şe-hâdeti ile sabit olmuş bir Bedir gazisi bulunan
kibâr-ı sahâbe'nin bilmediği delilleri bilen bu zevatın kimler olduğunu cidden
bilmek isterdik. Yıllarca Fahr-i Kâinat (S.A.V.)'in sohbetinde bulunarak nur-u
Nü-büvvet'i kana kana içen ve böylelikle her biri birer heykel-i nûr kesilen o
mübarek zevatın bilmediği, fakat San'ânî'nin müctehid dediği ulemâ'nın pek âlâ
bildiği delillerin de neler olduğunu pek merak ettik. Acaba bu zevata semâdan
hususî ve mahrem kitap mı indirildi ki, ashâb-ı kiram onların bildikleri
delilleri bilemediler?
Kaadî Şerefüddin'in
mukallid dediği zevatın da her biri Islâmm semâlarında parlayan birer
yıldızdır. Buna rağmen hiç biri nıücte-hidlik dâvasında bulunmamışlardır. Çünkü
müctehidlik zannedildiği kadar kolay bir iş değildir. Kolay olsa İmam Malik gibi
büyük bir müctehid kendisine sorulan kırk meselenin otuz altısına «bilmiyorum»
diye cevap vermezdi. Hele iddia ile asla müctehid olunamaz. San'ânî yukarıdaki
iddiasını isbât sadedinde şunları söylüyor: «Buna sarihin (yani Kaadî
Şerefüddîn'in) şu sözü delâlet ediyor: (Mukallidin şartı, imamının mezhebinde
müctehid olması, onun usul ve delillerini hakkı ile anlaması ve bir meselede
imamından nassen bir nakil bulamadığı zaman vereceği hükmü onun delillerine
göre tertib emtesidir.)
îşte şârîhin hemen hemen
hiç bulunmadığına hükmederek imkânsız diye ad verdiği ictihad budur. Bu
mukallid kendi imamını bıraksa da Allah'ın kitabı, ile ResûlüHah'm sünnetini
kendine imam. ittihaz etse, imamının ibarelerini arayacağına kitab ile
Sünnet'in naslarım incelese olmazmıydı? İbarelerin hepsi mânâlara delâlet eden
lâfızlardır. Şu halde imamının sözleri ile o sözlerin mânâlarını şeriat
sahibinin sözleri ve mânâları İle değişse ya!...»
San'ânî'nin bu
sözlerinden ne kadar ictihad meraklısı olduğu anlaşılıyor. Ancak farkına
varmadan bizim iddiamızı da isbât ediyor. "Zira sarihin biraz yukarıda
kendisinden naklettiğimiz ibaresini hemen değiştiriyor. Şöyleki: Şârih
mukallid olmanın şartlarım sayarken: «İmamının usul ve delillerini hakki ile
anlaması şarttır» diyordu. San'ânî bunu, o imamın kendiliğinden söylediği
sözler mânâsına alıyor ve: «İmamının sözleri ile o sözlerin mânâlarını şeriat
sâhibinin sözleri ve mânâları ile değişse ya!...» diyor. Şimdi sorarım, bir
âlimin açık sözlerini bile böyle ters anlayan bir zâttan nasıl müetehid
olabilir? Onun kitab ve sünnetten çıkaracağı hükümlere nasıl i'timâd
edilebilir? îşte: «Müctehidlik zannedildiği kadar kolay bif iş değildir»
sözünün mânâsı budur .Ban'ânî yukarıdaki sözünü yeminle perçinleyerek:
«Tallahi böylesi, hayrı ednâ bir şeyle değişti; yani kitâb ve sünnetin
bilgisini şeyhlerin ve çömezlerin bilgileri ile onların meramlarını anlamak,
sözlerini araştırmakla trampa etti. Yakînen ma'lûmduf ki, Allah ve Resûlü'nün
kelâmı akıllara daha yaktn, maksada isabeti daha me'muldür; çünkü bilicmâ1 en
beliğ en tatlı ve en kolay anlaşılan sözlerdir..:» diyor.
Biz buradaki yeminin
de nâ-hak yere yapıldığına kailiz. Çünkü iddia yanHştır. Mukallid şeyhinin
veya şunun bunun sözü peşinde değil, mezhepte imamının delilleri üzerinde çalışır.
Bu delülerse kitab, sünnet, icmâ'-ı ümmet ve kıyâs-ı fukahâdır. Kelâmullah ile
hadîs-! Nebevî'-rûn hakîkaten en beliğ ve en tatil kelâm olduğunda şüphe
yoktur. Ancak en kolay anlaşılan sözler olduklarını kabul edemeyeceğiz. Zîra
Kur'ân-ı kerîm'de öyle icazlar vardır kî bir tanesi üzerinde bîr cild kitap
yazılabilir. Cevâmiu'l-Kelim yani cemiyyetli ve derîn manâlı kelimeler ise
Peygamber (S.A^V.)'İn hasâisindeSir, Hâl böyle olunca maksud olan mânâyı
onlardan kolaycacık anlayıvermek her yiğitin kârı olmasa gerektir. Öyle olsa
zâten içtihada müetehide lüzum kalmazdı. San'ânî : «Sahâbe'nin kelâm-ı ilâhî'yi
ve hitâb-ı Nebevî'yi anlayan akılları bizim akıllarımız gibidir; fikirleri de
bizim fikirlerimiz gibidir. Çünkü akıllar ilâhî ibareleri anlamaktan âciz
olacak derecede bir birinden farklı olsalar bizler ne mükellef olurduk, ne de
ictihâd ve taklid yönünden bize emir veya nehî vârid olurdu» diyor.
Bu iddianın sakatlığı
ise aşikârdır. Bazı akılların kelâmullahı anlamaktan âciz kalması ile teklifin
sakıt olması îcâbetmez. Nasr sûresinden Peygamber (S.A.V.J'in ecelenin
yaklaştığını yalnız Hz. İbni Ab-bas anlamıştı. Bu mânâyı anlamayan ashâb'tan
teklif sakıt oldumu îdi? Havadaki kuşların, denizdeki balıkların, ormanlardaki
vahşî kurd-Iarın eî-hâsıl her mehlûkun kendine mahsus bir tesbîh ve ibâdeti
olduğu:
«[424] Hiç
bir şey yoktur ki Rabbinin had ile teşbihinde bulunmasın; lâktn siz onların
teşbihini anlamazsınız.» âyeti kerîmesi ile tarsih bııyıi-rulmuşken ictihâd
dâvasında bulunan bir zâtın, şayed akıllar arasında anlayış farkı kabul
edilirse mükelleüyyetten istifaya kalkışması bize tuhaf geliyor. Akıllar ve
anlayışlar arasında fark olduğu muhakkaktır. Yalnız olur olmaz farklar insanı
Allah'ına karşı kulluk mükellefiyyetinden ıskata kâfî gelemez. Teklif sakıt
olmak için deli olmaktan başka çâre yoktur.
San'ânî akıllar
arasındaki bariz farkı inkârda o kadar ileri gitmiştir ki, neredeyse: «Biz
sahâbe'den daha akıllı ve fikirliyiz» diye yazmıştır. Hakîkatta Ashâb'ın
akılları müşebbehün bih, bizimkiler müşeb-beh olmak lâzım gelirken, teşbîh-i
maklup yaparak: «Onların akılları da bizim akıllarımız gibidir...» demesi buna
delildir. Kanâat-ı âcizâ-nemce bizim kendimizi Ashâb-ı kîrâm'la ölçmeye
kalkışmamız onlara karşı su-i edep ve cüretkârlıktır. Hem de horozun yumurtlamak
üzere folluğa yatması kadar gülünçtür. Bize düşen, kendimizi onlarla kıyas
etmek değil, onlara lâyık oldukları hörmet ve tebcili göstermektir. Zîra
bizz'ât Fahr-î âlem (S.A.V.) :
— Ashabım semânın
yıldızları gibidir..; buyururken bizim kendimizi onlarla bir tutmamız elbette
kıyâs maa'1-fârik olur.
Hâkimlik babında en
güzel vesika Hz. Ömer (R. A.)'m Ebu Mu-se'l-Eşarî (R. A.ya, yazdığı mektuptur.
Bu mektubu İmam Âhmed b. Hanbel, Dâre Kutnî ve Beyhâkî rivayet etmişlerdir. Ebu
îshâk diyor ki: «Bu, pek büyük bir nâmedir. Çünkü hâkimliğin adabını hükmün
sıfatını, içtihadın keyfiyetini ve kıyasın istinbâtını beyân etmektedir. Lâfız
şudur :
aâuhdan sonra (ma'lûm
ola ki) hâkimlik muhkem bir fariza ve tutulan bir sünnettir. Akıllı anlayışlı
olmalı ve çok zikretmelisin. İyi bil ki sana bir adam hüccetini İbraz ettimi,
anladığın vakit hüküm ver; hüküm verdin mi tenfîz et. Çünkü infazı otmayan bir
hakkı söylemek fayda vermez. Yüz, mecfis ve hükmün hususunda insanlar arasında
mu-sâvâta riâyet eyle, tâ ki i'tibârlı kimse zulmüne tama' etmesin. Zaîf de
adlinden ümîd kesmesin. Beyyine dâvâ'cıya, yemin de inkâr edene düşer.
Müslümanlar arasında uzlaştırma caizdir. Yalnız bir haramı helâl, yâhud helâli
haram yapan uzlaştırma müstesna. Bİr kimse gaîb bir hak veya beyyîne iddia
ederse ona bir mühlet ver; o mühleti doldursun. Müteakiben beyyinesini
getirirse hakkını verirsin; aksi takdirde aleyhine hükmü helâl sayarsın; zira
bu, özür hususunda daha beliğ ve gözil daha çok açar. Hakkında bugün, aklına
müracaat ettiğin ve doğru yolunu bularak hüküm verdiğin bir dâva seni hakka
dönmekten men'etmesin; çünkü hak kadîmdir. Hakka dönmek bâtılda devam etmekten
daha hayırlıdır. Kîtâbullah ile Resulünün sünnetinde bulunma-ysp, gönlünden
geçen şeyleri anlamalısın anlamalı! Sonra birbirinin benzeri ve misli olan
şeyleri bil de umuru o zaman kıyas et. Hem bunların Allah Teâlâca en ziyâde
kabule karin ve hakka en ziyâde benzeyenlerini al. Müslümanlar birbirlerine
karşı âdildirler. Yalnız bir hadd dolayısı İle kendisine dayak vurulan veya
yalancı şâhıdliğî denenmiş olan yâhud bir hükmi karabet, neseb veya hakîki
karabet maznunu bulunan kimse müstesna. Zîra AİIah Teâlâ sizin sırlarınızı
bilir. Beyyine ve yeminlerle dâvayı defet. Dâva sırasındaki kızmak, endîşe,
tztırâb ve ashab-i mesâlih'den hoşnudsuzluk göstermekten, bîr de dâvâ-tarda
tebdîl-i kıyafetten sakın. Çünkü hay yerlerinde verilen hüküm sebebi ile Allah
Teâlâ ecri vâcib kılar ve hâkimi iyi anlar. Her kimin hak uğrunda kendi
aleyhine bile olsa niyeti hâlis bulunursa Allah Teâlâ o kimse ile halk arasında
olup bitenleri karşılamaya kâfidir. Kim de halka kalbinde olmayan bir ahlâkla
görünürse Allah Teâlâ onu ayıblar; zîra Allah kullarından ancak hâlis amelleri
kabul eder. Âcil rızkı hakkındaki sevabını ve rahmetini hazinelerini sen ne
zannediyorsun? sefam...»
Ömer (R. A.)'ın bu
mektubunda anlaşıldığına göre hâkim hatâ ettiği zaman hükmünü bozabilecektir.
Buhârî ile Müslim'in müttefî-kan tahrîc ettikleri Ebu Hüreyre hadîsi de ayni
hükmü ifâde eder. Hadîsin lâfzı şudur:
«Resûlüllah (S.A.V.)
buyurdular kî:
— Bir defa iki kadın
çocukları ile beraber (bîr yerde) bulunuyorlarmış. Derken bir kurd gelerek
birinin pğlunu (kapmış) götürmüş. Bunun üzerine kadınlardan:
— Kurd senin oğlunu
götürdü; demiş. Öteki :
— Hayır o senin oğlunu
götürdü; mukabelesinde bulunmuş. Bunu müteakip Dâvud (A.S.)'ın huzuruna dâvaya çıkmışlar.
Dâvud (A.S.) (mevcud) çocuğun büyük kadına âid olduğuna hükmetmiş. (Bu sefer)
Süleyman'a giderek (vak'ayı) ona haber vermişler. Süleyman (A.S.) :
— Bana bıçağı getirin
çocuğu aranızda ikiye pay edeyim; demiş. Küçük kadın (bunu görünce :
— Aman) yapma Allah
hayrını versin; çocuk onundur; demiş.
Buna binâen Süleyman (A.S.)'da çocuğun küçük kadına âîd olduğuna hükmetmiş.»
Bu meselede ulemâ'dan
iki kavil rivayet olunur. Birinci kavle göre hâkim hatâ ettiği zaman hükmünü
bozabilir. İkinciye göre bozamaz; çünkü hadîsde : «Hatâ ederse ona bir ecir vardır»
buyurulmuştur.[425]
1414/1191-
«Ebu Bekre radıyallahü anhdan rivayet olunmuştur.Demiştîrki:Resûlüîlah
saUdllakü aleyhi ve seîlem :
— Öfkeli iken hiç bir
kimse iki kişi arasında hükmetmesin; derken işittim.»[426]
Hadîs müttefekun
aleyh'dir.
Bu hadîsteki nehyi
cumhur-u ulemâ kerahete hamîetmişlerdir. Hattâ Nevevî (631—676) «Müslim Şerhi»
nde: «Hâkimin öfkeli İken hüküm vermesinin keraheti» namı ile bir bâb tahsis
etmiştir. Buharı ise ayni bâb'a : «Öfkeli iken kadı hüküm yâhud, müftü fetva
verebilirini?» adını vermiştir. Ulemâ'nın buradaki nehyi kerahete
hamletmelerinin sebebi nehyin illetidir. îllet öfkedir. Fakat öfkenin, hükmü
men'etmek-le bir münâsebeti yoktur. Ancak hükmün husulüne bir zan teşkil eder.
Zîra fikri alt üst eyler; düşünülmesi îcâbeden şeylerden kalbi ahkor. Böyle bir
hâl ise hatâ ile neticelenebilir. Şu kadar varki, her öfke ve her insan bir
değildir. Eğer Öfke hakla bâtılın arasını ayıramayacak dereceye varırsa o halde
hüküm vermek şüphesiz haramdır. O dereceye varmışsa mekruhtur. Hadîsin
zahirîne bakılırsa, öfke dereceleri ile sebebleri arasında bir fark yoktur.
Lâkin İmâmvfl - Haremeyn ile Bagavî (426—516) bu öfkeyi Allah için olmayan
Öfkeye tahsis etmişler; ve: «Çünkü Allah için olan gadap zulme ma'ni'dir; fakat
nefis için olan mâni' değildir» demişlerdir. Hanefîler'in mezhebi de budur. Fakat
bu tevcihi bir çok hadîs ulemâsı kabul etmemişler; onu hadîsin zahirine muhalif
görmüşlerdir. Bunlar : «Vakıa' Peygamber (S.A.V.) £übeyr kıssasında öfkeli iken
hüküm vermişse de onun ismeti gadabı-nın. kendisini hakdan alıkoymasına
mâni'dir» diyorlar.
Fazla açlık ve
susuzluk da gadab hükmündedir. Bu. bâbta Dâre Kutnî ile Beyhakîj, Hz. Ebû
Saîd-i Hudrî'den şu hadîsi tahrîc etmişindir:
«Peygamber
(S.A.V.) :
— Hâkim ancak tok ve
suya kanıkken hüküm verebilir; buyurdu.» Yalnız hadîsin isnadında zaîf râvî
vardır.
Kalbin huzurunu
kaçıran uyku, keder ve hastalık gibi şeyler de gadap hükmündedirler.[427]
1415/1192- «A!i
radıyalîahü anh'üen rivayet olunmuştur. Demiştir ki; Resûlüllah sallallahü
aleyhi ve selîem:
— Senin huzurunda iki
adam da'vâya dururlarsa ikincinin sözünü dinlemedikçe birinci lehine hüküm verme.
Nasıl hüküm vereceğini iletide anlarsın; buyurdular.»[428]
Ali : Bundan sonra
hâkim olmakda devam ettim; demiştir.»
Bu hadîsi Ahmed ile
Ebu Dâvud ve Tİrmizî rivayet etmişlerdir. Tir-mizî onu hasen bulmuş; «İbnü'l -
Medînî kavî addetmiş; İbnİ Hibbân ise sahîhlemiştir. Hadîsin Hâkim'de İbni
Abbâs'dan bir şahidi vardır.
Hadîs-i şerîf bir çok
yollardan rivayet olunmuştur. Bunların en güzeli, Bezzâr'm. Amr b. Mürre'den
onun da Abdullah b. Seleme'den, onun da Alî (R. A./dan rivayet ettiği tarîktir.
Bu hadîs hâkimin,
evvelâ da'vâcının da'vâsmı sonra da da'vâh-nın cevabını dinlemesi îcâbettiğine
delildir. Yalnız da'vâcıyı dinleyerek hüküm vermek caiz değildir. Hâkim kasden
böyle bir hüküm
verirse, hüküm bâtıl
adaleti de mecruh olur. Hatâen hüküm verirse adaleti mecruh olmaz; fakat
da'vâya sahih şekilde yeniden bakması lâzımdır.
Bu îzâhât da'vâhmn
cevap verdiğine göredir. Cevap vermeyip susar veya : «Ne ikrâr ederim, ne de
inkâr» derse İmam Mâlik İle bazı ulemâ'ya göre aleyhine hükmolunur. Hattâ :
hâkim isterse ikrar veya inkâr edinceye kadar da'vâlıyı hapseder. Sükûtu ile
onu ilzam eder diyenler de vardır. Çünkü hemen cevap vermesi îcâbederdi;
susması caymak gibidir. Fakat bu kavil reddedilmiş; ve: «Caymak, yeminden
imtina' etmektir. Burada böyle bir şey yoktur» denilmiştir.
Bir takımları : «Evlâ
olan bunun gâib hükmünde olmasıdır. Biâne-naleyh gaib aleyhine hükmü caiz
görenler bunu da caiz görün» demişlerdir. Zîrâ cevap vermemekde inad eden
da'vâlı ile gâib arasında bu husıısda fark yoktur.
Gaibin aleyhine
verilecek hüküm babında iki kavil vardır :
1— îmam-ı
A'zam'ld, diğer ulemâ'ya göre caiz değildir. Çünkü caiz olsa onun mahkemeye
celbi vâcib olmazdı. Nitekim babımızın hadîsi de ayni hükmü ifâde ediyor.
2— Gâib
aleyhine hüküm vermek caizdir, imam Mâlik ile Şafiî'nin ve diğer bazı
kimselerin mezhebi budur. Onlar Hz. Alî (R. A.) hadîsini mevcud da'vâlıya
hamletmişlerdir. Derler ki: «gaibin hakkı zayi' olmaz. Zîra geldiği vakit onun
hücceti dinlenir; ve muktezâsı ile amel edilir. Hattâ hükmün bozulmasını îcâb
edecek hüccet getirebilirse hüküm bile bozulur; onun hücceti meşrut
hükmündedir.»[429]
1417/1193- «Ümmü
Seleme radıydllahü anhâ'âan rivayet olunmuştur. Demişlir ki: Resûlüllah
sallalîahü aleyhi ve seîlem:
— Filhakika siz benim
huzurumda birbirinizden (hak) da'vâ ediyorsunuz. Ama caiz ki bazınız hüccetini
bazınızdan daha iyi anlatmış olur da ben de ondan dinlediğim gibi hüküm
veririm.İmdi her kime din kardeşinin hakkından bir şey kesersem ancak ve ancak
onun İçin ateşden bir parça kesmiş olurum; buyurdular.»[430]
Hadîs müttefekun
aleyh'dir.
Bir rivayette «din
kardeşinin hakkından bir şey kesersem » cümlesinden sonra :
«Binâenaleyh onu
almasın» buyurulmuştur. Bu ziyâdeyi «eU îrşad» nâm eserinde tbni Kesir rivayet
etmiştir.
Lâfın : istikamet
cihetinden sapmaktır. Burada ondan murâd: taraflardan birinin, hücceti diğer
tarafdan daha iyi bilip iyi anlatmasıdır: «Ben de ondan dinlediğim gibi hüküm
veririm» cümlesinden maksad dinlediği da'vâ, cevap, hüccet veya yemindir.
Bazen da'vâ hadd-i zâtında bâtıl olur da netice i'tibân ile da'vâcı din kardeşinin
matından bir parça ateş koparmış olur; çünkü bu suçtan dolayı cehennemi
boylar. Ateş: koparmak ta'biri evliyet alâkası ile mecâz-ı mürseldir. Nitekim
Teâlâ Hazretleri'nin:
«[431]
Ancak karınlarına ateş yerler..» âyet-i kerîmesi de bu kabildendir. Hadîs-i
şerîf, da'vâ hadd-i zâtında bâtıl ise hâkimin hükmü ile o rttalın da'vâcıya
helâl olamayacağına- delildir. Hâkime hüccete göre hüküm vermek ve da'vâlıyı
ilzam etmek caizdir. Onun verdiği hüküm zahiren nafizdir. Lâkin hadd-i zâtında
şâhidler yalancı ve da'vâ bâtıl ise onun hükmü haramı helâl kılamaz. Cumhur-u
ulemâ'nın kavli budur, tmam-ı A'zâm Ebu Hanîfe'ye göre ise; hâkimin hükmü
zahirde olduğu gibi bâtında da nâfiz'dir. Meselâ : Hâkim yalancı şâhidlerin
şehâdeti ile bir kadının birisinin karısı olduğuna hükmetse kadın o adama helâl
olur.
Bu hadîsde Peygamber
(S.A.V.)'in hatâ üzerine takrir olunacağına delâlet vardır. Hâlbuki içtihadı
ile hükmederek yaptığı hatâda takrir olunmayacağı bilâkis hatâsı kendisine tenbih
buyrulacağı usul-ü fıkıh ulemâsının ittifakla kabul ettikleri bir meseledir. Bu
ittifakla hadîsin araları .şöyle bulunmuştur: Usulcülerin muradı, Bedir
esirleri meselesinde olduğu gibi hatâ edebilmesi melhuz olan yerlerdir. Böyle
yerlerde içtihadında hatâ ederse Allah tarafindan hatâsı tenbih buyurulur;
fakat da'vâcının beyyine getirmesi, da'vâlının yemin etmesi gibi farz kılınan
bîr hususta hatâ ederse bu hükme hatâ denilemez. Çünkü teklif edildiği vecihle
ve usulüne muvafık surette şâhidler dinlenerek verilen bir hüküm sahihtir. Bu
hususta şâhidlerin yalancı olmalarının da bir tesiri yoktur; çünkü kusur
onlardadır; hâkim tarafından hîle yoktur; binâenaleyh muâhaze olunmaz. Bu
hadîsle hâkimin kendi ma'lûmâtma göre hüküm veremeyeceğine istidlal olunur.
Zira Peygamber (S.Â.V.)'e da'vâları bütün tafsilâtı ile öğrenmek mümkün
oluyordu. Bunun îbni Kesir «el - îrşâd» da zikreder.[432]
1418/1194- «Câbir
radıyallahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah sdllallahü
aleyhi ve sellem):
— Zaîffarının hakkı,
kuvvetlilerinden alınmayan bir millet nasıl temizlenebilir? derken işittim.»[433]
Bu hadîsi İbnî Hibbân
rivayet etmiştir. Hadîsin Bezzâr'da Bürey-de'den mervî bir şahidi vardır. Ebu
Saîd'den rivayet olunan diğer bir şahidi de İbnî Mâce'dedir.
Câbir hadîsini îbni
Huzeyme ile îbni Mâce dahi tahrîc etmişlerdir. Bu hadîsin şâhidleri çoktur.
«Nasıl
temizlenebilir?» cümlesinden murâd: günahlardan temizlenmektir. Çünkü zaîfa
yardım ederek onun hakkını kaviden almak vâcibtir. Bunu :
«Din kardeşine zâlim
de olsa, mazlum da olsa yardım et» hadîsi te'yîd ediyor.[434]
1421/1195- «Âİşe
radıyallahü anhâ'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resulü İlah saîlallahü
aleyhi ve sellem'ı :
— Kıyamet gününde âdil
hâkim çağırılarak ve o derece şiddetli hesaba ma'ruz kalacak ki, Ömründe iki
kişi arasmda hüküm vermemiş olmayı temennî edecektir; buyururken işittim.»[435]
Bu hadîsi İbni Hibbân
rivayet etmiştir. Onu Beyhakî dahî tahrîc eylemiştir. Beyhakî'nin lâfzı (nda):
«Bir kuru hurma hakkında» (kaydı var) dır.
Hadîs-i şerif kıyamet
gününde hâkimlerin pek şiddetli hesab göreceklerine delâlet ediyor. Bunun
sebebi hâkimlerin son derece mühim olan hak hukuk meseleleri ile meşgul
olmalarıdır. Binâenaleyh hâkimin hakkı araştırması ve bu bâbta bütün gücünü
sarfetraesi îcâbeder. Kötülerle düşüp kalkmamalıdır. Buhârî ve başkalarının
Hi. Ebu Saîd-Î Hudrî'den merfu' olarak tahrîc ettikleri bir hadîs-de şöyle
buyurulmuştur:
«Allah hiç bir halîfe
istihlâf etmemiştir ki onun iki tane sır dostu olmasın. (Bunlardan biri)
kendisine hayrı emreden ve onu yapmaya teşvikte bulunan dost ve (diğeri) şerri
emreden ona teşvikte bulunan dost (tur.) Ma'sum Allah'ın koruduğudur.»
£-&& Dâvud, Hz. İbni Ömer (R. A./dan şu hadîsi rivayet etmiştir:
«Her kim bir da'vâya
zulmederek yardımda bulunursa muhakkak Allah'ın bir gadâbına uğrar.» Âdil bir
hâkim hakkında böyle denilirse artık zâlim ve câhil olanın hâli ne olur
düşünmelidir.
Abdullah b. Vehb'in terceme-i
hâlinde şöyle deniliyor: «Halîfe kendisine Mısır kadılığını kabul etmesi için
mektup yazmış. Bunun üzerine Hz. îbni Vehb evine gizlenmiş. Bîr gün bir zât,
huzuruna gelerek : Ey İbni Vehb, meydana çıksan da halk arasında Allah'ın
kitabı ve Resulüllah (S.A.V.)'in sünneti ile hükmetsene... demiş. İbni Vehb ona
şu cevâbı vermiş: Bilmezmisin ki ulemâ Peygamberlerle, hâkimler ise sultanlarla
neşrolunacaklardır.»[436]
1422/1196- «Ebu
Bekre radtydlîahü anh'den Peygamber sdllallahü aleyhi ve settemJden îşîimiş
olarak rivayet edildiğine göre Efendimiz salîallahü aleyhi ve sellem:
— İşlerinin başına bir
kadın geçiren bir millet asla felah buimaz; buyurmuşlardır.»[437]
Bu hadîsi Buhârî
rivayet etmiştir.
Hadîs-i şerîf, kadını
müslümanlarm umumî işlerinden birinin başına geçirmenin caiz olmadığına
delâlet ediyor. Maamâfîh şeriat kadına kocasının evindeki umur'a nezâret
hakkını vermiştir.
Hanefîler'e göre
hudud-i şer'iyyeden maada işlerin başına kadın geçirilebilir. îbni Oerir'e göre
mutlak surette kadın iş başına getirilir.[438]
1423/1197- «[439] Ebu
Meryem-i Ezdî radıyallahü anh'den Peygamber salaUahü aleyhi ve sellem'den
işitmiş olarak rivayet edildiğine göre Resûlülfah sallaMahü aleyhi ve sellem:
— Bir kimseyi Allah
müslümanlartn işlerinden birinin başına getirir de onların hacetini görmekten
ve fakirinden gizlenirse Allah da onun hacetini bitirmez; buyurmuşlardır.»[440]
Bu hadîsi Ebu Dâvud'la
Tirmizî tahrîc etmişlerdir. Tirmizî'deki lâfzı şudur :
«Kapısını eshâb-i
mesâlih'a ve fakr-u zaruret sahiplerine kapayan hiç bir hükümdar yoktur ki
Allah onun fakr-u ihtiyacı ve meskeneti karşısında gök kapılarını kapamasın.»
Taberânî dahî Hz. Ebu Cuheyfe (R.A.)'m Hz. Muâviye (R.A.)'a: «Resûlüllah
(S.A.V.)'den bir hadîs işittim; bir daha bana tesadüf etmezsin endişesi İle
onu sana tevdi etmek İsterim. ResûlüHah (S.A.V.):
— Ey nâs, sizden her
kim bir işin başına getirilir de kapısını müslümanlardan bir hacet sahibine
kaparsa, Allan onu Cennetin kapısından girmekten men'eder. Kimin de muradı
dünya olursa Allah ona benim civarımı haram
eder; buyurdular.»
dediğini rivayet etmiştir.
Hadîs-i şerif,
kulların her hangi bir işinin basma getirilen kimsenin onlardan gizlenmemesi,
bilâkis ashâb-ı mesâlih'a kolaylık göstermesi lüzumuna delildir.[441]
1424/1198- «Ebu
Hüreyre radıyallahü anh'den rivayet olunmuştur. Demiştir kî: ResûlüHah
salîaUahü aleyhi ve selîem hüküm hususunda rüşvet verene de rüşvet alana da
lâ'nef ettiler.»[442]
Bu hadîsi Ahmed'le
Dört'ler rivayet etmiştir. Tirmîzî onu hasen bulmuş; Ibni Hibbân ise
sahîhlemiştir. Nesâî müstesna Dört'ler eserlerinde bu hadîsin Abdullah b.
Amır'dan mervî bir şahidi vardır.
Yalnız onda «hüküm»
lâfzı yoktur. Hükm'ü Tirmizî'den başka zikreden olmamıştır.
Râşi : Rüşvet veren,
yani bâtıl için kendine yardım edene mal verendir.
Mürteşî : rüşvet alandır.
İmam Ahmed b. HanbeVia. rivayetinde râîş de vardır.
Râîş ; rüşvet verenle
alanın arasını bulandır. Aracılık yapan ücret almasa bile hükümde rüşvetçilerle
birdir.
Hâkimlere olsun şâir
âmir ve me'murlara olsun rüşvet almak bilit-tifak haramdır. Teâîâ Hazretleri:
«[443]
Mallarınızı aranızda bâtıl sebeble yemeyin; âlemin mallarından bir kısmını bile
bile günahla yemek için o matlarla hâkîmSere düşmeyin» buyurmuştur.
Hâkimlerin aldığı
mallar : Rüşvef, hediyye, ücret ve rızk olmak üzere dört nev'idir.
1— Rüşvet'i
Hanefîler dört kısma ayırmışlardır: a)
Hâkim olmak veya her hangi bir vazifeye ta'ynı edilmek için verilen rüşvet
verene de alana da haramdır, b) Hâkim
hükmünü versin diye kendisine rüşvet vermek keza iki tarafa da haramdır. Bu
bâbta hükmün haklı veya haksız yere verilmesi müsavidir; çünkü hüküm vermek hâkimin vazifesidir,
binâenaleyh mukabilinde bir şey alması haram olur. c) Bir kimseye hükümet nezdinde bir fayda te'mini veya zarar defi
için verilen rüşvet, alan için haram, veren için mubahtır, d) Canına veya malına göz koyan bir
adamın şerrinden kurtulmak için kendisine verilen rüşvet, alana haram verene
caizdir. Daha başka tafsilât verenler de olmuştur.
Âdil iken rüşvet
alarak fâsik olan bir hâkim Hanefîler'e göre mün'azil olmasa da hükümet tarafından
azli vâcibtir. imam Şafiî ile bazı Hanefîler'e göre fâsikın hâkimliği
veşehâdeti caiz değildir.
2— Hediyye,
her zaman vermeyi âdet edinen bîr kimse taruan olursa caizdir, fakat' âdeti
değil de, iş başına geçtikten sonra veriyorsa bakılır; eğer aralarında da'vâ
cereyan edenlerden biri ise hediyye-sini almak da vermekde haramdır; değilse
mekruh olur.
3— Ücret, hükümet
tarafından verilir de başka bir rızkı veya beytül'mâlden bir geliri yoksa
helâldir.
4— Beytü'l-mâl'den
bir geliri veya rızkı olanın ücret alması haramdır..Çünkü beytü'l-mâl'den
aldığı zaten hâkimliği mukabiiindedir; başka ücrete mahâll yoktur. Bu bâbta
fıkıh kitaplarında tafsilât vardır.
Hâkimlik, valilik gibi
şeyleri istememek evlâdır. Maamâfîh kendine güvenen bir kimsenin bunları kabulünde
beis yoktur. Hukuku edâ edemeyeceğinden korkanların kabulü ise mekruh olur.[444]
1427/1199-
«Abdullah
b. Zübeyr radıyaMahü anhümû'dan rivayet olunmuştur. Demiştir kî; Resûlüllah
saîîaîlahü aleyhi ve sellem da'vâ sahiplerinin, hâkim huzurunda ofurmaSarına
hükmetti.»[445]
Bu hadîsi Ebû Dâvud
rivayet etmiştir. Hâkim onu sahîhlemiştir.
Hadîsi İmam Ahmed'le
Beyhakî'de tahrîc etmişlerdir. Onu rivayet edenlerin hepsi Mus'ab b. Sabit b.
Abdülâh b. Zübeyr'den almışlardır. Fakat bu zât hakkında söz edilmiştir. Ebû
Hatim, «O çok yanılır» demiştir.
Hadîs-i şerif da'vâya
gelen tarafların hâkim huzurunda oturmalarının meşru' olduğuna delildir.İki
taraf müslüman iseler hâkim onları beraberce oturtur. Birisi gayr-i Müslim olursa,
müslü-mam daha yüksek yere oturtur. Çünkü Hz. Alî (R. A.) ile borçlusu ya-hûdî
mahkemeye geldiklerinde Kaadî Şüreyh bu şekilde hareket etmiştir.Kıssayı
Ebu.u'aym «el-Hüye» adlı eserinde şöyle anlatıyor:
«Alîy b. Ebi Tâlib
(R.A.) zırhını bir yahûdînin elinde görmüş. Ya-hûdî onu tesadüfen bulup dururmuş.
Zırhını tanıyınca yahûdîye:
— Bu zırh benimdir;
boz renkli bîr devenin üzerinden düşmüş; demiş, yahûdî:
— Zırh benimdir ve
elimdedir. Aramızdaki da'vâyı müslümanların hâkimi görsün; demiş. Bunun üzerine
Kaadî Şüreyh'e gitmişler. Kaadî, Hz. Alî (R. A.)in geldiğini görünce yerinden
çekilmiş; oraya Alî (R.A.) oturmuş; ve şöyle demiş:
— Eğer hasmın
müslümanîardan bin olsaydı onu bu meclîsde kendimle beraber oturturdum. Lâkin
ben Resûlüllah (S.A.V.)'i Gayr-i müs-İİmlerî meclîsde kendinizle bir tutmayın;
derken işittim..»
Kaadî Şureyh, Hz.
Ali'ye :
«— Dileğin nedir ya
Emire'Imü'minin?» diye sormuş. Ali (R. A.) :
— Zırhımdır. Boz bir
devenin üzerinden düşmüş; bu yahûdî de onu bulmuş; cevabım vermiş, Kaad yahûdî'ye
dönerek :
«— Sen ne dersin
yâhûdî?» demiş. Yahûdî:
«— Zırh benimdir ve
elimdedir; mukabelesinde bulunmuş. Kaadî Şüreyh:
— Vallahi doğru
cöyledin ya Emîre'l-Mü'minîn, zıfh senindir; lâkin behemehal iki şâhid getirmen
lâzım» demiş. Bunun üzerine Hz. Ali
Kanber ile Hasan b. Alî'yi şâhid olarak çağırmış; onlar da zırhın onun malı
olduğuna şâhidlik etmişler. Fakat Şüreyh:
«— Azadlımn şehâdetini
kabul ettik. Ama oğlunun şehâdetini kabul etmiyoruz» demiş. Müteakiben Alî (R.
A.):
— Seni anası ağlayasica!
Ömer b. Hattâbın : «Resûlüllah (S.A.V.):
— Hasan ile Hüseyn ehl-i Cennet gençlerinin
ululandır; buyururken İşittim» dediğini düymadınmı? demiş. Şüreyh:
— Allah için evet; cevabını vermiş. Hz. Ali :
— Öyle ise sen ehl-i
cennet gençlerinin ulularının şehâdetini tecviz efmiyormusun?» demiş. Sonra yahûdî'ye dönerek :
«— Al zırhı!» demiş.
Yahûdî :
«— Emirü'l-mü'minîn
benimle birlikte müslümanlarm kadısına geldi; kaadî benim lehime hüküm verdi;
buna da razı oldu. Doğru söyledin vallahi ya Emîre'l-mü'rnînin, gerçekten bu
zırh senindir; senin devenden düştü. Onu ben buldum. Şehâdet ederim ki
Allah'tan başka ilâh yoktur. Muhammed de Allah'ın Resûlü'dür; demiş. Hz. Ali
(R. A./da zırhı kendisine hediyye etmiş; ve dokuz yüz (dirhem) bahşiş vermiş.
Bu zât Sıffîn vak'asmda Hz. Ali tarafından bulunmuş; ve orada şehîd
edilmiştir.»
Kaadî Şüreyh'in :
«Vallahi zırh senindir» demesi her halde onu tanıdığmdandır. Lâkin kendi ilmi
ile hüküm vermeyi caiz görmemiştir. Nitekim çocuğun baba'ya şâhidlik etmesini
de doğru bulmamıştır, îşte İslâmiyet'in istediği hâkim ve mahkûm böyle olacaktır.
Bu derece dürüstlük her zaman bir gayr-i müslimin ihtidasına sebeb olabilir.[446]
Şehâdâf: şehâdetin
cem'idlr. Şehâdet bir yerde lîazır bulunmaktır: Filân harbe şâhid oldu denilir
ki, orada bulundu manasınadır. Harbde ölenlere şehîd denilmesi, ölüm
kendilerine orada geldiği içindir.
Şerîatte şehâdet :
Şâhidlerin hazır bulunup gördükleri bir şeyi haber vermeleridir. Şehâdetin
burada cem'i sîgası ile zikredilmesi nev'i-ieri kasdedildiği içindir.[447]
1427/1200- «Zeyd
b. Hâlid-i Cühenî radıyallahîi anh'den Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'ın
şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
— Size şâhidlerin en
hayırlısını haber vereyimmi? Şe-hâdeti, kendisinden istenmeden edâ edendir.»[448]
Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir.
Hadîs-î şerifi da'vâcı
tarafından istenilmeden, kendiliğinden yapılan şâhidliğin en hayırlı bir iş ve
o şahidin en hayırlı bir şâhid olduğuna delildir. Ancak bundan sonra gelen
îmrân b. Husayn hadîsine muarızdır. Çünkü o hadîsde : «Sonra çağırılmadıkları
halde şâhidlik yapacak bir kavim meydana gelecektir» buyrularak böyleleri
zemmediliyor. Böylece iki; hadîs tearuz edince ulemâ ihtilâfa düşmüş ve ortaya
üç kavil çıkmıştır.
1— Zeyd
hadîsinden murâd : Hak sahibinin o hakkı şahidin bildiğinden haberi olmadığı
surettir. Bu takdirde şâhid çağırılmadığı halde gelelek ona hakîkat-ı hâl'i
haber verir; yâhud hak sahibi ölür de mirasçılarına haber verir. Bu tevcihi
İmam Mâlik'iû hocası Yahya b. Sa'îd yapmıştır. En güzel tevcih de budur.
2—
Buradaki şehâdetten murâd : Şehâdet-i hısbe'dir. Şehâdet-i hısbe: hâlis
kul hakkı olmayıp Allah hakkına da teâllûk eden namaz, vakıf ve umumî vasiyyet
gibi şeylere yapılan şâhidliktir. İmrân hadî-sindeki şehâdet ise, sırf kul
haklarına âiddir.
3— «Şâhidliği
istenilmeden yapmak» dan murâd: icabette mübâle-gadır. Yani şâhid, yapacağı
şehâdet için o kadar hazırdır ki, adetâ ça-ğırılmadan yapmış gibidir. Nasıl ki
cömert bir adam için, «O istemeden verir» derler.
Bu tevcihler, şehâdet
da'vâcı tarafından istenilmeden edâ edilemez; diyenlere göredir. Fakat
bacıları istenilmeden yapılan şâhidliğin caiz olduğuna kaildirler. Bunlar Zeyd
hadîsi ile istidlal ederek İmrân hadîsini aşağıdaki suretlerden biri ile
te'vîlde bulunurlar.
1— Bu
şehâdet yalancı şâhidliğine hamledilir. Yani şâhidler görmedikleri,
bilmedikleri şeye şehâdet ederler. Mezkûr te'vîli tmam Tir-mizî bazı ulemâ'dan
hikâye etmiştir.
2— İmrân
hadîsinden murâd: Şâhidliği «eşhedü
billahi» diyerek yeminle birlikde §ehâdet lâfzı ile yapmaktır. Tahâvî'nin
te'vîli budur.
3— Bundan
murâd : Müstakbele âid bilmediği bîr şeye, meselâ bir cemâatin Cehennemlik,
ötekinin Cennetlik olduğuna yemin etmektir. Nitekim heva ve heves ehli'nin
daima yaptıkları budur. Mezkur te'vîli Hattâbî hikâye etmiştir.[449]
1428/1201- «İmrân
b. Hüsayn radtyaUahü anhümâ'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlülfah
sallalldhü aleyhi ve sellem:
— Şüphesiz ki sizin en
hayırlılarınız benim çağdaş-larımdır. Sonra onların ardından gelenler, sonra
onların ardından gelenlerdir. Ondan sonra çağırılmadıkları halde şâhidlik
yapar; hıyanette bulunur, kendilerine güvenilmez; nezredip yerine getirmez bir
kavim peyda olacak ve aralarında şişmanlık zuhur edecektir; buyurdular.»[450]
Hadîs müftefekun
aleyh'dir.
Karn : Bir zamanda
yaşayan ve maksud şeylerden birinde müşterek olan insanlardır. Bu, bir zamanda
bir araya gelenlere veya dîn yâhud mezhep hususunda bîr reîsin etrafında
toplananlara ıtlak edilir deniliyor. Zamanın bir parçasına da karn denilir. Bunun
ne kadar olduğu ihtilaflıdır. Bazıları : on yıl, diğer bir takımları : 120
senedir; demişlerdir. Musannif, doksan ve 120 yıl diye tasrih eden görmediğini
fakat bunlardan maada âdetlere kail olanlar bulunduğunu söylüyor. Evet doksan
yıldır diyenler varandır bilinmiyorsa da 120 sene «ket-mws» da tasrih edilmiş
ve: «yüz yâhud 120 senedir; ama yüz sene olması daha doğrudur. Çünkü Resûlüllah
{S.A.V.) bir çocuğa:
«Bir ksrn yaşa» diye
duâ etmiş; çocuk yüz sene yaşamıştır, denilmiştir.
Peygamber (S.A.V.)'in karnı,
onun zamanında yaşayan müslümanîardır. Onlardan sonra gelenler tabiîn; onlardan
sonra gelenler de te-be-i tâblîndır. Bundan anlaşılıyor ki, Sahâbe-i kiram
tabiînden, tabiîn de tebe-i tabiînden efdâldırlar; ve efdâliyet ferdlere
bakaraktır. Yani Ashâb-ı kirâm'm her ferdi tâbiîn'in her ferdinden efdâl olduğu
gibi tabiîn ile teleb-i tabiîn arasındaki nisbet de öyledir. Gırnhur-u
ulernâ'-nın mezhebi budur.
İbni Abdüberr'e göre
efdâliyet ferdiere değil, sahâbe'nin mecmu'-una nîsbetledir. Cundan yalnız Bedîr
gazileri ile Hudeybîye'ye iştirak edenler müstesnadır. Çünkü onların ferdleri
kendilerinden sonra gelenlerin ferdleriîiden efdâldir. İbni Abdiîberr'in
delili TirmizVnin Hz. Enes (R. A./dan tahrîc ettiği şu hadîsdir:
«Ümmetim yağmur
gibidir; evvelimi daha hayırlıdır, Sonumu bilinmez.» Bu hadîsi İbni Hibbân,
Hz. Ammâr'dan rivayet etmiş ve sahîhlerniştir. İbni Abdüberr, h.ıam Ahmed ile
Taberâni ve Dârimî'nin Ebu Cwmwa'dan tahrîc ettikleri şu hadîsle de istidlal
etmiştir:
«Ebu Ubeyde dedi kî :
— Yâ Resûlâllah,
bizden daha hayırlı kimse varmıdır? seninle beraber müslüman
olduk; seninle birlikte
hicret ettik?Peygamber (S.A.V.)
:
— (Evet) sizden sonra
gelecek ve beni görmedikleri halde bana îmân edecek bir kavim (sizden daha
hayırlı olacaklar) buyurdular.»
Bu hadîsi Hâkim
sahîhlemiştir. Ebu Dâvud ile Tirmizî, Hz. Sa'Ie-be'den merfu' olarak şu hadîsi
rivayet etmişlerdir:
«Peygamber (S.A.V.) :
— Öyle günler gelecek;
o günlerde (îmânı mucebince} ame! edenlere elü kişi sevabı
verilecek; (dedi).
— Bizden mi
başkalarından mı yâ Resûlâllah? denildi:
— Hayır, sizden;
buyurdular.»
Cumhur, bu hadîslerin
arasını şöyle bulmuşlardır: Sahâbî olmanın hiç bir amelle ölçülemeyecek kadar
büyük meziyyet ve fazileti vardır. Peygamber (S.A.V.)'in sohbetine nail olanın
ameli az bile olsa'yine fa-zîleti vardır. Sonra gelecek kavmin fazileti ise
amellerinin sevabına göredir. Bir de ameller arasındaki fazilet üstünlüğü nevi'
itibârı île birbirine müsâvî olan ameller arasında olur. Halbuki sahâbî olmak
fazileti yalnız ResûlüUah (S.A.V.)'in ashâb-ı kirâm'ına mahsustur. Başkalarında
böyle bir şey yoktur.
Hadîsimizdeki «Ondan
sonra çağırılmadıkları halde şâ-hidlik yapacak..» cümlesi Sahâbe-î kîrâm'dan
sonra gelecek tabiîn ve teleb-i tabiîn hazerâtı arasında böyle çirkin vasıflar
taşıyan «irnse bulunmadığına delSdir. Zahire bakılırsa bu hüküm ekseriyet
itibarile-dir. Bu hadîsle üç karn'da yaşayanların adaletine istidlal oiunur.
«Kendilerine
güvenilmez» ifâdesinden murâd : Hıyanetleri zahir olacağı için halkın onlara
i'timâd etmemesidir. Filhakika insanlardan ilk kaldırılacak şeyin emânet
olduğu sahîh haberle sübût bulmuştur.
Aralarında şişmanlık
zuhur edecek» ta'biri ile çok yiyip içecekleri ifâde buyurulmuştur, zîra fazla
yiyip içmek şişmanlığa sebeptir : Bu cümle ile mal çokluğu kasdedilmiştir
diyenler1 odluğu gibi, ellerinde olmayan mal ve şeref gibi şeyleri varmış gibi
göstermektir, diyen de bulunmuştur.[451]
1429/1202- «Abdullah
b. Amir radıyaîlahü anhümâ'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah
saüallahü aleyhi ve selîem:
— Hâin erkek ve
kadının ve din kardeşine karşı kindarın şehâdeti île Ehl-i Beyte hizmet eden
kimsenin şe-hâdeti caiz değildir; buyurdular.»[452]
Bu hadîsi Ahmed ile
Ebu Dâvud rivayet etmişlerdir, radıyallahüanhümâ'sallallahüaleyhivesellem:
Hadîsi Eb uDâvud
Amrü'bnii Şüayb't&n oda babasından, oda dedesinden şu lâfızlarla tahrîc
etmiştir:
«ResûlüHah (S.A.V.):
Hâin ile hâinemn şehâdetinî reddetti.» Aynı hadîsi İbni Mâce ile Beyhakî kavı
bir isnâdla tahrîc etmişler. Tirmizî, Dâ-re Kutnî ve yine Beyhakî, Hz. Âişe (R.
Anhâ)'dan buna yakın lâfızlarla rivayet eylemişlerdir. Yalnız bu rivayetin
isnadında za'f vardır. Tirmizî: «Bizce isnadı sahîh olmuyor.» demiş; Ebû
Zür'a. «el -ileh adlı eserinde onun münker olduğunu söylemiş Abdülhâk, îbni
Hazm ve îbni Cevzî zaîf bulmuşlardır. BeyhâM ise: «Bunun hiç bir şeyi Peygamber
(S.A.V.)'den sahîh olmuyor.» mütâleasında bulunmuştur.
Hâin hakkında Ebû
Ubeyde şunları söylemiştir: «Zannetmiyoruz ki sâdece insanların emânetlerine
hıyanet edene hâin denilsin, de Allah'ın kullarına farz kıldığı; emniyet
buyurduğu şeylere hıyanet edene denilmesin. Çünkü Allah bunlara da «emânet»
demiştir. Teâlâ Hazretleri :
«[453] Ey
îmân edenler Allah ile Resul (ün)e hıyanet etmeyin; emânetlerinize hıyanet
etmîş olursunuz.» buyurmuştur. Binâenaleyh her kim Allah'ın emir veya
nehyetttiği şeylerden birini zayi' ederse ona âdil 'demek doğru olamaz. Böylesi
hâin olunca onda dînen memnu' olan şeylerden -ki onlardan biri de yalandır-
kendisini önleyecek takva da bulunmaz. Şu halde onun haberine de inan olmaz.
Zira töhmet altındadır; yâhud ehliyeti yoktur.»
Hadîsteki «kardeş»
ta'birinden murâd: aleyhine şâhidlik yapılan müslümandır. Maamâfîh şâhidlik
meselesinde kâfir de ayni hükme tâbi'dir. Düşmanlık ve kin, din için değilse,
bir kâfire kin besleyen müslümanın onun aleyhine şehâdeti caiz değildir. Çünkü
kin besleyen kimse düşmanına zarar gelmesini istediği için doğru söylememek
töhmeti altındadır. Fakat müslümanla kâfir arasında dînî olmayan bir kin yoksa
kâfirin aleyhine şâhidlik yapabilir. Dînî düşmanlık ise şâhidliğe mâni'
değildir. Çünkü yalan söylemeyi iktizâ etmez. Hadîsde yalnız din kardeşinin
zikredilmesi müslümanların ekseriyetle birbirleri ile muamele görmesindendir.
«Kaanî» Ehl-i Beyte
hibmet eden, kendini bütün bütün onların ihtiyaçlarını görmeye vakfeden
demektir. Hadîsin tamamında kaani'in başkalarına şâhidlik edebileceği
zikredilmektedir. Ehl-i Beyt'e şehâdet edememesi onların lehine söyleyeceği
zannından doğan töhmettendir.
Hadîsde zikredilen
kimselerin şehâdetlerinin kabul edilmemesi, şâ-hidde adalet aranacağına
delildir. Bu bâbta Teâlâ Hazretleri şöyle buyurmuştur:
«[454]
Sizden iki adaletli kimseyi şâhid getirin...»
Ulemâ, adaleti : takva
ve mürüvvete devama sevkeden dînî bir muhafazadır; diye ta'rif etmişlerdir.
Bazıları: hayrı şerrinden çok olan kimse âdildir derler.[455]
1430/1203- «Ebu
Hüreyre radıyalîahü anh'den rivayet olunduğuna göre kendisi ResûlüUah
sallalîahü aleyhi ve sellem :
— Bedevînin şehirli
aleyhine şehâdeti caiz olmaz; derken rşiîrmştir.»[456]
Bu hadîsi Ebu Dâvud
ile İbni Mâce rivayet etmişlerdir.
Bedevi : Çölde kırda
yaşayan demektir. Kaide hilâfına bâdiye'nin ism-i mensubudur. Kaideye göre
bâdevî denildek îcâbederdi.
Hadîs-i şerif,
bedevinin şehirli aleyhine şâhidlik yapamayacağına delildir; fakat bedevi
kendi gibisinin aleyhine şehâdet edebilir. îmam Ahmed'le onun mezhebinden bir
takım ulemâ'nm kavli budur. îmam Ahmed bu hadîsle istidlal ederek: «Bedevinin
şehirli aleyhine şehâdeti kabul olunmayacağından korkarım» demiştir. Bir de şehirli
dururken bedeviyi şâhid göstermekle daVâcı töhmet altına girmiş olur. îmam
Mâlik'in kavli de bu ise de ona göre bu şehâdetin kabul edilmemesi şeriat
ahkâmını bilmediğin dendir. Zîra ekseriyetle Bedeviler şâhidliği usul-ü
vecihle yapamazlar.
Ekser-i ulemâ
bedevilerin şehâdetleri kabul edileceğine kaildirler. Onlar bu hadîsi adaleti
bilinmeyen bedevîler'e hamletmişlerdir. Çünkü ekseriyetle bedevîler'in adaleti
ma'lûm değildir. Bazıları bedevîler'in şehâdeti kabul edileceğine delil olarak
ResûlüUah (S.A.V.)'in bir a'râ-bînin ramazan hilâli hakkındaki şehâdetini kabul
etmesini gösterirler.[457]
1431/1204- «Ömerü'bnü'l
- HaUâb radıyalîahü anh'dan rivayet olunduğuna göre kendisi bir gün hutbe
okumuş ve :
«— ResûlüUah
sallalîahü aleyhi ve sellem devrinde bir takım İnsanlar vahy-İle muahaze
olunurlardı. Şüphesiz kî artık vahy kesilmiştir. Şimdi biz sizi yaptığınız
işlerden bize aşikâr olanlarla muahaze ediyoruz.» demiştir.[458]
Bu hadîsi Buhârî
rivayet etmiştir. Tamamı şöyledir :
«Her kim bize bîr
hayır (yaptığını) gösterirse ona emniyet eder ve kendimize yaklaştırırız; onun
içindeki sırdan bize bir şey yoktur. Sırrı hususunda onu Allah hesabe çeker.
Kim de bize bir kötülük gösterirse ona emniyet ve kendisini tasdik etmeyiz.
İsterse niyetinin iyi olduğunu söylesin.»
Bu hadîsle,
kendisinden bir şüphe sezilmeyen kimsenin zâhir-i hâline bakarak şehâdetinin
kabul edilebileceğine istidâl olunur. Bu husus-da adalet arayanın istikamet
sahibi olması kâfi görülüyor. Çünkü bir kimsenin içindekini bilmeye imkân
yoktur.
Musannifin bu hadîsi
burada zikretmesi cumhur-u sahabe tarafından kabul edildiği içindir.
Hadîsin zahiri meçhul
kimsenin şehâdeti kabul edilemeyeceğini gösteriyor. îhni Kesîr'in «el-îrşâd»
da naklettiği şu haber de bu hükmü te'yîd eder: Hz. Ömer (R. A.)'m huzurunda
bir adam şâhidlik etmiş. Ömer (R. A.) ona :
«— Seni tanır değilim.
Ama benim tanımamam sana zarar vermez. Seni tanıyan birini getir» demiş. Bunun
üzerine cemâatten biri onu tanıdığını söylemiş. Ömer (R. A.) :
— Onu adaleti ile mi,
fazileti ile mi tanıdığını sormuş; ve :
— Bu adam senin gecesini gündüzünü, girdiği çıktığı
yerini büdi-ğîn en yakın
komşundur?» demiş. Adam :
— Hayır; cevabını
vermiş :
«— O halde sana
kendileri île vera' ve takvaya istidlal edilen altın ve gümüş muamelesini
yaptı?» diye sormuş. Adam yine :
«— Hayır» cevabını
vermiş:
«— Yoksa seninle iyi
ahlâka İstidlal edilen yot arkadaşlığımı yaptı?» suâline adam yine :
«— Hayır» demiş Ömer (R. A.) :
«— Öyle ise sen onu
tanımıyorsun» dedikten sonra adama : «Seni fînıyan birini getir» emrini vermiş.
îbni Kesîr bunu
Bagavî'nin güzel bir isnâdla rivayet
ettiğini kaydetmiştir.[459]
1432/1205- «Ebû
Bekre radıyallahü anh'den Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den naklen
onun, yalancı sahiciliğini büyük günahların en büyüklerinden saydığı rivayet
edilmiştir.»[460]
Bu parça müttefekun
aleyh uzun bir hadîstedir. Lâfzı şudur :
«Peygamber sallallahü
aleyhi ve sellem:
— Dikkat edin, size
büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi? dedi. Bunu üç defa tekrarladı.
Ashâb :
— Hay hay; dediler.
Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:
— Allah'a şirk koşmak
ve anneye babaya isyan etmektir; dedi ve oturdu. (Daha evvel) yaslanmıştı.
Sonra :
— Dikkat edin! bir de
yalan söylemektir; buyurdular.
Bunu o kadar tekrar
etti durdu ki biz, keşke sükût etse., dedik.»
Yalancı şâhidliğin
tefsiri yukarıda geçmişti. Sa'lebî diyor ki : «Zûr: bir şeyi bulunduğu sıfatın
aksine olarak güzel göstermektir. Böylece o şeyi işiten veya görene başka sıfatta
imiş gibi gelir. Binâenaleyh zûr, zâtılı hakmiş gibi gösteren bir
gözbağcılıktır.»
Filhakika Peygamber
(S.A.V.) yalan sözü, Allah'a şirk koşmakla bir tutmuştur. İmam Nevevî diyor ki:
«Bu hadîsden murâd, zihne tebâdür eden zahirî mânâsı değildir. Zîrâ şüphesiz
şirk daha büyüktür.; katilde öyledir. Şu halde hadîsi te'vîl etmek gerekir.
Te'vî-Iî şudur: yalanın en büyük günah sayılması başkasının malını bâtıl ile
yemeye sebeb olmasına nazarandır. Bittabi bâtıl ile mal yemek, zina ve
hırsızlıktan büyüktür.
Resûlüllah (S.A.V.)'in
yalancı şâhidliğine son derece ehemmiyet vererek oturması, sözüne tenbih harfi
ile başlaması ve ihbarını üç defa tekrarlaması, yalan dile daha kolay geldiği
ve onunla daha çok istihza yapıldığı içindir. Bir de düşmanlık ve hased gibi
ona sebeb olan şeyler çoktur. Bu sebeple ona ehemmiyet vermeye ihtiyaç vardır.
Şirk koşmak öyle değildir. Çünkü müslümanın kalbi şirkten sakınır; sonra onun
zararı yalan gibi başkasına geçmez; müşrike mahsus kalır. Mürüvvetli kalpler
anneye babaya âsî olmaktan da kaçınırlar.»[461]
1433/1206- «İbnİ
Abbas radıyallahii, anhümâ'öan rivayet edildiğine göre. Peygamber sallalîahü
aleyhi ve seîlem bir adama:
— Güneşi gÖrüyormusun?
demiş. Adam:
— Evet; cevabını
vermiş. Resûlüllah sallalîahü aleyhi ve selîem:
— Onun misline şehâdet
et yâhud bırak; buyurmuşlardır.»[462]
Bu hadîsi İbni Adiy
zaîf bir isnadla tahrîc etmiştir. Hâkim onu sa-hîhlemiş, fakat hatâ etmiştir.
Çünkü hadîsin
isnadında Muhammed b. Süleyman vardır. Bu zâtı Nesaî zaîf bulmuştur. BeyhaM de
: «Bu hadîs i'timâda şayan bir yoldan rivayet edilmemiştir.» demiştir.
Hadîs-i şerîf şahidin
yüzde yüz bilmediği bir şeye şehâdet etmesi caiz olmadığına delildir. Zan
üzerine şâhidlik etmek doğru değildir. Şehâdet bir fiil üzerine yapılıyorsa
onu mutlaka görmek îcâb ettiği gibi ses üzerine yapılıyorsa, sesi işitmek ve
sahibini görmek lâzımdır. Yalnız bir kaç yerde zan üzerine şehâdet caizdir.
Buharı bu yerleri gösteren bir bâb tahsis etmiş ve ona «Nesebler, radâ'-ı
müstefîz[463] ve üzerinden zaman
geçmiş eski ölüm bâb'i» adını vermiştir. Radâ'ın sübûtu hakkında dört hadîs
zikretmişse de radâ'ı görme hususunda hiç bir hadîs rivayet etmemiştir. Buharı
bununla nesebin sübûtuna işaret etmiştir. Çünkü radâ', sabit oldumu neseb de
sübût bulur. Neseb radâ'ın ayrılmaz lâzımıdır. Nefs-i radâ' istifaza yani
kulaktan kulağa yayılmakla sabit olur. Bu cihet hadîslerden serâhaten
anlaşılır. Zîrâ hadîslerde bahsedilen radâ' câhiliyyet devrine aittir. Böyle
bir şey oldumu araplar arasında şayi' olurdu.
îstifâza'nın hudûdü :
bazılarına göre ilim veya zan hâsıl olacak derecede şöhret bulmaktır.
Şâfiîler'le İmam Ahmed b. Hanbeî'in mezhebi budur.
İmam Buhârî «eski
ölüm» ta'bîri ile «öleli çok olmuş» mâ'nasım kasdetmiştir. Bazıları bunu elli
sene ile diğer bazıları kırk yılla tahdit etmişlerdir.
Musannif «Fethü'l -
Bârî» de şunları söylemiştir : «îstifâza ile şâhidliğin işe yarayacağı yerleri
tahdîd hususunda uiemâ ihtilâf etmişlerdir. Şâfiîler'e göre neseb hususunda
kat'iyetle sahîh olur. Doğum, ölüm, köle âzâdı, velâ (karabet akdi), velî olma,
vakıf, azil, nikâh ve tâbi'leri, cerh ve ta'dil, vası'yyet, sefeh ve rüşd gibi
şeyler hakkında ise tercih sureti ile sübût bulur. Şâfiîler'in müteehhirîn
ulemâ'sından bazıları bu yerleri yirmi küsura çıkarmıştır. Bunlar «Kavâid-i
Alâî» de sayılmıştır...»
Hanefîlcr'e göre dahî:
neseb, ölüm, duhûl, nikâh, kaadînin vilâyeti ve vakfın aslı gibi şeylerde
istifâza ile şâhidlik caizdir. Kıyasa göre bu şehâdet caiz olmamak îcâbeder.
Çünkü şehâdet muayene mânâsına ge-müşâhededen alınmıştır. Burada böyle bir şey
yoktur. Fakat istifâza İle şâhidlik, istihsan yolu ile caizdir. Şöyle ki: bu
gibi şeyler husûsî bir cemâatin huzurunda yapılır; ve bunlara devamlı bir takım
hükümler teallûk eder. Binâenaleyh bu hükümler muattal kalmamak için meşhur ve
müstefîz olmak gözle görmek yerine ikame edilmiştir. İslâmiyet'in ilk
devirlerinden bu güne kadar müslümanlar arasında cereyan eden usûl budur.[464]
1434/1207- «(Yine)
İbni Abbas radıyallahü anhümâ'dan rivayet edildiğine göre, Resûlüllah
sdlldlîahü aleyhi ve sellem bir şâhid ve bir yenimle (da'vâya) hüküm
vermiştir.»[465]
Bu hadîsi Müslim, Ebû
Dâvud ve Nesâî tahrîc etmişlerdir. Nesâî: «isnadı iyidir» demiştir.
İbni Abdilberr dahî :
«İsnadına kimsenin dokunacağı. bir yer yoktur. Demişse de Tirmizl «eZ-iîeZ» nâm
eserinde BuhârVyi kasderek: «Muhammed'e bu hadîsi sordum. Onu İbni Abbas'tan rivayet eden Amru'bnü
Dînâr için: bence fou hadîsi Amir, İbnİAbbas'tan işit-memiştir; dedi» şeklinde
beyânatda bulunuyor. Hâkim de şunları söylemiştir: «Amir, Hz. İbni Abbas'tan
bir çok hadîsler işitmiş; ondan da arkadaşlarından müteşekkil bir cemâat
işitmişlerdir. Binâenaleyh İbni Abbas'tan hadîs işittiği inkâr olunamaz.»
Hadîsin şâhidleri de vardır. Aşağıdaki hadîs bunlardandır.[466]
1435/1208- «Ebû
Hüreyre radıyallahü anh'dan Rcsûlüllah sdlîallahü aleyhi ve selîem'm bir şâhîd
ve bir de yemin ile (da'vâda) hüküm verdiği rivayet olunmuştur.»[467]
Bu hadîsi Ebû Dâvud[468]
tahrîc etmiştir. Ayrıca bu meselenin şâ-hidlerinden olarak, Resûlüllah
(S.A.V.)'in Yemen'deki Benîl - Amber kabilesine gönderdiği serîyye ve onlara
verdiği emre ve kabilenin de kendilerine islâmı kabul etmeleri teklif
edildiğinde kabul ettiklerine dâir olan iddialarının tesbit ve tevsikinde bir
gâhid ve bir de yeminle hüküm verdiğine dâir uzunca bir metin tahrîc etmiştir.
Bu hadîsi İmam Şafiî
dahî tahrîc etmiştir. îbni Ebî Hatim «eh îlel» adlı eserinde babasından naklen
bu hadîsin sahîh olduğunu söyler. Hadîs-i şerîf yirmi iki sahâbî'den rivayet
olunmuştur ve bîr şâ-hid, bir de yeminle hüküm verilebileceğine delildir.
Sahabe ve"-Tâbiîn'den bir çokları ile Medine'nin yedi fakîhinin ve İmam
Mâlik'in mezhebi budur. İmam Şâifî: «Bu zevatın delilleri bu hadîslerdir»
diyor.
İmam-ı A^zam Ebu
Hanîfe ile mezhebinin diğer imamları bir şâhid ve yeminle da'vâ isbat
edilemeyeceğine kail olmuşlardır. Delilleri:
«[469]
Sizden İki adalet sahibini şâhid getirin» âyet-i kerîmesi ve
«[470] İki
erkek olmazsa bir erkekle iki kadın şâhid olsun» emr-i ilâhîsîdir. Bu emirler,
şâhidlerin münhasıran mezkûr kimselerden olacağına delâlet ederler. Binâenaleyh
bir şâhidle yemine cevaz vermek kitab üzerine ziyâde ve nesih olur. Sünnetden
delilleri de:
«Ya senin iki şahidin
yâhud da'vâlımn yemini...» hadîs-i
şerifidir. Bu hadîs sahihtir.
Ulmâ'dan bazıları bir
şâhidle yeminin yalnız mal hususunda hüccet olacağını; başkalarının ona kıyas
edilemeyeceğini söylerler ve: «çünkü rivayet edilen şey fiildir; fi'lin umumu
olmadığı için mesele her şeye ta'mim edilemez» derler.[471]
Deâvâ: Da'vâmn
cem'idir. Hanefîler'in «el-Kâfi» ve «et-Tebyln-» gibi fıkıh kitablarında da'vâ
kelimesinin yalnız bu şekilde cemi'lendii bildiriliyorsa da Ibni Şihne onun
deâvî şeklinde de cemi'Iendiğini hattâ bunun asıl olduğunu söylemiştir.,
Lûgat'te da'vâ: Bir
kimsenin bir hakki başkasına vâcib kılmasıdır. Bir şeyi mutlak surette kendine
izafe etmektir; diyenler de vardır.
Şer'an da'vâ: Kul
haklarından bir hak sabit oldukdan sonra onu hâkim veya hakem huzurunda
istemektir.
Hak da'vâ edene:
müddeî kendisinden da'vâ edilene: müddeâ aleyh, da'vâ edilen mala da: müddeâ
denilir.
Beyyİnât: Beyyinenin
cem'idir.Beyyine: açık hüccet demektir. Da'vâyı isbât için kullanıldığından
hüccete beyyine denilmiştir.[472]
1436/1209-
«İbni Abbas radıydllahÜ anhümâ'âan rivayet olunduğuna göre. Peygamber
sdllaUahü aleyhi ve selîem:
— İnsanlara (mücerred)
da'vâlan İle İ'ddîa ettikleri şey) verilse bir takım insrnlar bazı
adamların kanlarını ve mallarını îddâ
ederlerdi. Lâkin müddea aleyhe
yemîn vardır; buyurmuşlardır.»[473]
Hadîs müttefekun
aleyh'tir. Beyhakî'nin (yine İbni Abbas'tan) sahîh bir isnâdla tahrîc ettiği
rivayetinde : «Beyyîne müddeîye, yemîn de müddeâ aleyhedir» buyurulmuştur.
Bu bâbta İbni Hibbân'm
Hz. Abduflah b. Ömer'den Tirmizî'nin, Amir b. Şuayb't&n tahrîc ettikleri
hadîsler de vardır.
Hadîs-i şerif bir
kimsenin mücerred da'vâ etmesi ile iddiası kabul edilivermeyeceğine, hüküm için
ya müddeînin beyyini ile da'vâsını isbât etmesi yâhud müdeâ aleyhin ikrarı şart
olduğuna ve müddeînin. da'vâhdan yemin isteyebileceğine delildir.Ümmetin selef
ve halefinin mezhebi budur.Ulemâ demişlerdir ki: «Beyyinenin da'vâcıya âid olması,
zahirin hilafını iddia ettiğindendir. Hılâf-ı zahiri iddia zaîftir. Binâenaleyh
kendisine kuvvetli hüccet yani beyyine teklif edilerek bu zaîflik
giderilmiştir. Da'vâlımn tarafı ise kuvvetlidir.Çünkü berâet-i zimmet asıldır.
Bundan dolayı ona zaaf bir hüccet olan yeminin teklifi ile iktifa edilmiştir.[474]
1437/1210- «Ebu
Hüreyre radıyallahü anh'âan rivayet olunduğuna göre. Peygamber sallaîlahü
aleyhi ve sellem bîr kavme yemîn teklif etmiş. Hemen (buna) şitâb eylemeleri
üzerine hangilerinin yemin edeceği hakkında aralarında kura çekilmesini emir
buyurmuşlardır.»[475]
Bu hadisi Buhârî
rivayet etmiştir.
Hadîsi Ebu Dâvud ile
Nesâî'nin Ebu Râfi' tariki ile Hz. Ebu Hüreyre'den tahrîc ettikleri şu rivayet
tefsir etmektedir: «Bîr mah ikî adam İddia etmiş. Fakat hiç bîri beyyine
getirememişler. Bunun üzerine Peygamber (S.A.V.):
«Hoşların gitse de
gitmese de yemin vermek için kur'a çekerler» buyurmuştur. Hattâbî'nin beyânına
göre istihâmın mânâsı aralarında kur'a çekmektir. Kur'â kime çıkarsa o yemin
eder ve iddia ettiği malı alır. Böyle bir hadîse Hz. Alî (R. A./dan da rivayet
olunur. Mezkûr rivayete göre A!î (R.A.)'a pazarda satılmak istenen bir katır
getirmişler. Bir adam bu katırın kendine âid olduğunu, onu kimseye KP'madığmı,
hibe de etmediğini söylemiş; ve beş tane şâhid göstermiş. Derken başka birisi
gelerek katırın kendine âid olduğunu iddia etmiş; ve iki şâhid getirmiş. Bunun
üzerine Hz. AH (R. A.) :
— Bu meselede bîri
uzlaştırma biri de muhakeme olmak üzere iki türlü hâl çâresi var. Ben bunları
size beyân edeyim: Uzlaştırma, katır satılarak parası yed: hisseye bölünmek ve
bu hisseierden beşini şuna ikisini de şuna vermekle olur. Buna râzt olmazlarsa
muhakeme yolu: Da'vâcılardan birinin bu katır kendi malı olduğunu onu
satmadığına hibe de etmediğine yemin ettirmektir. Eğer hanginizin yemin edeceğinde
münazaaya düşerseniz aranızda kur'a çeküecek; ve hanginize îsâbet ederse o
yemin edecektir...; demiştir.[476]
1439/1211-
«Ebu Ümâmete'l-Harisi radıyallahü
anh'den rivayet olunduğuna göre ResûlüHah sdllalahü aleyhi ve sellem :
— Bir kimse, yemini
ile bir müslümanın hakkını yerse Allah o kimseye muhakkak Cehennemi vâcib;
Cenneti de haram kılar; buyurmuşlar; bunun
üzerine bir adam:
— Az bir şey olsa da
öyle mi yâ Resûlâllah? demiş.Resûlüllah sallallahü
aleyhi ve sellem:
— İsterse erâk (Deve dikeni) ağacından bir dal olsun; buyurmuşlardır.»[477]
Bu hadîsi Müslim
rivayet etmiştir.
Hadis-i §erîf bir
kimsenin hakkını yemek için yemin etmenin son derece ağır vâîd ve tehdidi mucip
bir suç olduğuna delildir. Çünkü bu yemin müslümanın malını elinden alma
hükmündedir. Ha-dîsde müslümanın zikredilmesi ekser-i ahvâle göredir. Yoksa
gayr-i müslimin hakkı da ayni hükümde dâhildir. Hattâ bazılarına göre buradaki hükmün yalnız
müslümanm hakkına mahsus olması, kâfir hakkının ayrıca azabı olması ihtimaline
mebnîdir. Cehennemi hak etmesi ve Cennetin kendisine haram kılınması hakkı
sahibine iade ederek tevbekâr olmadığına göredir.
Hadîsde yemin mutlak
zikredilmiş olsa da maksad yalan yere edilen yemindir. Nitekim aşağıdaki
hadîsde tasrîh edilmiştir.[478]
1440/1212- «[479]
Eş'as b. Kays radıyallahü anh'den rivayet olunduğuna göre, Resûlüllah
saîlaîîahü aleyhi ve seîlem:
— Bir kimse yemininde
fâcir olduğu halde bir şeye yemin eder; ve o yeminle bir müslümanın malını
elinden alırsa huzur-u ilâhîye, Allah kendisine gazablı olarak çıkar;
buyurmuşlardır.»[480]
Hadîs müttefekun
aleyh'dir.
Yeminle fâcir olmaktan
murâd: kasden yalan yere yemin etmektir. Böylesine Allah Teâîâ gadab edince
Cennetinden mahrum ve azabını kendisine vâcib kılar.[481]
1441/1213- «Ebû
Mûse'l - Eş'arî radıyallahü anh'den rivayet olunduğuna göre: İki adam
Resûlüllah sallallahih aleyhi ve sellem'tn huturunda bir hayvan için da'vâda
bulunmuşlar. Hiç birinin beyyînesi yokmuş. Resûlüllah salîaîlahil aleyhi ve
seîîem hayvanı aralarında yarıya (paylaşmalarına) hükmetmiştir.»[482]
Bu hadîsi Ahmed, Ebu
Dâvud ve Nesâî rivayet etmişlerdir. Lâfız Nesâî'nindir. Nesâî : «Bu hadîsin
isnadı iyidir» demiştir.
Hattabî diyor ki :
«Galiba bu deve veya at da'vâcılarm ikisinin de elinde imiş de zilyedlikte
müsâvî oldukları için Peygamber (S.A.V.) onu aralarında yarı yapmış. Böyle
olmasa birinin elinde bulunan bir şeye ikisi birden hak kazanamazlardı.
Filhakika Ebû Davud'un, bu hadîsin akibinde rivayet ettiği bir hadîsde:
Resûlüllah (S.A.V.) devrinde İki adam bir deveyi da'vâ ettifer; ve her biri
ikişer şâhid gönderdi. Bunun üzerine Peygamber (S.A.V.) deveyi aralarında ikiye
taksim etti» denilmektedir. Bu hadîs dahî birinci hadîsin isnadı ile rivayet
edilmiştir. Yalnız yukarıki hadîsde iki tarafın beyyineleri yoktu. Bunda iki
tarafın da şâhidleri vardır. O halde da'vânın bir olması muhtemeldir. Şu kadar
var ki, iki şehâdet tearuz edince ikisi de sükût ettiğinden hiç beyyine yokmuş
gibi olmuş; ve zil yedlikde müsâvî bulunduklarından Resûlüllah (S.A.V.) bir
şeyi ikisinin arasında- yarıya hükmetmiştir. Devenin başkasının elinde olması
ihtimali de vardır. İki taraftan her biri da'vâsma iki şâhid getirince o şeyi
müddeâ aleyhin elinden alarak davâcılara vermiştir.
Bir kimsenin elinde
bulunan bir malı iki kişi da'vâ eder de ikisi de beyyine getirirse ne hüküm
verileceği ihtilaflıdır. İmam Ahmed b. Hanbel ile îshâk b. Rahuye'ye göre
aralarında kur'a çekilir. Kur'a kime çıkarsa mal onun olur. İmam Şafiî'nin de
eskiden kavli bu idi; sonraları bu meselede kendisinden iki kavil rivayet
edilmiştir. Bunlardan birine göre mal iki da'vâcı arasında yarıya bölünür.
Hanefîler'le Süfyan-ı Sevrî'nin mezhebi de budur. Şâ/iî'nin ikinci kavline göre
da'vâcılar arasında kur'a çekilir; ve hangisine isabet ederse şâhidlerinin
doğru söylediğine yemin ettirilir. Yemin ederse mal onun olduğuna hükmedilir.
İmam Mâlik : «Eğer mal başkasının elinde ise ben da'vâcıların hiç biri lehine
hükmedemem» demiştir.ten bir rivayete göre da'vâcıîardan hangisinin şâhidleri
daha âdil ve salâh-u takvâ'da daha meşhur iseler mal ona verilir. Evzâî
(88—157) 'ye göre hangisinin şâhidleri aded i'tibârı ile daha fazla ise onun
lehine hükmolunur. Şa'bî (26—104)'nin: «Mal, şâhidlerin âdedine göre taksim
olunur» dediği rivayet edilir.
Bazıları burada
kur'aya mahal görmeyerek malın da da'vâcılar arasında müsavat üzere taksimine
kail olmuşlardır.[483]
1442/1214- «Câbir
radıyaîlahü anh'öen rivayet olunduğuna göre Resûlüllah saîlaUahü aleyhi ve sellem
:
— Kim benim şu
minberimin üzerinde yalan yere yemin ederse Cehennemdeki yerini boylar; buyurmuşlardır.»[484]
Bu hadîsi Ahmed, Ebû
Dâvud ve Nesâî rivayet etmişlerdir. îbni Hîbbân onu sahîhlemiştir.
Nesâî bu hadîsi
mu'temed râvîlerle Hz. Ebu Ümâme'den merfu' olarak şu lâfızlarla tahrîc
etmiştir:
«Her kim benim şu
minberimin yanında yalan yere yemin eder; onunla bir müslümanın malını elinden
almak isterse Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâ'neti o Kimsenin
üzerine olsun. Allah ondan farz ve nafile hiç bir ibâdet kabul etmez.»
Hadîs-i şerîf,
Peygamber (S.A.V.)'in minberi üzerinde yalan yere edilen yeminin büyüklüğüne
delildir.
Ulemâ hâkim için
yemini zaman ve mekânla şiddetlendirmenin caiz olup olmadığında ihtilâf
etmişlerdir. Hadîsde bu bâbta hiç bir kayıd yoktur. Arzettiğimiz vecihle o
yalnız Peygamber (S.A.V.)'in minberi üzerinde yapılan yeminin büyüklüğünü
bildiriyor. Bundan dolayı Ha-nefîler'le Hanbelîler ve diğer bir takım ulemâ
yeminin zaman ve mekânla şiddetlendirilmesinin caiz olmadığına kaildirler.
Hattâ hâkim böyle bir şey istese bile yemin edenin icabeti gerekmez. Delilleri
: «yemin de da'vâlıya âiddir» ve emsali hadîslerdir.
Cumhur'a göre ise
yemini zaman ve mekânla taglîz ve teşdîd etmek vaciptir. Bu iş Nledîne'de ResûlüMah
(S.A.V.)'in minberi üzerinde, Mekke'de Kâ'be-i Muazzama'nm iki rüknü ile
Makam-i İbrahim arasında, şâir y orde ise büyük camilerde yapılır. Bu zevatın
zaman hususunda da ikindi namazından sonrası ve cuma günü ile gecesi gibi faziletli
vakitler nazar-ı i'tibâra aldıkları görülüyor. Delilleri buradaki Câfcir hadîsi
ile Ebu Ürname hadîsi ve sahâbe-i Kirâm'dan Hz. Ömer, Osman, İbni Abbas
(R.Anhüm) ile diğer zevatın fiilleridir.
Bir takımları: «zaman
ve mekânla yeminin taglîzi vacip değilse de müstehaptır derler. Bazılarına
göre bu iş hâkimin re'yine bırakılmıştır; lüzum gördüğü takdirde müddeâ aleyhe
bu suretle yemin verdirebilir.[485]
1443/1215- «Ebu
Hüreyre radvyallahü anh'den rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah
salîalîahü aleyhi ve sellem:
— Üç kişi vardır ki
kıyamet gününde Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve kendilerini
tezkiye etmeyecektir. Bunlar için elîrn bir azâb vardır!
1—
Kırda
fazla suyu bulunup da onu yolcuya vermeyen
adam;
2—
ikindiden
sonra birine mal satarak: billahi bu
malı şu ve şu fiyaka aldım; diye yemin veren ve müşterisi kendisini tasdik
eden halbuki hakikatte o malı başka fiyatla almış bulunan adam.
3— Bir
hükümdara ancak dünya malı için bağlanan ve kendisine dünyalık verirse sözünde
duran; vermezse durmayan adam;
buyurdular.»[486]
Hadîs müttefekun
aleyh'tîr.
Böylelerine kıyamet
gününde Allah'ın bakmaması onlara gadâb ederek rahmetinden mahrum bırakmasından
kinayedir. «Kendilerini tezkiye etmeyecektir» cümlesinden murâd: onları
atfetmemesi, kendilerini günah kirlerinden temizlenmemesidir.
Hadîs-i şerîfde beyân
buyurulan yeminli satışı yapan, iki büyük suç işlemiştir. Bunlardan biri
Allah'a yemin etmesi; diğeri malının fiyatı hususunda yalan söylemesidir. Satış
için ikindiden sonraki zamanın, tahsis buyurulması o vaktin şerefinden
dolayıdır.
BuhârVnin rivayetinde
hadîs şöyledir:
«Bir de ikindiden
sonra yalan yere yemin ederek onunla bir müslümanın malını elde etmek isteyen
adamdır.» Bu
suretle tehdîd edilen
nev'iler dörde çıkmış olur. Müslim'de Ebu Hü-reyre hadîsinin benzeri vardır;
yalnız o hadîsde :
«Zina eden ihtiyar,
yalancı hükümdar ve büyüklenen fakir.» buyurulmuştur. İmam Müslim, Hz. Ebu
Zerr (R. A./dan mer3 fu' olarak şu hadîsi tahrîc etmiştir:
«Üç kişi vardır ki
kıyamet gününde Allah onlarla konuşmaz: (Bunlar) başa kakmadan bir şey
vermeyen mennânT malını yalan yere yeminle harcayan ve elbisesini sürüyen
kimselerdir.» Bu suretle kıyamet gününde Allah'ın kendileri ile konuşmayacağı
sınıfların sayısı dokuza varır. Hattâ yalan yere yemin ederek mal satanla,
ikindiden sonra yalan yere yemin ederek müşteri kandıranı bir saymazsak bu
sayı on olur.[487]
1444/1216- «Câbîr
radıyalîahü anh'dan rivayet edildiğine göre: îkî adam bir dişt deve için
da'vâya çıkmışlar; ve her biri : Bu deve bert (im milkîm) de doğdu; diyerek
beyyine getirmişler. Bunun üzerine Resûlüllah saîlaîîahü aleyhi ve sellem
devenin zilyede[488] âid
olduğuna hükmetmiştir.»[489]
Hadîsi kimin rivayet
ettiği aşağıda gelecektir.Bu hadîsi Bey ha kî dahî tahrîc etmiş; ve zaîf
bulmamıştır. Beyhakî onun bir benzerini İmam Şafiî'den de rivayet etmiş; onu da
zaîf bulmamıştır.
Hadîs-i şerîf,
zilyedliğin; ona muvafık surette yapılan sahiciliği tercih ettirdiğine
delildir. İmam Şafiî, Mâlik ve diğer bazı ulemâ'mn mezhebi budur. İmam Ahmed b.
Hanbel ile bazılarına göre hâricin yani zilyed olmayanın beyyinesi tercih
edilir. Hi. Aİİ (R. Â.J'ın : «bîr kimsenin elinde bîr şey bulunursa onun
beyyînesî kendisine hiç bir İş görmez» dediği rivayet olunur.
Hanefîler bu bâbta
tafsilât vermişlerdir. Bu tafsilât için fıkıh kitaplarına müracaat
edilmelidir.[490]
1445/1217- «İbni
Ömer radıyaîîahü anhümâ'dan rivayet olunduğuna göre: Peygamber salldllahü
aleyhi ve sellem Hak arayanın yemİnİ-nİ reddetmiştir.»[491]
(Yukarıki üe) bu iki
hadîsi Dâre Kutnî rivayet etmiştir. Her ikisinin isnadında zâiflik vardır.
Çünkü ikisini de
Muhammed b. Mesrûk, Ishâk b, Furat'dan rivayet etmiştir. Halbuki Muhammed
ma'mf bir râvî değildir. İshâk hakkında ise ihtilâf vardır. Zehebî «el-Kâşif»
adlı eserinde onun hakkında: «Şüphesiz ki Mısır kadısı îshâk b. Furât, sika ve
ma'ruftur» demiştir.
Hadls-i şerîf
da'vâcınm yemin talebi reddedileceğine delildir. Hanefîler'e göre da'vâcı
beyyine getiremediği takdirde kendisine yemin verdirilmez.Yemin ancak da'vâlıya
verdirilir. Şâyed yemin ederse haklı olduğuna hükmolunur. Yemin etmediği
takdirde ise nükûl[492] 'üe
aleyhine hüküm verilir. Şâîİîler'le diğer bazı ulemâ'ya göre da'vâlı yeminden
nükûl ederse bir şey lâzım gelmez, ancak müddeîye yemin verdirilirse o zaman
hükmolunur.[493]
1446/1218- «Âişe
radıyallahih anhâ'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Bir gün Peygamber
sallollahü aleyhi ve seUem sevinçle yüzünün hutûtu şimşek gibi parlar bîr
halde yanıma girdi ve :
— Görmedin mi? Şimdi
Mücezziz-i Müdlicî, Zeyd b. Harise ile Üsâme b. Zeyd'e baktı da: bu ayaklar
birbirinden (meydana gelmiş) dir; dedi;
buyurdular.»[494]
Buhârî'nin bir
rivayetinde hadîsin metni şöyledir :
«Görmedinmi?
Mücezziz-i Müdlicî girdi ve Üsâme ile Zeyd'i üzerlerindeki bir kadife ile
başlarını örtmüş; ayak lan da uzatılmış bir halde görünce: Bu ayaklar birbirinden
(meydana gelmiş) d İr; dedi.»
Hz. Üsâme (R. A.) çok
siyah, babası Zeyd (R. A.) ise beyaz tenli olduğu için küffâr, Üsâme (R.A.)'ın
nesebine dil uzatırlardı. Hz. Usâme'nin annesi Ummü Eymen, Habeş'li siyah bir
kadındı. Sahîh rivayetlerde bu kadının Habeş'li olduğu, Peygamber (S.A.V.)'in
Pederleri Abdullah'ın hizmetçisi idiği bildiriliyor. Bazıları onun «fil
vak'ası» nda alınan Habeş esirlerinden olduğunu ve Abdülmutfalib'in eline geçtiğini,
onun da Hz. Abdullah'a hibe ettiğini söylerler. Um mü Eymen'in ismi Bereke'dir.
Evvelce Übeyd-İ Habeşî ile evlenmiş; ve ondan Ey-men'i dünyaya getirmişti.
Sonra Ümmü.Eymen künyesi ile anılmaya başlandı; ve şöhret buldu.
Hadîs-i şerif, nesebin
sübutu hususunda, kıyafetin nazar-ı i'tibâra alınacağına delildir. Araplar,
eserleri tetebbu eden ve bir kimsenin babasına veya kardeşine olan
benzerliğini bilenlere «kaaif» derler. İmam Mâlik, Şafiî ve cumhur-u ulemâ bu
hadîsle istidlal ederek nesebi isbât hususunda kıyafetin nazar-ı i'tibâra
alınacağına kail olmuşlardır. Hadîsin buna delâleti takrîr sureti iledir.
Çünkü takrir, sünnetin bir nev'idir. Bunlar İmam Mâlik'in, Süleyman b.
Fesdr'dan rivayet ettiği şu eserle de istidlal ederler.
Hz. Ömer (R. A.),
câhiliyyet devrinde doğan çocukları, îslâmiyette kim: «bendendir» diye iddia
ederse ona verirmiş. Bir gün iki adanı gelerek bir kadının çocuğu için her biri
«bendendir» diye iddâ etmişler. Hz. Ömer bir kıyafet mütehassısı çağırmış.
Kaaif çocuğa bakarak her ikisinin ortak oğlu olduğunu söyleyince Hz. Ömer onu
kamçı ile döğ-müş. Sonra kadını çağırarak: Bana kıssanı anlat; demiş. Kadın o
erkeklerden birini göstererek::
— Bu adam bizim
develerimizle bana gelir; bir daha gebe kaldığım zannı hâsıl oluncaya kadar
benden ayrılmazdı. Sonra savuşup giter; arkasından ben hayzımı görürdüm. Bu
sefer de bu gelirdi. Binâenaleyh çocuğun hangisinden olduğunu ben bilmiyorum»
demiş. Bunun üzerine kamçıyı yiyen kaaif tekbîr getirmiş. Ömer (R.A.) da çocuğa
bu adamlardan hangisini isterse ona intisâb etmesini söylemiş. Orada bulunan
ashâb-ı kirâm'dan hiç biri bunu inkâr etmemiş.
Kıyafetle istidlal
edenler bunu icmâ' yerine tutarlar; ve bunun İbni Abbas, Enes b. Mâlik (R.
anhümâ)'6an rivayet edildiğini sahâbe'-den kendilerine muhalefet edenler
bulunmadığını söylerler. Bunlar Hân hadîsinde Peygamber (S.A.V.)'in : «Kadın
çocuğu ŞU ve ŞU Slfatta doğurursa çocuk falandandır. Şu ve şu sıfatta doğarsa
filândandır.» hadîsi ile ve çocuğun kötü sıfatla doğduğunu haber alınca : «Şu
yeminler olmasaydı ben bu kadına yapacağımı bilirdim.» buyurması ile de
istidlal ederler.
Hanefîler'le diğer
bazı uîemâ'ya göre kıyafetle neseb isbât edilemez. Hakkında münazaa edilen
çocuk iki ortağa veya müşteriye yâhud karı-kocaya verilir. Mücezziz hadîsi
kıyafeti takrir kabilinden değildir. Çünkü Hz. Üsâme'nin nesebi sabitti- yalnız
rengi babasının rengine benzemediğinden küffâr, nesebine ta'n ederlerdi.
Kıyafet câhiliyyet devri hükümlerindendir. İslâmiyyet onları ibtâl ve
eserlerini imha etmek için gelmiştir. Resûlüllah (S.A.V.)'in Mücezzîz'e karşı
sükût ederek sevinmesi onun bu yaptığını hoş gördüğü için değil, hasmın onun
sözlerine i'timâd ederek mülzem ve mağlûp olmasındandır. Peygamber (S.A.V.):
«Çocuk firâşa âiddir»
buyurmuştur. Bu hadîsi yukarıda görmüşlük.
Kıyafetle istidlal
edenlere göre nesebi isbât için bir
kaaif kâfidir. «îki kaaif şarttır» diyenler de vardır.
Bu hususta erkek de
kadınla müşterektir. Biânenaleyh, o da mecbub ve mnîn yani tenasül uzvu
kesilmiş veya harekete gelmiyorsa karısının isteği üzerine mahkeme tarafından
araları ayrılabilir.
Hulâsa karı kocayı
birbirinden nefret ettiren ve cimâ'a manî' olan her kusur bazı mezheb farkları
mülâhaza edilmek şartı ile karı kocanın arasını ayırmaya sebep teşkil eder.
Tafsilât fıkıh kitaplarındadır,
Dâvud-u Zahirî ile
îbni Hazm'e göre nikâh hiç bir illet sebebi ile feshedilemez.[495]
1041/862- «Saîd
b. eî-Müseyyeb'den rivayet olunduğuna göre Ömer fa. el-Hattab radıyallahü anh :
— Hangi erkek bir
kadınla evlenlır de onunla cima' eder ve kendisini barslı veya deli, yahûd
cüzzamh bulursa kadına cima' ettiğinden dolayı mehİr vardır. Ama o mehir
kadından dolayı erkeği aldatanın boynuna borç olmak üzere (netice i'tibâırîyle
yfne) erkeğindir; dedi.»[496]
Bu hadîsi Saîd b.
Mansur, Mâlik ve İbnl Ebî Şeybe tahrîc etmişlerdir. Râvîleri sikadırlar.
Yine Satd, Ali'den,
bunun benzerini rivayet etmiş; ve: «yâhud kadında cimâ'a mâni' bir kemik varsa
kocası muhayyerdir. Eğer kadına temas etmf$se helâl muamelesi yaptığı ferclne
mukabil kadına mehir vardır.» ifâdesini ziyâde eylemiştir.
Yine Saîd b.
eî-Müseyyeb tarîkinden kendisinin göyle dediği rivayet edilmiştir:«Cimâ'a
iktidarı olmayan hakkında Ömer bir sena te'cîl edilmesini hükmetti.»
Hadîsin râvîleri
sikadırlar.
«Mü'min bir köle âzâd
etmek İcâheder» âyet-i kerîmeleridir. Sünnetten delili bu bahiste görülecek
hadîslerdir. Peygamber (S.A.V.) ile ashâb-i kirâm'ı köle âzâd etmişlerdir.
HanefMer'den Kemal b.
Hüman «Fethü'l - Kadir» adlı eserinde; köle azadının güzel taraflarını şöyle
anlatıyor: köle azadında olan güzellikler aşikârdır. Zîrâ kölelik küfrün
eseridir. Köle âzâdı ise küfrün eserini gidermektir. O, hükmen ölümün, hükmî
eserini, hükmen ihya etmektir. Kâfir ma'nen ölüdür; çünkü hayatından istifade
etmemiş; onun ulvî lezzetini tatmamıştır. Binâenaleyh adetâ ruhsuz gibidir.
Teâlâ Hazretleri :
«[497]
yoksa ölü iken dirilttiğimiz...» buyurmuştur ki, kâfir iken hidâyet verdiğimiz
demektir. Sonra bu küfrün eseri kölelik olup o da akıl sahiplerinin ehil
bulundukları, kızları nikahlamak, malda tasarruf ve şâ-hidlik gibi başkalarına
velî olmakla- kendi nefsine velî olma ehliyetinin elinden alınmasıdır. Öyle ki
ne nikâhı sahih olur; ne de alış-verişi. Yine bu sebebten cuma namazı, hacc,
cihâd ve cenaze namazı gibi bir çok ibâdetlerden mahrum olmuştur. Bütün
bunlardaki zarar aşikârdır, îşte köle bu suretle bir çok sıfatlar hususunda
ölüler hükmüne girmiştir. Âzâd etmek onu ma'nen diriltmek olur. Allâhu A'lem
bundan dolayı sırf Allah rızâsı için yapılan köle azadının Al!ah indinde
mükâfatı, helakin en büyüğü olan cehennem azabından kurtarması olmuştur. Yani
kulun ma'nen bir kimseyi ihya etmesi Allah'ın en büyük ihyâsîle
kar-şılaştırılmıştır. Nitekim bu hususta Peygamber (S.A.V.)'den de hadîsler
vârid olmuştur...»
Köle ve câriye âzâdı
bazan ibâdet, bazan mübâh bazan da haram olur. Keffâret veya sırf Al!ah rızâsı
için yapılırsa ibdâdetdir. Hiç bir niy-yetsiz veya bir kimse için olursa mübâh,
put veya şeytan için köle âzâdı haramdır. Köle azadının fazileti hakkında
hadîsler çok oup bazıları şunlardır.[498]
1447/1219- «Ebu
Hüreyre radıyallahü anVden rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah
sallallahü aleyhi ve seîlem:
— Her hangi müslüman
bir kimse müslüman bir kimseyi âzâd ederse Allah o kimsenin her uzvu mukabilinde
kendisinin bir uzvunu Cehennemden kurtarır; buyurdular.»[499]
Hadîs müttefekun
aleyh'dir. Tirmîzî'nin Ebu Ümâme'den tahrîc ederek sahîhlediği rivayette :
«Hangi bir müslüman kimse de iki müslüman kadın âzâd ederse bu kadınlar onun
cehennemden kurtuluşu (na sebep) olurlar» denilmiş; Ebu Davud'un Kâ'b b.
Mürre'den tahrîc ettiği hadîsde : «Her hangi bir mÜSİÜ-man kadın dahî müslüman
bir kadını âzâd ederse o kadın kendisinin cehennemden halâsı olur»
buyurulmuştur.
Hadîs-i şerîfdeki
«Cehennemden kurtarır» ta'biri kurtarmanın cehennemi hak ettikten sonra
olacağını göstermektedir. Müslümanlığın şart koşulması bu ecirden dolayıdır;
yoksa kâfiri âzâd etmek de sahihtir. Hattâ Hanefîler'e göre zimmî bir köleyi
âzâd etmekte bile ecir vardır. Elverir ki, âzâd edildikten sonra dâr-ı harbe[500]
gitmek irtidâd etmek veya hırsızlık, yankesicilik yapmak gibi bir hâlinden
korkulmasın. Kâfirin köle âzâdı dahî sahihtir. Ulemâ'mn «kâfirin ibâdeti
yoktur» sözlerinden murâd onun hibe ıtik ve sadaka gibi Allah'a kurbete vesile
teşkil eden fiillerinin nafiz olmaması değil, sevap kazan-mamasıdır. Yoksa bu
gûna-h fiilleri bir kâfir yaparsa o fiiler sahîh ve nafizdir; yalnız onun
Cehennemden kurtulmasına vesile olamazlar.
Köle veya cariyenin
müslüman olmakla kayidlanması, âzâd faziletinin kemâline yalnız müslüman köle
ve cariyeleri âzâd etmekle nail olunacağına delildir .Kâfir köleyi âzâd etmekde
bu derece sevap yoktur.
Hadîs-i şerif, her
âzası tam olan köleyi âzâd etmenin, noksan âzâh olandan daha efdâl olduğuna da
delâlet ediyor? Binâenaleyh ileride de görüleceği vecihle kölenin pahalısını
âzâd etmek daha faziletlidir.
Tirmizî'nin rivayeti,
kölenin cariyeden daha faziletli olduğunu gösteriyor. Çünkü bu rivayete göre
iki câriye bir köle yerini tutmuş oluyor, yani; kadın erkeğin yarısı demektir.
Şu halde bir adamın bir câriye âzâd etmesi, onun yarısının Cehennemden
kurtulmasına, kadının câriye âzâd etmesi ise bütününün halâs bulmasına sebep
olur. Nitekim Ebu Davud'un rivayeti bu ciheti tasrih etmektedir. Zîrâ erkekde
olan umumî mânâ ve menfaatler kadında yoktur. Meselâ, kaadi olmak, cihad etmek
ve şâire gibi şeyler ya şer'an yahut âdeten erkeklere mahsustur. Köle âzâd
edilirse ona rağbet ve i'tibâr çoğalır; fakat cariyeye i'tibâr edilmez.
Bir takımları câriye
âzâd etmenin efdâl olduğuna kaildirler. Çünkü âzâd edilen cariyenin evlendikten
sonra doğuracağı çocuk mutlak surette hür olur. Kocasının hür veya köle
olmasının bu hu-susuta bir te'siri yoktur.
Faİde: Ulemâ'dan
bazıları, Peygamber (S.A.V.)'in müddeti örn-ründe 63 köle âzâd ettiğini, Hz.
Âişe (R. Anhâ)'nm 67; Ebu Bekir (R.A.)'m bir çok, Abbas (R.A.)'m 70, Osman (R.
A./in muhasarada iken 20, Hâkim b. Hizamın 100, AbduMah b. Ömer (R. A J'm 1000,
Zül-külâ-ı Hımyerî'nin[501] bir
günde 8000. Abdurrahman b. Avf (R. A )'m 30.000 kişiyi hürriyete
kavuşturduklarını rivayet etmişlerdir.[502]
1450[503]/1220
- «Ebû Zerr radıyattdhü anh'den rivayet
olunmuştur. Demiştir ki: Peygamber sallallahü aleyhi ve scüem'e :
— Hangi amel daha
faziletlidir? diye sordum :
— Allah'a îmân ve onun
yolunda cihâddrr; dedi:
— Ya köle ve
cariyelerin hangisi? (efdâldîr) dedîm :
— Kıymet i'tibârı ile
en pahallısı ve sahibi nazarında en nefîs olanlardır; buyurdular.»[504]
Hadîs müttefekun
aleyh'tir.
Bu hadîs îmândan
sorîra amellerin en faziletlisi cihâd olduğuna delâlet ediyor.Namaz bahsinde,
vaktinin evvelinde kılınan namazın alelıtlak amellerin en faziletlisi olduğunu
ifâde eden hadîsleri ve bu hadîslerin araları nasıl bulunduğunu görmüştük.
Hadîs-i şerif kıymeti
pahalı olan köle ve cariyenin, ucuz olandan ef-dâl olduğunu da gösteriyor.
Nevevî diyor ki: «Bu AMah-u a'Iem bir tek köle âzâd etmek isteyen hakkındadır
ama, bir kimsenin meselâ bin dirhemi olsa da bunlarla âzâd etmek için köle ve
cariyeler satın almak istese ve bir tane-kıymetli ikiide kıymetsiz rakabe[505]
bulsa iki kıymetsizi alması efdâl olur. Iturban bunun hilâfınadır. Şüphesiz ki
bir semiz hayvanı almak iki tane zaîften daha faziletlidir. Çünkü itikada
matlup olan şey baş çözmek kurbanda ise etin iyiliğidir.»
Bazıları Nevevî'nin
sözünün umumî kaide olarak ele alınmamasını daha muvafık görmüş ve : «Bu iş
şahsa göre değişir, Zîrâ köle vardır, ilim ve amelin en yüksek mertebesine
çıkmıştır. Kendisinden bütün müslümanlar istifade ederler. Böylesini âzâd etmek
bu ayarda olmayan bir cemâati âzâd etmekten daha faziletlidir. Binâenaleyh
kaide, faydasının çokluğuna ve sahibi nazarındaki kıymetin© bakmak olmalıdır.
Teâlâ Hazretleri'nin :
«[506]
Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe asla Cennete nâî! olamazsınız.» âyet-i
kerîmesine muvafık olan budur» demişlerdir.[507]
1451/1221- «İbni
Ömer raâ/ıyalldhü anhümâ'dan rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Resûlüllah
sallallahü aleyhi ve selem:
— Bir kimse bir
köledeki hissesini âzâd eder ve o kölenin kıymeti kadar bir mata sâhib
bulunursa kendisi için köleye tam bir kıymet biçilir de ortaklarına hisseleri
verilir ve köle onun nâmına âzâd olur. Aksi takdirde köleden âzâd olan mikdar
âzâd olmuştur; buyurduîar.»[508]
Hadîs müttefekun
aleyh'dir. Şeyheyn'in Ebu Hürcyre'den tahrîc ettikleri rivayette: «Aksi
takdirde kendisi için (köfeye) kıymet biçilir; ve köle (borcunu ödemek için)
zorlamamak şartı İle çalıştırılır» denilmiştir. Bu hadîsteki çalıştırma
müdrectir diyenler olmuştur.
Hadîs-i şerif müşterek
bir köleyi ortaklardan biri hissesi nisbetinde âzâd ettiği zaman kölenin
tamamen onun namına âzâd olacağına ve âzâd .eden şerik zengin ise, köleye
kıymet tekdir edilerek, her ortağın hissesini ödemesi lâzım geldiğine
delildir. Âzâd eden şerik zengin değilse yal-nrerkendi hissesi âzâd olacaktır.
Zâhir'e göre köle azadının parçalanmayı fcafcul-edeceği anlaşılıyor. Ulemâ âzâd
edenin hissesinin nefs-i i'takla 3ğfiH--ekhağunda müttefiktirler. Ancak : «Aksi
takdirde köleden mikdar âzâd olmuştur»
ifâdesi üzerinde münakaşa Vaddâh: «Bu
söz Peygamber (S.A.V.)'in hadîsinden
hadîsi Nâfi'den Eyyûb rivayet etmiş ve demiştir ki:
Nâfi aksi takdirde
köleden âzâd olan mikdar âzâd olur; dedi. Bu suretle Eyyûb bu cümleyi hadîsden
ayırmış; ve Nâfi'in sözü olduğunu beyân etmiştir. Bir defa Eyyûb: bu kısım
hadîsdennıidir, yoksa Nâfi'in söylediği bir şeymidir bilmiyorum; demiştir.»
şeklinde mütâlâa beyân etmiştir. Bir takım ulemâ bu cümleyi İmam Mâlik ile
Ubeydullâh'm Psygamber (S.A.V.)'in hadîsi olmak üzere mevsulen rivayet
ettiklerini söylerler. Kaadî İyaz bu kavli tercih etmiş ve evlâ olduğunu
söylemiştir. Filhak4ka bir çok hadîs imamları mezkûr ziyâdeyi Peygamber
(S.A.V.)'in hadîsi olmak üzere kabul etmişlerdir. İmam Şafii: «zannetmem ki
ha&îsde âlim olan. bir kimse Mâlik'in Nâfi' hadîsini Eyyûb't&n daha iyi
bellemiş olduğundan şüphe etsin. Çünkü Mâlik'in Nâfi'le münasebeti daha
çoktur...» demektedir.
i İmam Mâlik, bir
kavline göre İmam Şafiî ve Zahirîler bu hadîsle amel ederek: «şerikin hissesi
ancak kıymeti kendisine ödenmek sureti ile âzâd olur» derler.
Hanefîler'den İmam-%
A'zam'la, diğer bazı ulemâ'ya göre iki ortak-dan biri hissesini âzâd ederse
köle hür olur. Şâyed âzâd eden ortak, şerikinin hissesini ödeyecek kadar zengin
ise yani yiyeceğinden, giyeceğinden ve kendisile birlikte çoluk çocuğunun
günlük nafakasını teminden sonra şerikinin, hissesini ödiyecek malı kalıyorsa
şeriki muhayyerdir. İsterse âzâd eder; dilerse köleyi müdebber veya mü-fcâteb
yapar; dilerse hissesini, âzâd eden şerikine Ödetir; hattâ isterse köleyi
borcuna ödemek için çulıştırır. Âzâd eden fakir olduğu takdirde hüküm yine
bûvise de, ödetme yoktur. İmam Ebu Yiv-suf'la İmam Mıchammed'e göre ise zengin
olana yalnız ödeme, fakire yalnız köleyi çalıştırma hakkı vardır. Delilleri
Şeyheyn'in rivayet ettikleri Ebu Hüreyre hadîsidir.
Bu mesele i'takın
bölünüp bölünmemesine ibtinâ eder. îmam-t A'zam'a göre bölünür. İmameyn'e göre
bölünmez; bir cüz'ünü âzâd etmekle kölenin bütünü hür olur.
Ebu Hüreyre hadîsinde
müdrec olduğu söylenen siâye meselesine gelince :
Siâye borcunu Ödemek
için köleyi çalıştırmaktır. Bu cümle hakkında İbnü'l-Arabî şunları söylemiştir
: «köleyi çalıştırma Peygamber (S.A.V.)'in hadîsinden olmayıp Katâde'nin sözü
olduğuna bütün imamlar ittifak etmişlerdir. Nesâî: bana, bu sözü yani siâyeyi
Hem-mân'm rivayet ettiği ve onu Katâde'nin sözü olarak telâkki eylediği,
söylendi; demiştir. İsmail'i dahî onun Katâde'nin sözünden müdrec olduğun
i/emmâm'dan rivâyeten söylemiştir. Ibnü'l-Münzir'le Hat-iâbî onun Katâde'nin
fetvalarından olduğuna cezmen kaildirler.»
Fakat bütün bu
iddialar Şeyheyn'in «merfu'dur» diye ittifak etmeleri ile suya düşmüşlerdir.
Çünkü Şeyheyn denilen Buharı ile Müslid, hadîs derecelerinin zirvesinde
bulunmaktadırlar. Böylece siâ-ye rivayetinin merfu' olduğu tezahür ediyorsa da
rivayet yine mua-razadan salim kalmıyor; çünkü İbni Ömer hadîsindeki «aksi takdirde
köleden âzâd olan mikdar âzâd olmuştur» cümlesine
1— Âzâd olan
mikdar âzâd olmuştur» demek, hisse sahibinin i'tâkîk yalnız onun hissesi âzâd
olmuştur; diğer şerikin hissesi ise köle çalışarak borcunu ödedikten sonra âzâd
olacaktır; demektir. Şu halde bu köle mükâteb gibi olur. İmam Buhârî'nin
cezmen kabul ettiği suret budur.
Hadîs-i şerîfde.
«zorlamamak şartı ile çalıştırılır» denildiğine göre; çalıştırma, kölenin
ihtiyar ve rızası ile olacak, demektir. Çünkü kendisini çalışmaya mecbur etmek
ona son "derece meşakkatli gelir. Cumhur'a göre mükâteb köleye zorla iş
yapürılamaz; zîrâ kitabet vâcib değildir. Bu da onun gibidir. Beyhakî iki
hadîsin arasını bu şekilde bulmaya çalışmış, ve: «iki hadîs arasında asîâ
muaraza kalmaz.» demiştir.
2— Köleyi
çalıştırmaktan murâd: onu âzâd etmeyen sahibine köle olarak hizmete devam
ettirmektir. Borcunu ödeyinceye kadar bu suretle çalıştırılır; Fakat kendisine
takatinden fazla işler yaptırlma-dığı gibi kölelik hissesinden ziyâde de
çalıştırılmaz. Ancak Taberânî île Beyhakİ'nin tahrîc ettikleri bir hadîsin, bu
tevcihi çürüttüğünü iddia edenler vardır. Mezkûr hadîse göre: bir adam ölürken
bir kölesini •âzâd etmiş. Başka mahNda yokmuş. ResûlüHah (S.A.V.) kölenin üçte
birini âzâd etmiş; üçte ikisi için de: köleye, çalışmasını emretmiş. Maamâfîh
bu iddiaya da şöyle cevap verilmiştir: «Peygamber (S.A.V.)'-în bu emrinden
murâd: kölenin üçte iki kıymeti mukabilinde ölenin mirasçılarına hizmet
etmesidir. Çünkü onların bu köle üzerinde ancak -o kadar haklan kalmıştır.
Buraya kadar verilen
izahat bir köle veya cariyenin bir kısmına mâlik olanlar hakkında idi. Kölenin
bütününe mâlik olupda bir cüz'ünü âzâd etmeye gelince : cumhur-u ulemâ'ya göre
kölenin bütünü âzâd •olur. Hanefiler'den İmam Ebu Yusuf'la. İmam Muhammed'in
kavli de budur. Zîrâ onlara göre âzâd işi bölünmeyi kabul etmediğinden cüz'ünü
âzâd etmek bütününü âzâd gibidir. İmam-t A'zam'a, göre bölünmeyi kabul
ettiğinden yalnız âzâd edilen mikdar hür olur. Kıymetinin geri kalan kısmı
için sahibi hesabına çalışır. Çalıştırılan köle İmam-ı A'zam'a, göre borcunu
ödeyinceye kadar mükâteb hükmündedir. Şu farkla ki, borcunu ödemekten âciz
kalırsa tekrar kÖ-leliğe dönmez. İmameyn'e göre ıtik borcu mukabilinde
çalıştırılan köle borçlu bir hürdür. Zahirîlerle Tavus ve Hammad bu meselede
İmam-ı beraberdirler.[509]
1453/1222- «Ebu
Hüreyre radıyallahü anh.den rivayet olunmuştur. Demiştir kî: ResûlüHah
sallaUahü aleyhi ve seîlem:
— Evlâd baba'nın
hakkını ödeyemez. Ancak onu köle bularak satın alır da âzâd ederse o başka;
buyurdular.»[510]
Bu" hadîsi Müslim
rivayet etmiştir:-
Hadîs-i şerîf, köle
elarak evlâdı tarafından satın alınan babanın ımücerred satın almakla âzâd
olmadığına delâlet ediyor. Zahirîlerin tneshebi budur. Cumhur-u ulemâ'ya göre
ise mücerred satın almakla âzâd olur; ayrıca i'taka lüzum yoktur. Hadîsdeki:
«âzâd ederse» ia'biri, sebeb-i zikirle müsebbebi kasdetme kabilinden mecâz-ı
mürsel dir. Çünkü satın almak, âzâd etmenin sebebidir. Nitekim bundan sonra
gelen Samura hadîsi de ayni mânâya delâlet etmektedir.
Baha'yı âzâd ederek
hürriyetine kavuşturmak evlâdı tarafından kendisine büyük bir iyilik ve
mükâfattır. Zîrâ azadına sebep olmak bir insana yapılacak en büyük ihsandır.
Artık bu sayede o insan hür olur; hâkim olmak, vilâyette bulunmak ve şâhidlik
etmek gibi hür insanlara mahsus olan bütün haklardan bilicmâ1 istifâde eder.
Dâvud-u Zâhi-n'den ma'dâ bütün ulemâ'ya göre annenin hükmü dahî budur.[511]
1454/1223-
«Semuratü'bnü
Cündüb radıyalldhü anh'ûen rivayet olunduğuna göre: Peygamber sallallahü aleyhi
ve sellem :
— Her kim yakın bir
akraba satın alırsa o akraba hürdür; buyurmuşlardır.»[512]
Bu hadîsi Ahmed'le
Dörtler rivayet etmişlerdir.
(Hadîs) hafızlar (m)
dan bir cemaat onun mevkuf olduğunu tercih etmişlerdir.
İmam Ebu Dâvud bu
hadîsi Hammâd'da.n merfu' olarak tahrîc etmiştir. Fakat ayni hadîsi Şu'bc'den
mevkuf olarak rivayet eder; ve Şu'be'nin Hammâd'da.n daha belîeyişli olduğunu
söyler. Bu takdirde mevkuf olması daha müreccahtır. Ebu Dâvud onu Şu'be tariki
ile Katâde'den dahî rivayet etmişse de hadîs. Ömer (R. A,)'a mevkuf kalmıştır.
Ebu Dâvud: «Bu hadîsi Hammâd'dan başka kim-^ rivayet etmemiştir» diyerek onun
halikında şekketmiştir. İbnü'l-Medîni (161—234). «Bu hadîs münkerdir» demiş.
İmam Buhârî dahî onun sahîh olmadığını "söylemiştir. Ayni hadîsi îbni
Mâce, Nesâî, Tirmizi ve Bakim, Damure tarîki ile Sevrî'âen! o da Abdullah b. Dinar'dan
o da Abdullah b. Ömer (R. anhüm)'den rivayet etmişlerdir. Lâkin Nesâî: «Bu
hadîs münkerdir» demiş; Tirmizi de hatâ olduğunu söylemiştir. Tdberânl : «Bu
hadîsin isnadında vehmedilmiştir» demişse de Hâkim bunu reddetmiş ve Damure
tarîkinden her iki hadîsin bir isnadla rivayet edildiğini, mezkûr isnadı İbni
Hazm, Abdül-hâk ve İbnü'l-Kattan'm sahîh bulduklarını hattâ : «Damuretü'bnü
Rebia'ran tek başına rivayette bulunması zarar etmez; çünkü o mu'-temeddir;
Şam'da ona benzer bir adam yoktur» dediklerini söylemiştir. Hâsılı hadîs hem
mürsel hem merfu' olarak rivayet olunmuştur. Onu merfu1 olacak rivayet eden
râvîler de mu'temed zevattır.
Bu hadîs, bir kimse
yakın bir akrabasına mâlik olursa o akrabanın âzâd olacağtfia delildir. Yakın
akrabadan murâd, nikâhı haram olanlar dır ki, bunlara hususî ta'birle zî
rahîm-i mahrem derler. Anne ve baba, evlât, kardeş ve kız kardeşler, onların
çocukları, dayılar, teyzeler, amcalar ve halalar zîrahim-i mahrem'dirler.
Hanefîler'le diğer bazı ulemâ'mn mezhebi budur. İmam Şafiî'ye göre yalnız
babalarla çocuklar âzâd olur. Babalar hakkında hadîsde nass vardır; çocuklar
da onlara kıyas olunur. İmam Mâlik babalarla çocuklara kardeş ve kız kardeşleri
de katmıştır. Dâvud-u ZâhirVye göre milkiyet sebebi ile bir köle veya câriye
âzâd olamaz. Delili bundan evvelki Ebu Hüreyre hadîsinin «zahiridir. Ona göre
köle ve câriye kim olursa olsun ancak âzâd etmekle hür olur. Fakat Ebu Hüreyre
hadîsi Dâvud-u ZâhirVye delîl olamaz. Çünkü o hadîsteki ıtik mecazî mânâda
kullanılmıştır.[513]
1455/1224- «İmran
b. Husayn radıyaîîîahü anhümâ'âan rivayet olunduğuna göre bir adam ölürken
aStı kölesini birden âzâd etmiş; onlardan başka hiç bir malı yokmuş. Bunun
üzerine Resûlüllah sallaîlahü aleyhi ve sellem köleleri çağırarak onları üçe
bölmüş; sonra aralarında kur'a çektirmiş; ve İkisini âzâd etmiş, dördünü köle
olarak bırakmış. Adam hakkında da ağır söz söylemiştir.»[514]
Bu hadîsi Müslim
rivayet etmiştir.
Nesâî ile Ebu Davud'un
rivayetlerine göre, Peygamber (S.Â.V.)’in Ölen zât hakkındaki ağır sözleri ki ağır sözler:
«Bu adama
defnedilmeden yetişseydim; müslümanların kabristanlarına defnedilemezdi.»
buyurmasıdır.
Hadîs-i şerîf, hasta
iken yapılan teberru'un vasiyyet hükmünde delildir.
Mezheb imamlarının
bilittifak kavli budur. Yalnız teferruatta ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik'e
göre kölelere kıymet biçilir. Meselâ köleler altı tane ise mecmu' kıymetlerinin
üçte biri âzâd olur. Bu kıymetin iki köleye veya daha azına, yâhud çoğuna
tekabül etmesinin ehemmiyeti yoktur. Bazılarına göre mu'teber- olan, sayıdır.
Kıymete bakılmaz. Binâenaleyh bu meselede kölelerden iki tanesi âzâd olur.
Hanefîler'le diğer bazı ulemâ'ya göre ayrı ayrı her kölenin üçte biri âzâd
olur; ve köleler üçte iki kıymetlerini ödemek için mirasçılar hesabına
çalıştırılırlar. İmrân hadîsi haber-i vâhid olup usule muhaliftir. Şöyle ki:
köle sahibi her kölenin âzâd olmasını îcâbeden bîr söz söylemiştir. Şayet başka
malı olsaydı bütün köleleri ittifakla âzâd ola-olacaklardı. Malı olmayınca her
kölenin üçte biri âzâd olmak lâzım gelir. Ölüm hastası olan bir kimsenin
kölelerini âzâd etmesi ne ise bütün malını mülkünü vaiyyet etmesi de ayni
hükümdedir. Yani vasıyyeti, malının üçte birinden tenfîz edilir. Geriye kalan
mal mirasçıların rızâsına bağlıdır. Razı olmadıkları takdirde mal onlarındır.[515]
1456/1225- «Sefine
radtyallahü anh'den rivâyst edilmiştir.Demiştir ki: «Ben Ümmii Seleme'nin
kölesi İdim. (Bana) :
— Seni âzâd ediyor; ve
sağ kaldığın müddetçe Resûlüllah salîallahü aleyhi ve sellem'e hizmet etmesi
üzerine şart koşuyorum; dedi.»[516]
Bu hadîsi Ahmed, Ebu
Dâvud, Nesâî ve Hâkim rivayet etmişlerdir.
Hadîs-i şerîf, hizmeti
şart koşarak köle âzâd etmenin sahîh olduğuna ve itki, şarta ta'lik etmenin
cevazına delildir. Bu cevazın vechi Resûlüllah (S.A.V.)'in bu hizmeti takrir
buyurmasıdır. Çünkü hizmet kendileri için şart koşulmuştur. Hz. Ömer (R. A.)'m
dahî imarete aid köleleri âzâd ederek, kendinden sonra gelecek halîfeye üç
sene hizmetde bulunmalarını şart koştuğu rivayet olunur. Hanefîler'le bazı
ulemâ'mn mezhebi budur.[517]
1457/1226- «Aîşe radıydlîahü anhâ'dzn rivayet olunduğuna
göre ReŞûlütlah sallaüahü aleyhi ve seîlem:
— Velâf ancak âzâd
edene âiddir; buyurmuşlardır.»[518]
(Bu parça) uzun ve
müttefekun aleyh bir hadîsdedir. Hadîs «Alış - verîj bahsi» nde Beri re kıssası
nâmı ile ma'ruf kıssada şerh ile birlikde zikredilmiştir. Velâ' hakkının hasır
edatı olan «innemâ» ile ifâde Duyurulmasına- bakarak bazıları velâ'nın yalnız
âzâd edene mahsus olduğuna ve İslâmiyet sesebi ile velâ sabit olamayacağına
kail olmuşlardır. Hanefîler'le şâir bazı ulemâ'ya göre İslâmiyet sebebi ile de
velâ hakkı sabit olur.[519]
1458/1227- «İbni
Ömer radıyallahü anhümâ'âan rivayet
olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah salîdllahü aleyhi ve seüem :
— Velâ' neseb karabeti
gibi bir karabettir; ne satılır ne de bağışlanır; buyurdular.»[520]
Bu hadîsi Şâifl
rivayet etmiştir. İbni Hibbân ile Hâkim onu sahîhlemişlerdir. Aslı Sahtheyn'de
başka lâfızlarladır.
Sahîheyn'doki ibaresi
şudur :
«Peygamber (S.A.V.)
velâ'nın satılmasını ve bağışlanmasını yasak etti».
Bu hadîsi Şeyheyn,
Abdullah b. Dinar tarîki ile Hz. Ömer (R. A./dan. rivayet etmişlerdir. Tirmizî
onu tahrîc ettikten sonra: «hasen sahîhjir» demiştir.
Velâ'yı nesebe
benzetmekten murâd: miras hususunda onun neseb hükmünde olduğunu anlatmaktır.
Hadîs-i şerîf,
velâ'nın satılamayacağına; ve bir kimseye bağışlanamayacağına delildir. Çünkü
velâ' neseb gibi ma'nevî bir şeydir. Babalık ve kardeşlik gibi şeylerin
intikali mümkin olmadığı gibi bunun inti-tikali de mümkin değildir. Câhilİyyet
devri'nde araplar velâ hakkını satmak ve bağışlamak sureti ile şahıslar
arasında intikal ettirirlerdi. İslâmiyet bunu menetmiştir. Cumhur-u ulemâ'nın
mezhebi budur. Seleften bazılarının: «velâ satılabilir» dediği; bazılarının da
bağışlanmasına cevaz verdiği rivayet olunursa da bu onların ya Ibni Ömer hadîsini
işitmediklerine yâhud hadîsdeki nehyi kerâhet-i tenzihiyye mânâsına
aldıklarınaiıamledilir,[521]
Müdebber: âzâd olması,
sahibinin ölümüne ta'lik edilen köledir. Buna müdebber denilmesi sahibi
tedbirli davranarak dünya ve âhireti bındaki tedbiri ise itkin sevabıdır. Bu
suretle köle âzâd etmeye de «tedbiri, Ölünceye kadar kölesinin hizmetinden
istifâde etmesi; âhireti bâ-bındaki tedbiri ise itkin sevabıdır. Bu suretle
köle âzâd etmeye de «tedbir» derler.
Mükâteb: dahî müdebber
gibi ism-i meful bir kelime olup bedel-i kitabete bağlanmış köle demektir.
Kitabet: kölenin âzâd
olmasını, sahibine mal ödemesine ta'lik etmektir. Kölenin mâlı olmaz; çünkü
kendisi maldır diyenlere göre tedbir kıyasa muhalif olarak meşru' kılınmıştır.
Ümmü veled : Sahibi
tarafından döl almak için tahsis edilen câriyedir. Bu hususta «Alış-veriş
bahsi» nde söz geçmişti.[522]
1459/1228- «Câbîr
rackyallahü anh'dan rivayet olunduğuna göre, Ensar'dan bir zât bir kölesini
ölümünden sonra vaki' olmak üzere âzâd etmiş. Ondan başka malı yokmuş. Bu haber
Peygamber salltahü aleyhi ve sellem'e vâsıl olunca :
— Bu köleyi benden kim
satın alacak? demiş. Bunun üzerine onu Nuaym b. AbdİIIâh sekiz yüz dİrhem'e
satın almıştır.[523]
Hadîs mütiefekun
aleyh'dİr. Buhârî'nin bir rivayetinde: «Müteakiben muhtaç kaldı» denilmiş,
NesâVnin bir rivayetinde ise : «adamın, borcu vardı. Bu sebeple köleyi sefcîz
yüz dirheme satarak ona verdi; ve:
— Borcunu Öde;
buyurdu.» denilmiştir.
Ebu Dâvud ile .Mesaî1
nin rivayetlerine göre köleyi âzâd eden zâtın ismi Ebu Mizkâr, kölesinin ismi
de Ebu Ya'kub'tur.
Hadîs-i şerîf,
tedbirin meşru' olduğunu delildir. Bu hususta ulemâ ittifak halindedirler.
İhtilâf ettikleri cihet, tedbirin bütün maldanım yoksa malın üçte birinden mi
tenfîz edileceğidir. Cumhur'a göre malın üçte birinden tenfîz edilir. Seleften
bir cemâatle Zahirîler bütün maldan tenfîz edileceğine kaildirler. Cumhur
tedbiri vasiyyete kıyas etmişlerdir. Zira her ikisi ölümden sonra tenfîz
olunurlar. Hadîsden delilleri de Hz. İbni Ömer (R.A.)'m merfu' olarak rivayet
ettiği:
«Müdebber üçde birden
(âzâd) olur» hadîsidir. Ancak bu hadîsin merfu' veya mevkuf olduğu bir hayli
münakaşa edilmiştir. Beyhakî: «sahih, olan mevkuf olmasıdır» demiştir.
Zahirîlerin delüi
yalnız kıyastır. Onlar, tedbiri hibe ve emsali şeylere benzetirler. Fakat
cumhur'un delilleri daha kuvvetli görülmektedir. Çünkü onlar hem kıyas hem de
sünnetle istidlal ettikleri gibi kıyasları da zahirîlerin kıyasından daha-
evlâdır.
Hadîsimiz ihtiyaç
sebebi ile müdebberin satılabileceğine de delâlet ediyor. Bazıları mutlak
surette satılamayacağına kail olmuşlardır. İmam Şafiî ile Ahmed b. Haribe'm de
dâhil bulunduğu diğer "bir cemâate göre mutlak surette satılması caizdir.
Hanefîler'e göre ise mutlak müdebber satılamazsa da mukayyed düdebber
satılabilir. Mukayyed müdebber, ta'lik sureti ile yani : «Bu hastalığımdan
ölürsem âzâd ol» gibi bir sözle âzâd edilen köledir.[524]
1460/1229- «Amr
b. Şuayb'tan o da babasından o da dedesinden radıyallahü anhüm- o da Peygamber
sallattahü aleyhi ve sellem'den îşİtmîş olarak rivayet olunduğuna göre
ResûlüSlah sdllallahü aleyhi ve sellem:
— Mükâteb, üzerinde
mükâtebesinçlen bir dirhem kaldığı
müddetçe köledir; buyurmuşlardır.»[525]
Bu hadîsi iyi bîr
isnadla Ebu Davud tahrîc etmiştir.Aslı Ahmed'le Üçler'in kitaplanndadır.Hâkim
onu sahîhlemiştir.
Hadîs bir çok
yollardan rivayet olunmuşsa da bunların hepsi hakkında söz edilmiştir. İmam
Şafiî: «Bu hadîsi Amir b. Şuayb'tan başka rivayet eden bilmiyorum; ehM ilimden
beğendiğim hiç bir kimsenin onu isbât ettiğini görmedim. Müftîlerin fetvası da
buna göredir» diyor.
Hadîs-i şerîf,
mükâteb, kesilen kitabet bedelini ödemedikçe kendisine köle hükmü verilmekte
devam edileceğine delildir. Cumhu'un mezhebi ve Hanefîler'le Şâfiîler'in keza
îmam Mâliksin kavli budur. Mesele ihtilaflıdır. Hz. Ali (R. A.)'m : «şartı
ödedi zaman âzâd olur» dediği ve bir rivayette, Ödediği mikdar kadar âzâd
olacağına kail bulunduğu söylenir. Delili JVesâî'nin İkrime'den onun da
Peygamber (S.A. V.J'den rivayet ettiği şu hadîstir:
«Mükâtebin Ödediği
hisse mukabilinde hür diyeti, kalan borcu mukabilinde köle diyeti verilir.»
Beyhakî diyor ki: «İşittiğime göre Ebu îsâ Tirmizî şunları söylemiş: bu hadîsi
Buhâ-rî'ye sordum cevaben: Bu hadîsi bazıları Eyyub't&n o da İkrîme'den o
da Ali'den rivayet etmiş fakat Ikrime üzerinde ihtilâf olunmuştur. İkrime'nin
Ali'den rivayeti mürsel; Peygamber (S.A.V.)'den rivayeti dahî mürseldir. Ama
hadîs Ali'den merfu' ve mevkuf bir çok yollarla riyâyet edilmiştir; dedî.»
Anlaşılıyor ki İkrime hadîsinin sabit olmuş bir aslı vardır. Şu kadar var ki
bahsimizin hadîsine muarızdır. Bu meselede cumhur'un kavlini sahâbe-İ kirâm'ın
eserleri te'ykl ettiği gibi köle sahibi hakkında ihtiyat olan da odur. Çünkü
sahibinin köle üzerindeki hakkı ancak köledeki alacağını teslim almakla zail
olur.[526]
1461/1230- «Ünımü
Seleme radıyallahü anhâ'âan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlültah
saîlallahü aleyhi ve seîlem:
— Birinizin bir
mükâtebi olur da o mükâtebin borcu nu ödeyecek malı da bulunursa ondan
(çarşafım) örtünsün;
buyurdular.»[527]
Bu hadîsi Ahmed'le
Dörtler rivayet etmişlerdir. Tîrmiiî onu sahîhlemiştir.
Hadîs-i şerîf iki
meseleye delildir:
1— Mükâteb,
bedel-i kitabeti ödeyecek kadar mala sâhib olursa hür hükmündedir; artık sahibi
kadınsa mükâtebden kaçması îcâb-eder. Bu hadîs Amir b. Şuayb hadîsine muarız
ise de İmam Şafiî iki hadîsin aralarını bulmuş ve, «Ümmü Seleme hadîsi
Peygamber (S.A. V.J'in zevcelerine mahsustur. Mükâtebleri kitabet bedelini
bulursa henüz fi'leri ödememiş bile olsa onlar mükâtebelerinden kaçacaklardır.
Nitekim Hz. Zem'a (R. Anhâ)'ya. İbni Zem'a'nın yanına çıkması men edümişti.
Halbuki: (çocuk firâşa aiddir) buyuruimuştu» demiştir.
Bazıları iki hadîsin
arasını şöyle bulmuşlardır. Âmir b. Şuayb hadîsinden murâd «mükâtebin
zimmetinde bir dirhem dahî borç kaldığı müddetçe o köledir» demektir. Ümmü
Seleme (R. Anhâ) hadîsi ise bütün borcunu Ödeyecek malı bulmuş da henüz teslim
etmemiş olan mükâtebe mahsustur Vakıa' Hz. Ümmü Seleme (R. Anhâ)'-dan şöyle
bir hadîs de rivayet olunmuştur:
«Resûlüllah (S.A.v.)
kendisine: «Biriniz kölesini mükâteb yaparsa üzerinde kitabet bedelinden bir
şey kaldığı müddetçe köle sahibesini görsün, fakat kitabet borcunu Ödedimi artık
sahibesi onunla ancak perde arkasından konuşsun; buyurmuşlardır.» Lâkin bu
hadîs zaîftir. Babımızın hadîsine muâraza edemez.
2— Hadîsin
mehum-u muhalifinden bir kölenin köle olarak kaldığı müddetçe sahibi olan
kadına bakabileceği anlaşılmaktadır. San'ânî selefin ekser-i ulemâsı ile İmam
ŞâfiVnin mezhebi bu olduğunu söyler ve :
«[528] kadınların sâhib oldukları kimse'ere görünmeleri
müstesnadır»
Ayet-i kerîmesi ile
Ebu Dâvud ve Beyhakî'nin tahrîc ettikleri Hz. Fâtıme (R. Anhâ) hadîsini bunlara
delîl gösterir. O hadîse göre: Fâtıme (R. Anhâ) kölesinden kaçmak isteyerek
Örtünmüş; fakat Örtü küçük olduğundan başına örttüğü zaman ayakları açılır,
ayaklarını Örttüğünde başı açık kalırmış. Bunun üzerine Peygamber (S.A.V.) :
— Sana (görünmenin)
bir zararı yoktur. Bu (zat) ancak senin baban ve kölendir; buyurmuşlardır.
Abdürrezzak[529], Mücâhid'm[530]:
«köleler Peygamber (S.A.V.)'in zevcelerinin yanma girerlerdi» dediğini ve
bununla onların kendi milki olan kölelerini kasdettiğini söylemiştir.
Yine San'ânî,
Hanefîler'le Hâdevîyye fırkasının bu meseledeki, mezhebini şöyle anlatır:
«Hâdevîler'le Ebu Hanîfe memlûk kölenin ecnebi gibi olduğuna zâhiptirler.
Derler ki: (köle âzâd olduktan sonra kendisini âzâd eden kadınla evlenebilmesi
buna delâlet eder). Bunlar babımızın hadîsine (mefhum-u muhalefettir; onunla
amel edilmez) diye cevap verdikleri gibi: (âyetten murâd da hür kimselerin
cariyelere bakmasıdır. Onları hassaten zikretmesi:
kavli keriminden
cariyelerin hür kadınlar gibi olmadığı anlaşılmasın diyedir; zîrâ cariyeler
kadınların kendilerinden değildirler) derler. Bu sözün zaîf ve tekellüf olduğu
aşikârdır. Hakka tâbi olmak daha iyidir.» San'ânVnin sözü burada bitdi.
Ben derim ki; Hak'ka tâbi
olmak sade evlâ değil yerine göre farz da olur. Fakat acaba bu söz mefhum-u
muhalif delil kabul eden San'ânVye göre : îmam-t A'zam'm,, daha doğrusu
Hanefîler'in bu meseledeki mezhebi bâtıldır; mânâsına gelmiyor mu? Hanefî
mezhebi için zaîftir, tekellüftür diyerek onu yerdikten sonra : «Hakka tâbi'
olmak daha iyidir» demenin bundan başka ne mânâsı olabilir? Hakkın zıddı bâtıl
olduğuna göre, Hanefîler'in sözü bâtıl demektir. Bu sözden mefhum yolu ile de
olsa ta'riz tarîki ile ele olsa ancak bu mânâ çıkar. Acaba Hanefiler,
San'ânVnin ince bir edebiyat oyunu ile kendilerini âdeta alaya almasını
hakkedecek kadar düştülermi? Akl-ı kaasırânemce buna hüküm verebilmek için
onların bu meseledeki kavlini kendi kitaplarından almak îcâbeder. Bu bâbta Hanefî
kitaplarından «el-Hidâye»[531] de
şöyle denilmektedir: «Kölenin hanımefendisine bakması caiz değildir; ancak
ecnebi bir kimsenin bakabileceği yerleri müstes na. İmam Mâlik: köle mahrem
gibidir; demiştir. İmam ŞâfiVnin iki kavlinden biri de budur. Onların delili[532] «kadınların
sâhîb oldukları kimselere görünmeleri müstesnadır» âyetidir. Aklî delilleri,
görme ihtiyacının muhakkak olmasıdır; çünkü köle hanımefendisinin yanma
izinsiz girer; çıkar. Bizim delilimiz şudur: köle ne mahrem ne de koca olan bir
erkektir. Hanımefendisi ile bilcümle (bazı suretlerde) nikâh-lanniası caiz
olduğundan ona karşı şehvet duyacağı muhakkaktır. Onun yanına girme ihtiyacı
ise muhakkak değil noksandır. Zîrâ köle evin dışında çalışır. Âyet-i
kerîme'den murâd ise cariyelerdir. Saîd, Hasan ve başkaları: «Sakın Nûr sûresi
sizi aldatmasın; çünkü o köleler için değil cariyeler hakkında nazil olmuştur»
demişlerdir.»
«El-ihtiyar» nâm
eserde de şu satırları okuruz: «Hanımefendisine nisbetle köle ecnebi gibidir.
Çünkü ecnebinin fitnesinden ne kadar korkutursa kölenin fitnesinden de o kadar
hattâ bir arada çok bulunmaları sebebi ile dahada fazla korkulur. îhtilâtı
haram kılan nasslar mutlaktır...»
Yukarıdaki îzâhat
nazar-ı insafla gözden geçirilirse pek âlâ anlaşılır ki, Hanefîler'in kavline
bâtıl diyebilmek için insanda en azından Yemenli San'ânî kadar cesaret olmak
gerekir. Aksi takdirde yalnız şehvet meselesini düşünmek bile Hanefîler'i haklı
çıkarmaya kâfidir.[533]
1462/1231- «İbni
Abbas radıyallahü anhümâ'dan rivayet olunduğuna göre: Peygamber sdtlaUahü
aleyhi ve sellem :
— Mükâteb için âzâd
olan mikdar nisbetinde hür diyeti, köle olan
mikdarı karşılığında köle
diyeti verilir; buyurmuşlardır.»[534]
Bu hadîsi Ahmed ile
Ebu Dâvud ve Nesâî rivayet etmişlerdir.
Hadîs-i şerîf mükâteb
için, kitabet bedeli nisbetinde hür hükmü olduğuna delildir. Binâenaleyh
öldürüldüğü takdirde diyeti bölündüğü gibi hudûd-ü şer'iyye ve saire de aynı
şekilde bölünür. Bu husustaki ihtilâflar ıtik bahsinin baş taraflarındaki İbni
Ömer hadîsi ile kısmen «Müdebber babı» nın baş taraflarındaki Amtr b. Şuayb
hadîsinde geçmiştir, îbnü'l - Kayyim «tehzîbü's-sünen» adlı eserinde bu hadisi
merfu', mevkuf, müsned ve mürsel olmak üzere muhtelif yollardan rivayet
ettikten sonra şunları söylemiştir: «Bu ıztırabtan dolayıdır ki İmam Ahmed bu
hadîsle ameli terketmiştir. Hadîs kendisine sorulunca, İmam Ahmed: Ben Berîre
hadîsine zâhib olurum. Peygamber (S.A.V.) onun satılmasını emretmişti; demiş.
Bununla onun câriye olarak kaldığını anlatmak istemiştir...»[535]
1463/1232-
«Ümmü'l-Mü'minîn Cüveyriye'nin kardeşi[536] Amr
b. Haris radıyallahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah
salîallahü aleyhi ve sellem vefat ederken ne bir dirhem, ne bîr dînâr, ne bîr
köle, ne bîr câriye ne de (başka) bir şey bırakmıştır. Yalnız beyaz katırı İle
silâhı bir de sadaka yaptığı bir parça arazî müstesna».[537]
Bu hadîsi Buharı
rivayet etmiştir.
Hadîs-i şerif,
Resûlüllah (S.A.V.)'in dünyadan ve dünya varlığından ne derece münezzeh; gerek
kalbinin, gerekse bedeninin dünya ile meşgul olmaktan ne kadar hâli bulunduğuna
delildir. Çünkü O, bütün varlığını me'mur olduğu risâleti teblîga, Mevlâsına
ibâdete, O'nun rızâsına hasretmişti. Hayatında tam 63 memlûk âzâd etmiş; fakat
bunlardan bir tanesini olsun âhir ömrüne bırakmamıştır.
Tasadduk ettiği arazî
parçasına gelince Ebu Dâvud bunun bir hurmalıktan ibaret olduğunu, onu,
kendisine Allah verdiğini söyler. Benî Nadir hurmalığı nâmı ile anılan hurmalık
budur. Resûlüllah (S.A. V.) bu hurmalığın ekserisini muhacirlere vermiş
kalanını da tasadduk etmiştir. Benî Fâtıme'nin elindeki hurmalık da budur.[538]
1464/1233- «İbnî
Abbas radıyalîahü anhümâ'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüİlah
sallaîlahü aleyhi ve setlem:
— Herhangi bir câriye
efendisinden doğurursa, onun ölümünden sonra hürre olur; buyurdular.»[539]
Bu hadîsi İbni Mâce
ile Hâkim zaîf bir isnadla tahrîc etmişlerdir. Bir takımları onun Ömer'e mevkuf
olduğunu tercih eylemişlerdir.
Hadîsin zaîf olması
isnadında el-Hüseyn b. Abdillâh-i Hâşimî bulunduğundandır. Bu zât cidden
zaîftir.
Hadîs-i şerif, ümm-ü veled
olan cariyenin, efendisi öldükten sonra âzâd olacağına delâlet ediyor. Nitekim
bundan önceki hadîs dahî ayni hükme delâlet eder. Çünkü Resûlüİlah (S.A.V.)'in
vefatında cariyesi Mâriye-i Kıbtiyye sağ idi. Halbuki Hadîste: Peygamber
(S.A.V.) hiç bir câriye bırakmamıştır» deniliyor. Şu halde Resûlüllah
(S.A.V.)'in vcfa-tiyle Hz. Mâriye âzâd olmuş demektir. Mâriye (R.anhâ) Hz.
Ömer'in hilâfeti zamanında vefat etmiştir.
Ümmü veled hakında
«alış - veriş bahsi» inde kâfi derecede îzâhat verilmişti.[540]
1465/1234- «Sehl
b. Huneyf radıyalîahü anh'dan rivayet olunduğuna göre: Resûlüİlah sallalldhü
aleyhi ve seîlem:
— Her kim Allah
yolunda bir mücâhide yâhud baş sıkısını çözmek için bir borçluya veya başını
kurtarmak için bir mükâtebe yardım ederse o kimseyi Allah kendi gölgesinden
başka gölge olmayan günde gölgelendirir; buyurmuşlardır.»[541]
Bu hadîsi Ahmed
rivayet etmiştir. Hâkim onu sahîhlemiştir.
Borçlu'dan murâd:
Birine kefil olan ve kefil olduğu şeyi ödeyendir. Hadîs-i şerîf böyle bir
yardımın büyük sevab olduğuna delildir. Burada yardım mükâteb için dahî
zikredilmiştir. Filhakika Teâlâ Hazretleri mükâteb hakkında:
«[542]
Eğer o kölelerde bîr hayır görürseniz kendilerini rnükâteb yapıev-rİn; ye
Allah'ın sîze verdiği malından onlara verin-!» buyurmuştur. îmam Nesâî, Hz. Alî
(R. .AJ'dan merfu' olarak şu hadîsi tahrîc etmiştir :
«Peygamber (S.A.V.) :
— Bu âyette kitabetin
dörtde biri vardır» buyurdular. tbni Cerir ve başkaları Hz. Ali (R. A.)'m:
«Allah köle sahibine mükâteb kÖSesinîn dörtde bîr kıymetini bırakmasını emretti»
dediğini rivayet etmişlerdir. Maamâfîh bu farz değil, sevab olduğunu beyândır.[543]
Toplu bahislerden
murâd: Edeb, İyilik ve sıla, Zühd-ü takva, Kötü huylardan sakındırma, Güzel
ahlâka teşvik, Zikir ve duâ nâmlarındaki altı bâbtır.[544]
Edeb: İnsanlara karşı
bütün hareket ve muamelelerinde terbiyeli ve ahlâklı olmaktır. Selâm vermek,
güler yüz göstermek, tırnak kesmek, sakal salmak gibi nice güzel âdâb-ı
îslâmiyye vardır ki bunlar Peygamber (S.A.V.)'in birer sünneti olduğu gibi daha
önce geçen Peygamberlerin de sünnetidirler. İşte «Edeb babı» nda bunların
mühim bir kısmı görülecektir.[545]
1466/1235- «Ebu
Hüreyre radıyallahu anh'âan rivayet olunmuştur Demiştir ki: Resûlüllah sdallahü
aleyhi ve sellem :
— Müslümanın müslüman
üzerindeki hakkı altıdır; ona rastladığın vakit kendisine selâm ver; seni
çağırırsa icabet et; senden nasîhat isterse nasihat eyle; aksırır da Allah'a
hamdederse teşmît et; hastalanırsa kendisini dolaş; Ölürse (cenazesinin)
arkasından git! buyurdular.»[546]
Bu hadîsi Müslim
rivayet etmiştir.
Müslim'in bir
rivayetinde: «Senden nasîhat isterse nasîhat eyle» cümlesi ıskat edilerek bu
haklar beş gösterilmiştir.
Hadîs-i şerif bîr
müslümanın müslüman üzerindeki haklarının bunlar olduğuna delildir:
Hak'dan murâd:
Bırakılmaması îcâbeden ve yapılması ya farz veya vâcib yâhud bitte'kîd mendub
olup vacibe benzeyen şeylerdir. Altı şeyden :
Birincisi : Rastladığı
zaman din kardeşine selâm vermektir. «Selâm ver» emri esas i'tibârı ile vücûb
ifâde ederse de ulemâ'dan îbni Abdilberr'le Hanefîler selâm vermenin sünnet;
selâm almanın, ise farz olduğunu nakletmişlerdir. îmam Müslim'in «Safıîh» inde
merfu' olarak rivayet ettiği bir hadîsde selâmın ifşası emredilmiş; onun sevişmeye
sebep olduğu beyân buyurulmuştur. Sahîheyn'de şu hadîs vardır :
«Şüphesiz ki amellerin
en faziletlisi yemeği yedirmektir; tanıdığın, tanımadığın herkes'e de selâm verrrsin.»
Ha.
Ammdr (R.A.) : «Üç şey
vardır; bunları bir araya getiren îmânı zparlamıştır, bunlar insaflı olman,
herkes'e selâm vermen ve azdan İntak etmendir» denilmiştir. Hakîkaten bu
sözler, son derece güzel, ve hayın en cemiyetli bir surette ifâde eden
kelimelerdir. Selâm Allah'ın isimlerinden biridir. Şu halde «es-Selâmü aleyküm»
demek siz Allah'ın muhafazasmdasmız mânâsına glir. Bazıları: selâm selâmet
manasınadır; yani: Allah'ın selâmeti seninle beraberdir; demektir, mütâlâasında
bulunmuşlardır. Kendisine selâm verilen; bir kişi dahî olsa yine en azından
«es-Selâmü aleyküm» demek lâzımdır. Çünkü beraberinde melekler vardır. Müfred
ve nekire sözlerle «Selâmün aleyk» yâhud «setâmün aleyküm» demek de kâfi ise
de«es-selâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berakâtüh» şeklindeki en mükemmel
selâm, şüphesiz hepsinden faziletlidir. Kendisine selâm verilen, bir kişi ise
selâmı alması farz-ı ayın'dır. Çok oldukları takdirde selâm almak farz-ı kifâye
olur; ve içlerinden birinin onu alması ile Ötekilerden borç sakıt olur. Selâm
hakkında biraz ileride Ebu Hüreyre ve Ali (R. anhümâ)'dan rivayet edilmiş
hadîsler gelecektir. Verilen selâmın derhal alınması icâb-eder.
Hadîsde :
«Müslümanın müslüman üzerindeki
hakkı»
buyurulduğuna göre
gayr-i müslimin böyle bir hakkı olmadığı anlaşılır. Bu hususu tasrîh eden hadîs
dahî aşağıda gelecektir: «Rastladığın vakit kendisine selâm ver» cümlesi
ekser-i ahvâle göre vârid olmuştur. Yoksa mefhûm-u muhalifi mu'teber değildir.
Çünkü Resûlül-lâh (S.A.V.)'in :
«Biriniz oturduğu
zaman selâm versin; kalktığı zaman da selâm versin; birinci selâm sonrakinden
daha makbul değildir» buyurduğu sabit olmuştur. Bir de, rastlamaktan tnurâd:
her tesadüf ettikçe selâm vermektir; isterse tesadüfler birbirine yakın olsun.
Çünkü Ebu Davud'un tahrîc ettiği bir hadîsde Peygamber (S.A.V.) şöyle
buyurmuştur:
«Biriniz arkadaşına
rastlarsa ona selâm versin; şâyed aralarına bir ağaç veya duvar girer de sonra
(tekrar) karşılaşırsa ona (yine) selâm versin.» Hz- E"es (R.A.)ı «Resûiüilah
(S.A.V.)'in ashabı birbirleri ile yolculuk ederlerdi. Karşılarına bir ağaç veya
tepe çıkarsa sağa sola dağılırlar; ardından tekrar buluştu-larmı birbirlerine
selâm verirlerdi.» demiştir.
İkincisi : Müslüman
da'vet ettiği zaman icabette bulunmaktır. Ulemâ bu da'veti düğün, sünnet
cemiyeti ve benzerlerine tahsis etmişlerdir. Düğün da'vetine «velîme» denilir
ki bu da'vete icabet vâcibtir. Çünkü Peygamber (S.A.V.) onun hakkında :
«Her kim bu da'vete
icabet etmezse muhakkak Allah ve Resulüne İsyan etmiş Olur» buyurmuşlardır.
Hanefîler'in fıkıh kitaplarından «el-ihtiyar» da velîme'ye da'vet edilen
hakkında şöyle denilmektedir: «Eğer da'vetli oruçlu ise da'vete gider ve
duâ'eder; oruçlu değilse yemek yer ve duâ eder; yemezse günaha girer ve cefâ
etmiş olur. Çünkü da'vet sahibi ile istihza tesmîttir.
Sair da'vetlere icabet
menduptur. Zira bunlar hakkında velîme'de olan va'îd ve tehdîd yoktur.
Üçüncüsü: Nasihat isteyene
nasihatte bulunmaktır. Bu hadîs, na-sîhat isteyene nasihat etmenin ve onu
aldatmamanın vücûbuna delildir. İstemeden nasihatte bulunmak menduptur. Çünkü
hayıra ve iyiliğe delâlettir.
Dördüncüsü : «Aksırır
da Allah'a hamdederse teşmît et»
cümlesi teşmîtinin
vücûbuna delildir. Teşmîtin aslı «teşmît» lir.
Teşmît : doğru yolda
olmasına duâ etmektir. Kelimenin sin'i ştn'a kalbedilerek teşmît denilmiştir.
Aksıran kimse «el-hamdü lîllâh» diyecek, işiten de ona mukabele olmak üzere
«yerhamükellâh» diyecektir. Hadîsde hamdin vâcib olduğuna delâlet yoktur.
Binâenaleyh hamd menduptur. îmam Nevevî: «Ulemâ hamd'in müstehâb olduğuna ittifak
etmişlerdir» diyor. Gerek hamd'in gerekse teşmît'in ne zaman ve nasıl
yapılacağını îmam Buhâri'nin Hz. Ebu Hüreyre (R. A.)'âan tah-rîc ettiği şu
hadîs beyân etmektedir:
«Biriniz aksırdığı
vakit el-hamdülillâh desin. Din kardeşi veya arkadaşı ona: yerhamüke'llâh
desin. O da: Allah size hidâyet versin ve hâlinizi ıslâh etsin; mukabelesinde
bulunsun.» Cumhur-u ulemâ'mn kavli de budur. Küfe ulemâ'sına göre ise :
«Ailah bizi de sizi de
mağfiret buyursun» diye cevap verilir. Bunlar ayni cevabı, Taberânî'nin İbni
Mesûd (R.A.ydan rivayet ettiğini söylerler. Mezkûr cevabı Buharı dahî
«el-Edebü'l-Müfred» de rivayet eder. Bir takımları: aksıran bunlardan birini
seçmekte muhayyerdir demişler; bazıları, her ikisinin de söylenmesine kail olmuşlardır.
Zahirîlerle
İbnü'l-A'rdbî'ye göre her işitene teşmît vâcibtir. İmam Buhâri'nin Hz. Ebu
Hüreyre (R. A./dan tahrfc ettiği şu hadîs onlara delildir:
«Biriniz aksırır da
Allah'a hamdeylerse onu işiten her müslümana: yerhamüke'llâh; demek vâcib olur»
Ebu Davud'un mezhebi de bu olsa gerektir. Çünkü İbni Abdilberr'in iyi bir
senedle rivayetine göre:
Ebu Dâvud bir gemide
bulunuyormuş. Derken sahilde birinin aksırttığını işitmiş; ve hemen bir dirheme
bir kayık kiralayarak aksıranm. yanma gitmiş; ona teşmît yaptıktan sonra tekrar
gemiye dönmüş. Kendisine neden ta oraya kadar gittiği sorulunca:
— Olur ki o zât duası
makbul bir kimsedir; diye cevap vermiş. Gemidekiler o akşam uyudukları vakit
bir ses işitmişler. Birisi onlara:
— Hiç şüphe yok ki Ebu
Dâvud, Alfah'dan cenneti bir dirheme satın aldı; diyormuş. Maamâfîh sahile
kadar gitmesi teşmîti vâcib gördüğü için değil de sırf o zâtın duasını almak
için dahî olabilir.
Nevevî; «Aksıran kimse
hamdetmezse yanında bulunanların bunu kendisine hatırlatması müstehâptır; bu
suretle p hamdeder, yanındakiler de teşmîtte bulunurlar» der. Bittabi
hatırlatma, emr-i bil ma'ruf kabilinden güzel bir iş olur.
Aksıramn riâyeti
gereken bazı âdâb vardır ki, bunlar şu hadîslerde beyan edilmiştir:
1—
Hâkim ile
BeyhakVnin Hz. Ebu Hüreyre'den merfu' olarak tahrîc ettikleri şu hadîsde
Resûlüllah (S.A.V.) :
«Biriniz aksıracağı
zaman hemen iki avucunu yüzüne koysun ve onlarla sesini kıssın»
buyurmuşlardır.
2— Taberânî'nin,
Hz. İbnî Abbas (R.A.)'âan tahrîc ettiği bir hadîsde şöyle buyurulmuştur:
«Biriniz aksırdıda:
elha'mdüMillâh; derse, melekler: rabbil âlemin; derler. O kimse: rabbil âlemin;
de derse melekler: Allah sana rahmet buyursun; derler.» Yalnız bu hadîsde
zaîflik vardır.
3— Aksırık
tekerrür ederse üç defaya kadar teşmît de tekrarlanır. Çünkü bu bâbta Ebu
Davud'un Hi. Ebu Hüreyre (R. A.)'dan merfu'- olarak tahrîc ettiği bir hadîsde
:
«Biriniz aksınrsa
yanında oturan ona teşmît yapsın. Fakat üçten fazla aksınrsa o kimse
zükâmlıdır; üçten sonra ona teşmît yapmasın» buyurulmuştur. İbni Ebi Cemre diyor
ki : «Bu hadîs, aksıran kimseye Allah'ın ne büyük ni'met ihsan ettiğine
delildir. Bu da aksırık üzerine terettüb ettirdiği hayırdan .anlaşılmaktadır.»
Filhakika hadîsde
Allah'ın kuluna olan fazl-u kereminin büyüklüğüne işaret vardır. Şöyle
ki:
1— Aksırık
ni'meti sayesinde ondan zararı gidermiştir.
2—
Aksırana
hamdetmeyi meşru' kılmıştır. Bundan dolayı ona sevap verir.
3— Hamdedene
yanındakilerin duâ etmesini meşru' kılmıştır.
4— Aksırık
sebebi ile, o kimseye bir ni'met ve menfaat hâsıl olmuştur.
Çünkü aksırık olmasa
içerideki boğucu gaz ve buharlar dışarıya çıkamaz; ve belki de içeride kalmış
olsa çeşit ihtilâtlara, güçlüklere sebep
olabilir. İşte, yerin zelzelesine benzeyen bu beden zelzelesi ile, o gaz ve
buharlar birden dışarıya atılır. Fakat bu müthiş zelzeleden bedenin tek bir
uz'vanda en ufak bir arıza vuku' bulmaz. Bu cidden şayân-ı şükran bir şeydir. Onun
için de aksırıktan sonra hamdetmek meşru' olmuştur.
Hadîsin işaretinden,
gayr-i müslimlere teşmît yapılmayacağı anlaşıldığı gibi, Ebu Dâvud, Tirmizî ve
başkalarının sahîh isnâdlarla, Hz. Ebu Musa (R. A.)dan tahrîc ettikleri şu
hadîs de bu bâbta nassdır:
«Ebu Musa demiştir kt:
Yahudiler Resûlüllah (S.A.V.)'in yanında ak-sırırlar; kendilerine
yerhamüküm'Hâh denilmesini umarlardı. Peygamber (S.A.V.) ise :
— Allah size hidâyet
versin ve hâlinizi ıslah buyursun; deyiverirdi.» Lâkin bu da onların hamdetmesine
bağlıdır.
Beşincisi :
«Hastalanırsa kendisini dolaş» cümlesi ile ifâde buyurulan hasta dolaşma
meselesidir. Buradaki emrin vücûb ifâde ettiğine îmam Buhâri cezmen kail
olmuştur. Bazıları onun farz-ı kifâye olması ihtimâli üzerinde durmuşlardır.
Cumhura göre ise men-duptur. Nevevî vâcib olmadığına ulemâ'nın icmâ'ı
bulunduğunu nak-letmiştir. Musannif, NevevVnm bununla: muayyen kimselere vâcib
değildir; demek istediğini söylemiştir. Hasta dolaşmak müslümanın müslüman
üzerindeki haklarından olunca, bu bâbta hastayı tanımakla tanımamak ve akraba
olmakla olmamak müsavidir. Keza. hastalık her çeşid rahatsızlıklara âmm ve
şâmildir. Zâhir-i hadîs'e-bakılırsa hastayı ne zaman olsa dolaşmak caiz
görünürse de îbni Mâce'nin Hz, Enes (R.A.ydan rivayet ettiği bir hadîsden
Peygamber (S.A.V.)'in bir hastayı ancak üç günden sonra dolaşırdığmı anlaşılmaktadır.
Yalnız bu hadîsin isnadında metruk bir râvî vardır.
Hadîsin zahirinden,
gayr-i müslimlerin hastaları dolaşılamayacağı. anlaşılır; ancak Resûlüllah
(S.A.V.)'in gayr-i müslim hizmetkârını dolaştığı ve onun ziyareti bereketi ile
hizmetçinin müslüman olduğu; keza amcası Ebu Tâlib'i ölüm döşeğinde ziyaret
ettiği sabittir.
Altıncısı: «Ölürse
(cenazesinin) arkasından git» emri müslü-man cenazesini tanıdık olsun olmasın
teşyî etmenin lüzumuna delildir.[547]
1467/1236- «Ebu
Hüreyre radıyallahü anh'ûen rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah
sallalîahü aleyhi ve seîlem :
— Kendinizden aşağı
olana bakın; sizden çlaha üstün olana bakmayın; çünkü bu (türlü hareket)
Allah'ın size olan ni'metini tahkîr etmemeniz için daha muvafıktır; buyurdular.»[548]
Hadîs müttefekun
aleyh'tir.
Bu hadîs kulun ilühî
ni'metlere ne ile şükretmesi gerektiğine bir irşâddır. Kul, dünyada çeşidli
hastalıklara mübtelâ olanlara bakarak Allah'ın kendisine ihsan buyurduğu
afiyete şükrdecektir. Çünkü, afiyet: her türlü in'âm ve ihsanın temelidir[549].
Kör, topal, sağır, dilsiz ve şâir sakatlara bakarak, bu uzuvları bir noksansız
kendisine ihsan eden Allah'ına- hamdedecek; Kaarun kadar zengin olan, fakat bir
vakit alnını secdeye koymayacak derecede dünyaya dalan, hak ve.hukuka bigâne
kalan dünya-perest zenginlere bakarak, az vererek kendisini azdırmayan
Allah'ına bu büyük ni'metinden dolayı minnettar olacak akşama yiyeceği olmayan
dünya fakirleri ile, beş paralık dünya menfaati mukabilinde îmânını satan'
âhiret sefillerini görerek haline şükür için secde-i Rahmân'a kapanacak,
dünyada değişmeyen iyi veya kötü hiç bir hâl olmadığını düşünerek, müteselli
olacaktır.
Nevevî, îbni Cerir ve
başkaları bu bâbta şunları söylemişlerdir: «Bu hadîs bir çok hayır nev'îlerini
bir araya toplamaktadır. Çünkü, insan dünyada kendinden üstün bir kimse
gordümü, onun gibi olmak ister; ve kendinde olan Allch ni'metlerini küçümser;
ötekine yetişmek veya yaklaşmak için bu ni'metlerin artmasını diler. Ekseriyetle
insanlarda mevcud olan hâl budur. Fakat, dünya umuru hususunda kendinden aşağı
olana bakarsa Allah'ın kendisine ihsan buyurduğu ni'metleri anlarda, onlara
şükreder; mütevâzi olur...»
îmam Müslim, Hz- Ebu
Hüreyre'den merfu' olarak şu hadîsi tahrîc etmiştir:
«Biriniz mal ve
hılkatça kendinden üstün birini gördü mü, kendinden aşağı olana bakıversin.»[550]
1468/1237- «[551]
Nevvâs b. Sem'ân radvyallahü anh'âan rivayet edilmiştir.Demiştir ki: Resûlüllah
salldlîahü aleyhi ve sellem'e birr ve İsm'in neler olduğunu sordum:
— Birr ahlâk
güzelliğidir. İsm ise kalbini gıcıklayan ve âlemin bilmesini hoş görmediğin
şeylerdir; buyurdular.»[552]
Bu hadîsi Müslim
tahrîc etmiştir.
İmam Nevevî diyor ki:
«Ulemâ, birr'in: sıla, sadaka, lütuf ve iyilik, hoş sohbet ve taat mânâlarına
geldiğini söylemişlerdir. İşte bunlar güzel ahlâk mecmuasını teşkil ederler.»
Kaadî İyâz da: «güzel ahlâk, insanların iyilik ve güler yüzlülük huylarını
edinmesi, insanları sevmesi ve onlara merhamet etmesi, tehammüllü olması, onlara
yardımda bulunması, kötülüklerine sabretmesi, onlara karşı kibir ve gururu;
sertliği, gazab ve muahaze'yi terketmesidir» demiştir. Güzel ahlâkın bir
tabiat mı yoksa mükteseb bir şey mi olduğu ihtilaflıdır. Sahih olan şudur ki
güzel ahlâkın bazısı tabiat bazısı da ahlâkı düzeltmek ve başkalarına uymak
sureti ile mükteseptir.
«Güzel ahlâkı
Peygamber (S.A.V.)'in şu hadîsi cem'iyyetli bir suretde ifâde eder»
denilmiştir:
«Güzel ahlâk, güler
yüzlü olmak ve eziyyet etmemektir.»
«İsm ise kalbini
gıcıklayan ve âlemin bilmesini hoş görmediğin şeylerdir» cümlesinden murâd:
gönülden geçen ve yapıp yapmamakta tereddüd edilen şeylerdir. Bundan anlaşılır
ki mubah olup olmadığında tereddüd edilen şeyleri yapmamak gerekir. BuhârVnin
Hasan b. Ali (R.A.)'âan tahrîc ettiği:
«Sana şüphe veren şey
(înyerin) î şüphe vermeyene bırak»
hadîsi de ayni
mânâdadır. Bu hadîs, işlenmesi haram olan şeyleri anlamak için Allah TeâlA'nın
nefse bir idrak verdiğine delâlet eder.[553]
1469/1238-
«İbni Mes'ud rackyaMahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah
sajîdlîahü aleyhi ve sellem :
— Eğer (yerde) üç kişi
iseniz kalabalığa karışmadıkça, ikiniz ötekini bırakarak gizli bir şey
konuşmasın. Çünkü bu onu üzer; buyurdular.»[554]
Hadîs müttefekun
aleyh'tir.
Bu hadîs, yanlarında
üçüncü bir kimse bulunan iki kişinin gizli gizli konuşmalarının memnu'
olduğuna delildir. Ancak o yerde bulunanlar üç kişiden fazla iseler ikisinin
gizli konuşması caiz olur. Zîrâ nehyin illeti, yalnız kalan bir kişinin sır
verilmeye lâyık görüimediğini yâhud kendinin zeminini ettiklerini zannederek
üzülmesidir. Fakat ta'Hlden anlaşılıyor ki dört kişi veya daha fazla olurlarsa
ikisinin hu- tarafa çekilerek gizli konuşmalarına bir mâni' yoktur. Hadîsin zahiri
bunun seferde olsun hazarda olsun bütün hâllere âmin ve şâmil olduğunu
gösteriyor. Hz. İbnl Ömer'le, İmam Mâlik'in ve cumhur-u uîemâ'nın kavilleri
budur. Bazıları bu hükmün neshedüdiğine kail olmuşlardır.
Mücâdele sûresî'nin
gizli konuşmayı yasak eden âyetlerinin yahûdî-ler hakkında nazil olduğunu Abd
b. Humeyd ile İbnü'l-Münzir Mü-câhid'den rivayet etmişlerdir. İbni Hatim' dahî
Mukaatü'den şunları nakleder: Mukaatiî[555]
demiştir ki: «Peygamber (S.A.V.)'le ya-hûdîler arasında barış akdedilmişti.
Fakat Resûtüllah (S.A.V.)'in as-hâb'mdnn biri yahûdîlerin yanından geçerse
oturarak kendi aralarında gizli gizii konuşurlardı. Onları gören müslüman,
kendisini öldürmek istiyorlar yâhud hoşlanmadığı bir şeyi fısıldaşıyorlar
zannederek korkar; yanlarından geçen yolu terkederdi. Bunun üzerine Peygamber
(S. A.V.) onları gizli konuşmaktan nehyetti ise de aldırmadılar. Müteakiben
Allah Teâlâ :
«[556]
gizli gizli konuşmaktan nehyedilenlerî göremedin mi?...» âyetlerini indirdi.»[557]
1470/1239- «İbni
Ömer radıyallahü anhümâ'dan rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Resûlüllah
sctllctllahü aleyhi ve sellem :
— Bir kimse birini
yerinden kaldırarak oraya kendisi oturamaz. Lâkin acılın ve genişleyin;
buyurdular.»[558]
Hadîs müttefekun
aleyh'tir.Müslim'in bir rivayetinde :
«Kat'iyyen kaldırmasın»
şeklinde nehî sîgası ile vârid olarak buradaki ihbar cümlesi te'yîd edilmiştir.
Çünkü İbni Ömer hadîsi, ihbar lâfızları ile de olsa mânâ i'tibârı ile yine inşa
yani nehîdir.
Şu halde bir kimse
namaz kılmak veya diğer bir ibâdet için câmi'ye gider de bir yer işgal ederse o
yerde oturmayı hak etmiş olur. Başkasının onu yerinden kaldırmağa hakkı
yoktur. Ancak daha evvelden birisi oraya oturmuş da bir hacet için dışarıya
çıkmışsa o kimse yerine oturanı kaldırabilir. Nitekim Müslim'in tahrîc ettiği şu
hadîs de buna delâlet eder:
«Bir kirnso yerinden
kalkar da sonra o yere dönerse orası için (başkasından) daha ziyâde hak
sahibidir.»
ŞâfÜler'İG diğer bazı
ulemâ'ya göre mescidde bir kimseyi yerinden, kaldırmak haramdır. Onlar, tekrar
dönmek niyeti ile yerinden kalkan bir kimsenin döneceğine işaret olmak üzere
yerinde seccade veya elbise gibi bir şey bırakmasîle bırakmaması arasında bir
fark görmezler ve her iki surette ilk oturanın hak sahibi olduğuna kaildirler.
Ancak bu hak yalnız o namaza mahsustur; derler. Bir cami'in muayyen bir yerinde
ders okutmayı âdet edinenin hükmü de budur.
Hadisin zahiri
başkasına yer vermek için kendiliğinden kalkmanın caiz olacağını gösteriyor.
İbni Ömer (R. A.) birisi kendisine yer verirse oraya oturmazmış. Fakat onun oturmaması,
takvasına hamledilmiştir. Çünkü yer verenin bu işi gönülden değil de utandığı
için yapmış olması ihtimâli vardır.[559]
1471/1240- «İbni
Abbas radıyaUahü anhümâ'tian rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlülfah
saîldlîahü aleyhi ve sellem:
— Biriniz bir yemek
yedimi elini yalamadıkça veya yalatmadıkça onu silmesin; buyurdular.»[560]
Hadîs müttefekun
aleyh'tir.
Bu hadîs yemekten
sonra el yıkamanın aletta'yin vâcib olmadığına, eli silmenin de kâfi
geleceğine fakat silmezden evvel onu ya bizzat kendisi yalaması yâhud birine
yalatması îcâbettiğine delildir. Bunun sebebini, ResûlüÜah (S.A.V.), İmam
Müslim'in tahrîc ettiği şu hadîste beyân etmişlerdir:
«Peygamber
(S.A.V.) (yemekten sonra)
parmakların ve kabın yalanmasını emretti de:
— Şüphesiz siz bereket
yiyeceğinizin neresinde olduğunu bilmezsiniz; buyurdu.»
Fahr-i kâinat (S.A.V.)
efendimiz yere düşen bir lokma ekmeğin bile zayi' edilmemesini emir
buyurmuşlardır. Bunu yine İmam Müslim'in rivayet ettiği şu hadîsden anlıyoruz:
«Birinizin lokması
(yere) düşerse onun üzerindeki bulaşığı gidersin ve yesin; onu şeytana
bırakmasın.»
İbni Hazm (384—456)
hadîsin zahirine bakarak yemekten sonra parmakları yalama veya yalatmanın keza
yemek kabını yalamanın ve yere düşen, lokmayı yemenin farz olduğuna kail olmuştur.
Bereket: üreme, ziyâde
ve hayrın sübutu mânâlarına gelir. Burada ondan murâd, gıda olabilen, ibâdet
için kuvvet veren ve akıbeti ezadan salim olan şeylerdir. Bereket bazan eli
bazan kabı yalamakta veya düşen lokmayı yemekde olabilir.
El yalamaktan maksad,
elin üç parmağıdır. Zîrâ Resûlüllah (S.A. V.)'in üç parmağı ile yediği, ancak
dördüncü ve beşinci parmaklara ihtiyaç hâsıl olursa o zaman beş parmağını da
kullandığı, rivayet olunmuştur.
Hadîsde bir insanın,
çocukları, hizmetçisi ve karısı gibi kimselere parmaklarını yalatabileceğine,
düşen lokma kirlense bile onu temizleyerek yemek mümkinse yemeni[561]
lüzumuna delâlet vardır. Temizlemek mümkün olmazsa o ekmeği bir hayvana vermek
ve şeytana bırakmamak îcâbeder. Bu meseleyi Nevevî de mevzu-u bahis etmiştir.
Mesele ulemâ arasında ittifakıdır.[562]
1472/1241- «Ebu
Hüreyre radıyallahü anhfden rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah
sdllallahü aleyhi ve sellem :
— Küçük büyüğe,
yürüyen oturana ve sayıları az olanlar çok olanlara selâm versin; buyurdular.»[563]
Hadîs müttefekun
aleyh'dir. Müslim'in bir rivayetinde : «Binek giden yürüyene (selâm versin)
buyurulmuştur.
Bu cümle «sahîh-i
Buhârî» de dahî vardır. Musannif küçüğün büyüğe selâm vermesi meselesinin
«sahîh-i Müslim» de bulunmadığını binâenaleyh hadîsi müttefekun aleyh kabul
etmenin müşkil olduğunu söylemiştir.
Selâm vermenin vâcib
olmadığına ulemâ ittifak etmişlerdir. Ancak bazılarına göre müstehâb,
ekserisine göre sünnettir. Selâmı almanın ise farz olduğunu az yukarıda
görmüştük.
Hadîs-i şerîf küçüğün
büyüğe selâm vermesi îcâbettiğini gösteriyor. Bu bâbta İbni Battal,
MükeUeb'ten naklen şunları söylemiştir: «Küçüğün büyüğe selâm vermesi büyüğün
hakkı için meşru olmuştur. Çünkü küçük büyüğe saygı ve tevazu' göstermekle
me'murdur.»
Maddî küçüklükle
ma'nevî küçüklük muâraza ederlerse yani yaşça küçük olan dahi âlimse hangisinin
selâm vermesi îcâbettiğine dâir musannif bir nakil bulamadığını söylüyor.
Bazılarına göre sözün hakîkatile amel ederek yaşça küçüğün selâm vermesi
lâzımdır.
Yürüyenin oturana
selâm vermesi, bazılarına göre oturan kendisinden bir kötülük şüphe etmesin
diyedir. Bahusus binek gelirse bu endîşe daha çok olur; selâm verince kalbi
rahatlaşır, Yâhud eşyada tasarruf bir nev'i tahkir sayılır; onun için oturan
daha me-ziyyetlidir. Oturanın geçenlere dikkat ve riâyet etmesi güç olduğu için
selâm vermek ondan ıskat edilmiş de olabilir.
Adetçe az olanların
çok olanlara selâm vermesi, ya cemâatin faziletinden yâhud da cemâat selâm
verdiği takdirde ötekilere gurur gelmek endîşesindendir. Acaba kalabalık bir
kafile, oturan az sayıdaki cemâatin yâhud yürüyen büyük oturan küçüğün yanından
geçse hangileri selâm verir? Musannif bu bâbta bir nass bulamadığını söylerse
de Nevevî yürümeyi nazar-ı i'tibâra almış; ve: «Yürüyen kimse» büyü kolsun
küçük olsun oturana selâm verecektir» demiştir.
Çarşı pazar ve büyük
cadde gibi kalabalık yerlerde yalnız bazılarına selâm verilir. Çünkü her
tesadüf ettiğine selâm vermek, insanı işinden alıkoyduğu gibi örf olmaktan da
çıkar.
İki atlı veya iki yaya
giden, birbirleri ile karşılaşırlarsa bazıları bunlardan dînî rütbe i'tibârı
ile aşağı olanın selâm vermesi gerektiğini söylemişlerdir. Buna kıyasen, biri
ata diğeri deveye binmiş bulunan iki kişi rastlaşırlarsa atlı selâm
verecektir. Zîrâ onun hayvanı cins i'tibârı ile ötekinin derecesinde değildir.
Maamâfîh : dâima dînen yüksek olana bakılır, dünyevî i'tibâra bakılmaz; binâenaleyh
atlı dînen daha yüksek mertebede ise develinin ona selâm vermesi îcâbeder;
diyenler de vardır. Karşılaşanlar her cihetçe müsâvî iseler her ikiside selâm
vermekle memurdurlar. Hangisi selâm verirse o daha faziletlidir. Bu bâbta İmam
Buharı sahîh senedîe Hz. Câbir'den şu hadisi tahrîc etmiştir:
«Yaya giden iki kişi
karşılaştıklarında hangisi selâm verirse O efdâldir.» imam Tirmizl, Hz. Ebu
Ümâme'den şu merfu' hadîsi tahrîc etmiştir:
«Şüphesiz ki Allah
indinde insanların en iyisi selâmı verendir.» Tirmizî bu hadîs için:
«hasendir» demiştir: Taberânî de şu hadîsi rivayet eder:
«— Yâ Resûlâllah biz
karşılaşıyoruz; hangimiz selâm verecek? dedik :
— Allah Teâlâ ya daha
itaatkâr olanınız; buyurdular.»[564]
1473/1242- «Ali
radıyallahü anh'âen rivayet olunmuştur. Demiştir kî: ResûlüNah sallallahü
aleyhi ve seîlem :
— Bir cemâat bir yere
uğradıkları vakit içlerinden birinin seSâm vermesi cemâat nâmına kâfidir.
Birinin selâm alması da cemâat nâmına kâfidir; buyurdular.»[565]
Bu hadîsi Ahmed'le
Beyhakî rivayet etmişlerdir.
Hadîs-i şerif cemâat
nâmına bir kişinin selâm vermesini ve selâm almasının kâfi geleceğine
delildir. Nevevî (531—676): «Selâm vermenin umumundan: yemek yiyen, su içen,
cima' eden, helada veya hamamda bulunan, uyuyan veya uyuklayan, namaz kılan, müezzinlik
eden kimseler bu işlerden biri ile meşgul bulundukları müddetçe
müstesnadırlar» demiştir. Ancak, hamamda bulunan peşte-mal sarmmışsa ona selâm
verilebilir. Cuma hutbesi okunurken selâm vermek de mekruhtur. Çünkü hutbeyi
dinlemek farzdır. Binâenaleyh selâm verilmiş bile olsa alınmaz. Yalnız:
hutbeyi dinlemek sünnettir diyenlere göre, verilen selâmı bir kişinin alması
vâciboîur. Vahidî, Kur'ân okuyana selâm vermemek evlâ olduğunu, verildiği
takdirde işaretle almak gerektiğini, şayet sözle selâm alırsa yeniden istiâze
ederek okumaya devam etmesi lâzım geldiğini söyler. Fakat Nevevî buna i'tirâz
etmiştir. Ona göre Kur'ân okuyana selâm vermek meşru'dur; binâenaleyh selâmı
alması vâciboîur. Hanefîler'e göre KuKân okuyana selâm verilmezse de verilen
selâmı almak vâ-cibtir; ancak onlara göre Kur'ân-ı kerîm'i ve fıkıh ilmini
okutan kimse verilen selâmı almayabilir. Kadının selâm alması vâcib ise de
sesini duyurmamalıdır; zîrâ kadın sesinin ihtiyaçtan fazlası haramdır. Bu sebeple
kendisine selâm verilen kadın geçn ise selâmı aşikâre söylemeyerek içinden
alır. Bir kimse, birine uzaktaki bir müslümandan selâm getirirse,- alanın onu
gönderenle getirenin her ikisinden kabul etmesi lâzımdır.
Boş bir eve girenin
selâm vermesi menduptur. Teâlâ Hazretleri :
«[566]
Evlere girdiğiniz vakit kendilerinize selâm verin...» buyurmuştur. Buhârî'nin.
«el-Edebü'l-Müfre» de Hz. İbni Ömer (R. A..)'dan tahrîc ettiği bir hadîsde
şöyle denilmektedir:
«Evde kimse yoksa;
selâm bize ve Allahın sâlih kullarına; demek müstehabtır.» Ayni hadîsi İbni
EU-Şeybe .de.güzel bir isnadla tahrîc etmiştir. Tdberânt, Hz. İbni Abbas (R.
Ay'dan bunun benzerini rivayet eder.
Selâm veren kimse
selâmının alınamayacağını zannetse bile yine selâm vermelidir. Çünkü o kimse
selâmını almasa bile, Meleklerin alacağı, hadîslerde vârid olmuştur. Bazıları :
selâmı almayacağı zannedilen kimseye selâm verilmez; çünkü almayanın günaha girmesine
sebep olur; demişlerse de Nevevî ve diğer bazı ulemâ, bunun doğru olmadığını,
böyle bir sözle şer'an me'mur olduğumuz şeylerin terkedilemiyeceğini
söylemişlerdir.
Selâm almayana
«selâmımı al» demek câizmidir? suâline bazıları evet diye cevap vermişlerdir.
Çünkü emr-i bil ma'ruftur. Yine almazsa, selâm verenin ona hakkını helâl
etmesi muvafık görülmüştür.[567]
1474/1243- «Ebu
Hüreyre radtyallahü anh'âen rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûfüllah
sallallakü aleyhi ve seîlem :
— Yahudilerle
hıristiyanlara evvelâ siz selâm vermeyin; bir yolda onlarla karşılaşırsanız
kendilerini yolun dar tarafına sıkıştırın; buyurdular.»[568]
Bu hadîsi Müslim
tahrîc etmiştir.
Ekser-i ulemâ'ya göre
yahûdîlerle hıristiyanlara evvelâ müslüman selâm vermez. Yalnız bazı
Şâfiîler'in buna cevaz verdikleri hikâye olunursa da «es-Selâmü aleyküm» den
fazla bir şey söylemek onlara göre de caiz değildir. Bu kavil İbni Abbas (R.
A.) ile diğer bazı zevattan rivayet olunur. Kaadi lyâz onu ulemâ'dan bir
cemâatten rivayet etmiştir. Ancak bu cevaz ihtiyaç ve zarurete mahsustur
Aîkâme[569] ile Evzâî'nin kavilleri
de budur.
Caiz görmeyenlere göre
bir kimse müslüman zannederek bir zimmîye selâm verse de sonra yahûdî olduğu
anlaşılsa: «selâmımı bana iade et» demesi îcâbeder. İbni Ömer (R. anhü'mâ)'nm
bunu yaptığı rivayet olunur. Bundan murâd: onunla aralarında hiç bir dostluk
ve mahabbet olmadığını anlatmaktır.
îmam MâMk'ten bir
rivayete göre verilen selâmı geri istemek müstehâb değildir. İbnü'l - A'rabl bu
kavli ihtiyar etmiştir.
Evvelâ gayr-i müslimin
selâm vermesine gelince: Sahîheyn'de Hz. Enes'den merfu' olarak şu hadîs
rivayet edilmiştir:
«Ehi-i kitâb olanlar
size selâm verirlerse: ve aleyküm; deyiverin» Sahîh-i Buhârî'de, Hz. İbni
Ömer'den rivayet olunan bir hadîsde Resûlüllah (S.A.V.):
«Yahûdîier size selâm
verirlerse onların (her) ancak ve ancak: es-sâmu aieyk; der, sende: ve aleyke;
deyiver.»
Bu rivayetlerde cevap
cümlesi (atıf vav'ı) ile gelmiştir. Ulemâ'dan bazıları bunu ihtiyar etmiş;
diğer bazıları ise hükümde ortaklık ifâde etmemesi için (vav'ın) hazfine kail
olmuşlardır. Hattâbî, umumiyetle hadîs ulemâ'sının bu hadîsi «ve aleyküm»
şeklinde (vav) la rivayet ettiklerini yalnız İbni Uyeyne'nin rivayetinde onun
(vav) sız bulunduğunu doğrusunun da bu olduğunu söyler. Bazıları iki rivayetin
de sabit olduğuna bakarak iki vechi de caiz görürler. Keza ulemâ'nın ekserisi
hadîsdeki emre bakarak, gayr-i müslimlerin selâmı alınacağına, bazıları da
alınmayacağına kail olmuşlardır.[570]
1475/1444- «Yine
Ebu Hüreyre radıyallahü anadan Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den
işitmiş olarak rivayet olunduğuna göre; Resûlüüah sallallahü aleyhi ve selîem:
— Biriniz aksırdığı
zaman: el-hamdü'lillâh; deyiversin. Dîn kardeşi de ona: yerhamuke'llah; desin.
O: yerha-müke'llah; dedimi : Allah size hidâyet versin ve halinizi ıslâh
eylesin; desin;buyurmuşlardır.»[571]
Bu hadîsi Buhârî
tahrîc etmiştir.
Hadîsi şerif hakkında
lâzım gelen izahat babımızın başında geçmiştir. Musannif bunu da oraya koysa
daha iyi olurdu.[572]
1476/1245- «Bu
da ondan rivayet olunmuştur -radıyallahü ank-.Demiştir kî: Resûlüllah
sallallahü aleyhi ve sellem :
— Sakın sizden bir
kimse ayakda su içmesin; buyurdular.»[573]
Bu hadîsi Müslim
tahrîc etmiştir. Hadîsin tamamı şöyledir :
«Her kim unutursa
hemen kussun.» Ayni hadîsi İmam Ahmed başka bir yoldan ve yine Hz. Ebu
Hüreyre'den tahrîc etmiştir. Mezkûr rivayete göre :
«Peygamber (S.A.V.)
ayakta su içen bir adam görerek: vaz geçmesini emretmiş. Adam :
— Niçin? diye sorunca
:
— Seninle birlikde
kedinin içmesinden memnun olur musun?
demiş; adam :
— Hayır; cevabını
verince Resûlüllah (S.A.V.) :
— Seninle birlikde
ondan daha kötü olan biri içti: Şeytan» buyurmuştur. Bu hadîsde meçhul bir
râvî varsa da onu Yahya b. Maîn mu'temed saymıştır.
Hadîsimiz ayakda su
içmenin memnu' olduğuna delâlet ediyor. İbni Hazm'e göre ayakda su içmek
haramdır. Cumhur-u ulemâ'ya göre ise evlânın hilafıdır. Bazıları mekruh
olduğuna kaildirler. Bunlar Sahîh-i Buhârî'nin rivayet ettiği Hz. Ali hadîsi
ile istidlal ederler. O hadîse göre Afi (R. A.) ayakda su İçmiş ve :
— Ben Resûlüllah (S.A.V.)'İ benden gördüğünüz
gibi yaparken gördüm; demiştir.» Zemzem ise ayakda içilir. Bu bâbta İmam Müslim, Hz. İbnİ Abbas'dan şu
hadîsi rivayet eder:
«İbni Abbas: Resûlüllah
(S.A.V.)'e Zemzem suyu takdim
ettim ayakda olduğu halde içtiler»
demişlerdir.
Kusmaya gelince:
ayakda su içenin içtiği suyu kusması bilittifak vâcib değildir. Buradaki kusma
emri her halde nedib mânâsına hamledilmistir.[574]
1477/1246- «(Bu
da) ondan rivayet olunmuştur, -radıyallahü anh-Demİştir ki: Resûlüllah sallallahü
aleyhi ve seîîem :
— Bîriniz ayakkabını
giydiği zaman sağdan, çıkardığında ise soldan başlasın; sağ ayak giyerken ilk,
çıkarırken son Olsun; buyurdular.»[575]
Hadîs müttefekun
aleyh'tir.
Bu hadîsi Müslim :
«Soldan başlasın» cümlesine kadar tahrîc etmiştir. Geri kalan tarafını imam
Mâlik, Tirmizî ve Ebu Dâ-vud rivayet etmişlerdir; deniliyorsa da doğru
değildir. Doğrusu hadîs, kitabımızdaki şekli ile müttefekun aleyh'tir. Yalnız
son cümlenin yerine Müslim'de;
«Onları ya toptan
giysin yâhud toptan çıkarsın» denilmiştir. Emrin zahiri vücûb'a delâlet
ediyorsa da, Kaadî îyaz onun burada istihâb mânâsına geldiğine ulemâ'nın
icmâ'ı bulunduğunu iddia etmiştir.
İbnü'l-A'rabî :
«Sağdan başlamak bütün sâlih amellerde meşru'dur. Çünkü sağın kuvvetçe, hissen,
mendub olması i'tibârı ile de şer'an bir üstünlüğü vardır» demiştir. Bazı ulemâ
sağdan başlamanın hikmetini şöyle îzâh ederler: sağ taraf soldan daha kıymetli
olduğu için giyerken sağdan başlamak emredilmiştir. Tâ ki sağın kerameti daha
devamlı ve daha çok olsun. Çünkü ayakkabı giymek bedeni korumaya vesile olduğu
için bir kıymet ve keramettir. Bu sebeple ayakkabını çıkarırken soldan
başlamak emir buyurulmuştur.
tbni Abdiîberr : «Her
kim ayakkabı giyerken soldan başlarsa sünnete muhalefetinden dolayı yolsuzluk
etmiş olur. Lâkin soldan başlamak yine de haram sayılmaz» diyor.
Hadîsimiz ayakkabı
giymenin müstehâb olduğunu sarahaten beyân etmiyorsa da İmam Müslim'in tahrîc
ettiği şu hadîs bu bâbta nassdir :
«Ayakkablarmı çok
giyiniz. Çünkü bir adam ayakkablı bulunduğu müddetçe binek gitmekte devam
eder.» Bunun mânâsı: meşakkat çekmemekde ve ayaklarının selâmeti hususunda vasıtaya
binen gibidir; demektir.[576]
1478/1247- «Bu
da ondan rivayet edilmiştir, -radıyallahü anh- Demiştir kî: Resûlüllah
saîlaîlahü aleyhi ve seîlem:
— Hiç bîriniz bir tek
ayakkabı ile yürümesin; ya onların ikisini birden ayaklarına giysin yâhud
ikisini birden çıkarsın; buyurdular.»[577]
Hadîs mütiefekun
aleyh'dir.
Buradaki nehyî
cumhur-u ulemâ kerahet mânâsına hamletmişlerdir. Buna karine İmam Tirmizî'nin
Hz. Âişe (R. anhâ)'dan rivayet ettiği bir hadîsdir. Mezkûr hadîsde Âişe (R.
anhâ), Peygamber (S.A. V.)'in nalınının ipi koptuğunu ve ta'mir edinceye
kadar.bir nalınla yürüdüğünü beyân etmiştir. Yalnız imam Buharı, Âîşe (R. anhâ)
hadîsinin mevkuf olduğunu tercih etmiştir.
Acaba nehyin illeti
nedir? Bu cihet ihtilaflıdır. Bazıları derler ki: «Ayakkabı giymek yerdeki
tiken ve sâireden ayakları korumak için meşru1 olmuştur. Ayağın biri tek
kalınca ötekini korumak için daha çok dikkat etmek lâzım gelir; böylelikle
yürümek seciy-yesini kaybeder; düşmekten de emin olamaz.» Diğer bazılarına göre
tek ayakkabı ile yürümek şeytan yürüyüşü olur. Beyhakî'ye göre kerahet giyimde
şöhret hâsıl olmasındandır.
Mest, çizme ve saire
gibi ayağa giyilen şeylerin hükmü de aynen ayakkabı gibidir. İbni Mâce'nin,
Hz. Ebu Hüreyre'den tahr'c ettiği hadîsde şöyle buyurulmuştur:
«Hiç biriniz bir tek
nalın bir tek mest içinde yürümesin.» Bu hadîsi Müslim Hz. Câbir'den, İmam
Ahmed b. Hanbel, Hz. Ebu Saîd'den, Taberânî, Hz. İbni Abbas'da-n rivayet
etmişlerdir.
Hattâbî elin birini
yen'den çıkarmanın ve elbiseyi bir omuzuna örtmenin de bu hükümde dâhil
olduğunu söylemiştir.[578]
1479/1248- «İbni
Ömer radıydllahü anhümâ'dan rsvâyei olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüüah
saîldllahü aleyhi ve seUem :
— Elbisesini
büyüklenerek sürükleyene Aah bakmaz; buyurdular.»[579]
Hadîs mütfefekun
aleyh'dîr.
Allah'ın bakmaması;
rahmet etmemesi ile tefsir edilmiştir. Yani kurularak elbisesini sürükleye
sürükleye yürüyene erkek olsun, kadın olsun AJlah rahmet buyurmaz. Hz. Ümmü
Scieme buhadîsi işitince:
— O hâlde kadınlar
eteklerini ne yapacaklar? diye
sormuş. Resû-lüllah (S.A.V.):
— Onu bir karış daha
kisaitirlar; cevabım vermiş, ümmü Seleme (R. Anhâ):
— O zaman da ayaklan
açılır; deyince Peygamber (S.A.V.):
— Öyle ise elbiseyi
bir karış sarkıtırlar ondan fazlasını yapmazlar; buyurmuştur. Bu
hadîsi Nesâî ile Tirmİzî rivayet
etmişlerdir.
Hadîsten murâd
elbiseyi yerde sürüklememektir. Nitekim Bu~ kârî'nin tahrîc ettiği şu hadîs de
ayni mânâya delâlet eder:
«Elbisenin topuklardan
aşağısı cehennemdedir.»
Elbiseyi büyüklenmeden
sürüklemek memnu' değildir. Nitekim Buhârî, Ebu Dâvud ve Nesâî'nin tahrîc
ettikleri bir hadîsde bu cihet tasrih edilmiştir. Mezkûr hadîse göre: Hz. Ebu
Bekir (R.A.) elbiseyi sürükleme hadîsini işitince :
— enim elbisem dikkat etmezsem sarkıyor; demiş.Resûüillah (S.A.V.):
Sen onu büyüklenerek
yapanlardan değilsin; buyurarak kendisin: teselli etmişti. Maamâfîh İbni
Abdüberr büyüklen-mek için olmasa dahî elbise sürüklemenin mezmum olduğunu
söylemiştir. Ncvevî: «elbiseyi sürüklemek mekruhtur. S/İî'nin kavli budur»
der.
Sünnet-i Seniyye,
elbisenin en iyi şeklinin baldırlarının yarısına kadar inmekten ibaret
olduğunu beyân etmiştir. Nitekim Tirmiziile NesâVuin tahrîc ettikleri bir
hadîse göre Ubeyd b. Hâlid (R. A.):
«Yolda gidiyordum.
Üzerimde sürüyerek götürdüğüm bir cübbe vardı. Derken bir adam bana:
— lbiseni kaldır.
Çünkü böyle yaparsan elbisen daha çok dayanır ve daha temiz olur; dedi. Bir de
bakhm bu zât Peygamber (S.A.V.) imiş :
— ma elbisem güzel bir
cübbedir; dedim. Bunun üzerine Resûlüllâh (S.A.V.):
— enin için bana tâbi'
olmak yokmu? buyurdu. Baktım
elbisesi baldırlarının
yarısına kadardı.» demiştir.
Elbiseyi topuklara
kadar uzatmakda beis yoksa da büyüklenmek maksadı ile daha agağı sarkıtmak
haramdır. Büyüklenmek niyeti olmadığı takdirde Nevevî ve diğer ulemâ mekruh
olduğunu söylemişlerdir. Bazıları: bu şöyle îzâh edilebilir diyorlar : Elbise
sahibinin sırtına göre olur da Hz. Ebu Bekir (R.A.yin yaptığı gibi büyüklerime
kasdı olmaksızın yere sarkarsa bunda bir beis yoktur. Fakat bedenden fazla ise
israf olacağı, kadınlara benzeyeceği ve pislik bulaşmasından hâli kalmayacağı
için haramdır.»
tbnü'l- Arabi diyor
ki: «Erkeğin elbisesi topuğunu geçtiği halde: ben onu büyüklenmek için
sürüklemiyorum; demesi caiz değildir- Çünkü nehî ona lâfzan şâmildir .Lâfız
kendisine şâmil olan bir kimseye o lâfza muhalefette bulunmak caiz olamaz.
Zîrâ: ben bu emre imtisal etmiyorum, çünkü bu illet benim hakkımda değildir;
demiş gibi olur. Binâenaleyh bu iddia kabul edilmez; onun eteğini uzatması
büyüklendiğine delildir.» -
Hâsıh, etek sarkıtmak
elbiseyi sürümeye o da büyüklenmeye vardırır. Filhakika TabcrânVnm Hz. Ebu
Ümâme (R. AJ'dan tahrîc ettiği bir hadis hu ciheti pek güzel îzâh etmektedir.
Mezkûr hadîsde Ebu Ümâme şöyle diyor : «Bir defa biz Resûfüllah (S.A.V.)'le
birfikde yürürüken ansızın Abru'bnü ZiVâre yerlerde sürüklediği bîr kaftan ve
ciibbe içinde bize yet işi verdi. Bunun üzerine Resûfüllah (S.A.V.) elbisesinin
eteğini tutarak A'fah/a nîyâz etmeye ve
:
— Yâ Reb bu)
senin kulundur; kulunun ve cariyenin
Ofludur: demeye
başladı. Nihayet Amir bunu işiterek :
— â Resûlâllah, ben İnce bacaklı bir adamım; dedi.Resûlüllah (S.A.V.):
— â Arnır, şüphesiz ki
Allah her şeyin hilkatim güzel eylemiştir. Gerçekten Allah elbise sarkıtanı sevmez;
buyurdular.»
Ayni hadîsi Taberl de
Amru'bnii Zürâre'den tahrîc etmiştir. Onun rivayetinde şu ziyâde vardır:
«Resûlüllah (S.A.V.) Amr'm dört parmak dizinden aşağısına işaret ederek :
— â Amir, elbisenin
yeri işte burasıdır; dedi. Sonra
demin kinden dört
parmak aşağısına işaretle: Yâ Amir
burası da elbisenin yeridir.... buyurdular.» Hadîsin râvîleri
mu'temed tirler. Kaftanla cübbeden başka her elbisenin hükmü de aynen bunlar
gibidir. Zîrâ Şu'be, râvî Muhârib b. Disâr'a, :
— aftanı zikrettimi?
diye sormuş. Muhârib:
— e kaftanı tahsis
etti ne de gömleği; cevabını vermiştir. Tirmizî'den maada «sünen» sahipleri
Hz. İbnî Ömer (R. Ctnhümâ)an şu hadîsi
tahrîc etmişlerdir:
«Sartıkmak: kaftanda,
gömlekte ve sarıkta olur. Her kim bunlardan birini büyüklenerek sürüklerse
kıyamat gününde Allah ona rahmet etmez.»
Gömleğin yenlerini
lüzumundan fazla uzatmak dahî elbiseyi sarkıtmak gibidir. Kaadi Iyâz elbisede
âdetten fazla yapılan her uzunluk ve genişliği ulemâ'nın mekruh saydıklarını
nakletmiştir.[580]
1480/1249-
«(Yine)
İbni Ömer radıyallahü anhümâ'dan rivayet olunduğuna göre Resûlüülah sallallahü
aleyhi ve sellem :
— Biriniz yediği zaman
sağ elile yesin; içtiği zaman da elile içsin; zîrâ şeytan sol elile yer içer;
buyurmuşlardır.»[581]
Bu hadîsi Müslim
tahrîc etmiştir.
Hadîs-i şerîf sol elle
yeyip içmenin memnu olduğuna delâlet ediyor.Bunun şeytan işi olmakla ta'lil
buyurulmasına bakarak bazıları haram olduğunu söylemişlerse de cumhur-u
ulemâ'ya göre sol elle yeyip içmek haram değil, sağ elle yemek içmek
müstehâptır. Nâfi' alıp sünnettir diyenlere göre, verilen selâmı bir kişinin
alması vâciboolur.[582]
1481/1250- «Amru'bnü
Şuayb'dan o da babasından o da dedesinden -radıydUahü anhüm- işitmiş olarak
rivayet olunmuştur. Dedesi demiştir ki: Resûlüllah salîallahü aleyhi ye sellem
:
— İsraf etmeden ve
gururlanmadan ye iç giy ve tesadduk et; buyurdular.»[583]
Bu hadîsi Ebu Dâvud
ile Ahmed tahrîc etmişlerdir. Buhârî onu ta'lik eylemiştir.
Hadîs-i şerif, yeme,
içme, giyme ve tesadduk işlerinde israfın haram kılındığına delildir.
İsraf: her fiil ve
sözde haddi aşmaktır. înfak mânâsında meşhurdur. Bu hadîs Teâlâ
Hairefleri'nin:
«[584]
Yeyin için fakat İsraf etmeyin» kavl-i kerîminden alınmıştır. Kibirlilik ve
büyüklenme de bu mânâda dâhildir.
Abdüîlâtîf Bağdadî :
«Bu hadîs, insanın kendi akıbetini düşünmesi bâbmdaki faziletleri bir araya
toplamaktadır» demiştir. Ha-dîsde, nefsin ve bedenin dünyevî, uhrevî bütün
mesâlihinin tedbiri mevcuddur. Çünkü her şeyde israf vücûda ve maişete
muzırdır; telefle neticelenerek cana da zararı olabilir.
Mahîle: tekebbürdür.
Bunun her cihetle zararı büyüktür. Nefsi kibir ve gurura alıştırır. Bu suretle
dünyada herkesin nefretini âhirette de Allah'ın azabını hak etmeye sebebiyet
verir.[585]
Birr: hayır işlemekde
geniş davranmaktır. Berr dahî bol bol hayır vermek olup Allah'ın
sifatlarındandır.
Sıla: vuslat demektir.
Hadîslerde sıla-i rahim'e sık sık tesadüf olunur. Bundan murâd: akrabaya
yardım, iyilik etmek, onların haklarına riâyette bulunmaktır. Sıla-i rahm'in
zıddı katia-i rahimdir.[586]
1482/1251- «Ebu
Hüreyre radıyallahü anh'den rivâyei olunmuştur. Demişür ki: Resûlüllah
salîaîlahü aleyhi ve sellem :
— Her kim rızkının
bollaştırılmasını ecelenin te'hîri-nİ dilerse sıla-i rahimini yapsın;
buyurdular.»[587]
Bu hadîsi Buhârî
tahrîc etmiştir.
İmam Ahmed b. Hanheî,
Hz. Âişe (R. Anhâ)'da.n şu merfu' hadîsi rivayet ediyor:
«Sıla-i rahim ile
güzel komşuluk, beldeleri ma'mur eder; Ömürleri de arttırır.»Ebu Ya'lâ dahî Hz.
Enes (R.A.)'dan merfu' olarak şu hadîsi rivayet eder:
«Şüphesiz ki sadaka ve
sıla-i rahim ile Allah ömrü arttırır; ve kötü Ölümü defeder.»Bu bâbta başka
hadîsler de vardır. îbni Tın şöyle diyor : «Buhârî hadîsinin zahiri, Teâfâ
Hazretîerî'nin:
[588] (Ecelleri geldiği vakit ne bir saat geriye
bırakılırlar; ne de bir saat öne alınırlar) kavline muarızdır. Bunların iki
vecihle araları bulunur:
Birincisi, buradaki
ziyâde taate muvaffak kılmak sebebi ile Ömürde hâsıl olan bereketten ve zamanın
âhiretine yarayacak işlerle ma'mur ederek başka hususlarda zayi' etmekden
kinayedir. Peygamber (S.A. V.J'in ümmetinin geçmiş ümmetlere nisbetle kısa
ömürlü olması, buna mukabil kendisine Kadir gecesi'nin verilmesi de bu
kabildendir. Hâsılı: sila-İ rahim tâatde muvaffakiyete ve günahdan korunmaya sebep
olur da öldükten sonra iyilikle anılması bakî kalır; bu suretle Ölmemiş gibi
olur.
İkincisi : hadîsdeki
ziyâde hakîkî mânâsında kullanılmıştır. Fakat bu hakikat ölüm meleğinin
ma'lûmatına göredir. Âyetteki ise Allah'ın ilmine nisbetledir. Meselâ: Teâlâ
Hazrefterİ ölüm meleğine der ki :
— Fîlân kulum sıla-i
rahim yarapsa yüz yıl; yapmazsa altmış
yıl yaşayacaktır; Halbuki onun îlâhî ilminde o kimsenin sıla-i rahim yapıp
yapmıyacağı sabit ve ma'Iûmdur. işte Allah'ın ilmindeki ecel, ileriye geriye
alınmaz; ziyâde ve noksan kabul eden, ölüm melâikesinin ilmindeki eceldir...»
Tîbî ve diğer bazı
ulemâ bu vecihlerden birinciyi tercih etmişlerdir. Taberânî'n'm zaîf bir
senedle «es - Sağir» nâm eserinde Hz. Ebu'd-Derdâ' (R. Ay'dan tahrîc ettiği bir
hadîs de birinci vechi te'yîd etmektedir. Ebu'd - Derdâ' demiştir ki :
«Resûlüllah
(S.A.V,)'in yanında Sıla-i rahim yapanın eceli te'hîr edileceğinden söz
edildi: ResûÜillah (S.A.V.) :
— Bu o'nun ömrüne ziyâde etmek değildir. Teâtâ Hazretleri:
ecelleri geidiği vakit ne bir saat geriye bırakılırlar; ne de bir saat Öne
alınırlar ;buyurmuştur. Şu kadar vzr ki, adamın Salih zürriyeti olur da
Öldükten sonra kendisine d.uâ eder; buyurdular.» Tdberânî bu hadîsi başka bir
yoldan «el-Kebîr» adlı eserinde merfu'
olarak da rivayet etmiştir.
İbni Fûreh, ömrün
ziyâde edilmesinden murâd: iyilik sahibinin aklına ve fikrine bir âfet gelmemek
olduğuna, kat'iyyetle inanmaktadır. Bazıları buna, ilminde ve rızkında da âfet
gelmemesini katmışlardır.
îbnü'l - Kayyım,
ecelin te'hirini, kalbin zikrullah ile meşgul olması, dîye tefsir etmiştir.[589]
1483/1252- «Cübeyr
b. Mut'im radıyallahü anh/öan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: ResûlüHah
salîallahü aleyhi ve seîlem :
— Cennete, kaatl'
—yani kat-» rahim yapan—giremez; buyurdular.»[590]
Hadîs müttefekun
aieyh'tir.
Ebu Dâvud, Hz. Ebu
Bekre (R. A./dan merfûan şu hadîsi tah-rîc etmiştir:
«Allah'ın, sahibine
âhirete biriktirdiği ceza ile birlikde dünyada da cezasını vermeye lâyık, kat-ı
rahim'den başka bir günah yokdur.» Buhârî «el-Eedebü'l - Müfred» nâm eserinde
Hi. Ebu Hüreyre'den merfu' olarak şu hadîsi rivayet eder :
«Gerçekten ümmetimin
amelleri perşembe akşamı, cuma gecesi (Allah'a) arzolunur; fakat kat'ı rahim
yapanın ameli kabul olunmaz.»
Ayni eserde, içlerinde
kat'ı rahim yapan, bulunan bir kavme rahmet inceyeceğini bildiren bir hadîs de
vardır. Taberânî, Hz. İbnî Mes'ud'dan şu hadîsi rivayet etmiştir:
«Şüphesiz ki gök
kapıları kat'ı rahim yapana kapalıdır.»
Ulemâ sıla, yapılması
vâcib olan akrabalığın ta'rifinde ihtilâf etmişlerdir. Bazılarına göre, biri
erkek diğeri kadın farzedildiği takdirde birbirlerine nikâh düşmeyecek
derecedeki hısımlıktır. Bu kavle göre amca ve dayı çocukları mezkûr akrabalığa
dâhil değillerdir. Delilleri: bir kadınla halasını veya teyzesini bir nikâhla
alinak kat'ı rahimle neticeleneceği için haram kılınmış olmasıdır. Diğer
bazılarına göre mirasçı oîan akrabadır. «Mirasçı olsun olmasın aralarında
hısımlık olan kimselerdir» diyenler de bulunmuştur.
Kaadî Iyâz'ın beyânına
göre sıla-i rahim'in birbirinden faziletli dereceleri vardır. Bu derecelerin
en aşağısı akrabayı terk etmeyerek onlarla konuşmak veya hiç olmazsa selâm
göndermek sureti ile sılada bulunmaktır. Sıla-i rahim kudret ve ihtiyaca göre
değişir; ve yerine göre bazan vâcib, bazan müstehâb olur. Sıla-i rahimin bir
kısmını yaparak bir kısmını yapamayan kat'ı rahim yapmış sayılmaz. Fakat
iktidarı olduğu halde kendisine vâcib olan sılayı yapmayan da bittabi sıla-i
rahim yapmış sayılmaz.
Kurtubl, sıla-i rahmin
umûmî ve hususî olduğunu söyler. Umûmî sıla-i rahim dînîdir; ve dîn kardeşini
sevmek, ona nasihatte bulunmak, ona karşı adalet ve insaflı olmak, gerek vâcib,
gerekse müstehâb bütün haklarına riâyet etmekle yapılır. Hususî olan ise
bundan fazla olarak akrabaya nafaka vermek, vakti hâli olup olmadığını soruşturmak
ve kusurlarım görmezden gelmek gibi şeyleri de hesaba katmakla olur. îbni Ebî
Cemre'ye göre sıla-i rahmin geniş mânâsı: Mümkün olan hayrı yapmak ve elden
geldiği kadar kötülüğü defetmektir.
Bütün bunlar
müslümanlar hakkındadır. Kâfirlerle fâsıklara gelince: kendilerine nasihat kâr
etmediği takdirde onlarla alâkayı kesmek îcâbeder. Bunun ne ile olacağı dahî
ihtilaflıdır. Bazılarına göre onlara kötü muamele etmekle; diğerlerine göre
iyilik yapmamakla olur. Çünkü hadîsler sılayı emir; kat-i rahm'i yasak etmişlerdir.
Bu iki şeyin arasında vasıta yoktur.
Musannif sıla-i
rahm'in üç derece olduğunu söyler. Bunlar:
vâsıl, mükâfi' ve kaati'dır.
Vâsıl : iyilik ve
ihsanda bulunan fakat kendisine iyilik edilmeyendir.
Mükâfi': aldığı
nisbette verendir.
Kaatı' ise: akrabasına
iyilik etmeyen onlardan da iyilik görmeyen yani tamamile alâkasını kesen
kimsedir.[591]
1484/1253- «Muğire
b. Şu'be radıyallakü anh'den rivayet-olunduğuna göre: Resûlüllah salîallahil
aleyhi ve sellem:
— Şüphesiz ki annelere
itaatsizliği, kızları (n«ı) diri diriye mezara gömmeyi, haksız yere emir ve
nehîde bulunmayı Allah size haram kılmış; dedikoduyu, çok sual sormayı ve mal
israfını da sizin için kerîh görmüştür.»[592]
Hadîs müttefekun
aleyh'dİr.
Ümmehâf : Ümmehe'nin
cem'idir. Ümmehe ve Ümm kelimeleri anne mânâsına gelirlerse de «ümmehe» yalnız
akıl sahipleri için kullanılır. «Ümm» ise umumîdir. Burada yalnız anenin
zikredilmesi onun hakkı pek büyük olduğunu göstermek içindir; yoksa babaya
itaatsizlik de haramdır. Buîkînî'den nakledildiğine göre haram olan
itaatsizlik, evlâdın anneye babaya veya onlardan birine; örfen küçümsenemeyecek
bir eziyyetde bulunmasıdır. Binâenaleyh ebeveynden birinin emir veya nehyine
örfen itaatsizlik sayılmayan bir şeyle muhalefet etmek, onlara isyan
sayımladığı gibi, şer'î bir hak dolayısı ile evlâdın anne veya babasını
mahkemeye vermesi de itaatsizlik ve isyan değildir. Nitekim ashâb-ı kirâm'dan
birinin oğlu babasının malına ihtiyacı olduğunu Resûlüllah (S.A.V.)'e şikâyet etmiş; Peygamber (S.A.V.)
bunu itaatsizlik saymamıştır. Maamâfîh bazıları Resûlüllah (S.A.V.)'in cevaben:
«Sen de malın da
babanınsınız» buyurmasına bakarak meseleyi teemmüle şâyân bulmuş; ve mezkûr
cevabı şikâyetin memnu' olduğuna delîl saymışlardır.
Bülkînî ebeveyne
isyanı îzâh ederken söyle diyor: «O halde, itaatsizlik: başkasına yapılmış olsa
küçük günahlar cümlesinden sayılacak haraâm bir eziyeti; evlâdın ebeveyninden
birine yapmasıdır. Bu suç onlara karşı büyük günah olur. Keza evlâdın, cihâd
gibi kendisine vâcib olan şeyleden başka bir hususta nefsinin veya bir uzvunun
telefinden korkarak ebeviyninin emir ve nehîlerine karşı gelmesi; veya onlara
meşakkat veren yolculukda kendisine farz olmayan bir şey hakkında. muhalefette
bulunması, ilim tahsili ve kazanç- gibi faydalı şeylerden başka bir hususta
onları uzun zaman terketmesi onlara hürmet ve ta'zîmde bulunmaması da onlara isyandır.
Zîrâ ebeveynden biri geldiği vakit evlâd ayağa kalkmaz veya yüzünü ekşetirse
bu hareket başkalarına kargı bir suç sayılmamak la beraber anne babaya karşı
itaatsizliktir.»
«Ve'd» kızları diri
diriye mezara gömmektir. Câhiliyyet devrinde araplar bunu yaparlardı. Çünkü kız
çocuğu doğmasını istemezler; bunu kendileri için zül telâkki ederlerdi, ilk
defa kızını diri diriye mezara gömenin Kays b. Asım-ı Temîmî olduğu söylenir.
Araplardan açlık korkusu iie kız ve erkek bütün çocuklarını diri diriye mezara
gömenler de bulunurdu. İslâmiyet bunu şiddetle menetmiştir.
cümlesine gelince
;men'eden murâd: Allah'ın menedilmemesini emrettiği şeyi men'etmektir. Hattâ:
Bana ver; mânâsına bir ism-i fiildir. Burada ondan murâd: istenmesi gerekmeyen
şeyi istemektir. Onun için bunların ikisi de haram kılınmıştır.
«Dedi ve denildi»
cümlesi burada, fiilin lâfzını hikâye sureti ile tenvînsiz zikredilmiştir.
BuhârVnin bir rivayetinde bunlar fiillikden çıkarılarak isim olmak üzere
tenvîn'Ie rivayet edilmişlerdir. Fakat tenvînsiz rivayeti daha çoktur.
Kîl-ü kaal'den murâd:
işittiği bir sözü başkalarına nakletmektir. Bu nakil ya: «şöyle diyorlar; böyle
söyleniyor» gibi söyleyen gizlenerek yâhud: «filân şöyle dedi» şeklinde
söyleyenin kim olduğu beyân edilerek yapılır ki lisanımızda dedikodu denilen
şey budur. Dedi-kodu'nun mene dilmesi, abesle iştigâl olduğundan ve zem,
gîbet, koğuculuk gibi müslümâna memnu' olan şeyleri tezammm et-tiğindendir.
Bilhassa söz uzayacak olursa mevzuu bunlardan hemen hemen hâlî kalmaz.
Muhibbi-i Taberî
burada üç vecih olduğunu söylüyor. Şöyle ki:
1— Men'an ve
hâti kelimeleri birer masdardır. Bu takdirde hadîs çok konuşmanın mekruh
olduğuna işaret ediyor demektir.
2—
Bunlardan
murâd: halk arasında konuşulan sözleri başkalarına haber vermektir. Haber
vermenin mekruh olması ya çok lâf taşımanın önünü almak yâhud da kendisinden
bahsedilen kimse bundan hoşlanmadığı içindir.
3— Bu
cümle ihtilaflı dînî meseleler
hakkındadır. Mekruh olan derecesi hatâdan
emin olamayacak kadar çok rivayet etmektir. imam Müslim'in tahrîc ettiği şu
hadîs de bu veçhi te'ykl eder :
Çok suâlden murâd; ya
dilenmek yâhud müşkil meselelere dâir soru sormaktır. Her ikisi birden
kasdedilmiş de olabilir. Dilenmenin haram olduğunu «zekat bahsi» nde
görmüştük. Bazılarına göre çok sualden maksad, halk arasında dolaşan havadis
ve haberlerle muayyen bir insanın, duyulmasını istemediği sırlarıdır.
Mal israfı denilince
hatıra gelen şey dînî dünyevî bir maksada mebnî olmayarak yapılan sarfiyattır.
Bazıları bunu harama harcamakla kayıdlamışlardır. Musannifa göre ise, dînî
olsun dünyevî olsun; şer'-an mezun olmayan bir cihete mal sarfetmektir. Çünkü
Allah Teâlâ malı kullarının yararına halk etmiştir. İsraf ise, ya mal
sahibinin yâhud başkasının menfaatini zedeler.
Fazla mal sarfiyatında
da üç vecih vardır:
1—
Şer'an
memnu' olan yerlere mal sarfetmektir. Bunun haram olduğundan şüphe yoktur.
2— Şer'an
me'zun olan yerlere sarfetmektir. Daha mühim bir hakkın elden gitmesine sebep
olmamak şartı ile bunun makbul ve matlup bir şey olduğunda şüphe yoktur.
3— Mubah
olan cihetlere sarfetmektir. Bu da iki kısımdır: Birincisi mal sahibinin kendi
kudretine münasip bir şekilde sarfiyatta bulunmasıdır. Bu israf değildir.
İkincisi örfen kendine lâyık olmayan bir cihete mal sarfetmesidir. Eğer mevcud veya
muhtemel bir kötülüğü defetmek içinse bu da israf değildir. Böyle
değilse tumhur'a göre israftır. İbni Dakîki'î - İd : «Kur'ân'm zahirine göre
bu israftır» demiştir. İmam Gazâlî (450—505)
Râfiî ve başkaları bunun haram olduğuna kaildirler.
İhtiyaçtan fazla bina
yapmak, bilhassa onun zînet ve süsü için sarfiyatta bulunmak bilittifak
mekruhtur. Sübkî (683—756) mü-bâh olan zevkiyat hakkında ihtilâf olduğunu
söylemiştir.[593]
1485/1254- «Abdullah
b. Amrİ'bnİ Âs radıyalldhü anhümâ'dan Peygamber satldUahü aleyhi ve scttem'âen
işitmiş olarak rivayet olunduğuna göre Resûlüilah saUaîlahü aleyhi ve sellem:
— Allah'ın rızası
ebeveynin -rızasında; gazabı da ebeveynin gazâbındadır; buyurmuştur.»[594]
Bu hadîsi Tîrmîzî
tahrîc etmiştir. İbni Hibbân ile Hâkim onu sahîhlemişlerdir.
Hadîs-i şerîf anne ile
babayı razı etmenin evlâd üzerine farz; gücendirmenin ise haram olduğuna delildir.
Zîrâ Allah'ın rızâsı onların rızâsına; gazâbıda onların gazabına bağlanmıştır.
Binâenaleyh onların bu hakkı, cihâd gibi farz-ı kifâye olan vecîbelerden bile
ileridir. Nitekim Hazret! İbni Ömer (R. A.)'âan rivayet edilen şu hadîs de
bunu te'yîd eder:
«Bîr adam cihâda
gitmek için Peygamber (S.A.V.)'den
izin istemeye geldi. Resûlültah
(S.A.V.) :
— Ebeveynin sağmı?
dîye sordu adam:
— Evet; dedî:
— O halde sen
ancak onlar hakkında mücâhede et;buyurdular.»
İmam Ebu Davud'un, Hz.
Ebu Saîd (R. .A./den rivayet ettiği bir hadîsde şöyle buyuruluyor: «Bîr adam
Yemen'den hicret ederek Resûlüllah (S.A.V.)'e geldi ve:
— Yâ Resûlâllah, ben hicret ettim; dedi.
Resûlüüah (S.A.V.) :
— Senin Yemen'de ailen
varmı? diye sordu. Adam:
— Ebeveynim var;
deyince :
— Sana İZİn
verdilermi? diye sordular. Adam:
— Hayır; cevabını
verdi. Resûlüllah (S.A.V.) : .
— Öyle İse hemen dön
de onlardan izin iste. Eğer sana izin verirlerse cihâd et; Vermezlerse onlara
itaat eyle; buyurdular.» İmam Şafiî ile diğer bazı Ulemâ'mn mezhebi budur.
Onlara göre anne baba razı olmadığı vakit cihâdı terketmek vâcib olur; ancak
namaz gibi farz-ı aym olan ibâdetler anne baba rızâsına bağlı değildir;
onların rızâsı hilafın dahî edâ olunurlar.
Ek ser-i Ulemâ'ya göre
ise anne baba, evlâdının bulunmamasından bir zarar görmeyecekse farz-ı kifâye
olan ibâdetler hattâ bazılarına göre menduplar bİie onların rızâsı olmadan edâ
edilebilir. Bunlar ebeveyn hakkını bildiren hadîsleri mübalâğaya
hamletmişlerdir. Onlara göre evlâd Allah'a âsî olmamak şartı ile ebeviynine
itaatle memurdur. Nitekim Teâlâ Hazretleri bu hususta :
«[595]
Şayet annenle baban, bilmediğin bir şeyi bana şerik koşman babında seninle
münakaşa ederlerse, onlara itaat etme; ama kendileri ile dünyada iyilikle
sohbet eyle» buyurmuştur.
Anne ile baba hakları
birbirine karşı geldiği vakit anne hakki tercih edilir. Bunun delili İmam
Buhârî'nin rivayet ettiği şu hadîstir :
«Bir adam :
— Yâ Resûlâflah, kendisine güzel sohbette bulunmama en ziyâde lâyık kimdir
demiş; Resûlüllah (S.A.V.): Üç defa (tekrarlamak sureti ile) :
— Annendir; cevabını
vermiş:
— Sonra :
— Babandır; demiştir.»
İbni Battal diyor ki: «Bunun muktezâsı anne hakkının babanınkinden üç misli
fazla olmasıdır. Bu her hâlde karnında taşıma, sonra doğurma, daha sonra
emzirme zahmetlerinden dolayı olacaktır.»
tbni Battal'm sözlerini te'yîd. eden âyetler de vardır.
Kaadî lyâz: «Cumhur-u
Ulemâ annenin iyilik görme hususunda babadan daha haklı olduğuna kaildirler»
demiş; bazıları bu hususta icmâ' olduğunu nakletmişlerdir.
Kardeşle dededen
hangisi itaat ve iyilik görmeye daha lâyık olduğu ihtilaflıdır. Kaadî lyâz,
ekser-i ulemâ'ya.1 göre dedenin daha lâyık olduğunu söylüyor.
Kadın üzerinde en.
ziyâde hakkı olan insan kocasıdır. Bunu İmam Ahmed b. Hanbeî ile Nesâî'nin Hz.
Âîşe (R. An/ıâ/dan tah-rîc ettikleri şu hadîs beyân etmektedir:
«Peygamber (S.A.V.)'e
:
— Kadının üzerinde
hangi insanın en çok hakkı vardır? dedim:
— Kocasının; dedi:
— Erkeğin üzerinde
kimin? dedim:
— Annesinin;
buyurdular.» Maamâfîh anne baba bundan zarar görürse onların hakkı yinede koca
hakkından önce gelir.[596]
1486/1255- «Enes
radıyallahü anh'âen Peygamber sdlldllahü aleyhi ve sellem'den İşitmiş olarak rivayet olunduğuna göre Resûlüllah sallaîlahü aleyhi ve seîîem :
— Nefsim Kabze-i kudretinde olan Allah'a yemin ederimki, bir
kul kendisi için dilediğini komşusu için de Yâhud din kardeşi içinde—
dilemedikçe hakkîle îmân etmiş buyurmuşlardır.»[597]
Hadîs müttefekun
aleyh'dir.
Bu hadîsi Müslim'de
böyle, din kardeşi ile komşu arasında şek ederek rivayet olunmuştur. Buhârî'de
zikredilen yalnız din kardeşidir.[598]
Hadîs-i şerif ulemâ
arasında temel sayılan dört hadîsten biridir. Kalan üçüde: «Ameller niyetlere
göredir.» «Helâl ve haram beyân edilmiştir...» ve «Kendisini alâkadar etmeyen
şeyi terketmek. Kişinin iyi müslüman olmasının alâmetİerin-dendir» mealindeki
hadîslerdir, ki bunlar ilende «Zühd-ü Takva» bâ-bmda görülecektir. Mezkûr
hadîsler îslâmî kaidelerin mihveri mesâ-besindedirler.
Bu hadîs dindaş ve
komşu haklarının pek büyük olduğuna delildir. Hattâ onlara riâyet etmeyenlerin
îmânı bile nefî edilmiş ise de boylelerin îmândan mahrum olmadığı sair şer'i
kaidelerden ma'lûm olduğundan buradaki nefî «İmânın kemâli yoktur» mânâsına
alınmıştır.
Kulun kendisi için
dilediği şeyin ne olduğu burada ta'yin edilmemiştir. Hadîsin Nesâî'deki
rivayetinde:
«Kendisi dilediği
hayrı din kardeşi için de arzu etmedikçe...» buyurularak bu cihet beyân
edilmiştir. Ulemâ-i Kirâm'a göre bundan murâd: Onun için yapılacak taatlerle
sair mubah olan şeylerdir. Lâkin İbni Salâh (577—643) buna i'tirâz ederek
şunları söylemiştir: «Bu yapılması imkânsız olan sarp işlerden sayılabilir.
Hâlbuki hakikat öyle değildir. Çünkü hadîsin mânâsı: Kendisi için dilediği
hayrı din kardeşi içinde arzu etmedikçe hiç birimizin îmânı kemâl bulamaz;
demektir. Bunu yapmak ise din kardeşine o hayrın bîr mislinin söz götürmez bir
şekilde yani; kendine verilen ni'-metten noksan olmamak şartı ile verilmesini
dilemekle olur. Selim bir kalp için bu kolay bir iştir. Onu yapmak ancak
fesatçı kalplere zor gelir, Allah bize ve cümle din kardeşlerimize afiyetler
ihsan buyursun.»
Yukarıdaki mütâlâalar
hadîsin «Din kardeşi» rivayetine göredir. Komşu rivayeti ise, müslüman, kâfir,
fâsık, dost, düşman, hısım, hasım uzak, yakın bütün komşulara âmm ve şâmildir.
Binâenaleyh kendine hayır dilemeye sebep olacak bütün sıfatlar hangi komşuda
mevcutsa o komşu en yüksek mertebededir. Ondan sonra bu sıfatların ekserisini
hâiz olana, daha sonra daha azı kendinde bulunanlara sıra gelir.
Böylece bir tek
hasleti olana kadar İnilir; ve her komşunun hakkı, hâline göre verilir.
Filhakika bu bâbta Taberânî (260—360), Hr. Câbir (R. A.)'den şu hadîsi tahrîc
etmiştir:
«Komşular üç nev'îdir.
(Birincisi) bir hakkı olan komşudur. Bu Müşrik olup (yalnız) komşuluk hakkı
vardır. (İkincisi) iki hakkı olan komşudur. Bu Müslümandır. Müslümanın hem
komşuluk hem de islâmiyet hakkı vardır, (üçüncüsü) üç hakkı olan komşudur. Bu
da akrabalığı olan müslüman komşudur. Bunun islâmiyet akrabalık ve komşuluk
haklan vardır.» îmanı Buhârî'nin rivayetine göre: Hz. Abdullah b. Ömer bir
koyun kesmiş ve yahûdî komşusuna ondan hediyye etmiştir.
Hâsılı komşu din
kardeşi ise, kendisi için dilediğini onun içinde islemeli; Kâfirse müslüman
olmasını temenni etmelidir. Ulemâ'dan Muhammeâ b. Ebî Cemre: «Komşuluk hakkına
riâyet, îmânın kemâlindendir. Ona zarar vermek ise büyük günahlardan ma'duttur.
Çünkü Rcsûlullah (S.A.V.) :
— Her kim Allah'a ve
âhiret gününe inanırsa komşusuna ezâ etmesin; buyurmuştur. Bu hususta hâl iyi
ve kötü komşuya nisbetle birbirinden farklıdır» demiştir.
Kötü komşuya hâline
göre nasihat edilir. Kâfire Müslümanlık anlatılır. Fâsık olana dahî münâsip
bir lisanla nasihatta bulunulur. Vazgeçemediği takdirde onunla alâka kesilir
ve bu hareketle onu te'dip kastedilir.
Komşuluğun hududu her
taraftan kırk hânedir. Hz. Alî (R.A)'dan rivayet olunduğuna göre; ezanı
işitenler, komşudurlar. Bazılarına göre, mescidde sabah namazını beraber
kılanlar komşu sayılarlar. Bunları yerinde görmüştük.[599]
1487/1256- «İbnİ
Mes'ud raâtyallahü anh'âan rivayet edilmiştir. Demiştir kî: Resûlüflah
sallattahü aleyhi ve sellem :
— Hangi günah daha
büyüktür? dîye sordum :
— Seni yaratmış olduğu
halde Allah'a nazır ittihaz etmendir; dedi.
— Ondan sonra
hangisidir? dedim :
— Seninle beraber yemesinden korkarak evlâdını öl-dürmendir;
buyurdu.
— Daha sonra
hangisidir? dedim :
— Komşunun karısı ile
zina etmenizdir; buyurdular.»[600]
Hadîs müttefekun
aleyh'tir.
Allah'a şerik ve nazîr
koşulmaması hususunda Kur'ân-i Kerîm'de :
«[601] O
halde Allah'a nazîrler ittihaz etmeyin» buyıxulduğu gibi fakirlikten dolayı
evlâd öldürme babında dahî :
«[602]
Fakirlik korkusu ile çocuklarınızı Öldürmeyin» âyet-i kerîmesi nazil
olmuştur.Zina fi'linin müşakeret babından kullanılması, zinaya kadınında
rızâsı olduğuna işaret içindir. Bu fiilde zina suçundan maada, kadını baştan
çıkarma, kalbini başkasına meyil ettirme gibi kötülükler de vardırki, bunların
hepsi birer büyük günahtır. Kadının komşu karısı olması bu husustaki
hıyanetlerin en büyüğüdür. Çünkü komşunun komşudan beklediği şey, kendisini ve
ırzını müdâfaa etmesi, kötülüklerinden emin olmasıdır. Allah Teâlâ dahî komşu
hakkına riâyeti ve ona iyilikte bulunmayı emretmiştir. Bu cihetler göz önünde
bulundurularak komşunun karısıyla zina ve onun ahlâkını ifsat etmesi
düşünülürse bu zinanın ne derece çirkin bir şey olduğu lâyıkı ile anlaşılır.
Hadîs-i şerif en büyük
günahın Allah'a şirk koşmak olduğuna, ondan sonra da haksız yere insan
öldürmek geldiğine delildir. Şâir büyük günahların dereceleri, sebep oldukları
mefsedetlere göre değişir.[603]
1488/1257- «Abdullah
b. Amri'bnî Âs radıydllahü anhümâ'dan rivayet olunduğuna gÖre Resûlüllah
salldllahii aleyhi ve sellem :
— Kişinin ebeveynine
söğmesi büyük günahlardandır;
buyurmuş.
— Hiç İnsan ebeveynine
sögermi? denilince :
— Evet bir adamın babasına
söğer; o da onun babasına söğer; annesine söğer; o da onun annesine söğer; buyurmuşlardır.»[604]
Hadîs müttefekun
aleyh'dİr.
Bu hadîsdeki «kişinin
ebeveynine söğmesi» nden murâd: Onlara söğmeğe sebebiyet vermesidir.İbarede;
müsebbebi zikirle, sebeb-i kasid kabilinden mecâz-ı mürsel vardır.
Hadîs-i şerif, anne
ile babaya ezaya ve söğmeye sebep olmanın haram kılındığına delildir. Zîrâ bununla
hem sebep olan hem de söğen günaha girmiş olurlar. İbni Battal: «Bu hadîs
Sedd-i zerâyi'[605] hususunda bir esastır» diyor. Bundan şu
neticeye varılır : Bir işin sonu harama varırsa o haram kasdedilmemiş bile olsa
o işi yapmak haramdır. Bazıları bu hadîsde zann-i galip ile amel
edilebiliceğine işaret görürler. Çünkü bazan babasına söğülen kimse, söğrnekle
mukabele etmeyebilir. Lâkin ekseriyetle o da söğer.[606]
1489/1258- «Ebu
Eyyub radıyallahü anh'dan rivayet olunduğuna göre, Resûlüllah sallallahü
aleyhi ve sellem :
— Müslüman bir kimseye
din kardeşini üç günden fszla terketmek, karşılaştıkları vakit birbirlerine yüz
çevirmek helâl olmaz. Bunların en hayırlısı evvelâ selâm verendir;
buyurmuşlardır.»[607]
Bu hadîs, müslümanın
nıüslümanla üç günden fazla dargın, kalmasının haram olduğuna delildir: Üç
günden fazlası haram olduğuna göre üç gün dargın durmak haram değildir. Bunun
hikmeti, insanda gazab ve huysuzluk cibillî olduğundan bunları gidermek için
güç gün din kardeşini terketmesi affedilmiştir. îlk gün Öfkesi yatışır. İkinci
gün kendine gelir; Üçüncü gün artık özür diler. Bundan fazlası ile kardeşlik
hukuku ihlâl olur.
Hadîs, selâm vermekle
dargınlık ve ayrılığın sona ereceğine de-Sâîet ediyor. Cumhur-u Utemâ ile İmam
Mâlik ve gâ/iî'nin mezhepleri budur. Bunlar TaberânVnin Hz. İbni Mes'ud'un
amcası Zeyd b. Vehb tarîki ile rivayet ettiği mevkuf bir hadîsle de istidlal
ederler. Mezkûr hadîsde :
«Dönmesi gelip ona
selâm vermesidir» denilmektedir. İmam Ahmed'le bazıları: «Eğer darıldığı
kimseye konuşmamak üzüntü veriyorsa yalnız selâm alması kâfi gelmez; eski
hâllerine dönmeleri behemehal lâzımdır» demişlerdir. Bazılarına göre
terkedilenin hâline bakılır. Eğer selâmMan başka sözler söylemek kendisini hoşnud
edecek ve dargınlığını giderecekse, konuşmak barışmanın tamamı sayılır. Böyle
bir şeye ihtiyaç yoksa selâm vermek kâfidir.
Üç günden fazla süren
dargınlık için İbni Abdilberr şöyle diyor: «Konuşması, dargın olan şahsa dîni
hususunda bir noksanlık getirecek veya nefsine yâhud dünyasına zarar verecek
kimse ile üç günden fazla dargın durmanın caiz olduğuna Ulemâ ittifak
etmişlerdir. Nice güzel dargınlık vardır ki, ezâ veren barıştan daha
hayırlıdır.»
Kimlerle dargın
durulabileceği hususunda yukarılarda söz geçmişti.[608]
1490/1259- «Cabir
radıyallahü anh'den rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah sallallahü
aleyhi ve sellem :
— Her iyilik
sadakadır; buyurdular.»[609]
Bu hadîsi Buharı
tahrîc etmiştir.
Ma'ruf, nıünkerin
zıddıdır. İbni Ebi Cemre diyorki: «Âdet olsun olmasın iyi amellerden olduğu
şer'î delillerden anlaşılan şeye ma'ruf adı verilir. Eğer o iş niyetle
yapılırsa sahibi kafi olarak ecir kazanır. Niyetsiz yapıldığı takdirde ecir
işi ihtimali kalır.»
Sadaka : Allah rızâsı
için verilen maldır; ve farz, mendup bütün sadakalara şâmildir, iyiliği
«sadakadır» diye haber vermek teşbih-i beliğ kabîlindendir. Maksad: sevap
hususunda iyilik için sadaka hükmü olduğunu binâenaleyh yapılacak iyiliğin az
da olsa hakir görülmemesi lâzım geldiğini bildirmektir. Bir hadîsde: «Her
tesbîh sadaka, her
tekbîr sadaka, iyiliği
emr sadaka, kötülükten nehî sadakadır» buyurulmuştur; hattâ insanın kötülük
yapmaktan kendim tutması sadaka sayılmıştır. Zaten hadîsimizdeki : «Her
İyilik» ta'biri bütün salah amellere âmm ve şâmildir. îmam Tirmizî, Hz. Ebu
Zerr (R. A.yĞ&n mervî olarak şu hadîsi tahrîc etmiştir:
«Din kardeşinin yüzüne
gülümsemen senin için bîr sadaka, iyiliği emir, kötülükten nehyetmen senin
için bir sadaka, dalâlet diyarında bir adamı irşâd etmen, senin için sadaka,
yoldan taş'ı, tiken'i ve kemiği atman senin için sadaka, kovandan din
kardeşinin kovasına suyu boşaltman da sadakadır.[610]»
Tirmisî bu hadîsi hasen bulmuştur. Onu îbni Hibbân'da «Sahîh-» inde tahrîc
etmiştir.
Bu hadîslerde
sadakanın yalnız aslına münhasır kalmadığına işaret vardır. Yani sadaka yalnız
maldan olmaz; ve sadece zenginlere mahsus değildir. Bilâkis onu herkes her
zaman ve her şeyle yapabilir.[611]
1491/1260- «Ebu
Zerr radtyaüahü an&Men rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah
saîîaUahü aleyhi ve sellem :
— İyilik nâmına hiç
bir şeyi asla tahkîr etme; velev ki (iyilik) elin kardeşini güler yüzle
karşılamandan ibaret Olsun; buyurdular.»[612]
1492/1261-
«(Bu da) Ebu Zerr radıydttahü anh/den rivayet edilmiştir. Demiştir kt: Resûlüllah
sallallahü aleyhi ve aellem:
— Bir çorba pişirdiğin
vakit suyunu çok koy ve komşularını gör gÖZet; buyurdular.»[613]
Bu iki hadîsi Müslim
tahrîc etmiştir.
Her iki hadîsde güler
yüz göstermek sureti üe olsun iyilik yapmaya teşvik vardır. İkinci hadîsde
ayrıca komşu hakkına riâyet tavsiye olunmakta ve hiç olmazsa pişirdiği çorbadan
ona hediyye etmek sureti ile görüp gözetilmesi îcâbettiği bildirilmektedir.[614]
1493/1262- «Ebu
Hüreyre radıyallahü anh'ûon rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Resûlüllah
sallallahü aleyhi ve sellem:
— Her kim bir
müslümanın dünya gussaiarından bir gussasını giderirse, Allah onun kıyamet günü
gussala-rından bir russasını giderir. Kim başı sıkılan birine ko-Isylık gösterirse
Allah ona dünya ve âhîrette kolaylık ihsan eder. Kim bir müstümanın kusurunu
Örterse Allah onun hem dünyada hem de âhirette kusurunu örter. (Hâsılı) Kul
din kardeşinin yardımında oldukça Allahda o kulun yardımindadır; buyurdular.»[615]
Bu hadîsi Müslim
tahrîc etmiştir.
Yalnız burada hadîsin
metninde bazı değişiklikler vardır. Meselâ: «neffese» kelimesi Müslim'de
«Ferrece» şeklindedir. Ondan sonraki cümle de «Sahîk-i Müslim» de yoktur. Onu
başkaları rivayet etmiştir. Maamâfîh mânâda bir değişiklik yoktur.
Hadîs-i' şerif bir kaç
mes'eleye delâlet etmektedir. Şöyle ki:
1— Bir
müslümanın dünyaya âid baş sıkısını çözmenin faziletini bildiriyor. Bu da
hacetine ya mal vermekle veya ma'nevî nüfuzunu kullanarak onu zâlimin
zulmünden kurtarmaya çalışmak, hasta
ise ilâç almak, doktor getirmek gibi şeylerle olur.
2— Borçluya
yardımda bulunmak ve kendisine kolaylık göstermek de baş çözmekten ma'dudtur.
Bunun ayrıca zikredilmesi daha beliğ
ve daha mühim olduğu içindir. Borçluya yardım ya kendisine uzun va'de vermek yâhud
borcunu affetmek gibi şeylerle olur. Alacaklı her hangi bir şekilde borçlusuna
kolaylık gösterirse, şüphesiz Cenâb-ı Hak da ona dünyevî ve tıhrevî bütün
işlerinde kolaylık ihsan eder. Bu suretle her işi yolunda gittiği gibi
âhirette de sıkıntı çekmez; iyilikleri
kötülüklerine galebe çalar.
3— Bir kimse
bir müslümanın gizli bir kusurunu görür de başkalarına söylemezse me'cur olur.
Ecri de ameli cinsindendir; yani onun kusurunu da Allah örter. Dünyada yaptığı
bir kusuru kimseye duyur-madığı gibi âhirette de kabahatim yüzüne vurmaz; affeder.
Bundan dolayıdır ki Peygamber (S.A.V.) müslümanları birbirlerinin
kusurlarını meydana çıkarmamaya teşvik etmiştir.
Ulemâ kusur gizlemenin
vâcib değil mendup olduğuna kail olmuşlardır. Binâenaleyh bir müslümanın gizli
bir suçunu bilen onu hâkime haber verse, günahkâr olmaz. Ancak bu hüküm fitne
ve fesatçılığı ile tanınmış kimseler hakkındadır. Bir defa bir suç işleyerek
tevbe eden ve bir daha yapmayan kimsenin o kusurunu gizlemek îcâbeder, çünkü fesatçının
kusurunu gizlemek, onu daha başka fitne ve fesatlar çıkarmaya teşvik olur. Bir
defa suç işleyenin hâli böyle değildir. Buraya kadar verilen izahat ma'siyet
işlendikten sonraya âiddir. Onu işlerken görenin hükmüne gelince : Men'etmeye
iktidarı olursa derhal müdahe-lede bulunarak men'etmesi vâcibtir. Çünkü bu
müdaheie mühkeri inkâr demektir; müdahale etmemek helâl olamaz. Meselâ:
Hırsızı birinin malını çalarken görenin mal sahibine haber vermesi îcâbeder;
aksi takdirde hırsıza yardım etmiş olur. Acaba hadîs râvîleri ile şâhidlerin,
evkaf ve zekât memurlarının cerhi, gîbet sayılmazmı? Hayır, onların cerhi
gîbet değil, bilâkis herkese vâcib olan bir nasihat ve dürüstlüktür; böylece
olduğu da ittifâkîdir..
4— Kul din
kardeşine yardım ettikçe AHah'da o kula yardım eder. Bu suretle kazanmağa
gayret gösterdiği bir şeyi kolayca elde ediverir. Vâkıâ her işde AHah kulunun
muinidir: Fakat bu avn-ü inayet, din kardeşine yardım edene daha fazladır.
Binâenaleyh müslümana gereken, din kardeşini kendinden ileri tutmaktır; zîrâ
Allah'ın kemâl-i inayetlerine nail olmanın yolu budur.[616]
1494/1263- «İbni
Mes'ud radıyallahü cmVdan rivayet olunmuştur.
Demiştir ki:
Resûlüllah sallallahü aleyhi ve seîîem:
— Her kim bir hayra
delâlet ederse kendisine o hayrı yapanın ecri kadar ecir vardır; buyurdular.»[617]
Bu hadîsi Müslim
tahrîc etmiştir.
Hadîs-i şerîf, hayra
delâlet edenin onu yapan kadar ecir ve sevap kazanacağına delâlet ediyor. Bu
bâbta:
«Her kim İslâmda güzel
bir çığır açarsa o çığır'ın ve onunla amel edenlerin ecri kendisinin olur»
hadîsi de vardır.
Hayra delâlet, onu
yapmasını söylemek ve yapmak isteyene nereye müracaat edeceğini göstermek,
nasîhatta bulunmak ve faydalı eserler yazmak gibi şeylerle olur.
«Hayır» in mânâsı
dünya ve âhirete âid bütün hayırlara şâmildir. Ne büyük meziyettir ki kelâm-ı
Nebevî'nin mânâları akıllara hayret verecek derecede şümullü; Kelimeleri o
nisbette vazıhtır.[618]
1495/1264- «İbni
Ömer radıyalîahü anhümû'âan Peygamber saîlallahit aleyhi ve sellem'ûen işitmiş
olarak rivayet edildiğine göre Resû-lüîtah saîldllahü aleyhi veseTtevn:
— Her kim Allah aşkına
size sığınırsa onu koruyun. Her kim sizden Allah aşkına bir şey isterse) ona
verin; her kim de size bir iyilik yaparsa onu mükâfatlandırın, eğer (verecek
bir şey) bulamazsamz kendisine dua edin; buyurmuşlardır.»[619]
Bu hadîsi Beyhakî
tahrîc etmiştir.
Ayni hadîsi Ebu Dâvud,
îbni Hibbân ve Hâkim de tahrîc etmişlerdir. Yalnız bazı rivayetlerinde az çok
kelime değişiklikleri ve ziyâdeler vardır. Meselâ bir rivâyetde :
«Eğer ona mükâfat vermekten
âciz kalırsanız; şükrettiğinize kanâat getirinceye kadar ona duâ edin; çünkü
Allah şükredenleri sever» buyurulmuştur. Tirmizî şu hadîsi rivayet ediyor :
«Eğer bir kimseye bir
hedîyye verilir de (karşılığında) verecek bir şey bülabilirse ona karşılık
hediyye versin; (verecek şey) bulamazsa sena etsin; zırâ sena eden muhaKkak
şükretmiş olur. Her kim (hakîkaü) giderse muhakkak küf-rân-ı ni'met etmiş
olur.»
«Her kin Allah aşkına srze sığınırsa omı koruyun»
cümlesinin mâm- i:
Eğer bir kimseden, üzerine farz olmayan bir şey istenir de yapamaz ve size
iltica ederek özür dilerse, onu kendi hâline bırakın, affedin; demektir.
Hadîs-i şerîf, böyle
bir kimseden artık o şeyin istenmeyeceğine Allah aşkına - isteyen kimseye
istediğini vermek gerektiğine, iyilik yapana mükâfat vermek lâzım geldiğine,
verilecek mükâfat bulunamadığa takdirde kendisine duada bulunmak îcâbettîğine
delildir. Ancak verilmesi veya istenilmesi memnu' olan şeyleri vermek
îcâbetmez. Bu toab' da Tdberânî, Hz. Ebu RSuse'I - Eş'arî (R. A./dan şu hadîsi
rivayet etmiştir :
«Allah aşkına isteyen
(dilenci) mei'undur. Kendisinden Allah aşkına istenilen ve kötü bir şey
istememiş olmak şartıyla dilenciye nesne vermeyen kimsede mei'undur; derken
işittim.» Dilenciye Iâ'net edilmesi, bıktırılacak derecede ısrar ettiği
takdirdedir. Vermeyene Iâ'net ise verilebilecek bir şeyi vermediği zamana
mahsustur. Ulemâ bu hcJîsi kerâhate hamletmişlerdir.[620]
Zühd: Bir şeye az
rağbet göstermektir. Ehl-i hakikat ıstılahına göre ise dünyadan yüz çevirmek,
ona kıymet vermemektir. Bazıları,: «Zühd; dünya rahatını âhiret rahatına
terketmektir» demiş, bir takımları: «Elinin hâli kaldığı şeyden kalbinin de
hâli kalmasıdır» demişlerdir. «Zühd: elden çıkana yanmamaktır» diyenler olduğu
gibi, daha baş-, ka tarifler de yapılmıştır.
Fakat Tirmizî ile îbni
Mâce'nin, Hz. Ebu Zerr (R. A.J'dan mer-fu' olarak rivayet ettikleri şu hadîs
zühd'ü hor türlü ta'rif ve izahattan daha güzel tefsir etmektedir :
«Dünyada zühd: ne
helâli haram kılmaktır, ne de malı itlaf etmek. Lâkin dünyada Zühd, Allah'ın
milkinde olana kendi elinde olandan daha fazla itimad eder olman ve başına
mûsîbet geldiği zaman onun sevabs hakkında mûsî-betîn olmasın (kazandıracağı
sevap) dan dana arzukeş bulunmandir.» Tabii ki başa gelen belâya bir ân
sabretmekle uzun zaman sabır göstermenin sevabı bir değildir. Uzun zaman
sabreden elbette daha çok sevap kazanacaktır. Fakat Zühd çok sevaba tarna' etmek
değil ,azına kanâat göstermektir. Bunu anlatmak için hadîs-i şerif de sevabı
az olan tarafın istenilmesi tavsiye buyurulmuştur.
Vera': Haram işlemek
korkusu ile, şüpheli görülen şeylerden kaçınmaktır. Bazıları: «Sana şüphe
veren şeyi terketmen, kusur sayılanı da yapmamandır» demişlerdir: «En mevsuk
olanla amel etmek ve nefse en meşakkatli geleni yüklemektir» diyenler olduğu
gibi: «yiyeceğine, giyeceğine bakarak, hakkında beis görülen şeyi yapmamaktı''»
diye ta'rif edenler de vardır.[621]
1496/1265- «Nu'man
b. Beşir radıyallahü anhümâ'âen rivayet edilmiştir. De mî şiir ki: ResûlüHah
sallallahü aleyhi ve sellem :
— Muhakkak helâl
apaçık ve (yine) muhakkak haram apaçıktır» Fakat bunların arasında bir takım
şüpheli şeyler vardîr ki onlar insanlardan birçoku bürnek. Bmdî bu şüphelerden
sakınan dînini ve ırzını korumuş olur. Şüphelere düşen ise harama düştü
demektir. Tıpkı yasak yerin etrafında hayvan güden çobanın onun içine düşmesi
yakincacik olduğu gibi. Dikkat edin, bir hükümdarın bir yasak yeri vardır.
Şüphesiz ki Allah'ın yasak yeride hsrâm kıldığı şeylerdir. Dikkat edin! vücûdda
bir lokma (et) vardır ki, bu lokma iyi olursa bütün vücut iyi olur; bozulursa
bütün vücut bozulur. Dikkat edin, bu lokma kalptir; buyururken işittim; Nu'man
bunu söylerken iki parmağını kulaklarına kaldırmıştır.»[622]
Hadîs mütfefekun
aleyh'tir.
«Harama düştü»
cümlesinin mânâsı; harama düşmesi yakındır; demektir. Hadîsin geri kalan
kısmının delaleti ile bu cümle hazfedilmiştir. Zîrâ şüpheye düşmek harama
düşmekle bir hükümde olsa beyân edilmiş bulunan haramın bir nev'i olmak lâzım
gelirdi; hâlbuki şüpheli şeyler hadîsde ayrı bir kısım olarak gösterilmiştir.
Nitekim çobana benzetilmesi de buna delâlet eder.
Uiemâ-i Kiram bu
hadîsin pek büyük bir ehemmiyeti hâiz bulunduğuna ve İslâm kaidelerinin
mihveri sayılan dört hadîsten biri olduğuna ittifak etmişlerdir. Bazılarına
göre bu hadîs islâmın üçte biridir, îmam Ebu Davud'a, göre mihver hadîsler
dörttür. Bunları az yukarıda görmüştük.
,
«Helâl apaçıktır»
cümlesinden murâd : onu Allah ve Resulü beyân etmiştir; demektir. Haramın
açıklığı dahî öyled.ü\. Bunların ihbar sigaları ile ifâde buyurulması helâlden
istifade," haramdan ise kaçınmak lâzım geldiğini bildirmek içindir.
«Bunların arasında bir
takım şüpheli şeyler vardır.»
Cümlesinden murâd:
haram veya helâl olduğu bir çok insanlar yani câhiller tarafından
kestirilmeyip mütereddit kalman şeylerdir. Bunların hükümlerini yalnız âlimler
bilirler. Haklarında kitap veya sünnet vârid olanların delili nasstır.
Bulunmayanların hükümlerini kıyas veya istishap yolu ile istinbât ederler.
Eğer mes'elenin delîli ulemâ'y^. da aşikâr değilse artık vera-' ve takva ile
hareket gerekir ve mesele : «Bu şüphelerden sakınan dînini ve ırzını korumuş
olur» cümlesinin hükmüne girer. Haram veya helâl olduğuna hiç bir delîl yoksa,
şeriat gelmezden önceki şeyler hükmünü alır. Bazılarına göre bu gibi hususâta
hiç bir hüküm verilemez. Diğer bazılarına-göre burada be-râet-i a-sliyye yani
«eşyada asıl olan, taharettir» kaidesi ile amel olunur.
Şüpheli görülen
şeylerde ihtilâf, o şeyin haram olup olmadığı yâ-hud harama benzeyip
benzemediği hususundadır. Muhakkik ulemâ ikinci şıkkı tercih etmişler; ve buna
Ukbetü'bnü Haris (R.A.) hadîsi ile hurma hadîsini misal göstermişlerdir.
Ukbe idîsinin hülâsası
şudur :
Siyah bir cariye Ukbe
ile karısını emzirdiğini iddia etmiş. Ukbe (R. A.) bu meseleyi Resûlüllah
(S.A.V.)'e sorduğunda Peygamber (S. A.V.) :
— Nasıl olur; söylendi
ya; buyurmuşlar. Bu suretle Ukbe de hakikati anlamış. Daha evvel karısının bu
şekilde haram olup olmadığında şüphesi varmış.
Hurma hadîsine gelince
: Resûlüllah (S.A.V.) yolda giderken bir hurma bulmuş ve :
— Bun zekât veya
sadakadan olduğundan korkma-sam yerdin.; buyurmuşlardı. Zekât ve sadaka almak
kendilerine kafi surette ha âmdı; ancak bulduğu hurmanın bu cinsten olup olmadığında
şüphe etmişti.
Allah'ın haram kılıp
kılmadığında şüphe edilen şeylerin helâl olduğunu ifade eden hadîsler vardır :
«Eğer bir şey hakkında
Allah hüküm beyân etmemişse o şey Allah'ın affettiklerindendir.» hadîsi ile
Sa'd b. Ebi Vak-kas (R.A.)'m rivayet ettiği şu hadîs onlardandır:
«Müslümanlar arasında
en büyük günahkâr kimse henüz haram kılınmayan bir şeyi sorarak onun haram
kılınmasına sebep olandır.»
İbni Abdiîberr :
«Gerçek helâl, temiz pak olan kazançtır. Hâlis helâl da budur. Şüpheli olan
şey, başka bir yerde zikrettiğimiz delillerden dolayir bizce helâl
mevkiindedir» demiştir. Hattâbi dahî şunları söylemektedir: «Eğer bir şeyde
şüphe edersen, evlâ olan ondan kaçmmandır. Bu kaçınmanın üç hâli vardır :
vâcib, müstehap ve mekruh. Kaçınması vacip olan şüphe, haramı istilzam edendir.
Malının ekserisi haram olan bir kimse ile muameleden kaçınmak menduptur. Meşru'
olan ruhsattan kaçmmakda mekruhtur.»
îmam Gazali vera'ı bir
kaç kısma ayırır :
1—
Sıddîkların vera'ı: Bu, helâl olduğunu isbat edecek açık bir delîl bulunmayan
şeyi terketmektir.
2— Takva
sahiplerinin vera'ı : hakkında hiç bir şüphe bulunmayan fakat harama
götüreceğinden korkulan şeyi terketmektir.
3— Salifalerin
vera'ı : ihtimâlli olan bir şeyi
terketmektir.
Ancak bu ihtimalin
yerinde olması şarttır, ihtimal yersiz olursa vera'a «müvesvisler vera'ı»
denilir.
İmam Buharı
vesveseliler için bir bâb tahsis etmiştir. Bir insanın elinden kaçmıştır,
zannüe av etini yememek; malının haramdan kazandığını gösteren hiç bir delîl
bulunmadığı halde sırf hâlini bilmediği için bir müslümandan alış veriş
yapmamak birer müvesvis vera'ıdır.
Hadîsteki «her
hükümdarın yasak yeri vardır.» cümlesi eski hükümdarların âdetlerini haber
vermektedir. Filvaki' eskiden her hükümdarın himaye ettiği bir yeri bulunur;
oraya kimse giremezdi, girenlere şiddetli cezalar verilirdi. Binâenaleyh
cezadan korkanlar o yere yaklaşamazlardı. Hadîsde bu cihet muhataplara bir
misal gibi zikredilmiş; sonra ,/Mlah'ın yasak yeri mesabesinde olan haram
kıldığı şeyler beyân olunmuştur.
Şüpheli şeylerle
meşgul olan bir kimsenin hâli gerçekten korunan bir yerin etrafında koyun güden
çobanın haline benzer. Çobanın en ufak bir gafletinden bilistifade koyunlar o
yere nasıl giriverirlerse ayni şekilde şüpheli şeylerle meşgul olan da az sonra
işi harama vardırı-verir. Bundan dolayı, Resûlüllah (S.A.V.) harama götüren
yollardan uzak kalmaya irşadda bulunmuştur. Ondan sonra insan vücudunda bir
lokmacık bir et parçası bulunduğunu, bununla beraber vücudujı salâh ve fesad
mihverliği vazifesini gördüğünü bitte'kîd ifâde buyurmuş; nihayet bu parçanın
kalp olduğunu açıklamıştır.
İmam Gazâlî'ye göre
kalpten murâd göğüs boşluğundaki et parçası değildir. Çünkü bu parça
hayvanlarda da vardır. Ona göre kalp lâtif, rabbânî ve ruhanî bir varlık olup
vücutdaki et parçasına te-allûku vardır. İşte insanın hakikati bu ruhanî
kalptir. İnsanın, anlayan ve bilen muhatap olan tarafı budur. Yine Gazâlî'ye
göre insanın bütün âzâ ve hisleri kalbin emrine verilmiş birer hizmetçi ve
yardımcı mesabesindedirler. Bunların hakim ve mutasrrıfı kalptir. Bütün uzuvlar
kalbe itaat mecburiyetinde yaratılmışlardır; hiç biri ona muhalefet edemez.
Göze açılmasını emrederse, açılır; ayağa hareket emri verirse, hareket eder;
dilin konuşmasını irâde ederse dil konuşur. Diğer uzuvlar da böyledir. Bütün
his ve azanın kalp emrine verilmesi bir cihetle meleklerin Aüah'a olan inkiyad
ve teslimiyetlerine benzer; şu farkla ki, melekler Rablarına yaptıkları tâati
bilirler, halbuki meselâ, kirpikler açılıp kapanma hususunda kalbe teshir yolu
ile itaat ederler. Kalbin bu
yardımcılara ihtiyacı vardır.
Zîrâ Allah yolunda
kendisine binecek ve yiyecek gibi şeyler lâzımdır. Kalpler ancak bu yolda
menziller kat'etmek için yaratılmışlardır. Nitekim Teâlâ hazretleri :
«[623] Ben
cin ve İnsanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.» buyurmuştur.
Kalbin binek vasıtası beden, yiyeceğide ilimdir; şâir se-bebler de sâlih
amellerdir...
Gazâîî'nin uzun olan
beyanatından bir kısmının burada zikredilmesi, kelâm-ı Nebevî'nin nasıl bir dipsiz
derya olduğunu göstermek içindir.
Aklın kalptemi, yoksa
dimağdamı olduğu meselesine gelince: bu meselenin hadîs ilmîle bir alâkası
olmadığından o bâbtakî ihtilâflara burada yer verilmemiştir.[624]
1497/1266- «Ebu
Hüreyre radıyaîlahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah
saîldllahü aleyhi ve sellem:
— Altın, gümüş paranın
ve kadifenin kulu olan kimse helak olmuştur. Kendisine (bunlar) verilirse razı
olur. Verilmezse razı olmaz; buyurdular.»[625]
Bu hadîsi Buhârî
tahrîc etmiştir.
Altın ve gümüşe kul
olmak ta'bîri ile, dünyaya dalan ve âdeta ona taparak kul olan, dünyevî lezzet
ve şehvetler yegâne gayesini teşkil eden kimseler kasdedilmiştir. Hadîsde geçen
altın gümüş ve kadife, sırf misal olarak zikredilmiştir. Yoksa her ne ile
olursa olsun meşgul olarak Allah'a olan kulluk vazifesini unutan kimse o şeye
kul olmuş demektir. Meselâ : bazı kimseleri âmir ve me'mur sevdası, diğer bazılarını
arazi ve bağ, bahçe, sahibi olmak sevgisi, bir takımlarını da vücut güzelliği
aşkı, kul etmiştir.
Dünyanın kötü tarafı
insanı Allah'a kulluk etmekten alıkoymasıdır. Böyle olmazsa dünya işleriyle
meşgul olmak mezmum değil, yerine göre vâcib bile olur.
«Kendisine (bunlar)
verilirse razı olur» cümlesinden mu-râd: Allah'ın rızâsının yerine, dünya
varlığına razı olmasıdır. Verilmezse ne Alîsth'dan razı olur, ne de hâlinden
memnun kalır; gazapla-nır durur. İşte hadîsde helak olduğu bildirilen bedbaht
budur. Çünkü böylesinin AHah'dan razı olması, Allah'ın kendisine dünya malı
vermesine bağlıdır, vermezse isyan eder. Hadîs-i şerif Teâlâ Hazretleri'nin:
«[626]
İnsanlardan bazısı Allah'a kenardan kıyıdan ibâdet eder. Eğer hayra nâîl olursa
ona gönlü yatışır. Fakat başına bir belâ gelirse yüzü değişir.» âyet-i
kerîmesine benzemektedir.[627]
1498/1267- «İbni
Ömer radıyallahü anhümâ'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah
sallctlîahü aleyhi ve sellem omuzlarımdan tutarak :
— Dünyada garip veya
yolcu imişsin gibi ol; buyurdular.İbni Ömer: Akşam9admmı, sabahı bekleme;
sabahladığında dahî akşamı bekleme; sıhhatinden hastalığın için, hayatından da
memattn İçin (hisse) al; derdi.»[628]
Bu hadîsi Buhârî
tahrîc etmiştir.
Garîb: evi, yeri,
vatanı ve kimsesi olmayandır. Hazreti Isa (A.S.) hakkında: «mesih mes'uddur.
Çocuğu yok ölecek, evi yok çökecek; seyahat eder durur» derlermiş. Hadîsdeki
emir irşâd içindir (yâhud) kelimesi de şek için değil, tahyir veya ibâha ifâde
eder.Mânâ şudur: Kendini dünyada garip gibi tut; istersen yolcu da
farzedebilirsin; çünkü garip bazan bir yere yerleşir kalır, yolcu ile değildir;
onun muradı hedefine varmaktır. Burada hedef ise Allah'ın rızâsıdır.
ibni Battal diyorki :
«Garip kimsenin insanlar arasına karış-dığı azdır. Hattâ onlardan çekindiği
için hemen hemen hiç bir tanıdık bulup onunla yarenlik edemez. Bu sebeple o
kendi âleminde zelîl ve korkaktır. Yolcu da öyledir; yoluna ancak yiyeceği ve
hafif yükü ile devam eder. Yoluna devamına mâni' olacak şeyleri yanında
bulundurmaz. Bunda dünyada zühdü tercih etmeye ve dünyadan yalnız kendine
yetecek kadarını almaya işaret vardır. Yolcu nasıl hedefine ulaştıracak
mühimmattan başkasına muhtaç olmazsa, tsü'min de öyledir: Dünyada kendisini
maksud mahalle yetiştirecek mühimmattan fazlasına muhtaç değildir.»
Hadîsteki İbni Ömer'in
sözünü ulemâ'dan bazıları merfu' olan ha-dîsden mülhem ve onun teferruatı addetmişlerdir.
Bu söz, ecelin son derece yakın olduğunu tezammun etmektedir. Öyle ki, aklı
başında olan bir insan, akşamdan sabaha çıkmasını ve sabahtan akşama varmasını
bekleyecek, ecelinin bundan önce gelivereceğini zannederek hazırlıklı
bulunacaktır. İnsanın mutlaka hasta ve 'sağlam geçirdiği günleri olacaktır.
îyi günlerin kıymetini bilerek. onları kendine yarayacak şekilde değerlendirmek
lâzımdır. Çünkü hastalık aniden gelerek ibâdetine mâni' olabilir. Eğer iyi
günlerinde ibâdetini yaparsa o günlerin sevabı hasta iken dahî yazılır. îşte
sıhhatinden hastalığı için hisse ayırdı demektir. Hayâtından mematı için hisse
almak.dahî böyledir, Tirmizî ve Hâkim Hz. Ebu Hüreyre'den bu mânâda bir hadîs
rivayet etmişlerdir.[629]
1499/1268- «İbni
Ömer radıyallahü anhümâ'dan rivayet
olunmuştur. Demiştir ki: ResûlüHah sallaîîahü aleyhi ve seTlem :
— Her kim bir kavme
benzerse artık o kimse onlardandır; buyurdular.»[630]
Bu hadîsi Ebu Dâvud
tahrîc etmiştir. İbni H'tbbân onu sahîhlemiştir.
Hadîs-f şerifde,
zaîflik varsa da bir çok hadîs imamları ashabı kirâm'dan müteşekkil bir
cemâatten ona şahitler rivayet etmişlerdir.
Bu suretle hadîs zaîflikdan
kurtulmuştur[631]. Şahitlerinden biri Ebu
Ya'lâ'nm, Hz. İbnİ Mes'ud'dan merfu' olarak tahrîc ettiği şu hadîstir:
«Her kim bir kavmin
yaptıklarına razı olursa onlardan olur.»
Bu hadîs, kâfirlerle
fâsıklara ve taid'adcüara benzeyen bir kimsenin onlardan sayılacağına
delildir. Benzeyiş, onlara mahsus olan giyim, kılık kıyafet ve şâiredir.
Kıyafette kendini kâfire benzeterek onun gibi olduğuna i'tikat edenin kâfir
olduğuna ulemâ ittifaL etmişlerdir. Fakat kâfir kılığına giren, bununla kâfir
gibi olduğuna i'tikat etmezse mes'ele fukahâ arasında ihtilaflıdır. Bazılarına
göre kâfir olur. Hadîsimiz de bunlara delildir. Bir takımları kâfir
olmayacağına fakat te'dibi lâzım geldiğine kail olmuşlardır.[632]
1500/1269- «İbni
Abbâs radıyallahü anhümâ'dan rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Bir gün
Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'in arkasında idim. (Bana) :
— Ey çocuk, Allahr (n
emir ve nebilerini) muhafaza et ki Allahda seni muhafaza etsin. Allahı (« emir
ve nehîierinî) muhafaza et ki onu (n hıfz-u emânmı) karşında bulasın. (Bîr şey)
istersen Allah'dan iste. Yardım dilediğin vakit de Allah'dan dile; buyurdular.»[633]
Bu hadîsi Tirmizî
rivayet etmiş ve «hasen sahih» demiştir. Hadîsin tamamı şöyledir :
«Bilmiş ol ki, şu
ümmet sana bir fayda vermek için ittifak etse Allsh'ın takdir ettiğinden başka
bir tayda vermez; sana bir zarar getirmek için de topfansalar (v ne) Allah'ın
takdir ettiğinden başka bir zarar yapmazlar, kalemler kurumuş ve sahîfeler
durulmuştur.»
Ayni hadîsi îmam Ahmed
b. Hanbelj b. İbnî Ab bas (R. .4./dan şu lâfızlarla tahrîc etmişlerdir:
«Hayvan üzsrınde
Peygamber (S.A.V.)'in arkasında îdîm. Derken :
— Ey çocuk (veya: Ey
çocucak) sana Allah'ın kendi-lerîle fayda vereceği bir kaç kelime Öğreteyim mi?
dedi:
— Hay hay; dedim :
— Allaht (emir ve
nehîlerini) muhafaza et kî, o da seni muhafaza buyursun. Allahı (n emir ve
nehîferînî) muhafaza et ki, onu (
emâmm), karşında bulasın. Bollukda kendini Allah'a (lâyık bir kul olarak)
arzet ki, şiddet zamanında sana tanıdık muamelesi yapsın. (Bir şey) istersen
Allahdan iste; yardım dilediğin vakit de Ailah'dan dile. Olacak şeyler hakkında
artık kalem kurumuştur. Allah Teâlâ'-nın. takdir etmediği bir şey iie b*ütün
halk sana fayda vermek isteseler bunu yapamazlar. (Yine) Allah'ın senin
aleyhine takdir etmediği bir şeyle sana zarar vermek isteseler hiç bir zarar
getiremezler. Bilmiş ol ki hoşlanmadığın bir şeye sabretmekte çok hayır
vardır. Şüphesiz zafer sabırla beraberdir; ferahlık meşakkatla birlikde-dir.
Muhakkak güçlükle birlikde bir kolaylık vardır.» Bu hadîsin isnadı basendir.
Hadîsin daha başka
lâfızları da vardır. Mezkûr hadîs pek muazzam tavsiyeleri ihtiva etmektedir. Bu
sebebledir ki, Hanbelî mezhebinden bâzı ulemâ onun hakkında müstakil eser
yazmışlardır. Allah'ın emir ve nehîlerini muhafaza; bütün vâcibâtı yapmak,
nehyedilenlerin semtine varmamakla olur. AÜah'ın muhafazası: mükâfat olarak o
kimseyi iki cihanın şerlerinden korumasıdır.
Hadîs-i şerif,
bilcümle dileklerin yalnız Ailah'dan istenilebileceğine delâlet ediyor. Bu
hususda İmam-t Tirmizî merfu' olan şu hadîsi tahrîc etmiştir:
«Allah'dan fazl-u
keremini isteyin; zîrâ Allah kendisinden İstenilmeyi sever.» Hz. Efau Hüreyre
(R. A.)'dan da bazı hadîsler rivayet olunmuştur.
Ashâb-ı kîrâm'dan Ebu
Bekir, Ebu Zerr ve Sevbân (R. Anhüm) hazeratı ile daha başkaları Peygamber
(S.A.V.)'e kimseden bir şey istemeyeceklerine söz vermişlerdir. Bu sözlerinde
o derece ciddiyet gösterdiler ki, birbirinin kamçısı veya devesinin yedeği
yere düşse onu kimseden istemezlerdi.
Yardım dahî yalnız
Ailah'dan istenilecektir. Bunda iki fayda vardır:
1—
Kul
ibâdet ve taatları hususunda müstakil hareket etmekten âcizdir.
2— Kul'a
dîni ve dünyevî bütün işlerinde Allah'dan başka yardımcı yoktur.
Resûlüllah (S.A.V.)
ümmetine hacet hutbelerinde :
«Hamd Allah'a
mahsustur; ondan yardım dileriz.» demeyi ta'lim buyurmuş; ayrıca Muâz (R.
A.)'a namaz sonunda :
«Allah'ım, sana zikir,
şükür ve güzel ibâdet edebilmem İçirt, bana yardim et.» duasını öğretmiştir.
Evet, kul mükellef olduğu şeyleri edâ ve mukadderata sabır hususunda mevlâsımn
inayet ve yardımına son derece muhtacdır. Hz. Ya'kub (A.S.) bile mukadderata
sabır hususunda :
«[634]
Sizin söylediklerinize karşı yardımına sığınılacak zât ancak Allah'dır.»
demiştir. Bununla beraber Peygamber (S.A.V.)'in yukarıdaki tavsiyeleri esbaba
tevessüle mâni' değildir. Çünkü esbaba tevessül de Allah'dan dileme ve ondan
isteme kabîlindendir. Bir kimse maişet esbabından birine tevessülle rızkını
ararsa onu kendisine ihsan eder. Vermezse kulun bilmediği bir maslahattan
dolayı vermemiştir. Kul'a bu sır açılmış olsa verilmediğinin daha hayırlı
olduğunu anlardı.
Makbul olan kazanç,
evlâd-u iyalini geçindirmeye yetecek kadar olandır. Talebeye yardım, sılay-ı
rahim ve saire gibi hayır yollarına sa-rfetmek için daha fazlasını kazanmak da
makbuldür. Fakat bunlardan maada bir maksatla fazla kazanç, çeşitli
yolsuzluklara sebep olacağı için makbul değildir.
Helâl kazanç babandan
Resûlüüah (S.A.V.) :
«Helâl mal kazanmak
farzdır.» buyurmuştur. Bu hadîsi Taberani ile Beyhahî merfu' olarak İbni Mes'ud
(R. A./dan-rivayet etmişlerdir. Râvîleri arasında zaîf olan varsa da, hadîsin
bir şahidini Deylemî rivayet etmiştir. Mezkûr hadîsde :
«Helâî kazancı aramak
vaciptir.» buyurulmuştur. Diğer bir şahidi de Hı. İbni Abbas'tan yine merfu'
olarak rivayet olunmuştur. Lâfzı şudur :
«Helâl kazancı aramak
cihâddır.»
Ulemâ helâl mal
kazanmanın yerine göre farz ve mendup olduğunu söylemişlerdir. Bundan yalnız
tedrisle meşgul olan âlimlerle hakimler ve halk üzerinde umumî vilâyeti
bulunan zevat müstesna tutulmuştur. Bunlar devlet tarafından kendilerine
tahsis edilen mallardan rızıklarını alırlar.[635]
1501/1270- «Sehl
b Sa'd radıyaîlahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Peygamber
sollallahü aleyhi ve sellem'e. bir adam gelerek :
— Yâ Resûlallah, bana
bir amel göster ki; onu yaptığım zaman beni hem Allah sevsin, hem insanlar;
dedi. Bunun üzerine Resûlüllah sallalîdhü aleyhi ve seîlem :
— Dünyadan el çek kî,
seni Allah sevsin; İnsanlarda olandan da el çek, seni insanlar sevsin;
buyurdular.»[636]
Bu, hadîsi İbni Mâce ve
başkaları rivayet etmişlerdir. Senedi güzeldir.
Bu hadîs için Hâkim:
«sahihtir» demişse de değildir. Çünkü râvîleri arasında Hâlid b. Amr-ı Kureşi
vardır ki, bilittifak metruk zir zâttır. Hattâ hadîs uydurduğunu söyleyenler
olmuştur. Vakıa onu Ebu Muaym «el Hilye» nâm eserinde Müeâhid'den tahrîc
etmiştir. Râvîleri de sıkadır. Ancak Mücâhid'.in Hz. Enes (R. AO'dan işittiği
sabit olamamıştır. Hadîs mürsel olarak da rivayet edilmiştir. îmam-% Nevevî
şâhidleri olduğuna bakarak onu hasen addetmiştir. Dağrusu da budur.
Hadîs-i şerîf, zühdün
şeref ve faziletine delildir. Zîrâ Zühd Allah ve kullarının muhabbetine
vesiledir. İnsanlar başkasının kendi mallarına muhtaç ..olmasını hoş
karşılamazlar; bu onların fıtratında mevcut bir haslettir/Binâenaleyh, kuldan
bir şey istemeyen kimseyi severler. Ha-dîsde kulların muhabbetini kazanmak
istemenin caiz olduğuna işaret vardır. Bu muhabbeti kazanmaya çalışmak
menduptur; hattâ «vacip» diyenler vardır. Resûlüllah (S.A.V.) :
«Nefsim kabza-i
kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, biribirinizi sevmedikçe îmân et (Hk
de) meyin.» buyurmuşlardır. Selâm ve hediyye vermek gibi şeylere irşâd ve
teşvikde bulunması da muhabbete vesile olduklaruıdandır.[637]
1502/1271- «Sa'd
b. Ebî Vakkas radıyallahü anh'âan rivayet olunmuştur.Demiştir ki: ResûSüllah
sallallahü aleyhi ve sellem't :
— Gerçekten Allah,
takva sahibi, gani, kendi halinde olan kulu sever; derken işittim.»[638]
Bu hadîsi Müslim
tahrîc etmiştir.
Ulemâ : A'lah'm kulunu
sevmesini «ona rahmet ve hidâyet ihsan buyurması, hayır, murâd etmesidir»
şeklinde tefsirlerde bulunmuşlardır. Muhabbetinin zıddı buğzeylemesidir.
Takîy: takva
sâhibi'dir. Bundan murâd: üzerine farz olan şeyleri yapan,haramdan kaçınandır.
Ganî : Zengin demek
ise de burada maksad mal zengini değil kalp zenginidir. Allah'ın sevdiği zengin
de budur. Fahr-i Kâinat (S.A.V.) bir hadîs-i şeriflerinde zenginlikden muradın
mal çokluğu değil kalp zenginliği olduğunu beyân buyurmuşlardır. Maamâfîh
bazıla-rı zenginlikten muradın mal zenginliği olduğunu söylemişlerdir; bu da
bir ihtimaldir.
Hafiy : kendi halinde
olup ibâdetle meşgul ve nefsine hâkim olan kimsedir.
Hadîs-i şerîf
insanlarla ihtilâli terkederek uzlete çekilmenin faziletine isâret etmektedir.[639]
1503/1272- «Ebu Hûreyre radıyallahü anfe'dan rivayet
edilmiştir. Demiştir ki: ResûiüIIah sallallahü aleyhi ve sellem:
— Kişinin işine girmeyen
şeyi terketmesi iyi muslüman olduğundandır; buyurdular.»[640]
Bu hadîsi Tirmizt
rivayet etmiş ve: «hasendir» demiştir. : " Hadîs-i şerif, dört temel
hadîsten biridir ve cevamiu'l kelimden
.olup bütün kavil ve fiillere âmm ve şâmildir. Lüzumsuz söz söylemenin makbul
bir iş olmadığına Hi. İbrahim (A.S.)'ın Suhuf'unda bulunduğu rivayet edilen şu
cümle dahî delâlet etmektedir : «Bir kims? sözünü amelinden sayarsa az konuşur;
ancak kendince mühim olan hususat müstesna.»
Fiillere gelince :
Bunlar riyaset, makam, şöhret, zenginlik ve şâire gibi insanın din ve dünyasını
ıslâh hususunda muhtaç olmadığı şeyleri terketmesidir. Fakat Ulemâ-ı Kirâm'ın
farazi meselelerle meşgul olması işlerine girmeyen şeylerle meşgul olmak
kabilinden değil, bilâkis sevaptır. Çünkü o muhterem zevat bâzı hadîs-i
şeriflerden âhir zamanda ilmin azalacağını, buna mukabil cehlin şuyü'
bulacağını anlayınca, ictihadda bulunmuşlar; ve olanca ilmî kudretlerini sarf
ederek islâm hukukunun nice muazzam meselelerini vuku'undan evvel sevaplandırarak
hazır sofra gibi bizlere takdim etmişlerdir. Onların bu paha bK.ii.7sez
mesâileri sayesindedir ki, ictihâddan âciz olanlar muhtaç oldukları dînî
ahkâmı kolaylıkla kitaplarda bularak öğrenirler. Şüphesiz ki, ameller niyetlere
göre mükâfat!andırılacaklardır.
Bazıları hâdisâta-
vuku'undan evvel cevap hazırlamaya i'tirâz etmiş; ve bu bâbta uzun mütâlâalar
serdetmişlerse de, bizce bu mütâalar kuru bir iddiadan Öteye geçmediği için onları
burada zikretmeyi lüzumsuz gördük.[641]
1504/1273- «Mİkdâm
b. Mâ'digerp radiyaîlahü anh'dan rivayet edîlmişdir.Demiştir kî: Resûlüllah
salîaîlahü aleyhi ve sellem :
— Âdem oğlu karnından
daha kötü bir kap doldurmamıştır; buyurdular»[642]
Bu hadîsi Tirmizî
tahrîc etmiş ve hasen bulmuştur.
Onu îbni Hibbân dahî
«Sahîh» inde tahrîc etmiştir. Tamamı şudur :
«Eğer mutlaka yemeden
olmayacaksa, Âdem oğluna, belini doğrultacak (kadar) bir kaç lokma kâfidir.»
Hadîs-i şerîf, fazla
yeyip içmek suretîle mi'de şişirmenin kötülüğüne delildir. Zîrâ fazla yeyip
içmekde, gerek dînen, gerekse bedenen bir çok mahzurlar vardır. Hastalıklar
bundan neş'et ettiği gibi ibâdet ve diğer vazifeleri İfâya da mâni' olur. Bu
sebepledir ki: Peygamber (S.A.V.) çok yemenin kötülüğünü muhtelif hadîslerde
beyân buyurmuştur. Ezcümle İbni Mâce'nin rivayetinde mi'deye giren şeylerin ancak
üçte bir yemek olabileceği bildirilmiştir ki, bu beyân Resûlülîah (S.A.V.)'in
en güzel irşadlarından biridir. Çünkü az yemek mi'deye hafiflik verir. Alman
gıdanın kolaylıkla hazmedilmişine ve vücudun ondan istifadesine sebeb olur. Az
yemek bir çok hastalıkları önler.
Bezzâr'm mu'temecî
râvîîerden tahrîc ettiği merfu' bir hadîse göre, ashâb-ı kirâm'dan Hz. Eîju
Cuheyfe, Peygamber (S.A.V.)'in huzurunda geğirmiş ve :
— Otuz yıldan beri
mi'demi dolduruncaya kadar yemek yemedim; demiş. Bunun üzerine Resûlülîah
(S.A.V.) :
«İnsanların dünyada en
çok doyanları kıyamet gününde en açları (olacaklar) dır.» buyurmuşlardır.
Taberânî (260—360) buna yakın bir rivayeti güzel bir ist adla tahrîc etmiştir.
Ayni hadîsi, Beyhâkî de rivayet ediyor. Onun rivayetinde : «Dünya mü'-mininin
hapishanesi, kâfirin ise cennetidir.» cümlesi de vardır[643].
Resûlüllah (S.A.V.)
dünya hayatını yalnız yeyip içmek ve boy büyütmekten ibaret bilenleri bir çok
hadîs-i şeriflerinde yermiştir. Buharı ile Müslim'in muhtasaran rivayet
ettikleri bir hadîsde böy-lelerin kıyamet gününde Allah Teâlâ indinde bir sivri
sinek kanadı kadar kıymetli olmayacağı beyân edilmiş; diğer sahîh bir hadîsde,
her akla geleni yemenin israf olduğu bildirilmiştir. Taberânî «el-Evsat» nâm
eserinde bu hadîsi rivayet eder :
«Ümmetimden bir takım
adamlar gelecek, bunlar yemeklerin çeşidini yiyecek, içilenlerin çeşidini
içecek, elbisenin çeşidini giyecek ve konuşurken ağızlarını yaya Hz. Lokman
oğluna nasihat ederken şunları söylemiştir: «Yavrucuğum, mi'de dolarsa fikir
uyur; hikmet »susar, âzâ İbâdetten kalır...»
Az yemenin bir çok
faydaları olduğu gibi çok yemenin de birçok zararları vardır, açlık kalbe
cila, zihne açıklık ve basiret verir. Tokluk ise kalbi körleştirir, vücuda
rehavet verir, mi'de ile dimağdaki buharı arttırır; ve insan sarhoş gibi olur;
kalbine bir ağırlık çöker. Az yemek bütün günâhların menşei olan şehveti kırar
ve nefsi terbiye eder. Şüphesiz ki, saadet nefse hâkim olmaktır. Zün'-Nun Mısrî
: «Ben ne zaman doyunca yemek yedi isem, ya isyan etmiş, yâhud isyanı
gönlümden geçirmişimdir.» demiştir. Hz. Âişe (R. AnJıâ) dahî : «Resûfüllah
(S.A.V.)'den sonra meydana çıkan ilk bid'at tokluktur; bu milletin karınları
doyunca nefisîerİne dünya hususunda galebe çaldı» buyurmuştur. Derler ki:
Açlık Allah'ın hazinele-lerinden biridir. Bu hazine sayesinde ilk olarak cinsî
şehvet, sonra konuşma istikası kırılır. Filhakika aç bir insan fazla konuşmak
İstemez; bu sayede dil afatından da kurtulmuş olur. Az yiyen az uyur. Halbuki
fazla uyku iki cihanda hüsrana sebeptir.
Hâsılı az yemekde bir
çok faydalar vardır. İmam Gazâlî; İhyaul Ulum» adlı meşhur eserinde az yemekde
on fayda on da zarar olduğunu söyler.[644]
1505/1274- «Enes
radıyallahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Resûlüllah sdllallahü
aleyhi ve sellem:
— Âdem oğullarının
hepsi hatâ islerler; hattâ işleyenlerin en hayırlısı ise tevbekârlardır;
buyurdular.»[645]
Bu hadîsi Tirmizî ile
Ibni Mâce tahrîc etmişlerdir. Senedi kavidir.
Hadîs-i şerîf hiç bir
insanın günâh işlemekten hâli kalmadığına delâlet ediyor. Çünkü insanın günâh
işlemek hususundaki za'fi cibillî bir şeydir. Lâkin Teâlâ Hazretleri lütf-ü
kereminden kullarına tevbe kapısını açmış ve hayırlı günahkârların çok çok
tevbe edenler olduğunu haber vermiştir. Bu bâbta varit olan bütün hadîslerde,
kul tevbe ederse Allah Teâlâ'mn o tevbeyi kabul edeceği bildirilmiştir. Nitekim
Kur'ân-ı Kerîm'in bir çok yerlerinde de ayni mânâya delâlet eden âyetler
vardır.[646]
1505/1275- «Enes
radıyallafıü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah sallctllahü
aleyhi ve sellem :
— Susmak hikmettir;
ama onu yapan azdır; buyurdular.»[647]
Bu hadîsi Beyhakî
«eş'Şuab» (adlı kitabın) da zaîf bir senedle tah-rîc etmiş; onun Lokman
(A.S.)'ın sözlerinden mevkuf (bir hadîs) olduğunu sahîhlemiştir.
Hadîsin sebebi şudur :
Bir gün Lokman (A.S.), Hz. Dâvud (A.S.)'m yanma girmiş; ve onu zırh örerken
görmüş. O zamana kadar böyle bir şey görmediği için bu işe çok merak etmiş ve
sormak istemişse de, hikmeti sormağı mâni' olmuş. Nihayet zırh bittikden sonra
Dâvud (A.S.) ayağa kalkarak onu giymiş ve: «Şu zırh harp îçîn ne güzel, bir
şeydir.» demiş. Bunun üzerine Lokman (A.S.) : «Susmak hikmettir; ama onu yapan
azdır» demiş.
Hadîs-i şerif, fazla
konuşmanın iyi bir şey olmadığına delildir. Bu bâbda bir çok hadîsler vârid
olmuş; edipler, şâirler hep susmayı medh-etmişlerdir. Bir hadîsde : «Her kim
susarsa necat bulur.» bu-yurulmuştur. Ukbetü'bnü Amir (R.A.) Resûlüllah (S.A.V.)'e :
— Necat nedir? diye
sorduğunda:
— Dilini tut;
cevabında bulunmuşlardır. Başka bir hadîsde :
«Her kim iki cenesîle
iki bacağı arasındaki şeyler için bana kefil olursa ben ona cennet için kefil
olurum.» demişler; diğer bir hadîsde :
«Kim Allah'a ve âhir
güne îmân ediyorsa, ya hayır söylesin, yâhud sussun.» buyurmuşlardır.
Hâsılı susmanın iyi
bir şey olduğu pek çok hadîs ve eserlerle sabittir.
Fuzûlî konuşmanın
afatı ise saymakla bitmez. Başta zemm-ü gîbet ile koğuculuk gelir ki, başka hiç
bir şey olmasa bir kimsenin helakine bunlar kâfidir. Kadınlarla âlemler
yaptığını, içki ve fisk-ı fücur meclislerinde bulunduğunu, zenginlerle düşüp
kalktığını, başkalarına anlatmak, münasebetsiz münakaşa ve şakalar yapmak,
sö-ğiip saymak, başkaları ile alay ve istihza, etmek, yalan söylemek hep fuzûlî
konuşmaya dâhildirler. İmam Gazâîî «İhyau'l - Ulûm» da bu afatı yirmi'ye
çıkarmış ve her birinin ilâcını göstermiştir.[648]
1507/1276- «Ebu
Hüreyre radıyallahü an&'dan rivayet edilmiştir, demiştir kî: Resülüllah
sallattakü aleyhi ve sellem:
— Haseclden sakının;
çünkü ateş odunu nasıİ yerse hased de, iyilikleri öyle yer; buyurdular.»[649]
Bu hadîsi Ebu Dâvud
tahrîc etmiştir. İbnî Mâce'de, Enes'den buna benzer bir hadîs vardır.
Hased hakkında bir çok
hadîsler vardır. Allah'a karşı işlenen ilk günâhın hased olduğu söylenir. Şöyle
ki: Teâlâ Hazretleri/ İblis'e Âdem (A.S.)'a secde etmesini emir buyurunca
İblis'in hasedi kabarmış ve secde etmeyerek Allah'a âsi olmuştur. Cenab-t Hak
da onu huzuru manevîsinden koğmuş; bu suretle kulların başına kıyamete kadar
belâ kesilmiştir.
Hased, din kardeşine
verilen bîr ni'metin ondan alınmasını istemektir. Ondan ni'metin alınmasını
istemeyerek o ni'metin kendisine de verilmesini dilemeye gıpta derler. Haset
haramdır. Gıpta'da- ise 'beis voktur. Ancak kâfirle, fâsıka haset etmek mubah
görülmüştür. Çünkü bunlar fitne, fesat ve kullara ezâ, cefâ peşinde koşarlar:
Boylelerine hased etmek, ellerindeki ni'meti çekememekten değil, o ni'meti
fesada âlet etmeierindendir.
Bir çok hadîslerin
beyânına göre hasedin haram kılınması Allah'ın takdir ve hikmetine karşı
gelmeyi ve kullarından bazılarını niçin ötekilerden üstün tutuyor diye ona
i'tîrâzı tazammun ettiğindendir. Onun içindir ki, arap şâiri :
«Dikkat et, bana
hasedlik çekene de ki: kime karşı edepsizlik ettiğini bîliyormusun? Sen
Allah'ın fiilîne karşı ona edepsizlik ettin. Çünkü bana verdiğine razı
olmadın.»
Ancak hased etmek
hatırına gelip de, nefsini zorlayarak onu defeden kimse bu fiilinden dolayı
günahkâr olmaz. Bilâkis nefsîle mücâhede ettiği için me'cur olmak ihtimali
vardır. Fakat hased ettiği Jdmsenin ufmeti elinden gitsin diye bilfiil
çalışırsa Allah'a âsi ve bâgî olur. Hattâ bilfiil çalışmasına bir mâni' zuhur
için hasedini gizlerse yine günahkâr olur..
Hasedle mücâhede, onu
yapmamak ve yapmaya niyet etmemekle olur. Myau'î Ulûm» da, bu hususta tafsilât
vardır. Mezkûr tafsilât Abdürrezzak'm nıerfu' olarak rivayet ettiği şu
hadîsden alınmıştır:
«Peygamber (S.A.V.) :
— Üç şey vardır
ki, bunlardan hiç bir kimse âzâde
kalmaz: teşe'Üm, zan Ve hased;
buyurmuşlar, (kendilerine):
— Bunlardan kurtuluşa
çâre nedir yâ Resûlâffah? diye sorulunca:
— Teşe'üm edersen bîr
daha yapma; zannda bulunursan tahakkuk ettirme; hasedlik
çekersen (ni'metin elden
gitmesini) dileme.»
mukabelesinde bulunmuşlardır.» Bu
bâbta Ebu Nuaym dahî şu hadîsi tahrîc etmiştir:
«Âdem oğullarının
hepsi hasedcidirier. Ama dil ile söylemedikçe, yâhud el ite yapmadıkça hiç bir
hasedciye hasedi zarar vermez.» daha başka hadîsler de varsa da, onlar hakkında
söz edilmemiştir.
Gıbtaf dünya umuru
için caiz âhiret umuru için ise matluptur. Buharı ile Müslim'in müttefîkan
rivayet ettikleri İbni Ömer hadîsi bu mânâya hamledilmiştir. Hadîs şudur:
«Resûlüllah (S.A.V.) :
— Hased ancak iki kişi
hakkında caizdir: (Bîri) Allah kendisine Kur'ân (öğrenmeyi) ihsan ederek gece
gündüz onunla meşgul olan ve (diğeri) Allah kendisine mal vererek, gece gündüz
ondan infakda bulunan adamdır; buyurdular.» Yani böylelerine gibta ederek
onlar gibi olmaya çalışmak caiz hattâ matluptur. Zaten buna haset demek
mecazdır.
Hadîs-i şerif, hasedin
haram ve büyük günahlardan olduğuna delildir. Hased'e yemek isnadı istiare
kabîlindendir. Onun iyilikleri mahvetmesini ateşe benzetmek ise bu işin
gerçekliğini beyân içindir.
Hasedi kalpten söküp
atacak yegâne ilâç, hasedlik çeken kimsenin onunla hiç bir kimseye gerek
dünya, gerekse âhiret hususunda bir zarar getiremiyeceğini; bilâkis her iki
cihanda kendisinin vebal altında kalacağını düşünmesidir. Zîrâ, hasedlik
çekmekle âlemin ni'meti elinden gitmez. Şayet böyle bir şey olsaydı .dünyada
hiç bir ni'met kalmaz ,hattâ îmân da elden giderdi. Çünkü kâfirler mü'minlerin
imanını çekemez; onun elden gitmesini isterler. Halbuki hakikat bunun tamamîle
hilâfınadır, kendisine hasetlik çekilen kimse, hasedlik çekenin hasenatından
da istifade eder; zîrâ ondan zulüm görmüştür. Bundan dolayı lisanımızda :
«Komşuna hasedlik cek de, malı çok olsun» derler.
Hâsılı hasedliğin sonu
iflâstır. Hasedlik çekenler dünyada kalp huzuru ve rahat yüzü göremedikleri
gibi, âhirette de Allah'ın huzuruna her ni'metten mahrum, tam bir müflis olarak
çıkarlar. Aklı başında olan bir insan bu cihetleri düşünürse, hasedliğin ne
olduğunu kolayca anlar.[650]
1509/1277- «(Bu
da) ondan -radıyallahü anh- rivayet edilmiştir.Demişfîr ki: ResûlüIIah
salîallahü aleyhi ve sellem:
— KuvvetM kifnse
pehlivan olan değildir. Kuvvetli ancak kızdığı zaman kendine mâlik olandır;
buyurdular.»[651]
Hadîs müftefekun
aîeyh'tir.
Bu hadîsdeki «Şedîd»
den murâd: ma'nevî kuvveti fazla olup nefsine hâkim olabilendir. Çünkü nefis,
kalabalık düşman mesabesindedir. Onu arzularına uymaktan menedebilen kimse,
yalnız başına bir düşman ordusunu kahr-u perişan eden kuvvetli bir kahramana
benzer. Ha-dîs-i şerîf, nefisle mücadele etmenin düşmanla muharebeden daha zor
olduğuna işaret ediyor. Zîrâ ResulüMah (S.A.V.), kızdığı zaman nefsine hâkim
olan kimseyi en kuvvetli insan olarak göstermektedir.
Gazabın hakikati :
İntikam almak için nefsin vücud hâricine hareket etmesidir. Hadîsimizin, gazab
halinde bulunan ve kendini kızdırandan intikam almak isteyen nefisle mücadele
etmek gerektiğini irşad ediyor.
Gazab: insanda bir
tabiattır. Her ne zaman bir şey hakkında nıünâzea ve münakaşa edilirse; onun
ateşi derhal parlar ve ayaklanır; gözler ve yüz kıpkırmızı kan kesilir. Çünkü
insanın cildi, ayna gibidir; altında ne varsa onu gösterir. Ancak bu hâl
kızdığı şahsa galebe çalabilecek kimselere nisbetledir. Kendinden büyük veya
kudretli olanlara karşı insanın "kanı cildden kalbe doğru çekilir, ve
korkudan renk sararır. Kızılan şahıs akran ve emsalden olursa kan kimi çekilir,
kimi yayılır; cild dahî kâh sararır, kâh kızarır. El-hâsü gazap insanm içini ve
dışım değiştirir. Kızan bir kimsenin rengi değiştikden maada elleri ve
ayakları da titremeye başlar; fiil ve hareketleri gayr-i tabiî olur. Hattâ
gadablı bir kimse o anda aynaya baksa, yüzünün ve kılık kıyafetinin arz ettiği
çirkin manzaradan utanır da, bir parça olsun gazabı yatışır. Gazaba gelen bir
insanın dış âlemi böyle olunca iç âleminin ne olacağını bir düşünmelidir. Zîrâ
zahirin değişmesi, iç âlemin değişmesi neticesidir. Kalp ve kin hırsla dolar;
dil küfür ve şetm'in envaını savurur. Bunun neticesinde de kavga, döğüş ve
ölüm meydana gelir...
Gazab denilen bu
müthiş derdin devasını- da hadîslerde buluyoruz, îbni Asâkir'in mevkuf olarak
tahrîc ettiği şu hadîs-i şerife dikkat edelim :
«Gazab şeytandandır.
Şeytan ateşten yaratılmıştır. Ateşi su söndürür. Binâenaleyh biriniz
gazablandımı hemen yıkansın.» Hadîsin bir rivayetinde, «yıkansın» yerine,
«abdest alsın» denilmiştir. Bazı rivayetlerde «eûzu» çekmenin, diğer bazılarında
susmanın ve oturmanın gazabı teskin edeceği, oturmakla geçmezse, yatmak îcap
edeceği bildirilmiştir.
Fakat yasak edilen
gazab haksız yere olandır. Allah'ın emir ve nebileri hususunda gazablanmak
memnu' değildir. Hattâ Buharı «Allah'ih emri içîn caiz oîan gazab ve şiddet»
ünvânîle bu hususa dâir bir bâb tahsîs etmiş; ve mezkûr bâbta Resûlüllah
(S.A.V.)'in Allah'ın emri hususunda gazaba geldiği yerleri gösteren beş dâne
hadîs zikreylemiştir.[652]
1510/1278- «İbni
Ömer radıyallahü anhümâ'Aan rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Resûlülah
salldllahü aleyhi ve.sellem :
— Zulüm kıyamet
gününde (sahibine) karanlıklar (olacak) dır; buyurdular.»[653]
Hadîs müttefekun
aieyh'tir.
Bu hadîs zulmün haram
olduğunu gösteren delillerden biridir; ve gerek mal, can veya ırz-u namus
hususunda gerekse müslüman. veya gayr-i müsîim, yâhud fâsik hakkında olsun
zulmün bütün nevi'lerine âmm ve şâmildir.
«Kıyamet gününde
karanlıklar olacaktır» diye haber verilmesi üç suretle tefsir edilmiştir.
Birinci kavle göre: zulüm kıyamet gününde sahibine karanlıklar şeklinde
gösterilecek ve mümirilerin nurları önlerinde ve yanlarında ışıl ışıl
parıldarken zâlim karanlıklar içinde yolunu bulamayacak, bocalayıp kalacaktır.
îkinci kavle göre:
karanlıklardan murâd, kıyametin ehvâl ve şiddetleridir.
Üçüncü kavle göre ise:
Zâlimin göreceği ceza ve azaptan kinayedir.[654]
1511/1279- «Câbir
radıyallahü anh'âan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah sallallahü
aleyhi ve sellem :
— Zulümden sakınınız.
Çünkü zulüm kıyamet gününde karanlıklar (olacak) dır. Cimrilikten de korunun,
zî-râ sizden Öncekileri o helak etmiştir; buyurdular.»[655]
Bu hadîsi Müslim
tahrîc etmiştir.
«Şuhh» ve «buhul»
kelimeleri cimrilik mânâsına gelirlerse de aralarında fark vardır. Bu farkı
ta'yin hususunda muhtelif kaviller vardır. Bir kavle göre şuhh, buhul'dan daha
şiddetli ve daha mübalâğalıdır. Diğer bir kavle göre şuhh hırsla beraber olan
buhul'dur. Başka bir kavle göre, buhul bazı hususatta olur, şuhh ise âmm'dır.
«Buhul hassaten malda olur; şuhh ise hem malda, hem de şâir iyiliklerde
kullanılır.» diyenler olduğu gibi: «Şuhh elinde olmayana, buhul ise elinde
olana hırs ve cimrilik göstermektedir» diyenler de vardır.
«Sîzden Öncekileri o
helak etmiştir.» ifâdesi ile dünyevî helak kasdedilmiş olması ihtimali vardır.
Hadîsin tamamı da bu ihtimali te'yid ediyor. Çünkü :
«Cimrrlik onları
birbirlerinin kanlarını dökmeye ve kendilerine haram olan şeyleri helâl
saymaya sevketmrştir.»
buyuruluyor. Anlaşılan
mal hususundaki fazla cimrilikleri, mallarını artırmak, korumak hırsı
helaklerine sebeb olmuştur. Çünkü malı fazlalaştırmak ekseriya başkasının malmı
alarak kendi m alma katmakla olur. Bu ise kolay bir iş olmayıp çok defa gasb,
yağma ve harple olur ki, neticesi ölüme ve haram olan şeyleri helâl i'tikâd etmeye
varır.
Maamâfîh mezkûr ifâde
ile uhrevî helak da kasdedilmiş olabilir. Zîrâ uhrevî helak dahî irtikâb
ettikleri zulümler üzerine terettüp eden ferilerdendir.
Şuhh ve buhlü zemmeden
hadîs ve âyetler çoktur. Teâiâ Hazretleri bir âyet-i kerîmede :
«[656] Her
kim cimrilik ederse ancak kendine cimrilik eder» diğer bir âyetde :
«[657]
Ailah'dan fazl-u kereminden kendilerine ihsan ettiği matlarda cİmriük edenler
bunu asla hayır sanmasınlar; bilâkis o kendileri için serdir.» buyurmuştur.
Resûlüllah (S.A.V.) dahî bir çok hadîslerde cimriliği zemmetmiştir. Bunların
bazısını Taberânî «.el - Evsat» mda, diğer bazılarını Buhârî ve Müslim rivayet
etmişlerdir.
Acaba zemmedilen
cimriliğin hakikati nedir? Bahüliği kimse kabul etmiyor; herkes başkalarını
bahil görüyor, hattâ bir kimsenin bir fiil hakkında bazan ihtilâf edildiği
görülüyor da kimisi ona «bahil» diyor; bir takımları: «hayır bahil olamaz»
iddiasında bulunuyor. Şu halde helaki mucip olan buhlün hududu nedir? cömerd
kimdir?
Bu suallere bazıları
şöyle cevap vermişlerdir: Sehâvet yani cö-: mertlik: üzerine vâcib olanı edâ
etmektir. Ancak vâcib iki kısımdır: Biri şer'i vâcibtir. Bunlardan murâd,
zekât ve nafakalar gibi şeylerdir. Diğeri mürüvvet ve âdetin vacibidir. İşte bu
iki nevi' vacibi edâ edenler cömert ve sahî kimselerdir. Bunlardan birini yapmayan
bahil ve cimridir. Şu kadar var ki, şer'i vacibi vermeyen daha cimri sayılır.
Mürüvvet sehâveti ufak tefek şeylerde pek sıkı davranmayarak istenileni
vermekle olur. Bu bâbta «İhyau'l-Ulûm-» da tafsilât vardır.
Cimrilik de iîâcı
bulunan bir hastalıktır. Bu hastalığın sebebi iki şeydir: Şehvet ve mal
düşkünlüğü. Şehvetin ilâcı aza kanâat ve sabırdır. Cimriliğin ilâcı ise onun
zıddı olan sehâvettir.[658]
1512/1280- «Mahmud
b. Lebîd[659] radıydüdhü anadan rivayet edîlmişdîr.Demiştir
kî: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:
— Gerçekten sizin için
en ziyâde korktuğum şey küçük şirk (yani) riyadır; buyurdular»[660]
Bu hadîsi Ahmed güzel
bir isnadla tahrîc etmiştir.
Riya : lûgatta, aslı
olmaksızın başkalarına iyi görünmektir. Şerîat-te ise : Başkalarına iyi
görünmek için ibâdet etmek günah işlememektir. Riya dünyevî bir maksad ile
yani görsünler de beğensinler, başkalarına söylesinler; yâhud para ve şâire
versinler diye yapılır. Bundan dolayı Allah Teâiâ onu Kur'ân-ı Kerîm'de
zemmetmiş:
«[661] Vay
hâline o namaz kılanların ki, namazSarından gafillerdir; riya yaparlar; ve
verilmesi âdet olan şeyleri vermezler.» buyurmuştur. Re-sûlüllah (S.A.V.) dahî
bir çok hadîslerde riyakârların azablarınm büyük olacağını beyân etmiştir.
Çünkü bir işden maksat ne ise hüküm ona göre verilir. Mürâî, ibâdetini kullara
gösteriş için yaptığından, hakikatte AHah'dan başkasına ibâdet ediyor
demektir. Nitekim bir hadîs-î kudsîde :
«Allah Teâiâ buyuruyor
ki, bir kimse içerisine benden başkasını şerik koştuğu bir iş yaparsa, o işin
hepsi o şerikindir. Ben ondan beriyim; ben şerikten ganîler ganî-Sİyim.»
denilmiştir.
Riya bedenen ve kavlen
olur. Bedenen riya : sararıp soîma, zaîf-lik ve bakımsızlık gösterileri ile
olur. Mürâi sararmakla çok ibâdet yaptığını dini hususunda çok üzüldüğünü,
âhiretten korkardığını göstermek ister. Zaîflik rolü ile az yediğini, saçının
bakımsızlığı, elbisesinin kirliliği ile de ibâdet ve taatla meşgul olurken
üstüne basma bakmaya vakit bulamadığını göstermek ister. Bedenen riyanın
nev'ileri çoktur. Kavli rîyâ'ya. gelince: bunun enva' ve eşkâli saymakla
bitmez. Mürâî kendini göstermek için en kalabalık yerleri intihab eder. Oralarda
halka yana yakıla va'zu nasihatlerde bulunur. Sulehây-i ümmetten hikâyeler
anlatır; bu suretle son derece âlim ve müdakkik bir zât olduğunu göstermek
ister. Halkın günâh işlemesine yanar, âh eder, ağlar. Herkesin görüp
işitebileceği yerde iyiliğe emir, kötülüğe nehyeder. Bundan muradı kendisinin
dört yüz dirhem müslüman olduğunu, dini uğrunda hiç bir şeyden korkmadığını
göstermektir.
Bazan riya fazla eş,
dost, cemâat ve talebe toplamakla- yapılır. Hattâ bu hususta para vererek
dellâl tutanlar bulunduğunu işitiyoruz. Bunlar, sözleri insanı bayıltacak
derecede müessirmiş hissini telkin etmek içn mezkûr dellâllara yalancılıktan
bayılma ve «Allah» diye âvâz ederek yerlere serilme rolleri oynatırlar;
böylelikle fazla fazla cemâat temin ederlermiş.
Hâsılı riyanın sahası
pek geniş ve nev'ileri derece i'tibârîie birbirinden farklıdır.
Riyanın erkânı üçtür:
(Yani riya üç şeyle meydana gelir.) Riyây-ı kasıd, kendi ile riya yapılan şey
ve riyaya sebeb olan şey.
1— Rîyâ: Ya
sırf riya kasdı ile olur; yâhud hem riya hem de sevap kasdedilerek yapılır.
Sevap kasdı ile birlikde'olan dahî sevap kas-dının daha fazla veya daha az
olmasına bakarak iki kısımdır. Böylelikle dört suret meydana gelir:
Birinci suret : Riya
olarak yapılan işde sevap kasdı bulunmamaktır. Bu takdirde mürâi eğer namaz
kılarsa, sırf âlem görsün diye kılar. Hiç bir kimsenin görmediği yerde namazını
kılmaz. Zekâtını dahî kendisine cimri demsinler diye verir. İşte riyanın en
ağır ve çirkin olanı budur; bu âdeta kullara kul olmaktır,
îkinci suret : Riya
ile birlikte sevap da kasdetmek, fakat sevap kasdı riyadan zaîf olmaktır. Bunun
hükmü dahî yukarıkinin aynıdır.
Üçüncü suret : Riya
ile sevap kasamın müsavi olmalarıdır. Yani mürâi'ye o işi yaptıran sebeb bu iki
kasdın mecmuudur. Yalnız biri bulunsa o işi yapmaz. Bu takdirde salâh kasdı ile
fesad kasdı birbirine denk geldiğinden yenişemez; berabere kalırlar. Lehde veya
aleyhde bir hüküm olmasa gerektir.
Dördüncü suret : Riya
kasdı zaîf, ibadet kasdı fazla olmaktır. Bu suretle mürâi riyayı kendi neşatını
açmak için yapar. Çünkü başkalarının onu medh-u sena etmesi hoşuna gider;
fakat bu olmasa yine ibâdetini bırakmaz. îmam Gazâîî riyanın bu kısmı için :
«A!lah-u a'lem, bizim zamanımıza göre bu riya sevabın aslım gidermez. Lâkin
azaltır; mürâi riya kasdı mikdarmca mücâzât; sevap kasdı mikdarm-ca da mükâfat
görür.» diyor.
Hadîsi kudsî'deki :
«ben şirkten ganîler ganîsiyrm» cümlesi yukarki suretlerden müsavat veya riya
kasdı fazla olan surete hamle dilmiştir.
2— Kendisi
ile riya yapılan şey, ibâdetlerdir. Bu da ibâdetlerin aslında riya ve
vasıflarında rîyâ kısımlarına ayrılır.
İbâdetlerden yapılan
riyanın üç derecesi vardır : Bunların birincisi : İmanda riyadır, ki dil ile
kelime-i şahadet'i getirip, kalbinden küfrü gizleyen münafıkların riyası bu
kabildendir. Böyleleri cehennemde ebedî kalacaklardır. Dalâlet fırkalarından
Bâtınîler'le Râfızîler'in yaptıkları da bunlara yakındır.
İkincisi : İbâdetlerde
riyadır. Bunu az yukarıda gördük.
Üçüncüsü : İbâdeti
bitirdikten sonra yapılan riyadır. İbâdetin gösteriş için yapıldığı zahir
olmadıkça bu riyanın ibâdete tesiri yoktur. Fakat gösteriş için yapıldığı
anlaşılır veya mürâi ibâdetini herkese anlatarak öğünürse, bu riyanın da
ibâdetin sevabını gidereceği sahîh hadîslerle sabit olmuştur. Bu bâb'da Deylemt
merfu' olarak su hadîsi tahrîc etmiştir:
«Bir adam gizli bir
amel işler de Allah o ameli nezd-i mâ-neviyesinde gizli olaraktesbit eder;
fakat şeytan adamın peşini bırakmaz; ve nihayet o ibâdeti söyler. Allah Teâlâ
da onu sırr olmaktan çıkararak aşikâre tesbit eder. Şayet ikinci defa vine
söylerse artık hem sırdan, hem de aşikâr olmaktan çıkarır ve riya olarak tesbit
eyier.»
Mücâhidin rivayetine
nazaran Peygamber (S.A.V.)'e bir zât gerek:
— Ben sadaka verir;
sıla-î rahimde bulunurum; ve bunu ancak Allah rızâsı İçin yaparım. Fakat bu
yaptıklarım anlatılınca seviniyor ve hoşlanıyorum; demiş. Resûlüllah (S.A.V.)
Gnabir şey dememiş. Nihayet:
«[662] Kim
Rabbına kavuşmak isterse iyi amel işlesin ve Rabbi'sinin ibâdetine hiç bîr
kimseyi şerik koşmasın.» âyet-i kerîmesi nazil olmuş.
Mücâhid hadîsi netice
i'tibârîle yapılan ibâdetin başkaları tarafından duyulmasına sevinmenin riya
olduğunu delâlet ediyorsa da Tirmizî'nin, Hz. Ebu Hüreyre (R. A./dan tahrîc
ettiği şu hadîs buna muarızdır :
Dedim ki :
— Yâ Resûlâllah!
bîr defa ben evimde namazımda
iken yanıma bir adam giriverdi. (Doğrusu) beni o hâlde görmesi hoşuma
gitti: Bunun üzerine Resûlüllah
(S.A.V.) :
— Senin için iki ecir
var; buyurdular.» Bu hadîsin hükmüm) takviye eden âyet de bulunduğundan Mücâhid
hadîsine tercih edilmiştir.
İmam Gazâlî, ibâdeti
mücerred başkalarının duymasına sevinmenin ona bir tesiri olmayacağına
kaildir.[663]
1513/1281- «Ebu
Hüreyre radıyallahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Rcsûlüllah
sallallahü aleyhi ve sellem :
— Münafığın alâmeti
üçtür; konuştuğu zaman yalan söyler, va'dederse döner; emniyet olunursa hıyanet
eder; buyurdular.»[664]
Hadîs müttefekun
aleyh'tir. Buhârî ile Müslim'in Abdullah b. Amir'-dan rivayet ettikleri
hadîsde, «kavga ederse SÖver» cümlesi vardır.
Münafık : İçi kâfir
olup dışından mü'min görünen kimsedir.
Hadîs-i şerîf, mezkûr
dört hasletten biri kimde bulunursa o kimsenin bir tane nifak alâmeti
taşıdığına; dördünü birden hâiz olanın ise münafık sayılacağına delâlet ediyor.
Zahirîne bakılırsa bu hasletlerin dördü de kendinde bulunan kimse müslüman bile
olsa münafık sayılmak îcâbeder. Halbuki bunların bir tanesi olsun kendinde
bulunmayan müslüman azdır. Bu sebeble ulemâ hadîsin mânâsında ihtilâf etmişlerdir.
NevevVnm beyânına göre, ekser-i ulemâ ve muhakkıklar : «Bu hasletler
münafıkların hasletidir. Binâenaleyh, bunlardan biri ile vasıflanan bir
müslüman, onlara benzediği için kendisine mecazen münafık denilmiştir. Çünkü
nifak, içindekinin hilafını meydana çıkarmaktır. Bu hâl mezkûr hasletlerin
sahibinde de mevcudtur. Yalnız onun nifakı kendisi ile konuşan, ondan va'd
alan, ona emniyet eden ve kavgaya girişen kimse hakkındadır. Yoksa İsîâmda
münafık sayılan içi kâfirlerden değildir.» demişlerdir ki, Nevevî: «sahih ve
muhtar olan da budur.» diyor.
Bazıları bu hadîs'în,
Peygamber (S.A.V.) devrindeki münafıklara âid olduğunu söylemişlerdir. Said b.
Cübeyr ile Âtâ b. Rebâh'm mezhepleri budur. Hattâ, Hasan-ı Basri bir müddet
bunun hilâfına kail olmuşken sonradan bu kavle rucu' etmiştir. Ayni kavil İbnİ
Abbas ile İbni Ömer (R. Ankümâ) Hazerâtmdan da rivayet olunur. Onlar mezkûr
kavli Peygamber (S.A.V.)'den de rivayet etmişlerdir. Kaadî lyâz, ekser~i
fukâhanın da aynı kavle meylettiklerini söyler. Hattabî bazılarından
rivâyeten, bu hadîsin muayyen bir adam hakkında şeref-sâdır olduğunu
söylemiştir. Resûlüllah (S.A.V.), ashâb-ı kirâm'ma açık açık: filân münafıktır;
demez, yalnız işaretle iktifa eder idi. Yine Hattâbi'nin rivayetine göre
hadîsin mânâsı, müslümanı bu korkunç huylara alışmaktan sakındırmaktır. Zîrâ
bunlara alışanın en nihayet hakîki nifaka düşmesinden korkulur.[665]
1515/1282- «îbni
Mes'ud radtyaîlahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah
salldllahü aleyhi ve seUem ;
— Müslümana söğm'ek
fâsıklıktır, onunla mukatele de bulunmak ise küfürdür; buyurdular»[666]
Sebb : Lügatte söğmek
ve başkalarının ırzları hakkında- söğmeye benzer çirkin lâflar etmek mânâsına
gelir.
Füsuk : Lügatte çıkmak
manasınadır. Şerîatte ise: Allah'ın itaatinden çıkmaktır.
Hadîs-i şerîfdeki
«Müslim» ta'birinden mefhum-u muhalif suretîle kâfire, söğmenîn caiz olacağı
anlaşılırsa da islâm diyarında yaşayan zimmîlerle kendilerine emân verilen
muahedelere eziyet etmek dînen yasak olduğundan onlar hakkında bu mefhumla amel
edilmez.Zaten buradaki söğmekten murâd: Kâfir, fâsık, müfsid gibi kelimeleri
söylemektedir. Yoksa zamanımızda maalesef bazı kimselerin kullandıkları ağıza
alınmaz ayıplanacak lâkırdıları söylemek hiç bir suretle ve hiç'bir kimseye
karşı caiz değildir.
«Harb» denilen düşman
kâfire sebbetmek caizdir. Çünkü ona hürmet yoktur.
îrtikâb ettiği
ma'siyetler sebebi ile fâsıka söğülüp söğülemeyeceği ulemâ arasında
ihtilaflıdır. Ekser-i Ulemâ'ya göre caizdir. Zîrâ hadîs-deki «müslim»
ta'birinden murâd, kâmil müslümandır. Fâsık, Kâmil müslüman değildir. Nitekim :
«İnsanlar kendisinden
korunsun diye fâsıkı, kendisindeki (sıfat) ile zikredin.» hadîsi de bu mânâyı
te'yid eder. Yalnız hadîs zaîftir. Hattâ İmam Ahmed b. Hanbel onu nıünker
bulmuştur. Beyhakî'de «bir şey değil» tâ'birini kullanmış ve: «Sahîh olduğu
takdirde fisk-u fücurunu i'lân eden fâcir mânâsına hamledilir» demiştir.
Maamâfîh ayni hadîsi Taberânî «el-Evsat» ve «es ~ Sağîr» adlı eserlerinde güzel
bir isnâd ve mu'temed râvîlerle rivayet ediyor.Beyhakî zaîf bir isnâdla Hz.
Enes (R. A./dan şu hadîsi tahrîc etmiştir:
«Her kim (yüzünden)
haya perdesini atarsa ona yapılan gî-bet (in hükmü) yoktur.» Müslim dahî şu
hadîsi tahrîc etmiştir:
«Ümmetimin hepsi
afvolunur. Yalnız aşikâre günâh işleyenler müstesna.»
Ekser-i Ulemâ'ya göre
sahîh bir maksatla, yani sırf kötülemek için değilde, nasihat veya hâlini beyân
gibi bir maksatla fâsıka, yüzüne karşı olsun, arkasından olsun «yâ fâsık»
yâhud «yâ müfsid» demek caizdir.
Birbirlerine söğenler
hakkında Sahîh-i Müslim'de şu hadîs vardır:
«Mazlum olan tecâvüz
etmedikçe birbirine söğenlerin söyledikleri (nîn vebali) söze başlayanın
üzerinedir.» Kendisine söğülen kimse mukabelede bulunursa haklaşmış olurlar.
Yalnız bazılarına göre söze başlayanın üzerinde başlamaktan mütevelîid günah
kalır. Diğer bazılarına göre ise günah değil zemm ve muaheze kalır. Sitem Allah
için olan gazâb halinde de caizdir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) Hz. Ebu Zerr'e :
— Sen kendisinde
cahiliyet bulunan bir kimsesin; buyurmuşlardı. Hatip kısasında Hz. Ömer (R.
A.) da : «Bırak benî, şu münafığın boynunu vurayım» demişti. Bunun başka
benzerleri de vardır. Resûfüllah (S.A.V.) Bunları işittiği halde bir şey
dememiştir. «Onunla mukatelede bulunmak ise küfürdür.» ifadesi, haksız yere
bir müslümam öldürmenin küfür olduğuna delâlet ediyor. Şüphesiz ki: Helâl
olduğunu i'tikad ederek öldüren, kâfir olur. Fakat haram olduğuna inandığı
halde öldüren kâfir olmaz; büyük günâh işlemiş olur; ve ebedî zannedilecek
derecede uzun müddet cehennemde azâb görür. Binâenaleyh böylesine «kâfir» demek
mecazdır. «Küfür» den küfran'i ni'met mânâsı kasdedilmiştir. Bu takdirde
hadîsin mânâsı şöyle olur: Onunla mukatelede bulunmak dîn kardeşliğine karşı
Küfrân-ı ni'mettir.» Küfrân-ı nı'mete küfür denilmedi, ya netice ftibârîle bu
işin bazı hallerde hakikî küfre müncer olmasından, yâhud, kâfir işine
benzemesindendir.[667]
1516/1283- «Ebu
Hüreyre radıyallahü anh'dan Hvâyet olunmuştur. Demiştir ki: Resûİüllah
sallallahü aleyhi ve sellem :
— Zandan sakının;
çünkü zann, sözün en yalanıdır; buyurdular.»[668]
Hadîs müttefekun
a!eyh'tir.
Buradaki tahzîr, yani
sakındırmadan murâd: bir müslümana karşı kötü zanda bulunanın memnu' olduğunu
göstermektedir. Ayni mânâ Kur'ân-ı kerîm'de :
«[669]
Zandan çok sakının...» âyet-i kerîmesi ile ifâde buyurulmustur.
Zann : Caiz olacağı
hatırdan geçen, sahih veya bâtıl olmaları muhtemel şeylere i'timâd ederek
hüküm vermektir. «Muhtasaru'n-Ni-hâyc» nâm eserde, hadîs böyle tefsir
edilmiştir. Hatlâbî: «Hadîsde-ki tahzîrden murâd töhmettir. Yasak edilen şey,
ortada hiç bir se-beb ve delîl yokken bir kimseyi bir kötülükle ithamda
bulunmaktır.» diyor. İmam Nevevî dahî : «Hadîsden murâd : töhmeti hakikat diye
iddia ve İsrar etmekten sakındırmaktır. Hatırdan gelip geçen fakat üzerinde
durulmayan şeylerle kul mükellef değildir.» demiştir. Nitekim Kaadî İyâz'm
Süfyan'd&n naklettiği şu hadîs de aynı mânâyı ifâde etmektedir:
«Söylemedikçe veya
yapmadıkça bu ümmetin hatırların-dsn geçen şeyleri Allah affetmiştir.»Bu hadîs
kendilerinden fısk-u fücur; söğüp sayma gibi şeyler sadır olduğu görülmeyenler
hakkındadır. Hadîs mutlak ise de TaberânVmn «el - Evsat» da tahrîc ettiği Enes
Hadîsi onun ıtlâkını takyîd etmektedir. Enes hadîsi şudur:
«Âleme kötü zanda
bulunmaktan korunun.» Bu hadîsi Bey-haki ile Askerî dahî Hz. Enes (R. A./dan
merfu' olarak rivayet etmişlerdir. Deylemî Hz. Alî (R.A.)'m: «Su-i zann
haramdır.» dediğini merfu' olarak tahrîc etmiştir; yalnız rivayet tarîklerinde
zaîflik varsa da bu tarîkler birbirlerini takviye ederler.
Zemahşerî (467—538)
zannı : vâcib, mendup, haram .ve mubah olmak üzere dört kısma ayrılmıştır :
Allah'a hüsn-ü zanda bulunmak vâcib, su-i zanda bulunmak haramdır. Zahiren âdil
görünen müslü-manlara su-i zanda bulunmak dahî haramdır. Ebu Hüreyre
hadîsindeki zan'dan murâd da budur. Zahiren âdil görünen müslümanlara hüsn-ü
zan'da bulunmak mendub; aşikâr ma'sıyet işleyenlere su-i zan'da bulunmak
mubahtır. İşlediği günâhı kimseye söylemeyen kimseye hüsn-ü zan'da
bulunmalıdır. Ma'sıyet işlenen yerlere girenlerle namuslarını lekeleyecek
işler yapanlara su-i zan'da bulunmak caizdir.
Hadîs-i şerif de, zanna
«söz» denilmesi, zan nefsin sözü olduğundandır. Zannın en yalan söz olmasına
gelince: yalan, hiç bir delile istinad etmeksizin vakıa muhalif olarak söylenen
sözdür. Bunun çirkinliği meydandadır. Zann sahibi ise bir şeye İstinad ettiği
iddiasındadır. Bu sebeple onu dinleyenler ekseriya yalancı olduğunu
farkedemezler. işte zannın en büyük yalan olması bundandır.[670]
1517/1284- «Ma'kıl
b. Yesâr radıyallahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûliillah
sdllallahü aleyhi ve sellem':
— Allah'ın bir kavle
hâkim kıldığı hiç bir kul yoktur ki, Öldüğü gün (hâkimiyeti altında bulunan)
ahâlisine hâin olarak ölsün de Allah ona cenneti haram etmesin; derken işittim.»[671]
Hadîs müttefekun
aleyh'dir.
Bu hadîs Müslim'in iki
rivayetinden biridir. Diğer rivayetin metni şöyledir :
«Müslümanların umurunu
üzerine alan hiç bir âmir yoktur ki onlarla birlikte çalışmadığı, kendilerine
nasihatda bulunmadığı halde onlarla bırlikde cennete girebilsin.»
Ayni hadîsi az bir
farkla Taberânı dahî rivayet etmiştir.Buharı onu Hasan'm rivayetinden tahrîc
etmiştir. Nitekim başka bir yolla yine fîascm'dan onu Taberânî de «el-Kebîr»
nâm eserinde rivayet etmiştir. Buîıârî ile TaberânVnin rivayetleri
birleştirilirse hadîsin şöyle bir kıssası olduğu meydana çıkar:
Hz. Muâviye (R. A.)
Ubeyduiîah b. Ziyad isminde pek zâlim ve hunhar birini Basra'ya vali tayin
etmiş. Bu zât Muâvİye'nin oğlu Yezîd zamanında dahî orada vali kalmış. Bir gün
Hz. Ma'kıl, Ubeydullah'm yanma girerek ona şu sözleri" söylemiş :
— Yapmakta
olduğunu gördüğüm işlerden vaz geç;
Ubeyduiîah :
— Onlardan sana ne?
mukabelesinde bulunmuş. Makıl (R. A.) Oradan mescide gitmiştir. Yanında
bulunanlar :
— Bu sefihle âlem
arasında konuşup da ne yapacaktın? demişler. Makıl (R.A.) :
— Bildiğim bir şey
vardt; Ölmeden onu kendisine âlem yanında söylemek İstemİşdim; demiş. Bundan
sonra Hz. Maktl (R. A.) hastalanmış, ubeyduiîah kendisini dolaşmağa gelince,
Makıl (R. A.) :
— Ben sana Resûlüllah
(S.A.V.)'den duyduğum bîr hadîs rivayet edeceğim; diyerek söze başlamış ve
yukarıdaki hadîsi rivayet etmiş.
Bu bâbta Taberânî
güzel bir isnadla şu hadîsi tahrîc etmiştir:
«Hiç bir hükümdar ve
vali yoktur ki idaresi altındaki halka hıyanet ederek bir gece geçirsin de
Allah ona cenneti haram kilmasm. Hâlbuki kıyamet gününde cennetin kokusu yetmiş
yıllık mesafeden duyulur.» Bu bâbta /mam Ahmed b. HaribeV in, Hâkim'in ve
başkalarının tahrîc ettikleri hadîsler de vardır.
Gışş: Sadâkatin
zıddıdır. Hükümdar ve vali gibi kimselerin gışş yapması, idareleri altındaki
insanlara zulmetmek, mallarını ellerinden almak, kanlarını dökmek gibi şeylerle
olur. Bir vazifeye, ehli varken nâ-ehil olanı ta'yin etmek de gışş'da dâhildir.
Hadîsler gışş'în haram
ve büyük günahlardan olduğuna delâlet etmektedirler. Zîrâ cennetin haram
kılındığı bildirilmek sureti ile tehdid Kur'ân-ı Kerîm'de kâfirler hakkında
vârid olmuştur. Vâkıâ ehl-i sün-net'e göre büyük günâh işleyenler kâfir olmaz;
binâenaleyh cehennemde ebedî kalmazlarsa da cezaları son derece şiddetli ve
ağır olacağında şüphe yoktur. îbni Battal şöyle diyor: «Bu, zâlim hükümdarlara
şiddetli bir tehdittir. Her kim Allah'ın kendisine emânet ettiği kullarını
ihmâl eder yâhud onlara hıyanet ve zulümde bulunursa kıyamet gününde onların
hakları kendinden istenecektir. Acaba koskoca bir millete yaptığı zulmün
hesabını nasıl verecektir?»
Allah'ın cennet'i
haram kılmasından murâd: tehdidini infaz
etmesi ve mazlumlar nâmına razı olmasıdır.[672]
1518/1285- «Âişe
radıyallahü ankâ'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah salîallahü
aleyhi ve selîem :
— Yâ Rabbİ, her kim
ümmetinin bir işini üzerine aîır da onlara güçlük çıkarırsa sen de ona meşakkat
ver; buyurdular.»[673]
Bu hadîsi Müslim
tahrîc etmiştir.
ResûlüMah (S.A.V.)'in
bedduasında meşakkat dilemesi, ceza amel cinsinden olsun diyedir. Hadîs-i
şerifin tamamı şöyledir:
«Ve kim ümmetinin bir
işini üzerine alır da onlara hoş muamele ederse sen de ona hoş muamele eyle.»
Ayni hadîsi Ebu Avâne «Sahihe inde buna yakın lâfızlarla rivayet etmiştir. Bu
hadîs âmir mevkiinde bulunanların idareleri altında olanlara kolaylık göstermeleri
ve onlara hoş muamele yapmaları îcâb ettiğine delildir.[674]
1519/1286-
«Ebu Hüreyreradıyallahü anVdan rivayet edilmiştir.Demiştir ki: Resûlüllah
salîallahü aleyhi ve sellem :
— Sizden biriniz
bîrfte kavga ederse yüze vurmaktan sakinsin; buyurdutar.»[675]
Hadîs müttefekun
aleyh'dir.
Bu hadîs, yüze şamar
ve tokat vurmanın haram olduğuna delâlet ediyor. Nehyin sebebi: yüzdeki
uzuvların nâzik ve bütün güzellikleri kendilerinde toplamış olmalarıdır. Yüze
vurulunca bu letafet ve güzellik bozularak yüz fena halde çirkini e şebi Ur.
Bittabi bu onun için bir noksanlık olur.
Hadîsteki nehî terbiye
için olsun, başka- bir maksada mebnî olsun her nev'i vuruşa âmm ve şâmildir.[676]
1520/1287- «(Yine)
Ebu Hüreyre radtyaîlahu anh'dan rivayet olunduğuna göre bir adam :
— Yâ Resûlâllah, bana
tavsiyede bulun; demiş. Resûlüilah Salîal-îahü aleyhi ve selîem:
— Gazablanma;
buyurmuş. Adam (bu sözü) defalarca tekrarlamış; Pepgamber Saîlallahi aleyhi ve
selîem her defasında:
— Gazablanma;
buyurmuşlardır».[677]
Bu hadîsi Buhâri
tahrîc etmiştir.
İmam Ahmed b.
HaribeVin rivayetine göre tavsiye isteyen zâtın ismi Cariye b. Kudâme'dir.
Başka bir hadîsde isminin Süfyan b. Ab-dillâh-İ Sakafi olduğu zikredilmiştir.
Bu zât demiştir kî;
«Dedim ki:
— Yâ Resûfâilah, bana
istifade edeceğim bir söz söyle, ama az olsun; Resûiüllah (S.A.V.) :
— Gazablanma; sana
cennet vardır; buyurdular.» As-hâb-ı Kirâm'ın diğerlerinden de buna benzer
hadîsler rivayet olunmuştur.
Hadîs-i şerif
gazaplanmayı nehyediyor. Bu nehî, Hattâbi'mn dediği gibi gazabı mucip olan
şeylerden sakınmayı nehîdir. Nefs-i gazâb nehyedileniez. Çünkü fıtrî bir
şeydir. Bazıları «burada nehyedi-len şey gazab değil, gazabı doğuran kibirdir.
îzzet-î nefsini yatışıncaya kadar tevazu' gösteren, gazabın şerrinden
kurtulur.» demişlerdir. Peygamber (S.A.V.)
'in yalnız bu sözle iktifa etmesi bazılarına göre soran zâtın gazaplı
olmasındandır. Fahr-î Kâinat (S.A.V.)'m âdeti herkese yaraşan cevabı vermekti.
Âlâ ile ednâya tenbih kabilinden olması ihtimali de vardır. Zîrâ gazap,
nefisle şeytandan gelir. Bu iki şeye galebe çalan başkalarına karşı nefsine
evleviyetle hâkim olur. Gazap ve İlâcı hakkında biraz yukarıda söz geçmişti.[678]
1521/1283-
«Havletü-Ensâriyye mâtyallaku anhâ'dan rivayet olunmuştur.Demiştir ki:
Resûlüilah sdllallahû aleyhi ve seîîem:
— Gerçekten bazı
adamlar râ-hak yere Allah'ın malına dalıyor. Onlara kıyamet gününde cehnnem
vardır; buyurdular.»[679]
Bu hadîsi Buhâri tahrîc etmiştir.
Hadîs-i şerif, şer'an
hakkı olmıyan kimselerin Allah'ın malından (yani zekât ve emsalinden) bir şey
almalarının haram ve cehennemde yanmayı îcabeden günhlardan olduğuna delildir,
«dalıyorlar» tâ'biri ihtiyaçlarından fazla aldıklarına ve bunun çirkin birşey
olduğuna işarettir. Mâlî işlere bakanların ihtiyaçlarına göre Allah hakkı
mallardan istifade edebileceklerini ihtiyaçtan fazla bir şey alamayacaklarını
yukarıda görmüştük.[680]
1522/1289- «Ebu
Zerr radıyallahu anh'dan Peygamber sdllallahû aleyhi ve sellem'ln Rabbîsinden
rivayet ettiği kudsi hadîsler meyan ın-da kendilerinden (şunu) duyduğu rivayet
olunmuştur:
— Teâlâ Hazretleri
buyurdu ki: Ey kullarım, bu zulmü kendime haram kıldım; onu sizin aranızda da
haram kıldım. Binâenaleyh bir bîrinize zulmetmeyin»[681]
Bu hadîsi Müslim
tahrîc etmiştir. Cenâb-ı Hak, Kur'ânı Kerîm'de;
«[682]
Rabbın kullanrına hiç zâlim değildir» buyurarak, zulmetmediğini bize haber
vermiştir.
Tahrîm: lûgaten, bir
şeyi men etmektir. Şer'an ise faili azaba müstehlik olan şey demektir. Bu mânâ
Teâfâ Hazretleri hakkında şüphesiz doğru değildir. Burada murâd: Allah'ın
zulümden münezzeh olduğunu anlatmaktır. Şu halde zulümden münezzeh yerine
mecazen tahrîm denilmiştir. Çünkü memnu' olan bir şeyle zulmün aralarında
müşterek bir vasıfları vardır ki, o da her ikisinin yapılmamasıdır.
Aflah zütcefâl
hakkında zulüm, müstehîldir. Zîrâ zulüm örf dilinde: ya gayrı milkinde tasarruf
yâhûd haddi tecâvüz; mânâlarında kullanılır ki bunların ikisi de Teâlâ
Hazretleri hakkında muhaldir. Çünkü bütün cihanın mâliki o, kudret ve
azâmetîle her şeyde hakikî mutasarrıf odur.
Zulüm, aklen de çirkin
olan bir şeydir. Sâri' Hazretleri onu aklın anladığı mânâda takrir buyurmuş;
üstelik çirkinliğini daha da büyülterek zulmedenleri azâbla tehdîd eylemiştir.
Zâlim iki cihanda hâib ve haşirdir.[683]
1523/1290- «Ebu
Hüreyre radıyallahu anft'dan rivayet olunduğuna göre Resûlüllah sallallahü
aleyhi ve sellem (ashabına) :
— Bilirmisiniz gîbet
nedir? buyurmuş. Ashâb :
— Allah ve Resulü
bilir; demişler. Rcsûlüüah sallallahü aleyhi ve sellevu :
— Din kardeşini, hoşlanmadığı bir şeyle anmandir; buyurmuşlar.
(Bu arada) :
— Ya söylediğim şeydin
kardeşimden varsa ne buyurursun? diyenler olmuş. Peygamber, sallallahü aleyhi
ve sellem:
— Eğer söylediğin şey
onda varsa onu muhakkak surette gîbet ettin; şayed yoksa İftira ettin
(demektir.); buyurmuşlardır.»[684]
Bu hadîsi Müslim tahrîc
etmiştir.
Hadîs-i şerif, adetâ :
«[685] Bir
bîrinizi gîbet etmeyin» âyeti kerîmesinde zikredilen gîbetin tefsiri
mesabesinde olup gîbetin hakikatim göstermektedir.
«en-Nihâye» nâm
kitapta zikredildiği vecihle gîbet; bir insanı arkasından ktülükle anmaktır;
velev ki o kötülük kendisinde bulunsun. İmam Nevevi «el-Ezkâr» adlı eserinde
İmam GazâU'ye tebean şöyle diyor: «Bir kimseyi bedenî hususunda veya dini,
dünyası, nefsi, ahlâkı, malı, annesi, babası, evlâdı, karısı yâhud hizmetçisi
hakkında yâhud hareketi, konuşkanlığı veya dürük çehreli oluşu ve şâire gibi
kötülenebilecek hususatta, hoşlanmadığı bir şeyle anmaktır. «Gîbetin dil ile
yâhûd kaş-göz işaretile yapılması hükmen hep birdir.
«Din kardeşini
hoşlanmadığı şeyle anmandır.» cümlesi, yüzüne karşı ve gıyabında yapılan bütün
zemleri şâmildir. Ulemâ'dan bir cemâatin mezhebi budur. Bu takdirde hadîs,
gîbetin şer'i mânâsını beyân etmiş oluyor. Lügat mânâsının gayp'dan alındığına
bakılırsa gîbetin ancak bir kimsenin gıyabında olacağı anlaşılır. Ulemâ'dan
bazıları, gîbetin şer'i mânâsîle lügati mânâsının bir birine muvafık olduğunu
tercih ederler; ve bu bâbta şu hadîsi delil gösterirler:
«Din kardeşinin yüzüne
karşı söylemekten çekindiğin şey gîbettîr.» Bu hadîs Ebu Hüreyre hadîsini
tahsis etmiş oluyor. Ulemâ'nın tefsirleri de bu mânâya gelmektedir. Çünkü
bazıları gîbeti tefsir ederken : «Bir kimsenin gıybanda aybım söylemektir.»
demişler diğerleri az yukarıda görüldüğü vecihle: «Bir insanı arkasından bir kötülükle
anmaktır; velev ki o kötülük onda bulunsun.» şeklinde izahda bulunmuşlardır,
Maamâfih bir kimsenin ayıbını yüzüne vurmak gîbet sayılmasa bile yine haramdır;
çünkü ona ezadır.
«Din kardeşi» ta'birinden, mefhum-u muhalif yolu ile kâfirin gîbet
edilebileceği anlaşılır. B\ı hususda
îzâhât verilmiştir. İbnül-Münzir diyor
ki: «Bu hadîsde yahûdî, hırıstiyan ve şâir dinler mensupları gibi müslümanlara
kardeş sayılmayanlarla işlediği bid'at kendisini dâire-i islâm'dan çıkarmış
olanlara yapılan gîbetin, gîbet sayılmayacağına delîl vardır.»
«Kardeş» ta'biri,
gîbetçiyi gîbetten vaz geçirmek içindir. Zîrâ kardeşe düsen vazife gîbet değil,
kardeşine şefkat, merhamet ve onur; kusurlarını ört bas etmektir.
«Hoşlanmadıği bir
şeyle anmandır.» ifâdesi de gösteriyor ki gıyabında söylenen ayıplarından
hoşnutsuzluk duymayan fâsik ve Hacirlerin zemmi, gîbet hükmüne girmez. Gîbetin
haram olduğu dînen ma'lûm ve müttefekun aleyh ise de büyük veya küçük
günahlardan sayılacağı meselesi ihtilaflıdır. Kurtubî, büyük günahlardan sayıldığına
icmâ' nakletmiş; ve büyük günah olduğuna şu hadisle istidlal etmiştir.
«Şüphesiz ki sizin
kanlarınız, ırzlarınız ve mallarınız birbirinize haramdır.»
İmam Gazali ile
Şâfiîîer'den «el-Umde» nâm eserin sahibi, gîbetin küçük günâh olduğuna
kaildirler. Evzâi: «Bu iki zâttan başka gîbetin küçük günah olduğunu söyleyen
görmedim.» diyor. Zerkeşî de şöyle demektedir: «Ölü yemeyi büyük günâh sayıp da
gîbeti öyle saymayanlara şaşarım. Halbuki Allah onu ölü insan eti yemenin hükmünü
vermiştir...»
Ulema-i Kiram gîbetten
altı şeyi istisna etmişlerdir:
1—
Mazlumun:
filân bana zulmetti ve malımı aldı; yâhûd: filân zâlimdir; demesi caizdir.
Yalnız kendisine şikâyet ettiği kimsenin o zulmü gidermeye veya azaltmaya
muktedir olması lâzımdır. Buna delil Ebu Süfyan'ın karısı Hind'in Peygamber
(S.A.V.) 'e kocasını şikâyet ederken:
«Hakikaten bu adam cimridir.» demesidir.
2—
Yapılan
bir kötülüğü değiştirmeye muktedir gördüğü bir kimseye: Filân kimse falan
hakkında şöyle yaptı; diyebilir.
3—
Hâkime:
Filân bana zulmetti; ondan kurtulmanın çaresi nedir? diyebilir.
4—
Müslümanları
aldatmaktan kurtarmak için hadîs râvîlerîle şehitleri ve keza; ehli olmadığı
halde fetva' veya tedrise özenen kimseleri cerhetmek caizdir.
5— Fâsiklarla
ehl-i bid'atı, alenen yapmakta oldukları ma'sîyetlerle anmak caizdir.
6— Ta'rif
için bir kimsenin körlük ve topallık gibi kusuru söylenebilir.
Bu altı müstesna şu
beytte toplanmıştır:
«Zemm altı şeyde yani;
zulümden şikâyetçi, ta'rifçi, sakındırıcı, alenen fisk işleyen, fetva isteyen
ve bir kötülüğün giderilmesi hususunda yardım dileyen hakkında gîbet
değildir.»[686]
1524/1291- «(Bu
da) ondan rivayet edilmiştir. -radıyaUahü anh-Demlştir ki: ResûfüİIah saîîdUahü
aleyhi ve sellem:
— Bir birinize
hasetlik çekmeyin; yalandan fiyat art-tirmayın; bir birinize buğzetmeyin;
küsüşmeyin; biriniz diğerinin satışı üzerine satış yapmasın. Allanın (bîr
bîrine) kardeş (çe muamele eden) kullan olun. Müslüman müslümanın kardeşidir.
Tekvâ şuradadır. (Bunu söylerken) Resûlüllah SaîîaUaki aleyhi ve sellem göğsüne
işaret ediyor; ve üç dede tekrarlıyordu.
— Müslüman kerdeşini
tahkir etmesi bir kimseye kötülük namına kâfidir, müslümanın müslümana, malı.
canı, ırzı., ve her şeyi haramdır; buyurdular.»[687]
Bu hadîsi Müslim
tahrîc etmiştir. Kaadi İlyâz Cümlesinin:
şeklinde de rivayet
edildiğini fakat doğrusu birinci rivayet olduğunu söylüyor. İkinci rivayete
göre mânâ «ahd-u Peymânını bozmaz» demektir.
Hadîs-i şerif, dînen
memnu olan bir kaç meseleye delâlet ediyor şöyle ki:
1—
İki
kişinin birbirlerine hasedlik çekmesi haramdır. îki taraftan hasetlik çekmenin
hükmü bu olunca, yalnız bir taraftan çekilenin hükmü evleviyetle haram olur.
Çünkü kendisine hased edene hasetle mukabelede bulunmak, kötülüğü kötülükle
karşılamak kabilinden olduğu halde yine haram kılınırsa karşılığında hiç bir
kötülük olmayan ha-sedliğin haram edilmesi evleviyette kalır. Hasedin tahkiki,
babımızın ilk hadîsinde geçmişti..
2—
Münaceşe
dahî alış veriş bahsinde görülmüştü. Bunun nehye-dilmesi düşmanlığa sebeb
olacağı içindir.
3— Bir
birine buğzetmenin hükmü aynen hasedliğin hükmü gibidir. Ancak mezrnum olan
buğz dünyevî hususata âid olandır. Allah
için buğzetmek ise vaciptir,
4— Bir
birine küserek alâkayı kesmek, gördüğü zaman sırt çevirmek memnu'dur. İbni
Abdilberr diyor ki: «yüz çevirmeye tedavur denilir. Çünkü bir kimseye buğzeden
ondan yüz çevirir ve arkasını döner. Sevenin hâli bunun aksinedir. «Bazılarına göre tedâbürün mânâsı düşmanlık etmektir. İmam Mâlik'in
«el-Muvatta'» nâm eserinde Züh-rî'den naklen tedâbürün selâmdan yüz çevirmek
mânâsına geldiği rivayet olunur.
5— Müslümanın
din kardeşinin satışı üzerine satış yapması
memnu'dur. Bu da alış veriş bahsinde görülmüştür. İbni Abdilberr burada
şunları söylemiştir: «Bu hadîs, müslümana buğzederek ondan yüz çevirmenin ve
onunla dost iken hiç bir şer'i suçu olmaksızın alâkayı kesmenin, ona Allah'ın
in'âm ve ihsan ettiği şeylere hasedlik çekmenin haram kılındığını İfâde ediyor.
Sonra din kardeşine kan kardeşi muamelesi yapmayı, kusurlarını araştırmamayı
müslümana emrediyor. Bu hususda hâzırla gâib ve ölü ile diri arasında bir fark
yoktur. Mezkûr beş nehîden sonra :
— Allahin (bir birine)
kardeş (çe muamele eden) kullan buyurarak müslümanları Allah'ın emrine imtisâle
teşvik etmiş; ve (ibâd) kelimesiyle kulluğun Allah'ın emirlerine imtisal
gerektirdiğine işaret eylemiştir.
Kurtubî'ye göre mânâ :
«Ey müslünıanlar, şefkat, merhamet, muhabbet, yardım ve nasihat hususunda kan
kardeşleri gibi olun:» demektedir.
«Müslüman müslümanın
kardeşidir.» dedikten sonra kardeşlik hukuku nâmına, zulmetmeyi zikretmesi
müslümanın şerefini göstermek için yapılmış bir tahsistir. Yoksa zulüm kâfire
de yapılsa haramdır.
«Takva şuradadır»
buyurması, takvanın esasen kalpte bulunan Allah korkusuna, murakabeye ve
amellerdeki ihlâs ve samimiyete istinâd ettiğini göstermek içindir. Nitekim
imam Müslim'in rivayet ettiği: «Şüphesiz Allah sizin cisimlerinize ve
suretlerinize değil, lâkin kalplerinize bakar.» mealindeki hadîs de ayni mânâya
delâlet eder. Yani mücâzât ve muhasebe işleri zahirî şekil ve surete göre
değil, kalplerdeki niyetlere göre olacaktır.
Hadîs-i şerif, bir
müslümanın din kardeşini tahkir etmekten başka hiç bir suçu olmasa şer nâmına
yalnız bunun kâfi geelceğine ve o kimsenin kötü sayılacağına delâlet ediyor.[688]
1525/1292- «Kutbetü'bnü
Mâlik radıyallahu ahh'âan rivayet o[un-muştur. Demiştir kî: Resûlüllah
sdllallahü aleyhi ve setİem:
— Allahım, beni ahlâk,
amel, heves ve hastalıkların rnünkerlerinden ırak kıl; buyurdu.»[689]
Bu hadîsi Tirmizî
tahrîc etmiştir. Hâkim onu sahîh bulmuştur. Lâfız Hâkim'indir.
Ahlâk kelimesi
hulûk'un cem'idir. Kurtuhî ahlâkı şöyle ta'rif ediyor: «Ahlâk, insanın bir
takım vasıfları olup bunlarla başkalarına muamele eder.»
Ahlâk iyi ve kötü
olmak üzere iki nev'idir. îyı ahlâk: Avf, hilim - sabır - cömerdlik, merhamet,
ezaya tehammül, hacet bitirmek, ağır başlılık ve şâiredir. Kötü ahlâk ise:
bunun zıddı yani münkerattır İri, hadîs-i şerîfde Peygamber (S.A.V.) 'in:
Irak kil; diye
Rabbı'na niyaz ettiği şeylerdir.
Hevâ ve hevesin münker
olanları, şer'an makbul olup olmadığına bakmaksızın nefsin arzularına uyarak
yapılan şeylerdir.
Hastalıkların münker
olanları ise Peygamber (S.A.V.)'in istiâze ettiği cüzzam ve bars gibi nefret
uyandırıcı hastalıklarla, verem, kanser gibi öldürücü illetlerdir.[690]
1526/1293- «İbni
Abbas radıydllahu anhümâ'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah
salldllahü aleyhi ve sellem:
— Din kardeşinle
münakaşa yapma; onunla şakalaşma ve ona bir vaadde bulunup da sözünden dönme;
buyur-dular.»[691]
Bu hadîsi Tirmîiî zaîf
senedle tahrîc etmiştir. Bu mânâda bahusus münakaşa hakkında bir çok hadîsler
vardır ki, Teberânî'nin rivayet ettiği uzun bir hadis bunlardandır. Mezkûr
hadîse göre: Ashâb-ı kira m'dan bir cemaat şöyle demişlerdir: «Biz din
hususunda bir şey hakkında münakaşa ederken Resûlüllah (5.A.V.) yanımıza çıka
geldi. Hâlimizi görünce misli görülmedik bir şekilde ga-zaplandı, sonra bizi
azarlayarak buyurdu kî:
— Ey ümmet-i Muhammedi
bununla mı emrolundu-nuz? Sizden önce
geçenler ancak böyie
şeylerle helak olundular. Hayrı
az olduğu için mücadeleyi bırakın. Münakaşayı bırakın; çünkü mü'm in münakaşa
yapmaz. Münakaşayı bırakın; çünkü münakaşacının zarar ziyanı tamam olmuştur.
Münakaşayı bırakın zîrâ münakaşacıhk-ta devam etmen günah yönünden
kâfidir. Münakaşayı bırakın; çünkü
kıyamet gününden ben münakaşaciya şefaat etmem. Münakaşayı bırakın; çünkü
samimi olarak münakaşayı terkeden için ben cennetde, cennet bahçelerinin
aşağı, orta ve üst kısımlarında olmak üzere üç tane köşk tekeffül ediyorum.Münakaşayı
bırakın, çünkü Put Perestliği yasak ettikden
sonra Rabbımın beni ilk
nehyettiği şey budur.»
Buharı ile Müslim
müttefîkan şu hadîsi rivayet ederler:
«Hiç şüphe yok ki
Allah indinde insanların en buğza şayan
olanı çok mücadele
ve münakaşacı olanıdır.»
Bundan murâd: şiddetli
münakaşa yaparak muhatabına galebe çalandır.
Münakaşa mânâsına
gelen «mira» in hakikati, sırf muhatabı tahkir ve kendisinin ona üstünlüğünü
göstermek maksadîle onun sözlerini cerh ederek yanlışını bulmaktır. Mezhepleri
takrir ve izahta cidal kelimesi kullanılır. Husumet ise: mal ve şâire elde
etmek için musırrâne münakaşada bulunmaktır. Aralarındaki fark: münakaşanın yalnız
i'tirâz suretile cereyan etmesi, husûmetin bazan i'tirâz bazan da iptidaen
yapılmasıdır. Hakikati meydana çıkarmak maksadîyle yapıl ma zlarsa bunların
hepsi çirkindir. Bittabi ehl-i ilm'in münazaraları, her ne kadar cidalden hâli
kalmasa da yasak edilen münakaşalara dâhil değildir. Bu bâbta icmâ' vardır.
Hadîs-i şerif mizahı
da yasak etmektedir. Mizah, şaka demektir. Memnu1 olan şaka, dargınlık ve
ayrılığa sebebiyet veren veya bâtıla âit olanlardır. Hatır yıkmayan tatlı
şakalar memnu' değildir. Tirmizî'-nin Hz. Ebu Hiireyre'den tahrîc ettiği bir
hadîsde şöyle buyrulmaktadır.
Ashab :
— Yâ Resûlâllah!
gerçekten sen bizimle şakalaştyorsun;
dediler. Peygamber (S.A.V.) :
— Ben Hak'dan başka
birşey söylemem; buyurdular.»
Hadîs-i şerif, vaadden
dönmeyi de nehyediyor. Bunun münafıklara âid sıfatlardan olduğunu yukarıda
görmüştük. Ancak sözünde durmak niyetiyle vaad ederek bir mâ'niden dolayı
sözünü yerine getirmeyen buradaki nehîde dâhil değildir.[692]
1527/1297- «Ebu
Sâid radıyaîlahu anh'dan rivayet edilmiştir. Demiştir kî: Rcsûlüllah
saîlaîlahü aleyhi ve sellem:
— İki haslet vardır;
bunlar bir mü'minde bulunamazlar: cimrilikle kötü ahlâk; buyurdular.»[693]
Bu hadîsi Tİrmizî
tahrîc etmiştir. Senedinde za'f vardır.
Buhl: cimrilik,
pintilik, demektir. Bunun örfen ve şer'an çirkin ve mezmun olduğu ma'lûmdur.
Bir çok âyet ve hadîslerde cimrilik zem-medilmiştir. Ulemâ yalnız cimriliğin
mikdarında ihtilâf etmişlerdir. Bu ciheti de yukarıda görmüştük. Şunu da ilâve
edelim ki ulemâ'dan bazıları: «Zekâtını veren cimri sayılmaz» demişlerse de
İmam Gazali buna i'tirâz etmiş; ve cimrilikten kurtulmak için haddi kâfi görmeyerek
şöyle demiştir: «Çünkü bir dâne ağırlığı noksanlıktan dolayı kasaba eti,
fırıncıya ekmeği iade eden bülittifak bahil sayılır. Keza hâkimin çocuklarına
takdir ettiği nafakayı kendilerine teslim ettikten sonra malından çocuklarının
bir lokma veya bir hurma dâ~ nesi yemelerini çok gören baba da böyle olduğu
gibi, önünde ekmek bulunan bir kimsenin, isteyecek diye yanma gelenden onu
saklaması da bahillik sayılır.» Ancak GazâlVnin söylediği örfen cimriliktir;
örfen cimrilik azabı müstelzim değildir.
Güzel ahlâk hakkında
îzâhât yukarıda geçmişti. KÖtÜ ahlâk hususunda da hadîsler çoktur. Hâkim'in
tahrîc ettiği bir hadîsde :
«Kötü ahlâk, sirkenin
balı bozduğu gibi ameli bozar.»
buyurulmuştur. Hatib
şu hadîsi rivayet eder:
«Muhakkak her şeyin
bir tevbesi vardır. Yalnsz kötü ahlâk sahibi müstesna. Çünkü o bir günahdan
tevbe ederse ondan daha kötüsüne düşer.» Tinnisî ile İbni Mâce dahî şu
hadîsi tahric etmişlerdir.
«Kötü huylu olan
cennete giremez.»
Hadîsdeki, «mümin» den
murad; İman-ı kâmil sahibidir. Yani
kâmil imanlı bir mü'minde bahilik ve kötü huy bulunamaz. Yâhud zekâtını
vermeyen mü'min kasdedilmiştir. Mü'min lâfzı müslümam bu iki şeyden nefret için
de zikredilmiş olabilir.[694]
1528/1295- «Ebu
Hüreyre radtyallahu anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah
saîlallahü aleyhi ve selîem:
— Bir birine
şovenlerin söyledikleri (n'n vebalı) mazlum olan tecâvüz etmedikçe söze
başlayanın üzerinedir; buyurdular.»[695]
Bu hadîsi Müslim
tahrîc etmiştir.
Hadîs-i şerif,
birinden eziyet gören kimsenin ona eziyet mikdarınca mukabele edebileceğine ve
bu mukabele günah olsa da, vebali eziyeti yapana âid olduğuna, delâlet ediyor.
Çünkü mukabeleye sebeb olan, eziyeti yapandır. Ancak cevap veren ileri giderse
fazla sözünün vebali kendine olur. Zîrâ kötülüğün cezası ancak o kötülük
mikdarmda olur. Bununla beraber karşılık vermeyerek sabretmek efdâldır. Sabit
olmuş bir hakikattir ki: Resûlüllah (S.A.V.)'in huzurunda bir adam Hz. Ebu
Bekir (R.A.)'a sövmüş Ebu Bekir (R.A.) susmuş, fakat sonradan cevap vermiş.
Bunun üzerine Peygamber {S.A.V.) yerinden kalkmış kendisine meseleyi
sormuşlar. Fahr-i âlem (S.A.V.) :
— Hakîkaten Ebu Bekir
sustuğu zaman onun namına bir melek cevap veriyordu; fakat hakkını kendisi
alınca şeytan geldi; buyurmuştur.[696]
1529/1296- «[697] Ebu
Sırme radıyallahu anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlülİah
sallaîlahü aleyhi ve seîîem:
— Her kim bir
müslümana zarar verirse Allah'da ona zarar verir; kim bir müslümana meşakkat
verirse Allah ela ona meşakkat verir; buyurdular.»[698]
Bu hadîsi Ebu Dâvud
ile Tîrmiiî tahrîc etmişlerdir. Tirmizî onu hasen bulmuştur.
Hadîs-i şerîf ne
suretle olursa olsun müslümana eziyet vermenin memnu' olduğuna delildir. Yani
bir müslümana malı, canı, veya ırzı hususunda haksız olarak zarar yaparsa Allah
Teâlâ ona ameli cinsinden olmak üzere zarar verir.
Musakka: münâzea
demektir. Yani bir kimse bir müslümanla- zulüm ve tecavüz suretiyle kavga
ederse Allah ona da uygun bir ceza olmak üzere meşakkat verir.[699]
1530/1297-
«Ebu'd-Derdâ' radıydllahu anft'dan rivayet edilmiştir. Demiştir kî: Resûlüüah
salaîlahü aleyhi ve sellem:
— Şüphesiz ki
Allah pis pis lâflar
eden ahlâksıza bllğzeder;
buyurdular.»[700]
Bu hadîsi Tİrmm tahrîc
etmiştir. Tirmizî'nin İbni Mes'ud'dan merfu' olarak tahrîc ettiği rivayette «Mü'min
ta'n ve lâ'net de etmez ahlâksızca ve pis pis de konuşmaz.» buyurulmuştur.
Tîrmizî bunu hasen bulmuştur. Hâkim onu sahîhlemiş; Dâre Kutnî ise mevkuf olduğunu
tercih etmiştir.
Buğz: Sevginin
zıddıdır. Allah'ın kuluna buğz'u, ona ikramda bulunmayıp bilâkis azap
etmesidir.
Beziyy : Pis pis
lâkırdılar eden; demektir. Bittabi bu sıfat müslümana yakışmaz. Nitekim
TirmizVnin rivayeti de ayni mânâya delâlet etmektedir.
Ta'n: Söğmektir. Ta'n
ve lâ'net sigaları mübalâğalı ism-i fail sigasîle kullanılmışlarsa da lâ'net
hükmünün sübütu için mübalâğaya hacet yoktur. Çünkü lâ'netin azı da çoğuda
memnu'dur.
Hadîs-i şerîf,
söğmekle lâ'netin, kâmil bîr mü'minin sıfatı olamayacağına delâlet ediyor.
Ancak kâfir, sarhoş ve Allah ile Resûlü'nün lâ'net ettikleri kimseler
müstesnadır. Onlara Iâ'net caiz görülmüştür.[701]
1532/1298- «Âİşe
radıyallahu anhâ'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûfüllah sallallcthü
aleyhi ve sellem:
— Ölülere soğmeyin;
zîrâ onlar gönderdikleri {amelleri) ne varmışlardır; buyurdular.»[702]
Bu hacHsi Buharî
tahrîc etmiştir.
Ölülere söğmek mü'mİn
ve kâfire şâmil olmak üzere her ölü hakkında memnu'dur. Buna sebep olarak
Peygamber (S.A.V.) hâl-i hayatlarında işledikleri amellere kavuşmalarını beyân
buyurmuştur. Artık cnJarm işi Allah'a kalmıştır. Hadîs-i şerîf «Cenaze bahsi»
nin sonunda îzâliı ile geçmişti.[703]
1533/1299- «Huzeyfe
radıyallahu anh'dan rivayet olunmuştur.Demiştir kî: Resûlüllah sdllalîahü
aleyhi ve sellem:
— Hiç bir koğucu
cennete giremez; buyurdular.»[704]
Hadîs miittefekun
aleyh'dir,
Kattât : nemmâm
demektir. Hadîsin bir rivayetinde kattât yerine nemmâm denilmiştir.
Nemmâm: Koğucu; lâf
taşıyan mânâsına gelir. Bazıları kattât ile nemmam arasında fark bulurlar.
Nemmâm başkalarına eriştirmek için kıssayı hazırlayanlardır. Kattât: bilmediği
bir şeyi dinleyip başkalarına nakledenidir. Nemime'nin hakikati: ara-bozmak
için Ötekinin berikinin konuştuklarını bir birlerine ulaştırmaktır. İmam GazâU;
«Bunun haddi: meydana çıkması hoş görülmeyen şeyi açığa vurmaktır. Kendisinden
lâf alınan veya lâf götürülenin yâhûd üçüncü bir şahsın kızması bu bâbta
müsâvî olduğu gibi açığa vurmanın da sözle veya işaret yâhud yazı ile
yapılması arasında bir fark yoktur.» diyor.
Nemime hakkında bir
çok hadîsler vârid olmuştur. Taberânî mer'fu olarak şu hadîsi tahrîc
etmiştir.
«Hasedci, koğucu ve falcı
bizden değildir; ben de on değilim.»
Nemime'nin vâcib
olduğu yer de vardır. Meselâ bir kimseye zulmetmek veya onu öldürmek isteyen
biri görüldü mü derhal o kimseyi isim vermeksizin korunmaya da'vet etmek,
gerekirse zâlimin adını da söylemek vâcib olur.
Hadîs-i şerîf
koğuculuk günahının pek büyük olduğuna delildir. Hafız el - Münzirî: «Ümmet
koğuculuğun haram kılındığına ve Allah indinde en büyük günahlardan olduğuna
icmâ' etmiştir.» demiştir.[705]
1534/1300- «Enes
radıyalîahu anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: ResûlüHah sallallahü
aleyhi ve sellem:
— Her kim gazabını
yenerse Ailah ona azap etmekten vaz geçer; buyurdular.»[706]
Bu hadîsi Taberâni
«el-Evsat» da tahrîc etmiştir. İbni Ebi'd Dünya (nın kitabın) da bu hadîsin
İbni Ömer'den bir şahidi vardır.
Gazap hakkında şimdiye
kadar bir çok yerlerde söz geçti. Bu hadîs gazabı yenerek, onun muktezâsınca
hareketten nefsi men' etmenin fazileti hakkındadır. Gazabı yenmek kolay bir iş
değildir. Onu başarabilmek için sabır, hilim ve nefisle mücâhede lâzımdır.
Bundan dolayıdır ki Teâlâ Hazretleri ona mükâfat olarak azaptan vaz geçmeyi
va'detmiştir.[707]
1536/1301- «Ebu
Bekr-i Sıddîk radıydlîahu anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Rasûlüllah
sdllallahü aleyhi ve selîem:
— Cennete, şarlatan,
bahîl ve geçimsiz (olanlar ilk elde) giremez; buyurdular.»[708]
Bu hadîsi Tirmizî
tahrîc etmiş; ve onu ikiye bölmüştür. İsnadında za'f vardır.
Geçimsizden murâd:
Köle ve cariyelerinin hakkını îfâ etmeyen, onlara ezâ ve cefâ eden, adâb-ı
şer'iyyeyi ve farz olan ibâdetleri öğretmeyen, hayvanlarının yemini suyunu
ihmâl eden, onlara taşıyamayacakları yükü yükleyerek öldüresiye döğen kötü
tasarruflu kimselerdir. Hadîsin isnadında zaîflik olmakla beraber bir çok
şâhidleri vardır. Bazılarını münasebet düştükçe zikretmiştik. Bu şâhidlerle
hadîs zaîf olmaktan kurtulmuş; hasen derecesine yükselmiştir.[709]
1537/1302- «İbnî
Abbas radıyallahu arihümâ'Aan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resulü İlah salallahü aleyhi v? setlem:
— Her kim rızâları
olmaksızın bir kavmin konuştuklarını dinlerse kıyamet gününde onun kulaklarına
ânük (yani kurşun) dökülecektir; buyurdular.»[710]
Bu hadîsi Bu hân
tahrîc etmiştir.
«— Yani kurşun»
ifâdesi müdreçtir; üst tarafındaki kelimeyi îzâh için zikredilmiştir.
Hadîs-i şerif, sözünün
başkaları tarafından dinlenilmesini arzu etmeyen bir kimsenin konuştuklarını,
dinleyenin harârn olduğuna delâlet ediyor. Bu da, ya sarahaten bildirmekle
yâhud karine ile anlaşılır. Buhâri'nin «el-Edübü'l Müfred» adlı eserinde Said-i
Makburî'den rivayet ettiği bir hadîste Hz. Said şöyle demektedir. «İbni
Ömer'in yanına uğradım. Yanında bir adam vardı; konuşuyorlardı. Ben hemen yanlarına
sokuldu isem de İbni Ömer göğsüme çarparak: iki kişiyi konuşurken buldunmu
onlardan için almadıkça- yanlarına dikilme; dedi.» İbni Abdilber: «îki kişi
gizlice konuşurken hiç bir kimsenin onların yanına girmesi caiz değildir.»
diyor. Musannif a göre gizli konuşan iki kişinin yanında izinsiz oturmak da
caiz değildir; isterse onlardan uzak bir köşeye oturmuş olsun. Çünkü onların
baş başa kalarak gizlice konuşmaya başlamış olmaları, konuşacaklarını
gizlediklerine delâlet eder. Bazı kimseler konuşulan sözden bir kaç cümle
işitmekle derhal mevzuun mâhiyetini anlayıverirler. Binâenaleyh izin almak
şarttır.
Elbiseyi yoklamak,
koklamak, küçüklere evde ne konuşulduğunu veya ne yapıldığını sormak dahî
başkalarının konuşmasını dinlemek hükmündedir. Şu kad«r var ki âdil bir
kimsenin münkerâta dâir verdiği bir habere istenâden, o münkeri defetmek
maksadîle iki kişinin ne konuştuklarını izinsiz dinlemek caizdir.[711]
1538/1303- «Enes
radıyallahu anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah saldllakü
aleyhi ve seîlem:
— Ne mutlu kendi kusuru
âlemin kusurların (« araştırmak) dan kendisini alakoyana; buyurdular.»[712]
Bu hadîsi güzel bir
isnâdla Bezzâr tahrîc etmiştir.
Tûbâ: Ya bir İsm-i
masdardır ve: ne mutlu, müjdeler olsun, hayır ve iyilik senindir, mânâlarına
gelir. Yâhûd cennette bir -ağacm adıdır. Hangi mânâya alınırsa alınsın tûbâ,
kendi kusurlarîle meşgul olarak onları gidermeye çalışırken başkalarının
kusurundan haberi bile olmayanlaradır. Başkasını ayıplamak isteyen evvelâ
kendine bakmalıdır. Bakarsa mutlaka kendinde bir kusur bulacak ve bu kusur onu
başkasının kusurunu söylemekten men'edecektir.[713]
1539/1304- «İfani
Ömer radıyallahu anhümâ'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah
sallallahü aleyhi ve sellem:
— Her kim kendini
büyük görürse ve yürüyüşünde böbürlenirse huzur-u ilâhîye, Allah kendisine
gazaplı olarak Clkar; buyurdular.»[714]
Bu hadîsi Hâkim tahrîc
etmiştir. Râvileri sikadırlar.
Kendini büyük gSrmek
iki suretle olabilir. Ya kendini başkalarından daha ziyâde ta'zim ve hürmete
lâyık görür, yâhud kendinin hakîkaten büyük olduğuna inanır. Bu bâb'da İmam
Müslim, Tirmizî ve Hâkim, İbni Mes'ud (R. A.J'dan şu hadîsi tahrîc etmişlerdir.Resûlüilah
(S.A.V.):
Kalbinde zerre kadar
kibir bulunan kimse cennete giremez; dedi, Bir adam :
— Yâ Resûlâllah, insan elbisesinin güzel ayakkabısının
da güzel olmasını İstiyor; dedi. Resûlüilah
(S.A.V.):
— Hiç şüphe yok kî
Allah güzeldir; güzelliği sever. Kibir, hakkı hiçe saymak ve insanları
tahkir etmektir; buyurdular.» Bazıları
: «Kibir, hakka karşı büyüklenerek, onu hak görmemektir.» demiştir; diğerleri:
«Hakkı kabul etmemekdir» şeklinde ta'rif etmişlerdir. Nevevî:
«Kibrin mânâsı, kendini başkalarından
yüksek görerek onları tahkir ve büyüklendiği için hakkı inkârdır.» diyor.
Musannif merhum «ez - Zevâcir» nâm eserinde kibri bâtını ve zahirî olmak üzere iki kısma
ayırmıştır. Bâtıni kibir: nefisde bir huydur; ve kibir denilmeye asıl lâyık
olanda budur. Zahirî kibir, azadan sâdır olan amellerdir. Bu Ötekinin
neticesidir.
Bir de uçup vardır ki
buna lisanımızda «kendini beğenmek» derler. Kibirle uçup arasında fark vardır.
Kibirde kendisine çalım satılan bir şahıs bir de kendisîle büyükîenilen şey
vardır. Ucub'da ise yalnız bir şeyi büyültmek vardır. Şâyed onda da üzerine
çalım satılan bir şahıs bulunursa o da kibir olur.
Kurula kurula yürümek
de büyüklenmekten ileri gelir. Hadîsde bu cümlenin büyüklenme üzerine
atfedilmesi kibrin bir nev'ini diğer nev'i üzerine atıf kabîlindendir; ve
âdeta: «her kim kibir nev'ilerinden şu nev'i kendinde bulundurursa tehdidi hak
etmiş olur» denilmiş gibidir.
Gerek bu hadîs gerekse
bu mânâdaki diğer hadîsler kibrin haram olduğuna ve Allah'ın gazabını
celbettiğine delâlet ederler.[715]
1540/1305- «Sehl.
b. Sa'd radvyallahv, anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: ResulüHah
salîallahü aleyhi ve selîem:
— Acele şeytandandır;
buyurdular.»[716]
Bu hadîsi Tirmizî
tahrîc etmiş ve «basendir» demiştir. Acele: bir işde sür'at göstermektir. Ağır
davranmak îcâb den yerde acele etmsk kötü ise de sür'at îcâbeden yerde
makbuldür. Eazıları sür'at İle yavaşlığın arasım bulmuş ve: «dikkat ve vakarla
sür'at gösteren kimse, .bir birine zıd gibi görünen bu iki şeyi bir araya
getirmiş olur.» demişlerdir. Burada kaide şudur: umurun en hayırlısı orta olanıdır.[717]
1541/1305- «Âişe
radıyallahu anhâ'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: ResûlÜ'Iah salaîîahü aleyhi ve seîlem:
— Uğursuzluk i'tikadı
kötü ahlâktır; buyurdular.»[718]
Bu hadîsi Ahmed tahrîc
etmiştir. Senedinde za'f vardır.
Kötü ahlâkın hakikati
ve bütün kötülüklere sebeb olduğu yukarıda görülmüştür. Hadîs-i şerif güzel olsun,
çirkin olsun, bütün huyların ihtiyarî ve kisbî olduğuna işaret ediyor.
Şü'm: yümn'ün zıddıdir.
Yü'mn: uğur, bereket,
fâl-i hayır mânâlarına gelir. Şü'm de uğur? suz saymakda kullanılır.[719]
1542/1307-
Ebu'd-Derdâ radıyallahu ci;ı7ı'dan rivayet olunmuştur.
— Şüphesiz ki
lâ'netçiler kıyamet gününde ne şefaatçi olurlar ne de şâhid; buyurdular.»[720]
Bu hadîs-i Mü si im
tahrîc etmiştir.
Lâ'net hakkında biraz
yukarıda söz geçmişti. Hadîs-i şerif çok çok lâ'net edenlerin, kıyamet gününde
Allah şefaatlerini kabul etmeyeceğini haber veriyor. Şehâdet meselesine
gelince: bazılarına göre lâ'netçinin kıyamet gününde şehâdeti kabul
edilmeyecektir. Yâni bütün ümmetler Peygamberlerin risâlet ve tebliğ
vazifelerini yaptıklarına şehâdet ederken bunlar şehâdet edemeyeceklerdir.
Diğer bazı ulemâ'ya göre lâ'netçinin şahadeti dünyada kabul edilmez. Çünkü
onlar fâsıklar zümresine dâhil olmuşlardır. Bir takımları: «şehâdetten murâd
şehitliktir binâenaleyh bunlara şehitlik mertebesi nasip olmayacaktır.» mütâlâasında
bulunmuşlardır.[721]
1543/1308- «Muâz
b. Cebel radtyaUahu anh'Aan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah
sdllaîlahü aleyhi ve seUed:
— Her kim din
kardeşini bir suçla ayıplarsa o suçu (kendisi de) işlemeden Ölmez: buyurdular.»[722]
Bu hadîsi Tirmizî
tahrîc etmiş ve hasen bulmuştur. Fakat senedi münkati'dir.
TirmizVnin onu hasen
kabul etmesi şâhidleri bulunduğu içindir. Bittabi şahitleri bulununca hadîse
inkıta' zarar vermez.
Hadîs-i şerîf din
kardeşini bir kusurundan dolayı ayıplayandan Allah'ın tevfik ve inayeti
kaldırılacağını ve bu sebeple o suçu kendiside işleyeceğini bildiriyor.
Lisanımızda ki «Kazma kuyuyu komşuna, kendin düşersin içine.» darb-ı meseli bu
hadîsden mülhem olsa gerektir. Yalnız ayıpladığı kimsenin akıbetine uğramak
için bazıları, kendisinde o suç bulunmadığına uçup getirerek böbürlenmesini
şart koşuyorlar. Bu takdirde: bende bu kusur yok; diye kendini beğenmişlik
etmezse, ayıpladığı kimsenin âkibetine uğramayacak demektir.
Hâsılı bir kusur ve
kabahati mücerred sahibim ayıplayarak küçük düşürmek çirkin bir harekettir; ve
uhrevî cezayı istilzam eder. Ancak biraz yukarıda zikrettiğimiz (6) özürden
dolayı bir kimsenin ayıbı söylenebilir. Maâmâfîh yine de hüsn-ü niyet şarttır.[723]
1544/1309- «Behz
b. Hâkim babasından o da dedesînden[724] radiyallahu
anhüm işitmiş olarak rivayet edilmiştir. Dedesi demiştir ki: Resûlüllah
sallallahü aleyhi ve seüem:
— Cemâati güldürmek
İçin konuşup da yalan söyleyenin vah hâline, vay onun haline, sonra vay onun
hâline; buyurdular.»[725]
Bu hadîsi Üçler tahrîc
etmiştir. İsnadı kavidir. Hadîsi Tirmizî ile Beyhakî de rivayet etmişlerdir.'
Tirmizî onun hasen olduğunu söylemiştir. Bu mânâda bir çok hadîsler vardır. Nitekim
bazıları az ileride görülecektir. İbni Hibbân «Sahîh» inde şu hadîsi rivayet
eder:
«Yalandan sakınınız;
çünkü yalan fücur ile beraberdir. Bunİarın ikisi (sahipleri) de
cehennemdedir.» Tdbe-rânî dahî buna benzer bir hadîs rivayet etmiştir. İmam
Ahmed b. HanbeVin tahrîc ettiği şu hadîs de aynı mânâyı ifâde eder.
Ashâb'tan biri :
— Cehennemliklerin ameli
nedir? demiş. Resûlüllah (S.A.V.) :
— Yalan söylemektir;
çünkü kul yalan söyledimi hak yoldan sapar. Saptımı küfreder; küfrettiği zaman
da cehenneme girer; buyurmuşlar.
Hadîs-i şerif,
başkalarını güldürmek için yalan söylemenin haram olduğuna delildir. Yalan
söylemek ne şekilde olursa olsun haram ise de böylesi ehemmiyetine binâen
bilhassa haram kılınmıştır. Binâenaleyh kendisini dinleyenler yalan söylediğini
bilirlerse onu dinlemekle ayni ma'siyete iştirak etmiş olurlar. Onlara
düşen vazife ya bu yalancıyı susturmak
yâhud susturamazlarsa oradan Kalkıp gitmektir.
Yalan söylemek bazı
ulemâ'ya göre büyük günahlardandır. Şâfiîler'-den Rûyanî yalanın
büyük.günahlardan olduğunu; kasden yalan söyleyenin başkasına zarar vermese
bile şehâdeti kabul edilmeyeceğini* zîrâ" yalanın her halde haram olduğunu
söylemiştir.
îmam Gazali
«Îhyau'l-Ulûm» da yalanı; vacip, mubah ve haram olmak üzere üç kısma ayırmış;
ve şöyle demiştir: «Doğru söylemekle varıldığı gibi yalan söylemekle de
varılabilen sahîh bir maksat hususunda yalan söylemek haramdır; yalnız yalan
söylemekle vanlıyorsa mubah, o maksada varmak vacip ise yalan söylemekde
vaciptir...»
Gazâli'ye göre
doğuracağı kötü netice ile doğru söylemenin doğuracağı aynı netice
karşılaştırılmalıdır. Bu takdirde eğer doğru söylemenin neticesi daha kötü
olacaksa yalan söylenilebilir; aksi hâlde, yâhud netice şüpheli olursa, yalan
söylemek haram olur. Kötü netice şahsına âid doğru söylemek müstehâb,
başkasına ait ise müsamaha göstermemek evlâ olur.
Yalan söylemek üç
surette bilittifak caizdir. Nitekim îmam Mücîim «Saftîft» inde bunu İbni
Şihâb'ta.n rivayet etmiştir. İbni Şi-hâb: «insanların konuştukları hiç bir
hususta yalan, söylemeye ruhsat verildiğini duymadım. Ancak üç şey müstesna:
Harpte, ara bu-luculukda ve erkeğin karısı hakkında; kadının da>kocası
hakkında söylediği sözlerde» demiştir. Kaadi îyâz: «Bu üç surette yalan söylemenin
cevazı hususunda hilaf yoktur.» diyor. İbni Neccâr bunu Nevvâs b.
Sem'an'd&n merfu' hadîs olarak rivayet etmiştir. Hadîs şudur :
«Yalan, Âdem oğlunun
aleyhine yazılır; yalnız üç şeyden müstesna; iki kişinin aralarını bulmak için
araya giren, karısını razi etmek için konuşan (hakkında) bir de harp hususunda
söylenen yalanda.»
Allah'ın hikmetine
bakmalı ki kalpleri yatıştırmak ve güzel güzel geçinmeyi te'min için koğuculuğu
haram kılmıştır. Halbuki koğuculuk-ta söylenilenler yalan değildir; fakat neticesi kalp kırmağa, düşman olmağa ve
müslümanların birbirlerîle alâkalarını kesmelerine müncer olur. Yalan haddi
zâtında haram olmakla beraber İslâmî birliği sağlamak için yerine göre onu
tecviz etmiştir.[726]
1545/1310- «Enes
radıyallahü anh'dan Peygamber saUdllahü aleyhi ve seîlem'den işitmiş olarak
rivayet edildiğine göre Resûlüllah sdllaî-lahü aleyhi ve sellem :
— Gîbetini ettiğin
kimsenin keffaretİ onun İçin istiğfar etmendir; buyurmuşlardır.»[727]
Bu hadîsi Haris b. Ebî
Üsâme zaîf bir isnadla rivayet etmiştir.
Onu tbni Ebi Şeyhe
«müsned» inde, Beyhakî «ştuıbüfl - îmân» da tahrîc ettikleri gibi daha
başkaları da muhtelif lâfızlarla Hz. Etıes'-den rivayet etmişlerdir; yalnız
isnadlarında za'f vardır. Bununla beraber mânâ i'tibârîle başka yollardan
rivayet olunmuştur. Hâkim ile Beyhaki onu Hz. Hyzeyfe (R. AJ'dan şu lâfızlarla
tahrîc etmişlerdir:
«Huzeyfe (R.A.)
demiştirki:
— Dilimde aileme karşı
bozukluk vardı. Bunu Resûlüllah (S.A.V.)'e sordum :
— Ne duruyorsun da
istiğfar etmiyorsun yâ Huzeyfe? Ben hakikaten her gün Allah'a yüz kere
istiğfar ediyorum; buyurdular.»
Beyhakî: «bu hadîs esahtır»
demiştir.
Enss hadîsi, gîbeti
yapılan kimse için Allah'dan istiğfar kâfi geldiğine ayrıca ondan özür
dilemeye hacet olmadığına delâlet ediyor. Fakat Hanefîler'le, Şâîüler'e göre
zemmi edilen kimsenin bundan haberi olursa cnunb helâllaşmakda îcâbeder;
bilmediği takdirde bir şey lâzım gelmsz: Eu bâbta Buhârî, Hz. Ebu Hüreyre'den
merfu olarak şu hadîsi tahrîc etmiştir:
«Eğer bir kimsenin
üzerinde din kardeşinin, ırzına âid bir zulüm vebali veya herhangi bir şey
bulunursa, hiç bir altın ve gümüşe mâlik olamayacağı zaman gelmeden, hemen
bugün o kimseye o vebali helâl ettirsin. (Zîrâ kıyamet gününde) kendisinin bir
amel-i sâlihi bulunursa, zulümü nisbetinde ondan alınacak; makbul amelleri
yoksa hasmının günahlarından bir kısmı alınarak onun üzerine yükletilecektir.»
Bu hadîsin bir benzerini Beyhakî Hz. Ebu Musa (R. –A)dan tahrîc edilmiştir.
Buharı hadîsi, mutlak
surette helâllaşmanın lüzumuna delâlet ediyorsa da, Enes hadîsi ile aralarını
bulmak için, o da, gîbeti yapılan kimsenin, gîbeti duyduğuna hamledilmistir.[728]
1516/1311- «Âişe
radıyallahü anhâ'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah salîdlîahü
aleyhi ve seîîem :
— Allah indinde erkeklerin
en sevimsizi, husumeti[729] pek
şiddetli olan sırnaşıktır; buyurdular.»[730]
Bu hadîsi Müslim
tahrîc etmiştir.
E!edd : Ledîd'den
alınmıştır.
Ledîd : aslında,
vadinin kenarı, demektir. Şiddetli husumet ma'nâ-sinda kullanılır. Şu
münasebetle ki: vadiye düşen kurtulmak için nasıl iki tarafa saldırırsa,
hasmına mutlaka galebe çalmak isteyen de, delilin birini getirir getirmez
ötekine baş vurur.
Husumeti zemm babında
bir çok hadîsler vârid olmuştur. Bunlardan bir tanesi TirmizVnin İbni
Abbas'tan merfu' olarak tahrîc ettiği şu hadîsdir.
«Husumette devam etmen
sana günâh yönünden yeter» Tirmizl bu hadîs için: «gariptir» diyor.
Husumet bâbındaki
hadîsler mutlakdır. Binâenaleyh, haklı da olsa, husumetin mezmum ve çirkin
olmasını iktiza ederse de Neve-vı <s.el-Ezkâr» adlı eserinde şöyle
demektedir: «Eğer, insana hakkını almak için mutlaka husumet lâzımdır; dersen
buna cevap, Ga-zâM'nin verdiği cevaptır. Gazâlî'ye göre zemmedilen husumet
ancak bâtıl hakkında ve bir bilgiye sahip olmadan yapılandır. Meselâ, bir hâkim
vekilinin husumeti bu kabildendir; çünkü hakkın kime âid olduğunu anlamadan
da'vâya vekâlet eder ve zemme dâhil olur. Bir hak ararken ihtiyaçtan fazla
husumet gösterenler; hasmına eziyet için yalan söyleyenler ve keza sırf hasmını
ezmek için inadına husumet ve da'vâ edenler hep ayni hüküme dâhildirler. înad
ve eziyet kasdetmeyerek yapılan husumetler ne mezmum ne de haramdır. Ancak,
mümkin mertebe bunların da terki evlâdır.
Bazı Şafiî
kitaplarında, çok husumet yapanların şâhîdliği kabul edilmeyeceği; zîrâ bunun
mürevveti azalttığı zikredilmiştir.[731]
1547/1312- «İbnî
Mes'ud radıyaîlahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demişi İr ki: Resûlüllah
saîlalîahü aleyhi ve seîlem:
— Sıdka sarılın; çünkü
sıdk hayıra götürür. Hayır da cennete götürür. Kişi doğru hareket ede ede ve
doğruluğu araya araya nihayet Allah indinde doğrucu yazılır. Yatandan sakının
zîrâ yatan, başdan çıkarmaya götürür. Şüphesiz ki, baştan çıkmak da cehenneme
götürür. Kişi yalan söyleye ve yalanı araya araya nihayet indinllah byalancı
yazılır; buyurdular.»[732]
Hadis muttefikun
ileyhtir.
Sidk : Vakıa uygun
olan; kezib: şâkıa uymayan şeydir.
Hidâyet: Doğru yola
götürmek; dalâlet de: bâtıl yola götürmek mânâlannadır. Ehl-i Sünnet ulemâsının
mezhebi budur. Mu'tezîleye göre hidâyet : doğru yolu göstermek; dalâlet, doğru
yolu göstermemektir.
Birr : Hayır işlerini
yapmakta etraflı ve şümullü davranmaktır. Bu kelime her nevi' hayır işlere
şâmil cem'iyetli bir ta'birdir. Halisane yapılan sâlih amele de birr denilir.
îbni Battal (—444):
«hayır da cennete götürür» cümlesi için: «Bunun mısdakı[733] Teâlâ Hazretlerinin ;
[[734] Şüphesiz
ki iyiler ni'metler içerisinde (den giiiâr) olacaklardır. âyeti kerîmesidir.»
diyor. «Kişi doğru hareket ede ede ilâh...»
cümlesi için de şu
mütâlâada bulunmaktadır: «Bundan murâd, sidkı defalarca tekrarlaması ve nihayet
mübalâğa ismini yani sıddîk denilmeyi hak etmesidir.»
Fücur: aslında yarmak
mâ'nâsına gelir. Burada diyaneti yarmak mânası kasdedilmiştir: Fesada meyletmek,
ma'sıyetlere atılmak manâlarında da kullanılan şümullü bir isimdir.
Hadîs-i şerîf,
sözlerinin doğru olmasına dikkat eden kimse için doğruluğun, kasden yalan
söyleyen için de yalancılığın bir tabiat ve seciyye haline geleceğine, hayır ve
şer sıfatlarının ta'lim ve tatbikatla devam edeceğine işaret ettiği gibi
doğruluğun pek büyük ve şerefli bir haslet olduğuna ve sahibini cennete
götüreceğine, yalancılığında o nisbette büyük bir kabahat olduğuna ve sahibini
cehenneme sürükleyeceğine delâlet ediyor. Bittabi bu onların uhrevî hallerinin
beyânıdır. Dünyevî hallerinin dahî küçük mikyasta âhiret-teki âkibetlerine
benzediğini her zaman müşahede etmekteyiz. Doğru söyleyip, doğru iş göreni
dostundan maada düşmanı bile sever; şehâdeti ve sözü makbuldür. Halbuki
yalancıyı kimse sevmez; o hiç bir yerde ihtiram ve kabul görmez; bilâkis nasibi
er geç rezil olmaktır. Nitekim dilimizdeki: «Yalancının mumu yatsıya kadar
yanar.» ata sözü ile bu hakikata işaret olunur.[735]
1548/1313- «Ehu
Hüreyre radıyallahü anhtan rivâyef olunduğuna göre; Rcsûlüllah sallallahü
aleyhi ve sellem:
— Zanndan, sakının,
çünkü zann, sözün en yalanıdır; buyurmuşlardır.»[736]
Hadîs müttefekun
sîeyh'tir. Bu hadîs ve îzâhi bundan önceki bâbta görüldü.[737]
1549/1314- «Ebu
Saıd-İ Hudrî radtyallahü anft'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: ResûiüIIah
sallallahü aleyhi ve sellem:
— Yollarda oturmaktan
sakının; buyurdular. Ashâb:
— Yâ ResûlâHah,
oturmamamıza İmkân yok; biz orada konuşuyoruz:
— O halde yolun hakkını
bari verin; dedi. Ashâb :
— Onun hakkı nedir?
dediler. Resûlütlah sallallahü aleyhi ve sellem:
— Gözü (haramdan)
yummak, (gençlere) eziyetten çekinmek, selâmı almak, eyiliği^emir ve kötülükten nehîdir; buyurdular.»[738]
Hadîs müttefekun
eîeyh'tir.
Kaadı lyâz diyor ki :
«Bu hadîsde, ashâb'ın, emri vücup mânâsına değil de olanı yapmaya teşvik
mânâsına anladıklarına delil vardır. Çünkü vücup. mânâsım anlasalar ResûlüIIah
(S.A.V.)'e müracaatta bulunmazlardı.»
Musannif Kaadî'nin
mütâlâasına cevaben: «ihtimal ashâb, yollarda oturma ihtiyacını arzettikleri
için tahfif sadedinde nesih vâki' olacağını ümid etmişlerdir» demiştir.
Bazı hadîslerde burada
zikri geçen beş şeyden başka fazlalıklar göze çarpmaktadır.Meselâ Ebu ya yol
göstermek, aksiran birisi Allah'a hamdederse ona teşmitte bulunmak» ibaresi;
Said b. Manzur'un rivayetinde, «mazluma yardım» Bezzâr'm. rivayetinde: «yük
yüklemeye yardım.» TaberânVmn rivayetinde : «Mazluma yardım edin, Allah'ı da
çok anın.» ibareleri ziyâde edilmiştir. îmam Süyûtî (849—911) «et-Yevşîh» nâm
eserinde bu ziyâdelerin on üç âdab teşkil ettiğini söyler. Yollarda oturmaktan
nehyedilmesinin hikmeti, fitnenin önünü almaktır. Çünkü yolda oturan bir kimse
oradan geçen kadınlara bakar. Allah'ın ve müslümanlarm hukukunu ihlâl eder.
Hâlbuki evinde otursa kendisine hiç bir şey lâzım gelmez.
Ashâb-ı kiram yollarda
oturmak için izin isteyince Resûlüllah (S.A. V.) kendilerine, îfâsı lâzım gelen
hukuku bildirmiştir.[739]
1550/1315- «Muâviye
radıyallahü, anh'âan rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Resûlüllah sdlîallahü
aleyhi ve sellem :
— Eğer AMah bir
kimseye çok hayır (ihsan etmeyi) dilerse, onu dinde fakih yapar; buyurdular.»[740]
Hadîs müttefekun
aSeyh'tir.
Bu hadîs din âlimi
olmanın son derece büyük bir şeref teşkil ettiğine, bu şerefi Allah ancak
kendilerine çok hayır vermeyi dilediği kullarına ihsan buyurduğuna delâlet
ediyor. Gerek makam, gerekse hayrın nekıre zikredilmesi bunu göstermektedir.
Dinde fakîh olmak,
islâm hukukunu, helâl ve haramı ve bütün islâmi kaideleri öğrenmekle meydana
gelir. Hadîsdeki mefhum-u şartdan anlaşıldığına göre, din âlimi olmayana Allah
çok hayır dilemez. Filhakika bu mefhum mantıkla da te'yid olunmuş ve Ebu Ya'lâ'nm
rivayetinde:
«Fakih yapmadığına
ise; Allah ehemmiyet vermez.»
Hadîs-i şerîf, ayrıca
fıkıh denilen islâm hukukunun bütün Ulûm-u fünûn'dan daha şerefli olduğuna,
fukahâmn dahî şâir u Semâ'dan üstün bir mevki'e sâhib olduklarına delildir.[741]
1551/1316- «Ebu'd
Derdâ radıyaUahü «u/i/dan rivayet olunmuştur. Demiştİr ki: ResûlüHah sallallahü
aleyhi ve seüem:
— Mizanda güzel
ahlâktan daha ağır bir şey yoktur; buyurdular.»[742]
Bu hadîsi Ebu Oâvud ile
Tirmiiî tahrîc etmişlerdir.Tirmizî onu sahîhlemiştir.
Güzel ahlâk
hususundaki îzâhât az yukarıda geçmiştir. Bu sebeble tekrarına lüzum görülmemiştir.[743]
1552/1317- «İbni
Ömer radtyaîîahü anhümâ'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: ResûlüHah
sallallahü aleyhi ve sellem:
— Haya imandandır;
buyurdular.»[744]
Hadîs müttefekun
aîeyh'tir.
Haya: lügatte:
ayıplanmaktan korkan insana arız olan bir değişme ve kırgınlıktır.
Şerîatfe ise : kötü
işlerden kaçınmaya teşvik, hak sahibine hakkını vermek hususunda kusur
etmekten men' eden bir haslettir. Biz buna utanmak ve sıkılganlık deriz.
Haya bazan tabiat
olursa da onu dine uygun bir şekilde kullanmak için yeni iktisab, bilgi ve
niyete ihtiyaç vardır. Bundan dolayı o imandan sayılmıştır. îmandan sayılması
ona benzediğindendir. Çünkü iman günâhların yolunu nasıl keserse, haya da
sahibini günahlardan men' eder. İbni Kuteybe (—276) demiştir ki: «Bu hadîsin
mânâsı: iman nasıl günâh işlemekten men' ederse hayada sahibini öylece günâh
irtikâbından men' eder; demektir. Bundan dolayı ona iman denilmiştir.»
Haya korkaklıkla
iffetten meydana gelir. Bir hadîsde :
«Hayanın hepsi
hayırdır; ve hayırdan başka bir şey getirmez» buyurulmuştur. Vâkıâ bazan
hayanın bir kötülük karşısında susmayı îcâbettiği de görülürse de bu haya
şer'i olan haya değil, aciz ve meskenettir; ona haya demek bile mecaz olur.
Hadîslerde bahsedilen haya ise şer'i hayadır. Binâenaleyh: «Haya hayırdan
başka bir şey getirmez» hadîsinin umumu bakidir Kurtubi diyor ki: «Peygamber
(S.A.V.) hayanın her iki nev'ini yani hem mük-teseb ,hem de fıtri hayayı
kendine cem' etmiştir. Fıtri haya hususunda, evinden çıkmayan bir kızdan daha
utangaç idi. Müktesep hayanın ise evc-i bâîâ'sında bulunuyordu.[745]
1553/1318- «İbni
Mes'ud radtyallahü ank'âan rivayet olunmuştur. Demiştir kî: ResûlüMah
saîlalîahü aleyhi ve selletn:
— Hiç şüphesiz ilk
peygamberin sözlerinden (olmak üzere) insanların yetiştiği (sözde): Utanmazsan
her dilediğini yap, sözüdür; buyurdular.»[746]
Bu hadîsi Buharî
tahrîc etmiştir.
Hadîsteki (ilk) lâfzı
Buhârî'de yoktur. Onu Ehu Dâvud rivayet etmiştir. Bu mânâda başka bir hadîsi
de îmam Ahmet b. Hanbel ile Bezzâr rivayet etmişlerdir.
İlk Peygamberin
sözlerinden murâd : bütün Peygamberler tarafından söylenen ve meshedilmemiş
bulunan sözlerdir. «Dilediğin şeyi yap» cümlesi iki surette tefsir olunmuştur.
Birinci tefsire göre mânâ : «istediğin şeyi yaparsın» şeklinde haberdir. Bu
haberin emir suretinde ifâde buyurulması, kötülük işlemekten insanı ancak haya
men' ettiğine işaret içindir. Haya kalkınca kötülük yapmaya bir mâni' kalmaz;
ve insan onu âdeta emrolunmuş gibi irtikâb eder. Yâhud buradaki emir tehdit
içindir; yani, sen yap yapacağını; nasıl olsa Allah'dan cezanı bulacaksın;
demektir. İkinci tefsire göre mânâ: «yapacağın işe bak, şayet utanmayı
îcâbetmiyorsa onu yap; utanç veren bir işse yapma.» demektir.[747]
1554/1319- «Ebu
Hüreyre radıyallahü anh'ûan rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Resulü M ah
saîlallahü aleyhi ve seîlem:
— Allah' indinde,
kuvvetli mü'min zaîf mü'minden daha hayırlı ve makbuldür. (Maamâfîh) Her
ikisinde de hayır vardır. Sana fayda veren şeye haris ol, Allah'dan yardım
dile, âciz olma. Şâyed başına bir şey gelirse : eğer şöyle yapsaydım, şöyle ve
şöyle olurdu; deme. Lâkin: Allah'ın takdiri (bu imiş). O dilediğini yapar; de.
Çünkü eğer (kelimesi) şeytanın işini kolaylaştırmaya yol açar; buyurdular.»[748]
Bu hadîsi Müslim
tahrîc etmiştir.
Kuvvetli mü'min daha
makbul olmakla beraber, zaîf mü'minde de hayır bulunması, imanından dolayıdır.
Kuvvetli mü'minden murâd: uhrevî amellerinde nefsin azimkârlığıdır. Çünkü
azimkar bir. nefse sâhib olan kimse harpte cesur; sabırlı ve Allah'ın rızâsı
uğrunda her meşakkate mütehammil olur; namaz, oruç ve diğer ibâdetlerini
yapar, Zaîf bunun aksinedir .Ancak hiç de hayırsız değildir; zîrâ imanı vardır.
ResûlüHah (S.A.V.).
din ve dünyaya âid bütün faydalı işlerde Al-lah'dan yardım dilemeyi emir
buyurmaktadır. Çünkü Allah'ın yardımı olmaksızın kulun hırsı hiç bir işe
yaramaz. Peygamber (S.A.V.) âciz-den nehî buyuruyor. Acizden murâd: ibâdet ve
tâatlerde tesahül göstermektir. Fahr-i kâinat
(S.A.V.) efendimiz âcizden
Allah'a sığınmıştır.
Hadîs-i şerîfde, bir
menfaatin fırsatı kaçırıldığı, yâhud başa bir belâ geldiği zaman : «eğer şöyle
şöyle hareket etseydim böyle olmazdı» gibi sözler söyleyerek (eğer) kelimesini
kullanmak da yasak ediliyor. Ulemâ'dan bazılarına göre bu nehîden maksat: eğer
şöyle yapsaydım muhakkak bu iş böyle olmazdı; diye kafi surette inananlardır.
Kat'i surette inanmayarak meseleyi Allah'ın meşietine havale ederse, onlara
göre «eğer» diye konuşmakda bir beis yoktur. Delilleri Hz. Ebu Bekir (R. A.ym
mağarada : «Eğer müşriklerden bîri başını kaldırsay-di bizi görürdü.» demesi ve
Peygamber (S.Â.V.J'in buna ses çıkarma-masıdır. Fakat Kaadi Iyaz buna i'tirâz
etmiş; ve şunları söylemiştir. «Hz. Ebu Bekir'in sözünde delil olacak bir şey
yoktur. Çünkü o geleceğe âit bir şey söylememiştir. Onun sözünde vuku'undan
sonra kaderi değiştirme dâvası yoktur. Buhârî'nin (eğer) kelimesîle rivayet
ettiği bütün hadîsler de böyledir. Bunların hiç birinde kadere i'tirâa yoktur;
binâenaleyh, kerahet de olamaz...»
Yine Kaadî Iyâz :
«Hadîsin mânâsı hususunda benim bildiğim şey nehyin zahiri ve umumu üzere
kalmasıdır; lâkin nehî tenzih içindir.» diyor .Hadîsin sonundaki: «Çühkü,
eğer" (kelimesi) şeytanın işine yol açar.» Duyurulması da, buna delâlet
eder.
Nevevî'nm beyânına
göre «eğer» mânâsına gelen (lev) kelimesi geçmiş zaman için de kullanılır.
Nitekim Resûlüllah (S.A.V.) :
«Arkamda bıraktığım
işlerim {bir daha) karşıma çıksa hedyi[749]
göndermezdim.» buyurmuştur. Buna benzer başka hadîsler de vardır. Şu hâlde
anlaşılıyor ki,' nehî (eğer) kelimesini faydası olmayan yerde kullananlara
âiddir, ve tahrim değil tenzih ifâde eder. Fakat bir kimse bu kelimeyi bir daha
asla yapmayacağı bir ibâdetin fırsatım kaçırdığına yanarak söylemiş olsa hiç
bir şey lâzım gelmez. Ekseriyetle hadîslerdeki isti'mali de buna hamledilir.[750]
1555/1320- «İvaz
b. Himâr radıyallahil an/t'd an rivayet olunmuştur. Demişiir ki: Resûlüllah
sallaUahü aleyhi ve sellem:
— Gerçekten Allah bana
sizin mütevazi olmanız gerektiğini bildirdi, tâ ki kimse kimseye zulmetmesin;
kimse kimseye Öğünmesin; buyurdular.»[751]
Bu hadîsi Müslim
tahric etmiştir.
Tavâzu' :
Kibirlenmemek, alçak gönüllü olmaktır. Tevazu' göstermemenin sonu zulme varır.
Çünkü mütevazı' olmayan bir kimse, kendinde herkesten üstün bir meziyet görür;
ve başkalarına, sözle ve fiille tecâvüz eder. Onlara karşı Öğünür; ve
kendilerini tahkir eder. Zulüm etmek ve öğünmek mezmum olan şeylerdendir.
Zâlimin dünyada derhâl cezasının verileceği bir çok hadîslerle beyân
edilmiştir. Bu hadîslerin bazılarını Tirmizî, Hâkim^ îbni Mâce ve Beyhakî
tahrîc etmişlerdir.[752]
1556/1321- «Ebu'd
Derdâ radıyallahü anh'dan Peygamber satlaîla-hü aleyhi ve sellem'den duymuş
olarak rivayet olunduğuna göre: Resûlüllah sallaîlahü aleyhi ve sellem:
— Her kim din
kardeşinin gıyabında onun ırzını müdâfaa ederse, Allah kıyamet gününde onun
yüzünü cehennemden müdâfaa eder; buyurmuşlardır.»[753]
Bu hadîsi Tirmizî
tahrîc etmiş ve hasen bulmuştur. İmam Ahmet, Esma binti Yezid'den hu hadîsin
bir benzerini tahrîc etmiştir.
Hadîs-i şerîf, din
kardeşinin gîbeti edilirken onu müdafaa etmenin faziletine delildir. Bu bir
münkeri nehî mânâsını taşıdığı için aynı zamanda vaciptir; ve terkedenler
hakkında tehdid vârid olmuştur. Bu bâbta Ebu Dâvud ile îbni Sabid Dünya şu
hadîsi tahrîc etmişlerdir:
«Müslüman bir kimsenin
hörmeti ayaklar altına alınan ve namusuna dil uzatılan bir yerde onu (müdâfaa
etmeyerek) rezil eden hiç bir müstüman yoktur ki, kendisi yardım beklediği bir
yerde Allah onu rezil etmesin.» Yine Ebu Davud'un tahrîc ettiği bir hadîs de
şudur:
«Bir kimse dünyâda dîn
kardeşinin namusunu korursa kıyamet gününde Allah da cehennemden kendisini koruyacak
bir melek gönderir.» Daha başka hadîslerde vardır. Hattâ bunların birinde :
«Gîbeti dinleyen kimse gîbetcilerin bîridir.» denilmiştir. Bu hükümden
kurtulabilmek için orada bulunanlara düşen vazife zemmi edilen din
kardeşlerini müdâfaa etmektir. Şayet hiç bir suretle müdâfaaya imkân
bulamazlarsa oradan kalkıp gitmeleri îcâbeder. Ulemâdan bâzıları böyle yerde
susmayı bile büyük günâhlardan saymışlardır. Çünkü susmakla gîbet edenler
hükmüne girmiş olurlar.[754]
1558/1322- «Ebu
Hüreyre radıyaüahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah
salîaîîahü aleyhi ve seîîem:
— Sadaka hiç bir malı
azaltmaz. (Bir suçluyu) aff sebebîle Allah bir kulun ancak şerefini arttırır.
Hem Allah için tevazu gösteren hiç bir kimse yoktur kî Allah onu (derecesini)
yükseltmesin; buyurdular.»[755]
Bu hadîsi Müslim
tahrîc etmiştir.
Sadakanın malı
azaltmasını ulemâ iki şekilde tefsir ediyorlar. Birinci tefsire göre: ASlah o
kimsenin malına bereket verir; ondan afatı kaldırır; bu suretle 2âhirî
noksanlığı batini bereketle tamamlar. îkin-ci tefsire göre : Sadakadan hâsıl
olan sevapla maldaki noksanlık tamamlanır; ve o mal hiç azalmamış gibi olur. Zîrâ,
Teâtâ Hazretleri bir hayıra karşı on sevap verdiği gibi, dilerse kat kat
emsalini de ihsan eder. Hattâ bazıları üçüncü bir tefsir olmak üzere : «Azalan
malın yerine Allah başkasını verir de, bu suretle malın azaldığı belli bile olmaz.»
diyorlar. Nitekim bir âyet-i kerîmede;
«[756]
Eğer siz bîr şey infak ederseniz Allah onun arkasını getirir.» Duyurulmuştur.
«Aff sebebîle Allah
bir kulun ancak şerefini artırır.»
cümlesi kötülük yapan
bir kimsenin suçunu affetmeye teşviktir. Vâkıâ kötülüğün cezasını vermek de
caizdir; fakat affetmenin şeref ve sevabı büyüktür. Teâlâ Hazretleri :
«[757] Her
kim affederde uzîaşırsa artık onun ecri (ni vermek) Allah'a âiddir.»
buyurmuştur- Hadîs-i şerîf tevazünün iki cihanda derece ve yüksek makam
kazanmaya sebep olacağına delâlet ettiği gibi, sadaka vermeye, tevâzua ve
affetmeye de teşvikde bulunuyor ki, bunlar güzel ahlâkın temelleridir.[758]
1559/1323- «Abdullah
b. Selâm radıyallahü anh'dan rivayet edil-mişîir. Demiştir ki: Resûlüllah
sallaîlahü aleyhi ve sellem:
— Ey insanlar! selâmı
ifşa edin; sılâ-i rahimleri yapın; yemeği vedirin; geceleyin halk uyurken siz
namaz, kılın ki; selâmetle cennete giresiniz; buyurdular.[759]
Bu hadîsi
Tirmizîtahrîc etmiş ve sahîhlemiştir. İfşa etmek meydana çıkarmaktır. Burada
ondan murâd: tanıdık olsun olmasın selâmı herkese vermektir. Şeyheyn'in
AbduÜah b. Ömer (R.A.)'dan tahrîc ettikleri bir hadîse göre: Bir adam Peygamber
(S.A.V.)V:
— İslâmın hangi
türlüsü daha hayırlıdır? diye sormuş; ResûliÜlah (S.A.V.) ona :
«Yemeği yedirir;
tanıdığına ve tanımadığına da selâmı verirsin.» buyurmuşlardır. Buharı
«el-Edebül Müfred» nâm eserinde İbni Ömer (R.A.)'âan şu hadîsi tahrîc
etmiştir:
«Selâm verdiğin zaman
işittir; Çünkü selâm Allah tarafından bir senadır.»
Nevevı işittirmenin en
az selâm alacak kimsenin işiteceği kadar yüksek sesle olacağını; aksi takdirde
selâm vermiş sayılmayacağını; şayet işitip işitmediğinde şüphe ederse
işittirecek derecede açık söylemesi lâzım geldiğini beyân etmiştir.
İçlerinde uyuyanlar
bulunan bir cemâate selâm vermenin sünnete uygun sureti, uyanık olanlara
işittirerek, uyuyanları uyandırmayacak şekilde verilmesidir. Nitekim İmam
Müslim'in, Hz. Mİkdaf (R. A.ydaıı tahrîc ettiği bir hadîsde bu cihet beyân
olunmuştur.
Cemâatten yalnız bir
kimseye selâm vermek mekruhtur. Selâm vermek, müslümanların birbirini sevmesi,
sayması için meşru' olmuştur. Bu bâbta Müslim, Hz. Ebu Hüreyre'den merfu'
olarak şu hadîsi tahrîc etmiştir:
«Size birbirinizi n^
ile seveceğinizi göstereyim mi? aranızda selâmı ifsâ edin.»
Selâm bir yere
girerken meşru' olduğu gibi.ondan ayrılırken de meşru'dur. Zîrâ NesâVnin, Hz.
Ebu Hüreyre'den merfu' olarak tahrîc ettiği bir hadîsde:
«Biriniz oturduğu
zaman seiâm versin; kalktığı zaman da seiâm versin; zîrâ birinci sonuncudan
daha makbul değildir.»
El veya basla selâm
vermek mekruhtur.Bunu Resûlüflah mıştır.Ancak selâmı işitmeyecek kadar uzakta
bulunanlara el ile işaret etmek caizdir.
Nevevî'mn beyânına
göre tanıdık olmayan bir kimseye selâm vermek tevazu göstermek, Allah için
yapılan amelde ihlâs ve islârmn şiarı olan selâmı ifşa olur.
Sılâ-i rahim ile yemek
yedirme meseleleri yukarıda îzâh edilmiştir.
Geceleyin namaz kılma
emrine gelince: bu emir yatsı namazı diye tefsir edilmiştir. Uyuyanlardan murâd
: hıristiyanlarla yahûdîlerdir. Hadîsin son cümlesi olan: «Selâmetle
gîresiniz.» ifâdesi, mezkûr fiillerin cennete girmeye sebeb olacağını haber
veren bir müjdedir.[760]
1560/1324- «[761]
Temîm-i Dârî radıyallahü cmVden rivayet olunmuştur .Demiştir ki: Resûlüllah
sallallahü aleyhi ve seîlem üç defa:
— Din İhlâsdir; buyurdular Biz :
— (Bu ihlâs) kime
(olacak) yâ Resûlâflah? dedik :
— Allah Kitabına,
Resulüne, müslümanlarin hükümdarlarına ve bilumum müslümanlara; buyurdular.»[762]
Bu hadîsi Müslim
tahrîc etmiştir.
Hadîs-i şerîf bazı
ulemâ'ya göre islâmm temelini teşkil eden dört hadîsden biridir.
Nasihat : îhlâs ve
samimiyet; tasfiye: İyiliğe da'vet, kötülükten ne-hl mânâlarına gelir. Hadîs-i
şerîf'de dine nasihat denilmesi, dinin temeli nasihata isnad ettiği içindir.
Allah'a karşı ihlâs, ona iman etmek, emirlerine itaat, nehîlerinden ictinâb ve
saire gibi vazifeleri yapmakla olur. Hattâbî'nin beyânına göre bunların her
biri kulun kendine nasihati demektir. Çünkü Allah'ın hiç bir kimsenin
nasihatına ihtiyacı yoktur,
Allah kitabına ihlâs
onun Allah kelâmı olduğuna inanmak, onun helâl kıldığım helâl, haram kıldığım
haram i'tikad etmek, onu okuyarak mucebîle amelde bulunmakdır. Peygamber
(S.A.V.)'e ihlâs Allah tarafından Peygamber olarak gönderildiğine ve getirdiği
Kur'âna inanarak tasdik etmek; emir ve nehîlerine tâbi' olmak, hakkında dâima
hörmet ve muhabbet göstermek, sünnetlerini öğrenmek gibi vazifelerdir.
Müslüman büyüklerine
ihlâs: hak uğrunda kendilerine yardım, ve itaatte bulunmak, halkın
ihtiyaçlarını kendilerine anlatmak ve adalet hususunda onlara nasihat
etmektir. Hattâbî onların arkasında namaz kılmayı ve maiyetlerinde harbe
gitmeyi bile nasihattan saymıştır: «Müslüman büyüklerinden murâd ulemâ'dır»
diyenler de vardır. Bu takdirde onlara ihlâs: kavillerîle amel etmek,
haklarında hor-met ve ta'zimde bulunmakla olur.
Âmmeye nasihat :
onları din ve dünyaları hususunda irşâd etmek, kendilerine eziyet verecek
şeylerden sakınmak, iyiliği emir, kötüiük-den nehî gibi şeylerle olur.
İbni Battal : «Bu
hadîsde, nasihata din ve islâm denilebileceğine delil vardır,» demiş; ve
nasihatin farz-ı kifâye olduğunu, bazı kimselerin ifâdesîle diğerlerinden sakıt
olduğunu söylemiştir.[763]
1561/1325- «Ebu
Hüreyre radıyallahü anVdart rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah
saltallahü aleyhi ve sellem :
— En ziyâde cennete
girdiren şey Allah korkusu İle güzel ahlâktır; buyurdular.»[764]
Bu hadîsi Tirmiıî
tahrîc etmiştir. Hâkim onu sahîhlemiştir.
Hadîs-i şerif
Allah'dan korkmanın ve güzel ahlâkın pek büyük birer necat vasıtası
olduklarına delâlet ediyor. Allah'tan korkmak, emirlerini yapmak nebilerinden
sakınmakla olur. Cennete girmeye en büyük sebeblerden biri budur.
Güzel ahlâk hususunda
îzâhât geride geçmişti.[765]
1562/1326- «(Bu
da) ondan rivâyef olunmuştur. -radıyaUahü anh- demîştir ki: Resûlüliah saUaUdhü
aleyhi ve selîem:
— Şüphesiz ki, sizin
bütün insanlara mal vermeye gücünüz yetmez. Lâkin onlara güler yüzünüz ve güzel
ahlâkiniz şâmi! olmalıdır; buyurdular.»[766]
Bu hadîsi Ebu Ya'tâ
tahrîc etmiştir. Hâkim onu.sahîhlemiştir.
Yani : insanlar çok
olduğu için her birine mal vererek memnun etmek bir insanın kudreti dâhilinde
değildir. Fakat herkese karşı güler yüz; tatlı sözle muamele etmek pek âlâ
mümkündür. Siz işte bunu yapmalısınız. Çünkü bu türlü hareketiniz sizi
birbirinize sevdirir. Allah'ın .dilediği de budur. Bittabi kâfirler ve haklarında
şiddet gösterilmesi emredilenler; bu umumdan hâriçtirler.[767]
1563/1327- «(Bu
da) ondan rivayet olunmuştur. -radıyaUahü anh- Demiştir ki: Resûlüliah
salîaîlahü aleyhi ve sellem:
— Mü'min, mü'minin
aynasıdır; buyurdular.»[768]
Bu hadîsi Ebu Dâvud
güzel bîr isnadla tahrîc etmiştir.
Resûlüliah (S.A.V.)
bir teşbih-i beliğ ile mü'mini aynaya benzetmiştir. Yani: ayna bir kimseyi
nasıl olduğu gibi gösterirse, mü'min de din kardeşinin küsurlarını öylece
gösterir; kendisine lâzım gelen tenbih ve nasihatlarda bulunarak onu Hak Teâlâ
ile kulları huzurunda zînetli gösterecek sâlih amellere irşâd eder. Bu da
nasihattan sayılır.[769]
1554/1328- «İbni
Ömer radıyaîlahü anhümâ'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüflah
sallalîahü aleyhi ve sellem:
— İnsanlar arasına
karışan ve onların ezalarına sabreden mü'mîn insanlar arasına karışmayan ve
onların ezalarına sabretmeyen mü'minlerden daha hayırlıdır; buyurdular.»[770]
Bu hadîsi güzel bir
isnadla İbni Mâce tahrîc etmiştir. Hadîs, Tirmîzî'de de mevcud ise de Tirmiıî
sahâbînin ismini zikretmemiştir.
Hadîs-i şerîf,
insanlar arasına karışarak onlara iyiliği emir, kötülüğü yasak etmenin ve
kendilerine iyi muamelede bulunmanın, bir köşeye çekiîerek kimse ile
görüşmemekten efdâl olduğuna delildir. Maa-mâfîh hâller şahsa, zamana ve mekâna
göre değişir. Uzletin fazîletli olduğunu gösteren deliller de vardır. Bunları
imam Gazali da ve diğer eserlerinde göstermiştir.[771]
1565/1329- «ibni
Mes'ud raÜıyaîİahü artTfcMan rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Resülüllah
sallalîahü aleyhi ve sellem:
— Yâ Rabbi, beni güzel
yarattığın gibi ahlâkımı da güzel eyle; buyurdular.»[772]
Bu hadîsi İmam Ahmed
rivayet eylemiştir. İbni H'bbân.onu sahîhlemiştir.
Hakikatte ResulMHah
(S.A.V.) insanların gerek hilkat gerekse ahlâkça en şereflilerindendi. Öyle
olduğu hâlde, yine hilkat ve ahlâk güzelliği istemesi, Allah'ın minnet ve
ihsanını i'tirâf; bu ni'metin devamım ni7 yâz ve AHah'dan istenilecek şeylerin
bunlar olduğunu ümmetine tAlim içindir.[773]
Zikîr: Kalbe gelen ve
dille söylenen şey mânâsına masdar bir kelimedir. Bundan maksat, Allah'ı
anmaktır.
Duâ dahî istek ve
davet mânâsına gelen bir masdardır. îbâdet ve sâireye de duâ denilir. ZikruIIah
ziyadesiyle duadır. Teâlâ Hazretleri kullarına kendisine duâ etmelerini şu
âyet-i kerîmesüe emir buyurmuştur:
«[774]
«Bana duâ edin; sîze İcabet eyieyeyim» Yine Teâlâ Hazretleri:
«[775]
Kullarım sana benî sorarlarsa muhakkak ben yakınım. Bana duâ ettiği zaman
duacının duasına icabet ederim.» buyurarak kulların dualarını kabule müheyye
olduğunu beyân etmiştir. RssüKiüah (S.A.V.) duâ için; «ibâdetin iliği
ta'birini» kullanmıştır. TirmizVnin Hz. Enes (R. A.)'âan merfu' olarak tahrîc
ettiği şu hadîs ayni hakikati nâtıktiv:
«[776] Duâ
ibâdetin iliğidir.»
Duayı teşvik eden
hadîsler çoktur. İmam Buhâri'nm, Hasreti Ebu Hüreyre'den tahrîc ettiği bir
hadîsde ASlah'dan bir şey dilemeyene Teâlâ Hazretleri'nîn gazap edeceği;
Tirmizı'nin, Hz. İbni Mcs'ud'dan rivayet ettiği diğer bir hadîste: fazl-u
kereminden bir şey dilerapyi Allah'ın sevdiği beyân olunmuştur.
Duâ. kulluğun
hakikatim, Teâlâ Hazretlerİ'nin ganî, kulun fakir olduğunu Allah'ın kaadir-İ
mutlak, kulun ise âciz-i muhakkak bulunduğunu tezammun eder. Binâenaleyh duâ;
kulu Rabbına yaklaştırır.Gerek Teâlâ Hazretlerî'nin gerekse, Resûl-ü Ekrem
(S.A.V.)'in duaya teşvik buyurmalarının hikmeti budur.Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı
kerîm'de:
«[777] Ey
Rabbımız unutur veya hatâ edersek bizi muâhaze etme» buyurarak, kendisine
nasıl duâ edileceğini kullarına öğrettiği gibi Peygamberlerinden bazılarının
duâ ve niyazlarını da haber vermiştir. Meselâ Hazreti Eyyüp (A.S.} :
«[778] Yâ
Rabbi! gerçekten benim başıma belâ geldi; hâlbuki sen merhametliler
merhameflîsisin.» diye duâ etmiş; Zekeriyyâ (A.S.) :
«[779]
Afîahrm! Benî yalnız bırakma.» niyazında bulunmuş; Hazret-i Âdem (A.S.) :
«[780] Ey
Rabbimtz biz nefislerimize zulmettik; eğer bîzİ affetmez ve bize acımazsan
mutlaka haşirlerden oluruz.» tarzında arz-ı teslimiyet eylemiş; Yusuf (A.S.) :
«[781]
Benî müslüman olarak öldür ve beni sâlih kullara kat» diye tezerr-i eylemîç;
Yunus (A.S.) :
«[782]
Senden başka hiç bîr ilâh yoktur; seni tenzih ederim. Muhakkak ben zâlimlerden
idim» şeklinde niyazda- bulunmuştur. Bizim Peygamberimiz Muhammed Mustafa
(S.A.V.)'İn ettiği duaların ise haddi hesabı yoktur.
«Her umurunu Allah'a
havale ederek ona teslimiyette bulunmak, duadan hayırlıdır» diyenler de olmuşsa
da bunlar için: «münâcat lezzetini tadamamışlardır.» denilerek kavilleri
reddedilmiştir. İmam Ah-med b. Hanbel (164—241)'in Hz. Ebu Saîd'den rivayet
ettiği bir ha-dîsde duanın zayi' olmayacağı; bilâkis üç şeyden birinin
behemehal vâki' olacağı bildirilmiş; ve bu üç şeyin: ya kabul, ya âhirete
bırakma yâhud da edilen duâ nisbetinde günâh affı olduğu beyân
edilmiştir."
Duanın, adâb ve
şeraiti olduğu gibi kabulü için de mânileri vardır. Bunlar «el-Camiu's-Sağir»
in şerhi «et-Tenvir» ve «Nüzülü'l -Ehrâr fi'l ed'iyet-i ve'l ezkâr» gibi
eserlerde görülebilir.[783]
1566/1330- «Ebu
Hüreyre radıyattahü anh'&an rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüliah
saîîallahü aleyhi ve seîlem:
— Allah Teâlâ: kulum
beni zikrettikçe ve dudaktarı benim kıpırdachkça ben kulumla beraberim; diyor;
buyurdular.»[784]
Bu hadîsi İbni Mâce
tahrîc etmiştir. İbni Hibbân onu sahîhlemiş; Buharı ise ta'lik suretîle
zikretmiştir. Hadîsin lâfzı şöyledir:
«Resûlüliah (S.A.V.)
buyurduki:
— Allah azze ve celle:
ben kulumun benim hakkımdaki zannının yanındayım. Beni zikrettiği zaman da
o-nunla beraberim. Eğer beni yalnız başına zikrederse ben de onu kendi kendime
zikrederim. Beni bir cemâat içinde zikrederse, ben onu o cemaattan daha hayırlı
bir cemâat içinde zikrederim. O bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın
yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana
yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim: buyuruyor.»
Allah Teâlâ'mn kulu
ile beraberliği ona ha-ss bir beraberlik olup zikrullah'ın son derece büyük bir
iş olduğunu, Allah'ı kim zikrederse Allah da lütuf, yardim ve rizâsîle o kulu
ile beraber olacağını gösteriyor. İbni Ebi Cemre : Zikirden : kalple, yâhud
lisanla veya ikisîîe birden yapılan, zikir kasdedilmiş olabilir.» demiş; ve
hadîslerin delâletine bakarak zikrin iki kısma ayrılacağım söylemiştir.
«Birincisi: bu hadîsin ifâde ettiği şeylerin, sahibine yüzde yüz verileceği
belli olan zikirdir. Bu hüküm :
«[785] Her
kim zerre ağırlığında bir hayır işSerse onu (n sevabını) görecektir.» âyet-i
kerîmesinden alınmıştır: Verileceği belli olmayandır. Bu bir hadîsten
mülhemdir. Mezkûr hadîse göre: «Bir kimseyi kıldığı namaz kötülüklerden men'
etmezse o kimsenin ancak Allah'ın rahmetinden uzaklaşması artır.»[786]
1567/1331- «Muâz
b. Cebel radıyallahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resulü Kah
salldtlahü aleyhi ve seîlem:
— Âdem oğliij
zikruMahdan daha fazla kendini azaptan kurtaracak btr iş yapmamıştır;
buyurdular.»[787]
Bu hadîsi İbni Ebi
Şeybe ile Taberânî güzel bir isnadla tahrîc etmişlerdir.
Hadîs-i şerîf zikrin
faziletini gösteren delillerdendir. Zikrin dünya ve âhiretde bütün azâb
korkularından kurtaran en büyük vasıta olduğunu gösteriyor. Bundan dolayıdır
ki, Aİlah-u Zülcelâl düşmanla harb ederken sebatkâr olmamızı zikrullah ile
birlikde emretmiş ve :
«[788] Bir
fırka (düşman) İle karşılaştığınız vakit hemen sebat gösterin. Allah'ı da çok
zikredin.» buyurmuştur. Bundan maada cihad hakkında vârid olan bir çok hadîs ve
âyetlerde zikrullah hep tavsiye edilmiştir.[789]
1563/1332- «Ebu
Hüreyre radıyallahü anh'üan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüllah
sollallahü aleyhi ve sellem:
— Hiç bir kavim bir
yere oturarak orada Aliahı zikretmezler ki, kendilerini melekler sarmasın ve
rahmet kaplamasın. Hem onları Allah nezd-i ma'nevisinde olanlara Zikreder;
buyurdular.»[790]
Bu hadîsi Müslim
tahrîc etmiştir.
Hadîs-i şerîf, zikir
meclislerinin ve zikirde bulunanların faziletine delildir. Bu mânâda Buhârî'de
de su hadîs vardır:
«Şüphesiz Allah'ın bir
takım melekleri vardır ki, yollarda dolaşarak ehl-i zikri ararlar. Allah
Teâlâyı zikreden bir cemâat buldularmı: hacetinize gelin; diye birbirini çağırırlar.
[Resûlüllah (S.A.v.) buyurdular ki:] Bunun üzerine tâ se-manın alt katına
varıncaya kadar onları kanadları ile sararlar.»
Görülüyor ki zikir
meclisleri meleklerin arayıp bulacakları kadar faziletlidir.
Zikirden murâd:
Kur'ân-ı Kerîm okumak, teşbih ve tahmidde bulunmaktır.Bezsâr'ın tahrîc ettiği
şu hadîs bunu pek güzel beyân etmiştir:
«Gerçekten Allah Teâlâ
meleklerine; kullarına ne yapıyor? diye sorar; hâlbuki onların ne yaptıklarını
(pek âlâ) bilir. Melekler: kulların senin nrmetlerini ta'zim ediyor; kitabını
okuyor; Peygamberine selâvât getiriyor ve hem dünyaları, hem âhiretleri için
senden dilekde bulunuyor-Sar; derler.»
Zikir asıl lisanla
olur; fakat dil ile birlikde kalbinde zikretmesi daha mükemmel ve makbuldür.
Zikr'in mânâsını, Aiîahü Zülcefâl'in aze-metini ve her türlü noksanlıklardan
münezzeh olduğunu düşünmek bu kemâli daha da arttırır. Namaz, oruç ve cihâd
gibi farzlarda dahî hüküm aynidir. Fahr-i Razî dil ile zikirden murâd: teşbih
hamd-ü sena gibi lâfızlar olduğunu; kalple zikir Allah'ın zâtına ve sıfatlarına
âid delillerle emir ve nehî gibi teklifi emirler üzerinde ve mahlûkatm sırları
hususunda tefekküre dalmaktan ibaret bulunduğunu söylemiştir.
Büyüklerden bazıları
yedi çeşit zikir bulunduğunu kaydetmektedirler. Şöyle ki: Gözlerin zikri
ağlamakla, kulakların ki, dinlemekle, dilin zikri sena ile, ellerin vermekle,
bedenin zikri vefakârlıkla, kalbin zikri korku ve ümidle, ruhun zikri ise
teslimiyet ve rızâ iledir.
Hâsılı zikir, bütün
kemâlâtîle yapılırsa cihâddan bile efdâldır. Vâkıâ cihâdın zikirden efdâl
olduğunu bildiren hadîslerde varsa da cihâd yalnız dille yapılan sikirden
makbuldür. Buna delîl Tirmizî ile İbni Mâce'nin Hz. Ebu'd -Derdâ (R. A./dan
rivayet ettikleri merfu' bir hadîstir. Mezkûr hadîse göre Allah indinde bütün
amellerin en hayırlısı, derece itibârîîe en yükseği altından, gümüşden ve
cihâddan da makbul olanı zikrullahtır.
îbnüJl Arabî: «Hiç bir
sâlih amel yoktur ki, sâlih olabilmesi için zikir şart koşulmasın. Zekâtını
verirken veya orucunu tutarken AUah'i zikretmeyenin ameîi kâmil olamaz.
Binâenaleyh zikir bu cihetle amellerin en faziletlisi olmuştur» diyor.[791]
1569/1333- «(Bu
da) Ebu Hüreyre radıydllahü anadan rivayet edilmiştir. Demiştir kî: Resûlüllah
sallallahü aleyhi ve sellem:
— Eğer bir kavim bir
yere otururlar da orada Alfanı zikretmez, Peygamber (sallaUahü aleyhi've
seUem)'e setâvât getirmezlerse, kıyamet gününde bu (yaptıkları) kendilerine gam
ve gussa olacaktır; buyurdular.»[792]
Bu hadîsi Tirmizî
tafarîc etmiş ve «hasendir» demiştir. Tİrmizî'mn rivayetinde şu cümle de
vardır:
«Dilerse Allah
kendilerini azâb eder; dilerse af buyurur.»
H&dîs-i şerif
zikrin ve Peygamber (S.A.V.)'e selavât getirmenin vücubuna delüdir. Bu
husustaki kavilleri görmüştük .Bazıları Peygamber (S.A.V.)'e selâvât getirilen
yerleri (46) ya çıkarmıştır. Allah'ın Peygamberine salâtı muhtelif suretlerde
îzâh edilmiştir. Bazılarına göre Peygamberini melekleri arasında sena
etmesidir. Meleklerin Peygambere salât etmeleri ona sena ve ta'zim husulü için
duada bulunmalarıdır. Diğer bazı ulemâ'ya göre : AUah'dan Resulüne Salât, onu
teşrif ve ziyâdesîle ikramdır. Peygamber'den aşağısı için rahmettir. Bizim :
«Yâ Rabbî, Muhammed'e salât eyle» diye yaptığımız salevâtın mânâsı: «Yâ Rabbî,
Muhammedi ta'zim eyle.» demekdir. Bu ta'zimden murâd: onun zikrini yükseltmek,
dinini meydana çıkarmak, şeriatını dünya ve âhiretde paydâr etmektir.
Peygamber (S.A.V.)'e
salevât getirirken: al ve ezvâcını da zikretmekle onlar hakkında lâyık olan
ta'zîm kasdedilir.
Müstakilen salevât
-yâlnız Peygamberlere getirilir. Nitekim Ta-berânî'nin, Hz. İbni Abbas (R.
A.)'dan tahrîc ettiği şu hadîs de bu mânâyı te'yid eder:
«Bana salevât
getirdiğiniz vakit Allah'ın (diğer) Peygamberlerine de salevât getirin, çünkü
Allah beni gönderdiği gibi onlarida (Peygamber) göndermiştir.» Hadîs
merfu'dur. Görülüyor ki, salevât getirmenin sebebi peygamber olarak
gönde-rilmekmiş. Binâenaleyh salevât yalnız peygamber olarak gönderilenlere
mahsustur. İbni Ebi Şeyhe sahîb bir senetle Hz. İbnî Abbas (R.A.)-in :
«Peygamber (S.A.V.)'den başka hiç bir kimsenin kimseye salevât getirmesi lâzım
geldiğini bilmiyorum.» dediğini rivayet ediyor. İmam Mâlik'iu de buna kaail
olduğu rivayet edilmiştir.
Kaadi Iyâz: «Ehl-i
ilmin ekserisi caiz olduğuna kaaildirler. Ben Mâlik'in kavline meylederim;
fukaha ve kelâmcıların muhakkıkları da- bu kavle zâhib olmuş ve : Peygamber
olmayanlar gufran ve radı-yallah ile anılırlar; demişlerdir. Peygamber
olmayanlara müstakilen salevât getirmek, emri bil ma'rufdan değildir. O ancak
Benî Hâşİm devleti zamanında çıkmıştır. Melekler hakkında hiç bir hadîs bilmiyorum;
bu ancak İbni Abbas'm, (Çünkü Allah onlara peygamber demiştir.) sözünden
alınmıştır.» diyor.
Bazıları :
«müstekillen mü'minlere de salevât getirilemez; ancak âl ve ezvâc-ı tâhirât
gibi haklarında nass vârid olanlara, peygambere tebean salevât getirilebilir:
nass-ı hadîsde bunlardan ve Peygamber (S.A.V.)'in zürriyyetinden başkaları
zikredilniemiştîr. Binâenaleyh hüküm onlara mahsustur. Sahâbe-i kiram ile
başkaları onlara kıyas edilemez.» demişlerdir. Maamâfîh, mesele ihtilaflıdır.
îmam Buhârî caiz olduğuna kaaîldir. Hadîslerde Peygamber (S.A.V.)'in Âl-i Sa'd
b. Ubâde ile Âl-i Ebi Evfâ'ya salevât getirdiği zikrolunmuştur. Teâfâ Hazretlerilnin
:
«Size mefekferîle
birlikde salât eyleyen odur.» âyet-i kerîmesi de bu kavle zâihb olanların
delîllerindendir. Fakat: «mü'minlere müstakilen salât-ü selâm edilmez» diyenler
buna cevap vermiş ve: «Mü'minler hakkında salât-ü selâm Allah ve Resûlün'den
vârid olmuşsa da bizlere bu bâbta izin verilmemiştir.» demişlerdir.[793]
1570/1334- «Ebu
Eyyub-i Ensâri radıyallahü anh'âan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlülfah
sdlîaUahü aleyhi ve seüem:
— Bir kimse on defa:
Bir AMah'dan başka ilâh yoktur; ona şerik yoktur; derse ismail oğullarından
dört kişi âzâd etmiş gibi Oİur; buyurdular.»[794]
Hadis müttefekun
ateyh'dİr. Müslim'in rivayetinde :
«Mülk onundur; hamd de
onun. Hem o herşeye kaadirdir» cümlesi de vardır. Hadîsin başka bir rivayetinde
: «Bir kimse bunu günde yüz defa okursa kendisine on kölenin tutarı verilir;
yüz sevap yazdır; yüz tane günâhı yok edilir; bu kelimeler o gün akşama kadar
kendisi için şeytandan muhafaza olurlar. O kimsenin kazandığından daha
efdâ-lini yapacak yoktur. Ancak biri çıkar da bundan daha fazlasını okursa o
başka.» buyurulmuştur.
Hadîs-i şerif muhtelif
yollardan rivayet olunmuştur. Bunların bazısında sabah namazını kıldıktan
sonra kelime-i tevhid'Ie başlanarak, bu hadîsin okunacağı güzel bir senedle
rivayet olunmuş; bazılarında:
«Yaşatır ve öldürür»
cümlesinin de ilâve edileceği bildirilmiş; keza bazılarında on köle,
diğerlerinde dört köle tutarında sevap verileceği zikrolunmuştur. Kurtubî'ye
göre bu farklar zikri yapanların okudukları lâfızlar üzerinde kalben
tefekkürlerine ve ihlâs derecelerine göredir.[795]
1571/1335- «Ebu
Hüreyre radıyallahü anh'öan rivayet
olunmuştur. Demiştir kî: Resûtüllah sallallahü aleyhi ve sellem:
— Bir kimse yüz defa:
Allaht hamdîle tenzih ederim; derse günâhları denizin köpüğü kadar bile olsa affedilir;
buyurdular.»[796]
Hadîs müttefekun
a'eyh'dir.
«SÜbhânallah»'ın
mânâsı : Allah'ı, sânına yakışmayan noksan sıfatlardan tenzilidir. Buıunla
Âllah'dan -hâşâ- şerik ve naziri olmak doğmak, doğurmak, gibi noksan sıfatlar
nehî edilmiş olur.
Tesbîh : bütün
zikirlere itlâk edildiği gibi, nafile namaza ve teşbih namazına da teşbih
denilir. Zaten teşbih namazı denilmesi, içerisinde teşbih çok olduğundandır.
Hadîs'in zahiri, bu
zikirli büyük günâhların bile affedileceğini gösteriyorsa da ulemâ bununla
ancak küçük günâhlar kasdediidiğini söylemişlerdir.
Burada şöyle bir sual
vârid olmuştur: «Bu hadîs teşbihin tehliTden[797]
efdâl olduğuna delâlet ediyor. Çünkü tehlil hakkında : günde yüz defa tehlil
getirene yüz günâh affedileceği bildiriliyor. Burada ise: «Teşbih edenin
günâhları denizin köpüğü kadar çok olsa yine affedilir» buyuruluyor. Hâlbuki
hadîsler tehülin tesbih-den efdâl olduğuna delâlet etmektedir. Meselâ: Tirmizî
ile Nesâı'nin tahrîc ettikleri, İbni Hibbân'la., Hâkim'in de «sahîhdir»
dedikleri Câbİr (R.A.) hadîsinde:
«Zikrin en faziletlisi
Lâ ilahe illâllahdır. Benim ve benden önceki Peygamberlerin söylediklerinin en
faziletlisi Lâ İlahe illâllahtır. Kelime-ı tevhid ve ihiâs budur. Aila-hin
ism-i a'zami da budur.» Duyuruluyor İd, hadîs merfu'dur. Sonra teşbih: Allah'ı,
kendisine lâyık olmayan sıfatlardan tenzih demek olduğuna göre, teşbih zaten
tehîiîde dâhildir.»
Bu suale şu cevap
verilmiştir: «Teşbihle beraber yapılan tehlilin sevabı daha çoktur. Zîrâ böyle
bir tehlile üç şey, yani derece yüksekliği, ha-senât yazılması ve köleler
âzâdı sevapları katılır. Hâlbuki yalnız köle azadının bütün küçük günâhlara
keffâret olmağa yeteceği hadîs-i şerif'de vârid olmuştur. Hülâsa buradaki tesbihden
murâd yalnız değil, tehlille beraber ve onu tamamlayan teşbihtir.»
Kamdı lyâz'm bazı
ulemâ'dan rivayetine göre bu gibi zikir ve sâlih amellere va'd buyurulan sevap
ve fazilet, ancak dininde fazilet gösteren ve günâhlardan korunanlaradır. Şehvet
peşinde koşmakta ısrar eden ve dinin hö'rmetini ayaklar altına alanlar bu hususda tertemiz ehl-i fazîlet olanlara
katılamazlar. Nitekim:
«[798]
Yoksa kötülükleri irtikâp edenler kendilerini İman edenlerle ve sâ-lîh amelîer
işleyenlerle bir mi tutacağız sanıyorlar?» âyet-i kerimesi de bu kavli te'yid
etmektedir.[799]
1572/1336- «Cüveyriye
binti'l - HarU radîyallahü anhâ'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûfüilah
sollallahü aleyhi ve sellem Şana :
— Filhakika senden
sonra dört kelime söyledim; bunlar senin bu günden beri söylediklerinle
tartılmış olsa seninkilere ağır basardı. (Bunlar) Allahı mahlûkatının ve kendi
rızâsını (kazananlar) n sayısınca, Arşının ağırlığı ve kelimelerinin mürekkebi
mikdannda hamdîle tenzîh ederim
(kelimeleridir.) buyurdular.»[800]
Bu hadîsi Müslim
tahrîc etmiştir.
Hadîsde geçen halk
kelimesi yerde, gökde ,dünyada.ve âhirette mevcut bütün mahlûkata şâmildir.
Kendi rızâsından murâd
: Alİah'ın kendilerinden razı olduğu Peygamberler, sıddîklar, schîdlcr ve
sâlîh kuUar'dır. Allah'ın bu zevata karşı rızâsı asla bitip tükenmiy e çektir.
Arş'ımn ağırlığını
zaten O'ndan başka bilen yoktur.
Kelimelerden murâd.:
Allah'ın ma'lûm ve kudretinin teallûk ettiği her şeydir kî, bunlar nâ-mütenâhi
oldukları gibi mürekkep'ten murâd: kendisîie yazı yazılan her şey olduğğuna
göre bununda haddi. hududu yoktur.
Görülüyor ki,
Resûfüflah (S.A.V.)'in Alfah Teâlâ'yı tenzih için zikrettiği dört kelimenin
her biri rakamlarla sınırlandırılmayan nâ-mü-tenâhilerdir. Her biri sonsuz
sayılar ve sonsuz miktarlar ifâde eden kelimelerle AMah-u Zülcetâl'i tenzih
etmek şüphesizki feyyâz-ı Mutlak hazretlerine karşı bir kulun yapabileceği en
güzel tenzih ve takdisdir.
Badîs-i şerif, mezkûr
dört nev'i tenzihin faziletine ve bunları söyleyenin sgp.süz s&yı ve
miktarları tekrarlamış hükmünde olacağına delildir.[801]
1573/1337- «Ebu
Saîd-i Hudrî rackyallahü aııh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah
sallallahü aleyhi ve sellem:
— Baki olan sâlih
ameller: Allah'dan başka ilâh yoktur; Allah'ı tenzih ederim; Allah her şeyden
büyüktür; hamd Allah'a mahsustur; ve güç, kuvvet ancak Allah'a mahsustur
kelimeleridir; buyurdular.»[802]
Bu hadîsi Nesâî tahrîc
etmiştir. İbni Hibbân ile Hâkim sahîhlemişlerdir.
Bakıyâf-ı sâlihât :
sevabı ebedî olarak devam eden güzel ve makbul amellerdir. Rssûlüllah (S.A.V.)
mezkûr amellerin neler olduğunu bu hadisîle beyân etmiştir. Hadîs-i şerifin
bâkıyât-ı sâlihât'tan bahseden sure-î kehf âyetini tefsir için vârid olması da
muhtemeldir.
İbni'l Münzir, İbni
Ebi Hatim ve îbni Merdeveyh'in[803] İbni Abbas (R. A)'dan tahrîc ettikleri bir
hadîsde bâkıyât-ı sâîihâtm dâire-i şumûlü genişletilmiş ve Ebu Saîrf
hadîsindekilerden maada: istiğfar, Peygamber (S.A.V.)'e salâvât, namaz, oruç,
zekât, hacc, köle âzâdı, cî-hâd, ve sila-i rahim ile hayır hasenatın her çeşidi
buna katılmıştır. Hattâ îbni Ebi Şeyhe ile İbni'l Münzir'in, Katade'den tahrîc
ettikleri bir
hadîsde: «Allah'a taat
sayılan her şey bakıyât-ı şâlihattandir.» denilmiştir. Ebu Saîd hadîsinde bakıyât-ı
sâlihâtın dört gösterilmesi bu tefsire mâni' değildir; çünkü bu hadîsde
inhisara delâlet eden bir şey yoktur.[804]
1574/1338- «Semmuratü'bnü
Cündüb radıyallahü anlı'ûan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûiüilah
saîlalîahü aleyhi ve selîem:
— Allah'a sözün en
makbulü dört şeydir. Bunların hangisinden başlasan sana zarar vermez, (dört
şey) Allah'ı tenzih ederim, hamd Allah'a mahsustur, Allah'dan başka ilâh
yoktur ve Allah her şeyden büyüktür (cümleleridir.)[805]
Bu hadîsi Müslim
tahrîc etmiştir.
Mezkûr dört şeyin
Allah indinde makbul olması, tenzih, Allah'a hamd, birlik ve en büyüklüğü
isbâta şâmil oldukları içindir.
«Hangisinden başlasan
sana zarar vermez.» buyurulması, bunların aralarında tertib gözetilmeyeceğine
delildir. Bazıları tenzih'den başlamanın evlâ olduğunu söylüyorlar.
Bu kelimelerin
fazileti hakkındaki hadîsler, azalmak ve bitmek bilmeyen birer derya
gibidirler.[806]
1575/1339- «Ebu
Muse'l Eş'arİ radıyallahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüüah
salldllahü aleyhi ve sellem bana:
— Ey Kaysoğlu
Abdullah, sana cennet definelerinden bir define gÖstereyimmi? (Bu define)
kudret ve kuvvet ancak Allah'a mahsustur, (sözüdür) buyurdular.»[807]
Hadîs müttefekun
aleyh'dir.Nesâî: «Aliah («n kazasın) dan (kaçıp sığınacak) bir sığınak yoktur;
ancak ona (sığınmak) müstesna» cümlesini (yine Ebu Saîd'den rivâyeten) ziyâde
etmiştir.
Yani hadîs-i şerîf'de
beyân edilen cümlenin sevabı cennet'de bir define gibi biriktirilecek ve
dünyada define kullar için nasıl en nefis bir mal sayılırsa, cennetdeki o sevap
da, onun gibi nefis olacaktır. Çünkü bu söz Allah'a tam bir teslimiyet ve
inkıyâd, ondan başka Alîah olmadığını iz'an ve kabulle beraber, kulun elinden
hiç bir şey gelmediğini itiraftır.
Havi : Kudret, hareket
ve çâre manasınadır. Resûlüllah (S.A.V.) bu cümleyi beyândan sonra:
«Cibril Allah
Teâiâ'cian bana böyle, haber verdi» demiştir.[808]
1576/1340- «Nu'man
b. Beşir radıyalîahü anftmâ'dan Peygamber sdllaîîahü aleyhi ve aellem'âen
işitmiş olarak rivayet edilmiştir. Re-sûiüilah saîlallahü aleyhi ve sellem:
— Şüphesiz ki duâ
ibadettir; buyurmuşlardır.»[809]
Bu hadîsi Dörf (er
rivayet etmiş Tirmizî de sahîhlemiştir. Tirmizî'de Enes'den merfu' olarak şu
lâfızlarla rivayet edilmiş bir hadîs vardır: «Duâ İbadetin İliğidir». Yine
Tirmizî de Ebu Hüreyre'den merfu' olarak rivayet edilen şu hadîs vardır.
«Allah'a duadan daha kıymetli bir şey yoktur.» Bu hadîsi İbnİ Hibbân ile Hâkim
sahîhle-mişlerdir.
Duâ hakkında
yukarılarda îzâhat geçti.
Mihb: ilik, beyn ve
bir şeyin hâlisi mânâlarınadır. Duanın ibâdetin hâlisi olması iki sebebe
istinad eder. Birinci sebeb: Allah'ın «bana duâ edin» emrine imtisal olması:
ikinci sebeb de: yalnız AHah'dan istenil-mesidir. Zîrâ duâ eden insan, hacetini
AHah'dan başka kimsenin göremiyeceğini bildiği için hacetini ancak AHab'dan
ister. Teâlâ Hazrette-rî'nin ibâdetten muradı zaten budur.[810]
1579/1341- «Enes
radıyalîahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resulül!ah saUallahü
aleyhi ve sellem:
— Ezanla îkaamet
arasındaki duâ geri çevrilmez; buyurdular.»[811]
Bu hadîsi Ncsâî ve
başkaları tahrîc etmişlerdir. İbni Hîbbân ve başkaları onu sahîhlemişlerdir.
Hadîs-i şerîf, «Ezan
bahsi» nin sonunda başka lâfızlarla geçmişti.
Duâ, farz namazlardan
sonra daha müekked olarak matluptur. Bu bâbta Tirmizî, Ebu Ümame (R. Ay'dan şu
hadîsi tahrîc etmiştir:
«Dedim ki: Yâ
Resûlâllah duanın hangisi daha makbuldür?
— Gecenin ortasındaki
ve farz namazların sonundaki(dır) buyurdular.»[812]
1580/1342- «Seîmân
radıyallahü anadan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah saîlallahû
aleyhi ve sellem:
— Şüphesizki Rabbımz
utangaçtır kerîmdir; kulu kendisine ellerini kaldırdığı vakit onları boş
çevirmekten haya.eder; buyurdular.»[813]
Bu hadîsi Ncsâî
müstesna, Dört'ler tahrîc etmişlerdir. Hâkim onu Sahîhlemiştir.
Haya Cenâb-i Hak'kın
sıfatlarındandır. Hadîs-i şerîf, duâ ederken el kaldırmanın müstehâp olduğuna
delildir. Bu hususda hadîsler çoktur. Vâkıâ Hz. Enes (R.A.)'dan Peygamber
(S.A.V.)'in yağmur duasından başka hiç bir duada el kaldırmadığı rivayet
plunmuşsa da bu hadîs mübalâğalı kaldırmadığına hamledilmiştir. Resûlüllah
(S.A.V.)'in duâ ederken el kaldırdığını ifâde eden hadîsleri Hâftz el-Münzir
müstakil bir cüz halinde toplamıştır.[814]
1581 /1343- «Ömer
radvyaîlahü anh'âan rivayet olunmuştur. Demiştir kh Resûiülfah sdllallahû
aleyhi ve sellem duâ ederken ellerini uzst-tığı zaman onları yüzüne sürmedikçe
geri çevirmezdi.»[815]
Bu hadîsi Tİrmizî
tahrîc etmiştir. Hadîsin şâhidleri vardır. Bunlardan bîrini Ebu Dâvud ile
başkaları Hz. İbni Abbas'dan rivayet etmişlerdir. Bu rivayetlerin mecmuu
hadîsin hasen olmasını iktizâ eder.
Hadîs-İ şerîf duâ'dan
sonra elleri yüze sürmenin meşru' olduğuna delildir. Bunun hikmeti hususunda
şöyle denilmiştir : Allah'ın rahmeti ellere isabet edince onu en şerefli ve
ikrama en lâyık uzuv olan yüze de teşmil etmek uygun düşmüştür.[816]
1583/1344- «İbni
Mes'ud radıyattahÜ anh'ûan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah
sdllallahû aleyhi ve sellem:
— Muhakkak insanların
kıyamet gününde benim için er. makbulü, bana en çok salevât getirenleridir; bu yurdukr.»[817]
Bu hadîsi Tirmizî
tahrîc etmiştir. İbni Hrbbân onu sahîhlemiştir.
En makbul'den murâd:
en ziyâde şefâata hak kazanan, yâhud cennet'te Peygamber {S.A.V.J'e en yakın
bulunacak olandır. Hadîs-i şerîf, Resûlüllah (S.A.V.)'e selât-ü selâm
getirmenin faziletini bildiriyor. Bu bâbdaki îzâhat da yukarıda geçti. Bu hadîs
de orada zikredilse daha iyi olurdu.[818]
1584/1345- «Şeddat
b. Evs radıyallahü anadan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Resûlüflah
sallaîîakü aleyhi ve sellem:
— İstiğfarın en
büyüğü, kulun: AHahım, sen benim Rabbimsin, senden başka hiç bir ilâh yoktur;
beni yarattın, ben senin kulunum; ve ben gücüm yettiği kadar, sana verdiğim
ahd ve va'dde durmaktayım, yaptıklarımın şerrinden sana sığınırım. Bana olan
nPmetini i'tiraf eylerim; günâhımı da i'tiraf ederim. İmdi beni aff buyur.
Çünkü günâhları senden başka affedecek yoktur; demesidir; buyurdular.»[819]
Bu hadîsi Buhârî
tahrîc etmiştir. Hadîsin tamamı sudur :
«Her kim inanarak
bunları gündüzün söylerde o gün akşamlamadan ölürse o kimse cennetliktir; ve
kim inanarak bunları geceleyin söylerde sabahlamadan ölürse o da
cennetlİkdîr.» Tîbi diyor ki: «Bu duâ tevbenin bütün mânâlarını topladığı için
ona seyyîd adı istiare edilmiştir.»
Aslında Seyyid: Bütün
hacetlerde kendisine baş'vurulan reis demektir. Bu tevbeye Tirmizî ile
Nesâî'nin rivayetlerinde de «seyyidü'l-îstîğfaf» denilmiştir.
«Ben senin kulunum»
cümlesi «sen benim Rabbimsin»
cümlesinin te'kididir.
Fakat bu cümlenin «ben sana ibâdet etmekde-yim» mânâsına gelmesi de
muhtemeldir. O takdirde te'kid olamaz. Ahd cümlesinin onun üzerine atfedilmesi
de bu mânâyı te'yid eder; ve mânâ Hâttâbî'nin dediği vecihle şöyle olur: «Ben
sana verdiğim ahd-u Peyman ve va'd ettiğim iman sözümde durmaktayım.
«Gücünün yettiği
kadar» ifâdesi Allah Teâlâ'nın hakkı olan ibâdetleri edâ hususundaki aciz ve
kusuru i'tiraftır.
İbni Battal, Ahid ile,
Allah'ın kullarına: «Ben sizin Rabbınız degİİ-miyim?» buyurarak onlardan aldığı
ikrar kasdedildiğini söylemiştir. Ona göre va'd de: Allah'ın, kullarına: «Her
kim bana şirk koşmayarak ölürse onu cennetime koyacağım» buyurmuş olmasıdır.
«İmdi beni aff buyur;
çünkü günâhları senden başka affedecek yoktur.» ifadesîle Resûlüllah (S.A.V.)
evvelâ kusurunu i'tiraf etmiş; sonra afvını dilemiştir ki, bu şekilde idare-i
kelâm'da bulunmak sözün en güzel ve en nâzik şeklidir.
Hadîs-i şerif,
Allah'ın Rabb, insanın kul olduğunu ikrara şâmil olduğu gibi kulun Allah'a
verdiği ahdini ikrar, aczini i'tiraf, kötülüklerden Allah'a sığınmak
îcâbettiğini ve Allah'ın ni'metlerini tasdik ile afv-u mağfiretin yalmz ona
mahsus olduğunu kabul gibi bir çok hükümleri ihtiva etmektedir. Kula düşen
vazife evvelâ esbabı tevessül, sonra hacetini istemektir: «Peygamber
(S.A.V.)'in bütün mutasavver günâhları affedilmiş ve zâten kendisi ma'sum iken
niçin yine istiğfar ediyor?» sualine gelince : Bu sual fuzûlîdir. Çünkü
Resûlüllah (S.A.V.) günde Allah'a yetmiş defa istiğfar ettiğini haber vermiş;
bize de istiğfarı öğretmiştir. Binâenaleyh bize düşen, sual sorarak işkâl
çıkarmak değil, ona uymak ve emirlerine imtisal etmektir. Ashâb-ı kiram bunu
bizden âlâ bildikleri hâlde ne sormuşlar ne de her hangi bir işkâl çıkarmışlardır.
Maamâfîh ulemâ, bu suâli muhtelif şekillerde cevaplandırmışlardır. Sözün
hülâsası: bizim rızkımızı Allah Teâlâ tekeffül ettiği ve bunu bize de
bildirdiği hâlde yine ondan nasıl rızık niyazında bulunuyorsak, Resûlüliah
(S.A.V.)'in istiğfarı da Öyledir. Bunların hepside birer ibâdet ve
zikrullahdır.[820]
1585/1346- «İbni
Ömer radıyaiîahü anhümâ'dan rivayet olunmuştur. Demiştir İd: Resûliiltah
saHallahü aleyhi ve seîlem şu kelimeleri akşam, sabah (dilinden) bırakmazdı:
— Allahjm, ben senden
dinim, dünyam, ailem ve malım hususunda afiyet dilerim. Yâ Rabbî, benim
kusurlarımı Ört bas et; korktuğum şeylerden (beni) emin eyle; önümden,
arkamdan, sağımdan, solumdan ve üstümden beni koru. Altımdan gafil aldanmaktan
senin azametine sığınırım.»[821]
Bu hadîsi Nesâî ile
İbnİ Mâce tahrîc etmişlerdir. Hâkim onu sahîhlemiştir.
Dinde afiyet :
günâhlardan, bid'atlardan sakınmak, ibâdetlerde kusur etmemektir. Dünyada
afiyet: dünyanın musibet ve şerlerinden selâmetde kalmaktır. Ailede afiyet:
geçimsizlik ve hastalıklardan âzâ-de kalmaktır. Malda afiyet: afattan mahfuz
bulunmasıdır. Setri avret: beden, din, aile, dünya ve âhirete âid herdürlü
ayıp, kusur, ve gizli şeyleri örtmek, onları açığa vurmamaktır. Korkulan
şeylerden emin olmak da öyledir. Resûlüllah (S.A.V.) bütün cihetlerden
kendisini korumasını AMah'dan niyaz etmiştir. Çünkü Allah muhafaza etmezse
kul, ins, ve cin düşmanlarının arasında, kurt sürüsünün içine düşen koyun gibi
kalır. Alttan gafil avlanmaktan hâsseten Allah'ın azemetine sığınması bunun
bir hususiyet arzetmesindendir. İğtiyâl aldatmak, bir şeyi gizlice almak, helak
etmek gibi mânâlara gelir. Peygamber (S.A.V.)'in, şerrinden Allah'ın azemetine
sığındığı iğtiyâl yer ayrılıp yere batmak
ve denizde boğulmak suretîle vâki' olan helâklardır. Alttan gafil avlanmak
ta'birîle bunları kasdetmiştir. Nitekim Cenâb-i Hak, Kaarun'u yere batırmak,
Fîr'avn'ı da denizde boğmak suretîle helak etmiştir.[822]
1586/1347- «Ibni
Ömer radıyaîîahü anhümâ'âan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüilah
saîlaîîahü aleyhi ve seîlem:
— Allahım, gerçekten
ben, ni'metinin zevalinden, afiyetinin değişmesinden, intikamının ansızın
gelivermesinden ve bütün gazaplarından sana sığınırım; buyuruyordu.»[823]
Bu hadîsi Müslim tahrîc
etmiştir.
Allah'ın verdiği
ni'metin elden gitmesine sebeb, kulun işlediği suçlardır. Şu hâlde hakikatde
tevbe istiğfarın mânâsı: Yâ Rabbî kötü ameller işlemekten sana sığınırız;
demektir, ki bu Allah'dan bizlere bir ta'limidir.
Afiyetin değişmesi, zıddımn
vücud bulmasîle olur.Onun zıddı ise hastalıktır.Yani Resûlüllah (S.A.V.)
hastalıklardan da Allah'a sığınmıştır.[824]
1587/1348- «Abdullah
b. Ömer radıyalldhü anhümâ'âan rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Resûlüllah
scıllallahü aleyhi ve selîem:
— Allahım, ben borcun
batırmasından, düşmanın galebesinden ve düşmanların şamatasından sana
sığınırım; buyururdu.»[825]
Bu hadîsi Nesâî
rivayet etmiştir. Hâkim onu sahîhlemiştir.
Borcun galebesi,
borçlunun onu ödeyememesidir. Bundan Allah'a sığınması Resûlüllah (S.A.V.)'in
borç almasına münâfi değildir. Hattâ vefatında bir miktar arpa mukabilinde
zırhı rehinde bulunuyordu, Borcun Allah'a sığınılacak tarafı onu Ödeyemeyecek
hâle düşmektir. Bir kimse ödeyemeyeceğini bildiği bir borcun altına
girmemelidir. BuhârV-nin tahrîc ettiği bir hadîsde, Resûîüllah (S.A.V.):
— Her kim ödemek
maksadîle başkalarının mallart-nı alırsa, malları onun namına Allah öder; fakat
kim onları itlaf niyetîle alırsa Allah onu telef eder; buyurmuşlardır. Hadîs
geride geçmişti. Resûlüllah (S.A.V.)
borçtan, onun için Allah'a sığınmış; hattâ Hz. Âîşe (R. anhâ), borçtan neye bu
kadar çok istiâze ettiğini sorunca, kendisine:
«Çünkü bir adam
borçlanırsa konuşur yalan söyler; va'd-eder, arkasından (o va'dden) döner»
buyurmuşlardır. İşte borçlu böyle büyük mes'uliyetli bir işi üzerine alıyor
demektir.
Düşmanın galebesinden
murâd: dînî veya dünyevî bir garazla bâtıl hususundaki düşmanlığıdır. Hakkını
korumaktan âciz olan bir kimsenin malını gasbetmek bu kabildendir.
Düşmanların şamatası :
bir kimsenin başına gelen bir felâket veya zarara düşmanlarının sevinmesidir.
Harun (A.S.), biraderi Musa (A.S.)'a : «Bana düşmanları güldürme» diye rica
etmiştir.[826]
1588/1349- «Büreyde
radıyaîlahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah sattallahü
aleyhi ve sellem bir adamı, (Allahırn, ben ancak ve ancak Alfah sen olduğuna,
maksud ve bir olan, doğurmayan ve kendisine hiç bir kimse denk olamayan ilâh
ancak sen idîğine ettiğim şehâdet hürmetine senden niyaz ediyorum) derken
İşitti. Bunun üzerine Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:
— Hakikaten Allah'dan
o ismîle diledi ki, onunla kendisinden istenilirse verir; duâ edilirse kabul
eder; buyurdular.»[827]
Bu hadîsi Dört'Ser
tahrîc etmiştir. İbni Hlbban onu sahîhlemiştir.
«Ehad» biricik, bir
tek, ikincisi olmayan, yegâne bir, mânâsına gelen bir kemâl sıfatıdır; ve
hakikî birliği ifâde eder. Çünkü hakikî birlik: terkipten, âdetten, cismiyet
ve ortaklık gibi şeylerden münezzeh olmaktır. İşte Allah Teâlâ'nın birliği bu
mânâyadır. Vakıa' arapçada «vâhid» de bir demektir. Hattâ «ehad» kelimesinin
aslı da «vehad» dır. Onun hemzesi (vav) dan bedeldir. Fakat bu iki kelime aynı
kökten olmalarına rağmen müteradif değillerdir; aralarında mühim farklar vardır.
Bunların en mühimi: ehad'ın dâima hakikî mânâda birlik ifâde etmesidir. Yani
ehad: hadd-i zâtında «bir» olandır; ikiye veya fazlasına asla İhtimâli yoktur;
dâima bir'dir. maadası yoktur. «Vâhid» Öyle değildir. Onun ifâde ettiği birlik
hakikî olduğu gibi mecazîde olabilir. Meselâ: bir adam, bir nevi' ve bir cins,
kelimeleri arapçada «vâhîd» ile sıfatlanarak «raculün Vahidim, nev'un vâhidün
ve cinsün vahidim» denilebilir. Hâlbuki bir adamın birliği hakikî ise de. bîr
nev'i ile bir cinsin birlikleri mecazî birlikdir. Çünkü bir nev'i ile bir
cinsin hakikatde bir çok ferdleri vardır. Onların birliği, mecmuunu bir saymak
suretîle meydana gelen i'tibâri birliktir.
«Ehad» ile «vâhid»
kelimelerinin farkları hususunda ufemâ'dan Ez-herî, Râgıp, Sa'leb, Ebu'î Beka
ve diğer bir çokları muhtelif beyâ-nâtda bulunmuşlardır. Bunlar için tefsir
kitaplarına müracaat edilebilir.
Samed : Her hacetten
dolayı kendisine baş vurulan ulu zât manasınadır. Bu sıfatı taşıyan zâtın
mutlak surette hiç bir kimseye muhtaç olmaması, bilâkis herkesin ve herşeyin
ona muhtaç olması gerekir ki, Allah'dan maada ayni sıfatı hâiz bir başkasını
tasavvur mümkin değildir. Binâenaleyh hakikatte samed yalnız Allah-u
ZiHcelâl'dir.
«Samed» ismi hakkında
lügat ulemâsı başlıca iki mânâ rivayet etmişlerdir: Birinci mânâya göre samed:
maksud demektir. Bu mânâya göre: bîr kavmin her ihtiyaç hususunda kendisine
müracaat ettikleri büyüğüne samed derler. İkinci mânâya göre samed: içinde hiç
boşluğu olmayan; deliksiz, eksiz som demektir.
Müfessirlerden bir
çoku samedi birinci mânâdan alarak onun sıfât-ı sübutiyyeden olduğunu söylemiş;
bazıları ikinci mânâdan olmak üzere sıfat-ı selbiyye'den addetmiş; bir
takımları da her iki sıfatı tazammun etmek suretîle tefsirde bulunmuşlardır.
Bunların içinden üçüncü kavil, tefsire daha lâyık görülmektedir.
Allah'ın doğurmamakla
vasıflandırılması hiç bir şey cinsinden olmadığını, hiç bir yardımcı veya
kendi yerine kalacak evlâda ihtiyacı bulunmadığını beyân içindir. Zîrâ Teâiâ
Hazretleri ihtiyâç ve ölüm gibi şeylerden münezzehdir. Aynı zamanda bu cümle,
Hz. İsa ile Üzeyir (aleyhimesseîâmya «Allah'ın oğlu» Melek'lere «Allah'ın
kızları» diyenlere red cevâbıdır.
Allah'ın doğurulmamiş
olmasından murâd, mahlûkatı gibi -hâşâ-bir zamanlar dünyada yokken sonradan
vücûda gelmiş olmadığını beyândır.
Küfüv : denk ve
mümasil demektir. Mânâ: Allah'ın zâtında ve sıfatlarında bir mümasil yoktur;
demektir.
Hadîs-i şerîf duâ
ederken bu kelimeleri söylemenin pek yerinde bir iş olacağına delâlet ediyor.
Zîrâ Resûlüllah (S.A.V.) bunlarla Âllah'dan bir şey istenilirse vereceğini,
bunlarla duâ edilirse kabul edeceğini, haber veriyor. Suâlin mânâsı, hacet
dilemektir. Duâ ondan daha umûmî bir mânâ ifâde eder. Binâenaleyh hadîsde
duanın suâl üzerine atfedilmesi, ânımın hâss üzerine atfı kabîlindendir.[828]
1589/1350- «Ebu
Hİ/reyre radıyallakü anh'tian rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüilah
sdllctllahü aleyhi ve sellem sabahladığı zaman :
— Allahım, ancak senin
(kuvvet ve kudretin) le sabahladık; İncak senin (kuvvet ve kudretin} le
akşamladık; ancak senin (kuvvet ve kudretin) |e yaşar; ve ancak senin (kuvvet
ve kudretin) le ölürüz. Diriltmek dahi ancak sana mahsustur; der; akşamladığı
vakît de bunun mislini söylerdi. Şu kadar var ki :
Varış ancak sanadır;
(cümlesini ilâve e) derdi.»[829]
Bu hadîsi Dort'fer
tahrîc etmişlerdir.
Hadîsteki zarfların
muteallakları hazf edilmiş tir. Bu müteallaklar (kuvvetin, kudretin ve icadın)
diye takdir olunurlar» Yani: Biz ancak senin yaşatman ve sabahı îcâd etmenle
sabaha çıktık; demektir. Diğer cümlelerde de hâl böyledir.
Nüşur : diriltmektir.
Uyku ile ölüm arasında münasebet vardır. Çünkü ölüm uykunun kardeşidir.
Binâenaleyh uykudan uyandırmak, ölüyü diriltmeye benzer. Nitekim akşam
hakkında, varışı zikretmek de münasibtir. Zîrâ, geceleyin uyunur. Uyku ölüm
gibidir.
Hadîs-i şerif de, her
in'âm ve ihsanın Âllah'dan olduğunu ikrar vardır.[830]
1590/1351- «Enes
radıyallahü anh'dan rivayet edilmiştir. Demiştir kî: Resûlüllah sallallahü
aleyhi ve seUem'in ekseriyetle duası şu idî:
— Ey Rabbımız, bize
dünyada da âhirette de ni'met ver; hem bizi cehennem ateşinden koru.»[831]
Hadîs müttefekun
aleyh'dir.
Kaadi lyâz diyor ki:
«Resûüillah (S.A.V.)'in bu âyetle duâ buyurması dünya ve âhirete âid duaların
bütün mânâlarım ihtiva ettiğinden-dir. Ulemâ'ya göre burada hasen'in mânâsı
ni'mettir. Peygamber (S. A.V.) dünya ve âhiret ni'metlerini ve azabdan
korunmasını dilemiştir. Biz, Allah dan bunu bize de ihsan buyurmasını niyaz
eyleriz.»
Hasen'in tefsiri
hakkında selef ulemâ çok şeyler söylemişlerdir. tbni Kesir, dünyevî hasene'nin:
afiyet, geniş ev, güzel zevce, itaatli çocuk, bol rızk, faydalı ilim, sâlih
amel, iyi vasıta ve güzel elbise gibi her matluba şâmil oduğunu, uhrevî
hasene'nin en büyüğünü ise: cennete girmek ve emniyete kavuşmak, teşkil
ettiğini söylemiştir. Cehennem'den korumak: dünyada haram veya şüpheli olan
şeylerden kaçınmak gibi azabtan kurtulmayı hazırlayan sebebleri mü-yessir
kılmak, yâhud lütf-u kerem buyurarak affetmekle olur.[832]
1591/1352-
«Ebu Mûse'l-Eş'arî raâıyallahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:
— Yâ Rabbî, benim
günâhımı, cehlimi, isimdeki israfımı ve benden daha iyi bildiğin kusurlarımı
bana bağışla : (Zîrâ) bunların hepsi bende mevcuddur. Yâ Rabbî, gel geçmiş
bütün kusurlarımla gizli ve aşikâr bütün yaptıklarımı ve benden daha iyi
bildiğin hatâlarımı bana bağışla. İlerleten ancak sen, gerileten de ancak sensin;
sen her şeye kaadirsin; dîye dua ederdi.»[833]
Bu hadîsi Buharı ve
Müslim ittifakla tahrîc etmiştir.
Hatîe : Günâh,
demektir. Cehil : îlmin zıddıdır. İsraf : Her şeyde haddi tecavüzdür. Emir
kelimesinin isrâfdan evvel zikredilen cehil ve hatîe'ye teallüku da
muhtemeldir. Cedd: Şakanın zıddı, yâni ciddiyettir. Amid : Kasden yapmak
manasınadır. Bunun hatâ üzerine atfedilmesi, âmmın hâss üzerine atfı
kabîlindendir. Çünkü hatâ şakada olduğu gibi kasden yapılan bir işde de
olabilir. Bunun tekerrürü nevileri çok olduğunu ve nefsin kusurlarda: hâli
kalmadığını beyân içindir. Mukad-dim'den murâd; kulu kemâlât derecesine
yükseltmek, ona muvaffakiyet ihsan etmektir. Muahhir'de: dilediğini batıran,
onu hayırdan uzaklaştıran demektir.
İbnî Abbas hadîsine
göre bu duayı Resûtüllah (S.A.V.) gece namazında okurmuş. Hz Alî (R. A.)
hadîsine göre ise her namazdan sonra okuduğu anlaşılıyor. Nerede okuduğu dahî
ihtilaflıdır. Müslim rivayetine göre selâmla teşehhüd arasında, îbni Hibbâri'm
rivayetinde namazdan sonra yani selâm verdikten sonra okurmuş.[834]
1592/1353- «Ebu
Hüreyre radıyallahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir kî: Resûliillah
sallallahü aleyhi ve sellem:
— Allahım, şanımın
muhafazası demek olan dinimi ıslâh buyur. Hayatım, içinde geçen dünyamı ve
dönüşüm kendine olacak âhiretimi de ıslâh buyur. Hem bana her hayır hakkında
hayatı ziyâde eyle. Ölümü de benim için her şeyden rahat kıl; d (iye duâ ed)
erdi.»[835]
Bu hadîsi Müslim
tahrîc etmiştir.
Bu duâ, iki cihanda
hayrı tezammun etmektedir. Hadîsde ölmek için duâ etmenin caiz olduğuna bir
delîl yoktur. Yalnız ölümün asan olmasını dünya ve kabir şerlerinden emin
olarak gelmesini dilemenin caiz olduğu beyân büyurulmuştur. Zîrâ, kabir:
dünyanın son; âhiretin ilk menzili olması dolayısîle, hem dünya, hem de âhiret
serlerini ihtiva eder.[836]
1593/1354- «Enes
radıyallahü anh'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: ResûlÜüah solldlîahü
aleyhi ve sellem:
— Allahım, beni öğrettiklerinle faydalandır. Bana faydalı olacak şeyleri de
öğret; ve bana faydası olacak bir ilmi
ihsan et; derdi.»[837]
Bu hadîsi Nesâî ile
Hâkim rivayet etmişlerdir. Tirrnizî'de Ebu Hü-reyre'den buna benzer bir hadîs
rivayet etmiştir. Bu hadîsin sonunda : Peygamber (S.A.V.) :
— Beni ilmen
ziyâdeleştir. Hamcf her hâl (ü kâr'da) Allah'a mahsustur. Ben cehennemliklerin
hâlinden Allah'a sığınırım; buyurmuştur. Hadîsin isnadı hasendir.
Hadîs-i şerif, ilmîn
ancak faydalı olanı tahsil edileceğine delâlet' ediyor. Faydalı ilim, din ve
dünyaya müteallik hususâtta kula lâzım olan bilgilerdir.[838]
1595/1355- «Âişe
radıyaîlahü anhâ'dan Peygamber sdlldllahü aleyhi ve sellem'în kendisine şu
duayı öğrettiği rivayet olunmuştur:
— Yâ Rabbî, ben senden
bütün hayrı; peşinini sürelisini, bildiğimi bilmediğimi dilerim. Bütün serden:
peşininden, sürelisinden, bildiğimden, bilmediğimden sana sığınırım, ben
senden kulun ve. peygamberinin dilediği şeylerin on hayırlısından isterim,
Kulun ve Peygamberinin (şerrinden) sığındığı şeylerden de sana sığınırım.
Allah'ım ben senden cennetini ve ona yaklaştıracak kavil ve amei dilerim.
Cehennemden ve ona yaklaştıran kavil ve amelden de sana sığınırım. Benim için
takdir buyurduğun her hükmü hayır (takdir) etmeni senden niyaz eylerim.»[839]
Bu hadîsi İbni SVlâce
tahrîc etmiştir, İbnİ Hİbbân ile Hâkim onu sahîhkmislerdir.
Hadîs-i şerîf, dünya
ve âhiret hususunda hayır duayı, dünya ve âhi-retin şerlerinden Allah'a
sığınmayı, cenneti istemeyi ve her takdir-i ilâhinin hayır olmasını dilemeyi
ifâde etmektedir. Hadîsde kulun ailesi efradına en güzel duaları öğretmesi
gerektiğini işaret vardır.[840]
1596/1356- «Buhârî
ve Müslim, Ebu Hüreyre radıyallahü aıt/ı/dan şu hadîsi tahrîc etmişie-dir.
Demiştir ki: Resûlüliah sallallahü aleyhi ve sellem :
— Allaha sevimli, dile
hafif, tartıda ağır iki kelime vardır: Allahı, hamdine bürünerek tenzih ederim.
Ulu Allah'ı tenzih eylerim (kelimeleri), buyurdular.»[841]
İmam Buhârî (194—256)
«el-Câmiu's -Sahîh» nâmındaki dünyaca meşhur
eserini bu hadîsi şerifle
bitirmiştir. Sonraları bir çok
hadîs imamları BukârVye tâbi' olarak eserlerini hep ayni hadîs iie
tamamlamışlardır.
Buluğ-ul Meram'ın
Mülahhısı olan Büyük Muhaddis İmam İbnİ Hacer-ül Askalânî (R. H.) de bu
kıymetli eserini (20 - Rebîülevvel - 828 H. 10 - Şubat 1425 M. de Allaha Hamd
ederek. Resulü (S.A.V.)'ne Sa-lâvat ü selâm fekrim tazim, ve tebcil ederek
burada hitama erdirmişte. R. Aleyh[842] .
Hadîsdeki iki
kelimeden murâd: iki cümledir. Her iki cümle ibarede haber-i mukâddem'dir.
Mübtedası «sübhânallah» cümlesidir. Cümie olduğu halde bundan müptedâ yapmak
mümkin olmuştur; çünkü «şu söz» mânâsınadırlar. Haberin önce zikredilmesi,
dinleyeni asıl mübtedâya dikkat etmeye teşvik içindir.
«Hafif» den murâd:
dile kolay gelendir. Tîbî demiştir ki: «Hafiflik, kolaylığa» istiare edilmiş
nıiisteâr bir sözdür. Dile kolay gelmesi, bazı eşyanın, sahibine hafif
gelmesine benzetilmiştir.» Bu hadîsde, şâir tekliflerde meşakkat bulunduğuna;
mezkûr iki cümlenin dile kolay olmakla beraber tartıda meşakkatli ameller gibi
ağır basacağına işaret vardır.
Ulemâ'dan bir zât'a
iyiliklerin niçin ağır, kötülüklerin neden hafif geldiği soruldukda; «Çünkü
iyiliğin acılığı görülür; tadı görülmez. O bundan dolayı ağır gelir; onun
ağırlığı senin terketmene sebeb olmamalı. Kötülüğün ise tadı duyulur, acılığı
duyulmaz. Bundan dolayı o hafif gelir. Binâenaleyh sakın onun hafifliği senin
günâh istikâbına sebeb olmasın.» demiştir.
Hadîsi şerif âhiretde
mizan'ın sübûtuna delildir. Nitekim KuKân-ı Kerîm'in bir çok âyetleri de aynı
hakikati nâtıktır. Ulemâ mizan ve onda- tartılacak şeyler hakkında ihtilâf
etmişlerdir. Bazılarına göre tartılacak şeyler amel defteridir. Çünkü ameller
araz kabîlindendir; onlar ağırlıkla yeğinlikle vasıflanamaz. Hadîs imamlarîle
ulemâ'nm mu-hakkıklanna göre tartılacak şeyler amellerin kendileridir. Zîrâ
âhirette amellerin de vücudları olacaktır. Hz. Câbir (R. A.)'dan merfu' olarak
rivayet olunan şu hadîs buna delîldir:
«— Kıyamet gününde
mizanlar kurulacak ve iyilikler, kötülükler tartılacak, her kimin iyilikleri
kötülüklerinden bir dâne ağırlığı ağır gelirse cennete girecek; kimin kötülükleri
iyiliklerinden bir â^ne ağırlığı ağır gelirse cehenneme girecektir.»
— Ya iyilîklerSle
kötülükleri müsavi gelirse (ne olacak?)
diyenler oldu. Resûlüllah (S.A.V.):
— Onlar aTrâfll'ardr;
buyurduîar.s Maamâfîh en salim yol, mizan, amellerin tartılması ve şâire gibi
âbiret umurunun hak olduğuna iman ederek keyfiyeti erini Allah TeâİC'mn/ilmine
havale eylemektir..
Bazıları hiç günâhı
olmayan ve pek çok sâlih amelleri bulunan mü'-mini bu hükümden müstesna saymış;
ve böylesinin hiç hesap vermeden cennete gireceğine kaail olmuşlardır. Onlar
hiç bir iyiliği olmayan fakat küfürden başka bir kötülüğü de bulunmayan kâfirin
de hesap ver-mekden müstesna olduğunu; zîrâ soruca sualsiz cehenneme gideceğini
söylerler. Kurtubî ulemâ'dan bazılarının: «Kâfirin sevabı yoktur, onun iyiliği
mizana konmaz; çünkü Teâlâ Hazretleri : Ben kâfirler için kıyamet gününde
mizan kurmam; buyurmuştur. Ebu Hüreyre'nin SdhîH'de rivayet edilen bir hadîsine
göre: Kâfir Allah indinde bir SÎvrİ sineğin kanadı kadar tartı tutmaz:
Duyurulmuştur. dediğini naklemişse de buna şöyle cevap verilmiştir: «Bu âyet ve
hadîsin ifâde ettiği mânâ, kâfirin hakaretinden kinayedir. Bundan onun
amellerinin tartılması lâzım gelmez.»
Hâsılı kıyamet gününde
mü'min veya kâfir bütün kulların amelleri tartılacaktır. Delillerin umumu bunu
göstermektedir.
Cenâb-ı Hak cümlemize
imânımızda sebat, nezd-i Bârisinde makbul amellere muvaffakiyet ve hüsn-ü
hatimlere mazhariyet ihsan buyursun.[843]
[1] Sûre-İ Nûr; âyet: 2.
[2] Sûre-l Nûr; âyet: 4.
[3] Stûre-i Maide; ayet: 38.
[4] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/5-6.
[5] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/7-8.
[6] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/8-9.
[7] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/9-10.
[8] Sûre-i Nisa; ayet: 15.
[9] SÛre-l Ntsâ; âyet: 25.
[10] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/10-12.
[11] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/13.
[12] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/13-18.
[13] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/18.
[14] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/18.
[15] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/18-19.
[16] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/19-20.
[17] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/20-21.
[18] Sûre-i Nisa; Ayet: 25.
[19] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/21-23.
[20] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/23.
[21] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/23-25.
[22] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/25-26.
[23] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/26-27.
[24] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/27.
[25] Elini koyanın İsmi Abdullah b. Snrya İdi.Yahudiler
suçluları Peygamber (S.A.V.)'e
getirmişlerdi.Balat, Mescid-İ Nebevl'nln kapısına yakın bir yerdir.
[26] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/28-29.
[27] Bu zat Bnsar'dandır. VAkıdt O'nun gerçekten Mhftbt
olduğunu söylemiştir. Hz. Alt (R. A.) devrinde Temen'de valilik yapmıştır.
[28] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/29-30.
[29] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/30.
[30] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/30.
[31] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/30-32.
[32] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/32.
[33] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/32.
[34] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/33.
[35] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/33.
[36] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/33-34.
[37] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/34.
[38] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/35.
[39] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/35.
[40] Süre-i Nûr; âyet: 23.
[41] Sûre-1 Nûr; âyet: 4.
[42] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/36-37.
[43] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/37.
[44] Sûre-İ Nûr; ayet: 11.
[45] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/37-38.
[46] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/39.
[47] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/39.
[48] Ebu İmran Abdal, b. Amir ı Şam'ın Hftfızlanndandır.
Alim ve rl-v&yet ettiğini belleyen bir zattı. MbUa'in sektetoci tabakasından
ve yedi kur-radan biri İdi Vasile b. el-Eska,' ve baakalanndan rivayette
bulunmuş; Kurân-ı Herimi Mofteettt'katt Şuıâb-ı Hf^nrnrdea okumuştur. Onun
üstadı İse Hs. Osman (E. A.) idi. Ibni Amir, hicreti. 21. d yılında doğmuş;
118'de vefat etmiştir.
[49] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/40.
[50] Nûr Sûresi; âyet: 4.
[51] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/40.
[52] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/40-41.
[53] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/41.
[54] Süre-i Nisa: ayet: 41.
[55] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/41-42.
[56] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/42.
[57] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/42-44.
[58] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/44.
[59] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/44.
[60] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/44-45.
[61] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/45.
[62] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/45.
[63] Bu kadının ismi Ffttnna binti Esvod'dir. Babası kâfir
olarak Bettr harbinde Hz. Hamza (B. A.) tarafından öldürülmüştür..
[64] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/45-48.
[65] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/48.
[66] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/48-49.
[67] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/49.
[68] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/49-50.
[69] Bu zatın İsmi ma'lûm değildir. Htcazlılar'dan sayılır.
Bu hadisi kendisinden Etra Zerr (B.A.)'tn mevlası Eba'l - Mttnzlr rivayet
etmlgtlr.
[70] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/50.
[71] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/51-52.
[72] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/52.
[73] Sûre-İ Bakara; âyet: 188.
[74] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/52-53.
[75] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/53-54.
[76] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/54-55.
[77] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/55.
[78] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/55-57.
[79] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/57.
[80] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/57-60.
[81] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/60.
[82] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/61.
[83] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/61-66.
[84] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/66.
[85] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/66-68.
[86] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/68.
[87] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/68-69.
[88] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/69.
[89] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/69-70.
[90] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/70.
[91] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/70-71.
[92] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/71.
[93] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/71.
[94] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/71.
[95] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/71-74.
[96] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/75.
[97] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/75.
[98] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/76.
[99] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/76.
[100] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/76.
[101] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/76-77.
[102] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/77.
[103] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/77.
[104] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/78-79.
[105] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/79.
[106] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/79-80.
[107] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/80.
[108] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/80-81.
[109] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/81.
[110] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/81-82.
[111] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/82.
[112] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/82-83.
[113] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/84.
[114] Hz. Hâlid, sahâbi'dir. KûfelUer'den sayılır.
Kendisinden Ebu Ostnan-ı Nettdl, Abdulah b. Yesar ve mevlâsı Müslim rivayette
bulunmuşlardır. Hz. Haildi, Sa'd b. Ebi Vakkas (B. A.) Kadisiye harbine
kumandan tayin etmişti. Kûfe'de «60» tarihinde vefat etmiştir.
[115] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/84-86.
[116] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/86-87.
[117] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/87.
[118] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/87.
[119] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/87.
[120] Sure-i NÛr; âyet: 5.
[121] Sûre-i Enfftl; âyet: 39.
[122] Sûre-i Bakara; ayet: 216.
[123] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/88-90.
[124] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/90.
[125] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/90.
[126] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/90-91.
[127] Tevbt sûresi; ftyet: 89.
[128] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/91.
[129] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/91.
[130] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/91-92.
[131] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/92-93.
[132] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/93.
[133] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/94.
[134] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/94.
[135] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/94.
[136] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/94-95.
[137] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/96.
[138] Sûre-i Bakara: 198.
[139] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/96-98.
[140] Abdullah b. Sa'dl (K.A.)'in künyesi Ebu Abdlllâh'dır.
Sa'dl İsmi etrafında bir çok sözler vardır. Hz. Abdulah'a Sa'dl denilmesi Bent
SaCd kabilesinden bir süt anaya verildiği içindir. AbdalUb (R. A.) Şarku'l -
Ürdün'de ya-samig; bir rivayete göre Şam'da «50» tarihinde vefat etmiştir.
Sahabî'dlr; rivayeti de vardır. Bunu tbnü'l - Esfr kaydeder: cKendlslne İbni
Sa'dl denilmesi ceddine nöbetledir» diyenler olduğu gibi «tbni Sâİdİ»
diyenlerde vardır. Nitekim Ebu Davud'un «sünen» inde bu isimle yad olunur.
[141] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/98.
[142] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/99.
[143] Eba Abdill&h Nftfl b. Sercis. :iz. lbni Ömer'in
azadlısıâır. Medlne'U olup tftbU'nin büyüklerindendlr. Mutemed r&vilerin
meşhurlanndandır. tbni Ömer'le KbÛ Said (R-A.)'dan hadîs dinlemiştir. Bir
riv&yete göre «117» diğer rivayette «120» târihinde vefat etmiştir.
[144] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/99-100.
[145] Cizye; Cezdan müştak olup gayrimüslimlerden alman vergidir.
[146] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/100-101.
[147] Sûre-i Tevbe: 29.
[148] SÛre-i Bakaca: 193.
[149] Sûre-i Nisa: 89.
[150] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/101-104.
[151] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/104.
[152] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/104-105.
[153] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/105.
[154] Sûre-i Ahzab: 9.
[155] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/105-106.
[156] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/106.
[157] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/106-108.
[158] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/108.
[159] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/108-109.
[160] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/109.
[161] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/109-110.
[162] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/110-111.
[163] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/111.
[164] Mabreze : îki kişinin cenk etmesidir.
[165] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/111.
[166] Sûre-İ Hac: 19.
[167] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/111-112.
[168] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/112.
[169] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/112-113.
[170] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi
ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/113.
[171] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/113.
[172] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/114.
[173] Sûre-i Nisft; âyet: 161.
[174] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/114-115.
[175] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/115.
[176] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/115-117.
[177] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/117.
[178] Afrft bir kadındır.
Ebu Cehli yaralayan oğulları, Mnavvİs ile Ma-az'dır. Kocası da el-Haris
b. Rlffta'dır.
[179] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/117.
[180] Bak: BUIûgUl - meram. Cilt: I. Sfcf. 310.
[181] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/118.
[182] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/118.
[183] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/118.
[184] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/118-121.
[185] Ebu Abdillah Said
b. Cübeyr-i Esedi Kufi: Tabi’nin ulemasındandır.İbni Mes’ud, İbni Abbas,
İbni ömer, İbni z-Zübeyr ve Enes (radiyallahü anhüm) hazeratından hadis
dinlemiştir.Kendisinden de Amr b. Dinar
ile Eyyüb rivayette
bulunmuşlardır.Hz.Said 95 hicri yılının Şa’ban ayında Haccac öldürmüş, kendisi
de avni senenin ramazanında ölmüştür.
[186] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/121.
[187] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/121.
[188] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/121-122.
[189] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/122.
[190] Sahr b. Ayle: îbnl EblT-Ayle diye de ma'ruftur.
KftfeUIer'den sayılır, KûfelUer'e rivayet etmlgür. Kendilinden oğlunun oğlu Osman
b. Ebl Hftzlm hadis rivAyet etmiştir.
[191] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/122.
[192] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/123-124.
[193] Cübeyr b. Mut'im (R. A.) : Arap'ların neseblerlnl
bilen bir sahâbl-dir. «58» veyft «59» tarihinde vefat etmiştir. Mat'İm b. Adiy
Hz. CÜbeyr'İn babasıdır.
[194] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/124.
[195] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/124-125.
[196] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/125.
[197] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/125-126.
[198] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/126.
[199] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/126-128.
[200] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/128.
[201] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/128-129.
[202] Ebu Yezld Maun b. TezM-t Sttleml'dir. Dedesi, babası
ve kendisi Bedir gizâsına iştirak eden ashâb-i klrtm'dandırlar .Bazdan Hs.
Maan'ın, Bedir gazasına İştirakini sahih bulmazlar. Kûfelİleir'den sayılır.
[203] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/129.
[204] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/129.
[205] Habîbü'r - rûm» derlet OL Ha. Ömer (B.A.) tarafından
el-Cezire (Mesopotamya)'ya vali tayla edilmiş; sonra buna Ermenistan ve
Azerbaycan vilâyetleri de katılmıştı. Hz. Hablb du&Bi müsteab bir zattı
«42» tarihinde Şam'da ve bir rivayette Ermenistan'da vefat etmiştir.
[206] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/129-130.
[207] Sûre-i Enfal; ayet: 1.
[208] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/130-131.
[209] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/131.
[210] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/131.
[211] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/131.
[212] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/131-132.
[213] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/132.
[214] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/132-133.
[215] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi
ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/133.
[216] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/133.
[217] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/133-134.
[218] Ümmtt HAni : Ebû Tftllb'ln kızı ve Hz. Ali (R.A.)'ın kız kardegi-dir. |sml bir rtvftyete
göre Hind, diğer bir rivayete göre F&tıme'dir.
[219] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/134-135.
[220] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/135.
[221] Sûre-i Tevbe; ftyet: 28.
[222] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/135-138.
[223] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/138.
[224] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/138-139.
[225] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/140.
[226] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/140.
[227] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/140.
[228] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/140.
[229] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/140-141.
[230] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/141.
[231] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/141-143.
[232] Ifecer: Bahreyn'de bir yerdir.
[233] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/143.
[234] Sûre-i Tevbe; ftyet: 20.
[235] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/143-145.
[236] Asım b. Ömer (B.A.): Ebû Amir Asım b. Ömer b.
Hatt&b'tır. Be-»ûlÜHalı
(S.A.V.)"in vefatından İki yıl fince doğmuştur. Takışıklı İri
vücudlu faziletli ve şftir bir zâttı. Kardeşi Abaallah'ın vefatından dört yü
önce, yani «7» târihinde vefat etmigtir. Ömer b. Abdilaziz'in anne tarafından
dedesidir. Kendisinden Ebn Ümamete'bntt SebJ ve Urvetil*bntt Zübeyr hadFs
rivayet etmlglerdir.
[237] Osman b. EM Süleyman: Cttbeyr b. Mut'ln'In oğludur.
Ebn Seletne-te'bnU Abdİrrahman İle Amir b. AbdUlah'dan ve başkalarından hadis dinlemiştir.
[238] Devmetül - cendel : Bir yerin İsmidir.
[239] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/145.
[240] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/145-146.
[241] Ma’afir: Yemen'de bir beldenin İsmidir. Burada kumag
i'snI edilir.
[242] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/146.
[243] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/147-148.
[244] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/148-149.
[245] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/149.
[246] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/149.
[247] Süre-i Bakara; âyet: 83.
[248] Sûre-i Nisa; ftyet: 85.
[249] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/149-151.
[250] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/151.
[251] Sûre-İ Mûmtahine; fiyet: 10.
[252] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/151-152.
[253] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/152-153.
[254] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/153.
[255] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/154.
[256] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/154.
[257] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/154-155.
[258] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/155.
[259] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/155.
[260] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/155.
[261] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/155-156.
[262] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/156.
[263] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/157.
[264] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/157-158.
[265] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/158.
[266] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/158.
[267] Sûre-I En'âm; ayet: 145.
[268] Bir nev'i kertenkele.
[269] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/158-161.
[270] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/161.
[271] Sûr-i Nahl; âyet: 8.
[272] fmtinan : Verdiği nimeti sayıp dökmek.
[273] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/161-164.
[274] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/164.
[275] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/164-165.
[276] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/165-166.
[277] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/166.
[278] Göçken kuşudur.
[279] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/166.
[280] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/166-167.
[281] İbni Ebî Ammâr (R.A.) AMurrahman b. Ebî Ammâr-ı
ftfekkl'dir. Ebo Zür'a ile Xesâi onu mu'temed addetmişlerdir. Hakkında söz eden
bulunmamıştır. Çok ibâdet ettiği İçin kendisine «kass» derlerdi.
[282] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/167.
[283] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/167-168.
[284] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/168.
[285] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/168.
[286] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/169.
[287] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/169-170.
[288] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/170.
[289] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/170.
[290] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/170.
[291] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/170-171.
[292] Bir nevi kertenkeledir.
[293] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi
ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/171.
[294] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/171-173.
[295] Abdurrahman b. Osman (B. A.) : Sahâbe-i kirâm'dan
Talha b. Abdullah'ın kardeşidir. Peygamber (S.A.V.)'e yetiştiği, fakat
kendisini göremediği söylenir. Bir rivâyetde Mekke'nin fethinde, diğ-er bir
rivâyetde Hudeyb'ye gazasında müslüman olmuş; Ulı&d harbinde Ibni Zübeyr'le
beraber şehîd edilmiştir. Kendisinden
iki oğlu ile İbni Münke'dir; had"s
rivayet etmişlerdir.
[296] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/173.
[297] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/173-174.
[298] Süre-i Maide; âyet: 4.
[299] Süre-i Maide; âyet: 4.
[300] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/174-175.
[301] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/175-176.
[302] Pars terbiye edilerek avcılıkta kuHanılabilirmİş.
HanefHer'den İmam Şemsül Eimme-i Serahsî, şeyhinden naklen pars hafcmda şunları
söylemiştir: «Parsın bir takım hasletleri vardır ki, akıllı bir kimseye onları
parsdan almak gerekir. Meselâ : Pars avını tutmak, için gizlenir; bu onun bir
hîlesidir. insana gereken de düşmanına kargı ' aşikâre muhalefetde bulunmayıp
fırsatını kollamak ve maksadına kendini yormadan kolayca nail olmaktır. Pars
döğ-mekle Öğrenmez. Ona öğretmek için, avını yiyen köpeği huzurunda döğerler.
Böylece pars da vazifesini Öğrenmiş olur. Âkilin de böyle olması ve başkasından
ibret alması îcâbeder. Pars murdar et yemez. O. sahibinden temiz et ister.
Âkil insan da Öyle olmalı ve ancak helâl rızk yemelidir. Pars ancak üç, veya
beş adım kogar; avını yakalayabilirse yakalar; yakalayamazsa buralar ve: ben
âlem için çalışıp kendimi öldüremem; der. Akıllı insan da Öyle olmalı. Pars
sahibinin arkasından yürümez. Ve: ben ona muhtaç değil, o bana muhtaç. O halde
ben kendimi aşağılatamam; der. Akıllı bir insan da öyle olmalı. Bilhassa
talebesinin peşinden koşup onu aramamalıdır.
[303] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/176-177.
[304] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/177-178.
[305] Sûre-İ Enam;
âyet: 121*.
[306] Sûre-i Mâİde; âyet: 3.
[307] Sûre-i Mâide; âyet: 5.
[308] Sûre-i Mâide; âyet: 4.
[309] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/178-182.
[310] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/182.
[311] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/182-183.
[312] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/183.
[313] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi
ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/183.
[314] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/183-184.
[315] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/184-185.
[316] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/185.
[317] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/185.
[318] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/186.
[319] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/186.
[320] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/186.
[321] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/186-187.
[322] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/187.
[323] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/188-189.
[324] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/189.
[325] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/189.
[326] Şeddâd b. EVb (R.A.) : Ebü Yala künyesini taşıyan bu
zât Ensar'-dan olup Hassan b. Sabit (R. A.)'in kardeşinin oğludur. Bedir
gazasına iştirak ettiği yolundaki rivayet sahih değildir. Beyt-İ ftlakdiş'e
yerleşmişti. Şatnlılardan sayılır. Ubadetli'bntt Sfimit ile Ebûd - Derdâ onun
hakkında : «Şeddad kendisine İlim ve hiim. verilen zevattandır» demişlerdir.
«68» târihinde vefat etmiştir. Daha başka t&rlhde, diyenler de vardır.
[327] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/189-190.
[328] Sûre-i NahI; âyet: 90.
[329] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/190.
[330] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/190.
[331] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/190-192.
[332] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/192.
[333] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/192-193.
[334] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/193.
[335] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/193-194.
[336] Sûre-i Bakara; âyet: 127.
[337] Sûre-i Enam; âyet: 79.
[338] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi
ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/194-195.
[339] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/195-196.
[340] Sûre-i Kevser;
âyet: 2.
[341] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/196-197.
[342] Cündeb b. Süfyan (E. A.) : Künyesi Ebû Abdillâh'tır,
Evvelâ Küfe'-de oturmuş; sonra Basra'ya gitmiştir. Bilâhare oradan da çıkmış ve
dört sene snnra tbni Zübevr fitnesirde vefat etmiştir.
[343] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/197-198.
[344] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/198-200.
[345] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/200-201.
[346] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/201.
[347] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/201.
[348] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/201-202.
[349] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/202.
[350] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/202-203.
[351] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/203.
[352] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/203-204.
[353] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/204.
[354] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/204-206.
[355] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/206.
[356] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi
ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/206.
[357] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/206-208.
[358] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/208.
[359] Mekke'Ii bir Sahâbiyye'dir. Bazı hadîsler rivayet
etmiştir.
[360] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/208.
[361] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/208-209.
[362] Bizim zamanımızda daha da genişlediler. YapraJc,
toprak, yalçın, kaya, mete, suna, meral, ilâh... derken şimdi, masum yavrulara Kennedy, Ux
gibi hristiyan adı takılmağa başlandığını duyuyoruz.
[363] Şerefü'd-Dîn, Kivainü'd-Dîn, ilâh...
[364] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/209-212.
[365] Sûre-i Saffat; âyet: 93.
[366] Sûre-i Hacc; âyet: 29.
[367] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/212-214.
[368] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/214.
[369] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/214-217.
[370] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/217.
[371] Hânis olmak, yemînini bozmaktır.
[372] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/217-218.
[373] Mekke'nin fethinde müslüman olan bir sahâbe-i
Celîl'dir. Sicistan'ı fethetmiş; sonraları Basra'ya yerleşmiştir. H.S. 50 târihinde
veya biraz sonra Basra'da vefat etmiştir.
[374] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/218.
[375] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/218-219.
[376] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/219-220.
[377] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/220-221.
[378] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/221.
[379] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/221-223.
[380] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/223-224.
[381] Süre-i Bakare; âyet: 225.
[382] Sûre-i: Maide Ayet:
(89).
[383] Sûre-l: Nisa Âyet:
(31).
[384] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/224-228.
[385] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/228.
[386] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/228-229.
[387] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/229.
[388] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/229-231.
[389] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/232.
[390] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/232.
[391] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/232.
[392] Musannif ile İmam Neveyî, Şafii mezhebindendirler.
[393] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/232-234.
[394]Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/234.
[395] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/234-237.
[396] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/238.
[397] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/238-239.
[398] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/239.
[399] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi
ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/239-240.
[400] Sabit b. Dahhâk-i Eşhelî'dir. Buhârî onun
hakkında:«Sabit, Resû (S.A.V.)'e ağacın altında biat edenlerdendir»
diyor.Kendisinden Etra Kılâbe ile başkaları hadîs rivayet etmişlerdir.
[401] Şam'da veya Mekke yakınlarında bir yerdir.
«Yenbü' arkasında bir tepedir» diyenler
de vardır.
[402] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/240-241.
[403] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/241-242.
[404] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/242.
[405] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/242.
[406] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/242-243.
[407] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/243.
[408] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/243.
[409] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/243-244.
[410] Süre-i îsra; âyet: 23.
[411] Sûre-i îsra; âyet; 4.
[412] Sûre-i Cum'a; âyet: 10.
[413] Sûre-i Mâide; âyet: 49.
[414] Sûre-i Sad; âyet: 26.
[415] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/244-245.
[416] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/246.
[417] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/246-247
[418] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/247.
[419] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/247-248.
[420] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/248.
[421] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/248-250.
[422] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/251.
[423] Kadı Şüreyh : İbni Hâris-i Kindî, Ebu Ümeyyetil'
küfi'dir. Yemen'de ikamet eden evlâd-ı Fürs'ten olduğu rivayet edilmiştir.
(Muhadremun)'dan-dır. Asr-ı saadet'e yetiştiği hâlde Resûl-i Ekrem'e mülâkî
olmak müyesser olmamıştır, îbtida Hz. Ömer (R. A.) tarafından Kûfe'ye Kadı
nasbedilmiş, sonra Osman ve Ali (R. Anhünıâ) ile Benî Ümeyye'nin hilâfetleri
zamanında vazifesinde ibka edilerek bilâ fasıla altmış sene Kûfe'de Kadılık
etmiştir. Daha sonra Haccâc'ın. Küfe valiliği zamanında arzuyu zatisîle
çekilmiştir. Şârih Aynî, Sahibi terceme'nin (98) tarihinde vefat ettiğini
bildiriyor. Hülâsa'da Muham-med İbni Nümeyr'den esahh rivayet olarak (80)
târihinde vefatı rivayet ed-i liyor. Vefatında (110) ve yâhud (120) yağında
idi. Şüphesiz ki Kadı Şüreyh Tabiî ulemâsının en yükseklerinden idi. Zekâ ve
fetâneti hakkında pek çok nevadır, menkuldür. Nâm-ı bülend'i islâm târihi
kazasının sernâme-i mefahiridir. Bir çok hükümleri adâb-ı kazâ'mn birer
enmûzeci Şa'bî : «Kadı Şüreyh kaza âleminin en yüksek bir simadır», tbni
Husayn'ın rivayetine göre bir kere Kadı Şüreyh iki kişi arasındaki bir dâvâ'yı
rü'yet edip de bunlardan birisi aleyhine hükmedince bu küstah herif: Bu hükmün
nereden geldiğini bilirim; diye ağır bir ta'rizde bulunması üzerine çok zekî
olan Kadı-Şüreyh : Allah râşî'ye de mürteşî'ye de yalancı ve müfterî'ye de
lâ'net etsin! Cevâbı ile bu yalancı küstahın yalanını yüzüne vurmuştur.
Hz. Ali (R. A.)'m'n
hilâfeti zamanında müşarünileyh Hazretlerinin huzurunda bir çok muhakemeleri
vardır. Bu hükümler Buhârî'nin Sahihinde ve diğer hadîs ve fıkıh kitaplarında
muharrerdir. Buhârî'nin «Hayi bahsi» nde ta'likan rivayet edip Dâremc'nin
vaslettiği bir haberini nümûne olarak naklediyoruz :
«Bir kere Hz. Ali'ye
bir kadın gelerek zevcinin kendisini boşadığından şikâyet ettiği sırada: bir
ayda üç defa hayz gördüğünü söylüyor. Bunun üzerine Hz. Ali, Kadı Şüreyhe :
— Haydi şunların arasında hükmet bakayım!
diyor. Kadı Şüreyh:
— Yâ Emîrel' mü'minîn! Siz burada bulunurken ben nasıl hükmedebilirim?
demesi üzerine Halîfe hazretleri tekrar:
— Hükmet! diye emretmiş
ve Kadı Şüreyh:
— Bu kadının havass-ı
ailesinden dînine i'timâd edilir bir kadın gelir de: Evet, bu kadın bir ayda üç
defa kirlenir ve her defasında temizlenip namazını kılar, diye şehâdet ederse
müddeî kadının iddiası kabul ve tasdik olunur; demiş. Ali. (R.A.) :
— Kalûn; diye
tasdîketmiştir ki, bu kelime Rum lisanında tahsîn ve takdire mevzu'dur.»
[Hulâsa: 140 ve Umdetül'karî: C. II, Shf. 137] Kâmil Mîras: Tecrid-i Sarih. C. VI. Shf. 574.
[424] Sûre-i îsfa; âyet: 44.
[425] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/251-257.
[426] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/257.
[427] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/257-258.
[428] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/258.
[429] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/258-259.
[430] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/259-260.
[431] Sûre-i Ntsft; âyet: 9.
[432] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/260-261.
[433] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/261.
[434] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/261.
[435] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/261-262.
[436] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/262-263.
[437] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/263.
[438] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/263.
[439] İsmi
Amnı'bnu Mürre'dir. Ashâb'ten olup Ciiheyne'ye mensubtur.
Kendisinden amcası oğlu Ebu Şemmah ve başkaları hadîs rivayet etmişlerdir.
[440] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/263.
[441] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/263-264.
[442] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/264.
[443] Sûre-i Bakara; âyet: 188.
[444] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/264-266.
[445] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/266.
[446] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/266-267.
[447] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/268.
[448] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/268.
[449] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/268-269.
[450] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/269.
[451] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/269-271.
[452] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/272.
[453] Sûre-i Enfal; âyet: 27.
[454] Sûre-i Talak; âyet: 2.
[455] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/272-273.
[456] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/273-274.
[457] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/274.
[458] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/274.
[459] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/274-276.
[460] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/276.
[461] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/276-277.
[462] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/277.
[463] Badâ'-ı müstefîz : Şüyu' bulmuş süt kardeşliktir.
[464] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/277-278.
[465] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/278.
[466] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/278-279.
[467] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/279.
[468] «Bâb-u Kaza bi'1-yemîn-i ve-ş Şâhîd» babı.
Mısır tab'ı (1371/1952) Cilt. II, Shf. 277.
[469] Sûre-i Talak; âyet: 2.
[470] Sûre-i Bakara;
âyet: 182.
[471] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/279-280.
[472] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/280.
[473] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/280-281.
[474] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/281.
[475] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/281.
[476] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/281-282.
[477] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/282.
[478] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/282-283.
[479] Ebu Muhammed Eş'as b. Kays b. Ma'dîkerib-i Kindî'dir.
Hicretin onuncu yılında Kinde kabilesinden (60) atlı bir hey'ete reîs olarak
Peygamber (S.A.V.)'e gelmiş; ve müslüman olmuştur. Sonra Yemen'e dönmüş; ve
Resûlüllah (S.A.V.)'in irtihalinden sonra irtidad etmişse de Hz. Ebıı Bekir'in
gönderdiği seriyye tarafından esir edilmiş; ve ricası üzerine affedilerek
tekrar müslüman olmuştur. Bilâhare Yermük, Kadîsiye, Irak gazalarına ve sâireye
iştirak ederek büyük gayretler göstermiştir. Câhiliyyet devrinde kavminin reisi
olduğu gibi îslâmiyette dahî büyük bir mevkii vardı. Hz. Osman (R. A.)
samanında Azerbaycan valiliğine ta'yîn edilmişti. Hz. Ebu Bekir'in kız kardeşi
ve Hz. Hasan b. Ali'nin kızı ile evlenmiştir. Hicretin «42» yılında Kûfe'de
vefat etmiş; cenazesini Hz. Hasan kıldırmıgtır.Kendisinden 9 hadîs rivayet
etmiştir.
[480] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/283.
[481] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/283.
[482] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/283-284.
[483] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/284-285.
[484] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/285.
[485] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/285-286.
[486] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/286.
[487] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/286-287.
[488] Zilyed : Malı
elinde bulunduran demektir.
[489] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/287.
[490] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/288.
[491] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/288.
[492] Nükül: Yemin etmekten mektir.
[493] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/288.
[494] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/288-289.
[495] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/289-291.
[496] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi
ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/291.
[497] Süre-i Enam, ayet:122.
[498] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/291-292.
[499] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/292-293.
[500] Küffâr memleketi.
[501] Zülkülâ-ı Hıniyerî'nin künyesi.
[502] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/293-294.
[503] (1448ve 1449) Numaralı hadîs metinleri 1447 Nolu
.hadîste birleştirilmiştir.
[504] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/294.
[505] Rakabe: boyun demektir. Şerîatte bu sözle mecâz-ı
mürsel kabilinden köle ve câriye kasdedilir.
[506] Sûre-i Ali imran; âyet 92.
[507] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/294-295.
[508] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/295-296.
[509] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/296-298.
[510] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/298.
[511] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/298-299.
[512] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/299.
[513] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/299-300.
[514] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/300.
[515] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/300-301.
[516] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/301.
[517] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/301.
[518] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/301-302.
[519] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/302.
[520] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/302.
[521] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/302-303.
[522] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/303.
[523] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/303.
[524] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/304.
[525] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/304-305.
[526] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/305.
[527] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/305-306.
[528] Sûre-i Nûr; âyet: 31.
[529] Abdürrezzak
İbnü Heramam (Ebubekirİssan'ânî): Eski fukahadandır. Evzâî, İmam Dâlik
gibi mefahirden rivayet etmiş, kendisinden de SÜfyan İbni Uyeyne, Ahmed İbni
Hanbel, Yahya tbni MaSn gibi zâtlar rivayette bulunmuşlardır. Zamanında dinî
mesâil hususunda ammenin mürâcaatgâhı bulunuyordu.Sikatınmuvafakat edemiyecekleri bazı rivayetleri vardır.«126» târihinde San'a'da doğmuş «211»
târihinde Yemen'de vefat etmiştir.
(Ömer Nasuh! Bilmen «Hukuk-u Islâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye» Kamusu.
C. I. Shf. 34G).
[530] Mücâhid
tbni Cebr (Ebürihaccacil'mekkî): Tâbiîn'in
büyüklerinden-dir. Tefsir, hadîs, fıkıh'da imam idi. İbni Abbas, Ebu
Hüreyre, Câbir ve Abdullah İbnü Ömer gibi Sahâbe-i Kirâm'dan ve sâireden hadîs
ve ilm ahz etmiştir. Kendisinden de Tavus, tkrime, Katade, İbni Kesir, Ebu
Amr, İbni Alâ gibî zâtlar tefsir ve hadîs ahz ve rivayet etmişlerdir.
İmam Şafiî ile tmam
Muhârî'nin Mücâhid hakkında büyük itimatları vardı. «Sahih-i Buhâri» de
Mücâhid'den birçok tefsirler, hadîsler rivayet olunmuştur. «Tehzibül'esma» da
deniliyor ki : «Mücâhid, fıkıhda, tefsirde, hadîsde-İmamdır. Mücâhid «21»
târihinde doğmuş «103» senesi secde hâlinde vefat etmiştir. Kendisine «İbni
Cübeyr» de denir.
(Ömer Nasuhî Bilmen «Hukuk-u Islâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye» Kamusu.
C. I. Shf. 450)
[531] Burhâneddîn-i flferginanî : Aliyyibni Ebi Bekr :
Me§hur Hanefi fukahasmdandir. Zâhid, müdekkik, edib, şâir, hılâfiyyat'a vakıf
bir zât idi.
Fergane'nin Mergınan
beldesindendir.Müfüssekaleyn Necmüddîn Ebu tıafz Ömeriin-nessefî'den, sadr-ı şehîd
Hüsâmcddîn'deıı ve Şemsiuldîn-i Sereh-sî'nin tilmizi Ebu Ömer ilbeykendî'den
fıkıh ahz etmiştir. Ashâb-ı tercihten veya müctehîd fî'1-mezheb sayılmaktadır:
Bu zât, Bubaralılar ile
Cengiz arasında sulh akdine memur olmuş idi. Buhara ahalisinden bazıları
muahede hilâfına hareket etmekle Cengiz, şehri yakmış, ahalisini öldürmüş, o
sırada bu muhterem âlim de şehîd edilmiştir. «El-Hidâyeü diye meşhur bir eseri
vardır ki: «Bidâyetü'l-mUbtedî» adı ile yazmış olduğu muhtasar bir fıkıh
kitabıpın şerhidir. «Hidâye»'de en ziyâde İmam Mu-hammed'in «Cümiü's - Sagir»
adındaki .kitabı ile Muhtasar-i Kuddurî'ain meselelerini şerh ve :isah eder.
«Hidâye» üzerine de bir çok şerhler yazılmıştır.
Bu zâtın «Kifayetin - müntehi», «Kitâbeü't - teenîs», «NeşrÜ'l -
Mezheb», «Mubtarat-ı mecmuinnevazil», «El-mezîd», «Menâsİk-i hac», «KitâbÜ'l -
fer&iz» gibi şâir kıymetli eserleri de vardır. Vefatı «593» târihine
müsadiftir. (Ömer Nasuhî Bilmen «Hukuk-u tslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye»
Kamusu. C. I. Shf. 855).
[532] Sûre-i Nûr; âyet:
31.
[533] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/306-309.
[534] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/309.
[535] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi
ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/309-310.
[536] Kûfeii sayılır. Kendisinden tbni Seleme'nin kardeşi
Ebu Vâil ve başkaları hadîs rivayet etmişlerdir.
[537] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/310.
[538] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/310.
[539] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/310-311.
[540] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/311.
[541] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/311.
[542] Sûre-i Nûr; âyet: 33.
[543] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/311-312.
[544] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/312.
[545] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/312.
[546] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/313.
[547] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/313-319.
[548] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/319.
[549] Bundan dolayıdır ki, Kanunî Sultan Süleyman :
«Halk içinde mu'teber
bir nesne yok devlet gibi. Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.»
demiştir.
[550] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/319-320.
[551] Nevvâs b. Sem'ân-ı Kilâbî (E.A.) : Resûlüllah
(S.A.V.)'e gelerek kı-zınııona veren zâttır. Peygamber (S.A.V.)'den Allah'a
sığınan kadın budur. Hz. Nevvâs Şam'a yerleşmişti. Onun için Şamlılar'dan
sayılır. Müslim'in «Sa-hîh»inde onun Ensar'a nisbet edildiği görülür. Fakat
Kaadî tyaz ve başkaları: «Meşhur olan kavle göre Kilâbî'dlr» demişlerdir.
Ensâr'm müttefik ve dostu olması muhtemeldir.
septir. Seyyîd Şerif «et-Ta'rifât» nâm eserinde şöyle demiştir: «güzel
ahlâkın sabit bir şekil olduğu, makbul fiillerin, suhulet ve kolaylıkla, fikir
yormaya hacet kalkmaksızın ondan sâdır olduğu söylenir.»
[552] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/320.
[553] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/320-321.
[554] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/321.
[555] Mukatil îbn-i Süleyman: Ebü'l-Hasen Mukatil İbn-i
Süleyman el-Hora-sânl el-Belhî: Meşhur bir müfessirdir. «150» de vefat
etmiştir. R. Aleyhi, Mu-hatil kudretli bir âlimdir. Nâfi', Ebu tshâk, Zührî,
Dahhâk, Mücahid, İbn-i Şîrîn, Zcyd b. Eslcm, Atâ, îbn-i Ebî - Müleyke, Atiyye
b. Sa'd gibi zevattan ilim aksetmiştir. Kendisinden de Buğye b. Velîd, Sa'd
tbnü's-Salt, Abdü's - Samed, tbnü'1-Iyd gibi zâtlar tahsilde bulunmuşlardır.
Mukatil, tefsir, hadîs
ilimlerinde büyük bir iktidar sahibi idi. Kendisini tezkiye edenler bulunduğu
gibi cerh edenlerde vardır. Şu'be'nin, Mukatil'in nevale -ç:n'idir.» demiştir.
Halîli de demiştir ki :
«Mukatil'in mevkii ehl-i tefsîr nezdindc büyüktür.» Mukatil tefsirini tbn-İ
Abbas Hazretlerinden ahzetmiştir. Bu tefsiri Dahhâk'in hayatında tedvin eylemiş
olduğu mervîdir. Bağavî, Mukatil'in tefsirini Abdullah b. Sabit tarîki ile
tahrîc etmektedir.
Mukatil tefsîri'nin bir
nüshası, Birinci Sultan Harnîd kütüphanesinde (S8) numarada ve Kütüphâne-i
Umümî'de (561), (381) numaralarda
mevcuttur.
(Ömer Nasuhi Bilmen «Büyük Tefsîr Tarihi - I - Tabakatu'l - MÜfessîrin»
Cüz. 2. Shf. 124).
[556] Sûre-İ Mücâdele; âyet: 8.
[557] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/321-322.
[558] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/323.
[559] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/323-324.
[560] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/324.
[561] Ekmekle kaşık ve çatal gibi şeyleri silerek, masa
altına atua nankörlerin, kulakları çınlasın.
[562] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/324-325.
[563] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/325.
[564] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/325-327.
[565] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/327.
[566] Süre-i Nur, ayet:61.
[567] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/327-328.
[568] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/328-329.
[569] Aîkâme İbni Kay s: Tabiîn'in büyüklerinden ve Abdullah
İbnü Mes'-ud'un ashâbmdandır. Hadis ve fıkıh ilimlerinde mütebahhir idi. Ömer
İbnil Hattâb'dan, Osman İbni Alfan ile imam Ali'den ve şâir ashâb-ı güzın'den hadîs
istima' etmiş, kendisinden de Nehâî, Şa'bî, İbni Sîrin gibi zevat rivayette
bulunmuşlardır. Esved İbni Yezid ile Abdurrahman İbnü Yezid'in amcasu idi.
Esved ile Abdurrahman ise İbrahim Nehâî'nin dayılarıdır. Hepsi de fut; :dan
meşhur simalardır.
İbrahim Nehaî demiştir
ki: Aîkâme, İbni Mes'ud hazretlerine benzerdi. Aikame'nin celâleti kadri
hakkında ittifak vardır. Vefatı «62» târihine müsadiftir.
(Ömer Nasubi Bilmen «Hnkuk-u Islâmiyye ve Istılahat-l Fıkhtyye» Kâmnsn.
C. I. Shf. 347).
[570] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/329-330.
[571] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/330.
[572] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/330.
[573] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/330-331.
[574] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/331.
[575] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/331-332.
[576] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/332.
[577] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/333.
[578] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/333.
[579] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/333-334.
[580] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/334-336.
[581] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/336.
[582] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/336.
[583] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/337.
[584] Sûre-i Araf;
âyet: 30.
[585] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/337.
[586] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/338.
[587] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/338.
[588] Sûre-i Yûnus; âyet: 49.
[589] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/338-340.
[590] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/340.
[591] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/340-341.
[592] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/341-342
[593] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/342-344.
[594] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/344.
[595] Sûre-i Lokman; âyet: 15.
[596] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/345-347.
[597] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/347.
[598] EMi'l-Hasen Ali İbnü'l - Halef (İbnü Battal, Mağribî, Mâliki):
Mâliki mezhebinin büyük fukanasından hâfızü'l-hadîs'dir. Bir vakitler nûr-u
îslâim Avrupa'ya ders veren Endülüs müslümanlarınm yetiştirdiği sayısız
âlimlerden biridir. Bağdat'Iı İsmail Paşa «Esmâü'l - müellifîin»'de nesebini
şöyle tesbît etmiştir: Ali b. Halef b. Abdiilmelik b. Battal. Hur-tuba'da
yaşamıştır Kurtuba'daki ihtilâl sırasında orayı terk ederek Balensiya'ya gitmiş
ve orada Buhârî'nin «Sahih» ine şerh yazmıştır. Ayrıca «İl i'tisâra fil hadis»
adında diğer bir eseri de «Esmâü'î - müellifîn»'de gösterilmektedir.
«449» («Kâmus-u'l - a'Iâm»'a göre «444») da irtihâl eylemiştir.
«Keşfüzzünûn» Shf. 546 C. I., «Kâmus-u'l - a'lâm» Shf. 607'C. I.,
«Esmâ'ül-müellifîn» Shf. 688 C. I.
[599] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/347-349.
[600] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/349-350.
[601] Sürc-i Bakara;
âyet: 22.
[602] Sûre-i tsrâ; âyet: 31.
[603] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/350.
[604] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/350-351.
[605] Sedd-i Zerâyi' : Kötülük yollarını tıkamak; demektir.
[606] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/351.
[607] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/351.
[608] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/351-352.
[609] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/352.
[610] Bu hadîslerin her biri, Islâmiyete dudak büken
şaşkınların ağızlarına tevcih edilmiş birer sille-i ma'kûs mahiyetindedir,
insafla söylesinler! Bu derece semahat îslâmiyetten başka hangi dinde
mevcuttur.
[611] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/352-353.
[612] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/353-354.
[613] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/354.
[614] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/354.
[615] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/354.
[616] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/354-356.
[617] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/356.
[618] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/356.
[619] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/356-357.
[620] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/357-358.
[621] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/358-359.
[622] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/359-360.
[623] Süre-i Zariyat; âyet: 56.
[624] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/360-363.
[625] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/363.
[626] Sûre-i Hac; âyet: 11.
[627] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/363-364.
[628] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/364.
[629] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/364-365.
[630] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi
ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/365.
[631] HEattâ son zamanlarda Mısır'ın alafranga
bilginlerinden biri bu hadîsi zaîf göstermek için şahitleri olduğunu gizlemig.
Buna muttali' olan Ehl-i Sünnet ve'1-cemâat âlimlerinden büyük bir zât, ona
verdiği cevapta «Şayet bu söz hadîs olmasaydı ben niçin hadîs olmadığına
yanardım.» demiştir.
[632] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/365-366.
[633] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/366.
[634] Sûre-i Yusuf; âyet: 18.
[635] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/366-370.
[636] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/370.
[637] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/370-371.
[638] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/371.
[639] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/371.
[640] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/371-372.
[641] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/372.
[642] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/372.
[643] Dindar görünerek istirmachhk yapan bir takım din
düşmanları bu gibi hadîs ve âyetleri soruşturarak bulabildiklerini dine karşı
silâh yerine kullanmaya yelteniyorlar. Diyorlarki: «Müslümanlık ma'kul bir
dindir. O dâima nıa'kul olan şeyleri emreder. İlerlemeye mâni' değildir.
Bilâkis (hiç ölmeyecek-mişsin gibi dünyan için çalış) diyerek bize dünyayı
sevmeyi, dünyada insan gibi yaşamayı tavsiye eder. Binâenaleyh, İslâmiyet
nâmına dünyayı kötüle-yen veya umursamayan yâhud akla mıntığa sığmayan neler
söylenirse hepsi yalan ve yobaz uydurmasıdır. Biz bu -yobazların ağzına baka
baka böyle geri kaldık. Âlem aya füze gönderiyor; biz hâlâ bîr iğne i'mâl
edemiyoruz.»
Bunların içinde o kadar
ileri gidenleri var ki: «Ma'kul görmediğim bir şey âyet ve hadîs de olsa ben
onu kabul edemem arkadaş..» demekten bile en ufak bir utanç duymuyor...
Hayvanat'tan çok daha aşağı mertebede bulunan bu acâib yaratıklar, dünyanın mü'min için bir hapishane
mesabesinde olduğunu
bildiren. hadis-i
Nebevî'yi duyar duymaz muhakkak iğnelenmiş gibi birden yerlerinden sıçrayarak
ve ulemâyı kendilerine siper ederek îslâmiyete kargı kudurmuşcasına hücuma
geçeceklerdir. Bu onların tecrübe ile sabit olan bir âdetidir. Binâenaleyh
İslâm inançlarına yöneltilen bu câniyâne hücumlar karşısında hakikati kısaca
îzâh etmeyi zarurî görürüm; ve derimki :
«Müslümanlık ma'kul bir
dindir.» iddiası ustaca tertip edilmiş bir demagojidir; ve asıl oyun (ma'kul)
kelimesiyle oynanmaktadır. Çünkü düşman bu kelimeyi: kendi aklına yatkın, kendi
mantığına uygun; mânâsında kullanmakta ve ma'kul bulmadığı herşeyi
baltalamaktadır. Müslümanlıkta böyle bir şart yoktur. Şayed müslümanlık bu
mânâda ma'kul bir din olsaydı, getirdiği ahkâmı kabul edip etmemek hususunda herkes
kendi aklına müracaat eder; ma'kul gördüğünü alır; aklına yatmayani bırakırdı.
Daha doğrusu bu mânâda makul olan bir dinin Allah taarfından gönderilmesine
lüzum-kalmaz; onu her hangi bir mütefekkir de yapabilirdi. Din düşmanlarının
ağzına bakılacak olursa onlar îslâmiyeti -hâşâ- Peygamber (S.A.V.)'in.
uydurduğunu da iddia ederler ya...
Hakikatta din Allah
tarafından gönderilmiştir. Hz. Muhammed (S.A.V.) ancak onu bize getirip
bildirme ve açıklama vazifesîle mükellef olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'de Peygamberimiz'in
bir tek sözü yoktur. Yalnız onun bazı fz&hâ muhtaç yerlerini kendi
sözlerile bize açıklamış; fakat Kur'ân'Ia karıştırılır endişesiyle kendi
sözlerinin yani hadîsleri yazılmasını men' etmiştir. Bununla beraber Kur'ân-ı
Kerim'în bazı âyetleri bir hikmetten -dolayı bizlere yine de anlaşılması
imkânsız bir şekilde kapalı bırakılmıştır. Ama, biz müs-lümanlarea mânâsı
anlaşılmıyor diye bu âyetler -hâşâ- gayr-İ mantıkî sayılamaz. Biz bunlara
müteşâbih âyetler diyoruz. Müteşâbih bu dünyada mânâsı anlaşılamayan ve bu
hususta bütün ümit kapıları kapalı olan sözdür. İs-lâmiyetde kendi mantıklarına
göre ma'kuliyet arayanlar bunlara bittabî «yobaz uydurması» diyeceklerdir,
tşte buradan (ma'kul) ve (gayr-i ma'kul) ıstılahları bizde de doğmuştur. Ancak
dikkat etmelidir ki, âyet ve hadislerin anlaşılıp anlaşılmaması hususunda
kullanılan bu ta'birler, hâşâ din düşmanlarının kullandığı mânâda değildir.
Ma'kul : akılla anlaşılabilen, mânâsına «akıl eren şey» demektir, Gayr-ı ma'kul
ise : akılla anlaşılamayan, aklın ermf.iiği şey; manasınadır. Bittabî şap'la
şeker bir olmadığı gibi, bu mânâlara gelen ma'kul ve gayr-i ma'kul sözleri de
düşmanların kasdettiklerî (akıl kabul eder; akıl kabul etmez) mânâlarıyle asla
bir değildir. Meselâ Usul-i fıkıh ilminde (misl-i ma'kul) ve (misl-i gayr-i
ma'kul) tâbirleri yer alır ki, bunlar hep yukarıda bahsettiğimiz tslâmi mânâda
kullanılmışlardır. Bu ilme göre, kalan bir namaza kaza etmek, onu misl-i ma'kul
ile ödemektir; bir kimsenin ödünç olarak aldığı bir ölçek buğdayın yerine bir
ölçek buğday vermesi de öyledir. Çünkü, namazın namaza; buğdayın buğdaya, misli
- olduğuna bizim aklımız erer. Lâkin oruç tutmayan bir pîr-i fâninin onu
fukaraya fidye vermek suretiyle ödemesi misl-i gayr-ı ma'kul ile olur; zîrâ
fidye orucun nasıl misli olduğuna bizim aklımız ermez. Aklın din bâbmdaki
payesini anlamak için biz, din düşmanlarının mantığına değü, Usul-ü fıkıh'ın
«huşun - Kubuh» bahsine müracaat ederiz. Şu kısa izahattan sonra artık :
«İslâmiyet ma'kul bir dindir; ma'kul olmayan şeyler dinden değildir.»
safsataların mahiyeti anlaşılmıştır. İlericilik dâvasına gelince :
islâmiyet ilerlemeye
mâni' olmak şöyle dursun, onu emreder. Fakat bu da din düşmanlarının anladığı
mânâda değil, dinin ve müslümanlarm şerefini yükseltmekle mukayyettir. İnsanın
yaratılmasındaki hikmet, yeyip içmek, hoş geçmek değil, faziletle rezalet;
iyilikle kötülük ve imanla küfür arasında geçireceği müthiş bir imtihandır.
Nitekim, Sûre-i Mülk'ün ikinci âyeti bu hakikati nâtıkdır: Hâl böyle olunca
pekâlâ anlaşılır ki, dünya hedef değil, hedefe ulaşmak için bir vâsıtadır:
Diğer ta'birle dünya bir geçittir. Hedef âhirettir. Bir yolcu, yanma yolda
lâzım olan şeylerden başka bir şey almaya nasıl iltifat. etmez ve bütün esbâb-ı
istirahatinin, menzil-i maksudda bulunacağım bilirse,., âhiret yolcusu olan
insana düşen de onun gibi olmaktır. Dünyada imtihanını verecek, elbette biraz
ter dökecektir, işte dünyanın müslümana hapishane olmasının mânâsı budur.
Kâfire gelince,- Allah'a imanı olmadığı için onun hiç bir emir ve hiç bir nehî
tanıdığı yoktur. Yer. içer ve keyfîne bakar. Bu i'tibârla dünya ona cennet
gibidir.
Şunu da unutmamalı kit
değil sade islâmiyet dünyada hiç bir semavî din insanlara dünyayı ivdirmek İçin
gelmemiştir. Çünkü insan;dünyayı zâten sever. Binâenaleyh, sevdiği bir şeyi.
ona «sev» diye .emretmek, hasılı tahsil olur. Bilâkis her semavî din, dünyayı,
âdeta taparcasına seven ve bu sebeple Allah'a karşı kulluk vazifelerinin unutan
insanları ikaz etmek, onlara menzil-i mak-südları olan âhiretlerini ma'mur
kılmanın yolunu göstermek için gelmiştir.
Müslümanların şâir
dünya milletlerinden dünya hayâtı- i'tibâriyle geri kalmaları hususundaki
kabahati dine yüklemeye . yeltenmek ise devayı dert gösteren bir nev'i
hastalıktır. Dînimiz dünya ve âhiret hayatının her ikisini ele almış;
müddetlerine göre her biw için ne kadar lazımsa, o kadar çalışılmasını
emretmiştir. Bu cihet hakkîle düşünüldüğü takdirde elbet âhiret için daha çok
çalışmak gerekecektir. Eski müslümanlar işte bu ölçü ile çalişmış ve cihana bu
ölçü ile hakim olmuşlardır.
[644] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/372-376.
[645] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/376.
[646] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/376.
[647] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/377.
[648] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/377-378.
[649] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/378.
[650] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/378-381.
[651] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/381.
[652] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/381-382.
[653] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/382.
[654] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/382-383.
[655] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/383.
[656] Sûre-i Muhammed; âyet: 38.
[657] Sûre-i ÂI-i tmrân; âyet: 180.
[658] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/383-384.
[659] Mahmut b. Lebid-i Ensarî (R. A.), Resûlüllah (S.A.V.)
zamanında doğmuştur. İmam Buhârî'ye göre sahâbidir. İmam Müslim onu tabiinden
say-mı§; Ebu Hatim ise: «Resûlüllah ile sohbeti olup olmadığı bilinmiyor»;
demiştir. İbni Abdilberr, Buhârî'nin sözünü doğru bulmaktadır. Mahmud (K. A.)
bazı hadîsler rivayet etmiştir. Ulemâdan bir zâttır. «96» târihinde vefat
etmiştir.
[660] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/385.
[661] Sûre-i Maun; âyet: 4-7.
[662] Süre-i Kehf, ayet:110.
[663] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/385-388.
[664] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/388-389.
[665] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/389.
[666] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/389-390.
[667] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/390-391.
[668] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/391-392.
[669] Sûre-i Hücürât; âyet: 12.
[670] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/392-393.
[671] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/393.
[672] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/393-395.
[673] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/395.
[674] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/395.
[675] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/395.
[676] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/396.
[677] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/396.
[678] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi
ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/396-397.
[679] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/397.
[680] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/397.
[681] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/397.
[682] Sûre-i Fussilet; âyet: 46.
[683] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/397-398.
[684] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/398-399.
[685] Sûre-i Hücürât; âyet: 12.
[686] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/399-401.
[687] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/401.
[688] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/401-403.
[689] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/403.
[690] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/403-404.
[691] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/404.
[692] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/404-405.
[693] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/405-406.
[694] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/406-407.
[695] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi
ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/407.
[696] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/407.
[697] Ebu Sırme (R. A.) : künyesi ile meşhur bir sahâbi'i
celîldir. İsmi çok ihtilaflıdır. Benî Mâzen b. Neccâr kabilesinden olup Bedir
ve sonraki gazalara iştirak etmiştir.
[698] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/407-408.
[699] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/408.
[700] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/408.
[701] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/408-409.
[702] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/409.
[703] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/409.
[704] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/409.
[705] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/409-410.
[706] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/410.
[707] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/410.
[708] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/410-411.
[709] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/411.
[710] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/411.
[711] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/411-412.
[712] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/412.
[713] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/412.
[714] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/412.
[715] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/413.
[716] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/414.
[717] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/414.
[718] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/414.
[719] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/414.
[720] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/414-415.
[721] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/415.
[722] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/415.
[723] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/415.
[724] Dedesinin adı Muâviye'dir.
[725] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/416.
[726] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/416-418.
[727] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/418.
[728] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/418-419.
[729] Husumet; cenk ve kavga etmektir.Ancak İslam hukunda
dava etmek manasında kullanılır.
[730] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/419.
[731] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/419-420.
[732] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi
ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/420.
[733] Misdftk: doğruluğuna şehâdet eden ma'nâsmadir.
[734] Süre-i Mutaffifin; ayet: 22.
[735] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/420-421.
[736] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/421-422.
[737] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/422.
[738] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/422.
[739] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/422-423.
[740] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/423.
[741] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/423.
[742] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/424.
[743] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/424.
[744] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/424.
[745] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/424-425.
[746] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/425.
[747] Maalesef sıkılganlık bu gün bütün dünyaca kabul
edilmiş bir nakî~ sadir. Çocuklarda bir dâd-i Hak olan haya perdesini yırtmak
onları hayâsız yetiştirmek için her vasıtaya baş vurulmakta, bilhassa pedagoji
ve psigoloji bilgilerinden istimdat edilmektedir. Bu hummalı sa'yü gayretin
semeresi, insanlık için husran-ı mübinden başka birşey değildir. Fakat zavallı
benî Âdem, hâlâ derdi deva görmekde ısrar ediyor.
Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi,
Sönmez Yayınları: 4/425-426.
[748] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/426.
[749] Kurban edilmek üzere Mekke'ye gönderilen hayvan.
[750] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/426-427.
[751] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/427-428.
[752] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/428.
[753] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/428.
[754] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/428-429.
[755] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/429.
[756] Sûre-İ Sebe'; âyet: 39.
[757] Sûre-İ Şura; âyet: 40.
[758] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/429-430.
[759] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/430.
[760] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/430-432.
[761] Temimi Dârî (R. A.): Ebu Rukiyye Temim b. Evs. b.
Haricidir. Ceddinin ismi Dâr'dır, kendisine Dârî denilmesi ceddine
nisbetledir. Dir'li olmasına bakarak Diri de denilir. Müslüman olmazdan evvel
burada oturuyordu ve hjristiyan idî. Sahîheyn'de bu zâttan başka Dârî ve Dîrî
yoktur. Temim (R.A.) dokuzuncu yılda müslüman olmuştur. Namazın bir rek'atmda
Kur'âü-ı Kerîm'i hatmederdi. Bazan bir âyeti bütün gece sabaha kadar
tekrarlardı. îlk zamanlar Medine'de oturmuş; sonra oradan Şam'a hicret
etmiştir. Hz. Temim'in Sa-hih-i Müslim'de yalnız buradaki hadîsi vardır
.Buhârî'de hadîsi yoktur.
[762] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/432.
[763] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/432-433.
[764] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/433.
[765] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/433.
[766] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/434.
[767] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/434.
[768] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/434.
[769] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/434.
[770] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/434-435.
[771] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/435.
[772] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/435.
[773] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/435.
[774] Sûre-i Mümin; âyet: 60.
[775] Sûre-i Bakara; âyet: 186.
[776] Beyni mâ'nâsına gelir.
[777] Süre-i Bakara; ayet: 286.
[778] Süre-i Enbiya; ayet: 83.
[779] Süre-i Enbiya; ayet: 89.
[780] Süre-i A’raf; ayet: 23.
[781] Süre-i Yuausf; ayet: 101.
[782] Süre-i Enbiya; ayet: 87.
[783] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/436-438.
[784] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/438.
[785] Süre-i Zilzal; âyet: 7.
[786] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/438-439.
[787] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/439.
[788] Sûre-i Enfâl;
âyet: 45.
[789] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram Tercümesi
ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/439-440.
[790] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/440.
[791] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/440-441.
[792] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/442.
[793] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/442-443.
[794] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/443-444.
[795] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/444.
[796] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/444.
[797] Tehlil : Lft ilahe illallah demektir.
[798] Sûre-i Casiye; âyet: 21.
[799] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/445-446.
[800] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/446.
[801] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/446-447.
[802] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/447.
[803] Hadîsçilcr bu kelimeyi tbni Merduye okurlar.
[804] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/447-448.
[805] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/448.
[806] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/448.
[807] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/448.
[808] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/448-449.
[809] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/449.
[810] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/449.
[811] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/450.
[812] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/450.
[813] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/450.
[814] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/450-451.
[815] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/451.
[816] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/451.
[817] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/451.
[818] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/451-452.
[819] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/452.
[820] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/452-453.
[821] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/453-454.
[822] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/454.
[823] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/454-455.
[824] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/455.
[825] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/455.
[826] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/455-456.
[827] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/456.
[828] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/456-458.
[829] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/458.
[830] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/458.
[831] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/459.
[832] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/459.
[833] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/459-460.
[834] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/460.
[835] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/460.
[836] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/460-461.
[837] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/461.
[838] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/461.
[839] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/461-462.
[840] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/462.
[841] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/462.
[842] Güzol bir tevafuk
nişanesi olarak ese:m
dîigisi de ayni
günde bitmiştir. Neş. Müd.
[843] Ahmed Davudoğlu, Selamet Yolları, Büluğ’ül-Meram
Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Yayınları: 4/462-464.