Başlanan Nafilenin Tamamlanması
35. Cenazelerin Arkasından Gitmek İmandandır
36. Müminin, Farkında Olmadan Amelinin İptal Edilmesinden
Korkması
Münafıklıktan Korkmak Müminin Özelliğidir
Müslümanla Savaşmak İnsanı Dînden Çıkarır mı?
îman ve İslâm Aynı Şeyler midir?
Cebrail'in İnsan Kılığında Ashabı İle Birlikte Olan Hz.
Peygamber'e Gelmesi
Cebrail'in Selam Vermeden Konuşmaya Başlaması
Yeniden Dirilme Ve Kaderden Bahsedilirken
"İnanmak" ifadesinin Tekrar Edilmesi
Cebrail'in Hem Soru Sorması Hem de Cevabı Tasdik Etmesi
Cariyenin Efendisini (Rabbini) Doğurması
Deve Çobanlarının Binaları Yükseltme Yarışma Girmesi
39. Dinini Koruyan Kişinin Üstünlüğü
40. Ganimetin Beşte Birini Devlet Hazinesine Ödemek
İmandandır
Bu Topluluk (Bu Heyet) Kimdir?
41. Ameller Niyetlere Ve Sevap Elde Etme İsteğine
Göredir, Herkes İçin Niyet Ettiği Vardır
Hutbe Sırasında Sorulan Soruya İmamın Cevap Vermesi
3. Kişinin İlim Öğretmek İçin Sesini Yükseltmesi
5. İmamın, Bilgilerini Ölçmek Üzere Arkadaşlarına Bir
Soru Sorması
6. İlim Ve Yüce Allah'ın
De Ki: Rabbim İlmimi Artır Sözü
Hadisten Çıkan Diğer Bazı Sonuçlar
7.Münâvele Ve İlim Ehlinin İlmi Yazarak Farklı Bölgelere Göndermesi
Konusunda Zikredilenler
8. Meclisin Bittiği Yere Ve Halkada Bir Boşluk Görerek
Oraya Oturan Kimse
9. Hz Peygamber İn "Kendisine Bir Şey Tebliğ Edilen
Nice Kişi, Onu İşitenden Daha İyi Kavrar" Sözü
Hadiste Yer Alan Bazı Hükümler
10. İlim Söz Ve Amelden Önce Gelir
12. İlim Öğrenenler İçin Gün Belirlemek
13. Allah Kimin İçin Hayır Dilerse Onu Dinde Anlayış
Sahibi Kılar
14. İlimde Güzel Kavrayış Sahibi Olmak (Dini Hükümleri
Hızlı Ve Güzel Kavramak)
15. İlim Ve Hikmet Konusunda Gıpta Etmek
İmrenmek (gıpta) ve Kıskanmak {hased) Arasındaki Fark
Münâfesc/Başkası ile Rekabet Etmenin Hükmü
16. Hz. Musa'nın Denizde Hızır'a Gitmesine Dair
Zikredilenler
17. Hz. Peygamberin Allah'ım Ona Kitabı Öğret1 Sözü
18. Küçük Çocuğun Hadis Dinlemesi Ne Zaman Sahih Olur?
19. İlim Talep Etmek İçin Yola Çıkmak
20. Öğrenen Ve Öğreten Kişinin Fazileti
21. İlmin
Kaldırılması Ve Cehaletin Yaygınlaşması
Kadınların Sayısının Çoğalması
Kıyamet Alametleri Olarak Bu Beş Şeyin Zikredilmesi
23. Bir Kimsenin Binek Vb. Bir Şey Üzerinde İken Fetva
Vermesi
24. El Ve Baş İşaretiyle Fetvaya Cevap Vermek
27. Nöbetleşe (Sırayla) İlim Öğrenmek
28. Hoşa Gitmeyen Bir Şey Görüldüğünde Vaaz Ve İlim
Öğretmede Öfkelenmek
29. Devlet Başkanı Ve Muhaddisin Yanında Diz Üstü Oturmak
30. Söylediği Söz Anlaşılsın Diye Üç Kere Tekrarlamak
31. Kişinin Cariyesine Ve Ailesine (İlim) Öğretmesi
32. Devlet Başkanının Kadınlara Vaaz Vermesi Ve İlim
Öğretmesi
35. İlim (Öğretmek) İçin Kadınlara Özel Gün Ayrılır Mı?
36. Bir Şey Duyduğunda, Bunun Aslını Öğrenmek İçin (Sözü
Söyleyene) Müracaat Etmek
37. (İlim Meclisinde) Mevcut Olan Kişi Orada Bulunmayan
Kişiye İlmi Tebliğ Etsin
38. Hz. Peygamber Hakkında Yalan Söyleyen Kişinin Günahı
Hz. Ömer'in Bu Söz ve Davranışının İzahı
Hz Peygamberin Yazdırmak İstediği Şey
40. Geceleyin İlim Öğretmek Ve Vaaz Vermek
41. İlim İçin Gece Vakti Sohbet Yapmak
Hz. Hızır Ve Hz. Musa'nın Kıssasından Çıkarılacak
Sonuçlar
45. Kendisi Ayakta İken Oturan Âlime Soru Soran Kişi
46. Cemre Sırasında Soru Sormak Ve Fetva Vermek
47. "Size İlimden Çok Az Bir Şey Verilmiştir Âyeti Kerimesinin Açıklaması
Yahudiler'in Hakkında Soru Sorduğu Ruh
51. Utangaçlığı Sebebiyle Soru Soramayan, Bunu Başkasına
Sorduran Kişi
52. Mescitte İlim (Öğretmek) Ve Fetva Vermek
53. Bir Soru Soran Kişiye, Sorduğundan Daha Fazlası İle Cevap Vermek
Ve Yüce Allah'ın şu sözü: "Onlara ancak, dini yalnız O'na has kılarak ve hanifler olarak Allah'a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emrolunmuştu. Sağlam din de budur.[1]
46- Talha b. Ubeydullah'tan rivayet edilmiştir:
Necidlilerden saçı başı dağınık bir adam Hz. Peygamber'e geldi. Sesinin mırıltısı duyuluyor, ancak ne dediği anlaşılmıyordu. Yaklaştı nihayet bir de baktık ki İslâm hakkında soru soruyor. Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Bir gün ve gecede beş vakit namaz." dedi.
Adam: "Benim üzerime bunlar dışında gerekli olan namaz var mıdır?" diye sordu.
Hz. Peygamber Haytr. Ancak ditersen nafile olarak yaparsın" buyurdu. Daha sonra Hz. Peygamber Ramazanda oruç tutmak" dedi.
Adam: Benim üzerime bunlar dışında gerekli olan oruç var mıdır? diye sordu.
Hz. Peygamber Hayır. Ancak dilersen nafile olarak tutabilirsin" buyurdu. Daha sonra Hz. Peygamber zekât'tan bahsetti.
Adam: "Benim üzerime bunlar dışında gerekli olan zekât var mıdır?" diye sordu.
Hz. Peygamber saiiaiiâhu aleyhi w wEeı-: "Hayır. Ancak dilersen nafile olarak verirsin" buyurdu.
Adam "Vallahi bunlardan ne fazla ne de eksik yaparım" diyerek döndü ve gitti.
Hz. Peygamber de şöyle buyurdu: "Doğru söylediyse kurtuldu.[2]
Konu başlığında yer alan âyet başlığa açık olarak delâlet etmektedir. Çünkü âyetteki "sağlam din" ifadesi İslâm dinidir. Sağlam'dan kasıt da doğru yoldur.
"Saçı başı dağınık" : Bu ifade söz konusu olayın heyetlerin Hz. Peygamber'e geldiği dönemlere yakın olduğunu göstermektedir.
Adamın sesinin mırıltı gibi gelmesi, adamın uzaktan bağırması sebebiyledir. "İslâm'dan soruyor": İslâm'ın hükümlerinden soruyor demektir. İslâm'ın hakikatini soruyor da denilebilir.
Hadiste kelime-i şehadeti zikretme meşin İn sebebi Hz. Peygamber'in o adamın bu sözü bilmesidir veya o adamın fiilî hükümler hakkında soru sorduğunu bilmesidir. Yahut Hz. Peygamber bunu zikrettiği halde bu, rivayet edilmemiştir.
Haccın zikredilmemesinin sebebi, ya o sırada haccın farz kılınmamış olması, yahut da hadisi rivayet eden kişinin bunu zikretmemesidir. İkinci ihtimali Buhârî'nin Oruç kitabında rivayet ettiği şu hadis desteklemektedir: "Hz. Peygamber ona İslâm'ın hükümlerini bildirdi." Buna hadiste belirtilmeyen diğer farzlar ve hatta menduplar da girer.
"Beş vakit namaz" : İsmail b. Cafer'in rivayetine göre adam sorusunda şöyle demiştir: "Allah'ın namaz konusunda bana neyi farz kıldığını bana anlat". Hz. Peygamber Beş vakit namaz" buyurmuştur. Böylece cevabın soruya uygun olduğu anlaşılmış olmaktadır.
imam Mâlik'in rivayetinden; vitri, sabahın sünnetini, kuşluk namazını, bayram namazını, akşamdan sonra kılman iki rekatlık sünneti vacip görenlerin aksine bir gün ve gecede beş vakit namaz dışında farz namaz bulunmadığı anlaşılır.
Benim üzerime bunlar dışında gerekli olan var mıdır? Hayır ancak dilersen nafile olarak yaparsın" ; Bu ifade, başlanan nafilenin tamamlanması gerektiğini gösterir."
Kurtubî şöyle demiştir: Bu hadis, kişinin kendiliğinden yaptığı nafile dışında başka bir şeyin vacip olmadığını ifade etmektedir. Olumsuzdan yapılan istisna olumluluk ifade eder. Oysa nafilenin vacip olduğunu kabul eden yoktur. Geriye bir ihtimal kalmıştır, o da başlanılan nafileyi tamamlamanın gerekli olmasıdır.
Tîbî bu görüşü şu şekilde eleştirmiştir: Kurtubî'nin dayandığı bu delil bir demagojiden ibarettir. Çünkü burada istisna, cinsten yapılmamaktadır. Zira nafile için "senin üzerine vardır" ifadesi kullanılmaz. Hz. Peygamber şöyle demiş olmaktadır: "Sana başka bir şey farz değildir. Ancak istersen nafile olarak yapabilirsin. Buradan nafilenin vacip olmadığı anlaşılır. Dolayısıyla bunlar dışında hiçbir şey farz değildir."
Burada tartışma "ancak. şeklindeki İstisna noktasında düğümlenmektedir. Bu istisnanın bitişik istisna olduğunu söyleyenler asla dayanmışlardır. Bu istisnanın ayrık istisna olduğunu söyleyenler delil getirmek zorundadır. Bu görüşte olanların aleyhine delil Nesai ve diğer hadis imamlarının rivayet ettiği şu hadistir: "Hz. Peygamber dem ve seiicm bazen nafile oruca niyet eder sonra da orucunu bozardı. Buhârî'deki bir hadise göre Hz. Peygamber Cüveyriye bintü'l-Haris'e Cuma günü oruca başladığı halde orucunu bozmasını emretmiştir. Bu, oruç konusundaki bu nassın kendisi ve diğer nasslara yapılan kıyas gereği nafile ibadete başlamanın tamamlamayı gerektirmediğini göstermektedir.
Şayet bu görüş hac konusunda reddedilmektedir, denilirse, deriz ki: Hac, fasid olduğu zaman bile devam edilmesi bakımından diğer ibadetlerden ayrılırken sahih hacda nasıl devam gerekli olmasın? Yine hac, tıpkı farzında olduğu gibi nafilesinde de keffaretin gerekli olması bakımından diğer ibadetlerden ayrılmaktadır.
"Vallahi": Bu söz, önemli işlerde yemin etmenin caiz olduğunu göstermektedir.
"Doğru söylediyse kurtuldu": Müslim'deki rivayet şu şekildedir: "Ana-b abasın in hakkı için doğru söylediyse kurtuldu", "Ana-babasının hakkı için doğru söylediyse cennete girdi".
Şu sorulabilir: Babalar üzerine yemin etmenin yasaklanması ile yukarıdaki ifadeleri nasıl bağdaştırabiliriz?
Buna şu şekilde cevap verilmiştir: Yukarıdaki hadis, söz konusu yasaktan öncedir. Yahut bu söz yemin maksadıyla olmaksızın söyleniveren bir sözdür. Nitekim kişinin dilinden bazen eşi için "Allah boynunu devirsin", "Allah boğazını kessin" gibi sözler çıkıverir. Yahut da bu sözde gizli bir "Rab" kelimesi bulunmaktadır, yani sözün aslı "ana-babasının Rabbi için" şeklindedir. Bunun yalnızca Hz. Peygamber'e özgü olduğu da söylenmiştir, ancak bu delile muhtaç bir görüştür. Bu konuda en güçlü cevap İlk ikisidir.
İbn Battal şöyle demiştir: "Doğru söylediyse kurtuldu" sözü, üstlendiği şeyleri yapmazsa kurtulmayacağım göstermektedir. Bu ise Mürcie'nin görüşüne muhaliftir.
Şu sorulabilir: Bu hadiste yasaklardan bahsedilmediği halde nasıl sadece bunları yapmakla kurtulabileceği söylenmiştir?
İbn Battal buna söz konusu hadisin, yasakların inmesinden önce söylenmiş olabileceğini söyleyerek cevap vermiştir. Bu tuhaf bir görüştür. Çünkü onun da kesin olarak belirttiği gibi soruyu soran Dımâm'dır. Onun Hz. Peygamberle görüştüğü tarih hakkında en erken rivayet, hicretin beşinci yılıdır. Daha sonra görüştüğü de söylenmiştir. Bu dönemde yasakların çoğunluğu gelmişti. Bu konuda doğru cevap şudur: Yasaklar, ona İslâm'ın hükümlerini bildirdi, sözünde yer almaktadır.
Şu sorulabilir: Hadiste sayılanlardan daha az yapmaması halinde kurtulmasını anladık. Fakat bunlardan fazla yapmaması halinde kurtulması nasıl doğru olabilir?
Nevevî buna şöyle cevap vermiştir: O kişi İçin kurtuluş olduğu söylenmiştir, çünkü o üzerine düşeni yapmıştır. Hadiste, üzerine düşenden fazlasını yapması halinde kurtulamayacağına dair bir husus yoktur. Çünkü kişi farz olanı yapmakla kurtuluyorsa, farzın yanında nafileyi de yapmakla haydi haydi kurtulur.
Şu sorulabilir: Hz. Peygamber yapmayacağına dair yemin eden kişinin bu yeminini çirkin kabul etmiş olduğu halde bu hadisteki kişinin yeminini nasıl kabul etmiştir?
Buna şu şekilde cevap verilmiştir: Bu, durumlara ve kişilere göre değişir. Bu konuda temel prensip, farzları terk etmeyen kişi için günahın söz konusu olmamasıdır. Başkaları kurtulma bakımından daha önde olsa bile, bu kişi de neticede kurtulur.
Tîbî şöyle demiştir: Bu söz ondan tasdik ve kabulde mübalağayı İfade etmek için sadır olmuş olabilir. Yani adam "sözünü soru yönünden daha fazlasına, kabul yönünden daha eksiğine ihtiyaç olmayacak şekilde kabul ettim" demek istemiştir.
Ibnü'l-Müneyyİr şöyle der: Fazlalık ve noksanlık tebliğle ilgili olabilir. Çünkü bu kişi İslâm'ı öğrenmek, daha sonra da öğretmek üzere kendi kavmi tarafından Hz. Peygamber'e gönderilmişti.
47- Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre Allah Resulü şöyle buyurmuştur:
Bir kimse inanarak ve sevabını yalnızca Allah'tan umarak bir Müs-lümanın cenazesinin arkasından giderse, namazını kılıp defnedinceye kadar onunla birlikte bulunursa iki kırat ecirle döner. Her bir kırat Uhud Dağı kadardır. Kim cenaze namazını kılar sonra cenaze defnedilmeden dönerse o da bir kırat ecirle dönmüş olur.[3]
Cenazenin arkasından gitmek imandandır" Buhârî imanın şubeleri ile ilgili hadislerin pek çoğuna bu başlığı atmış ve bu konu ile de bunu bitirmiştir. Çünkü ölüm dünya hallerinin sonuncusudur.
Namazını Bu ifade "namazı kılınıp" diye de rivayet edilmiştir. Birinci rivayete göre kişi cenazenin namazını kılmadıkça vaad edilen ecri alamazken, ikinci rivayete göre namazını kılmasa bile bu sevabı alır. Ancak kişi bir cenazenin namazını kılmayı istemekle birlikte bir engel ortaya çıkar da kılamazsa, o kesin olarak cenaze namazı kılmanın sevabını alır.
Namaz kılma ve defin birlikte olduğunda iki kırat ecir, yalnızca namaz olduğunda bir kîrat ecir söz konusu olmaktadır. Esas olan da budur. Bazılarının farklı rivayetlerden yola çıkarak namaz kılan ve definde bulunan kişinin üç kirat ecirle döneceğini söylemeleri buna aykırıdır.
İbrahim et-Teymî şöyle demiştir: "Sözlerimle amelimi karşılaştırdığımda hep yalancı çıkmaktan korkarım."
İbn Ebî Müleyke şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'in ashabından otuz kişi ile karşılaştım, hepsi de kendileri hakkında münafıklıktan korkuyorlardı. Hiçbirisi kendisinin Cebrail ve Mikâil gibi bir imana sahip olduğunu söylemezdi."
Hasan Basrî'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Bundan ancak mümin korkar, münafık emin olur."
"Bir de onlar bilerek günah İşlemekte ısrar etmezler [4] âyeti sebebiyle, tevbe etmeksizin nifak ve isyanda ısrar etmekten sakındırmak.
48- Zeyd şöyle demiştir: Ebû Vâil'e Mürcie mezhebinde olanlarla savaşma konusundaki görüşünü sordum, şöyle söyledi: Abdullah bana Hz. Peygamber'in şöyle söylediğini bildirdi:
Müslümana sövmek fısk, onunla savaşmak küfürdür.[5]
Müminin, farkında olmadan amelinin iptal edilmesinden korkması" : Bu konu özel olarak Mürcie mezhebinin görüşünü reddetmeye yöneliktir. Gerçi önceki konularda da onların görüşlerini reddeden bölümler vardı, ancak bîd'at ehlinden başkaları da o kapsama giriyordu. Bu konu ise öyle değildir.
Mürcie", ertelemek anlamında olan "irca" kelimesinden türetilmiştir. Çünkü onlar amelleri İmandan ayırarak bir anlamda ertelemekte ve şöyle demektedirler: "İman kalp ile tasdikten ibarettir". Onların çoğunluğu imanın dille söylenmesini de şart koşmamışlardır. Bu mezhepte olanlar isyankârlar için de kâmil anlamda iman isminin söz konusu olacağını söyleyerek şöyle demişlerdir: "İmanla birlikte hiçbir günahın zararı olmaz". Onların görüşleri usul kitaplarında bilinmektedir.
Önceki konu ile bunun bağlantısı şudur: Cenazenin ardından gitmek cenaze yakınlarının haklarının gözetilmesine imkân verir, yahut da bu hem ölünün hem de yakınlarının haklarına riayet anlamına gelir.
Hadisin bağlamından, vaad edilen sevabın bu işi tamamen Allah rızası için yapanlar hakkında geçerli olduğu anlaşılmaktadır. Buhârî bu hadisin ardından kişinin bir engel sonucu halis niyetle yapmayı kasdettiği şeyi yapamaması ve bu yüzden farkında olmaksızın vaad edilen sevaptan mahrum kalması konusunu getirmiştir.
Amelinin iptal edilmesi Kişinin işlediği amelinin sevabından mahrum kalması demektir. Çünkü kişi yalnızca halis olarak yaptığı amellerin sevabını alır.
Bu konuda son söz
şudur: İptal iki türlüdür:
1. Bir
şeyden dolayı bir şeyin iptal olması ve birinin diğerini tamamen gidermesi.
Örneğin küfür imanı, iman da küfrü iptal eder. Bu her iki bakımdan da kesin bir
iptaldir.
2. Dengenin iptal olması: İyiliklerle kötülükler teraziye konulduğunda iyilikleri ağır basan kurtulur. Kötülükleri ağır basanın durumu Allah'ın dilemesine kalır: Dilerse bağışlar, dilerse azap eder. Amelin Allah'ın iradesine bağh hale gelmesi bir açıdan iptaldir. Çünkü bir menfaati ihtiyaç anında durdurmak onu iptal etmektir. Cehennemden çıkıncaya kadar azap etmek ise bundan daha şiddetli bir iptaldir. Her ikisinde de göreceli bir iptal söz konusu olup buna mecazen iptal denilmiştir. Bu hakiki anlamda bir iptal değildir. Çünkü kişi cehennemden çıkarılıp cennete sokulunca, yaptığı amellerin sevabı kendisine döner. Bu, iki tür iptali birbirine eşit görerek günahkâr kişinin kâfir olduğuna hükmedenlerin ki Kaderîler'in büyük çoğunluğu bu görüştedir- görüşüne aykırıdır.
İbrahim et-Teymî tabiun, fakih ve abidlerindendir. Onun sözü iki farklı şekilde rivayet edilmiştir. Bunların birine göre onun sözünün anlamı şudur: "Amelimin sözümden farklı olduğunu görenlerce; 'doğru olsaydın söylediğine aykırı davranmazdın' denilerek yalanlanmaktan korktum". Teymî insanlara vaaz ettiği için bu sözü söylemiştir. Çoğunluğun rivayetine göre ise bu sözün anlamı şudur: "İnsanlara vaaz etmeme rağmen amelde elimden geleni yapmamaktan korktum". Yüce Allah iyiliği emredip, kötülüğü yasakladığı halde, amelde kusurlu davrananları şu sözü ile kınamıştır; "Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük bir nefretle karşılanır".[6] Bu sebeple İbrahim et-Teymî yalanlayanlara benzemekten korkmuştur.
Hadisin rivayet zincirinde yer alan İbn Ebî Müleyke'nin gördüğü en büyük sahabîîer Hz. Âişe, ablası Hz. Esma, Ümmü Seleme, dört Abdullah (Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Amr, Abdullah b. Zübeyr ), Ebû Hureyre, Ukbe b. Haris, Misver b. Mahreme'dir. Bunlar kendisinden hadis dinlediği sa-habîlerdir. İleriki yaşlarda bunlardan daha büyük sahabîierle de karşılaşmıştır, ki bunlar arasında; Hz. Ali, Sa'd b. Ebu Vakkas vardır. Onların tümünün amellerde nifaktan korktuğunu belirtmiştir. Onların dışmdakilerden buna muhalif bir şey nakledilmediğinden, bu konuda bir tür icma gerçekleşmiştir. Bu korkunun sebebi şudur: Mümin kişinin ameline onun ihlasını zedeleyen durumlar arız olabilir. Onların bundan korkması, bunun mutlaka gerçekleştiği anlamına gelmez. Bu aşırı derecede ihtiyatlı ve takva sahibi olmalarından kaynaklanmaktadır.
İbn Battal şöyle demiştir: "Onların korkmasının sebebi uzun yaşadıklarından daha önce alışık olduklarından farklı bazı değişiklikleri görmüş olmaları ve bunları reddetmeye güç yetirememeleridir. Onlar susmak suretiyle buna boyun eğmiş sayılmaktan korkmuşlardır."
"Hiçbirisi Cebrail ve Mikâil gibi bir imana sahip olduğunu söylemezdi Yani Cebrail'in imanına nifakın bulaşmasından emin olunduğu gibi, kendilerinin de" bu şekilde iman ettiklerini söylemezlerdi. Bu, sıddıkların imanı ile diğer insanların imanının aynı seviyede olduğunu söyleyen Mürcie mezhebinin aksine, söz konusu kişilerin müminlerin iman bakımından birbirinden farklı olmalarını'kabul ettiklerini göstermektedir.
Hasan-ı Basrî'nin "Bundan ancak mümin korkar, münafık emin olur" sözünde neyi kasdettiği konusunda bazı yanlış anlayışlar ortaya çıkmıştır.
Nevevî bunun anlamının "Allah'tan ancak mümin korkar, münafık emin olur" şeklinde olduğunu söylemiştir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimse için iki cennet vardır.[7]
"Allah'ın mekrinden ancak hüsrana uğrayanlar emin olur". İbnü't-Tin ve sonraki alimlerden bir kısmı da bu sözü bu şekilde açıklamışlardır. Kirmanı de bunu kabul etmiştir.
Ben (İbn Hacer) derim ki: Bu görüş doğru olmakla birlikte Buhâri'nin ve kendisinden nakledilen Hasan-ı Basrî'nin kasdettiği şeyden farklıdır. Bunun sebebi sözün çok özet olarak ifade edilmiş olmasıdır. Bağlama bakıldığında Hasan-ı Basrînin bu söz ile münafık olmayı kasdettiği anlaşılmaktadır. Muallâ b. Ziyad'ın şöyle dediği nakledilmiştir: Hasan'ın bu mescitte "Kendisinden başka ilah olmayan Allah'a yemin ederim ki geçmiş ve gelecek her mümin nifaktan korkar. Geçmiş ve gelecek her münafık ise münafıklık korkusundan kendisini güvende sayar" sayar dediğini duydum.
Ahmed b. Hanbel elman adlı eserinde şöyle demiştir: Ravh b. Ubade, Hişam'dan o da Hasan'dan şunu nakletmiştir: "Vallahi geçmiş gelecek her mümin nifaktan korkar. Bundan ancak münafık kendini güvende sayar". Allah'tan korkmak, istenilen ve övülen bir şey olmakla birlikte bu konu bir başka şey ile ilgilidir.
Tevbe etmeksizin nifak ve isyanda ısrar etmekten sakındırmak": Buhârî'nin bu sözü söylemedeki amacı Mürcie mezhebini reddetmektir. Çünkü onlar imanın bulunmasından sonra günahlardan sakındırmanın söz konusu olmadığını söylemişlerdir. Bâb başlığında zikredilen âyet onların görüşünü reddetmektedir. Çünkü Yüce Allah günahtan istiğfar edip, bu fiilde ısrarlı olmayanı övmüştür. Bundan, istiğfar etmeyip bu fiilde ısrarcı olanların övülmediği sonucu çıkar.
Konu başlığının kapsamında yer alan diğer bazı âyetler de şunlardır: "Onlar yoldan sapınca, Allah da kalplerini saptırmıştı.[8]
"Gönüllerini ve gözlerini gerisin geriye döndürürüz de daha önce iman etmedikleri gibi yine İman etmezler.[9]
"Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.[10]
Sonuncu âyet kasdedilen anlama diğerlerinden daha çok delil olmaktadır. Günah nifakına ısrar eden kişinin inkâr nifakına düşmesinden korkulur. Buhârî, Ahmed b. Hanbel'in Hz. Peygamber'den rivayet ettiği Abdullah b. Amr'ın şu hadisine işaret etmiş olmaktadır: "Bilerek yaptığı günahlarda ısrar eden ısrarcılara yazıklar olsun!". Yani tevbe eden kişinin tevbesini Allah'ın kabul edeceğini bildikleri halde istiğfarda bulunmayanlara yazıklar olsun. Bunu Mücahid ve başkaları söylemiştir. Tirmizî, Hz. Ebû Bekir'den merfu olarak şunu rivayet etmiştir: "Kişi günde yetmiş kere aynı günahı işlese bile istiğfarda bulundukça günahta ısrar etmiş olmaz". Bu hadislerin tümünün senetleri hasendir.[11]
Fısk: Sözlükte çıkmak demektir. Dinde ise Allah ve Resûlü'ne itaatten çıkmak anlamına gelir. Dinî ıstılahta, isyanın en şiddetlisine bu isim verilir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Küfrü, fışkı ve isyanı da size çirkin göstermiştir.[12] Bu hadis müslümanin hakkını yüce saymayı, haksız yere ona söven kişinin
Iraklığına hükmedileceğini ifade etmektedir. Bu, Mürcie mezhebini reddetmeyi gerektirir. Bundan Ebû Vâil'in onlar hakkındaki soruya verdiği cevabın uygunluğu anlaşılır. O şöyle demiş olmaktadır; Hz. Peygamber saibiiâiıu aieyH v« sstem şöyle şöyle dediği halde onlarla savaşmak nasıl hak olabilir?
"Onunla savaşmak küfürdür" : Şu söylenebilir: "Bu hadis Mürcie mezhebini reddetse bile hadisten ilk anda anlaşılan anlam, büyük günahlardan dolayı insanların kâfir olduğunu söyleyen Haricîleri desteklemektedir".
Buna şu şekilde cevap verilir:
a. Bidat mezhebinde olan kişiyi reddetmedeki mübalağa bunu gerekli kılmıştır. Bu hadiste Haricîleri destekleyen bir unsur yoktur. Çünkü hadisten, ilk anda anlaşılan şey kasdedilmemektedir. Savaşmak, sövmekten daha şiddetli olunca -çünkü savaş kişinin ölümüne yol açar savaşı fısk sözcüğünden daha şiddetli bir sözcük olan küfür sözcüğü İle ifade etti. Hz. Peygamber bununla insanı dinden çıkaran inkarcılığı kasdetmemiş, aşırı bir biçimde bundan sakındırmak için buna küfür demiştir. Bu konuda bunun benzeri bir şeyin insanı dinden çıkarmadığı temel kuralına dayanmıştır. Bu temel kurallara Örnek olarak şefaat ile ilgili hadisi ve şu âyeti verebiliriz: "Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları dilediği kişi için bağışlar.[13] Buna "günahların cahiliye işlerinden olduğu" konusunu açıklarken işaret etmiştik.
b. Diğer bir ihtimale göre müslümanla savaşmaya küfür denilmesi, bunun küfre benzemesinden dolayıdır. Çünkü müslümanla savaşmak kâfirin yapacağı bir iştir.
c. Şöyle de denilmiştir: Burada küfür kelimesinin sözlük anlamı olan "örtmek" kasdedilmiştir. Çünkü Müslümanm Müslüman üzerindeki hakkı ona yardım etmektir ve eziyet değil. Kişi onunla savaştığında bu hakkın üzerini örtmüş olur.
Üçüncü görüşün aksine ilk ikisi Buhârî'nin kastına ve bunu yapmaktan sakındırmaya daha uygundur.
d. Diğer bir görüşe göre Hz. Peygamber bu uğursuz fiilin sonunda insanı küfre götüreceğinden hareketle buna küfür demiştir. Bu ihtimal zayıftır.
e. Hadiste ifade edilen küfrü Müslümanla savaşmayı helal sayana hamletmek dördüncüden de uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu konu başlığına uymamaktadır, Şayet bu kasdedilmiş olsaydı Müslümana sövmekie onunla savaşmak arasında bir fark kalmazdı. Çünkü, geçerli bir yoruma dayanmaksızın müslü-mana lanet etmek de küfürdür. Ayrıca bu, geçerii bir yoruma dayanmaksızın bunu yapan kişiye yorulur.
Bu hadise benzeyen diğer bir hadis de Hz. Peygamber'in şu sözüdür: "Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kâfirler haline dönmeyin". Bu hadiste geçen kâfirler kelimesi hakkında da yukarıdaki ihtimaller söz konusudur. Bu konu Fiten bölümünde gelecektir. Yine bunun bir benzeri de şu âyettir: "Bunun ardından sizler, (verdiğiniz sözün tersine) birbirinizi öldürüyor, aranızdan bir zümreyi yurtlarından çıkarıyor, kötülük ve düşmanlıkta onlara karşı bileşiyorsunuz. Onları yurtlarından çıkarmak size haram olduğu halde (hem çıkarıyor hem de) size esirler olarak geldiklerinde fidye verip onları kurtarıyorsunuz. Yoksa siz Kitab'm bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rüsvaylık; kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gafil değildir.[14] Ayet'i İşin büyüklüğünü belirtmek için bazı amellere küfür adı verildiğini göstermektedir. Müslim'de yer alan "Müslümana lanet etmek onu öldürmek gibidir" hadisine gelince, söz konusu hadis buradaki hadise aykırı değildir. Çünkü kendisine benzetilen, benzeyenin üstündedir. İkisinin ortak olduğu nokta etki bakımından ikisinin de son dereceye varmasıdır. Lanet etmek insanın kişiliğine, öldürmek canına karşı son derece kötü bir saldırıdır.
49- Ubâde b. Sâmit'ten rivayet edildiğine göre Ailah Resulü kadir gecesini haber vermek üzere evinden çıktı. Müslümanlardan iki kişi birbiri ile tartıştılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Size Kadir gecesini haber vermek üzere çıkmıştım. Ancak falan ile falan tartışınca (buna dair bilgi hafızamdan) kaldırıldı. Umarım ki bu da sizin için hayırlı olur. Kadir gecesini (yirmiden sonraki) yedinci, dokuzuncu ve beşinci gecede arayınız.[15]
Kads Iyaz şöyle demiştir: Bu hadis, tartışmanın yerilen bir davranış ve manevî cezanın yani mahrumiyetin sebebi olduğunu göstermektedir. Yine bu hadiste, şeytanın bulunduğu yerde hayır ve bereketin ortadan kalkacağına dair delil vardır. Şu sorulabilir: Gerçeği bulmak İçin yapılan tartışma nasıl yerilebilir?
Derim ki: Bu tartışma mescitte yapıldığı için yerilmiştir. Mescit Allah'ı anma yeridir, boş konuşmaların yeri değil. Yine tartışmanın yapıldığı zaman dilimi de Allah'ı anma zamanı olan Ramazan ayıdır. Buradaki kınama doğrudan tartışma sebebiyle değil, zaman ve mekân yönünden söz konusudur. Yine tartışma., Hz. Peygamber'in huzurunda sesi yükseltmeyi doğurmuştur. Bu ise şu âyet sebebiyle yasaklanmıştır: "Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.[16] Böylelikle konu başlığı ile hadisin birbirine uyumu anlaşılmış olmaktadır. Bu uyum, Buhârî'nin kitabı üzerine konuşan pek çok kişiye gizli kalmıştır.
Şu sorulabilir: "Siz farkına varmadan..." ifadesi, kişinin kasden yapmadığı amelden dolayı sorguya çekileceğini göstermektedir.
Buna şu şekilde cevap veririz: Bu âyetin anlamı şudur: "Siz günahın küçük olduğuna inanmanızdan dolayı amellerinizin iptal edildiğinin farkına varamazsınız." Kişi bazen bir şeyin günah olduğunu bilmekle birlikte onun büyük bir günah olduğunu bilmeyebilir. Nitekim aynı husus şu hadis hakkında da söylenmiştir: "Bu ikisine azap ediliyor. (Kendilerine göre) büyük bir günah sebebiyle değil. Oysa (gerçekte) bu büyük bir günahtır.
Kadı Ebu Bekir İbnü'l-Arabî şöyle demiştir: "Sorumluluk kişinin ikinci amelde kastetmese bile ilk ameldeki kastı ile olur. Çünkü kasta riayet birinci amelde söz konusu olup sonra ilk niyetin hükmü diğer amelin başında da devam eder. Niyet iyi olsun kötü olsun fark etmez."
"Umarım ki bu da sizin için hayırlı olur: Buna dair bilginin kaldırılmamış olması daha hayırlı olsa bile -çünkü bu kesin bilgidir- umarım ki bunda da sizin için hayır söz konusu olur. Çünkü bu bilginin kaldırılması, o geceye rastlamak için uğraşmayı amel etmeyi gerektirdiğinden daha çok sevap almayı gerektirir. Bu, Hz. Peygamber'in bereketiyle olmuştur.
Daha sonra Hz. Peygamber Bu Cibril aleyhisselamdır. Size dininizi öğretmek için geldi" buyurdu. Hz. Peygamber Cebrail'in sorduğu tüm konuları din olarak kabul etmiştir.
Hz. Peygamber'in Abdülkays heyetine imanı açıklaması
Yüce Allah'ın şu sözü: "Kim İslâm'dan başka din ararsa, bu kendisinden asla kabul edilmez.[17]
50- Ebu Hureyre rad a Birgün Hz. Peygamber adam ona gelerek sordu: İman nedir?
Hz. Peygamber satbiahu şöyle demiştir: vesefe, ashabı ile bir arada otururken bir senem: Allah'a, meleklerine, O'na kavuşmaya, peygamberlerine ue yeniden dirilmeye inanmandır.
İslâm nedir?
Allah'a ibadet etmen ve ona hiçbir şeyi ortak koşmaman, namaz kılman, farz olan zekâtı vermen ue Ramazan orucunu tutmandır. İhsan nedir?
Allah'ı görüyormuşçasına O'na kulluk etmendir. Sen Onu göremesen de O seni görmektedir.
Kıyamet ne zaman?
Bu sorunun sorulduğu kişi, bu konuda sorandan daha bilgili değildir. Sana bazı alâmetlerini bildireceğim: Cariyenin efendisini doğurması, deve çobanlarının binaları yükseltme yarışına girmesi. Kıyametin bilgisi Allah dışında kimsenin bilmediği beş şey içindedir. (Daha sonra Hz. Peygamber şu âyeti okudu),
"Kıyamet vakti hakkındaki bilgi, ancak Allah'ın katındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır.[18]
Hz. Peygamber'e soru soran adam arkasını dönerek gitti.
Hz. Peygamber Onu geri çağırın" dedi. Ashâb-ı kiram (onu aradılar fakat} hiç kimseye rastlamadılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "O Cebrail idi. Size dininizi öğretmek için gelmişti".
Ebû Abdullah (Buhârî) şöyle demiştir: Hz. Peygamber bunların tümünü din olarak kabul etmiştir.[19]
Daha önce Buhârî'nin iman ve İslâm kelimelerini eş anlamlı gördüğünü söylemiştik. Cebrail'in iman ve İslâm hakkında soru sorması ve Hz. Peygamberin buna ayrı ayrı cevap vermesi bu ikisinin farklı olmasını gerektirdiğinden ve bundan imanın bazı şeyleri tasdik etmek, İslâm'ın ise bazı amelleri yapmak olduğu şeklinde bir anlam anlaşıldığından Buhârî tevil ile bunu kendi anlayışına uygun hale getirmeyi istemiştir.
Hz. Peygamber "İman nedir?" sorusuna verdiği cevabın aynısını Abdülkays heyetininin "İslâm nedir?" sorusuna da vermiştir. Bu da iman ve İslâm'ın aynı anlama geldiğini göstermektedir.
Ayet İslârn kelimesinin din anlamına geldiğini göstermektedir. Ebû Süfyan'm "İman dindir" şeklindeki haberi de bunu göstermektedir. Bu da iman ve İslâm'ın bir olmasını gerektirir.
Ebû Avâne el-İsferayinî Sahih adlı kitabında Şafiî'nin öğrencisi el-Müze-nî'den iman ve İslâm'ın kesin olarak aynı şey olduğunu aktarmış ve Müzenî'nin bunu Şafiî'den duyduğuna dair sözünü de iletmiştir.
Her iki görüşün birbiri ile tearuz eden delilleri vardır.
Hattabî şöyle demiştir: "Bu konuda iki büyük imam kitap yazmış, iki görüşe dair pek çok delil ileri sürmüşler ve bu konuda farklı iki ayrı görüş ortaya koy-muşlardır. Gerçek şu ki iman ve İslâm kelimesi arasında genel-özel ilişkisi söz konusudur. Şöyle ki: "Her mü'min Müslümandır, ancak her Müslüman mü'min değildir". Bu görüş, inanç ve amele birlikte İslâm adının verilmemesini gerektirir, iman ise her ikisine de verilebilir. Oysa "Sizin İçin din olarak İslâm'dan razı oldum" âyeti bunu reddetmektedir. Bu âyetteki İslâm sözcüğü inanç ve ameli aynı anda kapsamaktadır. Çünkü inançsız olarak amel eden kişi, kendisinden razı olunan bir dine bağlı değildir.
el-Müzenî ve Ebû Muhammed el-Beğavî de bunu delil getirerek ele aldığımız Cibril hadisi İle İlgili olarak şunları söylemişlerdir: Hz. Peygamber bu hadiste İslâm'ı görünen amellerin adı olarak kullanmıştır. İman ise içte olan inanç için kullanılmıştır. Bunu amellerin imandan olmadığını ifade etmek için söylemediği gibi tasdîkin İslâm'dan olmadığını ifade etmek için de söyleme1 mistir. Aksine bu tamamı bir bütün oluşturan şeyi detaylı olarak anlatmak için söylenmiştir ki bu bütün de dindir. Bu sebeple Hz. Peygamber O Cebrail idi. Size dininizi öğretmek için gelmişti" buyurmuştur.'Yüce Allah'ın şu âyetleri de bunu İfade etmektedir: "Sizin için din olarak İslâm'dan razı oldum [20] "Kim İslâm'dan başka bir dîn ararsa bu kendisinden asla kabul edilmez [21] Dinden razı olunması ve kabul edilmesi ancak tasdîkin buna eklenmesi ile olur.
Delillerin tümü incelendiğinde İman ve İslâm kelimelerinin hem dinî terim hem de sözlük anlamı olarak kendilerine özgü anlamlarının bulunduğu görülmektedir. Ancak her biri, tamamlayıcı anlamında diğerini gerektirmektedir. Amel eden kişi iman etmedikçe tam Müslüman olamadığı gibi, inanan kimse de amel etmedikçe tam mümin olamaz. İmanın İslâm, İslâm'ın iman yerine kullanılması veya birisi söylendiğinde her ikisinin de kasdedilmesi mecazdır. Bu kelimeler kullanıldığında hangi anlamın kasdedildiği bağlamdan anlaşılır. Bir soruya cevap olarak birlikte zikredîlmişlerse hakikat anlamlarına yorulur. Birlikte geçmemişse veya soruya cevap olarak zikredilmemişse karinelere göre hakikat anlamına da mecaz anlamına da yorulabilir. İsmailî bu görüşü ehl-i sünnet ve'1-cemaatten nakletmiştir. Onlar şöyle demişlerdir: "Birlikte kullanıldıklarında anlamları farklıdır. Tek olarak kullanılırlarsa diğeri de kullanılana dahil olur." Muhammed b. Nasr'in ve ona uyarak İbn Abdilberr'in çoğunluğun Abdülkays hadisindeki iman ve İslâm kelimelerini aynı kabul ettiğine dair görüş ile, Lâlkâî ve İbnü's-Sem'ânî'nin ehl-i sünnetten rivayet ettikleri "Cibril hadisinde geçenlere göre iman ve İslâm birbirinden farklıdır" görüşü de bu şekilde anlaşılmalıdır.
Şu sorulabilir: Hz. Peygamber kıyametin kopacağı anı bildirmediği halde Buhârî nasıl "Hz. Peygamber'in bunları açıklaması" şeklinde başlık koymuştur?
Bunun cevabı şudur: Hz. Peygamber soruların çoğunluğuna cevap verdiğinden Buharı bunu dikkate alarak böyle söylemiştir. Çünkü çoğunluk, bütünle aynı hükme sahiptir. Yahut da kıyametin kopuş vaktini de bunu Allah'tan başkasının bilmediğini söyleyerek açıklamıştır.
"Hz. Peygamber ashabı ile bir arada otururken": Yani onların içinde olup onlardan ayrı yerde değildi. Başkasına karıştırılması imkansızdı. İbn Ebi Fevre'nin rivayetinde şu şekilde yer almaktadır: "Hz. Peygamber ashabının arasında otururdu. Yabancı bîr kimse geldiğinde hangisinin Hz. Peygamber olduğunu bilemezdi. Biz, gelen yabancının onu tanıyabilmesi için ona bir oturma yeri yapmayı talep ettik ve ona üzerine oturacağı çamurdan bir oturma yeri yaptık". Kurtubî bu rivayetten; öğretim vb. zaruret durumlarının gerektirmesi halinde âlimin özel, yüksek bir yerde oturmasının müstehap olduğu sonucunu çıkarmıştır.
"Bir adam ona gelerek. Yani melek, bir adam suretinde ona geldi. Buhârî Tefsir bölümünde "bir adam yürüyerek ona geldi" denilmektedir.
Ebû Ferve'nin rivayetinde ise şöyle denilmektedir: "Biz Hz. Peygamber'in yanında otururken, insanların en güzel yüzlüsü ve en güzel kokulan sürünmüş olan bir adam çıkageldi. Elbisesine hiçbir kir bulaşmamıştı".
Müslim'de Kehmes yolu ile Hz. Ömer'den şu şekilde rivayet edilmiştir: "Bir-gün Hz. Peygamber'in yanında iken birden elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah bir adam çıkageldi".
İbn Hibban'm rivayetinde ise şöyle denilmektedir: Sakalları siyah bir adam geldi. Üzerinde yolculuk işareti bulunmadığı gibi İçimizden kimse de onu tanımıyordu. Adam Hz. Peygamber'in karşısına oturarak dizlerini onun dizlerine dayadı ve avuçlarını onun bacaklarına koydu".
Süleyman et-Teymîye ait bir rivayette şöyle denilmektedir: "Üzerinde yolculuk alâmeti bulunmadığı gibi, Medine'li de değildi. İnsanları yararak Hz. Peygamber'in karşısına gelip bizden birinin namazda oturduğu gibi oturdu. Sonra elini Hz. Peygamber'in dizlerine koydu".
Anlaşıldığı kadarıyla Cebrail elini Hz. Peygamber'in dizlerine koymakla, kendisinin kaba bedevilerdenmiş gibi gösterip işi daha gizli hale getirmek istemiştir. Bu sebeple de Hz. Peygamber'in yanma varıncaya kadar insanları yararak ilerlemiştir. Bu yüzden sahabenin bir kısmı onun bu hareketini garip karşılamıştır. Ayrıca o Medine'li değildi ve yürüyerek geldiği halde üzerinde yolculuk alameti de bulunmuyordu.
Şu sorulabilir: Hz. Ömer sahabeden hiç kimsenin onu tanımadığını nereden bilmektedir?
Buna şu şekilde cevap verilmiştir: Hz. Ömer'in tahminen bunu söylemiş olması mümkündür. Yahut da orada bulunanların açık ifadelerine dayanarak bunu söylemiştir. Bu ikinci İhtimal bana göre daha güçlüdür. Osman b. Gayyas'ın rivayetinde de bu şekilde yer almıştır. Bu rivayet şöyledir: "Orada bulunanlar birbirine baktı ve bu adamı tanımıyoruz dediler".
Şu sorulabilir: Cebrail niçin selam vermeden önce konuşmaya başlamıştır? Buna şu şekilde cevap verilmiştir:
a. Durumunu gizlemede mübalağa için bunu yapmış olabilir.
b. Bunun farz olmadığını göstermek için bunu yapmıştır.
c. Selam verdiği halde hadisi rivayet eden ravi bunu aktarmamıştır.
Bana göre muteber olan üçüncü görüştür. Ebu Ferve'nin rivayetinde Cebrail'in selam verdiği de yer almaktadır. Rivayet şöyledir: "Adamın elbisesine hiç kir bulaşmamıştı. Mescit sergisinin başladığı yerden Hz. Peygamber'e Selam sana ey Muhammedi" diye selam verdi. Peygamberimiz onun selamını aldı. Adam sordu: "Yanına geleyim mi ey Muhammed?", Peygamberimiz gel" buyurdu. Yaklaşayım mı diye sordukça Hz. Peygamber yaklaş dedi." Ata'nm Abdullah b. Ömer'den rivayetine göre de adam "Selam sana ey Allah'ın elçisi!" diyerek selam vermiştir. Kurtubî'deki rivayete göre "Selam sana ey Muhammed!" şeklinde selam vermiştir. Kurtubî bu rivayetten bir yere giren kişinin önce genel selam verip sonra bir şahsa özel selam vermesinin müstehap olduğu sonucunu çıkarmıştır.
İman asıl olduğu için öncelikle onu sorduğu söylenmiştir. İkinci olarak da İslâm'ı sormuştur. Çünkü bu iman iddiasının doğru olup olmadığını gösteren bir ölçüdür. Üçüncü olarak ihsanı sormuştur, çünkü ihsan iman ve İslam'a bağlıdır. Ammare b. el-Ka'kâ'ın rivayetinde ise önce İslâm'ı sormuştur. Çünkü İslâm zahir olan şeydir. İkinci olarak imanı sormuştur. Çünkü iman batın olan şeydir. Tîbî de, öncelikli olan imandan başlayarak aşağıdan yukarıya yükselmeyi barındıran bir özellik taşıdığı için bu görüşü tercih etmiştir.
"İman Allah'a...inanmaktır" : Bu cevap gösteriyor ki Hz. Peygamber Cebrail'in imanın sözlük anlamını değil, ilişkili olduğu şeyleri sorduğunu biliyordu. Aksi taktirde Hz. Peygamber İman tasdik etmektir" diye cevap verirdi. Hz. Peygamber şöyle demiş olmaktadır: "Dindeki irnan özel bir tasdiktir. Allah'a iman; onun var olduğunu, kemal sıfatlan ile mut-tasıf ve noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu tasdik etmektir."
Meleklere iman; onların var olduğuna ve Allah'ın onları nitelediği gibi "kendilerine ikramda bulunulan kullar" olduğuna inanmaktır. Meleklere imanın, kitaplar ve peygamberlerden önce zikredilmesi vakıadaki tertibe riayet içindir. Çünkü Yüce Allah melekleri, kitaplarla birlikte peygamberlere göndermiştir. Bu, meleğin peygamberden üstün olduğunu,savunanlar için bir delil teşkil etmez.
Allah'ın kitaplarına iman; onların Allah'ın sözü olduğuna, içindekilerin hak olduğuna inanmaktır.
Allah'a kavuşmaya iman" Bunun "yeniden dirilmeye iman" konusuna dahil olduğu için bu ifadenin bir tekrar olduğu söylenmiştir. Doğrusu bu bir tekrar değildir. Hadisteki "ba's" İfadesinden kabirlerden kalkmanın, "Allah'a kavuşmak" İfadesinden ise bundan sonrasının kasdedildiği söylenmiştir. Bir başka görüşe göre ise Allah'a kavuşmak, dünyadan intikal etmekle gerçekleşir, "ba's" ise bundan sonrasıdır. Matar el-Verrâk'ın rivayeti de bunu göstermektedir. Bu rivayette şöyle denilmektedir: "Ölüme ue ölümden sonra yeniden dirilmeye inanmak. Enes ve İbn Abbas'ın hadisinde de böyledir. Diğer bir görüşe göre Allah'a kavuşmaktan maksat O'nu görmektir, Hattabî bunu zikretmiştir. Nevevî onun bu görüşünü şu sözleri ile eleştirmiştir: "Kimse Allah'ı göreceğini kesin olarak söyleyemez. Çünkü bu mü'min olarak ölenlere özgüdür. Kişi kendi sonunun nasıl olacağını bilemez. O halde bu nasıl imanın şartlarından olabilir?". "Nevevî'nin bu İtirazına da şu şekilde cevap verilmiştir:" Burada kasdedilen, bunun bizatihi gerçek olduğuna inanmaktır. Bu, ehl-i sünnetin âhirette Allah'ı görmeyi ispat konusundaki güçlü delillerindendir. Çünkü Allah'ı görmeye inanmak, imanın şartlarından sayılmıştır.
Peygamberlere iman; onların Allah'tan alıp insanlara bildirdikleri iman esaslarında doğru söylediklerine inanmaktır. Melekler, kitaplar ve peygamberlere iman konusunda bu açıklama ile yetinilmesi, bu konuda tafsilata girişmeksizin bu kadarla yetinmenin caiz olduğunu göstermektedir. Ancak ismen zikredilenlere ayrı ayrı iman etmek şarttır. Hadiste yer alan sıralama şu âyetle uyum içindedir: "Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler".[22] Bu sıralama ile kasdedilen şudur: Hayır ve rahmet Allah'tandır. Onun en büyük rahmetinden biri de kitaplarını kullarına indirmesidir. Kullar içinden bu kitapların kendilerine indirildiği kimseler peygamberlerdir. Allah ile peygamberler arasındaki aracılar ise meleklerdir.
Yeniden dirilmeye inanmak: Buhârî Tefsir bölümünde "âhirete" ifadesi, Müslim'in Hz.Ömer'den gelen rivayetinde ise "âhiret gününe inanmak" ifadesi de eklenmiştir. "Sonraki diriliş" ifadesindekİ "sonraki" ibaresi hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür: Bunlardan birine göre bu ifade tıpkı "geçen gün" ifadesin-deki gibi pekiştirme amacıyla getirilmiştir. Diğer bir görüşe göre yeniden dirilme iki kere gerçekleşmektedir: Birincisi yoktan var edilmek, yahut ana karnındaki embryo halinden başlayarak doğuma kadar ve doğumla birlekte dünya hayatına kavuşmak, İkincisi kabirlerden kalkarak âhirette kalınacak mekanda istikrar bulmak için dirilmek. Ahiret günü denilmesinin sebebi, dünya günlerinin veya sınırlı zamanların sonu olmasından dolayıdır. Buna iman etmekten maksat, o günde meydana gelecek hesap, mizan, cennet ve cehennem gibi şeyleri tasdik etmektir.
el-İsmaüî Müstahrec adlı eserinde "Kadere inanmandır" ifadesini de eklemiştir. Bu ibare Ebû Farva'nm rivayetinde de vardır. Yine aynı İfadeler Müslim'in Ammâre Ibnü'l-Ka'kâ'dan yaptığı rivayette de bu görülmektedir.. Bunu "bunların tümüne" ifadesi ile pekiştirmiştir.
Kehmes ve Süleyman et-Teymî'nin rivayetinde ise "Kadere; hayır ve şerrin Allah'tan geldiğine inanmak" ibaresi yer almaktadır. İbn Abbas hadisinde de bu ifade vardır.
Atâ'nın İbn Ömer'den yaptığı rivayette ise "Tatlısı ve acısının Allah'tan olduğuna inanman" şeklinde bir fazlalık vardır.
Yeniden dirilmeden bahsederken, "inanman" ifadesini tekrar etmesinin hikmeti, bunun iman edilen şeyler içinde farklı bir tür olduğuna işaret etmek içindir. Çünkü yeniden dirilme daha sonra meydana gelecektir. Daha önce zikredilen şeyler ise şu an zaten vardır. Bunun diğer bir sebebi de bunu inkâr edenlerin çok olmasıdır. Bu yüzden yeniden dirilme konusu Kur'an'da da çokça tekrarlanmıştır.
Kaderden bahsederken de "inanman" ifadesi tekrarlanarak bir anlamda bu konuda meydana gelecek görüş ayrılıklarına işaret edilmiştir. Bu kelime tekrar edilerek kadere inanmanın önemi vurgulanmıştır. Daha sonra bu ifade şu açıklamalarla da pekiştirilmiştir: "Hayrına, şerrine, acısına, tatlısına". Daha sonra bunu da "Allah'tan olduğuna" ifadesi ile pekiştirmiştir. "Kader" sözcüğü masdar olup bir şeyin miktarını kesin olarak bilmek anlamına gelir. Bununla kasdedilen, Allah'ın varlıkların miktarlarını ve meydana gelecekleri zamanı, onları yaratmadan önce bilmesidir. Allah, kendi ilminde olacağını bildiği şeyi zamanı gelince yaratır. Sonradan meydana gelen her şey onun ilmi, kudreti ve iradesi ile meydana gelir. Bu, dinde kesin delillerle bilinmektedir. Sahabe, tabiinin önde gelenleri ve ilk dönem âlimlerinin büyük bir kısmı bu inanç üzerindeydiler. Sahabe devrinin sonuna doğru kader konusunda bidat anlayışlar ortaya çıkmaya başladı. Müslim; Kehmes, îbn Büreyde ve Yahya b. Ya'mer yoluyla bununla ilgili olayı şu şekilde aktarmaktadır: "Kader konusunda Basra'da ilk olarak ileri geri konuşan Ma'bed el-Cühenî idi. Yahya ve Humeyd el-Himyerî, Abdullah b. Ömer'in yanma gitmiş ve bu durumu ona bildirmişdi. O da kendisinin bu görüşte olanlardan uzak olduğunu, Allah'ın kadere iman etmeyenlerin hiçbir amelini kabul etmeyeceğini söyledi."
Şafiî'nin şu sözleri de bunlar aleyhine bir delildir: Kadere inanmayan kişi, Allah'ın her şeyi bildiğini kabul ediyorsa çelişkiye düşer. Bu kişiye şöyle denir: Allah'ın bildiğinden farklı bir şeyin meydana gelmesi mümkün müdür? Şayet bu soruya "hayır" diye cevap verirse ehl-i sünnetin görüşünü kabul etmiş olur. Öyle bir şeyin mümkün olduğunu kabul ederse, Allah'ın bilgisizliğini ileri sürmüş olur. Allah bundan münezzehtir.
Hadisin bağlamından anlaşıldığına göre mü'min adı, zikredilenlerin tümünü tasdik eden kişi için kullanılır. Oysa fakihler yalnızca Allah'a ve Resûlü'ne inanan kişiye mümin adını vermektedirler. Bu ikisi arasında bir çelişki yoktur. Çünkü Allah'ın peygamberine İnanmak demek, onun varlığına ve Allah katından getirdiği şeylerin doğru olduğuna inanmak demektir. Dolayısıyla yukarıda zikredilenlerin tümü bu şekilde peygambere İnanma kavramına dahil olur.
"İhsan" kelimesi masdardır. Bu bir şeyi sağlam yapmak ve birine yarar sağlamak anlamına gelir. Hadiste birinci anlam kasdedilmiştir. Çünkü kasdedilen, kulluğun iyi ve güzel bir şekilde yapılmasıdır. İkinci anlam da kasdedilmiş olabilir. Çünkü ihsanda bulunan kişi samimiyetinden dolayı kendisine yarar sağlamış olmaktadır.
İbadette İhsan; İhlaslı (samirni)ve huşu içinde olmak, İbadet sırasında akla başka bir şey getirmemek, yalnızca yaratıcıyı düşünmektir.
Nevevî şöyle demiştir: Hadisteki ifadenin anlamı şudur: "Sen, hadiste ifade edilen âdabı yalnızca senin Allah'ı, O'nun da seni görmesi sırasında gösterebilirsin. Ancak sen O'nu göremediğin halde O seni daima görür. O'nu görmesen de güzelce kulluk et". Hadisteki bu bölüm dindeki çok önemli prensiplerden birini ve Müslümanlar açısından önemli bir kuralı içermektedir. Bu, sıddıklarm dayanağı, Allah yoluna girenlerin hedefleri, ariflerin hazinesi ve salihlerin yoludur. Bu hadis Hz. Peygamber'e verilen özlü ifade kabiliyetini gösteren hadislerden biridir.
Tahkik ehli, salihierle birlikte oturmaya teşvik etmişlerdir, ta ki kişi onlara saygı duyma ve onlardan utanma sebebiyle kendi değerini azaltacak şeylere bulaşmasın. Salihierle birlikte bulunmak insanı bu kadar etkilerse gizliyi de açığı da daima bilen Allah ile birlikte olan kişinin durumu nasıl olur?
Hadisin bağlamı Allah'ın dünyada göz ile görülmesinin gerçekleşmeyeceğini göstermektedir. Hz. Peygamber'in onu görmesi ise bir başka
delile dayanmaktadır. Bu durum Müslim'in, Ebû Ümâme aracılığıyla Hz. Peygamber'den rivayet ettiği şu hadiste açık olarak ifade edilmiştir: "Bilin ki sizler ölünceye kadar Rabbinizi göremeyeceksiniz".
Müslim, Ammâre İbnü'l-Ka'kâ'm rivayetinde buna ek olarak soru soran kişinin her üç cevabın ardından "doğru söyledin" dediğini belirtmektedir.
Süleyman b. Büreyde'nin rivayeti şöyledir: Orada bulunanlar şöyle dediler: Böyle bir adam görmedik. Sanki Hz. Peygamber'e öğretir gibi "doğru söyledin, doğru söyledin" diyor.
Kurtubî şöyle demiştir: Hz. Peygamber'in getirdiği bilgiler ancak onun tarafından yapılacak bir açıklama ile bilinebileceği için, orada bulunan sahabe grubu adamın bu fiiline şaşırmıştır. Çünkü soru soran bu kişinin Hz. Peygamberle daha önce görüştüğünü ve ondan bir şeyler dinlediğini kimse görmemiştir. Ayrıca sorduğu soruların cevabını bilir gibi soru sormaktaydı. Çünkü Hz. Peygamber'in kendi sorularına verdiği cevabın doğru olduğunu yine kendisi söyleyip duruyordu. Orada bulunanların bu kişinin Cebrail olmasını uzak bir ihtimal olarak gören kimselerin hayreti gibi hayret etmiş ve olayı garipsemişlerdi.
"Kıyametin vakti ne zaman yani kıyamet ne zaman kopacaktır" sorusuna cevaben Hz. Peygamber şöyle buyurmuştu:
Bu sorunun sorulduğu kişi, bu konuda sorandan daha bilgili değildir": Bu ifade ilk bakışta soru soran ile sorulara cevap verenin kıyametin kopma zamanı konusunda bilgice eşit olduğunu gösterse de asıl anlatılmak istenen "bunun yalnızca Allah'a malum olduğunu bilme" konusunda soru soran ve cevap verenin eşit olmasıdır. Nitekim daha sonra "Allah dışında kimsenin bilmediği beş şey vardır..." diyerek bu ifade edilmiştir.
Nevevî şöyle demiştir: Bu hadisten şu çıkarılır: Bir âlime bilmediği bir şey hakkında soru sorulduğunda bunu bilmediğini açıkça söyler. Bu durum onun değerini azaltmaz, aksine takvasının ne kadar çok olduğunu gösterir.
Kurtubî de şöyle demiştir: Bu sorunun sorulmasının amacı, dinleyenlerin kıyametin vakti hakkında soru sormalarını önlemektir. Çünkü pek çok âyet ve hadiste geçtiği üzere onlar sürekli kıyametin vaktini soruyorlardı. Bu soruya hadiste geçtiği şekilde cevap verildiğinde bunu bilme umudunun olmadığı anlaşılmış oldu. Önceki sorular ise böyle değildir. Çünkü onların sorulmasının amacı, dinleyenlerin anlaması ve uygulaması için cevap talep etmektir.
Hz. Peygamber soruya "Ben bu sorunun cevabını senden daha İyi bilmiyorum" dememiş de "Bu sorunun sorulduğu kişi, bu konuda sorandan daha bilgili değildir" demiştir. Bunun amacı dinleyenlere şunu ifade etmektir: "Bu konuda soru soran ve sorulan herkes aynı durumdadır."
"Kıyametin ne
zaman kopacağım bilmiyoruz ama sana kıyametin alametlerini söyleyeyim."
Kurtubî şöyle demiştir: Kıyametin alâmetleri iki kısımdır:
1. Normal
türden (olağan) alametler
2. Normal olmayan (sıra dışı/olağanüstü) alâmetler. Hadiste birinci kısım alâmetler zikredilmiştir. Güneşin battığı yerden doğması gibi diğer alâmetler İse kıyamete daha yakın gerçekleşir. Burada daha önce gerçekleşecek alâmetler kasdedilmiştir.
Cariyenin efendisini doğurması" : Hadisin aslında yer alan "rabbini doğurması" ifadesindeki rab kelimesi, sahip ve efendi anlamına geîir. Alimler bu ibarenin anlamı konusunda her zaman farklı görüşler sergilemişlerdir.
İbnü't-Tîn "Bu konuda yedi farklı görüş belirtilmiştir" demiş ve bunları zikretmiştir. Ancak bunların bir kısmı diğerine dahildir. Ben (İbn Hacer) bunları birbirinden ayırarak şu dört görüşte özetledim:
1. Hattâbî şöyle demiştir: "Bunun anlamı İslâm dininin genişlemesi, Müslümanların şirkin hakim olduğu bölgeleri ele geçirmesi ve oradaki halkı esir almasıdır. Müslümanlardan bir kimse bu esirlerden bir kadını cariye edinip kendisinden çocuğu olduğunda, çocuk o kadının efendisi konumunda olmaktadır. Çünkü o cariyenin efendisinin çocuğudur. "Nevevî ve başka âlimler bunun çoğunluğun görüşü olduğunu söylemişlerdir. Ben (İbn Hacer) de derim ki: Hadiste bunun kasdedilmesi tartışılır. Çünkü bu sözün söylendiği sırada da cariyelerden çocuk edinme uygulaması vardı. Şirkin hakim olduğu yerleri eîe geçirme, halkı esir alma, kadınları cariye edinme İslâmm İlk yıllarında zaten gerçekleşmiştir. Hadisteki sözün geçtiği bağlam, ileride kıyamete yakın zamanda gerçekleşecek, ama henüz gerçekleşmemiş şeylere işaret etmeyi gerektirmektedir.
İbn Mâce'nin rivayetinde Vekî' bunu birinciden daha dar bir anîamda yorumlamıştır. O buradaki kastın "Arap olmayanların Arapları doğurması" olduğunu söylemiştir.
Diğer bir grup âlim bunun şu anlama geldiğini söylemişlerdir: "Cariyeler, hükümdarları doğurur. Anne de hükümdarın hakimiyeti altındaki kimselerden biri olur, hükümdar da vatandaşlarının efendisidir." Bu görüş İbrahim el-Harbî'ye aittir. O şöyle demiştir: "İlk dönemde yöneticiler çoğunlukla cariyelerle cinsel ilişkide bulunmaktan çekinir, hür kadınlar İçin birbiri ile mücadele ederdi. Sonra iş tersine döndü. Özellikle de Abbasîler devrinde." Ancak hadisin "cariyenin kadın efendisini doğurması" şeklindeki rivayeti bu anlamı desteklememektedir.
Bazılarına göre cariyenin doğurduğu çocuğa "efendi" denilmesi mecazdır. ocuk, babasının ölümüyle cariyenin azat sebebi olduğu için ona mecazen efendi denilmiştir.
Bazıları da bu ifadeyi şuna tahsis etmişlerdir: Önce çocuk esir alınır ve bir müddet sonra da azat edilir. Büyüyerek önder hatta kral olur. Sonra onun an-nesi esir alınır. O annesi olduğunu biierek onu satın alır. Yahut da annesi oldu-Sunu bilmez de onu kendi hizmetinde kullanır, onunla cinsel ilişkide bulunur, azat eder yahut evlenir. Bazı rivayetlerde "cariyenin kocasını doğurması" ifadesi Ver almıştır. Bu rivayet Müslim'de vardır. Bu rivayet bahsettiğimiz şekilde yorumlanmıştır. Bu rivayette yer alan "bal" sözcüğünün koca değil de mâlik anlamına Sidiği de söylenmiştir ki, manaların aynı noktada buluşturulması bakımından to anlamı kabul etmek daha evladır.
2. Efendilerin, kendilerinden çocuk doğuran cariyelerini satması ve bunun Çoğalması, öyle ki bu cariyelerin kralların elinde dolaşıp durması, farkında olmaksizin cariyeyi çocuğunun satın alması. Buna göre kıyamet alâmetlerinden olan şey, çocuk doğuran cariyenin satımının haram olduğu konusunun hiç kimse tarafından bilinmemesi veya şer'î hükümlerin hafife alınmasıdır.
Şu söylenebilir: Çocuk doğuran cariyenin satılıp-satılmaması konusunda tarklı görüşler vardır. Bu yüzden hadisi bu anlama yormak uygun değildir.
Deriz ki: Bu hadis, mezheplerin İttifak ettiği bir anlama yorulur ki bu da hamilelik sırasında cariyenin satımıdır. Bunun haram olduğu konusunda icma vardır.
3. Bu da bir önceki görüş İle aynı doğrultudadır. Nevevî şöyle demiştir: Çocuğun annesini satın alması yalnızca ümmü veledlere [23] özgü değildir. Başka şekiller de mümkündür. Örneğin cariye, efendisi dışındaki bir adamdan şüphe yolu ile gerçekleşen birleşme sonucu hür bir çocuk doğurur. Veya cariye nikah yahut zina sonucu bir köle doğurur sonra her iki durumda da doğum yapan ana sahih bir akitle satılır. Elden ele dolaşarak nihayet oğlunun veya kızının eline gelir. Muhammed b. Beşir'in "bununla esir kadınlar kasdedilmektedir" sözü bunu zedelemez. Çünkü bu delilsiz bir tahsistir.
4. Çocuklarda ana-babaya isyanın çoğalması, çocuğun anasına, efendinin cariyesine yaptığı gibi sövmek, dövmek ve hizmet ettirmek suretiyle alçaltıcı muamelede bulunması. Bu durumda çocuğa mecazen "efendi" denilmiştir. Yahut da burada "rab" kelimesi ile mürebbî anlamı kasdedilmiştir ki bu durumda sözcük hakiki anlamında kullanılmış olur.
Bana (İbn Hacer'e) göre genelliği sebebiyle bu, en güçlü görüştür. Ayrıca sözün söylendiği makam, durumun ne ölçüde bozulacağının kasdedildiğini göstermektedir. Şöyle ki: Kıyametin kopmaya yaklaştığı sıralarda işlerin ne ölçüde tersine döneceği, terbiye edilenin terbiye edici hale, düşük kişinin de yüksek hale geleceğini ifade etmektedir. Bu Hz. Peygamber'in daha sonraki "çıplak ayaklı kişilerin yeryüzünün hükümdarları olması" sözüne de uymaktadır.
1. Nevevî şöyle demiştir: Hadis ümmü veledlerin satılmasının ne haram ne de caiz olduğunu gösterir. Bu ikisinden birine hadisi delil getirenler hata etmişlerdir. Çünkü bir şeyin başka bir şeye alâmet kılınması, onun yasak ya da mubah olduğunu göstermez.
2. Bu hadiste efendi ve malik hakkında "rab" kelimesi kullanılmış, BuhârMe yer alan diğer bir hadiste ise "Sizden biriniz (köleye); rabbine yemek yedir, rab-bine abdest aldır, demesin. (Köle efendisine) efendim, mevlâm, desin" denilmiştir. Bu iki hadis şöyle birleştirilir: İİk hadiste "rab" kelimesi mübalağa için yahut da mürebbi'' anlamında kullanılmıştır. Bunu yasaklayan hadiste ise "efendi" anlamında kullanılmıştır. Bu konudaki yasak daha sonra gelmişde olabilir. Ya da bu yasak Hz. Peygamber dışındaki kimselere özgüdür.
Deve çobanlan: Bu onların bilgisizlikle nitelendirilmesi konusunda mübalağa için söylenmiştir. Yani onlar duyu organlarında bir kusur olmadığı halde kulaklarını ve gözlerini dinle ilgili hiçbir şeyde kullanmadılar. Bu kişiler bedevilerdir.
Nitekim Süleyman et-Teymî'nin rivayetinde bu durum şu şekilde açık olarak ifade edilmiştir: "Adam; 'Yalın ayak ve çıplak olanlar kimlerdir?' diye sordu. Hz. Peygamber de 'Bedevilerdir' dedi".
Taberânî, Ebû Cemre yoluyla İbn Abbas'tan merfu olarak şunu rivayet etmiştir: "Nabatlılann fesahat parçalaması ve şehirlerde köşkler inşa etmesi dinîn değişmesindendir".
Kurtubî şöyle demiştir: Durumun değişmesini haber vermekten kasıt; çöl halkının yönetime hakim olmas:, ülkeleri zorla egemeliği altına alması, mallarının çoğalması, bunların bütün gayretlerini binalarını süsleme ve bununla övünmeye harcamasıdır. Bu durumu zamanımızda biz de görmekteyiz.
Bu konuda şu iki hadis de vardır: "Soysuz ve düşük kimseler dünyada en rahat konumdaki insanlar olmadıkça kıyamet kopmaz." "iş ehil olmayana bırakıldığında kıyameti bekle'. Her iki hadis de sahihtir.
Kıyametin Kopma Anını Allah'tan Başkası Bilmez
"Kıyametin bilgisi Allah dışında kimsenin bilmediği beş şey içindedir": Yani kıyametin ne zaman kopacağına dair bilgi bu beş şeyin kapsamına dahildir.
Atâ el-Horâsânî'nin rivayeti şöyledir: Adam "Kıyamet ne zaman?" diye sordu. Hz. Peygamber ona: "Bu Allah dışında kimsenin bilmediği beş gayp bilgisine dahildir" buyurdu.
Kurtubî şöyle demiştir: Bu hadis sebebiyle hiç kimse bu beş konuda bilgi sahibi olamaz. Hz. Peygamber "Gaybm anahtarları onun ka-tındadır. Bunları O'ndan başkası bilmez [24] âyetini bu beş şeyle tefsir etmiştir. Bu hadis de Sahih'te yer almaktadır. Kim, Allah Resulüne dayan dırmakstzın bu beş konudan bir şeyi bildiğini iddia ederse bu iddiası yalandır. Gayp hakkında tahminde bulunmaya gelince; müneccim vb. kişiler sıradan konularla ilgili olarak tahminen gayptan haber verebilirler, ancak bu kesin bir bilgi değildir. İbn Abdilberr bunun için ücret alıp vermenin haram olduğu konusunda icma bulunduğunu nakletmiştir. İbn Mesud'un Mâıyaiiâhu anr şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Peygamberimiz'e bu beş konu dışında her şeyin bilgisi verilmiştir." İbn Ömer'den de bunun benzeri rivayet edilmiş olup her iki rivayet İmam Ahmed b. Hanbel'in Müsnecf indedir. Humeyd b. Zenceveyh'ten rivayet edildiğine göre bir sahabî güneşin tutulma zamanını önceden haber verdi. Onun bu hareketi yadırganınca o "Gayp yalnızca şu beş şeydir" diyerek yukarıdaki âyeti okudu ve sözünü şöyle tamamladı "Bunun dışındakiler bazılarının bildiği bazılarının bilmediği bir gayptir".
"Sonra adam arkasını dönüp gitti. Hz. Peygamber onu geri çağırın, dedi": Buhârî Tefsir bölümünde "sahabe onu geri döndürmek için arkasından gittiler fakat hiçbir şey göremediler" dîye rivayet etmiştir. Bu, meleğin peygamber dışındaki insanlara görünebileceğini, onların huzurunda duyabilecekleri şekilde konuşabileceğini gösterir. İmran b. Husayn'ın meleklerin konuşmalarını duyduğu rivayet edilmiştir.
1. Zikrettiğimiz rivayetler Hz. Peygamberin saiiaBâhu aky»i w »ıienı Cebrail'i son anda tanıdığını, Cebrail'in ona güzel görünüşlü ancak tanınmayan bir adam şeklinde geldiğini göstermektedir.
2. İbnü'l-Müneyyir şöyle demiştir: "Size dininizi öğretmeye geldi" sözü soruya ilim ve öğretme adının verilebileceğini göstermektedir. Çünkü Cebrail yalnızca soru sormuş, bununla birlikte Hz. Peygamber «îkiiâhu aleyhi ve onu "muallim öğretici" diye nitelemiştir. "Güzel soru ilmin yarısıdır" sözü insanlar arasında meşhurdur. Bu hadisten de bu sonucu çıkarmak mümkündür. Çünkü bu hadisten elde edilen bilgiler, hem soru hem de cevaptan elde edilmiştir.
3. Kurtubî şöyle demiştir: Bu hadis "sünnetin anası (temeli, esası)" diye isim-lendirilmeye uygundur. Çünkü sünnet ilminin temel esaslarını içinde barındırmaktadır.
Tîbî de şöyle demiştir: Fatiha sûresi Kur'an ilimlerini toplu halde içerdiğinden Kur'ân'm Fatiha sûresi ile başlamasına uymak maksadıyla İmam Beğavî de el-Mesâbıh ve Şerhu's-sünne isimli kitaplarına bu hadisle başlamıştır.
Kadı Iyaz şöyle demiştir: "Bu hadis zahir ve bâtın bütün ibadet vazifelerini içermektedir ki bunlar arasında hem başlangıç olarak hem de dünya ve âhirette imanın sağlanması, organlarla yapılan ameller, ihlas, amellerin afetlerinden korunmak vardır. Hatta şeriat ilimlerinin tümü bu hadise bağlı ve bundan kaynaklanmaktadır."
Ben (îbn Hacer) derim ki: Bu sebeple bu hadis konusunda sözü uzattım. Zikrettiklerim çok olsa bile bu hadisin içerdiklerine göre azdır. Ben özet yöntemine aykırı davranmış değilim.
51- Ubeydullah b. Abdullah'tan rivayet edildiğine göre Abdullah b. Abbas şöyle söylemiştir:
Ebû Süfyan bana Herakleios'un şöyle söylediğini anlattı:
"Sana onların sayısı artıyor mu azalıyor mu diye sordum, sen onların sayısının arttığını söyledin. îman da tamamlanıncaya kadar böyledir.
Sana herhangi bir kimse onun dinine girdikten sonra ona kızıp dininden dönüyor mu diye sordum, sen 'hayır' diye cevap verdin. İmanın mutluluğu da kalbe yerleşince hiç kimse böylesi bir mü'mini öfkelendirip de imanından uzaklaştıramaz.[25]
52- Numan b. Beşîr'den rivayet edilmiştir: Allah Resûlü'nün şöyle buyurduğunu işittim:
Helal de bellidir, haram da. Bu ikisi arasında insanlardan çoğu-m bilmediği şüpheli şeyler vardır. Kim şüphelilerden korunursa dini ve ırzını (şahsiyetini) korumuş olur. Kim de şüpheli şeylere dürse harama düşer. Bu kişi bir koruluğun etrafında koyun güden ve yyunların her an koruluğa girme ihtimali bulunan bir çoban gibidir, ikkat edin! Her kralın bir koruluğu vardır. Dikkat edin! Allah'ın yer-tzündeki koruluğu haram kıldığı şeylerdir. Dikkat edin! Vücutta öyle r et parçası vardır ki o düzgün olursa bütün vücut düzgün olur, o tzuk olursa bütün vücut bozuk olur. Dikkat edin! Bu et parçası kalptır.[26]
Dinini koruyan kişinin üstünlüğü": Buhârî bu ifade ile vera'ın (şüpheli şeyden kaçınmanın) imanın tamamlayıcı unsurlarından biri olduğunu açıklamak emiştir.
Helal de bellidir, haram da": Apaçık deliller sebebiyle bunların hem kendileri hem de nitelikleri bellidir.
Bu ikisi arasında. ..şüpheli şeyler vardır": Yani hükmü bizzat belirli olmayan şeyler içinde diğerlerine benzeyenler vardır. Yani bunlar her iki yöne de benzemektedirler.
İnsanlardan pek çoğunun bilmediği...": Yani hükmünü bilmediği. Bu Tirmizî'nin rivayetinde şu şekilde açık olarak gelmiştir: "insanlardan pek çoğu bunun helalden mi yoksa haramdan mı olduğunu bilmez". Pek çok inşanın bunu bilmemesi insanlardan az bir kısmının bunu bildiğini göstermektedir ki bunlar da müctehidlerdir. Buna göre şüpheli olmak, müctehidler dışındaki insanlar için söz konusudur. İki delilden birini tercih edememe durumunda müctehidler için de söz konusu olabilir.
"Dinini ve ırzım korumuş olur": Yani dini eksiklikten, şahsiyeti eleştiriden korunmuş olur. Çünkü şüpheli şeylerden kaçınma özelliği ile tanınmayan kişi insanların bu konudaki eleştirilerinden kurtulamaz. Bu İfâde dinle ilgili emir ve yasakları korumaya ve şahsiyete riayet etmeye işaret etmektedir.
Kim de şüpheli şeylere düşerse" : Şüpheli şeylerin hükmü konusunda ihtilaf edilmiştir. Bunun haram olduğu söylenmişse de bu görüş reddedilmiştir. Diğer bir görüşe göre mekruhtur. Bir başka görüşe göre de bu konuda (görüş belirtilmeksizin) tevakkuf edilir.[27] Bu meseledeki görüş ayrılığı, din bu konuda hüküm belirtmeden önce eşya ve fiillerin hükümlerindeki görüş ayrılığına benzemektedir.
Alimlerin "şüpheli şeyler" konusundaki yorumları şu dört görüş ile özetle-nebiir:
1. Delillerin birbiri ile çelişmesi
2. Alimlerin bir konuda farklı görüşler ileri sürmesi -ki bu görüş ilkinden alınmıştır
3. Burada "mekruh" denilen şey kasdedilmektedir. Çünkü mekruh, hem yapma hem de terk etmeye elverişlidir,
4. Bununla mubah kasdedilmektedir.
İbnü'l-Müneyyir, hocası Kubârî'nin menkıbeleri arasında onun şöyle söylediğini nakletmiştir: "Mekruh, kişi ile haram arasında bir geçittir. Sürekli mekruhları yapan kişi harama gider. Mubah da kişi ile mekruh arasında bir geçittir. Sürekli mubahlardan yararlanan kişi mekruha doğru kayar". Bu güzel bir çıkandır.
Müslim'in senedini zikrettiği ancak lafzını belirtmediği, fakat İbn Hibbân'm rivayet ettiği şu hadis de bunu desteklemektedir: "Haramla aranıza helalden perde çekiniz. Kim bunu yaparsa şahsiyetini ve dinini korumuş olur. Bunun etrafında dolaşan kişi, koruluk etrafında hayvan otlatana benzer, onun oraya düşmesi yakındır". Bu şu anlama gelir: Helalin mutlak olarak işlenmesinin mekruha götüreceğinden korkulduğunda ondan kaçınmak gerekir. Bu durum helal yiyecekleri sürekli ve bolca yemeğe benzer. Bu da çokça kazanç sağlamaya mecbur bırakır. Çokça kazanç sağlamak ise kişinin hak etmediği şeyi almasına veya insanları küçümsemesine yol açar. En azından kullukla uğraşmaktan alıkoyar. Bu herkesçe bilinen, gözle de görülen bir durumdur.
Bana göre birinci görüş daha güçlüdür. Bu görüşlerin her birinin kasde-dilmiş olması da uzak bir ihtimal değildir. Bu, kişilere göre değişir. Zeki bir alim için hükmü ayırt edebilmek zor bir şey değildir. O, mubah ve mekruha düşme konusunda şüpheye düşebilir. Böyle bir âlimin dışındakiler İçin zikrettiğimiz hususların tümünde durumuna göre şüphe söz konusu olur. Mekruh bir ameli çok işleyen kimsenin yasak amelleri işlemeye de cüret edeceği açıktır. Haram olmayan yasağı işlemek, aynı cinsten haram olan yasağı işlemeye alıştırır. Bu durum söz konusu şey hakkındaki bir şüpheden kaynaklanır. Çünkü yasaklanan şeyi yapmak vera1 nurunun kaybolmasından dolayı kalbi karartır, kişi harama düşmeyi tercih etmese bile harama düşmeye başlar.
"Bir koruluğun etrafında koyun güden çoban gibi": Benzetmede özel olarak bunun seçilmesinde şöyle bir nükte vardır: Arap hükümdarları koyunlarının otlaması için özel yerleri koruluk yaparlar ve bunun etrafında hayvanını izinsiz olarak otlatanları şiddetli bir ceza ile tehdit ederlerdi. Hz. Peygamber de insanlara, aralarında yaygın olan durumu örnek olarak verdi. Cezadan korkan ve hükümdarın rızasını gözeten kişi, koyunlarının oraya girmesinden de korkarak koruluktan uzak durur. Oradan uzak durmak zor gelse bile en güvenilir yol budur. Kralın tehdidinden korkmayan ve onun rızasını gözetmeyen kişi ise koyunlarını koruluğun yakınında otlatır. İstemeden, sürüden ayrılan bir koyunun oraya girmesinden emin olamaz. Yahut da koyunlarını otlattığı yer verimsiz, koruluk ise verimli olur. Sürü sahibi kendisine hakim olamaz ve koyunlarını oraya sokar. Yüce Allah gerçek meliktir (kraldır), onun koruluğu da haram kıldığı şeylerdir.
İnsan vücudunda bir et parçası vardır": Yani bir çiğnem et parçası vardır. Burada kalbin gözle görünen miktarı bu şekilde ifade edilmiştir. Kalbe bu ismin verilmesi işler içinde değişip durması sebebiyledir. Hadiste yalnızca kalp zikredilmiştir. Çünkü kalp vücudun yöneticisidir. Yöneticinin düzgün olması ile yönetilenler de düzgün olur, yöneticinin bozulması ile yönetilenler de bozulur.
Bu hadis kalbin değerinin büyüklüğüne işaret etmekte, onu düzeltmeye teşvik etmekte, helal kazancın bunun üzerinde etkisi bulunduğunu göstermektedir. Burada kalp ile kasdedilen, Allah'ın kalpte oluşturduğu anlayıştır. Bu, aklın kalpte bulunduğunu gösterir. Nitekim şu âyetler de bunu ifade etmektedir: "Kendileri ile aklettikleri kalpleri olsun [28] "Kendisinde kalp bulunan kişi için bunda gerçekten bir öğüt vardır [29] Tefsirciler buradaki kalp kelimesinin akıl anlama'geldiğini söylemişlerdir. Akıl kalpte yerleşik bulunduğu için akla kalp denilmiştir.
Hadisin Önemi
Âlimler bu hadise büyük bir önem vermişler, Ebû Dâvud'dan da nakledildiği gibi bu hadisi, dinin temelini oluşturan dört hadisten biri olarak kabul etmişlerdir. Bu dört hadis bir beyitte şu şekilde toplanmıştır:
Dört sözde yer alır dinin temeli, Bunlar en hayırlı kişinin sözleri, Şüpheliyi terk et, zâhid ol, boş şeyi bırak, Amelini mutlaka bir niyetle yap! [30]
İbnü'l-Arabî [31] tek başına bu hadisten bütün hükümlerin çıkarılabileceğine işaret etmiştir. Kurtubî de bunun gerekçesini şu şekilde açıklamıştır: "Çünkü bu hadis helal, haram ve diğerlerini birbirinden ayırmakta, bütün amellerin kalbe bağlı olduğunu ifade etmektedir. İşte bu açıdan bütün hükümlerin bu hadise bağlanması mümkündür."
53- Ebû Cemre'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: İbn Abbas'la birlikte oturuyordum. Beni oturduğu koltuk üzerinde, yanında oturtmuştu. Sonra bana "Benim yanımda kalırsan malımdan sana bir pay veririm" dedi. Ben de iki ay onun yanında kaldım. Sonra şöyle dedi:
Benî Abdülkays heyeti Hz. Peygamber'e Peygamber sordu:
Orada bulunanlar "Onlar Rebîa'dır" dediler. geldiklerinde Hz. Peygamber onlara: Merhaba (hoş geldiniz). Allah sizi utandırmasın, pişman etmesin" buyurdu.
Onlar şöyle dediler: Ey Allah'ın elçisi! Biz senin yanma ancak Haram aylarda [32] gelebiliyoruz. Bizimle senin aranda Mudar kabilesinin kâfirlerinden falanca kabile var. Bize öyle kesin bir şöy söyle ki bunu geride bıraktığımız akrabalarımıza bildirelim ve bununla (bunu yaptığımızda) cennete girelim". Ayrıca içecekler hakkında da soru sordular.
Hz. Peygamber de onlara dört şeyi emretti, dört şeyi yasakladı.
Onlara; yalnızca Allah'a inanmayı emrederek şöyle sordu: "Yalnızca Allah'a inanmak nedir bilir misiniz?"
Onlar: "Allah ve Resulü daha iyi bilir" dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
(Yalnızca Allah'a iman:) Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammedin Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik etmek, namaz kılmak, zekat uermek, oruç tutmak ve ganimetin beşte birini (devlet hazinesine) vermektir".
Hz. Peygamber onlara şu dört şeyi (kullanmayı) yasakladı: Hantem, Dübbâ, Nekîr, Müzeffet (mukayyer de demiş olabilir). Onlara şöyle dedi: "Bunları ezberleyin ve geride kalanlarınıza da bildirin".
"İbn Abbas'la birlikte oturuyordum Buhârî İlim kitabında Gunder'in Şu'be'den yaptığı rivayette İbn Abbas'ın söz konusu kişiye ikramda bulunmasının sebebini şöyle anlatmaktadır: "İbn Abbas ile insanlar arasında tercümanlık yapıyordum".
İbnü's-Salah şöyle demiştir: "Tercüme aslen bir dili başka bir dil İle ifade etmeye denir. Bana göre burada daha genel anlamda kullanılmıştır ki bu da İbn Abbas'm sözlerini kalabalık veya yanlış anlama sebebiyle tam anlayamayanlara ulaştırmak, başkalarının sözlerini de İbn Abbas'a ulaştırmaktır". Bana göre ikincisi daha kuvvetlidir. Çünkü o İbn Abbas'la birlikte onun yatağında oturuyordu. Kalabalık olma her İkisi için de söz konusu olup aralarında fark yoktu. Ancak İbn Abbas yatağın ortasında, Ebû Cemre de sözlerini tercüme ettiği kişilere yakın kısmında oturuyor şeklinde yorumlanırsa o başka. Ebû Cemre'nin Farsça'yı bildiği ve İbn Abbas'm sözlerini Farsça'ya tercüme ettiği de söylenmiştir.
Kurtubî şöyle demiştir: "Bu, İbn Abbas'm tercümede bir kişi İle yetindiğini göstermektedir.
İbnü't-Tîn, İbn Abbas'ın "malımdan sana bir pay veririm" sözünden hareketle bir şey öğretmek için ücret almanın caiz olduğu sonucunu çıkarmıştır. Ancak bu tartışılır. Çünkü Buhârî'nin Hac kitabında açık olarak zikrettiğine göre bunun sebebi İbn Abbas'm hacdan önce yaptığı umre sırasında gördüğü rüyadır.
Müslim, Gunder'in Şu'be'den yaptığı rivayette İbn Abbas'm Ebû Cemre'ye bu hadisi anlatma sebebini şu şekilde açıklamıştır: Bir kadın gelerek İbn Abbas'a pişirilmiş testide şıra yapmanın hükmünü sordu. İbn Abbas bunu yasakladı. Bunun üzerine ben şöyle dedim: "Ey İbn Abbas! Ben yeşil bir testide tatlı şıra yapıyorum ve ondan içiyorum, bunu içtiğimde karnım uğulduyor." İbn Abbas "Baldan tatlı da olsa ondan içme" dedi.
Buhârî Meğâzî kitabının sonlarında Kurre'nin Ebû Cemre'den rivayetini şu şekilde aktarmaktadır: İbn Abbas'a "Benim bir testim var. Onda şıra yapıyorum ve tatlı tatlı içiyorum. Çok içer de insanlarla uzun süre oturursam karnımın uğuldamasından dolayı rezil olmaktan korkarım" dedim. O şöyle dedi: "Abülkays heyeti geldi. Ebû Cemre de Abdülkays kavminden olduğu ve onlarla ilgili hadiste testilerde şıra yapmak yasaklandığı için bunun kendisine anlatılması uygun olmuştur.
Bu rivayet, testilerde şıra yapmayla ilgili haram hükmünün kaldırıldığına dair hadisin ibn Abbas'a ulaşmadığını göstermektedir. Söz konusu hadis Büreyde Ibnü'l-Husayb'in rivayeti olarak Müslim'de ve diğer kitaplarda yer almaktadır.
Kurtubî şöyle demiştir: Bu hadis şunu göstermektedir: Şayet soru soran kişi, cevaptaki delili anlama kabiliyetine sahip ise, fetva veren kişi verdiği cevâbı açık olarak ifade etmeksizin delili zikredebilir.
Bu topluluk (bu heyet) kimdir?": Nevevî şöyle demiştir: Heyet, büyük (önemli) kimselerle görüşmek İçin hazırlanan seçilmiş topluluğa denir. Hadiste zikredilen Abdülkays heyeti on dört süvari olup büyükleri de Eşecc adındaki kişi idi. İbn Ebû Cemre'nin "Bu kavim kimdir" sözü şunu göstermektedir: Kişinin kendisini görmek için gelenleri uygun konumda kabul etmek İstemesi sebebiyle onları tanımak için soru sorması müstehaptır.
Merhaba (hoş geldiniz)": Bu söz geleni hoş karşılamanın müstehap olduğunu göstermektedir. Hz. Peygamber bu sözü birkaç kez söylemiştir. Ümmü Hânî hadisinde "Ümmü Hânî! Merhaba", Ebû Cehil'in oğlu İkrime hadisinde "Binit olarak hicret eden kişiye merhaba" ve Hz. Fâtıma'ya "Kızıma merhaba" demiştir.
Allah sizi utandırmasın": Bu, söz konusu topluluğun kendi istekleriyle Müslüman olduğunu, bir savaş sonucunda kendilerini utandıracak bir biçimde esir düşerek Müslüman olmadıklarını göstermektedir.
İbn Ebû Cemre şöyle demiştir: Hz. Peygamber sâiiaSâiu aleyhi bu heyeti dünya ve âhirette hayırla müjdelemiştir. Çünkü pişmanlık bir işin sonunda olur. Pişmanlık giderildiğinde bunun zıddı sabit olur. Bu, fitneden emin olunduğunda bir insanın yüzüne karşı övülebileceğini göstermektedir.
Heyetin "Ey Allah'ın elçisi!" diye hitap etmeleri Hz. Peygamberle karşılaştıkları sırada zaten Müslüman olduklarını göstermektedir.
"Bize öyle kesin bir söz söyle ki. Tîbî'nin naklettiğine göre burada kesin sözden kasıt, hak ile batılı birbirinden ayırt eden sözdür. Yahut da açık-seçik söz demektir. Hattâbî ise şöyle demiştir: "Burada açık söz diğer bir görüşe göre muhkem (sapasağlam) söz kasdedilmiştir."
İbn Ebû Cemre şöyle demiştir: Hadisteki bu ifade; bir hakkı yerine getirememe durumunda özrünü dile getirmenin gerekli veya mendup olduğunu, salih amellerin kabul edilmesi halinde sahibini cennete sokacağını, bunların kabul edilmesinin ise Allah'ın rahmeti ile gerçekleşeceğini göstermektedir.
Hz. Peygamber onlara dört şeyi emretti": Yani dört hususu veya cümleyi emretti.
Kurtubî şöyle demiştir: Emredilen dört şeyin ilki namazdır. Kelime-İ şehadet ise tıpkı "Biliniz ki ganimet olarak aldığınız şeylerin beşte biri Allah'ın, resulünün.[33] âyetindeki "Allah" sözcüğünde olduğu gibi bereket ummak için zikredilmiştir. Et-Tîbî de bu yönde görüş belirterek şöyle demiştir: "Beliğlerin âdeti, söz bir amaç için zikrediîdiğinde sözün öncesini bu amaca ayırıp geri kalan kısmını atmaktır. Burada da asıl amaç kelime-İ şehadeti zikretmek değildir. Çünkü söz konusu heyet, zaten kelime-İ şehadeti kabul eden mü'minlerdi. Ancak belki de İslâm'ın İlk yıllarında olduğu gibi imanın yalnızca kelime-i şehadet-ten İbaret olduğunu zannediyorlardı. Bu sebeple kelime-i şehadet emredilenler arasında sayılmamıştır."
Hz. Peygamber onlara dört şeyi yasakladı": Yani burada zikredilen dört kabın İçinde bulunan şeyi yasakladı.
Hantem" testi demektir. Sahih-i Müslim'de İbn Ömer bu şekilde açıklamıştır. Yine Müslim'de Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre hantem yeşil testidir. Harbî el-Ganb isimli kitabında Atâ'dan bunların çamur, tüy ve kandan yapılan testi olduğunu anlatmaktadır.
Dübbâ" (içi boşaltılmış kuru) kabaktan yapılan kaptır. "Nakîr" içi oyulmuş hurma ağacından yapılan kaptır. Müzeffet" ise zift ile sıvanmış kaptır.
Mukayyer" kuruduğunda yanan, gemi vb. şeylerin sıvandığı bir tür bitki ile sıvanan kaptır. Bunİan el-Muhkem isimli eserin yazarı söylemiştir.
Ebû Dâvud et-Tayâlİsî'nin Müsnedinde Ebû Bekre'den şu rivayet edilmiştir:
Dübbâ şudur: Tâif halkı kabağı oyup içine üzüm doldurur, sonra da üzüm içinde tamamen ölünceye kadar gömerdi.
Nakîr şudur: Yemâme halkı hurma ağacının gövdesini yontup yaş hurmayı bunun içinde şıra yapar sonra da tamamen hurma ölünceye kadar bırakırdı.
Hantem içi şarap dolu olarak bize iletilen fıçılardı.
Müzeffet ise zift ile sıvanmış testilerdi". Bu hadisin senedi hasendir.
Sahabenin tefsiri, diğer tefsirlere tercih edilmelidir. Çünkü sahabe, bu sözlerle ne kasdedildiğini daha iyi bilir.
Burada dört kabın yasaklanmasından kasıt özellikle bu kaplarda şıra yapmanın yasaklanmasıdır. Çünkü bu kapların özelliği sebebiyle şıra kısa zamanda sarhoş edici hale dönüşüyordu. Bunu bilmeksizin bu kaplardan şıra içmek mümkün olduğu için bunlar yasaklanmıştır.
İçecekler kitabında geleceği üzere, sonradan sarhoş edici tüm içkilerin haram kılınması ile birlikte tüm kaplarda şıra yapmak serbest bırakılmıştır.
Buna; iman, abdest, namaz, zekat, hac, oruç ve (diğer) hükümler de girer.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "De ki: Herkes kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar [34] Yani kendi niyetine göre amel eder. Kişinin Allah rızasını umarak ailesine yaptığı harcama sadakadır. Hz. Peygamber tihten sonra hicret yoktur) Ancak cihad ve niyet vardır" buyurmuştur.
54. Hz. Ömer den rivayet edildiğine göre Allah Resulü şöyle buyurmuştur:
"Ameller niyetlere göredir. Herkes için niyet ettiği(nin karşılığı) vardır. Kimin hicreti Allah'a ve Resulüne ise onun hicreti Allah'a ve Resûlünedir. Kimin de hicreti elde etmek istediği dünya ve nikahlamak istediği bir kadına ise onun hicreti de hicret ettiği şeyedir.[35]
Konu başlığı, şer'î amellerin niyete ve sevap elde etmek için yapılmaya göre değerlendirileceğini göstermektedir.
Niyetin imana dahil olması daha önce de açıkladığımız gibi Buhârî'nin "iman ameldir" anlayışına dayanmaktadır. Tasdik anlamındaki iman İse; Allah'tan korkmak, O'nu yüceltmek, O'nu sevmek ve O'na yaklaşmakta olduğu gibi niyeti gerektirmez. Çünkü bunlar yalnızca Allah için yapılan şeyler olduğundan başkalarından ayırmak İçin niyeti gerektirmezler. Zira niyet, Allah için yapılan işi, gösteriş ile başkaları için yapılan İşten ayırmak, amellerin farz ve mendup gibi mertebelerini birbirinden ayırmak ve oruç ile perhizde olduğu gibi ibadet ile âdeti birbirinden ayırmak içindir.
Buharı başlıkta abdesti de zikretmekle, Evzâî ve Ebû Hanife gibi abdestte niyeti şart koşmayanlardan farklı düşündüğüne işaret etmektedir. Bunların delili şudur; "Abdest kendi başına bir ibadet olmayıp, namaz gibi bir ibadetin vesilesidir." Oysa bu görüşte olanlar teyemmüm konusunda çelişkiye düşmektedirler. Çünkü teyemmüm de bir vesile olduğu halde Hanefi'ler onda niyeti şart koşmuştur. Çoğunluk abdestte niyetin şart olduğuna dair; buna sevap vaad eden sahih deliller getirmişlerdir. Vaad edilen sevabı elde edebilmek için abdesti başka şeylerden ayıran kasıt şarttır.
Namazda niyetin sari olduğu konusunda görüş ayrılığı yoktur.
Zekatta yalnızca devlet başkanının zekatı toplaması durumunda niyet bulunmasa bile zekat borcu düşer. Çünkü devlet başkanı kişinin yerini alır.
Hacda ise, îbn Abbas'ın Şübrüme ile ilgili olarak aktardığı olay sebebiyle başkası yerine hac yapan kişinin haccı farz hac yerine geçer.
Oruca gelince, Buharı burada oruçta niyetin şart olmadığını, onun zaten diğer şeylerden ayrıldığını söyleyen Züfer gibi âlimlerden farklı düşündüğüne işaret etmiştir.
Buhârî, daha önce geçen "İslâm beş şey üzerine bina edilmiştir" hadisini esas alarak haccı oruçtan önce zikretmiştir.
"Hükümler": Yani muhakemeye İhtiyaç duyulan muameleler de böyledir. Bu; ahm-satım, evlilik, ikrarlar vb. diğer konuları kapsar. Niyetin şart koşulma-ması ancak özel bir delilin bulunması durumunda söz konusudur.
İbnü'l-Müneyyir niyetin şart koşulduğu ve koşulmadığı konuları tespit edebilmek için bir ilke belirlemekten bahsederek şöyle demiştir: Dünyevî bir faydası bulunmayan, kendisinden sevap beklenen her işte niyet şarttır. Derhal gerçekleşen bir yararı bulunan, din gelmeden önce insan tabiatının kabul ettiği işlerde niyet şart koşulmaz. Ancak kişi fiili ile sevabı gerektiren başka bir şey kasdederse o başka. Bu mesele ile ilgili bazı konularda âlimlerin ihtilaf etmesinin sebebi ihtilaf konusu meselenin hangi bölüme girdiği ile ilgilidir.
Korku ve ümit gibi tamamen soyut şeylerde niyet şart koşulmaz. Çünkü bunlar zaten niyetsiz olarak meydana gelmezler. Bunlarda niyetin olmadığını düşünürsek, söz konusu soyut gerçeklikler imkansızlaşır. Dolayısıyla bunlarda niyet aklî bir şarttır. Teselsüle düşmemek bakımından niyet etmek için niyet etmek şart koşulmaz.
Sözlerde şu üç durumda
niyete ihtiyaç duyulur:
1.
Gösterişten kaçmak İçin Allah'a yaklaşma,
2. Farklı
anlamlara gelebilecek sözcüklerden kasdedilmeyen anlamlar çıkarılmaması için
ayırım yapmak,
3. Bir şeyin istemeksizin ağızdan çıkmasından ayırmak için tasarrufu gerçekleştirme kastı.
"De ki: Herkes kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar": Buradaki mizaç ve meşrebin niyet olarak tefsir edilmesi Hasan-ı Basrî, Muâviye b. Kurre el-Müzenî ve Katâde'den nakledilmiştir. Abd b. Humeyd ve Taberî bunu onlardan naklet-miştir. Mücâhid'den ise buradaki mizaç ve meşrebin yol veya yön olduğu nakledilmiştir ki bu çoğunluğun görüşüdür. Diğer bir görüşe göre bununla kasdedilen dindir. Bunların hepsinin anlamı birbirine yakındır. "(Fetihten sonra hicret yoktur) Ancak cihad ve niyet vardır": Bu hadis İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.
55- Ebû Mes'ud'dan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Kişi Allah'ın rızasını gözeterek ailesine harcama yaptığında bu kendisi için sadaka olur.[36]
56- Sa'd b. Ebî Vakkas'tan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın rızasını gözeterek yaptığın her harcamadan dolayı sevap alırsın, hatta eşinin ağzına koyduğun lokmadan bile.[37]
Allah'ın rızasını gözeterek": Kurtubî bu konuda şöyle der: Bu sözün kendisinden anlaşılan şudur; yapılan harcama vacip olsun mubah olsun ancak kişi Allah'a yaklaşmayı kasdettiğinde sevabı hak eder. Sözün zıddından ise şu anlaşılır: Allah'a yaklaşmayı kasdetmeyen kişi yaptığı harcamadan dolayı sevap alamaz, ancak zimmeti kendisine gerekli olan nafaka borcundan kurtulmuş olur. Burada harcamaya "sadaka" adı mecaz olarak verilmiş olup, bununla sevap kasdedilmiştir. Hakikat anlamının kasdedilmediğini şu karine göstermektedir: Hâşimî soyuna mensup bir kadına sadaka/zekat haram olduğu halde, nafaka verildiğinde alması caizdir.
İkinci hadiste Sa'd'a hitap edilmişse de burada hem o hem de harcama yapma durumunda olan herkes kasdediîmiştir.
Allah'ın rızası": Yani Allah katında olan sevap.
Eşinin ağzına koyduğun lokmadan bile (sevap alırsın)": Nevevîbu ifadeden şu sonucu çıkarmıştır: Kişinin bir şeyden zevk alması şayet hakka uygun ise bu onun sevap almasına engel olmaz. Çünkü kişinin eşinin ağsına lokma koyması çoğunlukla eşi ile oynaşma durumunda olur. Bunda ise nefsin arzusunun payı bulunmaktadır. Bununla birlikte söz konusu durumda kişi sevap talep ederse bu Allah'ın lütfü ile gerçekleşir.
Ben (İbn Hacer) derim ki: Bu konuda kişinin hanımının ağzına lokma koymasından daha fazlasını İfade eden bir hadis de bulunmaktadır. Müslim'in Ebû Zer'den rivayet ettiği hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Sizden birinizin hanımı ile ilişkide bulunması da sadakadır".
Sahabeden birisinin: "Bizden birisi şehvetini tatmin ettiği halde bundan dolayı sevap mı alıyor?" diye sorması üzerine Hz. Peygamber Evet. Şayet o kişi şehvetini haram bir şekilde tatmin etseydi bu günah olmaz mıydı?" buyurmuştur.
Nefsin arzusuna bu derece uygun bir şeyde bile böyle sevap söz konusu olursa, nefsin arzusuna uygun olmayan şeylere ne demeli?
Hz. Peygamber'in kullandığı "lokma" sözcüğü, bu kuralı sağlamlaştırmak İçin söylenmiş mübalağalı bir ifadedir. Çünkü açlıktan ölme durumunda olmayan hanımına bir lokma yemek yedirmekten dolayı bile kişi sevap alırsa, muhtaç bir kişiye birkaç lokma yediren kişiye ne demeli? Çok düşük değerde bir lokmayı İnfak etme bu kadar büyük sevap getirirken daha meşakkatli ameller yapanların kazanacağı sevaplar hadsiz olmaz mı?
Bunlara ek olarak şu da söylenebilir: Kocanın, karısına yemek yedirmesinin yararı aslında yine kendisine dönmektedir. Çünkü bu, kadının beden güzelliğini etkilemekte, bunun yaran da kocaya ait olmaktadır. Yine çoğunlukla kadına harcama yapma, başkasına yapılan harcamaların aksine kişinin içinden gelerek olur. Diğer harcamalar ise nefisle mücahedeyi gerektirir. Hal böyle iken kadına yapılan harcamadan bîle sevap alınırsa, diğer harcamaların durumu ne olur? (Tabu ki onlara kat kat fazlasıyla sevap verilir.
Yüce Allah da şöyle buyurmuştur: "Allah'a ve Resûlü'ne karşı samimi (bağlı) olurlarsa.[38]
57- Cerir b. Abdullah'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Hz. Peygamber'e namaz kıimak, zekat vermek ve her müslümana (karşı) hayırhah olmak üzere biat ettim.[39]
Din nasihattir": Bu söz mübalağa olarak kabul edilebilir. Burada kasdedilen "Dinin büyük kısmı hayırhahlıktır, nasihattir," anlamıdır. Nitekim "Hac Arafattır" hadisi de böyledir. Bu söz ilk anda anlaşıldığı şekilde de kabul edilebilir. Çünkü kişinin ihlasla yapmadığı, içinden gelerek samimiyetle davranmadığı hiçbir şey dinden sayılmaz.
el-Mâzirî şöyle demiştir: Nasihat sözcüğü aslında balı süzmek anlamına gelir. Nitekim halis olan şey hakkında bu sözcük kullanılır. Yahut da bu söz ip ile bir şeyi dikmek anlamına gelir. Bunun anlamı İğnenin yırtılan yerleri bir araya getirmesi gibi, kişinin kardeşinin dağınıklığını nasihatla toparlamasıdır. "Tevbe-i Nasûh" da böyledir. Günah dini yırtmakta, tevbe de onu dikmektedir."
Hattâbî ise şöyle demiştir: "Nasihat", pek çok anlama geîen bir sözcüktür. Anlamı, nasihatta bulunulan kişinin kısmetinin bolluğu ve avamî tabiriyle şanslı olması ile ilgilidir. Bu kelime çok özlü bir kelimedir. Hatta sözler İçinde bu kelime kadar özlüsü yoktur.
Bu hadis hakkında da "dinin dörtte biri" denilmiştir. Bunu dört hadisten biri kabul edenler arasında Muhammed b. Eşlem et-Tûsî'nin olduğu bilinmektedir.
Nevevî ise bu konuda şöyle der: Hatta bu hadis tek başına dinin bütün amaçlarını gerçekleştirmektedir. Çünkü din hadiste zikredilen hususlardan ibarettir:
Allah için hayırhah olmak, nasihatta bulunmak", O'nu layık olduğu sıfatlarla nitelemek, iç ve dış ile O'na boyun eğmek, O'na itaat etmek suretiyle O'nun sevdiği şeylere rağbet göstermek, günahları terk etmek suretiyle O'nun öfkelendiği şeylerden uzak durmak, O'na isyan edenleri döndürmek için cihad etmektir.
Allah'ın kitabı için nasihatta bulunmak", onu öğrenmek, öğretmek, hakkıyla okumak, güzel bir biçimde yazmak, anlamını kavramaya çalışmak, çizdiği sınırları ezberlemek, içindekilerle amel etmek, onu geçersiz kılmaya çalışanlara karşı onu savunmaktır.
Allah'ın Resulü için nasihatta bulunmak, hayırhah olmak", onu yüceltmek, hayatta iken de öldükten sonra da ona (onun davasına) sahip çıkıp yardım etmek, öğrenmek ve öğretmek suretiyle sünnetini ihya etmek, sözlerine ve fiillerine uymak, onu ve ona uyanları sevmektir.
"Müslümanların yöneticilerine nasihatta bulunmak, hayırhah olmak", yerine getirmek zorunda oldukları görevde onlara yardımcı olmak, gaflet etmeleri durumunda onları uyarmak, bir hata yaptıklarında kusurlarını gidermek, insanları onun yönetiminde birleştirmek, emiru'l-mü'minine nefret besleyenlere karşı çıkmak, onların bu tavırlarını reddetmek. Onlara karşı en büyük hayırhahhk, nasihatta bulunmak, onları en güzel bir yolla haksızlık yapmaktan uzaklaştırmaktır.
Müctehid imamlar da "Müslümanların imamları (yöneticileri)" kavramının kapsamına girmektedir. Onlara karşı hayırhah olmak da; ilimlerini yaymak, hayat hikayelerini anlatmak, onlara karşı hüsnü zanda bulunmaktır.
"Tüm Müslümanlara hayırhah olmak", onlara şefkatli olmak, yararlı olacak şeyler yapmak, onlara kendileri için yararlı şeyler öğretmek, eziyet etmemek, kendisi için İstediğini onlar için de istemek, kendisi için çirkin gördüğü şeyi onlar için de çirkin görmektir.
Bu hadisten çıkan diğer bir sonuç da şudur:
Nasihat1'a din ismi verildiğinden amele de din denilir. Buhârî de İman kitabının büyük bölümünü bu anlayışa dayandırmıştır.
Hz. Peygambere scHaiiâhv«k(-: .usrv.: bey'at ettim": Kadı lyaz şöyle demiştir: "Namaz ve zekat çok bilindiğinden yalnızca onlar zikredilmiş, oruç ve diğer ameller zikre di lmemiştir. Çünkü onlar işitip itaat etme kapsamına dahildir."
58- Ziyâd b. Alâka'dan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir:
Muğîre b. Şu'be'nin vefat ettiği gün Cerir b. Abdullah'ın kalkıp (minbere çıkarak) Allah'a hamd-ü senada bulunduktan sonra şöyle dediğini işittim:
"Yalnızca Allah'tan korkun, onun ortağı yoktur. (Yeni) İdareciniz gelinceye kadar ağırbaşlı ve sakin olun. O size şimdi (yakında) geliyor".
Daha sonra şunları söyledi:
(Vefat etmiş olan) İdareciniz (Muğîre b. Şu'be) için (Allah'tan) af talep ediniz. Çünkü o affetmeyi severdi". Sonra da şunları ilave etti:
"Ben Hz. Peygamberin yanına gelerek; Sana İslâm üzere bey'at ediyorum, dedim. O da bana her müslümana karşı hayırhah olmayı şart koştu, ben de ona bu şart üzere bey'at ettim. Bu mescidin Rabbi'ne yemin ederim ki ben size karşı hayırhahım".
Daha sonra istiğfar ederek minberden indi.
Muğîre b. Şu'be'nin vefat ettiği gün": Muğîre b. Şu'be, Muâviye'nin halifeliği döneminde Küfe valisi idi. Hicrî 50 yılında vefat etti. Ölümü sırasında yerine oğlu Urve'yi vekil bırakü. Onun yukarıda zikredilen Cerîr'i vekil bıraktığı da söylenmiştir. Bu sebeple Cerîr yukarıdaki konuşmayı yapmıştır. Bunu Alâî Ahbâr-u Ziyâd İsimli eserinde zikretmiştir.
Cerîr Müslümanlara Allah'tan korkmanın ardından ağırbaşlılık ve sükûneti emretmiştir. Çünkü genellikle idarecilerin ölümü bir kargaşa ve fitneye sebep olur. Özellikle de Kûfe'de o sıralarda idarecilere karşı bir muhalefet söz konusu idi.
idareci size gelinceye kadar": Yani Ölen İdarecinizin yerine yenisi gelinceye kadar.
Şimdi geliyor": Bu ifâdeyle yönetilenler için durumu kolaylaştırmak adına süreyi yakınlaştırmak istemiştir. Durum öyle de olmuştur. Çünkü Muğire'nin vefat haberi Muaviye'ye ulaştığında o derhal Basra valisi Ziyad'ı Kûfe'ye idareci olarak tayin etmiş ve hemen oraya hareket etmesini emretmiştir.
"0 da affı severdi": Bu ifade, bir işe kendi cinsînden karşılık verileceğini göstermektedir.
1. Bu hadiste "müslümana karşı hayırhah olmak" denilmesinin sebebi yaygın duruma işaret etmek içindir. Yoksa aslında kâfire karşı da şu şekilde hayırhah olunur: Onu İslâm'a davet etmek, herhangi bir konuda danıştığında ona doğruyu göstermek. Onun satım akdi üzerine satım yapma vb. konularda âlimler farklı görüşler belirtmişlerdir. İmam Ahmed b. Hanbel bunun yalnızca Müslümanlara özgü olduğunu ifade ederek bu hadisi delil göstermiştir.
2. Buhârî îman kitabını nasihat konusu ile bitirmek suretiyle; zayıf hadisle değil sahih hadisle amele yönlendirerek Müslümanlara karşı hayırhahlığın gereğini yerine getirdiğine işaret etmiş, son olarak da kendi durumunu .ortaya koyan Cerîr'in konuşmasını vermiştir.
İdareciniz size şimdi geliyor" sözü ile uygulayan kişi gelinceye kadar dinî hükümlere bağlanmanın gerekliliğini ima etmiştir. Çünkü kıyamete kadar Hakk'-m yardımına mazhar olan bir grup sürekli bulunacaktır ki bunlar da hadisçilerin fakih olanlarıdır.
idareciniz için Allah'tan af talep edin" sözü ile yaptığı bu güzel iş sebebiyle kendisine dua edilmesini talep etmektedir.
Buharı bu bölümü "istiğfar etti ve minberden indi" sözü ile noktalayarak konunun bittiğine işaret etmiş, bunun ardından İlim kitabını/bölümünü kaydetmiştir. Çünkü hayırhahlıkla ilgili hadiste yer alan şeylerin büyük bir kısmı ilim öğrenmek ve Öğretmekle gerçekleşmektedir.
Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.[40]
(Deki:) Rabbim, ilmimi artır.[41]
Allah sizden inananları ue kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin": Bu âyet şu şekilde tefsir edilmiştir: "Allah âlim olan mü'mini âlim olmayan mü'minin üzerine yükseltsin". Derecelerin yükselmesi fazilete işarettir. Çünkü bundan kasdedilen sevabın çok olmasıdır. Dereceler bununla yükselir. Derecelerin yükselmesi ifadesi dünyada manevî yükselmeyi yani; konumun yükselmesini ve iyi bir isim bırakmayı içerdiği gibi âhirette derecenin yükselmesi şeklindeki hissî yükselmeyi de içerir ve cennette makamın yücelmesine delâlet eder.
Sahİh-i Müslim'de Nâfi' b. Abdülhârİs el-Huzâî'den -ki bu şahıs Hz. Ömer'in Mekke'deki zekat memuru idi- rivayet edildiğine göre Hz. Ömer Asfan denilen yerde onu görmüş ve "Yerine kimi bıraktın" diye sormuş o Yerime bizim azatlımız olan İbn Übzî'yi bıraktım" demiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer ona "Sen bir azatlıyı mı yerine bıraktın?" diye sormuş, Nâfi' "O Allah'ın kitabını okur ve ferâizi/miras ile ilgili hükümleri iyi bilir" demiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle demiştir: "Peygamberiniz 'Allah bu kitap ile bazılarım yüceltir bazılarını alçatttr' buyurdu".
Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz" âyeti hakkında Zeyd b. Eslem'in "ilim sahibi olmaları sebebiyle yükseltiriz anlamına gelir dediği rivayet edilmiştir.
De ki: Rabbim, ilmimi artır": Bu âyet İlmin faziletini açık bir şekilde göstermektedir. Çünkü Yüce Allah Hz. Peygamber'den ilim dışında başka bir şeyin artırılması için dua etmesini istememiştir. Buradaki ilimden kasdedilen dinî ilimdir. Bu ilim; mükellefin ibadetler ve muamelâtı bilmesini, Allah'ı ve sıfatlarını, O'na karşı yerine getirmesi gereken şeyleri, O'nu her türlü noksanlıklardan tenzih etme bilgisini kapsar. Bunların esasını ise tefsir, hadis ve fıkıh İlimleri teşkil eder.
59- Ebû Hureyre'den rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber bir mecliste toplulukla konuşurken bir bedevî gelerek ona:
Kıyamet ne zaman?" diye sordu. Allah Resulü konuşmasına devam etti. Bazıları "Hz. Peygamber adamın sorusunu duydu ama soru sorma şeklini yadırgadı, bu sebeple cevap vermedi" derken bazıları da "Hz. Peygamber adamın sözünü duymadı" dediler.
Hz. Peygamber konuşmasını tamamlayınca:
Kıyametin vaktini soran kişi nerede?" buyurdu. Adam: "Buradayım ey Allah'ın elçisi!" dedi.
Hz. Peygamber Emanet kaybedildiğinde kıyameti bekle" buyurdu.
Adam: "Emanet nasıl kaybedilir?" diye sordu.
Hz. Peygamber iş ehil olmayana bırakıldığında kıyameti bekle" buyurdu.[42]
"konuşması devam ederken kendisine soru sorulan kişi":
Bu hadiste âlim ve öğrencinin uyması gereken edebe işaret edilmektedir.
Âlimin uyması gereken âdap şunlardır; Soru soran kişiyi azarlamamak, konuşmasını tamamlayıncaya kadar onunla ilgilenmemek sonra ona cevap vermek, ona yumuşak davranmaktır. Çünkü hadiste soru soran kişi insanlara karşı kaba hareketlerde bulunan bedevilerdendi. Soru ve cevabı net olmasa bile bir kimsenin sorduğu soruya özen göstermek gerekir.
Öğrencinin uyması gereken âdap şunlardır: Başka biri ile meşgul olan âlime soru sorulmaz, çünkü ilkinin hakkı daha öncedir. Ders alma, fetva ve hüküm gibi konularda öncelik sırasına riayet edilir. Yine Öğrenci hocanın verdiği cevabı anlamadığında daha da açık hale getirmek için hocaya müracaat eder. Hadiste Rasûlullah'a soru soran kişinin "emanet nasıl kaybolur?" sorusunda olduğu gibi.
İbn Hibbân bu hadise başlık olarak "soru sorulan kişinin derhal cevap vermemesinin mubah olması" ifadesini kullanmıştır. Ancak hadisin baş tarafı bunun mutlak olarak bu şekilde olmadığını göstermektedir.
Bu hadis ilmin soru ve cevaptan ibaret olduğunu anlatmaktadır. Bu sebeple "güzel soru ilmin yarısıdır" denilmiştir.
İmam Mâlik ve İmam Ahmed, hutbe konusunda bu hadisin zahirini esas alarak şöyle demişlerdir: Bir kimse soru sorduğunda hutbe yarıda kesilmez, kişi hutbeyi bitirdiğinde sorulana cevap verir. Alimlerin çoğunluğu ise şöyle bir ayırım yapmıştır: Şayet soru hutbenin farzları eda edilirken sorulursa cevap ertelenir, hutbenin farz olmayan bölümlerinde sorulan soruya ise cevap verilir. Bu konuda şöyle bir ayırım yapmak daha iyidir: Şayet din işi ile ilgili önemli bir soru ise, özellikle de yalnızca soru soranla ilgili bir durum ise soruya cevap vermek müstehaptır, sonra imam hutbeye devam eder. Hutbe ve namaz arasında da durum böyledir. Bunun dışında bir soru olursa cevabı erteler. Bazen hutbenin farzlarından biri yerine getirildiği sırada sorulan soruya derhal cevap vermek gerekebilir. Ancak en doğru görüşe göre, imamın soruya cevap vermesi halinde hutbeye baştan başlaması gerekir. Bu hükümlerin tümü konu ile ilgili farklı hadislerden elde edilmiştir. Şayet sorunun cevabının hemen bilinmesi önemli değilse bu hadiste olduğu gibi, özellikle de bu konuda soruyu terk etmek daha evla olduğundan, cevap ertelenir. Bunun bir benzeri de namaz için kamet getirildiği sırada kıyametin vaktini soran kişinin durumunda söz konusudur. Namaz bitince Hz. Peygamber Soru soran nerede?" diye sormuş ve ona gerekli cevap verilmiştir. Bu hadisi de Buharı ve Müslim rivayet etmektedir. Şayet soruyu soran kişi için zorunlu bir durum söz konusu ise imam ona cevap verir. Nitekim Müslim'de Ebû Rifâa hadisinde yer aldığına göre Hz. Peygamber hutbe okurken dinini bilmeyen yabancı bir adam din konusunda ona soru sormak üzere geldi. Hz. Peygamber hutbeyi bırakarak bir kürsüye oturdu ve ona dinini öğretmeye başladı. Daha sonra hutbesine kaldığı yerden devam ederek konuşmasını bitirdi. Yine Sahihayn'da Salim ile ilgili kıssada yer aldığına göre o Hz. Peygamber hutbe okurken mescide girdiğinde Hz. Peygamber ona "İki rekat namaz kıldın mı?" diye sormuştur.
Bu hadisin ilim konusu ile ilgisi şudur: İşin ehil olmayan kimselere verilmesi ancak cehaletin yaygınlaştığı ve ilmin kaldırıldığı durumda olur. Bu da kıyamet alâmetlerindendir. Bu, ilim mevcut olduğu sürece durumun normal olduğunu gösterir. Buhârî bu hadisle İlmin yalnızca büyüklerden öğrenileceğine İşaret etmiş, Ebû Ümeyye el-Cumahî'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettiği "ilmin küçüklerde aranması kıyamet alâmetlerindendir" hadisine işaret etmiştir.
60- Abdullah İbn Amr'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Bir yolculuk sırasında Hz. Peygamber bizden arkada kaldı. Sonradan gelip bize yetişti. O esnada namaz vakti gelmiş ve biz de abdest alıyorduk. Ayaklarımıza mesh ediyorduk. Hz. Peygamber en yüksek sesi ile iki veya üç kere şöyle bağırdı:
Ateşte yanacak topukların vay haline!.[43]
Buharı, "en yüksek sesi ile bağırdı" ifadesini ilim öğretmek için sesi yükseltmenin caiz olduğuna delil getirmiştir. Bu delil getirme ancak; dinleyenin uzakta olması, kalabalığın çok olması veya bunun dışında ihtiyaç durumunda geçerli olur. Vaaz etme de buna eklenir. Nitekim Câbir'in rivayet ettiği hadiste şöyle denilmektedir: "Hz. Peygamber hutbe okur da kıyametten bahsettiğinde öfkesi kabarır, sesi yükselirdi". Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. Ahmed b. Hanbel de Numan'dan bu anlamda bîr hadis rivayet etmiş ve "Bir adam çarşıda olsa o bile sesini duyardı" diye eklemiştir. Yine Buhârî bu hadisi, anlaşılsın diye sözü tekrarlamanın meşru olduğuna delil getirmiştir.
Humeydî bize şöyle dedi: İbn Uyeyne'ye "haddesenâ (bize tahdis etti)", "ahbaranâ (bize haber verdi) "enbeenâ (bize bildirdi)" ve "semi'tu (işittim)" ifadeleri aynı anlama gelir.
İbn Mes'ud "Allah Rasûlü buyurdu (haddesenâ) ki o doğru söyleyen ve sözü doğrulanandır demiştir.
Şakîk, Abdullah'tan şunu rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber'den bir söz işittim.
Huzeyfe de "Allah Rasûlü bize iki hadis buyurdu (Haddesenâ)" demiştir.
Ebu'l-ÂIiye şöyle demiştir: İbn Abbas'tan, o da Peygamber'den Rabbi'nin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.
Enes şöyle demiştir: "Hz. Peygamber Rabbi'nden şunu rivayet etmiştir.
Ebû Hureyre şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'in Rabbi'n-den rivayet ettiğine göre.
61- İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre Resûlulîah şöyle buyurmuştur.
"Ağaçlar arasında bir ağaç vardır ki yaprağı düşmez. Bu ağaç müslümana benzer. Bana bu ağacın ne olduğunu söyleyiniz".
İnsanlar çöl ağaçlarını saymaya başladılar. (Abdullah b. Ömer diyor ki:) Aklıma onun hurma ağacı olduğu geldi. Ancak utandığımdan bunu söylemedim. Daha sonra ashab-ı kiram "Ey Allah'ın Resulü onun ne olduğunu bize bildir" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber O hurma ağacıdır" buyurdu.[44]
Hurma ağacı ile Müslümanin benzeştiği yön, ağacın yaprağının düşmemesidir. Bunu Haris İbn Ebû Usâme'nin İbn Ömer'den diğer bir yolla yaptığı rivayet göstermektedir. O rivayet şöyledir: İbn Ömer şöyle demiştir: Birgün Resûlullah'ın yanında iken o şöyle buyurdu: "Mümin, yapraktan dökülmeyen bir ağaca benzer. Bu ağacın ne olduğunu bitiyor musunuz?" Ashab-ı kiram "Hayır" deyince Hz. Peygamber O hurma ağacıdır. Onun yaprağı dökülmez. Müminin de duası dökülmez (geri çevrilmez)".
Buhârî el-Et'ime (Yiyecekler) bölümünde A'meş'ten şunu rivayet etmiştir: Bana Mücâhid, İbn Ömer'in şöyle dediğini aktardı: Biz Hz. Peygamber'in yanında iken ona cummâr/hurma göbeği getirildi. Bunun üzerine o "Gerçekten ağaçlar içinden bereketi Müslüman'ın bereketi gibi olanı vardır" buyurdu. Bu, öncekinden daha genel bir ifadedir.
Hurmanın bereketi bütün parçalarında mevcut, bütün hallerinde devamlıdır. Çıktığı andan kuruduğu ana kadar türlü hallerde yenilir. Daha sonra da bütün parçalarından yararlanılır. Örneğin çekirdekleri hayvanlara yem olarak verilir, liflerinden urgan yapılır. Bunun gibi pek çok yararı vardır. İşte aynı şekilde müslümanın bereketi de tüm durumlarda geneldir. Onun yararı hem kendisi hem de başkaları için ölümünden sonra bile devam eder.
Burada Hz. Peygamber'in sorusu üzerine sahabe-i kiram hurma ağacını düşünmeyerek, göllerdeki ağaçların isimlerini hatırlamaya ve soruya bu şekilde cevap vermeye çalışmışlardır.
"Aklıma bunun hurma ağacı olduğu geldi. Ancak utandığımdan bunu söyle-yemedim": Yani "bunun hurma ağacı olduğunu söylemek istedim ancak bir de baktım ki oradakilerin en küçüğü benim". Nâfi'in rivayetine göre İbn Ömer şöyle demiştir: Baktım ki Ebû Bekir ile Ömer konuşmuyor ben konuşmayı hoş görmedim. Oradan kalkınca Ömer'e "baba..." dedim. Mâlik'in rivayetine göre İbn Ömer şöyle demiştir: Babama aklımdan geçeni söyledim. Bana; "Onu söylemiş olmanı şunun şunun...benim olmasından daha çok isterdim" dedi.
Bu hadiste yukarıda açıklananlar dışında da bazı sonuçlar yer almaktadır:
Alimin (hocanın) öğrencilerin zihnini imtihan etmesi, anlamadıkları noktayı açıklaması. Ebû Davud'un Muâviye aracılığı ile Hz. Peygamber'den rivayet ettiği "Hz. Peygamber çetrefil şeyleri sormayı yasakladı" hadisine gelince bu hadisi rivayet edenlerden biri olan Evzâî burada kasdedilenin zor sorular olduğunu söylemiştir. Bu, yararı olmayan sorulara yahut da soru sorulan kişiyi sıkıntıya sokmak ve zora düşürmek için sorulan sorulara bağlanır.
Yine bu hadis, ilimde anlayış sahibi oİmaya teşvik etmektedir.
Utangaçlık, bir yararı elden kaçırmaya yol açmadığı sürece müstehaptir. Bu sebeple Hz. Ömer oğlunun soru karşısında susmamış olmasını temenni etmiştir.
Hurma ağacı ve meyvesinin bereketine işaret vardır.
Hurma göbeğinin alım-satımı caizdir. Çünkü yenmesi helal olan şeyin alım-satımı da helaldir. Bu yüzden Buhârî alım-satımlar bölümüne de bununla ilgili başlık koymuştur.
Hurma göbeği cummar toplamak caizdir.
Buhârî bu hadisi Tefsir bölümünde "Görmedin mi Allah nasıl bir misal getirdi: Güze! bir sözü, kökü (yerde) sabit, dallan gökte olan güzel bir ağaca (benzetti) [45] âyetinin tefsirinde de zikretmiş ve burada kasdedilen ağacın hurma olduğuna işaret etmiştir. Bu el-Bezzâr'm; Musa İbn Ukbe, Nâfi', îbn Ömer yoluyla rivayet ettiği-şu hadiste açık olarak İfade edilmiştir: Hz. Peygamber bu ayeti okuyarak "Bu ağacın hangi ağaç olduğunu biliyor musunuz?" diye sordu. İbn Ömer diyor kî: "Ben bunun hurma ağacı olduğunu anladım. Ancak yaşım ufak olduğu için bunu söylemedim. Daha sonra Hz. Peygamber Bu hurma ağacıdır" dedi.
Bu hadisle yukarıdakinin arası şöyle bulunur: Hz. Peygamber'e hurma göbeği getirildi. O yukarıdaki âyeti okuyarak hurmayı yemeye başladı. Sonra da "Ağaçlardan öylesi vardır ki yaprağı dökülmez. buyurdu.
İbn Hibban'ın; Abdülaziz İbn Müslim, Abdullah İbn Dinar, İbn Ömer aracılığıyla rivayetine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bana mümine benzeyen ağacı kim söyleyecek?".
Bu hadis, birbirine benzetilen şeylerin her açıdan benzer olmasının gerekmediğini göstermektedir. Çünkü cansızlardan hiçbir şey mü'mine benzemez ve denk olama2.
Bu hadis büyüğe saygı duyma ve küçüğün konuşma konusunda babasına öncelik verip, doğru olduğunu düşünse bile aklına gelen şeyi hemen söylememesi gerektiği konusunu da içermektedir.
Yine bu hadis bazen büyük bir âlimin kendisinden alt seviyede olan kimsenin idrak ettiği bir şeyi idrak edemeye bileceğin i göstermektedir. Çünkü ilim Allah vergisidir. Ailah lütfunu dilediğine verir.
İmam Mâlik bu hadisi şunun için delil getirmiştir: Kişi aslen Allah için bir iyilik yapsa, sonra da kalbine yaptığı bu iyilikten dolayı övülme isteği gelse, bu durum o iyiliği zedelemez. Bu, Hz. Ömer'in temennisinden anlaşılmaktadır. İnsanın doğasında kendisi ve çocuğu için iyiliği isteme özelliği vardır. Yine Hz. Ömer'in temennisi, küçüklüğüne rağmen çocuğunun üstünlüğünün ortaya çıkması, Hz. Peygamberin ona karşı ilgisinin artması, Hz. Peygamber'in ona anlayış sahibi olması için dua etmesidir.
Bu hadis dünyanın Hz. Ömer gözünde ne Ölçüde değersiz olduğunu da göstermektedir. Çünkü o, oğlunun tek bir meseleyi anlamasını, miktarının çokluğu ve fiyatının yüksekliğine rağmen kızıl tüylü develere sahip olmaya yeğlemiştir.
62- İbn Ömer şunu rivayet etmiştir: Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Ağaçlardan bir ağaç vardır ki yaprağı dökülmez. Bu ağaç Müslümana benzer. Bana onun ne olduğunu söyleyiniz"
Bunun üzerine insanlar çöllerdeki ağaçları saymaya başladılar. (Abdullah diyor ki) "Benim aklıma hurma ağacı geldi." Daha sonra oradaki ashab: "Ey Allah'ın Resulü bize o ağaç hangi ağaçtır, anlatır mısın?" dediler. Hz. Peygamber de O, hurma ağacıdır" buyurdu.
Muhaddise okumak ve arz etmek.
Hasan, es-Sevrî ve İmam Mâlik kıraat (yöntemi ile hadis almayı) caiz görmüşlerdir. Bazı ilim adamları, muhaddise okumak suretiyle hadîs almanın caiz olduğuna Dımâm b. Sa'lebe'nin hadisini delil göstermişlerdir. O, Hz. Peygamber'e Namazların kılınmasını sana Allah mı emretti?" diye sormuş, Hz. Peygamber de Evet" diye cevap vermiştir. Bu, Hz. Peygamber'e okumaktır. Dimam bunu kavmine bildirmiş onlar da bunu onaylamışlardır.
İmam Mâlik, bir topluluğa okunan yazı hakkında topluluğun "Falan kişi bizi Şahit kıldı" demesini delil getirmiştir. Bu onlara kıraat usulüyle okunmaktadır.
Hadis, okutan kişiye okunur ve okuyan kişi "falan kişi bana okuttu" der.
Bize Muhammed îbn Selam, ona Muhammed İbnü'l-Hasen e!-Vâsıtî ona Avf ona da Hasan tahdisen şunu haber verdi: "Alime okumakta bir beis yoktur (bu caizdir)."
Bize Muhammed İbn Yusuf el-Firebrî ona Muhammed İbn İsmail el-Buhârî ona Ubeydullah İbn Musa ona da Süfyan şöyle haber verdi: Muhaddise bir hadis okunduğunda (şayet sen bunu dinliyorsan, "bu muhaddis) bize haber verdi" demende bir sakınca yoktur.
Ebû Asım'm Mâlik ve Süfyan'dan şunu rivayet ettiğini duydum: Âlime okumak ve âlimin okuması eşittir.
63- Şerik İbn Abdullah İbn Ebû Nemir, Enes bin Mâlik'in şöyle dediğini bizzat ondan işittiğini söylemiştir:
Biz mescitte Hz. Peygamberle birlikte otururken deve üzerinde bir adam girerek devesini mescide çöktürdü, sonra bağladı. Ardından "Muhammed hanginiz?" diye sordu. Hz. Peygamber ashabı arasında yan tarafına dayanmış olarak oturuyordu. Biz "Şu beyaz tenli ve yan tarafına dayanmış olarak oturan adamdır" dedik.
Adam Hz. Peygamber'e "Ey Abdülmuttalib'in oğlu (torunu)!" dedi.
Hz. Peygamber yeni: "Buyur dedi. Adam: "Sana bazı şeyler soracağım ve seni sıkıştıracağım.
Hz. Peygamber saiiaiiâhudieyhi ve seiiam: "Evet" buyurdu.
Adam: "Allah aşkına söyle, bir gün ve gecede beş vakit namaz kılmayı sana Allah mı emretti?".
Hz. Peygamber Allah'ım buna şahittir evet" buyurdu.
Adam: "Allah aşkına söyle, senenin şu (Ramazan) ayını oruçlu geçirmemizi sana Allah mı emretti?".
Allah'ım buna şahittir, evet" budi.
Adam: "Allah aşkına söyle, şu zekatı zenginlerimizden alıp fakirlerimize dağıtmanı sana Allah mı emretti?"
Hz. Peygamber Allah'ım buna şahittir evet" buyurdu.
Adam: "Senin getirdiklerine ben İman ettim. Ben gerideki kavmimin de elçisiyim. Ben Benî Sa'd b. Bekir kabilesinden Dımâm b. Sa'lebe'yim" dedi.
Kıraat ve arz arasında geneliik-özellik şeklinde bir farklılık bulunduğundan bunları "ve" bağlacı ile bağlamıştır. Çünkü hadis öğrencisinin hadisi okuması (kıraat), arz ve diğer yollardan daha geneldir. Arz yalnızca kıraat yolu ile olur., Çünkü arz, hadis öğrencisinin hocasının huzurunda ona veya başkasına hadis arz etmesi ile olur. Bu kıraatten daha özeldir. Bazıları mecazen öğrencinin hocasına bir aslı getirmesi, hocanın bunu kontrol edip sıhhatli olduğunu gördükten sonra içindekileri tek tek anlatmaksızm veya öğrencinin ona okuması olmaksızın rivayet etmesine izin vermesine de arz demişlerdir. Doğru olan, buna mutlak anlamda arz değil "arz-ı münavele" denilmesidir.
İlk dönem âlimlerinin kimi yalnızca hocanın öğrencilerine anlattığı hadislere itibar eder, öğrencinin hocasına okuduğu hadislere ise itibar etmezdi. Bu sebeple Buhârî bunun caiz olduğuna dair bir başlık atarak bu başlık altında Hasan-ı Basrî'nin "Alime hadis okumakta bir sakınca yoktur" sözünü aktarmıştır. Yine Süfyan-ı Sevrî ve Mâlik'ten senetli olarak bunların âlimden işitme ile ona okumayı eşit saydığını rivayet etmiştir.
"Bazıları..delil göstermişlerdir" ifadesinde kasdedilen Buhârî'nin hocası Humeydî'dir. Humeydî bunu en-Nevâdir adlı kitabında söylemiştir. Kitabın giriş kısmında yetiştiğim ve kendisine tabi olduğum kişiler de böyle söylemişlerdi. Ancak daha sonra bunun böyle olmadığını, bu sözü söyleyenin Ebû Said el-Haddad olduğunu anladım. Beyhakî el-Ma'rife adlı eserinde İbn Huzeyme yoluyla şunu rivayet etmiştir: Muhammed İbn İsmail el-Buhârî'nin şöyle dediğini işittim: "Ebû Said el-Haddad şöyle demiştir: Bende Hz. Peygamber'den âlime elindeki bilgileri okumak İle ilgili bir haber bulunmaktadır". Ona "Bu nedir?" diye sorulunca "Dımâm b. Sa'lebe'nin; Allah aşkı için söyle bunu sana Allah mı emretti? şeklinde soru sorduğu, Hz. Peygamber'in de; "Allah'ım buna şahittir, evet" diye cevap verdiği hadistir" dedi.
Buhârî'de yer alan metinde Enes'in Dımam b. Salebe ile ilgili naklettiği rivayette Dımâm'm bunu kavmine bildirdiği yer almamaktadır. Bu, İmam Ahmed b, Hanbel ve diğerlerinin farklı bir yolla İbn İshak'tan rivayet ettikleri şu hadistir: Bana Muhammed bin'-Velîd İbn Nüveyfi', Küreyb'den o da İbn Abbas'tan nakletti: Benu Sa'd b. Bekir kabilesi Dımâm İbn Sa'lebe'yi Hz. Peygamber'e gönderdiler... Dımâm kavmine dönünce onlara şunu haber verdi:
"Şüphesiz Yüce Allah bir resul gönderdi ve ona bir kitap indirdi. Ben de size onun yanından emrettiklerini ve yasakladıklarını getirdim". Vallahi o gün akşam olmadan önce yanında bulunan ne kadar erkek ve kadın varsa hepsi Müslüman oldular.
"Hasan'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Alime kıraat etmenin (hadis okumanın) bir sakıncası yoktur": Bunu Hatîb buradakinden daha eksiksiz bir şekilde rivayet etmiştir. Hatîb'in; Ahmed b. Hanbel, Muhammed İbnü'l-Hasen el-Vâsıtî, Avf el-A'râbî yoluyla rivayetine göre bir adam Hasan'a "Ey Ebû Saîd! Evim uzakta, gidip gelmek bana zor geliyor. Şayet kıraatte bir sakınca görmezsen sana elimdeki bilgileri okuyayım" demiş, Hasan da şöyle demiştir: "Senin bana okuman ya da benim sana okumam hiç fark etmez". Adam: "Bu durumda ben bir hadisi rivayet ederken Hasan bana anlattı (tahdis etti) diyebilir miyim?" diye sormuş, Hasan da "Evet, Hasan bana anlattı (tahdis etti) diyebilirsin" demiştir.
Hz. Peygamberin bir yere dayanarak oturması devlet başkanının, idaresi altındakiler yanında İken bir yere dayanarak oturabileceğini göstermektedir. Yine Hz. Peygamber'in ashabın içinde bulunması da onun kibirden ne Ölçüde uzak olduğunu göstermektedir.
"Devesini mescide çöktürdü": İbn Battal ve diğerleri bu ifadeden develerin idrar ve dışkısının temiz olduğu sonucunu çıkarmışlardır. Çünkü bu kişi mescitte bulunduğu süre içinde devesinin idrar veya dışkı yapmayacağından emin olamazdı. Hz. Peygamber de bunu yadırgamamıştır. İfadenin buna delalet etmesi açık değildir. Burada yalnızca ihtimal söz konusudur. Ebû Nuaym'm şu rivayeti de bu ihtimali ortadan kaldırmaktadır: "Devesine binerek mescide geldi. Devesini çöktürdü, sonra bağladı. Daha sonra mescide girdi". Bu ifade, Dımâm'ın mescide devesi ile birlikte girmediğini göstermektedir. Ahmed b. Hanbel ve Hâkim'de İbn Abbas'tan yapılan şu nakil bundan da açıktır: "Devesini mescidin kapısının önüne çöktürdü, bağladı, sonra da mescide girdi".
Bazı rivayetlerde "dayanmış olarak oturan şu beyaz adamdır" ifâdesi yer almaktadır. Hz. Peygamber ne beyaz ne de esmerdi, kırmızıya çalan bir beyazlıktaydı.
Hz. Peygamber'in adamın ona layık olduğu gibi saygılı bir şekilde hitap etmemesi üzerine İlk başta adama "evet" değil de "seni dinliyorum" dediği söylenmiştir. Nitekim Yüce Allah özellikle de bu konuda şöyle buyurmuştur: "Peygamber'i, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın [47] Şayet Dımâm'm Müslüman olarak mescide geldiği görüşünü kabul edersek onun böyle yapmasının gerekçesi, bu konudaki yasağın kendisine ulaşmamış olmasıdır.
Ayrıca o sırada kendisinde bedevilere özgü kaba davranışlar bulunmaktaydı. Bu durum onun "Seni sorularımla sıkıştıracağım" ve Sâbit'in rivayetinde "Senin bize gelen elçin senin peygamberlik İddia ettiğini söylüyor" ifadelerinde de görülmektedir. Bu sebeple Sâbit'in Enes'ten yaptığı rivayetin başında şöyle denilmektedir: "Bizim Allah Resulüne bir şey sormamız Kur'an'da yasaklanmıştı. Bu sebeple çölden (bedevilerden) akıllı bir adamın gelerek Hz. Peygamber'e soru sormasını ve bunu dinlemeyi isterdik". Ebû Avâne Sahıh'inde şunu da eklemiştir: "Bedeviler bu konuda bizden daha cür'etli idi". Yani sahabe vahyin kendilerine çizdiği sınırda dururken, bedeviler durumu bilmemeleri sebebiyle mazur görülüyorlardı. Sahabe soru soran kişinin, sorduğu Şeyi bİlebİlmesi için akıllı olmasını temenni etmiştir. Dımâm'm soru sormadan önce, amacına ancak bu şekilde ulaşacağını düşündüğünden mazeret beyan etmesi de onun akıllı olduğunu göstermektedir. Sâbit'in rivayetinde şu fazlalık da vardır: "Dımâm, Hz. Peygamber'e göğün yükseltilmesi, yerin yayılması ve bunun dışında yaratılan varlıklar hakkında da soru sormuştu, sonra da sorduğu şeyler konusunda Hz. Peygamberi tasdik ettiğine dair ona yemin etmişti. Bu yemini, pekiştirme ve işi sağlamlaştırma için her soruda tekrarlamış, daha sonra bunu tasdik ettiğini açıkça söylemiştir. İşte bütün bunlar onun güzel davranışını ve aklının sağlamlığını göstermektedir. Bu yüzden Hz. Ömer (s.a.) Ebû Hureyre'nin rivayetine göre şöyle demiştir: "Dımâm'dan daha güzel ve öz soru soran görmedim".
"Zekatlarımızı zenginlerimizden alıp fakirlerimize dağıtmanı sana Allah mı emretti": İbnü't-Tîn şöyle demiştir: Bu, kişinin zekatını kendi başına dağıtamayacağını gösterir. Ben (İbn Hacer) derim ki: Bu tartışılır. "Fakirlerimize" sözü yaygın durumu ifade etmek için söylenmiştir. Çünkü zekatların çoğunluğu fakirlere verilmektedir.
"Senin getirdiklerine iman ettim": Bu, zaten mevcut olan şeyi haber verme anlamına gelebilir. Buhârî de bu anlamı tercih etmiştir. Kadı lyaz da bu anlamı tercih etmiş ve onun Hz. Peygamber'in elçisinin haber verdiği şeyleri bir kez de Hz. Peygamber'den duymak için ona geldiğini söylemiştir. Çünkü Müslim'de ve diğerlerinde Sâbit'in Enes'ten rivayetine göre Dımâm şöyle demiştir: "Senin elçin. iddia etti". Taberânî'de Küreyb'in İbn Abbas'tan rivayetine göre "Bize senin mektupların ve elçilerin geldi" demiştir. Hâkim, hadiste âlî isnadı talep etmeyi buradan çıkarmıştır. Çünkü Dımâm bunları Hz. Peygamber'in elçisinden duyduğu halde Hz. Peygamber'in ağzından da duymak istemiştir. Dımâm'm "iman ettim" sözü o anda iman etme anlamına da gelir. Kurtubî "elçin...iddia ediyor" sözüne dayanarak bu ihtimali tercih etmiş ve şöyle demiştir: "İddia (zu'm) kesin olarak güvenilmeyen söze denir. İbnü's-Sikkît ve diğerleri böyle demişlerdir. Ben (İbn Hacer) ise derim ki: Bu tartışılır. Çünkü Ebû Ömer ez-Zâhid'in hocası Sa'leb'in el-Fasih adlı eserinin şerhinde belirttiği gibi zu'm kelimesi muhakkak olan söze de denir. Sibeveyh'in "Halil zu'm (iddia) ediyor" sözlerinin çoğu da Sibeveyh tarafından delil getirme için söylenmiştir. Vahyin başlaması konusunda geçen Ebû Süfyan hadisinde buna temas etmiştik. Ebû Davud'un bu hadise "müşrikin mescide girmesi" başlığını vermesi Dımâm'ın o sıra müşrik olarak geldiğini düşündüğünden değil, sahabenin gelen adama hiçbir soru sormaksızın mescide girmesine İzin vermelerinden kaynaklanmaktadır. Dımâm'ın "iman ettim" sözünün "daha önce iman etmiştim" anlamına geldiğini güçlendiren delilerden biri de Hz. Peygamber'e Allah'ın birliğinin delillerini sormaması, genel olarak peygamberlik ve İslamî hükümler hakkında sorular sormasıdır. Bu söz "şimdi iman ettim" anlamında kullanılsaydı, tasdiki gerektiren bir mucize talep ederdi. Bunu Kirmanî söylemiştir. Kurtubî bu hadisi, mucize görmese bile mukallidin Peygamber'e imanının sahih olduğuna delil getirmiştir. İbnü's-Salah da buna işaret etmiştir.
Bir Hatırlatma: Şureyk'in bu rivayetinde hac zikredilmemîştir. Müslim ve diğerleri ise bunu zikretmişlerdir. Musa rivayetinde Dımâm Hz. Peygamber'e "(Senin elçin) üzerimize ona yol bulanlar için Kabe'yi haccetmenin farz olduğunu söyledi" demiş, Hz. Peygamber de doğru söylemiş" buyurmuştur.
Bu hadiste yukarıda zikredilenler dışında şu hususlar da yer almaktadır:
1. Bir kişinin haberi ile amel etmek gereklidir. Dımâm'ın durumu kesin olarak anlamak için Hz. Peygamber'e gelmiş olması bunu zedelemez. Çünkü Hâkim'de yer aldığı üzere o Hz. Peygamberle buluşmayı ve bizzat konuşmayı istemiştir. İbn Abbas'ın hadisinde yer aldığı üzere Dımâm tek başına kavmine dönmüş, kavmi onu doğrulamış ve iman etmişlerdir.
2. Kişinin dedesi babasından daha tanınmış ise çocuk ona nisbet edilir. Nitekim Hz.Peygamber Huneyn savaşında "Ben Abdülmuttalib'in oğluyum" demiştir.
3. Kesin olan bir iş için daha fazla pekiştirmek amacıyla yemin edilmesi caizdir.
4. Birbiri ile yaşıt olan kişilerin birbirinden rivayette bulunması. Çünkü Said ve Şüreyk tabiûndan aynı derecede olan Medine'li iki âlimdir.
Enes şöyle demiştir: Hz. Osman Mushafları çoğaltarak farklı bölgelere gönderdi. Abdullah İbn Ömer, Yahya İbn Saîd ve Mâlik bunu caiz görmüşlerdir.
Hicaz'daki 'alimlerin bir kısmı münaveleye Hz. Peygamber'in seller, seriyye komutanına yazdığı bir mektubu delil getirmişlerdir. Hz. Peygamber komutana "Bu mektubu falan yere varıncaya kadar
okuma" demiş, o komutan da söz konusu yere ulaşınca bu mektubu açarak okumuş ve insanlara Hz. Peygamber'in. emrini bildirmiştir.
64- Ubeydullah bin Abdullah bin Utbe bin Mesud'un zikrettiğine göre Abdullah bin Abbas ona şunu haber vermiştir: "Resûlullah bir adama mektup göndermiş ve bunu Bahreyn'in büyüğüne (yöneticisine) vermesini emretmiştir. Bahreyn büyüğü de bunu Kisrâ'ya vermiştir. mektubu okuyunca yırtınıştı. (ibn Müseyyeb'İn şöyle dediğini zannediyorum) Bunun üzerine Resûlullah ve. seiiem onların (ülke ve yönetimlerinin) parça parça olmaları için beddua etti.[48]
İmam Buhârî, işitme ve arz konusunu yerleştirdikten sonra bunun peşinden Çoğunluk tarafından muteber görülen hadis tahammül yollarını ele almıştır. Münâvele de bunlardan biridir. Münavele, hocanın öğrencisine (içinde hadislerin bulunduğu bir) kitap vererek "bu benim falancadan işittiğim rivayetlerdir" veya "bu benim yazdığım kitabımdır, bunu benden rivayet et" demesi suretiyle olur. Arz-ı münaveleyi yukarıda anlatmıştık ki bu öğrencinin (içinde hadislerin bulunduğu bir) kitabı hocasına getirmesidir. Çoğunluk bu şekilde rivayeti caiz görmüştür.
"Farklı bölgelere": Yani farklı bölgelerin halkına. Mükatebe de hadis tahammül yollarından biridir. Mükatebe hocanın kendi el yazısı ile hadisi yazması veya yazışma güvendiği bir kişiye yazdırması, ardından bunu kontrol ederek daha sonra öğrencisine göndermesi ve bunu rivayet etmesine izin vermesidir. Buhârî mükatebe ile münaveleyi birbirine eşit kabul etmiştir.
"Falan yere varıncaya kadar": Cündüb'ün hadisinde de böyle kapalı bir İfade kullanılmıştır. Urve'nin rivayetine göre ise Hz. Peygamber komutana şöyle demiştir: "iki gün gittikten sonra mektubu aç". Cündüb ve Urve şöyle demişlerdir: Komutan mektubu açınca içinde şunlarm yazılı olduğunu gördü: "Nahle mevkiine varıncaya kadar ilerle ve bize Kureyş ile ilgili haberleri ulaştır. Hiç kimseyi zorlama". Cündüb hadisinde ise şöyle yer almaktadır: "İki kişi döndü diğerleri devam etti. Yanında Kureyş kabilesine ait ticarî eşyalar bulunan Amr İbn Hadramî ile karşılaşarak onu öldürdüler. Bu İslâm tarihinde kâfirlerden öldürülen ilk kişi idi. Bu olay Recep ayının ilk günü gerçekleşmişti. Gönderilen askerî birlik öldürdükleri kişinin elindeki mal ve eşyasını ganimet olarak aldılar. Bu da İslam'daki ilk ganimet oldu. Müşrikler onların haram aylarda adam öldürmelerini ve bu davranışlarını kınadı. Bunun üzerine Yüce Allah şu âyeti indirdi: "Sana haram ayı, yani onda savaşmayı soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük bir günahtır. (İnsanları) Allah yolundan çevirmek, Allah'ı inkâr etmek, Mescid-i Hararriın ziyaretine engel olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük günahtır. Fitne de adam Öldürmekten daha büyük bir günahtır.[49]
Bu hadisin delil olma yönü açıktır. Çünkü Hz. Peygamber mektubu komutana vererek, emrindekilere, anlamaları için bunu daha sonra okumasını emretmiştir. Bunda münavele ve mükatebe anlamı bulunmaktadır. Bazıları buna şu şekilde itiraz etmişlerdir: "Bu mektubun bağlayıcı bir delil olması, sahabenin adil olması sebebiyle mektubu değiştirme ihtimalinin bulunma-masındandır. Sahabeden sonrakiler ise böyle değildir". Bunu Beyhakî aktarmıştır. Ben (İbn Hacer) ise derim ki: Mükatebe yolunun delil olmasının şartı mektubun mühürlü, taşıyan kişinin güvenilir ve gönderilen kişinin de hocanın yazısını bilen bir kişi olmasıdır. Bunun dışında mektubun değiştirilme ihtimalini ortadan kaldıran diğer şartlar da söz konusudur.
65- Enes İbn Mâlik'in RidıyaMim arh şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Hz. Peygamber bir mektup yazdırdı (yahut yazdırmak istedi). Ona "Onlar (mektubun gönderildiği kişiler) mühürsüz mektubu okumazlar" denildi. Hz. Peygamber de üzerinde "Muhammedün resûlullah (Muhammed Allah'ın elçisidir)" yazılı bulunan gümüşten bir yüzük edindi. Ben onun elinde gümüşün beyazlığını görür gibiyim.
(Hadisi rivayet eden kişi diyor ki:) Katade'ye sordum: "Bu yüzüğün nakşının Muhammedün resûlullah olduğunu kim söyledi?", Katade "Enes söyledi" dedi.[50]
Hadisin Arapça metninde Hz. Peygamber saifaiuıo aleyh mektup yazdı denilmekte ise de bunun Hz. Peygamber'e izafe edilmesi me-cazendir. Burada Hz. Peygamber'in leyhi ve sdi«m mektubu katibe yazdırdığı
kasdedilmektedir.
Mühürsüz mektup okumazlar": Bu İfade hadisin bu başlık altında yer almasının sebebini göstermektedir. Mükatebe ile amel edilmesinin şartı, değiştirilmediğinden emin olmak için mühürlenmesidir. Ancak mektubu taşıyan kişi adil ve güvenilir ise mektup mühürlenmeyebilir.
66- Ebû Vâkıd el-Leysî'den rivayet edildiğine göre Resûlullah laiıshu af
insanlarla birlikte mescitte otururken üç kişi mescide geldi. İkisi Hz. Peygamber'in bulunduğu yöne yöneldi, biri başka tarafa gitti. Bu iki kişi Hz. Peygamber'in. huzurunda beklediler. Birisi halkada bir boşluk görerek oraya oturdu, diğeri oturanların arkasına oturdu. Üçüncüsü ise arkasını dönerek gitti. Hz. Peygamber sözünü tamamlayınca şöyle dedi:
"Size şu üç kişinin durumunu bildireyim mi? Birisi Allah'a stğındı Allah da onu kendi korumasına aldı. Diğeri haya etti, Allah da ondan (ona azap etmekten) haya etti. Üçüncüsü yüz çevirdi, Allah da ondan
yüz çevirdi.[51]
Bu hadisin ilim konusu ile alâkası şudur: Burada kasdedilen meclis ve halka, ilim meclis ve halkasıdır.
Sözü edilen üç kişinin tümü önce mescide yönelmişler, mescide girdikten sonra Hz. Peygamber'in ^laibihu aicyu ve seiiem meclisini görmüşler, ikisi ona doğru yönelmiş, birisi ise başka tarafa gitmiştir.
Muvatta' ravilerinin çoğunluğu bu iki kişinin selâm verdiğini söylemişlerdir
Bundan içeri giren kişinin söze selâmla başlayacağı, ayakta olanın oturana selâm vereceği anlaşılır. Onların selâmına karşılık verildiğinden bahsedilmemesi bunun zaten bilinmesi sebebiyledir. Ya da bundan ibadete dalan kişiden selâm alma borcunun düştüğü anlaşılır. Bu konu başkasının evine girerken ev halkından "izin isteme" bölümünde gelecektir.
Hadiste bu iki kişinin "tahiyyetü'l-mescid" namazı kıldıklarından bahsedilmemiştir. Bunun sebebi şunlardan biri olabilir:
Olayın bu namazın meşru kılınmasından önce gerçekleşmesi,
Söz konusu iki kişinin o sırada abdestsiz olması,
Bu namazı kıldıkları halde daha önemli meselelerin nakledilmesi sebebiyle bunun aktarılmamış olması,
Nafile namaz kılmanın uygun olmadığı bir vakitte mescide girmiş olmaları. Bu sonuncuyu Kadı Iyaz söylemiştir. Çünkü onun görüşüne göre tahiyyetü'l-mescid namazı, namaz kılmanın mekruh olduğu vakitlerde kılınmaz.
Bu hadis zikir ve ilim meclislerinde halka yapmanın müstehap olduğunu, bu halkada bir yere oturan kişinin, o yer konusunda başkalarından daha çok hak sahibi olduğunu gösterir.
Hz. Peygamber'in sa^iâhu aieyüt w. «-.üem "Allah'a sığındı, Allah da onu kendi korumasına aldı" sözü: "Allah'a sığındı" ifadesi "Allah'a iltica etti" yahut "Hz. Peygamber'in ve sdiem meclisine katıldı" anlamına gelir. "Allah da onu kendi korumasına aldı ifadesi "onu rahmet ve rızasına alarak ona kendi fiiline uygun karşılığı verdi" anlamına gelir.
Bu hadis, ilim meclislerinde edebe riayetin müstehap olduğunu, namazda saflardaki boşlukları doldurmak teşvik edildiği gibi burada da halkadaki boşlukları doldurmanın faziletli olduğunu gösterir. Yine başkasına sıkıntı vermediği sürece kişinin boşluğu doldurmak için başkalarının arasından geçmesi de caizdir. Ancak başkasına sıkıntı verme ihtimalinden korkarsa hadiste yer alan ikinci kişinin yaptığı gibi meclisin bittiği yere oturabilir. Bu hadis, hayrı talep etme konusunda başkaları ile yarışan kişinin övüldüğünü de gösterir.
"Diğeri haya etti, Allah da ondan haya etti": Hz. Peygamber'den ve mecliste bulunanlardan haya ederek arkadaşının yaptığı gibi halkayı sıkıştırmadı. Enes, rivayetinde bu ikinci kişinin niçin haya ettiğini açıklamıştır. Hâkim'in rivayet ettiği hadisin lafzı şöyledir: "İkinci kişi azıcık ilerledi, sonra dönerek geldi ve oturdu". Yani üçüncü şahsın yaptığı gibi ilim meclisini bırakarak gitmekten haya etti.
Allah da ondan haya etti", yani ona merhamet etti, cezalandırmadı.
Allah ondan yüz çevirdi": Ona öfkelendi. Bu, kişinin özürsüz olarak ilim meclisini terk etmesine yorulur. Bu, söz konusu kişinin Müslüman olması halinde geçerli olan yorumdur. Bu kişinin münafık olması da muhtemel olup, Hz. Peygamber bunun durumuna muttali olmuş olabilir. Hz. Peygamber'in sözü haber verme anlamında anlaşılmaya müsait olduğu gibi "Allah ondan yüz çevirsin" şeklinde beddua olarak da anlaşılmaya müsaittir. Enes'in rivayet ettiği hadiste şöyle denilmiştir: "O kendini müstağni gördü, Allah da ondan istiğna etti". Bu, Hz. Peygamber'in sözünün beddua değil de haber verme kastı taşıdığını göstermektedir. Allah hakkında "yüz çevirme" ve benzeri ifadelerin kullanılması, mukabele ve müşâkele içindir. Bu şekildeki ifadeler Allah'ın şanına layık olacak şekilde yorumlanır. Bu ifadelerin kullanılmasının sebebi bir şeyi açık olarak ortaya koymaktır.
Bu hadis, günah işleyenleri ve durumlarını bunu engellemek amacıyla haber vermenin caiz olduğunu, bunun gıybet (dedikodu) sayılmayacağını göstermektedir.
Hadiste şu hususlar da yer almaktadır: ilim us zikir halkalanna bağlılığın fazileti, ilim öğreten ve zikir yaptıran kimselerin mescitte oturması,
Haya eden kişinin övgüye layık olması,
Meclisin (halkanın) bittiği yere oturulması.
67- Ebû Bekre babasından şunu aktarmıştır:
Hz. Peygamber vesvferi devesinin üzerine oturdu, bir kişi de devesinin yularını tutuyordu.
Hz. Peygamber Bu gün hangi gündür?" diye sordu. Biz bu güne başka bir isim vereceğini zannederek sustuk.
Hz. Peygamber ve mi?" dedi.
Biz: "Evet" dedik.
Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki bu gününüzün, bu ayınızın, bu beldenizin haram olması gibi, canlarınız mallarınız, ırz ve namuslarınız aranızda haramdır. Burada olan olmayanlara tebliğ etsin. Burada olan, kendisinden daha iyi kavrayacak birine tebliğ etmiş olabilir.[52]
Konu başlığındaki ifadenin anlamı: "Benden sözümü tebliğ eden nice kimse, o sözü benden işitenden daha iyi anlayacak birine tebliğ etmiş olabilir".
"Bir kişi yularını tutuyordu": Yuları tutmanın sebebi, deve üzerinde olan kişinin sözünü bozacak şekilde devenin hareket etmesini önlemektir.
Kurtubî şöyle demiştir: Hz. Peygamber'in ashabına üç şeyi sorması ve her bir sorudan sonra susması, ashabın bütün varlıklarıyla ona yönelmeleri ve verilen haberin büyüklüğünü hissetmeleri için onları anlamaya hazır hale getirmeyi amaçlar. Nitekim Hz. Peygamber bundan sonra "canlarınız, mallarınız..." diye sözüne devam etmiştir. Bu, söz konusu şeylerin haramlığında mübalağayı İfade eder.
Hz. Peygamber'in Bu gününüzün, bu ayınızın, bu beldenizin haram olması gibi..." şeklindeki ifadesinde yer alan benzetmenin dayanağı, bunu işitenlerin söz konusu şeylerin haramhğını açık olarak bilmeleridir. Çünkü gün, ay ve beldenin haramlıgı onlar tarafından kesin ve açık bir şekilde biliniyordu. Oysa canların, malların, ırz ve namuslann haramlıgı (dokunulmazlığı) ise bu şekilde değildi. Câhiliye devrinde bunlara saldırmayı mubah sayıyorlardı. İslam dini onlara müslümanın can, mal ve namus dokunulmazlığının, söz konusu belde, ay ve günün dokunulmazlığından daha büyük olduğunu öğretmiştir. Kendisine benzetilen şeyin, benzeyenden daha düşük dereceli olduğu ileri sürülerek bu benzetme reddedilemez. Çünkü bu konuşma, islâm dininin hükmünden önce muhatapların alışageldiği durum dikkate alınarak yapılmıştır.
Buhârî ve diğer hadisçilerin konu ile zikrettiği diğer rivayetlerde yer aldığına göre muhataplar her bir soruya Allah ve Resulü daha iyi bilir" diyerek cevap vermişlerdir. Bu onların güzel edebini göstermektedir. Çünkü onlar, kendi bildikleri cevabın Hz. Peygamber'e gizli olmadığını, onun kastının zaten bildikleri bir şeyi haber vermek olmadığını biliyorlardı. Bu 'sebeple rivayet eden kişi "Buna başka bir isim vereceğini zannettik" demiştir. Bu, küllî konuları Şâri'e bırakmanın gerekli olduğunu gösterir. Yine şer'î hakikatleri (sözcüklere dince özel anlamlar yüklenilebileceğini) kabul edenlerin delili de bu hadiste yer almaktadır.
"Canlarınız, mallarınız, namuslarınız haramdır": Yani kanınızı akıtmak, mallarınızı almak ve namuslarınızı kirletmek haramdır.
Burada tebliğ edilmesi istenen söz ya hadiste geçen ifade yahut da bütün hükümlerdir.
Hadiste yukarıda geçenler dışında başka bazı sonuçlar da bulunmaktadır. Bunları şu şekilde gösterebiliriz:
İlim tebliğine teşvik
Ehliyetin tamamlanmasından önce hadis almak (tahammül) caizdir.
Hadisin edası (başkasına aktarılması) için hadisi anlamak şart değildir.
Sonraki dönemlerde, öncekilerden daha anlayışlı kişiler gelebilir. Ancak bunların sayısı azdır.
İbnü'l-Müneyyir, tebliğin gerekçesi olarak söylenen "sonra gelen öncekinden daha anlayışlı olabilir" sözünden, hadisi rivayet eden kişinin hadisle ilgili yorumunun başkasının yorumundan daha öncelikli olmadığı sonucunu çıkarmıştır.
İhtiyaç olduğunda binek hayvanları ayakta beklerken onların sırtında oturmak caizdir. Bu konudaki yasak, zaruret olmadığı halde oturmaya yorulur.
İnsanlara sözünü işittirmek ve kendini göstermek için hutbe yüksek bir yerde okunur.
Çünkü "Bil ki: Allah'tan başka ilah yoktur [53] âyetinde Yüce Allah ilim ile başlamıştır. Ayrıca âlimler peygamberlerin mirasçılarıdır, onlar İlmi miras olarak alırlar. Kim ilmi alırsa büyük bir pay almıştır. Kim ilim talebi için bir yola girerse Allah onun cennete doğru yolunu kolaylaştırır.
Yüce Allah:
Allah'tan kulları içinde (hakkıyla) ancak âlimler korkar [54]"(Bu örnekleri) yalnızca âlimler akıl eder.[55]
(Kafirler dediler ki): Eğer işitseydik veya aklımızı kullansaydık şimdi alevli cehennemin halkından olmazdık.[56]
De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? [57] buyurmuştur.
Hz. Peygamber de Allah kimin için hayır dilerse onu dinde fakîhlanlayış sahibi kılar" buyurmuştur. İlim ancak taallümledir (Öğrenmeye çalışmakla elde edilir).
Ebû Zer şöyle demiştir: (Ensesini işaret ederek) "Şuraya kılıcı koysanız, ben daha başımı kesmenizden önce Hz. Peygamber'den duyduğum bir hadisi ilete bileceğimi bilsem bunu yaparım."
İbn Abbas şöyle demiştir: (Ayette yer alan) "Rabbaniler olun [58] ifadesi "ha-kîm ve fakîh olun" anlamına gelir. Büyüğünden önce küçük bilgi ile insanları terbiye eden kişiye "Rabbani" denir.
Konu başlığı ile ilgili olarak İbnü'l-Müneyyİr şöyle demiştir: Bununla Buhârî söz ve amelin sahih olması için ilmin şart olduğunu kasdetmiştir. Söz ve amel ancak ilimle muteber olur. Bu yüzden ilim ikisinden de önce gelir. Çünkü ilim, ameli sahih hale getiren niyeti düzeltmektedir. "Amel olmadan İlmin yararı olmaz" sözünden ilmin değerinin düşürüldüğü ve ilim taîebi konusunda hafiflik gösterildiği anlaşılmasın diye Buhârî buna dikkat çekmiştir.
Yüce Allah iiimle başlamıştır": Yani âyette Yüce Allah önce "Bil ki: Allah'tan başka ilah yoktur" demiş ardından da "günahların için istiğfar et" buyurmuştur. Ayette Hz. Peygamber'e hitap edilmişse de bu, onun ümmetini de kapsar. Süfyan b. Uyeyne bu âyeti ilmin faziletine delil getirmiştir. Nitekim Ebû Nuaym'ın el-Hilye adlı eserinde onun hayat hikayesini anlattığı bölümde Rebi' b. Nâfi yoluyla aktardığına göre Süfyan bu âyeti okumuş, sonra şöyle demiştir: "Görmez misin ki Yüce Aliah 'bil ki1 diyerek ilimle başlamış, sonra da ameli emretmiştir?"
Kim ilim talebi için bir yola girerse": Dinî ilimleri tahsile götüren az çok bütün yollar buna dahildir.
Allah cennete giden yolu ona kolaylaştırır": Bunu âhirette yapar. Yahut dünyada insanı cennete götürecek ameller işlemeye muvaffak kılar. Bu, ilim talep eden kişiye bunun kolaylaştırılacağını müjdelemektedir. Çünkü ilim talep etmek, insanı cennete götüren yollardandır.
Allah'tan (hakkıyla) ancak âlimler korkaf: Allah'tan ancak onun kudreti ve hakimiyetini bilenler yani âlimler hakkıyla korkar. Bu yorum İbn Abbas'a aittir.
Eğer işitseydik veya aklımızı kullansaydık alevli cehennem halkından olmazdık": "Kavrayan ve anlayan kişinin dinlemesi gibi dinleseydik, temyiz eden kişinin akİetmesi gibi akletseydik böyle olmazdık". Bunlar ilim ehlinin özellikleridir. Bu şu anlama gelir: "Eğer ilim ehlinden olsaydık, bize gerekli olan şeyi bilir, ona uygun amel yapar ve kurtuluşa ererdik".
"Allah kimin için hayır dilerse onu dinde anlayış sahibi kılar": Hadisin aslında yer alan "fıkıh" kelimesi anlayış demektir. Nitekim Yüce Allah "hiçbir sözü anlamıyorlar âyetinde de fıkıh kelimesini bu anlamda kullanmıştır. Fıkıhtan kasıt, dini hükümleri bilmektir.
"İlim ancak taallümle (öğrenmeye çalışmakla) elde edilir": Muteber olan ilim, yalnızca peygamberlerden ve onların mirasçılarından öğrenme yolu ile elde edilen ilimdir.
Ebû Zer'in yukarıdaki sözü senedi ile birlikte Dârimî'nin Sünen'i ve diğer kitaplarda yer almıştır. Evzâî'nin, Ebû Kesîr (Mâlik b. Mersed)'den onun da babasından rivayet ettiğine göre o şöyle demiştir: Ebû Zer, Mina'da şeytan taşlama yerindeki orta Cemre'nin yanında otururken onun yanma geldim. İnsanlar etrafında toplanmışlar kendisine fetva soruyorlardı. Bir adam gelerek onun yanında durdu ve ona "Senin fetva vermen yasaklanmadı mı?" diye sordu. Ebû Zer başını kaldırarak ona baktı ve "Sen benim başımda gözetleyen misin?" diye sordu. Daha sonra da şöyle dedi: Ensesini işaret ederek Şuraya kılıcı koysanız, ben başımı kesmenizden önce Hz. Peygamberden duyduğum bir hadisi iletebilece-ğimi bilsem bunu yaparım". Bu hadis bu yolla rivayet edilmiştir. Orada belirtildiğine göre Ebû Zer'le konuşan kişi Kureyş kabilesinden idi. Ebû Zer'in fetva vermesini yasaklayan da Hz. Osman idi. Bunun sebebi şu olaydır: Ebû Zer, Şam'da iken Muaviye ile "Altın ue gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlan elem verici bir azapla müjdele [59] âyeti hakkında görüş ayrılığına düştüler. Muaviye bu âyetin yalnızca ehl-i kitap (Yahudi ve Hristiyanlar) hakkında indirildiğini söylerken, Ebû Zer hem onlar hem de biz Müslümanlar için indirildiğini söyledi. Muaviye bir mektupla durumu Hz. Osman'a bildirdi, Hz. Osman, Ebû Zer'e bu konuda haber gönderdi. Aralarında Ebû Zer'in Medine'den taşınmasını gerektirecek bir tartışma geçti. Ebû" Zer Rebeze'ye yerleşerek vefat edinceye kadar burada kaldı. Bunu Nesâî rivayet etmiştir. Bu, devlet başkanı fetva vermeyi yasakladığında Ebû Zer'in ona itaat etmeyi uygun görmediğini göstermektedir. Çünkü o, yukarıda da geçtiği üzere Hz, Peygamber'in tebliğ konusundaki emri gereğince bunun
gerekli olduğunu kabul ediyordu. Yine o'muhtemeldir ki bildiği bir konuda bilgiyi gizleyen kişi hakkında söz konusu olan tehdit edici ifadeleri de biliyordu. Bu konu, Hz. Hz. Osman ile aralarında geçen konuşma ile ilgili olarak daha sonra gelecektir. Ebû Zer'in yukarıdaki sözü, ölüm kendisine yaklaşsa bile her halükârda bildiği şeyi başkalarına nakledeceği ve bundan geri durmayacağı anlamına gelir. Bu, ilim öğrenmeye, bu konuda zorluklara katlanmaya ve sevap elde etmek İçin sıkıntılara sabretmeye teşvik etmektedir.
İbn Abbas "Rabbânî" sözcüğünü hakîm ve fakîh şeklinde tefsir etmiştir. İbn Mssud da bu konuda ona katılmıştır.
Özetle söylemek gerekirse bu sözcükteki nisbetin Rabb'e mi, terbiyeye mi yapıldığı konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Buna göre terbiye, ilim öğretmek; Buharî'nin aktardığına göre İse bunu öğrenmektir. "İlmin küçüğü"nden maksat, ilmî konulardan açık olanlar, "büyüğü"nden maksat ise ilmin incelikleridir. Bir görüşe göre bundan maksat "Rabbani, İnsanlara ilmin temel meselelerinden önce cüziyyatını öğretir" veya "köklerinden önce dallarını öğretir", "makatlarından önce mukaddimelerini öğretir" demektir. İbnü'l-A'rabî şöyle demiştir: 'Bir kimse; bilen, öğreten ve uygulayan olmadıkça ona rabbânî denmez".
68- İbn Mesud .rtdıyaiiâhaaııh şöyle demiştir: "Hz. Peygamber bizi usandırmaktan korktuğundan vaaz vermek için (istekli olduğumuz) günleri kollardı.[60]
"Kollardı": Bize hatırlatmada bulunmak için uygun vakitleri gözetirdi, bizim sıkılmamamız için bunu her gün yapmazdı.
Bu hadisten şu sonuçlar çıkmaktadır:
Salih amellerden bir
müddet sonra usanma korkusu sebebiyle salih amele ara vermek müstehaptır.
Amelde devamlılık aslında dince güzel görülen bir şey olmakla birlikte bu iki
kısımdır:
a) Herhangi
bir zorlanma olmaksızın her gün yapmak,
b) Gün aşın veya haftada bir yaparak ameli işleme gününde daha dinç olabilmek için ara verilen günde dinlenmek. Bu, durumlara ve kişilere göre değişir. Bu konuda ölçü, kişinin dinç olmasının da dikkate alınması ile birlikte amele duyulan ihtiyaçtır. Bazı âlimler bu konudaki hadisten, belirli bir vakitte sürekli nafile kılarak bunu revatip (düzenli) nafilelere benzetmenin mekruh olduğu sonucunu çıkarmışlardır. İmam Mâlik'ten bu konuda benzer ifadeler gelmiştir.
69- Enes :âdiyaüâhy, Hz. Peygamber'in şöyle söylediğini rivayet etmiştir:
"Kolaylaştırın, zorlaştırmayım. Müjdeleyin, nefret ettirmeyin.[61]
Zorlaştırmamın": Bu söz aslında "kolaylaştırın" sözcüğünün gerektirdiği hususu açık olarak pekiştirmek için söylenmiştir. Nevevî şöyle demiştir: Hz. Peygamber s-ı'inünim nVyhi ve sci-em sadece "kolaylaştırın" dese idi, bir kere kolaylık gösterdiği halde birkaç kez zorluk gösteren kişi de bu emre uymuş sayılabilirdi Oysa tüm durumlarda zorluğu ortadan kaldırmak için "zorlaştırmayın" İfadesini de söylemiştir.
Müjdeleyin": Öğretimin başında korkutma, kötü bir şeyi haber verme nefreti gerektirdiğinden, "müjdeleyin" sözcüğünün karşılığı olarak "nefret ettirmeyin" denilmiştir. Bu sözden "yeni Müslüman olmuş kişinin kalbini İslam'a ısındırın, daha işin başında ona şiddetli davranmayın" anlamına gelir. Günahı engelleme durumunda da günahkar kişinin bunu kabul etmesi için insanın yumuşak davranması gerekir. İlim öğretiminin de aynı şekilde tedrice riayet ederek yapılması gerekir. Çünkü bir şey başlangıçta kolay olursa buna başlayan kişi bunu sever, sevinçle karşılar, sonuçta da çoğunlukla bu durum artar. Zıddı ise böyle değildir. Doğrusunu Allah bilir.
70- Ebû Vâil'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Abdullah insanlara her Perşembe vaaz verirdi.
Bir adam ona: "Keşke bize hergün vaaz versen" dedi.
Abdullah: "Sizi usandırma korkusundan dolayı bunu yapmıyorum. Hz. Peygamber Mibiiahu üK;yhi v» seUe:r bizi usandırmamak maksadıyla vaaz vermek İçin uygun zamanlarımızı kolladığı gibi, ben de sizin istekli olduğunuz zamanlan kollu-yorum" dedi.
71- Muaviye şöyle demiştir: Hz. Peygamberin şöyle dediğini işittim:
"Allah kimin için hayır dilerse onu dinde anlayış sahibi kılar. Ben yalnızca taksim eden bir kişiyim, veren Allah'tır. Allah'ın emri gelinceye (kıyamet kopuncaya) kadar bu ümmet Allah'ın emri üzere kalacak, muhalefet edenler onlara zarar veremeyeceklerdir.[62]
Bu hadis üç hüküm içermektedir:
1. Dinde tefakkuhun (anlayış sahibi olmanın/fıkıhta derinleşmenin) fazileti
2. Mal ve mülkü verenin hakikatte Allah olduğu
3. Bu ümmetin bir bölümünün kıyamete kadar hak üzerinde sabit kalacağı
Birinci hakikat ilim konusuna, ikinci hakikat sadakalar (zekat vb.) konusuna, üçüncü hakikat kıyamet alametleri İle ilgili bölüme uygundur. "Allah'ın emri gelinceye kadar" sözünde yer alan "Allah'ın emri" kalbinde imandan bir şey bulunanların ruhunu kabzedecek olan rüzgardır ki bundan sonra yeryüzünde insanların en kötüleri kalacak, kıyamet de onların üzerine kopacaktır.
Bunların üçü de diğer bir açıdan ilim konulan ile hatta bu başlık ile doğrudan doğruya ilgilidir. Çünkü bu hadis; Allah'ın dininde anlayış sahibi/derin fıkhı bilgiye sahip kişiler için iyiliğin söz konusu olduğunu, bunun yalnızca kişisel çaba ile kazanılamayacağını, aksine Allah'ın nasip ettiği kişilerin buna sahip olacağını, buna sahip olanların kıyamete kadar mevcut olacağını belirtmektedir.
Buhârî bunlardan kasdedilenin hadis âlimleri olduğunu belirtmiştir.
Ahmed b. Hanbel "Burada kasdedilenler hadis âlimleri değil ise başka kim olabilir bilmiyorum!" demiştir.
Kadı Iyaz "Ahmed b. Hanbel bununla ehl-i sünnet ve hadis âlimleri gibi inananları kasdetmiştir" demiştir.
Nevevî "Bunların mücâhid, fakîh, muhaddis, zâhid, iyiliği emreden vb. hayırları yapan müminlerden, Allah'ın emirlerini yerine getirenlerden bir grup olması muhtemeldir. Bunların bir yerde toplanmış olması şart değildir. Ayrı ayrı olmaları da mümkündür" demiştir.
Bu hadisten şu hususlar anlaşılır: Dinde anlayış sahibi olmayan, yani İslâm'ın temel kurallarım ve bunlara ilişkin fıkıh ve İnanç ile ilgili detayları Öğrenmeyen kişilerin hayırdan mahrum olduğunu gösterir. Ayrıca âlimlerin diğer insanlar üzerinde bariz bir şekilde üstünlüğünün bulunduğunu, dinde derin fıkhı bilgi sahibi olmanın da diğer İlimler üzerinde bir üstünlüğünün olduğunu göstermektedir.
72- Mücahid şöyle demiştir:
Ibn Ömer ile birlikte Medine'ye kadar yolculuk yaptım. Hz. Peygamber'den yalnızca bir hadis rivayet ettiğini duydum. O şöyle dedi:
Hz. Peygamber'in senem yanında idik. Ona hurma göbeği getirildi. Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Ağaçlardan öyle bir ağaç vardır ki o Müslümana benzer".
Ben "O ağaç hurmadır" demek istedim. Bir de baktım ki ben topluluktaki en küçük kişiyim, bunun üzerine sustum. Hz. Peygamber "o ağaç hurmadır" buyurdu.
Konu başlığı "ilimlerde anlayış sahibi olmanın fazileti" anlamına gelmektedir.
Bu hadis, sahabîlerden bazılarının hadise ekleme ve çıkarma yapma korkusu sebebiyle yalnızca ihtiyaç olduğunda hadis rivayet ettiklerini, göstermektedir. Bu, Ibn Ömer, babası Hz. Ömer ve bir grubun tercih ettiği yoldur. Bununla birlikte kendisine çok soru ve fetva sorulması sebebiyle Ibn Ömer'in rivayet ettiği hadislerin sayısı çok olmuştur.
Hadisin konu başlığı ile alâkası şudur: Hz. Peygamber'e hurma göbeği getirildiğinde Hz. Peygamber bununla ilgili ola: rak bir soru sormuş, İbn Ömer de sorunun cevabının hurma olduğunu anlamıştır. Anlayış, kişinin bir sözden, o söz ile ilgili olan diğer bir söz veya fiili anlamasını sağlayan fetanettir. İmam Ahmed b. Hanbel'İn Ebû Saİd'den rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber Allah bir kulu muhayyer bıraktı" demiş, Hz. Ebû Bekir ağlayarak "Babalarımız sana feda olsun" demiş, insanlar da buna şaşırmıştı. Ebû Bekir bu sözün söylendiği konumdan muhayyer bırakılan kişinin Hz. Peygamber'in kendisi olduğunu anlamıştır. Bu yüzden Ebû Said "Ebû Bekir içimizde Hz. Peygamber'i ve sdlen; en iyi anlayan ve ne dediğini çabuk kavrayan kişi idi" demiştir.
Hz. Ömer "Yönetici olmadan önce İslâmî bilgiye sahip olun" demişti.
Ebû Abdullah (Buhârî) de "Yönetici olduktan sonra da İslâmî bilgiye sahip olun" diye eklemiştir.
Hz. Peygamber'in ssüaiisi-nj afeyhi ve seiiem ashabı ileri yaşlarında iken ilim öğrenmişlerdi.
73- Kays b. Ebû Hâzim şöyle demiştir: Abdullah İbn Mesud'un şöyle dediğini duydum: Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Gıpta etmek ancak iki şeyde söz konusudur:
Bir kimseye Cenab-ı Allah mal vermiş, bu malım da hak yolda harcamaya muvaffak kılmıştır.
Bir kimseye Cenab-ı Allah bilgi ve hikmet vermiş, o kişi de o hikmete göre hükmetmekte ve onu öğretmektedir.[63]
Hz. Ömer'in "Yönetici olmadan önce İslamî bilgi sahibi olun" sözüne Buhârî "yönetid olduktan sonra da" ifadesini ekleyerek, Hz. Ömer'in sözünden "yöneticiliğin islamî bilgi sahibi olmaya engel olduğu" şeklinde bir anlam çıkarılmasından korkarak onun sözünün mefhum-ı muhalifinin bulunmadığını belirtmek istemiş ve "yöneticilikten önce de sonra da ilim öğrenmeye devam edin" demek İstemiştir.
Hz. Ömer yöneticiliğin ilmi engelleyen sebeplerden biri olabileceğini kasdederek bu sözü söylemiştir. Çünkü kibir ve ihtişam, reis yönetici konumunda bulunan kişinin öğrencilerle birlikte oturmasına engel olabilir.
Bu sebeple İmam Mâlik hakimliğin kötü tarafları arasında şunu zikretmiştir: "Hakim azledildiğinde daha önce ilim öğrendiği ilim meclisine geri dönmez".
imam Şafiî de şöyle demiştir: "Genç yaşta riyaset/yöneticilik elde eden kişi, pek çok ilmi elde edemez".
Ebû Ubeyd Garîbü'l-Hadis adlı eserinde Hz. Ömer'in sözünü şu şekilde açıklamıştır: Bu söz şu anlama gelir: "Küçük iken, yönetici olmadan önce ilim öğrenin. Yoksa kibir sizden daha alt seviyede olan kişiden ilim öğrenmenize engel olur da cahil olarak kahrsıniz".
Şemr el-Lügavî bunu evlilik olarak yorumlamıştır. Çünkü kişi evlendiğinde de çocukları olduğunda ailesinin efendisi olur.
Bir görüşe göre Hz. Ömer bu sözü ile ashabı ve diğer Müslümanları riyaset talep etmekten uzak tutmak istemiştir. Çünkü ilim öğrenen kişi riyasetteki kötü durumları bilerek bundan uzak durur. Ancak bu yorum uzak İhtimaîlİ bir yorumdur. Çünkü "efendiler/yöneticiler sözü ile efendilik/yöneticilik kasdedilmiştir. Bu, evlilikten daha geneldir. Bunu evlilikle sınırlandırmanın bir delili yoktur. Çünkü efendilik evlilikle olabileceği gibi, sahiplerini ilim talebi ile uğraşmaktan yan başka şeylerle de olabilir.
Kirmanı Hz. Ömer'in sözündeki ifadenin "sakalın siyahlaşması" anlamına gelebileceğini söyleyerek bu durumda sözün şu iki anlamdan birine muhtemel olduğunu belirtmiştir: Bu söz gençlere sakallan siyahlaşmadan önce ilim öğrenmelerini emretmektedir, yahut orta yaşlılara sakallarının siyahı beyaza dönüşmeden önce ilim öğrenmelerini tavsiye etmektedir. Ancak Kirmanî'nin bu yorumundaki zorlama gözden kaçmamaktadır.
İbnül-Müneyyir şöyle demiştir: Hz. Ömer'in sözünün konu başlığı ile ilgisi şudur: 0, efendiliği ilmin sonuçlarından saymış ve ilim talep eden kişiye, efendilik derecesine ulaşmadan Önce daha fazla ilim öğrenerek fırsatı değerlendirmesini tavsiye etmiştir. Bu, ilmin gıpta edilmeye değer olması özelliğini vurgulamakladır. Çünkü ilim, kişinin yücelmesine neden olmaktadır.
Bana (İbn Hacer'e) öyle geliyor ki Buhârî'nin amacı şudur: Başkanlık/yöneticilik genellikle gıpta edilen bir şey olsa da, hadis gıptanın ancak şu iki şeye olabileceğini göstermektedir: İlim veya cömertlik. Cömertlik ancak ilim ile birlikte olunca övülür. Şu halde Buhârî şöyle demiş olmaktadır: Başkanlık/yöneticilik elde etmeden önce ilim öğrenin ki size gıpta edildiğinde haklı yere gıpta edilmiş olsun. Yine Buhârî şöyle demektedir: Genellikle kişinin ilim talep etmesine engel olan yöneticiliği elde etme konusunda aceleci davranırsanız (böyle yapmayın), bu âdeti terk ederek sizin için hakiki gıptayı elde edecek olan ilmi öğrenin.
Gıpta kişinin, başkasında olan bir şeyin benzerinin kendisinde de olmasını istemesidir. Bu kişi, o şeyin sahibinin elinden istemesini istemez
Hased (kıskançlık) ise, nimete sahip olan kişinin elinden nimetin gitmesini istemektir. Bazıları hasedi, kişinin söz konusu nimetin kendisinde olmasını temenni etmesi ile sınırlandırmışsa da hased daha geneldir. Kıskançlığın sebebi şudur: İnsan tabiaü, kendi cinslerinden üstte olmayı ister. Kendisinde olmayan bir şeyi başkasında görünce, ona karşı üstünlük sağlayabilmek veya onunla eşit hale gelebilmek için onun elinden bu şeyin gitmesini ister. Kıskanç kişinin, bu düşünceyi kalbine kesin olarak yerleştirmesi, söz veya fiille dışarı yansıtması kınanmıştır. Kalbine bu tür düşünceler gelen kişinin, tabiatındaki yasaklara karşı olan sevgiyi kötü görmesi gibi, bunu da kötü görmesi gerekir. Kâfir veya fasığın elinde olup, Allah'a isyanda kullanılan şeyin onun elinden gitmesini istemek ise bundan istisna edilmiştir. Bu belirttiklerimiz, hakikati açısından hasedin (kıskançlığın) hükmüdür. Hadisin Arapça aslında yer alan "hased" kelimesi ise gıpta anlamında olup mecazen kullanılmıştır.
Gıpta, başkasında olan şeyin onun elinden gitmeksizin kendisinde de olmasını istemektir. Bu konuda hırs göstermeye "münâfese" denir. Bu, Allah'a İtaat uğrunda olursa övülen bir şeydir. Nitekim âyette "Rekabet edenler, bunun için rekabet etsinler [64] buyurulmuştur. Rekabet, günah olan bir şeyde olursa bu yerilir. Bir hadiste yer alan "Birbirinizle rekabet etmeyiniz" ifadesi bu anlamdadır. Rekabet caiz şeylerde olursa mubahtır.
Hadiste sanki şöyle denilmektedir: Bu iki konudaki gıptadan daha yüce gıpta yoktur. Gıpta edilecek şeylerin buradaki iki şeyle smirlandırılmasının gerekçesi şudur: Taatler; bedenî, mâlî ve hem bedenî hem mâlî olmak üzere üç kısımdır. Hikmeti yapmak, buna göre hükmetmek ve bunu öğretmek ifadesi ile bedenî ibadetlere İşaret edilmiştir. Ibn Ömer'in rivayet ettiği hadiste şu ifade yer almaktadır: "Bir kimse ki Allah ona Kur'arit (Kur'an bilgisini) vermiş, o kişi de gece-gündüz bunu okur ve gereğini yerine getirir". Kur'an'ın emirlerini yerine getirmekten kasıt mutlak olarak onunla amel etme anlamına gelir, yalnızca onu namazda veya namaz dışında okumak, öğretmek, gereğine göre hüküm ve fetva vermekle sınırlı kalmaz. İki hadisin lafzı arasında fark yoktur. Ahmed bin Hanbel'in, Yezid Ibnü'l-Ahnes es-Sülemî'den rivayetinde şöyle denilmiştir: "Bir kimse ki Allah ona Kur'arit vermiş, o kişi de gece gündüz onu yerine getiriyor ve ondakilere tabi oluyor".
Hadisin Arapça aslının tam İfadesinde "Allah birine mal-mülk vermiş ve malım hak yolda harcamak üzere onu o mala musallat etmiştir" yani durmadan o malı Allah yolunda hak uğruna harcayıp durmaktadır, denilmektedir.
Buradaki mal az ve çoğu kapsar.
Musallat kılma ifadesi, tabiatında cimrilik bulunan nefsi kontrol altına almaya delalet etsin diye kullanılmıştır.
Burada malı hak yolda harcama "helak etme" diye ifade edilmiştir. Bu, maldan geriye hiçbir şey kalmamasını gösterir.
"Hak yolda" ifadesi, kınanmış olan israf düşüncesini ortadan kaldırmak için Allah'ın razı olacağı yerlerde harcamayı ifade etmek için söylenmiştir.
Hikmetten kasıt daha önce işaret ettiğimiz gibi Kur'an'dır. Diğer bir görüşe göre cahilce ve kötü davranışlara engel olan her şeydir.
"Musa ona: Sana öğretilenden, bana, doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi öğretmen için sana tâbi olayım mı? Dedi.[65]
74- Rivayet edildiğine göre îbn Abbas ile Hur İbn Kays İbn Hısn ei-Fezârî iz. Musa'nın (Kur'an'da buluştuğu bahsedilen) arkadaşı hakkında görüş ayrılırına düştüler. İbn Abbas bunun Hızır olduğunu söyledi. Onların yanından Ubey bn Ka'b geçiyordu. İbn Abbas onu çağırarak sordu: "Ben ve bu arkadaşim, Hz. Musa'nın kendisi ile buluşmak İçin yol sorduğu kişi hakkında tartıştık. Onunla olarak Hz. Peygamber'in bir şey söylediğini işitmiş dedi. Ubey şöyle dedi: "Evet, Hz. Peygamber'in şöyle lediğini İşittim:
Hz. Musa, Israiloğullarmdan bir grup ile birlikte iken bir adam gelerek:
Senden daha bilgili bir kimse biliyor musun? Diye sordu.
Hz. Musa "hayır" diye cevap verdi. Bunun üzerine Yüce Allah Hz. Musa'ya vahyederek şöyle dedi: "Evet senden daha bilgili bir kimse. O da kulumuz Hızır'dır" dedi. Musa onun yanma nasıl gideceğini iordu. Yüce Allah balığı onun için bîr alâmet kıldı. Musa'ya "Balığı zaybettiğinde dön, çünkü onunla orada buluşacaksın" denildi. Hz. Wusa denizde balığın izini sürerdi.
"(Musa a.s. in yanındaki yol arkadaşı olan genç adam:) Gördün nü? dedi, kayaya sığındığımız sırada balığı unuttum. Onu hatırlamamı yana şeytandan başkası unutturmadı. O, şaşılacak bir şekilde denizde olunu tutup gitmişti. Musa: işte aradığımız o İdi, dedi. Hemen İzleri-un üzerine geri döndüler." Hemen ardından o bilge kişiyi (Hızır) buldular. Daha sonra Hızır ile Musa arasında Allah'ın kitabında haber verdiği olaylar yaşandı.[66]
Bu konu, ilim talep etmek için zorluklara katlanmaya teşvik etmek amacıyla konulmuştur. Çünkü gıpta edilen bir şey için zorluklara katlanılır. Nitekim Hz. Musa'nın en üst konumlara ulaşmış olması, ilim talep etmek için kara ve denizde yolculuk yapmasına engel olmamıştır. Böylece bu konunun öncekilerle alakası da anlaşılmış olmaktadır. Bâb başlığından İlk anda Hz. Musa'nın iüm talep etmek için denizde yolculuk yaptığı anlaşılmaktadır.
Peygamberler ile ilgili bölümde Hz.Hızır'ın niye bu isimle anıldığı konusu gelecektir. Yine o bölümde Hızır'ın; resul mü nebi mi, melek mi veli mi, hayatta mı ölü mü olduğu konusundaki görüş ayrılıklarına dair bilgi gelecektir.[67]
İbnü't-Tîn, İbn Abbas'm Ubey b. Kâb'ın yanına giderek soru sorduğunu, yoksa onu kendi yanma çağırmadığını, çünkü İbn Abbas'm ilim aldığı kişilere karşı ne derece edepli olduğunun bilindiğini söylemiştir.
Balığın kaybolması, Hızır'ın bulunduğu yere alâmet kılınmıştır. Hadisten Çıkan Bazı Sonuçlar
Hadis, inatlaşma (zorluk çıkarma) söz konusu olmaksızın İlmî gerçekleri ortaya çıkarmak İçin tartışma yapmanın caiz olduğunu göstermektedir.
Doğru sözlü bir kimsenin verdiği haber ile amel edilir.
İlim talep etmek, hatta mevcut ilmini arttırmak için deniz yolculuğu yapmak caizdir.
Yolculukta azık taşımak meşrudur.
Her durumda alçakgönüllü davranmak gerekir. Bu sebeple Hz. Musa, Hızır (a.s.) ile bir an önce karşılaşmak ve ondan ilim talep etmek istemiştir. Bunu yapmasının sebebi kavmine kendisinin edebi ile edeplenmelerini öğretmek ve nefsini temizlemek isteyen kişinin alçakgönüllülük yolunu tutması gerektiği konusunda uyarıda bulunmaktır.
75- İbn Abbas şöyle demiştir:
Hz. Peygamber beni kendisine doğru çekerek "Allah'ım ona kitabı öğret" dedi.[68]
Buhârî, İbn Abbas'ın fazileti ile İlgili bölümde Müsedded ve Abdülvâris aracılığıyla İbn Abbas'ın "Beni göğsüne bastırdı" demiştir. İbn Abbas o sırada mümeyyiz bir çocuktu. Bu hadis, kişinin yakınlarından olan çocuğu şefkat sebebiyle bağrına basmasının caiz olduğunu gösterir.
Hz. Peygamber'in duasındaki "kitap" sözcüğünden kasıt Kur'an'dır. Çünkü din terminolojisinde kitap denilince bu anlaşılır.
Duadaki "öğretmek" sözcüğünden kasıt, ezberlemek ve anlamaktan daha öte bir anlam taşır. el-Bağavî Mu'cemu's-Sahabe adlı kitabında Zeyd b. Eslem'in İbn Ömer'den şu rivayetine yer vermiştir: Ömer İbn Abbas'ı çağırır ve onu yanında bulundururdu. Onun hakkında "Ben Hz. Peygamber'in mîmsüu bir gün sana dua ettiğini ve başını okşayarak "Allah'ım onu dinde bilimlerde derin bilgi sahibi kıl ve ona tevili öğret" dediğini duydum.
İbn Abbas'ın tefsir ve fıkıh konusunda bilinen durumu sebebiyle Hz. Peygamber'in sahaitâhi] «isyhi v« seller bu duasının kabul edildiği anlaşılmaktadır.
Hadis yorumcuları diğer bir rivayette gelen "Ona hikmeti öğret" sözündeki hikmetin ne anlama geldiği konusunda farklı görüşler belirtmişlerdir. Bu konuda şunlar söylenmiştir:
Bu (hikmet), Kur'an'dır. Kur'an ile amel etmektir. Sünnettir. Sözde isabet etmektir. Haşyettir (Allah korkusudur). Allah'ın (hükümlerini) anlamaktır. Akıldır. Aklın sahih olduğuna şahitlik ettiği şeydir. İlham ile vesvesenin ayırt edilmesini sağlayan bir nurdur. Bir konuda doğru ve hızlı cevap vermektir.
Bu görüşlerin bir kısmını tefsirciler "Biz Lokmaria hikmeti verdik [69] âyetinin tefsirinde zikretmişlerdir.
İbn Abbas hadisinde geçen hikmet kavramından kasdedilen anlama bunlar içinde en yakın olan Kur'an konusunda anlayış sahibi olmaktır. Bu konuda daha fazla bilgi Menâkıb bölümünde gelecektir.
76- Abdullah İbn Abbas şöyle demiştir:
"Ihtilama (buluğ çağına) yaklaştığım bir dönemde, Hz. Peygamber Mina'da bir duvara doğru yönelmediği halde (yani önüne sütre almaksızın) namaz kıldırırken dişi bir eşek üzerinde gelerek safın bir bölümünün önünden geçtim. Eşeği otlaması için salarak safa girdim. Benim bu davranışım yadırganmadı".[70]
Bu konudan amaç, hadis dinlemek için ergenlik çağına ulaşmış olmanın şan olmadığını göstermektir.
"Bir duvara doğru yönelmediği halde" ifadesi sütre edinmeksizin demektir. Bunu Şafiî söylemiştir. Sözün öncesi de bunu göstermektedir. Çünkü İbn Abbas, bu hadisi, namaz kılanın önünden geçmenin onun namazını bozmadığına delil olarak zikretmiştir. Bezzâr'ın rivayeti de bunu desteklemektedir. Bu rivayetin lafzı "Hz. Peygamber önünde sütre olmadığı halde farz namaz kılıyordu" şeklindedir. "Benim bu yaptığım yadırganmadı": Denildiğine göre bu, güçlü maslahatı, hafif mefsedete tercih etmenin caiz olduğunu gösterir. Çünkü namaz kılanın önünden geçmek hafif maslahattır, namaza katılmak ise güçlü bir maslahattır. "İnsanlar namaz kılmakla meşgul oldukları için onun hareketini yadırga-mamışlardır" denilemez. Çünkü İbn Abbas, yadırgamanın hiçbir şekilde olmadığını belirtmiştir, bu namaz sonrasını da kapsar. Yine yadırgama işaretle de yapılabilir.
Yine bu hadis, konu başlığında da yer aldığı gibi, hadis dinlemek için tam ehliyetin şart olmadığını, hadisi rivayet etmek İçin ise bunun şart olduğunu gösterir. Köle, fâsık ve kâfir de bu konuda çocuk gibidir.
İbn Abbas'ın Hz. Peygamber'in fiil ve takririni aktarması, Hz. Peygamber'in Laüâhu sözü yerine geçmiştir. Çünkü edanın (rivayet etmenin) şartlan açısından bu üçü arasında fark yoktur.
77- Mahmûd İbnü'r-Rebi1 şöyle demiştir:
Peygamber'in ben beş yaşında iken bir kovadaki sudan ağzına alarak yüzüme püskürttüğünü hatırlıyorum.[71]
Hz. Peygamber'in bunu yapması ya Mahmud'la şakalaşmak ya da diğer sahabe çocuklarına yaptığı gibi onu mübarek kılmak içindir.
Bu hadisten yukarıdakinden farklı bazı sonuçlar çıkar:
Çocukların hadis meclislerine getirilmesi caizdir.
Devlet başkanının, idaresi altında bulunanların evlerini ziyaret etmesi ve onların çocukları ile şakalaşması caizdir.
Bazıları bu hadisi beş yaşındaki çocuğa hadis dinletme, beş yaşından küçükler İçin orada bulunanların hadisleri yazmasına delil getirmiştir. Oysa hadiste ve Buhârî'nin koyduğu başlıkta bunu gösteren bir şey yoktur. Bu konuda asıl dikkate alınması gereken (yaş değil) anlayıştır. Beş yaşından küçük olsa bile dinlediği sözü anlayan kişiye hadîs dinletilir.
Câbir İbn Abdullah bir hadis öğrenmek için bir aylık mesafede olan Abdullah İbn Uneys'in yanma gitmiştir.
78- Rivayet edildiğine göre İbn Abbas ile Hur İbn Kays İbn Hısn el-Fezârî Hz. Musa'nın (Kur'an'da buluştuğu bahsedilen) arkadaşı/bilge kişi hakkında görüş ayrılığına düştüler. İbn Abbas bunun Hızır olduğunu söyledi. Onların yanından Ubey İbn Ka'b geçiyordu. İbn Abbas onu çağırarak sordu: "Ben ve bu arkadaşım, Hz. Musa'nın kendisi ile buluşmak için yol sorduğu kişi hakkında tartıştık. Onunla ilgili olarak Hz. Peygamber'in bir şey söylediğini işitmiş miydin?" dedi. Ubey şöyle dedi: "Evet, Hz. Peygamber'in şöyle dediğini işittim:
"Hz. Musa, İsrailoğulhrmdan bir grup ile birlikte iken bir adam ona gelerek: -Senden daha bilgili bir kimse biliyor musun? Diye sordu.
Hz. Musa "hayır" diye cevap verdi. Bunun üzerine Yüce Allah Hz. Musa'ya vahyederek şöyle dedi: "Evet senden daha bilgili bir kimse var. O da kulumuz Hızır'dır" dedi. Musa onun yanına nasıl gideceğini sordu. Yüce Allah balığı onun için bir alâmet kıldı. Musa'ya "Balığı kaybettiğinde dön, çünkü onunla buluşacaksın" denildi. Hz. Musa denizde balığın izini sürerdi.
(Musa a.s.'ın yanındaki yol arkadaşı olan genç adam:) 'Gördün mü?" dedi, 'Kayaya sığındığımız sırada balığı unuttum. Onu hatırlamamı bana şeytandan başkası unutturmadı." O, şaşttacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitmişti. Musa: 'işte aradığımız o idi' dedi. Hemen izlerinin üzerine geri döndüler". Ardından buldular. Daha sonra Hızır ile Musa arasında Allah m kitabında haber verdiği olaylar yaşandı.
Câbir'in hadisi, âli senedi166 araştırmaya delildir. Çünkü bu hadis kendisine Abdullah İbn Üneys'ten ulaştığı halde o bununla yetinmemiş, arada aracı olmaksızın bu hadisi kendisinden almıştı. Kur'arim Faziletleri bölümünde İbn Mesud'un şu sözü gelecektir: "Allah'ın kitabını benden daha İyi bilen birini bilsem onunla buluşmak için yolculuğa çıkardım".
İmam Ahmed bin Hanbel'e "İlim öğrenmek isteyen bir kişi, pek çok ilim bilen bir kimsenin yanında kalsa yine de (İlim için) seyahat yapmalı mı?" diye soruldu. O şöyle cevap verdi: "Seyahat yapar. Farklı şehirlerdeki âlimlerden elde ettiği ilmi yazar, pek çok insanla yüz yüze konuşarak onlardan İlim öğrenir".
Bu hadis, sahabenin Hz. Peygamber'in konusunda ne kadar hırslı olduğunu göstermektedir.
Bu hadis, bir şüphe doğurmayacaksa gelen kişi ile kucaklaşmanın caiz olduğunu gösterir.
Yine ilim elde etmek için yapılan yolculukta zorluk ve yorgunluk çekilse bile ilmi arttırmanın faziletini gösterir.
Büyük bir kimsenin kendisinden ilim öğrenen kişiye karşı tevazu göstermesi de bu hadiste yer almaktadır. Zira Yüce Allah "Bunlar Allah'ın kendilerine hidayet ettiği kimselerdir. Öyleyse sen de onların yoluna [72]buyurmuştur. Hz. Musa da bu âyette sözü edilen kimselerdendir, öyleyse yürürlükten kaldırıldığı bilinen hükümler dışında bu emrin kapsamına Hz. Peygamber'in ümmeti de girer.
Hadis senedindeki ravi zincirini daha kısa tutmak için, hadisi daha üst ravilerden almaya, öğrenmeye çalışmak.
79- Ebû Musa rodıyaiiahu arh, Hz. Peygamber'in sai&fâhu &icy:ıî ve seikm şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Allah'ın benim aracılığımla gönderdiği hidayet ve ilim, bol yağmura benzer.
Bu yağmur bazen toprağın öyle bir kısmına isabet eder ki bu kısım bereketlidir, suyu kabul eder, çayır ile bol ot yetiştirir. Bir kısmı da bir kayalık gibi olur, suyu üstünde tutar da Allah insanları onunla faydalandırır. Bu sudan hem içerler hem de hayvanlarını sularlar, ekin ekerler.
Diğer bir kısmı ise düz ve kaypaktır. Ne suyu tutar, ne çayır bitirir.
Allah m dinini anlayıp da Allah'ın benim aracılığımla gönderdiğinden yararlanan, bunu öğrenen ve öğreten kimse ile bunu duyduğu vakit kibrinden kafasını kaldırmayan ve Attahm benim aracılığımla gönderdiği hidayeti kabul etmeyen kişinin örneği işte budur".
Hadisin aslında geçen "hüdâ" kelimesi, elde edilmek istenen şeye ulaştıran kılavuz anlamına gelir. Burada kasdedilen ilim, şer'î delilleri bilmektir.
Kurtubî ve diğer hadis yorumcuları şöyle demiştir: Hz. Peygamber aleyhi vs w:un kendisi aracılığı ile gönderilen dini, İhtiyaç duydukları sırada insanlara gelen bol yağmura benzetmiştir. Hz. Peygamber'in peygamber olarak gönderilmesinden önce insanlar bu durumda idi. Yağmur ölü bölgeleri dirilttiği gibi dinî ilimler de ölü kalpleri diriltir. Hz. Peygamber kendisini dinleyenleri, yağmurun İsabet ettiği farklı toprak parçalarına benzetmiştir. Onu dinleyenlerin bir kısmı âlim, amel eden ve insanlara öğretendir. Bu kişi; suyu kabul eden böylece kendisine yararı olan, bitki bitiren ve böylece başkasına yaran olan bereketli toprak parçasına benzer. Hz. Peygamberi dinleyenlerden bir kısmı da ilmi toplar, zamanının tümünü ilme harcar ancak nafileleri yerine getirmez, yahut topladığı bilgileri tam olarak kavramaz. Bununla birlikte bu ilmi başkalarına aktarır. İşte bu kişi suyu üzerinde tutan ve bu sayede insanlara yarar sağlayan toprak parçasına benzer. Hz. Peygamber'in Benim sözümü işiten ve işittiği gibi başkasına aktaran kişinin Allah yüzünü nurlandırstn" sözü ile işaret ettiği kişi budur. Bazı insanlar da vardır ki ilmi işitirler ancak bunu öğrenemezler, bununla amei etmezler ve başkalarına da aktarmazlar. Bunlar suyu kabul etmeyen veya suyu başkasının kullanamayacağı şekilde bozan düz ve kaypak toprak parçasına benzerler. Hz. Peygamber bu benzetmede, insanların kendilerinden yararlanılması konusunda ortak olan övülen ilk iki insan tipini bir arada zikretmiş, insanlara yarar sağlamayan ve yerilen üçüncü insan tipini ise ayrı olarak zikretmiştir.
Tîbî şöyle demiştir:
Hadiste zikredilmeyen iki kısım daha vardır:
1. Kendisi
ilimden yararlanmakla birlikte bunu başkalarına öğretmeyen,
2. Kendisi ilimden yararlanmamakla birlikte bunu başkalarına öğreten.
Ben (İbn Hacer) derim ki bunların ilki, Hz. Peygamber'in zikrettiği ikinci gruba girer. Çünkü farklı derecelerde olsa da neticede kendisinden bir yarar sağlanmaktadır. Yerin bitirdikleri de böyledir, bunlardan bir kısmı insanlara yarar sağlarken diğer bir kısmı kuruyup çer çöp olmaktadır. İkincisine gelince, şayet farzları yapan, nafileleri ihmal eden bir kimse ise ikinci gruba girer. Farzları da terk ederse bu fasıktır, bundan ilim alınması caiz değildir. Bu kişinin "kibrinden kafasını kaldırmayan" kişiler grubuna girmesi mümkündür.
Rebîa şöyle demiştir: "İlimden bir şey bilen kişinin nefsini unutması ona yakışmaz."
80- Enes, Hz. Peygamberin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"ilmin kaldırılması, cehaletin yerleşmesi, içkinin içilmesi ve zinanın yaygınlaşması kıyamet alâmetlerindendir.[73]
Bu konunun amacı, ilende daha açık bir şekilde açıklanacağı üzere ilim öğ-enmeye teşvik etmektir. Zira ilim, âlimlerin vefat etmesiyle kaldırılacaktır. İlim öğrenenler mevcut olduğu sürece ilim kaldırılmayacaktır. Bu konudaki hadisten, İmin kaldırılmasının kıyamet alâmeti olduğu anlaşılmaktadır.
Burada adı geçen Rebîa, Medineli fakih îbn Ebû Abdurrahman'dır. İctihadla okça meşgul olması sebebiyle Rebîatü'r-re'y adıyla tanınmıştır. Rebîa'nın bu söz e şunlardan birini kasdetmiş olması mümkündür: Kendisinde anlayış ve ilim iğrenme kabiliyeti bulunan kişinin kendisini ihmal ederek, ilimle meşgul olmayı k etmesi uygun değildir. Yoksa bu, ilmin kaldırılmasına sebep olur.
Yahut onun kastı, ilmi ehil olan kimseler arasında yaymaya teşvik etmektir. Jim bunu yapmadan önce ölürse bu, ilmin kaldırılmasına yol açar.
Kasdedilen mânâ alimin ilminin zayi olmaması için kendisini halka tanıtması ve halkın kendisinden ilim almasına teşvik etmeside olabilir.
Diğer bir görüşe göre onun kastı ilmi yüceltmektir. Kişi, ilmi dünyalık elde etmeye vesile kılarak kendisini küçültmemelidir, Bu, güzel bir yorumdur.
Daha önce geçtiği üzere kıyamet alâmetlerinin bir kısmı normal olaylar şeklinde, bir kısmı ise anormal (harikulade) olaylar şeklinde gerçekleşecektir.
İlmin kaldırılmasından kasıt, ilmi taşıyan kişilerin ölmesidir. İçki içilmesinden kasıt bunun çokça olması ve yaygınlaşmasıdır.
81- Enes şöyle demiştir: Size benden sonra kimsenin anlatmayacağı bir hadis anlatacağım. Hz. Peygamber'in saiiaibhu şöyle dediğini işittim:
"İlmin azalması, cehaletin yaygınlaşması, zinanın yaygınlaşması, elli kadının bir erkeğin yönetiminde kalacağı şekilde kadınların çoğalarak erkeklerin azalması kıyamet alâmetlerindendir".
Enes, Basra'da vefat eden son sahabî olduğundan, bu hadisi Hz. Peygamber'den işiten kimsenin kalmadığını bildiği İçin "Size benden sonra kimsenin anlatmayacağı bir hadis anlatacağım" demiştir. Bu sözü Basralılara söylemiş olması muhtemeldir. Yahut da bu, daha geneldir. Enes bu hadisi ömrünün sonuna doğru anlatmıştır. Çünkü ondan sonra Hz. Peygamber'den hadis dinlediği sabit olan çok az kişi kalmış olup, rivayetleri de bu derece sağlam değildi. İbn Battal şöyle demiştir: "Enes, ilmin değiştirildiğini ve azaldığını gördüğü için bu sözü söylemiş olabilir. Yani ortamın bozuk olması sebebiyle gerçeği başka kimsenin söylemeyeceğini bildiğinden mevcut durum bu sözü söylemesini gerektirmiştir". Ancak ilk yorum daha güçlüdür.
Kıyamete yakın, kadınların sayısının çoğalmasının sebebi fitnelerin çok olması, bu sebeple erkekler arasında savaşların artmasıdır. Bilindiği gibi savaşçılar kadın değil, erkektir.
Ebû Abdülmelik şöyle demiştir: "Bu, fetihlerin çok olacağına, bu sebeple esir kadınların sayısının artacağına, bir kişinin çok sayıda cariye edineceğine işarettir.
Ben (İbn Hacer) derim ki: Bu tartışılır. Çünkü zekât konusunda gelecek oian Ebû Musa hadisinde erkeklerin sayısının az olacağı açık olarak şu şekilde belirtilmiştir: "Erkeklerin azlığı ue kadınların çokluğu sebebiyle...". Anlaşıldığı kadarıyla bu olay, başlıbaşma bir kıyamet alâmeti olup başka bir şey sebebiyle değildir. Allah kıyamete yakın doğacak erkeklerin az olmasını, kadınların ise çok olmasını takdir edecektir. Kadınların çok olması; cehaletin yaygınlaşması ve ilmin ortadan kaldırılmasına da uygun düşen alâmetlerdendir.
"Elli" sayısı ile gerçek anlamda bu rakam kasdedilmiş olabileceği gibi mübalağa için mecazen de zikredilmiş olabilir. Nitekim Ebû Musa hadisindeki "Bir erkeği kırk kadının izlediğini göreceksin" denilmesi bu ihtimali desteklemektedir.
Dünya ve âhirete yönelik işlerin dÜ2gün gitmesi bu beş şeyin korunmasına, işlerin bozulması da bunların bozulmasına bağlı olduğundan bu beş şey özellikle zikredilmiş gibidir. Bu beş şey şunlardır:
1. Din: İlmin ortadan kalkması-dine zarar verir.
2. Akıl: Şarabın içilmesi akla zarar verir.
3. Nesep: Zinanın yaygınlaşması nesebe zarar verir.
4. Can mal: Fitnelerin çok olması can ve mala zarar verir.
Kirmanı şöyle demiştir: Hadiste sayılan beş şeyin zarar görmesi dünyanın harap olacağını gösterir. Çünkü insanlar başıboş bırakılmazlar. Bîzîm Peygamberimiz Hz. Muhammed'den sonra hiçbir peygamber gelmeyecektir. Geriye dünyanın harap olması kalır.
Kurtubî el-Müfhim adlı eserinde şöyle demiştir: Bu hadis, peygamberlik mucizelerinden birini barındırmaktadır. Çünkü o gelecekte gerçekleşecek şeyleri bildirmiş ve bunların bir kısmı da özellikle zamanımızda aynen gerçekleşmiştir,
Kurtubî Tezkire adlı eserinde ise şöyle demiştir: Burada bir erkeğin elli kadını yönetip hepsinin işine bakması, cinsel ilişki konusunda olabileceği gibi başka hususlarda da olabilir. Bu olay "Allah" diyen kişinin kalmayacağı kıyamete çok yakın olan zamanda da gerçekleşecek olabilir. O zaman kişi dinin hükmünü bilmediğinden bir sayıya bağlı olmaksızın birden fazla kadınla evlenir.
Ben (Ibn Hacer) derim ki: Zamanımızda da Müslüman olduklarını iddia ettikleri halde Türkmen emirleri ve bunların dışındaki bazı kimselerde bu durum görülmektedir.
Kendisinden yardım istenecek olan yalnızca Allah'tır.
82- Abdullah İbn Ömer'in oğlu Hamza rivayet ettiğine göre İbn Ömer şöyle demiştir: Hz. Peygamber'in o. şöyle dediğini duydum:
"Uykuda iken bana bir kadeh süt getirdiler. O kadar içtim ki süte olan kanıklığım ta tırnaklarımdan çıktı. Sonra fazlasını Hattab oğlu Ömer'e verdim".
Hz. Peygamber'e: "Ey Allah'ın Resulü bunu ne ile tevil ettin?" diye sordular. Hz. Peygamber: "İlimle" buyurdu.[74]
Konu başlığının Arapça ifadesinde yer alan "fazl", artış ve fazlalık anlamına gelir. Bu bölümün başındaki konu başlığında yer alan "fazl" kelimesi ise fazilet anlamındadır. Bu bakımdan Buhârî'nin aynı konu başlığını iki kez kullandığı düşünülmemelidir.
Sütün ilimle tevil edilmesi, ikisinin de yararının çok olması sebebiyledir. Bu konudaki geniş açıklama Hz. Ömer'in Üstünlüğü ve Rüya Tabiri bölümlerinde gelecektir.
İbnü'l-Müneyyir şöyle demiştir: Hadiste ilmin faziletini gösteren yön, ilmin Hz. Peygamber'in sai'aiı&hj ki^m v« sesien artığı ve Allah'ın ona verdiğinden bir pay olarak ifade edilmesidir. Bu sana yeter. İbnü'l-Müneyyir bunu konu başlığındaki kelimeyi "fazilet" anlamına yorarak söylemiş, ancak yukarıdaki ayrıntıyı gözden kaçırmıştır.
83- Abdullah İbn Amr İbnü'l-As'ın rivayet ettiğine göre, Resûluîlah veda haccı sırasında Mina'da durdu. İnsanlar ona soru soruyorlardı.
Bir adam gelerek: "Farkında olmadan kurban kesmeden önce tıraş oldum" dedi.
Hz. Peygamber yok' buyurdu.
Şimdi kurbanını kes, sakıncası
Bir başkası gelerek: Farkında olmadan şeytan taşlamadan önce kurban kestim, dedi.
Hz. Peygamber: "şimdi şeytanı taşla, sakıncası yok" buyurdu.
Yapılması gerekenden önce veya sonra yapılmış olan şeylerle ilgili olarak Hz. Peygamber'e sorulduysa Hz. Peygamber Yap, bir sakıncası yok" buyurdu. [75]
Buhârî konuya bu başlığı koyarak, binek üzerinde olsa bile âlimin öğrencisinin (soru soran kişinin) sorusuna cevap verebileceğini belirtmek istemiştir.
"Sakıncası yok": Sıranın takip edilmemesi ve fidyenin de terk edilmesinden dolayı mutlak olarak senin için bir günah söz konusu değildir.
Bazı fakihlere göre bu ifade ile yalnızca günahın söz konusu olmadığı belirtilmiştir. Oysa bu tartışmalıdır. Çünkü diğer bazı sahih rivayetlerde: "Hz. Peygamber seüem keffareti emretmedi" denilmektedir. Bu konu Hac bölümünde ayrıntılı olarak ele alınacaktır.[76]
84- İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber'e hac sırasında "Şeytan taşlamadan önce kurban kestim (benim için bir sorumluluk olur mu?)" diye soruldu, Hz. Peygamber eli ile sakıncası yok anlamında işaret etti. Adam "Kurban kesmeden önce tıraş oldum"
dedi, Hz. Peygamber saunam eli ile şaiimiahu aleyhi v« seâuıii sakıncası yok anlamında işaret etti.[77]
El ile işaret etmek bu konuda zikredilen hadislerden ilk olarak anlaşılmaktadır. Bu ikisi merfu hadistir. Baş İle işaret etmek ise yalnızca Esma hadisinden anlaşılmaktadır. Bu, Hz. Aişe'nİn hadisidir, dolayısıyla da mevkuftur. Ancak merfu hükmündedir. Çünkü Hz. Aişe Hz. Peygamber'in arkasında namaz kılıyordu. Hz. Peygamber namazda iken arkasındakileri gördüğüne göre, Hz. Aişe'nin başı İle İşaretini de onaylamış olmaktadır.
85- Salim şöyle demiştir: Ebû Hureyre Hz. Peygamber'in şöyle dediğini söylemiştir: "ilim kabzeditecek, cehalet ve fitneler yayılacak, herec çoğalacak".
Hz. Peygamber'e Herec nedir ey Allah'ın Resulü?" diye sordular.
Hz. Peygamber saituahu aiey-î ve seiiem eli ile ölümü kasdeder gibi işarette bulunarak "İşte budur" dedi.[78]
İlmin kabzedilmesi âlimlerin ölümü ile olur.
Cehaletin yaygınlaşması da ilmin kabzedilmesinin zorunlu sonucudur.
Herec, Habeş dilinde ölüm demektir.
86- Esma şöyle demiştir:
(Güneş tutulduğu bir sırada) namaz kılarken Aişe'nin yanma gittim. "İnsanlara ne oluyor (neden korkuyorlar?)" diye sordum. Başıyla gökyüzünü gösterdi. Bir de baktım ki insanlar namaza durmuşlar. Âişe "Sübhanallah" dedi. Ben "Bu bir âyet (işaret) midir?"diye sordum, başıyla "evet" diye işaret etti. Bunun üzerine ben de namaza durdum. Üzerime baygınlık çökünce (yanımdaki kırbadan) başıma su dökmeye başladım.
Namazdan sonra Hz. Peygamber Allah'a hamd-ü sena edip şöyle buyurdu:
"Daha önce bana gösterilmemiş her şey, hatta cennet ve cehennem bile bana burada gösterildi. Bana 'kabirlerinizde Mesih Deccal'in fitnesine benzer (veya yakın[79]) bir şekilde imtihan edileceksiniz' dîye vahyedildi. Kabre giren kişiye sorulacak:
- Bu adam (Hz. Muhammed) hakkında ne biliyorsun?
Mümin (veya kesin inançlı bir)[80] kişi: "O, Muhammed'dir, Allah'ın resulüdür. Bizlere apaçık deliller ve hidayeti getirdi. Biz de onun davetine icabet ettik ue ona tabi olduk. O Muhammeddir (üç kere)1' diyecek. O kişiye: "Rahat bir şekilde uyu. Senin ona kesin olarak inandığını anladık11 denilecek.
Münafık (veya kalbinde şüphe bulunan)[81] kişi ise: "Bilmiyorum. İnsanların bir şeyler söylediğini duydum, ben de aynısını söyledim" diyecek. [82]
"Bir de baktım ki insanlar namaza durmuşlar": Hz. Esma, Hz. Aişe'nin odasında idi, bu odadan mescid tarafına baktığında insanların güneş tutulması sebebiyle namaza durduklarını gördü.
"Sübhanallah dedi": Yani Hz. Âİşe sübhanallah diyerek başıyla işarette bulundu.
87- Ebû Cemre şöyle demiştir: İbn Abbas Benî Abdülkays heyeti Hz. Peygamber'e saiiaiiâiıu Peygamber sordu:
"Bu topluluk (bu heyet) kimdir?
Sahâbîler "Onlar, Rebîa'dır" dediler.
Hz. Peygamber ifchu aleyhi onlara: "Merhaba (hoş geldiniz). Allah sizi utandırmasın, pişman etmesin" buyurdu.
Onlar şöyle dediler: "Ey Allah'ın elçisi! Biz senin yanına ancak Haram aylarda [83] geleb iliyoruz. Bizimle senin aranda Mudar kabilesinin kâfirlerinden falanca kabile var. Bize öyle kesin bir şey söyle ki bunu akrabalarımızdan geride bıraktıklarımıza bildirelim ve bununla (bunu yaptığımızda) cennete girelim". Ayrıca içecekler hakkında da soru sordular.
Hz. Peygamber sakladı.
de onlara dört şeyi emretti, dört şeyi yatanlara; yalnızca Allah'a inanmayı emrederek şöyle sordu: "Yalnızca Allah'a inanmak nedir bilir misiniz?"
Onlar: "Allah ve Resulü daha iyi bilir" dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
(Yalnızca Allah'a iman ) Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik etmek, namaz kılmak, zekat vermek, oruç tutmak ve ganimetin beşte birini (devlet hazinesine) vermeniz demektir'.
Hz. Peygamber onlara şu dört şeyi (kullanmayı) yasakladı: Şarabın içinde saklandığı sırmalı sırmasız Hantem, Dübbâ, Nekîr, Müzeffet (mukayyer de demiş olabilir) gibi kaplardır. Onlara şöyle dedi: "Bunları ezberleyin ve geride kalanlarınıza da bildirin".
88- Ukbe Îbnü'î-Hâris, Ebû İhab İbn Azîz'in kızı ile evlendi. Bir kadın gelerek kendisine "Ben Ukbe'yi de onun evlendiği kadını da emzirdim" dedi. Ukbe kadına "Senin beni emzirdiğini de (daha önce) bunu bana söylediğini de bilmiyo-rum" dedi. Daha sonra bineğine binerek Medine'ye Resûlullah'ın yanına gitti. Ona bu durumu sordu: Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Sana böyle söylendiği halde nasıl (evliliğe devam edersin)?" dedi.
Bunun üzerine Ukbe karısından ayrıldı. Kadın daha sonra başka bir adamla evlendi,
Ukbe Mekke'den Medine'ye gitti. Çünkü o Mekke'de oturuyordu. Bu başlık ile "İlim elde etmek için yolculuğa çıkma" başlığı arasındaki fark, bunun daha özel olmasıdır. Bu hadis ile ilgili geniş açıklama Şahitlikler bölümünde gelecektir. [84]
89- Abdullah İbn Abbas, Hz. Ömer'den şunu rivayet etmiştir:
Ben ve Ensar'dan bir komşum Beni Ümeyye İbn Zeyd yurdunda oturuyorduk. Bu yurt, Medine'nin "avalî" denilen bölgesinde idi. Hz. Peygamber'in yanına nöbetleşe giderdik, bir gün o gider, bir gün de ben giderdim. Ben Hz. Peygamber'in yanına gittiğimde o gün içinde Hz. Peygamber'e fûhu ai«yhi ve gelen vahiy vb. haberleri getirirdim, o gittiğinde de aynı şekilde yapardı. Gitme sırasının arkadaşımda olduğu bir gün arkadaşım Hz. Peygamber'in saiiniiânu aleyhi ve yanına gitti. Onun yanından gelince şiddetli i bir şekilde kapımı çaldı ve "Ömer orada mı?" diye sordu. Ben ürktüm ve hemen onun yanına çıktım. O "Büyük bir şey oldu.[85]
Ömer dedi ki:
Hafsa'nın yanına girdim, ağlıyordu. Ben "Allah Resulü sizi boşadı mı?" diye sordum. O "Bilmiyorum" dedi. Sonra Hz. Peygamber'in yanına girdim, ayakta durarak ona "Eşlerini boşadın mı?" diye sordum. O "Hayır" diye cevap verdi. Ben "Allahu ekber" dedim.
Bu hadis, bir kişinin verdiği habere güvenilebileceğini ve sahabe mürseli ile amel edilebileceğini göstermektedir.
Yine bu hadis, ilim talep eden kişinin, ilim talebi ve diğer konularda yararlanmak üzere geçimini kazanma konusunda çalışmaktan gafil olmaması ve kendisinin bulunmayıp da kaçırdığı konulan başkalarına sorma konusunda gayretli olması gerektiğini göstermektedir. Çünkü Hz. Ömer o sıra ticaretle uğraşıyordu.
Tevatürün şartı, tevatüre konu olan bilginin, kimden kaynaklandığı bilinmeyen söylentiler değil, duyu organlarına dayanan hususlar olmasıdır. Bu konuda diğer açıklamalar Nikah bölümünde gelecektir.[86]
90- Ebû Mes'ud el-Ensarî şöyle demiştir:
Bir adam Peygamberimiz'e Ey Allah'ın Resulü! Falanca bize namaz kıldırırken namazı uzattığından neredeyse cemaatle namaza yaklaşmıyorum (arasıra terk ediyorum)"demişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber o gün verdiği vaaz sırasındaki öfkeli halinden daha öfkeli olarak görmedim. şöyle buyurdu:
"Ey insanlar! Sizler nefret ettiriyorsunuz, insanlara namaz kıldıran kişi (namazı) hafif tutsun. Çünkü namaz kılanların (cemaatin) içinde hasta, zayıf ve ihtiyaç sahibi olanlar vardır.[87]
Hz. Peygamber, namaz kıldıran kişilerin namazı uzatmalannı yasakladığı halde bu olay meydana geldiği için bu kadar öfkelenmiştir.
Bu hadis İle İlgili ayrıntılı bilgi Namaz bölümünde gelecektir,
91- Zeyd Ibn Hâlid el-Cühenî'den rivayet edilmiştir.
Bir adam Hz. Peygamber'e saiiakhu buluntu mal hakkında soru sordu.
Hz. Peygamber Bağını (veya kabını), kılıfını iyice belle, sonra bir yıl boyunca mal bulduğunu etrafa dupur. Sonra onu kullan. Sahibi gelirse malı ona ver". Adam: "Yitik deve de böyle midir?" diye sordu.
Hz. Peygamber yanakları (yahut yüzü) kızaracak derecede öfkelendi ve şöyle buyurdu:
"Deveden sana ne? Onun su tulumu da (suluğu da), tabam da vardır.
Suya gider, ağaç (yapraklarından) yer. Sahibi buluncaya kadar onu kendi haline bırak".
Adam: "Ya yitik davar?" diye sordu.
Hz. Peygamber saiyiâhuYa senin, ya kardeşinin, ya da kurdundur" buyurdu.[88]
Hz. Peygamber'İn kızması ya yitik develeri almayı daha Önce yasaklamasından yahut da soru soran kişinin anlayışının kıt olması sebebiyle alınabilecek yitik malı böyle olmayan yitik mala kıyas etmesindendir.
Bu hadisle ilgili geniş açıklama Ahm-Satım konusunda gelecektir.[89]
92- Ebû Musa şöyle demiştir:
Hz. Peygamber'e hoşuna gitmeyecek şeyler soruldu. Ona sorulan sorular çoğaldıkça öfkesi arttı ve "Bana istediğinizi sorun" buyurdu. Bunun üzerine bir adam: "Benim babam kimdir?" diye sordu. Hz. Peygamber ve seifen "Baban Huzafe'dir" dedi. Başka bir adam kalkarak "Benim babam kimdir ey Allah'ın Resulü?" diye sordu. Hz. Peygamber "Senin baban Şeybe'nin azatlısı Sâlim'dir" buyurdu. Hz. Ömer, Hz. Peygamber'İn yüzünde kızgınlığın belirtisini görünce şöyle dedi: "Ey Allah'ın Resulü biz Allah'a (c.c.) tevbe ediyoruz.[90]
Hz. Ömer'in "Allah'a tevbe ediyoruz" sözü Hz. Peygamber'e "Seni kızdıracak bir şey yaptığımızdan dolayı tevbe ediyoruz" anlamına gelir.
93- Zührî şöyle demiştir: Enes İbn Mâlik bana şunu haber verdi:
Resûlullah minbere çıktı. Abdullah İbn Huzâfe ayağa kalkarak "Benim babam kimdir?" diye sordu. Resûlullah Baban Huzâfe'dir" buyurdu. Sonra Hz. Peygamber "Bana sorunuz" sözünü çokça tekrarladı. Bunun üzerine Hz. Ömer dizleri üzerine oturarak şöyle dedi; "Biz Rab olarak Allah'tan, din olarak İslam'dan ve peygamber olarak da Muhammed'den razıyız.[91]
İbn Battal, Hz. Ömer'in "Biz Rab olarak Allah'tan..." sözü ile ilgili olarak şöyle demiştir: Hz. Ömer, Hz. Peygamber'e sorulan bu soruların zorluk çıkarma (inat) veya şüphe sebebiyle sorulduğunu anlamış, bu sebeple bir ceza indirilmesinden korkarak bu sözü söylemiştir. Hz. Peygamber Hz. Ömer'in bu sözünden hoşnut olmuş ve susmuştur.
İbn Ömer Hz. Peygamber'in "Tebliğ ettim mi?" sözünü üç kere tekrarladığını söylemiştir.
94- Enes radıyaiiahu ar.h şöyle demiştir: "Hz. Peygamber selâm verdiğinde üç kere verirdi. Bir söz söylediğinde bunu üç kere tekrarlardı.[92]
95- Enes şöyle demiştir: Hz. Peygamber bir söz söylediğinde, sözü anlaşılsın diye üç kere tekrar ederdi. Bir topluluğa uğrayıp da selam verdiğinde üç kere selam verirdi."
İsmâilî, Ebû Musa ve diğerlerinin rivayetinde Hz. Peygamberin ;-.tî!b!iâhu aleyh; ve birinin evine girmek için izin İstemek maksadıyla selâm verdiğinde bunu üç kere tekrarladığını söylenmiştir. Ancak bir yere uğrayarak selâm verme durumunda Hz. Peygamberin selamı tekrarlamadığı bilinmektedir.
Ben (İbn Hacer) derim ki: Buhârî de aynen bu şekilde düşündüğü için İzin isteme bölümünde bu hadisi, Ebû Musa'nın Hz. Ömer'le arasında geçen konu ile ilgili diğer hadisle birlikte rivayet etmiştir. Ancak Hz. Peygamber selâmının duyulmadığını düşündüğü durumlarda da selâmını tekrarlamış olabilir.
96- Abdullah İbn Amr'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Bir yolculukta Hz. Peygamber bizden arkada kaldı. Sonradan bize yetişti. Namaz vakti gelmişti. Biz de abdest alıyor ve acele bitirelim diye ayaklarımıza mesh ediyorduk. Hz. Peygamber km en yüksek sesi ile iki veya üç kere şöyle bağırdı:
Ateşte yanacak topukların vay haline!"
"Ikİ veya üç kere bağırdı" İfadesinden anlaşıldığına göre, sözü üç kere tekrarlamak şart değildir. Tekrarın asıl maksadı bir şeyi karşı tarafa tam olarak kavratmaktır. Tekrar olmadan bu sağlanıyorsa tekrara gerek yoktur.
97- Ebû Bürde'nin babasından rivayet ettiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur: "Üç kişinin ikişer (iki kat) sevabı vardır: Ehl-i kitaptan (Yahudi ve Hıristiyanlardan) olup, hem kendi peygamberine hem de Muhammede ve seiun inanan kişi, hem Allah'ın hem de efendilerinin hakkını yerine getiren köle, bir cariyesi olup da onu güzelce terbiye eden ve ona güzelce (İlim) Öğreten sonra da onu azat ederek onunla evlenen kişi.[93]
Hadis, konu başlığında yer alan "cariye" ifadesi ile doğrudan "aiie" ifadesi ile ise kıyas yolu ile uyumludur. Çünkü insan Allah'ın farzlarını ve Hz. Peygamber-'in sünnetlerini ailesine Öğretme konusunda, cariyesine öğretmekten daha fazla özen gösterir.
98- İbn Abbas şöyle demiştir:
"Şahitlik ederim ki [94] Hz. Peygamber (vaaz verdikten sonra) kadınlara duyuramadığını düşünerek Bilal ile birlikte kadınların yanma gitti. Onlara sadaka vermelerini emretti. Kadınların kimi küpesini, kimi yüzüğünü çıkarıp atmaya başladılar. Bilal onları eteği içinde topluyordu.[95]
Buharı bu konu başlığı ile daha önce geçen "Kişinin ailesine ilim öğretmesine teşvik" konusunun yalnızca kişinin kendi ailesi ile sınırlı olmadığını, devlet başkanı ve onun temsilcileri için de halkı bilgilendirmenin teşvik edildiğine işaret etmektedir,
Hz. Peygamber'in kadınlara vaaz verdiği "onlara vaaz verdi" sözünden açık olarak anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber'in onlara verdiği vaaz şu sözlerden oluşuyordu: "Ben cehennem halkının çoğunun sizden (kadınlardan) olduğunu gördüm. Çünkü siz çok lanet edersiniz ve kocanıza nankörlük yaparsınız".
Hz. Heygamber'İn onlara ilim öğrettiği de "Onlara sadaka vermelerini emretti" sözünden anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber onlara sanki sadaka vermenin onların hatalarını örteceğini öğretmişti.
Bu hadisten şu sonuçlar çıkmaktadır:
Sadakayı verenin, bizzat kendi eliyle vermesi caizdir.
Kadının kocasından izin almaksızın kendi malından sadaka vermesi caizdir.
Sadaka vermek, cehenneme gitmeye sebep olan pek çok günahı siler.
99- Ebû Hureyre rad^Mhu anh şöyle demiştir: Hz. Peygamber'e şöyle soruldu [96] "Ey Allah'ın Resulü! Kıyamet gününde senin şefaatinden dolayı en çok mutlu olacak olan kimdir?" Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Gerçekten senin hadise karşt olan hırsını bildiğim için bu soruyu senden önce hiç kimsenin sormayacağını tahmin ediyordum. Kıyamet gününde benim şefaatimden en çok mutlu olacak olan kişi samimi bir kalple (nefisle) "Lâ ilahe illallah" diyen kimsedir.[97]
Bu hadis Ebû Hureyre'nin üstünlüğünü ve ilim öğrenmek için hırslı olmanın faziletini göstermektedir.
"Lâ ilahe illallah diyen kimse" ifadesi ile müşrik dışarıda bırakılmaktadır. Aslında burada "Muhammedün resûlullah" sözü de kasdedilmektedir. Ancak İman konusunda da geçtiği gibi "Lâ ilahe illallah" her ikisinin de şiarı olduğundan kelime-i şehadetin ilk bölümünü söylemekle yetinilmiştir.[98]
"Kalbinden samimi olarak" sözü ile münafık dışarıda bırakılmıştır.
Hz. ism şefaatine nail olan herkes mutlu olmakla birlikte, ihlaslı mümin bu konuda en mutlu olan kişidir. Hz. Peygamber mahşer halkı için, mahşer meydanının korkunçluklarının giderilmesi bazı kâfirlerin azabının hafifletilmesi için şefaat edecek. Nitekim amcası Ebû Talip bunlardandır. Cehenneme giren bazı müminlerin oradan çıkarılması, cehenneme girmeyi hak eden bazı müminlerin oraya girmemesi, bazı müminlerin cennete hesapsız olarak doğrudan girmeleri, ve bazı müminlerin cennette derecelerinin yükselmesi İçin şefaat edecek.
Bu sayılanların tümünün, şefaatten dolayı duyacakları mutlulukta ortak oldukları anlaşılmaktadır. Ancak bunlar İçinde en mutlu olan İhîaslı mümindir.
Hz. Peygamber'in ilahe illallah diyen kimse" sözü, kelime-i şehadeti söylemenin şart olduğunu göstermektedir.
Ömer İbn Abdülaziz, Ebû Bekr İbn Hazm'a yazdığı mektupta şunları söyledi:
"Hz. Peygamber'in hadislerine bakarak bunları yaz. Çünkü ben ilmin ortadan kalkmasından ve âlimlerin gitmesinden (ölmesinden) korktum. Hz. Peygamber'in hadisinden başkasını kabul etme. (Âlimler) ilmi yaysınlar, bilmeyenlere ilim öğretmek için meclisler kursunlar. Çünkü İlim bir sır haline gelmedikçe helak olmaz".
100- Abdullah İbn Amr İbnü şöyle demiştir: Hz. Peygamber şöyle buyurduğunu duydum: "Allah ilmi insanların arasından çekip almak suretiyle atmaz. Ancak ilmi, âlimleri(n ruhunu) kabzetmek suretiyle alır. Geride hiçbir âlim bırakmadığında insanlar cahil kimseleri baş edinirler. Onlara soru sorulur, onlar da bilgisiz olarak fetva verirler ve böylece hem kendileri saparlar, hem de başkalarını saptırırlar.[99]
Ömer İbn Abdülaziz'in "hadisleri yaz" sözünden hadis yazımının başladığı anlaşılmaktadır. Bundan önce insanlar ezbere dayanıyorlardı, Ömer İbn Ab-dülaziz, hicrî yüzüncü yılın başında âlimlerin ölümü ile ilmin gitmesinden korkunca hadislerin yazımının hadisleri koruyacağını ve baki kılacağını düşündü.
"Allah ilmi insanların arasından çekip almak suretiyle almaz": Yani Allah göğüslerde (zihinlerde) olan İlmi silmek, unutturmak suretiyle almaz.
Ahmed b. Hanbel ve Taberânî'nin Ebû Ümâme'den rivayetlerine göre Hz. Peygamber bu sözü veda haccı sırasında söylemiştir. Ebû Ümâme şöyle demiştir: "Veda Haccında Hz. Peygamber söibiur şöyle buyurdu: "İlim kabzedilmeden veya kaldırılmadan önce ilmi alınız". Bunun üzerine bir bedevi "İlim nasıl kaldırılır?" diye sordu, Hz. Peygamber de üç kere: "Dikkat edin! ilmîn gitmesi, ilmi taşıyanların (alimlerin) gitmesiyle olur" buyurdu.
İbnü'l-Müneyyir şöyle demiştir: İlmin göğüslerden (kafalardan, zihinlerden) silinmesi aslında Allah'ın kudreti dahilindedir. Ancak bu hadis, ilmin bu şekilde kaldırılmayacağını göstermektedir.
"Bilgisizce fetva verirler" ifadesi "kendi görüşleri ile fetva verirler" şeklinde de rivayet edilmiştir. Bu hadis ilmi ezberlemeye (korumaya) teşvik etmekte, cahil kişileri başkan seçmekten de sakmdırmaktadır, Burada gerçek anlamda başkanlık demek fetva vermek demektir. Bilgisizce fetva vermeye kalkışanlar kınanmıştır.
Alimlerin çoğunluğu "belirli bir dönemde müctehid bulunmayabilir" şeklindeki görüşlerine bu hadisi delil getirmişlerdir. İşler Allah'ın elindedir, o dilediğini yapar.
Bu meseleye Kitap ve Sünnete Sarılmak konusunda yeniden döneceğiz.[100]
101- Ebû Sâid el-Hudrî Şöyle demiştir:
Kadınlar Hz. Peygamber'e Ey Allah'ın Resulü erkeklerden bize meydan kalmıyor. Bize kendinden bir gün ayır" dediler. Hz. Peygamber de kadınlara bir gün belirledi. O günde kadınlarla buluşarak onlara vaaz verdi, bazı hususlan emretti. Emrettikleri arasında şu sözleri de vardı.
İçinizden âhirete (kendinden önce) üç çocuk yollayan her kadın 'Çin bu çocuklar cehenneme karşı bir siper olur".
Bir kadın: "Ya iki çocuk?" diye sordu.
Hz. Peygamber İki çocuk da öyledir' buyurdu.[101]
102- Ebû Hureyre'nin rivayetine göre Hz. Peygamber «^ Bu/uğa u/a§marriîş üç çocuk" demiştir.[102]
Kişinin günahlarının yazılması buluğdan sonra olduğu için, Hz. Peygamber burada "buluğdan önce" demiştir. Bunun sırrı şudur: Bu devirde onlar hakkında ana-babaya isyan söz konusu değildir. Bu sebeple söz konusu dönemde ölen çocuk için üzülmek daha şiddetli olur.
Hadis, sahabe kadınlarının din ile ilgili hususları öğrenmeye karşı ne kadar istekli olduklarını göstermektedir. Yine bu hadis vaatte bulunmanın caiz olduğunu anlatmaktadır. Müslümanların çocukları bu hadise göre cennettedir.
Bir kimsenin küçük yaşta ölen iki çocuğu da kendisi için cehenneme karşı siper olur. Bu, daha sonra Cenazeler bölümünde de geleceği üzere yalnızca kadınlara özgü bir hüküm değildir.[103]
103- İbn Ebû Müleyke'nin belirttiğine göre Hz. Peygamber'in eşi Hz. Âişe ™hvauâhü ar:-, bir şey duyduğu zaman onu anlamak için mutlaka sözü söyleyene baş vururdu.
Hz. Peygamber Hesaba çekilene azap edilir" buyurdu.
Hz. Âişe diyor ki: Bunun üzerine ben Hz. Peygamber'e Yüce Allah "(Amel defterini sağ tarafından alan kişi) yakında kolay bir şekilde hesaba çekilecek [104] buyurmuyor mu? diye sordum.
Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Bu, yalnızca arzdır. Kim ince hesaba çekilirse helak olur.[105]
Arz" dan maksat, insanların mizana arz edilmeleridir.
Hesabın ince görülmesi azabı hak etme sonucunu doğurur. Çünkü kişinin iyilikleri Allah'ın kabul etmesine bağlıdır. Allah rahmeti ile bunları kabul etmezse kurtuluş gerçekleşmez.
Hadisten, Hz. Aişe'nin hadislerin manalarını öğrenme konusunda ne kadar istekli olduğu anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber ilim konusunda kendisine müracaat edilmesinden sıkılmazdı.
Münazara (ilmî tartışma) yapmak ve delil olarak sünnet getirildiğinde buna karşı Kur'an'dan âyet okumak caizdir.
İnsanların hesapları farklı farklı olacaktır.
Bu gibi meseleleri sormak, "Açıklandığında hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın [106] âyetindeki ve Enes'in rivayet ettiği "Hz. Peygamber'e bir şey sormamız yasaklandı" hadisindeki yasağın kapsamına girmez. Bu gibi soruları Hz. Âişe'den başkaları da sormuştur. Nitekim Hz. Hafsa Bedir Savaşına ve Hudeybiye'ye katılan kişi cehenneme girmez" hadisini duyunca "Yüce Allah: İçinizden oraya uğramayacak yoktur, buyurmuyor mu?" diye sormuş, kendisine âyetin devamında yer alan "Takva sahiplerini oradan kurtarırız" ifadesi ile cevap verilmiştir. 'İman edip de imanlarına zulüm karıştırmayanlar var ya.[107] âyeti indiğinde sahabe "içimizden kendisine zulmetmeyen kim vardır ki?" diye sormuşlar, kendilerine buradaki zulümden kastın şirk olduğu belirtilerek cevap verilmiştir. Burada yer alan üç sorunun da ortak noktası, hesap, cehenneme girme ve zulüm konusunda ilk anda akla genel ifadenin gelmesidir. Onlara bunlann tümünde kasdedilenin özel bir durum olduğu belirtilerek cevap verilmiştir. Ancak böyie durumlar sahabenin başına çok az gelmiştir. Bu onların anlayışlarının mükemmelliği ve Arapça'yı çok iyi bilmelerinden kaynaklanmaktadır. Karışık "meseleler ile ilgili soru soranların kınanması, bunun sırf zorluk çıkarmak için sorulmuş olması şeklinde yorumlanır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ancak kalplerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak için Kur'an'ın müteşabih ayetlerinin peşine düşerle? [108] Hz. Aişe'nin rivayet ettiği hadiste de Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bunlar (müteşabihler) hakkında soru soranları gördüğünüzde bilin ki bunlar Allah'ın (kalplerinde eğrilik olanlar diye) isimlendirdiği kimselerdir. Onlardan sakınm". Bu yüzden Hz. Ömer, Sabîğ adındaki kişinin bu gibi şeyler hakkında çokça sorular sorduğunu görünce bunu yadırgamış ve onu cezalandırmıştır. Bunların tümünün açıklaması Kitap ve Sünnete Yapışmak konusunda gelecektir.
İbn Abbas bunu Hz. Peygamber'den aktarmıştır.
104- Ebû Şüreyh, (Abdullah İbn Zübeyr ile savaşmak üzere) Mekke'ye ordular gönderen Amr İbn Said'e şöyle dedi: "Ey emir! İzin ver de Hz. Peygamber-'in Mekke fethinin ertesi günü insanlara yaptığı konuşmayı sana aktarayım. Bu konuşmayı kulaklarım duydu, kalbim ezberledi, gözierim Hz. Peygamber'i hilaller bu konuşmayı yaparken gördü. O selimi- Allah'a hamdü sena ettikten sonra şöyle dedi:
"Şüphesiz ki Mekke şehrini Allah haram kılmıştır. Onu insanlar haram kılmamıştır. Dolayısıyla Allah'a ve âhiret gününe inanan bir kimsenin orada kan akıtması, ağaç kesmesi helal değildir. Şayet Allah'ın Resulünün burada savaş yapmasını gerekçe göstermek isteyen biri olursa ona şöyle söyleyin: Allah, Resulüne izin verdi, size izin vermedi. Ona da yalnızca günün bir bölümünde izin verdi, sonra onun haramlığı geri döndü. Dün o nasıl haramsa bugün de öyle haramdır. (Bu sözlerimi) burada olanlar olmayanlara iletsinler".
Ebû Şüreyh'e: "Amr {bu sözlere) ne dedi?" diye sordular. Ebû Şüreyh:
Amr şöyle dedi: Ben bunu senden daha iyi biliyorum ey Ebû Şüreyh. Ancak Mekke hiçbir isyankârı, zimmetinde kan olan bir kaçağı, kaçmış olan bîr hırsızı barındıramaz" dedi. [109]
Abdullah İbnü'z-Zübeyr, Muaviye'nin oğlu Yezid'e bey'at etmekten kaçınarak Harem'e (Mekke'ye) sığındığında, Yezid'in Medine valisi olan Amr İbn Said onunla savaşmak üzere Mekke'ye ordular gönderiyordu. Bu olay meşhurdur. Özeti şu şekildedir: Muaviye kendisinden sonra oğlu Yezid'İ hilafet için veliahd kıldı. Hz. Ali'nin oğlu Hüseyin ve Hz. Zübeyir'in oğlu Abdullah dışındaki insanlar ona biat ettiler. Hz. Ebû Bekir'in oğlu Muaviye'den önce ölmüştü. Hz. Ömer'in oğlu ise, Muaviye'nin ardından onun oğlu Yezid'e bey'at etti. Hz. Ali'nin oğlu Hüseyin, kendisine bey'at etmek üzere davet edildiği Kûfe'ye doğru yola çıktı. Bu yolculuk onun öldürülmesine sebep oldu. Zübeyir'in oğ!u ise kurtuldu. Ona "Beytullah'a sığınan kişi" deniliyordu. Mekke'ye hakim oldu. Muaviye'nin oğlu Yezid, Medine'deki yöneticilerine ona karşı ordular göndermelerini emrediyordu. Sonunda Medine'liler Yezid'i halifelikten azletme konusunda anlaştılar.
"İzin ver" sözü, yadırgama amacıyla edebe uygun tarzda, zalim yöneticilerin hakkı kabul etmelerini kolaylaştırmak İçin söylenmiş bir sözdür.
Hz. Peygamber'in Onu insanlar haram kılmadı" sözü, insanların onu haram kılmak İçin anlaşma yapmadıklarını bunun Allah'ın vahyi ile olduğunu İfade etmektedir.
Hz. Peygamber'e yalnızca fetih günü savaşma izni verilmiştir. İzin verilen şey de ağaçların koparılması değil, savaşmaktır.
İsyankârı barındırmaz": Yani hiçbir isyankârı, kendisine had cezasının uygulanmasından koruyamaz.
Zimmetinde kan (borcu) olan hiçbir kaçağı": Yani bir kimseyi öldürmüş olan kişi, kendisine kısas yapılmasın diye Mekke'ye sığındığında Mekke onu koruyamaz.
İbn Battal şöyle demiştir: Amr cevap verirken lügat parçalamış, görünüşte hak olan bir söz ile batıl bir anlam kasdetmiştir. Çünkü bir sahabî kendisinin Mekke'ye savaş için ordu göndermesini yadırgamış, o ise Mekke'nin kısas uygulamaya engel olamayacağını söyleyerek cevap vermiştir. Bu doğrudur, ancak Zübeyir'in oğlu Abdullah, bu sayılanları gerektiren hiçbir suç işlememiştir. Bu hadisle ilgili geniş açıklamayı ve âlimlerin Mekke'de savaş yapma konusu ile İlgili farklı görüşlerini Hac bölümünde ele alacağız.
Hadiste Mekke'nin şerefi yer almaktadır. öylenmek İstenen bir sözden önce hamd-ü sena getirilir.
Hz. Peygamber'e özgü bazı hükümler bulunmaktadır. Bu hükümler dışında Müslümanlar da onunla aynı hükümlere tabidir. Dinde nesih vaki olmuştur.
Ebû Şüreyh, Hz. Peygamber'in tebliğ emrine uyarak bu hadisi haber vermiştir. Bu onun üstünlüğünü göstermektedir.
105- Ebû Bekre Hz. Peygamber'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Şüphesiz ki canlarınız, mallarınız (ve ırzlarınız) [110] sizlere bu ayi-mzdaki bu gününüzün haram olması gibi haramdır. Dikkat edin burada bulunan, bulunmayana tebliğ etsin".
Muhammed şöyle derdi: Resûlullah doğru söyledi. Onun dediği oldu. "Dikkat edin, tebliğ ettim mi? Tebliğ ettim mi?.[111]
106- Rib'î İbn Hiraş, Hz. Ali'nin şöyle söylediğini rivayet etmiştir: Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Benim ağzımdan yalan uydurmayınız. Kim benim ağzımdan yalan uydurursa cehenneme girsin".
"Benim ağzımdan yalan uydurmayınız" ifadesi tüm yalancıları ve her türlü yalanı kapsayan gene! bir ifadedir. Bunun anlamı "yalanı bana nisbet etmeyin" dir. Bir grup cahil insan aldanarak amellere teşvik ve günahlardan sakındırmak amacıyla hadis uydurmuşlar ve "biz onun aleyhine yalan hadis uydurmadık, aksine bunu onun dinini güçlendirmek için yaptık" demişlerdir. Bu kişiler, onun adına yalanlar düzmenin aslında Allah adına yalan sözler düzmek olduğunu da fark etmemişlerdir.
107- Abdullah İbnü'z-Zübeyr'in oğlu Amir babasından şunu aktarmıştır: (Babam) Zübeyir'e "Falan ve falan kimselerin hadis aktardığı gibi senin Resûlullah'tan hadîs aktardığını (niçin) duymuyorum?" dedim. O şöyle cevap verdi: "Gerçek şu ki ben Hz. Peygamber'den hiç ayrılmadım (hep onunla birlikte idim), ancak onun şöyle dediğini duydum (bu sebeple çok hadis rivayet etmiyorum):
"Kim benim ağzımdan yalan söz uydurursa cehennemdeki yerine hazırlansın".
Zübeyr'in anh, Hz. Peygamber'in bu sözü sebebiyle az hadis rivayet etmesi gösteriyor ki "yalan, kişi kasten söylesin veya yanlışlıkla söylesin, söylediği şeyin gerçeğe uygun olmamasıdır". Yanlışlıkla söylediğinde günahın söz konusu olmadığı konusunda icma vardır. Ancak Zübeyr çok hadis rivayet ederek farkında olmaksızın hataya düşmekten korkmuştur. Zübeyr ve diğer bazı sahabîler çok hadis rivayet etmekten geri durmuşlardır. Çok hadis rivayet eden sahabîlere gelince, bu durum onların hadis ezberleme konusunda kendilerine güvendiklerine yahut uzun süre yaşamaları sebebiyle bilgilerine ihtiyaç duyulduğuna, kendilerine soru sorulduğunda bunu saklamalarının mümkün olmamasına yorulur.
108- Abdülaziz, Enes'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Benim sizlere çok hadis rivayet etmeme engel olan şey Hz. Peygamber'in
"Kim kasten benim ağzımdan yalan uydurursa cehennemdeki yerine hazırlansın".
Enes de yukarıda geçtiği gibi Zübeyr'in korktuğundan korkmuştur. Onların az hadis rivayet etmesi, hataya düşmekten kaçınmak içindir. Bununla birlikte Enes çok hadis rivayet eden sahabîlerdendir. Çünkü daha önce de belirttiğimiz üzere o uzun süre yaşamış, onun bilgisine İhtiyaç duyulmuş, o da bildiklerini saklamamıştır. Enes'in bu sözü ile rivayetler ettiği hadislerin sayısı dikkate alındığında şu da söylenebilir: Şayet bildiği hadislerin tümünü rivayet etseydi, mevcut rivayetlerinin birkaç katı olurdu.
109- Seleme, Hz. Peygamber'den şu sözü duyduğunu söylemiştir:
"Benim söylemedîtjim bir şeyi benim ağzımdan söyleyen kişi cehennemdeki yerine hazırlansın".
110- Ebû Hureyre, Hz. Peygamberin liaiiâhu akyhi ve seikr şu hadisini rivayet etmiştir:
"Benim adımı cendinize, veriniz, ancak benim künyemi (birbirinize) takmayınız.
Beni uykusunda gören gerçekten beni görmüştür. Çünkü şeytan benim kılığıma giremez.
Kim kasten benim ağzımdan yalan uydurursa cehennemdeki yerine hazırlansın.[112]
111- Ebû Cuhayfe şöyle demiştir: Hz. Ali'ye "Sizin yanınızda bir kitap var mıdır?" diye sordum. O "Hayır, ancak Allah'ın kitabı, Müslüman bir adama verilen kavrama kabiliyeti ve bir de şu sahifedekiler vardır" dedi. Ben "O sahifede ne var?" diye sordum. Ali "Diyetler, esirin serbest bırakılması vardır. Bir Müslüman bir kâfire karşılık olarak öldürülmez" dedi.[113]
İlk dönem alimleri (selef), ilmin yazılması ve yazılmaması konusunda ihtilaf etmişlerdir. Sonraki dönemde ise ilmi yazıya dökmenin caiz, hatta müstehap olduğu, daha da ötesi ilmi tebliğ görevi olan kişilerin unutmaktan korkmaları halinde bunu yazmalarının zorunlu olduğu konusunda icma edilmiştir.
Ebû Cuhayfe'nın bu soruyu sormasının sebebi, Şia'dan bir grubun ehl-i beytin elinde, ezellikle de Hz. Ali'de, Hz. Peygamberin yalnızca oniarı ilgilendiren ve başkalarınca bilinmeyen bir kısım vahyin bulunduğunu iddia etmeleridir.
İbnü'î-Müneyyir şöyle söylemiştir: Hz. Ali'nin "Müslüman bir adama verilen kavrayış" sözü, kendisinde Allah'ın kitabından içtihad yolu ile çıkarılıp yazılmış bazı fıkhî bilgilerin bulunduğunu göstermektedir.
Diyetten kası::, diyet hükümleri, miktarları ve sınıflarıdır.
"Esirin serbest bırakılmasından maksat, Müslüman esirin düşman elinden kurtarılmasının hükmü ve buna teşviktir.
Küşmîhenî rivayetinde ise; cümle atıf halinde olup "Bir Müslümamn bir kâfire karşılık öldürülmemesî hususu o sahifede vardır," şeklindedir. Buna göre bu sahifede diyet hükmü ve Müslümamn kâfire karşı öldürülmesinin haram oluşu hükmü yer almaktadır. Bu konunun ayrıntıları Kısas ve Diyetler bölümünde gelecektir.[114]
Buhârî ve Müslim, Yezid et-Teymî aracılığı ile Hz. Ali'den" ûyaiiahu şunu rivayet etmişlerdir; "Allah'ın kitabı, bir de şu sahife dışında elimizde olup da okuduğumuz başka bir şey yoktur". Bu sahifede "Medine haram bölgesidir" ibaresi yazılıydı.
Müslim, Ebu't-Tufeyl aracılığı ile Hz. Ali'den şunu rivayet etmiştir: "Resûlullah tüm insanlara verdiğinin dışında bize (ehl-i beyte) özel bir şey vermiş değildi. Yalni2ca bu kılıcımın kınındaki sahifede yazılı olanlar vardır". Sonra kılıcının kınından, içinde şu hadisin yazüı olduğu bir sahifeyi çıkardı: "Allah'tan başkası adına kurban kesene Allah lanet etsin.."
Nesâî, Ester vb. kimseler aracılığıyla Hz. Ali'den şunu rivayet etmiştir: Bu sahifede şu hadis yazılı idi: "Müminlerin kanları (canları) birbirine eşittir. En düşüklerinin zimmeti dahi geçerlidir".
Ahmed İbn Hanbel, Târik îbn Şihab aracılığı ile şunu rivayet etmiştir: "Bu sahifede zekat miktarları yazılı idi."
Bütün bu rivayetleri şu şekilde toplayabiliriz: Hz. Ali'de yalnızca bir sahife vardı. Bu sayılanların tümü söz konusu sahifede yazılı idi. Her bir ravi kendi ezberlediğini aktarmıştır. Ama bunların toplamının söz konusu sahifede mevcut olduğu gelen rivayetlerde anlatılmaktadır.
112- Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre;
Mekke'nin fethedildiği yi! Huzaa kabilesi, öldürülen bir adamlarına karşılık olarak Benî Leys kabilesinden bir adamı öldürdüler. Bu, Hz. Peygamber'e bildirilince o bineğine bindi ve şu konuşmayı yaptı:
"Allah Mekke'den öldürülmeyi (yahut fili) alıkoydu, onlara Allah'ın elçisini ve müminleri musallat etti. Dikkat edin! Mekke benden önce hiç kimseye helal kılınmamıştır, benden sonra da hiç kimseye helal kılınmamıştır. Dikkat edin! Mekke bana da yalnızca gündüzün bir anında helal kılınmıştır. Dikkat edin! İçinde bulunduğum şu anda Mekke haramdır. Onun dikeni kesilmez, ağacına balta vurulmaz. Yitiğini, sahibini aramak maksadı dışında kimse alamaz. Bir kimse Öldürüldüğünde (onun velisi) şu iki şeyden birini seçme hakkına sahiptir: Yakendisine diyet ödenir, ya da öldürülenin yakınları kısas yaptırır"
Bunun üzerine Yemenli bir adam gelerek: Ey Allah'ın elçisi bunu (bu konuşmayı) benim için yazınız" dedi. Hz. Peygamber de "Bunu falankimse için yazınız" buyurdu. Kureyş'ten bir adam "Izhır otu hariç ey Allah'ın elçisi, Çünkü biz onu evlerimizde ve kabirlerimizde kullanırız" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber "Izhır (otu) hariç" buyurdu. [115] Buhârî'nin bu rivayeti üzerine:" Adama ne yazıldı? diye kendisine sorulunca; "Bu hutbe yazıldı" dedi.
Hadiste geçen "Allah Mekke'yi filden korudu" ifadesi, meşhur fil kıssasını ortaya koymaktadır. HabeşSiler Mekke'ye filleri ile birlikte gittiler. Allah Mekke'ye girmelerine engel olarak onlara sürü sürü kuşları musallat etti. Üstelik o sırada Mekke'liler kâfir idi. Öyleyse İslam'dan sonra Mekke'nin dokunulmazlığı çok daha önemlidir. Ancak bu ve başka hadislerden anlaşılan İlk anlama göre Mekke'de Hz. Peygamber'İn savaşması ona Özgü bir hükümdür. Hac bölümünde bu konu ayrıntılı olarak gelecektir.
"Kureyş'ten bir adam" sözü ile kasdedilen, Hz. Peygamber'İn amcası Abbas İbn Abdülmuttalib'tir,
113- Vehb İbn Münebbih kardeşinden şunu rivayet etmiştir: Ebû Hureyre'nin şöyle dediğini işittim: Hz, Peygamber'İn ashabı İçinde, Abdullah İbn Amr hariç benden çok hadis rivayet eden yoktur. Çünkü o yazardı, ben ise yazmazdım.
"O yazardı, ben ise yazmazdım": Ebû Hureyre'nin rivayet ettiği hadislerin sayısı, Abdullah İbn Amr'ın rivayet ettiği hadislerin sayısından kat kat fazla olduğu halde Ebû Hureyre Abdullah'ın kendisinden daha fazla hadis rivayet ettiğini söylemiştir. Bunun birkaç sebebi vardır:
1. Abdullah, rivayetten çok ibadetle meşgul olduğundan kendisinden az hadis rivayet edilmiştir.
2. Fetihlerden sonra Abdullah'ın çoğunlukla kaldığı şehirler Mısır ve Tâif idi. Oysa ilim talep edenler Medine'nin aksine Mısır ve Taife çokça yolculuk yapmıyorlardı. Ebû Hureyre İse ölünceye kadar Medine'de fetva verme ve hadis rivayet etme ile uğraşmıştır. Bu, Ebû Hureyre'den hadis rivayet edenlerin çokluğundan da anlaşılmaktadır. Buharı, tabiînden sekizyüz kişinin ondan hadis rivayet ettiğini söylemiştir. Bu, başkası için söz konusu olmamıştır.
3. Yakında zikredeceğimiz üzere Hz. Peygamber, kendisinden işittiği hadisleri unutmaması için Ebû Hureyre'ye dua etmişti.
4. Abdullah Şam'da ehl-i kitabın kitaplarından bir deve yükü kitap elde etmişti. Bunlara bakar ve bunlar hakkında konuşurdu. Bu sebeple tabiun imamlarının pek çoğu ondan hadis almaktan çekinmişlerdir.
Bu ve önceki hadis ile Ebû Şâh'ın olayından Hz. Peygamber'İn kendisinin hadislerinin yazılmasına izin verdiği anlaşılmaktadır. Bu, Ebû Said'in Resûlullah'tan rivayet ettiği "Benden Kur'an dışında bir şey yazmayın" hadisiyle çelişmektedir.
Hadisleri yazmaya izin verilmesi ile bunun yasaklanmasını şu yollardan biri ile izah edip, birleştirebiliriz:
a) Yazma yasağı, Kur'an'ın inmesi sırasında onun başka bir şeyle karışması korkusu sebebiyledir. İzin ise bunun dışındaki zamanda söz konusudur.
b) Yasak, Kur'an ile Kur'an'dan olmayan başka bir şeyi aynı yere yazma ile ilgilidir, izin ise bunları ayrı yerlere yazma durumuna özgüdür.
c) Yasak ilk dönemde söz konusu idî. Hadislerin Kur'an'la karışma korkusundan emin olunduğunda verilen izin, yasağı yürürlükten kaldırmıştır. Bu, diğer ihtimallerle çelişmemekle birlikte doğruya en yakın ihtimaldir.
Bir görüşe göre yasak, ezberleme söz konusu olmaksızın yalnızca yazıya güvenen kişiler hakkında, izin ise bu duruma düşmeyeceğine güvenilen kişiler hakkındadır.
Alimler şöyle
demişlerdir: Sahabe ve tabiinden bir grup hadis yazımını mekruh görmüştür.
Onlar kendileri hadisleri ezber suretiyle elde ettikleri için, başkalarının da
hadisleri bu yolla öğrenmelerini müstehap saymışlardır. Ancak, bu konudaki
gayretler eskiye göre azaldığında ve imamlar ilmin zayi olmasından korktuklarında
hadisleri yazıya geçirmişlerdir. Hadisleri iik olarak, hicrî birinci yüzyılın
başında Ömer İbn Abdülaziz'in emri ile İbn Şihâb ez-Zührî tedvin etmiştir.
Daha sonra tedvin çoğalmış, ardından tasnif başlamıştır. Allah'a hamd olsun ki
bu sayede büyük bîr hayır meydana gelmiştir.
114- Abdullah İbn Abbas şöyle demiştir: Hz. Peygamber'in hastalığı şiddetlendiği bir sırada o "Bana bir say/a getirin de size bir şeyler yazayım (yazdırayım) ta ki bundan sonra yoldan sapmayasmız" buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer Hz. Peygamber'in hastalığı ağırlaştı. Elimizde Allah'ın kitabı vardır. O bize yeter" dedi. Oradaki sahabe arasında ihtilaf çıktı, sesler birbirine karıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber Yanımdan v kalkın. Benim yanımda tartışma uygun değildir" buyurdu.
İbn Abbas (bu hadisi rivayet ettiği yerden) çıkarken "Resûlullah'ın yazıyı yazmaması ne büyük bir musibettir" dedi.[116]
Bu olay Hz. Peygamber'in ölüm hastalığı sırasında olmuştur.
Hz. Peygamber'in "yazayım" sözü yazdırayım anlamına gelmektedir.
Hz. Ömer'in "Hz. Peygamber'in hastalığı ağırlaştı" sözü, kitabı yazmak veya yazdırmak ona zor gelir anlamına gelmektedir. Hz. Ömer, adeta Hz. Peygamber'in bunu yapmasının hastalığını uzatacağını düşünmüştür.
Kurtubî ve diğer hadis yorumcuları şöyle demişlerdir: Hz. Peygamber'in "bana bir sayfa getirin" sözü bir emirdir. Bu emri alan kişi üzerine gerekli olan, emre derha! uymasıdır. Ancak Hz. Ömer ile birlikte bir grup sahabe bu emrin gereklilik için olmadığını, daha iyi olana irşad etme anlamında olduğunu anlayarak, böyle bir durumda ona zor gelecek bu işi yapmayı çirkin gördüler. Onlar Yüce Allah'ın şu âyetlerini de biliyorlardı: "Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık", "(Kitabı) her şeyin bir açıklaması olarak (indirdik) [117] Bu sebeple Hz. Ömer "Bize Allah'ın kitabı yeterlidir" demiştir. Diğer bir grup ise Hz. Peygamber'in emrine uymak için ve yazıda daha fazla izah bulunduğundan yazmayı daha evla görmüşlerdir.
Hz. Peygamber'in "Yanımdan kalkın" şekilde emir vermesi, ilk emrinin bağlayıcılık ifade etmediğini göstermektedir. Nitekim Hz. Peygamber bu olaydan sonra birkaç gün daha yaşadığı halde ilk emrini sahabeye tekrar vermemiştir. Şayet yazma emri gerekli olsaydı sahabîler ihtilaf etti diye bunu terk etmezdi. Çünkü o, kendisine muhalefet edenler bulunuyor diye tebliğini terk etmemiştir. Nitekim sahabe onun verdiği bazı emirlerde kendisine farklı görüşlerini iletiyorlar, ancak kesin olan emirlerinde onun emrine itaat ediyorlardı. Bu konunun detayları Kitap ve Sünnete Yapışma bölümünde gelecektir.[118]
Bu olay, dinin emirleri ile Hz. Ömer'in görüşünün uyuştuğu konular arasında zikredilmiştir.
Hz. Peygamber'in ne yazdırmak istediği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür.
Bir görüşe göre, ihtilafı ortadan kaldırma amacıyla bazı hükümleri açık olarak yazdırmak istemişti.
Diğer bir görüşe göre ise, sahabe arasında ihtilaf olmasın diye kendisinden sonra gelecek halifelerin İsmini yazdırmak istemişti. Bunu Süfyan İbn Uyeyne söylemiştir. Nitekim Müslim'in rivayet ettiği Hz. Peygamber'in şu hadisi bunu desteklemektedir: Hz. Peygamber hastalığının başlarında Aişe'nin yanında iken şöyle dedi: "(Âişe!) Bana babanı ve kardeşini çağır da bir yazı yazdırayım. Çünkü ben herhangi bîr kimsenin (halifeliği) temenni etmesinden ve bu konuda bir söz söylemesinden korkuyorum. Allah da müminler de Ebû Bekir'den başkasına razı olmaz.
Hz. Peygamber'in Benim yanımda tartışma uyun değildir" sözü, Hz.Ömer'in tercih ettiği görüş doğru olsa bile Hz. Peygamber'in emrine itaat edilmesinin daha evla olduğunu göstermektedir. Hz. Ömer'in görüşünün doğru olduğunu gösteren şey, Hz. Peygamber'in sonradan bunu telafi etmek üzere başka bir teşebbüste bulunmamasıdır.
Kurtubî şöyle demiştir: Sahabenin bu konuda ihtilaf etmesi, Hz. Peygamberin "Hiç kimse Beni Kureyza yurdu dışında ikindi namazını kılmasın" hadisi konusunda ihtilaf etmelerine benzer. Nitekim bir grup ikindi namazının vaktinin geçmesinden korkarak namazı kılmış, diğer grup emirden ilk anladıkları anlama göre hareket etmiş ve namaz kılmamıştır. İzin verilen bir konuda içtihatta bulundukları ve maksatları da iyi olduğu İçin hiçbiri akkmda kınama ve sert davranış söz konusu olmamıştır.
İlmin yazılması caizdir.
İhtilaf, hayırdan mahrum kalmaya sebep olabilir. Nitekim iki kişinin tar-ışması sebebiyle Hz. Peygamber'e kadir gecesinin unutturulmasi da buna ben-:emektedîr.
Hz. Peygamber'e vahiy indirilmemiş olan bir onuda sa-ıabenin içtihadı vaki olmuştur.
Bu hadis İle ügili diğer ayrıntılara ileride yer verilecektir.[119]
115- Hind, Ümmü Seleme'den şunu rivayet etmiştir: Hz. Peygamber bir gece uyanarak:
"Sübhanallah! Bu gece ne fitneler indirildi! Ne hazineler açıldı! sahiplerini (hanımlarımı) kaldırın. Dünyada nice giyinik olan (kadın) âhirette çıplaktır.[120]
Buhârî bu konu ile, Hz. Peygamber'in sınamazından sonra konuşma konusundaki yasağının, hayır olmayan konuşmalara özgü olduğunu anlatmak istemiştir.
"Fitnelerin İndirilmesi"nden maksat, ya meleklerin takdir edilmiş olan şeyi haber vermeleri yahut daha sonra meydana gelecek şeylerin uykuda Hz. Peygamber'e vabyediîmesidir. Hz. Peygamber de bunu "indirilme" diye ifade etmiştir.
Hücre" den kasıt Hz. Peygamber'in hanımlarının odalarıdır. Hz. Peygamber yalnızca onların uyandırılmasını istemiştir, çünkü hazır olanlar onlardır. Yahut da bu fiil "Önce kendinden, sonra bakımından sorumla olduklarından başla" kuralına uygun bir harekettir.
Dünyada nice giyinik olan (kadın) âhirette çıplaktır" sözü ile Hz. Peygamber eşlerini uyandırmanın gerekçesine işaret etmektedir. Yani onların ibadetten gafil kalmamaları ve Hz. Peygamber'in eşleri olmalarına güvenmemeleri gerekir.
Bir şeyden hayrete düşüldüğünde "Sübhanallah" demek caizdir.
Uykudan uyandıktan sonra Allah'ı zikretmek menduptur.
Kişinin geceleyin ailesini ibadet için uyandırması, özellikle de meydana gelen önemli bir şey sebebiyle bunu yapması mendubtur. Bu hadisle ilgili diğer açıklamalar Fitneler bölümünde gelecektir.[121]
Hadis bir kötülükten korkma durumunda derhal namaza durmanın müstehap olduğunu göstermektedir. Nitekim Yüce Allah "Sabır ve namazla (Allah'tan) yardım dileyin" buyurmuştur. Peygamberimiz de önemli bir İşle karşılaştığında derhal namaza dururdu. Ayrıca kötü bir rüya gören kişiye de namaz kılmasını emrederdi.
Korkutucu bir şey görüldüğünde durumunda teşbih getirmek müstehaptır.
Yine bu hadisten, âlimin kendisinden İlim öğrenen kişileri meydana gelmesi beklenen her kötülükten sakındırması ve bu mahzurlu durumu giderecek şeyi göstermesi gerektiği de anlaşılmaktadır.
116- Abdullah İbn Ömer şöyle demiştir:
Hz. Peygamber hayatının son günlerinde bize bir yatsj nama2i kıldırdı. Selâm verdikten sonra şöyle buyurdu:
"Bu geceyi görüyorsunuz ya, bu geceden itibaren yüz sene başında (tam yüz yıl sonra) yeryüzünde bulunanlardan hiç bir kimse hayatta kalmayacaktır.[122]
İbn Battal şöyle demiştir: Resûlullah seflem., bu süre geçtiğinde içinde bulundukları neslin ortadan kalkacağını kasdetmiş ve onlara ömürlerinin kısa olduğunu bildirerek öğüt vermiş, onların ibadet konusunda ellerinden gelen bütün çabayı göstermeleri için ömürlerinin geçmiş ümmetlerin ömürleri gibi uzun olmadığını bildirmiştir.
Nevevî şöyle demiştir: Burada kasıt, o gece yeryüzünde bulunan hiç kimsenin, bundan önce az yaşamış olsun çok yaşamış olsun, o geceden itibaren yüz yıldan sonraya kalmayacağıdır. Bu hadiste, o geceden sonra doğan kişinin yüz yıldan sonra yaşamasını engelleyen bir durum bulunmamaktadır.
117- İbn Abbas şöyle demiştir: Bir gece teyzem, Hz. Peygamber'in eşi Meymûne bintİ'l-Hârîs'in evinde kaldım. Hz. Peygamber o gece (sıra Meymûne'de olduğu için) onun yanındaydı. Hz. Peygamber yatsı namazını (mescitte) kıldırdı, sonra evine gelerek dört rekat namaz kıldı. Sonra uyudu. Sonra kalktı ve "çocuk uyudu" (yahut buna benzer bir söz) dedi. Sonra namaza durdu, ben de (kalkıp) onun sol tarafına durdum, o beni sağma aldı, beş rekat namaz kıldı. Sonra iki rekat daha kıldı. Sonra uyudu, öyle ki onun horultusunu duydum. Sonra da namaza çıktı.[123]
"Sonra iki rekat daha kıldı" ifadesinde kasdedilen sabah namazının sünnetidir. Bunun ayrıntısı Namaz bölümünde vitir konusunda gelecektir.[124]
118- Ebû Hureyre şöyle demiştir:
İnsanlar "Ebû Hureyre çok hadîs rivayet ediyor" diyorlar. Allah'ın kitabındaki şu iki âyet olmasaydı hiçbir hadis rivayet etmezdim:
"İndirdiğimiz açık delilleri ve kitapta insanlara apaçık gösterdiğimiz hidayet yolunu gizleyenlere hem Allah hem de bütün lanet ediciler lanet eder. Ancak tevbe edip durumlannı düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar başkadır. Zira ben onların tevbelerini kabul ederim. Ben teubeyi çokça kabul eden ve Çokça esirgeyenim.[125]
Muhacir kardeşlerimiz çarşıda alış-verişle, ensar kardeşlerimiz de tarlalarında çalışmakla meşgul olurken Ebû Hureyre boğaz tokluğuna Resûlullah'm yanında bulunur, onların bulunmadığı meclislerde hazır olur, onların ezberlemediklerini ezberlerdi".
"Şu iki âyet olmasaydı" yani bu iki âyette ilmi gizleyenleri Allah kınamamış olsaydı hiçbir hadis rivayet etmezdim.
119- Ebû Hureyre şöyle demiştir: Hz. Peygamber'e şöyle dedim: "Ey Allah'ın Resulü! Ben senden pek çok hadis işitiyorum ancak unutuyorum."
Hz. Peygamber sdiem bana: "Hırkanı yere ser" buyurdu. Ben . hırkamı yere serdim. Elleriyle bir şey avuçlayıp hırkamın içine atıyor gibi aptı. Sonra da: "Topla" dedi. Ben hırkamı topladım. Bundan sonra hiçbir şey unutmadım.
Bu İki hadiste Ebû Hureyre'nin raJıyaiiâhu üstünlüğü ve peygamberlik alametlerinden açık bir mucize bulunmaktadır. Çünkü unutkanlık insanın ayrılmaz bir özelliğidir. Ebû Hureyre bu unutkanlığın kendisinde çokça bulunduğunu ittraf etmiş, sonra Hz. Peygamberin sallananı bereketiyle bu durumun ortadan kalktığını söylemiştir.
Hâkim el-Müstedrek adlı eserinde Zeyd İbn Sâbit'ten şunu rivayet etmiştir: Ben, Ebû Hureyre ve bir kişi daha Hz. Peygamber'in yanın-daydık. Hz. Peygamber "Dua ediniz" buyurdu. Ben ve arkadaşım dua ettik Hz. Peygamber de 'Amin" dedi. Ebû Hureyre de "Allah'ım iki arkadaşım senden ne istediyse onu istiyorum, senden unutulmayan bir ilim İstiyorum" diyerek dua etti, Hz. Peygamber "Amin" dedi. Biz "Ey Allah'ın Resulü biz de aynısını istiyoruz" dedik. Hz. Peygamber "Devs kabilesinden olan delikanlı (Ebû Hureyre) ikinizi geçti" buyurdu.
Hadiste ilmi ezberlemeye teşvik vardır.
Dünyalığı azaltmak, ilmi ezberlemeyi kolaylaştırır.
Bakmakla yükümlü olduğu insanlar bulunan bir kimsenin çalışıp kazanmasının fazileti.
Kişi mecbur kaldığında ve kendini beğenmekten emin olduğunda, kendisinde bulunan üstünlüğü haber verebilir.
120- Ebû Hureyre; şöyle demiştir:
"Resûlullah'tan iki kap ilim ezberledim. Birincisini yaydım, diğerine gelince şayet bunu yayacak olursam benim şu boğazım kesilir".
"İki kap ilim" yani iki tür ilim.
Âlimler, Ebû Hureyre'nin yaymadığı ilmi, içinde kötü yöneticilerin isimlerinin, durumlarının ve zamanlarının bulunduğu hadisler şeklinde yorumlamışlardır. Ebû Hureyre başına bir kötülük gelmesinden dolayı bunların bir kısmını üstü kapalı bir biçimde anlatıyor, açıkça söylemiyordu. Nitekim o bir sözünde "Altmışlı yılların şerrinden ve çoluk çocuğun idareci olmasından Allah'a sığınırım" diyerek Muaviye'nin oğlu Yezid'in halifeliğine işaret etmiştir. Çünkü Yezid İbn Muaviye hicretin altmışıncı yılında başa geçmişti. Allah Ebû Hureyre'nin duasını kabul etti, Ebû Hureyre bundan bir yıl önce (h.59'da) vefat etti. Fitneler bölümünde bununla ilgili bilgi gelecektir.
İbnü'l-Müneyyir şöyle demiştir: Bâtınîler kendi batıl inançlarını doğru göstermek için Ebû Hureyre'nin bu sözlerini delil olarak kullanmışlar ve şeriatın bir zahir bir de bâtını olduğuna inanmışlardır. Bu bâtın ise dinden çıkmadır. Ebû Hureyre "boğazım kesilir" sözü ile; zalim idareciler kendisinin onların uygulamalarını eleştirdiğini ve hareketlerini sapıklıkla nitelediğini duyduklarında başının kesileceğini kasdetmiştir. Şu husus da bunu destekler: Onun gizleyerek söylemediği hadisler dini hükümlerden olsaydı bunları gizlemesi caiz olmazdı. Nitekim Ebû Hureyre önceki hadiste ilmi gizleyenleri kınayan âyeti okumuştur.
Başka hadis yorumcuları ise Ebû Hureyre'nin gizlediği ilmin; kıyamet alametleri, âhir zamanda durumların değişmesi ve savaşlar ile ilgili hadisler olabileceğini söylemişlerdir. Zira bu tür haberlere alışık olmayanlar bunları inkar edebilir ve bunların hakikatini anlamayanlar buna itiraz edebilirler.
121- Cerîr'in rivayet ettiğine göre veda haccı sırasında Hz. Peygamber ve seitetr ona "İnsanları sustur" demiş, ardından da şöyle buyurmuştur:
"Benden sonra küfre dönüp de birbirinizin boynunu vurmaya kal-kışmayastmz."
Bu hadis, "Kâfirlerin yaptıkları gibi birbirlerinizi öldürmeye kalkışıp da onlar gibi olmayasınız." anlamına gelmektedir. Bu konuda açıklama Fitneler bölümünde gelecektir.
Ibn Battal şöyle demiştir: Bu hadis, ilim öğrenenlerin ilim öğreten kişiyi susarak dinlemelerinin gerekli olduğunu gösterir. Çünkü âlimler, peygamberlerin varisleridir.
O, bu açıklaması ile konu başlığının hadise uygun olduğunu belirtmek istemiştir. Çünkü hadiste belirtilen konuşma veda haccı sırasında büyük bir kalabalığa yapılmıştı. Onlar şeytan taşlamak vb. hac fiilleri için toplanmışlardı. Müslim'in Sahih'inde yer aldığına göre Hz. Peygamber ashabına "Hac fiillerini benden alınız (öğreniniz)" buyurmuştur. Hz. Peygamber onlara haccı öğretmek için konuşma yaptığına göre onlara susmalarını emretmesi uygundur.
122- Said İbn Cübeyr şöyle demiştir:
İbn Abbas'a: "Nevf el-Bekkâlî, bilge adamla buluşan Musa'nın İsrailoğullarının peygamberi olan Hz. Musa değil başka bir Musa olduğunu iddia ediyor" dedim:
İbn Abbas Nevf el-Bekkâlî için: "Alîah düşmanı yalan söylemiş. Übey İbn Kâ'b bize Hz. Peygamber'den şunu aktarmıştır: "Hz. Musa İsrailoğullarma konuşma yapmak üzere ayağa kalktı. Kendisine: "En bilgili insan kimdir?" diye soruldu. O da "En bilgili benim" dedi. Allah, bu konudaki bilgiyi kendisine bırakmadığı için Musa'yı azarladı ve ona:"îki denizin birleştiği yerde (bulunan) kullarımdan bir kul senden daha bilgili" diye vahyetti.
Hz. Musa "Ya Rab! Ona nasıl gidebilirim?" diye sordu. Kendisine "bir zenbil içinde bir balık taşı. Onu kaybettiğin yerde o kulu bulacaksın" denildi.
Hz. Musa yanma hizmetçisi Yûşa İbn Nûriu alarak yola düştü. Yanlarında zenbil içinde bir balık taşıyorlardı. Kayanın yanma varınca başlarını koydular ve uyuyakaldılar. Balık zenbilden çıkarak kurtuldu ue denizde iz bırakarak gitti. Denizde böyle bir izin bulunmasına Musa ve hizmetçisi şaşırdılar. Uyandıktan onra o gecenin kalan kısmında ve gündüz yollarına devam ettiler. Sabah olun-a Hz. Musa hizmetçisine "Öğle yemeğimizi getir. Gerçekten bu yolculuğumuzda rir hayli yorulduk" dedi. Hz. Musa, gitmesinin emredildiği yeri geçmeden önce orgunluk duymamıştı. Hizmetçisi "Gördün mü, kayanın dibinde barındığımız aman balığı unutmuşum" dedi. Hz. Musa "İşte aradığımız da buydu" dedi. Bu-lun üzerine kendi izlerine baka baka geriye döndüler. Kayanın yanma geri ge-ince orada elbisesine bürünmüş bir adam gördüler. Musa selâm verdi.
Hızır: "Hayret! Senin bulunduğun bu yerde selâm ne gezer?" dedi.
Musa: "Ben Musa'yım" dedi.
Hızır: "İsrailoğullarının Musa'sı mı?" diye sordu.
Musa: "Evet" dedi. Daha sonra "Sana öğretilen üstün ilimden bana öğreten için sana tabi olayım mı?" diye sordu.
Hızır: "Sen benimle birlikte sabredemezsin. Musa! Bende Allah'ın kendi il-ninden verdiği Öyle bir ilim var ki sen onu bilemezsin. Sende de Allah'ın verdiği ?y/e bir ilim var ki onu da ben bilmem" dedi.
Musa: "Sen inşallah beni sabırlı bulacaksın. Ben senin hiçbir emrine isyan itmeyeceğim" dedi.
Bunun üzerine ikisi deniz sahilinde yürüdüler. Gemileri yoktu. Bir gemi janlarına uğradı. Onları taşıması için gemicilerle konuştular. Gemiciler Hızır'ı kamdılar ue onları ücretsiz olarak gemiye aldılar. O sırada bir serçe gelerek geminin kenarına konup denizden bir iki damla su aldı.
Hızır: "Musa! Benim ilmim ve senin ilmin, bu serçenin denizden aldığı bir yudum kadar bile Allah'ın ilmini eksiltmez" dedi.
Sonra Hızır gemi tahtalarından birini söktü.
Musa: "Adamlar ücretsiz olarak bizi gemiye aldıkları halde sen, içindekileri boğmak için gemilerini mi deliyorsun?" dedi.
Hızır: "Sen benimle birlikte sabredemezsin demedim mi?" dedi.
Musa: "Dalgınlığımdan dolayı beni sorumlu tutup, bana güçlük çıkarma" dedi.
Musa'nın bu ilk itirazı gerçekten de dalgınlık eseri idi. İkisi yolculuklanna devam ettiler. Bir de baktılar ki bir çocuk başka çocuklarla oynuyor. Hızır çocuğun başını eliyle kopardı.
Musa: "Bir cana karşılık olmaksızın günahsız bir canı mı öldürdün?" dedi.
Hızır: "Ben sana benimle birlikte edemezsin demedim mi?" dedi.[126]
İkisi yine yolculuklarına devam ettiler. Nihayet bir köye vannca köy halkından yiyecek istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındı. Orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular. Hızır eliyle işaret ederek duvarı düzeltti.
Müsâ: "İstesen bu iş için ücret alabilirdin" dedi. Hızır: "İşte bu, ikimizin ayrılacağı zamandır" dedi. Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Allah Musa'ya merhamet etsin, isterdik ki biraz daha sabretseydi de ikisinin arasında geçen başka olaylar bize antatılsaydı".
"Allah düşmanı yalan söylemiş" sözü hakkında İbnü't-Tîn şöyle demiştir: "İbn Abbas bu sözü ile Nevf'i Allah'ın korumasından çıkarmak istememiştir. Ancak ilim adamları hak olmayan bir şey duyduklarında kalpleri bundan nefret eder ve insanları bundan engellemek ve sakındırmak için bu tür sözler ederler. Yoksa bu sözün hakikati kasdedilmemiştir".
Yüce Allah'ın Hz. Musa'ya söylediği "O (Hızır) senden daha bilgilidir" sözünden ilk anda Hızır'ın nebi olduğu, hatta risalet ile görevlendirilmiş bir nebi olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü böyle olmasa üst seviyedeki bir kimse, kendisinden daha üst seviyedekine üstün kılınmış olur ki bu, batıl bir görüştür. Hızır'ın peygamber olduğunu gösteren en açık delillerden biri onun yaptığı şeyler hakkında "Ben bunu kendiliğimden yapmadım" sözüdür. Onun peygamber olduğuna inanmak gerekir, ta ki batıl yolda olanlar bunu "Veli, peygamberden üstündür" şeklindeki İddialarına dayanak yapmasınlar. Hâşâ ve kellâ.
Hızırm "Senin bulunduğun bu yerde selâm ne gezer?" sözü "selâmın bilinmediği bu yerde selam ne gezer?" anlamına gelir. Burası küfür ülkesi idi veya onların selamlaşmaları "selâm" sözcüğü İle yapılmıyordu.
Bu, peygamberler ve onlardan daha alt seviyedeki velilerin, Allah'ın kendilerine bildirdiği dışında gaybı bilmediklerini gösterir. Çünkü Hızır tüm gaybı bilseydi, Musa'yı kendisine sormadan bilirdi.
Hızır'ın "Benim ilmim ve senin ilmin, bu serçenin denizden aldığı bir yudum kadar bile Allah'ın ilmini eksiltmez" sözü, Allah'ın ilminden hiçbir şeyi eksiltmez anlama gelir. Bu güzel bir yorum olmakla birlikte daha güzel bir yorum şudur: Şurada Allah'ın ilmi ile kasdedilen Allah'ın bildiği varlıklardır. Çünkü buradaki Hm kelimesinin başına, bir şeyin bir kısırımı ifade eden "min" harfi gelmiştir. Ulah'ın zatında buiunan İlim, ezelî bir sıfat olup parçalanamaz, Allah'ın bilgisine tonu olan şeyier (nesneler ve olaylar) İse bölünebilir.
Kurtubî şöyle demiştir: İbn Cüreyc rivayetinde bu hadis bağlam olarak daha füzel bir anlatım ile ve şüpheden daha uzak bir ifade ile gelmiştir. O rivayette "Allah'ın ilmi yanında benim ve senin ilmin ancak şu serçenin gagası ile ienizden aldığı su kadardır" denilmiştir.
Kurtubî şöyle demiştir:
Hz. Musa ile Hızır'ın kıssasından çıkarılacak önemli sonuçlar vardır. Şöyİe ki:
Allah kendi mülkünde dilediğini yapar, mahlûkâtı hakkında onlara yarar ve arar verecek şekilde dilediği gibi hükmeder. O'nun fiillerini anlama ve hükümle-ine itiraz etme konusunda aklın bir fonksiyonu yoktur. Mahlûkâtın (insanların) ıiıun hükmüne rıza göstermesi ve teslim olması gerekir. Akıllar, rubûbiyetin ırlarmı keşfedecek güçte değildir. Onun verdiği hüküm hakkında "niçin" ve "nail" soruları sorulamaz.
Bu kıssa ile ilgili olarak iki çarpıtmaya da işaret edelim:
1. Bazı cahiller bu kıssaya dayanarak Hızır'ın Hz. Musa'dan daha üstün ol-luğunu söylemişlerdir. Bu sözü ancak bu kıssayı anlayacak kadar düşüncesi gelişmemiş ve Allah'ın Hz. Musa'ya verdiği; risalet, onunla doğrudan konuşma, ;inde her şeyin hükmü bulunan Tevrat'ı indirme, Hz. İsa da dahil olmak üzere srailoğullarına gönderilen bütün peygamberlerin onun şeriatı ve nübüvvetinin lükmü ile yükümlü olmaları konularını anlayamayanlar söyler. Kur'an, Hz. Mu-a'nın bu üstünlüklerinin pek çok delilini sunmaktadır. Bu konuda şu âyet yeterdir: "Ey Musa! Ben risaletimle (sana elçilik vermemle) ve seninle konuşmakla eni insanlar arasından seçerek üstün kıldım.[127]
Peygamberler bölümünde Hz. Musa'nın fazileti ile ilgili yeterli açıklama gerçektir.[128]
Hızır, nebi olsa bile, resul olmadığında görüş birliği vardır. Resul, nebiden laha üstündür. Hızır'ın resul olduğunu kabul etsek bile, Hz. Musa'nın risaleti daha büyük, ümmeti de daha çok olduğundan o daha üstündür. Hızır, olsa olsa İsraİloğuIlarmın peygamberlerinden biri ile aynı konumda olabilir ki Hz. Musa onların en üstünüdür.
Hızır'ın nebi değil velî olduğunu kabul edersek, nebi veliden daha üstündür. Bu, aklen de naklen de kesin olan hususlardandır. Bunun aksini kabul eden kişi küfre girer, çünkü bu husus dinde zaruri olarak bilinen (herkesin bilip inanması gereken) hususlardandır.
Hızır ile Musa kıssası yalnızca Musa'nın ibret alması için bir imtihan idi. .
2. Zındıklardan bazıları, İslam şeriatının hükümlerini yıkacak bir yöntem benimseyerek şöyle demişlerdir: "Musa ile Hızır kıssasından anlaşıldığına göre dinin genel hükümleri, zeka seviyesi düşük gene! halk kitleleri hakkında geçerlidir. Evliya ve seçkinlerin ise bu nasslara (âyet ve hadislerdeki hükümlere) İhtiyaçları yoktur. Onlardan istenen yalnızca kalplerine gelene uymalarıdır. Onlar hakkında, kalplerine doğan şeye göre hüküm verilir. Çünkü onların kalpleri kirlerden temizlenmiş ve şer'î hükümleri anlatan kelimelerden boşalmıştır. Nitekim Hızır hakkında da böyle olmuş, o kalbine doğan ilimler sayesinde Musa'nın sahip olduğu şeriattan müstağni olmuştur. "İnsanlar sana fetva verse de sen fetvayı kalbinden al" şeklindeki meşhur hadis de bunu desteklemektedir".
Bu söz zındıklığa ve küfre götürür. Çünkü bu, dinden olduğu kesin olarak bilinen bir şeyi inkar etmektir. Zira Allah'ın kanunu ve yürürlüğe koyduğu sözüne göre; Allah'ın hükümleri ancak O'nunia halk arasında elçilik yapan peygamberler aracılığı ile bilinebilir. Bu peygamberler Allah'ın dinini ve hükümlerini İnsanlara açıklar. Nitekim Yüce Allah "Allah, meleklerden ve insanlardan elçiler seçer [129] "Allah peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir [130] buyurmuştur. İnsanlara, peygamberlerin getirdiği bütün hükümlere itaat etmelerini emretmiş, onlara İtaat etmeye ve emrettikleri hükümlere yapışmaya teşvik etmiştir. Çünkü doğru yol ondadır. Bu konuda kesin bilgi ve İlk dönem âlimlerinin görüş birliği vardır. Peygamberlerin Allah'ın hükümlerini getirdiği yollar dışında, hükümleri bilmenin başka bir yolu bulunduğunu ve bu yolun peygamberlerin yoluna ihtiyaç bırakmadığını iddia eden kişi kâfirdir, öldürülür, kendisinden tevbe etmesi istenmez (yani tevbe etmesine müsaade edilmez).
Hızır'ın yaptığı şeyin din ile çelişen hiçbir tarafı yoktur. Zalim bir kimsenin gemiyi gasp etmesini önlemek için geminin tahtalarından birinin sökülmesi, zalim kimsenin gasp tehlikesi geçince tahtanın yerine çakılması hem din hem akıl bakımından caizdir. Ancak Musa ilk anda görünen durumu dikkate alarak bunu yadırgamakta acele etmiştir. Müslim'in Ebû İshak'tan rivayetindeki şu ifade bunu açık olarak göstermektedir: "Gemiyi çalıştıran kişi tahtasının kmk olduğunu görünce onu tamir etti".
Farklı şekillerde anlaşılmaya müsait olan durumlar yadırgamakta acele etmemek gerekir.
Hızır'ın çocuğu öldürmesine gelince bunun, onun dininde caiz olması muh-temeîdir.
Duvarı onarma ise kötülüğe iyilikle karşılık verme cinsinden bir fiildir. Bu hadisle ilgili diğer meseleleri tefsir bölümünde ele alacağız.[131]
123- Ebû Musa şöyle demiştir:
Bir adam Hz. Peygamber'e gelerek şöyle dedi: "Ey Allah'ın Resulü! Allah yolunda savaşmak nedir? Birimiz öfkesi sebebiyle savaşıyor, birimiz asabiyetten dolayı savaşıyor".
Hz. Peygamber başını ona doğru kaldırdı (çünkü adam ayaktaydı) ve şöyle dedi:
"Kim Allah'ın kelimesi en yüce olsun diye savaşırsa işte o Allah yolundadır.[132]
Buradaki konu başlığından amaç şudur: Oturan bir âlime ayakta olan bir kimsenin soru sorması, "Kim başkalarının kendisi için ayağa kalkmasını isterse onun için cehennem gerekli olur [133] hadisinde anlatılan duruma girmez. Bu, kişinin kendini beğenmekten emin olması söz konusu olduğunda caizdir.
Bu hadis Hz. Peygamber'in aynı benimde öyle 12 sene oldu evleneli amaözlü sözler indendir. Çünkü soruya, cevabından fazlasmı da içeren özlü bir sözle cevap vermiştir. Bu hadis, "Ameller ancak niyetlere göredir" hadisini de desteklemektedir.
Hadisten anlaşıldığına göre, kibirden emin olunması durumunda İhtiyaç için bir şey talep eden kimsenin ayakta durmasında bir sakınca yoktur.
Mücahİdlerin fazileti hakkındaâ ve hadislerde yer alan hükümler, Allah'ın dinini yüceltmek İçin savaşanlara özgüdür.
Soru sorulan şahsın, soru sorana yönelmesi müstehaptır.
Bu hadisle ilgili ayrıntılı açıklama Cihad bölümünde gelecektir.[134]
124- Abdullah Ibn Amr şöyle demiştir:
Mina'da Cemrelerin yanında/Şeytan taşlama yerinde Hz. Peygamberi gördüm, kendisine soru soruluyordu.
Bir adam gelerek: "Ey Allah'ın elçisi! Farkında olmadan şeytan taşlamadan önce kurban kestim" dedi.
Hz. Peygamber: "Şimdi git şeytanı taşla, sakıncası yok" buyurdu.
Bir başkası gelerek: "Ey Allah'ın elçisi! Farkında olmadan kurban kesmeden önce tıraş oldum" dedi.
Hz. Peygamber: "Kurbanım kes, sakıncası yok" buyurdu.
Yapılması gerekenden önce veya sonra yapılmış olan şeylerle İlgili olarak Hz. Peygamber'e aleyh; -ve ne sorulduysa Hz. Peygamber Yap, bir sakıncası yokn buyurdu.
Buharî'nin kastı şudur: Alim'in itaat ve ibadetle meşgul olması, kendisine sorulan soruya cevap vermesine engel değildir. Ancak ona iyice dalmişsa başka. Şeytan taşlama ve diğer hac fiilleri sırasında konuşmak caizdir.
125- Alkame'nin Abdullah'tan rivayet ettiğine göre o şöyle demiştir:
Hz. Peygamber'le birlikte Medine harabelerinde yürürken,
Hz. Peygamber hurma dalından bir değneğe dayanıyordu.
Derken birkaç Yahudi'yle karşılaştı. Yahudiler birbirlerine "Ona ruh hakkında sorun" dediler. Diğer bazıları "Ona bir şey sormayın, hoşlanmayacağınız bir şey söyleyebilir" dediler. Onlardan bir adam kalkarak "Ey Ebû'l-Kâsım! Ruh nedir?" diye sordu. Hz. Peygamber sustu. Ben (içimden) "Ona vahiy indiriliyor" dedim. Ayağa kalktım. Vahiy hali kendisinden geçince şu âyetleri okudu: "Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki ruh Rabbim'in emrindendir. Size ilimden pek az bir nasip verilmiştir.[136]
el-A'meş şöyle demiştir: "Bizim kıraatimizde de bu âyetin okunuşu böyledir.[137]
Abdullah'ın kalkmasının nedeni, Hz. Peygamber'e bir karışıklık arız olmasın diye yahut da onunla Yahudiler arasına engel oluşturmak içindir.
Âlimlerin çoğunluğuna göre Yahudiler canlılarda bulunan ruhun mahiyetini sormuşlardır.
Ruh: Cebraildir. Hz. İsa'dır. Kur'an'dır. Rûhânî büyük bir varlıktır.
Bunun dışında başka şeyler de söylenmiştir. Bu konuda ayrıntılı bilgi Tefsir bölümünde gelecektir. Orada, canlılardaki ruha işaret edeceğiz. En doğru görüşe göre bunun hakikatini yalnızca Allah bilmektedir.
el-A'meş'in "Bizim kıraatimizde de bu âyetin okunuşu böyledir" sözü ile el-A'meş kıraati kastedilmektedir. Bu kıraat mütevatir yedi kıraat arasında bulunmadığı gibi meşhur kıraatler arasında da bulunmamaktadır.
126- Esved şöyle demiştir: İbnü'z-Zübeyİr bana şöyle dedi: "Aişe sana çokça gizli şeyler söylerdi. Kabe konusunda sana ne söyledi?"
Ben dedim ki: "Bana Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu söyledi:
"Ey Âişel Kavmin küfürden daha yeni kurtulmuş olmasaydı, Kabe'yi yıkar ve ona insanların birinden girmesi, diğerinden çıkmast için iki kapı yapardım".
Bunun üzerine Abdullah İbnü'z-Zübeyr böyle yaptı.[138]
Hac bölümünde geleceği üzere İbnü'z-Zübeyr Kabe'yi Hz. Peygamber'in yapmayı düşündüğü şekilde yapmıştır.[139]
Hadiste konu başlığına ilişkin husus şudur: Kureyş kabilesi Kabe'ye büyük bir önem verirdi. Onlar yeni Müslüman oldukları için, Hz. Peygamber'in övünme ve kibirlenme maksadıyla Kabe'nin yapısını değiştirdiğini zannetmelerinden çekinmiştir.
Bu hadisten, kötülüğe (mefsedete) yol açacağından emin olunan durumlarda maslahatı terk etmenin caiz olduğu anlaşılır.
Yine bu hadise göre, bir kimse daha kötü bir sonuca yol açacağını bildiğinde bir kötülüğü reddetmeyi terk edebilir.
Devlet başkanı haram olmadığı sürece, daha alt seviyede olsa bile halkın yararına olacak uygulamalarda bulunarak insanları yönetir.
Hz. AH şöyle demiştir: "İnsanlara onların anlayabilecekleri şekilde konuşun. Allah ve Resûlü'nün sAi'm.)^^^!- yalanlanmasını hiç ister misiniz?"
127- Ubeydullah İbn Musa, Mâ'ruf İbn Harbuz'dan, o Ebû Tufeyl'den o da Hz. Ali'den bunu (yukarıdaki sözü) rivayet etmiştir.
Bu hadis, müteşabihleri toplum huzurunda zikretmenin uygun olmadığını göstermektedir. İbn Mesud'un şu sözü de buna benzemektedir: "İnsanlara akıllarının yetmeyeceği bir söz söylediğinde, bu söz mutlaka onların bir kısmı için fitne olur". Bunu Müslim rivayet etmiştir.
İmam Ahmed İbn Hanbel, ilk anda devlet başkanına isyan etmeyi çağrıştıran hadisleri, Mâlik Allah'ın sıfatlan ile ilgili hadisleri, Ebû Yusuf garip karşılanacak konularla ilgili hadisleri, bunlardan önce Ebû Hureyre ileride meydana gelecek fitnelerle ilgili hadisleri rivayet etmeyi çirkin görmüşlerdir. Huzeyfe de aynı şekilde bunu kötü görmüştür. Rivayet edildiğine göre Hasan-ı Basrî, Enes'in, Haccac'a Uranîlerle ilgili olayı aktarmasını yadırga mistir. Çünkü o bu hadisi, kötü yorumu sebebiyle çokça kan dökmeye dayanak kılıyordu.
Bu konuda Ölçü şudur: Hadisten ilk anda anlaşılan anlam bid'atı güçlendiriyor, ancak hadisten bu kasdedilmiyorsa, bundan ilk anda anlaşılan anlamı esas alabilecek kimselere bu hadisin rivayet edilmemesi gerekir.
128- Ebû Katade şöyle demiştir: Enes'in bize bildirdiğine göre Muaz deve üstünde Hz. Peygamberin terkisinde idi.
Hz. Peygamber Muaz'a: "£y Muaz bin Cebel!11 dedi.
Muaz: "Emret ey Allah'ın Resulü!" dedi.
Hz. Peygamber tekrar: "Ey Muaz' dedi.
Muaz: "Emret ey Allah'ın Resulü!" dedi. Bu üç kere tekrarlandı.
Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in onun Resulü olduğuna samimi kalpte şahitlik eden herkesi Allah ateşe haram kılar".
Muaz: "Ey Allah'ın Resulü! Bunu insanlara bildireyim de insanlar sevinsinler" dedi.
Hz. Peygamber t! : Hayır. O zaman insanlar buna güvenirler (de ameli terk ederler)" buyurdu.
Muaz vefatına yakın günaha düşmekten korktuğu için bunu etrafındakilere anlatarak, onları bu hadisten haberdar etti.[140]
"Samimi kalple şahitlik eden" sözü ile münafığın şahitliği reddedilmiş olmaktadır. Bu söz; sözü ile şahitlik eder, kalbi ile tasdik eder anlamına da gelebilir.
Tîbî şöyle demiştir: Hadisin Arapça aslında yer alan "sıdk" kelimesi istikamet anlamındadır. Çünkü doğruluk denildiği zaman, sözün gerçeğe uygun olması kasdedildiği gibi, razı olunacak ahlâka uyma da anlaşılır. Nitekim Yüce Allah "Doğruyu getirene ve bunu tasdik edene yemin ederim [141] buyurmuştur. Bu "sözü ile söylediğini fiili ile gerçekleştiren" anlamına gelir.
Tîbî bu sözü ile hadisten ilk anda anlaşılan anlamdaki karışıklığı gidermek istemiştir. Çünkü hadisteki genel ifade ve vurgu sebebiyle, hadisten ilk anda, keiime-i şehadeti söyleyen hiç kimsenin cehenneme girmeyeceği anlaşılmaktadır. Ehl-i sünnete göre kesin deliller müminlerden bir grup isyankârın cehennemde azap göreceğini, sonra şefaat ile ateşten çıkacağını göstermektedir. Demek ki hadisten ilk anda anlaşılan anlam kasdedilmemektedir. Hadiste sanki "Bu, salih ameller işleyenlerle sınırlıdır" denilmiş gibidir.
"ö zaman insanlar buna güvenirler": Yani bundan ilk anlaşılana güvenerek amel etmekten kaçınırlar.
"Günahtan korktuğu için etrafındakilere anlatarak onları bu hadisten haberdar etti" ifadesinde kasdedilen günah, ilmin saklanmasından doğacak olan günahtır. Muaz'ın bu hareketi, Hz. Peygamber'in müjdeyi başkasına duyurma yasağının haramlık değil, tenzih ifade ettiğini göstermektedir. Çünkü bu, haramlık ifade etseydi Muaz bunu hiçbir zaman bildirmezdi.
Hadis, binek hayvanının terkisine başkasını bindirmenin caiz olduğunu göstermektedir. Ayrıca bu hadis Hz. Peygamber'in tevazuunu da göstermektedir.
Yine bu hadis, Muaz İbn Cebel'in İlmi seviyesini göstermektedir. Çünkü yukarıdaki sözü Hz. Peygamber yalnızca ona söylemiştir.
Öğrenci, tereddüt ettiği bir şey hakkında açıklama isteyebilir, yalnızca kendisinin bildiği bir şeyi başkasına yayma konusunda hocadan İzin İsteyebilir.
129- Enes şöyle demiştir: Bana belirtildiğine göre Hz. Peygamber Muaz'a şöyle söylemiştir:
"Kim, hiçbir şeyi ortak koşmaksızın Allah'a kavuşursa cennete girer.
Muaz Hz. Peygamber'e mî?" dîye sordu. Hz. Peygamber melerinden korkuyorum" buyurdu.
"Kim ...Allah'a kavuşursa": Yani Allah'ın takdir ettiği ecele kavuşursa. Hadis yorumcularından bir grup böyle söylemiştir. Bundan kasıt, yeniden dirilme veya âhirette Allah'ı görme de olabilir.
(Allah'a) hiçbir şeyi ortak koşmaksızırf: Şirki reddetmekle yetinmiştir. Çünkü bu tevhidi gerektirir. Bu ise peygamberliği ispat etmeyi gerektirir. Çünkü Allah'ın elçisini yalanlayan, Allah'ı yalanlamış olur, Allah'ı yalanlayan ise müşriktir
Mücâhid şöyle demiştir: "Utangaç ve kibirli kimse ilim öğrenemez."
Hz. Âİşe şöyle demiştir: "Ensar kadınları ne iyi kadınlardır! Utangaçlık onların dinde güzel kavrayış sahibi olmalarını (ilim öğrenmelerini) engellememiştir."
130- Ümmü Seleme şöyle demiştir:
Ümmü Süleym, Resûlullah'a gelerek şöyle dedi: "Ey Allah'ın Resulü! Allah gerçeği söylemekten haya etmez. Kadın ihtilam olduğunda gusletmesi gerekli midir?"
Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Su görünce" dedi.
Ümmü Süleym elleriyle yüzünü örttü ve şöyle dedi: "Ey Allah'ın Resulü! Hiç kadın ihtilam olur mu?"
Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Evet, Allah hayrım versin! Peki çocuk niçin kadına benziyor (zannedersin).[142]
Daha önce hayanın (utanmanın) imandan olduğunu söylemiştik. Bu, büyükleri yüceltme ve onlara saygı duyma şeklinde vaki olan dinî hayadır ki, bu övülmüştür. Dinî bir emri terk etmeye sebep olan utangaçlık ise kınanmıştır. Bu, dinî haya değildir, yalnızca bir zaaf ve hafifliktir. Mücâhid'in "utangaç kişi ilim öğrenemez" sözü ile kasdettiği de budur. Her ikisi de ilim öğrenmede eksikliğe yol açtığı için Mücahid, ilim öğrenen kimseleri acizlik ve kibri terk etmeye teşvik etmiştir.
'Allah gerçeği söylemekten haya etmez": Bu, "Allah gerçek olan bir şeyde utanmayı emretmez" anlamına gelir. Bu, kadınların erkekler yanında söylemekten utanacağı şeyler söyleyen Ümmü Süleym'in, sözüne giriş olarak zikrettiği mazerettir. Nitekim bu sebeple Müslim'in Sahih'inde yer aldığına göre Hz. Aişe Ummü Süleym hakkında "Kadınları rezil ettin" demiştir.
ihtilam olduğunda": Yani rüyasında cinsel ilişkide bulunduğunu görürse demektir.
Suyu görünce": Bu söz, kadının su görmesi hususunun vaki oiduğunu göstermektedir. Suyu görmenin gusül için şart kılınması, su görülmediğinde kadının gusletmesinin gerekmediğini göstermektedir.
Kadın hiç ihtilam olur mu?": Ümmü Seleme'nin bu soruyu sorması şunu gösterir: İhtilam bazı kadınlarda olur, bazılarında olmaz. Ümmü Seleme bunun için bunu inkar etmiştir. Ancak Hz. Peygamberin cevabı gösteriyor ki Ümmü Seleme kadından meninin gelmesini garipsemiş, Hz. Peygamber de onun bunu garipsemesini yadırgamıştır.
131- Abdullah İbn Ömer şöyle demiştir:
Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Ağaçlardan biri vardır ki yaprağı düşmez, bu Müslümana benzer. Bana bunun hangi ağaç olduğunu söyleyiniz".
(Abdullah dedi ki): "İçimden bunun hurma ağacı olduğu geçti. Ancak söylemekten utandım."
Ashab: "Bu ağacın ne olduğunu bize bildir Ey Allah'ın Resulü" dediler. Hz. Peygamber "O hurma ağacıdır" buyurdu. (Abdullah dedi ki): Babama (Hz. Ömer'e) içimden geçen şeyi söyledim. Bunun üzerine o şöyie dedi: "Falan falan şeylere sahip olmaktansa o sözü söyie-menİ isterdim".
İbn Ömer büyüklere saygı göstermesi sebebiyle cevabı söylemekten utandığında cevabı gizlice başkasına söyleyebilir, onun bunu Hz. Peygamber'e iletmesini sağlayabilir ve bu sayede iki maslahatı bir arada bulundurabilirdi. Bu sebeple Buhârî bu konudan sonra, utandığı için soru soıamayan ve başkasından permasını istsyen konuyu getirmiştir.
132- Ali şöyle demiştir:
"Ben kendisinden çokça mezi gelen bir kimseydim. Mikdad'dan bunu Hz. Peygamber'e sormasını istedim. Mikdad bunu Hz. Peygamber'e sordu, o da şöyle dedi: "Bundan dolayı abdest vardır.[143]
Mezi, kişinin karısı İle oynaşması sırasında kendisinden çıkan sudur. Bu konuda geniş açıklama Taharet bölümünde gelecektir.[144]
133- Abdullah İbn Ömer şöyle rivayet etmiştir:
Bir adam mescitte kalkarak şöyle dedi: "Ey Allah'ın Resulü! İhrama nereden girmemizi emredersin?"
İbn Ömer şöyle demiştir: Resûlullah'm şöyle dediğini de iddia ediyorlar:
"Yemenliler Yelemletriden ihrama girerler".
İbn Ömer "Ben bunu (Yemenliler'in ihrama gireceği yeri) Resûlulîah'tan öğrenmedim" demiştir.[145]
Buhârî bu başlık ile, sesi yükselterek konuşmayı gerektirdiği için mescitte ilim öğretme ve fetva verme konusunda duraksayan kimseleri reddetmiş ve bunun caiz olduğuna İşaret etmiştir.
134- İbn Ömer şöyle demiştir:
Bir adam Hz. Peygamber'e Ihramlı kişi ne giyer?" diye sordu.
Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: "Gömlek, sarık, pantolon, bornoz giyemeyeceği gibi, cehri veya za'feran ile boyanmış bir kumaş da giyemez. Şayet terlik bulamazsa mest giysin, onları topuklara varıncaya kadar önden kessin.[146]
[1] Beyine, 98/5.
[2] Hadisin geçtiği diğer yerler: 1891, 2678, 6956.
[3] Hadisin geçtiği diğer yerler: 1323, 1325
[4] Âi-i İmrân, 3/135.
[5] Hadisin geçtiği diğer yerler: 6044, 7076.
[6] es-Saf, 61/3.
[7] Rahman, 55/46
[8] es-Saf, 61/5.
[9] el-En'âm, 6/110.
[10] el-Hucurât, 49/2.
[11] Hasen hadis; sahih ile zayıf arasında orta derecede
bulunan ve makbul kabul edilen hadislerdir.
[12] el-Hucurat, 49/7.
[13] en-Nisâ, 4/48
[14] el-Bakara, 2/85.
[15] Hadisin geçtiği diğer yerler: 2023, 6049.
[16] el-Hucurat, 49/2.
[17] Ali İmran, 3/85.
[18] Lokman, 31/34.
[19] Hadisin geçtiği diğer bir yer: 4777.
[20] el-Mâide,5/3
[21] Al-i îmrân, 3/85.
[22] el-Bakara, 2/285.
[23] Ümmü veled: Efendisinden bir çocuk doğuran ve bu
sebeple efendinin ölümünden sonra Özgürlüğe hak kazanan kadındır.
[24] En'am, 6/59.
[25] Hadisin geçtiği diğer yer: 7.
[26] Hadisin geçtiği diğer bir yer: 2051.
[27] Tevakkuf, menfi veya müsbet, lehte veya aleyhte bir
görüş belirtmemektir. (A.A.)
[28] Hacc ,22/46.
[29] Kaf. 50/37
[30] Dinin temeli olarak adlandırılan ve bu beyitte kssaca
temas edilen hadisler şunlardır:
1. Ameller niyetlere
göredir ve herkes için niyetinin kargılığı vardır. (Buhârî'nin ilk hadisi)
2. Dünyada zühd sahibi ol Allah seni sevsin,
insanların elindekine karşı zühd sahibi ol insanlar seni sevsin.
3. Kişinin güzel
Müslüman olduğunun delili kendisini İlgilendirmeyen şeyi terk etmesidir.
4. Helal bellidir, haram da bellidir. Bu ikisi
arasında insanlarının çoğunun (hükmünü) bilmediği şüpheli durumlar vardır. (Çev.)
[31] Fakih olan İbnü'l-Arabî.
[32] Haram aylar: Araplarca savaşmanın yasak oiarak kabul
edildiği şu dört aydır: Zilkade, Zilhicce, Muharrsm, Recep.
[33] Enfal 8/1
[34] el-İsrâ, 17/84
[35] Hadisin geçtiği diğer bir yer: 1.
[36] Hadisin geçtiği diğer yerler: 4006, 5351.
[37] Hadisin geçtiği diğer yerler: 1295, 2742, 2744, 3936,
4409, 5354, 5659, 5668, 6373, 6733.
[38] et-Tevbe, 9/91.
[39] Hadisin geçtiği diğer yerler: 524, 1401, 2714, 2715,
7204.
[40] el-Mucâde!e, 59/11.
[41] Tâ-hâ, 20/114.
[42] Hadisin geçtiği diğer bir yer: 6496.
[43] Hadisin geçtiği diğer yerler: 96, 163.
[44] Hadisin geçtiği diğer yerler: 62, 72, 131, 2209, 4698,
5444, 5448, 6122, 6144.
[45] İbrahim Sûresi, 14/24.
[46] Tâ-Hâ 20/114
[47] en-Nur, 24/63.
[48] Hadisin geçtiği diğer yerler: 2939, 4424, 7264.
[49] Bakara, 2/217.
[50] Hadisin geçtiği diğer yerler: 2938, 5870, 5872, 5874,
5875, 5877, 7162.
[51] Hadisin geçtiği diğer bir yer; 474.
[52] Hadisin geçtiği diğer yerler: 105, 1741, 3197, 4406,
4662, 5550, 7078, 7447.
[53] Muhammed, 47/19.
[54] Fâtır, 35/28.
[55] Ankebut, 29/43.
[56] Mülk, 67/10.
[57] Zümer, 39/9.
[58] Âli İmran, 3/79.
[59] Et-Tevbe, 9/34.
[60] Hadisin geçtiği diğer yerler: 70, 6411.
[61] Hadisin geçtiği diğer yer: 6125.
[62] Hadisin geçtiği diğer yerler: 3116, 3641, 7312, 7460.
[63] Hadisin geçtiği diğer yerler: 1409, 7141, 7316.
[64] Mutaffıfîn, 83/ 26.
[65] el-Kehf, 18/66.
[66] Hadisin geçtiği diğer yerler: 78, 122, 2267, 2728,
3278, 3400, 3401, 4725, 4726, 4727, 6672, 7478.
[67] Bkz. Kitâbu Ehâdisi'l-enbiyâ, 27. , 3401. hadis.
[68] Hadîsin geçtiği diğer yerler: 143, 3756, 7270.
[69] Lokman 31/12
[70] Hadisin geçtiği diğer yerler: 493, 861, 1857, 4412.
[71] Hadisin geçtiği diğer yerler: 189, 839, 1185, 6354,
6422.
[72] En'am, 6/90.
[73] Hadisin geçtiği diğer yerler: 81, 5231, 5577, 6808.
[74] Hadisin geçtiği diğer yerler: 3681, 7006, 7007, 7027,
7032.
[75] Hadisin geçtiği diğer yerler: 124, 1736, 1737, 738,
6665.
[76] Bkz. Hac, 131. , 1736. hadis.
[77] Hadisin geçtiği diğer yerler: 1721, 1722, 1723, 1734,
1735, 6666.
[78] Hadisin geçtiği diğer yerler: 1036, 1412, 3608, 3609,
5635, 5636, 6037, 6506, 6935, 7061, 7115, 7121
[79] Hadisi rivayet eden ravi, Hz. Esma'nın
"benzer" kelimesini mi "yakın" kelimesini mi kullandığında
şüphe ederek ikisini de zikretmiş ve "Esma hangisini zikretti tam olarak
hatırlamıyorum" demiştir. (Çev.)
[80] Hadisi rivayet eden kişi, Hz. Esma'nın hangi kelimeyi
söylediğinde şüphe etmiştir.
[81] Hadisi rivayet eden kişi, Hz. Esma'nın hangi kelimeyi
söylediğinde şüphe etmiştir.
[82] Hadisin geçtiği diğer yerler: 184, 922, 1053, 1054,
1061, 1235, 1373, 2519, 1520, 7287.
[83] Haram aylar: Araplarca savaşmanın yasak olarak kabul
edildiği şu dört aydır: Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarıdır.
[84] Bkz. Şahitlikler bölümü, 4. , 2660. hadis.
[85] Olayın ayrıntısı burada anlatılmamakla birlikte,
bahsedilen olay Hz. Peygamber'in sallallâhu aleyhi ve seliem eşlerini boşaması
olayıdır. Hz. Ömer'in kızı Hafsa da Hz. Peygamberle sallallâhu aleyhi ve seliem
evli olduğundan Hz. Ömer'in komşusu olayı duyar duymaz derhal Ömer'in yanına
gelerek bunu bildirmiştir.
[86] Bkz. Nikah bölümü, 83. , 5191. hadis.
[87] Hadisin geçtiği diğer yerler: 702, 704, 6110, 7159.
[88] Hadisin geçtiği diğer yerler: 2372, 2427, 2428, 2429,
2436, 2438, 5292, 6112
[89] Buluntu mat bölümü, 2, 3, 4. bölümler, 29, 28, 27, 24.
hadisler.
[90] Hadisin geçtiği diğer yer: 7291.
[91] Hadisin geçtiği diğer yerler: 540, 749, 4621, 6362,
6468, 6486, 7089, 7090, 7091, 7294, 7295.
[92] Hadisin geçtiği diğer yerler: 95, 6244.
[93] Hadisin geçtiği diğer yerler: 2544, 2547, 2551, 3011,
3446, 5083.
[94] Bu sözü, İbn Abbas Hz. Peygamber hakkında kullanmış
olabileceği gibi, hadisi rivayet eden Atâ, İbn Abbas hakkında da kullanmış
olabilir.
[95] Hadisin geçtiği diğer yerler: 863, 962, 975, 977, 979,
989, 1431, 1449, 4895, 5249, 5880, 5881, 5883, 7325.
[96] Burada soruyu soran Ebû Hureyre'nin kendisidir.
[97] Hadisin geçtiği diğer yer: 6570.
[98] İman, 2. , 8. hadis.
[99] Hadisin geçtiği diğer yer: 7207.
[100] Bkz. 7307. hadis,
[101] Hadisin geçtiği diğer yerler: 1249, 7310.
[102] Hadisin geçtiği diğer yer: 1250.
[103] Bkz. Cenazeler, 6. , 1249. hadis.
[104] İnşikak, 84/8.
[105] Hadisin geçtiği diğer yerler: 4939, 6536, 6537.
[106] Mâide, 5/101
[107] En'am, 6/82
[108] Ali İmrân, 3/7.
[109] Hadisin geçtiği diğer yer: 1832, 4295.
[110] Hadisi rivayet eden Muhammed "zannediyorum ki
Peygamberimiz 'ırzlarınız' kelimesini de kullandı" dediğinden bu bölümü
parantez içinde verdik.
[111] Bu hadis İlim bölümünün başında geçti.
[112] Hadisin geçtiği diğer yerler: 3539, 6188, 6197, 6993.
[113] Hadisin geçtiği diğer yerler: 187, 3047, 3172, 3179,
6755, 6903, 6915, 7300.
[114] Diyetler, 31. , 6915. hadis.
[115] Hadisin geçtiği diğer yer: 2434, 6880.
[116] Hadisin geçtiği diğer yerler: 3053, 3168, 4431, 4432,
5669, 7366.
[117] Nah!, 16/89.
[118] 7290 no'lu hadis.
[119] 4119. nolu hadis.
[120] Hadisin geçtiği diğer yerler: 1126, 3599, 5844, 6218,
7069.
[121] 7069 nolu hadis.
[122] Hadisin geçtiği diğer yerler: 564, 601.
[123] Hadisin geçtiği diğer yerler: 138, 183, 697, 698, 699,
726, 728, 859, 992, 1198, 4569, 4570, 4571, 4572, 5919, 6215, 6316, 7452.
[124] 992 nolu hadis.
[125] El-Bakara, 2/159-160.
[126] Hadisi rivayet eden İbn Uyeyne Hızır'ın bu ikinci
sözünün ilkinden daha güçlü olduğunu söylemiştir.
[127] El-A'raf, 7/144
[128] 3394 nolu hadis.
[129] El-Hac, 22/75.
[130] El-En'am, 6/124.
[131] 4762 nolu hadis.
[132] Hadisin geçtiği diğer yerler: 2810, 3126, 7458.
[133] Taberânî, Mu'cemü'l-kebîr, 852. hadis.
[134] 2810 no'lu hadis.
[135] İsrâ 17/85
[136] İsrâ, 17/85.
[137] Hadisin geçtiği diğer yerler: 4721, 7297, 7456, 7462.
[138] Hadisin geçtiği diğer yerler: 1583, 1584, 1585, 1586,
2368, 4484, 7243.
[139] 1584 nolu hadis
[140] Hadisin geçtiği diğer yer: 129.
[141] Ez-Zümer, 39/33.
[142] Hadisin geçtiği diğer yerler: 282, 3328, 6091, 6121.
[143] Hadisin geçtiği diğer yerler: 178, 269.
[144] 269 nolu hadis.
[145] Hadisin geçtiği diğer yerler: 1522, 1525, 1527, 1528,
7334.
[146] Hadisin geçtiği diğer yerler: 366, 1542, 1838, 1842,
5794, 5803, 5805, 5806, 5847, 5852.