2.Zekât Vermek Üzere Söz (Bevat) Vermek
4. Zekâtı Verilmiş Olan Mal Kenz Değildir
6. Sadaka Verirken Gösteriş (Riya) Yapmak
7.Haksız Yolla Kazanılan Maldan Sadaka Vermek
8. Sadakanın Helal Kazançtan Verilmesi
9.Sadakaların Kabul Edilmediği Bir Zaman Gelmeden Önce
Sadaka Vermek
10. Bir Hurmanın Yarısını Tasadduk Ederek Cehennemden
Korunmak
11.Sağlığı Yerinde Ve Cimri (Mala İhtiyacı Bulunuyor)
İken Sadaka Vermenin Fazileti
14. Bilmeden Zengine Sadaka Verilmesi Hali
15.Farkında Olmadan Oğula Sadaka Verilirse
17.Kendisi Vermeyip Hizmetçiye Sadaka Vermesi İçin Emir
Vermek
18. Sadaka Ancak Fazla Olan Maldan Verilir
19. Verdiği (Sadakayı) Başa Kakan Kimse
20. Gününden Önce Geciktirmeden Sadaka Vermeyi Seven
Kimse
21.Sadaka Vermeye Teşvik Etmek Ve Sadaka İçin Aracılık
22. Gücün Yettiği Kadar Sadaka Vermek
24, Müşrik İken Sadaka Verip Sonra Müslüman Olan Kimse
25. Hizmetçinin, İsrafa Kaçmadan Efendisinin Emri İle
Sadaka Vermesi Halinde Alacağı Sevap
26. Kadının, Kocasının Evinden İsrafa Kaçmadan Sadaka
Vermesi Halinde Alacağı Sevap
28.Sadaka Veren İle Cimrilik Eden Kimse Hakkında Bir
Benzetme
29. Elde Edilen Kazançtan Ve Yapılan Ticaretten Sadaka
Vermek
30.Her Müslümanın Sadaka Vermesi Gerekir. Sadaka Verecek
Mal Bulamayan Kimse İyilik Yapsın
31 Zekât Ve Sadaka
Miktarı & Koyunu Sadaka Olarak Vermek
33. Zekâtı, Nassla Belirlenenin Dışında O Değerde Başka
Bir Maldan Vermek
35. Zekât Ortaklık Malından Verildiği Zaman, Ortaklar,
Paylarına Göre Birbirine Rücû Eder
39. Zekât Memuru Talep Etmedikçe Yaşlı, Ayıplı Hayvan Ve
Teke Zekât Olarak Alınmaz
40. Bir Yaşını Doldurmamış Oğlak Veya Kuzu
41.Zekât Olarak Malların En İyileri Alınmaz
42. Beş Deveden Daha Azında Zekât Gerekmez
45. Müslüman Atın Zekâtını Vermekle Yükümlü Değildir
46. Müslüman Kölesinin Zekâtını Vermekle Yükümlü Değildir
48.Kadının Kocasına Ve Kişinin Himayesi Altındaki Yetime
Zekât Vermesi
49.Kölelere, Borçlulara Ve Allah Yolunda Olanlara...
(Zekat Verilmesi Hususu)"
50. Dilenmeyip Onurlu Davranmak
51.Dilenmeyen Ve Hırs Göstermeyen Kimseye Allah'ın
Vermesi
52.Malını Çoğaltmak Amacıyla Dilenmek
53. Yüzsüzlük Ederek İnsanlardan İstemezler1, Dilenmeyi
Engelleyen Zenginlik Ölçüsü Nedir?
54-Hurma Miktarını Yaşken Ağaç Üzerinde Tahmin Etmek
55.Yağmur Ve Akarsu İle Sulanan Mahsûllerin Öşrü
56.Beş Veskin (Bir Ton) Daha Altı İçin Zekât Vermek
Gerekmez
57.Hurma Zekâtını Olgunlaşan Hurmalar Toplanırken Almak
58.Öşür Verilmesi Farz Olan Bir Mahsûlün, Arazinin, Hurma
Ağacının Veya Meyvenin Satılması
59. Kişi Vermiş Olduğu Zekâtı Satın Alabilir Mi?
Başkasının Zekâtını Satın Almakta Bir Beis Yoktur
60. Hz. Peygambere Zekât Vermek
61. Peygamber Hanımlarının Azatlı Kölelerine Zekât Vermek
62.Sadakanın Sadaka Olma Niteliğinin Değişmesi
63. Zekâtın, Zenginlerden Alınıp Aynı Yerdeki Fakirlere
Verilmesi
"Namazı fcirn ue zefcâti uerin [1] âyeti zekâtın farz oluşuna delildir.
İbn AbbaS radıyaiiâhu anhümâ Ebu Süfyan'in radıyaiiâhu anh, "Resûlullah sallallâhu aleyhi ve bize namazı kılmayı, zekât vermeyi, akrabalık bağlarını gözetmeyi ve iffetli olmayı emreder" dediğini nakletmîştir.
1395- İbn Abbas'tan radıyaiiâhu anhümâ rivayet edildiğine göre, Resûlullah ve sellem Muâz'ı Yemen'e gönderdiğinde ona, "Onlan, Allah'tan başka ilah madiğini, benim Allah'ın resulü olduğumu kabul etmeye davet et. Eğer bunazı olurlarsa, onlara, Allah'ın zekâtı farz kıldığını, zenginlerin mallarından alınıp kirlere verileceğini bildir'1 buyurmuştur.[2]
1396- Ebû Eyyûb el-Ensarî'den nakledildiğine göre, bir kimse Resûlullah'a ,hu aleyhi ve sellem gelerek, "Bana, cennete girmemi sağlayacak bir amel söyle" di. Bu adama ne oluyor?" denilince Hz, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem , "Onun emli bir ihtiyacı var. Allah'a (c.c) kulluk edersin, Ona hiçbir şey ile ortak koş-azsın, namazı kılarsın, zekâtı verirsin ve akrabalık bağlarını kesmezsin" buyurdu.[3]
1397- Ebû Hüreyre'den radıyaiiâhu anh nakledildiğine göre bir bedevî Resûlul-a saikiiâhu aleyhi ve sellem gelerek, "Bana uyguladığım zaman cennete gireceğim bir amel göster" demiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem , "Allah'a kulluk eder, ona hiçbir şeyi ortak koşmazsın, farz namazları kılar ve farz olan zekâtı verirsin, Ramazan orucunu da tutarsın" buyurdu. Bedevî, "Canım kudretinde bulunan Allah'a yemin olsun ki bundan daha fazlasını yapmam" dedi. Adam gidince Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem , "Cennetlik bir kimse görmekten hoşlanan, bu adama baksın" buyurdu.
1398- Ebû Cemre şöyle anlatır: İbn Abbas'ı radıyaiiâhu anhümâ şöyle derken duydum. "Abdülkays kabilesinden bir grup Resûlullah'm sallallâhu aleyhi ve sellem yanına geldi ve "Ey Allah'ın Resulü ! Biz Rebîa kabilesinden bir grubuz. Aramızda bize zararı dokunan kâfirler var. Size ancak haram aylarda gelebiliyoruz. Bize bir şeyler emret ki onları alıp burada bulunmayan diğer arkadaşlarımıza/akrabalarımıza da aktaralım" dediler.
Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem , "Size dört şeyi emrediyorum, dört şeyi de yasaklıyorum : Emrettiklerim; Allah'a inanıp, Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet etmeniz (bu arada ellerini bağlamıştır); namazı kılmanız, zekâtı vermeniz ve elde ettiğiniz ganimetlerin de beşte birini (devlet merkezine) ödemenizdir. Yasakladıklarım ise, kabak, sırlı kaplar, oyulmuş ağaç kütüklerinden yapılan kaplar ve içi ziftle kaplanmış oyma kaplardaki nebizlerdir/bunlara konan şarablardır."
Süleyman ve Ebu'n-Nu'man'm Hammad'dan naklettiğine göre Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem , "Allah'a iman etmek ve Allah'tan başka ilah olmadığına dair Şehadet getirmek" demiştir.
1399- Ebû Hüreyre rad.yaiiâhu anh şöyle anlatır: Resûluilah saiiaiıahu aleyhi ve sdiem vefat etmiş, Ebû Bekir halife olmuştu. Bu sırada Araplar'dan bir kısmı irtidat edip/kâfir olmuştu. Bu arada Ömer, Ebû Bekir'e, "Resûlullah, "Bana, insanlarla, Allah'tan başka ilah yoktur' deyinceye kadar savaşmak emredildi. Bu sözü söyleyen kimse, başka haklı bir sebep olmadıkça, malını ve canını benim nezdimde koruma altına almış olur. Hesabı ise artık Allah'a kalmıştır" buyurduğu halde insanlara nasıl savaş açıyorsun ?!" demiştir.[4]
1400- (Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer'e şöyle cevap vermiştir): "Allah'a yemin ederim ki, namaz kılıp da zekât vermek istemeyenlerle (ikisi arasında ayrım yapanlarla) savaşacağım. Çünkü zekât, mal üzerindeki bir haktır. Vallahi eğer Resûlullah'a sallallâhu aleyhi ve sellem verdikleri bir dişi oğlağı bana vermekten kaçınırlarsa bundan dolayı onlara savaş açarım." Bunun üzerine Hz. Ömer, "Bu, Allah'ın Ebû Bekir'in gönlüne koyduğu düşünceden başka bir şey değildir. Anladım ki bu çok doğru bir görüştür" demiştir.
Zekât" kelimesi lügatte, "artmak" (nema) ve "temizleme" anlamlarına gelir.
Zekât1'in terim olarak kullanılmasında yukarıdaki her iki anlam da dikkate alınmıştır.
Artma" anlamı dikkate alınmıştır:
Zekât verildiği zaman malda artma meydana gelir. Çünkü sadaka malı eksiltmez. Diğer yandan sevabı kat kat artırır. Nitekim Allah sadakaları artıracağını beyan etmiştir.
Zekât sebebiyle sevap artar veya zekât, artma (nema) özelliğine sahip (ticaret, ziraat gibi) maüardan verilir.
Temizleme" anlamı da dikkate alınmıştır. Çünkü zekât, nefsi cimrilikten ve günahlardan temizler. Zekât, İslâm'ın üzerine bina edildiği beş şarttan üçüncüsüdür.
İbnü'l-Arabî şöyle demiştir: "Zekât; farz olan sadaka, mendup olan sadaka, nafaka, hak ve afv (fazlalık) anlamında kullanılır.
Zekâtın şer'î (ıstılahı) anlamı ise, üzerinden bir yıl geçmiş olan nisap miktarı malın bir kısmım fakirlere ve Hz. Peygamberin soyu olan Haşimoğulları ve Muttaliboğulları soyundan olmayan diğer hak sahiplerine vermektir.
Zekâtın rüknü samimiyettir. Farz olması için nisap miktarı mala sahip olmak ve bu malın üzerinden bir yıl geçmesi gerekir.
Zekât, akıllı, ergenlik çağına girmiş ve hür kimselere farzdır. Zekât verildiği zaman, dünyadaki ödeme farziyeti düşer, âhirette de sevap elde edilir.
Zekâtın hikmeti, insanı kirlerden temizlemek, derecesini yükseltmek, hür insanlara (Allah'a) kul olma duygusunu yaşatmaktır."
Burada nakledilen görüşler doğru olmakla birlikte "zekâtın kimlere farz olduğu" konusunda görüş ayrılıkları bulunmaktadır.
Zekât, delil getirmeye bile ihtiyaç duyulmayacak şekilde kesin bir emirdir. Sadece bazı ayrıntılarda ihtilaf edilmiştir. Zekâtın farziyetini inkâr eden kişi kâfir olur.
Buhârî bu konuda altı hadis kaydetmektedir:
İlki Ebû Sütyan'dan rivayet edilen, namaz kılmayı, zekât vermeyi, akrabalık ilişkilerini canlı tutmayı ve iffetli olmayı emreden hadistir. Bu hadisin akla gelen ilk anlamı, sayılan hususların farz olduğu yönündedir.
İkincisi, İbn Abbas'ın rad.yaiiâhu anh naklettiği, Muâz'm Yemen'e gönderilmesini anlatan hadistir. Bu hadis, yukarıdaki hadisten daha açık bir şekilde zekâtın farz olduğunu gösterir.
Üçüncüsü, Ebû Eyyûb'tan radıyaiiâhu anh nakledilmiştir. Cennete girmeyi sağlayacak amel ile ilgili sorudan bahsedilmektedir. Namaz kılmak, zekât vermek ve akrabalık bağlarının canlı tutulması cennete girmeyi sağlayıcı amel olarak gösterilmiştir.
Bu hadisin, zekâtın farziyetini ifade etme bakımından kapalı olduğu yönünde bir itiraz gelirse buna şöyle cevap verebiliriz:
a. Cennete girmeyi sağlayacak bir amel sorulduğu zaman, farzlardan bahsetmeden, nafile olan şeylerle cevap verilmez. Dolayısıyla buradaki ifadeyi farz olan zekât olarak yorumlamak lazımdır.
b. Zekât, namazla birlikte anılmıştır. {Dolayısıyla namaz gibi zekât da farzdır).
c. Cennete girmeye vesile olan ameller arasında zekâta da yer verilmiştir. Demek ki zekât vermeyen kimse cennete giremeyecektir. Cennete giremeyen cehenneme girer. Bu durum zekâtın farz olmasını gerektirir.
d. Ebû Hüreyre ve Ebû Eyyûb hadislerinde anlatılan kıssa aynıdır. Dolayısıyla İkinci hadisle birincisini tefsir edebiliriz. Yani, "farz olan zekâtı ödersiniz" ifadesi, zekâtın farz olduğunu gösterir. Yukarıdaki itiraza verilebilecek en güzel cevap da budur.
Dördüncüsü, Ebû Hüreyre hadisidir ki daha önce açıklamıştık.
Beşincisi, İbn Abbas'ın rivayet ettiği Abdülkays kabilesinden gelen heyetle ilgili olan hadistir. Bu hadis de, açıkça zekâtın farz olduğunu gösterir.
Altıncısı, Ebû Hüreyre'nin rivayet ettiği, zekât vermeyenlere karşı Hz. Ebu Bekir'in savaş açmasını anlatan hadistir. Burada delil olarak getirilen kısım, Hz. Peygamber'in sallallâhu aleyhi ve senem, "Kişinin, can ve mal dokunulmazlık hakkım elde etmesi, hakkı eda etmesine bağlıdır. Maldaki hak da zekâttır" buyruğudur.
Hadiste geçen "Ardarda bir kaç kez, 'Bu adama ne oluyor?' denilince Hz. Peygamber soihtiâbu aleyhi ve seUem, 'Onun bir ihtiyacı var'" ifadesi konusunda İbnü'l-Cevzî, "Bunun anlamı, "(Soruyu soran kimsenin) önemli ve faydalı bir ihtiyacı vardır. Çünkü soru sormakla ihtiyacı olanı anlamıştır" demiştir.
"Akrabalık bağlarının canlı tutulması" konusunda Nevevî şöyle der: "Bunun anlamı, gücün nispetinde, akrabalarına iyi davranmak, onlara İnfakta bulunmak, selâm vermek, ziyaret etmek, itaat etmek vb. güzel davranışlardır. Burada Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem diğer hayırlar yerine, muhatabın durumunu dikkate alarak özellikle bundan bahsetmiştir. Soruyu soran kişi belki de akrabaları ile ilişkisini zayıf tuttuğundan dolayı, sırf o kişi için, bu husus önemliydi.
Buradan şu sonucu çıkartabiliriz: "Bir amel, muhatabın, ameldeki zorluk ya da kişinin gevşekliği gibi bir sebeple, bu konuda uyarılmaya ve teşvik edilmeye ihtiyâcı varsa özellikle belirtilebilir."
Hadiste, "farz namazı kılarsın, farz olan zekâtı ödersin" ifadesi, nafile olan sadakaların kasdedümediği anlaşılsın diye "farz" kaydı ile zikredilmiştir. Çünkü burada "zekât" sözcüğü sözlük anlamında kullanılmıştır.
Hadiste, "Ramazan orucunu tutarsın" denilerek oruç zikredildiği halde hacdan bahsedilmemiştir. Çünkü belki soru soran kişi, hac yaptığını söylemişti. Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi sellem de bu sebeple haccı zikretme mistir.
Hadiste yer alan, "Cennetlik bir kimse görmekten hoşlanan bu adama baksın" ifadesi şu iki şekilde yorumlanabilir:
1. Resûlulİah saiiaitâhu aleyhi ve sellem onun cennetlik olduğunu bildiği için bunu haber vermiştir.
2. Burada kasdedilen, emredildiği şekilde amelde bulunmaya devam ederse cennetlik olmasıdır. Nitekim Müslim'de geçen Ebû Eyyub'a ait şu rivayet bu görüşü desteklemektedir: "Emredilen şeye devam ederse cennete girer."
Kurtubî şöyle der:
"Bu hadis ve bedevi ile ilgili hikayenin anlatıldığı Ebû Talha hadisi, nafileleri terketmenin caiz olduğunu göstermektedir. Fakat sünnetleri sürekli terkeden kişinin dinî hassasiyeti azalmış demektir. Eğer küçük gördüğü için terkeder ve sünnetlerden yüz çevirirse, bu fasıklık anlamına gelir. Çünkü Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem , 'Kim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir' buyurmuştur. Sahabe ve tâbiûn, farz gibi sünnetleri de hiç terketmezlerdi. Sevaplarına bakarak aralarında ayırım yapmazlardı. Fakihler, iade ve terk, terkedilmesi halinde gerekli cezanın ne olduğunu belirleme ihtiyacını hissedip gruplandırma yapınca bazı insanlar sadece farzları yapmayı yeterli gördüler, sünnetler onlara ağır geldi. Sünnet ve nafilelerin önemini kavrayıp onlardan da sevap kazanma gayreti içine girdikleri zaman bunları yapmak kendilerine çok kolay gelecektir."
Zekâtın İlk olarak ne zaman farz kılındığı konusunda görüş ayrılığı bulunmaktadır. Çoğunluğa göre hicretten sonradır. Bir görüşe göre oruç farz kılındıktan sonra hicri 2. yılda farz kılınmıştır. Bu Nevevî'nin görüşüdür.
İbnü'l-Esîr'in, "el-Kâm Tarîh" adlı eserinde belirttiğine göre kesin olarak hicri 9. yılda farz kılınmıştır.
İbn Huzeyme ise hicretten önce farz kılındığını iddia etmiştir. Delil olarak, Ümmü Seleme'nin rivayet ettiği Habeşistan'a hicreti anlatan rivayeti gösterir. Bu olayda, Cafer, Peygamberimiz'i sdiaiiâhu aleyhi ve sellem anlatırken, "Bize namaz kılmamızı, zekât vermemizi ve oruç tutmamızı emreder" İfadesini kullanmıştır.
Bize göre bu delil tartışmaya açıktır. Çünkü o sırada henüz ne beş vakit namaz ne de Ramazan orucu farz kılınmıştır. Dolayısıyla Cafer'in bu sözleri muhtemelen Necaşi'ye ilk gidişi sırasında söylenmemiştir.
"Eğer tevbe eder, namazı kılar ve zekâtı öderlerse onlar sizin din kardeşinizdir. [5]
1401- Kays şöyle nakleder: Cerîr İbn Abdullah, "Resûlullah'a, sallallâhu aleyhi ve sellem namaz kılmak, zekât vermek ve bütün müstümanlara öğütte bulunmak üzere beyat (söz) verdim" demiştir.
Zeyn Ibnü'l-Müneyyir, başlıkta yer alan "Zekât Vermek Üzere Beyat Vermek" ifadesi için şu değerlendirmeyi yapar:
"Bu başlık, bir öncekinden daha özel bir anlam taşır. Çünkü Müslüman
olurken verilen beyat, ancak zekât vermek üzere beyat verilirse tam olarak gerçekleşmiş olur. Zekât vermeyenler de verdikleri sözü tutmamış ve hatta bozmuş olur. Bu da zekâtın farz oluşundan daha öte özel bir anlam taşır. Zira Hz. Peygamber beyat aldığı bütün konular farz olduğu halde, her art koşulmamıştır. Bu, zekâta çok önem verildiğini gösterir. Buhârî,
ze atın hükmünü güçlendirmek için, başlıktan sonra yukarıdaki âyeti zikretmiştir, bir kimse, namazı kılıp zekâtı vermedikçe tevbe etmiş olarak aegerlendîri 1 me 2 ve Müslümanların kardeşi olma şerefine eremez."
Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele! (Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla alınları, yanları ve sırtlan dağlanacağı gün (onlara denilir ki) : İşte bu,
kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azabını) tadın![6]
1402- Ebû Hüreyre'den gelen rivayete göre Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve şöyle buyurmuştur:
"(Kıyamet günü) deve, sahibine, eskisinden daha güçlü bir şekilde gelir. ?r zekâtını vermemiş ise apakları ile sahibine vurur.
Davar da sahibine eskisinden daha güçlü bir şekilde gelir. Eğer zekâtını lemis ise tırnaklan ile sahibini tırmalar, boynuzuyla da boynuzlar."
Bu hayvanlar üzerindeki bir hak da, subaşında iken sütünü sağıp fakirlerelektir." "(Zekâtını vermeyen kimse) Kıyamet günü, omuzunda meleyen konu taşıyarak ve feryad ederek gelip 'Yardım et Ey Muhammedi' demesin. durumda ben o kimseye, 'Senin için hiçbir şey yapamam. Sana tebliğ iştim' derim. Ya da omuzunda böğüren devesini taşır bir şekilde gelerek idim et Ey Muhammedi' demesin. O kimseye söyleyeceğim söz: "Senin için şey yapamam' olacaktır. [7]
1403- Ebû Hüreyre'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve öyle buyurmuştur:
Ulah bir kimseye mal verdiği halde zekâtını vermezse, kıyamet günü bu ma, iki gözü üzerinde iki nokta bulunan zehirli erkek bir yılan olarak götse onun boynuna dolanır, avurtlarından yakalayarak 'Ben senin malısenin biriktirdiklerin benim' der." Resûlullah sallallâhu aleyhi sellem daha sonra, fin kendilerine cömertçe verdiği maldan infak etme hususunda cimrilik renler, sanmasınlar ki bu kendileri için hayırlıdır; tersine, bu onlar için kötüdür. Cimrilik gösterdikleri şey kıyamet günü boyunlanna dolanacaktır [8] âyetini okumuştur.[9]
Zekât vermemenin günahı" başlığı ile ilgili olarak Zeyn İbnü'l-Müneyyır şöyle demiştir:
Bu başlık, bir Öncekinden daha özeldir. Çünkü burada zikredilen hadisler, zekât vermemenin büyük bir günah olduğunu ve âhirette de çok büyük bir cezasının bulunduğunu ifade etmektedir. Resûlullah sallallâhu aleyhi vs sellem , "Ben senin için hiçbir şey yapamam. Sana tebliğ etmiştim" sözüyle, kendisinin bu konuda. herhangi bir yardımı olmayacağını belirtmektedir.
Bu söz, zekât vermeyen kişiye, Resûlullah'tan sallallâhu aleyhi ve sellem bu konuda ümidini kesmesini haber vermektedir. Farzlar, yapıldıkları zaman elde edilecek olan sevap ve terkedildiğİ zaman girilecek günaha göre birbirinden farklılaşır. Yapılmaması halinde cezası çok büyük ise, demek ki bu, normal bir ceza takdir edilenlere göre daha güçlü bir farzdır. Buharı, zekâtı, İnkâr ederek ya da cimriliğinden dolayı vermeyenlerin her ikisini de kapsaması İçin, başlıkta, "günah" kelimesini kullanmıştır.
"Altın ve gümüşü yığıp da onlan Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele! (Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla alınları, yanları ve sırtlan dağlanacağı gün (onlara denilir ki) : İşte bu, kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azabını) tadm! [10] âyeti bazı sahabilerin ve diğer âlimlerin, sadece kâfirlere yönelik olduğu görüşünün aksine; bu âyetin, hem kâfirleri hem de müslümanları içine alacak şekilde genel olduğu yönündeki görüşü desteklemektedir. Bir sonraki başlıkta bu konuyu ele alacağız.
"Hayvanların daha güçlü bir şekilde olması", kemik, semizlik ve çokluk bakımındandır. Çünkü hayvanlar saydığımız özellikler bakımından farklılık arzeder. Zekât vermemenin ne kadar büyük bir günah olduğu anlaşılsın diye hayvanlar o gün, saydığımız özellikleri mükemmel bir şekilde sahiplerinin yanma gelecektir.
"Su başında sütünün sağılıp orada bulunan fakirlere verilmesi" ifadesinde, fakirlere daha kolay geldiği ve hayvanlar için en şefkatli metot da bu olduğu için özellikle sütten bahsedilmiştir.
Bir hadiste, "Allah (kıyamet günü) zekât vermeyen kimseleri cezalandırmak için hayvanları diriltecektir" buyurulmuştur. Bu yolla, kişiye, amaçladığının tam tersi ile muamele edilmiş olmaktadır. Şöyle ki, zekât vermeyen kimse, o maldan istifade etmeyi amaçlamıştı. Oysa yararlanmayı düşündüğü şey, kendisine en çok zarar veren şey olmuştur.
Allah hakkı olan zekât, malın bir kısmında olmasına rağmen, bütün hepsinin diriltilrnesindeki hikmet, malın bütünü üzerindeki zekâtın ayrıştırılmış bir durumda olmaması ve zekâtı verilmemiş olan malın temiz olmamasıdır. Diğer yandan mal üzerinde, zekâtın dışında başka haklar da bulunmaktadır.
Âlimler yukarıdaki görüşe şöyle cevap vermiştir:
1. Bu ceza, zekât farz kılınmadan önce Öngörülmüştür. İbn Ömer'in radıyaiiâhu anhümâ rivayet ettiği kenz ile ilgili aşağıda zikredeceğimiz hadis de bu görüşü destekler. Daha önce belirttiğimiz gibi, zekâtın, Ebû Hüreyre radıyaiiâhu anh Müslüman olmadan önce farz kılınmış olduğu gayet açıktır.
2. Hadiste geçen "hak" ifadesi ile kasdedilen, farz olan zekâtın dışındaki haklardır ki, bu hakkı ödemeyen kimseye herhangi bir ceza öngörülmemiştir. İbn Battal şöyle der:
"Malda, farz-ı ayn ve diğer haklar olmak üzere iki hak bulunmaktadır. Güzel ahlâkın bir parçası sayılan, sütün fakirlere verilmesi, bu haklardan biridir."
Tercümede "iki gözü üzerinde iki nokta" şeklinde verdiğimiz ifadesi, avurtlardaki iki nokta anlamına gelir. "Avurtlarının içi görünene kadar konuştu" şeklinde bir kullanım mevcuttur. Bu ifadenin, (tercümede belirttiğimiz gibi) yılanın gözleri üzerindeki iki nokta anlamında olduğu da söylenmiştir. Başka bir görüşe göre, bu, yılanın ağzını kuşatan iki noktadır.
"Ben senin malınım, biriktirdiğin şeyler benim" ifadesi kullanılarak, zekât vermeyen kişiye, pişmanlığı fayda vermeyeceği için daha çok azap çektirilmek istenmiştir. Diğer yandan bu ifade, zekât vermeyen kişiye hakaret anlamı da taşımaktadır.
Çünkü Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem Beş [11] daha azı için zekât gerekmez" buyurmuştur.
1404- Rivayet edildiğine göre Halid İbn Eşlem şöyle anlatır:
"Abdullah İbn Ömer ile birlikte (Medine dışına) çıkmıştık. Bir bedevi Abdullah İbn Ömer'e, "Bana, 'Altın ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda infak etmeyenler...' ayetini açıkla" dedi.
Abdullah İbn Ömer ona, "Kim altın ve gümüş biriktirip (kenz) de zekâtını vermezse yazık ona. Bu âyet, zekât âyeti inmeden Önceki durum için geçerlidir. Bu âyet inince Allah zekâtı malı temizleyici kıldı" diyerek cevap vermiştir.[12]
1405- Ebû Said'den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Beş ukıyyeden daha az (gümüş için) zekât gerekmez. En az üç yaşındaki beş deveden daha azı için zekât gerekmez. Beş uesk (zirai) mahsulden daha azı için zekât gerekmez.[13]
1406- Rivayete göre Zeyd İbn Vehb şöyle demiştir: Rebeze'ye yolum düşmüştü. Orada Ebû Zerr ile karşılaştım. Ona, "Neden böyle bir uzlet hayatı yaşamayı tercih ettin, bunun sebebi nedir?" diye sordum. Bana şöyle cevap verdi:
"Ben Suriye'de iken "Altın ve gümüşü biriktirip de (kenz) Allah yolunda harcamayanlar âyeti hakkında Muaviye ile aramızda ihtilaf çıktı. Muaviye bu âyetin ehl-i kitap hakkında olduğunu savunuyordu, ben ise hem bizim hem de onların hakkında olduğunu savunuyordum. Muaviye, Osman'a bir mektup yazarak benî şikayet etti. Osman da yazdığı mektupta beni Medine'ye çağırdı. Oraya gittim. İnsanlar, beni sanki hiç görmemişler gibi (Suriye'den çıkma sebebimi sormak amacıyla) etrafımda toparlanmıştı. Bu durumu Osman'a anlattım. Bana, "Dilersen yakın bir yere uzlete çekil" dedi. İşte beni uzlet hayatına sevkeden budur. Eğer başımıza Habeşji bir kimse bile emîr olsa onu dinler ve itaat ederim.[14]
1407- Ebu'1-Alâ' İbnü'ş-Şihhîr'in naklettiğine göre Ahnef İbn Kays şöyle demiştir: "Kureyş kabilesinden bir topluluğun yanma oturmuştum. Saçları, elbisesi ve görünüşü bakımından sert bir kimse geldi, selâm verdi ve "(Altın-gümüş biriktirenlere (kenz), cehennemde kızdırılmış olan taşlan müjdele (haber ver) ! Bu taşlar onların göğüs uçlarına konulur, sırtından çıkar. Sırtından konulur, göğüs uçlarından çıkar. Bu olay devam edip gider" dedi. Sonra gidip direğin yanına oturdu. Ben de gittim yanına oturdum. Onun kim olduğunu da bilmiyordum. Ona "Sanırım insanlar senin söylediklerinden pek hoşlanmadı" deyince bana, "Akılları hiçbir şeye ermiyor ki!" dedi.
1408- (Yukarıdaki hadisin devamı niteliğinde)
"Dostum bana böyle buyurdu" dedi. Ben, dostunun kim olduğunu sorunca, "Dostum Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu" demiştir: "Ey Ebû Zerr! Uhud dağını görüyor musun?" dedi. Ben, hemen dönüp güneşe baktım, vakti anlamaya çalıştım, zira beni bir şey için oraya gönderecek zannettim. "Evet, görüyorum" dedim. Bunun üzerine O sallallâhu aleyhi ve sellem , "Uhud dağı kadar altınım olmasını ue üç dinar hariç hepsini İnfak etmeyi isterim" buyurdu.
Ebû Zerr şöyle demiştir: "İnsanlar akıllarını kullanmıyor. Dünya malı biriktiriyorlar. Allah'a yemin ederim ki bu dünyalarını istemiyorum, ölünceye kadar onlardan herhangi bir dini mesele de sormayacağım."
"Zekâtı verilen mal kenz değildir, çünkü hadiste, beş ukiyyeden daha azı için zekât yoktur, buyurulmuştur" başlığı ile ilgili olarak Ibn Battal ve başka bazı âlimler şöyle demiştir:
Buhârî bu başlık İçin yukarıdaki hadisi delil getirirken, genel olarak kenzi değil, sahibin: cehenneme sürükleyen ve ceza öngörülmüş bulunan özel anlamdaki kenzi kasdetmişür. Durum böyle olunca, hadis, "Beş ukıyyenin üzeri için zekât vermek gerekir" anlamına gelir. Demek ki zekâtı ödenen mal kenz olarak adlandınlamaz ve böyle kimselerin cezalandırılması da gerekmez.
İbn Reşîd de, "Beş ukiyyeden daha azı için zekât vermek gerekmez. Bu, kesinlikle kenz olarak da değerlendirilemez. Allah zekât verenleri övmüştür. Bu şekilde övgüye mazhar olan kimsenin, yine malı sebebiyle yerilmesi düşünülemez" demiştir.
Özetlemek gerekirse, zekât verilmesi farz olmayan mal kenz olarak İsimlen-dirilemez. Çünkü bu, mubah ve zekattan affedilmiş bir maldır. Zekâtı verilmiş olan mal da aynı şekildedir. Çünkü bu kimsenin de, zekâtını verdiği için mal sahibi olması hoş karşılanmıştır. Dolayısıyla elindeki mala kenz denilemez.
Hadisteki, "Bu, zekâtı farz kılan âyet inmeden önceydi" şeklindeki ifade, buradaki korkutma ve cezanın, kenz edinen kimselere, yani ihtiyacından daha fazla mal biriktiren kişilere yönelik olarak İslâm'ın ilk dönemlerinde öngörüldüğünü göstermektedir. Daha sonra fetihler vuku bulduğu için zekâtın farz kılınmasıyla birlikte bu hüküm neshedilmiş ve zekât nisapları belirlenmiştir. Buna göre zekât âyeti, zekâtı farz kılmak için değil, zekât nisap ve miktarlarını beyan etmek üzere gelmiştir. Allah (c.c) en iyisini bilir.
İbn Ömer'in, "Uhud dağ* kadar altınım olsa hiç önemsemezdim" sözü Ebû Zerr'in bu konunun sonunda yer vereceğimiz diğer bir sözünü hatırlatmaktadır.
İbn Ömer'in sözü ile Ebû Zerr hadisini şöyle uzlaştırabiliriz;
Ebû Zerr hadisi, bir kimsenin elinde olan başkasına ait mal ile ilgilidir. Dolayısıyla bunu tutması gerekmez. Ya da kendisine ait olduğu halde o kimse, devlet başkanı gibi iyilik ve İhsanda bulunması arzu edilen bir kimsedir. Dolayısıyla böyle bir kişinin ihtiyaç sahiplerine vermeyip de diğer halkı için mal biriktirmesi gerekmemektedir.
İbn Ömer'in sözü ise, mala sahip olup da bu malın zekâtını veren kimse ile ilgilidir. Bu kişi, mal ile Allah'a daha yakın olmayı ve insanlara el açmak durumuna düşmemeyi İstediği için mal sahibi olmayı arzu etmektedir.
Ebû Zerr, hadisi mutlak olarak değerlendirmekte ve hiç bir şekilde mal biriktirmeyi doğru bulmamaktadır. İbn Abdilberr'in naklettiğine göre, Ebû Zerr'den, insanın yaşayabileceği miktarın dışında mal biriktirmesinin, (Kur'ân'da) yerilmiş olan "kenz" anlamında olduğuna dair birçok söz varid olmuştur. Ona göre ceza öngören âyet de bu konuda indirilmiştir.
Fakat sahabe çoğunluğu ve daha sonraki âlimler Ebû Zerr'den farklı içtihat etmişler ve Ayetteki cezanın, zekât vermeyenlerle ilgili olduğunu belirtmişlerdir. Bu konuda tutundukları en sağlam dayanak, bedevi kıssası ile İlgili Talha İbn Ubeydullah ve diğer bazı sahâbîlerden nakledilen şu hadistir: Bedevî, "Bunun dışında bana düşen bir vazife var mı?" diye sorduğunda Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem , "Hayır, ancak nafile olarak verirsen başka" diye cevap vermiştir.
Görünen o ki İbn Ömer'den rad.yaiiâhu anhümâ nakledildiği gibi önceleri durum böyleydi. İbn Battal da buna delil olarak, "Sana (iyilik yolunda) neyi harcayacaklarını soruyorlar. De kil İhtiyaç fazlasını. [15] âyetini getirmiştir. Yani yetecek miktarı aşan kisım. Başlangıçta fazla olan kısmın infak edilmesi farz İdi. Sonra bu hüküm neshedilmiştir.
Müsned'de belirtildiğine göre Şeddâd İbn Evs babasından şöyle nakletmiş-tir. Ebû Zerr, Resûlullah'm sallallâhu aleyhi ve sellem mal biriktirmeyi sıkı bir şekilde men etttiği hadisini duyduktan sonra kabilesine dönüp gitmiştir. Daha sonra Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem bu konuda ruhsat vermiş, fakat bunu işitmediği için ilk emre tutunmuştur.
Rebeze, Mekke ile Medine arasında bilinen bir yerdir, Hz. Osman'ın halifeliği sırasında Ebû Zerr buraya çekilmiş ve orada vefat etmiştir. Bu hadiste, çekilme sebebine de yer verilmiştir. Ebû Zerr'e inzivaye çekilme sebebini Zeyd İbn Vehb sormuştur. Çünkü o dönemde Hz. Osman karşıtları-, Ebû Zerr'i uzaklaştırdığı için onun aleyhinde konuşuyordu. Ebû Zerr de bunun kendi seçimi sonucu olduğunu onlara açıklıyordu. Hz. Osman, sahip olduğu görüşten dolayı başkasına gelecek bîr mefsedeti önlemek için onun şehirden uzaklaşmasını emretmiş, Ebû Zerr de Rebeze'yi seçmiştir. Ebû Zerr, Hz. Peygamber zamanında da Rebeze'ye giderdi.
İbn Sa'd'ın "Tabakâf adlı eserinde belirtildiğine göre, Kûfe'li bir grup insan Ebû Zerr'e Rebeze'de, "Bu adam (Osman) sana yapacağını yaptı, ne dersin onu öldürelim mi?" diye sormuşlar, o da, "Hayır, Osman, benim doğu illerinden batı illerine gitmemi bile emretse ona itaat ederim" demiştir.
"İstersen biraz uzlete çekil" sözü Taberî'de şu şekildedir: Hz. Osman ona, "Yakın bir yere çekil" demiş, Ebû Zerr de, "Allah'a yemin ederim ki görüşümden asla dönmeyeceğim" diye cevap vermiştir.
"Habeşli" sözü, Verkâ'm rivayetinde "Habeşli bir köle" şeklinde zikredilmiştir. Ahmed İbn Hanbel ve Ebû Ya'la'nm nakline göre Hz. Peygamber ona, "Mescid-i Nebevî'den çıkartılırsan ne yaparsın?" diye sormuş o da, "Suriye'ye giderim" demiştir. Peygamberimiz, "Oradan da çikarülırsan ne yaparsın?" diye sorunca Ebû Zerr, "Kılıcımı çekerim" demiştir. Bunun üzerine Efendimiz saiidiâhu aleyhi ve sellem "Sana bundan daha hayırlı ve daha doğru bir yöntem göstereceğim. Onları dinlersin, itaat edersin, sevkettikleri yere de gidersin" buyurmuştur.
Doğrusu Ebû Zerr, kendisi için mal toplayıp Allah yolunda harcamayan sultanlara karşı çıkmıştır. Nevevî bu görüşün yanlış olduğunu söyler. Çünkü onun zamanındaki yöneticiler, Ebû Bekir, Ömer ve Osman gibi şahsiyetlerdir ki bunlar asla hıyanette bulunmamıştır.
Fakat buna şu şekilde cevap verebiliriz: O dönemde böyle davranan kimseler bulunmasa bile ileride bu şekilde hareket edecek kişiler kasdedilmiştir.
1. Kâfirler, İslam'ın fer'î (tikel) hükümleri ile mükelleftir. Çünkü Ebû Zerr ve Muaviye, söz konusu âyetin ehl-i kitap hakkında indiği konusunda hem fikirdir.
2. Devlet başkanlarının âlimlere olan güzel davranışı burada tezahür etmektedir. Çünkü ona karşı çıkma yoluna gitmemiş, kendisinden yöneticilik bakımından daha üstte bulunan bir kimseye mektup yazmayı tercih etmiştir. Hz. Osman da, ondan farklı düşünse bile Ebû Zerr'e kızmamıştır.
3. Bu hadiste, devlet başkanına karşı gelmeme ve ayaklanmama yönünde bir uyarı, itaat noktasında da bir teşvik bulunmaktadır. Mefsedete yol açma endişesinden dolayı faziletli kimselerin, daha az faziletli de olsa halifeye itaat etmesi emredilmiştir.
4. Farklı içtihatlarda bulunmak caizdir.
5. Yaşanılan bölgenin değiştirilmesine sebep olsa bile emr-i bil ma'ruftan ayrılmamak gerekir.
6. Kötülüğün önlenmesi, maslahat getiren şeye göre daha önceliklidir. Ebû Zerr'in Medine'de kalmasında, ilmini öğretmesi bakımından büyük bir maslahat bulunmakla birlikte Hz. Osman, söz konusu meselede Ebû Zerr'in görüşünün benimsenmesinin ortaya çıkarabileceği mefsedeti önlemeyi tercih etmiş, ondan, görüşünden dönmesini istememiştir. Çünkü onların her biri birer müctehid idi. .
Hadisteki, "Onun kim olduğunu bilmiyordum" ifadesi konusunda Müslim, Ahnef yoluyla Huleyd el-Asrî'den şöyle bir ilave zikretmiştir.
Ahnef, "Bu kim?" diye sordu.
Etraftakiler onun Ebû Zerr olduğunu söylediler.
Ahnef şöyle dedi: Ona doğru yöneldim ve "Senden neler işitiyorum, neler diyorsun?" diye sordum.
Ebû Zerr de, "Ben sadece Peygamber'den sallallâhu aleyhi ve sellem işittiklerimi söyledim" dedi.
1409- îbn Mes'ûd Resûlullah'ı sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyururken işitmiştir: "Şu iki kimse dışında hiçbir kimseye gıpta edilmez. Bunlardan birincisi; Allah'ın kendisine ma! verdiği ue bu malı hakk yolda harcayan kimsedir, ikincisi ise, Allah'ın kendisine hikmet verip buna göre hüküm veren ve bunu (insanlara) öğreten kimsedir."
Buhârî burada konu başlığı ile uyumlu, malı yerinde harcamayı teşvik eden hadis zikretmiştir. Bu da, mal biriktirmeyle ilgili cezanın, zekât vermeyen lere yönelik olduğuna dair en güçlü delillerden biridir. "Uhud dağı kadar altın hadisi ise daha efdal olanı gösterir. Çünkü her ne kadar mal toplamak
ıbah olsa bile kişi bundan sorumludur. Malı biriktirmemek daha güvenli bir Idur. Malın hesabını vermek tehlikeli ve risklidir.
Mal edinip doğru yerlerde harcamayı teşvik eden rivayetler, helalinden ka-ıma ve hesabını verme konusunda güvenilir kişilerle ilgilidir. Çünkü infak iği zaman bunun sevabını kazanmaktadır. Hiç bir maiı olmayanlar ise bu se-elde edemezler. Nitekim bir hadiste, "Zenginler sevapları aldı götürdü" ifası geçmektedir.
Zeyn İbnü'l-Müneyyir şöyle demiştir:
Bu hadis, malın tamamının hayır ve güzellik yolunda harcanmasının caiz gösterir. Fakat bu, mirasçıların mahrum bırakılması gibi İslâm'da ya danan durumlara yol açmayacak şekilde olmalıdır.
"Ey iman edenler! İnsanlara gösteriş için malını verip Allah'a ve âhiret gü-ıe inanmayanlar gibi, başa kakarak ve eziyet vererek sadakalarınızı boşa armayın. Onun durumu, üzerinde biraz toprak bulunan şu kayaya benzer ki, detli bir sağanak indiğinde (üstündeki toprağı silip süpürerek) onu sert bir taş inde bıraktı. (Böyleleri), kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah ir topluluğa hidayet vermez.[16]
İbn Abbas, "sert bir taş" şeklinde tercüme edilen "sald" kelimesinin, "üzerin-hiç bir şey bulunmayan kaya" anlamında olduğunu belirtmiştir.
Sadaka verirken gösteriş yapmak" başlığı ile ilgili olarak Zeyn İbnü'l-Müneyyir şöyle der: Buharı bu başlığı seçmek suretiyle gösterişin sadakayı boşa Çıkardığını ifade etmek istemiş olabilir. Bunu, sadece insanların övgüsünü kazanmak için verilen sadakalara yormak da muhtemeldir.
Yukarıda mealini verdiğimiz âyetle ilgili olarak Zeyn İbnü'l-Müneyyir şöyle der:
Bu âyetle şu şekilde bir delil getirilmektedir: Allah, sadaka verirken ya da daha sonra başa kakmayı ve eziyet vermeyi, amelinin karşılığında hiçbir şey bulamayacak olan gösterişçi kâfirin yaptığı İnfaka benzetmiştir. Müslüman bir kimsenin, gösteriş yaparak sadaka vermesi, eziyet vererek sadaka vermesinden daha çirkindir. Verilen sadakayı boşa çıkarma bakımından, kâfirin gösterişle yaptığı infaka benzetilmesi daha güzeldir.
İbn Reşîd ise şöyle demektedir: "Buhârî, başlıktan sonra sadece âyeti zikretmekle yetinmiştir. Benzeyen, kendisine benzetilenden daha kapalı olur. Daha açık hale gelsin diye, hemen anlaşılamayan kapalı şeyler daha açık olanlara benzetilir. Kâfirlerin gösteriş için yaptıkları infakın boşa gitmesi açık bir durumdur. Bu duruma, aynı hükmü doğurduğu için başa kakma ve eziyet verme suretiyle verilen sadakalar benzetilmiştir. Yani her iki grubun durumu, amellerinin boşa gitmesi bakımından aynıdır."
Diğer yandan başa kakan kimsenin durumunun, gösterişle infakta bulunana benzetilmesi de uzak bir ihtimal değildir. Çünkü sadaka veren kişi, başa kaktığı zaman onun Allah rızası için vermediği ortaya çıkar. Eziyet verenin durumu da, imanını kaybeden münafığa benzer. Çünkü eziyete uğrayan kişiye arka çıkacak biri olduğunu bildiği zaman sadaka veren kişi ona eziyet etmeyecektir. Buna göre, gösterişçinin durumu, başa kakan ve eziyet verenden daha kötüdür.
Özetle, kendisine benzetilen benzeyenden daha güçlüdür. Gösteriş, sadakayı boşa çıkarmada daha güçlü olduğu için, başa kakma ve eziyet verme durumu da buna benzetilerek anlatılmıştır.
Allah Teâlâ sadece helal kazançtan verilen (sadakayı) kabul eder. Çünkü Rabbimiz, "iyi ve güzel bir söz ile bağışlama, arkasından incitme (eziyet, başa kakma ue serzeniş) gelen bir sadakadan daha iyidir. Allah zengindir hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, acelesi de yoktur [17] buyurmuştur.
"Allah faizi tüketir (faiz karışan malın bereketini giderir), sadakaları ise bereketlendirir. Allah, küfürde ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez. İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekât verenler var ya, onların mükâfatlan Rableri katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler.[18]
1410- Ebû Hüreyre'den radıyaiiâhu anh nakledildiğine göre Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Kim helal yoldan kazandığı maldan bir hurma değeri kadar tasadduk ederse, -ki Allah sadece helal malı kabul eder- Allah bunu sağ eliyle kabul eder (tasadduk edilen şeye değer verir), sonra onu sahibi için, tıpkı memeden aynlân bir tayı itina ile yetiştirip büyüttüğünüz gibi, bir dağ büyüklüğünde oluncaya kadar büyütür.[19]
(7.) başlıkta zikredilen âyetteki ifadesi, "güzel karşılıkta bulunma ifadesi ise "dilenci eğer rahatsızlık vermiş ise onu affetme" olarak yorumlanmıştır.
Bir görüşe göre, güzel karşılık verdiği İçin Allah tarafından yapılan bir bağışlamadır. Diğer bir görüşe göre ise, bağışlama, kendisini güzel bir şekilde karşıladığı için, istekte bulunduğu kişiye karşı, dilenen kişi tarafından yapılır. İkinci görüş daha açıktır.
Âyetin ilk akla gelen anlamına göre, doğru bir şekilde verilen sadakadan sonra başa kakma ve eziyet verme gibi bir davranışa girilirse sadakanın sevabı kalmaz. Fakat şöyle demek de mümkündür: Belki de sadakanın kabul edilmesi, peşinden başa kakma ve eziyet verme gelmemesine bağlıdır.
"Haksız yolla elde edilen maldan yapılan sadaka kabul edilmez" ifadesi, insanları aldatarak mal kazanan kimse üzerindeki borcun, ancak söz konusu malı hak sahiplerine iade etmesi halinde düşeceğini, hak sahiplerini bilmiyorsa bu malı tasadduk etmesinin onu borçtan kurtarmayacağını gösterir. Çünkü bu, zenginlerin hakkıdır. Hak sahiplerinin kim olduğu bilinemiyorsa, haksız yolla mal elde eden kişinin bu malı başkalarına tasadduk etme hakkı yoktur.
Hadiste "tay"a benzetme yapılmıştır. Çünkü sadaka da amelin ürünü/yavru-sudur. Yavruyu terbiye etmek için en uygun zaman sütten kesildiği vakittir. Bu sırada ona güzel bir şekilde bakılırsa ulaşabileceği en üst gelişim seviyesine gelir. İşte insanın yaptığı ameller, özellikle de verdiği sadakalar böyledir. Çünkü kul helalinden kazanıp bu kazançtan tasadduk ettiği zaman sadakası, Allah'ın inayeti altına girer, sadakası, hurma ile dağ arasındaki orantıya göre, gelişebileceği en üst noktaya kadar katlanır gider.
el-Mazeri şöyle der: Bu ve benzeri diğer benzetmeler, muhatapların anlayabileceği şekilde yapılmıştır. Bu nedenle sadakanın kabul edilmesi için "sağ el" tabiri kullanılmıştır. Mükafatının kat kat artması için de "atın terbiye" edilmesi ifadesine yer verilmiştir.
Kadı lyâz şöyle demiştir: Bir şeyden hoşlanildığı zaman sağ el ile karşılanır ve sağ el ile alınır. Bundan dolayı "sağ el" kabul etme anlamında istiare olarak kullanılmaktadır. Yoksa "sağ el ile alma" gerçek anlamında değildir.
Tirmîzî "ei-Câmî' adlı eserinde şu değerlendirmeyi yapar:
Ehl-i Sünnet ve'I-Cemaat âlimleri, "Biz bu hadislere iman ederiz, bundan dolayı her hangi bir teşbih tevehhümüne kapılmayız ve bunun nasıl olduğunu da sormayız" demiştir. İmam Malik, İbn Uyeyne, İbnü'l-Mübarek ve diğer bazı âlimler de aynı kanaattedir. Cehmiyye İse bu gibi rivayetleri reddetmektedir.
Cehmiyye'ye yönelik cevaplarımız "Tevhİd" bölümünde yer almaktadır.
1411- Harise îbn Vehb şöyle demiştir: Resûlullah'ı sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyururken işittim: "Sadaka veriniz. Çünkü öyle bir zaman gelecek ki kişi elinde sadakasınla dolaşacak, fakat kabul edecek kimse bulamayacak. Sadaka vermek istediği kişi, "Eğer dün gelseydin kabul ederdim, fakat bugün ona ihtiyacım kalmadı" diyecek.[20]
1412- Ebû Hüreyre'den radıyaiiâhu anh nakledildiğine göre Hz. Peygamber s*hu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Mallar çoğalıp taşmadıkça kıyamet kop-mayacaktır. Hatta mal sahibinin zihnini, sadakasını kabul edecek birini bulup bulamayacağı meşgul edecek, böyle bir kimse bulup ona sadakayı teklif ettiği zaman, o kimse, "İhtiyacım yok" diyecektir."
1413- Adİy İbn Hatim şöyle anlatır: Resûlullah'm sallallâhu aleyhi ve sellem yanında bulunuyordum. İki kimse geldi. Bunlardan biri fakirlikten, diğeri yol kesicilik-ten şikayet etti.
Bunun üzerine Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle cevap verdi: "Yol kesidlik meselesine gelince; az bir zaman sonra ticaret kervanları, yanlarında her hangi bir yol muhafızı (dahî) bulundurmadan Mekke'ye kadar (emniyet içinde) gelecektir. Fakirliğe gelince; kişi elinde sadakası ile kapı kapı dolaşıp sadakayı kabul edecek kimse bulamayacağı bir zaman gelmedikçe kıyamet kopmayacaktır. Sonra, siz aranızda her hangi bir perde bulunmadan Allah'ın huzuruna çıkacaksınız, tercüme yapacak bir tercümana da gerek olmayacak. Allah size, "Size mal verilmedi mi?" diye soracak, o da, "Evet verildi" diyecek, Allah, "Size peygamber gönderilmedi mi?" diyecek, o da, "Evet gönderildi" diye cevap verecek. Daha sonra sağma bakacak cehennemden başka bir şey göremeyecek, soluna bakacak yine Öyle. O halde, yarım hurma ile bile olsa (sadaka vererek) cehennemden korunun. Bu da yoksa güzel söz söyleyin.[21]
1414- Ebû Musa'dan nakledildiğine göre Hz. Peygamber saüaiiâhu aleyhi şöyle buyurmuştur:
"insanlar için öyle bir zaman gelecek ki kişi, elinde altın sadaka vermek amacıyla dolaşıp duracak fakat bunu alacak hiçbir kimse bulamayacak. Diğer yandan kadın çokluğu ve erkek azlığı sebebiyle kırk kadının bir erkeğin himayesine girdiği görülecek."
Zeyn İbnü'l-Müneyyir şöyle der: Buhârî'nin, "sadakaların kabul edilmediği bir zaman gelmeden önce sadaka vermek" başlığını tercih etmedeki gayesi, insanları sadaka vermeyi ertelemeden sakindırmaktır. Çünkü erken sadaka verildiği zaman bu sadaka yukarıda bahsedildiği gibi büyük bir gelişme göstermekte ve artmaktadır.
Diğer bir açıklama da şöyledir: Çünkü sadakayı erteleme kimi zaman onu tabul edecek kimselerin bulunmamasına da yol açabilir. Zira sadaka ile gözetilen amaç ancak bunun, İhtiyaç sahiplerine ulaşması halinde gerçekleşir. Burada doğru sözlü olan (Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sdiem) ileride, zenginin sadaka verebileceği bir fakir bulamayacağı bir zaman geleceğini haber vermiştir.
Belki şöyle bir itiraz akla gelebilir: Sadakaları kabul edecek bir kişi bulamasa bile sadaka vermeye niyet etmekle sevap kazanır.
Buna şöyle cevap verebiliriz: Sadaka veren kişi, hem sadaka verdiği için hem de niyetinden dolayı sevap kazanır. Niyet edip de sadaka kabul edecek kimse bulamayan ise sadece niyetinden dolayı sevap kazanır. Birincisi ikincisinden daha kazançlı bir durumdadır.
Hadiste, "Fakat bugün ihtiyacım yok" şeklinde ifade edilen olay, kıyametin yaklaştığı, malların dolup taştığı bir zamanda vuku bulacaktır. Nitekim İbn Battal da bu görüştedir. Buhârî bu konuya "Fiten" konusunda yer vermiştir.
"İhtiyacım yok" ifadesi ile ilgili olarak Ibnü't-Tîn şöyle demiştir: Bu olay, Hz. İsa'nın yeryüzüne inmesinden sonra meydana gelecektir. Bu sırada yer bütün bereketini ortaya koyacaktır, bir nar, bir hane halkını doyuracak ve yeryüzünde hiç bir kâfir kalmayacaktır.
"Allah'ın rızasını kazanmak ve ruhlarındaki cömertliği kuvvetlendirmek için mallarını hayra sarfedenlerin durumu, bir tepede kurulmuş güzel bir bahçeye ben-»ki, üzerine bol yağmur yağmış da iki kat ürün vermiştir. Bol yağmur yağmasa Ne bir çisinti düşer (de yine ürün verir). Allah yaptıklarınızı görmektedir.[22]
1415- İbn Mes'ûd şöyle anlatır: Sadakayı emreden âyet nazil olduğu zaman biz {sadaka verebilmek için) hammallık yapardık. Bu arada bir kişi geldi ve çok miktarda sadaka verdi. Etraftakiler, "Bu adam gösterişçidir" dediler. Başka bir kişi geldi ve bir sa' kadar sadaka verdi. Bu sefer de "Allah'ın bu bir sa'a ihtiyacı yoktur" dediler. Bunun üzerine bu âyet nazil olmuştu: [23]
"Sadakalar hususunda, müminlerden gönüllü verenleri ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanları çekiştirip onlarla alay edenler var ya, Allah işte onları maskaraya çevirmiştir. Ve onlar için elem verici azap vardır.[24]
1416- Ebû Mes'ûd el-Ensârî şöyle anlatır: Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bize sadaka vermemizi emredince (mâlî durumu yeterli olmayanlardan) İçimizden biri çarşıya gider hammallık yapar ve bir miktar kazanıp bunu tasadduk ederdi. Şimdi bu şekilde yapanlardan bir kısmının, yüz binlerle ifade edilebilecek kadar malı bulunmaktadır.
1417- Adiy bin Hatim radıyaüâhu anh Rasûlullah'ın saiiaiiahu aleyhi ve selem şöyle bu-yurduğunu işittim demiştir: "Yarım hurmayla bile olsa cehennemden korunun."
1418- Hz. Aişe şöyle anlatır: Bir şeyler istemek üzere .yanıma, iki kızıyla birlikte bir kadın geldi. Bende bir hurmadan başka bir şey yoktu. Bunu ona verdim. Kadın hurmayı kızlarına paylaştırdı ve kendisi hiç bir şey yemedi. Sonra kalktı ve gitti. Daha sonra Resûlullah saiiaiiahu aleyhi ve sellem geldi. Olan biteni ona. anlattım. Bunun üzerine o, "Kim şu hz çocukları yüzünden bir sıkıntıya maruz kalırsa bu, onun için cehenneme karşı bir perde olur" buyurdu.[25]
Konu başlığı ile ilgili olarak Zeyn İbnü'l-Müneyyir şöyle demiştir:
Buhârî burada hadis ve âyeti bir arada zikretmiştir. Çünkü her ikisi de az olsun çok olsun sadaka vermeye teşvik etmektedir. Çünkü "mallan" ifadesi, az ya da çok bütün malları kapsar. "Müslümanın malı ancak gönül hoşnutluğu ile olursa helal olur" hadisi de bunu destekler niteliktedir. Çünkü burada da az ya da çok hepsini kapsamaktadır. Gönül hoşluğu ile olmaması halinde az olan malın helal, çok olan malın haram olacağını söyleyen her hangi bir âlim de yoktur. "Yarım hurma ile bile olsa cehennemden korunun" ifadesi de yine hem azı hem de çoğu içerir. Ayet de aynı şekilde azı ve çoğu içine almaktadır. Ayette, az sadaka, çiğ isabet eden; çok sadaka ise yağmur yağan bahçeye benzetilmiştir.
Çok miktarda sadaka veren kimse Abdurrahman İbn Avf'tır. Verdiği miktar dört ya da sekiz bin (dirhem) İdi. Bir sa' tasadduk eden kimse de, Ebû Akfl'dir. Bu bir sa'ı, kuyudan halatla su çekme karşılığında kazanmıştı. "Etraftakiler"den kasıt, Ma'teb İbn Kuşeyr ve Abdurrahman İbn Nebtel'dir.
Ayet mealinde, "alay edenler" şeklinde verdiğimiz ifadesi, "ayıplayanlar" anlamında kullanılmıştır.
"Bunlardan bazılarının şu an, yüz binlerle ifade edilebilecek servetleri vardır" ifadesi ile söz konusu kimselerin, önceki yoklukları ile, fetihler sebebiyle ulaştıkları varlıklı durumlanna işaret edilmiştir. Yokluk içinde olmalarına rağmen onlar yine de bulabildiklerini tasadduk ediyordu. Hadis, az olsun çok olsun sadaka vermeye teşvik etmekte, verilen sadakayı küçük görmemeyi öğütlemektedir. Az sadakanın, kişiyi cehennemden koruyacağı ifade edilmektedir.
Kim bu kızlar sebebiyle sıkıntıya maruz kalır da onlara güzel davranırsa bu, onun için cehenneme karşı bir perde olur" hadisinin, konu başlığı İle ilgisi şudur: Bu olaydaki anne, hurmayı İkiye bölüp kızlarına vermiş ve bunun karşılığında "Kendisini cehennemden koruyacak perde elde eder" sözünün kapsamına girmiştir.
Hz. Âişe'nin radıyaiiâhu anhâ fiili ile konu başlığının ügisi, "az miktarda sadaka" vermiş olmasıdır. Diğer yandan Hz. Âişe'nin davranışı, âyetteki, "güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanlar" kapsamına da girmektedir. Burada ayrıca Hz. Âişe'nin sadaka verme konusunda yoğun gayretini de görmekteyiz. Çünkü o, Hz. Peygamber'in sallallâhu aleyhi ve setlem, "Yarım hurma bile oisa hiçbir kimse yanından (boş) dönmesin" tavsiyesine tutunmaktaydı.
"Herhangi birinize ölüm gelip de, "Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam" demesinden önce size verdiğimiz nzıktan infak edin.[26]
"Ey iman edenler! Artık, kendisinde atış-veriş, dostluk ve kayırma bulunmayan gün (kıyamet) gelmeden önce, size verdiğimiz nzıktan hayır yolunda harcayın. Gerçekleri inkâr edenler elbette zalimlerdir.[27]
1419- Ebû Hüreyre radıyaiiâhu anh şöyle anlatır:
Resûlullah'a sallallâhu aleyhi ue seüem bir kimse geldi ve "Ey Allah'ın Resulü! Sevabı en büyük sadaka hangisidir?" diye sordu. Bunun üzerine Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem , "Sıhhatli ve cimri iken, fakirlik korkusu içine düşmüş bir durumda, zengin olma emelleri taşırken yaptığın sadakadır. Şu mal, falana, bu falana deyip, can boğaza gelinceye kadar sadaka vermeyi erteleme. O sırada zaten malın başkalarının olmuştur" buyurmuştur.[28]
Zeyn İbnü'l-Müneyyir şöyle der:
Zikredilen âyetin konu başlığı ile ilgisi şudur: Ayet, hiç ecel gelmeyecekmiş gibi düşünüp uzun vâdede gerçekleşecek emellerle meşgul olarak infakta bulunmayı ertelememe konusunda uyarı yapmakta; ölüm gelmeden önce sadaka vermeye teşvik etmektedir.
Hadiste geçen "sıhhatli" ifadesinden kasıt, kişinin, ölüm hastalığı gelip hayattaki arzularından el etek çekmeden önceki sağlıklı dönemdir. Zaten hadisin son kısmında yer alan, "can boğaza gelinceye kadar erteleme" ifadesi de buna işaret etmektedir. Cimrilik gibi bir engel bulunmasına rağmen, nefis mücadelesi yapıp sadaka vermek, sadaka veren kişinin samimi olduğunu ve Allah'ın rızasını talep ederek böyle bir davranışta bulunduğunu gösterir. Bu da ölüm gelip çattıktan sonra yapılan tasadduktan daha faziletlidir. Burada, verilen sadakayı faziletli kılan, kişinin cimriliği değil, buna rağmen hayırda bulunmuş olmasıdır.
Hadisteki, "sadaka vermen" anlamındaki Jjuaî 0Î ifadesi hakkında Hattâbî şöyle demiştir: Ölüm hastalığı (marazı mevt) kişiyi, malı hakkında bazı tasarruflar bakımından kısıtlar. Bir kimsenin, ölüm hastalığında gösterdiği cömertlik, ondaki cimriliği ortadan kaldırmaz. Bundan dolayı cimrilik için sıhhatli olma şart koşulmuştur. Çünkü kişi, bu iki halde iken yaşamaya devam etme arzusu içinde olduğu için mal onun kalbinde bir etki bırakır. Bu sebeple fakiılik onu korkutmaktadır.
İbn Battal ve diğer bazı âlimler şöyle demiştir: Cimrilik genellikle sıhhatli iken görülen bir durum olduğu için böyle bir dönemde yapılan sadakada, en samimi niyetler ve en büyük ecirler vardır. Fakat hayattan umudunu kesmiş ve malın artık başkalarına geçmek üzere olduğunu gören kişi böyle değildir.
1420- Hz. Âişe'den rad.yaiiâhu anhâ rivayet edildiğine göre Resûlullah'ın sallallâhu aleyhi ve sellem hanımlarından bazıları ona, "Size hangimiz daha çabuk ulaşacak?" diye sordular. Hz. Peygamber saiiatiâhu aleyhi ve sellem , "EH en uzun olanınız" diye cevap verdi. Bunun üzerine Efendimiz'in sallallâhu aleyhi ve sellem hanımları, bir kamışla, kollarını ölçmeye başladılar. En uzun kollu olan Şevde idi. Daha sonra anladık ki bu sözden kasıt "cömertlik" idi. O, hepimizden önce Resûiullah'a sallallâhu ateyhi ve sellem kavuştu. O sadaka vermeyi severdi.
Bu hadisin öncekilerle ilgisi şudur: Bu hadis, gücü yeterken, çokça sadaka vermenin ve başkasını kendine tercih etmenin, Resûlullah'a sallallâhu aleyhi w sellem kavuşma sebebi olduğunu ifade etmektedir. Bundan daha büyük fazilet olamaz. Zeyn İbnü'l-Müneyyir de bu hususa işaret etmiştir.
Ibn Reşîd, hadisin, önceki hadislerle ilgisi konusunda şöyle der: Uzun elli olmakla kasdedilen Resûlullah'a sallallâhu aleyhi ve sellem kavuşturmayı gerektiren bir şeydir. Bu da ancak kişi sıhhatli iken sürekli yapması halinde gerçekleşebilecek bir durumdur.
Hadisteki, "Daha sonra anladık ki" ifadesi, Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem vefat ettikten sonra anlamında kullanılmıştır.
Hadisteki, "Bizim en hızlımız idi" ifadesi hakkında İbn Battal şöyle demiştir:
Bu hadiste, Hz. Zeynep'ten bahsedilmemesi bir eksikliktir. Çünkü siyer alimleri Peygamberimiz'den sallallâhu aleyhi ve sellem sonra ilk vefat eden hanımının Zeynep olduğu görüşünde hem fikirdirler. Doğrusu, "Zeynep bizim en hızlımız idi" ifadesidir. Yukarıda geçen hadislerde "zamir"in Sevde'ye ait gibi olması, bu yorumu biraz bulandırmaktadır.
Hafız Ebû Ali es-Sadefî'nin yazmasında şöyle bir ifade okudum:
Bu hadisten ilk anlaşılan Resûlullah'a sallallâhu aleyhi ve sellem ilk ulaşanın Şevde olduğudur. Bu, ilim ehlinin bilgisi ile bağdaşmamaktadır. Çünkü Hz. Peygam-ber'den sonra ilk vefat eden Zeynep idi. İmam Malik'in naklettiğine göre Vakıdî de, Âişe binti Talha'dan gelen rivayetin bu görüşü güçlendirdiğini belirtmiştir.
İbnü'l-Cevzî şöyle der: Bu, râvîler tarafından hatalı rivayet edilen bir hadistir. Buhârî'nin, Sahih-i Buhârî üzerine "ta'likât" çalışması yapan diğer âlimlerin böyle bir hataya dikkat çekmemiş olması, Hattabî'nin bunun yanlış olduğunu bilememesi gerçekten şaşılacak bir durumdur. Çünkü Hartabî bu olay hakkında, "Sevde'nin Hz. Peygamber'e (ilk olarak) kavuşması peygamberlik alâmetlerinden biridir" şeklinde bir yorumda bulunmuştur. İlk kavuşanın Şevde olması bir vehimden ibarettir. Doğrusu Zeynep'tir. Çünkü sadaka verme bakımından en ileri durumda olan Zeynep idi. Nitekim Müslim'in rivayetinde, "Bizim içimizde en uzun kollu olan (en cömert) Zeynep idi. O, çalışır ve tasadduk ederdi" şeklinde geçmektedir.
Hâkim en-Neysâbûri'nin "el-Müstedrek" adlı eserinde Hz. Âişe'den radıyaiiâhu anhâ naklettiği şu rivayet de bu görüşü destekler niteliktedir:
"Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem hanımlarına, "EH en uzun olanınız, bana en erken kavuşacak olanınızdıf buyurmuştur. Hz. Aişe şöyle demiştir: "Resûllah'ın sallallâhu aleyhi ve sellem vefatından sonra hangimizin odasında toplansak ellerimizi duvara doğru uzatır ölçerdik. Zeynep binti Cahş vefat edene kadar bu olay devam etti. Zeynep en uzunumuz olmadığı gibi kısa bir kadındı. Bundan sonra anladık ki Hz. Peygamber "uzun elli olmak" ile sadaka verme konusunda cömertliği kasdetmişti. Zeynep, eli maharetli bir kadındı. Deri tabaklar, inci deler ve Allah yolunda infak ederdi." Hâkim, bu hadisin, Müslim'in şartlarına uygun olduğunu belirtmiştir.
Bu hadisin, peygamberlik alâmetlerinden olduğu açık bir durumdur.
"Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık hayra sarfedenler var ya, onların mükâfatlan Allah katındadır. Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmezler.[29]
Ebû Hüreyre'nin rivayetine göre Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sdkm şöyle buyurmuştur: (Hiçbir gölgenin bulunmadığı bir günde arşın gölgesine girebilecek kimselerden bahsederken) "Ve sağ elinin verdiğinden sol elinin haberi olmayacak şekilde gizlice sadaka veren kimse."
Ayette ise şöyle buyurulmuştur: "Eğer onu (sadakaları) fakirlere gizlice verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.[30]
Yukarıda zikredilen hadis ve âyet, gizli verilen sadakanın daha faziletli olduğuna dair en güçlü delillerdendir. Tabii ki âyet bu konuda daha açıktır. Fakat âlimlerin çoğu, bu âyetin nafile olan sadakalar hakkında olduğu görüşündedir.
Taberî ve diğer bazı âlimler, farz olan zekâtı açıktan; nafile sadakayı da gizli vermenin daha faziletli olduğu konusunda icma bulunduğunu nakletmektedir.
Yezîd İbn Ebû Habîb bu görüşün aksine şöyle demiştir:
"Bu âyet, Yahudi ve Hıristiyanlar'a verilen sadaka hakkında nazil olmuştur. Ayetin anlamı şudur: Ehl-i kitaba açık olarak verirseniz sizin İçin bu bir fazilettir. Eğer kendi fakirlerinize (Müslümanlara) gizlice verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, genel olarak sadakanın gizli verilmesini emrederdi."
Ebû İshak ez-Zeccâc'ın naklettiğine göre, Peygamberimiz zamanında zekâtı gizlice vermek daha faziletli idi. Daha sonra zekâtı gizli verenler hakkında sû-i zanda bulunulmaya başlandı. Bundan dolayı zekâtı açıktan vermek daha faziletli oldu.
İbn Atıyye şöyle der: "Bana öyle geİiyor ki, bugün farz olan zekâtı gizlice vermek daha faziletlidir. Çünkü zekât vermeyenler hayli arttığı için zekât verenler gösterişe düşmekle karşı karşıya geldiler."
Selef, zekâtlarını, zekât memurlarına veriyordu. Dolayısıyla zekâtını gizlice veren, zekât vermemiş olma töhmeti altında kalıyordu. Bugün ise herkes zekâtını kendisi veriyor. Dolayısıyla bugün gizlice vermek daha faziletlidir.
Zeyn İbnü'l-Müneyyir şöyle demiştir: Gizli ya da açık vermeden hangisinin daha faziletli olduğu durum ve şartlara göre değişir demek uzak bir görüş değildir. Örneğin devlet başkanı zalim ise zekât mükellefi de gizli vermeye meyletmiş ise gizlice vermek daha güzeldir. Eğer nafile olarak sadaka veren kişi, toplumda örnek alınan bir kimse konumunda ise niyetini halis tutarak açıktan vermesi daha güzel olur. Allah (c.c) en iyisini bilir.
1421- Ebû Hüreyre'den radıyallâhu anh rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallâhu ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Bir kimse sadaka vereceğine dair yemin etti. Sonra (geceleyin) gitti dakasmı (bilmeden) bir hırsıza verdi. Sabah olduğunda insanlar, 'Hırsıza daka verilmiş' diye konuşmaya başladılar.
Bu kişi, Allah'ım! Hamd sana mahsustur. Yemin olsun ki senin için bir daka vereceğim' dedi. Sadakasını götürdü, (bilmeden) zina eden bir kadına rdi. Sabah olunca İnsanlar, 'Zina eden kadına sadaka verilmiş' diye konuşmaya başladılar.
Adam, 'Allah'ım! Sana hamdederim. Yemin ederim ki bir sadaka vereceğim' •di. Sonra gitti, sadakasını (farkına varmadan) zengin bir kimseye verdi. Sabah unca insanlar, 'Zengin bir kişiye sadaka verilmiş' diye konuşmaya başladılar.
Adam, Allah'ım! Bütün hamdler sana mahsustur. Hırsıza, zina eden kadına zengine (sadaka vermiş oldum).' dedi.
Daha sonra ona biri geldi ve dedi ki: Hırsıza sadaka verdin. Umulur ki artık \ptığı hırsızlıktan utanır da vazgeçer. Zina eden kadına sadaka verdin. Belki o iffetli olur da yaptığı kötü fiili terkeder. Zengine sadaka verdin. Umulur ki o bundan ibret alır da Allah'ın ona verdiği nimetlerden infak eder."
Bu başlık ile kasdedilen, bilmeden zengine sadaka verilirse bu sadakanın skbul sayılmasıdır.
Hadisteki, "Bütün hamdler sana mahsustur" ifadesini şu şekilde anlamak gerekir: Burada edilen hamd, hak etmeyen birine sadaka verildiği İçin değil, bu işin, Allah'ın iradesiyle olmasından dolayıdır. Çünkü Allah'ın irade ettiği her şey güzeldir.
"Ona biri geldi" şeklinde tercüme ettiğimiz bunu onun rüyada gördüğünü söylemiştir.
Hadîs, o dönemde sadakanın, iyi İnsanlardan İhtiyaç sahiplerine mahsus olduğunu göstermektedir. Bundan dolayı insanlar, sayılan üç kişiye sadaka verilmesine hayret etmişlerdir.
Bu hadise göre, sadaka veren kimsenin niyeti doğru olduktan sonra yerini bulmasa bile verilen sadaka makbuldür.
Fakihler, bunun, farz olan zekât olması halinde sorumluluğu ortadan kaldırıp kaldırmayacağı konusunda görüş ayrılığı içindedir. Hadis, bu noktada kesin bir hüküm taşımamaktadır. Bundan dolayı Buhârî konu (bâb) başlığı seçerken kesin bir hüküm verme yoluna gitmemiştir.
Bu hadis, sadaka verirken ihlash olmanın ve gizli vermenin faziletini, eğer yerini bulmamış ise yeniden sadaka vermenin müstehap olduğunu gösterir. Aksi ortaya çıkana kadar hüküm zahire göre verilir. Hadiste Allah'a teslim olmanın ve hükmüne rıza göstermenin bereketine işaret bulunmaktadır. Ayrıca hadis, Allah'ın yazmış olduğu kader ve kazadan rahatsızlık duymanın da yerilen bir davranış olduğunu gösterir. Nitekim seleften bazı alimler de "Kabul edilmediği bilinse bile hizmet bırakılmaz" demiştir.
1422- Ebu'l-Cüveyriye'den nakledildiğine göre Ma'n İbn Yezîd şöyle anlatır:
Ben, babam ve dedem Resûlullah'a sallallâhu aleyhi ve sellem bey'at vermiştik. Beni O saibiiâhu aleyhi ve sellem nişanladı ve nikahımı kıydı. Birgün Efendimiz'e bir dava arzettim. Babam (Yezîd), kendisi için tasadduk etsin diye mesciddeki bir adama bir miktar dinar verdi. Gittim, dağıtılan dinarlardan ben de aldım babamın yanma geldim. Babam, "Vallahi, ben onları senin için bırakmadım" dedi.
Ben de bu olayı Resûlullah'a sallallâhu aleyhi ve sellem dava ettim. Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem , "Ey Yezid! Sana niyetinin karşılığı (olarak sevap) vardır. Ey Ma'n! Aldığın da sana aittir" buyurdu.
Konu başlığı ile ilgili olarak, Zeyn İbnü'l-Müneyyir şöyle demiştir:
Burada, kısa olsun diye "farkında olmadan oğula sadaka verilirse" denilerek bırakılmıştır. Başlığın uzun hali, "farkında olmadan oğula sadaka verilirse bu caizdir" şeklindedir. Çünkü farkında olmadığı için oğİu, o sadaka açısından tıpkı üçüncü bir şahıs gibi olmuştur.
Hadisin, konu başlığı ile ilgisi şudur: Bu olayda, Yezid kendisi adına sadaka vermesi için dinarı bir kimseye vermiş, bundan dolayı her hangi bir kısıtlama (hacr) ile de karşılaşmamıştır. Oysa sadakanın, oğlunun eline geçmesine sebep olan da kendisidir.
"Nişanladı ve nikahımı kıydı" İfadesi, "Benim İçin evlilik teklifinde bulundu ve olumlu yanıt alındı" anlamındadır.
"Bir adama bir miktar dinar verdi" : Kendisi için tasadduk etmek üzere dinar bırakılan kimsenin ismini bulamadım. Burada kullanılan sözün tam hali şöyle olmalıdır: Dinarları bıraktı ve ona, ihtiyaç sahiplerine tasadduk etmesi için genel bir izin verdi.
Gittim, dağıtılan dinarlardan ben de aldım" ifadesi, zorla değil, o adamın izni ile aldım şeklinde anlaşılmalıdır.
Vallahi ben onları senin için bırakmadım" ifadesi şu şekilde anlaşılabilir:
Eğer sana vermek isteseydim, hiç bir kimseyi vekil tayin etmeksizin doğrudan verirdim."
Muhtemeldir ki baba, o sırada kendi çocuğuna verilen sadakadan dolayı cevap alınamayacağını düşünüyordu. Ya da üçüncü şahıslara verilen sadakanın daha faziletli olduğu kanaatini taşıyordu.
Sana niyetinin karşılığı vardır" : Yani sen ihtiyaç sahiplerine tasaddukta bulunmaya niyet ettin. Oğlun da ihtiyaç sahibi idi. Dolayısıyla, her ne kadar sadakayı vekile teslim ederken oğlunun alacağı hiç aklına gelmemiş olsa bile, senin sadakan yerini buldu.
Ey Ma'n! Aldığın da sana aittir." Çünkü sen onu ihtiyacın olduğu için aldın. olay, nafaka yükümlülüğü bulunsa bile, bütün usul ve fürûya sadaka 'verilebileceğine delil olarak kullanılmıştır. Oysa bu olay böyle bir hükme delil olamaz. Çünkü burada muhtemeldir ki Ma'n babası Yezİd'den bağımsız bir ekilde yaşıyordu ve babası onun nafakasını karşılamakla yükümlü değildi. Kocaya zekât verme" konusunda bununla ilgili tartışmalara geniş bir şekilde yer verilecektir.
1. Bu hadise göre, "Allah vergisi" özelliklerden dolayı kişinin kıvanç duyması ı'e nimeti anmak maksadıyla bunlardan bahsetmesi caizdir.
2. Baba ile oğul arasında davalaşmak caizdir. Sırf dava açmak babaya isyan ta değerlendirilmez.
3. özellikle de nafile olan sadakaları vermek üzere, başka bir şahsa vekalet ı;ermek, bir tür verilen sadakayı gizli tutma anlamı taşıdığı İçin caizdir.
4. Sadaka veren kişi, niyeti sebebiyle sevap kazanır. Sadakayı alan taraf buna ehil olsun olmasın durum böyledir.
5. Hibenin aksine, baba, oğluna verdiği sadakadan rücû etme hakkına ^hip değildir.
1423- Ebû Hüreyre'den radıydiâhu anh nakledildiğine göre Hz. Peygamber aleyhi ue sellem şöyle buyurmuştur:
"Şu yedi grup insanı, hiç bir gölgenin bulunmadığı bir gün Allah kendi gölgesinde gölgelendirecektir: Âdil devlet başkanı, Allah'a ibadet içinde yetişmiş genç, kalpleri mesddlere bağlı olan kimse, birbirini Allah için seven, Allah için buluşup, Allah için ayrılan iki kimse, güzelliği yanında sosyal bir statüye sahip bir kadın kendisini günah işlemeye davet ettiği zaman, 'Ben Allah'tan korkarım' diyerek geri çeviren kişi, sağ elinin verdiğinnden sol eli haberi olmayacak şekilde gizlice sadaka veren kimse ve kimsenin bulunmadığı bir yerde Allah'ı anıp gözlerinden yaşlar akıtan kimse."
1424- Harise Ibn Vehb el-Huzâî şöyle anlatır: Resûlullah'ı sallallâhu aleyhi şöyle buyururken işittim: "Sadaka veriniz. Çünkü öyle bir zaman gelecek ki kişi elinde sadakasıyla dolaşacak, sadaka vermek istediği kişi de, 'Dün gelseydin kabul ederdim, fakat bugün ihtiyacım kalmadı' diyecektir."
Ebû Musa radıyallâhllanh Hz. Peygamber'in, "O, sadaka veren iki kişiden biridir" buyurduğunu nakletmîştir.
1425- Hz. Aişe'den radıyaiiâhu anh nakledildiğine göre Resûl-İ Ekrem şöyle buyurmuştur:
"Kadın, evin yiyeceğinden; aile huzurunu kaçırmadan ve israfa kaçmadan infak ettiği zaman kendisi, infak sevabını; kocası da o yiyeceği kazanmış olmanın sevabını alır. Malı koruyan kişi de aynı sevabı alır. Bir kişinin aldığı sevap diğerinin aldığını eksiltmez.[31]
Kendisi vermeyip, hizmetçiye sadaka vermesi için emreden kimse" konusuyla ilgili Zeyn İbnü'l-Müneyyir şöyle demiştir: "Kendisi vermeyip" ifadesi, böyle bir davranışın da "bağışlanabilir" olduğuna işaret etmek için kullanılmıştır.
Bir önceki konu başlığında "sağ eli ile (bizzat) verilen sadaka"dan söz edilmişti. Bu, her ne kadar bizzat vermek daha evla olsa da, sadakanın, başkası aracılığıyla verilmesine engel teşkil etmez.
İbn Reşîd şöyle demiştir: Buhârî, konu başlığı ile yukarıdaki hadisin başlıktaki gibi yorumlanması gerektiğine dikkat çekmiştir. Çünkü malı koruyan, hizmetçi ve evin hanımı, her üçü de emanetçi durumunda olup mal sahibinin, açık ya da örfün belirlediği genel veya özel izni bulunmadıkça malda tasarruf yetkileri yoktur. Yedi konu sonra bu konu ele alınacaktır.
Kim kendisinin ya da ailesinin ihtiyacı var iken, borçlu İken -ki borcun ödenmesi sadakadan, köle azat etmekten ve hibede bulunmaktan önceliklidir -;adaka verirse kabul edilmez. Bu kimsenin, insanların malını telef etme hakkı yoktur. Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem , "Bir kimse, telef etme niyetiyle insanların malını alırsa Allah o malı ieief eder" buyurmuştur.
Fakat sabırîılığı ile bilinen dolayısıyla kendi ihtiyacı bile olsa başkalarını kendine tercih eden kimseler sadaka verebilir. Hz. Ebû Bekir malını tasadduk ederken böyle davranmıştır. Yine ensar, muhacirleri kendilerine tercih etmiştir.
Hz. Peygamber saüaiiâhu akyhi ve sellem malın zâyî edilmesini yasaklamıştır. Kişi, sadaka vererek (başkasının hakkı bulunan) malı zayi etme hakkına sahip değildir.
Ka'b radıyallâhu anh, Efendİmİz'e sallaliâhu aleyhi ve sellem, "Ey Allah'm Resûlü! Yaptığım tevbeden sayılmak üzere malımın tamamını Allah'a ve Resulüne tasadduk ediyorum" deyince Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, "Malının bir bölümü sende kalsın. Bu senin için daha hayırlıdır" buyurmuştur. Bunun üzerine Ka'b, "Hayber'den bana düşen payı kendime ayırıyorum" demiştir.
1426- Ebû Hüreyre'den radıyaiiâhu anh nakledildiğine göre Hz. Peygamber aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "En hayırlı sadaka, zengin iken verilenidir. Sadaka vermeye, geçimini sağladığın kimselerden başla.[32]
1427- Hakim İbn Hizâm'dan nakledildiğine göre Resûlullah saüaiiâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Üstteki (veren) el, alttaki (alan) elden daha hayırlıdır. Vermeye, geçimini sağladığın kimselerden başla. En hayırlı sadaka, zengin iken verilenidir, iffetli kalmak isteyeni Allah iffetli kılar. İnsanlara muhtaç olmamayı isteyen kişiyi de bu emeline ulaştırır."
1428- Bir önceki hadis yani 1427 nolu hadis, Vüheyb kanalıyla da aynen nakledilmiştir.
1429- Abdullah İbn Ömer radıyallâhu anhumâ, Resûluiıah'in sallallâhu aleyhi ve sellem hutbede, sadaka, iffetli (onurlu) kalma ye dilencilikle ilgili bir konuşma yaparken öyle buyurduğunu işittim demiştir: "Üstteki el, alttaki elden daha hayırlıdır. Jstteki, veren; alttaki ise dilenen eldir."
"Sadaka ancak zengin iken verilir": Ebû Hüreyre'den nakledilen başka bir iadiste, "Sadakanın hayırlısı, zengin iken verilenidir" buyurulmuştur. Bu hadis, ukarıda "sadece" şeklinde tercüme ettiğimiz ifadenin, "kâmil bir sadaka ancak
engin iken verilir" anlamında olduğunu göstermektedir. Hadisin, "İhtiyacı bulunduğu halde tasadduk ederse vd." kısmı ile İlgili ılarak İbn Battal şöyle demektedir: "Borçlu bir kimsenin, borç ödemeyip de adaka vermesinin caiz olmadığı konusunda icma bulunmaktadır. Bundan lolayı hadis kesin olarak, ihtiyacı bulunan kimseler hakkındadır."
îbn Reşîd bazı âlimlerden şöyle bir görüş nakletmiştir:
Borçlu hakkındaki bu durum, alacaklının, alacağını tahsil amacıyla borçluyu ılıştırması, ona sadece yeme içmesi için bir miktar vermesi halinde düşünülebi-|r. Borçlu, eğer kendisine yeme İçme için verilen miktardan fedakârlıkta buluna sabırla, sadaka verecek olursa bu caiz olur. Aksi halde başkalarını kendisine rcih etmesi, kendi ihtiyacı için kazandığı paraya başvurmasına ve ondan yemeşine sebep olur ki böylece alacaklıların malını telef etmiş olur. Bundan dolayı böyle bir tasarrufa girmesi yasaklanmıştır.
Taberî ve diğer bazı âlimler şöyle demiştir:
Alimlerin çoğunluğuna göre, bedenî ve aklî sağlığı yerinde, borçsuz, zorluklara karşı sabır gösterebilen, ailesi bulunmayan ya da sabırlı bir ailesi olan kimsenin, malının tamamını tasadduk etmesi caizdir. Eğer bu şartlardan biri eksik ise mekruh olur. Bazı âlimler de malın tamamını sadaka olarak vermenin kabul edilemez bir tasarruf olduğu görüşündedir.
Rivayete göre Hz. Ömer radıyaiiâhu anh Gaylân es-Sekafî'nin malını taksim etmesini kabul etmemiştir. Müdebber köle [33] ile ilgili şu hikaye de buna delil olabilir. "Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem sattığı malın bedelini, ihtiyaç İçinde olduğu için tedbir anlaşması yaptığı kişiye (müdebber köleye) göndermiştir."
Evzâî ve Mekhûl gibi bazı âlimler de, "Yaptığı tasadduk, malının üçte birine kadar caizdir. Üçte ikilik kısımdaki tasarrufu ise geçersiz kabul edilir" görüşündedir. MekhûTün, "Malının yansını geçerse, yaptığı tasadduk geçersiz sayılır" görüşünü benimsediği de nakledilmiştir.
Taberî şöyle der: Bize göre cevaz açısından birinci görüş daha doğrudur. Müstehaplık açısından ise, Ebû Bekir ve Ka'b hakkındaki rivayetleri de uzlaştırarak, bütün malının üçte biri hakkında geçerli kabul etmek gerekir.
Geçimini sağladığın kimselerden başla": Hadiste, kişinin kendisi ve ailesi ile ilgili harcamalarına Öncelik tanınmıştır. Çünkü diğer insanların aksine, kişinin, bu konuda harcama yapması kesinlikle gerekli bir konudur. Bu hususla ilgili açıklama, "nafakalar" bölümünde gelecektir.
Peygamberimizin hutbede, sadaka, onurlu davranma ve dilencilikten bahsetmesi": Müslim'in, Kuteybe yoluyla Malik'ten naklettiği versiyona göre hadis, "dilencilik yapmayarak onurlu davranmak" şeklindedir. Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem , zengini, sadaka vermeye; fakiri de dilenmeyip onurlu davranmaya teşvik eder, dilenmeyi yererdi.
Üstteki el, veren eldir": Taberânî, Hakîm İbn Hizâm'dan merfu olarak sahih bir senetle şu hadisi nakletmiştir: Allah'm eli, verenin elinin; verenin eh, alanın elinin üzerindedir. En altta, alan el bulunmaktadır."
Ahmed İbn Hanbel ve Bezzâr'ın Atıyye es-Sâ'dî'den naklettiğine göre Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem Veren el üstteki, alan el alttakidir" buyurmuştur. Bütün bu hadisler, üstteki elin, veren; alttaki elin de alan el olduğunu ifade etmesi bakımından birbirini destekler niteliktedir. Sağlam olan görüş de budur ki alimlerin çoğunluğu bu kanaattedir.
En güzeli, hadisin hadisle tefsir edilmesidir. Yukarıdaki rivayetlerden çıkan sonuca göre, en üstte, veren el; ondan sonra dilenmeyerek onurlu davranan el; daha sonra dilenmeden alan el; en altta ise dilenerek alan ve vermeyen el bulunmaktadır. Allah (c.c) en iyisini bilir.
İbn Abdilberr şöyle der: "Hadis, hutbe okuyan kimsenin, öğüt, ilim ve ibadet konularında uygun olan ile ilgili söz söylemesinin mubah olduğunu göstermektedir."
Hadis, Allah'a itaat anlamı taşıyan konularda infak etmeye teşvik etmektedir.
Hakları gözetildiği zaman, zenginliğin fakirlikten daha üstün olduğu belirtilmektedir. Çünkü ancak zengin olunması halinde mal sadaka olarak verilebilir. Bu konudaki görüş ayrılıklarına, "namaz" bölümünün sonlarında ele aldığımız "Zenginler malı (sevapları) aldı götürdü" hadisini açıklarken yer vermiştik.
Hadis, dilenmeyi mekruh saymakta ve dilenmekten kaçınılması gerektiğini belirtmektedir. Burada yerilen dilenme, ölüm tehlikesi bulunmadığı halde yapılanıdır.
Mallarını Allah yolunda harcayıp da arkasından başa kakmayan, fakirlerin gönlünü kırmayan kimseler var ya, onların Allah katında mükâfatlan vardır. Onlar için korku yoktur, üzüntü de çekmeyeceklerdir.[34]
Kurtubi şöyle der: "Başa kakma, genellikle cimri ve kendini beğenmiş kimselerin gösterdiği bir davranıştır. Cimri, gerçekte küçük bir şey bile olsa, verdiğinin çok büyük bir şey olduğunu düşünür. Kendini beğenen kimseye gelince; sahip olduğu bu özellik onu, kendi malı ile başkalarına vermiş olduğu için büyüklenmeye sevkeder. İnsanı bu düşünceye kapılmaya götüren, cehalet ve nimet verenin Allah olduğunu unutmaktır. Eğer işin sonunu görebilse, neticede elde edeceği faydaları düşünerek, asıl, sadaka veren kişinin, ikramda bulunduğu kişiye karşı minnet duyması gerekir.
1430- Ukbe İbnü'l-Hâris şöyle anlatır: Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem bize ikindi namazını kıldırdı. Aniden yerinden kalkıp evine girdi. Çok geçmeden çıktı geldi. Neden böyle yaptığını sordum. Şöyle cevap verdi: "Evde, verilecek az bir miktar sadaka bırakmıştım. Üzerinden bir gece geçmesi hoşuma gitmedi. Gittim onu taksim edip geldim."
İbn Battal şöyle demiştir:
"Bu hadise göre; hayırda acele etmek gerekir. Hayırda bulunmaya karşı, çeşitli âfetler ve engeller çıkabilir. Ölüm hakkında kimsenin garantisi de yoktur. Vâde de belli değildir."
Başka bir âlim yukarıdaki görüşlere şu ilavede bulunmuştur: Hayırda aceie etmek, insanın zimmetini borçtan kurtarma konusunda çok iyi bir davranıştır. Bu, ihtiyacı en faydalı bir şekilde karşılar, yerilen bir davranış olan borcu geciktirmekten insanı alıkoyar. Allah'ın hoşnutluğunu daha çok kazandırır. Günahları daha çok yok eder. "Namaz'ın nitelikleri" bölümünün sonunda diğer faydalar daha önce zikredilmişti.
1431- İbn Abbas radıyallâhu anhümâ şöyle anlatır: Hz. Peygamber saitaiiâhu aleyhi ve seikm bir bayram günü çıktı ve İki rekat namaz kıldırdı. Bunun ne öncesinde ne de sonrasında başka bir namaz kılmadı. Sonra kadınlara yönelerek, -yanında da Bilâl bulunuyordu- sadaka vermeleri yönünde öğüt verdi. Bunun üzerine orada bulunan her bir kadın, küpe ve gerdanlıklarını ortaya bırakmaya başladı.
1432- Ebû Musa babasından şöyle nakleder: "Resûlullah'a sallallâhu aleyhi ve seüem bir dilenci geldiği ya da bir kimse bir talepte bulunduğu zaman şöyle buyururdu: "(Bu adamın ihtiyacının giderilmesi için) aracılık edin, yardımcı olun ki ecre nâi! olasınız. Allah, peygamberinin dili üzere dilediği şeye hükmedecektir.[35]
1433- Esma'dan radıyaiiâhu anhâ nakledildiğine göre Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Kesenin ağzını bağlama, (aksi halde) sana karşı da bağlanır."
Osman İbn Ebû Şeybe'nin, Abde'den naklettiğine göre ise, "Sayma, (aksi. halde) Allah da sana karşı (verdiği nimetleri) sayar" buyurmuştur.
Zeyn İbnü'l-Müneyyir, "sadaka vermeye teşvik ve aracılık" konusunda şöyle demiştir:
Teşvik ve aracılığın ortak olduğu nokta her ikisinin de ihtiyaç sahibinin talebini karşılanmasıdır. Sadaka vermeye teşvik, sonuçta kazanılacak olan sevaplardan bahsetmek suretiyle meydana gelir. Aracılık ise, ihtiyaç duyulan şeyin, (başkasından) istenmesi ve bu talebe olumlu yanıt alabilmek için gayret sarfedilmesidir.
Teşvik ile aracılığın farklılık arzettiği nokta İse şudur: Aracılık (şefaat) sadece hayırlı işlerde olur. Fakat teşvik böyle değildir. Yine aracılık, herhangi bir teşvik olmaksızın da yapılabilir."
Malı saymak, biter korkusuyla sadaka vermekten geri durmayı önlemek için yasaklanmıştır. Çünkü sadaka vermemek, bereketin yok olması için en büyük sebeplerden biridir. Zira Allah, verilen sadakaya karşı hesapsız sevap verir. Sadaka veren kimseye hesapsız sevap verildiğine göre (dünyevî) karşılığı da hesapsız olur. Kişi, Allah'ın hesapsız nzik verdiğini bildiği zaman ona düşen, sadaka verirken hesap etmeden vermektir.
Bir görüşe göre ise; kişi malını sayıp infak etmemektedir. Allah da malının bereketini gidermekte, rızkını kısmaktadır ya da malının hesabını âhirette soracaktır.
1434- Abdullah İbn Zübeyr'in Esma'dan naklettiğine göre, Esma bir gü resûl-i ekrem'in sallailâhu aleyhi ve sellem yanma gelmişti. bu sırada ona, "(Çömleğe) koyup saklama. (Aksi halde) sana (verilecek olan nimetler de) saklanır. Gücün yettiği kadar az da olsa ver" buyurmuştur.
Hadis, "gücün yettiği kadar, çok zarar vermeden, az da anlamına gelmektedir.
1435- Huzeyfe radıyallâhu anh şöyle nakleder: Ömer, "Kim Resûlullah'ın sallallâhu aleyhi ve sellem fitne ile İlgili hadisini ezbere biliyor?" diye sordu. Ben, "Aynen Efendimiz'in buyurduğu gibi biliyorum" dedim. Bana, "Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem hakkında çok da cesursun. Söyle bakalım nasıl buyurmuştu?" dedi.
Ben de, "İnsanın, ailesi, çocuğu ve komşusu ile ilgili olarak karşılaştığı imtihandan dolayı İşlediği günahları, kıldığı namaz, verdiği sadaka ve yaptığı iyilikler örter" dedim.
(Râvîlerden) Süleyman bazen şöyle rivayet ettiğini söylemiştir: "Namaz, sadaka, iyiliği emredip kötülükten sakmdırmaktır."
Ömer: Benim sormak istediğim bu değil. Deniz dalgası gibi her tarafı sarsacak olan fitneden bahsediyorum.
Huzeyfe: O fitnenin senin için bir zararı yok. İkiniz arasında kilitli bir kapı var.
Ömer: Kapı kıralacak ya da açılacak mı? Huzeyfe: Kırılacak.
Ömer: O kapı kırıldığı zaman asla kapanmaz. Huzeyfe: Doğrudur.
Ravi Şakîk: O kapının kim olduğunu sormaya çekindik. Mesruk'tan ona sormasını istedik. O da sordu.
Huzeyfe: O kapı Ömer'dir.
Biz, "Ömer senin kimi kasdettiğini anladı mı?" diye sorduk.
Huzeyfe: Evet, hem de gündüzden önce gece geldiğini bildiği gibi. Çünkü ben ona, hiç bir hata bulunmayan bir hadis aktardım. [36]
1436- Hakîm İbn Hizam şöyle anlatır: Resûlullah'a, "Ey Allah'ın Resulü! Cahiliyye dönemimde iken yaptığım sadaka, kö!e azadı veya akrabayı gözetmek gibi hayırlardan mükâfaat alabilir miyim, ne dersiniz?" diye sordum. Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem bana, "Geçmişte yaptığın hayırlar sayesinde Müslüman oldun" buyurdu.[37]
Konu başlığı, "Müşrik iken verilen sadakadan dolayı sevap alınır mı?" anlamındadır.
Zeyn İbnü'l-Müneyyİr şöyle demektedir: Bu konuda güçlü bir ihtilaf olduğu için Buhârî başlıkta her hangi bir hüküm belirtmemiştir. Bu konudaki geniş açıklama, "İman" bölümünde yer almaktadır. Allahü Teâla'nın, ihsan ve lütuf olarak, müslüman olan kişiye, daha önceki iyiliklerinden dolayı da sevap vermesine herhangi bir engel yoktur.
Geçmişte yaptığın hayırlar sayesinde Müslüman oldun": el-Mâzerî bu ifade ile ilgili olarak şöyle der: Bu ifadeden ilk anda anlaşılan manaya göre, Hakîm'in, müşrik iken yaptığı hayırlar onun lehine sevap olarak yazılmıştır. Bu durumda anlam tam olarak şöyle olur: "Sen, daha önce yaptığın hayırların kabul olması sebebiyle Müslüman oldun."
Harbî ise şöyle der: Daha önce yaptığın hayırların (sevabı) sana aittir. "Bin dirhem elde etmek için Müslüman oldun" sözü de böyledir.
Belki "Kâfir sevap kazanamaz kî"şeklinde bir itiraz gelebilir. Bu durumda hadisi şu şekillerde yorumlamak mümkündür:
Yaptığın güzel işler nedeniyle güzel bir tabiata ve huya sahip oldun. Bu güzel tabiatın ve huyun yararını da Müslüman olma konusunda gördün. Edindiğin bu alışkanlık, seni hayırlı işler yapmaya alıştırdı.
Yaptığın hayırlar sayesinde güzel bir şöhret elde ettin. Bu şöhret Müslüman olduktan sonra da devam etti.
Yaptığın hayırların bereketi ile Müslüman olma hidayetine erdin. Çünkü (güzel) ilkeler, güzel gayelere ulaştırır.
Yaptığın güzel işler sebebiyle büyük rızıklar verildi. İbnü'I-Cevzî ise şunları söylemektedir:
Bir görüşe göre, Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem , cevabı ile, ilk anda anlaşılanın dışında başka bir şey kasdetmiştir. Çünkü Hakîm, o amellerinden dolayı sevap alıp alamayacağını sormuştu. Resûlullah ise, "Sen, daha önce yaptığın hayırlar sayesinde Müslüman oldun" diye cevap vermiştir. Sanki şu manayı kasdetmiştir: "Sen hayırlı işler yaptın. Hayır, yapan kişinin dünyada iken övülmesini ve mükafat kazanmasını sağlar."
Müslim'in Enes'ten "merfû" olarak naklettiği bir hadis şöyledir: "Kâfir, yaptığı iyilikler sebebiyle dünyada iken nzıklandmhr."
1437- Hz. Aişe'den radıyaiiâhu anh nakledildiğine göre Resûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
"Kadın, evin yiyeceğinden, aile huzurunu kaçırmadan ve israfa kaçmadan infak ettiği zaman kendisi infak sevabını, kocası da o yiyeceği kazanmış olmanın sevabını alır. Malı koruyan kişi de aynı sevabı alır."
1438- Ebû Musa'dan radıyaiiâhu anh nakledildiğine göre Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Kendisine verilen emri mükemmel bir şekilde, gönül huzuru içinde yerine getirip emredilen kişiye ileten müslüman ve güvenilir bir mal koruyucusu (hâzin) sadaka veren iki kişiden biridir,"
Ibnü'l-Arabî şöyle demiştir: Selef âlimleri, kadının, kocasının evinden verdiği sadaka konusunda görüş ayrılığı içindedir. Bazı âlimler, bunu, malı azaltmayacak nitelikte az olan şeylerde caiz görmüştür. Bazıları, bunun, genel olarak bile olsa, kocanın verdiği izin olması haline yormuştur. Buhârî'nin tercihi de bu yöndedir. Bundan dolayı, konu başlığında, "emri ile" ifadesini özellikle koymuştur. Buradaki ölçünün örf ve âdet olması da muhtemeldir.
Verilen sadakanın, aile dirliğini bozmayacak ve israfa kaçmayacak şekilde olması Buhârî ve Müslim'in ittifakla naklettiği bir kayıttır.
Bazı âlimler şu görüştedir:
Hanım, köle ve malt koruyan kişinin nafakası mal sahibinin yaranna olacak şekilde aile efradına yapılacak harcamalardır. Söz konusu kimseler, izinsiz olarak, mal sahibi adına fakirlere sadaka vermeye kendi başlarına karar verme yetkisine sahip değildir.
Bazı âlimler de, hanım ile köleyi farklı değerlendirmişlerdir. Onlara göre, hanımın, kocasının malında hakkı vardır. Bundan dolayı da onun malından sadaka vermesi caizdir.
Fakat hizmetçi böyle değildir. Onun, efendisinin malında tasarrufta bulunma yetkisi bulunmadığı için izin alması şart koşulmuştur. Kadın, kocasından olan hakkını aldıktan sonra aldığı bu maldan sadaka verirse zaten bu, kadının kararına kalmış bir durum olur. Eğer hakkının dışında diğer mallardan sadaka verirse mesele yukarıdaki tartışma alanına girmiş olur.
1439- Aişe'nin radıyaiiâhu anhâ naklettiğine göre, Resûlullah sallallâhu aleyhi ve selem "kadın, kocasının evinden sadaka verdiği zaman" buyurmuştur.
1440- Âîşe'nİn radıyallâhu anhâ naklettiğine göre, Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur; "Kadın, kocasının evinden, aile huzurunu kaçırmadan ve israfa kaçmadan infak ettiği zaman bunun sevabını alır. Aynı sevap kocasına da yazılır. Malı koruyan kişi de aynı sevabı alır. Koca, o malı kazanması sebebiyle, kadın da tasaddukta bulunması sebebiyle sevap kazanır."
1441- Hz. Aişe'den radıyaiiâhu anh nakledildiğine göre Resû!-i Ekrem sallallâhu aleyhi şöyle buyurmuştur:
"Kadın, evin yiyeceğinden, aile huzurunu kaçırmadan ve israfa kaçmadan infak ettiği zaman kendisi, infak sevabını, kocası da o yiyeceği kazanmış olmanın sevabını alır. Malı koruyan kişi de aynı sevabı alır."
Malı koruyan kişinin sevap alması, Ebû Musa hadisinde belirtilen şartların yerine gelmesine bağlıdır.
İlk akla gelen anlama göre, sayılan kişilerin hepsinin aldığı sevap eşittir. "Misil" kelimesi ile, malı kazanan kimsenin sevabı en fazla olsa bile, hepsinin sevap alma bakımından benzer olduğu da anlaşılabilir. Burada kasdedilen, sevap bakımından bir ortaklık ve rekabetin olmadığını göstermektir. "Misil" kelimesi İle, her birinin aldığı sevabın eşit olduğu da kasdedilmiş olabilir.
Hadis, emanete riayetin, cömertliğin, hayır işleriyle uğraşmanın, hayırlı işlere yardım etmenin faziletli davranışlar olduğunu göstermektedir.
Artık kim verir ve sakınırsa, en güzeli de tasdik ederse, biz de onu en kolaya hazırlarız (onda başanlı kılarız). Kim cimrilik eder, kendini müstağni sayar, en güzeli de yalanlarsa, biz de onu en zora hazırlarız. Düştüğü zaman da malı kendisine hiç fayda vermez.[38]
"Allah'ım! Malını infak eden kimseye, infak ettiğinin yerini dolduracak (yeni bir mal) ver."
1442- Ebû Hüreyre'den rad.yaiiâhu anh nakledildiğine göre Resûlullah aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Her gün, dünyaya iki melek iner ve bunlardan biri, Allah'ım! infak eden kişiye, yenisini ver.' Diğeri de, Allah'ım! Vermeyenin malını telef et' der."
Zeyn İbnü'I-Müneyyir şöyle demiştir: "Buhârî yukarıdaki konuyu sadakayı teşvik eden diğer konuların arasına koymuştur. Çünkü o, sadaka ile gözetilen özel maksadın, hayır yollarında infak etmeye teşvik anlamına geldiğini anlatmak
İstemektedir. Yine verilen sadaka, âhirette sevap getireceği gibi dünyada da onun yerine başka bir mal verilecektir."
Hadiste, "Vermeyen kimseye telef ver" şeklinde kullanılmıştır. Burada "vermek" kelimesi, "infak eden kişiye yenisini ver" sözü ile benzerlik göstermesi için kullanılmıştır. Çünkü gerçekte "telef verilecek bir şey değildir. Ebû Hüreyre hadisinde hem veren hem de cimrilik eden için "verme" sözü kullanılmıştır.
Yukarıdaki âyette, hayırda infak eden kişiye kolaylık sağlanacağı vaad edilirken, cimrilik edene ise zorluk verileceği belirtilmiştir. Ayette zikredilen "kolaylaştırma" dünya ve âhiretle ilgili durumlardan daha geniş bir alanı kapsamaktadır. Meleğin, "yenisini ver" şeklindeki duası her iki anlama da gelebilir.
Diğer meleğin, "telef et" şeklindeki duası ise, bizzat o malın telefi olabileceği gibi mal sahibinin telef olması anlamında da olabilir. Bu son anlama göre, başka şeylerle meşgul olduğu için iyi amelde bulunmanın sevabından yoksun kalması kasdedilmiş olur.
Nevevî şöyle demiştir: övülmeye layık olan infak, Allah'a itaat anlamı taşıyan şeylere, aile efradına ve misafirlere yapılan harcamalardır.
Kurtubî İse şöyle der: (Buradaki hüküm) hem farzları hem de mendup sadakaları kapsar. Mendup olan sadakayı vermeyen kişi buradaki bedduayı haketmez. Fakat eğer kişi aşırı bîr şekilde cimri olur, sadaka verse bile nefsini bu şekilde temizleyemez ise bu durumda söz konusu hüküm onu da içine alır.
1443- Ebû Hüreyre'den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallâhu aleyhi ve seıiem şöyle buyurmuştur:
"Cimri ile sadaka veren kimsenin durumu üzerlerinde demir zırh bulunan iki kimsenin durumu gibidir."
Ebû Hüreyre mdıyaiiâhu anh Resûlullah'ı sallallâhu aleyhi işitmiştir:
"Cimri ile sadaka veren kimsenin durumu, üzerinde, göğsünden köprücük kemiğine kadar demir zırh bulunan iki kimseye benzer, İnfak eden kimse, sadaka verdiği zaman üzerindeki zırh genişler, parmak uçlarına kadar uzanır ve (hatalarım) siler. Cimri kimse ne zaman sadaka vermek istese zırh biraz daha daralır. Kişi bunu genişletmeye çalışır ama yine de genişlemez.[39]
1444- Hanzala'nın Tâvûs'tan yaptığı rivayette, "iki zırh" şeklinde tercüme ettiğimiz ifadesi yerine, "iki siper" anlamına gelen ifadesi kullanılmıştır. Ebu Hüreyre de Resulullah'm (a.s.v) "ilâ zırh" dediğini nakleder.
Hanzala'nın rivayetinde şeklinde geçmektedir. "Demir" olduğu için "siper" anlamına gelen bu rivayet tercihe şayan bulunmuştur. Sahibini koruyup ve gizlediğinden için zırh için de, "siper" anlamındaki bu kelime kullanılmıştır. "Cübbe" ise özel bir giysinin adıdır. Zırh anlamında kullanılmasında bir beis yoktur.
"Sadakanın izi silmesi", nasıl elbise uzun olduğu zaman kişinin ayak izlerini siliyorsa, sadaka da kişinin hatalarını siler anlamında kullanılmıştır.
Hattâbi ve diğer bazı âlimler şöyle demektedir: "Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem cimri ile sadaka veren kimseyi, düşmanın silahından korunmak için zırh giyen iki kişiye benzetmiştir. Kişi, zırhı giymek için başına geçirir. Zırh, insanın göğsünden başlar, ellerini yenine sokacak şekilde uzanır. Bundan dolayı infak eden kişi, bütün bedenini kaplayan bol ve rahat bir zırh giyen kimseye benzetilmiştir. Hadisteki, 'izini siler' ifadesi de, 'bütün bedenini örter' anlamındadır. Cimri kimse ise, ellerini boynuna bağlayan bir kimse olarak tasvir edilmiştir. Zırhını giymek istediği zaman elleri boynuna birleşmekte ve köprücük kemiği onu bırakmamaktadır. Hadisteki, 'kısalır1 şeklinde tercüme edilen ifadesi de bu anlama gelir.
Bu benzetme ile söylenen şey şudur: Cömert kimse sadaka vermek istediği zaman gönlü rahatlar, içi huzur dolar ve daha çok sadaka verir. Cimri kimse sadakadan bahsedildiği zaman, daha da cimrileşir, gönlü daralır ve elleri bağlanır.
"Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve nzık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir, övgüye lâyıktır. [40]
"Kazandıklarınızın iyilerinden", helal ticaretten anlamındadır. Bu rivayeti Taberi nakletmiştir. "Yerden çıkardığımız şeyler" meyvelerdir.
Hz. Ali bu ifadeyi, "Yerden çıkan, hububat, hurma gibi her şeyin zekâtı vardır" şeklinde anlamıştır.
1445- Saîd İbn Ebû Bürde'nin babası ve dedesinden naklettiğine göre-Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
Her müslümanm sadaka vermesi gerekir." Bunun üzerine oradaki sahabi-Ier, "Ya Resûlullah! Ya sadaka verecek bir şey bulamazsa ?" diye sordu. Efendimiz saiiaiı&hu aleyhi ve sellem , "Bu durumda eliyle çalışır, (kazandığı mal) kendisine faydası olduğu gibi (ondan) sadaka da verir" buyurdu. Sahâbîler, "Buna da gücü yetmezse?" diye sordu. Hz. Peygamber saiiaisâhu aleyhi ve sellem , "Bunu da yapamayan yardım isteyen kimseye yardım etsin" buyurdu. "Bunu da yapamazsa?" diye tekrar sordukları zaman ise, "İyilik yapsın, kötülüklerden uzak dursun. Bu da onun için bir sadakadır" buyurmuştur.[41]
Her Müslümanın sadaka vermesi, güçlü bir müstehaptır. Hadisteki ifade, hem müstehap hem de vacip hükmünü anlamaya elverişlidir. Nitekim "Müslümanm şu altı özellikte olması gerekir" hadisinde zikredilen şeylerden biri ittifakla "müstehap" olan bir özelliktir. Müslim'in, Ebû Zerr'den "merfu" olarak naklettiği bir rivayette, "Her ekleminiz için sadaka gerekir" buyurulmuştur.
Sahâbîler, "sadaka" kelimesinden, mâlî sadaka anlamındaki "atıyye"yi anlamış, bundan dolayı, "Bulamazsa?" diye sormuştur. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem , "sadaka" ile, yardım talep eden bir kimseye yardım ya da iyiliği emretmeyi de kapsayacak şekilde daha geniş bir anlamı kasdettiğini beyan etmiştir.
Bu tür bir sadakanın, kıyamet günü, verilmeyen zekât yerine sayılacak olan nafile sadaka kapsamına girip girmediği konusunda görüş ayrılığı bulunmaktadır. Görünen o ki, bu başka bir sadaka türüdür. Çünkü Hz. Aişe hadisinde beyan edildiği üzere bu sadaka, eklem yerlerinin keffareti olarak teşrî edilmiştir. Zira söz konusu hadisin sonunda şu ifade yer alır: "O gün kişi, nefsini ateşten kurtarmış olarak akşamlar."
Yardım isteyen" olarak tercüme ettiğimiz kelimesi, zulme uğrayan ve aciz durumda olan kimseden daha geniş bir anlama sahiptir.
Hayır İşlerinde bulunmak, özellikle de sadaka vermeye gücü yetmeyen kimseler için, sevap bakımından sadaka olarak değerlendirilir. Buna göre, gücü yeten için sadaka vermek daha efdaldir.
Allah'ın yarattığı şeylere karşı, mal ile ya da başka şeylerle şefkatli davranmak gerekir. Mal, ya daha önceden elde mevcuttur ya sonradan kazanılmıştır. Malın dışındaki şeyler de ya, bir kimseye yardım etmek gibi bir davranıştır, ya da bir şeylerden kaçınmaktır.
Şeyh Muhammed İbn Ebû Cemre şöyle der: Hadiste şöyle bir sıralama takip edilmiştir. Hz. Peygamber saBaMhu aleyhi ve sdiem öncelikle sadaka vermeye yönlendirmiştir. Buna güç yetirilemiyorsa, ona yakın ya da onun yerine geçebilecek bir şeye yönlendirmiştir ki bu, çalışıp hem kendine hem başkasına harcamaktır. Buna güç yetirilemiyorsa, yerine geçecek bir davranış olan, yardım isteyene yardım etmeye, bundan da aciz olan kimseyi, yoldaki zararlı bir şeyi kaldırmak gibi iyi davranışlara yönlendirmiştir. Buna gücü yetmeyeni, namaza; buna da güç yetiremeyen kimseyi kötülüklerden kaçınmaya yönlendirmiştir ki bu, iyiliklerin en ait derecesidir.
Bu hadiste, kendi seçimi olmaksızın mendup olan amelleri yapamayan kimseler teselli edilmektedir.
Müslim'in, Ebû Zerr'den rivayet ettiği hadiste, "Bunların hepsinin yerine, iki rekat duhâ (kuşluk) namazı geçer" buyurulmuştur. Yukarıda buna işaret edilmiştir.
Hüküm ekseriyete göre verilir. Çünkü burada her Müslümanm sadaka vermesi gerektiğinden söz edildiği halde sadaka alacak durumda olan Müslümanlar da vardır.
Alimlerin, nasslarda yer alan "mücmel 11 (kapalı) ifadeleri tefsir eden başka bir rivayet bulunup bulunmadığını ve "âmm" ifadelerin "tahsisi" olup olmadığını araştırması gerekir.
Kazanç elde etmek, başkalarına da yardımı dokunan bir fiil olduğu için faziletli bir davranıştır.
Kişinin, önce kendi şahsını (geçimini) düşünmesi gerekir.
1446- Ümmü Atıyye şöyle anlatır: Nüseybe el-Ensâriyye'ye zekât malından bir koyun verilmişti. O da bir kısmını Aişe'ye gönderdi. Bir müddet sonra eve gelen sellem , "Yanınızda yiyecek bir şey var mı?" diye sordu. Âişe, "Nüseybe'nin bu koyundan gönderdiğinin dışında bir şey yok" diye cevap verdi. Bunun üzerine Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem , "Getir onu, o artık yerine ulaşmış" buyurdu. [42]
1447- Ebû Saîd el-Hudrî'den nakledildiğine göre Resûlullah saiiaüâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Her biri üç yaşında olan beş deveden daha azında zekât gerekmez. Beş ukıyyeden (ikiyüz dirhem) gümüşten daha az miktardaki gümüş için zekât gerekmez. Beş uesk (bir ton)'ten daha aşağı olan toprak mahsûllerden zekât gerekmez."
Bu hadiste geçen ittifakla iki yüz dirhem miktarıdır. Burada kasdedilen, ister basılmış isterse basılmamış olsun saf dirhemdir.
Bir vesk, altmış sa'dır. İbn Mace, Ebû Saîd'in rivayetinde, "Bir vesk, altmış sa'dır" şeklinde kaydetmektedir.
Bu hadis, sayılan üç durumda zekâtın vacip olduğuna delil olarak kullanılmıştır.
Yine, beş veskten daha az olan ziraî mahsullerde zekâtın gerekmediğine delildir.
Ebû Hanife, az olsun çok olsun bütün ziraat mahsûllerinde zekâtın mutlak olduğu görüşündedir. Çünkü Hz. Peygamber saıiaiiâhu aievM ve sellem , "Yağmur suyu ile sulanan şeylerde öşür (onda bir) zekât vermek gerekir" buyurmuştur. İleride bu konuyu ayrıca ele alacağız.
Hadis, söz konusu miktarlan aşan ölçülerde hükmün ne olacağına temas etmemiştir.
Alimler, vesklerde vaks (zekât miktarlarında iki matrah arasında kalan miktar) olmadığı konusunda icma etmiştir.
Cumhur, gümüş konusunda da aynı görüştedir. Ebû Hanife, nisap miktarına ulaşıncaya kadar, iki yüz dirhemi aşan kısım için zekât gerekmeyeceği görüşündedir. Ona göre ikiyüzü aşan kısım ise kırk dirhemdir. Dolayısıyla o, yılın çoğunda otlaklarda beslenen hayvanlar gibi, gümüş için de vaksın bulunmasını gerekli görmüştür. Taberânî, meyve ve hububata kıyas ederek bu hükme delil getirmiştir. İkisinin ortak noktası, külfete girilerek yerden çıkartılmalarıdır. Alimler, beş veski aşan miktarda zekât gerektiği konusunda icma etmiştir.
Alimler, öşür verilmesi gereken ziraî mahsuller hariç, hayvanlarda ve parada, zekât düşmesi için üzerinden bir yıl geçmesi gerektiği konusunda icma etmiştir.
Tavus'un naklettiğine göre, Muâz İbn Cebel Yemen halkına, "Bana, arpa ve dan yerine zekât olarak abâ ve elbise getirin. Bu hem sizin için kolay, hem de Medine'deki sahâbîler için daha hayırlıdır" demiştir.
Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem , "Halid zırhlarını Allah yolunda vakfetmiş ve o yolda kullanmaktadır" buyurmuştur.
Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem kadınlara, "Ziynet eşyalarınızdan bile olsa sadaka veriniz" buyurmuştur. Hz. Peygamber burada, farz olan ile farz olmayan zekât arasında bir ayırım yapmamıştır. Bu buyruk üzerine bir kadın, küpe ve gerdanlığını çıkarıp vermiştir. Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem , altın ve gümüşe, diğer mallardan ayrı bir önem vermemiştir.
1448- Sümame'nin naklettiğine göre, Ebû Bekir, Enes İbn Malik'e yazdığı bir mektupta şöyle demiştir:
Bir yaşını doldurmuş bir deveyi zekât olarak vermesi gereken kimsede bu deve bulunmayıp da iki yaşında bir dişi deve bulunursa, zekât olarak bu deve kabul edilir. Fakat o kişiye, ya yirmi dirhem ya da iki koyun geri verilir. Zekât mükellefinde, bir yaşında dişi deve bulunmayıp da iki yaşında bir erkek deve bulunuyorsa bu da kabul edilir. Fakat bu durumda ona geri bir şey verilmez.[43]
1449- Atâ İbn Ebû Rebâh'tan nakledildiğine göre İbn Abbas radıyaiiâhu anhumâ şöyle demiştir: "Resûlullah'i sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle yaparken gördüm: Hutbeden önce namazı kıldı. Daha sonra hutbede sesinin kadınlara ulaşmadığını görünce Bilâl ile birlikte hanımların bulunduğu kısma gitti. Bilâl eteğini açmıştı. Hz. Peygamber onlara sadaka vermeleri için öğüt ve emir verdi. Bunun üzerine kadınlar Bilâl'ın açtığı eteğe (takılarını) atmaya başladı.
Râvî Eyyub, hadisi naklederken kadınların zinet eşyalarını kulak ve boyunlarından nasıl çekip Bilâl'in eteğine attıklarını anlatmak için elini kulağına ve gerdanına götürüp atma işareti yapmıştı.
Konu başlığı ile, zekât olarak, nassta belirtilen altın ve gümüş dışında başka bir mal kabul etmenin caiz olduğu belirtilmek İstenmiştir.
İbn Reşîd : "Buhârî, çoğu yerde Hanefîler'e karşı aykırı görüş belirtse de bu konuda, delilinden dolayı, onlarla aynı görüşü benimsediğini" kaydeder.
Aba" diye Türkçe'ye tercüme ettiğimiz kelimesi hakkında Davûdî, Cevheri ve diğer bazı âlimler şöyle demiştir: Bu, uzunluğu beş zira1 olan bir elbisedir.
Ebû Ubeyde, "Muâz belki de burada sık dokunmuş elbiseleri kasdetmiştir"
Muâz, "zekât olarak" kaydını zikretmiş olduğundan bu kayıt, söz konusu İşlemin haraç vergisi hakkında olmadığını gösterir.
Bu malların zekât malları yerine alındığına dair bir görüş vardır. Bu görüşle İlgili olarak İsmailî şöyle demiştir: "Muaz bana bunları zekât olarak vermeniz gereken arpa ve mısır yerine verebilirsiniz demiş olabilir. Almam gereken mallar karşılığında sizden satın almış olurum. O da yerine geçer. Ama başka bir yorumla alman bu mallar eğer zekât olsaydı, sahâbîlere gönderilmezdi. Bu da yukarıdaki görüşü desteklemektedir. Resûluîlah (a.s.v) Muaz'a, zekâtı bölgenin zenginlerinden alıp yine onların fakirlerine vermesini emretmişti."
Ancak bu iddiaya da şöyle cevap verilebilir: Muaz'ın söz konusu malları dağıtması için devlet başkanına (Hz. Peygamber'e) göndermesine engel bir durum yoktur. Hatta bu hadis, zekâtın, bir beldeden başka bir beldeye gönderilebileceğine dair delil olarak kullanılmıştır. Bu da ihtilaflı bir konudur.
Her ikisi de Allah'a yakınlaşma ve ibadet kastıyla yapıldığı İçin hem farz olan sadakanın (zekât), hem de nafile olan sadakanın verileceği yerler aynıdır. Bir delil ile hariç tutulan konular dışında, bir kimseye fakir ve ihtiyaç içinde olduğu için sadaka verilir.
Şöyle bir görüş vardır: "Resûluîlah sallallâhu aleyhi ve sellem o gün kadınlara sadaka vermeyi emredince, sadaka farz olmuştur." Bu biraz su götürür bir iddiadır. Çünkü eğer emir farz kılma amacıyla olsaydı, miktarın belirtilmiş olması gerekirdi. Diğer yandan tahmînî olarak ve elden geldiği kadar vermek caiz olmazdı.
Kadınların, "sadaka verin" emrini yerine getirmeleri mutlak bir itaattir. Bu, vacip ya da nafile, para ya da mal olarak verilen bütün sadakalara uygun bir fiildir.
"Süs olarak kullandığınız takılardan olsa bile" ifadesi mübalağa amacıyla kullanılmıştır. Yani sadaka olarak verilecek hiçbir şey yoksa, takılardan verilmesi emredilmiştir.
Hadisin, delil olarak kullanılan bölümü, "gerdanlık" olarak tercüme ettiğimiz l^Ut- ifadesidir. Çünkü bu, misk, karanfil vb. şeylerden yapılarak boyna asılan bir takıdır.
Salim Ibn Ömer'in, Resûlullah'tan sallallâhu aleyhi ve sellem buna benzer bir rivayette bulunduğu zikredilmiştir.
1450- Sümane'nin Enes'ten naklettiğine göre, Ebû Bekir radıyaiiâhu anh Enes'e u anh Resûlullah'ın sallallâhu aleyhi ve sellem belirlediği zekât miktarları konusunda yazdığı bir mektubunda şöyle demiştir;
"Verilecek zekât miktarı (artar ya da azalır) korkusu ile, zekâtı verilmesi gereken hayvanlardan ayrı olarak bulunanlar bir araya getirilmez, toplu halde bulunanlar da ayırılmaz."
İmam Malik "Muvattâ" adlı meşhur eserinde şöyle demektedir:
Örneğin, herbiri kırkar koyuna sahip ve birer koyun zekât vermeleri farz olan üç kişi vardır. Bunlar, toplamda sadece bir koyun zekât vermek amacıyla koyunlarını bir araya getirmektedir.
Veya 202 koyunları bulunan iki ortak vardır. Buna göre üç koyun zekât vermeleri gerekir. Bu kimseler, her biri sadece bir koyun zekât verecek şekilde bu koyunları aralarında paylaşırlar."
Şafiî ise şöyle der: "Hadisteki muhatap, bir yönden, zekât mükellefi, diğer yönden de zekât toplamakla görevli memurdur. Her İkisine de, zekât (artar/eksilir) endişesiyle zekât verilmesi gereken mallan toplamaması ya da ayırmaması emredilmiştir. Çünkü zekât mükellefi, daha az zekât vermek için duruma göre toplar ya da ayırır. Zekât memuru da, daha çok zekât toplamak için duruma göre toplar ya da ayınr. Hadis, hem mükellefe, hem de memura yönelik olabildiğine göre, buradaki muhataplardan birinin diğerinden daha öncelikli olduğu söylenemez. Dolayısıyla hem mükellefin hem de memurun birlikte muhatap olduğunu kabul etmek lazımdır."
Fakat ilk bakışta akla gelen anlama göre, zekât mükellefine hamletmek daha güçlü bir yorum olmaktadır. Allah (c.c) en iyisini bilir.
Bu hadis, nisaba ulaşmayan miktarlarda altın ve gümüşü bulunan kimsenin, bunları toplamaması gerektiği görüşüne delil olarak kullanılmıştır. Malikîler ve Hanefîler bu görüşün aksine, bunların toplanması gerektiğini belirtir. Toplama, Malikîler'e göre miktara {ecza'), Hanefîlere göre ise değere (kıymet) göre yapılmalıdır.
Hadis, Ahmed İbn Hanbel'in şu görüşüne delil olarak getirilmiştir: "Bir kimsenin, zekât nisabına ulaşmayan bir miktarda, örneğin Kûfe'de ve Basra'da yirmişer koyunu olsa, bunlar, sahibi tek kişidir diye toplanıp zekât alınmaz." İbnü'l-Münzir de bu görüştedir.
Fakihlerin çoğunluğu bu görüşün tersini savunur. Onlara göre, farklı şehirlerde olsa bile, aynı kimseye ait olan mallar toplanır ve zekâtı alınır.
Bu hadis, hilelerin geçersizliğini olduğunu, amellerde aslolanm, karinelerin gösterdiği maksatlar olduğunu, hibe ile zekât borcunun düşmeyeceğini göstermektedir.
Atâ ve Tâvûs, "Mallan birbirine karışmış vaziyette olan kimseler, kendi mallarının ne kadar olduğunu biliyor ise, bunlar toplanmaz" demiştir.
Süfyan ise, "Her biri için kırk koyun olmadıkça zekât vermek vacip değildir" demiştir.
1451- Ebü Bekir radıyallâhu anh, Enes'e radıyallâhu anh ReSÛlullah'm sallöllâhu aleyhi ve
sellem belirlediği zekât miktarları konusunda yazdığı bir mektubunda şöyle demiştir: "Zekât ortaklık malından verildiği zaman, ortaklar, paylarına göre birbirine rücû eder."
Ortaklık olarak tercüme ettiğimiz *JaJc>- kelimesi ile kasdedilen anlam konusunda ihtilaf edilmiştir:
Ebû Hanîfe bunun, "ortaklık" anlamında olduğunu belirterek, "Her bir ortağın, sadece, ortaklık olmasaydı ne kadar vermesi gerekiyorsa o kadar zekât vermesi farzdır" demiştir.
Ibn Cerîr et-Taberî bu görüşü eleştirerek, "Eğer ortaklığın olması ile olmamasının hükmü aynı ise bu hadis faydasız kalmaktadır. Nehiy (yasaklama) ancak nehiyden önceki duruma göre farklılık arzetmesi halinde yapılır. Eğer (Ebû Hanîfe'nin dediği gibi olsaydı) ortakların birbirine rücû etmesinin bir anlamı kalmazdı."
Rücû ile ilgili olarak Hattabî şöyle demiştir:
"Örneğin, her birinin yirmi koyunu olacak şekilde, iki kimseye ait kırk koyun olsa, taraflar, hangi koyunların kendilerine ait olduğunu da bilse, zekât memuru da onlardan birinden bir koyunu zekât olarak alsa, koyunu veren, yarım koyun değerini vermesi için diğer ortağa rücû eder. Bu, "komşuluk ortaklığı" (hultatü'l-civâr) olarak adlandırılan bir meseledir.
İmam Malik de, Süfyan-i Sevrî'nin, "Her birinin kırkar koyunu olmadıkça zekât vacip olmaz" şeklindeki görüşünü benimsemiştir.
Şafiî, Ahmed ve ehl-i hadis ise şu görüştedir;
Eğer hayvanları zekât nisabına ulaşmış ise zekâtı verirler. Onlara göre "karışma" (hulta), otlak, ağıl, belirli bir tarla ve damızlık erkek hayvan bakımından olabilir. Bunlardan daha özel anlamı, ortaklık bakımından karışmadır.
Develerin zekâtı hadisini, Ebû Bekir, Ebû Zerr ve Ebû Hüreyre rad.yaiiâhu Hz. Peygamber'den satiaiiâhu aleyhi ve sellem zikretmişlerdir.
1452- Ebû Saîd el-Hudrî şöyle anlatır:
Bir bedevi gelerek hicret etme konusunda Resûlullah'a sallallâhu aleyhi ve sellem danıştı. Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sdiem ona, "Sana yazık olur. Çünkü hicret çok zor ve meşakkatli bir iştir. Sadakasını vereceğin deven var mı?" buyurdu. Bedevi "Evet" dedi. Bunun üzerine Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem , "Denizler ardında bile olsan çalış. Çünkü Allah yaptığın hiçbir iyiliği mükafâtsız bırakmaz" buyurdu. [44]
Zeyn İbnü'l-Müneyyir şöyle demiştir: Bu hadiste, konu başlığı ile ilgili birçok hüküm bulunmaktadır:
1. Zekât vermek farzdır.
2. Namaz kılmayanlar ve zekât vermeyenler, onlara savaş açılması hükmünde ortaktır. Hatta bir deve yuları bile zekât olarak verilmeyecek olsa yine de o kimselerle savaşılır.
3. Zekât, farz olarak isimlendirilmiştir ki, farz, vaciplerin en kuvvetlisidir.
4. Ebü Hüreyre ve Ebü Zerr hadislerinde geçtiği üzere, zekât vermeyenlere anırette ceza verilecektir.
5. Ebü Saîd hadisi, develerin zekâtını vermenin faziletini ve Allah hakkı olan zekâtı vermenin, hicret sevabına denk olduğunu belirtir. Hadiste devesinin zekatını ödeyen kişinin hicret edip Medine'de ikamet etmenin sevabına nail olacağına işaret edilmiştir.
1453- Enes'in naklettiğine göre, Ebû Bekir radiyaiiâhu anh, Enes'e radıyaüâhu anh Resûlullah'ın sallallâhu aleyhi ve sellem emrettiği zekât konusunda yazdığı bir mektubunda şöyle demiştir: "Vermesi gereken zekât, dört yaşını doldurmuş bir dişi deve olup da, yanında böyle bir deve yerine, üç yaşını doldurmuş bir dişi deve bulunan kimseden, mükellef için daha kolay ise, bu deve ile birlikte iki koyun veya yirmi dirhem zekât olarak kabul edilir.
Vermesi gereken zekât, üç yaşını doldurmuş bir dişi deve olup da, yanında böyle bir deve yerine, dört yaşını doldurmuş bir dişi deve olan kişiden bu deve zekât olarak alınır. Zekât memuru, mükellefe ya iki koyun ya da yirmi dirhem geri verir.
Vermesi gereken zekât, üç yaşını doldurmuş bir dişi deve olup da, yanında böyle bir deve yerine, iki yaşını doldurmuş bir dişi deve bulunan kimseden, bu deve, zekât olarak kabul edilir. Üzerine iki koyun veya yirmi dirhem daha verir.
Vermesi gereken zekât, İki yaşını doldurmuş bir dişi deve olup da, yanında böyle bir deve yerine, üç yaşını doldurmuş bir dişi deve bulunan kimseden, bu deve zekât olarak kabul edilir. Zekât memuru mükellefe iki koyun veya yirmi dirhem iade eder.
Vermesi gereken zekât, iki yaşını doldurmuş bir dişi deve olup da, yanında böyle bir deve yerine, bir yaşını doldurmuş bir dişi deve bulunan kimseden, bu deve zekât olarak kabul edilir. Üzerine, yirmi dirhem veya iki koyun daha verir."
Zeyn İbnü'l-Müneyyİr şöyle demiştir: Zekât konusundaki konu (bâb) başlıktan üzerinde derinlemesine düşünen ve araştırmada bulunan kimse gafletten, ihmalkârlıktan uzaklaşır, anlamsız sözleri bırakır, başkalarına faydalı işler yapar.
Buhârî, konu başlığında, zekât olarak verilmesi gereken deve yerine, ondan daha büyük ya da daha düşük bîr deve bulunması halinde onun yerine başkasının verileceği yönünde bir hüküm cümlesi kurmamıştır. Bununla, bir yaşını doldurmuş devenin yerine başka bir devenin bulunmayışı arasında fark bulunmadığını belirtmek istemiştir.
Eğer başlıkta, başka bir devenin de, vacip olanın yerine geçeceğini söylemiş olsaydı başlıkta hüküm daha açık anlaşılırdı. Bunu yapmaması, bir yaşındaki develerle diğerleri arasında, başka bir devenin yerine geçmesi hükmü bakımından bir fark olmadığına işaret etmektedir. Allah en iyisini bilir.
1454- Abdullah İbn Enes'in naklettiğine göre, Ebû Bekir rad.yaiiâhu anh, Bahreyn'e gönderdiği zaman, Enes'e radıyallâhu anh şöyle bir mektup yazmıştır:
Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.
Bu, Allah Resûlü'nün Müslümanlara farz kıldığı, Allah'ın da Resulüne emrettiği zekâttır. Müslümanlardan, burada belirtilen ölçülere göre zekât vermeleri İstenirse hemen versin. Daha fazlası istenirse kimse vermesin. Ölçüler şöyledir: .
Zeyn İbnü'I-Müneyyir şöyle demiştir:
Davarların, senenin çoğunu otlakta geçirme özelliği, hadiste geçtiği için başlıkta zikredilmemiştir, Buhârî belki bu özelliği dikkate almıyordu, belki de ona göre, bu, tartışmalı bir konu olduğu İçin böyle yapmayı tercih etmiştir. Tercihe şâyân olan görüşe göre, bir nitelik, illet olmaya elverişli ise ona itibar edilir, aksi halde itibar edilmez. Hiç şüphesiz, otlakta beslenen hayvanların masrafı ve meşakkati daha azdır. Besili hayvanlar ise böyle değildir. Bundan dolayı "otlakta beslenme" (sâime) özelliğine itibar edilmesi tercihe daha layıktır. Allah (c.c) en iyisini bilir.
Hz. Ebû Bekir, Enes'i Bahreyn'e zekât memuru olarak göndermişti.
Maverdî şöyle der: Bu hadis, mektuba yazarken besmele ve Allah'a hamd ile başlamanın şart olmadığını gösterir.
Her ne kadar Hanefîler aksi görüşte olsa bile, "Sadaka" sözcüğü, zekât anlamında kullanılabilir.
Resûlullah'ın Müslümanlara farz kılması", Allah'ın emri ile farz kılma anlamındadır. Bir görüşe göre, miktarlarını takdir etti" anlamındadır. Çünkü zekâtın farz olduğu Kur'ân'da zaten bildirilmiştir. Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem İse, değişik cinslere göre ne kadar zekât verileceği hususunu açıklamıştır.
Farz kıldı" kelimesi şu âyette "beyan" anlamında kullanılmıştır: "Allah, yeminlerinizi bozmanızı size beyan etmiştir. [45]
Şu âyette ise "İndirme" (İnzal) anlamında kullanılmıştır: "Resûl'üm! Kur'ân'ı sana indiren Allah, elbette seni (yine) dönülecek yere döndürecektir.[46]
Şu âyette "helal kılma" anlamında kullanılmıştır: "Allah'ın helal kıldığı şeyde peygambere herhangi bir vebal yoktur.[47]
Bunların hiçbiri "takdir etme" anlamı dışında değildir,
Farz" kelimesi luzûm (gereklilik) anlamında da kullanılmıştır. Hatta en çok bu anlamda kullanılır olmuştur. Bu anlam da yine "takdir etme" anlamından farklı değildir.
Râğıb el-İsfehâni şöyle der: Kur'ân'da, "Falana farz kılındı" şeklindeki kullanımların tamamı "ilzam" anlamındadır. "Sana Kur'ân'ı indiren [48] âyeti, "Sana Kur'ân İle amel etmeyi vacip kıldı" anlamındadır.
Bu sözler, fakihler çoğunluğunun, "farz ile vacip aynı anlamdadır" şeklindeki görüşünü desteklemektedir. Hanefîler, farz ile vacip kavramını, hükmü koyan açısından birbirinden ayrı anlamda kullanmıştır ki, terimlerde tartışma yapmaya gerek yoktur. Tartışma sadece, sahih hadislerde yer alan ifadelerin yorumlanmasındadır. Çünkü bir söz, ondan daha sonra ortaya çıkmış olan bir terimle yorumlanamaz. Allah (c.c) en iyisini bilir.
Hadiste, "Müslümanlara" ifadesi geçtiği için, bu hadisten, kâfirlerin zekâtla mükellef olmadığı görüşü çıkarılmıştır. Bu görüş şu şekilde eleştirilmiştir: Burada kasdedilen, kâfirlerin zekât vermesinin sahih olmayacağıdır. Yoksa bundan dolayı cezalandırılmayacağı değildir ki, tartışma konusu da zaten budur.
Hadis, zahir (altın-gümüş dışındaki) malların zekâtının devlete verilmesi gerektiğine bir delil teşkil etmektedir.
Davar cinsinden" ifadesi, söz konusu durumda mutlaka zekâtın bu cins ile ödenmesi gerektiğini göstermektedir. İmam Malik ve Ahmed İbn Hanbel bu görüştedir. Eğer mükellef, yirmi dört deve İçin bir deve zekât verse zekât yükümü sona ermez.
Şafiî ve fakihler çoğunluğu ise şöyle der:
Zekât borcu düşer. Çünkü bir deve, yirmi beş devenin zekâtı olarak'verilir. Yirmi beş deveden daha azı için bir deve verilirse bu, evleviyetle caiz olur. Diğer yandan aslolan, zekâtın, zekât konusu mal cinsinden verilmesidir. Başka bir cinsten verilmesi, mal sahibine olan merhametten dolayıdır. Eğer kişi, kendi seçimi İle, asıl hükmü uygulayarak deve verirse, zekât borcu üzerinden düşer."
Devenin değeri, örneğin, dört koyundan daha düşük olursa bu durumda Şafiîler'e ve diğer âlimlere göre görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Kıyasa göre bu, vacip olan zekâtın yerine geçmez. Delil, "her yirmi dört devede" sözüdür. Her ne kadar yirmiyi aşan dört deve, iki matrah arasında kalan bölüm olsa bile, dört koyun, develerin tamamı İçin alınmıştır. Şafiî'nin Büveytî'deki görüşü böyledir. Başka bir yerde ise "Bu fazlalıktır" demektedir.
Bu görüş ayrılığının neticesi şu örnekte ortaya çıkmaktadır; Bir kimsenin yedi devesi bulunsa, üzerinden bir yıl geçtikten sonra ve henüz zekât verme İmkanına sahip olmadan (temekkün) önce dört tanesi telef olsa, -ki bu, vucûbiyet şartıdır- o kimsenin bir koyun zekât vermesi konusunda hiç bir ihtilaf
İktur. Temekkünün tazminat için şart olduğunu, iki matrah arasındaki kısmın kâttan muaf tutulduğunu söylememiz halinde de durum aynıdır. Eğer rziyetin bununla ilgili olduğunu söylersek beş koyun vermek gerekir. İbnü'l-ünzîr'İn naklettiği gibi, birincisi, fakihler çoğunluğunun benimsediği görüştür. Not: Vaks: Fakihlerin çoğunluğuna göre vaks, zekât miktarlarında iki atrah arasında kalan bölümdür. Şafiîler, ilk nisabın altında kalan kısım için de aks" terimini kullanmıştır. Allah (c.c) en iyisini bilir.
"Bir yaşını doldurmuş dişi deve" olarak tercüme ettiğimiz, "bint-i mahâd" jelimesi, iki yaşından gün almış ve annesinin de hamile olabilme vakti giren leve anlamında kullanılır.
Buharı, 1453 nolu hadisin sonunda, şu cümleyi burada eksik bırakmıştır: Eğer mükellefte, bir yaşını doldurmuş deve yerine, iki yaşını doldurmuş bir tek deve varsa bu, zekât olarak kabul edilir. Beraberinde başka bir şey :rmesi istenmez." Bu herkesin ittifak ettiği bir hükümdür.
Eğer bunlardan hiçbirini bulamıyorsa, Şafiîler'de sağlam olan görüşe göre 3kât olarak vermek üzere) dilediğini satın alabilir. Bir görüşe göre ise, mutlaka, r yaşını doldurmuş dişi deve alması gerekir. İmam Malik ve Ahmed İbn Hanbel görüştedir.
Beraberinde yirmi dirhem veya İki koyun verir": Şafiî, Ahmed ve ehl-İ dîs bu görüştedir. Sevrî ise on dirhem verileceği görüşündedir. İshak'ın da bu rüşte olduğu nakledilir. Malik'e göre, mutlaka belirtilen yaşta bir deve satm naşı gerekir.
Hattabî şöyle der: "Bana öyle geliyor ki, Sari' bu tür durumlarda, meseleyi tât memurunun İçtihadına bırakmamak İçin iki koyun veya yirmi dirhem ola-f belirlemiştir. Çünkü zekât memurları, zekâtı, hakim ya da değer takdirinde bulunabilecek bir experin bulunmadığı ortamlarda toplamaktadır. Bundan dolayı Hz. Peygamber, çekişmeye yol açmayacak şekilde ölçüyü kesin olarak belirlemiştir. Nitekim musarrât olayında verilecek sa' ve ana rahmindeki çocuğun öldürülmesinde verilmesi gereken tazminatta da aynı şekilde davranmıştır. Allah (c.c) en iyisini bilir.
"Üç yüz koyundan sonra her yüz koyun için bir koyun vermek gerekir." :
Buna göre, dört yüz olmadıkça dördüncü bir koyun vermek gerekmez. Fakihler çoğunluğunun görüşü böyledir. Kendisinden sonra gelen nisabı beyan etmek amacıyla "üç yüz" ifadesi kullanılmıştır. Çünkü öncesinde yer alan matrahlar belirli bir artışla değil, muhteliftir.
Hasen İbn Saiih gibi Kûfe'li bazı âlimlere ve Ahmed İbn Hanbel'e göre, üç yüz koyundan bir fazla olsa dört koyun zekât verilmesi gerekir.
Yüz doksan dirhem olursa" ifadesinden, sanki iki yüz dirheme varıncaya kadar yüz doksandan bir miktar fazla olsa zekât verilmesi gerektiği anlamı çıkmaktadır. Oysa hüküm böyle değildir. Yüz doksan şeklinde anılması, iki yüze ulaşmadan önceki son ondalık rakam olmasındandır. Hesap tam sayıyı aştığında onluk yüzlük ve binlik sayılara göre hesaplanır. "Yüz doksan olursa" ifadesi, iki yüz dirheme ulaşmadıkça zekât vermek gerekmediğini göstermek içindir. Öncesinde yer alan "Beş ukiyyeden (iki yüz dirhem) aşağı gümüşte zekât vermek gerekmez" ifadesi de buna delildir. Yine "sahibi istemedikçe" yani bağış olarak vermek istemedikçe İfadesi de bunu gösterir.
1455- Sümane'nin Enes'ten naklettiğine göre, Ebû Bekir radiyaiiâhu anh Enes'e iâhu anh, Allah'ın Resûlullah'a sallallâhu aieytıi ve sellem emrettiği zekât konusunda yazdığı bir mektubunda şöyle demiştir:
"Zekât memuru talep etmedikçe dişleri düşmüş durumdaki yaşlı, ayıplı/tek gözlü hayvan ve teke zekât olarak alınmaz."
"Zekât memuru" olarak tercüme ettiğimiz kelimesi ile, (bir görüşe göre) mal sahibi kasdedilmiştir. Anlam tam olarak şöyle olur: Yaşlı veya ayıp-h/kör veya tek gözlü olan hayvan hiç bir durumda zekât olarak alınmaz. Teke (koç gibi damızlık amacıyla yararlanılan hayvanlar) ise ihtiyacı olduğu için ancak sahibinin izin vermesi halinde alınır. Çünkü isteği dışında alınması halinde mal sahibine zarar verilmiş olmaktadır. Allah (c.c) en iyisini bilir. Buna göre, istisna sadece sonuncu duruma has olur.
Bazı âlimler ise, ( kelimesinin, zekât memuru anlamında olduğu görüşündedir. Bir nevi vekil durumunda olduğu için, bu konunun zekât memurunun içtihadına bırakılması gerektiğine işaret ediimiştir. Çünkü o, maslahat olmaksızın herhangi bir tasarrufta bulunmaz. Kurallar neyi gerektiriyorsa onlara bağlı kalır. Bu, Büveytî'deki Şafiî'ye ait görüş olup ifadeler şöyledir: 'Ayıplı, teke veya yaşlı olan hayvanlar zekât olarak alınmaz. Fakat eğer zekât memuru fakirler için bunların daha yararlı olduğunu düşünürse alabilir." Bu görüş, istisnayı, öncesinde geçen bütün ifadelere şamil kılma bakımından Şafiî'nin genel anlayışına uygun düşmektedir. Eğer sürünün tamamı ayıplı veya teke ise zekâtı onlardan vermesi halinde zekât borcu ödenmiş olur. Malikîler, hadisin zahirine tutunarak, mal sahibinin zekât vermeye elverişli bir hayvan satın alması gerektiği Görüşündedir.
Nelerin ayıp kapsamına girdiği konusunda goruş ayrılığı bulunmaktadır.
Çoğunluk, satım akdinde, malı geri verme sebebi doğuran ayıplar olduğu kanaatindedir. Bir görüşe göre, hayvanın kurban olmasına mani ayıplardır. Hastalık, erkek olma (verilmesi gereken zekâtın dişi olması halinde), daha büyük yaşta bir hayvan verilmesi gerekiyorsa yaşının küçük olması ayıp olarak değerlendirilir.
1456- Ebû Hüreyre radıyaiiâhu anh şöyle anlatır: Ebû Bekir radıyaiiâhu anh şöyle demiştir: "Allah'a yemin ederim ki, Resûlullah'a saibMhu aleyhi ve sellem vermekte oldukları yaşını doldurmamış bir kuzuyu (zekât olarak) bana vermezlerse onlara karşı savaş açarım."
1457- Hz. Ömer radıyaıiâhu anh şöyle demiştir: "Anladım ki, (zekât vermeyenlerle savaşma kararı) Allah'ın (c.c) Ebû Bekir'in kalbine koymuş olduğu hak bir hükümdür."
Buhârî, seçmiş olduğu konu başlığı ile, zekât olarak bir yaşından küçük koyun/keçi almanın caiz olduğu görüşünde olduğuna işaret etmektedir. Çünkü küçük olmak bir ayıp değildir. Zekât memuru uygun görürse, yaşlılıktan daha iyidir. Başlıkta, "verme" yerine "alma" sözünün kullanılmasındaki ince anlam da buradadır.
1458- Ibn AbbaS radıyallâhu anhümâ şöyle anlatir: resûiuilah sallallâhu aleyhi ve sellem
Muâz'ı Yemen'e (vali olarak) gönderdiği zaman ona şöyle buyurdu:"Sen halkı ehl-i kitap olan bir yere gidiyorsun, ilk önce onları Allah'a ibadet etmeye davet et. Allah'ı tanıdıkları zaman Allah'ın onlara günde beş vakit namazı farz kıldığını haber ver. Namaz kılmaya başladıkları zaman, Allah'ın onların malından zekât alınıp fakirlerine verilmesini farz kıldığını söyle, itaat ederlerse bunu onlardan al. Ama insanların mallarından en iyilerini almaktan kaçın."
En İyileri" sözcüğü, hangi sınıf mal olursa olsun en değerlileri anlamındadır. "En iyisi" olarak tercüme ettiğimiz kerîme" sözcüğü, "hayrı bol" anlamına geiir. Değerli olan mallara, ondan elde edilen menfaat çok olduğu için kerîm" denilir. Bu konuda daha geniş bilgi fıtır sadakası bölümünde gelecektir.
1459- Ebû Saîd el-Hudrî'den nakledildiğine göre Resûlullah sallallâhu aleyhi ve şöyle buyurmuştur: "Beş veskten daha az miktardaki hurma için zekât gerekmez. Beş ukıyyeden (200 dirhem) daha az miktardaki gümüş İçin zekât vermek gerekmez. En az üçer yaşındaki beş adet deveden daha az miktardaki deve için zekât vermek gerekmez."
Ebû Humeyd, Resûlullah'ın sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurduğunu nakleder: "Allah'a yemin ederim ki, böğüren bir sığır ile Allah'ın huzuruna gelişini bilirim.
"Böğüren" olarak tercüme ettiğimiz kelimesi yerine, kelimesinin de kullanıldığı belirtmiştir, (o zaman anlam şöyle olur): "Sığırların böğürdüğü gibi siz de böğürürsünüz."
1460- Ebû Zerr radıyaiiâhu anh §öyle anlatır:
Bir gün Resûlullah'ın sallallâhu aleyhi ve sellem huzuruna varmıştım. O şöyle buyurdu: "Canımı elinde tutan Allah'a yemin olsun ki - ya da Kendisinden başka hiç ilah olmayan Allah'a yemin ederim ki - ya da bir şekilde yemin etti, ve şöyle buyurdu: Devesi, sığırı veya davarı bulunup da hakkını (zekâtını) ödemeyen , bu hayvanları kıyamet günü eskisinden daha büyük ve semiz olarak
lecekler. Ayakları ile sahibini çiğneyecekler ve boynuzları ile toslayacaklardır, irüdeki hayvanlar teker teker böyle yapacak, bittiği zaman ise aynen başa nacak ve hüküm verme zamanı gelinceye kadar böyle devam edecektir. [49]
Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem , "Ona (zekâtını akrabaya veren kimseye), ak-)ahk ve sadakadan dolayı iki ecir vardır" buyurmuştur.
1461- Enes İbn Malik şöyle anlatır: Ebû Talha, hurmalıkları bakımından Medine'de en zengin kimse idi. O, en çok mescidin karşısında bulunan Beyrûha adlı bahçesini severdi. Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem oraya girer ve güzel suyundan İçerdi. "Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça Hyi'ye eremezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir [50] âyeti nazil olunca Ebû Talha, hemen kalkıp Hz. Peygamber'e sallallâhu aleyhi ve sellem geldi ve "Ey Allah'ın Resulü! Allah, "Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiliğe kavuşamazsınız" âyetini indirdi. En sevdiğim mal, Beyrûha'dır. Onu, Allah için sadaka olarak veriyorum. Bundan dolayı Allah'ın bana 'iyi'yi (birr) vermesini ve âhirette sevap almayı umuyorum. Ey Allah'ın Resulü! Bu bahçe hakkında, Allah'ın sana gösterdiği şekilde tasarrufta bulun" dedi.
Bunun üzerine Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem , "Ne güzel! Bu çok kazanç geti-. ren bir mal. Bu çok kâr getiren bir mal. Dediklerini işittim. Ben, bunu akrabalarına uermeni uygun görüyorum" buyurdu.
Ebû Talha da, "(Buyurduğunuz şekilde) yapacağım, Yâ Resülallah!" diyerek, bahçeyi, akrabaları ve amca çocukları arasında paylaştırdı.
Yahya İbn Yahya ve İsmail'in Malik'ten yaptığı rivayette, "kazançlı" olarak tercüme ettiğimiz kelimesi yerine, "gelip giden" anlamına gelen kelimesi geçmektedir.[51]
1462- Ebû Saîd el-Hudrî şöyle anlatır: Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bir Kurban veya Ramazan bayramında musallaya gitti. Sonra ayrıldı, insanlara öğüt verdi, "£y insanlar, sadaka verin" buyurarak, sadaka vermelerini emretti. Daha sonra bir grup kadına rastgeldi. "Ey kadınlar topluluğu, sadaka verin. Çünkü ben, cehennemdekilerin çoğunun sizlerden oluştuğunu gördüm" buyurdu.
Kadınlar, "Neden Ey Allah'ın Resulü!" diye sordu.
Hz. Peygamber safeiiâhu aleyhi ve sellem , "Çok lanette bulunuyor, refikinize (kocanıza) karşı nankörlük ediyorsunuz. Ey kadınlar! Ne kadar garip ki, akıllı ve dinine bağlı bir kimsenin aklını, sizin gibi akı! ve din bakımından noksan kadınlar kadar başka hiçbir kimsenin gelebildiğini görmedim" buyurdu ve ayrıldı.
Evine ulaşınca, Ibn Mes'ûd'un radıyaiiâhu anh hanımı Zeynep, huzuruna girmek için izin istedi.
Efendimiz'e sallallâhu aleyhi ve sellem , "Zeynep izin istiyor" dediler.
Hz, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem , "Hangi Zeynep" diye sordu. İbn Mes'ûd'un hanımı olduğu söylenince izin verdi.
Zeynep, "Ey Allah'ın Resulü! Bugün siz sadaka vermemizi emrettiniz. Benim bazı ziynetlerim var. Onları sadaka olarak vermek istedim. Fakat İbn Mes'ûd, kendisinin ve oğlunun, sadaka vereceğim kimselerden daha hak sahibi olduğunu iddia etti. Ne dersiniz?" dedi.
Bunun üzerine Resûl-İ Ekrem saiiaiıshu aleyhi ve sellem , "Ibn Mes'ûd doğru söylemiş. Onlar, senin vereceğin kimselerden daha çok hak sahibidir" buyurmuştur.
Zeyn İbnül-Müneyyir şöyle demiştir; Bu hadislerin, konu başlığı ile ilgili delil olma yönü şudur: Akrabaya verilen nafile sadakaların sevabı, verilmesi gereken yere verildiği, üstelik akrabaya verildiği için eksilmemektedir. İşte farz olan sadakada da durum böyledir.
İsmaîlî bu görüşü şöyle eleştirir: Hadislerde zikredilen, farz olan zekât değil, genel anlamda sadakadır. Dolayısıyla bu şekilde delil getirilemez. Fakat şu durum delil olabilir:
Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem , nafile olan sadakanın akrabaya verilmesini daha faziletli görmüştür. Buna göre, farz olan zekâtı akrabalara vermek de daha faziletli olur.
"Gelip-giden" şeklinde tercüme ettiğimiz «ilj sözcüğü, "sevabı gelen" anlamında kullanılmıştır. İbn Battal, "Mesafesi yakındır ki bu malların en iyisidir" demiştir. Bir görüşe göre, "Sevapla gelir - gider" anlamındadır.
1463- Ebû Hüreyre'nİn naklettiğine göre Resûîuliah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Müslüman, atı ve kölesinden dolayı zekât vermekle yükümlü değildir.[52]
1464- Ebû Hüreyre'nin naklettiğine göre Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Müslüman, atı ve kölesinden dolayı zekât vermekle yükümlü değildir."
İbn Reşîd şöyle demiştir: "Burada kasdedilen, tek bir (at ya da köle) değil, cins olarak at ve köledir. Çünkü kullanılan köle ve binek atından dolayı (zekât gerekmediği konusunda) hiçbir görüş ayrılığı yoktur.
Kûfeli bazı âlimler, kölenin değeri üzerinden zekât alınması gerektiğini söylemiştir. Buhârî belki, Hz. Ali'den radıyaiiâhu anh merfû olarak rivayet edilen, "At ve kölenin zekâtı konusunda size muafiyet tanımıştım. Artık kölenin zekâtını getirin" hadisine işaret etmek istemiştir. Bu hadisi, Ebû Dâvûd ve diğer bazı hadisçiler nakletmiştir. Râvî zinciri sağlamdır.
Ebû Hanîfe, atın, erkek ve dişi atlardan oluşması halinde üremelerini dikkate alarak, farklı bir görüş belirtir. Bu görüşünde yalnız kalmıştır. Ondan, bunun aksi yönünde bir rivayet de bulunmaktadır. Ebû Hanîfe'ye göre, mal sahibi şu seçeneklerden birini yapabilir:
Ya her bir at İçin bir dinar verir. Ya da atların değerini hesapladıktan sonra bedelinin kırkta birini zekât olarak verir. Delil olarak yukarıdaki hadis getirilmiştir. Şöyle ki; hadisteki, "yükümlü değildir" şeklindeki olumsuz ifade, değeri ile İlgili değil, rakabesi (kölenin bizatihi şahsı) hakkındadır.
Zahirîler, yukarıda metnini vermiş olduğumuz hadisten yola çıkarak, ticaret İçin bile olsa hiçbir durumda at ve köle için zekâtın vacip olmadığı görüşüne parmıştır.
Zahirîlerin görüşüne şöyle cevap verilir: Ticaret mallarından zekât verilmesi gerektiği icma ile sabit bir hükümdür. Nitekim İbnü'l-Münzir ve diğer âlimler bu şekilde nakletmiştir. Dolayısıyla bu hüküm, yukarıdaki hadisin genel anlamını tahsis eder. Allah (c.c) en iyisini bilir.
1465- Ebû Saîd el-Hudrî radıyaiiâhu anh şöyle anlatır:
Bir gün Resûlullah saiiaüâhu aleyhi ve sellem minbere oturmuştu. Biz de etrafına oturduk. Sonra "Benden sonra, sizin için endişe ettiğim şeylerden biri dünya güzelliklerinin sizin için açılmasıdır" buyurdu. Bir sahâbî, "Ey Allah'ın Resulü! Hayırlı bir şey şer getirir mi?" diye sordu.
Bunun üzerine Hz. Peygamber saiiaiıshu aleyhi ve »ıiem bir sürs sustu. Etraftaki sahâbîler soru soran kimseye, "Neden Peygamberle konuşuyorsun? O seninle konuşmuyor ki" dedi. Bir de baktık ki Resûlullah'a sallallâhu aleyhi ve seüem vahiy iniyor. Sonra terini sildi ve soru soran kişiyi över bir tavırla, "Soruyu soran nerede? Gerçekte, hayır şer getirmez. Muhakkak ki baharın yeşerttiği bitkilerden bazıları öldürücü veya zehirlidir. Fakat yeşil ot yiyen (hayvan) böyle değildir. Yeşil otu yer, kalçaları üzerine oturur, güneşlenir. Dışkısını ve idrarını rahatça yapar. Sonra yine bol bol yer.
İşte mal da yeşil ot gibi tatlıdır. Malından, miskine, yetime ve yolda kalmışa veren kimseye ne mutlu! (Râvî, ya da buna benzer şey söylediğini belirtir).
Malları, haksız yolla elde eden, yiyip yiyip de doymayan kimse gibidir. Bunlar, kıyamet günü onun aleyhine şahitlik edecektir" buyurdu.
Zeyn İbnü'l-Müneyyİr şöyle demiştir: Buhârî burada, zekât yerine "sadaka" sözcüğünü kullanmıştır. Çünkü hadis, hem farz olan zekât hem de nafile sadaka İle İlgili olabilir. Zekâtın verilmesi gereken sınıflardan miskin ve yolcunun arasında yetimlerden bahsedilmiştir.
İbn Reşîd şöyle der: "Müslümanm, atından dolayı sadaka vermesi gerekmez" konu başlığında, Buhârî, farz olan zekâtı kasdetmiştir. Çünkü nafile olan sadaka hakkında zaten herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. "Yetimlere sadaka vermek" konusu da böyledir."
Ebû Saîd el-Hudrî, Hz. Peygamber'den sallallâhu aleyhi ve seüem nakletmiştir.
1466- İbn Abbas'ın hanımı Zeynep (r.anhüm) şöyle anlatır: Mescitte idim. Bu sırada Resûlullah'ı sallallâhu aleyhi ve sellem gördüm. Bana, "Ziynetlerinden bile olsa sadaka ver" buyurdu.
Zeynep, hem kocası Abdullah'a, hem de himayesinde bulunan yetimlere in-fak ediyordu. Zeynep, kocası Abdullah'a, "Resûlullah'a sallallâhu aleyhi ve senem bir sorar mısın? Benim sana ve himayemdeki yetimlere yaptığım infak sadaka yerine geçer mi?" dedi. Abdullah ona, "Sen kendin sor" dedi.
Bunun üzerine bir gün Zeynep Resûlullah'ın yanına gitti. (Zeynep olayı şöyle anlatıyor):
"Kapıda benim gibi, sorulan olan ensardan bazı kadınların olduğunu gördüm. Bu arada Bilâl geldi. Bilâl'den bizim sorumuzu Resûllah'a sormasını istedik. Ona, "Bizim kim olduğumuzu ona söyleme" diye tenbih ettik.
Bilâl içeri girdi ve soruyu sordu.
Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem , "Soruyu soran kimdir?" dedi. Bilâl, "Zeynep" dedi. Hz, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem , "Hangi Zeynep" dedi, Bilâl, "Abdullah'ın hanımı" dedi.
Bunun üzerine Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem , "Evet ona iki sevap vardır. Birisi yakınlıktan dolayı, diğeri sadaka verdiği için" buyurdu.
1467- Ümmü Seleme şöyle anlatır: Resûiullah'a sallallâhu aleyhi ve «ıiem, "Ey Allah'ın Resulü! Ebû Seleme'nin çocuklarına yaptığım infaktan dolayı bana sevap var mı? Onlar benim de çocuklarım" diye sordum. Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem , "İnfak et Onlara harcadığın şeylerin sevabını alacaksın" buyurdu.[53]
İki sevaptan biri, akrabalık bağlarını güçlü tuttuğu için, diğeri de sadaka verdiği içindir. Bu hadis, kadının, kocasına zekât verebileceğine dair bir delil olarak getirilmiştir. Bu görüş, Şafiî, Sevrî ve İmam Muhammed, Ebû Yusuf, bir rivayete göre İmam Malik ve Ahmed'e aittir.
İbnü'l-Müneyyir Şöyle der: Kadının kocasına zekât veremeyeceğini savunanlar, verdiği zekâtın, kendisine nafaka olarak döneceğini dolayısıyla sanki hiç vermemiş gibi olacağını ileri sürerek karşı çıkarlar.
Buna şöyle cevap verilebilir: Sadakanın, verene dönme ihtimali nafile olan sadakada da geçerlidir. Diğer yandan hadiste bu konuda detay verilmemesi de (hem farz olan hem de nafile olan sadakayı kapsayacak şekilde) genel bir anlam taşıdığını gösterir ki bu da ilk görüşü destekler niteliktedir. Hadiste sadaka'dan bahsedilip, farz ya da nafile olmasından bahsedilmeyince sanki, "farz ya da nafile ikisi de geçerlidir" denilmiş olur.
Hadiste, çocuğuna verip vermediğine dair bir kayıt bulunmamaktadır. Belki de hadisteki ifade, "kadın kocasına zekât verince kocası da onu çocuklara harcayacaktır. Dolayısıyla zekâta, üçüncü şahıslardan daha fazla hak sahibi olmaktadırlar" anlamındadır. Çünkü kocaya zekât verilince zekât yükümlülüğü yerine gelmiş, olmaktadır. Çocuğa ulaşması ise bundan daha sonradır.
Bana göre burada iki mesele bulunmaktadır:
Birincisi, ziynet eşyaları ile kocasına ve çocuğuna sadaka verme konusunu sormasında; ikincisi ise, nafaka ile ilgili sorudadır. Allah (c.c) en iyisini bilir.
Hadis, akrabaya sadaka vermeyi teşvik etmektedir. Bu durum, "nafakasını zorunda olmayan kimselere" yorulmuştur. Zekâtın, nafakası karşılan-ırak zorunda olunan kimselere verileme meşinin illeti şu şekillerde açıklanmıştır:
Bu kimselere zekât verilince ihtiyaçları karşılanmış olduğu için, zekât verenden nafaka borcu düşmektedir.
Kişi onlara zekât verince zengin olur. Zekât zengine verilmez.
Hasan ve Tâvûs'un, akrabalarına zekât vermediği nakledilmiştir. Bir rivayete gere İmam Malik de böyle yapmıştır.
Ibnü'l-Münzir şöyle der:"Kişinin, hanımına zekât veremeyeceği konusunda iroa bulunmaktadır. Çünkü, koca, karısının nafakasını karşılamakla yükümlüdür. Bu nedenle kadının zekâta ihtiyacı yoktur. Kadının kocasına zekât vermesi ise-daha önce geçtiği üzere- ihtilaflı bir konudur.
1- Akrabahk bağlarını gözetmeye teşvik etmektedir.
2- Kadının, kocasının iznini almadan teberruda bulunması caizdir.
3- Kadmlar, büyük ve değerli varlıklardır.
4- Devlet başkanının, erkekleri ve kadınları hayırlı İşlerde bulunmaya teşvik etrcesi gerekir.
5- Fitneden emin olunması halinde kadınlar kendilerine yabancı olan (dinen nÜah düşen) erkeklerle konuşabilir.
6- Zekât vermeme sebebiyle alınacak günah ve bunun sonunda karşılaşılarak azaptan korkutulmaktadır.
7- Bir âlim, kendisinden daha bilgili başka bir âlim bulunsa'bile fetva verebilir.
8- Daha çok ilim sahibi olma talep edilmelidir. Kurtubî şöyle der:
Bilâl'ın, soruyu sordurtan iki kadının ismini vermesi sırrı gizlememek ve emanete riayetsizlik olarak değerlendirilemez. Çünkü kadınlar Bilâl'e böyle bir zorunluluk getirmemiştir. Dolayısıyla o, bunun, mutlaka gizlenmesi gereken bir husus olduğu sonucunu çıkarmamıştır.
Diğer yandan soruyu soranın kim olduğunu Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sormuştur. Resûiullah'a itaat, kadınların, kendilerini gizleme isteğinden daha fazla uyulması gerekli olan bir husustur. Bu söylediklerimiz, Bilâl'in, söylememeye söz vermesi halinde geçerli olurdu. Belki de kadınlar böyle bir talepte bulundu, fakat Bilâl onlara söz vermedi..Her isteyenin isteğini karşılamak mutlaka gereklidir diye bir kural yoktur.
Ibn Abbas'ın radıyaıiâhu anhümâ, zekâtından bir bölümü ayırıp Hac sırasında verdiği zikredilmiştir.
Hasan-i Basrî, "Kişinin, vereceği zekât ile (köle durumunda olan) babasını satın alması caizdir. Zekât, mücahitlere ve hac yapmayan kimselere verilebilir" demiş, daha sonra, zekâtın verileceği yerleri beyan eden Tevbe sûresi 60. âyeti okumuştur. Zekât bu gruplardan hangisine verilirse verilsin geçerlidir.
Hz. Peygamber saiiarahu aieyhi ve sellem : "Halid, zırhlarım Allah yolunda hapsetmiştir (vakfetmişür)" diye buyurdu.
Ebû Lâs'ın, "Resûlullah, hacca gitmemiz için bizi zekât olarak verilen deveye I bindirdi" demiştir.
1468- Ebû Hüreyre'den radıyaiiâhu anh rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem zekât verilmesini emretmiştir. Daha sonra ona, Ibn Cemil, Halid İbn Velid ve Abbas'ın zekât vermediğini söylediler. Bunun üzerine Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem , "İbn Cemil nasıl olur da zekât vermekten kaçınır? Allah ue Resulü onu zengin etmiştir, Halide gelince; siz ona haksızlık ediyorsunuz. O, zırhlannı ve binek hayvanlarını (Allah yolunda kullanılması için) vakfetmiştir. Abbas'a gelince; o, Allah Resulünün amcasıdır. Abbas zekâtı vermekle yükümlüdür. Onun zekâtı, bir katı ile beraber zamanından önce verilmiştir" buyurmuştur.
Köleler: Selef âlimleri, zekâtın verileceği yerleri belirten âyetteki "koleler"in yorumu konusunda görüş ayrılığı içindedir:
Bir görüşe göre, burada kasdedilen, azâd etmek üzere köle satın alınmasıdır. İbnü'l-Kâsım'ın Malik'ten rivayet ettiği görüş bu yöndedir, Ebû Ubeyd, Ebû Sevr ve İshak da bu görüşü benimsemişlerdir. Buharı ve İbnü'l-Münzİr de bu görüşü savunurlar.
Ebû Ubeyd, "En güzel görüş, İbn Abbas'a ait olanıdır. Çünkü o, tabî olmaya daha layık ve yorumlamayı (te'vîl) en iyi bilen kimsedir" demiştir.
İbn Vehb'in Malik'ten naklettiğine göre, zekâtın kölelere verilmesi, "mükatep [54] kölelerle ilgilidir. Şafiî, Leys, Kûfe'ii âlimler ve âlimlerin çoğunluğunun görüşü de böyledir. Taberî de yine bu görüşü tercih etmiştir.
Üçüncü bir görüş daha mevcuttur. Şöyle ki: Kölelerin payı İkiye ayrılır. Yarısı, Müslüman olduğunu iddia eden bütün kölelere verilir. Diğer yarısı ile (azâd etmek İçin) namaz kılan, oruç tutan köleler satın alınır.
İbn Ebû Hatim ve Ebû Ubeyd "el-Emvâl" adlı eserinde, Zührî'nin bu görüşü Ömer İbn Abdülaziz'e yazdığını sahih bir senetle nakletmîştir.
Fî Sebîlillah - Allah Yolunda: Alimlerin çoğu "Allah yolunda" ifadesinin, ister zengin ister fakir olsun, "gâzîler" anlamında olduğu görüşündedir. Fakat Ebû Hanîfe, "Sadece ihtiyaç sahibi gazilere aittir" demiştir.
Ahmed ve İshak'm, "Hac, fî sebîlillah" kapsamına giren hususlardan biridir" görüşünde olduğu nakledilmiştir. ibn Abbas'ın bu konudaki yaklaşımı daha önce geçmişti.
İbn Ömer de, "Hac, fî sebîlillah'tan biridir" demiştir. Bu rivayeti, Ebû Ubeyd sahih bir senetle İbn Ömer'den yapmıştır.
Müslim'in, Verkâ' ve Ebu'z-Zinâd yoluyla naklettiği hadiste, "Resûlullah saibiiâhu aleyhi ve sellem Ömer'i sadaka (zekât) toplamak üzere gönderdi" şeklinde geçer. Bu rivayet, söz konusu sadakanın farz olan zekât olduğu izlenimi vermektedir. Çünkü nafile sadaka toplamak üzere memur gönderilmez.
İbnü'l-Kassâr el-Mâliki şöyle demiştir: "Buradaki sadakanın, nafile olan sadaka olması daha uygundur. Çünkü söz konusu sahâbîlerin farz olan zekâtı vermekten kaçtıkları düşünülemez. Onlar, inkâr ederek veya inat olsun diye sadaka vermemezlik etmemiştir. İbn Cemil'in münafık olduğu daha sonra tevbe ettiği söylenmiştir. el-Mühelleb de aynı görüşü nakletmektedir.
Kadı Hüseyin, "Ta'lîk"mda "Onlardan kimi de, eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka vereceğiz ve elbette biz salihlerden olacağız, diye and içti [55] âyetinin kesin olarak onun hakkında indiğini belirtmiştir. Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem , Halid'in, zekât olarak vermediği şeylerin ne İçin olduğunu (zırhlarını Allah yolunda vakfetmesi ile) yorumlamıştır. Abbas hakkında da, ileride açıklaması gelecek olan düşünceye sahipti. Bundan dolayı Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem , Halid İle Abbas'ı mazur görmüş, İbn Cemîl'i İse görmemiştir.
Resûlullah, İbn Cemil'in zengin olmasıyla ilgili olarak kendisini de zikretmiştir. Çünkü onun Müslüman olmasına Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem vesile olmuştur. Daha sonra da önceleri fakir iken, Allah'ın Resulüne bahşettiği ganimetler ile zengin olmuştur. Bu tür anlatım, "övgülü ifade kullanarak yermek" tarzındadır. Çünkü Allah'ın onu zengin kılması dışında başka bir bahanesi ve özrü yoktu.
Bu hadiste, verilen nimetlere nankörlükle karşılık vermek yasaklanmış, iyilik karşısında kötülükle karşılık vermek yerilmiştir.
1- Devlet başkanı, zekât toplamak üzere memur gönderebilir.
2- Allah, fakir bir kimseyi zengin yaptıktan sonra, Allah hakkını ödemeyip nankörlük etmemelidir. Böyle kimseler bu hadisle uyarılmıştır.
3- Farzı yerine getirmeyenler azarlanmıştır.
4- Böyle kimselerin bu konuda dedikodusunu yapmak caizdir.
5- Devlet başkanı, bazı kimselerin ödemesi gereken şeyleri üstlenebilir. Bazı kimseleri de, geçerli sebepleri varsa bazı yükümlülüklerden mazur sayabilir.
Allah (c.c) en iyisini bilir.
1469- Ebû Saîd el-Hudrî radıyaitâhu anh şöyle anlatır: Ensardan bazı sahâbîler Resûlullah'tan sallallâhu aleyhi ve sellem bir şeyler istedi. Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem de verdi. Sonra tekrar istediler, tekrar verdi. Daha sonra yeniden istediler, yeniden verdi. Resûlullah'ın sallallâhu aleyhi ve sellem yanında bulunan mal bitince, "Yanımda bulunan malı asla sizden saklamam. (Dilenmeden) onurla (başı dik bir şekilde) yaşamak isteyene Allah bunu nasip eder. Halktan (yardım dilemeyerek) istiğna edeni Allah zengin kılar. Sabretmek isteyeni sabrettirir. Hiç bir kimseye, sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir nimet verilmemiştir" buyurmuştur.[56]
1470- Ebû Hüreyre'den radıyaMhu anh rivayet edildiğine göre Resûl-i Ekrem hu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Canım kudretinde olan Allah'a cemin olsun ki, bir kimsenin, urganını alıp bununla sırtında odun taşıması, bir kimseye gidip bir şeyler dilenmesinden ister versin İster vermesin- daha hayırlıdır.[57]
1471- Zübeyr İbnü'i-Avvâm radjyaiiâhu anh Resûluİlah'ın sallallâhu aieyhi ve sellem şöyle burduğunu rivayet eder: "Sizden birinin, urganını alıp, sırtında odun yükü böylece Allah'ın onun başını dik bir durumda tutması, ister versinler, irse vermesinler, insanlardan dilenmesinden daha hayırlıdır. [58]
1472- Urve 3bn Zübeyr ve Saîd İbnü'l-Müseyyeb'in naklettiğine göre Hakîm İbn Hİzâm radıyaiiâhu anh şöyle demiştir: Resûlullah'tan saibiiâhu aleyhi ve sellem istedim, verdi. Sonra yine istedim, yine verdi. Sonra tekrar istedim, tekrar verdi ve şöyle buyurdu: "Ey Hakîm! Bu (dünya) malı, yeşil ue tatlıdır. Kim onu tamah etmeden alırsa onun için bereketli olur. Kim de hırsla alırsa bereketini göremez. Tıpkı yiyip yiyip doymayan kimse gibi olur. Veren el alan elden hayırlıdır."
Hakîm şöyle dedi: "Ey Allah'ın Resulü! Seni hak olarak gönderen Allah'a yemin olsun ki ölene kadar, senden sonra bir daha kimseden bir şey alıp onun malını eksiltmeyeceğim."
Hz. Ebû Bekir, (halifeliği sırasında) Hakîm'i geçimlik (atâ) vermek üzere çağırmış, fakat o kabul etmekten kaçınmıştı. Hz. Ömer de çağırmış o yine kabul etmemişti. Hz. Ömer bunun üzerine, "Ey İnsanlar! Siz şahit olun. Ben ona, hakkı olan İki bin (dirhemi) verdim, fakat o kabul etmekten kaçındı ve almadı" demiştir.
Hakîm, Resûlullah'tan sailailâhu aleyhi ve sellem sonra vefat edene kadar hiçbir kimsenin malını almamıştır.[59]
İstemeyip onurlu davranmak" dînî bakımından faydalı olan şeyler hariç her şeyi kapsar.
Yanımda bulunan malı asla sizden saklamam" ifadesi, Resûluİlah'ın sallallâhu aleyhi ve sellem cömertliğini ve Allah'ın emirlerini yerine getirdiğini gösterir.
1. Dilenen kimseye iki kez verilir.
2. Dilenen kimseye, (isteği karşılanmıyorsa) özür beyan etmek ve onu, dilenmeyip onurlu olmaya teşvi^etmek gerekir.
3. İstememek, sabretmek, istemeden rızkın gelmesini beklemek evla olsa ı, ihtiyaç halinde dilenmek caizdir.
Muhatap açısından ifade daha güçlü olsun diye "Nefsim kudretinde olan Al-'a yemin olsun ki" diye yemin edilmiştir.
İslâm dini, dilenmeyi mekruh bir davranış olarak görmemiş olsaydı, çalışyı, dilenmeye daha üstün tutmazdı. Çünkü dilenmek, dilenen kişiyi, hem menin, hem de isteyip de reddedilmenin verdiği ezikliğe (zillete) sokar. Diğer dan, dilenilen kimse de, her isteyene verecek olsa kendisi malî sıkıntı içine
Onun için hayırlıdır" ifadesi, "Dilenmek hayırlıdır, ama dilenmemek daha ırhdır" anlamında değildir. Çünkü kazanma gücü olan kimsenin dilenmesin-ıiçbir hayır yoktur.
Şafiîler'de sağlam olan görüşe göre, bu durumda olan kimsenin dilenmesi imdir.
Belki de, hayırlı olma, dilenen kişi onu öyle zannettiği için, ona uygun olakullanılmıştır. Oysa gerçekte dilenmesi onun için bir serdir.
Yeşil ve tatlı" sıfatları nefs böyle şeylere meylettiği için kullanılmıştır. İnsan ve yeşil meyvelere iştah duyar. Yeşil, kuru olan şeylere göre daha çok rağgörür. Tatlı da, ekşi olan şeylere göre daha çok tercih edilir. Eğer hem yeşil de tatlı olursa insanın iştahı çok daha fazla kabarır.
Tamah etmeden" şeklinde tercüme ettiğimiz ifadesi, "dilenme-" anlamındadır. Tabii bu, alan kişi açısından verilen anlama göredir. Veren ıin niteliği olması da muhtemeldir. Bu durumda anlam, "gönül hoşluğu için-şeklinde olur.
Yiyip yiyip doymayan", hastalığından dolayı tokluk hissetmeyen "yalancı olarak nitelenen durumda olan kişi anlamındadır. Böyle kişi, yedikçe açlığı a da artar, tokluk duymaz.
Hakkı olmasına rağmen Hakîm bunu almaktan kaçınmıştır. Çünkü o, bir :eden bir şey kabul ettiği zaman bunun âdet haline gelmesinden, nefsinin, lan zorlayıp istemediği şeylere de arzu duymasından korkmuş ve bundan yi almaktan kaçınmıştır.
Hz. Ömer etraftaki insanları şahit tutmuştur. Çünkü işin iç yüzünü bilmeyen ılar, onun, Hakîm'e hakkını vermediğini söyleyebilirdi.
İbn Ebû Cemre şöyle demiştir:
Hakîm hadisinden çıkarılacak birçok sonuç vardır:
1. (Bir şeyi) Tamah etmeden almak, kişiye zühd sevabı kazandırır. Rızkı bereketlendirir. Dolayısıyla şu açıkça ortaya çıkmaktadır ki, zühd, hem dünya hem de âhiret hayrını birlikte kazandırır.
2. Hadiste, işitip de akletmeyen insanlar için güzel bir örnek vardır. Çünkü çoğu insan, bereketin çok malda olduğunu zanneder. Oysa hadisten anlaşıldığına göre, bereket, Allah'ın yarattığı şeylerden biridir.
3. Başka bir misal de şöyledir: Kişi, doymak için yemek yer. Yemek yiyip doymuyorsa, bu onun için boşa kürek çekmek anlamına gelir. İşte mal da böyledir. Bizatihi bir faydası yoktur. Mal, sadece ondan yarar sağlandığı için vardır. Kişide çok fazla mal olsa da istifade edemese, bu, yok hükmünde olur.
4. Devlet başkanı, dilenmenin kötülüğünü, nasihatin faydalı olması ve dilencinin yapılan açıklamaları, vermemek için bir bahane olarak anlamaması için, ancak onun ihtiyacını giderdikten sonra açıklamalıdır.
5. Üç kez dilenmek caizdir. Dördüncü kez dilenen kimseye engel olmak caizdir. Allah [c.c) en iyisini bilir.
6. Üstün / faziletli kimselerin istemesi (dilenmesi) onlar için utanç verici bir şey değildir.
7. Üçüncüden sonra dilenen kimseyi geri çevirmek mekruh değildir.
8. İsterken kısa kesmek bereket getirir.
Ve zenginlerin mallarında, isteyen fakirin de, (iffetinden dolayı istemeyen) yoksulun da bir hakkı vardır.[60]
1473- Abdullah İbn Ömer, "Ömer'i radıyaiiâhu anhümâ şöyle derken işittim" demiştir:
Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bana bir atâ (geçimlik) vermişti. O'na, "Bunu benden daha çok ihtiyacı olan birine ver" dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber saibiiâhu aleyhi ve sellem bana, "Al bunu, sana, istemeden ve hırs göstermeden bir mal gelirse onu al, gelmezse de peşine düşme" buyurdu. [61]
el-Müstemilî'nin rivayetinde, başlıkta âyet daha önce zikredilmiştir.
Âyet ile hadis, hem isteyenlere hem de istemeyenlere vermeyi övmesi noktasında birleşmektedir.
Veren kişi övüldüğüne göre verilen atıyye makbuldür, alan da yerilmez.
Âlimler, âyette geçen "mahrum" ifadesinin tefsiri konusunda görüş ayrılığı içindedir:
Taberî'nin naklettiğine göre, İbn Şihâb, "İstemekten utanan kimsedir", demiştir.
Şuayb'ın Zührî'den yaptığı nakilde, "Bana bir keresinde mal vermişti. O'na, "Benden daha çok ihtiyacı bulunan birine verin" dedim. Hz. Peygamber saiiaüâhu aleyhi w sellem bana, "Al, sen de başkasına tasadduk et" buyurdu" şeklindedir.
Bu hadis, zekâtlarla ilgili değil, devlet başkanının dağıttığı (diğer) mallarla ilgilidir. Verilen mal, fakir oldukları için değil, o malda hakları bulunduğu içindir. Nitekim Hz. Ömer, "Benden daha fakir birine ver" deyince, Hz. Peygamber saibiiâhu aleyhi ve sellem buna razı olmamıştır. Çünkü o, bunu, fakirlik dışında başka bir sebepten dolayı vermişti.
Bir görüşe göre, bu, sadece devlet başkanına mahsus bir maldır. Sü-nen'deki, Semura hadisinde geçen, "Ancak yönetici isterse" İfadesi de bu anlamı güçlendirmektedir.
Bazı âlimler, "Halifenin/yöneticinin verdiği atıyyeyi kabul etmek haramdır", bazıları da, "mekruhtur" görüşündedir. Bu görüş, "Eğer atıyyeyi veren zalim sultan olursa" şeklinde yorumlanmalıdır.
Hakîm'in verilen geçimliği almayı hoş görmemesi takvasından dolayı olmalıdır. Selefin buna benzer davranışları meşhurdur. Allah (c.c) en iyisini bilir.
Bu konudaki ölçüt şudur:
Bir kimsenin malının helal olduğu biliniyorsa onun hediyesi geri çevrilmez. Haram olduğu biliniyorsa verdiği de haram olur. Şüpheli ise ihtiyatlı davranıp kabul etmemek gerekir ki takva da budur.
Haram maldan verilen hediyeyi almayı mubah gören âlimler, "eşyada aslo-lan mubahlıktır" hükmüne tutunmuştur.
İbnü'l-Münzir şöyle demiştir: Bu konuda ruhsat veren âlimler şu âyeti delil olarak getirmiştir: "Hep yalana kulak verir, durmadan haram yerler.[62]
Diğer yandan Hz. Peygamber, (kazancının haram olduğunu) bildiği halde zırhını Yahudi'ye rehin olarak bırakmıştır. Yine gelirlerinin çoğunun, şarap, domuz ve fasit muamelelerden kaynaklandığını bildiği halde onlardan cizye ahn-ması da böyledir.
1. Devlet başkanı yarar görüyorsa, daha ihtiyaç sahibi kimseler bulunsa bile, bazı kimselere gelir bağlayabilir.
2. Devlet başkanının verdiği atıyyeyi geri çevirmek edebe uygun bir davranış değildir. Özellikle de bunu veren Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ise. Çünkü Rabbimiz, "Peygamber size ne verdiyse alın, ne yasakladıysa ondan da sakının [63] buyurmuştur.
1474- Hz. Ömer'in torunu Hamza İbn Abdullah şöyle der: Abdullah İbn Ömer'i radıyaiiâhu anh şöyle derken işittim: Resûlullah sallallâhu aleyhi ve seikm şöyle buyurmuştur: "Daima insanlardan isteyen kimse kıyamet günü yüzünde hiçbir et parçası bile bulunmayan bir halde gelecektir."
1475- Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:"Kjyame£ günü güneş o kadar yaklaşır ki dökülen terler, kulaklann yansına kadar ulaşır. Bu sırada Âdem'den yardım diler. Sonra Musa'dan, sonra da Muhammed'den."
Abdullah İbn Salih el-Cühenî şu ilaveyi yapmıştır: "Yaratılanlar hakkında hüküm verilmesi için şefaatte bulunur. Yürür, (cennet) kapısının halkasını tutar. İşte o gün Allah (c.c) ona makâm-ı mahmûdu verir. Bütün herkes onu över."
Hamza'dan nakledildiğine göre, İbn Ömer, dilenmekle ilgili bu hadisi Hz. Peygamber'den sallallâhu aleyhi ve sellem işitmiştir.[64]
Malını çoğaltmak amacıyla dilenen (isteyen) kimse yerilir.
Müslim'de, konu başlığında geçen ifadeye uygun şöyle bîr hadis rivayet edilmiştir:
"Malını çoğaltmak amacıyla insanlardan dilenen kimse ateş dilenmiş olur." Yani, ihtiyacı olmadığı halde malını artırmak amacıyla istemiştir.
Hattâbî, "yüzünde et parçası bulunmayışı" hakkında şöyle der:
"Bu, 'düşmüş, kudreti ve değeri kalmamış bir halde gelir' anlamında olabilir. Ya da yüzüne azap edilecek, bundan dolayı yüzündeki etler dökülecektir. Çünkü o, (dünyada iken) dilenmekle yüzünü zelil kılmıştı. Veya böyle kimse, yüzünün tamamı kemik olarak diriltilecektir. Bu onun diğer insanlar arasında tanınmasını sağlayan bir İşaret olacaktır."
İbn Ebû Cemre ise 'Yüzünde hiçbir güzellik yoktur. Çünkü yüz, et sayesinde güzelleşir" demiştir.
Mühelleb ise "gerçek anlamda yüzünde et olmayacağı" şeklinde anlamıştır. Ona göre, bu ifadedeki incelik şuradadır: Güneş yaklaştığı zaman, onun yüzünde et bulunmayacağı için, ona, diğer insanlara verdiğinden daha fazla eziyet verecektir. Zengin olduğu halde, malını artırmak için dilenen kimseye verilen sadaka helal olmaz. Fakat zorda kalanın dilenmesi mubahtır. Bundan dolayı ona azap edilmez.
Kapı halkası" ile, cennet kapısının halkası kasdedilmiştir. Ya da mecazen Allah'a yakın olmayı İfade etmektedir.
Makâm-ı mahmûd" sadece Hz. Muhammed'e sallallâhu aleyhi ve sellem verilecek olan "en büyük şefaaf'tir. Bu sayede insanlar, hesaplan görülüp haklarında hüküm verilerek beklemekten kurtulacaktır. Makâm-ı mahmûd ile ilgili geniş açıklama, inşaallah, "Tefsir" bölümünde, "İsra" sûresi ile ilgili konuda gelecektir.
Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem , "(Gerçek miskin) kendini geçindirecek şeyi bulumayandır" buyurmuştur.
Ayette ise şöyle buyurulur:
"(Yapacağınız hayırlar) kendilerini Allah yolunda adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları simalarından tanırsın. Çünkü onlar, yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.[65]
1476- Ebû Hüreyre'nin naklettiğine göre Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"(Gerçek) miskin, kendisine birkaç lokma yiyecek verilen kimse değildir. Gerçek miskin, kendisini geçindirecek bir şey bulamayan ve (istemekten) haya eden veya yüzsüzlük ederek insanlardan istemeyen kimsedir.[66]
1477- Şa'bî'den nakledildiğine göre Muğîre İbn Şu'be'nin kâtibi şöyle anlatır:
Muaviye, Muğîre'ye gönderdiği bir mektupta Hz. Peygamber'den sdiaiiâhu aleyhi ve sellem işitmiş olduğu hadislerden bir bölümünü yazıp göndermesini İstemişti.
Muğîre mektuba şöyle yazdı: Resûlullah'i sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyururken İşittim:
Allah sizin için üç şeyi hoş görmez: Bunlar, dedikodu, mal israfı ue çok soru sormak."
1478- Âmir İbn Sa'd'm naklettiğine göre babası Sa'd şöyle anlatır:
Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bir grup İnsana bir miktar atıyye verdi. Fakat içlerinden sadece birine vermedi. O, grup içinde benim en çok hoşuma giden kişiydi. Bunun üzerine Resûlullah'm sallallâhu aleyhi ve sellem yanma vardım ve gizlice, "Falanın durumu nedir? Vallahi ben onu mü'min olarak biliyorum" dedim. Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bana, "Müslim de" buyurdu. Kısa bir süre sustum. Sonra o kişi hakkında bildiğim şeyler beni harekete geçirdi ve "Ey Allah'ın Resulü! Falanın durumu nedir? Vallahi ben onu mü'min olarak biliyorum" dedim. Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bana, "Müs/im de. Muhakkak ki ben, bana daha sevimli geien kimseler olduğu halde, (mal sevgisi sebebiyle) yüzü koyun cehenneme atılır endişesi ile başkalarına mal veririm." buyurdu.
İsmail İbn Muhammed'den şöyle nakledilmiştir:
"Bu hadisi naklederken babamın şöyle dediğini işittim: "Resûlullah saiiaiiahu aleyhi ve sellem eliyle vurdu. Elini boynum İle kürek kemiğim arasında birleştirdi. Sonra, "Bana dön ey Sa'd! Ben, bana daha sevimli gelen kimseler olduğu halde, (mal sevgisi sebebiyle) yüzü koyun cehenneme atılır endişesi ile başkalarına veririm" buyurdu.
Ebû Abdullah eî-Buhârî şöyle demiştir: mına gelir. ise "yüz üstü" demektir.
1479- Ebû Hüreyre'den radıyaiiâhu anh nakledildiğine göre Resûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Miskin, (insanlardan dilenip de) bir İki lokma veya bir iki hurma verildiği zaman geri dönen kimse değildir. Gerçek miskin, geçimini sağlayamayacak durumda olan, fakat onun bu durumda olduğu tahmin edilemediği için sadaka verilmeyen, kalkıp insanlar arasında da dilenmeyen kimsedir."
1480- Ebû Hüreyre'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Sizden biri için urganını alıp sabahleyin dağa gitmesi, odun toplayıp satması bunun parasından yemesi ve sadaka vermesi insanlardan dilenmesinden daha hayırlıdır."
Yukarıdaki âyet ve hadisler, zenginlik ölçüsünü beyan etmektedir. Çünkü Allah (c.c) sadakayı, Bakara suresi 273. âyette belirtilen nitelikleri taşıyan fakirlere tahsis etmiştir. Yani âyetteki vasıfları taşıyanlar zengin değil, taşımayanlar ise zengindir.
Netice olarak, insanlardan istemenin ön şartı, imkansızlık içinde olmaktır. Çünkü Rabbimiz (c.c) bu grubu, Yeryüzünde kazanç için dolaşamayan [67] şeklinde nitelemiştir. Yeryüzünde kazanç için dolanabilen kimse, bir tür zenginlik / imkan içinde demektir.
Sehl İbn Hanzaliyye'nin radıyaiiâhu anh rivayet ettiğine göre Resûlullah akyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
Kendisine yetecek kadar (malı) bulunduğu halde insanlardan dilencilik edenler ancak (yanacakları) ateşi artırmış olurlar."
Etraftaki sahabiler, "Ey Allah'ın Resulü! Kendisine yetecek kadar'ın ölçüsü nedir?" dîye sorunca Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem , "Yiyeceği ve geçimini sağlayacak miktar" buyurmuştur. Bu hadisi, Ebû Davûd nakletmektedir. Tirmizî de hadisin "sahih" olduğunu belirtmiştir.
Tirmizî, İbn Mes'ud hadisi hakkında şöyle der: "Sevrî, İbnü'l-Mübarek, Ahmed ve İshak gibi bazı âlimlerin uygulaması da bu yöndedir. Bazı âlimler ise bu konuda daha müsamahakâr davranarak, "Bir kimsenin, elli veya daha fazla dirhemi varsa muhtaç demektir. Zekât alabilir" demiştir. Şafiî ve diğer bazı âlimlerin görüşü de böyledir."
İmam eş-Şafü şöyle der: "Bazen bir kimse çok para kazanarak zengin durumunda olur, fakat kendi zaafiyeti ve aile efradının çokluğu sebebiyle bin dirhem bile ona yetmeyebilir."
Bu konuda farklı görüşler de bulunmaktadır:
Ebû Hanîfe, "Nisap miktarı mala sahip olan kişi zengindir, zekât alması ona haram olur" demiştir. Delil olarak, İbn Abbas'tan rivayet edilen, Muâz'ın Yemen-'e gönderilmesiyle ilgili olan hadisi ve Resûlullah'ın sallallâhu aleyhi ve sellem , "Zenginlerinden alır, fakirlerine verirsin" sözünü getirmiştir. Burada Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem , zekât alınacak kimseleri "zengin" olarak nitelemiştir. Başka bir hadisinde ise, "Zengine sadaka (zekât) helal olmaz" buyurmuştur.
Allah (c.c) Kur'ân'da, "Ya da apaçık bir miskini doyurmaktır [68] buyurmuştur. Yani "toprağa bağlı miskîn" demektir.
İlk olarak zikredilen hadiste, "miskinlik", "dilenmeyip iffetli ve onurlu kalmak ve ihtiyaç duyulan şeylere karşı sabırlı olmak" şeklindeki ifadelerle övülmüştür.
Hadis, her hâl ve şartta hayâlı bir şekilde davranmanın müstehap olduğunu, gösterir. Sadakayı, yüzsüzlük etmeyip onurlu davranan kişileri araştırmak suretiyle vermek gerekir.
Bu hadis, "(Gerçek) fakirin durumu, miskinden daha kötüdür" sözünün de doğru olduğunu göstermektedir.
1482- Ebû Humeyd es-Sâidî şöyle anlatır: Resûlullah sallallâhu aieyhi ve sdiem ile Tebük gazvesinde bulunmuştuk. Vâdi'1-Kurâ adlı yere geldiğimizde bahçesinde bulunan bir kadına rastladık. Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem sahâbîlere, "Ne kadar hurma olduğunu tahmin edin" buyurdu ve kendisi de on vesk olacağı yönünde tahminde bulundu. Kadına da, "Çıkacak olan mahsulü ölç" buyurdu.
Tebük'e geldiğimizde, "Bu gece çok şiddetli bir fırtına olacak. Sakın hiç bir kimse ayağa kalkmasın. Devesi olan da bağlasın" buyurdu. Biz de develerimizi bağladık.
O gece şiddetli bir fırtına oldu. Bir kimse ayağa kalktı, fırtına onu Tay dağına attı.
Eyle hükümdarı, Hz. Peygamber'e sallallâhu aleyhi ve sellem beyaz bir katır hediye edip ona bir bürde giydirmişti. Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem da deniz kenarında bulunan halk için bir mektup yazıp gönderdi.
Vadi'1-Kura'ya geldikleri zaman kadına, "Bahçen ne kadar ürün verdi?" diye sordu. O, "Resûlullah'm tahmin ettiği gibi on vesk" dedi.
Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem , "Ben Medine'ye biraz hızlı gideceğim. İçinizden benimle beraber gelmek isteyenler hızh davransın" buyurdu.
Râvî, "İbn Bekkâr burada şu anlamda bir şey söyledi" demiştir:
Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem Medine'yi teşrif ettiği zaman, "İşte bu Tâbe (güzel şehir)'dir" buyurdu. Uhud dağını görünce, "Bu bir dağaktır, o bizi sever biz de onu severiz.
Size en hayırlı ensar bölgelerini söyleyeyim mi!?" buyurdu. Sahâbîler, "Evet" diye cevap verince, "Benî Neccar, sonra Benî Abdi'l-Eşhel, sonra Benî Sâide veya BenTl-Hâris İbnü'l-Hazrec bölgesidir. Bütün ensar bölgelerinde hayır vardır" buyurmuştur.[69]
1482- Abbas (İbn Sehl İbn Sa'd) babasından, Resûlullah'm sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Uhud, bizi seven, bizim de onu sevdiğimiz bir dağdır."
Ebû Abdullah el-Buhârî, çevresinde duvar olan bahçeler "hadîka"dır. Böyle olmayan bahçelere "hadîka" denilmez, demiştir.
Konu, çıkacak hurma miktarını tahmin etmenin caiz olduğunu ifade etmektedir. Buradaki tahmin, ağaçta bulunan yaş hurmadan ne kadar kuru hurma çıkacağı ile ilgilidir.
Tirmizî bazı âlimlerin "tahmin" olayını şöyle tefsir ettiğini nakletmiştir:
Meyveler yaş olarak belirli bir seviyeye gelince devlet başkanı, ne kadar hurma ya da üzüm çıkacağını tahmin eden bir "tahminci" (eksper) gönderirdi. Daha sonra da "tahminî" miktarla, öşür olarak verilmesi gereken miktar tespit edilirdi. Hasat mevsimi geldiği zaman da belirlenen miktar öşür olarak alınırdı."
Tahmin"in faydası şudur; Meyve yetiştiricileri, ne kadar meyve çıkacağını tahminî olarak bilince rahatça ondan yiyebiliyor, çiçek iken bir miktarını satabiliyor, aile efradına, komşuya ve fakirlere verme konusunda daha rahat davrana-biliyordu. Çünkü söz konusu davranışların onlara yasaklanması çok büyük güç-iük çıkarmaktaydı.
Hattâbî şöyle der: Rey ekolüne mensup âlimler "tahmin"de bulunma tasarrufunu kabul etmemişlerdir. Bazı âlimler bunun, ziraatie uğraşanları korkutarak zekât memurlarını aldatmalarını önlemek İçin yapıldığını, bağlayıcı bir hüküm anlamında olmadığını belirtir. Çünkü bu sadece bir tahmindir.
Hattâbî bu görüşü şöyle eleştirir: Riba (faiz) ve kumarın haram kılınması daha öncedir. "Tahmin" ise, Resûlullah'm sallallâhu aleyhi ve sellem vefatına kadar uygulanmıştır. Daha sonra da Ebû Bekir, Ömer ve diğer halifeler uygulamıştır. Ne sahabîlerden, ne de Şa'bî'nin dışındaki tabiînden bu uygulamanın bırakıldığı ile ilgili herhangi bir haber gelmemiştir. Yani bu uygulama Tabiin devrinin sonuna kadar devam etmiştir.
Tahâvî, "tahmin"in caiz olmayışının gerekçesini şöyle açıklar: Meyvelerin bir âfete maruz kalıp telef olması muhtemeldir. Bu durumda meyve sahibinden alınacak miktar, eline sağlam bir şekilde geçmeyen meyvenin öşrü olacaktır."
"Tahmin"! caiz görenler, meyve sahibinin, böyle bir durumda "tahmin"le belirlenen miktarı tazminle yükümlü olmadığını söyleyerek cevap verir.
İbnü'l-Münzir de "Kendisinden ilim alman bütün âlimler, tahminden sonra, hasattan önce meyvenin başına bir âfet gelmesi halinde, meyve sahibinin bunu tazmin borcu olmadığında ittifak etmiştir" der. Vâdi'1-Kurâ, Medine ile Şam arasında eski bir şehirdir. Bununla ilgili açıkla-ı "Ahm-Satim" konusunda gelecektir.
Eyle, deniz kenarına yakın bir yerde eski bir şehirdir.[70]
Resûlullah'ın sallallâhu aleyhi ve sellem gönderdiği mektup o beldenin ödemekle kümlü olduğu cizye i!e ilgilidir.
Yukarıdaki hadis, ne kadar ürün çıkacağını tahmin etmenin caiz olduğunu stermektedir. Bu konu ile ilgili görüş ayrılıkları daha önce zikredilmişti.
Caiz görenler de, "tahmin"de bulunmanın, farz mı müstehap mı olduğu koşunda ihtilaf etmiştir. Saymerî, Şafiîler'in farz olduğu görüşünde olduğunu kleder.
Cumhura göre müstehaptır. Ancak örneğin kısıtlı (mahcur) bir kimsenin kkı bulunması ya da ortakların emîn olmaması halinde başkasının malını konak amacıyla "tahmin"de bulunmak farz olur.
Alimler, tahminde bulunmanın, sadece hurmaya mı mahsus olduğu ya da Jine veya hem kurusundan hem de yaşından istifade edilebilen bütün ürünle-tapsayıp kapsamadığı konusunda ihtilaf etmiştir.
Kadı Şureyh ye bazı zahirî âlimler ilk görüşü benimsemiştir. Cumhur ise nci görüştedir. Buhârî ise üçüncü görüşü savunmaktadır.
Resûlullah'ın sallallâhu aleyhi ve sellem, rüzgârın eseceğini bildirmesi peygamberlik ımetlerindendir.
Halkı eğitmek ve öğretmenin gerekliliği de hadisten çıkarılacak dersler aradadır. Endişe verici durum bulunması halinde İhtiyatlı davranmak gerekir.
Hadisin sonunda Medine ve ensarm faziletine işaret edilmiştir. Faziletli in-ılar arasında genel olarak veya isim vererek bir kısmının diğerinden daha iletli olduğunu söylemek caizdir. Yine bu yönde hediye ve mükâfat vermek caizdir.
Ömer İbn Abdülaziz mdıyaiiâhu anh baldan zekât vermenin farz olmadığı görüşündedir.
1483- Salim İbn Abdullah'ın babasından naklettiğine göre Resûlullah aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Yağmurla, kaynak suyu ile veya kendi kökleriyle dışarıdan su dökmeden sulanabilen mahsullerin onda biri zekât olarak verilir. Bir emek sarfedilerek (kova vb. şeylerle) sulanan arazilerin mahsûllerinden yirmide biri zekât olarak verilir."
Ebû Abdullah (Buhârî) şöyle demiştir:
Bu, ilk hadisin -İbn Ömer'in rivayet ettiği- açıklaması mahiyetindedir. Çünkü ilkinde her hangi bir belirleme yapılmamıştı. Oradaki ifade, "Göğün suladığı şeylerde onda bir vermek gerekir" idi. Bu hadiste bunun ne olduğu beyan edilmiş ve belirlenmiştir.
Burada yapılan ziyade kabul edilebilir niteliktedir. Eğer sağlam râvîler rivayet etmiş ise "müfessir" ifade, "müphem" ifadenin hükmünü kaldırır. Nitekim şu örnekte böyledir:
el-Fadl İbn Abbas, Resûlullah'ın sallallâhu aleyhi ve sellem Kabe'nin içinde namaz kılmadığını rivayet etmiş, Bilâl ise kıldığını söylemiştir. Bu durumda Bilâl'in görüşüne itibar edilmiş, el-Fadl'ın görüşü terkedilmiştir.
Zeyn İbnü'l-Müneyyir şöyle demiştir:
Buhârî başlıkta, hadiste geçen "kaynak" ifadesi yerine "akarsu" kelimesini kullanmıştır. Çünkü kaynak suyu da herhangi bir tazyike gerek duyulmadan kendiliğinden akan sudur. Diğer yandan o, nehir, göl gibi kendiliğinden akan sular hakkındaki hükmün de aynı olduğunu beyan etmek istemiştir. Belki de hadisin diğer versiyonlarına işaret etmeyi amaçlamıştır. Çünkü Ebû Davud'un rivayetinde, "Göğün, nehirlerin ve kaynak sularının suladığı" şeklinde geçmektedir.
Malik'in, Muvatta'da naklettiğine göre Abdullah İbn Ebû Bekir İbn Hazm şöyle demiştir: Ömer İbn Abdülaziz, Mina'da iken, Ebû Vehb'e gönderdiği bir mektupta atlardan ve baldan zekât almamasını emretmiştir.
İbn Ebû Şeybe ve Abdürrazzak'ın sahih bir senetle naklettiğine göre İbn Ömer'in kölesi [71] Nâfi' şöyle demiştir: "Ömer İbn Abdülaziz beni Yemen'de görevlendirmişti. Ben de baldan onda bir zekât almak İstedim. Muğîre İbn Hakîm es-San'ânî, "Balda zekât yoktur" dedi. Bunun üzerine Ömer İbn Abdülaziz'e bir mektup yazdım. Cevabında, "Doğru söylemiş, zekât yoktur" demiştir.
İbnü'l-Münzir, "Baldan zekât verilmesi gerektiğine dair ne bir hadis ne de bir icma vardır. Dolayısıyla baldan zekât vermek gerekmez. Fakihîer çoğunluğu da bu görüştedir." Demiştir.
Ebû Hanîfe, Ahmed ve İshak'tan, haraç arazileri dışındakilerden onda bir zekât alınması gerektiğine yönelik bir görüş nakledilmiştir.
"Emek sarfediîerek" şeklinde tercüme ettiğimiz ifadesi aslında, deve ile çekilen suyu ifade eder. Deve örnek olarak zikredilmiştir. Öküz ve diğer hayvanlarla çekilmesi de aynı hükümdedir.
Hadis, emek sarfediîerek çıkarılan miktar ile emeksiz sulanan miktarın farklı hükümde olduğunu gösterir. Eğer her iki şekilde sulanan bir yer var ise ve eşit oranda ise, öşrün 3/4'ü zekât olarak verilir. İlim ehlinin görüşü de böyledir. İbn Kudame, "Bu konuda her hangi bir ihtilaf bilmiyorum" demiştir.
Eğer bir taraf diğerinden fazla İse az olan çok olan tarafa tabî olur. Ahmed bu görüştedir. Sevrî, Ebû Hanîfe ve bir görüşüne göre Şafiî'nin kanaati de bu yöndedir.
1484- Ebû Saîd el-Hudrî'nin radıyaiiâhu anh rivayet ettiğine göre Resûlullah âhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Beş veskten daha az olan mahsûlden zekât vermek gerekmez. En küçüğü üç yaşındaki beş deveden daha az deve için zekât vermek gerekmez. Beş ukıyyeden (200 dirhem) daha az gümüş için zekât vermek gerekmez."
Ebû Abdullah (Buhârî) şöyle demiştir: "Bu hadis, daha önce geçen, "Beş veskten daha azı için zekât vermek gerekmez" hadisinin tefsiri mahiyetindedir, ilmî konularda, işin ehlinin yaptığı ilave ve açıklamalar her zaman için kabul edilir.
Küçük Çocuk Zekât Hurmadan Yemek İsterse Bırakılır Mı ?
1485- Ebû Hureyre radıyaiiâhu anh şöyle anlatır: Olgunlaşan hurmalar toplandığı sırada Resûlullah'a sallallâhu aleyhi sellem (zekât) hurmaları getirilirdi. Öyle ki yanında büyük bir yığın meydana gelirdi. Bir defasında Resûlullah'm sallallâhu aleyhi ve sellem torunları Hasan ve Hüseyin radıyaiiâhu anhümâ bu hurmalarla oynamaya başlamıştı. İçlerinden biri bu hurmadan alıp ağzına koyunca Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem ona baktı ve Hemen bunu çocuğun ağzından çıkardı. Sonra Re-sûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem , ona: "Muhammed ailesinin sadaka (zekât) malından yemediğini sen bilmiyor musun?" buyurmuştur.[72]
Konu iki başlığı ele almaktadır. Birincisi, 'Veuşirilip toplandığı gün de hakkını (zekât ve sadakasını) verin [73]ayeti ile ilgilidir. Ayette geçen "hak" ifadesi ile neyin kastedildiği konusunda ihtilaf edilmiştir:
İbn Abbas, "Farz olan haktır" demiştir. Buradaki hadis ise ayetteki "hak"kın, zekât olmadığı izlenimi vermektedir. Beikide burada kastedilen, Ahmed ve Ebû Davud'un Cabir'den naklettiği şu hadistir: "Resûluttah sallallâhu aleyhi ve sellem , her hurma ağacından, on vesk gelecek kadar bir dalın, miskinlerin yemesi için mescide asılmasını emretmiştir."
Verilmesi Gereken Zekâtı Başka Bir Mahsûlden Vermek, Zekât Gerekmeyen Ürünleri Satmak Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem , "İyi olduğu ortaya çıkana kadar meyveleri satmayın" buyurmuştur. Dolayısıyla bu safhadan sonra meyveleri satmak hiç bir kimse için yasak değildir. Burada Resûlullah aleyhi ve selem zekât verilmesi gereken ya da gerekmeyen meyveler hakkında bir ayırımda bulunmamıştır.
1486- İbn Ömer radıyaiiâhu anhümâ, "resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem iyi oiduğu ortaya çıkmayan meyvelerin satılmasını yasaklamıştır" demiştir. "İyi" olmak şeklinde tercüme ettiğimiz "salah" kelimesinin ne anlama geldiği sorulduğu zaman Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem, "zayıflık ve dayanaksızhğmın kaybolması" buyurmuştur.[74]
1487- Cabİr Ibn Abdullah radıyallâhu anhümâ, "Resûsullah sallallâhu aleyhi ve sellem İyi olduğu ortaya çıkmayan meyvelerin satılmasını yasaklamıştır" demiştir.[75]
1488- EneS Ibn Malik radıyallâhu anh şöyle anlatir: "resûluilah sallallâhu aleyhi ve selem serpilip büyüyene ve kızarana kadar meyvelerin satımını yasaklamıştır.[76]
Konu başlığı, Buhârî'nin, "zayıflık" devresini geçirdikten sonra, örneğin "tahmin" sonucu zekât gereken bir mal bile olsa, böyle meyvelerin satılmasını caiz gördüğünü akla getirmektedir. Çünkü "iyi olduğu ortaya çıkana kadar" ifadesi geneldir. Alimlerin bir görüşü bu yöndedir. Diğer bir görüşe göre ise, "tah-min"den sonra satılması, fakirlerin hakkı bulunduğu için caiz değildir. Şafiînin bir görüşü böyledir. Bu görüşü benimseyenler, hadisleri cem edip, buradaki hadisi, "İyi olduğu anlaşıldıktan sonra, tahminden önce caizdir" şeklinde yorumlamıştır.
Çünkü Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem özellikle zekât veren kişinin satın almasını yasaklamıştır. Başkalarına yönelik böyle bir yasak koymamıştır.
1489- İbn Şihâb'ın Salim'den naklettiğine göre İbn Ömer radıyallâhu anhümâ şöyle anlatır:
"Ömer İbnü'l-Hattâb Allah yolunda bir at tasadduk etmişti. O atın satılmak için pazarlandığını gördü ve satın almak istedi. Daha sonra Hz. Peygamber'e sallallâhu aleyhi ve sellem gelerek durumunu arzetti. Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ona, "Verdiğin sadakaya geri dönme" buyurmuştur.
İşte bu sebeple İbn Ömer rad.yaiiâhu anhümâ sadaka olarak verdiği şeyi geri satın almaz, sadaka olarak bırakırdı.[77]
1490- Zeyd İbn Eslem'in naklettiğine göre babası şöyle anlatır: "Ömer'i şöyle söylerken işittim: "Allah için bir atı sadaka olarak vermiştim. Alan kimse ata bakamayıp güçsüz bıraktı. Ben de onu satın almak istedim. O kimsenin, İzin alarak sattığını zannettim. Durumu Resûlullah'a sallallâhu aleyhi ve sellem sorunca, bana, "Satın alma, onu sana bir dirheme verse bile asla verdiğin sadakaya geri dönme. Çünkü sadakasından geri dönen, kustuğunu geri ağzına alan gibidir" buyurmuştur.[78]
Zeyn İbnü'l-Müneyyir Şöyle demiştir: Başlıkla, daha önceki konu olan ürünün zekâtını vermeden satış ile verilen sadakanın geri satın alınması arasında fark olduğu gösterilmek istenmiştir. Bu ikisi arasında ince bir fark vardır.
İbnü'l-Münzir şöyle der: "Bu konuda yasaklama bulunduğu için hiç bir kimse verdiği sadakayı geri satın alamaz. Satın alırsa, bu, akdin fasit olmasını gerektirir. Fakat bu tür bir satışın caiz olduğu yönünde bir icma sabit olmuş ise hüküm böyle olmaz."
Hz. Ömer radıyaiiâhu anh söz konusu atı, bahsedilen kişiye mülk olarak vermiştir. Bu sebeple o kimse atı satma hakkı elde etmiştir.
Bazı alimler ise, Hz. Ömer'in o atı vakfettiği (Allah yolunda kullanılması için tahsis ettiği} görüşündedir. Atı alan kimse, at zayıfladığı, istifade edilemez duruma geldiği için satma hakkı elde etmiştir.
Ibnü'l-Kâsim, at verilen kişinin bunu satmasının caiz olduğu görüşündedir. Bu, onun atm verilmesini, mülkiyete geçirmeye yorduğunu göstermektedir.
Verdiğin sadakadan dönme" İfadesi, verilen şeyin Allah için vakfedümesi halini de kapsar.
Atı zayıflatması, bakımını ve yemini vermemesi gibi sebeplerdendir.
"Bir dirhem karşılığında bile" denilmesi çok ucuza satılmasını mübalağalı bir şekilde ifade etmek içindir.
Verilen sadakanın geri ucuz bir şekilde satın alınması, "sadakadan dönmek" olarak isimlendirilmiştir. Çünkü sadaka ile amaçlanan, ahirette sevap elde etmektir. Az bir bedel karşılığında satın alırsa, ahiret sevabına dünya malını tercih etmiş olur. Genel âdet, sadaka olarak verilen şeyin, üçüncü bir şahsa satılması halinde bile mal ucuza gider. Kaldı ki sadaka veren kişiye satılması bu mahzuru daha fazla taşır. Dolayısıyla böyle bir durumda sadaka veren, fiyat konusunda göz yumulan miktarı (değeri ile fiyat arasındaki farkı) geri almış olur.
Sadakadan dönmenin haram olduğunu İfade etmek için "kusmuk" delil olarak getirilmiştir. Çünkü bu da haramdır. Kurtubi de, "Hadisin bağlamından ilk anlaşılan anlam da böyledir" demiştir.
1. Verilen sadakadan geri dönmek mekruh bir davranıştır.
2. Malı Allah yoluna tahsis etmek ve ne olursa olsun herşey ile Allah için savaşanlara yardımda bulunmak faziletli bir fiildir.
3. Malı Allah için tahsis etmek temlik anlamına gelir. Verilen kişinin o malı satma ve bedelinden İstifade etme hakkı vardır. Bu konudaki ayrıntılı açıklama inşaallah "hibe" konusunda gelecektir.
1491- Muhammed İbn Ziyad, "Ebû Hureyre'yi şöyle söylerken işittim" demiştir:
"Ali'nin oğlu Hasan zekât olarak gelen hurmalardan alıp ağzına koymuştu. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem ağzından çıkarması için ona, "Tü kaka. Sen bilmiyor musun biz sadaka yemiyoruz?" buyurmuştur.
Buhârî, konuyla ilgili varid olan meşhur ihtilaflardan dolayı başlıkta her hangi bir hüküm belirtmemiştir.
Konuyu başlıca üç açıdan ele almak gerekir:
1. Aile anlamına gelen "Âl" kelimesi ile burada kastedilen, alimlerin görüşlerinden tercihe şâyân olanı, Benî Haşim ve Benî Muttalib'dir. Bu konudaki delile, "cihad" konusunda "humus" bölümünde yer verilecektir.
Şafiî şöyle der: "Resûlullah saiiaüâhu aleyhi ve sellem onları (Benî Haşim ve Benî Muttalib) "zevi'l-kurbâ" hissesine ortak etmiş, Kureyş kabileleri içinde bu ikisi dışında hiçbirine bu hisseden pay vermemiştir. Zevi'l-kurbâ, onların sadakadan mahrum olmaları sebebiyle bunun yerine verilen paydır."
Ebû Hanife ve Malik'ten rivayet edilen görüşe göre sadece Benî Haşim'dir. Benî Muttalib konusunda Ahmed'den olumlu ve olumsuz iki rivayet vardır.
2. Hz. Peygambere haram olan farz olan zekât idi. Birçok alim, nafile sadakanın da haram olduğu görüşündedir. Hattâbi bu konuda icma bulunduğunu belirtir. Fakat bazı alimler nafile olan sadaka hakkında Şafiî'den değişik bir görüş nakleder. Bir rivayete göre Ahmed de bu görüştedir. Meymûnî'nin naklettiğine göre Ahmed şöyle demiştir:
Hz. Peygamber ve ehl-i beyti için fitır sadakası ve zekât almak helal değildir. Sadaka, kişinin Allah'ın rızasını umarak muhtaçlara verdiği şeydir. Bunun dışındaki şeyler ise haram değildir. Nitekim "her iyilik bir sadakadır" diye bir söz yok mu? İ"
İbn Kudame şöyle der: "Ahmed'den nakledilen sözün delaleti açık değildir. Onun kastı şudur: "Zekât malından örneğin karz ve hediye kabul etmek ve iyi davranışlar onun için haram kılınmamıştır."
Maverdî, "Mâli değeri olan bütün mallar (zekât malları) onun için haramdır" demiştir. Başka bir alim İse, "Halkın geneline tahsis edilmiş olan su kuyuları ve mescitler gibi sadakalar Resûlullah'a haram değildir" demiştir. "Lukata" bölümünde sadakanın mutlak olarak haram kılınmasının delili ele alınacaktır.
Sadaka almak sadece Peygamberimize mahsus bir hüküm mü İdi, yoksa bütün peygamberler de aynı hükme mi tâbi idi konusunda ihtilaf edilmiştir.
3. Rasulu!lah'ın "Ailesi"nin sadaka konusundaki hükme dahil edilmesi konusunda görüş ayrılığı bulunmaktadır.
İbn Kudame, "Farz olan sadakanın Benî Haşim'e haram olduğu konusunda her hangi bir görüş ayrılığı olduğunu bilmiyorum" demiştir.
Kurtubi, Ebû Hanife'nin caiz gördüğünü nakleder. Haram oluşuna dair, hem bu konuda zikredilen hem de diğer hadisler delil olarak getirilmiştir. "Buna karşılık sizden herhangi bir ücret de istemiyorum [79] ayeti de başka bir delildir. Eğer Allah onlara sadakayı helal kilsaydı bu konuda eleştirilebilirlerdi. Diğer bir ayette, "Onların malından sadaka al; bununla onları (günahlardan) temizlersin, onlan arıtıp yüceltirsin. Ve onlar için dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir (onları yatıştırır) [80] buyurulmuştur. Resûlullah'm "Sadaka insanların kiridir" buyurduğu da sabittir. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
Buna göre "farz olan zekât Resûlullah ve ailesi için haramdır, nafile olan sadakalar caizdir" hükmü çıkarılabilir. Hanefilerin çoğunluğunun görüşü böyledir. Şafiî ve Hanbeİllerdeki düzeltilmiş görüş de budur.
Müslim'de geçen rivayette, "At onu" ifadesi de yer almaktadır.
Müslim'de, "Bize sadaka helal değildir" şeklinde, Ma'mer'in rivayetinde ise, "Sadaka Muhammed ailesine helal değildir" şeklinde geçmektedir.
1. Zekâtların devlet başkanına verilmesi gerekir.
2. Mescitlerden, geneli ilgilendiren işler için istifade edilebilir.
3. Çocukların mescide girmelerine izin vermek caizdir.
4. Çocukları, onların yararına olacak şekilde eğitmek gerekir. Onları, her ne kadar mükellef olmasalar bile, eğitim amacıyla, zarar verici şeylerden, haram şeyleri yemekten alıkoymak gerekir.
5. Yasaklamak amacıyla duyuru yapılabilir.
6. Temyiz çağındakilere duyurmak amacıyla mümeyyiz olmayan bir kişiye litap edilebilir. Çünkü o sırada Hasan henüz çocuktu.
1492- İbn AbbaS radıyallâhu anhümâ şöyle anlatir: Resûiuilah sallallâhu aleyhi ve sellem
Eeymûne'nin azadlı kölesine zekât malından verilmiş bir koyunun murdar bir akilde ölmüş olduğunu görünce onlara, "Derisinden faydalansamz yal" buyurmuştu. Onlar hayvanın "leş" olduğunu söyleyince ise, "Onun sadece yenilmesi aram kılınmıştır" buyurmuştur.[81]
1493- el-Esved'den nakledildiğine göre, Hz. Aişe bir gün azâd etmek ama Berîre'yi satın almak istedi. Efendileri, Berîre'nin velâ hakkının kendilerine ait olmasını şart koştular. Âişe durumu Resûlullah'a arzetti. Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem ona, "Sen satın al, uelâ hakkı azâd edene aittir" buyurdu.
Hz. Âişe şöyle anlatır: Bir defasında Hz. Peygamber'e bir miktar et getirilmişti. Ben, "Bu Berîre'ye sadaka oİarak verilmişti" dedim. Bunun üzerine Resû-lullah sallallâhu aleyhi ve sellem , "Bu, onun için sadaka, bizim için ise hediyedir" buyurmuştur.
Buhârî, Hz. Peygamberin eşlerini ve azadlı kölelerini konu başlığında zik-retmemiştir. Çünkü bu konuda herhangi bir nakil kendisine ulaşmamıştır.
İbn Battal, "Fakihler, Resûlullah'ın hanımlarının bu hükme girmediği konusunda ittifak etmiştir" demektedir. Fakat bu görüş tartışmaya açıktır. Çünkü İbn Kudame, Hallâl, İbn Melîke yoluyla Aişe'nin, "Biz Muhammed ailesine sadaka helal değildir" dediğini zikretmiştir. Bu da zekâtın onun hanımlarına da haram olduğunu gösterir. Bu rivayetin Âişe'ye isnadı "hasenMir. İbn Ebî Şeybe'de aynı hadisi nakletmiştir. Bu durum, İbn Battâl'ın nakline her hangi bir zarar vermez.
Sünen sahiplerinin Ebû Râfi'den "merfû" olarak nakledip, Tirmizİ'nin, İbn Hıbbân ve diğer bazı alimlerin sahih gördüğü bir hadiste Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Bize sadaka helal değildir. Bir kavmin azadlı köleleri onlardandır" buyurmuştur.
Ahmed, Ebû Hanife ve İbnü'l-Macişûn gibi bazı Maliki alimler de bu görüştedir. Şafiîlerde geçerli olan görüş de böyledir.
Çoğunluk ise, azadlı kölelerin zekât alması caizdir. Çünkü gerçekte onlar Hz. Peygamber'in ailesinden değildir. Bundan dolayı "humus"un beşte birinde onlara pay verilmemiştir.
Yukarıdaki hadis de buna delildir. Çünkü hadis, Peygamber hanımlarının azadlı kölelerinin sadaka almasının caiz olduğunu göstermektedir. Daha önce, hanımların, peygamber ailesine dahil olmadığı geçmişti. Hanımların azatlılarının aileden olmaması evlevîyetledir.
İbnü'l-Müneyyir "Haşiye"de şöyle der:
Buhârî yukarıdaki konu başlığını, Resûlullah'ın saüaiiâhu aleyhi ve sellem hanım-lanna ait azatlı kölelerin, hanımları ile aynı hükümde olmadığını, bu kölelere sadaka vermenin haram olmadığını belirtmek için kullanmıştır. Böylece bazı insanların, "hanımları Resûlullah'ın ailesine girdiğine göre, hanımlarına ait azatlı köleler de girer" şeklinde bir zanda bulunmaları önlenmiş olur.
1494- Ümmü Atıyye el-Ensarî (r.anha) şöyle anlatır:
Bir gün Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem Aişe'nİn yanma geldi ve ona, "Yanında bir şey var mı?" diye sordu. Aişe, "Hayır. Sadece senin Nüseybe'ye (Ümmü Atıyye) sadaka olarak gönderdiğin koyundan onun bize gönderdiği bir miktar et var" diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem, "Sadaka yerine ulaşmış" buyurdu.
1495- Enes mdıyaiiâhu anh şöyle anlatır: Resûlullah'a, Berire'ye sadaka olarak verilmiş koyundan bir miktar et getirilmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber aiiaiiâhu aleyhi ve sellem, "Bu, onun için sadaka, bizim için hediyedir" buyurdu.[82]
Resûluliah sallallâhu aleyhi ve sellem. "yanında bir şey var mı?" derken, "yiyecek" bir şey olup olmadığını sormak istemiştir.
Nüseybe, Ümmü Atıyye'nin adıdır.
Nüseybe, kendisine sadaka olarak gelen koyunda tam mülkiyet sahibi olduğu için hediye etmiş ve koyunun sadaka olma niteliği "hedîye'liğe dönüşmüştür. Böylece sadaka haram olmasına rağmen, söz konusu koyunun eti helal hale gelmiştir. Bu konudaki açıklama "hibe" konusunda gelecektir.
Buhârî, Berîre ve Ümmü Atıyye olaylarından, "Haşimîler, zekât memuru olarak çalışırlarsa, bu hisseden zekât alabilirler" hükmünü çıkarmıştır. Çünkü bu, emeğinin karşılığıdır. Haşimîlerin, önceden sadaka olan bir şeyi, hediye olarak alması nasıl sadaka olarak değerlendirilmeyip helal oluyorsa, aynı şekilde emeğinin karşılığı olarak sadaka malından alması da helal olur. Bu, sadaka aldığı anlamına gelmez.
Buhârî'nin çıkardığı diğer bir hüküm de şöyledir: Resûlullah'ın hanımlarına, nafile olarak verilen sadakalardan yemek caizdir. Çünkü onlar, kendileri ile Re-sûlullah'ı farklı değerlendirmiş, Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem de buna karşı çıkmamıştır. Sadece onlara, sadaka verilen kimsenin tasarrufu sonucu bu sadaka, sadaka olmaktan çıkmış hediye olduğunu haber vermiştir. Bu konudaki açıklama yukarıda yer almıştı. Allah (c.c) en iyisini bilir.
1496- İbn Abbas radıyaiiâhu anhümâ şöyle anlatır:
Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem Muâz İbn Cebel'i Yemen'e gönderirken ona şöyle buyurdu.
"Sen ehl-i kitap olan bir topluluğa gidiyorsun. Yanlarına varınca onlan "Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in onun Resulü olduğuna" şahitlikte bulunmaya davet et. Bu konuda sana itaat ederlerse onlara, Allah'ın günde beş uakit namaz kılmayı farz kıldığını haber ver. Bu konuda da sana itaat ederlerse onlara, Allah'ın, zenginlerden alınıp fakirlere verilmek üzere zekâtı farz kıldığını haber ver. Eğer bu konuda da sana itaat ederlerse mallarının en değerli olanlannı almaktan sakın. Mazlumun duasından da kork. Çünkü mazlum ile Allah arasında hiçbir perde yoktur."
İsmailî şöyle demiştir:
Hadisten ilk anlaşılan, zekâtın, alındığı yerin fakirlerine verilmesi gerektiğidir.
İbnü'l-Müneyyir şöyle der: "Buharı, zekâtın, toplandığı beldeden başka bir yere naklinin caiz olduğu görüşündedir. Çünkü "fakirlerine" denilirken kastedilen "Müslümanların fakirleri"dir. Zekât, hangi Müslüman fakire verilmiş olursa olsun, buradaki hadisin genel anlamına uygun düşer."
Hadisten ilk akla gelen, zekâtın, başka bir beldeye aktarılmaması gerektiğidir. "Onların fakirlerine" ifadesindeki zamir, muhataplara yönelik olduğu için sadece o beldenin fakirlerine verilmesi lazımdır.
Fakat İbn Dakîkü'1-îd birinci görüşü tercih ederek, "Her ne kadar akla ilk gelen görüş bu olmasa da şu husus (zekâtın başka beldelere nakledilebileceğini) güçlendirmektedir: Genel şer'î kurallar bakımından muayyen şahıslar dikkate alınmaz. Dolayısıyla ne namaz, ne de zekât konusunda şahıslar dikkate alınmaz, konuşma bakımından onlara yöneîinmiş olsa da, verilen hüküm sadece muhataplara aittir denemez" demiştir.
Alimler, zekâtın başka bir yere nakli konusunda ihtilaf etmiştir:
Leys, Ebû Hanîfe ve mezhep arkadaşları bunun caiz olduğu görüşündedir. Ibnü'l-Münzir Şafiîden aynı görüşü nakletmiş ve kendisi de bunu tercih etmiştir.
Şafiîlerdeki sahih olan görüşe, Malİkİler ve cumhura göre zekâtı toplandığı yerden başka bir yere nakletmemek gerekir.
Eğer nakledilirse, Malikilerde sağlam olan görüşe göre zekât yerine verilmiş sayılır. Şafiîlerdeki sahih olan görüşe göre ise zekât yerine verilmiş sayılmaz. Fakat zekâtın toplandığı yerde zekât almaya ehil kimseler yoksa nakledilebilir. Buhârî'nin de bu görüşü tercih ettiğini söylemek çok uzak bir görüş olmaz. Çünkü başlıkta, "oradaki" şeklinde tercüme ettiğimiz, ifadesi, zekât toplanılan yerde, zekât almaya ehil kimseler varsa nakledilmemesİ gerektiğini îma etmektedir.
Ravh İbnü'l-Kâsım'ın rivayetinde, "İlk davet edeceğin şey Allah'a ibadet-olsun. Allah'ı tanırlarsa .." şeklindedir. el-Fadl İbnü'l-Alâ'm rivayetinde ise, "Allah'ı tek olarak kabul etmeye (tevhide), eğer bunu kabul ederlerse .." şeklindedir.
Bu rivayetler şöyle te'lif edilebilir: Allah'a ibadetten kastedilen onu "bir" kabul etmektir (tevhid). Tevhidden kasıt ise, Allah'a (varlık ve birliğine) ve Resulünün peygamberliğine şahitlikte bulunmaktır.
Dinin temeli olduğu için Allah'tan başka ilah olmaması ve Muhammed'in onun Resulü olması ile başlanmıştır. Bu ikisini kabul etmeden yapılan hiçbir amel sahih olmaz.
Tevhid inancına sahip olmayanlardan, hem Allah'tan başka ilah olmadığına hem de Muhammed'in onun Resulü olduğuna dair şahitlik yapmaları istenir.
Tevhid inancında olanlardan ise, bunun yanında Muhammed'in peygamber olduğunu da kabul etmesi istenir.
Şirke girenden veya Uzeyr'in Allah'ın oğlu olduğuna inanmak gibi şirki gerektiren şeylere inanlardan ya da Allah'ı başka şeylere benzetenlerden ise, sahip oldukları inançları ortadan kaldıracak şekilde tevhide yönelmeleri istenir.
Bazı alimler bu hadisi delil olarak kullanarak, "(Müslüman olmak için) İslam'a aykırı olan her türlü inançtan sıyrılmak şart değildir" demiştir. Bu görüş, "Bir şeyi inkâr eden, başka bir şeye inanıyor demektir. Dolayısıyla kâfirliğine sebep olan şeyleri terketmedikçe İslam'a girmiş olmaz" şeklindeki anlayışın tersidir.
Bu iddiaya şöyle cevap verilebilir:
Kelime-i şehâdet, Allah'a teşbihte bulunmayı, Uzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu kabul etmeyi vb. hususları terketmeyi gerektirir. Dolayısıyla bunlarla yetinile-bilir. Bu görüşe delil olarak, sadece Allah'tan başka ilah olmadığına dair şahitlikte bulunmanın yeterli sayılmayıp, Hz. Muhammed'in Allah Resulü olduğunu kabul etmenin de istenmesi gösterilmiştir. Cumhur da bu görüştedir.
Bazı alimler, birinci şahitlikle (tevhid) Müslüman olunur. Daha sonra ikinci şahitliği (risalet-peygamberlik) de yapması istenir, demiştir. Bu görüş ayrılığının neticesi, riddet {dinden dönme) konusunda ortaya çıkmaktadır.
Hadisteki "İtaat ederlerse" ifadesi, şahitlik edip boyun eğerlerse anlamındadır. Çünkü ehl-i kitap, her ne kadar Allah'a İbadet edip onu tanıdıklarını göstermiş olsalar bile buna şahitlikte bulunmuyorlardı.
İlim sahibi kelamcılar şöyle demiştir: Allah'ı, yaratıklarına benzeterek (teşbih) tanıyan, ona el, oğul gibi şeyler İzafe eden kimseler, hakikatte, her ne kadar kendileri tersini söylese bile onların ma'bûdu Allah değil, ibadet ettikleri diğer varlıklardır.
Yukarıdaki hadis, kâfirlerin İslam'ın fürû hükümleriyle muhatap olmadığı görüşüne delil olarak getirilmiştir. Çünkü önce imana, sonra amele davet edilmişlerdir.
Hadiste "beş vakit" namazdan bahsedilmesi, vitir namazının farz olmadığına delil olarak getirilmiştir. Bu konudaki geniş açıklama ilgili bölümde yer almıştı.
"Zenginlerinden alınır" ifadesi, zekâtı, devlet başkanının almakla sorumlu olduğunu gösterir. Ya bizzat ya da temsilcisi vasıtasıyla bu görevi yerine getirir. Zekât vermek istemeyen kimselerden zorla alır.
Zekât toplanırken en değerli malların ahnmamasındaki nükte şudur: Zekât, fakirler için bir lütuf ve iyilik olması için vardır. Bundan dolayı razı olmaları durumu hariç, zekât toplarken, zenginlerin malına zarar vermek uygun düşmez.
"Mazlumun bedduasından sakın" şu anlama gelir: Zulümden kaçın ki, mazlum sana beddua etmesin. Hadis, zulmün her çeşidinden kaçınılması gerektiğine işaret etmektedir.
Zekâtın, en İyi mallardan alınması yasaklandıktan sonra "mazlumun bedduasından sakının" denilmesi, böyle yapılması halinde bunun bir zulüm olduğunu işaret etmek içindir.
Allah ile zulme uğrayan kimse arasında "perde" olmaması, duanın kabul olunması için bir engel bulunmaması anlamındadır. Bu ifade ile günahkar bir kimse bile olsa, mazlumun duasının makbul olduğu anlatılmak istenmiştir. Nitekim Ahmed'in Ebû Hureyre'den merfû olarak naklettiği sahih senetli bir hadiste, "Zulme uğrayan kimsenin yaptığı dua makbuldür. Günahkar bile olsa, günahı kendi sorumluluğunda olan bir husustur" buyurmuştur. Hadiste, insanlar ile Allah arasında bir perde bulunduğu, bu perdenin Allah'ı insanlardan gizlediği gibi bir kasıt söz konusu değildir.
Bir toplulukla savaşmadan önce onları Allah'ı tek olarak kabul etmeye (tevhid) davet etmek gerekir.
Devlet başkanı, görevlilerine, ihtiyaç duydukları hüküm ve diğer konularda tavsiyelerde bulunmalıdır.
Zekât toplamak üzere memur gönderilebilir. Haber-i vâhid İle amel etmek gereklidir.
Çocuk ve delinin malından zekât almak vaciptir. Çünkü "zenginlerinden" ifadesi geneldir. Bu görüşü Kadı Iyaz belirtmiştir.
"Zenginlerine" ifadesindeki zamir, Müslümanlar için kullanılmıştır. Dolayısıyla ister, zekât toplanan beldede ister başka bir yerde olsun, kâfirlere zekât verilemez.
Fakirler zekât vermekle yükümlü değildir.
Zekât Bölümü 4. Ciltte Devam Etmektedir.
[1] el-Bakara 2/43, 83, 110.
[2] Hadisin geçtiği diğer yerler: 1458, 1496, 2448, 4347,
7371 ve 7372.
[3] Hadisin geçtiği diğer yerler: 5982, 5983.
[4] Hadisin geçtiği diğer yerler: 1457, 7284.
[5] et-Tevbe9/ll.
[6] et, 9/34-35,
[7] Hasin geçtiği diğer yerler : 2378, 3073 ve 9658.
[8] ÂI-İ İmran 3/180.
[9] Hadisin geçtiği diğer yerler: 4565, 4659, 6957.
[10] et-Tevbe 9/34-35.
[11] Beş ukiyye, bir görüşe göre 560, diğer bir görüşe göre
604 gr. gümüşe tekabül etmektedir.
[12] Hadisin geçtiği diğer yerler: 4661.
[13] Hadisin geçtiği diğer yerler: 1447, 1459, 1484.
[14] Hadisin geçtiği diğer yer: 4660.
[15] el-Bakara 2/219.
[16] el-Bakara 2/264.
[17] et-Bakara 2/263.
[18] e!-Bakara 2/276-277.
[19] Hadisin geçtiği diğer yer: 7430.
[20] Hadisin geçtiği diğer yerler: 1424, 7120.
[21] Hadisin geçtiği diğer yerler: 1417, 3595, 6023, 6539,
6540, 6563, 7443, 7512.
[22] el-Bakara 2/265.
[23] Hadisin geçtiği diğer yerler: 1416, 2273, 4668, 4669
[24] et-Tevbe 9/79.
[25] Hadisin geçtiği diğer yer: 5995.
[26] ei-MünâfikÛn 63/10.
[27] el-Bakara 2/254.
[28] Hadisin geçtiği diğer yer: 2748.
[29] el-Bakara 2/274.
[30] el-Bakara 2/271.
[31] Hadisin geçtiği diğer yerler: 1437, 1439, 1440, 1441,
2065.
[32] Hadisin geçtiği diğer yerler: 1428, 5355, 5356.
[33] Müdebber köle, efendisinin izni ile, efendi ölünce
hürriyete kavuşacak olan köledir. (Mütercim)
[34] el-Bakara 2/262.
[35] Hadisin geçtiği diğer yerler: 6027, 6028 ve 7476.
[36] Bu hadis hakkında geniş malûmat, "Peygamberlik
alâmetleri" bölümünde yer alacaktır.
[37] Hadisin geçtiği diğer yerler: 2220, 2538 ve 5992.
[38] el-Leyl 92/5-11.
[39] Hadisin geçtiği diğer yerler; 1444, 2917, 5299, 5797.
[40] el-Bakara 2/267.
[41] Hadisin geçtiği diğer yer: 6022.
[42] Hadisin geçtiği diğer yerler: 1494, 2579.
[43] Hadisin geçtiği diğer yerler: 1450, 1451, 1453, 1454,
1455, 2487, 3106, 5878, 6955.
[44] Hadisİn geçtiği diğer yerler: 2633, 3923, 6165.
[45] et-Tahrîm 66/2.
[46] el-Kasas 28/85.
[47] el-Ahzab 33/38.
[48] el-Kasas 28/85.
[49] Hadisin geçtiği diğer yer: 6638.
[50] Â!-i İmrân, 3/92.
[51] Hadisin geçtiği diğsr yerler: 2318, 2752, 2758, 2769,
4554, 4555, 5611.
[52] Hadisin geçtiği diğer yer: 1464.
[53] Hadisin geçtiği diğer yer: 5369.
[54] Belirli bir bedel ödemek şartıyla hürriyetine kavuşmak
üzere efendisi ile anlaşma yapmış köle, (Mütercim).
[55] et-Tevbe 9/75.
[56] Hadisin geçtiği diğer yer; 6470.
[57] Hadisin geçtiği diğer yerler: 1480, 2074, 2374.
[58] İsin geçtiği diğer yerler: 2075, 3373.
[59] Hadisin geçtiği diğer yerler: 2750, 3143, 6441.
[60] ez-Zâriyât 51/19.
[61] Hadisin geçtiği diğer yerler: 7163 ve 7164.
[62] el-Mâide 5/42.
[63] el-Haşr.59/7
[64] Hadisin geçtiği diğer yer: 4718.
[65] el-Bakara 2/273.
[66] Hadisin geçtiği diğer ysrler: 1479, 4539.
[67] el-Bakara 2/273.
[68] el-Beled 90/16.
[69] Hadisin geçtiği diğer yerler: 1872, 3161, 3791, 4422.
[70] Bugünkü Kudüs'e yakın bir kasabadır.
[71] Ve öğrencisi.
[72] Hadisin geçtiği diğer yerler: 1491 ve 3072 nolu
hadisler.
[73] el-En'âm 6/141.
[74] Hadisin geçtiği diğer yerler: 2183, 2193, 2199, 2247
ve 2249 nolu hadisler.
[75] Hadisin geçtiği diğer yerler: 2189, 2196, 2381 noiu
hadisler.
[76] Hadisin geçtiği diğer yerler: 2195, 2197, 2198, 2208
nolu hadisler.
[77] Hadisin geçtiği diğer yerler: 2775, 2971, 3002 nolu
hadisler.
[78] Hadisin geçtiği diğer yerler: 2623, 2636, 2970 ve 3003
nolu hadisler.
[79] Sâd 38/86.
[80] st-Tevbe 9/103.
[81] Hadisin geçtiği diğer yerler: 2221, 5531, 5533 nolu
hadisler.
[82] Hadİsin geçtiği diğer yerler: 2577 nolu hadis.