İMAN
VE İSLÂM'IN HAKİKAT VE MECAZ OLARAK TARİFLERİ
Birinci
Kısım: Tasdikle İlgili İtikadiyat'tır
İkinci
Kısım: Dille Alakalı Ameller
1.
Çeşit: Muayyen Şeylere Ait Olanlar
2.
Çeşit: Kendisine Tabi Olanlarla İlgili Şeyler
3.
Çeşit: Âmmeye Müteallik Şeyler.
KELİME-İ
ŞEHÂDET VE ONUN DİL İLE İKRARININ HÜKMÜ
MÜSLÜMANI
KÂFİRLİK, MÜNAFIKLIK VE BENZERİ TÂBİRLERLE İTHAM EDEMEYİZ
Dinimizde
İtaate Verilen Ehemmiyet
İmamın
Varlığı Dinen Zarurîdir:
İmamın
Varlığı Hikmeten (Aklen) Zarurîdir:
İmamete
En Liyakatli Olan Kim?
Fasık
Emîre İtaatle Alakalı Bir Hâdise:
Fasık
Ve Zalim İmama İtaati Emreden Hadisin Tam Metni:
Asker
De Sultana İtaat Etmelidir:
Ümerâya
Karşı Dikkatli Olunmalı:
İMÂN
VE İSLÂM'A GİREN MÜTEFERRİK HADÎSLER
*
BİRİNCİ BAB
İMAN VE İSLÂM'IN
HAKİKAT VE MECAZ OLARAK TARİFLERİ
BİRİNCİ FASIL
İMAN VE İSLÂM'IN
FAZİLETİ
İKİNCİ FASIL
İMANIN HAKİKATI
ÜÇÜNCÜ FASIL
MECAZ HAKKINDA
*
İKİNCİ BAB
İMAN VE İSLÂM'IN
HÜKÜMLERİ
BİRİNCİ FASIL
KELİME-İ ŞEHÂDET VE
ONUN DİL İLE İKRARININ HÜKMÜ
İKİNCİ FASIL
BİAT AHKAMI
ÜÇÜNCÜ FASIL
MUHTELİF AHKAMLAR
İMAN VE
İSLÂM'IN HAKİKAT VE MECAZ OLARAK TARİFLERİ
ـ1ـ
عن عُبادةَ بن
الصامتِ
ا‘نصارىِّ
رضىَ اللّه عنهُ
قال: قال
رسولُ اللّه #
]مَنْ شَهِدَ
أنْ َ إِلَهَ
إّ اللّهُ
وَحْدَهُ َ شَرِيكَ
لَهُ، وَأنّ
مُحَمَّداً عَبْدُهُ
وَرَسُولُهُ،
وَأنّ عِيسى
عَبْدُ
اللّهِ وَرَسُولُهُ
وَكَلمتُهُ ألْقَاهَا
إلى مَرْيمَ
وَروحٌ منهُ،
وَالْجَنَّةَ
حَقٌ،
وَالنَّارَ
حقٌ:
أدْخَلَهُ اللّهُ
الْجَنَّةَ
عَلَى مَا
كَان
عَلَيْهِ
مِنَ الْعَملِ[
أخرجهُ
الشيخانِ والترمذى.وَفِى
أخرى لمسلم
]مَنْ شَهِدَ
أن َ إلَهَ إّ اللّهُ
وَأنَّ
مُحَمَّداً رَسُولُ
اللّهِ
حرَّمَ
اللّهُ
تَعَالى
عَلَيْهِ النَّارَ[.
1. (1)- Ubade İbnu's-Sâmit
el-Ensarî (radıyallahu anh) hazretleri demiştir ki: "Hz. Peygamber
aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular:
"Kim Allah'tan başka ilâh
olmadığına Allah'ın bir ve şeriksiz olduğuna ve Muhammed'in onun kulu ve Resûlu
(elçisi) olduğuna, keza Hz. İsâ'nın da Allah'ın kulu ve elçisi olup, Hz.
Meryem'e attığı bir kelimesi ve kendinden bir ruh olduğuna, keza cennet ve
cehennemin hak olduğuna şehâdet ederse, her ne amel üzere olursa olsun Allah
onu cennetine koyacaktır."[1]
Müslim'in bir başka rivayetinde
şöyle buyrulmuştur:
"Kim Allah'tan başka ilâh
olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehâdet ederse Allah ona
ateşi haram kılacaktır."[2]
AÇIKLAMA:
İmana müteallik en câmi
hadislerden biri budur. Hadiste İslâm inancının temel prensipleri beyan
edilmekten başka belli başlı batıl inançlar da reddedilmiş olmaktadır:
1- Hz. Muhammed
(aleyhissalâtu vesselâm)'in risâleti: Bu İslâm inancının birinci akidesi
sayılabilir. Zira tevhid'e yani Allah'ın birliği inancına İslâm dışında da
rastlanabilir.
2- Tevhid inancı: Hz.
Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'in peygamberliğine inancın en zarûri gereği
Tevhîd'dir. Yâni kâinatı yaratan, tedbir ve terbiye eden Bir'dir. Herçeşit
yardımcıdan, ortaktan müstağnîdir. Tevhid inancına prensip olarak başka
dinlerde ve hatta felsefî sistemlerde bile rastlanabilir. Ancak İslâm'daki
mutlak ve saf tevhid inancı başka hiçbir sistemde yoktur. Mutlak tevhid inancı
iddia eden Yahudiler bile, Müslümanlardan çok farklıdır: Öncelikle Yahudileri
düşünen onları kayıran millî bir ilâh düşüncesi galebe çalar. İslâm ulûhiyete
milliyet izâfe etmez. Allah âlemlerin Rabbi'dir: Her millet, her canlı, her
cansız bu "âlemler"e dahildir ve onun bir parçasıdır. Hayrı ve şerri,
güzeli ve çirkini, ateşi ve soğuğu, arzı ve semâyı büyüğü ve küçüğü yaratan
O'dur, tanzîm eden, terbiye eden O'dur.
Sonra Yahudiler, "Üzeyr
Allah'ın oğludur" diyerek (Tevbe: 9/30) kaba bir üslubla tevhîdden
uzaklaşırlar, iddia ettikleri vahdaniyet inançlarını lekelerler.
3- Bu hadiste, İslâm
inancının üçüncü ana rüknü olan âhiret inancı da ifade edilmekedir:
"Cennet haktır, cehennem haktır."
4- Hz. İsa'nın şahsiyeti:
O'nun babasız yaratılışı, Yahudilerin Hz. Meryem'e iftiralarına sebep olurken
Hıristiyanların da, O'nun babasının Allah olduğunu iddia etmelerine sebep
olmuştur. Bir tarafta tefrit bir tarafta ifrat.
İslâm, Hz. İsâ (aleyhisselam)'nın
yaratılan bir kul olduğunu te'yid ederek, hem Yahudilerin zina iftirasını
reddeder, hem de O'na "Allah'ın oğlu" diyerek ifrata giden
Hıristiyanları.
Bu hadiste görüldüğü üzere, Hz.
İsa (aleyhisselâm) Allah'ın bir kelimesidir, yani "ol!" demesiyle
oluvermiştir. Yâ-Sin suresinin 82. ayetinde ifade edildiği üzere Allah birşeyin
olmasını dileyince "ol!" der, o şey hemen olur. O şeyin olması için
"ol" emrinden başka bir sebebe ihtiyacı yoktur. Normalde herşey yine
irâde-i ilâhî ile cereyan etmekte ise de bir kısım sebeplere bağlanmıştır. Aslında
müsebbeb dediğimiz neticenin hâsıl olması için sebep zarurî değildir. Allah,
müsebbeb'i, sebep perdesi olmadan da yaratır. Fakat, bu imtihan âleminde
vukuâta her seferinde bir sebep perdesi koymak âdetullah'tır, ilâhî kanundur.
Cenâb-ı Hak bu kanuna bağlı olmadığını
Kur'ân-ı Kerîm'de muhtelif âyetlerde ifade etmiştir.
İşte Hz. İsa (aleyhisselâm) bunun
müşahhas bir örneğini teşkil eder. Hz. Meryem'de tecelli eden "ol!"
emri ile Hz. İsa (aleyhisselâm) babasız olarak yaratılmıştır.
Hz. İsa (aleyhisselâm) için
"Allah'tan bir ruh" denmesini de, "Ruh Rabbim'in
emrindendir" (İsra: 17/85) âyeti ışığında anlamak gerekir. Çünkü
ruh'un yaratılışı "ol!" emrinin tecellisiyle olmaktadır, sebep
perdesi yoktur. Hz. İsâ (aleyhisselâm)'nın yaratılışı için de diğer insanların
tâbi kılındığı sebep çerçevesinin haricine çıkılarak "ol!" emrinin
tecellisi haber verilmiş olunca "Allah'ın Meryem'e üfürdüğü bir ruh"
tâbiri uygun düşer. Nevevî'nin kaydettiği üzere, İslâm âlimleri, Hz. İsâ
(aleyhisselâm)'ın Ruhullah veya Kelimetullah diye Allah'a izafesi'nin sâdece
teşrif yâni Hz. İsâ'nın şerefini belirtmek gayesi güttüğünü belirtmişlerdir.
Nitekim başka ayetlerde Nâkatullah (Allah'ın devesi) ve Beytullah (Allah'ın
evi) tâbirleriyle deve ve ev teşrîf için Allah'a izâfe edilmişlerdir.
Binâenaleyh, bu tabirlerle Hz. İsâ
(aleyhisselâm)'nın teşrîfi, O'nun ilahlaştırılmasına veya Allah'ın bir
parçası sayılmasına Kur'ânî bir delîl teşkîl etmez. Aksi takdirde bu izafetten
hareketle kâinatı da Allah'ın bir parçası görmek gerekir. Çünkü herşey
Allah'ındır, O'na izâfe edilebilir.
5- Hadisin diğer bir
hükmü, imanlı olarak kabre girildiği takdirde, büyük günah işlemiş bile olsa,
kulun ebedî olarak cehennemde kalmayıp, az da olsa yaptığı hayır sebebiyle
cennete gideceği inancıdır. Bu ifâdede büyük günah işleyenler hakkında ileri
sürülen ifrat ve tefrit fikirler reddedilmiş olmakta, Ehl-i Sünnet inancına
esaslı bir açıklık ve delil getirilmektedir.
"Her ne amel üzere olursa olsun Allah onu cennetine
koyacaktır" ifadesini Nevevî "Netice olarak" diye tevil
eder. Yâni, "yaptığı kötülüklerin cezasını çektikten sonra, neticede
cennete girecektir" demek oluyor.[3]
ـ2ـ وعن
أبى سَعيدِ
سَعْدِِ بن
مالك بنِ
سِنانٍ الخُدْرىِّ
رضى اللّه
تعالى عنهما
أن النبي # قال:
]يَخْرُجُ مِن
النَّارِ
مَنْ كَان في
قَلْبهِ مِثقالَُ
ذَرَّةٍ مِن إيمانٍ[
قال أبو سعيد
]فَمَنْ شكَّ
فليقرأْ: إن
اللّهَ
يظلمُ
مثقالَ
ذرَّةٍ[ أخرجه
الترمذى
وصححه.
2. (2)- Ebu Sa'îd İbnu Mâlik İbni Sinân el-Hudrî
(radıyallahu anh) hazretleri demiştir ki: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) şöyle buyurdular:
"Kalbinde zerre miktarı
iman bulunan kimse ateşten çıkacaktır."
Ebu Sa'îd der ki: "Kim (bu
ihbarın ifade ettiği hakikatten) şüpheye düşerse şu ayeti okusun:
"Allah şüphesiz zerre kadar haksızlık yapmaz..." (Nisa: 4/40).[4]
AÇIKLAMA:
Önceki hadisle ilgili açıklamanın
son kısmında temas edildiği üzere, Ehl-i Sünnet akidesine göre, bir kimse
mü'min olarak son nefesini verebildiği takdirde ebedî olarak cehennemde
kalmayacaktır. Her günahkâr mutlaka cehenneme gidecektir de denemez, çünkü
Allah dilediğini affeder. Affa mazhar olamayanlar günahı miktarınca cezasını
çeker. Ancak, mü'min idiyse, yeri ebedî cehennem değildir. Hadisi rivayet eden
sahâbî, bu müjdeli haberde tereddüde düşeceklere bir ayeti delil olarak
göstermektedir. [5]
ـ3ـ وعنه
رضى اللّهُ
تعالى عنه
قال: قال
رسولُ اللّهِ
#: ]مَنْ قَالَ:
رَضِيتُ بِاللّهِ
تَعاَلى
ربَّاً،
وَبِا“سْمِ
ديناً،
وَبِمُحَمَّدٍ
# رسُوً
وَجَبَتْ
لَهُ الجَنَّةُ[
أخرجه أبو
داودَ.
3. (3)- Yine Ebu Sa'îd
(radıyallahu anh) hazretleri der ki: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
şöyle buyurdular:
"Kim: ‘Rab olarak
Allah'ı, din olarak İslâm'ı, Resûl olarak Hz. Muhammed'i seçtim (ve onlardan
memnun kaldım)' derse cennet ona vâcib olur".[6]
AÇIKLAMA:
Bu hadisi de önceki hadislerdeki
kayıt ve şartlar çerçevesinde anlamak gerekir:
1- Mü'min olarak kabre
girmek.
2- Hususî mağfirete mazhar
olmadığı takdirde, kötü fiillerinin cezasını çekmiş olmak.
Bu kayıtlara yer verilmediği
takdirde başka naslarla tesbit edilen prensiplere ters düşülür. İslâm'ın
emirlerini yerine getirenle getirmeyen arasında fark kalmaz.
Kimler imanlı olarak kabre girer,
farzları yapmayanların, yasaklardan kaçmayanların, lafla müslüman olduğunu
söylediği halde, İslâm'ın emirlerini yapmakta kibirlenenlerin, meselâ tesettür,
miras hukuku gibi bir kısım dinî emirleri "vakti geçmiş" veya
"Araplar'a has" telakkî edenlerin kabre imanlı olarak girme şansları
ne kadardır? kesin bir şey söylenemez.
Hadis, beşerî muâmelatta, bir
kişiyi mü'min kabul etmede asgari bir ölçü vermektedir. O yönden mühimdir.
Ayrıca büyük günah işleyenlerin uhrevî durumlarını açıklama meselesinde de
önemli bir prensip vazetmiş olmaktadır. [7]
ـ4ـ وعنه
أيضاً رضى
اللّه عنه
قال: قال
رسولُ اللّه #:
]إذا أسْلَمَ
العَبْدُ
فحَسُنَ إسْمُهُ
كَتَبَ
اللّهُ لَهُ
كلُّ حَسنَةٍ
كَانَ أزْلَفَهَا،
وَمُحِيَتْ
عَنْهُ كلُّ
سَيئَةٍ
كَانَ
أزْلَفَهَا،
وَكَانَ
بَعْدَ ذلِكَ
القصاصُ: كلُّ
حسَنَةٍ بعشْرِ
أمثالها إلى
سبعِمائةِ
ضِعْفٍ،
وَالسَّيئةُ
بمثلِهَا إّ
أن يتجاوَزَ
اللّهُ عنْها[
أخرجه
البخارى
تعليقاً،
والنسائى
مسنداً.ومعنى
»أزلفها«
قرّبها.
4. (4)- Yine Ebu Sa'îd
(radıyallau anh) hazretleri der ki: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) şöyle buyurdular:
"Bir kul İslâm'a girer ve bunda samimi olursa, daha önce
yaptığı bütün hayırları Allah, lehine yazar, işlemiş olduğu bütün şerleri de
affeder. Müslüman olduktan sonra yaptıkları da şu şekilde muâmele görür:
Yaptığı her hayır için en az on misli olmak üzere yediyüz misline kadar sevap
yazılır. İşlediği her bir şer için de, -Allah affetmediği takdirde- bir günah
yazılır."[8]
AÇIKLAMA:
Tercümede geçen "bunda samimi olursa" ifadesinin
Arapça aslı "İslâm'ı güzel olursa"dır. Yani: "Kul Müslüman olur,
İslâm'ı da güzel olursa..." şeklindedir.
Âlimler, samimi olmayı (veya
İslâm'ın güzel olmasını) "itikad ve ihlâsıyla tam olması, zâhiren ve
bâtınen İslâm'ın ferde girmesi, ibadet sırasında Rabbinin kendisine yakınlığını
hatırlaması, idrak etmesi..." diye açıklamışlardır.
Buhârî'nın rivayetinde, geçmiş
günahlarının affedileceği belirtildiği halde hayırlarının da yazılacağı kaydı
mevcud değildir. Ancak hadisin Kütüb-i Sitte dışında gelen vecihlerinde de
yukarıda kaydedilen şekilde eski günahlarının affedileceği, hayırların hesaba
geçeceği tasrih edilir.
Buhârî'nin bu ziyadeyi kasden
iskat ettiği çünkü, kâfirken işlenen hayırların Allah'a yakınlık vesilesi
olacağı meselesini Buhârî'nin, başka kaideler açısından, müşkilatlı bulduğunu
söylemişlerdir. Ancak Nevevî ve Kadı İyâz bu yoruma katılmazlar. Nevevî şunu
söyler: "Gerçek olan, muhakkik ulemanın icma ettiği husustur: Kâfir,
sadaka, sıla-i rahm gibi hayır ameller işlemiş ise Müslüman olduktan sonra bu
onun hayırlar defterine yazılır, yeter ki Müslüman olarak da ölmüş olsun."
Kaidelere aykırılığı iddiasını da reddeden Nevevî "Bu iddia müsellem
(benimsenmiş) değildir. Çünkü, kâfirin dünyadaki amellerinin bir kısmı muteber
addedilmiştir. Mesela kefâretü'zzihâr bunlardan biridir.[9]
Kafir, Müslüman olmazdan önce, bu kefâreti yerine getirmiş ise, Müslüman olunca
iade etmez" der.
İbnu Hacer, Nevevi'yi haklı bulur
ancak o, neticeye bir başka yorumla ulaşır: "Kişinin Müslüman olunca,
önceki amellerinin sevab olarak yazılması bir lütfu ilâhidir, bu, onlardan
önceden sâdır olan amellerin kâfirken makbul olmasından dolayı değildir. Hadis,
işlenen amelin sevabının yazılacağını belirtiyor, o amelin makbul olduğuna
temas etmiyor. Kâfirken yapılan iyi amelin makbûl olma keyfiyeti İslâm olma
şartına bağlanmış olması da muhtemeldir: Müslüman olursa makbûldür, olmazsa
değildir. Bu görüş daha kavî'dir."
İbnu'l-Münîr, "iyi amelden
dolayı küfür hâlinde sevab yazılır" iddiasının kaidelere aykırı olduğunu
belirtmiştir. Çünkü, Kur'ân ve hadiste gelen naslar, "Kâfir, eski inancı
üzerine ölürse, sâlih amellerinden hiçbirisinin kendisine faydası olmaz, hepsi
hebâen mensur (faidesiz olarak) gider" diye kesin bir hükme varmıştır.
Hz. Aişe, İbnu Cüd'ân hakkında
önceden yaptığı hayırlı amellerin ona faydası olmayacak mı? diye sorunca
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "O, hiç bir zaman: "Rabbim,
günahlarımı kıyamet günü mağfiret buyur!" dememiştir." diye cevap
vermiştir. Bu hadisten de, mü'min olduğu takdirde önceki hayırlı amellerinden
istifâde edeceği istidlal edilir. İman olmadıkça, kâfirin hayırlı amellerinden
istifâde edemeyeceği istidlal edilir. İman olmadıkça, kâfirin hayırlı ameli
makbûl değildir.
Ancak şu söylenebilir: Nasıl ki
cennetin mertebeleri var, cehennemin de var. İman derecelere şâmilse küfür de
derecelere sahiptir. Kâfir'in zalim ve sefihleri ile mazlum ve hayır sâhipleri
aynı derecede yer almayacaktır. Yerleri mekân ve mahal olarak cehennemdir,
fakat oradaki dereceleri, mevkileri, azabtan duyacakları hisseleri, bir
değildir, farklıdır. [10]
ـ5ـ وعن
أبى هريرة:
عبدالرحمن بن
صَخر الدوسى
رضى اللّهُ
عنه أن رسول
اللّه # قال:
]إذا أحْسَنَ
أحَدُكُمْ
إسْمَه فكلُّ
حسنةٍ
يعملُها
تُكْتَبُ لهُ
بعشرِ
أمْثالِها إلى
سبعمائة
ضعْفٍ، وكلُّ
سيئةٍ يعملها
تُكتَبُ
بمثلها حتى
يَلقى اللّهَ
تعالى[ أخرجه
الشيخان.
5. (5)- Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) hazretleri anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Sizden biri içiyle
dışıyla Müslüman olursa, yaptığı herbir hayır en az on mislinden, yedi yüz
misline kadar sevabıyla yazılır. İşlediği her bir günah da sâdece misliyle
yazılır. Bu hâl, Allah'a kavuşuncaya kadar böyle devam eder."[11]
AÇIKLAMA:
Cenâb-ı Hakk'ın kullarına karşı
rahmetinin, mağfiretinin genişliğini ifade eden mühim hadislerden biri budur.
Maamafih aynı mâna ayet-i kerîmede de ifade edilmiştir: "Kim bir hayır
yaparsa ona on katı verilir, kötülük yapan da misliyle cezalandırılır."
(En'âm: 6/160). Hayırların yediyüz misli artırılacağı şu âyette ifade
edilmiştir: "Mallarını Allah yolunda sarfedenlerin durumu, her
başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren tânenin durumu gibidir. Allah
dilediğine kat kat verir. Allah'ın lütfu geniştir" (Bakara: 2/261).
İyi niyetle kulluğa yöneldiğimiz
takdirde Cenâb-ı Hak bizlere adaletle değil, mağfiretle muamele etmektedir: Bir
suça karşı bir günah, fakat bir hayra karşı en az on olmak üzere 700 misli ve
daha fazla sevap! Şühesiz bu, adâlet değil, lütuftur. Halbuki, Cenâb-ı Hak
dileseydi yapılan hayırlar için hiçbir şey yazmayabilirdi ve bu gerçek adâlet
de olurdu. Çünkü yapılan hayır, Allah'ın vermiş bulunduğu nimetlerin karşılığı
olamaz: Hayat, sıhhat, maddî imkânlar gibi nice nimetler vermiş, istifade
ediyoruz. Hava, su, güneş, yiyecekler vs. hep O'nun mülküdür. O'nun mülkünü
kullanıyoruz, onun mahlukâtında tasarrufta bulunuyoruz. Bunlara karşı minnet,
şükür ve kulluk borcumuz var. Yapılan hayırlar hiçbir surette nimetlere bedel
olamaz, borcumuzu ödeyemeyiz. Öyle ise, ibadetler, hayırlar temelde geçmiş
nimetlerin karşılığıdır. Gelecek nimetlerin yatırımı değildir. Ancak Cenâb-ı
Hak lütfuyla gelecekte ücret vâdetmiş, cennet vâdetmiştir. Şu halde gelecek
nimetler mahz-ı lütuf ve rahmettir.
Bu lütuf ve rahmetin büyüklüğü
hayır amellerin en az on misliyle yazılmasında kendini gösteriyor. İhlâsımız
nisbetinde, şartların ağırlığı nisbetinde Rabbimiz hayırları yediyüz ve hadsiz
şekilde katlıyacağını da belirtmiştir.[12]
ـ6ـ وعن
مُعَاذ بن جبل
ا‘نصارى رضى
اللّه عنه
قال: قال رسولُ
اللّهِ #: ]مَنْ
كَانَ آخِرُ
كََمِهِ َ إلَهَ
إّ اللّهُ
دَخَلَ الجَنَّةَ[
أخرجه أبو
داود.
6. (6)- Muâz İbnu Cebel
el-Ensârî (radıyallahu anh) hazretleri anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Kimin (hayatta
söylediği) en son sözü Lâ ilâhe illallah olursa cennete gider"[13]
AÇIKLAMA:
İslâm uleması, bu ve benzeri
hadislerde zikredilen "Lâilâhe illallah" tâbirinden maksadın kelime-i
şehâdet olduğunu belirtirler. Yani kişiyi kurtuluşa götürecek şey sâdece
Allah'ın birliğini te'yid değildir. Buna Muhammedu'r-Resûlullah cümlesi de
dâhil olmalıdır. Bunlar, birini diğerinden ayırmak mümkün olmayan bir bütün
teşkil ederler.
Münâvî, ölüm anında, her çeşit
dünyevî ve nefsânî arzuların sönmüş olması sebebiyle, kelime-i şehâdeti
teluffuzun ihlâslı, içten gelerek olacağını, bu sebeple Allah tarafından kabul
göreceğini belirtir.
Bu çeşit müjdeli hadisler,
ibadeti, tevbeyi sona bırakmayı gerektirmez. Kulluk edebi her an samimi olarak
Allah'a ilticayı âmirdir. Ayrıca nasıl bir son bizi beklemektedir? Normal
yaşlanarak, şuuru yerinde olarak can verebilecek miyiz, yoksa beklenmedik bir
yaşta, hiç umulmadık bir anda mı ölüm yakalayıverecek? Günümüzde inanan pekçok
insan gençlik gafletiyle şeytanın bu iğvasına kapılır. İbadeti, tevbeyi
ihtiyarlığa bırakır. Son nefeste ihlâsla yapılacak tevbenin, telaffuz edilecek
kelime-i şehâdetin yetebileceği söylenir.
Bektaşivari sözlerle kendini
oyalayan nicelerinin umulmadık kazalara kurban gittiğini görmekteyiz.
Şunu da unutmamak gerekir, bu
çeşit hadisler, kişinin eksik bıraktığı ibadetler, kul hakkıyla ilgili günahlar
sebebiyle mâruz kalınacak azabtan garanti vermiyor. "Cennete gitmek"
garantisi veriyor. Ehl-i Sünnet akidesi, az da olsa, bir hayır yapan mü'minin,
cezasını çektikten sonra cennete gideceğini kabul eder. Mü'min olarak kabre
giren bir kimse ebedî olarak cehennemde kalmayacaktır.[14]
ـ7ـ وعن
أبى ذر: جُندب بن
جُنادةَ
الغِفارىِّ
رضى اللّه عنه
أن النبى # قال:
]أتانى جبريلُ
عليهِ السم
فبشَّرَنى
أنهُ مَنْ
مَاتَ مِنْ أُمَّتِكَ يُشْرِكُ
باللّهِ
شيئاً دخلَ
الجَنَّةَ. قُلتُ:
وَإنْ زَنَى
وإنْ سرَق؟
قال: وإن زنى
وإن سرَق.
قُلتُ: وإن
زنى وإن سرَق؟
قال: وإن زنى
وإن سرَق. ثم
قال في
الرابعةِ: على
رَغم أنف أبى
ذرّ[ أخرجه
الشيخان والترمذى.»الرغم«
الذل والهوان.
7. (7)- Ebu Zerr (Cündeb
ibnu Cünâde el-Gıfârî) (radıyallahu anh) hazretleri anlatıyor: Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Bana Cebrâil aleyhisselam gelerek "Ümmetinden kim
Allah'a herhangi bir şeyi ortak kılmadan (şirk koşmadan) ölürse cennete
girer" müjdesini verdi" dedi. Ben (hayretle)
"zina ve hırsızlık yapsa da
mı?" diye sordum.
"Hırsızlık da etse, zina
da yapsa" cevabını verdi. Ben tekrar:
"Yani hırsızlık ve zina
yapsa da ha!" dedim.
"Evet, dedi, hırsızlık da
etse, zina da yapsa!"
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) dördüncü keresinde ilâve etti:
"Ebu Zerr patlasa da
cennete girecektir."[15]
AÇIKLAMA:
Bu hadisin Buhârî'nin
Kitâbu'l-Libâs'ta gelen vechinde Ebu Zer Gıfarî (radıyallahu anh) hazretlerinin
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i ziyaret sırasında uyumakta olduğu
belirtilir. Binaenaleyh Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hadiste ifade
buyurduğu müjdeyi Cibrîl (aleyhisselâm)'den rüyasında almış olmalıdır.
Ebu Zer hazretlerinin ziyade
hayreti ve tekrar tekrar bu hayretlerini ifadesi Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın bir başka hadislerinden ileri gelmektedir. Orada: "Zâni,
zina ettiği sırada mü'min olduğu hâlde zina etmez, içki içen, içki esnasında
mü'min olduğu hâlde içki içmez..." buyurmuştur.
İslâm uleması, büyük günahları
değerlendirirken Ebu Zerr (radıyallahu anh)'in hatırladığı bu ikinci hadisi
te'vil etmiş, öncekini esas almıştır. Yani zina eden kimse iman-ı kâmil sâhibi
olarak zina etmez demektir. Böyle te'vil edilmediği takdirde zâhirine göre
anlayıp Hâricî görüşü benimsemek gerekir ki; "Büyük günah işleyen kâfir
olur" demektir. Ulema büyük günah işleyene kâfir demez. "Günahkârdır,
tevbe ederse, Allah affedebilir" der. İmam-ı Âzam bu meselede imanla ameli
ayrı mütâlaa eder. İman, kalble tasdik, dil ile ikrardır. Bu oldu mu, amele
bakılmadan Müslümanlığına hükmolunur. Büyük günah işlese bile mü'mindir, her an
tevbe ile rücu edebilir. Önceki hadiste de ifade edildiği üzere son sözü
Lâilâhe illallah olduğu takdirde, günahlarından aff-ı İlâhiye mazhar olmasa
bile cezasını çektikten sonra yine de cennete gidecektir.
Hadiste, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bu kayıtlara yer vermeksizin nihâî durumu ifade
etmiştir. Tebliğde bu tarz, âsi kula ümid vermek ve onu tevbeye teşvik etmek
gayesini güder.
Bu hadisin, bazılarına, fazla
ümid vererek, günaha sevkedeceği şeklindeki mütâlaayı yersiz buluruz. Çünkü
kulluk edebini idrâk eden bir insan Allah'ın affına güvenip günah işlemez. O
edebi takınamayan idraksize zaten söz te'sir etmez, hevâsının kurbanı demektir.
Bu hadis Buhârî ve Müslim'in ittifak ettiği en muteber, en sahih
hadislerdendir. Rabbülâlemin adına konuşan Resûlu Ekremimiz (aleyhissalâtu
vesselâm) hakikatten, hayırdan başka kelam etmez.[16]
ـ8ـ وعن
جابر بن
عبداللّهِ
ا‘نْصَارِىّ
رضى اللّه عنه
قال: قال رسول
اللّهِ #:
]ثِنْتانِ
موجَبتانِ. فقال
رجل يا رسُولَ
اللّه: ما
الموجبتانِ؟
قال: من مَاتَ يُشْركُ
باللّهِ
شيئاً دخل
النَّارَ،
ومَنْ مَاتَ يُشْركُ
بِاللّهِ
شيئاً دَخَلَ
الجَنَّةَ[
أخرجه مسلم.
8. (8)- Câbir İbnu
Abdillah el-Ensârî (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"İki şey vardır gerekli
kılıcıdır!" Bir zat:
- Ey Allah'ın Rasûlü! gerekli kılan bu iki şeyden maksad nedir?
diye sordu: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam):
"Kim Allah'a herhangi bir
şeyi ortak kılmış olarak ölürse bu kimse ateşe girecektir. Kim de Allah'a
hiçbir şeyi ortak kılmadan ölürse o da cennete girecektir" cevabını
verdi"[17]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) tebliğ edeceği bir hakikatı beyan etmezden önce, bu hadiste olduğu
gibi, dikkatleri çekecek, merak uyandıracak, soru sorduracak bir üslub
kullanırdı. Zihinler böylece hazırlandıktan sonra esas hakikatın tebliğine
geçerdi. Böylece öğrenilen mesail unutulmayacak şekilde zihinlerde yer ederdi.
Bu gayenin tahakkuku için, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) çok farklı metodlara, tarzlara başvurmuştur.[18]
ـ9ـ وعن
أبى هريرة رضى
اللّه عنه
قال:
]قلتُ يا
رسُولَ
اللّهِ: مَنْ
أسْعَدُ
النَّاسِ
بِشَفَاعتِكَ
يومَ
القِيَامةِ؟
قال: لقد ظننتُ
أن يسألَنى
عن هذا أوَّلُ
منكَ لما رأيتُ
من حرصِك علَى
الحديثِ:
أسعدُ الناس
بشفاعتى يوم
القيامةِ: مَن
قال َ إلَهَ إّ
اللّهُ
خَالِصاً من
قَلبِهِ[
أخرجه
البخارى.
9. (9)- Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) hazretleri anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e
"Ey Allah'ın Resûlü, kıyamet
günü senin şefaatinle en ziyâde saadete erecek olan kimdir?" diye
sormuştum. Bana:
"Hadis'e karşı sende olan
aşkı görünce, bu hususta senden önce bana bir başkasının sualde bulunmayacağını
tahmîn etmiştim" açıklamasını yaptıktan sonra şu cevabı verdi:
"Kıyamet günü benim
şefaatimle en ziyade saadete erecek olan kimse, samimi olarak ve içinden
gelerek ‘Lâ ilâhe illallah' diyen kimsedir"[19]
ـ10ـ وعن
صُهَيْب بن
سنان رضى
اللّه عنه. أنّ
رَسُولَ
اللّهِ # قال:
]عجباً ‘مْرِ المُؤْمنِ
إنَّ أمْرَهُ
كلَّهُ له
خيرٌ، ولَيس
ذلك ‘حدٍ إّ
للمؤمنِ: إن أصَابَتْهُُ
سراءُ شَكَرَ
فكَانَ
خيراً، وإن
أصابتهُ ضراءُ
صَبَرَ
فكَانَ
خيراً[. أخرجه
مسلم.
10. (10)- Süheyb İbnu
Sinân (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle
buyurdular:
"Mü'min kişinin durumu ne kadar şaşırtıcıdır! Zira her işi
onun için bir hayırdır. Bu durum, sâdece mü'mine hastır, başkasına değil: Ona
memnun olacağı birşey gelse şükreder, bu ise hayırdır; bir zarar gelse sabreder
bu da hayırdır"[20]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) mü'minde bulunması gereken iki mümtaz sıfatı bu şekilde beyan
etmektedir: Şükür ve sabır. Sağlık, nimet, makam, evlad, başarı gibi hoşuna
giden her neye mazhar olursa bunu Allah'tan bilerek şükretmek gerekmektedir.
Böylece, ucb, fakr, istiğna gibi mazmum hallere düşmekten korunur. Hastalık,
idbâr, musibet, kaza gibi hoşa gitmeyen hâllerle karşılaşınca da bunun bir
imtihan olduğunu, bunlarla kendisini Rabbinin imtihan ettiğini düşünür, bağırıp
çağırmaz, kendisini düzeltmesinin yollarını arar.[21]
ـ11ـ وعنْ
أبى هريرة رضى
اللّه عنه:
أنّ رَسُولَ
اللّهِ # قال:
]وَالَّذِى
نَفْسُ مُحَمَّدٍ
بِيَدِهِ َ
يَسْمَعُ بى
أحدٌُ من هذه
ا‘مّة يهودىٌّ
وََ
نصرانِىٌّ ثم يموتُ
ولم يؤمنْ
بالذى
أُرسلتُ به إّ
كانَ من
أصْحَابِ
النَّارِ[.
أخرجه مسلم.
11. (11)- Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki:
"Muhammed'in nefsini
kudret eliyle tutan zâta yemîn ederim ki, bu ümmetten her kim -Yahudî olsun,
Hristiyan olsun- beni işitir, sonra da bana gönderilenlere inanmadan ölecek
olursa mutlaka cehennem ehlinden olacaktır"[22]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in gelmesinden sonra, daha önceki bütün dinlerin
neshedilip, hükümden kaldırıldığını açık bir şekilde ifade eder.
2- Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e inanıp-inanmamaktan dolayı sorumluluk bunu işitmeye
bağlıdır. Uzak ve ıssız yerlerde yaşayan ve bu sebeple Risâlet-i Muhammediye'yi
işitmeyenler sorumlu tutulamazlar. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Biz elçi
göndermedikçe kimseye azab etmeyiz" (İsra: 17/15) buyrulmaktadır.
Hadiste Yahudî ve Hıristiyanların
be-tahsîs zikri -Nevevî'nin belirttiği üzere- İslâm dininin bütün insanlığa
şümulünü tebârüz ettirmek içindir. Zira bunlar kitap sâhibi semâvî dinlerdir.
"Öyle olmalarına rağmen bu iki din mensubu İslâm'a girmekle mükellef
olursa, semâvî aslı tamamen kaybolmuş kitapsız din mensupları daha ziyâde
dehâlete mecburdurlar" denmiş olmaktadır.[23]
ـ12ـ وعن
وَهب بن
مُنبِّه
]وَقِيلَ له:
أليسَ إلَه
إّ اللّهُ
مِفْتاحَ
الجَنَّةِ؟
قال: بلى، ولكن
ليسَ مِفتاحٌ
إّ وله أسنانٌ،
فإذا جئتَ
بمفتاحٍ له
أسنانٌ
فُتِحَ لك،
وإّ لم
يُفْتَحْ
لكَ[. أخرجه البخارى
معلقاً.
12. (12)- Vehb İbnu
Münebbih'in anlattığına göre kendisine:
"Lâilâhe illallah cennetin
anahtarı değil mi? dendi de:
"Evet, öyledir ama dişsiz
anahtar olur mu? Dişleri olan anahtarın varsa kapın açılır, yoksa kapalı kalır,
açılmaz" cevabını verdi.[24]
AÇIKLAMA:
Vehb İbnu Münebbih
"diş" teşbihiyle, ibadet ve dolayısıyla "zahmet"i
kasdetmiştir. İbadet olmadan, zahmet çekmeden sâdece lâilâhe illallah demekle
cennete gidilemeyeceğini ifâde etmek istemiştir. Ne var ki Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) "Lâilâhe
illallah cennetin anahtarıdır" buyurduğu gibi, yukarıda 7 numaralı Ebu
Zerr hadisinde de görüldüğü üzere bu kelimeyi samimiyetle benimseyen kimsenin
de kurtuluşu söz konusudur. Bazı şârihler, Buhârî'nin bu rivayeti koymakla
"ölüm ânında ihlâsla söylenen Lâilâhe illallah sözünün önceden işlenen
günahları affettireceğine işaret ettiğini" söylerler. Çünkü ihlâs, tevbe
ve nedâmeti müstelzimdir. Lâilâhe illallah'ın söylenmesi bu duruma alem olur.
Kişinin, nerede, ne zaman ve
nasıl son nefesini vereceği bilinmediği için, bu çeşit rivayetlerden hareketle,
"yaşlılık hâlinde yapılacak tevbe'ye güvenmek, günah amellerde ısrar etmek
doğru değildir. Kulluk edebine de yakışmaz.
En doğrusu, "dişi bulunmayan
bir anahtarın, hiçbir kapıyı açamayan düz bir çubuktan başka birşey
olmaması" gibi amelin refakat etmediği Lâilâhe illallah sözüyle de
kurtuluşa erişilemeyeceği düşüncesiyle hareket etmek, ibadetsiz vakit
geçirmemektir.
Ancak bu ve benzeri hadislerin
kullanılma yer ve durumlarını da bilmek gerekir: Ömrünü gafletle geçirenlerin,
bir lütf-u ilâhî olarak âniden intibaha ve tevbeye geldikleri zaman, eski günlerin
hacâleti altında ezilerek ye'se düşmemeleri için bu çeşit tebşîrata ihtiyaçları
vardır. İntibaha gelen gâfil ve günahkârların bu çeşit teselliye olan
ihtiyaçlarının şiddetinden olacak ki pekçok hadis ve ayet bu meseleye yer verir
ve gönüllerine serinletici su serper:
"Ey Muhammed, de ki:
"Ey kendilerine kötülük yapıp aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden
umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar. Çünkü o
bağışlayıcıdır, merhametlidir" (Zümer: 39/53).
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) sıdk ile tevbe eden kimsenin, annesinden doğduğu gün gibi günahlardan
temizleneceğini ifâde etmekten başka, Cenâb-ı Hakk'ın, tevbe edenin tevbesi
sebebiyle, her eşyası üzerinde bulunan bineğini çöl ortasında kaybeden kişinin
çaresizlik içinde bîtap düşüp uyuduğu esnada yanına gelen bineğini uyandığı
sırada başucunda bulunca sevincinden ağzından çıkanı bile tartamayıp: "Ey Allah'ım sen benim kulumsun ben de
senin Rabbinim!" demesi anındaki kadar sevindiğini ifade eder.
Kur'ân-ı Kerîm, intibaha gelen
günahkârları psikolojik şoktan kurtarmak için tesellide daha da ileri bir ufuk
gösterir, önceden işlenen günahların sevaba çevrilebileceğini müjdeler:
"....Tevbe eden, inanıp
sâlih amel işleyenlerin kötülüklerini, iyiliklere çevirir, Allah bağışlar ve
merhamet eder" (Furkan: 25/70).
Evet burada günahların silinmesi,
yok farzedilmesi mevzubahis değil, Rahmet-i ilâhiyenin bir başka mertebede
tecellisi söz konusu: İşlenen günahların sevaba dönüşmesi.
Ulema ayet-i kerîme'ye başka
açıklamalar da getirmiş ise de, Râzi'nin kaydettiği dört te'vilden biri de
bizim yukarıda kaydettiğimiz mânadır. Bu mânayı esas alan Saîd İbnu'l-Müseyyeb
ve Mekhûl, görüşlerine Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) hazretlerinin rivayet
ettiği şu hadisi de delil olarak zikrederler: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Bir kısım kimseler
günahlarının çok olmasını temennî edecekler!" buyurmuştu.
"Bunlar kimlerdir?"
diye sordular. Şu cevabı verdi:
"Onlar Allah'ın
seyyiatlarını sevaba tebdil ettiği kimselerdir."
Bir başka hadiste şöyle anlatılır:
"Adamın birine kıyamet
günü küçük günahları gösterilir ve hesaba çekilir. Adamcağız
"büyük günahlarım da
ortaya çıkacak mahvolacağım" diye düşünürken Gaffâru'z-Zünûb:
"Şu kulumun işlediği her
kötülüğe karşı bir hasene yazın" diyecek. Beklenmeyen bir lütuf karşısında
adam tamaha kapılacak ve
"Benim büyük günahlarım
da vardı, onları göremiyorum, keşke onlar da ortaya çıksa da karşılığında
haseneler verilse" diyecek."
Bu sözleri söylerken Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) o derece güler ki arka dişleri bile görülür."[25]
ـ13ـ وعن
عبداللّهِ بن
مَسْعودٍ
الهذلى رضى
اللّه عنه،
وسأله رجلٌ
ماالصراطُ المستقِيمُ؟.
قال: تركَنَا
مُحمَّدٌ في
أدناهُ
وطرَفُه في
الجنّةِ، وعن
يمينه جَوادُّ،
وعن يساره
جوادُّ وثَمّ
رجالٌ
يَدْعُونَ مَنْ
مرَّ بهم،
فمنْ أخَذَ في
تلكَ
الجوادِّ
انتهَتْ
بِهِ الى
النّارِ، ومَنْ
أخَذَ علَى
الصّراطِ
المسْتَقِيم
انْتَهى بهِ
إلى
الجَنَّةِ،
ثُمّ قرأ ابنُ
مسعود:
»وَأنَّ هذا
صِراطِى
مُسْتَقِيماً
فَاتَّبِعُوهُ
وَ
تَتَّبِعُوا
السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ
بِكُمْ عَنْ
سَبِيلِهِ.
اŒية«. أخرجه
رزين»والجواد«
جمع جادة،
وهى: الطريق.
13. (13)- Abdullah İbnu
Mes'ud el-Hüzelî (radıyallahu anh)'nin anlattığına göre, bir adam kendisine
"Sırat-ı müstakim (doğru
yol) nedir?" diye sordu. Ona şu cevabı verdi:
"Muhammed (aleyhissalâtu
vesselâm), bizi sırat-ı müstakimin bir başında bıraktı. Bunun öbür ucu ise
cennete ulaşmaktır. Bu ana yolun sağında ve solunda başka tali yollar da var.
Bunlardan her birinin başında bir kısım insanlar durmuş oradan geçenleri
kendilerine çağırıyorlar. Kim bu dış yollardan birine sülûk ederse yol onu
ateşe götürecektir. Kim de sırat-ı müstakîme sülûk ederse o da cennet'e
ulaşacaktır." İbnu Mes'ud bu açıklamayı yaptıktan sonra şu ayeti okudu: "İşte
bu benim sırat-ı müstakimimdir, buna uyun. Başka yollara sapmayın, sonra onlar
sizi Allah'ın yolundan ayırırlar...." (En'âm: 6/152)[26]
ـ1ـ عن
عبداللّه بن
عمر بن الخطاب
رضى اللّه
عنهما، وقال
له رجلٌ: أَ
تَغْزُو؟
فقال: إنى
سمِعْتُ
رسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ ]إنّ
ا“سمَ بُنِىَ
علَى خمسٍ:
شَهادَةِ أنْ
َ إلَهَ إّ
اللّهُ،
وَأنّ مُحمّداً
عَبْدُهُ
وَرَسُولهُ،
وإقَامِ الصَّةِ،
وَإيتاءِ الزَّكاةِ،
وَحجِّ
البَيْتِ،
وصَوْمِ
رَمَضَانَ[.
أخرجه الخمسة
إ أبا داود .
1. (14)- Abdullah İbnu
Ömer İbni'l-Hattâb (radıyallahu anh)'ın anlattığına göre, bir adam kendisine:
"Gazveye çıkmıyor musun?"
diye sorar. Abdullah şu cevabı verir:
"Ben Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'i işittim, şöyle buyurmuştu:
"İslâm beş esas üzerine
bina edilmiştir: Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve
elçisi olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, Kâbe'ye haccetmek,
Ramazan orucu tutmak" [27]
ـ2ـ وعن
يحيى بن
يَعْمُرَ قال:
كَانَ أوّلَ
مَن قال في
القَدَرِ
بالبصرةِ
مَعْبَدٌ الجُهَنىُّ،
فانطَلَقْتُ
أنا
وَحُمَيْدُ
بنُ عبدِ الرحمن
الحِميرىُّ
حاجَّيْنِ أو معتمِرَيْنِ.
فقلْنا: لو
لَقِينا أحداً
من أصحابِ
رسُولِ
اللّهِ #
فسألناه عما يقولُ
هؤءِ في
القدرِ،
فَوُفِّقَ
لنا
عبدُاللّهِ بنُ
عمر رضى اللّه
عنهما داخً المسجِدَ
فاكتنفتُهُ
أنا
وصَاحِبِى:
أحدُنا عن
يمينهِ واŒخرُ
عن يسارهِ:
فظننتُ أنّ
صاحبى
سَيَكلُ
الكَمَ إلىّ.
فقلتُ يا أبَا
عبدِالرحمن:
إنه ظََهَرَ
قِبَلنَا أناسٌ
يقرؤنَ
القرآنَ
وَيَتَقَفَّرُونَ
العلمَ،
وذَكَرَ مِنْ
شأنِهِمْ،
وأنه
م يزعمونَ
أنْ قَدَرَ،
وَأن ا‘مْرَ
أُنْفٌ فقال:
إذا لقِيتَ
أولئك
فأخْبِرْهُمْ
أنِّى برئٌ منهم
وأنهم
بَرَاءٌ
مِنِّى، والَّذِى
يَحْلِفُ
بِهِ
عبدُاللّهِ
ابْنِ عُمرَ:
لو أنّ ‘حدِهم
مثلَ أحُدٍ
ذهباً فأنفقَهُ
ما قَبلَ
اللّهُ منه
حتى يُؤمِنَ
بالْقَدَرِ.ثُمّ
قال:
حَدَّثَنِى
أبى عُمَرُ
بنُ الخطابِ رضى
اللّه عنه
قال: بَيْنَمَا
نَحْنُ
جُلوسٌ
عِنْدَ
رسُولِ
اللّهِ # إذْ
طَلَعَ
عَلينَا رجلٌ
شَديدُ بيَاضِ
الثِيابِ
شَديدُ سوادِ
الشّعرِ يُرَى
عليهِ أثرُ
السفرِ، وَ
يعرفُهُ
مِنَّا أحَدٌ
حتى جلَسَ إلى
النبىِّ # فأسندَ
ركبَتَيْهِ
إلى
رُكْبَتَيْهِ،
ووَضَعَ كَفّيْهِ
عَلى
فَخِذَيْهِ.
وَقالَ: يامحمّدُ
أخْبِرْنِى
عنِ اسْمِ.
فقال: ا“سْمُ
أنْ تَشْهَدَ
أن َ إلَهَ إّ
اللّهُ، وأنّ
محمّداً
عَبْدُهُ
ورسُولهُ،
وتقِيمَ
الصّةَ،
وتُؤتِى الزّكَاةَ،
وَتَصُومَ رَمَضَانَ،
وَتَحُجَّ
البَيْتَ إنِ
اسْتَطَعْتَ
إليهِ سَبِيً.
قال: صَدقتَ. فَعَجِبْنَا
لَه يَسأَلهُ
ويُصَدِّقُهُ.
قال:
فأخْبِرْنِى
عنِ ايمَانِ.
قال: أنْ تُؤْمِنَ
بِاللّهِ
وَمََئِكَتِهِ
وَكُتُبِهِ
وَرُسُلهِ
وَاليَوْمِ
اŒخِرِ، وَتُؤمنَ
بالْقَدَرِ
خيْرِهِ
وَشَرِّه.
قال: صدقتَ. قال:
فأخْبِرْنِى
عَنِ ا“حْسانِ.
قال: أنْ
تَعْبُدَ
اللّهَ
كَأنّكَ
تَراَهُ، فإن
لمْ تَكُنْ
تَراهُ
فإنّهُ يَراكَ.
قال:
فَأخْبِرْنِى
عنِ السّاعةِ.
قال: ما الْمَسْؤُلُ
عَنْهَا
بأعْلَمَ منَ
السائلِ. قال:
فأخْبِرْنِى
عَن
أمَاراتِهَا؟
قال: أن
تَلِدَ ا‘مّةُ
رَبّتهَا، وأنْ
تَرَى
الحُفَاةَ
العُراةَ
العالَةَ
»وليسَ عندَ
مسلم
العالَةََ«
رعاء الشّاءِ يتطاوَلُونَ
في البنيَانِ.
قال: ثم
انطلقَ
فَلَبِثْتُ
ملِيّاً. هذا
لفظ مسلمٍ، وعندهم:
فَلَبِثْتُ
ثثاً ثم قال:
يا عُمَرُ
أتَدْرِى
مَنِ
السّائلُ؟ قُلتُ:
اللّهُ ورَسُولُهُ
أعْلمُ. قال:
فَإنّّهُ
جِبْريلُ
عليهِ السّمِ
أتاكمْ
يُعَلِّمُكُمْ
دِينكُمْ؛
أخرجه الخمسة
إّ البخارى.
وزاد أبو
داودََ في
أخرى بعد صوم
رمضان: واغتسالَ
من
الجنابةِ.ولهُ
في أخرى:
وَسألهُ رجلٌ
من مُزينَةَ
أوجُهينةَ
فقال: يا
رسُولَ اللّهِ
فيمَ
نَعْمَلُ، في
شئ خَ
وَمَضَى، أو
في شئ يُسْتَأنَفُ
اŒن؟ قال: في شئ خََ
وَمَضى، فقال
الرجلُ، أو
بعضُ القومِ:
ففيمَ العمَلُ؟
قال: إنّ أهلَ
الْجَنّةِ يُيَسَّرُونَ
لِعَمَلِ
أهلِ
الْجَنّةِ،
وإنّ أهلَ
النّارِ
يُيَسَّرُونَ
لِعَمَلِ أهلِ
النّارِ.وأخرجَ
البخارى رحمه
اللّهُ تعالى نحْوَهُ
عن أبى هريرة،
وهى روايةٌ لهُمْ
إّ الترمذى
رحمه اللّه
تعالى، وفيه:
أن تعبدَ
اللّهَ
تُشْرِكُ
بِهِ شيئاً:
مكانَ أن
تشْهَدَ.وفيه:
فإذا كَانَ
الحُفاةُ
العُراةُ
رؤسَ
الناسِ.وزادَ
في خمس يعْلمها
إّ اللّهُ
تعالى وَتََ
إنّ اللّهَ
عِنْدَهُ عِلْمُ
السَّاعَةِ
اŒية.وفي أخرى
بعد العُراة:
الصمّ
البُكْمَ ملوكَ
ا‘رْضِ.وَعند
النسائى رحمه
اللّهُ تعالى
قال: والَّذِى
بعَثَ
محمّداً بِالْحَقِّ
هادياً
وبشيراً مَا
كُنْتُ
بأعْلمَ بهِِ
من رجلٍ
مِنْكُمْ،
وإنّه لجبريلُ
عليه السّمُ
نزل في صورةِ
دِحيةَ الكلبِىِّ.وَمَعْنى
»يَتَقفَّرونَ«
يتتبعون،
وقوله »أُنُفٌ«
بضم الهمزة
والنون: أى مُحْدَثٌ
لم يسبق علم
اللّه تعالى
به. وكذَبَ
أعداء اللّه
تعالى، بل
علمُ اللّه تعالى
سابقٌ
للمعلوماتِ
كلِّها.
2. (15) Yahya İbnu Ya'mer
haber veriyor: "Basra'da kader üzerine ilk söz eden kimse Ma'bed el-Cühenî
idi. Ben ve Humeyd İbnu Abdirrahmân el-Himyerî, hac veya umre vesîlesiyle
beraberce yola çıktık. Aramızda konuşarak, Ashab'tan biriyle karşılaşmayı
temenni ettik. Maksadımız, ondan kader hakkında şu heriflerin ettikleri laflar
hususunda soru sormaktı. Cenâb-ı Hakk, bizzat Mescid-i Nebevî'nin içinde
Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anh)'la karşılaşmayı nasib etti. Birimiz sağ,
öbürümüz sol tarafından olmak üzere ikimiz de Abdullah (radıyallahu anh)'a
sokuldu. Arkadaşımın sözü bana bıraktığını tahmîn ederek, konuşmaya başladım:
"Ey Ebu Abdirrahmân, bizim
taraflarda bazı kimseler zuhur etti. Bunlar Kur'ân-ı Kerîm'i okuyorlar. Ve çok
ince meseleler bulup çıkarmaya çalışıyorlar." Onların durumlarını beyan
sadedinde şunu da ilâve ettim: "Bunlar, "kader yoktur, herşey
hâdistir ve Allah önceden bunları bilmez" iddiasındalar." Abdullah
(radıyallahu anh):
"Onlarla tekrar
karşılaşırsan, haber ver ki ben onlardan berîyim, onlar da benden berîdirler."
Abdullah İbnu Ömer sözünü yeminle de te'kîd ederek şöyle tamamladı:
"Allah'a kasem olsun, onlardan birinin Uhud dağı kadar altını olsa ve
hepsini de hayır yolunda harcasa kadere inanmadıkça, Allah onun hayrını kabul
etmez."
Sonra Abdullah dedi ki: Babam
Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahu anh) bana şunu anlattı:
"Ben Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in yanında oturuyordum. Derken elbisesi bembeyaz,
saçları simsiyah bir adam yanımıza çıkageldi. Üzerinde, yolculuğa delalet eder
hiçbir belirti yoktu. Üstelik içimizden kimse onu tanımıyordu da. Gelip Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in önüne oturup dizlerini dizlerine dayadı.
Ellerini bacaklarının üstüne hürmetle koyduktan sonra sormaya başladı:
Ey Muhammed! Bana İslâm hakkında
bilgi ver! Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) açıkladı:
"İslâm, Allah'tan başka
ilâh olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehâdet etmen, namaz
kılman, zekât vermen, Ramazan orucu tutman, gücün yettiği takdirde Beytullah'a
haccetmendir." Yabancı:
"- Doğru söyledin" diye
tasdîk etti. Biz hem sorup hem de söyleneni tasdik etmesine hayret ettik. Sonra
tekrar sordu:
"Bana iman hakkında bilgi
ver?" Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) açıkladı:
"Allah'a, meleklerine,
kitablarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Kadere yani hayır ve
şerrin Allah'tan olduğuna da inanmandır." Yabancı yine:
"Doğru söyledin!" diye
tasdik etti? Sonra tekrar sordu:
"Bana ihsan hakkında bilgi
ver?" Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) açıkladı:
"İhsan Allah'ı sanki gözlerinle
görüyormuşsun gibi Allah'a ibadet etmendir. Sen O'nu görmesen de O seni
görüyor." Adam tekrar sordu:
"Bana kıyamet(in ne zaman
kopacağı) hakkında bilgi ver?" Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu
sefer:
"Kıyamet hakkında
kendisinden sorulan, sorandan daha fazla birşey bilmiyor!" karşılığını
verdi. Yabancı:
"Öyleyse kıyametin
alâmetinden haber ver!" dedi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu
açıklamayı yaptı:
"Köle kadınların
efendilerini doğurmaları, yalın ayak, üstü çıplak, fakir -Müslim'in
rivayetinde fakir kelimesi yoktur- davar çobanlarının yüksek binalar yapmada
yarıştıklarını görmendir."
Bu söz üzerine yabancı çıktı
gitti. Ben epeyce bir müddet kaldım. -Bu ifade Müslim'deki rivayete uygundur.
Diğer kitaplarda "Ben üç gece sonra Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'la karşılaştım" şeklindedir- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)
Ey Ömer, sual soran bu zatın
kim olduğunu biliyor musun? dedi. Ben:
"Allah ve Resûlü daha iyi
bilir" deyince şu açıklamayı yaptı:
"Bu, Cebrail aleyhisselâmdı.
Size dininizi öğretmeye geldi."[28]
Ebu Dâvud, bir başka rivayette
"Ramazan orucu"ndan sonra "cünüblükten yıkanmak"
maddesini de ilâve eder.
Yine Ebu Dâvud'un bir başka
rivayetinde şu ziyâde vardır: "Müzeyne veya Cüheyne kabilesinden bir adam
sordu:
"Ey Allah'ın Resûlü, hangi
işi yapıyoruz, olup bitmiş (levh-i mahfuza kaydı geçmiş) bir işi mi, yoksa
(henüz levh-i mahfuza geçmemiş) şu anda yeni başlanacak olan bir işi mi?"
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Olup biten bir işi"
dedi. Adamcağız -veya cemaatten biri- yine sordu:
Öyleyse niye çalışılsın ki? Hz.
peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu açıklamada bulundu:
"Cennet ehli olanlara
cenetliklerin ameli müyesser kılınır, ateş ehli olanlara da cehennemliklerin
ameli müyesser kılınır."
Benzer bir hadisi, Buhârî
(rahimehullah) Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'den kaydeder. Bu hadise Tirmizî
hâriç diğerlerinde de rastlanır. Mevzubahis rivayette, "şehâdette
bulunman" yerine "Allah'a ibadet edip hiçbir şeyi ortak
koşmaman" ifadesi yer alır.
Bu hadiste ayrıca "Yalın
ayak, üstü çıplak kimseler halkın reisleri olduğu zaman" ziyadesi de
mevcuttur.
Şu ziyade de mevcuttur: (Kıyametin
ne zaman kopacağı), Allah'tan başka hiçkimse tarafından bilinmeyen beş gayıptan
(mugayyebât-ı hamse) biridir buyurdu ve şu ayeti okudu: "Kıyamet
saatini bilmek ancak Allah'a mahsustur. Yağmuru O indirir. Rahimlerde bulunanı
O bilir. Kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Ve hiç kimse nerede öleceğini
bilmez..." (Lokman: 31/34)[29]
Bir başka rivayette "üstü
çıplaklar" tâbirinden sonra "sağır ve dilsizler arzın melikleri
(kralları) oldukları zaman" ziyadesi vardır.
Nesâî'nin Sünen'inde şu ziyade
mevcuttur: "Dedi ki: Hayır, Muhammed'i hakikatle birlikte irşad ve
hidayet edici olarak gönderen zât'a yemin olsun, ben o hususta (kıyametin ne zaman
kopacağı hususunda) sizden birinden daha bilgili değilim. O gelen de Cibril
aleyhisselamdı. Dıhyetu'l-Kelbî suretinde inmiştir." [30]
AÇIKLAMALAR:
Yukarda kaydedilen rivayet, kader
mevzuu üzerine yapılan münâkaşaların, daha Ashâbın sağlığında başladığını
göstermektedir. Nitekim ehl-i kitaptan aldığı kaderi inkâr fikrini ilk ileri
süren kişi bilinen Ma'bedu'l-Cühenî'nin ölümü hicri 80'dir. Bu devrede henüz
birçok sahâbe hayattadır. Öyle ise Ma'bed pekçok sahâbe ile karşılaştı ve
görüştü.[31]
Mütekaddimînden olsun
müteahhirînden olsun, İslâm âlimleri iman nedir, İslâm nedir, bunların ikisi
bir mi, ayrı mı çokca münâkaşa ederler. Meseleye naslardan hareketle çözüm
bulmaya çalışanlar da bu müşkilâtı kesinlikle halledememişlerdir. Zira Cibrîl
hadisi olarak bilinen yukarıdaki hadiste Hz. peygamber (aleyhissalâtu veselâm)
dinin kalbe ve inanmaya taalluk eden esaslarını "iman" olarak, amele
taalluk eden esaslarını da "İslâm" olarak açıklamasına rağmen başka
hadislerde (meselâ az ilerde gelecek 18 numaralı hadis görülmelidir) de iman
açıklanırken amele giren meselelere yer verildiği görülür. Aynı durum âyetler
için de söz konusudur.
Nitekim Zührî, "İslâm
kelimedir, iman ameldir" diye hükmetmiş, delil olarak da: "Bedevîler
‘iman ettik' derler, sen ey Muhammed onlara de ki: ‘Hayır siz inanmadınız' öyle
ise ‘boyun eğdik' deyin henüz iman kalplerinize girmedi" (Hucurât:
49/14) âyetini göstermiştir.
Bazı âlimler İslâm ve imanın aynı
şey olduğunu söylemişler, delil olarak da "Bunun üzerine, suçlu
milletin arasında bulunan mü’minleri çıkardık. Zâten orada Müslümanların
kaldığı tek ev vardı" (Zâriyât: 51/36) âyetini göstermişlerdir.
Mevzuya temas eden, ilk hadis
şârihlerinden Hattabî şu açıklamayı yapar: "Doğru olanı, mutlak hükme
gitmeyip kayıtlı ve sınırlı konuşmaktır. Müslüman kişi, bâzı ahvâlde mü'mindir,
bazı ahvâlde gayr-i mü'mindir. Fakat mü'min kişi, her durumda Müslümandır. Öyle
ise her mü'min mutlaka Müslümandır, ama her Müslüman mutlaka mü'min değildir.
Meseleye bu zâviyeden bakınca ayetlerin te'vili düzelir, konunun münâkaşası
mutedil bir hâl alır. Naslar arasında ihtilaf da ortadan kalkar.
İmanın aslı tasdîk, İslâm'ın aslı
itaat etmek ve boyun eğmektir. Kişi zâhirde itaat eder de içinden boyun eğmez,
bazan da içinden boyun eğdiği hâlde zâhirde mutî değildir.
"Keza Hattâbî, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "İman
yetmiş küsur şubedir" hadisi ile alakalı olarak şunu söyler: "Bu
hadise göre, şer'î iman, şubeleri ve yüksek-alçak cüzleri bulunan bir mânaya
isimdir. Bu durumda iman ismi, bu cüzlerin hepsi için kullanıldığı gibi,
bazıları için de kullanılmaktadır. Hakikat, bütün şubelerin mevcudiyetini
gerektirir ve hepsine şâmil olur, tıpkı şerî namaz gibi. Nitekim onun da
şubeleri ve cüzleri vardır. Bu cüzlerden bir kısmı için de "namaz"
ismi kullanıldığı halde hakikat bütün cüzlerin mevcudiyetini gerektirir ve
hepsini içine alır. Bu duruma Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şu sözü
delalet eder: "Haya imandan bir şûbedir." Bu hadis, iman
noktasında mü'minlerin kimisi üstün, kimisi geri olmak üzere çok farklı
mertebelerde bulunduklarını da ifâde etmektedir.
İmam Bağavî hazretleri de şunu
söyler: "Cebrail'in İman ile İslâm'dan sorup Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in cevap verdiği hadiste, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), "İslâm"
kelimesini amelden görünenlere isim yapmıştır. İman kelimesini de itikada giren
bâtınî şeylere isim yapmıştır. Böyle bir taksîm amellerin imandan bir kısım
olmayışından, kalb ile tasdik'in de İslâm'dan olmayışından, ileri gelmez.
Aksine bu, hepsi tek birşey olan bir bütün hakkında yapılmış bulunan bir
tafsil, bir ayırımdır. Bunların toplamı dîni teşkil eder. Bu sebeptendir ki,
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur: "Size Cebrail
gelerek dininizi öğretti."
"İman" ve
"İslâm" isimleri tasdik ve amel her ikisini de kuşatırlar. Bu hususa
da şu ayet delîl olur:
"Allah nezdinde mûteber
din islâm'dır" (Âl-i İmrân: 3/19).
"Size din olarak İslâm'ı
uygun gördüm" (Maide: 5/3).
"Kim din olarak İslâm'dan
başkasına yönelirse bu ondan kabul edilmeyecektir." (Âl-i İmrân:
3/85). [32]
Hadiste "Allah'ı görüyor
gibi ibadet etmendir" diye târifi yapılan ihsan, mâneviyatta yüce bir
mertebeye alem olmaktadır. İslâm dini, müntesiblerini, bu hedefe ulaşmak için
gayret göstermeye teşvik eder. Dinin kemali, sadece farzların ifası ile
gerçekleşmiyor. Kul, daha ileri mânevî mertebelerin varlığını bilecek ve onları
elde etmek için gayret gösterecektir. Bu hadis, iman ve İslâm'ın ötesinde,
tefekkürî bir mertebeye dikkat çekmektedir; İhsan mertebesi...
Nefsi, manevî kirlerden tezkiye
ve tathir ile ruhu yücelterek ilahî kurbiyeti elde etmeyi kendine gâye edinen
İslâm tasavvufunda geniş tahlîl ve izahlara tabi tutulan ihsan için şu kadarını
söyleyebiliriz: Kişi bilhassa ruhî ve fikrî idmanlarla, ilahî murâkabe ve
müşâhede altında olduğunu idrak etmeyi zihninde her an canlı ve sâbit kalacak
bir alışkanlık hâline getirebilir. Mükerrer âyet ve hadisler söz ve fiil olarak
her ne yapmakta isek, an be an kayda geçtiğini, hatta zihnimizden geçip fiile
dökülmeyen duygu, düşünce ve niyetlerimizin bile yazıldığını, âhirette
ömrümüzün her ânından bu yazılanlara göre hesap vereceğimizi beyan ederler.
Hiçbir mü'min bu gerçeği inkâr edemez. Ancak hareketlerini her an bu düşüncenin
tesiriyle yönlendiren mü'min çok azdır.
Öyle ise ihsan mertebesi'ne
ulaşmak bu ilâhî murâkabeyi her an hissedecek bir idman ve gayrete bağlıdır.
İhsan, kolay görünse de
kazanılması oldukça zor bir mertebedir. Ancak zorluğu nisbetinde kıymetli ve
yücedir.
Bunu elde etmek için gösterilecek
her gayret, atılacak her adım kişiyi yüceltecek, dünyevî ve uhrevî kazancını
artıracaktır. Mü'min kişi, herşeye ümitle bakmakla emrolunmuştur. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in gösterdiği her hedef beşerî gücün hâricinde
değildir. Binaenaleyh ihsan mentebesini kazanmak ümîd ve gayreti hepimizin hem
hakkı hem de vazifesidir. Cılız ayaklarıyla hac yoluna düşen karıncaya
"Senin bacakların küçük, ulaşamazsın" denilince "Belki varamam
bu doğru, ama o yolda ölemez miyim?" demiştir. Bu temsil, gücümüzün
dışında görsek bile ihsan mertebesine talib olmanın gereğini anlamada
yeterlidir.
Peygamberimiz (aleyhissalâtu
vesselâm) yüz kişiyi öldürdükten sonra Allah'a tevbe etmek üzere yola çıkan
kâtilin daha tevbe mahalline varmadan
yarı yolda ölüş hikâyesini tasvir eden ve attığı her adımın boşa gitmeyip,
işine yaradığını ifade eden bir üslubla hâdiseyi anlattıktan sonra, hikâyeyi,
tevbe azimlisi azılı kâtilin kurtuluşu ve rahmet-i Rahmân'a mazhar oluşuyla
noktalar (Bak. 958 numaralı hadis).[33]
Yukarıdaki hadisin anlaşılmasında
bir kaç noktanın daha açıklanması gerekmekterdir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) "Kıyametin ne zaman kopacağı?" gibi normalde herkesi meşgul
eden ama pratikte hiçbir faydası olmayan meseleyi kesin bir dille Allah'tan başka
hiç kimsenin bilemiyeceğini ifade ettikten sonra alâmetlerine geçiyor:
Köle kadınların efendilerini doğurması: Bundan çıkarılan muhtelif
mânalardan, İbnu Hacer tarafından tercîh edilen birine göre kıyamete yakın,
ukuk artacak yani evlatlar annelerine, efendinin kölesine yaptığı tarzda, kötü
muamele yapacaktır. Bir diğer yoruma göre de köle kadınlardan doğan çocuklar en
yüksek makamlara çıkarak, komutan, vâli, sultan... olacaklar. İslâm tarihi
böylesi büyüklerin örnekleriyle doludur.
İbnu Hacer, kıyamete yakın
ictimaî nizamın iyice bozularak ahvâlin tersine döneceğini, süfelanın
(cemiyetteki ayak takımının) itibarlı makamları ele geçirerek hâkim mevkiye
geçeceklerini anlar ve bu mânânın hadisten çıkarılabilecek mânâların en doğrusu
olduğunu, zira hadisin devamında beyan edilen, çobanların zenginleşip bina
yarışına girmesi vaziyetinin de ictimaî bozulmaya delil olarak bunu te'yîd
ettiğini söyler.
Davar çobanlarının bina yarıştırması: Bu husus da bizzat hadislerle
te'yid edilen istikballe ilgili bir ihbardır, bir mucizedir. Hadisin Kütüb-i
Sitte dışında kalan diğer hadis mecmualarında rivayet edilen farklı
şekillerinde yer alan başka açıklamaları da nazar-ı dikkate alan âlimler fakir
köylülerin zenginleşip, zorla idareyi ele geçireceğini anlar. "Nebat
(köylü Araplar) ahalisinin kibarlaşıp şehirlerde köşkler edinmelerini dinin
(yani İslâm'ın getirdiği değerler sisteminin) inkılabı (altüst olması)
demektir" hadis-i şerifini de nazar-ı dikkate alan Kurtubî, hadis
üzerine şu açıklamayı yapar: "Burada ictimaî ahvâlin tebeddül edip
değişeceği haber verilmektedir. Bu bilhassa bâdiyede yaşayanların (köylülerin,
göçebelerin) devlet işlerini istila edip, zorla memlekete hâkim olmalarıyla
gerçekleşir. Bunlar, kurdukları hâkimiyet sonucu zenginleşirler ve bütün
himmetlerini binalar dikmeye ve bununla övünmeye sarfederler. Bu duruma içinde
bulunduğumuz şu zamanda şâhid olduk.
"Hz. Peygamber'in
(aleyhissalâtu vesselâm) bu hadisinde Batı tipi demokrasi rejimlerinin ihbar
edildiğini anlayanlar da mevcuttur.[34]
ـ3ـ وعن
أنسِ بنِ مالكٍ
رضى اللّه
عنهُ قال:
]بيْنا نَحْنُ
جلوسٌ مَعَ
النبيِّ # في المسْجِدِ
إذْ دَخَلَ
رجلٌ على جملٍ
فأناخَه في
المسجدِ ثم
عَقَلَهُ. ثم
قال: أيُّكُمْ
محمدٌ؟ قلنا:
هذا الرجلُ
ا‘بيضُ
المتكئُ.وللنسائى
من رواية أبى
هريرة: هذا
ا‘مْغَرُ
المُرْتَفِقُ.
قال حمزة: »ا‘مْغَرُ:
اَبْيَضُ
المشرَّبُ
بِحُمْرَةٍ« فقال:
ابنُ
عبدالمطلب،
فقال النبىُّ
#: قدْ أجَبْتُكَ.
فقال: إنى
سائِلُكَ
فمشدّدٌ عليكَ
في المسألةِ
فَ تَجدْ علىّ
في نفسِكَ.
قال: سلْ عما
بدالَكَ،
فقال: أسْأَلُكَ
بربِّك وربِّ
مَنْ قبلك:
آللّهُ أرسلك
إلى النّاس
كلِّهم؟ قال:
اللّهم نعم.
قال:
أنْشُدُكَ
باللّهِ
تعالى: آللّهُ
أمركَ أن
تُصَلِّى
الصّلواتِ
الخمسَ في اليومِ
والليلةِ.
قال: اللّهم
نعم. قَالَ:
اَنْشُدك بِاللّهِ
تَعالى.آللّهُ
اَمَرَكَ
اَنْ تَصُومَ
هذا الشَّهْر
مِن
السَّنَةِ. قال
اللَّهُمَّ
نعم. قال: أنْشُدُكَ
باللّهِ
تعالى آللّهُ
أمرَكَ أن
تأخذَ هذهِ
الصّدقةَ من
أغنِيائِنَا فتَقْسِمَها
على فقرائِنا.
قال: اللّهم
نعَم. قال:
الرجُلُ: آمنتُ
بمَا جِئتَ
بِه، وأنَا
رسولُ مَنْ
ورائى من
قومِى، وأنا
ضِمامُ بنُ ثَعْلَبَةَ
أخُو بنى سعد
ابنِ بكرٍ[.
أخرجه
الخمسة، وهذا
لفظ البخارى .
وعند مسلم
جاء رجلٌ
فقال: يا
مُحمّدُ
أتَانَا
رَسُولُك فزَعَمَ
أنكَ تزْعم
أنّ اللّهَ تعالى
أرْسَلَكَ،
قال: صدَقَ.
قال: فَمَنْ
خَلَقَ السّمَاءَ؟
قال: اللّهُ.
قال: فَمَنْ
خَلَقَ
ا‘رْضَ؟ قالَ:
اللّهُ. قال:
فَمَنْ نَصَبَ
هذهِ الجبالَ
وجَعلَ فيها مَا
جعَلَ؟ قال:
اللّهُ. قال:
فبالّذى خلقَ
السّماء
وَخَلَقَ ا‘رْضَ
وَنَصَبَ الجِبَالَ
آللّهُ
أَرْسَلَكَ؟
قالَ: نَعَمْ.
قالَ: وَزَعَمَ
رسُولُك أنّ
علينا خمسَ
صلواتٍ في
يومِنا
وليلتِنا؟
قالَ صَدَقَ.
قَالَ
فَبِالَّذِى
أَرْسَلَكَ آللّهُ
تَعالى
أمرَكَ
بِهَذا؟،
قَالَ: نَعَمْ
ثُمّ ذََكَرَ
الزّكَاةَ.
ثمّ الصّيامَ.
ثمّ الحجَّ
كذلك. قال:
والنبىُّ #
يَقُولُ في كلِّ
سؤالٍ صدَقَ،
فَيَقُولُ: فبِالَّذِى
أرسلَكَ
آللّهُ
أَمََرَكَ
بهذا
فَيَقُولُ نَعَمْ:
ثمّ وَلّى
وَقال: والَّذِى
بََعَثَكَ
بالحقِّ َ
أزِيدُ
علَيْهن وََ
أنْقُصُ
منهنّ، فقالَ
النبيُّ #: لَئِنْ
صَدَقَ
لَيُدْخُلَنّ
الجَنّةَ.
3. (16)- Enes İbnu Mâlik
(radıyallahu anh) anlatıyor: Biz mescidde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'le birlikte otururken, devesine binmiş olarak bir adam girdi ve
mescidin avlusuna devesini ıhıp bağladıktan sonra:
"Muhammed hanginizdir?"
diye sordu. Biz:
"Dayanmakta olan şu beyaz
kimse" diye gösterdik.
-Nesâî'deki Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh)'ın rivayetinde: "Şu dayanmakta olan hafif kırmızıya
çalan renkteki kimse" diye tasvîr mevcuttur.- Adam:
"Ey Abdulmuttalib'in oğlu!
diye seslendi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Buyur seni
dinliyorum" dedi. Adam:
"Sana birşeyler
soracağım. Sorularımda aşırı gidebilirim, sakın bana darılmayasın"
dedi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Haydi istediğini
sor!" Adam:
"Rabbin ve senden
öncekilerin Rabbi adına soruyorum: Seni bütün insanlara peygamber olarak Allah
mı gönderdi?" Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Kasem olsun evet!"
Adam:
"Allahu Teâla adına
soruyorum: Gece ve gündüz beş vakit namaz kılmanı sana Allah mı emretti?"
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Allah'a kasem olsun
evet!" Adam:
"Allah adına soruyorum,
senenin şu ayında oruç tutmanı sana Allah mı emretti? Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Allah'a kasem olsun
evet!" Adam:
"Allahu Teâla adına
soruyorum: Bu sadakayı zenginlerimizden alıp fakirlerimize dağıtmanı Allah mı
sana emretti?" Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Allah'a kasem olsun
evet!" Bu soru cevaptan sonra adam şunu söyledi:
"Getirdiklerine inandım. Ben
geride kalan kabîlemin elçisiyim. Adım: Dımâm İbnu Sa'lebe'dir. Benu Sa'd İbni
Bekr'in kardeşiyim."[35]
Müslim'in rivayetinde şöyle
denir: "Bir adam geldi ve şöyle dedi: ‘Bize senin gönderdiğin elçi geldi
ve iddia etti ki sen Allah tarafından gönderildiğine inanmaktasın." Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Doğru söylemiş"
dedi. Adam tekrar:
"Öyleyse semayı kim
yarattı?" Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Allah" dedi.
Adam:
"Peki bu dağları kim dikti
ve içindekileri kim koydu?" dedi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Allah!" dedi.
Adam:
"Peki semayı yaratan, arzı
yaratan ve dağları diken Zât adına söyler misin, seni peygamber olarak gönderen
Allah mıdır? Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Evet!" dedi.
Adam:
"Elçin iddia ediyor ki biz
gece ve gündüz beş vakit namaz kılmalıyız, bu doğru mudur?" Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Doğru söylemiştir!"
Adam:
"Seni gönderen adına doğru
söyle. Bunu sana Allah mı emretti?" Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Evet!" dedi.
Adam sonra zekâtı, arkasından
orucu, daha sonra da haccı zikretti ve bu şekilde sordu. Râvi der ki: Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de her sualde "Doğru söylemiş" diye
cevap veriyordu. Adam (son olarak) sordu:
"Seni gönderen adına doğru
söyle. Bunu sana Allah mı emretti?" Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Evet" dedi.
Adam sonra geri döndü ve ayrılırken şunu söyledi:
"Seni hakla gönderen Zât'a
kasem olsun, bunlar üzerine hiç bir şey ilâve etmem, bunları eksiltmem
de." Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Bu kimse sözünde durursa
cennetliktir!" buyurdu.[36]
AÇIKLAMA:
Bu hadis birçok noktadan
ehemmiyet arzeder.
1- Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) devri Arablarının konuşmada yemine verdikleri
ehemmiyet ve yeminin inandırıcı ve ikna edici gücü.
2- Bedevîlerde tahkik
esprisi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın gönderdiği elçilerin getirdiği
haber ve tebligât, Medine'ye gönderilen elçiler vasıtasıyla tahkîk
edilmektedir. Usûl bahislerinde görüldüğü üzere, bazı âlimler bu rivayeti, âlî
isnad arama işinde delil olarak kullanmışlar, buna dayanarak, âlî isnad için
seyahatler yapmanın sünnet olduğunu belirtmişlerdir.
3- Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) soruları ciddiyetle dinleyip teker teker
cevaplandırıyor.
4- Dinin sadece farzlarını
yapmak, kurtuluş için yeterlidir. Çünkü Bedevî'nin "Bunlar üzerine hiçbir
şey ilâve etmem, bunları eksiltmem de" sözüne karşılık Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm): "Bu kimse sözünde durursa cennetliktir"
buyurmuştur.[37]
ـ4ـ وعَنْ
طَلْحَةَ بنُ
عَبِيدِاللّهِ.
قال: جَاءَ
رَجُلٌ
إلى رَسُولِ
اللّهِ # مِنْ
أهلِ نَجدٍ
ثائِرَ الرَأسِ
نَسْمعُ دَوِيَّ
صَوْتِهِ وََ
نَفْقهُ مَا
يَقُولُ.
حَتّى دَنا من
رسوُلِ
اللّهِ #
فَإذا هوَ
يَسألُ عَنْ
ا“سْم. فقالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: خَمْسُ
صَلَوَاتٍ في
اليَوْمِ وَاللّيْلَةِ،
فَقالَ: هَلْ
علىّ
غَيْرُهُنّ؟
قال َ إّ أن
تَطَوّعَ.
فقَالَ رَسُولُ
اللّهِ #:
وَصِيامُ
رَمَضَانَ.
فَقَالَ هَلْ
عَلىّ
غَيْرُهُ؟
قال: َ إّ أنْ تَطَوّعَ،
وَذَكَرَ
لَهُ الزّكَاةَ،
فقال: هَلْ
عَلىّ
غَيْرُهُما؟
قال: إّ
أن تَطَوّعَ،
فَأدْبَرَ
وَهُوَ
يَقُول: َ أزيدُ
عَلى هذا و
أنْقُصُ مِنْهُ.
فقَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
أفلَحَ إنْ
صَدَقَ، أوْ
دَخَلَ
الْجَنّةَ
إنْ صَدَقَ،
أخْرَجَهُ
الستة إّ
الترمذى،
وعندَ أبى داود:
أفلحَ
وَأبِيهِ انْ
صَدَق.
4. (17)- Talha İbnu Ubeydillah haber veriyor: Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e Necid ahâlisinden bir adam geldi. Saçları karışıktı.
Kulağımıza sesinin mırıltısı geliyordu, ancak ne dediğini anlayamıyorduk. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e iyice yaklaşınca gördük ki, İslâm'dan
soruyormuş. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Gece ve gündüzde beş
vakit namaz"demişti ki adam tekrar sordu:
"Bu beş dışında bir borcum
var mı?" Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Hayır ancak istersen
nâfile kılarsın" dedi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Ramazan orucu da var"
deyince adam:
Bunun dışında oruç var mı? diye
sordu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Hayır! Ancak dilersen
nâfile tutarsın" dedi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ona
zekâtı hatırlattı. Adam:
"Zekât dışında borcum var
mı?" dedi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Hayır, ama nâfile
verirsen o başka!" dedi. Adam geri döndü ve gider ayak:
"Bunlara ilâve yapmayacağım gibi noksan da tutmayacağım"
dedi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) da:
"Sözünde durursa
kurtuluşa ermiştir" buyurdu. Veya "Sözünde durursa
cennetliktir" buyurdu.
Ebu Dâvud'da "Kasem olsun
kurtuluşa erer, yeter ki sözünde dursun" şeklinde te'kidli olarak
gelmiştir.[38]
ـ5ـ وَعنْ
عبداللّهِ بن
عبّاسٍ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُمَا،
وَسَألَتْهُ
اِمْرأةٌ عنْ نَبِيذِ
الْجرِّ. فقالَ
إنّ وفدَ
عبدِالقَيْسِ
أتَوْ النبىَّ
# فقال: مَنِ الوَفدُ،
أو مَنِ
القَوْمُ؟
رَبيعَةُ.
قال: مرحباً
بالقوْمِ أو
بالوَفْدِ
غَيرَ خَزايَا
وَ َنَدَامى:
قَالوُا: إنّا
نأتِيكَ مِنْ
شُقّةٍ
بَعِيدَةٍ،
وَإنّ بَيْننَا
وَبَيْنَكَ
هَذا الحىَّ
من كفّارِ
مُضرَ، وَ نَسْطَيعُ
أن نأتِيَكَ
إّ في الشهرِ
الْحرَامِ
فمُرْنا
بأمرٍ فصلٍ
نُخبرُ بِهِ مَنْ
وَراءنا،
وَنَدْخلُ
بهِ الْجَنَّةَ.
فَأمرَهَم
بأربَعٍ،
ونهَاهُمْ
عَنْ أربعٍ. أمَرَهُمْ
بِا“يِمَانِ بِاللّهِ
تَعَالى
وَحَدهُ
وَقَالَ: هَلْ
تَدْرُونَ مَا
ا“يمَانُ؟
قَالُوا:
اللّهُ وَرَسُولُهُ
أعْلمُ. قالَ:
شَهَادَةُ
أن َ
إلَهَ إّ
اللّهُ وَأنْ
مُحمّداً
رَسُولُ اللّهِ،
وَإقَامُ
الصةِ، وَإيتَاءُ
الزّكَاةِ،
وَصَوْمُ
رَمَضَانَ،
وَأنْ تُؤدُّوا
خُمساً مِن
المَغنَمِ، وَنَهَاهُمْ
عَنْ
الدُّبَّاءِ،
وَالحَنْتَمِ،
وَالمزفَّتِ،
وَالنَّقِيرِ.
قَالَ شُعْبةُ:
وَرُبّما
قَالَ
المقيّر.
وَقالَ
احْفَظُوهُنَّ
وَأخْبِروُا
بِهِنّ مَنْ
وَراءَكم. وَقَال
ل‘شج أشجِّ
عبدِ قيس: إن
فيكَ
خَصْلَتَيْنِ
يُحِبُّهُما
اللّهُ تعالى:
الْحِلْمُ
وَاَناةُ،
أخرجهُ
الخمسةُ،
وهذا لفظُ
الشيْخَيْنِ.»الدّباءُ«
القرع و»الحنْتمُ«
جرار خضر
كانوا يجعلون
فيها الخمر
و)النّقيرُ(
أصل خشبة
يَنْقر. و)المُزَفّتُ(
الوعاء
المطلى
بالزّفتِ من
داخل وهوَ
المقير. وهذه
ا‘وعيةُ
ا‘ربعةُ تسرعُ
بالشّدةِ في
الشّرابِِ
وتحدثُ فيهِ
القوّة المسْكِرة
عاجً،
وتحريمُ
انتباذ في هذه
الظُروف كانَ
في صَدرِ
اسْمِ ثم نسخ.
5. (18)- Abdullah İbnu
Abbas'ın rivayetine göre, bir kadın, kendisine küpte yapılan şıra (nebîz)
hakkında sordu. Kadına şu cevabı verdi: "Abdulkays kabilesinin heyeti Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e geldiği vakit:
"Bu gelenler
kimdir?" diye sordu.
"Rebîalılar" diye
kendilerini tanıttılar. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Merhaba, hoş geldiniz.
İnşaallah bu ziyaretten memnun kalır, pişman olmazsınız" buyurdu. Misafirler:
"Biz uzak bir yerden
geliyoruz. Sizinle bizim aramızda şu kâfir Mudarlılar var. Bu sebeple, size
ancak haram ayında uğrayabiliyoruz. Öyle ise, bize kesin, açık bir amel emret,
onu geride bıraktıklarımıza da öğretelim. Ve bizi cennete götürsün"
dediler.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) de onlara dört emir ve dört yasakta bulundu: Önce tek olan Allah
Teâla'ya imanı emretti ve sordu:
"İman nedir biliyor
musunuz?"
"Allah ve Resûlü daha iyi
bilir!" dediler. Açıkladı:
"Allah'tan başka ilâh
olmadığına, Muhammed'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şehâdet etmek, namaz
kılmak, zekât vermek, Ramazan orucu tutmak, harpte elde edilen ganimetten beşte
birini ödemenizdir."
Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) onlara şu kapları (şıra yapmada) kullanmalarını yasakladı: Hantem
(topraktan mâmul küp), dübbâ (su kabağından yapılmış testiler), nakîr (hurma
kökünden ayrılan çanak), müzeffet -veya mukayyer- (içi ziftle -katranla-
cilalanmış kap).[39]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet çok farklı tariklerden
gelmiştir. Hepsinde birbirini tamamlayan değişik bilgiler mevcuttur. İbnu Hacer
Buhârî şerhinde ve bilhassa Kitâbu'l-İman'da hadisle ilgili pekçok teferruatı
topluca sunar. Nevevî de Müslim şerhinde aynı şeyi yapar. Bunlardan bir kısmını
özetleyeceğiz.
1- Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e gelen heyete katılanların sayısı ile ilgili olarak bazan
14, 13, 40 gibi farklı rakamlar gelmiştir. Dikkatli tetkikler bu miktarı 45'e
kadar çıkarmaktadır. Bir rivayette "13 kişilik süvâri" oldukları
belirtilir. İbnu Hacer, heyetin 40 kişi olmakla birlikte 13'ünün reis
durumundaki kimseler olabileceği, bu sebeple de binekleri bulunduğu tahminini
yaparak te'lif eder. Muhtelif rivayetlerde zikredilen isimleri cemederek bu
heyete katılanları ismen belirlemeye çalışır. Yirmiye yakın isim kaydeder.
Bu rivayet, Müslüman olmak için
Medine'ye gelen heyetlerin miktarı ile alakalı bir bilgi verir ise de,
rakamlara -rivayetlerdeki ihtilaf sebebiyle- fazla değer atfetmemek gerekir.
Heyetin başındaki zât
el-Eşeccü'l-Abdî el-Asarî lakabını taşıyan el-Münzir İbnu Âiz (radıyallahu
anh)'dir.
2- Bu heyet Medine'ye
nisbetle doğu olan Bahreyn taraflarında yaşayan Rebî'a kabilesinin bir kolu
olan Abdü'l-Kays karyesine mensubtu. Bunlarla Medîne arasında, henüz Müslüman
olmayan Mudar kabilesi mevcut idi. Bunların daha önce İslâm'la şereflenmeleri
şöyle izah edilir: Münkız İbnu Hayyan adında bir tüccar, eskiden beri Medine
ile ticârî münâsebetlere sahibti. Sıkca gelip giderdi. Böyle bir uğrayışta, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le karşılaştılar.
Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın nübüvvet öncesi tanışlarından biriydi. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ondan, kavmi ile ilgili bir kısım teferruat sordu, ileri gelenlerini
ismen sayarak ne hâlde olduklarını öğrenmek istedi.
Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın bu alâkası Münkız'ın derhal Müslüman olmasına kâfi geldi. Fatiha
ve Alak surelerini öğrenerek Medine'den ayrıldı. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Münkız (radıyallahu anh)'la Abdü'l-Kays kabilelerine mektup yazarak
İslâm'a dâvet etti.
Münkız (radıyallahu anh), dönüşte
Müslüman olduğunu hemen ilân etmekten çekindi. Mektubu da veremedi. Ancak
Münkız'ın yaşayışındaki değişme, ibadetleri hanımının dikkatini çekmiş ve
yadırgamıştı. Bir ara mektup eline geçti. Bu hanım yukarda Abdü'l-Kays
heyetinin başkanı olarak ismini kaydettiğimiz el-Eşecc'in kızı idi.
Kız, babasına giderek kocası
Münkız'ın kuşkulu durumunu anlattı: "Kocam Medine'den döneli tuhaf bir hâl
aldı. Ellerini ayaklarını yıkıyor, -kıbleyi göstererek- şu tarafa yönelerek bir
hareketler yapıyor, bazan belini büküyor, bazan yere kapanıyor. Geleliden beri
hep böyle yapar oldu."
Babası, Münkız (radıyallahu anh)
ile buluştu. Durumu konuştular. Münkız, İslâmiyet hususunda el-Eşecc'i ikna
etti. O (radıyallahu anh) da Müslüman oldu.
Hz. Eşecc, kabilesinde İslâm'ı
yaydı. Mektubu onlara okudu, toptan İslâm'a girmeye karar vererek Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a bir heyet gönderdiler.
İşte yukarıdaki hadis bu heyetin
gelişiyle ilgili bir sahneyi hikâye etmektedir.
Bazı başka rivayetlerde gelen bir
tasrîhi de kaydetmek isteriz. Bu heyet, Medîne'ye yaklaşınca Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) gâibden ihbar nevine giren bir mûcize olarak,
ashabıyla yaptığı konuşmayı keserek: "Şu cihetten az sonra doğuluların
en hayırlısı olan bir heyet gelecek" der. Hz. Ömer (radıyallahu anh)
onları karşılamaya gider.
3- Abdü'l-Kays hey'eti Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e her zaman gelemeyeceklerini belirterek,
cennete girebilmek için gerekli bilgileri, emirleri, yasakları öğretmesini
isterler. Her zaman gelememelerinin sebebi aradaki Mudar kabilesidir. Onlar
henüz müşriktir. Sadece haram aylarında yol emniyeti mevcuttur.
4- Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) onlara hadiste görüldüğü üzere hac hâric İslâm'ın
esaslarını öğretir ve bunlara ilâveten ganimetin beşte birinin vergi olacağı
tâlim edilir. Hacc'ın niçin zikredilmemiş olabileceği üzerine âlimler çok
farklı yorumlar yaparlar. İbnu Hacer hepsini reddederek: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), burada bütün farzları, haramları saymayı gâye
edinmemiştir. Nitekim, haramlardan sâdece içki ile ilgili haram üzerinde durmaktadır..."
der.
5- Hadiste, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın İman'ı tarif ederken kelime-i şehâdetten sonra
namaz, oruç, zekat gibi İslâm'ın şartları'na giren amelleri sayması dikkat
çekicidir. Daha önce de temas ettik, İslâm âlimleri çoklukla bu gibi nassî
delillere dayanarak İslâm ve İman'ın aynı şey olduğunu söylemişlerdir.
Şurası muhakkak ki, iman daha
ziyade kalb ve vicdanın amelidir. Bu ancak dil ile ifâde edilebilir, samimi
olup olmadığını ise Allah bilir. İmanın bu yönü kulları ilgilendirmez. İslâm
ise, imanın gerektirdiği amelleri ifade eder. Amel, imanın lâzımıdır. Ama imân
olmadan da, münafıklarda olduğu gibi, amel olabilir. Kâmil mânâdaki imanla
kâmil mânadaki amel birdir, ayrılması mümkün değildir.
6- Hadiste bir kısım
kapların kullanılması yasaklanmaktadır. Bunlar cahiliye devrinde şarap
yapımında kullanılan kaplardır. Şarap yasağından sonra Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) şarap yapılan kapların kırılmasını da -bazı
rivayetlerde- emretmiş ise de sonradan temizlenerek kullanılmasına izin vermiştir.
Yukarıdaki rivayet daha ziyade şıra yapımında bir kısım kapların kullanılmasını yasaklamaktadır. Çünkü bunlar
tahammürü (şaraplaşma) hızlandıracağı için şıra'nın hemen şaraplaşmasına sebep
olabilmektedir. Maamafih, İmam Mâlik, Ahmed İbnu Hanbel gibi bazı âlimler şarap
yapılan kaplarla ilgili yasağın mensuh olmayıp, hâlâ devam ettiğine
inanmaktadırlar.[40]
ـ6ـ
وَعَنْ عَلي
بنْ اَبِى
طَالِبٍ
كرّمَ اللّهُ
وَجْهَهُ قَالَ:
قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: ]َ يُؤمِنُ
عَبدٌ حتّى
يُؤمِنَ
بأربَعٍ:
يَشْهَدُ أن َ
إلَهَ إّ
اللّهُ
وَأنِّى مُحَمّدٌ
رَسُولُ
اللّهِ
بَعَثَنِى
بَالْحَقِّ
وَيُؤمِنَ
بِالمَوْتِ،
وَيُؤمِنَ بالْبَعْثِ
بَعْدَ
الْمَوْتِ،
وَيُؤمِنَ
بِالْقَدَرِ[
أخرجه
الترمذى .
6. (19)- Hz. Ali
(kerremallahu vechehu) diyor ki: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle
buyurdu: "Kişi dört şeye inanmadıkça mü'min olmuş sayılmaz: Allah'tan
başka ilâh olmadığına ve benim Allah'ın kulu ve elçisi Muhammed olduğuma, beni
(bütün insanlara) hakla göndermiş bulunduğuna şehâdet etmek, ölüme inanmak,
tekrar dirilmeye inanmak, kadere inanmak"[41]
AÇIKLAMA:
Aliyyu'l-Kârî buradaki nefyin
kemâl'e değil asl'a râci olduğunu belirtir. Yani, bu sayılanlardan birinin
eksikliği nâkıs bir mü'minlik ortaya çıkarmaz, "küfr"ü ortaya
çıkarır. Bu dört esas birbirinin lâzımıdır, kemâle erdiricisi değil.
1- İki şehâdetin ikrarı:
Allah'ın birliği ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bütün insanlığa
gönderilmiş olduğu.
2- Ölüme, yâni dünyanın
fâni olduğuna iman: Bunda Dehrîlerin iddia ettiği âlemin kıdem ve bekası
inancının reddedilmesi söz konusudur. Günümüzde de bu inanç komünizm şeklinde
berhayattır. Çünkü komünizm sadece bir ekonomik sistem değil, aynı zamanda bir
inanç sistemidir. Temel akidesi dinleri "afyon" kabul edip
tevhîd-risâlet-âhiret esaslarına dayanan dinleri reddetmektir. Âlemin terkib-tahlil
şeklinde ilânihâye devam edeceğini iddia eder.
Bu nebevî sözle, ölümün de
Allah'ın yaratmasıyla (Mülk suresinin baş kısmına bakılsın) olduğunun ikrar
edilmesi kastedilmiş olabilir. Çünkü bir kısım tabiatçılar ölümü
"biyolojik mizacın bozulması"yla izah etmişlerdir.
3- Ba'sü ba'de'l mevt,
yani ölümden sonra dirilmeye inanmak: Bu inancın içine hesap, cennet, cehennem
vs. inançları mevcuttur.
4- Kadere inanmak: Yani
âlemde cereyan eden herşey Rabbülâlemîn'in takdiriyle, kaderiyle olmaktadır,
tesâdüfe yer yoktur.[42]
ـ7ـ وَعَنْ
الشِّرِّيدِ
بن سويدٍ
الثقفِى. قال:
قُلتُ يا
رَسُولَ
اللّهِ إنّ
أُمِّى أوصَتْ
أنْ أعْتِقَ
عَنْهَا
رَقَبةً
مُؤمِنةً. وَعِنْدِى
جَاريَةٌ
سَودَاءٌ نَوْبِيةٌ
أفأعْتِقُهَا؟
ادْعُهَا
فَدَعَوْتُهَا،
فَجَاءَتْ
فقَالَ: مَنْ
رَبُّكِ؟ قَالَتْ:
اللّهُ.
قَالَ: فَمَنْ
أَنَا؟
قَالَتْ
رَسُولُ
اللّهِ، قالَ:
اعْتِقْهَا فَإنَّهَا
مُؤمِنَةٌ.
أخرجه أبو
داود
والنسائى .
7. (20)- eş-Şerrîd
İbnu's-Süveyd es-Sakafî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ey Allah'ın Resûlü,
dedim, annem bana, kendisi adına mü'mine bir cariye âzad etmemi vasiyet etti.
Benim yanımda, Sûdanlı (nûbi) siyah bir cariye var, onu âzad edeyim mi?"
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Çağır, onu
(göreyim)" dedi. Çağırdım ve geldi. Cariyeye sordu:
"Rabbin kim?"
Cariye:
"Allah!" dedi, tekrar
sordu:
"Ben kimim?"
Cariye:
"Allah'ın elçisisin!"
cevabını verince Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Bunu âzad et, zira
mü'minedir" buyurdu.[43]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadiste, bir
kimsenin mü'min olup oladığına hükmetmek için aranması gereken temel vasıflar
öğretilmektedir: Allah ve Rasûlüne inanmak. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) bu esasatın ikrarından sonra başka soru sorarak, tafsîle inmiyor.
Sözgelimi Allah'ın isimlerini, sıfatlarını sormuyor. Namaz, oruç gibi amelleri
yapıp yapmadığını da sormuyor. Müteâkip hadis de aynı mânayı te'yid etmektedir.
Hatta Ebu Dâvud'un bir tahricinde câriye, konuşmaksızın, işaretle aynı şeyleri
söylemektedir.
2- Cariyenin mü'mine olup
olmadığının araştırılması, kefaret olarak âzad edilecek kölenin mü'min olması
gerektiği içindir. İmam Şâfiî, Mâlik ve Evzâî bu çeşit nasslara dayanarak
gayr-i mü'min köleyi âzâd etmekle kefâret ödenemiyeceğine hükmetmişlerdir.
Ancak Ebu Hanîfe ve Ashâbı,
katl'le ilgili kefaret dışındakilerin gayr-i mü'min köle azad etmek suretiyle
de yerine getirileceğine hükmetmişlerdir.[44]
ـ8ـ وَعََنْ
مَعَاوِية بن
الحَكم
السُلَمى. قال
] أتيتُ رسُولَ
اللّهِ #
فقلتُ: إنّ لى جَارِيةً
كَانَتْ
تَرْعى
غَنَماً لى
فَجِئْتُهَا
وَقَدْ
فَقَدَتْ
شَاةً
فَسألتُهَا عَنْهَا،
فقَالتْ
أكَلَها
الذِئْبُ
فأسِفتُ
علَيهَا،
وَكُنْتُ
مِنْ بَنِى
آدَمَ فَلَطَمْتُ
وَجْهَها
وَعَلَىّ
رَقَبةٌ
أفأعْتِقُهَا؟
فَقَالَ
لَهَا
النبىُّ #: أينَ
اللّهُ
تَعالى؟
قَالَتْ فى
السّمَاء،
قَالَ فَمَنْ
أنَا؟ قَالتْ:
أنْتَ رَسُولُ
اللّهِ
فقَالَ:
اعْتِقْهَا
فَإنّهَا
مُؤمِنةٌ[.
أخرجه مسلم
ومالك وأبو داود
والنسائى .
8. (21)- Muâviye
İbnu'l-Hakem es-Sülemî anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e
gelip:
"Bir cariyem var, çoban
olarak çalıştırıyor, koyunlarımı otlatıyordum. Yakınlarda bir koyunumu yitirdi.
Ne oldu? diye sorunca, kurt kaptı dedi. Koyunun kaybolmasına üzüldüm.
İnsanlığım icabı câriyenin suratına bir tokat vurdum. Bu davranışımın kefareti
olarak bir köle azad etmeyi adadım. Onu âzad edebilir miyim?" diye
sordum. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) cariyeye:
"Allah nerede?"
diye sordu. O:
"Göktedir" deyince,
"Pekâlâ ben kimim?"
dedi. Cariye:
"Sen Allah'ın
Resûlüsün" cevabını verince, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bana
yönelerek:
"Bunu âzad et, zira
mü'minedir" buyurdu.[45]
AÇIKLAMA:
Açıklama için önceki hadisin
açıklamasına bakılsın.[46]
ـ9ـ وَعَنْ
العباس ابن
عبد المطّلب
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ.
قَالَ: سمعتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ: ذاقَ
طعمَ ا“يمانِ
مَنْ رَضِىَ
بِاللّهِ
ربّاً،
وبِا“سْمِ
دِيناً، وَبِمُحَمّدٍ
رَسُوً،
أخرجه مسلم
والترمذى .
9. (22)- Abbâs İbnu Abdilmuttalib
(radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (radıyallahu anh)'in şöyle
söylediğini işittim: "İmanın tadını, Rabb olarak Allah'ı, din olarak
İslâm'ı, peygamber olarak Muhammed'i seçip râzı olanlar duyar."[47]
AÇIKLAMA:
Nevevî'nin kaydına göre, Arapça'da
râzı oldum demek "ona kanaat ettim, onunla yetinerek başkasına ihtiyaç
duymadım" mânasına gelir. Böyle olunca, hadis, İslâm'a tam teslim olup,
hayat yolu olarak onu seçmeyen, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
sünnetini tüm olarak beğenmeyen insanın, îmanın gerçek lezzetini
hissetmiyeceğini ihbar etmektedir. Kendisini Müslüman bildiği halde bir kısım
emirlerini tenkid eden, beğenmeyen, beşerî veya şahsî mütâlaalar ileri süren
kimse, kendini bu hâllerden kurtarmadıkça, imanın halâvet ve lezzetini tadamıyacak
demektir.
Kadı İyaz, hadisle ilgili şu
kıymetli yorumu yapar: "Hadise göre, bu vasıfları taşıyan bir kimsenin
imanı sahîh, nefsi iman hakikatlarında mutmain ve ruhen rahat olur. Zira
söylenen hususlardan râzı olması, onlar hakkında kesin bir bilgi sâhibi
olduğuna, basîretinin dinî mesâile nüfuz ettiğine, imanî neş'enin kalbine
girdiğine delil olur. Zira kim birşeyden râzı olursa, o şey ona kolaylaşır.
İşte mü'minin hâli de böyledir. İman gerçek muhtevasıyla kalbine girdi mi
Allah'a ibadet ona kolay ve zevkli gelir."[48]
ـ10ـ وَعَنْ
عبدِاللّهِ
بن مَعاوية
الغاضري
رَضِىَ اللّهُ
عَنْه. قَالَ:
قَالَ رسُولُ اللّهِ
#: ثَثٌ مَنْ
فَعَلَهُنّ
فَقَدْ
طَعِمَ طَعْمَ
ا“يمَان: مَنْ
عَبدَاللّهَ وَحدَهُ،
وعَلِمَ
أنّهُ َإلَهَ
إّ اللّهُ،
وأعطى
زَكَاةَ
مَالِهِ
طِيبةً بِهَا
نَفْسُهُ
رافِدةً
عَلَيْهِ
كُلَّ عامٍ،
وَلَمْ يعطِ
الْهَرِمَةَ
وََ
الدَّرِنةَ وََ
المريضَةَ وَ
الشَّرَطَ اللئيمةَ
ولَكنْ مَن
وَسطِ
أموالكُم
فإنّ اللّهَ
تَعالَى لمْ
يَسْأَلكُمْ
خيْرَهُ وَلَمْ
يأمُرْكُمْ
بِشَرِّّهِ،
أخرجه أبو
داود.ومعنى
»رافدة عليه«
أى معينة له
على أداء
الزكاةَ غير
محدّثةٍ
نفسهُ بمنعها
فهي ترفده
وتعينه. ومعنى
»الدرنة
والشرط واللئيمة«
رذال المال
وصغاره .
10. (23)- Abdullah İbnu
Muâviye el-Gâzirî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdu: "Üç şey vardır. Kim onları
yaparsa imanın tadını alır: Sadece Allah'a kulluk eden, Allah'tan başka ilâh
olmadığını bilen, her yıl gönül hoşluğuyla zekâtını veren! Zekâtını da yaşlı,
uyuzlu, hasta, değersiz, küçük hayvanlardan vermez, aksine mallarının orta
hâllilerinden verir. Zira Cenab-ı Hakk ne en iyisinden vermenizi emretmiştir,
ne de en adisinden olana râzı olmuştur."[49]
AÇIKLAMA:
Burada da önceki hadiste olduğu
gibi imanın tadını nasıl duyacağımız açıklanmıştır. Israrla durulan bir husus
zekât olarak verilecek malın evsafıdır. Zekatın malın orta halli olanlarından
verilmesi irşad ediliyor: Ne mal sâhibinin gönlünün takılıp kalacağı en
iyisinden alınmalı, ne de alan kimsenin haysiyetini rencide edecek derecede en
değersizlerinden verilmeli. Zekât toplayanların bu hususa riayet etmelerini
emreden başka hadisler de mevcuttur. Söz gelimi, sürüden alınacak bir koyun,
sürü sâhibinin hususî itinasına, emeğine mazhar olmuş en gösterişlisi
olmamalıdır.[50]
ـ11ـ وَعَنْ
بَهز بن حكيم
بن معاوية بن
حيدة القشيرى
عن أبيه عن
جده قال
]قُلتُ: يَا نبىًَّ
اللّهِ مَا
أتيتُك حتّى
حلفتُ أكثر من
عدد هؤءِ
)‘صابع يديه(
أن آتيِكَ
وَ آتِىَ
دِينَكَ،
وَإنِى كنْتُ إمْرَأً أعْقَلُ
شيئاً إّ ما
عَلَّمَنِى اللّهُ
تَعَالى
وَرسُولُه،
وَاِنى
سألتُكَ
بِوَجْهِ
اللّهِ
تَعَالى،
بِمَ
بَعَثَكَ اللّهُ
إلينَا؟
قَالَ
بِا“سَْمِ.
قُلْتُ: وَمَا
آياتُ ا“سْمِ؟
قَالَ أنْ
تَقُولَ: أسلمْتُ
وَجْهِىَ
للّهِ
تَعَالى،
وَتَخلّيْتُ،
وتُقِيمَ
الصّةَ،
وَتُؤتِىَ الزّكاةَ،
كلُّ مسلمٍ
على مسلمٍ
محرّمٌ
أخَوَانِ
نصِيرانِ، يُقبَلُ
من مشركٍ بعدَ
ما أسلم عملٌ
أو يفارقُ المشركين
إلى المسلمين[.
أخرجه
النسائى .
11. (24)- Behz İbnu Hakîm
İbni Mu'âviye İbni Hayde el-Kuşeyrî babası tarikiyle dedesinden şunu rivayet
ediyor: "Dedim ki: Ey Allah'ın Resûlü, ben sana gelirken, seni ve dinini
benimsemiyeceğim diye şunların (ellerinin parmaklarını göstererek) adedinden
fazla yemin ettim. Meğerse, Allah ve Resûlünün öğrettiği dışında hiçbir şey
anlamayan bir kimseymişim. Şimdi Allah rızası için senden soruyorum. Allah
seninle bizlere ne gönderdi?" Hz. peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"İslâm"ı dedi.
"Pekâla, dedim, İslâm'ın
alâmetleri nedir?" Şu cevabı verdi:
"Kendimi Allah'a teslim
ettim, başka şeyleri terkettim" demen, namaz kılman, zekât vermendir. Her
Müslüman bir başka Müslümana haramdır. İki Müslüman birbiriyle kardeştir ve
birbirlerine yardımcıdırlar. Bir kimse Müslüman olduktan sonra müşrikleri
terkedip, Müslümanlara karışmadıkça hiçbir ameli (Allah katında) makbul
değildir."[51]
ـ12ـ وَعَنْ
سُفيَان بن
عبداللّه
الثقَفِى
رَضِىَ اللّهُ
عَنْه قَالَ
]قُلْتُ: يَا رسُولَ
اللّهِ قُلْ
لِى في ا“سْمِ
قَوًْ َ أسألُ
عنهُ أحداً
بعدَكَ. قَالَ
قلْ: آمَنتُ
بِاللّهِ
تَعَالى ثم
استقِمْ[.
أخرجه مسلم .
12. (25)- Süfyan İbnu
Abdillah es-Sakafî (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Ey Allah'ın Resûlü, bana
İslâm hakkında öyle bir bilgi ver ki, bana yetsin ve sizden başka kimseye
İslâm'dan sormaya hacet bırakmasın"
dedim. Şu cevabı verdi:
"Allah'a inandım de,
sonra da doğru ol" buyurdu.[52]
AÇIKLAMA:
Bu hadis Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in Cevâmi'u'l-Kelim denen özlü sözlerindendir. Bir kaç
kelimelik bir söz olduğu halde çok geniş ve derin mânaları kucaklamaktadır:
Allah'ı bir bil, yalnızca ona inan, sonra dinin gösterdiği doğru yoldan git,
tevhidden hiç ayrılma, ölünceye kadar Allah'a itaatten yüz çevirme" demek
olup, hadis şu ayete de mutabıktır: "Rabbimiz Allah'tır; deyip sonra da
doğrulukta devam edenlerin üzerine, melekler (ölümleri anında) inerler..."
(Fussilet: 41/30)[53]
ـ13ـ وَعَنْ
أنس رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قَال: ]قَال:
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
صَلّى صَتَنَا،
وَاسْتَقْبَلَ
قِبلَتنَا،
وَأكَلَ
ذَبيحَتَنَا
فَهُوَ
المُسْلمُ[.
أخرجه النسائى
وهو طرف من
حديث طويل
أخرجه
البخارى وأبو
داود
والترمذى،
رحمهم اللّه تعالى
.
13. (26)- Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki:
"Kim bizim namazımızı kılar, bizim kıblemize yönelir, bizim kestiğimizi
yerse işte o, Müslümandır"[54]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste, bir kimseyi Müslüman
addetmek için ne gibi fiillerin ölçü alınacağı açıklanmaktadır. 7, 8 numaralı
hadislerde kişinin mü'min sayılması için aranması gerekecek itikadî durumlar
belirtilmiştir.
Hadisin Buhârî, Ebu Dâvud ve
Tirmizî'de gelen vechi biraz farklıdır: "Ben, insanlar Lâilâhe illallah
deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Kim bunu söyler, namazımızı
kılar, kıblemize yönelir ve kestiğimiz şekilde keserse onların kanları, malları
bize haram olur..." şeklindedir.
Daha önce de geçtiği üzere,
sadece kelime-i tevhid'in zikri, şehâdeti de tazammun ettiği içindir. Değilse,
ulemanın ittifakıyla yalnızca Lailâhe illallah" demek bir kimsenin
Müslüman sayılması için yeterli değildir. İbnu Hacer: "el-Hamdü'yü
okudum" diyerek surenin tamamını kastedmemiz gibi Lâilâhe illallah
kelimesiyle Muhammedurrasulullah kelimesini de kastederiz, bunlar
ayrılmaz" der. Ancak şu da söylenmiştir: "Hadisin evveli tevhîdi
inkâr edenler hakkında vârid oldu. Tevhîdi ikrar etti mi ehl-i kitab'a mensup
bir muvahhid gibi olur. Böyle birisinin Müslüman sayılması için Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın getirdiklerine inanması gerekir. Bu sebeple hadisin
devamında zikredilen fiiller (namaz, kıblemize yönelme, kestiğimiz usulce
kesilmesi -veya kestiğimizi yemeleri-) kelime-i tevhide atfedilerek eksiklik
tamamlanmış, yanlış anlama ihtimali ortadan kaldırılmıştır. Esasen şerî namazın
içinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın risâletine şehâdet mevcuttur.
Hadiste, İslâm'ın, sadece birkaç meselenin zikriyle iktifa edilmesindeki hikmet
şudur: Ehl-i kitap içerisinde namaz kılma, kıbleye yönelme, hayvanı kesme
fiilleri mevcuttur. Ama bizimkinden ayrıdır. Bizim gibi namaz kılmazlar, bizim
kıblemize yönelmezler, hatta kestiğimizi yemezler. Bu sebeple mezkur fiilleri
bizim tarzımızda yapmadıkça Müslüman olamıyacaklarını ifade etmek için bu
fiiller hassaten zikredilmiştir."[55]
ـ1ـ عَنْ
أبى هريرة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قَال:
قالَ رَسُولُ
اللّهِ #:
]ا“يمانُ
بِضعٌ وَسَبْعُونَ
»وَفي رِواية:
بضعٌ وستّون«
شُعْبةً،
وَالحياءُ
شُعْبَةٌ
مِنَ ا“يمانِ[.
أخرجه الخمسة
زاد في رواية:
فأفضلُها
قولُ إله
إّ اللّهُ،
وأدناها
إماطةُ ا‘ذى
عن الطريقِ .
1. (27)- Ebu Hüreyre
anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki:
"İman, yetmiş küsur -bir
rivayette de altmış küsur- şubedir. Haya imandan bir şubedir."
Bir rivayette şu ziyâde vardır: "Bu
şûbelerden en üstünü "Lâ-ilâhe illallah" sözüdür, en aşağı mertebede
olanı da yolda bulunan rahatsız edici bir şeyi kenara çıkarmaktır."[56]
AÇIKLAMA:
1- Rivayet, pekçok
vecihten rivayet edilen hadislerden biridir. Buhârî ve Müslim'in ittifak ettiği
hadisler arasında yer alması da hadisin kıymetini artırmıştır. Kısmen
belirtileceği üzere, İslâm uleması bu hadisin üzerinde ziyadesiyle durmuş,
hadiste ifade edilen iman şubelerini Kur'ân ve hadise dayanarak, birer birer
göstermeye çalışmıştır. İmam Beyhakî'nin henüz basıldığını işitmediğimiz
muazzam bir tel'lifi bu hadîsten mülhemdir. Şu'abu'l-İman. İmam Beyhakî
(rahimehullah) hazretleri, bu muazzam eserini imanın şubesi adedince bölüme
ayırır, her bölümde o şubeye giren rivayetleri cemeder. Keza, İbnu Hibban
Vasfu'l-İmân ve Şu'abuh, Ebu Abdillah Hüseyn el-Halîmî Fevâidu'l-Minhâc,
eş-Şeyh Abdü'l-Celîl Şu'abu'l-İman, İshak İbnu'l-Kurtubî Kitâbu'n-Nesâîh'i
yazmıştır.
Aynî, bu kitaplardan hiçbirini
imanın şubelerini tesbitte tatminkâr bulmadığını belirtir.
2- Hadisle ilgili
açıklamaya rivayetler arasındaki ihtilafa parmak basarak başlamak istiyoruz:
"Buhârî'nin hadisinde olduğu üzere bazı rivayetler imanın altmış küsur
şube olduğunu beyan ederken, bâzıları yetmiş küsur olduğunu, diğer bazıları
altmış dört, otuz üç, üçyüz dokuz, üçyüz onbeş olduğunu belirtmiştir.
3- Keza bazılarında
"şube" denirken, bazılarında ona bedel "hisâl" (hasletler),
"bâb", "şerîat" (yol), "sehm" (pay) gibi yakın
mânada başka kelimeler kullanılmıştır.
"....İmanın en üstün
hasleti Lâilâhe illallah sözüdür."
"İman yetmiş küsür
babtır."
"İslâm otuz üç şeriattır.
Kim bunlardan birini Allah için yerine getirirse cennete girer."
"Aziz ve Celîl olan
Rahmân'ın önünde bir levha vardır. Üzerinde üç yüz on dokuz şeriat vardır.
Cenâb-ı Hak: "Kullarımdan, bana ortak koşmayan her kim bunlardan bir
tânesini yerine getirse mutlaka cennete koyarım" der".
"İslâm seksen sehimdir..
namaz bir sehimdir, zekât bir sehimdir, Ramazan orucu bir sehimdir, hac bir
sehimdir... Hiç sehmi olmayan zarar etmiştir."
4- Hadiste, küsur diye
tercüme ettiğimiz kelimenin aslı bid'un'dur. Bunun Arapça'da neye delalet
ettiği ihtilaflıdır. Bazıları "3-10 arası bir miktara delalet eder"
demiş ise de diğer bazıları "3-9 arası" bir miktar, "2-10
arası" "12-20 arası," "3-7 arası", "5-7
arası" gibi miktarlara delalet ettiğini söylemişlerdir. Ahmed İbnu Hanbel
de "7'ye delalet eder"
demiştir.
Aynî, en doğru görüşün bid'un
kelimesinin 1-10 arası bir miktara delalet ettiğini söylemek olduğuna dikkat
çeker.
5- Hadislerde gelen 60, 70
rakamları hususunda değişik yorumlar yapılmıştır. Umumiyetle bunlarla muayyen
bir miktar değil, "çokluk" kastedildiği söylenmiştir. Bu rakamlara
"küsur" kelimesinin ilâvesi "imanın şubeleri sınıra, sayıya
gelmez, çoktur" mânasını taşır, zira tahdid kastedilseydi mübhem
bırakılmazdı" denmiştir. Arapların 70 rakamını mübâlağa için kullandığı da
söylenmiştir.
Ancak, bazıları da: "Zikredilen
bu miktar imanın şûbeleridir, bundan murad bu şubeleri saymaktır" şeklinde
iddiada bulunmuştur.
6- İbnu Hibban, mezkur
şubeleri sayma hususunda Vasfu'l-İman ve Şu'abuhu adlı eserinde şunları söyler:
"Bu hadisin mânasını bir
müddet araştırdım. Bu maksadla ibâdetleri saydım. Bunlar hadiste gelen miktarı
çok aşıyordu. Sonra Sünen'lere yöneldim, onlarda Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın imandan addettiği ibâdetleri saydım, bunlar da yetmiş küsurdan
eksik çıktı. Bu sefer Kitabullah'a yöneldim. Orada, Cenâb-ı Hakk'ın imandan
addettiği herbir ibadeti saydım. Bu da yetmiş küsura ulaşıyordu. Kitap ve
sünnette gelenleri birbirine ilâve ettim, tekrarları saydım. Gördüm ki, Allah
ve Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm)'nün imandan saydıkları şeylerin toplamı yetmiş
küsura ulaşıyordu, ne fazla ne de eksik. O zaman anladım ki, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın kasdı, Kitap ve sünnette gelmiş olanların
miktarıydı."
Bu miktarı içtihad yoluyla
tesbite birçokları gayret sarfetmiştir ama tatminkar neticeye ulaşamamışlardır.
Kadı İyaz şöyle der: "Bu
hususun tafsilatlı olarak bilinmemesi imana bir eksiklik getirmez. Çünkü imanın
usul ve fürû'u malûm ve muhakkaktır. İmanın bu kadar şubesi olduğuna kabaca
inanmak, vâcibtir. İman esaslarını ve mezkûr şûbeleri tâyin ve tafsil mevzu
üzerine tesbit edilecek hususa bağlıdır..."
Kadı İyaz devamla der ki:
"Bu, ilm-i İlahîde ve ilm-i Nebevîdedir, başkası bilemez. Şeriat bunların
hepsini ihtiva eder. Ancak şeriat bunu bize bildirmemiştir. Bundaki
cehaletimizden dolayı bir zarar görecek değiliz. Mükellef olduğumuz şeyleri
teferruatıyla bilmekteyiz. Bilmekle emrolunduğumuz şeyi biliyor,
yasaklandığımız şeyden de kaçınıyoruz."
Aynî, bu çeşit iktibaslardan
sonra imanın en yüksek şubesi ile en aşağı şubesini Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in şu hadiste belirttiğini kaydeder:
"...İmanın en âlâ şubesi
lâilâhe illallah demektir, en aşağısı da
yoldan rahatsız edici bir şeyi uzaklaştırmaktır." .... Gerisi bu ikisi
arasında yer alır. Biz bunları teker teker bilmesek de toptan inanırız. Nitekim
meleklerden pek azını ismen bildiğimiz halde hepsine inanıyoruz ve bu bizim
melek inancımıza bir noksanlık getirmez. Öyle de imanın şubelerine toptan
inanmamız inancımıza bir nâkise getirmez...[57]
7- İmanın Şubeleri:
Aynî bu açıklamalardan sonra,
mezkur şubeleri teker teker sayma denemesi yapar. İlgi çekici bulduğumuz için
kaydedeceğiz. Der ki:
"Allah'ın avn ve yardımıyla
diyoruz ki imanın aslı kalb ile tasdik, dil ile ikrar'dır. Fakat, kâmil ve tam
bir iman tasdik-ikrâr ve amel'dir. Yani üç kısımdır.[58]
30 Şubedir.
1- Allah'a iman, Allah'ın
zatına, sıfatlarına, birliğine ve benzeri olmadığına inanmak da buraya girer.
2- Allah'dan başka
herşeyin hudûsuna (sonradan yaratıldığına) inanmak.
3- Meleklere inanmak.
4- Kitaplara inanmak.
5- Peygamberlere inanmak.
6- Kadere, hayır ve şerrin
Allah'tan olduğuna inanmak.
7- Ahirete inanmak, kabir
sualine, kabir azabına, tekrar dirilmeye, mahşerde toplanmaya, hesaba, mîzana,
sırat köprüsüne... inanmak da buna
dahildir.
8- Cennete ve oradaki ebedî hayata inanmak.
9- Cehenneme, cehennem
azabına, kâfirlerin ebediyyen orada kalacağına inanmak.
10- Allah'ı sevmek.
11- Allah için sevmek,
Allah için buğzetmek. Muhacir ve Ensar sahâbeyi, Âl-i Resûl (aleyhissalâtu
vesselâm)'ü sevmek de buraya dâhildir.
12- Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'i sevmek. Buna Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e salat ve selam okumak, sünnetine uymak da girer.
13- İhlaslı olmak ve riya
ve nifakı terketmek de buraya girer.
14- Tevbe ve nedâmet
etmek.
15- Allah'tan korkmak.
16- Allah'ın rahmetinden
ümid etmek.
17- Ümidsizlik ve ye'si
terketmek.
18- Şükretmek.
19- Ahde vefa göstermek.
20- Sabırlı olmak.
21- Tevâzu, büyüklere
saygı da buraya girer.
22- Şefkatli ve merhametli
olmak, küçüklere şefkat de buraya girer.
23- Allah'ın kazasına râzı
olmak.
24- Allah'a tevekkül
etmek.
25- Amele güvenmemek,
kendini övmeyi ve kusursuz görmeyi terketmek de buraya girer.
26- Hasedi, çekememezliği
terketmek.
27- Kin ve intikâmı terketmek.
28- Gadabı terketmek.
29- Aldatmamak, su-i zan
sâhibi olmamak, hilekâr olmamak da buraya dahildir.
30- Dünya sevgisini
terketmek. Mal ve makam sevgisini terk de buraya girer.
Kalbe müteallik güzel veya kötü
amellerden herhangi biri aklına gelir de burada zikredilmemiş bulursan, o esas
itibariyle bu saydıklarımızın dışında kalmaz, bunlardan birine dahil olduğunu
azıcık bir tefekkürle görürsün.[59]
Bunlar da yedi şubeye ayrılır:
1- Kelime-i tevhidi
diliyle söylemek,
2- Kur'an'ı tilâvet etmek,
3- İlim öğrenmek,
4- İlim öğretmek,
5- Allah'a dua etmek,
6- Allah'ı zikretmek,
istiğfar da buraya dâhildir,
7- Boş laflardan kaçınmak.[60]
Bu da kırk şubeye ayrılır. Bunlar
da kendi aralarında üç çeşittir:[61]
Bunlar on altı şubeye ayrılırlar:
1- Temizlik. Buna beden,
elbise ve mekân temizlikleri de girer. Bedeni hadesten temizlemek için abdest
almak, cenabetten, hayızdan, nifastan temizlemek için yıkanmak da girer.
2- Namaz kılmak; buna
farz, nâfile ve kaza namazları da girer.
3- Zekat vermek; buna
sadaka vermek, sadaka-ı fıtr ödemek, cömertlik, fukara ve misafirlere yedirip
ikram etmek de girer.
4- Farz ve nâfile oruçlar.
5- Haccetmek, umre de
buraya girer.
6- İ'tikafa girmek. Kadir
gecesini aramak da buna dahildir.
7- Dînin yaşanabileceği
yere gitmek, şirk diyarından hicret de buna girer.
8- Nezirlerini ödemek.
9- Yeminleri yerine
getirmek.
10- Keffaretlerini ödemek.
11- Namaz içinde ve
dışında setrü'l-avret (ayıp yerlerini örtmek, tesettüre riayet etmek).
12- Kurbanları kesmek,
nezir kurbanı varsa onu da kesmek.
13- Cenâze işlerine
bakmak.
14- Borcu ödemek.
15- Muâmelelerde doğru
olmak, ribadan kaçınmak.
16- Doğrulukla şâhidlik
etmek, hakkı gizlememek.[62]
Bunlar altı şubedir:
1- Meşru nikahla evlenip
iffeti korumak.
2- Aileye karşı
vazifelerini yerine getirmek. Hizmetçilere iyi muâmele de buraya girer.
3- Anne babaya iyi muâmele
etmek. Onlara karşı ukuk (haksızlık)tan kaçınmak da buraya girer.
4- Çocukların terbiyesi.
5- Sıla-i rahm.
6- Büyüklere itaat.[63]
Bunlar da onsekiz şubedir:
1- İdâreciliği adaletle
yürütmek,
2- Cemaate uymak,
3- Ulu'l-emre itaat etmek,
4- İnsanları barıştırmak.
Hâricilere ve âsilere karşı mücadele de buraya girer.
5- İyilikte yardımlaşma.
6- Emr-i bi'lma'ruf nehy-i
ani'l-münkerde bulunmak (yani insanlara iyiliği emretmek, kötülükten menetmek).
7- Hududu (ağır cezaları)
tatbik etmek.
8- Cihad etmek. Kışlalarda
asker bulundurmak buna dâhildir.
9- Emaneti edâ etmek.
Ganimetten beşte biri (hums) ödemek de buraya dâhildir.
10- Ödemek şartıyla borç
vermek.
11- Komşuya iyi muâmele
etmek.
12- Geçimli olmak.
Helâlinden mal toplamak da buraya dahildir.
13- Malı yerinde harcamak.
İsrâftan kaçınmak da buraya girer.
14- Selam'ı almak.
15- Hapşırana
"yerhamukâllah" demek.
16- İnsanlara zarar
vermekten kaçınma.
17- Eğlenceden kaçınmak.
18- Yoldan rahatsızlık
veren bir cismi kaldırmak.
Bütün bunlar, toplam 77 şube
yapar.[64]
Dikkat: Bu hadis, yoldan
rahatsızlık veren birşeyi (ezâ) kaldırmayı imanın bir şubesi saymakla imar
hizmetlerinin ehemmiyetine dikkat çekmiş, hayır sahiplerinin yol hizmetlerine
eğilmelerine sebep olmuştur. İnsanların gelip geçtiği yerlerden çalı, çırpı,
diken, taş, pislik gibi rahatsızlık veren birşeyi temizlemek imanın bir şubesi
olursa yol inşa etmek, yol emniyetini sağlamak, yolcuların konaklayacağı
yerler, köprüler yapmak ne kadar büyük ehemmiyet taşır. Allah nazarında makbul
bir amel olur! Bu yüzdendir ki, İslâm âleminde daha ilk asırlardan itibaren yol
ve posta hizmetleri gelişmiştir. Öyle ki, Emevîler devrinde ana yollara bugünkü
gibi kilometre taşları dikerek merkeze olan uzaklık mil cinsinden sıkca
gösterilmiştir. Hz. Peygamber'in Sünnetinde Terbiye adlı kitabımızda geniş
malumat vardır s. 466-468.[65]
ـ2ـ وَعَنْ
أنسٍ رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قال رسولُ اللّهِ
#: ]ثثٌ مَنْ
كُنَّ فِيهِ وَجَدَ
بِهنَّ
طَعْمَ
ا“يمانِ: منْ
كَانَ اللّهُ
ورسولُه
أحبَّ إليه
مما سواهُما، وَمَنْ
أحبَّ عبداً يحبُّهُ
إّ للّهِ، وََمَنْ
يَكْرَهُ أن
يُعودَ في
الكفرِ بعدَ
إذْ
أنقَذََهُ
اللّهُ
تَعالَى منه
كَمَا يكرَهُ أن
يُلْقَى في
النار[. أخرجه
الخمسة إّ أبا
داود.وفي أخرى
للنسائى رحمه
اللّه تعالى
بعدَ قولِه
»مما سواهما«
وأن يُحِبَّ
في اللّهِ
وَيَبْغَضَ
في اللّهِ .
2. (28)- Hz. Enes, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle buyurduğunu anlatıyor:
"Üç haslet vardır. Bunlar
kimde varsa imanın tadını duyar: Allah ve Resûlünü bu ikisi dışında kalan
herşeyden ve herkesten daha çok sevmek, bir kulu sırf Allah rızası için sevmek,
Allah, imansızlıktan kurtarıp İslâm'ı nasib ettikten sonra tekrar küfre,
inançsızlığa düşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkmak."
Nesâî'nin kaydettiği bir diğer
rivayette "bu ikisi dışında kalan" tabirinden sonra şu ziyâde vardır:
"Allah için sevmek, Allah için buğzetmek."[66]
AÇIKLAMA:
Gerçek dindarlık Allah ve
Resûlünü herşeyden çok sevmekten geçer. Bunun aksini düşünmek mümkün değildir.
Nitekim bir ayet de şöyle buyurarak mevzuun ehemmiyetini tesbit eder:
"Ey Muhammed de ki:
Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz
mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticâret, hoşunuza giden evler sizce
Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan daha sevgili ise,
Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fâsık kimseleri doğru yola
eriştirmez" (Tevbe: 9/24)
Burada emredilen Allah ve
peygamber sevgisinin nasıl ortaya çıkacağı da bir başka ayette açıklanmıştır:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e uymak.
"Ey Muhammed de ki: "Eğer Allah'ı
seviyorsanız bana uyun, ta ki Allah da sizi sevsin, günahlarınızı mağfiret
etsin" (Âl-i İmran: 3/31).
Hadis'te, Allah ve Resûlü dışında
kalan kimseleri sevmede de ölçü verilmekte Allah'ı memnun etmeyecek
sevmelerden, buğzetmelerden kaçınmak emredilmektedir. Yani Allah'ın seveceği
Hakk dostlarını sevmek, Allah'ın sevgisine lâyık olmayacağı belli olan sefih,
hevaperest, din düşmanı kimseleri sevmemek. Allah rızası için olmayan sevmeler
bizi dünyada onların yolunda gitmeye sevkedeceği gibi âhirette de zarara sebep
olacaktır. Nitekim Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "(Ahirette)
kişi sevdiği ile berâber olacaktır" buyurmuştur.
"Din sevgi ve buğzdan
başka bir şey değildir" hadisini de gözönüne alacak olursak, dinimiz
açısından "sevmek ve buğzetmek" duygularımızı kullanmanın ne kadar
ehemmiyetli, hayatî bir iş olduğu anlaşılır. Kendisini Müslüman bildiği halde
sevgi âlemini sadece artistler, sporcular, romancılar vs. dolduran veya
Müslüman büyüklerine, İslâmî değer ve mefâhirlere gerekli alâkayı göstermeyen,
sevmeyen Müslümanlar bu ayet ve hadislerin ışığında kendilerini muhasebe ve
murâkabe etmelidir. Bilmelidir ki, ömür sermâyesinden, bir an bile olsa, pay
ayırdığı her şeyden hesap verecektir.
Şu müteâkip hadisler de
"sevgi kuvvemizi" kullanmamızla ilgili teferruatı beyan edecektir:[67]
ـ3ـ وَعَنْهُ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال.
سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ: ]
يُؤمِنُ أحَدُكُمْ
حتّى أكونَ
أحبَّ إليهِ
من والدِهِ
وولدِِهِ
والنّاسِ
أجْمَعِين[.
أخرجه الشيخان
والنسائى.وفي
أخرى للنسائى
رحمه اللّه
تعالى: أحبَّ
إليه من ماله
وأهله.
3. (29)- Yine Hz. Enes
(radıyallahu anh) bildiriyor; Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle
buyurmuştur:
"Sizden biri, beni,
babasından, evladından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş
sayılmaz" Nesâî'nin bir rivayetinde "... malından ve
ailesinden daha sevgili..." denmektedir.[68]
ـ4ـ وَعَنْهُ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قالَ رَسُولُ
اللّهِ #: ]
يُؤْمِنُ
اَحَدُكُمْ حتَّى
يُحِبَّ ‘خيهِ
ما يُحِبَّ
لِنَفْسِهِ[.
أخرجه الخمسة
إّ أبا داود،
وزاد النسائى
في أخرى: منَ
الخيْرِ .
4. (30)- Yine Hz. Enes
(radıyallahu anh)'in rivayetine göre Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
şöyle buyurmuştur:
"Sizden biri, kendi için
sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe gerçek imana eremez."
Nesâî'nin rivayetinde "...hayır
şeylerden" ziyadesi mevcuttur.[69]
AÇIKLAMA:
İbnu Hacer, "Bu hadiste
imanın nefyi görülüyor ise de aslında imanın kendisi değil, kemali
nefyedilmekte" der. Araplarda bir şeyi ismen nefyetmekten muradın, o
şeyden kemali nefyetmek olduğunu, buna çok sıkca başvurulduğunu belirtir. Ve:
"Falanca insan değildir" sözünü misal verir. Sadece bu vasfı
bulundurup imanın geri kalan rükünlerini ihmal eden kimseye de kâmil
denemiyeceğini ayrıca belirten İbnu Hacer, bu sıfatı taşımayan kimseye kâfir
denemiyeceğini de bilhassa tebârüz ettirir. Hadisin bu tarz beyanı mübâlağa içindir.[70]
ـ5ـ وَعَنْ
أبى أمامة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ أنّ
رسُولَ اللّهِ
# قال: ]مَنْ
أحبّ للّهِ،
وَأبْغَضَ
للّهِ،
وَأعطى
للّهِ،
وَمَنعَ للّهِ
فقدِ
اسْتَكْمَلَ
ا“يمانَ[. أخرجه
أبو داود .
5. (31)- Ebu Ümâme
(radıyallahu anh), Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şöyle dediğini
rivayet ediyor:
"Kim Allah için sever,
Allah için buğzeder, Allah için verir, Allah için vermezse imanını kemâle
erdirmiştir"[71]
ـ6ـ وَعَنْ
أبى هريرة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قال رسُولُ
اللّهِ #:
]المسلِمُ
مَنْ سَلِمَ
الْمُسْلِمُونَ
مِنْ
لِسَانِهِ
وَيَدِهِ،
وَالْمُؤمِنُ
مَنْ أمِنهُ
الناسُ على
دمائهم
وأمْوَالِهِمْ[.
أخرجه
الترمذى والنسائى
.
6. (32)- Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) hazretleri Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şöyle
dediğini rivayet etmiştir:
"Müslüman, diğer Müslümanların
elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir. Mü'min de, halkın, can ve
mallarını kendisine karşı emniyette bildikleri kimsedir."[72]
AÇIKLAMA:
Burada da Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) kâmil mânada Müslümanı kastederek târif sunmaktadır.
Değilse, eliyle diliyle başkasına zarar veren Müslüman kâfir olur mânasına
gelmez. Ancak, başkasına zarar vermemek, emniyeti bozmamak gibi güzel
vasıfların ehemmiyeti bu üslûbla daha açık ve daha müessir bir tarzda ifâde
edilmiş olmaktadır. Zira, Resûl (aleyhissalâtu vesselâm)'ünden bu tehdîdi
işiten mü'min, en kıymetli sermayesi olan iman ve İslâm'ını zedelenmekten,
eksilmekten korumak için bu davranışlardan elinden geldiğince kaçacaktır.[73]
ـ7ـ وَعَنْ
عبداللّهِ بن
عمرو بن
العاصْ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما
قال: قال
رسولُ اللّهِ
#: ]المُسْلِمُ
مَنْ سَلِمَ
الْمُسْلِمُونَ
مِنْ
لِسَانِهِ
وَيدِهِ، وَالْمُهَاجِرُ
مَنْ هَجَر
مَانَهى
اللّهُ
عَنْهُ[.
أخرجه الخمسة
إّ الترمذى،
وهذا لفظ
البخارى.وفي
أخرى للشيخين
والنسائى: أنّ
رجً قال يا
رسُولَ
اللّهِ. أىُّ ا“سْمِ
خيْرٌ؟ قال:
تُطعِمُ
الطعامَ،
وَتَقْرَأُ
السّمَ على
منْ عرفْتَ
وَمَنْ لم تعرِفْ
.
7. (33) Abdullah İbnu Amr
İbni'l-As (radıyallahu anh) hazretleri, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar
görmedikleri kimsedir. Muhâcir de Allah'ın yasakladığı şeyi terkedendir."[74]
Sahiheyn ve Nesâî'de gelen bir
başka hadiste şöyle denir: "Bir adam sordu:
"Ey Allah'ın Resûlü,
İslâm'da hangi amel daha hayırlıdır?" Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Yemek yedirmen, tanıdık
tanımadık herkese selam vermen" dedi.[75]
AÇIKLAMA:
Önceki hadisin muhâcirle ilgili
kısmının anlaşılmasında şu husus bilinmelidir: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın Medine'ye hicretinden Mekke'nin fethine kadar her tarafta
Müslümanlar zayıf idi. İslâm'ı yaşamak mümkün değildi. Medîne'de Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) siyasi güçten uzaktı, çünkü orada Müslümanlar sayıca
azdı. Durum böyle olunca hem Medine'deki sayının artıp siyâsî ağırlık
kazanılması, hem de taşrada müslüman olanların İslâm'ı yaşayabilmeleri,
kaybolmamaları için Kur'ân ve hadisler Müslüman olanları ısrarla, tekrarla ve
hatta şiddetli ifadelerle hicrete çağırıyorlardı. İman nedir? diye soranlara,
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in "hicret etmektir" dediğine
bile şahit olmaktayız.
Bu ısrarlar, teşvikler sonunda
hicret etmek şartıyla biat etmek, sonra da ailesini, malını, mülkünü, kurulmuş
hayat düzenini terkederek kuru canı ile Medîne'ye hicret etmek fevkalâde
kıymetli bir amel olmuştu.
Mekke'nin Fethi'nden sonra
vaziyet değiştiğinden Hz. Peygamer (aleyhissalâtu vesselâm) hicreti yasakladı.
Hicret üzere biat edip, muhâcire vaadedilen mânevî ücretten nasibdar olmak
isteyenler, bu maksadla ısrar edenler, talebi kabul edilmeyince Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in yanında hatırı yüce olanlardan şefaatciye
başvuranlar bile çıkmıştır.
Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm): "Fetihten sonra hicret artık kalmadı" derken,
hicret sevabını aynen kazandıracak, başka ameller göstermiştir: "..
Kötülüğü terketmendir","...Rabbinin hoşlanmadığı şeyleri
terketmendir", "Hakiki muhacir Allah'ın haram kıldığı şeyleri terk
edendir" gibi. (Bu mevzuda etraflı bir tahlili, Teblîğ, Terbiye ve
Siyasî Taktik Açılarından HİCRET adlı kitabta sunduk).[76]
ـ8ـ وَعَنْ
أبى سعيدٍ
الخدرى
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قال رسولُ اللّهِ
#: ]إذا رأيتمُ
الرجلَ
يعتادُ
المسجدَ
فاشهدُوا لهُ
بِا“يمَانِ،
فإنّ اللّهَ
تعالى يقُولُ:
إنما
يَعْمُرُ
مَساجِدَ
اللّهِ مَنْ
آمَنَ بِاللّهِ
وَالْيَوْمِ
اŒخِرِ[. اŒية. أخرجه
الترمذى .
8. (34)- Ebu Saîdi'l-Hudrî
(radıyallahu anh) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şöyle dediğini
rivayet etti:
"Bir kimsenin mescide alâkasını görürseniz, onun mü'min
olduğuna şehâdet edin, zira Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor: "Allah'ın
mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe inananlar imar ederler" (Tevbe:
9/18).[77]
AÇIKLAMA:
Âlimler hadisten, kişinin mescide
karşı göstereceği her çeşit alâkayı anlarlar: Cemaate devam etmek, zikir ve
ilim halkalarına devam etmek, itikafa çekilme, mescidin inşası, imarı, tamiri,
herhangi bir eksiğinin tamamlanması gibi maddî hizmetlerde bulunmak vs.
Şu halde bütün bu durumlar
kişideki imanın tezâhürleridir. İnanmayanlar, İslâm'a karşı olanlar,
mescidlerin imarına değil, tahribine koşacaklardır. Nitekim İslâm beldelerini
küffar işgal ettikleri zaman ilk iş mescidleri kapatmaktadırlar. Her yerde ve
her zaman mescidlerden rahatsız olanlar küffâr olagelmiştir. Bu husus ayetlerle
de te'yîd edilmiştir. Saîd İbnu Müseyyeb der ki: "Kim mescidde oturursa,
Rabbi ile oturmuş olur, öyle ise hayırla yad edilmek onun hakkıdır."[78]
ـ9ـ وَعَنْ
أنس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قالَ رسولُ اللّهِ
#: ]ثثةٌ مِنْ
أصلِ ا“يمانِ:
الكَفُّ
عمَّنْ قالَ َ إلَهَ
إّ اللّهُ،
وََ
تُكَفِّرْهُ
بِذَنْبٍ،
وََ
تُخْرِجْه عنِ
اسمِ
بَعَمَلِ،
والجهادُ ماضٍ
منذُ بعثَنِى
اللّهُ تعالى
إلى أن
يُقاتِلَ
آخرُ هذهِ
ا‘مةِ
الدجالَ، يُبطِلُهُ
جَوْرُُ
جائِرٍ وََ
عَدلُ عادلِ، وَايمانُ
با‘قدارِ[.
أخرجه أبو
داود .
9. (35)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) dedi ki:
"Üç şey vardır ki imanın
aslındandır:
1- Lailahe illallah diyene saldırmamak: İşlediği
herhangi bir günahı sebebiyle bu kimseyi tekfir etme, herhangi bir ameli
sebebiyle de İslâm'dan dışarı atma.
2- Cihad, bu
Allah'ın beni peygamber olarak gönderdiği günden, bu ümmetin Deccâl'e karşı
savaşacak en son ferdine kadar cereyan edecektir, onu, ne imamın zâlim olması,
ne de âdil olması ortadan kaldıramayacaktır.
3- "Kadere
iman"[79]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste, öncelikle kelime-i
şehâdet getirmek suretiyle İslâm dairesine giren bir kimsenin hürmetine
riayetin ehemmiyeti dile getiriliyor. Mü'minin işlediği günah ne kadar büyük
olursa olsun tekfir edilemez. Bir mü'mine en büyük hakaret ona "sen kâfir
oldun" demektir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) pekçok hadislerinde
bunu yasaklar. Sahiheyn'de gelen tekfîrle ilgili bir tehdîd şöyle: "Kim
kardeşine "ey kâfir!" derse, bu söz ikisinden biriyle döner."
Yani, kardeşi kâfir değilse, kendisi kâfir olur. Bu tehdid-i nebevînin şiddeti
karşısında imanının kıymetini bilen bir mü'minin hiçbir kardeşini tekfir
etmemesi gerekir. Maalesef bazı durumlarda, Müslümanlar, aralarına giren basit
meselelerden, farklılıklardan dolayı hemen tekfir etmeyi bir vazife
bilmişlerdir.
İkinci olarak, cihadın kıyamete
kadar devam edeceği, baştaki idâreci zâlim bile olsa cihad emrine itaat etmek
gerektiği ifade edilir. Cihadın şerî ıstılah'da tarifi "Küffâra veya
âsilere karşı yapılan kıtâl"dir. Bu vasfa uymayan savaşlar cihad sayılmaz.
İmanın aslına giren üçüncü şey
kadere imandır. İnsanlığı en çok meşgul eden hassas meselelerden biridir.
Mü'min, tereddüt etmeden, hayır ve şer, büyük ve küçük bütün hâdisâtın takdir-i
İlâhî ile olduğunu hemen kabul edecek, tereddüt göstermeyecektir. Aksi
takdirde, "Allah'ın ilmi herşeyi kuşatmaz", "kudreti herşeye
yetmez", "O'nun dilemediği şey cereyan eder." "Hâdiseler
tesadüflere tâbidir" gibi imanımıza ters düşen pekçok mânalar ortaya
çıkar.[80]
ـ10ـ وَعَنْ
أبى هريرة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ. أنّ
ناساً من
أصحابِ رسولِ
اللّهِ #
]سألوهُ: إنّا
نجدُ في أنفُسِنا
ما يتعاظمُ
أحَدُنَا أنْ
يتكلّمَ بِهِ.
قال: أوَقَدْ
وَجَدْتُمُوهُ؟
قالُوا
نَعَمْ. قال:
ذلك صريحُ
ا“يمانِ[. أخرجه
مسلم وأبو داود.وفي
أخرى:
الحمدللّهِ
الّذى ردّ
كيدَهُ إلى الوسْوَسةِ.وَلِمُسلِم
رحمهُ اللّهُ
تَعالَى عن
ابن مسعود
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ ]قَالوُا
يا رسوُلَ
اللّهِ: إنّ أحَدَنَا
ليَجدُ في
نفسهِ مَا ‘نْ
يحْتَرِقَ حتّى
يصِيرَ
حَمَمَةً أو
يَخرَّ من السّماءِ
إلى ا‘رضِ
أحبُّ إليهِ
منْ أن
يَتَكلمَ
بِهِ، قال:
ذلك محْضُ
ا“يمانِ[ ومعنى
»المحض«
الخالصُ .
10. (36)- Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
ashabından bir kısmı ona sordular:
"Bazılarımızın aklından bir
kısım vesveseler geçiyor, normalde bunu söylemenin günah olacağına
kaniyiz." Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Gerçekten böyle bir
korku duyuyor musunuz?" diye sordu. Oradakiler
Evet! deyince:
"İşte bu (korku) imandan
gelir (vesvese zarar vermez)" dedi.
Diğer bir rivayette: "(Şeytanın)
hilesini vesveseye dönüştüren Allah'a hamdolsun" demiştir.
Müslim'in İbnu Mes'ud
(radıyallahu anh)'dan kaydettiği bir rivayet şöyledir: "Dediler ki:
"Ey Allah'ın Resulû, bazılarımız
içinden öyle sesler işitiyor ki, onu (bilerek) söylemektense kömür kesilinceye
kadar yanmayı veya gökten yere atılmayı tercîh eder. (Bu vesveseler bize zarar
verir mi?)". Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Hayır bu (korkunuz)
gerçek imanın ifadesidir" cevabını verdi."[81]
AÇIKLAMA:
Hadiste, Ashab, iradeleri olmadan
içlerinden, kendiliğinden doğan vesveselerden sormaktadır. Bu hadiste imanî
meseleler üzerinde olduğu anlaşılan bu vesveselerin, bazı rivayetlerde Allah
hakkında olduğu belirtilir. Bunlar normalde kabul edilemiyecek, muhal şeyler
olduğu için, iradî olarak konuşmanın günah olacağı korkusu hâkimdir. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) içten, kendiliğinden gelen bu seslerin
kişiye zarar vermiyeceğini belirtiyor. Delil olarak da kişinin duyduğu korkuyu
gösteriyor. İnsanda merak, korku gibi, iradeyi dinlemeyen, zabt altına
alınamayan bir kısım duyguların sevkiyle içten gelen bu sesi hepimiz her zaman
duyarız. Vehimli mizaçlar "içim bozulmuş" diye ye'se bile düşebilir.
Ancak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu seslerden duyduğumuz endişeyi en
büyük bir delil yapmak "Madem ki o sese irademizle iştirak etmiyor,
aklımızla tasdik etmiyor, aksine üzülüyoruz, öyle ise bu şeytanın bir
vesvesesidir, aldırmayın" mânasında "Korkunuz gerçek imanın
ifadesidir" buyuruyor.
Bu mevzuda Bediüzzaman şöyle der:
"Şeytanın en tehlikeli bir desisesi şudur ki: Bazı hassas ve sâfikalb
insanlara tahayyül-i küfrîyi, tasdik-i küfürle iltibas ettiriyor (yani hayalden
küfrü geçirmeyi onu tasdik etmiş gibi gösteriyor). Tasavvur-u dalâleti,
dalâletin tasdiki suretinde gösteriyor. Ve mukaddes zatlar ve münezzeh şeyler
hakkında gayet çirkin hâtıraları hayâline gösteriyor. Ve imkân-ı zâtiyi,
imkân-ı aklî şeklinde gösterip imandaki yakinine münafî bir şek tarzını veriyor.
Ve o vakit o bîçare hassas adam, kendini dalâlet ve küfür içine düştüğünü
tevehhüm edip imandaki yakîninin zâil olduğunu zanneder, ye'se düşer, o yeisle
şeytana maskara olur. Şeytan hem ye'sini, hem o zayıf damarını, hem o
iltibasını çok işlettirir, ya divâne olur, yahud "her çi bad âbad"
(her ne olursa olsun) der, dalâlete gider.
Şeytanın bu desisesinin mahiyeti
ne kadar asılsız olduğunu, bazı risalelerde beyan ettiğimiz gibi, burada
icmâlen bahsedeceğiz. Şöyle ki: Nasıl ki âyinede yılanın sureti ısırmaz ve
ateşin misali yandırmaz ve murdarın aksi telvis etmez (kirletmez). Öyle de:
Hayâl veya fikir âyinesinde küfriyâtın ve şirkin akisleri ve dalâletin
gölgeleri ve şetimli ve çirkin sözlerin hayalleri, itikadı bozmaz, imanı tağyir
etmez, hürmetli edebi kırmaz. Çünkü meşhur kaidedir ki, tahayyül-ü şetm, şetm
olmadığı gibi, tahayyül-ü küfr dahi, küfür değil ve tasavvur-u dalâlet de
dalâlet değil. İmandaki şek meselesi ise, imkân-ı zâtiden gelen ihtimaller o
yakine münâfi değil ve o yakini bozmaz. İlm-i usul-i dinde kavâid-i
mukarreredendir ki: "Zâtî imkân ilmî yakine münâfi değildir."
Mesela: Barla Denizi'nin (Eğridir
gölü), su olarak yerinde bulunduğuna yakinimiz var. Halbuki zâtında mümkündür
ki, o deniz, bu dakikada batmış olsun. Ve batması mümkinâttandır. Bu imkân-ı
zatî, mâdem bir emâreden neş'et etmiyor, zihnî bir imkân olamaz ki, şek olsun.
Çünkü, yine ilm-i usûl-i dînde bir kaide-i mukarreredir ki: "Bir emâreden
gelmiyen bir ihtimal-i zâti ise, bir imkân-ı zihnî olamaz, ki şüphe verip
ehemmiyeti olsun." İşte bu desise-i şeytaniyeye mâruz olan bîçâre adam,
hakâik-i imâniyeye yakînini, böyle zâti imkânlar ile kaybediyor zanneder.
Mesela Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hakkında beşeriyet itibariyle çok
imkân-ı zatiye hatırına geliyor ki, imanın cezm ve yakinine zarar vermez. Fakat
o, zarar verdi zanneder, zarara düşer.
Hem bâzan şeytan, kalb üstündeki
lümmesi cihetinde Cenab-ı Hak hakkında fena sözler söyler. O adam zanneder ki:
Onun kalbi bozulmuş ki, böyle söylüyor, titriyor. Halbuki: Onun titremesi ve
korkması ve adem-i rızası delildir ki: O sözler, kalbinden gelmiyor, belki
lümme-i şeytâniyeden geliyor veya şeytan tarafından ihtar ve tahayyül ediliyor.
Hem insanın letaifi içinde teşhis
edemediğim bir iki latife var ki, ihtiyar ve irâdeyi dinlemezler, belki de,
mes'uliyet altına da girmezler. Bâzan o latifeler hükmediyorlar, hakkı
dinlemiyorlar. Yanlış şeylere giriyorlar. O vakit şeytan o adama telkin eder
ki: "Senin istidâdın hakka ve imana muvafık değil ki, böyle ihtiyarsız
bâtıl şeylere giriyorsun. Demek senin kaderin, seni şekâvete mahkûm
etmiştir." O bîçâre adam, ye'se düşüp helâkete gider.
İşte şeytanın evvelki
desiselerine karşı mü'minin tahassüngâhı (sığınağı) Muhakkikîn-i Asfiyâ'nın
düsturlarıyla hudutları taayyün eden hakâik-i imaniye ve muhkemât-ı
Kur'âniyedir. Ve âhirdeki desîselerine karşı; İstiâze ile, ehemmiyet
vermemektir. Çünkü: Ehemmiyet verdikçe, nazar-ı dikkati celbettirip büyür,
şişer. Mü'minin böyle mânevî yaralarına tiryak ve merhem; Sünnet-i
Seniyye'dir."[82]
İKİNCİ BAB
İMAN VE İSLAM'IN
HÜKÜMLERİ
*
BİRİNCİ FASIL
KELİME-İ ŞEHADET VE
ONUN DİL İLE İKRARININ HÜKMÜ
*
İKİNCİ FASIL
BİAT AHKAMI
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
MUHTELİF AHKÂMLAR
KELİME-İ ŞEHÂDET VE ONUN DİL İLE İKRARININ HÜKMÜ
ـ1ـ عن ابْنِ
عمرَ رضى
اللّه عنهما،
قال: قال
رسولُ اللّه #:
]أُمِرْتُ انْ
أُقَاتلَ
الناسَ حتّى
يشهدُوا أنْ َ
إلَهَ إّ اللّهُ
وأنّ
مُحمّداً
رسولُ اللّه،
ويُقِيمُوا
الصَةَ،
ويُؤتُوا
الزَّكاةَ،
فإذَا فَعَلُوا
ذَلكَ عَصَمُوا
منِّى
دِمَائهمْ
وَأمْوَالَهُمْ
إّ بحقِّ ا“سْمِ،
وحسَابُهُمْ
علَى اللّهِ[
أخْرَجَهُ
الشيخان، ولم
يذكر مسلم: إّ
بحقِّ ا“سمِ .
1. (37)- İbn-i Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Ben insanlar Allah'tan başka
ilâhın olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın elçisi olduğuna şehâdet edinceye,
namaz kılıncaya, zekât verinceye kadar onlarla savaş etmekle emrolundum.
Bunları yaptılar mı, kanlarını, mallarını bana karşı korumuş (emniyet altına
almış) olurlar. İslâm'ın hakkı hâriç. Artık (samimi olup olmadıklarına dair)
durumları Allah'a kalmıştır"
Müslim'deki rivayette "İslâm'ın
hakkı hâriç" ibâresi mevcut değildir.[83]
AÇIKLAMA:
Hadiste, İslâm'ın şartlarını
yerine getiren kimsenin mal, can ve namus... emniyetinin sağlanacağı, kimsenin
artık onu rahatsız edemiyeceği belirtiliyor.
Bu garantiden hâriç tutulan
"İslâm'ın hakkı" ile, kanunî vecibeler kastediliyor: Yani zekât
alınır, suç işlediği takdirde fiiline uygun ceza verilir demektir. Sözgelimi
haksız yere birini öldürecek olsa, kısas edilerek o da öldürülür. Dinin tesbit
ettiği bu çeşit müeyyide ve tahdîdler İslâm'a girene va'dedilen emniyet ve
garantiye aykırı değildir.[84]
ـ2ـ وعن
عبيداللّه
بِنْ عدى بن
الخيار، قال
]بينا رسُولُ
اللّهِ #
جَالسٌ إذ
جاءَهُ رجلٌ فَسَارَّهُ
فلم ندرِ ما
سارّه حتى
جهَرَ رسولُ
اللّهِ # فإذا
هو يستَأذنُه
في قتلِ رجلٍ
من
المنافقينَ.
فقال: أليس
يشهدُ أن إلهَ إّ
اللّهُ وأنّ
محمداً رسولُ
اللّه؟ قال
بلى، و شهادةَ
له. قال أليس يُصَلِّى؟
قال بلى و صةَ
لهُ. قال:
أولئك الذينَ
نهانى اللّهُ
عن قتلِهِمْ[
أخرجه مالك .
2. (38)- Ubeydullah İbnu Adiy İbnu'l-Hıyâr (radıyallahu anh)
anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ashabıyla otururken bir adam
gelerek gizlice bir şeyler fısıldadı. Ne gibi bir sır tevdi etmişti
bilmiyorduk. Nihayet Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) onu açıkladı.
Meğerse o zat, münafıklardan birini öldürmek için izin istiyormuş. Adama:
"Peki o Allah'tan başka
ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın elçisi bulunduğuna şehadet etmiyor
mu?" diye sordu. Adam:
"Hayır o şehâdeti ikrâr
etmiyor" dedi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Namaz kılıyor mu?"
diye sordu. Adam:
"Hayır namaz da
kılmıyor" deyince, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Allah'ın öldürmekten
beni men ettiği kimseler işte böyleleri" buyurdu"[85]
AÇIKLAMA:
Şârihlerin açıkladığına göre, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu kimse hakkında söylenenleri öldürülmesi
için yeterli bulmamıştır. "Muhammed arkadaşlarını öldürüyor"
dedirtmemek ve böylece "İnsanların kalbinde İslâm'a karşı hâsıl olabilecek
nefrete meydan vermemek için" böylesi münafık zanlılarını öldürmekten Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) yasaklamıştır.
Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) "Bu münafıktır müsade et öldürelim" şeklinde gelen mükerrer
teklifleri hep aynı şekilde cevaplıyacaktır:
"Hayır, ben
"Muhammed arkadaşlarını öldürtüyor"
dedirtmem."[86]
ـ3ـ وعن
طارق ا‘شجعى
رضى اللّه
عنهُ قال:
رسولُ اللّهِ
#: ]مَنْ قالَ َ
إلَهَ إّ اللّهُ،
وكَفَرَ بمَا
يُعْبَدُ من
دونِ اللّهِ
حرَّم اللّهُ
تعالى مالَهُ
ودمَهُ،
وحسابُهُ على
اللّهِ
تعالى[.
أخرجهُ مسلم.وفي
أخرى له: مَن
وحَّدَ اللّهَ،
وذكر مثله .
3. (39)- Târik el-Eşca'î
(radıyallahu anh) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini
haber verdi:
"Kim Lailâhe illallah der ve Allah'tan başka mâbudları
reddederse, Allah onun malını ve kanını haram kılar. (Samimî olup olmadığı)
meselesi Allah'a aittir."
Yine Müslim'in bir başka rivayeti
"Kim Allah'ı birlerse" diye başlar ve yukarıdaki şekilde devam
eder.[87]
AÇIKLAMA:
Beşerî münâsebetlerde son derece
mühim bir husus, mü'minin mü'mine karşı alacağı tavırdır. Önce kim mü'mindir,
kim değildir, bunun bilinmesi ehemmiyet taşır. Sonra mü'minin, mü'min yanındaki
hürmetinin ve hukukunun bilinmesi, bu hukuk hangi hallerde kaybolur? bu hukuka
riayet etmeme suçunun azameti vs. bilinmesi gereken bir kısım meseleler var.
Ayrıca, buraya kadar Kitabu'l-İman'a giren rivayetlerden kaydettiğimiz pekçok
hadiste bu meseleye temas edildiğini gördük. Öte yandan memleketimizin yakın
tarihte yaşadığı ve hâlâ yaşamaya belli bir ölçüde devam ettiğimiz fitne
şartlarında mü'minler arasındaki münâsebetlerin dinî ölçülerle tartışılmasının
ehemmiyetini daha yakından gördük ve görmekteyiz.
Bu sebeple, bu mevzu üzerine,
Sulh Çizgisi adlı bir kitabımızda etraflıca yapmış bulunduğumuz bir tahlili
aynen kaydedeceğiz:[88]
"Birbirleriyle münasebette
çeşitli dinî hizmet gruplarına mensup olanların düştüğü en mühim hata,
birbirlerine tevcîh ettikleri yersiz tenkidler olduğu gibi, aralarındaki
soğukluk ve husumeti artıran en mühim âmil de bu çeşit ithamlardır. Dinimiz, kime
kâfir kime münâfık dendiğini, denebileceğini sarahatle belirtmiştir. Dinin
herhangi bir hükmünü reddetmeyen kimse kelime-i şehâdeti ikrar ettiği müddetçe,
farzları yerine getirmese de, diğer bir kısım günahlara banmış olsa da hiç
kimsenin onu, din nâmına tekfire hakkı yoktur.
Akâid âlimleri: "Bir kimse
kalbiyle inanmasa bile, diliyle imanı ikrar ettikten sonra kendisine Müslüman
muâmelesi yapılacağını" ittifakla söylerler. Fetevâyı Bezzâziye'de
"Muhammedu'r-Resûlullah" diyenin, "Âmentu bimâ âmene'r-Resûl
[Resul (aleyhissalâtu vesselâm)'ün inandığına inandım] diyenin ve hattâ
"Allahu vâhidun (Allah birdir)" diyen kâfirin bile Müslüman
addedileceği, bir kimse birisi için Cami-i Kebîr'de namaz kılarken gördüm dese,
bir başkası da: "mescidde onun namaz kıldığını" te'yid etse onun
Müslüman addedileceği te'yid edilir.
Ehemmiyetine binâen, Hz.
Peygmaber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hadislerinde bu meseleye tekrâr tekrâr
yer verildiğini görürüz: Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)'e göre kelime-i
şehâdet getiren herkesi Müslüman bilmek ve onlara Müslüman muâmelesi yapmak
zorundayız. Nitekim şöyle buyurur. "Ben insanlarla, onlar lâilâhe
illâllâh (Allah'tan başka tanrı yoktur) deyinceye kadar mücâdele etmekle
emredildim, kim lâilâhe illâllâh derse, o, benden malını ve canını emin
kılmıştır (bunu söyledikten sonra ben onun samimî olup olmadığını araştırmam).
Gerçek hükmü ve hesâbı Allah'a kalmıştır."
Bu hususla ilgili olarak, Hz.
Üsâme'nin hâdisesi meşhurdur. İbnu Hişâm'ın rivayetine göre, bir mukâtele
sırasında Hz. Üsame (radıyallahu anh), hasmı ile vuruşurken, galebe çalacağı
sırada vuruştuğu müşrik, kelime-i şehâdet getirerek tevhidi ikrâr eder. Fakat
Hz. Üsâme (radıyallahu anh), onun, bu ikrârı, ölümden kurtulmak için yaptığına
hükmederek, hasmını öldürmekte tereddüd etmez. Medine'ye dönüşte durum
Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)'e anlatılınca, hâdiseye ziyâdesiyle
üzülüyor ve Üsâme'yi şiddetle azarlıyor:
"Ey Üsâme, lâilâhe
illâllâh diyen bir kimseyi niye öldürdün?" Hz. Üsâme (radıyallahu
anh), kendisini şöyle müdâfaa ediyor:
"Ey Allah'ın Resûlü, o, bunu
ölümden kurtulmak için söyledi." Bu cevap üzerine Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)
"Kelime-i tevhîdi
getireni niye öldürdün ey Üsâme" diye o kadar çok tekrâr ediyor ki,
Hz. Üsâme (radıyallahu anh) üzüntüsünün büyüklüğünden: "Keşke o güne kadar
İslâmiyet'e girmemiş olsaydım da böyle bir cinâyeti işlemekten uzak
kalsaydım" temennisinde bulunur.
Müslim'in rivayetinde Resûl-i
Ekrem (radıyallahu anh) Hz. Üsâme'yi şöyle azarlıyor:
"Onun bu ikrârda samimî olup
olmadığını öğrenmek için kalbini yardın mı?"
Ebu Dâvud'un rivayetinde buna
şunu da ilâve ediyor: "Kıyâmet günü lâilâhe illallah diyen bir kimseyi
öldürmenin hesâbını nasıl vereceksin?"
Ashâbtan Sâ'd (radıyallahu
anh)'ın "Üsâme öldürmedikçe, ben bir Müslümanı öldürmem" sözü, bu
hâdisenin hem Üsâme (radıyallahu anh), hem de diğer sahâbîler (radıyallahu anh)
üzerindeki te'sîrini gösterir.
Bu manayı te'yid eden daha
enteresan bir rivayet Mikdâd İbnu'l-Esved'den gelmektedir. Der ki: "Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'a:
"Bir kâfirle karşılaşsam,
onunla mukâtele etsem, vuruşma sırasında kolumun birini kılıcıyla kesip atsa,
arkadan da mağlub düşse ve benden aman dileyerek "Müslüman oldum"
dese, ey Allah'ın Resûlü ben onu öldüreyim mi? dedim.
"Hayır, öldürme"
dedi. Ben tekrâr:
"İyi ama ey Allah'ın Resûlü,
o benim bir kolumu kestikten sonra bu ikrârda bulundu" dedim. Cevâben:
"Hayır öldüremezsin, eğer
öldürecek olursan o, sen onu öldürmezden önceki senin durumuna geçer, sen de,
onun kelime-i şehâdeti söylemeden önceki durumuna geçersin (kâfir
olursun)" cevabını verdi.
Kelime-i tevhid ve kelime-i
şehâdeti ikrâr etmenin, Müslüman vicdânda hâsıl etmesi gereken hürmetle ilgili
bir başka misâle göre, böylelerine münâfık demek de kesinlikle yasaktır. Başta
Buhârî olmak üzere siyer ve hadis kitaplarında geldiğine göre, bir sohbet
sırasında (Müslümanlara çokça eziyet vermiş olan) Mâlik İbnu Duhayşin'in adı
geçer. Ashâb'tan biri:
"O, bir münafıktır, Allah ve
Resûlünü sevmez" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
söze karışarak:
"Böyle söyleme, görmüyor
musun, lâ ilâhe illallah dedi ve bununla da Allah'ın rızasını taleb
etmektedir" buyurur. Öbürü tekrâr:
"Fakat biz onu daha ziyâde
münâfıklara dönük ve onlara hayırhâh görüyoruz" derse de Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Allah'ın rızasını
kazanmak arzusuyla lâilâhe illallah diyeni Cenâb-ı Hakk ateşe haram
kılmıştır" cevâbını verir.
Bu konunun ehemmiyetine binâen
Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)'den bir başka misâl daha vereceğiz. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bir gün taşradan gelen zekât malını, İslâm hesabına
kalbleri kazanılması icâb eden dört kişi arasında pay eder. Bu dağıtımından
hisse alamayanlardan bâzıları memnuniyetsizliklerini izhâr ederler. Bunlardan
bir tanesi haddi de aşarak:
"Yâ Resûlallâh
Allâh"tan kork, âdil ol!" der.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu ifade karşısında ziyâdesiyle
gazaba geliyorsa da:
"Yazık sana, yeryüzünde
Allah'tan en çok korkan benden başka kim var?" demekle yetiniyor.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın üzüldüğünü gören Hâlid İbnu Velîd
(radıyallahu anh), (veya Hz. Ömer) yanaşarak:
"Ya Resûlallah müsâade buyur
kellesini uçurayım" der. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Hayır, belki o namaz
kılacak (ve böylece Allah onu affedecek)" buyurur. Hz. Hâlid
(radıyallahu anh):
"Diliyle söylediği
kalbindekine hiç uymayan ne kadar çok namaz kılan var" karşılığında
bulunur. Hz. Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu söz üzerine Hz. Hâlid
(radıyallahu anh)'a verdiği cevap, şu âna kadar mevzubahs ettiğimiz bölücülük
illetine en nâfi bir reçete olarak altın harflerle yazılmaya değer:
"Ben insanların
kalplerini araştırmak, karınlarını yarmakla emredilmedim."
Bu hadislerin ışığı altında,
herhangi bir Müslümanın tenkidi yapılırken: "Onun kıldığı namaza bakma,
riyâdan ibâret", "O, elâlemi aldatmak için hacıdır" gibi
sözlerin dînen ne büyük ölçüsüzlük ve cinâyet olduğu anlaşılır.
Kur'ân-ı Kerîm'in nassına göre,
değil namaz kılıp oruç tutan, İslâm âdâbına uygun selâm veren bir kimseyi bile
Müslüman kabul edip öyle muâmele etmek gerekmektedir:
"Ey iman edenler, Allah
yolunda harbe çıktığınız zaman (meselelerin) tam açıklanmasını bekleyin. Size
(Müslümanca) selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatlerini arayarak:
"Sen mü'min değilsin" demeyin." (Nisa: 4/94).
Ayetin sebeb-i nüzulü, konumuz
yönünden oldukca enteresan: Kaynaklarımızın -bizim için pek mühim olmayan-
farklı rivayetlerine göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından
belli bir vazîfenin ifâsı için yollanan askerî bir birlik -veya seferde olan
bir Müslüman grup- Batn-ı İdam denilen meskûn mahalle varınca, bütün halk
önlerinden kaçıyor, sâdece bir zengin (veya çoban) mallarının başında kalarak
Müslümanlara yaklaşıp "İslâmca" selâm veriyor. Fakat Muhallem İbnu
Gassam onu öldürerek mallarına el koyuyor. Sefer dönüşü, hâdise, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e rapor edilince, yukarıdaki âyet nâzil oluyor. Hadis
ve siyer kitaplarında gelen sarâhate göre hâdisenin fâili kısa bir müddet sonra
ölüyor. Cenâzesi toprağa verilince yerin cesedini kabul etmediği, üç sefer
gömüldüğü hâlde her defasında dışarı atıldığı belirtilir. Durum Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e haber verilince: "Arz, aslında bundan daha
şerîrlerini de kabul eder. Fakat Allah size, "lâilâhe illâllâh"
cümlesine hürmetin ehemmiyetini göstermek istedi" der.
Yukarıda zikredilen âyetin harp
gibi en kritik bir anda dahi "İslâmca selâm" verene Müslüman
muâmelesi yapılmasını emretmesi karşısında, Müslüman olduğunu her şeyiyle ilân
eden, hatta İslâm'a hizmeti kendine şiar edinen kimseleri, mensub olduğu
partisi veya intisâb ettiği grubu ayrıdır diye kırıcı sözlerle ithâm etmenin,
İslâmî ölçülere ne derece uygun düştüğünü okuyucu takdir etsin.
Bu söylenenlerle ilgili olarak,
şunu da belirtelim ki, İslâm inancında, bir kimseyi tekfir etmek son derece
tehlikeli, son derece büyük vebâli olan bir davranıştır. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurur: "Kim kardeşine kâfir derse,
ikisinden biri mutlaka kâfir olmuştur. Eğer itham edilen kâfir değilse, küfür,
ithâm edene döner." Bu hadiste dile getirilen tehdîdin ciddiyetini
belirtmek için şunu kaydedelim ki, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat dışında kalan sapık
mezheplerden Hâricîler'in tekfîr edilip edilemiyeceği münâkaşasında bâzıları,
bir Müslümanı tekfir etmenin mesûliyetinin büyüklüğünü göz önüne alarak,
ortadaki mübhemiyet sebebiyle, müsbet veya menfî hiçbir şey söylememeyi tercih
ederken, tekfîr edilmeleri gerektiğine kaail olanlardan bir kısmı da
görüşlerine delil olarak yukarıdaki hadis-i şerifi zikretmişler ve: "Onlar
İslâm ümmetini tekfir ettiklerine göre kendileri kâfir olmuştur"
demişlerdir. Bu düşüncede olan Kadı İyaz eş-Şifâ'da aynen şunları söyler:
"Ümmeti, dalâlet ve bütün Ashâb'ı küfürle ithama müncer olan herhangi bir
söz sarfeden herkesin kesinlikle küfrüne hükmediyoruz."
Burada kaydı gereken bir başka
mühim hadis, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in İslâm ümmetinin 73
fırkaya ayrılıp bunlardan sâdece birinin fırka-ı nâciye (yâni kurtuluşa erecek
olan hak yoldaki fırka) olacağını haber verdiği rivayettir. Muhtelif vecihlerle
gelmiş olan hadisin bir vechinde, hidâyet üzere olup kurtuluşa erecek bu grubun
kimler olduğunu, dinleyenlerden bazıları sorunca şu cevap verilmiştir: "Onlar,
benim yolum üzerinde olanlar, ashâbım, Allah'ın dini üzerinde cidal ve
münâkaşaya girmeyenler ve herhangi bir günah sebebiyle tevhîd ehlinden birini
tekfir etmeyenlerdir."
Hülâsa, İslâm âlimlerinin,
ittifakla Muhammed ümmetinin dikkatlerini çektikleri bir husus, tekfir meselesi
olmuştur. Buradaki titizliği Hüccetü'l-İslâm İmâm-ı Gazâlî'nin şu sözleriyle
hülâsa edelim: "İmkân nisbetinde bir Müslümanı kâfirlikle ithâmdan
(tekfîrden) kaçınmak gerek... zira, tevhîd'i (Allah'ın bir olduğunu) ikrâr eden
musallî kimselerin kanını helâl addetmek hatâdır. Hatâen bir Müslümanın kanını
dökmektense hatâen bir kâfire hayat hakkı tanımak evlâdır."[89]
Zamanımızda etrafındaki
Müslümanları, bazı kusurları sebebiyle, tekfire kadar varan aşırı ithamlarla
karalayan kimselere sıkca rastlamaktayız. Bunlar arasındaki mevki ve mertebece
üstün olanlar, diploması ve hattâ te'lifi bulunanlar da görülür. İçtimâî
durumları icâbı kazandıkları itibâr ve saygı sebebiyle bu çeşit fikirleri alâka
ve hattâ taklide mazhar olduğu için onların bir hatâları derhâl binler,
yüzbinler ve hattâ milyonlara mal olmaktadır.
Bu kimselerin niyetlerini
münâkaşa edecek değiliz. Niyetleri Allah bilir. Tamamen hüsnüniyetle dine
hizmet maksadıyla hareket ettiklerini kabul etsek bile, tefrika ve
hizipleşmeleri artırdıkları, husumeti katılaştırdıkları için, netice itibâriyle
niyetlerine ters düşerek zararlı olduklarını, kaş yapmak isterken göz
çıkardıklarını söyleyebiliriz.
Böylelerinin hatası, dinî
bilgilerinin sığlığından ve sathîliğinden ileri gelmektedir. Muhâtaplarını
itham ederken dayandıkları delil sâbit ve katı olmakla beraber verdikleri hükme
delâletleri zannîdir ve yaptıkları kıyâs fâsiddir.
Söylediğimiz bu hususu açıklama
sadedinde, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in küfre nisbet ettiği bazı
fiilleri işleyenler hakkında âlimlerin yaptığı değerlendirmeleri ve sundukları
îzahları zikredebiliriz:
Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bir hadislerinde: "Zina yapan bir kimse, zinâ yaptığı esnâda,
mü'min olarak zina yapmaz. Şarap içen kimse de, içme ânında, mü'min olarak
şarap içmez. Hırsız da, hırsızlık esnâsında, mü'min olarak hırsızlık
yapmaz" buyurur.
Bir diğer hadiste: "Babalarınızdan
yüz çevirmeyin. Kim yüz çevire(rek başkasına, bile bile baba diye)cek olursa bu
davranışı küfürdür" buyurur.
Bir diğer hadiste: "Sizden
biri kendisi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe iman etmiş olmaz"
buyurur.
Bir diğer hadiste: "Sünnetimden
yüz çeviren bizden değildir" buyurur, vs.
Misâller çoktur. Âlimlerimizin
açıklamasına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu çeşit ifâdelerinde
mutlak mânada imanın yokluğunu murat etmemiştir, kâmil mânada imanın yokluğunu
murad etmiştir. Sözgelimi, içki içen kimse imânını kaybetmemiştir, fakat kemâl
mertebedeki imandan mahrumdur. Kendisi için istediğini kardeşi için istemeyen
kıskanç ve bencil kişi de böyle, mutlak mânada gayr-ı mü'min (yâni kâfir) demek
değildir, belki kâmil bir iman sâhibi değildir demektir. Keza babasını inkâr
edip, bir başkasına baba diye iddiaya kalkan kimse de kâfir değildir. Nitekim
bu hadisi dilimize çevirirken merhum Kâmil Miras, belirtmeye çalıştığımız
inceliği tebârüz ettirecek bir şekilde: "Küfrân-ı nimet etmiştir"
der.
Hülâsa bu çeşit hadisler:
"Tam ve mükemmel bir imana sâhip olan kişi, zina yapmaz... içki içmez...
hırsızlıkta bulunmaz... babasını inkâr etmez... başkası hakkında dâima hayırhâh
olur... sünnete uyar..." demek istemekte, bu fiillerin imanı zedeleyip
derecesini düşüreceğine Müslümanın dikkatini çekmektedir.
Bazı âlimler de bu ifâde
şeklinden maksadın, bu günahların büyüklüğüne dikkat çekmek, bunlardan şiddet
ve büyük bir tehdîd yoluyla menetmek olduğunu söylemişlerdir ki, bizim için her
iki izâh da yerindedir ve doğrudur.
Yeri gelmişken Müslümanların,
yukarıdaki anlattığımız sığlık ve sathîlik sebebiyle en ziyade hataya
düştükleri bir başka grup hadislere de dikkat çekmek istiyoruz. Bunlar
münafıklığın alâmetleriyle ilgili hadislerdir. Bunlar vâizlerce sıkca tekrar
edildiği için herkesce bilinen ve herkesce yanlış hükümlere mesned edilen
hadislerdir:
Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) şöyle buyurur: "Üç vasıf vardır ki bunlar kimde bulunursa o
kimse hâlis münâfıktır. Bunlardan biri kimde bulunursa, onda, bunu terkedinceye
kadar münâfıklığa has olan bir haslet mevcut demektir: "Kendine itimâd
edilince ihânet eder, konuşunca yalan söyler, söz verince sözünü tutmaz."
Bir başka rivayette de: "İmanın
delili Ensâr sevgisidir, nifâkın (münafıklığın) alâmeti de Ensâra
buğzetmektir." "Ensârı ancak mü'min olan sever, münâfık olan
buğzeder. Onları seveni Allah sever, Onlara buğzedene Allah buğzeder"
der.
Bu hadislere dayanarak, hadiste
söz konusu edilen sıfatlardan birini herhangi bir Müslümanda görünce, onu,
"diliyle mü'min, ameliyle Müslüman görünmekle berâber kalbiyle Allah'ın
varlığı ve birliğine inanmayan, Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'in
peygamberliğini reddeden ve Allah nazarında kâfirden de beter olduğuna
inanılan" gerçek mânada "münâfık"lıkla itham etmek, gerçekten
din nâmına işlenen bir cinâyet, affı zor bir hatadır; içinde yüzülen katmerli
bir cehâletin tezâhürüdür.
Dikkatle bakılınca görülür ki,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde, bir kısım huyların
Müslümana asla yakışmadığını, İslâm'ın şiddetle reddettiğini ifade etmektedir.
Hadiste yer alan "Kimde bunlardan biri varsa onu terkedinceye kadar
kendinde münâfıklığa has bir haslet vardır" meâlindeki cümle
söylediğimiz husûsu te'yid eder. Nitekim Nevevî, "Kim cihad etmeksizin ve
içinden cihâd etme hususunda bir arzu da geçirmeksizin ölürse nifâktan bir şube
üzerine ölmüştür" hadisini açıklarken aynen şunları söyler: "Hadisten
murad şudur: Kim böyle yaparsa, bu vasıfta (uydurma bahanelerle evde kalıp)
cihada katılmayan münâfıklara benzemiş olur. Zira cihâdı terk, nifâkın
şubelerinden biridir" der.
Öyle ise, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) bu hadisleriyle mezkûr sıfatlardan birini kimde
görürseniz onu, münâfıklıkla itham edin, münâfıklara yapılması gereken
muâmeleyi yapın, herçeşit selâm ve teması kesin, demek istemiyor. Aksine
"beşerî münâsebetlerinizde bu sıfatlara yer vermeyin, kim kendisinde bu
huylardan, bu hasletlerden birini görür veya hissederse çabuk ondan kurtulmaya
çalışsın, nefsinde bir mü'mine yaraşmayan, ancak münâfıklara yaraşan sıfatlara
yer vermesin" demek istemektedir.
Bir başka ifadeyle, bu
hadislerden anlıyoruz ki, insanda bulunması muhtemel sıfatların bir kısmı
güzeldir, hoştur, diğer bir kısmı çirkindir, kötüdür. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) Müslüman ve mü'min kişiyi iyi sıfatların kazanılmasına
teşvik ederken, kötü sıfatlardan da men etmiştir. Arzu edileni ve ideal olanı
mü'minde hiçbir kötü sıfatın bulunmaması, hep iyi sıfatların, güzel huyların
yâni "Müslüman olan" vasıfların bulunmasıdır.
Ancak fiiliyatta durum öyle
değil. Kâfir ve münâfıkta, iyi ve hoş olan "Müslüman sıfatlar"
bulunduğu gibi mü'minde de iyi ve hoş olmayan "kâfir ve münâfık
sıfatlar" bulunabilmektedir. Nasıl ki, Allah'ın varlığını ve Hz. Muhammed
(aleyhissalâtu vesselâm)'in peygamberliğini dili ile söyleyip kalbi ile de
tasdîk etmeyen bir kimse ne kadar iyi huylar, güzel ahlâklar, "Müslüman
sıfatlar" taşısa dahi biz ona yine de, -kendisinde bulunan bu Müslüman
sıfatlara bakarak- "müslüman" diyemiyorsak, kelime-i şehâdeti ikrar
eden bir Müslümana da kendisinde bulunan gayr-ı müslim bir vasfı, kâfir bir
ahlâkı sebebiyle kâfir damgasını vuramayız. Ondan tekfirini gerektiren söz ve fiillerin
sudûru başka meseledir.
Meselâ, en mühim İslâmî
sıfatlardan biri, cömertliktir. Herhangi bir menfaat beklemeksizin başkalarının
faydalanmaları için yapılacak bağışlar, sadakalar, iyilikler dinimizde çok
övülmüş ve bunlara teşvik de edilmiştir. Fakat bir kâfir, yeryüzünü dolduracak
kadar bağış ve sadakada da bulunsa biz ona yine Müslüman nazarıyla bakamayız.
Zira Kur'ân-ı Kerîm şöyle buyurmaktadır:
"Hakikat, küfrededenler
ve kendileri kâfir olarak ölenler (yok mu?) onlardan hiçbirinin (bilfarz)
yeryüzünü dolduracak miktarda altını dahi -onu fedâ etse- kat'iyyen makbul
olmaz. İşte onlar; pek acıklı bir azap onların (hakkı)dır. Kendilerinin hiçbir
yardımcıları da yoktur." (Âl-i İmrân: 3/91).
Bu âyet, kâfirde bulunan
cömertlik gibi "Müslüman bir sıfat"ın hükmünü belirtmektedir. Aynı
hükmü diğer güzel sıfatlara da teşmil etmemize bir mâni yoktur. Nitekim bir
başka âyette: "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa ondan (bu dîn) kabul
olunmaz ve o, âhirette de en büyük zarara uğrayanlardandır" (Âl-i
İmrân: 3/85) denmektedir.
Müslümanda bulunan gayr-i müslim
sıfatların -ki hadislerde bunlar küfür ve nifaka nisbet edilmişlerdir- hükmünü
anlamada Ebû Zer hazretlerinden (radıyallahu anh) gelen şu rivayete bakalım:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e gelmiştim, uyuyordu. Uyanınca yanına oturdum. (konuşmamız)
sırasında:
"Lâilâhe illallah deyip
sonra da bu söz üzerine ölen her kul cennete gider" buyurdu.
(Hayretle) sordum:
"Zina etse ve hırsızlık
yapsa da mı?" Cevâben:
"Evet, zina etse ve
hırsızlık yapsa da!" dedi. (Ben hayretimi yenemiyerek yine) sordum:
"Zina etse de hırsızlık
yapsa da mı girer?" Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yine:
"(Evet) Zinâ etse de
hırsızlık yapsa da" cevabını verdi. Bu sözünü üç defa tekrar etmişti.
Dördüncü seferde: Yine,
"Evet, Ebû Zerr'in burnu
toprakla sürtülmesine rağmen zina etse de hırsızlık yapsa da (o kul cennete
girecektir) buyurdu..."
Halbuki az yukarıda bu iki
sıfatın bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından küfre nisbet
edildiğini görmüştük.
Demek oluyor ki tek bir hadis
veya tek bir âyete bakıp hüküm yürütmek bizi hataya sürüklemektedir.
Âyet-i kerîmede günahlar
konusunda: "Allah (celle celâluhu) kendisine şirk koşulmasını
bağışlamaz, onun dışında kalan günahları dilediği kimseden affeder"
(Nisa: 4/48) buyurmaktadır.
İslâmî ölçü bu. Allah'a ve
âhirete inanan kişi bu ölçülerin dışına çıkmaz. Bunların yerine kendisinin veya
diğer eşhâsın hevâsından gelen karanlıklı, nursuz ölçüleri koymaz.
Yine Müslüman kişi bilir ki, tek bir hadis veya tek bir
âyete bakarak hüküm yürütülmez. Bu davranış çoğu kere hataya sevkeder. Âyet ve
hadislerin nâsih ve mensuhları, mücmel ve âm olanları vardır. Bunları tefrik ve
te'lif işi âlimlerin vazifesidir. Mü'mine düşen âlimlerin yolunu tâkip
etmektir. Bu davranış tarzı, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat'in yolu, İslâm ümmetinin
cadde-i kübrasıdır.[90]
ـ1ـ عن
عبادة بن
الصامت رضى
اللّه عنهُ.
قال ]كُنّا
مَعَ رسُولِ
اللّهِ # في
مجلسٍ فقال:
أَ تبايعونِى
عَلى أنْ
تُشرِكُوا
باللّهِ شيئاً،
وََ
تَسْرِقُوا،
وََ
تَزْنُوا، وَ
تَقْتُلُوا
النفسَ التى
حرَّمَ
اللّهُ إّ
بالحقِّ[.وفي
أخرَى ]وََ
تَقتُلوا
أودكمْ، وَ
تأتُوا بِبُهْتَانٍ
تَفترونهُ
بينَ أيديكمْ
وَأرْجُلِكُمْ،
وَ تَعصونِى
في معروفٍ،
فمنْ وفَّى
منكم فأجرُهُ
علَى اللّهِ،
ومنْ أصابَ من
ذلكَ شيئاً
فسترَهُ
اللّهُ
عَلَيْهِ
فأمْرُهُ إلى اللّهِ
تعالى، إنْ
شاءَ عفَا
عَنهُ وإنْ
شاءَ
عَذَّبَهُ،
فبايعناهُ
على ذلكَ[
أخرجه الخمسة
إ أبا
داود.وزاد
النسائى في
أخرى بعد قوله:
فأجرهُ على
اللّهِ تعالى
] وَمَنْ
أصابَ منْ ذلكَ
شيئاً فأخِذَ
به في الدنيَا
فهُوَ كفارةٌ
لهُ
وطهورٌ[.وفي
أخرى للثثة
والنسائى ]بَايَعْتُ
رسُولَ
اللّهِ # عَلى
السَّمْعِ وَالطاعةِ
في العسرِ
واليُسْرِ،
والمَنْشَطِ
وَالمكْرَهِ،
وَعلَى
أثَرَةٍ
علَيْنَا، وعَلى
أن
ننازعَ ا‘مرَ
أهلَهُ،
وعَلى أن
نقولَ
بالحقِّ
أينما كنَّا نخَافُ
في اللّهِ
لومة ئمٍ[.وفي
أخرى ]أنْ تنازعَ
ا‘مرَ أهله إّ
أن تَرَوْا
كفراً
بَواحاً
عندكمْ فيهِ
من اللّهِ تعالى
برهان[
»والبواحُ«
الظاهرُ
الذى يحتملُ
التأويلَ.
1. (40)- Ubadetu'bnu's-Sâmit (radıyallahu anh) anlatıyor:
Biz, bir seferinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le aynı cemaatte
beraber oturuyorduk ki: "Allah'a hiçbir şey ortak koşmamak, hırsızlık
yapmamak, zina fazîhasını işlememek, Allah'ın haram ettiği cana meşrû bir sebep
olmaksızın kıymamak şartları üzerine bana biat edin" buyurdu.
Bir diğer rivayette "...Çocuklarınızı
öldürmemek, halde ve istikbalde iftirada bulunmamak, meşru dairedeki emirlerde
-ne bana ne de vazifelilere- isyan etmemek üzere biat edin. Kim vereceği bu
sözlere sâdık kalır, ahdine vefa gösterirse karşılığını Allah'tan alacaktır.
Kim de bu yasaklardan birini işleyecek olursa artık işi Allah'a kalmıştır,
dilerse affeder, dilerse azab verir, cezalandırır" buyurdu. Biz de bu
şartlarla biat ettik."
Nesâî, bir başka rivayette "...karşılığını
Allah'tan alacaktır" ifadesinden sonra şu ziyadeyi kaydeder: "Kim
bunlardan birini işler, sonra da dünyada cezalandırılırsa, çektiği bu ceza onun
için kefaret ve o günahtan temizlenme olur."
Buhârî, Müslim, Muvatta ve
Nesâî'de gelen bir diğer rivayette şu ifade mevcuttur: "Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e zor durumlarda olsun, kolay durumlarda olsun, hoş
şartlarda olsun nâhoş şartlarda olsun, aleyhimize kayırmaların yapılıp,
hakkımızın çiğnendiği hallerde olsun itaat etmek, idareyi elinde tutanlara
karşı iktidar kavgası yapmamak, nerede olursak olalım hakkı söylemek, Allah'ın
emrini yerine getirmede kınayanların kınamalarından korkmamak üzere biat
ettim."
Bir başka rivayette şu ifadeye
rastlanmaktadır: "..İktidar sahibine karşı onda, Allah'ın kitabında gelmiş
bulunan bir delil sebebiyle te'vil götürmeyen açık bir küfür görülmedikçe
iktidar kavgası yapmamak..."[91]
AÇIKLAMALAR:
1- Türkçemizde biat diye
bilinen kelimenin Arapça aslı bey'at'dır. Aslında herhangi bir satış akdinin el
sıkışması ile tamamlanmasına denir.
Siyasî mâhiyette imamla teba'a
arasında cereyan eden itaat anlaşması da ticarete benzetildiği için bey'at
adını almıştır ki buna mübâya'a denir. Taraflardan biri olan Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) sevab vaadetmiş, öbür taraf da itaat sözünde
bulunmuştur.
Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'la Müslümanlar arasında ilk defa Birinci Akabe Bey'atı olmuş, sonra
İkinci Akabe Bey'atı olmuştur. Hudeybiye'de bir ağaç altında cereyan eden ve
1500 kadar Müslümanla yaptığı Bey'atu'r-Rıdvân da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in cemaatle yaptığı belli başlı bey'âtlardır. Bunlardan başka,
hicreti müteakip Medineli kadınlarla yaptığı bey'at de belirtilmesi gereken
toplu bey'atlerden biridir. Ayrıca pekçok ferdlerle de münferid bey'at
akitlerini yapan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bazan çocuklarla da
bey'at yaptığı olmuştur.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e Akabe'de yapılan biat'de Ensar şöyle demişti: "Ey Resûlullah!
Diyarımıza gelinceye kadar senin hak ve hürmetinde mesul değiliz. Bize gelirsen
hak ve hürmetin üzerimize vâcib olur. Kendimizi, çocuklarımızı, kadınlarımızı
her neden korursak seni de ondan koruruz." Yukarıda metni
Ubâdetu'bnu's-Sâmit'in rivayeti olarak kaydedilen bey'at de Akabe'de
akdedilmiştir ve bu Bey'atu'n-Nisâ diye meşhurdur. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) bu bey'atle, İslâm'ın ana
meselelerinin tatbikatını ve kendisine itaati garanti altına almıştır. Bu akdi,
İslâm devletinin ortaya çıkmasında atılmış ilk ciddî adım, ilk temel olarak
görebiliriz."[92]
2- Hadiste geçen, izaha
muhtaç bir husus, işlenen cinâyetlerin cezası dünyada çekildiği takdirde,
âhirette bu suçtan muâheze edilip edilmiyeceği meselesidir. Yukarıdaki hadiste,
dünyevî cezanın kişiyi temizliyeceği açık bir dille ifade edilmiş olmasına
rağmen, başka hadislerde beyan edilen tereddüd sebebiyle, âlimler hududun
kefaret olup olmayacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ancak, çoğunluk,
yukarıda kaydedilen hadisin sıhhatçe üstünlüğünden hareketle, irtidad sebebiyle
tatbik edilen ölüm cezası dışındaki had cezâlarının kefaret sayılacağı görüşünü
benimsemiştir. Mürtedin haddi hariç tutulmuştur, çünkü yukarıdaki hadiste muhatap mü'minlerdir. Halbuki, mürted
İslâm'dan çıkmakla mü'minlik vasfını kaybetmiş ve dolayısıyla mü'mine vâdedilen
"kefaret" lütfunun dışında bırakılmıştır.
3- Temâs etmemiz gereken
bir diğer husûs, her çeşit şarta, hakkımızın çiğnenmesine rağmen idarecilerle
mücadelenin yasaklanması, sabretmenin emredilmiş olmasıdır. Âlimler, bunu,
"daha büyük zararı önlemek için" diye izah ederler. Maamafih
"Fitneye meydan vermeden bertaraf edilebilecekse zâlim sultana karşı konabilir"
diyen âlim de mevcuttur.[93]
ـ2ـ وعن
عوفِ بن مالكٍ
ا‘شجعى رضى
اللّهُ عنهُ قال:
] كُنّا عندَ
النبى # تسعةٌ
أو ثمَانيةٌ
أو سبعةٌ،
فقالَ أَ
تبايِعُونَ
رسُولَ
اللّهِ # فبسطنَا
أيديَنَا
وقلنَا: عَمَ
نبايعُكَ يا رسُولَ
اللّهِ؟ قال:
علَى أنْ
تعبُدُوا
اللّهَ تعالى
وََ تُشْرِكُوا
بِهِ شيئاً،
وتُصَلُّوا
الصَّلَوَاتِ
الخَمسَ،
وتسمَعُوا
وتُطيعوا،
وأسرَّ كلمةً
خفيةً. قال: وَ
تسألُوا
الناسَ شيئاً.
قال: فلقد
رأيت بعضَ
أولئك النفرِ
يسقطُ سوطُ أحدهمْ
فما يسألُ
أحداً
يناولهُ
إيّاهُ[ أخرجه
مسلم وأبو
داود
والنسائى .
2. (41)- Avf İbnu Mâlik
el-Eşca'î (radıyallahu anh) anlatıyor: "Biz Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in huzurunda 7 veya 8 veyahut da 9 kişiydik.
"Allah Resulü'ne biat
etmiyor musunuz?" dedi. Ellerimizi uzatarak:
"Hangi şartlara uymak üzere
biat edeceğiz ey Allah'ın Resûlü?" dedik. Şu cevabı verdi:
"Allah'a ibadet etmek ve
O'na hiçbir şeyi ortak koşmamak, beş vakit namazı kılmak (verilen emirlere)
kulak verip itaat etmek" -ve bu sırada gizli bir kelime fısıldayarak
devamla- "Halktan hiçbir şey istemeyin" buyurdu. Avf İbnu
Malik ilâveten der ki, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i benimle
dinleyen o cemaatten öylelerini biliyorum ki, bineğinin üzerinde iken kazara
kamçısı düşse kimseye "Şunu bana verir misin?" diye talebde bulunmaz
(iner kendisi alır)dı."[94]
ـ3ـ وعن
ابن عمر رضى
اللّهُ
عنهُما قال:
]كُنّا إذا بايعنَا
رسولَ اللّهِ
# على السمعِ
والطاعةِ يقولُ
لنا: فيما
استطعتم[.
أخرجه الستة.
3. (42)- İbnu Ömer
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Biz Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e
kulak vermek ve itaat etmek şartıyla biat ederken "Gücünüzün yettiği
şeylerde" diyordu.[95]
ـ4ـ وعن
أُمَيْمَةَ
بنتُ رقيقة
رضى اللّه عنها
قالت: ]أتيتُ
رسولَ اللّهِ
# في نسوةٍ منَ
ا‘نْصَارِ
فقُلْنَا:
نُبَايِعُكَ
على أنْ
نُشْرِكَ
باللّهِ
شيئاً، و
نَسْرقَ، و
نزنَى، وَ
نقتلَ
أودَنَا، و
نأتىَ ببهْتَانٍ
نفتريهِ بينَ
أيدينَا
وأرجُلِنَا،
وَ َنَعصِيكَ
في معروفٍ،
فقالَ فيمَا
استطعتنَّ
واطقتنَّ.
فَقُلْنَا:
اللّهُ
ورسُولهُ أرحم
بنا منا
بأنفسنا،
هلمَّ نبايعك.
قال سفيان
رحمهُ اللّه
تعالى: تعنِى
صافحنا؟ فقال: أصافحُ
النساء إنما
قولى لمائةِ
امرأةٍ كقولى
مرأةٍ واحدةٍ[
أخرجه مالك
والترمذى
والنسائى .
4. (43)- Ümeyme bintu
Rukayka (radıyallahu anh) dedi ki: "Ensâr' dan bir grup kadınla Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e gelip kendisine: "Allah'a hiçbir şeyi
ortak koşmamak, çalmamak, zina etmemek, çocuklarımızı öldürmemek, halde ve
istikbalde iftira atmamak, sana meşrû emirlerinde isyan etmemek şartları
üzerine biat ediyoruz" dedik. Hemen ilâve etti:
"Gücünüzün yettiği ve
takatınızın kâfi geldiği şeylerde". Biz:
"Allah ve Resûlü bize karşı
bizden daha merhametlidir, haydi biat edelim" dedik.
Süfyan merhum der ki: Kadınlar,
biatı (erkekler gibi) musâfaha ederek yapmayı kastedmişlerdi. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Ben kadınlarla müsâfaha
etmem, benim yüz kadına toptan söylediğim söz her kadın için ayrı ayrı
söylenmiş yerine geçer" buyurdu.[96]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) gerek kadınlarla ve gerekse erkeklerle biat yaparken,
onlara, "gücünüz yeten hususlarda" kaydını koymuş, hatta bunu
söylemelerini telkin etmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu ümmete güç yetiremiyeceği
teklifte bulunmamıştır (Bakara: 2/286). Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
bu kaydı koyması, hanım sahâbeler üzerinde ikna edici tesir bırakmış olmalı ki
onlara: "Allah'ın Resûlü bize, kendimizden çok daha merhametli"
dedirtmiş ve bazı rivayetlerde görüldüğü üzere "Haydi ey Allah'ın Resûlü
elini uzat sana hemen biat edelim" diye acele ile biat kararını
vermelerine sebep olmuştur.
2- Yukarıdaki metinden de
anlaşıldığı üzere, kadınlar da erkekler gibi el sıkışarak biat etmek
istemişler, ancak Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) belki de ilk defa, bu
vesîle ile, İslâm'ın yeni bir âdabını teşrî buyurmuştur: Birbirlerine nikah
düşen kadın ve erkek el ele tutuşamaz.
Zürkânî, bu hadiseyi açıklayıcı
başka rivayetler sunar. Bunlardan birine göre "Kadınlar mubâya'a (biat)
sırasında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın elini, elbisesinin üstünden
tuttular."
Bir başka rivayette de:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) elinde bir sevb (giyecek parçası)
olmadıkça, bey'at sırasında kadınlarla müsâfaha etmezdi (tokalaşmazdı)"
der. Keza Buhârî'de Hz. Aişe'den gelen bir rivayette "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) kadınlarla "Ey Peygamber! mümine kadınlar,
Allah'a hiçbir ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmememk, çocuklarını
öldürmemek, başkasının çocuğunu sahiplenerek kocasına isnadda bulunmamak ve
ma'ruf olanı işlemekte sana karşı gelmemek şartıyla sana bey'at etmek üzere
geldikleri zaman, onları kabul et; onlara Allah'tan mağfiret dile..."
(Mümtahine: 60/12) mealindeki ayetle bey'at yapardı. O'nun eli, ailesine mensup
olanlar dışında hiçbir kadının eline değmedi" buyurulur.
Hülasa, bütün rivayetler,
bilittifak, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bey'at sırasında kadınların
ellerine çıplak olarak değmediğini ifade eder.[97]
İslâm'a göre imam (devlet reisi)
kimdir, şartları, vasıfları nelerdir, nasıl tayin edilir, hangi sebeplerle
azledilir?
İtaat nedir, sınırları nelerdir,
hangi sebeplerle itaat edilmez? vs.
Hergün konuşulan, münâkaşa edilen
sorular... meseleler.
Bu sorulara, ana kaynaklara
inerek bulduğumuz cevapları İslâm Işığında Anarşi adlı kitabımızda
neşretmiştik. Ehemmiyetine binaen burada iktibas ediyoruz.[98]
"Fitne ve fesadın
önlenmesinde adâletin tatbikatından sonra diğer mühim bir prensibin itaat
olduğunu söyleyebiliriz. Aslında itaat de adaletin bir parçasıdır. Zira itaat,
bir başka ifade ile kişinin haddini bilmesi, dinin gösterdiği çizgi üzerinde
kalmak sûretiyle Allah'a karşı ahd u mîsâkını ödemesidir. Aslında Müslüman olan
her ferd şuurla, zâhiren olmasa bile zımnen Allah'la bir akit yapmış, Allah'ın
emirlerine uymayı taahhüt etmiş demektir. Şu hâlde her mü'min, her Müslüman
kişi, bu taahhüdünü yerine getirmek sûretiyle Allah'a karşı borcunu ödeyip,
adâleti sağlamakla mükelleftir.
Kur'ân-ı Kerîm pek çok âyetiyle
bu itaat keyfiyetini te'yid eder. Dinin hakîki mânada tezâhürü mü'min kişiye
vâdedilen, dünyevî ve uhrevî nusret, zafer, mükâfat ve nimetler hep bu
"itaat" vazifesinin yerine getirilmesine bağlanmıştır. Dünyevî
saadet, içtimâî terakkî, ferdî kemâlât hepsi hepsi "itaat"
keyfiyetine bağlıdır. Allah'a hakîki mânada itaat etmeyen kimse, veya cemiyet
dinin vâdettiği ne dünyevî, ne de uhrevî mukâfatları beklemeye hak sâhibi
değildir:
"Kim Allah'a ve Resûlüne
itaat ederse Allah onu, altından ırmaklar akan cennetine koyar" (Nisa:
4/13).
"Kimler Allah'a ve
Resûl'e itaat ederlerse, Allah'ın kendilerine nimet verdiği kimselerle beraber
olur" (Nisa: 4/69).
"Kim Allah'a ve Resûlüne
itaat eder, Allah'tan korkar ve çekinirse işte onlar kurtuluşa erenler (üstün
gelenler)dir." (Nûr: 24/52).
"Allah'a ve O'nun
Resûlüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile za'fa düşersiniz,
rüzgarınız (kesilip) gider. Bir de sabr (ve sebat) edin (katlanın). Çünkü Allah
sabredenlerle beraberdir" (Enfal: 8/46). [99]
Burada dinin, itaat edilmesi
gerekli emirlerini saymaktan ziyade itaatin ehemmiyetini belirtmeye,
"itaat edin" emrini nazar-ı
dikkate vermeye çalışacağız.
İslâm dini itaat edilecek üç
makam gösterir: Allah, Allah'ın Resûlü ve ululemr. İlk ikisine itaati, yan yana
ve mükerrer seferler bizzat Kur'ân-ı Kerîm dile getirir. Zira esas itaat Allah
ve Resûlüne olan itaattir. Ululemre (yâni otoriteye) olan itaat ise, onların
emirleri Allah ve Resûlünün emirlerine uyduğu, muvâfık düştüğü takdirde
meşrûdur, mûteberdir. Maamâfih, Kur'ân-ı Kerîm'de bir kere de bu üç makam
berâberce zikredilerek itaat emredilir:
"Ey iman edenler, Allah'a
itaat edin, Peygamber'e ve sizden olan emir sâhiplerine de itaat edin. Eğer bir
şey hakkında çekişirseniz onu Allah'a ve Peygamber'e döndürün, eğer Allah'a ve
âhiret gününe inanıyorsanız (böyle yapın). Bu hem hayırlı, hem netice
itibariyle daha güzeldir" (Nisa: 4/59).[100]
Halkımızın diline ululemr olarak,
Kur'ân'daki şekliyle girmiş olan bu tâbire bâzan "emir sâhibi", bâzan
"veliyyülemr" şeklinde rastlarız. Aynı mânada olmak üzere sultan,
imam gibi başka tâbirlerin kullanıldığına da şâhit oluruz.
Sahâbe ve Tabiî'nden bu yana
ululemrden kastedilen kimseler hakkında değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bir
kısmı bununla "ulemâ"nın kastedildiğini söylerken diğer bir kısmı
"ümerâ"nın kastedildiğini ileri sürmüştür.
Nevevî daha pratik bir târif
kaydeder: "Ululemr, ümerâ ve vâlilerden, itaat edilmesi Allah tarafından
vâcib kılınmış olan herkestir. "Ve bu târifin, halef ve selef -müfessir,
fakih vs. her çeşit- âlim zümrelerinin ortak görüşü olduğunu belirtir.
Ömer Nasûhî Bilmen, fıkıh
ıstılâhı olarak ululemr'i şöyle târif eder: "Ya İslâm cemâatinin intihâbiyle
veya kendisinin kuvvet ve nüfûzuyla hâkimiyet makâmını ihraz edip,
Müslümanların bir emniyet ve selâmet dâiresinde yaşamalarını te'mîne muvaffak
olan herhangi bir müslim zattır."
Burada görüldüğü gibi, umumiyetle
devlet reisi kastedilmekle birlikte, yerine göre, bugünkü tabirle
"otorite" denilen devleti temsil durumundaki herkes için ululemr
tabiri ıtlak olunabilir ve olunmaktadır. Şu hâlde imam, halife, emir, âmil,
me'mûr, âmir, sultan vs. gibi kelimelerin her biri ululemr mefhumunu ifade
eder.[101]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) İslâm cemiyetinin bütünlük ve haşmetini, sulh ve saadetini bir reis
etrafında meydana getirilecek birlik ve beraberlikte gördüğü için lisanının
bütün belâgat ve talakatı ile bir imam (ululemr) etrafında toplanmayı teşvik
etmiş, bölünüp dağılmaları, birlik ve cemaatten ayrılmaları şiddetle takbih
etmiş, ayrılanları kınamış, tehdid ve terhibde bulunmuştur. İmamın etrafında
teşekkül etmesi istenen bu birlik ve beraberlik her şeyden önce imama itaate
bağlıdır.
Buhârî'nin Enes (radıyallahu
anh)'den kaydettiği bir rivayette: "Üzerinize başı kuru üzüm gibi
siyah, Habeşli bir köle bile tâyin edilse dinleyin ve itaat edin"
denmektedir.
Müslim'in kaydettiği bir
rivayette, Ebû Zerr: "Halilim (Hz. Peygamber) bana: "Kolları kesik
bir köle bile olsa emîr'i dinleyip itaat etmemi tavsiye etti" demektedir.
Şârihler, gerek "kuru
üzüm" gerekse "kolları kesik" tâbirleriyle emîrin nesebce düşük,
görünüşçe çirkinliğinin ifade edilmek istendiğini, yâni emîre neseb ve
fizyonomisine bakılmadan itaat etmek gerektiğini söylerler.
Bir diğer rivayet de
şöyledir:"...Üzerinize, emîr olarak, bir Habeşli köle bile tâyin edilse
onu dinleyin ve itaat edin." "Sizden biri İslâm'ı ile boynunun
vurulması arasında muhayyer bırakılmadıkça itaate devam etsin. Böyle bir
durumda boynunu uzatsın. Anasız kalasıca, dini gittikten sonra, onun ne dünyası
kalır, ne de âhireti."
Şu hadiste imama isyan kıyâmet
alâmeti olarak zikredilir: "Nefsimi elinde tutan Zât-ı zülcelâl'e kasem
ederim ki, imamınızı öldürmedikçe, birbirinize kılıç çekmedikçe ve dünyanıza
şerirleriniz reis olmadıkça kıyâmet kopmaz."
Bazı rivayetlerde emîre itaat
Allah'a itaatle aynı ayarda tutulmaktadır: "Kim bana itaat ederse
Allah'a itaat etmiş olur. Kim de bana isyan ederse Allah'a isyan etmiş olur.
Emîrime kim itaat ederse bana itaat etmiş olur. Emîrime kim isyan ederse, bana
isyan etmiş olur."[102]
Bir kısım rivayetler, ilk
Müslümanlarla biat akdi yaparken, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
onlara her hâl u kârda itaat etmeyi şart koştuğunu göstermektedir. Müslümanlığı
kabûl edilmesi için teklif edilen ilk şartlar arasında bunun zikri, otorite ve
itaatten yoksun o devir Arabları'nın nazarında bunun ehemmiyetini tesbît
gâyesini gütmelidir. Ubâdetu'bnu's-Sâmit (radıyallahu anh) der ki: "Biz
Allah Resûlü'ne, kolaylıkta olsun, zorlukta olsun; gönlümüzün hoşuna giden
şeylerde olsun, hoşuna gitmeyen şeylerde olsun... İtaat etmek üzere biat ettik.[103]
Sâdece yukarıda kaydettiğimiz Ubâdetu'bnu's-Sâmit
(radıyallahu anh) rivayetinde değil, başka sahâbelerden de gelen, beyatla
alâkalı pekçok rivayette, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in itaat
şartını koşarken, verilen emir hoşa gitse de gitmese de, içinde bulunulan
şartlar bolluk veya darlık her ne olursa olsun, imamdan küfrünü gerektiren bir
hal zâhir olmadıkça itaat etmek şartını çok vâzıh olarak duyurduğunu
görmekteyiz.[104]
Her hâl ve şartlarda itaatin
gerçekleşmesi için Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bey'at ve itaatin
sırf Allah rızası için yapılması, buna dünyevî bir maksad dâhil edilmemesi için
başkaca tenbihlerde bulunmuştur. Allah rızasından hâriç dünyevî bir maksadla
beyatta bulunanlar hakkında şiddetli tevbih ve kınamalar gelmiştir:
"Üç kişi vardır, kıyâmet
günü Allah onların ne yüzüne bakar, ne de onlarla konuşur, onların günâhlarını
da affetmez, onlara çok elîm bir azâb vardır:
...Biri de dünyevî bir maksadla imama biat eden kimsedir. Öyle ki,
istediğinden verilince itaat eder, verilmeyince itaati terkeder."
Buraya kadar söylediklerimizi
hülâsa edecek olursak İslâm'ın hükmü şudur: "İmama, mâsiyet olmayan (yâni
Allah'a isyâna götürmeyen) hususlarda itaat farzdır." Zira "İmam
-düşmanın saldırısına, insanların birbirlerine zulmüne karşı- bir perde gibidir.
(o, şahsında nasıl olursa olsun), onun idâresi altında, -düşmanlara, âsilere ve
her çeşit fesadcılara (yâni anarşistlere) karşı- cihad edilir."
İtaat bahsinin her yönü ile
açıklığa kavuşması, İslâm'daki imâmet telâkkisinin iyi bilinmesine bağlıdır. Bu
sebeple, yukarıda temas edilen bâzı noktaların tekrarı pahasına da olsa imamet
ve onunla alâkalı olarak İslâm'ın getirdiği bir kısım hükümleri, nazariyeleri
önümüzdeki bahiste ayrıca inceleyeceğiz.[105]
Fitne ve anarşiye karşı İslâm'ın
hassasiyetini en iyi ifade eden hususlardan biri İslâm'ın imamet telakkî ve
anlayışıdır. İmametin lüzum ve zaruretine olan inançtan, imamda aranan evsâfa,
imamın seçim şekillerine; ona itaat telakkisinden isyan edenlere takdir edilen
cezalara varıncaya kadar, imametle alâkalı her meselede ortaya konan
prensipler, telakkîler, emirler, yasaklar, tavsiyeler vs. fitneyi önleme
endişesinden renklenmekte, şekillenmektedir. Bu mesele zamanımızdaki cehâlet ve
suiniyete mebni sebeplerle dindarlar arasında bir anarşi vesilesi olma
istikametinde gelişmektedir. Halbuki meseleye, ana kaynaklara inerek, ümmetin
her sahada hakiki mürşidleri olan her çeşit garaz ve dünyevî hesaplardan uzak
selef âlimlerinin ve onların yolunda giden eslâf büyüklerinin yorumlarına bakarak
eğilecek olursak, imamet telakkisi'nin anarşi değil, nizâm; başıbozukluk değil,
disiplin ve düzen âmili olduğunu görürüz.
Şu hâlde, bu bahsi ele alıştaki
gâyemiz, İslâm'ın bu meseledeki gerçek telakkisini ortaya koymaktır. Bunu
yaparken, mevzunun her okuyucu tarafından yeterince kavranması için, mümkün
mertebe tâli başlıklara bölmeyi uygun gördük. Hattâ bazı temel fikirlerin
zihinlerde iyice yer etmesi için çeşitli şekillerde birkaç defa tekrarından da
kaçınmadık.[106]
Meselenin daha iyi kavranması
için mevzûmuza târifle girebiliriz. Âlimlerimiz imameti: "Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) adına (yâni O'na hilâfeten) din ve dünya işlerinde
umûmî riyâsettir" diye târif etmişlerdir. Yâni bu, en kısa ifadesiyle
devlet başkanlığıdır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e niyabeten icraat
yapacaktır.
İcraatında keyfe mâ yeşâ istediği
gibi hareket edemez. Daha âmiyâne bir ifade ile, Halîfe, kanununu kendi koyan
astığı astık, kestiği kestik bir despot değildir. Hz. Peygamber'in getirdiği hukuk
sistemiyle hakları ve selâhiyetleri tahdîd edilmiştir. Bir hukuk devletinin
başkanıdır.
Târifte yer alan "umumî
riyâset" tâbiri, kadılık, câmi imamlığı gibi başkaca riyâsetlerle
karıştırılmaması içindir, zira bu sonuncular muayyen sahalardaki riyâseti ifade
eder. Halbuki imamet, bütün bu hususî riyâsetlerin fevkinde hepsine şâmil,
hepsine nâfiz, hepsini kontrolünde, murakabesinde tutan bir riyâset, bir
başkanlıktır.[107]
İmamet meselesi, Ehl-i Sünnet
Ve'l-Cemaat'e göre akideye müteallik bir mesele değildir. Bunu, Şia akide
meselesi yaparak fazlaca büyütmüştür. Ehl-i Sünnet kelamcılarının akide
kitaplarında bu meseleye yer vermeleri muahhardır ve Teftazânî'nin de
belirttiği üzere, bu hususta ortaya çıkan itikâdî teşviş ve fitneleri bertaraf
etmeye râcidir. Şöyle der: "İnsanlar arasında imamet mevzuunda, bilhassa
Râfizîler ve Hâricîler cânibinden neşet eden fâsid itikadlar ve soğuk
ihtilaflar şüyû bulup yaygınlaşınca ve her bir tâife İslâmî kaidelerden bir
çoğunun reddine, Müslümanların itikadlarının bozulmasına, Hulefayı râşidin'in
zemmedilmesine müncer olan bir kısım taassub ve katılıklara düşünce,
kelamcılar, -Hulefayı râşidin'in ahvâlini araştırmaya, onların hilâfete
liyâkatlarını ve efdaliyetlerini tahkik etmeye lüzum olmadığı hususundaki kesin
kanaatlarına rağmen- bu imamet meselesini İlm-i Kelâma dâhil ettiler..."
Görüldüğü üzere, imamet meselesi
akideyi direk alâkadar eden bir mesele olmamakla beraber, mütekellimler olsun,
fakihler olsun, bütün İslâm âlimleri dini canlı tutup, sünneti ikame etmek ve
mazlûmları zâlimlere karşı korumak, hukuku tatbik etmek için ümmetin mutlaka
bir imama muhtaç olduğu hususunda, imamın varlığının şart olduğu noktasında
ittifak ve ısrar ederler.
Hattâ imamın lüzûmuna İslâm
tarihinde anarşistleri temsil etme durumunda olan Hâricîler istisna edilirse
bütün İslâm fırkaları parmak basarlar. Hâricîler, "arzular muhtelif,
fikirler mütebâyin (birbirine zıd) olduğu için, her bir gurup bir başka şahsa
meyledeceğinden imam seçimi, fitnelere, harplere sebep olur" gerekçesiyle
imam seçimi işine karşı çıkarlar.[108]
Her mü'minin Müslümanlığının
tamam olması için, imamı tanıması gerekmektedir, bu durum ise bir imamın
varlığını zorunlu kılmaktadır.
Bu söylenene
delil olarak Kur'ân-ı Kerîm'den: "Allah'a itaat edin, resûle ve sizden
olan emir sahibine (yâni imama) da itaat edin..." (Nisa: 4/59)
meâlindeki âyet ile, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)' in: "Kim
zamanının imamını tanımadan ölür ise, câhiliye ölümü ile ölmüş olur" meâlindeki
hadisi gösterilir.
Teftazânî bu nasslarla imamı
tanımanın ve ona itaat etmenin vâcib kılınmış olduğunu belirttikten sonra,
imamın varlığının vücûbuna hükmeder: "Zira tanıma ve itaat etmenin vâcib
olması onun var olmasını da vâcib kılar."[109]
İmamın vücudu, dinî nasslar
açısından gerekli olduğu gibi beşerî hayat için de zarurîdir. Klasik İslâm
müellifleri bu noktayı da ayrıca belirtmeyi ihmal etmezler. Burada sözü
uzatmadan, Teftazânî'den bir pasajı kaydedeceğiz, der ki: "... Dünya ve
âhiret hayatının salâhına müeddî olan beraberlik, kâhir bir sultan olmaksızın
tamamlanamaz. Böyle bir sultan, bozukları (mefâsid) bertaraf eder, maslahatları
korur, insan fıtratının süratle kaydığı fenalıkları bastırır, tamahkârların üzerinde
boğuştukları şeyleri tahdid eder. İmamın ehemmiyetini anlamakta, memlekete
nezâreti ve zâlimlere karşı himâyeti sağlayan kimsenin ortadan kalkıvermesiyle
ortalığı fitne ve fesadın hemen istila etmesi, çeşitli sıkıntıların derhal
kapıları çalması şâhid olarak yeterlidir."
Meseleye biraz daha farklı bir
zâviyeden bakan Cürcânî de, arzuların değişik, fikirlerin farklı olması ve
insanlar arasında mevcut düşmanlıkların bulunması sebebiyle insanların
birbirlerine nadiren boyun eğeceklerini, bu vaziyetin anlaşılmazlıklara,
tecâvüzlere ve belki de hepsinin birden helâk olmalarına müncer olacağını
belirterek ilâve eder: "Bu duruma, bir reisin ölmesi ile, yenisinin
seçilmesine kadar geçen zaman içinde ortaya çıkan fitneler ve tecrübeler
şehâdet eder. Öyle ki bu iş uzayacak olsa içtimâî hayat durur. Herkes kendi
silahıyla kendi malını ve canını koruma derdine düşer. Bu ise hem dinin ve hem
de bütün Müslümanların yok olmasına sebep olur. Şu hâlde imam nasbı, öyle bir
zararı defeder ki, daha büyüğü düşünülemez. Hattâ diyebiliriz ki, imam nasbı
Müslümanların en büyük menfaatlarından biri, dinin en ileri maksadlarından
biridir."
İmamın varlığı Müslümanın din ve
dünyasında böyle mühim ve hassas bir yer işgâl ettiği için, daha Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) vefat ettiği zaman, yeni bir halîfenin seçmini,
cenâzenin defnine takdim etmişler, seçim işi halledildikten sonradır ki,
cenâzenin defnine el atmışlardır. Yoksa bazı garazkârların söyledikleri gibi,
Ashâb'ın saltanat münâzaasına düşmüş olması aslâ mevzubahs değildir.[110]
İmamın varlığı gerek nass
açısından ve gerekse akıl ve hikmet açısından zarurî olunca, ümmetin başına bir
imam seçilmesi farz olmuştur. Ancak bu, bir farz-ı kifâyedir. Bazıları biat
akdini yaparak birisini seçtiler mi diğerlerinden bu farz sâkıt olur.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in vefatı sırasında Ashâb bu farzı, diğer farzlara takdim ettiler.
"Zira, âlemin bekâsı ancak ve ancak nizânın kaldırılması, mazlumun
hakkının zâlimden alınması, yeryüzünde fesad peşinde koşanların katli ile
mümkündür... bütün bunlar da başta bulunacak bir imamla gerçekleşir..."
İmam seçmenin gerekliliği
hususunda Ehl-i Sünnet, Mu'tezile, Zeydiyye fırkaları müttefiktirler. Ancak
Ehl-i Sünnet bunun rivayetle vâcib olduğunu söylerken Mu'tezile ve Zeydiyye
aklen vâcib olduğunu ileri sürmüştür. İmâmiye ve İsmâiliyye ise: "İmam
seçimi bize değil, Allah'a terettüp eden bir vecibedir" der. Hâricîlere
göre, bu, bir vecibe olmayıp câiz şeylerden biridir. Bazı Hâricîler sulh zamanında
gerekli olduğunu söylerken diğer bazıları ise fitne zamanında gerekli olduğunu
söylemiştir.
İmamın lüzumuna inanmayan bir
kısım Mu'tezile ve bâzı Hâricîlerin mülâhazası şudur: "Bu bir vecîbe
değildir. Bilakis, insanlara vecîbe olan şey, Allah'ın Kitabıyla amel etmeleridir.
Kitâbullah kâfidir ve imama hacet bırakmaz. Öyle ise insanlara aralarından
birini imam seçmeleri terettüp etmez."
Hâricîler bu mevzuda şöyle de
mülâhaza yürütmüşlerdir: "İmam nasbında fitnenin tahrik edilmesi
mevzubahistir. Zira arzular muhtelif, fikirler zıddır. Her grup bir başka şahsa
meyleder ve böylece fitneler uyanır, harpler çıkar. Şe'ni bu olan bir şey vâcib
olamaz. Bilakis câiz olmaması gerekir..."
Ehl-i Sünnet "İmam olmayınca
insanlar muhtelif gruplara ayrılarak, kimse kimseye tâbi olmaz böylece fitne,
fesad ve kıtaller ortalığı sarar" şeklinde düşünmekle daha realist
değerlendirmede bulunmuş oluyor. İmam Mâlik, "İyi veya fâcir mutlaka bir
imam olmalıdır" derken Ehl-i Sünnet realizmini ifade etmiş olmalıdır.[111]
İmam, kendisinden beklenen
vazifeleri ifâ etmesine imkân verecek bazı vasıfları ve şartları nefsinde
cemetmiş olmalıdır. Biz bu şartları, Cürcânî'nin tasnifine uyarak başlıca üç
guruba ayırabiliriz:
A- Mutlaka bulunması gereken
şartlar:
Bunlarda bütün İslâm fırkaları
ittifak ederler, beş tanedir:
1. Adâlet sahibi olmak
(yâni fâsık olmamak).
2. Âkil olmak (mecnûn ve
matûh olmamak).
3. Bülûğa ermiş olmak
(çocuk olmamak).
4. Erkek olmak (kadın
olmamak).
5. Hür olmak (köle, esir
olmamak).
B- Bulunması temenni edilen
ve fakat fiiliyatta her zaman bulunmayan ideal şartlar:
1. Usûl ve fürûda müçtehid
olmak, dinin bütün meselelerini bilmek.
2. Rey sâhibi olmak, yâni
idârî, siyâsî, askerî işlerden çok iyi anlamak.
3. Şecâat sâhibi olmak.
C- İhtilaflı olan ve
bâtıl olan şartlar:
1. Kureyş kabîlesinden olması.
2. Hâşimî olması.
3. Dinin bütün
meselelerini bilmesi.
4. Mûcize göstermesi.
5. Mâsum olması (günah
işlemekten, hata yapmaktan uzak olması.)
Cürcânî, imamın Kureyş
kabîlesinden olması şartında ihtilâf edildiğini belirttikten sonra, Hâşimî
olması, dinin bütün meselelerini bilmesi, mucize göstermesi, mâsum olması gibi
şartların bâtıl olduğunu, bunları sapık mezhep mensuplarının ortaya attığını,
bu iddialarında delilsiz veya çürük delilere müstenid olduklarını tafsîlatlı
olarak izah eder.
İdeal dediğimiz şartları âlimler
ekseriyet itibariyle (cumhur) şart koşmuş, ancak bir kısmı, bu vasıfların pek
nâdir kimselerde bulunabileceğini te'yîd ederek, böylesi şartları imamda
aramayı, mümkün olmayan (mâlâyutâk) şeyler taleb etmek olarak
vasıflandırmışlardır.
Bezdevî, Râfizîler dahil, ehl-i
kıble olan bütün Müslüman fırkaların imamın ilim, takva, şecâat ve neseb
yönünden insanların en efdali olması, Kureyş'e mensub bulunması hususlarında
müttefik olduklarını belirtir.[112]
İmamet meselesine temas eden
âlimler, umumiyetle, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in "İmamlar
Kureyş'tendir" (el-Eimmetü min Kureyş) hadisine dayanarak, imamın
Kureyş kabilesine mensub bir kimse olması gerektiğini söylerler. Ancak başka
hadisleri ve Kur'ân'ın Takvâdan başka üstünlük kabul etmeyen ifadelerini
nazar-ı itibâre alan bir kısım âlimler bu görüşe katılmamışlardır.
Bu meselenin teferruatını kelam
kitaplarının ilgili bahislerine bırakarak şunu belirtelim ki, Kureyş'ten olma
şartı da diğer şartlar gibi, her şeyin normal olduğu, ideal bir vasatın mevcut
bulunduğu bir duruma bağlı olsa gerektir. Âlimlerin ihtilâfıyla da te'yid
edildiği üzere, bu, vâcib bir hüküm olmaktan ziyade, aranan diğer şartların
farklı adaylarda mütesâviyen bulunması hâlinde bir tercih vesîlesi olabilir.
Bir başka deyişle, diğer vasıflarıyla liyakatsız olan bir Kureyşli, sırf
Kureyşli olduğu için bu işe elyak görülmüş değildir. Binâenaleyh, diğer
şartların bulunmaması sebebiyle adamda ehliyet yoksa, Kureyşli de olsa
seçilemiyeceği açıktır.
Teftazânî'nin bir cümlesini
burada kaydetmeden geçemiyeceğiz. Üzerinde düşünüldüğü takdirde, bu konuda
hatıra gelebilecek bir kısım tereddüdleri çözmede ışık tutucu olacaktır:
"İmamet bâbında söylenenlerin geçerliliği iki temel şarta bağlıdır:
1- İhtiyar (yâni imamı
seçme hürriyeti).
2- İktidar (adayın
imamlığa liyakatı, ehliyeti).[113]
Cürcânî, adaylar arasında
imamlığa ilimce ileri olanın (a'lem) en liyakatli olacağını, ilimce eşit
olanlardan verâ ve takvaca ileri olanın, bunda da eşitlik hâlinde yaşlı olanın
tercih ve takdiminin gerekeceğini belirtir ve: "Bu şekilde olunca fitne ve
muhâlefet ortadan kalkar"der.
Tatbîkatta böyle inceliklere
inilmemiş olsa bile, Müslümanların bu meselede takındıkları tavrı ve
taşıdıkları telakkî ve anlayışlarını anlama bakımından bu nazariyatın faydalı
olduğuna inanıyoruz.
Görüldüğü üzere imamete en
liyakatli kimse aranırken, bazı kimselerin iddia ettiği gibi, dinimiz bu işe en
dindarı değil, evleviyetle bu işten en
iyi anlıyanı (a'lem) aday çıkarmıştır.[114]
Ehl-i Sünnet âlimleri büyük
çoğunluğuyla, imamete asrın en efdal yâni faziletce, liyâkatca en ilerde
olanın, bir başka ifadeyle imamda bulunması gereken vasıf ve şartları en ziyade
nefsinde cem eden kimsenin imamlığa seçilmesi gerektiğini ittifakla ifâde
etmişlerdir. Ancak, bu noktada ısrar ederek, "Her şeye rağmen efdal olan
seçilmeli, efdal varken mefdûlün (fazîlet ve liyakatca aşağı olanın) imameti
hiçbir sûrette câiz değildir" dememişlerdir.
Eğer efdalin (en iyinin) seçimi
fitneye, kargaşaya sebebiyet verecekse mefdûlün seçilmesi câizdir, yeter ki,
buna müstehak olsun. Bakillânî'den kaydedeceğimiz şu pasaj da bize, mefdulün
seçimine verilen cevazın da "fitne endişesi"nden kaynaklandığını
beliğ bir şekilde ifade edecektir. Der ki:
"Efdal olanı terk ederek
mefdûl (faziletce geri) olanı başa geçirme akdinin cevâzına delâlet eden
hususun izâhına gelince, bunun asıl sebebi fitne ve herc ü merç (yâni kargaşa)
korkusudur. Şöyle ki: "İmam, esâs itibâriyle, düşmanı defetmek, memleketi
korumak, fenalıkları önlemek, ahkâmın tatbîki (ikametu'l-hudûd), haklıya
hakkını vermek gibi maksadlarla başa geçirilir. Eğer en efdalinin geçirilmesi
ile, kargaşa, fesad, tahakküm, itaatin terki, birbirine kılıç çekmeler, ahkâmı
tatbik ve hukuku iâde işlerinin muattal hâle gelmesi, hâsıl olacak haksızlık ve
mâruz kalınacak zayıflamalar sebebiyle İslâm düşmanlarının iştahlarının artması
gibi durumların ortaya çıkmasından korkulursa bu durum, efdalden vaz geçip mefdulü
kabul etmeyi gerektiren vâzıh bir özür olur. Nitekim tatbikatta da öyle
olmuştur. Hz. Ömer başta olarak, bütün ashâb ve arkadan gelen ümmet, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sünnetinde efdal olanın da mefdul olanın
da varlığını bilmiş, her biri, ümmetin işleri iyiye gittiği ve birliği de hâsıl
olduğu takdirde biat etmeyi câiz görmüşler ve hiç kimse de bu durumu
reddetmemiştir.
"Eş'âri'nin: "Efdal
varken mefdulün imameti câiz değildir, zira insanların efdale inkıyâd etmeleri
daha çok mümkün ve ona biat edilmesi husûsunda fikir birliği daha kolay
görünüyor, üstelik imamet, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e niyâbettir,
şu hâlde imâmete seçilecek kimsenin en üstün mertebedeki kimsenin olması
gerekir, nitekim Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de en üstün
kimsedir" sözünü reddeden Teftazânî, başka gerçekler meyânında şu
mütâlaaya da yer verir: "Mefdûl'ün, bazı durumlarda din ve mülkle ilgili
maslahatları yürütmede daha kudretli olabileceğini ve binâenaleyh böyle birinin
seçilmesinin, raiyyetin ahvâlinin nizâmı için daha uygun ve fitne bertaraf
edilmesi için daha doğru olacağını" söyler ve ilâve eder: "İmamla
peygamber bu meselede kıyaslanamaz, çünkü peygamber alîm, hakîm olan ve kulları
arasından dilediğini seçen ve kendisine mülk ve dinle alâkalı maslahatları
vahiy yoluyla bildiren bir Allah tarafından gönderilmiştir."
Bu meselede Bezdevî de şunu
söyler: "Şâyet, efdal olan terkedilerek neseb, takva ve sâir cihetlerin
hepsinde faziletce geri olan (mefdul) kimse imam seçilse, bunun imameti câizdir,
kendisi bu işe elverişli kabul edilir. Eğer, kaza (hüküm) ve dâvâların halline
sâlih olursa, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat nazarında bu da sahihtir ve vereceği
hükümler infaz edilir.[115]
Fitne ve kargaşa çıkarmamak
hususunda İslâm'ın gösterdiği hassasiyetin derecesini, hiçbir haklılık sebebi
olmaksızın, hîle hurda ile, kuvvet ve zor yoluyla meşrû imamı devirip kendisini
başa diken kimse karşısındaki tutumunda görmek mümkündür.
Bu durumda âlimler, "fitneyi
önlemek için" zorba imama itaat etmeyi tavsiye ederler. Teftazâni'yi
dinleyelim: "Eğer Kureyş'ten ehil olan biri yoksa veya olmasına rağmen,
sapık ve bâtıl yolda gidenlerin istilâsı, zâlimlerin şevketi gibi sebeplerle
nasbedilemiyorsa, hâkimiyeti elinde tutan kimsenin kazasına, ahkâm infazına,
hadd tatbîkâtına kısacası imâma müteallik yaptığı her şeye uymanın, tıpkı
Kureyş'e mensûb fakat fâsık veya zâlim veya câhil olan imamın icraatına uymanın
câiz olduğu gibi cevâzına hiç kimse itiraz etmemiştir."
Teftazânî bu itaatin sebebini
açıklama sadedinde şu izâhı sunar: "İmamet babında zikredilenlerin hepsi
iki temel şarta bağlıdır:
1. İhtiyar (yâni imamı
seçme hürriyeti).
2. İktidar.
"Seçim hususundaki acz ve
mecbûriyet karşısında -ki bu durum fâcir, kâfir ve zâlim kimselerin istilâsı ve
şerir zorbaların tasallutu gibi sebeplerle hâsıl olur- dünyevî riyâset zorla
ele geçirilmiş olur ve riyâsetle alâkalı dinî ahkâm, "zarûret imamı"
adı altında ayrı bir bölümde ele alınır. Bu cümleden olarak imamda ilim, adâlet
ve sâir evsâfın yokluğuna bakılmaz. Zaruretler bir kısım mahzurları mubah
kılar...
"Bezdevî de şunları söyler:
"Kaderiye, Havâriç (Hâricîler) ve Mu'tezile nazarında böyle birisi imam
olamaz ise de Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat âlimlerinin hepsi nazarında imamdır,
hükümleri ve kazası infâz edilir. Nitekim Mervânoğullarının hiç birisi için ne
rey ve tedbîr sâhiplerinden biri, ne de herhangi bir fakih imamet akdinde
bulunmamıştır. Onlar kendilerini zorla halîfe olarak empoze etmişlerdir.
Âlimler de onların imâm oldukları husûsunda icma etmişlerdir. Zira onlar imâm
addedilmemiş olsalardı İslâm cemiyetinde fitne ve fesâdlar husûle
gelecekti."
Bu görüşü te'yîden Aliyyü'l-Kârî,
dindarlığı ve Sünnet'e harfi harfine ittiba etmesiyle meşhûr olan Abdullah İbnu
Ömer'in, fitne çıkmasın düşüncesiyle, İbnu Zübeyr'i, Emevîlerin zâlim
emirleriyle kıyaslandığı zaman, hilâfete çok daha lâyık, çok daha hak sâhibi
olmasına rağmen hilâfet dâva etmekten men ve nehy ettiğini belirtir.
İbnu Hacer de; bir köle,
"Kuvvet yoluyla hâkimiyet te'sîs ederek emîrliğini ilân edecek olsa fitnenin
uyandırılmaması için, mâsiyet emretmedikçe, ona itaat gerekir" der.[116]
Gayr-i meşru yoldan, zorla
iktidarı elde eden zorba imamdan başka, meşrû yoldan gelmiş olsa bile, zamanla
zulüm irtikab eden veya fısk u fücûra düşen imam (devlet reisi) mevzubahs
olabilir. Bu çeşit durumlar, imamın azlini veya imama itaatten vazgeçmeyi
gerektirmiyor. Bezdevî'nin kaydına göre Hanefî âlimleri bilicma bu
düşüncededirler. Şâfiîlerden bazıları ile Kaderiye, Mu'tezile ve Râfizîler
azline hükmetmiş olsalar da asıl olan azlinin gerekmemesidir. İmamdaki fısk,
fücur ve zulüm gibi gayr-i meşru davranışlar, raiyyetin itaatten vazgeçmesini
gerektirmiyor.
Nevevî, sultanın zulmüne, cevr ü
cefasına maruz kalan kimseye, sultana karşı kendisine terettüp eden itaat
vazifesini aynen eda etmesini, sultana karşı gelmemesini, bilakis onun verdiği
eziyetleri kaldırıp, şerrini def etmesi ve ıslâh olması için Allah'a tazarru ve
niyazda bulunmasını tavsiye eder.
Âlimler, zâlim imâma itaat
hükmünü, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den fitne sırasında ne şekilde
hareket edileceği hususunda gelen tavsiyelerden çıkarırlar. Zira (aleyhissalâtu
vesselâm) şöyle demektedir: "...(Fitne zamanına ulaşırsan) dinle ve
emîre itaat et. Sırtına vursa, malını elinden alsa bile dinle ve itaat
et."
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm), "Ey Allah'ın Resûlü, ümera bizden haklarını isteseler ve fakat
bizim onlardaki hakkımızı eda etmeseler ne dersin?" diye ısrarla soran
kimseye her seferinde yan dönerek, cevap vermez. Ancak üçüncü defada: "Siz
dinleyin ve itaat edin, zira siz kendi mesuliyetinizden, onlar da kendi
mesuliyetlerinden hesaba çekilecekler" cevabını verir.
Bir diğer hadis de şöyle: "Sultanınız
cevr ü cefâda da bulunsa, zulüm de yapsa, onun üzerinde emretme hakkı ve
raiyyet üzerinde sabretme vazîfesi devam eder.""...Sultan âdil
olursa, ona ecri, raiyyete şükrü, zâlim ve hâin olursa ona günâhı, raiyyete de
sabrı terettüp eder."
Hoşa gitmeyen sultana sabır
tavsiye eden mühim hadislerden biri de şöyle: "Kim emîrinden hoşuna
gitmeyen bir şey görürse sabretsin, zira cemaatten bir karış ayrılmış olarak
ölen kimse câhiliye ölümü ile ölmüş olur."[117]
İyi imamla kötü imam arasını
mukayese eden bir hadis şöyledir: "İmamlarınızın en hayırlıları
sizlerin sevgisine mazhar olanlardır. Siz onları sevdiğiniz gibi, onlar da sizi
severler. Siz onlara hayır duada bulunduğunuz gibi onlar da sizlere hayır duada
bulunurlar. En şerli, en kötü imamlarınız da sizin buğzettiklerinizdir ki onlar
da size buğzederler. Siz onlara lânet edersiniz, onlar da size lânet
ederler." Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bu sözü üzerine
bazıları sorar:
"Ey Allah'ın Resûlü, biz
böyle kötü olanlara muhalefet edip karşı gelmiyelim mi?" Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verir:
"Hayır, aranızda namaz
kıldıkça (isyan etmeyin). Ancak, kim tâyin edilen âmirlerden birinin, Allah'ın
yasakladığı şeylerden herhangi birini yaptığını görürse de davranışı takbih
etsin, fakat asla itaatten yüz çevirmesin."
Bir başka rivayette, fâsık
halifeye karşı "ne yapalım?" diye soranlara:
"Siz bidayette, ilk biat
sırasında verdiğiniz sözü tutun, ona karşı olan itaat borcunu yerine getirerek
üzerinizdeki haklarını ödeyin. Onlar üzerinde bulunan kendi haklarınızı
Allah'tan isteyin, onlar üzerinde bulunan kendi haklarınızı Allah onlardan
soracaktır, (acele edip, bizzat onlardan almak için isyan etmeyin.)".[118]
Aynî'nin yukarıdaki hadisi şerh
sadedinde kaydettiği bir rivayet, selef'in fitne çıkarmamak husûsunda ne kadar
titiz davrandıklarını gösterir: "Zeyd der ki: (selef idareciler üzerindeki
haklarını Allah'tan gizlice taleb ediyorlardı. Zira açıktan talebleri,
idarecilere hakâret olurdu, bu da fitneye sebep olabilirdi."
Az ilerde
Ubâdetu'bnu's-Sâmit'ten, biat sırasında konulan itaat etme şartı ile alâkalı
olarak kaydedeceğimiz hadisin şerhini yapan âlimlerin hadisten çıkarmış
bulundukları sonucu buraya aynen kaydedeceğiz: "Hülâsa, başa geçirilen
emîrlere, raiyyetin itaatleri, emirlerin vazifelerini hakkıyla yaparak, idare
edilenlerin haklarını korumalarına bağlı değildir. Aksine, idareciler raiyyetin
haklarına engel bile çıkarsalar, haklarından mahrum bile etseler onlara itaat
gereklidir." "Zira emîre karşı gelmeyip itaat etmekte kan dökülmesini
önleme, fitne ateşini söndürme mevcuttur."[119]
Bezdevî, fâsık veya zâlim olan
bir imama karşı isyanın câiz olmayıp itaat gerektiğini belirttikten sonra
burada kaydında fayda umduğumuz bir vak'ayı nakleder: "Anlatıldığına göre,
Samanoğulları'nın son zamanlarda Buhâra yöresinde Kaderiye ve Mu'tezile
fırkaları galebe çalarlar. Öyle ki, vezîr de onlara meyleder. Bu yüzden Ehl-i
Sünnet ve'l Cemâate mensûb olanlar onların elinde makhûr ve perişan olurlar.
Ancak emîrin imamı sünnîdir. İmam bir gün emîre der ki: "Şu kendilerinin Kaderî
olduğunu iddia edenler var ya, onlar senin emîr ve sultan olmadığına itikad
ediyorlar. Sâdece Ehl-i Sünnet âlimleri senin sultan olduğuna
inanıyorlar." Emîr:
Bu nasıl olur? der. Berikisi:
"Sabret, inşaallah yarın
sana göstereceğim" der.
Ertesi gün, Ehl-i Sünnet ve'l
Cemaatten olan imamları çağırtır ve hilâfet sarayına oturtur. Emîr de bir
perdenin gerisinde saklanır. Muallim dâvetlilere:
- Emir zina yapsa, işkence etse,
şarap içse, gılmanlara (şarkıcı oğlanlara) tâbi olsa ve bunları yapmanın haram
olduğuna da inansa acaba bu durumda emir azledilir mi? diye sorar, âlimler hep
bir ağızdan:
- "Hayır, ancak onun üzerine
bu yaptıklarına karşı tevbe etmesi gerekir" derler.
Muallim bunlara izin verir, onlar
da giderler. Arkadan Kaderî ve Mu'tezilî imamları çağırarak der ki
:- "Emirlerden biri, zulmen
halkın mallarını ellerinden alsa, zina yapsa, şarap içse, gılmana uysa,
bunların haram olduğunu bilerek, kabul ederek bunları yapsa, imam azledilir
mi?" Onlar hep birlikte cevap verirler:
- "Evet azledilir."
Bunlar azledileceğini söylemekle
kalmayıp, fikirlerinde ısrar da ederler. Muallim, çıkmaları için onlara izin
verir. Sonra Emîre:
- "Dediklerini işittin değil
mi?" der ve ilâve eder: "Gördün ya, onlar seni azledilmiş biliyorlar
ve seni imamlıktan çıkardılar. Zira sen bu fenalıkların bir kısmını
yapıyorsun."
Emîr onların yakalanıp
hapsedilmelerini emreder ve köklerini kazır. Öyle ki, Buhârâ'da Hanefiler'den
başka kimse kalmaz. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat âlimlerine değerli hil'atler
verir."[120]
İtaat hususunda âlimlerin en
ziyade delîl getirdikleri bir hadisin Buhârî'de gelen tam metnini aynen
veriyoruz:
"Huzeyfe anlatıyor:
"Herkes Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a hep hayırdan sorardı, ben
ise, bir gün bana bulaşabilir korkusuyla, şerden sorardım. Bir seferinde
aramızda şu konuşma geçti:
- Ey Allah'ın Resûlü, biliyorsun
biz, bir câhiliye ve şer devri yaşadık. Allah bizi İslâm gibi bir hayırla
nimetlendirdi. Bu hayırdan sonra tekrar şer var mı?
- Evet var.
- Peki, bu şerden sonra tekrar
hayır var mı?
- Evet var, fakat bunda
bulanıklık var.
- Ondaki bulanıklık da ne?
- O zaman bir gurub insan
olacak, benim gösterdiğim yoldan ayrılıp, bir başka yolda gidecek. Onların
bâzan iyi, bâzan kötü olduklarını görürsün.
- Peki, bu hayırdan sonra şer var mı?
- Evet, bunlardan sonra
cehennem kapılarına çağıranlar olacak. Onlara kim uyarsa, uyanı cehenneme
atacaklar.
- Ey Allah'ın Resûlü, bunları
(cehenneme çağıranları) bize tavsif et.
- Onlar bizim derimizi
taşırlar, bizim dilimizle konuşurlar.
- Bu zamana yetişirsem bana ne
yapmamı emredersin?
- Müslümanların cemaatlerine
ve imamlarına iltihak et.
- O zaman onların ne cemaatleri
ve ne de imamları mevcut değilse?
- O takdirde mevcut olan bütün
gurupları terket, öyle ki bir ağacın köküne dişlerinle tutunmuş vaziyette olman
(gibi ne kadar kötü şartlar içinde de olsan) ölüm sana gelinceye kadar öyle kal
(fakat guruplara karışma)."
Bu hadisi şerh eden âlimler,
"onlar bizim derimizi taşırlar" tâbirine dayanarak, çıkacağı bildirilen
kötülerin kendi kavmimizden, kendi dinimize mensub kimseler olacağına;
"bizim dilimizle konuşurlar" sözünden de onların, hâricî bir işgalci
olmayıp, yerli dile mensûb ırkdaşı olmaktan başka, âyet, hadis ve hikmetli
sözler söyleyen kimseler olacağına hükmederler. İbnu Battâl şöyle der: "Bu
hadiste fukâhaca ifâde edilmiş bulunan zâlim imâmlara isyan etmemek ve
Müslümanların cemaatine katılmak gerektiği hususuna delîl vardır. Zira (isyan
edilmeyecek olan) sonuncu gurubu "cehennem kapılarına çağırıcılar" olarak
tavsîf etti."[121]
İbnu Hacer, Hâricîlerle
mücâdeleyi tecviz eden bir rivayeti açıklarken aynen şunları söyler: "Bu
rivayette âdil imama itaatten ayrılanlara karşı, harp çıkarıp bâtıl bir itikad
uğruna kıtal edenlere karşı, dağa çıkıp yolları kesen, seyr ü sefer emniyetini
ihlâl eden ve yer yüzünde fesad çıkaranlara karşı kıtâlde bulunmaya cevaz
vardır. Fakat kim de zâlim imama itaatten vazgeçer ve onun malına, canına veya
ehline galebe çalmak isterse bu kimse mâzurdur, onu öldürmek helâl olmaz. Onun,
imkânı nisbetinde malını, canını ve ailesini müdâfaa etmek hakkı vardır...
Taberi sahîh bir senetle şu rivayeti kaydeder: "Hz. Ali'den rivayet
edildiğine göre, Hz. Ali, Hâricîlerden bahisle der ki: "Eğer onlar adâlet
sahibi bir imama karşı gelirlerse onları öldürün, eğer onlar zâlim bir imama
karşı gelirse onlarla mukatele etmeyin, zira onların söz hakkı var."
Ömer Nasuhi Bilmen Istılâhât-ı
Fıkhiye'de şu hükmü kaydeder: "Zulüm ve i'tisâfa (haksızlığa) karşı
bihakkın muhâlefet eden bir zümreye, bir faide melhûz olduğu takdirde her
müslimin yardım etmesi bir vazîfedir."[122]
Dikkat:
Bu kısımda, zâlim sultana isyan
ve böyle bir âsiye yardım etme ruhsatıyla alâkalı fetva ve ifadeler, daha önce
kaydedilen "fitneye karışmamak", "zâlime karşı sabretmek, isyan
etmemek" prensiplerine ilk nazarda zıd görülebilir.
Aslında böyle bir tezad mevcut
değildir. Şöyle ki:
1- Daha önceki ifadelerde
"Fitneye sebep olmaksızın, netîceyi almaktan emîn olan, maddî ve mânevî
pozisyonu, makamı, mevkii, sâhip olduğu gücü buna imkân verecek olan kimseye
zulüm dâhil her çeşit münkere müdâhale etmek bir vecîbe olarak takrîr edildi.
Böyle bir kimse müdâhale etmezse mes'ûldür.
2- Fitneye sebep olacaksa,
netice almak ihtimali çok zayıf ise, duruma göre, kalben buğz, sabır, karışmamak
tavsiye edilmiştir.
3- Son olarak kaydedilen
ruhsatta, dikkat edilirse, haksızlığa isyan edene yardım emredilmiyor. Hz. Ali:
"Zâlime isyan eden kimse ile mukâtele etmeyin" diyor, "yanında
yer alın" demiyor. Fukahâdan kaydedilen "yardım edin" emri ise
"Bir faide melhûz olduğu takdirde" şartı ile kayıtlıdır. Bu faide
melhuz değilse, zarar melhûz ise, karışmamak, yardımda bulunmamak gerekir.
Şu hâlde ortada bir tenâkuz söz
konusu değildir.[123]
Fâcir ve fâsık emîre isyan etmemek
gerekeceği görüşünde olan âlimler bu görüşlerine getirdikleri delîl meyânında
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şu hadislerini de kaydederler: "...Allah
bu dini, fâcir bir adamla da te'yid eder, kuvvetlendirir..." İbnu'l-Münîr,
gayr-ı âdil imama isyanın câiz olacağına dâir hatıra gelebilecek bir düşüncenin
bu hadisle ortadan kaldırılmış olduğunu, "Allah'ın fâcir bir kimse ile de
dinini kuvvetlendireceğini, onun fücuru ve kötülüğü kendine âit olduğunu"
söylemiştir.[124]
Az yukarıda kaydettiğimiz bir
hadiste Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) mü'mini, şartlar ne olursa
olsun, münkeri (kötülüğü) kim işlerse işlesin mutlaka kalben de olsa fenalığa
karşı tavır takınmaya, aksülamel göstermeye mecbur tutmaktadır. İmamdan sâdır
olan münkerler sebebiyle itaatsizlik ve isyan tecviz edilmemiş olmakla berâber,
gücü yeterse eliyle, diliyle; yetmezse kalbiyle olsun aksülamel göstermesi
istenmektedir. Bu söylediğimizi şu rivayette daha vâzıh olarak görmemiz
mümkündür: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün şöyle dedi:
"Sizin üzerinize öyle
kimseler imam olacak ki, bâzı davranışlarını güzel bulup memnûn kalacaksınız,
bâzı davranışlarını da çirkin bulacaksınız. Kim kötü olduğunu söylerse
(müdâhane ve nifaktan) kendini korur. Kim de (dil ile söylemekle beraber
kalben) buğzederse ilâhî mesûliyetten kurtulur. Kim de (bu fena işlerden,
büyüğümüz yapmıştır diyerek) memnun kalır ve onlara uyarsa helâke gider."
"Ey Allah'ın Resûlü bu fâsık
imamlarla harb edelim mi?" diye sorulduğu zaman da:
"Hayır, namaz kıldıkça
(itaatten ayrılmayın)" cevabını verdi."
Müslim'de gelen bir başka
rivayette. "Âmirlerinizden birinde kerih addettiğimiz bir şey
(davranış, söz vs.) görürseniz, onun amelini kerih görmeye devam edin, fakat
itaatten elinizi çekmeyin" diyerek kabih olanı takbih ile itaati
birbirinden vâzıh olarak ayırmıştır.[125]
"Amelini takbihle birlikte
itaat etmek" emri, bir başka rivayetin de yardımıyla, her şeye rağmen
ulu'l-emre karşı hürmette kusur etmemek, onların şahsiyetlerini rencîde edici,
otoritelerini kırıcı söz ve davranışlardan da kaçınmak gerektiği
anlaşılmaktadır:
Ziyad İbnu Küseyb el-Adevî
anlatıyor: "Ben Ebû Bekre ile İbnu Âmir'in minberinin dibinde oturuyordum.
Ebû Âmir, üzerine ince bir elbise giymiş olarak hutbe veriyordu, Ebû Bilal:
"Hele şu emîrimize bakın,
fâsıkların elbisesini giyiyor" dedi. Ebû Bekre atılarak:
"Sus, böyle konuşma, ben Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şöyle söylediğini işittim:
"Yeryüzünde Allah'ın
sultanını alçaltanı, kıyamet günü Allah alçaltır."
Şu hadiste ise sâdece
hürmetsizlikten nehiy değil, hürmet teşvik edilmekte ve hatta emredilmektedir:
"Kim dünyada Allah'ın
(makam vermek suretiyle aziz kıldığı) sultana ikramda bulunursa, kıyamet
gününde de Allah ona ikram eder, kim de Allah'ın sultanını dünyada alçaltırsa
Allah da onu kıyamet günü alçaltır."[126]
İmama itaat edip isyan etmemek ve
zulmüne karşı da sabretmek mühim bir esas olmakla beraber, her çeşit emre itaat
taleb edilmemiştir. İtaat emri belli bir hudûda kadar gider. O hudûdu taşan
emre itaat sevab değil, günah vesilesidir: "Müslüman kişi üzerine
hoşuna giden gitmeyen her hususta -emredilen şey masiyet olmadıkça- söz
dinlemek ve itaat etmek gerekir. Eğer mâsiyet yâni Allah'ın yasak kıldığı bir
şeyin yapılması emredilirse emre ne kulak verilir ne de itaat edilir."
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) kendisinden sonra gelecek fâsık reislerden haber verdiği zaman,
öyleleri çıktığı vakit ne yapalım? diye soranlara isyan tavsiye etmemiş, "Bu
da sorulur mu? Allah'a isyan emredene itaat yoktur" cevabını
vermiştir.
Bu keyfiyet bazı rivayetlerde "Allah'a
isyanda itaat yoktur", bazı rivayetlerde: "Allah'a itaat
etmeyene itaat yoktur", bazı rivayetlerde: "Allah'a isyan
edene itaat yoktur" gibi değişik şekillerde ifâde edilmiştir. Bu
durumda itaat etmek gerekmediği gibi, âlimlerin belirttiği üzere, imtina etmeye
kadir olduğu halde itaat ettiği takdirde haram işlemiş olmaktadır.[127]
Masiyete (yâni Allah'a isyan
etmeye götüren emîre) itaat edilmemesi gerektiğine dair prensibin ısrarlı bir
şekilde beyan edilmeye başlanmasına vesile olduğu anlaşılan bir vak'ayı bütünü
ile burada kaydetmekde fayda var. Hadîs kitaplarında ufak tefek farklarla
rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Ensâr'dan
birinin komutanlığında bir ordu yola çıkarır ve komutanlarına itaat etmelerini
askerlere tenbih eder. Sefer sırasında bir ara askerlere öfkelenen komutan odun
toplamalarını, büyük bir ateş yakmalarını emreder. Odunlar alev alev iyice tutuşunca
komutan askerlere yeni bir emir vererek:
"Ateşin içerisine kendinizi
atın" der. Emri yerine getirmek üzere kalkan askerlerden bâzıları ateşin
yanında duraklayarak:
"Biz Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e kendimizi ateşten korumak için tâbi olduk, bir de
ateşe mi gireceğiz?" derler ve girmezler. Bu bekleyiş içerisinde komutanın
da öfkesi diner. Dönüşte vak'a Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e
anlatılınca, itaat ederken itaatin körü körüne olmaması gerektiğini şu
cevâbıyla ifâde eder:
"Eğer ateşe girselerdi,
ebediyyen çıkamazlardı. Allah'a isyan olan şeyde (kula) itaat yoktur. İtaat
mâruftadır, aklın ve şeriatın iyi kabûl ettiği şeydedir."[128]
Yukarıda kaydedilen hadislerden
itaatin sınırlı olduğu anlaşılmıştır. Ancak bu sınırları kesin hatlarla
tesbitte zorluk olduğunu söyleyebiliriz. Bununla beraber, bir kısım açıklamalar
nazar-ı dikkate alınınca, bu hususta vâzıh bir ölçünün "açık küfür"
olduğu anlaşılır. Yâni imam, hiç bir te'vil götürmeyen açık bir küfre düşmüş
ise, o zaman itaat gerekmez.
Buhârî'de Ubâdetu'bnu's Sâmit
(radıyallahu anh)'den gelen şu rivayet, imama itaatin hududunu tâyin
meselesinde "açık küfür işlemedikçe" ölçüsünü vermektedir:"
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) biat etmek üzere bizi çağırdı. Gittik, biat ettik. Bizden biat
sırasında koştuğu şartlar meyanında dinlemek ve itaat etmek şartı da vardı.
Öyle ki, emîr hoşumuza gitse de, gitmese de, darlıkta olsak da bollukta olsak
da, başımızdakiler bencilliğe düşerek makamlarını kendi menfaatlerine
kullansalar da itaat edecektik. Keza makam sâhipleriyle, yanımızda Allah'tan
sarîh bir delile muhalefetle açık bir küfre düşmedikleri müddetçe, makam
husûsunda nizâ etmemek şartı da vardı."
Âlimler, "açık küfür"
tâbirine dayanarak, küfür olup olmadığında tereddüd edilen veya te'vil yoluyla
"küfür" olarak değerlendirilen (amel, fikir vs.) hususlardan dolayı
itaat vecîbesinin düşmeyeceğini, isyânın helâl olmayacağını bilhassa
belirtirler. Küfür, te'vil imkânı olmayan bir nassla, yâni ya Kur'ân'dan bir âyet
veya sahîh bir hadisle sâbit olmalıdır.[129]
"Âlimler, hadis metninde
geçen bilhassa "makam hususunda nizâ" tâbirine dayanarak, imamın
azlini, azline teşebbüsü meşru kılan tek sebebin "açık küfür"
olduğunu belirtirler. Bu yoksa fıskı, cevri, zulmü sebebiyle saltanatı
husûsunda imamla münâzaanın (kavganın) câiz olmadığını söylerler. Küfre
düşmemişse, diğer kötülüklerini rıfkla, lisân-ı münâsible, imama söylemek,
hatırlatmak yasaklanmamış bilakis istihsan edilmiştir.
Şu hâlde cemiyette bir kısım
fitnelere sebep olmamak düşüncesiyle, sultanların, idarecilerin mevki ve
makamlarıyla oynama işi "onlar açık bir küfre düşmedikçe" tecviz
edilmemiş, bu raddeye gelinceye kadar kişilerin menfaatlerini ilgilendiren
hususlarda fedâkârlıkların azamisine katlanmak tavsiye edilmiştir.
Bu meseleyi Nevevî şöyle ifâde
eder: "Halifeler, onlar İslâm'ın esaslarından birini tağyîr etmedikleri
müddetçe, sırf zulüm ve fıskları sebebiyle isyan câiz değildir."
Bu bahsi İbnu Hacer'in kaydettiği
bir pasajı aynen alarak hülâsa etmek isteriz: "Zalim imam mevzuunda
âlimlerin ittifak ettiği husus şudur: Zâlim imamı, fitne ve zulme yer
vermeksizin tahttan indirmek mümkünse bunu yapmak bir vecibedir. Değilse,
sabretmek vecibedir. Bir kısmı da şöyle demiştir: "Fâsık kimse bidâyette
başa getirilmez. Önceden adâletli olduğu hâlde sonradan fısk u fücûra ve zulme
düştü ise, buna karşı gelip, isyan etmek hususunda ihtilaf edilmiştir. Doğru
olanı, küfre düşmedikçe isyanın yasak olmasıdır. Küfre düştüğü takdirde isyan
vâcib olur." Nitekim, "Abbâsî halîfelerinden Me'mun, Mu'tasım ve
Vâsık "Kur'ân mahlûktur" iddiasını -ki âlimlerce bid'at olarak
vasıflandırılmıştır- yaymaya çalıştılar, bu maksadla âlimlere darb, habs ve
katle varıncaya kadar her çeşit işkenceyi tatbik ettiler. Buna rağmen hiçbir
âlim, bu muameleleri sebebiyle, onlara isyan etmek gerekir dememiştir."
İbnu Hacer, bir başka vesîle ile
kâfir imama karşı isyan vecîbesinin icmâ ile sâbit olduğunu ve bu vecibenin her
müslümana terettüp ettiğini belirterek sözünü şöyle noktalar: "Buna gücü
yeten sevap kazanır, göz yumup müdâhane eden günahkâr olur, gücü yetmeyen de
oradan hicret eder."[130]
Açık küfür dışında, imama
terettüp eden vazifeleri yapmasına mâni bir kısım tabiî hâller ârız olursa, bu durumda da
imamın azledilerek yerine yenisinin nasbı gerekmektedir. Bu haller tecennün
(delirmek), temyiz hâlinin kaybolması ve bu durumun Müslümanlara zarar verecek
bir müddet uzaması veya tedavi ümidinin kesilmesi, keza sağırlık, dilsizlik,
düşkünlük derecesine varan yaşlılık veya bir başka sebep araya girerek,
Müslümanların maslahatlarını takip etmesine mâni olacak olursa imam azledilir,
yerine yenisi nasbedilir. Düşman eline esir düşmesi de azlini gerektiren
sebeplerden biridir. Ancak bu durumda da esâret, işlerin aksamasına sebep
olacak bir müddeti bulur, kurtarma ümidi de kesilirse azli gerekir.[131]
Herhangi bir sebeple azledilip
yerine yenisi nasbedilen bir kimse, azlini gerektiren sebep ortadan kalksa da
yeniden imam seçilemez. Sözgelimi esaretten kurtulma, hastalıklardan, cünûndan
kurtulma gibi.
Fitne endişesi olmadığı takdirde
bidâyette efdal olanın seçimi vâcib ise de, sonradan efdalın zuhûru, mefdûlün
(faziletce geri olanın) azlini gerektiren bir durum değildir, fitne söz konusu
olmasa bile.[132]
Bakillâni, şöyle bir suâl sorar:
"Ümmet herhangi bir kimseyi imam tâyin etme hakkına sâhip olduğu gibi,
sebep göstermeden azletme hakkına da sâhip mi?" Bu soruya: "Hayır,
böyle bir hakka sâhip değildir" diye cevap verir. İmamın azli için mutlaka
mucib bir sebep olmalıdır. [133]
Yeniden imam seçmeyi gerektiren
durumlardan biri de istifadır. İmamın bizzat istifası onun ölmesi gibidir,
veliyyü'l-ahde (ümmete) yenisini seçmek terettüp eder. Hülâsa, isyanın tek
meşru sebebi açık küfürdür, fısk vs. sebeplerle azledilmez. Zira "azilde
âleme fesad, nizâ ve haksız yere adam öldürmeler mevcuttur."[134]
Buraya kadar kaydedilen bütün
açıklamalarda görüldüğü üzere, İslâm imama itaat hususunda hiç bir tâviz
vermiyor. İmamın açık küfrü dışında hiç bir bahâne ile itaatten yüz çevirmeye,
isyâna cevaz verilmiyor. Bunun sebeplerine, geçmiş bahislerde yer yer temâs
etmiş ve hattâ bizzat bâzı hadislerde buna yer verilmiş de olsa, burada bir kere
daha hülâseten belirteceğiz:
İtaatte ısrârın en mühim sebebi,
fitneyi önlemektir. Fitnenin sebep olacağı ferdî ve içtimâî zararların
büyüklüğü ve çokluğu sebebiyle İslâmiyet bütün gücüyle fitneyi önleyici ve
bastırıcı tedbirlere ağırlık vermiştir. Fitnenin önlenmesi uğruna ferdlerden
fedakârlığın âzamisini istemiştir. Fitnede başlıca şu zararlar vardır:
1- Mâsum kanı dökülür.
Halbuki, daha önce belirtildiği üzere, Kur'ân-ı Kerîm, mâsum bir kimseyi
öldürmeyi bütün insanları öldürmek gibi büyük bir suç olarak değerlendirmiştir.
2- Fitnenin çıkarılması
kolay, durdurulması imkânsız denecek kadar zordur. Fitne bir kere çıktı mı onun
açtığı içtimâî yaralar nesilden nesile geçer, tam iltiyam bulmadan kıyamete
kadar devam eder. İşte Şia fitnesi; Hz. Osman zamanından günümüze kadar on dört
asır geçtiği hâlde zaman zaman hâlâ ızdırabını çekmekteyiz.
3- Millî birliği bozar,
cemiyetin zaafa uğramasına sebep olur, bu da düşmanların iştahını kabartır,
üzerimize saldırtır.
4- Fitne hareketlerinden
cemiyette her an mevcut olan şer unsurlar istifade eder. İnananlar, nizam
tarafları, devletin güçlü kalmasını isteyenler mutlak surette bundan zarar
görürler. Zira, İslâmiyet, Allah'ın rızasını kazanmaktan ibâret olması gereken
hedefe meşru olan vâsıtalarla gitmeye izin vermiştir. Gayr-ı meşru vâsıtalara tevessül etmek kesinlikle
yasaklanmıştır. Anarşi ve fitne ise yolların en gayr-i meşrûsu ilan edilmiştir.
5- Fitne ile tarihte
hedefe varılmamıştır ve varılmayacaktır da. Yukarıda geçen bahiste de
belirtildiği üzere, tarihte bazı fırkalar Kur'ânî çizgiden çeşitli te'villerle
çıkarak ihtilalci fikirleri benimsemişlerdir. Bunlar zaman zaman fitneler
çıkarmışlar, hattâ iktidar da elde etmişlerdir. Fakat bunların hiç biri
başarılarını ve hattâ hayatiyetlerini devâm ettirememişlerdir. Bunlardan az
önce ismi geçen Mu'tezile kendi gibi düşünmeyenleri tekfir etmek, fâsık imama
itaat etmemek gibi prensipleri benimsemiş, ilk nazarda daha dinamik, daha canlı
olacağı intibâını vermesine rağmen elde ettiği başarıları devam ettirememiştir.
Onun Abbâsi sarayında hâkimiyet kurduğu hicrî 218-234 yılları arası kendisi
gibi düşünmeyen ilim adamlarına tatbik edilen zulüm, işkence, hapis ve
kıtallerle doludur ve İslâm tarihinin en kara sayfalarını teşkil eder.
İhtilalci, yobaz prensiplere dayanarak âkibetlerini hüsranla kapamasalardı
İslâm tefekkürüne katacakları renklilikle fikrî hayatta sebep olacakları
hareketlilik ve canlılık sayesinde belki de İslâm tarihinin ve İslâm
medeniyetinin daha parlak ve daha mes'ud mecrâlara yönelmesine imkân
hazırlayacaklardı.[135]
İslâm'ın anarşiyi önlemek
hususundaki gayretini görmek için, imam (devlet reisi) tâyininde uyulması
gerekli prensiplerini bilmemizde fayda var. Bu sebeple kısaca bunları
belirtmeye çalışacağız.
Bir kimsenin imam olabilmesi için,
daha önce belirtilen, imamda aranan şartların onda bulunması kâfi değildir. Bu
şartlara seçim veya tâyin işinin inzimam etmesi gereklidir. Bu üç şekilde olur:
1- Hz. Ebû Bekir
(radıyallahu anh)'in halîfe oluşunda cereyan ettiği şekilde, -biat esnasına hazır
bulunmaları mümkün olan ulema, rüesa ve adâlet ve rey sâhibi kimselerden
oluşan- ehlü'l-hal ve'l-akd tarafından seçilmek.
2- Hz. Ömer (radıyallahu
anh)'in halîfe oluşunda cereyan ettiği şekilde, selahiyetli bir kimse
tarafından tâyin edilmek. Selâhiyetli kimse, Ehl-i Sünnet'e göre, ya Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'dir, ya da önceki halifedir. Halîfenin,
kendi yerine, ömrünün sonunda birini tâyin edebileceği icma ile kabûl
edilmiştir. Zira, Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir tarafından yerine halife tâyin
edildiği zaman Ashâb'tan kimse itiraz etmemiş, herkes bunu kabul etmiştir.
Onların bu kabulü halifenin yerine geçecek kimseyi tâyin etme usûlünün
meşruluğuna delil kabul edilmiştir.
3- Zor ve istila yoluyla
başa geçmek. Bir kimse imamın ölmesi ile veya, hilafete göz dikerek, kuvvet
yoluyla galebe çalıp biatsız, seçimsiz başa geçecek olsa, onun imamlık ve
hilafeti câiz olur. Böyle bir kimse şahsen âdil veya zâlim veya fâsık da olsa
mâsiyet (Allah'ın emirlerine zıt) olmayan emirlerine itaat etmek gerekir.
İmametin sübûtu meselesinde kaydı
gereken mühim bir nokta ehlü'l-hal ve'l-akd'in tamamının bir şahs üzerinde
ittifaklarının aranmamasıdır. Aranması gerektiğine dâir ne aklî, ne de naklî
hiçbir delil mevcut değildir. Bu sebeple âlimler, ehlü'l-hal ve'l-akd'den bir
veya iki kişinin biatını, imametin sübutu ve tahakkuku için yeterli
görmüşlerdir, yeter ki aday diğer şartları hâiz bulunsun. Nitekim,
dindarlıkları ve dinin her meselesinin tatbikinde gösterdikleri titizlik ve
hassasiyetleri herkesçe mâlum olan Ashâb (radıyallahu anh), bir iki kişi
tarafından yapılan halife tâyinlerine itiraz etmemişlerdir: Hz. Ömer, sadece
Hz. Ebû Bekir tarafından; Hz. Osmân, Abdurraman İbnu Avf tarafından seçildiler
ve bu işe, bütün ümmetin icmâını taleb şöyle dursun, Medine'deki ehlü'l-hal
ve'l-akd'in icmâını bile taleb etmediler.[136]
Birkaç Prensip: İslâm
cemiyetinde fitnenin önlenmesi maksadıyla, te'sîs edilen imamet telakkisine,
yine aynı gayeyi -yâni fitneyi önlemeyi- te'yid ve tahsil maksadlarına râci
birkaç prensibi daha burada kısaca zikredebiliriz:[137]
Bazı âlimler, biatın alenî
olması, bir kısım müşâhidlerin gözü önünde cereyan etmesi gereğini ileri
sürmüştür. Cüveynî: "Aksi takdîrde, herhangi biri ortaya çıkıp gizli bir
akitle imam olduğunu, alenen imam olan kimseye nazaran tekaddüm hakkı
bulunduğunu iddia edebilir, bunların önlenmesi için aleniyet şarttır"
dedikten sonra ilâve eder: "İmamet rütbece nikahdan daha düşük
değildir." Zira nikah bile, şâhitler huzurunda alenî olmalıdır.[138]
İslâm dünyasında birliğin te'mini
ve çokluğun hâsıl edeceği fitnelerin önlenebilmesi için, sünnet, imamın bir
olması prensibinde ısrar eder: "Kim bir imama biat ederek anlaşma
müsâfahasını yaparsa, gücü yettiğince ona itaat etsin. Bir ikincisi çıkıp da
evvelkisi ile nizâya kalkışacak olursa onun boynunu vurun" (Müslim).
Bir başka rivayette, birden fazla imam çıktığı takdirde ne yapmaları lâzım
geldiğini soranlara da: "Birinci biatınıza sâdık kalın, gereğini ifa
edin... birincilere olan borcunuzu ödeyin.." cevabı verilir. Bazı
rivayetlerde "Kim olursa olsun ikinciyi öldürün" şeklinde,
te'kidli bir ifâdeye yer verilir.
İslâm âlimleri, bu mevzu üzerine
gelen nassları nazar-ı dikkate alarak aynı asırda imamın birden fazla
olamayacağı hususunda icma ederler. İslâm beldesinin dar veya geniş olması bu
hükme te'sîr etmez. Her hâl u kârda imamın bir olması gerekmektedir. Cüveynî,
İrşad'ında İslâm beldeleri bir imamın hâkimiyet kuramayacağı kadar geniş
olursa, iki ayrı imamın meşrûiyeti hususunda ictihad yapılabileceğini söylemiş,
sonraki âlimler onun bu görüşünü, ona nisbet ederek tekrarlamışlardır. Şâyet
aynı asırda iki ayrı imama biat edilecek olsa, bunların efdaliyet noktasından
vasıflarına bakılmaksızın birincisi meşru, ikincisi gayr-ı meşru ve âsi
(bâği)dir, iddiasından vazgeçirilinceye kadar kendisiyle harb edilir. Savaşı
ikincisi kazanacak olursa, bu durumda meşru imam olur.
Ehl-i Kıble'den sadece Kerrâmiye
fırkası Sahâbe'nin ve ümmetin icmâlarına muhalif olarak iki ve daha fazla
kimsenin imametinin câiz olabileceğini söylemiştir.
İmamın bir olmasındaki bu ısrar
da "fitneye düşüp nizamın bozulması" korkusundan ileri gelmektedir.[139]
Kur'ân-ı Kerîm'de Belkıs, Hz.
Süleyman'ın tehdidkâr mektubu üzerine, askerleriyle istişare ettiği vakit
askerleri şu cevabı verirler: "Biz, güç, kuvvet sâhibleri çetin savaş
erbabıyız. Emir sana ait. Bak, sen ne emredekceksin!" Bazı müfessirler bu
sözü "Biz kuvvet adamları harb ü darb ehli askerleriz, siyaset ve reyden
anlamayız, ne emredersen onu yaparız" mânasına telakki etmişlerdir.
Elmalılı Hamdi Yazır merhum, bundan önceki âyette geçen "Bana fetva
verin" ifadesine dayanarak heyette, askerden başka ileri gelenlerin de
bulunabileceği ihtimalini kabûl etmekle beraber "Bunun asker zihniyetini
göstermesi itibariyle kayda şayan bir mâna olduğunda şüphe yoktur" der.[140]
Bir kısım hadislerde, cemiyetteki
fitnenin ümerâ, yâni idâreciler zümresinden çıkacağına dikkat çekilerek böylesi
âmirlere yaklaşılmaması istenir. Bazı hadislerinde kendisinden sonra,
hidâyetten ayrılacak imamların çıkacağını haber veren Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm), ümmeti için en büyük endişeyi bunların verecekleri
fesad ve hâsıl edecekleri helâk ve tahribat sebebiyle duyduğunu da mükerreren
ifâde eder.
Bu çeşit imamların şerrinden en
iyi kurtuluş yolu onlarla temas kurmamak, onlara uymamak, isyan ederek fitneye
sebep olmamak, kerhen itaat etmektir. Tirmizî'nin bir rivayeti şöyle: "Benden
sonra bir kısım (kötü) emîrler başınıza geçecek. Kim onlarla hemhâl olur,
onların yalanlarını tasdik eder ve zülumlerinde onlara yardımcı olursa o benden
değildir, ben de ondan değilim. Böyleleri cennette Havz-ı Kevser'in başında
benimle buluşamaz da. Her kim onlarla hemhâl olmaz, zulümlerinde onlara
yardımcı olmaz, yalanlarını da tasdik etmezse o bendendir, ben de ondanım. O,
benimle Havz-ı Kevser'in başında buluşacaktır."[141]
ـ1ـ عن
عمرو بن أبى
ا‘حوص رضى
اللّه عنهُ.
قال ]شَهِدْتُ
حجةَ
الَودَاع مع
النبى #
فَحَمِدَاللّهَ
تعالى وأثنى
عليه وذكّر
ووعظ ثم قال
ثثاً: أىّ يوم
أحرمُ؟ قالوا
يومُ الحجِّ
ا‘كبرِ، قال
فإن دماءَكمْ
وأموالَكم
وأعراضكم
عليكم حرامٌ
كحرمة يومِكم هذا
في بلدِِكم
هذا في شهركم
هذا، أ
يجنى جانٍ إ
على نفسه، و
يجنى والدٌ
على ولدِهِ،
وَ ولدٌ على
والدِهِ، أَ
إن المسلمَ
أخُو المسلمِ
فليسَ يحلُّ
لمسلمٍ من
أخيه شئٌ إّ
مَا أحلّ من
نفسهِ، أ وإن
كلَّ رباً في
الجاهليةِ
موضوعٌ ـ
لَكُمْ رؤسُ
أموالِكُمْ تَظْلِمُونَ
وََ
تُظْلَمُونَ
ـ غَيْرَ
رِباَ العباسِ
فانهُ موضوعٌ
كلُّهُ، أَ
وإنَّ كلَّ
دمٍ كانَ في
الجاهِلِيّةِ
موضوعٌ،
وأولُ دمٍ أضعهُ
من دمِ
الجاهليةِ
دمُ الحارثِ
بن
عبدالمطلبِ، وكانَ
مسترضعاً في
بنى ليثٍ
فقتلهُ
هذيلُ، أَ
فاستوصُوا
بالنساءِ
خيراً
فانهنَّ
عَوَانٌ
عِنْدَكُمْ
ليسَ
تَمْلِكُونَ
مِنْهُنَّ
شيئاً
غيرَذلكَ إَّ
أن يأتينَ
بِفَاحِشَةٍ
مبيِّنةٍ،
فإن فعَلْنَ
فاهجُروهُنَّ
في المضاجِعِ
واضْرِبُوهُنَّ
ضرباً غيرَ
مبَرِّحٍ،
فإنْ اطعنَكُمْ
ف تبغُوا
عليهنَّ
سبِيً، أ وإن
لكُمْ على
نسائكمْ
حقاً،
ولنسائكُمْ
عليكم حقاً: فأما
حقُّكمْ على
نسائِكُمْ
فََ يوطِئْنَ
فُرُشَكُمْ
من تكرهُونَ،
وَ يأذنَّ في
بيوتكُمْ لمن
تكْرهُونَ،
أَ وإنْ
تُحْسِنُوا
إلَيْهِنَّ فِي
كِسْوَتِهِنَّ
وَطَعَامِهِنَّ
اََ وَاِنّ
الشَيْطَانَ
قَدْ أيِسَ
اَنْ يُعْبَدَ
فِي
بَلَدِكُمْ
هذا
أبداً،
وَلَكِنْ
سَتَكُونُ
لَهُ طاعةٌ
فِيمَا
تَحتَقِرُونَ
منْ
أعْمَالِكُمْ
وسَيَرضَى
بهِ[ أخرجه
الترمذى
وصححه »عوانٌ«
أى أسيراتٌ .
1. (45)- Amr İbnu Ebî'l-Ahvas
(radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le birlikte
Veda haccı'nda bulundum. Orada Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) irad
ettiği hutbede önce Allah Teâla'ya hamd ü sena, hatırlatma ve tavsiyelerden
sonra şöyle devam etti:
"Hangi gün (bu günden)
daha (mukaddes ve) haramdır?" Bu soruyu üç kere tekrarladı. Cemaat:
"el-Haccu'l-Ekber günü"
diye cevap verdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devam etti:
"Öyle ise bilin ki,
kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız, birbirinize, bu ayınızda, bu beldenizde şu
gününüz nasıl haramsa öylece haramdır, mukaddestir. Bilin ki herkesin
cinayetinden kendisi sorumludur. Hiçbir babanın cinayetinden oğlu sorumlu
tutulmaz. Haberiniz olsun ki, Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Bu sebeple, bir
Müslümana, bizzat kendisi helal kılmadıkça kardeşinin hiçbir şeyi helâl
değildir. Bilin ki cahiliye devrinden kalan bütün faizler mülgadır,
terkedilecek ve alınmayacak. Faize verilen paranın sâdece sermaye kısmını yâni
aslını alacaksınız, -böylece ne zulüm ve haksızlık etmiş ne de zulme ve
haksızlığa uğramış olacaksınız- Abbas İbnu Abdi'l-Muttalib'in faizi hâriç. Zira
onun tamamı mülgadır, terkedilmiştir.[142] Haberiniz olsun ki,
cahiliye devrinden kalan bütün kanlar da terkedilmiştir. (intikam peşine
düşülmeyecek). İlga ettiğim ilk câhiliye kanı da el-Hâris İbnu
Abdü'l-Muttalib'in kanıdır. Hâris,[143] Benu Leys'ten
tuttuğu bir süt anneye bebeğini emzirtiyordu. Çocuğu Hüzeyl adında birisi (bir
kavga sırasında attığı bir taşla kazâen) öldürmüştü. Sakın ha, kadınlara da iyi
muamele yapın. Çünkü onlar yanınızda esir durumundadır. Onlara iyi muamelenin
dışında (terketmek, dövmek gibi) bir başka şey yapmak hakkına sâhip değilsiniz.
Ancak açık bir çirkinlikte bulunulursa o hâriç. Çirkin iş yapmaları hâlinde,
önce yataklarını ayırın, (yine de devam edecek olurlarsa) yaralamıyacak şekilde
dövün. Bundan sonra itaat ederlerse, (onların yaptığına ayırma dövme gibi
muamelelere) zulmen devam etmek için bir yol (bir bahâne) aramayın. Bilin ki,
sizin kadınlarınız üzerinde bazı haklarınız var. Kadınlarınızın da sizler
üzerinde bazı hakları vardır. Kadınlarınız üzerindeki haklarınız istemediğiniz
kimselere yatağınızı çiğnetmemeleri, evlerinize hoşlanmadıklarınızın girmesine
izin vermemeleridir. (Onların sizdeki hakları ise) yiyecek ve giyeceklerinde
iyi davranmanızdır. Haberiniz olsun, şeytan şu beldenizde kendisine ebediyen
tapılmayacağını idrak etmiştir. Fakat, sizin önemsemediğiniz şeylerde ona itaat
devam edecek, bunlar da onu memnun
kılacak (menfî neticeler hâsıl edecek)tır."[144]
AÇIKLAMALAR:
Görüldüğü üzere bu hadis, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Veda Hutbesi'ni teşkîl etmektedir. Bu
hutbe birçok sahâbe tarafından rivayet edilmiştir. Herbiri rivayeti
hatırlayabildiği kadarıyla yaptığı için, hepsinin metninde farklılıklar vardır.
Nitekim, müteakip birkaç rivayet de bu hutbe ile ilgilidir.
Veda Hutbesi birçok yönden
ehemmiyet taşır:
1- Herşeyden önce Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hayatının sonlarında irad edilmiştir.
Malum olduğu üzere Veda Haccı hicretin onuncu yılında cereyan etmiştir. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ömrünün son aylarını yaşamaktadır ve birkaç
ay sonra vefat edecektir. "Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim,
üzerinizdeki nimeti tamamladım ve size din olarak Müslümanlığı beğenip seçtim
ve ondan râzı oldum" (Mâide: 5/3) mealindeki âyet de bu hac sırasında
nâzil olmuştur.
2- Hadiste geçen
el-Haccu'l-Ekber tabiriyle kastedilen şey, kurban günüdür. Arafe günü olduğu da
söylenmiştir. Ancak doğru olanı kurban günüdür. el-Haccu'l-Ekber'le ilgili söylenen
başka teviller asılsızdır. Buna el-Haccu'l-Ekber denmesi, umre ziyaretinden
ayırmak içindir. Zira umre'ye el-Haccu'l-Asgar denmiştir.
3- Hutbe muhteva olarak da
ehemmiyetlidir. Zira ciddi meselelere temas etmekte, o güne kadar ele alınmamış
olan birçok câhilî tatbikata son verilmektedir. Kan davâsının, fâizin
kesinlikle kaldırılması, karıkoca arasındaki hukukun tavzîhi, nesî takvimi'nin
ilgası, hac menâsikinin tesbiti vs. hepsine bu hutbede yer verilir. Günümüz
müelliflerinden bazıları Veda Hutbesi'ni İslâm'ın "insan hakları"
veya "kadın hakları" beyannamesi olarak değerlendirir. Gerçekten de
insanların "mal, can, ırz" dokunulmazlığının te'yidi tarihte ilk defa
cereyan eden bir vak'adır. 20. asırda Birleşmiş Milletlerce benimsenen insan
hakları beyannamesi şüphesiz çok daha fazla teferruata yer veriyor. Ancak onlar
hep kâğıt üzerinde kalmıştır ve öyle olmaya devam edecektir. Burada ise
âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
tebliği olarak vicdanlara, ruhlara, akıl ve fikirlere nakşolma sözkonusudur.
İnsanlık, Müslümanların en şa'şaalı, en güçlü devirlerinde bile, dili, dini,
rengi ne olursa olsun İslâm topraklarında kanından, malından, ırzından emin
olmuş, hürriyet içinde yaşamıştır. Avrupalıların hâkimiyet kurdukları yerlerde
öldürüle öldürüle nesli tüketilen, terör ve yasaklarla dili, dini unutturulan
kavimlerin, yeryüzünden tamamen silinen medeniyetlerin sayısı çoktur.
4- Kadınlarla ilgili
birkaç noktayı açıklamamız gerekecektir: Hadiste belirtildiği üzere karıya,
kocanın "iyi muâmele"de bulunması esastır. Kocasının onun üzerinde
bazı hakları vardır. Ancak onun da kocası üzerinde hakları vardır. Her ikisi de
diğerinden bu haklardan daha fazlasını zorla isteyemez. Erkeğin kadınına karşı
borçları nafakadır: Yiyecek, giyecek ve mesken temini. Dinimiz bunların asgarî
miktarını tâyin ederken devrin şartlarını, örfü, kadının geldiği ailenin
iktisadî seviyesini gözönüne almıştır. Fıkıh kitaplarımız bu meselelere geniş
yer verir. Teferruata girmeden İslâm âlimlerinin icma ettikleri ana prensipleri
kaydedelim: Nikah akdi, istihdam (kadını hizmetlenme) akdi değildir. Bu sebeple
yemek yapmak, evi süpürmek, çamaşır yıkamak gibi dahilî; dükkanda, tarlada
çalışmak, hayvanları tımar etmek gibi harici işleri yapmakla mükellef değildir.
Kadın, bu çeşit hizmetlerin görülmesi için, masrafı kocası tarafından
karşılanmak üzere en az bir hizmetçi tutmak hakkına sahiptir. Koca, hanımın
yemeğini pişmiş ve hazırlanmış olarak getirmek zorundadır. Kadın bir kısım ev
işlerini yapıyorsa bunu hukukî bir mecburiyet olarak değil, bir iyilik, hoş bir
âdet, örf olarak yapar. Bu çeşit işleri yapmak istemese kocası icbar edemez. Bu
davranışı sebebiyle kadın günahkâr da olmaz. Ona terettüp eden hukukî vecibe:
Kocasından izin almadan evden ayrılmaması, kocasının istemediklerini eve
almaması, çağırdığı takdirde yatağa gelmesidir."[145]
Kadının dövülmesi meselesi'ne
gelince, dinimiz, bazı sıkı kayıtlarla buna yer vermiştir. Yukarda
kaydettiğimiz hadisten ayrı olarak Kur'an-ı Kerîm'de de yer verilen bir
husustur. Kur'ân-ı Kerîm'de yer verilmiş olması mevzuya ayrı bir ehemmiyet
kazandırmaktadır. Bizce, âyet-i kerîmenin bu meseleye temas etmiş olması
kadınları himayeye mâtuf bir durumdur. Zira başta günümüzün en ileri
memleketlerinde bile hâlâ câri olduğu üzere, her devirde, her millette kadınlar
dövülmüştür. Kıyamete kadar da bu realite devam edeceğe benziyor. Sanki insanî
münasebetlerin kadın-erkek bölümünün tabiî bir neticesidir. İnsanlar zarurî
olan münasebetlerinde her zaman orta yolu koruyamazlar, ifrat-tefrit,
rıza-gazab, sevgi-öfke iç içedir. Bunların sonucu olarak münakaşalar, ağız
kavgaları, yumruklaşmalar hatta cinâyetler vukûa gelir. Bunlar
"olmamalıdır" diye bir teşriat olamaz. İslâm bu meselede realiteyi
kabul ederek müntesiblerini makul hududda tutmaya, frenlemeye çalışır. Esasen
her meselede "vasat yol"u göstermek İslâm'ın ana ruhunu teşkil eder.
Bu kısa açıklamadan sonra asıl
mevzumuza gelelim: Kur'ân-ı Kerîm'de, meâlen şu ayet mevcuttur: "Serkeşlik
etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara gelince, evvela kendilerine nasihat
edin, sonra yataklarında onları yalnız bırakın, yine dinlemezse dövün."
(Nisa: 4/34).
Dikkat edilirse âyet kadının
dövülmesini birçok şarta bağlamaktadır:[146]
Kur'ân'da bu sebep
"nüşuz" kelimesiyle ifade edilir. Türkçe meallerde umumiyetle hep
"serkeşlik" olarak tercüme edilmiştir. Kelime Arapça'da yükseklik,
tümseklik, sivrilik gibi mânalara gelir. Selef âlimleri kadınla ilgili olarak
Kur'ân'da gelen bu tavırdan "kocasına isyanı, koku sürünmemesi, kocasını
nefsinden men etmesi, kocasına daha önceki davranışını değiştirmesi, kocasına
sevgisizlik izhar etmesi, kocasının tâyin ettiği evde oturmayı kabul etmeyip
bir başka yerde oturması gibi durumları anlatmıştır.
Yani, kocasına karşı olan vecibelerini
yerine getirmemesi diye hülâsa edebiliriz. Vecibe olmayan işlerdeki
itaatsizlikten dolayı dövmeye hakkı yoktur. Ev işlerini yapmaması gibi.
Veda Hutbesi'nde, kadını dövmeyi
meşru kılan suç "nüşuz" kelimesiyle değil, "fâhiş"
kelimesiyle ifade edilmiştir. Biz "çirkinlik" olarak tercüme ettik.
Bunu, dilimizde aynı kökten fuhuş kelimesiyle tercümeyi uygun bulmadık. Çünkü
fuhuş, zina mânasına gelir. Halbuki burada zinanın kastedilmiş olması mümkün
değildir. Çünkü zinanın cezası recm denen hadd-i zina'dır. Bunun dayakla
geçiştirilmesi mümkün değildir. Öyle ise, bu hutbede geçen fâhiş kelimesini
fuhuşla açıklamak ve böylece Kur'ân'da geçen "nüşuz" kelimesinin
vuzuha kavuşturulduğunu söylemek uygun olmaz.[147]
Kadın meşru bir sebeple
dövülebilirse de bu, en son baş vurulacak yoldur. İlk önce, serkeşliği
sebebiyle nasihat edip, tatlılıkla ondan vaz geçirme yolu aranacak. Bu müessir
olmazsa yatağı ayrılacak. Bu iş, arkasını dönmek ve konuşmamak suretiyle
gerçekleştirilir. Ayrı bir yatakta yatılır da denmiştir. Bu ceza da müessir
olmazsa dayak meşru hâle gelmektedir. İslâm burada da yenilik getirerek dayağın
derecesini belirtmiş "çok acı verici olmaması"nı emretmiştir.
Şu halde, İslâm, her devirde
mevcudiyetini fiilen dünyanın her köşesinde muhafaza etmiş beşerî bir realiteyi
ciddî kayıtlara bağlayarak kadınlar lehine ıslah etmiş, asgarî seviyeye, en az
zararlı bir hâle getirmiştir.
Elmalılı Hamdi Efendi, dayakla
ilgili yukarıda temas ettiğimiz ayet-i kerîmenin açıklamasını yaparken bir
dipnot düşüyor. Buraya aynen kaydını uygun buluyoruz:
"Burada, kadın dövülür mü,
diye bir soru vârid olabilir. Evet dövülmez, fakat bu ifadede kadın demek
nâşize (serkeş), âsiye (isyankâr) karı demek olmadığı da unutulmamak lâzım
gelir. Sırasına göre insanca olmak üzere bir kaç tokat, hissi isyan ile sukuta
doğru giden hırçın bir kadına kadınlık şeref ü terbiyesini bahşetmek için güzel
bir ders olabilir. Şair Ziya Paşa merhum:
"Nush ile yola gelmiyeni
etmeli tekdir,
Tekdir ile uslanmayanın hakkı
kötektir."
demiştir. Zamanımızda Kur'ân'ın
işbu "onları dövün" emrini sui tefsir ederek dillerine dolamak
isteyen Avrupalılar görüyoruz. Fakat ne garib bir tesadüftür ki, biz bu âyetin
tefsîriyle meşgul olduğumuz sırada bir Fransız mahkemesinin, kocası tarafından dövülmüş
olan bir Fransız karısına ikame ettiği davaya karşı "hırçınlık edip
kocasını tehevvüre getiren bir kadının yediği dayaktan dolayı talâk (boşanma)
dâvâsı ikamesine hakkı olmadığına" hükmettiğini gazeteler ilan
ediyordu" (Cilt 2, s. 1351).
3- Hadîsin son kısmı
ehemmiyet verilmeyen bir kısım günahlarla ilgili; "Şeytan şu
beldenizde, kendisine ebediyyen tapılmayacağını idrak etmiştir. Fakat, sizin
önemsemediğiniz şeylerde ona itaat devam edecek, bunlar da onu memnun
edecektir" buyuruluyor.
Şârihler, Mekke ve civarında,
artık puta tapma şeklinde kimsenin küfre dönmeyeceğini anlamışlardır.
Bedevilerde görülen irtidad hâdiselerinin de bu hükmü cerhetmeyeceği açıktır,
zira Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in vefatından sonra görülen bu
hâdiseler, mahiyetce eski putlara dönüş olmamıştır. Ancak hadis "katl,
yağma gibi bazı büyük günahlarla, bir kısım küçük günahları ‘puta tapmak değil'
diye mühimsemeyip, işlemeye devam edeceksiniz, şeytana uymada bu da yeterli
olacaktır" şeklinde uyarıda bulunmakta, günah küçük bile olsa kaçınmak
gerektiğini irşad etmektedir. Nitekim İslâm uleması küçük günahlarda ısrar
etmeyi büyük günah saymış, hatta bazıları, -büyük küçük ayırımı yapmadan-
herbir günahta küfre giden bir yol olduğunu belirtmiştir. Ehemmiyet verilmeyen
günahların nasıl küfre götüren bir günah gibi büyüyebileceğini açıklama
sadedinde Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri (rahimehullah)'nin şu açıklaması
ikna edicidir: "Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ
nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılalıştırıyor. Herbir günah içinde küfre
gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil
belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. meselâ: Utandıracak bir
günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılâından çok hicab ettiği zaman,
melâike ve ruhâniyâtın vücûdu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları
inkâr etmek arzu ediyor. Hem Meselâ: Cehennem azabını intaç eden büyük bir
günahı işleyen bir adam, cehennemin tehdidatını işittikçe istiğfar ile ona
karşı siper almazsa, bütün ruhuyla cehennemin ademini arzu ettiğinden, küçük
bir emâre ve bir şüphe, cehennemin inkârına cesâret veriyor. Hem mesela: Farz
namazını kılmayan ve vazife-i ubûdiyeti yerine getirmeyen bir adamın küçük bir
âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o
adam, Sultan-ı Ezel ve Ebedin mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir
tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve mânen diyor
ki: "Keşki o vazife-i ubûdiyet bulunmasa idi." Ve bu arzudan bir
mânevî adâvet-i İlâhiyyeyi işmâl eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe
vücud-u ilâhiyyeye dâir kalbe gelse, kat'î bir delil gibi ona yapışmaya
meyleder. Büyük bir helâket kapısı ona açılır. O bedbaht bilmiyor ki: İnkâr
vâsıtasıyla gâyet cüz'î bir sıkıntı vazife-i ubûdiyetten gelmeye mukabil,
inkârda milyonlar ile o sıkıntıdan daha müdhiş manevî sıkıntılara kendini hedef
eder. Sineğin ısırmasından kaçıp, yılanın ısırmasını kabul eder."[148]
ـ2ـ وعن
ابن عمر رضى
اللّهُ
عنهُما قال:
قال رسولُ
اللّهِ # في
حَجةِ
الوَدَاعِ ]أَ
أىُّ شهر
تعلَمونهُ
أعظَمَ حُرْمةً؟
قالوا: أ
شهرُنا هذا،
قال أ أىُّ
بَلَدٍ
تعلمونهُ
أعظمَ حرمةً؟
قالوا: أ
بلدُنا هذا،قالَ
أ أىُّ يَوْمٍ
تعلمونهُ
أعظمَ حرمةً؟ قالوا:
أ يوْمُنَا
هذا، قال فان
اللّهَ تعالى قدْ
حرّمَ
علَيْكُمْ
دِمَاءَكُمْ
وَأمْوَالَكُمْ
وَأعْرَاضَكُمْ
إّ
بِحَقِّهَا
كَحرمةٍ
يومِكمْ هذا
في
بَلَدِكُمْ
هذا في شهرِكم
هذا، أ هلْ
بَلّغتُ
ثثاً، كلُّ
ذلكَ يُجِيبُونهُ
أ نعمْ. قالَ:
ويْحكمْ أو
ويْلَكُمْ ترجعوا
بعدِى كفاراً
يضربُ
بعضكُمْ رقابَ
بعضٍ[. أخرجه
الشيخان
واللفظ
للبخارى .
2. (46)- İbnu Ömer
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Veda
Haccı'nda şunu söylediler:
"(Ey ahâli) hangi ayın
hürmetce daha ileri olduğunu biliyor musunuz?" Halk:
"Şu içinde bulunduğumuz ay
değil mi?" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Peki, hangi bölgenin
hürmetce daha önde olduğunu biliyor musunuz?" diye sordu. Halk:
"Şu yerler değil mi?"
cevabını verdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tekrar:
"Pekâla hangi günün
hürmetçe daha üstün olduğunu biliyor musunuz?" dedi. Halk:
"Şu içinde bulunduğumuz gün
değil mi?" diye cevap verdi. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) sözlerine şöyle devam etti:
"Öyleyse bilin ki Allah
Teâla, sizlere, meşrû sebep dışında kanlarınızı, mallarınızı, ırzlarınızı haram
kılmıştır, tıpkı şu beldede, şu ayda şu günümüzü haram kıldığı gibi."
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bundan sonra üç sefer tekrar ederek
sordu:
"Duydunuz mu, tebliğ
ettim mi?" Halk her defasında
"Evet" cevabını verdi.
Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) sözlerini şöyle tamamladı:
"Sakın ha! Benden sonra
tekrar küfre dönüp birbirinizin boyunlarını vurmaya kalkmayın!"[149]
ـ3ـ وعن
أبى بَكْرَةَ
نُفيعِ بنِ
الحارثِ الثقفىِّ
رضى اللّهُ
عنهُ ]أنّ
النبىّ # قال:
إنَّ الزَّمَانَ
قدِ استدارَ
كهيئتِهِ
يومَ خلقَ
اللّهُ السَّمَواتِ
واَرْضَ،
السنةُ اثنا
عشرَ شهراً:
منهَا أربعةٌ
حُرُمٌ، ثثٌ
متوالياتٌ: ذُو
القَعدةِ،
وذُو
الحِجةِ،
وَالمحرَّمُ،
ورجبُ مضرَ
الذى بينَ
جُمادَى
وشعبانَ،
أىُّ شهرٍ
هذَا؟ قلنا
اللّه
ورسولُهُ
أعلمُ، فسكتَ
حتّى ظنَنَّا
أنهُ
سَيُسمِىهِ
بغيرِ إسمِهِ،
فقال أليْسَ
ذَا
الحِجَّةِ؟
قلناَ بَلى.
قالَ أىُّ
بلدٍ هذا؟
قلناَ اللّهُ
ورسولُهُ
أعلمُ، فسكتَ
حتَّى
ظنَنَّا أنهُ
سيسمِيهِ
بغير إسمِهِ.
فقالَ: أليسَ
البلدةَ
الحَرَامَ؟
قلنَا بلى.
قال فأىُّ
يومٍ هذا؟
قلنَا اللّهُ
ورسُولُهُ
أعلمُ. فسكتَ
حتى ظننا أنهُ
سيسميهِ بغيرِ
اسمِهِ. فقال
أليسَ يومَ
النحرِ؟
قلنَا بلَى.
قالَ فإن
دماءَكُمْ
وأمْوَالَكُمْ
وأعْرَاضَكُمْ
عَلَىْكُمْ
حَرام
كَحرمةِ
يَوْمِكُمْ
هذَا في
بَلَدِكُمْ
هذَا في
شهرِكُمْ هذَا.
وسَتَلقَوْنَ
رَبَّكُمْ
فيسْألُكُمْ
عَنْ
أعْمَالِكُمْ،
أَ فَ
تَرْجِعُوا
بَعْدِى
كُفّاراً
يضْربُ
بَعضُكُمْ
رِقَابَ
بعْضٍ، أَ ليَبلغِ
الشاهِدُ
الغائبَ،
فلعلَّ بعضَ
مَنْ يَبْلُغُهُ
أنْ يَكُونَ
أوْعَى لَهُ
مِنْ بَعْضِ
مَنْ سَمِعهُ.
ثُمّ قال: أَ
هلْ بلَّغْتُ،
أَ هلْ
بَلَّغْتُ
ثَثاً.
قُلْنَا
نعمْ، قال:
اَللَّّهُمَّ
اشْهَدْ[.
أخرجه
الشيخان وأبُو
داودَ.زَادَ
مسلمٌ رحمهُ
اللّهُ تعالى:
]ثم انكفأَ
إلى كبْشيْنِ
أمْلَحَيْنِ
فَذَبحهمَا،
وَإلى
جَزيعةٍ من
الغنم
فقسَّمهَا
بيننَا.[وَزَادَ
رُزينٌ رحمهُ
اللّهُ تعالى
في آخِرهِ
]ثَثٌ َ
يُغَلُّ
عَلَيْهِنَّ
قَلبُ مُؤمِنٍ
أبداً: إخْصُ
العملِ للّهِ
تعالى،
ومنَاصَحَةُ
وُةِ ا‘مرِ،
ولزومُ
جماعةِ
المسلمينَ
فإنَّ
دَعْوَتَهُمْ
تحيطُ منْ
وَرائِهمْ[.
قالَ ابنُ
ا‘ثيرِ: ولمْ
أَرَ هذهِ
الزيادة في
ا‘صولِ.»الجزيعة«
بالزاى:
القطعةُ منَ
الغنمِ،
وَقَوْلُهُ
»َيغَلُّ« بضم
الياء من ا“غل
وهوَ الخيانةُ.
وقيلَ
بفتحهَا من
الحقدِ،
والمعنى أنَّ
هذهِ الخلَ
الثثَ
تُسْتصلَحُ
بهَا القلوبُ
فمنْ تمسكَ
بها طَهرَ
قبلهُ منَ
الخيانةِ
والدَّغَلِ
والشرِّ .
3. (47)- Ebu Bekre
Nufey'u'bnu'l-Hâris es-Sakafî (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdu: "Zaman, döne döne Allah'ın arz
ve semâvâtı yarattığı gündeki düzenini tekrar buldu. Sene on iki aydır.
Bunlardan dördü haram aydır. Haram aylar da üç tanesi peş peşe gelir:
"Zülkade, Zü'lhicce ve Muharrem. Bir de Cumâdî ve Şâban ayları arasında
yer alan Mudarlılar'ın Receb'i." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
sordu:
"- Bu ay hangi
aydır?" Biz:
"Allah ve Resûlü daha iyi
bilir" dedik. Bir müddet sustu. Biz ayın ismini değiştirecek zannettik.
Ancak şunu söylediler:"
"- Bu zi'lhicce değil
mi?"
"- Evet!" karşılığını
verdik. Devam etti:
"- Peki burası
neresidir?" Biz:
"- Allah ve Resûlü daha iyi
bilir" cevabını verdik. Yine sustu ve biz bölgenin ismini değiştirecek
vehmine kapıldık."
- Burası haram bölge değil
mi?" dedi.
"- Evet" dedik."
"- İçinde bulunduğunuz
gün nedir?" diye tekrar sordu, biz yine:"
- Allah ve Resûlü daha iyi
bilir"dedik. Tekrar sustu ve biz yine günün ismini değiştirecek zannına
düşmüştük ki:"
"- Kurban günü değil
mi?" dedi.
"- Evet" cevabımız
üzerine sözüne devam etti:"
"- Bilin ki, kanlarınız,
mallarınız ve ırzlarınız birbirinize kesinlikle haramdır, tıpkı bu yerde, bu
ayda şu gününüzün haram olması gibi. Rabbinize kavuştuğunuz zaman sizi
yaptıklarınızdan hesaba çekecek. Sakın benden sonra birbirinizin boyunlarını
vuran kâfirler olmayın. Bu söylediklerimi duyanlar, duymayanlara ulaştırsınlar.
Bazan söz kendisine ulaştırılan kimse, ulaştırılan sözü, bizzat dinleyenden
daha iyi beller." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sonra şunu
ekledi:
"Tebliğ ettim mi, tebliğ
tettim mi?" Üç defa tekrarladı.
"- Evet" cevabımız
üzerine:
"- Ya Rabbi şâhid
ol!" dedi.[150]
Müslim'in rivâyetinde şu ziyade
var: "Sonra Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) beyazı galebe çalan
alaca iki koyuna yöneldi ve onları kesti. Sonra da koyunun bir parçasını alıp
aramızda taksim etti."
Rezîn, rivayetin arasına şunu
ilâve eder: "Üç şey vardır, bir mü'minin kalbi onlara karşı ebediyen
ihânet etmez; ameli sırf Allah için yapmak, idareyi elinde tutana karşı
hayırhah olmak, Müslümanların cemaatine katılmak, çünkü onların duaları cemaate
dahil olanların hepsini içine alır." İbnu'l-Esîr: "Bu ziyadeyi
ana kitaplarda (Kütüb-i Sitte) görmedim" der.
Bu ziyadenin mânası şudur: bu üç
şeyde kalbler huzura kavuşur. Kim bunlara yapışır, riayet ederse, kalbi
hıyânet, hile ve şer gibi mânevî kirlerden temiz kalır.[151]
AÇIKLAMA:
Pek çok fıkıh ve hikmetlerle dolu
olan Veda hutbesiyle ilgili olarak 45 numaralı hadisin açıklamasında bazı mühim
noktalara temas ettik. Bir kısım meselelere de burada yer vereceğiz:
1- Hadiste geçen: "Zaman
döne döne Allah'ın arz ve semâvatı yarattığı gündeki düzenini tekrar
buldu" ifadesi açıklamaya muhtaçtır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) ömrünün son senesinde mühim bir ıslahda bulunmuştur: Takvim reformu.
O güne kadar, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) câhiliye devrinden intikal
eden müşriklerin takvim sistemine uymuştu. Bu sistem, kamerî ayları esas
almakta ise de, haram ayları ticâret mevsimlerine düşürmek için nesî denen bir
te'hir sebebiyle ayların yeri, sırası karmakarışık olmuştu. Şârihlerin yaptığı
açıklamaya göre ayların karışmasına sebep olan bir başka âmil de bâzı yıllarda
haram ayın birini helâl addederek, onun yerine bir başka ayı haram ilâve etme
durumuydu.
Araplar Hz. İbrâhim ve oğlu Hz.
İsmail (aleyhime'sselam)'den beri, senenin bazı aylarıyla ilgili hürmete (haramlık'a)
riâyet ederlerdi. Buna göre, senenin 4 ayı haram idi. Bu ayların üç tanesi peş
peşe gelen: Zilkade, Zilhicce, Muharrem ayları, dördüncüsü de Receb idi.
Haram aylarında bir kısım
yasaklara sıkı sıkıya riâyet ediyorlardı; birbirlerine çapulculuk, baskın,
harb, yol kesme, adam öldürme ve hattâ intikam alma gibi yasak fiilleri
işlemiyorlardı. Bu yasağa riâyet etmeyen çıkacak olsa, bu herkesçe büyük bir
suç ve kınamayı mucib bir ayıp telakki edilirdi. Bu aylara o kadar hürmet
ederlerdi ki, intikam bile alınmazdı. Sözgelimi babasının katiline rastlayan
bir kimse ona dokunmaz, rahatsız etmezdi. Bu aylarda daha ziyade ibadetle
meşgul olunurdu.
Ne var ki, üç ayın peş peşe
gelmesi bazı sıkıntılar getiriyordu. İktisadî düzenleri büyük ölçüde çapul ve
yağmaya dayanan kabilelere üç ay gelirsiz kalmak zor gelmeye başlamıştı. Bu
mahzuru gidermek üzere "nesî" denen te'hir'e başvurdular. Yani, haram
aylardan birinde harbe (veya yasak olan herhangi bir fiile) mecbur kalacak
olurlarsa, o ayın hürmetini bir başka aya te'hîr (nesî) ederlerdi. Mesela
Muharrem ayında harp yapınca, o yıl sefer'i haram sayarlardı. Müteâkip sene bu
hürmet başka aya te'hir edilirdi.
Bu tatbikat zamanla on iki ayda
dört nisbetini de daha aşağı indirmek ve haccı dört mevsimden işlerine gelen
bir mevsimde tutmak için altı ayda birer haftadan yirmi dört ayda bir ay tezyid
ve tevsî etmişler.
Kamerî takvimden vazgeçmemekle
birlikte şemsî takvime göre amel etmekten doğan bir kısım tezadlarının
giderilmesi için başka müdahaleler yapılmış[152],
yıllar yılı takip edilen bu tatbikât sonunda aylar karışmıştır. Bu durum,
görüldüğü üzere, zamanla ilgili olarak Cenâb-ı Hakk (celle celâluhu)'ın takdir
buyurduğu haram ve helâllerin karışmasına sebep olmuştur. Sözgelimi hac
farîzası, onun yapılması gereken ayda değil, yapılmaması gereken ayda yapılmış
oluyor. Bu sebeple âyet-i kerîme, nesî yani ayların yerini te'hir işlemini,
"küfürde artış" olarak tarif etmiştir: "Doğrusu, ayların
sayısı Allah yanında on iki aydır. Gökleri yeri halkettiği günkü Allah
yazısında bunlardan dördü haram olanlardır. Bu, işte en payidar, en doğru
yoldur. Onun için bunlar hakkında nefislerinize zulmetmeyin... O nesî, ancak
küfürde bir artıştır ki onunla kâfirler şaşırtılır, onu bir yıl helâl bir yıl
da haram i'tibar ederler ki Allah'ın haram kıldığının sayısına uydursunlar da
Allah'ın haram buyurduğunu helâl kılsınlar. Bu suretle kötü amelleri
kendilerine süslenip güzel gösterildi. Allah da kâfirlerden ibaret bir kavmi
hakka hidayet etmez" (Tevbe: 9/36-37).
Yukarıda kaydedilen hadis, Vedâ
Haccı'nın, yılların devri sonunda, Arapların Zilhicce'yi haram kıldıkları
seneye tesadüf ettiğini ifade etmektedir. Bu tevafuk, yaratılış sırasında
Allah'ın aylarla ilgili olarak koyduğu hükme uygun düşmüş, bundan böyle nesi'ye
yer verilmeden asl'a uygun olarak devam edilmesi Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) tarafından teşrî edilmiştir.[153]
2- Hadiste geçen
"Mudarlılar'ın Receb'i tabirinden maksad, Recep ayının tahrimini
mübalağalı şekilde ifâde etmektir. Çünkü Mudarlılar Receb'in hürmetine
titizlikle riayet ettiği halde Rebîalılar, onun diğer aylara göre sırasında
ihtilaf ederdi. Bunlara göre, Receb ayı Ramazan sayılmalı idi. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) Receb'in yeri meselesini Mudar lehine çözdüğü için o
ayı onlara nisbet etmiştir. Bazıları, Mudarlılar'ın bu ayın hürmetine uymada
titiz oldukları için Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) onlara nisbet
etmiştir diye izah etmiştir.[154]
3- Bazı Faideler: Hadis
pek çok faide ifade etmektedir. Birkaçını zikredelim:
1- İlmin tebliğ edilmesine
teşvik var.
2- İnsan ilme tam ehil
olmazdan önce öğrenmeye başlaması caizdir.
3- İlmi tebliğ için
öğrendiğini anlaması şart değildir.
4- İlmi ikinci elden
alanlar, yani arkadan gelenler, birinci elden alanlardan daha anlayışlı
olabilir, müteahhir olanlar arasında az da olsa mütekaddim olanları geçecek
çıkabilir.
5- Aslında duran hayvana
binmek câiz değilse de, ihtiyaç halinde câiz olabilir. Öyle ise bu hususta
hadislerde gelen yasaklama, zaruret olmaksızın hayvan durdurup inmeden sohbet
etmekle ilgilidir.
6- Halka hitab ederken
yüksek bir yerde durmak hem duyurmayı kolaylaştırır, hem de halkın hatibi
görmelerine imkân sağlar.
7- Söylenen sözün mühim
noktalarını tekrar etmek, dinleyicinin daha iyi anlamasını ve zihninde
yerleşmesini sağlar.
8- Ashab (radıyallahu
anhüm ecmaîn) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a karşı edeb ve nezâketleri
sebebiyle, sorulara: "Allah ve Resûlu daha iyi bilir" diye cevap
verirlerdi.
9- Tebliğde mühim bir
metod önce muhatabı hazırlamadır.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın içinde bulunulan gün, ay ve hutbenin verildiği yerle ilgili olarak
soru sorması, Kurtubî'nin açıklamasına göre yapılacak tebliğin müessiriyetini
artırmak için baş vurulan bir metoddur. Şöyle der:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın bu üç şeyden sorması, sonra her sualin arkasından sükut buyurması
(onlara bir bilgi sunmak için değil) onların fehim ve anlayışlarını (yapacağı
asıl tebliğe) hazırlamak, muhatablarını bütün varlıklarıyla kendisine yöneltmek
ve vereceği haberin azamet ve ehemmiyetini duyurmak içindi. Nitekim (zihinleri
başka meşguliyetlerden arındırılmış, dikkatleri kendisine çekilmiş olan cemaate
bu psikolojik hazırlama safhasından) sonra haykırdı: "Bilesiniz ki; kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız birbirinize
haramdır, şu günün, şu ayın, şu beldenin haram olduğu gibi. Bu söylediklerimi
burada olanlar olmayanlara duyursun..."[155]
ـ4ـ وعن
أبى هريرة رضى
اللّهُ عنهُ
قال: قال رسولُ
اللّهِ #:
]مَامِنْ
مولودٍ إّ
يولدُ علَى الفطرةِ
ثم يقولُ
اقرؤا
»فِطرَةَ
اللّهِ التى فطَرَ
النّاسَ
علَيْهَا«
فأبَواهُ
يُهَوِّدَانِهِ
أوْ
يُنَصِّرَانِهِ
أوْ
يُمجّسَانِهِ
كَمَا
تُنْتِجُ
البَهيمةُ
بَهِيمةً
جَمْعَاءَ،
هلْ تُحسونَ
فيهَا من
جَدْعاءَ
حتَّى تكونُوا
أنتم
تجدعُونَهَا.
قَالُوا يا
رسُولَ اللّهِ:
أفَرأيْتَ من
يَمُوتُ
صَغِيراً؟
قَالَ: اللّهُ
أعْلَمُ
بِمَا
كَانُوا
عَامِلِينَ[
أخرجه الستةُ
إّ النسائىّ،
وهذا لفظُ
الشيخين،
وللباقينَ
بنحوِهِ.وفي
أخرى ]مَامِنْ
مَوْلُودٍ يُولدُ
إَّ وَهُوَ
عَلى هذِهِ
الملَّةِ حتَّى
يُبينَ عنه
لسانُهُ[ .
4. (48)- Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor; Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Her çocuk fıtrat üzerine
doğar" buyurdu ve sonra da "Şu ayeti okuyun" dedi: "Allah'ın
yaratılışta verdiği fıtrat..." (Rum: 30/30). Sonra Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) sözünü şöyle tamamladı: "Çocuğu anne ve babası
Yahudileştirir veya Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirir. Tıpkı hayvanın
doğurunca, azaları tam olarak yavru doğurması gibi. Siz kesmezden önce, kulağı
kesik olarak doğmuş hayvana rastlar mısınız?" Dinleyenler:
"Ey Allah'ın Resûlu,
küçükken ölenler hakkında ne dersiniz (cennetlik mi, cehennemlik mi?) diye
sordular. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verdi:
"(Yaşasalardı) nasıl bir
amel işleyeceklerdi Allah daha iyi bilir."
Bir başka rivayette: "Doğan hiçbir çocuk yoktur ki,
konuşmaya başlayıncaya kadar şu din üzere olmasın" buyurulmuştur.[156]
AÇIKLAMALAR:
1- Bu hadiste kişinin
kazanacağı dinî, meslekî, ilmî vs. her çeşit şahsiyette terbiyenin, hususen
anne ve babanın rolü dile getirilmektedir. Gerçekten milletlerin iyi veya kötü
her istikamette kaderini tayin eden âmillerin başında terbiye gelir.
Terbiyevî gayretler terbiyevî
müesseseler, terbiyeye ayrılan vaktin miktarı neticeye tesîr eder. Hadîste,
terbiye yoluyla çevrenin kişiye vereceği şeylere "din" örneğinde
dikkat çekilmiştir.
2- Dikkat çekilen ikinci
bir husus çocuk fıtratıdır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bütün
çocukların aynı fıtrata sâhip olduğunu ifade etmektedir: Zengin çocuğu da,
fakir çocuğu da... siyahî çocuğu da,
beyaz çocuğu da, Avrupalı aileden doğan çocuk da, Afrikalı yamyam âileden doğan
çocuk da aynı fıtrata sâhip. Demek ki, doğduğu an dikkate alındığında bütün
insanlar aynı yaratılış üzeredirler, aynı temel kapasite ve temayüllere
sahiptirler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) "Allah'ın yaratışta
verdiği fıtrat" âyetini de delil getirerek mevzuyu iyice kuvvetlendiriyor.
Kavimler, milletler, ırklar arasındaki farklılıklar, dış şartların ve bilhassa
terbiye sisteminin tesiriyle husule gelmektedir. Terbiye sistemi deyince,
öğretilen muhteva, öğretime verilen ciddiyet, öğretim müddeti, öğretim
techizatı, teknik ve metodlar, nazariyat, pratikler vs. vs. anlaşılacaktır.
Âlimlerden bazıları: "Çocuk,
Allah bilgisine sahip olarak, Allah'ı ikrar edecek bir yaratılışla doğar.
Kendisinin bir yaratanı bulunduğunu ikrar etmeyecek hiçkimse doğmamıştır, bunu
başka şekilde isimlendirse ve hattâ, O'nunla birlikte bir başka şeye tapınsa
da" demiştir.
Nevevî, muhtelif görüşleri
kaydettikten sonra "En doğrusu, her çocuğun İslâm'ı kabûle hazır bir
yaratılışla doğmuş olmasıdır" der. Hadisi böyle anlamalıyız demek ister.
3- Hadîste temas edilen
üçüncü husus, büluğa ermeden ölen çocukların uhrevî âkibetleri. İslâm âlimleri,
bu meseleye temas eden diğer hadisleri ve bir kısım âyetleri de nazar-ı dikkate
alarak farklı görüşler ileri sürmüşlerdir:
1- İslâm âlimleri büyük
çoğunluğuyla "Müslüman ailelerin çocukları cennetliktir, çünkü mükellef
olmazdan önce ölmüşlerdir" der. Bu hususta kesin hükümden kaçarak ihtiyatı
iltizam edenler olmuşsa da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in: "Bülûğa
ermeden üç çocuğu vefat eden hiçbir Müslüman yoktur ki, Cenâb-ı Hak, çocuklara
olan rahmeti sebebiyle onu cennete koymamış olsun" hadisine dayanarak
bunların isabetli davranmadıklarını söylemişlerdir.
2- Müslüman olmayan
ailelerden ölen çocuklar hakkında üç farklı görüş ortaya atılmıştır:
a) Çoğunluk, "Bunlar
ebeveynlerine tâbi olarak cehennemliktir" diye hükmetmiştir.
b) "Kesin hüküm
verilemez" diyenler olmuştur.
c) Muhakkik âlimlerin
benimsediği sahih görüşe göre bunlar da cennetliktir. Bu görüşü ileri
sürenlerin delilleri arasında şu âyet de yer alır: "Kimse kimsenin
günahını çekmez. Biz peygamber göndermedikçe kimseye azâb etmeyiz" (İsra:
17/15).[157]
İMÂN VE İSLÂM'A GİREN MÜTEFERRİK HADÎSLER
ـ1ـ عن
أبى هريرة رضى
اللّهُ عنهُ
قال: قال رسولَ
اللّهِ #:
]مِثلُ
المؤمِنِ
مثلُ الزرعِ
تَزَالُ
الريحُ
تُميلُهُ، وَ
يزالُ
المؤمنُ
يصيبُهُ البء،
ومثلُ
المنافق
كشجرةِ
اَرْزِ
تهتزُّ
حتَّى
تستحصدَ[.
أخرجه
البخارى
والترمذى.ا‘رز
»بسكون الراء«
شجر الصنوبر .
1. (49)- Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki:
"Mü'min, mütemadiyen
rüzgarın eğici tesirine mâruz bir bitkiye benzer. Mü'min, devamlı belalarla
başbaşadır. Münâfığın misali de çam ağacıdır. Kesilip kaldırılıncaya kadar hiç
ırgalanmaz."[158]
AÇIKLAMA:
Burada mü'min, mütemadiyen esen
rüzgarın önünde, sağa sola eğilerek kırılmadan dik kalan canlı bir bitkiye
benzetiliyor. Aynî'nin kaydına göre mâna şudur: Mü'min Allah'a inanmıştır,
hastalık, sağlık, lütuf, musibet gibi hayatın çok çeşitli esintileri onun ana
istikametini bozmaz, kulluk vasfını, imanını sarsmaz. Lütuflara mazhar olsa
şükreder, müsibetlere mazhar olsa sabreder ve hatta müsibetlerin kazandıracağı
ecri düşünerek Rabbine şükür de eder. Kâfir veya münâfık ise böyle değildir.
Allah, onu müsîbetlerle denemek istemez. Ona sıhhat ve dünya işlerinde kolaylık,
başarı verir, tâ ki âhireti iyice zorlaşsın. Allah, helâk olmasını dilediği
zaman ağır bir ağacın devrilmesi gibi devirir. Şiddetce, elemce çok daha fazla
bir azabı tadarak ölür.[159]
ـ2ـ وعن
ابنِ عمرَ
رضىَ اللّهُ
عنهُمَا قال:
قالَ رسُولَ
اللّهِ #: ]مثلُ
المؤمنِ
كمثلِ شجرةٍ
خضراءَ
يسقط ورَقُها
وَ
يَتَحَابُّ.
فقال القومُ:
هِىَ شجرةُ
كذا هىَ شجرةُ
كذا، فأردتُ
أن أقولَ هى
النخلةُ
فاستحييتُ.
فقالَ هى:
النخلةُ[.
أخرجه الشيخان
.
2. (50)- İbnu Ömer
(radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle
buyurmuştu:
"Mü'min, yaprağını hiç
dökmeyen yeşil bir ağaca benzer." Halk falanca ağaç, fişmekânca ağaç
diye tahminde bulundular, (fakat isabet ettiremediler). Ben, "Bu, hurma
ağacıdır" demek istedim, ancak (yaşım küçük olduğu için) utandım. Sonra
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Bu hurma ağacıdır"
diyerek açıkladı."[160]
ـ3ـ وعن
النواس بنِ
سَمعانَ
رَضِىَ
اللّهُ عنهُ
قال: قال
رسُولُ
اللّهِ #: ]إنَّ
اللّهَ تعالى
ضربَ مثً
صراطاً
مستقيماً على
كَتفَىِ الصراطِ
دَارَانِ. وفي
رواية
سُورانِ لهما
أبوابٌ
مفتَّحةٌ،
على ا‘بوابِ
ستورٌ، وداعٍ
يدعوا عَلَى
رأسِ
الصراطِ،
وداعٍ يدعو
فوقه واللّهُ
يدعوُ إلى
دارِ السَّمِ
ويَهدِى من يشَاءُ
إلى صراطٍ
مستقيمٍ.
فا‘بوابُ
التِى على كَتِفَىِ
الصراطِ
حدُودُ
اللّهِ تعالى
فَ يقعُ أحدٌ
في حدودِ
اللّهِ تعالى
حتَّى يكشفَ السترَ،
والذِى يدعُو
منْ فوقِهِ
واعظُ ربِهِ[. أخرجه
الترمذى،
وفسرهُ
رَزينٌ في
حديثٍ رواهُ
عنِ ابنِ
مسعودِ رضىَ
اللّهُ عنه:
أنَّ الصراطَ
هوَ ا“سْمُ،
وأنَّ ا‘بوابَ
مَحارِمُ اللّهِ
تعالى،
والستورُ
حدودُ
اللّهِ،
والداعى على
رَأسِ
الصراطِ هو
القرآنُ،
والداعى فوقَهُ
واعظُ اللّهِ
تعالى في قلبِ
كلِّ مؤمنٍ .
3. (51)- Nevvâs İbnu
Sem'ân (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Allah, bize iki
tarafında iki ev bulunan bir doğru yolu misal veriyor. -Bir rivayette iki
ev değil "İki sur" denmiştir- Bu evlerin açık olan kapıları
vardır. Kapıların üzerine de perdeler çekilmiştir. Biri yolun başında, biri de
onun yukarısında durmuş iki dâvetçi (gelip geçenlere) şu dâveti okuyorlar:
"Allah cennete çağırır, dilediğini doğru yola eriştirir" (Yunus, 10/25).
Yolun iki yakasındaki kapılar ise Allah'ın hududu (yani yasakları) dur. Hiç
kimse perdeyi açmadan bu yasaklara düşmez. Kişinin yukarısındaki davetçi,
Rabbisinin vâiz'idir."[161]
Rezîn, bu temsili, İbnu Mes'ûd
tarafından rivayet edilen bir hadisle açıklar: Doğru yol; "İslâm'dır,
kapılar; Allah'ın haramlarıdır, perdeler; Allah'ın hudududur (yasaklar); yolun
başındaki dâvetçi; Kur'ân-ı Kerîm'dir. Bunun yukarısındaki davetçi; her
mü'minin kalbinde yerleştirilmiş olan (bazan vicdan, bazan sağ duyu diye ifade
edilen) hakkâniyet duygusu -ki, buna bazı hadislerde lümme-i melekîye de
denmiştir- vâizullah'tır."[162]
AÇIKLAMA:
Hz Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) birçok yüce ve ince hakikatleri temsil ve teşbihlerle ifade etmekle
hem anlaşılmalarını kolaylaştırmış, hem de zihinlerde daha iyi yerleşmelerini
sağlayarak müessiriyetini artırmıştır. Burada, söylediğimize bir örnek
görmekteyiz. İbnu Abbas temsilde geçen hakikatları vuzuha kavuşturmuştur.
İbnu Abbas'tan kaydedilen bir
diğer açıklamada şöyle denir: "Bunların fevkinde yer alan bir dâvetçi, kul
bu kapılardan birini açmak istediği zaman şu ihtarı yapar: "Sakın onu
açma, eğer açacak olursan o (yasağa) girersin..."[163]
ـ4ـ وعن
أبى هريرة
رضىَ اللّهُ
عنهُ قال: قال
رسولُ اللّهِ
#: ]بدأ ا“سمُ
غريباً
وسيعودُ
غريباً كَما
بدأ فطوبَى
للغرباءِ[.
أخرجه مسلم .
4. (52)- Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle
buyurdu:
"İslâm garib olarak
başladı, tekrar başladığı gibi garîb hâle dönecektir. Gariblere ne mutlu!"[164]
AÇIKLAMA:
İmam Mâlik'ten yapılan rivayete
göre, hadis, Medine ile alâkalıdır, İslâm dininin orada garib olarak
başladığını ve tekrar oraya döneceğini ifade etmektedir. Kâdı Iyaz ise şöyle
demiştir: "Hadisin zâhiri umum ifade eder (yani Medine ile alakalı değildir),
İslâm münferid şahıslar arasında, azınlık olarak başladı, sonra intişar ederek
pekçok insan ona dahil oldu. Sonra tekrar azalacak. Öyle ki başlangıçtaki gibi
münferid şahıslar ve azınlık hâline dönecek.
Gariblere ne mutlu cümlesindeki
gariblerle sıkıntılara maruz kalan ilk muhacirler ve yine azınlığa düşmekle
sıkıntı çekecek olan son Müslümanlar kastedildiği söylenmiştir.
Hadisten yeis veren bu mâna
çıkarıldığı gibi aksi bir mâna da çıkarılmıştır, yani: Nasıl ki, bidayette
İslâm, eşi görülmemiş (garîb) bir tarzda fevkalâde bir inkişaf gösterdi ise,
kıyamete yakın öylesi bir inkişafa mazhar olacaktır.
Hadisten kesinlikle böyle bir
mâna çıkaran Elmalılı Hamdi Yazır merhum, Neml suresinin son âyetlerini tefsir
ederken yukarıdaki hadisi de zikrederek şu açıklamayı sunar: "Bu âyetin
işaretine nazaran İslâm'ın istikbali gece değil, gündüzdür. Sönük değil
parlaktır. Arasıra basan gece zulmetleri onu dinlendirip tekrar uyandırmak
içindir. Bu mâna maruf bir hadis-i şerif ile şöyle beyan buyurulmuştur:
"İslâm garib olarak
başladı, tekrar başladığı gibi garîb hâle dönecektir. Gariblere ne mutlu!"
Bu hadisteki "Seyeûdu"
fiilini ekseri kimseler "seyesîru" mânasına fi'li nakıs telakki
ederek: "İslâm garip olarak başladı (yahut zuhur etti) yine başladığı gibi
garip olacak" diye yalnız İnzar suretinde anlamış, bundan ise hep yeis,
teammüm etmiştir. Halbuki Kamus'ta gösterildiği üzere "Âde" fiili
"Yebdeu-yeudu" de olduğu gibi; dönüp yeniden başlamak mânâsına da
gelir.
Bu hadis de böyledir. Yâni
"İslâm garib olarak başladı (veya zuhur etti) ileride yine başladığı gibi
garip olarak tekrar başlayacak (yahut yeniden zuhur edecek) ne mutlu o
gariplere" demektir. Hadisin âhirindeki Fetûba kelimesi onun, inzar için
değil, tebşir için sevk buyurulduğunu gösterir, gerçi bunda da ilk hale dönüp
garip olmak inzarı yok değil, lâkin dönmeyip yeniden başlaması tebşiri vardır.
İşte "Fetûbâ lil gurebâ" müjdesi de bunun içindir. Çünkü onlar
sâbikun-i evvelûn gibidirler. Binaenaleyh hadis de ye'si değil müjdeyi
nâtıkdır.
Bir başka yerde milâdî on
dördüncü asrın Hıristiyan âlemi için reform ve uyanma hareketlerinin başlangıcı
olması gibi hicrî on dördüncü asrın da İslâm dünyası için yeni bir uyanış ve
şahlanış dönemi olacağı sezgisini ifade eden Elmalılı Hamdi Efendi merhumu
te'yid eden Kur'ân ve hadisten bazı başka naklî delîller bulmak bile mümkündür.
Mesela Sure-i Fetih'te şöyle buyrulur: "Bütün dinlerden üstün kılmak
üzere peygamberini, doğruluk rehberi Kur'ân ve hak din ile gönderen O'dur.
Şâhid olarak Allah yeter" (Feth, 48/28).
Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'inde
gelen Nebevî bir müjde de şöyle:
"Yeryüzünde mevcut topraktan veya yünden yapılmış her eve
Allah, mutlaka İslâm'ın mesajını sokacaktır. Bu, bir kısmını aziz, bir kısmını
da zelil kılacaktır. Allah'ın hidâyet nasib ettikleri ona (İsteyerek) dâhil
olup izzet bulacaklar, hidâyete ermeyenler ise, zorla tâbi olarak zelil
olacaklar."
Mikdâd İbnu'l-Esved (radıyallahu
anh) tarafından yapılan bu rivayeti, Temîmu'd-Dârî (radıyallahu anh) tarafından
yapılan bir rivayet aynen te'yid eder:
"Bu din, gece ve gündüzün
ulaştığı her yere mutlaka ulaşacaktır. Allah, onun girmediği topraktan veya
yünden yapılmış (çadır) hiçbir ev bırakmayacaktır. Bu giriş, bir kısmını aziz,
bir kısmını da zelîl kılacaktır. Allah İslâm'a izzet, küfre de zillet verecektir."
Ye'se, "mâni-i her
kemâl" diyen Bediüzzaman Saîd Nursî de İslâm'ın müstakbel bir zaferine
inananlardandır. O, bu inancını muhtelif fırsatlarda kesin bir üslubla cezm
ederek ifade eder:
Yakinim var ki istikbal semâvatı,
zemin-i Asya bâhem olur teslim yed-i beyza'yı İslâm'a der. Rüyada, selef-i
sâlihin'den ve geçmiş asırların temsilcilerinden müteşekkil münevver bir
meclisin müjdesi olarak aldığı şu tebşiratı da onun kesin kanaatının ifadesi
olmaktadır: "Evet, ümitvâr olunuz... Şu istikbal inkılâbatı içinde en
yüksek gür sedâ İslâm'ın sedası olacaktır!..."
Bediüzzaman'ın inandığı İslâmî
kurtuluş mevziî, mahallî bir zafer değil, bütün dünyayı kucaklayan bir İslâmî
galebedir. Buna giden yol ümidden, rahmet-i İlâhiyeye güvenden geçmektedir.
İçinde bulunduğumuz şartların menfî görünüşü, ye'se atmamalıdır. Semâvatı bir
anda bulutlarla doldurup, bir anda yağmur başlatan kudret, dilediği takdirde
her şeyi yapmaya kâdirdir. Bizim için esas olan O'nun rızasını kazanmaya
çalışmaktır. Zevahire kanıp, ümidi kaybetmemektir. Ümmeti, mâni-i her kemal
bildiği yeisten kurtarmayı hedefleyen ümit verici ifadelere, sıkca yer veren
Bediüzzaman: "İfrat ediyorsun, hayali hakikat gösteriyorsun, bizi de
teçhil ile tahkir ediyorsun. Zaman âhir zamandır, gittikçe daha fenâlaşacak?"
diyenlere şu cevabı verir: "Neden dünya herkese terakkî dünyası olsun da
yalnız bizim için tedennî dünyası olsun! Öyle mi? İşte ben de sizinle
konuşmayacağım, şu tarafa dönüyorum, müstakbeldeki insanlarla konuşacağım.
Ey üçyüz seneden sonraki yüksek
asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitane Nur'un sözünü dinleyen bir nazar-ı
hafiyy-i gaybî ile bizi temâşâ eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar,
Tahirler, Yusuflar, Ahmedler vesairler! Sizlere hitab ediyorum. Başlarınızı
kaldırınız, "sadakte" deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu
muasırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin
yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım
acele ettim, kışda geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi
ekilen Nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz hizmetimizin ücreti
olarak sizden şunu bekliyoruz ki; mazi kıt'asına geçmek için geldiğiniz vakit,
mezarımıza uğrayınız. O bahar
hediyelerinden bir kaç tanesini medresemin mezar taşı denilen ve kemiklerimizi
misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kal'anın başına takınız.
Kapıcıya tenbih edeceğiz, bizi çağırınız. Mezarımızdan "henîen leküm"
sadasını işiteceksiniz.
Şu zamanın memesinden bizimle süt
emen ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakikatsiz
ve ayrılmış olan bu çocuklar varsınlar şu kitabın hakikatini hayâl tevehhüm
etsinler. Zirâ ben biliyorum ki, şu kitabın mesâili, hakikat olarak size
tahakkuk edecektir.
Ey muhatablarım! Ben çok
bağırıyorum zirâ Asr-ı Sâlis-i Aşrin, yâni on üçüncü asrın minaresinin başında
durmuşum, sûreten medenî ve dinde lâkayd ve fikren mazinin en derin derelerinde
olanları camiye daved ediyorum.
İşte ey iki âyâtın ruhu hükmünde
olan, İslâmiyet'i bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen
neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz; ta ki, hakikat-ı
İslâmiyeyi hakkıyla kâinât üzerinde temevvücsâz edecek olan nesl-i cedîd
gelsin!"[165]
[1] Buhârî, Enbiya: 47; Müslim, İmân: 46, (28); Tirmizî,
İmân: 17, (2640).
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/197.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/198-199.
[4] Tirmizî Sıfatu Cehennem: 10, (2601). Tirmizî hadis
için "sahihtir" demiştir. İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/200.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/200.
[6] Ebu Dâvud, Salât: 361, (1529); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/200.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/200-201.
[8] Buharî hadisi tâlik olarak kaydeder (İman: 31), Nesâî,
İman: 10, (8, 105); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/201
[9] Kefâretü'z-Zıhâr: Zıhar, kocanın karısını
neseb, emzirme (raza') veya musâharet suretiyle müebbeten mahremi olan (nikahı
haram olan) bir kadının, kendisine bakılması caiz olmayan bir uzvuna
benzetmesidir". Bu, bir nevi kısmî boşamadır. "Sen bana anamın sırtı
gibisin" demesi gibi. Bu benzetmede bulunan kimse, kefârette bulunmadan
zevcesine cinsi temasta bulunamaz. Kefareti, varsa köle azad eder. Yoksa üst
üste iki ay oruç tutar veya altmış fakiri doyurur. (İbrahim Canan)
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/202-203.
[11] Buhârî, İman: 31; Müslim, İman: 205, (129); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/203.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/203-204.
[13] Ebu Dâvud, Cenâiz: 20, (3116); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/204.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/204-205.
[15] Buhârî, Tevhid: 33; Müslim, İman: 153, (94); Tirmizî,
İman: 18, (2646); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/205-206.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/206-207.
[17] Müslim, İman: 151, (93); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/207.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/207.
[19] Buhârî, İlm: 34, Rikak: 50; İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/208.
[20] Müslim, Zühd: 64, (2999); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/208.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/208.
[22] Müslim, İman: 240, (153); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/209.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/209.
[24] Buhârî, Cenâiz: 1; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/209.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/209-211.
[26] Rezîn. Bu hadis Kütüb-İslâm Sitte hadîsi değildir.
Rezin İbnu Muâviye'nin ilavesidir. Bu çeşitten Rezîn tarafından ilave edilen
hadîslere sıkça rastlayacağız. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 2/212.
[27] Buhârî, İman: 1; Müslim, İman: 22 (....); Nesâî, İman:
13, (9, 107-108); Tirmizî, İman: 3, (2612); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/213.
[28] Müslim, İman: 1, (8); Nesâî, İman: 6, (8, 101); Ebu
Dâvud, Sünnet: 17, (4695); Tirmizî, İman: 4, (2613).
[29] Buharî, İman: 37.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/215-218.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/218.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/218-220.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/220-221.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/221-222.
[35] Bunu Beş Kitap rivayet etmiştir. Metin Buhârî'den
alınmıştır.
[36] Buhârî, İlm: 6; Müslim, İman: 10, (12); Tirmizî,
Zekat: 2, (619); Nesâî, Siyâm: 1, (4, 120); Ebu Dâvud, Salât: 23, (486);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/223-225.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/225.
[38] Buhârî, İman: 34; Müslim, İman: 8, (11); Nesâî, Sıyâm:
1, (4, 120); Ebu Dâvud, Salât: 1, (391); Muvatta, Kasru's-Salât fi's-Sefer: 94,
(1, 175); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
2/226.
[39] Buhârî, İman: 40, İlm: 25, Mevâkîtu's-Salât: 2, Zekât:
1, Farzu'l-Hums: 2, Mevâkıb: 4, Meğâzî: 69, Edeb: 98, Haberi'l-Vâhid: 5,
Tevhîd: 56; Müslim, İmân: 23, 24, 25 (17); Ebu Dâvud, Eşribe: 7, (3692);
Tirmizî, İman: 5, (2614); Nesâî, İman: 25, (8, 120); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/227-228.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/228-231.
[41] Tirmizî, Kader: 10, (2146); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/231.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/231-232.
[43] Ebu Dâvud, Eymân: 19 (3283); Nesaî, Vesâya: 8, (6,
251); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/232.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/232.
[45] Müslim, Mesâcid 33, (537); Muvatta, Itk 8, (2, 776);
Nesâî, Sehv 20 (3, 18); Ebu Dâvud, Eymân 19 (3282); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/233.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/233.
[47] Müslim, İman: 56, (34); Tirmizî, İmân: 10, (2625);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/233.
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/233-234.
[49] Ebu Dâvud, Zekât: 4, (1582); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/234.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/235.
[51] Nesâî, Zekât: 72, (5. 82); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/235.
[52] Müslim, İman: 62, (38); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/236.
[53] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/236.
[54] Nesâî, İman: 9, (8, 105). Buhârî, Salat: 28. Hadisi
Nesâî tahric etmiştir. Ancak, Buhârî, Ebu Dâvud ve Tirmizî tarafından da
rivayet edilmiş olan uzunca bir hadisin bir parçasıdır. Bak: Tirmizî, İman: 2,
(2611); Ebu Dâvud, Cihad: 104, (2641); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/236.
[55] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/236-237.
[56]Buhârî, İman: 3; Müslim, İman: 57-58, (35-36); Ebu
Dâvud, Sünnet: 15, (4676); Tirmizî,
İman: 6, (2617); Nesâî, İman: 16, (8, 110); İbnu Mâce, Mukaddime: 9, (57);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/239.
[57] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/239-242.
[58] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/242.
[59] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/242-243.
[60] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/243-244.
[61] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/244.
[62] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/244-245.
[63] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/245.
[64] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/245-246.
[65] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/246.
[66] Buhârî, İman: 9, 14, İkrâh: 1; Müslim, İman: 67, (43);
Tirmizî, İman: 10, (2626); Nesâî, İman: 3, (8, 96); İbnu Mâce, Fiten: 23,
(4033). İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
2/246-247.
[67] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/247-248.
[68] Buhârî, İman: 8; Müslim, İman: 70, (44); Nesâî, İman:
19, (8, 114, 115); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/248.
[69] Buhârî, İman: 6; Müslim, İman: 71, (45); Nesâî, İman:
19, (3, 115); Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyamet: 60, (3517); İbnu Mâce, Mukaddime: 9,
(66); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/248.
[70] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/248-249.
[71] Ebu Davud, Sünnet: 16, (4681); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/249.
[72] Tirmizî, İman: 12, (2629); Nesâî, İman: 8, (8, 104,
105); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/249.
[73] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/249.
[74] Buhârî, İman: 4; Müslim, İman: 64, (40); Ebu Dâvud,
Cihâd: 2, (2481); Nesâî, İman: 9, (8, 105). (Metin Buhârî'ye aittir).
[75] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/250.
[76] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/250-251.
[77] Tirmizî, Tefsir, Sûre 2, (3092); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/251.
[78] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/251.
[79] Ebu Dâvud, Cihad 35, (2532); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/252.
[80] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/252-253.
[81] Müslim, İman: 209 (132); Ebu Dâvud, Edeb: 118 (5110);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/253.
[82] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/254-255.
[83] Buhârî, İmân: 17; Müslim, İman: 36, (22); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/259.
[84] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/259.
[85] Muvatta, Kasru's-Salât: 84, (1, 171); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/260.
[86] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/260.
[87] Müslim, İman, 37-38 (23). İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/261.
[88] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/261.
[89] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/261-266.
[90] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/266-270.
[91] Buhârî, İman: 11; Müslim, Hudud: 41, (1709); Nesâî,
Bey'a: 17, (7, 148); Tirmizi, Hudud: 12, (1439); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/272.
[92] Biât'ın târihi gelişimi, Osmanlılarda biat şekli vs.
hakkında geniş bilgi için Mehmet Zeki Pakalın'ın Osmanlı Tarih Deyimleri ve
Terimleri Sözlüğü adlı ansiklopedik lügatine bakılsın (1, 228-231) (İbrahim Canan)
[93] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/272-274..
[94] Müslim, Zekat: 108, (1043); Ebu Davud, Zekat 27,
(1642); Nesâî, Salât: 5, (1, 229); İbnu Mâce, Cihâd: 41, (2867); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/274.
[95] Buhârî, Ahkam: 42; Müslim, İmâret: 90, (1867); Nesâî,
Bey'at: 18, (7, 148); Tirmizî, Siyer: 37, (1597); Muvatta, Bey'at: 1, (2, 982);
İbnu Mâce, Cihâd: 43, (2874); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 2/275.
[96] Muvatta, Bey'a: 2, (2, 982); Tirmizî, Siyer: 37.
(1597); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/275.
[97] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/275-276.
[98] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/276.
[99] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/277.
[100] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/277-278.
[101] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/278.
[102] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/278-279.
[103] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/279.
[104] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/279-280.
[105] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/280.
[106] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/280-281.
[107] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/281
[108] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/281-282
[109] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/282.
[110] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/282-283.
[111] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/283-284.
[112] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/284-285
[113] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/286.
[114] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/286.
[115] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/286-287.
[116] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/287-288.
[117] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/289.
[118] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/289-290.
[119] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/290.
[120] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/290-291.
[121] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
2/291-293.
[122] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/293.
[123] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/293-294.
[124] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/294.
[125] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/294.
[126] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/295.
[127] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/295.
[128] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/295-296.
[129] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/296-297.
[130] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/297.
[131] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/298.
[132] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/298.
[133] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/298.
[134] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/298.
[135] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/298-300.
[136] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/300-301.
[137] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/301.
[138] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/301.
[139] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/301-302.
[140] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/302.
[141] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/302.
[142] Buradaki ifâdede Abbâs'ın faizine bir istisna konmuş
gözükmekte ve sanki "sermaye de terkedilmiştir" mânası anlaşılmakta
ise de, şârihlerin belirttiği üzere böyle bir durum yoktur. Çünkü hadîste ilga
edilen hususun "fair" olduğu tasrih edilmektedir. Bazı rivâyetlerde
"ilk terkedilen faiz de Abbas'ın faizidir." Şeklinde gelmiştir. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu yasağı daha müşahhas hâle getirmek için,
devrinin tanınmış bir bankeri olan Abbas'ı zikretmiştir. Abbas'ın kan yakınlığı
tebliğatın ciddiyet ve müessiriyetine bir başka katkıda bulunacaktır. Nitekim
kan ilgasına da bir diğer kan yakınını misal kılacaktır. İfadedeki zahiri
istisnâ râvilere has bir hata olabilir. (İbrahim Canan)
[143] Şârihler, bu isimde de tashîf olduğunu, kan sâhibinin
Hâris değil Rebîa İbnu'l-Hâris olduğunu rivâyetlere dayanarak açıklarlar.
(İbrahim Canan)
[144] Tirmizî, Fiten: 2, (2610); Tefsir: 2, (3087); Müslim,
Hacc: 194, (1218); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/305.
[145] Karı ve kocanın karşılıklı hak ve vazifeleri hususunda
daha geniş bilgi ve bu bilgilerin kaynağını görmek isteyenlere Hz. Peygamberin
Sünnetinde Terbiye adlı kitabımızı tavsiye ederiz. (Bilhassa 385-307
sayfaları.); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
2/305-307.
[146] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/307.
[147] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/307-308.
[148] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/308-310.
[149] Buhârî, Hudud: 9, Riyât: 2, Hacc: 132, Meğâzi: 77,
Fiten: 8, Edeb: 43; Müslim, İman: 120 (66); Ebu Dâvûd, Sünne: 16, (4686). Metin
Buhârî'ye aittir; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/310-311.
[150] Buhârî, Hacc: 132, Edâhî: 5; Tefsîr, Berâe: 8,
Bed'i'l-Halk: 2, Fiten: 8, İlm: 9; Müslim, Kasâme: 29, (1679); Ebu Dâvûd, Hac:
63, (1947).
[151] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/312-313.
[152] Nesî takviminin hesaplanışını öğrenmek isteyenlere
Elmalılı Hamdi Yazır'ın tefsîrini tavsiye ederiz: (4. 2528-2541) (İbrahim
Canan)
[153] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/313-315.
[154] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/315.
[155] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/315-316.
[156] Buhârî, Cenâiz: 80, 93; Müslim, Kader: 22, (2658);
Muvatta, Cenâiz:. 52, (1, 241); Tirmizî, Kader: 5, (2139); Ebu Dâvud, Sünnet:
18, (4714); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
2/316-317.
[157] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/317-318.
[158] Buhârî, Mardâ: 1; Tirmizî, Emsâl: 4, (2870); Müslim,
Sıfatu'l-Münâfıkûn: 58, (2809); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 2/320.
[159] Umdetu'l-Karî, 21, 210; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/320.
[160] Buhârî, İlm: 4, Edeb: 79; Müslim, Sıfatu'l-Münâfıkûn:
64, (2811); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
2/320-321.
[161] Tirmizî, Emsâl: 1 (2863).
[162] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/321-322.
[163] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/322.
[164] Müslim, İmam 232, (145); Tirmizî, İman 13 (2631);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/322.
[165] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/322-325.