ERKEĞİN HANIMI ÜZERİNDEKİ HAKLARI
İSLAMÎ TERBİYEDE MÜHİM BİR ESAS:
FITRÎ DUYGULARIN YÖNLENDİRİLMESİ
ÇOCUK TERBİYESİ BAKIMINDAN ARKADAŞIN EHEMMİYETİ:
İNSANLARIN KUSURLARINI ARAŞTIRMAK VEYA ÖRTMEK
(Bu bölümde onsekiz fasıl var).
BİRİNCİ FASIL
ERKEĞİN HANIMI ÜZERİNDEKİ HAKLARI
*
İKİNCİ FASIL
KADININ KOCA ÜZERİNDEKİ HAKKI
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
SOHBET ÂDÂBI
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
MECLİS (OTURMA) ÂDÂBI
*
BEŞİNCİ FASIL
ARKADAŞIN VASFI
*
ALTINCI FASIL
KARŞILIKLI SEVME VE SAYMA
*
YEDİNCİ FASIL
DAYANIŞMA VE YARDIMLAŞMA
*
SEKİZİNCİ FASIL
İZİN TALEBİ
*
DOKUZUNCU FASIL
SELAMLAŞMA
*
ONUNCU FASIL
MÜSAFAHA
*
ONBİRİNCİ FASIL
HAPŞIRMA VE ESNEME
*
ONİKİNCİ FASIL
HASTA ZİYARETİ VE FAZİLETİ
*
ONÜÇÜNCÜ FASIL
BİNME VE TERKİYE BİNDİRME
*
ONDÖRDÜNCÜ FASIL
KOMŞULUK HAKKI
*
ONBEŞİNCİ FASIL
KÜSÜŞME
*
ONALTINCI FASIL
KUSURLARI ARAŞTIRMA VE ÖRTME
*
ONYEDİNCİ FASIL
KADINLARA BAKMAK
*
ONSEKİZİNCİ FASIL
MÜTEFERRİK HADİSLER
Arapçadaki aslî mânasına oldukça yakın bir kullanışla dilimize de
girmiş bulunan sohbet, beraber olmak, arkadaşlık etmek, karşılıklı münâsebette
bulunmak, mülâzemet etmek gibi mânalara gelir. Dilimizde daha ziyade karşılıklı
olarak dostça, samimi duygularla konuşmaya sohbet deriz. Sözgelimi telefonla
konuşma sohbet'e girmez, daha ziyade beraberlik aranır. Tatsız bir konuşmaya da
sohbet demeyiz, hattâ resmiyetin girdiği konuşma da sohbetin dışında kalır.
Sadedinde olduğumuz bölümde sohbet'e daha geniş bir mana ile, insanî
beraberlikler girmektedir. Karı-koca beraberliği, bu beraberlikten doğan
haklar, komşuluk, yolculuk beraberlikleri, bu beraberliklerde ortaya çıkan hukuk,
âdab; ziyâretler, ziyaret âdabı; dayanışma, selamlaşma, küsüşme, barışma;
kadınlara bakmak, dedikodu, tecessüs, kusurları araştırmak vs...
Bölümün fasıl başlıklarından da anlaşılacağı üzere sohbet'le,
medeniyyü'n-bıttab yani yaratılış icabı medenî kabul edilen insanın medeniliği
gereği hasıl olan içtimaî münâsebetlerin pek çoğu kastedilmektedir. İnsan
hayatının her safhasına ışık tutup en iyi tarzı, en güzel istikâmeti, her
hususta ilahi değerleri beyan eden din-i mübin-i İslâm, beşeri sohbetin Allah'ın
rızasına uyacak, insanları kâmil mânada saadet ve maâliyata götürecek edeb ve
âdabı da beyan etmiştir. Şu halde sadedinde olduğumuz bölümde bu âdabı
açıklayan hadisleri göreceğiz. "Sohbetler"imizi bu âdab çerçevesinde
yürüttüğümüz ölçüde imanî samimiyetimiz ortaya çıkacak ve İslamımız tezahür
edecek ve Allah'ın mü'minlere vaadettiği nimetlere yine o nisbette mazhar olma
liyakatını kazanacağız.
Tevfik Allah'tandır.[1]
ـ3293 ـ1 -عن
أَبِي
هُرَيْرَةَ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
]قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
لَوْ كُنْتُ
آمِرًا
أَحَدًا أَنْ
يَسْجُدَ
‘َمَرْتُ الزَّوْجَةَ
أَنْ
تَسْجُدَ
لِزَوْجِهَا[.
أخرجه
الترمذي .
1. (3293)- Hz. Hüreyre
(Radıyallahu Anh) anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu vesselam buyurdular
ki: "Şayet ben bir insanın başka bir insana secde etmesini emredecek
olsaydım, kadına, kocasına secde etmesini emrederdim."[2]
AÇIKLAMA:
Dinimiz, Allah'tan başkasına secdeyi şiddetle yasaklamış ve haram
kılmıştır. Resulullah (Aleyhissalâtu Vesselâm) İslamî esaslara göre işleyecek,
ailedeki kocanın hanımı karşısındaki hukukunun büyüklüğünü ifade etmek için
böyle mübalağalı bir üslûba başvurmuştur. İslam'da âile dirliği kocanın
hakimiyetine dayandırılmıştır. Ayet-i kerime, âilede erkeğin reisliğini esas
kılmıştır, ama bunu nafaka temin etme sebebine bağlamıştır. Nafakanın te'mini
itaati gerektiren bir hukuk getirmektedir. Ayet aynen şöyle: "Erkekler
kadınlar üzerine hâkimdirler. O sebeple ki, Allah onlardan kimini (erkekleri)
kiminden (kadından) üstün kılmıştır. Bir de (erkekler kendi) mallarından infak
etmektedirler. İyi kadınlar itaatli olanlardır..." (Nisa 34).
Aile dirliği büyük ölçüde itaate dayandığı için, itaat meselesi
birçok hadiste tekrar tekrar ele alınarak te'yid edilmiştir. Tirmizî yukarıdaki
hadisi kaydettikten sonra bu mevzuda Mu'az İbnu Cebel, Sürâka İbnu Mâlik, Hz.
Aişe, İbnu Abbâs, Abdullah İbnu Ebi Evfâ, Talk İbnu Ali, Ümmü Seleme, Enes ve
İbnu Ömer (radıyallahu anhüm ecmâîn)'den de rivayetler olduğunu belirtir. Bunların
hepsini burada kaydetmek uzun kaçar. Abdullah İbnu Ebi Evfâ'nın rivayeti şöyle:
"Mu'az İbnu Cebel (radıyallahu anh) Şam'dan dönmüştü,
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a secde etti.
"Ey Muaz bu da ne?" diye sorunca:
"Şam'a gitmiştim. Orada insanların piskopos ve patriklerine
secde ettiklerini gördüm. Bunu sana yapmak, içimden geçti" dedi. Bunu
işiten Efendimiz:
"Sakın bunu yapmayın. Eğer ben bir kimsenin Allah'tan başka
birine secde etmesini emretseydim, kadına, kocasına secde etmesini emrederdim.
Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Zât'a yemin ederim, kadın kocasına olan
hakkını eda etmedikçe Rabbine olan hakkını eda edemez. Kocası, nefsini taleb
etse, kadın havid üzerinde bile olsa bunu men edemez."
Hz. Enes'in rivayeti de şöyle: "Bir insanın diğer bir insana
secdesi doğru olmaz, şayet doğru olsaydı, üzerindeki hakkının büyüklüğü
sebebiyle kadının kocasına secde etmesini emrederdim..."[3]
ـ3294 ـ2
-وَعَنْ أم
سلمة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قَالَت:
]قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
أَيُّمَا
امْرَأةٍ
مَاتَتْ
وَزَوْجُهَا
عَنْهَا
رَاضٍ
دَخَلَتِ
الْجَنَّةَ[.
أخرجه الترمذي
.
2. (3294)- Ümmü Seleme
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Hangi kadın, kocası kendisinden razı olarak vefat ederse,
cennete girer."[4]
ـ3295 ـ3
-وَعَنْ
أَبِي
هُرَيْرَةَ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
]قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
وَالَّذِي
نَفْسِي
بِيَدِهِ مَا
مِنْ رَجُلٍ
يَدْعُو
امْرَأَتِهِ
إِلَى
فِرَاشِهِ
فَتَأْبَى
عَلَيْهِ إَّ
كَانَ
الَّذِي فِي
السَّمَاءِ
سَاخِطًا
عَلَيْهَا
حَتَّى
يَرْضَى
عَنْهَا
زَوْجُهَا[ .
3. (3295)- Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Nefsim kudret elinde olan Zât-ı Zülcelâl'e yemin ederim,
bir erkek hanımını yatağa davet ettiğinde kadın imtina edip gelmezse, kocası
ondan râzı oluncaya kadar semada olan (melekler) ona gadab ederler."[5]
ـ3296 ـ4 -وفي
رواية: ]إِذَا
دَعَا
الرَّجُلُ
اِمْرَأَتَهُ
إِلَى
فِرَاشِهِ
فَأَبَتْ
أَنْ تَجِئَ
فَبَاتَ
غَضْبَانَ
لَعَنَتْهَا
الْمََئِكَةُ
حَتَّى
تُصْبِحَ،
وَفِي
رِوَايَةِ.
حَتَّى تَرْجِعَ[
.
4. (3296)- Bir başka
rivâyette şöyle denmiştir: "Erkek, kadınını yatağına çağırır, kadın da
gelmeye yanaşmaz, erkek öfkelenmiş olarak sabahlarsa, melekler sabaha kadar -bir
rivayette yatağa gelinceye kadar- kadına lânet okurlar."[6]
ـ3297 ـ5 -وفي
رواية: ]إِذَا
بَاتَتْ
الَمْرَأةُ
مُهَاجِرًَ
فِرَاشَ
زَوْجِهَا
لَعَنَتْهَا الْمََئِكَةُ[.
أخرجه
الشيخان
وأَبُو دَاوُد
.
5. (3297)- Bir başka
rivâyette: "Kadın küskünlükle kocasının yatağından ayrı olarak sabahlarsa,
melekler onu lanetler" denmiştir.[7]
AÇIKLAMA:
Bazı hadislerde kadının başta gelen vazifeleri arasında zikredilen
taat'ın mühim maddelerinden biri, yatağa icâbettir. Erkek yatağa dâvet edince,
buna icabet etmesi gerekmektedir. Bazı hadîslerde: "Fırın üzerinde olsa
bile.." veya "Havıd (deve semeri) üzerinde olsa bile..." diye,
yani "yanda bırakılması zor olan bir işte bile olsa mutlaka emre icabet
etsin" manasında te'kid edilmiştir.
Yukarıdaki rivâyetler sebepsiz, meşru olmayan bir mâzerete emre
icâbet etmeyen, kocasının yatak dâvetine uymayan kadının bu davranışına
terettüp eden mânevî müeyyideyi beyan etmektedir: Kocasının davetine icâbet
edinceye, kocasını razı ve memnun kılıncaya kadar meleklerin lânetine maruz
kalmak... Mü'mine bir kadın için bu pek büyük bir hasâret ve zarardır.
Şârihler, "yatak" kelimesiyle münâsebet-i cinsiye'nin
kinaye edildiğini belirtirler. Utanma vesilesi olan meselelerin zikrinde Kur'an
ve hadiste sıkça kinâyeye başvurulmuştur, örneği çoktur...
Hadiste geçen "sabah oluncaya kadar..." ibâresi, imtina
hâdisesinin geceye mahsus olduğu intibâını vermekte ise de, bu hal, kadının
gündüzleri olacak davete imtinaına cevaz vermez. Gecenin zikri, istirahat ve
yatma vaktinin gece olması, gündüzleri maişet kazanma meşguliyetinin galebe çalması
sebebiyledir. Ayrıca bazı hadislerde, "gece" veya "gündüz"
ayırımına yer verilmeden aynı durum mevzubahis edilmiştir.
Hz. Câbir'in bir rivayeti şöyle: "Üç kişinin namazı kabul
edilmez ve hiçbir hayırları semaya yükseltilmez:
* Geri dönünceye kadar, kaçan köle;
* Ayılıncaya kadar, sarhoş;
* Râzı edinceye kadar, kocasını darıltan kadın."
3296 numaralı rivayette geçen "erkek öfkeli olarak
sabahlarsa" ifadesi, kadının her icâbet etmeme hâlinin aynı derecede
olmadığını belirtir. Yani erkek, kadının gelmeyişini mâzur addetmiştir veya
çağırma hakkından vazgeçmiştir ve hanımına bu davranışı sebebiyle kızmamıştır.
Şu halde yatağa gelmeme halleri, aynı mânevî müeyyideyi icâb ettirmemektedir.
Kadının yataktan ayrı sabahlaması meselesi de böyle.
Mühelleb, sadedinde olduğumuz hadislerden hareketle:
"Bedenlerdeki olsun, mallardaki olsun hukukun men edilmesi, mağfiretiyle
örttükleri hariç, Allah'ın gadabını gerektiren durumlardır" der ve
hadisten şu hükmü çıkarır:
"Hadis, müslüman âsiye, eyleme geçmesini önlemek için,
korkutma maksadıyla lânette bulunmanın câiz olduğunu göstermektedir. Şâyet
fiili işlerse, ona lânet değil, af ve hidâyet duasında bulunmak gerekir."
Bazı âlimler bu istidlali hoş karşılamamışlar ve demişlerdir ki:
"Müslüman için, rahmetten uzak olması mânasına lânet okumak uygun
değildir. Muvafık olanı, onun için hidayet, af ve mâsiyetten dönmesi için dua
etmektir. Lâneti tecviz edenler, lânetin örfi mânasını düşünmüş olmalıdırlar:
Bu da, kötü söz söylemek mânasına olan sebbetmektir. Bunun da caiz olduğu
durum, günaha düşenin bu kötü sözden ders alıp, utanma ve dönüş yapma hâline
bağlıdır. Sadedinde olduğumuz hadiste meleklerin bunu yapmış olması, insanların
da lânet okumasına mutlak cevâzı ifade etmez."
Bazı âlimler hadisten şu hükümleri de çıkarmıştır:
* Melekler, mâsiyet ehline, mâsiyete devam ettikleri müddetçe
beddua etmektedirler. Bu onların, itaat edenlere de taatte oldukları müddetçe
hayır dua ettiklerini ifâde eder.
* Meleklerin duası, hayra da olsa şerre de olsa makbuldür. Bu
sebeptendir ki, Aleyhissalâtu vesselâm, onların duasıyla korkutmuştur.
* Kocaya yardım ve rızasını aramaya irsâd var.
* Erkeğin cimayı terketmeye sabrı, kadınların sabrından daha
zayıftır.
* Erkeğe en kuvvetli teşviş nikah yönünden gelmektedir. Bu
sebeple Şârî bilhassa bu hususta kadının yardımcı olmasına ehemmiyet atfetmiş,
teşriatta bulunmuştur.
* Hadis, hiçbir meselesini ihmâl etmeyip, herhangi bir, arzusuna
mümânaat edeni bile meleklerin bedduasına mazhar etmek suretiyle alakasını
gösteren, hukukunu koruyan Allah'a, erkeğin bu nimetlerine bedel, itaat etmesi,
ibadetlerine sabır göstermesi gereği anlaşılır. Evet kula düşen, Rabbinin
kendinden taleb ettiği hakları yerine getirmektir. Aksi takdirde onun
davranışı, ihsanı bol bir zengine muhtaç durumda olan fakirin gösterdiği
kabalık ve nankörlükten daha çirkin kaçar.[8]
ـ6 ـ69
-وَعَنْه
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
]قِيلَ يَا
رَسُولَ
للّهِ أَيُّ
النِّسَاءِ
خَيْرٌ؟
قَالَ
الَّتِي
تَسُرُّهُ
إِذَا نَظَرَ،
وَتُطِيعُهُ
إِذَا أمَرَ،
وََ تٌخَاِلِفُهُ
فِي
نَفْسِهَا
وَمَالِهَا
بِمَا يَكْرَهُ[.
أخرجه
النسائي .
6, (3298)- Yine Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ey
Allah'ın Resulü! dendi, hangi kadın daha hayırlıdır?"
"Kocası bakınca onu sürura garkeden, emredince itaat eden,
nefis ve malında, kocasının hoşuna gitmeye şeyle ona muhalefet etmeyen
kadın!" diye cevap verdi."[9]
ـ3299 ـ7
-وَعَنْ عمر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
]قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ: َ
يُسْأَلُ
الرَّجُلُ
فِيمَ ضَرَبَ
امْرَأَتَهُ؟[.
أخرجه أَبُو
دَاوُد .
7. (3299)- Hz. Ömer
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Erkeğe, hanımını ne sebeple dövdüğü sorulmaz."[10]
AÇIKLAMA:
1- Dinimiz, bazı şartlarla kadınların dövülebileceğini kabul
eder. Bu husus Kur'an-ı Kerim'in şu âyetiyle sabittir:
"Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın, nihâyet dövün. Size itaat ediyorlarsa aleyhlerinde yol aramayın..." (Nisa 34).
* Görüldüğü üzere, kadın keyfi değil, itaatsizliği sebebiyle
-Bagavi'nin ifadesiyle "Nikah'ın getirdiği hakların yerine getirilmemesi
halinde" - dövülebilecektir. Âyette geçen nüşûz, sivrermek, karşı gelmek,
dik başlılık etmek gibi mânalara gelir.
* Nüşûz'undan korkulan kadınlar hemen dövülmez:
** Önce nasihat edilir.
** Nasihattan anlamazsa, ceza olarak yatakta yalnız bırakılır.
** Bundan da anlamazsa en son safhada dövülür. Veda
hutbesinde, kadınların şiddetli (yaralayıcı) olmayacak şekilde dövülmesi
emredilmiştir.
* Dövmede İslâm'ın vaz'ettiği başka kayıtlar da var:
** Başa vurulmamalıdır.
** Vücudun tehlikeli noktalarına da vurulmamalıdır.
** Çubuk, bükülü mendil gibi yaralayıcı olmayan bir şeyle
vurulmalıdır.
** Darbe sayısı had cezası miktarından aşağı olmalıdır. Sayı
hususunda ûlemâ ihtilaf eder. Te'dibî vurmaların üç darbeyi geçmemesi umumiyetle
benimsenmiştir. Ona kadar vurulabileceğini, hatta daha fazla sayıda
vurulabileceğini de söyleyenler olmuştur.
2- Kocasına, niçin dövdüğünün sorulamayışını âlimler kayda
bağlamışlardır. Bu yasak mutlak değildir: "Eğer, dinin cevaz verdiği hudud
çerçevesinde dövmüşse" denmiştir.
Şu halde dinin meşru kıldığı şartların dışına çıkarak dövülmesi
halinde erkek muâheze edilebilir. Sözgelimi, yaralayıcı şekilde dövmüşse meşru
hududu dışarı çıkmış demektir.[11]
ـ3300 ـ8
-وَعَنْ أَبِي
سَعِيدِ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قَالَ:
]جَاءَتْ
امْرَأَةُ
صَفْوَانَ
بنِ الْمُعَطِّلِ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ إِلَى
رَسُولِ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
وَصَفْوَانُ
عِنْدَهُ.
فَقَالَتْ: يَا
رَسُولَ
للّهِ
زَوْجِي
يَضْرِبُنِي
إِذَا
صَلَّيْتُ،
وَيُفَطِّرُنِى
إِذَا صُمْتُ،
وََ يُصَلِّي
صََةَ
الْفَجْرِ
حَتَّى
تَطْلُعَ
الشَّمْسُ.
فَسَأَلَهُ
عَمَّا
قَالَتْ.
فَقَالَ يَا
رَسُولَ
للّهِ: أَمَّا
قَوْلُهَا
يَضْرِبُنِي
إِذَا
صَلَّيْتُ!
فَإِنَّهَا
تَقْرَأُ
بِسُورَتَيْنِ
وَقَدْ
نَهَيْتُهَا.
فَقَالَ
لَهَا
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
لَوْ كَانَتْ
سُورَةً
وَاحِدَةً
لَكَفَّتِ
النَّاسِ،
وَأَمَّا
قَوْلُهَا
يُفَطِّرُنِي
إِذَا صُمْتُ
فَإِنَّهَا
تَنْطَلِقُ
تَصُومُ
وَأَنَا
رَجُلٌ
شَابٌّ َ أَصْبِرُ.
فَقَالَ
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ: َ
تَصُومُ
امْرَأَةٌ
إَِ بِإِذْنِ
زَوْجِهَا،
وَأَماَّ
قَوْلُهَا
إِنِّي
أُصَلِّي
حَتَّى تَطْلُعَ
الشَّمْسُ
فَإِنَّا
أَهْلُ
بَيْتٍ قَدْ
عُرِفَ لَنَا
ذَلِكَ َ
نَكَادُ
نَسْتَيْقِظُ
حَتَّى
تَطْلُعَ
الشَّمْسُ.
فَقَالَ
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ.
فَإِذَا
اسْتَيْقَظْتَ
يَا
صَفْوَانُ
فَصَلِّ[. أخرجه
أَبُو دَاوُد
.
8. (3300)- Ebu Sa'îd
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Safvân İbnu Muattâl (radıyallahu anh)'ın
hanımı, yanında Safvân'da bulunduğu bir anda Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a gelerek:
"Ey Allah'ın Resulü, namaz kıldığım zaman kocam beni dövüyor,
oruç tuttuğum zaman da orucumu bozduruyor, güneş doğuncaya kadar da sabah
namazını kılmıyor!"dedi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), hanımının bu
söyledikleri hakkında Safvân'a sordu. Safvân:
"Ey Allah'ın Resulü! "Namaz kıldığım zaman dövüyor"
sözüne gelince, o zaman (bir rekatte uzun) iki sûre okuyor. Halbuki ben bunu
yasakladım" dedi. Resulullah kadına:
"İnsanlara tek surenin okunması yeterlidir" buyurdu.
Safvân devam etti:
"Oruç tuttuğum zaman bozduruyor" sözüne gelince,
"Hanımım oruç tutup duruyor.
Ben gencim, hep sabredemiyorum." dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Bir kadın kocasının izni olmadan (nafile) oruç tutamaz!" buyurdular. Safvân devamla:
"Güneş doğuncaya kadar sabah namazı kılmadığım sözüne gelince, biz (gece çalışan) bir âileyiz, bunu herkes biliyor. (Sabaha yakın yatınca) güneş doğuncaya kadar uyanamıyoruz" diye açıklama yaptı. Aleyhissalatu vesselam:
"Ey Safvân, uyanınca namazını kıl!" buyurdular."[12]
AÇIKLAMA:
1- Safvân (radıyallahu anh)'ın hanımı namazda iki uzun sûre
okur olmalı ki müdahale mevzuu olmuştur. Tîbî: "Tek surenin okunması
mevzubahis ise, bu Fatiha suresi olmalıdır" der.
2- Hattâbî bu hadîste bazı fıkhî bilgilerin bulunduğuna dikkat
çeker:
* Erkeğin hanımından istifadesi için belli bir vakit yoktur, bütün
ahvâlde caizdir.
* Erkeğin hakkını kullanmasına kadın mümânaat edecek olursa, erkek
onu şiddetli olmayacak şekilde dövebilir.
Kadın hacc için ihrama girecek olursa erkek ona mâni olabilir,
hacca göndermeyebilir. Zira, erkeğin kadın üzerindeki hakkı muacceldir,
Allah'ın hakkı ise muahhardır. Atâ İbnu Ebî Rebah böyle hükmeder. Bütün
imamlar, nâfile haccına erkeğin mâni olabileceğinde ittifak ederler.
3- Safvân İbnu Muattal ailesi geceler boyu su çeker, sabaha
doğru yatarlardı. Bu hadisi bir kısım şarihler ihtiyatla karşılamıştır. Hem
senetçe zayıf, hem de metinde nekâret vardır: Namazda tek sureye ruhsat, sabah
namazının güneşin doğmasına kadar te'hir edilmesine ruhsat gibi. Azîmâbâdî şu
açıklamayı dermeyan eder: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın:
"Uyanınca namazını kıl!" sözü -hadisin sahih olması halinde- dikkat
çekici bir ruhsattır. Cidden ilâhî bir lütuftur, Resulullah'tan ümmetine bir
rıfkı, bir şefkatidir. Safvân'ın işi sanki fıtrî bir meleke haline gelmiş ve
çalışma âdeti onu istilâ etmiş ve artık ondan vazgeçmesi imkânsız hale gelmiş
gibidir. Bu durumda, bu halin sahibi, kendisine baygınlık gelen kimse
menzilesindedir, mazur addedilir, ayıplanmaz. Mamafih bu halin her zaman değil,
bazen ârız olması da muhtemeldir. Bu da yanında uyandırıp uykusunu açacak
birilerinin olmamasından ileri gelebilir. Böylece uyku, güneş doğuncaya kadar
devam etmiş olabilir. Bu durum her zaman değil arada sırada olan bir haldir.
Çünkü insanın her vakit böyle olması ihtimalden uzaktır. Dolayısıyla arada
sırada bu durumla karşılaşan insan hakkında namazı vaktinde kılmaktan kaçıyor
diye düşünmek câiz olmaz".
4- Şunu da kaydedelim ki, hadisi bazı alimler sened yönüyle
ihticac edilemeyecek kadar zayıf addedmiş, metnindeki hüküm yönüyle de münker
bulmuştur: "Bilhassa sabah namazının güneş doğduktan sonra kılınmasına
Resulullah'ın ruhsat vermesi oldukça uzak bir ihtimaldir, bir
yanlışlıktır" demişlerdir.[13]
ـ3301 ـ9
-وَعَنْ أَبِي
الورد بن
ثُمامة قَالَ:
]قَالَ
عَلِيٌّ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ ِبْنَ
أغْيَدَ أَ
أُحَدِّثُكَ
عَنِّي
وَعَنْ
فَاطِمَةَ
بِنْتِ رَسُولِ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
وَكَانَتْ
مِنْ أَحَبِّ
أَهْلِهِ
إِلَيْهِ؟
قُلْتُ بَلَى.
قَالَ:
إِنَّهَا
جَرَّتْ بِالرَّحى
حَتَّى
أَثَّرَتْ
فِي يَدِهَا.
وَاسْتَقَتْ
بِالْقِرْبَةِ
حَتَّى
أَثَّرَتْ
فِي
نَحْرِهَا.
وَكَنَسَتِ
الْبَيْتَ حَتَّى
اغْبَرَّتْ
ثِيَابُهَا.
فَاُتِيَ
النَّبِيُّ
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
بِخَدَمٍ. فَقُلْتُ
لَهَا: لَوْ
أتَيْتِ
أَبَاكِ
فَسَألْتِهِ
خاَدمِاً؟
فَأْتَتْهُ
فَوَجَدْتُ
عِنْدَهُ
حُدَّاثًا
فَرَجَعَتْ.
فَأَتَاهَا مِنَ
الْغَدِ
فَقَالَ: مَا
كَانَتْ
حَاجَتُكِ؟
فَسَكَتَتْ.
فَقُلْتُ:
أَنَا
أُحَدِّثُكَ
يَا رَسُولَ للّهِ!
إِنَّهَا
جَرَّتْ
بِالرَّحَى
حَتَّى أَثَّرَتْ
فِي يَدِهَا،
وَحَمَلَتْ
بِالْقِرْبَةِ
حَتَّى
أَثَّرَتْ
فِي
نَحْرِهَا. فَلَمَّا
أَنْ جَاءَ
الْخَدَمُ
أمَرْتُهَا
أَنْ
تَأْتِيكَ
تَسْتَخْدِمُكَ
خَادِمًا
يَقِيهَا حَرَّ
مَاهِيَ
فِيهِ.
فَقَالَ:
إِتَّقِ
اللّهِ يَا
فَاطِمَةُ.
وَأَدِّي
فَرِيضَةَ
رَبِّكَ،
وَاعْمِلِي
عَمَلَ
أَهْلِكِ،
إِذَا أَخَذْتِ
مَضْجَعَكِ
فَسَبِّحِي
ثََثًا وَثََثِينَ،
وَاحْمِدِي
ثََثًا
وَثََثِينِ،
وَكَبِّرِي
أَرْبَعًا
وَثََثِينَ.
فَذَلِكَ مَائَةٌ
هِيَ خَيْرٌ
لَكَ مِنْ
خَادِمِ.
قَالَتْ:
رَضِيتُ عَنِ
اللّه وَعَنْ
رَسُولِهِ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ،
وَلَمْ
يُخْدِمْهَا[.
أخرجه الخمسة
إ النسائي .
9 (3301)- Ebu'l-Verd ibnu
Sümâme anlatıyor: "Hz. Ali (radıyallahu anh) İbnu Ağyed'e dedi ki:
"Sana kendimden ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kızı Fâtıma
(radıyallahu anhâ)'dan -ki o, babasına, ailesinin en sevgili olanı idi-
bahsedeyim mi?"
"Evet, bahsedin!" dedim. Bunun üzerine:
"Fâtıma radıyallahu anhâ değirmen çevirirdi; elinde yaralar
meydana gelirdi. Kırba ile su taşırdı. Bu da boynunda yaralar açtı. Evi
süpürüyordu. Üstü başı toz-toprak oldu. (Bu sıralarda) Resûlullah'a bir kısım
köleler getirilmişti. Fâtıma'ya:
"Babana kadar gidip bir köle istesen!" dedim. Gitti.
Aleyhisselâtu vesselâm'ın yanında bazılarının konuşmakta olduklarını gördü ve
geri döndü. Ertesi gün Resulullah Fâtıma'ya gelerek:
"Kızım ihtiyacın ne idi?" diye sordu. Fâtıma sükût edip cevap vermedi. Ben araya girip:
"Ben anlatayım Ey Allah'ın Resûlü" dedim ve açıkladım: "Fâtıma'nın değirmen kullanmaktan elleri yara oldu, kırba ile su taşımaktan da omuzları incindi. Köleler gelince ben kendisine, size uğramasını, sizden bir hizmetçi istemesini ve böylece biraz rahata kavuşmasını söyledim. Bu açıklamam üzerine Resulullah:
"Ey Fâtıma, Allah'tan kork, Allah'a olan farzlarını eda et, âileyin işlerini yap. Yatağına girince otuzüç kere sübhanallah, otuzüç kere elhamdülillah, otuzdört kere Allahekber de. Böylece hepsi yüz yapar. Bu senin için hizmetçiden daha hayırlıdır.." buyurdular. Fâtıma (radıyallahu anhâ):
"Allah'dan ve Allah'ın Resulünden razıyım" dedi. Resulullah ona hizmetçi vermedi."[14]
AÇIKLAMA:
1- Burada, bidayet-i İslâm'da kadınların ev işlerinde
çalıştıklarını görmekteyiz. Hatta Hz. Peygamber'in en sevgili kızı Fâtıma'nın,
ev işlerinin en ağırını, en çok rahatsız edenini bile yaptığını, bu yüzden
ellerinin yara, omuzlarının ezik ve bere içinde kaldığını görmekteyiz. Bu çeşit
rivayetler çoktur. Resulullah'ın baldızı Esmâ (radıyallahu anhâ)'nın tarlada
çalıştığı, ata yem hazırladığı, at tımar ettiği rivayetlerde belirtilmiştir.
Sadedinde olduğumuz rivayet, bu işleri bir peygamber kızının
yaptığını, hizmetçi istediği zaman Resulullah'ın hizmetçi vermeyip ondan daha
hayırlı olan bazı tesbihâtı tavsiye ettiğini göstermektedir. Şu halde bu
işlerin kadınlar tarafından yapılmasını, Efendimiz normal ve tabiî karşılamış
olmaktadır.
Hadisin bazı vecihlerinde, Resulullah, "Suffa Ashabı ihtiyaç
içerisinde kıvranırken ben size hizmetçi veremem..." mealinde cevap
vermiş, "fazla köle olsa satıp, parasıyla Suffa Ashâbı'nın bazı
ihtiyaçlarını karşılamaya çalışacağım" belirtmiştir. Bazı rivayetlerde:
"Bedir yetimleri (ihtiyaçta) sizi geçti"; bir başka rivayette:
"Ey Fâtıma sabret, kadınların en hayırlısı ailesine faydalı olandır"
der. Hülasa hadis, çok farklı vecihlerle rivâyet edilmiştir. Hepsinde pek
faydalı ziyadeler var.
2- Bazı Fevaid: Alimler, muhtelif vecihlerindeki ziyadeleri de
nazar-ı dikkate alarak bu hadisten pek çok ibretler, düsturlar, hükümler
çıkarmışlardır. Bazılarını kaydediyoruz:
* Resulullah uyku sırasında muhtelif zikirlerin
okunabileceğini belirtmiştir.
İsteyen bunlardan birini veya birkaçını okuyabilir. Şartlara,
ahvâle, eşhasa ve evkâta göre bunlardan her birinin ayrı bir fazileti vardır.
* İbnu Battâl: "Bu hadîste, fakirliği zenginlikten üstün
addedenlere delil var. çünkü Resulullah: "Size hizmetçiden daha hayırlı
olanı söyleyeyim mi?" demiş ve onlara zikir öğretmiştir. Eğer zenginlik
üstün olsaydı onlara hizmetçi verirdi ve zikri de öğretirdi. Şu halde hizmetçi
vermeyip zikir talimiyle yetinmesi, Efendimizin onlara Allah indinde daha
hayırlı olanı tercih ettiğini gösterir" demiştir.
İbnu Hacer buna itiraz eder ve der ki: "Bu iddia, Hz.
Peygamber'in yanında fazla hizmetçi olmasına rağmen böyle yapması halinde
doğrudur. Halbuki rivayetler açıkça ifade ediyor ki, Resulullah, satıp parasını
Ehl-i Suffe'nin veya Bedir yetimlerinin nafakasına harcamak için bunlara
hizmetçi vermemiştir." Buradan hareketle Kadı İyaz: "Bu hadiste
"Fakir zenginden efdaldir" hükmünü çıkaranlara delil yoktur"
der.
* Hadiste gelen "hayırlı olma" meselesinde de ihtilaf
edilmiştir. Kadı İyaz, hadisin zâhirine göre: "Resulullah, onlara âhiretle
ilgili amelin, her hâl ve kârda dünya işlerinden daha hayırlı olduğunu öğretmek
istemiştir. Onlara hizmetçi vermek mümkün olmayınca, bununla yetindi, sonra
istekleri olmayınca, onlara istediklerinden daha efdal ecir hâsıl edecek bir
zikir öğretti" der.
Kurtûbi de: "Onları zikre havale etti, tâ ki bu, ihtiyaç
halinde, duanın yerine geçsin yahut da Resulullah kendisi için sevdiğini kızı
için de sevmesi sebebiyle böyle yaptı, çünkü Aleyhissalatu vesselam, ecri büyük
olması sebebiyle fakrı ve sabrederek onun sıkıntısına katlanmayı tercih
ediyordu" der.
Mühelleb de şöyle der: "(Aleyhissalâtu vesselâm) kızına,
âhirette ona daha çok fayda verecek olan zikri öğretti. Ehl-i Suffe'yi ise,
onlar nefislerini karın tokluğuna, ilim dinlemeye ve sünnet öğrenmeye
vakfettikleri, mal ve iyâl kesbini düşünmedikleri için tercih etti."
* Bu hadis, humus'un taksiminde ilim talebelerinin öne
alınması gereğini ifade eder.
* Hadis Selef-i Sâlihin'in içinde bulunduğu geçim darlığı,
kıtlık ve sıkıntıyı gösterir. Allah onları, dünyaya tabi olmaktan korumak için,
elde etme imkanına rağmen dünyaya bulaştırmamış, ondan uzak tutmuştur. Bu,
enbiya ve evliyanın büyük çoğunluğunun yoludur.
* İsmaîl el-Kâdi: "Bu hadis, humusu İmamın dilediği gibi
taksim edeceğini gösterir. Çünkü köleler, humus'tandır. Humus'un beşte dördü
ganimetçilerin hakkıdır" der. İmam Malik ve Bazıları böyle hükmetmiştir.
* Mühelleb der ki: "Hadîste, kişinin âhireti dünyaya
tercihte kendi gittiği yola, ehlini de sevketmesinin örneği vardır, yeter ki
onların da bu işe gücü yetsin."
* Bazı âlimler: "Kişi, kızının ve kocasının evine izin
almadan girebilir, yataklarına oturabilir" demiş ise de, diğer bir kısım
alimler rivâyetin bir veçhinde "izin alarak girdi" kaydını göstererek
"izinsiz girme" istidlâline karşı çıkmıştır. [15]
ـ3302 ـ1 -عن
أَبِي
هُرَيْرَةَ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
]قَالَ رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
اِسْتَوْصُوا
بِالنِّسَاءِ
فَإِنَّ الْمَرأةَ
خُلِقَتْ
مِنْ ضِلَعٍ
وَإِنَّ أَعْوَجَ
مَا فِي
الضِّلْعِ
أَعَْهُ.
فَإِنْ ذَهَبْتَ
تُقِيمُهُ
كَسَرْتُهُ،
وَإِنْ تَرَكْتَهُ
لَمْ يَزَلْ
أَعْوَجَ،
فَاسْتَوْصُوا
بِالنِّسَاءِ
خَيْرًا[.
أخرجه
الشيخان
والترمذي .
1. (3302)- Hz. Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kadınlara hayırhah olun, zira kadın bir eyeği kemiğinden
yaratılmıştır. Eyeği kemiğinin en eğri yeri yukarı kısmıdır. Onu doğrultmaya
kalkarsan kırarsın. Kendi hâline bırakırsan eğri halde kalır. Öyleyse kadınlara
hayırhah olun."[16]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis muhtelif vecihlerde rivayet edilmiştir. Burada
zikri gereken ziyâdeli bir veçhi şöyle: "Kadın eyeği kemiğinden
yaratılmıştır. Aslâ bir istikamet üzere doğru olmayacaktır. Ondan istifâde
etmek istersen eğri haliyle istifade et, doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Onun
kırılması,boşanmasıdır."
2- Hadis kadınların kendilerine has tabiatları olduğuna, bu
tabiatın fıtri olup istenen şekilde değiştirilemiyeceğine, onu kendi tabiî
şekliyle kabul etmek, mevcut hali üzere uyum yapma yolları aramak icabettiğine,
onların eğriliklerine tahammül etmek gerektiğine dikkat çekiyor. Aksi halde
istenen şekilde bir istikamet vermek, onu kırmak demek olacaktır. Bu da
boşanmadır. Hadisin bir veçhinde: "Kadın eyeğidendir, doğrultursan
kırarsın. Ona iyi muâmelede bulun onunla yaşa" denir.
Bu veçhinden daha iyi anlaşılacağı üzere, Resulullah kadınların
hassas bir mizaç üzere yaratıldıklarına, onlara iyi muamele yapıldığı takdirde
onlarla uyum içinde yaşanabileceğine dikkat çekmektedir. İmam Gazâli:
"Kocanın karısı ile iyi geçinmesi, ona karşı güzel ahlakla muamelede
bulunması, kadının hakkıdır. Güzel ahlaktan murad kadına eza-cefa etmemek değil,
onun ezasına tahammül göstermektir, Resulullah'ın yolundan giderek kadının
taşkınlık ve gazabına karşı halîm selîm davranmaktır" der. Bazı âlimler bu
hadiste Resulullah'ın kadınlara olan şefkat ve merhametini görürler.
3- Hadis kadınların bidayette eyeği kemiğinden yaratıldığına da
parmak basıyor. Yani ilk kadın Hz. Havva'nın, Hz. Adem aleyhisselam'dan
yaratıldığına dikkat çekiyor. Başka rivayetlerde daha sarîh olarak Hz.
Havvâ'nın, Hz. Adem'in en kısa olan sol eyeği kemiğinden yaratıldığı ifade
edilmiştir. Esâsen Kur'an muhtelif âyetlerinde insanlığın bir tek nefisten (Hz.
Âdem'den) yaratılıp sonradan çoğaltıldığını açıklar. Ayette bir tek nefisten
nasıl yaratıldılar? Eyeğisinden mi, hangi eyeğisinden? gibi teferruata
girilmez. Nisa sûresindeki âyet şöyle:
"Ey insanlar
sizi bir nefisten yaratan, ondan da zevcesini (Havva'yı) yaratan Rabbinizden
korkun. Sonra da o ikisinden çok sayıda erkek ve kadınlar yarattı" (Nisâ
1).
4- Alimler kadınların eğriliği deyince onların hırçınlığı,
hissiliği, aklen zayıf oluşu, en basit bir hâdisede boşanma taleb etmesi,
kocanın gücünü aşan talep ve isteklerde bulunması, aile sırrını ifşa etmesi,
nankörce davranması, dedikodu yapması gibi umumiyetle fıtrî olan zaaflarını
anlarlar. Şu halde Resulullah, sadedinde olduğumuz hadiste, kadınların bu fıtrî
hallerine dikkat çekerek, onların bu zaaflarını gidermeye kalkma yanlışlığına
düşmeden, bu hallerine tahammül ederek geçinme yollarını aramayı tavsiye
etmektedir. Onlarla güzel geçinmede nebevî tavsiyenin esası tahammül, anlayış ve
iyi davranıştır.[17]
ـ3303 ـ2
-وَعَنْ عمرو
بن ا‘حوص
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
اِسْتَوْصُوا
بِالنِّسَاءِ
خَيْرًا
فَإِنَّهُنَّ
عَوَانٌ عِنْدَكُمْ.
لَيْسَ
تَمْلِكُونَ
مِنْهُنَّ شَيْئًا
غَيْرَ
ذَلِكَ إَِّ
أَنْ
يَأْتِينَ
بِفَاحِشَةٍ
مُبَيِّنَةٍ. فَإِنْ
فَعَلْنَ
فَاهْجُرُوهُنَّ
فِي الْمَضَاجِعِ
وَاضْرِبُوهُنَّ
ضَرْباً غَيْرَ
مُبَرَّحٍ.
فَإِنْ
أَطَعْنَكُمْ
فََ تَبْغُوا
عَلَيْهِنَّ
سَبِيً. أََ
إِنَّ لَكُمْ
عَلَى
نِسَائِكُمْ
حَقًّا،
وَلِنِسَائِكُمْ
عَلَيْكُمْ حَقًّا.
فَحَقَّكُمْ
عَلَيْهِنَّ
أَنْ َ يُوطِئْنَ
فَرْشَكُمْ
مَنْ
تَكْرَهُونَ،
وََ يَأْذَنَّ
فِي
بُيُوتِكُمْ
لِمَنْ
تَكْرَهُونَ،
أََ
وَحَقُّهُنَّ
عَلَيْكُمْ
أَنْ تُحْسِنُوا
إِلَيْهِنَّ
فِي
كِسْوَتِهِنَّ
وَطَعَامِهِنَّ[.
أخرجه الترمذي.»عوانٌ«
جمع عانية وهي
ا‘سيرة، شبه
المرأة فِي
دخولها تحت
حكم الزوج با‘سير
.
2. (3303)- Amr İbnu'l-Ahvas
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kadınlara karşı hayırhah olun. Çünkü onlar sizin yanınızda
esirler gibidirler. Onlara iyi davranmaktan başka bir hakkınız yok, yeter ki
onlar açık bir çirkinlik işlemesinler. Eğer işlerlerse yatakta yalnız bırakın
ve şiddetli olmayacak şekilde dövün. Size itaat ederlerse haklarında aşırı
gitmeye bahâne aramayın. Bilesiniz, kadınlarınız üzerinde hakkınız var,
kadınlarınızın da sizin üzerinizde hakkı var. Onlar üzerindeki hakkınız,
yatağınızı istemediklerinize çiğnetmemeleridir. İstemediklerinizi evlerinize
almamalarıdır. Bilesiniz onların sizin üzerinizdeki hakları, onlara giyecek ve
yiyeceklerinde iyi davranmanızdır."[18]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis karı-koca arasındaki karşılıklı hak ve vazifeleri
tesbitte temel nasslardan biridir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın veda
hutbesinden bir parçadır. Tirmizî'deki aslı çok daha uzundur. Burada şunu
hatırlatmamızda fayda var: Bu hadîs, İslam'ın insanlık tarihinde icra ettiği
büyük inkılablardan birine temas etmektedir: "Kadın hakları" Kadın
hakkı mefhumu sadece cahiliye Araplarına yabancı bir mefhum değildir. Yakın
zamana kadar Batı dünyası dahil, bütün insanlığın meçhûlü idi. İlk defa İslam,
kadının da hukukundan bahsetmiş, erkekle hukukî eşitliğe yükseltmiştir. Hz.
Ömer der ki: "(Cahiliye devrinde) Allah'ın kadınlar hakkında koyduğu
hükümler gelinceye kadar biz onlara hiçbir değer atfetmezdik."
2- Hadîsteki istîsa vasiyet kabul etmek mânasına gelir. Yani
Resulullah şöyle demiş olmaktadır: "Ben kadınlar hakkında hayır tavsiye
ediyorum, siz onlar hakkındaki bu tavsiyemi kabul edin." Bazı alimler:
"Kadınlar hakkında kendinizden hayır arayın" veya: "Biriniz diğerinizden
kadınlar hakkında hayır talep etsin" şeklinde anlamanın da uygun olacağını
söylemiştir.
3- Hadisin müteakip kısmı şu mânada anlaşılmıştır: "Siz
kadınlar hakkında, bu hayırhahlık dışında başka bir davranışa yetkili
değilsiniz, onlara kötü davranma hakkına sâhip değilsiniz, yeter ki çirkin bir
iş yapmasınlar..."
Şu halde onlara kötü davranma hakkı, onların "çirkin iş"
yapmalarıyla doğuyor. Çirkin bir iş yapmadıkları müddetçe erkek kötü davranma
hakkına sahip değildir. Kötü davranırsa hakkı olmayan bir iş, yani zulüm yapmış
olur. Bunun Allah katında mes'uliyeti vardır.
Çirkin iş nedir? Ayette nüşûz diye geçen kelime hadiste fâhişe
diye gelmiştir. Hatta bu hadîsi, mezkur âyetin tefsiri olarak bile görmemiz
mümkündür. en-Nihâye'ye göre, fuhş, fevahiş, fâhişe Allah'a isyan ve günah
nev'inden işlenen fiillerin pek çirkinlerine denir. Bunların en çirkini zina
olduğu için çoğunlukla fâhişe, zina mânasında kullanılır. Hattâ dilimizde fuhş
deyince nerdeyse zinâyı, fahişe deyince de zâniyeyi kastederiz. Fâhiş bir hata,
fâhiş bir fiyat dediğimiz zaman kelimeyi aslî mânasında kullanmış oluruz. Şu
halde hadiste geçen fâhişe, mübeyyine, "pek açık olay çirkinlik" diye
anlaşılmalıdır. Hadiste kastedilen şey de, gerek sözle, gerekse fiille işlenen
her çeşit çirkinlikler, ahlaksızlıklar olmalıdır. Bu tâbiri "zina"
olarak anlamak mümkün değildir. Çünkü zinâ fazîhasının dindeki hükmü, dayakla
nihayet bulan bir terbiye vetiresi değil, recm denen ağır bir cezadır.
4- Yatakta yalnız bırakmayı, İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ
"yatakta sırtını dönüp konuşmamaktır" diye tefsir etmiştir. Ancak
"Bir başka yatağa geçmek" diye tefsir eden de olmuştur.
5- Şiddetli olmayan dövme mevzuunda Nevevî şu açıklamayı sunar:
"Şiddetli dövme (darb-ı müberrih) şiddetli, ağır dövmedir. Hadis buna izin
vermiyor. Hadisin manası: "Kadınları şiddetli ve ağır olmaksızın
dövün" demektir." Berh, meşakkat demektir. Gayr-ı müberrih tabiri
dilimizde umumiyetle yaralayıcı olmaksızın diye tercüme edilmiştir. Ancak,
kelimenin aslı yara'dan ziyade, meşakkati, fazla acı'yı ifâde etmektedir.
Resulullah, "Size itaat ederlerse aşırı gitmeyin"
buyurarak, "kendilerinden istenen hususlara riâyet etmeleri hâlinde,
zulmen yataklarını ayırmak, dövmek gibi muamelelerde bulunmayın, kötü
davranmaya bahâne aramayın" demek istemiştir.
6- Erkeğin kadın üzerindeki hakkı olarak zikredilen
"yatağı, istenmeyene çiğnetmemesi" tabirini Nevevi şöyle açıklar:
"Bunun mânası, evlerinize girip oturmalarını istemediğiniz kimselerden
hiçbirine bu hususta müsaade etmemeleridir. Bunun yabancı bir erkek olması ile,
kadının akrabalarından bir kadın olması arasında fark yoktur. Yasak bunların
hepsine şâmildir."[19]
ـ3 ـ80
-وَعَنْ حكيم
بن معاوية عن
أبيه رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
]قُلْتُ يَا
رَسُولَ للّهِ:
مَا حَقُّ
زَوْجَةِ
أَحَدِنَا
عَلَيْهِ: قَالَ:
أَنْ
تُطْعِمُهَا
إِذَا
طُعِمْتْ،َ
وَأنْ
تَكْسُوهَا
إِذَا
اكْتَسَيْتَ،
وََ تَضْرِبِ
الْوَجْهَ،
وََ
تُقَبِّحْ،
وََ تَهْجُرْ
إَِ فِي
الْبَيْتِ[.
أخرجه أَبُو
دَاوُد .
3. (3304)- Hakîm İbnu
Mu'âviye babası Mu'âviye (radıyallahu anh)'den anlatıyor: "Ey Allah'ın
Resûlü! dedim, bizden her biri üzerinde, zevcesinin hakkı nedir?"
"Kendin yiyince ona da yedirmen, giydiğin zaman ona da
giydirmen, yüzüne vurmaman, takbîh etmemen, evin içi hariç onu
terketmemen."[20]
AÇIKLAMA:
1- Daha önce kaydedilen hadisteki dövme ruhsatına burada bir
kayıt zikredilmektedir: Başa vurmamak.. Resulullah, kadın dayağı haketse bile,
başına vurulmamasını, onun haklarından biri olarak zikretmektedir. Alimler,
te'dib sırasında başa vurmaktan kaçınmanın vâcib olduğunu belirtirler.
2- Takbih etmek, kötü söz söylemek mânasında anlaşılmalıdır.
Yani her çeşit rencide edici sözler... Hakaret etmek, sebbetmek, ayıplamak,
beddua etmek, lanetlemek vs. Bütün bunları İslam yasaklamıştır. Erkek, hanımına
karşı rencide edici sözlere dilini alıştıracak olursa, kadın da dayanamayıp
mukabele etti mi dirlik kalmaz. Bu çeşit küçük görülen davranışlar, aile
huzurunu bozup, boşanmaya kadar götürebilir. Halbuki boşanma, gerek erkek,
gerek kadın ve gerekçe çocuklar için büyük bir yıkım ve şekâvettir.
3- Evin içi hâriç onu terketmemek tâbiri, yine önceki hadiste
geçen "yatakta terketme"nin açıklanması mâhiyetindedir. Kadını
yatakta terketmek, bir başka eve, bir başka mahal ve hatta şehre gitmek
şeklinde de gerçekleşebilir. Ancak Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), o
ihtimale binâen meseleye açıklık getirmiştir. Kadın yatakta terk'le
cezalandırılacaksa bu müştereken yaşanan meskenin içerisinde cereyân etmelidir.
Aynı ev içerisinde bir başka odaya veya aynı oda içerisinde bir başka yatağa
geçme şeklinde olabilir. Ne kadını evden uzaklaştırmak, ne de erkek, evi
terketmek şeklinde bir "yatakta ayırma cezası" İslamî değildir.
Esasen Tercümân'ül-Kur'an olan İbnu Abbâs (radıyallahu anh)'ın bunu "aynı
yatakta kadına arkasını dönüp konuşmamak" şeklinde açıkladığını önceki hadiste
kaydetmiştik.[21]
ـ3305 ـ1 -عن
عَائِشَةَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قَالَت:
]جَلَسَ
إِحْدَى
عَشْرَةَ
امْرَأَتَ فَتَعَاهَدْنَ
وَتَعَاقَدْنَ
أَنْ َ يَكْتُمْنَ
مِنْ
أَخْبَارِ
أَزْوَاجِهِنَّ
شَيْئًا.
قَالَتْ
ا‘َوَّلِى:
زَوْجِي
لَحْمِ جَمَلٍ
غَثٍّ عَلَى
رَأْسٍ
جَبَلٍ. َ
سْهَلٌ
فَيُرْتَقَى
وََ سَمِينٌ
فَيُنْتَقَل؛ُ
وَفِي رِوَايَةٍ
لِلْبُخَارِي:
فَيُنْتَقَى.
قَالَتِ الثاَّنِيَةُ:
زَوْجِي َ
أُبُثُّ
خَبَرَهُ،
إِنِّي
أَخَافُ أَنْ
َ أَذَرَهُ إِنْ
أَذْكُرْهُ
أَذْكُرْ
عُجَرَهُ
وَبُجَرَهُ.
قَالَتِ
الثَّالِثَةُ:
زَوْجِي
الْعَشَنَّقُ.
إِنْ أَنْطِقْ
أُطَلَّقْ،
وَإِنْ
أَسْكُتْ
أُعَلَّقْ.
قَالَتْ
الرَّابِعَةُ:
زَوْجِي
كَلَيْلِ تِهَامَةَ،
َ حَرٌّ وََ
قَرٌّ، وََ
مَخَافَةَ
وََ سَآمَةَ.
قَالَتِ
الَخَامِسَةُ:
زَوْجِي إِنْ
دَخَلَ
فَهِدَ،
وَإِنْ
خَرَجَ أَسِدَ،
وََ يَسْألُ
عَمَّا
عَهِدَ،
قَالَتْ
السَّادِسَةُ:
زَوْجِي إِنْ
أَكَلَ
لَفًّ،
وَإِنْ شَرِبَ
اشْتَفَّ،
وَإِنْ
اضْطَجَعَ
التَفَّ، وَ
يُولِجُ
الْكَفَّ
لِيَعْلَمَ
الْبَثَّ. قَالَتْ
السَّابِعَةُ:
زَوْجِي
غَيَايَاءُ
أَوْ
غَيَايَاءُ
طَبَاقَاءُ،
كُلُّ دَاءٍ
لَهُ
دَوَاءٌ،
شَجَّكَ أَوْ
فَلَّكَ أَوْ
جَمَعَ كًُّ
لَكَ. قَالَتْ
الثَّامِنَةُ:
زَوْجِي
الْمَسُّ مَسُّ
أَرْنَبٍ،
وَالرِّيحُ
رِيحُ زَرْنَبٍ.
قَالَتْ
التَّاسِعَةُ:
زَوْجِي
رَفِيعُ الْعِمَادِ،
طَوِيلُ
النَّجَادِ،
عَظِيمُ
الرِّمَادِ،
قَرِيبُ
الْبَيْتِ
مِنَ النَّادِ.
قَالَتِ
الْعَاشِرَةُ:
زَوْجِي
مَالِكٌ،
وَمَالِكٌ؟
مَالِكٌ:
خَيْرٌ مِنْ
ذَلِكَ، لَهُ
إِبِلٌ
كَثِيرَاتُ
الْمَبَارِكِ،
قَلِيَتُ الْمَسَارِحِ
وَإِذَا
سَمِعْنَ
صَوْتَ الْمِزْهَرِ
أَيْقَنَّ
أَنَّهُنَّ
هَوَالِكُ. قَالَتِ
الْحَادِيَةَ
عَشَرَةَ:
زَوْجِي أَبُو
زَرْعٍ. وَمَا
أَبُو
زَرْعٍ؟
أَنَاسَ مِنْ
حُلِيٍّ أُذُنَيَّ.
وَمَ‘ُ مِنْ
شَحْمٍ
عَضُدَيَّ.
وَبَجَّحَنِي
فَبَجَّحَتْ
إِلَى
نَفْسِي.
وَجَدَنِي
فِي أَهْلِ
غُنَيْمَةٍ
بِشِقٍّ.
فَجَعَلَنِي
فِي أَهْلِ
صَهِيلٍ
وَأَطِيطٍ
وَدَائِسٍ
وَمُنَقٍّ.
فَعِنْدَهُ
أَقُوُل فََ أُقَبَّحُ.
وَأَرْقُدُ
فَأَتَصَبَّحُ.
وَأَشْرَبُ
فَأتَقَنَّحُ.
أُمُّ أَبِي
زَرْعٍ. فَمَا
أُمُّ أَبِي
زَرْعٍ؟
عُكُومُهَا
رَدَاحٌ.
وَبَيْتٌ
فَسَاحٌ.
اِبْنُ أَبِي
زَرْعٍ. فَمَا
اِبْنِ أَبِي
زَرْعٍ؟
مَضْجَعُهُ
كَمَسَلِ شَطْبَةٍ،
وَيُشْبِعُهُ
ذِرَاعُ
الْجَفْرَةِ.
بِنْتُ أَبِي
زَرْعٍ،
فَمَا بِنْتُ
أَبِي
رَزْعٍ؟
طَوْعُ
أَبِيهَا،
وَطَوْعُ
أُمِّهَا،
وَمِلْءُ
كِسَائِهَا.
وَفِي
رِوَايَةٍ:
وَصَفْرُ
رِدَائِهَا،
وَغَيظُ
جَارِتَهَا.
جَارِيَةُ
أَبِي
زَرْعٍ، فَمَا
جَارِيَةُ
أَبِي
زَرْعٍ؟ َ
تَبُثُّ حَدِيثَنَا
تَبْثِيثَا،
وََ
تُنَقَّثُ مِيرَتنَاَ
تَنْقِيثًا،
وََ تَمْ‘ُ
بَيْتَنَا
تَعْشِيشًا.
قَالَتْ:
خَرَجَ أَبُو
زَرْعٍ
وَا‘َوْطَابُ
تَمْخُضُ
فَلَقِيَ
امْرَأَةً
مَعَهَا
وَلَدَانِ
لَهَا
كَالْفَهِدَيْنِ:
يَلْعَبَانِ
مِنْ تَحْتِ
خَصْرِهَا بِرُمَّانَتَيْنِ.
فَطَلَّقَنِي
وَنَكَحَهَا،
فَنَكَحْتُ بَعْدَهُ
رَجًُ
سَرِيًّا،
رَكِبَ
شَرِيًّا،
وَأَخَذَ
خَطِيًّا،
وَأرَاَحَ
عَلَيَّ نَعَمًا
ثَرِيًّا،
وَأَعْطَانِي
مِنْ كُلِّ
رَائِحَةٍ
زَوْجًا؛
وَقَالَ:
كُلِى أُمِّ
زَرْعٍ
وَمِيرِي
أَهْلَكِ.
قَالَتْ:
فَلَوْ
جَمَعْتُ
كُلَّ شَيْءٍ
أَعْطَانِيهِ
مَا بَلَغَ
أَصْغَرَ
آنِيَةِ
أَبِي زَرْعٍ.
قَالَتْ:
عَائِشَةَ رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهَا:
قَالَ
رَسُولُ للّهِ
صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
كُنْتَ لَكَ
كَأَبِي
زَرْعٍ ‘ُمِّ
زَرْعٍ[.
أخرجه الشيخان.وقد
سقط حديث أم
زرع من نجريد
قاضي القضاة،
وقد أثبته هنا
من جامع ا‘صول
لشهرته، وقد
أفرد شرح
هَذَا الحديث
بالتأليف،
وقد رأيت أن
أذكرها هنا من
الكم
عَلَيْهِ ما
تمس إليه الحاجة
مما بد منه.
فأقول
وباللّه
التوفيق:قول ا‘ولى:
»زوجى لحم جمل
غث« أؤ
مهزول.عَلَى
رأس جبل أي
صعب الوصول
إليه. وصفته
بقلة الخير،
تقول: هو كلحم
الجمل
كلحم الضأن،
ومع ذَلِكَ
مهزول ردئ ضعب
المتناول يوصل إله
إ بمشقة
شديدة.وقول
الثانية: أَبُثُّ
خيره أؤ
أنشره
وأشيعه.وقولهها:
إني أخاف أن أذره أؤ
خبره طويل، إن
شرعت فِي تفصيله أقدر
عَلَى إتمامه
مكيرته .
»وَالْعُجَرُ
وَالْبُجَرُ«
المراد بهما
عيوبه
الباطنة
وأسراره
الكامنة.»وَالْعُجَرُ«
تعقد العصر
والعروق
حَتَّى ترى ناتئة
فِي
الجسد.»وَالْبَجُرُ«
نحوها إ أنها
فِي البطن
خاصة.وقول
الثالثة »زرجي
العشنق« هو الطويل
ب نفع. فإذا
ذكرت عيوبه
طلقنى، وإن
سكت عنها
علقني،
فتركني
عزبا و مزوة.
قَالَ اللّه
تَعَالَى:
فتذروها
كالمعلقة.وقول
الرابعة: زوجي
كليل تهامة. حر و قر،
و مخافة و سَآمَةَ
هَذَا وصف
بليغ، وصفته
بعدم ا‘ذى،
وبالراحة،
ولذاذة
العيش،
واعتدال. كليل
تهامة: الَّذِي حر
فِيهِ و برد
مفرطين،
وأنها
تخاف غائلته
لكرم أخقه، و
تخشى منه مل و
سآمة.
وَقَوْلُ
الخامسة:
زَوْجِي إِنْ
دَخَلَ
فَهَدَ إِلَى
آخِرِهِ
هَذَا مد ح
بليغ، وصفته
بكثرة النوم
إِذَا دخل
بيته وعدم
السؤال عما
ذهب من متاعه
وما بقي
لقولها وََ
يسألُ عمّا
عَهِدَ أى عما
عهده فِي
البيت من
متاعه وماله
لكرمه.وقولها
وإن خرج أسد
أى إِذَا خرج
إِلَى النَّاس
ومارس الحرب
كَانَ كا‘سد،
تصفه بالشجاعة.وقول
السادسة:
زَوْجِي إن
أَكَلَ لَفَّ
أي أكثر من
الطعام وخلط
من صنوفه
حَتَّى
يبقي
شيئا.وإن
شَرِبَ
اشْتَفَّ أي
استوعب جميع
ما فِي
ا“ناء.وََ
يُولِجُ
الْكَفَّ
لِيَعْلَمَ
الْبَثَّ
هَذَا ذمّ له.
أرادت أنه
إِذَا اضطجع
ورقد التف فِي
ثيابه ناحية
ولم يضاجعني ليعلم
ما عندي من
محبته و بث
هناك إ محبة
الدنو من زوجها.
وقول
السابعة:
زرجي عياياء
أو غياياء
إِلَى آخر.عياياء
بمهملة
ومعجمة،
ومعناه
بالمهملة
الَّذِي يلقح
وهو العنين
الَّذِي
تعييه مباضعة
النساء ويعجز
عنها،
وبالمعجمة:
الذى
يهتدي إِلَى
مسلك من
الغياية وهي
الظلمة.ومعنى
طباقاء
المنطبقة
عليه أموره
حمقا، وقيل
الغبي ا‘حمق
الغدم.وقولها
لك داء له دواء
أي جميع أدواء
النَّاس
مجتمعة
فِيهِ.والشج
جرح
الرأس.»والفل
الكسر«
والضرب. تقول:
أنا معه بين
جرح رأس أو
ضرب وكسر عضو
أو جمع
بينهما. وقول
الثامنة: زوجي
المس مس أرنب،
والريح ريح
زرنب)!(. وصفته
بلين الخلق،
والجانب، وحسن
العشرة، وأنه
طيب الريح أو
طيب الثناء
فِي النَّاس.وقول
التاسعة: زوجي
رفيع العماد
إِلَى آخره.
فرفيع العماد
وصف له بالشرف
وسناء الذكر
والرفعة فِي
قومه.وطويل
النِجاد بكسر
النون وصف له
بطول القامة،
والنجاد
حمائل السيف،
والطويل
يحتاج إِلَى
طول حمائل
سيفه، والعرب
تمدح
بذَلِكَ.»وعظيم
الرماد« وصف
له بالجود
وكثرة
الضيافة من
اللحوم
والخبز فيكثر
وقوده ويكثر
رماده.»وقولها
قريب البيت من
الناد« أي
النادي، وهو
مجلس القوم،
وصف له بالكرم
والسؤد ‘نه يقرب
البيت من
النادي إ من هَذِهِ
صفته ‘ن
الضيفان
يقصدون
النادي،
وأصحاب النادي
يأخذون ما
يحتاجون إليه
فِي مجلسهم من
البيت القريت
من النادي،
وهَذِهِ
صفة
الكرام،
واللئام بخف
ذَلِكَ.وقول
______________
)ـ1(
هو نبت طيب
الرائحة،
وقيل هو شجرة
عظيمة بالشام
بجبل لبنان تثمر
لها ورق أخضر
بن الخضرة
والصفرة،
وقيل هو حشيشة
دقيقة طيبة الرائحة
ليست بد
العرب.
العاشرة:
زوجي مالك
إِلَى آخره.
تقول هو خير مما
أصفه به، له
إبل كثيرة فهي
باركة بفنائه يوجهها
تسرح إ قلي
عند الضرورة،
ومعظم
أوقاتها تكون
باركة
بفنائه، فإذا
نزل به الضيف
قراهم من
ألبانها
ولحومها.والمزهر
بكسر الميم:
عود الفناء
الَّذِي يضرب
به. وأرادت أن
زوجها عود
إبله إِذَا
نزل به الضيفان
انتحر لهم
منها،
وإتيانهم
بالعيدان
والمعازف
والشراب،
فَإِذَا
سَمِعْتُ ا“بل
صوت المزهر
علمن أنه قد
جَاءَه
الضيفان وأنهن
منحورات
هوالك.وقول
الحادية عشرة
زوجي أَبُو
زرع إِلَى
آخره.فمعنى
أَنَاسَ بنون
ومهملة من
النوس وهى
الحركة من كل
شئ متدل.وأذني
بتشديد الياء
عَلَى
التثنية: أي
حني قرطة
وشنوفا فيها
فهي تنوس: أي
تتحرك
لكثرتها.ومعني
»مَ‘ مِنْ شَحْمٍ
عَضُدَيَّ« أي
أسمنني وم‘
بدني شحما ‘ن العضدين
إذا سمنا
فغيرهما
أولي.ومعنى
بَجَّحَنِي
بتشديد
الجيم.»فَبَجَحْتُ«
بكسر الجيم
وفتحها،
والفتح أفصح.
أي فرحني
ففرحت وعظمني
فعظمت عند
نفسي.وقولها
وجدني فِي أهل
غنيمة وضم
الغين تصغير
الغنم، أرادت
أهلها كانوا
أصحاب غنم أصحاب
خيل وإبل، ‘ن
الصهيل أصوات
الخيل، وا‘طيط
أصوات ا“بل
وحنينها، والعرب
إنما تعتدّ
بأصحاب
بأصحاب
الغنم.وقولها
بشق بكسر
الشين وفتحها.
قَالَ ابو عبيد:
هو بالفتح
والمحدثون
يكسرونه يعني
بشق جبل: أي
ناحيته
لقلتهم وقلة
غنمهم.وقولها
»ودائس« هو
الذي يدوس
الزرع فِي
بيدرة .
»ومنق«
بضم أوله وفتح
ثانيه علي
المشهور، وقد يكسر،
وتشديد القاف.
والمراد به
بالفتح عند
الجمهور
الَّذِي ينقي
الطعام: أي
يخرجه من تينه
وقشوره وينقيه
بالغربال: أي
أنه صاحب زرع
يدوسه
وينقيه.وقولها
»فعنده أقول ف
أقبح« أي
يقبح قولي فيرده
بل يقبله
منى.»وأرفد
فأتصبح« أي
أنام الصبحة:
أي بعد الصباح
لكفايتها بمن
يخدمها.وقولها
»وأشرب
فأتقنح«
بالنون بعد
القاف
وبالميم بدل
النون. فمعناه
بالميم: أروي
حَتَّى أدع الشراب
من شدة الري،
وبالنون أقطع
الشراب وأتمهل
فِيهِ.»والعكوم«
ا‘عدال وأوعية
الطعام.»والرداح«
العظيمة
الكبيرة.»وبيتها
فساح« بفتح
الفاء وتخفيف
السين
المهملة، أى
واسع.وقولها
»مضجعه كمسل«
بفتح الميم
والسين
المهملة وتشديد
الم.»وشطبة«
بشين معجمة
مفتوحة ثُمَّ
طاء مهملة
ساكنة موحدة
ثُمَّ هاء:
ماشطب من
جريدة النخل:
أي شق ‘ن
الجريدة يشقق
منها فضبان.
فمرادها أنه
مهفهف قليل
اللحم
كالشطبة، وهو
ما يمد ح به
الرجل، وفيل
أرادت أنه
كالسيف يسل من
غمده.وقولها
»وتشبعه ذراع
الجفرة« الذراع
مؤنثة وقد
تذكر. والجفرة
بفتح الجيم
ا‘نثى من أود
المعز، وقيل
من الضأن، وهي
ما بلغت أربعة
أشهر وفصلت عن
أمها، وأرادت
أنه قليل
ا‘كل، والعرب
تمدح به.
وقولها
»طوع أبيها
وطوع أمها« أي
مطيعة لهما منقادة
‘مرهما .
ومعنى
»ملء كسائها«
ممتلئة الدسم
سمينة. وفي رواية
صفر ردائها
بكسر الصاد
والصفر
الخالي: أي ضامرة
البطن.وغيظ
جارتها
»المراد
بالجارة هنا:
الضرة أي يغيظ
ضرتها ماترى
من حسنها
وجمالها
خلقًا
وخلقا.وقولها
«تبث حديثنا
تبثيثا» بالثاء
أي
تشيعه
وتظهره بل
تكتمه.«و تنقث ميرتنا»
الميرة
الطعام
المحبوب.
ومعنى
تنقث
تفسدهاو
تفرقها وتذهب
بها، وصفتها
با‘مانة.«و تم‘
بيتنا تعشيشا»
بالعين المهملة
أي
تترك
الكناسة
والقمامة
فِيهِ متفرقة
كعش الطائر بل
هي مصلحة
للبيت معتنية بتنظيفه.
وروي بالغين
المعجمة من
الغش فِي الطعام.«وا‘وطاب»
جمع وطب بفتح
الواو وسكون
الطاء وهي
أسقية اللبن
التي يمخض
فيها.ومعنى
«يلعبان من
تحت خصرها برمانتين»
قَالَ أَبُو
عبيد: معناه
أنها ذات كفل
عظيم فإذا
استلقت علي
قفاها نتأ
الكفل بها من
ا‘رض حَتَّى
تصير تحتها
فجوة يجري
فيها الرمان.«والسري»
بالمهملة
السيد
الشريف، وقيل
السخي.«والشري»
بالمعجمة:
الفرس الفائق
الخيار.«والخطي»
بفتح الخاء
المعجمة
وكسرها والفتح
أشهر: الرمح
منسوب إِلَى
الخط: قرية
بساحل البحر
عند عمان، و
سَميتُ
الرماح خطية
‘نها تحمل
إِلَى هَذَا
الموضع وتثقب
فِيهِ.«وأراح
علي نعما
ثريا» أي أتى
بها إِلَى
مراحها وهو
موضع مبيتها،
والنعم ا“بل
والبقر
والغنم .
«والثري»
بالمثلثلة
وتشديد الياء:
الكثير من المال
وغيره.«وأعطاني
من كل رائحة»
أي ما يروح من
ا“بل والبقر
والغنم
والعبيد.«زوجا»
أي اثنين.«وميري
أهلك» بكسر
الميم من
الميرة: أي
أعطيهم وأفضلي
عليهم، وقوله
صَلَّي اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
لعائشة
رَضِىَ اللّهُ
عَنْها: «كنت
لك تأبي زرع» ‘م
زرع قَالَ
العلماء: هو
تطييب لنفسها
وإيضاح لحسن
عشرته إياها.ومعناها
أنا لك كأبي
زرع و كَانَ
زائدة أو للدوام
و اللّه أعلم .
1. (3305)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Onbir kadın oturup, kocalarının ahvalini
haber vermede ve hiçbir şeyi gizlemiyecekleri hususunda birbirlerine kesin söz
verip anlaştılar:
Birincisi (zemmederek): "Benim kocam (yalçın) bir dağın
başındaki zayıf bir devenin eti gibidir. Kolay değil ki çıkılsın, semiz değil
ki götürülsün" dedi. (Yani kocasının sert mizaçlı, huysuz, gururlu
oluşuna, ailenin kendisinden istifade etmediğine işaret etti.)
İkincisi (de zemmederek): "Ben kocamın haberini fâş etmek
istemem, çünkü korkarım. Eğer zikretmeye başlarsam büyük-küçük herşeyini
söyleyip bırakmamam gerekir, (bu ise kolay değil)" dedi.. (Bu sözüyle
kocasının çok kötü olduğuna işaret etti).
Üçüncüsü (zemmederek): "Benim kocam uzun boyludur, konuşursam
boşanırım, konuşmazsam muallakta bırakılırım" dedi. (Bu da kocasının akılca
kıt olduğunu belirtmek istedi).
Dördüncüsü (överek): "Kocam Tihâme gecesi gibidir. Ne
sıcaktır, ne soğuktur. Ne korkulur, ne usanılır" dedi.
Beşincisi: "Kocam içeri girince pars[22], dışarı çıkınca arslan
gididir. Bana bıraktığı (ev işlerinden hesap) sormaz" dedi.
Altıncısı: "Kocam, yedi mi (üst üste katlayıp) çok yer, içti
mi sömürür, yattı mı sarınır. Benim kederimi anlamak için (elbiseme) elini
sokmaz." (Bu da kocasının kendisiyle ilgilenmediğini, yiyip içmekten başka
birşey düşünmediğini söylemek ister.)
Yedincisi: "Kocam tohumsuzdur (erlik yapmaktan acizdir). Her
dert onundur (vücudunda çeşitli hastalıklar var). Başımı yarar, vücudumu
yaralar, (bunları yapmak için) herşeyi toplar, (her eline geçeni kullanır,
vurur)” dedi.
Sekizincisi: "Onun (vücuduna) dokunmak tavşana dokunmak gibi
(yumuşak)tır. Güzel kokulu bitki gibi hoş kokar" dedi.
Dokuzuncusu: "Kocamın direği yüksektir (evi rahattır),
kılıcının kını uzundur (boylu posludur), ocağının külü çoktur, evi meclise
yakın (misafirperver) bir adamdır" dedi.
Onuncusu: "Kocam mâliktir, hem de ne mâlik! Artık akıl ve
hayalinizden geçen her hayra mâliktir. Onun çok devesi vardır. Develerin
çökecek yerleri çok, yaylakları azdır. Çalgı sesini duydular mı helâk
olacaklarını anlarlar. (Yani develer yayılmaya salınmaz, kesilmek üzere
bekletilir, çalgı ve eğlence sesi duyunca kesileceklerini anlarlar demektir.)
Onbirincisi: "Kocam Ebu Zerr'dir. Amma ne Ebu Zerr'dir!
Anlatayım: Kulaklarımı zinetlerle doldurdu, bazularımı yağla tombullaştırdı.
Beni hoşnut kıldı, kendimi bahtiyar ve yüce bildim. O beni şıkk denen bir dağ
kenarında bir miktar davarla geçinen bir âilenin kızı olarak buldu. Beni atları
kişneyen, develeri böğüren, ekinleri sürülüp daneleri harmanlanan müreffeh ve
mesud bir cemiyete getirdi. Ben onun yanında söz sahibiyim, hiç azarlanmam.
(Akşam) yatar sabaha kadar uyurum. Doya doya süt içerim. Ebû Zerr'in annesi de
var: Ümmü Ebû Zerr. Ama o ne annedir! Onun zahire anbarları büyük, hararları
iri, evi geniştir.
Ebû Zerr'in oğlu da var. Ama ne nezaketli gençtir o. Onun yattığı
yer, kılıcı çekilmiş kın gibidir. Onu dört aylık bir kuzunun tek budu doyurur,
(az yer). Ebu Zerr'in bir de kızı var. Ama o ne terbiyelidir. Babasına
itaatkârdır. Anasına da itaatkârdır. Vücudu elbisesini doldurur. Endamıyla
(kuma ve akranlarını) çatlatır.
Ebu Zerr'in bir de câriyesi var. O ne sadakatli, ne iyi câriyedir.
Aile sırrımızı kimseye söylemez, evimizin azığını asla ifsad ve israf etmez,
evimizde çer çöp bırakmaz, temiz tutar. Nâmusludur, eve kir getirmez.
Bir gün Ebu Zerr evden çıktı. Her tarafta süt tulumları yağ
çıkarılmak için çalkalanmakla idi. Yolda, bir kadına rastladı. Kadının,
beraberinde, pars gibi çevik iki çocuğu vardı, koltuğunun altından kadının
memeleriyle oynuyorlardı. (Kocam bu kadını sevmiş olacak ki) beni bıraktı,
onunla evlendi. Ondan sonra ben de şeref sâhibi bir adamla evlendim. O da güzel
ata binerdi. Hattî mızrağını alır ve akşam üzeri deve ve sığır nev'inden birçok
hayvan sürer, bana getirirdi. Getirdiği her çeşit hayvandan bana bir çift
verirdi. (Bu kocam da bana:)
"Ey Ümmü Zerr! Ye, iç ve akrabalarına ihsanda bulun!"
derdi. Ümmü Zerr der ki: "Buna rağmen, ben bu ikinci kocamın bana
verdiklerinin hepsini bir araya toplasam, Ebu Zerr'in en küçük kabını
dolduramaz."
Bu hadisi rivayet eden Hz. Aişe der ki: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) (gönlümü almak için):
"Ey Aişe, buyurdular, ben sana Ebu Zerr'in Ümmü Zerr'e nisbeti gibiyim. (Şu farkla ki Ebu Zerr Ümmü Zerr'i boşamıştır, ben seni boşamadım. Biz beraber yaşayacağız)."[23]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadîs, çok veciz, edebi, teşbihli bir üslûb ve garib
kelimelerle kadınlar arasında cereyan eden bir muhâvereyi nakletmektedir.
Muhavere onbir kadın arasında geçmekte ve kadınlar kocalarını medh veya
zemmederek anlatmaktadırlar. Rivayetin sanat yönü ve edebî zevki, tercümede
maalesef kaybolmaktadır. Bu hadisten, bunu rivâyet eden Hz. Aişe'nin edebî
gücünü ve onun müstesna ve mümtaz şahsiyetini anlamak mümkündür.
2- Hadîste yer verilen teşbihlerle ifade edilmek istenen mânayı
tercüme sırasında parantez içi ilaveler veya dipnotlar halinde kısaca
belirtmeye çalıştık. Âlimler bu teşbihleri daha da geniş açmışlar, hatta bazan
aynı ibâreden birbirine ters düşen yorumlara gitmişlerdir. Zikri geçen onbir
kadının şahsiyet ve isimlerini tesbite çalışanlar da olmuştur. Bazılarının ismi
söylenmiş ise de bazıları mübhemliklerini korumuştur. Ancak isimden bahseden
rivayetlerin mevsûk ve güvenilir olmadığını âlimler ayrıca belirtir. Bu
çalışmamızda, çok gerekli olmayan teferruata yer vermediğimiz için, sadedinde
olduğumuz rivayetle alâkalı bu nevi teferruata girmedik.[24]
3- Hadis Sahiheyn'de Hz. Aişe'nin rivayetidir. Sadece sondaki
"Ey Aişe ben sana, Ebu Zerr'in Ümmü Zerr'e nisbeti gibiyim" kısmı
merfudur. Ancak diğer bazı rivâyetlerde ve mesela Nesâî'nin Abbâd İbnu
Mansûr'dan kaydettiği bir rivayette hadisin her tarafı merfudur. Hz. Aişe
hadîse şöyle başlar: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana buyurdular
ki: "Ben sana, Ebu Zerr'in Ümmü Zerr'e nisbeti gibiyim" dedi. Ben de:
"Ey Allah'ın Resulü, annem babam sana kurban olsun, Ebu Zerr'de kim?"
diye sordum. Anlatmaya başladı: "Kadınlar toplandı..." ve hadisi
böylece Aleyhissalatu vesselam sonuna kadar anlatır.
4- Hadisten Çıkarılan Bazı Fevâid:
* Kadınlara iyi muamelede bulunmak gerekir. Onlara
gösterilecek yakınlık, mübah meseleler çerçevesinde sohbet, mizah bu iyi
muamelenin bir parçasıdır. Resulullah bu hikâyeyi Hz. Aişe'den dinlemiş veya
Hz. Aişe'ye anlatmıştır.
* Erkek hanımına mizah yapmalı, şakalaşmalı, kadının şımarmasına
meydan vermeyecek ölçüde kendisini sevdiğini ihsas etmeli ve hatta
söylemelidir.
* Hadiste malla övünmek yasaklanmakta, dinî meselelerdeki
faziletin söylenmesinin câiz olduğu beyan edilmektedir.
* Erkek, ailesine onlarla olan durumunu haber verebilir. Bilhassa
yaptığı ihsanlara küfrân müşahede ettiği zaman bunu hatırlatması uygundur.
* Kadın, kocasının kendisine yaptığı iyilikleri zikredebilir.
* Erkek hanımlarından birine, diğerinin yanında söz ve fiille
hususî bir ikramda bulunabilir. Ancak bu, diğerlerine çevre müncer olmamalıdır.
* Çok evli olan kimse, kadınlarıyla, onların nöbetleri dışında da
sohbet edebilir.
* Eski ümmetlerden ibretli temsiller anlatılabilir.
* Ruhları hafifletmek, gönülleri neşelendirmek maksadıyla bir
kısım nükteli hikâyeler, nezih fıkralar anlatılabilir.
* Kadınların, kocalarına sâdık ve vefâdar olmaya, nazarlarını
onlara hasredip, iyiliklerine şükranda bulunmaya teşvik var.
* Kadın kocasından bildiği iyi ve kötü tarafları
anlatabiliyor, tavsifte mübâlağaya da kaçabiliyor. Yeter ki bunu âdet haline
getirmesin, bu durumda mürüvvetin kırılmasına sebep olur.
* Hattabî, "Kişiyi kendisinde bulunan bir kusuruyla
zikretmek câizdir, yeter ki, bunu yapmaktan nefret ettirmek kastedilsin, bu
gıybet sayılmaz" diye bir hüküm çıkarmış, ancak Ebu Abdullah et-Teymî buna
karşı çıkıp şöyle demiştir: "Bu şekilde istidlâl Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın, kocasını gıybet eden kadını bizzat işitip, müdâhelede bulunmaması
hâlinde doğru olurdu. Amma, hazır olmayandan yapılan hikâye böyle değil. Şöyle
ki, halk içinde birisi: (Herhangi muayyen bir şahsı belirtmeden) "Beş para
etmeyen bir kimsedir" diyecek olsa bunda bir mahzur yoktur. "İbnu
Hacer, Hattâbî'nin de bunu kastetmiş olabileceğini söyleyerek, hakkındaki
tenkidin yersiz olduğunu söyler.
Mazirî der ki: "Böylesi bir özür beyanına, bu hadis yanında
zikredilen kimse, kadınları kocalarının gıyabında konuşurlarken dinleyip onları
bu davranışlarında ikrar etmiş olsaydı, ihtiyaç duyulurdu. Ama hadiste cereyan
eden vak'a böyle değil. Hadiste Hz. Aişe, Resulullah'a gâib, meçhul kadınların
hallerini hikaye etmiştir, şu halde burada özür aramak gereksiz. Şayet bir
kadın, kocasının hoşlanmayacağı bir halini vasfetmiş olsa, bu davranış,
Kur'an-ı Kerim'in haram ettiği gıybet olur; bu, konuşana da dinleyene de
haramdır. Böyle bir konuşma sadece hâkimin huzurunda şikayet makamında
yapıldığı taktirde haram olmaz. Ama tekrar edelim, bu söylediğimiz muayyen bir
şahısla ilgilidir. Fakat şahsı bilinmeyen meçhul birisi hakkında olursa bunu dinlemekte bir
mahzur yoktur. Zira kişi, yanında zikredildiği kimsenin kendisini tanıdığını bilmesi
halinde rahatsız olur.
Şurası da mâlum ki, bu şahıslar zaten meçhul kimseler. İsimleri
şöyle dursun ne şahısları ne de zatları bilinmemektedir. Kadınların müslüman
oldukları sabit değil ki haklarında gıybet hükmüne gidilsin. Öyleyse söylenen
sebeple bununla istidlâl bâtıl olur."
* Daha önce evlenmiş bir dulla nikâhlanmayı mekruh
addedenleri, bu hadis te'yid etmektedir. Zira, Ümmü Zerr, ikinci kocasının
elinden geldiğince kendisine iyilikler yapıp ikramlarda bulunduğunu itiraf
etmesine rağmen, ilk göz ağrısı olan birinci kocasını unutamamakta ve ikinciyi
evvelkiyle kıyaslıyarak alçaltmaktadır.
* Sevgi kusuru örtmeye, görmemeye sevketmektedir. Nitekim Ümmü Zerr
önceki kocasının, kendisini boşamış olmak gibi ciddî bir kötülüğüne rağmen,
sevgisi sebebiyle hâlâ faziletlerini mübalağalı şekilde söylemektedir.
Rivâyetin bazı veçhinde Ebu Zerr de onu boşamaktan pişmanlık ifâde etmektedir.
* Hadîs, meçhul olması kaydıyla bir kadının vasfedilip
mehâsininin erkeklere söylenmesinin câiz olduğunu da göstermektedir. Muayyen
bir kadının bir erkek yanında tavsifi veya kadından, yabancı bir erkeğin
bakması haram olan kısımlarının zikri câiz değildir.
* Benzetme (teşbih), benzetilenle benzeyenin her hususta
eşitliğini gerektirmez. Nitekim Resulullah, "Ben sana Ebu Zerr
gibiyim" demiştir. Maksadı, Ebu Zerr'le Ümmü Zerr arasındaki ülfetteki
benzerliği hatırlatmaktır; onun serveti, çocukları, hizmetçisi, hanımını
boşaması vs. değildir.
* Kinaye ile boşama, niyetin mukarenetiyle gerçekleşir. Nitekim
Resulullah Ebu Zerr'e kendisini benzetti, ama bununla Hz. Aişe'yi boşama niyeti
yoktu. Halbuki Ebu Zerr karısını boşamış birisi idi.
* Mühelleb'e göre fazilet ehli hangi dinden olursa olsun, onun
fazileti örnek alınabilir, taklid edilebilir. Zira Ümmü Zerr, Ebu Zerr'in iyi
davranışlarını anlatınca Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu kendine örnek
alarak, Hz. Aişe'ye söylediğini söylemiştir.
Kadı İyaz bu yoruma şu şekilde itiraz etmiştir: "Hadisin
siyakında, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ebu Zerr'i örnek edindiğini
gerektiren bir karine yok. Bilakis Aleyhissalâtu vesselâm, Hz. Aişe'ye karşı
davranışının, Ebu Zerr'in Ümmü Zerr'e karşı davranışına benzediğini ifâde
etmiştir."
Bu itirazı mâkul bulmamak mümkün değil, zira örnek almak, önceden
kendinde olmayan bir şeyde olur. Böylece kişi bir başkasını örnek alarak,
kendindeki eksikliği giderir. Halbuki sadedinde olduğumuz rivayette Resulullah,
aradaki benzerliğe dikkat çekmiştir. Mühelleb, hükmünü ümmet hakkında bazı
kayıtlar tahtında ifade etse daha uygun olurdu: "Güzel olan bir şeyi bir
başka din mensubundan almak câizdir" şeklinde. Bu durumda şu soru akla
gelir: "Acaba İslâm'ın ihmal ettiği bir güzellik var mıdır?"
* Kişiyi yüzüne karşı medhetmek caizdir, yeter ki şımarıp
fesada uğrayacağından emin olursun.
* Hadis, konuştukları zaman kadınların çoğunlukla kocalarından söz
ettiklerine delildir. Erkekler bunun hilafınadır. Zira onlar umumiyetle geçim
meselelerinden söz ederler.
* Garip kelimelerin kullanılmasına, zorlamaya, yapmacıklığa
kaçmıyorsa sözde secîe yer verilmesine cevaz vardır. Bu husus hikâyenin Arapça
aslını okuyunca, Arapça bilenlerce teyid edilecektir. Kadı İyaz, konuşmalarda
edebî sanatlardan pek çoğuna yer verildiğini söyler. Şârihler bunları gösterir
ve açıklar. Teysîr, hadiste geçen garip kelimelerin, teşbihli ibârelerin
açıklanmasına, ihtiyaca binâen beş sayfadan fazla yer ayırmıştır.[25]
ـ3306 ـ2
-وَعَنْ
جَابِرٍ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
]قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ: َ
يَفْرُكُ
مُؤْمِنٌ مُؤْمِنَةٌ.
إِنْ كَرِهَ
مِنْهَا
خُلْقًا رَضِىَ
آخَرَ[. أخرجه
مسلم .
2. (3306)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Bir mü'min erkek, bir mü'min kadına buğzetmesin. Çünkü
onun bir huyunu beğenmezse başka bir huyunu beğenir."[26]
AÇIKLAMA:
Nevevî, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, erkekleri
kadınlara küsüp darılmaktan yasakladığını belirtir. Çünkü bazı huyları hoş
olmasa bile, mutlaka hoşlanacağı başka huyları vardır. Sözgelimi kadın hırçın
ve huysuzdur ama dindardır, namusludur, ailesine, çocuklarına düşkündür.
Şu halde, Aleyhissalatu vesselam, diğer birçok hadislerinde olduğu
gibi, burada da erkeklerin, kadın tabiatı hakkında sağlıklı bir telâkkiye
kavuşarak onlar karşısında sabırlı ve anlayışlı olmalarını sağlamaya
çalışmaktadır.[27]
ـ3307 ـ3
-وَعَنْ
اِبْنِ عمر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما قَالَ:
]قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
مَا رَأَيْتُ
مِنْ نَاقِصَاتِ
عَقْلٍ
وَدَيْنٍ
أَغْلَبَ
لِذِي لُبِّ
مِنْ
إِحْدَاكُنَّ.
قَالَتْ
اِمْرَأَةٌ
مِنْهُنَّ
جَزْلَةٌ:
وَمَا
نُقْصَانُ
الْعَقْلِ
وَالدِّينِ؟
قَالَ: أَمَّا
نُقْصَانُ
الْعَقْلِ
فَإِنَّ
شَهَادَةَ
امْرَأَتَيْنِ
بِشَهَادَةِ
رَجُلٍ.
وَأَمَّا
نُقْصَانُ الدِّينِ
فَإِنَّ
إِحْدَاكُنُّ
تُفْطِرُ رَمَضَانَ
وَتُقِيمُ
أَيَّامًا َ
تُصَلِّي[. أخرجه
أَبُو دَاوُد.
وَاللُّبُّ
العقل.«وَالجزلة»
التامة. وقيل
ذات كم جزل: أو
قوى شديد .
3. (3307) İbnu Ömer
radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"(Ey kadınlar topluluğu!) Ben, akıl sahiplerine aklı ve dini
nakıs olanlardan galebe çalan sizin kadarını hiç görmedim!" demişti.
İçlerinden dirayetli bir kadın:
"Bizim aklımızın ve dinimizin noksanlığı nedir?" diye
sordu.
"Aklınızın noksanlığı, şâhidlikte, iki kadının şehâdetinin
bir erkek şehâdetine denk olmasıdır. Dindeki noksanlık ise, (ay hali sebebiyle)
ramazanda oruç yemeniz ve bazı günler namaz kılmamanızdır" cevabını
verdi."[28]
AÇIKLAMA:
1- Rivâyet birçok vecihten gelen hadislerden biridir, aslı
uzuncadır. Mesela Bûharî'deki bir veçhine göre, Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bir bayram günü (Kurban veya Ramazan), hutbe sırasında musallânın
kadınlar kısmına geçerek, kadınlara hususî hitapta bulunur:
"Ey kadınlar topluluğu! Sadaka verin, zira bana cehennem
ehlinin ekseriyetini kadınların teşkîl ettiği gösterildi!" Kadınlar:
"Niye ey Allah'ın Resûlü!" diye sorarlar.
"Siz laneti fazla yapıyor, kocalarınıza nankörlük
ediyorsunuz. Ben azim sahibi erkeğin aklını çelmede aklı ve dini noksanlardan
sizin kadar ileri olanı hiç görmedin" buyurdu. Kadınlar:
"Ey Allah'ın Resûlü aklımızın ve dinimizin noksanlığı
nedir?" dediler. Aleyhissalatu vesselam:
"Kadının şehâdeti erkeğin şehadetinin yarısı değil mi?"
dedi. Kadınlar, "Evet!" deyince:
"İşte bu onun aklının noksanlığıdır. Hayız olduğu zaman namaz
ve orucu terketmiyor mu?" buyurdu. Kadınlar yine, "Evet!"
dediler.
"İşte bu da dinlerinin noksanlığıdır" buyurdular."
2- Cehennem ehlinin çoğunu kadınların teşkil etmesini, bazı
alimler, irade sâhibi erkeklerin aklını çelerek kötü söz ve davranışlara
itilmelerine sebep olmalarıyla izah ederler: "Böylece onların günahına
ortak olurlar. Buna kendi günahları da inzimam edince, kadınlar erkeklere
nazaran daha ziyade günahkâr duruma düşerler."
3- Akıl: Hadiste akıl bahsi geçmektedir. Alimler onu
"ilim", "Bazı zarurî ilimler", "Bilinen hakikatların
arasını temyiz gücü" gibi tariflere tabi tutarlar. Aklın mahiyeti,
kısımları, insanda bulunduğu yer hakkında ihtilaf edilmiştir. Burada teferruata
girmeyeceğiz. Resulullah, kadınların "Aklımızın noksanlığı nedir?"
"Dinimizin noksanlığı nedir?" şeklindeki sorularına, onlara kızıp,
levm etmeden anlayacakları bir dille cevap vermiştir. "Şehâdetiniz erkeğin
şehâdetinin yarısı.." demekle, "Erkeklerinizden iki şâhit tutun. Eğer
iki erkek bulunmazsa, şâhidlerden razı olacağınız bir erkek, -biri unuttuğunda
diğeri ona hatırlatacak- iki kadın olabilir" (Bakara 282).
Kadınlardan iki şahidin bir şahid yerine geçmesi, bu onları levm
değildir. Onların fıtrî zaaflarını tescildir. Hissilik esas olması sebebiyle
zabt yönüyle nâkıstırlar. Âyet-i kerime, "Birinin unuttuğunu diğeri
hatırlatır" buyurarak bu fitrî farklılığa dikkat çeker.
İbnu Hacer: "Diğerinin yardımını taleb etmek zabtının
azlığını, haber vermektir, bu da aklının noksanlığına işaret eder" der.
4- Hadisten istinbat edilen fevâid'e daha önce de kısaca temas
edilmişti. Burada yeri gelmişken bir kere daha belirtelim ki kadınlardaki bâzı
fıtrî zaafı söylemek, bu onları levm etmek mânasına gelmez. Bilakis
yaratılıştan fıtrâtına konan ve menfi tezâhürlere de sebep olabilen bir vasfına
dikkat çekmektir. Bu, ihmal ve dikkatsizlik gibi levm'i gerektiren irâdî bir
kusur değildir. Zaaflarına dikkat çekerek, o cihetten gelecek mahzurlara karşı
uyarmak, tedbire davet etmek -İbnu Hacer'in ifadesiyle- "onlar sebebiyle
fitneye düşmekten tahzîr" etmektir. Nitekim, Resulullah aklî ve dinî
noksanlıkları sebebiyle değil, fakat:
1- Laneti çok yapmaları,
2- Kocalarına nankör olmaları,
3- Erkeklerin akıllarını çelmeleri sebebiyle ateş terettüp
ettiğini belirtmiştir.
Kadınların dinî yönden noksanlıkla tavsif edilmeleri hususunda şu
açıklamayı yapar: "Bazıları bunu anlamakta zorluk çektiler. Aslında mesele
açıktır. Şöyle ki: Din, İman ve İslam her üç kelime de bir mânaya gelir.
Nitekim bu hususu birçok kereler açıkladık. Yine açıkladık ki, bütün ibâdet ve
taatler de iman ve din olarak isimlendirilmiştir. Bu husus sâbit olunca, kimin
ibadeti çok olursa imanının ve dininin arttığını, kimin de ibadeti azalırsa
dininin eksildiğini anlarız. Şunu da kaydedelim ki, din noksanlığı bazan günah
hâsıl eder; özürsüz olarak namaz, oruç vs. bir farz ibadetin terki gibi; bazan
de mecburi şekilde ve günaha meydan vermeden hasıl olur, hayızlının namazı
terketmesi gibi. Şöyle bir soru akla gelebilir: "Yolcu ve hasta mûtad
olarak yaptıkları bir kısım nafile ibadetleri, yolculuk ve hastalık sebebiyle
yapamasalar, yol ve hastalık esnasında aynen yapmış gibi sevaba mazhar
olduklarına göre, kadın da mazur ise, hayızlı olduğu günlerde terk ettiği namaz
sebebiyle sevap kazanmaz mı?"
Bu soruya cevabımız şudur: Bu hadîsin zâhirine göre, kadınlar
sevap almazlar. Aradaki farka gelince, hasta ve yolcu bu nafile ibadetleri onlara
ehliyeti oldukça devamlı yerine getirme niyetiyle yapıyorlardı. Hayızlı kadın
ise, böyle değil. Onun niyeti, hayız vaktinde namazı terketmektir. Dahası,
hayız vaktinde namaza niyeti haramdır. Bunun nazîri, devamlı kılmaya niyet
etmeden bazan nâfile kılıp bazan kılmayan kimsedir. Böyle biri yolcu veya hasta
olsa, bu esnada nâfile namaz sevabından mahrum kalır.
* Hadis, sadaka ve iyilik yapmaya teşvik etmekte, istiğfar ve
diğer taatlerin çokça yapılmasını istemektedir.
* Ayrıca, yapılan iyiliklerin kötülükleri götüreceğine ve sadakanın
azabı önleyeceğine delil var. Zira nankörlük, lanetleme gibi günahlara bedel,
gelecek cehennem cezasına karşı sadaka tavsiye edilmiştir.
* Hadis (Nevevi'ye göre), kocaya ve iyiliğe karşı nankörlüğün
büyük günahlardan olduğunu ifade eder. Çünkü ateşle tehdid, mâsiyetin büyük
günah oluşunun alâmetidir.
Hadîs, lânetin de çok çirkin günahlardan olduğunu ifade eder.
Alimler hadisten lanetin de büyük günah olduğu hükmünü çıkarmaktan kaçınırlar.
Çünkü hadis "Lâneti çok yapıyorsunuz" demektedir. Küçük günahlar
çoğalınca büyük olur. Ancak Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Mü'mine
lânet, onu katletmek gibidir" demiştir. Ulemâ lânetin haram olduğunda
ittifak eder. Zira lânet lügatte uzaklaştırma ve tardetme, şer'i örfte "Allah'ın
rahmetinden uzak kılma" mânasına gelir. Hali ve son durumu kesinlikle
bilinmeyenin, Allah'ın rahmetinden uzak olmasını dilemek câiz olmaz. Bu sebeple
ulemâ: "İster müslüman, ister kâfir ve isterse hayvan olsun, muayyen bir
zâta lanet etmek caiz değildir" demiştir. Bir kimsenin son hâlini sadece
Allah bilir. Öyleyse Ebu Cehil ve iblis gibi küfür üzerine öldüğü veya öleceği
şer'î bir nassla bilinmeyenlere açıkça lânet câiz olmaz. Amma, vasıfla lânet
haram edilmemiştir: Eğreti saç takan, eğreti saçı taşıyan, dövme yapan, dövme
yaptıran, riba yiyen, riba yediren, musavvirler, zâlimler, fâsıklar,
kâfirler, tarlalardan hudud taşlarının yerlerini değiştirenler, kendisini azad
eden efendisinden bir başkasını eski efendisi diye iddia eden, kendini
babasından başkasına nisbet eden, İslam'da bid'a çıkaran, bid'acıyı himâye
eden... gibi hadislerde lânet izâfe edilenler. Bu vasıflara, şahıs tayini
yapmadan lânet edilebilir.
Hadîs herçeşit kaba ve çirkin sözleri, şetmi fazla yapmaktan
yasaklamaktadır.
Hadis, Allah'ı inkar edenlerden başkalarına da küfür kelimesinin
izafe edilmesinin câiz olduğunu göstermektedir. Biz bunu dilimizdeki nankörlük
veya küfrân-ı nimet kelimeleriyle karşılıyoruz. Kocaya veya iyiliğe veya nimete
nankör olmak veya küfrânda bulunmak gibi. Bu çeşit kullanmalarda, imânı
selbeden -yani Allah'ı inkar mânasındaki- küfür kastedilmez. Ancak, nimetleri
inkârın haram olduğu belirtilmiştir.
* Hadis imanın artıp eksildiğine delildir.
* İmam, vali gibi halkın büyüklerinin hâlka vaa'z ve nasihat
etmelerine, hayra teşvik, şerden tahzirlerine örnek görülmektedir.
* Talebenin hocaya, tâbinin metbûa, memurun âmire, sözlerinden
anlayamadığı hususlarda başvurup tavzih istemesine örnek var. Hadiste dirâyetli
bir kadın Resulullah'a sual tevcih etmiştir.
* Hadîs, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yüce
ahlâklarına, güzel müsâmahalarına, rıfkına, re'fetine, nezâketine delil
olmaktadır.
زَادَهُ
اللّهُ
تَشْرِيفًا
وَتَكْرِيمًا
وَتَعْظِيمًا.[29]
ـ3308 ـ4
-وَعَنْ أسامة
بن زيد رَضِىَ
اللّهُ عَنْهما
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
مَا تَرَكْتُ
بَعْدِي
فِتْنَةً
هِيَ أَضَرُّ
عَلَى
الرِّجَالِ
مِنَ النِّسَاءِ[.
أخرجه
الشيخان
والترمذي .
4. (3308)- Üsâme İbnu Zeyd
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki: "Erkeklere kendimden sonra kadınlardan daha zararlı bir fitne
bırakmadım."[30]
AÇIKLAMA:
Burada Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) erkeklerin en çok kadın
sebebiyle fitneye düşeceğine dikkat çekmektedir. Sübkî, bu hadisten halkın
yanlış mâna çıkardığını belirtir. Şöyle ki: Hadis, kadın sebebiyle bir kısım
düşmanlıkların ve fitnelerin çıktığını haber verdiği halde, halk "kadının
uğursuz olduğu", "insanlar üzerinde kötü tesirler hâsıl ettiği"
inancına kapılmıştır. Sübkî, ulemâdan hiçbirinin böyle bir iddiada
bulunmadığını belirtir. Sözüne şöyle devam eder: "Kim kadının bunda sebep
olduğunu söylerse o câhildir. Nitekim Şâri, yağmurun yıldızın tesiriyle hasıl
olduğuna inanan kimseye küfr nisbet etmiştir. Şerrin, hiçbir medhali olmayan
kadın sebebiyle vukua geldiğini söyleyen kimseye ne denmez? Gerek şu ki kaza ve
kaderin hükmü ona muvafakat edip tesadüf eder, nefis de bu durumdân tedirginlik
duyar. Kim bu halle karşılaşırsa bilsin ki, fiilin ondan geldiğine itikad
etmedikçe onu terketmesinde bir zarar yoktur."
Şurası muhakkak ki, fıtrat gereği erkekler kadınları sever. Hatta
dünya metâı arasında sevdikleri şeylerin en başında kadın gelir. Nitekim ayet-i
kerimede, insana sevdirilen dünya nimetleri sayılırken önce kadın
zikredilmiştir: "Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe,
nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel
gösterilmiştir" (Âl-i İmrân 14).
Evlad bile kadın sebebiyle sevilir. Öyle ki sağ ve yanında olan
kadının çocuğu, ölmüş olan eski kadının çocuğundan daha çok sevilir. Hükemâdan
biri der ki: "Kadınların hepsi şerdir. Asıl büyük şer onlardan müstağnî
olunamayıştır. Akıl ve din yönüyle eksik olmasına rağmen, erkeği de akıl ve
dini noksan olanların yapacağı işleri yapmaya sevkederler. Dinî umûrun peşine
düşmekten alıkoyarlar, dünya işlerinin peşine takarlar. İşte bu en büyük fitne
ve fesaddır." Müslim'in bir rivâyetinde Aleyhissalatu vesselam:
"Kadınlardan Kaçının; zira İsrailoğullarına ilk fitne kadın yüzünden
düştü."
Hadislerde kadın fitnesi derken, sadece yabancı kadınlara karşı
düşülecek zaaf kastedilmiyor. Bilakis kişinin hanımı, kızı, kızkardeşi hepsi
dahildir. Kendi hanımından düşeceği fitnenin daha beter olabileceği
söylenmiştir.[31]
ـ3309 ـ5
-وَعَنْ مطرف
بن عبد اللّه،
وكَانَ لم امرأتان
فخرج من عند
إحداهما
فَلَمَّا رجع
قَالَت له:
]أَتَيْتَ
مِنَ عِنْدِ
فُُنَةَ؟
قَالَ:
أَتَيْتُ مِنْ
عِنْدِ
عِمْرَانَ
بْنِ حَصينٍ
فَحَدَّثَنَا
عَنْ رَسُولِ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
أَنَّ
أَقَلَّ
سَاكِنِي الْجَنَّة
النِّسَاءُ[.
أخرجه مسلم .
5. (3309)- Mutarrıf İbnu Abdillah'ın anlattığına göre, bu zatın iki
hanımı vardı. Bunlardan birinin yanından çıkmıştı. Geri dönünce, hanımı:
"Falan hanımın yanından geliyor olmalısın!" dedi. Mutarrıf
"Hayır, dedi İmrân İbnu Husayn'ın yanından geliyorum. O bana Resulullah'ın
şu sözünü nakletti:
"Cennet sakinlerinin en azı kadınlardır."[32]
ـ3310 ـ6
-وَعَنْ أَبِي
سَعِيدِ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
إِنَّ مِنْ
أَعْظَمِ
ا‘َمَانَةِ
عِنْدَ
اللّهِ
يَوْمَ الْقِيَامَةِ
الرَّجُلُ
يُفْضِي
إِلَى
امْرَأتُهُ،
وَالمرْأةُ
تُفْضِي
إِلَى
زَوْجِهَا
ثُمَّ يَنْشُرُ
أَحَدُهُمَا
سِرَّ
صَاحِبِهِ[.
أخرجه مسلم و
أَبُو دَاوُد
.
6. (3310)- Ebu Sa'îd (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Şüphesiz ki Kıyamet günü,
Allah'ın en çok ehemmiyet vereceği emanet, kadın-koca arasındaki emanettir.
Kadınla koca birbiriyle içli dışlı olduktan sonra, kadının esrarını erkeğin
neşretmesi, o gün en büyük ihanettir."[33]
AÇIKLAMA:
Hadiste içli-dışlı olmak diye çevirdiğimiz اَفْضَى
إِلَى.tabiri, daha ziyade münasebet-i
cinsiyeden kinayedir. Erkeğin, hanımıyla olan hususi hayatını başkalarına
anlatması, görüldüğü üzere dinen yasaklanmıştır. Esasen mürüvvet ve insanlık
bakımından da hoş değildir.[34]
ـ3311 ـ7
-وَعَنْ عَائِشَةَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها
قَالَت:
]قَالَ لِي
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:
إِنِّي
‘َعْلَمُ
إِذَا كُنْتِ
عَنِّى
رَاضِيَةً
وَإِذَا
كُنْتِ
عَلَيَّ غَضَبِى.
فَقُلْتُ:
وَمِنْ
أَيْنَ
تَعْرِفُ
ذَلِكَ؟
قَالَ: إِذَا
كُنْتُ
عَنِّي
رَاضِيَةَ فَإِنَّكَ
تَقُولِينَ:
َ، وَرَبِّ
مُحَمَّدٍ.
وَإِذَا
كُنْتُ
عَلَيَّ
غَضْبًى.
قُلْتِ: َ،
وَرَبِّ
إِبْرَاهِيمَ.
قُلْتُ:
أَجَلْ يَا
رَسُولَ
للّهِ،
وَاللّهِ مَا
أَهْجُرُ
إَِّ اسْمَكَ[.
أخرجه
الشيخان .
7. (3311)- Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm), bana:
"Ben senin bana kızdığın ve benden razı olduğun zamanları
biliyorum" buyurdular. Ben: "Bunu nereden anlıyorsunuz?' diye sordum.
"Benden râzı oldun mu bana: "Hayır Muhammed'in Rabbine
yemin olsun!" diyorsun. Bana öfkeli olunca: "Hayır! İbrahim'in
Rabbine yemin olsun!" diyorsun" dedi. Ben:
"Doğru, ey Allah'ın Resulü, ben sadece senin adını
terkederim?" dedim."[35]
AÇIKLAMA:
Hadis, karı-koca arasında cereyan eden bazı dargınlıkların
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile zevce-i pâkleri arasında da cereyan
ettiğini göstermektedir.
Ancak, Ümmühatü'l-Mü'minîn'den Resulullah'a hâsıl olan kırgınlık,
isimde kalmaktadır. Kalblerinde yer etmiş olan hakiki sevgiye kadar uzanıp onu
haleldar etmemektedir.
Tîbî, Hz. Aişe'nin "Sadece adını terkederim" sözünde pek
latif bir hasr bulur. "Çünkü der, Hz. Aişe âkil kişinin ihtiyarını
selbeden öfke hâlinde bile, kalbindeki sevgide bir değişiklik olmadığını beyan
etmektedir."
İbnu'l-Münir de şu yorumu yapar: "Hz. Aişe'nin bu sözden
muradı, sadece lafzı tesmiyeyi bıraktığını, kalbinin ise Resûlullah
(aleyhissalatu vesselâm)'ın zât-ı kerimelerine sevgi ve muhabbetle bağlılığı
bırakmadığını beyandır."
Alimlerin açıklamasına göre Hz. Aişe'nin, Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a zaman zaman kızması, kıskançlık sebebiyledir.
Resulullah, başka zevceleri de olan bir insandır. Kadınlar fıtrî olan
kıskançlık damarıyla zaman zaman aralarında bir kısım hadiseler çıkarmışlardır.
Resulullah'ın müdâhele ettiği haller bile var. belli bir hudud çerçevesinde
kaldığı müddetçe, kıskançlığı sebebiyle kadın kınanmaz. Ama İşi iftiraya,
haksızlığa, yalana, tecâvüze başvuracak kadar ileri götürürse ayıplanır.
Kıskanç olmamak irâdî değil ama ifrata götürmek iradîdir, müktesebdir, bu
noktada sorumluluk başlar. Nitekim İmam Mâlik ve ona tabii olan ulemâ:
"Kadın, kıskançlığın sevkiyle kocasına kazifte bulunsa, ondan hadd
düşer" diye hükmetmişlerdir. İmam Mâlik bu istidlali, Resulullah'ın
"Kıskanç kadın vadinin tepesiyle dibini birbirinden ayıramaz"
hadisine dayanarak yapmış ve "Böyle olmasaydı, Hz. Aişe cidden günahkâr
olurdu. Çünkü Resulullah'a kızmak ve onu terketmek büyük günahtır" der.
Yeri gelmişken, kıskançlığın ve onun tezahürü olacak bazı
davranışların Resulullah -dolayısıyla İslam- nazarında nasıl mâzur addedilecek
bir durum olduğunu belirtmek için bir hadîs daha kaydetmek isteriz:
"Allah
erkeklere cihadı, kadınlara da kıskançlığı yazmıştır. Onlardan kim
kıskançlığına dayanır sabrederse şehid sevabı kazanır."[36]
İslam'a atılan iftiralardan biri, kadınlarla ilgili olduğu için,
yeri gelmişken kadın bahsini, daha önce yaptığımız bir çalışmadan iktibas
ederek biraz açacağız.
Burada, kadınların mânevi yönden erkelerle eşitliğini temin etmek
maksadıyla, tarih boyunca insanların iliklerine işleyen kadınları istihkâr
edici peşin hükümlerin yıkılabilmesi için Hz. Peygamber'in kadın meselesine
husûsî ağırlık verip, ahlâkî bir kısım esaslar koyduğunu göreceğiz.
İslam'dan önceki Arap cemiyetinde kadınlara ve kız çocuklarına
karşı umumî bir istihkâr hakimdi. Kur'ân'ın ifadesiyle "Birine kız doğduğuna
dâir haber gelse öfkelenir, çehresi bozulurdu" (Nahl, 58). Bu istihkar,
birçok durumlarda kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeye kadar götürmüştür
(Nahl, 59).
Hz. Ömer: "Câhiliye devrinde kadına hiç bir değer vermezdik,
İslâm gelip, Allah'ın onlardan bahsettiğini görünce (...) onların üzerimizde
bâzı hakları olduğunu gördük" der. Nitekim hadîs: "Kadınlar
erkeklerin anne-baba bir kardeşleridir", "Allah Teâlâ size kadınlar
için hayırhâh olmanızı tavsiye eder, zira onlar anneleriniz, kızlarınız ve
teyzelerinizdirler", "Allah Teâlâ eşini senin için bir libâs, seni de
onun için bir libâs kılmıştır" gibi pek çok ibârelerle dâima kadından
bahsetmiş, riâyet edilmesi gereken hukûku, hürmet edilmesi gereken şahsiyeti
olduğunu tekrar etmiştir.
Câhiliye Arapların, kadını, erkeğin mülkiyet ve tasarrufundaki
diğer eşyalarından biri olarak telakkî ederek hiçbir hukukî şahsiyet
tanımamasına âmil olarak, kadının savaş yapamayacağına dâir vicdanlarda hâkim
olan umûmî kanaat zikredilir.
İslâm dînî kadınları hukûken erkeklerle aynı seviyeye getirip
erkeklerin sâhip oldukları bütün haklara onları da sahip kılmaktan başka, Allah
karşısında da her hususta eşit mes'ûliyetler yüklemiştir. Namaz, oruç zekât
gibi bütün vecîbeler kadına da terettüb etmekte, emre uyduğu veya uymadığı
takdirde aynı müeyyidelere mâruz kalmaktadır. Bu söylediklerimizi:
"Kadınlara cuma, cenâze bir de cihâd hâriç, erkeklere farz olanların hepsi
farz kılınmıştır" hadîs-i şerîfi hülâsa eder.
Öte taraftan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) kadınların
istihkâr edilmesine sebep olan espriyi kökten kaldırmak için kadınların askerî
seferlere katılmasına mânî olmamıştır. Bütün gazvelere kadınların katıldığını
te'yîd eden rivâyetler var. Buhârî, Kitâbu'l-Cihâd'da meâlen: "Kadınların
cihâdı", "Kadınların deniz seferlerine katılması", "Kişinin
hanımını seferde yanına alması", "Kadınları gazvesi ve erkeklerle
mukâtelesi", "Kadınların gazvede erkeklere su taşıması",
"Gazvede kadınların yaralıları tedâvisi", "Kadınların yaralı ve
ölüleri harp sâhasından (geri) çekmeleri" adları altında tam yedi ayrı
bâbta ilgili hadisleri vererek bu husûsun sünneteki ehemmiyetini tebârüz
ettirir.
Bu davranış, muhtemelen kadınları harp edemiyecekleri hususundaki
kötü kanaati kökten yıkmayı istihdaf ediyordu. Ancak Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) kadınlar konusunda her tarafta insanların iliklerine
işlemiş olan menfi telakkîyi yıkabilmek için başkaca tedbir ve telkînlere de
yer vermiştir.
1- Kızı da erkeği de Allah irâdesiyle yaratmıştır:
"Evlâdlarınız size Allâh'ın bir bağışı (hibesi)dir. dilediğine kız,
dilediğine erkek verir." şu halde bu ilâhî hibeye karşı sâdece sevinç ve
şükür izhâr etmek lâzımdır. "Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin
fayda yönüyle size daha yakın olduğunu bilemezsiniz" (Nisâ 11 ) âyetinin
de ifâde ettiği üzere kız veya oğullardan hangisinin daha hayırlı olacağı
meçhûldür. Şu hâlde biri için üzülmek, ilâhî ihsânı beğenmemek, kadere itirâz
etmek mânâlarını tazammun edeceğinden mü'minlik edebiyle bağdaşmaz. Hattâ İslâm
müellifleri, doğumda kız haberi gelince, câhiliye düşüncesine muhâlefet için
daha fazla sevinç izhar edilmeli derler. Nitekim Hz. Aişe'ye âilelerinden bir
doğum haberi ulaşınca kız mı erkek mi diye hiç sormayıp, yaratılışı tam mı diye
sorduğu, evet cevâbını alınca da: "Âlemlerin rabbine hamdolsun" diye
dua ettiği belirtilir.
2- Müteaddid hadîslerde kız çocuğu yetiştirmenin Allah
indindeki ecrinin büyüklüğü ifâde edilmiştir: "Kimin üç kız çocuğu olur
da, onlara sabreder, kendi malından yedirir, içirir ve giydirirse, kızlar
Kıyâmet günü ateşle onun arasında perde olur." Bu ecri elde etmek için
yetiştirilecek kız çocuğunun üç olması da şart değildir, iki ve hattâ terbiyesi
iyi yapılmış olan bir kız çocuğu için de aynı vaad beyân edilmiştir.
Tirmizî'nin bir tahricinde, haklarında Allah'tan korkup (iyi muâmele etmek)
şartıyla bunların kızı veya kız kardeşi bulunmalarının da fark etmeyeceği
belirtilir.
Hadîslerde umûmiyetle gelen, kızlara iyilik (ihsân)da bulunmak
tâbirinde geçen iyilik (ihsân)dan murâdın onlara gösterilen sabır, onlara
yedirip içirip giydirme, terbiyelerini iyi yapıp evlendirme, şefkat etme,
işlerini tekeffül etme gibi pek çok umûra şâmil olduğunu, İbnu Hacer hadîsin
çeşitli varyantlarını şâhit göstererek ifade eder. Zeynü'd-Dîn el Irâkî,
Resûlullah'ın kızlar için taleb ettiği iyiliğin (ihsân) tam olarak
gerçekleşmesini, onlara bağırıp çağırmama, surat asmama, memnûniyetsizlik ve
istiskâl izhâr etmeme şartlarına bağlar ve: "Zirâ bunların hepsi iyiliği
(ihsân) bulandırır, gölgeler" der.
3- Diğer bazı hadîslerde de "kızlara karşı nefret
duymayın, zirâ onlar kıymetli can yoldaşlarıdır"; "..Zira ben de
kızların babasıyım ve anneleri de kıymetli can yoldaşlarıdır" diyerek
kızları istihkâr etmeyi yasaklar. Ahmed İbnu Hanbel'in, kız evlâdı dünyâya
gelen kimseleri, "Peygamberler de kız babalarıdır" diye tebrîk ve
tesellî ettiği belirtilir.
4- Bâzı hadîslerde de, kızlardan hoşa gitmeyecek şeyler
husûsunda mutlak sabır istenmektedir. "Kim kızlarla (veya kızlar
vesilesiyle mâruz kaldığı hoşuna gitmeyen şeylerle) imtihân olundukta onlara
sabrederse, (kızlar) ateşe karşı kendisine perde olurlar." İbnu Hacer,
burada, imtihân edilen şeyle bizzât kızlar mı yoksa onlar vesilesiyle insana
ulaşan nâhoş şeyler mi diye ihtilâf edildiğini belirtir. Kız çocuğunun
kastedildiği görüşünü iltizâm eden Nevevî: "Halk kızlardan nefret ettiği
için, kızlar ibtilâ yâni imtihân sebebi" olarak tavsîf edilmişlerdir"
der. Kezâ aynı mânâyı te'yîd etmek üzere "Kimin kızı doğar da onu gömmez,
horlamaz, oğlan çocuğunu ona tercîh etmezse, Allah o kimseyi bu kızı
vesilesiyle cennetine kor" denmektedir.
5- Bâzı durumlarda kızların oğlanlara takdîm edildiğini
görmekteyiz. Her şeyden önce, kız ve erkek çocukların bir hibe-i ilâhîye
olduğunu belirten âyette kızlar önce zikredilmektedir: ".. dilediği kimseye
kız evlâd verir, dilediği kimseye de erkek evlâd verir" (şûrâ 49). Bu
takdimden bâzı âlimler, kızların erkeklere nazaran daha hayırlı olduğu hükmünü
çıkarmışlardır. Bunu te'yîd eden bir hadîs, Vâsile'ye vakfen rivâyet edilir:
"Bir kadının ilk doğumunun kız olması, onun uğurlu ve hayırlı
olmasındandır. Zirâ Cenâb-ı Hak âyet-i kerîme'de önce kızları zikreder."
Sünnette de Hz. Peygamber, ihsân ve ikrâmda kızla erkek çocuk
arasında eşit davranmayı emrettikten sonra: "Eğer ben, birisini üstün
tutacak olsaydım, kızları üstün tutardım" der. Nitekim Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın sefere çıkarken son vedâlaştığı, seferden dönünce
de ilk uğradığı kimsenin kızı Fâtıma olduğu belirtilmektedir.
Hadîslerde gelen bu çeşit ifâdelerin bir sonucu olarak terbiye
kitaplarımızda "Çarşıdan getirilen değişik yeni bir şey olursa, bunu
çocuklar arasında taksîm yaparken kızlardan başlamalı. Zirâ onlar kalben daha
hassâs, rûhen daha incedirler" kaidesi yer etmiştir. Aynı mânâ, Âdâb-ı
Menâzil'de 10. hicrî asrın Türkçesiyle aynen şöyle ifâde edilir: "Husûsan
kızcağızlara şefkati artık gerektir. Zirâ kızcağızların gönlü yumuşak ve
kalpleri zayıftır. Ve sünnet oldur ki: Bir kimse yabandan gelse, oğlancıklar
karşı varsalar, evvel kızcağızlarını eline almak gerek."
Erkeklere nazaran, kızlarda "umûmiyetle mevcut" zaaf ve
acz sebebiyle onların hakkının zâyi olmaması için sünnet dâima çeşitli
ifadelerle dikkati çekmiştir: "İki zayıfın hakkına dikkat edin: Biri
yetim, biri kadın."
Keza: "En hayırlınız kadınlarına ve kız çocuklarına karşı en
hayırlı olanınızdır" hadîsi de çocuklara ve bilhassa kız çocuklarına iyi
muâmelenin lüzûmuna delâlet etmektedir. İbnu Hacer Hz. Peygamber'in kız torunu
Ümâme, sırtında olduğu halde namaz kılmasını da câhiliye Araplarında kız
çocuklarına karşı mevcut nefret hissine muhâlefet olarak değerlendirir.
Söylediklerimizi hülâsa edersek, sünnet, kızların terbiyesinde
onları cemiyetin istihkâr edilen bir sınıfı olmaktan kurtarıp, erkeklerle
mânevî eşitliğe kavuşturabilmek için gereken her çeşit tedbîri almış,
maddî-mânevi müeyyideler koymuştur. Kadın okuma-yazma, ilim talebinde bulunma
hakkına dâima sâhiptir. Kızlara yazı öğretilmeyeceği husûsundaki hadîs mevzû
olup, kadınlara karşı eskiden beri duyulan câhiliye taassubunu dile
getirmektedir. Her şeye rağmen sünnet, kadının kadın erkeğin de erkek olarak
yetiştirilmesini, kıyâfet ve bir kısım ahvâlde birbirinden mutlaka ayrılmasını
emretmektedir.[37]
ـ3312 ـ1 -عن
أَبِي
هُرَيْرَةَ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
إِيَّاكُمْ وَالظَّنَّ
فَإِنَّ
الظَّنَّ
أَكْذَبُ الْحَدِيثِ،
وََ
تَجَسَّسُوا،
وََ
تَحَسَّسُوا،
وََ
تَنَافَسُوا،
وََ
تَحَاسَدُوا،
وََ
تَبَاغَضُوا،
وََ
تَدَابَرُوا،
وَكُونُوا
عِبَادَ
اللّهِ
إِخْوَانًا
كَمَا أَمَرَكُمُ
اللّهُ
تَعَالَى:
الْمُسْلِمِ
أَخُو
الْمُسْلِمِ،
َ يَظْلِمُهُ،
وََ
يَخْذُلُهُ،
وََ
يَحْقِرُهُ. بِحَسْبِ
امْرِئٍ مِنَ
الشَّرِّ
أَنْ يَحْقِرَ
أَخَاهُ
الْمُسْلِمُ.
كُلِّ
الْمُسْلِمِ
عَلَى
الْمُسْلِمِ
حَرَامٌ،
مَالُهُ وَدَمُهُ
وَعِرْضُهُ.
إِنَّ اللّهَ
َ يَنْظُرُ
إِلَى صُوَرِكُمْ
وَأَجْسَادِكُمْ،
وَلَكِنْ
يَنْظُرُ
إِلَى
قُلُوبِكُمْ
وَأَعْمَالِكُمْ.
التَّقْوَى
هَهُنَا،
التَّقْوَى
هَهُنَا، التّقْوَى
هَهُنَا،
وَيُشِيرُ
إِلَى صَدْرِهِ.
أََ َ يَبْعِ
بَعْضُكُمْ
عَلَى
بَعْضِ، وَكُونُوا
عِبَادِ
اللّه
إِخْوَانًا.
وََ يَحِلُّ
لْمُسْلِمِ
أَنْ
يَهْجُرَ
أَخَاهُ
فَوْقَ
ثََثٍ[. أخرجه
الستة إ
النسائي،
وهَذَا
لفظ مسلم.التَّجَسُّسُ
بالجيم: البحث
عن عورات
النساء،
وبالحاء:
استماع
الحديث.وَالتَّدابرُ
التقاطع
والتهاجر .
1. (3312)- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah
aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Sakın zanna yer vermeyin. Zira zan,
sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin, haber koklamayın, rekâbet etmeyin,
hasedleşmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, ey
Allah'ın kulları, Allah'ın emrettiği şekilde kardeş olun.
Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona (ihânet etmez), zulmetmez, onu
mahrum bırakmaz, onu tahkîr etmez.
Kişiye şer olarak, müslüman kardeşini tahkir etmesi yeterlidir.
Her müslümanın malı, kanı ve ırzı diğer müslümana haramdır.
Allah sizin suretlerinize ve kalblarınıza bakmaz, fakat
kalplerinize ve amellerinize bakar. Takva şuradadır-eliyle göğsünü işaret
etti-:
Sakın ha! Birinizin satışı üzerine satış yapmayın. Ey Allah'ın
kulları kardeş olun. Bir müslümanın kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl
olmaz."[38]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, çok değişik vecihlerde rivâyet edilmiştir. Her
rivâyette bir kısım ziyade ve noksanlar var. Burada, zikri geçmeyen bazı mühim
ziyâdeleri kaydediyoruz: وََ
تَنَاجَشُوا."Pazarlığa girip yalandan fiyat
yükseltmeyin" وََ
يَبْعٍ."Bölünüp
dağılmayın"; وََ
تَهَاجَرُوا."Birbirinize küsmeyin" وََ
يَخْطُبُ."Birbirinizin
satışı üzerine satış yapmayın"; بَعْضُكُمْ
عَلَى بَيْعِ
بَعْضٍ.الرَّجُلُ
عَلَى
خِطْبَةِ
اَخِيهِ
حَتَّى
يَنْكِحَ اَوْ
يَتْرُكَ."Kişi
kardeşinin istediği kıza talip olmasın, tâ evleninceye veya kesinlikle
vazgeçinceye kadar."
2- Hadîs, müslümanlar arası münasebetlerin temel prensiplerini
vazetmektedir. Bu münasebetlerin esası kardeşliktir. Diline, rengine,
coğrafyasına, içtimaî mevkiine, iktisâdi durumuna bakılmaksızın bütün inananlar
kardeştir. Bu iman kardeşlerinin müşterek pederleri Hz. Muhammed aleyhissalâtu
vesselâm, müşterek anneleri de, Resûlullah'ın zevceleri,
Ümmühâtu'l-Mü'minîn'dir (radıyallahu anhünne ecmaîn). Öyleyse kardeşler
arasında câiz olan şeyler burada da câiz, câiz olmayan şeyler burada da câiz
değildir.
Bu münâsebet esasları nelerdir?
* Müslüman kardeşi için zanna yer vermemek. Yâni, şekke
düşmemek. Şekk, kişinin kalbine delilsiz olarak ârız olan şeydir. Bazı âlimler
bunu su-i zan diye açıklamıştır. Şu halde hadîs, kardeşi hakkında zannı
yasaklamakla "İnsanların ayıplarını araştırmayın, aklınıza düşen kötü
zanların, kötü dedikoduların tahkîk etmek üzere peşine düşmeyin"
demektedir. Zaten zannın, hadîste, "en yalan söz..." olarak tavsîfi,
onun hiçbir aslı astarı olmayan, insan vehmine şeytanın attığı bir kuruntu
olduğunu ifâde eder. Elbette kuruntuyla amel edilmemeli, peşine düşülmemelidir.
Böylesi zannın, açık yalandan daha kötü ilân edilmesi, İbnu Hâcer'in
açıklamasıyla, yalanın çirkinliği herkesçe bilindiği ve bu sebeple kolay kolay
ona yer verilmediği içindir. Halbuki yalanın zanna dayananı gizlidir. Çoğunu
aldatır, cür'et ettirir. Bu sebeple bu çeşit yalana daha çok rastlanır. Hadîs,
bunu yasaklamaktadır. Bu mevzuda âyet de nazil olmuştur. Rabbimiz (meâlen)
şöyle buyurur: "Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Zirâ zannın bir
kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Birbirinizi gıybet etmeyin.
Hanginiz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır?" (Hucurât 12).
Bazı âlimler bu hadîsten hareketle: Ahkâmda İçtihad ve reyle
amelin yasak olduğunu söylemiştir. Ancak Nevevî, hadîsin hiçbir surette, ahkâma
müteallik içtihada giren "zann"ı mevzubahis etmediğini kesin bir
dille söyler. Kurtubî "şer'î zannın iki canibten birini gâlib kılmak olduğunu"
söyler ve "Bu hadîsten şer'î zannın inkârını istidlâl edenlere iltifat
edilmez" der.
Dilimizde de olan bu kelime, casusların yaptığı gibi halkın
haberini toplamak mânasına gelir. Tahassüs ise, bütün hislerle, beş duyu ile
haber toplamak, âdeta havadan nem kaparcasına, koklayarak insanların girdisini
çıktısını, kusurunu, ayıbını, söylentisini toplamaya çalışmaktır. İşte bu
yasaktır.
Ayette, Hz. Yakup, hayatlarından ümîdini kesmediği Yusuf ve
kardeşi için haber toplamalarını oğullarına emrederken: "Ey oğullarım,
gidin Yusuf'u ve kardeşini arayın" (Yusuf 87) der ve tahassüs kelimesini
kullanır.
Hadîsin yasakladığı mezmum ahlâklardan biridir. Bunu şârihler,
"Bir şahsın, nimetin layık olan kimseden zevâlini temenni etmesi"
diye tarif ederler. Bu duygunun insanda fıtri olarak varlığı kabul edilir. Şu
halde, hadîste yasaklanan husus bu duyguyu taşımak değil, bu duygu mûcibince
amel etmek, bunun gerçekleşmesi için fiile geçmek, koşuşturmaktır. His hâlinde
kalması zarar vermez. İstenen, onun frenlenmesidir. Ancak bu frenleme işinin
tesâdüfi değil, şuurlu ve irâdî olması gerekir. Acz sebebiyle hasedin gereğini
yapmayanla, gücü yettiği halde yapmayan farklıdır. Resulullah'ın istediği bu
ikinci kısımdır. Bunda nefsî mücahede var, bunda Allah rızası için, Resulünün
emrine uymak için ortaya konan bir gayret var.
Şu kaydedeceğimiz hadîs, sadedinde olduğumuz hadîste yasaklanan
bazı hislerin fıtrî olduğunu belirtir ve bir kurtuluş yoluna dikkat çeker:
"Üç şey vardır, kimse onlardan sâlim değildir: Uğursuzluk, zan, hased..." Resulullah'a bunlardan kurtuluş yolu nedir? diye sorulunca şu cevabı verdi: "Uğursuzluk içinden geçince hoşlandığın işi bırakma, zanna düşünce araştırmaya kalkma, hased duyunca da gereğiyle amel etme."
Şu halde; zan ve hasedden kurtuluş, bu hislerin peşine düşmemek suretiyle gerçekleşir. Hasan el-Basri hazretleri de şöyle der: "İçinde hased olmayan insan yoktur. Kim bu hissi aşıp, peşine düşmez ve zulme yer vermezse, hased yapmamış olur."
Birbirlerini terketmek demektir. Küsüşmek diye tercüme ettik.
Aslında kelime birbirlerine sırt çevirmek, yani karşılaştıkları, görüştükleri zaman sırtlarını dönmek mânasına gelir. İbnu Abdilberr: "İ'raz yani yüzünü çevirmek tedâbürle ifâde edilmiştir, zaten yüzünü çeviren sırtını dönmüş olur" der. Tedâbür'ü düşmanlık olarak anlayan da olmuştur. Hatta Kâdı İyâz, "Hadisteki mâna "mücâdele etmeyin, yardımlaşın" demektir" der. İmam Mâlik bunu, "selamlaşmadan yüz çevirmek" olarak anlamış ve "Bunun, iki müslüman karşılaşınca birbirlerine selamdan yüz çevirmelerinden başka bir mânaya geleceğini zannetmiyorum" demiş, bu durumda ilk selam verenin onların hayırlısı olduğunu belirtmiştir.
Birbirine buğz etmek, kin taşımak. Bunun da esas itibarıyla
mükteseb olmadığı belirtilir. Şu halde, bu da fıtrîdir. Ancak iradî olarak
gelişir veya baskı altında tutulur. Hadis buğzetmeyi yasaklamakla, buna götüren
sebeplere tevessül etmeyi yasaklamış olmaktadır. Bazı âlimler: "Maksad,
buğza, kinleşmeye götüren batıl hevânın yasaklanmasıdır" diye
özetlemiştir.
İbnu Hacer bu telakkiyi dar bulur ve tebağuzun yasaklanması,
hevanın yasaklanmasından âmmdır, çünkü hevaya uymak bunun sadece bir çeşididir,
tebağuzua (kinleşmenin) hakikati, iki kişinin arasında bunun cereyanıdır.
Sadece birinden vâki olunca da buğz denmiştir. Buğzun mezmum olanı, Allah için
olmayanıdır. Allah için buğzetmek vâcibtir ve bunu yapan Allah'ın hakkına
tazimden dolayı sevaba erer. Birbirlerine buğz eden iki kişiden biri veya her
ikisi, Allah indinde selâmet ehlinden olsa, -içtihadı ile diğerinin hatâdar
olduğuna hükmederek bu hatası sebebiyle buğzeden kimse gibi- bu, Allah indinde
ma'zurdur" der.
* Hadîsin sonunda: "Ey Allah'ın kulların kardeş olun!"
denmektedir. Bir başka rivâyette "Allah'ın emrettiği şekilde!"
ziyadesi mevcuttur.
Hadîs: "Bu yasaklananları terkederseniz gerçek kardeşler
olursunuz" demektedir. Manayı muhalifi: "Bu söylenenleri
terketmezseniz düşmanlar olursunuz" demektedir. Öyleyse "kardeşler
olun!" demenin mânası: "Zikredilenler gibi, sizi kardeş kılacak
şeyleri iktisâb ediniz" demektir. Mâna böyle olunca iktisabı gereken şey
sayıca artar: Bir kısmı terk nev'inden, bir kısmı fiil.
Kurtubî der ki: "Kardeşler olun!" emrinin mânası
şefkatte, merhamette, muhabbette, dostlukta, yardımlaşmada, hayırhahlıkta neseb
kardeşleri gibi olun" demektir. Kardeşliğin, Allah'ın emrettiği şekilde
olması, Hz. Peygamber'in zikrettiği hususlara riayet edilmesi demektir, çünkü
kardeşliğin gerçek mânâda tahakkuku onlarsız olmaz. Bu vasıfları Allah'a
nisbet, Resulullah'ın O'nun adına tebliğ etmesi sebebiyledir..."
İbnu Abdilberr der ki: "Hadîs, şer'î bir günah işlemedikçe
müslümana buğz edip ondan yüz çevirmenin, sohbetten sonra kopmanın, Allah'ın
ona verdiği nimet sebebiyle ona hased etmenin haram olduğunu ifade ettiği gibi,
neseb kardeşi ile olan muamele gibi muamelede bulunmasının, hiç bir surette
kusurunu araştırmamasının gerektiğini de ifâde etmektedir. Bu vecibeler hazır
müslüman hakkında olduğu gibi gâib olanlar hakkında da caridir. Pek çok
meselede ölülerle dirilerin hukuku müşterektir."[39]
Sadedinde olduğumuz hadîsin açıklaması sırasında kaydettiğimiz bir
hadîste Resulullah zan ve hased duygularının fıtrîliğini haber vermektedir.
İslam âlimleri diğer bir çok huyların da mükteseb değil, fıtrî olduğunu
belirtir. Şu halde İslamî terbiyede bunları insandan çıkarıp atmak diye bir
mesele mevcut değildir. Ama bunların istikâmetini değiştirmek gerekmektedir.
Esasen Resulullah da buna temas etmiştir: "Müslümana buğzetmemek,
müslümana hased etmemek, adâvette bulunmamak" emredilmiştir. Bir kısım
kötülüklere, kötülükleri fiil haline getirenlere, İslâm'a, müslümana kin ve
adâvet besleyenlere, nefis hesabına değil, Allah hesabına olmak üzere kin
câizdir, adâvet gereklidir.
Bu duygular yaradılışımızda olduğuna göre bunların meşru bir
kullanılma yerleri olmalıdır.
Öyleyse terbiyeciler, mü'min muhataplarına hitab ederken insanda
"yasaklanan" bu huyların meşru ve kullanılması câiz olan yerlerini
açıklamaları, iyi göstermeleri gerekir. Bu meseleye geniş yer veren
Bediüzzaman'a göre, zamanımızdaki vaizler buna riayet etmediği için halka
müessir olamıyorlar. Şöyle irşad eder:
"...Tahmîn ederim ki, nâsihlerin nasîhatları, şu zamanda
tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki; ahlâksız insanlara derler: "Hased
etme! Hırs gösterme! Adâvet etme! İnad etme! Dünyayı sevme! Yani, fıtratını
değiştir" gibi zâhiren onlarca mâlâyutâk (güç getirilemeyecek) bir
teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki: "Bunların yüzlerini hayırlı şeylere
çeviriniz, mecralarını değiştiriniz." Hem nasîhat te'sîr eder, hem dâire-î
ihtiyarlarında bir emr-i teklîf olur."
Hemen kaydedelim ki, merhum, bahsin başında, bu hislerin
yüzlerini, hayırlı şeylere nasıl çevrileceğini, mecrâlarının nasıl
değiştirileceğini daha açık daha müşahhas şekilde göstermeye ehemmiyet
vermiştir.
Ona göre, insanın hakiki kemâle ulaşmasının yolu, insan
fıtratındaki "şiddetli merak", "hararetli muhabbet",
"dehşetli hırs", "inadlı taleb" gibi hisleri hayra
yöneltmekten geçer. Bu hisler aslında âhireti kazanmak için verilen sermaye
hükmündedir. İnsan ise bunları dünyanın fâni umûruna harcayarak elmas almaya
mahsus sermayesini cam parçalarına yatırarak büyük ziyana düşmektedir.
Açıklamasına şöyle devam eder:
"Aşk, şiddetli bir mubabbettir; fâni mahbublara müteveccih
olduğu vakit ya o aşk, kendi sahibini daimî bir azab ve elemde bırakır; veyahud
o mecazi mahbub, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için bâki bir mahbûbu
arattırır, aşk-ı mecazi, aşk-ı hakîkiye inkılâb eder.
İşte insanda binlerle hissiyat var. Her birisinin aşk gibi iki
mertebesi var. Biri mecazi, biri hakîki. Meselâ: Endişe-i istikbal hissi,
herkeste var; şiddetli bir surette endişe ettiği vakit, bakar ki, o endişe
ettiği istikbale yetişmek için elinde senet yok. Hem rızık cihetinde bir taahhüd
altında ve kısa olan bir istikbal o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü
çevirip, kabirden sonra hakîki, uzun ve gâfiller hakkında taahhüd altına
alınmamış bir istikbale teveccüh eder. Hem mala ve câha karşı şiddetle bir hırs
gösterir. Bakar ki: Muvakkaten onun nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli
şöhret ve tehlikeli ve riyaya medar olan câh (mevki), o şiddetli hırsa
değmiyor. Ondan, hakikî câh olan meratib-i maneviyeye ve derecât-ı kurbiyyeye
ve zâd-ı âhirete ve hakîki mal olan a'mâl-i sâlihaya teveccüh eder. Fena haslet
olan hırs-ı mecazî ise, âli bir haslet olan hırs-ı hakikiye inkılâb eder. Hem
meselâ: şiddetli bir inad ile; ehemmiyetsiz, zâil, fâni umûrlara karşı
hissiyatını sarfeder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen bir şeye, bir sene inad
ediyor. Hem yararlı, zehirli bir şeye inad namına sebat eder. Bakar ki bu
kuvvetli his, böyle şeyler için verilmemiş. Onu onlara sarfetmek, hikmet ve
hakikata münafidir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umûru zaileye vermeyip, âlî ve
bâki olan bakaik-i îmaniyeye ve esasat-ı İslâmiyeye ve hıdemât-ı uhreviyyeye
sarfeder. O haslet-i rezîle olan inad-ı mecazî, güzel ve âli bir haslet olan
hakîki inada, yani hakta şiddetli sebata- inkılâb eder.
İşte şu üç misâl gibi, insanlara verilen cihazât-ı maneviyeyi,
eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi
gâfilâne davransa, ahlâk-ı rezîleye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer
hafiflerini dünya umuruna... ve şiddetlilerini ve zaif-i uhreviyeye ve
mâneviyeye sarfetse, ahlâk-ı hamideye menşe, hikmet ve hakikata muvâfık olarak
saadet-i dareyne medar olur."[40]
ـ3313 ـ2
-وَعَنْه
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
]قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:
]حَقُّ
الْمُسْلِمِ
عَلَى الْمُسْلِمِ
خَمْسٌ: رَدُ
السََّمِ،
وَعِيَادَةُ
الْمَرِيضِ،
وَاتِّبَاعُ
الْجَنَازِةُ،
وَإِجَابَةُ
الدَّعْوَةِ،
وَتَشْمِيتُ
العاطس[. أخرجه
الخمسة.وزاد
مسلم فِي
رواية:
وَإِذَا دَعَاكَ
فَأجِبْهُ،
وَإِذا
اسْتَنصَحَكَ
فَانْصَحْ
لَهُ .
2. (3313)- Yine Ebu Hüreyre
radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular
ki:
"Müslümanın, müslüman üstündeki hakkı beştir: "Selamını almak, hasta ziyaretine gitmek, cenazesine katılmak, davetine icâbet etmek, hapşırırca yerhamükallah demek."[41]
Müslim'in bir rivayetinde şu ziyâde vardır: "Eğer seni davet ederse icâbet et, senden nasihat taleb ederse ona nasihat ed."[42]
AÇIKLAMA:
1- Burada müslümanın müslümana karşı vazîfesi "beş"
olarak ifâde edilmiştir. Tirmizî'nin rivayetinde "altı" denilir ve
altıncı olarak "Kendisi için istediğini onun için de istemek..."
olduğu belirtilir. Bir başka rivayette "yedi" denir ve "mazluma
yardım..." da zikredilir.
2- Sadedinde olduğumuz hadîste sayılan hususlar,
"müslümanın müslüman üzerindeki hakkı...." olarak ifade edilmiştir.
Bazı rivayetlerde: "Hz. Peygamber bize yedi şeyi emretti, yedi şeyi de
yasakladı...." şeklinde ifâde edilmiştir.
İbnu Hacer'in açıklamasına göre, bu ifâdeleri değerlendiren bir
kısım âlimler, bunu "vâcip" olarak hükme bağlamışlardır. Yani bu
sayılan vazifeleri, mü'minin, mü'min kardeşine ifası vâcibtir. Hatta bu hususu
te'yid eden hadîs dahi gösterilmiştir: "Beş şey vardır ki bunlar bir
müslümanın üzerine diğer müslümana karşı "vâcip" bir
vazifedir..."
Mâlikîlerden bazıları ile, Zâhirîlerin cumhûru bunun vücubunda
ısrar etmiştir. İbnu Ebî Cemre "bazılarının "farz-ı ayn"
dediğini belirtir.
Bunun, Resulullah tarafından ya bizzat vâcib kelimesi, ya da vücûb
ifâde eden bir üslûbla geldiğine dikkat çeken İbnu'l-Kayyim: "Bu husus
sarîh şekilde vücûb kelimesiyle gelmiş olmaktan başka, vücûb'a delâlet eden
hakk kelimesiyle, zahiriyle vücûba delalet eden bir lafızla, hakikatı vücûb
ifâde eden emir sîgasıyla ve Sahâbî'nin: "Resulullah bize emretti"
lafzıyla gelmiştir" der ve şu neticeye ulaşır: "Şurası muhakkak ki,
fakihler, birçok şeyin vâcip olduğuna bu kadar delile dayanmadan
hükmetmişlerdir."
Bazıları da bu vazîfelerin farz-ı kifâye olduğuna, bir kısmı
yapınca diğerlerinden düşeceğine hükmetmiştir. Hanefilerle Hanbelîlerin
çoğunluğu bu görüştedir.
Şâfi'îlerle, Mâlikîlerden bir grup, bunun müstehab olduğuna, bir kişinin
yapmasıyla diğerlerinden sâkıt olacağına hükmederler.[43]
ـ3314 ـ3
-وَعَنْ أَبِي
مُوسَى
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
أَطْعِمُوا
الجَائِعَ،
وَعُودُوا
الْمَرِيضَ،
وَفُكُّوا الْعَانِي[.
أخرجه
البخاري
أَبُو دَاوُد.
»العاني« ا‘سير .
3. (3314)- Ebu Musa
radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular
ki: "Aç'ı doyurun, hastayı ziyaret edin, esirleri hürriyetine
kavuşturun."[44]
ـ3315 ـ4
-وَعَنْ أَبِي
ذر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
]قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
يَا أَبَا
ذَرٍّ َ
تَحْقَرَنَّ
مِنَ
الْمَعْرُوفِ
شَيْئًا
وَلَوْ أَنْ تَلْقَى
أَخَاكَ
بِوَجْهِ
طَلْقٍ.
وَإِذَا اشْتَرَيْتَ
لَحْمًا أَوْ
طَبخْتَ
قِدْرًا فَأكْثِرْ
مَرَقَتَهُ
وَاغْرِفْ
لِجَارِكَ
مِنْهُ[.
أخرجه
الترمذي .
4. (3315)- Ebu Zerr
radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki: "Ey Ebu Zerr! Mâruf'dan (iyilik) hiç bir şeyi hakir görme, hatta bir
kardeşini güler bir yüzle karşılaman bile (basit bir şey değildir). Et satın
aldığın veya bir tencere kaynattığın zaman suyunu artır, ondan komşuna bir avuç
(kadar da olsa) ver."[45]
AÇIKLAMA:
Ma'ruf, aklın ve şeriatın güzel bulduğu, tasvîb ettiği her şeydir.
Türkçemizdeki iyilik kelimesi kısmen bunu karşılayabilir. Allah'a ibadet ve
taat, insanlara ihsan sayılan her şey bu kelimeyle ifâde edilebilir. İnsanların
görüp garipsemediği, normal karşıladığı bir fiil, bir durum, adâletli bir iş,
aile ve başkalarıyla hoş sohbet, güler yüz hep ma'ruftan sayılmaktadır.
Resulullah, güler yüzü de ma'ruftan saymıştır. Çünkü bu, mü'minin kalbine sürûr
verir. İşte bu, ma'ruf'tur.
Gönderilecek çorba suyunun avuçla ifâdesi, az bile olsa yapılacak
iyiliğin gerekli ve makbul olduğunu ifâde eder.[46]
ـ3316 ـ1ـ عن
أبي سعيد
الخدري
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّه #:
إيّاكُمْ
وَالجُلُوسَ في
الطُّرُقَاتِ.
قَالُوا يا
رَسُولَ
اللّهِ: مَا
لَنَا بُدٌّ
مِنْ
مَجَالِسِنَا،
نَتَحَدَّثُ
فيهَا.
فقَالَ: إذَا
أبَيْتُمْ
إَّ المَجْلِسَ
فَأعْطُوا
الطَّرِيقَ
حَقَّهُ. قَالُوا:
وَمَا
حَقُّهُ يَا
رسولَ
اللّهِ؟ قال:
غَضُّ
الْبَصَرِ،
وَكَفُّ
ا‘ذَى،
وَرَدُّ السََّمِ،
وَا‘مْرُ
بِالْمَعْرُوفِ،
وَالنَّهْيُ
عَنِ
المُنْكَرِ[.
أخرجه
الشيخان وأبو
داود.وزاد في
أخرى عن عمر:
»وَتُغِيثُوا
المَلْهُوفَ،
وَتَهْدُوا
الضَّالَّ« .
1. (3316)- Ebû Saîd
el-Hudrî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) (bir gün):
"Sakın yollarda oturmayın!" buyurmuştu.
"Ya Resulullah dediler, oturmadan edemeyiz, oralarda (oturup)
konuşuyoruz."
"Mutlaka oturacaksınız, bari yola hakkını verin!"
buyurdu. Bunun üzerine:
"Ey Allah'ın Resûlü, onun hakkı nedir?" diye sordular.
"Gözlerinizi kısmak, (gelip geçeni) rahatsız etmemek, selama
mukabele etmek, emr bi'lma'ruf nehy-i ani'lmünker yapmaktır!" dedi."[47]
Hz. Ömer'den yapılan bir başka rivayette şu ziyade var:
"Yardım isteyen mazluma yardım
edersiniz, yolunu kaybedene rehber olursunuz."[48]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ashâb-ı Kiram hazerâtına yollarda
oturmamalarını söylediği halde, onların itirazları mevzubahis olmaktadır. Bu
durumdan "Ashab, Resulullah'a itiraz eder miydi?" diye bir soru akla
gelebilir.
Kadı İyâz şu açıklamayı sunar: "Hadiste, Aleyhissalâtu
vesselâm'ın onlara olan emrinin vücub için olmayıp teşvik ve daha iyiyi
gösterme maksadını güttüğüne delil vardır. Zira, eğer vücub anlamış olsalardı
kesinlikle bu itirazı yapmazlardı. Emirlerin vacip ifade etmediği iddiasında
olanlar bu hadisle de istidlâl ederler.
İbnu Hacer der ki: "Ashabın, ihtiyaçları sebebiyle şikayet mevzuu yaptıkları hususu hafifletici bir nesh vâki olmasını ümid etmiş olmaları da muhtemeldir. Bu söylediğimizi, şu rivayet de te'yid etmektedir: "Kavm bunu bir vecîbe zannetti." Bir başka rivayette şöyle derler: "Biz zararsız bir şey için otururuz, oturur konuşuruz, müzâkerelerde bulunuruz."
2- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ashabın itirazı üzerine bazı şartlarla yolda
oturmaya izin verir. Bu şartlar muhtelif rivayetlerde farklı ziyadeler halinde
14 ayrı âdâba çıkmaktadır:
1) Selam vermek,
2) Güzel söz,
3) Hapşırana yerhamukâllah demek,
4) Selama mukabele,
5) Yük taşıyana yardım,
6) Mazluma yardım,
7) İmdat isteyene koşmak,
8) Yol sorana göstermek,
9) Yolunu kaybedene rehber olmak,
10) Emr-i bi'lma'rufta bulunmak,
11) Münkerden nehyetmek,
12) Eza vermekten kaçınmak,
13) Gözünü (haramdan) kısmak,
14) Allah'ı çokça zikretmek.
Bu hususların ehemmiyeti çeşitli hadislerde takrir edilmiştir.
Sokakta oturma yasağına, genç kadınların da hazır bulunarak
fitneye düşme endişesi de müessir olmalıdır. Çünkü, ihtiyaçları sebebiyle
dışarı çıkmaktan ve sokaklardan geçmekten kadınlar yasaklanmamış oldukları
için, onlara bakmadan hâsıl olacak fitne endişesi vardı. Keza evinde kaldığı
takdirde faydalı bir meşguliyet içinde olması muhtemelken sokağa çıkarak gerek Allah'ın ve
gerekse müslümanların bir kısım hukukunu ihlal etmesi, bazı münkerleri görmesi
gibi zararlı ihtimaller de mevcuttu. Bu
durumda müslümana emr-i bi'lma'ruf ve nehy-i ani'lmünker terettüp
eder, yapmazsa günaha girer, keza gelip
geçenlere selam vermek durumunda kalır, bu çokça hâsıl olursa her gördüğüne
mukabele etmekten aciz kalabilir, böylece
farzın terki ile günaha girer.
Kişi fitneden kaçmak ve nefsini sindirmekle sorumludur. Bütün bu sebeplere
binaen Şârî, yollarda oturmayı terke çağırdı, ashab, birbirleriyle anlaşma,
görüşme, dinî meseleleri müzakere, mübah şeyleri konuşarak gönüllerini
ferahlatmak gibi bazı maslahatlar sebebiyle yolda oturmaya olan ihtiyaçlarını
zikrettiler. Resulullah da onlara mezkur mahzurları izale edici tedbirlere
riayet kaydıyla yollarda oturmaya ruhsat verdi. Yukarıda zikredilen ondört
maddelik âdâbtan herbiriyle ilgili muhtelif hadisler ve hatta âyetler vârid
olmuştur.[49]
ـ3317 ـ2ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]قال رسولُ
اللّه #: إذَا
كَانُوا
ثََثَةً فََ
يَتَنَاجَى
اثْنَانِ
دُونَ
الثَّالِثِ فإنَّ
ذلِكَ
يُحْزِنُهُ[.
أخرجه الثثة
وأبو داود. وأخرجه
الخمسة إ
النسائي عن
ابن مسعود
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُ
بمعناه .
2. (3317)- İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Üç kişi beraberken,
ikisi aralarında hususî konuşmasınlar,
bu öbürünü üzer."[50]
Bu ma'nâda bir rivayet İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh)'dan
gelmiştir. Hadisi Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud ve Tirmizî kaydetmişlerdir.[51]
AÇIKLAMA:
1- Necve, fısıldaşmak, gizli konuşmak ma'nâsına gelir. Bu
hadis üç kişilik bir gruptan, iki kişinin üçüncüyü hariç kılarak
fısıldaşmalarını yasaklamaktadır. Ya konuşma müştereken olmalıdır veya alenî
olmalıdır. Bir başka hadiste bunlara bir başkasının katılması halinde, hususî
konuşmaya cevaz vermektedir. Çünkü bu sırada öbürleri de aralarında
konuşabilirler.
Yani esas itibariyle hususî
konuşma yasaklanmış değildir. Üç kişiden ikisinin hususî konuşması
yasaklanmıştr.
Hususî konuşma üzerine âyet de mevcuttur: "Ey iman edenler
gizli konuştuğunuz zaman, günah işlemeyi, düşmanlık etmeyi ve peygambere karşı
gelmeyi fısıldaşmayın" (Mücadele 9).
İbnu Ömer, üç kişiden biriyle hususî konuşmak isteyince, dördüncü
birini daha çağırdıktan sonra: "Siz ikiniz biraz istirahat buyurun"
der, arkadaşıyla hususî konuşurmuş.
Bazı âlimler: "Bu cemaat on kişi de olsa, bir kişiyi yalnız
bırakarak hususî konuşamazlar" diyerek mevzuya açıklık kazandırmışlardır.
Hadiste esas olan, bir kişinin yalnız bırakılmamasıdır. O, kendi
aleyhinde bir konuşma yapıldığı vehmine kapılabilir ve kopma husule gelir. İmam
Mâlik: "Bu, insanların birbirlerine buğzedip kopmalarını önleyen güzel bir
edebtir" demiştir.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) hususî konuşmakta olan iki kişiye, onlardan
izin almadan sokulmayı da yasaklamıştır:
اِذَا
تَنَاجَىْ
اِثْنَانِ
فََ يَدْخُلْ
مَعَهُمَا
غَيْرُهُمَا
حَتّى
يَسْتَأْذِنَهُمَا
Son olarak şunu da belirtelim ki, bazı âlimlerin: "Bu yasak,
sefer halinde kişinin kendisini emniyette hissedemediği, arkadaşına güvenmediği
veya tanımadığı veya emin olmayıp kendisinden korktuğu yerlerle ilgilidir,
hazerde ve emniyetli yerlerde hususî konuşmanın mahzuru yoktur" dediği de
rivayet edilmiştir. Nitekim Ahmed İbn Hanbel şu hadisi rivayet etmiştir:
"Resulullah buyurdu ki: "Üç kişi bir tenha yerde iseler, bunlardan
ikisinin hususî konuşması helâl olmaz."
Ancak çoğunluk bu yoruma katılmaz. Kurtubî "Bu boş bir iddia, delile dayanmayan bir
tahsistir" der. İbnu'l-Arabî de: "Hadis lafzıyla da, ma'nâsıyla da
âmmdır. Yasağın illeti "üzmek"tir. Bu ise hazerde, seferde mevcuttur.
Dolayısıyla yasağın iki hale de şâmil olması gerekir." der.[52]
ـ3318 ـ3ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]لَمْ يَكُنْ
شَخْصٌ
أحَبَّ
إلَيْهِمْ
مِنْ رسولِ
اللّه #:
وَكَانُوا
إذَا رَأوْهُ
لَمْ يَقُومُوا
لَهُ، لِمَا
يَعْلَمُونَ
مِنْ كَرَاهِيتِهِ
لِذلِكَ[.
أخرجه
الترمذي .
3. (3318)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Ashab'a
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'dan daha sevgili kimse yoktu. Buna rağmen
Aleyhissalâtu vesselâm'ı gördükleri zaman ayağa kalkmazlardı, çünkü O'nun bundan hoşlanmadığını biliyorlardı."[53]
ـ3319 ـ4ـ وعن
أبي أُمامة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]خرَجَ
عَلَيْنَا
رسولُ اللّهِ
# يَوْماً عَلى
عَصَا
فَقُمْنَا
إلَيْهِ.
فَقَالَ: َ
تَقُومُوا
كَمَا
تَقُومُ
ا‘عَاجِمُ
يُعظَّمُ بَعْضُهَا
بَعْضاً[.
أخرجه أبو
داود.
4. (3319)- Ebû Ümâme
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Bir gün Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) yanımıza geldi, elinde bir âsa
(değnek) vardı. Biz ayağa kalktık.
"Yabancıların birbirlerini büyüklemek için ayağa kalkmaları
gibi ayağa kalkmayın" buyurdu."[54]
ـ3320 ـ5ـ وعن
أبي مِجْلَزٍ
قال: ]خَرَجَ
مُعَاوِيَةُ
عَلى ابْنِ
الزُّبَيْرِ
وَابنِ
عَامِرٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُم.
فَقَامَ
ابْنُ
عَامِرٍ وَجَلَسَ
ابْنُ
الزُّبَيْرِ.
فَقَالَ
مُعَاوِيَةُ
بْنِ عَامِرٍ:
اجْلِسْ
فَإنِّي
سَمِعْتُ
رسولَ اللّهِ
# يَقُولُ:
مَنْ سَرَّهُ
أنْ يَمْثُلَ
لَهُ
الرِّجَالُ
قِيَاماً
فَلْيَتَبَوَّأْ
مَقْعَدَهُ
مِنَ
النَّارِ[.
أخرجه أبو
داود والترمذي
.
5. (3320)- Ebû Miclez
rahimehullah anlatıyor: "Hz. Muâviye (radıyallâhu anh), İbnu'z-Zübeyr ve
İbnu Âmir (radıyallâhu anhüm)'in yanlarına geldi. İbnu Âmir ayağa kalktı,
İbnu'z-Zübeyr oturdu (kalkmadı). Hz. Muâviye (radıyallâhu anh), İbnu Âmir'e:
"Otur, zira Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın:
"İnsanların kendisi için ayağa kalkmalarından hoşlanan kimse ateşteki
yerini hazırlasın" buyurduğunu işittim" dedi.[55]
ـ3321 ـ6ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهُما
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: َ
يُقِيمَنَّ
أحَدُكُمْ
رَجًُ مِنْ
مَجْلِسِهِ
ثُمَّ يَجْلِسُ
فِيهِ
وَلَكِنْ
تَوَسَّعُوا
وَتَفَسَّحُوا
يَفْسَحِ
اللّهُ
لَكُمْ.
وَكَانَ ابْنُ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُما
إذَا قَامَ
رَجُلٌ مِنْ
مَجْلِسِهِ
لَمْ
يَجْلِسْ فِيهِ[.
أخرجه الخمسة
إ النسائي .
6. (3321)- İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Sizden kimse, bir
başkasını yerinden kaldırıp sonra da oraya oturmasın. Ancak (halkayı)
genişletin, yer açın, Allah da size genişlik versin."
Birisi yerinden kalkacak olsa, Abdullah İbnu Ömer (radıyallâhu
anhümâ), oraya oturmazdı."[56]
AÇIKLAMA:
Buraya kadar kaydettiğimiz altı hadisin altısı da, hürmeten
insanlara ayağa kalkmayı yasaklamaktadır. Aksini ifade eden rivayetlerin de
varlığı sebebiyle bu mevzu ülemâ arasında epeyce münakaşa edilmiştir. Nevevî
başta, bir kısım ulema tecviz ederken, İbnu'l-Hâcc el-Mâlikî başta, bir kısmı
da bunun caiz olmadığına hükmetmiştir.
el-Ezkâr'da Nevevî şunları söyler: "Cemaate dâhil olana kalkmak
suretiyle ikramda bulunmaya gelince, bize göre, bu gelen zât, herkesçe bilinen
ilim irfan sahibi, şerefi, mevkii, makamı olan birisi ise buna kalkmak
müstehabtır. Bu kalkma birr'dir, ikramdır, ihtiramdır, riya ve yersiz büyükleme
değildir. Selef ve halefin adeti hep böyle olmuştur. Ben bu hususta müstakil
bir risale (cüz) telif ettim. Risalede cevaza delâlet eden hadisleri, Selefin
söz ve fiillerini topladım. Ayrıca
muhalif rivayetleri de koyup bunlara da cevaplar verdim. Bu mevzuda tereddüde
düşen, kitabı görmek isterse, tereddüdünün zâil olacağını ümid ediyorum."
İbnu'l-Hacc el-Mâlikî, Nevevî'nin bu risalesini el-Medhal'inde
aynen nakleder. Nevevî'nin her bir delilini kendince tenkid eder. Nevevî'nin
dayandığı en kuvvetli delil, Sahîheyn'de geçen şu rivayettir:
"Kureyzalılar Sa'd'ın hakemliğine razı olunca Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Sa'd'ı çağırdı. Sa'd gelince:
"Büyüğünüz geldi, ayağa kalkın" dedi.
İbnu'l-Hâcc, bu rivayetle ilgili şu açıklamayı yapar:
"Buradaki ayağa kalkma emri, münakaşa edilen meseleyle ilgili değildir.
Bu, onun bineğinden indirilmesi için verilmiş bir emirdi. Çünkü Sa'd hasta idi.
Nitekim onun hasta olduğu bazı rivayetlerde belirtilmiştir.
Hâfız İbnu'l-Hacer der ki: "Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'inde,
Hz. Âişe'nin bir rivayetinde Benû Kureyza gazvesi ile ilgili kıssada Sa'd İbnu
Muaz (radıyallâhu anh)'ın geliş hikayesi uzunca anlatılır. Burada Ebû Saîd der
ki: "Sa'd İbnu Muaz görünür görünmez, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Efendinize kalkın!" buyurdu, onlar da onu indirirler. Bu rivayetin
senedi hasendir."[57] Bu ziyâde, münakaşası
olan ayağa kalkmanın meşruluğuna Sa'd kıssasından istidlâl etmeyi
yaralar."
İmam Nevevî hazretlerinin dayandığı hadislerden biri de Ka'b İbnu
Mâlik'in tevbesiyle ilgili rivayette (654. hadis) geçen şu ibaredir:
"Talha İbnu Ubeydillah kalktı, bana
doğru koşup musafaha yaptı ve beni tebrik etti."
İbnu'l-Hacc buna da: "Talha İbnu Ubeydillah onu tebrik etmek,
musafaha etmek için kalkmıştır, eğer kalkması, münakaşa edilen meseleyle ilgili
olsaydı, o bu işte yalnız kalmazdı. Oysa, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
'ın da ona kalktığı veya kalkmayı emrettiği veya orada hazır olanlardan birinin
bunu yaptığı rivayet edilmiştir. Kalkma işini, aralarındaki kuvvetli muhabbet
sebebiyle sadece Talha yapmıştır. Çünkü âdet böyledir. Bilindiği üzere tebrik,
müjdeleme ve benzeri davranışlar aradaki sevgi ve samimiyete göre cereyan eder.
Selam bunun aksinedir, çünkü o, tanıdık tanımadık herkese karşı meşru bir
davranıştır."
Nevevî hazretlerinin dayandığı hadislerden biri Hz. Âişe'nin bu
rivayetidir: "Ben suretçe, sîretçe, doğrulukça, Resulullah'a Fatıma
(radıyallâhu anhâ) kadar benzeyen bir başkasını görmedim. O, Resulullah'ın
yanına girince, kalkar, elinden tutar, onu öper ve kendi yerine oturturdu: "Resulullah onun yanına
girince, Fâtıma babasına kalkar, elinden tutar, öper ve yerine oturturdu."
Ebû Dâvud, Tirmizî ve Nesâî'de gelen bu rivayetle ilgili olarak
İbnu Hâcc şu açıklamayı yapar: "Resulullah'ın bu kalkışı muhtemelen,
kızına ikram olsun diye yerine oturtmak
içindi, münakaşa edilen ma'nâda bir kalkma değildir. Hususen evinin
darlığı ve serginin azlığı göz önüne alınacak olursa bu husus daha iyi
anlaşılır. Onun yerine oturtma arzusu mutlaka kalkmasını gerektiriyordu."
Nevevî'nin dayandığı bir diğer rivayet, Ebû Dâvud'un Ömer
İbnu's-Sâib'ten kaydettiği şu hadistir: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bir gün oturuyordu. Ömer İbnu
Sâib'in süt babası yanına geldi. Aleyhissalâtu vesselâm elbisesinin bir kısmını
onun için yere koydu o da üzerine oturdu. Sonra annesi geldi. Elbisesinin diğer
taraftaki kısmını da onun için yere yaydı, annesi de bunun üzerine oturdu.
Sonra süt kardeşi geldi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) "kalkıp" onu da önüne oturttu."
İbnu'l-Hacc, bunu da şöyle cevapladı: "Eğer bu kalkış,
münakaşa edilen ma'nâdaki kalkış olsaydı, Resulullah'a ebeveyn, kardeşten daha
üstün olması gerekirdi. (Halbuki ebeveyni için kalkmayıp) kardeşi için kalktı,
öyleyse bu kalkma ya örtüyü yahut da
yeri genişletmek içindi."
Nevevî ile İbnu'l-Hacc arasındaki cedel uzar. Bazı âlimler, bu
rivayetleri te'lif etmeye çalışmıştır. Mesela bazıları der ki:
"Enes hadisi, münakaşalı olan kişinin kişiyi görünce ayağa
kalkması meselesine temas eder. Hz. Âişe hadisin zâhiri bunun caiz olduğunu
gösterir. İbnu'l-Hacc'ın bu hadisle ilgili cevabı tatminkâr değildir. İkisini
cem hususunda ihtilaf edilmiştir."
Bazıları: "Enes hadisi tenzihî kerâhete delâlet eder"
derken, bazıları da: "Bu büyükleme yoluyla kalkmaya hamledilir"
demiştir.
Keza: "Hz. Âişe hadisi, birr ve ikram yoluyla kalkmaya
delâlet eder" denmiştir, başka yorumlar da yapılmıştır. Şurası muhakkak
ki, kişinin, hastayı bineğinden indirmek için kalkması, yahut seferden gelen
için kalkması, nimete eren için tebrik maksadıyla kalkması, yeri genişletmek
için kalkması bi'l-ittifak caizdir.
Aynî, Ebû'l-Velid İbnu Rüşd'den şu notu kaydeder:
"Ayağa kalkma dört çeşittir:
1- Yasak olan kalkma: Bu büyüklenerek kendisine ayağa
kalkılmasını isteyenler için yapılan kalkmadır. Burada sadece kendisini
büyüklemek maksud olmayıp, kendine kalkanları küçültme duygusu da vardır.
2- Mekruh olan kalkma: Bu, kalkanlara karşı kibirlenmeyen,
büyüklenmeyen, fakat bu yüzden içine, yasak olan büyüklenme duygusunun
düşmesinden korkulan kalkmadır. Bunda ayrıca, cebbarlara benzeme durumu da
vardır.
3- Caiz olan kalkma: Bu, hiç arzu etmeyenlere, birr ve ikram
olsun diye yapılan ayağa kalkmadır, bunda cebbârlara benzemeyeceği hususunda
tam bir kanaat olmalıdır.
4- Mendup olan kalkma: Bu, seferden dönenlere, gelişlerinden
sevinilerek, selam vermek için yapılan ayağa kalkmadır.
Keza yeni bir nimete kavuşan kimseye, onu tebrik etmek veya
musibete uğrayanı da taziye etmek için
ayağa kalkmak bu gruba girer."
İmam Gazalî de: "Büyüklemek için yapılan ayağa kalkma
mekruhtur, birr ve ikram yoluyla kalkma
mekruh değildir" demiştir.
İbnu Hacer, meseleyi "mekruhtur", "değildir"
gibi kesip atmayı uygun bulmaz, yukarıda kaydettiğimiz farklı yaklaşımlarla
değerlendirmenin daha muvafık olacağını söyler.
Son olarak, bu mevzunun ehemmiyetini tescilen, Rabbimizin meseleye
temas eden bir irşadını kaydedeceğiz: "Ey iman edenler! Toplantılarda size
"yer açın" denince, yer açın ki, Alllah da size genişlik
versin..." (Mücadele 11).[58]
ـ3322 ـ7ـ وعن
وهب بن حذيفة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّهِ #: إذَا
خَرَجَ
الرَّجُلُ
لِحَاجَتِهِ
ثُمَّ عَادَ
فَهُوَ أحَقُّ
بِمَجْلِسِهِ[.
أخرجه
الترمذي
وصححه .
7. (3322)- Vehb İbnu
Huzeyfe (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Bir kimse
ihtiyacı için çıkar, sonra geri dönerse, önceki yerine oturmaya (herkesten
ziyade) hak sahibidir."[59]
AÇIKLAMA:
Nevevî şu açıklamayı sunar: "Ashabımız dediler ki: "Bu
hüküm, mescid veya bir başka yerde mesela namaz için oturmuş olmasına rağmen
bir müddet sonra, abdest almak gibi ufak bir meşguliyetle, geri gelmek üzere
orayı terkeden kimse ile ilgilidir. İşte bu kısa ayrılış, oranın bu kimseye
mahsus olmasını iptal etmez. Döndüğü zaman, o vakte mahsus olmak üzere, o yere
ehaktır. Söz gelimi şayet birisi oturmuş ise, onu kaldırma hakkına sahiptir.
Oturan kimseye de, bu hadise göre orayı terketmesi gerekir. Ashabımız nezdinde
sahih görüş budur. Önceki oturan dönünce sonrakinin orayı terketmesi vaciptir.
Bazı âlimler: "Bu müstehabtır, vacip değildir" diye hükmeder. İmam
Mâlik bu görüştedir. Doğrusu, önceki görüştür. Ashabımız der ki: "Kişinin
kalktığı zaman yerinde kendine ait bir seccade ve benzeri bir şey bırakması
ile, bırakmaması arasında bir fark yoktur, her iki durumda da kalkan dönünce o
yere ehaktır. Başka vakitlerde değil" hükmünü de koymuştur." 3329
numaralı hadiste Resulullah'ın, ufak ihtiyaçları için çıkışlarda, dönünce aynı
yerine oturduğu belirtilir.
Kadı İyâz der ki: "Ülemâ, fetvâ tedris için mescidde aynı yerde oturmayı itiyad
(alışkanlık) haline getiren kimse hakkında ihtilaf etmiştir. İmam Mâlik'ten
hikaye edildiğine göre, Bu kimse, oraya ehaktır, yeter ki bilinsin"
görüşündedir."
Kadı İyaz der ki: Cumhurun benimsediği görüşe göre, bu bir
istihsandır, vacip bir hak değildir. Muhtemelen İmam Mâlik de bunu
kastetmiştir."
Sahibi bulunmayan avlu ve yollardaki oturma yerleri hakkında da
aynı hükme varılmıştır: "Bunlardan birine oturmayı itiyad haline getiren
bir kimse, maksadı hâsıl oluncaya kadar orada oturmaya ehaktır."
İyâz der ki: Mâverdî bunu, münakaşayı kesmek üzere Mâlik'ten
nakletmiştir"
Kurtubî, "Cumhurun bunu bir vecîbe olarak görmediğini"
belirtir.[60]
ـ3323 ـ8ـ وعن
جابر بن سمرة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كُنَّا إذَا
أتَيْنَا
النَّبيَّ #
جَلَسَ
أحَدُنَا
حَيْثُ
يَنْتَهِي[.
أخرجه أبو داود
.
8. (3323)- Câbir İbnu
Semüre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
'a geldiğimiz zaman, (halkanın) sonuna otururduk."[61]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, Ashabın, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın
huzurunda edeb içerisinde olduklarını belirtir. O'nun meclisindekiler halkalar
halinde nizama girerlerdi. Sonradan gelenler öne geçmek için mevcut halkaları
yarmaz, halkanın son kısmında yerini alırdı. Böylece cemaat geldikçe halka
tamamlanırdı.[62]
اللّهِ #: َ
يَحِلُّ
لِرَجُلٍ أنْ
يَجْلِسَ
بَيْنَ
اثْنَيْنِ
إَّ
بِإذْنِهِمَا[.
أخرجه أبو
داود، والترمذي؛
وعندهُ: »أنْ
يُفرِّقَ
بينَ اثنينِ« .
9. (3324)- Amr İbnu
Şuayb an ebîhi an ceddihî (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bir kimsenin, izin
almadan iki kişinin arasına oturması helâl olmaz."[63]
AÇIKLAMA:
Bu yasağın hikmeti, yan yana oturmuş bulunan kimselerin arasında sevgi ve
samimiyet ve hususî mesele bulunabilir. Bu durumda izinlerini olmadan aralarına
oturan kimse onlara sıkıntı ve rahatsızlık verir, huzurlarını bozar. Resulullah
işte bunu yasaklamaktadır.[64]
ـ3325 ـ10ـ وعن
أبي سعيد
الخدري
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]قال
رَسُولُ
اللّهِ #:
خَيْرُ
المَجَالِسِ
أوْسَعُهَا[.
أخرجه أبو
داود .
10. (3325)- Ebû
Saîdi'l-Hudrî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Meclislerin en hayırlısı geniş olanıdır."[65]
ـ3326 ـ11ـ وعن
أبي مِجْلز
]أنَّ رَجًُ
قَعَدَ وَسْط
الحَلَقَةِ.
فَقَالَ
حُذَيْفةُ
بنُ اليمانِ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ:
مَلْعُونٌ
عَلى لِسَانِ
مُحَمَّدٍ #
مَنْ جَلَسَ
وَسْطَ
حَلْقَةٍ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
11. (3326)- Ebû Miclez
anlatıyor: "Bir adam halkanın ortasına oturmuştu. Huzeyfetu'bnu'l-Yemân
(radıyallâhu anh) dedi ki:
"Halkanın ortasında oturan, Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm) diliyle
lanetlenmiştir."[66]
AÇIKLAMA:
Hattâbî bu yasaklamanın, sonradan gelip, halkanın boş yerine
oturmayıp omuzlardan atlayarak ortaya geçip oturanla ilgili olduğunu belirtir.
Sebebi de, insanlara verdiği eziyettir. Ortaya oturmakla birbirlerini görmeye
mâni teşkil eden bir perde olmaktadır. Böylece işgal ettiği bu yer sebebiyle
insanlara zarar ve sıkıntı kaynağı olmuştur.[67]
ـ3327 ـ12ـ وعن
جابر بن سُمرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]دَخَلَ
رَسُولُ
اللّهِ #
الْمَسْجِدَ فَرآهُمْ
حلَقاً.
فقَالَ:
مَالِي أرَاكُمْ
عِزِينَ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود .
12. (3327)- Câbir İbnu
Semüre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) mescide girince cemaatı bir
kısım halkalar halinde gördü ve: "Sizleri niye böyle dağınık gruplar
halinde görüyorum?" buyurdu."[68]
AÇIKLAMA:
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) , mescidde cemaatin öbek öbek
çeşitli gruplar yaptığını görünce, "Niye böyle dağınıksınız, tek bir
cemaat halinde değilsiniz?" diye müdahale etmiştir. Hattâbî, "bu
müdahalenin sebebini tek cemaat teşkil
etmemelerine" bağlar.[69]
ـ3328 ـ13ـ وعن
عمرو بن
الشريد عن
أبيه رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]مَرَّ بِي
النَّبيُّ #
وَأنَا جَالِسٌ،
وَقَدْ
وَضَعْتُ
يَدِي
الْيُسْرَى
خَلْفَ
ظَهْرِي،
وَاتَّكَأْتُ
عَلى ألْيَةِ
يَدَيَّ.
فَقَالَ:
أتَقْعُدُ
قِعْدَةَ المَغْضُوبِ
عَلَيْهِمْ[.
أخرجه أبو
داود .
13. (3328)- Amr
İbnu'ş-Şerîd, babasından (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Ben oturduğum
sırada, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
bana uğradı. O sırada sol elimi sırtımın gerisine koymuş, (sağ) elimin
kabası üzerine dayanmıştım. Bana:
"Gadaba uğramışların oturuşuyla mı
oturuyorsun?"dediler."[70]
AÇIKLAMA:
Tîbî, "Hadiste geçen "gadaba uğramışlar"dan muradın
yahudiler olduğunu söyler.
Aliyyü'l-Kârî, meseleyi bu şekilde kesip atmanın doğru
olmayacağına dikkat çeker ve böyle bir
oturuş gerçekten onların şiarı olması halinde bu iddianın doğru olacağını
söyler. Ona göre, "gadaba uğramışlar'la yürüyüş, oturuş vs. tavırlarıyla
üzerlerinden kibir ve kendini beğenme zâhir olan kâfirlerin, fâcirlerin,
mütekebbir ve cebbarların hepsinin kastedildiğini söylemek daha doğrudur."
Ancak şu da bir gerçek ki Fatiha'daki mağdûbi aleyhim'le ilgili
olarak gelen sahih rivayetler, bunlardan maksadın yahudiler olduğunu belirtir.[71]
ـ3329 ـ14ـ وعن
أبي الدرداء
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كَانَ رَسولُ
اللّهِ # إذَا
جَلَسَ
جَلَسْنَا
حَوْلَهُ،
وَكَانَ إذَا قَامَ
وَأرَادَ
الرُّجُوعَ
نَزَعَ
نَعْلَيْهِ
أوْ بَعْضَ
مَا كَانَ
عَلَيْهِ
فَيَعْرِفُ
ذلِكَ
أصْحَابُهُ
فَيَثْبُتُونَ[.
أخرجه أبو
داود .
14. (3329)- Ebû'd-Derda
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) oturdu mu, etrafına biz de otururduk. Kalkar,
(fakat geri) dönmeyi arzu ederse ayakkabılarını veya üzerinde olan (rida, sarık
gibi) bir şeyi çıkarır (yerine koyar)dı. Böylece ashabı (geri geleceğini) bilir
ve yerlerinde otururlardı."[72]
AÇIKLAMA:
Burada, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın cemaat âdâbı
belirtilmektedir. Oturunca Ashab da etrafında halkalanmaktadır. Resulullah
şâyet bir ihtiyaç sebebiyle kalkacak olursa, az sonra dönmeyi düşündüğü
takdirde kalktığı yere, üzerinden bir şeyler çıkarıp koymaktadır. Böylece
Ashâb-ı Kîrâm (radıyallâhu anhüm), Aleyhissalâtu vesselâm'ın geri geleceğini
anlar ve yerlerini terketmezlerdi, yani cemaat dağılmaksızın Resulullah'ın geri
dönüşünü beklerlerdi.[73]
ـ3330 ـ15ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رَسُولُ
اللّهِ #: إذَا
كَانَ
أحَدُكُمْ في
الشَّمْسِ[.وفي
رواية: »في الفَىْءِ
فَقَلَصَ
عَنْهُ
الظِّلُّ
فَصَارَ
بَعْضُهُ في
الشَّمْسِ
وَبَعْضُهُ
في الظِّلِّ
فَلْيَقُمْ«.
أخرجه أبو
داود .
15. (3330)- Hz.Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Biriniz güneşte olunca
-bir rivayette gölgede olunca- gölge ondan kalkar da, yarısı gölgede kalacak
olursa oradan kalksın."[74]
ـ3331
ـ16ـ وعن قيس عن
أبيه ]أنَّهُ
جَاءَ
وَالنَّبيُّ #
يَخْطُبُ، فقَامَ
في الشَّمْسِ
فَأمَرَهُ
فَتَحَوَّلَ إلى
الظِّلِّ[.
أخرجه أبو
داود .
16. (3331)- Kays, babasından
naklediyor: "(Bir seferinde mescide) gelmişti, ki, Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) hutbe irad ediyordu. (Konuşmayı dinlemek üzere) güneşe
dikildi. Ancak Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), kendine gölgede durmasını
emretti ve gölgeye geçti."[75]
AÇIKLAMA:
Bu iki hadisten birincisinde yarı gölge yarı güneşte durmak
yasaklanmaktadır. Şârihler hadisteki müphemliğe dayanarak ya tam gölge veya tam
güneşe geçmeyi emrettiğini belirtirler. Şu halde yasak, bu hadise göre, gölgede
veya güneşte durmakla ilgili değil, yarı gölge yarı güneşte
durmakla ilgilidir.
Ancak ikinci hadis, sarîh bir şekilde güneşte durmayıp gölgede
durmayı tavsiye ettiğini göstermektedir. Şu halde yarı gölge yarı güneşte
durmak, sırf güneşte durmaktan daha şiddetli bir yasaktır. [76]
1. (3332)- Ebû Musa (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"İyi arkadaşla kötü arkadaşın misâli, misk taşıyanla körük çeken insanlar
gibidir. Misk sahibi ya sana kokusundan
verir veya sen ondan satın alırsın. Körük çekene gelince ya elbiseni yakar
yahut da sen onun pis kokusunu alırsın."[77]
AÇIKLAMA:
Misk, bir nevi geyikten elde edilen bir kokudur. Bunun teşekkülü
hakkında İbnu Hacer şu açıklamayı nakleder: "Misk, hayvanın göbeğinde
senenin belli bir mevsiminde toplanan bir kandır. Kan toplanınca orası şişer ve
geyik de, bu şişen kısım düşünceye kadar ondan rahatsızlık hisseder. Hayvanın
yaşadığı bölgedeki insanlar, bu yumruların düşmesi için bir kısım tedbirler
alırlar. Câhız, hayvanın Çin'de yetiştiğini zikreder."
Misk asıl itibariyle kan olsa da, istihâleye uğradığı için temiz
kabul edilir. Bedene ve elbiseye sürülmesinde hiçbir beis görülmez. Misk'in
tâhir olması hususunda İslam âlimleri icma etmiştir.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) da, Ashab da onu sürünme maddesi olarak
kullanılmışlardır. Kokuların en güzeli olduğu söylenir.
Sadedinde olduğumuz hadiste Resulullah iyi arkadaşı misk satıcısına benzetir, çünkü
ondan dünyevî veya uhrevî bir faide, bir nur bulaşacaktır. Hadis böyleleriyle
arkadaşlığa teşvik ettiği gibi uzaktan yakından dünyevî veya uhrevî bir zarar
dokunacak kimselerle de arkadaşlık etmemeyi emretmiş olmaktadır.[78]
ـ3333 ـ2ـ وعن
جابر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رَسولُ
اللّهِ #:
المَجَالِسُ
بِا‘مَانَةِ
إَّ ثََثَةَ
مَجَالِسَ:
سَفْكُ دَمٍ
حَرَامٍ، أوْ
فَرْجٌ
حَرَامٌ،
وَاقْتِطَاعُ
مَالِ بِغَيْرِ
حَقٍّ[. أخرجه
أبو داود .
2. (3333)- Hz. Câbir
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Şu üçü hâriç bütün meclisler emniyettedir:
"Haram kan dökülen meclis, haram ferc bulunan meclis, haksız mal taksimi yapılan meclis."[79]
AÇIKLAMA:
Hadisten iki farklı ma'nâ anlaşılmıştır. İbnu Raslân'a göre
metinde mahzuf bir kelime var. Şöyle takdir etmek gerekir: "Meclis, ona
dâhil olanların emniyetli (ve güvenilir) olmalarıyla güzelleşir" veya
"Meclisin güzellik ve şerefi, orada meydana gelenler, söylenen ve
yapılanlar hususunda mecliste hâzır olanların emniyetli olmalarıyladır."
Aliyyü'l-Kârî Mirkât'da der ki: "Hâdisin ma'nası şudur:
"Mecliste bulunanlardan birinin kötü bir hâlini gördüğü zaman, mü'mine
düşen, onu sağda solda yaymamasıdır. Ancak üç mecliste görülen kötülükler
hariç..."
Şu halde bu üç çirkinliğin işlendiği veya kararlaştırılıp akdinin
yapıldığı meclisler, orada hazır bulunanların sükûtlarıyla emniyette
olmamalıdır. İtiraz, müdâhale, ihbar yoluyla oranın emniyeti mutlaka haleldar
edilmelidir. Aksi takdirde onların günahına taraftarlık etmiş, zulüm karşısında
susarak ona iştirak etmiş olur.[80]
ـ3334 ـ3ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]بَعَثَنِي
رسُولُ
اللّهِ # فِي
حَاجَةٍ
فَأبْطَأتُ
عَلى أُمِّي.
فَلَمَّا
جِئْتُ
قالَتْ: مَا حَبْسَكَ؟
قُلْتُ:
بَعَثَنِي
رَسُولُ اللّهِ
# في حَاجَةٍ.
قالَتْ: وَمَا
هِيَ؟ قُلْتُ:
إنَّهَا سِرٌّ.
قالَتْ: َ
تُحَدِّثَنَّ
بِسِرِّ رَسولِ
اللّهِ #
أحَداً[.
أخرجه
الشيخان،
واللفظ لمسلم
.
3. (3334)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) beni, bir ihtiyacı için göndermişti. Bu
yüzden anneme dönmekte geciktim. Eve gelince annem:
"Niçin geciktin?" diye hesaba çekti.
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) , dedim, beni bir iş
için göndermişti."
"Ne işiydi o?" diye annem sordu.
"O sırdır söyleyemem!" deyince, annem:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın sırrını sakın kimseye açmayasın!" dedi."[81]
AÇIKLAMA:
Hadis, sır tutma ile ilgilidir. Buhârî hadisi, "Sırrı muhafaza" adını verdiği bir bâbta rivayet eder. Hadis, muhtelif vecihlerden rivayet edilmiştir.
Bazı âlimler, bu sırrın Hz. Peygamber'in zevceleriyle ilgili olabileceğini, aksi takdirde, gizlemenin Hz. Enes'e helal olmayacağını söylemiştir. İbnu Battal: "Ehl-i ilmin benimsediği görüşe göre: "Sahibine zarar getirecek bir sırrı fâş etmek mübah olmaz" der ve çoğunluğun: "Ancak adam ölünce, sağlığında gizlenmesi gereken şeylerin gizlenmemesinde bir zaruret görülmez. Yeter ki, bunda adam için bir zillet, bir alçaltma mevzubahis olmasın" dediğini belirtir.
İbnu Hacer, bu hususta şu açıklamayı yapar: "Görünen o ki: Bir kimseyle ilgili sırların, ölümünden sonra söylenmesi veya söylenmemesi hususunda kesin bir hükme gitmeyip, bir taksime tâbi tutmak uygundur:
1- Mübah olanlar: Bunların zikri müstehab da olabilir,
hatta sır sahibi istemese bile. Söz gelimi kişinin tezkiyesine bakan
kerametler, menkîbeler vs. böyledir.
2- Mutlak olarak mekruh olanlar: Bunlar bazan haram da olabilir.
İşte İbnu Battâl buna işaret etmiş olmalıdır.
3- Vacib olanlar: Bazı sırların söylenmesi vacib olabilir.
Sözgelimi yerine getirmemekte mazur olduğu üzerindeki haklar gibi. Kendisinden
sonra, onun işlerine bakarak kimsenin
yanında zikredildiği takdirde o hakları yerine getireceği umulur."
Sırrın korunması sadedinde vârid olan hadislerden biri Enes
(radıyallâhu anh)'e aittir: "
Sırrımı koru, güvenilir ol!" Bir diğer hadis de şöyle:
"Birbirine emniyet ederek oturup konuşanlardan hiçbirisine, aradaşının
hoşlanmayacağı bir şeyi fâş etmesi helal olmaz." Bir diğer hadiste
"Bir kimse bir şey konuşur, sonra da etrafına bakınırsa bu emanettir (sır
olarak saklanmalıdır)."
Şu halde arkadaşlıkla ilgili
mühim âdâbtan biri sır tutuculuktur. Ağzı gevşeklik hoş olmadığı gibi, ağzı gevşeklerle
samimiyet de hoş değildir.[82]
Kaydedilen hadisler, büyükler için arkadaşın ehemmiyetine ve
arkadaşlığın bazı mühim âdâbına dikkat çekti. Biz arkadaşlığın çocuk terbiyesi
açısından çok büyük bir ehemmiyet taşıdığını bu vesile ile göstermek maksadıyla
Hz. Peygamber'in Sünnet'inde Terbiye adlı kitabımızdaki bir tahlili aşağıda sunuyoruz.
Bir çocuk (ve hattâ büyük) için âileden sonra, her gün düşüp
kalktığı arkadaşlar zümresi, onu saran içtimâî muhitlerin ikinci halkasını
teşkil eder. Bu muhit, çocuğun bir kısım alışkanlıklar kazanmasında âile
muhitinden daha da müessir olabilmektedir. Zamanımız terbiyecileri nazarında
son derece ehemmiyet kazanarak,
"çocuklar yaşıtlarını kendilerine yetişkinlerden daha yakın buldukları
için, ihtirasları onların yaptıklarıyla daha fazla kamçılanmaktadır"
şeklinde izah edilen bu husus, müslüman âlimlerince de böyle
değerlendirilmiştir. Bunlardan İbnu Sinâ: "Mektepte çocuk, edebi güzel,
alışkanlıkları arzu edilen şekilde olan başka çocuklarla düşüp kalkmalıdır.
Zira, bir çocuk diğer bir çocuk için daha çok telkin gücüne sahiptir. Çocuk
arkadaşıyla ünsiyet eder, (çok şeyi) ondan kapar" der. Şu halde arkadaşlar
zümresinin iyi veya kötü oluşunun, çocukta kesin bir hüküm icra edeceği yeni ve
eski bütün terbiyecilerce kabul edilmektedir.
Büyükler için de aynı derecede ehemmiyetli olan arkadaş meselesine Kur'ân-ı Kerîm:
"Mü'minler, mü'minlerden ayrılıp kafirleri dost edinmesin. Bunu her kim
yaparsa Allah'la ilişiği kesilmiş olur" (Âl-i İmrân 28) âyetiyle, Hz. Peygamber de: "Kişi dostunun dini
üzeredir. Öyle ise herbiriniz dost edindiği kimselere dikkat etsin" emri
ile kesin bir üslubla temas ederler. Hz. Peygamber'den gelen bir başka
rivayette de: "Sâdece mü'minle arkadaşlık et, (öyle ki) senin yemeğinden
sadece muttakî olan yesin" denmektedir. Sahih senedle geldiği tasrih
edilen bir rivayette de sırf dünyevî maksada yönelen mâlâyânî lehviyatın
girdiği meclislerden sakınmak emredilmektedir.
Sık sık beraber olunan
arkadaşın ehemmiyetini zihinlerde tesbit için bir de teşbihe yer
verilir: "İyi arkadaşla kötü arkadaşın misâli misk satıcısı ile demirci
körüğüne benzer. Misk satıcısından misk satın almasan bile mutlaka kokusu sana
ulaşır. Demirci körüğü ya evini, ya
elbiseni yakar (...) hiç biri olmasa bile onun pis kokusu sana mutlaka
ulaşır." Ebû Dâvûd'un tahricinde "Sana karası bulaşmasa bile kokusu
ulaşır" denir.
Arkadaşla ilgili hadislerden mülhem olarak, İslâm terbiyecileri,
bu mevzuya büyük bir ehemmiyet atfederek eserlerinde behemahal yer ayırırlar. Hattâ Gazâli: "Terbiyenin
aslı ve esâsı, çocukları kötü arkadaşlarından hıfzetmektir" der. el-Îcî
çocukların düşüp kalktığı kimselerin ehl-i hayırdan olmalarını; İbnu Miskevehy,
çirkin ve bayağı sözlerin konuşulduğu meclislere uğratılmamalarını tavsiye
eder. Yine el-Îcî "gerek kesben, gerek tab'an kendisinde fazilet bulunan
bir kimsenin, bunu, fazilet ehline müdâvemet
ve şer ehlinden tamamen kopmak sûretiyle korumasını" tavsiye eder.
Zenginlerin, lüks yüzünden çocukların terbiyesini ihmâl etmeleri
sebebiyle, Ebû Hüreyre: "Zengin çocuklarıyla düşüp kalkmayın, onların
fitnesi bâkirelerin fitnesinden daha fenâdır" der ki: Kınalızâde, sefer ve
kıllet-i akl ve maâş şâyi ve fâşi olan bu "ekâbirzâdeler"i ehl-i
hezl'in "essefihçelebi" diye târif ettiğini kaydeder. Gazâli de
refâhın gevşettiği kimselerle şâir ve ediblerden de çocukların korunmasını talep
eder.
Ne sünnette ne de müteakip terbiyecilerde çocuğun akran ve
arkadaşlardan tecrid edilmesi diye bir tavsiyeye rastlanmaz. Çocuk behemahal
arkadaşlarıyla bir araya gelecek, onlarla oynayacak, çocukluğunu yaşayacaktır.
Sünnette bunun misalleri çok vardır: Çocuğun yalnız ve hatta sadece
kardeşleriyle düşüp kalkması, onun bir kısım içtimâî his ve melekelerinin nâkıs
kalmasına sebep olacaktır. Günümüz terbiyecileri, çocuğun ruh sağlığının
korunması ve hattâ ruhî bozukluklara mâruz olanları tedâvi için, çocuğu
kaynaşabileceği akranlar grubu içerisinde koymaya büyük ehemmiyet
vermektedirler. "Arzuya şâyân olan
sosyal itiyadlar, en iyi şekilde insanın kendi yaşındakilerle düşüp kalkmasıyla
öğretileceğine" inanılmıştır.
Arkadaş meselesinde nazara alınması gereken bir husus, yaşıtlarına
dikkat etmek ise de diğer bir husus cinsiyete dikkat etmektir. Cinsî terbiye
ile ilgili bahiste açıklandığı üzere, bir çocuğun uzun müddet karşı cinsten
olanlarla düşüp kalkması, onun, o cinse ait davranışları kazanmasına yol
açmaktadır. Resâilu İhvânu's-Safâ'da câri âdetlere uzun müddet uymakla ahlâkta
onlara benzerlik hâsıl olup, kuvvet
bulacağı ifade edildikten sonra: "Şecâatli (...) ve sâlih kimselerin
yanında yetişen çocukların çoğu onların ahlâkını aynen kaptığı gibi, kadın ve
muhannislerin yanında yetişen çocuklar da aynen onlar gibi olurlar"
denmektedir.
Arkadaş seçimi hususunda dinin koyduğu tahdîddeki şiddetin
hikmetini beyân sadedinde İbnu Teymiyye'nin yapmış olduğu psikolojik bir tahlil
burada nakle değer. Ehemmiyetine binaen
tam tercümesini veriyoruz. Der ki: "Umur-u zâhirede birbirine benzeme,
umur-u bâtınada da biririne benzemeyi icabettirir. Zâhiri hal ve gidişte
müşâreke, arada zaman ve mekân bakımından uzaklık bile bulunsa, karşılıklı
tenâsüb ve kaynaşmayı icabeder. Bu söylediğimiz müşâhedenin te'yid ettiği bir
husustur. O hâlde şunu söyleyebiliriz. Az da olsa arkadaşlık ve berâber ikâmet,
yukarıda zikredilenlerin vuku bulması ve
onların mel'un ahlâklarının iktisabı için kâfi bir sebeptir. Fesâdın
sebebi açık olmayıp gizli olması hasebiyle
hüküm ona (yani müşriklerle beraberliğe)
bağlandı ve tahrim ona tevcîh edildi. Zâhirde de sebep, berâber
oluşlarıdır ve bu aynı zamanda mezmum olan ef'al ve ahlâkta, hattâ bizzat
inançlarda müşâbehetin de sebebi olma durumundadır. Bu sebeple kâfirle
düşüp kalkan, onun gibi olur. Kezâ zâhirde (hârici ahvâlde) görülen müşâreke
içte bir nevi sevgi, muhabbet ve dostluk iras eder, tıpkı içteki muhabbetin dışta benzerlik husûle getirmesi
gibi. Bu söylediğimiz de (aklî bir kıyasdan ziyade) gözlerimizle müşâhede
ettiğimiz harici bir gerçektir. Zirâ aynı bölgeden olan iki kişi, diyâr-ı gurbette karşılaşacak bir araya gelecek
olsalar, aralarında derhal bir sevgi ve bir kaynaşma meydana gelir. Bu,
yaratılıştan gelen beşerî bir haslettir ve münasebetlerde ehemmiyetli bir yer
tutar.
Şu halde umûr-u dünyevîyede benzerlik, kalbte dostluk ve sevgi
meydana getirirse, umûr-u diniyyede benzerlik neler yapmaz? Öyle ise
müşriklerle dostluk imana münâfidir." İbnu Teymiye sözlerini şu âyetle
tamamlar: "Ey imân edenler! Yahudilerle hıristiyanları dost edinmeyin.
Onlar birbirlerinin dostlarıdır. İçinizden kim onları dost ve yardımcı edinirse
o da onlardandır. Allah düşmana dostluk etmekle nefislerine zulmedenleri hak
yoluna eriştirmez" (Maide, 51).
Görüldüğü gibi bu izah, müşrikle arkadaşlığı yasaklayan bir hadis
vesilesiyle yapılmış da olsa, arkadaşlık (ve hattâ muhit) mevzuuna giren
meselelerin hepsinin psikolojik sebeplerini izah etmektedir.[83]
Arkadaşın ehemmiyetini en ziyade tebâruz ettiren (vurgulayan)
hadislerden biri: "Kişi sevdiği ile beraberdir" hadisidir.[84] Bu hadis, dünyayı da
ahireti de kucaklayan bir vüs'ate sahiptir. Bu beraberliği İslâm âlimleri
sadece mekanda beraberlik olarak da görmezler. Münâvî: "Tab'an, aklen
mükâfaaten ve mahallen beraberlik" der ve açıklar: "Bir şeye ihtimam
gösteren herkes istese de istemese de tab'ı icabı ona ve onun ehline müncezib
olur. Her insan, memnun da olsa gayr-ı memnun da olsa, kendine uygun olana
meyleder. Bu sebeple yüce ruhlar, özleriyle, himmetleriyle, amelleriyle
yücelere müncezib olurlar. Alçak ruhlar da özleriyle aşağılara müncezib
olurlar. Kim kendisinin Refik-i Â'la (yüce dost) ile mi, aşağılarla mı beraber
olacağını bilmek isterse nerede olduğuna baksın, bu dünyada iken kimlerle beraber olduğuna dikkat etsin. Zira ruh,
bedeni terketti mi, artık dünyada iken müncezib olduğu dostla beraber olur.
Çünkü ona o dost münâsibtir. Kim Allah'ı severse, o dünyada da âhirette de
onunla beraberdir. Eğer konuşacak olsa Allah'a konuşur, söz söylese Allah'tan
söyler, hareket etse Allah'ın emriyle olur, sükût etse Allah'la birlikte olur.
O, daima Allah adına, Allah için ve
Allah'ladır.
Ancak şu da bilinmelidir: Ülemâ, mahbubda birlik olmadıkça
muhabbetin sahih olmayacağı, kim muhabbet iddia eder ve fakat şeriatın
haramhelâl, emiryasak hududunu muhâfaza etmezse, doğru sözlü olmadığında
ittifak etmiştir. "Kişi sevdiğiyle beraberdir" hadisiyle: "Kim
bir kavmi ihlasla severse bu onların zümresindendir, hattâ onların amellerini
yapmamış bile olsa, çünkü kalben yakınlık
sabit olmuştur."
Tirmizî'nin rivayetinde Hz. Enes (radıyallâhu anh):
"Müslümanlar, bu hadise sevindikleri kadar başka hiçbir şeye
sevinmediler" der.
Hadisin zımnında, hayırlı kimseleri (peygamberler, sahâbîler
veliler, şehidler, sıddîkler) ebedî hayatta onlarla beraber olmak ve
cehennemden halâs bulmak ümidiyle sevmeye teşvik var. Keza Allah için sevmeye
teşvik olduğu gibi, müslümanlar arasında kinleşmekten de terhib ve korkutma
var. Çünkü kim, müslümanlara husumete devam ederse, bu mümtaz beraberliği
kaybeder.
Hadiste, ayrıca kâfirler arasındaki sevişme, onların da
cehennemdeki beraberliklerini netice verecektir ama o ne kötü yerdir.[85]
Kalbteki sevme hâdisesinin, insanın ebedî kurtuluş veya ebedî
helâketine nasıl sebep olacağının anlaşılması, izahı gereken bir husustur. Bu
sebeple İbnu Hacer'in bu hadisi şerh ederken kaydettiği bir açıklamayı
sunacağız. Ancak önce şunu bilmemiz gerekiyor: Buhârî, hadisi şu başlığı
taşıyan bâbta kaydeder:
Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin"
âyeti mucibince Allah için sevmenin alâmeti bâbı..." Buhârî, bu başlığın
altına "Kişi sevdiğiyle
beraberdir" hadisini kaydeder.
Şârihler bâb başlığı ile hadis arasında irtibat kuramazlar.
"Allah için sevmenin alâmeti" ayrı bir mevzu, "kişinin
sevdiğiyle beraber olması" ayrı bir mevzu. Pek çok şârih, aradaki
irtibatı belirtemez. Ancak Kirmânî'nin
getirdiği bir yorum, hem Buhârî'nin kurduğu irtibatı, hem de yukarıda sözünü
ettiğimiz "Sevginin necat veya
helâket sebebi oluş meselesini" anlamamıza yardımcı olacaktır.
Yoruma göre, "Bâb başlığında kastedilen şey, kulun Allah'ı
sevmesinin alâmetidir. Ayet-i kerîmeye
göre bu, sadece ve sadece Resulullah'a ittiba etmekle hâsıl olur. Hadis
ise, -her ne kadar bu meselede esas, Aleyhissalâtu vesselâm'ın bütün emirlerine
imtisal etmenin gereğini ifade ediyor ise de- bir lütuf olarak, buna inanmak
suretiyle de hâsıl olduğunu ifade eder. Yani, âyetin gereği olan bütün amellere
ittiba tam olarak yerine gelmese de,
bunu yapanlara gösterilen muhabbet ve onlarla beraberlik, kurtuluşun
aslının hâsıl olması için kâfidir. Çünkü
onları sevmek, amelleri, taatleri sebebiyledir. Muhabbet kalbin
derinliklerinden gelen bir duygudur. Allah ise, Peygamber'in emirlerini tam
olarak işleyen kimseleri sevenleri, itikadları sebebiyle mükâfaatlandırır.
Çünkü, Allah'ın mükafaatlandırmasında niyet asıldır, amel niyete tâbidir.
Ayrıca beraberlik için derecelerde müsâvaat şart değildir. (Bir ziyafet
sofrasına çok farklı derecelerdeki insanlar iştirak edip, beraber olabilirler)."
Mevzuyu tamamlayan bir izahı az ileride 3348 numaralı hadisin
açıklamasında Bediüzzaman'dan kaydedeceğiz.[86]
ـ3335 ـ1ـ عن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّه #:
وَالَّذِي
نَفْسِي
بِيَدِهِ َ تَدْخُلُوا
الجَنَّةَ
حَتَّى
تُؤْمِنُوا،
وََ
تُؤْمِنُوا
حَتّى
تَحَابُّوا.
أَ أدلُّكُمْ
عَلى شَىْءٍ
إذَا
فَعَلْتُمُوهُ
تَحَابَبْتُمْ؟
أفْشُوا
السََّمَ
بَيْنَكُمْ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والترمذي .
1. (3335)- Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Nefsim yed-i kudretinde
olan zâta yemin ederim ki, imân etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi
sevmedikçe imân etmiş olmazsınız! Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz
şeyi haber vereyim mi? Aranızda selamı yaygınlaştırın!"[87]
AÇIKLAMA:
Ülemâ selamın yaygınlaştırılmasından maksadın, Resulullah'ın
sünnetini ihya için halk arasında neşretmek olduğunu söylemiştir. Nevevî,
burada arzu edilen sünnete uyan selâmın, en azından muhatabın işiteceği kadar
sesin yükseltilmesi olduğunu belirtir. "Ses yükseltmediği takdirde sünneti
ifa etmiş olmaz" der.[88]
ـ3336 ـ2ـ وعن
النعمان بن
بَشير رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال:
]قال رسولُ
اللّه #:
مَثَلُ المُؤْمِنِينَ
في
تَوَادِّهِمْ
وَتَرَاحُمِهِمْ
وَتَعاطُفِهِمْ
مَثَلُ
الجَسَدِ إذَا
اشْتَكَى
مِنْهُ
عُضْوٌ
تَدَاعَى لَهُ
سَائِرُ
الجَسَدِ
بِالسَّهَرِ
وَالحُمَّى[.
أخرجه
الشيخان .
2. (3336)- Nu'man İbnu
Beşîr (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette, birbirlerine şefkatte
mü'minlerin misâli, bir bedenin misâlidir. Ondan bir uzuv rahatsız olsa, diğer
uzuvlar uykusuzluk ve hararette ona iştirak ederler."[89]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) cemiyeti ve hususan mü'minler cemaatini, yani
bir küll olarak ümmeti, bir cesede benzetmiştir. İnsanların her biri mü'minlerden müteşekkil bu
küllî bedenin bir uzvu durumundadır. Nasıl ki bedende sadece bir uzuv ve
mesela bir parmak rahatsız olsa o beden bütünüyle huzursuz olur, uykusuz kalır,
hararet basar vs. Şu halde mü'min,
parçası olduğu cemiyette bazı uzuvlarının ızdırabı karşısında ilgisiz kalamaz,
onlara şefkat ve merhamet duygularıyla bağlıdır. Bu duygular, insanlığımız ve bilhassa imânımız
icabı herkeste olması gerekir. Resulullah bir başka hadislerinde meseleyi daha
da vazıh olarak vaz'ederler:
"Merhametli olmadıkça imân etmiş olmayacaksınız."
"Ey Allah'ın Resulü dediler, hepimiz merhametliyiz."
"Hayır dedi, bundan maksad ehlinize olan merhametiniz değil, bilakis halka, umuma olan merhametinizdir."
2- Burada kastedilen imânın kendisi değil, kemâlidir. Şu halde
nefyedilen iman da kâmil ma'nâdaki imandır. Aksi takdirde birbirini sevmeyen
mü'minleri tekfir gerekir ki, hiçbir
âlim hadisten bunu anlamış değildir.
3- İbnu Ebî Cemre, hadiste geçen
terâhum, tevâdüd, te'âtuf, kelimelerinin ma'nâca birbirine yakın olmakla
beraber aralarında latif bir fark olduğunu gösterir ve şu açıklamayı yapar.
Terâhum'dan maksad iman kardeşliğiyle birbirine acımaktır, bir başka sebeple
değil.
Tevâdüd: Muhabbeti celbeden sılaya yer vermektir: Ziyaretleşmeler,
hediyeleşmeler gibi.
Te'âtuf: Birbirine yardım
etmektir: Elbise bağı gibi...
4- Kâdı İyâz: "Bütün mü'minlerin bir tek bedene
benzetilmesi, sahih bir benzetmedir. Maksad ince bir hakikatın anlaşılmasını
kolaylaştırmaktır, ma'nâları görünen suretler şekline dökmektir."
Hadiste müslümanların üzerimizde olan haklarının büyük olduğu
ifade edilmekte, yardımlaşma ve dayanışmaya teşvik olunmaktadır. İbnu Ebî
Cemre: "Aleyhissalâtu vesselâm, imânı cesede, ehlini âzâlarına
benzetti, çünkü imân asıldır, fürûu
tekliflerdir. Cesed de bir asıldır ağaca benzer, azaları da dallara budaklara.
Âzâlardan biri rahatsız olsa, tıpkı bir ağaç gibi diğer uzuvlarda rahatsızlık
çıkar. Dallardan birine vurulacak olsa diğer bütün dallar onun tesiriyle
kıpırdanırlar."[90]
ـ3337 ـ3ـ وعن
المقدام بن
معد يكرب
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّه #:
إذَا أحَبَّ
أحَدُكُمْ
أخَاهُ
فَلْيُخْبِرْهُ
أنَّهُ يُحِبُّهُ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي.
3. (3337)- Mikdam İbnu
Mâdikerib (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Biriniz
kardeşini (Allah için) seviyorsa ona sevdiğini söylesin."[91]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) , burada bir kimseye
ziyade bir sevgi duyduğumuz takdirde
bunu kendisine söylememizi tavsiye buyurmaktadır. Şârihler, bu haber verme ile,
karşılıklı olarak sevginin artacağını, o sebeple Resulullah'ın bu tavsiyede
bulunduğunu belirtirler.
Hattâbî: "Hadisin ma'nâsı sevişmeye, kaynaşmaya bir
teşviktir. Zira kişi, kardeşine kendisini sevdiğini haber verince, bu sâyede
onun kalbinin kendine meyletmesini sağlar ve sevgisini celbeder" der.
Hattabî, hadisten şu ma'nâyı istihrac eder: "Eğer kişi
bilirse ki seviliyor, kendisini sevenin nasihatini kabul eder. İçinde bulunduğu
bir ayıbı terketmesi veya kendinden vâki olan hatayı düzeltmesi için haber
verince bunu reddetmez, kabul eder. Eğer bunu önceden bilmezse, hakkında suizan
etmiş olmasına zâhib olur ve nasihatini kabul etmez. Hatta bu durum arada soğukluğa ve düşmanlığa
sebep olabilir."
Bağdadî der ki: "Bu teşvik, sevginin Allah için olması
şartına bağlıdır. Dünyevî bir tamah veya hevâ için olan sevginin bildirilmesi
mevzubahis değildir. Dünya ve ihsan için sevgi izhâr etmek bir dalkavukluk ve düşüklüktür."
Hadisle ilgili olarak Münâvî şu hususa dikkat çeker: "Hadisin
zahiri kadınlara şâmil değildir. Çünkü hadiste geçen ahad احد kelimesi erkekler için kullanılır, vâhid
ma'nâsındadır. Kadınlar kastedilseydi ihdâ
اِِحْدَى demesi gerekirdi. Ancak, tağlib yoluyla
kadına da şâmil kılınabilir. Betahsis erkeğin zikri, çoğunlukla hitabın onlara
gelmesi sebebiyledir. Bu durumda bir kadın, diğer bir kadını Allah için sevecek
olursa sevdiğini ona söylemesi mendubtur.
2- Bağdâdî'den de kaydettiğimiz üzere sevgiden maksad Allah
için sevmektir. Sadedinde olduğumuz hadisin metninde bu kayıt yoksa da başka
hadislerde gelmiştir. 3341-3345 numaralar arasında yer alan hadislerde
görüleceği üzere, Resulullah ısrarla, tekrarla mü'minleri, Allah için
birbirlerini sevmeye teşvik etmiştir. Bu sebeple metnin tercümesine bu tabiri
parantez içerisinde kaydettik.
Münâvî: "Mü'min, mü'min kardeşini onda bulunan güzel sıfatları sebebiyle sevmelidir" der ve
devam eder: "Çünkü âlî himmet ve yüce ahlâk sâhiplerinin şe'ni, onlarda
bulunan bu makbul sıfatlar sebebiyle
sevgidir, muhabbettir. Çünkü onlar, zâtlarında buldukları kemâl sebebiyle bu
hasletlerde kendilerine iştirak edenleri severler. Böylece onlar, hakikat-ı
hâlde kendi zâtları ve sıfatlarından başka bir şeyi sevmiş olmuyorlar. Aynı
şekilde, bunu zâtî muhabbete şümûlü de iddia edilmiştir, yeter
ki fâsid maksadlardan ârî olsun."[92]
ـ3338 ـ4ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ رَجُلٌ
عِنْدَ
النَّبيِّ #،
فَمَرَّ
رَجُلٌ فقَالَ:
يَا رسولَ
اللّهِ! إنِّي
أُحِبُّ هذا.
قالَ:
أعْلَمْتَهُ؟
قالَ: َ. قالَ: فَأعْلِمْهُ.
فَلَحِقَهُ.
فقَالَ: إنِّي
أُحِبُّكَ في
اللّهِ.
فقَالَ:
أحَبَّكَ
الَّذِي أحْبَبْتَنِي
لَهُ[. أخرجه
أبو داود .
4. (3338)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın
yanında bir adam vardı. Derken oradan birisi geçti. (Aleyhissalâtu vesselâm'ın
yanındaki):
"Ey Allah'ın Resulü! dedi, ben şu geçeni seviyorum."
"Pekiyi kendisine haber verdin mi?" diye Aleyhissalâtu
vesselâm sordu.
"Hayır!" deyince,
"Ona haber ver!" dedi. Adam kalkıp, gidene yetişti ve:
"Seni Allah için seviyorum!"dedi. Adam da:
"Kendisi adına beni sevdiğin Zât da seni sevsin!" diye
mukabelede bulundu."[93]
ـ3339 ـ5ـ وعن
يزيد بن نعامة
الضبي رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]قال رسولُ
اللّهِ #: إذَا
آخَى الرَّجُلُ
الرَّجُلَ
فَلْيَسْألْهُ
عَنِ اسْمِهِ وَاسْمِ
أبِيهِ
وَمِمَّنْ
هُوَ فإنَّهُ
أوْصَلُ لِلْمَوَدَّةِ[.
أخرجه
الترمذي .
5. (3339)- Yezîd İbnu
Nu'âme ed-Dabî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Bir
kimse, bir başkasıyla kardeşleştiği zaman, ilk iş ismini, babasının ismini ve
kimlerden olduğunu sorsun. Çünkü böyle yapmak, sevginin artmasına daha
uygundur."[94]
ـ3340 ـ6ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سَمِعْتُ
رسولَ اللّهِ
# يَقُولُ:
أحْبِبْ حَبِيبَكَ
هَوْناً مَا
عَسَى أنْ
يَكُونَ بَغِيضَكَ
يَوْماً مَا،
وَأبْغِضْ
بَغِيضَكَ
هَوْناً مَا
عَسَى أنْ يَكُونَ
حَبِيبَكَ
يَوْماً مَا[.
أخرجه الترمذي
وصحح وقفه .
»الهَوْنُ«
الرّفق،
وإضافة ما
إليه تُفِيدُ
التقليل،
يعنى أحبه
حباً قَصْداً
َ إفراط فيه .
6. (3340)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın
şöyle söylediğini işittim:
"Dostunu severken ölçülü sev, günün birinde düşmanın
olabilir. Düşmanına da buğzunu ölçülü yap, günün birinde dostun olabilir."[95]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, bazı rivayetlerde Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
' ın, bazı rivayetlerde de Hz. Ali (radıyallâhu anh)'nin sözü olarak rivayet
edilmiştir. Bir hadisin bu şekilde ref ve vakfına ihtilâf olursa, kaideten
ref'i esas alınır ve hadis merfu addedilir.
2- Önceki hadislerde hep dostla olan münasebetler üzerinde
durulduğu halde burada düşmana temas edilmekte ve mühim bir âdâb
belirtilmektedir: Ölçülü olmak.... Biz de bu vesile ile bir mü'minin,
düşmanıyla münasebetlerinde takip etmesi gereken siyaseti biraz açmak
istiyoruz:
Kur'an ve Sünnette en çok müteyakkız ve uyanık
olunması, her an kendisiyle mücadele
içerisinde ve ona karşı tetikte bulunulması gereken düşman olarak,
kişinin nefis ve şeytanı [Yusuf 53; Haşr 19; Furkân 43; Kasas 50; Câsiye 23;
Fâtır 6; Zuhruf 62)] gösterilmiş olmakla beraber, harici düşman meselesine de
yer verilmiştir. Burada daha ziyade, affetme talep edilirse de, ölçü dahilinde,
yapılan miktarı tecâvüz etmeksizin kötülüğe karşılık vermeye de müsaade
edilmiştir.
Hz. Peygamber, "Allah, kötülüğü kötülükle yok etmez, ancak
iyilikle yok eder" düsturuna tâbi olarak, şahsî hayatında kötülüğü
kötülükle karşılamaz, daha ziyade affeder ve bağışlardı. O'nun bu affedici,
bağışlayıcı ve kötülüklere iyilikle, mukabele edici davranışları düşmanlarını
yok ediyor. "Az önce nazarımda dünyânın en menfur kimsesi iken, şimdi
dünyanın en sevgilisi oldun" itiraflarını yaptıran âni değişiklikler,
kalbî fetihler yaptırıyordu. Az önce kendisini öldürmek kastiyle dolu olan
kimse, uğrunda canını fedâ etmeye hazır bir hâlet kazanıyordu.
Şahsen tatbik ettiği affedici politikanın müslümanlar tarafından
da tatbikini istemiş: "Kötülüğe iyilikle mukabele etmekle kötülüğü
yok et ve insanlara güzel ahlâkla muâmele et" demiştir. İnsanlara afla
muamele hususunda Kur'ân'da pek çok âyet gelmiştir.
Ancak bütün bu şahsî fiillerine, Kur'ânî ve şifâhî tavsiyelerine
rağmen kötülük yapanların, daha açık ifadesiyle düşmanın, tecziye edilerek
haddinin bildirilmesine izin verilmiştir. Burada, hıristiyanlığın ve tatbikatta
hıristiyanlar arasında bile sözde kalmış olan, sağ yanağa tokat vurulunca sol
yanağı da uzatmak (yâni kötülük yapana kötülükle muâmele etmemek) prensibi mevcut
değildir. Âyet-i kerîme şöyle der:
"Kötülüğün cezası da ona denk bir kötülüktür. Fakat kim bağışlar ve
(kendisiyle düşmanı) arasını düzeltirse, onun mükâfaatı Allah'a âittir. Elbette
O, zâlimleri sevmez" (Şûrâ 40).
Zâlim taraf, misliyle ceza görmediği takdirde, mazlum taraf da
intikam hislerini kabartarak, tahdid ve kontrolü imkânsız alışkanlıklara yol
açmak suretiyle düşmanlıkların teselsül edip gideceğinden korkulmuştur. Aile ve
hatta kabile ve aşiretlerin tükenmesiyle neticelenen kan davalarının
menşeinde bu çeşit normal şekilde tatmin
edilmemiş hisler bulmak mümkündür. Misliyle ceza bunları önleyecek mahiyette
olduğu için, Kur'an'da: "Kısasta sizin için hayat var" (Bakara 179)
denmekten başka, misli taşıp, haddi
tecavüz edici davranışlar, şiddetli azabla tehdid edilmiştir [Bakara
178, Şûrâ 40-42).] Bütün bunların temelinde yatan kin, buğz gibi beşeri huylar da Hz. Peygamber'in diliyle
takbih edilmiştir.
Netice olarak:
"Dostuna sevginde ölçülü bağlan,
Belki de bir gün düşmanın olur.
Düşmana buğzunda ölçülü davran,
Belki de bir gün has dostun olur."
şeklinde de ifade edebileceğimiz, sadedinde olduğumuz hadis,
"Düşmanların dahi başkaca faidesi olur. Çünkü düşman daima bir kimsenin
kusurlarını taharrî idub söyleyeceklerinden bir daha işlememeyi ihtâr etmek
olur. Bizim en büyük düşmanımızı hâriçte arayıp nefsimizde aramamak hatalı olur
(...)" şeklinde son derece ölçüye dâvet eden ifâdelerin terbiye kitaplarımızda yer
almasına vesile olmuştur.[96]
ـ3341 ـ7ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رَسولُ
اللّه #:
يَقُولُ
اللّهُ عَزَّ
وَجَلَّ يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
أيْنَ
المُتحَابُّونَ
بِجََلِي؟
الْيَوْمَ
أُظِلُّهُمْ
في ظِلِّي
يَوْمَ َ
ظِلَّ إَّ
ظِلِّي[.
أخرجه
الترمذي وصححه
.
7. (3341)- Yine Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Aziz ve Celîl olan Allah
Teâlâ hazretleri Kıyamet günü şöyle
diyecek: "Benim celâlim adına sevişenler nerede? Gölgemden başka hiçbir
gölgenin bulunmadığı şu günde onları gölgemde gölgelendireyim!"[97]
AÇIKLAMA:
Cenâb-ı Hakk'ın gölgesi olmayacağına göre, hadisi lafzî ma'nâsıyla
anlamak uygun düşmez. Cenâb-ı Hakk'ın, Kıyamet günü tecelli edecek olan rahmet
ve himayesi böyle teşbihli bir üslupla ifade edilmiştir. Çeşitli vesilelerle
tekrar ettiğimiz bir hususu bir kere daha hatırlayalım: Âyet ve hadislerde
gelen bu çeşit müteşâbih ifadelerin ma'nâyı lügavisine değil, ma'nâyı maksuduna
bakmak gerekir. Selef ulemâsı bu çeşit ifadeleri: "Kastedilen muradı Allah
bilir" diyerek yoruma gitmemiş ise de, müteahhir ulemâ, duyulan lüzum
üzerine, bazı te'vil ve yorumların gereğine inanmış ve müteşabih ifadeleri
makul ma'nâlara tevcih etmiştir.
Şu halde, bu hadiste Resul-i Ekrem, mü'minlere birbirlerini Allah'ın rızasını elde etmek
maksadıyla sevmelerini tavsiye ediyor. Buna terettüp edecek sevabın büyüklüğüne
dikkat çekiyor.[98]
ـ3342 ـ8ـ وعن
معاذ بن جبل
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّه #:
يَقُولُ
اللّهُ عَزَّ
وَجَلَّ:
المُتَحَابُّونَ
في جََلِي
لَهُمْ مَنَابِرُ
مِنْ نُورٍ
يَغْبِطُهُمُ
النَّبِيُّونَ
وَالشُّهَدَاءُ[.
أخرجه مسلم
ومالك .
8. (3342)- Hz. Mu'âz İbnu
Cebel (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Allah Teâlâ hazretleri buyuruyor ki: "Benim celâlim
adına birbirlerini sevenler var ya! Onlar için nurdan öyle minberler vardır ki,
peygamberler ve şehidler bile onlara gıbta ederler."[99]
ـ3343 ـ9ـ وعن
أبي إدريس
الخونى عن
معاذ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
عن النّبي #
قال: ]يَقُولُ
اللّهُ تَبَارَكَ
وَتَعالى:
وَجَبَتْ مَحَبَّتِي
لِلْمُتَحَابِّينَ
فِيَّ، وَلِلْمُتَجَالِسِينَ
فِيَّ،
وَلِلمُتَزَاوِرِينَ
فِيَّ،
وَلِلْمُتَبَاذِلِينَ
فِيَّ[. أخرجه
مالك .
9. (3343)- Ebû İdrîs
el-Havlanî, Mu'âz İbnu Cebel (radıyallâhu anh)'den naklediyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah Tebâreke ve Teâlâ
Hazretleri şöyle hükmetti: "Benim rızam için birbirlerini sevenlere, benim
için bir araya gelenlere, benim için birbirlerini ziyaret edenlere ve benim
için birbirlerine harcayanlara sevgim vacip olmuştur."[100]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin, Muvatta'da esbab-ı vürûduyla ilgili uzun bir aslı
var. Teysir, sadece merfu kısmını almış.
2- Hadiste geçen ve
"Benim için biraraya gelenler..." diye tercüme ettiğimiz mücâlese, meclis
ve cemaat teşkil etmek demektir. Yani Allah'ı zikretmek veya Allah'ın rızasına
vesile olacak bir maksadla bir araya gelmek demektir. Cüneyd rahimehullah,
halvet halinde meşgul iken, ihvanları ziyaretine gelir. Halveti bırakıp onların
yanına gelir ve şöyle der: "Eğer bilsem ki, sizinle beraber oturmaktan daha
hayırlı bir şey var, onu yapar, yanınıza gelmezdim. Ne var ki, havâsla beraber
olmanın, tam bir huzura ermede ve ilmin
neşrinde, başka hiçbir şeyde olmayan bir tesiri var."
3- Mütebâzil: (Birbirine harcayan) tabiri, el-Bâcî'ye göre,
"nefislerini, mallarını düşmanla cihadda harcayan, Allah'ın rızasını
kazanma yoluna koyan" demektir. Ama başka âlimler: "Arkadaşının bütün
hallerinde ciddî meseleleri için, Allah'ın rızasını düşünerek malını, nefsini
harcayanların her biri..." diye açıklamış; Hicret sırasında mağarada
nefsini, daha sonraki fırsatlarda da malının tamamını bezleden Hz. Ebû Bekr
(radıyallâhu anh)'i misal vermişlerdir.
4- Mütevâzir: Allah rızasından başka bir gâye gütmeyen ziyaretlerde bulunanlar
demektir.
5- Hadisin Taberânî'de gelen bir veçhinde mütesâddıkîn
ziyadesi gelmiştir, bu da: "Birbirlerine tasadduk edenler..."
Allah rızası için bu işleri
yapanlar kalplerini sadece O'nunla meşgul etmiş, başka şeyleri kalblerinden
çıkarmış oldukları ve tevhide bağlamış bulundukları için hadiste vaadedilen
mükâfaata hak kazanırlar.[101]
ـ3344 ـ10ـ وعن
أبي ذر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّه #:
أفْضَلُ
ا‘عْمَال
الحُبُّ في اللّهِ،
وَالْبُغْضُ
في اللّهِ[.
أخرجه أبو داود
.
10. (3344)- Hz. Ebû Zerr
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Amellerin en faziletlisi
Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir."[102]
AÇIKLAMA:
Hadis, sırf Allah rızası için olan sevmeleri ve sırf O'nun rızası
için olan nefret ve buğzları en üstün amel olarak değerlendirmektedir. Her
insanda sevgi ve nefret vardır ve bunları mutlak isti'mal edecektir. Şu halde
mü'min, bu hislerini iradesi ile yönlendirerek, sevdiklerini Allah için sevse,
sevmediklerini de yine Allah için sevmese kazancı büyük olacaktır. Menfaat,
korku gibi dünyevî emrivâkilerin tesiriyle sevmek veya nefret etmek araya girdi
mi hasaret büyük oluyor.
Âlimler derler ki: "Allah için sevmenin gereklerinden biri,
Allah'ın evliya ve asfiyalarını sevmektir. Onları sevmenin şartlarından biri de
onların bıraktığı sünnete uyup, onlarla yetinmek,
bidata yer vermemek ve onların tavsiyelerine uymaktır."
Fâsıklara, zâlimlere ve günahkârlara karşı meşru ölçüde buğzetmek
"Allah için buğz"a girer.
İbnu Raslân der ki: "Bu hadis gösteriyor ki, kişinin Allah
için buğzetmesi gereken düşmanlarının olması gerekir, nitekim Allah için sevdiği dostlarının olması
da gerektiği gibi. Bu hususu şöyle açıklarız: "Eğer sen, bir insanı,
Allah'a mutî ve Allah nezdinde mahbub diye seversen, Allah'a âsi olacak olsa, ona buğzetmen gerekir. Çünkü Allah'a âsi
olmuştur ve Allah nazarında menfurdur. Öyleyse kim (birisini) bir sebeple
severse, zarurî olarak, ona, bunun zıddıyla nefret edecektir. Bu iki sıfat
birbirisiz olamayan, biri diğerini gerektiren iki vasıftır. Âdet olarak bu
durum, sevgi ve nefretlerde muttarıddır."
Taberânî Mu'cemu'l-Kebîr'de merfu olarak İbnu Abbâs'tan şunu
kaydeder: "İman bağlarının en sağlamı Allah için dostluk, Allah için
düşmanlık, Allah için sevgi, Allah için nefrettir."[103]
ـ3345 ـ11ـ وعن
عمر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رسولُ
اللّه #: إنَّ مِنْ
عِبَادِ
اللّهِ
نَاساً مَا
هُمْ بِأنْبِيَاءَ
وََ
شُهَدَاءَ
يَغْبِطُهُمْ
ا‘نْبِيَاءُ
وَالشُّهَدَاءُ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
لِمَكَانِهِمْ
مِنَ اللّهِ
تَعالى. قالُوا:
يَا رَسُولَ
اللّهِ
فَخَبِّرْنَا
مَنْ هُمْ ؟
قالَ: هُمْ
قَوْمٌ
تَحَابُّوا
بِرُوحِ اللّهِ
عَلى غَيْرِ
أرْحَامٍ
بَيْنَهُمْ،
وََ أمْوَالَ
يَتَعَاطَوْنَها.
فَواللّهِ
إنَّ وُجُوهَهُمْ
لَنُورٌ،
وإنَّهُمْ
لَعَلى نُورٍ.
َ يَخَافُونَ
إذَا خَافَ
النَّاسُ،
وََ يَحْزَنُونَ
إذَا حَزِنَ
النَّاسُ.
وَقَرأ هذِهِ اŒية:
أَ أنَّ
أوْلِيَاءَ
اللّهِ َ
خَوْفٌ عَلَيهِمْ
وََ هُمْ
يَحْزَنُونَ[.
أخرجه أبو
داود .
11. (3345)- Hz. Ömer
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Allah'ın kulları arasında bir grup var ki, onlar ne
peygamberlerdir ne de şehidlerdir. Üstelik Kıyamet günü Allah indindeki
makamlarının yüceliği sebebiyle peygamberler de, şehidler de onlara gıpta
ederler."
Orada bulunanlar sordu:
"Ey Allah'ın Resulü! Onlar kim, bize haber ver!"
"Onlar aralarında ne kan bağı ne de birbirlerine
bağışladıkları bir mal olmadığı halde, Allah'ın ruhu (Kur'ân) adına
birbirlerini sevenlerdir. Allah'a yemin ederim, onların yüzleri mutlaka
nurdur. Onlar bir nur üzeredirler. Halk korkarken, onlar korkmazlar. İnsanlar üzülürken, onlar
üzülmezler.
Ve şu âyeti okudu: "Haberiniz olsun Allah'ın dostları var ya!
Onlara ne korku var ne de onlar üzülecekler" (Yunus 62).[104]
AÇIKLAMA:
Hadiste geçen Allah'ın ruhu tabirindeki ruh'tan maksad Kur'ân'dır.
Ruh'u Kur'ân'la tevil eden ulemâ şu âyeti delil getirmiştir: "İşte biz
sana emrimizden bir Ruh (Kur'ân) vahyettik" (Şûrâ 52). Kur'ân'ın Ruh
olarak isimlenmesi, kalblerin onunla hayat bulmasındandır, tıpkı nefislerin ve
bedenlerin hayatı ruhlarla olması gibi. Ancak bununla muhabbet kastedilmiştir, yani "Alah'ın
kalblerine îka ettiği, Allah için olan hâlis muhabbet sayesinde birbirlerini
severler" demektir.[105]
ـ3346 ـ12ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّه #:
إذَا أحَبَّ
اللّهُ تَعالى
الْعَبْدَ
نَادَى
جِبْرِيلَ:
إنَّ اللّهَ يُحِبُّ
فَُناً
فَأحْبِبْهُ.
فَيُحِبُّهُ جِبْرِيلُ.
ثُمَّ
يُنَادِي فِي
أهْلِ
السَّمَاءِ:
إنَّ اللّهَ
يُحِبُّ فَُناً
فَأحِبُّوهُ
فَيُحِبُّهُ
أهْلُ السَّمَاءِ.
ثُمَّ
يُوضَعُ لَهُ
الْقَبُولُ في
ا‘رْضِ[. أخرجه
الثثة
والترمذي.وزاد
مسلم: وَإذَا
أبْغَضَ
عَبْداً
نَادى
جِبْرِيلَ:
»إنِّى
أُبْغِضُ
فَُناً
فَأبْغِضْهُ.
فَيُبْغِضُهُ
جِبْرِيلُ،
ثُمَّ
يُنَادِي في
أهْلِ
السَّمَاءِ:
إنَّ اللّهَ
يُبْغِضُ
فَُناً
فَأبْغِضُوهُ،
ثُمَّ
تُوضَعُ لَهُ
الْبَغْضَاءُ
في ا‘رْضِ« .
12. (3346)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah bir kulu sevdi mi
Hz. Cebrâil aleyhisselâm'a:"Allah falanı seviyor, onu sen de sev!"
diye seslenir. Onu Cebrâil de sever. Sonra o, sema ehline:
"Allah falanı seviyor, onu siz de sevin!" diye nidâ
eder, derken, bütün sema ehli de onu sevmeye başlar. Sonra onun için arz (halkı
arasına hüsn-ü kabûl) konur."[106]
Hadisin Müslim' deki rivayetlerinde şu ziyade var:
"Allah Celle Celâluhu, bir kula da buğzetti mi Cebrâil
Aleyhisselâm'a: "Ben falancaya
buğzettim sen de buğzet!" diye seslenir. Ona Cebrâil de buğzetmeye başlar.
Sonra Cibrîl sema ehline nidâ eder:
"Allah Celle Celâluhu falan kimseye buğzetti, siz de
buğzedin!" Sonra yeryüzüne onun
için buğz vaz'edilir."[107]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, insanın iyi ve kötü halleriyle semâvât ahalisi olan
meleklerin ilgisini göstermektedir.
İnsanoğlunun davranışları kendine
münhasır kalmıyor. Cenâb-ı Hakk, onun razı olduğu hallerinden memnuniyetini, razı olmadığı
hareketlerinden de buğzunu sema ahalisine derhal duyurup, onların da rahmet
dualarını veya tel'inlerini sağlıyor. Bu hadis insanları hep hayra teşvik
etmekten başka, insanın halife-i zemin olarak Allah indindeki ehemmiyetini de
göstermektedir: İyi veya kötü, onun her hali, ilâhî saltanatın uçsuz bucaksız semâvât memâlikinin ahalisi olan
bütün melekleri ilgilendiren mühim bir hadise olmaktadır.
2- Allah'a kulu sevdiren sebep, kulun iyi niyeti, ihlası,
hayır amelidir. Allah'ın insanı sevmesi, ondan razı olması, onun hayrını
istemesi, ona rahmetiyle muamele etmesi demektir. Buğzu da, kulun isyanı ve
küfrü sebebiyledir, onun şekâvet ve cezalandırılmasına irade buyurmasını, rahmet ve mağfiretini
esirgemesini ifade eder.
3- Kabûl'ün veya buğzun yeryüzüne konması, kulun ameline tabi
olarak yeryüzü ahalisine sevdirilmesi veya sevdirilmemesi demektir. Şu halde
yeryüzünde Allah dostlarının samimi sevgilerine mazhar olmak isteyenlerin de
öncelikle Allah'ı razı edecek fiillerde bulunması gerekmektedir.[108]
ـ3347 ـ13ـ وعن
أبي ذر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قُلْتُ
يَا رَسُولَ
اللّهِ،
الرَّجُلُ
يُحِبُّ
الْقَوْمَ
وََ
يَسْتَطِيعُ
أنْ يَعْمَلَ
عَمَلَهُمْ؟
قالَ: أنْتَ
يَا أبَا
ذَرٍّ مَعَ
مَنْ أحْبَبْتُ[.
13. (3347)- Hz. Ebû Zerr
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Ey Allah'ın Resûlü! dedim. Kişi, bir kavmi
sever, fakat onların amelini işleyemezse, (sonu ne olacak)?"
"Ey Ebû Zerr, buyurdu, sen
sevdiğinle berabersin!"[109]
ـ3348 ـ14ـ وفي
لفظ الترمذي:
]المَرْءُ
مَعَ مَنْ أحَبَّ[.
أخرجه أبو
داود عن أبي
ذرّ والترمذي عن
صفوان بن
عسَّال .
14. (3348)- Tirmizî'nin bir
rivayetinde: "Kişi sevdiğiyle beraberdir" denmiştir.[110]
AÇIKLAMA:
1- İbnu Hacer'in belirttiğine göre, bu hadis, yirmi kadar
sahâbi tarafından rivayet edilmiştir.[111]
2- Bu hadisle ilgili geniş açıklamayı 3334 numaralı hadisten
sonra yer verdiğimiz, Çocuk Terbiyesi Bakımından Arkadaşın Ehemmiyeti başlığını
taşıyan kısmın sonunda kaydettiğimiz, "Kişi Sevdiği ile Beraberdir"
pasajında yaptığımız için burada tekrar etmeyeceğiz. Ancak Resulullah'ın hem
mertebece düşük, hem de sayıca pek çok insanlarla, âhirette nasıl beraber
olacabileceği meselesini açıklayan bir bahsi Bediuzzaman'dan kaydedeceğiz. Merhum
önce soruyu sorar, sonra cevabını verir."
SUAL: "Kişi Sevdiği ile Beraberdir" sırrınca: "Dost
dostuyla beraber cennette bulunacaktır. Halbuki, basit bir bedevî, bir dakîkada
sohbet-i Nebeviyyede lillah için bir muhabbet peyda eder o muhabbetle cennette
Peygamber aleyhissalâtu vesselâm'ın yanında bulunması lazım gelir. Halbuki,
gayr-i mütenâhî feyze mazhar Resul-i Ekrem aleyhissalâtu vesselam'ın feyzi, bir
basit bedevî feyziyle nasıl birleşir?
EL-CEVAP: Bir temsil ile, şu ulvî hakikata şöyle bir işaret ederiz
ki, meselâ, gayet güzel ve şa'şaalı bir bağda, muhteşem bir zat, gayet büyük
bir ziyafet, gayet müzeyyen bir seyrangah, öyle bir surette ihzar etmiş ki:
Kuvve-i zâikanın hissedecek bütün lezâiz-i mat'ûmatı câmi, kuvve-i basıranın
hoşuna gidecek bütün mehasini şâmil, kuvve-i hayaliyyeyi keyiflendirecek bütün
garaib-i müştemil ve hakeza... bütün havass-ı zahire ve batınayı okşayacak ve
memnun edecek herşeyi içine koymuştur. Şimdi iki dost var. Beraber o ziyafete
giderler. Bir locada, bir sofrada oturuyorlar. Fakat birisinin kuvve-i zâikası
pek az olduğundan cüz'i zevk alır. Gözü de az görüyor. Kuvve-i sâmmesi (koklama
duygusu) yok. Sanayi-i garibeden anlamaz. Hârika şeyleri bilmez. O nüzhetgâhın,
binden ve belki milyondan birisi, kabiliyeti nisbetinde ancak zevk ederek
istifade eder. Diğeri ise, bütün zahirî ve bâtınî duyguları, akıl ve kalb ve
hırs ve latifeleri, o derece mükemmel ve o mertebe inkişaf etmiştir ki: o
seyrangâhtaki bütün incelikleri, güzellikleri ve letaifi ve garaibi, ayrı ayrı
hissedip zevk ederek, ayrı ayrı lezzet aldığı halde, o dost ile omuz omuzadır.
Madem, bu karmakarışık, elemli ve daracık şu dünyada böyle oluyor. En küçük ile
en büyük beraber iken, Serâ'dan Süreyya'ya kadar fark oluyor. Elbette, dâr-ı
saadet ve ebediyet olan cennette, bittariki'l- evlâ dost, dostu ile beraber
iken; herbirisi istidadına göre sofra-ı Rahmanirrahim'den, istidatları
derecesinde hisselerini alırlar. Bulundukları cennetler ayrı ayrı da olsa,
beraber bulunmalarına mâni olmaz. Çünkü, cennetin sekiz tabakası bir birinden
yüksek oldukları halde, umumun damı Arş-ı A'zam'dır. Nasıl ki, mahrûtî (koni
biçiminde) bir dağın etrafında, birbiri içinde birbirinden yüksek, kaidesinden
zirvesine kadar surlu daireler bulunsa, o daireler birbirinin üstündedir...
Fakat, birbirinin güneş görmelerine mâni olmaz, birbirinden geçebilir, bir
birine bakar. Öyle de: Cennetler de buna yakın bir tarz ile olduğu, ehâdisin
mütenevvî rivâyâtı işaret ediyor."[112]
ـ3349 ـ15ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسولُ
اللّهِ #:
ا‘رْوَاحُ جُنُودٌ
مُجَنَّدَة،
مَا
تَعَارَفَ
مِنْهَا ائْتَلَفَ،
وَمَا
تَنَاغَرَ
مِنْهَا اخْتَلَفَ[.
أخرجه مسلم.
وأبو داود،
وأخرجه
البخاري عن
عائشة .
15. (3349)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ruhlar toplanmış
cemaatler (gibidir). Onlardan birbiriyle (önceden) tanışanlar kaynaşır,
tanışmayanlar ayrılırlar."[113]
AÇIKLAMA:
Bu hadis insan ruhlarının grup grup toplanmış cemaatler olduğunu
belirtmektedir. Mücennede "karşılıklı olarak (mütekâbilen)" ma'nâsına
geldiği gibi "karışık olarak (muhtaliten)" ma'nâsına da gelir.
Nitekim ruhların bir kısmı hizbullah'ı, bir kısmı da hizbuşşeytan'ı teşkil
etmektedir.
Hadisteki, teârüf, birbirlerini tanımak demektir. Öyleyse,
bedenlere girmezden önce birbirlerini tanımış olanlar, beden giydikten sonra da
bir araya gelirler, iyiler iyiler hizbini, kötüler de şerirler hizbini meydana
getirir. Önceden tanışmayan ruhlar beden giydikten sonra dünyada biraraya
gelecek olsalar kaynaşamazlar.
Bu hadisi Nevevî: "Ruhlar, "toplanmış cemaatler"
veya "muhtelif nevler" şeklindedir" diye anlar. Tanışmaları için
de: "Ruhları yaratırken hepsinin fıtratına koyduğu müşterek bir hassa
sebebiyledir." Bazıları: "Ruhların sıfatlarının ve ahlâklarının
uygunluk içinde yaratılmış olmaları sebebiyle tanışıp kaynaştıklarını"
söylemiştir. Bazı âlimler de: "Ruhlar toplu olarak yaratıldılar,
tabiatları birbirine uzak olanların birbirlerinden nefret edip muhalefetle
dağıldıklarını" söylemiştir.
Hattabî ve diğer bazıları da "Ruhların kaynaşması, Allah'ın
onları başlangıçta şekâvet ve saâdet üzere yaratmış olmasındandır. Nitekim ruhlar
mütekâbil iki kısımdan meydana gelir. Dünyada bedenler karşılaşınca,
yaratıldıkları esasa göre kaynaşır veya zıdlaşırlar. Hayırlılar hayırlılara,
şerirler de şerirlere meylederler" demiştir.
İbnu'l-Cevzî der ki: "Bu hadisten şu istifade elde edilir:
"Kişi, fazilet ve salâh sahibi bir kimseden nefret duyar ise, ona bunun
sebebini araması gerekir, ta ki bunun izalesine çalışıp kendindeki mezmum
vasıftan kurtulsun. Aksi durum için de aynı şey söylenebilir."
Kurtubî de şöyle der: "Ruhlar, ruh olması itibariyle bir
iseler de, birçok sebeplerle birbirlerinden ayrılırlar ve tenevvü ederler, tek
bir evden pekçok şahıslar ortaya çıkar. Aynı nev'e has bir ma'nânın, o nev'in
ferdlerinde müştereken bulunması sebebiyle aralarında bir tenasüb hâsıl olur.
Bundan dolayı, her bir nev'in şahıslarının nevleriyle uyuştuğunu, muhalifiyle
zıdlaştığını müşahede edersin. Ayrıca, bazan aynı nev'e giren bir kısım
fertlerin bazılarıyla uyuşurken, diğer bazılarıyla zıdlaştığını da görürüz. Bu,
ittifak ve infiradı hâsıl eden bazı şeylerin o ferdlerde bulunması
sebebiyledir."[114]
ـ3350 ـ1ـ عن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قالَ رَسولُ
اللّهِ #:
المُسْلِمُ
أخُو المُسْلِمِ
َ يَظْلِمُهُ
وََ
يُسْلِمُهُ،
وَمَنْ كَانَ
في حَاجَةِ
أخِيهِ كَانَ
اللّهُ في حَاجَتِهِ،
وَمَنْ
فَرَّجَ عَنْ
مُسْلِمٍ كُرْبَةً
فَرَّجَ
اللّهُ
عَنْهُ بِهَا
كُرْبَةً
مِنْ كُرَبِ
يَوْمِ
الْقِيَامَةِ،
وَمَنْ
سَتَرَ
مُسْلِماً
سَتَرَهُ
اللّهُ يَوْمَ
الْقِيَامَةِ[.
أخرجه أبو
داود.وزاد
رزين في
رواية: ]وَمَنْ
مَشَى مَعَ
مَظْلُومٍ
حَتَّى
يُثْبِتَ لَهُ
ثَبَّتَ
اللّهُ
تَعالى
قَدَمَيْهِ
عَلى
الصِّرَاطِ
يَوْمَ
تَزِلُّ
ا‘قْدَامُ[ .
1. (3350)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Müslüman müslümanın
kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim, kardeşinin
ihtiyacını görürse Allah da onun ihtiyacını görür. Kim bir müslümanı bir
sıkıntıdan kurtarırsa, Allah da o sebeple onu Kıyamet gününün sıkıntısından
kurtarır. Kim bir müslümanı örterse, Allah da onu kıyamet günü örter."[115]
Rezîn bir rivayette şunu ilave etti: "Kim, hakkı sübût
buluncaya kadar mazlumla birlikte olursa, ayakların kaydığı günde Allah onun
ayağını Sırat'ta sâbit kılar."[116]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste İslâm kardeşliğinin nasıl gerçekleşeceği
belirtilmektedir. Görüldüğü üzere müslüman, iman kardeşine karşı bazı
vazifelerle mükellef durumda: Zulmetmeyecek, tehlikeye atmayacak, sıkıntısını
giderecek, yardımına koşacak ve örtecek.
Resulullah "Örtme" işini mutlak bırakmıştır. Bu sebeple
şârihler: "Bedenini örtmek, ayıbını örtmek, ihtiyacını örtmek, gıybetini
yapmamak suretiyle kusurlarını örtmek vs." diye her çeşit örtme'yi
anlamışlardır.
Şunu da belirtelim ki, müslümanı örtmek, zulüm veya fesadı örtmeye müncer olmamalıdır. Bazı kusurlar, başkasına tecavüz ve zulüm şeklinde veya fesad, fitne şeklinde olabilir. Böylesi ayıplar örtülmez, yetkililere ihbar edilir. Bu müstehabtır, gıybet değildir. Keza ma'siyet işleyen, o davranışından imkân nisbetinde yasaklanır. Ama âciz kalınır, vazgeçirilemezse, bir fesada sebep olmayacaksa hâkime başvurulur. Örtülmesi gereken bir ayıpsa, bu halka karşı örtülür. Adamla kendi arasında kalmak şartıyla kusur sâhibi ikâz edilebilir. İbnu Hacer: "Örtme işi, işlenmiş, bitmiş günahlar için geçerlidir. Müdahale, ikâz işi, bulaşılmış, yapılmakta olan günah içindir. Vazgeçmediği takdirde hâkime gitmek vaciptir. Bu gıybet değil bilakis vacip olan nasihattır" der.
2- Hadis müslümanları kardeş ilan ederken mutlak zikretmiştir.
Öyleyse bu kardeşliğe hür, köle, bâliğ,
mümeyyiz hepsi girer. Öyleyse müslümanın bunlardan birine zulmü
haramdır.
3- Müslümana yapılacak yardımın hükmü şartlara göre farklıdır:
Farz, vacib, mendub olabilir.
Taberânî'nin bir başka tarikten yaptığı rivayette şu ziyade
vardır: "Başına gelen bir musibette yardımsız bırakmaz." Müslim'in
bir rivayetinde "...onu tahkir etmez, şer olarak müslümana, müslüman
kardeşini tahkir etmesi yeterlidir"
denmiştir. Yine Müslim'de: "Kul kardeşinin yardımında olduğu
müddetçe Allah o kulun yardımındadır" denmiştir.
4- Hadisten Çıkarılan Bazı Fevâid:
* Verilecek karşılıklar, tâat cinsinden olacaktır.
* Bir kimse, din kardeşliğini kastederek: "Falan,
kardeşimdir" diye yemin etse hânis olmaz.[117]
ـ3351 ـ2ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسولُ
اللّهِ #:
مَنْ نَفَّسَ
عَنْ
مُؤْمِنٍ
كُرْبَةَ
مِنْ كُرَبِ
الدُّنْيَا
نَفَّسَ
اللّهُ
عَنْهُ كُرْبَةً
مِنْ كُرَبِ
يَوْمِ
الْقِيَامَةِ،
وَمَنْ
يَسَّرَ عَلى
مُعْسِرٍ
يَسَّرَ
اللّهُ عَلَيْهِ
في
الدُّنْيَا
وَاŒخِرَةِ،
وَمَنْ
سَتَرَ مُسْلِماً
سَتَرَهُ
اللّهُ في
الدُّنْيَا
وَاŒخِرَةِ،
واللّهُ في
عَوْنِ
الْعَبْدِ
مَا كَانَ
الْعَبْدِ في
عَوْنِ
أخِيهِ،
وَمَنْ سَلَكَ
طَرِيقاً
يَلْتَمِسُ
فِيهِ
عِلْماً سَهَّلَ
اللّهُ لَهُ
طَرِيقاً إلى
الجَنَّةِ،
وَمَا
اجْتَمَعَ
قَوْمٌ في
بَيْتٍ مِنْ
بُيُوتِ
اللّهِ
تَعالى
يَتْلُونَ
كِتَابَ
اللّهِ
وَيَتَدَارَسُونَهُ
بَيْنَهُمْ
إَّ نَزَلَتْ
عَلَيْهِمُ
السَّكِينَةُ
وَغَشِيَتْهُمُ
الرَّحْمَةُ
وَحَفَّتْهُمُ
المََئِكَةُ وَذَكَرَهُمْ
اللّهُ
فِيمَنْ
عِنْدَهُ، وَمَنْ
بَطّأ بِهِ
عَمَلُهُ
لَمْ
يُسْرِعْ بِهِ
نَسَبُهُ[.
أخرجه مسلم،
واللفظ له،
وأبو داود
والترمذي .
2. (3351)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim bir mü'minin dünyevi
kederlerinden birini giderirse, Allah da onun Kıyamet günü kederlerinden birini
giderir. Kim bir fakire kolaylık gösterirse, Allah da ona dünyada ve ahirette
kolaylık gösterir. Kim bir müslümanı örterse, Allah da onu dünya ve âhirette
örter. Kişi kardeşinin yardımında olduğu müddetçe, Allah da onun yardımındadır.
Kim ilim aramak düşüncesiyle bir yola düşerse, Allah onun cennete olan yolunu
kolaylaştırır. Bir grup, Allah'ın kitabını okumak ve aralarında tedris etmek
üzere Allah'ın evlerinden birinde toplanırsa, üzerlerine mutlaka sekîne iner ve
onları rahmet kaplar, melekler onları sarar. Allah da onları yanında bulunan
mukarreb meleklere anar. Bir kimseyi ameli yavaşlatırsa, nesebi
hızlandıramaz."[118]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet, birçok hadiste ayrı ayrı ele alınıp övülen güzel
ahlâklardan en mühimlerini topluca zikredip tafdil etmekte ve onlara teşvikte
bulunmaktadır. Mü'minlerin, iman kardeşlerine maddî manevî yardımları, ilgileri,
nasihatlari, kusurlarını örtüp gıybetlerini etmemeleri, ilim taleb
etmeleri gibi hem ferdî yönden, hem de içtimâî yönden fevkalâde mühim neticeler
hâsıl edecek olan faziletler topluca mevzubahis edilmiştir.
Nevevî hazretleri: "Bu hadis bütün ilimleri, kaideleri ve
âdâbı bir araya toplayan mühim bir hadistir" der.
2- Hadiste geçen sekîne, (Kadı İyâz'a göre) burada rahmet
ma'nâsınadır. Ancak itmi'nân ve vekâr
ma'nâsının akdem olduğu söylenmiştir.
3- Hadiste, mescidde Kur'an okumak maksadıyla toplanmanın
fazileti ifade edilmektedir. Bazı
âlimler, bu fazileti mescide hasretmezler. Medrese, ribât ve benzeri
yerlerde bu maksadla yapılacak toplanmalarda aynı faziletin olacağını
söylemişlerdir. Nitekim bir başka hadiste Aleyhissalâtu vesselâm yer hususunda
herhangi bir kayıd koymaksızın Allah'ı zikretmeye salih bütün mekânları ifade
edecek bir üslubla şöyle buyurmuştur:
"Bir cemaat Allah'ı zikretmek için (herhangi bir yere)
oturursa onları melekler sarar, rahmet bürür."
4- Hadisin en son cümlesinde, "kimi, ameli yavaşlatırsa,
nesebi hızlandıramaz..." buyrulmuştur. Bunun ma'nâsı: "Kimin ameli
eksikse, o amel sahibi kimselerin mertebesine ulaşamaz. Hiç kimse, manevî mertebeleri
katetmede nesebinin şerefine, ecdadının faziletine umut bağlamamalıdır.
Yakınlarına güvenip amelde ihmâle yer vermemelidir" demektir.[119]
ـ3352 ـ3ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ رَسولُ
اللّهِ #:
الدِّينُ
النَّصِىحَةُ.
قالُوا:
لِمَنْ يَا
رسولَ اللّهِ؟
قالَ: للّهِ
وَلِكِتَابِهِ
وَلِرَسُولِهِ
وَ‘ئِمّةِ
المُسْلِمِينَ
وَعَامّتِهِمْ
المُسْلِمُ
أخُو
المُسْلِمُ َ
يَخْذُلُهُ
وََ
يَكْذِبُهُ
وََ
يَظْلِمُهُ.
إنَّ
أحَدَكُمْ
مِرْآةُ
أخِيهِ، فإن
رَأى بِهِ أذَى
فَلْيُمِطْهُ
عَنْهُ[.
أخرجه
الترمذي .
3. (3352)- Yine Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) hazretleri anlatıyor: "Resulullah buyurdular ki:
"Din nasihatten (hayırhahlıktan) ibarettir!" Yanındakiler sordu: "Kimin için ey
Allah'ın Resulü?" "Allah için, kitabı için, Resulü için,
müslümanların imamları ve hepsi için! Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona
yardımını kesmez, ona yalan söylemez, ona zulmetmez. Herbiriniz, kardeşinin
âyinesidir, onda bir rahatsızlık görürse
bunu ondan izale etsin."[120]
AÇIKLAMA:
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada dini, bir nasihat olarak tarif etmektedir. "Din nasihattır" cümlesi, bazı vecihlerde üç kere tekrar edilmiştir. Bazı âlimler bu ifadeyi, "Dinin direği nasihattır" diye anlamıştır. Hatta âlimlerden birçokları, İslâmî ahkâmı özetleyen dört hadisten biri olarak bu hadisi görmüşlerdir."[121]
Nasihat'ın ma'nâsına gelince, lügat olarak hulûs demektir.
İbnu'l-Kayyim bunu, "Hayır isteği, nasihat edilen kimsenin hayra ermesini dilemektir" diye açıklar. Dilimizdeki hayırhahlık kelimesiyle karşılamak uygundur. Öyleyse:
* Allah için nasihat: Allah'ın varlığı, birliği,
kemal sıfatlarıyla tavsifi, noksan sıfatlardan tenzihî hususlarında sıhhatli
bir itikad, ibadetinde de ihlaslı olmak, sevgiyi, buğzu, dostluğu onun adına
yapmak, her çeşit şirkten uzak bir niyet beslemektir.
* Kitabullah hakkında nasihat: Onun kelamullah olduğunu tasdik
etmek, hiçbir mahlukun sözüne benzemediğini te'yid etmek, onu hakkıyla tilâvet
etmek, yanında huşu ve edeb üzere olmak, tahrifatçılara, taarruz edenlere karşı
müdâfaa etmek, ahkâmıyla amel etmek, içindeki ilimleri anlamak, mev'ızelerinden ibret almak, acaibi üzerinde
tefekkürde bulunmak, müteşâbih âyetlerine teslim olup kurcalamamak, âmm, hâs,
nâsih ve mensuh âyetlerinin hakikatlerini araştırmak, ilmini neşretmek, Kur'ân'a çağırmak vs.
* Resulullah hakkında nasihat: O'nun nübüvvet ve risaletini
tasdik, bütün getirdiklerine iman etmek, emir ve yasaklarına itaat etmek,
sevdiklerini sevmek, düşmanlarına düşman olmak, hakkını ululamak, hürmet etmek,
sünnetini ihya etmek, davasını ve şeriatını neşretmek, O'na yapılan töhmetleri
reddetmek, sünnetine uyanları, ehl-i beytini sevmek, sünnetinde bid'at
çıkaranlardan kaçınmak vs.
* İmamlar hakkında nasihat: Hakta onlara yardımcı olmak, hak olan
emirlerinde onlara itaat etmek, onlara hakkı duyurmak, gaflet ettikleri şeyleri
rıfkla hatırlatmak, onları zulümleri sebebiyle (ve dünyevî hesapların sevkiyle)
isyan etmemek, arkalarında namaz kılmak, onlarla cihada katılmak, onlara vergi
vermek. Bütün bunlar imamların, mü'minlerin işlerini yapmalarına bağlıdır.
* Müslümanların hepsi hakkında nasihat ise: Onları dünyevî ve
uhrevî maslahatlarında irşâd etmek, eza vermekten kaçınmak, dinlerinde
bilmediklerini öğretmek, sözle, fiille yardımcı olmak, ayıplarını örtmek,
açıklarını kapamak, zararlarını def, menfaatlerini celbetmek, rıfkla, ihlasla
emr-i bi'lma'ruf nehy-i ani'lmünkerde bulunmak, şefkat etmek, büyüklerine
saygı, küçüklerine merhamet; hîle hasedi terk, kendisi için sevdiğini onlar
için de sevmek, kendisi için istemediğini onlar için de istememek onların
mallarını, canlarını, ırzlarını sözle,
fiille müdafaa etmek.. Buraya kadar sayılan nasihat çeşitlerinin hepsine onları
teşvik etmek, himmetlerini Allah'a tâate tahrik etmek.
Seleften bir kısım kimseler, nasihatı dünyalarına zarar verecek
derecede ileri götürmüştür.
İbnu Battâl merhum der ki: "Bu hadiste nasihat din ve İslam
olarak isimlendirilmiştir. Din ise, hem söz ve hem de amelle ilgilidir."
Devamla der ki: "Nasihat farzdır, bunu yerine getiren olursa, geri
kalanların üzerinden düşer." Yine der ki: "Nasihat herkesin tâkatı
nisbetinde yapılması gerekir. Nasihatci bilirse ki nasihatı kabul edilecek,
sözüne itaat edilecek ve kendisine bir kötülük gelmeyecek, o zaman nasihat
eder. Kendine eza geleceğinden korkarsa nasihat edip etmeme hususunda serbesttir."[122]
ـ3353 ـ4ـ وعن
عاصم ا‘حول
قال: ]قُلْتَ
‘نَسٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
أبْلَغَكَ أن
رَسُولَ
اللّهِ # قالَ:
َ حِلْفَ في
ا“سَْمِ.
فقَالَ: قَدْ
حَالَفَ
النّبيُّ #
بَيْنَ
قُرَيْشٍ
وَا‘نْصَار في
دَارِي[.
أخرجه الشيخان،
واللفظ لهما،
وأبو
داود.وعنده:
في دارِنَا
مَرَّتَيْنِ
أوْ ثَثاً .
4. (3353)- Asım el-Ahvel
merhum anlatıyor: "Hz. Enes (radıyallâhu anh)'e "Sana Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) 'ın: "İslam'da dayanışma akdi (hılf)
yoktur!" dediği ulaştı mı?" diye sordum. Şu cevabı verdi.
"Kureyşle Ensar arasında, benim evimde dayanışma antlaşması
yaptı."[123]
Ebû Dâvud'un rivayetinde: "Resulullah, bizim evde Ensarla
Muhacir arasında iki veya üç kere dayanışma akdi yaptı" şeklindedir.[124]
Hılf, lügat olarak antlaşmadır. Cahiliye Araplarında iki çeşit antlaşma vardı:
1) Kabîlelerin aralarında, fitne, kıtâl ve yağmalarda bulunmak
üzere yaptıkları işbirliği ve dayanışma antlaşması. Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm), bu ma'nâdaki cahiliye antlaşmasını yasaklamış ve: "İslâm'da
antlaşma (hılf) yoktur" buyurmuştur.
2) Cahiliye devrinde bir de mazlumlara yardım ve sıla-i rahim
maksadıyla te'sis edilen hılfler (antlaşmalar) vardı. Hılfu'l-Mütetayyibîn
antlaşması gibi... Resulullah bu çeşitten olan hılflar için de: "Cahiliye
devrindeki hayırlı antlaşmalara İslâm daha şiddetle sahip çıkar"
buyurmuştur.
Nitekim Resulullah, İslam'dan sonra Ensar'la Muhacirlerin arasını
akit yoluyla kardeşlemiştir. Sadedinde olduğumuz hadiste "Kureyş"ten
maksad Muhacirlerdir. Nitekim hadisin bazı vecihlerinde Kureyş yerine,
"Muhâcirler" kelimesi kullanılmıştır. Bu antlaşmaya muâhat
(kardeşleme akdi) de denir. Başlangıçta bu kardeşler her hususta ortak idiler
ve hatta birbirlerine vâris olabiliyorlardı. Sonradan veraset neshedilmiştir.
Cahiliye devrinde, Bi'set'ten bir müddet önce yapılan bir hılf
vardı ki buna Hılfu'l-Mütetayyibîn denmiştir. Şöyle ki: Kureyş'ten bir grup
toplanır, mazlumlara yardım etmek, halk arasında adâleti hâkim kılmak gibi
insanî güzel işlerde yardımlaşmak hususunda kesin karar alıp hılf (akid) yaparlar. Bu akid Bi'setten sonra
da devam eder. Bu akde iştirak edenler arasında Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) da vardı. Rivayete göre,
Abdu'd-Dâr, Cumah, Mahzum, Adiyy, Ka'b, Sehmoğulları aralarında bir yardımlaşma
akdi kurmuşlardı ve bunlara Ahlâf deniyordu.
Abdu Menâfoğulları, Abdu'd-Dâroğullarının elinde bulunan Ka'be'yle
ilgili hicâbe, rifâde, liva, sikâye gibi hizmetleri almak isteyince
Abdu'd-Dâroğulları vermeye yanaşmaz. Her iki grup da adamlarını yalnız
bırakmamak üzere birer akid yaparlar. Abdu
Menâfoğulları, içinde tîb (kokulu madde) bulunan bir kap getirip, Ka'be'nin yanına akit (hılf) yapmak üzere
koyarlar. Sonra herkes bu tîbe ellerini batırmak suretiyle hılf (dayanışma)
akdi yaparlar. İşte bunlara Mütetayyibîn denmiştir.
Abdu'd-Dâroğulları ve onların dostları da mukabil bir akid yaparak birbirlerini yalnız
bırakmayacaklarına kesin söz verirler. İşte bunlara da Âhlaf (yeminliler)
denmiştir.[125]
ـ3354 ـ5ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]قال رَسولُ
اللّهِ #:
انْصُرْ
أخَاكَ
ظَالِماً أوْ
مَظْلُوماً.
قِيلَ:
أنْصُرُهُ
إذَا كَانَ
مَظْلُوماً،
فَكَيْفَ
أنْصُرُهُ
ظَالِماً؟ قالَ:
تَحْجُزُهُ
عَنِ
الظُّلْمِ،
فإنَّ ذلِكَ
نَصْرُهُ[.
أخرجه
البخاري
والترمذي .
5. (3354)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kardeşine zalim de olsa
mazlum da olsa yardım et." "Mazlumsa yardım ederim, zâlime nasıl
yardım ederim?" diye sorulmuştu.
"Onu zulümden alıkoyarsın, bu da ona yardımdır"
buyurdu."[126]
AÇIKLAMA:
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), "yardım" mefhumuna
burada değişik bir vüs'at getirmektedir.Zâlimi zulmünden vazgeçirici bir şeyler
yapmak, zâlim kardeşe yapılacak yardımdır. Şüphesiz, "yardım" deyince
ilk hatıra gelen mazluma karşı yapılan yardımdır: Gasbedilen hakkının
verilmesini sağlamak, zulümden korumak, zâlime karşı çeşitli desteklerle mağduriyetini
gidermek gibi.
Beyhakî der ki: "Zalim de nefsinde mazlumdur. Böylece kişinin
nefsine yaptığı maddî ve manevî zulümden caydırılması ona yardım olur."[127]
ـ3355 ـ6ـ وعن
أبي الدرداء
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: مَنْ ذَبَّ
عَنْ عِرْضِ
أخِيهِ رَدَّ
اللّهُ
النَّارَ
عَنْ وَجْهِهِ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ[.
أخرجه
الترمذي .
6. (3355)- Ebû'd-Derda
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) :
"Kim kardeşinin ırzını müdafaa ederse, Kıyamet günü Allah, onun yüzünden
ateşi çevirir."[128]
AÇIKLAMA:
1- Irz: Kişinin haysiyet, şeref, itibar gibi mânevî şahsiyyetini ifade eder. Şu halde ırzının korunması, gıybetinin önlenmesidir. Çünkü gıybeti yapılan kimsenin haysiyet ve itibarı zedelenir.
2- Yüz, Arapçada şahsiyeti ifade eder. Yüzden ateşin
çevrilmesi, kişiden azabın kaldırılması demektir.[129]
ـ3356 ـ7ـ وعن
أبي موسى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
رسولُ اللّهِ
# إذَا أتَاهُ
طَالِبُ حَاجَةٍ
أقْبَلَ عَلى
جُلَسَائِهِ.
فقَالَ: اشْفَعُوا
تُؤْجَرُوا،
وَيَقْضِي
اللّهُ عَلى
لِسَانِ
نَبِيِّهِ مَا
شَاءَ[. أخرجه
الخمسة .
7. (3356)- Ebû Musa (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir ihtiyaç taleb eden kimse gelince arkadaşlarına yönelir ve:
"Şefaat edin, ecir kazanın! Allah da Resulünün diliyle dilediğine hükmetsin!" derdi."[130]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, yukarıda belirtilen kaynaklarda farklı ziyadelerle
gelmiştir. Ebû Dâvud'un bir rivayetinde: "Ücrete ermeniz için bana
şefaatçi olun. Allah, Peygamberinin diliyle dilediği hükmü verecektir"
buyurmuştur.
Yine Ebû Dâvud'da gelen bir diğer rivayette Hz. Mu'âviye:
"Şefaat edin, ücrete erin. Zira ben, bir işin olmasını dilediğim halde
icra etmeyi te'hir ederim, ta ki sizler şefaatçi olun ve ücrete erin. Zira
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) : "Şefaat edin, ücrete erin"
buyurmuştur" der.
2- Şârihler hadisi şöyle anlarlar: "Bir ihtiyaç sahibi
bana ihtiyacını arzedince, siz o ihtiyacın görülmesi için muhtaç lehine benim
nezdimde şefaatçi olun, işini görmem
için bana talepte bulunun. Zira siz
şefaatçi olursanız, ben sizin şefaatinizi kabul etsem de etmesem de siz ücrete
erersiniz."
3- Hadisin sonundaki وَيَقْضِي
اللّهُ عَلى
لِسَانِ نَبِيِّهِ
مَاشَاءَ ibâresi de şöyle anlaşılmıştır:
"Şayet ben onun ihtiyacını, şefaatiniz sebebiyle görürsem, bu, Allah'ın
takdiriyledir, şayet görmezsem yine O'nun takdiriyledir."
Bazı âlimler de şöyle yorumlamıştır: "Resulünün lisanı üzere
vahiy veya ilham yolu ile, taleb edileni vermek veya vermemek şeklinde O'nun
dileği zâhir olur. Öyleyse şefaat mendubtur ve şefaat edene mutlaka sevab hâsıl
olur, ihtiyaç görülse de görülmese de."
4- Hadisten Çıkarılan Fevâid:
* Hadiste hem bizzat yapmak, hem de sebep olmak suretiyle hayır yapmaya teşvik var.
* Sıkıntının giderilmesi ve zayıfa yardım için büyüğe şefaatçi
olmak meşrudur. Çünkü herkes bu maksadla reise ulaşamaz, ve yanına girmeye
muvaffak olamaz. Halbuki reis ondan haberdar olsa ve gerçek halini bilse
yardımcı olabilecektir. Şu halde reise şefaat suretiyle durumun açıklanması
gerekir. Nitekim Resulullah halkla kendi arasına bir perde, bir mania koymadığı
halde, "şefaat edin" demiştir.
* Şefaat sadece büyükler nezdinde yapılmaz, halk arasında da
birbirlerine karşı meselelerinde, kırgınlıkların giderilmesinde, ihtiyaçların
görülmesinde yapılır. Müstehabtır.
* Âlimler, hudud (yani, cezası Kur'ân-ı Kerim'de tesbit edilen
büyük günahlar) dışındaki bütün meselelerde şefaatin müstehab olduğunu
belirtirler. Hususan kendisinden küçük
kusurlar vâki olan ve bilhassa iffet ve haya sâhibi kimseler lehinde
şefaat, daha çok ehemmiyet ve gereklilik arzeder.
Fesadda ısrar edenler, kötü davranışlarıyla meşhur olanlar için
şefaat câiz olmaz, ta ki bu hallerinden zecredilsinler. Keza hakkın iptali,
zulmün işlenmesi gibi menfi maksadlarla şefaat yapılmaz. Bu noktada Mâun suresi
hatırlanabilir: Cenâb-ı Hakk orada, yardıma mani olanları tehdid etmektedir.[131]
ـ3357 ـ8ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رسولُ
اللّه #: إنَّ
مِنْ إجَْلِ
اللّهِ
تَعَالى إكْرَامَ
ذِي
الشَّيْبةِ
المُسْلِمِ،
وَحَامِلِ
الْقُرآنِ
غَيْرِ
الْغَالِي
فِيهِ، وََ
الجَافي
عَنْهُ.
وَإكْرَامَ
ذِي السُّلْطَانِ
المُقْسِطِ[.
أخرجه أبو
داود .
8. (3357)- Yine Ebû Musa (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Şu hususlar da Allah'ı büyüklemenin birer şubesidir:
* Bir müslüman yaşlıya ikramda bulunmak.
* İçindekiyle amel hususunda ölçüyü aşmayan ve ondan uzaklaşmayan Kur'an hâmiline (hâfızına) ikramda bulunmak
* Âdil olan iktidar sâhibine ikram."[132]
AÇIKLAMA:
İkram, burada dilimizdeki ma'nâsında anlaşılmamalıdır. Çünkü
dilimizde daha dar, daha maddî bir ma'nâda ihsan etmek, sunmak ma'nâlarında
kullanırız. Halbuki burada değer vermek ma'nâsına gelir. Daha doğru bir
ifadeyle, kendisine verdiğimiz değer gereği, değer verdiğimizi ifade eden her
çeşit davranış, ikramdır. Söz gelimi, yanımızda kıymeti olan bir şeyin bağışı,
hürmet ve tâzim göstermek, yer vermek, selam vermek, ayağa kalkmak, tatlı
sözlerle ve mütebessim bir yüzle hitabetmek vs. hepsi birer ikramdır.
* Hadiste geçen, müslüman yaşlıya ikram, ona meclislerde yer
vermek, rıfk ve şefkat duymak, hürmet göstermektir. Resulullah bunları, Allah'a
gösterilen saygının bir parçası ilan etmektedir. Çünkü müslümanlar,
peygamberlerinin tâlimiyle yaşlıların Allah indindeki değerlerini bildikleri
için bu değere binâen onlara ikram etmektedirler.
Resulullah bu hadisiyle, en müessir bir uslübla yaşlılara hürmete
teşvik etmiş olmaktadır.
* Kur'an hâmiline ikram için de aynı şeyler söylenebilir.
Ancak hadis, bu hususta iki mühim kayıd koymaktadır. Bu kayıdlar daha ziyade hâmil-i Kur'ân'ı
uyarmaya yönelik:
1) Hâmil-i Kur'ân, Kur'ân hususunda haddi aşmamalı, yani Kur'ân'la amel etme, ona
uyma, onu okurken mahrecine, tecvidine
riayet etme gibi hususlara riayet etmeli.
2) Kur'ân'dan uzaklaşmamalı, onu okumaktan yüz çevirmemelidir.
Bazı âlimler, hadisteki "gulüvv"ü tecvidde mübâlağa ve
ma'nâyı düşünemiyecek kadar hızlı okumak diye anlamış, "cefâ"yı da,
Kur'an'ı öğrendikten sonra terkedip unutmak diye değerlendirmiştir, çünkü
Kur'ân' ın unutulması kebâirden sayılmıştır.[133]
ـ3358
ـ9ـ وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رسولُ
اللّه #: مَا
أكْرَمَ شابٌّ
شَيْخاً
لِسِنّهِ إَّ
قَيَّضَ
اللّهُ
تَعالى لَهُ
مَنْ
يُكْرِمُهُ
عِنْدَ سِنِّهِ[
.
9. (3358)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular:
"Bir genç, ihtiyar bir kimseye yaşı sebebiyle ikramda bulunursa, Allah
yaşlılığında ona ikram edecek kimseleri mutlaka takdir eder."[134]
ـ3359 ـ10ـ
وقال # ]لَيْسَ
مِنَّا مَنْ
لَمْ يَرْحَمْ
صَغِيرَنَا
وَيُوقِّرْ
كَبِيرَنَا[.زاد
في رواية:
»وَيَأمُرْ
بِالْمَعْرُوفِ
وَيَنْهَ
عَنِ
المُنْكَرِ«.
أخرجه
الترمذي.
10. (3359)- Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Küçüklerimize merhamet, büyüklerimize sayı göstermeyen
bizden değildir."
Bir rivayette şu ziyade gelmiştir: "...Ma'rufu emretmeyen,
münkerden nehyetmeyen (de bizden
değildir)."[135]
ـ3360 ـ11ـ وعن
عائشة رَضِيَ اللّهُ
عَنْها:
]أنَّهَا
مَرَّ بِهَا
سَائِلٌ
فَأعْطَتْهُ
كِسْرَةً،
وَمَرَّ
بِهَا آخَرُ
وَعَلَيْهِ
ثِيَابٌ
وَلَهُ
هَيْئَةٌ فَأقْعَدَتْهُ
فَأكَلَ.
فَقِيلَ
لَهَا في ذلِكَ؟
فقَالَتْ.
قَالَ رسولُ
اللّه #:
أنْزِلُوا
النَّاسَ
مَنَازِلَهُمْ[.
أخرجه أبو
داود .
11. (3360)- Hz. Âişe
(radıyallâhu anhâ)'nin anlattığına göre, "Kendisine bir dilenci
uğramıştır, o da bir parça ekmek
vermiştir. (Bir müddet sonra) üstü başı düzgün, kıyafeti yerinde bir dilenci
daha uğramıştır. Hz. Âişe onu oturtup yemek yerdirmiştir.
Kendisine bunun sebebi sorulunca şu açıklamayı yapmıştır:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "İnsanlara mevkilerine göre
ikramda bulunun" buyurmuştu."[136]
AÇIKLAMA:
Hadis, herkese din, ilim ve şerefteki yerine uygun tarzda muamele
edilmesini irşad buyurmaktadır. Bu, sünnetin cemiyet içerisinde yaygınlaşıp,
fiile dönüşmesi halinde insanları kılık kıyafette, yaşayışta, nezaket ve
diyanette daha bir dikkatli ve titiz olmaya zorlayacaktır.
Münâvî şu açıklamayı sunar: "Yani herkese kadrine göre hürmet edin, dinde, ilimde,
şerefteki haline uygun muamelede bulunun. Hâdimle efendi arasını, reisle ona
tabi olanların arasını bir tutmayın. Çünkü bu, kalblerde düşmanlık ve kini
tahrik eder. Keza imamlara hitapla, halka hitap da bir olmamalıdır."
Askerî, bu hadisi emsal ve hikmetlerden saymış ve demiştir ki:
"Bu, Mustafa (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın ümmetini terbiye ettiği
düsturlardan biridir. Bu sâyede halk, ülemâ ve evliyaya hürmet borcunu eda
eder, yaşlılara ikram, büyüklere saygıda bulunur."[137]
İsti'zan: Bir başkasının evine girerken veya bir aile içerisinde
küçükler büyüklerin odalarına -en azından günün belli saatlerinde- girerken
izin istemek demektir.
İslam'ın getirdiği muâşeret âdâbının mühimlerindendir. Mühim
diyoruz, zira meseleye Rabbimiz Teâlâ Hazretleri Kur'ân-ı Kerim'de (Nur 27,
58-59) yer vermiş, isti'zânı emretmiş. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu
hususta pek çok ısrarlı beyanlarda bulunmuştur. Bir âyet (meâlen) şöyle: "Ey iman
edenler, evlerinizden başka evlere, izin almadan seslenip sahiplerine selam
vermeden girmeyiniz. Eğer düşünürseniz bu sizin
için daha iyidir." [Nur 27).
Hiç kimse, isti'zanın medenî hayatın gereklerinden biri olduğunu
inkâr edemez.
Şüphesiz isti'zân'ın teşri edilmesinin pekçok sebep ve hikmetleri
vardır. İslâmî hayatın kâmil ma'nâda yaşanmasında, İslâmî terbiyenin kâmil ma'nâda verilmesinde isti'zân
prensibinin uygulanmasının ciddi bir payı olmalıdır.
Şurası muhakkak ki, bu
herşeyden önce insanlarda fıtrî olan mahremiyet duygusunun bir
gereğidir. İslam bu duygunun muhafazasına
itina göstermiş, avret, halvet, ihtilat, tesettür gibi mefhumlara bağlı
pek çok İslâmî değerlerin korunmasını bu duyguya bağlamıştır. Az ileride
gelecek olan "İsti'zân göz
sebebiyledir" hadisi, söylediğimiz hususu aydınlatır, İslam'ın mesken
telakkisini açıklarken, meskenin geniş olmasında ısrar edip, dar meskeni reddettiğini belirtmiştik.[138] Bu ısrar bir cihetten de
mahremiyetin korunması prensibine dayanır. Çünkü dar meskende mahremiyet yeterince korunamaz ve ona bağlı
değerler kaybolur.
Şu halde, isti'zân bahsinin daha iyi anlaşılması için İslâm'ın
mahremiyet anlayışı üzerine bir ön tahlil sunacağız:
Sünnet açısından ev, sâdece soğuğa sıcağa karşı bir ilticâ yeri
değil, aynı zamanda insanda fıtrî olan mahremiyeti sağlama yeridir. Bu sebeple
eve "haram" denmiş ve buraya sâhibinin izni olmadan girilmesi
yasaklanmıştır.
Sünnetin beyânlarına göre mahremiyeti ihlâl, sâdece
"girmek" fiiliyle tahakkuk etmez, "bakmak"la da vukûa
gelir. Bu sebeple Ebû Dâvud'un bir rivayetinde: "Hiç kimse izin almaksızın
başkasının evinin içine bakmasın, kim izinsiz bakarsa aynen girmiş
gibidir" buyrulur ve bu fiil, "helâl olmayan fiiller" meyânında
zikredilir.
"İzin istemek (isti'zân) göz sebebiyle vaz edilmiş"
olduğu için henüz tahakkuk etmeden gözün içeriye kaymamasına dikkat etmek
gerekecektir. Bu sebeple Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) kapıyı çalarken, kapıya yüzünü dönerek değil,
yan dönerek durmayı emretmiştir. Hz. Peygamber'in kendisi de öyle hareket
etmiştir. "Kim, bir başkasının evine ıttılâ peydâ ederken gözü çıkarılır
da diyet için mürâcaat etmeye kalkarsa bilsin ki hiç bir hak talep etmeye hakkı
yoktur" hükmü bu meselenin ciddiyet ve ehemmiyetini tesbit eder. Hz. Peygamber, kendi evine
pencereden izinsiz bakmış olan bir adama, elindeki tarağa göstererek:
"Bilseydim ki içeri bakıyordun, şu tarağı gözüne sokardım" demiştir.
İbnu Abbâs'ın bildirdiğine göre Hakem İbnu Ebî'l-Asî'yi içeriye bakarken tesbit
eden Hz. Peygamber: "Ben sağ olduğum müddetçe Medine'de
oturmayacaksın" diyerek Tâif'e
sürmüştür.
Hz. Peygamber'in: "Bir kimse, kapısı açık bırakılmış (veya
giriş kısmında perde olmayan) bir eve
uğrar da (içeriye) bakarsa kabahat onda değil, ev sâhibindedir" sözü,
mahremiyeti bozmama hususunda sadece yoldan geçenin veya eve uğrayan
ziyâretçinin değil herkesin, bütün ev sahiplerinin dikkat etmesi gerektiğini
ifade etmektedir. Her aile dışarıya karşı mahremiyetin temini için gerekli
tedbiri almalı, bunu te'min vasıtası
olan perde, kapı vs.'ye dikkat etmelidir. Aksi takdirde mahremiyetin ihlâli
vak'asında ev sâhibi kabahatlidir.
Bu hadis, müslümanları, evlerin plânlamasında mahremiyyet unsurlarının yerleştirilmesinde itinâya davet
etmektedir. Kapılar ve pencereler bu maksada en uygun şekilde yerleştirilmelidir.
Umumiyetle giriş kapılarının arkasında yer alan aralık (antre) kısmı bu
maksatla ihdâs edilmiş olabilir. Şu halde bâzı yeni plânlamalarda bunun ihmâli, bir eksiklik
olarak değerlendirilmelidir.
Dâhilî Mahremiyet: Meskenin şâmil olması gereken muhtemel plânı
incelerken de belirttiğimiz üzere plâna, sâdece âile dışındakilere karşı
duyulan mahremiyet değil, "zevce ve sağ elin sâhib olduğu (yâni câriye)
dışında kalan" bütün âile efrâdına karşı korunması emredilen mahremiyyet
de te'sir etmektedir. Hz. Câbir'den, "Kişi çocuğundan, -ne kadar yaşlı da
olsa- annesinden, erkek kardeşinden, kız kardeşinden ve babasından izin
almalıdır" dediği rivayet edildiğine göre, bunlarla berâber yaşandığı
takdirde, bu ferdlerden her birinin birbirlerine -en az Kur'ân'ın belirttiği
üç vakitte- isti'zânla gidip gelecekleri şekilde yerleştirilmeleri gerekecektir.
Yukarıdaki hadisi "Burada zikredilen fertlerin ayrı ayrı evlerde
yaşamaları hâline râcidir" diye yapılabilecek muhtemel bir itirazı şu
hadisle cevaplandırabiliriz: "Atâ İbnu Yesâr anlatıyor: "Hz.
Peygamber'e bir adam gelerek sordu: "Yâ Resûlullah annemin yanına girerken
izin isteyeyim mi?" "evet" cevabını verince adam tekrar:
"Eğer ben evde onunla berâbersem?" Hz. Peygamber tekrar, "izin
iste" dedi. Adam itirazla: "Ben ona hizmet etmekteyim" dedi. Bunun
üzerine Resûlullah (Öfkeyle):
"Annenden izin iste, onu üryân olarak görmekten hoşlanır mısın?"dedi.
Adam, "hayır" deyince: "Öyle ise (her seferinde yanına girerken)
annenden izin iste" buyurdu.
Bilhassa bu son rivayette, hayatının büyük bir kısmını geçirdiği
evinde fertlerin, gönlünce ve kılık kıyâfet bakımından da oldukça serbest
olabilmesi için behemahal müsait, müstakil bir odaya muhtâç olduğu ifâde edilmektedir. Müslüman âile, geçici
darlıklar müstesnâ, devamlı dar yerlerde kalmamalıdır. Bülûğ safhasını aşan -ve
hatta bülûğa yaklaşan- aile fertleri, anne baba
dâhil, müstakil birer odaya sâhip olmalıdır, sünnetin ulaşılmasını
istediği ideal mesken tipi budur. Evet, sünnetten anladığımıza göre
İslâm'ın ideal meskeni, bülûğa ermiş her
ferde bir oda bahşeden meskendir
denilebilir.
Burada bir kere daha tekrar edelim ki günümüz sosyologları dar
meskenin zararları üzerinde ısrarla durmaktadırlar. Bunlar çok yönlü olarak
mahzurludurlar. Ezcümle, dar meskenlerde ve bunların bir araya gelmesiyle
teşkil edilen muhitlerde, zamanla, cemiyette hâkim bir kısım değer ölçülerinin kaybolduğu,
bunların yerine, cemiyete ters düşen
yeni değerlerin çıktığı binnetice telakki ve davranışların da değişerek, yeni davranışların ortaya çıktığı
tesbit edilmiştir. Bu sebeple gecekondu diye ifâde edilen dar ve nâmüsâit yerlerde
kalanlar sosyal yönden "anormaller" olarak kabul edilmekte ve
"cemiyetin kayıpları" nazarıyla bakılmaktadır. Araştırmalar, uzun
müddet böyle dar yerlerde kalanların, müsâit meskenlere geçtikleri zaman,
buralara intibâk edemedikleri, yeni ve normal hayat şartlarına intibâk edebilmeleri için "bunların, her
seferinde tâkip edilmeleri ve yeniden terbiyeden geçirilmeleri"
gerektiğini ortaya çıkarmıştır. Bu meseleye ciddiyetle eğilen Hollanda,
Belçika, İngiltere, A.B. Devletleri, Fransa gibi ileri memleketlerde, bu,
"sosyal yönden bozulmuşlar"a normal ev verilmezden önce,
"yeniden terbiye edilerek" cemiyete kazandırılmak düşüncesiyle,
hususî surette inşâ edilmiş mutavassıt lojmanlarda belli bir müddet (10-12 ay
civarında) oturmaya icbâr edilmişlerdir.
Batı Medeniyetinin Zevâli (le Declin de l'occident) adlı eseriyle
ün yapan Spengler'in ifadesinde, medeniyetlerin çöküş sebebi olarak gösterilen "Medenînin
kısırlığı" bir başka deyişle doğum azalması, sosyologlarca geniş ölçüde mesken şartlarına bağlanmış olması
da bize
enteresan gelmektedir. Bazı Batılı araştırmacılar "Çok dar ve
gayr-i müsâit meskenlerde, davranışlarda her çeşit kontrolün kaybolmaya yüz
tutması sonucu, doğumun fizyolojik bir hâl olarak arttığını, müsait meskenlerde
oturan ailelerde de tabii bir şekilde arttığını, bu ikisi arasında kalan nâmüsâid evlerde ise
azalmaya yüz tuttuğunu" iddia etmiştir.[139]
ـ3361 ـ1ـ عن
رِبْعي بن
حراش قال: ]عن
رجل مِن بني
عامرٍ إنهُ
استأذَنَ
عَلى
النّبيِّ #
وَهُوَ في بَيْتٍ
فقَالَ:
ألِجُ؟
فقَالَ #
لِخَادِمِهِ: اُخْرُجْ
إلى هذَا
فَعَلِّمْهُ
اسْتِئْذَانَ
فَقُلْ لَهُ
قُلِ:
السََّمُ
عَلَيْكُمْ،
أأدْخُلُ؟
فَسَمِعَهُ
الرَّجُلُ.
فَقَالَ: السََّمُ
عَلَيْكُمْ،
أأدْخُلُ؟
فَأذِنَ له
النّبيُّ #
فَدَخَلَ[.
أخرجه أبو
داود .
1. (3361)- Rıb'î İbnu Hirâş,
Benî Âmir'e mensub bir adamdan naklediyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bir evde bulunduğu sırada,
yanına girmek için:
"Girebilir miyim?" diye izin istedi. Aleyhissalâtu
vesselâm hizmetçisine:
"Çık, şu gelene isti'zân âdâbını öğret, bu maksadla ona:
"Esselâmün aleyküm, girebilir miyim?" demesini söyle!" buyurdu.
Adam bunu işitmişti, (hizmetçiyi beklemeden):
"Esselâmü aleyküm, girebilir miyim?" dedi. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) da adama izin verdi, o da girdi.[140]
ـ3362 ـ2ـ وعن
قيس بن سعد بن
عبادة رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال:
]زَارَنَا
رَسولُ
اللّهِ # في
مَنْزِلِنَا
فقَالَ:
السََّمُ
عَلَيْكُمْ
وَرَحْمَةُ
اللّهِ.
فَرَدَّ أبِي
رَدّاً
خَفِيّاً.
فَقُلْتُ ‘بِي
أَ تَأذَنَ
لِرَسُولِ
اللّهِ #؟
فقَالَ:
ذَرْهُ
يُكْثِرُ
عَلَيْنَا
مِنْ
السََّمِ.
فقَال #:
السََّمُ
عَلَيْكُمْ
وَرَحْمَةُ
اللّهِ.
فَرَدَّ
سَعْدٌ
رَدّاً خَفِيّاً.
ثُمَّ قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
السََّمُ
عَلَيْكُمْ
وَرَحْمَةُ
اللّهِ. ثُمَّ
رَجَعَ
فَاتَّبَعَهُ
سَعْدٌ
فقَالَ: يَا
رسُولَ اللّهِ،
إنِّي كُنْتُ
اسْمَعُ
تَسْلِيمَكَ،
وَأرُدُّ
عَلَيْكَ
رَدّاً
خَفِيّاً لِتُكْثِرَ
عَلَيْنَا
مِنَ
السََّمِ.
فَانْصَرَفَ
مَعَهُ
رَسولُ
اللّهِ
# وَأمَرَ
لَهُ سَعْد
بِغِسْلٍ
فَاغْتَسَلَ،
ثُمَّ
نَاوَلَهُ مِلْحَفَةً
مَصْبُوغَةً
بِزَعْفَرَانٍ
أوْ وَرْسٍ فَاشْتَمَلَ
بِهَا. ثُمَّ
رَفَعَ
يَدَيْهِ # وَهُوَ
يَقُولُ:
اللَّهُمَّ
اجْعَلْ
صَلَوَاتِكَ وَرَحْمَتَكَ
عَلى آلِ
سَعْدِ بْنِ
عُبَادَةَ.
ثُمَّ أصَابَ
مِنَ
الطَّعَامِ
فَلَمَّا
أرَادَ
انْصِرَافَ
قَرَّبَ لَهُ
سَعْدٌ حِمَاراً
قَدْ وَطْأَ
عَلَيْهِ
بِقَطِيفَةٍ،
فَرَكِبَ
رسُولُ
اللّهِ #.
فقَالَ
سَعْدٌ: يَا
قَيْسُ
أصْحَبْ
رَسولَ
اللّهِ #؛
فَصَحِبْتُهُ.
فَقَالَ لي
رَسُولُ
اللّهِ #:
ارْكَبْ
مَعِي، فَأبَيْتُ.
فقَالَ: إمَّا
أنْ تَرْكَبَ
وَإمَّا أنْ
تَنْصَرِفَ،
فاَنْصَرَفْتُ[.
أخرجه أبو
داود .
2. (3362)- Kays İbnu Sa'd
İbni Ubâde (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bizi, evimizde ziyaret etti.
Ve:
"Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!" dedi. Babam, çok
hafif bir sesle mukabelede bulundu. Babama: "Resulullah'a izin vermiyor
musun?" dedim. O:
"Bırak, bize çokça selam okusun!" dedi. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) tekrar:
"Esselamü aleyküm ve rahmetullah!" dedi. Sa'd yine hafif
bir sesle mukabele etti. Sonra Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) tekrar:
"Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!"dediler ve döndüler.
Sa'd peşine düştü ve:
"Ey Allah'ın Resulü, ben senin selamını işitiyordum. Ancak,
bize daha fazla selam vermen için alçak sesle
mukabele ediyorum" dedi. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm
onunla birlikte geri döndü. Ondan su isteyip gusletti. Sonra Sa'd, zâferan veya
versle boyanmış bir havlu verdi, Aleyhissalâtu vesselâm onu sarındı. Sonra
ellerini kaldırıp:
"Allah'ım, Sa'd İbnu Ubâde ailesine mağfiret ve rahmet
buyur!" diye dua etti. Sonra yemek yedi. Geri dönmek isteyince Sa'd, bir
merkeb yaklaştırdı. Üzerine kadife bir örtü yaymıştı. Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) merkebe bindi. Sa'd, bana:
"Ey Kays, Resulullah'a refakat et!" dedi. Ben de refakat
ettim. Yolda Aleyhissalâtu vesselâm bana:
"Benimle sen de bin!" dedi, ben imtina edince:
"Ya binersin, ya dönersin!" buyurdular. Ben de geri
döndüm."[141]
ـ3363 ـ3ـ وعن
عوف بن مالك
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أتَيْتُ
رَسولَ
اللّهِ # في
غَزْوةٍ
تَبُوكَ
وَهُوَ في قُبَّةٍ
مِنْ اَدَمٍ
فَسلَّمْتُ
عَلَيْهِ فَرَدَّ
عَلَيَّ
وَقالَ:
ادْخُلْ.
قُلْتُ: أكُلِّي
يَا رَسولَ
اللّهِ؟ قالَ:
كُلُّكَ.
فَدََخَلْتُ؛
قالَ إنَّمَا
قالَ ذلِكَ
مِنْ صِغَرِ القُبَّةِ[.
أخرجه أبو
داود .
3. (3363)- Avf İbnu Mâlik
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Tebük Gazvesi sırasında Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) 'a uğradım. Deriden yapılmış bir çadırda idi. Selam
verdim. Selamıma mukabele etti ve:
"Gir!" buyurdu. Ben:
"Tam olarak mı, ey Allah'ın Resulü?" dedim.
"Tam olarak gir!" dedi. Ben de girdim."
(Râvi) der ki: "Tam olarak mı gireyim?" diye sorması,
çadırın küçüklüğünden dolayı idi."[142]
AÇIKLAMA:
Ebû Dâvud, bu hadisi mizah üzerine açtığı bir babta kaydeder ve
mizaha giren bazı rivayetler kaydeder. Şârihler Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) 'ın zaman zaman mizaha yer verdiğini, ashâbın da Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) 'a mizâhî şakalar yaptığını belirtir. Ancak, bu
hadisin sonunda görüldüğü üzere, çadırın küçüklüğü de mevzubahistir.
Bu rivayette, sondaki bu cümle aynı hadisin devamı gibi görünse
de, Ebû Dâvud'da senetçe farklı ikinci bir hadis olarak yer alır."[143]
ـ3364 ـ4ـ وعن
عبداللّه
يُسْر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
رَسولُ
اللّهِ # إذَا
أتَى بَابَ
قَوْمٍ لَمْ
يَسْتَقْبِلِ
الْبَابَ
مِنْ تِلْقَاءِ
وَجْهِهِ
وَلكِنْ مِنْ
رُكْنِهِ
ا‘يْمَنِ أوْ
ا‘يْسَر.
ثُمَّ
يَقُولُ:
السََّمُ
عَلَيْكُمْ،
السََّمُ
عَلَيْكُمْ،
وذلِكَ أنَّ الدُّورَ
يَوْمَئِذٍ
لَمْ يَكُنْ
عَلَيْهَا
سُتُورٌ[.
أخرجه أبو
داود .
4. (3364)- Abdullah Büsr
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir kavmin kapısına gelince, yüzüyle kapıya
dönmezdi. Sağ veya sol omuzunu çevirirdi. Sonra da:
"Esselâmü aleyküm, esselâmü aleyküm!" derdi. Böyle
yapışı o sıralarda kapılarda örtü olmayışındandı."[144]
AÇIKLAMA:
Bu hadis yabancı bir eve geldiğimiz zaman kapıyı vururken duruş
âdâbını tâyin etmektedir. Kapıya yüzünü dönerek durmamak, fakat yan durmak
gerekmektedir. Bundan maksad, kapı açılınca gözün içeri kaymaması ve henüz
müsaade çıkmadan evin mahremiyetine ıttılâ olunmaması ve bu esnada selam vermek, içeriye duyurmak ve izin
taleb etmek içindir. Zamanımızda kapılar muhkem olduğu için, bu tarzda duyurma
yapmak imkânsız denecek kadar zordur. Bunun yerine ya zile basılır, ya da
kapıya vurulur. Vurarak izin talebi hadislerde de gelmiştir. Hz. Câbir,
Resulullah'ın kapısını vurarak çaldığını belirtir.
İki sefer selam verilmesi, miktar tayin etmek için değildir. Çünkü
normalde bu üçtür.[145]
ـ3365 ـ5ـ وعن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]حَدَّثَنِي
عُمَرُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قالَ: اسْتَأذَنْتُ
عَلى رَسُولِ
اللّهِ #
ثََثاً فَأذِنَ
لِي[. أخرجه
الترمذي .
5. (3365)- İbnu Abbâs
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Hz. Ömer (radıyallâhu anh) bana
anlatmıştı: "Ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'dan üç sefer izin
istedim ve bana izin verdi."[146]
AÇIKLAMA:
Hz. Ömer (radıyallâhu anh)'in bu izin meselesi îlâ hadisesi
sırasında cereyan eder: Resulullah bir ara hanımlarına kızıp onları bir ay
kadar terkettiği zaman meşrübe denen bir tenezzüh odasına çekilmişti.
Resulullah o gün, mûtadı hilâfına cemaatini sabah namazını kılar kılmaz
terketmiş, sohbete kalmamıştı. İşte bu hal Hz. Ömer'i rahatsız etmiş, bir
şeyler olduğunu sezmişti. Resulullah'la görüşmek üzere gitti ise de
Aleyhissalâtu vesselâm, yanına girmeye izin vermedi. Hz. Ömer bu şekilde üç
ayrı defa gelerek izin ister. Üçüncüden de netice alamayınca üzülerek döner.
İşte bundan sonradır ki Aleyhissalâtu vesselâm Hz. Ömer'i çağırtır.[147]
ـ3366 ـ6ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّه #: إذَا
دَخَلَ
الْبَصَرُ
فََ إذْنَ،
زاد في رواية:
إنَّمَا
اسْتِئْذَانُ
مِنَ
النَّظَرِ[ .
6. (3366)- Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Göz içeri girdi mi artık izin yok." Bir rivayette de şu
ziyade gelmiştir: "İzin istemek görme sebebiyledir."[148]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, izinsiz yabancı evin içine bakmaktan şiddetle
zecretmektedir. Çünkü, içeri görüldüğü
takdirde izinsiz girilmiş yani haram işlenmiş oluyor. İzin istemek haram
işlememek içindir. İçeri görülünce, artık izin istemeye hacet kalmaz. Çünkü
içeri izinsiz girilmiş, haram işlenmiştir, izin ma'nâsız kalmıştır. İçeri
izinsiz girmekle, izinsiz bakmak günahta eşittir, ikisi de haramdır.
"İzin istemek nazar sebebiyledir" hadisini Kirmânî şöyle
açıklar: "Girişte izin istemeyi, dinimiz, gözün ev halkının avretine
bakmaması ve hallerine muttali olmaması için teşrî etmiştir."[149]
ـ3367 ـ7ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رسولُ
اللّه #: إذَا
دُعِيَ
أحَدُكُمْ
إلى طَعَامٍ
فَجَاءَ مَعَ
الرَّسُولِ
فَإنَّ ذلِكَ
إذْنٌ لَهُ[.
أخرجهما أبو
داود .
7. (3367)- Yine Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Biriniz yemeğe çağırıldığı vakit, elçi ile birlikte gelince
bu onun için izin sayılır, (ayrıca izin istemeye gerek yoktur)."[150]
AÇIKLAMA:
Bir kimsenin, elçi göndererek birini evine dâvet etmesi halinde,
davetli, elçi ile birlikte geldiği takdirde eve girerken izin isteme durumunda
değildir. Ancak ev erkeklere mahsus
değilse, ihtiyaten izin isteyebilir. Nitekim, Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm), bir seferinde Ashâb-ı Suffe'ye Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)'yi
göndermiş ve hepsini evine davet etmiş idi. Geldikleri zaman izin isteyerek
girdiler.[151]
Hülasa "elçiye rağmen izin müstehab..." denilmiştir.[152]
ـ3368 ـ8ـ وعن
عطاء بن يسار:
]أنَّ رَجًُ
سَألَ رسولَ
اللّهِ #
فقَالَ:
أسْتَأذِنُ
عَلى أُمِّي؟
فقَالَ نَعَمْ.
فقَالَ
الرَّجُلُ:
إنِّي
مَعَهَا في الْبَيْتِ.
فقَالَ:
اسْتَأذِنْ
عَلَيْهَا. فقَالَ:
إنِّي
خَادِمُهَا؟
فقَالَ رسولُ
اللّهِ #:
اسْتَأذِنْ
عَلَيْهَا،
أتُحِبُّ أنْ تَرَاهَا
عُرْيَانَةً؟
قَالَ: َ. قالَ:
فَاسْتَأذِنْ
عَلَيْهَا[.
أخرجه مالك .
8. (3368)- Atâ İbnu Yesâr
(rahimehullah) anlatıyor: "Bir adam Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'a
sordu:
"Annemin yanına girerken izin isteyeyim mi?"
"Evet iste."
"Ama ben evde onunla beraber kalıyorum."
"Annenin yanına girerken izin iste!"
"Ama ben ona hizmet ediyorum."
"Anneden izin iste! Anneni çıplak görmen hoşuna gider mi?"
"Hayır!"
"Öyleyse ondan izin iste!"[153]
AÇIKLAMA:
Görüldüğü üzere, isti'zân sadece yabancılara karşı konulmuş
değildir. İnsanın en yakınlarından olan annenin yanına girerken bile, aynı evde
beraber yaşansa bile isti'zân İslâm terbiyesinde gerekli bir prensiptir. Pek
çok içtimâî ve ferdî değerlerin, dinî değerlerin korunması buna riayete
bağlıdır.[154]
ـ3369 ـ9ـ وعن
ابن مسعود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال لي
رسولُ اللّهِ
# إذْنُكَ
عَلَيَّ أنْ
يُرْفَعَ
الحِجَابُ،
وَأنْ
تَسْمَعَ
سَوادِي حَتَّى
أنْهَاكَ[.
أخرجه
مسلم.»سَوَادِي«
أى صوتي .
9. (3369)- İbnu Mes'ud
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana
buyurdular ki:
"Senin, yanıma girmen için iznin, perdenin kaldırılması ve
benim fısıltımı işitmendir. Seni ben men edinceye kadar iznim böyle devam
edecek."[155]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, izne delil olmak üzere bazı alâmetlerin konulabileceğini
gösterir. Şu halde, böyle mâlum bir alâmet konmuş ise, giriş iznine delâlet
eden bu alâmetin izharı halinde izin almadan giriş yapılabilir. Büyüklerin,
makam sahiplerinin kapılarında, devlet dairelerinde böyle alâmetler olabilir:
Perde çekilmesi, ışık yakılması gibi.. Sadedinde olduğumuz hadiste İbnu
Mes'ud'a, Aleyhissalâtu vesselâm, perde kalkması ile fısıltının işitilmesini
alâmet kılmıştır.[156]
ـ3370 ـ10ـ وعن
جابر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أتَيْتُ
النَّبيَّ #
فَدَقَقْتُ
الْبَابَ
فقَالَ: مَنْ
ذَا؟ فَقُلْتُ:
أنَا.
فَخَرَجَ
وَهُوَ
يَقُولُ:
أنَا، أنَا،
كَأنَّهُ
يَكْرَهُهُ[.
أخرجه
الخمسة إ
النسائي .
10. (3370)- Hz. Câbir
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'a
gelmiştim. Kapıyı çaldım:
"Kim o?" buyurdular.
"Benim!" dedim. (Beni
almak üzere) çıktı ama:
"Ben! Ben!" diye söyleniyordu. (Belliydi ki kendimi
tanıtma tarzımı) beğenmemişti."[157]
AÇIKLAMA:
İzin istenen kimse "benim" demenizle, sesten sizi
tanımayacak biri ise ismi söylemek gerekir. Ancak "Her seferinde isim
söylemek şarttır" denemez. Duruma bağlı.[158]
ـ3371 ـ11ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَجًُ
اطلَعَ مِنْ
بَعْضِ
حُجْرِ
النَّبيِّ #
فقَامَ
إلَيْهِ
النَّبيُّ #
بِمِشْقَصٍ
فكَأنِّي
أنْظُرُ
إلَيْهِ
يَخْتِلُ
الرَّجُلَ لِيَطْعُنَهُ[.
أخرجه الخمسة
.
11. (3371)- Hz. Enes (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Bir adam Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın
hücrelerinden birinden içeriye bakmıştı. Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) elinde bir okla adama kalktı.
Onu batırmak için, ihtiyatla adamın üzerine gitmesini seyreder gibiyim."[159]
ـ3372 ـ12ـ وفي
أخرى للنسائى:
]أنَّ
أعْرَابِيّاً
أتَى بَابَ
النَّبيِّ #
فَألَقَمَ
عَيْنَيْهِ
خَصَاصَةَ
الْبَابِ
فَبَصُرَ
بِهِ النَّبيُّ
#
فَتَوَخَّاهُ
بِجَرِيدَةٍ
أوْ عُودٍ لِيَفْقَأ
عَيْنَهُ
فَانْقَمَعَ.
فَقَالَ لَهُ:
أمَا إنَّكَ
لَوْ ثَبَتَّ
لَفَقأتُ
عَيْنَكَ[.»المِشْقَصُ«
سهم له نصل
طويل أو عريض.و»خَصَاصَةُ
الْبَابِ«
ا‘نْقَابُ
وَالشُّقُوقُ
التي تَكون
فيه.و»التَّوَخِّي«
القصد.
و»انْقَمَعَ«
تَغَيَّبَ.
12. (3372)- Nesâî'nin bir
diğer rivayetinde şöyle gelmiştir:
"Bir bedevî, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kapısına
geldi. Gözlerini kapının kırıklarına yapıştırdı. Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) adamı farketti. Gözünü patlatmak üzere elinde bir çubukla üzerine
yürüdü. Adam hemen sırra kadem bastı. Resulullah "Eğer yerinde kalsaydın gözünü
oyduydum!" buyurdular."[160]
AÇIKLAMA:
Son iki hadis, haram olan izinsiz eve bakmanın cezasını tesbit
etmektedir. İmam Şâfiî (rahimehullah) hadisin zâhirini esas almıştır. Ona göre,
izinsiz olarak birinin evine bakarken gözü çıkarılsa, diyet gerekmez. Bazıları:
"O, bu hükme şu kayıtla varır: "Eğer bakan kimse, ihtira rağmen
aldırmaz, bakmaya devam ederse, bu takdirde gözü oyulsa diyet gerekmez"
diye hükmetmiştir" derler. Ancak sahih olan şu ki, Şâfiî'ye göre, hadis
mutlak olduğu için gözü oyulana diyet yoktur.
Ebû Hanîfe diyete hükmeder, gözün oyulmasına cevaz vermez; der ki:
"Dışardan bakmak, eve izinsiz
girmekten daha ağır bir suç değildir. Kaldı ki, izinsiz girmenin cezası da da
gözün oyulması değildir. Öyleyse dışardan bakmakla hiç oyulmaz. Hadis, zecrde
mübâlağaya hamledilir."
Mâlikîler de Hanefîler gibi hükmederler, bakanın ne gözüne, ne de
bir başka uzvuna kasdedilemeyeceğini söylerler.[161]
Mâzirî der ki: "İsti'zân şu şekilde olur: "Selâmun
aleyküm, gireyim mi?" der. Sonra ismini söyleyip söylememede
muhayyerdir."
İbnu'l-Arabî, "İsti'zân üç keredir" hadisine dayanarak:
"Birincide içeridekilere duyurma
yapmış olursunuz, ikincide onları sulha kavuşturursunuz, üçüncüde de girmek
veya dönmek hususunda cevap alırsınız" der.
İbnu Abdilberr der ki: "Ulemânın çoğu, "isti'zânda üçü
geçmemek gerekir" demiştir. Ancak, "İçerdekiler duymamışsa üçü
geçmede bir beis yok" diyen de olmuştur. Bazıları da, üçü geçmeyi mutlak
olarak caiz görmüştür. Bunlara göre, "Madem ki üçten sonra geri dön emri
bir vecîbe değil, ibâhedir ve bu, izin isteyene kolaylık gayesini gütmektedir, öyleyse bu emir
gelmedikçe üçten fazla izin istemek caizdir."[162]
Dinimizin fazlaca ehemmiyet verip üzerinde ısrar ettiği içtimâî müesseselerden biri de selamlaşmadır.
Tîbî selamın vaz'ediliş hikmetlerini şöyle açıklar:
1- Karşılaşanların birbirlerinden duyacakları korkuyu izale,
2- Mü'minin hâline
muvafık olan tevazu,
3- Ta'zim... Zira selamla ya sevgisini kazanmak düşünülür, ya
da istenmeyen bir durumun bertaraf edilmesi.
Selâm'ın ne ma'nâya geldiği
hususunda ülemâ ihtilaf eder:
* Bir hadis-i şerifte selam'ın Allah'ın isimlerinden biri olduğu
belirtilmiştir. Böyle olunca esselâmu aleyküm demek, Allah'ın ismi üzerine olsun
demektir.
Kadı İyâz, muhâfaza ma'nâsına geldiğini, esselâmu aleyke'nin,
"Allah' ın muhafaza ve koruması senin üzerine olsun" demek olduğunu,
"Allah seninle olsun" "Allah'la beraber olasın" makamında
bir dua olduğunu belirtir.
* Bazı âlimler, "Allah yaptıklarına muttalidir"
ma'nâsını taşıdığını söylemiştir.
* Bazıları da şöyle der: "İçerisinde her çeşit hayır
ma'nâlarını toplamış, fesad unsurlarını da tardetmiş bir ism-i ilahî, amellerin
başında hayır ümidiyle zikredilir. Selam da,
böyle karşılaşmalarda zikredilen bir Allah ismidir."
* Bazıları: "Selam" selâmet demektir, nitekim
Cenâb-ı Hakk, bu ma'nâda olmak üzere: "Artık sağcılardan selam sana!"
(Vakıa 91) buyurmuştur" demiştir.
Bu ma'nâda, selam veren kimse, selam verdiği zâta şöyle demiş
olmaktadır: "Sen benden selâmettesin, benden sana bir zarar
dokunmayacaktır, korkmayasın!"
İbnu Dakîki'l-Îd, İlmâm Şerhi'nde der ki: "Selam birçok
ma'nâlarda kullanılır: Selâmet, tahiyye (selam verme), Allah'ın isimlerinden bir isim." Devamla der ki: "Bazan
sırf tahiyye ma'nâsında gelir, bazan
sırf selâmet ma'nâsında gelir, bazan da
her iki ma'nâya çalacak şekilde gelir. Şu
âyette olduğu gibi: "...Size selâm verene mü'min değilsin demeyin..."
(Nisa 94). Burada selam kelimesi hem tahiyye'ye (= selam verme) ve hem de selâmete
muhtemeldir."
Müslümanların, aralarında selamlaşmaları ilâhî bir emirdir:
"Size bir selam verildiği zaman ondan daha iyisiyle selam verin veya
aynıyla mukabele edin." (Nisa 86). İslam ulemâsı bu âyete dayanarak,
selama mukabele etmeyi ilâhî emir bilmiş ve farz olduğuna hükmetmiştir. Ulemâ,
âyete tahiyye emrinin âmm gelmiş olmasından hareketle, selamlaşmanın selam
kelimesi ile olması gereğinde ittifak eder. Dolayısıyla "esselâmu
aleyküm" diye verilen selama, "Hayırlı sabahlar" veya
"Mutlu sabahlar" ve benzeri bir tâbirle mukabelenin câiz olmayacağını
söylemişlerdir.
Şu var ki ilk selam veren, selamdan başka bir kelime kullandı ise,
buna mukabele gerekir mi, gerekmez mi ihtilaf edilmiştir. "Mukâbeleyi
vacib kılan en aşağı hudud, selam vereni işitmektir, bu durumda cevaba müstehak
olur" denmiştir.
Selam'a işaretle mukabele yeterli olmaz, hattâ bundan nehiy
gelmiştir: Tirmizî'nin bir rivayetinde: "Yahudi ve hıristiyanlara
benzemeyin, çünkü yahudilerin selamı parmaklarla işarettir, hıristiyanların
selamı da avuçlarla işarettir" denmiştir. 3378 numaralı hadiste
Tirmizî'den kaydedilecek Esma hadisi bu meseleyi cerhetmez. Çünkü o hadisin,
bir rivayette "Selam verdi" diğerinde, "İşaretle selam
verdi" şeklinde iki ayrı vechini, âlimler, "Hem sözle hem işaretle selam
verdi, ikisini birleştirdi" diye
te'vile tabi tutmuşlardır. Ancak, "işaretle selam yasağı mutlak değildir.
Daha çok hissi ve şer'î bir mahzuru olmayanlaradır. Dilsizlik gibi hissî,
namazda olmak gibi şer'î mahzuru olanlar, işaretle selama mukabele edebilirler"
denmiştir. Sağıra selam da böyle, işaretle verilebilir.
Selam Arapça olmayan bir kelamla olursa cevaba müstehak olur mu?
Buna "olur" ve "olmaz" diyenler dışında üçüncü
bir görüş daha ileri sürülmüştür. Buna göre, Arapçayı güzel telaffuz edene Arapça
mukabele vaciptir. İbnu Dakîki'l-Îd der ki: "Görünen şu ki: Selam kelimesi
dışında bir elfaz kullanarak ifâde edilen tahiyye, müstehabın terki sınıfına
girer, mekruh değildir. Ancak bunu yapan kimse, dünya ehlinin büyüklerini
ta'zimde kullanıldığı bilinen bir tabiri kullanmak maksadıyla selamı
terketmişse bu mekruhtur."
Özür yoksa, selama anında mukabele etmek gerekir. Şayet, cevabı
te'hir eder, sonra yetişip mukabeleye kalkarsa, bu selamın cevabı sayılmaz.
Ulemâ uzaktan gönderilen veya mektupla yapılan selamı da hemen almak
gerektiğini belirtmiştir.
Kur'ân-ı Kerim, gidilen yabancı evlere girerken selam vermeyi
emrettiği gibi (Nur 27), kendi evine girerken selam vermeyi de emreder:
"Evlere girdiğinizde nezdinizden olan mübârek ve hoş selamla kendinizi selamlayın" (Nur 61).
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyuruyor: Ey insanlar, selamı yayın, yemek yedirin, akrabaya ilgi
gösterin, herkes uykuda iken namaz kılın, selametle cennete girin."
Bir Muvatta hadisi
şöyledir: "Tufeyl İbnu Ubeyy anlatıyor: "Abdullah İbnu Ömer
(radıyallâhu anh)'e uğrar, onunla çarşıya çıkardık. Biz çarşıya çıkınca
Abdullah, hurda şey satan kıymetli şey satan, miskin her kime uğrarsa selam
verirdi.
Günün birinde Abdullah'ın yanına gelmişti. "Beraber
çarşıya çıkalım" dedi. Ben de
kendisine "Çarşıda ne yapacaksın, alışveriş işlerine vâkıf değilsin.
Eşyanın fiatını soramaz, pazarlık yapamazsın, pazar yerinde oturmazsın, otur,
burda konuşalım!" dedim. Abdullah: "Ey Ebû Bâtın! Biz selam vermek
için çıkıyoruz, rastladıklarımıza selam vereceğiz!" dedi.[163]
ـ3373 ـ1ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسولُ
اللّهِ #: إذَا
انْتَهَى
أحَدُكُمْ
إلى
المَجْلِسِ
فَلْيُسَلِّمْ.
فَإنْ أرَادَ
أنْ يَقُومَ
فَلْيُسَلِّمْ.
فَلَيْسَتِ
ا‘ولى
بِأحَقِّ
مِنَ
اŒخِرَةِ[.
أخرجه أبو داود
والترمذي .
1. (3373)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Biriniz bir meclise
gelince selam versin. Kalkmak isteyince de selam versin. Birinci selâm
sonuncudan evla değildir (ikisi de aynı ölçüde ehemmiyetlidir). [164]
Selam, bir nevi selamet ve sulh duasıdır. Şu halde bir meclise
gelen kimse selam verecek, yani cemaatı,
kendi huzurundan selamette, sulhta olduklarını, kendisinden bir fenalık
gelmeyeceğini bildirmiş olacak. İkinci selam da ayrılışından dolayı onlara bir
şer, bir zarar gelmeyeceğini ilân etmektir. Şu halde her ikisine de ihtiyaç
vardır.
Nevevî: "Bu hadisin zahiri, kendisine ayrılık sırasında selam
verene mukabele etmenin cemaate vacib olduğuna delildir" der. Ancak, Kâdı
Hüseyn ve başkaları bu görüşe katılmaz: "Bazı kimseler, ayrılık
sırasında selam vermeyi adet edinmiştir. Bu, mukabele edilmesi müstehab olan
bir duadır, vâcib değildir, çünkü vâcib olan selam lika sırasında olanıdır,
ayrılık sırasında değil" der.
Bazı âlimler, buna da karşı çıkarak: "Selam hem gelme ve hem
de ayrılma sırasında sünnettir. Mukabeleye gelince: "Lika sırasında
verilen selâma mukabele vacib olduğu gibi, ayrılık sırasında verilen selama da
mukabele vacibtir" demiştir. Sahih olan da budur.[165]
ـ3374 ـ2ـ وعن
كَلَدَة بن
الحنْبل قال:
]بَعَثَنِي
صَفْوَانُ
بْنُ أُمَيَّةَ
إلى رَسولِ
اللّهِ #
بِلَبَن وَلَبَإِ
وَضَغَا
بِيسَ،
وَالنَّبىُّ #
بِأعْلى مَكَّةَ.
قالَ:
فَدَخَلْتُ
عَلَيْهِ
وَلَمْ اسْتَأذِنْ
وَلَمْ
أُسَلِّمْ.
فقَالَ: ارْجِعْ
فَقُلْ
السََّمُ
عَلَيْكُمْ،
أأدْخُلُ؟
ففَعَلَ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي.وعند
أبي داود
»جَدايةٍ« بدل
اللبأ.»الضَّغَابِيسُ«
صِغَارُ
الْقِثَّاءِ .
2. (3374)- Kelede İbnu
Hanbel (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Safvân İbnu Ümeyye (radıyallâhu
anh) benimle, Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) 'a süt, ağız ve bir miktar salatalık gönderdi. Aleyhissalâtu vesselâm
o sırada Mekke'nin yukarısında idi.
İzin istemeden selam vermeden huzuruna girdim. Bana:
"Dön, esselâmu aleyküm, gireyim mi? de!" buyurdu. Ben de
öyle yaptım."[166]
ـ3375 ـ3ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ لِي
رسولُ اللّهِ
#: يَا بُنَيَّ
إذَا
دَخَلْتَ
عَلى أهْلِكَ
فَسَلِّمْ يَكُنْ
سََمُكَ
بَرَكَةَ
عَلَيْكَ
وَعَلى أهْلِ
بَيْتِكَ[.
أخرجه
الترمذي
وصححه .
3. (3375)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana buyurdular ki:
"Ey oğulcuğum, âilene girdiğin zaman selam ver ki, selamın,
hem senin üzerine hem de aile halkına bereket olsun!"[167]
ـ3376 ـ4ـ وعن
ابن عمرو بن
العاص رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]سُئِلَ
رسولُ اللّه #:
أيُّ ا“سَْمِ خَيْرٌ؟
قالَ:
تُطْعِمُ
الطَّعَامَ،
وَتَقْرَأُ
السََّمَ
عَلى مَنْ عَرَفْتَ
وَمَنْ لَمْ
تَعْرِفْ[.
أخرجه أبو داود.
قلت: وَأخرَجه
البخاري في
كتاب ا“يمان
من صحيحه بهذا
اللفظ،
واللّه أعلم .
4. (3376)- Abdullah İbnu
Amr İbni'l-Âs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah'a:
"İslâm'ın hangi ameli daha hayırlı?" diye sorulmuştu.
"Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın herkese selam
vermen" diye cevap verdi."[168]
AÇIKLAMA:
Resulullah'a İslâm'ın en hayırlı hasleti mükerrer defa
sorulmuştur. Soru bazan "En hayırlı amel
hangisi? diye sorulur. Resulullah bunlara farklı cevaplar vermiştir.
Cevaplar muhataba ve bulunulan yer ve şartlara göre değişmiştir: Cihad, ilk
vaktinde kılınan namaz, birru'lvâlideyn, hacc-ı mebrur vs... Sadedinde
olduğumuz hadiste "en hayırlı amel" olarak "yemek yedirmek ve
herkese selam vermek" gösterilmiştir.
Nevevî, selamın her rastlanana verilmesi gereğini anlar ve sadece
tanıdıklara verilmesinin uygun olmayacağını belirtir. "Böyle yapmada der,
ameli ihlaslı yapmak yani Allah'a has
kılmak ve mütevâzi olmak ve İslâm'ın bir şiârı olan selamın yayılması
vardır."
Bu açıklamadan şunu anlıyoruz ki, selam sadece tanıdıklara
verildiği takdirde, bundaki ihlas zedeleniyor, ama tanımadıklara da verilince
dinin bir emri olarak, sünneti yerine getirmek düşüncesiyle yapılmış oluyor.
Ulemâ "ihlaslı bir dirhem amelin, ihlassız batmanlarla amelden üstün olduğunu" söyler.
Şu halde selamlaşmanın hakkı verildiği takdirde, mü'mine kolay,
kolay olduğu kadar da kârlı bir amel kapısı
açılmış olmaktadır.
Hadis, karşılaştığımız kimseden selam beklemeden selam vermeye
teşvik etmektedir. Buda kişiye tevazu kazandırmakta ve böylece mütevâzi olmanın
Allah indindeki mükâfaatını elde etmektedir.
Selam, bu haliyle mü'minlere karşı rahîm ve raûf olan Resul-i
Ekrem'in ümmet-i merhûmesine, ayn-ı rahmet, mahz-ı re'fet olan bir lutfu, bir
hediyesi olmaktadır.[169]
ـ3377 ـ5ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
]أنَّهُ مَرَّ
عَلى
صِبْيَانٍ
فَسَلَّمَ
عَلَيْهِمْ،
وَقالَ:
كَانَ
رَسولُ
اللّهِ #
يَفْعَلُهُ[.
أخرجه الخمسة
إ النسائي .
5. (3377)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh)'in anlattığına göre, kendisi bir grup çocuğa uğrar ve onlara
selam verir. Yanındakilere de şu açıklamayı yapar: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) böyle
yapardı!"[170]
AÇIKLAMA:
Selamla ilgili birçok edeb ve teferruat var. Bunlardan biri
küçüklerin büyüklere selam vermesidir. Burada ise, büyüklerin ve hatta
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın çocuğa
selam vermesi örneği vardır. Ebû Davud'un rivayetinde,
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) oynayan çocuklara rastlamıştı, onlara selam
verdi" denilmiştir. Bir başka rivayette Hz. Enes: "Ben çocuklarla
beraber (oynarken) Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize rastladı ve bize selam verdi..."
der.
Resulullah'ın çocuklara selam vermesi, onlardan selam alması ile
ilgili örnekler bunlara münhasır değildir. Yani, Resulullah'ın çocuklara selam
vermesi, rivayetlerde sübût bulmuş bir hâdisedir.
Her şeye rağmen, yukarıda da temas ettiğimiz gibi, çocuklar teklif
ehli olmadıkları için onlara selam verilip verilmeme meselesinde ihtilaf
edilmiştir. Hasan Basrî verilmemesi re'yinde idi. İbnu Sîrîn selam verir fakat
onları dinlemezdi. İbnu Battâl der ki: "Çocuklara selam vermede
onların şeriatın âdâbına alıştırılmaları
vardır." Bazı âlimler: "Çocuğa selam verilir; ancak çocuğun mukabele
etmesi ona farz değildir, çünkü çocuk farz ehli değildir. Ancak çocuğun velisi
selama mukabele etmesini çocuğa tenbih etmelidir, bu onun terbiyesi için
gereklidir" demiştir.
Çocuğun farz ehlinden olmaması sebebiyle: "Çocuğun da
bulunduğu bir cemaate selam verildiği zaman bu selama sadece çocuğun mukabelede
bulunması, onlar üzerinden borcu düşürmez, mutlaka bir büyük mukabelede
bulunmalıdır" hükmü getirilmiştir.[171]
ـ3378 ـ6ـ وعن
أسماء بنت
يزيد رَضِيَ
اللّهُ عَنْها
قالت: ]مَرَّ
عَلَيْنَا
رَسولُ
اللّهِ # في نِسْوَةٍ
فَسَلَّمَ
عَلَيْنَا[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي.وفي
رواية
للترمذي:
]فَألْوَى
يَدَهُ
بِالتَّسْلِيمِ[.
6. (3378)- Esmâ Bintu Yezîd
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) biz bir grup kadına uğramıştı, selam
verdi."[172]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın
rastladığı kadınlara da selam verdiğini göstermektedir. Abdurrezzak'ın
Musannaf'ında kadının erkeğe, erkeğin
kadına selam vermesinin mekruh olduğuna dair bir rivayet gelmiştir. Cevaza
delâlet eden rivayetler bunun zaa'fı sebebiyle
nekâretine hükmettirmiştir. Ancak cevazın "Fitne korkusu
yoksa" şartına bağlı olduğu belirtilmiştir. Bu takdirde Abdurrezzak'ın
rivayeti fitne korkusuna hamledilir. Halîmî: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ismet'i sebebiyle fitneden
emindi, öyleyse kim fitne hususunda nefsinden emin ise selam verir, aksi
takdirde sükût eslemdir" der. Müslim'de gelen bir rivayet Ümmü Hâni'nin,
Resulullah'a guslederken uğradığını ve selam verdiğini belirtir.
Mâlikîler, mahzuru bertaraf etmek (yani sedd-i zerî'a) maksadıyla,
kadına selam bahsinde, gençle yaşlı arasında tefrik yapmayı esas almışlardır.
Kûfîlere göre, "Kadınların erkeklere ilk selam veren olması meşru olmaz.
Zira, onlar ezan ve ikâmet okumaktan,
cehren kırâatte bulunmaktan men edilmişlerdir. Ancak mahrem hariç, kadın,
mahrem olanlara selam verir" derler.
Şâfiî fakih el-Mütevelli der ki: "Kadın erkeğin zevcesi veya
mahremi veya câriyesi ise o zaman selamlaşma, erkeğin erkeğe selamı gibi olur.
Kadın erkeğe yabancı ise, bakılır güzelse ve onun sebebiyle fitneye düşmekten
korkulursa, ister ilk vermede isterse mukabelede selam câiz olmaz. Kim erken
başlayarak selam verirse mekruh bir iş yapmış olur. Öbür tarafın mukabele etmemesi gerekir, kadın, fitneden
emin olunan bir yaşlı ise, selam caizdir."
İbnu Hacer bahsi şöyle tamamlar: "Şu halde, bu görüşle
Mâlikîler arasındaki farkın özü, gencin güzel olup olmamasına dayanıyor.
Mâlikîler genç için ayırım yapmazken, burada güzel olanı tefrik edilmektedir,
çünkü güzellik, mutlak gençliğin
hilafına fitneye düşme sebebidir. Şayet bir mecliste kadın ve erkek
beraber olursa, fitneden emin olma durumunda selamlaşmaları caizdir."
2- Kadınla Selamlaşma Meselesinde İmam-ı Nevevî'nin Açıklaması:
Kadınlara selam bahsini Nevevî daha vâzıh bir özetlemeye tabi
tutar. Der ki:
* "Kadınlar cemaat halinde iseler onlara selam verilir."
* "Kadın tekse, ona kadın, kocası, efendisi, mahremi
selam verir;
* "Kadın kendisine şehvet duyulmayacak kadar yaşlı ise
yabancı erkeğin ona selam vermesi müstehabtır, kadının da erkeğe selam vermesi
müstehabtır. Bunlardan hangisi önce vermişse mukabele diğerine gerekli
olur."
* "Eğer kadın, şehvet duyulan biri ise genç de olsa, yaşlı da
olsa ona ecnebî erkek selam vermez, erkeğe de kadın vermez. Şayet biri selam
verecek olsa, mukabeleye müstehak olmaz ve hatta mukabele mekruh olur. Bu,
mezhebimizinin (Şâfiî) ve cumhurun görüşüdür."
3- Sadedinde olduğumuz hadisin Tirmizî'deki bir vechi, kadınlara işaret suretiyle elle selam
verileceğine delâlet eder. Hadisin bu vechinde Esmâ (radıyallâhu anhâ) şöyle
der: "Birgün biz, bir grup kadın, mescidde iken Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) mescide uğradı bize eliyle
selam verdi." İki farklı rivayeti bazı âlimler: "Hem söz ve hem de
işareti birleştirdi" diye te'vil etmiştir.[173]
ـ3379 ـ7ـ وعن
عبيداللّه بن
أبي رافع عن
علي بن أبي
طالب رَضِيَ
اللّهُ عَنْه.
قال أبو داود
رَفَعَهُ
الحَسَنُ
بْنُ عَليٍّ
أيْ عَنْ
رسولِ اللّهِ
# قالَ:
]يُجْزِئُ عنِ
الجَمَاعَةِ
إذَا مَرُّوا
أنْ
يُسَلِّمَ
أحَدُهُمْ
وَيُجْزِئُ
عَنِ
الجُلُوسِ
أنْ يَرُدَّ
أحَدُهُمْ[.
أخرجه أبو
داود .
7. (3379)- Ubeydullah İbnu Ebî Râfî, Hz. Ali (radıyallâhu anh)'den nakletmiştir: Ebû Dâvud derki: "Hasan İbnu Ali ise bunu merfu olarak yani Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) 'dan rivayet etmiştir. Bir cemaat giderken, yeri gelince içlerinden bir kişinin selam vermesi hepsi için yeterlidir. Oturanlar adına da bir kişinin mukabelesi yeterlidir."[174]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadisin iki ayrı tarikten geldiği anlaşılmaktadır. Hadis birine göre Hz. Ali'nin sözüdür, diğerine göre Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın sözü. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu durumda ref'in esas alınması kâidedir.
2- Aliyyu'l-Kâri der ki: "Karşılaşma halinde selam vermek müstehab bir sünnettir, vâcib değildir. Aynı zamanda kifâye bir sünnettir de. Yani cemaat hâlinde olunduğu takdirde gerek vermede ve gerekse mukabelede bulunmada bir kişi yaptı mı cemaatten vazife düşer. Ancak hepsi birden selamlaşmaya iştirak ederse bu efdaldir. Selama mukabele, bütün ulemânın ittifakıyla farzdır. Hepsi birden mukabele etse bu da efdaldir."[175]
ـ3380 ـ8ـ وعن
أبي أمامة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسولُ
اللّهِ #: إنَّ
أوْلَى
النَّاسِ
بِاللّهِ
مَنْ
بَدَأهُمْ
بِالسََّمِ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
8. (3380)- Ebû Ümâme
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah'a en makbul insan,
karşılaşmada selama önce
davranandır."[176]
ـ3381 ـ9ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسولُ
اللّهِ #:
يُسَلِّمُ
الرَّاكِبُ عَلى
المَاشِي،
وَالمَاشِي
عَلى
القَاعِدِ،
وَالْقَلِيلُ
عَلى
الكَثِيرِ[.
أخرجه الخمسة
إ النسائي .
9. (3381)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Binekte olan yürüyene,
yürüyen oturana, az çok'a selam verir."[177]
ـ3382 ـ10ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رَسُولُ
اللّهِ #:
لَمّا خَلَقَ
اللّهُ آدَمَ
عَلى
صُورَتِهِ
طُولُهُ
سِتُّونَ
ذِرَاعاً.
قالَ: اذْهَبْ
فَسَلِّمْ
عَلى
أُولئِكَ نَفَرٌ
مِنَ
المََئِكَةِ
جُلُوسٌ
فَاسْتَمِعْ
مَا
يُحَيُّونَكَ،
فَإنَّهَا
تَحِيَّتُكَ
وَتَحيَّةُ
ذُرِّيَّتِكَ.
فقَالَ: السََّمُ
عَلَيْكُمْ.
فقَالُوا:
السََّمُ عَلَيْكَ
وَرَحْمَةُ
اللّهِ
فَزَادُوهُ
وَرَحْمَةُ
اللّهِ. فَكُلُّ
مَنْ
يَدْخُلُ
الجَنَّةَ
عَلى صُورَةِ
آدَمَ. فَلَمْ
يَزِلِ
الخَلْقُ
يَنْقُصُ
بَعْدُ
حَتَّى اŒنَ[.
أخرجه
الشيخان .
10. (3382)- Yine
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Allah
Teâlâ Hazretleri, Hz. Âdem (aleyhisselâm)'ı kendi sureti üzere ve boynunu da
altmış zirâ olarak yaratınca:
"Git, şu oturan meleklere selam ver, onların seni nasıl
selamlayacaklarına da dikkat et, dinle. Zira o selam, senin ve zürriyetinin
selamı olacaktır" dedi. (Bunun üzerine Âdem onlara gidip):
"Esselâmü aleyküm!" diye selam verdi. Melekler:
"Esselâmü aleyke verahmetullahi" dediler ve selama mukabele ederken
verahmetullahi'yi ilâve ettiler. Cennete her giren Hz. Âdem suretinde (ve boyu
da altmış arşın boyunda) olacak. Halk şu ana kadar (boyca) hep
eksilmektedir."[178]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen "kendi" zamirinin Allah'a veya
Âdem'e râci olması ihtimali var. Âlimler her iki ihtimale de yer verip ma'nayı
ona göre tevil etmişlerdir.
* Allah'a râci olduğu takdirde, Allah'ı insana benzetmek gibi
bir durum ortaya çıkacaktır. Halbuki Kur'ân-ı Kerim, buyurarak Allah'ın hiç bir
şeye benzemediğini beyan etmektedir. Ancak âlimler bu hususta maddî bir
benzerliğin kastedilmediğini, insanlara
Allah'ın ilim, hayat, semî (işitme), basar (görme), kelam (konuşma) gibi
sıfatlardan verilmiş olmasının kastedildiğini belirtmişlerdir.
* Zamir'in Hz. Âdem'e râci olması takdirinde, ma'nâ şöyle
olur: "Allah Âdem'i, yeryüzünde hangi suret üzere yaşadı ise o suret
üzere yarattı." Başka bir ifade
ile: "Âdem'in cennetteki ilk yaratılışındaki sureti ile, yeryüzündeki
sureti aynı idi. Kendi neslinden gelen
insanlar gibi tavırdan tavıra, halden hale geçmedi. Suret değişikliğine
uğramadı." Bilindiği üzere bir
insan anne karnındaki alak halinden başlamak üzere ihtiyarlayıp ölünceye kadar
çeşitli haller geçirir, suretler değiştirir.Şu halde bu hadis, Hz. Âdem'in bu
halleri geçirmediğini, ölüm ânındaki sureti üzere yaratıldığını beyan etmiş
olmaktadır. Bu te'vil vak'aya daha muvafık gözükmektedir. Çünkü Hz. Âdem diğer
insanlar gibi nutfeden yaratılmadı. Anne rahmindeki safhalardan geçmedi. O önce
kalıp halinde, yaşadığı suret üzere tam ve eksiksiz olarak yaratılıp bilâhere
ruh üflendi. Bu hususu te'yid eden rivayetler mevcuttur. Yaratılışla ilgili
İslâm'ın temel görüşü de budur. Bu görüş "Her insan nutfeden
yaratılmıştır, nutfe için insan gereklidir. Öyleyse insanlığa bir başlangıç
tayin edilemez, ezelden beri olagelmiştir" diyen Dehrîlerin iddiasını
reddeder. Keza "İnsanlık tabiatın tesiriyle vücut bulmuştur" diyen tabiatçıların
görüşünü de veya şimdilerde olduğu üzere "maymundan gelmiştir" diyen
Darvincilerin görüşünü de reddeder.
İnsanı, Cenâb-ı Hakk, kudretiyle Rahmân'a has semî, basar, hayat,
kelam gibi bir kısım mümtaz sıfatlarla mücehhez olarak yaratmıştır.
2- Hz. Âdem'in altmış zirâ boyunda yaratılması: İbnu Hacer,
buradaki zirâ (arşın) kelimesinin iki ihtimal taşıdığını belirtir:
1) Hz. Âdem'in zirâ'ı ile altmış zirâ.[179]
2) Halen bilinen zirâ ile altmış zira.
Birinci ihtimal esas alındığı takdirde Hz. Âdem'in boyu, kendi
zirâ'ına göre tayin edilmiş olur. Şârihlere göre birinci ihtimal daha kavî
gözükmektedir. Çünkü herkesin ziraı, boyunun dörtte biri kadardır. Eğer bilinen
zirâ kadar olsa, eli, bu boydaki vücudunun yanında çok kısa kalır.
Ebû Hüreyre'den gelen merfu bir rivayette Hz. Âdem'in boyunun 60,
eninin 7 zirâ olduğu tasrih edilir.
3- Hadiste, yaratılıştan hemen sonra, Hz. Âdem'in meleklere
selam vermekle emrolunmasını esas alan bazı âlimler, "Selam vermek vâcibtir"
diye hükmetmiş ise de bu zayıf bir te'vil olarak kabul edilmiştir.
İbnu Abdilberr, selam vermenin sünnet olduğunda icma edildiğini
nakleder. Selama mukabelede bulunmak farzdır.
4- Bazı hadislerde: "Yahudiler, sizi selâmınız ve âmin
demeniz sebebiyle kıskandıkları kadar başka bir şeyde kıskanmazlar"
buyrulmuştur. Bu hadise dayanan âlimler, selam verme işinin, İslâm'da olduğu
kadar, daha önce gelip geçen ümmetlerin hiçbirinde teşrî edilmediğini
söylerler, her millette bir selam verme an'anesi vardır diye itiraz edilebilir.
Ancak İslâmî selamın muhtevası ve mâhiyeti farklıdır. Nitekim cahiliye devrinde
de selamlaşma vardı, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) o selamı yasakladı, İslâmî selamı teşrî etti. Ebû Dâvud'un bir rivayeti şöyle:
"İmran İbnu Husayn der ki: "Biz cahiliye devrinde
en'amallâhu bike aynen ve en'am sabâhan (Allah sevdiğine kavuştura, sabahta
mesud kıla) derdik. İslâm bizi bundan yasakladı."
Ebû Zerr-i Gıfarî hazretleri müslüman oluş hikayesini anlatan uzun
hadislerinde, "Resulullah'ı İslâmî selamla ilk selamlayan ben
oldum..." der.
Bugünkü elfazıyla İslâmî selamın, bu ümmete bir imtiyaz olarak
Allah tarafından tahsis edildiği muhtelif rivayetlerde gelmiştir. Müslümanların
bunu başka elfazlarla değiştirmemeleri, Resullerinin şeâirine sahip çıkmaları
gerekir. Çünkü pekçok hadis ve hatta âyet-i kerime selam üzerinde elfazını da
zikrederek durmuştur. Bir hadiste: "Allah selamı, ümmetim için bir tahiyye
(selamlaşma vâsıtası) ve zimmet ehlimiz için de bir emniyet kıldı" buyurmuştur.
5- Cennete her girenin Hz. Âdem suretinde girmesini, âlimler
cennete girenlerin her çeşit noksan sıfatlardan arınmış olarak gireceği
şeklinde yorumlamışlardır. Siyahlık, sakatlık, körlük vs. hepsi cennete
girerken bertaraf edilecektir.
6- İnsanların boyca eksilmesi:
Hadisin son cümlesinde, insanların boyca eksilmekte olduğu ifade edilmektedir.
Âlimler bunu, her çağda insanların boyca biraz daha kısalarak zamanımıza kadar
böyle geldiği şeklinde anlarlar. İbnu
Hacer, "Boy kısalması bu ümmete kadar devam etti, artık bu şekilde
kesinleşip kaldı" der. İbnu't-Tîn şu açıklamayı yapar: "Nasıl ki, her
şahsın boyu yavaş yavaş büyür, ancak büyüme saatler veya günler arasında
sezilmez, ancak günler artınca büyümenin farkına varılır. İnsanlığın boyca
gerilemesindeki durum dahi böyledir." Şârihler bu hükmü müşâhede ile
zıdlık içinde bularak müşkil'e dikkat çekerler: "Geçmiş ümmetlerden bize
intikal eden eserlere baktığımız zaman müşkilatla karşılaşırız. Mesela
Semüd Kavmi'nin yaşadığı memleket
gibi... Onlardan kalan meskenler, boylarının, daha önce belirttiğimiz tertip
açısından aşırı uzun boylu olmadıklarına delâlet eder. Ancak şurası muhakkak
ki, onlar çok eski sayılmazlar. Onların Hz. Âdem'le aralarındaki zaman farkı ile, bizimle olan zaman
farkı bir değildir. Bize çok daha yakındırlar."[180]
ـ3383 ـ11ـ وعن
عمران بن حصين
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]كُنَّا
عنْدَ رسولِ
اللّهِ #
فَجَاءَ رَجُلٌ
فَسَلَّمَ
فقَالَ:
السََّمُ
عَلَيْكُمْ.
فَرَدَّ
عَلَيْهِ
رسولُ اللّهِ
# السََّمَ؛
ثُمَّ
جَلَسَ،
وَقالَ
النَّبيُّ #:
عَشْرٌ،
ثُمَّ جَاءَ
آخرُ فقَالَ:
السََّمُ
عَلَيْكُمْ
وَرَحْمَةُ اللّهِ.
فَرَدَّ
عَلَيْهِ
فَجَلَسَ
فقَالَ: عِشْرُونَ،
ثُمَّ جَاءَ
آخَرُ فقَالَ:
السََّمُ
عَلَيْكُمْ
وَرَحْمَةُ
اللّهِ
وَبَرَكَاتُهُ.
فَرَدَّ
عَلَيْهِ
فَجَلَسَ
فَقَالَ
ثََثُونَ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
11. (3383)- İmrân İbnu
Husayn (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Biz Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) 'ın yanında iken bir adam gelerek selamı verdi ve:
"Esselâmu aleyküm!" dedi. Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) selamına mukabele etti. Adam
da oturdu. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm);
"On (sevap kazandı!)" dediler. Sonra birisi daha geldi.
"Esselâmu aleyküm ve rahmetullâhi!"dedi. Aleyhissalâtu
vesselâm onun selamına da mukabele etti.
Adam oturdu. Aleyhissalâtu vesselâm.
"Yirmi!" dediler. Sonra biri daha geldi ve:
"Esselâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu" dedi.
Resulullah, selamına mukabele etti, adam
da oturdu. Hz. Peygamber bu sefer:
"Otuz!" buyurdular."[181]
AÇIKLAMA:
1- Ebû Dâvud hadisi, "Selam nasıl verilmeli?" adını
verdiği bir bâbta rivayet etmiştir. Böylece bu hadisin, ne şekilde selam
verileceğini öğretmek gayesini güttüğünü anlıyoruz.
2- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) en kısa selamın esselamu aleyküm şeklinde olmasını meşru
addetmiş, buna on sevap terettüp edeceğini belirtmiştir. Zaten, âyette de
belirtildiği üzere her hayır amelimiz en
az on misliyle mükâfaatlanmaktadır. Hadisin devamında, selama ilave edilen her
kelime için on sevabın daha ilave edildiğini görmekteyiz. Böylece, esselamu
aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtuhu şeklindeki selamın otuz sevab
kazandırdığı belirtilmektedir.
3- Hadis, selama ilk başlayan kimsenin hadiste geldiği şekilde
ziyade edilen kelimeleri katarak selam vermesinin müstehab olduğunu
göstermektedir. Bazı şârihler, ziyadeli kelimelerle selam vermenin meşru olup olmayacağını
araştırmışlardır. Muvatta'da gelen bir haberde İbnu Abbâs "selamın
bereketle son bulmasını" söyler. Bunu te'yid eden bir rivayeti Beyhakî,
Şu'abu'l-İmân'da kaydetmiştir: Buna göre, bir adam İbnu Ömer'e gelince,
Esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve berakâtuhu ve mağfiretuhu diye selam
verince İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ):
"Sana, ve berâkatuhu yeterlidir ve berekâtuhu da olur!"
diye müdâhale eder.
Muvatta'nın bir diğer rivayetinde İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ)'e
Esselâmu aleyke ve rahmetullahi ve berekâtuhu ve'lgâdiyâtu ve'rrâihâtu[182] diye selam veren
birisine ilk vehlede: وَ
عَلَيْكَ
اَلْفًا "Söylediğin
senin üzerine de bin kere olsun!" diye cevap vererek berekâtuhu üzerine
ziyadeyi tasvib etme tavrını takınmış ise de, bilâhere bunda, "şeriatın
ötesine geçme" gibi bir hal bularak mekruh addetmiştir.[183]
Bu mevzuda daha tatminkar merfu bir rivayeti Zürkânî kaydeder.
Aynen veriyoruz: "Hz. Selmân (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Bir adam
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'a gelerek:
"Esselâmu aleyke!" dedi. Resululah da:
"Ve aleyke(sselamu) ve rahmetullahi!" diye cevap verdi.
Sonra bir başkası geldi.
"Esselamu aleyke ve rahmetullahi!" diye selam verdi.
Aleyhissalâtu vesselam buna da:
"Aleykesselamu ve rahmetullahi ve berekâtuhu!" diye
cevap verdi. Sonra bir başkası geldi ve:
"Esselâmü aleyke ve rahmetullahi ve berekâtuhu!" diye
selam verdi. Aleyhissalâtu vesselâm bu zâta da:
"Ve aleyke!" diye cevap verdi. Adam:
"Falan ve falan gelip size selam verdiler, siz de onlara,
bana söylediğinizden daha fazlasını söyleyerek mukabele ettiniz" dedi. Resulullah ona şu cevapta
bulundu:
"Sen bize söyleyecek bir şey bırakmadın ki. Allah Teâlâ
Hazretleri "Size bir selam verildiği zaman, ondan daha iyisiyle mukabele
edin veya aynıyla selam verin..." (Nisa 86) buyurmuştur. Biz sana
aynısıyla mukabele ettik."
Ebû'l-Velîd İbn Rüşd, kaydettiğimiz bu âyette gelen "daha
iyisiyle mukabele edin" fıkrasına dayanarak: "Selamı ilk verenin
tahiyyesi bereket kelimesiyle sona erecek olursa, mukabele edenin, buna başka
kelimeler ilâve etmesinin caiz olacağını" söyler. Nitekim, Ebû Dâvud'da
metnini müteakiben kaydedeceğimiz Mu'az İbnu Enes rivayetinde, İmran hadisinin
bir benzeri zikredilir. Devamında, bir
başkasının gelip "ve mağfiretuhu" kelimesini de ilave ettiği ve bana
Resulullah'ın "Kırk (sevab)" dediği belirtilir. Keza İbnu Sünnî'nin
bir rivayetinde Resulullah'ın "Esselamu aleyke ya Resulellah!" selamına,
"Ve aleykesselamu ve rahmetullahi ve berekâtuhu ve
mağfiretuhu ve rıdvanuhu" diye cevap verdiği belirtilir.
Yâni, selamlaşmada ve berekâtuhu kelimesinin üzerine ziyade
yapılmasının cevazına delâlet eden rivayetler de vardır. Gerçi bunlar zayıftır;
ancak, İbnu Hacer'in belirttiği üzere bunlar bir araya gelince birbirlerini
takviye ederek, cevaza bir karîne teşkil ederler.[184]
ـ3384 ـ12ـ و‘بي
داود عن معاذ
بن أنس
بمعناه. وزاد
]ثُمَّ أتَى
أخَرُ فقَالَ:
السََّمُ
عَلَيْكُمْ
وَرَحْمَةُ
اللّه
وَبَرَكَاتُهُ
وَمَغْفِرَتُهُ.
فَرَدَّ
عَلَيْهِ
رسولُ اللّهِ
# وَقالَ:
أرْبَعُونَ
ثُمَّ قالَ:
هكذَا
تَكُونُ الْفَضَائِلُ[
.
12. (3384)- Ebû Dâvud'da Muâz
İbnu Enes'ten aynı ma'nâda bir rivayet vardır. Ayrıca şu ziyade yer alır:
"Sonra bir diğeri geldi ve dedi ki: "Esselamu aleyküm ve
rahmetullahi ve berekâtuhu ve
mağfiretuhu." Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) mukabelede bulundu ve:
"Kırk (sevap)" deyip ilave etti: "Böylece (ziyade
edilen her kelime için) sevap artar."[185]
ـ3385 ـ13ـ وعن
أبي تميمة
الهُجيمي عن
أبي جُريٍّ عن
أبيه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أتَيْتُ
رسولَ اللّهِ
# فَقُلْتُ:
عَليْكَ
السََّمُ يَا
رسولَ اللّهِ.
فقَالَ: َ
تَقُلْ
عَلَيْكَ
السََّمُ.
فَإنَّ
عَلَيْكَ
السََّمُ
تَحِيَّةُ المَوْتَى.
إذَا
سَلَّمْتَ
فَقُلِ:
السََّمُ عَلَيْكَ.
فَيَقُولُ
الرَّادُّ
وَعَلَيْكَ
السََّمُ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
13. (3385)- Ebû Temîme
el-Hüceymî, Ebû Cüreyy el-Hüceymî'den, o da babasından (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'a gelip:
"Aleyke'sselâm ya Resulellah. (Sana selam olsun ey Allah'ın
Resulü!)" dedim. Bana hemen müdâhale etti:
"Aleyke'sselâm deme. Çünkü aleyke'sselâm diye verilen selâm,
ölülerin tahiyyesidir. Selam verdiğin zaman, "Esselamu aleyke" de!
Sana mukabele eden de, "Ve aleykesselâm!" der."[186]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste ölülere
verilecek selamın nasıl olacağı ilham ediliyor gibi. Ancak Resulullah'ın
kabristana girince: "Esselamu aleyküm ehl-i dâr-ı kavm-i mü'minîn"
şeklinde selam veridiği sabittir. Burada
selamda dua, lehine dua edilenin isminden önce zikredilmiştir, tıpkı canlılara
verilen selamda olduğu gibi. Şârihler, sadedinde olduğumuz hadiste,
Resulullah'ın, muhataplarının âdetlerine atıfta bulunmuş olacağına dikkat
çekerler. Çünkü, bazı cahiliye şiirinde örneğine rastlandığı üzere, Araplar,
cahiliye devrinde ölülerine selam verirken önce isim zikrederlerdi. Şu misalde
olduğu gibi. ...
عَلَيْكَ
سََمُ اللّهِ
قَيْسِ بْنِ عَاصِمٍ
وَرَحْمَتُهُ
إنْ شَاءَ
يَتَرَحَّمَا
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)'nin (Ebû
Dâvud)'da rivayet ettiği şu hadise göre, ölülerle dirilere verilen selam
arasında bir fark yoktur. Ulemâ bunu esas almıştır.
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün) mezarlığa
gitti. Varınca: "Esselamu aleyküm dare kavm-i mü'minîn" (Selam size
olsun ey mü'minler evinin ahalisi) diye selam verdi ve ilave etti: "Biz de
inşaallah size iltihak edeceğiz."
Ancak, beddua yapılıyorsa, hakkında beddua yapılacak kimsenin ismi
önce zikredilir. "Allah'ın lâneti üzerine olsun" sözünde olduğu gibi.
Bunun Kur'ân'da da örneği vardır: "Lânetim Kıyamet gününe kadar onun
üzerine olsun" (Sâd, 78).[187]
ـ3386 ـ14ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: إذَا سَلّمَ
عَلَيْكُمُ
الْيَهُودُ
فَإنَّمَا
يَقُولُ
أحَدُهُمْ:
السَّامُ
عَلَيْكَ.
فَقُلْ:
وَعَلَيْكَ[.
أخرجه الستة إ
النسائي .
14. (3386)- İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Yahudiler size selam
verince onlardan biri, "essâmu aleyküm" der, sen de ona, "Ve
aleyke!" de."[188]
ـ3387 ـ15ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
يرفعه: ]إذَا
سَلَّمَ
عَلَيْكُمْ
أهْلُ
الْكِتَابِ
فَقُولُوا
وَعَلَيْكُمُ[.
أخرجه
الشيخان .
15. (3387)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh), Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın şu sözünü
nakletmiştir:
"Ehl-i Kitap size selam verince onlara "Ve aleyküm"
diye cevap verin."[189]
ـ3388 ـ16ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
تَبْدَءُوا
الْيَهُودَ
وََ
النَّصَارى
بِالسََّمِ،
وَإذَا لَقيْتُمُوهُمْ
في طَرِيقٍ
فَاضْطَرُّوهُمْ
إلى أضْيقِهِ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والترمذي .
16. (3388)- Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Hıristiyan ve yahudilerle karşılaşınca önce siz selam
vermeyin, (onlar size versinler, siz mukabele edin). Bir yolda onlarla
karşılaşınca, (kenardan geçmeleri için) yolu onlara daraltın."[190]
AÇIKLAMA:
1- Son üç hadis, ehl-i kitap denen yahudi ve hıristiyanlarla
selamlaşma âdâbını beyan etmektedir. Bu âdâbı şöyle özetleyebiliriz:
1) Selam her şeyden önce bir dua ve bir teşrifdir. Muhataba
kıymet verme, onu şereflendirmedir. Bu sebeple hadis der ki: "Ehl-i Kitap
mağdub ve dâll olmaları, münderis ve muharref bir şeriata tabi olmaları, Allah
hakkında iftiralarda bulunmaları, insanları ve menfaatleri ilahlaştırmaları sebebiyle
onlar teşrife layık değillerdir. Öyleyse önce selam vererek onları teşrif
etmeyin, tâzim izhâr etmeyin. Bırakın, onlar size selam versinler, siz
selamlarına mukabele edin."[191]
2) Selamlarına mukabele ederken: "Ve aleyküm" (Sizin
üzerinize de olsun!) deyin. Çünkü onlar sizin hakkınızda hayır düşünmezler. Bir
nevi hayır duası olan, "Allah'ın
selameti, sulhü, huzuru üzerinize olsun" ma'nâsında bir dua olan
esselamu aleyküm demeye dilleri varmaz;
sözü eğerler büğerler, başka şeyler
söylerler. Mesela essâmu aleyküm
"âcil ölüm üzerinize olsun!" derler. Öyleyse siz de onlara "ve
aleyküm" (sizin de üzerinize olsun) diyerek selamlarına mukabele
edin."[192]
3) Ehl-i kitaba karşı izzet-i İslâm'ı koruyun, İslâmî benlik
ve şahsiyetinizi unutmayın, bu hususta taviz vermeyin. Bu maksadla yolda
karşılaştığınız zaman tevazu olsun düşüncesiyle kenara çekilmeyin. Şuurla
hareket ederek onu yana çekilmeye zorlayın. Böylece o, görmezlikten gelerek
selam vermeden de geçemez. Size selam vermek mecburiyetinde kalır.
Bu üç noktayı işleyen hadisler birçok sahâbe tarafından rivayet
edilmiştir.
Bu hadislerde Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın ihbar-ı gayb
nev'inden, istikbalde vukua gelecek şeyleri haber verme nev'inden mühim bir
mucizesini görmekteyiz: Ehl-i kitap,
tarih boyu müslümanlara hep düşmanca hislerle hareket etmiştir. Bugünde
böyledir, yarın da öyle olacaktır. Nice fırsatlarda müslümanlar onlar
karşısında hakkı, adaleti teslim etmiş, insaftan ayrılmamış olmasına rağmen,
onlar her fırsatı müslümanların aleyhine azami ölçüde değerlendirmesini
bilmişler, hakka, adalete, insafa, insanlığa, hümanizm adına kendilerinin
koyduğu prensiplere uymamışlardır.Şu son yılların, beynelmilel vüs'atteki her
hadisesinde, müslümanların mağduriyetleri de mevzubahis olunca, görmezden, duymazdan
gelmenin ötesinde, zalimleri alkışlamışlar ve desteklemişlerdir. Filistin
meselesinde, yahudilerin Lübnan başta
olmak üzere dünyanın her tarafında icra ettikleri katliamları, devlet terörü
hâdiselerinde, Kıbrıs meselemizde, Bulgaristan'daki, Yunanistan'daki
müslümanların katliam ve tehcirleri meselesinde, ne diğer müslümanlar ne de
Türkiye hiçbir Batı desteği görmemiştir.
Komünist idaresine baş kaldıran Doğu Avrupa memleketleri (Polonya, Çekoslovakya,
Macaristan, Bulgaristan, Romanya, Doğu Almanya), hıristiyan âlemin tam
desteğine mazhar olurken, aynı komünist
idarenin haksızlıklarına ve onun kışkırtması olan Ermeni katliamına karşı
protesto gösterisinde bulunan mâsum Azerî müslümanlarına silahla mukabele edip
binlerce insanı katleden komünist Rusya'yı kınamak şöyle dursun, tasdik, te'yid ve tasvip etmişler, destek vermişlerdir. Hatta yalan haberlerle
kışkırtmaktan sıkılmamışlardır bile...
2- Ehl-i Kitab hakkında Resulullah'ı bu tavsiyeleri yapmaya
zorlayan bir çok hâdiseler olmuştur. Bunu anlatan rivayetlerden birini Buhârî
kaydetmektedir: "Hz. Âişe anlatıyor: "Yahudilerden bir grup
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın huzuruna girdi ve: "Essâmu aleyke
(ölüm üzerine olsun)" diye selam verdi. Ben ne dediklerini anlayıp:
"Sâm ve lânet size olsun"
dedim. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
hemen atılarak:
"Ey Âişe, ağır ol! Çünkü Allah her işte rıfkla
(tatlılıkla) hareket etmeyi sever!"
buyurdular. Ben:
"Ey Allah'ın Resulü, ne söylediklerini işitmedin mi?"
dedim. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Ama ben de, "Size de!" dedim" cevabını
verdiler.
Esasen Kur'ân-ı Kerim, müslümanlar dinlerini terketmedikçe
Kıyamete kadar ehl-i kitabın müslümanlara düşmanlıktan vazgeçmeyeceğini ifade
etmektedir: "Kendi dinlerine uymadıkça, yahudi ve hıristiyanlar senden
asla hoşnud olmayacaklardır. De ki: "Doğru yol, ancak Allah'ın
yoludur" (Bakara 120).[193]
Sadedinde olduğumuz hadislerin bize vermek istediği mesajın
hakikatı kavranmadığı takdirde, pek kesif Batı propagandasıyla parazitlenerek kendi
ölçülerini kaybetmiş, neye iyi, neye kötü diyeceği, kimi dost kimi düşman
bileceği hususlarında tereddütlere düşmüş müslüman esprilerin birçoğu, bu hadisleri değerlendirmekten uzak kalabilir.
Hadislerin o devre baktığını, günümüzde
hıristiyanların değiştiğini söyleyebilir. Dahası, hadisler hakkında
mü'minlik edebine yakışmayacak mütâlaalarda bile bulunabilir. Bu sebeple,
mevzuun aydınlanması için Batının bugün bile müslümanlara karşı ciddi bir tavır
değişikliğine gitmediğini kendi kaynaklarına inen bir tahlille belirtmeye
çalışacağız.
Hemen belirtmek isteriz ki, Batı, kendini üstün görür ve kendi
dışındakileri, yaratılıştan eksik ve geri görür. Ona göre insanlık ikiye
ayrılır: Aryen ırkından gelen Batılılar ve bu ırk dışında kalan diğerleri. Her
çeşit kemal sıfatlar Aryen ırkından olanlara hastır; düşük vasıflar da Aryen
dışındakilere... Onlardaki ırk ayırımı sadece beyazsiyah ayırımı değildir.
Temelde batılı olanbatılı olmayan ayırımıdır. Bu ayırım medenîbarbar,
Avrupalıyerli, Batılı-Doğulu gibi değişik
tabirlerle ifade edilmiştir. Tabirlerin farklılığı, mefhumların da
farklılığını gerektirmiyor. Yani barbar, yerli, doğulu neticede aynı mefhum ve
medlûlü ifade eder. Açıklayalım:
Medenî-Barbar: "Ne âyetlerde, ne de hadislerde, insanlığı bugünkü
ma'nâda bir medenîgayr-ı medenî diye ayırıma rastlamayız. Böylesi bir ayırım
Avrupa'ya hastır ve târihen, kadim Yunan ve Roma devirlerine kadar gider. Zira
onlar Yunanca ve Latince bilmeyen bütün yabancılara barbar diyorlardı. Bu
ayırım Roma dünyasının medeniyet deyince Greko-Latin kültürünü anlamasından
ileri geliyordu. Neticede barbar, medeniyetin dışında kalan, aşağı,
medeniyetsiz, vahşî ma'nâlarını taşıyordu. Onlardan Batı dillerine intikal eden
bu kelime, Batılı olmayanlar için aynen kullanılmaya devam etmiştir. Vahşî,
gayr-ı medenî, insaniyetten uzak vs. ma'nâlarına gelir. Avrupa, kelimenin ifade
ettiği ma'nâya o kadar samimiyetle inanmıştır ki, mesela dilciler, barbar diye
şöhret yapan yabancı dillerde çok büyük bir şekil zenginliği görünce apışıp
kalmışlardır.
Avrupalı-Yerli: Batılıların kendilerini esas alma
prensibiyle yaptığı yeni bir ayırım ilk nazarda tabiî olmakla beraber, yerli'ye
izafe edilen vasıflar ve onlar karşısında takınılan Avrupaî tavır, en azından
biz müslümanlar için gayr-ı tabiidir, gayr-ı insânidir ve son derece rahatsız
edicidir. Fransızlar bu yerlilere "medenî seviyelerinin
düşüklüğü" gerekçesiyle belli
kanunlara tabi normal vatandaş muamelesi yapmamayı prensip edinirken -meselâ
1881'lerde işgal ettiği Cezayir'e, 1944'lerde normal vatandaş hakkı tanımış ve
o da kâğıt üzerinde kalmıştır-. İngilizler yerlileri toptan katliama tabi
tutmuşlardır. Onları bu davranışlara iten "yerli" karşısındaki Batı
telâkkisini bir Batılı'dan, Toynbee'den dinleyelim.
Der ki:
"Biz Batılılar, insanları "yerliler" olarak
vasıflandırdık mı, onları zımmen beşerî değerlerden tecrid ederiz. Biz onları, kendileriyle
karşılaştığımız diyarları talan edip kirleten vahşî hayvanlar yerine koyuyoruz. Onlara, bizdeki
aynı duyguları taşıyan insanlar olarak değil, keşfettiğimiz yerlerde
rastladığımız mahallî bitki ve hayvan türlerinin bir parçası olarak bakıyoruz.
Biz onları "yerliler" olarak düşündükçe, onları tamamen imha etmeye
veya günümüzde daha geçerli göründüğü üzere, onları ehlileştirme hakkına sahip
olduğumuza hükmediyor ve mâsumâne (belki de tamâmen haksız olmaksızın) ırkı
ıslâh ettiğimize inanıyoruz... Ancak hiçbir zaman onları anlama zahmetine katlanmıyoruz" (L'Histoire, p. 46).[194]
Sömürgeci asker takımının kafasına "yerli"yi, o bölgede
rastlanan "bitki ve hayvan türlerinden bir tür" olarak sokan Batı,
onlardaki her çeşit merhamet duygusunu kaldırarak, ırgat olarak bedâva
çalıştırmadan, toptan imhâya varıncaya kadar[195] -Batılı menfaatin
gerektirdiği- her çeşit muameleyi
yerliye icra etmede tereddüd göstermeyecek fetvayı vicdânen verdirecek birtakım
ilmî(!) nazariyeleri de ilim adına ileri sürmekten geri durmamıştır. Bu cümleden olarak Fransız
içtimâiyâtçılardan Levy-Bruhl tarafından ileri sürülen ve bilâhare bazı ehl-i
vicdan Batılılarca bile hiçbir ilmî esasa dayanmadığı için kınanan
"Yerlide mücerred mefhumları düşünme ve tefekkür etme kaabileyeti
bulunmadığı, onlarda medenîlerden tamamen farklı bir mantık ve düşünce sistemi
bulunduğu ve bu farklılığın fıtrî olduğu"na dair nazariye burada zikre
değer. Bu hususu başka örnekleriyle daha geniş olarak bir başka kitabımızda[196] incelediğimiz için,
burada bu kadarıyla keserek "yerli" tâbirine mümâsil bir başka tâbiri açıklayacağız:
Şarklı: Batı'nın şarklı karşısındaki tavrı "yerli"
karşısındaki tavrından hiç farklı değilir. O, daha işin başında "şarklı
(oriental)" kelimesine günlük sıfat olarak "tedennî, durgunluk,
tefessüh, istibdâd, hurâfe ve gayr-i aklîlik" sıfatlarını yakıştırıp,
kafalara yerleştirerek, günlük içtimâî değerlendirmelerde zihnî kalıp ve boya
yapmıştır.
Şark ve şarklı karşısındaki düşünce tarzlarını daha bâriz hâle
getirmek maksadıyla şu koyacağımız pasaj, sıradan bir kimseye değil, pek çok
eserleriyle şöhret yapmış ve ciddî te'sirler husûle getirmiş bir Fransız
feylesofuna (J.-M. Guyeau) âittir. Bize muasır sayılacak kadar da yaşadığı
devir yakındır (vefatı: 1888). Feylosofumuz, doğum kontrolünün Batılılar için
zararlarını anlattığı uzunca bir tahlîlinde Batı efkâr-ı umumiyesini ikna etmek
maksadıyla şu açıklamaya da yer verir.
"Hayvan yetiştiricilerin, hayvanları üretmede başvurdukları
prensipleri, insanların çoğaltılmasında tatbik etme yollarını arayan
Malthus'cular bir noktayı unutuyorlar. O da şudur: Her çeşit yetiştirme işinde
temel prensip "üstün ırkların çoğalmasını teşvik ve temindir." Söz
gelimi, kaliteli bir boğa on aded âdi boğaya müreccahtır. Öyle ise sığırlar ve
davarlar hakkında câri olan bir prensip insanlar hakkında fazlasıyla
mûteberdir: Bir Fransız, ırkının ilmî ve estetik kaabileyetleri sebebiyle, bir
zenci, bir A-rap, bir TÜRK, bir Kırgız, bir Çinliye nazaran ortalama YÜZ DEFA
DAHA ÜSTÜN içtimâî bir serveti temsil eder. Müstakbel insanlık içerisinden,
Kırgızların veya TÜRKLER'in lehine kendi kendimizi bertaraf etmemiz, hattâ
Malthus nokta-i nazarından bile tam bir
aptallıktır."[197]
ـ3389 ـ17ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما:
]أنَّ رَجًُ
مَرَّ عَلى
النَّبيِّ #
وَهُوَ
يَبُولُ
فَسَلَّمَ
فَلَمْ
يَرُدَّ
عَلَيْهِ[.
أخرجه الخمسة
إ
البخاري.وزاد
أبو داود:
]ثُمَّ اعتَذَرَ
إلَيْهِ
وَقالَ: إنِّي
كَرِهْتُ أنْ
أذْكُرَ
اللّهَ إَّ
عَلى طُهْرٍ[ .
17. (3389)- İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bevl ederken bir adam ona uğradı ve selam
verdi. Ancak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) , selamına mukabelede
bulunmadı."[198]
Ebû Dâvud'un bir rivayetinde şu ziyade var: "Sonra adama
(selama mukabele etmeyişinin) özrünü beyan etti: "Ben, temiz değilken
Allah'ı zikretmeyi uygun bulmadım."[199]
AÇIKLAMA:
Burada abdest bozarken selam vermenin kerâheti teşrî edilmektedir.
Â-limler ittifakla: "Büyük veya küçük abdest bozana selam veren kimsenin,
selamına mukabele görmeye müstehak olmadığına bu hadis delildir" demiştir.
Bu hallerde selamın mekruh olduğunda ihtilaf etmezler. Abdest
bozmak üzere oturana sadece selam değil, hapşırınca hamdetmek veya hapşırana
yerhamükâllah demek, tesbih vs. gibi her çeşit zikir mekruhtur. Yanlışlıkla
verilse bile bu selama, bevl bittikten sonra cevap vermenin câiz olduğu
belirtilmiştir.
Bu bâbta farklı hadisler gelmiştir. Bazıları Resulullah'ın abdest
aldıktan -veya teyemmüm ettikten sonra selama mukabele ettiğini ve hatta
yukarıda Ebû Davud'dan ziyade olarak kaydettiğimiz hadiste görüldüğü üzere-
selama kubale edemeyişinin sebebini abdestsiz olmakla izah ettiğini belirtir.
Ancak, abdestsiz olunduğu zaman selama mukabele edilmeyeceği
meselesine itiraz edilmiş, bu hükmün neshedildiği belirtilmiştir.[200]
ـ3390 ـ1ـ عن
قتادة:
]قُلْتُ ‘نَسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
أكَانَتِ
المُصَافَحَةُ
في أصْحَابِ رسولِ
اللّهِ #؟
قالَ: نَعَمْ[.
أخرجه
البخاري والترمذي
.
1. (3390)- Katâde
rahimehullah anlatıyor: "Hz. Enes (radıyallâhu anh)'a sordum:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın Ashâbı arasında müsâfaha var
mıydı?" Bana:
"Evet!" diye cevap verdi."[201]
ـ3391 ـ2ـ وعن
البراء
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: مَا مِنْ
مُسْلِمَيْنِ
يَلْتَقِيَانِ
فَيَتَصَافَحَانِ
إَّ غُفِرَ
لَهمَا
قَبْلَ أنْ
يَتَفَرَّقَا[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي.
وهذا لفظه .
2. (3391)- Hz. Berâ
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "İki müslüman karşılaşıp
musâfahada bulununca, ayrılmalarından önce (küçük günahları) mutlaka
affedilir."[202]
ـ3392 ـ3ـ وفي
أخرى للترمذي
عن ابن مسعود
يرفعه قال:
]مِنْ تَمامِ
التَّحِيَّةِ
ا‘خْذُ
بِالْيَدِ[ .
3. (3392)- Tirmizî'nin İbnu
Mes'ud'dan kaydettiği bir diğer rivayette şöyle buyrulmuştur: "(Musâfaha
etmek üzere mü'min kardeşin) elinden tutulması selamlaşma cümlesindendir."[203]
ـ3393 ـ4ـ وعن
عطاء
الخراساني:
]أنَّ رسولَ
اللّهِ # قالَ:
تَصَافَحُوا
يَذْهَبِ
الْغِلُّ،
وتَهَادُوا
تَحَابُّوا
وَتَذْهَبِ
الشَّحْنَاءُ[.
أخرجه مالك .
4. (3393)- Atâ el-Horasânî
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Musâfaha edin ki,
kalblerdeki kin gitsin, hediyeleşin ki birbirinize sevgi doğsun ve aradaki
düşmanlık bitsin."[204]
AÇIKLAMA:
1- Burada kaydedilen dört hadis, musâfahanın meşruiyyetini
te'yid etmektedir. Mesele hakkında başka rivayetler de mevcuttur. İslâm ülemâsı
musâfahayı Resûlullah'ın teşvik ettiğini ve bunun sünnet-i müekkede olduğunu belirtmiştir. Ulemânın bazı
ahvalde buna ısrarla devam etmesi onun sünnet olma vasfını değiştirmez. Bir
rivayette Efendimiz:
"Yemenliler geldiler ve bizi musâfaha yaparak selamlayan ilk
kimseler oldular" buyurmuştur.
Şu rivayet selamlaşmada eğilmeyi yasaklar:
"Hz. Enes anlatıyor: "Resulullah'a: "Kişi kardeşine rastlayınca ona (hurmet ve selam
için) eğilmeli midir?"diye sorulmuştur. "Hayır!" diye cevap
verdi. "Elinden tutup musâfaha da mı yapamaz?" deyince: "Elbette
bunu yapar!" diye cevap verdi."
İbnu Battal der ki: "Musâfahayı bütün âlimler hoş
karşıladılar. İmam Mâlik önce mekruh addetmiş ise de sonradan o da müstehab
bulmuştur." Nevevî "Karşılaşmalarda musâfaha etmenin sünnet olduğunu
söylemekte ulemâ icma eder" der.
Berâ'nın bir rivayeti meâlen şöyledir: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) 'la karşılaştım, elimi tutup benimle musâfahada
bulundu. Ben: "Ey Allah'ın Resulü dedim, ben, bunun Acemlere has bir âdet
olduğunu sanıyordum."
"Biz musâfaha yapmaya onlardan ehakkız!" cevabını
verdi."
Bazı devirlerde, yer yer sabah ve ikindi namazlarından sonra
cemaate katılanların, aralarında musâfaha etmeleri âdet kılınmıştır. Nevevî bu
gelenek hakkında: "Musâfahanın sabah ve ikindi namazlarının peşine tahsis
edilmesine gelince, İbnu Abdisselâm, bunu mübah bid'atler zımnında misâl olarak
zikreder" açıklamasını sunar.
İbnu Hacer, musâfaha emrinin umumî olduğu, ancak, yabancı kadınlarla ve yakışıklı olan sakalı çıkmamışlarla (emred) musâfahanın bu emirden istisna tutulduğunu belirtir.
2- 3392 numaralı hadiste "elden tutma", selam
cümlesinden gösterilmiştir. Bundan maksad musâfaha mıdır, pek açık değil.
Buhârî, musâfaha olma ihtimaline yer verir. Ancak musâfaha etmeden bir
başkasının elini, avucu içine alma durumu da olabilir. Âlimler her iki ma'nâyı
da makbul addederler. Hz. Enes'in bir rivayeti şöyle: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) , bir kimseyle karşılaşınca (musâfaha ederdi), kişi
elini çekinceye kadar Aleyhissâlatu vesselâm elini onun elinden çekmezdi, keza
adam yüzünü çevirinceye kadar yüzünü de çevirmezdi."
3- 3393 numaralı hadiste, hediyeleşmeye de teşvik
buyrulmuştur. İslâm'ın hediyeleşmeye verdiği ehemmiyeti ve bu mevzu üzerine gelen
diğer bir kısım rivayetleri kitabımızın Hediye ile ilgili bölümünde (5780-5787)
göreceğimiz için burada açıklama yapmıyoruz.[205]
ـ3394 ـ1ـ عن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]عَطَسَ
رَجَُنِ
عِنْدَ
النَّبيِّ #
فَشَمَّتَ
أحَدَهُمَا
وَلَمْ
يُشَمِّتِ
اŒخَرَ.
فَقِيلَ لَهُ
في ذلِكَ؟
فَقَالَ: هذَا
حَمِِدَ
اللّهَ
تَعالى
وَهذَا لَمْ
يَحْمَدِ
اللّهَ
تَعالى[.
أخرجه الخمسة
إ النسائي .
1. (3394)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın
yanında iki kişi hapşırdı. Efendimiz, bunlardan birine teşmitte bulundu (yâni
"yerhamukâllah!" dedi), diğerine teşmitte bulunmadı. Niye böyle
davrandığı sorulunca:
"Şu, Allah Teâlâ'ya hamdetti, öbürü Allah Teâlâ'ya
hamdetmedi!" cevabını verdi."[206]
ـ3395 ـ2ـ وفي
أخرى لمسلم عن
أبي موسى:
]إذَا عَطسَ أحَدُكُمْ
فَحَمِدَ
اللّهَ
تَعالى
فَشَمِّتُوهُ
وَإنْ لَمْ
يَحْمَدِ
اللّهَ فََ
تُشَمِّتُوهُ[
.
2. (3395)- Müslim'in Ebû
Musa'dan yaptığı bir diğer rivayette şöyle buyrulmuştur: "Biriniz hapşırır
ve hamdederse, ona teşmitte bulunun, Allah'a hamdetmezse teşmitte
bulunmayın."[207]
AÇIKLAMA:
1- İslamî âdâbtan biri de teşmittir. Teşmit lügat olarak tebrik
ma'nâsına gelir. Bereketle dua edilince, Arap "ona teşmitte bulundu" der.
Hz. Ali'nin Hz. Fâtıma ile evlenmeleriyle ilgili rivayette, Resûlullah'ın
onlara yaptığı bereket duası, شَمَّّتَ
عَلَيْهَا diye ifâde edilmiştir. Kelimenin şemâta
kökünden geldiği de ileri sürülmüştür. Bu, düşmana gelen kötülükle sevinmek
demektir. Bu durumda, teşmit, düşmanı sevindirecek hale düşmemesi için yapılan
dua ma'nâsına gelir. Veya hamdedince şeytanı üzecek bir hal ortaya koymuş,
şeytanın hâli sebebiyle de kişi sevinmiştir. Kelimeyle ilgili başka açıklamalar
da yapılmıştır. Teferruat mühim değil.
Dinî bir tabir olarak, teşmît, hapşıran kimse elhamdülillah dediği
takdirde ona "yerhamukallah (Allah sana rahmet kılsın)!" diyerek
dua etmektir. Aslında hapşırana dua etmek İslam'a has bir âdet değildir. Diğer
milletlerde de birtakım güzel temennîlerde bulunulduğu görülür. Ancak İslâm
dini bunda ısrar etmiş ve bütün ümmete şâmil bir formüle bağlamıştır.
Hadisin vürud şekli, sarih emir ifade etmesi sebebiyle hükmün
vâcib olduğunu ifade eder. Ancak İslâm ulemâsı teşmît'in vücubuna hükmetmez,
müstehab olduğunda ittifak eder.
Teşmît'in formülüne gelince, bunun hapşıran tarafından söylenecek
olan tahmid kısmında farklılıklar bulunduğu gibi, teşmît kısmında da var. Şöyle
ki:
* Bazı rivayetler, hapşıranın sadece "elhamdülillah"
diyeceğini ifade eder.
* Bazı rivayetler, "Elhamdülillah alâ külli hâl (her bir
durum için Allah'a hamdolsun)" demek gerektiğini ifade eder.
* Bazı rivayetler ise, "Elhamdülillâhi
Rabbilâlemîn"in söylenmesi gerektiğini ifâde eder.
* Bazı rivâyetlerde: "Elhamdülillâhi Rabilâlemîn alâ külli
hâlin mâ kâne. (Ne olursa olsun her bir
durum için âlemlerin Rabbine hamd olsun!)" denmesi gerektiği ifâde
edilir.
Hz. Ali'nin el-Edebü'l-Müfred'de kaydedilen bir rivayeti şöyle:
"Kim hapşırdığı zaman اَلْحَمْدُللّهِ
رَبِّ
الْعَالَمِينَ
عَلى كُلِّ
حَالٍ مَا
كَانَ derse ebediyyen
ne kulak, ne dil (ne de karın) ağrısı çeker." Bu söz Hz. Ali'nin gözükmekte ise de, bu çeşit sahâbe sözü
hükmen merfu addedilir, zîra haber
verilen husus, içtihadla söylenecek bir şey değildir, ihbâr-ı gaybî
nev'indendir. Ancak vahiyle söylenebilir.
* Şu rivayet hapşıranın, zikrine başka kelimeler de ilâve
edebileceğini gösterdiği gibi, bunun müstehab olduğunu da ifâde eder:
"Ümmü Seleme (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Bir adam,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın yanında hapşırmıştı, elhamdülillah
dedi. Aleyhissalâtu vesselâm "Yerhamukâllah!" buyurdular. Derken, bir
diğer kimse de hapşırdı ve اَلْحَمْدُللّهِ
رَبِّ
الْعَالَمِينَ
حَمْداً
طَيِّباً
كَثِيراً
مُبَارَكاً
فيهِ dedi. Efendimiz:
"Bu, öbürüne ondokuz derece üstünlük kazandı" buyurdular.
*
İbnu Ömer'den gelen bir rivayette, "hapşıranın hamdeleye salvele de ilâve
ederek: اَلْحَمْدُ
للّهِ رَبِّ
الْعَالَمِينَ
وَالصََّةُ
عَلى رَسُولَ
اللّهِ #
demesi
daha hoştur." Bir diğer rivayette "bu güzelse de sünnete uygun değildir" denilmektedir.
* Hamdele'den sonra şehadet de getirilmesi mekruh addedilmiştir.
* Taberânî demiştir ki: "Hapşıranın, elhamdülillah
demekle, buna Rabbi'l âlemîn veya alâ
kulli hâl lâfızlarından birini ziyade
etme hususunda mütehayyirdir. Delillerin ortaya koyduğu husus ise şudur:
"Bunlardan her biri o esnada söylenmesi gereken zikri karşılar; lâkin
hangi zikir daha çok senâ ifâde ediyorsa o efdaldir, yeter ki me'sur (sünnette
rivayet edilmiş) olsun."
* Nevevî, el-Ezkâr'da der ki: "Ülemâ, hapşıranın
"elhamdülillah" demesinin
müstehab olduğunda ittifak etmiştir. Ancak elhamdülillâhi Rabbilâlemîn derse bu
daha iyidir, şayet elhamdülillah alâ kulli hâl derse bu efdaldir."
2- Sadedinde olduğumuz hadis, hapşırınca hamdetmeyene
teşmît'te bulunmamak gerektiğini ifade etmektedir. Ancak, hamdettiğini
işitirse, teşmitte bulunmak bir vazife olmaktadır. Çeşitli hadisler bunu takrir
etmiştir.
Bir rivayette: "Müslümanın müslüman üzerindeki hakları
altıdır" dendikten sonra bunlar arasında teşmit de zikredilir. Zâhirîlerin
cumhuru ile Mâlikîlerden bazıları hadisin zâhirini esas alarak teşmit'in vâcib
olduğuna hükmetmiştir. Cemaat halinde, bir kişinin söylemesiyle diğerlerinden
düşen bir farz-ı kifaye olduğunu söyleyenler de olmuştur. Hanefîler ve
Hanbelîlerin cumhuru bu görüştedir. Şâfiîlerle Mâlikîlerden bir grup müstehab
olduğuna, bir kişi söyleyince cemaatten sâkıt olacağına hükmetmiştir.[208]
ـ3396 ـ3ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: شَمِّتْ
أخَاكَ ثَثاً
فَمَا زَادَ
فَهُوَ
زُكَامٌ[. أخرجه
أبو داود .
3. (3396)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kardeşine üç kere teşmitte bulun, üçten fazla (hapşırırsa)
artık bu nezle olmuştur."[209]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, hapşırana üç kere yerhamukâllah deneceğini hapşırmaya
devam ettiği takdirde, bunun nezle gibi bir rahatsızlıktan ileri gelmesinin
anlaşılacağından, artık her seferinde
teşmît gerekmeyeceğini ifade eder. Hatta, hadisin Tirmizî'deki vechinde:
"...Hapşırana üç kere teşmîtte bulun. O hapşırmaya devam ederse sen
muhayyersin, dilersen teşmîtte bulun, dilersen bulunma" buyrulmuştur.
Ancak, bazı rivayetlerde üçten sonra teşmîti açık bir üslupla
nehyetmiştir: "...üçten fazla hapşırırsa, (artık anlaşılmıştır ki) o
nezlelidir, teşmîtte bulunmasın." Şârihler bunun kavî, Tirmizî'nin
rivayetinin zayıf olduğunu belirtirler. Şu halde üçten fazla teşmitte
bulunmamak esastır.[210]
ـ3397 ـ4ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رسولُ
اللّه #: إنَّ
اللّهَ
يُحِبُّ
الْعُطَاسَ
ويَكْرَهُ
التَّثَاؤُبَ.
فَإذَا
عَطَسَ
أَحَدُكُمْ
فَحَمِدَ
اللّهَ فَحَقٌّ
عَلى كُلِّ
مُسْلِمِ
سَمِعَهُ أنْ
يَقول:
يَرْحَمُكَ
اللّهُ،
وَأمَّا
التَّثَاؤُبُ
فَإنَّهُ
مِنَ
الشَّيْطَانِ؛
فإذَا تَثَاءَبَ
أحَدُكُمْ في
الصََّةِ
فَلْيَكْظِمْ
مَا
اسْتَطَاعَ
وََ يَقُلْ
هَاهْ فَإنَّ
ذَلِكُمْ
مِنَ
الشَّيْطَانِ،
يَضْحَكُ
مِنْهُ[.
أخرجه الخمسة
إ
النسائي.قوله:
»فليكظم« أي يفتحْ فاه
.
4. (3397)- Yine Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah hapşırmayı sever,
esnemeden hoşlanmaz. Öyleyse sizden biri hapşırır ve Allah'a hamdederse, bunu
işiten her müslüman üzerine, yerhamukâllah demesi hak (bir vazife)dir. Ancak
esnemeye gelince, işte bu, şeytandandır. Biriniz namazda esneyecek olursa,
imkân nisbetinde kendini tutsun ve hah diye ses çıkarmasın. Zira bu,
şeytandandır, şeytan kendisine gülüyor demektir."[211]
AÇIKLAMA:
1- Hattâbî: "Allah'a nisbet edilen sevmek, hoşlanmamak
gibi ifadelerin ma'nâsı, hapşırma ve esneme fiillerinin sebebine bakar. Zira,
hapşırma bedenin hafifliğinden, mesâmâtın açılmasından ve fazla doygunluğun
olmayışından ileri gelir. Bu, esnemenin zıddı bir haldir. Çünkü o, bedenin
iyice dolmuş olmasından, bir de çok ve karışık yemekten hâsıl olan ağırlıktan
ileri gelir. Önceki hal, ibâdet için şevk verir. İkinci hal bilâkis gaflete sevkeder"
der.
2- Rivayetler hapşırmanın bazı çeşitlerine dikkat çeker:
* Şârihler, hadiste Allah'ın sevdiği belirtilen hapşırmanın
nezleden hasıl olan hapşırma olmadığını belirtirler. Çünkü, tahmîd ve teşmît
bunun için emredilmiş, öbürü için emredilmemiştir. Mamafih teşmîti her ikisine
teşmil eden âlim de vardır.
* Hapşırmanın namazda olanıyla namaz dışında olanı da tefrik
edilmiştir. Tirmizî'nin bir rivayeti şöyle:
"Namazda hapşırma, uyuklama ve esneme şeytandandır." Burada
"namazdaki hapşırma", esneme ile bir tutulmaktadır.
* Abdurrezzak'ın bir rivayetinde, şeytandan olduğu belirtilen
yedi şeyden birinin, "şiddetli hapşırma" olduğu belirtilir. Şu halde,
hapşırırken imkân nisbetinde başkasını rahatsız etmeyecek şekilde hafif yapmaya
gayret edilmelidir. Nitekim müteakip hadis hapşırmanın âdâbını takrir
etmektedir.
3- Hadiste geçen, "Hamdedeni işitene teşmît hak
bir vazifedir" ibaresinden hareket eden âlimler, "Hapşıranın
hamdetme hususunda acele davranmasının müstehab olduğu" hükmünü
çıkarmışlardır. İbnu Dakîki'l-Îd, bazı âlimlerden şu görüşü nakleder:
"Kişi hapşıranı görünce teennî ile hareket etmeli, sükûnet bulmasını
beklemeli, teşmît için acele etmemelidir." İbnu Dakîki'l-Îd, teşmit için
zâten tahmidin işitilmesinin şart olduğunu belirterek bu tavsiyenin gâyesini
açıklar.
Buhârî'nin el-Edebü'l-Müfred'de kaydettiği bir rivayete göre, İbnu
Ömer (radıyallâhu anh) mescidde iken, mescidin bir tarafından bir hapşırma
işitir. O tarafa yönelerek: "Hamdetti isen yerhamukâllah der. Bu rivayeti
de, teşmit için tahmid'in gerekli olduğu
hususunda delil olarak zikretmişlerdir.
4- Esnemede kendini tutma emri, esnemeyi durdurmanın kişinin
elinde olduğu ma'nâsına gelmez; çünkü esneme hâsıl olunca onun gerçek şekilde
durdurulması mümkün olmaz. Öyleyse buradaki durdurma, esnemenin tabiî şekilde
olmasını önlemek, ondan meydana gelecek vücud hareketlerini asgariye
indirmektir. Hadisin sadedinde olduğumuz vechi "namazda diye kayıtlarken
bazı vecihleri bu kayda yer vermez ve "Biriniz esneyecek olursa..."
diye mutlak gelir. Bir rivayette: "Biriniz esneyecek olursa elini ağzı
üzerine koysun, (köpek gibi) havlamasın, zira şeytan ona güler" denmiştir.
Burada ağzın sonuna kadar açılması, köpeğin havlamasına benzetilmiştir. Zira
köpek havlarken başını kaldırır ve ağzını açar.
5- Esnemenin şeytandan olması, şeytanın bunu sevmesindendir.
Çünkü, şeytan insana gaflet veren, hayrını azaltan, namazını kesen her şeyi
sever. Ayrıca, esneme umumiyetle çok yemekten hâsıl olan bir hâlettir. Çok yeme
de şeytan işidir. Türbüştî şu açıklamayı sunar: "Bunun şeytana nisbeti,
şeytanın kulun Allah'ın önünde duyacağı
huzur ve kendinden geçercesine yapacağı mürâcaattan alacağı zevk gibi mendub
şeyler arasına girmeyi sevmesindendir."[212]
ـ3398 ـ5ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ النَّبِىُّ
# إذَا عَطَسَ
غَطَّى
وَجْهَهُ
بِيَدَيْهِ
أوْ بِثَوْبِهِ
وَغَضَّ
بِهَا
صَوْتَهُ[.
أخرجه أبو داود
والترمذي .
5. (3398)- Yine Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hapşırdığı zaman, yüzünü elleriyle veya
elbisesiyle örterdi ve sesini de kısardı."[213]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, hapşırma sırasında dikkat edilmesi gereken edebe
dikkat çekmektedir. Bu hususlar bazı hadislerde Nebevî bir emir olarak
belirtilirken, burada Nebevî bir amel olarak ifade edilmektedir: Yüzün, yani
bilhassa ağzın elbise veya elle örtülmesi, sesin kısılması. Her iki edeb de
yakınlardakini rahatsız etmekten korur. Ağzın veya yüzün örtülmesi, hapşırma
sırasında ağız ve burundan tükrük ve sair parçaların etrafa sıçramasını önler,
sesin kesilmesi de rahatsızlık verici bir gürültünün asgariye inmesini sağlar.
İbnu Hacer, başka rivayetleri de göz önüne alarak hapşırmanın
edebiyle ilgili olarak şunları sayar: "Sesini kısması, hamdini yüksek
sesle yapması, ağız ve burnundan akanlarla arkadaşına eza vermemesi için yüzünü
örtmesi, hapşırması ile zarar vermemesi için başını sağa sola çevirmesi."
İbnu'l-Arabî, hapşırırken sesi kısmanın hikmetini, "sesin
yükselmesinde uzuvlar için eza var" diyerek izah eder. Diğer edeblerin
hikmetiyle ilgili olarak, kaydedilene yakın şeyler söyler.
İbnu Dakîki'l-Îd, teşmîtin faydaları zımnında müslümanlar arasında uyuşma
sağlamayı ve sevgi kazanmayı zikreder. Ayrıca hapşıranın nefsini de te'dip
ettiğini söyler: "Çünkü der, rahmetin zikredilmesinde, mükelleflerin
çoğunda mevcut olan günahı hatırlatma bulunduğu için, hapşıran, nefsin gururunu
kırıp tevazuya yer vermiş olur."[214]
ـ3399 ـ6ـ وعن
أبي موسى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
الْيَهُودُ
يَتَعاطَسُونَ
عِنْدَ النّبيِّ
# يَرْجُونَ
أنْ يَقُولَ
لَهُمْ: يَرْحَمُكُمُ
اللّهُ.
فَيَقُولُ:
يَهْدِيكُمُ
اللّهُ
وَيَصْلِحُ
بَالَكُمْ[.
أخرجه أبو
داود والترمذي
وصححه .
6. (3399)- Ebû Musa
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Yahudiler, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) 'ın huzurlarında zoraki hapşırırlar ve bununla kendileri için
yerhamukumullah demesini umarlardı. Resûlullah ise onlara: "Allah size
hidayet versin ve aklınızı ıslah etsin." derdi."[215]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, gayr-ı müslimlere teşmît'te bulunmanın meşruluğunu ifade
ettiği gibi, onlara nasıl teşmît yapılacağını da göstermektedir. Rahmet
mü'minlere has olduğu için, gayr-ı müslimlere hiçbir durumda Allah'ın rahmeti
dilenmez. Onlara en iyi dua, hidayetlerini temenni etmektir. Teşmît'te de aynı
şey yapılacaktır.
Resûlullah gayr-ı müslimlere yazdığı mektuplara, "Selam
hidayete tabi olanlara olsun" diye başlardı. Onların selamlarına da, ve
aleyküm diye mukabele ettiğini daha önce belirttik (3386-3388).[216]
ـ3400 ـ1ـ عن
علي رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال النبيُّ
#: مَا مِنْ
رَجُلٍ
يَعُودُ
مَرِيضاً مُمْسِياً
إَّ
خَرَجَ مَعَهُ
سبْعُونَ
ألْفَ مَلَكٍ
يَسْتَغْفِرُونَ
لَهُ حَتّى
يُصْبِحَ،
وَكَانَ لَهُ
خَرِيفٌ في
الجَنّةِ،
وَمَنْ
أتَاهُ
مُصْبِحاً خَرجَ
مَعَهُ
سَبْعُونَ
ألْفَ مَلَكٍ
يَسْتَغْفِرُونَ
لَهُ حَتّى
يُمْسِىَ،
وَكَانَ لَهُ
خَرِيفٌ في
الجَنَّةِ[.
أخرجه أبو
داود والترمذي.»الخريف«
هنا الحائط من
النخل .
1. (3400)- Hz. Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kim bir hastayı akşam vakti ziyaret ederse onunla mutlaka yetmişbin melek
çıkar ve sabaha kadar onun için istiğfarda bulunur. Ona cennette bir bahçe
hazırlanır. Kim de hastaya sabahleyin giderse, onunla birlikte yetmişbin melek
çıkar, akşam oluncaya kadar ona istiğfarda bulunur. Ona cennette bir bahçe hazırlanır."[217]
ـ3401 ـ2ـ وعن
ثوبان رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
عَادَ
مَرِيضاً
لَمْ يَزَلْ
في خُرْفَةِ
الجَنّةِ
حَتّى
يَرْجِعَ[.
أخرجه مسلم والترمذي
.
2. (3401)- Hz. Sevbân
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Hasta ziyaretinde
bulunan kimse, ziyaretten dönünceye kadar cennet meyveleri arasındadır."[218]
ـ3402 ـ3ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رسولُ
اللّه #: مَنْ
تَوَضّأ
فَأحْسَنَ
الْوُضُوءَ،
وَعَادَ
أخَاهُ
المُسْلِمَ
مُحْتَسِباً
بُوعِدَ مِنَ
النَّارِ
مَسِيرَةَ
سَبْعِينَ
خَرِيفاً[.قال
أنس:
»الخَريفُ«
العام. أخرجه
أبو داود.
3. (3402)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim abdest alır ve
abdestini mükemmel kılar sevab ümidiyle müslüman kardeşini hasta iken ziyaret
ederse, ateşten, yetmiş yıllık yürüme mesafesi kadar uzaklaştırılır."[219]
AÇIKLAMA:
1- Burada kaydedilen hadisler, hasta ziyaret etmenin
ehemmiyetini belirtmektedir. Sonuncu hadiste, ziyaret sırasında abdestli olmaya
teşvik edilmektedir. Bazı âlimler abdestli olmanın hikmetini şöyle açıklamıştır:
"Hasta ziyareti bir ibadettir. İbadetlerin abdestli olarak yapılması, onu
en mükemmel şekilde yapmak demektir, bu ise efdaldir."
2- Her işte olduğu gibi bunun da Allah rızası için yapılması,
sevab elde etmek niyetiyle yapılması gerekmektedir. Başka gayelerle yapılan
ziyaretlerin aynı şekilde sevablı olmayacağı anlaşılmaktadır.[220]
ـ3403 ـ4ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: مَنْ عَادَ
مَرِيضاً أوْ زَارَ
أخاً لَهُ في
اللّهِ
تَعالى
نَادَاهُ مُنَادٍ:
أنْ طِبْتَ
وَطَابَ
مَمْشَاكَ وَتَبَوّأتَ
مِنَ
الجَنَّةِ
مَنْزًًِ[.
أخرجه الترمذي.
»تَبَوّأتَ«
أي اتخذت .
4. (3403)- Hz.Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim Allah rızası için
bir arkadaşını ziyaret eder veya bir hastaya geçmiş olsun ziyaretinde
bulunursa, bir münâdi ona şöyle nidâ eder: "Dünya ve âhirette hoş yaşayışa
eresin. Bu gidişin de hoş oldu. Kendine cennette bir yer hazırladın."[221]
ـ3404 ـ5ـ وعن
زيد بن أرقم
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]عَادَنِي
رسولُ اللّهِ
# مِنْ وَجَعٍ
كَانَ
بِعَيْنَيَّ[.
أخرجه أبو داود
.
5. (3404)- Zeyd İbnu Erkam
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gözümdeki bir ağrı sebebiyle beni ziyaret
etti."[222]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın, Ashab hasta olduğu zaman
ziyaretlerine gittiğini göstermektedir. Bu mesele ile ilgili başka örnekler de
rivayet edilmiştir. Bir rivayet, Hz. Câbir (radıyallâhu anh)'a baygınlık
geçirdiği sırada uğradığını ve ayrılıncaya kadar yanından ayrılmadığını haber
verir.
2- Bu hadisten çıkarılan bir diğer hüküm, hafif rahatsızlıklar için dahi ziyaretin
meşruiyetidir.Zira göz ağrısı korkutucu, ağır bir hastalık değildir. Baş ve diş
ağrılarını da bu sınıftan mütâlaa edebiliriz. Bazı hanefî âlimler göz ağrısı
gibi hafif rahatsızlıklar için geçmiş olsun ziyaretini uygun görmemiş ve hatta
mekruh olduğunu söylemiştir. Ancak görüldüğü üzere bu hadis, nassa dayanmayan o
çeşit iddiaları tekzib etmektedir. Hadis, Buhârî tarafından el-Edebü'l-Müfred'e
alınmıştır, âlimler sıhhati hususunda kesin kanaat sahibidir.[223]
ـ3405 ـ6ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]لَمَّا
أُصِىبَ
سَعْدُ بنُ
مُعَاذٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه يَوْمَ
الخَنْدَقِ
فِي أكْحَلِهِ.
ضَربَ لَهُ
رَسُولُ
اللّهِ #
خَيْمَةً فِي
المَسْجِدِ
لِيَعُودَهُ
مِنْ قَرِيبٍ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائي .
6. (3405)- Hz. Âişe
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Sa'd İbnu Mu'az, Hendek savaşı sırasında
kol damarından yaralanınca, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onun için mescide bir çadır kurdurdu.
Maksadı, onu daha yakından ziyaret etmek
(ve ilgilenmek)ti."[224]
AÇIKLAMA:
Hadiste mescidin tedavi yeri gibi kullanılma örneği mevcuttur. Yaralanan Sa'd İbnu Mu'az için Hz. Peygamber mescidin içerisinde çadır kurdurup, daha yakından tedavisiyle ilgilenmek istiyor. Bilindiği üzere Sa'd İbnu Mu'az (radıyallâhu anh), Ensar'ın iki liderinden biridir. Diğer itibarlı lider Sa'd İbnu Ubâde'dir. Aleyhissalâtu vesselâm bu davranışıyla, insanların itibar edip mevki ve makam verdiği kimselere de hususi muamele etme, böylece onu sevenlerin gönlünü kazanma örneği de vermiş olmaktadır.
Âlimler hadisten şu hükümleri de çıkarırlar:
* Özre binâen mescidde ikâmet caizdir.
* Sultan veya âlim, ziyaretine ehemmiyet verdiği hasta şahısların
ziyaretinde zorlukla karşılaştığı hallerde, hastanın, ziyareti kolay ve daha
yakın bir yere taşınması caizdir.[225]
ـ3406 ـ7ـ وعن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قال رسولُ
اللّهِ #: مَنْ
عَادَ
مَرِيضاً لَمْ
يَحْضُرْ
أجْلُهُ
فَقَالَ
عِنْدَهُ سَبْعَ
مَرَّاتٍ:
أسْألُ
اللّهَ
الْعَظِيمَ
رَبَّ
الْعَرْشِ
الْعَظِيمَ
أنْ يَشْفِيكَ
إَّ عَافَاهُ
اللّهُ
تَعالى مِن
ذلِكَ المَرَضِ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي.
7. (3406)- İbnu Abbâs
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim eceli gelmeyen bir
hastayı ziyaret eder ve yanında şu duayı yedi kere okursa, Allah ona bu
hastalığından mutlaka şifa verir: Es'elullahe'l-azîme Rabbe'l-Arşi'l-azîmi en
yeşfiyeke. (Büyük Arş'ın Rabbi olan Allah'tan senin için şifa taleb ediyorum.)[226]
ـ3407 ـ8ـ وعن
أبي سعيد
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: إذَا
دَخَلْتُمْ
عَلى مَرِيضٍ
فَنِفّسُوا
لَهُ في
أجَلِهِ
فَإنَّ ذلِكَ
يُطَيِّبُ
نَفْسَهُ[.
أخرجه
الترمذي .
8. (3407)- Ebû Saîd
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bir hastanın yanına
girince, ona sağlık ve uzun ömür temennisiyle onu rahatlatın. Zira böyle yapmak
onun gönlünü hoş eder."[227]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde, hastayı ziyaret ederken
uyulması gereken mühim bir edebe dikkat çekmektedir: Onunla yapılacak
konuşmanın ve ona yapılacak duanın mahiyetine gelince; bunlar, hastayı
ferahlatacak, hayata sevgi ve bağlılığını artıracak, yaşama ümidini verecek
tarzda olmalıdır. Hadiste geçen tenfîs, ferahlatma, nefes aldırma ma'nâsına
gelir. Şârihler bunun "Allah ömrünü uzun etsin", "şifa
versin", "afiyet versin" gibi sözlerle gerçekleşeceğini
belirtir. Tîbî bu hadisi: "Yani uzun ömre heveslendirin" diye
yorumlar. Bazıları: "Eceli hususundaki endişesini gidererek ferahlandırın
bu da uzun ömür dilemek, hastalığın gitmesine dua etmekle ve "mühim bir
şey yok, korkacak bir şey yok, Allah sana şifa verecektir, hastalığın ağır
değil" gibi sözler söylemekle gerçekleşeceğine" dikkat çekmiştir.
Gerçi bu çeşit sözler mukadder olan eceli değiştirmez ise de hastayı
rahatlatır, gönlünü hoş eder. Hadis, hasta ve sakatlara güler yüz, tatlı söz ve
mültefit davranışla muamele etmede bir beis olmadığını tebliğ etmekten başka,
böyle davranmaya teşvik etmekte ve gönül alıcılığı ziyaret âdâbı kılmaktadır.[228]
ـ3408 ـ9ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ غَُماً
مِنَ
الْيَهُودِ
كَانَ
يَخْدُمُ
النّبيَّ # فَمَرِضَ
فَعَادَهُ
النّبيُّ #
فَقَعَدَ عِنْدَ
رَأسِهِ
فَقالَ لَهُ:
أسْلِمْ.
فَنَظَرَ إلى
أبيه وهو
عنده، فقَالَ
أطِع أبا
القاسِم
فأسلم، فخرج
النبيُّ #
وَهُوَ
يَقُولُ: الحَمْدُ
للّهِ
الَّذِي
أنْقَذَهُ
بِى مِنَ النَّارِ[.
أخرجه
البخاري وأبو
داود.
9. (3408)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Yahudilerden bir çocuk Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) 'a hizmet ediyordu. Bir gün hastalandı. Resûlullah
onun ziyaretine geldi. Baş ucunda oturdu ve: "Müslüman ol!" buyurdu.
Çocuk yanında durmakta olan babasına baktı. Babası da: "Ebû'l-Kasım'a
itaat et!" diye emretti. Çocuk derhal müslüman oldu. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) oradan
ayrıldığı vakit şöyle diyordu:
"Onu benim vesilemle ateşten kurtaran Allah'a hamdolsun."[229]
AÇIKLAMA:
Hadisten âlimler bazı fevâid çıkarmışlardır:
* Müşriğin istihdamı,
hastalanınca da ziyareti caizdir.
* İyi niyet taşımak esastır.
* Küçüğün istihdamı câizdir.
* Çocuğa islâm'ı arzetmek
caizdir.
* Çocuğun İslâm'ı câizdir. Çünkü hadiste, "Benim vesilemle onu ateşten kurtaran Allah'a hamdolsun!" denmiştir.
* Çocuk küfrü anlar olsa ve küfür üzerine ölse, ahirette bunun cezasını çekecektir.[230]
ـ3409 ـ10ـ وعن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]مِنْ
السُّنّةِ
تَخْفِيفُ
الجُلُوسِ،
وَقِلَّةُ الصَّخَبِ
في عِيَادَةِ
المَريضِ[.
أخرجه رزين .
10. (3409)- İbnu Abbâs
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Hastayı ziyaret ederken az oturmak ve az
gürültü yapmak sünnettendir."[231]
AÇIKLAMA:
Burada, hasta ziyareti âdâbı olarak zikredilen hastanın yanında az
oturmak ve az gürültü yapmak prensibi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
hastalığı sırasında, vasiyet yazmak
üzere kâğıt ve kalem isteyince hazır bulunanların bu durumda bir şey yazılması
caiz mi, değil mi? diye münakaşa etmeleri üzerine Hz. Peygamber'in "Beni
terkedin" sözünden çıkarılmıştır.[232]
ـ3410 ـ1ـ عن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]لَمَّا
قَدِمَ
النَّبيُ #
مَكَّةَ
اسْتَقبَلَهُ
أغَيْلِمَةُ
بَنِى عَبْدِ
المُطَّلِبِ
فَحَمَلَ
وَاحِداً
بَيْنَ
يَدَيْهِ وَآخَرَ
خَلْفَهُ[.
أخرجه
البخاري
والنسائي .
1. (3410)- İbnu Abbâs
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Mekke'ye geldiği zaman kendini,
Abdulmuttaliboğullarının çocukları karşıladılar. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) birini önüne, diğerini de
arkasına bindirdi."[233]
ـ3411 ـ2ـ وعن
عبداللّه بن
جعفر رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
أنه قال له
ابن الزبير:
]أتَذْكُرُ
إذْ تَلَقَّيْنَا
رسولَ اللّهِ
# أنَا
وَأنْتَ وَابْنُ
عَبَّاسٍ؟
قالَ: نَعَمْ.
فَحَمَلَنَا
وَتَرَكَكَ[.
أخرجه
الشيخان،
وهذا لفظهما،
وأبو داود .
2. (3411)- Abdullah İbnu
Câfer (radıyallâhu anhümâ), İbnu'z-Zübeyr'in, kendisine şunları söylediğini
anlatmıştır: "Hatırlar mısın, hani biz Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
'ı karşılamıştık: Ben, sen ve İbnu Abbâs!"
Abdullah: "Evet hatırlıyorum" , demiş ve ilâve etmiştir:
"Bizi bineğine almış, seni terketmişti."[234]
ـ3412 ـ3ـ وعن
معاذ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كُنْتُ
رَدْفَ رسولِ
اللّهِ # عَلى
حِمَار
يُقَالُ لَهُ
عُفَيْرٌ[.
أخرجه أبو
داود .
3. (3412)- Hz. Muâz (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) 'ın Ufeyr denen merkebinin terkisinde idim."[235]
ـ3413 ـ4ـ وعن
أبي المُلَيح
عن رجل قال:
]كُنْتُ رَدِيفَ
رَسولِ
اللّهِ #
فَعَثَرَتْ
بِِهِ الدَّابَّةُ.
فَقُلْتُ:
تَعِسَ
الشَّيْطَانُ.
فقَالَ: َ
تَقُلْ
ذلِكَ،
فإنَّكَ إذَا
قُلْتَهُ
تَعَاظَمَ
حَتّى
يَكُونَ
مِثْلَ
الْبَيْتِ،
وَيَقُولُ:
صَرَعْتُهُ
بِقُوَّتِي،
وَلَكِنْ
قُلْ: بِسْمِ
اللّهِ،
فإنَّكَ إذَا
قُلْتَ ذلِكَ تَصَاغَرَ
حَتّى
يَكُونَ
مِثْلَ
الذُّبَابِ[.
أخرجه أبو
داود .
4. (3413)- Ebû'l-Müleyh,
bir adamdan naklen demiştir ki: "Ben
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın terkisinde idim. Hayvanın ayağı
kaydı, Ben, "Kör şeytan!" demiş bulundum. Bana:
"Böyle söyleme, zira böyle söylersen o büyür, hatta ev kadar
olur ve "kendi gücümle onu yere attım!" der. Fakat sen: "Bismillah!"
de, zirâ böyle söylersen o küçülür ve sinek kadar olur."[236]
ـ3414 ـ5ـ وعن
عبداللّه بن
بريدة عن أبيه
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه: ]جَاءَ
رَجُلٌ
مَعَهُ
حِمَارٌ فقَالَ
يَا رسولَ
اللّهِ
ارْكَبْ،
وَتَأخَّرَ
الرَّجُلُ.
فقَالَ لَهُ
رسولُ اللّه #:
‘ِنْتَ أحَقُّ
بِصَدْرِ
دَابَّتِكَ
مِنِّي إَّ
أنْ تَجْعَلَهُ
لِي: قال:
فَإنِّي قَدْ
جَعَلْتُهُ
لَكَ. فَرَكِبَ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
5. (3414)- Abdullah İbnu
Büreyde, babasından (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Beraberinde bir
merkeb olan bir zat Hz. Peygamber'e gelerek:
"Ey Allah'ın Resûlü! Bin!"dedi ve adam (kayarak,
hayvanın) terkisine geçti. Aleyhissâlatu vesselâm:
"Hayır, hayvanın önüne binmeye sen benden daha çok hak
sâhibisin, hakkını bana bağışlarsan o başka!" buyurdu. Adam da: "Önü
sana bağışladım!" dedi. Bunun üzerine hayvana bindi."[237]
AÇIKLAMA:
Bu kısımda kaydedilen beş hadis, Resûlullah'ın terkisine aldığı
kimseler hakkında bilgi vermektedir. Bu meseleye müstakil bir başlık tahsis
edilecek kadar ehemmiyet verilmiştir. Çünkü, Resûlullah'la birlikte aynı anda
aynı hayvana beraber binmek, yani hayvan üzerinde Aleyhissalâtu vesselâm'ın
terkisinde veya önünde yer almak bir şeref vesilesidir. Bu şerefe kimlerin
erdiğini âlimler araştırmıştır. Hattâ İbnu Mende'nin Ma'rifetu Esâmî
Irdâfu'n-Nebî adında bir te'lifi vardır.
Burada otuzdört kadar sahâbînin bu şerefe erdiği görülmektedir. Şu halde, hem
bir hayvana birden fazla kimsenin binmesinin şer'î cevazını göstermek, hem de
zikrettiğimiz şerefe erenlerin başlıcalarını belirtmek üzere Teysîr'de bu bâba
yer verilmiş olmaktadır.[238]
ـ3415 ـ1ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قالَ رَسولُ
اللّهِ #: مَا
زَالَ
جِبْرِيلُ
يُوصِينِى
بِالْجَارِ
حَتّى
ظَنَنْتُ
أنَّهُ سَيُوَرِّثْهُ[.
أخرجه الخمسة
إ النسائي .
1. (3415)- Hz. Âişe
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Hz. Cebrâil aleyhisselâm
bana komşu hakkında o kadar aralıksız tavsiyede bulundu ki, komşuyu vâris
kılacağını zannettim."[239]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, komşunun komşusuna karşı bir kısım ahlâkî vecibeler
içerisinde olduğunu tebârüz ettirmektedir. Cebrâil aleyhisselâm öylesine bu
meselede Resûlullah'a ısrarlı ve devamlı uyarılarda bulunmuştur ki,
Aleyhissalâtu vesselâm, bunun sonunda Cebrâil'in Cenâb-ı Hakk'tan komşuyu
komşuya vâris kılan bir vahiy getireceği zannına kapılmıştır.
2- Âlimler hadiste geçen bu vâris kılmadan maksadın ne
olduğunda ihtilâf etmiştir:
* Bazısı, "akrabalarla birlikte malda hisse sahibi kılmaktır" demiştir.
* Bazısı, "iyilik ve sıla yönüyle, vârislerin derecesine koymaktır" demiştir.
Birincinin daha kavî olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, ikinci şık
zâten devam etmektedir. Zâten rivâyet, Resûlullah'ın içinden geçen verâset
hadisesinin vâki olmadığına işaret etmektedir. Bunu yine Buhârî'de kaydedilen
Hz. Câbir'in bir rivayeti te'yid eder: "...o kadar ki, komşuya bir miras
kılacak zannettim."
İbnu Ebî Cemre der ki: "Miras iki kısımdır: Hissî (maddî) ve
mânevî, Hissî olan, hadiste kastedilen mirastır. Mânevî olan ise ilim
mirasıdır. Burada ilim mirası da mülâhaza edilebilir, çünkü yine,
Resûlullah'tan gelen bir hadise göre komşunun komşu üzerindeki haklarından biri
muhtaç olduğu bilgiyi öğretmesidir."[240]
3- Hadiste geçen komşu kelimesi mutlak gelmiştir.Müslümankâfir,
hür- köle, dindarfâsık, dostdüşman, yerliyabancı, faydalızararlı, akrabagayr-ı
akraba, evce yakın-uzak, hepsine şâmildir. Ancak aralarında mertebe farkı
vardır, bazısı bazısından üstündür. En üstünü önceki sıfatların hepsini cem
eden, sonra en çoğunu cem edendir. Böylece birini cem edene kadar devam eder.
Aksini yâni en uzağını da ikinci sıfatları en ziyade cem eden teşkil eder.
Böylece her birine, hâline göre hakkının
ödenmesi gerekir. Bazen iki veya daha fazla sıfatın teâruz ettiği, bunlardan
birinin üstün veya her ikisinin de müsâvi olduğu durumlar da olabilmektedir. Bu
hususu Taberânî'nin Hz. Câbir'den kaydettiği şu merfu rivayet te'yid eder: "Komşu üç çeşittir: "Bir komşu vardır, (onun,
üzerinizde) tek hakkı vardır. Bu, müşrik komşudur. Bunun sadece komşuluk hakkı
vardır. Komşu vardır, (üzerinizde) iki hakkı vardır. Bu müslüman olan komşudur.
Bunun hem komşuluk, hem de müslümanlık hakkı vardır. Diğer bir komşunun
(üzerinizde) üç hakkı vardır. Bu, akraba olan komşudur. Bunun hem komşuluk hem
müslümanlık, hem de akrabalık hakkı vardır."
İbnu Ebî Cemre der ki: "Komşuyu himâye îmânın kemâlindendir.
Câhiliye halkı bile buna riâyet ederdi. (Resulullah'ın komşu ile alâkalı)
tavsiyesine uymanın yolu açıktır: Kişi, şahsî gücüne göre, çeşitli şekilde
iyilikler yapmakla bu vasiyeti yerine getirmiş olur: Hediye sunma, karşılaşınca
selam verme, güler yüz gösterme, halini hatırını sorma, muhtaç olduğu hallerde
yardım vs.gibi. Keza komşuyu rahatsız edici maddî ve manevî her çeşit
davranışlardan, sebeplerden kaçınmak da buna girer. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) , komşusu şerlerinden emin olmayan kimseden imanı nefyetmiştir. Bu
hadis, komşu hakkının büyüklüğünü, ona zarar vermenin kebâirden olduğunu haber
vermede mübalağalı bir beyân üslubudur."
İbnu Ebî Cemre, açıklamasına devamla şunları söyler: "Bu
hususta durum, komşunun sâlih veya gayr-ı sâlih oluşuna göre değişir. Hepsine
şâmil olanı, komşu için hayırhah olmak, hayırlıyı tavsiye etmek, hidayeti için dua etmek, -söz ve
fiille zarar vermenin vâcib olduğu durum dışında- ona zarar vermeyi
terketmektir. Sâlih kimseye mahsus olanlar, söylenenlerin hepsidir. Sâlih
olmayanlara mahsus olanlarda, onun irtikab ettiği kötülükleri yapmaktan
kaçınmak, duruma göre imkân nisbetinde iyilikle mukabele etmek, emr-i
bi'lma'rûf ve nehy-i ani'lmünkerde bulunmak; kâfire va'z ve nasihatta bulunmak.
İslâm'ı arzetmek, islâm'ın
güzelliklerini açıklayıp rıfkla ona tergip ve teşvik etmek; keza fâsığa da hâline uygun şekilde
rıfkla va'z ve nasihat etmek, kusurlarını başkalarına karşı örtmek, rıfkla
onlardan nehyetmek; bunları yerine getirirse ne âlâ, yerine getirmezse, onu
te'dib gayesiyle, sebebini de beyan ederek küsmek."
Komşunun üzerimizdeki haklarıyla ilgili uzunca bir rivayeti 3418
numaralı hadisin açıklamasında kaydedeceğiz.[241]
ـ3416 ـ2ـ وعن
عمرو بن شعيب
عن أبيه عن
جده قال: ]ذُبِحَتْ
شَاةٌ بْنِ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما
فقَالَ ‘هْلِهِ:
هَلْ
أهْدَيْتُمْ
مِنْهَا
لِجَارِنَا
الْيَهُودِيِّ؟
قَالُوا: َ.
قالَ:
ابْعَثُوا
لَهُ
مِنْهَا،
فإنِّي
سَمِعْتُ
رَسولَ اللّهِ
# يَقُولُ: مَا
زَالَ
جِبْرِيلُ
يُوصِينِِى
بِالْجَارِ،
وَذَكَرَ
الْحَدِيثَ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
2. (3416)- Amr İbni Şu'ayb
an ebîhi an ceddihî (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ) için bir koç kesildi. İbnu Ömer, ailesine: "Ondan
yahudi komşumuza hediye ettiniz mi?"diye sordu. "Hayır!"
cevabını alınca:
"Bundan ona da gönderin. Zira ben Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) 'ın: "Cebrail bana komşu hakkında o kadar aralıksız tavsiyede
bulundu ki, komşuyu vâris kılacağını zannettim" dediğini işittim"
buyurdu."[242]
AÇIKLAMA:
Yukarıdaki rivayette,
kesilen koyundan yahudi komşusuna da göndermeyi emredenin Abdullah İbnu
Ömer (radıyallâhu anhümâ) olduğu ifade edilmektedir. Halbuki, hadisin gerek
Tirmizî ve gerekse Ebû Dâvud' daki asıllarına bakınca, bu emri verenin,
Abdullah İbnu Ömer değil, Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs (radıyallâhu anhümâ)
olduğunu görürüz, yani hadisin bizzat râvisi. Kanaatimizce, bu bir rivayet hatasıdır veya eserde sıkça
rastlandığı üzere, dizgi hatasıdır. Zira Amr ile Ömer arasında, imla yönüyle,
Amr'ın sonuna ilave edilen vav farkı vardır, bu vav düşünce Amr, Ömer olur
( عمرو Amr, عمَر =
Ömer) Bu ihtimâl daha kavîdir.[243]
ـ3417 ـ3ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسُولُ
اللّهِ #: َ
يَدْخُلُ
الجَنّةَ مَنْ
َ يَأمَنُ
جَارُهُ
بَوَائِقَهُ[.
أخرجه الشيخان،
واللفظ
لمسلم.»البَوَائقُ«
الغوائل
والشرور: جمع
بائقة، وهى
الداهية .
3. (3417)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Komşusu, zararlarından emin olmayan kimse cennete
giremez."[244]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, Buhârî'de daha şiddetli bir üslûbla gelmiştir:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah'a
yemin olsun inanmamıştır, Allah'a yemin olsun inanmamıştır, Allah'a yemin olsun
inanmamıştır!" "Kim ey Allah'ın Resûlü?" diye sorulunca:
"Komşusu zararlarından emin olmayan kimse!" cevabını verdi."
Şu halde, bu rivayette komşuya karşı davranışın ehemmiyeti
fevkalâde büyütülmüş olmaktadır. Çünkü komşusu, kendisinden kötülük mü gelir
diye endişe duyduğu kimseden, iman nefyedilmektedir.
2- Hadîste geçen bevâik, bâika'nın cem'idir. Âniden gelen ve
zarar veren, helak eden şey demektir. Ahmet İbnu Hanbel'in bir rivâyetinde
"Bevâik nedir?" diye sorulur, Resulûlllah da, "Onun şerri"
diye açıklar.
3- Âlimler komşuyu, sözleri veya fiilleriyle rahatsız edenden
imânın nefyedilmesini kemâle hamlederler. Yâni "o kimsede kâmil ma'nâda
iman yoktur" demektir, "kâfir olur" demek değildir" derler.
Şurası muhakkak ki, âsi kimsenin imânı kâmil değildir.
Nevevî der ki: "Bu gibi meselelerde imanın nefyedilmesinde
iki çeşit açıklama câridir:
1- Hadis, onu helal addeden hakkındadır.
2- Hadîsin ma'nâsı: "Kâmil mü'min değildir"
demektir."
Dînin yasakladığı herhangi bir şeyi helal addederek yapma ile,
haram addetmekle beraber, nefsinin galebesiyle, cehâletle yapmak aynı neticeye
götürmüyor. Helâl addeden kâfir olur, helâl addetmeden işleyen fâsık olur,
günahkâr olur. Biri tevbe ederse îmâna döner; diğeri tevbe ile günahtan arınır.
İbnu Hacer der ki: "Hadîsten muradın şöyle olması da
ihtimalden uzak değildir: "Hiç azab görmeden cennete girmek gibi, mü'minin
mazhar olacağı bir mükâfaatla mükâfaatlanamaz" demektir. Veya bu hadîs,
zecr ve tağlîz yani caydırma ve sertlik gösterme makamında beyan edilmiştir,
zâhiri murad değildir."
İbnu Ebî Cemre der ki: "Aralarında duvar gibi bir engel
bulunan iki komşusunun hukukuna riâyet ve hakların korunmasına bu derece
ehemmiyet verilir, birbirlerine iyilik yapıp, zarar verici sebeplerden
kaçmaları emredilirse, aralarında duvar gibi bir mânia bulunmayan iki şahıs
arasındaki hukuka riâyetin ne kadar ehemmiyetli olduğu anlaşılır. Bunlar
kesinlikle birbirlerine muhalif davranışlarla birbirlerini rahatsız
etmemelidir. Böylelerinin birbirlerinin sürûruyla sürûrlandıkları hüzünleriyle
hüzünlendikleri rivâyet edilmiştir. Öyleyse her iki tarafında, tâate müteallik
amelleri çoğaltmak ve ma'siyete müteallik amellerden kaçınmaya devam etmek
sûretiyle birbirlerini razı edip gönüllerini alacak davranışlara ehemmiyet
vermeleri gerekir. Böyle komşular, birbirlerinin hukukuna riâyet hususunda
diğer komşulardan çok daha fazla vecîbe içindedirler."[245]
ـ3418 ـ4ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
كَانَ
يُؤمِنُ
بِاللّهِ وَالْيوْمِ
اŒخِرِ
فَلْيُكْرِمْ
ضَيْفَهُ، وَمَنْ
كَانَ
يُؤمِنُ
بِاللّهِ
وَالْيَوْمِ اŒخِرِ
فَلْيُحْسِنْ
إلى جَارِهِ،
وَمَنْ كَانَ
يُؤْمِنُ
بِاللّهِ
وَالْيَوْمِ
اŒخِرِ
فَلْيَقُلْ
خَيْراً أوْ
لِيَسْكُتْ[.
أخرجه
الشيخان،
وأبو داود،
واللفظ له .
4. (3418)- Yine Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular
ki: "Kim Allah'a ve âhirete inanıyorsa misafirine ikrâm etsin. Kim Allah'a
ve âhirete inanıyorsa komşusuna ihsanda (iyilikte) bulunsun. Kim Allah'a ve
âhirete inanıyorsa hayır söylesin veya sükût etsin."[246]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadîste de komşu hukukunun ehemmiyeti îmanla tartılarak
takrîr ve tesbit edilmektedir. Allah'a inanan, hadiste sayılan hususlara
ehemmiyet vermelidir, çünkü hiçbir davranış Allah'ın bilgisiden kaçmamakta,
hepsi zabtedilmektedir. Ahiret hesap yeridir, her yapılan iş orada karşımıza
çıkacaktır: Ağızdan çıkan her kelâm, komşuya yapılan her davranış. Din bunların
üzerinde ısrarla durduğuna göre, bu hususlardaki iyi davranışlar, hayırlı
sözler fevkalâde değerlidir, kötü davranışlar ve hayırlı olmayan sözler ve
fevkalâde hesabı çetin olan amellerdir.
2- Hadîste zikredilen "iman"la, kâmil iman
kastedilmiştir. Allah ve âhiretin zikri, mebde ve me'âd'ın hatırlatılmasıdır.
Yani şöyle denmek istenmiştir: "Kim kendisine yaratan Allah'a inanırsa;
kim, amellerinin âhirette hesaba çekilip karşılık göreceğine inanırsa
zikredilen amelleri yapsın."
3- Hadisin bazı vecihlerinde "komşusuna ihsanda
bulunsun" yerine, "komşusuna eza vermesin" denmiştir.
"İhsan" bazan "ikrâm" diye gelmiştir. Her iki kelime de
iyiliklerin maddî ve manevî her çeşidine şâmildir. Bir kısım hadislerde bunlar,
"eziyet etmeyi terk" olarak tefsir edilmiştir. Bir hadis şöyle:
"Ya Resulullah, komşunun komşuda hakkı nedir?" diye sorulmuştu; şöyle
açıkladı: "Senden borç isterse borç vermen, yardım dileyince yardım etmen,
hastalanınca ziyaret etmen, muhtaç olunca ihtiyacını görmen, fakirleşince
yardım etmen, bir hayra kavuşunca tebrîk etmen, musîbete uğrayınca taziyette
bulunman, ölünce cenâzesine katılman, izni olmadıkça binanı onun
binasından daha yüksek yapıp rüzgârına mâni olmaman, çorbanda az da olsa ona da
göndermek sûretiyle tencerenin kokusuyla onu rahatsız etmemen. Bir meyve satın
alınca ona da hediye et, eğer bunu yapmazsan meyveyi evine (komşuna
göstermeden) gizlice taşı. Onu, çocuğun da dışarı götürüp, komşunun çocuğunu
gayza atmasın."
4- Komşuya ikrâm etmenin hükmü hususunda ulemâ der ki:
"Bu, şahıslara ve durumlara göre değişir. Bazan farz-ı ayn olur, bazan
farz-ı kifaye ve bazan da müstehab. Hepsi de mekârim-i ahlâktandır."
5- Hadiste misâfire ikrâm da mevzubahistir. Bu hadis
misafirlikle ilgili bölümde (3487-3492) müstakillen geleceği için burada açıklama
yapmıyoruz.
6- Hadiste geçen "Kim Allah'a ve âhirete inanıyorsa ya
hayır söylesin, ya sükût etsin" ibaresine gelince, âlimler bunu
cevâmi'u'lkelim' den yani Resûlullah'ın az kelamla çok ma'nâ ifade ettiği veciz
sözlerden biri sayarlar. "Çünkü derler, ağızdan çıkan sözlerin tamamı ya
hayırdır, ya şerdir, ya da bunlardan birine meyyâldir. Farz veya nâfile, matlub
olan bütün sözler hayra dahildir, bunlara, bütün çeşitleriyle müsaade
edilmiştir. Şerre gelince, bunlar da şer olduğu açık olan ve şerre te'vil
edilenlerdir. Bunların söylenmeyip, sükût edilmesi emredilmiştir."[247]
ـ3419 ـ5ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قُلْتُ يَا
رسولَ اللّهِ:
إنَّ لِي
جَارَيْنِ فَإلَى
أيِّهِمَا
أُهْدِي.
قالَ: إلى
أقْرَبِهِمَا
مِنْكَ
بَاباً[.
أخرجه
البخاري
وَأبو داود .
5. (3419)- Hz. Âişe
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "(Bir gün), ey Allah'ın Resûlü! dedim, iki
komşum var, hangisine (öncelikle) hediyede bulunayım?"
"Sana kapı itibarıyla hangisi yakınsa ona!" cevabını
verdi."[248]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, komşular arasında tercih yapmada yakınlığın esas
alınmasını irşad buyurmaktadır. Halbuki bâbın ilk hadisini (3415) açıklarken
kaydettiğimiz üzere bu tercihi yapmada çeşitli unsurlar araya girmektedir:
Akrabalık, mü'minlik, müttakîlik dostluk vs. gibi. Burada mutlak bir üslubla
yakın olanın önceliği belirtilmektedir. Âlimler yakına tanınan bu evleviyeti,
şu hikmetlere bağlarlar:
* En yakında olan, komşusunun evine hediye vs. nev'inden ne
girerse görür ve uzakta olana nisbetle bunlara muttali olur.
* En yakındaki, komşusunun başına gelen ciddî durumlarda
icâbet etmede daha çabuktur ve bilhassa gaflet vakitlerinde ondan önce kimse
imdadına koşamaz.
2- İbnu Ebî Cemre der ki: "En yakına hediyede bulunmak
mendubtur. Çünkü hediye zâten asıl itibariyle vâcib bir amel değildir. Öyleyse
burada bu tertibe riâyet de vacib olamaz. Hadisten şu prensip çıkarılmıştır:
Amelde en üstün olanı tercih etmek evladır."
3- Keza hadiste ilmin amele takdim edilmesi vardır.
4- Komşuluk hududunu tayinde ihtilâf edilmiştir:
* Hz. Ali (radıyallâhu anh) derki: "Sesimizi işiten herkes
komşudur."
* Bazı âlimler: "Mescidde seninle sabah namazını kılan
komşudur" demiştir.
* Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ): "Komşuluğun sınırı her cihetten
kırk evdir" demiştir. Evzaî ve Hasan Basrî de bu görüştedir. Mamafih
Resûlullah'ın da: Haberiniz olsun kırk ev komşudur" dediği de rivayet
edilmiştir. İbnu Şihâb'ın: "Kişinin sağından, solundan, önünden ve
arkasından kırk ev komşusudur" dediği rivayet edilmiştir. Âlimler, bununla
taksimi kastetmiş olma ihtimalinin bulunduğunu, bu durumda her bir cihete on ev düştüğünü söylerler.[249]
ـ3420 ـ6ـ وفي
أخرى للشيخين
عن أبي هريرةَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]قالَ رسُولُ
اللّهِ # َ تَحْقِرَنَّ
جَاَرَةٌ
لِجَارَتِهَا
وَلَوْ فِرْسِنَ
شَاةٍ[.
»الفِرْسِنُ«
خُفُّ
الْبعير، وقد
استعير هنا
للشاة فسمى ظِلفُها
به .
6. (3420)- Buhârî ve
Müslim'in Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)'tan yaptığı bir diğer rivayette şöyle
denmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "Komşu kadın komşu kadından
gelen koyun paçasını bile küçük görmesin."[250]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada, istifade edilemeyecek kadar basit
şeylerle de olsa hediyeleşmeye teşvik buyurmaktadır. Hadisin zâhirî ma'nâsı,
hediye olarak gelen en kıymetsiz birşey bile olsa bunun hakir görülüp
horlanmamasını tavsiye etmektedir. Hususan kadınların zikredilmesi, sevgi ve
husumetin kaynağı onların olmasından, bu çeşit hediyeleşmelerin, daha ziyade
kadınlar arasında cereyan etmesindendir. Ayrıca bu durumlarda infial ve
aksülamel göstermede de onlar daha çabuk davranırlar.[251]
ـ3421 ـ7ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسَولُ
اللّهِ # َ
يَمْنَعْ
أحَدُكُمْ
جَارَهُ أنْ
يَغْرِزَ
خَشَبَةً في
جِدَارِهِ، ثُمَّ
قَالَ أبُو
هُرَيرَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
مَالِي
أرَاكُمْ
عَنْهَا
مُعْرِضِينَ؟
وَاللّهِ ‘رْمِيَنَّ
بِهَا بَيْنَ
أكْتَافِكُمْ[.
أخرجه الستة إ
النسائي.»أكتَافِكُمْ«
يروى بالتاء:
أى على ظهوركم
ف تقدرون على
ا“عراض عنها؛
وبالنون جمع
كَنفَ، وهو
الناحية. يعنى
أنه يجعلها
بين أظهرهم
كلما مروا
بأفنيتهم
رأوها ف
ينسونها .
7. (3421)- Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Sizden kimse, duvarına, komşusunun kiriş saplamasına mâni
olmasın."
Ebû Hüreyre'den hadisi rivayet eden zat der ki: "Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh), sonra şunu ilâve etti: "Görüyorum ki, bunu hoş
karşılamadınız. Allah'a yemin olsun, onu omuzlarınız arasına uzatırım."[252]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadiste, komşuluk haklarının hududlarını tayinde değişik
bir örnek görmekteyiz: Ev inşaatına başlayan komşu, ihtiyaç duyduğu takdirde
inşaat kirişini komşusunun duvarına saplayabilmelidir. Bu meselenin hükmünde
ihtilaf edilmiştir:
* Ahmed İbnu Hanbel, İshak İbnu Râhûye ve diğer bir kısım hadisçiler, eski kavlinde
Şâfiî ve Mâlikîlerden İbnu Habîb: "Duvar sâhibi razı olsa da olmasa
da komşusu duvara kiriş saplayabilir, itiraz ederse
icbâr edilir" demiştir.
* Hanefîler ve yeni görüşünün meşhur olanında İmam Şâfiî:
"Duvar sahibinin izni olmadan koyamaz, itiraz ederse icbâr da edemez"
demiştir. Bunlar hadisteki emrî nebde; nehyi de tenzihe hamlederler. Böylece bu
hadisle, müslümanın malının, rızası olmadan, başkasına haram olduğunu beyân
eden delilleri cem'etmiş olurlar.
2- Ahmed İbnu Hanbel'in bir rivayetinde şu ziyade vardır:
"Ebû Hüreyre bu hadisi rivayet edince başlarını eğdiler." Ebû
Hüreyre'nin sözünü Hattâbî şöyle açıklar: "Bunun ma'nâsı: "Eğer siz,
bu hükmü gönül rızasıyla kabûl edip onunla amel etmezseniz ben kirişi
omuzlarınıza zorla koyacağım." Böylece mübâlağa ifade etmek istemiştir. Bu
açıklamaya İmâmu'l-Harameyn başkalarına uyarak tâbi olmuştur." Hattâbî der
ki: "Bu, Medine'ye emir olduğu zaman Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)'tan
vâki olmuştur."
Mâlikî âlimlerden Mühelleb, Ebû Hüreyre'nin: "Görüyorumki
bunu hoş karşılamadınız" sözünden hareketle, o devirde Ebû Hüreyre'nin bu
görüşüne muhalif bir tatbikatın bulunduğuna hükmeder. "Zira der, eğer bu hadis
vücub ifade etseydi, Sahâbe bundan
bîhaber olmazdı, Ebû hüreyre hatırlatınca da hoşnutsuzluk izhâr
etmezlerdi. Öyleyse hüküm, onlar yanında bunu hilafına takarrur etmiş
olmasaydı, bu farizayı bilmemeleri caiz olmazdı. Şu halde bu durum, mezkur
emri, Ashâb'ın istihbâba hamletmiş olmalarına delildir." Ancak bu
açıklamaya: "İmâmu'l-Haremeynin, hoşnutsuzluk izhâr eden bu kimselerin
sahabî olduğunu nereden bildiği anlaşılmıyor. Belki de onlar bu hükmü bilmeyen kimselerdi. Ebû Hüreyre'nin
hitab ettiği bu kimselerin gayr-i fakîh olmaları da câiz değil midir? Aslında
bu husus açıktır. Şayet onlar sahâbî veya fakîh olsalardı Ebû Hüreyre onlara
böyle davranmazdı" diyerek itiraz edilmiştir.
Görüldüğü üzere, sadedinde olduğumuz hadisin hükmü hususunda
münakaşa edilmiştir.[253]
ـ3422 ـ8ـ وعن
سَمُرة بن
جُندَب
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
لِى عَضُدٌ
مِنْ نَخْلٍ
في حَائِطِ
رَجُلٍ مِنَ
ا‘نْصَارِ،
وَمَعَ الرَّجُلِ
أهْلُهُ.
فَكَانَ
سَمُرةُ
يَدْخُلُ إلى
نَخْلِهِ
فَيَتَأذَّى
بِهِ
الرَّجُلُ. فَطَلَبَ
إلَيْهِ أنْ
يُنَاقِلَهُ
فَأبَى.
فَأتَى ا‘نْصَاريُّ
رَسُولَ
اللّهِ #
فَذَكَرَ
لَهُ ذلِكَ.
فَطَلَبَ
إلَيْهِ
رَسولُ
اللّهِ # أنْ يَبِيعَهُ
فأبَى.
فَطَلَبَ أنْ
يُنَاقِلَهُ فَأبَى.
قالَ:
فَهَبْهُ
لِى، ولَكَ
كَذَا وَكَذَا
أجْراً
رَغْبَةً
فِيهِ.
فَأبَى؛
فقَالَ: أنْتَ
مُضَارٌّ،
ثُمَّ قَالَ
لِ‘نْصَارِيِّ
اذْهَبْ
فَاقْلَعْ
نَخْلَهُ[.
أخرجه أبو داود.
»الْعَضُدُ«
هنا طريقة من
النخل.»وَالمُضَارُّ«
الذى يضُر
رَفيقه
وشريكه وجارَه
.
8. (3422)- Semüre İbnu
Cündeb (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Ensâr' dan bir zâtın bahçesinde benim
bodur bir hurma ağacım vardı. O zât ailesiyle beraberdi. Semüre, kendi ağacına
gitmek üzere bahçeye girerdi. Bu girişten bahçe sâhibi rahatsız oluyordu.
Kendisine o ağacı (bir başka yerdeki ağaçla) değiştirmeyi taleb etti. Ama Semüre kabul etmedi. Bunun üzerine Ensârî
(radıyallâhu anh) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'a gelip durumu anlattı.
Resûlullah Semüre'ye o ağacı satmasını taleb etti; fakat o kabul etmedi. Bu
sefer (bir başka yerdeki ağaçla) değiştirmeyi teklif etti, o bunu da kabul
etmedi. Resûlullah: "ağacı ona bağışla!" dedi ve buna rağbet etmesi
için "şöyle şöyle ecir var!" buyurdu. Semüre yine kabul etmedi. Bunun
üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Sen muzır birisin!" dedi. Sonra Ensârî zâta dönüp:
"Git, onun hurmasını sök!" buyurdu."[254]
AÇIKLAMA:
1- Bodur hurma diye tercüme ettiğimiz عَضُد kelimesinin ma'nâsı hususunda ulemânın farklı
açıklamaları olmuştur. Başına elle ulaşılan kısa boylu hurma ağacı ma'nâsına
gelen عَضِيد yerine
عَضُد diye kullanıldığına dâir yapılan
açıklamayı esas alarak bodur bir hurma
ağacı diye tercüme ettik.
2- Resûlullah'ın "Ağacı ona bağışla" sözünü, ulemâ,
kesin bir emir değil, teşvik ve şefaat makamında söylenmiş bir emir olarak
yorumlar.
3- "Sen muzır birisin" sözü "sen başkasına
zarar vermek isteyen birisin" diye
açıklanmıştır.
Hadisten: "Başkasına zarar vermek isteyenin zararı
defedilir" diye hüküm çıkarılmıştır.[255]
ـ3423 ـ9ـ وعن
أبي صِرمَة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّه #:
مَنْ ضَارَّ
ضَارَّ اللّهُ
بِهِ، وَمَنْ
شَاقَّ شَقَّ
اللّهُ
عَلَيْهِ[.
أخرجه أبو
داود .
9. (3423)- Ebû Sırma
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim (bir müslümana) zarar verirse Allah da ona zarar
verir. Kim de (bir müslüman) ile, nizaya husumete girerse Allah da onunla
husûmete girer."[256]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin Ebû Dâvud'daki aslı
مَنْ
ضَارَّ
اَضَرَّ
اللّهُ بِهِ
وَمَنْ
شَاقَّ شَقَّ
اللّهُ
عَلَيْهِ şeklindedir.
2- Hadis bir rivayette "müslümana" diye tasrih eder.
Yani "Kim, bir müslümana -ki bu komşu olur, yolcu olur, müşteri... vs olur
aynıdır- gerek malı ve gerekse şahsı ve ırzı yönünden haksız yere bir zarar
verecek olursa, Allah ona ameli cinsinden bir ceza takdir ederek onu zarara
sokar" demektir. Keza "müslümanlara haksız yere husûmet edip meşakkat
verene de Allah aynı cinsten ceza olarak ona meşakkat verir" demektir.
Hadis, hangi suretle olursa olsun komşu veya bir başkasına zarar
vermenin haram olduğuna delildir.[257]
ـ3424 ـ1ـ عن
أبي أيوب
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]قال رسولُ
اللّه #: َ
يَحِلُّ لِمُسْلِمٍ
أنْ يَهْجُرَ
أخَاهُ
فَوْقَ ثََثِ لَيَالٍ،
يَلْتَقِيَانِ
فَيُعْرِضُ
هذَا وَيُعْرِضَ
هذَا،
وَخَيْرُهُمَا
الَّذِي يَبْدَأُ
بِالسََّمِ[.
أخرجه الستة إ
النسائي .
1. (3424)- Hz. Ebû Eyyûb
radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki: "Bir müslümana, kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl değildir.
Yani, bunlar karşılaşırlar da her biri diğerinden yüz çevirir. Bu ikisinden
hayırlı olanı, birinci olarak selam verendir."[258]
ـ3425 ـ2ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّه #:
َ يَحِلُّ
لِمُؤْمِنٍ
أنْ يَهْجُرَ
مُؤْمِناً
فَوْقَ ثََثٍ.
فإنْ مَرَّتْ
بِهِ ثََثٌ
فَلْيَلْقَهُ
وَلْيُسَلِّمْ
عَلَيْهِ،
فإنْ رَدَّ
عَلَيْهِ
فَهُمَا شَرِيكَانِ
في ا‘جْرِ،
وَإنْ لَمْ
يَرُدَّ فَقَدْ
بَاءَ
بِا“ثْمِ[. وفي
أخرى: ]مَنْ
هَجَرَ فَوْقَ
ثََثٍ
فَمَاتَ
دَخَلَ
النَّارَ[.
أخرجه أبو
داود .
2. (3425)- Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Bir mü'minin diğer bir mü'mine üç günden fazla küsmesi
helâl olmaz. Üzerinden üç gün geçince, ona kavuşup selâm versin. Eğer o selama
mukabele ederse ecirde her ikisi de ortaktır. Mukabele etmezse günah onda
kalmıştır."
Bir diğer rivâyette şöyle buyrulmuştur: "Kim üç günden fazla
küs kalır ve ölürse cehenneme girer."[259]
ـ3426 ـ3ـ وعن
أبي خَراشٍ
السُّلَميِّ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]قال رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
هَجَرَ
أخَاهُ
سَنَةً
فَهُوَ
كَسَفْكِ
دَمِهِ[.
أخرجه أبو
داود.
3. (3426)- Ebû Hırâş
es-Sülemî radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim kardeşine bir yıl küserse, bu tıpkı kanını dökmek
gibidir."[260]
AÇIKLAMA:
1- Hadîste hicret veya hicrân kelimeleriyle ifâde edilen
içtimâî hâdiseyi dilimizdeki küsmek kelimesiyle karşılıyoruz. Çünkü hicret'i,
şârihler: "Şahsın, bir başkasıyla karşılaştığında konuşmayı
terketmesi" olarak tarif ederler ve hicret'in lügatte esas itibârıyle,
fiil veya söz olarak terk ma'nâsına geldiğine dikkat çekerler. Bu terk'ten
murad vatandan ayrılma ma'nâsındaki hicret değildir.
2- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), yukarıda kaydedilen
örneklerde de görüldüğü üzere, müslümanlar arasında üç günden fazla devam
edecek küsüşmeleri yasaklamıştır. Nevevî, ulemâdan naklen der ki:
"Müslümanlar arasında üç günden fazla küsüşmek nassla haramdır. Ancak üç
güne kadar küsmenin mübah olduğu, hadîsin mefhumunda mevcuttur. Güç güne kadar
olan küsmeler affedilmiştir, çünkü insanoğlu gadab üzere mecbûldür, öfkelenmek
onun cibiliyetinde vardır. Bundan ötürü, dönmesi ve gadab hâlinin izâlesi için
o miktardaki küsmeye müsâmaha edilmiştir." Ebû'l-Abbâs el-Kurtubî der ki:
"Müddet hususunda muteber olan üç gecedir. Öyle ki, küsmeye gündüzleyin
başladı ise, akşama kadar olan kısmı hesaba katmaz, o günün gecesini esas alır
ve üçüncü gecenin bitimiyle, mazhar olduğu af da sona erer." Günah dışı
bırakılan üç günün hesaplanmasında gündüzü nazara almayıp sadece geceyi esas
alan bu görüşe îtiraz edilmiştir. Sözgelimi cumartesi öğlede küsüşme başladı
ise salı öğlede bu müddetin dolması gerektiği, salı akşamını beklemenin câiz olmadığı
belirtilmiştir. Bu müddetin haram dışı kalması, o müddet esnasında küsmenin
sebebi olan öfke hâlinin geçeceğine inanıldığı içindir.
3- Muhibbu't-Taberî yasaklanan küsmenin, karşılaşınca selamı
kesmek olduğunu söyler. Ancak ulemâ, bunun "konuşmayı kesmek"
olduğunu söyler ve selamı kesmenin konuşmayı kesmede dâhil olduğuna dikkat
çeker.
4- Hadîste üç günün içinde (veya sonunda) selama ilk
başlayanın küsüşenlerin hayırlısı olduğunu belirtmiştir. Taberî'nin bir
rivâyetinde şu ziyade vardır: ".cennete öbüründen önce girer." Bir
başka rivâyette küsmeyi devam ettirenler "halktan kopmuşlar" olarak
tavsif edilir. Bir başka hadîste "Küs halde öldükleri takdirde her iki
tarafın da cennete girmeyeceği" belirtilir:
5- Âlimlerin çoğu
"Selamlaşmak ile küsme sona erer" demiştir. Ancak, Ahmet İbnu Hanbel:
"Daha önceki hâle aynen dönmedikçe küsme ortadan kalkmaz" demiştir.
Keza: "Konuşmayı terk ona eza veriyorsa, selamla küsme sona ermez"
demiştir. Kâdı İyâz: "Konuşmayı kesmişse, selam verse bile, bize göre, öbürü aleyhine
şehadeti makbûl olmaz (zira bu, aralarında bir husûmetin varlığına
delildir)" der.
Küsmenin selamlaşma ile sona ereceği görüşünde olanlar, İbnu
Mes'ud'dan rivâyet edilen mevkuf bir hadîste geçen şu ibâre ile de istidlâl
ederler: "Küsmeden vazgeçmesi,
arkadaşına gelip ona selam vermesidir."
6- Hadîste geçen "kardeşine" tabiri, küsme ile
ilgili ahkâmın müslümanlara mahsûs olduğuna delil kılınmıştır. Şu halde kâfire
küsmenin herhangi bir müddeti yoktur.
İbnu Abdilberr'in şu sözünü de bilmemiz faydalıdır: "Ulemâ üç
günden fazla küs durmanın haram olduğunda icma eder. Ancak bir istisna vardır:
Eğer bir kimseyle konuşmanın onun dînine bir fesad vereceği ihtimâli varsa veya
bu yüzden nefsine veya dünyasına zarar verecek bir şeyin hâsıl olacağı husûsunda
korkulursa, onunla konuşulmaması câiz olur. Nice güzel küsme, eza verici
kaynaşmadan hayırlıdır."
7- Bazan, konuşmamak üzere nezredenlere ve yemîn edenlere
rastlanmaktadır. Ulemânın bu mevzudaki hükmü, yemini bozmak ve fakat nezir için
kefâret ödemektir. Çünkü, tâat üzere nezretmiş ise bu nezîr mün'akid olur.
Mesela şöyle demiştir: "Konuşursam köle âzad edeyim veya şu kadar namaz
kılayım" gibi. Haram, mekruh ve hatta mübah üzere nezretmişse bu nezir
mün'akid olmaz.
Buhârî'nin bu meseleyle ilgili olarak kaydettiği İbnu'z-Zübeyr
örneği burada hatırlatmaya değer: Hz. Âişe'yi üzecek bir sözü yeğeni olan
Abdullah İbnu'z-Zübeyr'in sarfettiği kulağına gelince Âişe validemiz,
İbnu'z-Zübeyr'le ebediyen konuşmamak üzere yemîn eder. Küsüşmenin uzaması
üzerine araya giren şefaatcileri de Hz. Âişe nezrim var diyerek reddeder.
İbnu'z-Zübeyr, bir grupla Hz. Âişe'nin huzuruna girerek özür diler ve Hz.
Peygamber'in mü'minin kardeşine üç günden fazla küsmenin haram olduğuna dair
hadîsini hatırlatır. Ve bu hususta ısrar eder. Sonunda Hz. Âişe,
İbnu'z-Zübeyr'le konuşur ve nezrine mukabil kırk köle âzâd eder.[261] Râvi der ki: "Hz.
Âişe, bilahere bu nezri hatırladıkça ağlar, göz yaşlarıyla başörtüsünü
ıslatırdı."[262]
ـ3427 ـ4ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: تُعْرَضُ
ا‘عْمَالُ في
كُلِّ
خَمِيسٍ
وَاثْنَيْنِ
فَيَغْفِرُ
اللّهُ عَزَّ
وَجَلَّ في
ذلِكَ
الْيَوْمِ
لِكُلِّ
امْرئٍ َ
يُشْرِكُ
بِاللّهِ
شَيْئاً إَّ
مَنْ كَانَتْ
بَيْنَهُ
وَبَيْنَ
أخِيهِ
شَحْنَاءُ.
فَيَقُولُ:
اتْرُكُوا
هذَيْنِ
حَتَّى
يَصْطَلِحَا[.
أخرجه مسلم،
ومالك، وأبو
داود،
والترمذي. »الشَّحْنَاءُ«
العداوة .
4. (3427)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Ameller her perşembe ve pazartesi günü arzedilir. Aziz ve
Celîl olan Allah o gün, Allah'a hiçbir şirk koşmayan kulun günahını affeder.
Bundan sadece kardeşiyle arasında düşmanlık olanı istisna eder, (onu affetmez)
ve der ki: "Bu ikisini barışıncaya kadar terkedin."[263]
ـ3428 ـ5ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]اعْتَلَّ
بَعِيرٌ
لِصَفِيَّةَ
بِنْتِ
حُىَيٍّ،
وَعِنْدَ
زَيْنَبَ فَضْلُ
ظَهْرٍ.
فقَالَ
رَسُولُ
اللّهِ لِزَيْنَبَ:
أعْطِيهَا
بَعِيراً.
فقَالَتْ:
أنَا أُعْطِي
تِلْكَ
الْيَهُودِيَة؟
فَغَضِبَ النّبىُّ
# فَهَجَرَها
ذَا
الحِجَّةِ
وَالمُحَرَّمَ
وَبَعْضَ
صَفَرٍ[.
أخرجه أبو
داود .
5. (3428)- Hz.Âişe
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Safiyye Bintu Huyeyy'in devesi hastalandı.
Zeyneb Bintu Cahş'ın yanında fazla deve vardı. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ona:
"Safiyye'ye bir deve ver!" buyurdu. Zeyneb:
"Ben bu yahudi kızına deve
mi verecek mişim?" diyerek (red cevabı verdi). Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ona kızıp, Zilhicce ve Muharrem ayları ile Safer
ayının bir kısmı boyunca küstü."[264]
AÇIKLAMA:
Burada, küsme bahsinin değişik bir rivayeti mevzubahistir.Zira
öncekiler âmm ve mutlak bir ifade ile üç günden fazla küsmeleri gayr-ı meşru ve
hattâ haram ilân ederken, burada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
hanımlarından birine aylar boyu devam eden küsmesinden bahsetmektedir.
Şu halde bu hadisle, bazı küsmelerin meşruiyetine dikkat çekilmiş
olmaktadır. Çünkü umumî olan yasak, küsmesi için meşru bir sebebi olmayan
kimselere mahsustur. Öyleyse meşru olan caiz ve hattâ gerekli olan küsmeler de
vardır. Söz gelimi masiyete giren insana, bundan vazgeçmesi için küsülebilir.
Buhârî, bu maksadla Tebük seferine katılmayan Ka'b İbnu Mâlik'le elli gün
boyunca konuşmayı Resûlullah'ın yasakladığına dair rivayeti kaydeder.[265]
Bu mevzu üzerine İbnu Hacer'in muhtelif âlimlerden derlediği
açıklamayı kaydediyoruz: "...câiz olan küsmek, işlenen cürmün miktarına
göre farklılıklar arzeder. Söz gelimi isyankâr olan kimse, Ka'b ve iki
arkadaşının kıssasında olduğu üzere, konuşmayı terk suretinde küsmeye müstehak
olur. Aile ve kardeşler arasındaki kızmalarda selam ve kelâm devam etmekle
birlikte ismini söylemeyi terketmek veya surat asmak suretiyle küsmek de caiz
olabilir..."
Taberî der ki: "Ka'b İbnu Mâlik'in kıssası, şer'î emirlere
âsi olanlara küsmede asıldır. Bu durumda fâsık ve bid'a ehline küsme meşru
iken, kâfire küsülmemesi, izâhı zor bir durum ortaya kor. Çünkü bu, küfrü
sebebiyle fâsığın fıskından daha şiddetli bir cürüm işlemiş olmaktadır. Fâsık
ve bid'at ehli ne de olsa tevhid
ehlidir." İbnu Battâl, Taberî'nin bu mütâlaasına şöyle açıklama
getirir: "Allah'ın, kulların maslahatı bulunan ahkâmı var. O, kullarının
hâlini herkesten iyi bilir, öyle ise O'nun emirlerine teslim olmaları
gerekir." Böylece, bunların bir kısmını, ma'nâsı anlaşılmayan ibâdetler
teşkil ettiği kanaatini ortaya kor. Bu meseleye bâzı başka âlimler de şu
açıklamayı getirmiştir: Küsme, iki mertebelidir:
1- Kalble olan küsme,
2- Dille olan küsme.
Kâfire olan küsme kalbledir, sevginin ve bilhassa harbî kâfir ise
yardımlaşma ve dayanışmanında terkiyle husul bulur. Şu halde bununla konuşmayı
kesmek suretiyle küsme meşru olmaz, çünkü küsme, onu küfründen vazgeçirecek
değildir. Ama müslüman âsi öyle değil. Zira bu, küsme sebebiyle çoğunlukla
halini düzeltir. Kâfir ve âsi her ikisi de tâate davet, emr-i bi'lma'ruf ve
nehy-i anil münker maksadıyla kendileriyle konuşulma meselesinde müşterektirler.
Burada meşru olan, sevgi ve samimiyetle konuşmayı terketmektir.
Kadı İyâz, bu meyanda 3311 numaralı hadiste dile getirilen Hz.
Âişe'nin Resûlullah'a karşı olan öfkesiyle ilgili olarak şu açıklamayı yapar:
"Hz.Âişe'nin Resûlullah'a olan öfkesi bu meseledeki ciddiyete rağmen -zira
Resûlullah'a öfkelenmek büyük günahlardandır- mağfirete mazhar olmuştur, çünkü
onu buna sevkeden şey, kadınların fıtratına konmuş olan kıskançlıktır. Bu ise,
aşırı muhabbetten neş'et eder. Öyle ise, bir öfke ki buğza ve kin tutmaya
sevketmez, bu öfke mağfirete mazhar olur. Affedilmeyecek olan buğz, küfür ve
isyana götüren buğzdur. Nitekim Hz. Âişe, o hadiste öfkesini anlatırken:
"Ben sadece ismini terkediyorum" demiştir. Bu, onun kalbinin
Resûlullah'ın sevgisiyle dolu olduğunu ifade eder."
Şu halde, sadedinde olduğumuz hadis, kalbî olmayan, terbiyevî
maksada yönelik, muhatabın hatasını idrâk ettirici mahiyetteki âile efradı
arasında cereyanı câiz olan küsmeye
nebevî bir örnek olmaktadır.[266]
ـ3429 ـ1ـ عن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]صَعِدَ
رَسُولُ
اللّهِ #
المِنْبَرَ
فَنَادَى
بِأعَْ
صَوْتِهِ: يَا
مَعْشَرَ
مَنْ أسْلَمَ
بِلِسَانِهِ
وَلَمْ
يُفْضِ
ا“يمَانُ إلى قَلْبِهِ،
َ تُؤْذُوا
المُسْلِمِينَ،
وََ تُعَيِّرُوهُمْ،
وََ
تَتَبَّعُوا
عَوْرَاتِهِمْ،
فإنَّهُ مَنْ
تَتَبَّعَ
عَوْرَةَ
أخِيهِ
المُسْلِمِ
تَتَبَّعَ
اللّهُ
عَوْرَتَهُ،
وَمَنْ تَتَبَّعَ
اللّهُ
عَوْرَتَهُ
يَفْضِحَهُ وَلَوْ
في جَوْفِ
رَحْلِهِ،
وَنَظَرَ
ابنُ عُمَرَ
يَوْماً إلى
الْكَعْبَةِ
فقَالَ: مَا
أعْظَمَكَ!
وَمَا
أعْظَمَ
حُرْمَتَكَ!
وَالمُؤْمِنُ
أعْظَمُ
حُرُمَةً
عِنْدَ
اللّهِ
مِنْكَ[.
أخرجه الترمذي
.
1. (3429)- Hz.Abdullah İbnu
Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "(Bir gün) Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) minbere çıkıp yüksek sesiyle şöyle nidâ etti:
"Ey diliyle müslüman olupda kalbine iman nüfuz etmemiş olan
(münafık)lar! Müslümanlara eza vermeyin, onları kınamayın, kusurlarını
araştırmayın. Zira, kim müslüman
kardeşinin kusurunu araştırırsa, Allah da kendisinin kusurlarını araştırır.
Allah kimin kusurunu araştırırsa, onu, evinin içinde (insanlardan gizli) bile
olsa rüsvay eder."
İbnu Ömer bir gün Ka'be'ye nazar etti ve:
"Şânın ne yüce, hürmetin ne yüce! Ancak mü'minin Allah
yanındaki hürmeti senden de yüce!" dedi."[267]
AÇIKLAMA:
1- Burada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) insanların
kusurlarını araştırmayı münâfıklık olarak ifâde buyurmaktadır. Zîra diliyle
müslüman olup kalbine iman ulaşmayanlar münafıktır. Ancak imanı
"kemaliyle" diyerek kayıtlayacak olursak müslümanın da kastedildiği anlaşılır ve böylece
hitaba müslüman ve münâfık her iki grup da dâhil olur. Şârihler hadisi böyle
anlarlar. Nitekim hadisin devamında "kim müslüman kardeşinin kusurunu
araştırırsa"tabiri için, müslüman kardeşi tabiri geçmektedir. Münâfık
müslümana kardeş olamayacağına göre, Resûlullah, hitabında fâsık müslümanı da
kastetmiş olmaktadır. Şu halde, hadiste sadece münâfıkların kastedildiğini
söyleyenler hadisin zâhirine muhalefet etmiş olur. Hadisin daha âmm olan
vechiyle hükmetmek daha doğru, daha isâbetli olur.
2- Müslümanlara eza vermeyin ibâresindeki müslümanlar'la
"kâmil müslümanlar", yâni diliyle ikrar eden ve kalbiyle de inanmış
bulunan müslümanlar kastedilmiş olmaktadır.
3- Müslümanın kınanması demek, geçmiş zamanda işlediği
günahları, hataları, kusurları sebebiyle ayıplanması geçmişinin başına
kakılması demektir. Âlimler, müslüman kişi hâlini düzeltmiş ise, eski
günahlarından tevbe ettiğinin bilinmesi ile bilinmemesi arasında fark
görmezler, her iki halde onların başına kakılmasının câiz olmayacağını
söylerler.
Ancak, işlemekte olduğu esnada görülen veya yakın zamanda işlemiş
olduğu ve fakat tevbe ettiği görülmeyen günahı sebebiyle ayıplanmasına gelince,
bu işin, muktedir olan herkese vacib olduğu belirtilmiştir. Hatta duruma göre
fiiline hadd veya ta'zir gerekebilir. Bu durumda müdahale, emr-i bi'lmâruf ve
nehy-i ani'lmünker sınıfına girer.
4- Müslüman kardeşinin kusurunu araştırmama emri, "kâmil
müslüman" diye kayıtlanmıştır.
Fâsık bu yasaktan hariç tutulmuştur, çünkü ondan sakınmak ve başkalarını da
sakındırmak gerekir.
Müslümanın kusurunu araştırmayı âyet-i kerime de yasaklamıştır:
"Mü'minler arasında hayasızlığın yayılmasını arzu edenlere, işte onlara,
dünya ve âhirette can yakıcı azâb vardır. Allah bilir, siz ise
bilmezsiniz" (Nur 19).
"Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Zira zannın bir
kısmı günahtır. Birbirinizin (kusurunu arayıp) tecessüs etmeyin, kimse kimseyi
gıybet etmesin. Hanginiz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır...?"
(Hucurat 12).
5- Bu hadiste müslümanın hürmetinin Ka'be'den üstün olduğu
ifade edilmektedir. Bu ifâde sadedinde olduğumuz rivayette İbnu Ömer'in sözü
gibi gözükmektedir. Ancak hadisin İbnu Mâce'deki vechinde, ifadenin
Resûlullah'a ait olduğu sarihtir: "İbnu Ömer der ki: "Ben Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ı tavaf ederken gördüm. Ziyâret sırasında
Ka'be'ye hitaben şunu söylüyordu: "Sen ne temizsin, senin kokun da ne hoş,
ne temiz. Sen ne ulusun, senin hürmetin ne yüce. Muhammed'in ruhunu elinde
tutan Zât'a yemin ederim ki, mü'minin Allah indindeki hürmeti, mal ve canının
hürmeti, senin hürmetinden daha büyük. Mü'min hakkında hayırdan başka zanda
bulunmamızın hürmeti (haramlığı) da böyledir. (Biz onun hakkında sâdece hüsn-i
zanda bulunmakla mükellefiz.)"
İnsanın hürmetinin Ka'be'nin hürmetinden yüce oluşu ilk nazarda
garipsenebilir. Ama âyet-i kerime'nin, insanı "mükerrem" (İsra 70) ve
"yeryüzünün halifesi" (En'am 25) ilân ettiğine dikkat eder ve yine
Kur'an'da bir insanın haksız yere öldürülmesinin bütün insanlığı öldürmeye denk
tutulduğu'nu (Mâide 32) göz önüne alırsak meseleyi hakkıyla takdir edebiliriz.[268]
ـ3430 ـ2ـ وعن
عقبة بن عامر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
رَأى
عَوْرَةً فَستَرَهَا
كَانَ كَمَنْ
أحْيَا
مَوْءُودَةً[.
أخرجه أبو
داود .
2. (3430)- Ukbe İbnu Âmir
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim bir ayıp görür ve onu örterse, diri diri gömülmüş bir
kızı ihya etmiş gibi olur."[269]
ـ3431 ـ3ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسولُ اللّه
#: َ يَسْتُرَ
عَبْدٌ
عَبْداً في
الدُنْيَا
إَّ سَتَرَهُ
اللّهُ
تَعَالىَ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ[.
أخرجه مسلم .
3. (3431)- Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Bir kul dünyada bir kulu örterse, Allah Kıyamet günü onu
mutlaka örter."[270]
ـ3432 ـ4ـ وعن
زيد بن وهب
قال: ]أتى ابنَ
مَسْعُودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
فَقِيلَ لَهُ:
هذَا فَُنٌ
تَقْطُرُ
لِحْيَتُهُ
خَمْراً.
فقَالَ
عَبْدُاللّهِ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه: إنَّا
قَدْ
نُهِيْنَا
عَنِ التَّجَسُّس
وَلَكِنْ إنْ
يَظْهَرْ
لَنَا شَىْءٌ
نَأخُذْ
بِهِ[. أخرجه
أبو داود .
4. (3432)- Zeyd İbnu Vehb
anlatıyor: "İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh)'a (bir adam) getirilip: "Şu
herif falancadır, sakalından şarap damlıyor" denildi. Abdullah
(radıyallâhu anh):
"Ben tecessüsten men edildim. Lâkin bize bir şey zâhir olursa
onu ele alırız!" cevabını verdi."[271]
AÇIKLAMA:
Bu hadisler müslümanda görülecek çirkin bir hal, bir davranış
olursa onun gizlenmesi, neşredilmemesi gereğini takrir etmektedir. Âlimler:
"Bu fiil yapılmış, bitmiş bir günah bile olsa örtülmelidir, yeter ki fâili
onu gizli yapmış bulunsun" demiştir.Tâbiî ki bu açıklama, fıskını alenî
yapan fâsığın örtülmesinin gerekmeyeceğini ifade eder. Âlimler bu ma'nâyı:
"Fâsık-ı mütecâhiri gıybet günah değildir" diye bir başka tarzda
hükme bağlamışlardır.
İslâmî âdâb, alenî işlenmeyen günahların peşine düşülmesini
yasaklamıştır. İctihadla değil, nassla mâsiyet olduğu sabit olan bir günah
alenî işlenecek olursadevlet yetkililerinin müdâhale hakkı doğar. Hâdisenin
alenîyet kazanması iki şâhiddir. Zina suçunda dört erkek şâhid şart
koşulmuştur. İslam, günümüzde olduğu gibi, hususî ve görünmez tedbirlerle,
gizli istihbarat teşkilatlarıyla ayıpların araştırılmasına, mâsiyet olduğu
nassla kesinlikle sabit olmayan -bir başka deyişle ferdî ictihadla masiyet
olduğuna hükmedilen hususlarda- insanlara devlet görevlisinin bile müdahale
etmesine müsaade etmez. Bu çeşit müdâhalelerin insanları ifsâd edeceği kabul
edilmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Eğer sen insanların
kusurlarını araştıracak olursan onları ifsad edersin -veya- ifsâd noktasına
getirirsin" buyurmuştur.
Bir başka hadiste Aleyhissalâtu vesselâm: "Eğer emîr (devlet
reisi) insanlar arasındaki şüpheli şeylerin peşine düşecek olursa onları ifsâd
eder" buyurmuştur.
Bilhassa günümüzde diktatörlüğün artıp, insanların inançlarına
varıncaya kadar, -Ben size müsaade etmeden inanır mısınız?.... ellerinizi
ayaklarınızı çaprazlama keseyim de görün!" (A'râf 123) diyen Firavunvâri-
devlet müdahaleciliğinin arttığı bir devrede, yüce dinimizin bu prensibinin daha iyi anlaşılması için 3430
numarada özet olarak kaydedilen Ukbe İbnu Âmir hadisini aynen kaydediyoruz.
İbretle okunmalıdır:
Ukbe'nin kâtibi Duceyn[272] anlatıyor:
"Ukbe'ye:
"Benim bazı komşularım var, şarap içiyorlar, onları polise
haber vermek istiyorum, gelip götürsünler" dedim. Kabul etmeyip:
"Bunu yapma, ancak onlara va'z u nasihat et ve (ihbar ederim diye) tehdid
et!"dedi. Ben öyle yaptım ama yine de vazgeçmediler. Tekrar Ukbe
(radıyallâhu anh)'a geldim ve: "Ben (dediğiniz gibi) onları şaraptan
nehyettim ama dinlemediler, içmeye devam ediyorlar. Artık polis çağıracağım,
gelip yakalasınlar!" dedim. Ukbe yine razı olmadı ve:
"Yazık sana, bu yapılır mı? Zira ben Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini işittim: "Kim bir mü'minin
kusurunu örterse, kabre diri gömülmüş kızcağıza hayat vermiş gibi olur"
cevabını verdi."[273]
ـ3433 ـ1ـ عن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]قال
رَسولُ
اللّهِ: أَ َ
يَخْلُوَنَّ
رَجُلٌ بِامْرَأةٍ
إَّ مَعَ ذِي
مَحْرَمٍ[.
أخرجه الشيخان
.
1. (3433)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Sakın bir erkek, yanında mahremi olmadıkça yabancı bir
kadınla yalnız kalmasın."[274]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, nikâh düşecek durumda olan bir kadınla halveti
yani başbaşa yalnız kalmayı yasaklamaktadır. Böylece hadis kadın-erkek
münasebetlerinde İslâm'ın mühim bir esasını vaz'etmiş olmaktadır. Bu bâbta bir
çok hadis vârid olmuştur. Birkaçını kaydediyoruz: "Beraberinde kocası
olmayan kadınların yanına girmeyin, zirâ şeytan, insanoğluna (damarlardaki) kan
gibi nüfuz eder." "Bir erkek, beraberinde kocası olmayan kadının
yanına kendisiyle birlikte bir veya iki kişi olmaksızın girmesin";
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular:
"Kadınların yanına girmekten kaçının." Bir adam: "kocasının
(kardeş, amca, amca oğlu gibi) yakınları da mı?" diye sordu. Aleyhissalâtu
vesselâm: "Yakını ölümdür" buyurdu."[275] "(Yabancı) bir
kadınla yalnız kalmayın, çünkü onların üçüncüsü şeytandır."
2- Kadının Mahremi:
Nikâhı ebediyen kendisine haram olan kimselerdir.
3- Bu hadislerde erkeğin, kadının yanına girmesi sarih olarak yasaklanmıştır, aynı yasak kadının erkeğin yanına girmesine de şâmildir. Ayrıca girme yasağı, kadınla yalnız kalma yasağını da içine alır. Bazı âlimler hamv'ı dilimizdeki kaynata yani kocanın babası veya kızın babası diye tarîf ederler. Günümüzde kelime bu ma'nâda kullanılır. Ancak Nevevî, hadiste, yukarıda açıkladığımız gibi kocanın yakını ma'nâsında kullanıldığını belirtir; ancak kocanın babaları ile oğullarını bundan hariç tutar. "Çünkü, der, onlar kadının mahremleridir (nikâh düşmez), bu sebeple kadının yanına onların girmesi câizdir. Öyleyse hadisteki hamv'dan murad, kadın bekar olsaydı evlenmesi helâl olan kocanın kardeşi, kardeşinin oğlu, amcası, amcasının oğlu, kız kardeşinin oğlu ve benzerleridir. Cemiyetin adeti bu sayılanlar hususunda tesâhüle dayanır, yani gevşeklik gösterilir, erkeğin erkek kardeşi, kardeşinin hanımıyla yalnız kalır. İşte Resûlullah bunu ölüme benzetmiştir. Yani bu, yasaklamada ecnebiden evladır."
Kadının kocasının yakınlarıyla yalnız kalmasını Efendimizin ölüme benzetmesindeki gaye farklı şekillerde açıklanmıştır:
* "Yakınla halvet, mâsiyet vâki olduğu takdirde dinin helâkine
veya masiyet olur da recm gerekirse gerçekten ölüme sebep olur, yahut da kocası
kıskançlığın sevkiyle boşaması halinde vukua gelen ayrılıkla kadının helâkine
sebep olur. Kurtubî'nin yer verdiği bu açıklamaya Taberî bir başka ufuk
getirir:
* "Kişinin, kardeşinin veya yeğeninin zevcesiyle halveti ölüm
makamındadır. Araplar hoş olmayan şeyi ölüme teşbih ederler."
* İbnu'l-Arabî de der ki: "Bu, yani ölüm, Arapların misâl
olarak zikrettikleri bir kelimedir, nitekim "arslan ölümdür" derler,
yani "arslana yaklaşmada ölüm var" demektir. Bu durumda hadisin
ma'nâsı şöyle olur. "Kadın, kocasının yakınıyla halvetten sakınsın, tıpkı
ölümden sakındığı gibi."
* Bazı alimler şu ma'nânın da muhtemel olduğunu söylmişlerdir:
"Kadın bir erkekle yalnız kaldı mı âfet kaynağı olur, kadına karşı hiç
kimseden emin olunamaz. Öyleyse kadının yakını ölüm olsun, yani kadınla ölümden
başka hiç kimsenin halvet yapması caiz değildir. Nitekim, kabir için
"Kadının ne iyi sıhrıdır" denmiştir Bu, kemal mertebesindeki
kıskançlık ve hamiyetin gereğidir."
* Ebû Ubeyd: "Yakın, ölümdür" hadisinin ma'nâsı: "Yakın, ölsün fakat
kadınla halvet yapmasın" demektir." der. Nevevî buna itiraz ederek
der ki: "Bu fasid bir sözdür.
Hadisten murad "kocanın yakını ile halvet bir başkası ile halvetten daha
fazladır. Bu sebeple bundan hâsıl olan şer, yabancıdan hâsıl olan şerden
fazladır. Yakının, bir yabancıya nisbetle herhangi bir yadırganmaya uğramadan
kadınla teması ve halvet etmesi daha çok imkân
dahilinde olduğu için fitne, yakınla daha çok imkân dahilindedir."
* Kadı İyâz da şunu söylemiştir: "Hadisin ma'nâsı şudur:
"Yakınlarla halvet dinde fitne ve helâke sebep olur. Bu sebeple Resûlullah
onu, ölüm helâkine benzetti ve hadisi tağlîz (sertlik gösterme) makamında irad
etti.
* Kurtubî der ki: "Hadisin ma'nâsı şudur: "Kocanın
yakınlarının, kocanın karısının yanına girmesi kötülük ve fesadda ölüme benzer,
yani bu, açık bilinen bir haramdır. Halkın bu husustaki gevşekliği sebebiyle Resûlullah, ondan zecretmede mübalâğaya
başvurarak ölüme benzetti."
* Son olarak "Yakın, ölümdür" ibaresini, bazı âlimlerin:
"Yani, bu kaçınılmaz bir hal; yakın, zevceden sakındırılamaz, tıpkı
ölümden kaçınılmayacağı gibi" şeklinde anlamak da ihtimallerden
biridir" dediğini kaydetmek isteriz.[276]
ـ3434 ـ2ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ امْرَأةً
كَانَ في
عَقْلِهَا
شَىْءٌ.
فقَالَتْ: يَا
رسُولَ
اللّهِ، لِي
إلَيْكَ
حَاجَةٌ. قالَ:
يَا أُمَّ
فَُنٍ
انْظُرِي إلى
أيِّ السِّكَكِ
شِئْتِ حَتّى
أقْضِيَ لَكِ
حَاجَتَكِ فَخََ
مَعَهَا في
بَعْضِ
الطُّرُقِ
حَتّى فَرَغَتْ
مِنْ
حَاجَتِهَا[.
أخرجه مسلم
وأبو داود .
2. (3434)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Aklında bir şeyler olan bir kadın vardı. Bir
gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a:
"Ey Allah'ın Resulü! Benim sana bir ihtiyacım var!"
dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Ey ümmü fülan, yollardan hangisini dilersen bak da
ihtiyacını göreyim" dedi. Kadınla birlikte bir sokağa gitti, kadın da
ihtiyacını arzetti."[277]
AÇIKLAMA:
1- Şârihler, Hz. Peygamber'e fetva soran bu kadının, Hz.
Hatice'nin bir tarayıcısı Ümmü Züfer olduğunu belirtir. Kadın, meselesini
kimsenin işitmesini istemediği için hususi şekilde arzetmek istiyordu. Bu
sebeple tenha bir yer arıyordu. Resûlullah ona, istediği yere kadar
gidebileceklerini söyledi. Rivayetin Ebû Dâvud'daki vechi daha teferruatlı.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kadına: "Sokakların hangisini istersen
oraya oturup (seni dinleyecek ve) ihtiyacını göreceğim" der. Rivayet şöyle
devam eder: "Resûlullah ve kadın oturdular ve onun meselesi halloluncaya
kadar orada kaldılar."
Hadisin bir benzeri Buhârî'de Enes'ten gelmiştir. Şöyle der:
"Ensardan bir kadın, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a geldi.
Resûlullah onunla (yolların birinde) başbaşa kaldı. Şöyle söylediğini işittim:
"Allah'a yemin olsun, siz (kadınlar) bana insanların en mahbub
olanlarısınız." Burada, Hz. Enes'in
"Başbaşa kaldı." فَخََ
بِهَا sözüyle, "gözden tamamen
kayboldular" demek istemediği, hazır bulunanların, kadının şikayetlerini
ve aralarında geçecek konuşmaları işitmeyecek kadar bir uzaklaşmayı
kastettikleri belirtilmiştir. Hatta Mühelleb: "...nitekim Enes, bu
konuşmada söylenen son cümleyi işitmiş ve rivayet etmiştir" diye yorumuna
delil getirir, ilaveten de şunu söyler: "Enes, onların konuşmalarını
nakletmemiştir, çünkü işitmemiştir." Burada şunu ilave edebiliriz:
"Resûlullah bu görüşmeyi niye hücrelerinin birinde yapmadı da sokakta yaptı? diye bir soru hatıra
gelebilir. Hücrelerinde yapması haram olan halvet olurdu. Sokak da olunca,
kadının aradığı hususiyet tahakkuk etmekte ve fakat haram olan halvet vukua
gelmemektedir. Bir kere daha tekrar edelim: Resûlullah kadın-erkek
münasebetlerinde şeriatın zevâhirine aynen müraat etmiş, peygamberlik
hususiyetini mevzubahis etmemiştir.
2- Hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın geniş bir
hilm ve hudutsuz bir tevazuya sahip olduğunu, büyükküçük herkesin ihtiyaçlarını
görmede fevkalâde sabırlı olduğunu göstermektedir. Ayrıca fitneden emin olunduğu
takdirde yabancı kadınla sırrî olarak bilgi alışverişinde bulunmanın caiz olacağı, kişinin diyanetini
yaralamayacağı anlaşılmaktadır. Ancak,bu hususta Hz. Âişe'nin dediği gibi وَاَيُّكُمْ
يَمْلِكُ
اِرْبَهُ كَمَا
كَانَ #
يَمْلِكُ
اِرْبَهُ "Bu
meselelerde herkes Resûlullah gibi olabilir mi?"[278]
ـ3435 ـ3ـ وعن
جرير رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سَألْتُ
النّبيَّ #
عَنْ نَظَرِ
الفُجْأَةِ.
فقَالَ
اصْرِفْ
بَصَرَكَ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود والترمذي
.
3. (3435)- Hz. Cerîr (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a âni bakıştan sordum. Bana:
"Nazarını hemen çevir!" buyurdu."[279]
AÇIKLAMA:
1- Burada mevzubahis olan âni bakış, kasıdsız ve gayr-i irâdî
olarak bir kadının görülüvermesidir. Resûlullah, herhangi bir yerde, ihtiyarsız
olarak nazarımıza ânîden çarpan bir kadına irâdî olarak bakmaya devam etmeyi
yasaklamakta nazarlarımızı derhal çekmeyi emretmektedir. Müteakip hadiste daha
sarih olarak görüleceği üzere, böyle, göze birden ilişen kadına ihtiyarsız ilk bakmanın herhangi bir
günahı yoktur. Ancak irâdî olarak bakmaya devam edilirse bu bakış haram
hududuna girer ve günah işlenmiş olur. Esasen zinâya giden yolun ilk
basamağında bakmak yer aldığı için, zina
fazîhasının önlenmesinde mühim ön tedbirlerden biri, göze hakim olmak, harama
bakmamaktır. İslâm âlimleri nazarın kalbi
bozan en mühim âmillerden biri olduğunu
kabul eder. Hatta Seleften bazıları "Nazar kalbe düşen zehirli bir
oktur" demiştir. Rabbimiz Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri zina ile nazar
arasındaki bu sıkı irtibat sebebiyle ferclere sahip olmayı emrettiği aynı
âyette gözleri kısmayı da emretmiştir: "Mü' min erkeklere söyle, gözlerini
kıssınlar ve ferclerine (cinsiyet organlarına hâkim olup, zinâdan) muhafaza
etsinler. Bu, onlar için (kalbin temizliğinde, dinin lekesiz kalmasında) en
temiz yoldur" (Nur 30). İbnu Kesir: "Fercin muhafazası bazan
onunzinadan uzak tutulmasıyla, bazan da nazarı haramdan korumakla olur"
der. Bir Buhârî hadisinde Resûlullah, "göz zinası"ndan bahseder ve bunun, bakmak olduğu belirtir.
Ulemâdan bir kısmı, bu hadisi esas alarak: "Kadının yolda
giderken yüzünü örtmesi farz değildir" hükmünü vermiştir. Ancak erkeklerin
irâdî olarak yabancı kadına bir-iki zaruret hali dışında bakması haramdır.
Şeriat-ı garrâmızın tecviz ettiği haller şâhidlik, tedavi ve evlenmektir. Bunlar da hacet miktarı
olmalıdır. Samimi bir niyetle evlenmeye karar veren erkek, evlenmek istediği
kızın yüzüne bakabilir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu tavsiye
buyurmuştur.
İslâm sadece kadına değil, emred olan yani henüz sakalı çıkmamış
(parlak) erkek delikanlılara da bakmayı
yasaklamıştır.
Resûlullah der ki: "Kıyamet günü bütün gözler ağlayacaktır,
ancak şunlar müstesna:
* Allah'ın haramlarına bakmayan gözler.
* Allah yolunda seher vakti uyanık olan gözler.
* Allah korkusuyla sinek başı (gibi yaşlar) döken gözler."
Az önce kaydedilen âyetin devamında Rabbimiz kadınlara da ayrıca
hitab edip, onlara da gözlerini kısmalarını emreder: "Mü'min kadınlara
söyle, onlar da gözlerini kıssınlar ve ferclerini muhafaza etsinler..."
Bu âyetten, âlimlerden bir kısmı kadınların yabancı erkeklere,
şehvetle veya şehvetsiz olarak bakmalarının câiz olmadığı hükmünü
çıkarmışlardır. Bu hükmü te'yid eden ve 3440 numarada gelecek olan bir
rivayette, "Ümmü Seleme ile Meymûne vâlidelerimiz Aleyhissalâtu vesselâmla
otururken yanlarına İbnu Ümmi Mektum gelir. Aleyhissalâtu vesselâm zevcelerine
örtünmelerini emreder. Gelenin âmâ olduğu, kendilerini göremeyeceği
hatırlatılınca, Aleyhissalâtu vesselâm: "Sizler de mi körsünüz, onu
görmüyor musunuz?" buyurur.
Bazı âlimler, kadınların şehvetle olmadığı takdirde erkeklere
bakmasının haram olmadığını söylemiştir. Nitekim, Resûlullah, Hz. Âişe'ye
bayram günü oynayan Habeşlileri seyretmesine müsaade etmiştir. Nevevî, bu
hadisi: "O sırada Hz. Âişe henüz büluğa ermemişti ve mükellef değildi.
Veya örtünme emri henüz gelmemişti"
diye te'vil eder. İbnu Hacer bu te'vile katılmaz ve hadisin bazı vecihlerinde,
hâdisenin Habeşistan heyetinin gelmesinden sonra olduğunun belirtildiğini, bu
heyetin de yedinci hicrî yılında geldiğini, o sene Hz. Âişe'nin onaltı yaşında
olması gerektiğini söyler. Kadınların dizkapağı ile göbek arası dışında erkeklere
bakabileceğini söyleyenler, bir de Fâtıma Bintu Kays hadisini delil getirirler.
Buhârî ve Müslim'de gelen hadise göre, Resûlullah, kocasından boşanan
Fatıma'ya, iddetini İbnu Ümmi Mektum'un evinde geçirmesini söyler ve: "O,
âmâ bir kimsedir, onun yanında elbiseni çıkarabilirsin" der. Mukabil
görüşte olanlar: "Bu, gözü kısmakla da olabilir, aynı evde olmak mutlaka
bakmayı gerektirmez" diye cevap vermişlerdir. Ebû Dâvud 3440'da gelecek
Ümmü Seleme hadisinin Resûlullah'ın zevcelerine mahsus, Fatıma Bintu Kays
hadisinin ise bütün mü'min kadınlara mahsus olduğunu söyleyerek iki zıd rivayeti te'lif eder. İbnu Hacer bu telifi
takdir eder ve bazı başkalarının da takdir edip beğendiklerini belirttikten
sonra kendisi de şöyle bir teklif getirir: "İbnu Ümmi Mektum'a karşı
örtünme emri, onun âmâ olması sebebiyle, vukuunu farkedemeyeceği herhangi bir
yerinin açılma ihtimaline binâendir. Öyleyse, bakma yasağı mutlak şekilde dâimî
olmaz." Ayrıca der ki: "Bu hususu, kadınların mescidlere, çarşılara,
seferlere, yüzleri örtülü olarak çıkmalarına verilen cevaz da teyid eder.
Onların örtünmeleri erkeklerin onları görmemeleri içindir. Ama, kadınların görmemesi
için de erkeklere örtünmeleri emredilmez. Bu durum, iki cins arasındaki hükmün
farklılığına delildir. Gazâlî de bu şekilde ihticac etmiştir. Suyûtî'nin görüşü
de böyledir."[280]
ـ3436 ـ4ـ وعن
بريدة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رَسُولُ
اللّهِ #
لِعَلِيٍّ:
يَا عَلِيُّ َ
تُتْبِعِ
النَّظْرَةَ
النَّظْرَةَ،
فَإنَّ لَكَ
ا‘ُولَى،
وَلَيْسَتْ
لَكَ الثَّانِيَةُ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
4. (3436)- Hz. Büreyde
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Ali
(radıyallâhu anh)'a buyurdular ki:
"Ey Ali, bakışına bakış ekleme. Zira ilk bakış sanadır, ama
ikinci bakış aleyhinedir."[281]
ـ3437 ـ5ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أتى رَسولُ
اللّهِ #
فَاطِمَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْها
بِعَبْدٍ
قَدْ
وَهَبَهُ
لَهَا
وَعَلَيْهَا
ثَوْبٌ إذَا
قَنَّعَتْ
بِهِ رَأْسَهَا
لَمْ
يَبْلُغْ
رِجْلَيْهَا،
وَإنْ غَطَّتْ
بِهِ
رِجْلَيْهَا
لَمْ
يَبْلُغْ رَأسَهَا.
فَلَمّا رَأى
النَّبىُّ #
مَا تَلْقَاهُ
مِنَ
التَّحَفُّظِ
قالَ: لَيْسَ
عَلَيْكِ
بَأسٌ
إنَّمَا هُوَ
أبُوكِ
وَغَُمُكِ[.
أخرجه أبو
داود .
5. (3437)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Fâtıma
(radıyallâhu anhâ)'ya, bir köle getirdi.
Bunu ona hibe etmişti. Hz. Fâtıma'nın üzerinde (çok uzun olmayan) bir elbise
vardı, elbiseyi başına çekecek olsa öbür ucu ayaklarına ulaşmıyordu. Elbisesiyle
ayaklarını örtecek olsa üst ucu başına yetişmiyordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
örtünme hususunda mâruz kaldığı sıkıntıyı görünce:
"Bu kıyafette olmanın sana bir mahzuru yok, zira,
karşındakiler baban ve kölendir." buyurdu."[282]
AÇIKLAMA:
Hadis bâzı âlimlerce, kölenin kadın efendisine bakabileceğine
delil kılınmıştır. Köle, kadının mahremlerinden sayılır. Halvet halinde
bulunabilir, beraber yolculuk yapabilirler. Mahrem olan kimseye bakması helâl
olan yerlerine bakmak, köleye de
helâldir. Hz. Âişe, Saîd İbnu Müseyyeb, iki görüşünden birinde Şâfiî ve Ashabı
ve Seleften ekseriyetin görüşü böyledir.
Ancak cumhur, köleyi de ecnebi gibi kabul etmiştir. "Çünkü
derler, azad edildikten sonra kadın efendisine nikâhı helâldir."
Bazı âlimler bu hadiste gelen gulâm kelimesinin hem
"köle" hem de "oğlan" ma'nâsına gelmesini esas alarak,
hadiste geçen kölenin henüz çocuk olduğuna hükmederler.[283]
ـ3438 ـ6ـ وعن
أم سلمة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: ]أنَّ النبيَّ
# كَانَ
عِنْدَهَا
وَفي
الْبَيْتِ مُخَنَّثٌ.
فقَالَ
لِعَبْدِ
اللّهِ بنِ
أبِى
أُمَيَّةَ
أخِي أُمِّ
سَلَمَةَ: يَا
عَبْدَ
اللّهِ إنْ
فَتَحَ
اللّهُ لَكُمْ
غَداً
الطَّائِفَ
فإنِّى
أدُلُّكَ عَلى
ابْنةِ
غَيَْنَ
فَإنَّا
تُقْبِلُ
بِأرْبَعٍ
وَتُدْبِرُ
بِثَمانٍ.
فقَالَ #: َ
يَدْخُلَنَّ
هؤَُءِ
عَلَيْكُمْ.
يَعْنِى
المَخَنَّثِينَ
فَحَجَبُوهُ.
قالَ ابنُ
جُرَيجٍ:
المُخَنَّثُ
هِيْتٌ[.
أخرجه الثثة
وأبو
داود.قوله:
»تُقْبلُ
بِأرْبَعٍ« أي
بأربع
عكن.»وَتُدْبِرُ
بِثَمانٍ«
أراد أطراف
العكن ا‘ربع
من الجانبين .
6. (3438)- Ümmü Seleme
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanımda
idi. Evde bir muhannes vardı. Bu muhannes, Ümmü Seleme'nin kardeşi Abdullah
İbnu Ebî Ümeyye'ye: "Ey Abdullah,
şayet yarın Allah Tâif'in fethini müyesser kılarsa, ben sana Gaylân'ın
kızını göstereceğim. Çünkü o, gelirken dört, giderken sekizdir" der. Bu
söz üzerine Aleyhissalâtu vesselâm:
"Böyleleri bir daha yanınıza girmesin" buyurdu. Bu
sözüyle muhannesleri kasdetmişti. Bundan sonra onu, (evlerine girmekten) men
ettiler."[284]
AÇIKLAMA:
1- Muhannes kadınlaşmış erkek demektir. Ahlâkında, davranışlarında,
konuşma tarzında ve bütün davranışlarında kadına benzeyen kimsedir. Bu hal,
bazan yaratılıştandır. Böyleleri levmdilmezler; ancak kendilerini buna zorlayan
ferdlere de rastlanır. İşte bu mezmumdur ve müdâhale edilmesi gerekir. Sesi ve
bazı halleriyle yaratılıştan kadına benzeyenlere hünsâ denir. Zikri geçen zâtı
Resûlullah'ın hünsâ bilmesi, ilk gördüğünde yasaklamayışının sebebini izah
eder. Bâzı rivayetler, herkesçe onun cimaya ihtiyaç duymayan biri olduğunun
bilindiğini belirtir.
Peygamberimiz Medine'den bazı muhannesleri sürmüştür. Ebû
Dâvud'da, ellerini ve ayaklarını kınalayan bir muhannesin Medine'den iki gece
uzaklıktaki Nakî tam mevkiye sürüldüğü belirtilir. Öldürülmesini teklif
edenlere Resulullah, "Ben musallî olanları öldürmekten nehyolundum"
cevabını verir. Bu sürülen kimsenin Hit
adını taşıdığı belirtilir. Hind diyen de olmuştur başka isimler de var.
Sürüldüğü yerin adı da farklıdır.
Bundan, birden fazla kimsenin sürüldüğü hükmüne varılabilir. Nitekim Âmirî,
bunların dört aded olduğunu kaydeder.
2- Gelirken dört, giderken sekiz sözüyle kadının önden bakınca
karnında dört boğum göründüğünü, arkadan bakınca bu boğumların sağlı sollu iki
taraftan da görünmesi sebebiyle sekiz görüneceğini ifade eder. İbnu Hacer, bu
tasvirin kadının şişman olduğunu ifade ettiğini, o devirde umumiyetle
erkeklerin şişman kadınlara rağbet ettiklerini belirtir.
3- Resûlullah bir çok
hadislerinde erkeklerin kadınlara, kadınların da erkeklere benzemesini
yasaklamıştır. Bir hadisleri şöyle: "Allah'ın yaratışından nefret ederek
kadınlara benzeyenlere Allah'ın öfkesi şiddetlidir." Bir başka hadis de
şöyledir: "Kadınlardan kendisini erkeklere benzetenlerle, erkeklerden
kendilerini kadınları benzetenlere Allah lanet etsin."
4- Resûlullah'ın Hît'i sürgün edişinde başlıca üç sebep
gösterilmiştir.
* Kadınlara ihtiyaç duyan biri olduğu halde bunu gizleyerek,
kendinin herkesçe kadınlara ihtiyacı olmayan biri bilinmesine sebep olması.
* Kadınların güzelliklerini ve avret yerlerini erkeklere alenî
şekilde anlatmasıdır. Bu, dinimizin yasakladığı bir edebsizliktir. Kadının
erkeğini, erkeğin hanımını tasvir etmesi memnudur. Bir rivayette Hît,
vasfettiği kız hakkında daha müstehcen tabirler kullanmıştır: "Ağzı
papatya çiçeği gibi, oturduğu zaman iki olur, konuşursa renk saçar gibi..."
* Kadınların en mahrem yerlerine muttalî olmuştur, bunları
başka kadınlar bile kolay kolay öğrenmez. İşte bu sebeplerle Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bunu sürmüştür.
Sadedinde olduğumuz hadisin şerhinde başka teferruatlar da var, bu
kadarını yeterli görüyoruz.[285]
ـ3439 ـ7ـ وعن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]لَعَنَ رسولُ
اللّهِ #
المُخَنَّثِينَ
مِنَ
الرِّجَالِ
وَالمُتَرَجَِّتِ
مِنَ النِّسَاءِ.
وقَالَ:
أخْرِجُوهُمْ
مِنْ بُيُوتِكُمْ[.
أخرجه
البخاري،
وأبو داود
والترمذي .
7. (3439)- İbnu Abbâs
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
erkeklerden kadınlaşanlara, kadınlardan da erkekleşenlere lânet etti ve:
"Onları evlerinizden çıkarın!" şeklinde ferman buyurdu."[286]
ـ3440 ـ8ـ وعن
أم سلمة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت: ]كُنْتُ
عِنْدَ
النَّبيِّ #
وَعِنْدَهُ
مَيْمُونَةُ
بِنْتُ
الحَارِثِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْها.
فأقْبَلَ
ابنُ أُمِّ
مَكْتُومٍ
وَذلِكَ
بَعْدَ أنْ
أُمِرْنَا
بِالحِجَابِ؛
فَدَخَلَ
عَلَيْنَا.
فقَالَ #:
اِحْتَجِبَا
مِنْهُ.
فَقُلْنَا
يَا رسولَ
اللّهِ،
ألَيْسَ هُوَ
أعْمَى َ
يَبْصُرُنَا؟
فقَالَ:
أفَعَمْيَاوَانِ
أنْتُمَا؟
ألَسْتُمَا
تُبْصِرَانِهِ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي
وصححه .
8. (3440)- Ümmü Seleme
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
yanında idim. Yanında Meymûne Bintu'l-Hâris (radıyallâhu anhâ) da vardı. (Bu
esnada) İbnu Ümmi Mektum bize doğru geliyordu. -Bu vak'a, tesettürle
emredilmemizden sonra idi- ve yanımıza girdi. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bize:
"Ona karşı örtünün!" emretti. Biz:
"Ey Allah'ın resulü! O, âmâ ve bizi görmeyen (ve varlığımızı
tanımayan) bir kimse değil mi?" dedik. Bunun üzerine:
"Siz de mi körlersiniz, siz onu görmüyor musunuz?"
buyurdu."[287]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, önce de temas ettiğimiz gibi, kadının erkeğe,
erkeğin kadına bakmasına haram diye hükmedenlerin delilidir. Bu meselede aksi
görüş de vardır. Nevevî: "Esahh olan, her ikisinin de nazarlarının haram
olmasıdır" der. Nevevî, kadınlara gözlerini kısmalarını emreden âyeti (Nur
30) de kaydettikten sonra şunu söyler: "Çünkü kadın insanlığın iki cinsinden
biridir. Onlara, erkeklere kıyasen diğer cinse (erkeklere) bakmak haram
edilmiştir. Burada bakma yasağı fitne korkusu sebebiyledir. Bu, kadınlar hakkında daha açıktır, çünkü onlar şehvetçe daha
şiddetli, akılca daha kıttırlar; dolayısıyla onlara fitne erkeklerden daha
çabuk ulaşır."
Bu mevzu üzerine geniş açıklamayı 3435 numaralı hadiste kaydettik.[288]
ـ3441 ـ9ـ وعن
أبي أسيْدٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
# وَهُوَ
خَارِجٌ مِنَ
المَسْجِدِ،
وَقَدْ
اخْتَلَطَ
الرِّجَالُ مَعَ
النِّسَاءِ
في الطَّرِيقِ.
فقَالَ:
اسْتَأخِرْنَ
فَلَيْسَ لَكنَّ
أنْ
تَحْقُقْنَ
الطَّرِيقَ.
عَلَيْكُنَّ
بِحَافَاتِ
الطَّرِيقِ.
فَكَانَتِ
المَرْأةُ
تُلْصِقُ
بِالجِدَارِ
حَتّى إنَّ ثَوْبَهَا
لَيَتَعلَّقُ
بِالجِدَارِ
مِنْ لُصُوقِهَا
بِهِ[. أخرجه
أبو
داود.»تحقُقْنَ
الطَّرِيقَ«
أيْ
تَرْكبْنَ
حُقّهَا،
وَهُوَ
وَسَطُهَا .
9. (3441)- Ebû Üseyd
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
mescidden çıkıyordu. Yolda kadınlarla erkeklerin karışmış vaziyette olduklarını
görünce, kadınlara:
"Sizler geride kalın. Yolun ortasından gitmeyin,
kenarlarından gidin!" diye ferman buyurdu. Bundan sonra, kadınlar nerdeyse
duvara değecek şekilde kenardan yürürdü. Bazan bu değmeler sebebiyle, elbisenin
duvara takıldığı olurdu."[289]
ـ3442 ـ10ـ وعن
ابنِ عُمَر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]نَهَى
رَسُولُ
اللّهِ # أنْ
يَمْشِي
الرَّجُلُ
بَيْنَ
المَرأتَيْنِ[.
أخرجه أبو
داود .
10. (3442)- İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
erkeğin iki kadın arasında yürümesini yasakladı."[290]
Erkeğin iki kadın arasında yürümesi hayaya, mürüvvete ve vekâra
aykırı bulunmuştur. Yasağın sebebi budur. Ancak hadis umumiyetle zayıf
addolunmuştur.[291]
ـ3443 ـ11ـ وعن
ابن مسعودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسولُ
اللّهِ #:
المَرأةُ
عَوْرَةٌ فَإذَا
خَرَجَتْ
اسْتَشْرَفَهَا
الشَّيْطَانُ[.
أخرجه
الترمذي .
11. (3443)- İbnu Mes'ud
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kadın avrettir, dışarı çıktı mı şeytan ona muttalî
olur."[292]
AÇIKLAMA:
1- Avret, ortaya çıktığı, görüldüğü takdirde utanılan her
şeydir. Kadının avret olarak ifâdesi, kadından da haya duyulduğu içindir. Bu hadis
"kadın, avret (utanılacak şey) sahibi olduğu için böyle denmiştir"
şeklinde de açıklanmıştır.
2- Şeytanın kadına istişrâfı (ıttılâı) farklı şekillerde yorumlanmıştır:
* Kadını erkekler nazarında tezyin eder.
* Şeytan kadına onu iğva etmek ve onunla başkalarını da iğva etmek
için bakar.
İstişrâf lügat olarak bir şeye bakmak üzere gözünü kaldırmak ve
daha iyi görmek için elini kaşı üzerinde açıp gölgelemektir.
Bu durumda hadis, kadının lüzumsuz yere sokağa çıkmasının hoş
olmadığını takrir buyurmaktadır. Âlimler hadisten: "Kadın çıkınca, şeytan
başkasıyla onu şaşırtmak, onunla da başkasını şaşırtmak, böylece her ikisini
veya ikisinden birini fitneye atmak için dikkatini onun üzerine toplar"
ma'nâsını çıkarmışlardır.
Buradaki şeytandan Resûlullah, cinnî şeytanı kasdettiği gibi
fâsıklardan insî şeytanı da kastetmiş
olabilir. Zira Nâs suresinde şeytanın insî ve cinnî olabileceği ifâde
edilmiştir.[293]
ـ3444 ـ12ـ وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
رَسولُ اللّهِ
# مَعَ إحْدَى
نِسَائِهِ
فَمَرَّ بِهِ رَجُلٌ
فَدَعَاهُ
وَقالَ: هذِهِ
زَوْجَتِي. فقَالَ
يَا رسولَ
اللّهِ: مَنْ
كُنْتُ أظُنُّ
بِهِ فَلَمْ
أكُنْ أظُنُّ
بِكَ. فقَالَ:
إنَّ
الشَّيْطَانَ
يَجْرِي مِن
ابنِ آدَمَ
مَجْرَى
الدَّمِ[.
أخرجه مسلم .
12. (3444)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
kadınlarından biriyle beraber idi. Yanından bir adam geçti. Aleyhissalâtu
vesselâm adamı çağırarak:
"Bu benim
zevcemdir!" dedi. Adam:
"Ey Alah'ın Resulü! Ben herkesten şüphe etsem de sizden şüphe
etmem!" deyince, Aleyhissalâtu vesselâm:
"Şeytan insana kanın nüfuz ettiği gibi nüfuz eder!"
buyurdular."[294]
AÇIKLAMA:
Bu hâdise, birinci ciltte kaydedilen 103 numaralı hadise
benzemektedir. Muhaddisler her iki rivayetin de aynı hâdiseye ait olabileceği
gibi, iki ayrı hâdiseye de ait olabileceğini söylemiştir. Şu kadar var ki, öbür
rivayette Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) i'tikafta iken, gece vakti
ziyaretine gelen Safiyye'yi uğurlamak üzere mescidin kapısına geldiği sırada
iki kişi geçer. Resûlullah onları
"Ağır olun!" diye çağırır.
Her iki rivayetin aynı hadiseye ait olması hâlinde, sadedinde
olduğumuz rivayet te'vil olunur: "Geçenler iki idi, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) birisi ile konuştuğu için burada bir adam mevzubahis
edilmiştir" denilir.
Hadisten çıkan hükümler için 103 numaralı hadisin açıklamasına
bakılmalıdır.[295]
ـ3445 ـ1ـ عن
أبي ذرٍّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال لِي
رَسُولُ
اللّهِ #: يَا
أبَا ذَرّ
فَقُلْتُ:
لَبَّيْكَ
وَسَعْدَيْكَ
يَا رَسُولَ
اللّهِ
وَأنَا
فِدَاؤُكَ[.
أخرجه أبو
داود .
1. (3445)- Ebû Zerr
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana:
"Ey Ebû Zerr!" dedi. Ben:
"Ey Allah'ın Resûlü, buyurun! Emrinizdeyim, canım sana feda
olsun!" diye cevap verdim."[296]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, bir büyüğe hürmeten "canım sana feda olsun",
"kurbanın olayım!" gibi tabirleri kullanmanın câiz olup olmadığı
meselesine cevap teşkil etmekte ve câiz olduğuna delil olmaktadır. Rivayette
gözükmüyor ise de, hadis böyle bir soruya cevap sadedinde söylenmiş gibi. Ebû
Bekr İbnu Ebî Âsım, cevaza delâlet eden rivayetleri göz önüne alarak şu hükme
varır: "Kişi bu tabiri sultanına, büyüğüne, ilim sahiplerine,
kardeşlerinden sevdiklerine karşı kullanılabilir, bunda bir mahzur yoktur.
Hattâ, onu büyüklemek ve muhabbet izhâr etmek maksadıyla yapınca sevab da
kazanır. Bunu söylemek haram olsaydı, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu
söyleyeni ondan men ederdi. Bunun Resûlullah' tan başkası için söylenmesi de câizdir, aksini bilmiyorum."[297]
ـ3446 ـ2ـ وعن
أبي سعيد
الخدري
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّه #:
َ تُصَاحِبْ
إَّ مُؤمِناً،
وََ يَأكُلْ
طَعَامَكَ
إَّ تَقِيٌّ[. أخرجه
أبو داود
والترمذي .
2. (3446)- Ebû
Saîdi'l-Hudrî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Sadece mü'minle arkadaşlık et. Senin yemeğini muttakî olan
yesin."[298]
AÇIKLAMA:
Hadiste geçen "Sadece mü'minle arkadaşlık et!" sözü iki
ma'nâya muhtemeldir:
1- Kâmil mü'minle arkadaşlık yap.
2- Kâfir ve münâfıklarla arkadaşlık yapma, çünkü onlar kişinin
diyanetine zarar verir. "Mü'min"den murad bütün mü'minler sınıfıdır.
Hadisin ikinci kısmı, yemeğimizden sadece muttakî olanların
yemesini irşad buyurmaktadır.
Şu halde, bu hadiste arkadaşlık, mertebelere ayrılmış olmaktadır:
"Mü'minden başkası arkadaş olamaz. Yani her mü'minle konuşmak, diğer
beşerî münasebetler, ziyaretler, selamlaşmalar vs. caizdir. Ama evine davet
edip yemek yedirecek kadar ileri seviyeye götürülecek bir arkadaşta ittikâ
aranmalıdır. Bir başka deyişle müttakî olmayan fâsık, gevşek bir mü'minle
arkadaşlık, yemeğe çağırılacak kadar ilerletilmemelidir."
Gerçekten de arkadaş vardır selamlaşılır; arkadaş vardır sokakta
beraber gezilir; arkadaş vardır, çayhâneye oturulup çay içilir; arkadaş vardır,
evde bile beraber oturulabilir; arkadaş vardır, zaman zaman evlerde müşterek
yemek yenilir.
Bu arkadaşlık dereceleri daha da çoğaltılabilir. Dikkat edersek bu
sayılan arkadaşlıkların samimiyet derecelerinin farklı olduğunu görürüz.
Arkadaşımız çoktur ama pek azıyla evde yemek yeriz. Öyleyse evde birlikte yemek
arkadaşlığın ileri samimiyetteki derecesini gösterir. İşte hadis, bu derece
ileri samimiyet kuracağınız kimseleri muttakîlerden seçin demiş olmaktadır.[299]
ـ3447 ـ3ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّه #:
المَرْءُ
عَلى دىنِ
خَلِيلِهِ
فَلْيَنْظُرْ
أحَدُكُمْ
مَنْ
يَخَالِلُ[.
أخرجه أبو داود
والترمذي .
3. (3447)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kişi dostunun dini üzeredir. Öyleyse her biriniz, kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin."[300]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, arkadaşlığın ehemmiyetine dikkat çekmektedir. O kadar ki
arkadaşlar birbirine ciddî tesirlerde bulunabilmekte, "din"le ifâde
edilen îtikad, âdet, sîret, ahlâk gibi
hususlarda benzemeler husûle gelmektedir.
Bu sebeple hadisin devamında, sıkı dostluk kuracağımız kimsenin
ahvâlini iyice bir tedkik ve teemmülden geçirip ondan sonra dostluğa girmemiz
tavsiye buyrulmaktadır. Bir başka
hadiste: "Müşriklerle beraber yaşamayın, onlarla cimada bulunmayın.
Kim onlarla beraber yaşar veya cimada bulunursa onlardan olur"
buyrulmuştur.[301]
ـ3448 ـ4ـ وعن
أبي الدرداء
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسُولُ
اللّهِ #: أَ
أُخْبِرُكُمْ
بِأفْضَلَ
مِنْ
دَرَجَةِ
الصِّيَامِ وَالصََّةِ
وَالصَّدَقَةِ؟
قالُوا: بَلى.
قالَ: إصَْحُ
ذَاتِ
الْبَيْنِ
فَإنَّ
فَسَادَ ذَاتِ
الْبَيْنِ
هِيَ
الحَالِقَةُ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي
وصححه .
وزاد: »َ
أقُولُ
تَحْلِقُ
الشَّعْرَ،
وَلكِنْ
تَحْلِقُ
الدِّينَ« .
4. (3448)- Ebû'd-Derda
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Size oruç, namaz ve sadakanın derecesinden daha üstün olan
şeyi haber vermeyeyim mi?"
"Evet (Ey Allah'ın resulü, söyleyin!)" dediler.
"İnsanların arasını düzeltmektir. Çünkü insanların arasındaki
bozukluk (dini) kazır."[302]
Tirmizî'de şu ziyade
gelmiştir: "Ben saçı kazır demiyorum, velâkin dini kazır (diyorum)."[303]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen zâtu'lbeynle kalplerde bulunan ülfet,
muhabbet gibi, insanları kaynaştıran hasletler anlaşılmıştır. Bu durumda
ıslah-ı zâtı'lbeyn bu kaynaşma vasıtalarını iyileştirme, güçlendirme ma'nâsına
gelir. Ancak, aynı tabirle kalplerdeki düşmanlık, küsme, kırılma gibi hallerin
de kastedilmiş olabileceği kabul edilmiştir. Bu durumda ıslah-ı zâtı'lbeyn
kırgınlıkların giderilmesi, küslerin barıştırılması gibi ma'nâlara gelir. Her
iki te'vil de sonuçta birleşir, çünkü muhabbet ve kaynaşmayı netice
vermektedir.
2- Hadis, insanlar arasındaki kırgınlığın küçümsenmemesine
dikkat çeker, bunun dini götüren ve kazıyıp atan bir hal olduğunu belirtir.
Çünkü kalbte kırgınlık, kin, husûmet yerleşti mi, kişi artık aklıyla, sağ
duyusuyla hareket edemez, onun birçok davranışlarında dinin yönlendirici,
frenleyici rolü müessir olamaz. Bu menfi durumdan, Allah korusun her çeşit
kötülükler neşet eder, bu çeşit ferdlerin hayatında ne din, ne diyanet, ne de
hamiyet-i diniyye kalır. Bu hale düşen insanlar, kendine düşman bildiği
kimselere galebe çalmak için kâfirin bile yardımını taleb edebilir, bu yardımı
garantilemek için dininden, dinî mukaddesâtından tavizler verebilir,
müşriklerle, din düşmanlarıyla işbirliği yapabilir. Şuurlu müslümanlar hadisin
bu irşadına uyarak, bir taraftan keskin bir ustura gibi dinin kazınmasında
müessir olacak bu durumları düzeltmeyi mühim bir vazife bilirken, diğer
taraftan da insanları bu çeşit durumlara itmemenin çok mühim olduğunu anlarlar.
Bu hislerin doğmasına basiretsizce zemin hazırlayanlar, kin sahibi insanların
dinde merhametsizce işleyecekleri tahribatın sorumluluğuna iştirak
edebilecektir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu ciddi tehlikeye çarpıcı
kelimeler kullanarak dikkat çekmektedir. Tirmizî'nin bir rivayetinde,
"Resûlullah'ın: "Bu kazıyıcıdır" derken, "bu saçı
kazıyor" demek istemiyorum, lâkin dini kazıyor demek istiyorum" demiş
olduğu belirtilir.
Şu halde, bu meş'um neticeleri önleyici ıslah ve barıştırma
çalışmaları, namaz, oruç, sadaka gibi ferdî ibadetlerden çok daha üstün
olacaktır. Sadedinde olduğumuz hadis bu vak'aya parmak basmıştır. Bu, fevkalâde
şümullü hayırlara menşe' olan ıslah işinin ehemmiyetini tebârüz ettiren diğer
bir husus, bu yolda yalan söylemeye bile fetva verilmiş olmasıdır. Evet, İslâm
nazarında en merdûd ve en meş'um bir şey ilan edilen kizb, insanlar arasını
bulup barıştırmada tecviz edilmiş, mubah addedilmiştir.[304]
ـ3449 ـ5ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]خَطَبَنَا
عُمَرُ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ بِالجَابِيَةِ
فقَالَ: يَا
أيُّهَا
النَّاسُ إنِّي
قُمْتُ
فِيكُمْ
كَقِيَامِ
رسول اللّهِ # فِينَا.
قَالَ:
أُوصِيكُمْ
بِأصْحَابِي
ثُمَّ
الَّذِينَ
يَلُونَهُمْ
ثُمَّ
يَفْشُو الْكَذِبُ
حَتّى
يَحْلِفَ
الرَّجُلُ
وََ
يُسْتَحْلَفُ،
وَيَشْهَدُ
الشَّاهِدُ
وََ يُسْتَشْهَدُ.
أَ َ
يَخْلُوَنَّ
رَجُلٌ
بامْرَأةٍ إَّ
كَانَ
ثَالِثُهُمَا
الشَّيْطَانَ،
عَلَيْكُمْ
بِالْجَمَاعَةِ،
وَإيَّاكُمْ
وَالْفُرْقَةَ:
فَإنَّ
الشَّيْطَانَ
مَعَ الْوَاحِدِ
وَهُوَ مِنَ
اثْنَيْنِ
أبْعَدُ،
مَنْ أرَادَ
بُحْبُوحُةَ
الجَنَّةِ
فَلْيَلْزَمِ
الجَمَاعَةَ.
مَنْ
سَرَّتْهُ
حَسَنَتْهُ
وَسَاءَتْهُ سَيِّئَتُهُ
فَذلِكُمْ
المُؤْمِنُ[.
أخرجه الترمذي
وصححه .
5. (3449)- İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Hz. Ömer (radıyallâhu anh), el-Câbiye'de
bize hitaben:
"Ey insanlar, dedi. Ben, (şu hutbeyi okumak üzere) aranızda
kalkıyorum, tıpkı, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın da bizim aramızda
kalktığı gibi. (O kalkıp) şöyle demişti: "Size Ashâbımı, sonra da onların
peşinden gelecekleri [sonra da bunların peşinden gelecekleri] tavsiye ediyorum.
Daha sonra (gelenler arasında) yalan, öylesine yayılacak ki, kişi, kendisinden
yemin taleb edilmediği halde yemin edecek, şâhidliği istenmediği halde
şehâdette bulunacak. Haberiniz olsun, bir erkek bir kadınla baş başa kaldı mı
onların üçüncüsü mutlaka şeytandır. Size cemaati tavsiye ederim. Ayrılıktan
sakının. Zira şeytan, tek kalanla
birlikte olur. İki kişiden uzak durur.
Kim cennetin ortasını dilerse, cemaatten ayrılmasın. Kimi yaptığı hayır
sevindirir ve kötülüğü de üzerse, işte o, mü'mindir."[305]
ـ3450 ـ6ـ وعن
أبي موسى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
# إذَا مَرَّ
أحَدُكُمْ في
مَجْلِس أوْ
سُوقٍ وَفي
يَدِهِ
نَبْلٌ
فَلْيَأخُذْ
بِنِصَالِهَا
َ يَخْدِشُ
بِهَا مُسْلِماً.
قالَ أبو موسى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
واللّهِ مَا
مُتْنَا حَتَّى
سَدُدْنَاهَا
بَعْضُنَا في
وُجُوهِ بَعْضٍ[.
أخرجه
الشيخان وأبو
داود.
»التسديد«
التصويب.
6. (3450)- Ebû Musa
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
buyurdular ki: "Sizden biri bir meclis veya bir çarşıdan geçerken elinde
ok bulunduğu takdirde, okun demir kısmını tutsun, onunla bir müslümanı
yaralamasın." Ebû Musa (radıyallâhu anh) derdi ki: "Biz, vallahi,
onları ölmezden önce birbirimize yönelttik."[306]
AÇIKLAMA:
Hadis, müslümanlar hususunda, Rasûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın ne kadar müşfik ve merhametkâr olduğunu göstermektedir.
Müslümanlar birbirlerini incitmekten, rahatsız etmekten, maddîmanevi yaralara
sebep olmaktan son derece kaçınmalıdırlar.
Ebû Musa (radıyallâhu anh), Aleyhissalâtü vesselâm'dan sonra çıkan
fitneye işaret ediyor: "Biz çarşı pazarda dolaşırken demir kısmının
gafletle değmesinden hâsıl olacak rahatsızlığa bile meydan vermememiz için
uyarıldığımız okları, Resûlullah'ın vefatından sonra, birbirimizi öldürmek için
kullandık, zehî gaflet!" demek istiyor, hayıflanıyor.[307]
ـ3451 ـ7ـ وعن
جابر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]نهَى رسولُ
اللّه ِ# أنْ
يُتََعاطَى
السَّيْفُ مَسْلُوً[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي.»التعاطي«
ا‘خذ والعطاء،
والمراد عدم
شهره بين
الناس .
7. (3451)- Hz. Câbir
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) çıplak
olarak kılınç teati edilmesini yasakladı."[308]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/64.
[2] Tirmizî, Rada': 10, (1159); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/65.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/65-66.
[4] Tirmizî, Radâ: 10, (1161); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/66.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/66.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/66.
[7] Buharî, Nikâh: 85,
Bed'ü'l-Halk: 6; Müslim, Nikâh: 120-122 (1436); Ebu Dâvud, Nikâh: 41, (2141);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/67.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/67-68.
[9] Nesâî, Nikâh: 14, (6,68); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/69.
[10] Ebu Dâvud, Nikâh: 43, (2147); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/69.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/69-70.
[12] Ebu Dâvud, Savm: 74, (2459); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/70-71.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/71-72.
[14] Buharî, Fedâilul Ashâb: 9, Humus 6, Nafakât: 6,7,
Da'avât: 11; Müslim, 80, (2727); Tirmizî, Da'avât: 24, (3405); Ebu Dâvud,
Harâc: 20, (2988, 2989), Edeb. 109, (5062, 5063); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/72-73.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/73-75.
[16] Buharî, Nikâh: 79, Enbiya:
1, Edeb: 31, 85, Rikâk: 23; Müslim, Radâ: 65, (1468); Tirmizî, Talâk: 12,
(1188); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/76.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/76-77.
[18] Tirmizî, Tefsîr Tevbe: (3087); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/78.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/78-79.
[20] Ebu Dâvud, Nikâh: 42, (2142, 2143, 2144); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/79-80.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/80.
[22] Kâmus'ta Âsım'ın
açıklamasına göre pars, köpek gibi avda kullanılan bir hayvandır. Avladığını
yemez sâhibine getirir, uykuyu çok sever. Hikayede kadın kocasının iyi kazanıp
ailesine getirdiğini, ailesinin harcama vs. işlerine karışmadığını ifade
ediyor. Dışarıda arslan olması, çalışıp kazanmasından kinaye olmalıdır.
[23] Buharî, Nikâh: 82; Müslim, Fedâilü's-Sahâbe: 92,
(2448); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/88-90.
[24] Hadisle ilgili teferruatı merak edenler
Ahmed Davudoğlu'nun Müslim Şerhi'ne bakabilirler. 10, 308-315. (İbnu Hacer,
hadîsin şerhine tam yirmibeş sayfa tahsis eder.)
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/90-93.
[26] Müslim, Radâ: 61, (1469); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/93.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/93.
[28] Ebu Dâvud, Sünnet: 16,
(4679). Bu, Sahiheyn'de geçen uzunca bir hadisten bir parçadır. Müslim, İman
132, (79); Buharî Hayz 6; İbnu Mâce, Fiten 19, (4003); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/94.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/94-97.
[30] Buharî, Nikâh: 17; Müslim, Zikr: 97,
(2740); Tirmizî, Edeb: 31, (2781); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/97.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/97-98.
[32] Müslim, Zikir: 95, (2738); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/98.
[33] Müslim, Nikâh: 123, (1437); Ebu Dâvud,
Edeb: 37, (4870); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/99.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/99.
[35] Buharî, Nikâh: 108, Edeb: 63; Müslim,
Fedâilü's-Sahâbe: 90, (2439); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/99.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/99-100.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/100-103.
[38] Buharî, Nikâh: 45, Edeb: 57, 58, Ferâiz: 2;
Müslim, Birr: 28-34, (2563-2564); Ebu Dâvud, Edeb: 40, 56, (4882, 4917);
Tirmizî, Birr: 18, (1928); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/104-105.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/105-108.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/108-109.
[41] Buhari, Cenâiz: 2; Müslim, Selam: 4,(2162); Ebu Dâvud,
Edeb: 98, (5030); Tirmizî, Edeb: 1, (2738); Nesâî, Cenâiz: 52, (4,52).
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/109-110.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/110.
[44] Buhari, Mardâ: 4, Cihâd 171,
Nikâh: 71, Ahkâm: 23; Ebu Davud, Cenâiz: 11, (3105); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/111.
[45] Tirmizî, Et'ime: 30, (1834); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/111.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/111.
[47] Buhârî, İsti'zân: 2 Mezâlim.
22; Müslim, Libas: 114, (2121); Ebû Dâvud, Edeb: 13, (4815).
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/112.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/112-114.
[50] Buhârî, İsti'zân: 45;
Müslim, Selâm: 36, (2183); Muvatta, Kelam: 13, (2, 988, 989); Ebû Dâvud, Edeb:
29, (4852).
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/114.
[52] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/114-115.
[53] Tirmizî, Edeb: 13, (2755); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/115.
[54] Ebû Dâvud Edeb: 165, (5230); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/116.
[55] Ebû Dâvud, Edeb: 165, (5229); Tirmizî,
Edeb: 13, (2756); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/116.
[56] Buhârî, İsti'zan: 31, Cuma:
20; Müslim, Selam: 27, (2177); Tirmizî, Edeb: 9, (2750, 2751); Ebû Dâvud, Edeb:
18, (4828); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/116.
[57] Rivâyetin sened yönüyle hasen olması,
hükmüyle amel edilebilecek derecede sıhhatli olduğunu ifâde eder.
[58] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/116-119.
[59] Tirmizî, Edeb: 10, (2752); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/119.
[60] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/119-120.
[61] Ebû Dâvud, Edeb: 16, (4825); Tirmizî,
İsti'zân: 29, (2723); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/120.
[62] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/120.
[63] Ebû Dâvud, Edeb: 24, (4844,
4845); Tirmizî, Edeb: 11, (2753); Tirmizî'nin rivayetinde: "İzinleri
olmadan iki kişinin arasını açması kişiye helâl olmaz" şeklinde gelmiştir;
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/121.
[64] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/121.
[65] Ebû Dâvud, Edeb: 14, (4820); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/121.
[66] Ebû Dâvud, Edeb: 17, (4826); Tirmizî, Edeb:
12, (2754); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/121.
[67] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/121.
[68] Müslim, Salât: 119, (430); Ebû Dâvud, Edeb:
16, (4823); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/122.
[69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/122.
[70] Ebû Dâvud, Edeb: 26, (4848); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/122.
[71] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/122.
[72] Ebû Dâvud, Edeb: 30, (4854); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/123.
[73] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/123.
[74] Ebû Dâvud, Edeb: 15, (4821); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/123.
[75] Ebû Dâvud, Edeb: 15, (4822); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/123.
[76] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/123-124.
[77] Buhârî, Büyû: 38; Zebâih: 31; Müslim, Birr:
146, (2628); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/125.
[78] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/125.
[79] Ebû Dâvud, Edeb: 37, (4869); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/126.
[80] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/126.
[81] Buhârî, İsti'zân: 46; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe: 145,
(2482). Metin Müslim'e aittir.; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 10/126-127.
[82] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/127.
[83] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/128-130.
[84] Bu hadis az ileride 3347, 3348 hadislerde
kaydedilecek.
[85] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/130-131.
[86] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/131-132.
[87] Müslim, İmân: 93, (54); Ebû
Dâvud, Edeb: 142, (5193); Tirmizî, İsti'zân: 1, (2589); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/133.
[88] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/133.
[89] Buhârî, Edeb: 27; Müslim, Birr: 66, (2586);
İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/133.
[90] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/133-134.
[91] Ebû Dâvud, Edeb: 122, (5124); Tirmizî,
Zühd: 54, (2393); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/135.
[92] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/135-136.
[93] Ebû Dâvud, Edeb: 122, (5125); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/136.
[94] Tirmizî, Zühd: 54, (2394); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/136.
[95] Tirmizî, Birr: 60, (1998); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/137.
[96] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/137-138.
[97] Müslim, Birr: 37, (2566); Muvatta, Şi'r:
13, (2952); Teysir'in elimizdeki baskısında bu hadisle müteakip hadisin
kaynaklarını göstermede teknik bir hata ile taktimtehir yapılmış olmalı; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/138.
[98] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/138-139.
[99] Tirmizî, Zühd: 53, (2391); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/139.
[100] Muvatta, Şi'r: 16, (2, 953, 954); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/139.
[101] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/139-140.
[102] Ebû Dâvud, Sünnet: 3, (4599); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/140.
[103] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/140-141.
[104] Ebû Dâvud, Büyû: 78, (3527); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/141-142.
[105] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/142.
[106] Buhârî, Tevhid: 33, Edeb: 41; Müslim Birr:
157, Muvatta, Şi'r: 15; Tirmizî, Tefsîr, Meryem: (3160).
[107] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/142-143.
[108] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/143.
[109] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/143.
[110] Buhârî, Edeb: 96; Müslim,
Birr: 165, (2640); Ebû Dâvud, Edeb: 122, (5126); Tirmizî, Zühd: 50, (2388);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/143-144.
[111] Ebu Nu'aym bu hadîsin bütün senetlerini
müstakil bir cüz'de toplamış, te'lifine, Kitâbu'l-Muhibbîn Ma'a'l-Mahbûbîn (28)
adını vermiştir.
[112] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/144-145.
[113] Buhârî, Enbiya: 2; Müslim, Birr: 159,
(2638); Ebû Dâvud, Edeb: 19, (4834); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/145.
[114] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/145-146.
[115] Ebû Dâvud, Edeb: 46, (4893);
Tirmizî, Hudud: 3, (1426); Buhârî, Mezâlim: 3, İkrâh: 7; Müslim, Birr: 58,
(2580).
[116] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/147.
[117] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/147-148.
[118] Müslim, Zikr: 38, (2699);
Ebû Dâvud, Edeb: 68, (4946); Tirmizî, Hudud: 3, (1425); Birr: 19, (1931);
Kırâat. 3, (2946); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/149.
[119] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/149-150.
[120] Tirmizî, Birr: 17, 18, (1927, 1928, 1930);
Müslim, İman: 95, (55); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/150.
[121] Diğer üç hadîs şunlardır:
1- "Niyetler amellere göredir."
2- "Bizim emrimize uymayan amel
merduddur."
3- "Helâl da haram da
açıklanmıştır. Arada şüpheli şeyler var, şüpheli şeylerden kaçının."
[122] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/150-151.
[123] Buhârî, Edeb: 67, Kefâlet:
2, İ'tisam: 16; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe: 204, (2529); Ebû Dâvud, Ferâiz: 17,
(2926).
[124] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/152.
[125] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/152-153.
[126] Buhârî, Mezâlim: 4, İkrah: 7; Tirmizî,
Fiten: 68, (2256); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/153.
[127] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/153.
[128] Tirmizî, Birr: 20, (1932); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/153.
[129] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/154.
[130] Buhârî, Edeb: 37, Salât: 88, Mezâlim: 5; Müslim, Birr:
145, (2627); Ebû Dâvud, Edeb: 126, (5131); Tirmizî, İlim: 14, (2674); Nesâî,
Zekât: 65, (5, 78); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/154.
[131] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/154-155.
[132] Ebû Dâvud, Edeb: 23, (4843); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/155.
[133] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/155-156.
[134] Tirmizî, Birr: 75, (2023); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/156.
[135] Tirmizî, Birr: 15, (1920); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/157.
[136] Ebû Dâvud, Edeb: 23, (4842); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/157.
[137] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/157.
[138] Üçüncü cilt 183-192-195.sayfalara
bakılmalıdır.
[139] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/158-161.
[140] Ebû Dâvud, Edeb: 137, (5177, 5178), 5179); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/161.
[141] Ebû Dâvud, Edeb: 138, (5185); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/162.
[142] Ebû Dâvud, Edeb: 92, (5000,
5001); Buhârî, Cizye: 15; İbnu Mâce, Fiten: 25, (4042); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/163.
[143] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/163.
[144] Ebû Dâvud, Edeb: 138, (5186); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/163.
[145] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/164.
[146] Tirmizî, İsti'zân: 3, (2692); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/164.
[147] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/164.
[148] Ebû Dâvud, Edeb: 136, (5173); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/164.
[149] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/165.
[150] Ebû Dâvud, Edeb: 140, (5189-5190); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/165.
[151] Bu hâdise 1. Ciltte anlatılmıştır. [1.
cilt, s. 447-49].
[152] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/165.
[153] Muvatta, İsti'zân: 1, (2, 963); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/165-166.
[154] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/166.
[155] Müslim, Selam: 16, (2169); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/166.
[156] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/166.
[157] Buhârî, İsti'zân: 17;
Müslim, Âdâb: 38, (2155); Ebû Dâvud, Edeb: 139, (5187); Tirmizî, İsti'zân: 18,
(2713); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/167.
[158] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/167.
[159] Buhârî, Diyât: 23, 15,
İsti'zân: 11; Müslim, Âdâb: 42, (2157); Ebû Dâvud, Edeb: 136, (5171); Tirmizî,
İsti'zân: 17, (2709); Nesâî, Kasâme: 44, (7, 60); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/167.
[160] Nesâî, Kasâme: 44, (8, 60); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/168.
[161] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/168.
[162] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/168.
[163] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/169-171.
[164] Tirmizî, İsti'zân: 15, (2707); Ebû Dâvud,
Edeb: 150, (5208); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/171.
[165] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/171-172.
[166] Tirmizî, İsti'zân: 18, (2711); Ebû Dâvud,
Edeb: 137, (5176); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/172.
[167] Tirmizî, İsti'zân: 10, (2699); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/172.
[168] Ebû Dâvud, Edeb: 142, (5194); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/173.
[169] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/173.
[170] Buhârî, İsti'zân: 14;
Müslim, Selam: 14, (2168); Ebû Dâvud, Edeb: 147, (5202); Tirmizî, İsti'zân: 8,
(2697); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/174.
[171] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/174.
[172] Ebû Dâvud, Edeb: 148, (5204); Tirmizî,
İsti'zân: 9, (2698); Buhârî, İsti'zân: 15. Tirmizî'nin bir rivayetinde:
"Eliyle selamladı" denmiştir; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 10/175.
[173] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/175-176.
[174] Ebû Dâvud, Edeb: 152, (5210); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/176.
[175] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/176.
[176] Ebû Dâvud, Edeb: 144, (5197); Tirmizî,
İsti'zân: 6, (2695); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/177.
[177] Buhârî İsti'zân: 4, 5, 6;
Müslim, Selam: 1, (2160); Ebû Dâvud, Edeb: 145, (5198, 5199); Tirmizî,
İsti'zân: 4, (2704, 2705); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/177.
[178] Buhârî, İsti'zân: 1, Enbiya: 1, Müslim,
Cennet: 28, (2841); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/177.
[179] Zirâ, arşın da denilen bir uzunluk
birimidir, metre gibi. Ancak kol boyuna da zirâ denir. Dirsekten parmak
uçlarına kadar olan uzunluk. Şu halde burada, kol boyu uzunluğu anlaşılacaktır.
[180] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/178-180.
[181] Ebû Dâvud, Edeb: 143, (5195); Tirmizî,
İsti'zân: 2, (2690); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/180.
[182] Bunlarla amelleri yazmak
üzere gelen melekler kastedilmiş olmalıdır (el-Bâcî).
[183] Azîmâbadî'nin Tirmizî
Şerhi'nde dikkatinden kaçan bir hataya burada dikkat çekmek isteriz: O'nun
şerhte kaydına göre, وَالْغَادِياتِ
وَالرَّئِحَاتِ
kelimelerini, İbnu Ömer, kendisine selam veren zatın
selamına mukabele ederken ilave etmiş olmalıdır. Halbuki bu ziyade kelimelerin,
İbnu Ömer'e selam veren zât tarafından söylendiği, rivayette açıktır.
[184] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/180-182.
[185] Ebû Dâvud, Edeb: 143, (5196); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/182.
[186] Ebû Dâvud, Libas: 28,
(4084), Edeb: 151, (5209); Tirmizî, İsti'zân: 28, (2722, 2723); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/183.
[187] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/183.
[188] Buhârî, İsti'zân: 229;
İstitâbe: 4; Müslim, Selam: 8, (2164); Muvatta, Selam: 3, (2, 960); Ebû Dâvud,
Edeb: 149, (5206); Tirmizî, Siyer: 41, (1603); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/184.
[189] Buhârî, İsti'zân: 22;
Müslim, Selam: 6, (2163); Ebû Dâvud, Edeb: 149, (5207); Tirmizî, Tefsir,
Mücâdele: (3296); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/184.
[190] Müslim, Selam: 13, (2167);
Tirmizî, İsti'zân: 12, (2701); Ebû Dâvud, Edeb: 149, (5205); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/184.
[191] Yahudi ve hıristiyanlara evvelâ
müslümanların selam vermesini câiz gören âlimler vardır. Ancak ekseriyet bunu
câiz görmez. Bazısı mekruh görürken, Nevevî gibi bazıları haram kabul eder.
[192] Ülemâ bu ve benzeri
durumlarda, akılsızca davranışlar karşısında Resulullah'ın yaptığı gibi
mülâyemetle, sabırla davranmanın daha iyi olacağını söylemiştir.
[193] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/184-186.
[194] Toynbee, L'Histoire, p. 46.
Okuyucuya, batılılar ile aramızda bir mukaayese imkânı tanımak için tarihçi
İlhan Bardakçı tarafından neşredilen Üçüncü Mustafa'ya âit bir fermanı burada
kaydetmeyi uygun bulduk. İbretle okunmalı: "Buğdan ve Eflâk'dan gelen
şikâyetlere bakılırsa, hıristiyan ahâlinin dertlerine eğilmemişsin. Mora ve
Hicâz'a yeni idarecilerin gönderilmesine çalışılan bu zamanda, sen
sadrazamımdan isteğim odur ki, seçeceğin insanları namus ehli arasından
arayacaksın. Dinleri ve dilleri başkadır diye, ihmalini görmek istemem. Onlar
ki benim tebaamdır. Bilesin ki, İstanbul içindeki tebaamın sâhip olduğu haklara
sâhiptirler. Hiçbirisini incitmeyesin..." (Bizimle Dört Mukayese,
Tercüman, 9.2.283.)
[195] Burada İslâm'da Çocuk
Hakları adlı kitabımızın giriş kısmından şu pasajı aynen alıyoruz: "Her
millet kendi medeniyetini, kendi değerlerini ve kendi medeniyetdaşlarını üstün
görmüş, dışında kalanlara küçümser bir nazarla bakmışsa da bu ayırım Batı'nınki
kadar kıyasıya olmamıştır. Arapçadaki acem (Arapçayı konuşmayı bilmeyen),
Türklerdeki gâvur, eski Lâtinlerdeki barbar kelimesi bu ayrımı ifâde
eder...Batılı efendini Batılı olmayan "yerlileri" insandan ziyâde
ruhsuz hayvanlar, "iş yapan makineler veya zevkini tatmine yarayan
âletler" yerine tuttuğu, pek çok müelliflerce ifâde edilmiştir. Batılı iş
adamlarını en usta yerli işçinin ücretini, en acemi beyaz işçinin ücretine
nazaran, en az 4-5 misli daha az ödemeye sevk eden düşünce bu telâkkînin netîcesidir."
(s. 11-13).
[196] İslâm'da Çocuk Hakları, s.
10-11. Levy Burhl,1949'larda neşredilen Carnet'sinde bu fikirlerinden
vazgeçtiğini ifâde etmiştir. Ancak bunu, ilmî hasbîlik olarak değerlendirmede
acele etmemek, müteyakkız olmak gerekir. Zira İkinci Cihan Savaşı'ndan sonra,
sömürme sistemi değişmiş, neocolonialisme (Yeni sömürgecilik) denen yeni
metodda bu nazariyeye ihtiyaç kalmamıştır. Yeni sömürge sistemi, geri kalmış
memleketleri, kendi menfaatlarına göre şartlandırılmış yerli aydınlarla idare
etmeye, sık sık ihtilallerle istikrarsız halde tutmaya dayanır. Bu onlar için
daha kolay, daha az zahmetli bir sömürmedir.
[197] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/186-188.
[198] Müslim, Hayz: 115, (370),
Ebû Dâvud, Tahâret: 8, 124, (16, 330, 331); Tirmizî Tahâret: 67, (90); Nesâî,
Tahâret: 33, (1, 36).
[199] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/189.
[200] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/189.
[201] Buhârî, İsti'zân: 27; Tirmizî, İsti'zân:
31, (2730); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/190.
[202] Ebû Dâvud, Edeb: 153, (5211, 5212);
Tirmizî, İsti'zân: 31, (2729); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/190.
[203] Tirmizî, İsti'zân: 31, (2731); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/190.
[204] Muvatta, Hüsnü'l-Hulk: 16, (2, 908); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/190.
[205] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/191-192.
[206] Buhârî, Edeb: 127; Müslim,
Zühd: 53, (2991); Ebû Dâvud, Edeb: 102, (5039); Tirmizî, Edeb: 4, (2743);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/193.
[207] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/193.
[208] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/193-195.
[209] Ebû Dâvud, Edeb: 100,
(5036); Tirmizî, Edeb: 5, (2745); İbnu Mâce, Edeb: 20, (3714); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/195.
[210] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/195-196.
[211] Buhârî, Edeb: 125, 128,
Bed'ül-Halk: 11; Müslim, Zühd: 56, (2994); Ebû Dâvud, Edeb: 97, (5028);
Tirmizî, Salât: 273, (370), Edeb: 7, (2747, 2748); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/196.
[212] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/196-197.
[213] Ebû Dâvud, Edeb: 98, (5029); Tirmizî, Edeb:
6, (2746); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/197.
[214] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/198.
[215] Ebû Dâvud, Edeb: 101, (5038); Tirmizî,
Edeb: 3, (2740); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/198.
[216] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/198.
[217] Ebû Dâvud, Cenâiz: 7,
(3098); Tirmizî, Cenâiz: 2, (969); İbnu Mâce, Cenâiz: 2, (1442); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/199.
[218] Müslim, Birr: 40, (2568); Tirmizî, Cenâiz:
2, (967); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/199.
[219] Ebû Dâvud, Cenâiz: 7, (3097); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/200.
[220] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/200.
[221] Tirmizî, Birr: 67, (2009); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/200.
[222] Ebû Dâvud, Cenaiz: 9, (3102); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/200.
[223] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/200-201.
[224] Ebû Dâvud, Cenâiz: 8, (3101); Nesâî,
Mesâcid: 18, (2, 45); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/201.
[225] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/201.
[226] Ebû Dâvud, Cenâiz: 12, (3106); Tirmizî,
Tıbb: 32, (2084); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/202.
[227] Tirmizî, Tıbb: 35, (2088); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/202.
[228] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/202.
[229] Buhârî, Cenâiz: 80, Merdâ: 11; Ebû Dâvud,
Cenâiz: 5, (3095); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/203.
[230] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/203.
[231] Rezîn ilavesidir.
Buhârî, İlm: 39, Cihad 176 Cizye: 6;
Megazî: 83, İ'tisâm: 26, Mardâ: 17; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/203.
[232] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/203.
[233] Buhârî, Umre: 13, Libâs: 99, 100; Nesâî,
Menâsik: 121, (5, 212); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/204.
[234] Buhârî, Cihâd: 196; Müslim
Fedâilu's-Sahâbe: 65, (2427); Ebû Dâvud, Cihâd: 60, (2566); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/204.
[235] Ebû Dâvud, Cihâd: 53, (2559); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/204.
[236] Ebû Dâvud, Edeb: 85, (4982); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/205.
[237] Ebû Dâvud, Cihâd: 65, (2572); Tirmizî,
Edeb: 25, (2774); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/205.
[238] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/205.
[239] Buhârî, Edeb: 28; Müslim,
Birr: 140, (2624); Ebû Dâvud, Edeb: 132, (5151); Tirmizî, Birr: 28, (1943);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/206.
[240] Bu husûsu genişçe daha önce
açıkladık ve mezkûr hadîsin metnini meâlen kaydettik: Birinci cilt s. 434.
[241] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/206-207.
[242] Ebû Dâvud, Edeb: 132, (5152); Tirmizî,
Birr: 28, (1944); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/208.
[243] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/208.
[244] Buhârî, Edeb: 29; Müslim, İman: 73, (46); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/208.
[245] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/208-210.
[246] Buhârî, Edeb: 31, 85, Nikâh:
80, Rikâk: 23; Müslim, İmân: 74, (47); Ebû Dâvud, Edeb: 132, (5154); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/210.
[247] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/210-211.
[248] Buhârî, Edeb: 32, Şüf'a: 3, Hibe: 16; Ebû
Dâvud, Edeb: 132, (5155); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/211.
[249] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/211-212.
[250] Buhârî, Edeb: 30, Hibe: 1;
Müslim, Zekât: 90, (1030); Tirmizî, Velâ: 6, (2131); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/212.
[251] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/212.
[252] Buhârî, Mezâlim: 20; Müslim,
Müsâkât: 36, (1609); Muvatta, Akdiye: 32 (2, 745); Ebû Dâvud, Akdiye: 1,
(3634); Tirmizî, Ahkâm: 18, (1353); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/213.
[253] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/213-214.
[254] Ebû Dâvud, Akdiye: 31, (3636); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/214-215.
[255] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/215.
[256] Ebû Dâvud, Akdiye: 31
(3635); Tirmizî, Birr: 27, (1941); İbnu Mâce,
Ahkâm: 17, (2342); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/215.
[257] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/215.
[258] Buhârî, Edeb: 62, İsti'zân:
9; Müslim, Birr: 25, (2560); Muvatta, Hüsnü'l-Hulk: 13, (2,906, 907); Ebû
Dâvud, Edeb: 55, (4911); Tirmizî, Birr: 21, (1933); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/216.
[259] Ebû Dâvud, Edeb: 55, (4912, 4914); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/216.
[260] Ebû Dâvud, Edeb: 55, (4915); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/217.
[261] Ezvac-ı tâhirât radıyallahu
anhünne'nin maddî yönden darlık içinde olduklarına dair genel malumatımızla bu
rivâyet çelişkili gözükür. Şunu bilelim ki, Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm'ın vefatından sonra gelişen fetihler, Mekke ve Medine'ye fevkalâde
servetin akmasını sağlamış, eski fakirlik kalmamıştır. Güzel bir cariye,
ağırlığınca parayla satılacak kadar, para değer kaybına uğramıştır.
[262] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/217-218.
[263] Müslim, Birr: 36, (2565);
Muvatta, Hüsnü'l-Hulk: 17, (2, 908); Ebû Dâvud, Edeb: 55, (4916); Tirmizî,
Birr: 76, (2024); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/219.
[264] Ebû Dâvud, Sünnet: 4, (4602); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/219.
[265] Ka'b İbnu Mâlik ve iki arkadaşıyla ilgili
kıssa uzun uzadıya daha önce geçti:654. Hadîs.
[266] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/219-220.
[267] Tirmizî, Birr: 85, (2033); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/221.
[268] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/221-222.
[269] Ebû Dâvud, Edeb: 45 (4891); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/223.
[270] Müslim, Birr: 72, (2590); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/223.
[271] Ebû Dâvud, Edeb: 44, (4890); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/223.
[272] Ukbe İbnu Âmir sahâbîdir ve Mısır'da
vâlilik yapmıştır.
[273] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/223-224.
[274] Buhârî, Nikâh: 111,
Cezâu's-Sayd: 26, Cihâd: 140, 181; Müslim Hacc: 424, (1341); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/225.
[275] Yakın diye tercüme ettiğimiz
hamv kelimesi, kocanın baba, oğul, kardeş, yeğen, amca, amca oğlu gibi
akrabalarının hepsini ifâde eder; sadece kayın, yeğen vs. ile tercümesi nâkıs
olur.
[276] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/225-227.
[277] Müslim, Fedâil: 76, (2326); Ebû Dâvud,
Edeb: 13, (4818, 4819); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/227.
[278] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/227-228.
[279] Müslim, Âdâb: 45, (2159); Ebû Dâvud, Nikâh: 44,
(2159); Tirmizî, Edeb: 29, (2777); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/228.
[280] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/228-230.
[281] Tirmizî, Edeb: 28, (2778); Ebû Dâvud,
Nikâh: 44, (2149); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/230.
[282] Ebû Dâvud, Libâs: 35, (4106); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/230-231.
[283] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/231.
[284] Buhârî, Megâzî: 56, Nikâh:
113, Libâs: 62; Müslim, Selâm: 32, (2180); Muvatta, Vasiyyet: 5, (2, 767); Ebû
Dâvud, Edeb: 61, (4929); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/231.
[285] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/232-233.
[286] Buhârî, Libas: 62, Hudûd:
33; Ebû Dâvud, Edeb: 61, (4930); Tirmizî, Edeb: 34, (2785, 2786); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/233.
[287] Ebû Dâvud, Libas: 37, (4112); Tirmizî,
Edeb: 29, (2779); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/233.
[288] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/233-234.
[289] Ebû Dâvud, Edeb: 180, (5272); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/234.
[290] Ebû Dâvud, Edeb: 180, (5273); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/234.
[291] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/234.
[292] Tirmizî, Rada: 18, (1173); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/234.
[293] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/234-235.
[294] Müslim, Selâm: 23, (2174); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/235.
[295] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/235-236.
[296] Ebû Dâvud, Edeb: 162, (5226); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/237.
[297] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/237.
[298] Ebû Dâvud, Edeb: 19, (4832); Tirmizî, Zühd:
56, (2397); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/237.
[299] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/237-238.
[300] Ebû Dâvud, Edeb: 19, (4833); Tirmizî, Zühd: 45,
(2379); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/238.
[301] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/238.
[302] Ebû Dâvud, Edeb: 58, (4919);
Tirmizî, Kıyamet: 57, (2511).
[303] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/239.
[304] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/239-240.
[305] İbnu Mâce, Ahkâm: 27, (2363); Tirmizî,
Fiten: 7, (2166); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/240.
[306] Buhârî, Fiten: 7, Salât: 67;
Müslim, Birr: 124, (2615); Ebû Dâvud, Cihad: 72, (2587); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/241.
[307] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/241.
[308] Ebû Dâvud, Cihâd: 73, (2588); Tirmizî,
Fiten: 5, (2164); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/241.