HAYVANLARDAN MÜBAH VE MEKRUH OLANLAR
HAYVANÎ OLMAYAN MEKRUH YİYECEKLER
RESULULLAH VE ASHABININ YEDİGİ YEMEKLER VE ONLARIN MEDHİ
RUKYE VE TEMÎMELERİN (MUSKALARIN) CEVAZI
2. Göz Değmesine Karşı Alınacak Tedbirler:
* Nazara Karşı Resmî Tedbir Mi?
4. Nazar Değen Kimseye Yapılacak Tedavi:
TIBB-I NEBEVÎ, MAHİYETİ VE EHEMMİYETİ
(Tıbb-ı Nebevi'ye Yeniden Eğilmenin Gereği)
1- Hz. Peygamberin Saglıga Verdigi Ehemmiyet:
7- Tıbb-ı Nebevî Nasıl İhya Edilebilir?
(Bu bölümde beş bab var)
BİRİNCİ BAB
YEME ÂDÂBI
*
YİYECEK ALETLERİ
*
BESMELE
*
YEMEK NE SURETLE YENMELİDİR?
*
EL VE AGZIN YIKANMASI
*
ÇOK YEMENİN ZEMMİ
*
MÜTEFERRİK ÂDÂBLAR
İKİNCİ BAB
MUBAH VE MEKRUH YİYECEKLER
(Bu babta iki fasıl var)
BİRİNCİ FASIL
HAYVANLARDAN MÜBAH VE MEKRUH OLANLAR
*
Keler
*
Tavşan
*
Sırtlan
*
Kirpi
*
Toy
*
Çekirge
*
At
Pislik Yiyenler (Sadır Hayvanı)
*
Haşereler
*
Muzdar
*
Cizye ve Sadaka Devesi
*
Et
İKİNCİ FASIL
HAYVANÎ OLMAYAN MEKRUH YİYECEKLER
YABANCILARIN YEMEGİ
*
ÜÇÜNCÜ BAB
HARAM YİYECEKLER
*
DÖRDÜNCÜ BAB
HZ. PEYGAMBER VE ASHABININ YEDİKLERİ VE BUNLARIN MEDHİ
*
BEŞİNCİ BAB
BAZI VESİLELERLE YENEN YEMEKLER
*
DÜGÜN ZİYAFETİ
*
AKÎKA
*
FERE' VE ATÎRE KURBANLARI
İnsanların millî ve dinî şahsiyetlerinin tekevvününde temel teşkil
eden kültürel unsurları bazı ana esaslara irca etmek gerekirse bunlardan birini
mutfak teşkil eder.[1]
Mutfak deyince sadece yeme-içme maddelerini anlamıyoruz. Yenilmesi ve içilmesi
helal olanlar, mübah ve mekruh olanlar, haram olanlar, mukaddes olanlar,
bunlarla ilgili âdâblar, inançlar, tarzlar vs. hepsi mutfak'a dahildir.
Evet her kültürün, her medeniyetin kendine has bir kıyafeti olduğu
gibi bir de mutfağı vardır. Dolayısiyle İslam'ın da hususi bir mutfağı vardır.
Müslüman kalmanın şartları arasında, İslam kıyafetinin muhafazası gibi
mutfağının da korunması icabeder. Kâmil ma'nâda müslüman olmak için İslam
mutfağından yemek şarttır. Başka bir ifade ile gayr-ı müslim mutfaktan
beslenerek müslüman kalmak zordur. Veya kendi kendimizi aldatmadır.
Sözgelimi İslam mutfağında şarap, domuz, leş, yırtıcı hayvan eti,
besmelesiz kesilmiş hayvan eti, böcek, haşerât yoktur.
Kur'an ve hadis, bu kültürel müesseseye geniş yer verir. Sadece
temel meselelerini değil en tabiî meselelerine, en küçük âdâbına varıncaya
kadar her şeyini ele alır, kendi hükmünün şeklini eksiksiz verir, bir başka
kültürden taklid ve iktibasa gerek bırakmaz. İslam'ın mensublarına, aynen
ibadet gibi, inanç meseleleri, kıyafet ölçüleri gibi, bunları da öğrenip tatbik
etmek, muhafaza etmek düşer.
Tekrar ediyoruz: İslam medeniyet dinidir. Bütün medenî müesseselere
kendi ölçü ve şablonlarını vazeder, mensubunu hiçbir hususta yabana muhtaç
etmez.
İşte bu bahiste, İslam mutfağını ana ve ta'li meseleleriyle
tanıtan hadisleri göreceğiz.
Hadislere geçmezden önce "mutfak"la ilgili bazı âyetleri
kaydedeceğiz. Şimdiden şunu bilmemizde fayda var: Kur'an-ı Kerim'in en uzun
surelerinden birinin adı Mâide yani sofra'dır, ve baş tarafı yiyecekle ilgili
temel meseleleri vaz eder. Mâide suresinin, Kur'an-ı Kerim'in ilk surelerinden
biri oluşu (5. sure) da mevzuumuz açısından ehemmiyet taşır.
"...O peygamber onlara ma'rufu emreder, münkerden nehyeder,
temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılar..." (A'raf 157).
"Ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helal şeylerden
yiyin!..." (Bakara 168).
"Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilenler,
-canları çıkmadan önce kesmemişseniz, boğulmuş, bir yerine vurularak
öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından süsülmüş, yırtıcı
hayvan tarafından yenmiş olanlar- dikili taşlar üzerine boğazlananlar... size
haram kılındı... Açlıktan darda kalan günaha kaymaksızın yiyebilir... (Ey
Muhammed!) sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar, de ki:
"Size temiz olanlar helal kılındı, Allah'ın size öğrettiği üzere alıştırıp
yetiştirerek öğrettiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ve
üzerine Allah'ın adını anın... Bugün, size temiz olanlar helal kılındı. Kitap
verilenlerin yemeği size helal, sizin yemeğiniz de onlara helaldir."
(Maide 3-5).
"Deniz avı ve onu yemek size de, yolculara da geçimlik olarak
helal kılınmıştır. İhramlı bulunduğunuz sürece kara avı size haram
kılınmıştır..." (Mâide 96).
"Aranızda mallarınızı haksızlıkla yemeyin; bildiğiniz halde
günaha girerek insanların mallarından bir kısmını yemek için onu hâkimlere
aktarmayın" (Bakara 188).
"Ey iman edenler! Faizi kat kat alarak yemeyin. Allah'tan
sakının ki, başarıya eresiniz" (Ali İmrân 130).
"Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksızlıkla değil,
karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle yeyin, haram ile nefsinizi
mahvetmeyin" (Nisa 29).
"Elde ettiğiniz ganimetleri temiz ve helal olarak
yeyin..." (Enfal 69).
"Allah'ın âyetlerine inanıyorsanız, üzerine Allah'ın adı
anılmış olan şeyden yeyin" (En'am 118).
"Üzerine Allah'ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları
yemeyin, bunu yapmak Allah'ın yolundan çıkmaktır" (En'am 121).
"Taze et yemeniz... için denizi size musahhar kılan
O'dur" (Nahl 14).
"Ehlî hayvanlarda size ders vardır; onlardan çıkan sütten
size içiririz... Onlardan yersiniz" (Mü'minûn 21).
"Ey âdemoğulları!.. Yeyin için fakat israf etmeyin. Çünkü
Allah müsrifleri sevmez" (A'raf 31).
Mevzumuzu ilgilendiren başka âyetler de var. Bu kadar nümune
sunmakla yetiniyoruz.[2]
ـ3866 ـ1ـ عن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]مَا عَلِمْتُ
النَّبىّ #
أكَلَ عَلى سُكُرُّجَةٍ
قَطُّ، وََ
خُبزَ لَهُ
مُرَقَّقٌ
قَطُّ، وََ
أكَلَ عَلى
خِوَانٍ
قُطُّ، قِيلَ
لِقِتَادَةَ:
فَعََمَ
كَانُوا
يَأكُلُونَ؟
قَالَ عَلى
السُّفَرِ[.
أخرجه
البخاري والترمذي.»السُّكُرُّجَةُ«:
بضم أوله
وثانيه وثالثه
وتشديده: إناء
صغير يجعل فيه
القليل من ا‘دم
والكواميخ
وهى فارسية .
1. (3866)- Hz. Enes
radıyallahu anh anlatıyor: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ne
sükürrüce (denilen tahta sofra) üzerinde yemek yediğini, ne ona inceltilmiş
(yufka) ekmek[3]
yapıldığını ve ne de yemek masası (hıvân) üzerinde yemek yediğini
hatırlamıyorum."
Enes'in bu sözünü rivayet eden Katâde'ye "Pekiyi neyin
üzerinde yemek yiyorlardı?" diye sorulmuştu, "Sofralar üzerinde"
diye cevap verdi."[4] [Buhârî, Et'ime 8, 26,
Rikak 17; Tirmizî, Et'ime 1, (1789).][5]
AÇIKLAMA:
Bu hadis,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yemek yediği sofra hakkında bilgi
vermektedir. Buna göre, sükürrüce ve hıvân denen sofraları kullanmamıştır.
Hıvân (huvân
da denmektedir), Arapçaya başka dilden girmiş (muarreb) bir kelimedir. Aynî'nin
açıklamasına göre; "Altında bitişik vaziyette bakırdan sehpası bulunan
boyu bir zira uzunluğunda bakırdan büyük bir tepsidir. Üzerine tereffüh
maddeleri konmuş olarak ehl-i keyf zenginin önüne en az iki ve daha fazla kimse
tarafından taşınarak konur." Bunun kullanımının aynı zamanda ihtişam,
itibar, zenginlik ifadesi olduğu anlaşılmaktadır. Nebevî ahlakın esası olan
tevazu ve abdiyete aykırı olduğu izah gerektirmeyecek kadar açıktır.
Sükürrüce:
en-Nihâye bunu, "üzerinde az bir katık yenen küçük bir kabtır. İçerisine çoğunlukla
iştah açıcı çerezler konur. Farsça bir kelimedir" diye açıklar. Irâkî
Şerhut-Tirmizî'de: "Resûlullah bunda yemek yemeyi iki sebeple terketmiş
olabilir: Ya o zaman bu Arabistan'da imal edilmiyordu, ya da bunu küçük
bulmuştur. Çünkü Muhammed ailesinin âdeti, sofrada bir araya gelip kalabalık
halinde yemek yemekti. Yahut da bu, üzerine hazmettirici şeyler koymaya mahsus
bir kap olarak biliniyordu. Halbuki Âl-i Muhammed doyuncaya kadar
yiyemiyorlardı ve hazmettirici yeme ihtiyacı duymuyorlardı." Dolayısıyla
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın asla bu şekilde yemek yemediği ifade
edilmiştir.
Sufer:
Sofralar demektir, müfredi sufre'dir. Sufre, kök itibariyle sefer (yolculuk)
kelimesinden gelir ve yolcunun beraberinde taşıdığı yiyecek yani azık demektir.
Ancak, Araplar zamanla bu isimle, azığın içerisinde taşındığı bohçayı tesmiye
etmişler ve azık bohçasına sufre demişlerdir. Âdetlerine göre, bu bohça
yuvarlak ve deriden mamul idi. Ne var ki zamanla yemek konan her şeye deriden
veya bir başka şeyden mamul olup olmadığına bakılmaksızın sofra demek âdet
olmuştur.
Şu halde
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) herkes tarafından teşkil edilen sofra tarzı
çerçevesinde yemek yer, zengin ve tereffüh ehline mahsus sofra tarzına yer
vermezmiş. Bu sebeple, rivayette Aleyhissalâtu vesselâm'ın ne hıvân, ne de
sükürrüce'de yemek yemeyip sofrada yediği ifade edilmiştir.
Şu halde, bu
rivayet, sadece yiyip içitiğimiz gıda maddelerinin, İslam'ın derpîş ettiği
helal ve temiz şeylerden olmasına dikkat etmemizin kafi olmadığı, yiyecek
maddelerimizin konduğu sofra malzemesine de dikkat etmemiz gerektiğini ifade
etmektedir. Bu gereklilik, muhakkak ki bir vecibe değil, ama ideal budur.
İslam'da kemali arayacak mü'minlerin dikkat edecekleri hususlardan biri
olmalıdır.[6]
ـ3867 ـ2ـ وعن
أبي حازم قال:
]سَألْتُ
سَهْلَ بنَ
سعْدٍ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْه:
هَلْ أكَلَ
النبىُّ #
النّقِىَّ؟
فقَالَ: مَا
رَأى النبىُّ
# النّقِىَّ
مُنْذُ
ابْتَعَثَهُ
اللّهُ
تَعالى حَتى
قَبَضَهُ
فَقُلْتُ:
هَلْ كَانَتْ
لَكُمْ
مَنَاخِلُ؟
فقَالَ: مَا
رَأى النبىُّ
# مُنْخًِ
مِنْ حِينِ
ابْتَعَثَهُ
اللّهُ
تَعالى حَتّى
قَبَضَهُ.
قُلْتُ:
كَيْفَ
كُنْتُمْ
تَأكُلُونَ
الشَّعِيرَ
غَيْرَ
مَنْخُولٍ؟
قال: كُنَّا
نَطْحَنُهُ
وَنَنْفُخُهُ
فَيَطِيرُ
مِنْهُ مَا
طَارَ وَمَا
بَقِىَ
ثَرَيْنَاهُ
فَأكَلْنَاهُ[.
أخرجه
البخاري
والترمذي. »النَّقِىُّ«:
الطعام ا‘بيض
الحوارى .
2. (3867)- Ebu Hazım
rahimehullah anlatıyor: "Sehl İbnu Sa'd radıyallahu anh'a sordum:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hiç (kepeksiz has undan yapılmış)
beyaz ekmek yedi mi?" Bana şu cevabı verdi: "Hayır! Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Allah'ın O'nu peygamber olarak gönderdiği günden
ölünceye kadar hiç beyaz ekmek görmedi." Ben tekrar sordum:
"Elekleriniz var mıydı?"
"Hayır! dedi, Aleyhissalâtu vesselâm Allah'ın kendisini
peygamber olarak gönderdiği günden ölünceye kadar hiç elek görmemiştir."
"Öyleyse, dedim, siz arpa ununu elemeden nasıl
yiyebiliyordunuz?"
"Arpayı öğütüyorduk, sonra üflüyorduk. Üfrüğümüzün tesiriyle
uçabilen (kepek) uçuyor geri kalan kısmına su katıp [hamur yapıyor] ve
yiyorduk" diye cevap verdi."[7] [Buhârî, Et'ime 22, 10;
Tirmizî, Zühd 38, (2365).]
AÇIKLAMA:
1- "Nakiy", huvvârâ da denen, birkaç kere elekten
geçerek kepeği alınmış, beyaz hale gelmiş un demektir. Dilimizde has un diye
ifade ederiz.
2- Sadedinde olduğumuz hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) devrinde Araplar tarafından eleğin fazla bilinmediğini ve
kullanılmadığını ifade etmektedir. Bu sebeple, elenmeden yenmesi zor olan arpa
ununun bile üfrükle uçurulabilen kaba kepeklerinin alınmasından sonra yemek
yapıldığı belirtilmektedir.
Bu rivayet, Resûlullah'ın şahsî sünnetinde unun kepekli olarak
kullanılmasının esas olduğunu göstermekle beraber, elemenin mekruh olmadığını
da ifade etmektedir. Zira Sehl'e sorulan sorudan, Ashab tarafından eleğin
kullanılmaya başlandığı, önceden üflemekle yapılan kepek alma ameliyesinin
artık elekle yapılmaya başlandığı anlaşılmaktadır.
Bilhassa arpa ununun üflemek gibi çok basit bir metodla kepeğinin
alınması, arpanın temel beslenme vasıtası olması, Resûlullah ve Ashab'ı
zamanında beslenmenin gerçek ma'nâda bir yaşama vasıtası olduğunu ifade eder.
Zira kepeği yeterince ayıklanmamış unun besleyici yönü fazla olduğu gibi, çok
kepeğin, hele arpa ununun kepeklisinden yapılan ekmeğin sertliği ve damak tadı
yönünden noksanlığı, onun zevk için, tereffüh için değil, hayatımızın devamı
için gerekli olan beslenmek maksadıyla yendiğinin delili olmaktadır. Buradan
çıkan netice şudur: Resûlullah ve Ashabı, yemeği, pek çok maddî ve manevî
hastalıkların, içtimâî marazların kaynağı olan "zevk için değil",
yaşamak için yemişler, hayatlarında "iyi yemek", "yiyerek
tereffühte bulunmak" gibi sakil bir gayeye yer vermemişlerdir. Beslenme,
belki de tarihte ilk defa geniş şekilde onların hayatında fıtrî ve yaratılış
gayesine uygun kullanılma ortam ve imkanına kavuşmuştur.
3- İbnu Hacer, Sehl'in açıklamasında, bi'setten önceyi
ifadesinin dışında tutmaya çalıştığına dikkat çeker. "Çünkü der, o dönemde
Aleyhissalâtu vesselâm Suriye'ye gitmiştir, dolayısiyle orada beyaz ekmeği ve
eleği görmüş olabilir. Ama bi'set'ten sonra Mekke, Medine ve Tâif'ten dışarı
çıkmamıştır. Buralar hep Arap memleketleridir, elek yok, beyaz un yoktur.
Gerçi, Şam civarından sayılan Tebük'e kadar gitmiştir, ancak oraları
fethetmemiş ve fazla kalmamıştır, dolayısiyle beyaz un ve eleği bu kısa ikameti
sırasında görmemiştir."
4- Bir Soru Ve Cevabı:
Burada hatıra gelecek bir soru var: Bazı rivayetler Resûlullah ve
Ashabının günlerce aç kaldığını, açlıktan karınlarına taş bile bağladıklarını
ifade ederken, diğer bazı rivayetler, bunların tam aksine Resûlullah'ın, ailesinin
bir yıllık ihtiyacını ayırdığını, ganimetten gelen bir deveyi dört kişi
arasında pay ettiğini, umresi sırasında yüz deveyi kurban edip fakirlere
yedirdiğini, bir bedeviye bir koyun sürüsünün verilmesini emrettiğini vs.,
ifade eder. Ayrıca bir kısım rivayetler de zengin, mal mülk sahibi ashabtan,
bunların nefisleriyle birlikte mallarını da Allah yolunda harcadıklarından
bahseder: Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Talha (radıyallahu anhüm
ecmâîn) vs. gibi... Sözgelimi Resûlullah, Ashabını Allah yolunda bağışta
bulunmaya davet edince Hz. Ebu Bekr gelmiş, bütün malını; Hz. Ömer gelmiş
malının yarısını bağışlamıştır. Yine O, askerlerin techizini
emretmiş, Hz. Osman bu maksadla bin deve vermiştir vs. Yani Ashabın
zenginliğini ifade eden örnek hadisler var.
Bu iki zıt durum nasıl izah edilebilir?
Şârihler bu meseleyi tahlil edip şöyle açıklığa kavuşturmuşlardır:
"Bu söylenenler, onların yaşadığı farklı devreleri ifade eder. Maldan
kaçınıp, darlığı tercih etme diye bir gaye yoktur. Bilakis bu rivayetler bazan
ikram ifade eder, bazan da çok yemenin, doyuncaya kadar yemenin mekruh olduğunu
ifade eder."
İbnu Hacer bu hususa dikkat çektikten sonra der ki:
"Zenginliği mutlak olarak nefyetme ma'nâsında çıkarılacak bir hüküm,
kaydettiğimiz hadisler muvacehesinde, çok su götürür. İbnu Hibban Sahih'inde,
Hz. Âişe' den şunu kaydeder:
"Kim, size
bizim hurmaya doyduğumuzu söylerse size yalan söylemiş olur. Kureyza
fethedildiği zaman bir miktar hurma ve iç yağı ele geçirdik." Keza
Hayber'in fethiyle ilgili bahiste geçtiği üzere Hz. Âişe der ki: "Hayber
fethedilince artık "Hurmaya doyacağız" dedi." Yine Hz. Âişe'nin
-Kitabu'l-Et'ime'de geçen- bir rivayeti şöyledir: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), hurmaya doyduğumuz sırada vefat etti." İbnu Ömer
radıyallahu anhümâ'nın bir sözü şöyledir: "Hayber fethedilince hurmaya
doyduk."
Bu rivayetleri kaydeden İbnu Hacer sözlerine şöyle devam eder:
"Gerçek şu ki, ashaptan pek çoğu Hicretten önce Mekke'de iken büyük bir
darlık içerisinde idi. Medine'ye göçünce çoğunun durumu böyle idi. Ensar,
onlara ev ve emlak bağışladılar. Benî Nâdir'in fethi ve bunu takip eden
fetihlerden sonra, maddî durumu düzelen muhacirler, bağışladıkları mal ve
mülklerini Ensar'a iade ettiler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şu sözü
de bu hususu açıklar: "Allah yolunda benim çektiğim korkuyu kimse
çekmemiştir, Allah yolunda maruz kaldığım eziyete kimse maruz kalmamıştır.
Benim üzerimden öyle otuz gün ve gecenin geçtiği olmuştur ki, Bilal'le ikimizin
yiyeceği, Bilal'ın bir koltuğunun altında gizleyebileceği kadardan fazla
değildi." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu durumu, dünyada bolluk ve
genişlik hâsıl etme imkanına sahip olduğu halde, kendisi için iradî olarak
seçmekte idi. Nitekim Tirmizî, Ebu Ü-mâme'den naklen kaydeder ki:
"Rabbim,
bana, Mekke kumlarını altına çevirmeyi teklif etti, ben: "Hayır! ey
Rabbim. Ben bir gün tok, birgün aç olmayı diliyorum. Acıktım mı sana tazarrûda
bulunurum, doydum mu sana şükrederim" dedim."[8]
ـ3868 ـ1ـ عن
حذيفة قال:
]كُنَّا إذَا
حَضَرْنَا عِنْدَ
النبىِّ #
عَلى
الطَّعَامِ
لَمْ نَضَعْ
أيْدِينَا
حَتّى
يَبْدَأ
رَسُولُ
اللّهِ #
فَيَضَعَ
يَدَهُ.
وَإنَّا
حَضَرْنَا
مَعَهُ مَرَّةً
طعَاماً،
فجَاءَتْ
جَارِيَةٌ
كَأنَّهَا
تَدْفَعُ.
فَذَهَبَتْ
لِتَضَعَ
يَدَهَا فِى
الطَّعَامِ،
فَأخَذَ
النّبىُّ #
بِيَدِهَا
ثُمَّ جَاءَ
اَعْرابِىُّ
كَأنَّمَا
يُدْفَعُ فَذَهَبَ
لِيَضَعَ
يَدَهُ
فَأخَذَ
بِيَدِهِ،
ثُمَّ قَالَ:
إنَّ
الشَّيْطَانَ
لِيَسْتَحِلُّ
الطَّعَامَ
أنْ َ
يُذْكَرَ
اسْمُ اللّهِ
عَلَيْهِ،
وَإنَّهُ
جَاءَ
بِهذِهِ الْجَارِيَةِ
لِيَسْتَحِلَّ
بِهَا
فَأخَذْتُ
بِيَدِهَا،
فَجَاءَ
بهذَا
اعْرَابِىِّ
لِيَسْتَحِلِّ
بِهِ،
فَأخَذْتُ
بِيَدِهِ،
وَالَّذِى
نَفْسِى
بِيَدِهِ
إنَّ يَدَهُ
لَمَعَ
يَدِهِمَا فِى
يَدِى. ثُمَّ
ذَكَرَ اسْمَ
اللّهِ تَعال
وَأكَلَ[
أخرجه مسلم
وأبو
داود.قوله
»كَأنَّهَا
تُدفعَُ« أى
كأن وراءها من
يدفعها إلى
قدامها .
1. (3868)- Huzeyfe
radıyallahu anh anlatıyor: "Biz Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
yanında yemeğe oturunca, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yemeye
başlamadıkça, kesinlikle elimizi yemeğe vurmazdık. Bir seferinde yine O'nunla
yemeğe oturmuştuk. Derken bir cariye (küçük kız çocuğu) geldi, sanki arkasından
bir iteni var gibi hemen elini yemeğe soktu. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) elinden tuttu. Arkadan bir bedevî geldi, sanki onun da arkasından
iten biri vardı, alelacele o da elini yemeğe soktu. Aleyhissalâtu vesselâm onun
da elinden tuttu. Ve şunu söyledi:
"Şeytan, üzerine Allah'ın ismi zikredilmeyen yemeği kendine
helal addeder. Nitekim, sayesinde yemeğimizi kendine helal kılmak için bu
cariyeyi getirdi. Ben de elinden tuttum. Bunun üzerine şu bedevîyi getirip
onunla yemeği kendine helal kılmak istedi, ben onun da elinden tuttum.
Nefsim elinde olan Zat-ı Zülcelal'e yemin olsun şeytanın eli o
ikisinin eliyle birlikte avucumdadır." "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), bunları söyledikten sonra besmele çekip yemeye başladı."[9] [Müslim, Eşribe 102,
(2017); Ebu Dâvud, Et'ime 16, (3766).]
ـ3869 ـ2ـ
وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قال رسُولُ
اللّهِ # إذَا
أكَلَ
أحَدُكُمْ
طَعَاماً
فَلْيَقُلْ
بِسْمِ
اللّهِ،
فَإنْ نسِىَ
في ا‘وَّلِ
فَلْيَقُلْ
فِي ا‘خِرِ،
بِسْمِ
اللّهِ في
أوَّلِهِ
وَآخِرِهِ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
2. (3869)- Hz. Âişe
radıyallahu anhâ anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Sizden kim bir şey yerse "Bismillah (Allah'ın
adıyla)" desin. Bidayette söylemeyi unutmuşsa, sonunda şöyle söylesin:
"Bismillahi fî evvelihî ve âhirihî (başında da sonunda da
Bismillah)."[10] [Ebu Dâvud, Et'ime 16,
(3767); Tirmizî, Et'ime 47, (1859).]
ـ3870 ـ3ـ
وعنها رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كَان رَسُولُ
اللّهِ #:
يَأكُلُ
طَعَاماً في سِتّةٍ
مِنْ
أصْحَابِهِ،
فَجَاءَ
أعْرَابِىٌّ
فَأكَلَهُ
بِلُقْمَتَيْنِ،
فقَالَ #: أمّا
إنَّهُ لَوْ
سَمّى
لَكَفَاكُمْ[.
أخرجه الترمذي
.
3. (3870)- Yine Hz. Âişe
demiştir ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ashabından altı kişi
içerisinde yemek yiyordu. Derken bir bedevî geldi. (Besmele çekmeksizin) iki
lokmada yutuverdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Eğer bu adam
besmele çekseydi yemek hepinize yeterdi!" buyurdu."[11] [Tirmizî, Et'ime 47,
(1859).]
ـ3871 ـ4ـ
وعن وحشى بن
حرب عن أبيه
عن جده وحشى
بن حرب
الجبشى: ]أنَّ
أصْحَابَ
رَسُولِ
اللّهِ # قالُوا:
يَا رسُولَ
اللّهِ إنَّا
نَأكُلُ وََ نَشْبَعُ،
قالَ:
فَلَعَلَّكُمْ
تَفْتَرِقُونَ؟
قَالُوا:
نَعَمْ. قالَ:
فَاجْتَمِعُوا
عَلى
طَعَامِكُمْ،
وَاذْكُرُوا
اسْمَ اللّهِ
عَلَيْهِ
يُبَارَكْ
لَكُمْ
فِيهِ[. أخرجه أبو
داود.
4. (3871)-
Vahşî İbnu Harb an ebîhi an ceddihî Vahşî İbnu Harb el-Habeşî anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ashabı dediler ki: "Ey
Allah'ın Resûlü! biz yiyoruz, ancak bir türlü doymuyoruz (ne yapalım)?"
Bunun üzerine, Resûlullah: "Ayrı ayrı yemekte olmayasınız?" diye
sordu. "Evet" dediler. Resûlullah da: "Öyleyse yemeğinizde
toplanın (bir sofra kurarak hep beraber yiyin), yemeğe Allah'ın ismini
zikrederek (Bismillahirrahmanirrahim diyerek) başlayın. Böyle yaparsanız
yemeğiniz, hakkınızda mübarek kılınır."[12] [Ebu Dâvud, Et'ime 15,
(3764); İbnu Mâce, Et'ime 17, (3286).]
ـ3872 ـ5ـ
وعن أمية بن
مخشى رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
رسُولُ
اللّهِ #
جَالِساً
وَرَجُلٌ
يَأكلُ
فَلَمْ
يُسَمِّ
حَتّى لَمْ
يَبْقَ مِنْ
طَعَامِهِ
إَّ
لُقْمَةٌ،
فَلَمَّا
رَفَعَهَا
إلى فِيهِ.
قالَ: بِسْمِ
اللّهِ أوَّلهُ
وَآخِرَهُ.
فَضَحِكَ #.
ثُمَّ قَالَ:
مَازَالَ
الشَّيْطَانُ
يَأكُلُ
مَعَهُ فَلَمَّا
ذَكَرَ اسْمَ
اللّهِ
اسْتَقَاءَ
مَا فِي
بَطْنِهِ[.
أخرجه أبو
داود .
5. (3872)- Ümeyye İbnu
Mahşiyy radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
otururken bir adam besmele çekmeden yemek yiyordu. Yemeğini yemiş, geriye tek
lokması kalmıştı. Onun ağzına kaldırırken: "Bismillâhi evvelehû ve
âhirahû" dedi. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) güldü ve:
"Şeytan onunla birlikte yemeye devam etti. Ne zaman ki
Allah'ın ismini zikretti, karnındakileri hep kustu!" buyurdu."[13] [Ebu Dâvud, Et'ime 16,
(3768).]
ـ3873 ـ6ـ
وعن جابر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رسولُ
اللّهِ #: إذَا
دَخَلَ
الرَّجُلُ
مَنْزِلَهُ
فَذَكَرَ
اللّه عِنْدَ
دُخُولِهِ
وَعِنْدَ طَعَامِهِ.
قَالَ
الشَّيْطَانُ:
َ مَبِيتَ لَكُمْ
وََ عَشَاءَ،
وَإنْ ذَكَرَ
اللّهَ عِنْدَ
دُخُولِهِ
وَلَمْ
يَذْكُرْهُ
عِنْدَ عَشَائِهِ
يَقُولُ:
أدْرَكْتُمُ
الْعَشَاءَ وََ
مَبِيتَ
لَكُمْ،
وَإنْ لَمْ
يَذْكُرِ اللّهَ
عِنْدَ
دُخُولِهِ
وََ عِنْدَ
عَشَائِهِ.
قَالَ: أدْرَكْتُمُ
المَبِيتَ
وَالْعَشَاءَ[.
أخرجه مسلم
وَأبو داود .
6. (3873)- Hz. Câbir
radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki: "Kişi evine döndüğü zaman içeri girerken ve yemek yerken Allah'ın
adını zikrederse, şeytan (avenelerine): "Size burada gecelemek de yok
akşam yemeği de yok!" der. Ama kişi, eve girerken Allah'ı zikreder fakat
akşam yemeğini yerken zikretmezse, şeytan (avenelerine): "Akşam yemeğine
kavuştunuz ama burada gecelemeniz mümkün değil!" der. Adam eve girerken ve
yemeğe başlarken "Bismillah!" diyerek Allah'ı zikretmezse, şeytan
(avanelerine): "Yemeğe de yetiştiniz, yatmaya da!" der."[14] [Müslim, Eşribe 103,
(2018); Ebu Dâvud, Et'ime 16, (3765).]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıda kaydedilen altı rivayetin hepsi de yemek sırasında
Tesmiye'nin gereğini belirtmektedir. Tesmiye, 3869. hadiste tarif edildiği
üzere, bismillah demektir. Nevevî'ye göre efdal olanı bismillahirrahmanirrahim
demektir. Ancak zikri geçen hadis bismillah demenin kifayet edeceğini, bu
kadarının da sünnete uygun olduğunu ifade eder. Dilimizde zaten tesmiye
kelimesinden ziyade besmele'yi kullanırız ve bunla bismillahirrahmanirrahim
demeyi kastederiz. Rivayetlerden besmele ile ilgili olarak şu âdâbları tesbit
edebiliriz:
* Besmele, yemeğe başlarken çekilmelidir.
* Unutulduğu zaman, hatırlanılan yerde besmeleye yer verilmelidir.
Sonradan çekilen besmelenin bismillahi evvelehu ve ahirehu şeklinde olması
müstehabtır. Evveli ile ilk yarısı, ahiri ile ikinci yarısının kastedilmiş
olduğu söylenmiştir.
* Besmele yemeğe bereket katmakta, yiyenlerin doymalarına
katkıda bulunmaktadır.
* Besmele çekilmeyince yemeğe şeytan da ortak olmakta, yemeğin
bereketi kaçmaktadır.
* Yemek imkan nisbetinde cemaat halinde yenmelidir. Aile ferdleri
yemekte bir araya gelmeli, ayrı ayrı yememelidirler. Âyet-i kerimede gelen
"Beraber veya ayrı ayrı yemenizde bir beis yoktur" (Nur 61) denmiş
olması, ruhsata, kolaylığa hamledilmiştir: "Kişi evde yalnızsa tek başına
da yiyebilir..." ma'nâsında. İnsanların dünya telaşı, televizyon gibi
sebeplerle, birbirlerine yabancılaştıkları günümüz şartlarında; sofrada bari bir araya
gelmek daha da ehemmiyet kazanmıştır. Bu sünnet, şuurla ihya edilmelidir.
* Eve girerken ve yemeğe başlarken çekilen besmele şeytanın evdeki
nasibini kesmekte, gecelemesini önlemektedir.
* Cemaat halinde yemek yerken, en azından ilk başlayanın besmele
çekmesi gerekir. Aksi takdirde ilk başlayan besmeleyi terketse, şeytan o
yemekten yeme imkanına kavuşmaktadır. Onun yemeği istihlal etmesi (kendine
helal addetmesi), yeme imkanına kavuşması demektir. Nevevî cemaatten ilk
başlayanlar besmele çektiği takdirde, terkedenler de olsa şeytanın o yemekten
yemeye muktedir olmayacağını söyler. Nitekim 3868 numaralı hadisin sonundan,
Resûlullah'ın henüz yemeye başlamadan kız çocuğunun ve bedevînin besmelesiz
girişiverdikleri anlaşılmaktadır.
2- Şeytan'ın Yeyip İçmesi
Hadiste geçen, şeytanın yiyip içme meselesi hususunda âlimler bazı
farklı yorumlara yer vermişlerdir. Konunun açıklığa kavuşması için kaydetmemizde
fayda var: Türbüştî, sonradan çekilen besmele sebebiyle şaytanın yediğini
kusması (3872. hadis) ile ilgili olarak der ki: "Yani, şeytanın lehine
olan hissesi besmele ile elinden alınarak aleyhine bir vebale dönüşmüş
oldu." Tîbî der ki: "Bu te'vil, şeytanın yemekteki bereketi götürme
hususunda bir nasibi olduğuna hamledilir. Bu babta gelen hadisler, yemek için
besmele çekmenin meşruiyyetine ve unutan kimsenin yemek esnasında bismillahi
evvelehu ve ahirehu demesinin gereğine delalet eder." el-Hedy'de der ki:
"Sahih olan, yeme sırasında besmele çekmenin vücubudur. Bu hüküm, Ahmed
İbnu Hanbel'in Ashabı nezdinde mevcut olan iki görüşten biridir. Besmeleyi
emreden hadisler sahihtir ve sarihtir, muarız bir rivayet olmadığı gibi
muhalefeti caiz kılan ve zahirinden çıkmayı gerektiren bir icma da mevcut
değildir. Besmeleyi içme ve yemede terkedene şeytan ortak olmaktadır."
Neylü'l-Evtar'da denir ki: "Selef ve halef'in muhaddis ve
diğer Ulemasının cumhuru şu görüştedir: "Şeytanın yemekten yemesi zahire
hamledilir, (rivayetlerde geldiğine göre) şeytanın iki eli ve iki ayağı vardır,
onların erkeği, dişisi vardır, (besmele çekerek) defedilmediği takdirde,
gerçekten elleriyle yer. Ancak şu da söylenmiştir: "Onun yemesi mecaz ve
istiaredir." Keza şu da söylenmiştir: "Onların yemesi koklama ve koku
olmadan ibarettir, yeme, içme diye bir şey olmamalıdır." es-Sahîh'de
sabittir ki: "Şeytan soluyla yer, soluyla içer." Vehb İbnu Münebbih
demiştir ki: "Şeytanın çeşitli cinsleri var. Halis cinler yeyip içmezler,
nikahlaşmazlar, onlar bir nevi rîh' tır
(rüzgardır). Bir cinsi de var ki bütün bu sayılanları yaparlar, ve doğumla
dünyaya gelirler, bunlar es-Se'âlâ ve el-Gaylân ve benzeri cinsleridir."
Şeytanla ilgili münakaşada Kelâbâzî de şöyle der: "Şeytan bir
cisimdir. Onun sağ eli olabilir. Fakat sağ eliyle yemek yemez. Çünkü onun
yaratılışı aksine çevrilmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da onun
yaptığı gibi yapmaktan men etmiştir. (Bunun ma'nâsı) insanın solu uğursuzdur
denebilir. Buna delil Resûlullah'ın, sol eli taharetlenmeye ayırması ve Kıyamet
gününde kafire kitabının solundan verilmesidir. Binaen-aleyh şeytanın da her
iki eli sol olabilir. Zira kendisi uğursuzdur. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) yemeğin bereketi gitmesin diye mü' mine sol eliyle yemesini yasak
etmiştir."
Aynî, şeytanlar hakkında âlimlerin üç ayrı görüş ileri
sürdüklerini kaydeder:
* Şeytanların bir kısmı yer içer.
* Bir kısım şeytanlar yiyip içmezler.
* Bütün şeytanlar yiyip içerler.
Aynî, üçüncü görüşün sâkıt olduğunu söyler.[15]
ـ3874 ـ1ـ عن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قال رسولُ
اللّهِ #: َ
يَأكُلَنَّ
أحَدُكُمْ بِشِمَالِهِ
وََ
يَشْرَبَنَّ
بِهَا، فإنَّ
الشَّيْطَانَ
يَأكُلُ
بِشِمَالِهِ
وَيَشْرَبُ
بِهَا[. أخرجه
مسلم ومالك
وأبو داود
والترمذي .
1. (3874)- İbnu Ömer
radıyallahu anhümâ anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Sizden kimse sakın sol eliyle yiyip içmesin. Çünkü şeytan
soluyla yer içer."[16] [Müslim, Eşribe 106,
(2020); Muvatta, Sıfatu'n-Nebiyy 5, (2, 922, 923); Ebu Dâvud, Et'ime 20,
(3776); Tirmizî, Et'ime 9, (1801).]
ـ3875 ـ2ـ
وعن سلمة بن
ا‘كوع رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أكَلَ
رجُلٌ عِنْدَ
النبىِّ #
بِشِمَالِهِ.
فقَالَ لَهُ:
كُلْ
بِيَمِينِكَ.
فقَالَ: َ أسْتَطِيعُ،
مَا مَنَعَهُ
إَّ
الْكِبْرُ فقَالَ
#: َ
اسْتَطَعْتَ.
فَمَا رَفَعَهَا
إلى فِيهِ
بَعْدَ
ذلِكَ[. أخرجه
مسلم .
2. (3875)- Seleme
İbnu'l-Ekva' radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın yanında bir adam[17] sol eliyle yemek yemişti.
"Sağınla ye!" ferman buyurdu... Adam:
"Yiyemiyorum!" dedi. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm:
"Yiyemez ol! Onu böyle demeye kibri sevketti!"
buyurdular. Bundan sonra elini ağzına kaldıramadı."[18] [Müslim, Eşribe 107,
(2021).]
ـ3876 ـ3ـ
وعن عمر بن
أبي سلمة قال:
]كُنْتُ
غَُماً في
حِجْرِ
النَّبىِّ #،
وَكَانَتْ
يَدِى تَطِيشُ
فِي
الصَّحْفَةِ.
فقَالَ لِى
رَسُولُ
اللّهِ #: يَا
غَُمُ سَمِّ
اللّهَ،
وَكُلْ
بِيَمِينِكِ
وَكُلْ
مِمَّا
يَلِيكَ.
فَمَا
زَالَتْ تِلْكَ
طُعْمَتِى
بَعْدُ[.
أخرجه الخمسة
إ النسائي.
3. (3876)- Ömer İbnu Ebî Seleme radıyallahu anh anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın terbiyesinde bir çocuktum. Yemekte
elim, tabağın her tarafında dolaşıyordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
bana ikazda bulunda:
"Evlat! Allah'ın ismini an, sağınla ye, önünden ye!"
Bundan sonra hep böyle yedim."[19] [Buhârî, Et'ime 2, 3,
Müslim, Eşribe 108, (2022); Muvatta, Sıfatu'n-Nebiyy 32, (2, 934); Ebu Dâvud,
Et'ime 20, (3777); Tirmizî, Et'ime 47, (1858).]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu üç hadislerinde
yemek âdâbından bilhassa "sağ elle yeme" üzerinde durmaktadır. İslâmî
âdâbta sağ elle yemek, solla yemek yememek mühim bir esastır. Bu hususun
ehemmiyeti hadislerin muhtevasından, emrin te'kidli bir uslûbla ifade
edilmesinden anlaşılmaktadır. Şöyle ki:
* Birinci rivayette, "sakın!" kelimesiyle ifade
edebildiğimiz te'kidlerle solla yemek yasaklanmaktadır.
* İkinci rivayette "sağınla ye!" emrine kibir
göstererek yiyemiyorum! diyen kimse gadab-ı nevebî'ye sebep olarak
"Yiyemez ol!" bedduasına maruz kalmıştır. Solla yemek Resûlullah'ın
nazarında basit bir mesele olsa, her halde böylesi bir bedduada bulunmazdı.
* Üçüncü rivayette, çocuğun ikaz edildiği davranışlardan birinin
sağ eliyle yeme olduğunu görmekteyiz.
2- Ömer İbnu Ebî Seleme, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın zevce-i pâkleri Ümmü Seleme'nin önceki kocası Ebu Seleme'den -ki
adı Abdullah'tır- oğludur. Yani Resûlullah'ın üvey oğludur. İbnu Hacer'e göre
Hicretten iki yıl önce (Habeşistan'da) doğmuş olmalıdır. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın nezareti ve terbiyesi altında büyümüştür.
3- Hadisler, yemeği sağ elle yemenin gerektiğini ifade ederler.
Bunun hükmü ihtilaflıdır. Şâfiîlerden çoğu mendub demiştir. Gazalî ve Nevevî de
böyle hükmetmiştir. Ancak İmam Şâfiî er-Risale ve el-Ümm'de vacib olduğuna
hükmetmiştir. İbnu Hacer 3875 numarada Seleme İbnu Ekva' dan kaydedilen Müslim
rivayetinde solla yemek hususunda gelen vaîd'i göstererek sağla yemenin vacib
olduğu görüşünü iltizam eder ve bunu te'yid eden başka rivayetler kaydeder.
İbnu'l-Arabî
de: "Şeytana nisbet edilen bütün fiiller haramdır." Kaidesinden
hareketle sol elle yemenin haram olduğuna hükmeder.
Kurtubî,
sağla yemenin mendub olduğuna hükmeder. Hadisteki emri "sağı, sola teşrif
etme" kabilinden görür. "Çünkü der, sağ el umumiyetle soldan daha
kuvvetli, işe daha yatkın, her çeşit işi yapmada daha erken davranandır. Sağ
(yemin), yümn'den (uğur) müştaktir. Cenâb-ı Hakk da ehl-i cenneti sağa nisbet
edip ashabu'lyemîn (defteri sağından verilenlersağcılar) diyerek sağ'ı şerefli
kılmıştır..."
* Şeytan ve kafirlerin amellerine benzetilen amelleri yapmaktan
kaçınmak gerek.
* Şer'i hükme muhalefet edene beddua caizdir.
* Yeme halinde bile emr-i bi'lmaruf nehy-i ani'lmünker
yapılmalıdır.
* Yeme-içme âdâbını öğretmek müstehabtır.
* Ömer İbnu Ebî Seleme radıyallahu anh, emre imtisal ve gereğiyle
amelde örnektir.[20]
ـ3877 ـ4ـ
وعن
عبداللّهِ بن
عكراش بن ذؤيب
عن أبيه قال:
]بَعَثَنِى
قَوْمِى
بَنُو
مُرَّةَ ابنِ عَبِيدٍ
بِصَدَقَاتِ
أمْوَالِهِمْ
إلى رسُولِ
اللّهِ #
فَقَدِمْتُ
المَدِينَةَ
فَوَجَدْتُهُ
جَالِساً
بَيْنَ
الْمُهَاجِرِينَ
وَا‘نْصَارِ.
فَأُتِينَا
بِجَفْنَةٍ
كَثِيرَةِ
النَّرِيدِ
وَالْوَذْرِ.
فَأقْبَلْنَا
نَأكُلُ
مِنْهَا
فَخَبَطْتُ
بِيَدِى في
نَواحِيهَا،
وَأكَلَ
رسولُ اللّهِ
# مِنْ بَيْنَ
يَدَيْهِ
فَقَبَضَ
بِيَدِهِ
الْيُسْرَى
عَلى يَدِى
اليُمْنى
ثُمَّ قَالَ:
يَا عِكْراشُ
كُلْ مِنْ
مَوْضِعٍ
وَاحِدٍ،
فَإنَّهُ
طَعَامٌ
وَاحِدٌ.
ثُمَّ
أُتِينَا
بِطَبَقٍ
فِيهِ ألْوَانُ
التَّمْرِ
وَالرُّطَبِ
فَجَعَلْتُ
آكُلُ مِنْ
بَيْنَ
يَدَىَّ،
وَجَالَتْ يَدُ
رَسُولِ
اللّهِ # في
الطَّبَقِ.
فقَالَ: يَا
عِكْرَاشُ
كُلْ مِنْ
حَيْثُ
شِئْتَ فَإنَّهُ
غَيْرُ
لَوْنٍ
وَاحِدٍ.
ثُمَّ
أُتِينَا بِمَاءٍ
فَغَسَلَ
يَدَهُ
وَمَسَحَ
بِبَلَلِ
كَفِّهِ
وَجْهَهُ
وَذِرَاعَيْهِ
وَرَأسَهُ
وَقَالَ يَا
عِكْرَاشُ:
هذَا
الْوُضُوءُ
مِمَّا
غَيَّرَتِ
النَّارُ[.
أخرجه
الترمذي .
»الْوَذْرُ«
جمع وذرة
بسكون الذال:
وهى القطعة من
اللحم .
4. (3877)- Abdullah İbnu
İkrâş İbnu Züeyb babasından naklediyor: "Kavmim Benî Mürre İbnu Abîd,
benimle mallarının sadakasını Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
gönderdi. Medine'ye gelince O'nu
(aleyhissalâtu vesselâm) Muhacir ve Ensar'ın arasında oturmuş buldum. Elimden
tutup beni Ümmü Seleme radıyallahu anhâ'nın evine götürdü. Varınca:
"Yiyecek bir şey var mı?" diye sordu. Bize, içerisinde bolca serîd ve
(kuşbaşı) et parçaları olan bir tepsi getirildi. Ondan yemek için yanaştık. Ben
elimle kabın her tarafını yokladım. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) önünden
yedi. (Bir ara) sol eliyle sağ elimden tuttu ve: "Ey İkrâş! bir yerden ye.
Çünkü (kabın içindeki yemek) tek bir yemektir. (Her taraf birdir)"
buyurdu. Sonra bize, içerisinde taze ve kuru çeşitli hurmalar bulunan bir tabak
getirildi. Bu sefer önümden yemeye başladım. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın eli ise, tabağın her tarafında dolaşıyordu. Bana da: "Ey
İkrâş! Dilediğin yerinden (alıp) ye. Çünkü (tabağın içindekilerin hepsi) aynı
çeşit değil" buyurdu. Sonra bize su getirildi. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) elini yıkadı elinin ıslaklığı ile yüzünü kollarını ve başını meshetti
ve: "Ey İkrâş! Bu, ateşte pişenden (yenince alınması gereken)
abdesttir" buyurdu."[21] [Tirmizî, Et'ime 41,
(1849); İbnu Mâce, Et'ime 11, (3274).]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayete göre, normalda çorba, pilav, fasulye vs. gibi
her tarafı aynı olan yemeklerde kendi önünden yemek edeb iken, meyve gibi
farklı kalite ve evsafta yiyecek maddesi ihtiva eden tabaklarda önden değil,
seçerek yemek edeb olmaktadır. Bazı âlimler, bu hadisten hareketle, tabak
içerisindeki meyvenin aynı çeşit olması halinde, tıpkı yemekteki gibi, önden
yenmesi, tabağın sağının solunun karıştırılmaması gerektiğini söylemiştir. Yine
bu hadisten hareketle, tabak içerisindeki yiyecek maddesi, her ne cinsten
olursa olsun, çeşitlilik arzederse onda da eli dolaştırıp seçme yapmanın caiz
olduğuna hükmedilmiştir. Ancak şunu da kaydedelim ki, müteakip hadiste yer alan
"kenarlardan yemek" emri göz önüne alınınca, bu hadiste yer alan
"dilediği yerinden yemek" ruhsatına, ortayı istisna kaydı konması
gerekir. Çünkü orta kısım bereketin indiği yerdir.
2- Yemekten sonra el yıkama işi, abdest'le ifade edilmiştir.
Ancak, bu ıstılahî, dinî abdest değil, örfî abdesttir, yemekten sonra icra
edilen el yıkama hadisesidir.
Hadis, bu yıkamanın ateşte pişen yemek sebebiyle olduğunu
belirtir. Şüphesiz ateşte pişen yemekler, meyve gibi çiğ yenenlere benzemez.
Onların bulaşığı, kokusu vs. rahatsızlık yapabilir, yemekten sonra ellerin
yıkanması meşrudur, mesnundur.[22]
ـ3878 ـ5ـ وعن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قال رَسُولُ
اللّهِ #:
تَنْزِلُ
البَرَكَةُ
وَسَطَ
الطَّعَامِ
فَكُلُوا
مِنْ
حَافَتَيْهِ وََ
تَأكُلُوا
مِنْ
وَسَطِهِ[.
أخرجه أبو داود
والترمذي .
5. (3878)- İbnu Abbâs
radıyallahu anhümâ anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Bereket yemeğin ortasına iner. Öyleyse kenarlardan yiyin,
ortadan yemeyin."[23] [Tirmizî, Et'ime 12,
(1806); Ebu Dâvud, Et'ime 18, (3772).]
ـ3879 ـ6ـ
ولفظ أبي
داود: ]إذَا
أكَلَ
أحَدُكُمْ طَعَماً
فََ يَأكُلْ
مِنْ أعَْ
الصَّحْفَةِ
وَلْيَأكُلْ
مِنْ
أسْفَلِهَا،
فإنَّ الْبَرَكَةَ
تَنْزِلُ
مِنْ أعَْهَا[
.
6. (3879)- Ebu Dâvud'daki
rivayet şöyledir: "Sizden biri, bir yemek yeyince yemek kabının üstünden
yemesin, aşağısından yesin. Zira, bereket üstünden iner."[24]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, yemeğin ortasından değil, kenarlarından yenmesini
emretmektedir. Bu ma'nâyı te'yid eden başka rivayetler de mevcuttur. Hepsi,
yemeğin önce kenarlarından yenilip orta kısmının en sona bırakılmasını
emretmekte ittifak ederler. Şâfiî, fakihlerden Râfiî ve başka bazıları:
"Serîd'in en üstünden ve tepsinin ortasından ve sofra arkadaşının önünden
yemek mekruhtur. Ancak bu, meyvede olursa ondan bir beis yoktur" demiştir.
Fakat, buradaki "mekruh" hükmü tenkid edilerek Şâfiî'nin el-Ümm'de bu
davranışa haram hükmünü verdiği gösterilmiştir. Şâfiî hazretleri haram derken,
sadedinde olduğumuz hadiste gelen nebevî nehiyle istidlal etmiştir. İmam-ı
Gazalî de şöyle söyler: "Keza kişi, çöreğin ortasından yemez, etrafından
yer. Ancak ekmek az olursa ekmeği parçalar. Kenardan yeme emrinin sebebi,
hadiste, bereketin yemeğin ortasına indiğinin bildirilmiş olmasıdır."[25]
ـ3880 ـ7ـ
وعن ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]نَهى
رَسُولُ
اللّهِ #: أنْ
يَقْرِنَ
الرَّجُلُ
بَيْنَ
التَّمْرَتَيْنِ
إَّ أنْ
يَسْتَأذِنَ
أصْحَابَهُ[.
أخرجه الخمسة
إ النسائي .
7.(3880)- İbnu Ömer
radıyallahu anhümâ anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kişinin
arkadaşlarından izin almadan iki hurmayı birlikte yemesini yasaklamıştır."[26] [Buhârî, Et'ime 44,
Mezâlim 14, Şirket 4; Müslim, Eşribe 151, (2045); Ebu Dâvud, Et'ime 44, (3834);
Tirmizî, Et'ime 16, (1815).]
AÇIKLAMA:
1- Kırân: İki şeyin arasını birleştirmek ma'nâsında mastardır.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde, cemaat içinde olunduğu
zaman, iki hurmayı bir defada yemeyi yasaklıyor. Müteakib açıklamalarda
görüleceği üzere, hurmanın zikriyle ortaya konan yasak her çeşit yiyeceğe
şâmildir. Yani başkalarıyla beraber iken, mevcut bir yiyeceğin mütesâviyen
yenmesi prensibi vaz edilmektedir. Hangi şartlarda bir kimse kendisini tercih ederek
fazla yiyebilir? Vaz edilen prensibe göre, kimsenin fazla yememesi gerekir.
Ancak arkadaşlarından izin alırsa yiyebilir. Arkadaşlarından maksadın o hurmaya
(veya yiyeceğe) iştirak edenler olduğunu bir Müslim rivayeti tasrih etmiştir.
Onlar izin verirlerse kırân yapması yani iki hurmayı birlikte yemesi caiz olur.
Bu mesele, ilk nazarda basit gibi görülürse de Ulemanın ciddiyetle durmasından
da anlaşılacağı üzere, cemaat halinde yendiği takdirde uyulması gereken son
derece mühim bir yemek edebini tesbit etmektedir. Bu durumlarda bencillik ve
oburluğun din açısından nasıl çirkin addedildiğini göstermek gayesiyle mesele
üzerine İslam Ulemasının nasıl hassasiyet gösterdiklerini görmede fayda
mülahaza ediyor ve İbnu Hacer'den bazı özetlemeler yapıyoruz: Nevevî der ki:
"Bir kimsenin arkadaşlarına sormadan yemesinin yasaklığı hususunda Ulema
ittifak etmiş, "izin verirlerse kırân yapmasında hiç bir beis yoktur"
demişlerdir, fakat bu nehiy tahrime mi delalet eder, kerahet ve edebe mi
delalet eder, ihtilaf etmişlerdir. Kadı İyaz, "Zâhirîlere göre tahrim
ifade ettiğini" nakleder. Zâhirîlerin dışındakiler "Kerahet ve edeb
ifade eder" demişlerdir.
Bazı âlimler: "Doğru olanı, tafsildir" dedikten sonra
açıklar:
* Eğer yiyecek maddesi aralarında ortak ise, bu durumda arkadaşlarının
iznini, rızasını almadıkça kırân (ikişer yemek) haramdır. Rızaları, onların
bunu
tasrih
etmeleri veya tasrih ifade eden bir davranış, bir karîne ve bir delil izhar
etmeleri ile gerçekleşir, yeter ki bu karîneler zannın ötesinde kesin bir
şekilde rızalarına kanaat versin. Ne zaman ortakların rızasından şüphe hâsıl
olursa, haram olur.
* Yiyecek başkasının ise, veya sadece birinin ise ve bir tane
yemeye rızası varsa, bu durumda rızası olmadan iki tane almak haramdır ve
kendisiyle beraber yiyenlerden izin istemesi müstehabtır, vacib değildir.
* Yemek kendisinin ise, ona öbürlerini davet etmiş ise, (bu
mal sahibinin onlarla yerken) fazla alması haram olmaz. Ancak yiyecek az ise,
eşitliğin gerçekleşmesi için fazla almasında bir beis yoktur. Lakin edeb odur
ki, yemekte de teeddübte bulunsun, çok yeme hususunda hırsa, oburluğa yer
vermesin. Şu kadar var ki, acelesi var ve bir işe yetişme durumunda ise,
dilediği şekilde davranabilir, kınanmaz.
Hattâbî der ki: "Hadisteki hüküm, Ashab devriyle, yiyeceğin
dar olduğu zamanla ilgilidir. Günümüzde mal bolluğu sebebiye bu durumlarda izin
istemeye gerek yoktur."
Nevevî hazretleri, bütün bu tahlilleri kaydettikten sonra
Hattâbî'nin değerlendirmesine katılmaz. Der ki: "Mesele onun söylediği
gibi değildir. Gerçek yukarıda belirttiğimiz gibidir, şartlara göre, ayrı ayrı
hükme gitmek en uygun yoldur. Zira, (hadiste gelen meseleleri değerlendirmede
şayet sebep sabitse sebebin hususiliğine değil, lafzın umumîliğine itibar
edilir, ya bir de sebep sabit olmazsa, bu durumda, (Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), bir prensip vaz ediyor demektir) mutlaka lafzın ifade ettiği hükmün
umumi ma'nâsının esas alınması gerekir."
Mevzu ile alakalı olarak İbnu Hacer'in dermeyân ettiği açıklamalar
şöyle devam eder: "İbnu Şâhin, en Nâsih ve'l-Mensuh'da şu hadisi -Müsned-i
Bezzâr'dan naklen- kaydeder:
"Sizi hurmada
kırân (birleştirme) yapmaktan men etmiştim. Allah size şimdi bolluk verdi.
Artık kırân yapabilirsiniz." İbnu Hacer, hadisin senedçe zayıflığına
dikkat çektikten sonra Hazîmî'nin şu mütalaasını kaydeder: "Nehiy hadisi
daha sahih ve daha meşhurdur, fakat bu mesele, ibadetlerle ilgili olmayıp,
dünyevî maslahatlarla alakalı olduğu için fazla ehemmiyet taşıyan bir mevzu
değildir. Dolayısiyle, böylesi hususlarda (cevaz için) kaydettiğimiz kadarı ile iktifa
edilebilir. Bunun cevazı hususunda vâki olan icma-i ümmet de söyleneni
destekler." İbnu Hacer der ki: "Hazîmî'nin cevaz'dan muradı, kişinin
mevzubahis olan yiyeceğe sahip olma halinde olmalıdır, hatta Nevevî'nin takrir
ettiği gibi, bu sahiplik, kendisine verilen izin yoluyla da tahakkuk etmiş olsa
bile. Aksi takdirde, Ulemadan hiçbiri, başkasının malında onu izni olmadan
kırân yapmasını (kendini tercih edip öne olmasını) tecviz etmemiştir. Öyle ki,
iki kişinin önüne ikram olarak yemek koyan kimsenin, bunlardan birinin diğerine
kendisini tercih etmesine razı olmayacağına delâlet eden bir karîne bulunsa,
birinin bilerek kendini tercih etmesi haramdır. Rızasına bir karîne ortaya
çıksa, bu meselede birbirlerine karşı keremde övünme araya girer, (bu hoş
olmayan bir şeydir)." Ebu Musa el-Medînî Zeylül'l-Garîbîn'de Hz. Âişe ve
Câbir radıyallahu anhümâ'dan, oburluk ve arkadaşına karşı âdice bir tamahkarlık
bulunması sebebiyle kıran'ın kötülüğünü zikretmiştir. İmam Mâlik der ki:
"Kişinin, beraber olduğu arkadaşından daha fazla yemesi (mürüvvet
açısından da) hiç hoş değildir."[27]
ـ3881 ـ8ـ
وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قال رسولُ
اللّهِ #: َ
تَقْطَعُوا
اللَّحْمَ بِالسِّكَّينِ،
فإنَّهُ مِنْ
صُنْعِ
ا‘عَاجِمِ
وَانْهَشُوهُ
نَهْشاً
فَإنَّهُ
أهْنَأُ
وَأمْرَأُ[.
أخرجه أبو
داود .
8. (3881)- Hz. Âişe
radıyallahu anhâ anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Eti bıçakla kesmeyin. Çünkü bu, yabancıların işidir. Siz
dişlerinizle kemirerek yiyin. Çünkü bu, sıhhat ve âfiyet için daha iyidir."[28] [Ebu Davud, Et'ime 21,
(3778).]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde pişmiş eti
bıçakla kesmeyi yasaklamakta ve ön dişlerle kemirerek yemeyi tavsiye
etmektedir. Sebep olarak yabancıların böyle yaptığı gösterilmiştir. Yani et
yeme tarzında bile gayr-ı müslimlere benzememek istenmektedir.
Şârihler, etin bıçakla kesilmesini mütekebbir ve mütereffih olan
İranlıların yaptığını, dolayısiyle bıçakla kesmede kibirlenme bulunduğunu
belirtirler. Şârihler ayrıca pişmemiş eti bıçakla parçalamanın mekruh
olmadığını da belirtirler. Nitekim Sahîheyn'de Resûlullah'ın bıçakla et kestiği
rivayet edilmiştir. Bu, sadedinde olduğumuz hadise muarız değildir, çünkü,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) çiğ eti kesmiş ve ihtiyaç halinde etin bıçakla
kesilebileceğini, bunun caiz olduğunu böylece göstermiştir. Nitekim Beyhakî der
ki: "Etin bıçakla kesilmesi ile alakalı yasak, pişmesi mükemmel olan et
hakkındadır."[29]
ـ3882 ـ9ـ
وعن أبي جحيفة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
النَّبِىُّ #:
َ آكُلُ
مُتَّكِئاً[.
أخرجه أصحاب
السنن.»المُتَّكِئُ«
المراد بهِ
هاهنا:
المعتمد على
الوطاء الذي
تحته .
9. (3882)- Ebu Cuhayfe
radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki: "Ben dayanarak yemem."[30] [Buhârî, Et'ime 13;
Tirmizî, Et'ime 28, (1831); Ebu Dâvud, Et'ime, 17, (3769); İbnu Mâce, Et'ime 6,
(3262).]
AÇIKLAMA:
1- Burada Resûlullah, dayanarak yemek yemediğini ifade
buyurmaktadır. Hadisin vürûd sebebiyle ilgili bir açıklama, İbnu Mâce'nin,
Abdullah İbnu Büsr'den kaydettiği bir kıssada geçer. Buna göre, Abdullah şöyle
anlatır: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a koyun (eti) hediye etmiştim.
Resûlullah yemek üzere hemen dizlerinin üzerine çöktü. Bir bedevî: "Bu
oturuş da ne?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Allah beni kerim bir kul kıldı, anîd (inadcı) olan cebbar
bir kul kılmadı!" cevabında bulundu."
İbnu Battal, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yemek yerken
diz çökmesini "Allah'a karşı tevazu" olarak yorumlar. Sonra Zührî'den
şu mürsel rivayeti kaydeder: "Daha önce hiç gelmemiş bulunan bir melek
Resûlullah'a gelerek: "Allah Teâlâ Hazretleri, seni kul bir peygamber
olmakla melik bir peygamber olmak
arasında muhayyer bıraktı!" dedi. Resulullah, müsteşarı durumundaki
Cebrâil aleyhisselâm'a baktı. Cebrail, mütevazi olmasını ima etti. Bunun
üzerine Aleyhissalâtu vesselâm: "Ben kul peygamber olmayı tercih
ediyorum!" buyurdular."
Râvi der ki: "(Resûlullah) dayanarak hiç yemek yemedi."
Nesâî'de İbnu Abbâs'tan mevsul olarak geldiği belirtilen bu rivayetin son
cümlesi Ebu Dâvud'da ufak bir farkla aynen gelmiştir: "Ben dayanarak
yemem." Yine Ebu Dâvud'da Amr İbnu'l-Âs'tan gelen bir rivayette şöyle denir:
"Resûlullah'ın dayanarak yemek yediği hiç görülmemiştir." İbnu Şâhin,
en-Nâsih adlı eserinde Atâ'nın mürseli olarak şöyle bir rivayet kaydeder:
"Cibril aleyhisselâm Resûlullah'ı dayanarak yemek yerken görmüştü, Onu
bundan yasakladı." Enes radıyallahu anh'tan gelen bir rivayet de bunu
te'yid eder." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı Cibrîl dayanarak
yemekten menetmişti, bundan sonra dayanarak hiç yemedi." Şu halde bu
rivayet, dayanarak yemekten Resûlullah'ı Cebrail aleyhisselâm men etmiştir, bu
edeb, ilâhî bir menşe'ye dayanmaktadır.
2- Dayanma (ittika) nedir? Âlimler bunu tavsif ve ta'rifte
ihtilaf ederler:
* Bazıları: Yemek için oturunca, herhangi bir surette bir
yerlere tutunmaktır demiştir.
* Bazıları: Bir tarafına meyletmesi (kaykılması) demiştir.
* Bazıları da sol eli üzerine yere dayanmaktır demiştir.
* Hattâbî der ki: "Halk, dayanan deyince bir tarafına
yaslanarak yemek yiyeni anlar, ama aslında böyle değil, bilakis, ondan murad
altındaki mindere iyice oturmak, mıhlanıp kalmaktır; öyleyse hadisin ma'nâsı
şöyle olmalıdır: "Ben yemek yerken mindere mıhlanırcasına oturup kalmam.
Bu, çok yiyenlerin işidir. Ben, gıdama yetecek kadar yerim, bu sebeple (hemen
kalkmaya hazır vaziyette) iğreti olarak otururum."
* Ancak şunu da belirtelim ki, zayıf bir senedle gelen bir
rivayette: "Resûlullah yemek sırasında sol elinin üzerine dayanarak yiyen
bir kimseyi bundan zecretti" denir.
Şu halde bu rivayete göre dayanmaktan maksad, sol el üzerine
dayanmak olmaktadır. İmam Mâlik: "Bu tarz, dayanma çeşitlerinden
biridir" der.
İbnu Hacer, İmam Mâlik'in bu sözünü şöyle yorumlar: "Bu
sözde, yemek yiyen hakkında "dayanmakta" olduğu hükmünü
verdirebilecek her oturuş tarzının İmam Mâlik'ce mekruh addedildiğine bir
işaret vardır."
* İbnu'l-Cevzî, dayanmaktan (ittikâ) muradın bir tarafa yaslanmak
olduğunda kesin fikir beyan eder ve Hattâbî'nin inkarını kaale almaz.
* en-Nihâye'de İbnu'l-Esîr der ki: "Kim dayanmayı, bir tarafa
yaslanmak olarak tefsir ederse, bunu tıb mesleğine uygun olarak te'vil etmiş
olur. Zira tıbbın iddiasına göre, yenen şey, bu durumda, sindirim yolunda
kolayca hareket edemez ve kişiye âfiyet sağlayamaz, bilakis ezaya sebep
olur."
3- Selef, yerken dayanma (ittikâ)nın hükmü hususunda da
ihtilaf etmiştir:
İbnu'l-Kâss, dayanmadan yemenin Resûlullah'ın hasâisinden olduğunu
zannetmiştir. Beyhakî buna katılmaz ve: "Bu, başkası için de mekruh
olabilir, zira bu büyüklenenlerin işidir ve asıl itibariyle Acem krallarından
alınmadır" der. Beyhakî devamla: "Kişide dayanmadan yemesine mani
olan bir hal var ise, bu durumda onun dayanması mekruh değildir" der ve bu
suretle yiyen selef büyüklerinden örnekler verir. Böylece Beyhakî dayanarak yeme
cevazını, onların zarurete hamlettiklerini söylemek ister. Ancak İbnu Hacer, bu
te'vile katılmaz ve İbnu Abbâs, Halid İbnu'l-Velîd, Ubeyde es-Selmanî, Muhammed
İbnu Sîrîn, Atâ, İbnu Yesar ve Zührî
gibi büyüklerin, yerken dayanmayı mutlak olarak caiz gördüklerine dair İbnu
Ebî Şeybe'nin rivayetinden örnek kaydeder ve der ki: "İttika'nın mekruh
olması veya önceki ihtilaf sabit olunca, yemek yiyene müstehab olan oturuş
tarzı şudur: Dizlerinin üzeriyle ayaklarının sırtı üzerine oturmalı veya sağ
ayağını dikip sol ayağını yatırıp üzerine oturmalıdır."
Şu halde,
dayanarak oturmak mekruh değil diyenler, "hemen kalkacakmış gibi iğreti
olan dışındaki oturmalara mekruh" diyen görüşe katılmıyorlar demektir.
*İmam Gazalî, yatarak yemedeki kerahetten sebze yemeyi hariç
tutmuştur.
4- Kerahetin sebebi hususunda da ihtilaf edilmiştir. Bu
hususta gelen en kuvvetli görüş İbnu Ebî Şeybe'nin, İbrahim Nehâî tarikinden
kaydettiği görüştür: "Selef karınlarının büyüyeceği endişesiyle dayanarak
yemeyi mekruh addetmiştir." İbnu'l-Esîr'in tıb nokta-i nazarından
kaydettiği de buna yakın bir mülahazadır.[31]
ـ3883 ـ10ـ
وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]رَأيْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
جَالِساً
مُقْعِياً
يَأكُلُ
تَمْراً[.
أخرجه مسلم
وأبو داود .
10.(3883)- Hz. Enes
radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı çömelir vaziyette durup hurma yerken
gördüm."[32]
[Müslim, Eşribe 149, (2044); Ebu Dâvud, Et'ime, 17, (3771).]
AÇIKLAMA:
1- Önceki rivayet gibi, bu da Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın yemek yerken yere bağdaş kurarak veya diz çökerek iyice yerleşip
oturmadığını, dizlerini dikmek suretiyle, birkaç lokma alıp kalkacak kimsenin
oturuşuyla iğreti oturduğunu göstermektedir.
2- Hadiste oturuş tarzı olarak zikredilen muk'iyye şöyle tarif
edilir: "Kişinin kollarını yere değecek şekilde oturup bacaklarını
dikmesi, elini de yere koymasıdır. Bu tarz oturuş namazda yasaklanmıştır.
Namazda iki secde arasında ayaklar üzerine yapılan oturma ise sabit bir
sünnettir."[33]
ـ3884 ـ11ـ
و‘بي داود في
أخرى: ]أُتِىَ
النَّبِيُّ بِتَمْرٍ
عَتِيقٍ،
فَجَعَلَ
يُفتِّشُهُ
يُخْرِجُ
مِنْهُ
السُّوسَ[.»ا“قْعَاءُ«:
في ا‘كل أن
يجلس اŒكل على
وركيه
مستوفزاً غير
متمكن .
11. (3884)- Ebu Dâvud'da
gelen diğer bir rivayette: "Resûlullah'a bayat bir hurma getirilmişti.
Kurtları çıkarmak için kontrol etmeye başladı."[34] [Ebu Dâvud, Et'ime 43,
(3832, 3833).]
AÇIKLAMA:
Burada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bayat hurma
getirilince kurtlu hurmaları tetkik edip kurtlarını çıkartmaya çalıştığını
görmekteyiz.
Âlimler, hadisten kartlanmış olma ihtimali bulunan hurmaları
kontrol etmeden yemenin mekruh olduğu hükmünü, çıkarmışlardır. Hadisten
çıkarılan diğer bir hükme göre, Kurtlanan meyve necis sayılmaz, onu yemek
mekruh değildir, yeter ki kurdundan ayıklansın.
Aliyyu'l-Kâri der ki: "İbnu Ömer'den Taberânî'nin hasen bir
senetle kaydettiği bir rivayette Resûlullah'ın, hurmanın içindeki (kurdu)
araştırmayı yasakladığı belirtilmektedir." Kâri, bunu kaydettikten sonra:
"Buradaki yasaklama, vesveseyi defetmek için yeni hurmaya hamledilir veya,
Resûlullah'ın tedkik etme fiili, cevazı beyan etmeye hamledilir. Bu durumda
yasaklama kerâhet-i tenzihiye ifade eder" der.[35]
ـ3885 ـ12ـ
وعن ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قال رَسُولُ
اللّهِ #: إذَا
أكَلَ
أحَدُكُمْ
طَعاماً فََ
يَمْسَحْ
يَدَهُ حَتّى
يُلْعِقَهَا[.
أخرجه
الشيخان
وأبو
داود.»اللَّعْقُ«:
اللحس .
12. (3885)- İbnu Abbâs
radıyallahu anhümâ anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Biriniz yemek yeyince, yalamadıkça veya yalatmadıkça elini
(mendile) silmesin."[36] [Buhârî, Et'ime 52;
Müslim, Eşribe 129, (2031); Ebu Dâvud, Et'ime 52, (3847).]
ـ3886 ـ13ـ
وعن جابر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أمَرَ
رسولُ اللّهِ
# بِلَعْقِ
ا‘صَابعِ
وَالصَّحْفَةِ،
وَقاَلَ:
إنَّكُمْ َ
تَدْرُونَ فى
أىِّ
طَعَامِكُمُ
البَرَكَةُ،
فإذَا وَقَعَتْ
لُقْمَةُ
أَحَدِكُمْ
فَلْيَأخُذْهَا
وَلْيُمِطْ
مَا كَانَ بِهَا
مِنْ أذىً،
وََ
يَدَعْهَا
لِلشَّيْطَانِ،
وََ يَمْسَحْ
يَدَهُ
بِالْمنْدِيلِ
حَتّى
يَلْعَقَ
أصَابِعَهُ
فَإنَّهُ َ
يَدْرِى فِي
أىِّ
طَعَامِهِ
البَرَكَةُ[.
أخرجه مسلم
والترمذي .
13. (3886)- Hz. Câbir
radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
parmakların ve kapların yalanmasını emretti ve dedi ki: "Siz, bereketin,
yemeğinizin hangi (parça)sında olduğunu bilemezsiniz. Öyleyse, birinizin
lokması düşecek olursa, onu alıp, bulaşan ezayı temizlesin, sakın şeytana
terketmesin. Parmaklarını yalamadıkça elini mendille de silmesin. Zira o,
taamınızın hangisinde bereket bulunduğunu bilemez."[37] [Müslim, Eşribe 136,
(2034); Tirmizî, Et'ime 11, (1803).]
ـ3887 ـ14ـ
وزاد رزين في
رواية عن أنس:
]فَإنّ آنِيَةَ
الطَّعَامِ
تَسْتَغْفِرُ
لِلَّذِى يَلْعَقُهَا
وَيَغْسِلُهَا
وَتَقُولُ:
أعْتَقَكَ اللّهُ
مِنَ
النَّارِ
كَمَا
أعْتَقْتَنِى
مِنَ
الشَّيْطَانِ[
.
14. (3887)- Rezîn, Hz. Enes
radıyallahu anh'tan yaptığı bir rivayette şu ziyadeyi kaydetmiştir: "Zira
yemek kabı, kendisini yalayıp yıkayana istiğfarda bulunur ve: "Beni
şeytandan kurtardığın gibi, Allah da seni ateşten kurtarsın" der."[38]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah bu rivayetlerde, israf
olmaması için yemekten sonra parmak ve kaplarda bulaşık bırakılmamasını
emretmektedir. Gıda olabilecek her parça insan vücudunda hayatî hizmete katkıda
bulunabileceğine göre, onun israf edilmesi şeytana nisbet edilmeye layık bir
zarardır.
2- Bazı âlimler, burada mevzubahis edilen mendilin, abdest
aldıktan sonra elleri ve yüzü kurulamada kullanılan mendil olmayıp, bir kısım
bulaşıkları silmek üzere kullanılan mendil olduğunu belirtirler. Biz
zamanımızda bunlara mendil değil, el bezi diyoruz. Rivayet, el bezi
mahiyetindeki temizlik vasıtalarının Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
devrinde de kullanıldığını ifade etmesi yönüyle de dikkat çekicidir.
3- Hadislerde bazan elin, bazan parmakların yalanmasının zikri
geçer. Nitekim, Müslim'de Ka'b İbnu Mâlik'ten gelen bir rivayette:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yemeği üç parmağıyla yer, yemekten
kalkınca onları yalardı" buyurularak, Resûlullah'ın üç parmağıyla yediği
mevzubahis edilir. Şârihler parmaklarla elin veya el ile parmakların
kastedilmiş olabileceğine, bunun Arap uslûbunda cari olduğuna dikkat çekerler.
Ebu Bekr İbnu'l-Arabî, bazı yemeklerin elin tamamının iştirakiyle yenebilceğine,
bir kısım parmaklarla yenmesinin mümkün olmayacağına dikkat çeker ve buna örnek
olarak Resûlullah'ın etli kemiği kemirip, eti dişlediğine dair rivayeti
hatırlatarak: "Bu, elin tamamını kullanmadan yapılamaz" der. Ancak,
bazı âlimler "Elin tamamını, yemek yerken kullanmak caiz ise de, sünnet
olanı üç parmağı kullanmaktır" diye İbnu'l-Arabî'ye cevap vermiştir. Kadı
İyaz "üçten fazla parmakla yemek oburluktan, su-i edebten, lokmayı büyük
tutmaktan ileri gelir..." der.
4- Hadisin sonunda "veya yalatmadıkça" tabiri de yer
almaktadır. Nevevî, bundan muradın başkasına yalatmak olduğunu belirtir ve
"Bundan iğrenmeyen başkalarına yalatmalıdır: Zevce, cariye, hizmetci,
evlad ve bunlar ma'nâsında herhangi bir yakın olabilir: "Talebe gibi, yalamada
bereket olduğuna itikad eden biri" der. Bu yalatma işini koyun gibi bir
hayvana da yaptırmasının mümkün olduğunu belirtir.
Şurası muhakkak ki bu âdâb, o devrin şartlarına muvafıktır.
Günümüzde kaşık ve çatal gibi yemek vasıtalarının yaygınlaşması, yalama veya
yalatma ihtiyacını asgariye düşürmüş, bazı çevrelerde tamamen kaldırmıştır
bile. Her hâl u kârda hadisin hümkî israftan kaçınmada titizliğin azamisini
gösterme ma'nâsında, geçerliliğini her devirde aynı şekilde muhafaza
etmektedir.
Şunu da belirtelim ki, bazı âlimler "parmaklarını kendi
ağzına yalatmadıkça" diye de anlayarak "yalatma"yı
"yalama" ma'nâsında te'kid olarak tekrara hamletmişlerdir.
5- Yalamaya farklı hadislerde değişik illetler (sebepler)
gösterilmiştir:
* Bereketin zayi olmasını önlemek. "Zira, bereketin
taamın hangisinde olduğunu bilemezsiniz" buyrulmuştur. Yani yediğimiz
kısımda mı, parmakta kalan kısımda mı?
* Bazı rivayetlerde parmağın iyice yalanmadan silinmesi
halinde silme işinde kullanılacak mendilin fazla kirleneceği hususu
zikredilmiştir.
* Bazı âlimler, bu emirden başka illetler de çıkarmışlardır:
Mesela Kadı İyaz: "Az bile olsa taamın küçük görülmemesi, hürmet edilmesi
gayesini de güder" der.
* Bir rivayette, dökülen, israf edilen artıkların şeytana
nasib olacağı belirtilmiştir.
Âlimler, Bir hadiste, sadece bir sebebin zikri başka sebep ve
maslahatların varlığını nefyetmez derler. Sadedinde olduğumuz meselenin şeytana
nisbeti, bunun pekçok maslahatlara şâmil olduğunun delilidir.
6- Sadedinde olduğumuz hadislerde geçen Bereket'le ne kastedilmiş
olabileceği hususunda Nevevî der ki: "Bereket'ten murad, ondan hâsıl olan
beslenmedir, sonun ezâdan selamette kalmasıdır, kişinin yapacağı ibadete güç
vermesidir."
7- Parmak yalamak meselesine gelince: Bu husus insan
tabiatında iğrenme hasıl edebileceği için eskiden beri âlimler bu mesele
üzerinde bazı açıklama yapma ihtiyacı duymuşlardır. İbnu Hacer der ki:
"Hadiste, parmak yalamayı iğrenç bulanlara red vardır. Evet, bunu yeme
sırasında yaparsa iğrenme hâsıl olur. Zira, parmağının üzerinde tükrük bulaşığı
olduğu halde, parmağını tekrar yemeğe sokmaktadır." Hattâbî der ki:
"Tereffüh'ün akıllarını bozmuş bulunduğu bazıları bunun ayıpladılar ve
parmakları yalamanın çirkin bir iş olduğunu zannettiler. Bu herifler sanki,
parmak veya tabaktan yaladıkları taamın, yediklerinin bir parçası olduğunu
bilmiyorlar. Öyleyse diğer parçaları iğrenç olmayan bir şeyin küçük bir parçası
da iğrenç olamaz. Burada yaptığı iş, dudağının içiyle parmağını emmekten öte bir
şey değildir. Hiç bir aklı başında olan hiçbir kimse, bunda bir beis olmadığı
hususunda şüpheye düşmez. Kişi bazan mazmaza yapar ve bu esnada parmağını
ağzına sokarak dişlerini ve ağzının içini ovalar. Ama kimse buna iğrenç veya
su-i edeb demez."
8- Hadis, yemekten sonra eli meshetmenin müstehab olduğunu da
ifade eder. Kadı İyaz: "Eli silmenin münasib olduğu yer, yıkamaya gerek
olmayan durumlardır. Yıkamakla çıkabilecek bulaşıkların olmadığı durumlar gibi.
Çünkü, başka hadislerde yemekten sonra elin yıkanması teşvik edimiş,
terkedilmemesi için uyarılmıştır."
Sadedinde olduğumuz 3885 numaralı hadis, yalanmadan önce elin
yıkanmasını da, silinmesini de men etmeyi iktiza etmektedir. Zira bereketi elde
etmek maksadıyla yıkama ve silmeden önce yalama hususunda emir sarihtir. Sonra
da, kokuyu gidermek için yıkamanın mendub olacağı anlaşılır. Yıkamaya işarette
bulunan hadisler de buna hamledilir. Nitekim bir Ebu Dâvud hadisinde: "Kim
elinde yemek kokusu olduğu halde yıkamadan geceler ve kendisine bir (fenalık)
isabet ederse kendinden başka kimseyi suçlamasın" buyrulmuştur.
9- Hadis, Allah'ın fazlından hiçbir şeyi ihmal etmemek
gerektiğini de ifade etmektedir: Bu, örfçe hiçbir ehemmiyet taşımayan yiyecek
ve içecek nev'inden azıcık bir şey bile olsa.
10- Ka'b İbnu'l-Ucre, yalamanın nasıl olacağını açıklamaktadır:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı üç parmağıyla yemek
yerken gördüm. Bunlar baş parmak, şehadet parmağı ve orta parmak idi. Sonra,
silmezden önce bu üç parmağını yalarken gördüm. Şu sırayla yalamıştı: orta
parmak, sonra onu takib eden, sonra da baş parmak." Bazı âlimler bu
sıralamayı şöyle açıklar: "Bundaki sır şudur: "Sanki orta parmak öbür
ikisine nazaran daha uzun olduğu için daha fazla bulaşığa maruzdur. Böylece
onda daha çok taam kalmıştır. Ayrıca o uzun olduğu için, diğerlerinden önce
yemeğe banmaktadır. Yalayan kimsenin avucunun içi muhtemelen yüzüne doğru olur.
Bu durumda, orta parmaktan başladı mı sağ cihetinde olan baş parmağa geçer,
böylece ondan da sağda olan baş parmağa geçer."[39]
ـ3888 ـ1ـ عن
سلمان رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَرَأتُ
فِي
التَّوْرَاةِ
إنَّ
بَرَكَةَ
الطَعَامِ
الْوُضُوءُ
بَعْدَهُ
فَذَكَرْتُ
ذلِكَ
لِرَسُولِ
اللّهِ #، فقَالَ:
بَرَكَةُ
الطَّعَامِ
الْوُضُوءُ قَبْلَهُ
وَالْوُضُوءُ
بَعْدَهُ[.
أخرجه أبو داود
والترمذي .
1. (3888)- Hz. Selman
radıyallahu anh anlatıyor: "Tevrat'ta okudum: "Yemeğin bereketi,
yemekten sonra (el ve ağzı) yıkamadadır" diyordu. Bunu Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a söyledim:
"Yemeğin bereketi yemekten önce ve sonraki
yıkamalardadır" buyurdular."[40] [Ebu Dâvud, Et'ime, 12,
(3761); Tirmizî, Et'ime 39, (1847).]
ـ3889 ـ2ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
الشَّيْطَانَ
حَسَّاسٌ
لَحَّاسٌ
فَاحْذَرُوهُ
عَلى أنْفُسِكُمْ
مَنْ بَاتَ
وَفِى يَدِهِ
غَمَرٌ فَأصَابَهُ
شَىْءٌ فََ
يَلُومَنَّ
إَّ نَفْسَهُ[.
أخرجه أبو
داود والترمذي.»حَسَّاسُ«:
شَديد الحس
وا“دراك.»لَحَّاسٌ«:
كثير اللحس
لما يصل
إليه.»وَالْغَمَرُ«
بفتح الميم:
ريح اللحم
وزهومته .
2. (3889)- Ebû Hüreyre
radıyallahu anh anlatıyor: "Resûllullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Şeytan muhakkak ki hassastır, cidden pek hassastır.
Kendinizi ondan sakındırın. Kim elinde et kokusu olduğu halde geceler, sonra da
kendisine bir fenalık ulaşırsa sakın ha nefsinden başkasını suçlamasın."[41] [Tirmizî, Et'ime 48,
(1861); Ebu Dâvud, Et'ime 54, (3852).]
AÇIKLAMA:
1- Selman-ı Fârisî, İslam'la şereflenmezden önce hristiyan
olmuş bir zattı. Onun Tevrat'tan okuması o dönemde cereyan etmiş olmalıdır.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a, Tevrat'tan okuduğu mesele hususundaki
sorma işini "yemeğin bereketi, yemekten sonra ellerin yıkanması
mıdır?" diye tahkik maksadıyla yapmış, Resûlullah da bunu yanlış değil,
fakat eksik bularak, gerçek durumu ifade buyurmuştur: "Yemeğin bereketi, ellerin
yemekten hem evvel ve hem de sonra yıkanmasıdır" buyurmuştur.
Önceki yıkama tekrîm'dir, yani yemeğe, nimete hürmet etme, değer
verme ma'nâsına gelir, ni'met-i ilahiye'ye bir nevi ta'zim ifade eder.
Meselenin temizlik ve dolayısiyle hıfzıssıhha yönü izaha gerek olmayacak kadar
açıktır. Sonraki yıkama ise bulaşığın izalesine, kokuların giderilmesine yöneliktir.
2- Aliyyu'l-Kâri, "Resûlullah'ın cevabı, Tavrat'ın maruz
kaldığı tahrifata nebevî bir işaret olabileceği gibi, Muhammedî şeriatın,
nimeti, ta'zim ifade eden temizlikle karşılamak için yemekten önce el yıkamayı
ziyade ettiği ma'nâsına da gelebileceğini" söyler. Nitekim bu davranış
"Güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim" hadisine pek muvafık
düşmektedir.
Bu hususta şöyle bir açıklama da yapılmıştır: "Yemekten önce
ellerin yıkanmasındaki hikmet şudur: "Elleri yıkadıktan sonra yemek sıhhat
ve afiyete daha uygun olur, çünkü eller, iş sebebiyle kirlenmelerden hâlî
kalmaz, öyleyse onları yıkamak temizlik ve pâklık hâsıl eder. Çünkü, yemeden
maksad ibadet ve kulluğumuzun ifasında güç elde etmektir. Öyleyse yeme işi de
namazda olduğu gibi temizlik esasına bina edilmeye, elleri yıkayarak başlamaya
ziyadesiyle layıktır.
İkinci yıkamaktan maksad ise, ellerin ve ağzın bulaşıklardan
temizlenmesidir."
Aliyyu'l-Kârî, "yemeğin bereketi, yemekten önce ellerin
yıkanmasıdır" hadisiyle ilgili şöyle bir açıklama daha yapıldığını
kaydeder: "Yemeğin bizzat kendisinde artma ve ziyadeleşmedir, yemekten
sonraki yıkamadaki bereket ise, nefsin sükunete ermesine ve istikrarını
bulmasına sebep olmak, tâatlara imkan hazırlayıp, ibâdetlere kuvvet vermek gibi
hizmetler sebebiyle yemeğin hâsıl edeceği fayda ve eserlerindeki artma ve
ziyadeleşmedir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hadislerinde, mübalağa
kasdıyla yıkama işini, bereketin kendisi olarak ifade etti. Aslında ise, esas
kastedilen bereket "el yıkama"dan hâsıl olan şeylerdir."
El yıkamaya teşvik edici bir hadiste Efendimiz şöyle buyurur:
"Kim, Allah'ın, evindeki hayrı artırmasını seviyorsa yemek hazır olunca ve
kalkınca ellerini yıkasın."[42]
ـ3890 ـ3ـ
وعن أبن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]خَرَجَ رسولُ
اللّهِ #:
يَوْماً مِنْ
الخََءِ
فَقُدِّمَ
إلَيْهِ
طَعَامٌ، فقَالُوا:
أَ نَأتِيكَ
بِوَضُوءٍ؟
فقَالَ: إنَّمَا
أُمِرْتُ
بِالْوُضُوءِ
إذَا قُمْتُ
إلى
الصََّةِ[.
أخرجه الخمسة
إ البخاري .
3. (3890)- İbnu Abbas
radıyallahu anhümâ anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün
heladan çıkmıştı. Hemen kendisine bir yemek takdim edildi. (O da kabul buyurdu.
Ashabtan bazısı:) "Size abdest suyu getirmeyelim mi?" dediler.
Onlara: "Namaza kalkınca abdest almakla emrolundum!" cevabını
verdi.."[43]
[Müslim, Hayz 118, (374); Ebu Dâvud, Et'ime 11, (3760); Tirmizî, Et'ime 40,
(1848); Nesâî, Tahâret 101, (1, 85).]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, yemekten önce el yıkamanın terkiyle ilgilidir. Nitekim
hadis, Tirmizî'de "Yemekten önce el yıkamayı terketme babı" adını
taşıyan bir babta kaydedilmiştir.
Görüldüğü üzere, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kazâyı
hacetten dönmüştür, henüz bir abdest tazeleme ameliyesi cereyan etmeden
yenilecek bir şey ikram edilmiş, Resûlullah da bu ikramı kabul buyurmuşlardır.
Ancak, yemekten önce, hep elini yıkadığını, helâdan sonra abdest tazelediğini görerek, bunu vacib addeden
Ashabtan bazıları, atılarak: "Abdest suyu getirmeyelim mi? Abdestinizi
almayacak mısınız?" diye hatırlatmada bulunmuşlardır. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), çoğunlukla takip ettiği sünnet hep abdestli olmak, yemekten önce
elleri yıkamak ise de, bunu bir vecibe olarak yapmadığını, abdest alma işinin
sadece namaz için kalkınca "vecibe" olduğunu beyan ederek, abdest
almayı (ve ellerini yıkamayı) terkediyor.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada abdestin her zaman
vacib olmadığını belirtmek istemiş, vacib olduğu hallerden en ziyade
karşılaşılanı zikretmiştir: Namaz. Hakikat-ı halde namaz dışında da bazı haller
abdestli olmamızı vacib kılar: Tilâvet secdesi, Kur'an'a el değmek, Ka'be'yi tavaf
etmek... gibi. Ancak Resûlullah o fırsatta ilmihal dersi vermiyordu ki, bütün
teferruâta yer versin. Belirtmek istediği husus, abdestsiz olunabileceği, el
yıkamadan da yemek yenilebileceği idi. Bu çeşit fırsatlar olmayıp bu cevazlar
beyan edilmese ve Ashab'ın zannı üzere meseleler kalsaydı, arkadan gelen
müslümanlar bir kısım zorluklarla karşılaşabilirdi. Hakîm olan Rabbimiz, Resûlü'nü
çok farklı şartlarda, değişik muhataplar içerisinde müteaddit ve mükerrer
imtihanlara ibtila ederek şeriatının her yönünü açıklığa kavuşturmuştur. Bu,
Rabbimizin bu ümmet-i merhume'ye büyük lütuf ver rahmetlerinden biridir.
Aliyyu'l-Kâri, Resûlullah'ın, o sırada abdest almayı
nefyetmesinde, abdestli de olmayı tecvize münafi bir durumun olmadığını,
yemekten önceki veya başka biri olsun, farketmeksizin örfî yıkamanın
istihbabından öte abdestli olmanın müstehab olduğunu da ifade ettiğini
belirtir. Ve devamla der ki: "Gerçek şu ki, (aleyhissalâtu vesselâm), o
sırada ellerini, cevazı beyan için yıkamadı. Ayrıca, Resûlullah'ın cevabından
çıkarılacak vücub hükmünün nefyi de te'kidli olarak ifade edilmiştir. Hülasa bu
hadis, yemekten önce ellerin yıkanması mutlak olarak nefyedilmiştir şeklinde
hüküm çıkarmaya kesinlikle yeterli değildir. Zaten, Resûlullah'a vaz edilmiş
sualin içerisinde, Resûlullah'ın müste'mir âdetinin yemekten önce elini yıkamak
olduğu görülmektedir. Hatta hadisten, şer'i abdestin yani namaz için alınan
abdestin nefyedilip, örfî abdestin yani sadece elleri yıkama'nın bâki kaldığı
hümkünü çıkarmak dahi mümkündür. Şu halde bu ihtimalin varlığı da, önceki
istidlali (yani hadisten, yemekten önce el yıkamanın nefyedildiği hükmünü)
düşürür."
Aliyyu'l-Kâri burada selef arasında cereyan eden bazı ihtilafa
îmada bulunmaktadır. Zira onlar arasında, yemekten önce ellerin yıkanmasına
karşı çıkanlar olmuştur. Sözgelimi, İmam Mâlik ve Süfyan-ı Sevrî'den böyle bir
kanaat rivayet edilmiş ve hatta Sevrî'nin tutumu, "onun, Acem âdeti"
olmasıyla izah edilmiştir.
Ancak cumhur, hem yemekten önce ve hem de yemekten sonra el
yıkamayı istihbab etmede ittifak eder.[44]
ـ3891 ـ1ـ عن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أضَافَ
النَّبىُّ #:
ضَيْفاً
كَافِراً،
فَأمَرَ لَهُ
بِشَاةٍ
فَحُلِبَتْ
فَشَرِبَ
حَِبَهَا،
ثُمَّ
أُخْرَى
فَشَرِبَ
حَِبَهَا، حَتّى
شَرِبَ حَِبَ
سَبْعِ
شَيَاهٍ،
ثُمَّ إنَّهُ
أصْبَحَ
فَأسْلَمَ،
فَأمَرَ لَهُ
بِشَاةٍ
فَحُلِبَتْ
فَشَرِبَ
حَِبَهَا، ثُمَّ
أُخْرَى
فَلَمْ
يَسْتَتِمَّهُ،
فقَالَ #:
إنَّ
الْمُؤْمِنَ
لَيَشْرَبُ
فى مِعىً وَاحِدٍ
وَالْكَافِرُ
يَشْرَبُ فِى
سَبْعَةِ أمْعَاءٍ[.
أخرجه الثثة
والترمذي.قوله
»في سَبْعَةِ
أمْعَاءٍ«:
تمثيل لرضا
المؤمن
باليسير من
الدنيا، وحرص
الكافر على
الكثير منها .
1. (3891)- Hz. Ebu Hüreyre
radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kafir bir
misafir ağırlamıştı. Derhal onun için bir keçinin sağılmasını emretti. Keçi sağıldı.
Kafir sütünü içti. Sonra diğer bir keçinin daha sağılmasını emretti. (Adam
doymadı). Bu suretle tam yedi keçinin sütünü içti.
Adam yatıp, sabah olunca müslüman oldu. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bir keçi sağılmasını emretti. Sütünü adam içti, sonra ikinci bir
başka keçi daha sağıldı. Fakat bunun sütünü tamamen içemedi. Bunun üzerine
Resûlullah (aleyhissalâtu veselâm): "Mü'min bir mideye içer, kâfir ise
yedi mideye içer" buyurdular."[45] [Buhârî, Et'ime 12;
Müslim, Eşribe 186, (2063); Muvatta, Sıfatu'n-Nebiyy 10, (2, 924); Tirmizî,
Et'ime 20, (1820).]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, muhtelif tariklerden bazı farklı ziyade ve
noksanlarla gelmiş bulunmaktadır. İbnu Hacer bu zatın Cahcâh el-Gıfâri olduğu
kanaatindedir. Nevevî ve Kadı İyaz'ın, Nadra İbnu Nadra olabileceğini,
bazılarının da Sümâme İbnu Üsâl olabileceğini söylediklerini belirtir. Zira
bunlarla da ilgili olarak benzeri kıssalar rivayet edilmiştir. Bu hadisenin
birçoklarının başından geçmiş olması ihtimalden uzak değildir.
2- İbnu Ebî Şeybe, Ebu Ya'la, Bezzâr ve Taberânî'den naklen
Cahcâh el-Gıfârî'nin hikayesini İbnu Hacer, kendi ağzından naklettiğine göre,
"bu zat yakınlarından bir grupla birlikte müslüman olmak niyetiyle huzur-u
risaletpenâhîye gelirler ve Resûlullah'la birlikte akşam namazında hazır
olurlar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) selam verince: "Herkes
yanında oturanın elinden tutsun (yemeğe götürsün)" ferman buyurdu. Ben
yalnız kalmıştım. Ben ise iri ve uzun boylu bir kimseydim. Kimse beni gelip
almamıştı. Beni de Resûlullah kendi evine götürdü. Benim için bir keçi sağdı.
Hepsini içtim. Benim için bir keçi daha sağdı, onu da içtim. Böylece tam yedi
keçi sağdı, hepsini içtim (daha da doymamıştım). Sonra bana bir tencere
yemek geldi, onu da bitirdim. (Resûlullah'ın hizmetçisi) Ümmü Eymen
(dayanamayıp): "Resûlullah'ı aç bırakanı Allah aç bıraksın!" dedi.
Aleyhissalâtu vesselâm: "Sus, Ümmü Eymen! O rızkını yedi, bizim rızkımız
Allah'a aittir!" buyurdular. İkinci gece olup akşamı kılınca Aleyhissalâtu
vesselâm önceki akşam yaptığını yaptı: Benim için bir keçi sağdı. Bu sefer
içtim ve doydum. Ümmü Eymen radıyallahu anhâ (şaşırmıştı]: "Bu (dünkü)
misafirimiz değil mi?" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: "Bu gün, o
mü'mindir, bir tek mideye yedi. Dün ise yedi mideye yemişti. Kâfir, yedi mideye
yer, mü'min ise tek bir mideye yer" buyurdular."
İbnu Hacer'in Cahcâh tarikinden kaydettiği bu rivayetten daha
kuvvetli olduğunu belirttiği Ebu Gazvân rivayeti de şöyle: "Abdullah İbnu
Amr anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a yedi kişi gelmişti. Ashabtan
her biri bir adam götürdü. Resûlullah da bir adam götürdü. Ona ismini sordu.
Adam: "Ebu Gazvân!" dedi. Resûlullah onun için tam yedi keçi sağdı. O
hepsini içti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Müslüman olmaz mısın
ey Ebu Gazvân?" buyurdular. Adam:
"Evet!" dedi ve müslüman oldu. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) adamın göğsünü meshetti. Sabah olunca ona tek bir koyun sağıldı.
Sütünü bitiremedi bile. Resûlullah sordu:
"Ey Ebu Gazvân neyin var? Niye tamamlamadın?"
"Seni peygamber olarak gönderen Zât'a yemin olsun
doydum!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da:
"Senin dün yedi miden vardı. Bu gün ise tek miden var!"
buyurdular."
3- Hadisin ma'nâsı hususunda Ulema ihtilaf etmiş, farklı
mütalaalarda bulunmuşlardır. Hem hadisin anlaşılması hem de Ulemanın bu çeşit
hadisleri izah etmede ne gibi ince tahlillere girdiğini göstermek için, bahsi
İbnu Hacer'den takip edeceğiz:
* Bazıları: "Hadisten murad, zâhiri değildir: Bu,
müslüman ve onun dünyadaki zühdü ile kâfir ve onun dünyaya olan hırsını
göstermek için verilmiş bir temsildir" demiştir. Böyle düşünenlere göre:
"Mü'min dünyevî şeylere kıymet vermemesi sebebiyle tek bir mideye yer,
kâfir ise dünyevî şeylere rağbetinin şiddeti ve dünyalığı çok yığması sebebiyle
yedi mideye yer. Burada ne gerçek mideler, ne de yeme hususu murad
edilmektedir. Asıl kastedilen şey, dünyalığın iktisabında azlık ve çokluktur.
Hadiste sanki, dünyalığı tamah yeme ile, dünyalığa götüren yollar da midelerle
ifade edilmiş olunmaktadır. Kastedilen ma'nâ ile zikredilen teşbih arasındaki alaka,
izah gerektirmeyecek kadar açıktır. Hadisi, dünyaya gösterilen rağbete
hamledenler, "nasıl ki derler, falan kimse dünyayı hopur hopur yiyor
denince onun dünyaya fazlaca rağbet ve hırs gösterdiği ifade edilirse, mü'min
tek bir mideye yer denmekle de dünyaya karşı hırsı yok, ondan yetecek kadar, az
bir şeyin peşindedir denmek istenmiştir." Keza, "Kâfir yedi mideye
yer" sözüyle de dünyaya rağbet ediyor, çok şeylerin peşine hırsla düşüyor
denmek istenmiştir."
* Bazıları da şöyle demiştir: "Bunun ma'nâsı şudur:
"Mü'min helal yer, kâfir haram yer. Helalin varlığı vücudca daha azdır,
haram ise çoktur."
* Bazıları da demiştir ki: "Hadisten murad mü'mini az
yemeye teşviktir. Çünkü bilirse ki, çok yemek kafire has bir sıfattır, mü'min
az yemeyi esas alır. Zira, mü'minin nefsi, kâfire mahsus sıfatla muttasıf
olmaktan nefret eder. Çok yemenin kâfire has bir sıfat olduğu hususuna Cenâb-ı
Hakk'ın şu sözü delâlet eder: "Durakları ateş olduğu halde, kâfirler
zevklenirler ve hayvanlar gibi yerler" (Muhammed 12).
* Bazı âlimler ise: "Hadisin ma'nâsı zâhiri üzeredir,
te'vile hacet yoktur" demiştir. Ancak zâhirini esas alanlar da farklı
görüşler ileri sürmüşlerdir.
** Birinci görüş: Bazıları: "Bu bir şahıs hakkında vârid olmuştur.
El-Mü'min kelimesinin başındaki Lâm, ahdiyedir (yani kastedilen birini ifade
eder), cinsiyye değildir (yani bütün mü'minleri ifade etmek için
kullanılmamıştır). İbnu Abdilberr bu hususta cezmeder (kesin kanaat beyan eder)
ve şöyle der: "Bunu umuma (bütün mü'minlere) hamletmeye imkan yoktur, zira
böyle bir iddiayı, müşahede reddeder, kabul etmez. Nice kafirler var ki
mü'minlerden az yer ve nice mü'minler var ki kafirden çok yer ve nice kâfir var
ki müslüman olmuş da yeme miktarını değiştirmemiştir." İbnu Abdilberr sözü
sadedinde olunan hadise getirerek: "Ebu Hüreyre hadisi, bunun muayyen bir
zat hakkında vürûd ettiğine delâlet eder." Bu sebeple olacak ki İmam Mâlik
bu hadisi, mutlak bir hadisin peşine getirmiştir.[46] Buhârî de aynı şeyi
yapar. Sanki Buhârî, bu davranışıyla şöyle demektedir: "Bu adam kâfirken
yedi mideye yemekte idi, müslüman olunca, yedikleri özleştirilip hakkında
mübarek kılındı. Böylece kafir iken kendisine yeterli olan yedi kısımdan bir
kısmı kifayet eder hale geldi."
Bu görüşü, İbnu Abdilberr'den önce Tahâvî, Müşkilü'l-Âsâr'da
beyan etmiş ve: "Bu hadis, hususi bir kafir hakkındadır yani yedi koyunun
sütünü içen kâfir hakkındadır" demiştir. Tahâvî, ilaveten: "Hadisin,
indimizde, söylediğimiz dışında bir başka veche hamli mevzubahis değildir"
açıklamasını yapar. Bu görüşe Tahâvî'den önce Ebu Ubeyde'nin yer verdiğini
görmekteyiz.
Şunu kaydetmemiz de faydalıdır: Bu te'vilin "Hadisin râvisi olan İbnu Ömer, bundan husûs değil, umûm anlamıştır, bundan dolayı, çok yiyen kimseyi görünce, onu yanına girmekten men etti ve bu hadisle ihticac etti" diye tenkid etmişlerdir. Bu kanaatte olan İbnu Hacer de şöyle der: "Şu da var ki, daha önce kaydedildiği üzere hadisenin mükerrer şahıslarla alakalı olarak bir çok vak'alarda cereyan ettiği kabul edilince ve mezkur hadis, onlardan her bir vakanın arkasından, benzer hadiseye mazhar olan kişi hakkında kaydedildikten sonra bunu tek bir şahsa hamletmek nasıl mümkün olur?"
** İkinci görüş şöyledir: "Hadis ekseriyeti ifade
zımnında beyan olunmuştur, gerçek aded kastedilmemiştir." Bunlara yedi
denmiş olması çoklukta mübalağa içindir. Nitekim ayet-i kerime'de "Eğer
yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa ve -yedi misli deniz de
yedekte bulunup yazılsa- yine de Allah'ın sözleri bitmezdi" (Lokman 27).
Yani hadisin ma'nâsı şudur: "Mü'mine yakışan hususlardan (şe'n) biri de
yeme işini az yapmasıdır, çünkü o, ibadete müteallik amellerle meşguldür ve
çünkü o, bilmektedir ki tabi olduğu şeriat-ı garrası kendisine yemekten
maksadın "açlığı örtmek", "hayatın devamını sağlamak" ve "İbadete
yardım etmek" olduğunu öğretmektedir, ve çünkü o, yemede üç noktada
özetlenen bu maksadın dışına çıktığı takdirde vereceği hesaptan korkmaktadır.
Kâfir ise, bu söylenenlerin hilafınadır. Zira o, şeriatın tayin ettiği maksadı
takip edip o hududda durmaz, bilakis nefsin şehvetine tabi olur, her hangi bir
haram korkusu olmaksızın kendini arzularının peşine salıverir. Böylece mü'minin
yiyeceği -zikrettiğimiz sebebe binaen- kâfirin yiyeceğine nisbet edilince,
yedide biri kadar olur. Ancak bu söylenenden, her kâfir ve her mü'min hakkında
aynı nisbetin cari olduğu hükmü çıkmaz. Bazan mü'minlerden çok yiyenler çıkar.
Bu, bazan âdetten, bazan hastalık gibi herhangi bir başka sebepten ileri gelir.
Kâfirler arasında da az yiyenler olur, bu da onların tabiblerin beyan
ettiği sıhhatle ilgili tavsiyelerine uymalarından veya ruhbanların tavsiye
ettiği riyazete yer vermelerinden veya mi'de zaafı gibi bir başka sebepten
ileri gelebilir."
Tîbî der ki: "Bu hususta söylenenin hülasası şudur: Mü'minin
şe'ni zühd hususunda hırs göstermesi, kafirin hilafına, yaşamasına yetecek
kadar yemekle iktifa etmesidir. Öyleyse bu vasfa uymayan bir mü'min veya
kafirin varlığı, hadisi yaralamaz." Cenâb-ı Hakk'ın şu sözü de bu hususu
te'yid eder: "Zina eden erkek ancak zina eden veya putperest bir kadınla
evlenebilir" (Nur 3). Nitekim, hür bir kadınla evlenen zâni ve hür bir
erkekle evlenen zâniye mevcuttur.
** Üçüncü görüş: Bu hadisteki "mü'min" den murad
kamil seviyedeki tam bir imana sahip olan mü'mindir. Zira, kimin müslümanlığı
güzel olur, imanı kemale ererse onun fikri, ölüm ve ölüm sonrası ile ilgili
şeylerle meşgul olur, böylece korkunun şiddeti ve düşüncenin kesafeti ve kendi
nefsine olan acıması, onu nefsani arzuların peşine düşmekten alıkoyar. Nitekim
Ebu Ümâme'nin yaptığı bir rivayette Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle
buyurmuştur: "Kimin fikri fazlaysa yemeği azdır, kimin
tefekkürü azsa yemeği çok, kalbi de katıdır." Ebu Saîd tarafından rivayet
edilen bir başka hadis de aynı şeye dikkat çeker: "Bu mal tatlı ve hoştur. Ama bilesiniz!
kim onu nefsâni hırsla alırsa, yediği halde doymayan kimse gibi olur."
Öyleyse bu hadisler, "mü'min"den kastedilenin yeyip
içmede orta yolu tutan kimse olduğuna delil olur. "Kafir"le
kastedilen de şe'ni oburluk ve hırs olan ve hayvanlar gibi çok yiyen yeme işini
bünyesinin sıhhati gibi makul bir maslahata binaen yapmayan kimsedir. Bu görüşü
kaydeden Hattâbî der ki: "Selef büyüklerinin nicelerinden çok yedikleri
rivayet edilmiştir, ancak bu hal, onların imanlarında bir noksanlık sebebi
değildir."
** Dördüncü görüş: Hadisten murad "mü'min,
yemesi-içmesi sırasında besmele çeker, şeytan ona yeme-içmede ortak olmaz,
böylece az bir yiyecek de ona kâfi gelir; kafir ise, besmele çekmez, şeytan bu
sebeple ona ortak olur" denmiştir. Bu husus daha önce geçti (3868-3873.
hadisler).
** Beşinci görüş: "Mü'min yiyeceğe karşı az hırs
gösterir, bu sebeple yiyeceği, hakkında mübarek kılınır, yiyecek de bereket
kazanır böylece az bir yemekle doyar. Kafir ise, yiyeceğe hayvan gibi tamahkar
bir gözle bakar, az onu doyurmaz." Bu görüş öncekine dahil edilebilir,
ikisi tek bir cevap sayılabilir.
** Altıncı görüş: Nevevî'ye aittir, der ki: "Muhtar
olan şu ki, bundan murad bazı mü'minler tek bir mideye yerler, kâfirlerin çoğu
yedi mideye yerler. Bundan, her yedi mideden birinin mü'minin midesi gibi
olması gerekmez."
Midelerin farklı oluşlarına, Kadı İyaz'ın ehl-i teşrih'den
(anatomi doktorlarından) kaydettiği husus delildir. Onlar demiştir ki:
"İnsan mideleri yedidir.[47]
1) Mide,
2, 3, 4) Buna bağlı üç mide daha: Bevvâb, sâim, rakîk. Bunlar
incedirler.
5) A'ver (kör barsak).
6) Kolon,
7) Müstakîm. Bunlar kalındırlar."
Böylece hadisin ma'nâsı şöyle olur: Kafir, hırsla yediği için, bu
midelerin hepsi dolu olmayınca doymaz. Mü'min ise bunlardan birinin dolması
doyurur.
Kirmânî, tabiblerden, bu yedi midenin tesmiyesini nakleder. Buna
göre: İlkine mide, sonra birbirine bitişik olan üçüne rikâk (inceler) ki bunlar
onikiler (oniki parmak barsağı), sâim (ince barsak), kolon, sonra üç kalın:
Fânifî, müstakim, a'ver(kör).[48]
**Yedinci görüş: Nevevî'ye aittir. Der ki:
"Kafirdeki yedi ile, şu sıfatların kasdedilmiş olması da muhtemeldir:
Hırs, oburluk, tul-u emel, tamah, su-i tab' (kötü huy), haset, yağ sevgisi.
Mü'mindeki tek şeyle de ihtiyacının örtülmesi kastedilmiştir."
** Sekizinci görüş: Kurtubî'ye aittir. Der ki: "Yemek
şehveti yedidir: Tabiat şehveti, nefis şehveti, göz şehveti, ağız şehveti,
kulak şehveti, burun şehveti ve açlık şehveti. Müslümanı yemeye sevkeden zarurî
şehvet bu sonuncusudur. Kafir ise sayılanların hepsiyle yer." İbnu Hacer
der ki: Kurtubî'nin bu mütalaasının aslını özet olarak Kadı Ebu Bekr
İbnu'l-Arabî'nin sözleri arasında gördüm. Der ki: "Hadiste geçen yedi
mide, beş duyu ile şehvet ve ihtiyaçtan kinayedir."
Ülemâ der ki: "Hadisten alınacak esas, dünyalık
hususunda azlığa teşvik, bunda zühd, ve
harama gitmeden elde edilene kanaat
etmeye terğibtir. Gerek cahiliye devrinde ve gerekse İslam döneminde
akıllı kimseler hep açlığı övmüşler, çok yemeyi zemmetmişler..."
İbnu't-Tîn der ki: "Yeme hususunda insanlar üç kısımdır: Bir grup var, her
yiyeceği, ihtiyaç olsa da olmasa da yer. Bu, cahil takımının amelidir. Bir grup var, acıktığı zaman, açlığı örtecek
kadar yer. Bir grup var ki, bunlar
nefislerini açlığa mahkum ederler, bu davranışlarıyla nefsin şehvetini
kırıp, dizginlemek murad ederler. Bunlar
yedikleri vakit ihtiyaçlarını örtecek kadar yerler."[49]
ـ3892 ـ2ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسُولُ
اللّهِ #:
طَعَامُ
اثْنَيْنِ
كَافِى
الثََّثَةِ،
وَطَعَامُ
الثََّثَةِ
كَافى
ا‘رْبَعَةِ[.
أخرجه الثثة
والترمذي .
2. (3892)- Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "İki kişinin yiyeceği üç kişiye de yeter. Üç kişinin
yiyeceği de dört kişiye yeter."[50] [Buhârî, Et'ime, 11;
Müslim, Eşribe 178, (2058); Muvatta, Sıfatu'n-Nebiyy 20, 52, (928); Tirmizî,
Et'ime 21, (1821).]
ـ3893 ـ3ـ
وفي أخرى
لمسلم
والترمذي، عن
جابر: ]طَعَامُ
اثْنَيْنِ
يَكْفِى
ا‘رْبَعَةَ،
وَطَعَامُ
ا‘رْبَعَةِ
يَكفِى
الثَّمَانِيَةَ[
.
3. (3893)- Müslim ve
Tirmizî'de gelen bir diğer rivayet Câbir'den olup şöyledir: "İki kişilik
yiyecek dört kişiye de yeter, dört kişilik yemek sekiz kişiye de yeter."[51] [Müslim, Eşribe 179,
(2059); Tirmizî, Et'ime 21, (1821).]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayetlerde mutlak olarak az yiyeceğin çok kimseye
yeteceği belirtilmektedir. Bazı âlimler bu hadislere şöyle bir ma'nâ vermişler:
"Bir kişiyi doyuracak miktardaki yiyecek, iki kişinin kût'una (muhtaç olduğu gıdasına) yeterlidir.
İki kişi de, dört kişinin "kût"u ile doyuma erer"[52] Mühelleb de şunu
söylemiştir: "Bu hadislerden murad mekârim-i ahlâka ve "kifâyet"le
yetinmeye[53]
teşviktir.
Yani, murad kifâyetin miktarını
belirlemek değildir, murad yardımseverlik (muvâsât)dır, iki kişinin yiyeceğine
bir üçüncüyü, duruma göre bir dördüncüyüde dâhil etmenin uygun olacağını takrirdir."
Nitekim İbnu Mâce'de gelen bir rivayet şöyle:
"Bir kişinin yemeği iki
kişiye kâfidir. İki kişinin yemeği üçdört kişiye kâfidir. Dört kişinin yemeği,
beş-altı kişiye kâfidir."
Resulullah'ın daha önce de geçen "Birlikte yiyin, ayrı ayrı
yemeyin, zira beraber olunca bir kişilik yemek iki kişiye de yeter"
mahiyetindeki "beraber yemeye" teşvik edici hadisleri, buradaki
hadisler tamamlar. Bir başka ifade ile bu hadisler, beraber yemenin
hikmetlerinden birini açıklamış olmaktadır: Yemek bereket kazanmaktadır.
Hayatın devamı için gerekli olan zaruri beslenmeyi Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın müteakiben göreceğimiz üzere "beli doğrultacak kadar üç beş
lokma yemek" şeklinde tarif ettiğini, kendisinin sofraya "bir kaç
lokma alıp kalkacak vaziyette iğreti
oturduğunu" (3882. hadis) hatırlayacak olursak, sadedinde olduğumuz
hadislerde ortaya konan hakikatı anlayabiliriz: Örfen bir kişilik olarak
tekerrür eden miktarın ortalama yarısı ihtiyaç dışıdır, yenmese de beslenme
açısından bir eksiklik hâsıl olmayacaktır. Ne var ki, ilme, akla, sağ duyuya
dayanmayan, temelini görgü ve an'aneden alan bir alışkanlıkla ihtiyaçtan fazla
yenmektedir. Nitekim bazı müşâhedelerimiz de Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın irşadlarını teyid eder: Aynı sofradan yiyen insanların bir kısmı
şişman bir kısmı zayıftır. Bazı kere, fakir muhitlerin çocukları daha canlı,
daha kanlı, daha dolgun oldukları halde,
zengin muhitlerin çocuklarının nisbî bir zayıflık ve hatta solukluk içinde
oldukları dikkat çeker.
2- Hadisten
Çıkarılan Bazı Hükümler:
* Âlimlerimiz, Ebû Hüreyre hadisinden, yemekte beraber olmanın
müstehab olduğu, kişinin yalnız yememesi gerektiği hükmünü çıkarmışlardır.
* Hadis, keza başkasına yardımcı olmanın, başkasını sofraya
almanın bereketi artıracağını ve bu bereketin o sofraya iştirak edenlerin hepsine
sirayet edeceğini ifade etmektedir.
* Kişi yanında mevcut olanı ehemmiyetsiz görerek başkasına ikramdan
çekinmemelidir. Zira, bazan az bir şeyle, tam olarak doyulmaz ama açlık
giderilir. Zaruri ihtiyaç karşılanarak bedenî aktivite sağlanabilir. Sünnetin
tavsiye ettiği beslenme de esasen budur.[54]
ـ3894 ـ4ـ
وعن بن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]تَجَشَّأَ
عِنْدَ
النّبىِّ #
فقَالَ: كُفَّ
عَنَّا
جُشَاءَكَ،
فَإنَّ
أكْثَرَ
النَّاسِ شِبَعاً
في
الدُّنْيَا
أطْوَلُهُمْ
جُوعاً
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ[.
أخرجه
الترمذي .
4. (3894)- İbnu Ömer
(radıyallahu anh) anlatıyor: "(Bir zat) Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın yanında öğürmüştü, ona:
"Öğürtünü bizden uzak tut. Zira, dünyada insanların en çok
doymuş olanları, Kıyamet günü en çok aç kalacak olanlarıdır" buyurdular."[55] [Tirmizî, Kıyâmet 38,
(2480); İbnu Mâce, Et'ime 50, (3350).]
AÇIKLAMA:
Öğürtü diye tercüme ettiğimiz cüşâ'yı, Münâvî: "Doyma
sırasında mideden çıkan yel" diye tarif eder. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) burada öğürmeyi takbih etmekle onun sebebi olan çok yemeyi takbih
etmiş olmaktadır. Nitekim hadisin devamında dünyada çok yiyenlerin âhirette aç kalacaklarını haber veriyor. Şu
halde hadis, çok yemenin ölçüsü hususunda bir ip ucu vermektedir: Yani öğürme
hâsıl edecek kadar yememek lazımdır,
zira öğürme çok yemekten hâsıl olan bir hadisedir. Aksi takdirde Resulullah
gayr-ı iradi olarak hâsıl olan bir hadiseden dolayı kimseyi takbih etmezdi.
Öğürme iradî değildir ama, ona sebep olan
çok yeme iradîdir.
Münâvî, hadisi şu ma'nâda açıklar: "Esasen bu derece fazla
yemek tıbben de yasaklanmıştır. Bu
meselede tıbla şeriat birleşir. Mesele dînî tabiratla: Tokluk kişiyi şeytana
yaklaştırır, nefsi tehyic eder ve tuğyana atar; açlık ise, şeytanın yollarını
daraltır, nefsin hâkimiyetini kırar. Böylece onların şerlerini bertaraf eder. Tokluktan insanda menkûhât'a
(kadınlara) karşı şiddetli arzu neş'et eder, bunu mevki, makam hırsı, lezzetli
mallar elde etme hırsı takip eder. Bu iki şey mat'umat ve menkûhât imkânlarını
artırır. Bunu mal, makam ve çeşitli rahatlıkları artırma gayreti, bir çok hasis
rekabetler, hasedleşmeler takip eder. Bunlardan riya, tefâhur, çoklukla
övünmek, ululanmak gibi belalar, âfetler
tevellüd eder. Bunlar hasede kine, adâvet ve buğza davetiye çıkarır.
Artık bu hal, sahibini her çeşit azgınlık, sapıklık ve fuhşu işlemeye iter,
sınır, hudud tanımaz kılar. İşte bu onu Kıyamet günü açlığa götürür. Onun
kurtuluşu artık Allah'ın merhametine kalmıştır, (imdad verecek hayır ameli hiç mi hiç yoktur)."[56]
ـ3895 ـ5ـ
وعن المقدام
بن معدى كرب
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]قال رسولُ
اللّهِ #: مَا
مَ‘َ آدَمِىُّ
وِعَاءً
شَرّاً منْ
بَطْنٍ،
بِحَسَبِ
ابنِ آدَمَ
لُقَيْمَاتٌ
يُقْمِنَ
صَلْبَهُ،
فَإنْ كَانَ َ
مَحَالَةَ
فَاعًِ، فَثُلُثٌ
لِطََعَامِهِ،
وَثُلُثٌ
لِشَرابِهِ،
وَثُلُثٌ
لِنَفَسِهِ[.
أخرجه
الترمذي .
5. (3895)- Mikdâm İbnu
Ma'dikerib (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Âdemoğlu, mideden daha şerli bir kap doldurmaz.
Âdemoğluna belini doğrultacak birkaç
lokmacık yeterlidir. Ancak [nefsinin galebesiyle] illa da (mideyi
doldurma işini) yapacaksa bari onu üçe ayırsın: Üçte birini yemeğe, üçte birini
suya, üçte birini de nefesine (tahsis etsin, üçte birden fazlasına yemek
koymasın)."[57]
[Tirmizî, Zühd 47, (2381); İbnu Mâce, Et'ime 50, (3349).]
AÇIKLAMA:
Burada mide, öncelikle bir kaba ve içerisine bir şeyler konan
zarfa benzetilmekte, böylece değer itibariyle düşünülmektedir. Zira kab ve
zarf, gaye değil vasıtadırlar. Kendi zatları sebebiyle değil, içerlerine konan
şeyler sebebiyle kıymet taşırlar. Öyle ise onlar değil, içlerine konan şeyler
asıldır. Hadis, mide'yi ayrıca "şerli" sıfatıyla tavsif ederek ikinci
bir tevhîn'e (değerden düşürmeye) tabi tutmaktadır. Yani sıradan bir kap değil,
zarar veren, şer getiren bir kap. Mideyi çok doldurmanın dinî, tıbbî zararları
var, zamansız doldurmanın zararları var,
haram doldurmanın zararları var, muvazenesiz, kalitesiz... doldurmanın
zararları var. Münâvî der ki: "Midenin dolması din ve dünyanın fesadına
sebep olur... Çünkü kapların dolması, dünyaya gösterilen tamah ve hırstan hali olmaz. Her ikisi de faili için
zararlıdır. Ayrıca tokluk, insanı kötü yerlere düşürür ve sahibini haktan
uzaklaştırır. Tenbellik galebe çalar, ibadetten
alıkoyar. İçerisinde fuzulî maddeler artar, gadabı, şehveti artar, hırsı
çoğalır, ihtiyacından fazlasını taleb etmeye sevkeder." Bazı büyükler
şöyle demiştir: "Tokluk nefiste şeytanı celbeden bir nehirdir, açlık ise
ruhta, melekleri celbeden bir
nehirdir." Münâvî, Gazalî'den naklen hadiste geçen ve "birkaç lokmacık" diye tercüme ettiğimiz
Lukeymât ifadesinin "on"dan azı ifade eden bir sîga olduğunu
belirtir.
Şu
halde bu hadis, mideyi doldurma meselesinin ehemmiyetine dikkat çekiyor,
rastgele, ilimsiz, şuursuz, dikkatsiz, ölçüsüz doldurmalara karşı uyarıyor. En
başta uyarısı da çok yemeye karşı. Aynı hadiste, azlığı tavsiye etmekle
birlikte, çok yeme durumunda kalanlara en az zararla kurtulabileceğimiz en
fazla yeme hududunu gösteriyor.
Mide'yi
üçe bölüp, bunun üçte birini "yemek"le doldurup geri kalan ikisini
"su" ve "teneffüse (havaya)" ayırmak.
Yine
Münâvî der ki: "Bu ölçüye uyulunca ruhî berraklık ve kalbî incelik hâsıl
olur. Bu, yemede tercih edilecek ölçüdür. Beden ve kalb için en faydalı olan da
budur. Zira karın yemekle dolarsa su içmede sıkışıklığa uğrar. Su içilince
teneffüs yapmada sıkışıklığa uğrar sıkıntı ve ağırlık basar. İnsanda,
"arzî", "mâyî" ve "havâî" üç kısım bulunması
hasebiyle,[58] Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm), yiyecek içecek ve nefes için de üçlü taksime yer vermiştir. Bu
taksimde nârî (ateşe ait) unsura yer verilmemiştir. Çünkü, İbnu'l-Kayyîm'in
söylediğine göre tabiblerden bir grubun kavlince, bedende nârî kısım yoktur.
Kurtubî der ki: "Eğer Bokrat (Hipokrat)[59] Resûlullah'ın beslenme ile
ilgili bu taksimatını duysaydı bundaki hikmet karşısında hayran kalırdı."
Gazalî der ki: "Bu hadis felsefecilerden birine zikredilmişti. Ben, az
yeme hususunda bundan daha hikmetli bir söz işitmedim" dedi. Resulullah o
üç şeyi bilhassa zikretti, çünkü hayvanî hayatın temeli onlardır."
Münâvî
bu açıklamalardan sonra Tenbih başlığı altında şunu ilave eder: "İbnu
Arabî der ki: "Açlık iki kısımdır: Biri ihtiyârî olan açlıktır, bu
sâliklerin (tasavvuf yoluna girenlerin) açlığıdır. Diğeri ise ızdırarî
açlıktır. Bu muhakkik ülemânın açlığıdır. Zira, muhakkik kişi, nefsini açlığa
mahkum etmez, bilakis yiyeceğini, ünsiyet makamında ise azaltır, heybet
makamında ise artırır. Muhakkikler için yemenin çok olması, azamet halinde meşhudlarından
kalblerine tecelli eden hakikat nurlarının satvetlerinin sıhhatine delildir. Az
yemeleri de gördükleriyle ünsiyet halinde konuştuklarının sıhhatine delildir.
Çok yeme, sâlikler için Allah'tan uzaklıklarına ve Allah'ın kapısından
uzaklıklarına, behîmî olan şehevânî nefsin bütün gücüyle üzerlerine olan
hakimiyetine delildir. Az yeme ise onlar için, cûd-i ilahîden kalplerine olan
nefehâtin (üflemelerin) varlığına delildir. Bu, onları cisimleriyle
meşguliyetten alıkoyar. Açlık, her hâlukârda sâlik ve muhakkik için, sâlikine
mahsus büyük hallere ve muhakkikine has esrâra nâil olmada dahilî bir sebeptir,
yeter ki, açlıkta ifrata gitmesin. Zira onun
ifratı, hevese kaçar, aklın gitmesine ve mizacın bozulmasına sebep olur.
Öyleyse, sâlik'in, istediği ahvâle ulaşması için matlub olan açlığa, şeyhinden
bir emir almadıkça girmemesi gerekir.
Hele tek başına ise asla bu işe girişmemelidir. Ona düşen, yemeği azaltmak,
oruca devam etmek, gecegündüz dahil, günde bir kere yemeyi prensip edinmektir.
Kendisine, halini tedbir edecek bir şeyh buluncaya kadar katık olarak peş peşe yağ yememeli, haftada iki
kereden fazla katık almamalıdır."[60]
ـ3896 ـ1ـ عن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رسولُ
اللّهِ #:
تَعَشَّوا
وَلَوْ
بِكَفٍّ مِنْ
حَشَفٍ،
فَإنَّ
تَرْكَ
العَشَاءِ
مَهْرَمَةٌ[.
أخرجه
الترمذي .
1. (3896)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Bir avuç çürük hurma ile de olsa akşam yemeği yeyin. Zira
akşam yemeğinin terki ihtiyarlık sebebidir."[61] [Tirmizî, Et'ime 46,
(1857).]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) akşam yemeğini
terketmemeyi, ne olursa olsun bir şeyler yemeyi tavsiye etmektedir. Hadiste
geçen haşef, kalitesi olmayan âdi hurma demektir. Bununla her ne olursa olsun
bir yiyecek kastedilmiş olmaktadır. Akşam yemeğinin terkedilmesi insanın erken
yaşlanmasına sebep olacağı belirtilmektedir. Münâvî, bunu tıbbî bir açıklamaya
kavuşturur: "Akşam yemeğini terk zayıflık ve ihtiyarlığa sebep olur, çünkü
boş mide ile uyku, hazmetmede işe yarayan aslî rutubetin (mide asitlerinin)
çözülmesine sebep olur." Zeynüddin el-Irâkî der ki: "Hadis, şâyet
hüccet olmaya elverişli ise, akşam yemeğinin mendub olduğuna delâlet eder,
çünkü terkinde ihtiyarlık vardır. Hadis ayrıca, ihtiyarlığa götürecek işlere
girmemek gerektiğini ifade etmektedir. Çünkü ihtiyarlık insanı ibadetten
alıkoyar."
Askerî der ki: "Sakın bu hadisten Resulullah'ın çok yemeye
teşvik ettiği ma'nâsı çıkarılmasın! Bu büyük bir hata olur. Zira kişinin
doymanın fevkinde yemesi, haramdır. Resulullah haram yemeyi nasıl emreder?
Hadisin ma'nâsı şudur: O zaman bazıları az
yiyorlar ve normal gıdalarını da almıyorlar ve bunu da birbirlerine tavsiye ediyorlardı,
(bunun üzerine Resulullah akşam yemeklerini ihmal etmemelerini hatırlattı)."[62]
ـ3897 ـ2ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]مَا
عَابَ
النبىُّ #
طَعَاماً
قَطُّ، كَانَ
إذَا
اشْتَهَاهُ
أكَلَهُ، وَإنْ
كَرِهَهُ
تَرَكَهُ[.
أخرجه الخمسة
إ النسائي .
2. (3897)- Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) hiçbir
vakit herhangi bir yemeğe laf etmedi, iştah duyduğu bir yemekse yerdi, hoşuna
gitmeyen bir yemekse terkederdi, (yemezdi)."[63] [Buhârî, Et'ime 21;
Menâkıb 23; Müslim, Eşribe 187, (2064); Ebû Dâvud, Et'ime 14, (3763); Tirmizî,
Birr 84, (2032).
AÇIKLAMA:
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın herhangi bir yiyeceği
ayıplamaması helal olan yiyeceklerle ilgilidir. Haram olanları zemmeder,
ayıplar, onların yenmesini yasaklardı. Bazı âlimler "Ayıplama, hilkati
sebebiyle olursa mekruhtur, yapılış sebebiyle olursa mekruh değildir, zira
Allah'ın san'atı ayıplanmaz, insanların
san'atı ayıplanabilir" demiştir.
Bazıları, yemeği yapanın kalbini kırmamak için yapılış cihetinden
de olsa yemeğe laf etmemek gerektiğini, hadisin zâhirinde bu âmm hükmün esas
olduğunu söylemiştir. Nevevî der ki: "Taamla ilgili mühim âdâbtan biri
yemeğin "tuzludur", "ekşidir", "tuzu az olmuş",
"sert olmuş", "ince olmuş", "çiğ olmuş" gibi
sözlerle tenkid edilmemesidir.
İbnu Battâl der ki: "Resulullah'ın hoşlanmadığı yemek olunca
ses etmeksizin yememesi, güzel ahlaktandır. Zira yemek vardır biri hoşlanmaz
ama bir başkası hoşlanır. Şeriatımızın, yenmesi için izin verdiği yiyeceklerin
hiç birinde (herkesçe kabul edilecek) bir kusur yoktur."[64]
ـ3898 ـ3ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ رسولُ
اللّهِ #: إذَا
سَقَطَ
الذُّبَابُ
فى إنَاءِ
أحَدِكُمْ فَامْقُلُوهُ،
فَإنَّ فِى
أحَدِ
جَنَاحَيهِ دَاءً،
وفِى اŒخَرِ شِفَاءً،
وَإنَّهُ
يَتَّقِى
بِجَنَاحِهِ الَّذِى
فِىهِ
الدَّاءُ[.
أخرجه
البخاري وأبو
داود.»أمْقُلُوهُ«
أى اغمسوه .
3. (3898)- Yine Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Sizden birinizin (yemek) kabına sinek düşecek olursa, onu
iyice batırın. Zira onun bir kanadında hastalık, diğerinde şifa vardır. O,
içerisinde hastalık olan kanadıyla korunur."[65] [Ebû Dâvud, Et'ime 49,
(3844); Buhârî, Tıbb 58, Bed'ü'l-Halk 14; İbnu Mâce, Tıb 31, (3504, 3505);
Nesâî, Fera' 11 (7, 178).]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet, Resulullah'ın, vahye dayanarak konuştuğu
hususunda, müslüman olmayan biyoloji
âlimlerini dahi ikna edecek mahiyette mucizevi hadislerinden biridir.
Zira, Fahr-i Kainat Efendimiz, mikrobiyoloji ilminin hiç olmadığı bir devirde,
Arabistan gibi hiçbir tabiat ilminin
mevzubahis olmadığı bir diyarda, bugünkü ilmin sadece bir terminoloji farkıyla ifade ettiği mühim
bir vak'ayı eksiksiz ifade buyurmuştur. Sinekte, insan sağlığı için
zararlı ve faydalı maddeler var, bu maddeler
dengeli bir şekilde yer
almaktadır. Bir kanadında zararlısı, bir kanadında faydalısı.
2- Hadis muhtelif tariklerden gelmiştir. İbnu Mâce'de, Ebû
Saîdi'l-Hudrî (radıyallahu anh)'tan yapılan rivayette "Sineğin iki
kanadının birinde zehir, diğerinde şifa vardır. Eğer bir yemeğe düşerse, onu
içine iyice batırın [sonra çıkarıp atın]. Çünkü o, önce zehirli (kanadını banar), şifa(lı kanadı) geri bırakır" buyrulmuştur.
Bu rivayetten anlaşılacağı üzere, tamamını batırma emri, sineğin
dışta kalan kanadındaki şifanın yemeğe geçmesi içindir. Çünkü hadis, zehirli
kanadı üzerine düşerek öncelikle onu yemeğe batırdığını, diğer kanadı dışarıda
kaldığı için o kanattan geçen zehiri zararsız kılacak şifanın (panzehirin)
gerideki kanatta kaldığını belirtmektedir. Tamamı batırılınca dışarıda kalan
kanattaki panzehir de yemeğe geçeceği için öbürünün vereceği zarar bertaraf
edilmiş olmaktadır.
Bezzâr'ın bir rivayetine göre, Enes (radıyallahu anh)'ın kabına
sinek düşer. Enes sineği parmağıyla üç kere batırır ve "Bismillah"
der, sonra da "Resulullah bize böyle yapmamızı emretti!"
açıklamasında bulunur.
3- Sineğin zehirli kanadı hangisi? İbnu Hacer, bunu tasrih
eden rivayete rastlamadığını, ancak bazı âlimlerin teemmül ederek:
"Sineğin, sol kanadıyla korunduğunu, dolayısıyla bunun zehirli kanat
olduğunu, şifanın da sağ kanadında bulunması gerektiğini söylediğini belirtir.
Ebû Saîd hadisinde de zehirli kanadın (korunma vs. işlerde) tekaddüm edip, şifalı kanadın teahhur ettiği
belirtilmiştir.
4- Bu hadisten hareketle sinek ve benzeri akan kanı olmayan
küçük hayvanların az suyu
kirletmeyecekleri (tencis etmeyecekleri) hükmüne varılmıştır.
"Çünkü denmiştir, Resûlullah, içinde öldüğü zaman suyu kirletecek olan bir
şeyin suya batırılmasını emretmezdi. Bu görüşe muhalefet edip: "Sineğin
suya batırılması onun ölmesini gerektirmez. Nitekim hafifce batırılınca ölmez,
dirisi de içine düştüğü suyu kirletmez" diyen olmuştur. Beğavî de hadisten böyle bir hüküm çıkarmıştır.
Ebû't-Tayyib et-Taberî de şöyle söyler: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bu hadisle necaset ve tahareti beyan etmeyi kasdetmemiş aksine
sineğin hâsıl edeceği zararın nasıl bertaraf edileceğini beyan etmeyi murad
etmiştir." İbnu Hacer: "Bu doğru bir söz ama, bu hadisten bir başka
hükmün daha istinbat edilmesine mani değildir" der ve sineğin batırılma
işinin farklı şekillerde yapılabileceğini belirtir.
* Sineği, öldürmeyecek
şekilde, dikkatle batırmak.
* Ölüp ölmeyeceğine aldırmadan batırmak. Ancak bu durumda
yemek sıcaksa sineğin öleceği, soğuksa ölmeyeceği söylenebilir. Hadiste kayıd
olduğu için, hükmün âmm olmasına hükmedilir. Ancak bu hüküm su götürür, çünkü
mutlak bir hadis bu suretle tasdik edilir, şayet, bilâhare muayyen bir surete
bir delil ikâme edilirse buna hamledilir.
5- Hattâbî der ki: "Bazı nasipsizler, hadisin aleyhinde
konuşarak: "Bir sineğin iki kanadında zehir ve panzehir nasıl bir araya
cem olabilirler? Bunu da sinek nasıl bilebiliyor ki, şifalı kanadını önce
kullanıyor?[66]
Sineği bu işe iten nedir?" gibi şeyler sordular. Fakat bunlar cahil veya mütecahil (cahil görünen)
kimselerin sorusudur. Zira pek çokhayvan, zıd sıfatları nefislerinde cem
ederler. Allah aralarını telif etmiş ve onların bir arada bulunmalarını takdir
buyurmuş, onlardan hayvanî kuvvetleri ortaya çıkarmıştır. Nitekim Allah arıya, acib
bir sanat olan paketlerini yapmayı ve içerisinde bal yapmayı ilham etmiştir.
Karıncaya da ihtiyaç zamanı için gıdasını biriktirmeyi, çimlenmemesi için de
buğdayı ortadan ikiye bölmeyi ilham etmişti. Onlara bu ilhamları yapan Zât,
sineğe da kanadının birini önce kullanıp
diğerini de geride tutmayı ilham etmeye kâdirdir."
İbnu'l-Cevzî der ki: "Bu kimsenin söylediğinde bir gariplik
yok. Zira, arı, baş kısmıyla bal toplar,
aşağı kısmıyla da zehir alır. Zehiri öldüren yılanın eti, zehrin
tedavisinde kullanılan ilaca katılmaktadır. Sinek de gözün parlatılması için
ismid (denen sürme çeşidiyle) birlikte ezilir." Bazı hâzık tabibler: Sinek
bir zehirleme kuvveti bulunduğunu, buna da sokması durumunda hâsıl olan kaşıntı
ve şişliğin delâlet ettiğini, bu kuvvenin onun silahı mesabesinde olduğunu,
sinek kendisine eza veren birşeye tesâdüf edince onu silahı ile karşıladığını,
şâri Aleyhissalâtu vesselâm'ın da, bu zehir kuvvesine, Allah Teâlâ
hazretlerinin, onun diğer kanadına koyduğu
panzehirle karşı koymayı emrettiğini, böylece iki maddenin birbirine mukabele
edip Allah'ın izniyle zararı ortadan kaldırdığını söylerler.
6- Hadisin bir vechinde geçen "...sonra çıkarıp
atın" ibaresinden, bazı fakihler "sinek suyun içinde ölmüşse o suyu
kirletir" hükmünü çıkarmışlardır. Şâfiî'nin iki kavlinden esahh olanı
böyledir. Ancak, Ebû Hanîfe ve diğer bazı
fakihler, sinek ölse de suyu kirletmez diye hükmetmişlerdir.[67]
ـ3899 ـ4ـ
وعن جابر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أخَذَ
النبىُّ #
بِيَدِ
مَجْذُومٍ
فَوَضَعَهَا
مَعَهُ فِي
الْقَصْعَةِ،
وَقالَ: كُلْ
ثِقَةً
بِاللّهِ
وََتَوَكًُّ عَلَيْهِ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي.وزاد
رزين فقل:
]وَفَعَلَ
ذلِكَ أبو
بَكْرٍ
وَعُمَرُ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما،
وَقاَ مِثْلَ
ذلِكَ[ .
4. (3899)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) cüzzamlı
bir kimsenin elinden tuttu ve kendisiyle birlikte elini tabağa koydu, sonra da:
"Allah'a güvenerek ve O'na tevekkül ederek ye!"
buyurdu." [Ebû Dâvud, Tıbb 24, (3925); Tirmizî, Et'ime 19, (1818); İbnu
Mâce, Tıbb 44, (3542).]
Rezîn şunu ilave etti:
"Bunu Ebû Bekr ve Ömer (radıyallahu anhümâ) da yaptılar ve aynı
şeyler söylediler.[68]
ـ3900 ـ5ـ
وعن الشريد بن
سويد رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
فِي وَفْدِ
ثَقِيفٍ
رَجُلٌ مَجْذُومٌ،
فَأرْسَلَ
إلَيْهِ
النبىُّ #
إنَّا قَدْ
بَايَعْنَاكَ
فَارْجِعْ[. أخرجه
مسلم .
5. (3900)- Şerîd İbnu
Süveyd (radıyallahu anh) anlatıyor: "Sakîf hey'eti arasında bir de
cüzzamlı vardı. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona bir haber göndererek:
"Biz seninle bey'atımızı yaptık, sen hemen geri dön!"
buyurdular."[69] [Müslim, Selâm 126,
(2231); İbnu Mâce, Tıbb 44, (3544).]
AÇIKLAMA:
1- Bu iki rivayet Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
cüzzamlılarla olan münâsebetini
göstermektedir. Birinci rivayette cüzzamlıya karşı tevekkül edip kaçmadığını,
ikincide bilakis kaçtığını, cüzzamlıyı kendisine yaklaştırmadığını görmekteyiz.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın cüzzamlılarla olan
münasebetini tesbit eden başka rivayetlerde var. Daima bu iki rivayette görülen
farklı durumların varlığı söylenebilir.
2- Burada zikri geçen cüzzamlının Mu'aykîb İbnu Ebî Fatıma
ed-Devsî olduğu bilinmektedir.
3- Bu rivayette Resulullah'ın iki ayrı cihetten tevekkül ettiği belirtilir:
* Cüzzamlının elinden tutması,
* Onunla birlikte aynı kaptan yemek yemesi.
Tahâvî, hastalarla birlikte yeme hususunda Ebû Zerr'den şu
rivayeti nakleder: "Rabbine karşı tevazu ve iman icabı her bir bela
sahibiyle birlikte yemek ye!
Sadedinde olduğumuz rivayette, Resulullah (Hz. Câbir'e) şu ma'nâda
hitapta bulunmuştur:
"Ye benimle! Ben Allah'a olan itimadım ve işimi ona tefvîz
etmem hasebiyle hastalık geçirmeyeceği hususunda güven sahibiyim."
Beyhakî
demiştir ki: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın cüzzamlının elinden
tutup tabağa koyması, onunla birlikte yemek yemesi, hoş olmayan (mekruh) şeye
sabretme halinde olanla, (kader ve) kaza'nın hükmettiği şeylerde ihtiyarı
terkedenler hakkında örnektir. Diğer taraftan Aleyhissalâtu vesselâm:
"Cüzzamlıdan aslandan kaçar gibi kaç" buyurmuştur ve ayrıca yukarıda
kaydettiğimiz hadiste (3900) gördüğümüz üzere Sakîf heyetinde bulunan
cüzzamlıya yaklaşmamış ve geri dönmesini emretmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bu sünnetiyle de hastadan kötülük gelme endişesi karşısında sabır ve
tevekkül göstermede acze düşmekten korkan kimselere, muhtelif sakınma tarzları
arasında şeriatce câiz olan sakınma tarzının örneğini göstermiş olmaktadır.
Nevevî'nin kaydına göre, el-Kâdî, "Cüzzamlı ile ilgili kıssada
Resulullah'tan yapılan rivayetlerin, aralarında ihtilaf etiklerini söylemiş ve
yukarıda kaydettiğimiz iki hadisin yani cüzzamlıdan kaçmayı emreden hadisle
Sakîf heyetindeki cüzzamlıdan bahseden
hadisin sabit olduğunu belirtmiştir."
Hz. Câbir'in
bir rivayetine göre de bir cüzzamlı ile birlikte yemek yiyen Resulullah,
kendisine de: "Allah'a güvenip tevekkül ederek yemesini emretmiştir."
Keza Hz. Âişe'den gelen bir rivayette demiştir ki: "Bizim cüzzamlı
bir âzadlımız vardı. Benim tabaklarımdan
yer, benim kadehlerimden içer, benim yatağımda uyurdu."
el-Kâdî bu
örnekleri kaydettikten sonra der ki: "Hz. Ömer başta, seleften bir çoğu
cüzzamlı ile yemek yemiştir. Onlar, cüzzamlıdan kaçma emrinin neshedildiğine
inanıyorlardı. Ancak çoğunluğun söylediği gerçek şudur: "Ortada nesh
mevcut değildir, hadislerin arasını cem etmek gerekmektedir: Cüzzamlıdan
sakınmayı, kaçmayı emreden hadisler istihbaba ve ihtiyata hamledilir, vücuba
değil. Onunla beraber yemeyi haber veren hadisler de cevâza hamledilir...
"Ülemâ
böyle bir neticeye bağlanmamış olsa idi, bulaşıcı hastalıklara yakalananları
hasta sahiplerinin de terketmesi veya bu hastalıklara karşı hiçbir
koruyucu tedbire yer vermemek gerekecekti. İkisi de yanlış olurdu. Biri
insanlığın, mürüvvetin sükûtuna, diğeri de salgın hastalıkların daha da
yaygınlaşmasına müncer olurdu. Rehber-i Ekmelimiz olan Allah Resûlü, ihtilaflı
gibi görünen sünneti ile insanî olan, takip edilmesi gereken, sıhhat şartlarına
da uyan en doğru yolu göstermiştir. Hastalıklara belli bir ölçü, belli bir
dikkat, ve ihtiyat tedbirleri çerçevesinde belki sınırlandırılmış olarak beşerî
münasebetler devam ettirilecek, onlara gerekli hizmetler, en azından yakınları
tarafından verilecek, fakat onlar asla terkedilmeyecek, insanî alâkalardan
tecrid edilmeyecek, kaderiyle baş başa bırakılmayacak.
Resulullah'ın
Müslim'de gelen Adva "Sirayet
(bulaşma) yoktur..." hadisi de söylediğimiz ma'nâda anlaşılmıştır. Çünkü
bulaşıcı hastalıklara karşı tarihte ilk karantina emri veren de Resulullah
olmuştur.[70]
ـ3901 ـ6ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كانَ
النبىُّ #
إذَا أُتِىَ
بِأوَّلِ
الثَّمَرَةِ
قَالَ
اللَّهُمَّ
بَارِكْ
لَنَا فِي مَدِينَتِنَا،
وَفِى
ثِمَارِنَا،
وَفى
مُدِّنَا،
وَفِى صَاعِنَا
بَرَكَةً،
مَعَ
بَرَكَةٍ
ثُمَّ يُعْطِيهِ
أصْغَرَ مَنْ
يَحْضُرُهُ
مِنَ الْوِلْدَانِ[.
أخرجه مسلم .
6. (3901)- Hz. Ebû
Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendisine, ilk çıkan turfanda meyve
getirildi de, o zaman şöyle dua ederdi: "Allah'ım Medine'mizi bizim için
mübarek kıl, meyvelerimizi, müdd'ümüzü, sâ'mızı mübârek kıl, bereketlerini kat
kat artır."
Bu duadan sonra, getirilen meyveyi orada hazır bulunan çocukların
en küçüğüne verirdi."[71] [Müslim, Hacc 474,
(1373).]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, Ashâb'ın yılın ilk meyvesi çıktığı zaman Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a getirerek dua ettirdiklerini göstermektedir.
Böylece, Allah'ın bir nimetine ilk mazhar olunca, bunu bir şükür ve dua ile
karşılamanın, bir merasimle istikbal etmenin cevazı anlaşılmaktadır.
Bu fırsatlarda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, çocukları
ihmal etmeyip onlara ikramda bulunması manidar bir husustur. Bu Aleyhissalâtu
vesselâm'ın, çocuklara olan şefkatinin derecesini gösterdiği gibi, bu çeşit
merasimlere onların katılmalarını teşvik ma'nâsı da taşır. Çocuğun girdiği yer
neşe ve hayattır. Öyleyse, turfanda meyvenin Resulullah'a taksimi hoş bir
merasim fırsatıdır. Bu meseleye temas eden rivayetler birden fazladır.
Bazılarında "yılın ilk turfandası",
bazılarında "Her şeyin turfandası" geldiği zaman Efendimizin dua edip, üç defa
sağ, üç defa sol gözüne sürerek öptüğünü, sonra cemaatteki en küçüğe verdiğini belirtir.[72]
ـ3902 ـ7ـ
وعن عائشة
رَضِيَ اللّهُ
عَنْها:
]أنَّهُمْ
ذَبَحُوا
شَاةً قَالَتْ:
فَجَاءَ
سَائِلٌ
فَاعْطُوهُ،
فَجَاءَ آخَرُ
فَاعْطُوهُ،
فَجَاءَ
آخَرُ
فَأعْطُوهُ
فَبَقِىَ
مِنْهَا،
فقَالَ #: مَا
بَقِىَ مِنْهَا؟
قَالُوا مَا
بَقِىَ
مِنْهَا إَّ
كَتِفُهَا
قَالَ بَقِىَ
كُلُّهَا إَّ
كَتِفَهَا[.
أخرجه
الترمذي .
7. (3902)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Ashâb bir koyun keşmişti. Bu sırada bir
dilenci geldi. Etten bir miktar verdiler. Derken başka gelenler oldu, onlara da
verdiler. Geriye yine de et kaldı. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) sordu:
"Koyundan geri ne kaldı?" "Sadece omuzu kaldı!" dediler.
Aleyhissalâtu vesselâm ise: "Omuzu hâriç geri tarafı kaldı!"
buyurdular."[73] [Tirmizî, Kıyamet 34,
(2472).]
AÇIKLAMA:
Burada koyunu kesen Hz. Âişe'nin ailesi mi, Ashâb mı? Rivayet bu
hususta biraz mübhem. Rivayetten, omuz hariç her tarafının isteyenlere
dağıtıldığı anlaşılmaktadır.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Omuzu hâriç geri tarafı
(bize) kaldı" buyurmakla Allah yolunda verilen kısmın uhrevî hayat için
tam bir yatırım olduğunu ifade buyurmuştur. Böylece bağışlanan kısım ebediyete
mazhar olmuş, ebedî sahipliğine erişilmiş olmaktadır. Zira âyet-i kerimede
"Sizin yanınızda olanlar tükenir ama Allah katında olanlar ebedîdir"
(Nahl 96). Allah yolunda bağışlananlar bu âyete binâen ebediyete mazhar
olmuştur. Hadis de, Allah yolunda harcayınca, harcadığı şeye hakikî ve ebedî
sahiplik kazandığını beyan ediyorlar. Bu Rabbimizin büyük bir fazlıdır.[74]
ـ3903 ـ1ـ عن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: ]أنَّ
خَالِدَ بنَ
الْوَلِيدَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
أخْبَرَهُ
أنَّهُ
دَخَلَ مَعَ
النبىِّ # عَلى
مَيْمُونََةَ
زَوْجِ
النبىِّ #،
وَهِىَ
خَالَتُهُ
وَخَالَةُ
ابنِ
عَبَّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهم
فَوَجَدَ
عِنْدَهَا ضَبّاً
مَحْنُوذاً،
قَدِمَتْ
بِهِ
أُخْتُهَا
حُفَيْدَةُ
بِنْتُ
الْحَارِثِ
مِنْ نَجْدٍ،
فَقَدَّمَتْهُ
الَيْهِ،
وَكَانَ قَلَّمَا
يُقَدِّمُ
بَيْنَ
يَديْهِ
طَعَامٌ حتّى
يُحَدَّثَ
بِهِ،
وَيُسَمَّى
لَهُ فَأهْوَى
بِيَدِهِ
إلَيْهِ،
فقَالَتْ:
أمْرَأةٌ مِنَ
النِّسْوَةِ الْحُضُورِ،
أخْبِرْنَ
رسُولَ
اللّهِ #: بِمَا
قَدمَتُنَّ
لَهُ،
فَقُلْنَ:
هُوَ الضَّبُّ
فَرَفَعَ
يَدَهُ،
فقالَ
خَالِدٌ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه:
أحَرَامٌ
هُوَ يَا
رسولَ اللّهِ؟
قال: َ،
وَلكِنَّهُ
لَمْ يَكُنْ
بِأرْضِ قَوْمِى،
فَأجِدُنِى
أَعافُهُ
قَالَ خَالِدٌ:
فَاجْترَرْتُهُ
فَأكَلْتُهُ،
وَرَسُولُ
اللّهِ #
يَنْظُرُ
فَلَمْ
يَنْهَنِى[.
أخرجه الستة إ
الترمذي .
1. (3903)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Hâlid İbnu'l-Velid (radıyallahu anh)'ın bana
bildirdiğine göre, Hâlid, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte,
Resulullah'ın zevceleri Meymûne (radıyallahu anhâ)'nın yanına girerler.
-Meymûne hem onun ve hem de İbnu Abbâs'ın teyzeleri idi- Meymûne'nin yanında
kızartılmış bir keler görürler. Bunu, Necid'den, kız kardeşi Hufeyde
Bintu'l-Hâris getirmişti. Meymûne (radıyallahu anhâ) keleri Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın önüne sürdü. Önüne bir yemek çıkarılıp da ondan
bahsedilmeyip ve isminin de zikredilmediği durum nâdirdi."[75] [Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) kelere elini uzatmıştı ki,] orada hazır bulunan kadınlardan biri:
"Resululah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a takdim ettiğiniz şeyden haber verin, ne olduğunu
söyleyin! dedi. Bunun üzerine:
"O
kelerdir!" dediler. Bunun üzerine Resulullah (uzatmış olduğu) elini derhal
geri çekti. Hâlid (radıyallahu anh):
"Bu
haram mıdır, ey Allah'ın Resulü?" dedi. Resulullah:
"Hayır,
ancak o benim kavmimin diyarında bulunmuyor. Bu sebeple (Onu yemeye alışkın
değilim), içimde tiksinme hissediyorum!" buyurdular. Hâlid (radıyallahu
anh) der ki: "Ben keleri (önüme) çekip yedim. Resulullah bakıyor fakat
beni yasaklamıyordu."[76]
[Buharî, Et'ime 10, 14, Zebâih 33; Müslim, Sayd 43, 44, 45, (1945, 1946, 1948); Muvatta, İsti'zân 10,
(2, 968); Ebû Dâvud, Et'ime 28, (3793, 3794), Eşribe 21, (37); Nesâî, Sayd 26,
(7, 198, 199).]
ـ3904 ـ2ـ
وعن أبي سعيد
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهم: فقالَ:
]إنِّى في
غَائِطٍ
مُضِبَّةٍ،
وَإنَّهُ عَامَّةُ
طَعَامِ
أهْلِى،
فَلَمْ
يُجِبْهُ،
فَقُلْنَا:
عَاوِدْهُ
فَعَاوَدَهُ
فَلَمْ
يُجِبْهُ
ثَثاً، ثُمَّ
نَادَاهُ
رسولُ اللّهِ
# في
الثَّالِثَةِ،
فَقَالَ يَا
أعْرَابِىُّ:
إنَّ اللّهَ
لَعَنَ، أوْ
غَضِبَ عَلى سَبْطٍ
مِنْ بَنِى
إسْرَائِيلَ،
فَمَسَخَهُمْ
دَوَابَ
يَدِبُّونَ
فِي ا‘رْضِ
فََ أدْرِى،
لَعَلَّ هذَا
مِنْهَا،
فَلَسْتُ
آكُلُهَا وََ
أنْهَى
عَنهَا[.
أخرجه
مسلم.»الْغَائِطُ«
المكان
المطمئن من
ا‘رض.و»المُضِبَّةُ«
بضم الميم،
وكسر الضاد
المعجمة
وتشديد
الموحدة: الكثيرة
الضباب .
2. (3904)- Ebû Saîd
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir bedevî Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a gelerek:
"Ben keleri bol olan bir bölgede yaşıyorum. Keler ailemin
yiyeceğinin ekseriyetini teşkil ediyor (bunun bir mahzuru var mı; ne
buyurursunuz?)" diye sordu. Ama Resulullah cevap vermedi. Biz:
"Tekrar sor!" dedik. O tekrar
sordu. Resulullah cevap vermedi. Adam üçüncü sefer sordu. Üçüncü de Resûllah
adama seslenip yanına çağırdı ve:
"Ey bedevi! Allah, Benî İsrâil'den bir boya lânet etti veya
gadab etti. (Ceza olarak) onları yeryüzünde yürüyen hayvanları haline çevirdi.
Bilemem, ola ki bu, o lânete meshe
uğrayan kimselerdendir. Bu sebeple ondan
ne yerim ne de yiyenleri men
ederim!" dedi.[77] [Müslim, Sayd 51,
(1951).]
AÇIKLAMA:
1- Birinci hadiste geçen Hâlid İbnu'l-Velid'in annesinin adı
Lübâbetu's-Suğra'dır. İbnu Abbâs'ın annesinin adı Lükâbeti'l-Kübrâ'dır. Ancak
Ümmü'l-Fadl diye, oğlu Fadl İbnu Abbâs'ın adıyla künyeleniyordu. Her ikisi de
mü'minlerin anası Meymûne (radıyallahu anhâ)'nın kız kardeşi idiler.
2- Önceki hadis, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
kendisine bir yemek ikram edildiği zaman, bunun mahiyetini ve ismini sorduğunu belirtmektedir. Hatta
Buhârî, bu hadise şöyle bir bab başlığı koymuştur: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm), (bir şeyi) ismi söylenip ne olduğunu öğrenmedikçe
yemezdi." Şârihler bunu: "Araplar, yiyecek maddelerin azlığı
sebebiyle, ne bulurlarsa yerler, hiç bir şeyden tiksinmezlerdi. Halbuki (aleyhissalâtu
vesselâm) bazı yiyeceklerden tiksinirdi" diyerek açıklamışlardır. İbnu
Hacer, bu hususta daha tatminkar bir açıklama sunar: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın bunu sorma sebebi, muhtemelen, O'nun (şehirden)
bâdiyeye[78]
çok az çıkması sebebiyle, birçok hayvanı tanımamakta olması veya, şeriat'ın
bazı hayvanları helal kılarken diğer bazılarını haram kılmasıydı. Halbuki
cahiliye Arapları, haram kılınan şeyleri haram addetmeyip yiyorlardı. Bazan da
onlar etleri, pişmiş veya kızartılmış olarak getiriyorlardı, bu sebeple,
birbirinden tefriki ancak sormak suretiyle yapılabiliyordu."
Bu hususu daha da aydınlatacak bir rivayet Buhârî'nin
el-Edebü'l-Müfred'inde zikredilmiştir: "Bedevî'nin biri, Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a bir tavşan getirip hediye etmişti. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm), getirilen hediyeden, hediye sahibine ondan yemesini
emretmedikçe yemezdi. Bunu Hayber'de kendisine hediye edilen zehirli koyun sebebiyle
yapıyordu..."
3- Hadiste, sofradaki etin mahiyetini açıklayan kadının kim
olduğu mübhemdir. Ancak rivayetin başka vecihlerinde Meymûne (radıyallahu anhâ)
olduğu belirtilmiştir. Keza, başka rivayetlerde gelen tasrihte, Resulullah'ın,
sofrada bulunan diğer hediye yiyeceklerden -keş, süt gibi- yediği
belirtilmiştir.
4- Bazı şârihler, Resulullah'ın "Keler benim kavmimin
diyarında bulunmuyor" sözüne takılarak: "Burada vak'a ile bir tezad
var, çünkü Hicaz'da keler çokça bulunur" demiş ise de, Resulullah'ın
Hicaz'ı değil, sadece Mekke ve yakın çevresini kastetmiş olacağı belirtilerek
cevaplandırılmıştır.
5- İbnu Hacer, hadisin farklı vechilerini tahlil ederek
Resulullah'ın keleri yememesine iki sebep gösterilebileceğini söyler: 1-
Tiksinme; 2- Keler etinde bulunan pis koku.
6- Hadisten Çıkarılan Faydalar:
* Keler eti, kaydedilen hadislerde caiz görünüyor ise de ülemâ
arasında bazı ihtilaflara da sebep olmuştur. Tahâvî, Şerhu Mâ'ani'l-Âsâr' da
Ebû Hanîfe, Ebû Yusuf ve İmamı Muhammed
rahimehümullah her üçününde mekruh addettiğini
belirtir. Bu hususta İmam Muhammed'in delili bir başka rivayettir: Hz. Âişe
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bir keler hediye
edilmişti. Yemedi. Derken bir dilenci geldi. Âişe, dilenciye bu keleri vermek
istedi. Resulullah kendisine: "Sen yemediğin şeyi mi vermek
istiyorsun?" diye müdahale etti." Keza Ebû Davud'da kayda yer
verilmeden "Resulullah'ın keler yemeyi nehyettiği" rivayet
edilmiştir. Hülasa, İmam Muhammed gibi bazı Hanefîler, kerahetin tahrimî
olduğuna hükmetmiş ise de çoğunluk tenzihî olduğuna meyleder ve şöyle derler: "Resulullah'ın
sofrasında, huzurunda yenmiş olduğu halde müdâhele etmemesi, bunun mübah
olduğuna delildir. Kerâhet ise, kerahet-i tenzihiyedir."
Görüldüğü üzere keler eti meselesi oldukça münakaşa edilmiş bir
husustur. Daha ziyâde Hanefîler kesin bir üslubla "helal" demekten
kaçınmışlardır.
* Hadiste şu husus da görülmektedir:
Bir meselenin hükmüne açıklık kazandırmak için, şüphe edilen
cihetin açıklanması gerekir. Resûlullah öyle yapmıştır ki: Keler etinden
yememiş, yemeyiş sebebini açıklamıştır.
* Yemekten nefret ve onu
hoş bulmamak, o yemeğin tahrîmini gerektirmez.
* Yemeklerden tiksinme hususunda herkes bir değildir. Bazılarının
sevdiğinden diğerleri nefret duyabilir.
* Bir et kokmuş ise bunun yenmesi haram olmaz. Bu halde yiyebilecek
kimse çıkabilir, yenmesi haram değildir.
* Kadının akrabaları eve girebilir, yeter ki koca rıza göstersin,
izin versin.
* Akrabanın, hısımın,dostun evinden yemek yenir, bu caizdir.
* Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ashâbıyla birlikte yemek
yer, fırsat düştükçe et de yerdi.
* Resulullah, gaybı Allah
bildirmedikçe bilmezdi. Sorarak öğrenmeyi tercih ederdi.
* Hz. Meymûne akıllı ve tedbirli bir kadındı ve Resulullah
hakkında fevkalâde hayırhâhtı. Zira o, zekası ile, kelerden Resulullah'ın
hoşlanmayacağını derhal kavramış, bilmeden yiyip sonradan rahatsızlık izhar
etmesine gönlü razı olmamış, haberdar etmiştir. Gerçekten de feraseti onu
yanıltmamıştır.
* Birinin bir şeyden tiksineceği melhuz ise bu saklanmamalı,
kendisine haber verilmelidir, ta ki ondan bir zarara maruz kalmasın. Bu hal
bazılarında görülür, muziplik olsun diye çevresi gizleyebilir. Sünnet bunu
tasvib etmiyor.
7- İkinci hadiste,
temas edilmesi gereken husus Benî
İsraîl'den bir kavmin meshedilmesi meselesi.
Mesh: Bir canlının fıtratının değiştirilmesi, bir başka canlıya
döndürülmesidir. Bununla daha ziyade, canlının daha aşağı, daha çirkin bir hale
çevrilmesi ifade edilir. Mesh ilâhî bir ceza çeşididir. Kur'an-ı Kerim,
yahudîlerden bir cemaatin mesh cezasına çarptırılarak maymunlara
dönderildiklerini belirtir: "İçinizden cumartesi günü azgınlık edenleri
elbette biliyorsunuz. Onlara "aşağılık birer maymun olunuz" dedik.
Bunu, muasırlarına ve sonradan geleceklere bir ceza örneği ve Allah'a karşı
gelmekten sakınanlara öğüt olsun diye yaptık" (Bakara 65-66). Keza Mâîde
suresinde de bir kısım insanların Allah'ın gadabına uğrayarak "Maymunlar ve domuzlara çevrileceklerine
temas edilmiştir" (60. âyet)
Şu halde Cenâb-ı Hakk, bir ceza çeşidi olarak tarihen bazı
insanlara meshi uygulamış, insanken maymun ve domuz hâline çevirmiştir.
Sadedinde olduğumuz rivayette, Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın keleri yemeyişi, İsrailoğullarından bir neslin keler şeklinde meshedilmiş olması sebebiyle, sofradaki
kelerin onların devamı olma endişesinden ileri geldiği ifade edilmektedir.
Ancak bu husus ülemânın büyük çoğunluğuyla vârid görülmemiştir. Çünkü meshe
uğrayan kimselerin neslinin devam etmeyeceği, yine hadislerde açıklanmıştır. Taberi der ki: "Esasen
hadiste, o kelerin meshedilenlerden olduğu hususunda Resûlullah'ın cezm'i
(kesin iddiası) mevcut değildir. Aleyhissalâtu vesselâm, bunun onlardan
olmasından korktuğunu beyan etmiş ve yemekten geri durmuştur. Resulullah, bunu
da Cenab-ı Hakk'ın, Resulüne, meshe uğrayanların neslinin devam etmeyeceğini bildirmesinden
önce söylemiş olmalı." Tahâvî de, meseleye böyle bir yaklaşımla cevap
vermiş ve arkadan İbnu Mes'ud'dan yapılan şu rivayeti kaydetmiştir: "Resulullah sallallahu aleyhi
vessellem'e: "Şu maymun ve hınzırlar meshedilen yahudilerden kalma mıdır?"
diye soruldu. Aleyhissalâtu vesselâm: "Allah bir kavmi helak veya meshetti
mi artık onlara bir nesil de devam kılmaz!" diye cevap verdi.
İslam'da âyet ve hadislerle sabit olan insanın maymun, domuz,
keler gibi hayvan olması inancı ile insanlığın maymundan geldiğini söyleyen evrimci iddialar arasında hiçbir
irtibatın olmadığını belirtelim. Biri, insanlığın aslını, tesadüflerle
tekamül denen maymuna bağlarken, öbürü,
şımaran ve azan insanın ilahî irade ve ilahî kudretle, bir ceza olarak tenzilen
maymuna, domuza, kelere çevrildiğini belirtir. Birinde tesadüfî tekâmül,
öbüründe irâdî tenzil vardır, bu bir cezadır.
Keza mesh'i, tenasuhcuların iddiası ile de karıştırmamak gerekir.
Onlar hiç bir ciddi delile dayanmadan, insan ruhunun hayvan cesetlerinde
yeniden dünyaya geleceğini iddia ederler. İslamiyet, ölen kimsenin bir daha
dünya hayatına dönmeyeceğini kesin bir üslubla söyler.[79]
ـ3905 ـ1ـ عن
خالد بن
الحويرث قال:
]صَادَ رَجُلٌ
أرْنَباً
فَجَاءَ
بِهَا إلى
عَبْدِاللّهِ
ابنِ عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما
فقَال: مَا تَقُولُ؟
فقَالَ قَدْ
جِئَ بِهَا
إلى رسولِ
اللّهِ #
وَأنَا
جَالِسٌ
مَعَهُ فَلَمْ
يَأكُلْهَا
وَلَمْ
يَنْهَ عَنْ
أكْلِهَا،
وَزَعَمَ
أنَّهَا
تَحِيضُ[.
أخرجه أبو
داود .
1. (3905)- Hâlid
İbnu'l-Huveyris (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir adam bir tavşan avladı ve Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)' ya gelip: "Ne
dersiniz (bunun eti yenir mi?)" diye sordu. Abdullah: "Tavşan
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a da (böyle avlanıp) getirilmişti. Ben de o
sırada yanında oturuyordum. Ondan ne yedi ne de onun yenmesini yasakladı,
tavşanın hayız gördüğüne inanıyordu" dedi."[80] [Ebû Dâvud, Et'ime 27,
(3792).]
ـ3906 ـ2ـ
وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]مَرَرْنَا
فَانْفَجْنَا
أرْنَباً
بِمرِّ الظَّهْرَانِ
فَسَعَوْا
فَلَغَبُوا
قال: فَسَعَيْتُ
حَتّى
أدْرَكْتُهَا
فَأخذْتُهَا،
وَأتَيْتُ
بِهَا أبَا
طَلْحَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْه،
فَذَبَحَهَا
بِمَرْوَةٍ،
فَبَعَثَ
مَعِى
بِفَخِذِهَا
إلى رَسُولِ
اللّهِ #
فَأكَلَهُ
قِيلَ لَهُ:
أكَلَهُ؟
قَالَ:
قَبِلَهُ[.
أخرجه
الخمسة.»أنْفَجْنَا«:
أثرنا .
2. (3906)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Yürüdük ve Merri'z Zahrân'dan bir tavşan
kaldırdık. Arkadaşlarımız peşinden koştular ve (sonunda yakalamaktan) âciz
kaldılar. Bu sefer ben koştum, yetiştim ve yakaladım. Onu (babalığım) Ebû Talha
(radıyallahu anh)'a getirdim. O, tavşanı keskin bir taşla kesti. Budunu benimle
Resulullah'a gönderdi. Resulullah onu yedi."
Enes'e: "Yedi mi, (gördün mü yediğini?)" diye
sorulmuştu. Yani kabul etti" dedi."[81] [Buhârî, Sayd 32, 10,
Hibe 5; Müslim, Sayd 53, (1953); Ebû Dâvud, Et'ime 27, (3791); Tirmizî, Et'ime
2, (1790); Nesâî, Sayd 25, (7, 196).]
AÇIKLAMA:
1- Câhız, tavşan hakkında devrinin bilgilerini bize şöyle
aktarır: "Tavşan pek korkak bir hayvan olarak bilinir. Şehvetine çok düşkündür. Bir yıl erkek, bir yıl dişi
olur. Ayrıca hayız görür. Gözleri açık uyur."
Merr-i Zahrân: Mekke'den bir merhale uzak bir yerin adıdır.
2- Tavşan etinin yenip yenmeyeceği hususunda bazı ihtilaflı
rivayetler gelmiştir. Sadedinde olduğumuz iki rivayette de bu ihtilaflı durum gözükmektedir. Mesela Ebû
Hüreyre (radıyallahu anh)'tan gelen bir rivayet: "Bir bedevî, kızartılmış vaziyette bir tavşanı
Resûlullah'a getirmişti. Kendisi yemedi, Ashâbına yemelerini söyledi" der.
Âlimler çoğunluk itibariyle tavşan etinin mübah olduğunu söylemiş, kaydedilen
hadislerden yenmesinin caiz olduğu hükmüne ulaşmıştır. Ancak şunu da belirtelim
ki ashabtan Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), Tâbiînden İkrime,
fukahadan Muhammed İbnu Ebî Leyla tavşan etinin mekruh olduğuna kanîdirler.
Bunlar Huzeyme İbnu Cezî'in rivayetine dayanırlar. Bu rivayette der ki:
"Ey Allah'ın Resûlü dedim, tavşan hakkında ne dersiniz?"
"Onu ne yerim ne de haram kılarım" buyurdular. Ben:
"Öyleyse, dedim, siz haram kılıncaya kadar ben onu yiyeceğim. Siz niye
(yemiyorsunuz)?" Bana şu cevabı verdi:
"Onun hayız gördüğü bana bildirildi."
İbnu Hacer bu hadisin senedce zayıf olduğunu belirttikten sonra:
"Şâyet senedce sahih olsa, yine de burada kerâhete delil mevcut
değildir" der.
Bu ma'nâyı sadedinde olduğumuz bâbın birinci hadisi (3905) de
teyid eder.
Hülasa, Nevevî: "Tavşan eti, İmam Mâlik, Ebû Hanîfe, Şâfiî,
Ahmed İbnu Hanbel ve diğer pekçok ulemâ nezdinde helâldir" der.
3- Hadis av hayvanının kaldırılıp, ürkütülmesinin caiz
olduğunu gösterir. Keza avı kovalamanın câiz olduğu da anlaşılmaktadır.
"Avın peşine düşen gaflete düşer" mealindeki hadis, bu söylenene
muhalif sayılmamıştır, çünkü bu ikinci
hadis, fuzûlî yere avcılıkla fazla uğraşan, av takibederken, bir kısım maslahat
ve vecibelerini ihmal eden kimselere mahsustur.
4- Hadis, avı yakalayanın, bir başkasının ortak olmasına imkan
olmayacak şekilde ona sahip olduğunu gösterir. Öyle ki, o avı onunla
kovalayanlar dahi hak iddia edemezler, yakalayan ona sahip olur.
5- Hadis, avla elde edilenin hediye edilebileceğine, bu
hediyenin kabul edilmesi gerektiğine, mevkii ve makamı yüce bile olsa, onun
razı olacağı bilindiği takdirde basit bir şeyin bile hediye edilebileceğine delil
kılınmıştır.
6- Hadiste, çocuğun velisinin, çocuğun mâlik olduğu şeylerde
çocuğun lehine tasarrufta bulunabileceği gözükmektedir.[82]
ـ3907 ـ1ـ عن
عبدالرحمن بن
أبي عمار قال:
]قُلْتُ
لِجَابِرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
الضَّبْعُ،
أصَيْدٌ
هُوَ؟ قالَ:
نَعَمْ.
قَالَ: نَعَمْ.
قُلْتُ:
آكُلُهَا؟
قالَ: نَعَمْ
قُلْتُ: عَنْ
رسولِ اللّهِ
#؟ قالَ:
نَعَمْ[.
أخرجه أصحاب
السنن، وصححه
الترمذي .
1. (3907)- Abdurrahman İbnu
Ebî Ammâr rahimehullah anlatıyor: "Hz. Câbir (radıyallahu anh)'a:
"Sırtlan av mıdır?"diye sordum.. "Evet!" dedi. Ben tekrar: "Etini yiyeyim
mi?"dedim. "Evet!" dedi.
"Bu cevap Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan
mıdır?" dedim. "Evet!" dedi."[83]
ـ3908 ـ2ـ
وعند أبي
داود: ]قَالَ
جَابِرٌ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
سَألْتُ
رَسُولَ اللّه
# عَن
الضَّبُعِ،
فقَالَ: هُوَ
صَيْدٌ، وَيُجْعَلُ
فِيهِ كَبْشٌ
إذَا صَادَهُ
المُحْرِمُ[ .
2. (3908)- Ebû Dâvud'un
rivayetinde şöyle gelmiştir: "Hz. Câbir (radıyallahu anh) der ki:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a sırtlandan sordum. Bana:
"O, av (hayvanı)'dır, ihramlı avlayacak olursa koç da aynı
hükme dâhil edilir."[84] [Tirmizî, Et'ime 4,
(1792); Ebû Dâvud, Et'ime 32, (3801); Nesâî, Sayd 27, (7, 200).]
ـ3909 ـ3ـ
وعن خزيمة بن
جزء رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سَألْتُ
رسولَ اللّهِ
# عَنِ
الضَّبُعِ،
فقَالَ:
أوَيَأكُلُ
الضَّبُعَ
أحَدٌ؟
وسَأَلْتُهُ
عَنْ أكْلِ
الذِّئْبِ،
فقَالَ: أوَ
يأكُلُ
الذِّئْبَ
أحَدٌ فِيهِ
خَيْرٌ[.
أخرجه الترمذي.
3. (3909)- Huzeyme İbn Cez'
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
sırtlan hakkında (eti helal mi?]" diye sordum.
"Sırtlanı yiyen biri de var mı?" dedi. Bunun üzerine
kurdun etinin yenmesini sordum.
"Kendisinde hayır olup da kurdu yiyen biri var mı?" diye
cevap verdi."[85] [Tirmizî, Et'ime 4,
(1739).]
AÇIKLAMA:
Yukarıda kaydedilen rivayetler sırtlan etinin yenip yenmeyeceği
ile ilgilidir. Önceki iki rivayette yenebileceği, helal olduğu söylenmiş ise de
sonuncu rivayete göre helal değildir, yenmemesi gerekir.
Rivâyetlerden de anlaşılacağı üzere sırtlan eti hususunda ülemâ
ihtilaf etmiştir. Hattâbî'nin açıklamasına göre, Sa'd İbnu Ebî Vakkâs, İbnu
Abbâs, Atâ, İshâk, Ebû Sevr, İmâm Şâfiî ve Ahmed İbnu Hanbel sırtlanın etinin
câiz olduğuna hükmetmiştir.
Ancak ülemânın çoğunluğu da haram olduğunu söylemiştir: Süfyan Sevrî, Ashâb-ı Re'y ve İmam Mâlik, Saîd İbnu
Müseyyeb, bunlar arasındadır. Bunlar haram derken, sırtlanın vahşî bir hayvan
olduğunu, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın vahşilerden köpek
(parçalayıcı) dişi olanların etini yemeyi nehyettiğini belirtmişlerdir. Helal
olduğunu söyleyenler, yukarıdaki ilk iki rivayeti gösterirler ve üçüncü
rivayetin amel edilemeyecek kadar zayıf olduğuna dikkat çekerler.
Sırtlanın helal olduğunu söyleyen Ulemaya hak vermeye çalışan İbnu'l-Kayyim'in açıklamaları meyanında şu
sözleri dikkate değer: "Resûlullah'ın haram kıldığı hayvanlarda iki vasıf
beraber var:
1- Hayvanın köpek (parçalayıcı) dişinin bulunması.
2- Tab'ı itibâriyle normal vahşilerden olması: Aslan kurt,
kaplan, gelincik gibi. Sırtlanda ise, bu iki vasıftan sadece biri var: Köpek
dişi var, ama normal vahşilerden değil. Şurası muhakkak ki, vahşiler
parçalayıcı diş sahibi olan hayvanlardan daha farklıdır. Vahşi hayvan,
kendisinde bulunan vahşilik kuvvesi sebebiyle haram kılınmıştır. Zira, vahşî
hayvanı yiyen bu kuvvenin bir benzerini tevarüs ederken ruhen vahşileşir. Çünkü
bir şeyi yiyen, yediği şeye benzer. Şu husus da herkesce bilinmektedir: Kurtta,
aslanda, kaplanda ve gelincikte bulunan vahşilik kuvvesi sırtlanda mevcut
değildir. Öyleyse haramlıkta bu, öbürlerine eşit olmamalı, ne lügat ne de örf yönüyle
sırtlanla öbürleri arasında bir eşitlik olmamalıdır."[86]
ـ3910 ـ1ـ عن
نملة ا‘نصارى
قال: ]سُئِلَ
ابْنُ عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما عَنْ
أكْلِ القُنْفُذِ،
فَتََ : قُلْ َ
أجِدُ فِيمَا
أُوحِىَ إلَىَّ
مُحَرَّماً
عَلى طَاعِمٍ
يَطعُمُهُ،
اŒية. فقَالَ
شَيْخٌ
عنْدَهُ:
سَمِعْتُ
أبَا
هُرَيْرَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
يَقُولُ:
ذُكِرَ القُنْفُذُ
عِنْدَ
رَسُولِ
اللّهِ #
فقَالَ خَبِيثَةٌ
مِنَ
الخَبَائِثِ،
فقَالًَ ابنُ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: إنْ
كاَن قَالَ هذَا
رَسُولُ
اللّهِ #
فَهُوَ كَمَا
قَالَ مَا
لَمْ نَدْرِ[.
أخرجه أبو
داود .
1. (3910)- Nemletü'l-Ensârî
anlatıyor: "İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'e kirpiden sorulmuştu.
(Cevaben) şu âyeti okudu. (Meâlen):
"(Ey Muhammed) de ki: "Bana vahyolunanda leş, akıtılmış kan,
domuz eti -ki pistir- ve günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen
hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum. Fakat
darda kalan, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere
bunlardan da yiyebilir. Doğrusu Rabbim bağışlar ve merhamet eder." (En'am
146).
Ancak, yanında bulunan bir yaşlı dedi ki: "Ben Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh)'yi dinledim, demişti ki: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)' ın yanında kirpinin zikri geçmişti:
"O habislerden bir habistir (eti) yenmez"
buyurdular."
Bunun üzerine İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ): "Eğer bunu
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) söyledi ise, bu (kirpinin hükmü), biz
bilmesek de O'nun dediği gibidir" dedi."[87] [Ebû Dâvud, Et'ime 30,
(3799).]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu beyanlarında kirpi habis
olarak tavsif buyrulmuştur. Habis şeyler, Kur'an-ı Kerim'in nassı ile haramdır.
Ancak kirpinin durumu ihtilâflıdır. Es-Sübülü's-Selam'da şu açıklama
yapılmıştır.
"Râfiî
der ki: "Kirpi hususunda iki görüş var: Birine göre haramdır. Ebû Hanîfe
ve Ahmed İbnu Hanbel bu görüştedir.
Bunlar hadiste kirpinin
"habis" olarak tavsif edilmesini esas almışlardır. Diğer görüşe göre
helaldir. İmam Mâlik ve İbnu Ebî Leyla bu görüştedirler."[88]
ـ3911 ـ1ـ عن
سفينة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أكَلْتُ
مَعَ رسولِ
اللّهِ #
لَحْمَ
حُبَارَى[.
أخرجه أبو
داود.
»الحُبَارَى«:
هو الحبرج .
1. (3911)- Sefîne
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile
birlikte toy (denen kuş)un etini yedim."[89] [Ebû Dâvud, Et'ime 29, (3797); Tirmizî, Et'ime 26, (1829).]
AÇIKLAMA:
"Toy" uzun boyunlu, iri bir av kuşudur, göçmen
kuşlardandır, çok hızlı uçar, boz renklidir. Eti tavuk ve kaz eti arasındadır.
Hadis toy etinin helal olduğunu beyan buyurmuştur, bu hususta Ulemanın ihtilafı
yoktur.[90]
ـ3912 ـ1ـ عن
ابن أبي أوفى
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]غَزَوْنَا
مَعَ رَسُولِ
اللّهِ #
وَكُنَّا
نَأكُلُ
مَعَهُ
الْجَرَادَ[.
أخرجه الخمسة
.
1. (3912)- İbnu Ebî Evfa
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile
beraber [altı veya yedi sefer] gazveye çıkmıştık. Gazve esnasında
(aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte çekirge yedik."[91] [Buhârî, Sayd 13; Müslim,
Sayd 52, (1952); Tirmizî, Et'ime 22, (1822, 1823); Ebû Dâvud, Et'ime 35,
(3812); Nesâî, Sayd 37, (7, 210).]
ـ3913 ـ2ـ
وعن سلمان
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سُئِلَ
رَسُولُ
اللّهِ # عَنِ
الجَرَادِ
فقَالَ: أكْثَرُ
جُنُودِ
اللّهِ، َ
آكُلُهُ وََ
أُحَرِّمُهُ[.
أخرجه أبو
داود.
2. (3913)- Selman
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
çekirgeden sorulmuştu."
"Onlar, Allah'ın en kalabalık ordularıdır. Onu ne yerim ne de haram kılarım"
buyurdular."[92] [Ebû Dâvud, Et'ime 35,
(3813); İbnu Mâce, Sayd 9, (3219).]
ـ3914 ـ3ـ
وفي رواية
رزين رحمه
اللّه عن
جابر: ]دَعَا
النَّبىُّ #
عَلى
الجَرَادِ
فقَالَ: اللَّهُمَّ
أهْلِكِ
الجَرَادَ،
اقْتُلْ كِبَارَهُ،
وَأهْلِكْ
صِغَارَهُ،
وَاقْطَعْ دَابِرَهُ،
وَخُذْ
بِافْوَاهِهَا
عَنْ مَعَايِشِنَا
وَأرْزَاقِنَا
إنَّكَ
سَمِيعُ الدُّعَاءِ،
فقَالَ
رَجُلٌ يَا
رَسُولَ اللّهِ:
كَيْفَ تَدْعُو
عَلى
الجَرَادِ،
وَهُوَ
جُنْدٌ مِنْ
جُنُودِ
اللّهِ؟
فقَالَ:
إنَّهُ
نَثْرَةُ حُوتٍ
فِي
الْبَحْرِ[ .
3. (3914)- Rezîn
rahimehullah Hz. Câbir (radıyallahu anh)'tan
naklediyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) çekirgelere beddua
etti ve dedi ki:
"Allah'ım! Çekirgeleri helak et, büyüklerini öldür,
küçüklerini helak et, nesillerini kes, ağızlarını geçimliğimiz ve rızkımızdan
(uzak) tut. Sen duaları işitensin."
(Orada bulunan) bir adam:
"Ey Allah'ın Resûlü! Çekirgelere nasıl böyle beddua
ediyorsunuz, onlar ki Allah'ın ordularından bir ordudur" dedi.
Aleyhissalâtu vesselâm da cevaben:
"Çekirge, denizdeki bir balığın hapşırığıdır"
buyurdular."[93] [Tirmizî, Et'ime 23,
(1824); İbnu Mâce, Sayd 9, (3221).]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayetler, çekirgeler hakkındadır. İlk ikisi sarih
olarak çekirgelerin yenmesinin helal olduğunu ifade etmektedir. Nitekim Nevevî:
"Müslümanlar çekirge yemenin mübah olduğu hususunda icma etmiştir"
der. Ayrıca Ebû Hanîfe, Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel ve bir çok Cemâhir'in
"Çekirge tezkiye suretiyle (başı
kesilerek) veya müslüman yahut mecûsi herhangi bir kimsenin avlanması
suretiyle veya kendiliğinden veya bir kısmı koparılarak yahut bir başka sebeple
de ölse helaldir" dediklerini belirtir. İmam Mâlik, kendisinden meşhur olan kavle, -Ahmed İbnu Hanbel
de bir kavle- göre: "Bir kısmı koparılmak veya diri olarak (sıcak suya)
atılıp haşlanmak veya ateşte kızartılmak gibi bir sebeple öldürülürse helaldir,
kendiliğinden veya bir kap içerisinde ölmüş kalmışsa yenmesi helal olmaz"
demişlerdir.
2- Çekirgenin Allah'ın en kalabalık askeri olarak ifade
edilmesi, kuş taifesi içerisinde sayıca
en çok olması sebebiyledir. Hadislerde geldiği üzere, Allah'ın en kalabalık
mahluku meleklerdir. Melekler hakkında âyette de: "Rabbinin ordularını
kendisinden başka kimse bilmez" (Müddessir 31) buyrulmuştur. Çekirgeye
Allah'ın ordusu denmesi hikmetli bir ifadedir. Onların başı boş olmadığını,
Cenâb-ı Hakk'ın, onları, gadab ettiği yerlere musibet olarak gönderip
cezalandırdığını ifade eder. Kur'an bu hususu, Firavun'a karşı diğer âfetler
zımnında çekirgenin de gönderildiğini belirterek haber verir (A'raf 133).
Çekirgeler girdikleri yerlerin otlarını, ekinlerini, ağaçlarını yerler ve
kıtlığa sebep olurlar. Öyle ki zaman olur, insanlar yiyecek bir şey bulamayarak
birbirlerini yiyip toptan helak olurlar (Kâri).
3- Üçüncü hadiste (3914) çekirgenin balık hapşırığına
benzetilmesiyle ilgili yeterli açıklama daha önce geçtiği için burada tekrar
etmeyeceğiz. (1249, 1250, ve 1251 numaralı hadislere ve bunların şerhlerine
bakılmalıdır.)[94]
ـ3915 ـ1ـ عن
أسماء بنت أبي
بكر رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قالت:
]نَحَرْنَا
عَلى عَهْدِ
رَسُولِ اللّه
# فَرَساً،
وَنَحْنُ
بِالْمَدِينَةِ
فَأكَلْنَاهُ[.
أخرجه
الشيخان
والنسائي .
1. (3915)- Esmâ Bintu Ebî
Bekr (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Biz, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) zamanında bir at kestik. O zaman Medine'de idik. Hepimiz onu
yedik."[95]
[Buhârî, Sayd 24, 27; Müslim, Sayd 36, (1942); Nesâî, Dahâyâ 33, (7, 231).]
ـ3916 ـ2ـ
وعن جابر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أكَلْنَا
زَمَنَ
خَيْبَرَ
الْخَيْلَ،
وَحُمُرَ
الْوَحْشِ
وَنَهَا
رَسُولُ اللّهِ
# عَنِ
الْحُمُرِ
ا‘هْلِيَّةِ،
وَأذِنَ فِى
الخَيْلِ[.
أخرجه أصحاب
السنن، والفظ
لغير الترمذي،
وصححه
الترمذي.
2. (3916)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Haber(in fethi) zamanında at ve vahşi eşek
eti yedik. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ehli eşek (etin)i yasakladı ve
ata müsaade etti."[96] [Ebû Dâvud, Et'ime 26,
(3788); Nesâî, Sayd 32, (7, 205); Tirmizî, Et'ime 5, (1794).]
AÇIKLAMA:
1- Bu iki rivayetin her ikisi de at etinin yenmesini mübah
ilan etmektedir. Ancak başka rivayetler muvacehesinde tezekkür edince ülemâ
ihtilaf etmiştir. Bahsi, Nevevî rahimehullah şöyle özetler: "Âlimler, at
etinin mübah olması hususunda ihtilaf etmiştir:
* Şâfiî ve Cumhurun mezhebine göre bu mübahtır ve hiçbir
kerâhet yoktur. Ahmed İbnu Hanbel, İshâk, Ebû Yusuf, İmam Muhammed,
muhaddislerden bazı cumhurlar da bu görüştedir.
* İbnu Abbâs, İmam Mâlik, Ebû Hanîfe gibi bazı âlimler ise,
"Sizin için atları, katırları ve merkebleri binek ve süs hayvanları olarak
yarattık..." (Nahl 8) meâlindeki ayet-i kerimeyi esas alarak atın
yenmesini mekruh addetmişlerdir. Onlara göre bu âyette yemekten
bahsedilmiyor, halbuki daha önceki âyette hayvanların yenilmesinden bahsedilmektedir. Atı mekruh addeden ülemâ, âyetten başka, Halid
İbnu'l-Velid tarafından rivayet edilen şu hadisi de esas alırlar:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) at etini yasakladı."
At etini mekruh addedenlerin bir diğer delilleri, atın cihad
vasıtası olmasıdır. Ancak önceki hadiste geçen "O zaman Medine'de
idik" ibaresi, at etinin Resûlullah'ın huzurunda ve cihad emrinin
gelmesinden sonraki devreye ait olduğuna delil kılınmıştır. Bilindiği üzere,
Mekke döneminde cihada müsaade yoktu ve o sırada atın cihad vasıtası olması
mevzubahis değildi. Yine önceki hadiste, etin Resulullah devrinde kesilip
yenmesinin ifade edilmesi, Resulullah'ın bundan haberdâr olduğuna dikkat çekme
gayesini güder. Usulcüler bu çeşit ifadeleri hep ref'e nisbet etmiştir, yani
bunlardan Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın haberi vardır ve sükutuyla te'yid
etmiş ve takrir buyurmuştur, öyleyse hadis merfudur.[97]
ـ3917 ـ1ـ عن
أبن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]نَهَى
رَسُولُ
اللّهِ # عَنْ
جَّلَةِ
ا“بِلِ أنْ
يُرْكَبَ
عَلَيْهَا،
أوْ يُشْرَبَ
مِنْ ألْبَانِهَا[.
أخرجه أبو
داود والترمذي
.
1. (3917)- İbn Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
pislik yiyen (cellâle) deveye binmekten ve sütünü içmekten men etti."[98] [Ebû Dâvud, Et'ime 25,
(3785, 3787); Tirmizî, Et'ime 24, (1825).]
ـ3918 ـ2ـ
وعن ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]نَهَى رَسُولَ
اللّهِ # عَنْ
أكْلِ
المُجَشَّمَةِ:
وَهِىَ
المَصْبُورَةُ
لِلْقَتْلِ،
وَعَنْ أكْلِ
الجََّلَةِ،
وَشُرْبِ
لَبَنِهَا،
وَعَنِ
الْشُّرْبِ
مِنْ فِي
السِّقَاءِ[.
أخرجه أصحاب
السنن،
واللفظ
للترمذي
وصححه .
2. (3918)- İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
öldürülmek için hedef ittihaz edilmiş (ve mücesseme denilen) hayvanın
yenilmesini, pislik yiyen (ve cellâle denen) hayvanın yenilmesini, sütünün
içilmesini ve su tuluğunun ağzından su içilmesini yasakladı."[99] [Ebû Dâvud, Et'ime 25,
(3786); Tirmizî, Et'ime 24, (1826); Nesâî, Dahâyâ 44, (7, 240).]
ـ3919 ـ3ـ
وعن زهدم بن
مضرب قال:
]أُتِِىَ أبُو
مُوسى رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
بِدَجَاجَةٍ
فَتَنَحّى
رَجُلٌ مِنَ
الْقَوْمِ،
فقَالَ: مَا
شَأنُكَ؟
فقَالَ: إنِّى
رَأيْتُهُ
يَأكُلُ
شَيْئاً فَقَذِرْتُهُ
فَحَلَفْتُ
أنْ َ
آكُلُهُ، فقَالَ
أبُو مُوسى:
ادْنُ
فَكُلْ،
فَإنِّى رَأيْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَأكُلُهُ،
وَأمَرَهُ
أنْ
يُكَفِّرَ
عَنْ
يَمِينِهِ[.
أخرجه الشيخان
والنسائي .
3. (3919)- Zehdem İbnu
Mudrib anlatıyor: "Ebû Musa (radıyallahu anh)'a bir tavuk getirilmişti.
Cemaatten birisi ayrıldı. (Ebû Musa): "Neyin var?" diye sordu. Adam:
"Ben onu pis bir şeyler yerken gördüm ve tiksindim ve
yememeye yemin ettim" cevabını verdi. Bunun üzerine Ebû Musa:
"Yanaş ve ye! Zira ben, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
(cellâle'yi) yerken gördüm" dedi ve adama, yemini için kefarette bulunmasını emretti."[100] [Buhârî, Zebâih 26, Humus 15, Megâzî 74, 78, Eymân 1,
4, 18, Kefâret 9, 10, Tevhid 56; Müslim Eymân 9, (1649); Nesâî, Sayd 33, (7,
206).]
AÇIKLAMA:
Bu üç hadiste aslen eti helal olan hayvanlardan besleniş ve
öldürülüş tarzları sebebiyle yenmesi yasaklanan hayvanlar mevzubahis
edilmektedir.
1- Cellâle: Pislik yiyen hayvanların müşterek adıdır. Sığır, davar,
deve veya kümes hayvanı olmuş farketmez.
Hepsine şerî ıstılahta cellâle
denmiştir. Ülemâ bunlar hakkında farklı görüşler ileri sürmüştür. Bazı âlimler
yiyeceğinin çoğu temiz olan hayvanı cellâle addetmemiştir. Umumiyetle az
miktarda pislik yemiş olanlar cellâle kabul edilmez. Nevevî, "Azlığa
çokluğa bakılmaz, kokusu esas alınır, yediği
pisliğin rengi, kokusu eti veya suyunda galebe çalma halinde cellâle
sayılacağını" söyler.
2- Hattabî'nin açıklamasına göre cellâle'nin sütünden ve
etinden istifade için başlıca görüşler
şöyledir:
* "Ashâb-ı Re'y (Hanefîler), Şâfiî ve Ahmed İbnu Hanbel'e göre
mekruhtur, kesilmezden önce bunlar bir
müddet hapsedilmeli, temiz yemle beslenip ondan sonra kesilmelidir. Hapis
müddeti de ihtilaflıdır:
** Bazı rivayetlerde sığırın kırk gün. Tavuğun üç gün
hapsedildikten sonra yenilmesi tavsiye edilmiştir.
** Fakihler umumiyetle tavuklar için üç, koyunlar için dört,
sığır ve develer için on gün hapsedilmelerini
fetvaya bağlamışlardır.
* Hasan Basrî, İmam Mâlik gibi bazı âlimler de cellâlenin
etini yemekte bir beis görmemişlerdir.
* İshak İbnu Râhûye'nin de: "Cellâlenin etini iyice yıkadıktan sonra yemede bir beis
yoktur" dediği rivayet edilmiştir.
* Domuz sütü ile beslenen bir kuzunun eti yenilebilir, bir
mahzur yoktur, çünkü süt istihlak edilmiştir.
3- Mücesseme: Ok vs. atışlarında hedef yapılan hayvandır. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) hayvanların tâlim vs. maksadlarla yapılacak atışlarda
hedef
yapılarak
öldürülmesini şiddetle yasaklamış, bunu yapanlara lânet etmiştir. Bu tarzda öldürülen
hayvanın yenmesini Resulullah nehyetmiştir. Bu suretle avlanıp, ölmeden
kesilecek olursa helaldir. Ancak, atış yapılır, fakat kesilmeden kendiliğinden
ölürse, yenmesi caiz olmaz. Zira bu durumda mevkûze (vurularak öldürülmüş)
olmuş olur.[101]
ـ3920 ـ1ـ عن
الهلقام بن
تلبّ عن أبيه
قال: ]صَحِبْتُ
النّبِىّ #
فَلَمْ
أسْمَعْ
لِحَشَرَةٍ
مِنَ ا‘رْضِ
تَحْرِيماً[.
أخرجه أبو
داود .
1. (3920)- Hilkâm İbnu
Telib rahimehullah babasından naklediyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'la arkadaşlık yaptım, yeryüzündeki haşerelerden herhangi birini haram
ettiğini hiç işitmedim."[102] [Ebû Dâvud, Et'ime 30,
(3798).]
AÇIKLAMA:
1- Burada haşerâtla küçük hayvanlar kastedilmektedir. Şârihler
bunu açıklarken kertenkele, kirpi,
araptavşanı[103]
ile örneklendirirler. Şu halde dilimizde kullandığımız haşere ma'nâsında
değildir.
2- Hattâbî, hadisi açıklarken der ki: "Bu hadiste,
haşerâtın mübah olduklarına delil de yoktur. Çünkü, râvinin
"..işitmedim" sözü, ondan başkasının da işitmediğine delil olmaz, bir
başkasının işitmiş olması caizdir. Hadis bize bir başka ma'nâ daha ilham
etmektedir, o da şu: Bu sözle, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında,
Arapların, haşerâtı mübah addetme âdetleri vardı, Resûlullah da onların bu
âdetlerini bilmekte idi. Onları haşere yemekten men etmedi."
Hattâbî açıklamasına devam ediyor: "Âlimler, eşyada asıl olan
ibâhe mi, mahzur mu olduğu hususunda ihtilaf etmiştir. Bu, usul-ı fıkhın büyük
problemlerinden biridir. Bazı âlimler: "İbahe"ye hükmederken,
bazılarıda "mahzur"a hükmetmiştir. Bu meyanda bir kısmı da "mutlak olarak
"ibahe" veya "mahzur"a hükmetmek yanlıştır, bazıları için
"mubah"ın, bazıları için
"mahzur"un esas olduğunu söylemek daha uygundur"
demiştir..."
Nitekim
âlimler araptavşanı ve vebr[104] gibi haşerât hakkında
ihtilaf eder. Urve, Atâ, Şâfiî, Ebû Sevr araptavşanının yenebileceğini
söylemiş, İmam Mâlik "Vebr'in yenmesinde bir beis yok" demiştir.
Şâfiî de aynı kanaattedir. Atâ, Mücâhid ve Tâvus'tan bu görüş rivayet
edilmiştir. İbnu Sîrîn, Hammâd, Ebû Hanîfe ve Ashâbı da vebr'i mekruh
addetmiştir.
Ebû Hanîfe ve
Ashabı kirpiyi mekruh addeder. Kirpi hakkında İmam Mâlik'e sorulunca
"Bilmiyorum" der. Ebû Sevr ise bir mahzur görmedi. Aynı görüş
Şâfiîden de hikaye edilmiştir. Buna İbnu Ömer'in de ruhsat verdiği rivayet
edilmiştir. Ebû Dâvud haram olduğuna dair bir rivayet kaydetmiş ise de senedi
zayıftır. Şayet hadis sabitse, kirpi haramdır.[105]
ـ3921 ـ1ـ عن
جابر بن سمرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَجًُ
نَزَلَ
الحَرَّةَ
وَمَعَهُ
أهْلُهُ
وَوَلَدُهُ،
فقَالَ
رَجُلٌ: إنَّ
نَاقَةً لِى
ضَلَّتْ،
فَإنْ
وَجَدْتَهَا
فَامْسِكْهَا،
فَوَجَدَهَا
وَلَمْ
يَجِدْ صَاحِبَهَا
فَمَرِضَتْ،
فَقَالَتِ
امْرَأتهُ: انْحَرْهَا
فَأبَى،
فَنَفَقَتْ،
فَقَالَتْ:
اسْلُخْهَا
حتّى
نُقَدِّدَ
لَحْمَهَا وَشَحْمَهَا
وَنَأكُلُه،
فقَالَ: حَتّى
أسْألَ رسولَ
اللّهِ # فَأتَاهُ
فَسالَهُ،
فقَالَ: هَلْ
عِنْدَكَ غِنىً
يُغْنىكَ؟
قالَ: َ قَالَ:
فَكُلُوهَا قالَ:
فَجَاءَ
صَاحِبُهَا
فَأخْبَرَهُ
الخَبَر،
فقَالَ: هََّ
كُنْتَ
نَحْرتَهَا؟
قَالَ:
اسْتَحْيَيْتُ
مِنْكَ[.
أخرجه أبو
داود .
1. (3921)- Câbir İbnu Semüre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir adam beraberinde ailesi ve çocukları
olduğu halde Harra'ya indi. Bir adam: "Bir devem kayboldu, onu bulacak
olursan yakalayıver" dedi. Adam onu buldu ama sahibini bulamadı. Deve
hastalandı. Adamın karısı: "Onu kes (de mundar ölmesin) dedi. Ama erkek
kabul etmedi. Deve öldü. Kadın bu sefer: "Derisini soy da etini, yağını
kadid yapalım (güneşte kurutalım) ve yiyelim" dedi.
Adam:
"Hele, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bir soralım (da
söylediklerini sonra yapalım!)"dedi. Ona gelip sordu. Aleyhissalâtu
vesselâm:
"Seni
ondan müstağnî kılacak bir zenginliğin var mı?"diye sordu. Adam:
"Hayır! yok" dedi. Resûlullah da:
"Öyleyse
onu yiyin" buyurdu. Ravi der ki: "Sonra devenin sâhibi geldi. Durum
kendisine anlatıldı.
"Deveyi
kesmedin mi?" dedi. Adam: "Senden utandım!" cevabında
bulundu."[106]
[Ebû Dâvud, Et'ime 37, (3816).]
AÇIKLAMA:
1- Harra: Medine'nin çevresinde siyah taşlarla kaplı olan kısım.
2- Harra'ya inen âilenin muzdar olduğu belirtilmiştir.
Resulullah, bu maddi sıkıntı içinde olan aileye kendiliğinden (tezkiyesiz =
kesilmemiş) ölen hayvanı yemelerine izin vermiştir. Bazı âlimler: "Muzdar
kalan kimsenin meyteyi yiyebileceğine bu hadiste delil var" demiştir.[107]
ـ3922 ـ2ـ
وعن الفجيع
العامري
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قُلْتُ
يَا رَسُولَ
اللّهِ #: مَا
يَحِلُّ
لَنَا مِنَ
المَيْتَةِ؟
قَالَ: مَا
طَعَامُكُمْ؟
قُلْنَا:
نَعْتَبِقُ
وَنَصْطَبِحُ.
قالَ أبُو
نُعَيْمٍ
مَوْلى عُقْبَةَ:
فَسَّرَهُ
لِى عُقْبَةُ:
قَدَحٌ غُدْوَةً،
وَقَدَحٌ
غَشِيَّةً
قَالَ: ذَاكَ؛
وَأبي
الجُوعُ،
فَأحَلَّ
لَهُمْ
الْمَيْتَةَ عَلى
هذِهِ
الحَالِ[.
أخرجه أبو
داود .
2. (3922)- el-Fucey'
el-Âmirî (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Ey Allah'ın Resûlü dedim,
meyteden bize helal olan (miktar) nedir?"
"Yiyeceğiniz ne (miktarda)dır" diye sordu. Biz:
"Akşam ve sabah yiyoruz" diye cevap verdik."
Ebû Nuaym Mevlâ Ukbe der ki: "Ukbe bana bu ifadeyi açıkladı: "Bir bardak
sabahleyin, bir bardak da akşam vakti demektir." Dedi ki: "Durum bu,
babamın hayatına yemin olsun bu yetmez!" Bunun üzerine Aleyhissalâtu
vesselâm mezkur durumda meyteyi yemelerine ruhsat tanıdı."[108][Ebû Dâvud, Et'ime 37,
(3817).]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis de, meyte'nin yenmesine ruhsat tanıyacak fakirlik
derecesini belirtiyor: Hattâbî der ki: "Sabahleyin bir kadeh, akşamleyin
bir kadeh (süt), bedeni, yeterince beslemese, tam bir doyum sağlamasa da açlığı
örter ve kişinin belini doğrultur. Resulullah bu miktar imkana rağmen meyteden
alıp yemelerine ruhsat tanıdı. Böylece
hadis, nefsin gıda ihtiyacını meyteden olmasını mübah kılmaktadır. İmam Mâlik
ve iki görüşünden birinde Şâfiî bunu iltizam etmiştir." Şevkânî der ki:
"Şâfiî indinde râcih görüş, açlığı örtecek kadarla yetinmektir. Ebû Hanîfe
ve iki kavlinden birinde Mâlik de bu görüştedir."
Âyet-i kerîme de meyteyi haram kılmış fakat muzdar kalma halini
istisna etmiştir: "Açlıktan darda kalan , günaha kaymaksızın
yiyebilir" (Maide 3). Ancak zaruret hali kalkınca meytenin yenmesi helal
olmaz. Açlığın örtülmesi, zarureti ortadan kaldırır (daha fazla yemeyi helal
kılmaz). Ancak bazı âlimler: "Muzdar kimse ızdırar halinde, ızdırarın olmadığı
zamandaki mutadı ne ise o miktarda yiyebilir" demişlerdir.
İbnu Hacer der ki: "Âyetin ıtlakına göre, bu râcih görüştür.
Ülemâ, ızdırâr deyip, meytenin yenmesini helal kılacak halin tavsifinde ihtilâf
etmiştir."
* Cumhur'a göre bu açlığın helak etme noktasına veya helaka götürecek hastalığa ulaşma noktasına gelmesidir.
* Bazı Mâlikîlere göre,
"Açlığın üç gün devam
etmesidir."[109]
ـ3923 ـ1ـ عن
أسلم قال:
]قُلْتُ
لِعُمَرَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه: إنَّ
في الظَّهْرِ
نَاقَةً عَمْيَاءَ،
فقَالَ: ادْفَعْهَا
إلى أهْلِ
بَيْتٍ
يَنْتَفِعُونَ
بِهَا قُلْتُ:
وَهِى
عَمْيَاءُ؟
قَالَ: يَقْطُرونَهَا
بِا“بِلِ.
فَقُلْتُ:
وَكَيْفَ تَأكُلُ
مِنَ ا‘رْضِ؟
فقَالَ: أمِنْ
نَعَمِ الْجِزْيَةِ
أمْ مِنْ
نَعَمِ
الصَّدَقَةِ؟
قُلْتُ بَلْ
مِنْ نَعَمِ
الْجِزْيَةِ،
فقَالَ: أرَدْتُمْ
وَاللّهِ
أكْلَهَا،
فَقُلْتُ:
إنَّ عَلَيْهَا
وَسْمَ
نَعَمِ
الْجِزْيَةِ،
فَأمَرَ
بِهَا عُمَرُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
فَنُحِرَتْ،
وَكَانَ
عِنْدَهُ
صِحَافٌ
تِسْعٌ، فََ
تَكُونُ
فَاكِهَةٌ،
وََ
طَرِيفَةٌ
إَّ جَعَلَ
مِنْهَا فِي
الصِّحَافِ
فَيَبْعَثُ بِهَا
إلى أزْوَاجِ
النَّبىِّ #،
وَيَكُونُ
الَّذِى
يُبْعَثُ
بِهِ إلى
حَفْصَةَ
ابْنَتِهِ
مِنْ آخِرِ
ذلِكَ، فإنْ
كَانَ
فِيهِ
نُقْصَانٌ
كَانَ مِنْ
حَظِّهَا،
فَجَعَلَ فِي
تِلْكَ
الصِّحَافِ
مِنْ لَحْمِ
تِلْكَ
الْجَزُورِ
فَبَعَثَ
بِهَا إلى
أزْوَاجِ
النّبيِّ #،
وَأمَرَ
بِمَا بَقِىَ
مِنْ لَحْمِ
تِلْكَ
الْجَزُورِ،
فَصُنِعَ
فَدَعَا
عَلَيْهِ
الْمُهَاجِرِينَ
وَا‘نْصَارِ[.
أخرجه مالك .
1. (3923)- Eslem Mevlâ Ömer
İbnu'l-Hattâb (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Ömer'e: "Binekler
arasında kör bir deve var!" dedim. Bana: "Onu bir aileye ver, ondan
istifade etsinler" dedi. Ben "O kör
olduğu halde (ondan istifade mi olur)?" dedim. "Onu deve
sürüsüne katsınlar (otlamaya sürsünler)" dedi. Ben: "İyi ama arazide
nasıl yayılacak?" dedim. "Bu hayvan cizye devesi mi sadaka devesi
mi?" diye sordu. Ben, "cizye
devesi!" deyince: "Vallahi siz bunu yemek istiyorsunuz"
dedi. Ben de: "Üzerinde cizye
devesi mührü var?" dedim. Bunun üzerine Ömer (radıyallahu anh) devenin
kesilmesini emretti ve kesildi. Hz. Ömer'in yanında dokuz
adet tabak vardı. Meyve, çerez her ne olsa ondan bu tabaklara koyup
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevcelerine gönderirdi. Bu
gönderdiklerinin en sonuncusu, kızı Hafsa'ya gönderdiği olurdu. Eğer bunda
eksiklik olursa, kendi hissesinden tamamlardı.
İşte bu devenin etinden de o tabaklara koydu ve Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevcelerine gönderdi. Bu devenin etinden arta kalanın yemek
yapılmasını emretti. Sonra Muhacir ve Ensar'ı ondan yemeye davet etti."[110] [Muvatta, Zekât 44, (1, 279).]
AÇIKLAMA:
1- Rivayet, sadaka devesi ile cizye devesi arasında tefrikte
bulunmaktadır. Çünkü sadaka devesinden sadece fakirler istifade edilebilir,
cizye devesi olunca, ondan zenginfakir
herkes istifâde edebilir. Eslem, bu hususu belirtmek için cizye devesi
olduğunu, üzerinde cizye mühürü bulunduğunu belirtir.
2- Hz. Ömer (radıyallahu anh), Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)' ın vefatından sonra, kendi hilafeti sırasında, Ezvâc-ı Mutahharât'a ilgi ve saygısını hiç kesmemiş, onları memnun kılmayı hep birinci
plana almıştır. Onlar arasında, kendi
kızı olan Hafsa validemizi en son düşünmüştür. Zira vukûu muhtemel bazı
aksamalar sebebiyle kızının kendisine darılmayacağını, öbürlerini babasının
kendisine takdim etmesine gönül koymayıp râzı olacağını bildiği için böyle
davranmıştır. Bu hal, Hz. Ömer'in, diğer ümmühâtü'lmü'minîn'e: "Ömer
kızını kayırıyor" diye bir hissin gelmesinden bilhassa kaçındığını
da gösterir. Yeri gelmişken şu hususu belirtelim: Hz. Ömer, hilâfeti sırasında,
ikramlarda sâdece Ezvâc-ı mütahharâta imtiyazlı davranmamış, Ashab'ın diğer
ferdlerine de Resulullah'a olan yakınlıkları, Resulullah'ın sevgisine
mazhariyetleri ölçüsünde farklı davranmıştır. Resulullah'ın sevgi ve
takdirlerine mazhar olanlara fey'den daha çok pay ayırmıştır. Hz. Osman da
böyle yapmıştır. Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ali (radıyallahu anhümâ) ise, herkese eşit davranmıştır. Hz. Ebû Bekr:
"Üs- tünlükleri sebebiyle sevabları âhirettedir, dünyada maişete olan ihtiyaçta hepsi eşittir" demiştir.
Allah hepsinden razı olsun.
3- Bu rivayetten, Hz. Ömer'in Muhâcir ve Ensâr'ı zaman zaman
ziyafetlerde bir araya getirdiğini, böylece onların gönüllerini hoş edip
rızalarını kazandığını görmekteyiz. Âlimler, buna dayanarak: "İmam'ın
çevresindeki ileri gelenleri yemekte bir araya getirmesi sünnettir" demiştir.
Bu değerlendirme de gösterir ki, "beraber yeme"nin karın doyurmadan
öte pek çok fonksiyonları, içtimâî ve siyâsî yönleri, ma'nâları vardır.
4- Hz. Ömer (radıyallahu anh)'ın yanında cizye ve harâc
malından meyveler, çerezler, turfanda
değişik yiyecekler mevcuttur, o bunlardan ileri gelenlere ikram etmektedir, bu
mallardan ikram zenginlere bile mübahtır.[111]
ـ3924 ـ1ـ عن
عمر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]إيَّاكُمْ
وَاللَّحْمَ،
فإنَّ لَهُ
ضَرَاوَةً كَضَرَاوَةِ
الْخَمْرٍ،
وَإنَّ
اللّهَ يُبْغضُ
أهْلَ
الْبَيْتِ
اللَّحْمِيِّينَ[.
أخرجه
مالك.»الضَّرَاوَةُ«:
العادة .
1. (3924)- Hz. Ömer
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Etten sakının. Çünkü onun hamr (içki) gibi
tiryâkiliği var. Ayrıca Allah, eti çok yiyen aile halkına buğzeder."[112] [Muvatta,
Sıfatu'n-Nebiyy 36, (2, 935).]
ـ3925 ـ2ـ
وعن جابر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أدْرَكَنِى
عُمَرُ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْه،
وَأنَا أجِئُ
مِنَ
السُّوقِ
وَمَعِىَ
حَمَالُ لَحْمٍ،
فقَالَ:
مَا
هَذَا؟
فَقُلْتُ:
قَرِمْنَا
إلى اللَّحْمِ
فَاشْتَرَيْتُ
بِدِرْهَمٍ
لَحْماً. قَالَ:
أوَكُلَّمَا
اشْتَهَيْتَ
شَيْئاً
اشْتَرَيْتَهُ؟
حَسْبُ
أحَدِكُمْ مِنَ
السَّرَفِ
أنْ يَأكُلَ
كُلَّ مَا
اشْتَهَى[.
أخرجه
مالك.»قَرِمَ
إلى
الشَّىْءِ«:
أشتهاه ومالت
نفسه إليه .
2. (3925)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben, çarşıdan et almış hamala vermiş eve
dönüyordum. Hz. Ömer (radıyallahu anh) yolda bana yetişip: "Bu da
ne?"diye sordu.
"Canımız et çekmişti,
gidip bir dirhemlik et satın aldım" dedim. Bunun üzerine:
"Canın birşey çektikçe gidip ondan alıyor musun? Herkese, israf olarak
canının her istediğini yemesi
yeter!" diye çıkıştı."[113] [Muvatta,
Sıfatu'n-Nebiyy 36, (936).]
AÇIKLAMA:
Bu iki hadis, çok et yememeyi tavsiye etmektedir. Bu rivayetlerden
hareketle "et yemek mekruhtur" diye bir hükme gidilmemiştir.
Resulullah ve Ashâb'ın eti yedikleri bilinmektedir. Ancak her şeyin çoğu gibi etin de çoğu mahzurludur.
Hadisin Muvatta'daki aslında bazı ziyadeler var. Hadisin sonunda
Hz. Ömer: "Şu âyet sizlere hitabetmiyor mu?" der ve hatırlatır:
"İnkar edenler, ateşe sunuldukları
gün, onlara: "Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan her şeyi harcadınız, onların zevkini
sürdünüz, ama bugün, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızın ve yoldan
çıkmanızın karşılığında alçaltıcı bir azab göreceksiniz" denir."[114] (Ahkâf 20).
ـ3926 ـ1ـ عن
جابر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ رَسُولُ
اللّهِ #،
مَنْ أكَلَ
ثُوماً أوْ
بصًَ فَلْيَعْتَزِلْنَا
أوْ
لِيَعتَزِلْ
مَسْجِدَنَا،
وَلْيَقْعُدْ
فِى
بَيْتِهِ،
وَإنَّهُ
أُتِىَ
بِقدْرٍ فِيه
خَضِرَاتٌ
مِنْ بُقُولٍ،
فَوَجَدَ
لَهَا رِيحاً
فَسَألَ، فأُخْبِرَ
بِمَا فِيهَا
مِنَ
البُقُولِ،
فقَالَ: قَرِّبُوهَا
إلى بَعْضِ
أصْحَابِهِ
كَانَ مَعَهُ،
فَلَمَّا
رَآهُ كَرِهَ
أكْلَهَا. قَالَ:
كُلْ فَإنِّى
اُنَاجِى
مَنْ َ
تُنَاجِى[. أخرجه
الخمسة .
1. (3926)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim sarımsak veya soğan yerse bizden uzak dursun -veya
mescidimizden uzak dursun- evinde otursun."
Bazan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a içerisinde yeşil
sebzeler bulunan tencere getirildi de onda koku bulur ve (ne olduğunu) sorardı.
Kendisine sebze nevinden ne olduğu haber verilince, tencereyi, beraberindeki
arkadaşlarından birini göstererek ona vermelerini söylerdi. Aleyhissalâtu vesselâm, onun yemekten
çekindiğini görünce:
"Sen bana bakma, ye! Zira ben senin gibi değilim, senin
konuşmadığın (meleklere) konuşuyorum" derdi."[115] [Buhârî, Et'ime 49,
Salât 160, İ'tisâm 24; Müslim, Mesâcid 73, (564); Ebû Dâvud, Et'ime 41,
(3822); Tirmizî, Et'ime 13, (1807);
Nesâî, Mesâcid 16 (2, 43).]
ـ3927 ـ2ـ
وعن عليّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]نُهِينَا
عَنْ أكْلِ
الثُّومِ إَّ
مَطْبُوخاً[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
2. (3927)- Hz. Ali
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Biz, çiğ olarak sarımsak yemekten
yasaklandık."[116] [Ebû Dâvud, Et'ime 41,
(3828); Tirmizî, Et'ime 14, (1809).]
ـ3928 ـ3ـ
وعن أبي زياد
خيار بن سلمة
قال: ]سَألْتُ
عَائِشَةَ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها عَنِ
الْبَصَلِ؟
فقَالَتْ:
إنَّ آخِرَ
طَعَامٍ
أكَلَهُ رسول
اللّه # كَانَ
فِيهِ
بَصَلٌ[.
أخرجه أبو
داود .
3. (3928)- Ebû Ziyâd Hıyâr
İbnu Seleme anlatıyor: "Hz. Âişe (radıyallahu anhâ)'ya soğan hususunda
sordum. Şu cevabı verdi. "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın en son
yediği yemekte soğan vardı."[117] [Ebû Dâvud, Et'ime 41,
(3829).]
AÇIKLAMA:
1- Sarımsak veya soğan yeme meselesine hadislerde birçok
kereler temas edilir. Bunların sıkca ele alınmış olması onların yenilmesinin
mekruh olmasından ileri gelmez.
2- Bu iki sebze insanları rahatsız edecek pis bir koku
neşrettikleri için çiğ halde yenilmesi hoş karşılanmamıştır. Bunlardan biri
yenildiği takdirde, mescide gidilmeyip evde kalınması tavsiye edilmektedir
(3926. hadis). Zira mescidler müslümanların toplandığı, rahmet meleklerinin
indiği yerdir. Pis koku meselesinde melekler de nazar-ı dikkate alınmalıdır,
çünkü -yine Resulullah'ın açıkladığı üzere- onlar insanların rahatsız olduğu
her şeyden rahatsız olmaktadırlar.
3- Şu hususu da belirtelim: Bazı âlimler, bu yasağın Mescid-i
Nebevî ile ilgili olduğunu, diğer mescidlerin bu yasağın dışında kaldığını
söylemiştir. Ancak Cumhur, ittifakla bu yasağın bütün mescidlere şâmil olduğunu
söyler ve delil olarak bazı hadislerde gelen: "Soğan -veya sarımsak- yiyen
mescidlerimize yaklaşmasın" ibaresini gösterirler. Burada ibâre herhangi
bir mescidi kastetmiyor, bütün mescidlere âmm bir hüküm veriyor.
4- İlk hadiste, kokulu sebze bulunan tencerinin kime gönderildiği
belli değildir. Bazı rivayetlerde bu sahabi'nin Ebû Eyyub el-Ensârî olduğu
tasrih edilmiştir.
5- Yine birinci hadiste
"senin konuşmadığınla konuşurum" derken kastettiği kimse meleklerdir. İbare:
"Senin gizlice konuşmadığınla ben gizlice konuşurum" demektir, zira
necve gizli konuşmak, fısıldaşmak, hususi konuşmak gibi ma'nâlara gelir.
6- İkinci rivayet, Aliyyu'l-Kârî'nin belirttiği üzere,sarımsak
ve soğan yemekle ilgili olarak başka rivayetlerde mutlak gelen nehyi
kayıtlamaktadır. Yani, yasak sarımsak ve soğanın çiğ olarak yenmesine râcidir,
pişince yasak kalkmaktadır.
7- Üçüncü rivayetimiz (3928) Resulullah'ın da (pişmiş halde)
soğan yediğini ifade etmektedir. İbnu'l-Melek, bazı âlimlerin bu hadisten
hareketle: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ömrünün sonunda soğanı,
mezkur nehyin tahrimî değil, tenzihî olduğunu göstermek için
yemiştir" demiştir.
8- Âlimler, bu konuda şöyle bir neticeye varırlar:
"Sarımsak ve soğanla ilgili hadislerin tamamından çıkan hükme göre,
"Bunların çiğ olarak yenmesi, mescide gelecek veya herhangi bir cemaate
katılacaklar için tenzîhen mekruhtur. Evinde kalacaklara çiğ de ola yemesi
mekruh değildir.
9- Fukaha, hadiste zikri geçen sarımsak ve soğana, aynı
şekilde fena koku neşreden turp gibi diğer sebzeleri de dahil etmiştir.[118]
ـ3929 ـ1ـ عن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قالَ رَسُولُ
اللّهِ #: َ
يَحْلُبَنَّ
أحَدُكُمْ
مَاشِيَةَ
أخِيهِ إَّ
بِإذْنِهِ،
أيُحِبُّ
أحَدُكُمْ
أنْ تُؤْتَى
مَشْرُبَتُهُ
فَتُكْسَرَ
خِزَانَتُهُ
فَيُنْتَقَلَ
طَعَامُهُ،
إنَّمَا
تَخْزُنُ
لَهُمْ
ضُرُوعُ
مَوَاشِيهِمْ
أطْعِمَتَهُمْ[.
أخرجه الثثة،
وأبو داود.»المَشْرُبَةُ«
بضم الراء
وفتحها:
الغرفة .
1. (3929)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kimse kardeşinin hayvanını, iznini almadan sağmasın.
Sizden kim, odasına başkalarının girip hazinelerini kırmasından, yiyeceklerini
saçıp dağıtmasından hoşlanır? Tıpkı bunun gibi, hayvanlarının memeleri de onlar
için yiyeceklerinin hazineleri
durumundadır. Öyleyse kimse izin almadan başkasının hayvanını
sağmasın."[119] [Buhârî, Lukata 8;
Müslim, Lukata 13, (1726); Muvatta, İsti'zân 17, (2, 971); Ebû Dâvud, Cihâd 95,
(2623).]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen mâşiye'yi
burada sağmal hayvan olarak anlamak daha muvafık. Bu kelime ile çoğunlukla
davar kastedilir ise de deve ve sığır da kastedilmiştir. Bu hadiste ise, bütün
sağmal hayvanların kastedildiği açıktır.
2- Meşrube: İçme yeri ma'nâsını taşır, daha ziyade tenezzüh
odasıdır. Her zaman uğranılmadığı için, orada yiyecek maddeleri ve diğer maddeler
bir nevi kiler gibi muhafaza altına
alınmış olur.
3- İbnu Abdilberr der ki: "Bu hadis müslümanın, bir diğer
müslümanın izni olmadan herhangi bir şeyini almayı yasaklamaktadır. Burada
betahsis süt'ün zikredilmesi, süt
hususunda insanların gevşek davranmaları sebebiyledir. Böylece sütten
daha evlâ olan mala karşı onunla uyarıda bulunmuştur. Cumhur bu hükmü esas almıştır. Ancak bu meselede hususî izinle
umumî izin arasında fark görmemişlerdir. Seleften birçoğu hayvan sahibinin
gönül rızasıyla vereceğinin bilinmesi durumunu istisna kılmış, bu durumda
hususî veya umumî bir iznininin olması şart koşulmaz" demiştir.
Seleften bir çoğu da: "Gönül rızasının varlığının bilinmesi
ile bilinmemesi arasında fark görmeden yeyip içmenin mutlak olarak cevâzına hükmetmiştir."
Bunlar, mezkur görüşlerine Tirmizî ve
Ebû Dâvud'da gelen bir rivayeti delil kılarlar. Bu (rivayet müteakiben 3930
numarada kaydedilecektir. Görüleceği üzere, o esnada açlığını giderecek
miktarda sağmaya izin vermekte, beraberinde götürmeyi tecviz etmemektedir.
Ancak şimdiden belirtelim ki bu muhtevaya katılmayan âlimler şöyle itiraz ederler: "Bu
meselede nehiy hadisi daha sahihtir ve kendisiyle amel hususunda evlâdır.
Ayrıca, mukabil görüş, müslümanın malını, izni olmadan tasarruf etmeyi haram
kılan temel kaideye de muarız düşmektedir, öyleyse buna iltifat edilemez."
Fakat, bu iki hadisi te'lif edip aralarındaki zıtlığı çeşitli
şekillerde kaldıranlar da var. Şöyle ki:
* Bazıları: "İzin, mal sahibinin gönül rızasının bilinmesine,
nehiy ise rızanın bilinmemesine hamledilir" demiştir.
* Bazıları: "İzin yolculara hastır, yolcu olmayanlara
değil, veya muzdar olana veya çaresiz
şekilde aç kalmış olana mahsustur" demiştir.
* Bazıları, iznin Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
devriyle ilgili olduğunu, nehiy hadisinin de, (aleyhissalâtu vesselâm)'dan
sonra çıkacak olan cimriliğe ve yardımlaşmanın terki gibi durumlara işaret
ettiğini söylemiştir.
* Bazıları: "Nehiy hadisi, mal sahibinin, yolcudan daha muhtaç
olma durumuyla ilgilidir" demiştir. Bunu te'yid eden bir rivayet Ebû
Hüreyre'den gelmektedir. "Biz bir seferde Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ile beraberdik. Sağmal bir deve gördük. (Sütünden istifade etmek üzere) ona doğru atıldık.
Aleyhissalâtu vesselâm bize ma'ni oldu ve: "Bu deve müslüman bir aileye
aittir ve bu onların yegane geçimlikleridir. Siz azık bohçalarınıza gidip onu
boş bulmaktan memnun olur musunuz?"
dedi. Biz: "Hayır!" deyince: "Sizin bu yapacağınız iş de
öbüründen farksızdır" buyurdular."
* Bazıları: "İzin, mal sahibinin muhtaç olmadığı duruma;
nehiy hadisi de mal sahibinin zenginlik aradığı duruma hamledilir"
demiştir.
* Bazıları izni, devenin,
musarrât (yani memesi yavruya karşı bağlanmış)[120]
olmasına; nehyi de, memesi bağlanmamış deveye hamletmiştir. Ancak, Ahmed İbnu
Hanbel'in Müsned'inde gelen bir hadiste şu ibareye de yer verilmiştir.
"...Mutlaka yapmak zorunda iseniz, için, fakat beraber götürmeyin."
Bu rivayet iznin sadece memesi bağlı
olmayan develere ait olmayıp, âmm olduğunu, sütü bekletilen ve bekletilmeyen
hepsine şâmil bulunduğunu gösterir.İbnu'l-Arabî, âdete hamledilmesini tercih
eder ve der ki: "Hicaz, Şam vs. beldelerle halkın âdeti, bu meselede,
bizim beldenin hilafına, müsamaha idi."
İbnu'l-Arabî
devamla der ki: "Bazıları, bir daha dönmeyeceği, hiç uğramayacağı bir
yolda bile olsa, yolcuya ondan almak caiz olur." Bu hadiste, ruhsatın
sadece muhtaçlara hasredilmesine bir işaret vardır. Ebu Dâvud, Sünen'de, bunun
gazvede olan yolculara mahsus bir ruhsat olduğuna işaret eder. Diğer ülemâ,
iznin sadece ehl-i zimmenin malına; nehyin de müslümanların malına mahsus
olduğunu söylemiştir. Bu husus, Sahâbe'nin sulh akdi sırasında ehl-i zimmeye
müslamanları ağırlama şartını koymuş olması durumuyla delillendirilmiştir. Bu,
Hz. Ömer'in bir tatbikatıdır. İbnu Vehb, İmam Mâlik'in "Yolcu, zımmîye
misafir olur. Ancak, izni olmadan hiçbir şey
almaz" dediğini kaydeder.
İmam
Mâlik'e: "Peki onlara vazife kılınan ağırlama ne oldu?" denilmiş, o
da: "O zaman, bu ağırlama vazifesi sebebiyle (devlete karşı vergi
borçları) hafifletiliyordu, ama şimdi böyle bir şey yok" cevabını verdi.
Bazı
âlimler izn'in neshedildiği görüşüne meyletmiştir. Bu husustaki rivayetleri, bu
âlimler, zekâtın vacib olmazdan önceki zamana hamlederler. Derler ki:
"Ağırlama işi, o zaman (ehl-i zimme'ye) vâcib idi, sonra bu, zekat
farzedilince neshedildi." Burada zekâtı "vergi" ma'nâsında
anlamamız gerekir.
Nevevî
der ki: "Ulema bir bahçeye veya ekine veya dağda otlayan sürüye uğrayan
şahıs hakkında ihtilaf eder."
* Cumhur der ki: "Böyle bir şahsa ondan bir şey olmaz. Zaruret varsa alır, fakat Şâfiî ve cumhura göre mal
sahibine borçlanır. Seleften bazısı ise; "Bu alma mukabili, mal sahibine
herhangi bir ödeme yapmaz"
demiştir.
Ahmed İbnu Hanbel'den gelen iki rivayetten esahhına göre:
"Bahçenin etrafında duvar yoksa, buraya uğrayana taze meyvelerden yemesi
caiz olur, hatta buna muhtaç olmasa bile." Diğer rivayette: "Adam muhtaçsa her iki halde
de adama zemân (tazminât) gerekmez" denmiştir.
4- Hadisten, bir kısım meselelerin anlaşılmasını
kolaylaştırmak için darb-ı mesel yapmanın hafî (kapalı) olanı açıkla temsil
etmenin caiz olduğu anlaşılmaktadır.
5- Hadiste hükmü illetiyle zikretmek, illeti de zikrettikten
sonra, te'kîden ve takrîren hükmü tekrar etmek örneği vardır.
Hadisten, kıyasın sıhhati için fer'in asl'a her hususta müsâvatı
şart olmadığı hükmü de çıkar. Bilakis,
bazan asıl'da bir meziyet bulunur ki, düşmesi -her ikisinin, sıfatın aslında
müşterek olmaları halinde- fer'e zarar vermez. Zira hayvanın memesi, korumada
hazine ile aynı ayarda değildir, tıpkı memenin yavrusundan korunması için
bağlanması, kilitlemeye müsâvi olmadığı gibi. Buna rağmen, Şâri Aleyhissalâtu
vesselâm bağlanmış hayvan memesini hükümde, kilitlenmiş hazineye dahil etti ve
her ikisinden de sahibinin izni olmadan bir şey
almayı haram ilân etti.
6- Hadiste, yiyeceği ona ihtiyaç duyulma anına kadar
depolamanın mübah olduğu görülmektedir. Halbuki aşırılığa kaçan zühd ehli
(kendi hevalarından hareketle) yiyecek depolanmasını yasak addetmişlerdir.
7- Hadiste süte "yiyecek" tesmiye edilmiştir.
Böylece, bir kimse, süt sağmayı niyet ederek "yiyecek almayacağım"
diye yemin etse hânis (yeminine uymamış)
olur.[121]
ـ3930 ـ2ـ
وعن سمرة بن
جندب رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ
# إذا أتَى
أحَدُكُمْ
عَلى
مَاشِيَةٍ،
فَإنْ كَانَ
فِيهَا
صَاحِبُهَا
فَلْيَسْتَأذِنهُ،
فَإنْ أذِنَ
لَهُ
فَلْيَحْلُبْ
وَلْيَشْرَبْ،
وَإنْ لَمْ
يَكُنْ فِيهَا
فَلْيُصَوِّتْ
ثَثاً، فإنْ
أجَابَهُ فَلْيَسْتَأذِنْهُ
وَإَّ
فَلْيَحْلُبْ
وَلْيَشْرَبْ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي
وصححه .
2. (3930)- Semüre İbnu
Cündüb (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Biriniz bir sürüye uğradığınızda, sahibi başında ise izin
alsın, izin verirse süt sağıp içsin, sahibi orada yoksa, üç sefer seslensin,
cevap verirse izin istesin, cevap vermezse sağsın ve içsin."[122] [Ebû Dâvud, Cihâd 93, (2619); Tirmizî, Büyû 60, (1296).]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet, ihtiyaç içerisinde olarak sağmal hayvana
uğrayan kimseye oldukça gerçekçi bir yol tavsiye etmektedir: Hayvanın sahibi
orada ise onun rızasını alarak istifade etmek, görünmüyorsa seslenip çağırmak.
Ola ki, bir kuytuda istirahat etmektedir, sesini duyunca çıkıp gelecektir.
Hayvan sahibi ortalıkta yoksa, yine de ihtiyacını gidermek.
Hadis tek başına alındığında, ondan çıkan ma'nâ bu. Ancak, önceki
hadiste de görüldüğü üzere, aynı meseleye temas eden başka rivayetler de var.
Hattâbî, bu ruhsatın muzdar kalıp ihtiyacını giderecek bir şey bulamayan ve
helak olmaktan korkan kişi hakkında olduğunu belirtir. Mala tecavüzü en büyük cürümlerden (hudûd) ilan edip, el
kesmek gibi çok ağır bir müeyyide koyan İslâm'ı böyle bir ruhsat vermeye
sevkeden ikinci bir prensip daha var:
Hayatın korunması. Hayatın korunması prensibi muzdar kalanlara pek çok haramı
mübah kılar. Zaruretlerin haramları helal kılması, dinimizin küllî
kaidelerinden biri olarak Mecelle'de yer almıştır.
2- Şunu da belirtelim; Bazı muhaddisler, bu hadise dayanarak,
muzdar kişi'nin, hayvandan sağdığı bu süt için: "Bu Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın ona bir temlikidir içtiği sütün kıymetini mal
sahibine vermesi gerekmez" demiştir. Ancak fakihler ekseriyetle:
"Onun kıymetini vermesi gerekir, ödemeye muktedir olunca ödemesi gerekir,
zira Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Müslüman kimsenin malı, onun
rızası olmadan kimseye helal olmaz"
buyurmuştur" demişlerdir.[123]
ـ3931 ـ3ـ
وعن ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قالَ رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
دَخَلَ
حَائِطاً فَلْيَأكُلْ،
وََ
يَتَّخِذْ
خُبْنَةً[.
أخرجه
الترمذي.
»الخُبْنَةُ«:
ما يأخذه
ا“نسان في طرف
ثوبه وأسفل
إزاره .
3. (3931)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim bir bahçeye girerse (meyvesinden) yesin. Ancak
beraberinde götürmesin."[124] [Tirmizî, Büyû 54,
(1287).]
AÇIKLAMA:
Bu hadis de
muhteva itibariyle önceki hadise benzemektedir. Dolayısiyle bunun hakkında da
önceki söylenenler aynen muteberdir. Bazı ihtilaflı görüşler mevcut ise de
Cumhur, sadece muzdar olanın borçlanmak kaydıyla sahibinin gıyabında malından
alabileceğini söylemiştir.
Bu mal,
sadedinde olduğumuz hadiste olduğu üzere meyve olabilir, veya ekin olabilir,
ihtiyaç haline göre bir başka şey de olabilir. Belirtilen hüküm hepsi için
câridir.
Osmanlı
askerlerinin fetihler sırasında gayr-ı müslimlerin bağlarından topladıkları
meyvelere mukabil, ağaçlara para bağlamaları, bu kaide gereğince olmalıdır.[125]
ـ3932 ـ4ـ
وعن رافع بن
عمرو رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كُنْتُ
أرْمِى
نَخْلَ
ا‘نْصَارِ
فَأخَذُونِى
وَذَهَبُوا
بِى إلى
رَسُولِ
اللّهِ # فقَالَ
يَا رَافِعُ:
لِمَ تَرْمِى
نَخْلَهُمْ؟
قُلْتُ:
الْجُوعُ يَا
رَسُولَ
اللّهِ، فقَالَ:
َ تَرْمِ
وَكُلْ مَا
وَقَعَ، أشْبَعَكَ
اللّهُ
وَأرْوَاكَ[.
أخرجه أبو
داود والترمذي
وصححه .
4. (3932)- Râfi İbnu Amr
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben [küçükken] Ensâr'ın hurmalarını
taşlıyordum. Beni yakalayıp Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a götürdüler.
"Ey Râfi' niye başkasının hurmalarını taşlıyorsun?"
dedi.
"Açlık sebebiyle ey Allah'ın Resûlü! dedim.
"Taşlama, kendiliğinden [dibine] düşeni ye!" [deyip]
başımı okşadı ve: "Allah seni (hurmaya) doyursun ve suya kandırsın!"
buyurdu."[126] [Tirmizî, Büyû 54,
(1288); Ebû Dâvud, Cihâd 94, (2622); İbnu Mâce, Ticârât 67, (2299).]
ـ3933 ـ5ـ
وعن عباد بن
شرحبيل قال:
]أصَابَتْنِى
سَنَةٌ
فَدَخَلْتُ
حَائِطاً
مِنْ
حِيطَانِ المَدِينَةِ
فَفَركتُ
سُنبًُ
فَأكَلْتُ وَحَمَلْتُ
فِي ثَوْبِى:
فَجَاءَ
صَاحِبُهُ فَضَرَبَنِى
وَأخَذَ
ثَوْبِى،
وأتَى بِى إلى
رَسُول
اللّهِ #
فَذَكَرَ
ذلِكَ لَهُ،
فَقَالَ لَهُ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَا
عَلَّمْتَ
إذَا كَانَ
جَاهًِ، وََ
أطْعَمْتَ
إذا كَانَ
جَائِعاً،
فأمَرَهُ
فَرَدَّ عَلى
ثَوْبِى
وَأعْطَانِى
وَسْقاً، أوْ
نِصْفَ
وَسْقٍ مِنْ
طَعَامٍ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائي.»الوَسْقُ«:
ستون صاعاً،
والصاع أربعة
أمداد، والمد
رطل وثلث، أو
رطن على اختف
المذهبين .
5. (3933)- Abbâd İbnu
Şurahbîl anlatıyor: "Kıtlığa
uğradım. Bunun üzerine Medine bahçelerinden birine girdim. Başak ovup hem yedim
hem de torbama aldım. Derken sâhibi gelip beni yakaladı, dövdü, torbamı elimden aldı ve beni
Resulullah'a getirdi. Durumu ona anlattı. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
mal sahibine: "Cahilken öğretmedin, açken de doyurmadın!" dedi. Sonra
emri üzerine, torbamı saldı. (Sonra Resulullah) bana bir veya yarım sa'
miktarında yiyecek verdi."[127] [Ebû Dâvud, Cihâd 93,
(2620, 2621); Nesâî, Kudât 20, (8, 240); İbnu Mâce, Ticârât 67, (2298).]
AÇIKLAMA:
Hattâbî der ki: "Bu hadis, Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın meyveyi taşıma hususunda, çocuğu cehaleti sebebiyle mazur
addettiğini, bahçe sahibini de acıktığı
zaman doyurmadığı için levmettiğini gösterir.
Hadisin Nesâî'deki vechinde, ifadeler biraz daha farklı. Mesela
sadedinde olduğumuz vechinde elbise (sevb) kelimesine mukabil, Nesâî'de kisâ
kelimesi geçer, tercümede bu vechi
korumayı tercih ettik, daha vâzıh olduğu için. Ayrıca oradaki vechinde Abbâd,
Resulullah'a, muamelesi sebebiyle sahibinden şikayetcidir, yardımını
talebetmektedir. Resulullah bu şikâyet üzerine mal sahibini huzuruna
celbetmiştir.[128]
ـ3934 ـ1ـ عن
أبي ثعلبة
الخشنى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَسُولَ
اللّهِ #
نَهَى عَنْ
أكْل كُلِّ
ذِى نَابٍ
مِنَ
السِّبَاعِ[.
أخرجه الستة.زاد
مسلم وأبو
داود
والنسائي في
رواية عن ابن عباس:
»وَكُلُّ ذِى
مِخْلَبٍ
مِنَ
الطَّيْرِ« .
1. (3934)- Ebû Sa'lebe
el-Huşenî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) vahşî hayvanlardan kesici diş (köpek dişi) taşıyanların hepsini
yasakladı."
Müslim, Ebû Dâvud ve Nesâî, İbnu Abbâs'tan gelen bir rivayette şu
ziyadeyi kaydederler: "Her bir pençe sahibi kuşu da..."[129] [Buhârî, Zebâih, 29;
Müslim, Sayd 12-16 (1932, 1933);
Tirmizî, Et'ime 1, (1477, 1478, 1479); Ebû Dâvud, Et'ime 33, (3802, 3803,
3805); İbnu Mâce, Sayd 13, (3232, 3234);
Nesâî, Sayd 30, 31, (7, 202, 204).]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadiste, Aleyhissalâtu vesselâm vahşî hayvanlar ve vahşî
kuşlardan eti yenmeyecekler hakkında bir ölçü vermektedir.
Hayvanlarda, insanlardaki köpek dişi dediğimiz, parçalamaya mahsus
kesici dişi olanlar ki bu dişe nâb
denir. Aslan, kurt, kaplan, fil, maymun gibi hayvanlar bu gruba girer. Bu dişle
kuvvet kazanırlar ve avlanırlar.
Kuşlardan pençeli olanlar. Mihleb, diğer hayvanlardaki tırnağa
tekabül eder, dilimizde pençe deriz. Bu tırnağa nazaran çok daha güçlü, çok
daha sert ve keskindir. Mihleb (pençe), vahşi hayvanlardaki nâb denen köpek dişine tekabül eder. Kartal,
akbaba, şâhin, doğan gibi kuşlar bu gruba girerler. Tirmizî'de kaydedilen bir Câbir (radıyallahu anh) hadisi
şöyle der: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ehlî eşeklerin, katırların, vahşi
hayvanlardan parçalayıcı dişi olanların,
kuşlardan da pençesi olanların etlerini haram kıldı."
Fukaha, hadisle amel hususunda ihtilaf etmiştir. Yenmesi haram
olan, parçalayıcı dişi olan vahşiler hangileridir?
Ebû Hanîfe'ye göre, etle beslenen bütün hayvanlar vahşidir, fil,
keler, araptavşanı (tarla faresi), kedi... de buna dahildir.
Şâfiî Hazretlerine göre, insana saldıran hayvan vahşidir: aslan,
kaplan, kurt gibi... Sırtlan ve tilki ise insana saldırmadıkları için etleri
helaldir.[130]
ـ3935 ـ2ـ
وعن أبي عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]كَانَ أهْلُ
الْجَاهِلِيَّةِ
يَأكُلُونَ
أشْيَاءَ،
وَيَتْركُونَ
أشْيَاءَ
تَنَذُّراً،
فََبعَثَ
اللّهُ تعالى
نَبِيَّهُ #،
وَأنْزَلَ كِتَابَهُ،
وَأحَلّ
حََلَهُ،
وَحَرّمَ حَرَامَهُ،
فَمَا أحَلَّ
فَهُوَ
حََلٌ، وَمَا
حَرَّمَ فَهُوَ
حَرَامٌ،
وَمَا سَكَتَ
عَنْهُ
فَهْوَ عَفْوٌ،
وَتََ
قَوْلَهُ
تَعالى: قُلْ
َ اَجِدُ فِيمَا
أُوحِيَ
إلَيّ
مُحَرَّماً
عَلى طَاعِمٍ
يَطْعَمُهُ
إّ أنْ
يَكُونَ
مَيْتَةً اŒية[.
أخرجه أبو داود .
2. (3935)- İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Cahiliye halkı, bir çok şeyi (helal
addedip) yiyor, birçoğunu da pis addederek yemiyordu. Allah Teâlâ hazretleri
Resûlünü gönderdi, kitabını indirdi, helalini helal, haramını da haram kıldı.
Helal kıldığı helaldir, haram kıldığı da haramdır, sükut buyurduğu da aff(edilmiş)tir."
İbnu Abbâs, sonra şu âyet-i kerimeyi okudu: "(Ey Muhammed!)
De ki: "Bana vahyolunanda, leş, akıtılmış kan, domuz eti, -ki pistir- ve
günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen
hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum.
Fakat darda kalan, -başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak
üzere- bunlardan da yiyebilir. Doğrusu Rabbin bağışlar ve merhamet eder"
(En'âm 145).[131]
[Ebû Dâvud, Et'ime 31, (3800).]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, câhiliye Araplarının herhangi ilâhî bir temele
dayanmaksızın heva ve şehvetlerine tabi olarak, bazı şeyleri leziz addedip
yediklerini, bazı şeyleri de pis addedip yemediklerini ifade eder. İslâmiyet ise,
tamamen ilâhî irşadla bir kısım yiyecekleri helâl, bir kısmını da haram
ilan etmiş, bazıları hakkında da hüküm beyan etmemiştir. Bunlar müeyyide
dışıdır.
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ), bu hususu belirttikten sonra,
Kur'an-ı Kerim'de haram yiyecekleri
beyan eden bir âyeti okuyor. Şârihler, bu okuyuşta cahiliye davranışını redd yattığını
belirtir. Yani onların yedikleri şeylerde de, yemedikleri şeylerde de hevayı
esâs aldıkları için yanıldıklarını göstermek, İslam'ın getirdiği helalharam
ölçülerinin esas alınması gerektiğini belirtmek maksadıyla âyet-i kerimeyi
okumuş olmaktadır. Nitekim araplar
bahîre, sâibe vesîle, hâm vs. adı altında değişik vasıftaki develeri
haram addedip yemezlerdi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu inançların
Kur'an'da olmadığnı insanlara duyurmakla emrolundu. Âyet ise haram olanları
birer birer saymıştır. Âyet, bu
sayılanlar dışında kalanların haram olmadığını ifade etmekte ve "Siz
Allah'ın haram etmediği şeyi neye dayanarak haram kılıyorsunuz?"
ma'nâsında muâheze yoluyla onları reddetmektedir.
Ancak âyet hususunda ülemâ
üç ayrı görüş ileri sürerek ihtilaf etmiştir.
1) Âyet sünnetle mensuhtur. Zira, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ehlî eşek etini, pençeli vahşi kuşların etini, kesici dişi olan
vahşilerin etini haram kılmıştır.
2) Bu âyet muhkemdir, âyette zikredilenler dışında haram
yoktur. Hz. Âişe böyle söylemiştir.
3) Zührî ve iki kavlinin birinde Mâlik: "Âyet muhkemdir
ancak buna sünnette gelen haramlar da ilâve edilmelidir" demiştir. Bazı teferruat daha önce geçti.[132]
ـ3936 ـ3ـ
وعن قبيصة بن
هلب الطائى عن
أبيه قال: ] سَألَ
النّبىّ #،
فقَالَ: إنَّ
مِنَ
الطَّعَامِ
طَعَاماً
أتَحَرّجُ مِنْهُ،
فقالَ: َ
يَتَخَلَّجَنَّ
في صَدْرِكَ
شَىْءٌ
ضَارَعْتَ
فِيهِ
النَّصْرَانِيّةَ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي.
»التَّحَرُّجُ«:
التأثم.وقوله
»َ
يَتَخَلَّجَنَّ«:
يروى
بالمعجمة
وغير
المعجمة،
ومعناهما
متقارب،
ومعناه:
يدخل في قلبك
منه ريبة، أو يتحرك
فيه شئ من
الشك، واختج
الحركة.وقوله:
»ضَارَعْتَ«:
أى شابهت
وماثلت .
3. (3936)- Kabîsa İbnu Hülb
babası (radıyallahu anh)'tan anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a bir adamın şöyle sorduğunu işittim: "Bazı yiyecekler var,
onları yemekte zorluk çekiyor, (günah mıdır diye korkuyorum)?"
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) da cevaben: "İçinde hiç
bir şey sıkıntı olmasın, aksi halde hristiyanlara benzersin."[133] [Ebu Dâvud, Et'ime 24,
(3784); Tirmizî, Siyer 16, (1565).]
AÇIKLAMA:
Hadis, Ashab'tan birinin, dînen helal olan bazı yemekler hususunda
"Acaba yersem günaha mı
girerim?" diye tereddüd içinde kaldığını, durumu Resulullah'a
arzettiğini Aleyhissalâtu vesselâm da,
bu tereddüdün yersizliğini belirttiğini göstermektedir. Hattâbî, hadisi:
"Sakın içine şüphe düşmesin" şeklinde anlar. Hadisin devamı:
"(Şayet şekke düşecek olursan) bu halinle ruhbanlara benzersin. Senin
şekke düşmen için bir sebep yok. Zira sen kolaylık, genişlik üzerine müesses
Hanîflik üzeresin. Böylesi sebepsiz şüphelere yer vererek kendini zorluğa,
sıkıntıya attın mı hıristiyanların ruhbanlarına
benzersin" demiş olmaktadır.[134]
ـ3937 ـ4ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
كُلُّ ذِى
نَابٍ مِنَ
السِّبَاعِ
فَأكْلُهُ حَرَامٌ[.
أخرجه مسلم
ومالك وأبو
داود والنسائي
.
4. (3937)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Vahşilerden, kesici dişi olan her bir hayvanın yenmesi haramdır."[135] [Müslim, Sayd 15,
(1933); Muvatta, Sayd 14, (2, 496); Tirmizî, Sayd 3, (1479); Nesâî, Sayd 28,
(7, 200).]
ـ3938 ـ5ـ
و‘بي داود في
أخرى: ]نَهى
عَنْ أكْلِ
كُلِّ ذِى
نَابٍ مِنَ
السِّبَاعِ،
وَكُلِّ ذِى
مِخْلَبٍ
مِنَ الطَّيْرِ[
.
5. (3938)- Ebû Dâvud'un bir
diğer rivayetinde şöyle gelmiştir: "..vahşilerden kesici dişi olan her bir
hayvanın, ve pençesi olan her bir kuşun yenmesini yasakladı."[136] [Ebû Dâvud, Et'ime 33,
(3802); Buhârî, Sayd 29, Tıbb 57; Müslim, Sayd 12, (1932); Muvatta, Sayd 13,
(2, 496); Nesâî, Sayd 28, (7, 201).]
AÇIKLAMA:
3934 numaralı hadiste geçti.
ـ3939 ـ6ـ
وعن خالد بن
الوليد
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]نَهى
رَسُولُ
اللّهِ # عَنْ
أكْلِ لُحُومِ
الخَيْلِ
وَالْبِغَالِ
وَالْحَمِيرِ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائي .
6. (3939)- Halid
İbnu'l-Velid (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm), at, katır ve eşek etini yemeyi yasakladı."[137]
ـ3940 ـ7ـ
و‘بي داود في
أخرى:
]غَزَوْتُ
مَعَ رَسُولِ
اللّهِ #
يَوْمَ
خَيْبَرَ،
فَأتَتِ
الْيَهُودُ
إلى رَسُولِ
اللّهِ #
فَشَكُوا
أنَّ النَّاسَ
قَدْ
أسْرَعُوا
إلى
حَظَائِرِهِمْ،
فقَالَ #: َ
تَحِلُّ
أمْوَالُ
المُعَاهِدِينَ
إَّ بِحَقِّهَا،
وَحَرَامٌ
عَلَيْكُمْ
حَُمُرُ
ا‘هْلِيَّةِ
وَخَيْلُهَا
وَبِغَالُهَا،
وَكُلُّ ذِى
نَابٍ مِنَ
السِّبَاعِ،
وَكُلُّ ذِى
مِخْلَبٍ
مِنَ
الطَّيْرِ[.
المراد بالمعاهدين
هنا: أهل
الذمة .
7. (3940)- Ebû Dâvud'un bir
diğer rivayetinde şöyle denir: "Hayber fethi sırasında gazvede, Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte ben de vardım. Bir grup yahûdi,
Aleyhissalâtu vesselâm'a gelerek, askerlerin ahırlarına hücum ederek (mallarını
yağmalamalarından) şikayet ettiler. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bunun
üzerine (müslümanlara yönelerek): "(Olamaz!) anlaşma yapılan kimselerin
malı onların izni olmadan helâl değildir. Ayrıca size ehlî eşekler, onların
atları, katırları, vahşi hayvanlardan herbir kesici dişi olan, kuşlardan da
herbir pençeleri olan haramdır!" buyurdular."[138] [Ebû Dâvud, Et'ime 26,
(3790); 33, (3806); Nesâî, Sayd 30, (7,
202).]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, at etini de haramlar arasında zikretmekle, daha önce
geçen sahih hadislere muhalefet eder. At etinin durumu hakkında yeterli bilgi
daha önce geçti (3915, 3916. hadisler).[139]
ـ3941 ـ1ـ عن
جابر رَضِىَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَسُولَ
اللّهِ #
سَألَ
أهْلَهُ
ا‘دْمَ،
فقَالُوا: مَا
عِنْدَنَا
إَّ الخَلُّ
فَدَعَا
بِهِ،
فَجَعَلَ يأكُلُ
وَيَقُولُ
نِعْمَ
ا“دَامُ
الخَلُّ، نِعْمَ
ا“دَامُ
الْخَلُّ.
نعْمََ
ا“دَامُ
الْخَلُّ[.
أخرجه الخمسة
إ البخارى .
1. (3941)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: " Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
ailesine katık sormuştu. "Yanımızda sirkeden başka bir şey yok!"
dediler. Aleyhissalâtu vesselâm onu istedi ve gelince yemeye başladı. Hem
yiyor, hem de: "Sirke ne iyi katık! Sirke ne iyi katık! Sirke ne iyi
katık!" diyordu."[140] [Müslim, Eşribe 166,
(2052); Ebû Dâvud, Et'ime 40, (3820, 3821); Tirmizî, Et'ime 35, (1843); Nesâî,
Eymân 21, (7, 14).]
AÇIKLAMA:
Hadiste Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) katık olarak sirkeye kanaat etme örneği
vermektedir. Hatta Hattâbî burada sirke için ifade edilen övgünün
iktisadlı davranışa övgü olduğunu,
hadiste, nefsi lezzetli yemekten men etme ma'nâsı bulunduğunu ve hadisin sanki:
"Sirkeyi ve onun gibi te'mini kolay ve külfetsiz olan diğer şeyleri katık
yapın, şehevâta tabi olmayın, çünkü bu, dini ifsad eder, sıhhati de bozar"
dediğini de belirtir. Ancak, Nevevî,
Hattâbî'ye katılmaz ve burada
Resulullah'ın bizzat sirkeyi övdüğünü söyler, ilaveten der ki: "Yiyecekte
iktisad ve şehevâtın terki meselesi zaten başka kaidelerden malumdur."[141]
ـ3942 ـ2ـ
وعن عمر وأبى
أسيد رَضِىَ
اللّهُ عَنْهما
قا: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
كُلُوا
الزَّيْتَ
وَادَّهِنُوا
بِه،
فَإنَّهُ
مِنْ شَجَرَةٍ
مُبَارَكَةٍ[.
أخرجه الترمذي.
2. (3942)- Hz. Ömer ve Ebû
Üseyd (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Zeytinyağını
yeyin ve onunla yağlanın. Zira, o mübarek bir ağaçtandır."[142] [Tirmizî, Et'ime 43, (1852, 1853).]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde, katık
olarak, ekmekle birlikte zeytinyağının yenmesini tavsiye buyurmaktadır. Ayrıca zeytinyağının başa
sürülmesini de tavsiye buyurmaktadır.Hadis, emir sigasıyla gelmiş olmakla
birlikte, tavsiye olarak ifade ediyoruz. Zira ülemâ bunu, gücü yetenlere ve
mizacına uyanlara "ibahe" ve nedb" olarak tevil eder, aksi
takdirde vecibe olması gerekirdi. Zeynu'l-Irâkî der ki: "Yağlanmaktan
murad, onunla saçı yağlamaktır." Bir rivayette "saçı yağlamak"
diye kayıtlanmıştır. Arapların âdeti,
saçlarını yağlamaktı. Bunu, saçlar dağılmasın diye yaparlardı. Bunun
emredilmesini, saçın çoğalması veya azalmasına hamletmemeli, sadece dağılmaması
ile yorumlamalıdır."
İbnu'l-Kayyim, yağın sıcak memleketlerde bedene faydalı olduğu halde,
soğuk memleketlerde zararlı olduğunu, buralarda başa fazla yağ sürmenin göz
için muhâtaralı (riskli) olduğunu söyler.
2- Zeytinyağının mübarek olması, faidelerinin çokluğundandır.
Fevkalâde bir beslenme kaynağı olmaktan öte, insanlığı aydınlatma işinde
tarihin en eski devirlerinden beri hizmet etmiş, kandillerin yakıtı olmuş,
Allah'ın müstesna bir nimetidir. Elde edilmesindeki kolaylık ve ucuzluk onu
geçmiş devirlerde bu sahalarda rakipsiz kılmıştır. Ancak, yetiştiği beldenin
mübarek kılınmış mukaddes bir yer olması sebebiyle de "mübarek" diye
tavsif edildiği söylenmiştir. Ağacın mübarek olması, ondan elde edilen yağın da
mübarek olmasını gerektirir.
Zeytinyağı üzerine el-Câmi'us-Sağîr'de iki hadis daha kaydedilir: "Zeytinyağını
yiyin ve onunla yağlanın, çünkü hoştur, mübarektir. "Zeytinyağını yiyin ve
onunla yağlanın, zira onda yetmiş derde
şifa var. Bunlardan biri de cüzzâmdır."[143]
ـ3943 ـ3ـ
وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ خَيَّاطاً
دَعَا
رَسُولَ
اللّهِ #
لِطَعَامٍ
صَنَعَهُ
لَهُ
فَذَهَبْتُ
مَعَهُ، فَقَرَّبَ
خُبْزاً مِنْ
شَعِيرٍ
وَمَرقاً فِيهِ
دُبَاءٌ
وَقَدِيدٌ،
فَرَأيْتُهُ #
يَتَتَبَّعُ
الدُّبَاءَ
مِنْ حَوالِى
الْقَصْعَةِ،
فَلَمْ أزَلْ
أحِبُّ
الدُّبَّاءَ
مِنْ يَوْمَئِذٍ[.
أخرجه الستة إ
النسائى.»القَدِيدُ«:
اللحم
المطبوخ
الميبس .
3. (3943)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir
terzi, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı onun adına hazırladığı bir yemeğe
davet etti. Beraberinde ben de gittim. (Ev sahibi sofraya) arpa ekmeği,
içerisinde kabak bulunan bir çorba ve kadîd (kurutulmuş et) getirdi. Ben,
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
tabağın etrafından kabağı araştırdığını gördüm. O günden beri kabağı
sevmeye devam ediyorum."[144] [Buhârî, Et'ime 33, 4,
25, 35, 36, 37, 38, Büyû 30; Müslim, Eşribe 144, (2041); Muvatta, Nikâh 51, (2,
546, 547); Ebû Dâvud, Et'ime 22, (3782); Tirmizî, Et'ime 42, (1850, 1851).]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Resulullah'ın yemek içerisindeki kabağı
seçerek yediğini ifade etmektedir. Ancak
bu hadis, daha önce geçen ve herkesin kendi
önünden yemesini teşri eden hadislere (3876, 3877) muhalefet etmektedir.
Şârihler, aradaki muhalefeti bertaraf etmek için çeşitli yorumlar yapmışlardır:
* Buhârî: "Beraberinde yiyenler razı olursa tabağın her
tarafından, dilediğini alabilir."
* "Kirmânî: "Yemek sırf Resulullah için hazırlanmıştı"
der. Ancak Hz.Enes'in varlığı düşünülünce bu iddianın isabetsizliği anlaşılır.
* İmâm Mâlik der ki: "Aile ve hizmetçisine müvekkil olan
kimseye, onların tiksinmeyeceklerini
bildiği takdirde, dilediği yerden seçerek alabilir. Onların
iğreneceklerini bilirse önünden yer. Resulullah'ın elini tabağın her tarafına
dolaştırması, beraberindekilerin bu davranışından asla rahatsız olmayacaklarını
bildiği içindir. Zira, Ashabı, Resulullah'ın elinin ve tükrüğünün değmesi ile teberrük ediyorlar, bunu bilhassa
istiyorlardı. Dahası, yere balgam atacak olsa onu toplayıp, bedenlerine
sürüyorlardı. Aynen bunun gibi, yemekte elini dolaştırmasından tiksinme
duyulmayan kimsenin, elini yemek esnasında kabın içerisinde dolaştırması
caizdir."
* İbnu't-Tîn de şunları söyler: "Kişi hizmetçisi ile beraber yiyorsa ve sofrada da tek çeşit
yiyecek varsa, onu yalnız yemesi
caizdir." Resulullah'la ilgiliolarak da: "Resulullah öyle hareket
etmiştir. Çünkü yalnız başına idi" der. Fakat ev sahibi, bir rivayette
gelen sarahate göre, yemeği koyup, işine devam etmiştir, kendisi yememiştir.
2- Hadisten Çıkarılan Bazı Faideler:
* Hadis, şerefli kimsenin, dûnundaki kimsenin davetine icabet
edip yemeğinden yemesine örnek sunmaktadır. Ayrıca hizmetçinin efendisiyle
beraber yemesine de örnektir.
* Rivayet Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mütevazi olup,
Ashabının davetine icabet, onları ziyaret, onlarla beraber yemek gibi mürüvvete
müteallik vasıflarını göstermektedir.
* Yemek az da olsa davete icabet edilir.
* Ev sahibi, misafirle birlikte yemeğe
iştirak etmeyebilir. Zira terzi işine devam etmiştir. Resulullah'ın takririnden
bunun cevazı anlaşılır. Bunu yemeğin azlığına hamletmek, müsafirini kendine
tercih ettiğini söylemek mümkündür. Yahut tek olduğu veya oruçlu bulunduğu veya
işinin acele bitmesi gerektiği vs. de söylenebilir.
* Hadis, hayır ehline benzeme hususunda hırs ve onları yedirme
vs. hususlarında da taklid etmeye
örnektir.
* Hz.Enes'in sünnete uymadaki gayretini güzel bir örnek
görmekteyiz. Öyle ki zevkini, hissini bile sünnete göre yönlendirmektedir. Bir
rivayette Enes'in bu hadise sebebiyle
kabağı sevdiği tasrih edilir.
* Hadisin bazı vecihlerinde, Hz. Enes'in yemekteki kabak
parçalarını Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın önüne koyduğuna dair gelen
açıklamayı gözönüne alan şârihler "yemekte beraber olan kimselerin, aynı
yemekten de olsa birbirlerine ikram etmelerinin matlub olacağı"nı
belirtirler.[145]
ـ3944 ـ4ـ
وعن أبن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]أُتِىَ
رَسُولُ
اللّهِ #
بِجُبْنَةٍ
فِي تبُوكَ
مِنْ عَمَلِ
النَّصَارَى.
فَدَعَا
بِسِكِّينٍ
فَسَمّى
وَقَطَعَ
وَأكَلَ[. أخرجه
أبو داود .
4. (3944)- İbnu Ömer
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Tebük'te Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a hristiyanların yaptığı peynir (kalıbı) getirilmişti. Bir bıçak
istedi. Besmele çekip kesti ve yedi."[146] [Ebû Dâvud, Et'ime 39,
(3819).]
AÇIKLAMA:
Âlimler, peynirin kuzu
yavrusunun midesinden alınan bir madde ile yapılmış olması sebebiyle bu
maddenin temiz olduğuna hükmedildiğini belirtirler. "Eğer o pis olsaydı,
peynir de pis olurdu, zira peynir onsuz elde edilmez" derler.[147]
ـ3945 ـ5ـ
وعن يوسف بن
عبداللّهِ بن
سم رَضِىَ اللّهُ
عَنْهما قال:
]أخَذَ رسولُ
اللّهِ #
كِسْرَةً
مِنْ خَبر
شَعِيرٍ،
فَوَضَعَ
عَلَيْهَا
تَمْرَةً،
وَقَالَ:
هذِهِ[. أخرجه
أبو داود .
5. (3945)- Yusuf İbnu
Adillah İbni Selâm (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm), bir miktar arpa (ekmeği) aldı. Üzerine bir hurma
koydu ve: "Bu şuna katıkdır!" buyurdu."[148] [Ebû Dâvud Et'ime 42,
(3830).]
AÇIKLAMA:
Burada hurma, ekmeğe katık olarak takdim edilmektedir. Tîbî der ki:
"Hurma, Arap örfünde katık değil,
müstakil bir yemek bilinegelmiş olması sebebiyle, Aleyhissalâtu vesselâm bu
hadisleriyle, onun iyi bir katık da
olabileceğini haber vermiş olmaktadır."[149]
ـ3946 ـ6ـ
وعن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كَانَ
رَسُولُ اللّهِ
# يَأكُلُ
الْبَطِّيخَ
بِالرُّطَبِ
وَيَقُولُ:
نَكْسِرُ
حَرَّ هذَا
بِبَرْدِ هذَا،
وَبَرْدَ
هذَا بِحَرِّ
هذَا[. أخرجه
أبو داود،
وهذا لفظه
والترمذ ي .
6. (3946)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) kavunu
taze hurma ile yer ve: "Bunun hararetini
şunun serinliğiyle, şunun serinliğini de bunun hararetiyle kırıyoruz!" buyurdu."[150] [Tirmizî, Et'ime 36,
(1844); Ebû Dâvud, Et'ime 45, (3836).]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, yiyeceklerin dengelenmesine bir örnektir.
Müteakip bazı rivayetlerde de görüleceği üzere, Aleyhissalâtu vesselâm,
yiyecekler arasında dengeleme işine ehemmiyet vermiştir. Hurma tatlıdır,
hararet vericidir, onu harareti kırıcı mahiyette kavun (veya karpuzla)
dengelemektedir.
2- Bıttîh, kavun ve karpuz için kullanılır. Umumiyetle kavun
kastedilir. Karpuz kastedilince yeşil karpuz ma'nâsında bıttîhandar
denmektedir. Keza kavun içinde bıttîh-i ahdar (sarı karpuz) denmektedir.
Burada mevzubahis olan karpuz mu, kavun mu ihtilaf edilmiştir.
Bazı âlimler "yeşil olan (yani karpuz)" derken, bazıları "sarı
olan (yani kavun)"
kastedilmektedir" demiştir. "Karpuz" diyenler "Kavunda da
hurmada olduğu gibi hararet var" derler. İbnu Hacer, Nesaî'de gelen bir
hadise dayanarak bunun "sarı karpuz" olduğunu ileri sürer, zira mevzubahis rivayette خِرْبز (karpuz) tabiri geçmektedir, üstelik bu, yeşil olanın hilafına Hicaz arazisinde bol
bulunur der, öbür görüş sahiplerine şöyle cevap verir: "Sarı olanda taze
hurma'ya nisbeten serinlik vardır, her ne kadar tadı sebebiyle harareti olsa
da."
Hattâbî der ki: "Hadiste tıb ve ilacın meşruiyyeti, zararlı
bir şeye tabiat icabı onun zıddı ile
mukabele etme prensibi mevcuttur. Nitekim tıb ve tedavide esas da
böyledir."
Hattâbî, hadisten "yiyecekler hususunda geniş davranmanın ve
mubah lezzetlere yer vermenin meşru olduğu" hükmünü de çıkarır. Nevevî,
"bu hususta ülemâ ihtilaf etmemiştir" der. Ve ilave eder:
"Seleften bunun hilafına yapılan rivayet dînî bir maslahat olmadan bol
yemeye ve tereffühe alışmaktan men etmek düşüncesine dayanan kerâhete
hamledilir."[151]
ـ3947 ـ7ـ
وللشيخين
وأبى داود عن
عبداللّه بن
جعفر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]رَأيْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَأكُلُ
الْقِثَّاءَ
بِالرُّطَبِ[
.
7. (3947)- Sahîheyn ve Ebû
Dâvud'da, Abdullah İbnu Cafer (radıyallahu anhümâ)'nın şöyle dediği gelmiştir:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı salatalıkla birlikte taze hurma
yerken gördüm."[152] [Buharî, Et'ime 39, 45,
47; Müslim, Eşribe 147, (2043); Ebû Dâvud, Et'ime 45, (3835); Tirmizî, Et'ime
37, (1845).]
AÇIKLAMA:
Burada da iki ayrı şeyin birlikte yenmesine örnek var. Bunun
keyfiyetini açıklayan bir rivayet Taberânî'nin Mu'cemü'l-Evsat'ında gelmiştir:
Yine Abdullah İbnu Cafer anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'
ın sağ elinde salatalık, sol elinde de taze hurma gördüm. Aleyhissalâtu vesselâm
bir keresinde birinden, bir keresinde öbüründen yiyordu."
Ebû Nuaym'ın et-Tıbb'ında Hz. Enes (radıyallahu anh) da,
Resulullah' ın sağ eline taze hurma, sol
eline kavun alıp hurmayı kavunla
birlikte yediğini belirtir ve Resulullah'ın en çok sevdiği meyve taze
hurmaydı" der. Nesâî'de de Aleyhissalâtu vesselâm'ın hırbız (kavun) ile
taze hurmayı birlikte yediği rivayet edilmiştir. Müteakiben, birini
kaydedeceğimiz üzere İbnu Mâce, Nesâî ve Ebû Nuaym'ın Et Tıbb'ında gelen bazı
rivayetler, Hz. Âişe'nin Resulullah'la
evlenmezden önce biraz şişmanlaması için -Resulullah'ın tavsiyesi ile-
hususi bir beslenme rejimi uyguladığını göstermektedir: "Bana salatalık ve
hurma yedirdiler. Bunun üzerine ben en iyi şekilde şişmanladım."
Kurtubî, bu rivayetlere dayanarak der ki: "Hadiste,
yiyeceklerin sıfatlarını ve tabiatlarını
gözönüne alarak hareket etmek, tıbbî kaideye uygun olarak onları tabiatlarına
uygun şekilde kullanmanın cevazı vardır. Zira, taze hurmada hararet,
salatalıkta ise serinlik var. İkisi birlikte yenilirse her ikisi de mûtedil
olur. Bu ise mürekkep ilaçlarda mühim
bir esastır."[153]
ـ3948 ـ8ـ
و‘بى داود عن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ عَنْها
قالت:
]أرَادَتْ
أُمِّى أنْ
تُسَمِّنَنِى
لِدُخُولِى
عَلى رَسُولِ
اللّهِ #
فَلَمْ أقْبِلْ
عَلَيْهَا
بَشَىْءٍ
مِمَّا تُرِيدُ
حَتّى
أطْعَمَتْنِى
الْقِثَّاءَ
بِالرُّطَبِ،
فَسَمِنْتُ
عَلَيْهِ.
كَأحْسَنَ السِّمَنِ[
.
8. (3948)- Ebû Davud, Hz.
Âişe (radıyallahu anhâ)'dan şunu kaydeder: "Annem, Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'la evleneceğim zaman beni şişmanlatmak istedi. Ancak bana hurma ile
birlikte salatalık yedirinceye kadar arzu ettiği diğer şeylerden (ilaçlardan)
hiçbirine icabet edemedim. O ikisinden (muntazaman yemeye devam edince) güzel
bir şişmanlık kazandım."[154] [Ebû Dâvud, Tıbb 20,
(3903); İbnu Mâce, Et'ime 37, (3324).]
AÇIKLAMA için önceki hadise bakılsın.
ـ3949 ـ9ـ
ومن ابنى بسر
السُّلميِّينَ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهما قا:
]دَخَلَ
عَلَيْنَا
رَسُولُ اللّهِ
#
فَقَدَّمْنَا
إلَيْهِ
زُبْداً وَتَمْراً،
وكَانَ
يُحِبُّ
الزُبْدَ
وَالتَّمْرَ[.
أخرجه أبو
داود.
9. (3949)- Büsr es-Sülemî'nin
iki oğlu (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) yanımıza girdi. Biz kendilerine tereyağı ve hurma ikram ettik.
Aleyhissalâtu vesselâm yağla hurmayı severdi."[155] [Ebû Dâvud, Et'ime 45,
(3837); İbnu Mâce, Et'ime 43, (3334).]
AÇIKLAMA:
1- Büsr'ün iki oğlu Atiyye ve Abdullah'dır.
2- Bu hadis, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hurma ile
tereyağını beraber yediğini ifade etmektedir.[156]
ـ3950 ـ10ـ
وعن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ #
يُحِبُّ الْحَلْوَى
وَالْعَسَلَ[.
أخرجه
الترمذي .
10. (3950)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) helva
ve balı severdi."[157] [Tirmizî, Et'ime 29,
(1832).]
AÇIKLAMA:
Hadiste Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın tatlıları ve balı
sevdiği ifade edilmektedir. Hadiste geçen helvayı "tatlı" diye
çevirmemiz daha uygundur. Çünkü dilimizde helva dedik mi muayyen hammaddelerden
yapılmış belli bir tatlıyı anlarız. Arapçada ise, insan emeğinin, san'atın
girdiği her çeşit tatlıya denir. Nevevî der ki: "Helva'dan burada murad
tatlı olan her şeydir." Nevevî devamla der ki: "Arkadan balın zikri,
onun şeref ve meziyyetine dikkat çekmek içindir, âmmdan sonra hass'ın zikri
babındandır." İbnu Battal der ki: "Helva ve bal, şu âyette mezkur
olan tayyibâta dahildir: "Size verdiğimiz rızkın temizlerinden
yiyin..." (Tâ-Hâ 21).
Âlimler, helva ve bala
benzeyen bütün leziz yiyeceklerin,
hadisin ma'nâsına dahil olduğunu belirtirler. Hattâbî der ki: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın tatlılara olan sevgisi onlara fazla iştiha
göstermesi, nefsinin onları şiddetle çekmesi ma'nâsında değildir. Sofrasında
bulunduğu takdirde tatlıdan normal
şekilde alırdı. Böylece onun bunu sevdiği anlaşılırdı.[158]
ـ3951 ـ11ـ
وعن ابن عباس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]كَانَ أحَبُّ
الطَّعَام
إلى رَسُولِ
اللّهِ #
الثَّرِيدَ
ِمنَ
الْخبْزِ،
وَالثَّرِيدَ
مِنَ الحَيْسِ[.
أخرجه
أبو داود .
11. (3951)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın en çok sevdiği yiyecek ekmekten yapılan tirid ve hays'dan
yapılan tirid idi."[159] [Ebû Dâvud, Et'ime 23,
(3783).]
AÇIKLAMA:
1- Tirid, ekmeğin elle ufalanmasından sonra üzerine et suyu
dökülerek elde edilen yemeğe Araplar
tirid der. Aynı kelime dilimize tirid olarak girmiş durumda. Biz de
biraz bayatlayan ekmek parçalarını biriktirip küçük küçük parçaladıktan sonra
üzerine et suyu ve yağ, salça, baharat vs. katkı maddeleri ile terbiyelenen suyu dökmek suretiyle elde
ettiğimiz yemeğe tirid deriz. Belki de sünnetten geldiği ve Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) severek yediği için halkımız tarafından zevkle yenen,
yapılması kolay bir yemek çeşididir. Bayatlayan ekmek parçalarını
değerlendirerek israfı önlemesi bakımından ayrı bir ehemmiyeti olan bu yemeğin
Resulullah'ın takdirine mazhar olması ona ayrı bir lezzet katmaktadır. Tiridin sünnet olduğunu,
Aleyhissalâtu vesselâm'ın övgüsüne sevgisine mazhar olduğunu bilen âileler, onu
bir sünnetin ihyası olarak, bir başka niyetle, bir başka hazla yerler. Âfiyet
ve nur olsun. Kıyamete kadar mutfaklarımızdan eksik olmasın.
Efendimiz, tiridi o kadar severmiş ki, bazan bir başka şeye olan
sevgisinin büyüklüğünü ifade için tiride atıf yaptığı olmuştur. Mesela Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) validemizin üstünlüğünü şöyle ifade buyurmuşlardır:
"Âişe'nin başka kadınlara üstünlüğü tiridin diğer yemeklere üstünlüğü
gibidir." Aleyhissalâtu vesselâm burada, her ikisini de yüceltmiş, her
ikisine de ayrı bir muhabbeti olduğunu belirtmiş olmaktadır.
2- Hays: İbnu'l-Esîr, Hays'ı: "Hurma, keş ve yağ veya
keşe bedel un veya ekmek ufağı katılarak yapılan yemek" diye tarif eder
İbnu Raslân da şöyle tarif eder: "Hays'ın sıfatı, hurma
alınır, içerisinden çekirdeği ayıklanır, yağ veya benzeri bir şeyle birlikte
yoğrulur. Sonra serîd gibi oluncaya kadar elde
ovulur, bazan da içerisine kavud katılır."
Şu halde, ekmek tiridi deyince et suyuna ekmek parçaları katarak
elde edilen tiridi; hays tiridi deyince de hurma, bal, keş ve benzeri şeylere
ekmek parçalarını katmakla elde edilen yemeği anlayacağız. Bu katkılı
yemeklerin kesin değişmez belli bir
terkibi olmasa gerek. Mutfağın imkanlarına göre et suyu, yağ, bal, hurma,
peynir gibi farklı katıklar, un ekmek, kavud gibi ana maddelere katılarak bunları
daha lezzetli, daha yenilir hale getirmektedir. İşte bu suretle elde edilen
yemeklere serîd (tirid) denmektedir. Serîd, asıl itibariyle batırmak, ıslamak
ma'nâsından gelir.[160]
ـ3952 ـ12ـ
وعن
عبداللّهِ
المزنى
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إذَا
اشْتَرَى
أحَدُكُمْ
لَحْماً
فَلْيُكْثِرْ
مَرَقَتَهُ،
فإنْ لَمْ
يَجِدْ
لَحْماً
أصَابَ مَرَقاً
وَهُوَ أحَدُ
اللَّحْمَيْنِ[.
أخرجه الترمذي
.
12. (3952)- Abdullah
el-Müzenî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Biriniz et satın alınca suyunu biraz fazla
kılsın. (Yemek sırasında) yiyenlerin çokluğu sebebiyle ete rastlamayıp suya
rastlasa (bu ona yeterlidir), zira su da, iki etten biri olmuştur."
[Tirmizî, Et'ime 30, (1833, 1834).][161]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah burada, et suyunun da etin kendisi kadar
besleyici ve yemeğe tad verici olduğuna dikkat çekiyor. Bu sebeple et pişerken
suyunun fazla konmasını tavsiye ediyor. Bilhassa kalabalık ailelerde, pişen etten herkesin kaşığına rastlamayabilir. Şu halde suyun
fazla kılınması herkese oldukça eşit bir nasib sağlayabilecektir. Çünkü etteki
bir kısım faydalı ve besleyici hasseler suyuna geçecektir.
Hadisin Müslim'de Ebû Zerr (radıyallahu anh) tarafından rivayet
edilen bir benzeri şöyledir: "Bir et satın aldın veya pişirdin mi, suyunu
artır ve ondan komşuna da bir miktar ver."
2- Resulullah bu hadisle etin suda pişirilerek yenmesini, bu
tarzın kızartılarak yenmesinden daha iyi olduğunu irşad etmiş olmaktadır. Hem
herkese isabet edecek bir bereket kazanmakta ve hem de -bazı şarihlerin dikkat
çektiği üzere- kızartmadan hasıl olacak bir kısım tıbbî zararlar bertaraf edilmiş
olmaktadır.
3- Hadisin kaydettiğimiz Ebû Zerr vechi de nazar-ı dikkate
alınınca, Aleyhissalâtu vesselâm'ın aynı sofraya oturanlar olsun, diğer
komşular olsun, kardeşler arasında bir dayanışma, bir yardımlaşma, bir
diğergamlık hislerinin teşkilini, te'sisini de gaye edindiği anlaşılmaktadır.
Komşuların birbirlerine bu çeşit ikramları, aralarındaki muhabbeti
artırır, dargınlıkları izale eder, dargınlığa götürecek zemin bertaraf edilmiş olur.
4- Bu hadisin bir diğer yönü, insandaki cimrilik damarının
kırılmasına, bencilliğin izalesine,
fakirlik korkusunun dağıtılmasına bakar, şeytanın bu paraleldeki
iğvalarını bertaraf eder.
Rehber-i ekmel olan Efendimizin her tavsiyesi, anlamak ve
keşfetmekten aciz kaldığımız nice maslahatlar, menfaatler ve dünyevî faideler
taşır.[162]
ـ3953 ـ13ـ
وعن أبى هريرة
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أُتِىَ
رَسُولُ
اللّهِ
بِلَحْمٍ
فَرُفِعَ إلَيْهِ
الذِّرَاعُ،
وَكَانَتْ
تُعْجِبُهُ
فَنَهَشَ
مِنْهَا[.
أخرجه
الترمذي.»النَّهْشُ«
بمهملة
ومعجمة: ا‘كل
بمقدم ا‘سنان،
وقيل إنه
بالمعجمة:
ا‘كل با‘ضراس .
13. (3953)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bir et
parçası getirilmişti. Kendisine bunun bud kısmı sunuldu. Aleyhissalâtu vesselâm
bud severdi. Bu bud gelince hemen ondan ısırarak yedi." [Tirmizî, Et'ime
34, (1838); İbnu Mâce, Et'ime 28, (3307); Buhârî, Enbiya 3, Tefsir, İsra 5;
Müslim, İman 327).][163]
AÇIKLAMA:
Zirâ koyunun kol kısmıdır, ön bud da denir. Kâmus'da:
"Dirsekten orta parmağa kadar olan kısım" diye tarif edilir. Hadis, Resulullah'ın koyun
budunu sevdiğini göstermektedir.
İmam Nevevî, Resulullah'ın kolu sevmesini, çabuk pişmesi, çabuk
hazmedilmesi ile izah eder. Isırarak yemesi, tevazuya yorulmuştur. Gerçi
ısırarak yemenin sıhhat ve âfiyete daha
uygun olduğu da söylenmiştir.[164]
ـ3954 ـ14ـ
وعن ابن مسعود
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ رَسُولُ
اللّهِ #
تُعْجِبْهُ
الذِّرَاعُ،
وَسُمَّ فِى
الذِّرَاعِ،
وَكَانَ
يَرَى أنَّ الْيَهُودَ
سَمُّوهُ[.
أخرجه أبو
داود.
14. (3954)- İbnu Mes'ud
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Koyunun ön budu Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın hoşuna giderdi. (Bir defasında) ön buda zehir konuldu. Bu zehiri
yahudilerin koyduğu görüşündeydi." [Ebû Dâvud, Et'ime 21, (3781); Buhârî,
Megâzî 41, Hibe 28; Müslim, Selam 45, (2190); İbnu Mâce, Tıb 45, (3546).][165]
AÇIKLAMA:
Bu hadise, Hayber'in fethi sırasında cereyan eden hadiseye ima etmiş olmalıdır. Zira İbnu İshak'ın
daha tafsilatlı olarak kaydettiğine
göre, fetih tamamlanınca Zeyneb Bintu'l-Hâris adında bir yahudi kadını
Resulullah'ın koyunun neresini sevdiğini sorar ve bud kısmı olduğunu öğrenince oraya çokca zehir koyarak,
kızartılmış halde ikram eder. Resulullah bir mucize olarak suikastın farkına
varıp lokmasını yutmadan tükürür. Ashabtan Bişr İbnu'l-Bera yutar ve zehirin
tesiriyle şehid olur. Resulullah "niye yaptın?" diye kadına sorunca:
"Peygambersen sana bildirilir, degilsen halk senden kurtulur diye yaptım" der, müslüman
olur. Resulullah cezalandırmaz.[166]
ـ3955 ـ15ـ
وعن سهل بن
سعد رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كُنَّا
نَفْرَحُ
بِيَوْمِ
الْجُمُعَةِ،
كَانَتْ
لَنَا
عَجُوزٌ
تَأخُذُ
أُصُولَ
السِّلْقِ
فَتَطْرَحُهُ
فِي الْقِدْرِ،
وَتُكَرْكِرُ
عَلَيْهِ
حَبَّاتٍ مِنْ
شَعِير،
واللّهِ مَا
فِيهِ شَحْمٌ
وََ وَدَكٌ،
فإذَا
صَلَّيْنَا
الجُمُعَةَ
انْصَرَفْنَا،
فنُسَلِّمُ
عَلَيْهَا
فَتُقَدِّمُهُ
لَنَا،
وَكُنَّا
نَفْرَحُ
بِيَوْمِ
الجُمْعَةِ
مِنْ أجْلِهِ[.
أخرجه
الشيخان.»تُكَرْكِرُ«:
أى تطحن .
15. (3955)- Sehl İbnu Sa'd
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Biz cuma günü olunca sevindirdik. Çünkü
bizim yaşlı bir kadın akrabamız vardı. Pazı kökü bulur, tencereye koyar,
üzerine de arpa öğütüp ilavede bulunurdu. Vallahi, bunun içinde ne kuyruk yağı
ne de iç yağı olurdu. Cuma namazını kıldık mı, mescidden ayrılır, o ihtiyar
kadına selam verip hanesine girerdik. O da mezkur yemeği önümüze koyardı. İşte bu sebeple biz
cuma olunca sevinirdik." [Buhârî, Et'ime 17, Cuma 40, 41, Hars 21,
İsti'zân 16, 39; Müslim, Cuma 30, 32, (859, 860).][167]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayetin Buhârî'deki vechinde bazı ziyadeler hadisi
daha vazıh kılmaktadır. "Bizden bir kadın, tarlasındaki dört evleklik kısma pazı ekerdi. Cuma günü olunca,
pazı köklerinden söker, bir tencereye koyar, üzerine bir avuç çekilmiş arpa
ilave eder pişirirdi. Pazı kökleri, yemeğin âdeta etli kemiği yerine geçerdi.
Biz cuma namazından çıkar, kadına selam verir, yanına giderdik. O da önümüze bu
yemekten getirirdi, biz de yerdik. Biz cuma günlerini bu yemek sebebiyle iple
çekerdik."Hadisin bir vechinde, cuma günleri (namaza erken gidebilmek
için) sabah yemeği ve kaylûleyi namazdan sonraya bıraktıkları da belirtilir.
2- Hadisten Çıkarılan Bazı Faydalar:
* Kadına selam vermek caizdir.
* Ne kadar değersiz bile olsa bir şeyler ikram etmek müstehabdır.
* Sahabelerin kanaatkârlıkları, geçimdeki darlıkları, namaza olan
heyecanlı koşuşmaları gözükmektedir.
* Ahmed İbnu Hanbel bu hadise dayanarak Cuma'nın zevalden önce
kılınabileceğini, bunun caiz olduğunu söylemiştir. Ancak Zeyn İbnu'l Münîr,
aksine, hadisten cumanın zevaldan sonra kılındığı hükmünün çıkarılması
gerektiğini söyler. "Çünkü der, kaylûleden (gündüz uykusu) âdetleri
zevalden önce yapmak idi. Sahabî, cuma günleri, cuma için hususî hazırlıkla meşgul olmaları
sebebiyle kayluleyi cuma namazından sonraya tehir ettiklerini haber
vermektedir."
ـ3956 ـ16ـ
وعن جابر
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]لَقَدْ
رَأيْتُنَا
مَعَ رَسُولِ
اللّهِ #
بِمَرِّ
الظَّهْرَانِ
نَجْنِى
الْكِبَاثَ:
وَهُوَ
ثَمَرُ
ا‘رَاكِ.
وَيَقُولُ:
عَلَيْكُمْ
بِا“سْوَدِ
مِنْهُ،
فإنَّهُ
أطْيَبُ،
فَقُلْتُ:
أكُنْتَ
تَرعَى
الغَنَمَ؟
فقَالَ: وَهَلْ
مِنْ نَبِىٍّ
إَّ رَعاهَا[.
أخرجه
الشيخان .
16. (3956)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la
birlikte Merrü'z-Zahrân'da erâk ağacının kebâs denilen meyvesinden
topladığımızı hatırlıyorum. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) o zaman bize:
"Siyahlarını toplayın, onlar daha iyidir!" tavsiyesinde bulunmuştu. Ben kendilerinden
"Siz koyun da güttünüz mü?" diye sordum. "Hiç koyun gütmeyen
peygamber var mı?" cevabında bulundu." [Buhârî, Et'ime 50, Enbiya 29,
Müslim, Eşribe 163, (2050).][168]
AÇIKLAMA:
1- Merrü'z-Zahrân,
Mekke'ye bir merhale mesafede bir yer adıdır.
2- Şârihler, "Koyun güttün mü?" sorusunun
"Koyun güttün mü ki kebâs denen
meyvenin siyahının daha iyi olduğunu biliyorsun?" takdirinde olduğunu belirtirler. Bu ifadeden kebâsın ziraatının yapılmayıp,
pazarlarda satılmadığı dağlarda hüdayı
nâbit olarak bittiği ve çobanlar tarafından bilinip istifade edildiği
anlaşılmaktadır. Mamafih, lügatçiler kebâs'ı insan, deve ve hatta koyunların da
yediğini belirtirler.
3- Âlimler, bu hadisten, dağlarda sahipsiz olarak yetişen ağaçların
meyvelerinden yemenin mübah olduğu hükmünü çıkarmışlardır.
4- Âlimler, peygamberlerin, nübüvvetten önce çobanlıktan
geçmelerindeki hikmetler sadedinde şu
açıklamayı yaparlar: "Koyun gütmek, ümmetlerinin işlerini yürütme
hususunda temrin yapmak, tecrübe kazanmak içindir. Çünkü koyunlarla haşir neşir
olmakla hilm, şefkat gibi duygular gelişir. Zira, koyunları güdüp, onları kırda
dağılmalarından sonra toplamaya bir otlaktan diğerine sevketmeye, canavar,
hırsız gibi koyun düşmanlarından onları korumaya sabrettiler, onların tabiatlarındaki
farklılıkları, zayıflıklarına ve beraberliğe olan ihtiyaçlarına rağmen şiddetli
tefrikalara düştüklerini öğrendiler mi, bu suretle, ümmete karşı sabırlı
olmaya alışırlar ve onların akılca
aralarındaki seviye farklarını, tabiatlarındaki çeşitlilikleri anlarlar.
Böylece kırgınları barıştırırlar,
zayıflara merhametli olurlar, onlarla muamelelerinde iyi davranırlar. Neticede
bu işlerin meşakkatlerine tahammülleri, aynı işlere çobanlık yapmaksızın birden
bire verilme durumuna kıyasla çok daha kolay olur. Halbuki bu erdem, koyun
çobanlığıyla tedricen kazanılmıştır. Bu işte, bilhassa koyun zikredilmiştir. Zira o diğerlerine
nazaran daha zayıf, dağılmaları da deve veya sığırın dağılmasından daha
fazladır. Büyüklerin bağlanması, alışılan âdet üzere, daha çok imkan
dahilindedir. Ne varki koyunlar, onlara nazaran daha çok dağılsa da, toplayıp
zabt rabt altına alınmaları öbürlerinden daha sür'atlidir."[169]
(Bu babta dört fasıl var)
*
BİRİNCİ FASIL
RUKYE VE TEMÎMELERİN (MUSKALARIN) CEVAZI
*
RUKYEDEN NEHİY
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
TAUN VE VEBA
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
GÖZ DEGMESİ
1- Rukye bahsi, kitabımızda çeşitli vesilelerle geçti ve her
seferinde kısaca açıkladık. Burada bazı ziyade bilgiye yer vereceğiz. Rukye,
bir işin husûlü için tabiat üstü güce başvurmak ma'nâsına gelir. Eski
Türkçemizde kısmen afsun kelimesiyle
karşılanır. Kısmen diyoruz, çünkü
afsun kelimesi dilimizde Mevâhib-i Ledünniyye
mütercimi merhum Abdilbâki'nin de belirttiği üzere daha ziyade büyücü ve
cadıların bir kısım nâhoş amelleri için kullanılır. Şifâyâb olmak için okunan âyet-i kerime ve esmâ-i şerifelere
afsun denmez. Cahiliye devrinden bu yana
Araplar, rukyeyi hem müsbet ve meşru hem de menfi ve gayr-ı meşru maksadlarla
yapılan işlerin hepsi için kullanırlar. Biz müsbet ve meşru dediğimiz ameliyeyi
"okuma", "dua yoluyla tedavi" bazan da "üfürme"
tabirleriyle ifade ederiz. Öyleyse Arapçadaki rukyeyi hem afsunlama, hem de dua
ile tedavi diye anlamamız daha muvafık olacaktır.
2- Yine daha önce temas edilmiş olan temîme (cem'i temâim) de
cahiliye geleneğinde mevcut bir
tatbikattır, en-Nihaye'de: "Cahiliye araplarının çocuklara, göz
değmesine karşı taktıkları boncuklar" diye tarif edilir ve İslam'ın bunu
yasakladığı belirtilir. Dilimizde muska kelimesiyle karşılanan temîmenin
-müteakip açıklamalarda görüleceği üzere- dinimizce mutlak olarak yasaklandığını söylemek gerçeği
aksettirmez. Âlimler, meselenin bazı kayıtlar çerçevesinde meşruluğuna
hükmetmiştir.
3- Rukye ile tedavi bahsi bir kısım hurâfelere ve bâtıl inanç
ve davranışlara açık bir kapıdır. Öyle ki, en ilmî, en medenî geçinen
cemiyet halkları bile, günümüzde dahi
bunun kıskacındadır. Dr. Feridun Nafiz Uzluk
Batı cemiyetleri hakkında şu bilgiyi verir: "Romatizmasını yenmek
üzere cebinde bir patates veya bir tavşanın sağ ayağını taşıyan bir dost
görmeyen var mıdır? Bu gibi uğurlara inanış hemen hemen umumîdir. Bir yılan
derisi, bir koyun aşığı, bir tabut çivisi, daha
bir çok afsunlar âdet olmuş, hâlâ kullanılmaktadır. Görülüyor ki, bunlar
Garp memleketleri içindir."
Resulullah'ın bu husustaki hassasiyeti, rukyeleri kontrolü bu sebeple ehemmiyet
taşır.
4- Dua ile tedaviye
giren bazı noktaları açıklamaya geçmezden önce şu hususu belirtmek isteriz:
Rukye bahsi ile dua bahsi bazı noktalarda birbirine tedâhül eder. Biz burada
duanın tedaviye müteallik yönünü, tedavi ile ilgili dualara temas eden
hadisleri ele alacağız. Dua meselesi, daha umumî bir ma'nâda müstakil bir bölüm
olarak geçti (1750-1899. hadisler).[170]
İslâm uleması, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetinde
gelen bir çok delile dayanarak rukyenin
meşruluğuna hükmetmiştir. Rukye dua ile tedavi olarak anlaşılınca, bela,
musibet, hastalık gibi her çeşit kötü hallere karşı korunmak için Allah'a iltica ve dua etmeye teşvik sadedinde vârid
olan bütün hadisleri rukyenin
meşruiyyetine deliller olarak göstermek mümkündür. Bu sadedde gerçekten çok
delil var:
* Bizzat Kur'an-ı Kerim'de
Cenâb-ı Hakk: "Dua edin
icabet edeyim" (Gâfir 60) emrederek: "Duanız olmazsa Allah nazarında
hiçbir kıymetiniz yoktur" (Furkan 77) buyurarak mutlak şekilde dua etmeye
teşvik etmektedir. "Dua"nın ma'nâsı "Allah'tan istemek"
olduğuna göre bu ilâhî davette -"Bütün hastalıklardan şifa" dahil-
her şeyin Allah'tan talebedilmesine bir çağrı vardır. Kaldı ki Resulullah hastalıklarımıza Allah'tan şifa istemeye daha
açık ifadelerle bizleri çağırmış, kendisi fiilî örnekler vermiştir.
* Rukye ve duanın tıbb-ı nebevîdeki ehemmiyetli yerini anlamamız
için şunu da bilmemiz gerekmektedir: Mevâhib-i Ledünniyye'de, Hz. Peygamber'in
tedavide başvurduğu ilaçlar başlıca üç nev'e ayrılır:
1- İlahî ilaçlar (edviye-i ilahiyye).
2- Tabiî ilaçlar (edviye-i tabiiyye).
3- Her iki nevin birleştiği mürekkep ilaçlar.
Birinci nev'i öncelikle Kur'an teşkil eder. Sadedinde olduğumuz
rukye ve dua da birinci nev'e dahildir. Kur'an-ı Kerim'in şifa olma durumundan
ayrıca söz edeceğiz.
* İslam âlimleri, hadislere dayanarak "en nâfi ilaç
duadır" anlayışını kendilerine
prensip yapmışlardır: "Dua, belanın düşmanıdır, onu sürüp çıkarır, henüz
gelmemişse gelmesini önler, gelmiş ise hafifletir, dua mü'minin silahıdır"
der.
Ulemamız, duanın kesin bir tedavi vasıtası olduğunu kabul ettikten
sonra, tıpkı maddî ilaçların müessir olması için perhiz, soğuktan ve sıcaktan
korunmak şeklinde bazı şartlara uymak gerektiği gibi duanın müessir olması için
de riayet edilmesi icab eden bir kısım şartların varlığını da kabul ederler ve
bunları nebevî irşadlardan hareketle tesbite çalışırlar:
** Her şeyden önce itikad'ın dürüst ve pak olması gerekir.
** Haram ve zulümden içtinab etmelidir.
** Dua ânında kalbi gaflet içinde olmamalı, tam bir teveccühle Allah'a yönelmeli, tazarru ve
niyaz içinde bulunmalı. Yoksa ağzı okumakta ve duada olup kalbi yabanlarda
olacak olsa nef'ini (fayda) müşahade etmez, abes yere çalışır. Nitekim Hâkim'in
bir tahricinde Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Şunu bilin ki Allah
Teâlâ Hazretleri, kalbi gâfil ve mâlâyâni ile meşgul kimsenin duasını kabul
etmez" buyurmuştur.
** Duadan önce bir miktar sadaka vermelidir.
** Dua, hacetlerin makbul olduğu mübarek vakitlerde
yapılmalıdır: Gecenin son üçte birinde,
* Kıbleye karşı huşu ile yönelmiş olmalı.
* Maddî ve mânevî pâklık içinde bulunmalı,
** Allah Teâlâ'ya hamd ve sena, Resulüne salât ve selam ederek
başlamalı.
** Tevbe ve istiğfara devam etmeli.
** Duada ısrar ve tekrar etmeli.
** Dua esnasında Hak Teâlâ'nın Esma-i şeriflerini zikretmek,
Rahim, Kerim, Rahman, Şâfi, Kadir gibi isimlerini çokca tekrar ile iltica
etmeli, Kur'an'da ve hadiste gelen me'sur dualarla dua etmeli.[171]
Tıbb-ı nebevînin en bariz hususiyeterinden biri tedavide Kur'an-ı
Kerim'e müstesna bir yer vermiş olmasıdır. Mezkur Mevâhib-i Ledünniye mütercimi
bu hususu "Hak Teâlâ Hazretleri izâle-i emrazda (hastalıkların
tedavisinde) Kur'an-ı Azim'den eam ve enfa' (bütün hastalıklarda geçerli daha
müessir) bir deva inzal etmemiştir.
Kur'an-ı Azim marazlara şifa ve âyine-i kuluba ciladır" diyerek ifade
eder. Yani hem maddî ve hem de manevî hastalıkların en faydalı bir ilacıdır.
Kur'an'ın bu yönünü tesbit eden âyetler vardır: "Biz
Kur'an'dan müminler için bir şifa ve rahmet olan şeyi indiriyoruz" (İsra
82). Fahreddin-i Razi hazretleri "Kur'an" kelimesinin başında
geçen مِن in tebiz için
değil, cins için olduğunu belirtir. Böyle olunca âyeti şöyle anlamak
muvafıktır: "Kur'an olarak indirdiğimiz âyetlerin hepsi mü'minlerin maddî
ve manevî her çeşit hastalıkları için şifadır."
Kur'an'ın, manevî hastalıklarla ilgili tedavisi iki suretle
olmaktadır. Zira manevî hastalıklar ikidir:
* Bir kısmı bâtıl
itikadlardır. Bunlar yaratılış, insanın bidayeti, âkibeti, kader, uluhiyet, nübüvvet gibi iman
esaslarına giren meselelerdir. Bu hususlarda İslam'ın tebligâtına uymayan her inanış tarzı manevi bir hastalıktır. Şu
halde bu meselelerde Kur'an gerçek olanı delilleriyle birlikte zikrederek batıl
mezhepleri ibtal etmiş, mü'minlerini sapıklıklardan korumuştur.
* İkinci kısım manevî marazları kötü ahlaklar teşkil eder. Kur'an-ı
Kerim onları da açıklayarak mü'minleri ahlaksızlara düşmemeleri için uyarmış,
ahlak-ı hamide denen faziletlere, manevî
kemallere irşad buyurmuştur. Resulullah'ın "Mekârim-i ahlak'ı tamamlamaya
geldim" derken kasdettiği mekârim Kur'anî ahlaktır.
Kur'an-ı Kerim'in maddi hastalıklara şifa olmasına gelince, bu da
inkarı mümkün olmayan bir durumdur. Müteakiben bir kısım rivayetlerde
görüleceği üzere, bizzat Resulullah
Kur'an'la rukyede bulunmuş maddî
hastalıkların tedavisinde Kur'an-ı Kerim'den istifade etmeleri için Ashab-ı Güzîn'i teşvik
etmiştir. Hatta bazı hadislerinde Kur'an'dan şifa aramamayı eksiklik ilan
etmiştir: "Kim Kur'an'la şifa taleb etmezse, Allah ona şifa vermez"
buyurmuştur. Bu hadis şu şekilde de anlaşılmıştır: "Kur'an'la şifa taleb
etmeyene Allah şifa vermesin."
Kur'an'da en az altı tane şifa âyeti vardır.
"Onlarla muhârebe edin ki, Allah sizin ellerinizle onları
azablandırsın, onları rüsvay etsin,
size onlara karşı nusret versin, mü'minler zümresinin göğüslerini
ferahlandırsın" (Tevbe 14).
"Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerde olan
(derd)lere bir şifa, mü'minler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir"
(Yunus 57).
"Kur'an' dan mü'minlere rahmet ve şifa
olan şeyler indiriyoruz. O, zâlimlerin ise sadece kaybını artırır" (İsra
82).
"...De ki:
"Bu, mü'minlere doğruluk rehberi ve gönüllerine şifadır" (Fussilet
44).[172]
ـ4021 ـ1ـ عن
عوف بن مالك
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كُنَّا
نَرْقِى فِي
الْجَاهِلِيَّةِ،
فَقُلْنَا:
يَا رَسُولَ
اللّهِ:
كَيْفَ تَرَى
فِى ذلِكَ؟
فقَالَ:
اعْرضُوا
عَلَيَّ
رُقَاكُمْ،
ثُمَّ قالَ: َ
بَأسَ بِمَا
لَيْسَ فِيهِ
شِرْكٌ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود .
1. (4021)- Avf İbnu Mâlik
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Biz cahiliye devrinde afsunlama yoluyla
tedavide bulunurduk. Bu sebeple:
"Ey Allah'ın Resûlü! Bu hususta ne dersiniz?" diye sorduk.
Bize: "Okuduğunuz duaları bana arzedin bakayım!" buyurdular. (Biz de
okuyup arzettik. Dinledikten) sonra: "İçerisinde şirk olmayan dua ile
rukye yapmada bir beis yoktur!" buyurdular." [Ebu Dâvud, Tıbb 18,
(3886); Müslim, Selam 64, (2200).][173]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, dua yoluyla hasta tedavi etmenin caiz olduğunu
göstermektedir. Ancak okunan duada şirke müteallik bir ibare, bir kelam
bulunmamalıdır. Âlimler, Allah'ın isimleriyle, Kur'an âyetleriyle, bu ma'nâda
olan başka dualarla rukye yapmanın yani tedavi etmek ümidiyle hastaya okumanın caiz
olduğunu söylerler. Küfür ifade eden veya ma'nâsı anlaşılamayan kelimelerle
rukye caiz değildir, haramdır denmiştir.[174]
ـ4022 ـ2ـ
وعن جابر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أرْخَصَ
رَسُولُ
اللّهِ # في
رُقْيَةِ
الحَيَّةِ لِبَنِى
عَمْرِو بنِ
حَزْمٍ،
وَلَدَغَتْ رَجًُ
مِنَّا
وَنَحْنُ
جُلُوسٌ
مَعَ
رَسولِ
اللّهِ #
عَقْربٌ،
فقَالَ رَجُلٌ
يَا رَسُولَ
اللّهِ:
أَأَرْقِى؟
فقَالَ: مَنِ
اسْتَطَاعَ
مِنْكُمْ أنْ
يَنْفَعَ
أخَاهُ
فَلْيَفْعَلْ[.
أخرجه مسلم .
2. (4022)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Benî Amr
İbni Hazm'a yılana karşı rukye yapma ruhsatı tanıdı. Biz Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte otururken bizden bir kimseyi akrep soktu.
Bir adam: "Ey Allah'ın Resûlü, buna rukye yapayım mı?" diye sordu: "Sizden
kim kardeşine faydalı olabilecekse hemen olsun" buyurdular." [Müslim,
Selam 60-61, (2198, 2199).][175]
ـ4023 ـ3ـ
وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أرْخَصَ
لَنَا
رَسُولُ
اللّهِ # فِى
الرُّقْيَا
مِنَ
الحُمَةِ،
وَالْعَيْنِ،
وَالنَّمْلَةِ[.
أخرجه مسلم،
وأبو داود
والترمذي .
3. (4023)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize,
zehire karşı, göz değmesine karşı, nemle kurduna karşı rukye yapmamıza
ruhsat tanıdı." [Müslim, Selam 58,
(2196); Ebu Dâvud, Tıbb 18, (3889); Tirmizî, Tıbb 15, (2057).][176]
ـ4024 ـ4ـ
وفي أخرى ‘بى
داود:
]َرُقْيَةَ
إَّ مِنْ عَيْنٍ،
أوْ حُمَةٍ،
أوْ دَمٍ
َيَرْقَأُ[ .
4. (4024)- Ebu Dâvud'un bir
diğer rivayetinde: "Rukye sadece göz değmesine veya zehire veya kesilmeyen
kana karşı yapılır" denmiştir. [Ebu Dâvud, 18, (3889).][177]
ـ4025 ـ5ـ
وفي أخرى له،
عن سهل بن
حنيف: ]َ
رُقْيَةَ إَّ
مِنْ نَفْسٍ،
أوْحُمَةٍ
أوْ
لَدْغَةٍ[.»النَّمْلَةُ«:
قروح تخرج بين
الجنبين، وقد
تخرج في غير
الجنب .
و»النَّفْسُ«:
العين التي
تصيب
ا“نسان.و»الحُمَةُ«:
السمّ.وتخصيص
العين
والحمة
يمنع رقية
غيرهما من
ا‘مراض، فقد
ثبت أن النبىّ
# رقي بعض
الصحابة من
غيرهما،
ومعنى
الحديث:
رقية أولى
وأنفع من رقية
العين والسمّ
.
5. (4025)- Yine Ebu
Dâvud'un Sehl İbnu Huneyf'ten yaptığı bir diğer rivayetinde: "Rukye sadece
nefse (insana değen gözden), veya zehire veya sokmaya karşı vardır." [Ebu
Dâvud, Tıbb 18, (3888).][178]
ـ4026 ـ6ـ
وعن ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]كَانَ
النبىُّ #
يُعَلِّمُهُمْ
مِنَ الحُمَّى،
وَمِنَ
ا‘وْجَاعِ
كُلَّهَا أنْ
يَقُولَ:
بِسْمِ
اللّهِ
الْكَبِيرِ،
أعُوذُ بِاللّهِ
الْعَظِيمِ
مِنْ كُلِّ عِرْقٍ
نَعَّار،
وَمِنْ شَرِّ
حَرِّ
النَّارِ[.
أخرجه
الترمذي.»نَعَرَ
الْعِرْقَُ«
بالدم: إذا ع
وارتفع .
6. (4026)- İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm),
hummaya ve bütün ağrılara karşı şu duayı okumamızı öğretmişti: "Bismillahi'l-Kebîri
eûzü billâhi'l-Azîmi min külli ırkın na'arın ve min şerri harri'n nâr."
"Ulu Allah'ın adıyla, kanla kabaran her bir damardan ve ateş hararetinin şerrinden büyük Allah'a
sığınırım." [Tirmizî, Tıbb 26, (2076).][179]
ـ4027 ـ7ـ
وعن عليّ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ # إذَا
أتى
مَرِيضاً،
أوْ أُتِىَ
بِهِ إلَيْهِ
قَالَ:
أذْهِبِ
الْبَاسَ
رَبَّ
النَّاسِ، وَاشْفِ
أنْتَ
الشَّافِى، َ
شِفَاءَ إَّ
شِفَاؤُكَ،
شِفَاءً َ
يُغَادِرُ
سَقَماً[. أخرجه
الترمذي.»البَأسُ«:
الشدة ا‘لم. و»المُغَادَرَةُ«:
الترك .
7. (4027)- Hz. Ali
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir
hastaya geldiği veya kendisine bir hasta getirildiği zaman şu duayı okurdu:
"Ey insanların Rabbi, acıyı gider, şifa ver, sen Şâfisin. Senin şifandan
başka şifa yoktur. Senden hiçbir hastalığı hariç tutmayan şifa istiyoruz."
[Tirmizî, Daavât 122, (3560), Rivayet Buhârî'de Hz. Âişe'den gelmiştir. (Mardâ
20, Tıbb 39).][180]
AÇIKLAMA:
1- Burada Cenâb-ı Hakk, Kur'an'da geçmeyen bir isimle tesmiye
edilmiştir: Şâfi (şifa veren). Hadis, böylece bunun cevazına delil olmuştur.
Ancak ülemâ buna iki şart koşmuştur:
1) Bu isim noksanlık ifham etmemelidir.
2) Kur'an'da bir aslı olmalıdır. Nitekim, Şâfi isminin aslı
vardır. Zira bir âyette "Hastalandığım zaman O bana şifa verir"
buyurulmuştur (Şuara 80).
2- Hadis'te geçen "Senin şifandan başka şifa yoktur"
cümlesi, bütün şifaların Allah'ın takdirine tevâfuk etmesiyle hasıl olduğunu,
O'nun takdiri, ilmi olmadan şifa olmadığını ifade eder. Evet kavuşulan sıhhat
sebebiyle gerçek teşekkür Rab Teâlâ'ya olmalıdır.
3- Hadiste bütün hastalıklardan şifa istenmektedir. Halbuki
hastalık, keffâretu'zzünûbtür, yani hastanın günahlarının affına en iyi vasıta.
Bu durumda şifa taleb etmek onun aleyhine bir davranış değil mi? diye
ülemâ meseleyi tezekkür etmiş ve şu
hikmeti beyan etmiştir: "Dua bir
ibadettir. Ne sevaba ne de kefârete münafi değildir. Zira her ikisi de
hastalığın bidayetinde ve sabretmek sonucu hâsıl olur. Dua eden ise iki
hasenenin arasındadır: Ya maksudu hâsıl olacak,
ya da ona bedel, faydalı olanın celbi veya zararının defedilmesi
suretiyle maslahat verilecektir. Bunların hepsi de Allah'ın fazlındandır."[181]
ـ4028 ـ8ـ
وعن ثابت بن
قيس بن
شَمّاسِ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه: ]أنَّ
النَّبِىَّ
# دَخَلَ
عَلَيْهِ
وَهُوَ مَرِيضٌ،
فقَالَ:
اكْشِفِ
الْبَاسَ
رَبَّ النَّاسِ
عَنْ ثَابِتِ
بنِ قَيْسِ
ابنِ
شَمَّاسٍ، ثُمَّ
أخَذَ
تُرَاباً
مِنْ
بُطْحَانَ
فَجَعَلَهُ
فِى قَدَحٍ،
ثُمَّ نَفَثَ
عَلَيْهِ بِمَاءٍ،
ثُمَّ
صَبَّهُ
عَلَيْهِ[.
أخرجه أبو
داود .
8. (4028)- Sâbit İbnu Kays
İbni Şemmâs (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm), ben hasta iken yanıma gelip şu duayı okudu: "Ey insanların
Rabbi Sabit İbnu Kays İbni Şemmâs'tan acıyı kaldır." Sonra (Medine'nin)
Buthân (nam vâdi)'dan toprak alarak bir kadehe koydu, üzerine su döküp nefes
etti, sonra (su ile karışan bu toprağı) üstüme serpti." [Ebu Dâvud, Tıbb
18, (3885).][182]
AÇIKLAMA:
1- Burada Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın farklı bir rukye tarzına şahid olmaktayız. Önceki
rivayetler, ziyaretine geldiği hastalara sadece şifa duasında bulunduğunu gösterirken, bu
sonuncuda Buthân vadisi'nden toprak getirerek, üzerine su döküp bunun
üzerine üfürüp (nefes edip) sonra da, su
ile karıştırılıp nefeslenmiş olan bu toprağı hastanın üzerine serptiğini
görmekteyiz. Şârihler, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, büyük ihtimalle
suyu önce ağzına aldığını, tükrüğü ile karıştırdıktan sonra toprağa
püskürttüğünü belirtirler. Mâmafih, suyu ağzına almaksızın toprağa dökmüş, bu
sutoprak karışımını, Sâbit'in üzerine serpmiş olabileceğine de bir ihtimal
olarak yer verirler. Her hâl u kârda en son safhada su ile karışmış olan toprağı Sâbit İbnu Kays'ın üzerine
serpmiştir.
Şârihler,
birinci ihtimali teyid eden bir rivayeti Sahîheyn'den gösterirler: Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Biri Resulullah'a gelip bir rahatsızlığını
arzettiği veya bir çıban veya yaradan muzdarib olduğu zaman, Aleyhissalâtu
vesselâm parmağını şöyle yapar -râvilerden Süfyan şehâdet armağını yere koyup sonra kaldırdı- ve dedi ki:
"Bismillah. Arzımızın toprağı birimizin tükrüğü ile Rabbimiz izniyle hastamıza şifa olacaktır." Görüldüğü
üzere bu rivayette, rukye sırasında
tükrüğün toprakla beraberliği mevzubahistir.
2- Bu hadisler, ülemâ arasında oldukça farklı yorumlara sebep
olmuştur. Bazıları, toprak ve tükrükle ilgili o devrin tıbbî bilgilerini bu
hadislere tatbik etmek isterken, bazıları bunlara karşı çıkmıştır. Farklı
görüşleri özetlemeye çalışacağız.
a) İbnu'l-Kayyim, sadedinde olduğumuz Ebu
Dâvud hadisini şöyle değerlendirir: "Bu kolay, herkesin yapabileceği
faydalı mürekkep ilaçlardan biridir. Bu kolay bir tedavi usulüdür. Bu usulle
yaralar ve taze cerahatlar tedavi edilir. Bilhassa tatbik edilecek başka bir
ilaç bulunmadığı hallerde pek pratiktir, çünkü her yerde uygulanabilir."
İbnu'l-Kayyim kadim tıp anlayışına uygun şöyle bir açıklama dahi ilave eder:
"Bilindiği üzere, hâlis toprağın tabiatı "bârid ve yâbis (soğuk ve
kuru)dur, bilhassa sıcak memleketlerde ve sıcak mizaçlı kimselerde çabucak
iyileşip, yaraların kapanmasını önleyen yara ve cerahatlardaki rutubeti de
alıcıdır. Yara ve cerâhatleri, çoğu durumda, sıcak olan kötü bir mizac takib eder. Böylece birkaç
menfi durum bir araya gelir: Memleketin
harareti, mizac(tan hâsıl olan harâret) ve yara. Halis toprağın tabiatı ise
soğuktur kurudur. Topraktaki bu tabiat, soğuk ve kurulukta, soğuk ve kuru olan
bütün müfred ilaçlardan[183] daha öndedir. Böyle
olunca, toprağın soğukluğu, hastalığın hararetine karşı gelir, bilhassa toprak
yıkanmış ve kurutulmuş ise; yarada (söylenen menfi durumların bir araya gelmesini)
kötü rutubetin artması ve akıntı takip eder.
Toprak aşırı
kuruluğu sebebiyle bu rutubeti kurutur, akıntıyı giderir; soğukluğu sebebiyle
de hararete mani olur. Toprakla, bu söylenenlerden ayrı olarak başka faydalar
da hâsıl olur: Hasta uzvun mizacı itidâle kavuşur. Uzvun mizacı itidâle erince, onun tedbir edici kuvveleri güçlenir,
Allah'ın izni ile uzuvdan elemi bertaraf ederler.
Sahîheyn'den
kaydedilen Hz. Âişe hadisi'nin, Nevevî'ye göre ma'nâsı şudur:
"Aleyhissalatu vesselâm şehadet parmağına kendi tükrüğünü sürer sonra onu
toprağa basar, böylece parmağına toprak yapıştırır bununla hastalıklı uzuv veya
yara üzerine mesheder, bu esnada da mezkur duayı -içerisinde Allah'ın isminin
zikri ve işin Allah'a tefvîzi ve O'na tevekkül gibi hasletlerin hâsıl edeceği
bereket bulunduğu için- okurdu. Böylece ilacın biri diğerine katılarak tesiri
artırırdı."
"Arzımızın
toprağı" sözüyle acaba bütün yeryüzü mü maksuddur, yoksa Medine toprağı
mı?" diye bir soru hatıra gelebilir. Bazı âlimler: "Maksad Medine
toprağıdır, "birimiz"le de, -tükrüğünün şerefi sebebiyle- Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) kastedilmiştir"der. Ancak diğerleri, bu durumda
hadisin hükmünün hususileşeceğini
belirterek bu görüşe katılmazlar.
İbnu'l-Kayyim devamla der ki: "Şurası muhakkak ki toprakta
birçok dertlere derman olan pek çok kötü
hastalıklara şifa veren bir hassa vardır." Galinos der ki:
"İskenderiye'de nice dalak hastaları ve karnı su toplayan kimseleri gördüm, bunlar ilaç olarak Mısır toprağını
kullanıyorlar. Bacaklarına, uyluklarına, kollarına, sırtlarına ve kaburgalarına
bundan sürüyorlar ve gözle görülen neticeler alıyorlardı."
Galinos devamla der ki: "Bu şekilde, (toprağı) sürme yoluyla
tedaviye, sert ve yumuşak şişmelere karşı da zaman zaman yer verilmiştir."
Yine der ki: "Ben bir kavim biliyorum, vücutlarının tamamı, aşağıdan fazla kan
kaybettikleri için şişmişti. Bu toprağı sürmek suretiyle gözle görülür netice
aldılar. Bir başka kavim biliyorum, bazı uzuvlarına iyice yerleşmiş bulunan müzmin ağrılara karşı bu topraktan kullandılar.
Onlar da iyileşti ve ağrıları tamamen kesildi." Kitabu'l-Mesîhî sahibi der
ki: "Kebûs denen hurma ağacından sağılan bir toprak özü -ki sakız unudur-
öyle bir öz ki yaraların etlerini temizler, yıkar ve bitirir ve yaraya son
verir."
O topraklarda bu hasseler olursa, yeryüzünün en iyi, en mübarek
toprağı, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın tükrüğü ile karışıp, O'nun Rabb Teâlâ'sının ismini okuyarak, neticeyi
yine de Allah'a tefvîz ederek yaptığı rukyenin refakatini de kazanınca, ne
kadar müessir bir hal alacağı anlaşılır."
İbnu'l-Kayyim bu uzun açıklamasının sonunu toprağın tedavi edici
yönüyle ilgili rivayetlerin, bütün topraklara yönelik umumi tıbbî bir irşad olmaktan ziyade Resulullah'ın
tükrük ve duasıyla hususiyet ve mü-essiriyet kazanan vak'aları aksettirdiği kanaatine bağlıyor.
b) Bu hususta Beyzavî de şunları söyler: "Gördüğüm bazı tıbbî
açıklamalara göre, tükrüğün mizacların olgunlaşması ve itidale kavuşmasında
rolü vardır. Keza vatan toprağının da mizacın muhafaza ve zararların definde
rolü vardır. Hatta dediler ki: "Yolcunun, beraberinde, yaşadığı yerin
suyundan bulunduramasa da toprağından bulundurması gerekir. Öyle ki farklı
sularla karşılaşınca, bu suların vereceği zararlardan korunmak için o
topraktan, su kabına bir miktar atmalıdır.
Ayrıca, rukye ve azîmet (dua)'lerin, aklın künhüne ermekte aciz kalacağımız
acib tesirleri vardır."
c) Türbüştî der ki: "Toprak kelimesiyle sanki Hz. Âdem
aleyhisselam'ın yaratılışına işaret edilmiştir. Rikâ (tükrük) ile de nutfeye bir işarettir. Sanki Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) lisan-ı haliyle şöyle tazarru etmiş olmaktadır: "Sen ilk
aslı topraktan var ettin. Sonra onu bayağı bir sudan (mâ-i mehin'den) yarattın.
Öyleyse başlangıcı bu olan kimseye şifa vermek sana kolaydır."
d) Yukarıda kaydedilen -toprak hakkındaki- yunan menşeli telakkileri hadislere tatbik
ederek, toprağın mutlak olarak şifa vereceği görüşüne meyleden İslam âlimlerini
tenkid eden Kurtubî hazretleri der ki: "Bu tedavi (tükrüğe toprak
yapıştırarak uygulanan tedavi) tatbikatta uyulması gereken kanunlara riayet
edildiği takdirde netice verir. "Uyulması gereken kanun" deyince
toprak ve tükrüğün (karışımındaki) miktarları ile onu münasib vakitlerinde kullanmaya devam etmeyi kastediyoruz.
Halbuki, hadisteki tavsiyede nefes etmek ve şehadet parmağını yere koymak
vardır. Parmağa ise, ilgisi ve tesiri olmayan şey yapışır. Halbuki bu ameliye,
Allah'ın esması ve Resulü'nün sünnetiyle teberrükten ibarettir. Parmağın yere
konması ise, muhtemelen bunda mevcut olan bir hâsiyet için veya mutad esbaba mubâşerette bulunarak, ilâhî kudretin
âsarını gizleme hikmetine binaendir."
Şu halde, rukye bahsi, diğer birçok bahisler gibi, hadislerden
biriyle amel etmede istical edilmemesi gereken bir mevzudur. Büyük otoriteler
bile farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşlerden birini diğerine tercih
gibi bir ölçüsüzlüğe düşmeyi tavsiye etmeden tekrar ediyoruz: Tıbb-ı nebevî bir
ihtisas işidir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetinden,
mütehassıslar bir kısım prensipler
yakalayıp, farklı şartlarda, farklı bünyelerde onun tatbikatını
gösterebilecekleri gibi bazı ilaç ve terkibler de ortaya çıkarabilirler. Tükrük
ve toprakta tedavi edici bir hassa var
mıdır yok mudur? Günümüzde, buna "var" veya "yok" diyerek kısadan cevap
vermeden önce araştırma yapmak gerekir. Kişi ile yaşadığı yerin toprağı
arasında sıhhati ilgilendiren maddî bir bağ var mıdır yabancı yerin suyu kişiye
menfi tesirler hâsıl eder mi etmez mi? Rukye, Kurtubî'nin dediği gibi sadece
bir teberrükten ibaret ise, Resulullah niçin Buthân vadisinin toprağını
isti'mal etmiştir? Resulullah'ın bu davranışı gözönüne alınarak ve Medine'nin,
toprağı iyice sterilize eden sıcak ikliminin o bölge toprağına kazandırdığı bir
hususiyetten de söz edilerek, hadisin hükmünü -en azından belli hastalıklar
veya şahıslar için- kayıtlamış olan âlimlere de bir haklılık tanımak gerekmez
mi? Bütün bu sorular, meselenin araştırmaya halen açık olduğunu söylemekte bize
cesaret vermektedir.
Yani tıbb-ı nebevîyi inkar mümkün değil, ancak onunla tedaviye
yeltenme işi ihtiyat ve ihtisas gerektirmektedir, bunu da kabul etmeliyiz tıpkı
ahkâm-ı fer'iyyede fukahaya olan ihtiyaç gibi.[184]
ـ4029 ـ9ـ
وعن أبى سعيد
الخدري
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
النّبِىُّ #
يَتَعَوَّذُ
مِنَ الْجَانِّ،
وَمِنْ
عَيْنِ
ا“نْسَانِ،
فَلَمَّا
نَزَلَتِ
الْمُعَوِّذَتَانِ
أخَذَ بِهِمَا،
وَتَرَكَ مَا
سِوَاهُمَا[.
أخرجه الترمذي
.
9. (4029)- Ebu
Saîdi'l-Hudrî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) cinlerden ve insanın göz (değmesi)'nden (çeşitli dualar okuyarak)
Allah'a sığınırdı. Muavvizateyn (Nas ve Felak sureleri) nâzil olunca bu iki
sureyi esas aldı, diğerlerini terketti." [Tirmizî, Tıbb 16, (2059); İbnu
Mâce, Tıbb 33, (3511).][185]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet Muavvizateyn surelerinin her çeşit şerden Allah'a
sığınmak üzere okunacak dua olarak kafi
geldiğini göstermektedir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunlar gelmeden
önce çeşitli dualar okuduğu halde,
bunların nüzûlu ile diğer duaları terketmiş olmaktadır. Muavvizateyn'de "göz
değmesi" mezkur olmadığı halde, bunların câmî bir üslubla gelmiş olması,
cin ve insten gelebilecek her çeşit zararları içine almasına yetmiştir.
Şunu da ilave edelim: Muavvizateyn denince, bazı rivayetlere göre,
İhlas suresi de kastedilmektedir. "İhlas" Kulhuvallâhu ahad süresine
denir.[186]
ـ4030 ـ10ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أتى
جِبْرِيلُ
النَّبِىَّ #
فقَالَ: يَا
مُحَمَّدُ
اشْتَكَيْتَ؟
قَالَ:
نَعَمْ،
فقَالَ
جِبْرِيلُ عَلَيْهِ
السََّمُ:
بِسْمِ
اللّهِ
أرْقِيكَ
مِنْ كُلِّ
دَاءٍ
يُؤذِيكَ،
وَمِنْ شَرِّ كُلِّ
نَفْسٍ أوْ
عَيْنِ
حَاسِدٍ،
اللّهُ يَشْفِىكَ،
بِسْمِ
اللّهِ
أرْقِىكَ[.
أخرجه مسلم والترمذي
.
10. (4030)- Yine Ebu
Saîdi'l-Hudrî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Cibrîl aleyhisselam Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın yanına geldi ve: "Ey Muhammed, hasta mısın?"diye sordu.
"Evet!" cevabını alınca, Cibril aleyhisselam şu duayı okudu.
"Bismillâhi erkîke, min külli dâin yü'zîke ve min şerri külli nefsin ev
aynin hâsidin. Allahu yeşfîke,
bismillâhi erkîke, (Seni Allah'ın adıyla, sana eza veren bütün hastalıklara
karşı, bütün kötü nefis ve hasedce gözlere karşı sana okuyorum. Allah sana
şifa versin, ben Allah'ın adıyla sana dua ediyorum)." [Müslim, Selam 40,
(2186); Tirmizî, Cenâiz 4, (972).][187]
AÇIKLAMA:
1- Burada geçen "nefs"ten maksad
insan nefsi (= kötü insanlar) ma'nâsına gelebileceği gibi, "göz"
ma'nâsına da gelir. Göz ma'nâsına alındığı takdirde göz demek olan ikinci
kelime ayn, te'kiden gelmiş olur.
2- Göz değmesiyle ilgili geniş açıklama az ileride 4042-4045
numaralı hadislerin sonunda gelecek.[188]
ـ4031 ـ11ـ
وعن أبى
الدرداء
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّهُ
اشْتَكى
إلَيْهِ
رَجُلٌ
احْتِبَاسَ
الْبَوْلِ،
فَقَالَ:
سَمِعْتُ
رَسُولَ اللّهِ
# يَقُولُ:
مَنِ اشْتَكى
مِنْكُمْ
شَيْئاً
فَلْيَقُلْ:
رَبُّنَا
اللّهُ
الَّذِى فِي
السَّمَاءِ
تَقَدَّسَ
اسمُكَ،
أمْرُكَ فِى
السَّمَاءِ
وَا‘رْضِ،
كَمَا
رَحْمَتِكَ فِى
السَّمَاءِ
فَاجْعَلْ
رَحْمَتَكَ
فِى ا‘رْضِ،
وَاغْفِرْ
لَنَا
حُوبَنَا
وَخَطَايَانَا
أنْتَ رَبُّ
الطَّيِّبِينَ
أنْزِلْ
رَحْمَةً
مِنْ
رَحْمَتِكَ
وَشِفَاءً
مِنْ شِفَائِكَ
عَلى هذَا
الْوَجَعِ
فَيَبْرَأُ،
وََأمَرَهُ
أنْ
يَرقِيَهُ
بِهِ
فَرَقَاهُ
فَبَرَأ[.
أخرجه أبو داود.»الحُوبُ«
بضم الحاء
المهملة
وفتحها: ا‘ثم .
11. (4031)- Ebu'd-Derdâ
(radıyallahu anh)'ın anlattığına göre, kendisine bir adam gelerek idrar
tutukluğuna yakalandığını söyledi. O da
adama: "Ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan şöyle söylediğini işittim"
dedi: "Sizden kim hastalanırsa şu
duayı okusun: "Rabbunallahu'llezî fi'ssemâi tekaddese ismüke, emrüke
fi'ssemâi ve'l-ardı, kemâ rahmetüke fi'ssemâi fec'al rahmeteke fi'l-ardı.
Veğfir lenâ hûbenâ ve hatâyânâ. Ente Rabbu't-Tayyibîn. Enzil rahmeten min
rahmetike ve şifâen min şifâike alâ hâza'lvece'i fe yebreu. (Ey huzuru semavatı
dolduran Rabbim! Senin ismin mukaddestir. Senin emrin arz ve semadadır, tıpkı
Rahmetin semâda olduğu gibi. Arza da rahmetinden gönder ve bizim günahlarımızı
ve hatalarımızı affet. Sen (kötü söz ve fiillerden kaçınan) bütün iyi kimselerin
Rabbisin. Bu ağrıya, Rahmetinden bir rahmet, şifandan bir şifa indir,
iyileşsin."
(Ebu'd-Derda (radıyallahu anh), adama) bu duayı okumasını emretti.
O da, okudu ve iyileşti." [Ebu Dâvud, Tıbb 19, (3892).][189]
ـ4032 ـ12ـ وعن
عثمان بن أبى
العاص رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّهُ
اشْتَكى إلى
رَسُولِ اللّهِ
# وَجَعاً
يَجِدُهُ فِي
جَسَدِهِ
مُنْذُ
أسْلَمَ،
فقَالَ لَهُ:
ضَعْ يَدَكَ
عَلى الَّذِى
تَألَّمَ
مِنْ
جَسَدِكَ
وَقُلْ: بِسْمِ
اللّهِ ثَثَ
مَرَّاتٍ، وَقُلْ
سَبْعَ
مَرَّاتٍ:
أعُوذُ
بِعِزَّةِ اللّهِ
وَقُدْرَتِهِ
مِنْ شَرِّ
مَا أجِدُ وَأُحَاذِرُ.
قَالَ:
فَفَعَلْتُ
ذلِكَ مِرَاراً
فَأذْهَبَ
اللّهُ مَا
كَانَ بِى،
فَلَمْ أزَلْ
آمُرُ أهْلِى
وَغَيْرَهُمْ
بِذلِكَ[. أخرجه
مسلم ومالك
وأبو داود
والترمذي .
12. (4032)- Osman İbnu
Ebi'l-Âs (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a müslüman olduğum günden beri
bedenimde çekmekte olduğum bir ağrımı söyledim. Bana: "Elini, vücudunda
ağrıyan yerin üzerine koy ve şu duayı oku!" buyurdu. Dua şu idi: Üç kere: "Bismillah"tan sonra yedi
kere, "Eûzu bi-izzetillâhi ve kudretihî min şerri mâ ecidu ve
uhâziru." "Bedenimde çekmekte ve çekinmekte olduğum şu hastalığın
şerrinden Allah'ın izzet ve kudretine sığınıyorum" diyecektim.
Bunu birçok kereler yaptım. Allah Teâlâ hazretleri benden
hastalığı giderdi. Bunu ehlime ve başkalarına söylemekten hiç geri
kalmadım." [Müslim, Selam 67, (2202); Muvatta, Ayn 9, (2, 942); Ebu Dâvud,
Tıbb 19, (3891); Tirmizî, Tıbb 29, (2081).][190]
AÇIKLAMA:
1- Tirmizî ve Ebu Dâvud'un rivayetleri şu farkla başlar:
"Beni helak edeyazan bir ağrı sebebiyle (yatıyordum). Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) beni görmeye geldi. Bana, Aleyhissalâtu vesselâm dedi
ki: "Sağ elinle yedi kere (ağrının üzerinden) meshet ve şu duayı oku:
"Euzu bi-izzetillâhi ve
kudretihî..."
2- Bazı hastalıklara karşı rukye yapınca bu tarzı takip etmek
gerekir: Yani rukyeyi yapan kimse hastanın ağrıyan yerinin üzerini sağ elle
ovup mezkur duayı yedi kere okumalıdır. Allah'ın izniyle neticesi
görülecektir. Sadedinde olduğumuz rivayette Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm), hastanın kendi kendine okuyup rukye yapmasını tavsiye buyurmaktadır.
3- Taberânî'deki rivayette, yapılacak yedi mesh'ten her
birinde mezkur duanın okunacağı söylenmiştir. Hâkim'in rivayetinde Muhammed
İbnu Sâlim der ki: "Sâbit el-Bünânî bana dedi ki: "Ey Muhammed,
hastalanınca, elini ağrıyan yerin üzerine koy sonra: "Bismillâhi euzu
bi-izzetillâhi ve kudretihî min şerri mâ ecidu min vece'i hâzâ" de! Sonra bunu tek olacak şekilde (3, 5, 7, 9
gibi) tekrarla. Çünkü bana, Enes İbnu Mâlik rivayet etti ki Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) kendisine böyle öğretmiş."
4- Rukye sırasında duanın tekrarının gerekli olduğu
belirtilmiştir: "Çünkü denir, ilâhî ilaçlarda ve tıbb-ı nebevî de
dahi tekrar, fuzûlî maddeyi çıkarmada
tabii ilaçların tekrarı ne ise, hastalığın tedavisinde daha müessir ve daha
mükemmel olmak için aynı şeydir.
Bunlarda da tekrarı gereken Zikrullah, işin Allah'a tefvîzi ve Allah'ın izzeti
ve kudretinden istiâne vardır, yedide
ise başka miktarda olmayan ayrı bir hassa vardır. Öyle ise tekrar
gerekir."[191]
ـ4033 ـ13ـ
وعن أبى سعيد
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كُنَّا
فِى مَسِيرِ
لَنَا
فَنَزَلْنَا
مَنْزًِ،
فَجَاءَتْ
جَارِيَةٌ،
فَقَالَتْ: إنَّ
سَيِّدَ
الحَىِّ
سَلِيمٌ
لَدِيغٌ،
وَإنَّ
نَفَرَنَا
غُيَّبٌ،
فَهَلْ
مَنْكُمْ
رَاقٍ؟
فَقَامَ
مَعَهَا رَجُلٌ
مَا كُنَّا
نَأبِنُهُ
بِرُقْيَةٍ فَرَقَاهُ
فَبَرَأ،
فَأمَرَ لَهُ
بِثََثِينَ
شَاةً،
وَسَقَانَا
لَبَناً،
فَقُلْنَا لَهُ:
أكُنْتَ
تُحْسِنُ
الرُّقْيَةَ؟
فقَالَ: َ
مَارَقَيْتُهُ
إَّ بِأُمِّ
الْكِتَابِ،
قُلْنَا: َ تُحْدِثُوا
شَيْئاً
حَتّى
نَأتِىَ
رَسُولَ اللّهِ
#
فَنَسْألَهُ،
فَلَمَّا
قَدِمْنَا ذَكَرْنَاهُ
لَهُ، فقَالَ:
وَمَا
يُدْرِيكَ
أنَّهَا
رُقْيَةٌ؟
اقسِمُوا
وَاضْرِبُوا
لِى
بِسَهْمٍ[.
أخرجه الخمسة
إ
النسائى.»النَّفَرُ
غُيَّبُ«:
الرجال خاصة،
وأرادت أنهم غائبون
عن الحي.ومعنى
»نَأبِنُهُ«:
أى نتهمه.
13. (4033)- Hz. Ebu Saîd (radıyallahu anh) anlatıyor: "Biz
[Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın çıkardığı askerî] bir seferdeydik. Bir yerde
konakladık. Yanımıza bir cariye gelip: "Obamızın efendisi Selim'i bir zehirli
soktu. Onunla meşgul olacak erkekler de şu anda yoklar. Sizde rukye yapan biri
var mı?" dedi. Bunun üzerine bizden rukye hususunda mahâretini
bilmediğimiz bir adam kalkıp onunla gitti ve adama okuyuverdi. Adam iyileşti.
Kendisine otuz koyun verdiler. Bize
sütünden içirdi. Ona: "Yahu sen rukye bilir miydin?" dedik.
"Hayır, ben sadece Fatiha okuyarak
rukye yaptım" dedi. Biz kendisine "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a sormadan (bu verdiklerine) dokunma!" dedik. Medine'ye gelince, durumu ona söyledik.
Aleyhissalâtu vesselâm "Fatiha'nın rukye olduğunu (tedavi maksadıyla
okunacağını) sana kim söyledi? (verdikleri koyunları paylaşın, bana da bir
hisse ayırın!" buyurdular." [Buhârî, Tıbb 39, 33, İcâre 16,
Fedâilu'l-Kur'an 9; Müslim, Selam 66, (2201); Ebu Dâvud, Tıbb 19, (3900);
Tirmizî, Tıbb 20, (2064, 2065).][192]
AÇIKLAMA:
1- Burada, birçok vecihten farklı ziyadelerle rivayet edilen
bir hadise anlatılmaktadır. Hadisin bütünü nazar-ı dikkate alınarak çıkarılmış
olan hükümlerden kaydedeceğimiz için, sadedinde olduğumuz vechindeki bazı
eksikliklere dikkat çekeceğiz:
a) Hâdise Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ebu
Saîdi'l-Hudrî komutasında gönderdiği otuz kişilik askeri bir birlikte geçer.
Bunun hangi sefer olduğu, hangi yılda geçtiği açık değildir.
b) Birlik geceleyin bir Arap
obasına uğrayıp kendilerini ağırlamalarını taleb ederler. Ancak onlar
bunu kabul etmezler, yiyecek vs. vermezler.
c) Ancak bir müddet sonra, obanın efendisini akreb sokar. Bütün çarelere başvurarak tedavi
etmeye çalışırlar. Ama nafile, netice alamazlar.
d) Efendilerini kurtarmak için, son çare hüsnükabul
göstermedikleri, yakınlarında konaklamış bulunan "yabancılara"da
başvurmak zorunda kalırlar, gelip: "Bize ulaştığına göre, sizin
arkadaşınız bir nur ve şifa getirmiş" diyerek yardım taleb ederler.
e) Ashab bu
misafirperver olmayan yerlilere önce:
"Siz bize bakmadınız, biz de size bakmayacağız" cevabını verir.
f) Onların ısrarı üzerine ücret taleb ederek pazarlıkla, otuz
aded koyun karşılığında rukye yoluyla tedaviyi kabul ederler.
g) Rukye yapmak üzere, bu işin erbabı (profesyoneli) de
olmayan biri, Ebu Saîdi'l-Hudrî gider, Fatiha suresini üçveya yedi- kere
okuyarak, adamın tedavi olmasını sağlar. Sadedinde olduğumuz hadiste ravi olan
Ebu Saîd bir başka şahıstan bahsediyor
gibi görünse de, başka rivayetlerin tahlili, burada kendisini kasdettiğini
ortaya çıkarmıştır.
h) Onun başarısı o anda
arkadaşlarını şaşırttığı gibi, bilahare Resulullah'ı da hayrete
düşürür ve: "Sen Fatiha'nın rukye olarak okunacağını nereden
biliyordun?" diye sormasına mucib
olur.
Ebu Saîd, Aleyhissalâtu vesselâm'a: "İçimden öyle geçti"
cevabını verir.
ı) Bazı rivayetlerde tedavinin akrep sokmasına karşı değil,
tecennüne (deliliğe) karşı yapıldığı
ifade edilmiş ise de, meselenin tahkîki, bunun ravilerden biri tarafından bir
başka hadiseyle iltibas edilmesinden
ileri geldiğini, bunun ayrı, öbürünün ayrı bir vak'a olduğunu ortaya
çıkarmıştır.
i) Ashab, tedavideki başarı üzerine sütlerinden içmiş,
koyunlarını almıştır. Koyunları aralarında pay edecekleri zaman bizzat tedaviyi gerçekleştirenin teklifi ile bunun
helal olup olmadığını Resulullah'a sormayı
kararlaştırıp, pay etmezler.
j) Medine'ye dönüşte vak'a Aleyhissalâtu vesselâm'a hikaye
edilir. Aleyhissalâtu vesselâm: "Sizin üzerine ücret almada en haklı olduğunuz şey
Kitabullah'tır" diyerek bunun caiz olduğunu ifade eder ve -hatta bu cevaz
hükmünü te'kiden- "Bir hisse de bana ayırın!" ferman buyurur.[193]
2- HADİSTEN ÇIKARILAN BAZI HÜKÜM VE FAYDALAR:
* Kur'an-ı Kerim'i rukye niyetiyle okumak caizdir. Âlimler, bu cevaza me'sur dua ve zikirlerle yapılacak
rukyelerin de dahil olduğunu, dahası, me'sur dualarda gelenlere muhalif
düşmeyen gayr-ı me'sur dua ve zikirlerle
de rukye cevazının buna dahil
olduğunu söylerler. Bunlar dışındaki şeylerle yapılacak rukyelerin lehinde ve
aleyhinde bu hadiste bir açıklık yoktur.
* Yolculuk sırasında köylülere misafir olmak, su başlarına inmek,
onlardan hasbî olarak veya ücret
mukabili ihtiyaç talebetmek caizdir.
*
İkram
etmekten imtina edenlere, yardımcı olmayı reddetmek suretiyle mukabele-i
bilmisilde bulunmak caizdir. Zira Ashab, kendilerini ağırlamayanlara, aynıyla
mukabelede bulunarak rukye yapmayı reddetmiştir. Buna Kur'an'da Hz. Musa'dan
örnek gösterilmiştir: Hz. Musa ile Hz. Hızır arkadaşlıkları sırasında
uğradıkları bir köyden misafirlik talebederler, ama onlar kabul etmezler. Buna
rağmen Hızır, o köyün yıkılmakta olan bir duvarını doğrultuverir. Bunun üzerine
Hz. Musa "Dileseydin buna karşı bir ücret alabilirdin" (Kehf 77) der.
* Kişinin kendine vacib kıldığı bir işi yerine getirme örneği
var: Ebu Saîd (radıyallahu anh) rukye yapıp mukabilinde kendisi ve arkadaşları
için ücret almaya azmetti. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu kararına uymasını emretti, o da aldığı
malları arkadaşlarıyla paylaştı.
* Aslı malum olan hediyeye iştirak caizdir.
* Birşeye rağbeti bilinen kimseden o şeyden hediyede
bulunmasını talebetmek caizdir.
* Zâhiri helal olan bir şeyi kabzedip, vâki olan şüphe sebebiyle
onda tasarrufta bulunmaktan kaçınmak caizdir.
* Nass bulunmayan hallerde içtihad caizdir.
* Ashab'ın gönlünde Kur'an'ın, hususen Fatiha'nın yüce makamı
gözükmektedir.
* Bir kimsenin mukadder rızkına, o rızkı elinde bulunduran mani
olamaz, nitekim Cenâb-ı Hakk, Ashab'a o oba halkının elindeki maldan rızık takdir etmiş, halbuki oba halkı önce
onları ağırlamaya yanaşmamıştır. Ancak Cenâb-ı Hakk, akreb sokma hadisesini
sebep kılarak Ashab'ın onlar elindeki rızkını onlara ulaştırmıştır.
* Hadiste bir başka yüce hikmet mevcuttur. Şöyle ki: Cenâb-ı
Hakk, öncelikle, Ashab'ı ağırlamaktan imtina işinde baş çeken reisi
cezalandırdı. Çünkü insanların âdeti,
büyüklerin emrine uymaktır. İmtina sebebiyle reisleri hususi olarak
cezalandırılınca, muvafık bir cezanın
öbürlerinin tamamına geleceği tabiidir. Reisin hususi cezaya uğramasında bir
başka hikmet daha var. O da şudur: Kendisinden şifa istenen kimsenin dilediği
şeyde -ne kadar çok da olsa- onun talebine uyulma sağlanmıştır. Zira, akrebin
soktuğu kimse sıradan biri olsaydı, kendilerinden taleb edilen miktarı ödemeye
güce yetmezdi.
* Rukye mukabilinde ücret almak caizdir.
* Kur'an öğretmeye mukabil ücret alma hususunda Ulema ihtilaf
etmişse de umumiyetle cevazına hükmetmiştir. Buhârî'nin kaydına göre, Şâbi:
"Muallim belli bir şey verilmesini şart
koşmaz, ne verilirse onu alsın" der. el-Hakem: "Muallim'in
ücret almasını mekruh addeden hiç kimse görmedim" demiştir. Hz. Muaviye'ye
bu hususta sorulunca: "Onun ücrete
hakkı olduğu reyindeyim" der. Hasan-ı Basrî kendisini yetiştiren hocaya on
dirhem ödemiştir. Bir başka rivayette Hasan-ı Basrî'nin, önceden ücret
şartı koşmayı mekruh addetmekle birlikte: "Muallimin yazı öğretmesi
mukabilinde ücret almasında bir beis yok" dediği rivayet edilmiştir.
Katâde'nin: "İnsanlar üç şey ihdas ettiler, bunlar üzerine ücret alınmaz:
Damızlık aşırtmak, mal taksimi, ta'lim"
dediği kaydedilir. Hanefîler ise rukye için ücreti caiz görseler de
talim için caiz görmemişlerdir: "Çünkü demişlerdir, Kur'an'ın öğretilmesi
ibadettir, onun ücreti Allah'a
aittir."[194]
ـ4034 ـ1ـ عن
عمران بن حصين
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قالَ رَسُولُ
اللّهِ #:
يَدْخُلُ
الجَنَّةَ
مِنْ أمَّتِى
سَبْعُونَ
ألْفاً
بِغَيْرِ
حِسَابٍ.
قِيلَ: مَنْ
هُمْ يَا
رَسُولَ
اللّهِ؟
قَالَ:
الَّذِين َ
يَكْتَوُونَ،
وََ
يَسْتَرْقُونَ،
وََ يَتَطَيَّرُونَ،
وَعلى
رَبِّهِمْ
يَتَوَكَّلُونَ،
فَقَامَ
عُكّاشَةُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
فقَالَ: ادْعُ
اللّه تَعالى
أنْ
يَجْعَلَنِى
مَنْهُمْ
قَالَ: أنْتَ
مِنْهُمْ،
فَقَامَ
آخَرُ،
فقَالَ يَا
نَبِىَّ
اللّه: ادْعُ
اللّه أنْ يَجْعَلَنِى
مَنْهُمْ؟
فَقَالَ:
سَبَقَكَ بِهَا
عُكَّاشَةُ[.
أخرجه مسلم .
1. (4034)- İmran İbnu
Husayn (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm): "Ümmetimden yetmişbin kişi (Mahşer' de) hesaba çekilmeden
cennete girecektir!" buyurdular. Kendisine: "Ey Allah'ın Resulü!
Bunlar kimlerdir?" diye sual edildi.
"Onlar, kendilerini dağlatmayanlar, rukyeye başvurmayanlar,
teşâüm'e (uğursuzluğa) inanmıyanlar ve Rabblerine tevekkül edenlerdir!"
buyurdu.
Ukkâşe (radıyallahu anh)
kalkıp: "Ey Allah'ın Resûlü! Dua buyur, Allah beni onlardan
kılsın!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: "Sen onlardansın!"
müjdesini verdi. Bir başkası daha kalkıp: "Ey Allah'ın Resûlü! Beni de
onlardan kılması için Allah'a dua ediver!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"O hususta Ukkâşe senden önce davrandı!" cevabını verdi." [Müslim,
İman, 371, (218).][195]
AÇIKLAMA:
Nevevî, bu hadis hakkında şu açıklamayı sunar: "Ülemâ bu
hadisin ifade ettiği ma'nâ hususunda ihtilaf etmiştir. İmam Mâzirî der ki:
"Bazı âlimler bu hadisten hareketle
tedavinin mekruh olduğu hükmünü çıkardılar. Ama büyük çoğunluk bunun
aksine hükmetmiştir. Bu husus, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan
ilaçların ve yiyeceklerin faydası üzerine vârid olan çok sayıda hadisi delil olarak
göstermişlerdir. Çörek otu, kust, sabır
vs. bunlardandır. Keza Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın tedavi için bizzat
ilaç kullanmış olmasını da delil olarak gösterdiler. Keza Hz. Âişe (radıyallahu
anhâ)'nın Resulullah'ın pekçok kereler tedavi olmasıyla ilgili haberleri,
şifa için yaptığı dualar, Ashab'tan bazılarının rukye mukabili ücret
almalarıyla ilgili hadis hepsi tedavinin
cevazına hükmedenlere delil olmuştur. Bu söylenenler sabit olunca sadedinde
olduğumuz hadiste ifade edilen rukye ile ilgili yasaklama hükmünü, ilaçların
tabiatı icabı faydalı olduklarına itikad edip işi Allah'a tefvîz etmeyen
kimselere hamletmek gerekir." Kadı
İyaz der ki: "Bu te'vili, hadis
aleyhinde konuşan birçokları benimsemiştir ancak bu tevil doğru değildir. Zira
Aleyhissalâtu vesselâm bu kimselerin meziyet ve fazilet sahibi olduklarını,
cennete sorgusuz sualsiz gireceklerini onların yüzlerinin dolunay gecesindeki
ay gibi parlayacağını haber vermiştir. Eğer bu tevilcilerin dediği gibi
olsaydı, o kimselerin bu faziletlerle mümtaz kılınmamaları gerekirdi. Zira bu, bütün mü'minlerin müşterek inancıdır.
Kim bunun hilafı bir itikada düşerse
kâfir olur."
Ulema ve ilm-i meânî âlimleri bu hususta tahlillerde bulundular.
Ebu Süleymân el-Hattâbî ve bazıları, buradan rukyeye başvurmayı, Allah Teâlâ
hazretlerine tevekkül edip, kazasına ve belasına rıza göstererek terkedenlerin
kastedildiğini söylediler. Nitekim Hattâbî: Bu, imanda tahkike erenlerin
ulaşacağı en yüce mertebedir" der
ve bu görüşe zâhip olanları ismen
zikreder, el-Kâdı der ki: "Bu sadedinde olduğumuz hadisin zâhiridir. Bu
itikadın muktezası da şudur: Hadiste zikri geçen dağlama ve rukye ile (burada
zikri geçmeyen) diğer tıp çeşitleri arasında bir fark yoktur."
Dâvudî de şunu söyler: "Hadiste kastedilen şey sıhhatli iken
(hastalanmayayım diye) yapılanlardır. Zira, hastalığı olmayan kimsenin
temîmeler (muskalar) taşıması, rukyeler istimal etmesi mekruhtur. Ama bunu,
kendinde hastalık olan kimselerin kullanması caizdir."
Bazı âlimler, kerahetin bir sebebe
binaen, tedavi çeşitleri arasında sadece rukyeler ve dağlama ile ilgili
olduğunu söylemiştir: "Çünkü derler, tedavi tevekküle aykırı değildir,
zira bizzat Aleyhissalâtu vesselâm ve
pek çok selef büyükleri tedaviye başvurdular. Yeme, içme gibi her bir vasıta
açlık ve susuzluğun giderilmesinde kesin gerekli şeylerdir. Bunlara müracaat,
mütekellimler nazarında tevekküle halel getirmez. Bu sebeple onlarla açlık
susuzluk gibi zaruri ihtiyacın giderilmesi suretiyle sıhhate kavuşmak yasaklanamaz. İşte bundan
dolayı, Ulema, kişinin kendi ve ailesinin
gıdası için kazançta bulunmayı tevekküle aykırı bulmamıştır, yeter ki,
rızkına olan güveni, kesbi sebebiyle olmasın ve bütün bunlarda
işini Allah'a tefvîz etmiş olsun.
Tedavi ve dağlama arasındaki fark hususunda söz uzar. Kısaca
söylemek gerekirse Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) her ikisini de mübah
kılmış ve onları sena buyurmuştur. Ancak ben, kifayet miktarınca kısa bir
hatırlatmada bulunacağım. Şöyle ki:
Aleyhissalâtu vesselâm, kendisi için olsun, başkası için olsun tedaviye
başvurmuştur. Kendisine dağ vurmamış, fakat başkasını dağlamıştır. Sahih
rivayette, ümmetini dağlamadan yasaklamış:
"Dağlanmayı sevmiyorum" demiştir." Kadı İyaz'ın sözü
burada sona erdi. Doğruyu Allah bilir. Hadisin ma'nâsında zâhir olan,
Hattâbî'nin tercih ettiği görüşle ona bu hususta muvafakat edenlerin görüşüdür, bunu az yukarıda kaydettik. Ondan çıkan sonuç
şudur: Hadiste övülenler, Allah'a olan tefvîzleri mükemmel olup, başlarına
gelen şeyleri bertaraf etmede sebeplere başvurmayan kimselerdir. Bu haletin
faziletinde ve bu hali taşıyanın üstünlüğünde şüphe yoktur. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın gerek kendisi ve gerek başkası için tedaviye
başvurmuş olma hadisesine gelince, bu bize cevazı beyan içindir. Doğruyu Allah
bilir.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hadiste geçen
"Onlar... Rablerine tevekkül edenlerdir" sözüne gelince: Halef ve
seleften âlimlerin, buradaki tevekkülün hakikatı hususunda görüşleri
ihtilaflıdır. İmam Ebu Cafer et-Taberî
ve başkasının, bir kısım seleften hikaye ettiğine göre onlar: "Tevekkül
ismine, vahşi hayvan olsun veya düşman olsun Allah'tan başka hiçbir şeyin
korkusu kalbine girmemiş, hatta,
Allah'ın rızk hususunda kendine verdiği garantiye itimad ederek rızk talebetme
hususunda koşmayı terketmiş olandan başka kimse layık değildir"
demişlerdir. Bunlar görüşlerine, bu sadedde gelen bir kısım rivayetleri delil
olarak göstermişlerdir. Bir grup âlim de şöyle demiştir: "Bunun ölçüsü
Allah'a güven ve O'nun kazasının nafiz
olduğu hususundaki yakîndir, yeyip içecek nevinden zaruri olan şeyleri
kazanmada Allah'ın Resulünün sünnetine ittibadır, Peygamberlerin
(aleyhimusselam) yaptığı gibi düşmandan kaçınmaktır." el-Kadı İyâz der ki:
"Bu görüş, Taberî'nin ve fukahanın tercih ettiği görüştür. Önceki görüş
bir kısım tasavvuf ehlinin ve kalpler ilmi ve işaretle meşgul olanların
görüşüdür. Bunlardan muhakkik olanlar cumhurun mezhebine yakîn bir görüş
benimsediler. Lakin onların nezdinde de tevekkül ismi, esbaba meyil ve ünsiyeti
olanlara sahih olmaz. Aksine, sebepleri yapmak, Allah'ın sünnetidir. O'nun hikmetidir, kişinin bir
menfaati celb, bir mazarratı defedemiyeceği hususunda kesin bilgisidir. Her
şey tek olan Allah'tandır." Kadı
İyaz'ın sözü bitti.
el-İmam el-Üstâz Ebu'l-Kasım el-Kuşeyrî merhum der ki: "Bil
ki tevekkülün mahalli kalbtir. Zâhire göre hareket etmek kalbteki tevvekküle
zıt değildir, yeter ki kul, güvenin Allah'a olacağını bilsin. Bir şey
zorlaşırsa bu O'nun takdiriyledir, eğer kolaylaşırsa bu da O'nun
kolaylaştırmasıyladır." Sehl İbnu Abdillah et-Tüsterî der ki:
"Tevekkül, kişinin kendisini Allah'ın dilediği şekle bırakmasıdır."
Ebu Osman el-Cebrî der ki: "Tevekkül, Allah'a güvenle birlikte
O'nunla iktifa etmektir." Şu da
söylenmiştir: "Tevekkül azlığın ve çokluğun kişi nazarında müsâvi
olmasıdır." Doğruyu Allah bilir.[196]
ـ4035 ـ2ـ
وعن ابن مسعود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ: إنَّ
في الرُّقَى
وَالتَّمَائِمِ
وَالتِّوَلَةِ
شِرْكاً،
فقَالَتِ
امْرَأةٌ: َ
تَقُولُوا
هذَا لَقَدْ
كَانَتْ
عَيْنِى
تَقْذِفُ
فَكُنْتُ أخْتَلِفُ
إلى فَُنٍ
الْيَهُودِىِّ
فَيْرقِينِى
فَتَسْكُنُ.
قَالَ:
عَبْدُاللّهِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
إنَّمَا
ذلِكَ عَمَلُ
الشَّيْطَانِ،
كَانَ
يَنْخُسُهَا
بِيَدِهِ،
فإذَا
رَقَاكِ كَفَّ
عَنْهَا.
إنَّمَا
كَانَ
يَكْفِيكِ
أنْ تَقُولِى
كَمَا كَانَ
رَسُولُ
اللّه #:
يَقُولُ:
أذْهِبِ
الْبَاسَ
رَبَّ
النَّاس
أَشْفِ أنْتَ
الشَّافِى، َ
شِفَاءَ إَّ
شِفَاؤُكَ شِفَاءً
َ يُغَادِرُ
سَقَماً[.
أخرجه أبو
داود.»التِّوَلَةُ«
بكسر التاء
وفتح الواو:
ما يحبب المرأة
إلى زوجها من
أنواع السحر .
2. (4035)- İbnu Mes'ud
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
işittim, diyordu ki: "Rukyelerde, temîmelerde (muskalarda), tivelelerde (muhabbet muskası) bir nevi şirk
vardır." Bunu işiten bir kadın atılarak, (İbnu Mes'ud'a): "Böyle
söylemeyin, benim gözüm ağrıyordu. Falan yahudiye gittim geldim. O bana rukye
yaptı. Ağrım kesildi" dedi. Abdullah İbnu Mes'ud (radıyallahu anh)
tereddüt etmeden, "Bu (ağrı) şeytanın işiydi, o eliyle dürtüyordu, sana
rukye yapılınca vazgeçti. Bu durumda
sana Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) gibi, şöyle söylemen kafidir:
"Ezhibi'lbâs Rabbe'nnâs eşfi ente'ş-Şâfi, Lâ şifâe illâ şifâuke, şifâen lâ
yuğâdiru sakamen. (Ey insanların Rabbi, acıyı gider, şifa ver, sen Şâfisin.
Senin şifandan başka bir şifa yoktur, hiçbir hastalık bırakmayan bir şifa
istiyorum." [Ebu Dâvud, Tıbb 17, (3883).][197]
AÇIKLAMA:
1- Tivele, dilimizde "muhabbet muskası" denen
karı ile kocayı birbirine sevdirme
gayesiyle yapılan sihrin adıdır. Aliyyu'l-Karî şöyle tarif eder: "Bu bir
nevi sihirdir. Ya üzerine sihir okunan bir ipliktir, yahut yine üzerine sihir
yazılan bir kağıttır, muhabbet veya bir başka maksadla yapılır."
2- Rukye ve temîmelerin şirke nisbetini bunların açık veya
kapalı şirke müncer olacak telakki ve inançların kaynağı olmalarıyla izah
ederler. El-Kâdi der ki: "Bunlara şirk ıtlak etmiş olması, ya Aleyhissalâtu vesselâm
zamanında herkesçe bilinen ve cahiliye devrinden beri uyulagelmekte olunan şekli
sebebiyledir ki bu şekil, şirki tazammun
eden (içine alan, ihtiva eden) bir mahiyette idi; yahut da bunun kullanılması,
onun tesir edeceğine olan itikada delalet etmesi sebebiyledir, bu inanç ise
şirke götürür. (Çünkü hadiseler Allah'ın yaratması ve izni ile husûle
gelmektedir, onsuz muskanın, rukyenin tesiri olamaz.)" Nitekim Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'dan mervi olan rukyede, bu çeşit sakat inançları tashih ve izale edici ibare mevcuttur: "Ey insanların Rabbi,
acıyı gider, şifa ver. Sen Şâfisin. Senin şifandan başka bir şifa
yoktur..."[198]
ـ4036 ـ3ـ
وعن جابر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سُئِلَ
رَسُولُ
اللّهِ # عَنِ
النُّشْرَةِ
فَقَالَ: هُوَ
مِنْ عَمَلِ
الشَّيْطَانِ[.
أخرجه أبو
داود.»النُّشْرَةُ«:
مَا يحل به عن
المريض ما خامره
من الداء .
3. (4036)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan
nüşre hakkında sorulmuştu: "O şeytan işidir!" buyurdu." [Ebu
Dâvud, Tıbb 9, (3868).][199]
AÇIKLAMA:
1- Nüşre rukye'nin bir çeşididir. İbnu'l-Esîr, bunu "Cin değmesine mâruz kaldığı
sanılan kimsenin tedavisi için başvurulan bir rukye ve ilaç" olarak tarif eder ve bu
rukyenin nüşre diye isimlenmesini, onunla kişiyi kapayıp örten hastalığın
çözülüp dağıtıldığına (neşredildiğine) inanılması ile izah eder.[200] Daha açık bir ifade ile nüşre, cine tutulduğu zannedilen kimsenin cinlerini
dağıtmak için yapılan rukyeye denmektedir. Görüldüğü üzere bir sihir çeşididir.
Fethu'l-Vedud'da, bunun sihir addedilmesi hususunda bir başka ihtimal ileri
sürülür: "Belki de, nüşre rukyesi,
şeytan isimleri ihtiva ediyordu veya malum olmayan bir dille yapılmış idi, bu
sebeple sihre nisbet edildi. Nüşre denmesi de, hastalığın onunla dağıtılması,
belanın onunla inkişaf ettirilip açılmasından dolayıdır."
2- Nüşre'nin "şeytan işi" olarak tavsifi, rukye hakkında
önceki hadiste açıklanan aynı gerekçelere dayanır. Bir kere bu da cahiliye
devrinden beri bilinen, uygulanan bir metoddur. O devirden intikal eden
şeylerin İslâmî ruha uygunluğu bir tesadüf işidir. Hele, böylesi cin tutması
gibi gaybî, ruhanî meselelere müteallik olunca. Üstelik bu ameliye tedavi edici
bir tesir maksadıyla yapılmaktadır. Hâsıl olacak her çeşit neticenin Allah'tan
bilinmesi gerekirken, cahiliye geleneği icabı yapılan ameliyeden bilinmesi şirk
olmakta şeytan işi olmaktadır. Âlimlerimiz, başka hadislerin ruhsatından
hareketle Kur'an âyetleri, esmâ-i
ilâhiye, Rabbânî sıfatlar, Resulullah'tan
mervi me'sur dualar ihtiva eden rukyelerin, nüşrelerin bir mahzuru olmadığını
belirtmişlerdir. Şu halde Resulullah'ın reddi, cahiliye tarzındaki rukyelerle, İslamî muhtevayı taşan nüşrelerle ilgilidir.[201]
ـ4037 ـ4ـ
وعن عيسى بن
حمزة قال:
]دَخَلْتُ
عَلى عَبْدِاللّهِ
بْنِ
عُكَيْمٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
وَبِهِ
حُمْرَةٌ،
فَقُلْتُ: أَ
تُعَلِّقُ
تَمِيمَةً؟
فقَالَ:
نَعُوذُ
بِاللّهِ مِنْ
ذلِكَ. قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
#: مَنْ
تَعَلَّقَ
شَيْئاً
وُكِلَ إلَيْهِ[.
أخرجه أبو
داود .
4. (4037)- İsa İbnu Hamza
rahimehullah anlatıyor: "Abdullah İbnu Ukeym (radıyallahu anh)'ın yanına
girdim. Kendisinde kızıllık vardı. "Temîme (muska) takmıyor musun?"
diye sordum. Bana şu cevabı verdi: "Bundan Allah'a sığınırım. Zira
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştu: "Kim bir şey takınırsa, ona havale
edilir." [Tirmizî, Tıbb 24, (2073).][202]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis Teysîr'de Ebu Dâvud'a nisbet edilmekte ise de
gösterdiğimiz üzere Tirmizî'de yer almaktadır. Suyûti el-Cami'us-Sagîr'de hadisin Ahmed İbnu Hanbel ve Hâkim tarafından
da tahric edildiğine işaret eder.
Hadisin Tirmizî'deki vechi ile yukarıda kaydedilen vechi arasında farklılıklar var. Orada "Bundan Allah'a
sığınırım" yerine "ölüm bundan daha yakın" cümlesi yer alır.
2- Bu babta bir başka hadis, Ukbe İbnu Âmir (radıyallahu anh)
tarafından rivayet edilmiştir: "Kim bir temîme takarsa Allah muradına erdirmesin, kim bir nazarlık[203] takarsa Allah nazardan saklamasın."
3- Bir kimsenin taktığı şeye havale edilmesi, şifanın o şeye
bırakılmasıdır. Şifayı veren Allah olduğuna, O'nun dışında hiç bir şey
şifa veremeyeceğine göre, kişinin şifasının taktığı şeye bırakılması,
şifasız kalması, umduğuna ermemesi demektir.
Münâvî'nin açıklamasıyla bundan murad şudur: "Kim bir
cahiliye temîmesi takar ve bundan fayda umarak musibeti defedip bereket ve
şifayı celbedeceğine inanırsa, bu davranışı haramdır, haramda ise devâ
yoktur." Münâvî hadisle ilgili açıklamalarına şöyle devam eder: "Yahud, mezkur
itikadlara düşmese bile, ma'nâsını bilmediği şeyler ihtiva eden temîme
takmasının hükmü de aynıdır, zira, kim Allah'ın sarih isimlerini ihtiva eden
bir şey takarsa bu caizdir, hatta matlub ve mahbubdur. Zira kim meselesini
Allah'ın esmasına tevkîl ederse, Allah onun elinden tutar. İbnu'l-Arabî'nin:
"Allah'ın isimleri ve Kur'an âyetleri hususundaki sünnet, onların yazılıp
takılması değil, okunmasıdır" sözü muteber değildir. Yahut ma'nâ şöyledir.
"Kimin nefsi, Allah dışında bir mahluka takılır kalırsa, Allah o kimseyi
bu mahluka havale eder, kim de ihtiyaçlarını Allah'a sunar ve O'na iltica eder
ve bütün işlerini O'na tefvîz ederse, Allah onun bütün meselelerine kifayet
eder, bütün uzakları ona yaklaştırır, bütün zorlukları ona kolaylaştırır. Kim
de bir başkasına yapışır veya ilmine ve aklına güvenir, kendi güç ve kudretine
itimad ederse Allah onu bu şeylere havale eder;
kendi yardımından onu mahrum ve
yoksun bırakır ve ihmal eder. Böylece istekleri gerçekleşmez, ümidleri yerine gelmez. Bu söylenenler, pek
çok şer'î nasslar ve fiilî tecrübelerde kesinlik kazanmış bir husustur."
Hülasa temîme, rukye, muska, nüşre, vede'a gibi nazara,
hastalıklara, kederlere vs.'ye karşı başvurulan her çeşit okuma ve takınma ile
ilgili olarak gelen yasakların cahiliye âdâbına uygun ma'nâsız veya küfür ifade
eden bir muhtevada olanları ve mededi, te'siri onlardan bekler gibi bir inançla
hareket etmeleri kastedilmektedir. Bu söylenen kirliliklerden pak olan İslamî
muhtevalı, İslamî inanca uygun telakkiler içinde yer verilenler yasağın dışında
kalmaktadır. Bu hususta ülemâ ittifak
etmiştir. Buna daha bazı münferid karşı
çıkmalar olmuş ise de ümmetin yolu ekseriyetin, cumhurun yoludur.[204]
ـ4038 ـ1ـ عن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]سُئِلَ
رَسُولُ
اللّهِ # عَنِ
الطَّاعُون
فَقَالَ:
كَانَ
عَذَاباً
يَبْعَثُهُ
اللّهُ تَعالى
عَلى مَنْ
كَانَ
قَبْلَكُمْ
فَجَعَلَهُ اللّهُ
رَحْمَةً
لِلْمُؤمِنِينَ،
مَا مِنْ
عَبْدٍ
يَكُونُ فِى
بَلَدٍ فِيهِ
الطَّاعُونُ
فَيَمْكُثُ
فِىهِ َ
يَخْرُجُ
صَابِراً
مُحْتَسَباً
يَعْلَمُ
أنَّهُ َ
يُصِيبُهُ
إَّ مَا كَتَبَ
اللّهُ لَهُ.
إَّ كَانَ
لَهُ مَثْلُ
أجْرِ شَهِيدٍ[.
أخرجه
البخارى .
1. (4038)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
tâundan sual edilmişti. Şu cevabı verdi: "O, sizden öncekilere Allah'ın
gönderdiği bir azabtı. (Şimdi) Allah onu mü'minlere bir rahmet kıldı. Tâun
çıkan memlekette bulunan bir kul, kendisine Allah'ın takdir ettiği şeyin
ulaşacağını bilip, sevap umuduyla sabredip orada kalır ve dışarı çıkmazsa,
mutlaka ona şehid sevabının bir misli
verilir." [Buhârî, Tıbb 31, Enbiya 50, Kader 15.][205]
AÇIKLAMA:
1- Tâun, eski lügatçilere göre, daha ziyade, ölüme sebep olan
salgın hastalık ma'nâsında kullanılmıştır. Bu açıdan umumî ölümlere sebebiyet
veren salgınların hepsine tâun denilmiştir.[206] Veba bu salgınların en
yaygını olması sebebiyle "tâun"la "veba" aynı ma'nâya gelen iki kelime
durumuna gelmiştir. Öyle ki bazı müellifler, "tâun vebadır" demiştir.
en-Nihâye'de
"Tâun, umumî bir hastalıktır, havayı ifsad eder, bu bozuk havayla da insanların beden ve mizaçları bozulur"
denmiştir. Eski Ulemadan Ebu'l-Velid el-Bâcî'nin açıklaması da kayda değer:
"Tâun, herhangi bir yerde insanlara gelen mutad hastalıkların hilafına,
çok sayıda insana sirayet eden bir hastalıktır, o gelince, diğer
vakitlerdekinin aksine, herkes aynı hastalığa yakalanmış olduğu halde,
hastalıklar muhtelif olur." İbnu Sîna'da şu bilgiyi sunmuştur: "Tâun
zehirli bir maddedir, öldürücü şişler hâsıl eder. Bu şişler vücudun yumuşak
yerlerinde ve koltuk altlarında ortaya çıkar. En çok koltuk altı ve kulak
arkasında veya burun yumuşağının yanında görülür..." İbnu Sîna vebanın
sebebiyle ilgili, devrindeki telakkiye uygun açıklamalara geçer ki kaydetmeyi
gerekli görmüyoruz. Zira veba, 1894 yılında keşfedilen mikrobuyla mahiyeti
hakında daha sağlıklı bilgiye
kavuşulmuştur.
2- Bizim için burada, Veba mevzuunda Resulullah'ın getirdiği
tedbirler, onun va'zettiği beyanlar mühimdir. Sadedinde olduğumuz rivayet bunu,
kâfirler için Allah'ın bir cezası olduğu halde, sabretmeleri şartıyla mü'minler
için Allah'ın bir rahmeti olarak
gösterir. Hadis dikkatlice incelendiği takdirde, sabırdan maksadın, hastalık
bulunduğumuz yerde zuhur etmişse "bana da bulaşmasın" endişesine
kapılarak orayı terketmemek olduğu anlaşılır. Yani, bulunduğu beldede veba çıkan mü'min "Allah'ın
yazdığı bana ulaşır" diye düşünüp
orayı terketmeyecek, yerinde kalacaktır. İşte bu davranışı izhar eden kimse
şehid sevabı alcaktır. Yine Buhârî'de gelen bir başka rivayette Resulullah,
"veba çıkan yere gitmemeyi" de emretmiştir. Öyle ise sabırdan hem
vebalı yerden çıkmamayı, hem de vebalı
yere gitmemeyi anlamak gerekecek ki, bu, hastalığın yayılmasını önlemede en
mühim tedbir olan karantina'dır.
3- Hadiste, vebanın kafirlere azab, mü'minlere rahmet olduğu
belirtilmektedir. Bazı âlimler, âsi ve fâsıklar hakkında da rahmet mi, çünkü
onlar da mü'mindir? diye bir soru sorup cevap aramışlardır. Aksi için de rahmet
olmadığı kanaatinde olan İslam alimleri derler ki: "Âsi"den maksad
"büyük günah işleyen" dir. Eğer o, isyanında ısrarlı bir halde iken
tâuna yakalanırsa, şehid olmaz. Çünkü, hakkında "İşlemekte olduğu isyanın
uğursuzluğu sebebiyle şehidlik derecesinin ikram edilmesine müstehak
olmaz" hükmünü vermemizi gerektiren şu âyet var. (Meâlen): "Yoksa
kötülük işleyen kimseler, ölümlerinde ve hayatlarında, kendilerini, iman edip
salih ameller işleyen kimseler ile bir tutacağımızı mı zannederler?
Ne kötü hükmediyorlar" (Câsiye 21).
Ayrıca, İbnu Mâce'de Hz. Ömer'den merfu olarak gelen bir rivayet, vebanın insanların fâhiş isyanları
sebebiyle bir ceza olarak çıktığını ifade etmektedir: "Bir kavimde
fuhşiyat (haramlar) zuhur eder ve alenen işlenirse, aralarında veba ve daha
önce gelip geçmiş olan atalarında görülmeyen hastalıklar zuhur eder."[207] İbnu Hacer, bu hadisin
zayıf olduğunu belirtir, ancak başka benzer rivayetlerle kuvvet kazandığını
da göstermeyi ihmal etmez ve vebanın
insanların isyanına bir ceza olduğu
hususundaki kanaatini izhar eder. Bütün bunlara rağmen Hz. Enes'ten gelen الطَّاعُونُ
شَهَادَةٌ
لِكُلِّ مُسْلِمٍ hadisindeki ıtlakı esas alarak, "Âsi olan
müslüman da şehadet ücreti alacaktır" diyecekleri kesin bir dille
reddetmez ve bu itiraza şöyle bir cevap verir: "Günahlara batan mü'minin de şehidlik ücreti alması,
kâmil mü'minin alacağı şehidlik ücretiyle eşit derecede olmasını gerektirmez.
Zira şehidliğin dereceleri çoktur. Nitekim âsilerin derecesi de çok farklıdır.
Âsi vardır, Allah yolunda ilayı kelimetullah için cihad sırasında kaçarken
değil, ileri atılırken mücâhid olarak
ölür. Allah'ın bu Ümmet-i Muhammed'e olan rahmetlerinden biri de
cezasını ta'cil ederek dünyada iken
vermesidir. Bu durum, tâuna uğrayan kimseye şehid ecrinin gelmesine mani
değildir, hele çoğu bu günaha bulaşmamış iken musibet gelmişse... Allah musibeti
ayırım yapmadan herkese birden gönderir, çünkü fuhuş etmeyenler de münkeri
kaldırma hususunda gerekli gayreti göstermemişlerdir. Nitekim Ahmed İbnu
Hanbel'in tahric ettiği Utbe hadisinde Aleyhissalâtu vesselâm der ki: "Üç
çeşit ölüm vardır: Kişi var, malıyla canıyla Allah yolunda cihad eder, hatta
düşmanla karşılaşır, onunla savaşırken öldürülür. İşte bu, Allah'ın Arşı altındaki çadırında müftehirdir. Ona, sadece
peygamberler "peygamberlik" derecesiyle üstündürler. Kişi var,
nefsini bir kısım hata ve günahlara
atmıştır. O da nefsiyle, malıyla Allah yolunda cihad etmiş, düşmanla karşılaşınca da öldürülünceye kadar
çarpışmıştır. Böylece hataları silinmiştir. Çünkü kılıç hataları siler. Kişi
vardır münâfıktır. Nefsiyle, malıyla ölünceye kadar cihad eder, bu ateştedir.
Zira kılıç münafıklığın (günahını) silmez."
İbnu Hacer, devamla der ki: "Şehidin (kula olan) borcu hariç
bütün günahları affedilir" hadisine gelince, bu hadisten şehidliğin bazı
günahlara kefaret olmadığı hükmünü
çıkarırız. Ancak bazı günahların varlığı, şehidlik derecesinin alınmasına mani
değildir. Şehidliğin ma'nâsı şudur: "Allah Teâlâ hazretleri, -bunu
kazanana- hususi bir sevap verir, ziyade
bir ikramda bulunur." Öyleyse hadis şu hususu açıklamış olmaktadır:
Allah şehidden, kul hakları dışındaki günahlarını affeder. Eğer, şehidin salih
amelleri bulunduğu, şehidliğinin de haklar dışındaki günahlarına kefaret olduğu
farzedilse, onun salih amellerinin, kul haklarına ödemede ona yardımcı olacağı,
yine de kendisine şehidlik mertebesinin eksiksiz bâki kalacağı söylenebilir.
Ancak, sâlih amelleri yoksa, o takdirde
durumu, Allah'ın meşîetine kalmıştır. Doğruyu Allah bilir."
4- Hadiste zikredilen "sabret"mek kaydı, veba karşısında
alınacak mühim tavırlardan biri olmalıdır. Sabredilmediği takdirde şehidlik
sevabının elde edilemeyeceği hükmü çıkarılmıştır. İbnu Hacer der ki:
"Sabrederek demek, kendisine üzüntü ve gam vermeyen, aksine Allah'ın
kazasına razı olarak emrine teslim olan demektir. Bu hal, vebada ölene, şehâdet
ecrinin husûlü için şart kılınmıştır. Bu da,
vebanın çıktığı yerde kalıp, oradan kaçmak gayesiyle bir başka yere
gitmemektir. Nitekim bu, başka
hadislerde daha sarih bir üslubla yasaklanmıştır." (İbnu Hacer'in
kastettiği hadis müteakiben kaydedilecek.)[208]
ـ4039 ـ2ـ عن
أسامة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إذَا
سَمِعْتُمْ
بِالطَّاعُونِ
بِأرْضٍ فََ
تَدْخُلُوهَا،
وَإذَا
وَقَعَ
بِأرْضٍ، وَأنْتُمْ
بِهَا فََ
تَخْرُجُوا
مِنْهَا[. أخرجه
البخاري
الثَّثَةُ
وَالتّرمذي .
2. (4039)- Hz. Üsâme
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki: "Bir yerde veba çıktığını duyarsanız oraya girmeyiniz, bulunduğunuz
yerde veba çıkmışsa oradan ayrılmayınız." [Buhârî, Tıbb 30, Enbiya 50,
Hiyel 13; Müslim, Selâm 92, (2218); Muvatta, Câmi 23, (2, 896); Tirmizî, Cenâiz
66, (1065).][209]
ـ4040 ـ3ـ
وعن يحيى بن
عبداللّهِ بن
بحير قال:
]أخْبَرَنِى
مَنْ سَمِعَ
فَرْوَةَ
بْنِ
مُسَيْكٍ
المُرَادِىَّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
يَقُولُ:
قُلْتُ يَا
رَسُولَ
اللّهِ
عِنْدَنَا
أرْضٌ
يُقَالُ
لَهَا أبْيَنُ
هِىَ أرْضُ
رِيفِنَا
وَمِيرتِنَا،
وَهِىَ
وِبِيئَةٌ؟
فَقَالَ:
دَعْهَا عَنْكَ،
وَإنَّ مِنَ
القَرَفِ
التَّلَفَ[.
أخرجه أبو
داود.»الرِّيفُ«:
ا‘رض ذات
الزرع
والخصب.وَ»المِيرَةُ«:
الطعام.و»الْقَرَفُ«:
الدنوّ من الشئ،
وكل شئ دانيته
قد
قارفته.و»التَّلَفُ«:
الهك أراد أن
من قرب من
المريض، ودنا
منه تلف، وليس
هذا من باب
العدوى بل من
باب الطب .
3. (4040)- Yahya İbnu
Abdillah İbnu Bahîr anlatıyor: "Bana, Ferve İbnu Müseyk el-Murâdî
(radıyallahu anh)'ın şu sözünü dinleyen zât haber verdi: "Ey Allah'ın
Resulü! dedim, yanımızda Ebyen denen bir
yer var. Burası bizim ekim yerimiz ve
geçim kaynağımızdır. Ancak vebalı bir
yerdir. (Bize ne yapmamızı tavsiye edersiniz)?" Aleyhissalâtu
vesselâm şu cevabı verdi: "Orayı tamamen bırak. Zira hastalığa yaklaşmada
helak var!" [Ebu Dâvud, Tıbb 24, (3923).][210]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıdaki iki hadis veba bulunan yere yakınlaşmama
hususunda Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan vârid olan sarih
hadislerdendir. Âlimler, bu davranışın teşâüm inancı olmayıp tıb olduğunu
bilhassa belirtirler. Hattâbî, "Çünkü der, sâlih hava aramak, bedenlerin
sıhhati için yardımcı vasıtalardan biridir. Bozuk hava da tabiblere göre
bedenlerin hasta olması için en zararlı unsurlardan biridir. Her şeye rağmen
bütün bunlar Allah'ın izni ve dilemesiyle cereyan eder."
2- Önceki hadiste ifade edilen "vebalı yere gitme ve
vebalı yerden çıkma yasağının hükmü âlimlerce münâkaşa edilmiştir: Haram mı
ifade ediyor, tenzih mi?
Bazı âlimler bunun caiz olduğuna hükmetmiştir.
Bu görüşü iltizam edenler, sahabeden bazılarının vebalı yerden
çıkmalarına örnek verirler: Ebu Musa
el-Eşarî, Muğire İbnu Şu'be gibi. Keza Tâbiîn'den el-Esved İbnu Hilal,
Mesrûk...
Bir grup âlim vebalı yere girmek veya oradan çıkmanın tenzîhen mekruh olduğuna, dolayısıyla
tevekkülü galebe çalan kimselerin girip çıkmalarında bir mahsur olmadığına
hükmetmişlerdir.
Bazı âlimler de, kaydedilen hadislerin zahirlerini esas alarak, "Bunlarda nehiy
sabittir" diyerek vebalı yere
gitmenin veya öyle bir yerden çıkmanın "haram" olduğuna hükmetmişlerdir.
Bu görüşte olan ülemâ, Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'dan bu mesele üzerine gelmiş bulunan vaîd'i (şiddetli
tehdîdi) de delil olarak göstererek, görüşlerini takviye ederler: Ahmed İbnu
Hanbel ve İbnu Huzeyme'den gelen uzunca bir hadiste şu ibâre geçer:
"Vebalı yerde ikâmet eden şehid gibidir, oradan kaçan da cepheden kaçan
gibidir." Keza bir başka hadiste "Tâundan kaçan cepheden kaçan
gibidir, tâunda sabreden cephede sabreden gibidir." Bilindiği üzere,
cepheden kaçmak büyük günahlardandır, yani haramdır. Ayrıca ülemâ, bir amele,
haram olduğu belirtilen amellerinkine benzer şiddetli ceza takdirini (veya şiddetli ceza
vaîdinin beyanını) o amelin de haram
hükmüne girmesine delil yapmışlar ve bunu bir kaide olarak tesbit etmişlerdir.
Veba çıkan yere girmeme hususunda meşhur bir tatbikat Hz. Ömer'
den rivayet edilmiştir. Buhârî'de de yer almış olmasına rağmen, Teysîr
müellifinin buraya almadığı rivayetin tercümesini kaydediyoruz:"
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Ömer
İbnu'l-Hattâb (radıyallahu anh) Şâm'a (Suriye'ye müteveccihen yola) çıktı. Sarğ
denen yere gelince Ebu Ubeyde İbnu'l-Cerrah
ve maiyetiyle karşılaştı. Bunlar bölgedeki İslam ordusunun
komutanlarıydı. Hz. Ömer'e Suriye'de veba salgını çıktığını haber verdiler.
Bunun üzerine Hz. Ömer (durumu ve alınacak kararı görüşerek, istişare etmeye
karar verdi ve): "Bana ilk muhacirleri çağırın!" emretti. Onlar
geldiler. Hepsiyle istişare etti, onlara Suriye'de veba salgını çıktığını
bildirdi. Nasıl davranılacağı hususunda görüş birliğine varamadılar. Bazıları:
"Biz bir maksadla çıktık, buradan geri dönülmesini uygun görmüyoruz" diyordu. Bazıları da:
"İnsanların geri kısmı ve Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ashab'ı
seninle beraberdir. Bunları, vebanın üzerine sürmenizi münasip görmüyoruz"
dediler. Hz. Ömer (radıyallahu anh) onlara: "Beni (bir müddet) yalnız bırakın!" dedi. Sonra:
"Bana Ensârı çağırın!" emretti. Ben de onları çağırdım. Hz. Ömer
onlarla da istişare etti. Ensar da Muhacirler gibi fikir birliğine
varamadılar, öbürleri gibi (bir kısmı gidelim, bir kısmı dönelim
diyerek) ihtilaf ettiler. Hz. Ömer onlara da "beni (bir müddet) yalnız
bırakın!" buyurdu. Sonra bana:
"Burada Fetih muhacirlerinden olan Kureyşli yaşlılardan kim varsa bana
onları çağır!"dedi. Onları da çağırdım. Bunlardan iki kişi olsun bir
ihtilafa düşen olmadı. Hepsi aynı görüşte idi. "Biz, buradan toptan geri
dönmeyi, hiç kimseyi vebanın üzerine göndermemenizi uygun görüyoruz!"
dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer, halka ilan etti: "Ben sabahleyin geri
dönüyorum, peşimden siz de gelin!" Ebu Ubeyde İbnu'l-Cerrâh bu emri
muvafık bulmayarak, "Yani Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?"
(diyerek itiraz etmek istedi). Hz. Ömer (radıyallahu anh): "Ey Ebu Ubeyde!
Bu sözü keşke başkası söyleseydi (de senden işitmeseydim). Evet biz Allah'ın
kaderinden kaçıyor, Allah'ın kaderine iltaca ediyoruz! Şimdi sen devenle
seyahat ederken iki yakalı bir vadiye
uğrasan, bunun bir yakası münbit ve otlu, ötekisi kıraç ve otsuz, burada deveni
münbit tarafta otlatman Allah kaderinden (değil de), kıraç tarafta otlatman mı
Allah'ın kaderinden?" dedi. Bu sırada, bir ihtiyacı sebebiyle orada
bulunmayan Abdurrahman İbnu Avf (radıyallahu anh) geldi. (Meseleye muttali
olunca): Bu hususta ben kesin bir ilim sahibiyim, zira Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın:
"Bir yerde veba olduğunu işitince
oraya girmeyin, bulunduğunuz yerde veba
çıkacak olursa, ondan kaçmak için orayı terketmeyin!" dediğini işittim!" dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer
(radıyallahu anh) (kararlarındaki isabet
sebebiyle) Allah'a hamdetti ve geri döndüler."
Şunu da kaydedelim ki İbnu Hacer bu rivayeti açıklarken, Hz.
Ömer'in bilahare bu geri dönme kararına pişman olduğuna dair bazı rivayetler de kaydeder.
Teferruata girmiyoruz. Ancak Dr. Zeki Çıkman'ın bir açıklamasını
kaydediyoruz:
"Sirayet yoktur" ibaresi ile "veba bulunan yerden
çıkmayınız veba bulunan yere
girmeyiniz" hadis-i şerifleri birlikte mütalaa edilecek olursa, iki
kesin ifadenin belirginliği ortaya çıkmaktadır.
1- Allahu Teâlâ takdir etmedikçe hastalık meydana gelmez. Bıçağın
vazifesi kesmektir, buna rağmen Hz.İsmail aleyhisselâm'ı kesmesi yasaklandığı
için kesmezken, taşı emredildiği için kesmesi gibi... Emir ve takdir altında
bıçak eti kesmezken, taşı kesmişti.
Günümüz intaniye kliniklerinde yüzbinlerce doktor ve personel
çalışmaktadır. Bunlar devamlı enfeksiyon viral hastalıklarla muhatap olmalarına
rağmen, diğer klinik personellerine göre ölüm ve hastalık oranları eş
değerdedir. Bu tesbit bile sâri hastalık iddiasının çürüklüğünü anlatmaya
yeterlidir.
Şayet, temizlik ve dezenfeksiyon konularına dikkat edilmezse, her
vaziyette olduğu gibi buralarda da hastalık insidansı (yüzdesi) artabilir. Bu
da İslam'ın öngördüğü ve emrettiği
temizlik şiarı ile ilgilidir.
2- İnsanlara karantina
emredilmektedir. Bunun gerekçeleri şunlardır:
1) "Veba bulunan yere girmeyiniz" ibâresi "kendi
varlığınızı ve sıhhatinizi tehlikeye atmayınız" demektir.
2) "Veba bulunan yerden çıkmayınız" ibaresi:
a- Hastalara yardımcı olmaktan uzak durmayınız ve kaçmayınız;
b- "Bünyenizde sessizce bulunan hastalık etkenini dışarıya
taşıyarak, bağışıklığı bulunmayan insanlara bulaştırarak, onların sıhhat ve
hayatlarını tehlikeye sokmayınız" ifadelerini taşımaktadır. Kaldı ki,
hasta yanında bulunan ve sıhhatli olan insanlar bu hastalıklara karşı mukavemet
ve bağışıklık kazanmışlardır."(Z.Ç.)[211]
ـ4041 ـ1ـ عن
ابن عباس
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما قال:
]قالَ رسولُ
اللّهِ #:
العَيْنُ
حَقٌّ،
وَلَوْ كَانَ
شَىْءٌ
سَابِقٌ الْقَدَرَ
سَبَقَتْهُ
الْعَيْنُ،
وَإذَا اسْتُغْسِلْتُمْ
فَاغْسِلُوا[.
أخرجه مسلم
والترمذي،
ولم يذكر:
العين حق .
1. (4041)- İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Göz değmesi haktır.
Eğer kaderi (delip) geçecek bir şey olsaydı, bu göz değmesi olurdu. Yıkanmanız taleb
edilirse yıkanıverin." [Müslim, Selam 42, (2188); Tirmizî, Tıbb 19,
(2063), Tirmizî'de "Göz değmesi haktır" ibaresi yoktur.][212]
ـ4042 ـ2ـ
وللشيخين
وأبى داود
وأبى هريرة
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه: ]أنَّ
النَّبِىَّ #
قالَ: الْعَيْنُ
حَقٌّ[.زاد
غير البخاري:
»وَنَهى عَنِ
الْوَشْمِ« .
2. (4042)- Sahîheyn ve Ebu
Dâvud'da Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)' tan: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın: "Göz değmesi haktır"
dediği rivayet edilmiştir.
Buhârî dışındaki rivayetlerde: "Dövme yapmayı da
yasakladı" ziyadesi vardır.[213] [Buhârî, Tıbb 36, Libas
86; Müslim, Selam 41, (2187); Ebu Dâvud, Tıbb 15, (3879).][214]
ـ4043 ـ3ـ
وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كَانَ يُؤْمَرُ
الْعَائِنُ
أنْ
يَتَوضَّأ،
ثُمّ
يَغْتَسِلَ
مِنْهُ الْمَعِينُ[.
أخرجه أبو
داود .
3. (4043)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Göze değene (âin) abdest alması emredilir,
onun abdest suyu alınır, bununla göz değmesine uğrayan (maîn) yıkanırdı."
[Ebu Dâvud, Tıbb 15, (3880).][215]
ـ4044 ـ4ـ
وعن محمد بن
أبى أمامة بن
سهل بن حنيف
أنه سمع أباه
يقول:
]اغْتَسَلَ
أبِى سَهْلٌ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
بِالْخَرَّارِ
فَنَزَعَ جُبَّةً
كَانَتْ
عَلَيْهِ،
وَعَامِرُ
بْنُ رَبِيعَةَ
يَنْظُرُ
إلَيْهِ،
وَكَانَ
سَهْلٌ
شَدِيدَ
الْبَيَاضِ
حَسَنَ
الْجِلْدِ،
فقَالَ عَامِرٌ:
مَا رَأيْتُ
كَالْيَوْمِ،
وََ جِلْدَ
مُخَبَّأةٍ
عَذْرَاءَ،
فَوَعِكَ
سَهْلٌ مَكَانَهُ
فَاشْتَدَّ
وَعَكُهُ
فَأُخْبِرَ
رَسولُ
اللّهِ #،
وَقِيلَ لَهُ:
مَا يَرْفَعُ
رَأسَهُ وَكَانَ
قَدِ
اكْتُتِبَ
فِي جَيْشٍ،
فَقَالُوا:
هُوَ غَيْرُ
رَائِحٍ
مَعَكَ يَا
رَسُولَ اللّهِ،
وَاللّهِ مَا
يَرْفَعُ
رَأسَهُ، فَقَالَ:
هَلْ
تَتَّهِمُونَ
بِهِ أحَداً؟
أَ بَرَّكْتَ؟
اغْتَسِلْ
لَهُ،
فَغَسَلَ
عَامِرٌ
وَجْهَهُ
وَيَدَيْهِ
وَمِرْفَقَيْهِ
وَرُكْبَتَيْهِ،
وَأطْرَافَ
رِجْلَيْهِ،
وَدَاخِلَ
إزَارِهِ فِي
قَدَحٍ،
ثُمَّ صَبَّ
ذلِكَ المَاءَ
عَلَيْهِ
رَجُلٌ مِنْ
وَرَائِهِ،
فَبَرأ مِنْ
سَاعَتِهِ[.
أخرجه
مالك.»الخَرَّارُ«
بخاء معجمة
وراءين
مهملتين: موضع
بقرب الجحفة.و»الْمُخَبَّأةُ«:
المخدّرة.و»الْعَذْرَاءُ«:
البكر.وقوله
»أَ
بَرَّكْتَ«:
أى ه دعوت له
بالبركة.و»دَاخِلُ
ا“زَارِ«
الطرف الذي
يلى جسد
المؤتزر.
4. (4044)- Muhammed İbnu Ebî
Ümâme İbni Sehl İbni Hanîf, babasından şunları işittiğini anlatmıştır:
"Babam Sehl (radıyallahu anh) (Cuhfe yakınlarındaki) Harrâr nam mevkide
yıkandı. Üzerindeki cübbeyi çıkardı. Bu
sırada Âmir İbnu Rabî'a ona bakıyordu.
Sehl, bembeyaz bir tene, güzel görünüşlü bir cilde sahipti. Âmir: "Ne
bugünkü bir manzarayı, ne de böylesine ancak çadıra çekilmiş bâkirede
bulunabilen bir cildi hiç görmedim" dedi. Sehl daha orada iken hummaya
yakalandı ve rahatsızlığı şiddet peyda etti
[ve yere yıkıldı]. Durum Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a haber
verildi ve: "Başını kaldıramıyor" dendi. Halbuki Sehl orduya
kaydedilmişti. "Ya Resulallah o, sizinle gelemez Vallahi başını bile
kaldıramıyor!" dediler. Aleyhissalâtu vesselâm: "Onunla ilgili olarak
herhangi bir kimseyi ittiham ediyor musunuz?" diye sordu. "Âmir İbnu
Rebîa var" dediler. Resulullah, onu çağırtıp kendisine kızdı ve:
"Sizden biri niye kardeşini öldürüyor? Niye bir "Bârekallah!" demedin? Onun
için abdest al!" buyurdu. Bunun üzerine Âmir yüzünü, ellerini, kollarını,
dizlerini ve ayaklarının etrafını ve izarının[216] içini bir kaba yıkadı.
Sonra, bir adam bu suyu onun (Sehl'in) üzerine arkasından döktü; derken o
ânında iyileşti." (Muvatta, Ayn 1, (2, 938).][217]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıda kaydedilen dört hadis, birbirini tamamlar
mahiyettedir ve aynı hükmü ifade etmektedirler. Ülemânın açıklamalarına
geçmeden mezkur hadislerde ifade edilen ana fikirleri şöyle özetleyebiliriz:
1) Göz değmesi haktır, inkar edilemez.
2) Göz değmesine karşı bazı
tedbirler alınmalıdır.
3) Göz değmesine meydan vermemek için bir şey hoşa gidince
Bârekallah demek gerekir.
4) Göz değmesine uğrayan kimseyi, düştüğü rahatsızlıktan
kurtarmak için gözü değen kimseye abdest aldırtıp, abdest suyunu bir kabta
toplayarak gözzedeye dökmek
gerekmektedir. Şu halde babın ilk
hadisinde (4041) geçen "...Yıkanmanız taleb edilirse yıkanıverin"
emrini, "Gözünüz değdi diye hükme varılarak gözzedenin tedavisi için
abdest almanız istenirse, bu hususta aksilik çıkarmayın, bu maksadla usulüne
uygun tarzda abdest alarak abdest suyunu verin" demektir.
Şimdi bunları açıklayalım:[218]
"Göz değmesi haktır" sözünü âlimler "Bu inkârı mümkün olmayan bir
hadisedir" diye anlamıştır. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) göz
değmesi hadisesinin mevcudiyeti hususunda ikna edebilmek için kader meselesine
atıf yapmıştır: "Değiştirilmesi mümkün olmayan kaderi değiştirecek güçte
birşey olsaydı, bu göz değmesi olabilirdi, yani göz değmesi bu kadar kesin bir
hâdisedir."
Hadisi açıklayan şârihler, meseleyi çeşitli yaklaşımlarla aklın
kabul edeceği izaha kavuşturmaya çalışırlar.
İbnu Hacer, bir kısım kimselerin -hususen tebiatçıların-
"Göz, uzaktan nasıl bir faaliyetle, karşısındakine tesir
edebilirler?" diye meseleyi inkar
cihetine gittiklerini
belirttikten sonra der ki: "İnsanlar bir tabiatta değildir, çok çeşitli
tabiatlara sahiptir. Bu, değici kimsenin gözünden çıkan bir zehir havadan geçerek gözzedeye ulaşmak
suretiyle olabilir. Nitekim, bazı değici göze sahip olanların şöyle söylediği
nakledilmiştir: "Hoşuma giden bir şey gördüğüm zaman, gözümden bir
hararetin çıktığını hissederim" Bu hadisenin bir benzeri şudur: (Bazı)
hayızlı kadınlar vardır, ellerini süt
kabına koydukları zaman süt bozulur, halbuki temizlik zamanında koysalar hiç
bir şey olmaz. Keza böylesi kadınlar, hayız halinde bir bahçeye girseler, elini
değmese bile birçok bitkiye zarar verirler. Bu meseleye başka benzer örnekler
de var. Sözgelimi sapasağlam insan, göz ağrısı olan birine baktığı zaman o da
göz ağrısına yakalanır. Keza bir cemaatte bir kimse esnemeye başlasa başkaları
da esnemeye başlar. Bu hususlara İbnu Battal işaret etmiştir. Hattâbî der ki:
"Bu hadiste gözün nefislere tesir eden bir güce sahip olduğu
belirtilmiştir. Ayrıca hadis, tabiatçıların "Varlık, beş duyu ile
hissedilen şeylerden ibarettir, onun dışındakilerin hakikatı yoktur"
şeklindeki iddialarını da çürütmektedir."
Mâzirî, bunun ilâhî bir kanunla cereyan ettiğini belirttikten
sonra, "Burada gözden çıkan görülmez gizli bir cevherin varlığından söz edilebilir mi, edilemez mi?" diye sorar
ve şöyle devam eder: "Bu muhtemeldir, kesin bir iddia ileri sürülemez.
İslam'a intisab eden tabiatçılardan bazısı kesin olarak: "Bakanın
gözünden, görülmeyen latif cevherlerin
fışkırıp, gözzedeye ulaşıp derideki mesâmattan içeriye hulûl ettiğini, Hâlık
Teâlâ'nın da, zehir içince helakı yarattığı gibi, bu hulûl ile birlikte helakı
yarattığını" iddia eder. Ancak burada kesin iddada bulunan hata eder.
Bunun kat'î, tabiî birşey olmaksızın bir âdet-i ilâhî olması caizdir."
İbnu Hacer bu açıklamayı takdir eder.
Mâzirî, bizzat bazı tabiatçıların göz değmesini inkar edemeyip:
"Gözü değen kimsenin gözünden, zehirli bir kuvvenin fışkırıp gözzedeye
ulaştığını, onu helak veya ifsad ettiğini, bunun ef'a yılanının nazarının
isabeti nevinden[219] inkarı mümkün olamayan
bir hadise olduğunu söylediklerini
belirtir."
el-Mevâhibu'l-Ledünniye'de Kastalânî, göz değmesinin inkâr
edilmemesi gereğine -Mâzirî'den naklen- bir başka yaklaşımla temas eder:
"Ehl-i bid'a'dan bazıları ma'nâsız bir tavırla göz değmesini inkara
yeltendiler. Halbuki:
a) Zatında muhal olmayan;
b) Herhangi bir hakikatın tersyüz edilmesini netice vermeyen;
c) Bir delilin ifsadını gerektirmeyen birşey, aklen caizdir.
Öyleyse Şâri'i mübin Resul-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm), (böyle aklen caiz
olan) bir şeyi haber vermişse onu tasdik etmek gerekir. Bunu inkâr ma'nâsız
olur. Bunun inkarı ile âhirete müteallik haberlerini inkar arasında hiç bir
fark yoktur." Böylece, sahih hadisle sâbit olan bir meseleyi inkâr etmenin
dinî mahzuruna dikkat çekmiş olmaktadır.
Mevâhib-i Ledünniye'yi 1008 hicrî senesinde (yani dörtyüz yıl
önce) temiz bir Türkçe ile dilimize çeviren Abdulbâki merhumun meseleye kattığı bir açıklama, göz değmesini kavramada
yardımcı olacağı için buraya aynen alıyoruz: "Göz değmek dedikleri
havâss-ı eşya kabilindendir, bir eserdir, görünür ve lâkin sırrı bilinmez ve
sebebi ne idiği Hak Sübhânehu ve Teâlâ Hazretlerinden gayra malum olmaz. Görmez
misin ki, mıknatıs demiri kendine çeker, sebebi ne idiğin kimse bilmez..."
* İbnu Hacer'in, "Göz değmesi haktır" hadisinden çıkardığı hükümler meyanında
şunu da kaydetmemiz gerekmektedir:
"Göz değmesi, herhangi bir şeyin hoşa gitmesiyle hâsıl olur. Bakan kimse,
hased etmiş olmasa da baktığı kimseyi
seven bir dostu da olsa, salih bir kimse
de olsa."
"Nazar hak olmakla beraber nasıl cereyan ettiğini bugünkü
teknik imkanlar açıklayamamaktadır. Nazarın gerçek bir vakıa olduğu örneklerle
sâbittir. Buna benzer bir hadise de, telapatidir. Telapati, arada herhangi bir
vasıta olmaksızın uzaklarda bulunan iki kişinin haberleşmesidir.
Telapati hadisesi, bugün gerçek bir tesbit olmasına rağmen nasıl
cereyan ettiği bilinememektedir. Bu ve buna benzer hadiselere, teknolojinin
yeterli hassasiyete ulaşmadığını ve tatminkâr bir incelik arzetmediğini imâ
etmektedir.
Nazar değen kişinin abdest suyunda şifa bulunduğunun sahih
hadislerle bize aktarılmış olması, iyi bir laboratuvar ve klinik çalışmasına
davet etmektedir.
Derisi ile de solunum yapan
insan, devamlı terleme de yapmaktadır. Bu ter ile birlikte, vücuttaki
bazı zararlı maddeler (toksin ve antijenler) de atılmaktadır. Abdest suyu ile
toplanan bu maddeler, nazar değen kişide aşı etkisi uyandırarak tedavi edici etkisinin olabileceği
düşünülebilir." (Z.Ç.)[220]
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) göz değmesinin hak olduğunu
beyan edince, ondan korunmanın çaresini de beyan etmesi tabiiydi. Nitekim hadislerde buna yer verildiğini
görürüz:
* Muavvizateyn okumak.
* Fatiha suresi ve Ayete'l-Kürsi okumak.
* Resulullah'ın öğrettiği bazı duaları okumaktır.
Hadislerde gelen dualardan biri şudur:
"Allah'ın tam kelimeleriyle,
her bir şeytandan ve öldürücü zehir taşıyanlardan (Allah'a)
sığınırım. Allah'ın tam kelimeleriyle -ki bunları ne iyi kimseler, ne de fâcir
ve kötüler tecâvüz edemezler- Allah'ın yarattığı, varettiği vücud verdiği
şeylerin şerrinden gökten inenlerin ve göğe yükselenlerin şerrinden, yerde
yarattıklarının ve yerden çıkanların şerrinden, gece fitnelerinin şerrinden ,
gece ve gündüz gelenlerin -hayırla gelenler hariç- şerrinden Ey Rahman Rabbim
sana sığınırım."
Hz. Cebrail aleyhisselam'ın Resulullah'a okuduğu göz rukyesi şudur:
بِسْمِ
اللّهِ
اَرْقِيكَ وَمِنْ
كُلِّ دَاءٍ
يَشْفِيكَ
وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ
اِذَا حَسَدَ
وَمِنْ شَرِّ
كُلِّ ذِى
عَيْنٍ .
Müslim'de gelen bir rukye şudur:
بِسْمِ
اللّهِ
اَرْقِىكَ
مِنْ شَرِّ كُلِّ
شَىْءٍ
يُؤذِيكَ
وَمِنْ شَرِّ
كُلِّ نَفْسٍ
اَوْ عَيْنٍ
حَاسِدٍ
اللّهُ
يَشْفِيكَ
بِسْمِ
اللّهِ
اَرْقِيكَ .
"Allah'ın
adıyla, sana eza veren her şeyden, her
nefsin ve her hâsid gözün şerrinden sana
rukye yapıyorum. Şifayı Allah verir, ben Allah'ın adıyla rukye yaparım."[221]
Göz değmesi,
başkasının hoşlanıp gıpta ettiği bir güzellik sebebiyle vukûa geldiği
için, birçok büyükler, göz değmesine
tedbir olarak güzellikleri izhar etmeyip, setretmeyi yani kişinin kendisini
olsun evladını olsun fazla süsleyip dikkat çekmemesini tavsiye etmiştir. İmam
Begavî'nin nakline göre Hz. Osman yakışıklı bir oğlan görünce, sahiplerine çocuğa göz değmemesi için yüzünü
biraz karartarak çirkinleştirmelerini tavsiye etmiştir.[222]
Nazar bahsinin İslam Uleması nezdindeki ciddiyetini gösteren bir
husus, bazı âlimlerin bu meselede vermiş olduğu bir fetvadır. Bu fetvayı
kaydetmeden önce şunu belirtmek isteriz: Nazar değmesi bahsine yer veren
şârihlerimiz, bu fetvaya herhangi bir tenkid getirmek şöyle dursun, onu
tasvib ifade eden sözlerle aynen tekrar
ederler. Pratikte bunun fiilî bir uygulaması olmuş mudur bilemiyoruz. Bu
hususta örneğine rastlamadık. Sırf nazariyatta da kalsa fetvayı bilmede fayda
olduğuna inanıyoruz:
"Bir bölge yetkilisinin (İmam), gözü değen kimseyi bilmesi
halinde halka karışmasını önlemesi ve evinde kalmasını sağlaması uygun olur.
Şayet fakirse (ve kazanç için çıkmaya
mecbursa) maîşetini de sağlar. Zira onun zararı, cüzzamlının zararından daha
fazladır. Hz. Ömer bir cüzzamlıyı halka karışmaktan men etmişti. Keza o,
Resulullah'ın cemaate gelmekten men ettiği sarımsaksoğan yiyenden daha fazla
zararlıdır.
"Nevevî der ki: "Bu söz doğrudur, açıktır, muhalif bir
görüş beyan eden kimse bilinmemektedir."[223]
Resmî tedbir meyanında, âlimler, gözü değenin kadı tarafından
cezalandırılması meselesini de münakaşa
etmiştir. Kurtubî der ki: "Gözü değen kimse bir zarara sebep olsa onu tazmin eder, ölüme sebep
olursa, üzerine kısas veya diyet gerekir. Şayet bunun vukûu, bir âdet halini
almış olacak şekilde ondan tekrarla vâki olmuşsa..." İbnu Hacer der ki:
"Şâfiîler, bu hususta kısasa hükmetmezler, bilakis, kısası yasaklarlar.
Derler ki: "Böyle birisi öldürülmez, mühlik (zarar vermiş) de addedilmez." Hatta Nevevî, er-Ravza'da
der ki: "Bu şahsa ne diyet ne de kefâret gerekir, çünkü hüküm, istikrar kesbetmiş
umumî hallere terettüp eder, bazı ahvale
tâbi olarak bazı şahıslarda görülen istikrar bulmamış hususî hallere değil.
Nitekim, kişiden göz değme hadisesi,
hased gayesi veya onun mazhar olduğu nimetin zevalini temenni etmesi halinde
vâki oluyor. Keza, göz değmesinden neş'et eden şey, bazan o şahsa herhangi bir
kötülüğün husûlüdür, bu kötülük hayatın zevâline has kılınamaz. O kimseye, göz
değmesinin tesiriyle başka surette de bir kötülük gelebilir." İbnu Hacer
derki: "Buna ancak, sihirbazın öldürülmesiyle ilgili hüküm uygun düşer.
Çünkü, bunun hali onun haline uygundur, ikisi arasında fark bulmak zaten
zordur."[224]
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), kaydettiğimiz üzere göz değme
hadisesine karşı bir kısım önleyici tedbirler tavsiye eder. Bunların bazısı,
gözü değen zâtla ilgilidir. Bu cümleden olarak Aleyhissalâtu vesselâm böyle
kimselere, hoşlarına giden birşey gördüğü zaman, bârekallah diye tebrikde
bulunmalarını tavsiye etmektedir. 4044 numaralı hadiste bu husus işlenmişti.
Nesâî ve İbnu Mace'de yine Ebu Ümâme'den gelen bir başka vecihte: "Biriniz
kardeşinde hoşuna giden bir şey görünce ona
bereket duası ediversin" buyurulmuştur. "Allah onu sana
mübarek kılsın. Hakkında hayırlı
kılsın" ma' nâsına gelen bârekallah duasının gözdeki değmesinden
korkulan hassayı gidereceği beyan edilmiştir. İbnu Abdilberr der ki: "Kişi
bu durumda "Tebârekallahu
Ahsenu'l-Hâlikîn", "Allahümme bârik fihi" demelidir.
"Herhangi bir şey, hoşuna giden herkesin tebrik duası okuması ona
vacibtir. Bereket duasında bulununca muhakkak surette mahzur bertaraf
olur." el-Mâzirî der ki: "Burada hâsıl olan tesir, izahı ve
anlaşılması aklen mümkün olmayan hadiselerdendir. Her bilinen şeyin mahiyetini
kavramak aklın gücü dışındadır. Öyleyse
mahiyeti anlaşılmadı diye bu hadisenin inkârı gerekmez. Müteşerri yani şeriata
bağlı, dindar biri bunu kabulde zorluk çekerse, kendisine: "Allah ve
Resulü daha iyi bilir" demesini
tavsiye eder, tecrübenin bunu destekleyip, müşahedenin de teyid ettiğini söyleriz. Fakat mütefelsif yani şahsî
kanaatiyle hareket edip dinî kaynaklara itibar etmeyen biri, bu tedaviyi anlamakta zorluk çeker, inkâra
kalkarsa, onu kısa yoldan reddetmek en
doğru yoldur. Çünkü, ona göre de ilaçlar, mahiyeti bilinmeyen bir kuvvetle
tesir hasıl eder. Ve durumu bu olan yani
nazarlarında mahiyeti meçhul olan şeye de havas ismini takarlar."
İbnu'l-Kayyim der ki: "Bu keyfiyeti inkar eden, alay konusu yapan, şekke
düşen, ona inanarak değil de bir tecrübe olsun diye başvuran ondan istifade
edemez. Tuhaf olan şudur: Tabibler, eşyanın tabiatında, havas dedikleri ve
hastalıkların tedavisinde müessiriyetine inandıkları bir şeyin varlığını -bu
hâsiyetin nasıl müessir olduğunu izah etmeksizin- akla vurmadan peşinen kabul
ettikleri halde, sıra şer'î havass'a gelince iş değişiyor, cahil takımları bunu
inkara kalkıyorlar. Üstelik bunu abdestsuyu ile gözzedenin tedavisi arasında
akl-ı selim'in reddetmeyeceği kesin bir bağ olmasına rağmen yapıyorlar. Nitekim
yılan zehirine karşı kullanılan panzehir de böyle; yılanın etinden yapılır.
Öfkelenmiş nefislere tavsiye edilen ilaç
da böyle: Öfkelinin bedenine eli koymakla öfkesi gider. Şu halde, bu göz
değmesinin tesiride beden üzerine düşen bir ateş parçası gibidir, sanki
abdestle bu ateş söndürülmektedir. Ayrıca şiddetle nüfuz eden bu habis
keyfiyetin tesiri, bedenin ince yerlerinde zuhur etmesi ve büklümlerinde en
ince yerleri teşkil etmesi sebebiyle,
büklümlerin yıkanmasıyla o habis keyfiyetin tesiri iptal edilmiş olur,
hele buralar, şeytânî ruhların hususî mekanlarını teşkil ederse."
İbnu's-Sünnî'nin Saîd İbnu Hakîm'den rivayetine göre,
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), kendi gözünden herhangi bir zarar
değmesinden korkacak olursa: "Allahümme bârik fîhi (Alahım onu mübarek
kıl) derdi ve ona zarar vermezdi."
Yine İbnu's-Sünnî ve Bezzâr'ın Enes (radıyallahu anh)'den
yaptıkları bir tahriçte Resulullah şöyle buyurmuştur: "Kim bir şey görür,
o da hoşuna giderse ve derhal "Mâşallah lâ kuvvete illâ billah. (Allah
istemiş, kuvvet sadece Allah'tandır) derse, (onun nazarı) zarar vermez."
Şu halde bereket duasının tek bir formülü yok, muhtelif şekillerde
yapılabilir. En müessiri, me'sur olanı yâni hadislerde gelenidir. Dilimizde
mâşallah bârekallah demek yerleşmiştir.[225]
1- Kişinin nazarı değmemesi için tavsiyede bulunan Resulullah,
herşeye rağmen nazar değmesine uğrayan gözzedenin tedavisine de reçete
vermiştir. 4044 numaralı hadis mezkur
reçeteyi beyan eder. Kısaca şudur: "Kimin gözü değmişse ona bir leğenin
içinde abdest aldırıp, leğende toplanan su, gözzedenin üzerine
dökülecektir."
Ancak, hemen belirtelim ki, burada zikredilen abdest, tam bir
namaz abdesti değil, 4044 numaralı hadiste görüldüğü üzere bir nevi abdesttir.
Bazı hadislerde abdest (vudû) kelimesi kullanılırken, bazılarında gusül ve
iğtisâl kelimeleri kullanılmıştır. Şu halde bunu namaz abdesti veya cenabet
guslü olarak anlamayacağız. Rivayetlere göre bu bir nevi abdest'in tarifleri
farklıdır. Bu tariflerden biri zikri geçen rivayette yapılmışsa da, bazı mühim
noktalar var. Sözgelimi, "ayaklarının etrafı" tabiriyle "sağ sol
ayaklarının parmak dipleri"nin kastedildiği, bir başka rivayette
açıklanmıştır. Ebu Ümâme'den Zührî tarikiyle Nesâî ve diğer bazı kaynaklarda
gelen bir rivayette şöyle anlatılır: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la
bir grup çıkmıştı, yanlarında bende
vardım. Bir su kaynağına geldik. Cuhfe'deki Harrar geçidine varınca Sehl İbnu
Huneyf (açıkta) yıkandı. Beyaz tenli, beden ve endamca yakışıklı idi..."
Hadiste 4044 numaradaki gibi anlatılır. Bazı farklılıklar şöyle:
"Resulullah'ın emri üzerine Âmir yüzünü, ellerini, dirseklerini,
dizlerini, ayaklarının yanlarını (parmaklarla birleşen yerleri), izarının iç
kısmını bir kab içerisine yıkadı. Sonra birisi, bu suyu, hastanın arka
tarafından başına ve sırtına döktü. Sonra kabı bıraktı. Bunu yapar yapmaz Sehl
halkla birlikte hiçbir şey yokmuş gibi yürüdü."
Şunu da belirtelim ki, bir kısım âlimler gözü değen kimsenin bu
abdesti alması işine vacib demişlerdir. Yani bu maksadla abdest alması taleb
edildiği takdirde talebi reddetmez. "Zira derler, Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın "kardeşin için abdest al" veya
"...yıkanıver" şeklindeki buyrukları vücub ifade eder." Zürkânî
devamla der ki: "Kimseye, kardeşine fayda verecek bir şeye mani olması
veya zarar vermesi uygun olmaz, hele bu
zarar kendisi yüzünden olmuşsa. Aksi takdirde ona karşı cinayet işlemiş
olur. Öyleyse nazarı değen kimseye bu
sebeple gusletmesi (abdest alması) vacibtir."[226]
2- Göz Degmesiyle İlgili Bazı Müteferrik Hükümler:
Şârihlerimizin beyan ettiği bazı hükümleri de mevzumuzun
tamamlanması için kaydediyoruz:
* Gözü değen kimse, bilindiği takdirde yıkanmaya hükmedilir.
* Yıkanma faydalı
rukyelerdendir.
* Mâ-i müsta'mel (abdest suyu) temizdir.
* Göz değmesi bazan ölüme sebep olabilir.
* Kalbe "hususi guslün" eseri en ince ve en çabuk nüfuz eden
yerlerden ulaşır, bu su ile, gözün
tahrik ettiği ateş söner.
3- 4044 numaralı hadisten açık yerde, avret yerleri açılmamak
kaydıyla yıkanılabileceği hükmü çıkarılmıştır.
4- Yıkanan kimseye, avretine
olmamak kaydıyla bakılabilir. Çünkü Resulullah, Rebîa'yı, baktığı için
değil, rukye okumadığı için azarlamıştır.[227]
4042 numaralı rivayetin sonunda, Buhârî dışındakilerin "Dövme
yapmayı yasakladı" ibaresine yer verdiği not edilmiştir. Aslında bu
ziyadeyi Buhârî kaydetmiş Müslim ve Ebu Dâvud kaydetmemiştir. Ortada bir ifade
hatası olduğu açık. İbnu Hacer,
rivayette, birbiriyle irtibatı gözükmeyen iki ayrı mesele yer aldığı için,
aslında bunların iki hadis olabileceğini ve muhtemelen bu yüzden, Ebu Dâvud
ve Müslim'in ikinci kısmı rivayete
eklemediğini belirtir. Sonra Buhârî'nin bunu niçin beraber zikretmiş
olabileceğini araştırır. Der ki: "Bu iki cümle arasında, benden önceki şârihlerin farkına varmadığı
bir ilgiyi keşfettim. Şöyle ki: "(Dövme âdetinin yaygın olduğu muhitlerde)
kişiyi dövme yaptırmaya sevkeden âmillerden biri de, sıfatında yapacağı
değişiklikle göz değmesini önlemek gayesidir."
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) göz değmesini teyid etmekle
birlikte dövmeyi yasaklamaktadır. Öyleyse göz değmesine karşı, dövme yapma vs.
gibi sünnette beyan edilmeyen tedbirlerin hiçbir faydası yoktur. Allah'ın
takdir ettiği şey olacaktır.[228]
Göz değmesi meselesi
mevzubahis olunca, kaderle olan
irtibatı gündeme gelmektedir. Âlimler bu hususta da bir kısım
açıklamalarda bulunarak göz değmesine inanmanın kader inancını haleldâr etmeyeceğini açıklar. İbnu Hacer der
ki: "Bu meselede Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat inancına uyan nokta-i nazar
şöyledir: "Göz, bakan kimsenin bakması esnasında öbürüne zarar verir, bu
doğrudur, ancak bu hadise rastgele cereyan etmez; iki şahıs karşılaşınca
birinden diğerine zarar gelmede cereyan eden ilâhî âdetle meydana
gelir." Bilhassa Hattâbî açık ifadelerle,
felsefecilerin gözde mevcut, mahiyeti bilinmeyen bir "ma'
nâ"nın karşı tarafta zarar hâsıl ettiği fikrinin yanlışlığına dikkat
çeker. O, bu hâdisenin, zarar husûlünde Allah'ın icra ettiği kanunla vukûa geldiğini
belirtmede ısrar eder. Der ki: "Allah âdetini, cisimlere ve ruhlara
dercettiği bir kısım kuvvetlerin mevcudiyetiyle icre eder. Nitekim kişi,
kendisine haya ettiği birisi baktığı zaman, duyduğu utanma ile yüzünde, daha önce bulunmayan
şiddetli bir kızarma hâsıl olur. Korktuğu birisini görünce de yüzü sararır.
Birçok insan korktuğu şeyi mücerred
görmekle rahatsızlaşır ve kuvvetleri zaafa uğrar. Bütün bu cereyan eden
hadiseler Allah'ın ruhlarda yaratmış olduğu "tesirler"den hâsıl olur.
İşte bu "tesirlerin", gözle olan irtibatının kuvveti sebebiyle vukua
gelen fiil göze nisbet edilerek göz denmiştir. Aslında bu fiilin vukûunda asıl
müessir (tesir sahibi) göz değildir, tesir ruha aittir. Ruhlar tabiatca,
kuvvetce, keyfiyetce, havâsca çok farklıdırlar. Bir kısım ruhlar, kötülüğün
şiddeti ve keyfiyetinin habisliği sebebiyle, bedende sırf rü'yetle tesir hâsıl eder, bunun ona ittisal peyda
etmesi gerekmez.
Hülasa te'sir, Allah'ın iradesi ve yaratmasıyladır, cismânî bir
ittisâle münhasır değildir. Gerçi bazan ittisalle de olur, ancak bazan karşı
karşıya gelmekle, bazan sırf bir görme ile, bazan da ruhun teveccühüyle hâsıl
olur. Bu cümleden olarak dualarla, rukyelerle, Allah'a iltica ile hâsıl olan
tesir gösterilebilir. Keza tevehhüm ve
tahayyül ile de tesirin vukûa geldiği bir gerçektir. Bakan kimsenin gözünden
çıkan şey ise mânevî bir oktur, korumasız olan bir bedene değdi mi onda tesir
meydana getirir. Beden korumalı olursa
ok ona nüfuz etmez, belki de sahibine geri döner. Maddî ok da böyle değil
mi?"[229]
Zamanımızda tıp ilmi eski devirlere nazaran çok terakki
kaydetmiştir. Her geçen gün yeni gelişmelere de sahne olmaktadır. Öyle
gözüküyor ki, istikbalde en harika keşiflerin yapılacağı sahalardan biri
tababet olacaktır.
Tıbbî inkişaflar, sadece daha
müessir yeni ilaçlar bulmaya, teşhis ve tedavide kullanılan yeni
cihazlar keşfetmeye münhasır kalmıyor, prensip ve metodlara da şâmil oluyor.
Nitekim bugün ilaçla tedâvi esasına dayanan alışılmış, mutad Batı tipi tedavi
metoduna temelde aykırılık arzeden yeni metodlara şahit olmaktayız. Telkin,
akapunktur gibi ilaçsız tedavi metodlarına ilaveten "bıçaksız
ameliyat" metodları da duyulmaya, katılmaya başladı. En azından
yurdumuzda, bundan birkaç on yıl öncelerine kadar, Batı tipi tabâbetle bağdaşmayan
her çeşit tedavi usulü kesinlikle reddedilir, safsata , hurâfe, kocakarı işi
olduğu söylenirdi. Halbuki bugün, aynı şeyler karşısında "halk
tababeti", "şifalı otlarla tedavi" gibi daha mûnis, daha ilmi
bir yaklaşım benimsenmiş bulunmaktadır. Bu gelişmeler karşısında İslam âleminin
geçmişte asırlarca müracaat
kaynağı yaptığı ve milyonlarca insanın prensipleriyle şifaya kavuşturulduğu
tıbb-ı nebevînin derin incelemelere konu edilmesi, diğer tıbbî metodlar
seviyesinde geliştirilip sistematize edilmesi müslümanlara ciddî bir vazife
olmaktadır.
Biz bu yazımızda, tıbb-ı
nebevî hakkında toplu bir bilgi verebilmek için, onun dayandığı ana prensipleri
belirtmeye çalışacağız. Göreceğiz ki, hakikaten tıbb-ı nebevî, nev-i şahsına
münhasır tamamen orijinal bir
tababet çeşididir. Katı, değişmez
esaslara dayanmaz. İnsanlar için faydalı olan bütün metodlara sînesinde yer
verir. Zira insan mizacındaki farklılıkları kabul ederek, bu metod ve
ilaçlardan mizaca uygun gelenin netice vereceğini kabul eder.
Tıbb-ı nebevî sahasında, mütehassıslarca sistematik çalışmalar
yapıldığı takdirde, insanlığa orijinal tedavi ve şifa yolları sunulabileceğine
inancımız tamdır.[230]
Dinimiz
tarafından insanlara yüklenen dünyevî ve uhrevî bütün vazifeleri ifası her
şeyden önce sağlığa bakar. Bu sebeple İslamiyet, "mücerret hayat"
değil, "sağlıklı hayat" üzerinde durur. Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a göre, sarsılmaz bir iman demek olan "yakîn"den sonra
kişinin en kıymetli serveti "sıhhat"idir. Bir hadiste şöyle buyurur:
"Allah'dan af ve âfiyet dileyin. Zira, hiçbir kimseye "yakîn"den
sonra, âfiyetten daha hayırlı bir şey verilmemiştir." Bir diğer
hadislerinde de: "Allah'tan istenen şeyler arasında Allah'a en sevgili
olanı âfiyettir" buyurur. Bir zat "Hangi dua daha üstündür?"
diye üç ayrı gün sorar. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) her defasında: "Rabbinden dünyada da
âhirette de âfiyet vermesini iste" diye cevap verir. Etrafındakilere pek
çok kereler "Allah'tan âfiyet taleb etmelerini" tavsiye eden
Resulullah, şahsî dualarında, sıkca sıhhat talebetmek suretiyle fiilî örnek
vermiştir.
Hemen
belirtelim ki, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın tebligâtında dua,
ulaşılması gereken bir hedefin gerçekleşmesinde birbirini takiben yapılması
gereken birçok fiil ve buna bağlı olarak alınması gereken tedbirlerin ilkini
teşkil eder. Yani dua ile, hedef tayini yapmış, gerçekleşmesi gereken şeyi şuur
haline getirip programa almış oluruz. Ondan sonra bunun tahakkuku için
yapılması gereken şeyleri icraya sıra gelir. Öyle ise âfiyet talebi demek,
sıhhatli olmak için gerekli olan şartları yerine getirmek, fiîlen tedbirler
almak demektir; Hıfzıssıhha kaidelerine uymak, doktora gitmek, perhiz yapmak,
ilaç almak, ameliyat olmak vs..[231]
Tıbb-ı nebevî'yi birkaç prensibe irca etmek istesek ilk prensip
olarak hıfzıssıhha karşımıza çıkar.
Yâni, tedavi olmak değil, sağlığı korumak veya hastalanmamak için
tedbirler almak esastır. Gerçi öncelikle sıhhatin korunmasına bütün tababet sistemlerinde
yer verilmiştir. Ancak dinimiz kadar bunu şuurla, ısrarla yapan başka sistem
yoktur.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) önce sıhhati korumanın
ehemmiyetini belirten uyarılarda bulunur: "...Hasta olmazdan önce sağlığın
kıymetini, ölmezden önce hayatın kıymetini bil!" gibi. Ayrıca sıhhati
koruyucu pek çok prensipler vaz'eder. Bunlardan bir kısmı doğrudan doğruya, bir
kısmı da dolaylı olarak sıhhati gaye edinir. Aşağıda kısa kısa üzerinde
durulacağı üzere, mesala temizlik,
beslenme, spor ve istirahate giren emirler doğrudan hıfzıssıhha ile ilgili olduğu
halde namaz, oruç gibi ibadetlerle,
domuz eti başta olmak üzere bir kısım yiyecekler ve alkollü içki ve
uyuşturucularla ilgili haram ve yasaklar da dolaylı olarak sıhhatin
korunmasıyla ilgilidir.[232]
"Temizlik imanın yarısıdır" hadisinde ifadesini bulduğu
üzere Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) temizliği İslam'ın yarısı ilan
etmiştir. Öyle bir yarı ki, ikinci
yarısının muteberliği buna bağlı. Temizlik olmadıkça, ne namaz, ne oruç, ne
diğer ibadetler hiçbiri makbul değildir. Nitekim hadiste "Namazın anahtarı
temizliktir" buyrulmuştur.
Temizliğin dindeki ehemmiyetine binaen hadis kitaplarında olsun,
fıkıh kitaplarında olsun tamamına yakınında ilk bölümü Kitabu'ttahâre adını
taşıyan temizlikle ilgili bahisler teşkil eder.
Maddî ve manevî, ruhî ve bedenî her iki temizliğe beraberce yer
veren İslam, maddî temizliği şu dört seviyede anlar ve emreder.
1- Elbise temizliği
2- Beden temizliği,
3- Mekan ve mesken temizliği,
4- Çevre temizliği.[233]
Dinimiz sağlıklı beslenmeye de geniş yer vermiştir. Dinin ana
kaynağında "Yeyin, için, israf etmeyin" denmiş olması bu mevzuun dinde kazandığı ehemmiyeti göstermeye
yeterlidir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), yenecek şeylerin çeşidinden
miktarına, hangi şeyleri hangi şeylerle berâber yemek gerektiğinden hangi çeşit
rahatsızlıkta hangi çeşit yemeklerin yenmesi gereğine kadar çeşitli
tavsiyelerde bulunur. Teferuata girmeden şu esaslara temas edebiliriz:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) yiyeceklerin mütenevvî
olmasını emreder. Yani et, sebze, meyve, tahıl, yağ, tatlı, peynir, çiğ, pişmiş
her çeşit gıda maddelerinden muvazeneli şekilde yenilmelidir. Müslüman her
eline geçeni yiyemez, haram olan yiyecekler vardır. Sünnete göre, sabah ve
akşam olmak üzere günde biri tercihen meyve olmak üzere iki seferden fazla
yenmemelidir. Biri sabah biri akşam. Aleyhissalâtu vesselâm, "akşam
yemeğinin terki, ihtiyarlamaü [ve zayıflık] vesilesidir" diyerek akşamı terketmemeyi tavsiye eder.
Mevzuyu tahlil eden Gazalî, İhya'da: "Evla olanı, kişinin yiyeceğini ikiye
taksim etmesidir. Ve bir seherde, bir de iftar vaktinde olmak üzere iki sefer
yemelidir" der. Bize öyle geliyor ki Aleyhissalâtu vesselâm işçiden zâhide
kadar şartları farklı olan her sınıf insanın tâbi olabileceği beslenme rejimine
örnekler vermiştir. Meseleyi bu genişlik ve ruhsat esprisiyle değerlendirmeden
sadece zâhidâne rejimin esas olduğunda veya aksinde cezmetmek, nassları şahsî
tercihimiz istikametinde yorumlamak olur. Bu hatalıdır. Mevzu üzerine gelen bütün rivayetlerin sıhhat durumlarını da nazar-ı dikkate alarak
hakkını vermek gerekir. Bazı kefâretlerin ödenmesinde "bir fakirin iki
öyün yemeği"nden hesaplanması veya iki sefer doyurulması, bir günlük öyün
sayısı meselesine fukaha-i kiramın cevabını teşkil eder.[234] Yenince az yemeli, iyice
doyuncaya kadar da yememelidir. Yemekten önce ve sonra el yıkanmalıdır. Sohbet
etmenin esas olduğu sofranın uyulması gereken âdâbı vardır. Bu bahisler, Yemek
bölümü'nde etraflıca açıklandı.[235]
Dinimiz bilhassa beden sağlığı için spora yer verir. Ancak
İslam'ın spor anlayışı bugünün anlayışından farklıdır. Zamanımızda, insanların
yayın organları vasıtasıyla veya stadyumun seyirci tribününde oturarak spor
oyunlarını takip etmeleri "sporla meşguliyet" kabul edilir. İslam,
belli ölçülerle "bizzat yapma"ya spor der. İslam açısından ne
milyonları oyalama mesleğini icra maksadıyla sahaya çıkan profesyonellerin
yaptığına, ne de bunu gözleriyle takipedenlerin yaptığına "spor"
denmeyeceği kanaatindeyiz.
İslam koşmak, yüzmek, ata binmek, ok talimi yapmak, güreşmek gibi
faydalı meşguliyetleri teşvik eder. Bir hadisde: "İki hedef arasında koşan
kimsenin her adımı için bir sevap vardır" buyurulur. Bir başka hadiste:
"Ok yarışı yapın, (vücutça) sertleşin, yalın ayak yürüyün" tavsiye
edilir. Atıcılığa o kadar ehemmiyet verilmiştir ki, atıcılığı öğrendikten sonra
unutanları Hz. Peygamber: "Bizden değildir bana isyan etmiştir";
"Allah'ın nimetine küfranda bulunmuştur" gibi ağır ifadelerle tehdit
etmiştir.
Bahis ve kumar karışmamak kaydıyla sportif yarışmalara müsaade
eder, derece alanları mükâfatlandırmayı hoş karşılar.[236]
Vücudun sağlığını korumada istirahatin de yeri var. Kur'an-ı Kerim
gecenin istirahata mahsus olduğunu bildirdiği gibi, gündüzleyin kaylûle denen
uykuyu da istirahat vakti olarak zikreder.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) muhtelif hadislerinde aynı
meşguliyetin insana bıkkınlık vereceğini belirtmiştir.
Ancak dinlenme konusunda bir husus, İslam'ın orijinalitesini
teşkil eder: Dinlenmenin vasıtası ne eğlencedir, ne de bomboş oturma. Kur'an-ı
Kerim "Bir işten çıkınca tekrar yorul" (İnşirah 7) emreder. Yani
meşguliyet değiştirmek suretiyle dinlenmek. Hadislerde faydalı meşguliyetler:
Geçimi kazanmak için çalışmak, ibadet etmek, ilim öğrenmek, nefis murâkabesi,
tefekkür, ev işleri, ailevî meşguliyet, eşdost ziyareti, sohbet olarak
belirlenmiştir. Şu halde bunların birbirlerini tamamlayacak şekilde
programlanması, birinden yorulunca diğerini yaparak istirahatin temini
gerekecektir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Kur'an meclislerinde şiir
okutarak ashabı dinlendirdiği rivayetlerde gelmiştir.[237]
İslam'da ibadetlerin de Tıbb-ı nebevînin bir parçasını teşkil
ettiğini söyleyebiliriz. Namaz, oruç, hacc, zekat, dua, zikir gibi bütün
ibadetlerin gerek beden ve gerekse ruh sağlığı yönünden hem koruyucu, hem de
tedavi edici tesirleri vardır. Bazıları
herkesçe görülen, teyid edilen bir husustur. Sözgelimi namazın jimnastik yönü,
orucun perhiz yönü, dua ve zikrin psikolojik telkin yönü, zekat,
sadaka gibi yardımların insana psikolojik bakımdan getirdiği rahatlık ve
huzur hali artık İslam'ın dışında kalan müşahidlerce de teyid edilen bir
husustur.
İbadetlerin bu yönüne Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) da
pekçok hadislerinde dikkat çekmiştir. Bir iki örnek verelim: Oruçla ilgili
bahiste geçtiği üzere Aleyhissalâtu vesselâm: "Oruç tutun, sıhhate
erin"; "Oruç sabrın yarısıdır" buyurmuştur.
Namaz, maddî ve manevî temizliğin, beden, elbise ve mekan
temizliğinin kaynağıdır. Resulullah musalli müslümanı evinin önünden akan nehirde günde beş kere yıkanıp
paklandığı için hiçbir maddî kiri
kalmayan kimseye benzetir. Namaz da insanı bu nehir gibi bütün kirlerden paklar
buyurur. Hıfzıssıhhanın yani koruyucu hekimliğin ilk şartı temizlikten
geçtiğine göre, hakkıyla kılınan namaz bu meselede rakipsizdir.
Zekat bahsinde Resulullah'ın "Zekât İslam'ın
köprüsüdür." "Malının zekâtını ödedin mi, onun şerrini kendinden
defettin demektir" buyurarak günümüzü allak bullak eden zenginfakir kavgası
gibi içtimâî marazların zekâtla önleneceğini bildirmiştir. Şu hadis de mevzumuz
açısından ikna edicidir: "Mallarınızı zekatla koruyun, hastalarınızı sadaka ile tedavi edin, belâya dua ile karşı koyun."[238]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sağlık taleb eden
çeşitli duaları mevcuttur. Bunlar bir bakıma hastalanmadan önce sıhhatin
kıymetini idrake ve onu korumak için gerekli tedbirlere sevkeden âmillerdir.
Hangi hususta olursa olsun, dua etmek, meseleyi
lisanen zikretmek onu şuur haline getirmek, kendimize problem yapmak
demektir. Binaenaleyh sıhhat talebiyle ilgili duaların hıfzıssıhhaya giren
tedbirlere ilk adım olduğu muhakkaktır. Hadislere göre "Dua, ibadetin özü
ve iliğidir"; "Allah dua etmeyen kulunu sevmez"; "En
hayırlı amel zikir ve duadır"; "Allah müslümanın her duasına cevap
verir. Ya istediğini aynen verir, yahut onun bir misli kötülükten onu korur,
yeter ki günah talebetmesin, sıla-ı rahmin gereğine aykırı bir istekte
bulunmasın."
Resulullah hastalıklara, bunamaya, cünûna, musibetlere, deccalın
şerrine vs. kısacası, hayat ve ölümün karşılaşacağı bütün fitnelere karşı
Allah'ın yardımını, korumasını talebetmiştir.[239]
Dinimizin koyduğu haramlarıda koruyucu hekimliğin bir parçası
sayabiliriz. İçkinin, uyuşturucuların, domuz etinin sağlık açısından zararları,
fazla bir söze hacet kalmayacak kadar ulûm-i müteârife sırasına girmiştir.
Frengi, belsoğukluğu gibi zührevî hastalıklara ilaveten şimdilerde
bütün insanlığı tehdid eden AİDS hastalığının başlıca âmilinin zina ve homoseksüellik
olması İslam'ın bu fiiller karşısındaki sert ve ciddî tavrının hikmetini bir
kere daha herkese göstermiş olmaktadır.
Şüphesiz yasaklarımız içki, kumar, uyuşturucu ve zinadan ibaret
değildir. Milli serveti üç beş zengin kasaya
aktararak, bir tarafta sefâhat, öbür tarafta sefaleti artırma vasıtası
olan "riba" (faiz) de doğrudan veya
dolaylı, ferdî ve içtimâî sağlığı bozan en mühim âmillerden biridir. Bu sebeple riba da
İslam'ın en şiddetli yasaklarından biri olmuştur.[240]
İslâm'a göre hastalık, وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ
بِشَىْءٍ âyetinde (Bakara 155) haber verilen
imtihan şartlarından biridir.
Yani insan diğer bir çok musibet gibi hastalıkla da imtihan
olacaktır. Aleyhissalâtu vesselâm: "Mümine hoşlanmadığı her ne gelirse o
bir musibettir" diyerek, âyetin devamında geçen musibeti açıklamıştır.
Müslümanın hastalık anlayışını tamamlamak üzere Cenâb-ı Hakk bir âyet-i
kerimede "Kişiye her bela ve musibet kendi kesbiyle
yetişir" (Şura 30) buyurmuştur. Bu beyan tıbb-ı nebevî açısından ehemmiyet
taşır. Zira kişi bu inançla, hasta olmamanın ön tedbirlerini alacaktır. Bazı
hadislerde bu tedbirlerden biri günah işlemekten, Allah'ın emirlerine isyandan
kaçınmaktır. Zira bir çok musibetler, kişiye, işlediği günahlar sebebiyle
gelmektedir. Bu ifade daha açık olarak müslümana şu inancı vermektedir:
Musibete uğramamak -ve bu arada hasta da olmamak- isteyen kişi günah işlemekten
kaçınmalıdır: "
Hastalığınızı ve ilacınızı size açıklıyorum: Haberiniz olsun
hastalığınız günahlardır, ilacınız da istiğfardır." Böylece hastalıkların
günahla, tedavinin de istiğfar ve dua
ile irtibatına dikkat çeken Resulullah, maddî ve tıbbî tedaviyi reddetmez. Ona
da yer verip teşvik eder, esaslarını beyan eder.[241]
Tıbb-ı nebevînin, tedavi konusunda benimsediği birkaç esası şöyle
sıralayabiliriz:
1) Hastalığı da şifayı da veren Allah'tır.
2) Allah her hastalığın şifasını yaratmıştır.
3) Hastalanınca şifa aramalıdır.
4) Şifa için başvurulacak çeşitli tedavi yolları vardır.
Şimdi bu hususları kısa kısa açıklayalım:[242]
İslâm'ın ilk ve ana prensibi olan tevhid akidesi burada da
karşımıza çıkar. Yani,
ister hastalık olsun, ister şifa olsun Allah'ın iradesi, bilgisi, meşîeti
dışında cereyan eden tesâdüfi birşey değildir. İmtihan, ikaz, ceza, mükâfat
gibi pek çok gaye ve hikmetlere binaen hem hastalığı yaratmıştır, hemde şifayı.
Ağaçtan yere düşen bir yaprak bile O'nun bilgisinden hariç olmazsa, hilkat ağacının meyvesi, yeryüzünün halifesi
olarak yaratılan insanların sağlığını hem de binlercesinin birden hayatını ilgilendiren hastalıkların,
salgınların O'nun bilgisinden hariç kalması inanç mantığıyla bağdaşmaz. Kaldı
ki, pek çok âyet ve hadisler hastalık ve sağlığın Allah'tan olduğunu açık
olarak ifade eder. Bir âyet şöyle buyurur: "Muhakkak ki sizi, biraz korku,
biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz,
sabredenlere müjdele. Onlara bir musibet geldiğinde: "Biz Allah'ınız ve
elbette O'na döneceğiz" derler. (Bakara 155-156).
Az
ileride açıklayacağımız üzere karantine usulünü bir tedavi metodu olarak tatbik
etmek suretiyle hastalıkların sirayetine inanan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm), hastalıkların Allah'dan olduğu fikrini zihinlerde tesbit maksadıyla
çok çarpıcı bir üsluba başvurarak sirayeti inkar eder:"
Ne
sirayet vardır, ne uğursuzluk vardır, ne de (cahiliye devrinde inandığınız
üzere öldürülenlerin başından çıkıp kan, kan, intikam! intikam! diye intikamı
alınıncaya kadar bağıran hortlak ruh) hâme vardır. Bu inançların hepsi
batıldır."
Dinleyenlerden
biri: "Nasıl sirayet olmaz, hastalıklı bir deve sağlamların arasına girdi
mi onlar da hastalanıyor" der. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) asıl
maksadı tebliğ eder: "Pekiyi hastalıklı deve nereden hastalık aldı?"
Resulullah'ın
burada maksadı, ne sirâyeti öğretmek ne
de inkar etmek. Zira görüldüğü üzere sirayet zaten bilinmekte. O halde
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın o saatteki dersinin gayesi,
bilinmeyen bir hususu böyle bir metodla öğretmektir. Muhakkak ki dinleyenlerin
ilk etapta kendisine itiraz edeceklerini de biliyordu. Gaye en güzel şekilde
hâsıl olmuştu: Öyle ya, sürüyü hasta eden hastalıklı deve nereden hastalık
almıştı?[243]
İslâm her hususta ümitsizlik ve ye'si reddeder. Tevbesi kabul edilmeyen günah
olmadığı gibi, tedavisi olmayan hastalık da yoktur. Bizce Tıbb-ı Nebevî'nin
dinamiği denecek derecede ehemmiyetli bir prensibi, tedavisiz hastalık yoktur
inancıdır.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu konuda çok kesin ve net konuşur:
"Allah, devası olmayan dert indirmemiştir, her hastalık için mutlaka şifa
da indirmiştir." Resulullah'a göre tedavi gayretlerimizin neticesini
görememek, derdimizin devasızlığından
değil, henüz şifa verici ilacına rastlayamamış olmamızdandır. Şöyle buyurur:
"Her hastalık için bir deva vardır. Eğer (tedavi sırasında) hastalığa deva
olan ilaca tesadüf edilirse Allah'ın izni ile şifâ hâsıl olur."[244]
Tedaviye inanmanın tabiî neticesi, hasta olunca şifa aramaktır.
Madem ki, şifa var madem ki hastalık değil, "sağlık ve hayatın
korunması" esastır, öyle ise hastalanınca tedavi olma yollarına
başvurmalıyız. İşte birkaç hadis: "Ey Allah'ın kulları, tedaviye devam
edin, zira Allah her hastalık için şifa da yaratmıştır, şifası olmayan tek
hastalık ihtiyarlıktır."
Her hastalığa şifa yaratıldığına göre, boşa giden gayretleri
"bu hastalık tedavisizdir" diyerek yeisle noktalamak, belki şifayı bilen birine
rastlayamadık diyerek, hayatın son anına kadar deva aramaya devam etmek
gerekmektedir. Nitekim bu konuda da Resulullah şöyle buyurur: "Allah her hastalık için şifa yaratmıştır. (Ancak,
herhangi bir hastalığa neyin şifa vereceğini) bazıları bilir, bazıları
bilmez."[245]
* Tedavi Olmanın Hükmü:[246]
Bu husus ihtilaflıdır. Hanefîlere, Malikîlere göre mübahtır,
terki günah değildir. Şâfiîler tedavi evladır der. Ahmet
İbnu Hanbel, "Terki evladır" der. Hanbelî âlimler ekseriyetle bu
meselede imamlarına muhalefet ederek tedavi evladır demiştir. Nevevî, Selefin
cumhuru, halefin âmmesi (tamama yakını) tedavinin efdaliyetine hükmettiğini
belirtir. Bu ihtilafı, hem hadislerdeki
farklılıklarla izah etmek, hem de o devirlerdeki tıbbın teşhis ve tedavi
imkânlarındaki sınırlılıkla izah etmek mümkündür. Nitekim meseleyi tedaviden alınacak neticeler açısından ele alan
İslam âlimleri, hastalıktan tedavi olmanın zaruri olup olmaması
meselesine farklı cevap getirmişlerdir.
Bunlara göre tedavi üç çeşittir.
1) Neticesi kesin olanlar: Su içmek, gıda almak gibi. Aksi
takdirde susuzluk ve açlıktan ölüm mukadderdir. Hayatın korunması için buna
uymak "farz"dır. Tedavide hangi teşhislerin buraya sokulacağı
dostorlarca değerlendirilecek bir husustur. Bu gruba giren bir hastalığın
tedavisini terketmenin tevekkül sayılmayacağı, ölüm korkusu olduğu takdirde
haram olacağı belirtilmiştir. Nitekim İslam ülemâsı ölüme götürecek şekilde
yeyip içmeyi terketmenin haram olduğunu söylemişlerdir. İntihar da haram
kılınmıştır.
2) Neticesi zann-ı gâlip verenler: Umumiyetle kan aldırmak, ilaç almak gibi tıbbî muameleler
bu gruba girer. Hiçbir ilaç için yüzde yüz müessir denemez, faydası olacağına
zann-ı gâlible hükmedilir. Bu çeşit teşhislere uymak efdaldir. Bu tedaviye
tevessül, tevekküle mani değildir. Ancak
terki de haram değildir. Duruma, şartlara göre, bazı şahıslar hakkında terki
efdal olur.
3) Neticesi şüpheli
olanlar: Âlimler bu gruba giren tedavinin neticesi için mevhum derler, müsbet
olma ihtimali yüzde ellinin altındadır.
Rukye ve dua ile tedaviyi burada mütâlaa ederler. Tevekkülün gereği olarak bu terkedilebilir. Bazı âlimler "tevekkülün şartı bu tedavinin
terkidir" demiştir. Amma, duayı ibadet telakki edip, hastalığı da,
"dua ibadeti"nin vakti bilerek
hastanın hastalık vesilesiyle Cenâb-ı
Hakk'a ilticası efdaldir. Bu telakki ile yapılacak duaya âyet-i kerimenin
(Gâfir 50) ve Resulullah'ın teşvikleri pek çoktur. "Tevekkül icabı bunun
terki evladır" denemez.
Şunu da kaydedelim, tedavi için muska yaptırmak, taşımak,
kaba âyet yazıp suyunu içmek gibi
ameliyelerin cevazında ihtilaf vardır. Büyücülük ise haramdır.[247]
Şifa için başvurulacak tedavi yollarına geçmeden, bir hususa temas
edeceğiz: Kader inancı ile tedavi inancı arasında tezad yok mu? Bu husus her
zaman hatıra gelebilir. Zira inanç esaslarımızdan biri kader'dir ve bunun ezelde
yazıldığına ve değişmeyeceğine inanıyoruz. Tedavi ise, gayretimize bağlı olarak
şifa elde edeceğimiz inancına dayanır.
Bu sorunun cevabını bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
vermiştir: "Tedavi de kaderdendir." Kaderimizde ne olduğunu sadece
Yaratan bilmektedir, biz ise bilemeyiz. Bizce meçhul olan şeyi, dinimiz,
oturarak karşılamayı emretmiyor, arayarak karşılamayı emrediyor. Esas olan dine
uymak olduğuna göre, kaderimizin Allah tarafından bilindiğine inanırken,
hastalığımıza karşı şifayı da arayacağız, zira emir böyle.
Nitekim bu hususta Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
zamanında bir problem olarak hissedilmiş ve ortaya çıkan tereddüdü izale için
Resulullah'a kadar gidilmiştir. İşte bir vakıa: Ebu Hüsâme, babasından
şunu nakleder: "Hz. Peygamber'e
sordum: "Ey Allah'ın Resûlü, tedavi için başvurduğumuz rukye, ilaç ve
diğer korunma vasıtaları hususunda ne diyorsunuz? Bunlar Allah'ın kederinden
bir şey değiştirir mi? Bunların faydası
olur mu?" Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verdi:
"Onlar da Allah'ın kaderindendir. Hastalığı yarattığı gibi şifa sebebi olan devayı da O yaratmıştır."
Hz. Peygamber'e bazı bedeviler de:
"Tedavi olmaya çalışmasak bize
günah terettüp eder mi?" diye sorarlar. Aldıkları cevap şu olur: "Ey
Alllah'ın kulları, tedavi olunuz. Zira, Cenab-ı Hakk, yarattığı her hastalık
için bir de şifa yarattı..."
Hz. Ömer'le ilgili misal de burada kayde değer. Şam'a giderken,
yol esnasında Suriye'de veba salgını çıktığını duyan Hz. Ömer geri dönme kararı
verince, "Allahın kaderinden mi kaçıyorsun? itirazına şu cevabı verir: "Evet
Allah'ın kaderinden kaçıyor, Allah'ın kaderine sığınıyoruz. Sen devenle beraber
bir vadiye insen, vadinin bir yamacı yeşillik ve otlu, öbürü çorak ve otsuz
olsa deveni otlu yamaçta gütsen, bu Allah'ın kaderinden değil de otsuz yamaçta
gütsen mi Allah'ın kaderindendir?"
Netice olarak tekrar edelim: Kul değişmeyeceğine inandığı ve fakat
ne olduğunu bilmediği kadere göre hareket etmekle mükellef değil. Dinimizin
böyle bir emirde bulunması saçmalık olurdu. Mü'min Kur'an'da ve hadiste
kendisine emredilen şeylere göre hareketle mükelleftir ve ona göre ecir
alacaktır. Buraya kadar kaydettiğimiz hadislerde görüldüğü üzere Resulullah
tedavi aramamızı emretmektedir. Bununla sorumluyuz. Şifayı Allah'ın
vereceğine inanarak, meşru tedavi
yollarına başvuracağız.[248]
Tıbb-ı nebevînin bir
diğer hususiyeti, tedavide değişik
metodlara yer vermiş olmasıdır. Bugünkü Batı tıbbı bütün ağırlığını maddi metodlara
verirken tıbb-ı nebevî maddînin yanı başında manevî metodlara da yer
verir. Tedavi metodlarındaki zenginlik ve renklilik, büyük ölçüde İslam'ın
insan tabiatı hakkındaki telakkisinden kaynaklanır. İslam'a göre insan, ruh ve
bedenden meydana gelir. Öyle ise hastalıkların bir kısmı ruhî, bir kısmı
bedenîdir. Ayrıca her insanın maddî ve manevî terkibi, mizacı, içtimâî ve
fizikî şartları bir değildir. Bütün bu değişkenler hastalığa ve dolayısıyla
tedaviye müessirdirler. Neticede, bir kimseye uygun gelen bir ilaç, bir metod,
aynı hastalığa yakalanan bir başkasına uygun gelmeyebilir veya tersi... Bu
temel telakkidir ki Hz. Peygamber'e: "Her hastalık için bir deva vardır.
Eğer hastalığa deva olan ilaca tesadüf edilirse Allah'ın izni ile şifa hâsıl
olur" dedirtmiştir.
Başlıca tedavi yollarını şöyle sayabiliriz:
Perhiz, kan aldırma, dağlama, ilaç, hava değişikliği, rukye, dua,
sabır.
Şimdi bunları kısa kısa açıklayalım:[249]
Bu, hastalara verilecek gıdaların miktar ve cinsi hususunda konan
bazı tahdidleri ifade eder. Rivayetler, ev halkından biri hastalanınca Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ilk iş olarak gıdasıyla ilgilendiğini,
su, un ve yağdan müteşekkil, hafif bir yiyecek olan çorba hazırlanmasını
emrettiğini haber verir. Çorba için şöyle
buyurmuştur: "Çorba, hastanın kalbini kuvvetlendirir, hastalığını
temizler, tıpkı sizden birinin su ile
yüzündeki kiri temizlediği gibi." Bir başka rivayette, "bal, süt ve
undan yapılan bir çorbanın karnı yıkayacağı" yeminle ifade edilmiştir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hastalara ve hastalıktan
yeni çıkanlara, gözünde iltihap olanlara hurma (gibi hareket verici gıdalar)
yemeyi yasakladığı gibi, hastalık sebebiyle iştahı kesilenlere de gıda alma
hususunda zorlamamayı emreder. Der ki: "Hastalarınızı yemeye ve içmeye
zorlamayın. Zira Allah onlara yedirip içirmektedir."
Bu mevzu ile ilgili nebevî bir başka tavsiye, hastaya canının
çektiği yiyeceklerden (zararlı olmayanlardan) behemahal vermektir.[250]
Cahiliye devrinde rastlanan bir tedavi metodudur. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) bunu teyid etmekle kalmamış bizzat kan aldırmış ve
ashabına da tavsiye etmiştir.[251]
Bu da Tıbb-ı Nebevîce teyid edilen İslam öncesi bir tedavi
yoludur. Bazı hadislerde tavsiye ve hatta tatbikatına rastlandığı halde, bazı
hadislerde de yasaklandığı görülür. Bu durumu, âlimler, ızdırap veren,
tehlikeli ve maharet isteyen bir tedavi metodu olması hasebiyle, mecbur
kalmadıkça, ehil kişi bulmadıkça başvurulmaması gerekir şeklinde yorumlarlar.[252]
Bugün tedavinin vazgeçilmez ve son derece müessir vasıtalarından
biri
ameliyattır.
Belki de o günün Arap cemiyetinde ve hatta komşu milletlerde tedavide bu metoda
başvurulmadığından olacak Hz. Peygamber'in hadislerinde bu bahse, ne lehte ne aleyhte yer verilmez. Gerçi, boğaz
iltihabına yakalanan çocukları, tedavi için, bez dolanmış parmakla bademciklerinin alındığı ve Hz. Peygamberin buna müdahale
ederek, bir nevi damla tatbikatı olan ûd-ı
hindîyi (topalak) tavsiye ettiği rivayetlerde vardır. Buna dayanarak
ameliyat metodunu yasaklamak mümkün değildir. İnşirah suresinde göğüs
yarılmasından söz edildiği gibi, Hz. Peygamber'in muhtelif seferler mucizevi
tarzda göğsünün yarıldığı, içerisinin
temizlenip, dikildiği ve hatta, dikiş izlerinin sonradan belli olduğu
rivayetlerde mevcuttur.[253]
Bir kısım hastalıkların tedavisinde ilaç esastır. İlacın o devirde
bilinen her çeşidine hadiste rastlamak mümkündür. Ağızdan alınanlar, kulak,
burun, göz ve boğaza damlatılanlar v.s.
İlaçların ham maddesi esas itibariyle şifâlı otlardır. Bal, çörek
otu, ûd-i hindî, zeytinyağı, mantar, hasır külü, kına gibi çeşitli nebâtî
maddeler hadislere zikredilmiştir.[254]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) haram edilen maddelerden
ilaç yapılmayacağını beyan eder: "Allah haram kılınan şeyde şifâ yaratmamıştır"; "Haramla
tedavide bulunmayın." Şarabı tedavide kullanmak için müracaat edenlere:
"O, şifa değil, hastalıktır"
diyerek reddeder. Keza kurbağadan ilaç yapmak isteyen bir doktoru bundan
men eder, çünkü kurbağa, öldürülmesi haram hayvanlardandır.[255]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) çeşitli hastalıkların
hararetini düşürmek için vücuda soğuk su tatbikini tavsiye eder. Kendisini
ölüme götüren hastalığı sırasında bile
bunu bizzat tatbik etmiştir.[256]
İklim değişmesiyle hastaların bazılarını tedavi etmek için Hz.
Peygamber tebdîl-i mekana başvurmuştur. Söz gelimi, Medine'nin rutubetli
havasından rahatsızlanan bir grup bedeviyi, hazine develerinin otlatıldığı
yaylaya göndererek tedavi olmalarını sağlamıştır. Yeni girdikleri evden
hastalık ve uğursuzluk bulduklarını söyleyenlere de orayı terketmelerini
tavsiye etmiştir. [257]
Cahiliye devrinde mevcut bir tedavi usulüdür. Dilimizde buna
okumak veya nefes etmek denir. Bir kısım hadisler bunu, -tevekküle aykırılığı
haysiyetiyle- yasaklar. Ancak, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın göz
değmesi, zehirli hayvan ısırması, nemle denen yara kurduna karşı rukyeye
başvurduğu da bilinmektedir.
İslam âlimleri farklı hadisleri değerlendirerek, yasağın,
"rukye için okunan dua"da cahiliye küfrünü devam ettiren elfazın
varlığına hamletmişlerdir. Bu yasak bilhassa hicretten önceki döneme aittir. Hz. Peygamber Medine'de
hastalara rukye yapmayı meslek edinenleri dinleyerek dualarında elfâz-ı küfür
olup olmadığını kontrol eder ve olmayanlara izin verir.
Âlimler rukyenin cevazında icma olduğunu açıklar. Şer'an yasak
olan nefes, "efsuncuların ve cinleri teshir iddia eden cincilerin
nefesidir."[258]
Tıbb-ı nebevîde dua, daha önce temas ettiğimiz üzere sadece
hastalıktan korunma safhasında başvurulan bir metod değildir. Hastalanan
kimsenin tedavisi sırasında da başvurulması gereken bir metoddur, çaredir. Az
yukarıda kaydettiğimiz bir hadisin son kısmı şöyle idi: "Belaya dua ile
karşı koyun." Bu durumda kişi, bizzat kendisi için dua edip, Allah'tan
şifa taleb edebileceği gibi, yakınları
da ona dua edebilirler. Her iki çeşit dua da Hz. Peygamber'in tavsiyeleri
arasında yer alır. "Mü'minin mü'mine duası müstecabtır" diyen
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hastaları ziyaret ettiğinde şöyle dua
ettiği belirtilir: "Ey inananların Rabbi! Şu hastalığı gider, şifâ ver,
şifa veren ancak sensin. Senin şifandan başka şifa yoktur. Hiç bir hastalık
bırakmayan şifa ile şifa ver."[259]
Medine'nin havası iyi gelmeyen Ureynelileri Aleyhissalâtu
vesselâm' ın tedavileri için kıra gönderme örneğini değerlendiren İslam ülemâsı
tebdil-i mekan veya tebdil-i havanın da bir tedavi metodu olarak sünnette
yer aldığını belirtmiştir. Buna başka
örnekler de var.[260]
Âlimler, bazı hadisleri, tedavide moral takviyesi metodu olarak
değerlendirmiştir... "Bir hastanın yanına girince onu uzun yaşayacağı
hususunda ümitlendirin. Bu (ümitlendirme) kaderi değiştirmez ama hastanın gönlünü
hoş eder" buyurulmuştur. İbnu'l-Kayyim der ki: "Bu tedavinin en
şerefli bir çeşididir. Zira hastanın gönlünü hoş etmek onun tabiatını güçlendirir, kuvvetini harekete geçirir, garîzî harâretini
uyandırır, hastalığın define yardımcı
olur ve hafiflemesini sağlar."[261]
Hastalığı hafifletecek, hatta tamamen bertaraf edip yokedecek
vasıtalardan biri de sabırdır. İnsanların mala, cana gelecek çeşitli
musibetlerle imtihan edileceğini bildiren az yukarıda kaydettiğimiz âyet-i
kerime, bu musibetlerin çaresini de gösterir: Zira âyetin sonunda
"Sabredenleri müjdele" denilir. Âyetten anlaşılan o ki, gelen
musibeti asgari zararla atlatmanın yolu
metaneti kaybetmemek, insanlara şikayet etmemek, bağırıp çağırmamaktır.
Resulullah da hastalığa karşı sabretmeye
teşvikte bulunmuştur. Kendisine hastalığına karşı Allah'tan şifa taleb
edivermesi için başvuran bir kadına: "Dilersen dua edeyim, Allah şifa
versin, dilersen sabret cennet senin olsun" demiştir. Tedaviye başvurulsa
da hastalığın elemlerine karşı sabır esastır, çünkü tedavi hiçbir zaman kesin netice vaadetmez.[262]
Tıbb-ı nebevînin orijinal yönlerinden biri budur. Tedavide,
insanlığın faydasını ortaya koyduğu tecrübelerinden istifade edilir. Gayr-i
müslimlerin metodu veya ilacıdır alınmaz diye bir prensip mevcut değildir.
Bunu, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın henüz müslüman olmadığı belirtilen
meşhur tabib Hâris İbnu Kelde'ye gitmeyi tavsiye etmesi ifade ettiği gibi,
gayle[263]
hakkındaki şu açıklaması daha sarih olarak gösterir: "Gayle'den nehyetmek
istemiştim, sonra hatırladım ki, İranlılarla Bizanslılar bunu yapmaktalar ve
çocuklarına da bir zarar
olmamaktadır." İslam âlimleri bu örneklere dayanarak tıbb'da ehl-i
zimme'ye başvurmanın caiz olduğuna hükmetmişlerdir. Biz bunu, İslam'ın herhangi
bir prensibini rencide etmeyecek her çeşit beşerî tecrübelerden istifadeye
cevaz olarak anlayabiliriz. İslamî prensibe uygunluk kaydına, yeni iddiaların
değerlendirilmesinde İslam ülemâsının fetvasına olan ihtiyacı belirtmek için
yer verdik. Aksi takdirde "eski bir hakikatı tekrar etmektense yeni bir
yalanı hakikat gibi, bile bile neşretmeyi tercih eden Batıı espirinin oyuncağı
olmak, böylece dini rencide etmek mevzubahis olur."[264]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), tedavi ediciler üzerinde
de durmuştur. Bunların liyakatli olması gerekir. Likayatli olmayan tedavici sebep olacağı
kazadan sorumlu tutulacaktır.[265] Liyakat olunca, müslim
gayr-i müslim ayırımı yapılmadığı gibi kadın erkek ayrımı da söz konusu
değildir. Hadislerde gelen örneklerden
hareket eden İslam âlimleri, yabancı bile olsa kadının erkeği, erkeğin de
kadını tedavi edebileceğini, muayene için gerekli olan bakmak, elle dokunmak
gibi ameliyelere yer verebileceğini
hükme bağlamışlardır.[266]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) tedaviye giren prensiplerin
(liyakatli ellerde yürümesi, yasak
tedavi metodlarına başvurulmaması gibi) tatbikatını kontrol etmeyi de
ihmal etmemiştir.
Ebu Dâvud'un bildirdiğine göre, Medine'de hastalara rukye yapmakla
tanınmış kimselerin okudukları duaları dinleyerek, kullandıkları elfâzı kontrol
etmiş, küfür ve şirk ifade eden sözlerin bulunmadığından emin olunca onlara
izin vermiştir. Cin dağıtmaya mahsus bir
rukye çeşidini de (nüşre) içinde yer alan put, cin, şeytan isimleri
sebebiyle yasaklamıştır.
Keza sünnetçi kadınları çağırtıp, sünnet sırasında dikkat etmeleri
gereken incelikleri kendilerine açıklamışlardır.[267]
Tıbb-ı
nebevînin kaynağı bizce, âyet ve hadislerdir. Gerek Kur'an'da ve gerekse
hadislerde tıbbı ve sağlığı ilgilendiren pasajlar, doğrudan ve dolaylı işaretler, imalar hepsi tıbb-ı
nebevînin gerçek kaynaklarını teşkil eder.
Belki de
burada, bize itirazla, "tıbb-ı nebevî" üzerine yazılan birçok
eserlerin varlığı hatırlatılacak. Biz gerek klasik devirlerde ve gerekse modern
zamanlarda tıbb-ı nebevî üzerine verilen
pek çok eserlerin varlığına bilerek tıbb-ı nebevînin gerçek kaynağını
âyet ve hadislerin teşkil ettiğini söylüyoruz.
Klasik
dönemde yazılan eserlerde, hadise dayanmayan birçok meseleler var. Bunlar bizi
aldatabilir. Bazen eserin yazıldığı asrın tababet anlayışını, bazan bir kısım
hükemâ sözlerini, halk tabâbetini, sağlıkla ilgili vecize ve atasözlerini hatta
kadim yunan feylesoflarının tıbbî nasihatlarını bu kitaplarda, gerçekten
hadislerden alınmış olan meselelerle iç içe, yan yana buluruz.
Bütün bunlar,
tıbb-ı nebevî adını taşıyan bir kitapta rastlanınca hepsini nebevî tıbtan
zannetme gibi vahim sonuçlara götürecek durumlar ortaya çıkabilmektedir. Biz
müslümanlar olarak Resulullah'a nisbeti sahih olan rivayetlerin muhtevasına
itimad eder, tıbbî müessiriyetinden, gerçeğin ifadesi olduğundan endişeye
düşmeyiz. Tıbb-ı nebevî kitaplarında görülmesi sebebiyle, bir atasözüne
veya etıbba sözüne veya halk tabâbetine
de aynı itimadı, aynı kudsiyeti göstermek bizi çifte zarara sokar; şöyle ki:
1. Butlanı günümüzde ortaya çıkmış eski bir tıb anlayışında ve
onun gayr-ı müessir tatbikatında ısrar etmek.
2. Bu yanlışlığın mesuliyetini hadislere yükleyerek gerçek
tıbb-ı nebevîyi kusurlu bulmak ve itimadı sarsmak. Nitekim, zamanımızda
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın dinî olmayan bu gibi meselelerde
yanılabileceğini ileri sürenlere, maalesef rastlanmaktadır.
Resulullah her meselesinde vahye müsteniddir veya ikaz ve irşad-ı
ilâhînin garantisi altındadır. Yanlış ve hatalı karara varma durumunda takip
edilecek edeb hususunda âlimden cahile, devlet reisinden dağdaki çobana
varıncaya kadar bütün ümmete örnek
vermek hikmetine binaen,
Resulullah'ın bazı "yanılma" ve
"içtihadından dönme" örnekleri vardır. Bu örnekler tıbb-ı
nebevîye hariçten giren ve fakat
yanlışlıkla tıbb-ı nebevîden bilinen meselelerle istismar konusu
yapılarak, bütün hadisleri gözden
düşürme faaliyetlerinde kullanılabilecektir. Bu sebeple, biz tıbb-ı
nebevîyi sadece ve sadece Kur'an ve hadise dayanarak yeniden tedvin etmek,
geliştirmek zorundayız.
"Bunu yaparken, tıbb-ı nebevî ile uğraşanlar, tıbbî konulara giren âyet, hadis ve bunların varsa
şerhlerini, günümüz tıbbı bulgu ve çalışmaları ile yan yana getirmelidir. Âyet
ve hadis-i şeriflerin ifadelerine uygun olan tıbbî bulgu ve çalışmalar doğru,
ters düşüncelerin yanlış olabileceği kabul edilmelidir.
Tıbbın nevleri konusunda çalışma yapan kişi yanlışlığın nereden
kaynaklandığını araştırmalı ve
yapabileceği araştırmada buna işaret etmelidir.
Şöyle ki, son yıllara kadar Peygamberimiz Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın iltifat ettiği tereyağı konusunda aleyhte konuşan
tıbbımız bugün lehte konuşmaya başlamıştır. Gerçek anlaşılmıştır. Şeker hastalarına balı yasaklayan tıbbımız, bugün
normal miktarda alınabileceğini vurgulamaya başlamıştır.
Perhiz hakkında yeterli
fikre sahip olmayan günümüz tıbbı yeni yeni bu konuda ipin ucunu yakalamaya
çalışmaktadır.
"Hastalarınızı yemeye içmeye zorlamayınız" hadis-i
şerifindeki iştahsızlıkla ilgili arkada bulunan fizyolojik mantığı
anlamakta halen güçlük çeken günümüz
tıbbıdır" (Z.Ç.)[268]
Tıbb-ı nebevînin günümüz şartlarında yeniden sistematize edilmesi
düşünüldüğü takdirde takibedilmesi gereken metod bizce şudur: Bu çalışmayı
öncelikle Arapçayı çok iyi bilen tabibler yapmalıdır. Onlar Arapçadan başka
hadis ve tefsirle ilgili belli başlı ilimlerde yetişmelidirler. Bu meyanda,
hadis nazariyatının ve hadis
kaynaklarının da iyi bilinmesi gerekir. Arapça formasyonu olan bir hekim hadis
nazariyatını öğrenmesi, kaynakları
tanıması çok zor bir iş değildir. Ama Arapçayı bilen bir ilahiyatçının tıbbî formasyon edinmesi kıyaslanamayacak kadar
zordur.
Hatta şunu da ilave etmek isteriz: Zamanımızda tıb-ı nebevînin
mükemmel bir sisteme kavuşturulması bir ekip çalışmasıyla gerçekleşebilir.
Bugün tıbbın pek çok ihtisas bölümleri var: Göz, kulak, dahiliye, hariciye,
nisâiyye, çocuk, psikiyatri, nöroloji.. gibi. Hadisleri bu ihtisas
sahiplerinden her birisi kendi zaviyesinden değerlendirecektir. Bir hadisten
psikiyatri mütehassısı tarafından
keşfedilecek bir inceliğin, dahiliyeci tarafından sezilemeyeceği
söylenebilir. Hele tıbbî formasyonu olmayan bir
ilahiyatcının hekimlerce sezilecek tıbbî incelikleri görmesi hiç
beklenemez. Öyle ise, hadislerdeki tıbbî yönleri arama ve sistematize etme
işini hekimlerin teşkil edeceği bir hey'et ele aldığı takdirde, yüzbinleri
bulan bütün hadis rivayetleri, yapılacak
çalışmanın kaynağını teşkil
edecektir. Aksi takdirde, bir ilahiyatçının yapacağı tıbb-ı nebevî çalışması
hadis kitaplarının "kitabu'ttıb", "kitabu'lmarda" gibi,
tıpla alakalı bölümlerinde yer alan hadislerin dışına fazla çıkamaz.
Bu noktanın daha iyi anlaşılması için bir hâtıramı nakledeceğim:
Bu eserimizin tıb bahsinde kıymetli katkılarını gördüğümüz Dr. Zeki Çıkman
arkadaşım yıllarca önce tıbb-ı nebevî ile alakalı bazı araştırmalar yapmak
üzere bir vakıf kurma düşüncesinden bahisle, bu vakfın çalışmalarına esas
olabilecek bir tıbb-ı nebevî kitabının hazırlanması işini, hadisci olmam haysiyetiyle bana teklif etmişti. Bir müddet düşündükten
sonra, yukarıda belirttiğim gibi, işe yarar bir çalışmanın ortaya çıkması için
tıbbî formasyon gerekeceğini açıklayarak özür beyanettim. İlk anda bu işi
yapabileceğimde ısrar etti ise de, bir başka karşılaşmamızda "namazın göz
sağlığına etkisini bildiren hadis var mı?" diye sordu. "Göz
tedavisiyle ilgili hadis çok ama, namazın göz sağlığına etkisinden bahseden
hadis hatırlamıyorum" dedim.
"Var" dedi ve Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın:
"Dünyanızda bana üç şey sevdirilmiştir... diye başlayan hadisini
hatırlatarak orada geçen "...ve gözümün nuru namaz" tabirini gösterdi. Ben:
"Burada "çok sevdiğim ma'nâsında olmak üzere "gözümün
nuru" demiştir. Bu Arapçada söylediğim maksadla kullanılan bir tabirdir, nitekim biz
de, çok sevdiğimiz bir şeye, "gözümün nuru" deriz. Bunun göz sağlığı
ile ilgisini göremiyorum" diye itiraz ettim.
Tabib arkadaşım, öyle açıklamalar yaptı ki bu hadiste yer alan
tıbb-ı nebevî hususunda ikna oldum. Ezcümle, "göz nuru" denen görme
gücünün her yaşta zinde kalabilmesi için gözün, uzak, yakın, çok uzak, çok
yakın olmak üzere farklı mesafelere devamlı uyum temrini yapmak zorunda olduğunu, namazda iken
ayakta, rükuda, secdede, oturma ve selam verme hallerinde çok farklı mesafelere
bakarak gözün bu "uyum temri"ni yaptığını, bazı göz bozukluklarını
gidermek için tabiblerin kadınlara örgü tavsiye ettiklerini... vs. söyledi ve
ilave etti: "Namazda gözleri
kapamak niçin mekruhmuş, şimdi daha iyi anlaşılmalı."
Ben bu açıklama ile göz nurumuzun büyük ölçüde namaza bağlı
olduğunu anlamış olmaktan başka, müessir
bir tıbb-ı nebevî çalışmasını ancak tabiblerin yapabileceğine dair
düşünceme, mukni bir delil bulmuştum.
Meseleyi şimdilerde daha da açan doktorumuzun açıklaması şöyle:
"Gözün namazdaki tadil-i erkanı, namazın karanlıkta kılınmasının mekruhluğu, gözlerin namazda kapalı olmasının mekruhluğu, gözümüzün katarakt ve glokom'dan (yani karasu hastalığından) korunması için hususi işaretler olup "iki gözümün nuru namaz" hadisi, namazın değer verilen, sevilen bir kıymet olduğunu anlattığı gibi, "iki gözüme nur veren namaz" ibaresinin de saklı olduğu kanaatindeyiz. Kişi sevdiği ile karşılaştığı zaman "seni görünce gözüm gönlüm aydınlandı" diyerek psikolojik bir sevinci ifşa ettiği gibi; namaz direkt olarak maddî gözümüzün sağlığında etkilidir. Gözün içindeki lens denilen uyumla ilgili merceğin anatomik, fizyolojik ve biyolojik hususiyetlerini bilenler bu ifadelerin gerçekliğini daha iyi anlayacaklardır."(Z.Ç.) [269]
[1] Diğer unsurların başlıcaları: İnanç,
kıyafet, nikâh, mesken, dil, eğlence ... vs'dir.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/88-90.
[3] İnceltilmiş (murakkah) ekmek deyince
dilimizdeki yufka veya şebit de denen ev ekmeği hatıra gelir ise de pastamsı
ekmekler de kastedilmiş olabilir.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/91.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/91.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/91-92.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/93.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/93-96.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/96-97.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/97.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/97.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/98.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/98.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/99.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/99-101.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/102.
[17] Bir rivayette bu Sahâbî'nin Büsr İbnu Râ'î
el-Îr radıyallahu anh olduğu belirtilir.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/102.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/103.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/103-104.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/105.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/105-106.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/106.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/106.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/106.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/107.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/107-108.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/109.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/109-110.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/110.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/110-112.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/112.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/112-113.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/113.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/113.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/114.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/114.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/114.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/115-117.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/118.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/118.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/118-119.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/120.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/120-121.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/122.
[46] Burada İbnu Abdilberr şunu
demek ister: "İmam Mâlik bu hadislerde muayyen bir şahsın kastedildiği kanaatinde
olduğu için "Mü'min, bir mideye; kâfir ise yedi mideye yer" şeklinde
mutlak gelen hadîsi kaydettikten sonra, hadîsin belli bir şahısla ilgili olarak
rivayet edilen vechini peşine kaydetmiştir. Kaideten, mutlak mukayede
hamledilir. Öyleyse bu hadîsler muayyen şahıslarla ilgilidir, her mü'minle, her
kâfirle değil."
[47] Burada, mîde kelimesiyle sindirim borusunu
anlamamız gerekecek. Sindirim borumuzun, şerhte mîdeden itibaren değişen
kısımlarının sayıldığını görmekteyiz: Mide, oniki parmak barsağı, kör barsak,
kalın barsak, kalın barsağın son kısmı.
[48] Bu ikinci sayımda kolon, inceler sırasında
zikredilmektedir. Önceki sayımda ise kalınlar sırasında zikredilmişti. Keza bu
ikincide a'ver (kör barsak)de sıra
itibâriyle farklı yerde gözükmektedir.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/122-128.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/128.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/128.
[52] Kût: Hayatın devamını sağlayacak miktardaki gıdadır (Nihaye).
[53] Kifâyet: Burada belli
miktar demek değildir. Yeterliliğine hükmedilmesi gereken mevcuttur. İbnu
Hacer: "Birlikte yeyin, ayrı yemeyin. Zira beraber olunca, bir kişilik
yemek iki kişiye de yeter" hadîsini yorumlarken: "Bu hadîsten anlarız
ki, "kifâye" birlikte olmanın bereketinden neşet eder ve cemaat ne
kadar çok olursa, bereket de ziyâdeleşir" der.
[54] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/128-130.
[55] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/130.
[56] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/130-131.
[57] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/131.
[58] Arzî ilebedenin et-kemik gibi katı
kısımlarını; mâyî ile bedendeki suyu; hava ile oksijen vs. gibi havadan gelen
kısımları kastetmiş olmalı. Burada eski hikmetin anlayışını görmekteyiz: Hayat
dört aslî unsurdan meydana gelir: Toprak, su, hava, ateş...
[59] İslam ülemâsının Bokrat dedikleri Hipokrat,
eski yunan tabiplerinden meşhur bir zattır. Tabibler, tıb meslsğinin pîri
bilirler ve tabib olunca Hipokrat yemini diye bir yeminde bulunurlar. Yunanlı
da olmanın tesiriyle Hipokrat şöhretini hâla korumaktadır.
[60] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/131-133.
[61] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/133.
[62] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/133-134.
[63] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/134.
[64] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/134.
[65] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/135.
[66] Önceden geçen açıklamaya göre, şifalı
kanat, teahhur eden (geride kalan) kanattır.
[67] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/135-137.
[68] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/137-138.
[69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/138.
[70] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/138-140.
[71] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/140.
[72] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/140.
[73] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/141.
[74] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/141.
[75] Bu ibare Buharî'deki vechinde daha açık:
"Resulullah aleyhissalatu vesselam, hakkında konuşulup, ismi söylenmeyen
bir yemeğe pek nâdir elini uzatırdı."
[76] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/142-143.
[77] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/143-144.
[78] Bâdiye, çöl, kır, köy... gibi kelimelerin
sadece biriyle karşılanması, dilimiz açısından mahzurlu olsa gerek. Yerine göre
hepsi bu kelime ile ifâde edilebilmektedir.
[79] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/144-147.
[80] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/148.
[81] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/148.
[82] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/148-150.
[83] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/150.
[84] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/150.
[85] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/150-151.
[86] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/151-152.
[87] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/152.
[88] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/152-153.
[89] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/153.
[90] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/153.
[91] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/153.
[92] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/154.
[93] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/154.
[94] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/154-155.
[95] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/155.
[96] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/156.
[97] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/156.
[98] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/157.
[99] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/157.
[100] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/157-158.
[101] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/158-159.
[102] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/159.
[103] Yerbû' olarak geçen bu kelimeye lügatlerde
Afrika tarla fâresi de denmektedir.
[104] Dört ayaklı, kısa kuyruklu, çokca tüyü olan
bir hayvan olarak tarif edilir.
[105] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/159-160.
[106] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/160-161.
[107] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/161.
[108] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/161.
[109] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/161-162.
[110] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/163.
[111] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/163-164.
[112] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/164.
[113] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/165.
[114] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/165.
[115] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/166.
[116] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/166.
[117] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/167.
[118] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/167-168.
[119] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/168.
[120] Musarrât: Sağmal hayvanların, yavrularıyla
beraber otlamaları halinde,yavrunun anneyi emmesi istenmezse, memeye bir kılıf
geçirilir, buna musarrât denmektedir.
[121] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/169-171.
[122] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/172.
[123] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/172.
[124] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/173.
[125] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/173.
[126] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/173-174.
[127] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/174.
[128] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/174.
[129] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/175.
[130] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/175-176.
[131] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/176.
[132] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/176-177.
[133] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/178.
[134] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/178.
[135] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/178.
[136] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/179.
[137] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/179.
[138] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/179.
[139] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/180.
[140] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/181.
[141] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/181.
[142] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/182.
[143] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/182.
[144] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/183.
[145] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/183-184.
[146] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/183.
[147] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/184.
[148] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/185.
[149] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/185.
[150] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/185.
[151] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/185-186.
[152] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/186.
[153] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/186-187.
[154] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/187.
[155] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/188.
[156] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/188.
[157] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/188.
[158] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/188.
[159] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/189.
[160] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/189-190.
[161] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/190.
[162] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/190-191.
[163] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/191.
[164] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/191.
[165] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/192.
[166] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/192.
[167] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/192.
[168] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/193.
[169] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/194.
[170] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/330-331.
[171] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/331-332.
[172] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/332-334.
[173] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/334.
[174] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/334.
[175] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/335.
[176] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/335.
[177] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/335.
[178] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/336.
[179] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/336.
[180] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/337.
[181] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/337.
[182] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/338.
[183] Müfred, mürekkep olmayan, tek cins demektir.
Yani birkaç maddenin karıştırılmasıyla elde edilmemiş olan, sâde ilaç demektir.
[184] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/338-342.
[185] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/342.
[186] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/342.
[187] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/342-343.
[188] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/343.
[189] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/343-344.
[190] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/344.
[191] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/344-345.
[192] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/346.
[193] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/346-347.
[194] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/347-349.
[195] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/350.
[196] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/350-353.
[197] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/353-354.
[198] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/354.
[199] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/354.
[200] Nüşre, kelime olarak neşr'den gelir. Neşr,
dilimize de girmiş bir kelimedir. Açmak, yaymak, neşretmek, çözmek gibi
mânalara gelir.
[201] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/355.
[202] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/355-356.
[203] Nazarlık diye tercüme ettiğimiz vede'a,
denizden çıkarılıp, nazar korkusuyla çocuklara takılan beyaz bir cisim
(Nihâye).
[204] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/356-357.
[205] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/358.
[206] Veba, tarih boyunca büyük ölümlere sebep
olmuştur: 1337-1339 yıllarında Orta Asya-Çin arasında 13 milyon: 1348'de
Avrupa'da ortaya çıkan bir veba, halkın %28'ini; 1375'de %13'ünü etkisine
almıştır. Tahminler Avrupa'da 25 milyon insanın veba'dan öldüğünü, Asya'da da
bir o kadarının ona kurban gittiğini söyler. 1466'da Tesalya, Makedonya ve
İstanbul'da; 1478'de Venedik'te veba salgınları olmuş, çok sayıda ölüme
sebebiyet vermiştir. 1664-1665'de Londra'da çıkan bir veba 460 bin kişinin 100
binini alıp götürmüştür. 1720-1722 yıllarında Marsilya'da 40 bin kişiyi
öldürmüştür. 1878-1879 yıllarında Rusya'nın Volga havzasında: 1920'de Paris'te;
1930'da Cezayir'de görülen veba salgınları tarihin kaydettiği en son mühim
salgınlardır.
[207] "Bir kavimde zina
artarsa ölüm de artar" denmiş olduğu için birçoklarının, günümüzde zuhur
eden AİDS hastalığı ile te'vile sevketmiştir. Çünkü AİDS, esas itibarı ile zina
ve lutîliğin meşruiyet kazanacak kadar yaygınlaşmasından zuhur etmiştir, henüz
tedavisi bulunamamıştır. Ve kitleler halinde ölümlere sebep olacağı
belirtilmektedir. Resûlullah'ın gerçekten büyük bir mucizesi ile karşı
karşıyayız.
[208] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/358-361.
[209] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/361.
[210] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/362.
[211] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/362-365.
[212] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/366.
[213] Bu ifade yanlıştır. Bilakis, "Dövme
yapmayı yasakladı" ziyadesini Buharî almış, diğerleri almamıştır. Sebebi
ileride açıklanacak.
[214] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/366.
[215] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/367.
[216] "İzarının içi" tabiri ile ne
kastedilmiştir? Bu münakaşalıdır. Böğür, üzerine izar bağlanan kısım, izarla
örtülen ön, avret mahallinden kinayedir, uyluk kısmı vs.
[217] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/368.
[218] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/368-369.
[219] Ef â: Engerek yani zehirli yılan demektir.
Bunun bir nevinin bakışına uzaktan hedef olan canlının helak olduğu şöhret bulmuştur.
[220] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/368-371.
[221] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/371-372.
[222] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/372.
[223] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/372-373.
[224] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/373.
[225] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/373-374.
[226] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/375.
[227] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/375-376.
[228] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/376.
[229] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/376-377.
[230] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/378.
[231] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/379.
[232] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/379-380.
[233] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/380.
[234] Bu mevzudaki müdellel bir
tahlili Hz. Peygamber'in Sünnetinde Terbiye kitabımızda yaptık.(S.218-220).
[235] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/380-381.
[236] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/381.
[237] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/382.
[238] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/382-383.
[239] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/383.
[240] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/383.
[241] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/384.
[242] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/384.
[243] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/384-385.
[244] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/385-386.
[245] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/386.
[246] Bu mevzu için, Hak Dini Kur'an Dili Tefsirine
bakılmalıdır: (9. Cilt, S. 6396-6397).
[247] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/386-387.
[248] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/387-388.
[249] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/388-389.
[250] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/389.
[251] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/389.
[252] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/389.
[253] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/389.
[254] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/389-390.
[255] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/390.
[256] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/390.
[257] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/390.
[258] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/391.
[259] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/391.
[260] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/391.
[261] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/391-392.
[262] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/392.
[263] Gayle (gıyle de denmektedir):
Zevcin çocuk emzirmekte olan zevcesi ile cima yapmasına denir. Kadın hâmile
kaldığı takdirde süt, onu emen bebeğe zararlı bir mahiyet kazandığı için
Araplar bu hali hoş karşılamazlarmış.
[264] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/392.
[265] Doktorun sebep olacağı
kazalar ve sorumluluklar çeşitli şartlara göre değişir. Burada teferruata
girmeyeceğiz.
[266] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/393.
[267] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/393.
[268] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/393-395.
[269] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/395-397.