“Sahih-i Müslim”ın Özellikleri:
“Sahih-i Müslim” Üzerine Yapılan Şerh Çalışmaları:
“Sahîh-i Müslim” Üzerine Yapılan Muhtasar Çalışmaları:
Günümüz Türkiye'sinde Müslim Üzerine Yapılan Belli Başlı
Çalışmalar:
Sahih-î Müslim Muhtasarı Çalışmamızdaki Metod:
İmam Müslim'in Kısa Biyografisi
1- Resulullah (s.a.v.) Üzerine Yalan Uydurmanın Pek Ağır
Bir İftira Olması
2- Her Isıttığını Söylemenin Yasak Olması
3- Ehliyetsiz Kimselerden Hadis Alırken Temkinli
Davranmak
1- İman, İslam Ve İhsanın Tanımı
1- Cariyenin Kendi Efendisini Doğurması:
2- Çıplak, Yalın Ayak (Takımı Kimselerin), İnsanlara
Lider Olması:
3- İslam'ın Şartlarını Sorup Öğrenme
4- Kendisiyle Cennete Girilen İmanın Mahiyeti
5- İslam'ın Şartları ile Yüce Temelleri
7- Kelime-i Şahadete Ve İslam'ın Hükümlerine Davet Etmek
2- Namaz ile Zekâtı Birbirinden Ayıranlar:
10- Tevhid Üzere Ölen Kimsenin Kesinlikle Cennete
Gireceği
Birinci Kısım: Tasdik ile İlgili İtikat.
ikinci Kısım: Dil ile İlgili Ameller.
Üçüncü Kısım: Beden ile İlgili Ameller.
A- Belirli Şeylere Ait Olanlar
B- Kendisine Tabi Olanlarla İlgili Şeyler Bunlar, 6 Şubedir:
C- Kamu ile İlgili Şeyler Bunlarda, 18 Şubedir:
14- İslam'da Hangi İşlerin Daha Faziletli Olduğu Meselesi
15- İmanın Tadını Alabilmek için Sıfat Edinilmesi Gereken
Haslatler
16- Resulullah (s.a.v.)'i; Aileden, Çocuktan, Babadan Ve
Bütün İnsanlardan Daha Çok Sevmek
17- Kişinin Kendisi için İstediğini Din Kardeşi için De
İstemesinin, İmanın Hasletlerinden Olması
18- Komşuya Eziyet Etmenin Haram Olması
19- Komşuya Ve Misafire İkram Etmeyi Teşvik Etmek, Hayr
Söz Konusu Değilse Susmak
24- Günahlar Sebebiyle İmanın Kemal Yönündeneksilmesi
26- müslüman Kardeşine: “Ey Kafir” Diyen Kimsenin
İmanının Durumu
27- Bile Bile Babasını İnkar Eden Kimsenin İmanının
Durumu
28- müslüman Sövmenin Faşıklık Olması Ve Onunla
Çarpışmasının ise Küfür/Nankörlük Olması
30- Nesebe Dil Uzatmanın Ve Ölüye Ağlamanın
Küfür/Nankörlük Olması
31- Yıldızın Dçgup Batmasıyla Yağmura Kavuştuk Diyen
Kimsenin Küfrü
33- Namazı Terk Eden Kimsenin Durumu
34- Yüce Allah'a İman Etmenin, Amellerin En Faziletlisi
Olması
35- Şirkin Günahların En Çirkin Olması Ve Ondan Sonraki
Günahların En Büyüğü
36- Büyük Günahlar Ve Bunların En Büyüğü
3- Allah'ın Haram Kıldığı Cana Kıymak:
6- Düşmana Hücum Sırasında Savaştan Kaçmak:
7- Namuslu ve kendi halinde bulunan mümin kadınlara zina
iftirası atmak:
37- Kibirli Olmanın Haram Olması
39- “Allah'tan Başka İlah Yoktur” Dedikten Sonra Kafiri
Öldürmenin Haram Olması
40- “Bize Silah Çeken Bizden Değildir” Hadisi
41- “Bizi Aldatan Bizden Değildir” Hadisi
42- Yanaklara Vurmanın, Yakaları Yırtmanın Ve Cahiliye
Davetiyle Çağırmanın Haram Olması
43- Koğucoluğun Şiddetli Bir Şekilde Haram Kılınması
45- İnsanın Kendisini Öldürmesinin Şiddetle Haram
Kılınması
47- Kendisini Öldüren Kimsenin Tekfir Edilmemesi
49- Kıyametten önce Fitneler Ortaya Çıkmadan Amellere
Sarılmaya Teşvik
50- Mümin Kimsenin, Amelinin Boşa Gitmesinden Korkması
51- Cahiliye Dönemi Amellerinden Dolayı Sorumlu Olunup
Olunmayacağı Meselesi
53- Kafirin, müslüman Olmazdan önceki Amelinin Hükmü
55- Yüce Allah'ın, Kullarına Güç Yetırelemeyecek Şeyleri
Teklif Etmemesi
58- İmanda Vesvese Ve Vesveseyi Kendinde Hisseden
Kimsenin Ne Diyeceği Meselesi
59- Bir müslümanın Hakkını Yalan Yere Yeminle Alan
Kimsenin Cehennemle Tehdit Edilmesi
61- İdaresi Altındakileri Aldatan Valinın/İdarecının
Cehennemi Hak Etmesi
62- Bazı Kalplerden Emanet Île İmanın Kaldırılması Ve
Bazı Kalplerde ise Fitne Meydana Gelmesi
63- İslam'ın Garip Olarak Başlayıp Garip Olarak Sona
Ermesi Ve iki Mescid Arasına Çekilmesi
64- Ahir Zamanda İmanın Elden Gitmesi
65- Korkan Kimsenin İmanını Gizlemesi
67- Delillerin Birbirini Desteklemesi Suretiyle Kalbin
İtminanını Artırma
69- Resulullah (s.a.v.)’e Vahyin Başlaması Sahih-i Müslim
Muhtasarı
70- Resulullah (s.a.v.)'in Geveleyin Semalara Yürütülmesi
Ve Beş Vakit Namazın Farz Kılınması
72- Peygamber (s.a.v.)'in Miraç Gecesi Rabbini Görüp
Görmediği Meselesi
73- Peygamber (s.a.v.)'in “O, Bir Nurdur. Onu Nasıl
Görebilirim Ki” Sözü
1- Allah'ın Dünyada Görülmesi:
2- Allah'ın Ahirette Görülmesi:
75- Müminlerin Ahirette Rablerini Göreceklerinin İspatı
76- Kıyamet Gününde Allah'ı Görmenin Yolunu Bilme
77- Şefaatin İspatı Ve Müminlerin Cehennemden Çıkarılması
78- Cehennemden En Son Çıkarılan Kişi
79- Cennette Makamı En Aşağı Olanlar
81- Peygamber (s.a.v.)'in Şefaat Duasını Ümmeti için
Saklaması
82- Peygamber (s.a.v.)'in Duası Ve Onlara Şefkatinden
Dolayı Ağlaması
1- Sorumlu Olmadığını Benimseyenler:
2- Ahirette İmtihan Edileceklerini Benimseyenler:
3- Kıyamette Sorgulandıktan Sonra Yok Edileceklerini
Benimseyenler:
4- Sorumlu Olacaklarını Benimseyenler:
84- Yüce Allah'ın “En Yakın Akrabalarını Uyar”
Sahabi Mürselleri şöyle sıralanmıştır;
85- Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, Amcası Ebu Talibe Şefaati
Ve Bu Sebeple Azabının Hafifletilmesi
86- Cehennemliklerden En Hafif Azab Görecek Olanı
87- Kafir Olarak Ölen Kimseye Hiçbir Amelinin Fayda
Vermemesi
88- Müminlerin Birbirleriyle Dostluk Kurmaları Ve
Başkalarından ise Uzaklaşmaları
89- müslümanlardan Bir Çok Taifenin Hesapsız Ve Azabsız
Olarak Cennete Girmesi
90- Cennetliklerin Yarısını, Bu Ümmetin Oluşturması
2- Namaz için Temizliğin Şart Olması
3- Abdestin Alınış Şekli Ve Tam Hali
4- Abdest Almanın Ve Abdest Aldıktan Sonra Namaz Kılmanın
Fazileti
6- Abdest Alındıktan Sonra Okunması Müstehab Olan Dualar
7- Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Abdest Alış Şekli
8- Burnu Ayıklamada Ve Taşla Temizlenmede Tek Yapma
9- Ayakları Tastamam Yıkamanın Farz Olması
10. Yıkanacak Yerlerin Her Tarafını Kaplayarak Yıkamanın
Farz Olması
11- Abdest Suyuyla Birlikte Günahların Çıkıp Gitmesi
12- Abdestte Yuz, El Ve Ayaklardaki Parlaklığı/Nuru
Uzatmanın Müstehab Olması
13- Müminin Nurunun, Abdest Suyunun Ulaştığı Yere Kadar
Varması
14- Zorluklara Rağmen Abdesti Yerli Yerinde Tastamam
Almanın Fazileti
e- Koltuk Altındaki Kılları Yolmak:
18- Sağ Elle Taharetlenmenin Yasak Olması
19- Temizlik Ve Diğer İşlerde Hep Sağdan Başlama
21- Büyük Abdest Bozduktan Sonra Suyla Taharetlenme
22- Mestler Üzerine Mesh Etmek
23- Alın Ve Sarığın Üzerine Mesh Etme
24- Mestler Üzerine Mesh Etmenin Müddeti
25- Bütün Namazları, Bir Abdestle Kılmanın Caiz Olması
27- Kopeğin Kabı Yalamasının Hükmü
31- Süt Emen Çocuğun İdrarının Hükmü Ve Değen Yerin Nasıl
Yıkanacağı Meselesi
33- Kanın Pis Olması Ve Onun Nasıl Yıkanacağı Meselesi
34- İdrarın Necıs Ve Ondan Korunmanın Vacip Olması
1- Hayızlı Kadına Gömlek Üzerinden Yaklaşmak
2- Hayızlı Kadınla Aynı Yorgan Altında Yatmak
5- Uykudan Uyanınca Yüzü Ve Elleri Yıkamak
6- Cünüpken Uyumanın, Uyumak, Bir Şey Yemek Veya Bir Şey
İçmek İstediğinde Abdest Almanın
7- Meninin Gelmesi Sebebiyle Kadının Boy Abdesti
Almasının Vacip Olması
8- Erkek ile Kadının Sperminin Özellikleri Ve Çocuğun,
Her ikisinin Sperminden Yaratılması
9- Cünüplükten Dolayı Yıkanmanın Şekli
11. Boy Abdesti Alırken Başa Ve Diğer Yerlere Suyu Üç
Defa Dökünmenin Müstehab Olması
12- Boy Abdesti Alan Kadının Saç Örgülerinin Hükmü
14- Müstehaza, Olan Kadının Yıkanması Ve Namazı
15- Hayızlı Kadına Namaz Degıl, Sadece Orucun Kazasının
Vacip Olması
16- Boy Abdesti Alan Kimsenin Elbise Ve Ona Benzer Bir
Şeyle Perdelenmesi
16- Boy Abdesti Alan Kimsenin Elbise Ve Ona Benzer Bir
Şeyle Perdelenmesi
17- Başkalarının Avret Yerlerine Bakmanın Haram Olması
18- Avret Yerini Açılmaktan Korumaya Dikkat Gösterilmesi
19- Boy Abdestının, Meninin Gelmesinden Dolayı Olması
21- Ateşte Pişen Şeylerden Dolayı Abdest Almanın
Gerekmesi
22- Ateşte Pişen Şeylerden Dolayı Abdest Almanın
Gerekmemesi
23- Deve Eti Yemekten Dolayı Abdest Almanın Gerekmesi
25- Olu Hayvan Derilerinin Tabaklamak Suretiyle
Temizlenmesi
28- Cünüplük Halinde Ve Diğer Hallerde Allah'ı Anmak
30- Tuvalete Girmek İsteyen Kimsenin Okuyacağı Dua
31- Oturarak Uyumanın Abdesti Bozmaması
2- Ezanın Çift, Kametin Tek Lafızlarla Okunması
4- Bir Mescitte Ikı Müezzin Bulundurmanın Mustehab Olması
5- Yanında Gözü Gören Biri Bulunduğunda Âmânın Ezan
Okumasının Caiz Olması
6- Aralarında Ezan Sesi Duyulduğu Zaman Küfür Diyarında
Bulunan Bir Kavme Baskin Yapmaktan Kaçınma
1- Fiilî İcabet: Bu iki kısım ayrılır:
8- Ezanın Fazileıi Ve Şeytanın, Ezanı Duyunca Kaçması
Gizli ve Açık Okumanın Ölçüsü:
12- İmama Uyan Kimsenin, İmamın Arkasında Açıktan
Okumasının Yasak Olması
13- Besmele Namazda Açıktan/Sesli Okunmaz Diyenlerin
Delili
14- Besmele, Tevbe Suresinin Dışındaki Her Surenin
Başından Bir Ayettir Diyenlerin Delili
17- Teşehhudden Sonra Peygamber (s.a.v.)’e Salavat
Getirme
20- Tekbir Ve Diğer Rükunlarda İmamdan önce Davranmanın
Yasak Olması
24- Namazın Güzel, Tastamam Ve Huşljyla Kılınması Emri
25- Rüku, Secde Ve Benzeri Fiilleri İmamdan önce Yapmanın
Haram Olması
26- Namazda Gözleri Havaya Dikmenin Yasak Olması
29- Erkeklerin Arkasında Namaz Kılan Kadınların,
Erkeklerden önce Başlarını Secdeden Kaldırmamaları
30- Fitneye Sebep Olmamak Kaydıyla Kadınların Mescitlere
Çıkmaları, Fakat Koku Sürünmemeleri
33- Sabah Namazında Kuranın Açıktan Okunması Ve Cinlere
Kur'an Okuma
34- Öğle Namazı ile ikindi Namazında Kıraat
37- İmamların Namaz Kıldırırken Namazı Hafif Tutmaları
38- Namazın Rukunlarını Tam Yapmak Ve Namazı Tam Kılmak
39- İmama Uyma Ve Rükudan Kalkıldığı Zaman Okunacak Dua
40- Namaz Kılan Kimsenin, Başını Rükudan Kaldırdığı Zaman
Ne Okuyacağı Meselesi
41- Rüku Ve Secde Sırasında Kuran Okumanın Yasak Olması
42- Rüku Ve Secde Sırasında Okunacak Dualar
43- Secdenin Fazileti Ve Secdeye Teşvik
45- Secdede İtidal, Avuçları Yere Koyma, Dirsekleri
Yanlardan Kaldırma Ve Karnı Uyluklardan Kaldırma
46- Secde Sırasında Kolların Ne Kadar Açılacağı Meselesi
47- Namaz Kılan Kimsenin Sutresı
48- Namaz Kılan Kimsenin, Önünden Geçen Kimseyi
Engellemesi
49- Namaz Kılan Kimsenin Sütreye Yakın Durması
50- Namaz Kılan Kimsenin Önüne, Enine Doğru Yatmak
51- Bir Tek Elbise İçerisinde Namaz Kılma
5. MESACİD (=MESCITLER) VE MEVADİİ'S-SALAT (=NAMAZ
KILINAN YERLER) BÖLÜMÜ
Peygamber (s.a.v.)’in, Diğer Peygamberlerden Üstün
Kılındığı Özellikleri
1- Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Bütün İnsanlığa Peygamber
Olarak Gönderilmesi:
2- Düşmanla Aralarında Bir Aylık Yol Nisbetinde Mesafe
Varken Düşmanın Ondan Ve Ordusundan Korkması:
3- Yeryüzünün
Mescîd Kılınması:
5- Kıyamet Günü İnsanlara Şefaat Etmesi:
6- Su Bulunmadığında Toprakla Teyemmüm Yapması:
7- Cevamiu'l-kelim (=az sözle çok şey söyleme) Kabiliyeti
Verilmesi:
8- Yeryüzü Hazinelerinin Anahtarlarının Verilmesi:
9- Peygamberliğin, Hz. Peygamber (s.a.v.)'le Son Bulması:
10- müslümanların Saflarının, Meleklerin Safları Gibi
Kılınması:
1- Resulullah (s.a.v.)'in Mescidinin İnşası
2- Kıblenin Kudüs'ten Kabe'ye Çevrilmesi
4- Mescit Yapmanın Fazileti Ve Buna Teşvik
5- Rükuda Elleri Dizler Üzerine Koymak Ve Avuçları
Birbiri Üzerine Kapamanın Neshi
6- Namazda Ökçeler Üzerine Çömelmenin Caiz Olması
7- Namazda Konuşmanın Haram Kılınması
9- Namazda Çocuk Taşımanın Caiz Olması
10- Namazda Bir-iki Adım Yürümenin Caiz Olması
11- Namazda Elleri Böğre Dayamanın Mekruh Olması
13- Namaz Sırasında Ve Namaz Dışında Mescide Tükürmenin
Yasak Olması
15- Çizgili Elbise İçerisinde Namaz Kılmanın Mekruh
Olması
16- Akşam Yemeği Hazırken Namaz Kılmanın Mekruh Olması
19- Namazda Yanılma Ve Yanılmadan Dolayı Sehiv Secdesi
Yapma
21- Namazda Nasıl Oturulacağı Ve Ellerin Uyluklar Üzerine
Nasıl Konulacağı Meselesi
22- Namazdan Çıkmak için Namazın Sonunda Selam Vermek Ve
Bunun Mahiyeti
24- Kabir Azabından Allah'a Sığınmanın Müstehab Olması
25- Namazda İken Kendisinden Allah'a Sığınılacak Şeyler
26- Farz Namazdan Sonra Kapılan Zikrin Şekli Ve Bu Zikri
Yapmanın Müstehab Olması
27- Başlangıç Tekbiri ile Kıraat Arasında Okunacak Dua
28- Namaza Vakarla Ve Sükunetle Gelmenin Müste-Hab Olması
Ve Koşarak Gelmenin Yasak Olması
29- Cemaatin Farz Namazı Kılmak için Ne Zaman Ayağa
Kalkacağı Meselesi
30- Namazın Bir Rekatına Yetişen Kimsenin, O Namaza
Yetişmiş Sayılması
31- Beş Vakit Namazın Vakitleri
32- Şiddetli Sıcak Olduğunda Ogle Namazını Serinliğe
Bırakmanın Müstehab Olması
33- Şiddetli Sıcak Olmadığı Zaman Öğle Namazını ilk
Vaktinde Kılmanın Müstehab Olması
35- ikindi Namazını Kaçırmanın Cezası
36- “Orta Namazı, ikindi Namazıdır” Diyenlerin Delili
37- Sabah Ve Ikındı Namazlarının Fazileti Ve Bu Ikı
Namazı Cemaatle Kılmaya Devam
38- Akşam Namazının ilk Vaktinin, Güneşin Batmasından
Sonra Olduğu Meselesi
39- Yatsı Namazının Vakti ile Yatsı Namazını Geciktirme
42- Cemaatle Namaz Kılmanın Fazileti Ve Cemaata Devam
Etmeyen Kimselerin Durumu
43- Ezanı İşiten Kimsenin Mescide Gitmesi
44- Cemaatla Namaz Kılmanın, Sünneti Hûda'dan Olması
45- Müezzin Ezan Okuduğunda Mescitten Çıkmanın Mekruh
Olması
46- Yatsı Namazı ile Sabah Namazını Cemaatle Kılmanın
Fazileti
47- Bir Özür Sebebiyle Cemaattan Geri Kalma Hususunda
Ruhsat
49- Namazı Cemaatle Kılmanın Ve Namazı Beklemenin
Fazileti
50- Mescitlere Doğru Çok Adım Atmanın Fazileti
51- Namaza Gitmekle Günahların Yokedilmesi Ve Derecelerin
Yükseltilmesi
52- Sabah Namazından Sonra Namaz Kılınan Yerde Oturmanın
Ve Mescitlerin Faziletleri
53- İmamlığa En Layık Olan Kimse
54- müslümanların Başına Bir Sıkıntı Geldiği Zaman Bütün
Namazlarda Kunut Yapmanın Mustehab Olması
55- Geçmiş Namazların Kazası Ve Kaza Namazını Çabucak
Kılmanın Müstehab Olması
6. SALÂTU'L-MUSAFİRIN VE KASRIHA (YOLCULARIN NAMAZI VE BU
NAMAZI KISALTILMASI) BÖLÜMÜ
1- Yolcuların Namazı Ve Bu Namazın Kısaltılması
A- Vatan-ı Aslî (Sürekli İkametgah):
B- Vatan-ı İkamet (Geçici İkametgah):
C- Vatan-ı Süknâ (Yolculuk İkametgahı):
A- Vatan-ı Aslî (Sürekli İkametgah):
B- Vatan-ı İkamet (Geçici İkametgah):
C- Vatan-ı Süknâ (Yolculuk İkametgahı):
3- Yağmurlu Zamanda Namazın Meskenlerde Kılınması
4- İhtiyaç, Meşguliyet ve Sıkıntı:
5- Yolculuk Sırasında iki Namazı Birleştirerek Kılmanın
Caiz Olması
6- İkamet Halinde/Yerleşik Hayatta iki Namazı
Birleştirerek Kılma
7- Namazı Bitirdikten Sonra Sağdan Ve Soldan Çıkıp Gitmenin
Caiz Olması
8- Cemaat Halinde Namaz Kılarken İmamın Sağında
Bulunmanın Müstehab Olması
9- Müezzin Kamete Başladıktan Sonra Nafile Namaza
Başlamanın Mekruh Olması
10- Mescide Giren Kimsenin Okuyacağı Dua
12- Yolculuktan Gelen Kimsenin, Gelir Gelmez Mescitte iki
Rekat Namaz Kılmasının Müstehab Olması
14- Sabah Namazının Ikı Rekat Sünnetini Kılmanın Müstehab
Olması
15- Farz Namazlardan önce Ve Sonra Kılınan Râtibe
(=Müekked) Sünnetlerinin Fazileti Ve Sayıları
18- Uyuyakalmak Yada Hasta Olmak Suretiyle Gece Namazı
Kılamayan Kimsenin Durumu
19- Evvabin Namazının, Kumların Sıcaklığından Deve
Yavrularının Ayakları Yandığı Zamanda Kılınması
20- Gece Nafilesinin ikişer ikişer, Vitrin ise Gecenin
Sonunda (Namazı) Tek Yapması
21- Gecenin Sonunda Kalkamayacağından Korkan Kimse,
Vitri, Gecenin Evvelinde Kılması
22- Namazın En Faziletlisi, Kıyamı Uzun Olandır
23- Geceleyin Duaların Kabul Edildiği Bir Saatin Varlığı
24- Gecenin Sonunda Allah'ı Anma Ve Duaya Teşvik ile O
Zamanda Yapılan Duanın Kabulü
25- Ramazan Ayında Gece İbadetine Ve Teravihe Teşvik
26- Gece Namazında Ve Kıyamında Dua
27- Gece Namazında Kıraati Uzun Tutmanın Müstehab Olması
28- Geceden Sabaha Kadar Uyuyup Ta Namaza Kalkamayan
Kimsenin Durumu
29- Nafile Namazı Evde Kılmanın Müstehab Olması Ve
Mescitte Kılmanın Da Caiz Olması
30- Gece Namazında Yada Diğer Namazlarda, Devamlı Olan
Amelin Faziletli Olması
32- Kuranın Faziletleri Ve Kuran ile İlgili Hususlar
33- Kur'an Okurken Sesi Güzelleştirmenin Müstehab Olması
34- Peygamber (s.a.v.)'in, Mekke'nin Fethi Günü “Fetih Suresi”ni
Okuması
35- Kuranın Okunması Sebebiyle Sekinetin İnmesi
37- Kur'an Okumada Mahir Olan ile Okumada Zorluk Çeken
Kimsenin Fazileti
40- Namazda Kuran Okumanın Ve Kuranı Öğrenmenin Fazileti
41- Kuranı Ve Bakara Suresini Okumanın Fazileti
42- Fatiha Suresi ile Bakara Suresinin Son iki Ayetinin
Fazileti Ve Bu iki Ayeti Okumaya Teşvik
43- Kehf Suresi ile Ayete'l-Kürsî'nin Fazileti
44- İhlâs Suresini Okumanın Fazileti
45- Felak Ve Nas Surelerini Okumanın Fazileti
47- Kuranın Yedi Harf/Okunuş Üzerine Olması
49- Kur’an’ın Çeşitli Kıraatleri/Okuyuş Tarzları ile
İlgili Hususlar
51- Amr İbn Abese'nin müslüman Olması
52- “Namazınız için Güneşin Dogmasını Ve Batmasını
Aramayın” Hadisi
53- Peygamber (s.a.v.)in ikindi Namazından Sonra Kılmakta
Olduğu iki Rekat Namaz
54- Akşam Namazının Farzından önce iki Rekat Nafile Namaz
Kılmanın Müstehab Olması
55- Her iki Ezan Arasında Bir Namazın Olması
Cuma Namazına Giderken Boy Abdesti Almak
1- Akıl Ve Ergenlik Çağına Girmiş Herkese Cuma Günü
Yıkanmanın Vacip Olması
2- Cuma Günü Koku Sürünmek Ve Misvak Kullanmak
3- Cuma Günü Hutbe Sırasında Hiçbir Şey Konuşmamak
4- Cuma Günü Duanın Kabul Edildiği Zaman
6- Bu Ümmetin, Cuma Gününe Hidayet Buyurulması
7- Cuma Günü Namaza Erken Gitmenin Fazileti
8- Hutbe Sırasında Susarak Dinleyen Kimsenin Fazileti
9- Cuma Namazının, Güneş Tam Tepe Noktasından Batıya
Doğru Kaydığında Kılınması
10- Cuma Namazından önce Ikı Hutbe Okunması Ve Bu iki
Hutbe Sırasında Oturma
12- Cuma Namazını Terk Eden Kimselerin Uğrayacağı Ceza
13- Cuma Namazını Ve Hutbeyi Kısa Tutma
14- İmam Hutbe Okurken Tahiyyatu'l-Mescid Namazı' Kılma
15- Hutbe Sırasında Birisine Bir Şey Öğretme
16- Ccma Namazında Okunacak Sureler
17- Cuma Günü Okunacak Sureler
18- Cumanın Farzından Sonra Kılınan Namaz
8- SALATU'L-IYDEYN (=BAYRAM NAMAZLARI) BÖLÜMÜ
2- Ramazan Bayramı ile Kurban Bayramı Namazından önce Ve
Sonra Namazgahta Başka Namaz Kılmama
3- Ramazan Bayramı Namazı ile Kurban Bayramı Namazında
Okunacak Dualar
4- Bayram Günlerinde, İçerisinde Masiyet Bulunmayan
Oyunlara İzin Verilmesi
9- SALÂTU'L-İSTİSKA' (= YAĞMUR İSTEME NAMAZI) BÖLÜMÜ
1- Yağmur Duası Sırasında Elleri Kaldırma
3- Rüzgar ile Bulutu Görünce Allah'a Sığınma Ve Yağmur
Görünce ise Sevinme
4- Saba (=Gündoğusu) Rüzgarı ile Bati (=Günbatısı)
Rüzgarı
10- KÜSÛF ( GÜNEŞ TUTULMASI) NAMAZI BÖLÜMÜ
1- Kusuf (Güneş Tutulması) Namazı
2- Husuf (Ay Tutulması) Namazında Kabir Azabının Anılması
3- Güneş Tutulması Namazında İken Peygamber (s.a.v.)'e
Arz Olunan Cennet ile Cehennemin Halli
4- Peygamber (s.a.v.)'in Güneş Tutulması Namazında Sekiz
Rükuu ile Dört Secde Yaptığını Söyleyenler
Güneş Tutulması Namazı Kılınacağı Zaman İnsanlara “Haydi
Namaz Toplayıcıdır” Diye Seslenilmesi
11- CENAİZ (=CENAZELER) BÖLÜMÜ
2- Musibet Sırasında Söylenilecek Soz
3- Hastanın Yada Ölmek Üzere Olan Kimsenin Yanında
Söylenecek Söz
4- Ölen Kimsenin Gözlerini Kapatma Ve Can Boğaza Geldiği
Zaman Ona Duada Bulunma
5- Ölen Kimsenin Dikilip Kalan Gözlerinin Ruhunu Takip
Etmesi
6- Ölen Kimsenin Ardından Ağlamak
8- Musibetin ilk Gelişinde Sabretme
9- Ölen Kimsenin, Ailesinin Ona Ağlaması Sebebiyle Azab
Olunması
10- Ölünün Ardından Özelliklerini Sayarak Feryadu Figanla
Ağlama Hususundaki Haramın Şiddeti
11- Kadınların Cenaze Arkasında Yürümesi Meselesi
a- Sünnet Üzere Olan Kefenleme:
b- Yeterli Olan Kefenleme Kefen-i Kifayet:
c- Zaruri Olan Kefenleme Kefen-i Zaruret:
15- Ölen Kimsenin Kefenini Güzel Yapmak
16- Cenazeyi Defnetmede Hızlı Davranmak
17- Cenaze Namazı Kılmanın Ve Cenaze Arkasından Yürümenin
Fazileti
19- Bir Kimsenin Cenazesini Kırk Kişi Kılarsa Kendilerine
O Kimse Hakkında Şefaata İzin Verilmesi
20- Ölen Kimselerin Hayr Yada Şerle Anılmaları
21- Rahata Ermiş Ve Kendisinden Kürtulunmüş Kimse
22- Cenaze Namazında Alınan Tekbirler
23- Kabirin Yanında Cenaze Namazı Kılmak
25- Cenaze için Ayağa Kalkmanın Hükmünün Kaldırılması
26- Cenaze Namazında Ölü için Okunan Dua
27- Cenaze Namazı Kılmak için İmamın, Cenazenin Neresine
Doğru Duracağı Meselesi
28- Cenaze Namazı Kılan Kimsenin, Namazdan Sonra Bir
Vasıtaya Binmesi
29- Kabir İçerisinde Lahid Oymak Ve Ölünün Etrafına
Kerpiç Dizmek
31- Yerle Aynı Hizada Bulunan Kabrin Yerle Bir Edilmesi
32- Kabri Kireçlemenin Ve Kabir Üzerine Bina Yapmanın
Yasak Olması
33- Kabir Üzerine Oturmanın Ve Kabir Üzerinde Namaz
Kılmanın Yasak Olması
34- Cenaze Namazının Mescitte Kılınması
35- Kabristana Giderken Okunacak Dualar Ve Orada
Yatanlara Dua Etme
36. Peygamber (s.a.v.)’in, Annesinin Kabrini Ziyaret için
Allah'tan İzin İstemesi
37- İntihar Eden Kimsenin Cenaze Namazını Kılmayı Terk
Etme
İslam'ın
gönderilişinden bu yana, Resulullah (s.a.v.)'in sünneti; Allah'ın kitabıyla
delil getirme gibi algılanmış, kabul görmüş ve bu delil sunma biçimi, İslam
alimleri ve müctehidlerinin tespit etmiş oldukları kurallara uygun olarak
yapılmıştır.
Bilindiği gibi sünnet;
Resulullah (s.a.v.)'in, tebliğ, teşri ve beyana taalluk eden söz, fiil ve
takrirlerinden oluşmaktadır. Ve bütün müslümanlar, işte bu anlayış içerisinde
sünnet ile delil getirme; aklî zaruret ve fıtrî bedahet aracılığıyla Allah'ın
dininin bir gereği olduğunu bilirler.
Kur'an'ın mücmelini
açıklar, ayetlerini izah eder ve hükümlerini tatbik eder. Bazen zahiren umûm ifade
edeni tahsis, zahiren mutlak olanı da takyit edebilir. İşte bu konumuyla
sünnet, her zaman Kur'an ile iç içe olmuştur.
Sünnet Resulullah (s.a.v.)'in
yaşadığı dönemdeki açıklama ve uygulamalardan ibaret olup, aynı zamanda,
İslam'ın içtimaî, iktisadî ve fikri karakteristiklerini yansıtmaktadır.
Dolayısıyla anlama metotlarını öğrenip-çalışmanın, en önemli ve zorunlu
çalışmalardan olduğu kabul edilmelidir. Gerçekten de bu merhale, Allah'ın yeryüzünde
olmasını istediği yöntemin somut bir örneğini teşkil etmektedir. Nitekim yüce
Kur'an, pratikte olması gereken yöntemin hayata aktarılması ve uygulanması hareketini
bizzat kendisi yönetmekte, yöntemine uygunluk arz etmesi için bu hareketin
bütün yönlerini gözetip-kollamakta, ebedî olarak insanlığın kendisine
başvurması için meramını en kâmil bir şekilde ifade etmektedir. Hatta Kur'an'ın
âyet-i kerîmeleri çok defa uygulamadaki bir hatayı düzeltme, onu tenkit, tahlil
veya tasvip etmek, doğruya yönlendirmek ya da eksikleri tamamlamak üzere
iniyordu. Nitekim bu husus, Al-i İmrân, Enfâl vb. sûrelerin bir çok
âyetlerinde açıkça ve canlı olarak gözükmektedir.
[1]
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in,
Mekke'de iken hadisleri yazmak isteyen herkese izin vermek istemediği
bilinmekle birlikte Resulullah (s.a.v.)'den bu konuda izin alan sahabiler,
duyup öğrendikleri hadisleri, hem ezberlediler ve hem de yazdılar.
[2]
“Sahîfe” adıyla anılan
bu belgeleri kaleme alan sahabiler arasında, 1000 civarında hadis İhtiva eden
"es-Sahîfetü's-Sâdıka"nın sahibi Abdullah İbn Amr başta olmak üzere
Sa'd b. Ubâde, Muâz b. Cebel, Hz. Ali, Amr b. Hazm el-Ensârî, Semure b. Cündub,
Abdullah İbn Abbâs, Câbir b. Abdullah, Abdullah b. Ebi Evfâ ile Enes b. Mâlik
bulunmaktadır.
Ebu Hureyre tarafından
talebesi Hemmâm b. Münebbih'e yazdırılan ve içinde 138 hadis bulunan “Sahîfetü
Hemmâm b. Münebbih” (es-Sahîfetü's-Sahîha) ilk defa Muhammed Hamidullah
tarafından yayımlanmıştır.
Ebu Musa el-Eş'arî'den
oğlunun, ondan da torunun rivayet ettiği “Müsnedü Büreyd” adıyla tanınan 40
hadislik cüz de vardır.
[3]
Hz. Osman'ın şehid
edilmesi olayından hemen sonra Havâric ve Galiye gibi siyasî fırkaların, I (7.)
yüzyılın sonlarından itibaren Kaderiye ve Mürele, bir müddet sonra da Cehmiyye
ve Müşebbihe gibi mezheplerin ortaya çıkması sebebiyle hadislerin tedvin
çalışmalarına başlanır. Çünkü bu fırka ve mezhep taraftarlarının, işlerine
gelmeyen hadisleri inkar etmeleri, görüşlerini güçlendirmek maksadıyla hadis uydurmaları,
hadisleri toplamakla meşgul olan kişileri konu üzerinde düşünmeye ve önlem
almaya sevk etmiştir.
I (7.) yüzyılın ilk
yarısından itibaren rivayette, isnad konusu gündeme gelmiştir. İsnadın
başlamasından itibaren Ehl-i sünnete mensup ravilerin rivayetleri kabul görmüş,
Ehl-i bid'atin rivayetleri alınmamıştı.
[4]
Bunun sonucu olarak;
hadisi bir uzmanlık sahası olarak gören kimseler tarafından raviler titizlikle
takip edilmiş; yaşayışları, dine bağlılıkları ve dürüstlükleri, bid'atle
ilgileri bulunup bulunmadığı, özellikle yalan söyleyip söylemedikleri, hafızalarının
zayıf olup olmadığı araştırılmış ve böylece daha I. yüzyılda cerh ve ta'dil
ilmi doğmuş, bunun sonucunda ravilerin hal tercümeleri (biyografileri) hakkında
geniş bir birikim meydana gelmiştir.
Sahabe tarafından
kaleme alman sahifeler bir yana, bir tespite göre; I. (7.) yüzyılın ikinci yarısı
ile II. (8.) yüzyılın ilk yarısında 400 kadar muhaddis tarafından hadislerin
yazıldığı artık belgeleriyle bilinmektedir.
Hadislerin tedvini
tamamlanınca, bunların sistemli bir kitap haline getirilmesi ve böylece aranan
hadisleri kolayca bulmaya imkan verecek usullerin geliştirilmesi yönündeki
çalışmalar ağırlık kazanmıştır.
ilk tasnif
çalışmalarıyla tanınan bazı muhaddislerin II. (8.) yüzyılın ortalarında vefat
etmesi, bu çalışmaların aynı yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren hazırlanmış olduğunu
göstermekte, dolayısıyla tedvin ve tasnif işlerini kesin bir çizgiyle
birbirinden ayırmaya imkan bulunmadığını ortaya koymaktadır.
III. (9.) yüzyılında
hadis kitaplarında değişik ihtiyaçlara göre muhtelif sistemler uygulanmıştır.
Bunların en yaygın iki şekli hadislerin raui adlarıyla (ale'r-Ricâl) ve
konularına (ale'l-Ebvâb) göre tasnif edilmesidir.
[5]
Ravi adlarıyla
(ale'r-Ricâl)'e göre hazırlanan kitaplar, Müsnedler ile Mu'cemlerdir.
Konularına
(ale'l-Ebvâb) göre tasnif edilen kitaplar ise Musannefler, Camiler ve
Sünenlerdir.
“Musannef”,
Sünen'lerdeki merfu hadislere ilaveten mevkuf ve maktu hadisleri ihtiva eden
hadislerdir.
“Sünenler”, taharetten
vasiyete kadar bütün fıkhı konulara ait merfu hadisleri ihtiva eden fıkıh
kitapları tertibîndekİ hadis kitaplarıdır.
“Câmi'Ier” dinî
konuların hemen tamamını kapsayan sekiz ana bölümü kapsama özelliğine
sahiptirler. Her birine “Kitap” denilen bu sekiz bölümün içerikleri kısaca
şöyledir: İman, Ahkam veya Sünen, Rikak veya Zühd, Et'ime ve Eşribe veya Âdab,
Tefsir, Tarih-Sîyer-Cihad, Menakıb, Fiten ve Melahİm. Câmi'ler, bu bölümlerden
herhangi birine dahi olmayan bir takım konuları da ihtiva ederler. Yine Cami'ler,
bu 8 böİümden herhangi birini ihtiva etmezler veya nakıs olarak İhtiva ederlerse
Cami olmaktan çıkarlar. Bu sebeple “Tefsir” bölümü eksik oiduğu ve sistematik
olmadığı gerekçesiyle Müslim'in kitabının Cami saymak istemeyen görüşler ileri
sürülmüştür. Camİ'ler aynı zamanda “Sahih” adıyla da anılmaktadırlar. Örneğin,
Buhârî, Müslim ve Tirmizî'nin kitaplarının adı “el-Camiu's-Sahîh”tir.
III. (9.) yüzyılda
tasnif edilen en önemli hadis kitapları olarak Kütüb-i Sitte kabul
edilmektedir. Bunların içinde sadece sahih hadisleri toplamayı hedef aldıklarından
Buhârî ile Müslim'in “el-Câmiu's-Sahîh”leri, Kur'an'dan sonra İslam'ın en
güvenilir iki kitabı sayılır.
Buhârî'nin “el-Câmiu's-Sahîh”i,
tamamen sahih hadislerden meydana geldiği kabul edilen meşhur bir hadis
kitabıdır. Değişik konulardaki hadisleri bir araya toplayan “Cami” türünde bir
eserdir.
Müslim'in “Sahih” adlı
eserinin özelliklerini kısaca şöyle sıralamak mümkündür:
1- Müslim'in
“el-Câmiu's-Sahîh”i ise hadisin altın çaği kabul edilen 3. asırda yazılmış ve
tamamen sahih hadislerden meydana gelmiştir. İslam aleminde daha Çok “Sahih-i
Müslim” adıyla meşhur olmuştur. Bu eser, Kur'an'dan sonra en sahih hadis kitabı
olarak kabul edilen Buhârî'den sonra gelen en muteber ikinci sahih hadis
kitabıdır.
2- Müslim “Sahîh”ini,
işittiği üç yüz bin hadisten seçerek aldığı hadislerden meydana getirmiştir.
Eserini on beş yılda tamamladığı rivayet edilir. Kitabına aldığı her hadisi
muhakkak bir delile göre almış, almadığını da yine bir delili göz önünde
bulundurarak terk etmiştir. Kendisinden nakledildiğine göre Müslim “Sahîh”ine
hadisçilerin sıhhati üzerinde birleştikleri hadisler almıştır.
[6]
3- Müslim, “Sahîh”ini
tamamladıktan sonra devrinin hadis otoriterlerinin tetkikine sunmuştur. “Sahîh”i
tetkik eden Ebu Zur'a er-Râzî'nin zayıf gördüğü hadisleri çıkarmıştır.
4- “Sahih-i
Müslim”, “Cami” türü hadis kitaplarında bulunan ana konulara ait hadisleri
kapsamaktadır.
Müslim, kitabının
Mukaddime kısmında, tekrarlardan imkan nispetinde kaçtığını belirtmekte, fakat
'hiç tekrara yer vermedim' de dememektedir. Müslim'de tekrarlarıyla birlikte
7275 hadis bulunmaktadır. Muhammed Fuad Abdulbaki (ö. 1377/1958)'nin, Müslim'e
yaptığı tahkikli neşirde tekrarları tespite büyük önem verir onları teker teker
göstermeye çalışır.
54 ana bölümde mevcut
bablar da tekrarlar hariç 3033 hadis var denilse de bu hadisler içerisinde de
bir miktarda olsa tekrar hadisler vardır. Tercümeye esas aldığımız nüshanın
fihrist bölümünde bu tekrar edilen hadislerin sayısı 137'dir. Bunlardan bir
kısmı aynı bölümler İçerisinde tekrar edilirken, 71 tanesi farklı bölümlerde
tekrar edilmektedir. Örneğin, Ahmed Davudoğlu'nun “Sahih-i Müslim Tercüme ve
Şerhi”nde zaman zaman hadislerde arka arkaya gelen rakamların sırayı birden
kaybettiği görülür. Sıraya uymayan o rakam, hadisin ilk geçtiği yerde aldığı
hadis numarasına delalet eder ve bu durum, o hadisin tekrar olduğunu gösterir.
Yine çalışmama esas
aldığım Şeyh Müslim Osman'ın, Müslim'e yaptığı tahkik de, bu tekrar edilen
hadislerin; hangi sahabiden geldiği, hadisin kitab başlığı ve hadis numarası
belirtilmek suretiyle hadisin nerede geçtiği teker teker gösterilmiştir.
Müslim'in bablarının
sayısı ise 1322'dir. Bu çalışma, bir muhtasar özeliğini taşıdığı için
Müslim'in Mukaddime'inde yer alan bablar da dahil edildiğinde 1307 bab
bulunmaktadır. Bu çıkarılan bablarda, ya benzer hadis bulunduğundan yada çeşitli
nedenlerden dolayı bab sayısı azalmıştır. Bununla birlikte çıkarılmayan bablar
olduğu gibi kalmıştır. Fazladan bab ismi verilmemiştir. öncekiler olduğu gibi
korunmuştur.
5- Müslim'in
kitabı, tertip güzelliği ve rivayet inceliklerinde gösterdiği hassasiyet ve
asla sadakat konularında Buhârî'yi geçer. Çünkü Müslim, kitabına aldığı hadisleri,
prensip olarak konularına göre tanzim etmiştir. Yalnız bu işi yaparken de, bir
hadisin bütün farklı senet ve metinlerini bir arada toplamayı ön plana
almıştır. Böy bir hadisi; tarn olarak ihata ve kavrama imkanı olmakta, tekrar
edilen hadisler en aza indirilmiş ve hadisler bölünmeye uğramadan tam olarak
verilmiştir.
Daha önce de
belirtildiği üzere, Müslim, kitabına aldığı hadisleri, bizzat işiterek aldığı
300 binden fazla içerisinden seçtiğini, kitabına delilsiz hiçbir şey
koymadığını ve hiçbir şeyi de delilsiz kitabının dışında tutmadığını
belirtmiştir. Kitabındaki hadisler, sıhhati hususunda hocalarının icma
ettikleri hadislerdir.
6- Müslim'deki
bu hadisler, genelde ezber ve sağlamlık yönünden orta seviyedekilerin
rivayetleri ve zayıf ravilerin rivayetleri olmak üzere üç gruptur. Takip ettiği
metot gereği, ezber ve sağlamlıkla tanınmış ravilerin rivayetlerine öncelik
vermiş, sonra da hadisin diğer geliş yollarına işaret etmek üzere öteki iki
gruba dahil ravilerin rivayetlerini nakletmiştir. Sahihte asıl olan ilk
rivayetlerdir.
7- “Sahih-i
Müslim”, İslâm alemine İbrahim b. Muhammed b. Sufyan rivayetiyle yayılmıştır.
Mağrib ülkelerinde bu rivayetle birlikte Ebu Muhammed Ahmed b. Ali el-Kalânisî
rivayeti meşhur olmuştur. Sahih üzerine çalışmalar yapan iki meşhur alim, Kadı
İyaz ile Nevevi'nin rivayet yolları da el-Kalânisf nin rivayetine ulaşır.
8- “Sahih-i
Müslim”in en önemli özelliklerinden biri; baş tarafında bir mukaddimenin
olmasıdır. 6 babdan oluşan Mukaddime'de
Müslim, sırasıyla yalancı ravilerden rivayeti terk ederek sikadan rivayet ve
Hz. Peygamber (s.a.v.)'e yalan İsnadından kaçınmak; Hz. Peygamber (s.a.v.)'e
İsnad ederek yalan söylemenin en ağır yalan olduğu; her işitileni rivayet
etmenin doğru olmadığı; zayıf ravilerden rivayetin men edilmesi ve zayıf
bilinen ravinin hadislerini almakta ihtiyatlı davranılması; isnad ve ravilerin
tenkidi; nihayet mu'an'an hadisle delil getirmenin sahih olduğu konularına yer
vermiş; bu konulardaki rivayetlere dayanarak kendi görüşlerini açıklamıştır.
Özellikle altıncı babda açıkladığı birbirlerinden “An” lafzıyla rivayette
bulunan ravilerin birbirleriyle çağdaş olup görüşmeleri imkanı olduğu ve
içlerinde tedlis yapan bulunmadığı zaman isnadlannın mevsûl hükmünde
sayılacağına dair görüşö meşhurdur. Müslim'in şartı denilen bu husus, onun
Buhârî'den ayrıldığı önemli bir noktadır.
9- Yukarıda
da değinildiği gibi Müslim, “Sahih”te verdiği hadisleri değişik isnadları ve
lafızlarıyla bir arada toplamış, fıkhın hangi konusuna giriyorsa oraya
koymuştur. Bu hadisleri sıralarken önce ezber ve sağlamlık itibariyle isim
yapmış ravilerin rivayetlerini vermiş, ezber ve sağlamlık açısından orta
seviyede olanların rivayetlerini sona bırakmıştır. Zayıf ve metruk ravilerin
rivayetlerini en sona koymuştur. Bu hususta da, Buhârî'den ayrılmıştır. Ancak
Müslim'in bu metoduyla aranan hadis hem daha kolay bulunur, hem de bir hadisin
bütün isnadları ve metin farklılıkları bir arada olmakla hüküm çıkarma
kolaylaşır. “Sahihi Müslim”i, Buharî'ye üstün kılan aslında bu teknik yönüdür.
Aynı hadisin orta seviyede ve zayıf ravilerden gelen rivayetlerine yer vermesi
ilk bakışta tenkit edilmişse de bunun sadece mutâba'at ve şevahid için
yapıldığı söylenmiştir, Nevevî'ye göre Müslim, isnadında bazı zayıf ravilerin
yer aldığı rivayetleri de vermişse bu tamamen mutâbaatı kuvvetlendirmek veya
metinde bulunan bir ziyade yüzündendir.
[7]
10- “Sahîh-i
Müslim”in tertibi çok güzel olmakla birlikte, ya ihtisar düşüncesiyle yada daha
başka sebeplerle İmam Müslim tarafından, Buhârî'nin bab başlıkları gibi bablara
ayrılmamıştır. Bablarma, fıkhî hükümler yerleştirilmiş de değildir. Alimler
bunu babın ihtiva ettiği hadisten faydalanmayı okuyucuya bıraktığı şeklinde yormuşlardır.
Bugün elde bulunan Müslim nüshalarındaki bab başlıkları Nevevî tarafından
konulmuştur. Bu konuda Nevevî
şunları söylemiştir:
“Bazıları, Müslim'in
bablarına başlıklar koymuşlardır. Bunların bir kısmı güzeldir. Ne var ki bir
kısmı, ya ibare kusuru, ya lafızlarının bozukluğu, ya da başka sebepler
yüzünden hiç de uygun düşmemiştir.”
[8]
Buradan anlaşıldığına
göre Nevevî'den önce de Müslim'in “Sahîh”ine bab başlıkları koyanlar olmuşsa da
bunlar uygun bulunmamıştır.
11- İmam
Müslim'in kitabına aldığı eserler, genellikle merfu hadislerdir. O, Buhârî'de
bulunmayan 820 merfu hadisi de kitabına almıştır.
Hakim en-Nîsâbûrî:
“Gök kubbenin altında
Müslim'in kitabından daha sahih hiçbir kitap yoktur” demiştir. Onun bu sözünün
gerekçesi, ondaki merfu hadislere hiçbir kimsenin sözünün karışmamış olmasıdır.
12- Buhârî,
kitabına aldığı hadisleri daha çok fıkhî meseleyi göz önünde bulundurarak
aldığı için kitabında hadisleri bölerek tekrar etmektedir. Dolayısıyla Buhârî,
bir hadisi naklederken, bu hadis başka yerde de konuyla ilgisi olduğu zaman
aynı hadisi nakledebilmektedir.
Müslim'in, kitabına
hadis almadaki asıl gayesi; fıkıh değildir. Onun asıl gayesi, fıkıh yapmak
değil, hadislerin senedlerîni bir araya getirmektir. Dolayısıyla bir hadisin
çeşitli geliş yolları ve metinleri hakkında bilgi edinmek Buhârî'de problem
oluşturmakta iken bu husus Müslim'de çok kolaydır. Çünkü bir hadisin ne kadar
geliş yolu ve farklı metni varsa hepsini bir arada kaydetmektedir.
13- “Sahih-i
Müslim”in bir özelliği de, mevkuf rivayetlere nadir olarak yer vermesidir. Bu
tür rivayetler ancak rivayetin bağlamı içinde gelmişse verilmiştir. Sayıları,
son derece azdır. Aynı şekilde mu'allak hadislere de yer verilmiştir. Müslim
hadisleri içinde sadece 17 (veya 14 yada 12) muallak rivayete rastlanır.
[9] Hatta
“Sahih-i Müslim”de 14 tane maktu hadis olduğu eleştirisine cevap olarak bu
konudaki hadisleri vasletmeye yönelik olarak Reşiduddin Yahya b. Ali el-Attâr “Gureru'l-fevâidi'l-mecmûa
fî beyânı mâ veka'a fî Sahîh-i Müslim mine'l-ehâdisi'l-maktû'a” adlı eserini
yazmıştır.
14- Müslim,
Buhârî'den hiç hadis rivayet etmemiştir.
Geçmişte en çok Kuzey
Afrika, Mağrib ülkeleri ile Endülüs'te ve kendi halkımız arasında da meşhur
olan “Sahih-i Müslim”in üzerine bir çok şerh yazılmıştır. Katip Çelebî (ö.
1067/1656)'nin “Keşfu'z-Zünûn” adlı eserinde bu şerhlerden 15 kadarı
zikredilmektedir. Fuat Sezgin'de “Târîhu't-Turâs”da 30'a yakın şerhin adını
verir. Mücteba Uğur'da “Hadis İlimleri Edebiyatı” adlı eserinde Müslim'in “Sahîh”i
üzerine yazılan şerhlerin sayısını 40, kısmî şerhlerin sayısını 10 olarak
vermektedir.
[10] Önemli şerhlerinden
bazıları şunlardır:
1- Muhammed
b. Ali el-Mazirî (ö. 536/1141)'nin “Mu'lim bi-Fevâ'idi Müslim”!. Mâzirî,
Müslim'deki bütün hadisleri şerh etmemiş, sadece lüzum gördüğü yerleri şerh
etmiştir. Onun Müslim'e yaptığı bu şerh tarzı, kendisinden sonra gelenlere de
bir örnek teşkil etmiştir. Bu eser, 1988 yılında Tunus'ta 3 cilt olarak
basılmıştır.
2- Kadı İyaz
(ö. 544/1149)'ın “İkmâlu'l-Mu'lim fî Şerhi Müslim”i. Kadı İyaz, bu eserini,
Mazerî'nin eserine yaptığı ilavelerden oluşmuştur. Kadı İyaz'ın bu şerh
çalışması, Mazerî'nin şerhini tamamlamaya yöneliktir. Kadı İyaz, bu eserinde,
Müslim'e kapsamlı ve açıklayıcı yorumlar getirmiştir. Dolayısıyla Kadı
İyâz'dan sonra gelen sarihler, onun Müslim'e yaptığı bu yorumları ondan bolca
nakilde bulunmalarına sebep olmuştur. Örneğin, Nevevî, Müslim'deki hadisleri
açıklarken özellikle Kadı İyâz'dan bol miktarda alıntılara yer verir. Bu eser,
1910 yılında Kahire'de basılmıştır.
3- Nevevî
(ö. 676/1277)'nin “Minhâc fî şerhi Müslim İbnil-Haccâc”ı. Bu şerh, Müslim
şerhleri içerisinde en yaygın oian şerhtir. Müslim'in şerhi denilince akla
Nevevî'nin şerhinden başkası gelmez. Nevevî, bu şerhinde, Mazerî ve Kadı
İyâz'dan alıntılar yapmış, bu ikisi Müslim'in ilk iki sarihi olmaları hasebiyle
konuyla ilgili olarak onların ilgili görüşlerine başvurur. Bazen onlara
muhalefet ettiği de görülür.
4- Muhammed
b. Yusuf el-Kunevî (ö. 788/1386)'nin “İkmâl fî Şerhi Müslim”!,
5-
Übbî (ö.
827/1423)'nin “İkmâlu'l-İkmân.” Übbi, bu eserinde; Mazin, Kadı iyaz, Kurtubî ve
Nevevî'nin şerhlerini birleştirmeye çalışır.
6- Suyûtî
(ö. 911/1505)'nin “Dîbâc âlâ Sahihi Müslim İbnil-Haccâc”ı.
7- Kastallânî
(ö. 923/1517)'nin “Minhâcui-İbtihâc bi-Şerhi Müslim İbnil-Haccâc”ı.
8-
Aliyyu'1-Kârî (ö. 1014/1605)'nin “Şerhu'l-Müslim”i,
9- Sıddık
Hasan Han (ö. 1307/1889)'ın “Sirâcul-Vehhâc
min Keşfi Metâlibi Sahihi Müslim
İbni'l-Haccâc”ı,
10-
Câbir
Ahmed Usmânî {ö. 1353/1934)'nin “Fethu'l Mulhim Şerhu Sahîh-i Müslim”i. Bu, 2
cilt halinde 1934'de basılmıştır.
11- Safiyyu'r-Rahman
Mübarekfûrî (1353/1934)'nin “Minnetu'l-Mün'im
fî Şerhi Sahîh-i Müslim” adlı eseri. Bu eser, 1999'da Riyad'da dört cilt
halinde basılmıştır.
12- Musa
Şahin'in “Fethu'l-Mün'im Şerhu Sahîh-i Müslim” adlı eseri. Bu eser, 10 cilt
halinde basılmıştır.
“Sahih-i Müslim”
üzerine bir çok muhtasar çalışması yapılmıştır. Mücteba Uğur “Hadis İlimleri
Edebiyatı” adlı eserinde Müslim'in “Sahîh”i üzerine yapılan Muhtasar
çalışmalarının sayısını 8 olarak vermektedir.
[11]
Bunlar içerisinde en meşhur olanları şunlardır:
1- Münzirî
(ö. 656/1258)'nin “Muhtasar”ı. Elbânî, bu esere tahkik yapmış ve 2 cilt halinde
1969 Kuveyt'te basılmıştır.
2- Kurtubî
(ö. 656/1258)'nin “Müftüm limâ'şkele min telhisi Kitabi Müslim” adlı muhtasar
çalışması. Bu eser, müellifi tarafından tekrar şerh edilmiştir.
Osmanlı döneminde ve
günümüz Türkiye'sinde hadise ve hadis ilimlerine değerli hizmetler verilmiş
olup bu dönemlerde “Sahih-i Müslîm”i şerh edenler, Türkçe'ye çevirenler
olmuştur. İsmail Nureddin Üsküdârî, Celeb lakabıyla meşhur Mustafa b. Ömer
Üsküdârî, İstanbullu Süleyman Fazıl Efendi, Yusuf Efendi zade Abdullah b.
Muhammed, Diyarbakırlı Kurşunlu zade Mustafa Efendi bunlardandır.
1- “Sahih-i
Müslim”in Türkçe tercümeleri arasında rahmetli Râğıp Efendi'nin tercümesi
anılmaya değer bir eser. Fakat bu eser basılmamıştır.
2- Mehmet
Sofuoğlu'nun “Sahih-i Müslim” üzerine yaptığı tercüme, 8 cilt halinde
basılmıştır.
Sofuoğlu'nun
çalışması, tercüme olduğundan dolayı gerekli gördüğü yerlerde açıklamalar
yapmış, bu açıklamalarda; Sahih-i Buhârî'yi de tercüme ettiğinden dolayı Müslim'de
geçen hadisi bazen Buhârî'de geçen hadisle açıklamış, Müslim'in Nevevî
şerhinden bazen direkt alıntı yaparken, bazen de kaynak beiirtmeksizin dolaylı
olarak Müslim'in Nevevî şerhinden yararlanmış, bazen de kendi özgün düşüncelerine
yer vermiştir.
Müslim'i 1960'lı
yularda tercüme ettiği için tercüme de kullandığı dil de, oldukça ağdalı ve
ağır bir üslup kullanmıştır. Bundan dolayı tercümedeki kelimeler, bazen tam
anlaşılamamakta yada kelimenin anlamını öğrenmek için bir sözlüğe başvurmayı
gerektirmektedir. Çeviri de hadisin aslına bağlı kalmakla birlikte metnin daha
kolay bir şekilde anlaşılmasını sağlamak için hadisin Türkçe ifadelerine
fazladan açıklamalar ilave etmiştir.
Sofuoğlu'nun bu
çalışmasına, Davudoğlu'nun fihristine benzer yeni bir fihrist hazırlanmıştır.
3- Ahmed
Davudoğlu'nun tercüme ve şerhi ise 11 cilt ve bir de fihristten oluşmaktadır.
Davudoğlu'nun “Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi” de, M. Sofuoğlu'nun
tercümesine yakın bir zaman da hazırlanmıştır. Çünkü Sofuoğlu'nun Müslim
tercümesine yazdığı önsöz de 1965 tarihini belirtilirken, Davudoğlu'nun
Müslim'e yaptığı tercüme ve şerh de ise, 1968 tarihi yer almaktadır.
Davudoğlu'nun ki şerh
özelliği taşıdığı için Sofuoğlu'nunkinden daha kapsamlı ve daha orijinal.
Hadisin senedi içerisinde yer alan ravilerin ve sahabinin hayatı hakkında bilgi
vermiş, açıklamalara bazen geniş bir şekilde yer verirken, bazen de açıklamayı
kısa bir şekilde geçiştirmektedir. Hadisin tercümesinden sonra hadisin nerede
geçtiğine dair bilgiler vermekte, hadisle ilgili açıklamaları yaptıktan sonra
genellikle “Hadisten Çıkarılan Hükümler” başlığı altında hadiste geçen fıkhı
hükümleri kısa bir şekilde özetleyerek okuyucuya sunmaktadır. Bu açıklamaları.
Genellikle Nevevî'nin
Müslim'e yaptığı şerhi esas almış, bazen açıklamalarında Nevevî'nin ismine yer
verirken, bazen de Nevevî'nin ismine hiç yer vermemektedir. Bu nedenle de sanki
Nevevî'nin Müslim şerhinin tercümesini yapmış gibi bir görüntü ortaya
koymaktadır, Çünkü Davudoğlu'nun Müslim'e yaptığı şerh iyice incelendiğinde,
Nevevî'nin Müslim'e yaptığı şerhe çok yakın bir benzerlik olduğu görülür.
Bununla birlikte Nevevî'nin şerhinde olmayan bir çok açıklamalara da yer
vermiştir. Bu tür açıklamaları, fıkhı konularda Şafiî mezhebine mensup olan
Nevevî'ye cevap vermek için çoğunlukla Hanefî alimi olan Aynî'den yararlandığı
görülmektedir. Bu yönüyle Davudoğlu'nun Müslim şerhi, Nevevî'ye nispetle “Hanefî
Şerhi” özelliği taşımaktadır.
Davudoğlu'nun
çalışması kabul görmekle birlikte 11 cilde varan geniş hacmi, tekrar edilen
hadislerin sayısının çok olması, ravi bilgileri ve Nevevî'nin açıklamalarina
karşı cevap vermeye çalıştığından dolayı bir çok okuyucu tarafından hadislerin
bir bütünlük içerisinde kısa müddet içerisinde okunmasına engel olmaktadır.
Bununla birlikte
Davudoğlu'nun terceme ve şerhi, öncelikli tavsiyeye her zaman uygun bir
çalışmadır.
4- Sahîh'in
muhtasarları arasında meşhur bir yere sahip olan Münzirî'nin “Muhtasarı Sahih-i
Müslim Tercümesi” de üç cilt halinde 1984'de tercüme edilip yayınlanmıştır. Bu
muhtasar da, 2179 hadis yer almaktadır. Bu çalışmada, hadisin tercümesinden
sonra “İzahı” başlığı altında hadisle ilgili kısaca açıklamalara yer verilmektedir.
Gerek Sofuoğlu'nun ve
gerekse de Davudoğlu'nun Müslim üzerine yaptıkları bu çalışmalar, büyük bir
boşluğu doldurmaktaysa da çok hacimli olmaları hasebiyle günümüz insanının
ihtiyacına yeterince ve gerekli olanaklarda cevap verememektedir. Dolayısıyla
da insanların çoğu, bu iki önemli eserden yararlanmakta zorluk çekmektedirler.
Günümüzde okuyucuların
çoğu, Müslim'de var olan ve çoğu tekrarlardan İbaret olan 7275 hadisi defalarca
okuyacağına tekrarlar çıkarılmış kısa ve özlü çalışmaları daha çok tercih
etmektedirler. Çünkü aynı hadisi tekrar tekrar okuyacağına kısa ve özlü
çalışmalar daha çok hoşuna gitmektedir. Bu tür çalışmalar, hem okuyucuya
kolaylık sağlamakta ve hem de okuyucu hadise daha çok yönlendirmektedir. Böylece
hadis okuyucularının sayısı her geçen gün biraz daha artmış olmaktadır. Bu da,
sevindirici bir durumdur.
Daha önce de geçtiği
üzere, çeşitli zamanlarda Müslim üzerine Muhtasar çalışmaları yapılmıştır.
Bunlar içerisinde en meşhur olanı Münzirî ile Kurtubî'nin muhtasar
çalışmalarıdır. Münzirî'nin eserinde 2179 hadis yer alırken, Kurtubî'nin çalışmasında
ise 2934 hadis bulunmaktadır.
“Sahih-i Müslim”de
tekrarlar çıkarıldıktan sonra 3033 hadis olması ve yine bunların içerisinde de
137 tane tekrarın yer aldığı düşünülürse tekrarsız hadisin sayısı 2896
olmaktadır.
Bu çalışmamızda, kısa
ve özlü bir çalışmayı esas almamızdan dolayı kölelik, cariye, Fiten gibi
konulardaki hadislerin günümüz açısından okuyucuya yeterli ve pratik yararının
olmayacağını düşünerek bu sayı 2800'e düşürülmüştür. Böylece okuyucuya, daha
özlü bir çalışma sunulmaya çalışılmıştır.
Özetleme çalışmamızda,
Şeyh Müslim b. Mahrnûd Osman'ın 5 cilt halinde hazırladığı 2003 tarihli “Dâru'1-Hayr”
baskısını esas aldık.
Müslim üzerine yapılan
bu muhtasar çalışmamızda yer alan hadislerin hepsi, hem Arapça ve hem de Türkçe
kısmı yeniden numaralandırılmıştır. Hadisler seçilirken, az önce de
belirtildiği üzere daha çok Müslim'in “Sahîh”te takip ettiği metot gereği,
ezber ve sağlamlıkla tanınmış ravilerin rivayetlerine öncelik verilmiş, sonra
da hadisin diğer geliş yollarına işaret etmek üzere öteki iki gruba dahil
ravilerin rivayetlerinden tercih edilmiştir. Çünkü “Sahîh”te asıl olan, ilk
rivayetlerdir.
Müslim'in “Sahîh”ini
özellikle de senedlerinde sahabi isimlerinden sonra çoğunlukla “Radiyallah anh”
ifadesi mevcut değildir. Tercümelerde bu husustaki genel uygulamaya bağlı
kalınarak Sahabi isimlerinden sonra yer yer “Tardiye” denilen “Radiyallahu anh”
ifadesine yer verilmiştir. Türkçe metinde ise bu ifade “(r.a)” şeklinde ifadelendirilmişür.
Resulullah (s.a.v.)'e getirilen salat ve selamlar için ise “(s.a.v.)” ifadesi
kullanılmıştır.
Hadisin senedi uzun
yer kaplayacağı için, gerek hadisin Arapça metninde ve gerekse de Türkçe
metinde sadece hadisi rivayet eden son kişinin ismine yer verilmiştir.
Aynı sahabiden rivayet
edilen hadislerden birisi alınmış, tekrar nedeniyle çıkarılan hadislerde eğer
mana fazlalığı veya farklılıklar varsa bazen o fazlalık, ya bir cümle olarak
alındı yada hadis olarak alındı.
Bu çalışma, ilk önce
bir cilt olarak düşünülürken sonradan okuyuculardan gelen öneriler üzerine
açıklamalara daha fazla yer verilmesi gerektiği düşüncesi hasıl olmuştur.
Bunun için de kitabın hacmi büyümüş olup bundan dolayı da bazen kısa ve bazen
de uzunca açıklamalara yer verilmiştir.
Hadislere yapılan
açıklamalar, ya kaynakça bölümünde belirtilen eserlerden yararlanılarak yada
şahsi görüşlere dayanarak yapılmıştır. Açıklama kısmı, öncelikle Türkiye'de
yaşayan insanların durumu göz önünde bulundurularak hazırlanmıştır. Alıntı
yapılırken, anlaşılmayan yada ağdalı veya imla kurallarına aykırı kelimeler
olduğunda bunlar üzerinde gerekli düzeltmeler de bulunulmuştur.
Gerek hadisin Türkçe
metninde ve gerekse açıklamalarda geçen kelimelerin daha iyi anlaşılması için
kitabın sonuna sözlük konulmuştur.
“Yedi Hadis İmamının
İttifak Ettikleri Hadisler”de kullandığımız metodun aksine bu çalışmamızda,
hadisle ilgili açıklamalara, dipnotta değil, hadisin tercümesinden sonra yer
verilmiştir.
Bu çalışmamız
sırasında hadislerin yer aldığı diğer kaynakların tespitinde Concordance usulü
esas alındığı için, biz de aynı usulü esas aldık ve dolayısıyla Müslim üzerine
yaptığımız bu çalışmada yer alan hadisler, Concordance usulüne göre
verilmiştir. Concordance İçerisinde yer almayan hadislerin, nerede geçtiği çoğunlukla
tespit edilerek bu eserlerin bazen cilt ile sayfa numarası gösterilmiş ve bazen
de sayfa numarası yerine parantez içerisinde hadis numarası verilmiştir.
Çalışmada kullanılan eserlerin neler olduğunu gösteren liste ise kitabın
sonunda “Kaynakça” başlığı altında sıralanmıştır.
Eserin tercümesi esnasında
hadisin orijinal metnine bağlı kalınmıştır. Zaman zaman kastedilen mananın
okuyucu tarafından iyice anlaşılması için “Anlaşılabilir” bir dille serbest
davranıldıgı da olmuştur.
Azami dikkat ve
gayretlere rağmen, farkında olunmadan tercüme hataları olabilir. Yapıcı
eleştiri ve uyarılara her zaman ihtiyaç duyduğumuz İlim sahipleri ile bütün
okuyucularımızın tenkit, uyarı ve katkılarına şimdiden şükranlarımı sunacağımı
belirtmek isterim.
Gerek bu çalışmam
sırasında ve gerekse diğer çalışmalarımda hep samimi desteğini gördüğüm ve
hadis alanında Türkiye'nin önde gelen hadis hocalarından biri olan Prof. Dr.
Zekeriyya Güler Bey'e, bana karşı her zaman sabırlı davranan değerli dostum
Zekeriyya Efîloğlu Bey'e, önerilerinden dolayı Nuri Gürhan Bey'e, tercüme edilen
ve açıklama yapılan metinlerin bir kısmını okuyan Levent İlhan'a, içindekiler
bölümünü hazırlayan Salih Kendİrli'ye, her zaman yakın ilgi ve desteklerini
gördüğüm Hüseyin Kavuncu'ya, Abdulkadir Ermutafa, Remzi Yılmaz'a, Zabit
Kekeç'e, Mustafa Yıldız'a, Selahattİn Dölek'e, Cemal Gülistan'a, Cumali
Borazan'a, Mustafa Yıldırım'a, Metin Mengilli'ye, baldızım Songül Atlas'a, K.
Ahmet Çelik'e, çeşitli illerden arayarak görüşlerini benimle paylaşan değerli
okuyucularıma ve ismini burada belirtemediğim daha bir dostuma ve son olarak,
hadis kitapları içerisinde önemli bir yere sahip olan bu değerli eserin tercüme
edilip kısa zamanda okuyuculara ulaştırılmasında büyük emeği geçen Polen
Yaymlan'nm sahibi değerli dostum Feyzullah Birışık'a şükranlarımı arz ederim.
Ümmetin, Buhârî'den
sonra ikinci sahih hadis kaynağı olan bu eserden en yeterli seviyede
faydalanmasını temenni ve niyaz ederim.
Çaba bizden, başarı
elbette Allah'tandır.
Hanifi AKIN
Şehitkamil/GAZİANTEP
06 EKİM 2005
Ebu'l-Hüseyin Müslim İbnu'l-Haccâc
el-Kuşeyrî, h. 202, 204 yada 206 tarihinde Nisabur'da dünyaya gelmiştir.
Meşhur Arap kabilesi Kuşeyr'e mensuptur. Lakabı, “Asâkiru'd-Din”dir.
Çocukluk yılları
hakkında pek az bilgi bulunmaktadır. Küçük yaşta iken Arap Edebiyatının çeşitli
alanlarıyla ilgilenmiştir.
Bütün hayatını hadise
adamıştır. Hadis tahsili için o dönemin ilim merkezleri olan Irak, Hicaz, Şam
ve Mısır'a gitmiştir. Birkaç defa Bağdad'a gidip gelmiştir. Bu yolculukları
sırasında Buhârî'nin hocaları ile daha bir çok kimseyi dinleme fırsatı
bulmuştur. Hadis aldığı kimseler arasında; Buhârî, İshâk b. Râhûye, Ebu Zür'a
er-Râzî, Kuteybe b. Saîd, Abdullah İbn Mesleme el-Ka'nebî, Harmele b. Yahya,
Ahmed İbn Yunus, Saîd b. Mansûr, Yahya İbn Yahya, Ahmed b. Hanbel gibi kimseler
bulunmaktadır.
Kendisinden de Ebu İsa
et-Tirmizî, Ebu Hatim er-Râzî, Muhammedh b. İshak İbn Huzeyme ve Ahmed b.
Mübarek el-Müstemlî gibi meşhur kimseler de hadis rivayet etmiştir.
İmam Müslim hadis
tahsilini bitirdikten sonra Nisabur'a yerleşip orada ticaret yaparak geçimini
sağlamıştır. Babası Hâccâc, bugünün tabiriyle manifaturacılık denilen “Bezzâz”la
uğraşmaktaydı.
Müslim, ömrünün
sonlarına doğru Buhârî'yle tanışmış, dönemin siyasî çekişmelerinden dolayı
herkes Buhârf den uzaklaşırken Müslim onu yalnız bırakmamıştır.
Müslim, hocası
Muhammed b. Yahya ez-Zühlî'nin:
“Kim Kur'an'ın lafzını
telaffuz etmenin mahluk olduğu meselesinde Buhârî'nin fikrine katılıyorsa
bizim meclisimizden ayrılsın” demesi üzerine, herkesin gözü önünde kalkıp meclisi
terk etmiş, hocası Zühlî'den dinlediği hadisleri bir çuvala koyarak hocası
Zühlî'ye gönderecek kadar cesur ve hocası Buhârî'ye de bağlı bir kimseydi.
Buna rağmen Müslim,
hocası Buhârî'den hadis rivayet etmemiştir. 261/874'de 57 yaşındayken
Nisabur'da bir hadisi araştırırken vefat etmiştir.
1-
el-Câmiu's-Sahîh.
2-
el-Müsnedü'1-Kebîr ala'r-ricâl.
3-
Kitâbu'1-Câmi' ala'l-Ebvâb.
4-
Kitâbu'1-Esmâ' ve'1-Kunâ.
5-
Kitâbu't-Temyîz.
6-
Kitâbu'i-îlel.
7-
Kitâbu'I-Vuhdân.
8-
Kitâbu'l-Efrâd.
9- Kitâbu'l-Akrân.
10- Kitâbu
Suâlâtihi Ahmed İbn Hanbel.
11- Kitâbu
Hadîsi Amr İbn Şuayb.
12-
Kitâbu'l-İntifâ' biUhubb's-Sibâ.
13- Kitâbu Meşâyihi Mâlik.
14- Kitâbu
Meşâyihi Şu'be.
15- Kitâbu
Men Leyse Lehu İllâ Râvin Vahidin.
16- Kitâbu'
1-Muhadramîn.
17- Kitâbu Evlâdi's-Sahâbe.
18- Kitâbu
Evhâmi'I-Muhaddisîn.
19-
Kitâbu't-Tabakât.
20-
Kitâbu'l-Efrâd..
Müslim, yaşadığı
devrin en başta gelen hadis imamlarından birisidir. Şüphesiz ki bunda Buhârî,
Ahmed b. Hanbel ve İshak b. Rahuye gibi meşhur hadisçilere talebelik yapmış
olmasının büyük payı vardır.
Nesâî, onun hakkında:
“Ümmet, bu iki kitabın
sahih olduğu ve onlardaki hadislerle amel etmenin vacip olduğu üzerinde icma
etmiştir” der.
Hakim en-Nîsâbûrî'de:
“Gök kubbenin altında
Müslim'in kitabından daha sahih hiçbir kitap yoktur” der.
Hamd, alemlerin Rabbi
olan Allah'a ve iyi sonuç, takva sahibi kimselere mahsustur. Allah,
peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed (s.a.v.)'e, bütün nebilere ve resullere
salat eylesin.
1- Hz. Ali
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Benim üzerime yalan uydurmayın. Çünkü kim benim
üzerime yalan uydurursa, cehennemi boylar.”
[12]
2- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Sizlere çok hadis
rivayet etmeme gerçekten Resulullah (s.a.v.)'in,
“Kim bile bile kasten benim üzerime bir yalan
uydurursa cehennemdeki yerine hazırlansın” şeklinde hadisi engel olmaktadır.
[13]
3- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kim benim üzerime bile bile kasten yalan uydurursa
cehennemdeki yerine hazırlansın.”
[14]
4- Muğîre b.
Şube (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'in
şöyle buyurduğunu işittim:
“Benim üzerime söylenen bir yalan, başka bîr kimse
üzerine söylenen yalan gibi değildir. O halde kim benim üzerime bile
bile kasten yalan uydurursa cehennemdeki yerine hazırlansın”[15]
Açıklama:
Hadisi Resulullah (s.a.v.)
üzerine yalan hadis dayandıran yada söz söyleyen kimseyi k namaktadır. Cenab-ı
Hak, bu kimseye, hak ettiği cezayı dilerse verir ve dilerse affeder. Böylelerin
muhakkak surette Cehenneme gireceklerine kesinlikle hükmedilemez. Çünkü
küfürden ve şirkten başka büyük günah işleyenler hakkında verilecek hüküm
budur. Bunlar, Cehenneme girecek olsalar bile orada ebedi kalmazlar. Zira
Tevhid dini üzere ölen bir kimse Cehennemde ebedi kalmaz.
Yalan; ister kasten,
ister kasıtsız olsun bir şeyi olduğunun aksine haber vermektir. Çünkü yalan,
bazen kasten ve bazen de kasıtsız söylenmemiş olsa da, Hz. Peygamber (s.a.v.):
“Kasten yalan söz söylerse” diye kayıt koymazdı. Sadece unutan ile yaralan
kimselere günah yoktur.
Resulullah (s.a.v.)
üzerine yalan uydurmak, pek büyük bir günah ve çok çirkin bir iftiradır. Çünkü
bu, İslam'ın temellerini yıkmaya, dinin hükümlerini bozmaya kadar vanr. Onun
için sahabilerden bir zümre, eksik veya fazla kelimeye meydan vermekten
korkarak çok hadis rivayet etmekten kaçınmışlardır.
[16]
Bazı rivayetlerde;
daha Hz. Peygamber (s,a.v)'in sağlığında ona yalan söz dayandıranlar çıkmış olsa
bile, hadis uydurma, bir hareket olarak, h. 34-35 yıllarında başladığını
söyleyebiliriz.
Çeşitli zamanlarda,
bidatçiler çıkmış ve bunlar; çalışmalarını, ideolojilerini ve düşüncelerini
haklı göstermek için yalan hadis uydurmuşlar; bazı fıkıhçılar ise sırf
mezheplerini ve düşüncelerini savunmak için kitaplarında uydurma hadislere yer
vermişler; bazı zahid ve tasavvufçular ise insanları salih amellere teşvik
etmek için, ya yalan hadis uydurmuşlar yada yalan hadislere yer vermişler;
zındık yada din düşmanîan, çıkarları için yada İslam'a zarar vermek için hadis
uydurmuşlar; kıssacılar ise ya devlet adamlarına yaranabilmek için yada maddi
kazanç elde etmek için hadis uydurmuşlar; bazıları da halk arasında bilgiçlik
taslamak için hadis uydurmuşlardır.
[17]
5- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kişiye, her işittiği (başkalarına) söylemesi yalan
olarak yeter.”
[18]
Açıklama:
Burada, kişinin, her
işittiğini başkalanna aktarmaması gerektiği belirtilerek bu konuda yalana
düşülebileceğine dikkat çekilmektedir.
6- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Ümmetimin sonunda bazı insanlar ortaya çıkacak ki,
onlar size; sizin ve atalarınızın işitmediği şeyleri rivayet edecekler.
Onlardan sakının.”
[19]
7- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Âhir zamanda deccaller ile yalancılar ortaya çıkacak.
Onlar size; sizin ve atalarınızın işitmediği hadisleri getirecekler. Onlardan
sakının. Yoksa sizi, sapıtırlar ve fitneye düşürürler”
Açıklama:
Burada, ahir zamanda
deccal ve yalancı kimselerin çıkıp o zamanda yaşayan müslümanlara, daha önce
hiç duyulmamış hadisler nakledeceklerini, dolayısıyla onların uydurma
hadislerine aldanılmaması, onlardan sakınılması gerektiği ve en önemlisi,
getirilen hadislerin kaynaklarının araştırılması gerektiği belirtilmektedir.
8- Tâvûs'tan
rivayet edilmiştir:
“Büşeyr b. Ka'b,
Abdullah İbn Abbâs'a gelip ona hadis rivayet etmeye başladı. Abdullah İbn
Abbâs, ona:
“Filan ve filan hadisi
tekrarla!” dedi. O da tekrarladı. Sonra yine Abdullah İbn Abbâs'a hadis rivayet
etti. Abdullah İbn Abbâs, ona:
“Filan ve filan hadisi
tekrarla!” dedi. O da tekrarladı. Daha sonra Abdullah İbn Abbâs'a:
“Bilmiyorum, acaba
benim rivayet ettiğim bütün hadisleri bildin de sadece bunu mu bilmedin? Yoksa
bütün rivayet ettiğim hadisleri bilmedin de sadece bunu mu bildin?” diye sordu.
Abdullah İbn Abbâs, ona:
“Doğrusu biz,
Resulullah (s.a.v.) üzerine yalan uydurulmadığı zamanda ondan hadis rivayet
ederdik. Fakat insanlar, hırçın ve uysal deveye binmeye başlayınca, biz de
ondan hadis rivayet etmeyi bıraktık” diye cevap verdi.”
9-
Mücâhid'den rivayet edilmiştir:
“Büşeyr el-Adevî,
Abdullah İbn Abbâs'a gelip “Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu” “Resulullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu” diyerek hadis rivayet etmeye başladı. Abdullah İbn Abbâs ise
onun hadis rivayetini dinlemiyor ve ona bakmıyordu. Bunun üzerine Büşeyr:
“Ey Abdullah İbn
Abbâs! Ne oluyor ki, rivayet ettiğim hadisi dinlediğini görmüyorum. Halbuki
sana Resulullah (s.a.v.)'den hadis rivayet ediyorum. Sen ise dinlemiyorsun”
dedi. Abdullah İbn Abbâs:
“Doğrusu biz, bir ara
bir kimseyi “Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu” derken işittiğimizde
gözlerimizi hemen ona doğru çevirir ve kulaklarımızı ona verip dinlerdik.
İnsanlar hırçın ve uysal deveye binmeye başlayınca, biz de tanıdığımız hadislerden
başkasını onlardan almaz olduk”diye cevap verdi”
Açıklama:
Sahabiler döneminde
başlayan, hadis alınacak insanlar konusunda titiz davranma geleneğini sürdüren
insanların, belli bir süre ravilerinin belirtilmesi konusunda herhangi bir müdahalede
bulunmadıkları anlaşılmaktadır. Buraya kadar, hadis rivayetinde İsteğe bağlı
olarak süregelen ravinin belirtilme keyfiyeti, bu aşamada yavaş yavaş
zorunluluğa dönüşmeye başlamıştır. önce hadisi nakledenin isteği esas iken,
ikinci aşamada ise dinleyenin talebi esas unsur haline gelmiş, hatta hadisin
kabulü de zikretmek zorunda olduğu ravinin durumuna bağlanmıştır.
Ravinin sorulması,
yeni kimliklerin öncelendiği, nasların te'villerle çarpıtıldığı, yani ilmin
ifsat edildiği bir dönemde, hadisin sahih olduğu konusunda muhaddise güven
telkin edecek bir çıkış yolu olarak görülmüştür... İşte bu ve benzeri
rivayellerdeki, hadis naklini terk etmeyi, ihtiyata yönelik bir vurgu olarak
anlamak gerekmektedir. Zira ortaya çıkan bir takım olumsuzluklar, hadis
rivayetinde ihtiyatlı davranmayı zorunlu hale getirmiş olsa bile, dinin temel
kaynaklarından birisi olan hadisleri diğer insanlara öğretmek de, bir o kadar
zorunludur.
[20]
10- Muhammed
b. Şîrîn'den rivayet edilmiştir:
“Bu isnad ilmi, dinî
ilimlerdendir. Dininizi kimlerden aldığınıza dikkat edin!”
11- Muhammed
b. Şîrîn'den rivayet edilmiştir:
“İnsanlar, önceleri
hadisin isnadını sormazlardı. Fitne ortaya çıkınca, “Bize ravilerinizin
adlarını söyleyin” demeye başladılar. Şimdi ise Ehl-i sünnete dikkat ediliyor
ve onların hadisleri kabul ediliyor. Ehl-i bid'ata bakılıp onların rivayet
ettikleri hadisler alınmıyor.”
12-
Muhammed'den
rivayet edilmiştir;
“Ebu İshâk İbrahim b.
İsa et-Tâlekânî”yi dinledim. O şöyle dedi:
Abdullah İbn
Mübârek'e:
“Ey Ebu Abdurrahman!
Kulağımıza, “Doğrusu kendi namazınla birlikte anne ve babana da namaz kılman,
orucunla beraber onlara da oruç tutman, iyilik üstüne iyiliktendir” şeklinde bir
hadis rivayet edilmektedir. Bununla ilgili olarak ne dersin?” dedi. Abdullah:
“Ey Ebu îshâk! Bu
hadis, kimden (nakledilmiş)tir?” dedi. Ben;
“Bu hadis, Şihâb b.
Hırâş'tan (rivayet edilmekte)di” dedim. Abdullah:
“O, güvenilir bir
kimsedir. Peki o, bu hadisi kimden almış?” dedi. Ben:
“Haccâc b. Dinar'dan
(almış)” dedim. Abdullah:
“O, güvenilir bir
kimsedir. Peki o, bu hadisi kimden almış?” dedi. Ben:
“Resulullah (s.a.v.)
buyurmuş” dedi. Abdullah:
“Ey Ebu İshâk! Doğrusu
Haccâc b. Dinar ile Peygamber (s.a.v.) arasında aşılması çok güç olan öyle
çöller var ki, o çöllerde binek hayvanlarının boyunları kopar.
Fakat sadaka verme konusunda bîr
görüş ayrılığı yoktur” dedi.”
13- Süfyân İbn
Uyeyne'den rivayet edilmiştir:
“Bana, Buheyne'nin
arkadaşı Ebu Akıl haber verdiğine göre; Abdullah İbn Ömer'in oğullarından
bazıları, Hz. Ömer'in torunlarından olan Kâsım'a bilmediği bir şeyi sormuşlar.
Yahya İbn Saîd, ona,
Ömer ile Abdullah İbn Ömer'i kastederek:
“Vallahi, hidayet imamının
oğlu olduğun halde senin gibi bir kişinin, sorulan bir şey hakkında bilgisiz
bulunmanı gerçekten büyük bir kusur sayarım” dedi. Kâsım'da:
“Vallahi, Allah
katında ve Allah için düşünen bir kimseye göre, benim ilimsiz konuşmam yada
güvenilir olmayan bir raviden haber nakletmem bundan daha büyük kusurdur” diye
cevap verdi.”
İslam Tarihi'nde
zamanın ilerlemesiyle müslümanların arasında bir takım ihtilaflar ortaya
çıktı. Siyasî anlaşmazlıklardan kaynaklanan bu ihtilaflar, önce siyasî
kamplaşmalara, ardından da dinî bir hüviyet kazanarak yeni oluşumlara, yani
mezheplerin doğuşuna neden oldu. Her iki aşamada da, kazanılan yeni kimlikler
öne çıktı. Bu aşamadan itibaren insanlar, Mervanî, Şii, Haricî gibi yeni
kimlikleriyle anılmaya başlandı. Siyasî yada dinî bir kaygıyla grup oluşturan
bireyler, bu psikolojiyle kendi söylemlerinin doğruluğunu, dolayısıyla muhaliflerin
sapıklıkta olduğunu ispat etme uğraşasma düştüler. Bu amacı gerçekleştirmek
için ilk başvurulan yol, Hz. Peygamber (s.a.v.)'den beri bilinen, özellikle
te'vilin kullanılması olmuştur.
Bu aşamada yapılan
müdahale, hâlâ sözlü ve mana olarak aktarılabilen hadis metinlerine,
girebileceği boşluklar yakaladı. Zira mana, mefhum ve muhteva rivayeti caizdi.
Bu şartlarda te'ville ulaşılan yorumun, metne yansıması, hatta metnin formal
yapısını değiştirmesi kaçınılmaz oldu. Bu nedenle söz konusu gelişme üzerine
ravilerin kim olduğu sorulmaya başlandı. Eğer ravi, Ehl-i sünnetten ise hadisi
kabul edilmekte, değilse hadisi reddedilmektedir. Burada Ehl-i sünnet
kavramına özel bir anlam yüklenildiği görülmekte; böylece kişinin, övülen
dosdoğru bir yol üzere olduğu, yani kendileri gibi düşündüğü vurgulanmaktadır.
Daha açık bir ifadeyle, kişinin, Ehl-i sünnetten olması, takip ettiği çizgi
itibariyle nasları çarpıtmayacağı konusunda muhaddise güven teikin etmektedir.
Öte yandan onun Ehl-i sünnetten olup olmadığı da, tarihî süreç içerisinde
oluşan otoritelerin değerlendirmeleriyle öğrenilmekte, hatta bu bilgi de tıpkı
hadis metni gibi diğer insanlara iletilmektedir.
Söz konusu siyasî-dinî
oluşumun ortaya çıkardığı taassup, maddi veya manevi çıkar temin etme, hatta
İslam'a hizmet arzulan gibi nedenler, hadislerin, dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
nüfuzunun kullanılmasına; kişilerin şahsi görüşlerini destekleyen herhangi bir
rivayet bulunmadığı takdirde mevcutlardan uygun olanların te'viline yada yeni
bir takım rivayetlerin uydurulup Resulullah (s.a.v.)'e atfedilmesine yol
açtı...
İşte bu aşamada
senedin, dileyenin dilediğini söylemesine, dolayısıyla dinden olmayanın dine
sokulmasına engel olacağı düşünüldü. Hadis uydurmacılığına karşı bir kalkan
olarak geliştirilen bu yöntemle, uydurma olanlar da diğerlerinden
ayrıştırılacak, haberin sıhhati de sadece isnadla belirlenebilecekti. Bu
düşünce, hadis konusunda titiz olan insanlan, hem hadisi alırken ve hem de
naklederken kimden aldığını işaret etmeye sevk etti...
Bu süreç içerisinde,
rivayet ettiği hadisin kaynağını bildirmeye taraf olanlar, hatta bunu zorunlu
görenlerin yanında, bundan rahatsızlık duyanların bulunduğu müşahade
edilmiştir.
[21]
Burada karşımıza çıkan
diğer bir husus da; müsteşriklerin, hadis senedlerinin, II. asrın sonu ile III.
asrın başında hadis alimleri tarafından uydurulduğu
[22]
iddiasıdır. Hadislerin güvenirlilik ölçüsünü ilk kademede ortaya koyan isnad
sistemi hakkındaki bu ağır İthamını hiç bir belgeye dayandırmaması, onun en
önemli konularda bile zan ve tahmin ile konuşmakta sakınca görmediğini
kanıtlamaktadır. Kendi kaynaklarından biri olan ve II. (8.) yüzyılın başlarında
yazılan İbn İshâk'ın küçük hacimli “es-Sîre”sinde bile 200'e yakın isnadın
kullanılmış olduğunu görmezlikten gelmesi, tıpkı hadis metinleri gibi isnadlann
da daha sonraları icat edildiğini kabul etmesi
[23]
sebebiyledir
Halbuki hadislerin
sağlamlık derecesini tespit etmek üzere muhaddislerin ortaya koyup geliştirdiği
sened tenkidi, rivayetleri bir tür ön elemeden geçirme faaliyeti olup bundan
sonra hadis metinleri de incelenerek bunlann Kur'an'a, mütevatİr sünnete,
te'vil edilemeyecek kadar akla, duyu ve müşahadeye ve tarihî gerçeklere aykırı
olup olmadığı tespit edilmeye çalışılmıştır. Muhaddisler, bu ölçülere göre
hadisin lafzında ve manasında bir bozukluk bulunmasını ondan şüphelenmek için
yeterli sebep kabul etmişlerdir.
Erken devirlerden
itibaren metin tenkidi alanında yapılan çalışmalar geniş araştırmalara konu
olmuştur. Bu çalışmalara örnek olarak, Selahaddin b. Ahmed Edlibî'nin “Menhecü
nakdi'1-metninde ulemâi'l-hadîsi'n-nebevî”
[24] Misfır
b. Gurmullah ed-Dümeynî'nin “Mekâyisü nakdi mütûni's-sünne”
[25]
Muhammed Lokman es-Selefi'nin “Ihtimârnü'l-muhaddisîn bi-nakdi'1-hadîs seneden
ve metnen”
[26] ve Muhammed Tâhir
el-Cevâbî'nin “Cühâdü'l-muhaddisîn fî nakdi metni'1-hadîs”
[27] adlı
eserleri zikredilebilir.
Müslim, kitabına,
bütün ibadetlerin şartı olduğu ve hepsinden üstün bir mertebede bulunduğu için
“İman” bahsiyle başlamış, sonra da ibadetleri sıralamıştır.
“İman” kelimesi,
sözlükte; bir kişiyi söylediği sözde tasdik etmek, doğrulamak, söylediğini
kabullenmek, gönül huzuruyla benimsemek, karşısındakine güven vermek,
güvenlikte olmak, şüpheye yer vermeyecek biçimde içten yürekten inanmak”
anlamlanna gelir.
Terim olarak ise; Hz.
Peygamber (s.a.v.)'i, yüce Allah'ın getirdiği kesin olarak bilinen hükümler
(=zarûrât-ı diniyyey)i tasdik etmek, onun haber verdiği şeyleri tereddütsüz
kabul edip bunlann gerçek ve doğru olduğuna gönülden inanmak demektir.
İmanın hakikati ve
özü, kalbin tasdikidir. Kalbin tasdiki, imanın değişmeyen aslî unsurudur.
Yalnız kalpte neyin gizli olduğunu insanlar bilemediği için, kalpteki inancın
dil ile söylenip açığa vurulması, o kişinin, dünyada bu söz ve ikrarına göre
bir işleme tabi tutulması gerekmektedir. Bu sebeple kalpte bulunan inancın dil
ile ifade edilmedi, imanın bir parçası değil adeta onun dünyevi şartıdır.
Amel: İradeye dayalı iş,
davranış ve eylem demektir. Esasen tasdik ve ikrar da birer eylemdir. Ancak
amel deyince daha çok kalp ile dil dışında kalan organların ameli anlaşılmaktadır.
Bu durumda iman ve amel birbirinden ayn şeyler olmasına, amelin imanın bir
parçası olmamasına rağmen her ikisi arasında çok sıkı bir bağ ve ilişki
bulunmaktadır. Çünkü amelin geçerli olabilmesi için iman şart kılınmaktadır.
14. Ebu Hureyre
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Peygamber (s.a.v.),
bîr gün İnsanların arasında iken bir adam gelip ona:
“Ey Allah'ın resulü!
İman nedir?” diye sordu. Peygamber (s.a.v.):
“İman; Allah'a, meleklerine, kitabına, O'na kavuşmaya,
peygamberlerine iman etmen ve öldükten sonra son dirilmeye iman etmendir” buyurdu. Adam:
“Ey Allah'ın resulü!
İslam nedir?” diye sordu. Peygamber (s.a.v.);
“İslam; Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayarak O'na
kulluk etmen, farz olan namazı dosdoğru kılman, farz olan zekatı vermen,
Ramazan orucunu tutman” buyurdu.
Adam:
“Ey Allah'ın resulü!
İhsan nedir?” diye sordu. Peygamber (s.a.v.);
“İhsan; Allah'ı görüyormuşsun gibi O'na kulluk etmen,
her ne kadar O'nu görmüyorsan da O seni görmektedir” buyurdu. Adam:
“Ey Allah'ın resulü! Kıyamet ne zaman kopacak?” dedi. Peygamber (s.a.v.):
“Bu konuda soru sorulan kimse, soruyu sorandan daha
fazla bilgili değildir. Fakat sana alametlerini bildireyim: Cariye efendisini
doğurursa işte bu kıyamet alametlerindendir. Yine çıplak, yalın ayak (takımı
kimseler), İnsanlara lider olursa işte bu kıyamet alametlerindendir. Kuzu,
oğlak çobanları bina yapma konusunda birbirleriyle yarış ederlerse işte bu da
kıyamet alametlerindendir. Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi, Allah'tan
başka hiç kimsenin bilemediği beş gayba girmektedir” buyurdu.
Daha sonra Peygamber (s.a.v.),
“Kıyametin ne zaman kopacağı hakkındaki bilgi, ancak
Allah'ın katındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse
yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez.
Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır”
[28]
ayetini okudu.
Ebu Hureyre sözüne
devamla der ki:
“Sonra soruyu soran
adam çekip gitti. Peygamber (s.a.v.):
“Onu bana geri çağırın” buyurdu. Bunun üzerine sahabiler, geri çevirmek onun
için peşine düştüler. Fakat onunla ilgili hiçbir şey göremediler. Bunun üzerine
Peygamber (s.a.v.):
“İşte bu gelen kimse, Cebrail idi. insanlara dinini
öğretmek için gelmişti” buyurdu.[29]
Hz. Muhammed (s.a.v.)'in
Allah tarafından getirdiği kesinlikle bilinen şeylerin tümünde icmalen O'nu
kalben tasdik etmek ve verdiği haberlere teslim olmaktır.
Şer'i hükümleri kabul
etmek, Allah'a boyun eğip teslim olmaktır.
Bu durumda İslam'ın
alametleri ve semereleri, kalpte gizli olan imanı, kelime-i şahadetle ve farz
ibadetlerle ortaya çıkarmaktır.
Allah'ı görüyormuşçasına
ibadet etmektir. Yani bütün gaye, bütün ruh hali içerisinde ibadet etmek için
gayret sarfetmektir. Kul ibadet ederken eğer Allah'ı görseydi, yüce Rabbinin
onun durumuna muttali, içini ve dışını bilici ve onu kontrol etmekte olduğunu
düşünürdü, dolayısıyla da gafletten ve dünya meşguliyetlerinden kalbini uzak
tutmaya, huşu', huzur ve boyun eğmekle riayet etmeye olanca gücünü harcardı.
Kul, Allah'ı görmüyor ise de Yüce Allah'ın onu gördüğünü ve gözetlediğini
düşünürse aynı duyguyla ibadet etme imkan ve zevkini bulabileceğine işaretler
“İhsan”mahiyeti tanıtılmış olmaktadır.
Kıyamet'in alameti
nedir? diye sorulduğunda Resulullah (s.a.v.) burada iki alamet bildirmektedir.
Alimlerin çoğuna göre
bundan maksat; İslam dininin yayılması, müslümanların geniş çapta fetihlerde
bulunması ve düşmanlardan çok sayıda esir almasıdır. müslümanların sahip
olacaklan cariyelerden doğma çocukları hür sayıldıkları için babalarının tüm
malına olduğu gibi anneleri olan cariyelere de bir bakıma sahip olmuş olurlar.
İbrahim el-Harbî der
ki:
“Bununla kast edüen;
cariyelerin, hükümdarları doğurması ve anne olan bu cariyelerin herkes gibi
hükümdar çocuklarının teb'ası durumuna düşmesidir.”
[30]
Sindî'ye göre ise
bununla kast edilen; anne-babaya itaatsizliğin çoğalmasıdır.
Bununla kast edilen
ise fakir ve bedevilerin, servet sahibi olup yüksek apartman yaptırarak
bunlarla iftihar ederek şehir hayatının bozulmasıdır.
Burada “Dinini
öğretmek için” ifadesiyle kast edilen; İslam, iman ve ihsanın hepsine birden
din denilebileceğine delalet etmektedir. Aynca bu hadis; ilim, edeb ve dinî
inceliklere ait bir çok önemli noktaları kapsamaktadır. Hatta Islamiyetin
temelini teşkil etmektedir. Bu hadisteki önemli noktalardan birisi de; bir
alimin meclisine giren kişi orada oturanların öğrenmelerini gerekli gördüğü ve
hiçbirisinin sormak niyetinde olmadığı şer'i meseleyi kendisinin sorması ve ve
böylece mecliste bulunanların hepsinin öğrenmelerini sağlamaktır.
[31]
15-
Talha b.
Ubeydullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Saçı dağınık Necd
ahalisinden bir adam, Resulullah (s.a.v.)'e geldi. Sesinin uğultusunu
duyuyorduk, fakat ne dediği anlamiyorduk. Nihayet Resulullah (s.a.v.)'e yaklaşıp
ona İslam'ın mahiyetin) sormaya başladı. Resulullah (s.a.v.), ona:
“Gece ve gündüz beş vakit namaz” buyurdu. Adam:
“Bunlardan başka
üzerime bir namaz var mı?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Hayır! Yalnız nafile olarak namaz kılabilirsin.
Ayrıca Ramazan ayının orucunu tutabilirsin” buyurdu. Adam:
“Bundan başka üzerime
bir oruç var mı?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Hayır! Yalnız nafile olarak oruç tutabilirsin” buyurdu. Resulullah (s.a.v.), ona zekatı anlattı.
Adam:
“Bundan başka üzerime
bir şey var mı?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Hayır! Yalnız nafile sadakalar verebilirsin” buyurdu. Bunun üzerine Adam:
“Vallahi, bunlardan ne
fazla yaparım ve ne de az yaparım” diyerek arkasını dön(üp git)ti. Resulullah
(s.a.v.), bu adamın arkasından:
“Eğer doğru söylüyorsa, kurtuluşa ermiştir” buyurdu.
[32]
Açıklama:
Hadiste adı
açıklanmayan adamın, Dımam b. Sa'lebe olduğunu söyleyenler olduğu gibi, Dımâm
b. Sa'lebe ile ilgili hadis ile bu hadis arasındaki bazı farklılıklardan dolayı
bu kişinin Dımâm olmadığını söyleyenler de olmuştur.
Bu hadiste; İslam'ın
şartlarından olan namaz, oruç ve zekatın farz olduğu bildirilmekte, bunlann
yanında nafile olarak ayrıca namazın,. orucun ve sadakanın olduğu da vurgulanmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.v.)
burada İslam'ı; beş vakit namaz kılmak, Ramazan orucunu tutmak ve zekat vermek
olarak açıklamaktadır. Yalnız bunların dışında daha başka şartları Kur'anda
bulmak mümkündür: İyiliği emredip kötülükten kaçındırma, cihad, adalet,
anne-babaya iyi davranma, infak, Peyaambere itaat etme gibi.
16- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'e
bir şey sormaktan yasaklanmıştık. Bundan dolayı çöl halkından aklı başında bir
adam gelerek biz de dinlemek şartıyla Hz, Peygamber (s.a.v.)'e soru sorması çok
hoşumuza giderdi. Derken çöl halkından bir adam gelip:
“Ey Muhammed! Bize
senin elçin gelip şöyle bir söz söyledi. Güya sen, Allah'ın seni peygamber
olarak gönderdiği iddiasında bulunuyormuşsun öyle mi?” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Evet, doğru söylemiş” buyurdu. O zat:
“Şu halde gökyüzünü
yaratan kimdir?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Allah'tır”
buyurdu. O zat:
“Ya yeri kim
yaratmıştır?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Allah'tır”
buyurdu. Adam:
“Peki şu dağları kim
(bu şekilde) dikti ve onlarda her ne yarattı ise kim yarattı?” diye sordu.
Resulullah (s.a.v.):
“Allah'tır”
buyurdu. Adam:
“Öyleyse gökyüzünü ve
yeri yaratan, şu dağları diken Allah aşkına seni Allah mı (peygamber olarak)
gönderdi?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Evet”
buyurdu. Adam:
“Hem senin elçin,
bize, günümüz ve gecemizde beş vakit namazın farz olduğunu söyledi?” dedi.
Resulullah (s.a.v.):
“Doğru söylemiş” buyurdu. Adam:
“Öyleyse seni gönderen
Allah aşkına, bunu sana Allah mı emretti” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Evet”
cevabını verdi. Adam:
“Elçin bize,
mallarımızdan zekat vermenin farz olduğunu söyledi” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Doğru söylemiş”
buyurdu. Adam:
“Seni gönderen Allah
aşkına, bunu sana Allah mı emretti” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Evet”
cevabını verdi. Adam:
“Elçin bize, yılda bir
defa Ramazan ayı orucunun farz olduğunu söyledi” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Doğru söylemiş” buyurdu. Adam:
“Seni gönderen Allah
aşkına, bunu sana Allah mı emretti” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Evet”
cevabını
verdi. Adam:
“Elçin bize, yoluna
gücü yetenlerimize Beytullahı hac etmenin farz olduğunu söyledi.” Resulullah (s.a.v.):
“Doğru söylemiş” buyurdu. Enes der ki: Sonra o adam:
“Seni hak din ile
gönderen Allah'a yemin ederim ki, bu farzlardan fazla ve eksik yapmam” diyerek
dönüp gitti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.):
“Yemin olsun ki, eğer bu adam doğru söyledi ise,
mutlaka cennete girer” buyurdu.
[33]
Açıklama:
Sahabiler, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'e çok soru soruyorlardı. Hatta bir defasında Hz. Peygamber (s.a.v.),
bazılarının kendisini zor durumda bırakmak için soru sorduklarını hissederek
gazaba gelip yüzü kıpkırmızı olmuştu. Onlara, kızgın ve öfkeli bir şekilde ne
sorurlarsa cevap vereceğini söyledi. Bunun üzerine sahabiler sormaktan çekinir
olmuşlardı. Bunun üzerine
“Çok şeyler sormayın”
[34]
ayeti inmiştir. Artık bu ayetten sonra bir müddet kimse Hz. Peygamber (s.a.v.)'e
soru sorumaz olmuştu. Enes’in sözü buna işaret etmektedir.
Soru sormak yasak
edildikten sonra sahabiler, çöl halkından birinin sormasını arzu etmeleri,
onlara henüz bu yasağın ulaşmadığından ötürü onlann mazur sayılacakları
içindir.
Aklı başında biri
olmasını istemeleri, böyle bir kimsenin, kendileri için lüzumlu olan şeyleri
sorması içindir. Böylece herkes bundan yararlanabileceklerdi.
Bu kişi, Dımâm İbn
Sa'lebe olup Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yanına Mekke'nin fethinden sonra
hicretin dokuzuncu yılında gelmiştir. Bu yıl, “Heyetler Yılı” oLarak bilinir.
Dımâm İbn Sa'lebe'nin,
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yanına gelmeden önce, müslüman olup olmadığı konusu
ihtilaflıdır. ye göre, müslüman olup Hz. Peygamber (s.a.v.)'e sordukları
sorular gerçekte sorular olmayıp tekrar etme mahiyetindedir. Abdullah İbn
Abbâs'dan gelen rivayete göre ise; Dımâm'ın, sorularını bitirdikten sonra
kelime-i şahadet getirdiği, sonra kavminin yanına dönerek onlara İslamiyeti
anlattığı ve hepsinin müslüman oldukları kaydedilmektedir.
17- Ebu
Eyyûb (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bir yolculuk sırasında önüne bir bedevi çıkıp devesinin yularının burun
üzerinden geçen kısmından yada yularından tutmuş, sonra:
“Ey Allah'ın resulü
yada Ey Muhammed1 Beni cennete yaklaştıracak ve cehennemden uzaklaştıracak şeyi
bana haber ver!” dedi.
Bunun üzerine
Peygamber (s.a.v.) sustu. Sonra sahabilerine baktı. Daha sonra:
“Doğrusu işler yolunda gitti yada doğru olan
gösterildi” buyurdu. Sonra da adama:
“Nasıl demiştin?” diye
sordu.
O da, sorduğu şeyi
tekrar etti. Daha sonra Peygamber (s.a.v.):
“Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayarak O'na kulluk
etmen, namazı dosdoğru kılman, zekatı vermen ve akrabalık bağını sür dür
mendir. Artık deveyi bırak” buyurdu.
[35]
Açıklama:
Kişiyi cennete
yaklaştıracak ve cehennemden uzaklaştıracak durum; ilk önce Allah'a hiçbir şeyi
ortak koşmamak, O'na kulluk etmek, namazı dosdoğru kılmak, zekatı vermek ve bir
de akrabalık bağını sürdürmek olarak belirtilmektedir. Şirk koşan bir kişi,
asla cennete giremez.
18- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Bir bedevi, Resulullah (s.a.v.)'e gelip
ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Bana öyle bir amel göster ki, onu yaptığım zaman cennete gireyim” dedi.
Resulullah (s.a.v.):
“Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayarak O'na kulluk
etmen, farz olan namazı dosdoğru kılman, farz olan zekatı vermen ve Ramazan
orucunu tutman” buyurdu. Bedevi:
“Nefsimi elinde
bulunduran Allah'a yemin ederim ki, ebediyen bun(lar)a ne fazla bir şey yaparım
ve ne de eksik bir şey bırakırım” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Cennetliklerden birisini görmek isteyen, işte şu adama
baksın” buyurdu.
[36]
Açıklama:
Buhârî sarihi Aynî'ye
göre; bu bedevinin adı, Sa'd İbnu'l-Ahrâm'dır. Peygamber (s.a.v.) bu adamın,
sözünde durarak ibadetine devam edeceğini ve cennete gireceğini bilmiştir.
Çünkü Kelime-i şahadet getirerek namaz, oruç, zekat, hac gibi ibadetleri yerine
getiren kimse şirk koşmadıkça ve küfür bir söz yada eylem yapmadığı müddetçe,
hatta hırsızlık da yapsa ve zina da etse sonunda cennete girecektir.
Dolayısıyla bütün dinî görevleri hakkıyla yerine getiren bir mümin cennetle
müjdelenir.
19- Câbir
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Nu'man b. Kavkal,
Peygamber (s.a.v.)'e gelip ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Ne dersin? Farz olan namazı kıldığım, haramı haram ve helali de helal bildiğim
zaman cennete girer miyim?” diye sordu. Peygamber (s.a.v.):
“Evet”
buyurdu.
[37]
Bu hadis, imanı
gerektiren hususlar ile helal-haram her şeyi kapsamaktadır. Çünkü haramı
haram, helali da helal bilmek, şeriatın bütün emir ve yasaklarına uymaktan
kinayedir.
20- Tâvûs'tan
rivayet edilmiştir: “Bir adam, Abdullah İbn Ömer'e:
“Gazveye çıkmıyor
musun?” diye sordu. Abdullah İbn Ömer:
“Ben, Peygamber (s.a.v.')in
şöyle buyurduğunu işittim:
“İslâm beş esas üzerine kurulmuştur:”
1- Allah'tan başka ilâh olmadığına şahadet etmek,
2- Namazı dosdoğru kılmak,
3- Zekat vermek,
4-
Ramazan orucu
tutmak,
5- Kabe'yi haccetmek diye cevap verdi.”
[38]
Açıllamak:
İslam'ın şartlarını
belirten bu hadis, “Beş şart” olarak bilinmektedir. Yalnız bunların dışında
daha başka şartlan Kur'an'da bulmak mümkündür: İyiliği emredip kötülükten
kaçındırma, cihad, adalet, anne-babaya iyi davranma, infak, Peygambere itaat
etme gibi.
Bu beş şart, İslam'ın
ibadete yönelik farzlarıdır. Bunun dışında İslam'ın inanç esaslan, Muamelat insanlar
arası ilişkiler, Ceza ile ilgili esaslar, Ahlak ile ilgili esaslar, Siyaset ile
ilgili esaslar vb. esaslar vardır. İslam bu şekilde bir bütün olur. Yoksa
ibadet ile ilgili beş şart, İslam'ın sadece kendisi değildir.
Abdullah İbn Ömer'in,
adama bu şekilde cevap vermesi, onun, cihadı farzı ayn zannettiği içindir.
İşte Abdullah İbn Ömer'de, ona cihadı farzı kifaye olduğunu anlatmaya çalışmaktadır.
Bunu da, hadisle anlatmak istemiştir. Hadiste cihadın zikred ilmemesi, ya farzı
kifaye olduğundan dolayıdır. Hadiste belirtilen beş şey ise, farzı ayndır.
Bununla ilgili olarak 23 nolu hadise bakabilirsiniz.
21- Abdullah
İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Abdulkays heyeti,
Bahreyn taraflarından Resulullah (s.a.v.)'in yanına gelip ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Bizler, şu kabile, Rebia'nın bir koluyuz. Bizim ile senin aranda Mudarr
kafirleri girmiştir. Bundan dolayı sana ancak haram ayda gelebiliyoruz.
Dolayısıyla bize öyle bir şey emret ki, onunla, hem biz amel edelim ve hem de
geride kalanlarımızı ona davet edelim” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Size dört hususu emrediyorum ve dört hususu da
yasaklıyorum. Emrettiğim hususlar şunlar:
1- Allah'a îmanı. Sonra bunu onlara açıklama mahiyetinde
şöyle dedi: Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah'ın resulü
olduğuna şahitlik etmek.
2- Namazı dosdoğru kılmak.
3- Zekatı vermek.
4- Harpte elde ettiğiniz ganimetten beşte birini vermek.
Şunları ise size yasaklıyorum:
1- Dubbâ: Su kabağından yapılmış testiler.
2- Hantem: Topraktan yapılmış küp.
3- Nakîr: Hurma kökünden ayrılan çanak.
4- Mukayyer: Ziftlenmiş küp.
Halef, kendi
rivayetinde; “Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik etmek” ifadesini ilave
edip bir parmağını yummuştur.
[39]
Açıklama:
Abdulkays, kabileler
içerisinde Hz. Peygamber (s.a.v.)'e ilk gelen heyettir. Bu kabile, Mekke'nin
fethedildiği yıl gelmiştir. Heyetin başında, Eşeccu'l-Asarî lakabını taşıyan
Münzir b. Ali bulunuyordu. Bunların kişi oldukları ihtilaflıdır.
Abdulkays kabilesi,
Rebia kabilesinin bir koludur. Bahreyn tarafında yaşamaktaydılar. Mudar
kabilesi, aslında Rebia kabilesinin kardeşi olmakla birlikte henüz o sırada müşrik
idiler. Bundan dolayı Rebialılar, Medine'ye gidemİyorlardı. Ancak haram
ayların gelmesini bekliyorlardı. Çünkü müşrikler, haram aylara hürmetten dolayı
savaşmazlardı.
Haram aylar; Zilkade,
Zilhicce, Muharrem, Receb. Bu konuda alimlerin ittifakı vardır. Bu aylarda
savaşmak, Hz. İbrahim (a.s) zamanında haram kılınmıştı. Bu yasak, İslam'ın ilk
yıllarına kadar devam etmişti. Nihayet Receb ayında savaş helal kılınmış,
diğerlerinde yine haram olarak kalmıştır. Hatta bazılanna göre, Receb ayında
bile savaşmak haramdır. Bunun sim, güvenliği sağlamaktır.
Humus beşte bir
vergisinden maksat, düşmandan cihad yoluyla elde edilen malların, “Biliniz ki,
ganimet olarak aldığınız şeylerin beşte biri; Allah'a, peygamber'e, yakın
akrabalara, öksüzlere, muhtaçlara ve yolculara aittir” [40]
emrine uyarak ayette belirtilen yerlere vermektir.
Hantem, Dubbâ, Nakîr
ve Müzeffet gibi kapları kullanmama ile ilgili yasak, bir müddet devam ettikten
sonra Büreyde hadisiyle nesh edilmiştir. Ebu Hanîfe, Şafiî ve alimlerin çoğunun
görüşü de bu şekildedir.
[41]
22- Abdullah
İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Muâz b. Cebel der;
“Resulullah (s.a.v.),
beni Yemen'e gönderdi. Gönderirken bana şu talimatı verip buyurduk:
“Gerçekten sen, Kitap
ehli olan bir kavme gidiyorsun. Onları; Allah'tan başka ilah olmadığına, benim
de Allah'ın resulü olduğuma şahadet getirmeye davet eyle. Eğer buna itaat
edecek olurlarsa, o zaman onlara, her gün ve gecede beş vakit namazın farz
olduğunu bildir. Buna itaat edecek olurlarsa, o zaman onlara, Allah'ın,
kendilerine, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek olan zekatı farz
kıldığını bildir. Eğer buna da itaat edecek olurlarsa, o zaman sakın mallarının
en kıymetlilerini alma! Mazlumun bedduasından öm sakın! Çünkü mazlumun yaptığı
dua ile Allah arasında perde yoktur.”
[42]
Açıklama:
Muafın Yemen'e vali
olarak gönderilmesi, hicretin 9. yılında Tebük gazasından sonra olmuştur.
Kitap ehli:
Kendilerine Allah tarafından peygamber gönderilen ve kitap indirilen gayri
müslimlerdir. Yemenliler de, Kitap ehli idiler. “et-Telvih”de, Yemenlilerin, o
sırada Yahudi oidukları kaydedilmektedir.
Kitap ehli, her ne
kadar Allah'ın varlığını kabul etseler bile, Allah'ı mahlukatma benzetip O'nu
cisimleştiren Yahudiler ile O'na çocuk ve eş nispet eden Hıristiyanlar,
gerçekte, Allah'ı bilmiş değillerdir. Dolayısıyla Resulullah (s.a.v.), Muaz'a;
onlara ilk önce keİime-i şahadeti teklif etmesini, daha sonra da namazın ve
Zekâtın onlara farz olduğunu bildirmesini istemiştir.
Oruç hicretin 2.
yılında, hac ise hicretin 9. yılında farz kılınmasına rağmen hadiste geçmemesi
ile ilgili olarak bunun, ravilere ait bir hata olduğunu belirtir.
En kıymetli mallardan
zekât alınmamasının nedeni; mal sahiplerine bir lütuf ve onlann kalplerini
İslam'a ısındırmaktır.
23- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
vefat edince, Ebu Bekr (onun yerine) halife seçildiği ve bazı Arap toplulukları
dinden döndüğü Ömer İbnü'l-Hattâb, Ebu Bekr'e: Peygamber (s.a.v.):
“İnsanlar; Allah'tan başka ilah olmadığına deyinceye,
kadar (onlarla) savaşmakla emrolıındum. Kim Allah'tan başka ilah yoktur derse,
İslam hakkı (olan had cezaları) hariç malını ve canını, bana karşı emniyet
altına almış olurlar. (Gizli hallerinden
dolayı) hesap(lar)i ise Allah'a aittir” buyurduğu halde sen nasıl onlarla savaşırsın'
diye sordu. Ebu Bekr:
“Vallahi, namaz ile
zekatın arasım ayıran kimselerle mutlaka savaşacağım. Çünkü zekat, malın
hakkıdır. Vallahi, Resulullah (s.a.v.)'e verdikleri yularları bana vermeyecek
olurlarsa vermediklerinden dolayı onlarla herhalükarda savaşırım” diye cevap
verdi. Bunun üzerine Ömer İbnü'l-Hattâb:
“Vallahi, yüce
Allah'ın, Ebu Bekr'in kalbini savaşa açtığını kavradım. Bunun da hak bir savaş
olduğunu anladım” dedi.[43]
Resulullah (s.a.v.),
hicretin 11. yılında Rebiülevvel ayının 12'sinde Pazartesi günü öğleye doğru
vefat etmiş, Benu Sâide Sakifesİ denilen yerde bir araya gelen müslümanların
istişaresi sırasında Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekr'e hemen orada beyat etmiş, ondan
sonrada oradakilerin hepsi Hz. Ebu Bekr'e beyat etmişlerdi. Böylece Hz. Ebu
Bekr halife seçilmiş oldu.
O sırada bazı müslüman
gruplar, dinden dönmeye başlamışlardı. Hattabî (ö. 388/-998)'ye göre, bunlar 2
sınıftır:
a-
Müseylimetul-Kezzâb'ın peygamberlik iddiasını tasdik eden Benu Hanife ile
Esvedu'l-Ansîye uyanlar. Bunların hepsi, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğini
inkar ediyorlardı. Hz, Ebu Bekr, onlarla savaşıp Müseylimetu'1-Kezzâb'ı
Yemame'de, Esvedu'l-Ansî'yi de San'a'da öldürttü. Onlara uyanların çoğu,
öldürüldü. Kalanlar ise kaçıp dağıldılar.
b- Dinin
bütün hükümlerini inkar edip namaz-zekât gibi ibadetleri terk edenler. Bunlar,
cahiliyet dönemindeki eski hallerine dönmüşlerdi.
Bunlar, namazın farz
olduğunu kabul ediyor, fakat zekâtı vermiyorlardı. Bunların içinde zekât vermek
isteyip de reislerinden kork-tuÜSarı için veremeyenler de vardı. Bazıları da,
Allah'ın,
“Onların mallarından, kendilerini temizleyeceğin bir
zekât al”
[44]
hitabını, sadece Hz. Peygamber (s.a.v.)'e özgü kılıp zekât vermekten
kaçınmışlardı.
Sahabe-i kiram, namaz
kılmayan kimselerle harp edileceği ile ilgili icması vardı. Hz. Ebu Bekr,
zekâtı namaza kıyas yaparak zekât vermeyen kimselere savaş açmaya karar
vermişti.
Burada, Hz. Ömer'in
hadisin genel anlamını dikkate almasına karşın Hz. Ebu Bekr'in kıyasla hüküm
vermesi, amm genel) bir hükmün kıyasla tahsis edilebileceğine delildir.
24- Ebu
Mâlik, babası (Târik el-Eşcaî) (r.a)'tan rivayet etmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'in
şöyle buyurduğunu işittim:
“Kim “Allah'tan başka ilah yoktur” deyip Allah'tan
başka tapılan şeyleri inkar ederse onun malına ve canına (dokunmak) haramdır.
Gizli hallerinden dolayı hesapları ise Allah'a aittir.”
[45]
Açıklama:
Peygamber (s.a.v.),
insanların kalplerinden ne gizlediklerini öğrenmekle sorumlu değildir. Zaten
bu, bir sır olduğu için onu Allah'tan başka bilecek kimse yoktur. Dolayısıyla
hadiste söz konusu edilen hususlar; zahirî olarak, bir kimsenin müslüman
olduğuna delalet eden şeylerdendir. Bunları yapan mümin denilir. Gönülden geçen
yada kalpte gizlenen sırlardan dolayı hesaba çekmek, sadece Allah'a aittir.
25- Saîd İbnü'l-Müseyyeb,
babası Hazn (r.a)'tan şöyle rivayet etmiştir:
“Ebu Talib'in ölümü
yaklaşınca, Peygamber (s.a.v.) ona geldi. Ebu Talib'in yanında Ebu Cehil ile
Abdullah b. Ebi Ümeyye İbnu'l-Muğîre'yi buldu. Peygamber (s.a.v.), amcasına:
“Ey amca! “Allah'tan başka ilah yoktur” de. Bu sözü
söyle ki, bu sebeple sana kıyamet günü Allah katında şahitlik edeyim” buyurdu. Ebu Cehil ile Abdullah b. Ebi Ümeyye:
“Ey Ebu Tâlib!
Abdulmuttalib'in bağlı olduğu dinden dönmek mi istiyorsun?” dediler. Peygamber
(s.a.v.), bu sözü amcasına arz edip durdu. Nihayet Ebu Tâlib, sonunda onlara
Abdulmuttalib'in bağlı olduğu din üzere bulunduğunu belirtip “Allah'tan başka
ilah yoktur” sözünü söylemekten kaçındı. Peygamber (s.a.v.):
“Vallahi, ey Amca! Senin hakkında niyaz etmekten
yasaklanmadığım müddetçe (bağışlanman için) sana mutlaka istiğfarda bulunacağım” buyurdu.
Bunun üzerine yüce
Allah,
“Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba
bile olsalar, müşrikler için mağfiret dilemek Peygambere ve müminlere yaraşmaz”
[46] ayetini indirdi. Yine yüce Allah, Ebu Tâlib hakkında
“(Resulüm!) Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin;
bilakis, Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi O
bilir”
[47]
ayetini indirdi.
[48]
Açıklama:
Peygamber (s.a.v.)'in
doğmadan önce babası, altı yaşındayken de annesi vefat etmişti. Bunun üzerine
bakımını, dedesi Abdulmuttalib üstlenmişti. Onun vefatından sonra Peygamber (s.a.v.),
amcası Ebu Tâlib'e kalmıştı. Ebu Talib, onu, peygamberlik gelinceye kadar bir
baba şefkatiyle büyütmüş, her sıkıntılı anında imdadına yetişmiş, öz evladından
daha çok bağrına basmışü. Peygamber olduktan sonra da onun bu tavrı devam
etmişti. Amcası Ebu Talib, Kureyş'in nice düşmanlıklarına karşı onu korumuştu.
Bu uğurda ölümle tehdit edildiği halde bile Resulullah (s.a.v.)'i onlara teslim
etmemişti. Dolayısıyla amcasının müslüman olarak can vermesini çok arzu
ediyordu. Bundan dolayı da amcasının Kelime-i şahadet getirmesini istiyordu.
Hatta “Vallahi, ey Amca! Senin hakkında niyaz etmekten yasaklanmadığım
müddetçe bağışlanman için sana mutlaka istiğfarda bulunacağım” diyordu. Bunun üzerine;
“Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba
bile olsalar, müşrikler için mağfiret dilemek Peygamber'e ve müminlere
yaraşmaz”
[49] ayeti indi. Dolayısıyla da Ebu Talib, Kelime-i
şahadet getirmeyip müşrik olarak ölmüştü.
26-
Hz.
Osman (r.a)'dan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kim Allah'tan başka ilah olmadığını (kalben) bildiği
halde ölürse cennete girer.”
[50]
Açıklama:
Ehl-i Sünnete göre;
imanını kurtaran kimse mutlaka cennete girecektir. Büyük günah işleyen kimse,
tevbe etmeden ölürlerse durumları Allah'a kalmıştır. Dilerse onlan affeder ve
hiç azab etmeden cennetine koyar, dilerse dilediği müddet onları cehennemde
cezalandırdıktan sonra cennetine götürür. Tevhid üzere ölen bir mümini,
günahları ne kadar çok olursa olsun cehennemde ebedi bırakmadığı gibi, kafir
olarak dünyadan giden bir insanı hayr ve iyilikleri ne kadar çok olursa olsun
ebediyen cennetine sokmaz.
Kadı İyâz'a göre;
“Allah ve Resulüne şehadet
getirerek iman edenlerden Allah'a asi olanlar hakkında alimler arasında görüş
ayrılığı vardır.”
Dolayısıyla hadis; “Ya
asi kimsenin günahı affedilecektir yada şefaat sayesinde cehennemden çıkarak
cennete girecektir” diye te'vil olunmuştur. Resulullah (s.a.v.)'in “Cennete gider”
buyurması da, “Cehennemde azab olunarak cezasını çektikten sonra girer”
manasına gelir. Aksi takdirde şeriatın delilleri, birbiriyle çelişmiş olur.
Ehl-i Sünnete göre;
Kelime-i şahadet iie kalbin Allah'ı bilmesi, birbirine bağlıdır. Biri bulunurda
diğeri bulunmazsa o imanın bir faydası yoktur.
27- Ebu
Hureyre (r.a) yada Ebu Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Tebuk Gazvesinde
insanlara şiddetli bir açlık isabet etti. Bunun üzerine insanlar, Resulullah'a
gelip ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Bize izin versen de yanımızda bulunan develerimizi boğazlasak. Böylece hem
etini yeriz ve hem de yağlarını kullanırız” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Öyle yapın!”
buyurdu. Derken Ömer çıkageldi. Resulullah'a (s.a.v.):
“Ey Allah'ın resulü!
Bunu yaparsan binilecek hayvan azalır. Öyle yapacağına, bu insanlara,
yiyeceklerinin fazlasını getirmeye davet et. Sonra onlar için bu yiyeceklere
bereket vermesi için Allah'a dua et. Böylece Allah'da yiyeceklere bereket ihsan
eyler” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Evet, doğru söylüyorsun” buyurdu.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.), deriden yapılma bir yaygı getirip onu yaydı. Daha sonra
insanlara, yiyeceğinden fazla olanını getirmesini istedi.
Hadisin ravisi diyor
kî: Öyle kî bazısı bîr avuç mısır, bazısı bir avuç hurma, bazısı bir parça bir
şey getirmeye başladı. Nihayet deriden yapılma yaygının üzerinde bu
getirilenlerden az bir şey toplandı. Resulullah (s.a.v.), bu toplanan
yiyecekler üzerine bereket duasında bulundu. Daha sonra Resulullah (s.a.v.):
“Artık kaplarınıza istediğiniz kadar alın” buyurdu.
İnsanlar, kaplarına
yiyecek aldılar. Öyle ki, askerler içerisinde doldurmadık bir tek kap bırakmadılar.
Sonra da doyuncaya kadar bunları yediler. Ayrıca bir hayli de yiyecek arttı.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Allah'tan başka ilah olmadığına ve benim, Allah'ın
resulü olduğuma şahitlik ederim. Eğer bir kul, şüphe etmemek suretiyle Allah'a
bu iki şahadetle kavuşursa cennete girmekten alıkonulmaz” buyurdu.
[51]
Açıklama:
Tebûk, Şam ile Medine
arasında bulunan bir şehirdir. Medine'ye on dört konak mesafededir.
Bu gazaya çıkılmasının
nedenlerinden birisi; Bizanslılann büyük bir orduyla müslümanların üzerine
hareket haîinde oldukları ile ilgili haberdir. Bu haberin araştmlmasına yeterli
zaman bulunamadığı için Resulullah (s.a.v.) derhal gerekli hazırlıkları yaparak
yola çıkmıştır. Savaş olunmadan geri dönülmüştür.
Yine burada da Kelime-i
şahadet getiren kimsenin cennete gireceği belirtilmektedir.
28- Ubâde İbnu's-Sâmit
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kim Allah'tan başka ilâh olmadığına, O'nun bir ve
ortaksız olduğuna ve Muhammed'in, O'nun kulu ve resulü olduğuna, yine İsa'nın
da O'nun kulu, kadın kulunun oğlu, Meryem'e attığı bir kelimesi ve kendinden
bir ruh olduğuna, yine cennetin hak ve cehennemin de hak olduğuna şahadet
ederse, her ne amel üzere olursa olsun Allah o kimseyi cennetin sekiz
kapısından hangisini dilerse oradan cennete koyacaktır”
[52]
Açıklama:
İman ile ilgili
hadislerin en kapsamlı olanlarından birisi budur. Hadiste, İslam akidesinin
temel esasları açıklanmakta ve belli başlı bazı batıl inançlar
reddedilmektedir: Tevhid inancı, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliği, Ahiret
inancı, Hz. İsa'nın babasız olarak yaratılması, imanlı olarak ölen kimsenin
şirk ve küfür dışında büyük günah İşlemiş bile ebedi olarak cehennemde kalmayıp
imanı ve az da olsa işlediği amel sebebiyle cennete gideceği inancı. Hz. İsa
(a.s)'a “Kelime” denilmesinin sebebi, “Ol” kelimesi nedeniyle dünyaya
gelmesindendir. “Ruhullah” denilmesinin sebebi ise Cebrail tarafından
annesinin gömleğinin yenine üfürülen ilahi emirden vücud bulmasındandır.
29- Sunâbîhî
yoluyla Ubâde İbnu's-Sâmit (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Sunâbîhîderki:
“Ölmek üzere olan
Ubâde İbnu's-Sâmit'in yanına girdim. Onun bu halini görünce ağladım. Bana:
“Hele dur bakalım!
Niye ağlıyorsun? Vallahi, bu halimde bile seninle ilgili benden şahitlik
istense senin için mutlaka şahitlik ederim. Bana şefaat hakkı verilse senin
için mutlaka şefaatte bulunurum. Gücüm yetse sana mutlaka faydalı olurum” dedi.
Daha sonra da şöyle dedi:
“Vallahi, bir hadis
hariç, Resulullah (s.a.v.)'den, içerisinde sizin için hayr bulunan hiçbir hadis
işitmemişimdir ki, onu sizlere rivayet etmiş olmayayım. O hadisi de, bugün
sizlere son anımı yaşarken rivayet edeceğim. Ben, Resulullah (s.a.v.)'i:
“Kim Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in
Allah'ın resulü olduğuna şahadet getirirse Allah o kimseye cehennemi haram
kılar” buyururken işittim.[53]
Açıklama:
Sunâbîhî, Ubâde İbnu's-Sâmit'in
İlahi huzura çıkacağı için ağlamaktadır.
Bu hadiste, daha önce
geçen hadisler gibi, Kelime-i şahadet getiren kimseye Allah'ın cehennemi haram
kılacağı belirtilmektedir.
30- Muâz b.
Cebel (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ufeyr” denilen eşeğin
üzerinde Resulullah (s.a.v.)'in terkisinde idim. Bana:
“Ey Muâz! Allah'ın, kulları üzerinde ve kulların da
Allah'ın üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu. Ben:
“Allah ve resulü daha
iyi bilir?” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Doğrusu Allah'ın kulları üzerindeki hakkı; Allah'a
kulluk etmeleri ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır. Kulların yüce Allah
üzerindeki hakkı ise; O'na hiçbir şeyi ortak koşmayan kimseye azab etmemesidir” buyurdu. Ben:
“Ey Allah'ın resulü!
Bunu insanlara müjdeleyeyim mi?” diye sordum. Resulullah (s.a.v.):
“Müjdeleme! Çünkü (buna) güveni(p de amel
işlemeyebilirler” buyurdu.[54]
Açıklama:
Hak: Mevcut veya
kesinlikle meydana gelecek olan her şeydir. Buna göre ölüm, cennet, cehennem
haktır. Çünkü bunlar, kesinlikle meydana geleceklerdir.
Übbî'ye göre kulların
Allah üzerindeki hakkı, şer'an onlara verilmesi lazım gelen şeylerdir.
[55]
Bazı alimlere göre ise
Resulullah (s.a.v.)'in, “Kulların
Allah'ın üzerindeki hakkı” buyruğundan maksat; Allah'ın kulları üzerindeki
hakkına mukabele olmak içindir. Yoksa kulların yüce Allah üzerinde bir hakkı
olamaz.
Ufeyr, Peygamber (s.a.v.)'in
merkebinin ismidir.
Müslim, İman 53
(32)'de geçtiğine göre, Muâz, ölüm döşeğindeyken günahı boynundan gitmesi için
bu hadisi nakletmiştir.
31-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir defasında bir
toplulukta beraberimizde Ebu Bekr ile Ömer'de olduğu halde Resulullah (s.a.v.)'in
etrafında oturuyorduk. Derken Resulullah (s.a.v.) yanımızdan kalkıp gitti.
Tekrar yanımıza dönmesi uzun sürdü. Biz, ona bir kötülük yapılmasından korkup
endişeye düştük. Hemen kalktık. ilk telaşa kapılan bendim. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.)'i aramaya çıktım. Nihayet Ensar'dan Neccar oğullanna ait
bir bahçeye gelince, bahçenin kapısını bulabilir miyim diye onun etrafını
dolaştım. Fakat bahçenin kapısını bulamadım. Bir de baktım ki, akar bir
kuyudan gelen bir kanalın bir bahçenin içine giriyor. Derhal tilkinin
büzüldüğü gibi büzülerek Resulullah'ın yanına giriver)dim. Bana:
“Ebu Hureyre misin?” diye sordu. Ben de:
“Evet, ey Allah'ın
resulü!” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Niye geldin?”
diye sordu. Ben de:
“Aramızdaydın. Birden
kalkıp gittin. Sonra da yanımıza dönmede geciktin. Sana bir kötülük
yapılmasından korkup endişeye düştük. ilk endişe eden de ben oldum. Dolayısıyla seni aramak üzere bu bahçeye kadar geldim.
Tilkinin büzüldüğü büzülerek içeri girdim. Diğer insanlar da seni aramak üzere
arkamda gelmektedirler” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Ebu Hureyre”
deyip bana ayakkabılarını verdi ve:
“Şu iki ayakkabımı götür. Bu bahçenin arkasında kalbi
yüzde yüz inanarak “Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur” diye şahadet getiren
kime rastlarsan onu hemen cennetle müjdele” buyurdu.
ilk rastladığım Ömer
oldu. Ömer, bana:
“Ey Ebu Hureyre! Bu
ayakkabılar da nedir?” diye sordu. Ben de:
“Bunlar, Resulullah (s.a.v.)'in
ayakkabılarıdır. Beni bunlarla gönderip kalbi yüzde yüz inanarak “Allah'tan
başka bir ilah yoktur” diye şahadet getiren kimseye rastlarsam onu hemen
cennetle müjdeleyeceğim” dedim. Ömer, iki eliyle mememin arasına vurdu. Ben de
kalçamın üzerine düştüm. Ömer:
“Ey Ebu Hureyre! Geri
dön” dedi. Ben de Resulullah (s.a.v.)'in yanma geri döndüm. Nerdeyse ağlamak
üzereydim. Ömer, beni takip etmiş. Bir de baktım ki, ömer peşimden beni takip
ediyor. Resulullah (s.a.v.):
“Ey Ebu Hureyre! Ne oldu sana?” diye sordu. Ben de:
Söylediğini yapmak
üzere yolda giderken Ömer'e rastladım. Benimle gönderdiğin haberi ona söyledim.
Bunun üzerine Ömer, bana, iki mememin arasına öyle bir vurdu ki, kalçamın
üzerine düştüm. Bana:
“Geri dön”emrini verdi”
dedim. Resulullah (s.a.v.), ona:
“Ey Ömer! Bu yaptığına seni sevk eden şey nedir?” diye sordu, Ömer:
“Ey Allah'ın resulü!
Annem-babam sana feda olsun. Sen, kalbi yüzde yüz inanmış olarak “Allah'tan
başka hiçbir ilah yoktur” diye şahadet getiren kime rastlarsa onu cennetle
müjdelesin diye Ebu Hureyre'yi ayakkabılarınla gönderdin mi?” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Evet gönderdim” buyurdu. Ömer:
“Aman böyle yapma!
Çünkü korkarım ki, insanlar buna güvenip (amel işlemekten geri) kalırlar.
Dolayısıyla bırak da şu yaptıklarını amel etsinler”. dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Öyleyse bırak şunları” buyurdu.
[56]
Açıklama:
Ebedi cehennemden
kurtaracak iman; kalple tasdik ve dille ikrardan meyadan gelir.
Resulullah (s.a.v.)'in,
ayakkabılarını Ebu Hureyre'ye vermesi, onu gördüğüne bir alamet olsun ve onun
kendisine söyeleyeceği şeyleri daha kolay kabul etmeleri içindir.
Hz. Ömer'in, Ebu
Hureyre'nin göğsüne vurması onu yere sermek veya ona eziyet etmek için değil,
söylediği sözden vazgeçirmek içindir.
Bu hususta Kadı İyâz
ile bazı alimler derler ki:
“Hz. Ömer'in bu fiili
ve Peygamber (s.a.v.)'e müracaat etmesi, ona itiraz ve emrini kabul etmemek
değildir. Çünkü Resulullah (s.a.v.)'in Ebu Hureyre'yle gönderdiği sözde
ümmetinin gönlünü almak ve onlara müjdede bulunmaktan başka bir şey yoktur.
Dolayısıyla Hz. Ömer, ümmet bu müjdeye güvenerek amel ve ibadeti terk eder
endişesiyle onun gizlenmesi ve bu gizlemenin müslümanlar için o peşin müjdeden
daha hayrlı olacağı değerlendirmesinde bulunmuştu. Nitekim bu düşüncesini
Resulullah (s.a.v.)'e arzettiğinde Peygamber (s.a.v.) onun bu fikrini
onaylamıştı.”
[57]
Ayrıca bu hadiste;
aralarındaki dostluk ve diğer sebeplerden dolayı razı olacağını bildiği bir
kimsenin mülküne izinsiz girmenin caiz olduğu görülmektedir. Çünkü Ebu Hureyre,
o bahçeye izinsiz girmiştir. Peygamber (s.a.v.)'de ona bir şey dememiştir. İzin
meselesi, sadece mülkle geçerli olmayıp hayvanına, arabasına binmek,
araç-gerecini kullanmak, yemeğini yada meyvesini yemek gibi hususlar hep aynı
hükme tabidir.
32-
Mahmûd
b. Rebî' yoluyla İtbân b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Mahmûd b. Rebî der ki:
“Medine'ye gelmiştim.
İtbân'la karşılaştım.” Ona:
“Kulağıma, senden bir
hadis geldi” dedim. İtbân:
“Gözüme bir şey isabet
etmişti. Resulullah (s.a.v.)' e, “Bana kadar gelip evimde namaz kılmanı ve
evimi namazgah yapmayı arzuluyorum” diye haber yolladım.
İtbân sözünde devamla der
ki:
“Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.), Allah'ın dilediği kadar ashabıyla birlikte gelip içeri
girdi. O, evimde namaz kılıyordu. Sahabileri de, kendi aralarında konuşuyorlardı.
Daha sonra (münafıkların, müslümanlara yaptıkları söz konusu çirkin
davranışların) en çoğunu ve en büyüğünü Mâlik b. Duhşum'a isnat ettiler.
Peygamber (s.a.v.)'in ona beddua etmesini, bu nedenle de onun helak olmasını
istediklerini ve onun başına bir bela gelmesini arzu ettiklerini söylediler.
Derken Resulullah (s.a.v.), kıldığı namazı bitirip:
“Bu adam, “Allah'tan
başka ilah olmadığına ve benim de Allah'ın resulü olduğuma” şahadet etmiyor mu?”
diye sordu. Sahabiler:
“Doğrusu bunu,
kalbinde olmadığı halde söylüyor” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Allah'tan başka İlah olmadığına ve benim de Allah'ın
resulü olduğuma şahadet getirmeyen bir kimse, cehenneme girer yada cehennem
ateşini tadar” buyurdu.
Enes der ki:
“Bu hadis, benim
hoşuma gitti”. Oğluma da:
“Bu hadisi yaz” dedim.
O da bu hadisi yazdı.[58]
Açıklama:
Orada haklarında söz
edilenler, münafıklardı. Onların çirkin halleri ile kötü uygulamalardan ve müslümanlara
reva gördükleri zahmetlerinden bahsedilmiş, sonuç itibariyle de kabahatin büyüğü,
Mâlik b. Duhşum'a yükletilmişti. Halbuki Mâlik b. Duhşum, Bedir gazasına
katılmıştı. Dolayısıyla da ondan nifak beklenemezdi. müslüman olduktan sonra
yaptığı bütün icraat, böyle bir suçlama altında kalmasına engeldi. Bundan
dolayı Peygamber (s.a.v.), sahabilerin bu konudaki düşüncesine katılmayıp “Allah'tan
başka ilah yoktur, Muhammed O'nun Resulüdür” diye şahitlik eden bir kimsenin
cehenneme girmeyeceğini bildirmiştir. Çünkü Peygamber (s.a.v.), onun, Kelime-i
şahadeti samimane getirdiğine kanaat getirmiştir. Dolayısıyla da onun imanının
sadakat ve samimiyetinde asla şüphe etmemek gerektiğini ortaya koymuştur.[59]
Ayrıca bu hadis, hadis
ve diğer ilimleri yazmanın caiz olduğunu göstermektedir.
33- Abbâs b.
Abdulmuttalib (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Abbâs, Resulullah (s.a.v.)'in
şöyle buyurduğunu işitmiştir:
“İmanın tadını; Rab olarak Allah'a, din olarak İslam'a
ve peygamber olarak da Muhammed'e razı olan kimse tatmıştır.”
[60]
Açıklama: İbnu'l-Hümâm'a
göre; bir şeye razı oldum demek, onunla yetindim, onunla beraber başkasını
istemem demektir. Buna göre hadisin manası da: “Yüce Allah'tan başkasını Rab
olarak istemeyen, İslam yolundan başkasına gitmeyen ve sadece Muhammed'in
şeriatına uygun olan yolda yürüyen kimse imanın tadını tatmış” demektir.[61]
Kadı İyâz'a göre ise
böyle bir kimsenin İmanı sahih, nefsi mutmain olmuş ve içi rahat olur.
[62]
34- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“İman, yetmiş küsur yada altmış küsur şubedir. İmanın
en alt seviyesi, yoldan eziyet verecek şeyleri gidermektir. Haya da, imandan
bir şubedir.”
[63]
Açıklama:
İmanın hakikati ve
özü, kalbin tasdikidir. Kalbin tasdiki, imanın değişmeyen aslî unsurudur.
Yalnız kalpte neyin gizli olduğunu insanlar bilemediği için, kalpteki inancın
dil ile söylenip açığa vurulması, o kişinin, dünyada bu söz ve ikrarma göre
bir işleme tabi tutulması gerekmektedir. Bu sebeple kalpte bulunan inancın dil
ile ifade edilmesi, imanın bir parçası değil adeta onun dünyevi şartıdır. Bu
hadis; imânın, amellerden teşekkül eden bir takım şubeleri ve dalları olduğunu,
bu dallardan ve şubelerden tecrid edilmiş bir imânın kamil bir İman
olmayacağını ifade etmektedir. Ayrıca imânın yetmiş küsur şubeden meydana
geldiği ve imânın, haya gibi dışa vuran alametleri olduğu ifade edilerek imânın
dışa vuran alametleri olduğu belirtilmiştir.
Beyhakî, “Şuabu'l-İman”ında,
imanın altmış yada yetmiş küsur şubesi bulunduğunu belirten hadisten hareketle
bunların nelerden ibaret olduğunu ayet ve hadislerin yardımıyla tespite
çalışmıştır.
“İmanın Şubeleri”
konusunda İbn Hibbân'in “Vasfu'1-İmân ve Şuabuh”, Ebu Abdullah Hüseyin
el-Halîmî'nin “Fevâidu'l-Minhâc”, Şeyh Abdulcelil'in “Şuabu'1-İman”, İshak İbnü'l-Kurtubî'nin
“Kitâbu'n-Nesâîh” adlı eserleri yer almaktadır.
Bununla birlikte Aynî,
bu kitaplardan hiçbirini, imanın şubelerini tespitte yeterli bulmadığını
belirtmektedir.
Konumuzla ilgili
hadislerde belirtilen şubelerin mahiyeti hususunda genel olarak karşımıza üç
görüş ortaya çıkmaktadır:
1- Bunlarla;
sayısal değer değil, İmânın tezahürlerinin sayısal değerlerle kayıtlanamayacağı
belirtilmiştir. Bu sayısal değerlere “Küsur” kelimesinin ilavesiyle, imanın
şubelerinin belli bir sayıya gelmeyecek kadar çok olduğu, belli bir sayısal
değer belirtilseydi, bu hususun kapalı bırakılmayacağı, Arapça'da yetmiş,
altmış veya katlanyla ifade edilen sayısal değerlerin mübalağa için
kullanıldığı belirtilmiştir.
2- Zikredilen
bu sayısal değerin, imanın şubeleri olduğu, bundan maksadın da bu şubeleri
saymak olduğunu belirten kimseler de olmuştur. Örneğin, İbn Hibbân, “Vasfu'1-İmân
ve Şuabuh” adlı eserinde; bu hadisin manasını araştırdığını, bu maksatla;
ibadetlerin hadiste belirtilen miktarı çok aştığını, “Sünen” kitaplarında ise
İmandan sayılan ibadetlerin yetmiş küsurdan az çıktığını, bunun üzerine
Allah'ın Kitabına yönelip orada yüce Allah'ın imandan belirttiği her ibadeti
saydığını, böylece yetmiş küsura ulaştığını, Kitap ile Sünnette gelenleri
birbirine ilave ettiğini, tekrarlan saydığını, sonuç olarak Allah ve Resulünün
imandan saydıkları şeylerin toplamının ne fazla ve ne de eksik olarak yetmiş
küsura ulaştığını, Resulullah (s.a.v.)'in kastının; Kitap ve Sünnette gelmiş
olanları miktarı olduğunu anladığını kaydetmiştir.
3. a- Kadı
İyâz'da; bu hususun detaylı olarak bilinmemesin in imana bir eksiklik getirmediğini,
çünkü imanın usul ve füru'nun bilindiğini, dolayısıyla İmanın bu kadar şubesi
olduğuna kabaca inanmanın vacip olduğunu belirtmiştir.
b- Aynî'de;
Peygamber (s.a.v.)'in, imanın en yüksek derecesi ile en aşağı derecesini konumuzla
ilgili hadiste belirttiğini, gerisinin bu ikisi arasında yer aldığını, bunları
teker teker bümesek bile toptan inandığımızı, nitekim meleklerden pek azının
ismini bildiğimiz halde hepsine İnandığımızı, dolayısıyla da bunun bizim melek
inancımıza bir eksiklik getirmediğini belirtmiştir.
Bununla birlikte Aynî,
imanın söz konusu şubelerini teker teker sayma denemesini yapar ve bunu, 77
şubeye şöyle tamamlar:
1- Allah'a
iman, Allah'ın zatına, sifatlanna, birliğine ve benzeri olmadığına inanmak.
2-
Allah'dan
başka herşeyin sonradan yaratıldığına inanmak.
3-
Meleklere
inanmak.
4-
Kitaplara
inanmak.
5-
Peygamberlere
inanmak.
6-
Kadere,
hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmak.
7-
Ahirete
inanmak, kabir sorgusuna, kabir azabına, tekrar dirilmeye, mahşerde
top-larraya, hesaba, mizana, sırat köprüsüne... inanmak.
8-
Cennete
ve oradaki ebedî hayata inanmak.
9- Cehenneme,
cehennem azabına, kâfirlerin ebediyyen orada kalacağına inanmak.
10- Allah'ı
sevmek.
11-
Allah
için sevmek, Allah için buğzetmek. Muhaciri ve Ensarı ve Resulullah (s.a.v.)'in
ev sikini sevmek.
12- Peygamber (s.a.v.)'i sevmek, ona salat ve selam
okumak, sünnetine uymak.
13- İhlaslı
olmak ve riya ile nifakı terk etmek.
14-
Tevbe ve
pişmanlık.
15-
Allah'tan korkmak.
16- Allah'ın
rahmetinden ümid etmek.
17-
Ümidsizlİk ve ye'si terketmek.
18-
Şükretmek.
19- Ahde
vefa göstermek.
20- Sabırlı
olmak.
21- Tevazu,
büyüklere saygı.
22- Şefkatli
ve merhametli olmak, küçüklere şefkat göstermek.
23- Allah'ın
kazasına razı olmak.
24- Allah'a
tevekkül etmek.
25- Amele
güvenmemek, kendini övmeyi ve kusursuz görmeyi terketmek.
26- Hasedi
terketmek.
27- Kin ve
intikamı terketmek.
28-
Öfkelenmeyi terketmek.
29-
Aldatmamak, su-i zan sahibi olmamak, hilekâr olmamak.
30- Dünya sevgisini terketmek. Mal ve makam
sevgisini terk etmek.
Kalp ile ilgili güze!
veya kötü ameüerden herhangi biri aklına gelir de burada zikredilmemiş
bulursan, o esas İtibariyle, bu saydıklarımızın dışında kalmaz, bunlardan
birine dahil olduğunu azıcık bir tefekkürle görürsün.
1- Kelime-i
tevhidi diliyle söylemek.
2- Kur'an'ı
tilâvet etmek.
3- İlim
öğrenmek.
4- İlim
öğretmek.
5- Allah'a
dua etmek.
6- Allah'ı
zikretmek, istiğfar.
7- Boş
şeylerden kaçınmak.
Bu da, 40 şubedir:
Bunlar da, kendi aralarında 3 çeşittir:
Bunlar, 16 şubeye
ayrılırlar:
1- Temizlik.
Buna beden, elbise ve mekân temizlikleri de girer. Bedeni manevi kirlilikten
temizlemek için abdest almak, cünüpiükten, hayızdan, nifastan temizlemek için
yıkanmak.
2-
Namaz
kılmak ferz, nafile ve kaza namazları.
3-
Zekat
vermek; sadaka vermek, sadaka-ı fıtr ödemek, cömertlik, fakirlere ve
misafirlere yedirip ikram etmek.
4-
Farz ve
nafile oruçlar.
5-
Haccetmek,
umre.
6-
İ'tikafa
girmek. Kadir gecesini aramak.
7-
Dînin
yaşanabileceği yere gitmek, şirk diyarından hicret.
8-
Adaklarını yerine getirmek.
9- Yeminleri
yerine getirmek.
10-
Keffaretlerini ödemek.
11- Namaz
içinde ve dışında ayıp yerlerini örtmek, tesettüre riayet etmek.
12-
Kurbanları kesmek, adak kurbanı varsa onu da kesmek.
13- Cenaze
işlerine bakmak.
14- Borcu
ödemek.
15-
Muamelelerde doğru olmak, ribadan kaçınmak.
16-
Doğrulukla şâhidİik etmek, hakkı gizlememek.
1- Meşru
nikahla evlenip iffeti korumak.
2-
Aileye
karşı vazifelerini yerine getirmek. Hizmetçilere iyi muamele etmek
3-
Anne-babaya iyi muamele etmek. Onlara karşı haksızlıktan kaçınmak.
4- Çocukların
terbiyesi.
5- Sıla-i
rahm.
6-
Büyüklere
itaat.
1-
İdareciliği
adaletle yürütmek,
2-
Cemaate
uymak,
3-
Ulu'1-emre itaat etmek,
4- İnsanlan
barıştırmak. Hâricilere ve âsilere karşı mücadele etmek.
5-
İyilikte
yardımlaşma.
6- Emr-i
bi'1-ma'ruf nehy-i ani'l-münkerde bulunmak insanlara iyiliği emretmek, kötülükten
menetmek.
7- Hududu (=cezaları)
tatbik etmek.
8- Cihad
etmek.
9-
Emaneti
edâ etmek. Ganimetten beşte biri (hurns) ödemek.
10-
Ödemek
şartıyla borç vermek.
11-
Komşuya
iyi muamele etmek.
12-
Geçimli
olmak.
13- Malı
yerinde harcamak. İsraftan kaçınmak.
14-
Selamı
almak.
15-
Hapşırana
“Yerhamukâllah” demek.
16-
İnsanlara zarar vermekten kaçınmak.
17-
Eğlenceden kaçınmak.
18- Yoldan
rahatsızlık veren bir cismi kaldırmak. Bütün bunlar, toplam 77 şube yapar.
35- İmrân b.
Husayn (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Haya, ancak iyilik
getirir.[64]
Açıklama:
Haya: Utanmak
demektir. Kınamayı gerektiren bir söz ve davranıştan dolayı kişinin Allah'a ve
insanlara karşı utanması, “Haya” sözüyle ifade edilmiştir.
Haya, insan ahlakı
için en güzel bir ölçüdür. İnsanın haddini bilmesi, utanacak bir işten dolayı
sıkılıp yüzünün kızarması, büyük bir fazilettir. Bu fazilet, sahibini
kötülüklerden uzak tutar. Utanıp kınanmayacağı işler yapmasına da sebep olur.
Gerçek haya, kişinin,
yüce yaratıcına karşı duyacağı hayadır.
Burada hayanın İmana
bağlanması, utanmanın yerini ve ölçüsünü dinin ve imanın tayin etmesidir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)
hayanın kemale ermesine şöyle işaret etmektedir:
“Allah'tan hakkıyla
haya edin!” Biz de:
“Ey Allah'ın resulü!
Zaten biz, hayalı davranıyoruz, Elhamdülillah” dedik. Resulullah (s.a.v.):
“Bu haya şekli, sizin anladığınız utanma biçimi
değildir. Fakat Allah'tan hakkıyla haya etmek; baş ve başta bulunan organlarla,
karın ve karnının içerisine aldığı organları her türlü günah ve haramlardan
korumak, ölümü ve toprak altında çürümeyi daima hatırlamaktır. Ahiretî isteyen
kimse, dünyanın süsünü bırakır. İşte kim bu şekilde davranırsa Allah'tan
hakkıyla haya etmiş olur” buyurdu.”
[65]
Haya, İmanın
hakikatinden değil, kemalin dendir. Bir şeyin kemalinin bulunmaması, o şeyin
bulunmamasını gerektirmez.
Kişi de, kuvvet ve
zayıflık, kalbin diri ve ölü olmasına göre farklılaşmaktadır. Çünkü kalp, diri
olduğu zaman haya tamamlanmış olur. Kalp ölü olursa, o zaman haya tamamlanmış
olmaz.
Bazıları, “Bazen haya,
sahibini ifrata götürerek onun Allah'a karşı vazifelerini görmesine engel olur,
dolayısıyla böyle bir hayada hayr yoktur” demişlerse de, Müslim sarihi Übbî,
bunu; “Bazı haya iyilikten başka bir şey getirmez, bazı hayada ise iyilik
yoktur” şeklinde çözüme ulaştırmıştır.[66]
Kısacası, haya denilen
utanma, bir fazilet olduğuna göre onun da ifrat ve tefrit tarafları vardır.
Hayanın ifrat tarafı, gevşekliktir. Tefrit tarafı ise başına buyrukluktur.
Gevşeklik çirkinliktir. Çünkü yapılması gerekli görevi terk etmeye ve bir çok
hayrlı işleri yapmamaya sebep olur. Başına buyrukluğun çirkinliği ise
ortadadır.
36- Süfyân
b. Abdullah cs-Sckafî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
İslam hakkında bana öyle bir söz söyle ki, onu senden sonra hiç kimseye
sormayayım” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Allah'a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol” buyurdu.
[67]
Açıklama:
Bu hadis, Peygamber (s.a.v.)’in
cevamiu'l-kelim (=az sözle çok mana ifade eden) sözlerindendir. Çünkü dosdoğru
olan müslümanlar, Allah'ı birledikten sonra istikamet yolunu tutup ölünceye
kadar yüce Allah'a itaat etmeye devam ederek tevhidden sapmazlar.
İstikamet, her şeyin
kemali olduğu ve her şey onunla tamamlandığı için iyilik hayr ve hasenatın
meydana gelmesi onun varlığına bağlıdır.
37- Abdullah
İbn Amr (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Bir adam, Resulullah (s.a.v.)'e:
“İslam'ın hangi
(davranış modeli) daha hayrhdır?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Yemeği yedirmen ve tanıdığın tanımadığın herkese
selam vermendir” buyurdu.
[68]
Açıklama:
Hadisin metninde geçen
“eyyu'l-İslam” hangi İslam kelimesinde İslam kelimesinden önce gizli bir
hisâl/hasletler kelimesi mevcuttur. Haslet ise ahlak, huy ve model demektir. Bu
takdirde cümlenin anlamı, İslam'ın getirdiği ahlak esaslanndan en hayrlı olanı
hangisidir' manasına gelmektedir.
Soruyu soran kimsenin,
kim olduğu geçmiyorsa da Ebu Zerr olduğu ileri sürülmüştür.
İnsanların
birbirlerini sevip saymalan, İslam nizamının temeli oluşturan; yemek yedirmek,
selamı yaymak ve birbirine hediye göndermek gibi şeylere teşvik etmiş, bunların
zıddı olan küsme, röntgencilik, dedikodu, ikiyüzlülük gibi kötü hususları
yasaklamıştır.
Resulullah (s.a.v.)'in
burada en hayrlı huy-ahlak olarak yemek yedirmek ve her müslümana selam
vermekten bahsetmesi, gerçekten bu iki huyun en hayrlı huylar olduğundan değildir.
:Bu soruyu soran kimsenin bunîan hakkıyla yerine getirmediğini bildiğindendir.
Çünkü Peygamber (s.a.v.) burada muhatabının durumuna göre cevap vermiştir.
[69]
Ayrıca günah İşleyen
kimselere günah işlediği sırada ve Kur'an okuyana, namaz kılana, vaaz veren
kimseye, ilim müzakeresinde bulunan gibi kimselere selam verilmez.
38- Abdullah
İbn Amr İbnu'l-As (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Bir adam, Resulullah (s.a.v.)'e:
“Hangi müslüman daha
hayrlıdır?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Dilinden ve elinden (diğer) müslümanların emin olduğu
kimsedir” buyurdu.
[70]
Açıklama:
Hadisin metninde geçen
“müslüman” kelimesiyle; kamil müslüman kast edilmiştir.
Burada müslümanların
elinden ve dilinden emin olmalan yanında İslam'ın diğer emirlerini de yerine
getiren ve yasaklarından kaçman kamil müslüman anlaılmak isteniimektedir. Yoksa
“müslümanların elinden ve dilinden emin olmadığı kimseler müslüman değildir” demek
istenmemiştir.
Ayrıca burada müslümanların
hak ve hukukuna riayete teşvik edilmekte, ondan daha önemlisi olan Allah'ın
hukukunun öncelikle yerine getirilmesi gerektiği vurgulanmaktadır.
Burada “müslümanlar”
kelimesiyle, hem erkek müslümanlar ve hem de kadın müslümanlar kast
edilmektedir. Bu bakımdan kamil bir müslüman, eliyle ve diliyle erkekleri incitmediği
gibi kadınlan da incitmez.
İnsanın bütün duygu ve
düşüncelerine tercüman olması hasebiyle hadiste insan organları içerisinde
özellikle zikredildiği gibi bütün işlerin yapılmasında kendisine en çok ihtiyaç
duyulması bakımından da “El” zikredilmiştir.
39- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Üç haslet vardır. Bu üç haslet kimde bulunursa,
imanın tadını duyar:
1- Kendisine, Allah ve Resulünün, başkalarından daha
sevimli olması.
2- Bir kimseyi, sadece Allah için sevmesi.
3- Allah'ın, bir kulu imansızlıktan kurtarıp ona
İslâm'ı nasib ettikten sonra o kimsenin tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmaktan
hoşlanmadığı gibi hoşlanmaması.”
[71]
Açıklama:
Dine gerçek anlamda
bağlı olma, ancak Allah ve Resulünü her şeyden çok sevmekten geçer. Bunun
aksini düşünmek zaten mümkün değüdir. Allah ve Resulü dışında kalan kimseleri
sevmedeki ölçü ise; Allah'ı hoşnut etmeyecek sevgilerden ve kızgınlıklardan
kaçınmaktır. Bu da; Allah'ın seveceği dostları sevmek, Allah'ın sevgisine layık
olmayan kimseleri sevmemektir. Kendisini müslüman bildiği halde sevgi alemini;
samimi müslümanlara, Allah dostlarına değil de İslam dışı hayat süren
kimseleri kendilerine ölçü alan kimse ise kendisini muhasebe ve murakabe
etmelidir.
40- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Bir kul, ben, kendisine ailesinden, malından ve bütün
insanlardan daha sevgili olmadıkça (kamil anlamda) iman etmiş olmaz.”
[72]
Açıklama:
Burada mutlak anlamdaki
iman değil de, kemâle erdirici iman kast edilmektedir, Dolayısıyla bir kişinin
imanının kemâle ermesi için, Allah Resulünü; babasından, çocuklarından,
malından, ailesinden ve bütün insanlardan daha çok sevmelidir. Bu hadisi, bir önceki
hadis bağlamında da değerlendirildiğinde; müslümanın, İslam dışı bir hayat
süren kimseleri değil de islam'ın yaşamsal boyutunu bize bizzat yaşayarak
gösteren Allah Resulünü rehber alması gerektiği ortaya çıkmaktadır.
41- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi, kendisi için istediğini (din) kardeşi
yada komşusu için de istemedikçe (kamil anlamda) iman etmiş olmaz.”
[73]
Açıklama:
İbn Salâh'a göre;
kişinin, kendisi için istediğini din kardeşi için de istemesi, adeta imkansız
derecede güç sayılan şeylerdendir. Halbuki meseîe hiç de öyle değildir. Çünkü
hadisin manası; İslam'da sizden birisi kendisi için istediği şeyin aynısını
değil benzerini din kardeşi için de dilemedikçe kamil anlamda iman etmiş olmaz
demektir. Bunu yapmak, kendine verilen nimetten hiçbir şey noksan kalmamak ve
kendine verilene dokunmamak şartıyla din kardeşine de böyle bir nimetin
verilmesini istemekle olur. Bu, kalbi selim sahibi olan bir kimse için
kolaydır. Yalnız bozuk kalbli olana güç gelir.
Kamil iman sahibi
olmak için kendine istediği şeylerin benzerini din kardeşine istemek lazım
geldiği gibi kendisi için kötü gördüğü şeyleri din kardeşi için de kötü görmek
İmanın kemale ermesindendir.
42- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Komşusu kötülüklerinden emin olmayan kimse cennete
giremez.”
[74]
Açıklama:
Komşu: Ev, işyeri,
arazi, köy, şehir ve ülke bakımından yakın olanların birbirlerine göre
aldıklan ad.
Konuyla ilgili olarak
Kur'ân-ı Kerim'de komşu ilişkisinden söyle söz edilir:
“Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara,
yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, ve mâliki bulunduğunuz
kimselere iyilik edin”
[75] buyurulmaktadır.
Bu ayette geçen “Yakın
komşu” kelimesinin; birbirine bitişik komşu, “Uzak komşu” kelimesinin;
birbirine bitişik olmayan uzak komşu olduğu belirtilmiştir.
Bir müslümanm
başkalarına zarar vermemesi, herkese iyilik yapması en önemli ahlâkî
görevlerindendir. Sürekli karşılıklı ilişkiler sebebiyle komşu güven konusunda
daha önceliklidir.
Mü'minin, kendi nail
olduğu nimetlere diğer mü'min komşularının da nail olmasını, kendisi için
istemediği şeyleri mü'min komşusu için de arzu etmemesi esastı.
[76]
Bu prensipten hareket
edilince komşu komşuyu rahatsız edemez. Burada, herkese uygulanabilen objektif
bir ölçü sunulmuştur. Görüntü yaparak veya balkon, saçak vb. yapılarla komşunun
arsasına taşarak zarar veren kimse, aynı davranış kendisine yapılsa razı olmayacaksa,
kalbine danışarak doğruyu bulabilecektir.
Komşusunun, kendisinde
ne gibi hakları bulunduğunu soran bir sahabeye Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle
cevap vermiştir:
“Hastalanırsa ziyaretine gidersin, vefat ederse
cenazesini kaldırırsın. Senden borç isterse borç verirsin. Darda kalırsa yardım
edersin. Başına bir felâket gelirse teselli edersin. Evinin damını onunkinden
yüksek tutma ki, onun rüzgârını kesmeye-sin. Ya senin ne pişirdiğini bilmesin,
ya da pişirdiğinden ona da ver.”
[77]
Bu hadisin ışığında
komşularımıza karşı yerine getirmemiz gereken görevlerimizin neler olduğuna
gelince:
1- Komşularımıza
karşı tatlı sözlü, güler yüzlü olmalı, onlarla karşılaştığımızda selamlaşmayı,
hâî hatır sormayı, neş'e ve kederlerini paylaşmayı ihmal etmemeliyiz.
2- Sağlık ve
hastalıklarında, üzüntü ve sevinçli anlarında, düğün ve bayramlarda kendilerini
ziyaret etmek, onlardan biri vefat etmek, onlardan biri vefat ederse yakınlarına
başsağlığı dilemek, kendilerine destek olmak, cenazenin kaldırılmasında
yardımcı olmak, davetlerini kabul etmek, çocuklarım kendi çocuklarımız gibi
sevmek, koruyup gözetmek de komşuluk görevlerindendir.
3-
Peygamberimiz:
“Allah'a ve âhiret gününe iman eden komşusuna iyilik
etsin.
[78]Allah katında dostların en iyisi arkadaşına,
komşuların en İyisi de komşusuna en iyi davrananıdır”
[79]
buyurmuştur.
4-
Komşularımıza ikramda bulunmak dâ ahlâkî görevlerimizdendir. Rasülüllah (s.a.v.):
“Allah'a ve âhiret gününe iman eden komşusuna ikramda
bulunsun” demiştir.
[80] Yine
Peygamber
“Ya Ebâ Zerr! Çorba pişirdiğin zaman suyunu çoğalt ve
komşularını da unutma,” tavsiyesinde
bulunmuş, ayrıca “Komşusu açken tok olarak
yatan kimse bizden değildir”
[81] buyurmuştur.
5- Fakir ve
muhtaç komşuların yardımına koşmak, gerekirse onlara maddi yardımda bulunmak,
ödünç para vermek, çalışabilecek durumda olanlara, geçimlerini sağlayacak bîr
iş sağlamak müslümanin görevidir. Kimsesiz ve yaşlı komşularımızın, işlerini
takip etmek, yapmak veya yaptırma da çok güzel bir davranıştır.
[82]
6- Komşuda olup bitenleri araştırmamak, ayıp ve
kusurlannı ortaya çıkarmamak, bize hatalı söz ve davranışlarda bulunmuşlarsa,
onları anlayışla karşılayıp bağışlamak kendilerine dünya ve âhiret işlerinde
yol gösterici olmak da komşuluk görevleri arasındadır. Kur'an-ı Kerim'de
birbirinin kusurunu araştırmak ve başkasının gizli kalmış yanlarını ortaya Çıkarmaya
çalışmak yasaklanmıştır.
[83]
7- Komşulara
kötülük yapmamak, zarar vermemek gerekir. Hz. Peygamber bunun önemini:
“Komşusu, kötülüklerinden emin olamayan kişi iman
etmiş olmaz”
[84] ve
“Allah'a ve âhiret gününe îman eden komşusuna eziyet
etmesin”
[85] buyurarak
müslümanlara komşu hakkının önemini belirtmiştir.
Komşuya ya maddi veya
manevî yoldan eziyet yapılır. Maddi kötülük, evine, bahçesine, malına, mülküne
tecavüz etmek; onları bozmak, yıkmak, kirletmek, zorla ele geçirmek, kendisini
dövmek ve hırpalamaktır. Manevî kötülük ırz ve namusuna tecavüz etmek, aile
sırlarını çevreye yaymaktır. Özellikle komşunun namusuna göz dikmek günahın
katlanmasına sebep olur.
Çevresindeki
insanlarla iyi komşuluk münasebetleri kurmak her müslümanın görevidir. Bu
görevi yerine getirmeyen ve komşularım rahatsız eden insanlara da her zaman
rastlanmaktadır. Hz. Peygamber, kötü komşunun fenalıklarına karşı sabırlı
olunmasını tavsiye etmiştir.
8- Kötü
komşunun, nasıl çevresindeki insanlara zararı dokunuyorsa aksine iyi komşunun
da dünya ve âhirette yakınlarına İyilik ve yardımı dokunacaktır.
43- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa, ya hayr
söylesin yada sussun! Kim de Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa,
komşusuna ikram etsin. Kim de Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa,
misafirine ikramda bulunsun.”
[86]
Açıklama: Bu
hadiste üç konu ele alınmaktadır:
müslümanın son derece
dikkatli ve uyanık olması gereken hususlardan birisi de; bir günaha yada bir
fitnenin çıkmasına sebep olacağı korkusuyla ağzından çıkacak sözlerdir. Bunlara
dikkat etmesi ve kesinlikle hayr olacağından emin olmadıkça söylemek istediği
sözü söylememesidir. Çünkü ağzından çıkacak bir söz, sebep olacağı neticeye
göre hüküm alır. Harama sebep oluşsa haram, sevaba sebep olmuşsa sevap hükmünü
alır. Bu da, ancak hayr söylemekle gerçekleşir.
Komşuya ikram etmek ve
ona iyilikte bulunmak, ihtiyacı anında onu teselli etmek; sevilen ve emredilen
bir davranış şeklidir. Şer'i hüküm de bunu getirmekte, Kur'an'da bunu
belirtmektedir. Komşuya iyi davranma ve ona eziyet vermeme hususunda bir çok
hadis gelmiştir.
Komşuluk, genel olup
müslümanı, kafiri, takva sahibini, günahkar kimseyi, arkadaşı, düşmanı,
yabancıyı ve yakını kapsamaktadır. Yalnız bunlar arasında farklılık vardır. Bu
övülmüş sıfatlar ve güzel hasletler kimse bir araya gelirse, o kimse en yüce
mertebeye ulaşmış olur. Bu tür güzel nitelikleri çoğaltmaya çalışan kimse de, mertebe
bakımından öncekine bağlıdır. Çünkü bu kimse de, konumu ve makamı gereği her
hak sahibine hakkını verir.
Alimler, misafirliğin
hükmü hususunda İhtilaf etmişlerdir. A'zam, Şâfii, Mâlik ve diğerlerinden
oluşan cumhura göre; misafirlik, sünnettir. Çünkü misafirlik, yüce ahlaktan,
İsİam adabından, peygamberlerin ve Salih kimselerin ahlakmdandır. Cumhur, buna,
misafirine hediyesini ikram etsin” ifadesini delil olarak getirmişlerdir. Bu da
ancak kişinin kendi isteğiyle gerçekleşir. Çünkü “İkram etsin” ifadesi, iyi
davransın demektir.
Bazıları ise bu konuda
gelen hadislerin dış görünüşüne bakarak misafirliğin vacip olduğu ile ilgili
görüşü te'vil edip bunun, İslam'ın ilk yıllarında geçerli olduğunu
belirtmişlerdir.
Leys ile İmam Ahmed
ise bir gün bir gece olan misafirliğin vacip olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu
görüşlerine, Misafirin birinci gecesinde onu ağırlamak her müslüman ev sahibi
üzerine düşen bir görevdir
[87] hadisi
ile Ukbe'den gelen
“Eğer bir kavme misafir olur da sizin için (yapılması
gereken ikram ve ağırlama ile ilgili) işleri(n yapılmasını hizmetçilerine)
emrederlerse bunu kabul edin. (Bunu) yapmazlarsa kendilerine yaraşan misafir
hakkını onlardan alın”
[88] hadisini
delil olarak getirmişlerdir.
Misafir kabul etmenin;
şehirde oturanlara ve bedevilere mi, yoksa sadece bedevilere mi vacip olduğu
meselesinde ihtilaf vardır. Hadislerin dış görünüşü, bunun, genel olduğu
doğrultusundadır. Yine de doğruyu en iyi bilen Allah'tır.
Ebu Davud'un sarihi
Sehârenfûrî (ö. 1346/1927)'ye göre, misafirin ağırlanma müddetiyle ilgili bu
hadis üç şekilde tefsir edilmiştr:
1- Misafire
bir gün bir gece özel olarak hazırlanan yemekler sunmak suretiyle ikramda
bulunulmalı. İşte hadisin metininde geçen caize hediye)den maksat, budur. Eğer
bu caize, misafire sunulmazsa ona ikram etmiş olunmaz.
Fakat misafire
hergünkü yenilen mutad yemeklerden yedirilmeli. O zaman evde üç gün misafir
edilir. Onu bu şekilde üç gün misafir etmekle misafire ikram etme görevini
yerine getirilmiş olunur.
2-
Misafire
üç gün üç gece misafir ettikten sonra ona yolculuğunda bir gün bir gece yetecek
şekilde özel bir yemek hazırlayıp azığına konulmalı. İşte onun caizesi budur.
Bu yapılmadığı takdirde misafire ikram edilmiş olunmaz.
3- Ev sahibi
olarak bir gün bir gece misafirle çok yakından ilgilenümeli. Ona özel hazırlanmış
yemekler sunmakla ve sohbetinde bulunmakla ağırlanmaya çalışılmalı. İşte onun
caizesi budur.
Bundan sonraki iki gün
içinde ise onun için mükellef sofralar sunulmaya gerek yoktur. Mutad yemekler sunmakla
yetinilebilir. Misafire karşı görev bu şekilde yerine getirilmiş olunur. Bu,
İmam Mâlik'in görüşüdür.
44- Ebu Saîd
el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu
işittim:
“Sizden kim bir kötülük görürse, onu eliyle
değiştirsin. Buna gücü yetmezse, onu diliyle değiştirsin. Buna da gücü
yetmezse, o zaman onu kalbiyle değiştirsin. Bu da, imanın en zayıfıdır.”
[89]
Açıklama:
Maruf, şeriatın
emrettiği; münker, şeriatın yasakladığı şey demektir. Başka bir deyimle Kur'an
ve sünnete uygun düşen şeye maruf; Allah'ın razı olmadığı, inkâr edilmiş, haram
ve günah olan şeye de münker denilir.
Yani marufu emretmek
iman ve itaata çağırmak; münkerden sakındırmak ise Allah'a başkaldırmaya karşı
durmaktır.
İslâm bilginleri, bir
şeyden korkarak kötülüğe engel olmamanın âdeta o kötülüğü kabul etmek ve ona
katılmak anlamına geldiğini; asıl korkunun Allah'tan korkmak olduğunu; iyiliği
emretmek ve kötülüğü engellemek görevinin eceîi yaklaştırmadığını ve rızkı
kesmediğini; ancak göz göre göre takat dışı belâya direnmenin de caiz
olmadığını söylemişlerdir.
Marufu emretmek,
münkerden sakındırmak görevini İslâm ümmeti içinden öncelikle âlim olanlar
üstlenir; yoksa bu iş câhillere bırakılmaz. Çünkü câhiller her şeyi altüst
ederler, kavram ve değer kargaşasına yol açarlar. Görevin yerine getirilmesinde
ana ilke, her müslümanin ahirette hesap vereceğini bilmesi bilincidir.
Toplumlar genelde
ikiye ayrılırlar: Maruf toplumlar, münker toplumlar. müslümanların, her münker
toplumu maruf toplum, İslam'ın yaşandığı toplum haline getirmeleri farz
kılınmıştır.
Maruf, tek kelimeyle
İslâm'ın kendisidir. Münker de, aslı itibariyle veya ahlâkı açıdan sadece kötü
şeyler değil, tam anlamıyla İslâm'ın yasakladığı her şeydir. Yeryüzünün değişik
yerlerinde, değişik şartlarda yasayan müsiümanlar için değişmeyen ölçü budur.
Marufun emredilmesi,
münkerin yasaklanması meselesi, sadece bir fetva olayı değil; aile, hukuk,
siyaset ve ekonominin her zaman İç içe geçmiş bir şekilde şeriatın gerekleri
doğrultusunda savunulması ve yaşanması demektir.
Bir toplumda ma'rûfu
emreden, kötülükten sakındıranlar olmazsa giderek münker olan işîer bîrer kural
haline, bir yaşama biçimi haline gelirler. Şeytanlar hak ile bâtılı karıştırır,
doğruyu bozarlar; İnsanlara Allah'ı unuttururlar. Böyle bir toplumda müslümanın
tavnnı yine âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şu
buyruğunda bulmak mümkündür:
"Sizde iki
sarhoşluk ortaya çıkmadıkça Allah tarafından gelen hak din üzere devam
edersiniz: Cehalet sarhoşluğu ve dünyaya aşın düşkünlük. Siz iyiliği emreder,
kötülüğe engel olur ve Allah yolunda cihad ederken içinizde dünya sevgisi
oluşuverînce iyiliği emretmez, kötülüğe engel olmaz ve Allah yolunda cihadı
bırakırsınız. O gün Kitap ve sünnetin emirlerini yaymaya çalışanlar Ensâr ve Muhacirlerden
İslâm'a ilk giren kimseler gibidirler.
[90]
Bu manada gelen merfu'
bir hadis ise şu şekildedir:
“Resulullah (s.a.v.)'in
şöyle buyurduğunu işittim:
“Yüce Allah, aralarında kötülüğü görüp de onu
engelleyecek güce sahip oldukları halde onu engelleme durumu olmadığı müddetçe
özel bir günah ameli sebebiyle genele azab etmez. Bu kötülüğü işledikleri zaman,
Allah, herkese azab eder.”
[91]
45- Abdullah
İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Benden önce Allah'ın herhangi bir ümmete gönderdiği
peygamberin, ümmetinden Havarileri, sünnetine tabi olan ve emrine uyan
sahabileri olmuştur. Daha sonra onların ardından; onların yapmadıklarını
söyleyen ve emrolunmadıkları şeyleri yapan bazı nesiller meydana çıkmıştır.
İşte kim bunlara karşı eliyle savaşırsa o mümindir, kim onlara karşı kalbiyle
savaşırsa o da mümindir, fakat bunun ötesinde imandan bir hardal tanesi kadar
yoktur.”
[92]
Açıklama:
Ümmet: Bir peygamberin
tabileri ve ashabı demektir. Bazen peygamberin dine davet ettiği kimseler
manasında da umumi olarak kullanılır. Bu takdirde ümmetin manasına kafirler de
dahil olduğundan müslümanlara “Ümmet-i icabet” ve kafirlere “Ümmet-i davet” denilir.
Fakat ümmet denilince genellikle birinci mana kastedilir.
Havari: Yardımcı
kimseler demektir.
Bu hadis, zahiren “Bir
peygamber gelir, onunla bir veya iki kişi beraber olur, başka bir peygamber
gelir, onunla beraber hiç kimse yoktur” hadise ters gibi gözükse de hakikatte
aralarında bir terslik yoktur. Çünkü buradaki hadisten maksat, çğunluktur. Yani
her peygamber, çoğunluk itibariyle her peygamberin ümmetinden havarileri
vardır demektir.
Burada her peygambere
uyan havariler olduğu, bu havarilerin sözkonusupeygamberin sünnetine bağlı
kaldıkları, fakat daha sonra yapmadıklarını söyleyen ve emrolunmadıkları
şeyleri yapan bazı nesiller meydana çıkacağını, işte peygamberin ve havarilerin
yolunda olan kimselerin bu tür bozuk nesillere karşı mücadele etmesi gerektiği
vurgulanmaktadır
46- Ebu
Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.) eliyle Yemen tarafını
gösterip:
“İman şurada Yemen'lidir. Dikkat edin ki! Sertlik ve
katı kalplilik; develerin kuyrukları dibinde haykırıp bağıranlarda, şeytanın
iki boynuzunun/-topluluğunun doğduğu yerde ve Rabia ve Mudarr kabilelerindedir” buyurdu.
[93]
Açıklama:
Hz. Peygamber (s.a.v.)
burada Yemen'den gelip müslüman oian kimselerin hallerinin kemal üzere olduğunu
belirtmek suretiyle “İman Yemenlidir”
buyurmuştur. Çünkü bunlar, Yemen diyarından kalkıp gelerek müslüman
olmuşlardır. Rabia ile Mudarr kabilelerini ise müslüman olmadıklarından dolayı
yermektedir.
Resulullah (s.a.v.)'in:
“Sertlik ve katı kalplilik; develerin kuyrukları
dibinde haykırıp bağıranlarda”
buyurması; hayvanları götürürken yaygara ve gürültü çıkardıklar dandır. “Şeytanın
iki boynuzunun/topluluğunun doğduğu yerde ve Rabia ve Mudarr kabilelerindedir”
ifadesi ise onlann yaygaracı kimseler olduğunu vurgulamaktadır.”
“Şeytanın iki
boynuzu”ndan iksat; “Başının iki yanı” olduğunu söyleyenler varsa da “iki
topluluk” anlamı daha uygundur.
47-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resuluîlah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Küfrün başı, doğu tarafında dır. Kendini beğenme; at ile
deveyle uğraşanlarda ve haykırıp bağıran bedevilerdedir. Vakar ise koyunlarla uğraşanlardadır.
[94]
Açıklama:
Kadı İyâz'a göre
doğudan maksat, Necd tarafıdır. Bir önceki hadiste geçen “Mudarr” ile “Rabia”
kavimleri burada yaşamaktadır. Bu iki kabile, kardeş olup at ve deve gibi
hayvancılıkla ve çiftçilikle geçinirlerdi. Sert tabiatlı ve katı kalpli kimselerdi.
Laftan anlamazlardı. Bedevi bir hayat tarzları vardı. Bu nedenle de Hz.
Peygamber (s.a.v.) burada İsmen belirtmese de onları kastetmektedir.
48- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi
sevmedikçe de kamil anlamda İman etmiş olmazsınız. Size bir şey göstereyim mi;
onu yaparsanız birbirinizi seversiniz. Aranızda selamı yayın.”
[95]
Açıklama:
“Birbirinizi
sevmedikçe de (tam) iman etmiş olmazsanız” ifadesinden maksat; “Sizin imanınız
ancak birbirinizi sevmekle kemal bulur. Eğer böyle iman etmediyseniz cennetlikler
doğrudan doğruya cennete girerken sizler giremezsiniz” demektir.
[96] Yani
siz, kamil İman etmedikçe doğrudan doğruya cennete giremezsiniz..Birbirinizi de
sevmedikçe kamil iman sahibi olamazsınız.
Nevevî der ki:
“Selam vermek;
birleşip kaynaşmanın ve sevgi kazanmanın en başta gelen sebeplerindendir. müslümanların
birbirleriyle tanışmalan ve kendilerini, diğer dinlerden ayıran işaretlerini
meydana çıkarmaları selamı yayma sayesinde mümkün olur. Yine selam verme de;
nefsi alçak gönüllülüğe alıştırma, müslümanların hürmetini ta'zim, birbirleriyle
küsüşüp alakayı kesmeyi ve ara bozmayı ortadan kaldırma gibi nice güzel manalar
vardır.”
[97]
49- Temîm
ed-Dârî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.):
“Din nasihattir” buyurdu. Ona:
“Kimin için
nasihattir?” diye sorduk. O da:
“Allah'a, kitabına, resulüne, müslümanların İmamlarına
ve bütün müslümanlara” diye cevap
verdi.
[98]
Açıklama:
“Nush” kelimesi,
Türkçe'de; nasihat ve öğüt anlamına gelmektedir. Fakat Arapça'da kelimenin asıl
anlamı; kendisine nasihat edilen kimsenin iyiliğini istemek demektir.
Hadis, nasihatin dinde
önemli bir yer tuttuğunu ve dinin özü olduğunu belirtmektedir.
Nasihatin, Allah için
olanına gelince, bunun anlamı; Allah'a iman etmek, şirk koşmamak, Allah'ı
bütün kemal ve cemal sıfatlarıyla nitelendirmek, bütün noksan sıfatlardan
Allah'ı münezzeh tutmak, O'na tam teslimiyetle itaat edip O'na asi gelmekten
uzak olmak, O'nun için sevmek, O'nun için buğzetmek, O'na itaat edeni sevip
isyan edene düşman olmak ve daha bir çok nimeti itiraf etmek ve şükretmektir.
Kitabı için olanına
gelince; Kur'an'ın Allah'ın kitabı olduğuna, İnsan sözlerinin hiçbirisine
benzemediğine, bozuk tevil edenlere ve ona saldıranlara karşı onu korumak
şeklinde algılanmalıdır.
Peygamberi için olan
nasihat ise; Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğini onaylamak, onun
getirdiklerine tümüyle iman etmek, onun her türlü emir ve yasaklarına boyun
eğmek, ona düşman olana düşman ve dost olana dost olmak, davetini her yere
duyurup sünnetini yaşanılır bir model haline getirmek şeklinde anlamak
gerekmektedir.
müslümanların devlet
başkanı için yapılan nasihat ise; doğru olan konularda onlara yardımcı olmak ve
onlara itaat etmek, onlara tavsiyelede bulunmak, yanlışlarını bildirmek,
merhametli olmaları gerektiğini hatırlatmak, müslümanlara ve kontrolü altında
bulunan gayri müslimlere adaletli davranmalannı ve haklarını vermeleri
gerektiğini söylemek, haksızlık ve zulüm yaptıklarında ise onları uyarmak ve
İslam'ı uygulamada müslümanların onlara itaat etmelerine yardımcı olmak
suretiyle olur.
Hadis, nasihatin; din
veya İslam diye adlandırılabileceğine, dinin sözle olduğu gibi amel-İe de
olduğuna işaret etmektedir.
50- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Zina eden kimse, zina ederken mümin olarak zina
etmez. Hırsız, çalarken mümin olarak çalmaz. İçki içen kimse de,) içkiyi
içerken mümin olarak içmez.”
Açıklama:
Konu ile ilgili bir
rivayette ise şu ifade yer almaktadır: “İnsanların gözleri önünde yağmacılık
eden yüksek mevki sahibi/zalim kimse, yağmalarken mümin olarak yağmalamaz.”
[99]
Burada zina yapmak,
içki içmek, hırsızlık yapmak, ganimet malından aşırmak gibi günah olan
fiilleri yapan kimse, bu yaptıkları eylemleri helal saymadığı müddetçe, onun için
tevbe kapısı açıktır. Tevbe ederlerse, cezaları düşer. Tevbe etmeden ölecek
olurlarsa, işleri Allah'a kalır. Dilerse affeder, dilemezse affetmez.
Müminler, bu tür
günahları işlemeleri sebebiyle dinden çıkmazlar. Mümindirler, fakat günahkardırlar.
Bu günahları işlemek suretiyle imânları zayıflar.
Yüce Allah,
kullarının, gerek kendi nefislerinden ve gerekse de şeytanın saptırmalarına
karşı zaaflarını bildiği için günahkarlara bir rahmet olmak üzere tevbe
kapısını onlara açık tutmuştur. Can boğaza gelmediği müddetçe, yapılan tevbe
her zaman geçerlidir.
51- Abdullah
îbn Amr (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Dört haslet vardır ki, bunlar kimde bulunursa, o
kimse saf münafık olur. Kimde de bu hasletlerden birisi bulunursa onu
bırakıncaya kadar kendisinde nifaktan bir haslet var demektir:
1- Konuştuğunda yalan söyler,
2- Söz verdiğinde sözünde durmaz,
3-
Vaad
ettiğinde vaadinden döner,
4- Kavga ettiğinde/tartıştığında haksızlık eder.”
[100]
Açıklama:
Münafık: içinden kafir
olup dışından müslüman görünen kimsedir. Eğer bu renkli görünüş, “İman”
hususunda ise münafıklığı “Küfür”dür. İman hususunda değil de, “Amel” hususunda
ise o kimsenin münafıklığı, “Ameli” olur.
Burada “Münafıklık”
ile kast edilen, itikad yönünden olan münafıklık değil de “Amel” yönünden
münafıklık kast edilmektedir. Çünkü bu ve benzeri ameller, kamil müslümanlar da
değil de münafıklarda bulunan amellerdir. Bu amelleri işleyen müslüman da,
yaptığı bu davranış gereği zahiren münafığa benzemiş olmaktadır. Dolayısıyla müslümanlar,
bu tür davranışlardan sakındırılmaktadır. Zira müslüman; konuştuğunda yalan
konuşmayan, söz verdiğinde sözünde duran, tartıştığında haksızlık yapmayan ve
kendisine bîr şey emanet edildiğinde onu koruyup sonradan sahibine veren
kimsedir. Böylece gerçek müslüman ile amel yönünden zayıf olan müslüman
arasında bir çizgi ortaya konulmaktadır.
52- Abdullah
İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden herhangi bîr kimse, din kardeşine: “Ey Kafir” derse,
bu tekfir sebebiyle ikisinden biri kafir olur. Eğer o kimse, söylediği gibiyse
o kafir olur. Fakat (o kimse dediği gibi kafir değilse işte o zaman söylemiş
olduğu) söz kendisine geri döner.”
[101]
Açıklama:
Tekfir, kelam
(=ilahiyat) ve fıkıh (=İslam hukuku) ilmini ilgilendiren bir mesele olduğu için
fıkıh ve kelam ilminin inceliklerini bilmeyen kimselerin bu konuda verecekleri
hükmün isabetli olacağını söylemek güçtür. Bu sebeple tekfire karar verecek
kişi, kelam ilminde münakaşa edilen meseleleri derinlemesine kavrayacak,
fıkhın ve fıkıh metodolojisinin inceliklerini anlayabilecek ve bunlara göre
olayı değerlendirip sonuca varabilecek kapasite ve bilgide olmak zorunludur.
Çünkü iman dairesindeki bir kişiyi kafir saymak; onun kanının helal kabul
edilmesi, hanımının kendisinden ayrılması, cenaze namazının küınmaması, müslüman
mezarlığına gömülmemesi, ahirette de ebedi cehennemde kalacağına hükmedilmesi
gibi önemli hukukî ve dinî sonuçlar doğuracağından tekfir işlemini yapacak
kişide bir takım şartların bulunması gerekmektedir. Bu sebeple bu kadar ağır
sonuçlan olan bir hükmü; ciddiyet, samimiyet ve ehliyetten uzak, maddi servet,
manevi güç ve şöhret peşinde koşarak kendisinin yükselmesi için şahsında
yetenek ve kapasite bulamayı başkalarına saldıran kimseler veremezler. Bu
nedenle de Ehl-i sünnet kelamcıiarı ile fıkıhçılannın çoğunluğu, tekfir
konusunda insaflı ve temkinli davranmaya gayret etmişler, rastgele herkesi
tekfir etmekten kaçınmışlardır. Öyle ki alimler, genellikle, “Büyük günah
işlemiş olsalar bile Ehl-i kıbleden kimseyi tekfir etmeyiz”
[102]
demişlerdir. İslam alimleri bu derece temkinli ve müsamakahar davranmaya sevk
eden unsur, tekfire karar vermenin çok güç ve tekfirin doğuracağı sonuçların
ağır olmasıdır. Bilgili, geniş görüşlü, insaflı ve müsamakahar alimler,
kelime-i şahadeti getirip “Ben müslümanım” diyen insanı tekfir etmezken,
kendilerine örnek aldıkları kainatın efendisinin şu hareketlerine uyuyorlardı:
“Bizim gibi namaz
kılan, kıblemize yönelen ve kestiğimizi yiyen kimse, Allah'ın ve Resulünün
teminatını elde etmiş kabul edilir. O halde (böylelerini öldürmek suretiyle)
Allah'ın verdiği teminat ve ahdi bozmayın.”
[103]
“Kim bir insanı kafir
dîye çağırırsa yada Öyle olmadığı halde “Ey Allah düşmanı” derse, söylediği
söz kendisine döner.”
[104]
“Mümine lanet etmek
onu öldürmek gibidir. Bir mümini küfürle itham etmek onu öldürmüş gibi olur.”
[105]
Yemenli alim ve
hadisçi İbnü'l-Vezîr (ö. 840/1436) bu konuda şöyle der:
“Şayet bir her önümüze
geleni tekfir etseydik, pek büyük bir topluluğu kafir saymış olurduk ki,
Allah'a hamd olsun, bizi böyle bir şeyi yapmamakta muvaffak kıldı”
[106]
İmam Gazzâlî'de “el-İktisad
fi'l-İtikad”da bu konuda tekfirin te'ville değil de nasia olacağı ilkesini
getirmiştir.
53- Ebu Zerr
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, o, Resulullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu
işitmiştir:
“Kim babası olmadığını bildiği halde babasından
başkasınıfn oğlu olduğunu) iddia ederse, nankörlük etmiş olur. Kim de
kendisinin olmayan bir şeyi (kendisininmiş gibi) iddia ederse, o kimse bizden
değildir. Kim de bir kimseyi “Kafir” diye çağırır yada Allah'ın düşmanı olmadığı
halde ona “Allah'ın düşmanı” derse, o kimse dediği gibi değilse o zaman sözü
kendi aleyhine döner.”
[107]
Açıklama:
Bu hadisten maksat;
bir kimsenin, bile bile kendi öz nesebini bir tarafa bırakıp kendisinin başka
birinin oğlu olduğunu ve o kimsenin de kendi babası olduğunu iddia etmesidir.
Bu olay, cahiliye döneminde çok yaygındı ve hiç yadırganmazdı. Bir kimse bu
yolla başkasına ait bir çocuğu evlat edinirdi. O çocuk, bundan sonra artık “Falancanın
oğlu” diye çağırılmaya başlanırdı. Nihayet İslam'ın gelmesiyle;
“Evlatlıkları babalarına nisbet edin, bu Allah katında
en doğru olandır. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, bu takdirde
onları din kardeşi ve dostlarınız olarak kabul edin. içinizden kasdederek
yaptıklarınız bir yana, yanılmalarınızda size bir sorumluluk yoktur. Allah,
bağışlar ve merhamet eder”
[108]
ayeti kerimesi İnince bu çirkin uygulama yürürlükten kaldırıldı ve artık herkes
hakiki babasına nispet edildi.
[109]
Görüldüğü üzere bir
kimsenin, kendisini bile bile babasından başka birine nispet etmenin nankörlük
olduğu, dolayısıyla yaptığı bu davranışın doğru olmadığı vurgulanmaktadır.
“Kendisinin olmayan
bir şeyi benimdir” diye iddiaya gelince; şer'an hak etmediği bir şeye,
başkasının hakkı taalluk etsin yada etmesin mutlak şekilde ona sahip çıkmak
haramdır.
Günümüzde de bazı
insanlar, göz açıklığı yaparak şer'an kendisinin olmadığı şeyleri hak etmeye
çalıştıkları, dolayısıyla onların bu davranışının doğru olmadığı açıktır.
“Bizden değildir”
ifadesi, bizim güzel yolumuzda değildir demektir.
54- Abdullah
İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“müslümana kötü sözler anlamında sövmek fasıklıktır,
onunla savaşmak ise küfürdür/nankörlüktür.”
[110]
Açıklama:
Buradaki “Küfür” ise
nimetlere karşı yapılan nankörlük olup dinden çıkma anlamında değildir. Çünkü
Ehl-i Sünnetin icmaına göre, mümin kişi; diğer müslümanlarla savaşması, şirk
dışında başka bir masiyet işlemesi sebebiyle ve zarurat-ı diniyyeden kabul
edilen bir haramı helal saymadıkça tekfir edilemez. Bu tür konularda “Küfür”
kelimesinin kullanılması, abartılı bir şekilde sakındırmayı ifade etmek
içindir.
Ayrıca burada bir
kimsenin, bir müslümanı sadece dininden ve müslüman olmasından dolayı söverse
fasık olacağı, eğer öldürürse kafir olacağı, dininden ve müslüman olmasından
dolayı değil de şahsi meselelerden dolayı ve hataen öldürülmesi halinde kafir
olmayacağı belirtilmektedir.
Bununla birlikte
müslümanla sövüşmek, onun haklarını İnkar etmektir. Çünkü Allah müslümanları
kardeş Kilmiş, birbirlerini sevmelerini, değer vermelerini, iyilikte
bulunmalarını birer hak olarak onlara vermiştir.
Küfür kelimesi hangi
manaya alınırsa alınsın hadis, müslümanın hakkının büyük ve yüce olduğuna, bu
hakka saygılı olmanın gerekliliğine ve buna riayet etmemenin kötü sonuçlar
ortaya çıkaracağına dikkat çekmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
buradaki maksadı; müslümanlara sövmenin fasıkların adetinden olduğunu ve
onlarla savaşmanın ise kafirlerin adetinden olduğunu vurgulamaya çalışmaktadır.
55- Cerîr b.
Abdullah (r.a) tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.) bana:
“Şu insanları sustur” dedi. Daha sonra da:
“Benden sonra biribirinizin boyunlarını vuran
kafirlerin/nankörlerin (haline) dönmeyin” buyurdu.[111]
Açıklama:
Hz. Peygamber (s.a.v.)
bu sözü Veda hutbesinde söylemiştir. Dolayısıyla sahabilerin ve ondan sonra
gelen tüm müslümanların, birbirlerine karşı iyi davranmaları, birbirlerinin boyunlannı
vuran kafirler gibi olmamaları gerektiği hususunda uyarıda bulunmaktadır. Çünkü
kafirler, çeşitli nedenlerden dolayı birbirlerinin boyunlannı vurmadaki kötü
tavrı burada müslümanlara örnek olarak sunulmakta, böyle çirkin bir işi
yapmamaları gerektiği konusunda uyarılmaktadırlar. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
bu tavsiyesi, ondan sonra müslümanlar tarafından yeterince dikkate alınmadığı
tarihî olaylarda görülmektedir.
56- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
İnsanlarda iki haslet vardır ki, bu iki haslet onlarda
küfrü/nankörlüğü gerektirir:
1- Soya dil uzatmak,
2- Ölüye feryat
ederek ağlamak.”
[112]
Açıklama:
Nesebe dil uzatmak;
bir kimsenin, babasından başkasına intisap etmesi veya meşru surette doğduğunu
şüpheye düşürecek şekilde konuşmasıdır. Bununla ilgili olarak 53 nolu olarak
hadise bakabilirsiniz.
Ölüye feryat etmek
ise; ölen bir kimsenin iyiliklerini sayarak feryatla ağlamasıdır.
Bu iki şeyin küfür
sayılması; bazılarına göre bunların cahiliye dönemi adetlerinden ve kafirierin
davranışlarından olmasıdır. Bazılarına göre ise bunlarla kast edilen,
nankörlüktür. Bazılarına göre ise bunları helal kabul edenlerle ilgilidir.
Burada nesebe dil
uzatma ve ölünün arkasından feryat ederek ağlamanın haram olduğu ağır bir
şekilde ifade edilmektedir.
57- Zeyd b.
Hâlid el-Cühenî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Hudeybiye'de, sabah namazını bize geceleyin yağan yağmurdan sonra kıldırdı.
Namaz bitince, cemaata dönüp onlara:
“Rabbinizin ne buyurduğunu bilir misin?” diye sordu. Sahabiler:
“Allah ve resulü daha
iyi bilir?” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Allah şöyle buyurdu: “Kullarımdan bazısı, bana mümin
olarak ve bazısı da kafir/nankör olarak sabahladı. Kim Allah'ın fazlı ve
bereketiyle yağmura kavuştuk dediyse işte o kimse buna iman etmiş ve yıldıza
ise küfretmiştir. Kim de filanca ve filanca yıldızın doğmasıyla ve batmasıyla
yağmura kavuştuk dediyse, işte o kimse bana küfür etmiş ve yıldıza ise iman
etmiştir” buyurdu.
[113]
Açıklama:
Bu hadiste yıldızlara
bakarak yeryüzünde meydana gelecek olaylar hakkında hüküm çıkarmanın küfür ve
bu olayların Allah'ın kazasıyla olmadığına inanıp kendisinin gaybı bildiğini
iddia eden kimsenin kafir olduğu belirtilmektedir.
Bununla birlikte her
olayın yaratıcısının Allah olduğuna inanmak şartıyla Astronomi ilmiyle
uğraşmak, insanın Allah'a imanının güçlendiren çok değerli bir iş olması
hasebiyle önemli bir yere sahiptir.
58- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Ensar'i sevmek, kamil anlamda imanın alametidir.
Onlara buğzetmek ise münafıklığın alametidir.”
[114]
59- Berâ' İbn
Âzib (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) Ensar hakkında şöyle
buyurmaktadır:
“Onları ancak mümin kimse sever ve münafık kimse de
onlara ancak buğzeder. Onları kim severse Allah da onu sever. Onlara kim
buğzederse Allah da ona buğzeder.”
[115]
60- Ebu Saîd
el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) Ensar hakkında
şöyîe buyurmaktadır:
“Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kimse, Ensar'a
buğzetmez.”
[116]
Açıklama:
Buradaki Ensar'dan
maksat; Hz. Peygamber (s.a.v.) ile muhacirlere Medine'de evlerini ve
gönüllerini açıp konuk etmek, onlara ailelerinden daha fazla muamele etmek,
mallarını ve canlarını onlara tahsis etmek, dostlarına dost ve düşmanlarına
düşman olmak, her türlü yardımı etmek, İslam dinini yükseltmek için gayret
sarfeden Medineli müslümanlardır. Bununla birlikte İslam'a ve müslümanlara
yardım eden kimseler anlamına da gelebilir.
Ensar'ı sevmek; pek
tabii imanın sıhhat ve sadakatini gösterir. Çünkü onları sevmek, İslam dininin
gelişip yayılmasına ve müslümanlann çoğalıp kuvvetlenmesine sevinmek demektir.
Ensar'ı bu yararlı işlerinden dolayı sevmemek ve İslam'ın yücelmesine
çalıştıklan için onlara düşmanlık ile nefret duymak, elbette münafıklığın
alametidir.Ensar hakkında bu manada buğzetme yasaklığı, diğer dahabiler
hakkında da aynen mevcuttur. Bütün sahabileri, hizmet ve fedakarlıklarından
dolayı sevmek, her müminin görevidir. Onlara bu nedenle buğzetmek ise
münafıkların işidir.
61- Zirr'den
rivayet edildiğine göre, Hz. Ali şöyle demiştir:
“Taneyi yaran ve insanı yaratan Allah'a yemin ederim
ki, beni, müminden başkasının sevmemesi ve münafıktan başkasının buğzetmemesi
ile ilgili ümmi olan Peygamber (s.a.v.)'in bana ahdi vardır.”
[117]
Açıklama:
Ehl-i sünnete göre;
Ebu Bekr, Ömer, Osman'dan sonra ümmetin en üstün şahsiyeti, Resuluİlah (s.a.v.)'in
dördüncü halifesi ve damadı, küçük yaştan itibaren İslam'a sarılarak bütün
gücüyle dine yaptığı büyük hizmet ve fedakarlığı bilinen bu büyük zatı sevmek,
elbette müminin şiarı ve şer'i hiçbir neden yokken ona buğzetmek de münafık
olanın işi olur.
Bununla birlikte Ali
(r.a) için istenen sevgi, ifrat derecesine vardırılmayan ve layıkıyla beslenen
muhabbettir. Çünkü aşın sevgi, istenilmiş bir davranış olmayıp imanın
alametlerinden de sayılmaz. Bilakis sapıtmaya ve küfre yol açabilir.
62- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Adem oğlu Kur'an'ın değişik yerlerinde geçen secde
ayetini okuyup peşi sıra secde ederse, şeytan ağlayarak oradan uzaklaşıp:
“Vay haline! Adem oğlu secde etmekle emrolundu. O da
hemen secde etti. Dolayısıyla cennet onundur. Ben de secde etmekle emrolundum.
Fakat ben secde etmekten kaçındım. Dolayısıyla benim için cehennem var” der.”
[118]
Açıklama:
Bu hadis; secde ayeti
okunduğunda secde edilmesinin faziletine, şeytanın zikirden kaçıp
uzaklaştığına, iman ve ibadetin cennete vesile olduğuna, küfür ve isyanın
cehenneme sürükleyici olduğuna delalet etmektedir.
63- Câbir b.
Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'in
şöyle buyurduğunu işittim:
“Kişi ile şirk ve küfrün arasında (sadece) namazı terk
etmek vardır.”
[119]
Açıklama:
İnsan, namazla günde
beş defa Allah'ın huzuruna çıkarak O'na imanını ve teslimiyetini
tazelemektedir. Namaz, kul ile Rabbi arasında en büyük bağdır. Bu bağı kesenin,
aynı zamanda küfre düşme tehlikesi vardır.
Hadisin zahiri
anlamından; insan ile küfür arasındaki vasıtanın namazı terk etmek olduğu
ifade edilmektedir. Ehli Sünnet alimlerinin, namazı kasden terk eden kimse
hakkındaki Sürüşlerini şu şekilde özetleyebiliriz:
1- İmam Ahmed
ile ona tabi olan kimseler, nakle olan bağlılıklarından dolayı onlara göre;
tembellik sebebiyle bile olsa özürsüz namazı terk eden kimse kafir olur.
2- İmam
Mâlik ile İmam Şafiî'ye göre namaz kılmayan kimseye namaz kılması emrolunur.
Kılmazsa kafir olduğu için şer'i ceza olarak öldürülür. Böyle bir kimse kafir
olmadığı için cenaze namazı kılınır.
3- Ebu
Hanife'ye göre ise namazı terk eden kimse kafir olmaz. Namaz kılmadığı için de
öldürülmez. Fakat namaz kılmcaya kadar hapsedilerek uygun telkinat ve cezalarla
te'dib edilir ve namaz kılması sağlanır.
Namazı terk etmenin
küfre götürücü bir vasıta olduğunu ifade eden hadisin yorumu hakkında Suyûtî
şöyle der:
a- Hadis,
namazı bırakmanın mubah olduğuna inanan kimse hakkındadır.
b- Namazı
terk etme işi, kafire yakışır bir iştir.
c- Namazı
bırakan kimse, kafir gibi cezalanmayı hak etmiştir ki, bu ceza onun öldürülmesidir.
Ahmed Ferîd'in,
Bid'atçi Tekfircilere Reddiye, s. 15'de yayınevinin mukaddimesi kısmında
konuyla ilgili olarak şu ifade yer almaktadır:
“Namaz kılmamak:
Vucubiyetini inkar etmemekle tembelliğinden dolayı kılmıyor, ancak namaz
kılmaya da büyük bir iştiyak duyuyorsa, böylece küçük küfre düşmektedir. Çünkü
Resulullah (s.a.v.):
“Bizimle onlar arasında savaş yapmamıza mani olan ahid
(=anlaşma) namazdır”
[120] buyurmuştur.
Burada küçük küfre işaret olup sahibi dinden çıkmaz. Ancak namazı terk edenin
İslam'dan çıkacağını söylemişlerdir. Tercih olan görüş ise şu hadisi şeriften
dolayı ilkidir:
“Allah'ın; onlardan hiçbirini zayi etmeden, hafife
almadan hakkım vererek eda edene, karşılığında cennete koymaya dair ahdi olduğu
beş vakit namazı kullarına fazr kılmıştır ki, kim onları zayi ederse Allah'ın
ona bir ahdi yoktur. Dilerse azab eder, dilerse cennete koyar.”
[121]
Ancak kim o namazları
inkar eder, Allah'ın şeriatında olmadığını iddia ederse, alimler arasında en
ufak bir ihtilaf olmaksızın o kimse, kafir ve mürted olur.
64- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'e:
“Amellerin hangisi
İslamî açıdan daha faziletlidir?” diye soruldu. Resulullah (s.a.v.):
“Allah'a iman”
buyurdu. Soruyu soran kişi:
“Sonra hangisi?” dedi.
Resulullah (s.a.v.):
“Allah yolunda cihad” buyurdu. Soruyu soran kişi:
“Hacc-ı mebrur/Kabul olunmuş hac” buyurdu.
[122]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)'in
peygamber olarak gönderilmesinden kıyametin kopmasına kadar en son müslüman
kişi kalıncaya müslümanlar ile müslüman olmayanlar arasında devam edecek olan
savaş.
Hacc-ı mcbrur;
bazılarına göre, içerisine günah karışmayan haçtır. Bazılarına göre ise makbul
hac demektir.
65- Abdullah
İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'e:
“Hangi amel İslamî
açıdan daha faziletlidir?” diye sordum. Resulullah (s.a.v.):
“Vaktinde kılınan namaz” buyurdu. Ona:
“Sonra hangisi?” diye
sordum. O da:
“Anne-babaya iyi davranmak” buyurdu. Ona:
“Sonra hangisi?” diye
sordum. O da:
“Allah yolunda cihad” buyurdu.
[123]
Açıklama:
,
Namaz tekbir ile başlayan
selam ve son bulan, belli fiil ve
sözleri içine alan bir ibadettir. Allah'a karşı tesbîh, ta'zîm ve şükrün
ifadesidir.
Namaz, Kur'an'da
doksandan fazla ayette zikredilir. önceki şeriatlerde beş vakit namaz yoktu.
Ancak vakitleri belirsiz genel anlamda namaz vardı. Namaz, hicretten bir buçuk
yıl kadar önce Mi'rac (İsrâ) gecesinde farz kılınmıştır.
Namazları,
vakitlerinin girişlerinde kılmak müstehabtır. Çünkü bu, hem ihtiyatlı olmaya ve
hem de görevi vaktinde yapma alışkanlığı kazandırmaktadır.
İslam dini aileye
büyük önem verir. Ailenin temel unsurları anne, baba ve çocuklardır. Aile
bireyleri arasında bir takım karşılıklı haklar vardır. Aile içerisinde çocuk
açısından en çok hukuku olan annedir. Çünkü çocuğa en fazla hizmeti geçen
annedir. Anne hamile kaldığı andan itibaren çocuk ile ilgili bir takım zorluklar
çeker, doğum olayı ile hayatî tehlikesi gündeme gelebilir, doğumdan sonra da
çocuğun emzirilmesi, giydirilmesi, temizliğinin yapılması, eğitilmesi gibi bir
çok hallerde öncelikle anne ilgilenir. İşte annenin bu hizmetlerine, çocuğun
maddi bir karşılıkla ödemesi mümkün değildir. Yapabileceği tek şey, annesinin
kendisine sunduğu anneliğin bilincinde olması ve minnettarlığının farkında
olmasıdır. Çocuk üzerinde elbette babanın da haklan var. Çünkü maddi
ihtiyaçlarının sağlanmasında gerekli fedakarlıkları genellikle baba yapar.
Dolayısıyla İslam dini, çocuğun annesine ve babasına karşı olan sevgi ve saygı
duymasına dikkat çeker.
66- Abdullah
İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'e:
“Allah katında en
büyük günah hangisidir?” diye sordum. O da:
“Seni yaratmış olduğu halde Allah'a herhangi bir şeyi
ortak koşman” buyurdu. Ona:
“Doğrusu bu, gerçekten
büyük. Bundan sonra hangisi?” diye sordum. O da:
“Seninle birlikte yemek yiyeceğinden korkarak çocuğunu
öldürmen” buyurdu. Ona:
“Sonra hangisi” diye
sordum. O da:
“Komşunun hanımıyla zina etmen” buyurdu.[124]
Açıklama:
Günah:İşleyen kimseyi
şer'an yerilmeye gerektirecek masiyete denir. Dört çeşit günah vardır:
1- Tevbe
etmedikçe bağışlanmayan günah. Bu, şirktir.
2-
İstiğfar
etmekle ve diğer iyiliklerle bağışlanması umulan günahtır. Bunlar, küçük günahlardır.
3-
Tevbeyle
ve tevbe etmeden bağışlanması umulan günahlardır. Bunlar, namaz ve zekat gibi
farzları terk etmekle ve sadece Allah hakkıyla ilgili günahlardır.
4-
Sadece
kul hakkıyla ilgili günahlardır. Bunlar, ya hak sahibine iade etmekle yada
onunla helalleşmekle bağışlanmış olur.
Eğer mazluma hakkı
dünyada verilmezse hak sahibi öteki dünyada Allah huzurunda zalimden davacı
olacaktır.
Rızık endişesiyle
çocuk öldürmek, büyük günahlar içerisinde, şirkten sonra ikinci sırayı
almaktadır. Çocuğu rızık endişesiyle öldürmekse ayrı bir günahtır. Çünkü burada
rızkın Allah'tan gelmediği şeklinde bir gaflete düşülmekedir.
Zina, mutlak surette
haram ve büyük günah olmakla birlikte burada “Komşunun hanımıyla” diye
kayıtlanması, onunla zina etmenin daha da çirkin ve büyük bir suç olduğunu
belirtmek içindir. Burada komşu kızı, gelini ve nikahlısı olmayan herhangi bir
komşu kadınıyla zina etmek, bu hükmün dışında kalmamaktadır.
Komşuluk, sadakat
gerektirir. Kişinin, komşusu evde yokken onun malını ve ailesini koruması,
onlara her türlü zararın gelmesine engel olması ve komşusunun gözlerini arkada
bırakmaması gerekmektedir. Çünkü komşuya ikramda ve ihsanda bulunmak, hem
Allah'ın ve hem de Peygamber (s.a.v.)'in emridir. Bu nedenle komşunun hanımıyla
zina meselesi, bu şekliyle düşünülürse, bu fiiiin ne derece çirkin bir fiil ve
büyük bir günah olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
67- Ebu
Bekre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Biz, Resulullah (s.a.v.)'in yarımdaydık:
“Dikkat edin ki, size büyük günahların en büyüğünü
haber vereyim mi? (sözünü) üç defa (tekrarlayıp sonra da):
1- Allah'a şirk koşmak,
2- Anne-babaya itaatsizlik etmek,
3- Yalancı şahitlik etmek yada yalan söylemek” buyurdu.
Resulullah (s.a.v.)
dayanmıştı. Doğrulup oturdu. Bu sözü, o derece tekrarladı ki, artık biz:
“Keşke sussa” dedik.
[125]
Açıklama:
Şirk: Allah'ın
varlığını ve birliğini kabul etmekle beraber, O'nun tasarruflannda tek kudret
sahibi olmadığını, hüküm ve irâdesinin dışında başka bir şeyin bulunduğunu
kabul etmektir. Şirk'in zıddı tevhiddir.
Anne ve babanın
hakları, ödenemeyecek kadar büyüktür. Ne kadar çalışırsa çalışılsın ödenmesi
imkansızdır. Bu nedenle bir kimse ancak onlarla iyi geçimde bulunmak suretiyle
onların gönüllerini razı eder ve bu yolla Allah'ın rızasını kazanırsa, o zaman
anne ve babasının haklarını ödemiş olabilir.
[126] Yoksa
onların hakları ödenebilecek cinsten olmadığı için onları razı etmenin
dışındaki bir gayret fayda sağlamaz.
Anne ve babadan biri,
çocuklanna mubah veya adabdan olan işin yapılmasını emrederlerse bu emre itaat
edip onu yerine getirmeleri üzerlerine farz olur. Yalnız bu emir ve yasaklar,
İslam'ın koyduğu helal ve haramlar doğrultusunda olmalıdır.
Tevhide aykırı olan,
Allah'ın ve Peygamber (s.a.v.)'in emirlerine ters düşen şirke, kimden gelirse
gelsin, itaat etmemek gerekir. İslâm dini annebabaya son derece itaat etmeyi,
onlara saygıda bulunmayı emrettiği halde, şirk olan hususlarda, onların sözünü
dinlememeyi ve onlara tabi olmamayı istemektedir. Konuyla ilgili olarak
Ankebut: 29/8 ile Lokman: 31/14,15 ayetlerine bakabilirsiniz.
Yalan yere şahitlik
meselesine gelince, bunda; hak zayi olmaktadır. Kişiler haksızlığa
uğramaktadırlar. Hakkın zayi olması, büyük veya küçük olması arasında hükmen
bir fark yoktur. Önemli olan, hakkın zayi olmasıdır. Bunun için de, yalan yere
şahitlik, büyük günahlar içeririsnde yer almaktadır.
68- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Helak edici yedi şeyden sakının!” buyurdu. Ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Onlar nelerdir?” diye soruldu. O da:
1- Allah'a şirk koşmak,
2- Sihir yapmak,
3- Allah'ın haram kıldığı bir canı haksız yere öldürmek,
4-
Yetim nalı
yemek,
5- Faiz yemek,
6- Düşmana hücum sırasında savaştan kaçmak,
7- Namuslu ve kendi halinde bulunan mümin kadınlara zina
iftirası atmak” buyurdu.[127]
Açıklama:
Alimler, konu ile ilgili
çeşitler hadisler olması itibariyle, büyük günahların belirli bir sayıyla
ifade edilemeyeceğini belirtmişlerdir. Abdullah İbn Abbâs'a:
“Büyük günahlar dokuz
tane midir?” diye sorulduğunda; bir rivayette:
“Onlar, yetmişe
yakındır” demiş, bir başka rivayette ise yedi yüze yakındır” demiş ve başka
bir rivayette ise “Allah'ın yasaklarının tümü büyük günahtır” demiştir.
Kurtubî'ye göre büyük
günah: Kur'an ve Sünnet'te zenb/günah ismi verilen yada büyük olduğuna dair
icma bulunan veya işleyenler için ahirette şiddetli azab tehdidi bulunan, dünyada
ise had lazım gelen yahut işleyenin Allah'ın şiddetli intikamına hedef olduğu
günahlardır.
Şimdi bu yedi büyük
günah üzerinde duralım:
Şirkten daha büyük günahtır.
Allah'a şirk koşan kimse ebedi olarak cehennemde kalır. Bu konuda Nisa: 4/48,
116 ayetlerine bakabilirsiniz.
İnsana yönelik olarak
doğaüstü gizli güçlerin yardımı ve aracılığıyla belli bir maksadı
gerçekleştirmek için uygulanan ve etkili olduğu kabul edilen bir iştir.
Bu olay, İslam'ın
kesinlikle yasakladığı bir inanç olup bir şeyin ve bir olayın gerçekliğinden
uzak olarak başka halinin gösterilmesidir.
Haksız yere adam
öldürmek, Hanefilere göre ebedi olmasa da cehennemde uzun zaman kalacaktır.
Dünyevi cezası ise kısasen öldürülmektir. Yalnız öldürülen kimsenin ailesi,
öldüreni affeder yada uzlaşırlarsa kısas edilmez. Hanefilere göre, kasten
haksız yere insan öldürmede kefaret verilmez. Çünkü kefarette ibadet manası
vardır. Dolayısıyla kasten öldürmede, büyük günah olan kati ödenemez.
Yetim; babası ölen
küçük çocuktur. Yetim malı yemek, mutlak surette haramdır. Bir velinin yada
vasinin, yetimin malından yemesinin caiz olabilmesi için şu üç şartın bulunması
gerekir:
a- Alınan
malın miktarı, ihtiyaç miktarını geçmeyecek.
b- Yetimin malı
sermaye yapılarak kazanç temin edip yetim ergenlik çağına erince sermayesini
verip ticaretine ise sahiplenme gidilmeyecek.
c- Yetim
ergenlik çağına girmeden fırsatı ganimet bilerek menfaatlenme yoluna gidilmeyecek.
[128]
Riba; mal verip
karşılığında mal alırken alınan veya verilen karşılıksız fazlalıktır veya
haksız kazançtır.
Burada “Yemek”
ifadesinden maksat; riba muamelesi yani faizcilik yapmaktır. Faizcilikle
kazanılan malların çoğu yenildiği için sözkonusu kazanca mecazen “Yemek”
denilmiştir. Riba. bir çok ayet ve hadislerde en şiddetli bir lisanla haram
kılınmıştır.
Bu kaçış, bir müslümana
kendilerinin iki mislinden fazla olmayan bir düşman kuvveti karşısında
bulunduğu zaman haramdır. Daha fazla olurlarsa fazla kayıp vermeyi önlemek
için geri çekilmekte bir sakınca yoktur.
Bu hükme, erkeklere
edilen zina iftirası da dahildir. Çünkü gerek kadın olsun ve gerekse erkek
olsun, akıllı, ergenlik çağına girmiş ve namuslu olan bir müslümana zina
iftirasında bulunmanın cezası, seksen deönek vurmaktır.
69- Abdullah
İbn Amr İbnu'1-As (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Bir kimsenin, anne-babasına sövmesi büyük
günahlardandır” buyurdu. Sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü!
Kişi, anne-babasına söver mî?” diye sordular. Resulullah (s.a.v.):
“Evet, söver. Kişi, bir adamın babasına söver, o da
onun babasına söver. Kişi, (bir adamın) annesine söver, o da onun annesine
söğer. İşte böylece kişi, anne-babasına sövmüş olur” buyurdu.[129]
Açıklama: Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in, insanın kendi babasına sövmesinden bahsedince, sahabilerin
bunu hayretle karşılayıp:
“Ey Allah'ın resulü!
Kişi, anne-babasına söver mi?” diye sormaktan kendilerini alamamaları, o
devirde babaya isyan ve sövme olaylarının İslam cemaati arasında hiç
kalmadığından değil, tam tersine cemiyette anne ve babaya saygının hakim
olmasındandır. Fakat günümüzde maalesef anne ve babalara dövüp sövmeler, her
gün görülen olağan olaylardan olmuştur.
Hadiste; bir kimsenin,
anne ve babasına sövmek suretiyle onun aynı şekilde karşılık vermesine sebep
olmanın, o kişinin yapmış olduğu bu sövme günahının altına girmeyi gerektireceğini
ifade tmektedir. Nitekim bir ayette, “Allah'tan
başka yal vardıkla, rina sövmeyin ki, onlarda bilmeyerek aşırı gidip Allah'a
sövmesinler”
[130]
buyurulmaktadır.
70- Abdullah
İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Resulullah (s.a.v.):
“Kalbinde zerre miktarı kibir bulunan kimse cennete
giremez” buyurdu. Bir kişi:
“İnsan, elbisesinin ve
ayakkabısının güzel olmasını ister?” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Şüphesiz ki Allah güzeldir. Güzelliği sever. Kibir,
hakkı inkar etmek ve insanları küçük görmektir” buyurdu.
[131]
Açıklama:
Kibir: Büyüklenmek,
büyüklük taslamak, ululuk iddia etmek, kendini başkalarından yüksek görerek
onları aşağılamak gibi anlamlara gelmektedir.
Kibir inkârda önemli
bir rol oynadığından Allah Teâlâ Kur'an'da kibirden ve bu kelimenin türevleri
olan istikbâr, müstekbir ve kibriya'dan sık sık bahsetmektedir.
Kibir, haram olan kötü
huylardan birisidir. Ahlâkî bir özellik olarak kibir, başkalarını küçük görmek
ve onlarla alay etmek anlamıyla düşünülürse bu özellik insanı dinden çıkaran
bir özellik değildir. Ancak haramdır, insanı dinden çıkarabilecek fiiller
işlenmesine sebep olabilir. Böyle bir özellik sahibi de cehennemde kibrinin
cezasını çektikten sonra Allah'ın affıyla ve mağfıretiyle cennete girecektir.
Nitekim bir âyet-i kerime'de Yüce Allah:
“Biz onların kalplerindeki kin ve hasedi çıkaracağız”
[132]
buyurarak, cennete giren insanların kalbinden dünyadaki ahlâkî kusurlarının
temizleneceğini anlatmaktadır.
Bu tür hadisler,
ahlâkî bir kusur olan kibrin Allah katında ne derece kötü kabul edildiğini
anlatmaktadır.
Bir başka kibir şekil
olan hakka karşı büyüklenmek ise kâfirlikle bir kabul edilmiş ve lanetlenmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurur:
“Mütekebbirler kıyamet gününde, insan yeklinde küçük karıncalar
gibi hasredilir. Bütün her taraflarından zillet onları kuşatır...”
[133]
Hz. Peygamber (s.a.v.)
kibri zemmettiği gibi, kibrin olumlu karşıtı olan tevâzuyu da övmüştür. Bir
hutbelerinde Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Şanı yüce olan Allah bana şöyle vahyetti: Mütevazı
olun! Öyle mütevazı olun ki, biriniz diğerine karşı övünmede bile bulunmasın”
[134]
İslâm bir ahlâkî kusur
olan kibir, Allah'ın rahmetinden kovulma sebebidir.
Ancak bir kibir daha
vardır ki Kur'an bunu “Müstekbir” ifadesiyle ifade etmiştir. Müstekbirler,
Allah'ın arzında bizzat kendi güzelliklerini tesis etmek için gayret gösteren
azgınlar ve zorbalardır. Bunlar Allah'ın kullarını kendi köleleri yapmak için
Allah'ın dinine karşı büyüklenirier. Allah Teâlâ bu çeşit insanlar için şöyle
buyurmaktadır: “İşte âhiret yurdu; Biz
onu yeryüzünde büyüklenmeyi ve bozgunculuk çıkarmayı istemeyenlere armağan
kılarız. Güzel sonuç muttakilerindir.”
[135]
71- Abdullah
İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kalbinde hardal tanesi kadar iman bulunan kimse
cehenneme girmez. Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kimse ise cennete
giremez.”
[136]
Açıklama:
Hattabî'ye göre;
buradaki “Kibir”den maksat; kendinin beğenmek suretiyle iman etmeyerek imansız
bir şekilde ölen kimsenin cennete girememesi yada cennete giren bir kimsenin
kalbinde oraya girerken kibir bulunmamasıdır.
Nevevî'ye göre ise
kendini başkalarından üstün görerek onları küçük görmeyi ve hakkı bertaraf
etmeyi yasaklamaktır.
Kadı Iyâz ile bazı
muhakkik alimlere göre ise cezasını çekmedikçe cennete girememektir. Bazılarına
göre ise kibirli kimselerin, cennete ilk giren kimselerle birlikte
girememesidir.
72- Câbir b.
Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Bir adam, Peygamber (s.a.v.)'e gelip
ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Cennet ile cehennemi gerekli kılıcı iki şey nedir?” diye sordu. Peygamber (s.a.v.):
“Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölen kimse cennete
girer. Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşarak ölen kimse ise cehenneme girer” buyurdu.
[137]
Açıklama: Bu
hadiste, Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmadan ölen kimsenin cennete gireceği ve
herhangi bir şeyi Allah'a şirk koşan kimsenin ebedi olarak cehenneme gireceği
belirtilmektedir.
73- Ebu Zerr
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'e
geldim. Üzerinde beyaz bir elbise olduğu halde uyuyordu. Dönüp geri gittim.
Sonra yine geldim. Bir de baktım yine uyuyor. Dönüp geri döndüm. Sonra yine geldim.
Bu defa uyanmıştı. Hemen yanına oturdum. Bana:
“Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur' diyen ve ikrar
üzerine ölen her kul mutlaka cennete girer” buyurdu. Ben;
“Zina etse de,
hırsızlık yapsa da mı?” diye sordum. Peygamber (s.a.v.):
“Evet, zina etse de, hırsızlık etse de” buyurdu. Ben tekrar:
“Zina etse de, hırsızlık etse de öyle mi?” diye sordum. Peygamber (s.a.v.):
“Evet, zina etse de, hırsızlık etse de” buyurdu.
Bu soru-cevap şekli üç
defa tekrarlandı. Nihayet Peygamber (s.a.v.) dördüncü de:
“Ebu Zerr patlasa da, o kimse cennete girecektir” buyurdu.[138]
Açıklama:
Şirk koşmadığı
müddetçe son sözü “Lâ ilahe illallah” olan mümin kimsenin günahlarından
dolayı, velev ki zina da etse, hırsızlık ta etse Allah'ın affına mazhar olmasa
bile cehennemde azabını çektikten sonra cennete girecektir. Yalnız bu hadis,
günahkar kimselere ümit verip onları daha çok günaha sevketme mahiyetinde
olmayıp aksine günahkar kulu tevbe etmeye teşvike yönlendirmektedir.
74- Mikdâd İbnu'l-Esved
(r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
Ne dersin? Kafirlerden birisine rastlasam, benimle savaşsa ve ellerimden birine
kılıçla vurup onu kesse, sonra da benden kaçıp bir ağaca sığırsa: “Ben Allah'a
teslim oldum' dese bu sözü söyledikten sonra ey Allah'ın resulü onu öldürebilir
miyim?” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Onu öldürme!”
buyurdu. Ben:
“Ey Allah'ın resulü! Fakat o, (önce) benini elimi
kesti, sonra da bu sözü söyledi. Dolayısıyla onu öldüreyim mi?” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Onu öldürme! Çünkü onu öldürürsen, o, senin onu
öldürmezden önceki haline geçer. Sen de onun söylediği sözünden önceki halinde
olursun?” buyurdu.
[139]
Açıklama:
Burada savaş sırasında
müslüman olduğunu ikrar eden bir kimsenin öldürülemeyeceği vurgulanmaktadır.
Çünkü kişi, müslüman olduğunu ikrar etmekle müslüman olmaktadır. Kalbi, Allah'a
aittir. Kalbinin yarılıp bakma durumu söz konusu olmadığı için o kişinin sözüne
bakılarak ona göre dauranılır.
75- Usâme b.
Zeyd (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bizi bir askeri birlikle bir yere göndermişti. Cüheyne kabilesinden Hurukât'a
sabahleyin baskın yaptık. Derken onlardan bir adama yetiştim. Adam: ilahe
İllallah/Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur” dedi. Fakat onu (silahımla)
vurdum. Bundan dolayı içime bir şüphe düştü. Medine'ye geldiğimde bu olayı,
Peygamber (s.a.v.)'e anlattım. Peygamber (s.a.v.):
“Lâ ilahe illallah/Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur”
dedi mi? Sen de onu öldürdün öyle mi?”
buyurdu. Ben:
“Ey Allah'ın resulü!
O, bu sözü ancak silahtan korktuğu için söyledi” dedim. Peygamber (s.a.v.):
“Kalbini yarıp ta bu sözü doğru söyleyip söylemediğini
bilseydin ya!” buyurdu.
Peygamber (s.a.v.), bu
sözü, bana o kadar çok tekrarladı ki, keşke o gün yeni müslüman olmuş olaydım
diye temenni ettim.[140]
Açıklama:
Hadiste sözkonusu
edilen olayın meydana geldiği savaş, hicretin 7. yılında vuku bulmuştur. Hâkim'e
göre ise bu olay hicretin 8. yılında medana gelmiştir.
Resulullah (s.a.v.)
burada Kelime-i tevhidin değerini, kafirin ağzından bile çıkmış bu yüce ifadeye
karşı gösterilecek saygıyı ve sahibine karşı takınılacak tavrı ifade etmek
istemiştir.
Fakat Üsame'nin, zaten
Hurakat kabilesini öldürmek üzere gönderilmiş olması ve “Azabımızı gördükleri
zaman iman etmeleri onlara fayda verecek değildir” Mümin: 40/85 ayetine
bakarak Kelime-i tevhid getirmesinin o anda müslüna sayılabilmesi için yeterli
olmayacağı zannıyla adamı öldürmüş olması gibi sebeplerle Resulullah (s.a.v.)
onu mazur görüp ona kısas yada diyet ycezalarından biriyle cezalandırmaya gerek
duymamıştır. Sadece böyle davranışını azarlamış ve bir daha böyle yapmaması
gerektiğini ona bildirmiştir.
Üsame'nin “Keşke o gün
yeni müslüman olmuş olaydım diye temenni ettim”. sözü; o güne kadar İslamİyete
girmemiş olmayı değil, içinde hiçbir günah bulunmayan İslamî bir hayat yaşamış
olmayı temenni etmiştir. Çünkü küfür üzere kalmayı istemek caiz değildir.
Dolayısıyla bu temenni, hakikat değil mecazdır. Hatta bu olaydan sonra hiçbir müslümanla
savaşmayacağına yemin etmiş, Sıffın savaşında Hz. Ali'ye yardım etmemiştir.
76- Abdullah
İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim biz (müminler)e karşı silah taşırsa, o, bizden
değildir.”
[141]
Açıklama:
Haksız yere, yani
savaşmayı meşru kılan şer'i bir neden yokken te'vil etmeden ve savaşmayı mubah
saymaksızın müslümanlara silah çekip silahlı çatışmaya giren bir kimse bu hareketinden
dolayı asi ve günahkar olmakla birlikte kafir sayılmaz. Eğer giriştiği
savaşmayı mubah telakki ederse bu takdirde kafir olur ve İslam'dan çıkar.
77- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Resulullah (s.a.v.),
bir ekin yığınına uğramıştı. Elini onun içerisine daldırdı. Parmaklarına
ıslaklık dokundu. Bunun üzerine:
“Ey ekin sahibi! Bu ne?” diye sordu. Ekin sahibi:
“Ey Allah'ın resulü!
Ona yağmur isabet etti” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“O ıslak kısmı insanlar görsün diye ekinin üstüne
koysaydın ya! Aldatan benden değildir”
buyurdu.[142]
Açıklama:
Hadis; malını değerli
göstermek, onu satabilmek için hile yapmanın caiz olmadığını göstermektedir. müslüman
kişi, malın iyi tarafını üste getirip kötüsünü altına saklayamaz. Malının altı
üstü ve içi dışı aynı kalitede olmalıdır. Yoksa yaptığı sahtekarlık olur. Bu
ise caiz değildir.
“Benden değildir”
ifadesi; bizim yolumuza, ahlakımıza, ilmimize, amelimize ve güzel gidişatımıza
uygun olmayıp başka bir yol üzerindedir. Çünkü bir kimseye hile yapan ve onu
aldatan kimse Peygamber (s.a.v.)'e uymayı ve onun yoluna sarılmayı terk
etmiştir.
78- Abdullah
İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Ölen kimselerin arkasından eliyle yanaklarına vuran
yada yakalarını yırtan veya cahiliye adeti üzere uygunsuz dua eden kimse bizden
değildir.”
[143]
Açıklama:
Bu hareketler, Allah'a
karşı açık bir isyan ve hükmüne rıza göstermemek mahiyetini taşıdığı için
yasaklanmıştır. Hadis, bu tür hareketlerin haram olduğuna delat eder.
Hadiste “Cahiliye
adeti üzere uygunsuz dua eden kimse” sözünden maksat; ağlarken söylenmesi dinen
caiz olmayan ve cahiliyet devri insanlarının dedikleri: “Öldüm”, “Helak oldum”,
“Mahvoldum” gibi sözleri söylemektir.
“Bizden değildir”
ifadesinden maksat ise; böyle yapanlar, bizim sünnet ehlimizden ve mükemmel
yolumuzun yolcularından değildir. Gaye, tehdit olup bu tür hareketlerin önlenmesidir.
Hadisteki ifadeden maska, böyle yapanın dinden çıkarılması hükmü değildir. Nasıl
ki çocuğunu azarlayan baba:
“Ben senden değilim,
sende ben de değilsin” demekle, sen benim yolumda değilsin demek ister. Fakat
bile büe bu hareketleri helal gören veya Allah'ın hükme karşı çıkarak Allah'a
kızan kimse dinden çıkar.
79- Ebu
Burde b. Ebi Musa'dan rivayet edilmiştir:
“Babam Ebu Musa çok
hasta olup bayılmıştı. Başı, hanımlarından birinin kucağına düştü. Bunun
üzerine hanımlarından biri, onun öldüğünü düşünerek üstünü başını yolmaya
başladı. Ebu Musa, baygınlık geçirdiğinden dolayı onun bu davranışını
engellemeye yönelik herhangi bir şeye güç yetiremedi. Ayıldığı zaman:
Resulullah (s.a.v.)'in
böyle bir davranıştan uzak olduğu bir şeyden ben de uzağım. Çünkü Resulullah (s.a.v.)
bağırıp çağıran, saçını başını yolan ve üstünü başını yırtan kadınlardan
beridir” dedi.[144]
Açıklama:
Bu hastalık olayı, Hz.
Ömer döneminde Ebu Musa el-Eş'arî Basra'da vali iken meydana gelmişti.
Nesâî'ide Ebu Musa'nın hanımının adının “Ümmü Abdullah bint.” Devme olduğu geçmektedir.
Bazıları ise onun isminin “Safıyye” olduğunu söylerler.
Görüldüğü üzere
hadiste; ölmek üzere olan birisinin yanında bağırıp çağırmanın, saçını başmı
yolmanın ve üstünü başını yırtmanın haram olduğu ifade edilmektedir. Peygamber (s.a.v.)'in
de yapılan böyle bir işten uzak olduğu ve razı olmadığı belirtilmektedir.
80- Hemmâm İbnu'I-Haris'ten
rivayet edilmiştir:
“Bir adam, müminlerin
Emiri Osman'a laf taşıyordu. Bir gün mescide oturuyorduk. Cemaat:
“Bu adam, müminlerin
Emiri Osman'a laf taşıyanlardan birisidir” dediler.
“Derken bu adam gelip
bizim meclisimize oturdu. Bunun üzerine Huzeyfe (İbnü'l-Yemânî,) Resulullah (s.a.v.)'i:
“Laf götürüp
getiren/koğucu kimse, cennete giremez” dedi.[145]
Açıklama:
Burada koğuculuğun;
sahibini cehenneme sürükleyeceği ve onu cennee girmekten mahrum edeceği haber
verilmektedir. Dolayısıyla bu hadis, koğucu kimseler için büyük bir tehdit
ifade etmektedir. Bu tehdide göre, yüce Allah'ın affı ve lütfü erişmediği takdirde
hiçbir koğucu cennete giremeyecektir. Ancak yüce Allah'ın lütfü ve bağışlaması,
imdada yetiştiği takdirde onun büyüklüğü karşısında hiçbir büyük günah kalmaz.
Hattâbî'ye göre;
işittiği sözleri ilgililere olduğu gibi aktaran kimsenin durumu böyle olunca,
işittiklerine bir şeyler ilave ederek aktaran kişi aynı zamanda yalancılık da
yapmış olacağından onun günahı ve sorumluluğu daha ağır ve sonu daha vahimdir.
81- Ebu Zerr
(r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.):
“Üç kişi vardır ki, kıyamet gününde onlarla
konuşmayacak, onlara bakmayacak, onları arı ndjrmay a çaktır. Onlar için acı
verici bir azab vardır” buyurdu.
Açıklama:
Hadisin ravisi der ki:
Peygamber (s.a.v.) bu sözü üç defa tekrarladı. Ebu Zerr:
“Adları batsın!
İsteklerine kavuşamasınlar! Ey Allah'ın resulü! Onlar kimlerdir?” diye sordu.
Peygamber (s.a.v.):
1- Kibirinden dolayı elbisesini yerde
sürükleyen,
2- Yaptığı iyiliği başa kakan,
3- Ticaret
malına yalan yere yemin etmek suretiyle ilgi gösterten kimse” buyurdu.[146]
Açıklama:
Burada
büyüklük/kibirlilik duygusundan dolayı elbisesinin eteğini topuklarının
aşağısına kadar uzatıp sarkıtan kişi haram işlemiş olmaktadır. Kibir
duygusundan doİayı elbisesini sarkıtıyorsa bu durumda böyle bir davranış haram
olmamaktadır.
Verdiği ihsanı yada
sadakayı başa kakan kimsenin durumuna gelince, iyilik, Allah rızası için
yapılmalıdır. Allah'ın verdiği maldan Allah'ın kuluna bir şey verildiğinde başa
kakmak, çirkin bir davranış olup müslüman kişiye yakışmaz. Böyle bir hareket,
elem verici bir azabı gerektirir. Bu kötü huyu alışkanlık haîine getiren
kimseler, ilahi azaba maruz kalır. Hele yaptığı iyilik sadaka ise bunu başa
kakmak daha da kötüdür. Hatta böyle bir hareket, Bakara: 2/264'de inanmayan
kimsenin davranışına benzetilmiştir
Bir malın satılması
için yalan yere yemin edilmesi yasaktır. Burada sadece yalan yemin değil, doğru
yere de yemin etmek de yasaklanmış ve edilen yeminle mala rağbet sağlansa bile
bu satışın hayrlı bir iş olmadığı, maddi yönden de malın bereketini giderdiği
ve malı mahvettiği bildirilmektedir.
82- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Üç kişi vardır ki, kıyamet gününde Allah onlarla
konuşmaz, onları arındırmaz ve onlara bakmaz. Onlar için acı bir azab vardır. Bunlar:
1- Zina eden yaşlı kimse.
2- Yalan söyleyen hükümdar.
3- Kibirlenen fakir.”
[147]
Açıklama:
Burada söz konusu
edilen üç grup, olduğundan farklı göründükleri için Allah onlarla kıyamet günü
fayda verecek ve memnun edecek şekilde konuşmayacak, hayr hasenat sahiplerine
gösterdiği hüsnü kabulü ve rızayı onlara göstermeyecek, aksine onlarla gazabına
uğrayanlara olduğu gibi gazablı konuşacaktır. Çünkü bu üç grup, yapmamaları
gereken davranışı yapmak suretiyle hem insanların yanında ve hem de Allah
katında değersiz bir konuma düşmektedirler. Bunun için de, bu üç grup kimseye
korkutma mahiyetinde Allah'ın onlara karşı sergileyeceği tavır anlatılmaktadır.
83- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Üç kişi vardır ki, Allah, kıyamet gününde onlarla
konuşmaz, onlara bakmaz ve onları arındırmaz. Onlar için acs bir azab vardır.
Bunlar:
1- Açık arazide fazla suyu olup da onu yolcuya vermeyen
kimse.
2- ikindiden sonra bir kimseye bir ticaret malı satıp
sonra da bu malı şu, şu kadar fiyata aldığına dair Allah adına yemin etmek
suretiyle başka bir hal üzere olan müşteriyi razı eden kimse.
3- Hükümdara sadece dünyalık bir menfaat için biat eden,
dünyalık bir menfaat verirse bu biati ile ilgili sözünde duran, vermezse
sözünde durmayan kimse.”
[148]
Açıklama:
Bu hadiste de; bedbaht
kimselerin ahirette uğrayacakları çok kötü durumları ifade edilmekte ve
Allah'ın onlarla konuşmayacağı, onlara bakmayacağı, onları temize çıkarmayacağı
ve onlar için elem verici bir azab olduğu bildirilmektedir.
Bu üç grup insan ise
şunlardır:
1- Su
bulunmayan çölde yada kırda ihtiyacından fazla suyu bulunduğu halde susamış
yolcudan su esirgeyen kimsedir. Böyle davranan katı yürekli, merhametsiz ve
acımasız kimsenin bu çirkin hareketi büyük bir günahtır. Fazla suyunu
hayvanlardan esirgemek haram iken bit insandan ve susamış bir yolcudan suyu
esirgemek çok daha kötü bir durumdur.
2- ikindiden
sonra bir malını satmak isteyen ve müşteriyi inandırmak gayesiyle yalan yere
yemin ederek “Bu malı şu fiyatla aldım” diyen ve böylece malım satan kimsedir.
Burada “ikindiden
sonra” kaydının hikmeti hakkında Hattâbî şöyle der:
“Yalan yere yemin etmek
her zaman haramdır. Burada “ikindiden sonra” kaydının konulmasının hikmeti, bu
vaktin Allah katında değerli olmasıdır. Çünkü Yüce Allah, melekleri bu vakitte
toplatır ve günlük ameller bu vakitte sonuçlanır. Her şeyin sonucu önemli ve
muteberdir. Bu nedenle bu vakitte işlenen suçların cezası daha ağır
kılınmıştır. Ta ki inanan kimse özellikle bu vakitte suç işlemeye cesaret
edemesin. Bir kimse bu vakitte suç işlemeye cesaret ederse başka vakitlerde de
suç işlemeye alışmış olur.”
3- Sırf
şahsi çıkarı için devlet büyüğüne biat edip umduğu yararı bulduğunda biatında
sadakat gösteren ve umduğu şahsi menfaati bulamayınca isyan eden kimsedir.
Çünkü bu karaktere sahip kimse, devlet büyüğünü de müslümanları da aldatır,
beklenmedik fitne ve bozgunculuğa sebebiyet verebilir.
84- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kendisini bir demir parçasıyla öldüren kimse ise,
elinde o demir parçası olduğu halde, onu karnına saplar bir vaziyette cehennem
ateşinde ebedi olarak kalacaktır. Zehir yutup da canına kıyan kimse, o zehiri
cehennem ateşi içinde ebedi ve daimi olarak yutmaya çalışacaktır. Kendisini
dağdan aşağıya atıp da çanına kıyan kimse, cehennem ateşi içinde ebedi ve
daimi olarak yuvarlanıp duracaktır.”
[149]
Açıklama:
İntihanın helal
olduğuna inanarak bir şekilde canına kıyan kimse ebedi cehennemliktir. Çünkü bu
kimse, canına kıymayı helal görmektedir. Bu sebeple de ebedi cehennemde kalmayı
hak etmektedir. Fakat nefsine uyarak intihar eden kimse ise ebedi cehennemlik
değildir. Bunlar hakkında cehennemde ebedi kalmak, uzun müddet orada yanmaktan
kinayedir.
Ayrıca Allah Rasulu bu
hadisinde, çeşitli metotlarla canına kıyan kimsenin yaptığı bu işin, son derece
çirkin bir eylem olduğuna dikkat çekmekte ve inananları bu tür eylemlerden
sakındırmak terhib için şiddetli bir cehennem azabı tehdidinde bulunmuştur.
İntihar eden kimsenin
cenaze namazı; Ebu Yusuf'a göre kılınmaz. Çünkü intihar eden kimse nefsine zulmetmiştir.
Bu sebeple de yol kesen eşkıya hükmündedir. Ebu Hanife'ye göre ise kılınır.
Çünkü onun kanı heder olup eceliyle ölen kimseye benzer.
85- Sabit b.
Dahhâk (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
"Sabit b. Dahhâk,
Resulullah (s.a.v.)'e ağacm altında biat ettiğini ve onun şöyle buyurduğunu
haber vermiştir:
“Kim İslamdan başka bir adına yalan yere yemin ederse,
o kimse dediği gibidir. Kim de bir şeyle kendini öldürürse kıyamet gününde o
şeyle azab olunur. Bir kimsenin, sahip olmadığı bir şeyi adaması geçerli
değildir.”[150]
Açıklama:
Bu yeminden maksat; “Şöyle
edersem kafir olayım, Yahudi olayım......” türü yeminlerdir.
Bu tür yeminler,
tehdit ve azab bakımından mübalağaya işaret etmektedir.
Böyle yemin eden
kimsenin, bu yeminiyle, Yahudi olacağı yada İslam'dan beri olacağı değildir.
Sanki Yahudi gibi bir cezaya müstehak olacak demektir.
İbn Hacer (ö.
852/1447) de, hadisteki “O dediği gibi olur” sözünden maksadın; tehdit ve
azabda mübalağaya delalet etmesinin yada kişinin o dinden olduğuna
hükmedilmemesinin muhtemel olduğunu söyler.
İslam'dan başka bir
adına yemin ettikten sonra yeminin sahih veya yalandan olmasının bir farkı
yoktur. Hadiste yalancı olarak diye kayıtlanması; bir kaydı vukûîdir, yani
çoğunlukla böyle yeminler yalan yere yapıldığı içindir.
îbn Battal'a göre ise “O kimse dediği gibidir” sözünden
maksat; o kimse yalancıdır. Kafir değildir. Bu sözle İslam'dan çıkıp yemin
ettiği dine girmez. Çünkü bu kimse, bu şeylere inanarak söylemedi. Dolayısıyla
kafir değil, yalancı olur.
İbn Hacer (ö. 852/1447)
ve Münzirî (ö. 656/1258)'de, bu tür sözlerle yemin eden kimsenin, Yahudi ve
kâfir olmayacağı doğrultusundadır.
Bu tür sözler, şeriat
örfünde yemin sayılır mı, sayılmaz mı? Bu sözlerin yerine getirilmemesi halinde
kefaret gerekir mi, gerekmez mi meselesi ihtilaflıdır.
İbnü Cevzî (ö.
597/1200)'ye göre; küfür olan dinlerden birine yemin eden kişi, kâfire benzer.
İmam Şafiî (ö.
204/819) ile İmam Mâlik (ö. 179/795)'e göre; bu tür sözler yemin olmayıp bu tür
bir sözde durmamak kefareti gerektirmez.
İmam Ebu Hanîfe (ö.
150/767), İmam Ahmed (ö.241/795), Nehaî, (ö. 95/713), Evzâî (ö. 157/774), Sevrî
(ö. 161/777) ise bu tür sözlerin yemin mahiyetinde olup bozulması halinde
kefaretin gerekli olduğu görüşündedirler. Örneğin, Allah zıhar yapana kefareti
emretmiştir. Çünkü zıhar, günah ve yalan bir sözdür. Anılan sözlerle yemin
etmek de günahtır. Bundan dolayı kefaret gerekir.
Bir kimsenin malik
olmadığı bir şeyi adaması; İmam Şafii'ye göre bu şart ister genel olsun ve
ister özel olsun bir şey lazım gelmez. Ebu Hanife'ye göre ise her iki surette
de açıklama yapmak sahihtir.
Ayrıca bu hadiste;
kendisini bîr şeyle öldüren kimsenin kıyamet gününde öldürdüğü şeyle azab
olunacağı belirtilerek bu işin ne kadar ciddi ve önemlî'olduğuna vurgu
yapılmaktadır. Bundan önceki hadiste de; intihar şeklîlerinden bazıları
zikredilmiş, burada ise genel ifade üzerinde durulmuştur.
86- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte Huneyn'de bulunduk. Resulullah (s.a.v.), müslüman adıyla çağrılan
kimselerden birisi için:
“Bu adam, cehennemliktir” buyurdu.
Savaş yerine
vardığımızda o adam, şiddetli bir şekilde düşmanla çarpışıp yaralandı. Bunun
üzerine sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü!
Kendisi için “Cehennemliktir” dediğin kimse bugün Şiddetli bir şekilde düşmanla
çarpışıp daha sonra da öldü” dediler. Resulullah (s.a.v.) yine:
“Cehenneme girecek” buyurdu.
Bunun üzerine bazı müslümanlar
bu konuda nerdeyse şüpheye düştüler, Onlar bu haldeyken birden adamın ölmediği,
fakat ağır bir şekilde yaralandığı söylendi. Akşam olduğunda adam yaralarının
aasına dayanamayarak kılıcının kabzasını yere, sivri ucunu da göğsüne dayayıp
sonra da ağırlığını basmak suretiyle kendisini öldürdü. Bu durumu, Resulullah (s.a.v.)'e
haber verdiler. Resulullah (s.a.v.):
“Allahu Ekber/Allah En Büyüktür” Şahadet edct ederim
ki, ben, Allah'ın kulu ve resulüyüm”
buyurdu.
Daha sonra Bilâl'e bu
hususta emir verdi. O da, insanların içerisinde:
“müslüman kimseden
başka hiç kimse cennete giremez. Dolayısıyla Allah, bu dini, facir/günahkar
bir adamla da destekler” diye seslendi.
[151]
Açıklama:
Huneyn savaşı: Bu
savaş, hicretin 8. yılında Mekke'nin güney doğusunda yer alan Hevazin
kabilesine karşı yapılmış olup müslümanlar bu savaşta zaferle dönmüşlerdi.
Burada Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
geleceğe dair verdiği haberin doğru olarak çıkması yer almaktadır.
Resulullah (s.a.v.)'in
bu olayda sözkonusu kimse hakkında ya vahiy suretiyle onun mümin olmadığını
yada kendisini öldürmeyi helal itikat ederek dinden çıktığını bildirmiştir.
Savaş meydanında iyi
çarpışıp da yaralanınca acısına dayanamayarak kendisini öldüren bu şahsın, “Kuzman”
adında birisi olduğu söylenmiştir.
Burada dikkate değer
bir hususta; amellere aldanarak onlara güvenilmemesidir. Çünkü halin her zaman
değişmesi mümkündür.
87. Cündeb
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Sizden önceki ümmetlerden bir adamda yara çıkmıştı.
Yara, bu adamı rahatsız etmeye başlayınca ok çantasından bir ok çıkarıp yarayı
yoldu. Derken kan dinmedi, Nihayet adam öldü. Rabbiniz: “Ben bu kimseye cenneti
haram ettim” buyurdu.
[152]
Açıklama:
Bundan önceki
hadislerde de geçtiği üzere; yaralı yada ölmek üzere olan kulun, ruhunun Allah
tarafından alınıncaya kadar sabredemeyerek kendisini öldüren kimseye cennetin
haram kılınması, bu kimsenin İntihan helal saymış olmasındandır. Çünkü bu
kimse, yarayı tedavi ettirip iyileştirme yoluna değil de, yaranın etkisine
dayanamayarak ok çantasından bir ok çıkartarak yarayı yolmak suretiyle hayatına
son vermeyi uygun gördüğünden dolayı adam ölmüş, Allah'da o bu kimseye cenneti
haram kılmıştır.
88- Ömer İbnu'l-Hattâb
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Hayber savaşının
meydana geldiği gün, Peygamber (s.a.v.)'in sahabilerinden birkaç kişi gelip:
“Filanca şehid, hatta
bir adamın yanına uğrayıp onun hakkında da filanca şehiddir” dediler. Peygamber
(s.a.v.):
“Hayır! Hayır! Doğrusu ben, dediğiniz o kimseyi, ganimetten
aşırdığı bir hrrka yada bir yağmurluktan dolayı cehennemde gördüm” buyurdu. Daha sonra da:
“Ey Hattâb'ın oğlu! Git, insanların içerisinde “Cennete,
müminlerden başka hiç kimse giremez” şeklinde seslen” buyurdu. Ben de çıkıp:
“Dikkat edin ki! “Cennete,
müminlerden başka hiç kimse giremez” diye seslendim” dedi.
[153]
89- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'le
birlikte Hayber savaşına çıkmıştık. Allah bize fetih ihsan eyledi. Ganimet
olarak, altın ve gümüş almadık. (Sadece) eşya, yiyecek ve giyecek aldık. Sonra
vadiye çekildik. Resulullah (s.a.v.)'in yanında bir kölesi vardı. Bu köleyi,
ona, Cüzam kabilesinden Dubeyb oğullarından Rifâa İbnu'z-Zeyd adında bir kimse
hibe etmişti. Vadiye indiğimiz zaman, Resulullah (s.a.v.)'in bu kölesi ganimet
malı toplanan yerden Peygamber (s.a.v.)'in hayvanının palanını aşırmak için
ayağa kalkmıştı. O sırada bir ok atıldı. Eceli de, bundan oldu. Bunun üzerine:
“Ey Allah'ın resulü!
Kölenin şahadeti kutlu olsun” dedik.
Resulullah s.a.v. :
“Hayır! Hayır! Muhammed'in nefsi elinde olan Allah'a
yemin ederim ki, Hayber savaşının meydana geldiği gün paylaştırılmamış ganimet
mallarından almış olduğu şu hırka onun için ateş olmuş, onun üzerinde
yanmaktadır” buyurdu.
Bunun üzerine herkesi
korku sardı. Derken bir adam, bir yada iki tane ayakkabı bağı getirip:
“Ey Allah'ın resulü! (Bunu yada bunları,) Hayber
(savaşının meydana geldiği) günü (ganimet dağıtılmadan önce kendime) almıştım'
dedi. Resulullah Ateşten bir ayakkabı bağı yada ateşten iki ayakkabı bağı...” buyurdu.
[154]
Açıklama:
Hadisin metninde söz
konusu edilen vadi, Medine'ye yakın buluna “Vadi'l-Kura”dır. Bu kölenin adı,
Mid'am idi.
müslüman olmayanlarla
yapılan savaş esnasında veya savaşan iki ordunun karşılaşmaları sırasında
gazilerin kuvveti ile düşmandan alınan maldır.
Ganimet mallarından
taşınabilir olanlarına, “Ganâim-i me'lufe”; taşınmaz mallara, “Ganaim-î gayr-i
me'lufe” denir. “Enfâl”de denilen ganimet mallarına, genel anlamda “Ganâim-i
hâlise”; beşte biri devlet hazinesine aynldıktan sonra gazilere dağıtılan
ganimet mallarına, “Ganâim-i maksûme”; düşmandan alınıp da henüz gaziler
arasında taksim edilmeyen ganimet mallarına, “Ganâim-i gayr-ı maksûme”; devlet
başkanının veya ordu emîrinin, savaşa teşvik için gazilere fazladan verdiği
ganimet mallarına “Neıl” (çoğulu enfâl) denir.
Ganimete ihanete
edilerek o maldan bir şey çalmak kesinlikle haramdır. Çalınan eşyanın az yada
çok olması önemli değildir. Önemli olan, ganimete ihanet edilmesidir. Fakat ganimetten
çalınan bir malın, tekrar ganimete geri iade edilmesi halinde kabul edilmesi
gerekir.
Peygamber (s.a.v.)'in;
“Ateşten bir ayakkabı bağı yada ateşten iki ayakkabı
bağı” buyurması; ganimet mallan
arasından bu malı çalan kimseye bu ihanetinden ötürü verilecek uhrevi cezadan
kinayedir. Yani çalınan eşyanın ateş haline getirilerek çalanın bu ateşle azab
edileceği anlatılmak istenmektedir. Bununla birlikte ibarenin böyle gelişiyle
mana: “Hıyanet edenler, ganimetten çaldıkları eşya yüzünden cehennemde azab
olunurlar” şeklinde de olabilir.”
Burada dikkkate değer
bir hususta, hain kimsenin savaşta öldürülmesi üzerine ona şehit denilmemesi ve
bir kimse hakkında “Cennetlik” yada “Cehennemlik” denilmesinin doğru
olmamasıdır.
Bazıları, bu olayı
Huneyn'de geçtiği ileri sürmüşlerse de doğrusu bu hadiste de belirtildiği
üzere olayın Hayber'de geçmiş olmasıdır.
90- Câbir b.
Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Tufeyl b. Amr
ed-Devsî, Mekke'de müşriklerin baskısı altında bulunan Peygamber (s.a.v.)'e
gelip ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Sağlam ve güvenli bir kalede olmak ister misin?” dedi.
“Câbir der ki:
“Cahiliye döneminde
Devs kabilesine ait bir kale vardı.”
Peygamber (s.a.v.),
buna razı olmadı. Çünkü Allah, (Peygamber'i) koruma görevini Ensar'a vermişti.
Peygamber (s.a.v.)
Medine'ye hicret edince, Tufeyl b. Amr'da, Peygamber (s.a.v.)'in yanma hicret
etti. Kavminden bir adam da onunla birlikte hicret etmişti. Medine'de
sıkılmışlardı. O adam hastalanmıştı. Hastalığında sabırsızlık edip okları
almış, onlaria parmak boğumlarını kesti. Derken ellerinden kan fışkırdı.
Nihayet öldü. Daha sonra Tufeyl b. Amr, bu adamı rüyasında gördü.
Kılık-kıyafeti güzeldi. Fakat elleri sanlı vaziyetteydi. Ona:
“Rabbin sana ne
yaptı?” diye sordu. O da:
“Peygamber (s.a.v.)'in
yanına hicret ettiğim için beni affetti” diye cevap verdi. Tufeyl:
“Ellerini niçin sarmış
olarak görüyorum?” dedi. O da:
“Bana, “Bozduğun bir
organını biz düzeltemeyiz?” dediler” diye cevap verdi. Tufeyl, bu rüyayı,
Resulullah (s.a.v.)'e anlattı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Allahım! Onun ellerini de affeyle!” diye dua etti.
[155]
Açıklama:
Hadis, kendisini
öldürmeyi helal görmeyerek nefsine yenilerek intihar eden kimsenin yada büyük
günah işleyen bir kimsenin tekfir edilmemesi gerektiğini ifade etmektedir.
Boylelerinin cehennemlik olduklarına hükmedilmez.
Ayrıca bu hadis,
intihar edenleri ve diğer büyük günah işleyenleri ebedi cehennemde
kalacaklarmış gibi gösteren diğer hadisleri açıklamakta ve bu tür günahkarların
ceza göreceklerini belirtmektedir. Çünkü bu tür bir günah işleyen kimse, helal
görmediği müddetçe, işlediği bu günahtan dolayı günahkar olur.
Büyük günah
işleyenlerin ebedi cehennemde kalacağı görüşü Mutezile mezhebine ve büyük günah
işleyenin kafir olacağı görüşü ise Harici mezhebine ait bir görüştür.
91. Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Doğrusu Allah, Yemcn'den, ipekten daha yumuşak bir
rüzgar gönderecek. Bu rüzgar, kalbinde, bir tane yada zerre ağırlığında iman
bulunan hiç kimseyi sağ bırakmayacaktır.”
[156]
Açıklama:
Bu hadiste, kıyametin
kopmasına doğru rüzgarın Yemen'den gelerek kalbinde bir tane yada zerre
ağırlığında iman bulunan müminin ruhunu alacağı bildirilmektedir.
Neuevî, bu hadisi,
zahiri anlamına göre bırakıp yoruma gerek olmadığını belirtmiştir.
Bu hadis, konuyla
ilgili diğer hadislere muhalif değildir. Çünkü müminler, kıyamet gününün yakın
olup alametleri ortaya çıktığı zaman ruhlarını bu yumuşak rüzgar alıncaya kadar
hak üzerinde olmaya devam edeceklerdir.
[157]
92- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Karanlık gecenin (zifiri) karanlıklarına benzeyen
fitneler ortaya çıkmadan amellere sarılın. Çünkü fitneler ortaya çıktığı zaman
kişi, mümin olarak sabahlayacak, kafir olarak akşamlayacak yada mümin olarak
akşamlayacak, kafir olarak sabahlayacak, dinini bir dünya malı karşılığında
satacaktır.”
[158]
Açıklama:
Burada kıyamet
kopmadan önce gece karanlıkları gibi yığın yığın fitneler ortaya çıkıp i§ işten
geçmden amel ve ibadetlere teşvik edilmektedir. Çünkü bu fitneler o kadar büyük
ve korkunç olacak ki, onların şerrinden bir kimse ibadet ve amelleri yapmaya
vaki bulamayacaktır.
Resulullah (s.a.v.)'in,
“Kişi, mümin olarak sabahlayacak, kafir
olarak akşamlayacak” sözüyle; fitnenin dehşetinden insan bir günde bu
derece büyük değişiklikler geçirecek; günü gününe ve saati saatine uymayacaktır.[159]
93- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Yüce Allah'ın
“Seslerinizi
Peygamber'in sesinin üstüne kaldırmayın”
[160]
ayeti, sonuna kadar inince, Sabit b. Kays evine kapanıp:
“Ben, cehennemliklerdenim”
diyerek kendisini Peygamber (s.a.v.)'le görüşmekten alıkoydu.
“Derken Peygamber (s.a.v.),
Sa'd b”. Muâz'a:
“Ey Ebu Amr! Sabit (b.
Kays)'tan ne haber? Hasta mı oldu?” diye sordu. Sa'd b. Muâz:
“O, benim komşumdur.
Bir şikayeti olduğunu bilmiyorum” dedi.
Bunun üzerine Sa'd b.
Muâz, Sabit b. Kays'a gidip (ona) Peygamber (s.a.v.)'in söylediklerini anlattı.
Sabit b. Kays:
“Sesleri, Peygamber'in sesinin üzerine kaldırmayı
yasaklayan” şu ayet indirildi.
Bilirsin ki, Resulullah (s.a.v.)'e karşı sizin en yüksek sesl(e hitap ed)eniniz
benim. O halde ben cehennemliklerdenim” dedi.
Sa'd b. Muâz, bu oalyi
(gidip) Peygamber (s.a.v.)'e anlattı. Resulullah (s.a.v.):
“Aksine o, cennetliktir” buyurdu.
[161]
Açıklama:
Bu hadis, Sabit b.
Kays'ın biyografisini anlatmaktadır. Sabit, Ensar'ın ve Resulullah (s.a.v.)'in
hatibi idi. Yüksek sesli bir kimse olup konuşurken sesi fazla gürleşirdi. Bu
sebeple herkesten fazla kendisi bu hareketinden dolayı endişeye kapılmıştı.
Fakat Resulullah (s.a.v.) onu cennetle müjdeleyince bütün üzüntüleri bir anda
sevince boğulmuştur.
Hucurât: 49/2 ayeti,
bir rivayete göre Sâbît b. Kays hakkında ve diğer bir rivayete göre ise Ebu
Bekr ile Ömer, Peygamber (s.a.v.)'in huzurunda bir meseleyi yüksek sesle
tartıştıkları için inmiştir.
Ayrıca hadis, alim
veya bir kimsenin, arkadaşlarından bazısını bir kaç defa göremediği takdirde
onun halini araştırıp soruşturmanın caiz olduğunu göstermektedir.
94- Abdullah
İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Bazı İnsanlar, Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
Cahiliye döneminde yaptıklarımızdan dolayı sorumlu tutulacak mıyız?” dediler.
Resulullah (s.a.v.):
“Sizden her kim, İslam'da iyi ameller işlerse cahiliye
dönemindeki yaptıklarından dolayı sorumlu tutulmaz. Fakat kim kötülük ederse,
hem cahiliye dönemindeki ve hem de İslam'da yaptıklarından dolayı sorumlu
tutulur” buyurdu.
[162]
Açıklama:
Burada kafir bir kimse
müslüman olup müslümanlıkta kalmaya devam ederse küfür halinde işlediği
günahların hepsinin bağışlanacağı, fakat İslam dininde kalmaya devam etmeyip
tekrar küfre dönüp dinden çıkarsa o zaman o kimse hem önceki küfür halinde
işlediği günahlardan ve hem de müslüman olduktan sonraki dinden çıkmasıyla
sorumlu olduğu bildirilmektedir.
İmam Nevevî ise bu
hadisi şöyle tefsir etmiştir: Hakiki müslüman olmakta devam eden bir kimsenin,
müslüman olmazdan önceki yaptıklarından sorumlu tutulmayacağı Kur'an nassı, bir
çok sahih hadisle ve müslümanların icmaıyla sabittir.
Nitekim konuyla ilgili
bir hadiste,
“İslam, kendisinden önceki (dönemlere ait) günahları
yok eder”
[163]
buyurulmaktadır.
Hadisin metninde geçen
“Kötülükten” maksat; İslam'a kalbiyle girmeyip zahiren Kelime-i şahadeti
getirerek teslim olmak ve kalbiyle İslam'ın hak olduğuna inanmamaktır. Böyle
bir kimse, bütün müslümanların icmaıyla münafık olup küfrü üzere baki olup
müslüman suretinde görünmezden önce işlemiş olduğu cahiliye dönemi
amellerinden sorumlu olduğu gibi müslüman göründüğü zaman yaptıklarından da
sorumludur. Çünkü bu adam, küfründe devam etmiştir.[164]
Übbî'de, Nevevî'nin bu
yorumunu beğenip konuyla ilgili olarak şöyle demiştir: Nevevî, İslam'daki iyi
ameli “İhlas”la ve kötü ameli de “İhlassız”lıkla tefsir etmiştir. Çünkü samimi
müslüman olmayan bir kimseyi, bütün amelleriyie sorumlu tutmak doğru olmadığı
gibi İslam'daki iyi amel “Taat” ve kötü ameli de “Muhalefet” diye açıklamak
doğru değildir. Çünkü böyle bir açıklama, İslam'ın kendinden önceki amelleri
hükümsüz bırakmasını taata ve gelecekte şeriata muhalefet etmemeye bağlı
olmayı gerektirir. Halbuk mesele, böyle değildir.
[165]
Kısacası: müslüman
olmak; kişi ve toplumlan, İslam öncesi yada İslam dışı yaşayışlarının
maddi-manevi kirlerinden temizler, yepyeni bir kimlik ve kişiliğe kavuşturur.
Bu anlamda İslam; zihnî, fikrî, siyasî, ekonomik ve ahlakî kirliliği, kargaşayı
ve anarşiyi ortadan kaldıracak en gerçekçi bir arınma sistemi ve fırsatıdır.
95- Ibn
Şimâse el-Mehrî'den rivayet edilmiştir:
“Ölüm döşeğinde olduğu
bir sırada Amr İbnu'l-Âs'in yanma vardık. Uzunca bir süre ağladı. Sonra da
yüzünü duvara çevirdi.” Oğlu:
“Ey babacığım!
Resulullah (s.a.v.), seni, filanca şeyle müjdelemedi mi? Resulullah (s.a.v.),
seni, filanca şeyle müjdelemedi mi?” demeye başladı. Bunun üzerine Amr
İbnu'1-As yüzünü bize çevirdi:
Doğrusu hazırlamakta
olduğumuz şeylerin en faziletlisi, Allah'tan başka ilah olmadığına ve
Muhammed'in Allah'ın resulü olduğuna şahadet etmektir. Şüphesiz ki ben (hayatım
boyunca) üç hal üzere bulundum:
1-
Düşünüyorumda bir zamanlar Resulullah (s.a.v.)'e benim kadar aşırı buğzeden hiç
kimse yoktu. O sırada bana göre, imkanını bulup ta onu öldürmüş olmak kadar
değerli bir iş daha yoktu. Eğer bu hal üzere ölmüş olsaydım, doğrusu cehennemliklerden
olurdum.
2- Allah
İslam'ı kalbime yerleştirdiği zaman Peygamber (s.a.v.)'e gelip:
“Sağ elini uzat, sana
biat edeyim” dedim. Hemen sağ elini uzattı. Ben de elimi çektim. Resulullah (s.a.v.):
“Ey Amr! Ne oldu sana!” buyurdu. Ben de:
“Şart koşmak istedim”
dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Neyi şart koşuyorsun?” buyurdu. Ben de:
“Bağışlanmamı” dedim.
Resulullah (s.a.v.);
“Biliyorsun ki, İslam, kendinden önce günahları yok
eder. Hicret te, ondan önceki günahları yok eder. Hac ta, ondan önceki
günahları yok eder!” buyurdu.
Bundan sonra benim
nazarımda Resulullah (s.a.v.)'ten daha sevgili ve ondan daha büyük bir kimse
kalmadı. Ona karşı duyduğum saygıdan dolayı kendisine doyasıya bakamıyordum.
Benden, onun özelliklerini anlatmamı isteseler, buna güç yetiremem. Çünkü ona
doyasıya bakamazdım. Eğer bu hal üzere ölmüş olsam, cennetliklerden olmamı
kuvvetli bir şekilde ümit ederdim.
3- Sonra
bazı şeyleri üzerimize aldık. Bu işler hakkında halimin ne olacağını bilemiyorum.
Öldüğüm zaman beraberimde hiçbir ağlayıcı ve hiçbir ateş takip etmesin. Beni
gömdüğünüz zaman üzerime toprak serpin. Sonra mezarımın etrafında bir deve
boğazlanıp eti dağıtıhncaya kadar durun ki, sizlerle ünsiyet edeyim ve Rabbimin
beni sorgulamakla görevli elçilerini nasıl karşılayacağımı düşüneyim” dedi.[166]
Açıklama:
Bu hadis, sahabeden
olan Amr İbn Âs'in vefat halini anlatmaktadır. O, akıllı, fikir ve lisan
itibariyle Arapların dahisi idi. Hz. Ömer zamanında Mısır'da on yıl üç ay, Hz.
Osman zamanında dört yıl ve Muaviye döneminde ise iki yıl üç ay valilik
yapmıştır.
Hicretin 36. yılında
Hz. Ali ile Muaviye arasında gerçekleşen “Sıffîn” savaşında Muaviye'nin
yenilmesiz sözkonusu olduğunda Kur'an sahifelerini mızraklara takarak
kaldırmayı ve Hz. Ali'yi Kitabullah'a davet ederek durudurulabileceğini
Muaviye'ye telkin eden, her iki taraf arasında Hakem işini teklif eden ve hile
sonucuyla Hz. Ali'nin hilafetten alınıp yerine Muaviye'nin atanmasını sağlayan
kişi, Amr İbn As'tır. Amr İbn As, bu yardımı karşılığında Muaviye'den Mısır
valiliğini istemiş, Muaviye'de bu teklifi kabul etmişti.
[167]
Amr İbn Asın,
“Sonra bazı şeyleri
üzerimize aldık. Bu işler hakkında halimin ne olacağını bilemiyorum” sözüyle,
bu olay ve Mısır valiliği döneminde yapığı bazı işleri kastetmiş olabilir.
96- Abdullah
İbn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Müşriklerden bazı
kimseler; bir takım insanlar öldürmüşler ve bunda aşın gitmişler, zina
etmişler, sonra da Muhammed (s.a.v.)'e gelip ona:
“Doğrusu senin
söylediğine ve kendisine davet ettiğin din, çok güzel. Bize, (bu) yapttklanmiza
keffaret olacak bir şeyi bildirirsen müslüman oluruz” dediler.
Bunun üzerine;
“Onlar ki, Allah ile beraber başka bir İlaha dua
etmezler; Allah'ın haram kıîdığı cana haksız yere kıymazlar ve zina da
etmezler; kim bunları yaparsa ağır bîr cezaya çarpılır”
[168]
ayeti indi. Bir de;
“De ki: “Ey nefislerine karşı aşarı giden kullarım,
Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin”
[169]
ayeti indi.
[170]
Açıklama:
Burada adam öldürme,
zina işleme hususunda aşm gidip sonradan müslüman olan kimselerin, bu
yaptıklarından dolayı Allah'ın rahmetinden umut kesmemeleri gerektiği belirtilmektedir.
Zaten Zümer: 39/53 ayeti de; en ağır suçlar ve cinayet işleyen kimselerin
ümitsizliğe düşmeyerek tevbe ve istiğfar etmek suretiyle iiahî yardıma
uğrayacakları belirtilmektedir.
97- Urve
İbnu'z-Zübeyr'den rivayet edilmiştir: “Hakîm b. Hizam, Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
Bazı işlere ne dersin? Çünkü ben cahiliyet döneminde sadaka vermek, köle azad
etmek yada akrabayla iyi ilişki kurma (gibi) işlerle ibadet ederdim. Bu yaptıklarımda bir sevab var mıdır?” diye
sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Sen zaten önceden yaptığın bu hayrlarla müslüman
oldun” buyurdu.
[171]
Açıklama:
Mâzirî “Sen zaten
önceden yaptığın bu hayrlarla müslüman oldun” sözü hakkında alimlerin görüş
ayrılığına düştükten sonra şöyle der: Bu cümlenin zahiri, usulün gerektirtiği
manaya muhaliftir. Çünkü kafirin ibadeti sahih değildir kî, yaptığı taattan
dolayı sevaba nail olsun. Fakat ibadet değil de itaat göstermiş olması
sahihtir. Bu açıklamadan sonra hadis üç şekilde şöyle tevil edilmiştir:
1- Sen zaten
önceden yaptığın bu hayrlarla müslüman oldun sözü, “Daha önce güzel adetler
kazanmışsın. Onlardan, müslüman iken de faydalanıyorsun; sana hayrlı işler için
bu adetler bir hazırlık ve yardımcı oluyor” anlamına gelebilir.
2- Bu
yaptıklarınla güzel bir nam kazandın. Bu namın, müslümanken de devam edecektir
anlamına da gelebilir.
3- müslüman
olduktan sonra yaptığı hayr ve hasenata geçmiş iyilikleri sebebiyle fazla sevab
verilmesi imkan dahilindedir.
[172]
Kadı İyâz'a göre bu
sözün anlamı; “Geçmişte yaptığın hayrlar bereketine yüce Allah seni İslam'a
hidayet etti” şeklindedir. Çünkü daha önce bir kimsenin hayr yapmış olması,
akıbetinin saadetine delildir.
[173]
98- Abdullah
İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Yüce Allah'ın
“İman edip de imanlarına zulüm bulaştırmayanlar”
[174]
ayeti indiği zaman Resuiullah (s.a.v.)'in sahabileri:
“Hangimiz nefsine zulüm yapmaz ki?” dediler. Bunun üzerine ResuLullah (s.a.v.):
“Burada söz konu edilen zulüm, sizin zannettiğiniz
zulüm gibi değildir. Buradaki zulüm ancak; Lokman'ın, oğluna söylediği
(gerçekte anlamda kullanılan zulüm gibidir: “Yavrucuğum! Allah'a şirk koşma.
Doğrusu şirk, gerçekten büyük bîr zulümdür”
[175] buyurdu.
[176]
Açıklama:
Zulüm kelimesi
Kur'an'da değişik anlamlarda kullanılmıştır. Bunlardan birisi de, “Bir kimsenin
günah işleyerek kendisine yazık etmesi” anlamıdır. Sahabiler,
[177] da
geçen “Zulüm” kelimesini bu manada anlayarak “Hangimiz zulüm yapmaz ki?” yani
hangimiz günah işlemez ki? emek istemişlerdi. Yalnız
[178]
deki “Zulüm” kelimesi, şirk/Allah'a ortak koşma anlamında kullanılmıştır.
“Zulüm” bir kimseyi
hakkından mahrum etmek ve adaletsizce davranmaktır. Şirk büyük bir zulümdür.
Çünkü insan yaratıcısı, rızık ve nimet verenine, yaradılışı, rızıklanışı ve bu
dünyada hoşlandığı şeylerle nimetlenişinde hiçbir katkısı ve ortaklığı
bulunmayan varlıkları ortak koşmaktadır. Bundan daha büyük bir adaletsizlik
olamaz. İnsanın yalnızca Allah'a tapması, Yaratıcı'nın İnsan üzerindeki
hakkıdır. Fakat müşrik, başkalarına tapmakta ve Allah'ın bu hakkını
çiğnemektedir. Dahası o, Allah'tan başkasına taparken yaptığı her işte, kendi
akıl ve bedeninden tutun, yer ve göklere kadar birçok şey sarfeder; oysa bu
harcadıkları, bir Allah tarafından yaratılmıştır ve insanın Allah'tan başkasına
kulluk ederek onlardan hiçbirini sarfetmeye hakkı yoktur. Hem sonra insanın
nefsi üzerinde bir hakkı vardır ki bu, kendisini alçaİtmamak ve cezaya müstehak
kılmamaktır. Fakat Allah'tan başkasına tapan kişi cezaya müstehak olduğu gibi
kendisini de aiçaltmaktadır. Bu şekilde müşrikin bütün hayatı, her yönü ve
zamanıyla zulüm haline gelir. Artık onun aldığı her soluk adaletsizlik ve
zulmün bir ifadesi halindedir.
99- Ebıs
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'e,
“Göklerdeki ve yerde bulunan herşey Allah'ındır. Siz,
içinizdekini açıklasamz da saklasanız da Allah, sizi onunla hesaba çeker; sonra
dilediğim bağışlar, dilediğine azap eder. Allah, herşeye gücü yetendir”
[179] ayeti indiği zaman, bu ayet, Resulullah (s.a.v.)'in
sahabilerine ağır geldi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.)'e gelip önünde diz
çöküp:
“Ey Allah'ın resulü!
Daha önce bize namaz, oruç, cihad ve sadaka gibi gücümüzün yeteceği ameller
teklif olunmuştu. Şimdi ise sana şu ayet indirildi. Biz buna güç yetiremeyiz?”
dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Sizden önce geçen iki Ehl-i kitap (kavm)in dedikleri
gibi işittik ve İsyan ettik” demek mi istiyorsunuz? Aksine siz “İşittik
ve itaat ettik. Affına sığındık. Ey Rabbimiz! Dönüş ancak Sanadır” deyin!”
buyurdu. Bunun üzerine sahabiler:
“İşittik ve itaat
ettik. Affına sığındık. Ey Rabbimiz! Dönüş ancak sanadır” dediler.
“Halk Resululîah'ın
öğrettiği bu sözü okuyunca, dilleri buna alıştı. Bunun peşisıra yüce Allah,
“Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene îman etti, müminler de iman
ettiler. Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman
ettiler. “Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız.
İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz! Affına sığındık! Dönüş ancak sanadır”
dediler.
[180]
Sahabiler bunu
yapınca, yüce Allah bu yaeti nesh edip:
“Allah, her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde
mükellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de
kendinedir. Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma”
[181]
ayetini indirdi.
Peygamber, bu duayı
okuyunca, yüce Allah:
“Peki”
buyurdu. Peygamber:
“Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de
ağır bir yük yükleme”
[182]
duasını okuyunca, yüce Allah:
“Peki”
buyurdu, Peygamber:
“Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işleri yükleme!”
[183]
duasını okuyunca, yüce Allah:
“Peki”
buyurdu. Peygamber:
“Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim
mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!”
[184]
duasını okuyunca, yüce Allah:
“Peki”
buyurdu.
[185]
Açıklama:
Nesh: Şer'i bir
hükmün, kendinden önce gelen şer'i bir hükmü kaldırmasıdır.
Bu ayetin, bîr önceki
şiddet ayetini nesh edip etmediği ihtilaflıdır. Abdullah İbn Abbâs'tan gelen
bir rivayete göre bu ayet nesh edilmiş, bir rivayete göre ise nesh
edilmemiştir. Kadı fyaz'a göre de bu ayet nesh edilmiştir. Bazılarına göre bu
ayet, bir önceki ayeti tahsis etmiştir, azılarına göre ise buradaki neshden
maksat; sahabilerin kalplerİndeki endişe ve korkuyu 9'derrnektir. Bu endişe ve
korku, sonra inen ayetle giderilmiş, gönülleri rahat olmuştur.
100-
Abdullah
İbn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Yüce Allah'ın, şu
“İçimîzdekileri açığa vursanız da gizleseniz de Allah
ndan dolayı sizi hesaba çekecektir”
[186]
ayeti inince, sahabilerin kalplerine başka hiçbir şeyden girmeyen bir endişe
girdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“İşittik, itaat ettik ve teslim olduk” deyin buyurdu.
Daha sonra Allah,
imanı onların kalplerine yerleştirip şu ayeti indirdi:
“Allah, her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde
mükellef kılar. Herkesin kazandığı hayır kendine, yapacağı şer de kendinedir.
Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma.”
[187]
Peygamber, bu duayı
okuyunca, yüce Allah:
“Yaptım”
buyurdu. Peygamber:
“Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de
ağır bir yük yükleme”
[188]
okuyunca, yüce Allah:
“Yaptım” buyurdu. Peygamber:
“Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim
mevlâmızsın”
[189]
okuyunca, yüce Allah:
“Yaptım”
buyurdu.
[190]
Açıklama:
Bu ayetin, sahabilere
ağır gelmesinin sebebi; gönülden şeylerden korunmaları gerektiğini
zannettikleri içindir. Zaten böyle bir teklif, insan gücünün üstündedir.
Vâhidî'ye göre, buna
güç yetiremeyeceklerini Peygamber (s.a.v.)'e arz eden sahabiler; Ebu Bekr,
Ömer, Abdurrahman b. Avf, Muaz b. Cebel ve Ensar'dan birkaç kişidir. Bu husus,
bir sonraki hadiste söz konusu edilmektedir.
101- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Doğrusu dilleriyle söylemedikleri müddetçe yada
fiilen yapmadıkları müddetçe, Allah, içlerinden geçirdikleri şeylerden dolayı
ümmetimi bağışlamıştır.”
[191]
Açıklama:
Yüce Allah, insanın
gönlünden geçirip de tabik sahasına koymadığı kötü düşünceleri atfetmiştir.
İslam'ın ilk yıllarında müslümanlar, bu çeşit düşüncelerden dolayı sorumlu
sayılırlardı. Yüce Allah,
“Allah kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez”
[192]
ayetiyle müslümanları bu tür bir sorumluluktan kurarmıştır.
102- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Yüce Allah, yazıcı meleklere hitaben:
“Kulum bir kötülük yapmayı içinden geçirirse onu hemen
aleyhine yazmayın. Eğer o kötülüğü yaparsa onu sadece bir kötülük olarak
yazın. Fakat bir iyilik yapmayı içinden geçirir de onu yapmazsa onu bir
hasene/iyilik olarak yazın. Eğer bu iyiliği yaparsa, bunu on (kattan yediyüz
kata kadar onun lehine) yazın”
buyurdu.[193]
103- Ebu
Hureyre'den gelen bir rivayette ise Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Yazıcı melekler:
“Ya Rabbî! Filanca kulun bir kötülük yapmak istiyor”
derler. Allah, onu gördüğü halde meleklere:
Onu gözetleyin. Eğer (o kötülüğü) yaparsa onu
kendisine misliyle yazın. Eğer yapmazsa bunu ona bir hasene/iyilik olarak
yazın. Çünkü kulum, o kötülüğü ancak benim hatırım için terk etmiştir” buyurur.
[194]
Açıklama:
Aynı konuyla ilgili
olarak şöyle der: İyilik ile kötülüğün ikisi de, kalple ilgili ameller olduğu
halde kötülük katlanmayıp sadece iyiliğin katlanması Allah'ın (kuluna verdiği)
bir lütuftur. Bu büyük lütuf olmasaydı cennete hiç kimse giremezdi. Çünkü
kulların kötü amelleri, iyiliklerinden çok olur. İşte bu sebeple yüce Allah
kullarına lütuf buyurarak iyilikleri katlamış; kötülükleri de olduğu gibi
bırakmıştır. “Kul bir kötülük yapmak isteyip de yapmazsa nihayet o kötülük
yazılmaz. Fakat o kimseye bir de iyilik yazılması nereden gerekiyor?” diyenler
olmuştur. Onlara:
“Kötülükten vazgeçmek,
bir iyiliktir” diye cevap verilmiştir.”
Bir hayrlı amele karşı
on sevab verilmesi, yüce Allah'ın
“Her kim bir iyilikle gelirse o iyiliğin on misli
vardır”
[195] ayetinden yedi yüze kadar katlanması,
“Mallarını Allah yolunda infak eden kimselerin
misali, yedi başak sürerek her başakta yüz danesi bulunan bir ekin danesi
gibidir. Allah, dilediğine daha da katlar”
[196] ayetinden mülhemdir.
Ayette “Allah, dilediğine daha da katlar”
buyurulması; bunun, Allah'ın dilemesine kalmış bir iş olmasındandır. Allah
dilerse bundan fazlasını da ihsan eder.
104- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Peygamber (s.a.v.)'in
sahabilerinden bazı kimseler, gelip ona:
“İçlerimizden öyle
şeyler geçiyor ki, herhangi birimiz onları söylemeyi bile büyük bir (suç)
sayıyor” diye sordular. Peygamber (s.a.v.):
“Gerçekten (içinizde) böyle bir şey hissettiniz mi?” diye sordu. Sahabiler:
“Evet” diye cevap
verdiler. Peygamber (s.a.v.):
“İşte bu, imanın apaçık halidir” buyurdu.[197]
Açıklama:
Şeytanın vesevese
vermek için öncelikli olarak imanlı kalpleri seçtiğinde şüphe yoktur.
Dolayısıyla şeytanın bir kimseye vesvese vermeye çalışması o kimsenin iman
sahibi olduğunun bir alameti olduğu gibi, şeytanın verdiği vesveseleri
gidermeye çalışmak da bir iman işidir. Mümin kimse şeytandan gelen
vesveselerden Allah'a sığınmalı ve endişeye kapılmadan o vesveseyi ilmi
delillerle ve çeşitli dualar okumak suretiyle gidermelidir.
105-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Peygamber (s.a.v.)'e,
(kişinin içerisine doğan) vesveseden (dolayı sorumlu olunup olunmayacağı)
soruldu. O da:
“O, imanın ta kendisidir” buyurdu.
[198]
Açıklama:
“O, imanın ta kendisidir” sözüyle kastedilen; gönlünüzden geçen vesveseleri,
hatta onları anmayı büyük bir günah yada suç saymanız imanın ta kendisidir.
Çünkü bunlara inanmak şöyle dursun, onları büyük suç sayarak korkmak ve
söylemekten bile çekinmek, kamil İmandandır. Böyle bir iman, asla şüphe
götürmez demektir.
Yalnız buradan,
“Vesvese, imanın ta kendisidir” zahiri anlamı çıkarılmamalıdır. Çünkü vesvese,
şeytandan ve onun hilesindendir. Dolayısıyla vesvese, asla iman olmaz. İman,
onu çirkin bir şey olduğunu anlayarak ondan nefret etmektir.
106- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“İnsanlar birbirlerine
soru sormakta devam edecekler. Hatta “Mahlukatı Allah yarattı, o halde Allah'ı
kim yarattı” bile denilecek. İşte kim bu tür bir şeye rastlarsa hemen:
“Allah'a iman ettim” desin” buyurdu.
[199]
Açıklama:
Bu hadis; kalbe gelen
batıl fikirlere ilgi göstermeyip onlardan yüz çevirmenin ve onlardan kurtulmak
için Allah'a sığınmanın gereğini ifade etmektedir.
107- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Şeytan sizden birine gelip: Filanca ve filanca şeyi
kim yarattı?” der. Hatta (en sonunda)
o kimseye:
“Rabbini kim yarattı?”
deyinceye kadar vesvese vermeye devam eder.
“İşte o kimse, bu dereceye vardığında hemen Allah'a
sığınsın ve böyle bir düşünceden vazgeçsin.”
[200]
Açıklama:
Bu hadis, akla gelen
bu tür batıl fikirlerden yüz çevirmek ve bunları gidermesi için Allah'a
yalvarmaktır.
Akla gelen şey, iki
çeşittir:
1-
Zihinde
etki sağlamayan ve bir şüphenin celbetmediği şeydir. Bu şekilde akla gelen şey,
sadece bırakivermekle yok olup gider. Bu, vesvese denilen şeydir. Bunlar bir
delile ve asla dayanmadıkları için, bir asıl ve delil getirmeye gerek kalmadan
yok olup gider.
2- Bir
şüphenin meydana getirdiği kararlı düşünceler ve fikirlerdir. Bunlar, ancak
deliller yok edilirler.
108- Ebu Hureyre
(r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.) bana bir defasında:
“Ey Ebu Hureyre!
insanlar sana soru sormakta devam edecekler. Hatta “İşte her şeyi yaratan
Allah! Öyleyse Allah'ı kim yarattı?” diyecekler.
Ebu Hureyre sözüne
devamla der ki: Bir defasında mescidde iken yanıma bedevilerden bazı kimseler
çıkageldi. Bunlar:
“Ey Ebu Hureyre! 'İşte
(her şeyi yaratan) Allah! Öyleyse Allah'ı kim yarattı?” dediler.
Açıklama:
Hadisin ravisi der ki:
Bunun üzerine Ebu Hureyre avucuyla çakıl taşlan alıp onlara attı. Sonra da
yanında bulunan kimselere:
“Kalkın! Kalkın!
Dostum Resulullah doğru söylemiş” dedi.[201]
Açıklama:
Burada “Allah'ı kim
yarattı?” şeklinde bir sözle karşılaşıldığında, böyle bir şeyden Allah'a
sığınmak ve bu tür bir vesveseyi derhal terk etmek emrolunmaktadır.
Fakat karşıdaki insana
cevap verilemsi gerekiyorsa Allah'ın varlığını ispat etmeden önce ona Allah'ı
tanıtmak gerekmektedir.
Allah'ın varlığını
ispat etme noktasında, kelamcılar; Hudus delilini, İmkan delilini, Gaye ve
Nizam delilini, Umumun kabulü delilini ve İlm-i evvel delilini kullanmışlardır.
[202]
109- Ebu
Ümâme (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Kim yemin etmek suretiyle bir müslümanın hakkını
elinden alırsa o kimseye Allah cehennemi vacip kılar, cenneti de haram kılar” buyurdu. Bunun üzerine bir adam, Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü! müslümanın
elinden alınan bu hak, az bir şey olsa bile (yine bu ceza geçerli) mi?” diye
sordu. Resulullah (s.a.v.);
“Misvak ağacından bir çubuk bile olsa böyledir” buyurdu.[203]
Açıklama:
Burada müslüman bir
kimsenin hakkını bile bile yalan yere yeminle koparan kimseye cennetin haram vs
cehennemin ise vacip olduğu ile ilgili cümleleler, iki şekilde yorumlanmıştır:
1- Söz
konusu şekilde bir hak koparmanın helalığınt itikad edip bu inanç üzerine ölen
bir kimseye cennet haram ve yasak kılınır. Cehennem ise vacip olur. Çünkü bunu
helal itikad etmek küfürdür. Haliyle ona cennet haram olur ve cehennem vacip
olur.
2- Adam bu
suçu işlemekle cehenneme müstahak olmuş olur. Fakat Allah'ın kendisini
bağışlaması mümkündür. Bu adam, cennete ilk giren zümrelerle birlikte
giremeyecektir. Onlarla girmesi haram ve yasaktır.
Hadiste “müslüman bir
kimse” ifadesi, müslüman olmayan bir kimsenin hakkını yalan yere yeminle
koparmanın caiz olduğunu ifade etmez. Bu ifade, müsiümanın hakkının daha önemli
olduğunu ve bu hakka saldınnın gerektirdiği azabın daha da şiddetli olduğunu
ifade etmek içindir. Çünkü müslümanın müslümana kanı, malı ve ırzı haramdır.
Hadiste sözkonusu
edilen şiddetli azab, müslüman bir kimsenin hakkını yemin etmek suretiyle
koparan ve tevbe etmeden ölenler için geçerlidir. Tevbe edip yaptığı işten
pişmanlık duyan ve hakları sahiplerine iade eden veya hak sahiplerine gerçeği
anlatıp onlar tarafından bağışlanan bir kimse, bu suçu bir daha işlememek azim
ve kararını verirse bu günahtan kurtulmuş olur.
“Misvak ağacından bir
çubuk bile olsa” ifadesiyle ise müslümanların hukukunu ihlal etmenin şiddetle
haram olduğu belirtilmektedir.
110-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim yemininde günahkar olduğu halde yalan yere
müslüman bir kimsenin malını sabr-ı yemin ederek alırsa, kıyamet günü Allah'ın
gazabına uğrayarak O'nun huzuruna çıkar”
buyurdu.
Derken Eş'as b. Kays
gelip (Abdullah İbn Mes'ud'u kast ederek):
“Ebu Abdurrahman size
ne anlatıyor?” diye sordu. Orada bulunan kimseler:
“Şöyle şöyle söyledi”
dediler. Eş'as b. Kays:
“Ebu Abdurrahman doğru
söylemiş. Benim hakkımda konuyla ilgili olarak şöyle bir ayet indi:
Bir adam ile benim
aramda Yemen'de (tartışmalı) bir yer vardı. Onu, Peygamber (s.a.v.)'e dava
ettim. Peygamber (s.a.v.) bana:
“Kanıtın var mı?” diye
sordu. Ben de:
“Hayır” dedim. Resululîah
(s.a.v.):
“O halde (dava edilen kimsenin) yemin etmesi lazım” buyurdu. Ben de:
“O, (yemin istenildiği zaman) yemin eder” dedim.
O zaman Resululîah (s.a.v.):
“Kim yemininde günahkar olduğu halde (yalan yere)
müslüman bir kimsenin malını sabr-ı yemin ederek alırsa, kıyamet günü Allah'ın gazabına uğrayarak
O'nun huzuruna çıkar” buyurdu.
Bunun üzerine de;
“Allah'a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir
bedelle değiştirenlere gelince”
[204]
ayeti sonuna kadar indi.
[205]
Açıklama:
Hadis, başkasının malını
almak için yalan yere yemin eden kişiye Allah gazabaya uğrayanlara yaptığı
muameleyi yapacak ve onlara azab edecektir.
Yemin, 3 kısma
ayrılmaktadır:
1- Yemin-i
Lağv: Yanlışlıkla veya doğru olduğu zannıyla yalan yere yapılan yemindir.
2-
Yemin-î
Mün'akide: Mümkün veya gelecek ile ilgili bir şey hakkında yapılan yemindir.
3- Yemin-i
Gamus: Yalan yere kasten yada Allah adına yapılan yemindir.
Üzerine yemin edilen
şeyin, içinde bulunulan zamandan önce işlenmiş bir fiil olması şart değildir.
Ama bazen Öyle de olabilir. Örneğin, bir kimsenin, bir başka kimseyi dövdüğü
halde “Vallahi, onu dövmedim” diyerek ettiği yemin, Gamus yeminidir.
Gamus yemini, Allah
adına yemin etmekten başka durumlarda düşünülemez. Çünkü bu yeminin, keffareti
yoktur. Yemin eden kişi, günahkar olduğu için tevbe etmesi gerekir. Zira burada
hem Allah'ın adı hiçe sayılmakla ve hem de bir kimsenin malı haksız yere
gasbedilmeye çalışılmaktadır. Bu nedenle de yemin sahibi, Allah'ın gazabıyla
karşı karşıya kalmaktadır. Bundan kurtulmak için ilk önce tevbe etmeli, sonra
da kimin malını gasbettiyse o malı geri sahibİbne vermelidir.
Sabr-ı yemin; Sabır,
hapsetmek demektir. Yemin eden kimse, kendini yemin için hapsettiği yada
gerektiğinde kendisini hakim yemin için hapsettiği için ona bu isim verilmiştir.
Kadı İyâz'a göre;
Yemin-i sabrın anlamı şudur: Yemin vermeye zorlamak yada yemin etmek
cüretkarlığında bulmaktır. Bu yeminin hadiste bu derece büyük gösterilmesi,
yemin-i gamus olmasındandır. Çünkü yemin-i gamus, en büyük günahlardandır.
Davacı, davasını
şahidle ispat etmek durumundadır. Davacı müslüman olup davalı gayri müslim bile
olsa hüküm bu şekildedir.
Davacı, davasını
şahidle ispat edemediği takdirde hakim davalıya yemin teklif eder. Davalı
yemin edince dava sona ermiş olur.
Âl-i İmrân: 3/77 ayeti
ise bir dünyalık için yalan yere yemin etmenin ne kadar ağır bir suç olduğunu
ve böyle davrananlann ahiretteki çok kötü durumlarını açıklamaktadır.
111- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Bir adam, Resulullah (s.a.v.)'e gelip
ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Ne dersin? Bir kimse gelip benim malımı almak istese ne yapayım?” dedi.
Resulullah (s.a.v.):
“Ona malını verme” buyurdu. Adam:
“Eğer malımı almak
için benimle savaşırsa (o zaman ne yapayım)?” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Sen de onunla savaş” buyurdu. Adam:
“Ya beni öldürürse?”
dedi. Resulullah (s.a.v.):
“O zaman şehid olursun” buyurdu. Resulullah (s.a.v.):
“Ya ben onu
öldürürsem?” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“O zaman o cehennemde olur” buyurdu.
[206]
112-
Ömer b.
Abdurrahman'm azadh kölesi Sâbit'ten rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbn Amr ile
Anbese İbn Ebi Süfyân arasında (olumsuz bir olay) olmuştu. Bunun üzerine
(birbirleriyle) savaşmak için hazırlandılar. Bunun üzerine Hâlid İbnu'1-Âs,
(bineğine) binip Abdullah İbn Amr'a gidip ona nasihatta bulundu. Abdullah İbn
Amr, ona:
“Sen, Resulullah (s.a.v.)'in:
“Kim malı uğrunda
öldürülürse o kimse şehiddir” buyurduğunu bilmez misin?” dedi.
[207]
Açıklama:
Şehidlik, Muhammed
ümmetine tahsis edilmiş üstün bir paye ve büyük bir mertebedir. Şehid kimseye
“Şehid” denilmesinin sebebi; cennete gireceğine şahitlik edilmesi, ölümü anında
birtakım rahmet meleklerinin hazır bulunması ve Cenab-ı Allah'ın manevi
huzurunda hazır olarak rızıklandırılmasıdır.
Bir çok hadiste hangi
durumda bir müslümanın şehid olacağı konusuna açıklık getirilmiştir. İslam
hukukçuları, ilgili hadislerden yola çıkarak dünyevî ve uhrevî hükümler bakımından
şehidleri üç kısımda değerlendirmişlerdir.
Korunması dinin
amaçları arasında yer alan can, mal ve namus uğruna ölmenin şehid olarak
nitelendirilmesi, bu hususlara dinimizde ne kadar önem verildiğini
göstermektedir.
113-
Hasen'den rivayet edilmiştir:
“Ubeydullah b. Ziyâd,
Ma'kil b. Yesâr el-Müzenî'yi ölüm döşeğindeyken ziyaret etmişti. Ma'kil:
“Sana, Resulullah (s.a.v.)'den
dinlediğim bir hadisi rivayet edeceğim. Eğer daha yaşayacağımı bilseydim onu
sana rivayet etmezdim. Doğrusu ben, Resulullah (s.a.v.)'in:
“Allah, bir halk kitlesinin başına bir kulu geçirip de
o kul ölürken halkını aldatmış olarak ölürse, Allah ona cenneti haram kılar” buyurduğunu işittim.”
Açıklama:
Ma'kil'i ziyarete
gelen Ubeydullah b. Ziyâd, o sırada Muaviye'nin Basra valisi idi.
Ma'kil'in bu hadisi
ölüm döşeğine düşmeden söylememesi; ya ömrünün sonunda bu hadisi gizlemiş
olmanın vebalinden korkarak bunu rivayet etmiş yada daha önce söylemiş olsa
Ubeydullah üzerinde bir etkisinin olmaması düşüncesiyle onun bu kötü halini
halkın kalplerine yerleştirmeye sebep olacağı endişesiyle o ana kadar
gizlemiştir.
“Bir halk kitlesinin başına bir kulu geçirip” ifadesinden maksat; halkın başına ge çen
idarecilerdir. Bunlar, halka dinî ve dünyevî bütün konularda yardımcı ve
öğretici konumundadırlar. Dolayısıyla hakkın ve adaletin uygulanması hususunda
adil olmazlarsa görevlerini suistimal etmiş olurlar.
Böyle kimselere
cennetin haram olmasından maksat; ya zulmün mubah olduğuna inanıp dinden
çıkıkları için ebediyen cennet yüzü görememeleridir yada zulmün haram olduğuna
inandıkları halde onu mazlumlara reva gördükleri için cennete doğrudan doğruya
giren bahtiyarlarla birlikte girmek onlara haramdır.
114- Huzeyfe
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
"Resulullah (s.a.v.)
bize iki hadis söyledi. Bunlardan birini gördüm. Diğerini(n de olmasını)
bekliyorum:
Resulullah (s.a.v.),
bize (önce) emanetin; insanların kalplerinin derinliğine indiğini ve sonra da
Kur'an indiğini, insanların (emanetin bölümlerini) Kur'an'dan ve Sünnet'ten
öğrendiklerini anlattı. Sonra da bu emanetin kaldırılmasından bahsedip:
“İnsan uykusunu uyur.
Bu sırada emanet, kalbinden alınıverir de ufacık bir siyah leke halinde izi
kalır. Sonra yine uykuya dalar. Bu defa kalbinden emanetin kalan kısmı da
alınır. Bunun izi de, kabarcık gibi kalır. Ayağının üzerine bir kor yuvarlanıp
da nasıl kabarcık hasıl olur ve içinde bir şey olmadığı halde onu kabarmış
görürsün. Onun gibi bir şey. Sonra ufak taşlar alarak onları ayağının üzerinde
yuvarladı.
İnsanlar öyle bir hale
gelecek ki alış-veriş yapacaklar, birinin doğru dürüst hareket ettiği
görülmez: “Filan oğullarında güvenilir bir kimse var' denilecek. Hatta bu adamm
kalbinde hardal tanesi kadar iman olmadığı halde onun hakkında: 'O ne sağlam! O
ne zarif! O ne akıllı adamdır!” denilecek.
Huzeyfe sözüne devamla
der ki: Vallahi, öyle günler gördüm ki, sizin hanginizden alış-veriş yapacağım
diye hiç gam yemezdim. (Çünkü altş-verişte bulunduğum kimse müslümansa bana
ihanetten ona dini men ederdi. Hıristiyan yada Yahudi ise ona da amiri izin
vermezdi.
Bugün ise sizlerden
filan ve filandan başka hiç kimseden alış-veriş yapamaz oldum.[208]
Açıklama:
Hadiste konu edinen
“Emanet” kelimesiyle kastedilen mana hususunda değişik görüşler ileri
sürülmüştür: Hıyanetin karşıtı olan güvenilirlik, iman, Allah'a itaat, kulların
Allah'a karşı yükümlülükleri, Allah'ın kullarından aldığı ahid gibi.
“İbnü'l-Hümâm” göre
ise bu hadiste söz konusu edilen “Emanet”,
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik”
[209]
ayette ifade edilen Emanet’in aynısıdır. Dolayısıyla Emanet kelimesi, hem bu
hadiste ve hem de sözkonusu ayette “İman” anlamında kullanılmıştır. Bu manada
Emanet kalbe iyice yerleşince emirlere itaat edilir ve yasaklardan kaçınılır.
Hadisin alış-veriş
etmek, kimsenin emaneti yerine getirmeye yanaşmaması, güvenle alışveriş
edebilecek kişilerin sayısının azhğıyla ilgili ifadeleri ise Emanetin burada
“Güvenilirlik” anlamında olduğunu göstermektedir.
“Kur'an indiğini,
insanların emanetin bölümlerini Kur'an'dan ve Sünnet'ten öğrendiklerini
anlattı” sözüyle kastedilen; iman kalplere indikten sonra biz Kur'an ve
Hadislerle imana olan bağlılığımızı pekiştirdik, iyice şuurlandık ve içimizi de
dışımızı da güzelleştirdik.
Görüldüğü üzere burada
“Sünnet” ile kastedilen, sahabilerin Peygamber (s.a.v.)'den aldıkları ve
öğrendikleri hadislerdir.
Emanetin kaldırılması;
bu manevi ve kutsal değerin insanların kalplerinden tedricen alınacağı ve
halkın çoğunun bunu yitireceği ebedi bir kural ve örneklemeyle ifade
eşilmektedir.
115- Huzcyfe
(r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Ömer'in yanında idik. Bize:
“Resulullah (s.a.v.)
fitneleri anlatırken (bunları) hanginiz işitti?” diye sordu. Bazıları;
“Biz işittik” dediler.
Ömer;
“Herhalde siz,
kişinin, ailesi ve komşusu hakkındaki fitnesini kast ediyorsunuz?” diye sordu.
Onlar;
“Evet” dediler. Ömer:
“Sizin kast ettiğiniz
bu fitnelere; namaz, oruç ve sadaka kefaret olur. Fakat Peygamber (s.a.v.)'i,
deniz dalgası gibi dalgalanacak olan fitneleri anlatırken bunları hanginizin
işittiğini soruyorum?” dedi.
Huzeyfe der ki: Bunun
üzerine cemaat sustu. Ben:
“Ben (işittim)” dedim.
Ömer:
“Sen mi? Allah hayrını
versin!” dedi. Huzeyfe der ki: Resulullah (s.a.v.)'i:
“Fitneler kalplere (tıpkı) hasır çubukları gibi dal
dal sunulur. Artık onlar hangi kalbe işlerse o kalpte siyah bir leke meydana
gelir. Hangi kalp onları kabul etmezse o kalpte beyaz bir leke meydana gelir.
Böylece fitneler, iki çeşit kalbe yerleşmiş olur. (Bu kalplerden) biri, cilalı
taş gibi bembeyaz olup gökler ve yer durdukça ona hiçbir fitne zarar veremez. Diğeri
ise alaca siyah renginde olup tepesi aşağı duran testi gibidir. Bu kalp;
iyiliği de tanımaz, münker idde inkar etmez. Sadece içine işleyen heva ve
arazusunu bilir” derken işittim.
Ömer'e:
“Senin ile bu fitneler
arasında kırılmak üzere olan kapalı bir kapı var!” dedim. Ömer;
“Bravo sana! O kapı
gerçekten kırılacak mı? Açılmış bile olsa belki tekrar kapanır” diye sordu.
Ben de:
“Hayır, aksine
kırılacak” dedim.
Sonra da ona; bu
kapının, öldürülecek yada ölecek bir kimse(den kinaye) olduğunu, yanılma olmayan
dosdoğru bir hadis/söz olduğunu anlattım.[210]
Açıklama:
Fitne kelimesi
sözlükte imtihan, ibtila ve deneme gibi anlamlara gelmektedir. Bazen küfür,
rezalet, azab, savaş, musibet, sapıklık ve günah anlamlarında da kullanılır.
Bir kimsenin ailesi
hakkında fitneye düşmesi; onlar tarafından başına gelen elem, keder, üzüntü,
kötülük ve şüphelerdir. Komşusu hakkındaki fitneden maksat; komşusu zenginse
onun gibi zengin olmak için üzülmesidir. Bu tür fitnelerin kefareti; beş vakit
namazı vaktinde kılmak, orucunu tutmak ve zekatını vermektir,
“İyilikler, günahları giderir.”
[211]
ayeti de, büyük günahlardan sakınmak şartıyla beş vakit namaz, küçük günahları
giderir diye tefsir edilmiştir.
Yine burada ortaya
çıkacak fitnelerin büyüklüğü, deniz dalgasına benzetilmiştir. Yani kükremiş
denizin dalgalan nasıl çalkalanır ve birbirine çarparsa fitneler de öylece
birbirini takip edecek demektir.
Fitnelerin kalplere
yerleşmesi de, hasıra benzetilmiştir. Buradaki “Sunulur” ifadesinden maksat;
fitnenin kalbe hasır gibi döşenmesi yani yerleşmesidir. Hasır üzerinde yatan
bir kimseye hasır nasıl yapışır da vücudunda iz bırakırsa fitne de aynı
şekilde kalbe yerleşir ve orada iz bırakır.
Hadiste fitnenin
etkisine kapılmayan kalpler, cilalı taşa ve fitneye kapılanlar da alaca siyah
renginde olup tepesi aşağı duran testiye benzetilmiştir.
Huzeyfe'nin, Hz.
Ömer'e:
“Senin ile bu fitneler
arasında kırılmak üzere olan kapalı bir kapı var” demekle; onun hayatında bu
fitnelerin ortaya çıkmayacağını anlatmak istemektedir. “Kırılmak” ifadesiyle,
fitnelerin önlenemeyeceğine işaret etmiştir. Çünkü kırılan bir şeyin yerine
iadesi zordur.
Huzeyfe, Hz. Ömer'in
şehid edileceğini bilmiş, fakat bunu Hz. Ömer'in yüzüne karşı söylemekten
çekinereke kapalı bırakmıştır. Çünkü Hz. Ömer, kapıdan kastın kendisi olduğunu
biliyordu. Huzeyfe'nin maksadı, Hz. Ömer'in öldürüleceğini haber vermek olmayıp
ölümünden sonra fitnelerin ortaya çıkacağını bildirmek istemektedir.
116- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“İslâm (eşine rastlanmadık bir şekilde) garib olarak
başladı, yine ilk başladığı gibi garîb olarak (eski) haline dönecektir.
Gariblere müjdeler olsun!”
[212]
Açıklama:
Garip, yabancı yerde
bulunan kimseye denir. Hadis, müminin; hangi şartlarda olursa olsun gelecek
hakkında karamsar ve kötümser olmaması gerektiğini belirtmektedir, öyleyse
hadisi; “İslam, tarihte eşine rastlanmayan fevkalade hızlı bir yükselmeyle
başladı. Ahir zamanda da tekrar böyle bir yükselmeye mazhar olacak” şeklinde
anlamak, o mutlu günleri hazırlayan “Garipler olma” emel ve gayretine girmek
daha uygundur.
Şu halde Resulullah (s.a.v.),
İslam dışı adetleri hayattan çıkararak asli hüviyetiyle İslam'ı hayata tatbik
edecek olan garipleri müjdelemekte, ümmete de böyle bir istikbali müjdelemektedir.
Hadisin bazı
lafızlarında karamsarlık belirten ifadeler varsa bile, müjdeli hali anlatan şu
hadis, garipleri şöyle anlatmaktadır:
“Garipler, benden
sonra insanların ifsat edip bozdukları sünnetimi düzeltecek olan kimselerdir”
[213]
117- Abdullah
İbn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“İslâm eşine rastlanmadık bir şekilde garib olarak
başladı, yine ilk başladığı gibi garib olarak (eski) haline dönecek ve yılanın
deliğine çekildiği gibi iki mescidin arasına çekilecektir.”
[214]
Açıklama:
Bu hadiste; İslam'ın
eşine rastlanmadık bir biçimde garib olarak başladığı, kıyametin sonuna doru
garib olarak eski haline döneceği ve İslam'ın ilk başlangıç yerleri olan Mekke
ile Medine'ye yani Mekke'deki Mescid-i Haram ile Medine'deki Mescid-i Nebevî'ye
çekileceği belirtilmektedir. Dolayısıyla da kıyamete yakın İslam'ın başladığı
devre döneceği, müslümanların sayısının az olacağı ve bunların da zorluklarla
karşı karşıya kalacağı bildirilmektedir. Kısacası; bu hadiste, kıyamete doğru
meydana gelecek bir hakikati haber verme vardır.
118. Enes b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine
göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Yeryüzünde “Allah, Allah” diyen kimse kalmadıkça
kıyamet kopmayacaktır.”
[215]
Açıklama:
Übbî'ye göre, kıyamet,
müminlerin ruhları alınıp yeryüzünde hiç mümin kalmadıktan sonra kafirlerin
üzerine kopacaktır. Dolayısıyla yeryüzünde “Allah, Allah” yani Lâ ilahe illallah/Allah'tan
başka ilah yoktur diyen kimse olduğu sürece kıyamet kopmayacaktır.[216]
Bu durum, kıyametin
bütün alametlerinin ortaya çıktığını ve artık kıyametin kopma anının geldiğini
ifade etmektedir.
119- Huzeyfe
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
İslam'ın ilk
yıllarında Resulullah (s.a.v.)'le birlikte idik. Bize:
“İslam kelimesini söyleyenlerin kaç kişi olduğunu bana
sayın?” buyurdu. Biz de:
“Ey Allah'ın resulü!
Sayımız, altı yüz ile yedi yüz arasında olduğu halde (Mekke'li müşriklerin)
bize bir kötülük edeceğinden mi endişeleniyorsunuz?”
dedik. Resulullah (s.a.v.):
“Sizler bilmezsiniz. Belki (bir şeyle) imtihan
edilirsiniz” buyurdu.
Huzeyfe der ki: Bunun
üzerine imtihana uğratıldık. O derece ki, bizden birisi, namazını bile ancak
gizli kılmaya başladı.
[217] Bu
konuşmanın ve talimatın, Hendek kazılırken yada Uhud savaşma çıkılacağı zaman
veya Hudeybiye seferinde meydana geldiğinle dair değişik görüşler vardır.
Resulullah (s.a.v.),
müslümanların sayısını tespit etme emrini verdiği zaman sahabiler çok
olduklarını ileri sürerek bu kalabalık kitle için korkma hikmetini
bilememişlerdi. Resulullah (s.a.v.) ise verdiği cevapla başlarına bir belanın
gelmesinin beklendiğini bir mucize mahiyetinde haber vermiştir.
Sahabilerin başına
bela geldiğine ve o esnada bazı sahabilerin namazlarını bile gizli kıldıkları
ile ilgili olarak Nevevî, bunun, Peygamber (s.a.v.)'in vefatından sonra meydana
gelen fitneler dönemindeki durum olabaileceğini belirtmiştir. Çünkü bu dönemde
bazı sahabiler, fitnelere bulaşmamak için İnzivaya çekilerek tenha yerlere
saklanır ve nerede olduğunun halk tarafından bilinmesini istemez ve
namazlarını gizli kılarlardı.
[218]
Buhârî'deki rivayete
göre verilen talimat üzerine 1500 müslümanın ismi yazılmıştır. Buhârî'deki
başka bir rivayette ise müslümanların 500 kişi olduğu tespit edilmiştir. Burada
ise müslümanların sayısı 600-700 arası olduğu belirtilmektedir. Bu rivayetler
arasında görülen farklı durumla ilgili olarak Nevevî şöyle der:
“500 kişiye dair
rivayet, Medine ve çevresindeki müslümanların tamamından oluşan asker
listesidir. 660 ile 700 arasındaki sayıya ait rivayet ise sadece Medine'deki
müslüman asker sayısıdır.”
[219]
120- Sa'd b.
Ebi Vakkâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
bir topluluğa dünyevî bir takım hediyeler vermişti. Bunların içerisinde
Sa'd'da oturmaktaydı.
Sa'd der ki:
Resulullah (s.a.v.), onlardan birini bırakıp ona hiçbir şey vermemişti. Halbuki
o, bana, onların içerisinde en hoşuma giden kişiydi. Resulullah'a:
“Ey Allah'ın resulü!
Filanca kimseye niye bir şey vermedin? Allah'a yemin ederim ki, doğrusu ben,
onu mümin olarak görmekteyim” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Ya da müslüman” buyurdu.
Bunun üzerine biraz
sustum. Sonra o kimseyle ilgili bilgim bana galebe çalıp:
“Ey Allah'ın resulü!
Filanca kimseye niye bîr şey vermedin? Allah'a yemin ederim ki, doğrusu ben,
onu mümin olarak görmekteyim” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Ya da müslüman” buyurdu.
Bunun üzerine biraz
daha sustum. Sonra o kimseyle ilgili bilgim yine bana galebe çalıp:
“Ey Allah'ın resulü!
Filanca kimseye niye bir şey vermedin? Allah'a yemin ederim ki, doğrusu ben,
onu mümin olarak görmekteyim” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Ya da müslüman. Ben, başkası benim için ondan daha
makbul olduğu halde bazen sırf bir adam yüz üstü cehenneme atılır endişesiyle
ona bir şeyler veriyorum” buyurdu.
[220]
Açıklama:
Bu hadiste; Peygamber
(s.a.v.)'in bir kimseye bir şey vermesini ve ihsanda bulunmasını haber
vermektedir. Sa'd b. Ebi Vakkâs'ın görüp anlattığı bu paylaştırmada Resulullah
(s.a.v.)'in imanı zayıf bazı kimselere ihsanda bulunmuş, imanı güçlü bazı fakir
kimselere ise bir şey vermemişti. Bunu gören Sa'd, “Ey Allah'ın resulü! Filanca
kimseye niye bir şey vermedin? Allah'a yemin ederim ki, doğrusu ben, onu mümin
olarak görmekteyim” demiş, Peygamber (s.a.v.) ise buna sadece “Yada müslüman”
cevabını vermekte yetinmiştir. Bu sözden kasdı; “Filanca mümindir diye kestirip
atma, çünkü kalben iman edip inanmadığını bilmezsin. Mümin diyeceğine müslüman
de. Zira müslüman, teslim olan anlamına gelmektedir.” Çünkü imanın batını ve
yalnız Allah'ın bildiği gayb hallerinden olması, zahirî teslimiyete bakarak “müslüman”
demenin daha uygun olduğu ifade edilmektedir.
Sa'd'ın gösterdiği bu
kişi, Câil b. Suraka'dır. Fakir bir kimse olup Uhud ve diğer gazalara
katılmıştı. Peygamber (s.a.v.)'in onu bırakıp da imanı zayıf olanlara bir
şeyler vermesi, onun dininden dönmeyeceğini bildiği içindir. İmanı zayıf
kimselere bir şeyler vermesi ise onların kalplerini İslam'a ısındırmak içindir.
Bunlara, “Müellefe-i kulub” denilir. Nitekim Resulullah (s.a.v.),
“Başkası benim için ondan daha makbul olduğu halde
(bazen sırf) bir adam yüz üstü cehenneme atılır endişesiyle ona bir şeyler
veriyorum” demekle bu olayın bu
yönünü anlatmak istemiştir. Kendisine bir şey verilmediği takdirde dinden
dönmesi yada Peygamber (s.a.v.)'i cimrilikle suçlayarak dinden çıkmasıdır.
121- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“İbrahim (a.s):
“Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster,”
demişti. Rabbî, ona:
“Yoksa inanmadın mı?” dedi. İbrahim:
“Asla! İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için
görmek istedim”
[221] dediğinde eğer onun
bu sözünü bir şüphe olarak algılarsanız bu konuda biz İbrahim'den daha fazla
şüpheye layıkız.
Allah, Lût (a.s)'a da rahmet eylesin! O, kavminin
eziyetlerine karşı:
“Keşke benim size karşı bir kuvvetim olsaydı yada
sağlam bir kaleye sığınabîlseydim”
[222] derken zaten sağlam
bir kaleye Allah'a sığınmıştı.
Eğer ben de Yusuf (a.s)'ın kaldığı kadar uzun süre
hapiste kalsaydım, hapisten çıkarılacağım haberini getiren haberciye gasb
edilen hakkın geri verilmesine yönelik hükmün sonucunu beklemeden icabet ed(ip
hemen çıkıverirdim.”
[223]
Açıklama:
Peygamber (s.a.v.)
burada üç olaya işaret etmektedir:
1- İbrahim
(a.s)'ın, ölülerin nasıl diriltileceğine dair Örneğin kendisine gösterilmesi
isteğiyle ilgilidir. Konuyla ilgili Bakara: 2/260 ayeti inince, bazı
sahabiler: İbrahim (a.s) ölülerin diriltilmesi hususunda şüpheye düşmüş, fakat
Peygamberimiz (s.a.v.) böyle bir şüpheye düşmedi' deyince, Resulullah (s.a.v.)
üstün tevazu ve İbrahim (a.s)'ı kendi nefsine tercih ederek:
“Eğer onun bu sözünü bir şüphe olarak algılarsanız bu
konuda biz) ibrahim'den daha fazla şüpheye layıkız” buyurmak suretiyle Hz. İbrahim (a.s)'da şüphenin
sözkonusu olmadığını ifade etmiştir.
Buradaki “Şüphe”den
maksat; kalbe geçici olarak gelen vesvesedir. Şüphenin terim anlamı olan
“Tereddüt” durumu, kesinlikle İbrahim (a.s)'da meydana gelmemiştir. Çünkü kalbinde
iman kökleşmiş olan bir insanda böyle bir tereddüdün bulunması düşünülemez.
Peygamberlik mertebesine erişmiş bir kimsede böyle bir şeyin olması mümkün
değildir. Hz. İbrahim (a.s) Ölülerin diriltilip diriltilmeyeceğim sormamış,
sadece diriltmenin mahiyetini ve şeklini öğrenmek istemiştir.
2- Lut
(a.s)'ın misafirlerini kendi kavminin kötü emellerinden korumak için Allah'a sığınması
olayıdır. Lut kavmi, genç delikanlılarla cinsel ilişkide bulunma kötülüğünü
alışkanlık haline getirdikleri için Allah bu kavmi helak etmeyi dileyince
Cebrail, Mikail ve İsrafil'i yakışıklı delikanlılar suretinde Lut (a.s)'a
misafir olarak göndermiştir. Olayın detayı, Hud: 11/77-83'de geçmektedir.
Lut (a.s) “Sağlam bir
kale” ifadesiyle, Allah'ı kastetmiştir. Bu sözü, sırf misafirlerinin
gönüllerini hoş etmek için söylemiştir.
3-
Yusuf
(a.s)'ın meşhur kıssasının bir bölümüdür. Yusuf: 12/50, 52'de geçtiğine göre;
Yusuf (a.s)'ın suçsuzluğu kabul edilip bu kadar uzun süren haksız mahkumiyet
karşısında hemen hapisten çıkmamış, suçunun tahkikat yapılmasını istemişti.
Peygamber (s.a.v.), burada, Hz. Yusuf (a.s)'ın sabrını ve örnek davranışını
anlatmaya çalışmaktadır. Yoksa böyle bir davranış karşısında ondan geri
kalacağını anlatmak istememektedir.
Resulullah (s.a.v.) bu
hadiste bu üç peygamberi övmüş ve takdir etmiştir. Aynı zamanda tevazu da
göstermiştir. Çünkü bilindiği gibi Resulullah (s.a.v.) her bakımdan diğer
peygamberlerden üstündür. Çünkü onun imanı, Allah'a tevekkülü ve sabn, bütün
peygamberlerin -kinden daha üstündür. O, tüm yaratıkların en şereflisidir...
Allah bizi onun şefaatına kavuştursun ve izinde yürümeye muvaffak eylesin.
122- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“İnsan oğlunu imana getirecek mucizeler verilmemiş
hiçbir peygamber yoktur. Bana verilen (mucize) ise Allah'ın bana vahyettiği
(Kur'an')du. Ben, kıyamet günü peygamberlerin içerisinde kendisine en çok
tabisi olanı olmayı ümit etmekteyim.”
[224]
Açıklama:
Her peygambere zamanına
göre insanları İnanmaya mecbur eden bazı mucizeler verilmiştir. Benim en büyük
ve en açık mucizem ise Kur'an'dır. Çünkü Kur'an'ın üslubundaki belagatı,
ihtiva ettiği gayb haberleri, imanı hakikatler, kıssalar, ahiret hayatı,
toplumsal hayat, ahlakî ükeler, kıyamete kadar koruma altında olması, tüm
insanlığa gönderilmiş olması ve daha bir çok özelliği sebebiyle böyle bir kitap
başka bir peygambere verilmemiştir. Diğer peygamberlerin mucizeleri ise
onların hayatı zamanında var olmuş, vefat edince mucizleri de sürekli
olmamıştır. Onların mucizelerini görmek, ancak o peygamberlerle birlikte
yaşayanlara özgü kalmıştır. Peygamberimizin Kur'an mucizesi ise kıyamet gününe
kadar devam edecektir.
123- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Muhammed'in nefsi elinde olan Allah'a yemin ederim
ki, eğer bu ümmetten bir yahudi yada Hıristiyan beni işitip sonra da benimle gönderilene iman etmeden
Ölürse mutlaka cehennemliklerden olur.[225]
Açıklama:
Benim zamanımda ve benden
sonra kıyamete kadar mevcut olanların hepsinin İslam'a girmeleri vaciptir.
Resulullah (s.a.v.) burada Yahudi ve Hıristiyanlan, diğerlerine bir tenbih
olarak anmıştır. Çünkü Yahudiler iie Hıristiyanların kitapları vardır.
Kitapları varken onlaraın İslam'a girmeleri vacip olunca, kitabı olmayan diğer
topluluklardan önce İslam'a girmesi daha öncelikli olmaktadır.
[226]
Hadis, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
peygamber olarak gönderilmesiyle bütün dinleri yürürlükten kaldırıldığına
delil teşkil etmektedir.
124- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir;
“Resulullah (s.a.v.)'e
ilk vahyin başlaması, uykuda, sadık/doğru rüya görmekle olmuştur. Gördüğü
(her) rüya, sabahın aydınlığı gibi (apaçık) ortaya çıkardı.
Sonra ona, yalnız
başına bir tarafa çekilmek sevdirildi. Artık Hıra mağarasına çekilip ailesinin
yanma dönmeden önce orada birkaç gün ibadet ederdi. Bu maksatla da yanına azık
alırdı. Azığı bittiğinde hanımı Hatice'nin yanma döner, yine bir o kadar müddet
için azık hazırlardı.
Nihayet Hıra
mağarasında bulunduğu bir sırada ansızın ona Hakikat geldi: Melek gelip ona:
“Oku!” dedi.
Resulullah (s.a.v.):
“Ben okuma bilmem” dedi.
Resulullah (s.a.v.)
sözüne devamla buyurur ki:
“O zaman melek beni tutup gücüm kesilinceye kadar
sıktı.” Sonra beni bırakıp yine:
“Oku!” dedi. Ben de:
“Ben okuma bilmem” dedim.
Melek beni yine ikinci
defa gücüm kesilinceye kadar sıktı. Sonra beni bırakıp yine:
“Oku!” dedi. Bende:
“Ben okuma bilmem” dedim.
Nihayet beni üçüncü
defa tutup gücüm kesilinceye kadar sıktı. Sonra beni bırakıp şu;
“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir kan
pıhtısından yarattı! Oku! Rabbin, en büyük kerem sahibidir. O Rab ki kalemle
(yazmayı) öğretti. O, insana bilmediği şeyleri öğretti”
[227]
ayetlerini okudu.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) o sıkma sebebiyle (heyecandan) boyun etleri titrer bir
vaziyette (eve) döndü. Hatice'nin yanına varıp ona:
“Beni örtün, beni örtün” dedi. Bunun üzerine onu örttüler. Nihayet ürperti
ondan gitti. Daha sonra Hatice'ye:
“Ey Hatice! Bana ne oluyor?” deyip başından geçenleri ona anlattı. Sonra da:
“Kendimden korktum!” dedi. Bunun üzerine Hatice,
sakinleştirmek için ona:
“Aksine mutlu ol!
Allah'a yemin ederim ki, Allah seni hiçbir zaman utandırmaz. Çünkü sen akrabayla
ilgilenirsin, sözün doğrusunu söylersin, işini görmekte aciz olan kimselerin
yükünü yüklenirsin, fakire hiç kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın,
misafiri doyurursun ve Hak yolunda ortaya çıkan olaylar karşısında (insanlara)
yardım edersin” dedi.
Bunun üzerine Hatice,
Resulullah (s.a.v.)'ı alıp amcasının oğlu yani babasının kardeşinin oğlu olan
Varaka b. Nevfel'in yanma götürdü. Varaka, cahiliye döneminde Hıristiyan
dinine girmiş bir kimse olup Arapça yazmasını bilen, Allah'ın yazmasını
dilediği kadar İncil'den İbranice bir kısım şeyler yazan ve gözleri kör olmuş
yaşlı bir kimseydi. Hatice, ona:
“Ey amca (oğlu)!
Yeğenini bir dinle!” dedi. Varaka:
“Ey yeğenim! Ne
görürsün?” dedi.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) ona gördüğü şeyleri anlattı. Varaka, Resulullah (s.a.v.)'e:
“Bu, Musa'ya indirilen
Namusu Ekber/Cebrail'dir. Keşke davet günlerinde genç olsaydım. Keşke kavmin
seni çıkaracakları zaman hayatta bulunsaydım” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Onlar, beni çıkaracaklar mı?” diye sordu. Varaka:
“Evet, çıkaracaklar.
Çünkü senin gibi bir şey getiren her adam/peygamber mutlaka kavmi tarafından
düşmanlığa uğrar. Eğer senin davet günlerine yetişirsem sana son derece
yardım ederim” dedi.[228]
Açıklama:
Vahiy kelimesi
sözlükte; gizli konuşmak, emretmek, ilham etmek, ima ve işaret etmek, acele
etmek, seslenmek, fısıldamak, mektup yazmak gibi anlamlara gelmektedir.
Terim olarak ise
Allah'ın şeraitlardan ve haberlerden peygamberlerine tebliğ etmek istediği
şeyleri gizlice ve kendilerinde bunun Allah'tan olduğuna zaruri ve kesin İlim
hasıl olacak Şekilde bildirmesidir.
Bu hadiste; vahyin
nasıl başladığı bildirilmektedir. Kur'an'ın ilk inen ayetleri Alak suresinin
ilk beş ayetidir. Bu rivayette ise sadece ilk üç ayet belirtilmiştir.
Yine bu hadis; Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in getirdiği gaybî hallere ve şer'î emirlere kesinlikle
'nanmayı gerektiren bir giriş niteliğindedir. Çünkü vahyin hakikati, kendi
kafasından düşünüp akıl ve görüşüyle kanun yapmaya kalkışan insan ile herhangi
bir değiştirme ve kısaltma yada fazlalık yapmadan doğrudan doğruya kendi
Rabbİnden aldığı emir ve yasakları insanlara tebliğ eden insan arasında yegane
ayırıcı bir çizgidir.
Vahyin perde
arkasından gelme imkanı olduğu halde niçin Resulullah (s.a.v.) ilk defasında,
Cebrail'i dünya gözüyle gördü? Niçin yüce Allah, Resulünün kalbine, Cebrail'i
görmesinden dolayı korku bıraktı ve onu hayrete düşürdü? Niçin bundan sonra
vahiy, uzun bir müddet kesilmişti? Bu ve benzeri sorular, vahyin ilk başladığı
şekle nispetle çok tabiîdir. Çünkü bunda; İslam'a fikrî savaş açanların ortaya
attıkları şirke düşmekten, batıl ve uydurma hileleriyle etkilenmekten koruyacak
saf hakikat yer almaktadır. Dolayısıyla bu hadis, İslam'a şüphe sokarak din
düşmanlığı yapan kişilerin, insanları, Allah'ın Resulullah (s.a.v.)'e ikram
buyurduğu peygamberlik ve vahiy konusunda yanlış bilgilere sevk etmek için
gösterdikleri tüm çabalan boşa çıkarmaktadır.
Resulullah (s.a.v.)'in
vahiy gelmezden önce Hıra dağında yaptığı ibadetin mahiyeti hakkında alimler
ittifak etmişlerdir. Bazılarına göre kendinden önceki şeriatlardan birine tabi
olarak ibadet etmiştir. Bu görüşü ileri sürenler de kendi aralarında ihtilafa
düşüp bu ihtilaf neticesinde sekiz görüş ileri sürülmüştür.
Alimlerin cumhuruna
göre ise hiçbir şeriata tabi olmadan yüce Allah'ın kendisine ihsan ettiği
marifet nuruyla ibadet ederdi. Resulullah (s.a.v.)'in o zamanki ibadeti,
tefekkür ve ibret alma suretiyle olmuştur.
İbn Sa'd'rn rivayetine
göre Cebrail'in vahiy getirmesi, Ramazan ayının 17. gününe rastlamaktadır.
Peygamber (s.a.v.) o sırada 40 yaşında idi.
Peygamber (s.a.v.)
kendisine gelenin şeytan değil de Cebrail olduğunu acaba nereden bilmiştir?
Yine Cebrail'in getirdiği vahyin batıl değil de hak olduğunu nasıl anlamıştır?
Bu sorulara Aynî şöyle cevap vermiştir: Peygamber (s.a.v.)'in yalancı değil
sadık olduğunu ispat için Yüce Allah bize mucize denilen delili nasıl ikame
ettiyse, Peygamber (s.a.v.)'e de gelenin şeytan değil melek olduğuna ve Allah
tarafından gönderildiğine delil yaratmıştır.
Resulullah (s.a.v.)'in
ibadet için Hıra dağını tercih etmesi, bazılarına göre üzerinden Kabe göründüğü
içindir.
125- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Ebu Zerr (r.a)'ın
anlattığına göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Mekke'de bulunduğum bir sırada evimin tavanı aralanıp
Cebrail İndi, göğsümü yardı, sonra onu zemzem suyuyla yıkadı, sonra hikmet ve
imanla dolu altından bir tas getirip onu göğsüme boşalttı. Sonra da göğsümü kapattı.
Daha sonra elimden tutup semaya çıkardı. Birinci semaya geldiğimiz zaman
Cebrail onun bekçisine:
“Kapıyı aç” dedi. Bekçi:
“Kim o?” diye sordu. Cebrail:
“O, Cebrail'dir” diye cevap verdi. Bekçi:
“Yanında kimse var mı?” diye sordu. Cebrail:
“Evet, yanımda Muhammed (s.a.v.) var” dedi. Bekçi:
“O peygamber olarak gönderildi mi?” diye sordu.
Cebrail:
“Evet gönderildi” dedi.
Bunun üzerine semanın bekçisi kapıyı açtı. Birinci kat
semaya yükseldiğimiz zaman bir de baktım ki orada bir kişi duruyor. Sağ tarafında
bazı karaltılar ve sol tarafında da bazı karaltılar vardı. Sağ tarafına
baktığında gülüyor, sol tarafına baktığında ise ağlıyordu. Bu kişi, bana:
“Salih peygamber ve salih evlat, hoş geldin!” dedi.
Ben:
“Ey Cebrail! Bu kim?” diye sordum, O da:
“Bu, Adem (a.s)'dır. Sağında ve solundaki şu
karaltılar, çocuklarının ruhlarıdır. Sağdakiler cennetlikler ve sol
tarafmdakiler ise cehennemliklerdir. Dolayısıyla sağ tarafına bakınca gülüyor,
sol tarafına bakınca da ağlıyor” dedi.
Daha sonra Cebrail beni daha yukarıya çıkardı. Nihayet
ikinci kat semaya geldi. Onun bekçisine:
“Kapıyı aç” dedi.
ikinci kat semanın bekçisi de, ona, birinci kat
semanın bekçisinin söylediğini söyleyip sonra da kapıyı açtı.
Enes der ki: Ebu Zerr, Peygamber (s.a.v.)'in göklerde
Adem, İdris, İsa, Musa ve İbrahim'in -Allah'ın salati onların hepsinin üzerine
olsun- bulduğunu anlattı. Fakat onların yerlerinin nasıl olduğunu tespit
etmedi. Sadece Adem (a.s)'ı birinci kat semada ve ibrahim (a.s)'ı da altıncı
kat semada bulduğunu söyledi.
Dedi ki:
“Resulullah (s.a.v.) ile Cebrail, İdris (a.s)'ın
yanına uğradıkları zaman İdris (a.s):
“Salih peygamber ve salih kardeş, hoş geldin!” deyip
onların yanından geçip gitti. Cebrail'e;
“Bu kim?” dedim. O da:
“Bu, idris’tir dedi.
Daha sonra Musa (a.s)'a uğradım. O da:
“Salih peygamber ve salih kardeş, hoş geldin!” dedi.
Cebrail'e:
“Bu kim?” dedim. O da:
“Bu, Musa (a.s)'dır” dedi.
Daha sonra İsa (a.s)'a uğradım. O da:
“Salih peygamber ve salih kardeş, hoş geldin!” dedi.
Cebrail'e:
“Bu kim?” dedim. O da:
“Bu, Meryem oğlu İsa (a.s)'dır” dedi.
Daha sonra İbrahim (a.s)'a uğradım. O da (bana):
“Salih peygamber ve salih kardeş, hoş geldin!” dedi.
Cebrail'e:
“Bu kim?” dedim. O da:
“Bu, İbrahim (a.s)'dır” dedi.
Resulullah (s.a.v.) (sözüne devamla) şöyle buyurdu:
Sonra Cebrail beni daha yukarıya çıkardı. Nihayet öyle bir seviyeye çıktım ki,
orada kalemlerin hışırtısını işitiyordum.
Yine Resulullah (s.a.v.) (sözüne devamla) şöyle
buyurdu: Allah ümmetime elli (vakit) namaz farz kıldı. Ben bunu alıp dönerken
Musa'nın yanına uğradım. Musa (a.s):
“Rabbin ümmetine neleri farz kıldı?” dedi. Ben:
“Onlara elli (vakit) namaz farz kıldı” dedim. Musa
(a.s) bana:
“Öyleyse Rabbine dön. Çünkü senin ümmetin buna güç
yetiremez” dedi.
Bunun üzerine Rabbime döndüm. O da, bu namazların bir
kısmını azalttı. Tekrar Musa (a.s)'a dönüp durumu ona anlattım. Musa (a.s):
“Rabbine dön. Çünkü senin ümmetin buna güç yetiremez”
dedi. Bunun üzerine Rabbime (beşinci defa) döndüm. Rabbim (sonunda):
“Bu namazlar beş vakittir. Fakat bu beş vakit namaz,
sevap itibariyle elli vakit sevaba eş değerdedir. Ben de söz (bir olup artık)
değişmez” buyurdu.
Bunun üzerine Musa (a.s)'a dönüp durumu ona anlattım.
Musa (a.s):
“Rabbine dön” dedi. Ben de:
“Artık Rabbimden utanır oldum” dedim.
Daha sonra Cebrail beni daha ileriye götürüp ta
Sidretu'I-Müntehâ'ya vardık. Onu öyle bir renkler kaplamıştı ki, bunların ne
olduklarını bilmiyorum. Sonra beni cennete girdirildim. Bir de baktım ki,
cennette inciden kubbeler var. Toprağı da misk (gibiydi).”
[229]
Açıklama:
Miraç: Mescid-i
Aksa'dan Allah ile görüşmesine kadar geçen olaya ise, “Miraç” denilmektedir.
İsra: Hz. Peygamber (s.a.v.),
bir gece Kabe'nin avlusunda Hatim kısmında yada Hıcr'da uyku ile uyanıklık
arasında iken Cebrail gelip onun göğsünü yanp kalbini imanla ve hikmetle dolu
altından bir kap içerisinde zemzemle yıkadıktan sonra Burak denilen bir hayvanı
getirip Hz. Peygamber (s.a.v.)'i ona bindirip Mescid-i Haram'dan Kudüs'teki
Mescid-i Aksa'ya götürür. İşte geceleyin yapılan bu yürüyüşe, “İsrâ” denilir.
İsrâ olayı, Kur'an'ın
İsrâ: 17/1 ayetinde de geçmektedir. İsrâ olayı, hicretten 1 yada 1.5 yıl önce
meydana gelmiştir.
Burak; merkepten
büyük, katırdan küçük beyaz bir hayvandır. Resulullah (s.a.v.), mi'rac gecesi
bununla yolculuk yapmıştır.
Yüce Allah, Kur'an'ın;
Bakara: 2/29, İsrâ: 17/44, Mü'minûn: 23/86. Fussilet: 41/12, Talâk: 65/12,
Mülk: 67/3, Nûh: 71/15 ayetlerinde göğün yedi kat olduğundan bahsetmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.v.),
Miraç yolculuğu sırasında göğün birinci katında Hz. Adem, ikinci katında Hz.
İsa ile Hz. Hz. Yahya, üçüncü katında Hz. Yûsuf, dördüncü katında Hz. İdris:
beşinci katında Hz. Harun, altıncı katında Hz. Musa, yedinci katında Hz.
İbrahim'le görüşüp onlara selam vermiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.),
göğün her katında karşılaştığı peygamberin bedeniyle değil de, ruhuyla
konuşmuştu. Çünkü bedenler, toprak altındadır. Ruhlar, bedenlerden ayrı yaşamaktadırlar.
Bu durum, ikinci surun üfürülmesine kadar devam eder. ikinci sur üfürüldükten
sonra ruhlar rekrar bedenlerine girip mahşer yerine doğru gider.
İslam alimleri,
bedenden ayrılan ruhların nerede oldukları konusunda çeşitli görüşler ileri
sürmüşlerdir. Bunları kısaca derecelerine göre şöyle sıralayabiliriz:
1-
Peygamberlerin ruhları. Bunlar, bedenden çıktıktan sonra misk ve kâfura benzer bir
şekilde Cennete gider ve orada kendileri için hazırlanmış olan nimetlerle
nimetlenirler. Yalnız peygamberlerin ruhlarının dereceleri birbirinden
farklıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.), Mirac'ta peygamberlerin her birini
ayrı bir makam (=sema)da rastlamıştı.
2- Allah
yolunda şehit olmuş olanların ruhları. Bunlar, cennette yeşil kuşların kursaklarında
cennet nimetlerini yer ve nzıklanırlar.
3-
Müminlerin itaatkar olanların ruhlan. Bunlar da, cennette olup sadece
makamlarına bakarak nimetlenirler.
4- Müminlerden
asi olanların ruhlan. Bunlar, sema ve yer arasındadırlar.
5-
Kafirlerin ruhları. Bunlar ise, yedi kat yerin altındaki “Siccîn”de siyah
kuşların ağzında veya kursaklarında azab olunmaktadırlar.
Ruhun mahiyeti
konusunda Allah ve Resulünden detaylı bir bilgi gelmemiştir. Bizim ruh hakkında
bildiklerimiz ise; onun cisme girdiği, ona canlılık verdiği, ruh sayesinde
cisimde idrakin, tefekkürün, ilmin, irade ve ihtiyarın, sevgi ve nefretin
ortaya çıkmasıdır ki, bu özellikler onu cisimden ayırır. Bu sebeple de ölüm,
insan için yok olmak değil, ruhun göç etmesidir.
“Namaz” kelimesinin
Arapça karşılığı, “Salaf”tır. Bu kelime; dua, yalvarma ve niyaz anlamlarına
gelmektedir. Terim olarak ise; belirli vakitler içerisinde Allah için eda
edilen, özel bir takım hareketlerle yapılan bir ibadettir.
İslam'ın şartlarından
birini oluşturan namaz, bizi, Allah'a yaklaştıran ve ruhumuzu kötülüklerde/ı
arındıran ibadetlerin başında gelir.
Beş vakit namaz, Miraç
gecesinde farz kılınmıştı. Bu husus, Kur'an'ın, Nisa: 4/103. ayetinde müminler
üzerine vakitleri belli bir farz olduğu belirtilmiştir. Böylece beş vakit
namaz, sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı olmak üzere tayin edilmiş, özel
sınırlarıyla sınırlanması ve nasıl kılmağı Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından
açıklanıp İzah edilmiş ve o zamandan beri müslümanlar arasında yapılması
zorunlu görevlerden biri olmuştur.
Hz. Peygamber fs.a.v.),
Mirac dönüşünde semanın altıncı katında Hz. Musa (a.s)'a uğrayıp ona, yüce
Allah'ın, kendi ümmetine hergün elli vakit namaz kılmayı farz kıldığını haber
verdi. Hz. Musa (a.s), Hz. Peygamber (s.a.v.)'e, Rabbine geri dönmesini ve bunu
ümmetinden hafifletmesi gerektiğini belirtti. Çünkü yüce Allah,
İsrailoğullarına iki vakit namazı farz kıldığı halde onlar bunu yapmamışlardı.
Üstelik Hz. Musa (a.s), onlara en şiddetli muameleyi uyguladığı halde yine
başarılı olamamıştı. İşte Hz. Musa (a.s}, bu gerçeği gördüğünden ötürü Hz.
Peygamber (s.a.v.)'i, yüce Allah'a geri göndermeye çalıştı.
Hz. Peygamber (s.a.v.),
namazı, beş vakite ininceye kadar Hz. Musa (a.s) ile Rabbi arasında gidip
gelmeye devam etti. Fakat bundan sonra gitmeye razı olmadı. Böylece Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in ümmetine “Beş vakit namaz” farz kılındı.
Daha önce müslümanlar,
sabah-akşam olmak üzere günde iki defa namaz kılıyorlardı. Hicretten 1 yada 1.5
yıl önce meydana gelen İsrâ gecesinde beş vakit namaz müslümanlara farz
kılınmış oldu.
Kur'an'da, namazın,
müminler üzerine düzenli ve belirli vakitlerde yazılı kesin bir farz olduğu
belirtilmektedir.
[230]
Yine bu vakitler, Kur'an'ın, İsrâ: 17/78, Hûd: 11/114, Tâha: 20/130, Rûm:
30/17-18 gibi ayetlerinde öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah olmak üzere beş
vakit olarak tayin edilmiştir. Özel sınırlanyla sınırlanması ve nasıl
kılınacakları da, Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından açıklanmış ve o zamandan
beri yapılagelerek de müslümanlar arasında yapılması zorunlu görevlerden biri
olarak korunmuştur.
126-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
göklere çıkarıldığı gece Sidretu'l-Müntehâ'ya götürüldü. Sidretu'l-Müntehâ,
altıncı kat semadadır. Yeryüzünden semaya çıkarılan orada son bulur ve sonra
alınır. Onun yukaraısmdan inen şeyler de onda karar kılar, sonra ondan alınır.
“Abdullah İbn Mes'ud
burada der ki;
“Sidre'yi kaplayan kaplıyordu”
[231]
ayetini okuyup “Sidretu'l-Müntehâ”yı, 'altından yapılma pervaneler” diye tefsir
etmiştir.
Sonra Resulullah (s.a.v.)'e
orada üç şey verildi:
1- Beş vakit
namaz verildi.
2- Bakara
suresinin son ayetleri (=Amenerresulu) verildi.
3-
Ümmetinden Allah'a şirk koşmayan kimselerin büyük günahları bağışlanmıştır.
[232]
Açıklama:
Sidretu'l-Müntehâ:
“Müntehâ” kelimesi sözlükte; son, nihayet, bitiş anlamlarına gelmektedir.
“Sidre” kelimesi de, ağaç anlamına gelmektedir.
“Allahu Teâlâ'nin zât
âlemi demektir ki, buraya ne meleklerin büyükleri, ne de Peygamberlerin
büyükleri dâhil olabilir. Nitekim hadis-i şerifte de Hz. Peygambere refakat
eden Cebrail aleyhisselâm da Peygamberimizi buraya kadar götürmüş, buradan
ileriye geçmeye izinli olmadığını ifade ederek, bundan sonra Cenâb-ı Hakk'ın
daveti sebebiyle Hz. Peygamberin yalnızca gideceğini bildirmiştir. İşte bu
yüzden bu terkib “Son sınır, son hudud veya sınırın sonu” diye anlaşılmıştır.
Ayrıca “Cennetin
uçlanndandır, üzerinde Sündüs ve Istebrekın cennetlerinin etekleri vardır”,
diye açıklanmış, Keşşafta da Sidretül-Müntehâ', “Cennetin nihayetinde ve
sonundadır” diye geçmektedir.
“Sidretül-müntehâ”
şeklinde Kur'ân-ı Kerim'de Necm suresinin 14. âyetinde geçmektedir. Ayrıca
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in Mirac'ını anlatan ve bir çok sahabeden rivayet
edilen Hadis-i şerifte de geçmektedir.
Sidr denilen bu ağaç
cennetin en üst kısmındadır. Eskilerin ve yenilerin ilminin ulaştığı son
noktadır. Arşın sağında yer almaktadır. Mi'rac gecesinde bu mevkiye
vardıklarında Cibril geride kalmış; Rasulullah (s.a.v.) geri kalmasının
sebebini sormuş, Cibril şöyle cevap vermiştir:
“Bu makam dostun
dostta kalacağı bir makamdır. Eğer kıl kadar ileri gidersem yanar kül olurum.
Bundan sonrasını geçmek sadece sana bahşedilmiştir...”
[233]
“Sidretüi-Müntehâ”
denilmesinin sebebi, buraya hem büyük meleklerin, hem de büyük peygamberlerin
geçememesi ve burası hakkında bilgilerin yeterli olmamasıdır. Bunun için bu
tabir kullanılmış ve beşeri, yani insanlara ait ilmîn son sınırı diye de
açıklanmıştır. Gerek peygamberlerin, gerekse diğer yaratılmışlardan her âlimin
ilmi burada son bulur, ondan ileri geçemez.
Büyük müfessirlerden
Fahruddîn er-Râzî, Sidretü'l Müntehâ'yı; akılların hayretle kaldığı, bundan
daha şiddetli bir hayretin tasavvur edilemeyeceği, insanın son derecede hayrete
düştüğü bir makam olarak tavsif ettikten sonra; sadece, Hz. Peygamberin
hayrette kalmadığını, Şaşmadığın, gördüklerini açıkça gördüğünü kaydetmektedir.
Öyleyse biz âciz insanların Sidretü'l-Müntehâ'yı kesin olarak “Şudur veya budur”
diye açıklamamız mümkün görülmemektedir. Necm suresinin 9. âyetine ve hadis-i
şerifteki rivayete göre, sadece Peygamberimize “Kâb-ı Kavseyne” kadar
yaklaşmasına müsaade edilmiştir. Sidretü'l Müntehâ'dan ilerisi Sayb âlemidir
ki, Allahü Teâlâ'dan başka hiç kimsenin ilmine ve bilgisine giremez, yani
insanî son sınırıdır. Buradan ötesi Allahü Teâlâ'nın “Zât Âlemi” diye
adlandınldığı için. Bu deyimi açık ve seçik bir tarzda ortaya koymamız mümkün
değildir. B.k.z. Şamil İslam Ansiklopedisi, Sidretu'l-Müntehâ maddesi.
127-
Mesrûk'tan rivayet edilmiştir; Aişe'nin yanında yaslanmış oturuyordum. Bana:
“Ey Ebu Âişe! Üç şey
vardır ki, kim bunlardan birini söylerse Allah'a en büyük İftira etmiş olur”
dedi. Ben:
Bunlar nedir?' dedim.
Âişe:
1- “Kim, Muhammed (s.a.v.)'in Rabbini gördüğünü
söylerse Allah'a en büyük iftira etmiş olur” dedi.
Bu sırada yaslanmış
vaziyetteydim. Hemen oturup:
“Ey Müminlerin annesi! Beni bir dinle, acele etme.
Yüce Allah,
“Doğrusu onu (Cebrail'i) apaçık ufukta görmüştür”
[234]
“Doğrusu onu Cebrail'i bir inişinde
daha görmüştü”
[235]
buyurmuyor mu?” dedim. Âişe:
Bu ümmetten, Resulullah
(s.a.v.)'e bu meseleyi ilk soran benim. Çünkü Resulullah (s.a.v.):
“O, Cebrail'dir. Bu iki görmem dışında onu asli
şeklinde bir daha görmedim. Onu, vücudunun büyüklüğü yer ile gök arasım
kaplamış halde semadan inerken gördüm”
buyurdu.
Yüce Allah'ın,
“Gözler O'nu görüp idrak edemez. O ise bütün gözleri
görüp idrak eder. Ve O, Latiftir, Habîr'dir”
[236] buyurduğunu duymadın
mı?. Yine Yüce Allah'ın,
“Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla yada perde
arkasından konuşur veya bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O,
Aliyy (pek yüce)dir, Hakim (=hüküm ve hikmet sahibi)dir”
[237]
buyurduğunu işitmedin mi?” dedi.
Âişe sözüne devamla
şöyle dedi:
2- “Kim, Muhammed (s.a.v.)'in Allah'ın kitabından bir şey
gizlediğini söylerse Allah'a en büyük iftira atmış olur. Çünkü Allah, “Ey
Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun
elçiliğini yapmamış olursun”
[238]
buyurmaktadır.
Yine Âişe sözüne
devamla şöyle dedi:
3- “Kim, yarın ne olacağını bildirebileceğini söylerse
Allah'a en büyük iftira atmış olur. Çünkü Yüce Allah, “De ki: Göklerde ve
yerde, Allah'tan başka kimse gaybı bilemez”
[239] buyurmaktadır.[240]
Açıklama:
Hz. Âişe, Allah'ın görülmesi meselesini kabul
etmemektedir.
128- Ebu
Zerr (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s,a.v)'e:
“Miraç gecesinde Rabbini
gördün mü?” diye sordum. O da:
“O, bir nurdur. Onu nasıl görebilirim ki!” buyurdu.[241]
Açıklama:
Allah'ın görülüp
görülemeyeceği meselesi, alimler arasında tartışmalıdır. Bazı alimler, Allah'ın
görülemeyeceğini iddia ederken, bazıları da Allah'ın görülebileceğini ileri
sürmüşlerdir. Allah'ın görülüp görülemeyeceği iki şekilde ele almak lazım:
Dünyada uyanıkken
Allah'ın görülmesi meselesinde de ihtilaf edilmiştir. Bazıları, bunun mümkün
olduğunu, bazıları da mümkün olmadığını ileri sürmüşlerdir.
a- Mümkün
olduğunu söyleyenler, bu konuda, Miraç gecesi Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Allah'ı
gordüğününe delalet eden hadisleri delil getirmişlerdir.
b- Mümkün
olmadığını söyleyenler ise, bu konuda yine Miraç gecesinde Resulullah (s.a.v.)'in,
Rabbini görmediğine delalet eden hadisler ile Hz. Musa (a.s)'ın Allah'ı görmek
isteyip de göremediği ile ilgili A'raf: 7/143 ayetini delil getirmişlerdir.
Ehl-i Sünnet
ve'1-Cemaat, müminlerin cennette Allah'ı göreceklerini ileri sürmüşlerdir.
Şiiler, Hariciler,
Mutezililer ile Mürcie mezhebinden bazıları, Allah'ın Cennette görülemeyeceğini
ileri sürmüşlerdir. Bunlar, bir şeyin görünmesi için; o şeyin, bir cisim
olması, bir yerde bulunması, bîr engel bulunmaksızın görenin karşısına gelmesi
gibi akil ve dayanaksız bir takım şartlar koşmuşlardır.
Ehl-i Sünnet
ve'1-Cemaat ise; görülecek şeyin vücudundan başka hiçbir şart koşmamıştır.
Çünkü görmek, Allah'ın yarattığı bir idraktir. Müminler, Allah'ı; hem mahşerde
ve hem de Cennette göreceklerdir. Bu konuda Kur'an-ı Kerim'den Kıyâme: 75/22-23
ayetleri delil olarak getirilmiştir.
129- Ebu
Musa (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
aramızda ayağa kalkıp şu beş cümleyi söyledi:
“Şüphesiz ki yüce Allah uyumaz. Zaten O'na uyumak da
yakışmaz. Adalet terazisini indirir ve kaldırır. Gündüzün amelinden önce O'na
gecenin ameli, gecenin amelinden önce de gündüzün ameli arzolunur. O'nun
perdesi, “Nur”dan ibarettir. Eğer perdeyi kaldıracak olursa yüzünün nur ve
parıltıları, gözünün ulaşabildiği bütün mahlukatım yakardı.”
[242]
Açıklama:
Bir önceki hadiste, “O, bir nurdur. Onu nasıl görebilirim ki!”
ifadesi geçmektedir. Burada ise bir nur gördüğü belirtilmektedir. Zahiren bu
iki rivayet birbirine ters görünse de gerçekte aralarında zıtlık yoktur. Çünkü
birinci rivayetteki “Nur”, gözlerin tahammül edemediği Kahir Nûr'dur. ikincide
ki “Nur” ise gözün tahammül edebeileceğî “Nur” manasındadır.
Kadı İyâz konuyla
ilgili olarak şöyle der: Bu rivayet, bize gelmedi, bunu esas nüshaların
hiçbirinde görmedim. Yüce Allah'ın zatının nur olması imkansızdır. Çünkü nur,
cisim kabilindendir. Yüce Allah ise bundan
münezzehtir.
Bütün Ehl-i sünnet imamlarının mezhebi budur. Dolayısıyla;
“Allah, göklerin ve yerin nurudur”
[243]
ayeti ile hadislerde Allah'a nur ifadesinin verilmesi, onlardaki nurun sahibi
ve yaratıcısı demektir. Bazıları “Göklerde ve yerde yaşayanların
hidayetçisidir” demiştir, bazıları da “Mümin kullarının kalplerini
nuriandıncıdır demişlerdir.[244]
“Allah uyumaz.” Çünkü
uyku, dalgınlık ve aklın çalışmaması halidir. Uyuyan kimseden his dahi gider.
Yüce Allah ise böyle şeylerden münezzehtir.
“Adalet terazisini
indirip kaldırmaktan” maksat; bazılarına göre Allah, kıyamet Sünü kullarının
amellerini tartarken ve rızıklannı verirken mizanın kefelerini kaldırıp
indirmek suretiyle rızık takdirini, mizanla tartmaya benzetmektedir.
Bazılarına göre ise
metinde geçen “Kist” kelimesiyle “Rızık” kast edilmiştir. Dolayısıyla her
yaratığın rızkına “Kist” denilir. Çünkü yüce Allah, bazı yaratıkların rızkını
çok vermekte, bazısını ise az vermektedir.
“Perde”nin hakikati
ancak sınırlı olan cisimlerde düşünülebilir. Yüce Allah ise cisimden, had ve
hududdan münezzehtir. Dolayısıyla burada kastedilen, O'nu görmeye engel olan
şeydir. Bu engel olan şeye “Nur” denilmesi, âdeten nur ile ateşin şuaları
görmeye engel olmasındandır.
“Allah'ın yüzü”nden
maksat, zatı olduğu gibi, “Gözünün ihata
ettiği” ifadesiyle de bütün mahlukatı kastedilmiştir.Çünkü yüce Allah'ın
görmesi, bütün kainatı ihata etmektedir.
“Eğer perdeyi kaldıracak olursa yüzünün nur ve
parıltıları, gözünün ulaşabildiği bütün mahlukatmı yakardı” ifadesinden kastedilen ise Allah, nur ve celalini bir
açsa o nur bütün mahlukatı yakardı demektir.
130- Suheyb
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Cennetlikler cennete
girdiği zaman Yüce Allah:
“Sîze daha ziyade bir şey vermemi ister misiniz?” buyuracak. Onlar da:
“Sen bizim yüzlerimizi
ağartmadın mı? Bizi cennete koyarak cehennemden kurtarmadın mı? (Bize bu
yeterli)” diyecekler.
Bunun üzerine Yüce
Allah perdeyi kaldıracak, artık onlara, Rablerine bakmaktan daha sevimli bir
şey verilmiş olmayacaktır.
[245]
Yüce Allah'ın,
“Güzel amelde bulunan kimselere “Husna” daha güzeli,
bir de “Daha fazlası” Allah'ı görme vardır”
[246] ayetine göre; “Güzel
amel” yada “İyi iş” yapma, Allah'ın beğenisine layık ve rızasına uygun şeyler
yapmaktır. Bundan “Daha güzel” olan ise, Cennettir, “Daha fazlası” ise,
Cennette Allah'ı görmedir.
Cenab-ı Allah,
lütfuyla ve rahmetiyle, kendisine samimi ve iyi niyetle yapılan amellere
karşılık Cenneti vaat etmiştir. Yoksa hiç kimsenin ameli, kendisini Cennete
götürecek durumda değil.
Cennetlikler, Allah'ın
rahmeti ve lütfuyla, Cennete girdiği zaman, Yüce Allah, onlara, Cennetin yanı
sıra “Daha fazla” bir şey vermek isteyecek. Onlar da, “Bizi Cennete koyarak
Cehennemden kurtarmak suretiyle yüzlerimizi ağarttın”, “Daha fazla” ne
isteyebiliriz ki? diyecekler. Bunun üzerine Yüce Allah, perdeyi kaldırıp
onlara görünecektir. İşte bu durum, müminler için Cennetin yanı sıra bir
fazlalıktır.
131- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Bazı insanlar, Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
Biz kıyamet gününde Rabbimizi görecek miyiz?” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Dolunay halindeki bir gecede hiçbir engel yokken Ay
hakkında şüpheye düşer misiniz?”
buyurdu.
Sahabiler:
“Hayır, ey Allah'ın
resulü!” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Hiçbir engel yokken Güneş hakkında şüpheye düşer
misiniz?” buyurdu. Sahabiler:
“Hayır” dediler.
Resulullah (s.a.v.):
Siz Allah'ı işte böyle
kesinlikle göreceksiniz, insanlar kıyamet günü toplanır, daha sonra yüce
Allah:
“Kim dünyada neye kulluk ettiyse onun ardına düşsün” buyuracak.
“Bunun üzerine dünyadayken güneşe tapan kimse güneşin,
aya tapan kimse ayın ardına takılacak, putlara/tağutlara tapanlar da onların
peşlerine düşeceklerdir. İçlerinde münafıkları da olduğu halde (sadece) bu
ümmet kalacak. Derken yüce Allah onlara daha önce tanıdıklarından başka bir
suretle tecelli edip:
Ben sizin Rabbinizîm” buyuracak. Onlar Allah'ı tanıyamadıkları için:
“Biz senden Allah'a
sığınırız! Rabbİmiz bize gelinceye kadar bizim yerimiz burasıdır. Rabbimiz
geldiği zaman biz O'nu tanırız” diyecekler. Bunun üzerine vüce Allah,
(karşılarında) onların tanıdıkları suretiyle tecelli edip:
“Ben sizin Rabbinizim” buyuracak. Onlar da:
“Evet, bizim Rabbimiz
sensin!” diyerek O'na tabi olacaklar.
“Cehennemin üzerine
sırat (köprüsü) kurulacak; ondan ilk geçen ben ve ümmetim olacak. O gün
peygamberlerden başka konuşan hiç kimse olmayacak. O gün Peygamberlerin duası:
“Allahım! Selamet ver. Selamet ver” demek olacak. Cehennemde
deve dikeni gibi çengeller olacak. Sîz hiç deve dikenini gördünüz ü?” buyurdu. Sahabiler:
“Evet, ey Allah'ın
resulü!” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Arabistan'da yetişen, hurma diken de denilen demir
dikenine benzer dikenli birbitkidir.
işte o çengeller, deve dikeni gibi olacak. Şu kadar
var ki, onların büyüklüğünün miktarını Allah'tan başka bilen olmayacak. Bu
çengellerr, (kötü) amellerinden dolayı insanlardan bir parça koparacak.
Bunlardan bazısı mümin olduğu için ameli nedeniyle (kurtulup) kalacak, bazısı
da kurtarılıncaya kadar ceza görecek.”
Nihayet Allah kulları arasında vereceği hükmü
bitirince, rahmetinden dolayı cehennemliklerden dilediğini oradan çıkarmak
isteyince, meleklere (dünyada iken) Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmayan
cehennemlikleri, Allah'ın kendilerine rahmet buyurmak dilediklerini 'Allah'tan
başka ilah yoktur1 diyenleri çıkarmalarını emredecek. Melekler, bunları
cehennemde tanıyacaklar. Onları secde izinden bilecekler. Çünkü ateş, Adem
oğlunu yiyip bitirecek. Yenilmedik sadece secde yeri kalacak. Allah, secde
yerini yemeyi cehenneme haram kılmıştır.
Bu suretle söz konusu kimseler kavrulmuş bir şekilde
cehennemden çıkarılırlar. Ardından üzerlerine hayat suyu dökülür. Sonunda
bunlar, sel suyunun biriktirdiği toprakta açan çiçek tohumu gibi hemen yetişip
bitivereceklerdir.”
Daha sonra Yüce Allah,
kulları arasında vereceği hükmü bitirecek. Ortada yüzünü cehenneme doğru
dönmüş sadece bir kişi kalacak. Bu kişi, cennetliklerin cennete en son
gireceği olup:
“Rabbim! Benim yüzümü
cehennemden çevir. Çünkü onun kokusu beni zehirleyip öldürdü Yalın ateşi de
yakıp kavurdu” diyecek. Yüce Allah:
“Bu istediğini yaparsam bunun dışında başka bir şey
isteyecek misin?” buyuracak. O da:
“Hayır, senden bundan
başkasını istemem” deyip Allah'ın dilediği kadar Rabbine yeminler ve sözler
verecek. Bunun üzerine Allah onun yüzünü cehennemden çevirecek. Bu kişi,
cennete doğru dönüp de onu görünce, Allah'ın dilediği kadar susacak. Sonra:
“Rabbim! Bari beni
cennetin kapısına götür” diyecek. Yüce Allah, ona:
“Hani sana verdiğimden başka benden bir şey
istemeyeceğine dair yeminler ve sözler vermemiş miydin? Ey Adem oğlu! Yazıklar
olsun sana! Ne kadar da gaddarmışsm?”
buyuracak.O da:
“Rabbim!” diye
yalvaracak. Nihayet yüce Allah ona:
“Bu istediğini yaparsam bunun dışında başka bir şey
isteyecek misin?” buyuracak. O da:
“Hayır! izzetine yemin
ederim ki (artık senden bir şey istemem)!' deyip Allah'ın dilediği kadar
Rabbine yeminler ve sözler verecek. Bunun üzerine Allah onu cennetin kapısına
götürecek. Cennetin kapışma dikildiği zaman cennet ona açılarak içindeki hayrh
ve mutlu şeyleri görecek. Allah'ın dilediği kadar susacak”. Sonra:
“Rabbim! Beni cennete
koy!” diyecek. Yüce Allah ona:
“Hani sana verdiğimden başka benden bir şey
istemeyeceğine dair yeminler ve sözler vermemiş miydin? Ey Adem oğlu! Yazıklar
olsun sana! Ne kadar da gaddarmışsın?”
buyuracak.O da:
“Rabbim! Mahlukatının
en bedbahtı ben olmayayım?” diye niyazda bulunacak. Allah'a dua ede ede,
nihayet Yüce Allah ona güler yüzle muamele edecek. Allah ona gülümser muamelesi
edince ona:
“Haydi cennete gir bakalım!” buyuracak. Cennete girdiği zaman ona:
“Dile benden ne dilersen” buyuracak.
Artık Rabbinden
isteyebileceği kadar istekte bulunacak ve dilek dileyecek. Öyle ki Allah ona:
“Şunu da iste, şunu da' diye (istenecek şeyleri)
hatırlatacak. Nihayet istekler(in arkası) kesilince Yüce Allah ona:
Bütün bunlar ve daha bir o kadarı senindir” buyuracak.[247]
Açıklama:
Hadiste, Yüce Allah'ın
müminlere önce tanımadıkları bir surette tecelli edeceği, bunun için müminler:
“Biz senden Allah'a
sığınırız”diyecekleri, sonra müminlere onların tanıdığı sıfatıyla tecelli
edeceği, onların da: “Evet, Rabbimiz sensin”diyerek Allah'a tabi olacakları
bildirilmektedir.
Ayet ve hadislerde
geçen Yüce Allah'ın sıfatlan hususunda iki ekol oluşmuştur. Birinci ekole göre
bu sıfatlar yorumlanamaz, olduğu gibi iman etmek gerekmektedir. Selef-i salihin
ile bazı kelam alimleri bu görüştedir. Bunlara, Selefiyye denilmiştir.
ikinci ekole göre ise
Allah'ın sıfatlan yerine göre layık olduğu şekilde yorumlanır. Kelam
alimlerinden büyük bir kısmının görüşü bu şekildedir. Bunlara ise Halef
denilmiştir. Bu görüşte olanlara göre, bu hadiste geçen “Allah onlara gelecek”
ifadesiyle kastedilen, Allah'ın onlara görünerek tecelli etmesidir.
132- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.) zamanında bazı
insanlar;
“Ey Allah'ın resulü!
Kıyamet gününde Rabbimizi görecek miyiz?” diye sordular. Resulullah (s.a.v.):
“Evet! Güneşi öğlen üstü, açık ve önünde hiç bir bulut
yokken onu görmek için itişip kakışmak suretiyle birbirinize zarar verir
misiniz? Ve siz) ay, dolunay olduğu gece, (hava) ayaz iken ve üzerinde hiçbir
bulut yok ken onu görmek için birbirinize zarar verir misiniz?” diye sordu. Onlar:
“Hayır! Ey Allah'ın
resulü!” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“İşte bu iki küreden herhangi birisim görme hususunda
birbirinize zahme vermediğiniz gibi, kıyamet gününde Yüce Allah'ı görme
hususunda da birbirini zahmet vermeyeceksiniz. Kıyamet koptuğu zaman bir
dellâl:
Her ümmet dünyada neye (ve kime) tapıyorduysa onun
peşine takılsı diye seslenecek.
Bunun üzerine Yüce Allah'tan başka şeylere, putlara ve
heykellere tapmış olaı lardan ne kadar müşrik varsa, onlardan hiçbiri geri kalmaksızın
cehenneme dökül çeklerdir. Artık ortalıkta yalnızca Allah'a ibadet eden iyi ve
kötü kimseler ile Kite ehlinin bakiyeleri kalacak.
önce Yahudiler çağırılarak onlara:
“Siz (dünyadayken) kime tapardınız ederdiniz?” dîye
sorulur. Onlar:
“Biz, Allah'ın oğlu Üzeyr'e tapıyorduk” diye cevap
verirler. Bunun üzer onlara:
“Yalan söylediniz! Allah, hiçbir eş ve oğul edinmedi.
Şimdi siz ne iyorsunuz?” diye sorulur. Onlar:
“Rabbimiz! Biz çok susadık. Bize su ver” derler. Bunun
üzerine onlara:
“Suya buyurmaz mısınız?” diye işaret olunur ve
cehenneme doğru sevk c nurlar. Cehennem onlara serâb gibi görünür. Onlar
birbirlerini çiğneyerek gideri ateşe dökülürler.
Sonra Hıristiyanlar çağrılır. Onlara da:
“Siz dünyadayken kime tapardınız ederdiniz?” diye
sorulur. Onlar da:
“Allah'ın oğlu Mesih İsa'ya tapardık” derler. Onlara
da:
“Yalan söylediniz. Allah, hiç bir eş ve hiç bir oğul
edinmedi” denilir. Onlara da:
Şimdi ne
istiyorsunuz?” diye sorulur. Onlar:
“Rabbîmiz! Çok
susadık. Bize su ver” derler. Onlara:
“Suya buyurmaz
mısınız?” diye işaret olunur. Nihayet cehenneme doğru sevk olunurlar. Cehennem
onlara bir serab gibi görünür. Birbirlerini ezerek cehenneme düşüşürler.
Artık ortada sadece
Yüce Allah'a kulluk eden iyi ve kötülerden başka hiçkimse kalmayınca, âlemlerin
Rabbi olan Yüce Allah, onlara, orada gördükleri en yakın bir sıfatta tecelli
eder ve Allah bu kimselere:
“Ya siz ne
bekliyorsunuz? Her ümmet, ibadet ettiği şeyin ardına düşüyor” buyurur. Onlar
da:
“Rabbimiz! Biz dünyada
iken, kendilerine en çok muhtaç olmamıza rağmen bu insanlardan ayrı yaşadık ve
onlarla arkadaşlık etmedik” derler. Bunun
üzerine Allah:
“Ben, sizin Rabbinizim” buyurur. Onlar:
“Biz, senden Allah'a
sığınırız. Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmayız” derler. Bunu, iki yada üç defa
tekrarlayacaklar. Hatta bazıları, meydana gelen bu imtihanın şiddetinden
dolayı doğru olandan dönmeye yaklaşacak. Allah:
“Allah ile sizin aranızda onu tanıyacağınız bir alâmet
var mı?” diye soracak. Onlar:
“Evet” diye cevap
verecekler.
Bunun üzerine
şiddetler kaldırılır, dünyada) kendiliğinden Allah'a secde edenlerden hiçbiri
İstisna edilmemek suretiyle Allah onların herbîrine secde için İzin verir.
İster .-takvasından ve ister riya için olsun (dünyada) secde edenlerden hiçbiri
İstisna edilmemek kaydıyla Allah onlardan herbirinin sırtını muhakkak tek bir
tabaka haline getirecek. Her secde etmek isteyen, kafası üzerine düşecek. Sonra
başlarını kaldıracaklar. Bir de bakacaklar ki, Allah, ilk defa görmüş
oldukları surete/sıfata dönmüş, onlara:
“Ben sizin Rabbinizim”
der. Onlar da:
“Bizim Rabbimiz
sensin” derler.
Daha sonra cehennem
üzerine bir köprü kurulur ve şefaata izin verilir. İnsanlar:
“Allah’ım! Selâmet
ver, selâmet ver” diye dua edip dururlar. Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
Bu köprü nedir?” diye soruldu. Resulullah (s.a.v.):
“O, kaypak ve kaygan
bir şeydir. Orada kancalar, çengeller ve demirden dikenler vardır. Bunlar,
Necd'de meydana gelen ve deve dikeni denilen sert dîkencikler halindedir.
Müminler, kimi göz kırpacak kadar zaman içinde, kimi şimşek gibi, kimi rüzgâr
gibi, kimi çok hızlı giden en iyi cins at ve deve gibi hızlıca onun üzerinden
geçerler. Müminlerden kimi sapsağlam olduğu gibi kurtulur. Kimi tırmıklar
içinde perişan olmuş olarak salıverilir. Kimi de cehennem ateşi içine yığılıp
düşer.
Nihayet müminler
ateşten kurtuldukları zaman, nefsim elinde olana yemin ederim ki sizden hiç
kimsenin, hakkı tamamıyla kurtarmak hususunda Allah'a yalvarıp yakarması,
kıyamet gününde müminlerden ateşte olan kardeşleri için Allah'a yalvarmaları
kadar şiddetli olmaz. Onlar:
“Rabbimiz! Bu
kalanlar, bizimle beraber oruç tutarlar ve hacc ederlerdi” derler. Onlara:
“Tanıdığınız kimseleri
dışarı çıkarın, onların suretleri ateşe haram edilir” denir.
Artık bunlar kimi
inciklerine, kimi de dizlerine kadar ateşe gömülmüş olduğu halde pekçok İnsanı
dışarı çıkarırlar. Sonra onlar:
“Rabbimiz! Cehennemde
emrettiklerinden hiç kimse kalmadı” derler. Yüce Allah:
“Geri dönün! Kalbinde bir dînar ağırlığında hayr olan
her kimi bulursanız onu da (cehennemden) çıkarın!” buyurur. Onlar
yine pek çok insanı (cehennemden) çıkarırlar. Sonra yine onlar:
“Rabbimiz! Cehennem
içinde, emrettiklerinden hiç kimseyi bırakmadık” derler. Sonra Yüce Allah:
“Dönün! Kalbinde yarım dînar ağırlığınca hayr olan her
kimi bulursanız onu da (cehennemden) çıkarın!” buyurur. Onlar yine pekçok insanı (cehennemden)
çıkarırlar. Sonra tekrar:
“Rabbimiz! Bize
emrettiklerinden hiç bir kimseyi cehennemde bırakmadık” derler. Sonra Yüce
Allah:
“Dönün! Kalbinde zerre ağırlığınca hayr olan her kimi
bulursanız onu da (cehennemden) çıkarın”
buyurur. Yine onlar pek çok insanı cehennemden çıkarırlar. Sonra tekrar onlar:
“Rabbimiz! Orada hayr
sahibi olan hiçbir kimseyi bırakmadık” derler.
Ebû Saîd el-Hudrî:
Eğer bu söylediğim hadis hususunda beni tasdik etmiyorsanız:
“Şüphesiz ki Allah zerre kadar zulmetmez. Eğer bir
hasene/iyilik olursa onu kat kat artırır. Bir de tarafından pek büyük mükâfat
verir”
[248] ayetini okuyun' derdi.
Bundan sonra Yüce
Allah:
“Melekler şefaat ettiler, peygamberler şefaat ettiler,
müminler de şefaat ettiler. Şefaat etmedik bir Erhamu'r-Rahimin kaldı” buyurur. Bundan sonra ateşten bir topluluğu toplar ve
dünyada iken hiç bir hayr işlemeyip de cehennemde kömüre dönmüş birçok
kimseleri çıkarır ve cennetin yolları üzerinde olup Hayat Nehri adı verilen bir
nehir içinde onları daldırır.
“Bunlar, sel uğrunda çıkan yabanî reyhan tohumları
gibi onun içinden çıkarlar. Görmez misiniz ki? Yabanî reyhan; bazen bir taş
yada bîr ağaç dibinde gölgede bittiği de olur. Güneşe doğru olanı san olur,
yeşil olur, gölgede olanı ise beyaz olur” buyurdu. Sahabiler:
“Ey Allah'ın
resulü! Sanki çölde
çobanlık etmiş gibisiniz”
dediler. Resulullah (s.a.v.) sözüne devamla:
“Artık onlar, Hayat Nehri'nden boyunlarında halkalar
olduğu halde İnci gibi güzel olarak çıkarlar. Cennet halkı, onları o alâmetle
tanırlar. (Cennet halkı:) 'İşlenmiş hiç bir amelleri, önden gönderdikleri hiç
bir hayrları olmadığı halde Allah'ın cennete girdirdiği azadlıkları İşte
bunlardır” diyecekler.
Sonra Yüce Allah,
onlara:
“Cennete girin! Gözünüzün görebildiği her ne varsa
sizindir” buyuracak. Onlar:
“Rabbimiz! Sen
âlemlerden hiç kimseye vermediğini bize verdin” diyecekler. Onlara:
“Size bundan daha üstün bir hediyem daha var” buyuracak. Onlar:
“Rabbimiz! Bundan da
daha üstün ne olabilir?” diyecekler. Yüce Allah:
“Benim rızam! Artık bundan sonra ebediyyen size gadab
etmeyeceğim” buyuracak.
[249]
Açıklama:
Bu hadiste; Allah'ın
kıyamet günü görülmesi, kafirlerin acıklı durumu, Yahudi ve Hıristiyanların
hali, iyi ve kötü müminlerin konumu bir tablo halinde sunulmaktadır. Bir de,
kıyamet günü günahkar müminlere şefaatin nasıl yapıldığı ile ilgili bir sahne
betimlenmektedir.
Şefaat kelimesi,
sözlükte; “İnsanlar arasında meydana gelen suçlar ve günahların bağışlanmasını
isteme” anlamına gelmektedir. Şefaat, genel olarak, iki kısma ayrılmaktadır:
1- Dünyevî
Şefaat: insanların dünyada işlemiş oldukları suçlar ve günahlar olup iki
çeşittir:
a- Kul hakkı
ile ilgili suçlar: insanlar bir toplum içerisinde yaşadıkları için
birbirleriyle bir takım problemler ve sorunlar yaşayabilirler. Burada meydana
gelen problemler, şahsidir, insanlar, bu problemlerden meydana gelen suçlan
affedebilir de, affetmeyebilir de. Çünkü konu, şahsa ait bir olaydır.
b- Allah ile
ilgili suçlar: Ailah'a karşı işlenen suçlardır. Bu suçları affetme yetkisi de,
Allah'a aittir.
2- Uhrevî
Şefaat: Hariciler ile bazı Mutezililer hariç bütün Ehl-i Sünnet alimleri,
ahirette, şefaatin gerçekleşeceği üzerinde ittifak etmiştir. Şefaat, beş kısma
ayrılmaktadır:
a-
Resuiullah (s.a.v.)'e özgü şefaat: Bu şefaat, mevkifin korkun hallerinde
insanları sakinleştirme ve hesabın acele görülmesi ile ilgilidir.
b- Muhammed
ümmetinden bir grup insanın, hesaba çekilmeden Cennete girmesi ile ilgili
şefaat.
c- Cehenneme
girecek olan bir kısım insana, Resuiullah (s.a.v.) ile Allah'ın dilediği başka
kimselerin yapacağı şefaat.
d-
Günahkarlardan Cehenneme girecek olanlar hakkında yapılacak şefaat. Bu şefaati;
Hz. Peygamber (s.a.v.), diğer peygamberler, melekler ve Allah'ın izin verdiği
bazı mümin kimseler yapacaktır.
e-
Cennetliklerin, Cennetteki derecelerinin artmasını sağlayacak şefaat.
Bütün bu şefaat
türleri, sahih hadislerde geçmektedir. Kur'an, sahte ilahların ve tanrıların,
insanlara hiçbir fayda vermeyeceğini bildirerek bu tür ilahların şefaatte bulunamayacağını
belirtmiştir.
[250]
Serap, çölde görülen
su hayalidir. Uzaktan su gibi görülür. Yanına varıldığında hiçbir şey görülmez.
İşte kafirlerin hali de, kıyamet gününde böyledir. Su var zannıyla ona doğru
koşacaklar, fakat su değil ateşle karşılaşarak içine düşeceklerdir.
“Rabbimiz! Biz dünyada iken, kendilerine en çok muhtaç
olmamıza rağmen bu insanlardan ayrı yaşadık ve onlarla arkadaşlık etmedik” ifadesinin anlamı; başlarına gelen şiddet ve
korkunun giderilmesi hususunda Allah'a niyaz edilmektedir. Çünkü müminler
Allah'a ibadet hususunda dünya geçimi ile ilgili olarak mümin olmayan olmayan
yakınlarına muhtaç oldukları halde onlara yaklaşmamış ve onlardan uzak
durmuşlardır. Bu durum, gerek sahabiler ve gerekse onlardan sonra gelen bir
çok müslümanın başına gelmiştir.
“Hatta bazıları, dönmeye yaklaşacak” ifadesinden maksat; geçirdikleri şiddetli İmihan
sebebiyle bazıları doğruyu söylemekten dönmeye az kalacak demektir.
“Allah onlardan herbirinin sırtını muhakkak tek bir
tabaka haline getirecek. Her secde etmek isteyen, kafası üzerine düşecek” ifadesinden maksat ise hepsinin sırtı, sahife
şeklinde dümdüz olacaktır.
“Kalbinde bir dînar ağırlığında hayr olan her kimi
bulursanız onu da (cehennemden) çıkarın” ifadesinde geçen “Hayr”dan maksat; Kadı Iyâz'a göre yakın yani iman,
Nevevî'ye göre ise mücerred iman olmayıp imanından fazla bir şey bulunandır.
Çünkü tasdikten ibaret olan iman, bir bütün olup parçalanamaz. Dolayısıyla bir
dinar, yarım dinar ve zerre kadar İfadeleriyle bildirilen parçalı şey mutlaka,
ya salih amel yada gizli zikir veya fakire acımak, Allah'tan korkmak ve iyi
niyet sahibi olmak gibi kalp amellerinden bir ameldir.
[251]
133- Ebu
Saîd cI-Hudrî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resuluîlah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Allah cennetlikleri cennete koyacak. Dilediğini de
rahmetiyle cennete koyar. Cehennemlikleri de cehenneme koyup sonra görevli
meleklere:
“Bakın, kalbinde hardal tanesi kadar iman olan kimi
bulursanız onu cehennemden çıkarın”
buyuracak.
Bunun üzerine böyleleri cehennemden kömür gibi
kavrulmuş olarak çıkarılırlar. Sonra da “Hayat” yada “Haya Nehri'ne
atılırlar. Orada sel (suyunun getirip biriktirdiği toprağın) kenarında açan
çiçek tohumu gibi hemen yetişip bitivereceklerdir. Siz onun nasıl sapsarı
kıvrılmış olarak çıktığını görmediniz mi?”
[252]
134- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Cehennem ehli olan cehennemliklere gelince onlar,
cehennemde ne ölürler ve ne de dirilirler. Fakat bazı insanlara, günahları yada
hataları sebebiyle (cehennem) ateşi isabet etmiş olup onları adam akıllı
öldürmüştür. Nihayet (yanıp) kömür oldukları zaman (onlar hakkında) şefaata
izin verilecek. Gruplar halinde getirilip cennetin nehirlerine serpiştirilecekler.
Daha sonra (cennetliklere hitaben):
“Ey cennetlikler! Şunların üzerine su serpin”
denilecek.
Bunun üzerine bunlar, sel suyunun getirip biriktirdiği
toprakta açan çiçek tohumları gibi hemen yetişip bitivereçeklerdir'
buyurdu. sırada orada bulunan) topluluktan
biri:
“Galiba Resulullah (s.a.v.) çölde bulunmuş” dedi.[253]
Cehennem ateşinin gerçek liyakatlisi ve ebedi
müstahakki olan kafirler, cehennemde ne ölürler ve ne de yararlanabilecekleri
ve dİnlenebilevekleri bir yaşayış bulabilirler. Nitekim konuyla ilgili olarak;
“Ölümlerine hükmedilmez ki ölsünler ve onlardan
cehennem azabı da hafifletilmez”
[254] ve
“Sonra orada ne ölecek ve ne de hayat bulacaktır”
[255] buyurulmaktadır.
Açıklama:
“Fakat bazı insanlara,
günahları yada hataları sebebiyle (cehennem) ateşi isabet etmiş olup onları
adam akıllı öldürmüştür” ifadesinden maksat; günahkar müminler Allah'ın
dilediği müddetçe azab edildikten sonra hakikaten ölürler ve artık azab acısını
duymazlar. Sonra Allah onlar için takdir buyurduğu müddet tamamlanınca kömür
haline gelmiş olan cesetleri cehennemden çıkarılıp gruplar halinde cennet
nehirlerine götürülürler ve hayat suyu onların üzerlerine dökülür. Bunun
üzerine selin kalıntısı durumundaki çamurdan tohumun çarçabuk filizlenip
bittiği gibi onların cesetleri de canlanır ve normal güce sahip olduktan sonra
cennetteki yerlerine götürülürler.
Kadı İyâz ise bu
ölümün iki şekilde yorumlanacağını; birisi az önce belirtildiği gibi, diğeri de
şu şekildedir: Cehennemde azab edilen müminler, bir müddet sonra azab acısını
duymayacak hale gelecek veya acısı çok hafifleyecek, böylece ölü gibi
olacaktır.
[256]
Görüldüğü üzere burada
cennetliklerin sonsuza kadar ilahî nimetlerden yararlanacağı ve cehennemde
ebedi kalacak olan kafirlerin sonsuza kadar devamlı azab çekecekleri belirtilmektedir.
135-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Cennete en son bir
adam girecektir. Cennete doğru giderken bu kişi; bazen yürür, bazen yüzüstü
düşer ve bazen de yüzünü ateş yalar. Cehennem ateşini geçtiği zaman, geriye
dönüp bakar ve ona:
“Beni senden kurtaran
Allah'ın şanı yüce olsun. Yemin olsun ki, Allah, gelmiş ve geçmişlerden hiç
kimseye vermediğini bana vermiştir” diyecek.
Derken ona (uzakta)
bir ağaç gösterilir. O:
“Rabbim! Beni şu ağaca
yaklaştır da, onun altında gölgeleneyim ve suyundan içeyim” der. Yüce Allah:
“Ey Adem oğlu! Onu sana verirsem benden başkasını da
istersin?” buyuracak. Oda:
“Hayır, Ey Rabbim!
Senden başka bir şey istemeyeceğim” deyip başka bir şey istemeyeceğine dair
Allah'a söz verir. Yüce Allah, onu mazur görür. Çünkü O, kulun üzerinde
sabredemeyeceği şeyi görür. Bunun üzerine onu ağaca yaklaştırır. O da ağacın
gölgesinde gölgelenir ve suyundan içer.
Daha sonra ona,
birinci ağaçtan daha güzel bir ağaç gösterilir. Ağacı görünce dayanamayıp:
“Ey Rabbim! Beni şu
ağacın yanına yaklaştır da gölgesinden faydalanayım ve suyundan içeyim. Senden
bundan başkasını istemeyeceğim” diyecek. Yüce Allah:
“Ey Adem oğlu! Bundan başkasını İstemeyeceğim diye
bana söz vermedin miydi? Seni bu ağaca yaklaştırırsam yine sen başkasını
isteyeceksin?” buyuracak.
O kişi, bundan
başkasını istemeyeceğine dair Allah'a yine söz verir. Rabbi ise onu mazur
görür. Çünkü O, onun görünce sabredemeyeceği şeyleri bilir.
Bunun üzerine yüce
Allah, onu, o ağacın yanına yaklaştırır. O kişi, ağacın yanına varınca,
gölgesinden faydalanır ve suyundan içer.
Daha sonra ona, cennet
kapısı yanında öncekilerden daha güzel başka bir ağaç gösterilir. Bu ağacı
görünce:
“Ey Rabbim! Beni şu
ağacın yanma yaklaştır da gölgesinden faydalanayım ve suyundan içeyim, Bundan
başkasını senden istemem” diyecek. Yüce Allah:
“Ey Adem oğlu! Bundan başkasını istemeyeceğim diye
(daha önce) bana söz vermedin miydi?”
buyuracak. O kişi:
“Evet, Ey Rabbim! Bu
(son olsun). Senden bundan başkasını istemeyeceğim” diyecek.
Rabbi onu mazur görür.
Çünkü O, onun sabredemeyeceği şeyi görmüştür. Sonra onu o ağacın yanma
yaklaştırır.
Ağaca yaklaştırılınca,
cennet halkının seslerini duyup:
“Ey Rabbim! (Buraya
kadar gelmişken bari) beni cennete koy” diyecek. Yüce Allah:
“Ey Ademoğlu! Beni senin isteklerinden kurtaracak şey
nedir? Dünya kadarını ve onunla birlikte bir mislini sana versem razı olur
musun?” buyuracak. Kul:
“Ey Rabbim! Benimle
alay mı ediyorsun? Sen ki alemlerin Rabbisin!” diyecek.
Abdullah İbn Mes'ud bu
arada gülüp (yanındakilere):
“Niye güldüğümü sormayacak mısınız?” dedi. Orada bulunanlar:.
“Niye güldün?” diye
sordular. Bunun üzerine Abdullah İbn Mes'ud:
“Çünkü Resulullah (s.a.v.)'de
böyle gülmüştü”. Sahabiler, ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Niye güldün?” diye sormuşlardı. O da:
“Bu kişi, Allah'a:
“Benimle alay mı ediyorsun. Sen ki alemlerin Rabbisin' dediği zaman, Allah'ın
gülmesine güldüm. Çünkü yüce Allah, ona:
“Ben, seninle alay
etmiyorum. Fakat Ben, dilediğimi yapmaya kadirim buyuracak”dedi.
[257]
Açıklama:
En son cehennemden
çıkıp cennete giren kişinin ismi hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür.
Bazılarına göre Hennâd ve bazılarına göre ise Cüheyne'dir.
Resulullah (s.a.v.)'in
burada durumu belirtilen adamın kavuşacağı bunca lütuf ve ikramı belirttikten
sonra azı dişleri görülücek şekilde gülmesinin sebebi; Allah'ın, günahkar mümin
kuluna olan merhamet, lütuf ve keremine sevinmesi ve memnuniyetidir.
136- Muğîre
b. Şu'be (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Musa (a.s), Rabbine:
“Rabbim!
Cennetliklerin makam itibariyle en aşağısı kimdir?” diye sordu. Yüce Allah
şöyle buyurdu:
Cennetlikler cennete
konulduktan sonra gelecek bir adamdır. Ona:
“Cennete gir”
denilecek. O da:
“Ey Rabbİm! Nasıl
gireyim? İnsanlar yerlerine yerleşmişler ve alacaklarım almışlar!” diyecek.
Ona:
“Dünya
hükümdarlarından bir hükümdarın mülkü kadar mülkün olmasına razı değil misin?”
denilecek. O da:
“Rabbim! Razı oldum”
diyecek. Bunun üzerine Yüce Allah, (ona):
“Bu kadarı ve onun bir misli daha, bir misli daha, bir
misli daha ve bir misli daha senindir”
buyuracak. O adam, beşinci defa da:
“Rabbim! Razı oldum”
diyecek. Bunun üzerine Yüce Allah, (ona):
“Bunlar ve bunların on misli daha senindir. Canının
istediği ve gözünün beğendiği her şey de senindir” buyuracak. O adam:
“Rabbim! Razı oldum”
diyecek. Bunun üzerine Musa:
“Rabbim!
Cennetliklerin makam itibariyle en yüksek olanı kimdir?” diye sordu. Yüce
Allah:
“Onlar, öyle kimselerdirler ki, diledim de yüceliklerini
elimle diktiğim ve üzerlerine mühür vurdum. Dolayısıyla (onları) ne bir göz
görmüş, ne bir kulak işitmiş ve ne de bir insanın hatırından geçmişlerdir” buyurdu.
Yüce Allah'ın
kitabında bunun delili,
“Hiç kimse onları memnun etmek için kendilerine neler
gizlendiğini bilemez”
[258]
ayetidir.[259]
Açıklama:
Hz. Musa (a.s)'ın
sorduğu soran maksat; cennetliklerin en aşağı mertebede olanlarının sıfat ve
alametleridir. Yani onların en aşağı derecede olduğunu hangi sıfat ve alametle
bileceğim demek istemiştir.)
137- Ebu
Zerr (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Ben, cennetliklerin cennete en son gireni ile
cehennemliklerin cehennemden en son çıkanını pekala biliyorum.
Kıyamet günü bir adam getirilip:
Buna küçük günahlarını gösterin, büyük günahlarını
ondan kaldırın” denilecek. Bunun üzerine ona küçük günahları gösterilip:
“Sen filanca ve filanca gün şu ve şu işi yaptın.
Filanca ve filanca günde şunu ve şunu yaptın” denilecek. O adam:
“Evet” diyecek.
Yaptığını inkar edemeyip büyük günahlarının kendisine
gösterilmesinden korkacak. Derken ona:
“Senin için, her kötülüğün yerine bir iyilik vardır”
denilecek. O adam:
“Rabbim! Ben bazı şeyler yaptım ki, onları burada
göremiyorum” diyecek.”
Açıklama:
Hadisin ravisi der ki:
Yemin olsun ki, Resulullah (s.a.v.)'i gülerken gördüm. Öyle ki azı dişleri
görünüyordu.
[260]
138. Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Câbir'e, Vurûd” ( =
kıyamet günü insanların mahşer yerine doğru geliş şekli) soruldu. O da şöyle
dedi:
“Biz kıyamet gününde
filanca ve filanca yerden yani İnsanların üst kısmından” geleceğiz. Derken
ümmetler, putîarıyla ve taptıklarıyla teke tek çağrılacaklar. Bundan sonra
Rabbimiz bize gelip:
“Siz kimi
bekliyorsunuz?” buyuracak. Orada bulunan kimseler:
“Rabbimizi bekliyoruz”
diyecekler. Allah:
“Rabbiniz benim!” diyecek. Onlar:
Öyleyse seni bir
görelim!' diyecekler. Bunun üzerine yüce Allah onlara tebessüm edip tecelli
edecek ve onlar da O'na tabi olacaklar.
Mümin veya münafık her
insana bir nur verilecek. Sonra o nurun peşine takılacaklar.
Cehennem köprüsünün
üzerinde çengeller ile dikenler vardır. Bunlar, Allah'ın dilediklerini
tutacaklar.
Daha sonra
münafıkların nuru sönecek, daha sonra müminler kurtulacak.
ilk zümre, yüzleri
dolunay gecesindeki ay gibi (parlak) yetmiş bin kişi olarak hesap görmeden
cehennemden kurtulacaklar. Sonra onların arkasından gelenler, birbirini izleyen
gökteki yıldızların nurları gibi onları takip edecekler. Sonra diğerleri de bu
şekilde onları takip edecekler.
Sonra şefaat helal olacak.
Şefaat ehli “Allah'tan başka İlah yoktur” diyenler ile kalbinde bir arpa tanesi
ağırlığında imanı bulunanları cehennemden çıkarmcaya kadar şefaat edecekler. Bu
çıkarılanlar, cennetin içine konacak. Cennetlikler, bunların üzerlerine su
serpmeye başlayacak. Nihayet bunlar, sel suyu önünde ot biter gibi
bitivereceklerdir. Cehennemden çıkan kimsede, (böylece) yanık izi kalmayacak,
Daha sonra ona dünya ve onunla birlikte dünyanın on misli verilinceye kadar
dilekte bulunacak.
[261]
139. Yezîd
el-Fakîr'den rivayet edilmiştir:
“Haricilerin bir
görüşü kalbime işlemişti. Derken haccetmek, sonra halka karşı çıkarak
propaganda yapmak niyetiyle kalabalık bir topluluk içerisinde yola çıktık.
(Giderken) Medine'ye uğradık. Bir de baktım ki, Câbir b. Abdullah bir direğin
yanına oturmuş, bir topluluğa Resulullah (s.a.v.)'den hadis rivayet ediyor.
Bir ara cehennemliklerden bahsetti, Ona:
“Ey Resulullah'in
arkadaşı! Sizin rivayet ettiğiniz hadis de ne öyle? Halbuki Yüce Allah,
“Şüphesiz ki Sen kimi cehenneme atarsan onu muhakkak
rezil rüsvay edersin”
[262] ve
“Cehennemlikler, cehennemden çıkmak istedikçe oraya
geri iade edilirler”
[263]
buyurmaktadır. Siz ise (bunları) söylüyorsunuz?” dedim. Câbir:
“Sen Kur'an okur
musun?” diye sordu. Ben de:
“Evet, (okurum)” diye
cevap verdim. Câbir:
“Muhammed (s.a.v.)’in
makamı/makam-ı mahmud'un neresi olduğunu hiç işittin mi?” diye sordu. Ben de:
“Evet, (işittim)”
dedim. Câbir:
“Muhammed (a.s)'ın
makamı, övülmüş bir makam olup; Allah'ın onun sayesinde (cehennemden)
çıkaracaklarını çıkarır” dedi.
Daha sonra Câbir
sıratın konulmasını, insanların onun üzerinden geçişini anlattı. Ben bunları
ezberimde tutamamış olmaktan korkarım.
Ayrıca bir topluluğun
cehennemde bir müddet kaldıktan sonra oradan yani susam çöpleri gibi
çıkarılarak cennet nehirlerinden bir nehre atılacaklarını ve orada yıkanarak
kağıt sayfaları gibi (bembeyaz) çıkarılacaklarını söyledi.
Daha sonra haçtan
döndük. (Birbirimize:)
“Yazıklar olsun! Siz,
bu şeyhin, Resulullah (s.a.v.) üzerine yalan söyleyeceğini mi
zannediyorsunuz?” deyip Haricilik düşüncesini bıraktık. Vallahi, İçimizden bir
adam dışında Haricilikte hiç kimse kalmadı.”
Açıklama:
Harici, kelime
anlamıyla, “Çıkan” anlamına gelmektedir. Hariciler de, çıkanlar anlamına
gelmektedir.
Hariciler, Hz.
Osman'ın şehid edilmesiyle başlayan iç karışıklıkların sonunda ortaya çıkan bir
fitne grubunun adıdır. Bunlar, Sıffîn savaşından sonra Hz. Ali ile Muâviye
arasındaki İhtilafın, iki hakem tarafından Kur'an'a göre çözümlenmesi şeklinde
bir karara varılınca, b ukararı, “Kur'an'a” uygun bulmamışlardır. Hz. Ali
fiilen halife seçilince, onların üzerine giderek onlarla savaşmıştır. Hz.
Ali'ye karşı siyasî bir eylem olarak ilk toplandıkları yerin adı, “Harûra”
olduğu için bunlara “Harûrîler” de denmiştir.
Hariciler, “Büyük
günah işleyen kimse kafir olur” diye ortaya attıkları bir prensible hareket
ettikleri için zamanla Kelamî, Siyasî bir fırka mahiyetini kazanmışlardır.
Hariciler, değişik
kollara aynlmıştır. Zamanımıza kadar varlığını sürdüren kolu, İbadiye'dir.
Bugün Tunus,. Cezayir ve Umman'da bunlara rastlanmaktadır. Zengibar'ın resmî
mezhebinin “İbadiye” olduğu bilinmektedir.
İslam Tarihînde ortaya
çıkan Hariciler ile ilgili olarak, onların, İslam dininden çıkıp kafir
olduklarını söylemek, çok zor bir olay. O zamana kadar sahabe arasında bir
takım farklılıklar olmasına rağmen, onlar, düşünce ve eylem anlamında yeni bir
Kelamî-Siyasî bir ekol ve fırka olarak ortaya çıktıkları için onlara
"Hariciler" denmiştir. Yoksa "ayrılanlar" anlamına gelen
Mu'tezile Mezhebi için onlara mensup kimselerin direkt olarak kafir oldukları
ileri sürülmemiştir. Bu durum, Kelamı, Siyasî, Tasavvuf! vb. bir yapıya sahip
her müslüman topluluk için geçerlidir. Ama bazen bu topluluklar içerisinde yer
alan bazı kimseler, ileri sürdükleri fikirler gereği tekfir edildikleri olmuşsa
da, bu toplulukların, tümden kafir olduklarını ileri sürmek ve bunların ebedi
olarak Cehennemde yanacaklarını söylemek, yakışık almaz.
İsrâ: 17/79'da da
geçen “Makam-ı Mahmûd”, 3 şekilde tefsir edilmiştir:
1- Kıyamet
günü, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in duracağı makam,
2-
“Livâu'1-Hamd” sancağının kendisine verileceği makam.
3. Şefaat
Makamı. Cumhur'un görüşü de budur.
Kıyamet günü Hz.
Muhammed (s.a.v.) dışında peygamberler de dahil bütün insanlar, kendi nefsini
kurtarmaya çalışacak. İnsanları bu duruma götüren durum, mevkifin korkunç
halleridir.
İnsanlar kendilerini
kurtarabilmek için ilk önce Hz. Adem'e, sonra Hz. Nuh'a, Hz. İbrahim'e. Hz.
Musa'ya, Hz. İsa'ya ve en sonunda ise Hz. Muhammed (s.a.v.)'e gidecekler. Hz.
Muhammed fs.a.v.) dışında, hiçbir peygamber yardım edemeyecek. Çünkü Kıyamet
günü insanların efendisi, Hz. Muhammed (s.a.v.)'dir. Onlara, şefaat edecek ilk
kişi, O'dur. Zira O, hem “Üvâu'l-Hamd” Hamd Sancağı'n)a ve hem de
“Makamı-Mahmûd”a sahip olacaktır. Bu sayede insanlara şefaatte bulunacaktır. Bu
şefaat yetkisini, O'na, Yüce Allah verecektir.
Her peygamber, Allah
katında kabul edilecek dua hususunda acele etmesine rağmen, Hz. Muhammed, bu
konudaki hakkını, ümmeti için ahirete bırakmıştır. İşte bu hakkı, bu şekilde
kullanacaktır.
İşte Hz. Muhammed (s.a.v.),
burada, İnsanlar ile Allah arasında bir aracı (=vesîle) olmaktadır. Bu sayede
Hz. Muhammed (s.a.v.), bu insanları, Cehenneme girmekten kurtarıp Cennete
girmelerine vesile olacaktır.
Yezîd el-Fakir'in,
Hariciler içerisinde yer alması nedeniyle o da büyük günah işleyen kimselerin
ebedi olarak cehennemde kalacağı düşüncesindeydi. Yezid, hac dönüşü halka
propaganda etmek İstediği görüş de buydu. Fakat Câbir'in hadisini dinledikten
sonra tevbe ederek birisi hariç beraberinde bulunan kimseler Haricilik
propagandası yapmaktan vazgeçmişti.
140- Ebu
Hurcyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'e
bir gün et yemeği getirilip kol tarafından bir parça ayrılıp önüne konuldu.
Çünkü Resulullah (s.a.v.) etin bu kısmını severdi. Ondan ön dişleriyle bir
lokma koparıp sonra da şöyle buyurdu;
“Ben, kıyamet gününde
bütün insanların efendisiyim. Bu neden biliyor musunuz? Dünyada önce ve sonra
gelmiş geçmiş ne kadar insanlar varsa bunların hepsini Allah kıyamet gününde
düz ve geniş bir sahada toplar. Öyle düz ve geniş bir meydan ki, orada bir
çağına seslenince sesini herkese duyurur ve bakan bir kişinin Sözü mahşer
halkını bir bakışta görür.
Bir de güneş yaklaşır.
Artık insanların meşakkati dayanamayacakları ve tahammül ede miy e çekleri bir
dereceye varır. Bu sırada, insanların bazısı bazısına:
“içinde bulunduğumuz
şu korkunç durumu görmüyor musunuz? Başınıza gelen bu hali görmüyor musunuz?
Rabbınız katında size şefaatçi olacak birisine niye bakmazsınız?” der. Bunun
üzerine (mahşer halkının) bazısı, bazısına:
“Haydi Adem'e gidin”
diyecek. Bunun üzerine mahşer halkı, Adem'e gelip:
“Ey Adem! Sen insan
İnsanların babasısm. Allah seni eliyle yarattı ve sana kendi ruhundan hayat
verdi. Sonra meleklere emretti, onlar da sana secde ettiler. Bizim için
Rabbinden şefaat dile. içinde bulunduğumuz şu sıkıntılı hali görmüyor musun?
Başımıza gelen şu musibeti bilmiyor musun?” derler. Adem'de:
“Şüphesiz Rabbim bugün
öyle bir gazaba gelmiştir ki, ne bundan önce böyle bir gazaba gelmiştir ve ne
de bundan sonra bu tür bir gazab eder. Hem Yüce Allah, beni şu ağaçtan (bir
şeyi) yasaklamıştı. Ben ise (o ağaçtan bir şey yemekler suretiyle) O'na karşı
isyankar oldum. Artık size şefaat edemem, şimdi ben kendimi düşünüyorum. Vay
nefsim, nefsim! Siz benden başka bir şefâatçıya gidiniz. Nuh'a gidin” der.
Onlar da Nuh'a varıp:
“Ey Nuh! Sen
yeryüzünde Allah'dan başka şeye tapan insanlara risâlet vazifesiyle gönderilen
peygamberlerin birincisisin. Allah sana Kur'an'da:
“Çok şükreden kul”
[264] diye niteledi. Bizim hakkımızda
Rabbinden şefaat İste. Ne acıklı vaziyette olduğumuzu görmüyor musun? Bize
ulaşan azabı görmüyor musun?” derler. Nuh, onlara:
Muhakkak ki Rabbim
bugün öyle bir gazaba gelmiştir ki, ne şimdiye kadar böyle gazablanmış ve ne de
bundan sonra böyle gazablanır. Doğrusu benim bir dua edişim var; vaktiyle
kavmimin aleyhine bununla dua etmiştim.
[265]
bundan dolayı kendimi düşünüyorum. Vay nefsim, nefsim! Şimdi siz İbrahim'e
gidin” der. Bunun üzerine onlar da, İbrahim'e varıp:
“Sen yeryüzündeki
insanlardan Allah'ın peygamberi ve Allah'ın dostu/halili bir zâtsın. Bizim için
Rabbinden şefaat dile. içinde bulunduğumuz hali görüyor ve bize ulaşan azabı da
biliyorsun?” derler. İbrahim, onlara:
Bugün Rabbimİn öyle
bir gazaba geldi ki, ne bundan önce böyle gazab etmiş ve ne de bundan sonra da
böyle gazab eder” der. Ve yalanlarını zikrederek, şimdi kendimi düşünüyorum
nefsim, nefsim! Artık siz benden başkasına gidin, Musa'ya gidin' der, Onlar da,
Musa'ya varıp:
“Ey Musa! Sen Allah'ın
peygamberisin! Allah seni risâletleriyle ve konuşmasıyla insanlar üzerine
üstün kıldı. Bizim için Rabbinden şefaat iste. Ne kadar ızdırap içinde
olduğumuzu görüyor ve başımıza gelen musibeti biliyorsun” derler. Musa da
onlara:
“Rabbim bugün öyle bir
gazaba gelmiştir ki, ne şimdiye kadar bu derece gazabı görülmüş ve ne de
bundan sonra görülür. Ben ise öldürülmesine emrolun-madığım halde bir
nefsi/canlıyı öldürdüm. (Şimdi ben nefsimi düşünüyorum) Ah nefsim, nefsim! Siz
şimdi İsa'ya gidin” der. Onlar da, İsa'ya gidip:
“Ey İsa! Sen Allah'ın
Resulüsün ve Allah'ın Meryem'e koyduğu bir kelime (=bir rnu'cize), aynı zamanda
O'ndan bir rûh'sun. Ki sen beşikte bir çocuk iken insanlara söz söyledin.
Dolayısıyla Rabbinin yanında bize şefaat eyle. içinde bulunduğumuz hali
görmüyor ve bize erişen azabı bilmiyor musun?” derler. İsa'da, onlara:
“Rabbim bugün öyle bir
gazaba geîmiştir ki, bundan önce böyle bir gazaba gelmemiş ve bundan sonra da
asla böyle bir gazab etmez. (İsa) kendisi için bir günah belirtmeksizin, âh
nefsim, nefsim!” sözleriyle endişesini ortaya koyup:
“Benden başkasına
gidin. Muhammed'e gidin” der. Nihayet onlar, bana gelip:
“Ey Muhammedi Sen
Aiah'm Resulü ve Peygamberlerin sonuncususun. Allah, geçmiş ve gelecek bütün
günahlarını bağışlamıştır. Rabbin huzurunda bize şefaat et. içinde bulunduğumuz
acıklı hali görüyor ve bize ulaşan azabı biliyorsun!” derler.
Bunun üzerine ben,
hemen gidip Arş'ın altına varır ve Rabbime secde ederek kapanırım. Sonra
secdemde, Allah bana kendisine yapılacak hamdlerinden ve en güzel övgüsünde
öyle bir şey ilham eder ki, şimdiye kadar onu benden önce hiç bir peygambere
ilham etmemiştir. Ben ilham olunduğum surette Allah'a hamd ve sena ettikten
sonra Allah tarafından:
“Ey Muhammedi Başını kaldır! (Ne) istersen sana
verilir. Şefaat eyle, şefaatin kabul edilir” buyurulur. Bunun üzerine secdeden başımı kaldırıp:
“Rabbim! Ümmetim,
ümmetim!” diye şefaat ederim. Bunun üzerine:
“Ey Muhammed! Ümmetinden hesaba gerek olmayanları
cennet kapılarından, sağ kapıdan cennete koy. Onlar, cennetin bundan başka
öbür kapılarından da insanlarla ortaktırlar” buyurulur.
Hayatım elinde olan
Allah'a yemin ederim ki, cennetin kapılarının iki kanadının arası muhakkak
Mekke ile Bahreyn'de büyük bir şehir olan) Hecer yada Mekke ile (bugünkü Şam'ın
90 km güney doğusunda bulunan Busra arası kadar geniştir.[266]
Açıklama:
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
“Kıyamet gününde bütün insanların efendisiyim” sözü; Övünmek için değil,
Allah'ın verdiği nimeti belirtmek içindir. Çünkü efendi, her türlü sıkıntılarda
insanların kendisine başvurduğu kimsedir. Bu nedenle bir topluluğun ileri
gelenlerine efendi/seyyid denilir.Hz. Peygamber (s.a.v.)'de insanların efendisi
olması hasebiyle kıyamet günü kendisine gelen mahşer yeri halkının
sıkıntılarına çare bulmaya çalışarak onların bağışlanması için Allah'tan şefaat
dilemiş, Allah'da onun bu dileğini kabul ederek insanlara şefaatçi olmuştur.
Söz konusu Allah'ın
gazabından maksat; Allah'ın asilerden intikam alması ve şiddetle azab görmeleri
ile Mahşer halkının çektiği korku, sıkıntı ve ızdıraplardır ki bunların, daha önceden
ne bir benzeri görülmüş ve ne de sonradan görülecektir.
Peygamberlerin
“Nefsim”, “Nefsim” demelerinin anlamı; ben kendimle baş basayım, burada sözü
geçecek olan ben değilim demektir. Çünkü onlar, Allah katında direkt kabul
edilecek dua hususunda acele davranmışlardı. Hz. Peygamber (s.a.v.) ise bu
konudaki hakkını ümmeti için Ahirete bırakarak mahşer yerindeki insanlar için
kullanacaktır. İşte buna, “Büyük Şefaat” denilmektedir. Daha sonra her
peygamber, yüce Allah tarafından kendi ümmeti hakkında şefaat etmeye yetkili
kılınacaktır. Çünkü 132 nolu hadiste de belirtildiği üzere, peygamberler de
şefaat edeceklerdir.
Hz. Adem (a.s)'ın
yasak ağaçtan yemesi meselesi; Bakara: 2/35, 38; A'raf: 7/19, 23; Tâhâ: 20/115,
121-122'de geçmektedir. Yüce Allah, Hz. Adem'in verilen emri unutarak bu
ağaçtan yediği ve bu hareketinde bir kasıt olmaması nedeniyle onu
bağışlamıştır.
[267]
Hz. Nuh (a.s)'ın
kavrriîyle arasında geçen olaylar hakkında daha geniş bilgi için b.k.z: M. AH
Sabuni, a.g.e., s. 301-331.
Hz. İbrahim (a.s)'ın
söylediği üç yalan şunlardır:
1- Hasta
olmadığı halde sırf putları kırmak için müşriklere: “Hastayım”
[268]
deyip puthanede kalarak putları kırması.
2- Putları
kırdığı halde: “Ben kırmadım, herhalde onları şu büyük put kırdı”
[269]
demesi.
3- Hanımı
Sare hakkında: “Kız kardeşim” demesi.
[270]
Hz. Musa (a.s)'ın bir
canlıyı öldürmesi olayı ise şöyle gerçekleşmişti: Kasas sûresinin 15-22
ayetleri arasında anlatıldığı üzere; Firavun'un adamlarından bir Mısırlı ile
Musa'nın kavminden biri dövüşüyordu. Musa'nın kavminden olan zât, Musa'dan
yardım istedi, Musa da yardıma koştu ve düşmanın göğsüne bir yumruk attı. İşte
bu yumruk, onu öldürmüştü. “Musa:
“Rabbim! Doğrusu ben, nefsime zulmettim. Beni bağışla'
dedi. Allah'da onu bağışladı.”
[271]
İşte bu ayetle Allah, onu bağışlamıştı.
Hz. İsa (a.s)'ın bir
şey belirtmeksizin mahşer halkını direkt olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)'e
yönlendirmesi, onun Allah katındaki yüceliğini ve kadru kıymetini bildiği
içindir.
Bu hadis; Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in bütün insanlardan, cinlerden, peygamberlerden,
meleklerden daha faziletli ve Hz. Adem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, H2. Musa, Hz.
İsa'dan daha üstün olduğunu göstermektedir.
141- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Cennet (için insanlara) ilk şefaatçi ben olacağını.
Peygamberler içerisinde benim kadar çok tasdik edilen bir peygamber daha
yoktur. Peygamberler içerisinde öylesi var ki, ümmetinden onu sadece bir kişi
tasdik etmiştir.”[272]
Açıklama:
Bütün peygamberlerin
görevi, insanlığı kurtarmak ve karanlıklardan aydınlığa çıkarmaktır. Hepsi de
devamlı hayra davet etmişler, ıslahatın önderleri olmuşlar ve karanlıklar
içinde yüzen dünyada hidayet meşalesini taşımışlardır. Her biri diğerinin
ardından yaptığı binayı tamamlamak için gelmiştir. Her biri, bu binaya bir
tuğla daha eklemiştir. Ve bina, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)'le son
şeklini almıştır.
Getirdiği din, geçmiş
bütün dinlerin özeti ve daveti ise, ebedi yaşamaya layık bir davet olmuştur
Çünkü getirdiği din, hayatın esaslarını ve ıslahın temellerini ihtiva etmiştir.
“Bugün dininizi kemale erdtrdim, size nimetimi
tamamladım. Size din olarak İslâm'ı beğendim.”
[273]
Hak dinin
tamamlanmasıyla Allah'ın insanlara indirdiği ve kendisinden başkasına ihtiyaç
olmayan hidayet nimeti, tamamlanmış oldu. Bu tamamlanmayla, peygamberlik
kesildi ve risalet son şeklini aldı.
“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası
değildir. Fakat o, Allah'ın Resulü ve nebilerin sonuncusudur.”
[274]
Nübüvvet bittiği için
risalet de haliyle bitmiş oldu. Hz. Muhammad (s.a.v.)'in nübüvvet ve
risaletinden sonra artık nübüvvet ve risalet söz konusu değildir. Resulullah (s.a.v.)
bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Benimle diğer peygamberlerin misali, bir bina yapıp
bir tuğlanın yeri dışında her şeyini güzelce tamamlayan adamın misali gibidir.
O binaya girenler: “Bu bina, şu tuğlanın yeri dışında ne kadar güzeldir”
derler. İşte ben, o tuğlanın yeriyim ve onu doldurdum. Peygamberler benimle son
buldu.”
[275]
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
gerçekleştirdiği ve davetinde başarılı olduğunu gösteren çok büyük işler
vardır. Bu işleri şöyle özetlemek mümkündür.
1-
Putperestliği kökünden kurutmuş, yerine Allah'a ve ahiret gününe imanı
yerleştirmiştir.
2- Cahiliyye
hayatının bütün pislik ve kötülüklerini kaldırmış, yerine faziletleri, güzellikleri
ve her türlü edebi getirmiştir.
3- İnsanı,
takdir olunan kemalin zirvesine ulaştıran hak dini, yerleştirmiş ve hakim
yapmıştır.
4- Durumları,
akılları, kalpleri ve cahiliyye hayatının uygulaya geldiği hayat düzenini
değiştiren büyük bir inkılabı gerçekleştirmiştir.
5- Arap
kabilelerini birleştirmiş ve Kur'an'in sancağı altında en büyük devleti kurmuştur,
Resulullah (s.a.v.)'in
başarısını gösteren sayısız işler arasından sadece bunlar, gerçekleştirdiği en
büyük işlerdir. Görüldüğü üzere hepsi de başlı başına büyük bir olaydır.
Hepsini, hatta bir tanesini bile gerçekleştirmek son derece riskli bir şeydir.
Hepsini gerçekleştirmek bir tarafa, sadece birinde bile başarılı olmak her
insanın yapabileceği şey değildir.
Bu büyük işleri
gerçekleştirmek ve bu kadar parlak başarı göstermek, hiç kuşkusuz Resulullah (s.a.v.)
için büyük bir mucizedir. Hz. İsa'nın ölüleri diriltmesi, Hz. Musa'nın asası
gibi mucizeler, şüphesiz Resulullah (s.a.v.)'in bu büyük zaferleri ve açık
mucizeleri yanında daha cü'zi kalmaktadır.
[276]
İşte cennetliklerin
çoğunun Muhammed ümmetinden olması, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in daha faziletli
olduğundandır.
[277]
142- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Ben kıyamet günü cennetin kapısına gelip açılmasını
isteyeceğim. Cennetin bekçisi bana:
“Sen kimsin?” diye soracak. Ben de:
“Ben,
Muhammed'im” diyeceğim.Bunun üzerine bekçi:
“Ben (bu kapıyı) ancak sana açmakla emrolundum. Senden
önce hiçbir kimseye (cennetin kapılarını) açmayacaktım” diyecek.”
[278]
Şüphesiz
peygamberlerin en üstünü, peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.v.)'dir.
Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“O peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün
kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derece derece
yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa'ya açık mucizeler verdik ve onu Rûhu'1-Kuds île
güçlendirdik.”
[279]
Allah'ın derecelerle
yükselttiği kişi, Hz. Muhammed (s.a.v.)'dir.
Buna en açık delil;
Al-i imrân suresinde de geçtiği üzere, diğer peygamberlerin, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in
geleceğini müjdelemeleri ve kendisine yetiştikleri taktirde ona iman edip
desteklemek üzere söz vermeleridir.
“Hani Allah, peygamberlerden:
“Ben size Kitap ve hikmet verdikten sonra yanınızda
bulunan (kitaplar)ı tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka iman edip
yardım edeceksiniz” diye söz
almıştık. Allah, onlara:
“Kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi?” dediğinde,
(onlar:) “Kabul ettik” cevabını vermişlerdi. Bunun üzerine Allah: 'O halde
şahit olun; ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim” buyurmuştu.[280]
Câbir'den rivayet
edilen bir hadiste, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Allah'a yemin ederim ki, Musa aranızda sağ olsaydı
bana uymaktan başka yol ona helal olmazdı.”
[281]
Hz. Peygamber (s.a.v.);
peygamberlerin sonuncusu, makam, yer ve mevki itibariyle peygamberlerin en
üstünüdür. Zira Allah, peygamberlik kapısını onunla kapatmış ve peygamberlerine
indirdiği vahyi de Kur'an'la kapatmıştır.
143- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Her peygamberin (Allah katında) kabul edilen bir
duası vardır. Her peygamber duasını daha önce yapmıştı. Fakat ben, duamı,
kıyamet gününde ümmetime şefaat etmek için sakladım, inşallah, ümmetimden
Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölen kimselere nasip olacaktır.”
[282]
Açıklama:
Her peygamber, ümmeti için
yada kendisi için bir dua etme hakkı vardır. Her peygamber, kabul edilen
duasının hangisi olduğunu bilir. Geri kalan dualarının kabul olup olmayacağı
Allah'a ait bir husustur. Örneğin, Hz. Nuh (a.s), kafir oîan oğlunun
bağışlanması için Allah'a dua etmiş, fakat Allah Hz. Nuh (a.s)'ın bu isteğini
kabul etmemiştir. Çünkü Allah, Hz. Nuh'a, oğlunun kafir olduğunu bildirmiş ve
kafirler için mağfiretin söz konusu olmadığını belirtmiştir.
[283] Hz.
İbrahim (a.s)'da, babası için Allah'tan mağfiret dilemişti. Fakat babsının,
Allah'ın düşmanı olduğunu anlayınca, bu isteğinden vazgeçmişti.[284]
Ayrıca Hz. Nuh (a.s),
yeryüzünde bir tane bile kafir bırakılmasını istememektedir.
[285] Hz.
Zekeriyya (a.s) ise, bir çocuk istemektedir.
[286] Hz.
Süleyman (a.s) ise, kendisinden sonra kimseye nasip olmayacak bir mülkü
istemektedir.
[287]
Bu hadis, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in, ümmetine karşı son derece şefkat ve merhametli olduğuna
ve ümmetini çok düşündüğüne delildir. Bundan dolayıdır ki, ümmeti hakkında
kabul edilecek duasını, ümmetin en fazla zorda kaldığı kıyamet gününe
saklamıştır. Bu ise, büyük günah işleyen müminler hakkında yapacağı şefaattir.
144-
Abdullah İbn Amr İbnu'1-Âs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
Yüce Allah'ın İbrahim (a.s) hakkındaki
“Rabbim! Şüphesiz ki onlar, insanlardan bir çoğunu
baştan çıkardılar. Bundan sonra kim bana tabi olursa o bendendir”
[288]
ayetini okudu. İsa (a.s) hakkındaki
“Eğer onlara azab edersen, onlar senin kullarındır,
eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen Azız daima üstünsün, Hakîm (=hüküm ve
hikmet sahibesin”
[289]
ayetini okudu. Daha sonra ellerini havaya kaldırıp:
“Ya Rabbi! Ümmetim,
ümmetim...!” diye dua edip ağladı. Bunun üzerine yüce Allah:
“Ey Cebrail! Muhammed'e git. Ona niye ağladığını sor.
Rabbin, onun niye ağladığını pekala bilir ya!” buyurdu.
Cebrail, Peygamber (s.a.v.)'e
gelip ona (ağlamasının nedenini) sordu. Resulullah (s.a.v.), ne söylediğini ona
anlattı. Halbuki Allah onun ne söylediğini pekala bilir. Nihayet Allah:
“Ey Cebrail! Muhammed'e git. Ona şunu şunu söyle seni
ümmetin hakkında hoşnut edeceğiz ve seni üzmeyeceğiz” buyurdu.
[290]
Hz. Peygamber (s.a.v.),
ümmetine karşı son derece şefkatli ve merhametlidir. Onun sevgi ve şefkati o
kadar çoktu ki, herhangi bir kimseyi sıkıntı içerisinde görmek, onu fazlasıyla
üzerdi. Nitekim Yüce Allah, onun bu duygularından;
“Doğrusu size bir peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya
düşmeniz onu incitir ve üzer. Çünkü o, size çok düşkün, müminlere karşı çok
şefkatli ve merhametlidir”
[291]
buyurulmaktadır. Bu ayet, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ızdırap içerisinde gördüğü
kişiler karşısındaki durumunu sade bir şekilde anlatmaktadır. Sizi İnciten ve
size sıkıntı veren her şey, onu da İncitmektedir. Çünkü o, sizin ızdırabınızı
kendi ızdırabı, güçlüklerinizi kendi güçlüğü bilir.
Bir gün sahabeden
bazıları, müşriklerin işkencelerine dayanamayıp Peygamberimize gelip müşrikler
için beddua etmesini ister. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.);
“Ben dünyaya beddua etmek için gönderilmedim. Ben
sadece rahmet olarak gönderildim”
[292]
buyurdu.
Yine bir ayeti
kerimede,
“Eğer sen kaba ve katı yürekli olsaydın hiç şüphesiz
insanlar etrafından dağılıp giderlerdi”
[293]
buyurulmaktadır.
İşte bu ve benzeri
örnekler, Peygamberimizin insanlık için ne kadar sevgi, şefkat ve merhamet dolu
olduğunu açık bir şekilde göstermektedir.
145- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Bir adam (Resulullah'a):
“Ey Allah'ın resulü!
Babam nerededir?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.);
“Cehennemdedir”
buyurdu.
Bunun üzerine adam
dönüp gidince Resuluilah (s.a.v.) o adam geri çağırtıp:
“Benim babam da, senin babanda cehennemdedir” buyurdu.
[294]
Açıklama:
Fetret kelimesi
sözlükte; kırgınlık, gevşeklik, fersizlik, takatsizlik, zaaf ve kopukluk, bir
şeyin hiddetten sonra sükunete kavuşması, şiddetten sonra yumuşaması anlamına
gelmektedir.
Terim olarak ise
dilbilginlerine göre; iki peygamber arasında risaletin yeni hak dine davetin
kesintiye uğradığı zaman dilimidir. Müfessirler ise
“Ey Ehl-i kitap! Bize bir müjdeleyicî ve uyarıcı
gelmedi demeyesiniz diye size peygamberlerin arasının kesildiği bir sırada
hakkı açıklayan resulümüz geldi”
[295]
mea'indeki ayette yer alan “Alâ fetretin mine'r-Resul” ifadesinden hareketle
“Peygamberlerin gönderilmesinin kesilmesi üzerine” tarzında açıklamışlardır.
Çağdaş alimlerden I. İsmail Hakkı ise “Bir peygamberin ölümü ile diğerinin
gelmesi arasında geçen zaman, özellikle Hz. İsa ile Hz. Muahmmed (s.a.v.)
arasında dinî duygularda durulma ve gevşeme devresi olan zaman” şeklinde
tanımlamıştır. Bu ve benzeri tanımlardan fetreti şöyle tanımlamak uygundur:
Fetret; bir vahiy ve risaletin kesilip hak dinin temel hakikatlerinin
unutulmaya yüz tutması ve dinî hayatın zayıflaması; fetret dönemi ise.
özellikle de Hz. İsa ile Hz. Muhammed (s.a.v.) arasındaki peygambersiz geçen
ara döneme alem olmuş, gerçekte herhangi iki peygamber arasında vahiy ve
risaletin gönderilmesine ara verildiği, hak dinin temel mesajlarının silinmeye
yüz tuttuğu dinî durgunluk ve zayıflık dönemleridir.
[296]
Konu ile ilgilenen
müslüman alimlerin bir kısmı fetret ehlini herhangi bir tasnife tutmak-sızın
genel olarak değerlendirmiş, bir kısmı da fetret ehli içine girebilecek
insanları tek bir kategoride ele almanın bazı yanlış değerlendirmelere yol
açacağı düşüncesiyle sınıflandırarak incelemeyi uygun bulmuşlardır.
[297]
İslam bilginleri
arasında tartışma zemini oluşturan fetret ehli ve bu hükümde olan kimselerin
sorumluluğu konusu, esas itibariyle akıl-din ilişkisine dayanmaktadır. Diğer
bir İfadeyle konu, bilgi edinme ve sorumluluk yükleme açısında aklın gücü ve
yetkisi ile dinin salahiyeti gibi bir yönüyle epistemolojik ve diğer yönüyle de
hukukî temele dayanan bir problem olma niteliğine sahiptir.
Fetret ehli ve bu
hükümde bulunanların itikadî sorumlulukları hususunda genel olarak dört görüş
ileri sürülmüştür:
Bu görüşte olanlara göre
fetret ehli ile İslam daveti dahil olmak üzere hiçbir peygamberin daveti
kendilerine ulaşmayan, herhangi bir dinî inanca ve metafizik düşüncelere sahip
olmadan tam bir gaflet içinde yaşayan kimseler, hiçbir dinî yükümlülüğe sahip
değildirler. Böyleleri putperest, müşrik ve hatta ateist bile olsalar
mazurdurlar. Dinî anlamda herhangi bir sorumlulukları buiuınmamaktadır. Çünkü
din (sem1) gelmeden ve davet ulaşmadan önce insanların fiillerine Allah'ın
herhangi bîr hükmü taalluk etmez, hiçbir şekilde akla itibar edilerek dinî bir
yükümlülükten bahsedilmez, din geldiği zaman ise akla değil, ona itibar
edilir. Şeriat gelmeden önce akıl tek başına iyi ile kötü hakkında doğru hüküm
vermekten aciz olduğundan, din olmadığı halde din adına insana bir kısım sorumluklar
yükleme yetkisine sahip değildir. Bu itibarla küfür haram, İman da vacip
değildir.
Binaenaleyh fetret
ehli ile İslâm'dan önce veya sonra dağ başlarında ya da İslam coğrafyasına
uzak bölgelerde yaşamaları gibi sebeplerle kendilerine dinî davet hiç ulaşmayan
kimselerin herhangi bir dinî sorumlukları yoktur. Onlar düşünce ve
inançlanndan dolayı mazurdurlar, âhirette kendilerine ceza verilmeyecek ve
kurtuluşa erenlerden olacaklar (Ehl-i necat) dır. Bu; görüşte olanla
böylelerini dinî sorumlulukları ve uhrevî hükümleri bulunmama bak çocuklar,
deliler ve hatta hayvanlarla aynı kategoride sayılmışlardır.
Evzâî (ö. 159/775),
Süfyan es-Sevrî (ö. 161/778), imam Mâlik (ö. 179/795), Dâvûd ez-Zâhiri (ö.
270/884), Şafiî (ö. 204/820), Eş'ârî (1 324/936), İbn Ebî Zeyd el-Kayrevânî (ö.
386/996), Isferayinî (ö. 41), Kadı Ebû Ya'lâ (ö. 453/1066), İbn Hazm (ö.
456/1064), Tâcuddin es-.Subki (ö. 771/1370), Beyzâvî (ö. 685/1286),
İbnü'l-Hümam (ö. 861/1457), M. Hacer el-Heysemî (ö. 974/1597), Celâleddin
es-Suyûtî (ö. 911/1505), Cemaleddin el-Kâsımî (ö. 1866-1914), Abdurrahman
el-Cezîrî, Ferit Kam ve Said Nursî gibi İslâm bilginleri, Eş'arî ve Şafiî
mezhebine mensup âlimlerin büyük çoğunluğu, Hanbelî ve Malîkîlerin bir kısmı ve
;ağdaş âlimlerden Reşîd Rızâ bu görüşü benimsemişlerdir.
Buhâralı Mâtürîdî
bilginler de bu görüşü kabul etmişlerdir. Kuşeyrî (ö. 465/1072} ise dinî
sorumluluğun ancak sem1 yoluyla gerçekleşebileceğini belirterek1187 dolaylı
olarak fetret ehli ve kendilerine davet ulaşmayanların dinî sorumluluklarının bulunmayacağını
benimsemiştir. Bunlar bu konuda Bakara: 2/233, 286, Nisa: 4/165, Mâide: 5/19,
En'am: 6/19, 130-131, 152, 156, A'raf: 7/42, İsrâ: 17/15, Taha: 20/134,
Müminun: 23/62, Şuara: 26/208-209, Kasas: 28/59, Fatır: 35/37, Zümer: 39/71,
Mülk: 67/8-9 ayetlerini görüşlerine delil olarak getirmişlerdir.
Ebu Hureyre gibi
fetret ehlinin ahirette imtihan edileceklerine ilişkin hadisleri rivayet eden
bazı sahabenin yanı sıra İmam Ahmed (ö. 241/855), Beyhakî (ö. 458/1066), İbn
Teymîyye (ö. 728/1328), İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 751/1350), İbn Kesir (ö.
774/1373) gibi Selefiyye mensubu bilginlere göre fetret ehli ve bu hükümde
bulunanlar, dünyada herhangi bir sorumlulukları olmamakla beraber ahirette
doğrudan cennet veya cehenneme gitmeyeceklerdir. Kıyamet gününde onlar, Allah
tarafından cehenneme girmeleri şeklinde bir imtihana tabi tutulacak, Allah'ın
emrine itaat ederek cehenneme girenlere cehennem soğuyarak güvenlikli bir yere
dönüşecek, itaat etmeyenler ise cehenneme gönderilecektir.
Bu görüşü
benimseyenler fetret ehli ve davet ulaşmayanların sorumlu olmadıklarını, ehl-i
necat olduklarını kabul edenlerin delil olarak ileri sürdükleri
[298]
gibi âyetleri zikrederek söz konusu âyetlerin kendi görüşleri için de delil
olduğunu belirtmişlerdir. Bu görüşte olanlara göre Allah hiç kimseye peygamber
göndermeden azap etmeyeceği gibi cennete de müşrikler değil, ancak mü'minler
ve müslümanlar; cehenneme ise dine muhatap olduğu halde peygamberleri ve
getirdiklerini inkâr edenler girecektir. Binaenaleyh dünyada hak din
kendilerine ulaşmayan kimseler, çocukken ölen, mecnun ve fetrette ölen kimseler
gibi ahirette imtihana tabi tutulacaklardır.
İmam Rabbânî'ye göre
herhangi bîr peygamberin daveti ulaşmamış fetret ehli müşrikleri, dağ başlarında
yaşayan putperestler ve mut1 riklerîn çocukları sorumlu olmamakla birlikte ne
cennete ne de cehenneme gireceklerdir. Onlar dirilişin akabinde hesaba
çekilecek ve cezalan müddetince mahşer yerinde azap gördükten sonra
hayvanlarla birlikte yok olacaklardır. Zira bir kimse mükellef değilse onun
için ebedîlik söz konusu Ayrıca;
“Kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti
kılar, artık onun yeri cehennemdir”
[299] mealindeki
âyet gereğince cennete ancak iman edenler girebilir. İmana ilişkin gaybî
konular ahirette açıklığa kavuşacağından bunlara orada inanmanın bir önemi
kalmayacaktır. Mahşerde imtihana tabi tutulacak olmaları ise âhiret hayatının
imtihan yeri değil ceza ve mükâfat yeri olmasına aykırıdır. Cennetle cehennem
arası bir yerin varlığı da sabit değildir. Bu noktada söz konusu olabilecek
A'raf ehli dahi bir süre sonra cennete gireceklerdir. Zira ebedilik ancak
cennet veya cehennemdedir. Fetret ehli müşrikleri peygamber davetine muhatap
olmadıkları için bunların sorumlu tutularak cehenneme girmesi de ilâhî adalete
uygun değildir.
İmam Rabbânî bu
görüşünü insan aklının ma'rifetullahda tek başına yetersizliği ile dinî
sorumluluğun peygamber davetinin ulaşmasına bağlı olduğu esasına
dayandırmıştır. Nitekim ona göre ilk Yunan filozofları, dehâ çapında zekâlarına
rağmen Allah'ın varlığı konusunda yanılmışlar ve kâinatın yaratılışını zamana
nisbet etmişlerdir. Fakat sonraları peygamberlerin davetle ri tedricen ortaya
çıkıp insanlar onların davet ettikleri hakikatlerden haberdar oldukça
peygamberlerin getirdikleri hakikatlerin bereketiyle sonrakiler, ilk
filozofların görüşlerini reddetmiş, Allah'ın varlık ve birliğini geneli
itibariyle kabul etmişlerdir. Binaenaleyh insan aklı, nebevi rehberliğin
desteği olmaksızın bu ilahî gerçeği bilmekten acizdir. Küfür ve ebedî
cehennemde kalma hükmü ancak açık bir şekilde peygamberlerin tebliği ulaştıktan
sonra yürürlükte olabilir. Bu noktada akıl tek başına yeterli bir delil olmayıp,
yeterli hüccet peygamberlerin gönderilmesine bağlıdır. Gerçi aklın, Allah'ın
delillerinden bir delil olduğu inkar edilemezse de o, delil getirilmesi
gereken konularda kâmil bir delil olmadığı için sırf onun varlığı sebebiyle
insana ebedî azap terettüp etmez. Mâtüridîlerin Allah'ın varlık ve birliğini
bilme gibi bazı konulan idrak etmede aklın müstakillen buna güç
yetirebileceklerine dair kanaatlerini ve buna dayanarak da'vet kendilerine
ulaşmamış kimseleri sorumlu tutarak kâfir olduklarına ve ebediyyen cehennemde
kalacaklarına hükmetmelerini anlamak mümkün değildir.
Genel olarak başta Ebû
Hanîfe Ebû Mansûr el-Mâtürîdî (ö. 333/944) olmak üzere bu mezhebe bağlı
Semerkantlı bilginler, Mu'tezîle'nin çoğu, Kerramİyye, bir kısım Şia, Zeydiyye
ve Havariç mensupları bu görüşü savunmuşlardır. Buna göre insanın sorumlu
olmasının şartı sadece dinin mevcudiyeti değildir, din gelmeden önce de insan
sırf aklıyla Allah'a iman ve O'na şükretmek mecburiyetindir.
Fetret ehli ve
kendilerine davet ulaşmayan kimseler, peygamber gönderilmemesi veya dinî davet
u-laşmaması gerekçe gösterilerek her türlü dinî sorumluluktan muaf tutulamaz.
Bu gibi kimseler akıl sahibi oldukları takdirde, ferdî irade ve aklî
çabalarıyla Allah'ın varlık ve birliğine inanmak, akıl yürütmek suretiyle
bilinebilecek olan bütün iyi füleri yerine getirmek ve kötü işlerden kaçınmakla
yükümlüdürler. Bunu yerine getirenler kurtuluşa erecek, getirmeyenler ise
ebediyyen cehenneme gireceklerdir. Zira ergenlik çağına ulaşan her insan normal
şartlar altında İç tecrübe (enfüs) ve dış dünyadaki (=afaki) varlıklar üzerinde
düşünmek suretiyle Allah'ın varlığı ve birliğini bilebilecek enteliektüel
düzeye ve yeterli olgunluğa ulaşmış demektir. Akıl mutlak ve mükemmel bir bilgi
kaynağı olmamakla birlikte yine de ma'rifetullahi, nesne ve fiillerin güzel ve
çirkin, yararlı ve zararlı yönlerini bilebilecek fıtrî bir güce sahiptir.
Peygamberler ise aklın münferiden bilebileceği bu gibi hususlan desteklemek,
aklın tek başına bilemeyeceği ahiret halleri, Allah'ın razı olacağı ibadet ve
kulluk şekilleri gibi şer'i hükümleri ise öğretmek için gelmişlerdir. Bu
itibarla her insan sadece normal akıl düzeyine sahip bulunmakia.
peygamberlerin gönderilmesine ve davetin ulaşması şartına bağlı kalmaksızın
bunu gerçekleştirmekle sorumludur. Aklın varlığı kendilerinin ahirette sorumlu
tutulmalarını zorunlu kılar.
Bu görüşte olanlar;
Bakara: 2/161, Âli İmran: 3/137, Nisa: 4/48, 116, En'am: 6/11, 74, 76, 79,
Nahl: 16/36, Ankebut: 29/20 ayetlerini görüşlerine delil olarak getirmişlerdir.
Ayrıca ebeveyn-i resulle ilgili hadisleri, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in annesi
için Allah'tan mağfiret dilemek üzere izin isteyip de izin verilmediği, sadece
kabrini ziyarete müsaade edildiği hadisi ve cahiliye döneminde ölen babasının
durumunu soran kimseye, hem kendi ve hem de o adamın babasının cehennemde
olduğunu belirten hadisi de delil olarak getirmişlerdir.
[300]
Resulullah (s.a.v.)'in
anne-babası hakkında “Onların ehl-İ necat
oldukları” diğeri “Mümin olmamaları
sebebiyle muazzep olacakları” ve bu konuda susmayı tercih etme şeklinde üç
temel görüş bulunmaktadır.
A-
Azimabadi, Sünen-i Ebu Davud'a şerh olarak yazdığı Avnu'l-Ma'bud,
12/494-495'de, hem Resulullah (s.a.v.)'in anne ve babasının cehennemlik olduğu
görüşünde olanları ve hem de cennetlik olduğunu savunanları görüşleriyle
birlikte değerlendirerek bu konuda en doğru olanının susmak olduğunu
belirtmiştir.
B- Hz. Peygamber (s.a.v.)'in anne-babasmın
cehennemlik olduğu görüşünü benimseyenlere gelince, Beyhâkî ve İbn Teymiyye
gibi selefiyye mensupları müşrikler için af istenmesini yasaklayan âyetin
kapsamına Hz. Peygamber'in ebeveyninin de dahil olduğunu ileri sürerek onların
mümin ve sorumsuz sayılamayacaklarını benimsemişlerdir.
[301] Ali
el-Kârî de aslında istinsah hatasından kaynaklandığı halde yanlış olarak Ebû
Hanîfe'ye nisbet edilen Ebeveyn-i resulün mümin olmayarak öldüklerini ifade
eden görüşten hareketle onların imansız Öldüklerini savunan
“Edilletü'l-mu'takati Ebî Hanîfe fi ebeveyni'r-resûl” adlı müstakil bir risale
telif etmiştir.
C- Ehl-i
necat olacaklannı kabul edenler üç farklı yaklaşım ortaya koymuşlardır.
1- Onların
fetret ehlinden olmakla beraber müşrik değil, haniflerden olduklannı benimseyen
görüş. İçlerinde Fahreddin Razi gibi büyük İslâm mütefekkirlerinin de bulunduğu
bazı ilim adamları da Hz. Peygamber'in anne ve babasının cennetlik olduklarını,
kâfir ölmediklerini ileri sürmüşlerdir.
Bunlara göre, ne Hz.
Muhammed'in ne de diğer peygamberlerin anne ve babalan içerisinde bir kâfir
vardır. Bu iddialarını çeşitli yönlerden isbat etmişlerdir. Delillerinden
birisi de.
“O ki (gece namaza) kalktığın zaman seni görüyor secde
edenler arasında dolaşmanı da (görüyor)”
[302] âyet-i kerimesidir. Bazı
müfessirler; bu âyet-i kerimeleri ta Hz. Adem ve Havva'dan Abdullah ve Amine
(r.a)'ye gelinceye kadar Hz. Mu-hammed’in nuru dedelerinden ninelerine intikal
ede ede nihayet Abdullah'dan Amine'ye gelmiş ve ondan da asıl sahibi olan
fahr-i âlem Muhammed Mustafa (s.a)'ya intikal etmiştir şeklinde anlamışlardır.
Bu tefsire göre,
âyet-i kerimenin manası, "Habibim, Allah senin namaz kıldığını ve bundan
evvel de senin nurunun bir sacidden öbür sacide intikal ettiğini görür"
demektir. Bu tefsire göre Hz. Adem'den Abdullah'a gelinceye kadar babalan ve
dedeleri arasında Allah'a secde etmeyen, kimse yoktu. Her ne kadar Hz.
Peygamber'in dedelerinden Hz. ibrahim'in babası Azer'in putperest olduğu kesin
ise de, onun putperestliği alnındaki Hz. Muhammed'e ait olan nübüvvet nurunun
Hz. İbrahim'in annesine intikal ettikten sonraki zamana tesadüf ettiğinden bu
gerçeği değiştiremez ve Azer'in Hz. İbrahim'in babası olmayıp amcası olduğunu
isbat için bir te'vile de'ihtiyaç bırakmaz.
2-
Resulullah
(s.a.v.)'in saygınlığı gereği Allah'ın onları daha sonra diriltip Hz.
Peygamber'e iman ettiklerini kabul eden görüş. Alimlerden bazıları, Hz.
Peygamber'in anne ve babasının müşrik olmadığını ispat için Cenab-ı Hakk'm Hz.
Peygamber'in anne ve babasını vefatlarından sonra diriltip iman etmelerini
nasip ettiğine dair bazı zayıf haberleri rivayet etmişlerdir. Hz. Âmine'nin
hayatta iken söylediği iddia edilen iman dolu şiirleri de bu iddialarına delil
olarak göstermişlerse de bu rivayetlerde zayıflık bulunduğundan nakletmeye
lüzum görmüyoruz.
3-
Resulullah (s.a.v.)'in anne-babası, Peygamber (s.a.v.)'in peygamber olarak
gönderilmezden önce öldükleri için dinî cehalet ve gaflet içinde bulunan fetret
ehlinden olduklarını bu yüzden akidedeki cehaletlerinden dolayı azab
görmeyeceklerini benimseyen görüş.
Kıymetli ilim
adamlarımızdan merhum Kamil Miras Efendi “Tecrid-i Sarih” isimli eserinde bu
konuyu incelerken Hz. Peygamber (s.a.v.)'in anne ve babasının müşrik olmayıp
Ehl-i necattan olduklarını ispat mahiyetinde şu delilleri nakletmektedir:
1- “Biz bir elçi göndermedikçe (hiçbir kavme) azab edecek değiliz.”
[303]
2- “Biz bir ülkeyi helak etmek istediğimiz
zaman onun varlıklılarına emrederiz, orada fısk yaparlar. Böylece o ülkeye
söz(ümüz) hak olur. Biz de orayı darmadağın ederiz.”
[304]
3- “Bu böyledir. Çünkü Rabbin halkı habersiz
iken ülkeleri zulüm ile helak edici değildir.”
[305]
4- “Kendi elleriyle yaptıkları (günahlar)
yüzünden başlarına bir felaket geldiği zaman “Ey Rabbimiz, bize bir elçi
göndersen de âyetlerine uyup mü'minlerden olsaydık”diyecek olmasalardı seni
göndermezdik. Bu bahanelerine fırsat vermemek için seni gönderdik”.
[306]
5- “Şayet
onları ondan önce
bir azab ile
helak etseydik Rabbimiz,
bir elçi gönderseydin
de böyle-alçak ve rezil
olmadan önce senin
âyetlerine uysaydık, derlerdi.”
[307]
6- “Rabbin, şehirlerin anası olan Mekke de
onlara âyetlerinizi okuyan bir elçi göndermedikçe ülkeleri helak edici
değildir.”
[308]
7- “İşte bu Kur’an da mübarek kitaptır. Onu biz
indirdik. Ona uyun ve Allah’dan korkun ki size rahmet edilsin. Onu sizeindirdik ki -Kitap yalnız bizden
önceki topluluğa yahudilerle hristiyanlara indirildi. Biz ise onların
okunmasından habersizdik demeyesiniz.”
[309]
8- “Bizim helak ettiğimiz her memleket halkının
mutlaka uyarıcıları vardı. Onlara ihtar ederler, gidişlerinin nereye varacağını hatırlatırlardı. Biz zul metmiş değiliz.”
[310]
9- “Onlar orada
Rabbimiz bizi çıkar, (önce) yaptığımızdan başkasını yapalım? diye feryad
ederler. Biz de onlara Biz sizi öğüt
alacak olanın, öğüt alacağı kadar yaşatmadık mı? Size uyarıcı da geldi fakat
inanmadınız. Öyle ise tadın (azabı). Zalimlerin yardımcısı yoktur, cevabını
veririz.”
[311]
Bütün bu âyeti
kerimelerin fetret devrinde yaşayıp ölen bir kimsenin cehennemlik olmayacağına
Hz. Peygamberin anne ve babasının da fetret devrinde yaşayıp fetret devrinde
öldükleri için, cehennemlik olmamaları gerektiğine delalet ettiklerini söyleyen
merhum Kâmil Miras Efendi fetret devri hakkında da şu bilgileri veriyor:
Açıklama:
“Zaman-ı fetret”
nedir? Fukaha fetret deyince İsa aleyhisselam ile Rasûl-ü Ekrem arasındaki
zamanı kasdederler. Bu altı yüz küsur sene zarfında gelip geçenlere ehl-i
fetret denilir. Ehl-i fetret üç kısımdır:
1- Cenabı
Hakkın birliğini zekası ile düşünüp bulan ve bilen kimselerdir. Bunlardan bir
kısmı hiç. bir şeriate dahil olmamıştır. Kus İbn Saide, Zeyd İbn Amr İbnNüfeyl
gibi. Bir kısmı bir şeriate dahil olmuştur. Tübba ve kavmi gibi.
2- Tevhidi,
tebdil ve tağyir edip şirki kabul eden ve kendisi için bir şeriat uydurup
tahlil ve tahrimedenlerdir. Amr b. Luhayy gibi ki araplar arasında
putperestliğin vazııdir. Yukarıda izah olunduğu üzere Bahire, Şaibe, Vasile,
Ham gibi putlan teşri etmiştir. Arablardan cinlere, meleklere ibadet edenler
vardı. Kız çocuklarım yüz karası addedenler, diri diri toprağa gömenler
bulunuyordu.
3- Ne müşrik
ne de müvahhid olup bir peygamberin şeriatine dahil olmayan ve kendisi için ne
bir şeriat ne bir din icad ve İhtiyar etmeyip bütün ömrünü gafletle geçiren ve
zihni böyle metafizik düşüncelerden tamamiyle hali bulunan kimselerdir.
Cahiliyyet devrinde böyle üçüncü bir sınıf halk davardı.
Ehl-i Fetret'in bu üç
sınıf, halktan ikinci sınıfın ta'zib olunacakları küfürleri muktezası
muhakkaktır. Üçüncü sınıf, hakiki ehli fetrettir. Bunların da muazzeb
olmadıkları yukarıda asıllarım ve tercemelerini zikrettiğimiz nas-ların
şehadetleri ile sabit bir hakikattir.
Birinci kısımda
zikrettiğim Kus İbn Saide ile Zeyd, ümmeti vahide olarak ba's olunacaklardır.
Tübba ve emsali hakkında ilmin vereceği hüküm de bunlardan devri Islâmı idrak
edip de müslüman olanlardan başka idrak edememiş bulunanların ehli din ve sahibi
iman olduklarıdır.
Şu hadıs-i şerif de,
fetret devrinde yaşayan dört sınıf insanın ahirette imtihana tabi tutulacaklarını,
imtihanı kazananın cennete kazanamayanın da cehenneme gideceğini ifade etmektedir:
“Dört sınıf insan
vardır ki bunlar kıyamet gününde kendilerinin cehenneme gitmeye müstehak
olmadıklarını iddia ederler.
1- Hiçbir
şey İşitmeyen sağır.
2- Ahmak ve
aklı kıt olan kimse.
3- Bunak.
Fetret devrinde
ölenler. Sağır: Ya Rabbİ gerçi ben devri İslâmı idrak ettim, fakat müslü-manlık
nedir, ne gibi ahkâmı ihtiva eder? Benim için işitip öğrenmek mümkün
olmamıştır. der. Ahmak ve bön kimse de: Ya Rabbi, müslümanlık geldiğinde aklım
kıt idi. Çocuklar beni deve kığına tutarlardı, der. Bunak ihtiyar da: Ya Rabbİ,
gerçi ben müslümanlık devrini idrak ettim. Fakat benim için onun ahkâmlı
aliyesini idrak ve ihata etmek mümkün değil idi. Fetret zamanında vefat eden
kimse de: Ya Rabbi benim yaşadığım sırada müslümanlığı bana talim edecek bir
peygamber gelmemiştir kî onun ahkâmını öğrenip ona muti ve münkad olayım, der.
[312]
Hafız Suyutî
(r.h.a)'de “Meslekü'I-Hunefa fi valideyi'l-Mustafa sallallahü aleyhi ve sellem”
isimli eserinde Peygamber (s.a.v.)'in anne ve babasının küfür üzere ölmediklerine
ve cennetlik olduklanna dair pek çok ayet ve hadis olduğunu belirtip daha sonra
bunlardan bazıları şöyle sıralamıştır:
1- Ben kendi
sulbünden geldiğim şu sülaleye kadar Adem oğullarının en hayırlı sülalesinden
nesilden nesile intikal ederek gönderildim.
[313] Her
ne kadar Hz. Peygamberin dedeleri arasında Hz. İbrahim'in babası Azer gibi bir
putperest varsa da onun putperestliği Hz. Peygamber'in nuru He. İbrahim'in
annesine intikal ettikten sonra başlamıştır.
2- Allah,
İbrahim oğullarından İsmail'i seçti;
İsmail oğullarından, Kinane
oğullarını seçti, Kinane oğullarından Kureyş'i seçti. Kureyş'ten Haşini
oğullarını seçti. Haşim oğullarından da beni seçti.
[314]
3- Müslim'in rivayet ettiği “Benim babam da senin baban da cehennemdedir”.
[315]
mealindeki hadis-i şerife gelince, bu hadisi Hammad b. Seleme, Sabit'ten
rivayet etmiştir. Ancak bunu Ma'mer b. Raşid de Sabit'ten rivayet etmiştir.
Ma'mer'in rivayetinde “Benim babam da senin baban da cehennemdedir” cümlesi
yoktur. Bu cümlenin yerinde “Eğer bir kâfirin mezarına uğrayacak olursan onu
cehennemle müjdele” ibaresi bulunmaktadır.
Hadis âlimlerince
Hammad, zabt yönünden pek çok tenkid edilmiş olmasına rağmen, Ma'mer hiç bir
tenkide uğramamış ve rivayet ettiği hadisler Bu-hârî ve Müslim tarafından
tasvib edilmiştir. Binaenaleyh Hammad'ın rivayetinin Ma'mer'in rivayeti
karşısında hiçbir önemi yoktur. Nitekim bu hadisi Bezzar ile Taberanî ve
Beyhakî de Ma'mer'den rivayet etmişlerdir. Ayrıca İbn Mace de bu hadisi
Ma'mer'in lafızlarının aynı olan şu manâdaki lafızlarla rivayet etmiştir:
“Bir a'rabi Peygamber
(s.a)'e gelerek:
“Ey Allah'ın resulü!
Babam gerçekten yakınlarıyla gerektiği gibi ilgilenirdi. Şöyle idi, böyle idi
(diyerek babasını övdü ve:) babam nerededir?” diye sordu, Efendimiz:
“Ateştedir”
buyurdu. Abdullah (r.a) demiştir ki: Bana öyle geliyor ki; adam bu cevaptan
dolayı içlenerek:
“Ey Allah'ın resulü!
Senin baban nerededir?” diye sordu. Resûlullah (s.a.v.):
“Sen nerede bir müşrikin kabrine uğrarsan onu ateşle
müjdele” buyurdu.
Abdullah (r.a)
demiştir ki:
“Bu a'rabi, bilahare
müslüman oldu ve dedi ki: Rasûlullah (s.a.v.) bana cidden yorucu bir görev
yükledi. Ben yanından geçip de onu cehennemle müjdelemediğim hiç bir kafirin
kabri yoktur.”
[316]
Açıklama:
Bu da gösteriyor ki,
Hammad'ın rivâyetindeki “Benîm babam da senin baban da cehennemdedir” cümlesi
hadisin aslında yoktur. Bu cümleyi Hammad b. Seleme, Sabit'ten o da Enes b.
Malik'ten rivayet etmiştir. Bu rivayeti de Müslim Sahih'ine almıştır. Halbuki
hadisi Ma'mer b. Reşid de Sabit'ten rivayet etmiştir ve Hammad b. Seleme'ye
muhalefet ederek bu cümleyi zikretmemiştir. Neticede kesinlikle şunu öğrenmiş
oluyoruz ki “Hammad rivayetinde, ravi kendi fehm ve idrakine göre hadisi manâ
cihetiyle naklederken hadiste tasarruf etmiştir.”[317]
Söz konusu görüşler
içinde yaygın kabul gören onların dinî cehalet içinde yaşayan fetret ehlinden
oldukları ile fetret ehli haniflerinden olduklarını kabul eden görüşlerdir.
146- Ebu
Hureyrc (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Yüce Allah'ın, Resulullah'a hitaben “Kavminden) en
yakın olan akrabalarını uyar”
[319]
ayeti inince, Resulullah (s.a.v.) Kureyş'i çağırdı. Onlar da bir yerde
toplandılar. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) bazen genel ve bazen de isim
vermek suretiyle özel hitap ederek:
“Ey Ka'b b, Lüey oğulları! Kendinizi cehennemden
kurtarın. Ey Mürre b. Ka'b oğulları! İslam'ı kabul edip İmana gelmeniz
suretiyle kendinizi cehennemden kurtarın. Ey Abdu Şems oğulları! İslam'ı kabul
edip İmana gelmeniz suretiyle kendinizi cehennemden kurtarın. Ey Abdu Menâf
oğullan! İslam'ı kabul ediplmana gelmeniz suretiyle) kendinizi cehennemden
kurtarın. Ey Hâşim oğulları! İslam'ı kabul edip imana gelmeniz suretiyle
kendinizi cehennemden kurtarın. Ey Abdu'l-Muttalib oğulları! (İslam'ı kabul
edip imana gelmeniz suretiyle) kendinizi cehennemden kurtarın. Ey kızım
Fâtıma! Kendini cehennemden kurtar. Çünkü ben iman etmediğiniz müddetçe sizin
için Allah'tan hiçbir şeye malik değilim. Bununla birlikte sizinle bir
akrabalık bağım var. Sıla-i rahmi, (yine bu) akrabalık bağıyla
sulayacağım/devam ettireceğim”
buyurdu.[320]
Açıklama:
Yüce Allah, Resulullah
(s.a.v.)'e yakın akrabalarını uyarmasını emrettiği zaman Peygamber (s.a.v.)
Kureyşin oymaklarını davet etti. Bunlar içerisinde nesebi Resulullah (s.a.v.)
ile babasında birleşenler olduğu gibi üçüncü babada, dördüncü babada, beşinci
babada, yedinci babada, hatta bunlardan daha uzak babalarda birleşen akrabası
da vardı. Ancak hepsi de Kureyş kabilesine mensup olmakla bu kabile onları bir
araya topluyordu.
Resulullah (s.a.v.)'in
hadiste akrabalarına birer birer kabile ve şahıs isimleriyle hitap etmesi, en
yakın akrabası olduklarındandır.
“Kendinizi cehennemden kurtarın” ifadesinden maksat; imanı nlmayanların iman etmesi ve
imanı olanların da onu kuvvetlen di rmesidir.
Ebu Hureyre Medine'de
müslüman olmuş ve bu hadiste geçen olay ise Mekke'de geçtiğine göre Ebu
Hureyre'nin rivayet ettiği bu hadisin durumu ne olacak gibi bir soru akla gelebilir.
Hadis terminolojisinde buna, “Sahabenin Mürseli” ismi verilmektedir.
Mürsel: Hadis terimi
olarak; sahabiden hadis rivayet etmiş bulunan tabiinin isnadında sahabiyi
atlayıp doğrudan doğruya Hz. Peygamber (s.a.v.)'den rivayet ettiği hadislere
denir. Sahabeyle görüşüp onlardan ilim öğrenen tabiiler, hadis rivayet eden
ikinci nesildir.
Sahabi Mürseli ise bir
sahabînin bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.)'den işiterek değil ondan işiten başka
bir sahabîden duyarak öğrenip Hz. Peygamber (s.a.v.)'den kendisi işitmişcesine
rivayet ettiği hadise de mürsel diyenler olmuştur. Fakat hadisi aslında işitmiş
olduğu sahabiyi İsnadında zikretmeden doğrudan doğruya Hz. Peygamber'den
rivayet eden sahabînin bu rivayet şekline mürsel denilince ilk akla gelen
tâbi'înin sahabiyi atlayarak Allah Resulünden rivayet ettiği hadisten ayrı
mütalaa etmek gerekir. Bu farkı belirtmek üzere, sahabînin sahabîden Hz.
Peygamber'e isnad ederek rivayet ettiği hadise şahabı mürsel denilmiştir.
[321]
Bilindiği gibi, Hz.
Peygamber Mekke'de peygamberliğini açıkladığı zaman kendisine çok az kimse iman
etmişti. Peygamberliğin Mekke devrinde müslüman olanların sayısında önemli bir
artış olmamıştı. Medine'ye hicretleri sonra sayılan hızla artan müslümanlar,
bir taraftan inen Kur'ân-ı Kerim ayetlerini öğrenirlerken, bir taraftan da Hz.
Peygamber'în hadislerini ve onunla ilgili olayları öğrenmeye başladılar.
Haliyle hicretten önceki olayları ve Medine'de konulan hükümlerin uygulanış
şekillerini gösteren hadisler bütün sahabîlerin Hz. Peygamber'den görüş
işiterek rivayet etmelerine imkan yoktu. Halbuki sahabîlerin hemen hepsi Hz.
Peygamber'den bizzat işitmediği veya kendisinin hazır bulunmadığı yahutta müslüman
oluşundan önceki zamanlara ait olayları nakleden hadisler rivayet etmişlerdir.
Söz gelişi Ebu Hureyre
hicretin yedinci yılında Hz. Peygamber'! görmüş olmasına rağmen hicretle
ilgili bazı hadisler rivayet etmiştir. Ebu Hureyre'nin bunları bizzat görerek
veya işiterek rivayet etmediği açıktır. Yine Hz. Aişe, örnek vermek için
söyleyelim. ilk vahyin gelişini anlatan meşhur rivayetin sahibidir. Oysa Allah
Resulüne ilk vahy geldiği zaman henüz hayatta bile değildi. Bu itibarla gerek
Ebu Hureyre, gerekse Hz. Aişe her ikisi de hazır olmadıkları, gözleriyle
görmedikleri olayları anlatan hadisler rivayet etmişlerdir. Bizzat
işitmedikleri hadisleri rivayet ettikleri de olmuştur. Ancak bu gibi hadislerin
isnadlarma bakıldığı zaman bunlan Hz. Peygamber'den kendileri görüp İşiterek
rivayet etmiş görünürler. O halde sahabilerin Hz. Peygamber'den öğrendiklerini
aralarında müzakere ederlerken veya başka vesilelerle diğer sahabîlere
nakletmeleri sonunda öğrenilen hadisler, hadis söylendiği veya hadiste
anlatılan olayın geçtiği sırada Hz. Peygamber'in yanında bulunmayan sahabîler
tarafından da rivayet edilmişlerdir. Böyle rivayetlere şahabı mürseli
denilmiştir.
Sahabilerin hepsi cerh
ve ta'dil bakımından adil, yani tam manasıyla adalet sahibi kabul edilirler. Bu
bakımdan mürselleri mevsul sayılır. Bir başka deyişle mürsel hadiste olduğu
gibi, sahabîlerin aslında hadisi öğrenmiş oldukları şahabının ismini anmadan
rivayet ettikleri hadisler, doğrudan doğruya Hz. Peygamber (s.a.v.)'den
rivayet edilmiş kabul edilirler.
1- Hz.
Peygamber (s.a.v.)'den rivayeti olduğu halde bilinen sahabüerin mürselleri.
2- Hz.
Peygamber (s.a.v.)'i gördüğü halde ondan hadis işitmemiş olan sahabüerin
mürselleri.
3-
Muhadramun
denilen ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in peygamberlik devrine yetiştiği halde onu
görme şerefinden öahrum kalanların mürselleri.
Sahabiler, adalet
sahibi kabul edildiklerinden dolayı birbirlerinden rivayetleri, Hz. Peygamber
(s.a.v.)'den rivayet hükmünde mevsul hadistir. Zayıf sayılmazlar.
[322]
Yine Ebu Hureyre ile
Hz. Aişe dışında Enes b. Mâlik, Abdullah İbn Abbâs, Abdullah İbn Ömer gibi bazı
sahabiler de Hz. Peygamber (s.a.v.)'den direkt işitmedikleri hadisleri ondan
işitmiş gibi rivayet etmişlerdir. Örneğin, bir sonraki Abdullah İbn Abbâs'tan
gelen hadis de bu tarzdadır.
147-
Abdullah İbn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Yüce Allah'ın, Resulullah'a hitaben, Kavminden en
yakın olan akrabalarını uyar”
[323]
ayeti inince, Resulullah (s.a.v.) Safa tepesine çıkıp “Baskın var” diye seslendi. Müşrikler, birbirlerine:
“Bu haykıran da kim?”
dediler. Onu görenler:
“Muhammedi”
deyip ne diyeceğini dinlemek için onun yanına toplandılar. Resulullah (s.a.v.),
Kureyş'in diğer mensuplarını da çağırmak için;
“Ey filan oğulları! Ey
filan oğulları! Ey filan oğulları! Ey Abdu Menâf oğulları! Ey Abdu'I-Mutta!
ibrahimoğulları!” diye seslendi. Bunun Üzerine bunlar da onun yanına
toplandılar. Resulullah (s.a.v.):
“Ne dersiniz? Size, şu dağın eteğinde bazı atlıların
çıkıp geleceğini haber versem, beni doğrular mısınız?” buyurdu. Onlar da:
“Biz senin hiçbir
zaman yalan söylediğini görmedik” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“O halde ben, size şiddetli bir azabın önünde (o azabı
bildiren) bir uyarıcıyım” buyurdu.
Bunun üzerine amcası Ebu Leheb:
“Yazıklar olsun sana!
Bizi, sırf bunun için mi (buraya) topladın?” dedi
Sonra da kalkıp gitti.
Bunun üzerine “Ebu Leheb'in elleri kurusun. Kurudu da
[324]
(şeklindeki Tebbet) Suresi indi.”
[325]
Ebu Leheb'in asıl adı,
Abduluzza b. Abdulmuttalib'tir. Yani Hz. Peygamber (s.a.v.)'in amcasıdır.
Bazıİarı ona, “Ebu
Leheb” künyesinin verilmesinin nedeni olarak “Leheb” adında bir oğlu olduğu
içindir demişlerdir. Bazıları da yanaklarının pek kırmızı olduğu için ve
bazılarına göre de yüzü pek güzel olup alev gibi parladığı için ona “Ebu Leheb”
yan, Alevin babası denildiğini söylemişlerdir. Ona bu künyenin verilmesi
akıbeti açısından da uygun düşmüştür. Çünkü ebedi olarak cehennemin alevli
ateşinde azab görecektir.
Ebu Leheb, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in en büyük düşmanlarından biridir. Bu düşmanlığı ölünceye
kadar devam etmiştir. Hatta Resulullah (s.a.v.)'e:
“Yazıklar olsun sana!
Bizi, sırf bunun için mi (buraya) topladın?” demesi de, bu eziyetler
türündendir.
Ayette “Ebu Leheb'in elleri kurusun. Kurudu da....”
ifadesinden maksat; helak olmasıdır. Söz konusu ayette de görüldüğü üzere bu
ifade iki defa tekrarlanmıştır. Birincisi, Ebu Leheb'in helaki için beddua
tarzında ve ikincisi ise hakikaten helak olduğunu haber verme
şeklindedir.Ayeti kerime de mecaz- mürsel kabilinden “El” zikredilmiş, bununla
bütün vücudun helaki kastedilmiştir.
148- Abbâs
İbnu'l-Muttalib (r.a)'tan rivayet edilmiştir: (Resulullah'a:)
“Ey Allah'ın resulü!
Ebu Tâlib'e (cehennemdeki hali hususunda) herhangi bir şeyle faydan dokundu
mu? Çünkü o, (müşriklere karşı her zaman) seni koruyup savunur ve senin namına
(onlara) kızardı” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Evet, (oldu). O, cehennemin (topuğa kadar ayakları
Örten) sığ bir yerindedir. Eğer ben olmasaydım, cehennemin en derin yerinde
olurdu!” buyurdu.
[326]
Açıklama:
Bu hadis, Resulullah (s.a.v.)'in,
amcası Ebu Talib'e şefaatta bulunduğuna ve bu şefaatla onun cehennemdeki
azabının hafifletildigi belirtilmektedir.
Ebu Talib'in iman edip
etmediği meselesi alimler arasında ihtilaflıdır.
1- İmanlı
olduğunu ileri sürenler; İbn İshak'ın, Abdullah İbn Abbâs'tan rivayet ettiği
bir hadisi delil getirmişlerdir. Bu hadise göre Ebu Talib'in vefatı yaklaştığı
zaman Resulullah (s.a.v.) ona “Lâ ilahe illallah” demesini telkinde bulunmuş,
ilk önce o bundan kaçınmış, fakat orada bulunan Abbâs Ebu Talib'in dudaklarının
kıpırdadığını görerek ne söylediğini dinlemiş ve Peygamber (s.a.v.)'e dönüp:
“Ey kardeşimin oğlu!
Vallahi, kardeşim Ebu Talib senin emrettiğin kelimeyi söyledi” demiştir.
Hadis alimleri bu
hadis için senedinde ismi zikredilmeyen bir ravi vardır. Hadis sahih bile olsa
konumuzla ilgili hadislere ters düşmektedir. Çünkü bu hadisler, ondan daha
sahihtir' diyerek Abdullah İbn Abbâs hadisini çürütmüşlerdir.
2- Bazı
alimlerde Ebu Talib'in kafir olarak öldüğünü belirtmişlerdir.
3- Bir kısım
alim ise Ebu Talib'in kafir olup olmadığı hususunda söz söyleyemeyi fazlalık
görerek ve bu konuda konuşmayı Hz. Peygamber (s.a.v.)'i gücendirebileceğinden
yola çıkarak Resulullah (s.a.v.)'in hem anne-babası ve hem de ecdadı hakkında
susmayı ihtiyata daha uygun görmüşlerdir. Ebu Talib'le ilgili açıklama için 25
nolu hadise bakabilirsiniz.
149- Nu'mân
İbnu'l-Beşîr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Doğrusu
cehennemliklerin en hafif azab görecek olanı, (ayağında) ateşten iki ayakkabı
ile iki ayakkabı bağı bulunan kimsedir. Onun beyni, bunlardan tencere kaynar
gibi kaynar. Kendisi cehennemliklerin azab yönünden en hafif olanı olduğu
halde, hiç kimseyi kendisinden daha fazla azaba duçar olduğunu görmez.”
[327]
Açıklama:
Cehennem'de görülecek
azabın miktar, şiddet ve şekillerini ancak Allah ve Rasûlü'nün bizlere
bildirmesiyle ve bildirdikleri kadarıyla bilmekteyiz. Kur'an-ı Kerîm'de
belirtildiğine göre;
a- Cehennem
kâfirleri çepeçevre kuşatır:
“Cehennem inkâr edenleri şüphesiz çepeçevre
kuşataçaktır.”
[328]
b- Cehennem
ateşi sönmez:
“Biz sapık kimseleri kıyamet günü yüzü koyun, körler,
dilsizler ve sağırlar olarak hasrederiz. Varacakları yer Cehennemdir. Onun
ateşi ne zaman sönmeye yüz tutsa hemen alevini artırırz..”
[329]
c- Cehennem
dolmak bilmez:
“O, gün Cehennem'e: “Doldun mu?” deriz. O: “Daha var
mı?” der.”
[330]
d- Kaynarken
çıkardığı ses:
“Rablerini inkâr eden kimseler için Cehennem azabı
vardır. Ne kötü bir dönüştür. Oraya atıldıkları zaman onun kaynarken çıkardığı
uğultuyu işitirler. Nerede ise öfkesinden çatlayacak gibi olur. içine her bir
topluluğun atılmasında bekçileri onlara: “Size bîr uyarıcı gelmemiş miydi”
diye sorarlar. Onlar evet, doğrusu bize bîr uyarırı geldi; fakat biz
yalanladık ve Allah hiç bir şey indirmemiştir, siz büyük bir sapıklık
içerisindesiniz, demiştik” derler.”
[331]
e- “Ateş onların yüzlerini yalar, dişleri
sırıtıp kalır.”
[332]
f- “Boyunlarında halkalar ve zincirler olarak
kaynar suya sürülür, sonra ateşte yakılırlar.”
[333]
g- “İnkâr edenlere ateşten elbiseler
kesilmiştir. Başlarına kaynar su dökülür de bununla karınlarındakiler ve derileri eritilir. Demir topuzlar da onlar
içindir. Orada uğradıkları gamdan ne zaman çıkmak isteseler, her defasında
oraya geri çevrilirler. Ve kendilerine:
Yakıcı azabı tadın”denir.”
[334]
h- “Derileri yandıkça azabı tatmaları için yeniden başka
derilerle değiştirilir.”
[335]
i- “Ölümü isterler fakat azabları devamlıdır,
ölmezler.”
[336]
Ayrıca cehennemdeki
cezalar, işlenen suçlar cinsinden olacaktır. Dilleriyle suç işleyenlerin
cezaları dillerine; elleriyle günah işleyenlerin cezaları ellerine us. tatbik
edilecektir.
Bu hadiste,
cehennemliklerin azab itibariyle en hafif ceza göreninin; ayağında ateşten iki
ayakkabı ile iki ayakkabı bağı bulunan kimse olduğu belirtilmektedir. En hafifi
böyleyse gerisini iyi düşünmek gerekmektedir.
Cehennemde cezası en
hafif olanlar, günahkar müminlerdir. Bunlar, cezalarını çektikten sonra cennete
gireceklerdir.
İnsanın eğitimi ve iyi
davranışlara yönlendirilmesi açısından Cennet ve Cehennem inancının dünya
hayatına etkileri açıktır. Kişi, gizli ve açık yaptığı her şeyin karşılığını,
bulacağını ve Cehennem'deki cezanın dehşetini hatırladığında, elbette hareketlerine
çeki düzen verme ihtiyacını duyacaktır.
150- Âişe
(r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “(Resulullah'a:)
“Ey Allah'ın resulü!
İbn Cüd'ân cahiliyet döneminde akrabasına iyi davranır ve yoksulu doyururdu.
Acaba bu (yaptıkları) ona bir fayda sağlar mı?” diye sordum. Oda:
“Hayır, fayda sağlamaz. Çünkü o hiçbir zaman: 'Rabbim!
Kıyamet gününde benim günahlarımı bağışla!' demedi” buyurdu.[337]
Açıklama:
İbn Cüd'an,
misafirperver bir adam olup Kureyş'in ileri gelenlerindendi. önceleri ahlaksız
birisi olup işlediği cinayetlerin bedelini kabilesi ödermiş. Zamanla istenmeyen
adam haline gelince intihar etmeyi düşünerek dağ yollarından birinde dolaşırken
bir mağara görür, mağaraya girdiğinde içerisinde heykelden bîr yılan görür, ilk
önce onu gerçek yılan olduğunu sanır, sonradan onun yapma bir yalan olduğunu
anlayarak başını koparır, sonra mağaranın içerisindeki bir odaya girip içeride
Cürhürn kabilesinin eski krallarına ait cesetler bulur, odanın ortasında ise
altın, yakut, inci ve zebercetten oluşan bir yığın görür, bunlardan
alabildiğini alıp babasına gönderir, bunun üzerine babası ve kabilesi onu
bağışlar. Derken bulduğu defineden kavmine yardımlarda bulunmuş, sonra da
kavminin kralı olmuş. Fakiri gözetir ve gelen misafirleri en iyi bir şekilde
ağırlamış.
Hz. Aişe'nin,
Resulullah (s.a.v.)'e İbn Cüd'an'ın durumunu sorması/kendisinin onun kabilesinden
olmasından dolayıdır.
Hadis, kafir olarak
ölen bir kimsenin; sıla-i rahim yapmak, fakirleri doyurmak, misafirlere
ikramda bulunmak gibi hayrlı işlerin ahirette kendisine bir fayda vermeyeceğini
bildir-mekedir. "Çünkü o hiçbir zaman: 'Rabbim! Kıyamet gününde benim
günahlarımı bağışla!' demedi" sözünün manası da budur. Yani bu adam,
Mekkelî müşriklerin de inanmadığı gibi, kıyamet gününe inanmamıştır. Kıyamete
İman etmeyen bir kimse ise dünyada yaptığı iyiliklerin hiçbir faydası yoktur.
Kadı İyâz der ki:
“Kafirlerin
amellerinin fayda vermeyeceğine, bunlardan dolayı sevab görmeyeceklerine,
azablan da hafifletilmeyeceğine İcma-ı ümmet oluşmuştur. Fakat suçlarına göre
kafirlerin azablan birbirinden şiddetli olacaktır.”
Resulullah (s.a.v.)'in,
şefaati sayesinde Ebu Talib'in azabının hafifletilrnesine gelince, Kadı İyâz bu
konuyla ilgili olarak ise şöyle der:
“Bu hafifletme; Ebu
Talib'in, Resulullah (s.a.v.)'i koruduğu ve ona yardım ettiği için mükafat
olarak değil, Peygamber (s.a.v.)'in hatırı içindir. Çünkü kafirlere azabın
hafifletilmesi yoktur. Sadece onların birbirlerine nispetle bazılarının
hafiftir.”
[338]
151- Amr
İbnu'1-Âs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“O, Resuluilah (s.a.v.)'i
gizli bir şekilde değil de açıkça bir biçimde şöyle buyurduğunu işitmiştir:
“Dikkat edin ki! Ebu filan ailesi, benim dostlarım
değildir. Benim dostlarım ancak Allah ile müminlerin salihleridir.”
[339]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)'in
“Ebu filan ailesi” ifadesiyle kimi
kastettiğini belirtmemiştir. Bunu; ya kendi nefsi hakkında, ya sahabilerine ait
bir fitne yada bozgunculuk ifade edeceği için açıklamamıştır.
Kadı îyâz, bununla,
Hakem b. Ebi'l-As'in kastedildiğini belirtir.
Hadiste anlatılmak
istenilen husus; Hz. Peygamber (s.a.v.)'in velîsi/dostu sadece Allah ve salih
müminler olduğudur. Yani salim müminler, akrabam olmasa bile onlar benim için
dostturlar. Salih mümin olmayanlar ise akrabam bile olsalar oniar benim için
dost olamazlar demektir.
152- Sehl b.
Sa'd (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Ümmetimden yetmiş bin kişi yada (ravi şüphe ederek)
yedi yüz bin kişi kesinlikle cennete girecektir. Bunlar, birbirlerine
tutanacak, bazısı bazısının elinden tutacak, sondakileri girmedikçe öndekiler
de girmeyecek. (Cennete girerken) yüzleri dolunay gecesindeki ay suretinde
olacaktır.”
[340]
Açıklama:
Bu hadis; Yüce
Allah'ın, Hz. Peygamber (s.a.v.) ile ümmetine son derece ikram ve ihsanda
bulunduğunu göstermektedir.
Hesaba çekilmeden cennete
girecek olan kimselerin, Allah'a tevekkülleri tamdır. İslam dışı inançlara
inanmazlar. Allah'a karşı tam bir teslimiyetleri vardır. Takva ve ihlas
sahibidirler.
İşte bu tür vasıflara
ve niteliklere sahip olan baz: müminler, Allah'ın bir lütfr ihsanı olarak
hesaba çekilmeksizin Cennete gireceklerdir.
153-
Abdullah İbn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadır:
“Bana (bütün) ümmetler gösterildi: Beraberinde küçük
bir topluluk olan peygamber gördüm, yanında bir-iki kişi olan peygamber gördüm,
(yine) beraberinde hiç kimse olmayan peygamber de gördüm. Derken bana büyük
bir karaltı/kalabalık gösterildi. Bunları, benim ümmetim zannettim” Bana:
“Bunlar, Musa (a.s)
ile onun kavmidir” denildi. Fakat bana:
“Ufka bak!” denildi.
“Baktım. Bir de ne
göreyim, büyük bir karaltı/kalabalık.” Bana:
“Diğer ufka bak”
denildi.
“Bir de baktım ki,
büyük bir karaltı/kalabalık”. Bunun üzerine bana:
“İşte bu, senin
ümmetin. Onlarla birlikte cennete hesabsız ve azabsız bîr şekilde yetmiş bin
kişi girecek” denildi.
Daha sonra Resulullah
(s.a.v.) kalkıp evine girdi. Bunun üzerine (oradaki) topluluk bu hesabsız ve
azabsız bir şekilde cennete gireceklerin kimler olduğu) hakkında söze
daldılar. Bazılar:
“Herhalde bunlar,
Resulullah (s.a.v.)'le sohbette bulunan kimselerdir” dediler. Bazıları da:
“Herhalde bunlar,
İslam geldikten sonra doğup da Allah'a şirk koşmayan kimselerdir” dediler. Ve buna
benzer başka şeyler zikrettiler.
Derken Resulullah (s.a.v.) onların yanına çıkagelip:
“Konuştuğunuz şeyler neydi?” buyurdu. Sahabiler, (ne) konuştuklarını ona anlattılar.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Onlar; rukye yapmayanlar ve yaptırmayanlar, herhangi
bir şeyi uğursuzluğa yormayanlar ve Rablerine güvenip dayananlardır” buyurdu.
Bunun üzerine Ukkâşe
b. Mıhsan ayağa kalkıp:
“Allah'a dua et de
beni de onlardan eylesin” dedi. Peygamber (s.a.v.):
“Sen onlardansın” buyurdu.
Bunun üzerine bir adam
da ayağa kalkıp:
“Ey Allah'ın nebisi!
Allah'a dua et de beni de onlardan eylesin” dedi Peygamber (s.a.v.):
“Ukkâşe bu konuda seni geçti” buyurdu.[341]
Açıklama:
Rukye: Dua, efsun,
muska; sihirbaz ve üfürükçülerin okudukları şeyler anlamına gelmektedir.
İbn Hacer el-Askalânî
(ö. 852/1447), alimlerin şu üç şartın bulunmasıyla rukyenin caiz olacağı üzerinde
görüş birliği içerisinde olduklannı bildirmektedir:
a- Allah
Teala'nın kelamıyla (âyetlerle), isimleri veya sıfatlarıyla olması;
b- Arap
diliyle veya başka bir dille anlaşılır olacak şekilde yapılması;
c-
Yapılan
rukyenin bizzat faydasının dokunduğuna değil, umulan faydanın Allah Teâlâ
tarafından gönderildiğine inanılması.
[342]
Rukye; mubah, haram ve
şirk olmak üzere üç çeşittir.
Kur'ân-ı Kerim'den
ayetlerle Allah Teâlâ'nın isim ve sıfatlarıyla, Oüslüm ve anlamı anlaşılır bir
dille yapıldığı takdirde mubahtır. Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilen bir
hadis-i şerifte şöyle denilmektedir:
“Rasûlüllah (s.a.s)
son hastalığında muavvizeteyni okuyup kendisine üflüyordu. Hastalığı
ağırlaştığı zaman onları okuyarak üzerine üflüyor ve onların bereketi için
elini meshediyordum.”
[343]
Yine Hz. Aîşe (r.anhâ)
Rasûlüllah (s.a.v.)'ın hastalığından bahsederken şunları söylemektedir:
“Rasûlüllah (s.a.s)
yatağa düştüğü zaman, İhlas süresi ve Mu'avvizeteyn'in tamamını okuyarak
avucuna üfledi ve sonra elleriyle yüzünü ve vücudunun elinin yetiştiği her
tarafını meshetti”
[344]
Yine akrep sokmasına
karşı Fatiha suresi ile rukye yapıldığına dair hadis varid olmuştur.
[345] Ve
yine Rasûlüllah (s.a.s)'ın hastalanan bazı kimselere, Muavuizeteyn okuyup,
onları sağ eliyle meshettiği ve peşinden de şöyle söylediği rivayet
edilmektedir:
“Ey insanların Rabbi
olan Allah'ım hastalığı gider; buna şifa ver. Şifa veren yalnız sensin. Senin
şifandan başka şifa yoktur. Hastalık bırakmayan şifa ver.”
[346]
Bu anlamda rivayet
edilen hadisler çoktur, Bazı alimler Rasûlüllah (s.a.v.)'in;
“Göz değmesi ve hummanın dışında rukye yoktur”
[347]
hadisine dayanarak, göz değmesi, yılan ve akrep sokması dışında rukyenin caiz
olmadığı kanatine varmışlardır. Ancak diğer bazı alimler de bu hadisin, rukyenin
en fazla faydalı olacağı anlamına sarfedildiğini, “Zülfikardan başka kılıç yoktur” sözüne kıyas yaparak
cevaplandırmışlardır. Çünkü diğer hadislerde görüldüğü gibi, Rasûlüllah (s.a.v.)
başka şeyler için de rukyeye cevaz vermiştir.
Anlaşılmaz sözler,
anlamsız kesik harfler, bilinmeyen isimler, bilenlerin Arapçadan başka bir
dille rukye yapması, demir, tuz kullanarak veya ip bağlayarak rukye yapılması
haram kılınmıştır. Fayda verdiği tecrübe edilmiş uygulamalar bunun dışındadır.
Şabİr (r.a)'dan şöyle rivayet edilmektedir:
“Rasûlüllah (s.a.s)
rukye yapılmasını yasakladı. Amr İbn Hazm'ın çocukları gelip şöyle dediler:
“Ya Resûlullah! Biz
bir tür rukye yapardık ve onunla akrep sokmalarına karşı korunurduk.”
Resûlullah;
“Ona dönün onda bir kötülük görmüyorum. Sizden her
kim kardeşine fayda vermeye güç yetirirse ona faydalı olsun”
[348]
demişti.
İzz b. Abdüsselam’dan
anlamı bilinmeyen harflerle yapılan rukye sorulduğu zaman, küfrü gerektirecek
anlamlar içerip içermediğinin bilinmemesinden dolayı buna cevaz vermemiştir.
Allah Teâlâ'dan
başkasına dua ederek, sığınarak veya yardım dilenerek yapılan rukye, şirktir.
Meleklerin, peygamberlerin, cinlerin ve benzeri varlıkların isimleriyle rukye
yapmak gibi... Bunların tamamı Allah Teâlâ'ya şirk koşmaktır. Nitekim
Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Efsun, nazarlık boncuklar, ve muhabbet için yapılan
muhabbet muskaları şirktir.
[349]Yine; "içinde
şirk bulunmayan şeyle rukye yapmakta bir kötülük yoktur”
[350] buyurmaktadır.
Açıklama:
İbn Hacer bu konuyu
şöyle açıklamaktadır:
Bazı rukyelerde şirk
bulunmaktadır. Çünkü onu yapanlar kendilerine dokunan zararı defetmek ve lavda
elde etmeyi Allah'tan başka kimselerden İstemektedirler”.
[351]
müslüman, tamamıyla
Allah Teâlâ'ya tevekkül etmekten başka şeylerden fayda dilemez. Nitekim
Rasülüllah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır:
“Ümmetimden yetmiş bin kişi hesapsız olarak Cennete
girecektir. Onlar, efsun yapmayanlar, teşe'um etmeyenler, vücudlannı
dağlamayanlar ve ancak Rablerİne tevekkül edenlerdir.”
[352]
Kendiliğinden,
istenmediği halde müslüman kardeşine rukye yapması bunun dışındadır. Bu
Rasülüllah (s.a.s)'in şu hadisine göre müstehaptır:
“içinizden her kim kardeşine yardım etmeye güç
yetiriyorsa bunu yapsın.”
[353]
“Hesabsız ve azabsız bir şekilde” ifadesinden maksat; Peygamber (s.a.v.)'in ümmetidir.
Yalnız cümlenin takdiri hususunda iki olasılık var:
1- Bu yetmiş
bin kişi, ufukta gösterilenlerden başkadır.
2- Yetmiş
bin kişi ona gösterilenler cümlesindendir. Buhârî'nin konuyla ilgili rivayeti,
bunu desteklemektedir.)
154-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.) bize:
“Cennetliklerin dörtte biri olmaktan hoşnut olmaz
mısınız?” buyurdu. Bunun üzerine “Allahu
Ekber” diye tekbir getirdik. Sonra:
“Cennetliklerin üçte bîri olmaktan hoşnut olmaz
mısınız?” buyurdu, Bunun üzerine
(yine) “Allahu Ekber” diye tekbir getirdik. Sonra;
“Ben, sizin cennetliklerin yarısı olmanızı umarım.
Bunu size şöyle bildireyim; müslümanlar (sayı bakımından), kafirlere oranla
siyah bir öküzün üzerindeki beyaz kıl yada beyaz bir öküzün üzerindeki siyah
bir kıl gibidir” buyrudu.
[354]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.),
cennetlik olan ümmetinin cennetliklerin kaçta kaçı olacağını belirtirken bunu
soru şeklinde sahabilerine sorması, müjdeyi pekiştirmek içindir.
Bu ümmetin, siyah bir
öküzün üzerindeki beyaz bir kıla veya beyaz bir öküzün üzerindeki siyah bir
kıla benzetilmesi, müslümanların sayı bakımından kafirler içerisinde ve onlara
nazaran azınlıkta kalmasını belirtmek içindir.
155- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Yüce Allah:
“Ey Adem!”.buyurdu. Adem'de:
“Emret Allahım! Senin sayende mutluluğu elde ederim.
İyilik, Senin elindedir” der, Allah:
“Cehennemlikleri seçip çıkar” buyurdu. O da:
“Cehennemliklerin sayısı ne kadardır?” dedi. Allah:
“Her bin kişiden, dokuz yüz doksan dokuz!” buyurdu.
“İşte bu (kıyamet) öyle bir zamandır ki; çocuk,
ihtiyarlar/saçı ağarır ve her hamile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları hep
sarhoş görürsün, halbuki sarhoş değillerdir. Fakat Allah'ın azabı çok
şiddetlidir.”
[355]
Açıklama:
Bu açıklama,
sahabilere ağır geldi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü! Geriye kalan) bu kişi
hangimizdir?” diye sordular.
Resulullah (s.a.v.):
“Sevinin ki, Ye'cüc ile Me'cüc'ten bin ve sizden bir
kişi!” buyurdu. Daha sonra Resulullah
(s.a.v.):
“Nefsimi elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki,
cennetliklerin dörtte biri olmanızı çok arzu ediyorum” buyurdu. Bunun üzerine Allah'a hamd edip “Allahu
Ekber” diye tekbir getirdik. Sonra:
“Nefsimi elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki,
cennetliklerin üçte biri olmanızı çok arzu ediyorum” buyurdu. Bunun üzerine Allah'a hamd edip “Allahu
Ekber” diye tekbir getirdik. Sonra:
“Nefsimi elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki,
cennetliklerin yarısı olmanızı çok arzu ediyorum. Çünkü ümmetler İçerisinde
sizin misaliniz; (sayı bakımından) siyah bir öküzün üzerindeki beyaz kıl yada
eşeğin ön ayağındaki bere gibidir”
buyurdu.
[356]
Açıklama:
Yüce Allah'ın kıyamet
gününde Hz. Adem'e “Cehennemlikleri seçip çıkar” sözünden maksat; cehenneme
gidecek olanları başkalarından ayırmasını emredecek demektir. Bu işin, Hz. Adem
(a.s)'a verilmesi; ya bütün insanların atası yada cehenneme gidecek kimseleri
bildiğindendir.
Ayrıca burada-Ye'cüc
ile Me'cüc'ün, sayı bakımından müslümanların bin katı olduğuna dikkat
çekilmektedir.
Hayız, Fıkıh
literatüründe; ergenlik çağına giren sağlıklı kadının rahminden düzenli
aralıklarla akanı ifade eder. Kadınlarda ergenlikten menopoza kadar görülen bu
fizyolojik olaya da; hayız hali (=regl/mensturasyon), adet görme, adet
kanaması, ay başı hali gibi isimler verilir.
Hayız hali; kadında
döl yatağının (=rahmin) iç yüzünü kaplayan zarın, yumurtanın döllenmeyip ölmesi
ve hormon salgısının kesilmesi üzerine parçalanarak kanla birlikte dışan
atılmasından ibarettir.
Hayız kanının
kesilmesiyle kadının temizlik dönemi başlar. iki hayız kanı arasındaki süreye,
temizlik süresi denilir.
Fıkıh bilginlerinin
çoğunluğuna göre; kadınlar, 9 yaşlarından itibaren adet görmeye başlayıp
yaklaşık 50-55 yaşlarına geldiklerinde adetten kesilirler. Bu rakamlar, fıkıh
bilginlerinin tecrübe birikimlerine göre verilmiş süreler olup bu konuda fiilî
adet görmenin başlaması ve sona ermesi, esastır. Bugünkü tıbbı bilgiler, adet
kanamasının 11-13 yaşlarında başlayıp 45-50 yaşlarında sona erdiğini, adet
süresinin de 3-6 gün civarında olduğunu ifade etmektedir. Bu rakam, Hanefi
mezhebine göre adetin en az süresi 3, en uzun süresi ise 10 gündür. iki adet
arasında kalan en az temizlik süresi de 15 gündür. Yalnız fizikî bünye, psikolojik
durum ve çevre şartlarına bağlı olarak kadınların adet çağı ve süresi,
farklılık gösterebilmektedir.
222- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Biz hanımlarından birisi hayız/ay hali olduğu zaman,
Resulullah (s.a.v.) ona hayzının şiddetli zamanında (diz kapağı ile göbeği
arasını örtecek bir peştamal/önlük giymesini emrederdi. Sonra da ona (cinsel
ilişki olmaksızın sadece tenini değdirme mahiyetinde dokunurdu. Sizden hanginiz
Resulullah (s.a.v.) gibi uzvuna/şehvetine hakim olabilir ki?”
[357]
223- Meymûne
(r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
hanımları hayızlı/ay halinde iken onlara cinsel ilişki olmaksızın sadece tenini
değdirme mahiyetinde diz kapağı ile göbeği arasını örtecek bir peştamal/gömlek
üzerinden dokunurdu.”
[358]
Açıklama:
Hadisin metninde geçen
“Mübaşeret” kelimesi; çıplak olarak, vücudu vücuda dokundurmaktır. Bazı
durumlarda, cinsel ilişki için kullanılıyorsa da, burada, ittifakla birinci
manada kullanılmıştır.
Hadis, Resulullah (s.a.v.)'in,
diz kapağı ile göbeği arası kapalı olan hayız halindeki hanımlarından istifade
ettiğini göstermektedir. Buna göre kişinin, her ne şekilde olursa olsun,
hanımının, göbek ile diz kapağı arası hariç vücudun geri kalan kısmıyla
faydalanması helaldir.
Hayızlı kadınla cinsel
ilişki, Kur'an'ın açık ifadesi ve sahih hadislerle yasaklanmıştır. Hanefilere
göre, kişinin, haram olduğunu bildiği halde hayızlı hanımıyla cinsel ilişkide
bulunması günahtır. Tevbe edip istiğfar etmesi lazımdır. Cumhura göre ise, bir
yada yarım dinar sadaka vermesi müstehaptır. Bazılarına göre ise vaciptir.
Hanefilere göre, kan
kesildikten sonra gusül abdesti almadığı halde, üzerinden bir namaz vakti
geçmesi halinde kişinin hanımıyla cinsel ilişki de bulunmasında bir sakınca
yoktur.
224- Meymûne
(r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
hayızlı olduğum sırada benimle beraber yatağa yatardı. Benim ile onun arasında
(sadece) bir elbise bulunurdu”.
[359]
225- Ümmü Seleme
(r.anhâ)'dan rivayEt edilmiştir:
“Bir ara ben
Resulullah (s.a.v.)'le birlikte kadife bir çarşaf altında yatarken hayız
olmuştum. Hemen onun yanından sıvışıp hayız halinde giydiğim elbisemi alfıp
giydim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) bana:
“Hayız mı oldun?” diye sordu. Ben de:
“Evet!” diye cevap
verdim. Derken beni çağırdı. Onunla kadife çarşafın altında beraberce yattım.
Açıklama:
Ümmü Seleme'nin kızı
Zeyneb) der ki:
“Annem Ümmü Seleme ile
Resulullah (s.a.v.), cünüplük halinde ikisi de aynı kaptan yıkanırlardı”.
[360]
Burada hayızlı kadınla
bir yorgan altında yatmak caizdir. Yalnız çıplak tenlerin göbek ile diz kapağı
arasında birbirine değmesine engel bir örtü bulunması la?ımdır. Ayrıca kadının
böyle bir durumda normal elbisesi dışında hayız için elbise kullanması
müstehabtır.
226- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.) (mescidde) itikafa girdiği zaman
başını bana yaklaştırır, ben de onun saçını tarardım. İnsanın hacetinden başka
hiçbir şey için eve girmezdi.”
[361]
227- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Ben itikafta iken hacet için eve girerdim. Evde hasta
bulunduğu halde onun halini ancak geçerken sorardım. Resulullah (s.a.v.)
mescidde (itikafta) İken başını bana uzatır, hayızlı olduğum halde onun saçını
tarardım. Resulullah (s.a.v.) itikafta iken eve ancak hacet için girerdi.”
[362]
228- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) itikafta iken mescidden başını
bana doğru çıkarır, ben de hayızlı olduğum halde onun başını yıkardım.”
[363]
Açıklama:
İ'tikâf kelimesi,
sözlükte; “Durmak, kalmak, devam etmek” gibi anlamlara gelir. Terim olarak ise;
İtikaf niyetiyle cemaatin toplanıp namaz kıldığı, imamı ve müezzini bulunan bir
camide durmak demektir.
İ'tikâf, Ramazân
ayının son on gününde yapılır. I'tikâfa durmak, sünnettir.
Resulullah (s.a.v.)'in
hammlannın odaları, Mescİd-i Nebevi'nin etrafında idi. Odalardan mescide açılan
pencereler vardı. İşte Hz. Peygamber (s.a.v.) itikafta iken, başını Hz.
Aişe'nin odasına açılan pencereden uzatırdı. O da, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
başını ihtiyaca göre ya yıkarda yada tarardı.
Yine hadis, itikafta
olan kişinin camiden çıkmaması gerektiğine delildir. Ayrıca itikaflı kişinin,
vücudunun bir kısmını mescitten çıkarması, onun itikafına zarar vermez.
İtikafta bulunan
kişinin, başını yıkaması ve saçlarını taraması yada hayızlı bir kadına yıkatması
ve taratması caizdir.
Ayrıca alimler; saçı traş
etmeyi, koltuk altlarını yolmayı ve tırnakları kesmeyi de buna dahil
etmişlerdir,
Hadisin metninde geçen
“Hacet” kelimesinden maksat; küçük abdest yada büyük abdest bozma olduğu
hususunda ittifak vardır. Bunun dışındaki bazı gereksinimleri konusunda görüş
ayrılığı vardır.
229- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
Resulullah (s.a.v.)
bana mescidden:
“Şu küçük hasırı/örtüyü bana uzatıver!” buyurdu. Ben de.
“Ben hayızlıyım!” dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Doğrusu hayız halin, senin elinde olan bir şey
değildir!” buyurdu.
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.) “Hayız halin” ifadesiyle; hayzın kir ve
pis olması senin elinde değildir demek istemiştir.
Kadı İyâz ile
Nevevî'ye SÖre ise bu ifadeyle anlatılmak istenilen şey; hayzm, kan olduğudur.
230-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.) bîr ara mescidde
iken;
“Ey Âişe! Bana şu elbiseyi uzatıver!” buyurdu. Aişe:
“Ben hayızhyim!” dedi. Resulullah (s.a.v.);
“Doğrusu hayız halin, senin elinde olan bir şey
değildir!” buyurdu. Bunun üzerine
Âişe'de elbiseyi ona uzatıp verdi.[364]
Açıklama:
Hayız olan kadın,
genel kabule göre; namaz kılamaz, oruç tutamaz, kocasıyla cinsel ilişkide
bulunamaz. Bunun yanı sıra Hanefiler dahil fakihlerin çoğunluğuna göre, hayızlı
kadının; Kur'an okuması, Mushafı eline alması, mescide girip orada kalması ve
diz kapağı ile göbek arasındaki yerini kocasına çıplak olarak dokundurması caiz
değildir. Bu konuda hayızlı kadın, cünüp kimse gibidir.
Hadiste söz konusu
edilen Mescİd, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in evinin bitişiğinde bulunan Mescid-i
Nebevi'dir. Hayızlı halde olan Hz. Âişe evinde bulunurken, Peygamber (s.a.v.)
mescidde itikafta idi. Hz. Âişe, elbiseyi yada küçük hasın/örtüyü Peygamber (s.a.v.)'e
uzattığında mescide girmiş olmayıp sadece bulunduğu evinden vermiştir.
Hz. Âişe, hayız
halinde olduğu için Peygamber (s.a.v.)'e istediği şeyi vermekten kaçınmıştır.
Peygamber (s.a.v.) ise ona hayız halinin, kendi elinde olmadığını belirterek
hayızlı kadının vücudunun temiz olduğunu ifade etmiştir. Çünkü Peygamber (s.a.v.)
hayız ile ilgili olarak;
“Bu, Allah'ın Adem kızları üzerine yazdığı bir iştir”
[365]
buyurmuştur. Dolayısıyla hayız hali, kadının elinde olan bir husus değildir.
231- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Ben hayız halinde
İken bir şey içer, sonra onu Peygamber (s.a.v.)'e verirdim. O da ağzını benim
ağzımın değdiği yere koyarak (o şeyi) içerdi. Yine ben hayızlı iken kemiğin
etini ısırır, sonra onu Peygamber (s.a.v.)'e verirdim. O da ağzını benim
ağzımın değdiği yere koyarak o şeyi ısırırdı.”
[366]
Açıklama:
Burada hayızlı kadının
artığının necis olmadığı ifade edilmektedir. Dolayısıyla erkek, hayızlı
hanımının ağzının değdiği yerden bir şey içmesinde yada yemesinde bir sakınca
yoktur.
232- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Ben hayızlı iken Resulullah (s.a.v.) kucağıma
yaslanır, sonra da Kur'an okurdu.”
[367]
Açıklama:
Buhârî'nin rivayetinde
de “Resulullah (s.a.v.)'in başı benim kucağımda olduğu halde Kur'an okurdu
[368]
denildiğine göre, buradaki yaslanmaktan maksat, ba§mı onun dizine koymaktır.
Dolayısıyla burada da hayızh kadına dokunmanın caiz olduğu belirtilmektedir.
233- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Yahudiler, kadınları
hayz/ay hali olduğu zaman onlarla bir şey yemezler, içmezler, onlarla birlikte
oturup kalkmazlar, evlerde onlarla bir arada bulunmazlardı. Peygamber (s.a.v.)'in
sahabileri, bu durumu Resulullah (s.a.v.)'e sordular. Bunun üzerine yüce Allah,
“Sana kadınların ay halini sorarlar. De ki: O, bir rahatsızlıktır. Bu sebeple ay halinde
olan kadınlardan uzak durun” ayetini
sonuna kadar indirdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Cinsel ilişki dışında onlarla yeme, içme, evde bir
arada bulunma gibi her şey yapın”
buyurdu.
Resulullah (s.a.v.)'in
bu sözü, Yahudilere ulaştı. Bunun üzerine yahudiler:
“Bu adam, bize
muhalefet etmedik hiçbir şey bırakmayacak” dediler. Sahabeden Useyd b. Hudayr
ile Abbâd b. Bişr, Resulullah'a gelip ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Yahudiler şöyle şöyle söylüyorlar. Sırf yahudilere muhalefet olsun diye hayz
halindeyken kadınlarla cinsel ilişkide bulunalım mı?” diye sordular.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.)'in yüzünün rengi değişti. Öyle ki biz, Resulullah (s.a.v.)'in,
o ikisine çok kızdığını zannettik.
Bu iki sababi,
Resulullah'in yanından çıkıp gittiler. O sırada Peygamber (s.a.v.)'e bir miktar
hediye süt geldi. Peygamber (s.a.v.), bu sütü, o iki sahabinin peşi sıra onlara
gönderdi. Onlar da bu sütü içtiler. Dolayısıyla bu iki sahabi, Peygamber (s.a.v.)'in,
kendilerine kızmadığını (böylece) anladılar.[369]
Açıklama:
Yahudiler, haytzlı
kadınla bir sofrada yemek yemezler, aynı yatakta yatmazlar, hatta hanımının
bulunduğu eve girmezlerdi. Bir pislik veya vebadan kaçar gibi onlardan
kaçarlardı. Kadının ön kısmına, arka taraftan yaklaşıldığı takdirde doğacak
çocuğun şaşı olacağına inanırlardı.
İslam geldikten sonra
Yahudilerde görülen bu ifrat ve tefriti kaldırıp her konuda olduğu gibi bu
meselede de orta yolu göstermiştir.
Resulullah (s.a.v.),
yüzündeki değişikliği görerek canlarının sikildiğini anlamış ve onların
üzüldüklerini düşünerek onların gönüllerini hoş etmek için Useyd ile Abbâd'ın
arkasından onlara süt göndermiştir. Bu olay, Resulullah (s.a.v.)'in insanlara
son derece şefkatli ve merhametli olduğunu göstermektedir.
234- Hz. Ali
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, mezi akıntısı
çok olan birisiydim. Peygamber (s.a.v.)'e bu meseleyi kızı Fatıma'nın nikahım
altındaki konumdan dolayı sormaya utanıyordum. Bu nedenle Mıkdâd
İbnu'l-Esved'e, bunu, Peygamber (s.a.v.)'e sormasını söyledim. O da bunu ona
sordu. O da:
“Mezi gören kimse, cinsel organını yıkar ve abdest
alır” buyurdu.
[370]
Açıklama:
Erkeklerden çıkan
maddeler dört çeşittir:
a- İdrar:
İdrar, ittifakla necistir. Affedilen mikdarı aştığı takdirde yıkanması şarttır.
b- Vedî:
Bazen idrarın peşinden çıkan yapışkan bir maddedir. Bu da idrar gibi necistir.
c- Meni
(=sperm): Şehvetten dolayı akan sıvıdır. Boy abdestini gerektirir.
d- Mezi:
Beyaza benzeyen yapışkan bir sıvıdır. Oynaşma veya öpüşme esnasında bazen
erkekten yada kadından gelir. Fakat boy abdestini gerektirmez. Bundan dolayı
ancak abdest almak gerekir. Çünkü necistir. Dolayısıyla mezinin gelmesiyle
abdest bozulur. Bundan dolayı da cinsel organının yıkanması emredilmiştir.
İmam A'zam Ebu Hanife
ile İmam Şafiî, mezinin mutlak şekilde abdest almayı gerektiğine dair bu hadisi
delil getirmiştir.
Soru sormak ve fetva
istemek hususunda vekil tayin etmek caizdir. Kişinin, hanımın yakınlarıyla,
örfen ayıp kabul edilen meselelerde direkt olarak konuşmayıp bir aracı kişiyle
çözümlemesi uygundur.
235-
Abdullah İbn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
geceleyin kalkmış ve gidip büyük abdestini yapmıştı. Sonra yüzünü ve ellerini
yıkamış, sonra da geri uykuya yatmıştı.”
[371]
Açıklama:
Kadı İyâz'a göre;
burada yüzü yıkamaktan maksat, uykunun etkisini gidermektir. Eli yıkamaktan
maksat, ellerine bulaşan bir şeyi temizlemek içindir.
Bu hadis, geceleyin
uyandıktan sonra tekrar uyumanın mekruh olmadığına delildir.
236- Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) cünüp olduğunda bir şey yemek
istediğinde yada uyumak istediğinde namaz abdesti gibi abdest alırdı.”
[372]
Açıklama:
Hadisin zahirinden anlaşıldığına
göre, cünüp kimsenin bir şey yemek isterse, ellerini yıkamalıdır.
İmam Ahmed b. Hanbel
(ö. 241/795)'e göre; cünüp olan kişinin uyumazdan, ikinci defa ilişkide
bulunmazdan veya yiyip içmezden önce cinsel organını yıkamakla beraber abdest
alması müstehabtır.
İmam Mâlik (ö.
179/795) ile İmam Şafiî (ö. 204/819)'ye göre; ellerine pislik bulaşmışsa onları
yıkar.
İmam A'zam Ebu Hanîfe
(ö. 150/767)'ye göre ise, cünüp olan kişi, bir şey yemek isterse, ellerini
yıkar, ağzını da suyla çalkalar. Abdest almadan uyumasında bir sakınca
olmamakla birlikte alması daha uygundur.
Yalnız burada abdest
almak, ruhsat olarak gösterilmektedir. Boy abdesti almak ise azimet olarak
İfade edilmektedir. Azimet ise, ruhsattan daha faziletlidir.
237-
Abdullah İbn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: “Ömer, Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
Bizden birisi cünüp olduğu halde uyuyabilir mî?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Evet, abdest aldığında (uyuyabilir)” dedi.
[373]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)'in,
Hz. Ömer'e “Abdest al, cinsel organını
yıka, sonra da uyu” buyurması, abdest almanın öne alınmasını gerektirmez.
Çünkü cümleleri birbirine bağlayan atıf edatı olan “Vav” harfi, tertibe delalet
etmez. Sadece iki şeyin bir arada toplanmasını ifade eder. Buna göre hadiste,
abdest almakla cinsel organını yıkama işlerinin ikisinin de yapılması
emredilmektedir. Nitekim hadisin İmam Mâlik (ö. 179/795)'ten rivayet, “Cinsel
organını yıka, abdest al, sonra da uyu” şeklindedir. Hadiste abdestin önce
alınması, onu tazim ve teberrük içindir. Buhârî'nin rivayetinde abdest alma,
emir sığasıyla değil, “Abdest aldığı zaman uyur” şeklinde şart sığasıyla
gelmiştir.
Cünüp olan kimsenin,
uyumadan önce abdest alması meşrudur. Ancak bunun hükmü hususunda ihtilaf
edilmiştir.
Süfyan es-Sevrî, Saîd
İbnu'l-Müseyyeb, İmam Ebu Yûsufa göre; cünüp kimsenin abdest almadan uyuması
caizdir.
Evzâî (ö. 157/774),
İmam Şafiî (ö. 204/819), İmam Mâlik (ö. 179/795), İmam Ahmed b. Hanbel (ö.
241/795), İmam A'zam Ebu Hanîfe (ö, 150/767) ve alimlerin çoğuna göre; cünüp
kimsenin uyumadan önce abdest alması müstehabtır. Bunlar, konu ile İlgili
hadiste, “Abdestin emredilmesini” mendub olma şeklinde yorumlamışlardır.
Bir grup alim de,
burada, “Abdestin ahnması”ndan maksadın; “Sözlük anlamı İtibariyle abdest alma”
olduğunu belirtmişlerdir. Bunlara göre, gerekli olan, elleri ve cinsel organını
yıkamaktır. İbnü'l-Cevzî (ö. 597/1200), bunun hikmetinin; meleklerin pislik ve
kötü kokudan uzaklaşıp şeytanların yaklaşması olduğunu söylemektedir. Şah
Veliyyullah Dihlevî (ö. 1176/1762)'de, “Cünüplük, meleklerin melekliğine zıt
olduğuna göre, mümin hakkında uygun olan, cünüp olarak uyumamak ve yemeği
uzatmamaktadır. Eğer boy abdesti alması mümkün olmazsa abdestiterk etmemesi
gerekir” der.
238-
Abdullah
b. Ebi Kays'tan rivayet edilmiştir:
“Âişe'ye, Resulullah (s.a.v.)'in
vitir namazını sordum deyip hadisi zikretti. Sonra da:
“Cünüplük sırasında ne
yapıyordu? Uyumadan önce yıkanır mıydı? Yoksa yıkanmazdan önce mi uyurdu?”
dedim. Aişe:
“Bunların her ikisini de yapıyordu. Bazen yıkanıp öyle
uyur ve bazen de abdest alıp uyurdu”
dedi.
Ben:
“Bu işte serbestliği
var eden Allah'a hamd olsun!” dedim.[374]
Açıklama:
Burada Resulullah (s.a.v.)'in
cünüp olduğu zaman bazen guslederek uyuduğu ve bazen de gusletmeden sadece
abdest alarak uyuyup daha sonra kalkarak yıkandığı belirtiîmekedir.
239- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi ailesine (cinsel yönden) yaklaşıp sonra
bunu tekrarlamak isterse abdest alıversin!”
[375]
Açıklama:
Cünüp olan kimsenin,
uyumadan önce abdest alması meşrudur. Ancak bunun müstehab mı? yoksa vacip mi
olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir.
Süfyan es-Sevrî, Saîd
İbnu'l-Müseyyeb, İmam Ebu Yûsufa göre; cünüp kimsenin abdest almadan uyuması
caizdir.
Evzâî (ö. 157/774),
İmam Şafiî (ö. 204/819), İmam Mâlik (ö. 179/795), İmam Ahmed b. Hanbe! (ö.
241/795), İmam A'zam Ebu Hanîfe (ö. 150/767) ve alimlerin çoğuna göre; cünüp
kmısenin uyumadan önce abdest alması müstehabtır. Bunlar, konu iîe ilgili
hadiste, “Abdestin emredİlmesini” mendub olma şeklinde yorumlamışlardır.
Bir grup alim de,
burada, “Abdestin alınması”ndan maksadın; “Sözlük anlamı itibariyle abdest
alma” olduğunu belirtmişlerdir. Bunlara göre, gerekli olan, elleri ve cinsel
organını yıkamaktır. İbnü'l-Cevzî (ö. 597/1200), bunun hikmetinin; meleklerin
pislik ve kötü kokudan uzaklaşıp şeytanların yaklaşması olduğunu söylemektedir.
Şah Veliyyullah Dihlevî (ö. 1176/1762)rde, “Cünüplük, meleklerin melekliğine
zıt olduğuna göre, mümin hakkında uygun olan, cünüp olarak uyumamak ve yemeği
uzatmamaktadır. Eğer boy abdesti alması mümkün olmazsa abdesti terk etmemesi
gerekir” der.
240- Ümmü
Seleme (r. anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Ümmü Süleym, Peygamber (s.a.v.)'e
gelip:
“Ey Allah'ın resulü!
Şüphesiz ki Allah, hak(kı açıklamak)tan haya etmez. Acaba ihtilam olduğu zaman
kadına boy abdesti almak lazım mıdır?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Evet! Suyu (=spermi) görürse, (kadının boy abdesti
alması) lazımdır” diye cevap verdi.
Bunun üzerine Ümmü Seleme:
“Ey Allah'ın resulü! Kadın hiç ihtilam olur mu?” dedi.
Resulullah (sav):
“Allah iyiliğini versin. Çocuk, kadına neden benziyor
(sanıyorsun)?” diye cevap verdi.
[376]
241- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Bir kadın, Resulullah (s.a.v.)'e gelip
ona:
“Kadın ihtilam olup
suyu/spermi gördüğünde yıkanır mı?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Evet!” diye
cevap verdi. Âişe, bu kadına:
“Allah hayrını versin! Kahrolası!” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Bırak onu! Benzerlik bundan başka bir sebepten mi
meydana geliyor? Kadının spermi, erkeğin spermine galip gelince çocuk
dayılarına benzer. Erkeğin spermi kadının spermine galip gelirse o zaman çocuk
amcalarına benzer!” buyurdu.
[377]
Açıklama:
Kadının İhtilam
olmasının hükmünü Peygamber (s.a.v.)'e sormak, kadın için adeten ayıp bir şey
sayıldığı için kadın, ilk önce Peygamber (s.a.v.)'e nezaketle ve özür
belirterek soruyu sormaktadır. Halbuki kişi, yaranna uygun olan şeyleri
sormaktan utanmaması gerekir. Utanılacak cinsten de olsa, bilmediği bir şeyi
soran kimseyi ayıplamak doğru değildir. Kadın da erkek gibi ihtüam olur ve
ondan da sperm gelir.
“Çocuk, kadına neden benziyor sanıyorsun?” sözünden maksat; Bu ifadeden; erkeğin suyunun galip
gelmesi halinde çocuğunun amcaya, kadının suyunun galip gelmesi halinde ise
çocuğun dayıya benzeyeceği anlatılmaktadır. Dolayısıyla doğan çocuk, babasına
benzediği gibi annesine de benzeyebilir.
242-
Resulullah (s.a.v.)'in azadlısı Sevbân (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'in yanında ayakta duruyordum. Derken yahudi bilginlerinden
birisi gelip:
“es-Selâmu aleyke yâ
Muhammed!” dedi. Bunun üzerine ben, onu öyle bir ittimki az daha yere
düşüyordu. Bana:
“Beni niçin
itiyorsun?” dedi. Ben de:
“Ey Allah'ın resulü!
desene!” dedim. Yahudi:
“Biz, onu ancak
ailesinin verdiği ismiyle çağırırız” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Gerçekten benim adım, ailemin bana isim olarak
verdiği Muhammeddir” buyurdu. Yahudi:
“Sana bazı şeyler
sormaya geldim” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Sorduklarına cevap verirsem sana bir faydası olur
mu?” buyurdu. Yahudi:
“Kulaklarımla
dinlerim” diye cevap verdi. Resulullah (s.a.v.) yanındaki bir sopayla yere bir
takım çizgiler çizerek:
“Sor bakalım”
buyurdu. Yahudi:
“Yer ile göklerin
başka bir kılığa değiştirileceği gün insanlar nerede olacak?” dedi. Resulullah
(s.a.v.):
“Köprünün yanında karanlık içinde olacaklar” buyurdu. Yahudi:
“O halde insanlardan köprüyü ilk geçen kim olacak?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Muhacirlerin fakirleri” buyurdu. Yahudi:
“Öyleyse cennete
girerken onların hediyesi ne olacak?” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Balık ciğerinin ziyâdesi!” buyurdu. Yahudi:
“Bunun arkasından
onların yiyecekleri ne olacak?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Onlara, cennetin etrafında otlayan cennet öküzü
kesilecek” buyurdu. Yahudi:
“Bunun üstüne ne
içecekler?” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Orada “Selsebî” adı verilen bir kaynaktan
(içecekler)” buyurdu. Yahudi:
“Doğru söyledin” deyip
sonra da:
“Hem ben sana
yeryüzünde yaşayan bir peygamberden yada bir veya iki kişiden başka hiçbirinin
bilmeyeceği bir şeyi sormaya geldim” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Sorduklarına cevap verirsem sana bir faydası olur
mu?” buyurdu. Yahudi:
“iki kulağımla seni
dinlerim” deyip sonra da:
“Sana çocuğun nasıl
meydana geldiğini sormaya geldim” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Erkeğin menisi beyaz, kadının menisi ise sarıdır.
Bunlar bir yere gelirde, erkeğin menisi kadınınkine galebe çalarsa Allah'ın
izniyle kadın, erkek çocuk doğurur. Kadının menisi erkeği menine galebe çaldığı
zaman da Allah'ın izniyle kadın, kız doğurur” buyurdu. Yahudi:
“Doğru söyledin! Sen
gerçekten bir Peygambersin” dedi. Sonra da çekip gitti. Daha sonra Resulullah (s.a.v.):
“Gerçekten bu adam bana soracağını sordu. Ama ben onun
sorduklarından bir şey bilmiyordum. Tâ ki Allah onları bana bildirdi” buyurdu.[378]
Açıklama: Alimlerin
açıklamasına göre, erkek sperminin/menisinin üç özelliği vardır:
1- Yaş
olduğu zaman kokusu hamur kokusuna, kuru olduğu zaman ise yumurta kokusunu
andırır.
2- Atıla
atıla gelir.
3- Dışarıya
lezzetle çıkar. Çıktıktan sonra da bir gevşeklik meydana gelir.
Alimlerin çoğuna göre
bu üç özellikte erkek ile kadın spermleri arasında bir fark yoktur. Söz konusu
bu sıfatların bir tanesi spermi ispat etmek için yeterlidir. Bu özelliklerden
hiçbirisi bulunmazsa o zaman çıkan
suya meni/sperm hükmü verilmez.
Erkek ve kadın meniyi
gördüğü zaman yıkanmaları farzdır. Çünkü Peygamber (s.a.v.)'in bir kişiye
verdiği hüküm geneli de kapsar.
243- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) cünüplükten dolayı yıkanacağı
zaman (ilk önce) ellerinden başlayıp onlan yıkardı. Sonra sağ eliyle sol eline
su döküp avret yerini yıkardı. Sonra namaz abdesti gibi abdest alırdı. Sonra
suyu alıp parmaklarını saçlarının diplerine sokar(ak başını güzelce bir
şekilde yıkar)di. İyice temizlendiğine kanaat getirdiğinde başına üç avuç su
atar, sonra bütün vücuduna su dokunurdu. Sonra da ayaklarını yıkardı.”
[379]
244- Hz.
Meymûne (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
cünüplükten dolayı yıkanmak için suyunu getirmiştim. ilk önce ellerini iki
yada üç defa yıkadı. Sonra elini kaba daldırdı. Sonra ondan aldığı suyu avret
yerine döküp onu sol eliyle yıkadı. Sonra sol elini yere sürüp onu şiddetle
ovdu. Sonra namaz abdesti gibi abdest aldı. Sonra başına avuç dolusu üç avuç su
döktü. Sonra bedeninin diğer yerlerini yıkadı. Sonra bulunduğu yerden çekilerek
ayaklarım yıkadı. Sonra ona kurulanması için havlu getirdim. Fakat o bunu
kabul etmedi.”
[380]
Açıklama:
Cünüplük, Fıkıh
literatüründe, cinsi münasebet veya şehvetle meninin gelmesi/inzal sebepleriyle
meydana gelen ve belirli ibadetlerin yapılmasına engel olan hükmî kirlilik
halinin adıdır.
Meni gelsin yada
gelmesin cinsel ilişki sonunda kadın da erkek de cünüp olur. Cünüplüde yol açan
cinsel ilişkinin ölçüsü ve başlangıç sınırı, erkeklik organının sünnet kısmının
girmiş olmasıdır. Erkek yada kadından şehvetle cinsel zevk vererek meninin
gelmesi cünüplün ikinci sebebidir. Meninin, uyku halinde yada uyanıkken, iradî
yada irade dışında gelmesi sonucu değiştirmez. Şafiiler hariç, fakihlerin
çoğunluğuna göre; cünüplük için meninin şehvetle gelmesini şart gördüklerinden
ağır kaldırma, düşme, hastalık gibi sebeplerle meninin gelmesini cünüplük
sebebi saymaz.
Cünüp olan kimsenin,
ilk fırsatta abdest alması, değilse cinsel organını, el ve ağzını yıkaması
tavsiye edilmiştir.
Boy abdesti ve namaz
abdesti sırasında ağza ve buma su vermenin hükmünün ne olduğu konusunda
alimler arasında görüş aynlığı vardır:
Ahmed b. Hanbel (ö.
241/795)'e göre; boy abdesti ve namaz abdesti sırasında ağza ve buma su vermek
farzdır.
İmam Mâlik (ö.
179/795) ve İmam ŞâfİÎ (ö. 204/819) alimlerine göre ise; hem boy abdestinde ve
hem de namaz abdestinde sünnettir.
Hanefilere göre ise;
boy abdestinde farz olup namaz abdestin de farz değildir.
Resulullah (s.a.v.)'in
ayaklarını yıkamak için yerini değiştirdiği ve ayaklarını yıkama İşini en sona
bıraktığı anlaşılmaktadır.
Cumhur, bu tür
rivayetlere dayanarak mutlak olarak boy abdestinde ayaklan en son yıkamanın
müstehab olduğu görüşüne varmıştır.
İmam A'zam Ebu Hanîfe
(ö. 150/767) ve öğrencilerine göre, gusledilen yer; leğen, küvet gibi suyun
biriktiği bir yer durumunda ise ayaklan yıkama işini en sona bırakmak, değilse
abdestin hemen sonunda yıkamak müstehabtır.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in,
avret yerini yıkama esnasında eline herhangi bir kokunun bulaşmış olma
İhtimaline karşılık ellerini yere iyice sürttüğü anlaşılmaktadır. Bu da, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in, temizliğe ne derece önem verdiğini ve hoş olmayan
kokuların bedeni üzerinde kalmaması için ne kadar dikkat ettiğini
göstermektedir.
“Başına avuç dolusu üç avuç su döktü. Sonra bedeninin
diğer yerlerini yıkadı” ifadesinden;
Resulullah (s.a.v.)'in saçlarının arasını ovalamadığı, sadece suyu dökmekle
yetindiği anlaşılır. Fakat başka rivayetlerde, daha su dökünmeye başlamadan
vücutta kıl olan yerlerini ovaladığı zikredilmiştir. Burada ravinin, hadisi
uzatmamak için bunu zikretmemiş olduğu anlaşılacağı gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
ovalamayı bazen terk ettiği de anlaşılabilir.
Cabir b. Abdullah (ö.
74/693), İbn Ebi Leyla (ö. 148/765) ve Saîd b. Müseyyeb (ö. 92/712), bu hadise
dayanarak, boy abdesti ve namaz abdestinden sonra kurulanmanın mekruh olduğunu
söylemişlerdir.
Şâfiîlerin meşhur olan
görüşüne göre, silinmeyi terk etmek müstehabtır.
Hz. Osman, Hasan b. M,
Enes b. Mâlik, Hasen el-Basrî, İmam Mâlik, İmam Ahmed ve İmam A'zam Ebu
Hanîfe'ye göre; boy abdesti ve namaz abdestinden sonra kurulanmada bir
mekruhluk görmemişlerdir. Bunlar görüşlerine, İbn Mâce'nin Selmân el-Fârisî'den
rivayet ettiği, “Resulullah (s.a.v.) abdest aldı, üzerinde olan yün cübbeyi
ters çevirdi ve onunla yüzünü sildi” hadisi ile Tirmizî'nin Hz. Aişe'den
rivayet ettiği “Resulullah (s.a.v.)'in bir bez parçası vardı. Abdestten sonra
bununla kurulanırdı” hadisini delil olarak kabul etmişlerdir.
Resulullah (s,a.v)'in
havlu kullanmaması, her zaman kullandığının aksinedir. Onun bu hareketi, o gün
havlu kullanma ihtiyacını hissetmemesinden veya serinleme isteğinin bulunmamasından
olsa aerektir.
245- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) “Kadeh” denilen bir kabta
yıkanırdı ki, o da “Farak” demektir. Ben ve Resulullah.(s.a.v.}, aynı kaptan
yıkanırdık.”
[381]
Açıklama:
Farak, yaklaşık olarak
sekiz litre su alabilen bir ölçü birimidir.
Srkek ve kadının,
gerek aynı anda bir kaptan ve gerekse de birbirlerinden artan suyla yıkanmaları
caizdir. Aynı kaptan abdest almaları ittifakla caizdir.
246- Ebu
Seleme b. Abdurrahman'dan rivayet edilmiştir:
“Ben, Âişe'nin süt
kardeşiyle birlikte Âişe'nin yanına girdim. Süt kardeşi, ona; Peygamber (s.a.v.)’in
cünüplükten çıkmak için nasıl yıkandığını sordu. Bunun üzerine Âişe, bir sa'
kadar (su alan) bir kap isteyerek (o suyla) yıkandı. Bu sırada bizim ile onun
arasında bir perde vardı. Başının üzerine üç defa su döktü.
Ebu Seleme b.
Abdurrahman der ki:
“Peygamber (s.a.v.)'in
hanımları saçlarını kısaltıp perçem gibi olurdu.”
[382]
Ebu Seleme b. Abdurrahman, Âişe'nin kız
kardeşi Ümmü Külsüm'ün süt oğludur. Bu durumda Âişe, onun teyzesi konumundadır.
Âişe'nin süt kardeşinin kim olduğu hususunda değişik görüşler ileri
sürülmüştür.
Kadı İyâz'a göre; bu
iki kişi, Hz. Âişe'nin başını ve vücudunun mahrem kişilere haram olmayan üst
kısmını yıkarken görmüşlerdir. Çünkü görmeyecek olsalar su isteyerek onların
huzurunda temizlik yapmasının bir anlamı olmazdı. Onların göremeyeceği bir
yerde olsaydı o zaman “Bize şöyle anlattı” diye olayı anlatırlardı. Demek ki,
mahrem kişilerin görmesi helal olmayan yerlerini örtmek için araya bir perde koymuştur.
Burada Hz. Âişe'nin,
soruyu soranlara hemen fiilen öğretmesi, konuyu öğrenme açısından önemli bir
durumdur. Çünkü fiilin etkisi, sözden daha etkili olup kalıcı bir durumdur.
Bunun için de olayı detaylı bir şekilde değil de kısaca bir sa' kadar su alan
bir kap isteyerek o suyla uygulamalı olarak göstermiştir.
Sâ', yaklaşık
dörtlitre su alabilen ölçü birimidir. Bu, Irak fakihlerine göredir.
Bu hadis, yıkanan
kimsenin suyu vücuduna tekrar tekrar dökünmesinin şart olmayıp asıl olanın
stıyun bütün bedeni kaplamasıdır.
Ayrıca bu hadis,
ihtiyaç halinde kadınlann, saçlarının kısaltılab ileceğine delil teşkil etmektedir.
247- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Ben ve Resulullah (s.a.v.),
aramızdaki bir kaptan yıkanırdık. O benden önce davranırdı. Ben de ona:
“Bana bırak, bana
bırak!” derdim.
Aişe, (her) ikisinin
de (bu sırada) cünüp olduğunu belirtmiştir.
[383]
Açıklama:
Daha önce de geçtiği
üzere, erkek ile kadının bir kaptan beraberce yada biri diğerinden artan suyla
yıkanmaları caizdir.
248- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
bir müdd (su) ile abdest alırdı. Bir sâ'dan beş müdde kadar (su) ile de boy
abdesti alırdı.”
[384]
Açıklama:
Hadis, Resulullah (s.a.v.)'in
namaz abdesti ve boy abdesti için ne kadar su kullandığını göstermektedir. Daha
önce de geçtiği üzere; bîr sâ' yaklaşık dört litre su alabilen ölçü birimidir.
Bir müdd ise yaklaşık bit titre su alabilen ölçü birimidir. Buna göre
Resulullah (s.a.v.), namaz abdesti için bir litre civarında su kullanmaktaydı.
Boy abdesti için ise dört yada beş litre civarında su kullanmaktaydı.
Bu da gösteriyor ki;
boy abdesti için yetecek su için belli bir miktarla sınırlama getirilmemiştir.
Çünkü vücudun her yerini ıslamak şartuyla az su ile de çok suyla da yıkanmak
caizdik Yalnız namaz abdesti ile boy abdestinde hadislerin gösterdiği miktardan
daha az su kullanmamak müstehabtır. Bu rivayette, Enes, beş müddü, Resulullah (s.a.v.)'in
boy abdestte kullandığı suya belli bir sınırlama göstermişse de bazı alimlerin
kanaatlerine göre o, Peygamber (s.a.v.)'in daha ziyade kullandığını
duymamıştır. Yoksa 244 nolu Hz. Aişe hadisinde de geçtiği üzere Resulullah (s.a.v.)
“Farak” denilen büyük bir kaptan yıkandığı rivayet edilmiştir. Buna göre
Enes'in, “Bir sa'dan beş müdde kadar suyla yıkanırdı” ifadesinden, “Bundan
öteye geçmezdi” manasını çıkarmak doğru olmaz. Çünkü Enes, sadece gördüğünü
anlatmış-tır. Onun gördüğü sadece bu miktardır. Çünkü haller, ihtiyaca göre
değişebilir.
249. Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
cünüplükten yıkanacağı zaman başına üç avuç su dökerdi.
(Hz. Ali'nin torunu)
Hasan b. Muhammed, Câbir'e:
“Doğrusu benim saçım
çok” dedi. Câbir der ki: Ona:
“Ey kardeşimin oğlu!
Resulullah (s.a.v.)'in saçı, seni saçından daha çok ve daha temizdi” dedim.
[385]
Açıklama:
Burada “Benim saçım çok” ifadesiyle, başı
yıkamak için üç avuç suyun yetmeyeceği anlatılmak istenmiştir. Câbir'de, ona;
üç avuç suyun, Peygamber (s.a.v.)'e yettiğine göre kendisine de yeteceğini
belirtmiştir.
Ayrıca bu hadiste; saç
çok olsa da başı üç avuç suyla yıkamanın yeterli olacağı, suyu fazlaca .israf
etmenin doğru olmadığı, yıkanırken önce başa ondan sonra vücudun diğer yerlerine
su dökülmesi gerektiği, dini konularda bilen kimselere soru sorulması lazım
olduğu ve Resulullah (s.a.v.)’in boy abdesti alırken başını üç avuç suyla
yıkadığı anlatılmaktadır.
250- Ümmü
Seleme (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
Ben başımın saç örgüsü çok olan bir kadınım. Cünüplükten yıkanmak için onu
çözeyim mi?” diye sordum. O da:
“Hayır! Başına sadece üç avuç su dökmen sana yeter,
sonra üzerine suyu dokunup temizlenirsin!” buyurdu.
[386]
Açıklama:
Hadisten anlaşıldığına
göre; cünüplükten dolayı boy abdesti alacak olan kadının saç örgülerini
çözmesine lüzum yoktur.
Şafiîlere göre su,
saçların dibine ve iç kısmına ulaşıyorsa örgülerin çözülmesine gerek yoktur.
Ulaşmıyorsa örgülerin çözülmesi vaciptir. Bu, hem erkek için ve hem de kadın
için geçerli bîr durumdur. Yıkanmayı gerekli kılan sebepler arasında fark
yoktur.
Hanefilere göre ise
su, kadının saç örgülerinin dibine ulaştığı takdirde örgülerin çözülerek
saçların yıkanmasına gerek yoktur. Çünkü bu Ümmü Seleme hadisinde de görüldüğü
üzere Resulullah (s.a.v.) Ümmü Seleme'nin saç örgülerini çözmesini istememiş,
sadece başına sadece üç avuç su dökmeyi yeterli görmüştür. Erkeklerin saçların
örgülüyse yıkanırlarken örgülerini çözüp suyu saçlarının tamamına ulaştırmaları
gerekir.
251- Ubeyd
b. Umeyr'den rivayet edilmiştir:
“Âişe'ye, Abdullah İbn
Amr'ın, kadınlara yıkanacakları zaman saç örgülerini çözmelerim emrettiği
bilgisi ulaşmıştı. Bunun üzerine Aişe:
“Şu Abdullah İbn Amr'a şaşarım! Kadınlara
yıkanacakları zaman saç Örgülerim çözmelerini emrediyormuş. Başlarım/saçlarını
traş etmelerini emretmiyor mu? Doğrusu ben ve Resulullah (s.a.v.) aynı kaptan
yıkanırdık. Başıma üç defa su dökmekten fazla bir şey yapmazdım” dedi.
[387]
Açıklama:
Görüldüğü üzere bu iki
rivayette, boy abdesti alırken kadının saçlarını çözmesinin gerekmediği
belirtilmektedir. Dolayısıyla yıkanan kadının saçlarının içine ve dışına su
işlediği zaman onları çözmek vacip değildir.
Abdullah İbn Amr'ın,
yıkanırken kadınlara saç örgülerini çözmelerini emretmesi, bunu vacip gördüğü
şeklinde yorumlanır. Bu durumda Abdullah İbn Amr, konuyla ilgili Ümmü Seleme
hadisi ile Aişe hadisini duymamış demektir. Ayrıca Abdullah İbn Amr'ın bu emri
müstehab olmak üzere ihtiyaten vermiş olması da ihtimal dahilindedir.
252- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Esma”, Peygamber (s.a.v.)'e
hayızdan nasıl yıkanılacağım sordu. Peygamber (s.a.v.):
“Sizden birisi suyunu ve (kokulu) sidresini alıp
temizlenir. Temizliğini de güzel bir şekilde yapar. Sonra suyunu başına döküp
başını şiddetli bir şekilde ovalar, ta ki su saç diplerine kadar ulaşsın. Sonra
vücuduna su dö-künür, sonra üzerine misk sürülmüş bir bez parçası alarak onunla
temizlenir”
buyurdu. Esma:
“Bununla nasıl
temizlenecek?” diye sordu. Peygamber (s.a.v.):
“Subhanallah! Onunla temizlenirsin istet' buyurdu.
Bunun üzerine Aişe, sözünü gizlercesine (fısıltıyla) ona:
Kanın (geldiği) yere sürersin!” dedi.
Ayrıca Esma, Peygamber
(s.a.v.)'e, cünüplükten nasıl yıkanılacağım da sordu. Peygamber (s.a.v.):
“Su alıp temizlenir ve temizliği güzel bir şekilde
yaparsın yada temizliği mübalağalı bir biçimde yaparsın. Sonra suyu başına
döküp onu ovalarsın. Ta ki su saçlarının dibine varsın. Sonra suyu üzerine
dökersin” buyurdu. Bunun üzerine
Âişe:
“Şu Ensar kadınları, ne iyi kadınlardır. Dinlerini
öğrenme hususunda kendilerine haya/utanma engel olmuyor” dedi.
[388]
Açıklama:
Burada özellikle
hayızdan temizlenen bir kadının sünnete uygun şekilde nasıl temizleneceği
açıklanmaktadır. Hayızdan yada nifastan temizlenen bir kadın, önce güzelce
yıkanıp temizlendikten sonra bir pamuk yada bez parçasına misk veya gül yağı
gibi güzel kokular sürerek onunla cinsel organını ve kan bulaşan yerlerini
güzelce ovuşturarak temizliği bu şekilde tamamlar.
Burada söz konusu
edilen “Sidre”den maksat; yıkanırken kullanılan sidre yaprağıdır. Rivayete
göre; bu ağacın yapraklan kurutularak dövülür ve onunla hamamda yıkanılırdı.
Burada güzel koku
sürünmekten maksat; kadının, ay halinden sonra güzel kokmasını ve kan gelen yer
ile çevresini temizleyerek pis kokudan kurtulmasını sağlamaktır. Bu, evli yada
bekar olsun, hayız ve nifastan temizlenen kadınlara müstehabtır. Kadın misk
bulamazsa onun yerine herhangi güzel bir koku da sürebilir. Pis kokuyu
giderecek bir şey bulamazsa suyla yıkanması da yeterlidir.
Peygamber (s,a,v)'e
soru sormaya gelen kadın, Ensar'dan Esmâ'nın kim olduğu hususunda çeşitli
görüşler ileri sürülmüştür. Bununla birlikte olayın çeşitli zamanlarda meydana
geldiğini söyleyenler de olmuştur.
253- Hz.
Aişe (r. anhâj'dan rivayet edilmiştir:
Fatıma bint. Ebi
Hubeyş, Ebu Hubeyş, Muttalib İbn Esed'in oğludur-Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ben, (daimi surette) istihazalı bir kadınınım. Hiç
temizlenemiyorum. Acaba namazı bırakayım mı?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.),
ona:
“Bu, hayz (kanı) değil, bir damar (kanı)dır. Hayız
kanı(n) geldiğinde namazı kılma. Hayız(ın) bittiği zaman kanı yıka ve namaz
kıl” buyurdu.
[389]
Ebu Hubeyş'in asıl
adı. Kays b. Muttalib'dir.
254-
Hz.
Aişe (r. anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'in
baldızı, Abdurrahman b. Avf in hanımı Ummü Habîbe bint. Cahş yedi yıl istihaze
olmuştu ve bu hususu Resulullah (s.a.v.)'e sordu. Resulullah (s.a.v.):Bu, hayz
kanı değil, bir damar kanıdır. Boy abdesti al ve namazını kıl' buyurdu."
bir bozukluk sebebiyle gelen Mı kanıdır. Dıger bir rtadey loğusalık dışındaki
Ümmü Habîbe hadisinin, Fatıma bint. Ebi Hubeyş hadisiyle nesh edildiği de ileri
sürülmüştür.
Hattabî (ö.
388/998)'ye göre; bu hadis, kısa bir şekilde rivayet edilmiştir. Kadının hali,
genişçe bir şekilde açıklanmamıştır. Her istihazalı kadına boy abdesti aimak
vacip değildir. Boy abdesti alma emri; gelen kanın, hayız kanı mı, yoksa
istihaze kanı mı olduğunu ayıra-mayan yada gününü, vaktini ve sayısını unutan
kimse kadın için geçerlidir. Böylesi bir kadın, hiçbir namazını terk edemez ve
her namaz için yıkanması gereklidir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)
zamanında dokuz tane müsteha2alı kadın vardı. Bunlar; Fatıma bint. Ebu Hubeyş,
Ümmü Habîbe bint. Cahş, kız kardeşi Hamne, kız kardeşi Ümmü'I-Mü'minin Zeyneb
bint. Cahş, Sehle bint. Sehl, Ümmü'l-Mü'minin Şevde, Esma bint. Mürsid
el-Hârisî, Zeyneb. Bint. Ebi Seleme, Bâdine bint.Gaylân es-Sakafî'dir.
Burada gecen “Hind”in,
hadisin ravisi olan Ebu Bekr İbn Abdurrahrnan'ın hanımı mı, yoksa akrabası mı
olduğuna dair hiçbir yerde bir bilgiye rastlanılmamıştır. İbn Hacer (ö.
852/1447)'in, “El-İsâbe” adlı eserinin sonunda bir “Hind”den bahsedilmiş, fakat
kim olduğu açıklanmamıştır.
255-
Muâze'den rivayet edilmiştir:
“Neden hayızlı kadın
orucu kaza ediyor da, namazı kaza etmiyor?” diye soru sordum. Aişe:
“Sen, Harûriyye misin?” dedi. Ben de:
“Harûriyye değilim,
fakat (bunun hükmünü öğrenmek için) soruyorum” dedim. Aişe:
“Peygamber hayattayken) bu iş, bizim başımıza gelirdi.
Dolayısıyla da orucu kaza etmekle emrolunurduk. Fakat namazı kaza etmekle
emrolunmazdık” diye cevap verdi.
[390]
Açıklama:
Harûrâ: Küfeye iki mil
uzaklıktaki bir köyün adıdır. Haricilerin toplandıkları ilk yen Bu nedenle
Haricilere, bu köye nispetle, “Harûriyye” denilmiştir.
Siffîn savaşında
ortaya çıkan meselenin çözümlenmesi için hakem tayin edilmişti. çiler, “Hüküm
ancak Allah'ındır” sözünü düstur edindikleri için, hem Hz. Ali (ö. 40/660) hem
de Muaviye (ö. 60/679) ile taraftarlarını tekfir edip her iki taraftan da
ayrılmışlardı, nedenle onlar, din ile hakkın haricine çıktıkları ve Hz. Ali'den
ayrıldıkları için “Harici! (=çıkanlar/karşı çıkanlar)” diye meşhur olmuşlardır.
Hadisi rivayet eden
kadının adı, Muâze bint. Abdullah el-Adeviyye'dir. İbn Maîn, bu dinin,
güvenilir birisi olduğunu belirtmiştir. Hicretin 83. yılında vefat etmiştir.
Hz. Aişe'nin, kadına
“Sen Harûriyye inisin?” şeklinde bir soru sormasının nede Haricilerin, hayız
olan kadının hayız müddetince kılamadığı namazları, temizlendikten soı kaza
etmesinin gerektiğini kabul etmeleriydi.
Hayız olan kadın, genel
kabule göre; namaz kılamaz, oruç tutamaz, kocasıyla cinsel ilşkide bulunamaz.
Bunun yanı sıra Hanefiler dahil fakihlerin çoğunluğuna göre, hayızlı kc nın;
Kur'an okuması, Mushafı eline alması, mescide girip orada kalması caiz
değildir, konuda hayızlı kadın, cünüp kimse gibidir. Dolayısıyla ihtiyaç
halinde mescide girebilir duâ ve zikir niyetiyle duâ ayetlerini, Fatiha, İhlas
gibi sureleri, besmeleyi, kemle-i tevhid Şahadeti okuyabilirler.
Mâliki fıkıhçıları
ise, bazı sahabe ve tabiun alimlerinden rivayet edilen, görüşlerin de: ğiyle,
kadının, hayız süresi içerisinde Kur'an okuyabileceğini, fakat hayız kanı
kesildiği anc itibaren gusledip temizleninceye kadar cünüp hükmünde olup Kuran
okuyamayacakla belirtmişlerdir. İbn Hazm (ö. 456/1063), bu şartı da aramaz.
Mâlikîler ve İbn Hazm
dahil bir grup İslam alimi, cünüplük halinin iradî, hayızm ise ri iradî
oluşundan hareketle hayızlı kadın lehine bir ayırım yapmayı gerekli
görmüş,özell Mâlikîler, kadınların Kur'an öğretimi ve öğrenimi için böyle bir
ruhsata ihtiyacı bulundı noktasından hareket etmişlerdir.
Hayızlı kadının, hayız
sebebiyle ibadet edememesi, dinin ona tanıdığı bir muafiye Bu ibadetleri
yapamadığı için dinî bir sıkıntı, eksiklik ve sorumluluk duyması yersizdir.
İbaderde, sayı ve süreden ziyade niyet ve fıkri-ruhî yoğunluk önemlidir.
Hadiste oruç ile namaz
arasında bir bağ kurulmasının sebebi; namaz İbadetinin, bec olma bakımından
oruca benzemesidir. Hayızlı olan kadınların orucu kaza etmeleri gere Çünkü oruç
ibadeti, yılda bir defa yapılmaktadır. Dolayısıyla tutulamayan oruç için V
edilmesinde bir güçlük yoktur. Hayız (=ay hali/regl) hali ise, genelde, her ay
meydana meşinden ötürü günlük ibadet olan namazın birikmesine, böylece de
ibadette güçlük doğ: sına sebep olur. Allah ise, kuluna güçlük dilemez. Bu
nedenle de İslam, bu güçlüğü kaldın tır.
256- Ümmü
Hâni' bint. Ebi Tâlib (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Ümmü Hâni”, Mekke'nin
feth edildiği sene Resuluüah (s.a.v.) Mekke'nin yukarı tarafında bulunduğu bir
sırada onun yanına gelmişti. Resulullah (s.a.v.) ise yıkanmaya kalkmıştı. Rahat
bir şekilde yıkanması için kızı) Fâtıma, ona bir elbiseyle perdelemişti. Sonra
Resulullah (s.a.v.) elbisesini alıp ona sarınmış ve daha sonra da sekiz rekathk
kuşluk nafile namazı kılmıştı.”
[391]
Açıklama:
Ümmü Hâni', Resulullah
(s.a.v.)'in amcası Ebu Tâlib'in kızı ve Hz. Ali'nin de kardeşidir. Asıl isminin
ne olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. Mekke'nin feth edildiği gün müslüman
olmuştur. Mekke, hicretin 8. yılında feth edilmiştir.
Burada boy abdesti
alacak kimsenin, arada perde olmak kaydıyla mahrem akrabasından bir kadının
yanında yıkanabilir. Bununla ilgili olarak benzeri bir rivayet 245 nolu hadiste
geçmişti.
Kuşluk namazını 8
rekat olarak kılmak caizdir.
256- Ümmü
Hâni' bint. Ebi Tâlib (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Ümmü Hâni”, Mekke'nin
feth edildiği sene Resulullah (s.a.v.) Mekke'nin yukarı tarafında bulunduğu
bir sırada onun yanına gelmişti. Resulullah (s.a.v.) ise yıkanmaya kalkmıştı.
Rahat bir şekilde yıkanması için kızı Fâtınıa, ona bir elbiseyle perdelemişti.
Sonra Resulullah (s.a.v.) elbisesini alıp ona sarınmış ve daha sonra da sekiz
rekathk kuşluk nafile namazı kılmıştı.”
[392]
Açıklama:
Ümmü Hâni', Resulullah
(s.a.v.)'in amcası Ebu Tâiib'in kızı ve Hz. Ali'nin de kardeşidir. Asıl isminin
ne olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. Mekke'nin feth edildiği gün müslüman
olmuştur. Mekke, hicretin 8. yılında feth edilmiştir.
Burada boy abdesti
alacak kimsenin, arada perde olmak kaydıyla mahrem akrabasından bir kadının
yanında yıkanabilir. Bununla ilgili olarak benzeri bir rivayet 245 nolu hadiste
geçmişti.
Kuşluk namazını 8
rekat olarak kılmak caizdir.
257- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Erkek erkeğin, kadın
da kadının avret yerine bakamaz. Erkek erkeğe bir elbisenin içinde yanaş amaz.
Kadın da kadına bir elbisenin içinde yanaşamaz.”
[393]
Açıklama:
Erkekler erkeklerin ve
kadınlar da kadınların avret yerlerine bakamazlar. Erkeklerle kadınların
birbirlerinin avret yerlerine bakması haramdır.
Peygamber (s.a.v.)
erkeklerin birbirlerinin avret yerine bakmalarını yasaklamakla onların kadınların
avret yerine bakmalarının da yasak olduğuna işaret etmiştir. Hatta erkeğin
avret yerine bakmak yasak olunca kadmınkine bakmanın yasak ve haram olacağı
önceliklidir.
Hanefilere göre, karı
kocanın birbirlerinin avret yerlerine bakmasında bir sakınca yoktur.
Erkek erkeğin
avretinden başka her yerine bakabilir. Kadının yabancı bir bakması da erkekğin
erkeğe bakmasına kıyas olur. Yani göbeğinden diz kapağının altına kadar olan
yerlerine bakamaz. Kadının erkeğe bakması da aynı hükme tabidir.
iki erkeğin ve yine
iki kadının, aralarında bir engel olmaksızın bir örtü altına girmeleri tahrimen
mekruhtur.
258- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Kabe inşa edilirken
Peygamber (s.a.v.) ile Abbâs taş getirmeye gitmişlerdi. Abbâs, Peygamber (s.a.v.)'e:
“Taşlardan korunmak
için peştemalım/izarım omzuna koy!” dedi. O da öyle yaptı. Fakat derhal yere
düştü. Gözleri semaya dikildi. Sonra ayağa kalkıp, (Abbâs'a):
“Peştemalım(ı ver), p
eşte malımı ver!” dedi.
Bunun üzerine Abbâs,
ona elbisesini giydirdi.
[394]
Açıklama:
Bu olay, Resulullah (s.a.v.)'in
çocukluğu döneminde geçmişti. Resulullah (s.a.v.)'in bu sırada kaç yaşında
olduğu meselesi ihtilaflıdır, tbn Battal ile Ibn Tîn'e göre, 15 yaşında idi. İbn
İshâk'a göre ise 35 yaşında idi. Süheylî'ye göre isi bu olay iki defa meydana
gelmiştir. Biri küçüklüğünde ve diğeri de Kabe yapılırken gerçekleşmişti.
Resulullah (s.a.v.)'in
düşüp bayılmasına sebep avret yerinin açılmasıdır. Bu olaydan sonra Resulullah
(s.a.v.) hiçbir zaman açık saçık görülmemiştir.
Bu olay, Resulullah (s.a.v.)'in
küçüklüğünden itibaren çirkin şeylerden, cahiliyet ahlakından ve her türlü
rezil şeylerden korunmuş, peygamberliğinden önce ve sonra daima en temiz bir
hayat yaşamıştır. Çünkü Yüce Allah, Resulullah (s.a.v.)'i en güzel ahlak ve en
mükemmel haya fıtratıyla yaratmıştır. Hatta evinden çıkmayan bakire bir kızdan
daha utangaç idi. Bunun için de avret yeri açılınca düşüp bayılmış ve bir daha
asla çıplak olarak görülmemiştir.
Bu hadis, hem
insanların huzurunda ve hem de tenha bir yerde çıplak gezmenin caiz olmadığına
delildir.
Yine avret yeri
görülecek şekilde oturmak ta, çıplak gezmek hükmündedir. Bundan dolayı
peştemalsız hamama girmek yasaklanmıştır.
259- Misver
b. Mahreme'den rivayet edilmiştir:
Taşımakta olduğum ağır
bir taşı getirmiştim. Bu sırada üzerimde hafif bir peştamal vardı. Taş
üzerimde İken aniden peştemalim çözülüverdi. Taşı bırakamadım ve bu şekilde
yerine kadar götürdüm. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Dönüp elbiseni al. Çıplak gezmeyin!” buyurdu.
[395]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)'in
“Çıplak gezmeyin” ifadesi; bugün
televizyonlarda, deniz kenarlarında yada çarşı ve caddelerde uygunsuz bir
vaziyette gezip “Biz de müslümanız”, “Bizim de annemiz-babamız hacı yada
başörtülü”, “Zamanın icabı böyle”, “Modaya uymak lazım”, “Zaman sana uymuyorsa
sen zamana uy” türünde bir çok söz söyleyen kimselere aslında pek çok söz
söylemektedir. Bu tür düşüncelerin ve uygunsuz giyimlerin İslam'da yeri yoktur.
müslüman, zamana değil
de Kur'an'a ve Allah tarafından güzel bir model olarak tanımlanan Peygamber (s.a.v.)'e
uymakla mükelleftir. Kur'an ve Peygamber (s.a.v.)'de, müslümanlara; açık-saçık
ve çıplak bir vaziyette uygunsuz bir halde giyinmelerini ve gezip dolaşmalarını
müslümanlığın vakar ve şerefiyle uygunluk arzetmediğini belirterek bazı özel
durumlar hariç her zaman ve her yerde avret yerlerini örtmeleri gerektiğini
emretmektedir.
260- Ebu
Saîd cl-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Pazartesi günü
Resulullah (s.a.v.)'le birlikte Küba'ya (gitmek üzere yola) çıktım. Salim
oğullarının bulunduğu yer)e vardığımızda Resulullah (s.a.v.) İtbân'ın kapısının
önünde durup ona seslendi. Itbân, peştemalini sürükleyerek dışarı çıktı.
Resulullah (s.a.v.):
“Adama acele ettirdik” buyurdu. Itbân:
“Ey Allah'ın resulü!
Ne dersin? Bir adam, hammayla cinsel ilişki halindeyken acele ettiririlip de
meni/sperm gelmezse o adama ne lazım gelir?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.);
“Su/boy abdesti, ancak suyun/meninin gelmesinden
dolayı gerekir” buyurdu.
[396]
Açıklama:
Burada “Boy abdesti”,
kinayeli olarak, “Su” şeklinde belirtilmiştir. Boy abdestinin gereği olarak
ta, "meni'(nin gelmesi gösterilmiştir. Bu hükmün, Ubey b. Ka'b'tan
“Muhacir ve Ensar'dan bir takım gençler, suyun (=boy abdestinim), sudan
(-meniden) dolayı gerekip gerekmediği hususunu (aralarında) tartışalıbilir. Bu
kural, Resulullah (s.a.v.)'in, İslam'ın başlangıcında verdiği bir ruhsat idi.
Daha sonra Resulullah (s.a.v.), erkeğin sünnet yerinin, kadının sünnet yerine
girmesinden dolayı) yıkanmayı emretmiştir”
[397]
şeklinde İslam'ın başlangıcında geçerli olduğu ve daha sonra bu hükmün
kaldırıldığı belirtilmiştir.
“İlişki de bulunursa, her ikisine de boy abdesti almak
vacip olur”
[398]
hadisiyle nesh olunduğu da belirtilmiştir.
Dört mezhebin icma
ettiği görüşe göre de; guslün gerekmesi için, meni gelmese bile, erkeklik
organının uç kısmının kadının organına girmesi gerekmektedir.
261- Übeyy
b. Ka'b (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
hanımiyla cinsel ilişkide bulunup da meni/sperm indirmeyen erkek hakkında:
“Cinsel organını yıkar ve (namaz abdesti gibi) abdest
alır” buyurdu.[399]
Söz konusu ilk
uygulama kaldırıldığı halde bunu bilmeyen yada duymayan bazı sahabiler, eski
uygulamaya devam etmişler, sonra işin gerçek yönü kendilerine bildirildiğinde
bu görüşlerinden dönmüşlerdir.
262- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Erkek, kadının dört kenarı arasına oturup cinsel
ilişki de bulunması münasebetiyle yorulana değin çalışırsa kendisine boy
abdesti almak/yıkanmak vacip olur.”
[400]
Açıklama:
Boy abdestînin
gerekmesi için meninin gelmesi şart değildir. Erkeğin sünnet mahallinin kadının
organında kaybolmasıyla, hem erkeğe ve hem de kadına boy abdest almak gerekir.
Bugün mesele hakkında herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Dört mezheb bu konuda
icma etmiştir. Bu görüş ayrılığı, İslam'ın ilk yıllarında vardı. Daha önce de
açıklandığı üzere bu hüküm daha sonra kaldırılmıştır. Bir sonraki gelen hadis
de, bu görüşü desteklemektedir.
Yalnız dört organla
neyin kastedildiği hususunda ihtilaf edilmiştir. Bu konuda çeşitli yorumlar
yapılmıştır. Fakat burada asıl kastedilen husus; cinsel ilişki olup Resulullah
(s.a.v.) ise bu hususu kinaye ederek açıkça söylemekten kaçınmıştır.
263-
Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Hz. Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Bir adam, Resulullah (s.a.v.)'e gelip ona; hanımıyla
cinsel ilişkide bulunup da mensini tutan kimsenin durumunu sordu. Sonra da bu
kadın ile erkeğe boy abdesti gerekir mi?” dedi.
Âişe bu sırada orada
oturmaktaydı. Resulullah (s.a.v.) (Âişe'yi göstererek):
“Ben ve şu, bu (dediği)nî yapıyoruz. Sonra da
yıkanıyoruz/boy abdesti alıyoruz!”
buyurdu.
[401]
(Daha öncede geçtiği üzere; erkeklik organının
uç kısmının kadının organına girmesi halinde meni gelmese bile hem kadına ve
hem de erkeğe boy abdesti almak gerekir. Tirmizî'ye göre, İlim adamlarının
çoğunun nazanndaki uygulama: “Bir kimse, hanımıyla cinsel ilişki de bulunupta
meni gelmese bile boy abdesti almak gerekir”
[402]
şeklindedir,
Yalnız burada
Resuluüah (s.a.v.)'in “Ben ve şu, bu
{dediği)ni yapıyoruz. Sonra da yıkanıyoruz/boy abdesti alıyoruz!” şeklindeki
sözü; bir maslahattan ve ihtiyaçtan kaynaklanan bir durum olup aralarındaki
sırrı ortaya çıkarmak şeklinde anlaşılmamalıdır.
264- Peygamber
(s.a.v.)'in hanımı Hz. Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadır:
“Ateşte pişen şeylerden dolayı abdest alınız!”
[403]
Açıklama:
Ateşte pişen bir şeyi
yemeden ötürü abdestli bir kimsenin tekrar abdest alıp almaması meselesi
ihtilaf konusu olmuştur.
Bir grup sahabe ile
bazı alimler, bu hadisle amel ederek ateşte pişen bir şeyin yenilmesinden
ötürü tekrar abdest alınması gerektiğini belirtmişlerdir. Bunlar, yukarıda ismi
geçen kimseler ile Örner b. Abdulazizi, Hasan Basri ve Ebu Kılabe. Ateşte
pişmiş yiyecek sebebiyle abdest almanın sebebi; benzerini meleklerin asla yapmayacağı
dünya nimetlerinden en üst düzeyde yararlanma olduğu, böyle bir yiyeceği yemek
suretiyle meleklere benzemekten uzaklaşmaya sebep olacağı ve ateşte pişmiş
yiyeceğin, kişiye, cehennem ateşini hatırlatacağı, bu ise, insanın kalbinin
meşgul olacağı şeklinde açıklanmaya çalışılmıştır. Yalnız bu iddialar ve
gerekçeler, gerçekçi değil.
265-
Abdullah İbn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
etli bir kemik yada et yemişti. Sonra namaz kılmıştı. Fakat abdest almamış,
suya da el değdirmemişti.”
[404]
Açıklama:
Konu ile ilgili
rivayetlerde; Resulullah (s.a.v.)'in bir koyunun kürek kemiği etinden yediği,
koyunun ciğerlerinin kızartıldığı, kendisine hediye olarak getirilen et ve
ekmekten üç lokm'a yediği, fakat bütün bunlardan dolayı yeniden abdest gerek
görmeyerek namaz kıldığı bildirilmektedir.
Dolayısıyla sahabenin,
mezhep imamlarının ve alimlerin çoğu; bu konudaki hadisi esas alarak, ateşte
pişmiş yiyecekleri yemeden ötürü abdest almanın gerekmeyeceği görüşünü
benimsemişlerdir.
266-
Abdullah İbn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.) süt
içmişti. Daha sonra su isteyip ağzını çalkaladı ve:
“Bunun yağı var!” buyurdu.
[405]
Açıklama:
Bu hadis, süt ve
benzeri yağlı şeyleri yiyip içtikten sonra ağzı yıkamanın müstehab olduğunu
göstermektedir. Bundan maksat; ağzın temizlenmesi ve yağlı maddeler ile yemek
kırıntılarının dişlerin arasında kalarak gerek namaz esnasında yutulmasına ve
gerekse de normal zamanlarda dişlerde çirkin görüntünün oluşmasına engel
olmaktır.
267- Câbk b.
Semaire (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Bir adam, Resulullah (s.a.v.)'e gelip
ona:
“Koyuu eti yedikten
sonra abdest alayım mı?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“İstersen aîs istersen alma!” buyurdu. Adam:
“Deve eti yedikten
sonra abdest alayım mı?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Evet? Deve eti, gedikten sonra abdest al!” buyurdu. Adam:
“Koyun ağıllarında
namaz kılabirlir miyim?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.}:
“Evet!”
buyurdu. Adam:
“Deve ağıllarında
namaz kılabilir miyim?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Hayır!”
diye cevap verdi.
[406]
Açıklama:
Bu hadis, deve eti
yemenin abdesti bozacağını ifade etmektedir. Fakat bu mesele, sa-habiler ile
alimler arasında ihtilaf konusu olmuştur. İmam Ahmed, Ishak b. Rahuyeh ve bazı
sahabiler, bu hadisle amel ederek mutlak surette deve etinin abdesti bozduğunu
ileri sürmüşlerdir.
Ebu Bekr, Ömer, Osman,
Ali, AbduÜah İbn Mes'ud, Übeyy b. Ka'b, Abdullah İbn Abbâs, Ebu Derdâ1, Ebu
Talha, Ebu Ümame gibi bazı sahabiler ile İmam Ebu Hanife, İmam Malik, İmam
Şafiî ve bu mezheplere bağlı kimseler, deve eti yemenin abdesti bozmadığını
ileri sürmüşlerdir. Bu konuda “Resulullah (s.a.v.)'in son uygulaması, ateşte
pişen bir şeyden dolayı abdest almamaktı[407]
şeklinde Câbir'den gelen hadisi delil olarak almışlardır. Dolayısıyla bu hadis,
diğer görüşte olan kimselerin dayandığı hadisin hükmünü ortadan kaldırmaktadır.
Koyun ağıllannda namaz
kılmak ittifakla mubahtır. Deve ağıllarında namaz kılmak ise tenzihen
mekruhtur. Buradaki mekruhluğun sebebi ihtilaflıdır.
268- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet.edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Sizden birisi (mescide namaz kılarken) karnında bir
şey hissedip de kendisinden bîr şey çıkıp çıkmadığını kestiremezse, ses
işitmedikçe yada koku duymadıkça sakın mescidden çıkmasın!”
[408]
Açıklama:
Namaz kılan bir kimse,
yellendiğini ya koku duymak yada ses işitmek suretiyle bilir. Bunlardan
birisini iyice bilmedikçe namazdan çıkması doğru olmaz. Sesi kulağıyla işitmek
ve kokuyu da burnuyla duymak şart değildir. Çünkü sağır olan bir kimse sesi
işitmez, burnu tıkalı olan kimse de kokuyu duymaz. Dolayısıyla bunların mevcut
olduğunu bilmek yeterlidir.
Soruyu soran kimse,
bazı rivayetlerden anlaşıldığına göre Abdullah b. Zeyd b. Asım'dır.
269-
Abdullah İbn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Meymûne'nin azadlı
bir cariyesine, bir koyun sadaka olarak verilmişti. Bir süre sonra koyun öldü.
Resulullah (s.a.v.), koyunun yanından geçerken:
“Onun derisini alsanız da tabaklayıp sonra da ondan
faydalaıısanız ya!” buyurdu. Oradaki
sahabiler:
“Bu koyun
kendiliğinden ölmüştür” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Ölmüş hayvanın ancak etini yemek haramdır” buyurdu.[409]
Açıklama:
Bu hadis; ölmüş bir
hayvanın sadece etini yemenin haram olduğunu, derisinin ise tabaklanmak
suretiyle helal olduğunu belirtmektedir.
Ayrıca bu hadise
hükümce aykırı olan hadisler de rivayetler edilmiştir. Bu iki tür rivayet
arasındaki zıtlığı gidermek için; olumlu rivayetler, tabaklandıktan sonra
kullanılmasının helal olduğuna ve olumsuz mahiyetteki rivayetlerin ise
tabaklanmadan önce faydalanma ile kullanılmasının yasak olduğu şeklinde
yorumlanmıştır.
Ayrıca bu hadis, ölmüş
bir hayvanın bütün kısımlannın haram olduğunu ifade eden;
“Size ölmüş hayvan (=leş) haram kılındı”
[410]
mealindeki ayetin genel olan hükmünü tahsis ederek tabaklanmış derisini
kullanmanın helal olduğunu bildirmektedir.
Ebu Hanîfe'ye göre;
domuzdan başka bütün hayvanların leşlerinin derileri tabaklanmak suretiyle
temizlenmiş olur.
270-
Ebu'l-Hayr'dan rivayet edilmiştir:
“İbn Va'le es-Sebâiyye
üzerinde bir kürk görmüştüm. Ona dokundum. İbn Va'le der ki:
“Ona neden
dokunuyorsun? Ben, Abdullah İbn Abbâs'a (bunu) sorup:
“Biz, Mağrib'te
bulunuyoruz. Yanımızda Berberiler ile Mecusiler'de var. Bazen onların
kestikleri bir koçu bize getirip veriyorlar. Biz de onların kestiklerini
yemeyiz. Yine bize, içine hayvan yağı koydukları tulumları da getiriyorlar. Bu
tulumlardan bir şeyler yiyip içebilir miyiz?” dedim. Bunun üzerine Abdullah İbn
Abbâs şu cevabı verdi:
“Biz bu meseleyi
Resulullah (s.a.v.)'e sorduk.” O da:
“Derinin tabaklanması, onun temizlenmesidir” buyurdu.
[411]
Açıklama:
Tabaklama, yaş derinin
üzerine toprak döküp veya deriyi toprağa gömüp yada güneşe koyup veyahut
değişik bir şekilde kurutup murdar kokusunu gidermek ve onu fesat hükmünden
çıkarmakla olur.
Tabaklama suretiyle
deri, temizlenmiş olur. Tabaklanmamış deri, pis ve necistir. Ebu Hanife'ye
göre; domuz dışında ölmüş bütün hayvanların derileri, tabaklanmak suretiyle
derisi temizlenmiş olur.
271- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Seferlerinin
birisinde Resulullah (s.a.v.)'le birlikte yola çıkmıştık. Mekke ile Medjne
arasında bulunan Beydâ' yada Zâtu'1-Ceyş denilen yere vardığımızda gerdanlığım
kopup düşmüştü. Resulullah (s.a.v.), gerdanlığımı aramak üzere konakladı.
İnsanlar da onunla birlikte konakladı. Fakat su başında değillerdi. İnsanlar,
babam Ebu Bekr'e varıp ona:
“Âişe'nin ne yaptığını
görüyor musun? Resulullah (s.a.v.) ve insanları su bulunmayan bir yerde
konaklattırdı, üstelik yanlarında da su yok” dediler.
Resulullah (s.a.v.)
başını dizime koyup uyuduğu sırada Ebu Bekr çıkageldi:
“Resulullah (s.a.v.)'i
ve insanları su bulunmayan bir yerde alıkoydun! Üstelik yanlarında su da yok!”
deyip beni azarladı. Öyle ki Allah'ın konuşmasını dilediği kadar söyleyeceğini
söyledi, eliyle de böğrüme vurmaya başladı. Resulullah (s.a.v.)'in dizimde
uyuyor olmasından dolayı hiç kıpırdıyamadım.
Resulullah (s.a.v.)
susuz olarak sabahladığında ayağa kalktı. Derken Allah teyemmüm ayetini
[412]
ayetini indirdi. Bunun üzerine teyemmüm ettiler.
Bunun üzerine Useyd b.
Hudayr:
“Ey Ebu Bekr ailesi!
Bu, sizin (sebep olduğunuz) ilk bereketiniz değildir” dedi.
Üzerinde olduğum
deveyi harekete geçirdiğimiz de gerdanlığı devenin altında bulduk.
[413]
Açıklama:
“Teyemmüm kelimesi
sözlükte; bir işe yönelmek, bir şeyi kast etmek” anlamına gelir. Dinî
literatürde ise; suyu temin etme veya kullanma imkanının bulunmadığı dınmlarda
büyük ve küçük hükmî kirliliği gidermek maksadıyla temiz toprak veya yer
cinsinden sayılan bir maddeye sürülen ellerle yüzü ve iki kolu mesh etmekten
ibaret hükmî temizlik demektir.
Abdest ve gusül normal
durumlarda suyla yapılan ve maddî bir temizlenme özelliği taşıyan hükmî bir
temizlik İken teyemmüm istisnai hallerde başvurulan, abdest ve gusül yerine
geçen sembolik bir işlemdir. İslam'ın, mükellefler için böyle bir imkanı
getirmiş olması, hem namaz başta olmak üzere ibadetlerin yerine getirlmesine
Önem vermiş olmasının ve hem de kolaylığı ilke edinmiş olmasının sonucudur.
Teyemmümle, kişinin,
farz namazları ve dilediği kadar nafile namaz kılması mubahtır. Yalnız
teyemmümle iki farz namaz kılınmaz. Bir kimse farz namaz kılmak için teyemmüme
niyet etse onunla farz ve nafile namaz TüiJbilir. Fakat yalnız nafile namaz
için niyet ederse o teyemmümle nafile namaz kılabilir, farz kılamaz.
Yine kişi, bir
teyemmümle birkaç cenaze namazı kılabilir.
Abdesti bozan her şey
teyemmümü de bozar. Hanefilere ve Mâlikilere göre, teyemmümde, tertip şart
değild.ir.
Hanefi alimlerinden
bazıları, Abdullah İbn Abbâs hadisine dayanarak, suyu kullanma imkanı olduğu
halde abdestin yerine teyemmümün caiz olduğunu söylemişlerdir.
[414]
Kur'an'da teyemmüm imkanıyla
ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır:
“Eğer hasta olur veya yolculukta bulunursanız yada
biriniz ayak yolundan gelirse veyahut kadınlarla temasta bulunur da su
bulamazsanız, temiz toprakla teyemmüm edin. Onunla yüzlerinize ve kollarınıza
mesh edin”
[415]
Teyemmümle ilgili bu
hüküm,, hicretin 5. yılında inmiş olup Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından
uygulamalı olarak gösterilmiştir.
Hz. Âİşe'nin
kaybettiği gerdanlık, kız kardeşi Esmâ'ya ait olup
[416] on
iki dirhem kıymetinde ucuz bir şeydi.
Bahsedilen seferin
hangi sefer olduğu meselesi tartışmalıdır. İbn Abdilberr, İbn Sa'd, İbn Hibbân
gibi alimlere göre bu olay hicretin besince senesinde meydana gelen Beni
Mustahk gazasında gerçekleşmişti. Meşhur İfk olayı da bu gazada meydana
gelmişti. Beni Mustalık gazasına, “Müreysi gazası da denilir,
Ayrıca bu hadiste;
kadın evli bile olsa kadınla ilgili olarak babasına şikayette bulunmanın, bir
kimsenin evli olan kızını te'dib ve terbiye etmek için uyarıda bulunmasının,
uyuyan kimseyi rahatsız etmemek için hareketi gerektiren bir davranış
karşısında sabrederek onun kıpırdamamasını sağlamanın, bu doğrultuda namaz
kılan yada Kur an okuyan veya ilimle meşgul olan kimseye karşı da aynı
davranışı sergilemenin ciaz ve müstehab olduğu ifade edilmektedir.
272-
Abdurrahman İbn Ebzâ'dan rivayet edilmiştir:
“Adamın biri, Hz.
Ömer'e gelip:
“Doğrusu ben cünüp
oldum. Fakat su bulamadım” dedi. Ömer:
“Namaz kılma” diye
cevap verdi. Bunun üzerine Ammâr b. Yâsir;
“Hatırlar mısın, Ey
Müminlerin Emiri! Hani senle ben, bir seriyyede idik. ikimizde cünüp olmuştuk,
fakat su bulamamıştık. Sen namaz kılmamıştın. Fakat ben, toprakta yuvarlanıp
sonra da namazımı kılmıştım. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Sana sadece ellerini yere vurman, sonra ellerine
bulaşan toprağı üfürmenî, sonra da ellerinle, yüzüne ve kollarına mesh etmen
yeterdi” buyurmuştu dedi. Bunun
üzerine Ömer:
“Ey Ammâr! Allah'tan
kork” dedi. Ammâr:
“İstersen, bunu hiç
söylememiş olayım” dedi. Ömer:
“Bu teyemmüm
olayından üzerine aldığın
sorumluluğu sana bırakıyoruz” dedi.
[417]
Açıklama:
Seriyye: Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in bizzat katılmayıp kendf.yerine bir komutan eşliğinde gönderdiği
askeri birliğe verilen isimdir.
Ammâr, burada ictihad
etmiş ve cünüplük halinin abdestsizlige benzemediği zannıyla teyemmümü gusle
kıyas etmiştir. Ayrıca bu olayda, Ammâr'ın, teyemmümün aslını bildiği
anlaşılmaktadır.
Yine Resulullah (s.a.v.)
zamanında sahabenin içtihadı caiz midir?, değil midir meselesi Fıkıh Usulü
alimleri arasında ihtilaflıdır. Esah olan görüşe göre, caizdir.
İslam alimleri,
teyemmümde, el ve kollardan nerelere kadar mesh yapılacağı konusunda üç görüşe
ayrılmışlardır:
a- Parmak
uçlarından omuzlara kadar mesh edilmesi görüşüdür. Bu görüş, İmam Zühri ye
aittir.
b-Yalnız
bileklere kadar mesh edilmesi gerektiğini söyleyenlerin görüşü. Bu görüş ise,
Ammâr b. Yâsir'den gelen sahih bir hadise dayanmaktadır.
c- Dirsekler
de dahil, dirseklere kadar mesh edilmesi görüşü. Bu görüş; Hanefiler de dahil,
cumhurun görüşüdür.
Ammâr, cünüp olduğunda
durumunu Peygamber (s.a.v.)'e sorunca, ona, yüzü ve elleri mesh etmeyi
emretmiş. O da, Peygamber (s.a.v.)’in kendisine öğrettiği gibi yüz ve ellerde
karar kılmıştır. Çünkü Ammâr, Hz. Ömer'le geçen olayda, Peygamber (s.a.v.)'in,
kendisine yüz ve elleri öğrettiğini ve kendisinin, Peygamber (s.a.v.)den
öğrendiği husus üzerinde karar kıldığını göstermektedir.
273- Ebu
Cehm İbnu'l-Hâris İbni's-Sımme el-Ensârî (r.a)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Medine yakınlarında bulunan “Bi'ru Cemel” tarafından gelmişti. Bir adam, ona
rastlayıp selam verdi. Fakat Resulullah (s.a.v.) onun selamına cevap vermedi.
Teyemmüm almak için orada bulunan) bir duvara yönelip yüzünü ve ellerini mesh
etti. Sonra da adamın selamını aldı.”
[418]
Açıklama:
Peygamber (s.a.v.)’in,
kendisine selam veren kimsenin selamını teyemmümden sonra alması, Allah'ın
selamını taharetsiz almayı uygun görmemesinden dolayıdır. Yoksa bu uygulama,
kesin bir emir mahiyetinde değildir. Çünkü abdestsiz de selam alınabilir. Fakat
teyemmüm almak suretiyle abdestli iken selam almak daha uygun bir davranıştır.
274-
Abdullah İbn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir;
“Resulullah (s.a.v.)
küçük abdest yaparken ona bir adam uğrayıp selam vermişti. Resulullah (s.a.v.)'de
(meşgul olduğu için) onun selamına cevap vermemişti.”
[419]
Açıklama:
Bazıları, bunun,
İslam'ın ilk zamanlarına özgü olduğunu, sonradan abdest alırken verilen selamı
kabul ettiğini söylemişlerdir.
Şâfiilerin çoğuna
göre; büyük abdest yada küçük abdest sırasında selam almak ve vermek
mekruhtur. Çünkü böyle bir halde bir kimsenin; Allah'ı zikretme, teşbihte
bulunma ve aksıran kimseye karşılık vermede bulunması da mekruhtur. Zira büyük
abdest yada küçük abdest sırasında her türîü söz mekruhtur. Yalnız zarurer hali
hariç.
Bazıları da, bu olayı,
nesh meselesi çerçevesinde değil de müstehab olarak değerlendirmişlerdir.
Bunlara göre, abdestsiz selam almak caiz ise de büyük yada küçük abdest
bittikten sonra selam almak müstehabtır.
Tahâvî'de, selam
almama meselesinin; Mâide: 5/6'daki abdest ayetiyle nesh edildiğini, bazıları
da konuyla ilgili Hz. Aişe'den rivayet edilen hadisle nesh edildiğini
söylemişlerdir.
275- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Ebu Hureyre, cünüp
olarak, Medine sokaklarından birinde, Peygamber (s.a.v.)'e rastlamıştı. (Onu
görür görmez) hemen onun yanından sıvışıp gitmiş, yıkanmış. Peygamber (s.a.v.),
onu(n niçin sıvışıp gittiğini) araştırmış. Ebu
Hureyre geldiği zaman,
ona:
“Ey Ebu Hureyre!
Nerdeydin?” diye sormuş. Ebu Hureyre'de:
“Ey Allah'ın resulü!
Bana, cünüb olduğum bir sırada rastladın. Ben de yıkanmadıkça senin yanında
oturmayı doğru bulmadım” demiş. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Subhanallah! Mü'min kimse pis olmaz” buyurdu.
[420]
Açıklama:
Ebu Hureyre'nin, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'den geri kalmasının sebebi şudur: Resulullah (s.a.v.), sah
ab i ler inden biriyle karşılaştığında, onunla tokalaşır ve ona dua ederdi. Ebu
Hureyre, cünüp olması sebebiyle kendisinin pis olduğunu zannetmiş ve
dolayısıyla Resulullah (s.a.v.)'le tokalaşmaktan korkmuştur. Bundan dolayı da
onun yanından sıvışarak yıkanmaya gitmiştir. Resulullah (s.a.v.)'de, onun bu
yaptığın şaşırarak “Subhanallah! Mü'min
kişi pis olmaz” buyurmuştur.
“Mü'minin pis
olmamasının nedeni; onun, cünüplük sebebiyle pis olmayacağı ve
başkasını.pisletmeyeceğidir. Hatta insanın derisi, ölüsü, artığı, teri, salyası
ve gözyaşı dahi temizdir. Daha doğrusu bütün Adem oğulları temizdir. Bu sebeple
cünüp birisiyle konuşmak, ona dokunmak yada tokalaşmakta bir sakınca yoktur.
“Müşrikler, necistir”
[421] ifadesiyle kast edilen
husus; onların inançlarının ve fiillerinin pisliğidir. Bedenlerinin pisliği
değil.
Ölünün pis olup
olmayacağı tartışma konusu olmuştur. Hanefi alimlerinden Aynî'ye göre; ister
ölü ve ister diri olsun hiçbir şekilde müslüman'ın necis olamaz.
“Subhanallah”
kelimesi, burada, taaccüp ve hayret etmek için kullanılmıştır.
276- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.) her anında Allah'ı zikrederdi.”
[422]
Açıklama:
Bu hadis, Peygamber (s.a.v.)'in
genel bir tarzını anlatmaktadır. Bu da, onun bütün hallerde Allah'ı zikretme,
teşbih, tahlil, tekbir ve tahmidde bulunduğunu ifade etmektedir. Yalnız bazı
özel durumlarda, 272 nolu hadiste de geçtiği üzere, cünüp İken teyemmüm yapıp
temizleninceye kadar Allah'ın selamını almamış ve yine 273 nolu hadiste de
geçtiği üzere, küçük abdest yaparken Allah'ın selamını almamıştır.
Dolayısıyla bu hadis,
büyük abdest ve küçük abdest bozma veya cinsel ilişki sırasında yada cünüplük
halindeki durumla tahsis edilmiştir, Bu hallerin dışında kalan durumlarda
Resulullah (s.a.v.) her zaman Allah'ın selamını almıştır. Bu durumlarda
abdestli yada abdestsiz veya cünüp bulunmak ile ayakta, oturur, yürür, yatar
halde bulunmak arasında hiçbir fark yoktur.
Bununla birlikte
Resulullah (s.a.v.) cinsel ilişki yapmak üzereyken, tuvalete gireceği zaman
gibi hallerde dua ve teşbihte bulunmaktan da geri kalmamıştır.
277- Abdullah
İbn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Biz, Peygamber (s.a.v.)'in
bulunduğu bir toplulukta onun yanındaydık. Bir ara büyük abdest
yapmadan/tuvaletten gelmişti. Bu sırada yemek getirilmişti.
Ona:
“Abdest almayacak
mısın?” diye soruldu. O da:
“Niçin? Namaz mı kılacağım ki abdest abdest alayını!” buyurdu.
[423]
Açıklama:
Bu hadiste, abdestsiz
bir kimsenin yemek yiyebileceğini ifade etmektedir. Dolayısıyla da alimler,
abdestsiz haldeyken yemek yemek, su içmek, Allah'ı zikretmek gibi hususlann
caiz olduğunda İttifak etmişlerdir. Bu hususta hiçbir mekruhluk sozkonusu
değildir.
Yalnız böyle bir
durumda yemek yemek ve bir şey içmek gerektiğinde elleri yıkamak temizlik
açısından doğru bir davranıştır. Bununla birlikte yemekten önce el yıkamanın
müstehab veya mekruh olduğu konusunda görüş ayrılığı vardır.
278- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.) tuvalete gireceği
zaman:
“Allahümme innî eûzu bike mine'l-Hubsi ve'1-Habâis
(=Allahım! Erkek ve dişi şeytanların şerrinden sana sığınırım” buyururdu.[424]
Açıklama:
Hubus kelimesi,
“Habîs” kelimesinin çoğulu olup “Erkek şeytanlar” anlamına gelmektedir.
“Habâis” ise “Habise” kelimesinin çoğulu olup "dişi şeytanlar"
anlamına gelmektedir. İb-nü'1-Arabî (ö. 643/1148)'ye göre, bu kelime; çirkin
şeyler için kullanılır. Hubs, genellikle, sözde sövmeyi, inançta küfrü,
yiyeceklerde haramı, içeceklerde zararlı şeyleri ifade eder.
Tuvalete girmek
isteyen kimse, bu duayı okumalıdır. Çünkü tuvaletler, Allah'ın açıkça
zikredilmesi uygun olmayan yerler olduğu için şeytanlar, buralarda, çokça
eğleşir ve İnsan oğluna daha çok musallat olurlar. Tuvalete girerken
şeytanlardan Allah'a sığınmak, bu nedenden dolayı gereklidir. Açık arazide
abdest bozmak da, tuvalette abdest bozmak gibi Allah'a sığınmayı gerektirir.
Tuvalete girerken Allah'a sığınmayı unutan kimse, İslam alimlerinin çoğunluğuna
göre, girdikten sonra kalben Allah'a sığınır.
279- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
bir adamla gizlice konuştuğu sırada namaz için kamet getirilmişti. Fakat gizli
konuşmaya devam etti. Öyle ki sahabileri, beklemeye dayanamayıp
uyuyakalmışlardı. Konuşması bittikten sonra gelip abdest aldırmadan onlara
namaz kıldırdı.”
[425]
280- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'in
sahabileri, (mescitte) uyurlar, sonra abdest almadan namaz kılarlardı.”
[426]
Açıklama:
Bu hadisin diğer
varyantlarından anlaşıldığına göre; sahabiler, yatsı namazını kılmak üzere
toplanmışlar, namaz için kamet getirilmişti. Tam bu sırada bir kavmin büyüğü
olduğu söylenen birisi gelip Resulullah (s.a.v.)'le bir meseleyi görüşmek
istemişti. O da mescidin bir kenarına çekilip onunla uzun uzun görüşmüş vg onu
İslam'a kazandırmaya çalışmıştı. Bundan dolayı sahabiler uyuyakalmışlardı.
Resulullah (s.a.v.) konuşmayı bitirdikten sonra gelip onlara namaz kıldırmıştı.
Bu hadis, oturarak
uyumanın abdesti bozmadığını göstermektedir.
Uyku hakkında
alimlerden çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Saîd İbnu'l-Müseyyeb, Ebu Miclez
gibi bazı kimselere göre uyku hiçbir surette abdesti bozmaz.
İmam Şafiî'ye göre ise
namazda uyumak abdesti bozmaz, fakat namaz dışında uyumak abdesti bozar.
Ebu Hanife'ye göre ise
uyku rüku', secde, kıyam ve oturma gibi gerek namazda olsun ve gerekse namaz
dışında olsun abdest bozulmaz. Yalnız bir şeye dayanarak yada sırt üstü yatarak
uyuyan kimsenin abdesti bozulur.
Yine bu hadiste; bir
yerde bir kimseyi yalnız bırakıp ta iki kimsenin gizli konuşmaîan yasak
edilmesine rağmen burada bir topluluğun huzurunda iki kişinin gizlice
konuşmalarının caiz olduğu, zaruret gereği farz namaz ile kametin arasını
ayırmanın caiz olduğu, bir çok mesele bir araya geldiğinde önce en önemli
olanın çaresine bakılmasının caiz olduğu belirtilmektedir.
Namaz diye tercüme
edilen “Salât” kelimesi, Arapça'da; dua etmek, övmek, ta'zim etmek gibi
anlamlara gelmektedir.
Terim olarak ise belli
eylemler ve özel rükünlerle yüce Allah'a kulluk etmektir.
Namaz, yüce
yaratıcının bir emri olduğu için yerine getirilir. Ayrıca namaz kılan kimsenin;
yüce Allah'ın kudret ve kuvvetini, azabını, rahmetini, hayal ve hafızasına
nakşederek nefsini tehzib etmesi ve bu suretle kendisini her türlü
fenalıklardan, hatalardan, suçlardan alıkoy ar. Çünkü Allah düşüncesi ve kalbi
Allah'a bağlama, insanı her türlü fenalıktan alıkoyar. Namaz da, Allah'ı
sürekli hatırlamanın en büyük vesilesidir.Nitekim ayette,
“Beni hatırlamak/anmak için namaz kıl”
[427] buyurulmaktadır.
İslam'ın başlangıç
yıllarında namaz, sabah ve akşamleyin kılınan ikişer rekatten ibaret iken
[428]
yaygın kabul gören görüşe göre, Mi'rac olayından sonra beş vakit namaz farz
kılınmıştır.
281-
Abdullah İbn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:
müslümanlar, Medine'ye
geldikleri zaman toplanıp namazların vakitlerini) gözetirlerdi. Namaz için hiç
kimse ezan okumazdı. Derken bir gün namaz için bir çağrıda bulunulması
gerektiği hususunda konuşup bazıları:
“Hıristiyanların çanı
gibi bin çan edinelim!” dediler. Bazıları da:
“Yahudilerin borusu
gibi bir boru (edinelim)!” dediler. Ömer'de:
“Bir adam gönderseniz
de halkı namaza çağırsa!” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Ey Bilal! Kalk, (halkı) namaza çağır!” buyurdu.[429]
Açıklama: Ezan
kelimesi sözlükte; duyurmak, bildirmek anlamına gelmektedir. Terim olarak ise
farz namazlar için belli vakitlerde okunan bilinen özel sözlerdir. Ezan okuyan
kimseye, müezzin denir.
İslam'ın ilk yıllannda
bugün bildiğimiz şekilde ezan okunmuyordu. Namaz, Mekke döneminde farz
kılındığı halde, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Medine'ye gelişine kadar namaz vakitlerini
bildirmek için bir yol düşünülmemişti. Medine'ye gelindiğinde bir süre
sokaklarda “es-Salâh es-Salâh” (=namaza namaz) veya “es-Salâtu camia” (=namaz
insanları toplayıcı veya bir araya getiricidir yada namaz bir çok güzellikleri
ve şükür çeşitlerini kendisinde toplar) diye bağnlrnışsa da bu yeterli
olmamıştı.
Hicretin iîk yılında
Medine'de Mescid-i Nebî'nin inşası tamamlanıp müslümanlar düzenli bir şekilde
toplanıp cemaatle namaz kılmaya başlayınca, Peygamberimiz namaz vakitlerinin
girdiğini ve topluca namaz kılınacağını duyurmak için ne yapılabileceğini
arkadaşlanyla görüşmeye başladı. Sonunda birkaç şahabının aynı şekilde rüya
görmeleri üzerine bugünkü bilinen şekliyle ezan ilk defa olarak Hz. Bilal
tarafından sabah namazında Neccaroğulları'ndan bir kadına ait yüksekçe bir evin
damında okunmuş ve artık müslümanlığın bir şiarı, alameti haline gelmiştir. Bu
bakımdan esasen müekked sünnet olmakla birlikte bir bölgede hiç okunmamasına
karşı sert yaptırımlar bulunduğu için vacip veya farz-ı kifaye ağırlığında
olduğu kabul edilmektedir.
Ezanın Türkçe okunması
meselesine gelince, Prof. Dr. Hayrettin Karaman, “Hayatımızdaki İslam” adlı
eserinde konu ile ilgili olarak şöyle der:
“Kur'ân-ı Kerim Son
Peygamber” (s.a.v.), “Allah'ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusu” olarak
takdim etmektedir.
[430]
İlâhî Kitaba göre O,
“Alemlere rahmettir”
[431]
“Bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak
gönderilmiştir.”
[432] Bu
âyetlerin ilk muhatabı olan Hâtemu'l-enbiyâ Efendimiz (s.a.v.) vazifesinin
şuuru içinde hareket ederek İslâm davetini Araplara ve Arap Yanmadası'na özgü
kılmamış, dîni bu dar çerçeve içinde tebliğ etmekle yetinmemiş, İran,
Habeşistan, Bizans, Mısır gibi o çağın dünyasının bilinen kültür ve medeniyet
merkezlerine mektuplar ve temsilciler göndererek farklı din, renk, dil ve
coğrafyadan olan insanlan İslâm'a çağırmıştır. Kendisi bu fâni dünyadan
ayrıldıktan sonra samimî ve sadık mensupları dünyanın dört bir yanına yayılarak
İslâm'ı tebliğ etmişler, Çin'den İspanya'ya kadar büyük bir coğrafya üzerinde
İslâm'ın tanınmasını, benimsenmesini ve yayılmasını sağlamışlardır.
Bu apaçık âyetlere ve
tarihî gerçeklere rağmen, önündeki ağacı görüp koca ormanı göremeyen zihin
miyopları gibi;
“Sen ancak uyancısın ve her bir kavmin de bir yol
göstericisi (rehberi) vardır”
[433]
mealindeki âyete takılarak Peygamberimiz (s.a.v.)'in elçiliğini ve İslâm'ın
kapsamını daraltmaya, Araplara özgü kılmaya yeltenenler büyük bir gaflet ve
yanılgı içindedirler.
Peygamberimiz (s.a.v.)'in
Kur'an'da sayılan vasıfları ve özellikleri âyetlerin bağlamlarına, işlenen
konulara uygun olarak serpiştirilmiştir. “Uyancılık” vasfının zikredildiği
âyet, âhireti inkâr eden ve Peygamber'e Rabbinden, kendilerini inandıracak bir
mucizenin gelmesini isteyen kâfirlere cevap olarak gönderilen âyetler arasında
indirilmiştir. Bu âyetler bağlamının ifade ettiği mânâ şudur:
“Peygamber insanlan
hidâyete getiremez, onun vazifesi tebliğ etmek ve uyarmaktır, bu kavme olduğu
gibi bundan önceki kavimlere de hidâyet rehberleri, yol göstericiler
gönderilmiştir. İnsanlar hür iradeleriyle o hidâyet rehberlerine uyarlarsa
doğru yolu bulurlar, uymazlarsa doğru yoldan sapmış olurlar”.
Şu halde Son
Peygamberin (s.a.v.) gönderildiği kavme bir uyarıcı, bir de hidâyet rehberi
gönderilmiştir. Bu kavim/kavimler İslâm'ın ilk muhatapları olmaları itibariyle
Araplar'dır, İslâm'ın evrenselliği itibariyle de milâdi 610 yılından itibaren
bütün dünya insanlığıdır. Gönderilen uyarıcı Hz. Peygamber (s.a.v.) olduğuna göre
hidâyete götüren, rehber olan (hâdî) kimdir veya nedir? Kur'ân-ı Kerim'de
yüzlerce âyette bu sorunun cevabı şöyle verilmiştir: "Hâdî Allah'tır,
İnsanları irâdelerini değerlendirerek- saptıran veya doğru yola kavuşturan
O'dur, O istemedikçe -peygamberler dahil-hiçbir kimse bir başkasını doğru yola
getiremez, İman etmesini sağlayamaz. Allah Teâlâ'nm yol göstericiliği ve
hidâyet rehberliği, peygamberleriyle gönderdiği kitaplar vâsıtasıyle
olmaktadır. O'nun bütün kitapları doğru yolun rehberleridir (hüdâ, hâdî),
doğru yolun adı İslâm'dır, bütün peygamberler kavimlere Allah'ın kullarına onu
tebliğ etmişler, hayatını ona göre yaşayanları müjdelemişler, sapanları ise
uyarmışlardır.
Hâtemu'l-enbiya da (s.a.v.)
aynı hidâyetin temsilci ve tebliğcisidir.
[434]
Kendisi örnektir, uyarıcıdır, müjdeleyicidİr, hidâyetin şahididir,
dâvetçisidir, insanlığın ufkunu aydınlatan ve açan ışıktır; onunla gönderilen
rehber hâdî ve hüdâ Kur'ân'dır, muhatabı da bir kavim değil, bütün insanlıktır.
Son Peygamber (s.a.v.) den sonra ulusal veya evrensel bir peygamber daha
gelmeyecektir; hangi sosyal ve siyasî ölçütlere göre bölünürlerse bölünsünler
bütün insanlığın son peygamberi, “öncekilerin getirdikileri dinlerin özünü
tasdik ve teyit eden” Muhammed Mustafâ'dır (s.a.v.).
Evrensel bir din olan
İslâm'ın mensuplanna Arapça'da “Müslim” denir, bu kelime Türkçe'mize “müslüman”
olarak geçmiştir. müslümanlık aynı zamanda bir kimliktir; bu kimliği
taşıyanlar, dil, renk, vatandaşlık, coğrafya, sosyal sınıf, millî kültür, etnik
özellikler üstünde bir birliğin üyeleridirler; bu birliğin adı “İslâm
Ümmeti”tir.
İslâm ümmetini
(müslümanlar bütününü) diğer din ve ideoloji mensuplarından ayıran ve
tanınmalarını sağlayan işaretlere, sembollere, belliklere “Şi'âr, çoğulu:
şe'âir” denir. müslümanları birbirine bağlayan ve guruplara göre farklı olan
tabiî, sosyal, siyasî, coğrafî... bağlar vardır. Bu bağlar ümmet birliğine,
dolayısıyla İslâm'a aykırı olmadıkça meşrudur, çoğu teşvik de edilmiştir. Ancak
bütün bu bağlann üstünde olan; onları destekleyen, kontrol eden ve aşan bağ
“Dindaşlık bağıdır”, müslüman kimliğinin temsil ettiği ilişkidir. Kur'ân'a göre
bu ilişkiyi ifade eden ve yönlendiren temel kavramlar “Kardeşlik, velayet
birbirinin velîsi, koruyucusu, temsilcisi, tarafı olmak, yardımlaşma, dayanışma,
hep birden Allah'ın ipine sarılmadır”.
müslümanlar bu
kavramları hayatlannı yöneten ve yönlendiren kurallar haline getirmedikçe
ümmeti oluşturamazlar, ümmeti oluşturmadıkça da güçlü olamaz, diğer kültür ve
medeniyetlere alternatif olacak çağdaş İslâm Medeniyetini dünyaya takdim
edemezler. Tarihte oluşturulan İslâm medeniyeti ne Araba, ne Aceme, ne Türk'e,
ne de başka bir kavme aittir; o, bütün müslüman kavimlerin ortaklaşa
oluşturdukları ve katkı sağladıkları “müslümanlar medeniyeti” veya “İslâm Medeniyetidir”.
Yukarıda tanımı geçen
şiarlar, müslüman kavimlerden, uluslardan, guruplardan birine veya birkaçına
değil, bütün müslümanlara (ümmete) ait şiarlardır; semboller, işaretler ve
belliklerdir. Onlar kimliklerdeki vatandaşlık sembollerine benzerler, bir
kimsenin kimliğinde TC. kelimesi veya ay-yıldiz işareti görüldüğünde onun Türk
ve TC. vatandaşı olduğu anlaşılır; bir kimsede, gurupta, kurumda, yerleşim
bölgesinde... İslâmî şiarlar görüldüğünde veya işitildiğinde de o kimsenin, o
şeyin ve orasının müslüman olduğu, İslâm'a ait bulunduğu anlaşılır. İslâmî
şiarlar için verilen listelerde şunlar zikredilmektedir: Besmele, selâm, dinî
günler ve bayramlar, ezan, kıble, cemâatle namaz, cum'a namazı, câmî, minare,
Kur'ân, Hac ibâdeti, Peygamber (s.a.v.)’in sünneti.
Kur'ân-ı Kerim'de -yer
yer bazıları zikredilerek- İslâmî şiarların korunması önemsenmiş ve
emredilmiştir.[435]
Fıkıh ve Siyaset-i şer'iyye kitaplarında, ezan, cemâatle namaz gibi
şiar-İbâdetleri toptan terk eden bölgelerin, cebrî tedbirlerle uygulamaya
zorlanabileceklerinden bahsedilmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.),
içlerinde müslümanların bulunup bulunmadığı bilinmeyen bir bölgeye
(dâru'l-harbe) sefer ettiğinde uygun bir yerde konaklar ve sabah namazının
vaktini beklerdi, vakit gelince ezan sesi duyulursa oraya baskın yapılmazdı,
duyulmaz ise orada oturanların müslüman olmadıklarına hükmedilir ve buna göre
davranılırdı.
[436] Bu
tarihi vakıa da meselâ ezanın İslâmî sembol olma özelliğine açıklık
getirmektedir.
İslâmî şiarlar belli
bir kavme (ulusa, guruba) mahsus olmadığı, bütün müslümanlara (ümmete) ait
bulunduğu için bunların korunması, dilin ve şeklin korunmasına bağlıdır. Dil ve
şekil değiştirildiği zaman şiar değişmiş, belli bir gurubun malı olmuş olur,
şiarı koruma emri gerçekleştirilmiş, yerine getirilmiş olmaz.
Ezanın ortaya çıkışı
ile ilgili sahîh hadîsler gösteriyor ki, ezan rüya ve ilham yoluyla bir iki
sahâbîye öğretilmiş, Peygamberimiz (s.a.v.) bunun ilâhî bir yoldan geldiğini
tasdik etmiş, benimsemiş ve sesi müsait bulunan ilk müezzin Bilâl'e okumasını
emretmiştir. Başka müezzinler edindikçe de onlara bizzat kendisi bu ezanı
öğretmiştir. Şu halde ezân-ı Muhammedî İslâm'dan önce Arapların bildiği bir
usûl ve metin değildir, İslâm'dan sonra bulunup uygulanmıştır, kaynağı da
ilâhidir, nebevidir ilham edilmiş, Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından da
benimsenmiştir.
İşte o tarihte bu
metinle başlayan ezan on beş asırdır bütün İslâm aleminde “Aynı şekilde, aynı
metinle, aynı dilde” okunmuş, dili ve kavmiyeti ne olursa olsun bütün müslümanlar
onu duyduklarında ezan olduğunu anlamışlar, gerekli tepkiyi göstermişler,
çağrıyı almışlardır. Ezanın dili değiştirilecek olursa onun şiar olma özelliği
kaybolur, ümmete ait olmaktan çıkar, sünnete aykırı "ulusal ezan"
olur. Ezanı böyle bir değişikliğe uğratmak caiz değildir.
Bazı fıkıh
kitaplarında bulunan “Başka dilde okunan ezanın ezan olduğu anlaşılırsa okunan
yeterli olur” cümlesi “Başka dilde ezan okumanın caiz ve sünnete uygun
olduğunu” ifade etmez, “Böyle okunduğu takdirde ezan okunmuş olur, tekrar
okunması gerekmez” mânâsına gelir.
Geçen haftanın
yazısında Ebû Hanîfe'nin de, “Kur'ân'ı namazda -dili yatmayanların-başka dilden
okumaları caiz olsa bile sünnete aykırı olduğu için mekruhtur” dediğini nakletmiştik.
Ana dili ne olursa olsun bütün müslümanlar 15 asırdır cîonan ezanı anlamakta,
bundan büyük bir haz duymakta, minarelerinden bu ezanın eksik olmaması için
Mevlâ'ya dua ve niyaz etmektedirler.
Cumhuriyetin ilk
yıllarında Kur'ân'ın ibâdetlerde Türkçe okutulmasına teşebbüs edilmiş, fakat
daha başlamadan vazgeçilmiştir. Ezan da 1932 yılında Türkçe'ye çevrilerek
cebren Türkçe okutulmaya başlanmış, müslüman halkın gösterdiği tepki ve aslına
dönme konusundaki ısrarlı talep üzerine, 1950 den sonra, Hz. Peygamber'in (s.a.v.)
okuduğu ve öğrettiği metne dönülmüştür.
Bu konuyu gündeme
getirenler, namazında niyazında olan müslümanlar değil... “Niçin istiyorlar?”
sorusuna verilebilecek cevaplar arasında ikisini önemsiyorum:
1- Türk
müslümanların! dünyanın diğer ülkelerinde yaşayan müslümanlardan ayırmak
istiyorlar.
2- Kur'an-ı
Kerim ibadetlerde asıl dilinde okunursa müslüman çocuklannın Kur'an öğrenmeleri,
bunun için hocaya gitmeleri gerekir, hoca çocuklara Kur'an öğretirken aynı zamanda
din eğitimi verir, ibadetlerde Kur'an-ı Türkçe okutarak din eğitimini
baltalamak istiyorlar....
Ezan, Türkçe veya
başka bir dilden okunamaz; çünkü o, Evrensel İslâm'ın şiarıdır.
[437]
282- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bilal, ezanı çift ve
kameti ise tek okuması emrolundu.”
[438]
Açıklama: Kamet
kelimesi sözlükte; namaz için seslenmek, kamet getirmek, ifa ve eda etmek demektir.
Aslı “İkâmet” olup, türkçede “İ”siz kullanılır.
Terim olarak ise farz
namazlardan önce, tek başına namaz kılacak olan kimsenin cemaatle kılınacak
farz namazdan önce ise müezzinin okuduğu ezan benzeri sözlerdir.
Bu hadis, ezan
kelimelerinin ikişer ikişer ve kamet kelimelerinin de birer birer okunacağını
söyleyen İmam ŞâfİÎ ile İmam Ahmed'in delilidir.
Hanefilere göre ise,
ezanın başında bulunan tekbirler dört kere, bunun dışındaki cümleler ise
ezanın sonundaki kelime-i tevhid hariç hepsi iki kere okunur. Tevhid ise bir
kere okunur. Toplamı on beş cümledir. Kamet de ise ayrıca iki kere “Kad
kameti's-salâtu” denilir. Hanefilerin bu konudaki delili; Tirmizî, Ezan 25; Ebu
Dâvud, Salât 28, 499; İbn Mâce, Ezan 1; Dârimî, Salât 3; Ahmed b. Hanbel,
4/43'de geçen Abdullah b. Zeyd hadisidir.
Erkekler, yalnız
başlarına yada cemaatle farz namaz kılacakları zaman kamet getirilir. Kaza
namazında da bu böyledir. Ancak Vitir, Teravih, Bayram, Cenaze ve Nafile
namazlarda kamet getirilmez.
Kamet cemaatın
müstehab olan sünneiierindendir. Mahalle camiinde yapılan kamet evler için
geçerlidir. Evde namaz kılan kişi kamet getirmese de olur. Kamet getirirse daha
iyidir.
Ezan ağır okunur.
Fakat kamet hızlı yapılır. Kamet ayakta yapılır. Kamet getiren kişi kıbleye
döner. Kamette, ezanın sözleri aynen okunur. Sadece “Hayye ale'l-felâh”tan
sonra iki kere “Kad kameti's-salâh” (=namaz başladı) denilir. Kamet, vakit
namazlarında sünnettir. Kamet, vaktin değil namazın sünneti olduğu için kaza
namazı kılarken de kamet okumak sünnet kabul edilmiştir.
283- Ebu
Mahzûre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Nebiyyullah, (bana)
ezanı şöyle öğretmişti:
“Allahu Ekber, Allahu
Ekber
Eşhedü en Lailahe
illallah, Eşhedü en Lailahe İllallah
Eşhedü enne Muhammeden
Resûlullah, Eşhedü enne Muhammedeı Resûlullah
Sonra dönüp şöyle
buyurdu: Eşhedü en Lailahe illallah, Eşhedü en Lailahe illallah
Eşhedü enne Muhammeden
Resûlullah, Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah
Hayya ala's-salâh, iki
defa
Hayya ala'l-felâh, iki
defa
Hadisin ravisi İshâk
şu cümleyi de ilave etmiştir:
Allahu Ekber, Allahu
Ekber
La İlahe illallah
Açıklama:
Anlamı: Allah en
büyüktür, Allah en büyüktür,
Allah'tan başka ilah
olmadığına şahadet ederim, Allah'tan başka ilah olmadığına şahadet ederim,
Muhammed'in Allah'ın
resulü olduğuna şahadet ederim, Muhammed'in Allah'ın resulü olduğuna şahadet
ederim,
Allah'tan başka ilah
olmadığına şahadet ederim, Allah'tan başka ilah olmadığına şahadet ederim,
Muhammed'in Allah'ın
resulü olduğuna şahadet ederim, Muhammed'in Allah'ın resulü olduğuna şahadet
ederim,
Haydin namaza, Haydin
namaza, Haydin kurtuluşa, Haydin kurtuluşa, Allah en büyüktür, Allah en
büyüktür Allah'tan başka ilah yoktur.
[439]
Açıklama:
Bu hadis, Müslim'in
çoğu nüshalarında bu şekildedir. Yani ezanın başında iki defa tekbir
getirileceği belirtilmektedir, Fakat Müslim'in dışındaki diğer hadis
imamlarının rivayetlerinde, ezanın başında dört defa tekbir alınacağı
kaydedilmektedir.
Bununla birlikte Kadı
İyâz, Sahih-i Müslim'in Fârisî yoluyla gelen bazı nüshalarda tekbirin dört
defa getirileceğinin zikredildiğinî belirtir. Aynı problem, Abdullah b. Zeyd
hadisinde de vardır.
Meşhur olan görüşe
göre, ezanın başındaki tekbirler, dörttür. Mezhep imamlarından Ebu Hanife, İmam
Şafiî ve İmam Ahmed ile alimlerin çoğunun görüşü de bu şekildedir.
284-
Abdullah İbn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'in
iki müezzini vardı. Biri Bilal ve diğeri ise âmâ olan İbn Ümmü Mektum'dur.”
[440]
Açıklama:
Müezzin, namaz
vakitlerinde ezanı âdabına uygun bir şekilde okumakla görevli kimseye denir.
Bu hadiste,
müezzinlerle kastedilen; Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Medine'deki müezzinleridir.
Mekke'deki müezzinleri ise Ebu Mahzura ile Sa'd idi.
İbn Ümmü Mektum'un
asıl adı, bazılarına göre Amr b. Kays b. Zâide'dir ve bazılarına göre ise
Abdullah b. Zâide'dir. Annesi, Ümmü Mektum'dur. Annesinin asıl adı ise
Âtike'dir. İbn Ümmü Mektum, Kadisiye Savaşında şehit olmuştur.
Bu hadise göre, bir
mescitte iki müezzin bulundurmak müstehabtır. İhtiyaca göre bu sayı artabilir.
Çünkü müslümanlann sayısı artınca Hz. Osman mescitte dört müezzin bulundurmuştur.
Müezzinin ezan okuması
karşılığında ücret almasının caiz olup olmadığı ihtilaf konusudur. İhtiyacı
varsa, almasında bir sakınca görülmemiştir.
Müezzinin, müslüman ve
akıllı olması şarttır. Buluğ şart değildir. Mümeyyiz çocuklar da ezan
okuyabilirler. Sarhoşun, büyük günah işleyenin, kadının, oturanın, cünübün ezan
okuması mekruhtur.
Müezzinin haramdan
sakınması, güvenilir takva sahibi ve ihlaslı olması, namaz vakitlerini
bilmesi, abdestli olması, cemaati kaçırabilecek kişileri ikaz etmesi, ezanı
yüksek bir yerde ve kıbleye yönelerek usûlüne uygun bir şekilde okuması, güzel
ve yüksek sesli olması müstehaptır.
Müezzin, ezan okurken
basit söz, konuşma ve hareketlerden sakınmalı, vakar ve ciddiyet sahibi
olmalıdır.
Müezzin “Hayye
ale's-salah” derken sağa; “Hayye ale'l-felah” derken sola döner. Minarede
okuyorsa kıbleye yönelerek ezana başlar ve sağ tarafa doğru şerefeyi dolaşır.
Kıbleyi arkasına almamaya dikkat eder.
285- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir;
“Abdullah İbn Ümmü Mcktûm, âmâ olduğu halde Resulullah
(s.a.v.)'e müezzinlik yapardı.”
[441]
Açıklama:
Bu hadis, beraberinde
gözü gören bir müezzin bulunduğu takdirde âmâ kimsenin müezzinlik
yapabileceğini göstermektedir.
286- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
fecir (=tan yeri) doğduğu zaman (şöyle) baskın yapardı:
Ezanı dinletirdi. Eğer
ezan (orada sesi) işitirse (baskından) vazgeçer, işitmezse baskın yapardı. Bir
defasında “Allahu Ekber, Allahu Ekber” diyen bir adam işitti. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.):
“Fıtratı İslam üzere galiba!” buyurdu. Sonra o kimse:
Eşhedu enlâ ilahe
illallah, Eşhedu enlâ ilahe illallah' dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Cehennemden çıktın” buyurdu.
Daha sonra bir
baktılar kî, o adam, bir keçi çobanıymış.
[442]
Açıklama:
Ezan okunan bir yere
baskın yapılmaz. Çünkü ezan sesi o yer halkının müslüman olduğunu yada orada müslümanlann
bulunduğunu gösterir.
Kafirleri dine davet
etmeden üzerlerine hücum etmekte caizdir. Ancak önce dine davet etmek
müstehabtır. Ebu Hanife, İmam Şafiî ile İmam Ahmed bu görüştedir.
Bir kimse kelime-i
şahadet getirmekle müslüman olur. Velev ki bunu teklife binaen değil de
kendiliğinden yapmış olsun.
Resulullah (s.a.v.)'in,
“Fıtrat(ı İslam) üzere galiba!” sözü; sen bu sözü insanların yaratıldığı İslam
fıtratı üzere söyledin!” anlamındadır. O kimsenin kelime-İ tevhidi söylediğini
işitince “Cehennemden çıktın” buyurmakla,
onun Tevhid sayesinde bu fıtrat üzere olduğunu belirtmektedir.
287- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) Şöyle
buyurmaktadır:
“Ezanı işittiğiniz zaman müezzinin söylediği gibi siz
de söyleyin.”
[443]
288-
Abdullah İbn Anır İbnu'1-As (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, o, Peygamber (s.a.v.)'in
şöyle buyurduğunu işitmiştir:
“Müezzini işittiğiniz zaman onun söylediği gibi siz de
söyleyin. Sonra bana Salât getirin. Çünkü kim bana bir defa Salât getirirse
Allah'da ona o Salât sebebiyle on defa Salât eyler. Sonra Allah'tan benim için
vesileyi isteyin. Çünkü vesile, cennette bir makamdır ki, Allah'ın kullarından
sadece bir kişi ona layıktır. Umarım ki, o kişi ben olurum. O halde kim benim
içib vesileyi isterse (kıyamet günü) ona şefaatim vacip olur.”
[444]
Açıklama:
Salât, rahmet ve duâ
anlamına da gelmektedir. Burada Salât, hem Hz. Peygamber (s.a.v.)'e ve hem de
onun aile halkına yapılmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v.)'e Salât getirilmesinin
nedeni hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.
Namaz dışında Hz.
Peygamber (s.a.v.)'e salavat getirmenin hükmü ihtilaflıdır. Hanefiler, bu konuda.Ahzab:
33/56 ayetini göz önünde bulundurarak ömürde bir defa salavat getirmenin farz,
bunun dışında her anıldığında salavat getirmenin vacip ve mecliste birkaç defa
anıldığında her defasında salavat getirmenin müstehab olduğu görüşündedir.
Vesile, maksada
ulaşmak için araç olarak kullanılan hususlara denir. Yine vesile, Cennette en
üst makamın öze! adıdır ki, bu da, Resulullah (s.a.v.)'in makamıdır. Cennette
O'nun kalacağı yurt, Allah'ın arşına Cennetteki en yakın mekandır.
Ezan duasının
içerisinde yer alan “Vesîle”nin, İsrâ: 17/79'da geçen “Makamı Mahmûd” olduğu
ifade edilmektedir. “Makamı- Mahmûd”, 3 şekilde tefsir edilmiştir:
1- Kıyamet
günü, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in duracağı makam.
2-
Livâu'1-Hamd" sancağının kendisine verileceği makam.
3- Şefaat
Makamı. Cumhur'un görüşü de budur.
Kıyamet günü Hz.
Muhammed (s.a.v.) dışında peygamberler de dahil bütün insanlar, kendi nefsini
kurtarmaya çalışacak. Fakat kıyamet günü insanların efendisi, Hz. Muhammed (s.a.v.) olduğu için şefaat isteyen kimselere
şefaat edecek ilk kişi, O'dur. Zira O, hem “Livâu'f-pfemd” (=Hamd Sancagı'nja
ve hem de “Makamı- Mahmûd”a sahip olacaktır. Bu sayede insanlara şefaatte
bulunacaktır. Bu şefaat yetkisini, O'na, Yüce Allah verecektir.
289- Ömer
İbnu'l-Hattâb (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Müezzin, “Allahu
Ekber, Allahu Ekber” dediği zaman sizden birisi de “Allahu Ekber, Allahu
Ekber” der. Sonra müezzin “Eşhedü en Lailahe illallah” dediği zaman o da
“Eşhedü en Lailahe illallah” der. Sonra müezzin “Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah”
dediği zaman o da “Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” der. Müezzin “Hayya
alas-salâh” dediği zaman o da “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” der. Sonra
müezzin yine “Hayya ala'l-felâh” dediği zaman o da “Lâ havle velâ kuvvete illâ
billâh” der. Sonra müezzin “Allahu Ekber, Allahu Ekber” dediğinde o da “Allahu
Ekber, Allahu Ekber” der. Sonra müezzin “La ilahe illallah” dediğinde o da
bütün kalbiyle “La ilahe illallah” deyip (bunları kabul ve ikrar ettiği için)
cennete girer.
[445]
290-
Sa'd b. Ebi Vakkâs (r.a)'tan rivayet
edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kim, müezzinin (okuduğu ezanı) işittiğinde (ezanın
bitiminde) "Eşhedu enlâ ilahe illallâhu vahdehu lâ şerike lehu ve enne
Muhammeden abduhu ve resûluhu radîtu billahi rabben ve bi Muhammedin resûlen ve
bi'1-İslâmi dînen” Şahadet ederim ki; Allah'tan başka ilah yoktur, tektir,
ortağı yoktur, Muhammenin O'nun kulu ve resulüdür. Rabb olarak Allah'ı, resul
olarak Muhammed'i ve din olarak İslam'ı seçtim derse, günahı bağışlanır.”[446]
Açıklama:
Namaza çağrı
mesabesinde olan ezana icabet ile ilgili bu üç hadis, fiilî ve kavlî olmak
üzere iki durumda incelenebilir:
a- Ezanla
namaz vakti bildirildiğine göre, vakit içerisinde mükellefin namaz kılarak
yapmış olduğu fiilî icabettir, b-
Şartlarını yerine getiren mükellefin, namazını cemaatle eda etmek için cemaate
katılma icabetidir.
Müezzinin
söylediklerini aynen tekrar ederek yapacağı icabettir.
Ezanı işiten kimse,
hayye ale'lerin dışında bütün cümleleri aynen söylemesi, hayye alelerde ise “La
havle velâ kuvvete illâ billahil-aliyyi'1-azîm” demesi mendubtur.
[447]
Ezana sadece kalbî icabet etmek yeterli olmayıp dil ile de telaffuz etmek
mendubtur.
Her ne kadar 285, 286
nolu hadislerin zahirine göre ezana icabet etmek farz gibi görünse de.
hadisteki “Ezan sesi duyunca, müezzinin söylediği gibi siz de söyleyin” emrinin
hükmünü farz olmaktan çıkarıp müstehaba çeviren delil, Müslim, Salât 9'da geçen
şu hadistir: Resulullah (s.a.v.) fecr doduğu zaman baskın yapardı. Ezanı
dinletirdi. Eğer ezan sesi işitirse, baskından vazgeçer. İşitmezse, baskın
yapardı. Bir defa “Allahu Ekber, Allahu Ekber” diyen birini işitti. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.):
“İslam (fıtratı) üzere galiba” buyurdu. Sonra o kişi:
“Eşhedü enlâ ilahe
illallah, “Eşhedü enlâ ilahe illallah” dedi. Resulullah (s.a.v.) ise:
“Cehennemden çıktı” buyurdu. Daha sonra ezanı okuyan kimsenin, bir keçi çobanı olduğunu
anladılar.”
Ezan aracılığıyla
insanlara hem namaz vaktinin girdiği ve cemaatla namaz kılınacağı duyurulmuş
olmakta ve hem de Allah'ın büyüklüğü, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'in
O'nun kulu ve resulü ile namazın kurtuluş yolunun kapısı olduğu ilan
edilmektedir. Namaz vakitleri, güneşin hareketine göre düzenlendiği için
yeryüzünde namaz vakitleri değişik anlara rastlamakta ve bu suretle söz konusu
olan bu hakikatler, gece-gündüz devamlı bir şekilde haykmlmış olmaktadır.
Ayrıca bu üç hadiste:
namaz vakitlerinde rahmet için gök kapılarının açıldığı zaman müminleri duaya
teşvik etmektedir.
Bunun yanı sıra ezan
okunurken ve kamet getirilirken cemaatin konuşmaması, mescit dışında
bulunanların Kur'an okumaması, selam almaması, kısacası müezzine İcabetten
başka bir şeyle meşgul olmaması gerekir.
Ezan okumak sadece
namaz vaktini duyurmak maksadıyla okunmakta ise de yeni doğan çocuğun kulağına
ezan okumak gibi bazen başka bir sebeple de okunabilir.
291- Muâuiye
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Müezzinler kıyamet günü insanların en uzun boyluları
olacaklardır.”
[448]
Açıklama:
Müezzinlerin kıyamet
gününde insanların en uzun boyunlu olmasından ne kast edildiği selef ve halef
alimleri arasında ihtilaflı bir meseledir.
Bazılarına göre bundan
maksat; müezzinlerin ilahi rahmeti görmeye en fazla Özenen insanlar
olmalarıdır. Çünkü bir şeyi görmeye özenen ona doğru boynunu uzatarak bakar.
Bazılarına göre de pek
çok sevap görmeleridir.
Bazılarına göre de
insanların reisi ve kavmin büyüğü olmalarından kinayedir.
Bazılarına göre de
kıyamet gününde onlara tabi olanlar çoktur.
292-
Süheyl'den rivayet edilmiştir:
“Babam beni bir şey
için Harise oğullarına göndermişti. Yanımda bizim bir kölemiz yada bir
arkadaşım vardı. Bir kimse, ona, bir bahçeden ismiyle seslendi. Yanımdaki o
kişi, sesin geldiği bahçeye baktı, fakat hiçbir şey göremedi. Daha sonra bu
olayı, babama anlattım. Babam şöyle dedi:
“Senin böyle bir şeyle
karşılaşacağını bilseydim seni (oraya) göndermezdim. Bundan böyle bir ses
işitirsen hemen ezan oku. Çünkü ben, Ebu Hureyre'yi, Resulullah (s.a.v.)'ten;
“Şüphesiz ki şeytan, (insanlar) namaza çağrıldığı
zaman sesli bir şekilde yellenerek /hızlı bir biçimde koşarak (oradan) kaçıp
gider” şeklinde hadis rivayet
ederken işittim.[449]
293- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“İnsanlar namaza çağrıldığı zaman şeytan, ezanı
işitmemek için sesli bir şekilde yellenerek (oradan) çekip gider. Ezan okuma
bittiğinde dönüp geri gelir. Namaza kamet getirildiği zaman yine çekip gider.
Kamet okuma bittiğinde tekrar dönüp geri gelir. Öyle ki kişi ile kalbi arasına
girip ona; 'Şunu hatırla, bunu hatırla' diyerek önceden aklında olmayan şeyleri
hatırlatır. Nihayet bu kimse, kaç rekat namaz kıldığını bilemez olur”
[450]
Açıklama:
Kadı İyâz'a göre,
şeytanın, ezanı işittiğinde sesli bir şekilde yellenerek oradan kaçması hakikat
anlamında kullanılmış olabilir. Çünkü şeytan bir cisimdir. Dolayısıyla da
yellenmesi mümkündür.
AynYye göre ise burada
bir temsil olup şeytanın ezandan kaçması, korkudan perişan olmuş bîr adamın
haline benzetilmiştir, İşte şeytan da, büyük bir felaket ve belaya uğramış
kimse gibi ne yapacağını şaşırıp kaçmaya başlar.
Bazılarına göre
şeytanın kaçmasını, ümitisizliğine yorumlarlar. Çünkü şeytan Tevhid İlanını
duyunca insana vesvese vereceğinden ümidini keser. Fakat namaz kılan ve Kur'an
okuyarak Allah'a yakarışta bulunan kimseden kaçmaz. Çünkü bu hallerde ona
vesvese kapıları açıktır. İstediği gibi kulun damarlarına kadar sokularak
vesvesenin her türlüsünü hatırına getirir. O derecede ki, namaz kılan kimse
kendinden geçerek kaç rekat namaz kıldığını bile unutur. Bundan kurtulmanın
yolu; hatıra gelen şeyi derhal düşünmekten vazgeçmektir.
Şeytanın, Kur'an
okumadan ve namazdan kaçmayıp ezan sesinden kaçması; kıyamet gününde onu
işittiğinde şahadet etmemek içindir.
Ayrıca şeytan insana
görünmeden de seslenebilir.
294-
Abdullah İbn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
namaza iftitah (=başlama) tekbiri aldığı zaman rüku-ya varmadan önce ve rükudan
doğrulduğunda onu ellerini omuzları hizasına kadar kaldırırken gördüm. Secdeler
arasında ellerini kaldırmıyordu.”
[451]
Açıklama:
Gerek namaz ve gerekse
diğer konularda, bir taraftan zayıf hadisle amel edilmez, sahih hadisle amel
edilmesi gerektiğini söyleyenler oFduğu gibi, diğer taraftan zayıf hadisle amel
edenler olduğu için burada zayıf hadisle amel edip etmeme meselesi üzerine
yaptığım bir çalışmayı aktarmak istiyorum:
“Zayıf hadis, sahih
veya hasen hadislerde bulunması gereken özelliklerden biri veya birkaçının
bulunmayışına göre derecelere ayrılırlar ve her biri değişik isimler alırlar.
İçlerinde on-on beş kadarına özetsinler” verilmiştir. Bunlar, daha çok hadis
usulü alimlerinin tarifinde görüş birliğine vardıklarıdır.
Zayıf hadislerin
zayıflık sebepleri aynı sayıldığı halde derecelendirilmelerinde ve her dereceye
giren zayıf hadislerin hangileri olduğu konusunda alimler arasında görüş
birliği bulunmamaktadır. Ayrıca sayıian konusunda alimlerin verdikleri
rakamlar da birbirini tutmamaktadır. Örneğin, İbn Hibbân 49, İbnu's-Salâh 42,
Abdurrauf el-Münâvî 81 çeşit zayıf hadis olduğunu belirtmiştir. Zayıf hadisin
derecelen dirilmesinde ki farklılık, her alimin konuyu az da olsa değişik
açıdan bakmasından kaynaklanmaktadır. Sayı farklılığı ve bir kısım zayıf hadis
çeşitlerinin kabarık rakamlara ulaşması zayıf hadise değişik isimler
verilmesinden ileri gelmektedir.
[452]
Zayıf hadis kavramı,
hicri birinci asrın ortalarında fitne tabir edilen müslümanlar arasındaki iç
savaş ve parçalanmalardan sonra başlayan cerh ve ta'dil faaliyetinin
başlangıcından itibaren bu mefhumu ifade için “Merdûd”, “Metruk”, “Münker” ve
“Sakîm” gibi ifadeler kullanılmıştır.
Zayıf hadis teriminin
en erken kullanımı, hicri üçüncü asrın ortalarmdadır. Örneğin, İbn Sa'd, Ahmed
b. Hanbel, Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî gibi alimler zayıf terimini değişik
vesilelerle kullanmışlardır.
Hem ilk fıkıh usulü ve
hem de hadis usulü kitabı olarak kabul edilen İmam Şafiî'nin “Risale” sinde
zayıf terimine yer vermemekle birlikte aynı mefhumu İfade eden kabul, red,
terk, inkar gibi köklerden türeyen kelimelerle ifads etmekte, zayıf hadis
çeşitlerine ait munkatı'. mürsel ve müdelles gibi tabirleri kullanmıştır.
Herhangi bir zayıf
hadisle amel edilip edilmeyeceğine karar vermeden önce onun zayıf olup
olmadığının tespit edilmesi gerekmektedir.Bunun için hadisin sahih ve zayıf
oluşunda, hadis ravilerinin sika olup olmadığı konusunda hadisçilerin ne
dediğine bakmak gerekmektedir. Çünkü hadis ravileri hakkında verilen zayıf
veya sika; hadis hakkında verilen sahih veya zayıf hükmü, alimlerin kişisel
ictihadlanna dayanmaktadır. Birine göre zayıf olan bir ravi, diğerine göre
sika, birine göre zayıf olan hadis diğerine göre sahih ya da hasen olabilmektedir.
Buna göre “Sahih”inde bazı zayıf kişilerden rivayette bulunmakla suçlanan
Müslim, İbnu's-Salâh ile Nevevî tarafında cerh ve ta dilin içtihadı oluşuyla
savunulmuştur.
[453]
Yine cerhe tabi tutulan Buhârî'nin ravileri de İbn Hacer tarafından aynı
düşünceyle savunulmuştu.
[454]
Yine Elbânî'nin
çeşitli hadis kitapları üzerine yaptığı zayıf hadis çalışmalarından ötürü, İbn
Kayyim'in “Zâdu'1-Meâd" ve “Fıkhu's-Siyre” adlı eserinde delil olarak
naklettiği bir Çok hadis ya zayıf ya da çok zayıf kabul edilmiştir. Dolayısıyla
İbn Kayyim'in sahih kabul edip delil getirdiği hadis, Elbânî tarafından başka
bir kategoride değerlendirilebilmektedir.
[455]
Yalnız zayıf bir
ravinin bütün rivayetlerinin zayıf olması gerekmeyebilir. Çünkü zayıf ravinin
makbul rivayetleri de olabilir.
[456]
Bu konuda dikkat
edilmesi gereken diğer bir hususta, haberlerin kabulü için hadisçiler ile
fıkıhçılar arasında önemli İhtİlaflann olmasıdır. Çünkü rical kitaplarına göz
atıldığında aynı ravi hakkında değişik kişilerin tamamen birbirine zıt, cerh ve
ta'dil İfadelerine rastlanmaktadır. Bunun nedeni, diğer ilmî meselelerde
olduğu gibi cerh ve ta'dil konusunda da alimler arasında da ihtilafın
olmasından kaynaklanmaktadır. Örneğin,
“Kim aşık olur, iffetli davranır ve (bu aşkını)
gizlerse ....” hadisinin ravisi
Süveyd hakkında; Yahya b. Maîn, onun kanının helal olduğunu söylemiştir.
[457] Ebu
Hâtim'de, onun, saduk/sağlam bir kimse olduğunu belirtmiştir.[458]
Yine hadislerin farklı
değerlendirmelere tabi tutulmasının en önemli sebeplerinden birisi de, illet
meselesidir. Zahiren sahih görünmesine rağmen herkesin göremeyeceği gizli bir
kusur bulunan hadislere muallel denir. İlletin varlığı kesin delillerle ispat
mümkün olmayıp karinelecı, yalanla itham edilen, çok hata yapan kişilerin
rivayetleri ile şazz hadislerin zayıflığı şiddetlidi.
[459]
Ravisi sıdk ve dindar
olmakla vasıflanmakla birlikte gizli, seyyiu'1-hıfz, muhtelit olan hadislerle
irsal, tedlis, İnkıta' gibi seneddeki kopukluk sebebiyle zayıf sayılan
hadislerin za'fı şiddetli değildir.[460]
Zayıf hadisle amel
konusundaki görüşler bazı kaynaklarda üç grupta toplanmaktadır:
1- Mutlak
olarak zayıf hadisle amel edilmez. Bu görüşte olanlar içerisinde; Yahya b.
Main, Ebu Şame, Müslim, İbnü'l-Arabî gibi alimler yer almaktadır.
2- Mutlak
olarak amel edilir.
3-
Bazı
şartlarla amel edilir. Bu görüşte olanlara göre ahkam konularında amel edilmez;
amellerin faziletleri, edeb, öğüt, terğib, terhib, zühd ile ilgili konularda
amel edilir.
İbn Hacer gibi bazı
muhakkik alimler, fezailde de olsa zayıf hadisle amel edebilmek için üç şart
ileri sürerler: a. Hadisteki zayıflığın şiddetli olmaması, b. Hadisin, İslam
dininin genel esaslarından birisine uygun olması, c. Amel ederken hadisin Hz.
Peygamber (s.a.v.)'den sabit olduğuna kesin bir şekilde inanılmaması. Alâî,
birinci şartta alimler arasında ittifak olduğunu söylemektedir. Son iki şart
da, İbn Abdi's-Selam ile İbn Dakîk el-ld zikretmiştir.
[461]
Dikkat edilirse
birince şartta sözü edilen zayıflık; şiddetli olmayan hadis, başka bir yoldan
gelmekle hasen olmaya uygun olan hadistir.
Ahkam konulan
dışındaki faziletlere dair konularda zayıf hadisle amel edileceği görüşüne
varılırken hangi esastan hareket edildiğini İbn Hacer, özetle şöyle demektedir:
“Eğer hadis gerçekten
sahih ise hadisin gereği yerine getirilmiş olur. Eğer gerçekte zayıf ise amel
etmekle helal bir şeyi haram ve haram bir şeyi de helal kılma veya haklarını
zayi olması söz konusu olmayacağı için sakıncalı bulunmamaktadır.”
[462]
Yalnız ahkam
konularında zayıf hadislerle amel edilemeyeceği konusu kaynaklarda sık ık
zikredilmesine, hatta bu konuda ittifak edildiğine belirtilmesine rağmen
uygulamada bu hükme her zaman uyulmamıştır. Fezail için ileri sürülen
şartlardan farklı bir takım şartlarla, ahkamda da zayıf hadisle amel
edilmiştir. Fakat burada söz konusu edilen ahkam, helal ve haram
dışindakilerdir. Çünkü helal ve haram, sübut ve delaleti kat'i olan delillerle
sabit olmaktadır. Bazı şartlan taşısa da zayıf hadisin sübutu zannidir.
[463]
Fıkıhtaki asli ve
ikincil derecedeki delillerle doğrudan veya dolaylı olarak desteklenmek
suretiyle kuvvet kazanan zayıf hadisler, ahkam konulannda delil olarak
kullanılmaktadır. Fakat burada tek başına zayıf hadisten değil, o konudaki
bütün delillerin bir araya gelmesiyle hüküm çıkarma söz konusudur. Örneğin,
“Gündüz namazları dilsizdir” hadisi merfu olmayıp batıldır. Fakat bu hadis başka
hadislerdeki işarî birtakım karinelerle ve müslümanların gündüz namazlarında
sessiz okuma tatbikatının nesilden nesile nakledilmesiyle desteklenmektedir.
Dolayısıyla fıkıhçılar bu hadisle amel etmişlerdir. Yine;
“Ümmetimin ihtilafı rahmettir” hadisinin hiçbir senedinin olmadığını söyleyen
Karadavi, bir yandan zayıf hadisle amel etmeye karşı çıkarken, (Kardavi,
Yusuf, Sünneti Anlamada Yöntem, Rey Yay, Kayseri) diğer taraftan bu hadîsi
çeşitli ifadelerle sahih konumuna getirmeye çalışmaktadır.[464]
Yine hadisçilerin
ölçütlerine göre zayıf sayılan bazı hadislerle İslam'ın ilk devirlerinden itibaren
amel edilegelmiştir. Bu uygulama, hadis için takviye unsuru olmaktadır.
Örneğin, İmam Şafiî,
“Varis için vasiyet yoktur” hadisi hakkında:
“Hadisçiler bu hadisi
sabit görmezler. Fakat âmme bu hadisi kabui edip amel ettikleri için fıkıhçılar
vasiyet ayetinin bu hadisle mensuh olduğunu belirtmişlerdir” der.[465]
Yine İbn Kayyim, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderirken varid olan ictihad
hadisinin meçhul kimseler tarafından nakledildiğinden dolayı zayıf olduğunu,
fakat alimlerin ve herkesin bu' hadisi kabul edip amel ettikleri için sahih
derecesine çıktığını belirtmektedir.
[466]
Ahkamla İlgili bir
konuda zayıf hadisle amel etmek ihtiyata daha uygunsa, zayıf hadisle amel
edileceği bazı alimlerce benimsenmiştir. Örneğin, güneşte ısınmış suyu
kullanmanın mekruh olduğunu belirten Hz. Âişe'den gelen hadis zayıf olmasına
rağmen ihtiyaten fıkıhçılar bu hadisle amel etmişlerdir.
Herhangi bir konuda
başka delil yoksa ravisi yalanla itham edilmeyen, batıl, münker, şazz olmayan
zayıf hadislerle de amel edileceği Ahmed'in görüşüne dayanmaktadır. Örneğin,
Ebu Hanife kıyasa aykırı olmalanna rağmen “Namazda kahkaha” “Hurma sırasıyla
abdest”, “Hayzın azami müddetinin on gün olduğu”, “On dirhemden aşağı mehir
olmayacağı” gibi zayıf hadislerle amel etmiştir.
Senedinden sahabinin
düştüğü yada senedinde her türlü kopukluk bulunan mürsel hadis meselesi de
"Mürsel “Hadisle Amel” başlığı altında müstakil olarak incelemişlerdir .
Salahattin Polat'ın
dediği gibi, zayıf hadislerin hiçbir işe yaramayacağı kanaati son derece
yanlıştır. Bu kanata varılmasında çoğu zaman zayıf hadislerin mevzu hadislerle
karıştırılması rol oynadığı gibi zayıf hadislerin mertebeleri olduğunun göz
önüne alınmayışının da etkisi var. Za'fı şiddetli olmamak kaydıyla birtakım
karine ve delillerle desteklenen zayıf hadislerin, itikad ve haram-helal
konuları dışında delil olabileceği görüşü makul gözükmektedir. Fakat zayıf
hadisle Fezail konusunda herkesin amel edebilmesi mümkün iken, fıkhı bir konudaki
zayıf hadisle ancak alimler ve fıkıhçılar amel edebilirler. Çünkü zayıf hadisle
ancak alimler ve fıkıhçılar amel edebilir. Çünkü zayıf bir tarafa, sahih
hadislerle bile amel etmek ve onlardan hüküm çıkarmak belli bir formasyonu
gerektirmektedir.
Sonuç olarak, zayıf
hadisleri mutlak kabul veya red yerine özelliklerine ve kullanılacakları konuya
göre ayrı ayrı değerlendirmek en doğru yoldur. Nitekim alimlerin çoğunun geçmiş
uygulaması da bu şekildedir.
[467]
Bu yazı; Polen
dergisi, 2005, Temmuz sayısında yayınlanmıştır.
295- Mâlik
İbnu'l-Huveyris (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
tekbir aldığı zaman ellerini ta kulaklarının hizasına kadar kaldırırdı. Rükuya
vardığında ise ellerini ta kulaklarının hizasına kaldırırdı. Başını rükudan
kaldırdığı zaman da “Semiallahu limen hamideh” diyerek böyle yaptı.”
Diğer bir rivayette
ise “Peygamber (s.a.v.)'i (bu şekilde namaz kılarken) gördü ve Peygamber (s.a.v.)
ellerini iki kulağının hizasına kadar kaldırdı” ifadesi yer almaktadır.
[468]
Namaz için iftitah
tekbiri alınırken eller kaldırılır. Fakat ellerin nasıl kaldırılacağı ihtilaflıdır.
Tahâvî'ye güre parmaklar yayılarak ellerin içi kıbleye karşı gelmek şartıyla
kaldırılır. Tahâvî, konuyla ilgili hadisi Taberânî'nin “el-Eusat”ından naklen
Abdullah İbn Ömer'den nakl etmiştir.
Buharı'nin rivayetinde
ellerin başlama tekbiriyle beraber kaldırılacağı, Müslim'in bir rivayetinde
ise önce eller kaldırılıp sonra tekbir alınacağı bildirilmektedir.
Hadisin zahirine göre
eller omuzların hizasına kadar kaldırılır. İmam Malik, İmam Şafii ile İmam
Ahmed'de bu görüştedir. Hanefilere göre ise eller kulak yumuşağına kadar
kaldırılır. Müslim'in Malik İbnu'l-Huveyrİs'ten naklettiği rivayette “Peygamber
(s.a.v.) ellerini kaldırdığı zaman ta kulaklarının hizasına vardırırdı”
[469]
denilmektedir. Tahâvî'nin Malik İbnu'l-Huveyris'ten yaptığı rivayette
“Resulullah (s.a.u)'in ellerini kulakların altına kadar kaldırdığı”
[470]
Vâil İbn Hucr'dan yaptığı rivayette ise “Resulullah (s.a'.v)'in ellerini
kulaklarının hizasına kadar kaldırdığı”
[471] ve
Berâ İbn Âzib'ten yaptığı rivayette ise “Resulullah (s.a.v.)'in ellerini
kulaklarının yumuşağına kaldırdığı”
[472]
ifade edilmektedir.
Hadis, rükuya giderken
ve rükudan dogrulurken de tekbir getirileceğine delildir. İmam Şafii ile İmam
Ahmed bu görüştedir. Hanefilere göre ise namazda eller sadece başlama tekbiri
alınırken kaldırılır.-Süfyân es-Sevrî, İbrahim en-Nehaî, Alkame b. Kays, İbn
Ebi Leylâ gibi bir çok alim de bu görüştedir. Hz. Ömer, Vâil b. Hucr, Abdullah
İbn Abbâs, Abdullah ibr Mes'ud, Câbir b. Semure, Berâ İbn Âzib, Abdullah İbn
Ömer ile Ebu Saîd el-Hudrî'nin bv görüşte olduğu belirtilmişti.[473]
Hanefilerin nesh ile ilgili delili; Berâ İbn Âzib'ten,
“Peygamber (s.a.v.)
nama için başlama tekbiri getirdiği zaman ellerini ta baş parmağını kulak
yumuşaklanna değinceye kadar kaldırır, bunu bir daha tekrarlamazdı”
[474] şeklinde
gelen hadistir. Ayrıca Hanefiler, rükuya giderken ve rükudan doğrulurken
ellerin kaldırılması meselesi ile ilgili hadislerin İslam'ın ilk yıllarına ait
olduğunu ileri sürmüşlerdir. Delili ise Tahâvî'nin sahih bir senedle Mücahid'den
rivayet ettiği hadiste Mücahid der ki:
“Abdullah İbn Ömer'in
arkasında namaz kıldım. Başlama tekbirinin dışında namazın hiçbir yerinde
ellerini kaldırmadı” demiştir.[475]
Hadis, ayrıca secdede
ve secdeden doğrulurken ellerin kaldırılmayacağına delildir.
296- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resuluİlah (s.a.v.)
namaza kalktığı zaman, namaza dururken tekbir alır, rükuya giderken tekbir
alır, sonra belini rükudan doğrulturken “Semiallahu limen hamiden” der, sonra
tam doğrulduğunda “Rabbena ve leke'1-hamd” der, sonra secdeye varırken tekbir
alır, sonra secdeden başının kaldırırken tekbir alır, sonra (ikinci secdeye
giderken) tekbir alır, sonra başını (secdeden) kaldırırken (yine) tekbir
alırdı. Bundan sonra namazını bitirinceye kadar her rekatta böyle yapardı. iki
rekattaki oturuştan sonra kalktığı sırada da tekbir alırdı.
Daha sonra Ebu
Hureyre:
“Doğrusu içinizde namazı Resuluİlah (s.a.v.)'m
namazına en fazla benzeyeniniz benimki”
derdi.
[476]
Açıklama:
Burada rükudan
doğrulurken tekbir yerine “Semiallahu limen hamidch” denilmesi gerektiği
belirtilmektedir.
Tekbir meselesi Ebu
Hureyre döneminde ihtilaflı idi. Bunun için Ebu Hureyre her eğilip
doğrulduğunda tekbir aldı. Namazı bitirdikten sonra “Doğrusu içinizde namazı
Resulullah (s.a.v.)'in namazına en fazla benzeyeniniz benimki” derdi. Bundan
sonra hadisin beyan ettiği tarzda her eğilip doğruldukça tekbir almak kabul
edildi. Bu suretle amel istikrar kazanarak bugüne kadar böyle geldi.
297-
Mutarrif ten rivayet edilmiştir:
“Ben ve İmrân b.
Husayn, Ali b. Ebi Tâlib'in arkasında namaz kıldık. Ali, secdeye varırken
tekbir alır, başını secdeden kaldırdığı zaman tekbir alır, iki rekat kıldıktan
sonra ayağa kalkarken de tekbir alırdı. Namazı bitirdiğimizde İmrân elimden
tuttu, sonra:
“Vallahi, bu kimse
bize, Muhammed (s.a.v.)'in namazı gibi bir namaz kıldırdı yada bu kimse bana
Muhammed (s.a.v.)'in namazım hatırlattı” dedi.
[477]
Açıklama:
Buhâri’nin rivayetinde
Hz. Ali'nin bu namazı Basra'da kıldırdığı rivayet edilmektedir, nî'ye göre ise
bu namaz kıldırma olayı Cemel vakasından olmuştur.
Hem bu rivayette ve
hem de bir önceki Ebu Hureyre hadisinden anlaşıldığına göre; o zaman kadar
tekbirlerin terk edilmiş olduğunu göstermektedir. Hz. Ali ile Ebu Hureyre namazda
tekbir getirerek bu uygulamanın Peygamber (s.a.v.)'in namazında olduğunu
vurgulamış olmaktadırlar. Çünkü Tahavi, Ebu Musa el-Eş'arî'den konuyla ilgili
olarak şöyle bir hadis rivayet etmektedir:
“Bize vaktiyle
Resulullah (s.a.v.)'le kıldığımız namazı hatırlattı. Sonradan biz onu unuttuk
yada kasten terk ettik”
Namazda intikal
tekbirleri almak; Ebu Hanİfe'ye, İmam Malik, İmam Şafiî ile İmam Ahmed'e göre
sünnettir. Bu tekbirlerin vacip olup olmadığı meselesi ihtilaflıdır.
İntikal tekbirlerinin
her namaz kılan için meşru olmasının hikmeti hususunda şöyle denilmiştir:
Mükellef olan bir
kimsenin namaza tekbirle birlikte niyetlenmesi emrolunmuştur. Bunun yerine
gelmesi, niyetin ta namaz sonuna kadar devam etmesidir. Bu sebeple namaz
sırasında niyetin tekbirle yenilenmesi emrolunmuştur. Çünkü tekbir niyetin
şiarıdır.
298- Ubâde
İbnu's-Sâmit (r.a)'tan rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Fâtihatu'I-Kitâb/Fâtiha (suresini) okumayan kimsenin
namazı yoktur.”
[478]
Açıklama:
Namazda Fatiha'nın
okunması; İmam Şafiî, İmam Mâlik ve İmam Ahmed'e göre farz ve Ebu Hanîfe'ye
göre ise vacibtir. Ebu Hanîfe, Kur'an'dan bir miktarın okunmasını yani kıraati
farz anlamıştır. Bu konudaki dayanağı ise Kur'an'dan kolay geleni (ne ise onu)
okuyun
[479] ayetidir. Dolayısıyla
farz olan şey Fatiha okumak değil Kur'an okumaktır.
299- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.) üç defa:
“Kim içerisinde Ümmü'l-Kur'an'ı/Fatiha'yı okumaksızın
bir namaz kılarsa o namaz noksandır, tamam değildir” buyurdu.
Hadisi rivayet eden
Ebu Hureyre'ye:
“Bizler, imamın
arkasında bulunuyoruz. Dolayısıyla Fatiha suresini okumuyoruz” denildi. Ebu
Hureyre:
“O zaman
Ümmü'l-Kur'an'ı içinden oku. Çünkü ben, Resulullah (s.a.v.)'i şöyle buyururken
işittim:
“Yüce Allah şöyle buyurdu: “Namaz (da okunan fatiha
suresini), kendim ile kulum arasında iki kısma ayırdım. Üstelik kulumun
dilediği şey de onundur. Kul:
“el-Hamdu Hllâhi Rabbi'l-Âlemîn” Hamd, alemlerin Rabbi
olan Allah'a mahsustur dediği zaman Yüce Allah:
Kulum beni hamd etti” buyurur. Kul:
“er-Rahmâni'r-Rahîm”
(=Rahman ve Rahim'dir) dediği zaman Yüce Allah:
“Kulum bana övgüde bulundu” buyurur. Kul:
“Mâliki yevmiddîn”
(-Hesap gününün sahibidir dediği zaman Yüce Allah:
“Kulum beni yüceltti” buyurur.
Bir defasında ise “Kulum (her hususta) bana yetki verdi”
buyurur, dedi. Kul:
“İyyâke na'budu ve
iyyâke nesteîn” (Ancak Sana kulluk ve ancak Senden yardım isteriz) dediği zaman
Yüce Allah:
“Bu, kulum ile benim aramdadır. Üstelik kulumun
dilediği şey de onundur”
buyurur.
Kul:
“İhdinâ's-Sırâtai-mustekîm
sırâtallezîne en'amte aleyhim ğayri'1-mağdûbi aleyhim velâ'd-dâllîn” Bizi
dosdoğru yola. Nimet verdiğin kimselerin yoluna ilet. Gazaba uğramışların ve
sapmışların yoluna değil dediği zaman Yüce Allah:
“İşte bu, kulumundur. Üstelik kulumun dilediği şey de
onundur” buyurur, dedi.
[480]
Açıklama:
Namaz, Fatihasız
olmadığı için burada Fatiha'ya mecazen “Salât” denilmiştir. Dolayısıyla
Fatiha'nm diğer bir ismi de “Salâf”'tır.
Nevevî bu konuda şöyle
der:
“Burada kast edilen,
Fatiha'nın mana itibariyle taksimidir. Çünkü Fatiha'nın ilk yarısı Allah'a;
hamd etme, yüceltme, övgüde bulunma ve her türlü yetkiyi O'na verme
şeklindedir. ikinci yarısı ise kulun ihtiyacı, talebi ve niyazını içermektedir.”
[481]
300- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Her namazda kıraat
vardır. Allah'ın Peygamberi (s.a.v.) bize neyi duyurduysa biz de sîze onu
duyuruyoruz. Bizden neyi gizlediyse biz de sizden onu gizleriz. Kim
“Ümmü'l-Kitâb'ı/Fâtiha'yı” okursa bu ona yeterlidir. Kim de namazda ondan
fazla bir şey okursa o daha faziletlidir.”
[482]
Açıklama:
Sözlükte “Okumak”
anlamına gelen kıraat, “Kur'an okumak” demektir. Namazda bir miktar Kur'an
okumak gerekir. Namazda Kur'an, kıyam halinde iken yani ayakta dururken okunur.
Namazda okunması gereken asgari miktar, kısa üç ayet veya buna benzer denk bir
uzun ayettir. Namazın asıl iskeletini oluşturan ve biçimini veren kıyam, rüku
ve secde gibi rükünlere nispetle kıraat, namazın zaid rüknü olarak kabul
edilir. Bu yüzden kıyam, rüku, secde ve son oturuş, gerek cemaatle namaz
kılarken ve gerekse tek başına namaz kılarken terk edilmediği halde, kıraat,
imama uyan kişiden düşer. Bu kurallar, Hanefi mezhebi için geçerlidir.
Diğer üç mezhepte ise
kıraatin asgari miktarı, her rekatta Fatiha suresinin okunmasıdır. ilk iki
rekatta Fatiha'dan sonra Kur'an'dan bir sure yada birkaç ayet daha okumak
(=zammı sure) sünnettir. Bu mezheplerde kıraat, imam ve yalnız başına kılan
kimse için olduğu gibi imama uyan kimse için de geçerlidir.
Fakİhlerin namazda kıraat
rüknünü, diğer rükülerden daha hafit tuttuğu, bunun yerine getirilmesinde azami
kolaylıklar gösterdiği, hatta bazen -imama uyan kimse de olduğu gibi-bunu
aramadığı görülür. Bunun için de kıraat rüknünün ifası için ayetin okunması
yeterli görülmüş, böylece Arapça bilmeyenlerin veya telaffuzda zorlananlann da
yerine getirebileceği ortalama bir ölçü konulmuştur. On dört asırlık İslam
geleneği için de, namazın ana dilde kılınması taleplerinin ve bunu konu olan
tartışmaların ciddi ölçekte gündeme gelmeyişi de bu kolaylıktan
kaynaklanmaktadır.
Bu hadiste, Resulullah
(s.a.v.)'in kıraati aşikar/açık okuduğu namazlarda bizim de aşikar okumamız,
onun gizli okuduğu namazlarda bizim de gizli okumamız gerektiği
belirtilmektedir. Peygamber (s.a.v.)'in aşikar okuduğu namazlar; akşam, yatsı,
sabah, Cuma ve bayram namazlarıdır. Gizli okuduğu namazlar ise öğle, ikindi ve
akşam namazının son rekatı ile yatsının son iki rekatıdır. Nafile namazlarda
ise gündüz kılınanlarda gizli okunur, gece nafilelerinde ise kişi serbesttir.
Bir yazıyı hiç ses
çıkarmadan ve dili dahi kıpırdatmadan okumak mümkündür. Buna Türkçe'de
“içinden okumak veya sessiz okumak” denildiği gibi “Gözüyle süzmek” de denilir.
Ezberlenmiş herhangi bir metni, mesela bir şiiri dili hareket ettirmeden ve ses
çıkarmadan tekrarlamak ise “içinden okumak” olarak adlandırılmaz. Belki
“içinden geçirmek, zihinden tekrar etmek” denilir. Fakat anlam olarak içinden
okumaya yakındır. Bir yazıyı fısıltıyla kendisi yada yakınında bulunanların
duyabileceği bir tonla okumaya ise “Alçak sesle okumak”, bu şekilde bir-iki
kişinin duyabileceği bir sesle konuşmaya ise “Fısıldamak, fısıltıyla konuşmak,
alçak sesle konuşmak” denilir.
Namazda kıraatin
cehrî/açıktan yapılmasının anlamı; başkalarının duyacağı ses tonuyla okumak
demektir. Buna, açıktan okumak veya yüksek sesle okumak denilmektedir. Kur'an'ı
açıktan okumanın anlamı belli olduğu için bu konuda görüş ayrılığı olmamıştır.
Fakat hafî/gizli okuyuşun anlamı ve tanımlanması konusunda farklı görüşler
bulunmaktadır.
Fakihler ezberlenmiş
olan Fatiha sûresinin ve diğer sûrelerin namazda dili kıpırdatmaksızın ve ses
çıkarmaksızın zihinden tekrarlanmasını okuma (kıraat) saymamışlardır; yani
böyle yapmakla, namazın rüknü olan kıraatin yerine getirilmiş olmayacağını
söylemişlerdir.
Hiç seç çıkarmamakla
birlikte harfleri diliyle düzeltmenin okuma sayılıp sayılmayacağı ise
tartışmalıdır. Dilin hareketinin okuma sayılmayacağını söyleyenlere göre kendi
duyabileceği bir sesle, fısıldar gibi, harfleri yerlerinden çıkartmak ve
niteliklerini uygulamak suretiyle kıraat etmek en doğrusudur.
Kimi âlimler ise,
ezberdeki bir sûreyi ses çıkarmadan, fakat dili hareket ettirerek tekrarlamanın
okuma sayılacağını söylemişlerdir.
Bu konuda kesin bir
ölçü getirmek zor olduğu için namaz kılan kişi, kendisi hangi durumda daha
fazla huşu ve kalp huzuru duyuyorsa o şekilde davranmalı; başkalarıyla birlikte
toplu olarak namaz kılınan yerlerde başkalarının huşu ve kalp huzurunu ihlâl
edecek şekildeki okumalardan kaçınmalıdır. Genellikle açıktan okumanın alt
sınırı, bir başkasının işitebileceği derecede yüksek sesle okumak şeklinde,
gizli okumanın üst sınırı ise en fazla kendi işiteceği şekilde okumaktır.
Alçak sesle okumanın
tarifi yapılırken, dayanılan gerekçelerden biri;
“Velâ techer bi salâtike uclâ tuhâfit bihâ vebtaği
beyne zâlike sebîlâ”
[483]
âyetidir. Ayetin içersinde geçen “Salât” kelimesine, iki farklı anlam verildiği
için, bu âyet iki farklı şekilde anlaşılmaya müsaittir.
Kimileri âyette gecen
“Salât” kelimesine kıraat Kur'an okuma, kimileri de dua anlamı vermişlerdir.
Her iki anlamı destekleyen rivayetler de bulunmaktadır. Ayete verilen birinci
anlam “Kur'an okurken sesini yükseltme; tamamen de kısma; bu ikisi arasında bir
yol tut” şeklindedir. Bu anlamı destekleyen rivayet. AMullah İbn Abbas'tan
gelmektedir. Abdullah İbn Abbas'ın ifadesine göre, Hz. Peygamber yüksek sesle
Kur'an okuyordu. Bunu duyan kâfirlerin, Kur'an'a, onu getirene, gönderene ve
Kur'an'ın geldiği kişiye sövmeleri üzerine Hz. Peygamber hiç kimse duymayacak
derecede sesini kıstı. Bunun üzerine yukandaki âyet indi.
[484]
Ayete verilen ikinci
anlam “Dua ederken sesini yükseltme, tamamen de kısma. Bu ikisi arasında bir
yol tut” şeklindedir. Bu anlamı destekleyen husus, Hz. Âişe'nin, âyette geçen
“Salât” kelimesini “Dua” olarak açıklamış olmasıdır.[485]
“Salât” kelimesinin
Kur'an'da, Hz. Peygamber'in sözlerinde ve Arap dilinde hiçbir şekilde “Kıraat”
anlamına gelecek biçimde kullanılmayıp “Dua” anlamında kullanıldığı, aynca
âyetin baş tarafında
“De ki: İster Allah deyin, ister Rahman deyin, hangi
isimle dua etseniz, en güzel isimler O'nundur”
[486]
denilerek “Dua etmenin” emredildiği veya "dua"dan bahsedildiği
dikkate alınınca bu ikinci anlamın daha uygun olduğu söylenebilir.
301- Ebu
Hureyre (r.a)'ta rivayet edilmiştir:
“Resulullah {s.a.v.}
mescide girmişti. Derken bir adam da mescide girip namaz kıldı. Sonra gelip
Resulullah (s.a.v.)'e selam verdi. Resulullah (s.a.v.) adamın selamını aldı.
Sonra adama:
“Dön de namazını kıl, çünkü sen namaz kılmadın” buyurdu.
Adam dönüp önce
kıldığı gibi namazı tekrar kıldı. Sonra Peygamber (s.a.v.)'e gelip ona selam
verdi. Resulullah (s.a.v.):
“Dön de (namazı yeniden) kıl, çünkü sen namaz
kılmadın” buyurdu. Bunu üç defa
tekrarladı. Nihayet o adam:
Seni hak (din)'le
gönderen Allah'a yemin ederim ki, ben bundan daha iyisini beceremiyorum. Bana
namazın nasıl doğru kılındığını öğret” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Namaza kalktığın zaman tekbir al, sonra (ezberinden)
kolayına geldiği kadar Kur'an oku, sonra azaların rükuda yerli yerinde durana
değin rükuda kal. Sonra dimdik durana kadar (başını rükudan) kaldır. Sonra
azaları secdede yerli yerinde durana değin secde et. Sonra azaların oturarak
yerli yerinde durana değin (başını secdeden) kaldır. Namazındaki diğer
rekatların tümünde de işte böyle yap!”
buyurdu.
[487]
Açıklama:
Alimler arasında “Müsî
Hadisi” diye bilinen bu hadis, bir çok ihtilaflı meseleleri ihtiva etmekte ve
tarafların hepsi için delil olma özelliği taşımaktadır.
Resulullah (s.a.v.)'in
arkasından mescide girip namaz kılan kişi, Hallâd b, Râfi'dir. Hadis te “Dön de
(namazı yeniden kıl” ifadesini; namazın sahih olmadığı anlamında algılayanlar
olduğu gibi Aynî gibi bazı kimseler de bundan kast edilenin, namazın kemâl
üzere kılınmamış olduğunu belirtmişlerdir. Çünkü hadisin bir varyantında “Bunu yaptınmı namazın tamam oldu demektir.
Bundan noksan yaparsan namazında noksan kalır” buyurulmuştur. Noksan olarak
kılınan namaza, namaz hükmü verildiğine göre burada “Çünkü sen namaz kılmadın”
buyurulması, istenildiği şekilde mükemmel olarak kılmadın demektir.
Kısacası; buradaki
olumsuzluk anlamı, namazın bizzat kendisine değil de sıfatı ile İlgilidir. Eğer
Hallâd'in kıldığı namaz fasit olsaydı Resulullah (s.a.v.)'in onunla meşgul
olmasına gerek kalmazdı.
“Sonra (ezberinden) kolayına geldiği kadar Kur'an oku” ifadesinden kast edilen husus ise Nevevî’le göre
Fatiha süresidir. Hanefilere göre ise Fatiha'dan sonra okunan zammı suredir.
“Azaların yerli
yerinde durana değin” ifadesinden kast edilen husus ise İmam A'zam Ebu Hanife
ile İmam Muhammed'e göre rüku ve secdelerde azaların yerli yerinde durana değin
durmak vaciptir.
302- İmrân
b. Husayn (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Resulullah (s.a.v.)
bize öğle namazını yada ikindi namazını kıldırdı. Namaz bittikten sonra bize
dönüp;
“Benim arkamda
“Sebbihi'smî rabbike'1-a'Iâ” (A'lâ) suresini hanginiz okudu?” diye sordu. Bir adam:
“Ben (okudum), fakat
onu okumakla hayrdan başka bir şey kast etmedim” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Gerçekten anladım ki, biriniz bunu benim ağzımdan
aldı/benimle çekişti” buyurdu.
[488]
Açıklama:
Hadisin metninde geçen
“Muhacele” kelimesi, çekişmek anlamına gelmektedir. Bununla kastedilen ise
Resulullah (s.a.v.)'in ağzından kapıp alırcasına onun okuduğunu onunla birlikte
okumaktır.
Irmma uynalara
kıraatin gerekmediği görüşünde olan Hanefiler, hadiste geçen olayın öğle
namazında meyfana geldiğine bakarak buradaki çekişme/muhalece kelimesinin,
namaza uygun düşmeyen ve Resulullah (s.a.v.)’in hoşlanmadığı bir işi yapmak
anlamında kullanıldığını söylemişlerdir. Bu iş ise imamın arkasında olduğu
halde kıraatte bulunmaktır.
Resulullah (s.a.v.)'in,
arkasında A'lâ Suresini okuyan kimse için “Bunu benim ağzımdan aldı” sözünün
anlamı; benim çirkin gördüğüm bir iş yaptı demektir.
Bu hadisten açıkça
anlaşıldığı üzere; Resulullah (s.a.v.)'le çekişme ve ona muhalefet etmek, o
okurken okumaktır.
303- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)’in,
Ebu Bekr'in, Ömer'in ve Osman'ın arkasında namaz kıldım. Bunlar, namaza,
açıktan “el-Hamdu lillâhi” ile başlarlardı. “Bismillâhirrahmânirrahîm”i,
kıraatin başında ve sonunda söylemezlerdi.”
[489]
Açıklama:
Besmele, Kur'an'da 2
şekilde ele alınmıştır:
a- Enfal
suresi ile Tevbe suresi arası hariç bütün sureler arasında bulunan, bir sureyi
diğerinden ayıran besmele. Buna göre Kur'an'da 113 besmele bulunmaktadır. Bu
besmelelerin hepsi, Tevbe suresi hariç diğer bütün surelerin başında
bulunmaktadır.
b- Nemi
suresinin 30. ayetinin bir parçası olan besmele. Buradaki besmele, Nemi: 27/30.
ayetinin bir kısmını oluşturmaktadır. Bu besmelenin, ayetten bir parça olduğu
için okunup okunmayacağı hususunda bir görüş ayrılığı yoktur.
304- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bir gün aramızda idi. Bir de baktık ki uykuya dalmış. Sonra Gülümseyerek başını
kaldırdı. Biz:
“Ey Allah'ın resulü!
Niye güldün?” dedik. O da:
“Biraz önce bana bir sure indirildi” buyurdu.
Daha sonra:
“Bismilahirrahmanirrahim/Rahman ve Rahim olan Adıyla: Gerçekten Biz sana
Kevser'i verdik. O halde Rabbin için namaz kıl, kurban kes! Sana düşmanlık eden
yok mu? İşte o, soyu kesik olandır.”
[490]
okudu. Sonra da:
“Kevser'in ne olduğunu
bilir misiniz?” diye sordu. Biz de:
“Allah ve Resulü daha iyi bilir” dedik. Resulullah (s.a.v.):
“O, Yüce Rabbimin bana verdiği bir nehirdir. Onun
üzerinde pek çok hayr vardır. O, bir havuzdur. Kıyamet gününde ümmetim ona
gelecek, kaplan yıldızların sayısmcadır. Derken bunların içlerinden bir kul
çıkarılıp atılacak. Bunun üzerine “Ey Rabbim! O, benim ümmetimdendir'
diyeceğim. Yüce Allah'ta: “Ümmetinin senden sonra ne bid'atler çıkardığını sen
bilmezsin?” buyuracak.
[491]
Açıklama:
Vahiy, Hz. Muhammed (s.a.v.)'e
değişik şekillerde gelmiştir:
1- Sadık
Rüyalar,
2- Kalbine
ilka olması,
3-
Cebrail'in insan şeklinde gelmesi,
4-
Çıngırak/zil sesinde gelmesi,
5- Cebrail'in
asli suretinde gelmesi,
6- Peygamber
(s.a.v.)'in uyanıkken vahyi Allah'tan doğrudan alması,
7-
Uyku
halinde gelmesi. İşte bu hadise göre, Kevser suresi uyku halindeyken Peygamber
(s.a.v.)'e indirilmiştir.
Açıktan okunan
namazlarda imamın besmeleyi açıktan okuyup okumaması meselesi, ilim adamları
arasında görüş ayrılıklarına sebep olmuştur.
1- Bazı
sahabiler, namazda besmele okumamışlardır.
2- Bazı
sahabiler ise, namazda besmele okumuşlardır. Namazda besmelenin okunacağını
söyleyenler ise kendi aralarında 2 gruba ayrılmıştır:
a- Besmele,
namazda açıktan (sesli) okunur.
b- Besmele,
namazda gizli (sessiz) okunur.
Bu görüş aynlığı,
besmelenin, Fatiha'dan bir ayet olup olmadığı meselesine dayanmaktadır.
Hanefılere ve Hanbelilere göre; Resulullah (s.a.v.), Fatiha suresini okurken
besmeleyi de mutlaka okumuş, fakat gizli okuduğu için işitilme mistir.
Şafii’lere göre ise; besmele, Fatiha'nın ilk ayetidir. Dolayısıyla da okunuşta
Fatiha'ya tabidir. Fatİha'nın gizli okunduğu yerlerde gizli, açıktan okunduğu
yerlerde ise açıktan okunur. İmam Mâlike göre ise, farz namazlarda besmele hiç
okunmaz. Nafile namazlarda ise dileyen okur, dileyen okumaz. Çünkü besmele,
Fatiha'dan bir ayet değildir.
Kevser kelimesi
sözlükte “Çokluk” anlamına gelen Arapça “Kesret” kelimesinden türemiştir.
Yalnız Kevser'in, aslı itibariyle ne olduğu ve din dilinde özel bir anlamı olup
olmadığı meselesinde 26 kadar görüş bulunmaktadır. Bu görüşler içerisinde en
çok bilineni ve meşhur olanı, Kevser'in cennette bir nehrin özel ismi
olmasıdır.”
305-
Vâil b.
Hucr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Vâil, Peygamber (s.a.v.)'i,
namaza başlarken ellerini kaldırdığını görmüş, tekbir almış, hadisin ravisi
Hemmâm, Resuluüah'm ellerini kulaklarının hizasına kadar kaldırdığını
göstermiş, sonra elbisesine sarınmış, sonra sağ elini sol elinin üzerine
koymuş, rükuya varmak isteyince ellerini elbisesinden çıkarmış, sonra ellerini
kaldırmış, sonra tekbir alıp rükuya varmış, “Semiallâhu limen hamiden” dediği
zaman yine ellerini kaldırmış, secdeye vardığında iki elinin arasına secde
etmişti.
[492]
Açıklama:
Ellerin namazda
bağlanıp bağlanmayacağı meselesi ihtilaflıdır. Hanefilere, Şafiilere göre
eller bağlanır. İbnü'l-Münzir'in rivayetine göre ise Abdullah b. Zübeyr ile
Hasan el-Basrî ile İbn Şirin namazda ellerini yanlara salarlarmış. İmam
Malik'ten meşhur olan rivayet de bu şekildedir.
Bununla birlikte
ellerin nasıl bağlanacağı meselesi de ihtilaf konusu olmuştur. Bazılanna göre
sağ avucunun içini, sol bileğin üzerine koymak ve bileği avucun ortasına koymak
gerekmektedir. Bazılarına göre de sol bileğin büküntüsü, sağ elin avucuyla
tutulur. Bazılarına göre de sağ elin orta parmakları bileğin üzerine uzunluğuna
yatırılır. Bilek baş ve küçük parmaklarla tutulur.
Yine ellerin nereye
bağlanacağı hususunda da tartışma vardır. Şafülere göre eller göğsün üzerine
bağlanır. Hanefilere göre ise göbeğin altına bağlanır.
Elleri, göğsün üzerine
yada göbeğin altına bağlamanın hikmeti; Yüce Allah'ı ta'zim içindir.
Ellerin ne zaman
bağlanacağı meselesine gelince, içerisinde övülmüş zikir bulunan her kıyam
halinde eller bağlanır. Övülmüş zikir bulunmayan kıyamda eller salınır. Kunut
duası okurken yada cenaze namazı kılarken eller bağlanır. Fakat rükudan
doğrulduktan sonra ve bayram tekbirlerinin arasında eller yanlara salınır.
306-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah (s.a.v.)'in
arkasında namaz kılarken “Allah'a selam, filancaya selam” derdik. Bir gün
Resulullah (s.a.v.) bize:
“Hiç şüphe yok ki, “Selâm”, Allah'ın kendisidir.
Dolayısıyla sizden birisi namazda oturduğu zaman;
“et-Tehiyyâtulilâhi ve's-Selevâtu ve't-Tayyibâtu
es-Seâmu aleykey-yuhe'n-Nebiyyu ve Rahmetullâhi ve Berakâtuhu es-Selâmu aleynâ ve
alâ bâdillâhi's-sâlihîn” ütün tehiyyeler, salavât ve tayyibât
Allah'adır. Selam sana ey Peygamber! Allah'ın rahmet ve bereketleri de senin
üzerine olsun. Selam, bizim ve Allah'ın salih kullan üzerine olsun) desin.
Çünkü bunu dediğinde bu söz, gökte ve yerde Allah'ın her salih her kuluna
isabet eder. Bundan sonra “Eşhedu enlâ ilahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden
abduhu ve resûluhu” (=Ben, Allah'tan başka ilah olmadığına şahadet ederim. Ben,
Muhammed'in; Allah'ın kulu ve resulü olduğuna da şahadet ederim) (desin).
Bundan sonra istediğini dilemekte serbesttir” buyurdu.
[493]
307-
Abdullah
İbn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.) bize
Kur'an'dan bir sure öğretir gibi teşehhüdü öğretip:
“et-Tehiyyâtu'1-Mubârakâtu's-Salevâtu't-Tayyibâtu
lillâhi es-Selâmu aleyke eyyuhe'n-Nebiyyu ve Rahmetullâhi ve Berakâtuhu
es-Selâmu aleynâ ve alâ ibâdillâhi's-sâlihîn Eşhedu enlâ ilahe illallah ve
eşhedu enne Muhammeden resûlullâhu” Bütün mübarekler, tehiyyeler, salevat,
tayyibeler hep Allah'adır. Selam sana ey Peygamber! Allah'ın rahmet ve
bereketleri de senin üzerine olsun. Selam, bizim ve Allah'ın salih kulları
üzerine olsun. Ben, Allah'tan başka ilah olmadığına şahadet ederim. Ben,
Muhammed'in; Allah'ın resulü olduğuna da şahadet ederim” buyurdu.[494]
308- Hıttân
b. Abdullah er-Rakâşî'den rivayet edilmiştir:
“Ebu Musa el-Eş'arî'yle birlikte bir namaz kıldım. Oturmaya sıra gelince, cemaattan biri:
“Namaz, iyilik ve zekatla
birlikte mi ikrar olundu?” diye sordu. Ebu Musa el-Eş'arî namazı tamamlayıp
selam verdi ve namazi bitirip cemaata döndü ve onlara:
“Biraz önce şöyle
şöyle söz söyleyen hanginizdi?” diye sordu. Cemaat sustu. Sonra yine:
“Biraz önce şöyle
şöyle söz söyleyen hanginizdi?” diye sordu. Cemaat yine sustu. Bunun üzerine
Ebu Musa el-Eş'arî:
“Ey Hıttân! Galiba bu
sözü sen söyledin?” dedi. Hıttân:
“Onu ben söylemedim.
Bu söz sebebiyle beni azarlarsın diye de korktum” dedi. Derken cemaattan biri:
“Onu ben söyledim,
fakat bu sözle hayrdan başka bir şeyi kast etmiş değilim” dedi. Bunun üzerine
Ebu Musa el-Eş'arî şöyle dedi:
“Siz namazınızda ne
diyeceğinizi biliyor musunuz? Gerçekten Resulullah (s.a.v.) bize hutbe okuyup
sünnetimizi açıkladı ve namazımızı bize öğretti. Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurdu:
“Namaz kılacağınız zaman saflarınızı düzeltin. Sonra
içinizden birisi size imam olsun. O tekbir aldığında sîz de tekbir alın.
“Gayri'l-mağdûbi aleyhim ve-lâ'd-dâllîn” gazaba uğramışların ve sapmışların
yoluna değil”
[495]
dediğinde siz de “Âmin” deyin ki, Allah duanıza icabet etsin. İmam tekbir alıp
rükuya vardığında siz de tekbir alıp rükuya gidin. Çünkü imam sizden önce rüku
edip sizden önce rükudan doğrulur.
Daha sonra Resulullah
(s.a.v.):
“Bu, bununla kapanır. İmam “Semiallâhu limen hamideh”
(Allah kendisine hamd eden kişiyi işitir dediği zaman siz de “Allahümme
Rabbena leke'l-hamd” Allahım! Rabbimiz! Hamd sadece Sana mahsustur deyin. Allah
sizin bu sözünüzü kabul eder. Çünkü Yüce Allah, Peygamber (s.a.v.)'in dilinden
“Semiallâhu limen hamideh” buyurdu.
İmam tekbir alıp secdeye vardığında siz de tekbir alıp secdeye gidin. Çünkü
imam sizden önce secde edecek ve yine sizden önce başını secdeden
kaldıracaktır.”
Daha sonra Resulullah
(s.a.v.):
“Bu, bununla kapanır. Oturma anında sizden herhangi
birisinin sözü; “et-Tehiyyâtu't- Tayyibâtu's-Salevâtu lillâhi. es-Selâmu aleyke
eyyuhe'n-Nebıyyu ve Rahmetullâhi ve Berakâtuhu es-Selâmu aleynâ ve ala
ibâdillâhi's-sâlihîn Eşhedu enlâ ilahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden abduhu
ve resûluhu” Bütün tehiyyeler, tayyibeler, salevat hep Allah'adır. Selam sana
ey Peygamber! Allah'ın rahmet ve bereketleri de senin üzerine olsun. Selam,
bizim ve Allah'ın salih kulları üzerine olsun. Ben, Allah'tan başka ilah
olmadığına şahadet ederim. Ben, Muhammed'in; Allah'ın kulu ve resulü olduğuna
da şahadet ederim” buyurdu.[496]
Açıklama:
Teşehhüd kelimesi,
sözlükte; “Şehadet getirme” anlamına gelmektedir. Şehadet getirmekten kasıt
ise, Kelime-i şehadeti söylemektir. Bir de, teşehhüd, bir namaz terimi olarak;
ka'delerde oturmalarda okunan ve içerisinde Kelime-i şehadetin de yer aldığı
özel bîr duadır. Bu nedenle de namazda bu duanın okundupu bölüme, teşehhüd
denilmiştir.
Teşehhüd duası;
Resulullah (s.a.v.j'in miraç yolculuğu sırasında yüce Allah'la yaptığı
konuşmayı anımsatmaktadır. Şu halde “Müminin miracı” olarak nitelendirilen
namazdaki teşehhüd, ruhen ve kalben hüşyar olan müminlere, günde beş vakit,
Resulullah (s.a.v.)'in kulluk hayatındaki en zirve olan miraç safhasını
yaşatmaktadır.
“Bundan sonra istediğini dilemekte serbesttir” ifadesiyle kastedilen mana; namaz kılan kimsenin
teşehhüdden sonra dilediği duayı yapabileceğini göstermektedir. Fakat Kur'an
lafızlarına benzeyen ve Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edilen dualardan
istediğiyle duâ edilebilir. Yalnız fesaddan sakınmak için insanların sözlerine
benzeyen şeylerle duâ edilmez.
Ebu Bekr el-Bezzâr (ö.
292/904), Abdullah İbn Mes'ud'dan gelen bu teşehhüd ile ilgili olarak şöyle
der:
“Bu, teşehhüd hakkında gelen en sahih hadistir. Yirmi
küsur yoldan rivayet edilmiştr.”
Müslim'de:
“İnsanlar, Abdullah
İbn Mes'ud'un teşehhüdünde icma etmişlerdir. Çünkü onun arkadaşları, birbirine
muhalif değildir. Diğerleri ise muhaliftir” demektedirler.
Hanefilere ve
Hanbelilere göre, teşehhüd hadisler içerisinde tercihe şayan olanı, Abdullah
İbn Mes'ud'unkidir.
Abdullah İbn Abbâs'dan
gelen teşehhüd ise, altı hadis kitabının hepsinde geçmemektedir. Abdullah İbn
Abbâs'ın teşehhüd hadisinde sadece “Mubarekât” kelimesi fazladır.
Hanefilerdeki sahih
olan görüşe göre, her iki oturuşta teşehhüd okumak vaciptir.
Tahiyyât: Selam
demektir. Azamet, mülk ve her türlü noksanlıklardan selamet anlamına
gelmektedir.
Salevât: Namazlardır.
Ezherî'ye göre ise ibadetler demektir.
Tayyibât: Güzel, temiz
ve hoş şeylerdir.
Salih: Gerek yüce
Allah'ın ve gerekse kulların haklarına riayet eden kimsedir.
Selâm: Allah'ın
isimlerinden olup yüce Allah'ın kemalatının tümünün ispatını ve noksan
sıfatların tümünün O'ndan uzaklaştırmayı içermektedir. Dolayısıyla Peygamber (s.a.v.),
Selâm'in Allah olduğunu belirterek selamete muhtaç olanın sadece kullar
olduğunu, yüce Allah'ın böyle bir şeye ihtiyacı olmadığını kast etmiştir.
“Bu, bununla kapanır”
sözünden maksat; rüku tekbirini İmamın tekbirinden sonra almanız, rükuyu
imamın rükusundan sonra yapmanız, rükudan imamdan sonra doğrulmanız, imamın
rükusuna eşitlenmiş olur. Çünkü cemaat rükuya varma hususunda bir an imamdan
geri kalırsa doğrulurken de geri kalması gibi bir durum sözkonusu oîur ki
imamın rükusu ile cemaatin rükusu tamamen eşitlenmiş olur. Aynı husus, secde
için de geçerlidir.
Bazıları da bu sözden
maksat; namazın sahih olması ancak bu şekilde imama tabi olmakla sağlanır
demişlerdir.
Bazıları da “Amin”
sözünün fatihanın sonuna bağlamaya ait olduğunu ileri sürmüşlerdir.
“içinizden birisi size imam olsun” ifadesiyle, farz namazları için cemaat emrolunmuştur.
Bu hususta alimler arasında ihtilaf yoksa da bu emrin vaciplik mi, yoksa
mendubluk mu? ifade ettiği hususunda görüş ayrılığı vardır.
Cemaatın başlama
tekbiri, imamın tekbirinden sonra olacaktır. Çünkü cemaatın, imamın
tekbirinden sonra vakit kaybetmeyerek hemen tekbir almaları müstehabtır.
Ayrıca bu hadiste
cemaatın “Amin” demesine teşvik vardır.
İmamın rükudan
doğrulurken “Semiallâhu limen hamîdeh” demesi ve cemaatın da “Allahümme Rabbena
leke'1-hamd” demesi belirtilmektedir.
309- İbn Ebi
Leylâ'dan rivayet edilmiştir:
Bana, Ka'b b. Ucre
(r.a) rastlamıştı. Bana şöyle dedi:
“Sana bir hediye
takdim edeyim mi? Bîr defasında Resulullah (s.a.v.) yanımıza çıkıp gelmişti.
Ona:
“Ey Allah'ın Resulü!
Sana nasıl “Selâm” vereceğimizi öğrendik. Fakat sana nasıl “Salât” okuyacağı
rızık bilmiyoruz” dedik. Resulullah (s.a.v.)'de:
“Allahümme
Salli alâ Muhammedin ve
alâ Ali Muhammedin kemâ salleyte
alâ âli İbrahim'e inneke hamîdun
mecîd. Allahümme Bârik alâ
Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ bârekte alâ âli ibrahim'e înneke hamîdun
mecîd Allahım! Muhammed'e ve O'nun aile halkına, İbrahim'e salat buyurduğun
gibi salat eyle! Şüphesiz ki Sen, Hamîd ve Mecîdsin. Allahım! Muhammed'e ve
O'nun aile halkına, İbrahim'e ihsan eylediğin bereket gibi bereket ihsan eyle!
Çünkü Sen, Hamîd ve Mecîdsin deyin”
buyurdu.
[497]
“Ey İmân edenler! Ona (peygambere) salevat ve selam
getirin”
[498]
ayeti nazil olunca, sahabeler, Resulullah (s.a.v.)'e
gslip salevat getirmenin keyfiyetini sormuşlar. Hz. Peygamber (s.a.v.)'e
sorulan sorunun, “Salevat nedir?” tarzında değil de, “Sana nasıl salevat
okuyalım?” şeklindedir. Bu ifade; sahabilerin salevat kelimesi hakkında
bilgilerinin olduğunu, fakat salevatın keyfiyetini öğrenmek istediklerini
gösterir,
Namazda ikinci
teşehhüdden sonra salli-barik okumak; İmam Şafii ile İmam Ahmed'e göre farz,
İmam Malik ile Hanefilere göre ise sünnettir.
Resulullah (s.a.v.)'e
selam verme, tahiyyat duasında “Ey Peygamber! “Selam”, Allah'ın rahmeti ve
bereketi üzerine olsun” şeklinde geçmektedir. Bu nedenle de teşehhüdde okunan
tahiyyat duâsıyla, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e selam verilmiş olunmaktadır.
“Salât”, rahmet ve dua
anlamına gelmektedir. Burada salât, hem Hz. Peygamber (s.a.v.)'e ve hem de onun
aile halkına yapılmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v.)'e salât getirilmesinin
nedeni hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.
Namaz dışında Hz.
Peygamber (s.a.v.)'e salavat getirmenin hükmü ihtilaflıdır. Hanefiler, bu
konuda Ahzab: 33/56 ayetini göz Önünde bulundurarak ömürde bir de,fa salavat
getirmenin farz, bunun dışında her anıldığında salavat getirmenin vacip ve
mecliste birkaç defa anıldığında her defasında salavat getirmenin müstehab
olduğu görüşündedir.
“Muhammed'in aile
halkı” ifadesinden maksadın ne olduğu hakkında değişik görüşler ileri
sürülmüştür. Bunları şöyle özetlemek mümkündür:
1-
Resulullah'a yakınlığından dolayı kendisine zekât verilmesi caiz olmayanlar,
bunların da kim oldukları konusunda ihtilaf edilmiştir:
a- Sadece
Haşim oğulları.
b- Haşim ve
Muttalib oğulları. Hz. Fatıma ile Ali'nin çocukları olan Hasan ve Hüseyin'in
soyundan Kıyamete kadar gelecek olan nesil.
2- Kayıtsız
şartsız Hz. Peygamber (s.a.v.)'e yakınlığı olanlar.
3- Kıyamete
kadar Hz. Peygamber (s.a.v.)'in izinden giden bütün müslümanlar.
4- müslümanların
takva sahipleri.
Yalnız bu kelimeyle;
duada ümmet, övgüde takva sahipleri, zekât konusunda kendilerine zekât
verilmeyenler kast edilebilir.
Resulullah (s.a.v.),
Hz. İbrahim'den daha faziletli olduğu halde neden kendisine Hz. İbrahim gibi
salevat niyaz edildiği alimler arasında tartışma konusu olmuştur. Kadı İyâz'a
göre; Resulullah (s.a.v.) bu salevatı, kendisi ile aile halkı istemiştir. Ta ki
yüce Allah kendisine tahsis buyurduğu nimetini, Hz. İbrahim ile onun aile
halkına nasıl tam olarak ihsan ettiyse öylece ihsan buyursun.
Bazıları da, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in salevat istemesi kendisi için değil de ümmeti için
istemiştir demişlerdir.
Bazıları da, bundan
maksat; nimetin kıyamete kadar devamı olduğunu söylemişlerdir.
Ayrıca Resulullah (s.a.v.)'m
bu şekilde salevat istemesi, kendisinin Hz. İbrahim (a.s)'dan efdâl olduğunu
bilmezden önceye âidtir diyenler de olmuştur.
Aynî'de bu konuda: “Bu
mesele; alt sevideki birini, üst seviyedeki birine benzetme türünden değil de,
hâli bilinmeyen bir zâtı, hâli bilinen bir zatla açıklama şeklindedir” diyor.
Bu konuda üç görüş
rivayet olunur: Birinci görüşe göre Peygamber (s.a.v.)'e salevat:
“Ya Rabbi! Muhammed'e
salât eyle!” cümlesidir. “Muhammed'in ev halkına dahî ibrahim ye ibrahim'in ev
halkına salât buyurduğun gibi salât eyle!” ifâdesi ayrı bir cümledir. Yâni
İbrahim ile İbrahim'in ev halkına ihsan buyurulan rahmetin misli Peygamber (s.a.v.)”ın
kendisine değil, ümmetine istenir.
ikinci görüşe göre
ma'nâ: “Muhammed (s.a.v.) ile ev halkına ihsan buyuracağın rahmet, İbrahim ile
onun ev halkına ihsan buyurduğun rahmet gibi olsun” demektir. Bu görüşe göre
istenilen şey, rahmetin mikdannda değil, aslına ortak olmaktır.
Üçüncü görüşe göre:
Hadisten maksat, zahirî ma'nâsıdır. Yânı “Yâ Rabbi! Muhammed (s.a.u) 'e de
ibrahim (a.s)'a ihsan ettiğin kadar rahmet ihsan buyur” demektir.
Ayrıca bu hadisten
anlaşılan diğer bir hususta; verilen emrin mahiyetini anlamayan kimsenin onu
sorması ve iyice anladıktan sonra o emri yerine getirmesi gerekmektedir.Kadı
İyâz'a ve Nevevi'ye Sure burada Peygamber (s.a.v.)'e sorulan salevat, namaz
dışındaki salevat olmayıp namazda okunan salevattır.
310- Ebu
Humeyd es-Sa'dî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü!
Sana nasıl “Salât” getireceğiz?” diye sordular. Resulullah (s.a.v.):
“Allahümme Salli alâ Muhammedin ve alâ ezvâcihi ve
zurriyyetihi kemâ salleyte alâ âli
ibrahim'e ve bârik
alâ Muhammedin ve alâ ezvâcihi ve zurriyyetihi kemâ bârekte alâ âli ibrahim'e
inneke hamîdun mecîd (= Allahım! Muhammed'e, onun hanımları iie soyuna;
İbrahim'in aile halkına salat buyurduğun gibi salat eyle! Muhammed'e, onun
hanımları ile soyuna; İbrahim'in aile halkına ihsan eylediğin bereket gibi
bereket ihsan eyle! Çünkü Sen, Hamîd ve Mecîdsin deyin,”
buyurdu.
[499]
Açıklama:
Bu hadis, hüküm
İtibariyle az önce belirtilenler gibidir. Sadece burada “Muhammed'in ev halkı” ifadesi yerine “Muhammed'in hanımları ile
ile soyuna” dua edilmesi emredilmek-tedir.
Görüldüğü üzere bu
rivayetlerde Resulullah (s.a.v.)'e rahmet okunmamaktadır. Bununla birlikte
bazıları, Peygamber (s.a.v.)'e rahmet okunabileceğini belirtirken, İbn
Abdilberr gibi bazı alimler de ona rahmet okunmasının caiz olmadığını belirtmişlerdir.
İmam Ahmed ile bazı
alimler, konu üe ilgili bu hadisleri delil alarak müstakil olarak müminlere de
salat getirmenin caiz olduğunu ileri sürmüşlerdir. Alimlerin çoğunluğuna göre
ise peygamberlerden başkasına müstakil olarak salat getirilmez. Örneğin,
“Allahümme Sallı alâ Ebi Bekrin ve Ömer......” denilmez. Çünkü selef alimleri,
salevatı peygamberlere, takdis ve
teşbihi Allah'a mahsus
olmak üzere kullanmışlardır. Örneğin, Allahu Teala hakkında “Subhânehu”,
“Tekaddeset Esmâuhu”, “Tebâreke ve Teâla”, “Azze ve Celle” ifadelerini kullanmışlardır.
Fakat Peygamber (s.a.v.) hakkında bunlardan hiçbirini kullanmamışlardır.
Ancak Peygamber (s.a.v.)'le
birlikte, yani ona bağlı olarak diğer müminlere de salat getirilebilir.
Nitekim konumuzla ilgili hadisler, bunu göstermektedir.
Diğer peygamberlere ve
meleklere salat getirmenin hükmü konusu da tartışma konusu olmuştur. Bazılarına
göre bizim Peygamberimizden başka hiç kimseye mutlak surette salevat
getirilmez. Bunların delili, İbn Ebi Şeybe'nin Abdullah İbn Abbâs'tan yaptığı
rivayette Abdullah İbn Abbâs “Resulullah (s.a.v.)'den başka hiç kimsenin bir
kimseye salevat getirmesi gerektiğini bilmiyorum” demiştir. Böyle bir rivayet,
Ömer İbn Abdulaziz ile Süfyan es-Sevrî'den de nakledilmiştir.
Bazılarına göre ise
Peygamber (s.a.v.)'e tabi olmak şartıyla mutlak surette peygamberlere,
meleklere ve diğer müminlere salevat getirmek caizdir. Yalnızca müstakil olarak
Hz. Muhammed (s.av)'ten başkasına salevat getirilmez. İmamı A'zam'ın görüşü bu
şekildedir. Delili ise bu konuda sahabiden hiçbir nakil bulunmamasıdır. Diğer
peygamberlere salevat getirileceğini bildiren hadisler de, Peygamber (s.a.v.)'e
tabi olmak şartıyla yapılacağını gösterir.
311- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“İmam namazda rükudan doğrulurken “Semiallâhu limen
hamideh”
“Allah kendisine hamd eden kişiyi işitir dediği zaman
siz de “Allahümme Rabbena leke'1-hamd” Allahım! Rabbimiz! Hamd sadece Sana
mahsustur”deyin. Çünkü bir kimsenin bu sözü, meleklerin sözüne denk düşerse o
kimsenin geçmiş günahları bağışlanır.
[500]
Açıklama:
“Tesmî': “Semîallâhu
limen hatnîdeh” demek. Tahmîd: “AllahümmeRabbena leke'1-hamd” demek. Te'min:
“Amin” demek.
Bu hadis; imamın
rükudan doğrulurken “Semiallâhu limen hamideh” diyeceği görüşünde olan
Abdullah İbn Mes'ud, Ebu Hureyre, Ebu Hanîfe ile İmam Mâlik'in delilidir.
Yalnız başına namaz
kılmakta olan kimseye gelince, Mâliki ve Hanbeltlere göre; her iki duayı da
okur.
Şafiî alimlerine göre
ise; namaz kılan kimse, ister imam, ister cemaat, isterse tek başına olsun bu
iki cümleyi de okur.
Hanefilerine göre ise;
yalnız başına namaz kılan kişinin durumu ihtilaflıdır. Bazılarına göre yalnız
başına namaz kılan kimse sadece, “Rabbena leke'1-hamd” der. Hafız Zeylan göre;
Hanefi alimlerinin büyük çoğunluğu bu görüştedir. Ebu Bekr er-Râzî'ye göre ise;
yalnız başına namaz kılan kimse sadece “Semiallâhu limen hamideh” der. Çünkü
bu kimse, her ne kadar namazı tek başına kılıyorsa da aslında kendisinin imamıdır.
Kısacası; bu duaları
okumak müstehabtır. Zaten namazın her anı bir zikirdir. Dolayısıyla namaz kılan
kimse namazda bu tür duaları hep okumaya çalışmalıdır.
312- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır;
“İmam namazda Fatiha'nın bitiminde “Amin” dediği zaman
siz de “Amin” deyin. Çünkü bir kimsenin Amin demesi, meleklerin Amin demesine
denk düşerse o kimsenin geçmiş günahları bağışlanır.”
[501]
Açıklama:
Âmîn
kelimesinin kökeni ve anlamı hakkında bugüne kadar çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.
Bunlar içerisinde en makbul olanı; Arapça “İnanmak”, “Güvenmek” anlamındaki
“Emn” kökünden türediği şeklinde olanıdır.
Âmîn kelimesi
Kur'an'da geçmeyip sadece Hz. Peygamber (s.a.v.)'in çeşitli hadisleriyle imamın
Fatiha suresini tamamlamanın arkasından cemaatin amin demesini istemiştir. Dolayısıyla
Kur'an'ın ilk suresi olan Fatiha'nın sonunda, Mushaflarda yazılı olmamakla
birlikte Âmîn kelimesinin okunması sünnet kabul edilmiştir.
Kur'an ayetlerinden
sonra Âmîn deme sünnetinin yalnızca Fatiha'ya inhisar edilmesinin sebebini;
Fatiha'nın ilk sure olmasında, taşıdığı manada ve namazın temel unsurlarından
birini teşkil etmesinde aramak gerekmektedir. Çünkü Kur'an'ın özü olduğu kabul
edilen ve “Açış”, “Giriş” anlamında bir isim olma özelliğini taşıyan Fatiha
suresi, en başa konulmak suretiyle arkasından gelen kitabın tamamı hakkında
fikir vermekte ve böylece okuyucu, surenin sonunda Âmîn demek suretiyle
Kur'an'ın tamamına iman ettiğini belirtmiş olmaktadır. Öte yandan çeşitli
hadislere göre ibadetin özünü duanın teşkil etmesi ve namazın da aslında duadan
ibaret olması,
[502] her
rekatta okunan Fatiha'yı temel dua haline getirmiş, dolayısıyla sonunda Amîn
demek bu açıdan da gerekli kılmiştır.Cemaatle kılınan namazlarda iki husus üzerinde
görüş aynlığı vardır. Bunlar, kıratı açıktan yapılan namazlarda imamın Amîn
deyip demeyeceği ve Amînin açıktan mı, gizlice mi söyleneceği hususlarıdır.
Hanefî, Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre imamın Amîn demesi mendubtur. Âmînin
gizlice veya açıktan söylenmesi hususunda ise Hanefilere göre hem imamın ve hem
de cemaatin her ikisinin birden gizlice, Şafiiler ile Hanbelilere göre ise her
ikisinin birden açıktan söylemesi mendub kabul edilmiştir.
“Bir kimsenin Amin demesi, meleklerin Amin demesine denk
düşerse” sözünden maksat; Nevevî'ye
göre birlikte amin demeleridir. Kadı îyâz'a göre ise Aminin; sıfat, huşu ve
samimiyet hususunda meleklerin aminine uymasıdır.
Buradaki meleklerden
maksat; bazılarına göre Hafaza melekleridir. Bazılarına göre ise diğer
meleklerdir.
313- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
bir attan düşüp vücudunun sağ tarafı zedelenmişti. Bunun üzerine biz, ziyaret
için onuna yanma girdik. Derken namaz vakti geldi. Peygamber (s.a.v.), bize
oturarak namaz kıldırdı. Biz de arkasında oturarak namazı kıldık. Namazı
bitirince:
“İmam ancak kendisine uyulmak için imam olmuştur. O
tekbir aldığı zaman sizde tekbir alın. Secde ettiği zaman siz de secde edin.
Başını secdeden kaldırdığında siz de kaldırın. İmam, “Semiallahu limen hamideh
(=Allah, kendisine hamd eden kimseyi işitir) dediği zaman siz de, “Rabbena ve
leke'1-hamd” Rabbirniz! Hamd yalnızca Sana mahsustur) deyin. İmam
oturarak namaz kıldığında siz de toptan oturarak namaz kılın” buyurdu.”[503]
Açıklama:
İbn Hibbân (ö.
354/965)'ın rivayetinden anlaşıldığına göre; hadiste anlatılan olay, hicretin
5. yılında olmuştur. Çeşitli rivayetlerin ifadesinden anlaşıldığına göre;
Resulullah (s.a.v.) attan düşerek bir hurma kütüğüne çarpıp ayağı çıkmıştı.
Bunun üzerine sahabiler, onu ziyarete gittiler. Namaz vakti gelince Resulullah
(s.a.v.) oturduğu yerden İmam olarak kendilerine namaz kıldırmıştı. Sahabiler,
namazı ayakta kıldıklarını görünce, oturmalarını işaret etmişti. Onlar da
oturarak kılmışlardı.
Yine bu rivayetlerden;
bu namazın mescide değil de Aişe'nin evinde kıldığı anlaşılmaktadır.
Rivayetlerin bazısında Resulullah (s.a.v.)'in namazı tamamlamak için kendi
yerine Hz. Ebu Bekr' i geçirdiği de zikredilmektedir.
Bununla birlikte çeşitli
rivayetlerin ifadelerindeki farklılıklar, olayların ayrı ayrı zamanlarda
meydana gelmiş olması ihtimalini de mümkün kılmaktadır. Yalnız oturarak kılınan
bu namazın, farz veya nafile olduğu hususu ilim adamları arasında ihtilaflıdır.
Hanbeliler; ayakta
namaz kılmaya qücü yeten kimselerin, ayağa kalkmaktan aciz olan kimse
arakasında oturarak kılmasının caiz olduğunu kabul ediyorlarsa da bu namazın
sahih olabilmesi için imamın görevli mahalle imamı yada devlet reisi olmasını
şart koşmuşlar ve bunların dışındaki imamların arkasında bu şekilde kılınacak
namazın caiz olmadığını söylemişlerdir.
Şafiiler ile
Hanefilere göre ayağa kalkamayan kimsenin arkasında namaz kılmak caizdir,
Yalnız cemaatin namazı ayakta kılması şarttır. Bu konuda Buhârî ile Müslim'in
Hz. Aişe'den rivayet ettikleri Peygamber (s.a.v.)'in son hastalığında namaz
kıldırmakta olan Ebu Bekr'in soluna gelip oturarak oturduğu yerden namaz
kıldırdığına dair olan hadisi
[504]
delil getirmişlerdir.
314. Câbir
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
hastalanmıştı. Biz de, o oturduğu halde arkasında namaz kıldık. Ebu Bekr,
Resulullah (s.a.v.)'in tekbirini cemaata işittirmek için tekbir almak suretiyle
duyuruyordu. Resulullah (s.a.v.) bir ara bize bakıp ayakta kıldığımızı gördü.
Hemen bize işaret etti. Biz de oturduk ve namazımızı ona uyarak oturduğumuz yerden
kıldık. Selam verince:
“Demin nerdeyse İranlılarla, Romalıların yaptığım
yapıyordunuz. Onlar kralları otururken ayakta dururlar. Siz öyle yapmayın.
İmamlarınıza uyun. Eğer imam ayakta namaz kılarsa siz de namazı ayakta kılın,
oturarak namaz kılarsa siz de oturarak namazı kılın” buyurdu.
[505]
Açıklama:
Bazı
alimler, burada Resulullah (s.a.v.)'in hastalanması meselesini, attan düşmesi
olayıyla bağlantı kurarak bu hadisi bir önceki hadisle birleştirmeye
çalışmışlardır.
Resulullah (s.a.v.)'in
namazın içinde cemaata dönmesi, onların hallerine muttali olmak ve onların
hatalarını düzeltmek içindi. Namaz içindeyken böyle bir hareket yapmak sadece
Resulullah (s.a.v.)'e mahsustur.
Burada bir de, müezzinin
veya herhangi bir kimsenin, imamının sesini cemaata iletmek için tekbir
almasının caiz olduğu anlaşılmaktadır.
Bu hadiste; oturarak
namaz kıldıran imama uyan cemaatin de oturarak namaz kılmaları emredilmiştir.
Sununla ilgili açıklama 301 nolu hadiste geçmişti.
315- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.) bize namaz kılmasını
öğretip:
“İmamdan önce davranmayın. O tekbir aldığında sîz de
tekbir alın. O, “Vele'd-dâllîn” dediği zaman siz de “Amîn” deyin. Rükuya
vardığı zaman siz de rükuya varın.
“Semiallâhu limen hamideh” Allah kendisine hamd edeni işitir dediği zaman siz de “Allahümme! Rabbena leke'1-hamd” Allahım! Rabbimiz! Hamd
sadece Sana mahsustur deyin” buyururdu.
[506]
Açıklama:
Hdiste;
cemaattakilerin imamdan önce rükunlan yapmamaları istenmektedir. İmam tekbir
aldığında cemaatın da tekbir alması, imam “Vele'd-dâllîn” dediğinde cemaatin
“Amin” demesi, imam rükudan doğrulduğunda Semiallâhu limen hamideh dediğin de
cemaatin de “Allahümme! Rabbena leke'1-hamd” demesi gerektiği
belirtilmektedir. Çünkü 312 nolu hadiste de geçtiği üzere, “İmam ancak
kendisine uyulmak için imam olmuştur.” Böylece namazda itidal, düzen, huzur ve
birliktelik olur. Karışık bir namaz kılma şekli olmaz. Yoksa cemaatin İmama
uymayıp İstediği gibi namaz kılması, bir çok problemi de beraberinde getirir.
316-
Ubeydullah b. Abdullah'tan rivayet edilmiştir: “Aişe'nin yanma girmiştim. Ona:
“Bana, Resulullah (s.a.v.)'in hastalığını anlatır
mısın?” dedim. Aişe:
“Evet”
diyerek şunları söyledi:
“Peygamber (s.a.v.)'in hastalığı ağırlaşmıştı.”
Bir ara:
“Cemâat namazı kıldı mı?” buyurdu. Biz:
“Hayır, ey Allah'ın resulü! Onlar seni bekliyorlar” dedik.
“Öyleyse benim için leğene su koyun” buyurdu.Dediğini yaptık. Resulullah (s.a.v.)
yıkandı. Sonra kalkmak için davrandı. Fakat bayıldı. Sonra ayıldı.
Yine:
“Cemâat namazı kıldı mı?” diye sordu. Biz:
“Hayır, ey Allah'ın resulü! Onlar seni bekliyorlar” dedik. Yine:
“Benim için leğene su koyun” buyurdu. Dediğini yaptık. Yıkandı. Sonra kalkmak
için davrandı fakat yine bayıldı. Sonra ayıldı ve:
“Cemâat namazı kıldı mı?” diye sordu. Biz:
“Hayır, ey Allah'ın
resulü! Onlar seni bekliyorlar” dedik. Resuiullah (s.a.v.)
“Benim için leğene su koyun” buyurdu. Biz bunu da yaptık. Resuiullah (s.a.v.)
yıkandı. Sonra kalkmak için davrandı. Fakat yine bayıldı. Sonra ayılıp:
“Cemâat namazı kıldı mı?” diye sordu. Biz:
“Hayır, ey Allah'ın
resulü! Onlar seni bekliyorlar” dedik.
“Cemâat mescide
kapanmış yatsı namazı için Resuiullah (s.a.v.)'i bekliyorlardı. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) cemaata namaz kıldırması için Ebû Bekr1 e haber gönderdi.
Gönderilen kimse, Ebû Bekr'e varıp:
Resulullah (s.a.v.),
cemâatanamaz kıldırmanı sana emrediyor” dedi. Ebû Bekr yumuşak kalpli bir kimse
idî:
“Ey Ömer! Cemaata
namazı sen kıldır” dedi. Ömer:
“Buna sen daha
lâyıksın” dîye cevap verdi. Bunun üzerine o günlerde cerna-ata Ebû Bekr namazı
kıldırdı. Sonra Resuiullah (s.a.v.), kendinde bir parça iyi hafiflik hissederek
biri Abbâs olmak üzere iki kişinin arasında öğle namazına çıktı. Ebû Bekr
cemaata namaz kıldırıyordu. Ebû Bekr onu görünce geri çekilmeye davrandı, fakat
Peygamber (s.a.v.) ona geriye çekilmemesini işaret etti. Yanındaki iki kimseye:
“Beni onun yanı başına
oturtun' buyurdu. Onlar da, Peygamber (s.a.v.)'i Ebû Bekrin yanı başına
oturttu. Ebû Bekr ayakta Peygamber (s.a.v.)in namazına uymuş, cemâat da Ebû
Bekr'in namazına uymuş olarak namaz kılıyorlardı. Peygamber (s.a.v.) ise
oturuyordu.
Açıklama:
Hadisin ravisi
Ubeydullah der ki:
“Derken Abdullah İbn
Abbâs'ın yanma gidip ona Resuiullah (s.a.v.)'in. hastalığı hakkında Âişe'nin
bana anlattıklarını sana arzedeyim mi?” dedim. O da:
“Anlat”
dedi. Âişe'nin. söylediklerini ona arzetüm. O da bu anlattıklarımdan hiç bir
şeyi inkâr etmedi. Yalnız:
“Aişe, Abbâs'la
birlikte Resuiullah (s.a.v.)'in koluna giren zâtın adını sana söyledi mi?”
dedi. Ben de:
“Hayır” dedim. O da:
“O, Aliydi”
dedi.
[507]
317- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) hastalığı sırasında benim evime
girdiğinde;
“Ebu Bekr'e emredin de cemaata namaz kıldırsın!” buyurdu. Ben:
“Ey Allah'ın resulü! Şüphesiz ki Ebu Bekr yumuşak
kalpli bir kimsedir. Kur'an okuduğu zaman göz yaşını tutamaz, onun için sen Ebu
Bekr'den başkasına emretsen daha iyi olur” dedim.
Allah'a yemin ederim
ki, içimde, Resulullah (s.a.v.)'in yerine geçecek kimsenin insanlar tarafında
uğursuz sayılacağı endişesinden başka bir şey yoktu. Bu nedenle Resulullah (s.a.v.)'e
iki yada üç defa bu mesele için müracaat ettim. Sonunda Resulullah (s.a.v.):
“Cemaata Ebu bekr namaz kıldırsın. Kuşkusuz sizler,
Yusuf'un zamanındaki kadınlar gibisiniz!” buyurdu.[508]
318- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'in
hastalığı ağırlaştığı zaman, namaz vaktinin geldiğini kendisine haber vererek
için Bilâl geldi. Resulullah (s.a.v.):
“Ebû Bekr'e emredin de cemâaata namaz kıldırsın'” buyurdu. Ben:
“y Allah'ın resulü!
Gerçekten Ebû Bekr, yufka yürekli bir kimsedir. Senin yerine geçtiği zaman
cemaata işittiremez. Dolayısıyla sen bu namaz kıldırma işini Ömer'e
emretmelisin!”dedim. Resulullah (s.a.v.) yine:
“Bu Ebû Bekr'e emredin de cemaata namazı kıldmversin” buyurdu. Bunun üzerine Matsa ya:
“Peygamber (s.a.v.)'e
söyle, “Ebû Bekr yufka yürekli bir adamdır; senin makamına geçtiği zaman
cemaata işittiremez. Sen Ömer'e emretmelisin” de” dedim. Hafsa, bunları, ona
söyledi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Hiç şöphe yok ki, sizler Yûsuf (a.s)'m zamanının
kadınlarısınız, Ebû Bekr'e emredin de cemaata namazı kıldırsın” buyurdu.
Artık Ebû Bekr'e
emrettiler, o da cemaata namazı kıldırdı. O namaza başlayınca, Resulullah (s.a.v.)
kendinde bir hafiflik hissetti ve iki kişi arasında ayağa kalktı. Ayakları
yerde sürünüyordu. Mescide girdiği zaman Ebû Bekr onun ayak sesini işiterek
geri çekilmeye davrandı, fakat Resulullah (s.a.v.) ona 'yerinde dur' diye
işaret etti. Derken Resulullah (s.a.v.) ilerleyerek Ebû Bekr'in sağ tarafına
oturdu. Artık Resulullah {s.a.v.) cemaata oturduğu yerden namaz kıldırıyor, Ebû
Bekr de ayakta duruyordu. Ebû Bekr, Peygamber (s.a.v.)'in namazına uyuyor,
cemâat da Ebû Bekr'in namazına uyuyordu.[509]
Açıklama:
Bu hadisin bir çok
muhtelif rivayetleri vardır. Bunların bazısında Resulullah (s.a.v.)'in Hafsa'ya
ait bakırdan bir leğen içinde yıkandığı, sonra dışarı çıkarak Allah'a hamdu
senada bulunduğu, Uhud savaşında şehit düşenler için istiğfar ettiği, diğer
bazılarında Resulullah (s.a.v.)'in başı Hz. Aişe'nin dizindeyken bayıldığı, Hz.
Aişe'nin ona şifa duasında bulunduğu ayıldığı zaman Hz. Aişe'ye: “Şifa için dua etme! Allah'tan Cebrail,
Mikail ve İsrafil'le birlikte Refik-i A'la'yı işte!” buyurduğu gibi farklı
ayrıntılar yer almaktadır.
Rivayetlerin
toplumundan anlaşılan mana şudur: Resulullah (s.a.v.) hastalığı esnasında iki
defa namaz kılmış, bunların birinde imam, diğerinde ise cemaat olmuştur.
Nitekim rivayetlerin birinde; Peygamber (s.a.v.)'in, Hz. Abbâs ile Hz. Ali'nin
kollarına girerek mescide çıktığı, başka bir rivayette ise Büreyde ile
Nüvebe'nin yardımlarıyla çıktığı bildirilmektedir. Bu rivayetler, olayın iki
defa meydana geldiğini göstermektedir. Ebu Hâtim'in rivayetinde ise Peygamber
(s.a.v.) iki cariyenin arasında kapıya kadar çıkmış, kapıdan onu Hz. Abbâs ile
Hz. Ali almıştır. Dârekutnî'nin rivayetinde ise Peygamber (s.a.v.)'in kollarına
giren kimselerin, Üsâme ile Fadl olduğu bildirilmektedir. Bazıları, Peygamber (s.a.v.)'i
mescide götürmek için sahabilerin nöbetleşerek kollanna girdiklerini
söylemektedirler. Hz. Aişe'nin yalnız Hz. Abbâs'ı zikretmesi; Peygamber (s.a.v.)'in
bir kolundan devamlı surette Abbâs, diğer kolundan ise sırayla Ali, Üsâme ve
Fadl tuttuğu içindir. Peygamber (s.a.v.)'in evi ile mescidi arasında uzun
mesafe olmadığı halde, sahabilerin nöbetleşerek kollarına girmeleri ona
fazlasıyla saygıda bulunmak içindir.
Bir rivayette,
Peygamber (s.a.v.)’in imam olduğu ve Ebu Bekr'in okuduğu sureyi 9nun bıraktığı
yerden okuduğu bildirilmiştir.
Bazı rivayetlerde; Resulullah
(s.a.v.)'in hastayken mescide kıldığı namazın öğle, bazılarında ikindi olduğu
kaydedilmiştir. Daha başka namaz olduğunu söyleyenler de olmuştur.
Hz. Aişe'nin tekrar
tekrar Resulullah (s.a.v.)'e müracaat ederek babasını imam yapmamaya
çalışması; ya halkın Ebu Bekr'i sevmeyeceklerinden ve onu uğursuz
sayacaklarından endişe etmesi ya da insanlar Ebu Bekr'in hilafete en elverişli
bir kimse olduğunu bildikleri için, onu imam görünce Resulullah (s.a.v.)'in
vefatı yakın olduğunu anlayacaklan içindir.
Resulullah (s.a.v.):
“Siz Yusuf zamanının kadınlarısınız” sözüyle; hanımlarını bir şeyde fazla ısrar hususunda
Yusuf (a.s) zamanı kadınlarına benzetmiştir. Çünkü Hz. Ebu Bekr'i imam yapmama
hususunda Âişe ile Hafsa fazla ısrar etmişlerdir. Bazılarına göre ise Yusuf
(a.s) zamanı kadınlarından maksat; Züleyha'dır. Çünkü Züleyha'nın Hz. Yusuf
(a.s)'a karşı ısrarı meşhurdur. Buradaki hitap ta sadece Âişe'ye mahsustur. Bu
takdirde Resulullah (s.a.v.), Aişe'ye:
“Sen bu ısrannla Züleyha'ya benziyorsun” demektedir.
[510]
Hz. Aişe'nin babası
hakkında ileriye sürdüğü özür ise onun son derece yumuşak kalpli olmasıdır.
Hz. Ebu Bekr'in:
“Ey Ömer! Cemaata
namazı sen kıldır!” şeklindeki sözü ile ilgili olarak Nevevî; Hz. Ebu Bekr'in
bu sözü tevazu için söylediğini kaydediyorsa da, Aynî bu görüşe katılmayıp bu
sözün Hz. Ebu Bekr'in yumuşak kalpli olduğunu ve çok ağladığı için sesinin
duyulmaması endişesiyle söylendiğini kaydetmektedir.
Bu hadiste; Resulullah
(s.a.v.)'in yürüyemeyecek derecede hasta İken bile iki kişinin koltuklarında
mescide çıkması, cemaata devam meselesinin pek Önemli ve faziletli olduğu, Hz.
Ebu Bekr'in bütün sahabiye tercih ve takdim edildiği, fazilet itibariyle Ebu
Bekr'den sonra Ömer'in geldiği, şımarmayacağından emin olmak kaydıyla bir
kimseyi yüzüne karşı övmenin caiz olduğu, Ebu Bekr'in Resulullah (s.a.v.)'in
geldiğini fark ettiğinde saftan geri çekilmek istemesi büyükler huzurunda edeb
ve terbiye göstermenin lüzumuna delil olduğu, Allah için ağlamanın namazı
bozmadığı, İşaretin söz yerine geçtiği, imamın tekbirlerini cemaata duyurmanın
caiz olduğu, ayakta kılmaya güç yetiren kimsenin oturarak namaz kılan imama
uymasının caiz olduğu gibi bir çok husus vurgulanmaktadır.
319- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'in
ölümüyle sonuçlanan hastalığı günlerinde Ebu Bekr, cemaata namaz kildırmıştı.
Vefatı olan Pazartesi günü oldu. Sahabiler, sabah namazı için saf saf
durmuşlardı. Resulullah (s.a.v.) Aişe'nin odasının kapı perdesini açarak ayakta
bize bakmıştı. Mübarek yüzü, mushaf yaprağı gibi bembeyazdı. Sonra Resulullah (s.a.v.)
bizim bu halimizi görüp tebessüm ederek gülmüştü.
Enes der ki:
“Biz namazda olduğumuz
halde Resulullah (s.a.v.)'in çıkışına sevincimizden hayrette kaldık. Ebû Bekr,
Resulullah (s.a.v.)'in namaz kılmak arzusuyla çıktığını sanarak topukları
üzerinde gerideki safa ulaşmak için geriledi. Resulullah (s.a.v.), eliyle
cemaata;
“Namazınızı tamamlayın” diye işaret etti, Sonra Resulullah (s.a.v.) Aişe'nin
odasına girip perdeyi indirdi. İşte Resulullah (s.a.v.) o gün vefat etti.
[511]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)'in
bu defaki çıkışı sahabileriyle son görüşmesidir.
“Mübarek yüzü Mushaf
yaprağı gibiydi” sözünden maksat; yüzünün son derece güzelliği ve mübarek
teninin yaprak gibi beyaz ve nurlu olması itibariyledir. Yalnız burada Mushaf
kelimesi, ravinin ifadesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü o sırada daha Kur'an
henüz Mushaf şeklinde yazılmış şeklinde değildi.
Resulullah (s.a.v.)'in,
sahabilerinin melekler gibi saf bağlayıp namaza durduklarını gördüğünde
tebessüm etmesinin sebebi; sahabilerinin İslam birliğine riayet ve
yapageldikîeri bir uygulamayı ikame etmeleriydi.
320- Sehl b.
Sa'd es-Sa'dî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
aralarını bulmak için (bir defasında) Amr b. Avf oğullarının yurduna gitmişti.
Namaz vakti girince müezzin Ebû Bekr'e gelip:
Cemaata namazı
kıldırır mısın? Ben de ikâmet ederim' dedi. Ebû Bekr;
“Evet” diye cevap
verip namazı kıldırdı. Derken cemâat namazda iken Resulullah (s.a.v.)
çıkageldi ve safları yara yara gelip birinci safa durdu. Bunun üzerine cemâat
el çırpmış. Ebû Bekr namazda bakmmazdı.
Cemâat fazla el
çırpınca bakındı ve Resulullah (s.a.v.)'i gördü, fakat Resulullah (s.a.v.),
ona;
“Yerinde dur!”
diye işaret etti. Derken Ebû Bekr, ellerini kaldırarak Resulullah (s.a.v.)'in
kendisine verdiği emirden dolayı Yüce Allah'a hamd-u sena etti. Sonra geri
çekilerek birinci safa durdu. Peygamber (s.a.v.)'de ileri geçerek namazı kıldırdı.
Namazdan çıktıktan sonra:
“Ey Ebû Bekr! Ben sana
emretmişken yerinde durmaktan seni bundan alıkoyan şey nedir?” diye sordu. Ebû
Bekr:
“Ebû Kuhâfe'nin oğlu,
Resulullah (s.a.v.)'in huzurunda ona namaz kıldırsı uygun değildir” dedi. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.) cemaata dönerek:
“Size ne oluyordu? El çırpmayı neden bu kadar
çoğalttığınızı gördüm. Bir kimsenin namazı esnasında başına bir şey gelirse
teşbih edin/Subhanallah deyin! Zîra teşbih ettiğiniz/Subhanallah dediğiniz de o
zaman elbette (bu yapığınız imam tarafından) dikkate alınır. El çırpmak yalnız
kadınlara mahsustur” buyurdu.
[512]
Açıklama: Amr
b. Avf oğulları, Evs kabilesinin bir koludur. Bunların yurtlan, Küba'da idi.
Resulullah (s.a.v.)'in bunların yanına gitmesinin sebebi; aralanndaki kırgınlık
ve dargınlığı gidermekti. Aralarında meydana gelen dargınlığın nedeni şöyleydi:
Küba halkı bir defasında kavga etmişlerdi. Birbirlerine gidip taş atmışlardı.
Durum Resulullah (s.a.v.)'e haber verildi. Bunun üzerine;
“Haydi gidip onları barıştıralım” buyurdu. İşte Resulullah (s.a.v.)'in cemaata geç
kalışının nedeni, müslümanların arasını düzeltmek gibi çok önemli bir görevi
yerine getirmek için uzunca bir yolu katetmişti.
Görüldüğü üzere cemaat
ayaktayken birinci saffa varmak için safları yararak ilerlemesi imam için
caizken imamdan başkası için mekruhur.
Namaz içinde bir
tarafa dönmek yasaklanmışsa da metindeki ibareden de anlaşıldığı üzere ihtiyaç
halinde bunun caiz olduğu ortaya çıkmaktadır.
Cemaatın el çırpması,
Resulullah (s.a.v.)'in geldiğini Ebu Bekr'e haber vermek içindi. Buna, “Tasfîh”
“Tasfîk” denir. Bazı dilcilere göre tasfih; bir elin arkasını diğer elin
avucuna vurup ses çıkarmaktır. Tasfik ise avuçları birbirine çırpmakır.
Bazılarınca da, sağ elin iki parmağını sol avucuna vurup ses çıkarmaktır.
Namazda bir ihtiyaç
halinde el çırpmak, kadınlara özgüdür. Erkeklerin ise “Lah” demesi
gerekmektedir.
321- Muğîre
b. Şu'be (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Resulullah (s.a.v.)
büyük abdest yapmak için bir çukura doğru gitti. Ben sabah namazından önce ona
bir su kabı getirmiştim. Resulullah (s.a.v.) büyük abdestten sonra yanıma
dönünce bu kaptan ellerine su dökmeye başladım. Ellerini üç defa yıkadı. Sonra
yüzünü yıkadı. Sonra cübbesini kollarından çıkarmaya çalıştı. Fakat cübbesinin
yenleri dar geldi. Bu defa ellerini cübbenin içine doğru çekerek kollarını
cübbenin aşağısından çıkardı ve kollarını dirsekleriyle beraber yıkadı. Sonra
mestleri üzerine abdest aldı. Sonra namaz kıldırmak için cemâatin yanma geldi.
Mugîre der ki:
“Ben de onunla beraber
geldim. Cemâat, Abdurrahman b. Avfi öne geçirmiş, o da onlara namaz kıldırırken
bulduk. Resulullah {s.a.v.) iki rek'âtın birine yetişti ve cemaatla birlikte
son rek'âtı kıldı. Abdurrahman b. Avf selâm verince, Resulullah (s.a.v.)
namazını tamamlamak üzere ayağa kalktı. Namaza Peygamber (s.a.v.)'den önce
başlamış olmaları, cemaati telaşa düşürdü. İnsanlar teşbihi çoğalttılar.
Peygamber (s.a.v.) namazını bitirince cemaata döndü ve sonra:
“Güzel yaptınız” yada “Doğru yaptınız” buyurdu.
Resulullah (s.a.v.) bu sözleriyle öne geçmeleri ve namaza kendisinden önce
başlamalarından dolayı onlara gıpta ve namazı vaktinde kılma hususundaki
kararlılıklarından dolayı onlara bazı şeyleri tavsiye ediyordu.
[513]
Açıklama:
Bu olay, hicretin
dokuzuncu ve miladi ise 930 yılında Tebuk seferi sırasında meydana gelmişti.
Sahabilerin telaşa
kapılmalarının nedeni; Resulullah (s.a.v.)'i beklemeden namaza durmuş
olmalarıydı. Resulullah (s.a.v.) geldiğinde birinci rekatı kılmışlardı. Namazı
bitirip de Resulullah (s.a.v.)'i görünce durumu anlayıp “Subhanallah” demekten
kendilerini alamamışlardı.
Burada hadis
sarihlerinin üzerinde durdukları önemli bir mesele de; Resulullah (s.a.v.)
gelince Abdurrahman b. Avf (r.a)'m namaza devam edip Resulullah (s.a.v.)'i öne
geçirmek için geriye çekilmemesidir. Halbuki aynı olay, Hz. Ebu Bekr
es-Sıddık'ın başına da gelmiş, fakat o geriye çekilerek Resulullah (s.a.v.) 'i
öne geçirmişti. Bu iki olayı açıklamak için bazıları, “Bu iki olay tamamen
farklıdır. Çünkü Resulullah (s.a.v.), Ebu Bekr (r.a.)'ı namaz kıldırırken
bulduğunda daha birinci rekâtı bitirmemişti. Halbuki Abdurrahman (r.a) birinci
rekâtı bitirmişti. Resulullah (s.a.v.) öne geçseydi, birinci rekâtı kılarken
öbürleri ikinci rekâtı kılacak dolayısıyla bir kargaşalık meydana gelecekti.
Bu yüzden Resulullah (s.a.v.) öne geçmedi” demişlerdir.
Ebu Davud'un sarihi
Sehârenfûrî ise bu meseleyi şöyle açıklamıştır: Resulullah (s.a.v.), Hz. Ebû
Bekr (r.a.)'a geriye çekilmemesini işaret ettiği gibi Abdurrahman b. Avf
(r.a.)'a da işaret etmiştir. Böyleyken Ebû Bekr (r.a.) geriye çekilmiş,
Abdurrahman (r.a.) ise çekilmemiştir. Hz. Ebû Bekr bu işarete uymanın farz
olmadığına, fakat geriye çekilmenin ise edep gereği olduğuna, bu gibi hallerde
edebin gözetilmesinin lüzumuna inanmış ve öyle hareket etmiştir. Abdurrahman
(r.a.) ise Resulullah (s.a.v.)'in işaretine uymanın farz olduğuna inanmış ve
ona göre hareket etmiştir.
322- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Namazda yanılan imamı uyarma mahiyetinde teşbih
“Subhanallah” demek erkeklere, el çırpmak ise kadınlara mahsustur.”
[514]
Açıklama:
İmamın, namaz
esnasında namazla ilgili hareketlerinde veya kıraatte yanıldığını kendisine
haber vermek için erkeklerden oluşan cemaatin “Subhânallah” demesinin caiz
olduğu hususunda ittifak vardır. Bunun dışındaki kelimelerin söylenip
söylenmeyeceği konusunda alimler arasında görüş ayrılığı vardır.
Hadis, namazda ihtiyaç
hasıl olduğu zaman kadınların el çırpmasını gerekli görmektedir, Hanefilere
göre, kadın, namazda bir ihtiyaçtan dolayı el çırpacak olursa namazı bozulur.
Çünkü onlara göre, kadınlarla ilgili bu ifade, namazla ilgili değildir. Bu
izin, kadınların, namazın dışında bulundukları zamanlarda geçerlidir.
Mâlikilere göre, kadınların namazda el çırpmaları mekruhtur. Şafiî ve
Hanbelilere göre ise, el çırpma, çok yapılırsa namaz bozulur.
323- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bize namaz kıldırdı. Sonra namazı bitirip:
“Ey filan! Namazını güzel kılsana! Hiç namaz kılan
kimse nasıl namaz kıldığını hiç bakmaz mı? Çünkü kişi namazı ancak kendisi için
kılar. Doğrusu ben, Önümden nasıl görüyorsam arkamdan da öyle görmekteyim” buyurdu.
[515]
324- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Rüke ve secdeyi tamamlayın. Vallahi, rüku ve secde
ettiğiniz zaman en sîzi arkamdan pekala görmekteyim.”
[516]
Açıklama:
Alimler, buradaki
“Görmek'nin anlamı ile keyfiyeti hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazılarına göre
görmekten maksat; vahiy yoluyla cemaatin nasü namaz kıldıklarının bildirilmesi
ada bunu ilham yoluyla anlamasıdır.
Bazılarına göre ise
bundan maksat; Resulullah (s.a.v.)'in sağındaki ve solundaki cemaatin nasıl
namaz kıldıklarını göz ucuyla görmesidir.
Alimlerin çoğuna göre
ise bundan maksat; Peygamber (s.a.v.) hakiki bir idrakle arkasında olnaları
görürdü. Bu, ona verilmiş harikulade işlerden biridir.
Burada dikkate değer
bir husus da; imamın, cemaattan birinin namazla ilgili bir eksikliğini
gördüğünde onu bundan men etmesi ve ona gerekli açıklamayı yaparak ibadetini mükemmel
yapmaya teşvik etmesidir.
Ayrıca zaruret
olmaksızın sırf dikkatleri belli bir yöne çekmek için Allah'ın adına yemin
etmek de caizdir.
325- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bize namaz kıldırdı. Namazı bitirince, yüzünü bize çevirip:
“Ey cemaat! Ben sizin imamınızım. Öyleyse rüku, secde,
kıyam ve namazdan çıkma (gibi) hususlarda erken davranıp beni geçmeyin. Çünkü
ben sizi önümden ve arkamdan da görmekteyim” buyurdu. Sonra da:
“Muhammed'in nefsini elinde bulunduran Allah'a yemin
ederim ki, aiz benim gördüğümü görmüş olsaydınız, gerçekten az güler çok
ağlardınız” buyurdu. Sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü!
Ne gördün?” diye sordular. Resulullah (s.a.v.):
“Cennet ile cehennemi gördüm” buyurdu.”
Açıklama:
Bu hadis, cemaatin,
bütün namaz fiillerinde imama tabi olmaları gerektiğine delildir. Resulullah (s.a.v.)
burada “Namazdan çıkma” ile kastedilen, selam vermektir.
Peygamber (s.a.v.)'in
cenneti gördüğü halde çok ağlaması; ya ondan mahrum kalacaklara acıdığından
yada cennete götürecek ameller az yapıldığındandır.
Buna göre namaz
kılarken Yüce Allah'ın huzurunda olduğumuzu düşünerek namaz kılmalıyız, biz
onu görmüyorsak da O'nun bizi gördüğü ihsan makamında olmalıyız. Bunun için de
gereksiz hareketlerden kaçınmalıyız, aceleci tavırlardan uzak durmalıyız.
Gözlerimizi ve başımızı, sağa-sola çevirmemeliyiz, dikkatimizi tamamen namaza
vermeliyiz. Saflarımızı sık ve düzgün tutarak aramıza şeytanı sokmamalıyız ve
şeytanın ibadetlerimize müdahale etmesine izin vermemeliyiz.
326- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Muhammed (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Başını imamdan önce rüku yada secdeden kaldıran
kimse, Allah'ın, onun başını eşek başına çevireceğinden korkmuyor mu?”
[517]
Açıklama:
Hadis; imamdan önce
başını secdeden kaldıran yada imamdan önce rükudal kalkan kimse için büyük bir
tehdit içermektedir.
İbn Hacer ile Aynî, bu
suret değişikliğinin, hakiki manada olduğunu söylemişlerdir. Fakat Kadı Ebu
Bekr İbnü'l-Arabî (ö. 543/1148)'ye göre ise; Allah'ın eşek başına çevirdiği bir
kimse bu ümmette mevcut değildir. Çünkü bu ümmet, bir başka şekle dönüşmekten
münezzehtir. Burada kastedilen husus; olsa olsa, eşeğin huyu olan ahmaklık ve
inatçılıktır. Çünkü böyle bir kimse, imama uymaya niyet etmiş olmasına rağmen
imama uymamakta, dolayısıyla da avami ifadeyle, eşeklik etmektedirler.
Alimlerin büyük
çoğunluğuna göre; başını imamdan önce kaldırmak haram ise de bundan dolayı
namazın adesi gerekmez.
327- Câbir
b. Semure (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Namazda gözlerini semaya diken bazı kimseler, ya
bundan vazgeçerler ya da gözleri kendilerine geri dönmez.”
[518]
Açıklama:
Bu rivayette mutlak
surette namaz esnasında semaya bakmak yasaklanmaktadır. Bununla birlikte bu
rivayetten ne kast edildiği alimler arasında ihtilaflıdır.
Bazılarına göre,
tehdit kast edilmiştir. Bu takdirde gözleri semaya dikmek haramdır.
Bazılarına göre ise
namaz kılanların üzerine inen meleklerin indirdikleri nurdan dolayı gözlerinin
kör olacağından endişelendiklerinden ötürü semaya bakmaktan kaçmdırılmıştır.
Bazılarına göre ise
ibret için gözleri semaya kaldırmakta bir sakınca yoktur. Fakat İbn Battâl'ın
ifadesine göre, namazda semaya bakmanın mekruh olduğu hususunda alimlerin
İttifakı vardır. Namaz dışındaki dualarda ise alimlerin çoğununa göre semaya
bakmak caizdir, Çünkü duanın kıblesi sema olduğunu bildiren hadisler vardır.
328- Câbir
b. Semure (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resusullah (s.a.v.)
mescidde namazda bulunduğumuz bir sırada yanımıza gelip:
Niçin sîzleri yerinde duramayan hırçın atların
kuyrukları gibi, ellerinizi kaldırmış görüyorum! Namazda sakin olun!” buyurdu. Sonra başka bir defa yine yanımıza çıkıp
bizi halkalar halinde görüp:
“Niçin sizleri dağınık cemaatlar halinde görüyorum!” buyurdu. Sonra yine bir defa yanımıza gelip:
“Siz meleklerin Rableri katında saf saf durdukları gibi
saf bağlayıp durun!”
buyurdu. Biz:
“Ey Allah'ın resulü! Melekler Rableri katında nasıl
saf olurlar?” dedik.
Resulullah (s.a.v.):
“ilk safları tamamlarlar ve safta sıkışık olurlar!” buyurdu.
[519]
Açıklama:
Sahabiler, namazda
selam verirken elleriyle iki tarafa işaret ederlerdi. Resuiullah (s.a.v.)
onların bu davranışlannı onaylamayrp bu hareketlerini yerinde duramayan hırçın
atın kuyruğuna benzeterek bunu onlara yasaklamakta ve namazda sakin sakin
durmalarını tavsiye etmektedir.
Bazıları, Resulullah (s.a.v.)'in,
sahabilerini mescitte ayrı ayrı halkalar halinde görmesini; kuvvetli bîr
olasılıkla namaz dışında olduğunu belirtmişlerdir. Onları bu halde görünce,
dinin emrettiği İslam birliğinin zedeleneceğinden endişe edip onlara dağınık
bulunmayı yasaklamıştır.
Bazıları, bunun,
namazda olduğuna ihtimal vermişlerdir. Çünkü namazda dağınık halde bulunmak,
safların parçalanmasına sebep olur.
Kısacası; namazda
saflar tamamlanmalı, saflarda sımsıkı durmalı ve saflar dümdüz tutulmalıdır
329. Câbir
b. Semure (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte namaz kıldığımız zaman “es-Selâmu aleykum ve rahmetullâh”, “es-Selâmu
aleykum ve rahmetullâh” derdik. Câbir, eliyle iki tarafa da işaret etmişti.
Resulullah (s.a.v.):
“Siz neden yerinde duramayan hırçın atların kuyrukları
gibi ellerinizle işaret ediyorsunuz? Sizden birisi, elini uyluğunun üzerine
koyması yeterlidir, sonra sağ ve sol tarafında bulunan kardeşlerine selam
verir” buyurdu.
[520]
Açıklama:
Bu hadis de, namazda
selam verirken elle işaret etmenin yasak olduğuna ve ayrıca sünnet şekliyle
selam vermenin keyfiyetine delildir. Selamun hüküm ve keyfiyeti alimler arasında
tartışmalıdır.
Şafiiler ile
Hanbelilere göre selam vererek namazdan çıkmak farzdır. Yalnız Şafülece bir
defa selam vermek farz, ikinci selam farzdır.
Hanefîlerde ise
namazdan “Selam” lafzıyla çıkmak farz değil, vaciptir. Sünnet şekliyle selam
önce sağ tarafa, sonra da sola bakarak “es-Selâmu aleykum ve rahmetullâh” diyerek
verilir.
Selam verirken sağ ve
sol taraftaki erkek ve kadınları, hafaza meleklerini, cemaatla kılınıyorsa
İmamı niyet etmek “Sağ ve sol tarafında bulunan kardeşleri” içerisindeki ifadeye
girmektedir. Çünkü hadiste söz konusu edilen “Kardeş”ten maksat; namaz kılanın
sağ ve sol taraflarında bulunan kimselerdir. Buna göre imam iki taraf selam
verirken sağında ve solunda bulunan cemaata niyet eder. Tek başına namaz kılan
kimse ise yanında insan bulunmadığı için sadece hafaza meleklerini niyet
ederek selam verir.
330- Ebu
Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.) namazda omuzlarımıza
dokunup:
“Doğrulun! Karışık durmayın kitalpleriniz de
karmakarışık olmasın. Benîm arkama, aklı başında âkıl-bâıg olanlarınız, daha
sonra derece itibariyle onlardan sonra gelenler, onların arkasına daha sonra
gelenler dursun!”
[521]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)
namazda omuzlarımıza dokunurdu ifadesinden maksat; namaza başlanacağı
zamandır. Yoksa namaz içinde konuşmak, cemaatın omuzlarına dokunarak safları
düzeltmek gibi fiiller caiz değildir.
Ayrıca hadis; cemaatın
en faziletli ve aklı başında olanlarının derece derece imama yakın durmaları
gerektiğini göstermektedir. Çünkü cemaatın içerisinde en faziletli olanlar, en
fazla saygıya layıktırlar. Bir de bazen İmam namazda iken bir özrü sebebiyle
namazdan çıkmak mecburiyetinde kalacağı yada ayeti hatırlamayarak
tıkanabileceği durumda cemaattan faziletli kimselerden birini yerine geçirmek
için bu tür kimselerin imama yakın bulunmaları gerekir. Böylece imama yardımcı
olurlar.
Faziletli kimselerin
ön safa geçirilmesi sadece namaza özgü bir durum olmayıp onları ilim, müşavere,
hüküm, fetva ve diğer meclislerde de ön safta bulundurmak alınacak kararlarda
daha etkili olacağı açıktır.
Ayrıca müslümanların
daima fiilen ve kalben tslamî birliği korumaları ve birbirlerine sırt çevirerek
dağılmamaları gerektiği de belirtilmektedir.
331- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır;
“Saflarınızı düzeltin. Çünkü saffı düzeltmek, namazın
tam olmasındandır.”
[522]
332- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır;
“Safları, tam yapın. Çünkü ben sizi arkamdan da
görmekteyim.”
[523]
333- Ebu
Hureyrc (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Namazda safları doğru yapın. Çünkü safları doğru
yapmak, namazın güzelliğindendir.”
[524]
334- Nu'mân
b. Beşîr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
namaza başlamayacağımız zaman saflarımızı düzeltir, onları oklar gibi oluncaya
kadar düzeltirdi. Buna, ta biz anlayıp öğreninceye kadar böyle yapmakta devam
etti. Sonra bir gün mescide çıkıp namaza kalktı. Tam tekbir alacağı zaman
göğsü saftan çıkmış bir adam gördü. Bunun üzerine:
“Ey Allah'ın kulları! Saflarınızı kesinlikle dümdüz
tutun, yoksa Allah aranıza anlaşmazlıklar koyar” buyurdu.
[525]
Açıklama:
Safların
düzeltilmesinden maksat, bir safta bulunan cemaatin tamamıyla bir hizaya durmalarını
sağlamaktır. Safların arlanndaki boşlukları doldurmaya, tesviye denir. Hadisin
çeşitli rivayetlerindeki “Tesviye”, “İtmam” ve “İkame” kelimeleri hep safları
düzeltme manasında kullanılmıştır.
“Saflarınızı kesinlikle dümdüz tutun, yoksa Allah
aranıza anlaşmazlıklar koyar”
ifadesinden maksat ise safları düz tutmayanlar hakkındaki tehdittir. Cemaat
farklı yönlere dönerek safları bozulunca cezalan suçlan cinsinden olmak üzere
yüzleri de başka kılıklara döndürülecektir. Bazılar: bu ifadeyi; “Allah aranıza
düşmanlık ve kin sokar, kalplerinizi değiştirir” şeklinde yorumlamışlardır.
Çünkü cemaatin safları bozması zahiri bir muhalefettir. Zahirin muhalefeti ise
batının muhalefetine sebeptir.
Bazıları da hadisten
zahiri manasının kast edildiğini söylemişlerdir. Bu takdirde mana:
“Saflarınızı düzeltin!
Düzeltmezseniz Allah'ta sizin yüzlerinizi asli şeklinden bozarak kafanız
tarafına çevirir. Sonuç itibariyle, çirkin bir hai alırsınız” şeklinde
olmaktadır.
Zahiri manasına göre
hadis, başlarını imamdan önce rüku ve secdeden kaldıranlar hak-kmda rivayet
edilen tehdit hadisi türünde olmaktadır.
Namazda safları
düzeltmek; Ebu Hanİfe, İmam ŞâfİÎ ile İmam Mâlik'e göre sünnettir.)
335- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“İnsanlar, ezan ile ilk safta ne (tür hayr ve
bereket)ler olduğunu bilselerdi bunlara nail olmak için kur'a çekmekten başka
çare bulamasalardı mutlaka kur'a çekerlerdi. Namaza erken gitmekte ne(tür hayr
ve bereketler olduğunu bilselerdi, (ona yetişmek için) mutlaka yarış ederlerdi.
Yatsı namazı ile sabah namazında ne (tür ilahî lütuf)lar olduğunu bilselerdi
mutlaka bu iki namaza emekleyerek dahi olsa giderlerdi.”
[526]
Açıklama:
Burada anlatılmak istenilen
husus; insanlar ezanın faziletini ve ecrinin büyüklüğünü bilseler bu ecri
vaktin darlığından yada mescitte yalnız bir müezzin ezan okuduğu için ikinci
bir ezan okumaya imkan bulamasalar onun için kur'a çekerler ve bu ecre nail
olmaya çalışırlar. Namazın ilk safında olan sevap ve faziletin miktarını
bilseler, onu elde etmek için hep birden ona koşarlar, mescit kendilerine dar
gelince o fazilete nail olmak için aralarında kur'a çekerlerdi. Camiye erken
gitmekte ne derece sevap olduğunu bilseler, erken gitmek için birbirleriyle
yarış ederlerdi. Yatsı namazı ile sabah namazında ne derece sevap olduğunu
bilseler, yürüyemeyecek derecede hasta veya sakat bile olsalardı sürünerek
gitmeye çalışırlardı.
[527]
ilk saftan maksat,
imamın arkasındaki saftır. Tartışmalı haklarda Kur'a çekmek caizdir.
Ayrıca yatsı namazr
ile sabah namazı için cemaata teşvik edilmektedir. Bu iki namazda-nefse
meşakket vardır. Çünkü biri uykunun ilk zamanına ve diğeri de sonuna
rastlamaktadır. Bunun için de münafıklara en ağır gelen namazlar, bunlardı.
Fakat nimetin, külfeti oranında elde edildiği de unutulmamalıdır.
336- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.), sahabilerinin
namaz saflarında gerilediklerini görüp onlara;
“ilerleyin de bana uyun! Sizden sonrakiler de size
uysunlar. Bir topluluk gerileye gerileye nihayet Allah onları geriletir”
buyurdu.
[528]
Resulullah (s.a.v.) saflarda bazı açıklıklar
gördüğü için sahabelere bu ihtarda bulunmak lüzumunu hissetmiştir.
Sahâbe-i Kiram'dan
bazı kimselerin grHaflardaki açıklığı kapatmadan arka saflara durmalarının
sebebi, “Benim arkama akıllı, uslu olanları dursun. Sonra (bu vasıflarda)
onlardan sonra gelenler, sonra da onlardan sonra gelenler dursun” anlamındaki
327 nolu hadisi duyup da bu vasıflan kendilerinde görmemelerine bağlanabilir.
Gerçekten de hiç bir
sebeb yokken sahabenin birinci saftan uzak durmasını başka türlü izaha, imkân
yoktur. Çünkü pnların birinci safta namaz kılmak hususunda ne kadar hırslı.,
oldukları bilinen bir husustur.
“Sizden sonrakiler de size uysunlar” cümlesinin mânâsını, “Ön safta bulunanları arka
safta bulunanlar kendilerine imam'İ abuFetsirıler” şeklinde anlamak yanlıştır.
Bu cümlenin anlamı şudur:
“Ön saflara durun,
hareketlerinizi bana uydurun! Arkada bulunduğu için beni göremeyenler de sizin
hareketlerinize bakarak benim hareketlerimi anlamış .olurlar. Dolayısıyla
sizin hareketlerinize uyarak bana uymuş olurlar.”
Demek ki, kişi önünde
buİCrian. kimseyi kendisine imam etmiyor, sadece önündeki adamın
hareketlerinden imamın hareketlerini'anlayarak imama uyma imkânı buluyor.
Bu hadis-i şerif aynı
zamanda imîîîrun tekbirlerini yüksek sesle tekrarlayarak arka saflara eriştiren
mübelliğin sesine kulak vererek imama uyum sağlamanın da caiz olduğuna delâlet
etmektedir.
“Gerileye gerileye” ifadesinden maksat ise; ön safın faziletini kazanmayı önemsemeyen ve
bu fazileti küçümseyen kimseler bu davranışı alışkanlık haline getirip bunda
ısrar ederlerse yüce Allah'ın ahiret günü onları geriletir. Yani cehennemden ilk
çıkaracağı müminler içerisinde onları çıkarmayacak, ön saftan geri duruşlarına
karşılık onları cehennemden gecikmeli çıkaracaktır.
Nevevi’ye göre ise
Allah böylelerini rahmetinden, muazzam fazlından, yüksek mertebeden, ilimden
ve benzeri özelliklerden geri bırakır demektir.
[529]
Hadisin zahirine göre
bu şiddetli tehdit, birinci safa geçmemeyi alışkanlık hâline getirenlere
aittir. Aslında böyle yapan kimse yâni geri saflarda durmayı itiyat hâline
getiren veya namazını cemaatla değil tek başına kılan şahıs, bu davranışından
dolayı cehenneme müstahak olmaz. Şu halde sözkonusu tehdit ön saftan kaçınma
yüzünden namazını terkeden veya vaktinden çıkarıp kazaya bırakan kişiye
mahsûstur, diye yorum yapmak mümkündür.
Ayrıca ön safın yüce
sevabını kaçırmamak için bu saffa geçmeye önem verilmelidir. Ancak ön saffa
geçmek için başkasına eziyet etmemelidir. Aksi takdirde sevap yerine günah
olur. Başkasına eziyet edeceği endişesiyle ön saffa geçmekten vaz geçen şahsın
sevabı ön safta namaz kılanın sevabından daha fazladır. Çünkü Taberânî'nin
Abdullah İbn Abbâs(r.a)'tan rivayet ettiği bir hadiste Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmakadır:
“Bir kimseye eziyet edeceği endişesi ile ön saffı
bırakan adam için Allah ilk sarfın sevabının iki katını verir.”
[530]
337- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“ilk safta ne (tür bir hayr ve berekat) olduğunu
bilseniz yada (insanlar) bilseler, muhakkak kur'a çekilirdi.”
[531]
Açıklama:
Hadis, ilk safta
durmanın ne kadar hayr ve berekete olduğuna işaret etmektedir. Ebu'ş-Şeyh'in
rivayetinde “Hayr ve bereket” ilavesi olduğu için tercemede parenez içerisinde
bu ifadeye yer verilmiştir.
338- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Erkek saflarının en hayrlısı, ilk saftır. En hayrsızi
da son saftır. Kadın saflarının en hayrlısı ise son safir. En hayrsızı da ilk
saftır.”
[532]
Açıklama:
Bilindiği gibi erkek
saflarının birincisinin hayırlı oluşu sevab yönünden daha üstün olu-şundandır.
Çünkü Allah'ın rahmeti önce birinci saffa sonra diğer saflara iner. Melâike-i
kiram önce ilk saflar için istiğfarda bulunurlar, sonra da diğer saflar için
İstiğfarda bulunurlar. 327 nolu hadiste birinci saffa aklı başında, faziletli
kişilerin durması emredilmiştir. Ayrıca birinci saffa duran kişiler, imamın
okuduğunu rahatça işitip zabt edebilmek imkânına sahiptirler. Peygamber (s.a.v.)'in
birinci saffa üç defa ikinci saffa bir defa dua ettiği de rivayet edilmiştir.
Allah birinci safları dolduranlara rahmet eder, melekler de dua ederler ve
safları doldurmak için atılan adımdan Allah'a daha sevgili bir adım yoktur.
Kadınların şaftlarına
gelince, eğer erkeklerle beraber namaz kılarlarsa sevabı en çok olan kadın safı
en geridekidir. Çünkü erkeklerden en uzak olanıdır. Sevabı en az olan kadın
safı ise en öndekidir. Çünkü erkeklerin saffına en yakın olanıdır.
Şayet kadınlar
erkeklerle beraber değil de yalnız kendi aralarında cemâat olurlarsa sevabı en
çok olanı ilk saf ve sevabı en az olanı da son saftır.
Kadın saflarının en
hayırlısının son saf olmasının hikmeti, erkeklerden uzak bulundukları için
onları görmemeleri ve hareketlerini görmedikleri, seslerini işitmedikleri için
de kalbleri bozulmadan huzur ve huşu1 içinde namaz kılabilmeleridir. Ancak
hadis-i şerifteki "kadın saflarından maksat erkeklerle beraber namaz
kılan kadınların teşkil ettiği saflardır,
Nevevî'nin
açıklamasına göre, kadınlar kendi aralarında cemaat teşkil ederlerse onların
saflarıda hüküm itibariyle erkek safları gibidir. Birinci safları aynen erkeklerin
birinci safı gibi fazilet ve sevab yönünden üstündür.
[533]
339- Sehl b.
Sa'd (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Doğrusu ben bazı
kimseleri, elbiselerinin darlığından dolayı çocuklar gibi boyunlarına asmış
oldukları halde namaz kılarken gördüm. Bir kimse, kadınlara hitaben:
“Ey kadınlar
topluluğu! Erkeklerden önce başlarınızı secdeden kaldırmayın!” dedi.
[534]
Açıklama:
Sahabilerin, bir
parçadan ibaret olan elbiselerini çocuklar gibi boyunlarına asmaları, elbiselerinin
yetersizliğinden dolayıdır. Bu durum, İslam'ın ilk yıllarında müslümanların ne
kadar büyük bir sıkıntı ve imkânsızlık içinde olduklarını gösterir. Başka bir
giyecekleri de olmadığından tek parçadan ibaret olan elbiselerini namaz
içerisinde açılır korkusuyla boyunlarına bağlamak mecburiyetinde kalmışlardır.
Ancak böyle bir
durumda cemaate gelen kadınların erkeklerden önce secdeden başlarını
kaldırmaları halinde erkeklerin avret mahallini görme ihtimali bulunduğundan
hadis-i şerifte belirtildiği gibi, bir kimse bu duruma dikkatleri çekerek
kadınlara hitaben bir konuşma yapmış ve erkeklerden önce başlarını secdeden
kaldırmamalarını söylemiştir.
Hafız İbn Hacer
el-Askalânî, bu kimsenin, Bilâl-i Habeşî olmasının kuvvetle muhtemel
bulunduğunu söylüyorsa da, Ebû Davûd ile Beyhakî'nin, Esma bint. Ebî Bekr
(r.anhâ)'dan gelen rivayetlerinden bu kimsenin bizzat Resulullah (s.a.v.)
olduğu anlaşılmaktadır.
340-
Abdullah İbn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadır:
“Sizden birisinin hanımı, mescide gitmek için izin
isterse onu (mescitten) alıkoymasın.”
[535]
341- Abdullah
İbn Ömer (r.anhürrvâ)'dan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v.):
“Kadınları, geceleyin mescide çıkmaktan alıkoymayın” buyurdu. Bunun üzerine Abdullah iten Ömer'in oğlu
(Bilâl yada Vâkıd):
“Onların çıkmalarına
izin vermeyiz. Çünkü onlara izin verdiğimiz takdirde bunu, kocalarına karşı
bir alışkanlık/fitne haline getirirler” dedi.
Abdullah İbn Ömer, bu
sözden dolayı oğlunu azarlayıp:
“Ben, “Resulullah (s.a.v.)
(şöyle) buyurdu” diyorum. Sen halen “Biz onlara izin veremeyiz” diyorsun” dedi.
[536]
Açıklama:
Görüldüğü üzere
Abdullah b. Ömer, oğlu kadınların fitneye düşeceğinden korktuğu için, kendi
içtihadı ile yemin ederek “Onların çıkmalarına izin vermeyiz” dediği için onu
azarlamış ve “Ben, 'Resulullah (s.a.v.) (şöyle) buyurdu” diyorum. Sen halen
'biz onlara izin veremeyiz' diyorsun' demiştir. Şüphesiz Abdullah b. Ömer'in
oğlu Bilâl yada Vâkıd'in bu sözü, hadise karşı çıkmak maksadıyla değil, fitne
kapısını kapamak gayesiyle söylenmiştir.
Yalnız sözü söyleme
şekli hoş olmamış, bu yüzden babası onu azarlamıştır. Böyle değil de “Zaman
değişti, insanlar arasında fâsıklar çoğaldı, onun için bu devirde kadınları
mescide salmayız" gibi ifâdeler kuliansaydı herhalde babasının gazabına
maruz kalmazdı.”
342-
Zeyneb
bint. Abdullah es-Sekâfiyye (r.a)'tan rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadır:
“Siz kadınlardan birisi yatsı namazını kılmak için
mescide çıktığı zaman o gece koku sürünmesin.”
[537]
343- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Herhangi bir kadın kadın koku sürünürse, bizimle
birlikte yatsı namazında bulunmasın.”
[538]
Açıklama:
Bu iki hadiste
Peygamber (s.a.v.) koku sürünen kadınların yatsı namazına gelmemelerini
İstemektedir. Yatsı namazı vakti, etrafın karanlık olduğu insanların tanınmadığı
bir vakittir. Koku sürünen hanımların yatsı namazına gelmemelerini istemek,
diğer namazlara da gelmemelerini gerektirir. Çünkü önemli olan bir vakit namaz
değil; erkeklerin, kadınların çekiciliğini hissetmeleridir.
Konu ile ilgili bütün
hadisler hanimlann süslenip parfümler sürerek yabancı erkeklerin yanlarına
çıkmalarının caiz olmadığına da delâlet etmektedir.
Kadın; kocası için
güzelleşebilir, süslenir ve ona etki edecök kokular sürünür. Yabancı erkekler
için ise, bunların hiç birisi caiz değildir. Bu tür davranışlar şehvetlerin
kabarmasına, akılların gelinmesine ve çirkin sonuçların doğmasına sebep
olabilir. Bu da, en büyük günahların işlenmesi, ailelerinin dağılması ve
toplumun kokuşması sonucunu doğurur.
Fert, aile ve toplumun
refah ve saadeti İslâm'ın emir ve yasaklarına rivayetle gerçekleşir.
344-
Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Hz. Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Eğer Resulullah (s.a.v.), kadınların sonradan ortaya
çıkardıkları (moda türü) şeyleri görseydi, onları İsrail oğullarının kadınlarının
alıkonulduğu gibi mescide gitmekten alıkordu.”
[539]
Açıklama:
Bu hadisler, kadının
mescide giderken koku sürünmemesi gerektiğini ifade etmektedir.
Dolayısıyla bu
hadislerin zahiri, kadının mescide çıkmasının yasaklanamayacağını göstermektedir.
Bununla birlikte mescide gelen kadının koku sürünmemesi, aşın süslenmemesi,
sesi duyulacak ayak bilezikleri takmaması, erkekler arasına karışmaması ve
mescide giderken yolda korkulacak herhangi bir şeyin olmaması gerektiği
belirtilmiştir. Kadının koku sürünmesi, mescide çıkacağı zaman yasaklanmıştır.
Yoksa evinde koku sürünmesinde bir sakınca yoktur.
Abdullah İbn Ömer'in
rivayetine göre babası Hz. Ömer'in sabah ve yatsı namazlarını cemaatle mescitte
kılan bir hanımı vardı. Birisi, bu kadına:
“Ömer'in bunu hoş
görmediğini ve kıskandığını bildiğin halde mescide çıkıp niçin cemaatla
birlikte namaz kılıyorsun?” demiş. O da:
“Ona beni bundan men
etmeye onun ne engeli var ki?” demiş. Soruyu soran kişi:
“Onu meneden şey,
Resulullah (s.a.v.)'in: “Allah'ın cariyelerini Allah'ın mescitlerinden men
etmeyin!” buyruğudur” demiş.
[540]
Hz. Ömer'in bu hanımı,
Âtike bint. Zeyd'dir. Bu kadın, daha hayatta iken cennetle müjdelenen on
kişiden birisi olan Saîd b. Zeyd'in kız kardeşidir. Hz. Ömer, namaz kılmak için
mescide çıktıkça o da arkasındsn gidermiş. Ömer, ona:
“Bilirsin ki, ben
böyle bir şeyi sevmem” dermiş. Kadın da:
“Vallahi, sen beni men
etmedikçe ben cemaate gelmekten vazgeçmem!” dermiş. Bu hal, Hz. Ömer'in
şehadetine kadar devam etmiş. Hatta Hz. Ömer şehit edildiği zaman bile bu kadın
mescitteymiş.
Hafız İbn Hâcer
el-Askalanî, bazı kişilerin Hz. Aişe'nin sözüne dayanarak kadınlarının mescide
çıkmalarını kayıtsız şartsız men etmeyi caiz gördüklerini, fakat bunun doğru
olmadığını söyler. Çünkü Askalânî'nin ifâdesine göre, Hz. Âişe hükmü bir şarta
bağlamıştır. Yani “Eğer Resulullah kadınların bu yaptıklarını görseydi men
ederdi” demiştir. Demek ki Resûlullah (s.a.v.) bunları görmemiş ve onları
mescide çıkmaktan men etmemiştir. Öyleyse Resûlullah'ın koyduğu hüküm devam
etmektedir. Ayrıca Yüce Allah ileride olacak olan olayları bildiği halde
Peygamberine kadınları mescidden men etmesini emretmemiştir. Eğer onların
yaptıklan şeyler alıkoymaya sebeb olabilecek nitelikte şeyler olsaydı men
ederdi. Askalânî'nin ifâdesi, kadınları mescidden men etmenin caiz olmadığını
isbatlar mahiyette devam etmektedir.
Hz. Âişe'nin bu sözü,
mücerred re'ye dayanarak söylenmiş bir söz değildir. Resulullah (s.a.v.)'in
kadf'nlan, fesada meydan vermemek için bazı şeylerden alıkoyması, 338 nolu hadiste “Kadınları, geceleyin mescide çıkmaktan
alıkoymayın” buyurması Hz. Aişe'nin bu sözü söylemesine etkili olmuştur.
345-
Abdullah
İbn Abbas (r.anhüma);
“Namazında pek bağırma, sesini pek de kısma.”
[541] ayeti hakkında şu hadisi haber vermiştir:
“Bu ayet, Rasulullah (s.a.v.)
Mekke’de (İslam’ı) gizli (tebliğ ettiği) sırada indi. Rasulullah (s.a.v.)
sahabilerine namaz kıldırırken Kur’an’ı okuduğunda sesini yükseltirdi.
Müşrikler bunu işitince hem Kur’an’a, hem de onu indirene ve hem de getirene
sövüyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah, Peygamber (s.a.v.)’e;
“Namazında pek bağırma” Çünkü müsrikler senin ne okuduğunu duyarlar da
Kur’an’a söverler. “Senin pek de kısma” Kur’an’dan
okuduklarını sahabilerine duyur. Fazla yüksek sesle okuma. “Bunun ikisi arasında bir yol tut” buyurdu. Yani “Yüksek tonla
okuma ile sessiz okuma arasında” demiştir.”
[542]
Açıklama:
Abdullah İbn Abbas’a
göre bu ayet; Kur’an’ın orta derecede bir sesle okunması hakkında mazil
olmuştur. Buna sebep ise, müşriklerin küfretmeleridir. Dolayısıyla hadis,
İslam’ın ilk yıllarındaki durumu gözler önüne sermektedir.
346-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)’nın, yüce Allah’ın
“Onu acele kavrayıp ezber etmen için dilini onunla
Cebran’le hareket ettirme”
[543]
ayeti hakkında şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Cebrail, Peygamber (s.a.v.)'e
vahiy indirdiği zaman Peygamber (s.a.v.) çok defa dilini ve dudakların!
hareket ettiriyordu. Çünkü (inen vahiy) ona ağır geliyordu. Vahyin gelişi onun
bu halinden biliniyordu. Bunun üzerine yüce Allah,
“Onu acele (kavrayıp ezber) etmen için dilini onunla
Cebrail'le hareket ettirme”
[544]
ayetini indirdi. Çünkü Kur'an'ı almak,
“Onu toplayıp bir araya getirmek ve onun okunmasını
sağlamak Bize aittir.”
[545]
Zira onu kalbinde toplamak ve onun okunmasını sağlamak Bize aittir. Sen onu
okuyacaksın.
“Biz onu okuduğumuzda onun okunmasına uy!”
[546]
“Onu, Biz indirdik.
Öyleyse onu (susup) dinle. “Çünkü onun açıklanması Bize aittir!.”
[547]Yani
onu senin dilinden açıklamak Bize aittir. Artık Cebrail Peygamber (s.a.v.)'e
geldiği zaman susar. Cebrail gittiğinde ise Allah'ın vaat ettiği üzere o inen
vahyi okurdu.
[548]
Açıklama:
Cebrail vahiy getirdiği
zaman Peygamber (s.a.v.) onun okuduklarını hemen bellemek ve inen ayetlerden
bir şey kaçırmamak için acele eder. Okunan vahiy bitinceye kadar sabretmeden
Cebrail'in okuduklarını ağzından almaya çalışırdı. Bunun üzerine Yüce Allah
inen vahyi dinlemesini, vahyin okunması bittikten sonra kendisinin de okumasını
emretmiştir.
Bu ayetlerin manası şu
şekildedir:
“Cebrail sana
getirdiği vahyi okurken onu acele kavramak ve bîr şey kaçırmamak endişesiyle
hemen Cebrail'in ağzından alma! Gelen vahyin okunması bitinceye kadar sabret,
güzelce dinle!. Belleyemem diye korkma! Cebrail okumasını bitirdikten sonra sen
de oku! Çünkü gelen vahyi sana belletmeyi Ben üstleniyorum. Sonra inen
ayetlerin manalarında sıkıntıya uğrarsan onlan açıklamak d Bana aittir.”
Bu ayetler Mekke'de
nazil olmuştu. Abdullah İbn Abbâs ise bu sırada henüz daha doğmamıştı.
Dolayısıyla bu hadisi, ona ya Resulullah (s.a.v.) sonradan nakletmiş ya da
Abdullah İbn Abbâs bu hadisi bazı sahabilerden İşitip kendisi işitmiş gibi
rivayet etmiştir. Böyle hadislere ise “Mürsel Hadis” denmektedir. Sahabenin bu
şekilde rivayet ettikleri hadislere ise “Sahabe Mürseli” diye
adlandırılmaktadır. Bu konuda daha geniş bilgi için Diyanet Vakfi Yayınları
içerisinde çıkan Prof. Dr. Selahattin Polat'ın, “Mürsel Hadisler ve Delil Olma
Yönünden Değeri” adlı eserine bakabilirsiniz.
347-
Abdullah İbn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
ne cinlere bir şey okudu ve ne de onları gördü. Sadece şu olay meydana geldi:
Resulullah (s.a.v.)
sahabilerinden bir toplulukla Ukaz panayırına kastederek yola çıkmıştı.
Bu sırada şeytanlar
ile gökten haber alma arasına engel girip haber toplayamaz olmuşlardı ve
üzerlerine de gök taşları gönderilmişti. Bunun üzerine şeytanlar kavimlerine
dönmüşler. Kavimleri, onlara:
“Size neler oldu?” diye sormuşlar. Şeytanlar:
“Gökten haber alma ile
aramıza engel girdi ve üzerimize gök taşları gönderildi' diye cevap vermişler.
Kavimleri:
“Bu, mutlaka yeni
ortaya çıkmış bir şeyden dolayı olmalı. Siz hemen yüzünün doğusunu ve batısını
gidip dolaşır. Sizin ile gökten haber alma sına giren şeyin ne olduğuna bakın!”
demişler.
Şeytanlar da
yeryüzünün doğusunu ve batısını dolaşmaya gitmişler. Necd bölnin denize bakan
Tihâme taraflarını tutan grup, Ukâz panayırına gitmekte olan peygamber (s.a.v.)
Mekke ile Medine arasında bulunan Nahle denilen yerde sabilerine sabah
namazını kıldırırken onun yanma uğramışlar. Cinler Kur'ân'ı işitince u dinleyip
birbirlerine:
“Gökten haber almamıza
engel olan işte budur” demişler. Daha sonra kavinlerine dönüp;
“Ey kavmimiz! Biz
doğru yolu gösteren şaşılacak bir kıraat dinledik. Ve ona iman ettik, bundan
sonra Rabbimize asla hiç bir şeyi ortak koşmayaığız” dediler. Bunun üzerine Yüce
Allah, Peygamberi Muhammed (s.a.v.)’e:
“De ki: Bana cinlerden bir kısmının okuduğu Kur'ân'ı
dinledikleri vahyolunda”
[549]
ayetini indirdi.
[550]
Açıklama:
Hadis, Peygamber (s.a.v.)’in
cinleri görmediğini, onlara Kur'ânı Kerîm okumadığını haber vermektedir. Bundan
sonraki hadiste ise Resulullah (s.a.v.)'in cinlerin yanına gittiği ve nlara
Kur'ân okuduğu bildiriliyor, onun için ulemâ vakanın iki defa cereyan ettiğini
söylerer. Abdullah İbn Abbâs'ın rivayeti İslârniyetin ilk zamanlarına aittir.
Bu rivayete göre îesulullah (s.a.v.) cinleri görmemiş, onlara Kur'ân da
okumamış; fakat cinler dolaşırken Nahle lenilen yerde ona tesadüf ederek
okuduğu Kur'ân'ı kendiliklerinden dinlemişler ve iman Emişlerdir. Peygamber (s.a.v.)
cinlerin kendisini dinlediklerini vahy ile mi bildiği, yoksa sonradan mı
öğrendiği konusu müfessirler arasında ihtilaflı bir meseledir.
348-
Âmir'den
rivayet edilmiştir:
“Alkame'ye sordum:
Abdullah İbn Mes'ud, Resulullah (s.a.v.) ile birlikte cin gecesinde bulundu
mu?” dedim. Alkame:
“Abdullah İbn Mes'ud'a
ben de bu meseleyi sorup:
“Sizden birisi,
Resulullah (s.a.v.) ile birlikte cin gecesinde bulundu mu?” dedim. Abdullah İbn
Mes'ud:
“Hayır, fakat bir gece
biz Resulullah (s.a.v.) ile birlikte bulunduk. Birara onu kaybettik ve onu
vadilerde, dağ yollarında aradık, acaba (cinler tarafından) uçuruldu mu, yoksa
gizlice öldürüldü mü?” dedik. Böylece bir kavmin geceleyebileceği en kötü
geceyi geçirdik. Sabahlayınca bir de baktık ki, Resulullah (s.a.v.) Hirâ
tarafından çıka geldi. Ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Seni kaybettik, aradık, fakat bulamadık. Bu sebeple bir kavmin geceleyeceği en
kötü geceyi geçirdik” dedik. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Bana, cinlerin dâvetcisi geldi. Onunla gittim de
cinlere Kur'ân okudum” buyurdu. Bizi
götürerek cinlerin izlerini ve ateşlerinin eserlerini bize gösterdi. Cinler,
Resulullah (s.a.v.)'e azıklarını sormuşlardı. O da, (onlara):
“Elinize geçen üzerine besmele çekilmiş her kemik
olabildiği kadar bol etli olarak sizindir. Her deve tezeği de hayvanlarınıza
yemdir” buyurmuş. Daha sonra
Resulullah (s.a.v.) bize dönerek:
“Artık siz bunlarla taharetlenmeyin! Çünkü onlar,
(din) kardeşlerinizin yiyeceğidir”
buyurdu.
[551]
Açıklama:
Abdullah İbn Mes'ûd
(r.a) hadisinde bahsedilen bu olay, İslâmiyetin şöhret bulduğu zamanlarda olmuştur.
Bir önceki Abdullah İbn Abbâs rivayeti ile Abdullah İbn Mes'ûd rivayeti
arasında ne kadar zaman bulunduğunu Allah bilir.
Aynî'ye göre; Hz.
Peygamber (s.a.v.)'e, cin heyetinin gelmesi olayı, birkaç defa gerçekleşmiştir.
Mekke'de, Medine'de ve diğer yerlerde. Bunların dördünde Abdullah İbn Mesud
hazır bulunmuşur
[552]
349- Ebu
Katâde (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bize namaz kıldınrdı. Öğle namazı ile ikindi namazının ilk iki rekatında Fatiha
süresiyle birlikte iki sure okurdu. Bazen ayeti bize işittirirdi. Öğle
namazının ilk rekatını uzatır, ikinciyi kısaltırdı. Sabah namazında da öyle
yapardı.”
[553]
Açıklama:
Bu hadis-i şerif, öğle
ikindi ve sabah namazlarında okunacak Kur'ân'ın miktarını ve mâhiyetini
açıklamaktadır
“Fatihayla beraber iki sûre okurdu” sözüden maksat, “Birinci rekatta Fatihadan sonra bir
sûre, ikinci rekatta da yine bir sûre olmak üzere ilk iki rekatte toplam iki
sure okurdu” demektir. Bu ifâdeden aynı zamanda, namazda kısa bile olsa bir
sûreyi tam olarak okumanın, uzun bir sûrenin bir bölümünü okumaktan daha
faziletli olduğu anlaşıldığı gibi, sûre okumanın sadece birinci ve ikinci
rekâtlara tahsis edildiği de anlaşılır.
“Bazen ayeti bize işittirirdi” ifadesinden maksat; gizli okunması gereken namazlarda
isterse bile bile olsun Fatiha'dan veya sureden bir ayei sesli okumanın bir
sakıncası olmadığını, bu durumun sehiv secdesini gerektirmediğini ifade
etmektedir.
Öğle namazının ilk
rekatını uzatır, ikinciyi kısaltırdı ifadesinden maksat ise Ebu Dâvud, Salat
124-125 (800)'de de geçtiği üzere, “Peygamber (s.a.v.) halkın cemaate yetişebilmesini
sağlamak için birinci rekatı uzatırdı” şeklindeki hadiste açıklanmaktadır.
350- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
öğle namazının ilk iki rekatının her birinde otuzar ayet kadar, son iki
rekatında ise on beşer ayet yada bunun yarısı kadar okurdu. ikindi namazının
ilk iki rekatının her birinde on beşer ayet kadar, son iki rekatta ise bunun
yarısı kadar ayet okurdu.”
[554]
Açıklama:
Bu hadîs, öğle ve
ikindi namazlarının ilk iki rekatında ne kadar Kur'an okunacağını
açıklamaktadır.
Ayrıca bu hadis, öğle
ve ikindi namazlarının farzlarının üçüncü ve dördüncü rekatlarında da Kur'an
okunduğunu göstermektedir. Hanefilere göre öğle ve ikindinin farz namazlarının
üçüncü ve dördüncü rekatta Resulullah (s.a.v.)'in Kur'an okuması, bunun sünnet
olduğunu belirmek için değil, caiz olduğunu gösermek içindir. Çünkü Resulullah
(s.a.v.) öğle ve ikindi namazlarının son iki rekatında sadece Fatiha okurdu.
Cabir b. Abdullah hadisi buna delildir “
[555]
351- Câbir
b. Semure (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Kufeliler, Sa'd (b.
Ebi Vakkas)'ı, Ömer İbnu'l-Hattâb'a şikayet ettiler. Kıldırdığı namfizı ile
ilgili söz ettiler. Bunun üzerine Ömer, yanına gelmesi için ona haber gönderdi.
Sa'd'da onun yanma geldi. Ömer, ona, Kufelilerin namaz meselesinden dolayı
kendisini ayıpladıklarını söylemiş. Bunun üzerine Sa'd:
“Ben onlara Resulullah
(s.a.v.)'in namazını kıldırıyorum. Onadan hiçbir şey eksiltmiyorum. ilk iki
rekatı onlara uzunca tutuyorum. Son iki rekatta ise kısa kesiyorum” dedi. Bunun
üzerine Ömer:
“Ey Ebu İshak! Senden
zaten bu beklenir” dedi.
[556]
Açıklama:
Sa'd b. Ebi Vakkas,
Hz. Ömer döneminde Küfe validi idi. Kufeliler, Sa'd'ı çeşitli nedenlerle Hz.
Ömer'e şikayet etmişlerdi. Şikayetleri içerisinde onun güya gaziler arasında
ganimetleri eşi dağıtmadığı, ganimetlerden beşte birinin satışında bazı
kişilere torpilde bulunduğu, çarşıya yakın bir yerde bina ettiği konağın
çarşının gürültüsünün kendisini rahatsız etmemesi için tahtadan bir kapı
yaptırdığı, ava merakı yüzünden savaşlara çıkmadığı gibi asılsın bir takım
suçlamalar vardı. Hz. Ömer'in yaptırdığı denetleme sonucunda konağa kapı
yaptırma dışındaki iddialardan hiçbirisinin doğru olmadığı ortaya çıktı. Hz.
Ömer, konağın kapısının derhal sökülerek yıkılmasını emretti.
Burada ise namazı
uzatmasıyla ilgili şikayet dile getirilmektedir. Hz. Ömer, Sa'd'an ikna edici
cevabı almıştı. Hz. Ömer'in “Senden zaten bu beklenir” şeklindeki ifadesi bunu
göstermekedir.
Bu olay üzerine Sa'd
kendi isteğiyle görevini bırakmıştır. Hz. Ömer, aynı göreve devam etmesi için
Sa'd'a rica etmişse de Sa'd bu teklifi kabul etmemiştir.
352- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Doğrusu öğle namazı
klınırdı da, bir kimse, Bakî kabristanlığına gider orada uygun bir yerde büyük
abdestini yapar, sonra abdest alıp geri gelirdi. Resulullah (s.a.v.) ilk rekatı
uzattığından dolayı bu müdde zarfında hâlâ ilk rekatta olurdu.”[557]
Açıklama:
Bu hadis de, konuyla
ilgili önceki hadisler gibi öğle namazının farzının birinci rekatının ne kadar
uzun olduğunu göstermektedir.
353-
Abdullah İbnu's-Sâib (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
Mekke'de bize Sabah namazını kıldırmiştı. “Mü'minun” suresini okumaya başladı.
Musa ile Harun'un
[558]
yada İsa'nın isminin geçtiği yere
[559]
gelince Peygamber (s.a.v.)'i öksürük tuttu. Hemen rükuya vardı. Abdullah
İbnu's-Sâib'de bu namazda hazır bulunmuştu.
[560]
354- Amr b.
Hureys (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Amr b. Hureys,
Peygamber (s.a.v.)'i Sabah namazında;
“Karanlık bastığı zaman geceye yemin ederim ki!..”
[561]
ayetinin bulunduğu sureyi okurken işitmiştir.
[562]
355- Kutbe
b. Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Sabah namazı kılmıştım. Namazı, bize Resulullah (s.a.v.)
kıldırdı. Namazda “Kâf, şanlı Kur'an'a yemin ederim ki!”
[563]
ayetinden,
“Uzamış hurmaları”
[564] ayetine kadar okudu.
[565]
356-
Simâk'tan rivayet edilmiştir:
“Câbir b. Semure'ye,
Peygamber (s.a.v.)'in nasıl namaz kıldığını sordum. O da:
“Resulullah (s.a.v.)
namazı hafif kıldırırdı. Bunların kıldırdığı namaz gibi uzun kıldırmazdı” dedi.
Ravi der ki: Câbir b.
Semure, bana, Rssulullah (s.a.v.)'in Sabah namazında,
“Kâf, şanlı Kur'an'a yemin ederim ki!”
[566]
suresini ve onun benzerini okuduğunu haber vermiştir.
[567]
357- Câbir
b. Semure (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.) Öğle namazında “Leyl” suresini, ikindi
namazında da onun gibi bir sure, Sabah namazında ise bunlardan daha uzun bir
sure okurdu.
[568]
358-
Câbir
b. Semure (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.) öğle
namazında “A'lâ” suresini, Sabah
namazında ondan daha uzun bir sure okurdu.”
[569]
359- Ebu
Berze el-Eslemî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Sabah namazında altmış ile yüz ayet arası okurdu”
[570]
360- Abdullah
İbn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Annem Ümmü Fadl
bintu'l-Hâris, bir defa beni, namazda “Mürselât” suresini okurken işitmişti.
Namaz bitiminde bana:
“Yavrucuğum! Doğrusu
bu sureyi okumanla bana şunu hatırlattın. Bu sure, Resulullah (s.a.v.)'in son
defa Akşam namazında okuduğunu işittiğim suredir!” dedi.
[571]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)'in
son kıldığı namazın hangisi olduğu meselesi alimler arasında tartışma konusu
olmuştur. Çünkü Buhârî'nin Hz. Aişe'den rivayet ettiği hadiste, Resulullah (s.a.v.)'in
son kıldığı namaz öğle namazıdır. Hadis alimleri bu iki hadisi şöyle
uzlaştırmıştır:
Hz. Aişe'nin rivayet
ettiği hadis mescitte, Ümmü Fadl'ın rivayet ettiği hadis ise evinde imam olarak
kıldığı son namazdır. Nesâîde geçen bu hadis, bu görüşü desteklemektedir.
361- Cübeyr
b. Mut'im (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'i,
Akşam namazında “Tûr” suresini okurken işittim.”
[572]
Açıklama:
Bu hadisler; sabah,
öğle, ikindi ve akşam namazında Kur'an'dan hangi sureleri yada ne kadar ayet
okuduğunu bildirmektedir.
Abdullah İbnu's-Sâib
hadisinde; Öksürük sebebiyle okumanın kesilebileceği, yine surenin bir kısmını
okumanın caiz olduğu belirtilmektedir.
Ümmü Fadl hadisinde
ise Resulullah (s.a.v.)'in en son kıldığı namaz, Akşam namazı olduğu ifade
edilmektedir. Halbuki Hz. Aişe hadisinde bunun öğle namazı olduğu
bildirilmiştir. Alimler bu iki rivayetin arasını; Hz. Âişe'nin rivayet ettiği
namaz mescitte ve Ümmü Fadl'ın rivayet ettiği ise evinde imam olarak kıldığı
son namaz şeklinde yorumlanmıştır.
Cübeyr b. Mut'im
hadisinde ise Resulullah (s.a.v.)'in Akşam namazında “Tûr” suresini okuduğu
belirtilmektedir.
Uzun ve kısa surelerin
neler olduğu mezhep imamlan arasında İhtilaflıdır.
Şafiilere göre uzun
sureler “Hucurâf”tan “Nebe”ye kadar, orta sureler “Nebe”den “Duha”ya kadar,
kısa sureler ise “Duha”dan Kur'an'ın sonuna kadar olanlardır.
Hanefilere göre ise
uzun sureler “Hucurâf”tan “Burûc”a kadar, orta sureler “Burûc”tan
Beyyine"ye kadar, kısa olanlar ise “Beyyine”den Kur'an'ın sonuna kadar
olan surelerdir.
Bütün bu rivayetlerden
anlaşılıyor ki; Resulullah (s.a.v.), kıldırdığı namazı, müminlerin hallerine
göre kıldırmış, onlar da namazı uzun kılma arzusu hissederse uzun kıldırır,
kendisinin yada cemaatin bir özrü bulunursa namazı kısa tutarmış. Çünkü
Resulullah (s.a.v.)'in örneğin;
Akşam namazında
“Kafirun” suresi ile “Mas” suresi okuduğu, yine “Zilzal”, “Adiyât” ile “Nasr”
surelerini okuduğu, Akşam ile Yatsı da “Leyl” ile “Duba”, Öğle de “A'lâ” ile
“Asr” surelerini okuduğu bildirilmiştir.
Bütün bunlar, namazın
duruma göre kılınacağını göstermektedir. Zaten Hanefilere.ğore de cemaat ağır
gelmeyeceğini bilirse imamın kıraati uzatması sünnettir. Ağır geleceğini
bildiği halde uzatması mekruh olur.
362- Berâ
İbn Azib (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'i
Yatsı namazında iki rekatın birinde “Tîn” suresi okurken dinledim. Ses
bakımından ondan daha güzel olan bir kimseyi dinlemiş değilim!”
[573]
Açıklama:
Bir rivayette bu namaz
seferde kılınmıştır.
[574]
Bunun için Resulullah (s.a.v.) kısa surelerden birisini okumuştur. Seferi
olmadığı durumlarda ise Yatsı namazında “Şems”, “Leyl” ve “İnşikâk” gibi
sureleri okuduğu rivayet edilmiştir.
Zaruret olmadıkça
Yatsı namazında orta sureleri okumak sünnettir. Çünkü Yatsı namazı, dinlenme ve
uyku zamanına tesadüf eden bir namazdır. Onu fazla uzatmaya cemaatin tahammülü
olmayabilir. Akşam namazında olduğu gibi hafif kıldırmaya dahi bir sebep bulunmadığından
onda bile orta sureler okumak sünnet olmuştur.
363- Câbir
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Muâz b. Cebel
el-Ensârî, arkadaşlarına yası namazını kıldırmıştı. Fakat onlara kıraai onlara
uzun tuttu. Bunun üzerine bizden bir kimse, cemaattan ayrılarak namazı yanız
başına kıldı. Onun bu yaptığını Muaz haber alınca:
“O adam, münafıktır”
dedi.
Bu söz, o adamın
kulağına ulaştı. Bunun üzerine adam, Resulullah (s.a.v.)'in yanına girip
Muâz'ın kendisi hakkında söylediği sözü ona anlattı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.),
Muâz'z:
“Ey Muâz! Sen fitneci mi olmak istersin? Cemaata imam
olduğun zaman “Şems” ile “A'lâ” ve “Alak” ile “Leyl” surelerini oku!” buyurdu.
[575]
Açıklama:
Bir rivayette Muâz,
sahabilere “Bakara” suresini okumuştu.
[576]
Muâz'ın arkasında
namazını bozan zatın kim olduğu ve namazını bozup bozmadığı ihtilaflıdır. Bazı
rivayetlerde bu zatın Hazm b. Ebi Ka'b, bazısında Haram b. Milhân ve daha başka
isim söyleyenler de olmuştur.
Bu kişi namazda sonra
hurma bahçesini sulamak niyetindeymiş, bu sebeple de namazda ayrılarak yalnız
başına namaz kılıp bahçesine gitmiştir.
Bazıları da namazda
çıkan kimsenin namazını bozmadan saftan çıkarak aynı namazı kendi kendine
tamamladığı söylemişlerse de Müslim, Salat 178'de geçtiği üzere bu kişi namazdan
selam vererek çıkmıştır.
Dolayısıyla cemaatin
halini göz önüne alarak namazı hafif kıldırmak müstehabtır.
Cemaatle namaz kılınan
bir mescitte tek başına namaz kılmak caizdir. Sadece cemaat sevabından mahrum
kalınmış olunur.
364- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Muâz, Resulullah (s.a.v.)'Ie
birlikte Yatsı namazını kılar, sonra kavminin mescidine gelip onlara da Yatsı
namazını kıldırırdi.”
[577]
Açıklama:
Bu hadis; Muâz'ın
Yatsı namazını bir defa Resulullah (s.a.v.)'in arkasında cemaatle ve bir defa
da kavmine imam olarak kıldırmaya devam ettiğini göstermektedir.
Bazıları bu hadisi
delil getirerek Muâz'ın kavmine kıldırdığı namaz, Peygamber (s.a.v.)'in
arkasında kıldırdığı namazın aynısı olduğunu belirtmişlerdir. Bazıları da aynı
namaz değildir demişlerdir.
Tahâvî'ye göre ise
Muâz'ın aynı namazı iki defa kılması, farzların ikişer defa kılındığı
zamanlarda olmuştur. Çünkü İslam'ın ilk yıllarında bu yapılırdı. Tahâvî, bu
görüşüne delil olarak Abdullah İbn Ömer'den “Bir namaz, günde iki defa
kılınmaz” şeklinde bir hadis getirmiştir.
Buna göre Muâz'ın
Resulullah (s.a.v.)'le birlikte kıldığı namaz kendisi için farz, kavmine
kıldırdım namaz ise kendisine nafile olmaktadır.
365- Ebu
Mes'ud el-Ensârî (r.a)'atn rivayet edilmiştir: “Bir adam, Resulullah (s.a.v.)'e
gelip:
“Ben, filanca kimsenin
bize namazı uzun kıldırması sebebiyle Sabah namazına gelemiyorum!” dedi.
“Ben, Peygamber (s.a.v.)'i
öğüt verirken o günkü kızgınlığından daha şiddetli kızgınlığa sahip olduğunu
görmedim.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.):
“Ey cemaat! Gerçekten içinizde (namazdan) nefret
ettiren kimseler var. Bunda böyle hanginiz bir cemaata imam olursa namazı hafif
kıldırsın! Çünkü arkasında büyük/yaşlı, zayıf ve ihtiyaç sahibi kimseler var!” buyurdu.
[578]
366- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi bir cemaata imam olduğu zaman namazı
hafif kıldırsın! Çünkü onların içinde küçük, büyük/yaşlı, zayıf ve hasta
kimseler vardır. Yalnız başına namaz kıldığı zaman namazını istediği kadar
uzatsın.”
[579]
Açıklama:
Burada Peygamber (s.a.v.)'e
şikayete gelen zatın kim olduğu ve kimden şikayet ettiği bildirilmemiştir.
Şikayet edilen ile ilgili bazı İsimler ileri sürülmüşse bu kesin değildir.
Resulullah (s.a.v.)'in
özellikle namazı uzun tutan kimseye değil de bütün cemaata hitaben:
“Ey cemaat! Gerçekten içinizde (namazdan) nefret
ettiren kimseler var” buyurması,
kızmasına rağmen onun ne kadar nezaketli ve lütuf sahibi birisi olduğuna
delildir. Çünkü o, cemaat içerisinde hiç kimseyi utandırmamak için hep bu yolu
takip etmiştir.
Bu tür hadisler;
İmamın, namazın farz, vacip ve sünnetine zarar vermemek koşuluyla hafif
kıldırması gerektiğini, yalnız başına kıldığı zaman ise uzatmaya tahammülü
bulunan kimsenin kıraat, rüku, secde ve teşehhüd gibi rükunlan istediği kadar uzatmakta
serbest olduğunu belirtmektedir.
Sahabeden Enes b.
Mâlik, Zübeyr b. Avam, Ammâr b. Yâsir, Ebu Hureyre hep namazı hafif
kıldırırlarmış. Sa'd b. Ebi Vakks'ta, namazı mescitte kıldırdığı zaman rüku ve
secdeyi hafif tutajr, evinde kıldığı zaman ise bu ikisi ve bütün namazı uzun
tutarmış.
Ayrıca burada; imamın
adeti namazı çok uzun tutmak olduğu takdirde olduğu bilinirse onun arkasında
namaz kılmamanın caiz olduğu, müslüman bir kimsenin diğer müslümanların hoşuna
gitmeyen bir davranış sergilediğinde onu uygun bir biçimde uyarmanın caiz
olduğu, cemaat razı olmadığı zaman namazı uzun kıldıran imamı sözle uyarmanın
caiz olduğu hükmü ortaya çıkmakadır.
367- Osman
b. Ebî'l-Âs es-Sekâfî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.),
kendisine:
“Kavmine imam ol!” buyurmuştu. Osman der ki:
“Ey Allah'ın resulü!
Ben kendimde bir şey hissediyorum” dedim. Resullah (s.a.v.):
“Yaklaş!”
buyurup beni huzuruna oturttu. Sonra avucunu göğsüme, iki kişinin arasına
koydu. Sonra da bana:
“Dön!”
buyurdu. Bu defa avucunu sırtıma, iki küreğimin arasına koydu, sonra:
“Kavmine İmam ol! Her kim bir kavme imam olursa namazı
hafif kılsın! Çünkü içlerinde yaşlı olanlar, hasta olanlar, zayıf olanlar ve
hacet saleri vardır. Sizden birisi namazını yalnız başına kıl(mak iste)diği zaman
! nasıl isterse öyle kılsın” buyurdu.
[580]
368- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
namazı kısa tutar, fakat rükunlarını tam yapardı.”
[581]
369- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'den
daha hafif ve ondan daha tamam namaz kıldıran hiçbir imamın arkasında namaz
kılmadım.”
[582]
370- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bazen namazı uzun kıldırmak niyetiyle namaza
başlarım. Fakat bir çocuğun ağlayışını duyunca, annesinin ona karşı gösterdiği
fazla (şefkat ve) üzüntüden dolayı kısa bîr sure okumak suretiyle namazı hafif
kıldırıyorum.”
[583]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)'in
çocuğun ağlaması sebebiyle namazı hafif kıldırması, kıraati kısa tutmak suretiyle
olmuştur. Yoksa rüku ve secdeyi kısa tutması şeklinde olmamıştır. Bu da.
Resulullah (s.a.v.)'in sahabilerine karşı ne kadar merhametli ve şefkatli
davrandığını, böylesi durumiarda onlan sıkıntıya sokacak davranışlardan
şiddetle kaçındığını göstermektedir. Bu, onun alemlere rahmet olarak
gönderilmesinin bir sonucuydu.
Ayrıca burada
çocukların mescide götürülmesinin caiz olduğu ve kadınların arka safta olmak
kaydoyla erkeklerle birlikte cemaatle namaz kılmalarının caiz olduğunu
bildirmektedir.
371- Berâ
İbn Azib (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Muhammed (s.a.v.)'le birlikte kılınan namazı
dikkatlice (şöyle) izledim: Onun kıyamını (=ayakta durmasını), sonra rükuya
varmasını, sonra rükudan doğrulmasını, sonra secdeye varmasını, sonra iki secde
arasında oturmasını, sonra tekrar secdeye varmasını, sonra selam vermek ile
kalkıp gitme arasındaki oturuşunu takriben birbirine eşit buldum.”
[584]
Açıklama:
Bu hadiste, kıraat ve
teşehhüdün hafif ve rüku ile secde ve bu ikisinden doğrulurken rükunlan yerli
yerinde olacak kadar durmayı uzunca tutmaya delildir.
“Takriben birbirine eşit buldum” ifadesi; namazdaki fiillerin diğerlerinden biraz daha
uzun olduğunu gösterir. Bu, kıyam haline mahsus olduğu gibi teşehhüd haline de
mahsus olabilir.
“Selam vermek ile kalkıp gitme arasındaki oturuşunu
takriben birbirine eşit buldum”
ifadesi ise Resulullah (s.a.v.)'in namazda İken selam verdikten sonra orada bir
müddet oturduğuna delildir.
372- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, tamam olmak
kaydıyla Resulullah (s.a.v.)'den daha kısa namaz kıldıran bir kimsenin
arkasında namaz kılmadım. Resulullah (s.a.v.)'in namazı (fiilleri itibariyle)
birbirine yakındı. Ebu Bekr'in namazı da, fiilleri itibariyle birbirine yakındı.
Ömer halife olunca sabah namazını uzattı.
Resulullah (s.a.v.)
“Semiallahu limen hamiden” Allah kendisine hamd edeni işitir dediği zaman, biz:
'Galiba vehmetti' diyecek kadar ayakta durur, sonra secde eder, iki secde
arasında ise yine biz:
“Galiba vehmetti”
diyecek kadar otururdu.”
[585]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)'in
kıyam ile oturma hali dışındaki namaz fiilleri takriben birbirine eşitti. İbn
Battal'a göre ise bu özellik cemaatie kılınan namazın en mükemmel şeklidir.
Yalnız kılan ise rüku ve secdede kıyamdakinden kat kat fazla olabilir.
Rükuda doğrulmanın
uzun mu, yoksa kısa mı bir rükün olduğu ihtilaflıdır. iki secde arasında bir
müddet durmak müstehabtır.
“Vehmetti” kelimesi,
“Terk etti” yada “Yanıldı” anlamlarına gelmektedir. Bu kelime, “Terk etti”
manasına alınırsa o zaman hadisin manası: “Galiba secdeyi terketti. Tekrar
kıyama döndü derdik” şeklinde olur. “Yanıldı” manasına alınırsa o zaman mana:
“Galiba yanıldı” şeklinde olur.
Resulullah (s.a.v.)
namazı yerine göre uzun ve yerine göre de kısa kıldırırdı. Yalnız namazı kısa
kıldırırken, tadil ve erkanına riayet ederdi.
373- Berâ'
İbn Azib (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Sahabiler, Resulullah
(s.a.v.)'in arkasında namaz kılarlardı. Resulullah (s.a.v.) başım rükudan
kaldırdığı zaman alnını yere koymadıkça hiç kimsenin belini eğîlttigini
görmedim. Başını yere koyduğunda arkasındakiler de secde edip yere
kapanırlardı.”
[586]
Açıklama:
Bu hadiste; cemaatin
namazın bütün fiillerinde imama uyması gerektiğini bildirmektedir. İmamın
fiillerine uymak için cemaatin namazda imama bakması caizdir. İmamın secdeye
varmadan cemaatın secdeye gitmemesi sünnettir.
374-
Abdullah İbn Ebi Evfâ (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
belini rükudan doğrulttuğu zaman:
“Semiallâhu limen hamiden. Allahümme Rabbena
leke'l-hamdu miru s-semâvâti ve mil'u'1-erdi ve mil'u mâ şi'te min şey'in
ba'du, Allah, kendisine hamd eden kimseyi işitir. Allah’ım! Rabbimiz! Gökler
ile yer dolusu ve onlardan başka dilediğin her şey dolusu hamd sadece Sana
mahsustur” derdi.
[587]
375-
Abdullah İbn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
başmı rükudan doğrulttuğu zaman:
“Allahümme Rabbena leke'l-hamdu mil'u's-semâvâti ve
mil'u'l-erdi vemâ beynehumâ ve mil'u mâ şi'te min şey'in ba'du ehle's-senâi
ve'1-mecdi lâ mânia Hmâ e'tayte velâ mu'tî limâ mena'te velâ yenfeu zâ'1-ceddi
minke'l-ceddu (=Allahım! Rabbimiz! Gökler ile yer dolusu ve ikisi arasındaki
her şey dolusu, onlardan başka dilediğin her şey dolusu hamd sadece Sana
mahsustur. Ey büyüklüğe ve övgüye layık olan Allahım! Senin verdiğine engel
olacak hiçkimse yoktur. Senin vermediğini verecek hiç kimse de yoktur. Senin
katında hiçbir varlık sahibine varlığı
fayda verecek değildir” derdi.
[588]
Açıklama:
Bu iki hadisle ilgili
çeşitli varyantlar daha var. Bunların hepsi, Resulullah (s.a.v.)'in rükudan
doğrulttuktan sonra okuduğu duayı göstermektedir.
Bir kulun söyleyeceği
en layık sözün bu olması; kişinin, bütün işlerinde Allah'ı yetkili kılması,
Allah'ın varlığını ve birliğini itirafı, hayrın, şerrin O'ndan geldiğini,
kuvvet ve kudreti O'nun yarattığını, salih ameller peşinde koşmanın
gerekliliğini içermektedir.
376-
Abdullah İbn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
vefat etmeden önceki hastalık sırasında evinin perdesini açmıştı. İnsanlar, Ebu
Bekr'in arkasında saf olmuşlardı. Bunu görünce:
“Ey insanlar! Doğrusu müslümanın göreceği yada ona
gösterilecek salih rüyadan başka peygamberliğin müjdecilerinden hiçbirşey
kalmamıştır.
Dikkat edin ki! Ben, rüku veya secde halinde Kur'an
okumaktan nehy olundum. Rükuda, yüce Allah'ı ta'zim edin. Secde halinde ise dua
etmeye çalışın. Çünkü secde halinde (iken yaptığınız) duanızın kabul olunması
pek uygundur” buyurdu.
[589]
377-
Abdullah İbn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
vefat etmeden önceki hastalık sırasında evinin perdesini açtı. Vefatına neden
olan bu hastalık sırasında başı sarılıydı. Üç defa:
“Allahım! Tebliğ ettim mi?” buyurdu. Daha sonra da:
“Doğrusu salih bir kulun göreceği yada kendisine
gösterileceği rüyadan başka peygamberliğin müjdecilerinden hiçbir şey
kalmamıştır” buyurdu.
[590]
378. Hz. Ali (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
benî rüku ve secde sırasında Kur'an okumayı yasakladı.”
[591]
Açıklama:
Bu hadisler, rüku ve
secde sırasında Kur'an okumanın yasak olduğunu bildirmektedir. Sebebi ise kulun
rüku ve secde halinde tevazulu bir hal almasından dolayıdır, Bunun için de bu
iki durum, Kur'an'dan ayetler yerine zikir ve dua ile ilgili ifadelere tahsis
edilmiştir.
“Kendisine
gösterileceği rüyadan başka peygamberliğin müjdecilerinden hiçbir şey
kalmamıştır” sözünden maksat; Resulullah (s.a.v.)'in vefatından sonra peygamberlik
alametlerinin sona ereceğidir.
“Salih rüya”dan maksat
ise mutlaka gerçek rüya değil uygun olan rüyadır. Çünkü sadık rüya, bazen acı
verebilir. Halbuki müjde arzu edilen bir şey, meydana geldiği zaman yapılır.
Böyle bir rüyanın müslümana özgü kılınması, müslümanın sadık rüya görmesi
hususundaki hali Peygamber (s.a.v.)'in haline uyduğu içindir.
379- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kulun Rabbine en yakın olduğu an, secdede bulunduğu
haldir. Dolayısıyla (secde halindeyken) duayı çok yapın!”
[592]
Açıklama:
Kulun Allah Teâlâ'ya
yakın olmasından murad O'nun rahmetine ve affına yakın olması demektir. Çünkü
tevâzuun en son haddi secde halinde gerçekleşmektedir. Secdede aynı zamanda
kibrin ortadan kalkışı, nefsâniyetin kırılıp yok oluşu vardır. Çünkü nefis,
sahibine hiçbir zaman böylesine bir tevâzuyu emretmediği gibi sahibinin bu
şekilde tevazu ve mezellet göstermesine de tahammül edemez. Bu bakımdan kul
secdeye varınca nefsine karşı koymuş ve ondan uzaklaşmış olur. Bilindiği gibi
kul nefsinden uzaklaşınca Allah'a yaklaşır. İşte bunun içindir ki, Resulullah (s.a.v.),
secdede iken duanın çokça yapılmasını tavsiye etmiştir.
380- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
secde halindeyken: “Allahümme'ğfirlî zenbî kullehu dikkehu ve cillehu ve
evvelehu ve âhirahu ve alaniyetuhu ve sirrehu (=Allahım! Günahımın hepsini;
küçüğünü büyüğünü, önünü-sonunu, açık olanını gizli olanını bana bağışla!”
derdi.
[593]
. .
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)'in
hiçbir günahı olmadığı halde bütün günahlarının azını çoğunu, önünü sonunu,
açığın gizlisini dile getirmek suretiyle bütün bunlann bağışlanmasını dilemesi;
onun kulluğundaki samimiyeti, yüce Allah'a muhtaç olduğunu itiraf ve ümmetine
bu duayı öğretmek istemesiyle açıklanabilir.
381- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
rüku ve secde halindeyken:
“Subhâneke Allahümme Rabbena ve bihamdike
Allahümme'ğfirlî Allahım! Sen yücesin! Rabbimiz! Seni hamdinle teşbih ederim.
Allahım! Beni bağışla” derdi.
Kur'an'a sarılıp onunla amel ederdi.
[594]
Açıklama:
Peygamber (s.a.v.)'in
mağfiret dilemesine gelince, bu dilek, tevazünün en mükemmel ifadesidir. Yüce
Allah'ın emrine uymanın büyük bilincine varmak ve ümmeti için rehberlik
nişanesidir.
382- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.) vefatından önce:
“Subhânellâhi ve bihamdihi estağfirullâhe ve etûbu
ileyh” Allah'ı hamdine bürünerek teşbih ederim, Allah'tan bağışlanma dilerim,
O'na tevbe ede rim! sözlerini çok söylüyordu”. Ben:
“Ey Allah'ın resulü!
Görüyorum ki: “Subhânellâhİ ve bi-hamdihi estağfirullâhe ve etûbu ileyh”
Allah'ı, hamdine bürünerek teşbih ederim, Allah'ta bağışlanma dilerim, O'na
tevbe ederim! sözlerini çok söylüyorsun” dedim. Reslullah (s.a.v.):
“Rabbim bana ümmetim hakkında bir alâmet göreceğimi
haber verdi. B alameti gördüğüm de: “Subhânellâhİ
ve bîhamdihi estağfirullâhe ve etûb ileyh” Allah'ı, hamdine bürünerek teşbih
ederim, Allah'tan bağışlanma dilerin O'na tevbe ederim! sözlerini çok
söyleyeceğim. İşte o alâmeti gördüm: Âlâm şudur: “İzâ câe nasrultâhi ve'1-fethu -bu
fetih, Mekke'nin fethidir ve
reyte'n-nâse yedhulûne fî dînillâhi efvâcen. Fe sebbih bi-hamdi rabbike ve'
teğfirhu, innehu kâne tevvâben” Allah'ın yardımıyla fetih yâni Mekke'nin fet
geldiğinde, sende insanların takım takım Allah'ın dinine girdiklerini gördüğüne
hemen Rabbinin hamdine bürünerek teşbih et ve ondan mağfiret dile! Çünkü tevbeleri çok kabul edicidir”
[595]
buyurdu..
383-
Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'i bir gece kaybettim.
Kadınlarından birinin yanma gittiğini zannederek onu araştırdım, sonra döndüm.
Bir de baktım ki, o rükûya yada secdeye varmış:
“Subhâneke ve bi-hamdike lâ ilahe illâ ente” “Seni
hamdine bürünerek teşbih ederim, Senden başka hiç bir ilâh yoktur” diyor. Bunun
üzerine ona:
“Annem-babam sana feda olsun! Ben ne hâl peşindeyim,
sen ne hâldesin!” dedim.
[596]
Açıklama:
“Seni hamdine
bürünerek teşbih ederim” cümlesinin anlamı; “Rabbim! Seni kendi gücüm ve
kudretimle değil, ancak bana verdiğin hidayet ve ihsanınla enzih ederim” demektir.
384- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'i bir gece yataktan kaybettim.
Bunun üzerine onun nereye gittiğini araştırdım. Derken elim, secdegâhmda iken
onun ayaklarının altına dokunuverdi. Ayakları dikilmiş vaziyette:
“Allahümme eûzu bi-ridâke min sehatike ve bi-muâfâtike
min ukûbetike ve eûzu bi-ke minke lâ uhsî senâen aleyke ente kemâ esneyte alâ
nefsike”
“Allah'ım senin gadabmdan senin rızana; Azâbındanda
affına sığınırım! Hem senden sana sığınırım! Sana karşı övgüyü bitiremem! Sen
kendini övdüğün gibisin!” diyordu.”
[597]
Açıklama:
“Senden sana sığınırım” cümlesinin anlamı hususunda Hattâbî şöyle der:
“Bu sözde ince bir
mana vardır. Şöyle ki: Resulullah (s.a.v.), yüce Allah'ln gazabından yine O'nun
rızasına, azabından affına sığınmıştır. Rıza ile gazab ve azab ile af,
birbirine tekabül zıt kelimelerdir. Konu, zıddı olmayan Allah'a varınca aynı
karşılığı şeklen devam ettirerek Allah'tan yine Allah'a sığınmışır. Bunun
manası; O'na karşı yaptığı İbade ve övgülerde meydana gelen kusurlarından
dolayı Af dilemekir.”
[598]
Resulullah (s.a.v.)'in
“Sana karşı övgüyü bitiremem! Sen kendini
övdüğün gibisin” buyurması, acizliğini itiraf içindir. Yani Rabbim! Ben,
Sana ne kadar övgüde bulunsam layık olduğun övgüyü Sana yapmaya gücüm yetmez”
demektir.
Açıklama:
Bu hadis; kadının,
evlenmesi haram olmayan erkeğin vücuduna değdiği zaman erkeğin abdestinin
bozulmayacağına delil olarak getirilmiştir.
385-
Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) rüku ve secde sırasında: “Subbûh
Kuddûs Rabbu'l-melâiketî ve'r-Rûhi (=Münezzehsin! Mukaddessin! Melekler ile
rûhun Cebrail'in Rabbisin!” derdi.
[599]
Açıklama:
“Subbûh” kelimesinin
anlamı; yüce Allah'ln kendisine layık olmayan şeylerle, ortaktan ve benzerden
münezzeh olmasıdır
“Kuddûs” kelimesinin
anlamı ise yüce Allah'ı kendisine layık olmayan her şeyden temizlenmim
olmasıdır. Bazılarına göre “Kuddûs”ün anlamı, mübarektir.
“Rûh”tan maksat ise
bazılanna göre büyük melektir. Bazılanna göre Cebraildir. Bazılarına göre ise
meleklerin de göremedikleri bir takım mahluklardır.
386- Ma'dân
b. Ebi Talha el-Ya'merî den rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.) azatlısı
Sevbân'a rastlamıştım. Ona:
“Bana bir amel haber
ver ki, onu yaparsam Allah beni onun sebebiyle cennete koysun” dedim. Yada
şöyle demiş:
“Allah katında en
makbul amelî haber ver!” dedim. Sevbân sustu. Sonra ondan (aynı şeyi bir daha)
istedim. Yine sustu. Sonra üçüncü defa (yine ondan aynı şeyi bir daha) istedim.
Bunun üzerine Sevbân şunları söyledi:
“Ben, bu meseleyi, Resulullah
(s.a.v.)'e sordum. O da:
“Allâha çok secde etmeye bak: Çünkü eğer sen Allah
için bir secde yaparsan onun sayesinde Allah senin bir dereceni yükseltir ve
onun sayesinde bir günâhını siler”
buyurdu.
Ma'dân:
“Sonra Ebû'd-Derdâ'ya
rastladım. Ona da aynı şeyi sordum. O da, bana; Sevbân'ın dediği gibi söyledi”
dedi.
[600]
Açıklama:
Bu hadis, çokça secde
etmeye teşvik etmektedir. Buradaki secdeden maksat, namaz içindeki secdedir.
Yani bol namaz kıl ki, bol secde edesin. Çok secdeye teşvikte bulunmanın sebesi,
376 nolu hadiste de geçtiği üzere, “Kulun Rabbine en yakın olduğu an, secdede
bulunduğu haldir” hadisidir.
Kulun yaptığı her
secdeye karşılık, Allah, onun mertebesini bir derece yükseltir, bir günahını
siler ve ona bir sevab yazar.
387- Rebîa
b. Ka'b el-Eslemî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'ie
birükte gecelemekteydim. Ona, abdest suyunu ve bu anda ihtiyacı olan şeyleri
getirdim. Bunun üzerine bana:
“Benden iste”
buyurdu. Ben:
“Cennette senin
yoldaşlığım istiyorum!” dedim. Resulullah (s.a.v.)
“Veya bundan başka bir şey istesen!” buyurdu. Ben de:
“Dileğim ancak budur”
dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Öyleyse çok secde yapmak suretiyle nefsin lehine bana
yardımcı ol!” uyurdu.[601]
Açıklama:
Burada geçen “Secde”
kelimesiyle kast edilen, namazdır. Secdenin çokluğundan maksat; secdenin uzun
olması değil, namazın ve ibadetin çok olmasıdır. Ancak nefsin gururunu kıran ve
ıslah eden en etkili faktör secde olduğu için namaz yerine secde ifadesi
zikredilmiştir. Çünkü cennetteki yüksek makamlara erişebilmek için nefsin
ıslahı şarttır. Bu da, çok namaz kılıp, çok çok secdeye varmakla mümkündür.
Nitekim “Nefsin için bana yardımcı ol” sözü, Cennette yüksek makamlara
erişebilmek için nefis tezkiyesinin ve terbiyesinin ehemmiyetini en veciz bir
şekilde ifâde etmekte ve “Çok secde etmek suretiyle” sözü de namazın ve
secdenin nefis tezkiyesindeki ehemmiyetine dikkat çekmektedir.
Peygamber (s.a.v.) bir
hadis-i şerifte secdenin önemini ifâde etmek için şöyle buyurmaktadır:
“Herhangi bir kul Allah için bir secde yaparsa, o
secde sebebiyle Allah onun makamını bir derece yükseltir ve bir yanlış işini
affeder.”
[602]
Açıklama:
Rabia'nın cennette
Peygamber (s.a.v.)'le beraber olmayı istemesi, aslında imkânsız olan bir şey
değildir. Çünkü Cennette Peygamber (s.a.v.)'le birlikte olmayı İstemek her
bakımdan ona denk olmayı İstemek değildir. Fakat yine de Cennette Peygamber (s.a.v.)'le
beraber olmayı istemek ulaşılması çok zor olan bir makamı istemektir. İşte
Rabi'a'nın “Cennette seninle beraber olmayı istiyorum” sözüne karşılık olarak,
Peygamber (s.a.v.)'in “Bundan başka
birşey (istesen)?” demesi, isteğin erişilmesi çok zor bir istek olduğunu
ifade etmek içindir. Bazılarına göre ise, bu istek Cennette Peygamber (s.a.v.)'le
her bakımdan denk olmayı istemek demektir. Bu ise imkânsızdır. Duada ise
gerçekleşmesi mümkün olmayan şeyleri istemek caiz değildir ve duanın âdabına
aykırıdır.
Peygamber (s.a.v.):
“Bundan başka birşey istesen?” buyurmakla “Elde edilmesi mümkün olan birşey iste”
demek istemişlerdir. Fakat gerçekte Rabia'nın böyle imkânsız bir talebte
bulunduğu düşünülemeyeceği gibi Peygamber (s.a.v.)'in de onun duasını böyle
değerlendirmiş olması düşünülemez. Belki Rabia, ulaşılması çok zor bir makam
istemiştir. Peygamber (s.a.v.)'de;
“Ben senin bu makama
erişmen için dua edeceğim, sen de çok namaz kılarak bana yardımcı ol” demek
istemiştir.
Hanefî alimlerinden
Aliyyü'l-Kârî'nin ifadesine göre, böyle çok yüksek makamlara erişmesi için
sâdece dua etmek kâfi değildir. Aynı zamanda Hz. Peygamber (s.a.v.)'in duasına
da ihtiyaç vardır. “Çok secde etmek suretiyle nefsin için bana yardımcı ol”
sözünde bu mânâya işaret vardır.
388-
Abdullah İbn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Ben, yedi kemik;
alın, burun, eller, dizler ve ayakların uçları üzerine secdeye etmeye ve namaz
sırasında saç ile elbisemi toplamamaya emrolundum.”
[603]
Açıklama:
Yedi kemik yada yedi
organ; yüz, eller, dizler ile ayaklardır. Yedi organ üzerine secde etmek, Şafiî
ile Hanbelilere göre farzdır. Ebu Hanîfe'ye, Mâlikilere ve fıkıh alimlerinin
çoğunluğuna göre ise. sadece alın üzerine secde etmek farzdır. Diğer organlar
üzerine secde etmek, sünnettir. Şafiî'nin bir görüşü de böyledir. Yalnız
İbnu'l-Hümam'a göre ise eller, dizler ile ayaklar üzerine secde etmek vaciptir.
Namazda saçın ve
elbisenin toplanması mekruhtur.
389-
Abdullah
İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbn Abbâs,
Abdullah İbn Hâris'i başının saçı arkaya topuz yapılmış olduğu halde namaz
kılarken görmüş, onu çözmeye kalkışmıştı. Abdullah İbn Haris namazı bitirince,
Abdullah İbn Abbâs'ın yanına varıp ona:
“Benim başım senin ne
işine yarıyor?” diye sordum. O da:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'i:
“Böyle bir kimsenin misali, kolları arkasına bağlı
olarak namaz kılan kimsenin durumu gibidir” buyururken işittim” diye cevap verdi.
[604]
Açıklama:
Bu hadis, saçı arkadan
topuz şeklinde bağlı olarak namaz kılmanın mekruh olduğuna delildir. Kolları
sıvalı, saçı topuz şeklinde tepesinde bağlı yada serpuşun altına kıvrılmış
şekillerde namaz kılmak bütün alimlere göre tenzihen mekruhtur. Kişinin saçını
namazda iken bağlaması namazı bozar.
İster namaz için,
isterse başka bir maksatla saçını bîr yere toplayarak bağlamak yada saçı
keçeleştirecek bir ilaç kullanmak suretiyle dağılmasına engel olmak alimlerin
çoğuna göre mekruhtur.
390- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Secdede itidal üzere bulunun. Sizden hiçbirisi
kollarını, köpeğin yayıldığı gibi yaymasın.”
[605]
391- Berâ'
İbn Âzib (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Secde ettiğin zaman
avuçlarını yere koy ve dirseklerini kaldır.”
[606]
Açıklama:
“Secdede itidal üzere bulunun” ifadesinden maksat; “Tamamen büzülerek kollarınızı
yanlarınıza, karnınıza, uyluklarınıza bitiştirmediğiniz gibi kollarınızı da
tamamen gerilerek köpeğin yaptığı gibi yere sermeyin. Aksine secde halinde
ellerinizi yere koyarak dirseklerinizi kaldırın, iki taraftan kanat gibi açın,
karnınızı da uyluklannızdan uzak tutun” demektir.
Alimlere göre;
dirsekleri yerden kaldırarak koltukların altı görünecek derecede açmak
müstehabtır. Bunun aksini yapan kimsenin namazı sahih olmakla birlikte tenzihen
mekruhtur.
Bu şekilde namaz
kılmak; kibirden uzak, tevazuya daha uygun, alın ile bumun yere secde
etmelerine daha müsait ve tembel kimselerin haline benzemekten daha uzaktır.
Çünkü kollarını yere sererek secde eden kimse, hadiste de belirtildiği üzere,
köpeğin yere serilerek yatmasına benzer. Böyle bir kimsenin bu şekildeki hali,
onun namaza önem vermediği intibanı gösterir.
Kolların bu şekilde
yere serilerek köpeğin yatışına benzetilmesi; ümmetin bu davranıştan tiksinmesi
ve böyle bir şeyden uzaklaşması içindir.
392-
Abdullah
b. Mâlik İbn Buhayne (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
namaz kılarken (secdede) koltuk altındaki pazularının beyazlığı görünecek
derecede kollarını açarmış.”
[607]
393- Meymûne
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
secde ettiği zaman
bir kuzu kollarının
arasından geçmek istese geçebilirdi.”
[608]
394-
Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Meymûne (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
secde ettiği zaman kollarım o kadar açardı ki, arkasından koltuklarının
beyazlığı görünürdü. Oturduğu zaman da sol uyluğunun üzerine çökerdi.”
[609]
Açıklama:
Hadisler, secde
halinde kolları açarak karnın kasıklardan ayrılması gerektiğini belirtmektedir.
Ebu Nuaym'a göre
Peygamber (s.a.v.)'in koltuk altlarının beyaz olması peygamberliğinin
alametlerindendir.
395- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir;
“Resulullah namaza tekbirle, kırâata da Fatiha'yı
okumakla başlardı. Rükûya vardığı zaman başını, ne yukarıya diker ve ne de
aşağıya eğer, ikisinin arasında tutardı. Başım rükûdan kaldırdığı zaman, iyice
doğrulmadıkça secdeye gitmezdi. Başını secdeden kaldırdığı zaman dahi iyice
doğrulup oturmadıkça ikinci secdeye gitmezdi. Her iki rekât sonunda Tahİyyât
duasını okurdu. Sol ayağını yere döşer, sağ ayağını da dikerdi. Şeytan
oturuşunu yasaklar; insanın vahşi hayvanlar gibi ellerini yere yayarak
oturmasını da yasak eder, namazı selâm vererek bitirirdi.”
[610]
Açıklama:
Namaza tekbirle
başlanır. Yalnız tekbir manasını ifade eden başka kelimelerle namaza başlamanın
caiz olup olmadığı meselesi ihtilaflıdır.
Bu hadis, Besmele'nin
fatihadan olmadığını söyleyenlerin delillerindendir.
Rükuda sünnet oîan, sırt
ile başın bir hizada bulunmasıdır.Rükudan doğrulduktan sonra ve diğer yerlerde
ta'dili erkan vaciptir.
Yine bu hadis, namazda
sol ayağın yere döşenerek üzerine oturulması ve sağ ayağın dikilmesi
gerektiğini ileri süren Ebu Hanife'nin delillerindendir.
Yine bu hadis, selam
vermenin vacip olduğuna delalet etmektedir.
“Şeytan oturuşu” ifadesinden maksat, köpek gibi oturuştur. Bununla kastedilen de; yere
oturarak köpekler gibi dizlerini dikmek ve iki taraftan elleriyle yere
dayanmaktır.
396-
Talha
b. Ubeydullah (r.a)'dan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi önüne 'semerin arka kaşı' gibi bir şey
koyduğu zaman (ona doğru) namazını kılsın, öte yanından geçenlere aldırış
etmesin.”
[611]
397-
Abdullah İbn Ömer (r.anhürnâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bayram günü (namaza) çıktığında mızrağın/kargının getirilmesini emrederdi. Bu
mızrak/kargı, onun önüne dikilir, o da ona doğru namaz kılardı. Cemaat da,
arkasında dururdu. Resulullah (s.a.v.) bunu yolculukta da yapardı. Emirlerin
bayram namazlarında mızrak/kargı taşıması buradan kalmıştır.”
[612]
398-
Abdullah İbn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
mızrağı yere dikip ona doğru namaz kılardı.”
399- Abdullah
İbn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir: "Peygamber (s.a.v.) devesine
doğru namaz kılardı.[613]
400- Ebu
Cuhayfe (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
Mekke'de Ebtah denilen yerde kızıl sahtiyandan yapılmıse, önünden geçilmesini
engel olmakla yükümlüdür. Fakat namaz esnasında önünden geçen kimseye müdahale
etme hakkının oluşması için sütre olma niteliği taşıyan bir nesnenin önüne
konulmuş olması lazımdır.”
[614]
Açıklama:
Ebu Dâvud, Salât 107
(700)'de geçtiği üzere; namaz kılmakta olan kimse, önünden geçen kimse
kendisine yakınsa ona eliyle engel olur, uzaksa işaretle yada “Subhanellah”
diyerek sesini yükseltmekle engel olur.
Hanefi alimlerine
göre; efdal olan, namaz kılan kimsenin, önünden geçen kimseye müdahale
etmemesidir. Çünkü müdahalede bulunan kimsenin dikkati, daha da dağılacaktır.
İmam Mâlik, İmam Şafiî
ve Ebu Hanîfe'ye, selef ve halef imamlarının cumhuruna göre namaz kılmakta olan
kimsenin önünden köpek, kadın, eşek ve daha başka bir şeyin geçmesiyle namaz
bozulmaz. Bu konudaki görüşlerinin delili, Ebu Dâvud, Salât 114 (720)'de geçen “Kişinin namazını hiçbir şey bozmaz”
hadisi ile konumuzla alakalı Abdullah İbn Abbâs-rın, Veda hacemda bir eşek
üzerinde Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Mina'da cemaate namaz kıldırırken
önlerinden geçmesine rağmen bir tepki göstermemeleri ile ilgili hadistir. Aynca
bu tür varlıkların namazı bozmaları, namaz kılan kimsenin dikkatinin
dağılmasından dolayı namaz kılan kimsenin huşu'suna engel teşkil etmelerinden
kinayedir. Çünkü namaz kılan kimse. Önünden bu tür varlıkların geçmesiyle
dikkati dağıldığından namazdan elde edeceği sevabı azalmaktadır.
Peygamber (s.a.v.)'in
ona bir şey demesi, namazın bozulmadığını göstermektedir.
Eşek, köpek, domuzun;
namaz kılmakta oları kimsenin dikkatini dağıtması, yaratılışlarındaki fevkalade
dikkat çekici özelliklerle ilgilidir.
Kadının dikkat
dağıtması ise; onun cinsel cazibesi, ve erkekler için zaaf kaynağı olmasıyla
ilgilidir. Namazda gaye; ibadet olması ve Allah'a bağlılık olması hasebiyle
kadının, namaz kılan kimsenin önünden geçmesiyle, namaz kılan kimsede olması
gereken bu durumlar ile kadın sevgisiyle kanşırsa o zaman namazın hikmetinin
ortadan kalkacağı bilinen bir durumdur. İşte burada kadının zikredilmesinin
nedeni budur.
Mekke ile Arafat
arasında, ikisini birbirine bağlayan yol üzerinde bir yerdir. Burası birinci
ve ikinci Akabe bey'atlarında Hz. Peygamber (s.a.v.) ile Medineliler arasındaki
görüşmenin gerçekleştiği yerdir. Kuzeyinde Sabir dağı bulunmaktadır. Akabe
Cemresi ile Muhassir Vadisi arasında kalan yere Mina denilir.
402-
İbn
Hilâl'dan rivayet edilmiştir:
“Bir defasında bir
arkadaşımla beraber bir hadisi müzâkere ederken birden Ebû Salih es-Semmân:
“Ben, Ebû Saîd'den
işittiğimi ve gördüğümü sana söyleyeyim” deyip şunu anlattı:
“Ben, Ebû Saîd'le
beraber bulunduğum bir sırada Ebû Saîd, Cum'â günü, kendisini insanlardan
koruyacak bir şeye karşı namaz kılıyordu. Derken Ebî Muayt oğullan oymağından
genç bir kimse çıkagelip Ebû Saîd’in önünden geçmek istedi. Ebû Saîd onun
göğsüne dokunarak kendisini uzaklaştırdı. Genç adam etrafına bakındı. Fakat
Ebû Saîd'in önünden başka geçecek yer bulamadı. Bunun üzerine yine oradan
geçmeye kalkıştı. Ebû Saîd onun göğsüne ilk defâkinden daha şiddetli vurarak
kendisini uzaklaştırdı. Bu defa o adam, Ebû Saîd'in karşısına dikilip ona
sövdü, sonra cemâati sıkıştırarak çıktı gitti ve Medine valisi Mervân'm yanma
girerek Ebû Saîd'den gördüğü davranışı ona şikâyet etti: Sonra Ebû Saîd'de,
Mervân'm yanma girdi.” Mervân ona:
“Şu kardeşin oğluyla
ne alıp veremiyorsun? Baksana, seni şikâyete gelmiş?” dedi. O zaman Ebû Saîd:
“Ben, Resûlüllah (s.a.v.)'i:
“Sizden birisi kendisini insanlardan koruyacak bir
şeye karşı namaza durup sonra da Önünden biri geçmek isterse onu göğsüne
dokunarak uzak-laştırsın. Dinlemezse onunla dövüşsün. Çünkü o, ancak bir
şeytandır”
buyururken işittim” dedi.
[615]
Açıklama:
Namaz kılan kimsenin,
önünden geçen kimseyi uzaklaştırmasının vacip mi, yoksa mendup mu oîduğu
konusunda ihtilaf vardır.
İbn Battal der ki:
“Alimlere göre namaz
kılan kimsenin, önünden geçeni uzaklaştırması sütreye karşı kıldığı zamandır.
Sütresiz kılarsa hiçbir tasarrufta bulunamaz. Çünkü o yerden geçmek herkese
mubahtır. Dolayısıyla oradan geçeni engel olmaya hak kazanması için bir delil
lazımdır. O da, sütredir.”
Buna, Ebu Hureyre'den
gelen;
“Sizden birisi namaz kıldığı zaman önüne bir şey
koysun, hiçbir şey bulamazsa bîr sopa diksin. Sopa da yoksa önüne bir çizgi
çizsin. Bundan sonra önünden ne geçerse geçsin ona zarar vermez”
[616]
hadisi ile 398 nolu hadis delil olarak getirilmiştir.
Kadı İyâz'a göre
silahla yada önden geçen kişinin ölümüne sebep olacak bir aletle müdahalede
bulunmanın caiz olmadığına ve tehlikeli olmayan bir müdahale sonucu ölen bir
kimse için kısas gelmediğine dair alimlerin görüş birliği vardır.
Namaz kılan kimsenin
önünden geçen kimseyle mücadele etmedeki sebebin ne olduğu konusunda iki görüş
vardır;
1- Namaz
kılan kimsenin önünü kesen kimseyi, günahtan alıkoymak.
2- Bu
kişinin namaza zarar vermesini önlemek.[617]
Hanefi alimlerine göre
efdaİ olan, namaz kılanın, önünden geçene müdahale etmemesidir. Kasani,
“Bedayi” adlı eserinde konuyla ilgili olarak “Doğrusu namazda ancak namazla ilgili fiillerle meşgul olunur”
hadisini buna delil olarak getirir. Kavga ve mücadele, namazla ilgili bir
hareket olmadığına göre bu fiillerle meşgul olmak doğru ve caiz değildir.
Konumuzla ilgili Ebu Said hadisini de; namaz kılanın önünden geçene engel olmak
bir görev değil aksine bir izindir. Engel olmamak ise daha faziletlidir. Çünkü
engel olma hareketi namazın dışında bir harekettir şeklinde
yorumlamışlardır.
403- Büsr b.
Saîd'den rivayet edilmiştir:
“Zeyd b. Hâlid
el-Cühenî, namaz kılanın önünden geçen kimse hakkında Resulullah (s.a.v.)'den
ne işittiğini sormak üzere Büsr'ü, Ebu Cuheym'e göndermişti. Bunun üzerine Ebu
Cuheym şunları söylemişti: Resulullah:
“Namaz kılanın önünden geçen kimse, ne kadar günah
işlediğini bilseydi, kırk beklemeyi, namaz kılanın önünden geçmekten daha hayırlı” bulurdu.
Ebu'n-Nadr:
“Zeyd b. Hâlid'in kırk
gün mü, kırk ay mı, yoksa kırk yıl mı? Dediğini bilemiyorum” dedi.
[618]
Açıklama:
Namaz kılmakta olan
kimsenin önünden geçmek, çok çirkin bir iştir. Bunu yapan kimse günahkar olur.
Namaz kılan kimse, namazını, ister tek başına ister imama uyarak kılıyor olsun
önünden geçmek isteyen kimseye engel olmalıdır. Bunun nedeni, namaz kılan kimsenin
zihnini bozmak ve huşu'sunu bozmaktır.
Geçilmesi mekruh olan
yerin mikdarı, bazılarına göre; secde yeri, bazılarına göre ise iki yada üç
saf, bazılarına göre ise üç arşın,
bazılarına göre ise beş arşın, bazılarına göre ise kırk arşındır.
404- Sehl b.
Sad es-Sâidî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'in
namaz kıldığı yer ile duvar arasında bir koyun geçecek kadar yer vardı.”
[619]
Resulullah (s.a.v.)
minberin yanı başına durarak cemaata imam oluyordu. Çünkü Mescidi Nebevî'de
mihrab yoktu. Minber ile kıble duvarının arasında da koyun geçecek kadar bir
aralık vardı. Bunun sebebi de ilk safta olanların birbirlerini
görebilmeleridir.
405- Seleme İbnu'1-Ekva' (r.a)'tan rivayet
edilmiştir:
“Seleme, mescitte
Mushaf-ı Şerifin konduğu yeri araştırıp orada namaz kılardı. Resulullah (s.a.v.)'in
de bu yeri araştırdığını söyledi. Söz konusu yer, minber ile kıble arasında bir
koyun geçecek kadar bir yerdi.”
[620]
Açıklama:
Burada ise Resulullah
(s.a.v.)'in mescidinde mushafın konulmasına mahsus bir yer vardı. Bu yer, bir
rivayete göre mescitteki bir direğin yanındaydı. Bu direk, “Muhacirler direği”
adıyla bilinmekteydi. Çünkü muhacirler bu direğinde toplanırlardı.
Buna göre imamın
sütreye yakın durması müstehabtır.
Bazıları, imam ile
sütre arasındaki mesafeyi bir kanş ve bazıları ise üç arşın diye belirtmişlerdir.
406- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.) geceleyin namaz kılardı. Ben de,
onun ile kıble arasında cenaze gibi enine doğru uzanmış bir vaziyette
bulunurdum”
[621]
407- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Aîşe'nin yanında;
köpek, eşek ve kadın, namaz kılan kimsenin önünden geçerse namazı bozar
denildi. Bunun üzerine Aişe:
“Bizi, eşek ve köpeklerle bir tuttunuz. Vallahi, ben,
Peygamber (s.a.v.)'i namaz kılarken gördüm. Ben de, Peygamber (s.a.v.) ile
kıble arasındaki yatağın üzerinde uzanmış bir vaziyetteydim. Bu sırada hacetim
gelirdi, karşısına oturup da ona eziyet vermekten çekindiğim için ayaklarının
yanından sıyrılıp geçerdim” dedi.”
[622]
408- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'în huzurunda ayaklarım
kıblesine doğru gelecek şekilde uyurdum. Secde ettiği zaman beni dürter, ben de
ayaklarımı çekerdim. O, secdeden kalktığı zaman ayaklarımı (yine onun
kıblesine doğru) uzatırdım. O zaman evlerde henüz kandiller yoktu.”
[623]
Açıklama:
Bu hadislerde
görüldüğü üzere; erkek kadına karşı namaz kılabilir. Kadının, erkeğin karşısında
bulunması namazını bozmaz.
409-
Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Meymûne (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) namaz kılardı. Ben de hayızh/ay
hali olduğum halde onun hizasında bulunurdum. Çok defa secde ettiği zaman
elbisesi bana değerdi.”
[624]
410- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.) geceleyin namaz kılardı. Ben de
hayızh/ay hali olduğum halde üzerimde bir dikişi olmayan bir elbiseyle onun
yanı başında dururdum. Bu elbisenin bir kısmı, yanıbaşında onun üzerinde
bulunurdu.”
[625]
Açıklama:
Bu hadisler, hayızh
kadının vücudunun temiz olduğunu, onunla bir arada bulunmanın caiz olduğunu,
namaz kılan bir kimsenin elbisesine kadının dokunması onun namazına zarar
vermediğini ve hayızlı kadının elbisesinin temiz olduğunu göstermektedir.
411-Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir kimse, Resulullah
(s.a.v.)'e; bir tek elbise İçerisinde namaz kılmanın hüknünü sordu. Resulullah
(s.a.v.):
“Herbirinizin ikişer elbisesi var mı?”
buyurdu.”
[626]
412- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buryurmaktadır:
“Sizden birisi, iki omzunda bir şey yokken, bir tek
elbise içerisinde namaz kılamaz.”
[627]
413- Ömer b.
Ebi Seleme (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.u)'i
Ümmü Seleme'nin evinde bir elbisenin içerisinde iki ucunu çapraz bağlamış
olarak namaz kılarken gördüm.”
[628]
414- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, Peygamber (s.a.v.)'i,
omzundan bürünmüş olarak bir tek elbise içerisinde namaz kılarken gördüm.”
[629]
415- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ebu Saîd el-Hudrî,
Peygamber (s.a.v.)'in huzuruna girmişti. Devamla da der ki:
“Onu, bir hasır
üzerinde namaz kılarken gördüm. Hasırın üzerine secde ediyordu. Elbiseyi
boynuna bürünmüş olarak onu bir tek elbise içerisinde namaz kılarken gördüm”
dedi.”
[630]
Açıklama:
Hadisin metninde geçen
“Sevb” kelimesi, elbise demektir. Kelimenin asıl anlamı; dokunuş bez, keten,
ipek ve yün gibi kumaşlar için kullanılır.
O zamanın tam takım
elbisesi; bir “İzar” ve diğeri de “Rida” olmak üzere iki ayrı kumaştan meydana
gelirdi. “İzar”, futa gibi bele bağlanır, “Rida” ise ihram gibi omuza atılırdı.
İşte bu ikisi, bir elbise teşkil ederdi. Dolayısıyla burada “Bir tek elbise”
sözünden maksat; omuza atılan ridadır. Çünkü rida; bir ucu sol omuzun
üzerinden, diğer ucu da sağ omuzun altından geçirilerek yada göğüs tarafından
veya arkadan bağlamak suretiyle bürünülen elbisedir. Böyle çapraz bir şekilde
bürünmeye; “Teveşşuh”, “İltihaf” ve “İstimal” denir.
Kumaşın iki ucunu
bağlamaktaki hikmet; rüku esnasında örtünün düşmemesini ve namaz kılan kimsenin
kendi avret yerlerini görmemesini sağlamaktır. Yalnız bu örtünün, bütün avret
yerlerini örtecek kadar geniş ve uzundu. Yoksa beline bağlardı.
İbn Cerîr (ö.
676/1277), Tavus (ö. 106/724), İbrahim en-Nehaî (ö. 95/713) ve bir rivayette
Ahmed b. Hanbel (ö. 241/795) bu görüşe katılmayarak bir tek elbise içerisinde
namaz kılmanın mekruh olduğunu söylemişlerdir. Bunlar, bu konuda Abdullah İbn
Ömer'den gelen "iki elbise içerisinde namaz kılma"yi ifade eden
hadisi delil almışlardır.
İmam Mâlik (ö.
179/795), İmam Şafiî (ö. 204/819), bir rivayette Ahmed b. Hanbel ve Ebu Hanîfe
(ö. 150/767); bir tek elbise içerisinde nama kılmanın caiz olduğunu
belirtmişlerdir.
Tek elbise içerisinde
erkeklerin namaz kılma durumu; İslamiyet'in ilk yıllarında müslümanların
sıkıntı ve imkansızlıklarından dolayı bir parçadan ibaret olan elbiseyi
giymeleri ve bu elbiseyi de, namaz içerisinde avret yerleri gözükmesin diye
boyunlarına bağlama mecburiyetinden kaynaklanmaktaydı.
Tek elbise içerisinde
namaz kılmayı caiz gören alimler, iki elbiseyi giymeyi emreden Abdullah İbn
Ömer hadisini daha faziletli olmakla tefsir etmişlerdir. Çünkü asıl olan,
elbiseyi, omuzdan aşağıya doğru sarkıtarak örtünmektir. Bu şekilde örtülen
elbise, avret mahallini kapamaya yetmiyorsa, o zaman bele bağlayarak Örtünmek
lazımdır.
Ayrıca 411 nolu hadis,
hasır üzerinde namaz kılmanın caiz olduğuna delildir. Sonuç olarak; önemli
olan, elbisenin sayısı ve cinsi değil, avret yerlerinin örtülrnesidir.
416- Ebu
Zerr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Resulullah (s.a.v.)'e
yeryüzüne kurulan ilk mescidin hangisi olduğunu sordum. O da:
“Mescid-i Haram” buyurdu. Ben:
“Sonra hangisi
kuruldu?” dedim. O da:
“Mescid-i Aksa”
buyurdu. Ben:
“ikisi arasında ne
kadar zaman var?” dedim. O da:
“Kırk yıl. Sonra şunu iyi bil ki; yeryüzü senin için
mesciddir. Dolayısıyla sana namaz vakti nerede gelirse hemen orada namaz kıl” buyurdu.[631]
Açıklama:
Aksa; pek uzak, en
uzak anlamına gelir. Kudüs'teki mescide bu ismin verilmesi; bazılarına göre,
Kabe'ye Pek uzak olduğu içindir. Bazılarına göre ise ondan daha gerilere doğru
başka bir ibadet yeri bulunmadığı içindir. Bazılarına göre ise pisliklerden
temiz ve mukaddes olduğu için bu ismin verildiğini söylemişlerdir.
Görüldüğü üzere Ebu
Zerr, önce yeryüzünde kurulan ilk mescidin hangi mescit olduğunu, sonra ikinci
mescidi sormuş ve üçüncü olarak da iki mescid'in bina edilmeleri arasında ne
kadar zaman geçtiğini anlamak istemişdir. Resulullah (s.a.v.) onun sorularına
sırayla cevap vermiş; ilk mescid'in Kabe, ikincinin Mescid-i Aksa olduğunu,
aralarında kırk yıllık bir zaman bulunduğunu bildirmiştir.
Ibnü'l-Cevzî, Kabe'yi
İbrahim (a.s)'ın, Mescid-i Aksâ'yt ise Süleyman (a.s)'ın bina ettiğini,
aralarından bin seneden fazla bir zaman bulunduğunu söyleyerek meselenin problemli
olduğuna işaret etmiştir. Bu problemi Kurtubî şöyle cevaplandırmıştır:
“Gerek bu hususdaki
âyet ve gerekse bu hadîs, İbrahim (a.s) ile Süleyman (a.s)'ın sözkonusu
mescitleri yeni yaptıklarına değil, başkaları tarafından yapılan eski
binalarını yenilediklerine delâlet ederler. Kabe'yi ilk bina edenin Âdem (a.s)
olduğu da rivayet edilmişdir. Bu takdirde Adem (a.s)'dan kırk sene sonra
oğullarından birisi Mescid-i Aksâ'yı bina etmiş olabilir.”
Aynî'nin ifadesine
göre Kabe'yi ilk defa melekler bina etmiş; sonra İbrahim (a.s), daha sonra
sırayla Amâlika, Cürhüm ve Kureyş onu yenilemişlerdir. Kureyş'in bina etmesi,
Resulullah (s.a.v.)'in gençliğine rastlamıştır. Daha sonra Abdullah İbn Zübeyr
ve Haccac bina etmişlerdir.
İbni Kesîr ise
Mescid-i Aksa'yı ilk mescid yapan zat'ın İsrail (a.s) olduğunu, Hz. Süleyman'a
ise onu tamir emir buyurulduğunu söylemiştir. Bu husûsda daha başka rivayetler
de vardır.
Ebû Zerr'in sorusu,
iki mescid'den hangisinin târih itibariyle daha önce yapıldığına yahut
hangisinin daha faziletli olduğuna dâirdir.
[632]
417- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Benden önce hiçbir peygambere verilmeyen beş şey bana
verildi:
1- Daha önce her peygamber özellikle kendi kavmine
gönderiliyordu. Ben ise kızıl ve siyah bütün insanlara gönderildim.
2- Bana ganimetler helal kılındı. Halbuki benden önce
hiçbir (peygambere) helal kılınmamıştı.
3- Yeryüzü, bana, tertemiz ve mescit kılındı.
Dolayısıyla her kime namaz vakti gelirse bulunduğu yerde namazını kılar.”
4- Bir aylık yol kadar yerden düşmanın kalbine
korkutmakal yardım edildi.
5- Kıyamet günü ümmetime şefaat etme verildi.”
[633]
418- Huzeyfe
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Biz, (diğer) insanlar üzerine üç şeyle üstün
kılındık:
1- Saflarımız meleklerin safları gibi yapıldı.
2- Yeryüzünün her tarafı bizim için mescit kılındı.
3- Su bulmadığımız zaman toprak bize temizleyici bir araç
kılındı. Bir haslet daha söyledi.”
[634]
Açıklama:
Burada belirtilmeyen
bu özelliği; Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 5/15 (8022)'de zikretmiştir. Bu özellik de
şudur:
“Bir de, Bakara suresinin şu son ayetleri arşın
altındaki defineden bana mahsus olmak üzere verildi.”
419- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Ben, diğer peygamberler üzerine altı şeyle üstün
kılındım:
1- Bana, Cevâmiu'l-kelim (=az sözle çok şey söyleme)
verildi.
2-
Düşmanlarımın
kalplerine korku salmakla yardım edildim.
3- Bana ganimetler helal kılındı.
4- Yeryüzü bana temiz ve mescit kılındı.
5- Bütün yaratıklara peygamber olarak gönderildim.
6- Peygamberlik benimle sona erdirildi.”
420- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
1-
Ben,
düşmam(mı)n üzerine korku salmakla yardım edildim.
2-
Bana,
Cevâmiu'l-kelim (=az sözle çok şey söyleme) verildi.
3- Bir ara ben
uyurken yeryüzü hazinelerinin anahtarları bana getirilip ellerime konuldu.”
[635]
Açıklama:
Görüleceği üzere
konuyla ilgili hadislerin bazılarında Hz. Peygamber (s.a.v.)
“Bana beş şey verildi” buyurmuş, bazılarında bunun üç şey olduğu, bir
rivayette de altı şeyle diğer diğer peygamberlere üstün kılındığı
belirtilmiştir. ilk görünüşte bu konudaki farklı rivayetler arasında bir
çelişki var gibi gözüküyorsa da gerçekte bu rivayetler arasında hiçbir zıtlık
bulunmamaktadır. Bu konuda Kurtubî şöyle der:
“Bunun çelişki olduğu
zannedilmesin. Çelişki düşüncesi, ancak sayıların inhisara delalet ettiği
vehimden doğar. Halbuki mesele öyle değildir. Çünkü bir kimse:
“Bende beş altın var”
dediği zaman bu söz o kimsede başka altın olmadığına delalet etmez. O adam,
başka bir defa:
“Bende yirmi altın
var”, başka bir defa yine:
“Bende otuz altın
var” diyebilir. Çünkü otuz aİtını bulunan bir kimse için yirmi altını yada on
altını var demek doğrudur. Burada hiçbir çelişki ve aykırılık yoktur.Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in, yüce Allah'ın, kendisine üç özellik verdiğini, sonra
beş, daha sonra altı özellik verdiğini haber vermiş olması caizdir.”
Bu konuda daha bir çok
rivayet vardır. Bunların toplamından anlaşılan husus şudur: Hz. Peygamber (s.a.v.)'e
özgü olan özellikler, beş değil, on taneden bile fazladır. Hatta Ebu Saîd
en-Nîsâbûrî “Şerefu'l-Mustafa” adlı eserinde Hz. Peygamber (s.a.v.)'e özgü olan
özellikleri toplayarak altmışa kadar çıkarmıştır.
Bu hadislerde geçen
başlıkları şöyle sıralayabiliriz:
İbnü'l-Cevzînin
ifadesine göre; eskiden bir kavme peygamber gönderilirken başkalarına da ayrı
ayn peygamberler gönderilir, bu suretle bir zamanda birçok peygamber gelirdi.
Bizim Peygamberimiz ise tek başına gönderilmiş, onun zamanında kendinden başka
hiçbir peygamber gönderilmemişdir.
Aradaki mesafenin bir
aylık yol ile sınırlandırılması bundan daha uzakta olanlar korkmazlardı
mânâsına gelmez. O gün için Medine ile islâm düşmanları arasında bir aylık
yoldan daha uzakta olanlar bulunmadığı için bir aylık mesafe son sınır olarak
zikredilmiştir. Yoksa ne kadar uzakta olursa olsun Resulullah (s.a.v.) ile İslâm ordusunun karşısına
çıkacak düşmanın kalbine korku siner. Gerçi meşhur bir kumandanın karşısında
harb etmekden korkan insanlar bulunabilir. Fakat o mücerret bir korkudur. Peygamber
(s.a.v.)'in düşmanı ise onun mutlak surette muzaffer olacağından korkar.
Bundan maksat, secde yerleri yada bilinen mescidlerdir. Kadı
İyâz, geçmiş peygamberlere ancak kilise ve havra gibi özel yerlerde; bâzı
alimler de temiz olduğunu yüzde yüz bildikleri1 yerlerde namaza durmak mubah
kılındığını. bu ümmete ise şeriatın belirttiği bâzı yerler müstesna olmak üzere
bütün yer yüzünde namaz kılmaya izin verildiğini söylemişlerdir. Gerçi İsa
(a.s) yeryüzünde çok dolaşır ve namaz vakti geldiğinde bulunduğu yerde namazını
kılardı, fakat ona her yerden teyemmüm caiz değildi. Her yerde namaz kılmak ve
teyemmüm etmek yainız Peygamber (s.a.v.)'e mahsustur.
Ganimet: Muzaffer olan
İslâm ordusunun kafirlerden aldığı mallardır. Buna mağnem de denilir.
Hallabi'nin beyânına göre ganimet hususunda eski ümmetler iki kısma
ayrılmışlardı. Bir kısmına ganimet almaya hiç izin verilmemişdi. Diğerlerine bu
husûsda izin verilmiş fakat aldıkları ganimetleri yemek helâl kılınmamıştı. Bir
ateş gelir onların aldıkları ganimetleri yakardı. Bâzıları:
“Ganimet meselesinden
murâd onu istediği gibi tasarruf hususunda Peygamber (s.a.v.)'e imtiyaz
verilmesidir” demişlerse de birinci görüş yâni eski milletlere ganîmetden
istifâde helal kılınmamıştır demek daha doğrudur.
Şefaat: bir kimsenin
iyilik yapmasını istemek başkasına zarar vermekden vazgeçmesini niyaz
eylemekdir. Bâzıları şefaatin, dua mânâsına geldiğini söylerler ve: “Şefaat
hükümdar huzurunda şefî'in başkası için bir hacet talebi hususundaki
konuşmasıdır.” derler.
İbn Dakîk el-Id'e
göre, bundan maksat; “Mahşerin dehşetinden insanlara rahatlık verip nefes
aldıracak olan şefâat-ı uzmâ'dır, kî vukuu hususunda hiçbir görüş ayrılığı
yoktur” diyor. Bâzıları da, buradaki şefâat'dan maksat; “Resulullah (s.a.u)'in
reddedilmeyen husûsî şefaatidir” demiş, bazıları da bunun kalplerinde zerre
kadar imân bulunanları cehennemden çıkarmak için yapılacak şefaat, başkaları
cennette derece verilmesi hususundaki şefaat, daha başkaları cennete hesap
sorulmadan girme hususundaki şefaat olduğunu söylemişlerdir.
Evinde yada bulunduğu
yerde su bulunmadığı zaman ve namaz vaktinin geçeceğinden korkulduğu takdirde
teyemmüm ederek namaz kılınır. Teyemmüm toprak cinsinden temiz olan şeyler
üzerine yapılır.
Bazı hadislerde de
görüldüğü üzere metni bir satın doldurmadığı halde açıklaması hakkında çok
detay bulunan ifadeler yer almaktadır. Böyle az sözle çok mana ifade etme,
insanlar içerisinde sadece Peygamber (s.a.v.)'e verilmiş bir özelliktir.
Hz. Peygamber (s.a.v.),
bu sözüyle; ileride Kisraların, Kayserlerin ve diğer krallıkların
hazinelerinin müslümanlarının ellerine geçeceğini müjdelemiştir. Sonuç
itibariyle, Hz. Peygamber {s.a.v.)'in verdiği bu müjdeli haber zamanla
çıkmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.v.), son peygamberdir. Ondan
sonra başka bir peygamber gelmeyecektir.
Bu da, sadece Hz.
Peygamber (s.a.v.)'e ve onun ümmetine verilmiş bir özelliktir. Başka bir ümmete
yada peygambere böyle bir özellik verilmemiştir.
421- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
(Mekke'den hicret ederek) Medine'ye gelmişti. “Avf b. Amr oğulları” denilen
mahallede şehrin en yüksek yerine konakladı. Peygamber (s.a.v.) onların
arasında on dört gece kaldı. Sonra dayıları olan Neccâr oğullarının ileri
gelenlerine haber gönderdi. Onlar da kılıçlarını kuşanarak onun yanma geldiler.
Enes devamla der ki:
“Devesinin üzerinde
Peygamber (s.a.v.)'i terkisinde Ebu Bekr'i ve etrafında Neccâr oğullarının
ileri gelenlerini halen görür gibiyim.”
Sonunda (deve.sini)
Ebu Eyyûb'un avlusuna çökertti.
Peygamber (s.a.v.)
namaza eriştiği yerde kılmayı severdi. Davar ağıllarında bile namaz kılardı.
Bir gün mescidin yapılmasını sahabilere emretti ve Neccâr oğullarına haber
gönderip:
“Ey Neccâr oğulları! Şu bahçenizin fiyatını bana
bildirin!” buyurdu. Onlar:
“Hayır, vallahi biz onun bedelini ancak Allah'tan
isteriz” dediler.
Enes devamla der ki:
“Bu bahçede size şu
söyleyeceklerim vardı: Burada hurma ağaçları, müşriklere ait mezarlar ve
harabe yıkık evler vardı.”
Peygamber (s.a.v.)
emir verdi; hurma ağaçları kesildi, müşrik mezarları başka bir yere taşındı ve
harabe yıkık evler düzeltildi. Sonra hurmaları kıble tarafına doğru direkler
halinde dizip mescidin kapısının iki tarafını taştan ördüler. Sahabiler, şiir
ve maniler söylüyorlardı. Resulullah (s.a.v.)'de onlar birlikte şöyle
diyorlardı:
“Allahümme innehu Lâ hayra illâ hayru'I-âhira
Fensuri'l-Ensâra ve'l-Muhâcira
Allahım! Ahiret hayrından başka hiçbir hayr yoktur.
Ensar ve Muhacire yardım eyle!”
[636]
Açıklaması:
Bu hadis; Hz.
Peygamberin Mekke'den Medine'ye hicret ettikten sonra Mescid-i Nebevî'yi inşa
edişini anlatmaktadır. Burada anlatıldığına göre, Efendimiz Medine'ye teşrif
edince önce şehrin Necid istikametindeki yüksek kısmında bulunan Benû Amr b.
Avf kabilesinin yanına inmiş, orada on dört gün kaldıktan sonra Neccâr
oğulları yurduna gelmiş ve Neccâr oğullarına ait bir bahçeyi satın almak
istemiştir. Ancak Neccâr oğulları bu bahçeyi maddî bir karşılık beklemeden
Allah rızası için vermek istemişlerdir. Bu rivayette Neccâr oğullarının bu
rızâsına karşılık Resûlullah'ın para ödeyip ödemediği belirtilmemektedir.
Halbuki başka rivayetlerde, bu bahçenin, Sehl ve Süheyl adında iki yetime ait
olduğu, bu yetimlerin bahçeyi karşılıksız hîbe etmek istedikleri, fakat Hz.
Peygamberin burayı hîbe olarak kabul etmediği ve parasının Hz. Ebû Bekir
tarafından ödenerek satın alındığı ifade edilmektedir. Bu farklı rivayetler
bir araya getirilince, Neccâr oğullannın bahçeyi karşılıksız vermek istemeleri
üzerine, Hz. Peygamber burasının, o kabileden iki yetime ait olduğunu öğrenmiş
ve hîbe olarak kabul etmemiş, satın almakta ısrar etmiş, sonunda parası Ebû
Bekir (r.a.) tarafından ödenerek satın alınmış olduğu anlaşılmaktadır.
Bu hadis-î şerifin
belirlediği en önemli konulardan birisi de; mescid yapılacak arazideki müşrik
kabirlerinin başka tarafa nakledilmesi meselesidir. Bu bölüm İncelenince şu
hususlar karşımıza çıkar:
1-
Kabristanda namaz kılınması men'edilmiş olduğu halde, Hz. Peygamber,
kabristanın yerini mescid yapmıştır.
2- Müşriklerin
kabirleri açılmış ve içerisindeki kemikler başka tarafa nakledilerek yerine
mescid yapılmıştır.
3- İhtiyaç
anında müslümanların kabristanına da aynı uygulamanın yapılması caiz midir?
Şimdi tecer teker bu
maddeleri açıklamaya çalışalım:
1- Maddede
belirtilen konu için, Hattâbî aynen şunları söyler:
“Bu hadisten anlıyoruz
ki, kabirler açılıp topraklan nakledilerek burada yere karışan bir necaset
kalmayınca orada namaz kılmak caizdir. Kabristanda namazın men'edümesi, oranın
toprağına ölülerin irin ve kanlan karıştığı içindir. Ama toprak başka tarafa
nakledilince artık oraya kabristan denmez ve arazî tekrar temiz hükmüne döner.”
2- İhtiyaç
anında müşriklerin kabirlerinin açılıp açılamayacağı konusunda âlimlerin değişik
görüşleri vardır. Evzâî, Hz. Peygamber müşriklerin evlerine girmeyi
men'etmiştir. Öyle olunca kabirlerine girme öncelikle yasaktır. O halde
müşriklerin kabirleri açılarak içindeki ölülerin kemikleri çıkartılamaz, der.
Alimlerin çoğunluğu
ise, ihtiyaç duyulduğunda müşriklerin kabirlerinin açılabileceği ve yerine
mescid inşa edilebileceği görüşündedir.
Hattâbî bu konuda da
şöyle der:
“Bu hadisten öğrenmiş
oluyoruz ki, ihtiyaç anında kâfirlerin kabirlerinin açılması mubahtır. Nitekim
rivayet edilmiştir ki, Hz. Peygamber Taife giderken ashabına Ebû Rigal'in
kabrinin açılmasını emr etmiş ve onunla beraber altından bir dalın; gömülmüş
olduğunu söylemiş. Ashab da kabri açıp o dalı çıkarmıştır.”
3- müslümanların
kabristanına câmî yapılıp yapılamayacağı veya bir başka şey için kullanılıp
kullanılamayacağı konusunda âlimlerin görüşü de şudur:
“Mâlikîlerden İbn
Kasım şöyle der:
“müslümanların
kabirlerinin izi silinirse, oraya mescid İnşa edilmesinde bir beis görmüyorum.
Çünkü kabristan müslümanlann ölülerini gömmek için bir vakıftır. Dolayısıyle
oraya bir kimsenin mâlik olması caiz değildir. Kabirlerin izi kaybolur ve
oraya ölü gömmeye ihtiyaç olmazsa, oranın mescide sartedilmesi caizdir. Çünkü
mescid de müslümanlar için vakıftır.”
Hanefî âlimlerinden
Aynî bu konuda şöyle der:
“Hanefî alimleri.der ki;
mescid harâb olup eskidiği ve etrafında cemaat kalmadığı, kabristan da harap
olup kabirlerin .izleri kaybolduğu zaman” eski sahiplerinin mülküne dönerler.
Buralar mülk olduğuna göre. mescidin yerine başka bir bina, kabristana da
mescid veya başka bir şey yapılması caizdir. Eğer eskiyip harab olan mescid
veya kabristanın sahibi yoksa buralar bey t ü imâle intikal eder.”
Şurası unutulmamalı
ki; Hanefîlere göre cami olarak yaptırılan yer ile ölülerin defnine tahsis
edilen yerler içinde namaz kılınır veya bir ölü defnedilirse vakıf olur. Onun
defnedildiği yer; vakfın ise, alınıp satılmayacağı, özel mülk olarak
kullanılmayacağı hüküm olarak bilinmektedir. İslâm diyarındaki uygulamalar da
bu şekilde olmuştur.
Üzerinde durduğumuz
hadîs-i şerifte, Hz. Peygamber'in içerisinde müşriklerin kabirleri bulunan
bahçeyi sahiplerinden satın alması, Aynî'nin sözlerinin isabetini ortaya
koymaktadır.
Bu görüşlerden
anlaşılıyor ki, eskiyen ve cenaze defnedilmeye ihtiyaç olmayan kabristanların
başka bir maksatla kullanılması, Mâliki, Hanbelî ve Hanefî mezheblerine göre
caiz, Şafiîlere göre ise mekruhtur.
Hadis-i şerifin son
kısmında, Resûlullah (s.a.v.)ın taş taşırken ashab: ile beraber recez söylediği
ifade edilmektedir. Burada şöyle bir soru, hatıra gelebilir:
Yüce Allah:
“Biz ona şiiri öğretmedik, O'na yakışmaz da...”
[637]
âyet-i kerimesiyle Hz. Peygamber'in şiir söylemesini yasaklamaktadır. Nasıl
oluyor da Hz. Peygamber mescidi inşâ ederken şiir söylemiştir?
Hatıra gelmesi
muhtemel bu soruya iki şekilde cevap verilmiştir:
a- Hz.
Peygamberin söylediği şiir değil, seci'li sözdür.
b- Hz.
Resûlullah'm söylediğinin şiir olduğu kabul edilirse, Hz. Peygamber kendi şiir
yamamıştır. Başkalarının yazdığı şiiri söylemiştir. Bu şiir söyleme değil, şiir
okumadır. Bu da haram değildir. Cenabı Allah'ın men'ettiği Hz. Peygamber'in
kendi şiirini söylemesidir.
Ayrıca şunu belirtelim
ki, Arapçada şiir nedir?
Arapça'da şiir,
“Bahir” denilen belirli kalıplar içinde uyum sağlanarak söylenen vezinli
sözlerdir. Buna göre söylenen söz tesadüf eseri bir kalıba uyarsa kasıt şartı
bulunmadığından buna şiir denmez. Yine seçili olan veciz ifadeler vezne
uymadığı takdirde şür olmamaktadır.
Resûlullah'ın
başkasına ait olan bir şiiri tekrarlamasına gelince tam bir beyti aynı kalıplar
içinde tekrarladığını ifâde eden bir delile rastlanmamaktadır.. Hatta Muallaka
şâirlerinden Lebîd'e ait bir şiirin bir beytinin bir mısrasını söylediği ikinci
mısrasını tamamlamadığı siyer kitaplarında açıkça nakledilmektedir. Bundan da
anlaşılıyor ki, Resûlullah şiir söylememiş, söylenmiş bir şiirin yarısını
şâirlerin söylediğinin en doğrusu diyerek ashabına: “Allah'tan başka her şey
yok olacaktır ve yok olmaya mahkumdur” mânasına gelen Lebîd'in mısrasını
nakletmiştir.
[638]
422- Berâ'
b. Azib (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, Peygamber (s.a.v.)'le
beraber on altı ay Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kıldım. Nihayet;
“Nerede bulunursanız bulunun yüzünüzü Kabe'ye doğru
çevirin”
[639]
ayeti indi. Bu ayet, Peygamber (s.a.v.) namazı kıldıktan sonra indi. Bunun
üzerine cemaattan biri oradan ayrıldı. Bu kişi, namaz kılmakta olan Ensar'dan
bazı kimselerin yanına uğrayıp onlara kıblenin değiştiğini söyledi. Onlar da
yüzleriniKabe tarafına doğru çevirdiler.
[640]
423-
Abdullah İbn Ömer (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Cemaat Küba'da sabah
namazını kılarken aniden onlara biri gelip:
“Gerçekten bu gece
Resulullah (s.a.v.)'e Kuran indirildi ve Kabe'ye doğru dönmesi emrolundu.
Dolayısıyla siz de Kabe'ye dönün!” dedi.
Bu sırada Kübalıların
yüzleri, Şam bölgesine doğru bulunuyordu. Bu ifade üzerine derhal Kabe'ye
döndüler.
[641]
424- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kılıyordu. Sonra;
“Biz senin yüzünü göğe doğru çevirdiğini elbette
görüyoruz. Seni, razı olacağın bir kıbleye mutlaka çevireceğiz. Artık yüzünü
Mescid-i Haram'a doğru çevir”
[642]
ayeti indi.
Bunun üzerine Seleme
oğullarından bir kimse, kabilesi sabah namaz namazında rüku halindeyken
onların yanlarına uğramıştı. Henüz daha onlar bir rekat kılmışlardı. Onlara:
“Dikkat edin! Kıble,
(Kabe'ye) çevrilmiştir” diye seslendi. Bunun üzerine onlar, oldukları vaziyette
kıble tarafına döndüler.”
[643]
Açıklama:
Bu hadisler, ilk defa
kıblenin değişmesi ile İlgilidir. Haberin konuyla bağlantısı, Kübalıların
kıblenin değiştiğini bilmedikleri için Mescid-i Aksa'ya karşı namaz kılmaları
ve bunu öğrenince derhal Kabe istikâmetine dönüp namazlarını tamamlamaları,
iade etmemeleridir.
Hz. Peygamber Mekke'de
iken ulemâ arasında ihtilaflı olmakla beraber esah oüan görüşe göre, Kabe'ye
doğru namaz kılıyor fakat Mescid-t Aksa'yi da arkasına almıyordu. Yani yönü hem
Kabe'ye ve hem de Mescid-i Aksa tarafına dönük oluyordu. Medine'ye hicret
edince, her iki mescidi önüne alma imkânı ortadan kalktı. Çünkü Medine, Mekke
ile Kudüs arasında bulunuyordu. Bu durum karşısında Hz. Peygamber Mescid-i
Aksa'ya doğru namaz kılıyor ve mecburen Mescid-i Haram arkasında kalıyordu. Bu
da Resûlullah'ın üzüntüsüne sebep oluyordu. Onun için Efendimiz kıblenin
Kabe'ye çevrilmesini arzu ediyor, fakat vahy gelmediği için de kendisi kıbleyi
değiştiremiyordu. Bu hal farklı rivayetlere göre, on üç, on altı veya on yedi
ay devam etti. Bundan sonra kıblenin Mescid-i Aksa'dan Mescid-i Haram'a
değiştirildiğini bildiren yukarıda mealini verdiğimiz Bakara suresininin 144.
âyet-i kerimesi nazil oldu ve Hz. Peygamber yönünü değiştirip Kabe'ye doğru
namaz kılmaya başladı. Ancak Kübalıların bundan bir müddet haberleri olmadı. Bu
müddetin ne kadar olduğuna dair bir şey bilmiyoruz.
Haberden anladığımıza
göre, bir gün Kübalılar Mescid-i Aksa tarafına dönük bir vaziyette sabah
namazının rükûunda iken Selime oğullarından bir zat, kendilerine gelip kıblenin
değiştiğini haber vermiştir. Haberde bu şahsın ismi açıklanmamıştır. Başka
rivayetlerden istifâde ederek bunun Abbâd b. Nuheyk veya Abbâd b. Bişr
el-Eşhelî olduğunu söyleyenler varsa da, bunların her ikisi de Benû Selime'den
değildir. Halbuki üzerinde durduğumuz haberde kıblenin değiştiğini bildiren
zatın benû Selime'den olduğu açıklanmaktadır. Buna göre, bu zatın İsmi hakkında
ileri sürülen görüşlerle Ebû Davud'un rivayeti arasında bir tezat ortaya
çıkmaktadır.
Selime oğullarından,
bir zât, Kübalılara gelip de kıblenin değiştiğini bildirince, onlar oldukları
halde tam ters dönmüşler ve arkaları Mescid-i Aksa, yönleri Mescid-i Haram'a
gelecek bir duruma gelmiştir. Buna göre İmamın ve varsa kadınların ya da
erkeklerin yerlerini yürüyerek değiştirmiş olmalan gerekir. Öyle olmayıp da
herkes olduğu yerde dönmüş olsa idi, kadınların en önde erkeklerin, onlann
arkasında, imamın da en arkada kalmış olması gerekirdi ki bu caiz değildir. O
halde imamın ve kadınlann veya erkeklerin yerlerini yürüyerek değiştirmiş
olmalarını kabul etmek gerekir. Bu durumda da şu mesele karşımıza çıkar; yer
değiştirmek için bu kadar yürüme amel-i kesîr (=çok iş)dir. Amel-i kesir de,
namazı bozar. Halbuki açıklamakta olduğumuz hadiste onlann namazının
bozulduğuna dair bîr işaret olmadığı gibi, bu haberi duymamış olması mümkün
olmayan Hz. Peygamber'den onların namazının fasit olduğuna dair bir açıklama
da gelmemiştir. Alimler akla gelmesi tabii olan bu soruya üç türlü cevap
vermişlerdir;
1- Bu
hadisenin namazda amel ve kelâm haram kılınmadan önce meydana gelmiş olması
muhtemeldir.
2-
Zikredilen özel mazeretten dolayı bu hareket bağışlanmış olabilir.
3-
Yon
değiştirme bir anda olmamış, adımlar teker teker atılmıştır.
Hadis-i şerifin
zahirinden, kıbleden başka bir yöne doğru namaza durup da hatasını namazda
iken' anlayan bir kimsenin hemen kıbleye yönelmesi ve namazının kalanını o
şekilde tamamlamasının gerektiği anlaşılmaktadır. Vakti çıktıktan sonra kıble
istikâmetinde hata ettiğini anlayan kimsenin de namazını iade etmeyeceği
anlaşılmaktadır. Çünkü kıblenin değiştiğine dair olan ayet, Resûlullah ikindi
namazını kılarken geldiğine göre, Kübalıların en azından akşam ve yatsı
namazlannı yanlış istikâmete doğru kılmış olmaları gerekir. Haberde ise, onlann
namazlarını kaza ettiklerine dair bir işaret mevcut değildir.
Hanefilerin kıblenin
tayininde hata eden kimse hakkındaki görüşü yukarıda ifâdeye çalıştığımız
esasa uygundur. Bunlara göre, kıblenin ne tarafa olduğunda şüphe edip de
yanında soracak bir kimse bulunmayan bir müslüman, kendi kendine kıbleyi
araştıracak ve kanaatine göre hareket edecektir. Araştırma güneşe veya
yıldızlara bakmakla, pusula ile veya başka yollarla olabilir. Bu şekilde
araştırarak namazını kılan kimse, namazı bitince, kıbleden başka yöne namaz
kıldığını anlasa bir daha namazını iade etmez.
Kıblede tereddüt edip,
yanında kıbleyi bilen bir kişi olduğu halde ona sormadan kendi araştırmasına
göre namaz kılan kimsenin kanaati isabetli olur da kıbleye yöneldiği meydana
çıkarsa namazı sahih, başka tarafa yöneldiği anlaşılırsa, fâsid olur.
[644]
425- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Ümmü Habibe ile Ümmü
Seleme, Habeşistan'da gördükleri, içerisinde resimler bulunan bir kiliseyi
Resulullah (s.a.v.)'e anlatmışlardı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Doğrusu onlar, içlerinde iyi bir kimse bulunup da
vefat ederse, onun kabri üzerine bir mescit yaparlar. O resimleri, bu mescide
asarlar. Onlar kıyamet gününde Allah katında yaratıkların en kötüleri
olacaklardır” buyurdu.
[645]
Açıklama:
Ümmü Habibe ile Ümmü
Seleme, Habeşistan'a hicret edenlerdendi.
Bu ikisi,
Habeşistan'daki Mariye kilisesinde gördükleri resim ve heykelleri Resulullah (s.a.v.)'e
bahsetmişlerdi.
Kurtubî konuyla ilgili
olarak şöyle der: Eski Habeşlilerİn bu suretleri yapmaları, gelecek nesil bunları
görsün de eskiler gibi salih ameller yapmaya çalışsınlar ve kabirlerinin
yanında Allah'a ibadet etsinler diyedir. Sonraları bazı kötü nesiller türedi.
Bunlar, eskilerin maksadını anlayamadılar. Şeytan da onlara:
“Sizden önce geçenler,
bu suretlere taparlar, ta'zimde bulunurlar” diye vesvese verdi. Nihayet bu
kimseler, bu suretlere tapmaya başladılar. İşte Peygamber (s.a.v.)'in Sedd-i
zeria kötülüğe sebep olan yollan kapatma kabilinden sahabilerini böyle
şeylerden sakındırmıştır.”
Bu hadiste de görüldüğü
üzere kabir üzerine mescit yapmak yasaktır.
426- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.) bir daha kalkamadığı
hastalığında;
“Allah, Yahudilere ve Hıristiyan!ara lanet etsin.
Onlar, peygamberlerinin mezarlarını (ibadet yeri amacıyla) mescit yaptılar” buyurdu,
Aişe:
“Eğer bu endişe olmasaydı, Peygamber (s.a.v.j'in
mezarı açıkta bulundurulacaktı. Fakat onun (mezarının) da mescit
edinilmesinden korkuldu” dedi.[646]
Açıklama:
Peygamber (s.a.v.) o
sırada mescidin dışarısında bulunan Hz. Âişe'nin evinde vefat ettiği için onun
evinin içerisine gömülmüştü. Çünkü Peygamberler, vefat ettikleri yere gömülürler.
[647]
Peygamber (s.a.v.)'in,
Hz, Âişe'nin evine gömülmesi üzerine Hz. Âişe'nin evi ikiye bölündü. Birisinde
mezar vardı, diğerin de ise Hz. Âişe yaşıyordu. Arasıra mezarın bulunduğu yere
geçtiği de olurdu. Bazen ondan Peygamber (s.a.v.)'in mezarını açıp göstermesi
için izin alındığı da olmuştur.
Daha sonraları nüfusun
çoğalması üzerine mescit genişletildi. Ömer b. Abdulaziz döneminde Peygamber (s.a.v.)'in
hanımlarına ait odalar satın alınıp mescide katıldı. Peygamber (s.a.v.)'in
kabrinin bulunduğu yeri mescitten ayrı tutmak için büyük bir duvar örüldü. Bu
nedenle mezar, her nekadar mescidin içerisinde kalsa da duvarlarla ayrılmış oldu.
Bu hadiste kabrin
açıkta bırakılmaması; mezarın, mescid edinilme endişesinden dolayıdır. Bu
nedenle mezar, devamlı kapalı tutulmuştur. Bugün bile ziyaretler, mezann
gerisinden yapılmaktadır.
427- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Allah Yahudilere ve Hırîstiyanlara lanet etsin. Çünkü
onlar, peygamberlerinin mezarlarını mescit edindiler.”[648]
428- Âişe
ile Abdullah İbn Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
son hastalığı sırasında çektiği zahmetten dolayı yanında bulunan bir Hamisa'yı
ikide bir yüzüne örter dururdu. Bunaldıkça onu yüzünden açıyordu. Bu haldeyken
bile yahudiler ile hıristiyanların yaptıklarından ümmetini sakındırmak için:
“Allah'ın laneti, yahudiler ile Hıristiyanların
üzerine olsun! Çünkü onlar, peygamberlerinin mezarlarını mescit edindiler!”
buyurdu.[649]
429- Cündeb
(r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Vefatından beş gün önce Peygamber (s.a.v.)'i:
“Sizlerden bir dostum olmasından Allah'a sığınırım.
Çünkü Yüce Allah, ibrahim'i nasıl dost edindiyse, beni de öyle dost edinmiştir.
Ben, ümmetimden dost edinecek olsam, Ebu Bekr'i dost edinirdim. İyi bilin kî!
Sizden önce geçenler, peygamberlerinin ve (içlerinde bulunan) salih kimselerin
mezarlarını mescit edinmişlerdir. Dikkat edin ki! Sakın siz de mezarları
mescit edinmeyin. Ben, sizi bundan men ediyorum” buyururken işittim.
[650]
Açıklama:
Bazı hadis alimlerine
göre, Resulullah (s.a.v.) bazen kabirleri mescid yapanları lanetlerden
yahudilerle hristiyanları birlikte zikrettiği halde bazen sadece yahudileri
zikretmesinin ebebi, bu işi ilk defa yapanların yahudiler olmasıdır. Çünkü
yahudiler daha zaüm ve bu lususta daha aşırıdırlar.
Alimlerden bazıları bu
hususta yahudilerle birlikte hristiyanlara da lanet buyurulmasını ıroblemli
saymışlardır. Çünkü Hz: İsa ile Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.)
arasında ıristiyanlara gelen başka bir peygamberi yoktur.
İsa (a.s) ise diri
olarak göğe çekildiği için zaten kabri yoktur. Binaenaleyh bu mesele
ıroblemlidir. Bazıları bu problemi çözmek için, hristiyanlann Hz. İsa'dan başka
bir takım leygamberleri bulunduğunu, yalnız o peygamberlerin mürsel
olmadıklarını söylemişlerdir. ;akat bu cevap tatminkâr görülmemiştir. Bazıları:
"Hadisten maksat: Peygamberlerle onlara abi olanların büyükleridir. Yalnız
hadiste tabi olanlar zikredilmemişdir" derler. Bu takdirde iadisin manâsı
şöyle olur:
“Allah yahudilerle,
hristiyanları rahmetinden uzak eylesin! Çünkü mlar peygamberleri ile onlara
tabi olan bazı büyüklerin mezarlarını mescid edindiler.”
425 nolu hadis, bu
görüşü desteklemektedir. Çünkü Cündeb hadisinde:
“Sizden önce eçenler, peygamberlerinin ve (içlerinde
bulunan) salih kimselerin mezarlarını mescit edinlişlerdir” buyurulmuştur. Bu hususda daha başka açıklama
yapanlar da olmuştur.
Rasûlullah (s.a.v.)'in:
“Peygamberlerinin kabirlerini mescid edindiler” buyurması, mukader bir soruya cevaptır. Sanki:
“Yahudiler ile
hristiyanlara lanet etmenin sebebi nedir?” diye orulmuş da, o da bu cevabı
vermiştir.
Ebu Dâvud'daki
rivayette ravinin:
“Rasûlullah (s.av.)
ümmetini onların yaptıklarından sa-ındirmak için” sözü dahi bu kabildendir.
Yani sanki raviye:
“Rasûlullah (s.a)'in
vefat ederken u sözü söylemesinin hikmeti nedir?” diye sorulmuş da bu cevabı
vermiş gibidir.
Buradaki nehyin
hikmeti bu işin zamanla tedricen putperestlik halini alması veya ona enzemesi
endişesidir.
Nevevî der kî:
“Alimler şunları
söylemişlerdir: Peygamber (s.a.v.)'in kendi kabri ile baş-alannın kabirlerini
mescid ittihaz etmekden nehy buyurması, kendisine ta'zim hususunda österilecek
mübalağadan ve bu sebeple vuku'a gelecek fitneden korktuğu içindir. Çünkü
lübalağalı ta'zim çok defa küfre müeddi olur. Nitekim geçmiş ümmetlerde hal
böyle olmuşdur.
müslümanlar çoğalıp da
Mescid-i Nebevî'nin büyütülmesine ihtiyaç görülünce mümin sen annelerinin ve bu
doğrultuda Rasûlullah (s.a) ile iki dostu Ebû Bekir ve Ömer (r.a)'nın
abirlerini ihtiva eden Hz. Aişe'nin odası dahi mescidin içinde kaldı. Bu ha!
karşısında-ashab-kiram mezkur kabirlerin etrafına yüksek duvarlar çevirerek
kabirlerin mescidden görünmesi-i ve dolayisı ile avam tabakasının onlara karşı
dönerek namaz kılmalarını önlediler.
[651]
430- Hz.
Osman (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Osman, Peygamber (s.a.v.)'in
mescidini genişletirken halkın onun hakkında konuşması üzerine:
“Siz bu işi biraz
büyüttünüz. Ben, Peygamber (s.a.v.)'i:
“Kim Allah'ın rızasını isteyerek bir mescit yaparsa
Allah da o kimseye cennette bir ev yapar” diye buyururken işittim” dedi.
[652]
Açıklama:
Hz. Osman'ın Mescid-i
Nebevî'yi bina etmesinden maksat; onu genişleterek nakışlı taşlarla
yenilemesidir. Begavî:
“İhtimâl, Hz. Osmân'ın
yaptığını ashabın hoş karşılaması binayı yalnız genişlettiği ve nakışlı
taşlarlayenilediğindendir” diyor.
Mescid, Resulullah (s.a.v.)
zamanında kerpiçten yapılmıştı. Tavanı hurma dallarından, direkleri de hurma
kütüklerindendi. Hz. Ebû Bekr (r.a),ona hiç bir şey ilâve etmemiş; Ömer (r.a)
bir parça ilâve yapmış; fakat binayı değiştirmemişti. Hz.Osman (r.a) ise fazla
değişiklikler yapmıştır.
Hadisin bâzı
rivayetlerinde:
“Bir kimse bağırtlak kuşunun yuvası kadar yada daha
küçük bir mescid yaparsa Allah ona cennette bir ev yapar” buyurulmuştur.
Alimler bunu açıklama
hususunda ikiye ayrılmışlardır. Çoğuna göre bu söz, mübalağaya hamledilmişdir.
Çünkü bağırtlak kuşunun tüneyeceği ve yumurtlayacağı yuva namaz kılmaya müsait
değildir. Diğerlerine göre hadisten maksat, zahirî manâsıdır.Yâni bir mescide
kuş yuvası kadar bir ilâve yapmak gerekirde birisi onu yaparsa yada bir cemaat
ortaklaşa bir mescit yapar da her birinin hissesine kuş yuvası kadar yer
düşerse vaad edilen sevaba naü olur demektir.
Konu ile ilgili
hadislerin genelinden anlaşılıyor ki; bir kimse, büyük veya küçük bir mescid
yaptırırsa bu husûsda vâ'd buyurulan mükâfata nail olacakdır.
431- Esved
ile Alkame'den rivayet edilmiştir: “Abdullah İbn Mes'ud'u evinde ziyaret
etmiştik. Bize:
“Şu arkanızda bulunan
kimseler, namaz kıldılar mı?” diye sordu. Biz de:
“Hayır!” dedik. Bunun
üzerine bize:
“Öyleyse kalkın,
namazı kılın!” dedi. Fakat bize, ezan ve kameti emretmedi. Biz de, onun
arkasında namaza durmak için peşisıra gittik. Hemen bizim ellerimizden tutarak
birimizi sağma ve diğerimizi de soluna durdurdu. O rükûya vardığı zaman biz de
ellerimizi dizlerimizin üzerine koyduk. Fakat o, bizim ellerimize vurarak
avuçlarını birbiri üzerine kapadı. Sonra ellerini uylukları arasına soktu.
Namazı bitirince:
Doğrusu ileride size
bir takım emirler gelecek, namazı vaktinden geriye bırakacak ve onu vaktin
sonuna sıkıştıracaklar. İşte onların böyle yaptıklarını gördüğünüz zaman sîz
hemen namazı vaktinde kılın! Onlarla kıldığınız namaz nafile namaz olsun! Üç
kişi olursanız namazı beraber kılın! Bundan daha çok olursanız (yine öyle
yapın. içinizden biri, size imam olsun. Biriniz rükûya vardığında kollarım
uylukları üzerine döşeyerek eğilsin! Avuçlarının da birbiri üzerine kapasın.
Gerçekten Resulullah (s.a.v.)’ın parmaklarının hareketi hâlâ gözümün önündedir.
Onları görür gibiyim” dedi.[653]
Abdullah İbn Mes'ud,
rükuya varınca avuç içlerini birbirine yapıştırarak dizlerin arasına koymanın
sünnet olduğunu ifade etmektedir. Yalnız Nevevî, bu uygulamanın, İslam'ın ilk
yıllarında geçerli olduğu, sonradan bu uygulamanın yürürlükten kaldırıldığını
belirtmiştir.
[654]
Bu bakımdan “Tatbik”
adı verilen bu hareketi yapmak, alimlerin büyük çoğunluğuna göre mekruhtur.
432- Mus'ab
b. Sa'd b. Ebi Vakkâs'tan rivayet edilmiştir:
“Babam (Sa'd)'in yanı
başında namaza durdum. Rükuda ellerimi birbirine geçirerek dizlerimin arasına
koymuştum. Bunun üzerine babam bana:
“Avuçlarını diz
kapaklarının üzerine koy!” dedi.
Sonra bunu başka bir
defa (yine) yaptım. Bu defa babam ellerime vurup:
“Doğrusu biz bunu
yapmaktan yasaklandık. Ellerimizi dizlerimizin üzerine koymakla emrolunduk”
dedi.[655]
Açıklama:
Rükuya varınca iki
elin parmaklarını birbirine geçirerek dizlerin arasına koymaya “Tatbîk” denir.
İslam'ın ilk yıllarında uygulama böyle iken sonradan yasaklanarak yürürlükten
kaldırılmıştır. Ahmed Naim efendi, tatbikin, haram değil de tenzihen mekruh
olduğunu belirtmiştir. Bu konuda Ömer ile Sa'd'ın, tatbikden yasakladıkları
halde namazın iadesini emretmediklerini delil getirir.
Elleri diz kapaklan
üzerin koymaya ise “Tefrîc” denir.
Tefricin tatbike
tercih edilmesinin hikmeti olarak Hz. Aişe şöyle der:
“Tatbik, Yahudilerinden fiillerinden olduğu için
Peygamber (s.a.v.) bunu yasaklamıştır. Hakkında yasak nazil olmayan hususlarda
Ehl-i Kitaba uymak, Peygamber (s.a.v.)'in hoşuna giderdi. Sonraları onlara
muhalefet etmek kendsine emrolundu.”
[656]
433-
Tâvûs'tan rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbn Abbâs'a,
namazda iken ayakların üzerine çömelmeden bahsettik. Oda:
“Bu, sünnettir” dedi.
Ona:
“Doğrusu biz bunu
insana eziyet olarak görmekteyiz” dedik. Bunun üzerine Abdullah İbn Abbâs:
“Bilakis bu, Peygamber
(s.a.v.)'inin sünnetidir” dedi.
[657]
Bu hadis, “Ik'â”
denilen oturuş şeklinin namazda sünnet olduğunu bildirmektedir. Bu hususta
Resulullah (s.a.v.) 'den yalnız iki hadis rivayet edilmiştir. Tirmizî ve diğer
hadis imamlarının rivayet ettikleri ikinci hadiste “İk'â” menedilmektedir.
Sözkonusu hadis birkaç yoldan rivayet edilmişse de senedlerinin hepsi zayıfdır.
Alimler, “İk'â”nın
hükmü ve şekli hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Nevevî diyor ki:
“Doğrusu “İk'â” iki
çeşittir. Birisi, mak'adını yere yayarak dizlerini dikmek, elleriyle de yere
dayanarak köpek oturuşuna benzer bir şekilde oturmakdır. Lügat ulemâsı dahi
“İkrâ”yı bu şekilde tefsir etmişlerdir. Nehy edilen ve mekruh olan “İk'â” da budur.
Hattâ Mâlikîler'e göre bu şekil oturuş haramdır. Yalnız namazı bozmaz. Onlara
göre mekruh olan şekil ayak parmaklarının hepsini yere dikerek ökçelerinin
üzerine oturmak yahut ayaklann sırtını yere getirmek suretiyle üzerlerine
oturmakdır.
İk'â'nın ikinci çeşidi
ise secdeler arasında mak'adını topuklarının üzerine döşeyerek oturmakdır.
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'ın:
“Peygamberinizin
sünnetidir” sözü ile kasdettiği ik'â budur...[658]
Hanefîlere göre
namazda sünnet şekliyle oturuş, erkeklerin sol ayaklarını yere döşeyerek,
üzerlerine oturmaları, sağ ayaklarını da dikerek parmaklarını kıbleye
çevirmeleridir. Kadınlar ise sol çantı üzerine oturarak ayaklarını sağ
taraftan çıkaracaklardır.
[659]
434- Muâviye
İbnu'l-Hakem es-Sülemî (r,a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben bir defasında
Resulullah (s.a.v.)'le namaz kılarken cemaattan biri aksın-verdi. Ben hemen
“Yerhamukallâh!” Allah sana rahmet eylesin! dedim. Cemâat bana kötü kötü
baktı. Ben:
“Vay başıma gelenler!
Size ne oluyor ki, bana böyle kötü bakıyorsunuz!” dedim. Bunun üzerine
elleriyle uyluklanna vurmaya başladılar. Bunların beni susturmaya
çalıştıklarını görünce kızdım. Fakat sustum. Resulullah (s.a.v.) namazı
bitirince ne diyeyim annem-babam ona feda olsun! Ne ondan önce ve ne de ondan
sonra Peygamber (s.a.v.) kadar güzel öğreten hiçbir eğitmen görmedim. Vallahi
beni ne azarladı, ne dövdü ve ne de sövdü. Sâdece:
“Şu namaz var ya! Onun içinde; insan sözünden hiç bir
şey konuşmak caiz değildir. O ancak tesbîh, tekbîr ve Kur'ân okumakdan
ibarettir” buyurdu. Yada Resulullah (s.a.v.)'in
buyurduğu gibidir. Ben:
“Ey Allah'ın resulü!
Ben câhiliyyetten yeni kurtulmuş bir kimseyim. Gerçi Allah İslâm'ı getirdi. Ama
bizden öyle adamlar var ki, hâlâ kahinlere giderler” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Sen onlara gitme!”
buyurdu.
“Bizden bâzılarıda
kuşlarla uğursuzluğa yormada bulunuyorlar” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Bu, onların İçlerinden gelen bir şeydir. Sakın onları
yoldan çıkarmasın!” buyurdu. Ben:
Bizden bir takım
adamlar da çizgi çiziyorlar' dedim. Peygamber (s.a.v.):
“Peygamberlerden
biri çizgi çizerdi.
Her kim onun çizgisine
uygun düşürür s c isabet etmiş olur” buyurdu.
Muâviye der kî:
“Benim bir cariyem
vardı. Uhud ve Cevânİyye taraflarında koyunlarımı güderdi. Bir gün onu
ziyarete gittim. Bir de ne göreyim!.. Güttüğü koyunlardan birini kurt
götürmüş! Ben de, Adem oğullarından bir adamım. Onlar gibi ben de üzülürüm!
Fakat cariyeye öyle bir tokat vurdum ki...”
Daha sonra Resulullah
(s.a.v.)'e geldim. Ona bu davranışımı anlattım. O da, bu yaptığımı bana fazla
buldu. Ben:
“Ey Allah'ın resulü! O
halde cariyeyi azat edeyim mi?” dedim. Resulullah (s.a.v.)
“Sen onu bana getir” buyurdu. Hemen gidip onu getirdim. Peygamber (s.a.v.), ona:
“Allah nerededir?” diye sordu. Câriye:
“Göktedir” diye cevap
verdi. Resulullah (s.a.v.):
“Ben kimim?”
diye sordu. Cariye:
“Sen, Allah'ın
resulüsün!” diye cevap verdi. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Onu âzâd et; çünkü o, mümin bir kadındır” buyurdu.
[660]
Açıklama:
Muaviye'nin namazda
konuşması üzerine sahabilerin uyluklarına vurmak suretiyle onu susturmaya
çalışmaları, bu husus için teşbihte bulunmak meşru olmadan önceye yorumlanmıştır.
Görülüyor ki,
Peygamber (s.a.v.) namazdan sonra Muaviye'ye kendisine özgü bir nezaketle
nasihatta bulunmuş, namazda konuşmanın namazı bozacağını bildirmiştir. Muaviye
ise Resulullah (s.a.v.)'in bu nezaketine hayran kalarak kendisinin yeni
müslüman olduğundan bahsederek özür dilemiştir.
Tetayyur; kuşlarla
uğursuzluğa yorma olup şu tarafa uçarsa bu işte hayr var, aksi yönde uçarsa
hayr yok diye inanmaktır.
“Bu, onların içlerinden gelen bir şeydir. Sakın onları
yoldançıkarmasın!” ifadesinden
maksat ise uğursuzluğa yorma denilen şey, içinizde doğar. Uğraşıp durduğunuz
bir şey olmadığı için bundan dolayı size bir sorumluluk yoktur. Fakat ondan
dolayı işlerinize bakmaktan geri durmayın. Sizin yapabileceğiniz işte budur ve
bununla mükellefsiniz.
Hadiste sözkonusu
“Çizgi çizmekten” maksat; falın bir türü olan remildir. Onunla meşgul olan
peygamber, rivayete göre İdris (a.s)'dır. Alimler, remil yapmanın yasak olduğu
hususunda ittifak etmişlerdir.
Cariye meselesine
gelince; “Nasihat” adlı kitabında yönlerle ilgili olarak şöyle der:
“İlahî irade, evreni
yaratmak istediğinde, onun alt ve üst yönlere sahip olmasını dilemiştir. Allah,
sonradan var olmanın gerektirdiği sıfatlardan münezzehtir. O, evreni yaratmış,
onun için alt ve üst yönleri belirlemiştir. İlahi hikmet, yaratılmış ve bir
Rabb'e boyun eğmiş olmasından dolayı evrenin alt yönde olmasını gerektirmiştir.
Rabbani azamet de, sonradan yaratılan evrene kıyasla evrenin üstünde olmayı
dilemiştir.”
Bu kıyas, “Tekliği”
itibariyle değildir. Çünkü “Teklik”te ne üst vardır ve ne de alt... Yüce Allah,
kendi başına var olmasında, ezeli oluşun da ve tekliğinde olduğu gibidir.....
O'na, herhangi bir surette işaret edilirse aşağıya, sağa, sola doğru işaret
edilemez. Bilakis üst ve yukarı yönlerinden başka bir yöne işaret edilmesi
uygun olmaz. Bu şekildeki İşaret; evrene, evrenin yaratılışına ve evrenin aşağı
noktasına nispetledir. Gerçekte ise işaret, evrenin en üst noktasma ve şanına
layık bir surette Rabb'in azametinedir. Yoksa bizim anladığımız şekilde
bir cisme işaret
değildir. O, isbata ve ikrara işarettir..... Alt ile kuşatılmış varlık,
yaratıcısını ancak üstte oluşuyla tanıyacaktır. Arş'a yönelen işaret gerçekten
akledilebilir bir işarettir. Cihet ve yönler ise arşta son bulur. Onun ötesinde
aklın İdrak edemediği, kuruntu ve zanların anlamak için yeterli olmadığı
gerçekler vardır.
[661]
Cariyenin mümin olup
olmadığının araştırılması; kefaret olarak azad edilecek kölenin mümin olması
gerektiği içindir. Mâliki, Şafiî ve Hanbelilere göre; bütün kefaretlerde azad
edilecek kölenin mümin olması şarttır. Dolayısıyla kafir olan kölenin azad
edilmesi kefareti ödemede yeterli değildir. Hanefılere göre ise yemin kefareti
için azad edilecek kölenin müslüman olması şart değildir. Ebu Hanife de,
“Öldürme” ile ilgili kefaret dışında kalan hususlarda mümin olmayan kölenin
azad edilebileceğini belirtmiştir. Ayrıca bu hadis; İslam dininin, müslümanın
emri altında bulunan hizmetçi, aşçı gibi kimselere iyi muamele etmesi
gerektiğini de bildirmektedir.
435-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulııllah (s.a.v.)'e
(önceleri) namazda olduğu sırada ona selam rdik. O da selamımızı alırdı.
Necâşî'nin yanından döndüğümüzde ona nazda iken) selam verdiğimizde selamımızı
almadı. Bunun üzerine biz:
“Ey Allah'ın resulü!
(Daha önce) namazda olduğun sırada sana selam yorduk, sen de selamımızı
alıyordun, artık almıyorsun” dedik. O da:
“Şüphesiz ki namazda selamdan daha önemli olan
Allah'la bir meşgu-t vardır!”
buyurdu.
[662]
Açıklama:
İslam'ın ilk
zamanlarında namazda konuşmak mubahtı.
[663]
Sonra bu hüküm yürürlükten kaldırılarak haram kılındı. Konuşmanın ne zaman
hakıhndığı meselesi, alimler arasında ihtilaflıdır. Bazılan, hicretten önce
Mekke'de derken azıları da hicretten sonra Medine'de haram kılındığını
söylemiştir.
Namazda olan bir
kimsenin selam alıp almaması, alimler arasında ihtilaflıdır.
436- Zeyd b.
Erkam (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“önceleri namaz
kılarken konuşurduk. İnsan yanı başında namaz kılan arkayla konuşurdu.
Nihayet;
“Gönülden boyun eğerek Allah için namaza durun” ayeti indî. Bunun üzerine namazda susmakla emrolunduk
ve uşmaktan yasaklandık.
[664]
Açıklama:
Hadis, namazda
konuşmanın caiz olmadığına işaret etmektedir. Konuşmanın bilerek yada
bilmeyerek bir İhtiyaca binaen veya sebepsiz olması arasında bir fark yoktur.
Çünkü yasaklama, mutlak olarak gelmiştir.
437- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Beni Mustahk
kabilesine doğru giderken) Peygamber (s.a.v.)'le birlikte idik. Derken beni bir
ihtiyaç için bir yere yolladı. Döndüğümde hayvanının üzerinde namaz kılıyordu.
Yüzü de kıbleden başka bir tarafa doğru idi. Selam verdim. Fakat selamımı
almadı. Namazı bitirince:
“Senin selamını almamama engel olan şey, ancak namaz
kılıyor olmamdır” buyurdu.
[665]
Açıklama:
Bu hadis de, namazda
konuşmanın yasak olduğunu gösteren hadislerdir. Ayrıca hayvan üzerinde kılınan
nafile namaz için başka kıbleden başka tarafa doğru dönmek caizdir.
438- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Cinlerden bir ifrît
namazımı bozmak için dün akşam anîden bana bir oyun oynamaya kalkıştı. Ama
Allah beni ona kaptırmadı. Ben de onu boğdum. Doğrusu ıu şu mescidin
direklerinden birinin yanı başına bağlamayı çok isterdim. Bu
suret-sabahladığınızda sizlerde toptan ya da hepiniz onu görürdünüz; fakat
sonradan kadeşim Süleyman'ın şu sözünü hatırladım:
“Rabbi'ğfir Iî ve heb lî mulken lâ yenbeğî li-ehadin
min ba'dî” Rabbim! mi affet ve bana öyle bir mülk/saltanat verki benden sonra
hiçbir kimseye lâyık masın!”
[666] demişti. Allah,,
onu, köpek kovar gibi kovdu” buyurdu.
[667]
439-
Ebu'd-Derdâ' (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.) ayağa kalktı.
Biz, onu:
“Eûzu billahi minke
Senden Allah'a sığınırım dediğini kulağımızla ettik.” Sonra üç defa:
“El'anuke
bi-la'netillâhi Seni, Allah'ın lânetiyle lanetlerim dedi. Sanki bir şey
alacakmış gibi elini uzattı. Namazdan çıktıktan sonra, biz:
“Ey Allah'ın resulü!
Gerçekten namazda öyle bir şeyler söylediğini işittik ki, ından önce bunları
söylediğini hiç duymamıştık. Hem senin elini uzattığını gördük”dik. Resulullah
(s.a.v.):
“Doğrusu Allah'ın
düşmanı İblis, yüzüme çarpmak için bir ateş parçasıyla karşıma geldi. Bunun
üzerine üç defa: “Senden Allah'a sığınırım” dedim Sonra yine üç defa:
“Seni, Allah'ın lânetiyle lanetlerim” dedim. Fakat o
vine geri çekilmedi. Sonra onu yakalamak istedim. Vallahi, eğer kardeşimiz
Süleyman (a.s)'ın duası olmasaydı, İblis muhakkak bağlı olarak sabahlayacak
Medine halkının çocukları onunla oynayacaklardı” buyurdu.[668]
“Cin” kelimesi,
sözlükte; örtmek, gizlemek anlamına gelen “Cenne” kökünden türemiştir. ilk
asırlardan beri cinlerin varlığı kabul edilegelmiştir. Yahudiler, Hıristiyanlar
ve diğer topluluklar, cinlerin varlığından haberdar idiler. Filozoflar ile bazı
Mutezililer dışında Ehl-i Sünnet, cinlerin varlığını kabul etmişlerdir.
Yalnız cinlerin
tarifinde görüş birliğine varılamamıştır. müslümanların ortak kanaatine göre;
cinler, bdenleri ateş, hava, rayiha gibi maddelerden oluşmuş, âkil ve irade
sahibi, latif, görünmez varlıklardır. Bu özelliklerinden dolayı da duyu
organlarımızdan gizli bulunmaktadırlar. Bu nedenle onlara, “Cin” denilmiştir.
“İfrit” kelimesi bazı
alimlere göre; özel isim olmayıp bir varlık türünün belirtilen niteliklere
sahip olanlarını ifade ettiği için Kur'an'da “Cinden”, “İnsandan” vb.
açıklamalarla kullanılmaktadır. Bununla birlikte cin kavramındaki belirsizlik
sebebiyle ifritin mahiyetini tespit etmek zordur. Bir taraftan gül ve sil'at
gibi ifritin de cinlerin bir türü olduğu belirtilirken, diğer taraftan
Kur'an'daki ifritin cinlerden bir taifenin özel adı olmayıp Nemi suresinin 39.
ayetinin baştarafinda da belirtildiği üzere “Asi, mağrur” anlamına geldiği ileri
sürülmüştür.
Bazı Islamî
kaynaklarda anlatıldığına göre cinlerden olan ifrit, diğer cinlerdeki
özellikleri taşıyan, onlar gibi irade sahibi, erkeği-dişisi bulunan, çeşitli
şekillere girebilen bir varlıktır.
[669]
“Kardeşimiz Süleyman
(a.s)'ın duası olmasaydı” ifadesinden maksat; Kadı Bey zâvî'ye göre, cinler
üzerinde tasarrufun Süleyman (a.s)'a mahsus olmasıdır. Tuttuğu ifriti, serbest
bırakması bundan dolayıdır. Yada tevazu ve edepten dolayı da bırakmış da
olabilir.
440- Ebu
Katâde (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'i,
omzunda kendi kızı Zeyneb'in kız çocuğu olan Ümâme bint. Ebi'l-As omzunda
olduğu halde cemaate imam olarak namaz kıldırırken gördüm. Rükuya vardığında
onu yere bırakıyor, başını secdeden kaldırdığında ise onu tekrar (eski yerine)
koyuyordu.”
[670]
Açıklama:
Bu hadis, namaz
kılarken namazla ilgisi olmayan az bir harekette bulunmanın namazı
bozmayacağını göstermektedir.
Namaz sırasında
yapılan ve namazla ilgisi olmayan harektler ikiye ayrılır:
Namaz kılan bir şahsa
dışardan bakan bir kimse o şahsın namazda olup olmadığı hususunda şüphe
etmezse, yani namaz kılan şahıs karşısındakine namazda olmadığı kanaatini
verecek derecede namazla İlgisi bulunmayan işlerle meşgul olması sözkonusudur.
Bu dereceye varmayan
fiil ve davranışlardır.
Resulullah (s.a.v.)'in,
Ümâme'yi namazda kucağında bulundurmasının sırrı hususunda; “Arapların kız
çocuklarına karşı gösterdikleri haşin tavrı reddetmekte ve onlara bu hususta
son derece muhalif olduğunu göstermek için namazda bile kız çocuğunu bağrına
basmıştır” görüşünü ileri sürenler olmuştur.
Bununla birlikte
rahmet peygamberi olması hasebiyle torununu omuzuna alarak cemaata namaz
kıldırması, onun ne kadar şefkat ve merhamet sahibi olduğunu da göstermektedir.
Umâme, annesi
Zeyneb'in hicretin 8. yılında ölmesi sebebiyle ve teyzesi Hz. Fatıma'nın
vasiyeti üzerine, Fatma'dan sonra Hz. Ali'yle nikahlanmıştır.
441- Ebu
Hâzim (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Minberin hangi
ağaçtan yapıldığında ihtilâf eden bâzı kimseler, Sehl b. Sa'd'a gelip
sormuşlar. O da:
“Vallahi ben onun
neden yapıldığını ve kimin yaptığını bilirim. Resulullah (s.a.v.)'in onun
üzerine oturduğu ilk günü de gördüm” dedi.
Râvî derki: “Ben,
Sehl'e:
“Ey Ebu Abbâs! Bize
(bunu) anlatsana!” dedim. Bunun üzerine şunları söyledi:
Resulullah (s.a.v.)
bir kadına haber göndermişti. Ebû Hâzim der ki;
“Sehl, o zaman bu kadının ismini söylemişti. Marangoz
olan kölene bak da benim için basamaklar yapsın; onların üzerinde halka hitab
edeyim!” buyurdu. Bunun üzerine o
köle şu üç basamağı yaptı. Sonra Resulullah (s.a.v.) onların nereye konacağını
emretti ve şu yere konuldu. Bu, Medine ile Şam arasında, Medine'ye 9 mil
uzaklıkta bulunan Gâbe ormanlığındaki ılgın ağacından yapılmıştı.
Doğrusu ben,
Resulullah (s.a.v.)'in minber üzerindeyken ayağa kalkarak tekbîr aldığını,
arkasından cemaatın da tekbîr getirdiğini görmüşümdür, Sonra rükûdan doğrulup
minberden inerek geriye doğru gitti ve minberin dibine secde etti. Sonra tekrar
minber üzerine döndü. Namazını bitirinceye kadar böyle yaptı. Sonra halka
dönüp:
“Ey insanlar! Ben bunu bana uyasmız ve benim namazımı
öğrenesiniz diye yaptım” buyurdu.[671]
Açıklama:
Hadisten anlaşıldığına
göre, Hz. Peygamber, kölesi marangoz olan bir kadına haber gönderip kendisi
için cemaate hitâbettiğinde üzerine çıkabileceği bir minber yaptırmasını
istemiş, o da Efendimizin arzusunu yerine getirmiştir. Buhârî'nin Câbir'den
yaptığı rivayette ise, sözü edilen kadın Hz. Peygamber'e üzerine oturması için
bir minber yaptırmayı teklif etmiştir. Görünürde rivayetler arasında bir
ihtilâf göze çarpmakta ise de aslında böyle bir zıtlık yoktur. önce kadının Hz.
Peygamber'e minber yaptırmayı teklif etmesi, Resûlullah'ın da bu teklifi uygun
bulup daha sonra kadına haber göndermiş olması, gayet tabiidir. Böyle olunca
ortada bir ihtilâf kalmaz.
Hadisten anladığımıza
göre; Hz. Peygamber minberi sadece hutbe için kullanmakla kalmamış üzerinde
namaz da kılmıştır. Ancak orada secde etmek mümkün olmadığı için, göğsünü
kıbleden ayırmamak maksadıyle geri geri inip minberin dibinde secdesini yapmış.
Sonra diğer rekat için tekrar minbere dönmüştür. Efendimizin böyle minber
üstünde namaz kılması kendisinin de ifâde ettiği gibi, cemaatin ona uymasını
sağlamak ve namaz kılışını öğretmek maksadına dayanmaktadır.
442- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
bir kimsenin elleri böğründe namaz kılmasını yasaklamıştır.”
[672]
Açıklama:
Görüldüğü üzere
namazda elleri böğre koyarak namaz kılmak yasaklanmaktadır.
Elleri böğre koymanın
yasak oluşunun nedeni hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bazılarına
göre İblis cennetten elleri böğründe çıkığı için, bazılarına göre bunu
yahudiler çokça yaptığı için, bazılanna göre kibirli kimselerin adeti olduğu
için ve bazılarına göre ise böyle yapmak felaketzede şekillerinden olduğu
içindir.
Nanlazda elleri
böğrüne bağlamanın hükmü ise ihtilaflıdır. Ebu Hanİfe ile İmam Şafii'ye göre
mekruhtur.
443- Muaykîb
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
mescitte namaz sırasında çakıl taşlarını kaldırıp atmayı zikredip:
“Eğer mutlaka yapacaksan bunu bari bir defa da yap!” buyurdu.[673]
Açıklama:
Hz. Peygamber {s.a.v.),
namaz kılan kimsenin secde yerinde bulunan küçük çakıl taşlarını düzeltmekten
men etmektedir. Eğer mutlaka yapılması gerekiyorsa, bunun, bir defada
yapılmasını emretmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sadece küçük çakıl
taşlannı söz konusu etmesi, yasağın sadece bu taşlara mahsus olmasını
gerektirmez. Secde yerindeki kum ve toprakların düzeltilmesi de aynı yasağın
hükmü içerisine girmektedir.
Ebu Dâvud, Salât
170-171 (145)'de; Hz. Peygamber (s.a.v.), küçük taşların düzeltilmesini yasaklarken
buna illet olarak; o esnada rahmetin namaz kılan kimseye yönelmekte olduğunu
göstermiş ve rahmete önem göstererek yasaktan önce illetini belirtmiştir.
444-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
mescidin kıble tarafındaki duvarında bir tükürük görüp kızmış ve cemaate dönüp:
“Sizden birisi namaz kılarken yüzünün döndüğü tarafa
tükürmesin. Çünkü Allah'ın kıblesi, namaz kıldığı zaman yüzünün döndüğü taraftadır” buyurdu.[674]
445- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
mescidin kıble tarafında tükürük görüp onu çakıl ta-lyla ovalamış, sonra da bir
kimsenin sağına yada önüne tükürmesini yasaklamış, fakat sol tarafına yada sol
ayağının altına tükürmeyi emretmiştir.”
[675]
446- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
mescidin kıble tarafında bir balgam görmüş ve cemaata dönüp:
“Sizden birinize ne oluyor ki, Rabbinin kıblesine
yönelip dikiliyor da rüne sümkürüyor? Sizden birisi, kendisine dönülüp de
yüzüne doğru sümirülmesini ister mi? O halde sizden birisi sümküreceği zaman
sol tarafın-ıki ayağının altına sümkürsün. Buna imkan bulamazsa elbisesinin
ucunu ine alıp sümkürdü, sonra da bir kısmını diğer bir kısmı üzerine büküp
dürek suretiyle böyle yapsın!”
buyurdu.
[676]
447- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi namazda olduğu sırada Rabbine yalvarır.
Bu sebeple önüne ve sağ tarafına tükürmesin. Fakat sol sol tarafındaki
ayağının altına tükürsün.”
[677]
448- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Mescitte tükürük bulunması, bir günahtır. Bu günahın
giderilmesi/kefareti, onu toprağa gömmektir.”
[678]
449- Ebu
Zerr (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Ümmetimin iyi, kötü, güzel, çirkin bütün amelleri
bana gösterildi. İyi amellerin içerisinde yoldan atılan eziyet verici şeyleri
buldum. Kötü amellerinin içerisinde ise mescidde tükürülüp de toprağa
gömülmeyen tükrüğü gördüm.”
[679]
450-
Abdullah İbnu'ş-Şihhîr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte namaz kıldım. Sümkürdüğünü, sonra da o balgamı ayakkabısıyla
ovaladığını gördüm.”
[680]
Açıklama:
Mescit içine tükürmek
veya sümkürmek, mutlak surette yasak ve günahtır. Buna İhtiyâcı olanlar,
yanlarında mendil, selpak, peçete gibi eşyalar bulundurmalı ve ona tükürmeli
burnunu da onunla temizlemelidir. Mescitte sümkürmenin kefareti o pisliği
defnetmektir. Buradaki “Defin” sözünden ne kastedildiği alimler arasında
İhtilaflıdır. Cumhûr'a göre bundan maksat; pisliği mescidin yerdeki toprağına
veya kumuna gömmektir. Mescidin yerinde böyle bir şey bulunmaz da halı ve
benzeri şeylerle döşeli olursa o zaman “Defın”den maksat, pisliği dışarıya
çıkanp atmak olur. Zâten alimlerden bazıları: “Defin”den maksat, onu mescitten
çıkartmaktır” demişlerdir. Sonra ağız ve burundan çıkan iğrendirici şeylerin
temizlenmesi yalnız mescide mahsûs değildir. Bu her yerde gereklidir.
Görülüyor ki, bütün bu
rivayetler, insanları iğrendirecek balgam ve sümük gibi şeylerin görülecek
yerlere atılmasını menetmek de, bunlar için mendil gibi şeyler kullanmaya ve sonuç
itibariyle de, temizliğe teşvik etmektedir.
451- Ebu
Mesleme Saîd b. Yczîd'den rivayet edilmiştir: “Eneş b. Mâlik'e:
“Resulullah (s.a.v.)
ayakkabılarla namaz kılar mıydı?” diye sordum. O da:
“Evet” diye cevap
verdi.
[681]
Açıklama:
Bu hadis, temiz olmak
kaydıyla ayakkabıları çıkarmaksızın namaz kılmanın caiz olduğunu
göstermektedir. Ayakkabıların üzerinde yada altında pislik varsa temizlenip
sonra namaz kılınır. Bazıları, yaş pisliğe basan kimsenin onu toprakla silmek
suretiyle namazı kılabileceğini belirtmişlerdir. Ebu Hanife'ye göre
ayakkabıdaki yaş pislik, ancak suyla temizlenebilir. Eğer kuru ise kazımak
suretiyle temizlenir.
452- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
“Hamîsa” denilen çizgili bir elbise içerisinde namaz kılmaya kalkıp elbisenin
çizgileri gözüne ilişti. Namazı bitirince:
“Bu hamisayı Ebu Cehm b. Huzeyfe'ye götürün. Bana,
onun yerine çizgisi olmayan kalın bir aba getirin. Çünkü bu hamisa az önce
beni namazımdan alıkoydu” buyurdu.[682]
Dört köşeli ve çizgili
kumaş demektir. İpekten ve yünden yapılır. Yalnız bu ismin verilebilmesi için,
bunun siyah ve çizgili olması şarır. Bu kumaş; yumuşak, ince ve hacmi küçük
olduğu için ona bu isim verilmişir.
Ebu Cehm'in asıl adı,
Âmir b. Huzeyfe'dir. Ubeyd olduğunu söyleyenler de var. Mekke'nin feth
edildiği gün müslüman olmuştur.
Resulullah (s.a.v.)'in
bu çizgilerle gönlünün meşgul olması, hoşuna gitmemiştir. Çünkü o, her zaman
sade bir yaşantıyı tercih etmiştir. Debdebeli, gösterişli şeylerden her zaman
kaçınmıştır. Sade yaşam, onun için daha önemlidir. Böyle bir tavrı varken,
kendisini şaşalı gösterecek böyle bir giyimden uzaklaşmayı seçerek elbiseyi
sahibine geri iade etmiştir.
Bu elbiseyi Resulullah
(s.a.v.)'e hediye eden, Ebu Cehm idi. Hediyesi kabul edilmediğinden dolayı
kalbinin kırılacağı endişesiyle Hz. Peygamber (s.a.v.) bu hediyeyi tekrar geri
istemek suretiyle onun gönlünü hoş etmiştir.
453- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Akşam yemeği hazır olup bu sırada namaza kamet
getirilmişse ilk önce akşam yemeğine başlayın.”
[683]
454-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisinin önüne akşam yemeği konulup ta bu
sırada namaza kamet getirilmişse (ilk önce) akşam yemeğine başlayın. Yemeği
bitirmedikçe acele davranmasın.”
[684]
455- İbn Ebi
Atîk'ten rivayet edilmiştir:
“Ben ve Kasım, Aişe
(r.anha)'nın yanında bir şeyîer konuştuk. Kasım, konuşmalarında çok hatâ eden
bir kimseydi. Kendisi bir ümmüveled'in çocuğu idi. Aişe, ona:
“Sana ne oluyor ki, kardeşimin şu oğlu gibi
konuşmuyorsun? Fakat bu konuşmanın sana nereden geldiğini ben bilirim. Bunu
annesi terbiye etti, seni de annen terbiye etti” dedi. Bu sözlerden dolayı Kasım Aişe'ye kızdı ve ona
gücendi. Aişe'ye yemek sofrası getirildiğini görünce ayağa kalktı. Aişe:
“Nereye?”
dedi. Kasım:
“Namaz kılacağım” diye
cevap verdi. Aişe:
“Otur foraya”
dedi. Kasım:
“Ben gerçekten namaz
kılacağım” dedi. Aişe:
“Otur foraya vefasız! Ben, Resulullah (s.a.v.)'i:
“Yemek hazır olduğunda büyük ve küçük abdest bozacağı
geldiğinde namaz kılınmaz” buyururken işittim” dedi.[685]
Açıklama:
Hadis, sofra
kurulmuşken veya yemeğin sofraya getirilmesi sözkonusuysa, farz veya nafile
herhangi bir namazı kılmayı erteleyip önce yemeğin yenilmesi gerektiğini
belirtmektedir. Yalnız karnın aç olması sebebiyle kalbin yemekle meşgul olması
İhtimalinden dolayı yemeğin namazdan önceye alınması için, yemek yedikten sonra
namaz kılmak için zaman müsait olmalıdır.
Bundan maksat, namazın
huzur ve hususunu sağlamaktır.
Alimler, buradaki yeme
emri üzerinde ihtilaf etmişlerdir. Bazıları da buradaki emrin farz olduğunu
söylemişlerdir. Zahirilerden İbn Hazm bu görüştedir. Cumhura göre buradaki
emir, mendubluk içindir. Yani bu emre uymak mendubtur. Dolayısıyla karnı aç
olan bir kimse, sofra hazır bulunduğu takdirde önce yemek yerse iyi bir iş
yapmış olur.
Mendub: İşlenmesi iyi
karşılanan fiillere ve uyulması dinen tercih edilen davranışlara denir.
Ummü'l-Veled: Sahibinden çocuk dünyaya getiren cariyeye denir.
456-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) Şöyle
buyurmaktadır:
“Kim şu sebzeden yani sarımsaktan yerse kokusu
gidinceye kadar sakın mescitlerimize yaklaşmasın.”
[686]
457- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim şu bitkiden yerse sakın bize yaklaşmasın ve
bizimle birlikte namaz kılmasın.”
[687]
458- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
soğan ve pırasa yemeyi yasakladı. Bir defasında bize ihtiyaç erişmişti. Bu
sebeple bunlardan yedik. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Kim bu pis kokulu bitkiden yerse sakın mescidimize
yaklaşmasın. Çünkü (yanımızda bulunan) melekler, insanların eziyet gördüğü
şeylerden eziyet görür” buyurdu.
[688]
459- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Kim sarımsak yada soğan yerse bizden veya
mescidimizden uzak uzak dursun! Evinde otursun” buyurdu.
Şu da var ki,
Resulullah (s.a.v.)'e içerisinde yeşil sebzeler bulunan bir tabak getirildi.
Bunlardan hoş olmayan bir koku duyup bunların ne olduğunu sordu. İçerisinde
bulunan sebzelerin neler olduğu ona haber verildi. Bunun üzerine
sahabi-lerinden birine işaret ederek: “Bunu
ona götürün!” buyurdu. Fakat o da bunu görünce, sebzeleri yemekten
kaçındı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.), o sahabiye:
“Sen ye! Çünkü ben, senin yalvarmadıklarınla
yalvarırım” buyurdu.
[689]
460- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Hayber'in fethinden
henüz daha Medine'ye dönmemiştik. Biz Resulullah (s.a.v.)'in sahabileri, bu
sebzenin sarımsağın- tarlalarına rastladık. Halk açlık içerisindeydi. Bu
sebeple sarımsağı doyasıya yedik. Sonra Resulullah'ın namaz kıldırdığı mescide
gittik. Resulullah (s.a.v.) kokuyu hissedip:
“Kim bu pis kokulu sebzeden bir şey yerse sakın
mescitte bize yaklaşmasın” buyurdu.
Bunun üzerine halk:
“Sarımsak haram
kılındı, sarımsak haram kılındı” dediler. Bu haber, Peygamber (s.a.v.)'e
ulaştı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Ey cemaat! Allah'ın bana helal kıldığı bir şeyi haram
kılmak, benim elimde değildir. Doğrusu ben bu sebzenin kokusundan
hoşalnmıyorum” buyurdu.[690]
Açıklama:
Arapça'da “Şecer”
kelimesinin, gövdesi ve dalı olan ağaçlar için kullanıldığı bilinmekteyse de
Peygamber (s.a.v.) burada bu kelimeyi, soğan ve sarımsak için de kullanması, bu
kelimenin; gövdesi, dalı-budağı olmayan sarımsak ve soğan gibi bitkileri de
kapsadığını göstermektedir.
456 nolu Ebu Saîd
el-Hudrî hadisinde de görüldüğü üzere, sarımsak yemek haram değildir. Fakat
mescit gibi toplumsal yerlere gitme sözkonusu olduğunda yaş sarımsak yemek
mekruhtur. Pişmişi mekruh değildir.
Buna göre çirkin
kokulu diğer sebzeleri çiğ olarak yemek de mekruhtur. Bunları yiyen kimseler,
kokulan kayboluncaya kadar mescide gitmemeleri gerekmektedir.
Bu tür sebzeleri
yiyenlerin mescide girmelerinin yasaklanmasının sebebi; oradaki insanları ve
melekleri rahatsız etmektir. Kıyas yoluyla ağzı ve yarası ağır kokanların,
üstü-başı kirli olan kasap ve balıkçı gibi kimseler ile cüzamlı ve alaca
hastalığına yakalanmış kimselerin cemaata devam etmemelerine fetva verilmiştir.
Sigarayı da bu şekilde
düşünmek gerekmektedir.
461- Ma'dân
b. Ebi Talha'dan rivayet edilmiştir: “Ömer İbn Hattâb, Cuma günü hutbe verip
sonra da:
“Siz ey insanlar!
Benim ancak pis kokulu gördüğüm iki sebzeyi yiyorsunuz. Şu soğan ile
sarımsağı... Doğrusu ben, Resulullah (s.a.v.)'i, mescitte bir kimsede bunların
kokusunu duyduğu zaman emrederek o kimseyi Bakî kabristanlığına çıkarttığını
görmüşümdür. Buna göre eğer bir kimse bunları yiyecekse hiç olmazsa pişirmek
suretiyle onların kokularını gidersin” dedi.
[691]
Açıklama:
Bu hadis, sarımsak
yada soğan gibi pis kokulu bir sebze yada buna benzer bir yiyerek mescide gelen
kimsenin, koku duyulduğu takdirde bir ceza ve öğüt olarak o kimsenin mescitten
çıkanlabileceğini göstermektedir.
462- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kim bir kimseyi mescitte kayıp ararken işitirse
“Allah onu sana geri vermesin” desin. Çünkü mescitler bu tür işler için bina
edilmemişlerdir.”
[692]
463- Büreyde
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
namaz kıldırdığı zaman bir adam ayağa kalkıp:
“Kırmızı deveyi bulan
yok mu?” dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Onu bulamayasın! Çünkü bu mescitler, neye yarayacaksa
ancak onun için yapılmışlardır”
buyurdu.
[693]
Açıklama:
Hadisler, kaybedilen
oir malı halka ilan etmek için mescitte sesi yükseltmeyi men etmektedir. Bunun
dışında mescitte alışveriş yapmak, ihtiyaç yokken mescitte sesi yükseltmek de
bu hükme girmektedir. Çünkü mescitler, cemaati gereksiz yere uğraştıracak
türden özel işlerin konu edilmesi için yapılmamışlardır. Buralar Allah'ı anmak,
ibadet etmek, Kur'an okumak gibi ibadet türü işlerle meşgul olmak için
yapılmışlardır. Dolayısıyla buraların, ticaret merkezi ve İşyerleri haline
getirilmemesi gerekmektedir. Bununla birlikte cihad aletlerini düzeltmek,
toplamak gibi bütün müslümanları İlgilendiren hususları mescitlerde yapmakta
bir sakınca yoktur.
Sehiv kelimesi,
sözlükte; “Yanılma, unutma ve dalgınlık” gibi anlamlara gelmektedir. Buna göre
sehiv secdesi; yanılma, unutma veya dalgınlık gibi durumlar yüzünden namazın
vaciplerinden birini terk yada geciktirme durumunda namazın sonunda yapılan
secdelere denilir.
Sehiv secdesi
sayesinde namazda meydana gelen kusur düzeltilmiş, eksiklik telafi edilmiş
olur. Namaz esnasında huşu'Iu olmak esas olmakla birlikte, çeşitli nedenlerle
insanlar namazlarında yanılabilirler. Peygamberimiz bu tür durumlarda namaz
kılan kimsenin kendini suçlamasını ve karamsarlığa düşmesinin önüne geçerek
kişiyi rahatlatmak, vesveseden kurtarmak ve her yanılmada namazı yeni baştan
kılmanın önüne geçmek maksadıyla, asli olan bir farzın terk edilmediği
durumlarda bir telafi ve bir düzeltme mekanizması olarak sehiv secdesi
uygulamasını öngörmüştür.
Sehiv secdesi,
Hanefilere göre vacib, Mâükî ve Şafiilere göre sünnet, Hanbelilere göre ise
bazen vacip, bazen sünnet, bazen de mubah olur. Hanefilere göre sehiv secdesi
gerektiği halde bunu yapmayan kişi, günah işlemiş olur. Fakat namazı batıl
olmaz.
464- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Ezan okunduğu zaman şeytan geriye doğru kaçar. Ezanı
işitmemek için onun bir sesli yellenmesi vardır. Ezan bittiğinde dönüp geri
gelir. Namaz için kamet getirildiğinde yine geri dönüp kaçar gider. Kamet
bittiğinde dönüp geri gelir. Namaz kılan kişi ile nefsinin/kalbinin arasına
girip: Filanca şeyi hatırla, filanca şeyi hatırla” diyerek namazdan önce
insanın hiç aklında olmayan şeyleri hatırlatıp durur. Nihayet insan, kaç rekat
kıldığını bilemez oluncaya kadar onunla uğraşıp durur, işte sizden birisi, kaç
rekat kıldığını bilemediği zaman oturduğu yerde iki sede yapsın.”
[694]
Açıklama:
Alimler, bu tür
hadislere dayanarak şeytanın gerçek anlamda yellenip yellenmeyeceği konusunda
ihtilaf etmişlerdir.
Aynî (ö. 855/1451), bu
yellenmenin bir temsil olduğunu belirtir. Şeytanın Ezandan kaçması, korkudan
perişan olmuş bir adamın haline benzetilmiştir.
Bazılarına göre;
şeytanın Kur'an okumadan ue namazdan kaçmayıp Ezan sesinden kaçması, Kıyamet
gününde onu işittiğine şahadet etmemek içindir. Çünkü bir hadiste geçtiğine
göre; müezzinin sesini işiten insan, cin ve her şey Kıyamet gününde onu işittiğine
şahadet edecektir.
Bazılarına göre ise;
şeytanın kaçması, Ezanın azametindendir. Çünkü Ezan, dinin bütün kurallarına
kpsayan ve İslam'ın şiarını ilandan ibarettir. Dolayısıyla şeytan, bunlan
işitmeye tahammül edemez.
Bazılarına göre ise;
şeytanın kaçması, yeis ve ümitsizlik halindendir. Çünkü şeytan, tevhidin
ilanını duyunca insana vereceğinden ümidini keser.
Namaz kılan ve Kur'an
okuyarak Allah'a münacatta bulunan kimseden şeytan kaçmaz. Çünkü o hallerde
kendisine vesvese kapıları açıktır. İstediği gibi kulun damarlanna kadar
sokularak her türlü vesveseyi onun hatırına getirebilir. O derecede ki, namaz
kılan kimse kendinden geçerek kaç rekat kıldığını bile unutabilir. Bundan
kurtulmanın yolu, hatıra gelen Şeyi derhal reddetmek ve hatıra gelen vesveseyi
düşünmemektir.
Hadis; namazında
kıldığı rekat sayısında şüphe edip de bir tarafı tercih edemeyen kimsenin,
namazının sonunda sehiv secdesi yapmasına işaret etmektedir.
Hanefilere göre; rekat
sayısında şüphe eden kimseye bu hal ilk defa meydana geliyorsa namazını iade
eder. Bu konudaki delil, Taberânî (ö. 360/970)'nin “El-Kebir” adlı adlı eserinde
geçen şu hadistir:
“Namazın kaç rekat
kıldığını hatırlamayan bir kimsenin ne yapacağı, Resulullah (s.a.v.)'e
soruldu. Resulullah (s.a.v.):
“Namazını iade etsin. Namazın sonunda da oturarak iki
defa secde yapsın” buyurdu.”
Bir kimseye bu şüphe
ilk defa değil de, fazlaca meydana geliyorsa, kendi kendine araştırır. Kanaati
ne tarafa meylederse, ona göre hareket edip namazını tamamlar. Namazı iadeye
gerek yoktur. Eğer kanaati bir tarafa yönelmezse o zaman şüphesindeki az tarafa
itibar eder.
465-
Abdulmuttaüb
oğullarının anlaşmalısı Abdullah b.
Buhayne el-Esdîa'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
öğlen namazında birinci oturuşu yerine getirmeden irekti ayağa kalkmıştı. Sonra
namazını tamamlayınca her secdede tekbir mak suretiyle selam vermezden önce
unuttuğu oturuşun yerine oturduğu rden iki secde yaptı. Bu secdeleri onunla
birlikte cemaatta yaptı.”
[695]
Açıklama:
Peygamber (s.a.v.) bir
öğle namazının ikinci rekatından sonra teşehhüde oturmadan ağa kalmış ve
namazını tamamlayarak selamdan önce sehiv secdesi için iki secde yapmış, ıra
selam vermiştir.
Hadis, 'namazda bir
eksiklik dolayısıyla selamdan önce secde edilir' diyen kimseler için ilk
niteliğindedir. Ayrıca ilk teşehhüd ve onun için oturuşun, namazın farzların
olmadığına lalet etmektedir. Çünkü eğer bunlar farz olasydı, diğer farzlar gibi
sehiv secdesîyle onarıl-ızlardı. Sahabilerin çoğu, İmam Şafiî, İmam Malik ile
Ebu Hanife bu görüştedir.
466- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.)’le
buyurmaktadır:
“Sizden birisi namazda şüpheye düşüp üç mü, dört mü
kaç rekat kıldığıbilemezse şüpheyi atıp namazı yakinen bildiğinin üzerine bina
etsin. Sonselam vermezden önce iki secde yapsın. Eğer beş rekat namaz kılmışsa
bu secde, onun namazını çift yapar. Eğer dört rekatı tamamlamak için naız
kıldıysa bu iki secde şeytanı çatlatmak için yapılmış olur.”
[696]
Açıklama:
Hadis, namazda şüpheye
düşüp herhangi bir rekatı kılmadığında şüpheye düşen kimsenin bu rekati
kılmamış kabul etmesini ve namazının geri kalan kısmını, kıldığını kesin olarak
bildiği rekat üzere bina etmesini gerekli kılmaktadır. Örneğin, üç rekat mı,
yoksa dört rekat mı kıldığında tereddüt eden bir kimse, kendisini üç rekat
kılmış kabul edecek ve namazına bir rekat daha ilave edip sonunda sehiv secdesi
yapacaktır,
Namazda şüphe etmeyi
alışkanlık haline getiren kimse ise kaç rekat kıldığını araştırmalı ve kuvvetli
kanaatine göre hareket etmelidir. Eğer her iki ihtimale ait kanaati eşit ise az
olan rekat sayısına göre namazını tamamlamalı, fakat namazın sonunda sehiv
secdesi yapması gerekmektedir.
Namazı iadeye lüzum
yoktur. Ancak sonunda sehv secdesi yapar. Bu görüş Hz. Peygamber'in şu hadisine
dayanır:
“Her kim namazında şüphe ederse doğrusunu araştırsın.”
[697]
Kanaati bir tarafa
yönetmezse, meselâ sabah namazını bir rekat mı yoksa iki rekat mı kıldığında
şüphe eder de bir tarafı tercih edemezse, şüphesindeki az tarafa itibar eder.
Misalimize göre, namazı bir rekat kılmış kabul eder. Ancak tereddüt ettiği
rekatin sonunda oturup, ettehiyyatü'yü okur, sonra kalkar ve bir rekat daha
kılıp sonunda sehv secdesi yapar. Hz. Peygamberden rivayet edilen şu hadis buna
delâlet etmektedir:
“Sizden biri namazında tereddüt eder de kaç rek'at üç
mü, yoksa dört mü kıldığını bilemezse, namazını azı üzerine bina etsin.”
Dört rek'atli bir
namaza başlayan bir kimse kıldığı rekatin bir mi, yoksa iki mi olduğunda şüphe
edip de bir tarafa karar veremezse kendisini bir rek'at kılmış kabul eder ve
namazını buna göre tamamlar. Ancak iki rekat kılmış olma ihtimalini de göz
önüne alarak bu tereddüt ettiği rekatten itibaren her rekatin sonunda oturur.
Namazı bitirirken de sehv secdesi yapar.
iki rek'atli bir
namazda iki rek'at mi yoksa üç rek'at mı; dört rek'atli bir namazda da dört
rek'at mı yoksa beş rek'at mı kıldığında şüphe eden kimse oturur, tahiyyât okur
selâm vermeden kalkıp bir rek'at daha kılar ve sonunda sehv secdesi yapar.
Sonraki rek'atî ilâveye sebeb iki rekatli namaz üç, dört rek'atli olan da beş
rek'at olmuşsa fazlalığın nafile olması içindir. Çünkü Hanefilere göre tek
rek'atli nafile olmaz.
Bu-rivayetler
anlaşılıyor ki âlimler, teharri (=araştmna) ve kesin olarak bilinen rekat üzerine
bina konularında ihtilâf etmişlerdir. Hanefîler bunları ayrı ayrı şeyler kabul
ederken, Şafiî, Dâvûd ve İbn Hazm bunların aynı şey olduğunu söylemişlerdir.
Nevevî bunun cumhurun görüşü olduğunu nakleder. Ebû Hatim ve İbn Hıbbân,
Hanefilerin görüşündedirler.
[698]
467-
Abdullah
İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.) namaz
kıldırmıştı. Selam verince ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Namaz hakkında yeni bir şey mi var?” denildi. O da:
“Ne oldu?”
buyurdu. Soruyu soran kimseler:
“Namazı şöyle, şöyle
kıldın” dediler.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) hemen bacaklarını büküp kıbleye karşı du ve iki secde
yaptı. Sonra da selam verdi. Sonra yüzünü bize çevirip:
“Gerçekten namaz hakkında yeni bir şey olsaydı ben onu
size bildirir. Fakat ben de ancak bir insanım. Sizin gibi unuturum. Dolayısıyla
bir nuttuğum zaman hemen onu bana hatırlatın. Sizden birisi namazında leye
düşerse doğruyu araştırıp namazını onun üzerine tamamlasın. Sonra ki secde
yapsın”buyurdu.
468.
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.)
buyurmaktadır:
“Peygamber (s.a.v.)
öğle namazını beş rekat kıldırmıştı. Selam verdiği zaman ona:
“Namaza ilave mî
yapıldı?” denildi. Peygamber (s.a.v.):
“Ne oldu?”
diye sordu. Sahabiler:
“Namazı beş rekat
kıldın” dediler.
[699]
469- İbrahim
b. Süveyd'den rivayet edilmiştir:
“Alkame bize öğle
namazını beş rekat kıldırdı. Selam verince, namazdaki cemaat:
“Ya Eba Şibil! Namazı
beş rekat kıldırdın” dediler. Alkame:
“Hayır! Ben bunu
yapmadım” dedi. Cemaat:
“Evet! Yaptın”
dediler.
Açıklama:
Hadisin ravisi İbrahim
b. Süveyd der ki: Çocuk olduğum halde ben de cemaatin tarafında İdim. Ben
dahi:
“Evet! Beş rekat namaz
kıldırdın” dedim. Alkame, bana:
“Ey şaşı gözlü sende
mi bunu söylüyorsun?” dedi. Ben de:
“Evet!” cevabını
verdim.
Bunun üzerine Alkame
kıbleye dönüp iki secde yaptı. Sonra da selam verdi. Daha sonra da şöyle dedi:
Abdullah İbn Mes'ud şöyle dedi ki:
Resulullah (s.a.v.)
bize beş rekat namaz kıldırdı. Namazı bitirince, cemaat kendi arasında
kargaşalık çıkardı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Ne oluyor size?” buyurdu. Cemaat:
“Ey Allah'ın
resulü! Acaba namaza
bir şey mi ilave edildi” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Hayır!” diye cevap
verdi. Cemaat:
“Doğrusu beş
rekat namaz kildırdında..” dediler.
Bunun üzerine esulullah (s.a.v.)
kıbleye döndü ve iki secde yaptı. Sonra selam verdi. Sonra:
“Ben de ancak ve ancak sîzi gibi bir insanım. Sizin
unuttuğunuz gibi de unuturum”
buyurdu.
[700]
Açıklama:
Sahabilerin, fazla
rekata kalkan Hz. Peygamber (s.a.v.)'i ilk anda uyarmayışlarının nedeni, ırt
rekatli fatz namazın beş rekata çıkması ihtimalinin mevcudiyetindendir. Çünkü
Sahabiler, Hz. peygamber (s.a.v.)'in beşinci rekata kalkmasıyla namazın beş
rekata çıktığını zannetmişlerdi. Hz. peygamber (s.a.v.) yaptığı hatanın
farkında varmadığı için onlara, “Ne oldu?” diye sorarak ortada şey olup
olmadığını anlamak istemiştir. Namazda hata ettiği kendisine haber verilince,
hemen jleye karşı teşehhüd durumunda oturmuş ve iki sehiv secdesi yapmıştır.
Namazdan sonra da habilerine kısa bir konuşma yapmıştır.
Peygamberlerden fiil
hususunda hatanın meydana gelip gelmeyeceği konusu alimler arasın-tartışma
konusu olmuştur. Cumhura göre fiiller hakkında unutmak peygamberlere de
caizdir, ılnız onlar hataları üzere bırakılmazlar. Yüce Allah, onların
hatalarını kendilerine bildirerek onlara doğru olanı gösterir.
Namazda konuşmak,
namazı bozduğu halde Hz. Peygamber (s.a.v.)'in konuştuktan sonra secdesi
yapması, namazda konuşmanın haram kılınmazdan önceki zamanlara yorumlanmıştır.
Bu hadis, bize; kişi
hata yaptığı zaman etrafındaki insanlar tarafından uyarıldığı zaman, kendi
tasına kılıflar ve bahaneler değil, hatasının telafisi yoluna gitmesi
gerektiğini göstermektedir, ınkü insan hata yapabilir, dolayısıyla hata
düzeltilmesi gereklidir. Hata üzerinde ısrar edilmemelir.
Hanefilere göre sehiv
secdesi yapıldıktan sonraki oturuşta tahiyyat okumak ve selamla mazdan çıkmak
vaciptir. Salli ve Barik Dualarının sehiv secdesinden önce mi, yoksa sehiv
desinden sonra mı okunacağı konusunda iki farklı görüş vardır.
Son oturuşta sehiv
secdesi öncesinde her iki tarafa selam verileceği görüşü, Ebu Hanîfe 150/767
ile Ebu Yusuf (ö. 182/797)'a aittir. İmam Muhammed (ö. 189/805)'e göre ise dece
sağ yana selam verdikten sonra sehiv secdesi yapılır.)
470- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bize gün devrildikten sonra kılınan namazlardan birini, ya öğleyi yada ikindiyi
kıldırıp ikinci rekatta selam verdi. Sonra mescidin kiblesindeki bir hurma
kütüğüne gelip kızgın bir vaziyette ona dayandı. Cemaatın içerisinde Ebu Bekr
ile Ömer'de vardı. Bu ikisi, Resulullah'm kıldırdığı namazla ilgili konuşmaktan
çekindiler. Cemaatın aceleci takımı dışarı çıktılar. Kendi kendilerine yada
birbirlerine:
“Namaz kısaltıldı”
dediler. Derken Zu'1-Yedeyn ayağa kalkıp:
“Ey Allah'ın resulü!
Namaz kısaltıldı mı, yoksa unuttun mu?” dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.)
sağa ve sola bakıp:
“Zu'1-Yedeyn ne diyor?” buyurdu. Sahabiler:
“Zu'1-Yedeyn doğru
söylüyor. Çünkü dört rekat namaz kıldıracağına sadece iki rekat namaz
kıldırdın” dediler.
Bunun üzerine Peygamber
(s.a.v.) iki rekat namaz kıldı ve selam verdi. Sonra tekbir alıp secde etti.
Sonra yine tekbir alıp başını secdeden kaldırdı. Sonra tekbir alıp secdeye
gitti. Sonra yine tekbir alıp başını secdeden kaldırdı.
Açıklama:
Hadisin ravisi
Muhammed İbn Şîrîn der ki: İmrân b. Husayn'dan haber aldığıma göre, o:
“Peygamber başını
secdeden kaldırdıktan sonra selam verdi” demiştir.[701]
Açıklama:
Zu'1-Yedeyn'in asıl
adı hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Müslim'deki İmran b. Husayn
hadisine dayanarak bir çok alim, bu zatın, Hırbak es-Sülemî olduğunu
sözylemiştir. İbn Hibbân ise, Hirbak ile Zu'1-Yedeyn'in ayrı kişiler olduğunu
belirtmiştir. İbn Hacer (ö. 852/1447) ise “El-İsabe”de Zu'1-Yedeyn'in Abdi Amr
b. Nedla el-Huzaî olduğunu kaydetmiştir, Hz. Peygamber (s.a.v.), ona, elleri
uzun oîduğu için yada çok cömert olduğundan dolayı “iki el sahibi” anlamında
“Zu'1-Yedeyn” adını vermiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
hiddetlenmesine neyin sebep olduğu kesin olarak belli değildir. Bazı alimler,
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in müslümanlarla ilgili bir işten dolayı namazdan önce
hiddetlendiği ve bu halde namaza durup bu yüzden yanıldığını söylemişlerdir.
Bazıları da Müslim'deki İmran b. Husayn hadisine dayanarak, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
yanlışlıkla selam verdikten sonra kendi evine girdiğini, fakat Zu'1-Yedeyn'in
“Unuttun mu, yoksa namaz sorusuna canı sıkıldığını ve bu halde mescide geri
geldiğini ve hadisi metilen ve geri almanın olduğunu belirtmişlerdir. Ahmed
Naim Efendi'de “Tecrid Tersiri”nde bu ikinci görüşü tercih ettiği için diğer
olasılığa hiç temas etmemiştir.
Konu ile ilgili bu
rivayetler, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in dört rekatlı bir namazın ikinci
reka-sonra selam verip bir müddet bekledikten, yerinden ayrıldıktan hatta
konuştuktan namazın kalan kısmını kıldırdığını ifade etmektedir. Bu konuda
mezheplerin görüşleri şu şekildedir:
Şafiî'den iki görüş
nakledilmiştir. Bunlardan en sağlam olanına göre, namaza demek sahihtir.
Yalnız İmam Şafiî'nin, namazın batıl olduğuna dair olan içtihadı da Şâfiî’sında
mevcuttur.
nam Mâlik, abdest
bozulmadıkça zaman ve ara verme, ne kadar uzun olursa olsun, a devam etmenin
caiz olduğu görüşündedir.
A'zam Ebu Hanîfe ve
öğrencilerine göre ise; imam, sehven iki rekatta selam verir-unduğu yerde
yüzünü kıbleden çevirmedikçe ve insan kelamı konuşmadıkça namazın eda edilir.
Mescidin tamamı, namaz mahalli olduğu için tek mekan hükmündedir. ayla imam
konuşmadığı müddetçe yönünü kıbleden çevirmiş de olsa, namazına demesi,
caizdir. Fakat camiden çıktıktan sonra yanıldığını hatırlarsa artık devam
edemez, aştan kılmalıdır.
Görülüyor ki, sehiv
secdesi konusunda Hanefilerin içtihadı, diğer mezheplere göre da bir
durumdadır. Çünkü bu, namazda olması gereken huşu1 ve huzu'ya daha uygun-
Hanefiler; bu hadise,
Abdullah İbn Mes'ud ve Zeyd b. Erkam'ın rivayet ettikleri hadislere .rak
namazda sadece ima ve işaretin caiz olduğunu, bilmeyerek ve unutarak konuşulamazı
bozacağı görüşüne sahip olmuşlardır.
1- İmrân b.
Husayn (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Resulullah (s.a.v.)
ikindi namazını kıldırırken üçüncü rekatında selam verdi, kalkıp odasına girdi.
Bunun üzerine kendisine “Hırbâk” denilen ve elleri olan bir adam Resulullah (s.a.v.)'e
doğru ayağa kalkarak ona varıp:
“Ey Allah'ın resulü!”
diyerek Resulullah (s.a.v.)'in namazda eksik kıldırması olayını ona anlattı.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) kızgın bir halde hırkasını sürükleyerek
dışarıya çıktı ve cemaatın yanına gelip onlara:
“Bu, doğru mu
söylüyor?” dîye sordu. Sahabiler:
“Evet, doğru söylüyor”
dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) bir rekat daha kildırdı. Sonra selam
verdi. Sonra iki secde yaptı, sonra da selam verdi.
[702]
Açıklama:
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
namaz kılarken yanılıp sehiv secdesi yaptığı ve bunun birden fazla olduğu ile
ilgili rivayetler var. Alimlerin tespitine göre; Hz. Peygamber (s.a.v.), namazdaki
bir sehiv (=yanılma)dan dolayı beş defa secde yapmıştır. Bunlar;
1-
Buhârî'deki İbn Buhayne hadisinde görüldüğü üzere; Hz. Peygamber (s.a.v.)'la
iki rekat kıldıktan sonra teşehhüdsüz üçüncü rekata kalkması,
2-
Konumuzla
alakalı Zu'1-Yedeyn hadisinde geçtiğine göre; üçüncü rekattan sonra selam
vermesi.
3- İmran b.
Husayn hadisinden anlaşıldığına göre; beş rekat kılması.
4-
Abdullah
İbn Mes'ud hadsinde geçtiğine göre; beş rekat kılması.
5-
Ebu Saîd
el-Hudrî hadisinde geçtiğine göre; şüphe etmesi.
472-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
Kur'an okurdu. (Bazen) içerisinde secde ayeti bulunan bir sure okuyup hemen
secde ederdi. Biz de onunla beraber secde ederdik. Öyle ki kalabalık ve
sıkışık bir halde olduğumuz için bazılarımız alnını koyacak yer bulamazdı.”
[703]
473-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
Mekke'deyken “Necm” suresini okuyup burada secetmiş, beraberinde bulunan
kimseler de onunla birlikte secde etmişlerdi. ılnız ihtiyar bîr adam, bir avuç
çakıl veya toprak almış ve onu alnına kaldı.”
“Bana bu kadarı
yeter!” demiş,
Açıklama:
Abdullah İbn Mes'ud
der ki: Doğrusu o adamı sonraları gördüm. Bedir vaşında kafir olarak
öldürülmüştü.
[704]
474- Atâ' b.
Yesâr'dan rivayet edilmiştir:
“Atâ' b. Yesâr, Zeyd
b. Sâbİt'e namazda imamla birlikte cemaata kıratın gerekmediğini sordu. O da:
“Hiçbir namazda imamla
birlikte kıraat yoktur' demiş ve Resulullah (s.a.v.)'e “Necm” suresindeki secde
ayetini okuduğunu, fakat secde etmelini söylemiştir.”[705]
Açıklama:
Tahâvî konuyla ilgili
olarak şöyle der:
“Bu hadiste Necm
sûresinde secde lâzım gelmediğine delîl yoktur. Çünkü o sûre okunurken
Peygamber (s.a.v.)'in abdestsiz bulunmuş ıası ve bundan dolayı secde etmemesi
muhtemeldir. Ayet secde etmenin helal olmayacağı bir vakitte okunduğu için
secde etmemiş olması da bir ihtimâldir” demiş ve bir kaç ihtimâl daha
göstererek şunları söylemiştir:
“Resûlullah (s.a.v.)'in
secdeyi terk etmesi bu ihtimailerden dolayı olunca bu sûrede secde olup
olmadığının hükmünü araştırmamız için başka hadislere ihtiyaç duyar. İşte biz
böyle hadisleri ararken bundan önce geçen Abdullah b. Mes'ûd hadisini bulduk.
Onda hakikaten sözkonusu sûrede secde edildiğini gördük. Binaenaleyh o hadisle amel
etmek daha uygun olur.”
[706]
475- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resûlullah (s.a.v.)'le
birlikte “Inşikâk” suresi ile “Alak” süresindeki ilgili ayetlerde secde
ettik.”
[707]
Açıklama:
Kur'an'daki sureler,
tertip sırasına göre uzunlukları şu şekilde sınıflandırılır:
a-
Seb'u't-Tıval:
Fatiha'dan sonra gelen 7 uzun sure. Bunlar; Bakara, Al-i İmrân, Nisa, Mâide,
En'am, A'raf
b- Miûn:
Ayet sayıları 100'den fazla veya buna yakın olan surelere denir,
c- Mesânî:
Ayet sayıları 100'den az olan surelere denir.
d- Mufassal:
Daha kısa ve besmeîelî fasılaları çok olan surelere denir. Bu da, 3 kısma
ayrılır:
Hucurât suresinden
Burûc suresine kadar olan olan surelere “Tıval”, Burûc suresinden Beyyine
suresine kadar olan surelere “Evsat”, 3. Beyyine suresinden Nâs suresine kadar
olan surelere ise “Kısar” denir.
Hanefilere göre;
Kur'an'da tilavet secdeleri 14 tanedir. Bunlar; A'raf: 7/206, Ra'd: 13/15,
Nahl: 16/49-50, İsrâ: 17/107, Meryem: 19/58, Hac: 22/18, 77; Furkân: 25/60,
Neml: 27/25, Secde: 32/15, Sâd: 38/11, Fussilet: 41/37, Necm: 53/62, înşikâk:
84/21, Alak: 96/19 Hanefilerden başka diğer bütün alimlere göre; tilavet
secdesi sünnettir. Tilavetin nasıl yapılacağı hususunda görüş ayrılığı vardır.
476-
Abdullah İbnu'z-Zübeyr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
namazda teşehhüd duasını okumak için oturduğu
sol ayağını uyluğu ile baldırı arasına koyar, sağ ayağını da yere döşerdi.
Sol elini sol dizinin üzerine ve sağ elini de sağ uyluğunu üzerine koyup
iarmağıyla işaret ederdi.”
[708]
477-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
namazda oturduğu zaman ellerini dizleri üzerine koar, baş parmaktan sonra sonra
gelen şehadet parmağını kaldırıp onunla ua eder ve sol elini yayarak sol
dizinin üzerine koyardı.”
[709]
Açıklama:
Bu iki hadis, namaz
kılarken nasıl oturalacağını, ellerin nereye ve nasıl konacağını ve nrmaklann
görevini göstermektedir.
478- Ebu
Ma'mer'den rivayet edilmiştir;
“Mekke'de emirlik
yapan bir kimse namazdan çıkarken iki defa selam verirmiş. Bunun üzerine
Abdullah İbn Mes'ud:
“Bu kişi, bu doğru
sünneti nereden elde etti?” dedi.
Açıklama:
Hadisin ravüerinden
biri olan Hakem, kendi hadisinde:
“Gerçekten Resulullah
(s.a.v.) bunu yapardı” dedi.
[710]
479- Sa'd b.
Ebi Vakkâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'i
sağına ve soluna selam verirken gördüm. Öyle ki yanağının beyazlığını bile
görürdüm.
[711]
Açıklama:
Bü hadisler, namazdan
çıkarken sağa ve sola başı dönderip iki defa selam vermenin meşru olduğuna
delalet etmektedir. Bu hususta imam, cemaat ve tek olarak namaz kılanlar
arasında bir fark yoktur. Sahabilerin cumhurunun görüşü budur.
480-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah (s.a.v.)'in
namazının bittiğini tekbirle anlardık.”
[712]
481-
Abdullah İbn Abbâs
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Cemaatın farz
namazdan çıkınca yüksek sesle zikirde bulunması, Peygamber (s.a.v.) zamanında
vardı.
Açıklama:
Hadisin ravîsi Ebu
Ma'bed der ki:
Abdullah İbn Abbâs
(r.a):
“Ben cemaatin yüksek
sesle zikirde bulunmasını işittiğim onların namazdan çıktıklarını bilirdim”
dedi.
[713]
Abdullah İbn Abbâs, küçük
yaşta olduğu sırada cemaata katılmadığı zamanlarda mescidin dışarısında iken
cemaatle namazın sona erdiğini onların yüksek sesle zikirde bulunmalarından
anladığını belirtmektedir.
Hadisler, sahabilerin
namazdan sonra zikrettikleri ve bu zikrin; namazdan sonraki istiğfar, teşbih,
tekbir, hamd gibi tümünü içermekteydi. Ayrıca hadis, namazdan sonra zikrederden
sesi yükseltmenin meşru olduğunu göstermektedir.
482- Hz. Âişe
(r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
Resulullah (s.a.v.)
yanıma girmişti. Yanımda Yahudi bir kadın vardır. Bu kadın:
“Biliyor musun, siz
kabirlerde fitneye maruz kalacaksınız” diyordu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.)
irkilip:
“Fitneye maruz kalacaklar, ancak yahudilerdir” buyurdu. Âişe der ki:
“Böylece birkaç gece
geçirdik. Sonra Resulullah (s.a.v.):
“Biliyor musun, bana; siz, kabirlerde fitneye maruz
kalacaksınız” diye vahiy geldi”
buyurdu.
Âişe:
“Ben, bundan sonra Resulullah (s.a.v.)'in hep kabir
azabından Allah'a sığındığını işittim”
dedi.
[714]
483- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Medine'deki
Yahudilerin yaşlı kadınlarından ikisi yanıma girmişti. Kendi aralarında
konuşurlarken:
“Kabirlerde olanlar,
kabirlerinde azab görürler” dediler. Ben onların bu sözlerini yalanladım.
Onları tasdik etmek için “Evet” demeye gönlüm razı olmadı. Daha sonra çıkıp
gittiler. Derken Resulullah (s.a.v.) yanıma girdi. Ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Medine Yahudilerinin yaşlı kadınlarından ikisi yanıma gelip “Kabir halkı,
kabirlerinde muhakkak azab olunurlar” dediler” dedim. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.v.):
“O kadınlar, doğru söylemişlerdir. Onlar, kabirlerinde
öyle bir azab göer ki, o azabı konuşamayan hayvanlar bile işitir” buyurdu.
Aişe:
“Bundan sonra Resulullah (s.a.v.)'i her namazda kabir
azabından (Ala) sığınırken görmüşümdür”
dedi.
[715]
Açıklama:
Tahâvî”nin ifadesine
göre bu olay iki defa meydana gelmiştir: Birincisinde; Resulullah, Yahudi
kadının sözüne karşılık “Fitneye maruz
kalacaklar, ancak yahudilerdir” buyurmuştur. ikincisinde ise Yahudi kadını
bir arkadaşıyla gelerek Hz. Aişe'nin yanında kabir ından bahsetmiş, Aişe yine
bunu kabul etmemiş, sonra bu olayı Resulullah (s.a.v.)'e ması üzerine bu konuda
vahiy inmiş ve kabir azabının meydana gelmesinin bir hakikat bu bildirilmiştir.
Bu olaydan önce
Resulullah (s.a.v.)'in ümmeti için kabir azabı olup olmadığı ile ilgili ola-ıir
şey bilmediği anlaşılmaktadır. Bunu, İmam Ahmed'in Hz. Âİşe'den rivayet ettiği
şu ten anlamaktayız:
“Bir Yahudi kadını,
Aişe'ye hizmet ederdi. Aişe, bu kadına her ne zaman bir :te bulunsa kadın ona:
“Allah senin kabir
azabından korusun” diye dua eder. Nihayet Aişe, Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü!
Kabirde azab var midiye sordu.” Resulullah (s.a.v.):
“Yahudiler yalan söylemiştir. Kıyamet günün önce hiçbir
azab yoktur” buyurdu. Bu olayın
üzerinden Allah'ın dilediği aman geçtikten sonra Resulullah (s.a.v.) bir gün
öğle zamanı dışarıya çıkarak ildiğine yüksek sesle:
“Ey insanlar! Kabir
azabından Allah'a sığının Çünkü “Haktır” diye seslendi.”
Görülüyor ki,
Resulullah (s.a.v.) müminler hakkındaki kabir azabını son zamanlarda mesele
öğrenmiş ve bundan son derece korunmaları gerektiğini ümmetine öğretmiştir.”
[716]
Bu iki hadisten
anlaşıldığı üzere; kabir azabını önceki peygamberlerde ümmetlerine haber
vermişlerdi. Yalnız eldeki Tevrat nüshalarında kabir azabı ve bahsi
geçmemektedir. Fakat Yahudi kadının, bunu, Âişe'ye söylemesi; ya Tevrat'ın ya
da önceki peygamberlerin arının bugün elde bulunmayan eski nüshalarında var
olduğuna delalet etmektedir.
[717]
484- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'in namazda iken Deccâl'in
fitnesinden Allah'a sığındığını işittim.”
[718]
485- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edüdiğine göre, Resuluilah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Sizden birisi teşehhüd yaptığı zaman şu dört şeyden
Allah'a sığınsın: “Allahümme innî eûzu bike min azâbi cehenneme ve min
azâbi'I-kabri ve min fitneti'l-mehyâ ve'1-memâti ve min şerri
fitneti'l-Mesîhi'd-Deccâli. Allahım! Cehennem azabından. Kabir azabından,
Hayatın ve ölümün fitnesinden, Mesîh Deccâl'in fitnesinden Sana sığınıyorum” buyurdu.
[719]
486-
Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Hz. Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.) namazda:
“Allahümme innî eûzu bike min azâbi'I-kabri ve eûzu
bike min fitneti'l-Mesîhi'd-Deccâli ve eûzu bike min fitneti'l-mehyâ ve memâti.
Allahümme innî eûzu bike mine'l-me'semi ve'1-meğrami Allahım! Kabir azabından
Sana sığmıyorum, Mesîh Deccâl'in fitnesinden Sana sığmıyorum, ölümün ve hayatın
fitnesinden Sana sığmıyorum, Allahım! Günahtan ve borçtan Sana sığmıyorum” diye dua ederdi.
Âişe der ki: “Birisi,
Peygamber (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü! Borçtan ne kadar da çok Allah'a
sığınıyorsun!” dedi. Peygamber (s.a.v.):
“Çünkü insan borçlandığında konuşup yalan söyler, söz
verdiğinde sözünde durmaz” buyurdu.
[720]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)
namazın sonunda selam verdikten hadislerde de ifade edildiği şekilde dua
ederdi. Bu iki hadiste şu beş şeyden Allah'a sığınmıştın
1- Cehennem
azabından Allah'a sığınmak.
2- Kabir
azabından Allah'a sığınmak.
3- Hayatın
ve ölümün fitnesinden Allah'a sığınmak .
4- Mesih
Deccal'in fitnesinden Allah'a sığınmak.
5- Günahtan
ve borçlanmaktan Allah'a sığınmak.
Resulullah (s.a.v.)'in
bu beş şeyden Allah'a sığınması, kendisinin bu tehlikelere maruz kaldığından
dolayı değil, bu tehlikelerin ümmetini beklediğinden ve onlara bunları haber
vermek ve Allah'a nasıl dua edileceğini öğretmek istemesindendir. Aynı zamanda
bu dua sayesinde müminler, kendilerini bekleyen bu tehlikeleri tanımak ve
onlardan korunmak için daha önceden tedbir almak imkanını bulmuş olurlar.
487- Sevbân
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
(farz) namazı bitirdiği zaman üç defa istiğfar eder ve sonra da:
“Allahümme ente's-Selâmu ve minke's-Selâm tebârekte yâ
zâ'l-Celâli ve'I-İkrâm (= Allahım! Selâm sensin. Selamet te ancak sendendir.
Mübareksin. Ey Celâl ve İkram sahibi)”
derdi.
Açıklama:
Hadisin ravisi Velîd
der ki: Hadisin diğer ravisi Evzâî'ye:
“Resulullah'ın yaptığı
bu istiğfar nasıl olacak?” diye sordum. O da:
“Estağfirullah Allah'a
sığınıyorum, Estağfirullah Allah'a sığınıyorum” dersin” dedi.
[721]
Resulullah (s.a.v.)
selam verdikten sonra üç defa “Estağfirullah” Allah'a sığınıyorum deyip sonra
da bu duayı okurdu. Bazen sözkonusu bu zikri okuyacak kadar otururdu. Bununla
birlikte bu miktardan fazla oturduğu da sabittir. Bu duayı okurken kıbleye
karşı duruşunu bozmaz, duayı okuyup bitirdikten sonra kıble istikametinden
dönerdi.
Namazın sonra istiğfar
edilmesinden maksat; kulun kıldığı namazla gururlanmayıp yaptığı taatleri
azımsaması ve nefsini teskin etmesi gerektiğine işarettir. Çünkü kulun sorumlu
tutulduğu şeylerin tamamını, gereğince yapması mümkün değildir. İstiğfarın üç
defa tekrarlanması, amelde noksanlık olduğu inancındaki mübalağadan dolayıdır.
İstiğfardan sonra
“Allahümme ente's-Selâmu ve minke's-Selâm tebârckte yâ zâ'1-Celâli ve'1-İkrâm”
şeklinde dua etmek de sünnettir.
Namazdan sonra
okunacak dua konusunda farklı rivayetler bulunmaktadır. Bu, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
değişik zamanlarda başka başka dualar okuduğunu gösterir. Yalnız bunlardan bir
kısmına diğerlerinden daha çok devam etmiş ve meşhur olmuştur. Bu dua da,
bunların en meşhurlarındandır.
488- Muğîre
b. Şu'be (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
(farz) namazı bitirip selam verdiğinde:
“Lâ İlahe illâllâhu vahdehu lâ şerike lehu,
lehu'l-mulku ve lehu'I-hamdu ve huve alâ külli şey'in kadîr. Allahümme lâ mania
limâ e'tayte velâ mu'tîye limâ mena'te velâ yenfeu zâ'1-ceddi minke'l-ceddu”
Allah'tan başka ilah yoktur. Tektir. Ortağı yoktur. Mülk, O'nundur. Hamd, O'na
mahsustur. Her şeye güç yeti-rendir. Allahım! Senin verdiğine engel olacak hiç
kimse yoktur. Vermediğini de verecek hiç kimse yoktur. Senin katında hiçbir
varlık sahibine varlığı fayda verecek değildir” derdi.”
[722]
Açıklama:
Bu hadis de,
Resulullah (s.a.v.)'in namazı bitirdikten sonra diğer dualarından farklı olarak
bu duayı okuduğunu belirtmektedir. Daha önce de belirtildiği üzere, selam
verdikten sonra söylenmesi sünnet olan başka sözler ve dualar da vardır.
489-
Ebu'z-Zübeyr'clen rivayet edilmiştir:
“Abdullah
İbnu'z-Zübeyr, her namazın sonunda selam verdiğinde: “Lâ ilâhe îllâllâhu
vahdehu lâ şerike lehu, lehu'I-mulku ve lehu'l-hamdu ve huvc alâ külli şey'in
kadir. Lâ havle velâ kuvvete illâ billahi lâ ilahe illâllâhu velâ na'budu illâ
iyyâhu lehu'n-Ni'metu ve lehu'l-Fadlu ve lehu's-Senâu'I-hasenu lâ ilahe
illâllâhu muhlisine lehu'd-Dîne ve lev kerihe'l-Kâfirûne (=Allah'tan başka ilah
yoktur. Tektir. Ortağı yoktur. Mülk, O'nundur. Hamd, O'na mahsustur. Her şeye
güç yetirendir. Güç ve kuvvet ancak Allah'a özgüdür. Allah'tan başka hiçbir
ilah yoktur. Biz de ancak O'na ibadet ederiz. Nimet, O'nundur. Fazilet,
O'nundur. Güzel Övgü de, O'nundur. Kafirler istemese de dinde samimi olarak Allah'tan
başka ilah yoktur” derdi.
Abdullah İbnu'z-Zübeyr
der ki: Resulullah (s.a.v.), bu kelimeleri, her namazın sonunda yüksek sesle
söylerdi.
[723]
Açıklama:
Bu hadis de, Resulullah
(s.a.v.)'in namazı bitirdikten sonra okuduğu farklı bir duayı göstermektedir.
490- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Muhacirlerin fakirleri, Resulullah (s.a.v.)'e
gelip ona:
“Zengin kimseler,
yüksek dereceleri ve devamlı nimetleri alıp gittiler, bize bîr şey
bırakmadılar” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Neymiş o?”
diye sordu. Muhacirler:
“Onlar, bizim
kıldığımız gibi namaz kılıyor, bizim tuttuğumuz gibi oruç tutuyor. Onlar sadaka
veriyor; fakat biz onlar gibi sadaka
veremiyoruz; onlar köle azâd ediyor, biz onlar gibi köle azad edemiyoruz”
dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.);
“Ben size bir şey öğreteyim mi? Onunla, sizi geçenlere
yetişir; sizden sonrakileri de geçersiniz. Hem hiç bir kimse sizden daha
faziletli olamaz; meğer ki sizin yaptığınız gibi yapmış olsun?” buyurdu. Muhacirler:
“Evet, ey Allah'ın
resulü!” dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Her namazdan sonra otuzüç kere tesbîh (=subhanallah),
tekbîr (=Allahu Ekber) ve tahmîd (=Elhamdülillah) edersiniz” buyurdu.
Açıklama:
Hadisin ravisi Ebû
Salih der ki: Bunun üzerine fakîr muhacirler, bir müddet sonra Resulullah (s.a.v.)'edönüp
geldiler:
“Mal ve mülk sahibi
(dîn) kardeşlerimiz, bizim yaptığımızı işitmiş; bunun mislini onlar da
yaptılar!” dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Ne yapalım! Bu, Allah'ın bir ihsanıdır. Onu
dilediğine verir” buyurdu.
[724]
Açıklama:
Muhacirlerin
fakirleri, Ensar'ın fakirlerinden daha çoktu. Çünkü muhacirler, Mekke'deki ile
mülklerini, evlerini ve eşyalarını bırakarak Medine'ye gelmişlerdi. Bir
rivayete göre soran Ebu'd-Derdâ' ve başka bîr rivayete göre ise Ebu Zerr'dir.
Macirlerin bu sorusuna
karşılık Resulullah (s.a.v.)'in namazdan sonra belli miktarda tahmid ve
tekbirde bulunmak suretiyle muhacirlerin sevab hususunda herkesi geçek ifade
etmiştir.
Burada şöyle bir soru
hatıra gelebilir: Bu kelimeler bu kadar kolay ve meşakkatsiz şu hâlde nasıl
olur da cihâd gibi en güç ve en faziletli ibâdetlere denk olabilir?.” Bu böyle
cevap verilmiştir:
Fakir olduğu hâlde bu
kelimelerin, sözkonusu hamd'in hakkı olan ihlâsı eda etmek, en ve en meşakkatli
amellerdendir. Sonra sevabın, mutlaka meşakkata göre verilmesi îğlidir.
Kelime-i şehâdeti söylemekle kazanılan sevap, bir çok meşakkatli ibâdetlerin
dan daha fazladır. Alimlerin ifadesine göre Resulullah (s.a.v.)'le bir an
sohbette bunlara hayr ve fazileti hiç
bir amelin sevabıyla ölçülemez. Ve o dereceye, başka hiç bir ulaşılamaz.
de fakır muhacirlerin
niyetleri, zengin olsalar zenginler gibi amel etmek idi. Bir hadis bulduğuna
göre; “Mü'minin niyeti amelinden daha hayırlıdır.” Dolayısıyla bu ıulunan
muhacirlerin niyetlerine göre cevap verilecek demektir.
Burada da şöyle bir
soru hatıra gelebilir: Namaz sonundaki zikirleri zenginler de yaptıkirde vaad
edilen sevaba nail olurlar. O hâlde vaziyet yine muhacirlerin şikâyet ettiği
alır. Yâni zenginler yine fakirlerden daha faziletli ve sevaplı olurlar. Çünkü
zikir hususun da fakirlerle denk olmakla beraber cihâd ve benzeri meşakkatli
mâlî ibâdetlerde onları Buna da şöyle cevap verilmiştir: muhacirlerin maksadı,
mutlaka zenginlerden fazla sevap ve derece kazanmak derecelere ve ebedî
nimetlere kendilerinin de nail olmalarıdır.
Riyetlerin çoğunda
namazdan sonra önce teşbih, sonra tahmîd, daha sonra tekbîr zîkredilmişse de
bâzı rivayetlerde tekbîr, tahmîd'den önce zikredilmiş, bâzılarında da,
tesbîhden önce yapılacağı bildirilmiştir. Rivâyetlerdeki bu farklılık bu
hususta terti şart olmadığını gösterir. Lâkin yine de işe tesbîhden başlamak
ondan sonra tahmîd; ıra tekbîrde bulunmak daha uygundur. Çünkü teşbih, Yüce
Allah'ın bütün noksan uzak olduğunu içermektedir. Tahmîd'de, Yüce Allah'a kemâl
sıfatını ispat vardır, ütün hamd-ü senalar, O'na aittir. Ondan sonra sıra
tekbîre gelir. Çünkü tekbîrde, fdır. Bütün noksanlıklardan münezzeh ve bütün
hamdü senalara müstahak olan bir ide bulunmak elbetde vâcib olur. İşte bu
ta'zîm, tekbîrle eda olunur. Bütün bunlara bir de tehlîl getirilerek zikre son
verilir. Tehlîlden maksat, “La ilahe İllallah” Bu cümle, Allah'ın birliğine ve
tek olduğuna delâlet etmektedir.
Bu zikirlerin ne zaman
yapılacağını belirtme hususunda bâzı rivayetlerde: “Her namazdan sonra”, diğer
bâzı rivayetlerde: “Her namazdan sonraki dualarda”, bir rivâyette; Her namazın
peşinde” denilmiştir. Buradaki “Namaz” ifadesiyle, farz ve nafile her nadasa
da alimlerin çoğu onu farz namaz şeklinde yorumlamışlardır. Çünkü 487 nolu ücra
rivayetinde “Namaz”dan maksadın, “Farz namaz” olduğu belirtilmiştir.
Anlaşılıyorki, alimler mutlak olan diğer rivayetleri bu rivayet doğrultusunda
yorumlamışlardır.
491- Ka'b b.
Ucre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Bazı muakkibât (farz namazın peşisıra söylenecek
güzel kelimeler vardır ki, bunları her farz namazın ardından söyleyen yada
yapan kimse hiçbir zaman ziyanda olmaz. Bunlar; otuz üç defa teşbih çekmek,
otuz üç defa hamd etmek, otuz dört defa da tekbir getirmektir.”
[725]
492-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.)'in şöyle
buyurmaktadır:
“Kim her namazın sonunda Allah'a otuz üç defa teşbih,
otuz üç defa hamd eder ve otuzrüç defa da tekbirde bulunursa bunların toplumu
doksan dokuz eder. Yüzün tamamında ise “Lâ ilahe illâllâhu vahdehu lâ şerike
lehu, lehu'l-mulku ve lehu'l-hamdu ve huve alâ külli şey'in kadir (Allah'tan
başka ilah yoktur. Tektir. Ortağı yoktur. Mülk, O'nundur. Hamd, O'na mahsustur.
Her şeye güç yetirendir” derse günahları denizin köpüğü kadar bile olsa yine
bağışlanır.”
[726]
Açıklama:
Konuyla ilgili
hadislerde sözkonusu teşbihlerin sayısı, farklı şekillerde gelmiştir. Bâzılarında
otuzüç adet olacağı belirilmiştir. Nitekim 486, 487, 488 nolu hadisler bu
şekildedir. Nesâî'nin rivayet ettiği Zeyd b. Sabit hadisinde teşbihlerin sayısı
yirmibeş; Abdullah İbn Ömer hadisinin bâzı geliş yollarında onbir, Tirmizî ile
Nesâî'nin rivayet ettikleri Enes hadisinde on; Enes hadisinin bâzı geliş
yollarında bir; Taberânî'nin rivayet ettiği Cühenî hadisinde yetmiş;
“Nesâî'nin rivayet
ettiği Ebû Hureyre hadisinin bâzı geliş yollarında yüz defa teşbih, tekbîr ve
tahmîd edileceği; bu yapılırsa yapan kimsenin günahları denizin köpüğünden bile
çok olsa bağışlanacağı ifade edilmiştir.
Acaba zikir
hususundaki bu farklı sayıların belirtilmesin deki hikmet nedir?
Alimlerin ifadesine
göre bunlardaki hikmet sırrını bilmesek bile her şeyden önce emre sarılmaktır.
Çünkü Peygamber (s.a.v.)'in sözleri hikmetten uzak değildir.
Aynî konuyla ilgili
olarak şöyle der:
“Teşbihlerin sayısı
hakkındaki ihtilâf; şahıslara, hâl ve zamanlara göre değişiktir. Bunlar şöyle
açıklanabilir: Namazdan sonra bir defa zikirde bulunmayı emretmesi, bir adedi
en küçük sayı olup ondan aşağı başka sayı bulunmadığındandır. Altı defa zikir
emredilmesi, günlerin sayısı altı olduğu içindir. Dolayısıyla namaz sonunda
altı defa zikirde bulunan kimse haftanın her gününde bir defa zikir etmiş ve
bütün günlerini zikir bereketiyle doldurmuş gibi olur. On defa zikir tavsiye
edilmesi, her hayr on kat sevapla karşılık göreceğindendir. Onbir de öyledir.
Bunda onun muhakkak olduğuna kesin bir şekilde hüküm meydana gelsin diye bir de
fazlalık vardır. Yirmibeş defa zikir tavsiye edilmesi, günde ve gecede
yirmidört saat bulunduğundandır. Onbir de olduğu gibi bunda da yirmidört adedi
kesin olarak anlaşılmak için üzerine bir sayı daha ilâve edilmiştir. O hâlde
namazdan sonra yirmibeş defa zikr-u tesbîhde bulunan kimse, gün ve gecenin her
saatinde zikir etmiş gibi olur. Zikrin otuzüç aded yapılmasının tavsiye
buyurulması, bu sayı üçie çarpıldığı zaman doksan dokuz ettiği içindir.
Binaenaleyh bu mikdâr zikirde bulunan kimse Allah Teâlâ'yı doksandokuz İsmi ile
zikretmiş gibi olur.”
Zikrin yetmiş defa
yapılmasının emir buyurulması, bire on hesabı ile yetmişe karşı yediyüz sevap
verileceği içindir. Nitekim Cühenî hadisinde bu şekilde belirtilmiştir.
Yüz defa zikirden ise
çoklukta mubâlega kasdolunmuşdur. Çünkü yüz adedi, sayıların üçüncü
derecesidir.
Bu sayıların
hangisinin tercih edilmesi meselesine gelince; zikrin her çeşidini otuz üçer
defa yapmak yâni otuzüç defa “Sübhânallah”, otuzüç defa “Elhamdülillah”, otuzüç
defa da “Allâhu Ekber” demek hepsinden daha uygundur. Kadı İyâz:
“Bu, hadisin ravisi
Ebû Salih'in te'vîlinden daha uygundur” diyor.
Tekbîrlerin sonunda
“Lâ ilahe illallahu vahdehu lâ şerike leh” denilirki, bununla yüz tamam olur.
Bir rivayette, tekbîrin otuzdört adet yapılacağı belirtilmiştir. Bunlar, mevsuk
râvîler tarafından yapılmış ilaveler olduğu için kabul edilmeleri gerekir.
Nevevî'nin ifadesine göre; insan ihtiyatla hareket etmeli ve otuzüç defa
tesbîh, otuzüç tahmîd, otuzdört defa da tekbîrde bulunmalı; en sonunda da
tehlîli yapmalıdır. Ona göre, bu şekilde bütün rivayetlerin arası uzlaştırılmış
olur.
Acaba sözkonusu
sayılardan az veya çok tesbîh veya tahmîdde bulunulursa vaad edilen sevap
verilir mi, verilmez mi?
Alimlerden bâzılarına
göre; fazlalık veya noksanlık, kasten yapılırsa vaad edilen sevap verilmez.
Çünkü olabilir, bu sayıların bir hikmeti ve özelliği bulunur da sayı noksan
bırakılmak veya fazla yapılmak suretiyle bu hikmet ve özellik, zayi olur.
Fakat diğer bâzı
alimler, bu görüşü doğru bulmamış, istenilen sayı dolduruldukdan sonra yapılan
fazlalık, vâad edilen sevabı gidermez, demişlerdir. Bu görüş daha makbul görünmektedir.
[727]
493- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Resulullah (s.a.v.)
namaza başlamak için tekbir aldığı zaman Kur'an okumazdan önce kısa bir müddet
susardı. Ben bir gün ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Annem-babam sana feda olsun. Biliyorsun ki, şu başlangıç tekbîri ile kıraat
arasındaki susman sırasında ne diyorsun?” diye sordum. O da:
“Allahümme bâid
beynî ve beyne hatâyâyâ kemâ
bâadte beyne'l-meşrıkı ve'1-mağribi.
Allahümme nakkinî min hatâyâyâ kemâ yunakka's-sevbu'l-ebyedu
mine'd-denesi. Allahümme'ğsilnî min hatâyâyâ bi's-selci ve'l-mâi ve'I-beredi
(Allahım! Benim ile günahlarımın arasını doğu ile batı arası gibi uzak eyle!
Allahım! Beni günahlarımdan beyaz elbisenin kirden temizlendiği gibi temiz
eyle! Allahım! Beni; günahlarımdan karla, suyla ve doluyla yıka!” derim” dedi.[728]
Açıklama:
“Allahım! Benim ile
günahlarımın arasını doğu ile batı arası gibi uzak eyle” sözünün mânâsı; geçmiş
günahlarımı affet ve de beni günah işlemekten koru demektir.
Günahlardan temenni
edilen uzaklığın doğu ile batı arasındaki uzaklığa benzetilişindeki benzetme
yönü, doğu ile batının bir araya gelmesinin imkânsızlığıdır. Kişinin günahlara yaklaşması, doğu ile
batının birbirine yaklaşmasına benzetilmiştir. Buna göre bu duanın mânâsı
şöyledir:
“Allahım! Beni
günahlardan doğu ile batı arasındaki uzaklık kadar uzakJaştir. Doğu ile batı
nasıl birbirine uzak ve birleşmeleri imkânsız iki yön ise, günahlarım ile benim
aramı da aynı derecede uzaklaştır ve birleşmesi imkânsız iki zıt kutub hâline
getir”
“Allahım! Beni günahlarımdan beyaz elbisenin kirden
temizlendiği gibi temiz eyle” cümlesinde;
günahlardan arınma, beyaz kumaşın kir ve pastan arınmasına benzetilmiştir.
Çünkü beyaz kumaş kir ve pası başkalarına nispetle daha çok belli ettiği ve kir
götürmediği için üzerinde en küçük bîr kir veya pas olsa beyazlığını kaybeder.
Böyle bir kumaşın beyaz rengini muhafaza edebilmesi en küçük bir lekeden dahi
uzak olmasına bağlıdır. Yani bu dua ile günahlardan en küçük bir izin bile
kalmaması istenmiştir.
“Beni; günahlarımdan
karla, suyla ve doluyla yıka” duasında geçen günahların; kar, su ve doluyla
yıkanması sözünde de mecaz vardır. Günahlar adeta kar, su ve doluyla
temizlenebilen bir kere benzetilmiştir. Bu üç maddenin tabiatında kirleri
temizleme özelliği bulunduğu gibi ateş söndürme özelliği de vardır. Günah da,
hem pistir ve hem de sahibini cehenneme sürüklediği için bir ateş
mesabesindedir.
Resulullah (s.a.v.)'in
bu üç duası üç zaman nazaran yapılmış olabilir:
1-
Günahlardan uzaklaştırmak geleceğe,
2- Beyaz
kumaş gibi temizlemek şimdiki zaman,
3- Yıkamak
da geçmiş zaman ait olabilir.
Hadis, farz olsun yada
nafile olsun iftitah/başlangıç tekbîri ile Fatiha arasında dua okumanın meşru
olduğunu göstermektedir.
Namaza
İstiftahın/başlamanın neyle yapılacağı, alimler arasında tartışma konusu olmuştur.
İmam Ahmed ile İmam A'zam Ebu Hanife'ye göre namaza başlama, “Subhaneke”
duasıyla olur. Delilleri, Hz. Âişe'den gelen hadistir. Bu hadiste, Resulullah (s.a.v.)'in
namaza “Subhaneke” duasıyla başladığı bildirilmektedir. Hadis, sahihtir.[729]
494- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
ikinci rekattan üçüncü rekata kalktığı zaman kıraate “Fatiha” süresiyle
başlayıp susmazdı.”
[730]
Açıklama:
Bu hadis, ilk
oturuştan üçüncü rekata kalkıldığı zaman susmak gerekmeyeceğine yani orada
“Subhaneke” ve benzeri gizli bir dua okumanın meşru olmadığını göstermektedir.
Zaten bunu iddia eden
de olmamıştır. Sadece ikindi yada yatsı namazından önce kılınan dörder rekat
sünneti gayri müekkedelerde üçüncü rekata kalkıldığında “Subhanake” duası
okumak güzel görülmüştür. Yine Teravih namazı da dört rekat kılındığında bunun
hükmü de böyledir.
495- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir adam cemaatle
namaza yetişmek için hızlıca nefes nefese mescide gelip hemen safa girip:
“el-Hamdu lillâhi
haniden kesîran tayyiben
ve mubâreken fîh” Allah'a hayrı çok ve devamlı bol bol
hamd olsun” dedi. Resulullah (s.a.v.) namazı bitirince:
“O sözleri söyleyen hanginizdi?” diye sordu. Cemaat sustu. Resulullah (s.a.v.) tekrar:
“O sözleri söyleyen hanginizdi?” diye sordu. Bunun üzerine bir kimse:
“Cemaata soluk soluğa
koşarak yetiştim. Bunun için de onları ben söyledim” dedi. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.):
“Doğrusu oniki melek gördüm ki, bu sözü hangisi
Hakk'ın huzuruna çıkaracak diye yarış ediyorlardı” buyurdu.[731]
Açıklama:
Bu hadiste sözü geçen
kimse, okumuş olduğu duayı; ister cemaate yetiştiğinden dolayı ve isterse içten
gelen bir arzuyla mücerred bir ta'zim ve şükür maksadıyla okumuş olsun, her iki
halde de Resulullah (s.a.v.)'in tasdik ve onayına mazhar olmuştur. On iki tane
meleğin bu hamd-ü senanın sevabını yazmakta yarış ettiklerini haber vermesiyle
de bu sözleri namazda söyleyen bir kimsenin büyük bir ecir ve sevaba nail
olacağını belirterek bu fiile teşvik etmiştir.
Müslim ve Nesâî'nin
rivayetlerinde ise, hâdise: “Resulullah (s.a.v.) namazını bitirince, “O sözleri söyleyen hanginizdi?” diye sordu.
Cemaat sükût etti. Bunun üzerine Resulullah tekrar:
“Bunları söyleyen hanginizdi? Zira zararlı bir şey
söylemedi” buyurdu” ilamına gelen
lâfızlarla anlatılmaktadır. Hanefiler bu gibi zikirlerin ancak nafile
namazlarda ıpılabileceğini farz namazlarda ise, teşehhüdden sora caiz olduğunu
söylerler. “Bu duanın vabını yazan meleklerin sayısının on iki olmasının
hikmetini ancak Allah ve Resulü” bilir.
Humeyd'in bu hadise
ilave ettiği cümleden de anlaşılıyor ki, Resûlullah (s.a.v.) namaza şarak
gitmeyi hoş karşılamamıştır. Çünkü bilindiği gibi imama teşehhüdde bile yetişen
nse cemaat sevabına nail olur. İmam selâm verdikten sonra da kalkar cemaatle
kılamadığı tatlan yalnız başına kılar.
Hadisin zahirine
bakılırsa buradaki melâike-i kiramdan maksat Hafaza melekleri değil. Nitekim
Buhârî ile Müslim'in Ebû Hureyre (r.a)'den ittifakla rivayet ettikleri hadis,
bunu stermektedir. Çünkü sözkonusu hadiste; “Allah
Teâlâ'nm öyle melekleri vardır ki ınlar yollarda dolaşarak zikir ehlini
ararlar” buyurulmaktadır.
[732]
496- Abdullah
İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir defasında
Resûlullah (s.a.v.)'le birlikte namaz kılarken birden cemaattan biri;
“Allahu Ekber
kebîran ve'1-hamdu lillâhi
kesîran ve subhânellâhi kraten ve
esîlâ” (Allah en büyüktür. O'na çok hamd olsun. Allah'ı, sabah-akşam teşbih
ederim” dedi. Resûlullah (s.a.v.):
“Filanca ve filanca sözleri söyleyen kimdir?” diye sordu. Cemaattan biri:
“Ey Allah'ın resulü! O
sözleri söyleyen bendim” dedi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.):
“Ben bu sözlere şaştım. Öyle ki, bu sözler için gök
kapıları açıldı” buyurdu.
Abdullah İbn Ömer:
“”Ben, Resulullah (s.a.v.)'in
bunu söyleiğini duyudm duyah bir daha bu sözleri söylemeyi bırakmadım” dedi.
[733]
Açıklama:
Hadis, aynen bundan
önceki hadisin manasındadır. Olması da, bir çok defa olması da muhtemeldir.
“Gök kapılarının
açılması"ndan maksat; bu kelimelerle yapılan duanın kabul edilmesidir.
Çünkü duaların kıblesi, gökyüzüdür.”
Abdullah İbn Ömer'in
sözü, bu şekilde yapılan duanın devamlı surette yapılmasını teşvik mahiyetindedir.
497- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'in:
“Farz namaza kamet getirildiği zaman ona koşarak
gelmeyip yürüyerek gelin. Çünkü size sükunet yaraşır. Yetişebildiğinizi imamla
kılın. Yetişemediğinizi de (imamın selam vermesinden sonra kendi başınıza
tamamlayın” buyurduğunu işittim.
[734]
Açıklama:
Hadis, namaza kamet
getirilirken koşarak ona yetişmeye çalışan kimse, yorulur ve bitkin düşer.
Namaza bu şekilde başlar. Böyle yorgun ve bitkin bir halde kılınan namazda ise
beklenilen huşu meydana gelmez. Fakat namaza vaktinde, vakar ve sükunetle giden
kimse mescide kametten önce varacağı için dinlenme fırsatı bulur. Bu suretle
hiçbir telaş ve yorgunluk hissetmeden kılınan namaz elbette huşu itibariyle
daha mükemmel olur.
“Sükunet” ile “Vakar”
kelimeleri, bazılarına göre aynı manadadır. Nevevî'ye göre ise sükunet,
harketlerinde ağırbaşlı davranmak, abes sayılan şeylerden kaçınmaktır. Vakar
ise duruşla olur. Yani bağı bağıra konuşmamak gibi davranışlardan kaçınmakla
olur.
[735]
498- Ebu
Katâde (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir defasında
Resulullah (s.a.v.)'le birlikte namaz kılıyorduk. Derken bir gürültü işitti.”
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Size ne oluyor öyle?” buyurdu. Sahabiler:
“Namaza yetişmek için
acele ettik” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Bir daha böyle yapmayın. Namaza geldiğiniz zaman
sükuneti sağlayın. Namazdan yetişebildiğiniz kadarım imamla birlikte kılın,
yetişemediğinizi de imam selam verdikten sonra tek başınıza tamamlayın” buyurdu.
[736]
Açıklama:
Hadisin değişik
rivayetlerinde geçen “Kaza” kelimesi ile “Tamamlama” kelimesinin aynı anlama
gelip gelmediği hususunda ihtilaf edilmiştir. İşte imama sonradan yetişen bir
kimsenin, imamla birlikte kıldığı rekatlar, namazının başında mı, yoksa
sonunda mı olacağı meselesindeki görüş ayrılığı buradan çıkmaktadır. Bu konuda
dört görüş vardır:
1-
Cemaata
sonradan yetişen kimseye mesbûk derler. Mesbûkun imamla birlikte kıldığı rekâtlar
namazının başıdır, imam selâm verdikten sonra yalnız başına kıldığı rek'âtlar
namazının sonudur. İmam Şafiî, İshâk ve Evzâî'nin görüşleri bu şekildedir.
2- Mesbûkun
imamla beraber kıldığı rek'âtlar fiillere nispetle namazının başıdır. Dolayısıyla
geri kalan kısmını o fiillerin üzerine bina eder. Fakat kalan kısımlara
nispetle namazının sonudur. Şu hâlde geriye kalan kısımlan kaza eder. İmam
Mâlik 'in görüşü bu şekildedir.
3- Mesbûk'un
imamla beraber kıldığı rek'âtlar namazının başıdır.Şu kadar var ki imama
yetiştiği rekâtlarda fatiha ile birlikte bir sûre okur, İmamdan sonra kıldığı
rek'âtlarda ise yalnız fatihayı kaza eder. Çünkü bu rek'âtlar onun namazının
sonudur. Zahirîler, Müzeni ve İshâk'ın görüşü bu şekildedir.
4- Mesbûk'un
imamla birlikte kıldığı rek'âtlar, namazının sonudur. İmamdan sonra mesbûk
namazın kalan fiil ve kısımlarını kaza etmiş olur. İmamA'zam'la bir rivayette
İmam Ahmed b. Hanbel 'in görüşü bu şekildedir.
Hanefiler, Şafiilerin
deliline; “Tamamlayınız” emrinin, mesbukun namazı imamın namazına bağlı olduğu
için verilmiştir” şeklinde cevap vermişlerdir. Yani mesbukun yetişemediği
rekatların kaza etmesi, namazın noksan kalan yerlerini tamamlamaktır.
[737]
499- Ebu Katâde
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Namaza kamet getirildiği zaman beni görmedikçe ayağa
kalkmayın!”
[738]
500- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Namaza kamet
getirilmişti. Biz de kalkıp Resulullah (s.a.v.) yanımıza çıkmadan önce safları
düzelttik. Derken Resulullah (s.a.v.) geldi. Namazgahına durdu, tekbir almadan
önce gusül abdesti alması gerektiğini hatırladı.”
“Derhal oradan
ayrıldı, bize de:
“Yerinizde durun!” buyurdu.
“Biz, Resulullah (s.a.v.)
yanımıza çıkıp gelinceye kadar ayakta onu bekledik. Yıkanmıştı. Başından su
damlıyordu. Tekbir aldı ve bize namazı kıldırdı.
[739]
501- Câbir
b. Semure (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bilal, güneş tam
tepeden batı yönüne doğru kaydığında ezanı okurdu. Peygamber (s.a.v.)
hücresinden çıkmadıkça namaz için kamet getirmezdi. Hücresinden çıkıp da onu
gördüğünde namaza kamet getirirdi.”
[740]
Açıklama:
497 nolu hadiste
“Bilâl, Peygamber (s.a.v.) hücresinden
çıkmadıkça namaz için kamet getirmezdi” manasındaki hadis ile 495 nolu hadis
arasında bir çelişki yoktur. Hafız İbn Hacer, bu iki hadisin arasını şöyle
birleştirmektedir: Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hücresinden çıktığını gören Bilâl
(r.a.) hemen kamete başlardı. Cemaat de, ondan sonra Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
gelmekte olduğunu görür ve saf tutmaya başlardı. Dolayısıyla bu iki hadis
arasında bir fark yoktur. Yine 496 nolu “Namaza
kamet getirildi, biz de Resûlüllah (s.a.v.) yanımıza çıkmadan önce kalkarak saf
olduk” hadisi ile “Namaz için kamet
getirildi. Cemaat saflarını düzenledi. Sonra Peygamber hücresinden çıktı”
[741]
hadisi arasında da bir çelişki söz konusu değildir. Çünkü bu hadisler,
Hz.Peygamber (s.a.v.)'in odasından çıkacağı tecrübe ile bilinen saatte kamet
edip saf tutmanın caiz olduğuna delâlet ederken; konumuzu teşkil eden hadis-i
şerifleri Hz. Peygamber (s.a.v.)'in odasından çıktığı görülünceye kadar kamet
getirmemenin ihtiyata daha uygun olduğuna, çünkü Hz.Peygamber (s.a.v.)'in
aniden çıkan bir mazereti sebebiyle odasından çıkmakta gecikmesi halinde
cemaatin uzun süre ayakta beklemesi icab edeceğine, bunun da bıkkınlığa sebeb
olacağına delâlet etmekte ve bu şekilde acele davranmaktan nehy etmektedir.
Dolayısıyla bu iki husus arasında bir çelişkiden söz edilemez.
Kamet getirilirken
cemaatin hangi cümlelerde ayağa kalkacağı meselesi de fıkıh imamları arasında
ihtillaf konusu olmuştur. Alimlerin bu konudakü görüşlerini şu şekilde
özetleyebiliriz:
Mâlikîlere göre:
Cemaatin namaza kalkması için belli bir vakit yoktur. İsterse ikâmet edilirken
isterse ikâmet bittikten sonra namaza kalkabilir.
Şafülere göre ise,
müezzin ikâmeti bitirdikten sonra ayağa kalkılır.
Hanbelîlere göre,
Müezzin “Kad kameti's-Salât” derken ayağa kalkılır, fakat imam ayağa
kalkmamışsa, müezzin “Kad kameti 's-Salât” demiş olsa bile yine de kalkılamaz.
Hanefîlere göre;
Müezzin “Hayye ala'l-Felâh” derken ayağa kalkılır. “Kad kâmeti's-Salât”
denildiği anda imam namaza başlar, imam olan zat bu hareketiyle müezzini tasdik
etmiş olur. Bununia beraber ikamet bittikten sonra da tekbir almasında bir beis
yoktur. Hatta İmam Ebû Yûsufla diğer üç mezheb imamına göre uygun olan da
budur.
[742]
502- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kim, imamla birlikte kılınan namazın bir rekatına
yetişirse o namaza yetişmiş demektir.”
[743]
Açıklama:
Hadis, zahiri
anlamıyla mutlaktır. Dolayısıyla bütün namazlarla alakalıdır.
Bununla birlikte bir
rekata yetişen kimsenin namaza yatişmiş olmasından maksat; cemaatın farzına
yetişmiş, eda hükmüne yetişme veya vücubuna yetişme manalarından biri de
olabilir.
503-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır;
“Kim güneş doğmadan önce sabah namazının (farzının)
bir rekatına yetişirse sabah namazına yetişmiş demektir. Kim de güneş batmadan
önce ikindinin (farzının) bir rekatına yetişirse ikindi namazına yetişmiş
demektir.”
[744]
Açıklama:
Hadis; güneş batmadan
önce ikindinin veya güneş doğmadan önce de sabahın birer rekatine yetişen
kimsenin bu vakitlere yetişmiş olacağına işaret etmektedir.
Bununla birlikte
ikindi namazının bir rekatinİ kıldıktan sonra güneş batıverse, bütün alimlerin
ittifakıyla, namaz bozulmaz., o namazın tamamlanması gerekir.
Şafiî, İmam Mâlik ile
Ahmed b. Hanbeİ'e göre; sabah namazı, ikindi namazı gibi-Yani bir rekatini
kıldıktan sonra güneş doğarsa namaza devem etmek gerekir.
Ebu Hanîfe'ye göre
ise; sabah namazı kılınırken güneşin doğması halinde namaz boiuş olur.
504- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle bunaktadır:
“Kim güneş batmadan önce ikindi namazının farzının bir
secdesine ya güneş doğmazdan önce sabah namazının (farzının) bir secdesine
yetişirse, anıaza yetişmiş demektir.”
[745]
Açıklama:
Bu hadise göre, bir
kimse ikindi namazının bir rekatını kıldıktan sonra selam vermeden t çıksa
namazı bozulmaz. Bu namazı tamamlamak gerekir. Bütün alimler bu konuda k
etmişlerdir.
Sabah namazına
gelince; Şafii, Malik ile Ahmed'e göre hüküm yine edir. Ebu Hanife'ye göre ise
sabah namazını kılarken güneş doğarsa namaz batıl olur.
Tahâvî'ye göre
buradaki “Yetişmek” kelimesinden maksat; güneş doğmazdan önce çkların ergenliğe
girmesi, hayızlı kadınların temizlenmesi ve Hıristiyanların İslam'ı kabul
etmesi anlamında olabilir. Çünkü hadiste “Yetişmek” ifadesi geçmekte, fakat
namazdan bahmemektedir. Dolayısıyla sözkonusu bu kimseler ile benzeri
durumdakiler, sabah namazı yetişmiş olurlarsa onu kaza etmek kendilerine farz
olur.
Burada “Secde”den
maksat; Müslim'in rivayetinde açıklandığı üzere “Rekaf”tır. Zaten İbn Mâce
esâî'nin rivayetinde de “Secde” ifadesi yerine “Rekat” ifadesi geçmektedir.
505- Ebu
Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“ResuluLlah (s.a.v.)'i,
beş vakit namazı parmaklarıyla sayarak:
“Cebrail inip bana imam oldu; ben de onunla namaz
kıldım, sonra onunla namaz kıldım, sonra (yine) onunla namaz kıldım, sonra
(yine) onunla namaz kıldım, sonra (yine) onunla namaz kıldım” buyururken işittim.[746]
Açıklama:
Hadis, namazın edası
için vaktin şart olduğunu belirtmektedir. Zaten “Vakit”, namazın farzları
içerisinde yer almaktadır. Dolayısıyla vakit gelmeden kılınan namaz, vakit
namazının yerini tutmaz. Bu konuda alimler arasında bir görüş ayrılığı yoktur.
Ayrıca hadis, namaz
vakitlerinin Cebrail tarafından gösterildiğini anlatmaktadır.
506- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) ikindi namazını güneş benim
hücremde görünmekteyken henüz (odamın duvarına) gölge dönmeden kılardı.”
[747]
Açıklama:
“Benim odamda görünmekteyken” ifadesi; Peygamber (s.a.v.)'in ikindi namazını
vaktin başında kıldığını açıklamaktadır.
“Henüz odamın duvarına gölge dönmeden” ifadesi; gölgenin odanın içerisine yayılmasıdır.
“Zuhur” yükselme kelimesinin; güneşe nispetle odadan çıkmak ve gölgeye nispetle
ise odanın içine yayılmak manasında gelmesi itibariyle birbirine zıt değildir.
Çünkü gölgenin yayılması, ancak güneş çıktıktan sonra mümkün olur. Ayrıca Hz.
Aişe'nin odası, dar ve alçak idi. Bu nedenle de güneş çabucak çekilir ve
görünmez olurdu.
Bu hadis; ikindi
namazını edada acele etmenin daha faziletli olduğunu söyleyen İmam Şafiî,
Hattâbî ile Nevevî gibi alimlerin görüşlerini desteklemektedir.
Hanefilere göre;
ikindi namazını, vaktin başında değil de sonunda kılmak kılmak müstehabtır.
507-
Abdullah İbn Amr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Sabah namazını
kıldığınız vakit yok mu o vakit tâ güneşin ilk ışığı doğuncaya kadar devam
eder. Sonra öğleyi kıldığınız vakit (yok mu) o vakit, tâ ikindi oluncaya kadar
devam eder. ikindi namazını kıldığınız zaman yok mu o vakit, tâ güneş
sararıncaya kadardır. Akşam namazını kıldınız mı, onun vakti de, tâ şafak
kayboluncaya kadar devam eder. Yatsıyı kıldığınız vakit (yok mu) o vakit de,
gecenin yarışına kadar devam eder.”
[748]
508-
Abdullah İbn Amr (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Öğle'nin vakti, güneş tam semanın ortasından batıya
doğru meylettiği zamandan başlayarak, bir kimsenin gölgesi uzunluğu kadar
oluncaya kadar yâni ikindinin vakti girmediği müddetçedir. ikindinin vakti,
güneş sararmadığı müddet etmektedir. Akşamın vakti, şafak kaybolmadığı
müddetçedir. Yatsı namazının vakti, mutedil uzunluktaki gecenin yarısına
kadardır. Sabah namazının vakti; tan yeri ağardıktan, güneş doğmasına az
kalıncaya kadar devam eder. Güneş doğduğuğunda namaz kılmayı bırak. Çünkü
güneş, şeytanın iki boynuzu arasından doğar.”
[749]
Açıklama:
Hadis, namaz
vakitlerinin çıkış zamanlarını tespit etmektedir.
Müslim'in
sarihlerinden Übbî'nin ifadesine göre bu hadis, hiç bir namazın ilk
vaktini etmemekte, yalnız vakitlerin
nerede son bulduğunu bildirmektedir.
Sabah namazının ilk
vakti Fecr-i sâdık yahut Fec-i sâni denilen hakîkî aydınlıkla başlar. Bu
aydınlıkdan önce ufukda sark'dan, garb'a doğru yükselen bir aydınlık görünür,
buna “Fecr-i kâzip” yâni yalancı fecr derler. Ondan sonra cenûb'dan, şimâl'e
doğru yayılan bir aydınlık daha zuhur eder ki buna “Fecr-i sâdık” yâni hakîki
fecir denilir. İşte sabah namazının ilk vakti bununla başlar.
Görülüyor ki sabah
namazının vakti güneş doğmakla sona ermektedir. Güneş doğduk-dan sonra kılınan
sabah namazı kaza olur.
Bu hadiste öğlenin,
ilk vakti bildirilmediği gibi vaktinin sonu dahî sarahaten beyân edilmemiş;
yalnız ikindi vaktinin girmesiyle sona ereceğine işaret buyurulmuştur.
Öğle'nin vakti güneşin
zevalinden başlar.
İmam A'zam'a
göre,öğlenin vakti, her şeyin gölgesi iki misli olduğunda öğlenin namazının
vakti çıkar.
Bu hadis-i şeriften
ikindinin vaktinin güneşin sarardığı ana kadar devam ettiği anlaşılmaktadır.
Halbuki başka rivayetlerde ikindi namazının güneş batmcaya kadar kılınabileceği
beyân edilmekte idi. Buna göre hadisler arasında bir tearuz olduğu görünümü
ortaya çıkmaktadır. Alimler bu çelişkiyi ortadan kaldırmak üzere bu hadis-i
şerifte gösterilen ikindi vaktinin kâmil vakit olduğunu söylemişlerdir. Buna
göre ikindi namazını güneş sararmadan önce kılmak efdal, fakat güneşin
batmasından önce kılmak kerâheten caizdir.
Alimlerden bir kısmı
akşam namazı vaktinin batıdaki kırmızı şafağın kaybolması ile son bulduğu,
diğer bir kısmı da kırmızılıktan sonra meydana gelen beyazlığın kaybolması ile
son bulduğu görüşündedirler. İmam Şafiî, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed birinci
görüştedir. Bu hadis-i şerif bu görüşü takviye etmektedir. İmam Azam ve Evzâî
de ikinci görüştedirler. Hanefî mezhebinde fetva, Ebû Yûsuf ve Muhammed'in
görüşlerine göre verilmiştir.
Yatsının vakti,
şafağın kaybolmasından başlayarak tan yeri ağarıncaya kadar devam eder.
509- Büreyde
(r.a)'tan rivayet edilmiştir;
“Bir adam, Peygamber (s.a.v.)'e
gelip ona namaz vakitlerini sordu. Resulullah (s.a.v.), o adama:
“Namazda bizimle beraber hazır bulun!” buyurdu. Derken Bilâl'e emretti, o da alaca
karanlıkta ezanı okudu, Resulullah (s.a.v.) fecir doğduğu zaman sabah namazını
kıldırdı. Sonra güneş, göğün ortasından biraz meyil ettiği vakit, Bilal'e öğle
ezanını okumasını emretti. Sonra güneş yüksekte iken Bilal'e ikindi ezanını okumasını
emretti. Sonra güneş battığı zaman Bilal’e) akşam ezanını okumasını emretti.
Sonra şafak kaybolduğu zaman Bilal'e yatsı ezanını okumasını emretti.
Ertesi gün Bilâl'e
yine emretti, o da sabah ezanını; ortalık aydınlandıkdan sonra okudu. Sonra
öğle ezanını (Bilal'e) okumasını emretti. Bilâl, öğle ezanını serinlik
zamanında okudu. Sonra güneş henüz beyaz, tertemiz olup rengine hiç bir sarılık
karışmamış bir hâlde iken (Bilal'e) ikindi ezanını okumasını emretti. Sonra
şafak kaybolmadan (Bilal'e) akşam ezanını okumasını emretti. Sonra gecenin üçte
bîri yada bir kısmı (hadisin râvîsî Harâmî, burada şüpheye düşmüştür)
gittiğinde (Bilal'e) yatsı ezanını okumasını emretti. Sabah olunca:
“Soruyu soran kimse nerede? İşte şu gördüğün
zamanların arası, namaz vakitleridir”
buyurdu.
[750]
Açıklama:
Resulullah (ş.a.v)'in,
soruyu soran kimseye, her namazı iki gün bilfiil kılarak göstermesi, namazın
biri fazilet ve diğeri de ihtiyarî olmak üzere iki vakti olduğuna delildir.
510- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Sıcak arttığında (öğlen) namazını serinliğe bırakın.
Çünkü sıcağın şiddeti, cehennemin kaynamasından dolayıdır.”
[751]
511- Ebu
Zerr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'in
müezzini öğle namazı için ezan okumak istedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.),
müezzine:
“Namazı serinliğe bırak, serinliğe bırak yada bekle,
bekle! Çünkü sıcağın şiddeti, cehennemin kaynamasından dolayıdır. Sıcak
arttığında namazı serinliğe bırakın”
buyurdu.
Ebu Zerr:
“Tepeciklerin
gölgelerini görünceye kadar bekledi. Namazı öyle kıldık.” dedi.[752]
Açıklama:
Bu hadis; yaz
aylarında öğle namazını, ortalık serinleyinceye kadar ertelenmesi tavsiye
edilmektedir. Yalnız öğle namazının ortalık serinleyinceye kadar ertelenmesinin
hikmetinin ne olduğu konusunda ihtilaf edilmiştir. Bazı alimlere göre;
geciktirme, meşakkati uzaklaştırmak içindir. Çünkü sıcak, huşuya engel olur.
Bazılarına göre ise; sıcağın şiddetlendiği bu vaktin, azabın yayılma vakti
olmasıdır. Bazılarına göre ise nedenini araştırmak lüzumsuzdur. Çünkü namazı
serinliğe bırakmayı bizzat Peygamber (s.a.v.) bildirmiştir. Öyleyse bununla
ilgili araştırmanın bir anlamı yoktur.
Bu hükmün; sadece
cemaati mi, yoksa tek başına kılanîarıda kapsayıp kapsamadığı konusu
ihtilaflıdır. Fakat hadisin zahirine göre; cemaat ile tek başına kılan kimse
arasında fark yoktur.
Alimler, cehennemin
kükremesini iki şekilde açıklamışlardır:
1- Bu, bir
teşbih ve temsildir. Yani öğle vaktinin sıcağı, cehennemin kükremesi gibi şiddetli
olur.
2- Bu söz,
hakiki manasında kullanılmıştır. öğle vaktindeki şiddetli sıcak, cehennemin kükremesinin
etkisiyledir. Nevevî, bu görüşü savunanlar İçerisinde yer almaktadır.
512- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Cehennem, Rabbine şikayette bulunup:
Rabbim! Bir kısmım bir kısmımı yedi” dedi.
Bunun üzerine Allah ona; biri kış ayında ve biri de
yaz ayında olmak ere iki defa nefes alma izni verdi. Duyduğunuz sıcağın en
şiddetlisi ile hisettiğîniz soğuğun en şiddetlisi işte bundan dolayıdır.”
[753]
Açıklama:
Cehennemin, Rabbine
şikayeti, biri hakikat ve diğeri de mecaz olmak üzere iki şekilde jünebilir.
1- Kadı
İyaz, Kurtubî ve Nevevî, bunun hakikat olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Aynî'de şöyle der:
“Allah'ın kudreti,
büyüktür. Çünkü Süleyman (a.s)'ın, hüdhüdüne ilim ve anlayış veren Allah,
cehenneme de konuşma imkanı yaratabilir. Nitekim hüdhüde ilim verdiğini
Kur'an'da haber vermiştir. Cehennemin de “Daha var mı?” diyeceğini de hika
2- Bu görüşe
göre cehennemin şikayeti, lisan-ı hal iledir. Kadı Beyzâvî, bu şikayeti,
meşeklinde yorumlayıp: “Cehennemin şikayeti, galeyana gelmesinden mecaz olduğu
gibidi kendini yemesi de, parçalarının sıkışıp birbiri üzerine yığılmasından,
nefes alması da inen kısmın dışarı çıkmasından mecazdır.”
513- Cabir
b. Semure (r.a.)’tan rivayet edilmiştir.
“Peygamber (s.a.v.)
öğle namazını güneş tam tepeden batı yönüne doğru kaydığında kılardı.
[754]
Açıklama:
Bu hadis, öğle
namazının vaktinin, güneşin tam tepe noktasından biraz batı yönüne doüru
kaymasıyia giren ilk vaktinde, vakit geçirilmeden kılınmasının gerekliliğini
vurgulamaktadır. Zaten öğle namazını, vakit girer girmez kılmak müstehabtır.
514- Habbâb
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Sıcak kumların
üzerinde namaz kılmanın zorluğunu Resulullah (s.a.v.)'e şikayet ettik. Fakat bu
şikayetimizi kabul etmedi.”
[755]
Açıklama:
Bu hadiste, sözkonusu
edilen namaz, öğle namazıdır. O zaman hadisler arasında zahiren birbiriyle
çelişkili olduğu görülür.
Tahâvî'ye göre bu
hadis, öğle namazını serinliğe bırakmayla ilgili hadîslerce yürürlükten
kaldırılmıştır.
Bazıları göre ise
Habbâb hadisi, sahabilerin, öğle namazının serinlik zamanından daha sonraya
bırakılmasını istemişler, fakat Resulullah (s.a.v.) bunu kabul etmemiştir.
Bazılarına göre ise
Habbâb hadisi Mekke'de, öğle namazını serinliğe bırakma ile ilgili hadisler ise
Medine'de söylenmiştir.
515- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, sıcağın şiddetli
olduğu zamanda Resulullah (s.a.v.)'le birlikte namaz kılardık. Birimiz
sıcaktan dolayı alnını yere koymaya güç yetiremezse yere yayıp secdeye vardığı
zaman onun üzerine secde ederdi.” sıcak günlerinde öğleyi serinlik zamanında
kılmak müstehabtır. Namaz kılan kimsenin ;rniş olduğu elbisenin bir ucuna
çeşitli nedenlerden ötürü secde etmesi caizdir. İmam m Ahmed ve İmam-ı A'zam
Ebu Hanife bu görüştedir.”
516- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Raslullah (s.a.v.)
ikindi namazını güneş henüz yüksek ve dipdiri iken Namazdan sonra Medine
civarında iki mil ile sekiz mil arasındaki lan Avâlî'ye giden bir kimse güneş
daha henüz yüksekteyken oraya isin zahiri, ikindi namazını kılmakta acele
etmenin müstehab olduğuna delalet etmektedir.
517- Alâ' b.
Abdurrahman'dan rivayet edilmiştir:
Ala' b. Abdurrahman,
öğle namazından çıktıktan sonra Basra'daki evinde Enes b Mâlik'in yanına girdi.
Enes'in evi, mescidin yanıbaşında idi. Âlâ der ki: Enes'in yanına girdiğimizde,
bize:
“ikindiyi kıldınız
mı?” diye sordu. Biz de, ona:
“Biz öğleden ancak
şimdi çıktık” dedik. Enes:
“Öyleyse ikindiyi
kılın!” dedi. Biz de kalkarak ikindiyi kıldık. Namazdan çıkınca, (Enes):
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'i:
“Bu şekil namaz, münafığın namazıdır. O, oturup güneşi
gözetir. Güneş şeytanın iki boynuzu arasında bulunduğu zaman kalkar, namazı
dört rekât olarak (kuşun yemi gagalaması gibi) gagalar. O namazın içinde
Allah'ı pek az zikreder!” buyururken
işittim” dedi.
[756]
518- Ebu
Ümâme b. Sehl (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Ömer İbn Abdulaziz'le
birlikte öğle namazını kıldık. Sonra mescitten çıkarak Enes b. Mâlik'in yanına
girdik. Onu, ikindi namazını kılarken bulduk. Ben:
“Amca! Bu kıldığın
namaz nedir?” diye sordum. Enes:
“ikindi namazıdır. Bu
namaz, Resulullah (s.a.v.)'in
namazı, vaktiyle onunla birlikte kıldığımız
namazdır” dedi.[757]
Açıklama:
Ömer b. Abdulaziz'in,
Enes'in evine giderek onunla görüşmesi, Hz. Ömer'in hilafeti zamanında değil,
niyabeten Medine valisi olduğu sırada gerçekleşmiştir. Çünkü Enes, Ömer b.
Abdulaziz'in hilafetinden dokuz sene kadar önce vefat etmiştir.
Bu iki hadis, ikindi
namazının vakti girer girmez kılınacağı hususunda ve ikindi namazının
vaktinin, her şeyin gölgesi bir misli olduğu vakit girdiğini belirtmektedir.
Bunun içindir ki, Ömer b. Abdulaziz'den önceki yöneticiler, öğleyi o vakte
kadar geciktirirlerdi. Ömer b. Abdulaziz'de, ikindi namazının vaktinin girer
girmez kılınması gerektiğini bildiren hadisi duymadan önce onlar gibi öğleyi
geç kıldığı, bu hadisi duyunca öğleyi vakti girer girmez kıldığı
anlaşılmaktadır.
Şeytanın iki boynuzu
arasından maksat; güneşin altına girerek onu iki boynuzunun arasına almış gibi
göstermesidir.
519- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bize ikindi namazını kıldirmıştı. Namazı bitirince, ona, Seleme oğullarından
birisi gelip:
“Ey Allah'ın resulü!
Biz bir devemizi boğazlamak istiyoruz. Boğazlarken senin de hazır bulunmanı
istiyoruz” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Tamam”
buyurdu. Daha sonra belirtilen yere gitti. Onunla birlikte biz de gittik.
Deveyi henüz boğazlanmamış bulduk. Derken deve boğazlandı. Sonra parçalandı,
sonra ondan bir miktar pişirildi, sonra günez batmadan önce onu yedik.”[758]
520- Râfi'
b. Hadîc (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte ikindi namazını kılardık. Sonra deve boğazlanıp on parçaya bölünür,
sonra pişirilirdi. Biz de güneş batmadan önce pişmiş et yerdik.”
[759]
Açıklama:
Bu hadisler, ikindi
namazının vakti girer girmez kılınacağına delalet etmektedir.
521-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“ikindi namazını kaçıran kimse, ailesi ve malı
(elinden) kaçırılmış (kimse) gibidir.”
[760]
Açıklama:
Hadis, ikindi namazını
kaçırma ve geciktirmenin çok kötü bir hareket olduğuna ve bu durama düşen bir
kimsenin aile ve malını katbetmiş gibi üzülmeye layık olduğuna işaret
etmektedir.
522- Hz. Ali
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ahzab/Hendek
savaşının yapıldığı gün Resulullah (s.a.v.) kafirler hakda:
“Allah'ın kabirlerini ve evlerini ateşle doldursun.
Çünkü onlar, güneş batıncaya kadar bize engel olup orta namazı kılmaktan
alıkoydular” buyurdu.
[761]
Açıklama:
Hendek Savaşı: Bazı
rivayetlere göre, hicretin 4. yılı Şevval ayında, bazılarına göre ise hicretin
5. yılı Zi'l-Ka'de ayında meydana gelmiştir.
Mekkeliler ile Gatafan
müşrikleri ile Yahudiler ortaklaşa olarak müslümanlarla savaştıkları için bu
savaşa “Ahzâb Savaşı”da denilir.
“Hendek Savaşı”
denilmesinin sebebi ise; İran asıllı olan Selman-ı Fârisî'nin fikriyle Medine
etrafına hendek kazılarak Medine'nin savunulmasıdır.
Bu savaşta
müslümanların sayısı 3.000, karşı tarafın sayısı ise 10 yada 12. 000 kişi idi.
24 gün karşılıklı ok atışından sonra, Resulullah (s.a.v.)'in kullandığı bir
casus vasıtasıyla düşman kuvvetlerinin arası açılmış, sonunda şiddetli bir
fırtına çıkıp müşriklerin ağırlıklarını uçurunca müşrikler geri dönüp gitmek
zorunda kalmışlardı. Bu savaşta, müslümanlar 6 şehid: müşrikler ise 3 ölü
vermişlerdi.
Bu savaşta, Hz.
Peygamber (s.a.v.) ile sahabileri, ikindi namazını vaktinden geriye bırakmışlardı.
Henüz meşru olmadığı için korku namazını kılmamışlardı. Bu gün için savaş
sebebiyle namazı ertelemek caiz değildir. Çünkü böyle bir durumda artık “Korku
Namazı” kılınır.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in,
müşriklere bedduada bulunmasının nedeni; Hendek savaşında müslümanları meşgul
edip ikindi namazını kılmalarına fırsat vermemeleridir.
Bu hadis, bize;
zalimler için zulmüne uygun olarak beddua etmenin caiz olduğunu göstermektedir.
“Salâtu'l-Vusta (=Orta
Namaz)”ın, hangi namaz olduğu konusu alimler arasında tartışma konusu
olmuştur. Hafız Dimyatı (ö. 749/1348), bu konuda “Keşfu'l-Muğatta
ani's-Salâti'l-Vusta” adında bir kitap yazmış ve burada 19 görüş zikretmiştir.
Abdullah İbn Mes'ud,
Ebu Hureyre, Ahmed b. Hanbel, Şâfiîlerin çoğuna ve Hanefilerin sahih olan
görüşüne göre, “Salâtu'l-Vusta”, ikindi namazıdır.
523- Hz.
Âişe'nin azadlısı Ebu Yûnus'tan rivayet edilmiştir:
“Âişe, bana, kendisine bir Mushaf yazmamı emredip
Namazlara ve orta namaza devam edin”
[762]
ayetine vardığında bana haber ver” dedi. Ben o ayete varınca kendisine haber
verdim. O ayeti bana:
“Namazlara, orta namaza ve ikindi namazına devam
edin. Gönülden boyun eğerek Allah için namaza durun”
[763]
şeklinde yazdırdı.
Âişe:
“Ben bunu Resulullah (s.a.v.)'den duydum” dedi.
[764]
Açıklama:
Burada orta namazdan
maksadın, ikindi namazı olduğu manası ortaya çıkmaktadır. Yalnız Hz. Âişe'nin,
ayeti bu şekilde yazdırması şazdır. Bu bakımdan itibar edilmez. Hz. Âişe'nin,
bunu açıklama mahiyetinde yazdırmış olması ihtimali olduğu gibi, neshedilmiş
olması da muhtemeldir.
Hadisin konuyla
ilgisi; ikindi namazına devam etmeyi emretme ve ikindi namazının belli bir
vaktinin olmasını gerektirmesidir.
524- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ömer İbnu'l-Hattâb,
Hendek gazasında Kureyşli kafirlere ağır sözler söyledi ve:
“Ey Allah'ın resulü! Güneş batmak üzere. Vallahi, ben
halen ikindi namazım kılamadım' dedi. Resulullah (s.a.v.):
Vallahi, onu bende kılamadım” buyurdu.
Açıklama:
Ömer der ki:
“Medine'de bulunan
Buthân vadisinde konakladık. Resulullah (s.a.v.) hemen abdest aldı, biz de
abdest aldık. Resulullah (s.a.v.), güneş battıktan sonra önce ikindiyi, sonra
da onun arkasından akşam namazını kıldı.”
[765]
Hz. Ömer'in Kureyşli
kafirlere ağır sözler söylemesi; hendek kazmakla meşgul olurken ikindi namazını
geciktirdikleri, buna da kafirlerin sebep oldukİarı içindir.
Aynî'ye göre;
“Hz. Ömer, güneş
kavuşuncaya kadar ikindiyi kılamamış, onu kazaya bırakmıştır.”
Bazı alimlere göre de;
hadisin metninde geçen “Kâde” fiilinden, Hz. Ömer'in güneş kavuşmaya yakın
ikindi namazını kıldığı manasını anlamışlardır.
525- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Bazı melekler geceleyin ve bazı melekler de gündüz
nöbetleşe aranıza gelirler. Bunlar, sabah namazı ile ikindi namazında bir araya
toplanırlar. Sonra sizin aranızda geceleyenler semaya çıkarlar. Rableri,
kullarının hallerini en iyi bildiği halde onlara:
“Kullarımı ne halde bıraktınız?” diye sorar. Melekler:
“Onları namaz kılarken bıraktık. Onlar(ın yamn)a
vardığımızda da onları namaz kılarken bulmuştuk” derler.”[766]
Meleklerin, sabah ve ikindi
namazlarında toplanmaları, Allah'ın mümin kullarına bir lütfudur. Çünkü bu iki
zaman, kulların ibadet vakitleridir. Bunun için melekler, hem geldikleri ve hem
de giderken müminleri namaz kılarken görüp İlahî huzurda da buna şahitlik
etmeleridir.
526- Cerîr
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah (s.a.v.)'in
yanında oturmakta idik. Ayın on dördü olan o gecede Resulullah (s.a.v.) aya
bakıp:
“Dikkat edin ki! Doğrusu siz Rabbinîzi şu ayı
gördüğünüz gibi göreceksiniz. Onu görme hususunda üst üste sıkışıp
birbirinizin üzerine yığılmayacaksınız. Eğer güneş doğmazdan ve batmazdan önce
namazların hiçbirinden yani sabah namazı ile ikindi namazından ahkonmamaya
gücünüz yeterse onu yapın” buyurdu.
Daha sonra Cerîr,
“Güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbini hamd
ile teşbih et”
[767]
ayetini okudu.
[768]
Açıklama:
Hadis, kıyamet gününde
müminlerin, kameri ayların başında hilali görmek için çekilen zahmeti çekmeden,
kameri ayların ondördünde dolunayı görmenin rahatlığı içerisinde bulundukları
yerden Rablerini rahatça görebileceklerini ifade etmektedir.
Hadisin;
“Güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbini hamd
ile teşbih et”
[769]
ifadesiyle; sabah ve ikindi namazına ehemmiyet verilmesi, bu namazları
bırakmak veya tehir etmek yolunda şeytana yenilmemeye dikkat edilmesi
isteniyor. Ne sabah uykusu ne de gündüz alış veriş meşguliyeti gibi mü'minlerin
gücünün yettiği engellerin namazdan alıkoymaması gereğine dikkatlar çekiliyor.
Kul gücünün dahilindeki işlerden sorumludur, Takatinin dışında kalan şeylerle
mükellef değildir. Meselâ: Bayılma, unutma, uykudan uyanmama gibi irade dışı
mazeretler gücün dışında kalan şeyler olduğu için kul bu gibi hallerde namaz
kılmakla mükellef değildir. Bu hallerin geçmesinden sonra sorumluluk tekrar
başlar.
Esasen farz olan 5
vakit namazları arasında önem ve fazilet bakımından bir fark yoktur. Bununla
beraber her birinin kendine has bir meziyeti ile diğer namazlardan mümtaz olmasında
da bir sakınca yoktur. Sabah ve ikindi namazına özgü meziyet, gece ve gündüz
meleklerinin bu iki namaz vaktinde buluşmaları, mü'minlerin amellerinin bu iki
vakitte Allah'ın huzuruna arzedilmesidir.
Hadisin baş kısmında
Allah'ın görüleceği belirtildikten sonra, artık sabah ve ikindi namazına
dikkat edilsin, şeklinde bir münasebet kurulduğuna göre bu iki namazı
muntazamlı bir şekilde vaktinde eda eden mü'min'in Allah Teâlâ'nın cemalini
görmeye liyakatli olduğuna hadiste işaret ediliyor.
527- Umâre
b. Rucybe (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Rssulullah (s.a.v.)'i:
“Güneşin doğmasından ve batmasından önce namaz kılan
yani sabah namazı ile ikindi namazını eda eden bir kimse, cehenneme girmez” buyururken işittim.
Bunun üzerine
Basrallardan birisi, Rueybe'ye:
“Bunu, Resulullah (s.a.v.)'den
sen mi işittin?” diye sordu. Rueybe:
“Evet” diye cevap
verdi. Soruyu soran kişi:
“Ben de şehadet ederim
ki, bunu, Resulullah (s.a.v.)'den ben de dinledim. Bunu, kulaklarım dinledi ve
kalbim de dinledi” dedi.
[770]
Açıklama:
Bu hadis, sabah ve
ikindi namazlarını, vaitlerinde eda etmek gerektiğini belirtmektedir. Diğer
namazlarla birlikte bu namazları muntazam bir biçimde kılan kimseler, ebed,yen
cehennem ateşinde kalmayacaktır.
Hadisteki “Cehenneme girmez” ifadesi, “Ebedi azab
için oraya girmez” şeklinde anlaşılmalıdır. Çünkü kişi, oraya girebilir veya
uğrayabilir.
Bir de bu hadisteki
vaad; ya namazlara devama teşvik bakımından söylenmiş olabilir yada kıldığı
namazı kötülüklere engel olacak şekilde namaz kıianlar kastedilmiş olabilir.
528- Ebu
Musa (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“iki serinlik/sabah namazı ile ikindi namazını kılarsa
cennete girer.”
[771]
Açıklama:
Hadisin metninde geçen
“Berdeyn” yani iki serinlik namazı, sabah ve ikindi namazıyla tefsir
edilmiştir.
Görüldüğü üzere
Resulullah (s.a.v.) burada da bu iki namazı kılmaya teşvik emektedir. Çünkü
ikindi vakti, meşguliyetlerin çok olduğu ve sabah namazı da tembelliğin baskın
geldiği zamanlardır. Bu iki zor vaktin namazlarına riayet edip devam eden
kimse, çok defa diğer vakitlerin namazlarını da kılma alışkanlığına nail olur.
529- Seleme
İbnu'1-Ekva' (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
akşam namazını, güneş battığı ve perdenin arkasına gizlendiği zaman kılardı.”
[772]
Açıklama:
Hadisin metninde geçen
“Hicab” kelimesyle, “Ufuk” kastedilmiştir. Çünkü ufuk, perde gibi güneş ile ona
bakanlar arasına girer ve o zaman güneş, onun arkasında gizlenmiş olur.
530- Râfi'
b. Hadîc (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte akşam namazını kılardık. Bizden birisi, namazdan çıktığında attığı
okun düştüğü yerleri pekala görürdü.”[773]
Açıklama:
Burada Hz. Peygamber (s.a.v.)'in,
akşam namazını erken kıldığına ve akşam namazında kısa sureler okuduğuna
delalet etmektedir. Çünkü erken kılmasaydı ve kısa surelerle yetinmeseydi,
namazdan çıkanların, attıkları okların düştüğü yerleri görebilmeleri mümkün
değildir.
531-
Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Hz. Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) bir gece yatsı namazını, karanlık
basıncaya kadar geciktirdi, iteme” (=karanlık) denilen namaz, işte budur.
Resulullah (s.a.v.), (o gece odasın-an erken) çıkmadı. Nihayet Ömer
İbnu'l-Hattâb sesli bir şekilde;
“Kadınlar ile çocuklar uyudu” dedi. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.), namaza çıktı. Mescittekilerin yanına varınca, onlara:
“Bu namazı sizden başka yeryüzünde yaşıyanlarin hiç
biri beklemez” buyurdu.
Açıklama:
Bu söylediklerim,
İslâmiyet henüz insanlar arasında yayılmadan önce idi.
İbn Şihâb der ki:
“Bana anlatıldığına
göre, Resulullah (s.a.v.):
“Resulullah'a namaz hususunda ısrar etmeye hakkınız
yoktu” buyurdu. Resulullah (s.a.v.),
bu sözü, Ömer İbnul-Hattâb'ın bağıra bağıra seslendiği bu İhtan üzerine söylemiştir.”
[774]
Açıklama:
İslamiyetin
yayılmasından maksat; Medine'den başka yerlere yayılmasıdır. O yerlere
İslamiyet, çoğunlukla Mekke'nin fethinden sonra yayılmıştır.
“Kadınlar ile
çocuklar”dan maksat; evlerinde uyuyanlar değil, mescide gelmiş kadın ve çocuklardır.
Özellikle de bunların zikredilmesi; bunlann, uykuya sabredemeyecekleri ve bir
de, şefkat ve merhamete daha layık oldukları içindir.
“Bu namazı sizden başka yeryüzünde yaşıyanlarm hiç
biri beklemez” ifadesinden maksat
ise; ya o gün Medine'den başka hiçbir'yerde namaz kılınmadığı içindir yada
başka toplulukların dinlerinde o sırada namaz bulunmadığındandır.
Hz. Aişe'nin “Resulullah (s.a.v.) bir gece yatsı
namazını, karanlık basıncaya kadar geciktirdi” demesinden maksat;
Peygamber (s.a.v.)'in çoğunlukla yatsı namazını vaktinin başında kıldığına
delalet etmektedir. Alimler, yatsının, vakti girer girmez mi, yoksa sonra mı
kılınması daha faziletli olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Bu hadiste, sözkonusu
geciktirmeden maksat; yatsıyı ihtiyari vaktinde kılmaktır. Yatsının ihtiyari
vakti; bazılarına göre, gecenin yarısı ve diğer bazılarına göre ise gecenin
üçte biridir.
532-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bîr gece Resulullah (s.a.v.)'i
yatsı namazı için bekledik durduk. Derken gecenin üçte biri gittiği zaman yada
daha sonra yanımıza çıkageldi. Onu, ailesi hususunda bir şey mi, yoksa daha
başka bir şey mi meşgul ettiğini bilmiyoruz. Yanımıza çıkıp geldiği zaman:
“Gerçekten siz öyle bir namaz bekliyorsunuz ki, onu
sizden, başka hiç bir din ehli beklemez; eğer ümmetime ağır gelmeseydi, onlara
yatsıyı mutlaka bu saatte kıl dır irdim”
buyurdu. Sonra müezzine emretti, o da namaza kamet getirdi. Sonra da Resulullah
(s.a.v.) yatsı namazını kıldırdı.”
[775]
Açıklama:
Bir önceki hadis ile
bu hadisin, aynı olaya ait olmaları mümkün olduğu gibi, ayrı ayrı olması da
mümkündür.
Uykunun abdesti bozup
bozmayacağı konusunda ihtilaf edilmiştir. Bazılarına göre uyku mutlak şekilde
abdesti bozmaz. Bu görüş; sahabeden Ebu Musa el-Eş'ari, tabiundan Said İbnu'l-Müseyyeb,
Ebu Miclez ile Şu'be'ye aittir.
Diğer bazılarına göre
ise uyku mutlak surette abdesti bozmaz. Hasan Basri, Müzeni, İshak b. Rahaveyh,
Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam'da bu görüştedir.
Bazılarına göre ise
çok uyku mutlak surette abdesti bozarsa da az uyku hiçbir şekilde abdesti
bozmaz. Evzaİ, Zühri, İmam Malik ve bir rivayette İmam Ahmed bu görüştedir.
Bazılarına göre de
sadece rüku ve secde halindeki uyku abdesti bozar. Bu görüş de, imam Ahmed'den
nakledilmiştir.
İmam Şafii'ye göre ise
makadıni yere döşeyerek oturan kimsenin uykusunda başka az olsun yada çok olsun
namaz içerisinde veya dışında her uyku abdesti bozar.
Bazılarına göre ise
namaz kılan bir kimsenin, duruşunda yani rüku, secde, kıyam ve oturuş
hallerinden birinde uyuması abdesti bozmaz. Bu hallerden birinde uyuyan bir
kimsenin, namaz içerisinde yada namaz dışında olması hükmen eşittir. Yaslanarak
yada sırt üstü uyumak abdesti bozar. İmam A'zam Ebu Hanife ile Davud ez-Zahiri
bu görüştedir.
533-
Sâbit'ten rivayet edilmiştir:
Enes (r.a)'a, Resulullah
(s.a.v.)'in yüzüğü sormuşlar.
Enes'te dedi ki:
“Bir gece Resuluüah (s.a.v.)
yatsı namazını gecenin yarısına yada gecenin yansı ıemen hemen geçecek vakte
kadar yatsıyı geciktirdi.” Sonra gelip:
“Şüphesiz ki insanlar namazlarını kılıp uyudular.
Sizler ise namazı bek-edîğinîz müddetçe namazda sayılırsınız” buyurdu.
Enes:
“Gümüşten yapılmış
yüzüğünün parıltısını halen görür gibiyim” deyip sol elinin serçe parmağını
kaldırdı.
[776]
Açıklama:
Enes'in sol elinin
serçe parmağını kaldırması, yüzüğün, Resulullah (s.a.v.)'in sol elinin serçe
parmağında olduğunu göstermek içindir.
Bu hadis de, yatsının
ihtiyari vaktinde kılındığını göstermektedir. Bununla ilgili olarak 527 nolu
hadisin açıklamasına bakınız.
1- Ebu Musa
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben ve benimle
birlikte (Yemen'den) gemide gelen arkadaşlarım Medine'de bir vadi olan “Buthân”
arazisinde konaklamıştık. Peygamber (s.a.v.) Medine'de idi. Her gece yatsı
namazında bunlardan bir topluluk sırayla Peygamber (s.a.v.)'in yanına giderdi.
Ben ve arkadaşlarım bir defasında Peygamber (s.a.v.)'i kendisine ait bir işle
uğraşırken rastladık. Gece yansı oluncaya kadar namazı geciktirdi. Sonra Peygamber
(s.a.v.) çıkıp cemaate namaz kıldırdı. Namazı bitirdiğinde hazır bulunanlara:
“Yerinizde kalın, sizlere bildiriyorum; müjdeler olsun
ki, insanlar içinde sizden başka bu saatte namaz kılan hiç kimsenin bulunmaması
Allah'ın size olan nimetlerinden biridir yada bu saatte sizden başka hiç kimse
namaz kılmamıştır” buyurdu.
Ebu Musa:
“Bunun üzerine biz de
Resulullah (s.a.v.)'den dinlediklerimize sevinerek yerimize döndük” dedi.
[777]
Ebû Mûsa'l-Eş'arî,
Hayber'in fethi esnasında Resulullah (s.a.v.)'le müşerref olmuştur. Eş'arîler,
Yemen kabilelerin dendir. Bunlar, Resûlullah'ın peygamber oluşu senelerini
Yemen'de iken haber almışlar, içlerinden Ebû Musa el-Eş'arî kendisinden daha
yaşlı olan kardeşleri Ebû Burde ile Ebû Ruhm ve kabilesinden eili iki, elli üç
kimse ile birlikte Medine'ye hicrete karar vermişler. Bir gemiye binip yola
çıkmışlar. Fırtınalar gemiyi Habeş sahillerine, Necâşî'nin yurduna atmış. Orada
Peygamber'in amcasının oğlu Cafer İbn Ebî Tâlib'le buluşmuşlar. Ca'fer,
onlara: “Resulullah bizi buraya gönderip ikamet ediniz diye emretti. Siz de
burada kalın” demiş. Onlar da, orada kalmışlar. Nihayet hepsi beraber Medine
yolunu tutmuşlar. Peygamber ile Hayber'in fethi esnasında buluşup
Peygamberimiz, Ca'fer ile cemâatine ve Ebû Musa ile arkadaşlarına bu savaşta
hazır olmadıkları halde ganimet mallarından hisse ayırmış ve bu gazada hazır
olmayanlardan onlardan başka hiç kimseye bir şey vermemiştir. Eş'arilerin
misafir olduklan Buthan, Medine etrafındaki üç vadiden biridir.
[778]
Açıklama:
Bu hadis de, konuyla
ilgili daha önceki hadisler gibi, yatsı namazının ihtiyari vaktinde kılındığına
delalet etmektedir.
535- Abdullah
İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Allah'ın peygamberi,
yatsı namazını bir gece geç vakte kadar geciktirmişti. Öyle ki cemaattan
bazısı uyuyup uyandılar.” tekrar uyuyup uyandılar: Bunun üzerine Ömer
İbnu'l-Hattâb, ayağa kalkıp:
“Haydi namaza!” diye
seslendi.
Derken Peygamber (s.a.v.)
çıkıp geldi. Başından su damladığını ve elini başının yarısına koyarak
geldiğini şimdi görür gibiyim.”
Peygamber (s.a.v.):
“Eğer ümmetime zorluk verecek olmasaydı yatsı namazını
hep böyle (geç) kılmalarını emrederdim”
buyurdu.
[779]
Açıklama:
Burada Resulullah (s.a.v.)'in
namaza çıkmadan önce yıkandığına işaret edilmektedir.
536-
Câbir
b. Semure (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bütün namazları aşağı yukarı sizin namazınız gibi kılardı. Sadece yatsı
namazını sizin kıldığınızdan biraz sonraya geciktirirdi. Bu namazı hafif
kıldırırdı.”
[780]
537-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sakın bedeviler yatsı namazının ismi hususunda size
galebe çalmasınlar! Çünkü yatsı namazı, Allah'ın Kitabında “İşâ” diye
belirtilmiştir. Bu namaz, develeri sağmakla meşgul olduklarından karanlığa
kaldığı için bedeviler ona “Ateme” diyorlardı.”
[781]
Gece karanlığı
demektir. Araplar, yatsı namazına “Ateme” diyorlardı. Çünkü onlar, develeri
sağmakla meşgul olduklarından dolayı yatsı namazını şiddetli karanlığa erteliyorlardı.
Halbuk Allah'ın yatsı namazı “Ve yatsı namazından sonra”
[782]
kitabında “İşâ1” olarak geçmektedir. Bu sebeple de ona “İşa” demek gerekmektedir.
[783]
Sahih hadislerde,
yatsı namazının ismi “Ateme” diye geçmektedir. Peygamber (s.a.v.) yatsı
namazına;
“Bir taraftan “Ateme”
isminin verilmemesini emrediyor; diğer taraftan kendileri bu namaz hakkında
“Ateme” ismini kullanıyor” diye bir soru hatıra gelebilir. Buna iki şekilde
cevap verilir:
1- “Ateme”
isminin verilmesine ait yasaklama, tenzihen mekruh içindir. Tahrim için değildir.
Ateme isminin kullanılabileceğini açıklama mahiyetinde bunu Peygamber (s.a.v.)
kullanmıştır.
2- O günkü
Araplar, yatsı namazına, “İfâ” adının verildiğini bilmedikleri ve “İşâ”
denlince akşam namazını anladıklarından dolayı bir yanlışlığa meydan
verilmemesi için Peygamber (s.a.v.) yatsı namazı hakkında “Ateme” ismini
kullanmıştır.
538-
Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Hz. Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Doğrusu mümin kadınlardan bazısı çarşaflarına bürünüp
Resulullah (s.a.v.)'le birlikte sabah namazına gelirlerdi. (Namazı kıldıktan)
sonra evlerine dönerlerdi. Resulullah (s.a.v.), sabah namazını alaca
karanlıkta kıldırdığı için (evlerinden gelip giderken) tanınmazlardı.”
[784]
Açıklama:
Bu hadis; sabah
namazını ortalık İyice aydınlanmadan alaca karanlıkta kılmanın daha faziletli
olduğuna delalet etmektedir. İmam Mâlik, İmam Şafiî ile İmam Ahmed bu
görüştedir.
Hanefiler ise; sabah
namazını biraz aydınlığa bırakmak daha faziletlidir. Bu görüş, Hz. Ali ile
Abdullah İbn Mes'ud'dan da rivayet edilmiştir. Bu görüş sahiplerinin delili;
Rafi b. Hadîc'ten gelen “Sabah namazını
aydınlığa bırakınız” hadisi ile Buharı ile Müslim'in Abdullah İbn
Mes'ud'dan gelen, “Resululah (s.a.v.)'i
iki namaz hariç hiçbir namazı vakti dışında kıldığını görmedim. Bunlar,
(Müzdelife'de) akşam ile yatsıyı cem etti. O gün sabah namazını da vaktinden
evvel kıldı” hadisidir.
Kısacası; Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in sabah namazım, bazen alacakaranlıkta ve bazen de rtahk
ağardığında kıldığını gösterir. Çünkü her iki uygulama da vardır.
Ayrıca bu hadis,
kadınların mescitlere gidebilecekleri ve erkeklere karışmaksızm namazı müteakip
hemen mescidi terk edip evlerine dönmelerine İşaret etmektedir.
539- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Haccâc, Medine'ye
gelince (namazları geciktirmeye başladı. Bunun üzerine Câbir b. Abdillâh'a,
namaz vakitlerini” sorduk. Câbir:
“Resulullah (s.a.v.)
öğle namazını güneş tanı tepe noktasından batıya doğru kaydığında, ikindi
namazını güneş henüz berrak iken, akşam namazını güneş battığında, yatsı
namazını da bazen geç kılar ve bazen de vakti girdiğinde erkenden kılardı.
Sahabilerin toplandıklarını görürse vaktin başında kıldırır; geciktiklerini
görürse geç kılardı. Sabah namazını, onlar yada Peygamber (s.a.v.) alaca
karanlıkta kılardı” dedi.
[785]
Açıklama:
Hadisin metninde geçen
“Hacira”, güneşin tam tepe noktasından batıya doğru kaymasından sonra güneşin
hararetinin şiddetli olduğu zamandır.
Hadîs, sabah namazının
alaca karanlıkta kılındığına delalet etmektedir.
540- Ebu
Berze (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
yatsı namazını gecenin yarısına kadar geciktirmekte bir sakınca görmezdi.
Yatsıdan önce uyumayı ve yatsıdan sonra konuşmayı sevmezdi.”
Açıklama:
Hadisin ravisi Seyyar
der ki:
“Peygamber (s.a.v.)
güneşin (tam tepe noktasından batıya doğru kaydığında kılardı. ikindi namazını
da insanın, güneş dipdiriyken Medine'nin en uzak yerine gidebileceği bir
zamanda kılardı. Ebu Berze'nin) akşam namazı ile ilgili hangi vakti söylediğini
bilmiyorum.”
Hadisin ravisi Seyyar,
Ebu Berze'den naklen) der ki: Peygamber (s.a.v.) sabah namazını; birisi,
yanmdakîne bakıp onu tanıyacak hale geldiğinde kıldırır ve namazda altmış ile
yüz ayet arası okurdu.”
[786]
Resulullah (s.a.v.)'in
yatsıdan önce uyumayı niçin sevmediğini alimler şöyle açıklamışlardır: Çünkü yatsı
namazından önce uyuyan kimse uykuya iyice dalarak yatsının vaktini yada efdal
ve muhtar olan vaktini kaçırabilir. Bir de, buna izin verilirse cemâat bu
hususta yumuşak davranmaya başlar; sonuç itibariyle de toptan yatsıyı kılmadan
sabahlayabilirler.
Yatsı namazından sonra
konuşmayı sevmemesi ise uykusuz kalmaya sebep olacağı içindir. Zîra yatsıdan
sonra oturup konuşan kimselerin yattıkları zaman uykuya dalarak gece namazı
veya zikir için yahut sabah nmazı için kalkmamalarından korkulur. Bir de, geceleyin
çok oturmak, gündüz vazifeleri hususunda tembellik göstermeye sebep olur.
Yatsıdan sonra
konuşulması mekruh olan şeyler, faydası olmayan konuşmalardır. Faydalı ve
hayrlı şeyler konuşmakta hiç bir kerahet yokdur. Ders müzâkere etmek, salih
kimselerle ilgili hikâyeler söylemek, misafire ikramda bulunmak,
çoluğu-çocuğuyla muhabbet etmek, dargınları banştırmak gibi şeyler hep hayra
yönelik şeyler olduklarından onlar hakkında konuşmak mekruh değildir.
Yatsıdah önce uykuyu
Hz. Ömer ile oğlu Abdullah, İbni Abbâs (Radiyallah anhûm) ve daha birçok sahabe
nekruh görmüştür. İmam Mâlik ile Şâfiîler'in görüşü de budur.
Abdullah İbn Mes'ûd
(r.a) ile Kufeli alimlerine göre, yatsıdan önce uyumakta bir sakınca yoktur.
Tahâvî:
“Buna, yanında
uyandıracak kimse bulunmak şartı ile ruhsat verilir” demişdir. Abdullah İbn
Ömer (r.a)'dan da böyle bir rivayet nakledilmiştir.
“Sabah namazında altmış'dan yüz'e kadar âyet okurdu” cümlesini, Seyyar b. Selâme'den yalnız Şu'be rivayet
etmiştir.
Resulullah (s.a.v.)'in
sabah namazında yirmidokuz âyetten ibaret olan Tekvîr sûresini, kırkbeş âyetten
ibaret bulunan Kâf sûresini, yüzotuzikİ âyeti İhtiva eden Saffât sûresini, altmış
âyetlik Rûm sûresini, doksansekiz âyetlik Hac sûresini okuduğu rivayet olunduğu
gibi Kur'ân-ı Kerîmin en kısa iki sûresi ile sabah namazı kıldırdığı da rivayet
edilmiştir. Bu ihtilafın sebebi, zaman ve şartların değişmesine göre hareket
etmesidir.
[787]
541- Ebu
Zerr (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.), bana:
“Sana namazı vaktinden geri bırakan yada vaktinden
çıkararak namazı öldüren emirler yönetime gelirse acaba halin ne olacak?” buyurdu. Ben:
“Bu durumda bana ne
yapmamı emredersin” diye sordum O da:
“Namazı vaktinde kıl! Eğer namaza o tür emirlerle
birlikte yetişirsen namazı tekrar kıl! Çünkü bu ikinci defa kılman, senin için
nafile olur” buyurdu.
[788]
542-
Ebu'l-ÂIiye el-Berrâ'dan rivayet edilmiştir:
Abdullah İbnu's-Sâmit'e:
“Biz, Cuma günü
namazı, bazı emirlerin arkasında kılıyoruz. Onlar ise namazı geciktiriyorlar.
Bu durumda ne yapalım?” diye sordum. Abdullah, uyluğuma öyle vurdu ki, canımı
yaktı ve şöyle dedi:
“Ben bu meseleyi Ebu
Zerr'e sormuştum. O da, benim uyluğuma vurarak: “Ben, bu meseleyi, Resulullah (s.a.v.)'e
sordum. O da:
“Bu durumda namazı vaktinde kıl! Cemaatla birlikte
kılacağınız (ikinci) namazı ise nafile yapın!” buyurdu” dedi.
Abdullah:
“Bana anlatıldığına
göre; Allah'ın peygamberi (s.a.v.) Ebu Zerr'in uyluğuna vurmuş” dedi.
[789]
Açıklama:
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in,
Ebu Zerr'e namazı vaktinde kılmasını emretmesi; namaz vaktine riayet etmesi
içindir.
Hadislerde, bazı
emirlerin namaz vaktinden çıkarak kıldıracaklan bildirilmekte
[790] ve
fertlerin evlerinde vaktine namaz kıldıktan sonra onlarla birlikte tekrar
kılmaları uygun görülmektedir. Hadisler de durumları anlatılan bu emirler
namazı tamamen bırakanlar değil, geciktirenlerdir.
Emirlerle birlikte
tekrar namazı kılmanın hikmeti; vaktin faziletini kazanmak, İslam toplumuna
muhalafet etmemek ve müslümanlar arasında bulunması gereken birliği zedelememe
olabilir.
Hadis, ilk kılınan
namazın farz yerine geçtiğini ve ikinci kez kılınan namazın nafile hükmünde
olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
543- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resuluilah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Cemaatle kılınan bir namaz, kişinin yalnız başına kıldığı namazdan
yirmi beş derece daha faziletlidir.”
Devamla:
“Gece melekleri ile gündüz melekleri de sabah
namazında toplanırlar” buyurdu.
Ebu Hureyre:
“İsterseniz “Sabah
vakti de namazı kıl. Çünkü sabah vakti de şahitlidir”
[791]
ayetini buna delil olarak okuyun” dedi.
[792]
544-
Abdullah İbn Ömer
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Cemaatle kılınan bir namaz, yalnız başına kılınan
namazdan yirmi yedi derece daha fazilitlidir.”
[793]
Açıklama:
Görüldüğü üzere bazı
rivayetlerde “Yirmibeş” ve bazı rivayetlerde ise “Yirmiyedi” ifadesi yer
almaktadır. Bu iki sayıdan hangisinin kuvvetti olduğu hususunda ihtilâf
edilmiştir. “Yirmibeş”in râvileri çok olduğu için bu rivayet tercih edilir
diyenler olduğu gibi, “Yirmiyedi” rivayetinde âdiî ve hafız râvinin ilâvesi bulunduğu
için bu rivayet tercih edilmelidir, diyenler de olmuştur.
Nevevî der ki:
“Bu iki rivayetin
arasını uzlaştırmak üç yönden mümkündür:
1- iki
rivayet arasında bu çelişki yoktur. Az olan derecelerin zikredilmesi, çok
dereceye engel değildir. Usul alimlerinin çoğuna göre sayıların mefhumu
muhalifi bâtıldır.
2- Peygamber
{s.a.v.), önce az. olan dereceleri haber vermiştir. Sonra da Yüce Allah, fazilet
derecesinin daha fazla olduğunu bildirince, Peygamber (s.a.v.} bu defa fazla
olanı haber vermiştir.
3- Perece
sayısı, namaz kılanların hallerinin değişikliğiyle ve namazın değişikliğiyle
değişir. Namaz kılanların bâzılarına yirmibeş derece, diğer bir kısmına
yirmiyedi derece verilir. Bu farklılık, namazın âdabına riâyet etmek, huşu ve tevazu şartlarına riâyet
etmek, cemâatin çokluğu, cemaata katılanların üstünlüğü, namaz kılınan yerin
daha kutsal oluşu gibi nedenlerden bu farklı dereceler meydana gelir.
Rivayetler arasını
bulmak için, güvenilir cevaplar bunlardır. Başka cevaplar de verilmişse de
bunlar; nakletmeye gerek yoktur.
Bizim arkadaşlarımız
ve cumhur, bu hadisleri delil göstererek; “Namazın sıhhati için cemâat şart
değildir” demişlerdir. Dâvûd ez-Zahiri muhalefet ederek “Şarttır” demiştir.
Yine bu hadisler, cemâatin farz-ı ayn olmadığına delildir. Âlimlerden bir
cemâat, buna muhalif kalarak: “Namazı cemaatla kılmak; farz-ı ayrı'dır”
demişlerdir. Tercih edilen hüküm; cemaatın, farz-ı kıfâye olmasıdır.
“Sünnettir” diyenler de vardır. Ben, anılan görüşlerin delillerini açık olarak
“el-Mühezzeb”in şerhinde bildirmişimdir.
[794]
545- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki münafıklara en ağır gelen namaz, yatsı
ile sabah namaz. Fakat onlar, sabah ile yatsı namazlarında neler olduğunu
bilseler eyerek bile olsa kesinlikle bu iki namaza gelirlerdi. İçimden öyle
geçti inaz için kamet getirilmesini emredeyim de kamet getirilsin, sonra bir
emredeyim de cemaata namazı kıldırsın. Sonra yanlarında odun de-i bulunan bazı
adamları yanıma alarak namaza gelmeyen o gruba gi-ve evlerini onların üzerine
ateşle yakayım!” hadisin vurud sebebi, Resulullah (s.a.v.)'in, bazı
sahabileri sabah ve yatsı namazlarında içinde görememesidir. Çünkü sabah ve
yatsı namazına devam etmeme işinin, münalit bir özellik olduğunu vurgulamaktadır.
Ki böylece gerçek sahabiler, münafıklardan ilmiş olsun. tür hadisler, cemaate
gelemeyip namazı evde de kılmayan münafıkları da ilgilenedir. Çünkü münafıklar,
gösteriş için namazı camide kılıp evlerine gittiklerinde kilmaz olayısıyla
hadis; münafıklar hakkında değil, cemaata katılımı devamlı sağlamak için an
sahabiler hakkında varid olmuştur.
Rasulullah (s.a.v.),
camiye gelmeyen kimselerin evlerini yaktırmamıştır. Kadı İyâz (ö. l:9)'ın
ifadesine göre; namaz için cemaatin farz oluşu, İslam'ın ilk zamanlarında
namazı terk etmelerine engel olmak içindi. Daha sonra bu farziyetin hükmü kalır.
dişin tehdit ve
korkutmasının zahirinden, bütün namazlarda cemaatle namaz kilmaı ayrı olduğu
anlaşılmaktadır. Bu görüş; Hanbeliler, Evzaî gibi alimlere aittir.
fiî ve Mâliki
alimlerine göre ise, cemaatle namaz kılmak, farzı kifayedir.
Halifelere göre ise;
sünnet-i müekkededir. Hanefiler bu konuda “Cemaatle
kılınan namazı başına kılınan namazdan yirmi beş derece daha faziletlidir”
hadisidir.
546-
Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.), Cuma'ya gelmeyen
bazı kimseler hakkında: “Doğrusu içimden
öyle geldi ki, bir adama emredeyim de, cemaata namazı kıldırsın! Sonra Cuma'ya
gelmeyen bazı kimselerin üzerlerine evlerini (kendileri içerideyken) yakayım”
buyurdu.[795]
Bİr önceki hadiste
yatsıya gelmeyenlerin, burada ise Cuma namazına gelmeyenlerin ve başka
rivayetlerde ise mutlak surette cemaatla namaz kılmaya gelmeyenlerin evleri
yakılmak istenilmiştir. Bu hadislerin hepsi sahih olup aralarında hiçbir çelişki
yoktur. Çünkü olayın, ayrı ayrı zamanlarda bir çok defa geçmiş olması
mümkündür. Bu tehdit, Cuma namazına gelmeyenler hakkında açıktır. Çünkü Cuma
namazında cemaat şarttır. Diğer namazları cemaatla kılma ilgili görüş
aynlığıyla ilgili bilgi bir önceki hadisin açıklamasında geçmişti.
547- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.)'e kör bir adam gelip
(ona):
“Ey Allah'ın resulü!
Gerçekten beni, mescide götürecek bir yardımcım yok” diyerek Resulullah (s.a.v.)'den
evinde kılmak için izin istedi. O da, ona izin verdi. Bu adam dönüp gidince onu
çağırıp:
“Sen namaz için okunan ezanı işitmiyor musun?” buyurdu. Adam:
“Evet” diye cevap
verdi. Resulullah (s.a.v.):
“Öyleyse ezana icabet et!” buyurdu.
[796]
Açıklama:
Hadiste sözkonusu
edilen kör kimseden maksat, Abdullah İbn Ümmü Mektum'dur. Hadis, cemaatla namaz
kılmaya teşvik etmektedir.
Bazı alimler, ezan
duyulduğu zaman camiye gidip orada cemaatla namaz kılma zorunluluğunun;
İslam'ın Medine'deki ilk dönemlerinde geçerli bir uygulama olduğu, bundan
dolayı hiç kimseye özür tanınmadığı, bunun nedenin de münafıkların cemaatı terk
etmelerinin önlenmesi olduğu, sonradan bu hükmün yürürlükten kaldırıldığını
belirtmişlerdir. Bununla ilgili olarak 544, 548 nolu hadislere bakabilirsiniz.
548-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Kim yârın Allah'a,
müsîüman olarak kavuşmak isterse, namazlar için ezan okunan her yerde şu
namazlara devam etsin! Çünkü Allah, Peygamberiniz (s.a.v.) için sünen-i hüdâ'yı
(=hidayet yollarını) meşru kılmıştır. Bu namazlar da, sünen-î hüdâdandır. Eğer
cemâati terkedip, namazı evinde kılanın yaptığı gibi siz de evlerinizde
kılarsanız Peygamberinizin sünnetini terk etmiş olursunuz. Peygamberinizin
sünnetini terk ederseniz, muhakkak sapıklığa düşersiniz. Hiç bir kimse yoktur
ki, tertemiz abdestini alsın, sonra şu mescitlerden birine gitsin de Allah, ona
attığı her adım karşılığında bir sevap yazmasın; her adım karşılığında onu bir
derece yükselt-meşin ve her adım karşılığında onun bir günâhını affetmesin!
Doğrusu ben öyle günümüzü görmüşümdür ki, nifakı malum münafıktan başka hiç
birimiz cemâati terk etmiyordu. Doğrusu insan iki kişi arasında; bacakları
yerde sürünerek (mescide) getirilir de saffa durdurulurdu.”
[797]
Açıklama:
Bu hadis, beş vakit
namazı cemaatla kılmanın ve buna devam etmenin, Sünen-i Hûda'dan olduğunu
bildirmektedir. Hûda sünnetleri; Resulullah (s.a.v.)'in ibadet maksadıyla farz
veya vacip dışında yaptığı ve edası dinin kemalinden olan sünnetlerdir. Özürsüz
olarak ısrarla bu sünnetleri terk eden ayıplanır. Bunlar, Resulullah (s.a.v.)'in
uyuması, oturması gibi olan Zevaid sünnetlerinin aksine ibadet cinsinden
amellerdir.
Sünnet, bağlayıcılığı
açısından iki çeşittir:
Terk edilmeleri hoş
karşılanmayan yani mekruh olanlardır.
Cemaatla namaz kılmak, ezan, kamet bu tür sünnetlerdendir.
Terki ayıplanmayan,
kötü görülmeyen amellerdir. Resulullah (s.a.v.)'in giymesi, ayakta durması ve
oturmasındaki tavrı gibi.
[798]
549-
Ebu'ş-Şa'sâ'dan rivayet edilmiştir:
“Ebu Hureyre ile
birlikte mescitte oturuyorduk. Derken müezzin ezan okudu. Bir adam, mescitten
kalkıp gitti. Ebu Hureyre onu mescitten çıkıncaya kadar gözüyle takip etti.
Sonra da:
“Doğrusu şu adam, ezan
okunduğunda mescitten çıkıp gitmekle Ebu'l-Kâsım (s.a.v.)'ın sünnetine isyan
etti” dedi.
[799]
Açıklama:
Hadisin zahiri,
ezandan sonra mescitten çıkmanın haram olduğuna delalet etmektedir. Hanefilere
ve Şafiilere göre, ezan okunduktan sonra namazı kılmadan mescitten çıkıp gitmek
mekruhtur.
Hanefî alimlerinden
İbn Hümam “Fethu'l-Kadîr” isimli eserinde “Ezandan sonra mescitten çıkıp
gitmenin mekruh oluşu bir takım şartlara bağlıdır” diyor.
Ancak bu şartlar
gerçekleşirse o zaman mescidi terketmek mekruh olur. Bu şartlar şunlardır:
1- Namazı
kılmadan çıkıp giderse.
2- Başka bir
cemaate yetişmek niyyeti olmadan giderse.
3-
Terkettiği mescit kendi mahallesinin mescidi olursa.
4- Kendi
mahallesinin mescidinde namaz kılındığı halde içinde bulunduğu mescidi terk
ederse. Ama henüz mahallesinin mescidinde namaz kılınmamışsa o zaman bulunduğu
mescidi terk ederek mahallesinin mescidine gitmesi caizdir, gitmemesi ise daha
evlâdır.
5- Bütün
bunlar mazereti olmayan kimseler içindir. Fakat abdest almak gibi bir mazeretle
ve tekrar dönmek niyetiyle veya daha önce namazını kilıdığı için mescidi terk
eden kimse hakkında mekruhluk sözkonusu değildir. Yolcu olup cemaati
bekleyememe, hasta bakıcı olup acil durumda olanlar gibi kimselerin namazı
kılıp çıkmalarında bir sakınca yoktur.
550-
Abdurrahman b. Ebi Amre'den rivayet edilmiştir:
“Osman b. Affân, akşam
namazından sonra mescide girip tek başına oturmuştu. Ben de yanına oturdum.”
Osman:
“Ey kardeşimin oğlu!”
Ben, Resulullah (s.a.v.)'i:
“Kim yatsı namazını cemaatle kılarsa gecenin yansını
namazla geçirmiş gibi (sevap almış) olur. Kim de sabah namazını cemaatle
kılarsa bütün gece namaz namaz kılmış gibi (sevap almış) olur” buyururken işittim” dedi.[800]
551- Cündeb
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resuİuüah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim sabah namazını
cemaatle kılarsa o kimse Allah'ın güvencesi altındadır. Allah, korumasının
terk olunmasına karşılık sizden hiçbir şey istemez. Allah, güvencesini terk
eden kimseye yetişip onu cehennem ateşi içine yüz üstü atar.”[801]
Açıklama:
Hadîste geçen “Zimmet”
kelimesi; ahid, teminat, güvence ve kefalet mânâlarına gelir. Burada kastedilen
husus; namaz kılmanın, özellikle sabah namazının üstün faziletini belirtmek ve
müslümanhğını namaz gibi aleni bir ibâdetle açıklayan bir kimsenin her türlü
haklarının Allah'ın güvencesi ve teminatı altında olduğunu bildirmektir.
552- Mahmûd
İbnu'r-Rebî'den rivayet edilmiştir:
Peygamber (s.a.v.)'in
Bedir gazasına katılan sahabelerinden ve Ensâr'dan İtbân , Resulullah (s.a.v.)'e
gelip:
“Allah'ın resulü!
Gözlerim görmez oldu. Ben kavmime namaz kıldın. Yağmurlar yağdığı zaman kavmim
ile aramızda bulunan dere akıyor; onların mescidine gidip onlara namaz kıl
duramıyorum. Ey Allah'ın Evime gelip herhangi bir yerinde namaz kılmanı
dilerim! O zaman o yeri namazgah edinirim!” dedi. Resulullah (s.a.v.): “İnşaallah, bunu yaparım” buyurdu der
ki:
“Ertesi gün Resulullah
(s.a.v.) ile Ebû Bekr-i Sıddîk gün yükseldiği ma) geldi. Resulullah (s.a.v.)
içeri girmek için izin istedi. Ben de ona izin Eve girdiğinde hiç oturmadı.
Sonra: Hadisinin neresinde namaz kılmamı istersin?” buyurdu. Ben, evin bir
köret ettim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) namaza kalkarak tekbir aldı. Biz
arkasına durduk. Bize iki rekât namaz kıldırdı. Sonra selâm verdi. Biz,
Resulullah (s.a.v.)'i, kendisi için hazırladığımız bir Hazîre yemeğini yemesi
için alıkoyduk. Derken o mahallenin erkeklerinden bir grup, Peygamberin
geldiğini haber alarak birer birer yanımıza gelip etrafımızı çevirdi. Bu
suretle evde bir hayîi adam toplandı. İçlerinden biri:
Mâlik İbn Duhşun
nerede?” diye sordu. Başka birisi:
“O, münafıktır. Allah
ve Resulünü sevmez” diye cevap verdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Onun hakkında böyle şey söyleme! Görmüyor musun ki,
Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur diyor ve bununla, Allah'ın rızâsını
istiyor!” buyurdu. Sahabiler:
“Allah ve Resulü daha
iyi bilir” dediler. Onun münafık olduğunu söyleyen kimse yada İtbân;
“Biz onun münafıklara
karşı hep yüz verdiğini ve onlara karşı hep iyi davrandığını görüyoruz” dedi.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Allah, Allah'ın rızâsını dileyerek “La ilahe
illallah” Allah'tan başka ilah yoktur diyen bir kimseye cehennemi haram
kılmıştır” buyurdu.
Açıklama:
Hadisin ravisi İbn
Şihâb der ki: Sonra ben, Salim oğullarından ve onların ileri gelenlerinden biri
olan Husayn b. Muhammed el-Ensârî'ye, Mahmud İbnu'r-Rebî' hadîsini sordum, o da
bu hususta onu tasdik etti.
[802]
Hazire: Yağlı bîr
çorbadır. Un ve ufak kıyılmış etle olan bulamaç aşına denir.
Bu hadisten; herhangi
bir özürden dolayı cemmatla namaz kılmayı terk etmenin caiz olduğu, bir
kimsenin karşı karşıya kaldığı bir sıkıntısını başkasına anlatmasının caiz
olduğu, namaz için belli bir yerin tahsis edilmesinin caiz olduğu, salih bir
kimsenin bir yere davet edilmesi halinde kibirlenmeyerek oraya gitmesinin caiz
olduğu, hakkında yeterli bilgi sahibi olunmadan bir kimsenin aleyhine
konuşulmaması gerektiği, evine gelen alini bir ev sahibinin misafirine ikramda
bulunmasının caiz olduğu, ev sahibinin izniyle misafirin imam olmasının caiz
olduğu, alim yada salih bir kimsenin bir yere davet edilmesi halinde yanında
birisini de götürmesinin caiz olduğu, hakkında kötü sözler söylenen fakat
gerçekte o kötülüklerden uzak olan kimseyi savunmanın caiz olduğu, Kelime-i
Tevhid üzere ölen mümin bir kimsenin ebedi olarak cehennemde kalmayacağı gibi
bir çok hususlar anlaşılmaktadır.
553- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Enes'in) ninesi
Müleyke (r.a), Resulullah (s.a.v.)'i kendisi için yaptığı yemeğe giyip o da bu
yemekten yemişti. Sonra da:
“Haydi kalkın, size namaz kıldırayım!” buyurdu. Enes:
“Bunun üzerine kalkıp
çok kullanılmaktan kararmış hasırımızı geldim-gittim ve onun üzerine (biraz) su
serptim. Sonra Resulullah (s.a.v.) çerinde namaza durdu. Yetim ile ben,
Resulullah (s.a.v.)'in arkasında rduk. Yaşlı kadın da bizim arkamızda durdu.
Resulullah (s.a.v.) bize namaz kıldırdı, sonra evimizden ayrıldı” dedi”
[803]
haydi kalkın! “Size namaz kıldırayım”
ifadesi; cemaat içerisinde kadınlar da bu zaman nasıl saf oluşturularak namaz
kılınacağını öğretmek için size namaz demektir. Resulullah (s.a.v.)'in evlerde
bu şekilde cemaat oluşturarak namaz kıl camiye gelemeyen kadınlara da cemaatle
namazın nasıl kılınacağını öğretmiş olca bu hadis, cemaat Açıklama: Ayrıca bu hadisde
kılınan namazda kadınların safın arkasında ayrıca saf ını göstermektedir.
Davete icabetin;
sünnet mi, vacip mi, yoksa farzı kifaye mi olduğu meselesi tartışma
buyurmuştur.
Hasının üzerine su
serpmesi; onu yumuşatmak ve tozunu almak olduğu gibi. İdet kullanılması
sebebiyle bir pisliğin bulaşmış olması ihtimalinden dolayı da olabilir.
Yalnız burada geçen
“Nadh” kelimesi, su serpmek anlamına geldiği gibi, yıkamak anlamına da
geldiğinden dolayı Enes'in hasırı yıkamış olması da mümkündür. Ancak birinci
ihtimal daha kuvvetlidir.
“Yaşlı kadın”la kast
edilenin, Enes'in annesi Ümmü Süleym yada Müleyke olduğu ileri sürülmüştür.
Bununla kast edilenin, Enes'in annesi Ümmü Süleym yada Müleyke olduğu ileri
sürülmüştür.
Bu hadis; cemaatle
namaz kılmanın caiz olduğunu göstermektedir.
“Yetim” diye
adlandırılan kimse, Resulullah (s.a.v.)'in azatlısı Damira b. Ebi Damira'dır.
Görüldüğü üzere bu
hadiste, yemek, namazda öne geçirilmiştir. 548 nolu hadiste önce namaz
kılınmış, sonra da yemek yenmişti. Çünkü Itban, Hz. Peygamber (s.a.v.)'i namaz
kılması için çağırmıştı. Müleyke'nin daveti ise yemeğe idi. Resulullah (s.a.v.)
hangi İş için çağırılırsa onu öne geçirirdi.
554- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
ahlak yönünden insanların en güzeli idi. Resulullah (s.a.v.) bizim evde
bulunduğu sırada namaz vakti gelirdi. Hemen altındaki yaygının temizlenmesini
emrederdi. Derhal yaygı süpürülürdü. Sonra da yaygının üzerine su serpilirdi.
Daha sonra Resulullah (s.a.v.) o yaygının üzerinde bize imam olur, biz de
arkasına dururduk. Böylece bize namaz kıldırırdı. Onların yaygısı, hurma
yaprağındandı.”
[804]
Açıklama:
Hadis; hasır, post,
elbise, seccade, yaygı ve sergiler üzerinde namaz kılmanın caiz olduğunu
açıklamaktadır. Bu yaygıların, hurma yaprağı gibi bitkilerden yada hayvan
derilerinden yapılmış olması önemli değildir. Önemli olan bunların temiz
olmasıdır.
555- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
Peygamber (s.a.v.)
yanımıza girmişti. Evde ben, annem ve teyzem Ümmü Ha-Ti'dan başka hiç kimse
yoktu. Resulullah (s.a.v.):
“Kalkın size namaz kıldırayım!” buyurdu. Bu teklif, namaz vakti dışında. Bunun
üzerine bize namaz kıldırdı.
Bir adam, (hadisin
ravisi) Sâbit'e:
“Resulullah (s.a.v.),
Enes'i nereye durdurmuştu?” diye sordu. Sabit:
“Onu, sağ tarafına
durdurmuştu” diye cevap verdi.
Enes der ki:
“Sonra Resulullah (s.a.v.),
bize, ev halkına; bütün dünyâ ve âhiret yalarmın hepsiyle dua etti. Annem:
“Ey Allah'ın resulü!
Bu Enes, senin küçük hizmetkârındır. Allah'a, un için dua et!” dedi.
Bunun üzerine bana,
bütün haydarla dua etti. Bana yaptığı duanın sonunda: Eksir mâlehu ve veledehu
ve Bârik lehu fîh” (=Allahım! Bunun ilmi ve zürriyetini çoğalt! Ona, bu hususta
bereket ihsan eyle!” diyordu.
[805]
Açıklama:
Bu hadislerde,
Resulullah (s.a.v.)'in kıldırdığı namazın, nafile namaz olduğu ve nafile mazın,
cemaatla kılınmasının caiz olduğunu göstermektedir.
Ayrıca misafirin, ev
sahibine dua etmesinin caiz olduğu ve özel bir dua istenildiğin de jn için de
dua edilmesinin caiz olduğu bu hadisten anlaşılmaktadır.
Enes'in teyzesi Ümmü
Haram, Resulullah (s.a.v.)'in süt annesidir. Ümmü Haram, Enes'in si Ümmü Süleym
ile birlikte otururdu. Bu bakımdan Resulullah (s.a.v.), sık sık bu iki dini
ziyarete giderdi. Bazen bu ziyaret saatlerine, namaz vakti isabet ederdi. Bu
sebeple de nazın ilk sünnetini yada farz namaza bağlı olarak kılınan revatib
sünnetlerinden birini ıda kılardı.
556- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Enes ile annesine yada teyzesine namaz kıldırdı. Enes;
“Resulullah (s.a.v.),
beni sağ tarafına ve kadını da arkamıza durdurdu” dedi.
[806]
Açıklama:
Bu hadis, bir erkek
ile bir kadının imamın arkasında namaz kılmak istedikleri zaman nasıl saf
oluşturacaklannı açıklamaktadır. Buna göre imama uyan kimseler, bir erkek ve
bir kadından ibaret olduğu zaman erkeğin imamın sağında ve kadının da ikisinin
arkasında durması gerektiğini ifade etmektedir.
Kadın, erkeklerin
safında namaza durduğu zaman cumhura göre namaz sahihtir. Hanefilere göre ise
kadının namazı sahihtir, fakat erkeklerin namazı bozulur.
557-
Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Meymûne (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
namaz kılar, ben de onun hizasında bulunurdum. Secde ettiğinde bazen elbisesi
bana değerdi.
Açıklama:
Hurma yapraklarından
örülmüş küçük bir hasır üzerinde namaz kılardı.
[807]
558. Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ebu Saîd el-Hudrî,
Resulullah (s.a.v.)'in yanına girip onu bir hasır üzerinde namaz kılar, secde
ederken bulmuştu.”
[808] 550
nolu hadisin açıklamasında da geçtiği üzere; hasır ve benzeri sergiler üzerinde
namaz kılmak caizdir.
İbn Battal, seccade
üzerinde namaz kılmanın caiz olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş
birliği bulunduğunu, sadece Ömer b. Abdulaziz'in seccade üzerine toprak dökerek
secde ettiğini, bunun da onun seccade üzerine secde etmeyi caiz görmediğine
değil tevazu ve huşudaki derecesine delalet ettiğini söylemiştir.
559- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kişinin, cemaatla
kıldığı namaz, evinde ve pazarında kıldığı namazından yirmi küsur derece fazla
olur. Bu da, şundandır: Cemaattan biri abdest alıp onu tastamam yapar; sonra
mescide gider, kendisini namazdan başka hiç bîr şey harekete geçirmez,
namazdan başka hiç bir niyeti de olmazsa mescide girinceye kadar attığı her
adıma karşılık ona bir derece yükseltilir. Yine attığı her adıma karşılık bir
günâhı bağışlanır. Mescide girdiği zaman da kendisini orada namaz hapsettiği
müddetçe namazda sayılır. Böylesi namaz kıldığı mecliste bulunduğu müddetçe
melekler ona salât eyler ve “Allahümme’hamhu Allahümme'ğfir lehu Alahümme tub
aleyhi mâlem yu'zi fîhi mâlem yuhdis fîh” (=Allahım! Ona rahmet eyle. Allahım! Ona
mağfiret eyle! Allahım! Burada eziyet vermedikçe, abdestini bozmadıkça onun
tevbesini kabul et!” derler.”
[809]
“Abdestini bozmadıkça” ifadesinden maksat; o
şahsın, namaz kıldığı yerde bir sonraki namazın girmesini beklemesi ve
yerinden ayrılmasıdır. Buna göre namaz kılınan yerde oturup diğer namaz vaktini
bekleyen bir kimse sanki namaz içindeymiş gibi sevaba müstahak olur Her ne
kadar o kise, gerçek anlamda namazda değilse bile hükmen namazda sayılır. Çünkü
bu kimsenin evine, ailesini yanma dönmemesine sebap, namazı beklemesidir.
Bazı alimler, mescitte
yeni çıkarmanın haram olduğunu belirtmişlerse de, alimlerin çoğu bunun haram
olmadığını, fakat sakınılması gereken bir husus olduğunu söylemişlerdir. Mescitte
abdestsiz olarak oturmak, meleklerin dualarına engel ise de caizdir.
“Meleklerin salat
etmesi”, müminlerin bağışlanmalarını dileme mahiyetinde yaptıkları dualardır.
Bunun için abdest alarak mescitte namazı bekleyen bir kimse için, istiğfarda
bulunurlar. Dolayısıyla Allah'tan mağfiret ve rahmet dilerler. Yalnız mağfiret
ile rahmet arasında fark vardır. Mağfiret, günahları örtbas etmektir. Rahmet
ise kula bol bol ihsanda bulunmaktır.
Hadis, cemaatla
kılınan namazın, tek başına kılınan namazdan yirmü küsur derece daha faziletli
olduğunu belirtmektedir.
Ayrıca mescitte olsun
yada başka bir yerde olsun, namazı beklemek mutlak surette faziletli bir iştir.
560- Ebu
Musa el-Eş'arî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Namazdaki sevap açısından insanların en büyüğü,
derece derece uzaktan mescide doğru yürüyüp gelen kimse alacağı sevabdır.
Namaz vaktini bekleyip onu imamla birlikte kılan kimsenin alacağı sevab ise,
onu hemen kılarak uyuyan kimsenin alacağı sevabdan daha büyüktür.”
[810]
561- Übeyy
b. Ka'b (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir adam vardı ki,
mescide ondan daha uzakta olan hiç bir kimse bilmem. Bu kimse, hiçbir cemâat
namazını kaçırmıyordu.Ona yada ben ona:
“Bir eşek satın alsan
da karanlıkta ve sıcakta ona binersin” denildi yada dedim. O:
“Evimin mescidin
yanıbaşında olması, beni memnun etmez. Çünkü ben, mescide gidişimin ve evime
döndüğüm vakit dönüşümün lehime yazılmasını isterim” dedi. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.):
“Allah senin için bunların hepsini bir araya topladı” buyurdu.
[811]
562- Übeyy
b. Ka'b (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ensâr'dan bir kimse
vardı ki, evi Medîne'de mescide en uzak evdi. Bu kimse, Resulullah (s.a.v.) ile
birlikte kılman hiç bir namazı kaçırmazdı. Biz, onun bu haline acıdık. Ona:
“Ey filânca kimse! Bîr
eşek satın alsan, hem seni sıcaktan ve hem de yerin zehirli haşerâtından korur”
dedim. O:
“Dikkat edin! Vallahi,
ben, evimin, Muhammed (s.a.v.)'in evine çadır ipleriyle bağlanmış kadar yakın
olmasını istemem” dedi.
“Onun bu sözü, bana,
çok ağır geldi. Nihayet Allah'ın Peygamberi (s.a.v.)'e gelip bunu ona anlattım.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) o adamı yanma çağırdı. O kimse, Peygamber (s.a.v.)'e
de aynı şeyi söyleyip adım attığı izlerden sevab umduğunu belirtti. Bunun
üzerine Peygamber (s.a.v.), o adama:
“Senin için, gerçekten umduğun şey için sevab vardır” buyurdu.
[812]
Açıklama:
Mescitlerden uzakta
yaşayanların daha çok sevab kazanması, uzak mesafeden gelerek meşakkata
katlandıktan içindir, ibadetin en faziletlisi, en zahmetli olanıdır.
Dolayısıyla meşakkata katlanarak uzak mescide gitmek ve namazı orada kılmak
daha sevablıdır.
Hadis, çok adım atmaya
sebep olan uzak mescide gitmenin faziletine delildir.
563- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Mahallemiz, mescitten
uzakta idi. Bu sebeple evlerimizi satarak mescide yaklaşmak istedik. Fakat
Resulullah (s.a.v.), bize bunu yasaklayıp:
“Sizin gerçekten (attığınız) her adımda bir derece
sevab vardır” buyurdu.
[813]
564- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir ara mescidin
etrafındaki arsalar, evlerden uzak kaldı. Ensar'dan Seleme oğullan, mescidin
yakınına taşınmayı istedi. Bu, Resulullah (s.a.v.)'e ulaştığında onlara:
“Bana ulaştı kî, sizler, mescidin yakınma taşınmak
istiyormuşsunuz” buyurdu. Onlar:
“Evet, ey Allah'ın
resulü! Bunu istedik” dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Ey Seleme oğulları! Mahallenizden ayrılmayın ki,
attığınız adımların izlerinizin sevabı çok) yazılsın. Mahallenizden ayrılmayın
ki, mescide doğru yürüyüp attığınız adımlardan dolayı) izlerinizin sevabı çok
yazılsın” buyurdu.
[814]
Açıklama:
Seleme oğullarının
oturduklan yer, mescide takriben bir mil uzaktaydı. Bunun için mescidin
yakınına taşınmak istemişlerdi. Böylece Resulullah (s.a.v.)'e daha yakın
olacaklar ve namazlarını hep onunla birlikte kılmış olacaklardı. Fakat
Resulullah (s.a.v.) buna razı olmamış. Çünkü Seleme oğullarının yaşadıkları
semt, adeta Medine'nin bekçisi durumunda idi. Onlar oradan ayniacak olurlarsa o
zaman Medine korumasız kalacaktı. Bunun için Resulullah (s.a.v.), onları,
mescide gelmek için yürüyerek kazanacakları sevaba teşvik etmiştir.
Burada sevablann
yazılmasından maksat, sevablann amel defterlerine yazilmasıdır. Bununla, salih
kimselerle birlikte olma da kastedilmiş olabilir.
Onlar için böyle
sevablar yazılmış olması, hem başkalannin mescide yakın taşınmaları engellenmiş
olunmakta ve hem de cemaata devam ederek alacaklan sevabın çokluğuna dikkat
çekilerek cemaatla namaz kılmaları teşvik edilmiş olunmaktadır.
565- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kim evinde temizlenir, sonra Allah'ın evlerinden
birine; Allah'ın fazlarından birini eda etmek için giderse adımlarının
birisi bir günah yok eder, diğeri de bir derece yükseltir.”
[815]
566- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Ne dersiniz? Sizden birisinin kapısının önünden bir
nehir aksa, günde beş defa o nehirde yıkansa (vücudunun) kirinden bir şey kalır
mı?” buyurdu. Sahabiler:
“Hayır! Onun kirinden
hiçbir şey kalmaz!” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Beş vakit namazın misali de işte bunun gibidir.
Onlarla, Allah günahları yok eder”
buyurdu.
[816]
567- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Beş vakit namazın misali, sizden birisinin kapısının
önünden gürül gürül akan ve içinde her gün beş defa yıkandığı bir nehir
gibidir.”
[817]
Açıklama:
Beş vakit namazın,
evin önünde akan nehirde beş defa yıkanmaya benzetilmesinden masat;
İbnü'l-Arabi'ye göre, insan, var olan pisliklerle kirlenir, gerek bedeni ve
gerekse elbisesi pislenir. Onu bol suyla nasıl yıkarsa beş vakit namazda
öyledir. Bunlar kulu günah kirlerinden temizler. O derece ki, yok etmedik,
kefaret olmadık hiçbir günah bırakmaz
Buradaki günahlarla,
küçük günahlar kastedilmiştir. Çünkü Resulullah (s.a.v.) günahları kire
benzetmiştir. Kir ise kendisinden daha büyük şeylere nispetle küçüktür.
568- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kim sabahleyin ve akşamleyin mescide gidip gelirse;
her gidiş gelişinde, Allah, o kimseye cennetten konaklayacağı yerini
hazırlar.”
[818]
Açıklama:
Hadisin metninde geçen
“Gudüv” kelimesi, sabahtan güneşin zevaline kadar olan yürüyüşe denir. “Ravâh”
ise, güneşin zevalinden gecenin başlangıcına kadar devam eden yü-rüyeşe denir.
Bu iki kelime, mecazen “Gidip geldi” anlamında da kullanılmaktadır. Burada bu
iki kelimeyle kastedilen; bu iki belirli vakit yani sabah ve akşam olmayıp bütün
namazlara devamdır.
569- Simâk b. Harb'ten rivayet edilmiştir: “Câbir
b. Semure'ye:
“Sen, Resulullah (s.a.v.)'le
birlikts bir mecüste oturur muydun?” diye sordum. O da:
“Evet, pek çok defa (oturdum). Sabah -yada gadât-
namazını kılmış olduğu namaz yerinden ta güneş doğuncaya kadar kalkmazdı.
Güneş doğunca (yerinden) kalkardı. Sahabiler, Peygamber (s.a.v.)'Ie birlikte bu
müddet zarfında konuşurlardı. Bazen cahiliye devri işlerine dalarlardı da
sahabiler gülüşürler, Resulullah (s.a.v.)'de tebessüm ederdi” dedi.
[819]
570- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Allah'a en sevimli olan beldeler, o beldelerin
mescitleridir. Allah'a en sevimsiz olan beldeler ise o beldelerin
çarşılarıdır.”
[820]
Açıklama:
Sahabilerin câhiliyet
işlerinde muhabbete dalmaları, önceki toplulukların târihine âit şeyleri
konuşmaktan ibaretti. Güneş doğuncaya kadar sabah namazı kılınan yerde oturmak
ve iyice yükselip nafile İbâdet zamanı gelince, o ibâdete başlamak müstehabdır.
Sahabilerin konuşmaları nafile ibâdet zamanından öncedir. Çünkü o zaman
muhabbete dalmak mekruh idi.
Bu hadis, gülmek ile
tebessüm etmenin caiz olduğuna delildir. ikinci hadiste ise, Allah katında en
makbul yerlerin, mescitler olduğu bildirilmektedir. Kadı İyâz'a göre, onların
makbul olmasına sebep; ihlâs ve takva üzere bina edilmeleridir. En sevimsiz
yerlerin ise çarşı ve pazarlar olması, o yerlerde sırf dünyâ için çalışıldığı, Yüce
Allah'ın zikredilmediği, yalan yere yemin etmek suretiyle insanlar aldatıldığı
içindir.
Allah'ın muhabbet ve
buğzu, hayır ve şerrin irâdesi yahut bunları yaratmasıdır. Yânı muhabbetinden
maksat, bâzı kimseleri bahtiyar etmesi; buğzundan maksat da bir takımlarını
bedbaht etmesidir. Mescitler, Yüce Allah'ın rahmetinin indiği yerlerdir. Çarşı
ve pazarlar ise bunun aksinedir.
[821]
571- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Namaz kılacak kimseler, üç kişi olursa, biri
kendilerine imam olsun, tıların imamlığa en layık olanı, (Kur'an'ı) en iyi
okuyanıdır.”
[822]
572- Ebu
Mes'ud el-Ensârî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Cemaata, Allah'ın kitabını en İyi okuyan kimseler
imam olur. Eğer uma hususunda eşit iseler, sünneti en iyi bilenleri;
sünnet hususunda da t iseler hicret itibariyle en kıdemlileri; hicret hususunda
da eşit iseler, îm'ı kabulde en kıdemlileri imam olur. Sakın sizden birisinin
hâkim oldu yerde, başka biri ona imam olmasın! Ve hiç bir kimse, başkasının
evin-onun izni olmaksızın yaygısının üzerine oturmasın!”
Ebû Saîd el-Eşecc,
kendi rivayetinde: “Silmen” İslam'a giriş yerinenen” yaşça ifadesine yer
vermiştir.”
[823]
Açıklama:
Bu hadis-i şerifte
imamlığa lâyık olmanın en başta gelen ölçüsü olarak belirtilen “Allah (itabını
en iyi okumak” cümlesinin mânâsı, Kur'an-ı Kerimi tecvid kaidelerine göre en
okumak demektir.
“Okumada en kıdemli
olmak” cümlesinin mânâsı ise, “Kur'an-ı Kerimi daha çok ezberlemiş olmak”
demektir.
Hâkim'in
“Müstedrek”inde “Sünneti en iyi bilenler” yerine “En fakih olanlar” cümle
ifadesi geçmektedir.
“Hicret bakımından en
kıdemli olmak” cümlesinin mânâsı, Mekke fethedilmeden önceki zamanlarda
Mekke'den Medine'ye daha önce göç etmiş olmaktır. Bu dönemlerde Mekke küfr
diyan olduğundan bir an önce, İslâm diyarı olan Medine'ye göç edenler ilim ve
irfan bakımından daha gelişmiş olduklarından göç etmeyenlere nisbetle imamlığa
daha lâyık Görülmüşlerdir. Ancak Mekke fethedildiktene sonra orası da İslâm
diyan olduğundan Resulullah (s.a.v.) “Fetihden
sonra hicret yoktur” buyurmak kaydıyla Mekke'nin Medine gibi şerefli bir
yer olduğu vurgulanmıştır.
Hanefilere göre bir
toplum içerisinde imamlığa en layık olanlar, sünneti en iyi bilen kimselerdir.
Eğer bu noktada eşit olurlarsa Allah'ın kitabını en iyi okuyanlan, bunda da
eşit olurlarsa en fazla vera ve takva sahibi olanları, bunda da eşit olurlarsa
en yaşlı olanları imam olur.
573- Mâlik
İbnu'l-Huveyris (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bizler, (yaşça)
birbirine akran gençler Peygamber (s.a.v.)'in yanma geldik. Onun yanında yirmi
gün yirmi gece kaldık. Resulullah (s.a.v.) çok merhametli ve çok yumuşak huylu
birisiydi. Ailelerimizi özlediğimizi anlayınca, geride kimleri bıraktığımızı
sordu. Biz de ona geride bıraktığımız kimseleri haber verdik. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.):
“Haydi ailelerinizin yanına geri dönün. Onların
içerisine yerleşin. Onlara burada öğrendiğiniz hususları öğretin ve onlara,
filanca namazı filanca vakitte ve filanca namazı da filan vakitte kılmalarını
emredin. Namaz vakti geldiğinde içinizden biri size ezan okusun. Sonra (yaşça)
daha büyük olanınız ise size imam olsun” buyurdu.
[824]
Açıklama:
İmamlığa layık olmanın
en önde gelen şartı; bazılarına göre, fıkhı en iyi şekilde bilen, bazılarına
göre ise Kur’an-ı en güzel şekilde okuyan, daha sonra ise günahtan sakınmakta
daha titiz olan, daha yaşlı olan, ahlakı en güzel olan tercih edilir. Eşitlik
halinde kura çekilir yada cemaatin tercihiyle birisi imamlığa seçilir.
Daha yaşlı olan
kimseden maksat; müslüman olarak yaşanan yaştır. Yoksa yeni müslüman olmuş bir
ihtiyar daha önce müslüman olan bir gence tercih edilemez.
Bu rivayete göre,
imamlık için kıraatta eşitlik olunca yaşça büyük olanı tercih edilir.
Burada “Haydi
ailelerinizin yanına geri dönün. Onların içerisine yerleşin. Onlara burada
öğrendiğiniz hususları öğretin ve onlara, filanca namazı filanca vakitte ve
filanca namazı da filan vakitte kılmalarını emredin. Namaz vakti geldiğinde
içinizden biri size ezan okusun” ifadesi başka bir rivayette “Namaz vakti
geldiği zaman ezanı okuyun” şeklindedir. Ayrıca diğer bir rivayette, “Yolculuğa
çıktığınız zaman ezan okuyun, kamet getirin” ifadesi yer almaktadır. Bu iki
ifade arasında görünüşte iki ayrı hüküm ifade etmektedir:
1. a-
Birinci rivayete göre, ailelerinin yanına varıp onlara namazı emrettikten sonra
ezan okumalan emredilmektedir.
b- ikinci
hadise göre ise, hemen Medine'den çıkar çıkmaz daha ailelerinin yanına varmadan
yolculuk halinde iken ezan okumaları emredilmektedir.
2- Bu iki
rivayet arasındaki bir başka farklılık ise şöyledir:
a- Birinci
rivayette, ezanın içlerinden biri tarafından okunması emredilmektedir.
b- ikinci
rivayette ise, ikisine birden ezan okumaları emredilmektedir.
Her ne kadar görünüşte
bu rivayetler arasında fark varsa da, gerçekte en küçük bir ayrılık dahi
yoktur. Çünkü bir hadiste, evlerine vardıklan zaman ezan okumalarının
emrediimesi, yolculuk esnasında ezan okumalarına engel değildir. Yine ikinci
hadiste, yolculuk esnasında ezan okumalarının emrediimesi, yolculuk bittikten
sonra evlerinde ezan okumalarına engel değildir.
ikisine birden ezan
okumalarının emredilmesinin hikmeti, ikisinin de ezan okumaya liyakat
bakımından eşit olmalarıdır. Çünkü ezan okuma hususunda yaşlı olmak gibi
şartlar aranmaz. Çünkü bir rivayette, “Namaz vakti geldiğinde içinizden biri
size Ezan okusun, yaşça büyük olanınız size imam olsun” ifadesi yer
almaktadır.
574- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
sabah namazının kıraatini bitirip tekbîr aldığı ve başını kaldırdığı zaman:
“Semiallahu li men hamideh. Rabbena ve leke'l-hamd” (Allah, kendisine hamd
edenin hamdini kabul eder. Rabbîmiz! Hamd de, sadece Sana mahsûstur) der, sonra
ayakta iken şunları okurdu:
“Allahım! Velîd b.
Velîd'i, Seleme İbn Hişâm'ı, Ayyaş, b. Ebî Rebîa'yı ve mü'minlerin zayıf
olanlarını kurtar! Rabbim! Mudar kabilesine olan şiddet ve baskını arttır!
Bunu, onlara, Yûsuf'un kıtlık yılları gibi yap! Allah’ım! Lihyân, Ri'I ve
Zekvân ile Usayye kabilelerine lanet eyle. Çünkü onlar, Allah ve Resulüne isyan
ettiler!”
Sonra “Kulların işin
hiçbir şey sana ait değildir. Allah, ya onların tevbesini kabul eder yada
onları, kendileri zalim oldukları için azablandırır
[825]ayeti
indiriiince Resuluîlah (s.a.v.)'in bu dualarla kunut yapmayı terk ettiği bize
ulaştı.”
[826]
575-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Vallahi, ben size
Resulullah (s.a.v.)'in namazına yakın bir namaz kıldıracağım”(dedi).
Bunun üzerine Ebu
Hureyre öğle, yatsı ve sabah namazlarında kunut okuyup müminlere dua eder,
kafirlere de lanet ederdi.
[827]
576- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
“Bi'ri Maune (Maune kuyusu) sahiplerini öldürenlere otuz sabah beddua etti.
Ayrıca Resulullah (s.a.v.), Allah ile Resulüne isyan eden Ri'l, Zekvân, Lihyân
ve Usayye kabilelerine de beddua etti.
Enes dedi ki:
“Yüce Allah, “Bi'ri
Maune” Maune kuyusu başında öldürülen sahabiler hakkında bilahare nesh
edilinceye kadar: “Şehitlerin ağzından: Kavmimize tebliğ ediniz ki, biz
Rabbimize kavuştuk. O, bizden razı oldu ve biz de O'ondan razı olduk” şeklinde
okuduğumuz Kur'an (ayetin)i indirdi.”
[828]
577-
Muhammed'den rivayet edilmiştir; “Enes b. Mâlik'e:
“Resulullah (s.a.v.)
sabah namazında hiç kunut okudu mu?” diye sordum O da:
“Evet, rükudan sonra
birkaç zaman” diye cevap verdi.
[829]
578-
Âsım'dan rivayet edilmiştir:
“Enes'e; Kunut'un,
rükudan önce mi, yoksa rükudan sonra mı olduğunu sordum. O da:
“Rükudan önce idi”
diye cevap verdi. Ben:
“Bazı insanlar,
Resulullah (s.a.v.)'in rükudan sonra kunut okuduğunu söylüyorlar.Buna ne
dersin?” diye sordum. Bunun üzerine Enes:
“Resulullah (s.a.v.)
ancak bir ay kunut okudu. Sahabilerinde “Kurrâ” denilen bazı kimseleri öldüren
bazı kimseler aleyhine beddua ediyordu” diye cevap verdi.”
[830]
579- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'i,
“Bi'ri Maune” Maune kuyusu günü suikast düzenlenen yetmiş sahabiye üzüldüğü
kadar hiçbir seriyyeye/askeri birliğe üzüldüğünü görmemiştim. Onlar, “Kura”
diye adlandırılırlardı. Resulullah (s.a.v.), bir ay boyunca onların katillerine
beddua etmişti.”
[831]
580- Hufâf
b. îmâ' (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resululfah (s.a.v.)
rükuya vardı. Sonra başını (rükudan) kaldırıp:
“Gıfâr (kabilesine)
Allah mağfiret eylesin! Eşlem (kabilesine de) Allah îlamet versin! LJsayya
(kabilesi) ise Allah'a ve Resulüne isyan etmiştir. İlahım! Lihyân oğullarına
lanet eyle! Ri'I ile Zekvân (kabilelerin)e de lanet buyurup sonra secdeye
kapandı.
Hufâf:
“Kafirlere lanet işte
bu sebepten ötürü meşru kılınmıştır” dedi.
[832]
Açıklama:
Bu hadislerde işaret
edilen kunuta sebep, tarihte “Bi'r Mâune” faciası denilen olaydır.
Ri'l, Zekvan ve Usayye
kabileleri, kendilerine Kur'an öğretmek için yanlarına gönderilen tmiş kadar
kurayı öldürmüşlerdi. Bu olayın detayı, Siyer ve Tarih kitaplarında mevcuttur.
Bunun üzerine
Peygamber (s.a.v.) bir ay bunlara beddua etmeye devam etmiş, fakat bu bilelerin
iman edip İslam'a hizmet edecekleri ilahi ilimde muhakkak olduğu için
aleyhlerine pılan beddua, Al-i İmran: 3/128. ayetin inmesi üzerine son
bulmuştur.
Bu hadislerin hepsi,
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in vitir namazı dışında da kunut yaptığına laîet
etmektedir.
Resulullah (s.a.v.)'in
bazı rivayetlerde üç, bazı rivayetlerde ise iki, bazı rivayetlerde ise gece bir
vakit kunut yaptığı ve bazı rivayetlerde ise günün beş vaktinde kunut yaptığı
geçiktedir. Yalnız bu hadislerin hepsinde, kunutun meydana gelen musibetler
üzerine yapıldığı rül inektedir.
Alimlerin çoğunluğu,
bela ve musibet anlarında farz namazlarda kunut yapıp dua etmek meşru olduğu
görüşündedirler. Böyle bir musibet olmadığı zamanlarda ise öğle, ikindi, akşam
ve yatsı namazlarında kunutun yapılmayacağı hususunda tüm alimler görüş birliği
risindedirler. Fakat sabah namazındaki kunutta ihtilaf edilmiştir. Hanefilere
göre yukarıda 'ilan vakitlerde kunut yapıldığını gösteren hadisler
neshedilmiştir.
Bazı alimlere göre ise
sabah namazı hariç diğer vakitlerde kunut mensuh olmuştur. Ebu kr, Ömer, Osman,
Ali, gibi sahabiler bu görüştedir.
Hanefilere göre
musibet olmadığı zamanlarda vitr dışındaki hiçbir namazda kunut yanaz. Ancak
musibet anlarında yapılacak kunut konusunda bazı Hanefi kitaplannda sabah nazı
tahsis edilmişken, bazılarında imamın bütün cehri namazlarda kunut okuyarak dua
bileceği bildirilmektedir.
Özetle; Hz. Peygamber
(s.a.v.), bazı felaket ve musibet anlarında günü beş vaktinde ıut yapmış, müslümanlar
için dua ve kafirler için ise beddua etmiştir.
Kunut, namazların son
rekatinde ve rükudan sonra yapılır.
581- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Hayber gazasından döndüğü sırada bir gece yürümüştü. Nihayet uyku basarak
dinlenmek için mola verdi. Bilâl'e:
“Sen, bizim için geceyi gözet” buyurdu. Bilâl, kendisine takdir edildiği kadar
nafile namaz kılmış, Resulullah (s.a.v.) ile sahabileri uyumuşlardı. Sabah
yaklaşınca Bilâl fecr'in doğacağı tarafa doğru dönerek hayvanına dayanmış, ve
hayvanına dayalı olduğu hâlde uyuya kalmıştı. Tâ güneş yüzlerine vuruncaya
kadar ne Resulullah (s.a.v.), ne Bilâl ve ne de Sahâbe'den hiçbiri uyanmamıştı.
Neticede, ilk uyanan Resulullah (s.a.v.) oldu. Telâşa kapılarak:
“Ey Bilâl!” diye
seslendi. Bilâl:
“Annem-babam sana feda
olsun ey Allah'ın resulü! Senin nefsini tutan Allah, benim nefsimi de tuttu”
dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Develeri (yularlarından tutarak çekip yürütün!” emrini verdi. Sahabiler, biraz develerini çekerek
ilerlediler. Sonra Resulullah (s.a.v.) abdest aldı ve Bilâl'a emrederek namaz
için kamet getirtti. Daha sonra sahabilerine sabah namazını kıldırdı. Namazı
bitirdiğinde:
“Her kim namazını unutursa, onu hatırladığı zaman
kılıversin! Çünkü Alllah “Beni anman için namaz kıl”
[833] buyurdu' dedi.[834]
Açıklama:
Hadis-i şerifte haber
verilen olay, metinde açıkça ifâde edildiği gibi, Hayber savaşından dönerken
meydana gelmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.),
sahabilerinin uykusu gelip de konaklama mecburiyetinde kalınca, sabah namazı
vaktinde kendilerini uyandırması için Bilâl'ı görevlendirmiş ve sahabilerle
birlikte dinlenmeye çekilmiştir. Bu görevi bir başkasına değil de Bilâl'e
vermesinin sebebi; onun müezzin oluşu ve namaz vaktini daha iyi bilmesi olsa
gerektir. Ancak diğer sahabîlere arız olan uyku Bilâl'e de gelmiş, üzerine
aldığı görevi yerine getirememiş ve Resulullah (s.a.v.)'i sabah namazına
uyandıramamıştır.
Burada akla şöyle bir
soru gelebilir: Resulullah (s.a.v.), bir başka hadis-i şerifte,
“Benim gözlerim uyur, kalbim uyumaz” buyurmaktadır. Buna göre, bu hadisler arasında bir
çelişki yok mu?
Bu mukadder soruya, iki
şekilde cevap verilmiştir ve meşhur olanı şöyledir:
“Kalb ancak kalble
ilgili hisleri idrâk edebilir. Hades, elem, vs. bu kabildendir. Ama gözle
alâkalı olan fecrin doğması gibi şeyleri idrâk edemez. Efendimizin kalbi uyanık
ise de gözleri uyumakta idi.”
579 nolu İmrân b.
Husayn'dan yapılan rivayette, ilk uyananın Hz. Ebû Bekir, sonra da Hz. Ömer
olduğu zikredilir. “Sahihayn”da, İmrân ve Ebû Katâde'den yapılan rivayet de
sefer ismi zikredilmezken, Müslim'de de ayrıca İbn Mes'ûd'dan naklen
“Hudeybiye'den dönerken” şeklinde rivayetler gelmiştir. Bunlar göstermektedir
ki, bu olay, bir defa değil daha fazla olmuştur. Dolayısıyle rivayetler
arasında zıtlık yoktur. Birisinde ilk uyanan Hz. Peygamber (s.a.v.) ise, bir
diğerinde Hz. Ebû Bekr'dir.
Resulullah (s.a.v.) ve
sahabileri kalktıktan sonra yerlerini değiştirmişler, bir miktar yürümüşlerdir.
Hadis-i şerifin
devamında, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Bilâl'e emrettiği, onun da namaz için
kamet ettiği zikredilmiş, ezan hiç söz konusu edilmemiştir. Bu, kaza
namazlarında ezan okunmayacağı görüşünde olan Malik, Evzâî ve Şafiî'nin sonraki
görüşüne delil olmaktadır. Bunlar ayrıca Ebû Said el-Hudrî'den gelen Hendek
günü vaktinde kılınamayan öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlannın ezan
anılmadan sadece kametle kılındığına dâir rivayeti de delilleri arasına
alırlar.
Ahmed, Ebû Sevr ve Ebû
Hanîfe'ye göre, kaza namazları içen de ezan okunur. Bunlar, üzerinde durduğumuz
hadis-i şerifin Sahihayn'daki “Sonra Bilâl ezan okudu ve Re-sûlullah (s.a.) iki
rekat namaz kıldı. Sonra da sabah namazını kıldı...” şeklindeki rivayeti
kendilerine delil almışlardır. Bu rivayette önce ezan, sonra iki rekat sünnet
daha sonra da sabah namazının zikredilmesi, zikri geçen “Ezan”dan maksadın,
kamet değil, ezan olduğunu gösterir. Müslim, Mesacid 312; Ebu Dâvud, Salat 11
(442)'de geçen İmrân b. Husayn hadisi ile Ebu Dâvud, Salat 11 (444)'de geçen
Amr b. Umeyye ed-Damrî'nin rivayetleri de bu görüş sahiblerini açıkça
desteklemektedir.
Birincisi : Aslında
önce ezan okunmuş sonra kamet getirilmiş, fakat ezan söylenmemiştir.
ikincisi: Ezanı
terketmenin de caiz olduğunu bildirmek için ezan terk edilmiştir.
Hendek savaşındaki
uygulama hususunda hem hem de kametin mevcut olduğuna dâir rivayetler de
mevcuttur. Üstelik birden fazla namaz aynı anda kaza edilirse, her birisi için
ayrı ayrı ezan okunmasının sünnet olup olmadığı konusunda bu görüş sahipleri
arasında fikir birliği yoktur.
“Beni anman için namaz kıl” ifadesinden maksat; namazı, İçerisinde beni zikretmek
için kıl. Öyle ki ben seni överek zikredeyim. Namaz vakitlerinde namaz kıl.
Riyasız olarak sadece beni anmak için namazı kıl demektir.
Bu hadis, unutan ile
uyuya kalıp namazı kılmayana lazım olduğunun delilidir. Kasten namazı kılmayan
kazanın vacip olduğunu söyleyenler olduğu gibi olmadığını söyleyenler de
vardır.
Ayrıca bu hadisten;
vakti geçirilmiş namazların cemaatla kaza edilebileceği anlaşılmaktadır.
Yalnız sabah namazının sünnetinin de kılınıp kılınmayacağı konusunda görüş ayrılığı
vardır.
582- Ebu
Katâde (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.) bize hutbe okuyup:
“Şüphesiz ki sizler, bu gün öğleden sonra ve bu gece
yürüyecek ve inşallah yârın suya varacaksınız” buyurdu.
Bunun üzerine halk,
kimse kimseye bakmadan yola koyuldular.
Ebû Katâde der ki:
“Resulullah (s.a.v.),
ben yanıbaşında olduğum hâlde yoluna devam ederken gece yarısı oldu. Derken
Resulullah (s.a.v.) uyukladı. Hayvanının üzerinden eğildi. Drhâl yetişip onu
uyandırmadan hayvanının üzerinde dimdik oturuncaya kadar doğrulttum. Sonra yine
yoluna devam etti. Gecenin çoğu gidince hayvanının üzerinden bir daha eğildi.
Ben yine onu hiç uyandırmadan, hayvanının üzerinde iyice dengeyi sağlaymcaya
kadar doğrulttum. Sonra tekrar yürüdü. Seher vaktinin^sonu gelince, öyle bir
eğildi ki, bu öncekinden daha şiddetli oldu. Öyle ki nerdeyse düşüyordu. Ben,
hemen yanma varıp onu doğrulttum. Bunun üzerine başını kaldırarak:
“Kim o?”
buyurdu. Ben:
“Ebû Katâde” dedim.
Resulullah (s.a.v.):
“Bu benimle beraber yürüyüşün, ne zamandan beridir?” diye sordu.
“Bu geceden beri
yürüyüşüm bu şekilde devam etmektedir” diye cevâp verdim. Resulullah (s.a.v.):
“Peygamberini koruduğundan dolayı Allah da seni
korusun” buyurdu. Sonra:
“Halkm gözünden kaybolduk mu dersin? Hiçbir kimse
görebiliyor musun?” buyurdu. Ben:
“İşte bir süvari!”
dedim. Sonra:
“İşte bir daha!”
dedim. Nihayet toplanarak edi kişilik bir kafile olduk. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) yoldan saparak uyumak başım yastığa koydu. Sonra:
“Bize namazımızı geciktirmeyin!” buyurdu. Ama ilk uyanan da, Resulullah (s.a.v.) oldu.
Güneş, sırtına vurmuştu. Biz, telâşla kalktık. Sonra Resulullah (s.a.v.):
“Binin!”
emrini verdi. Derhâl hayvanlarımıza binerek yola koyulduk. Güneş gece
yükselince Resulullah (s.a.v.) hayvanından indi ve yanımda bulunan, içinde e
biraz su olan bir su kabını istedi. Ondan hafifçe bir şekilde abdest aldı.
Kapta bir arça su da kaldı. Sonra Ebû Katâde'ye:
“Su kabını bizim için muhafaza et! Az sonra onun için
bir haber çıkaak!” buyurdu. Sonra
Bilâl namaz için ezan okudu. Resulullah (s.a.v.) iki rek'ât namaz kıldı. Daha
sonra sabah namazını kıldırdı, (yâni) hergün yaptığı gibi yaptı. Son-ı
Resulullah (s.a.v.) (hayvanına) bindi, onunla beraber biz de (hayvanlarımıza)
bir-iki. Bunun üzerine birbirimize:
“Acaba namazımızda
yaptığımız bu kusurumuzun kefareti ne olacak?” diye fisıldaşmaya başladık.
Sonra Resulullah (s.a.v.):
“Dikkat edin! Sizin için, bende bir örnek vardır” buyurdu. Daha sonra:
“Dikkat edin kî! Uyku sebebiyle namaz kaçırmak da bir
kusur yoktur, usur ancak başka namazın vakti gelinceye kadar namazını kılmayan
kimide vardır. Dolayısıyla bu uyuyup kalma işini kim yaparsa uyandığı zaman,
namazı kılıversin! Ertesi günde
ise, o namazı vaktinde kılsın!” buyurdu. Dnra da:
“İnsanların (bizim hakkımızda) ne yaptıklarını/söylediklerini
zannederniz?” buyurup sonrada:
“Bir grup insan,
Peygamberlerini kaybetmiş vaziyette ıbahladılar. Ebû Bekr ile Ömer;
“Resulullah (s.a.v.)
sizden sonra gelmektedir, o sizi arkada bırakamaz” demişlerdi. Başkaları ise:
“Resulullah (s.a.v.)
sizin önünüzdedir. Eğer Ebû Bekr ile Ömer'e İtaat ederlerse doğru yolu
bulurlar” buyurdu.
Bu suretle cemaatın
yanına gündüz ilerlediği ve her şey kızıştığı zaman vardık.
“Ey Allah'ın resulü!
Helak olduk, susadık!” diyorlardı. Bunun üzerine îsulullah (s.a.v.):
“Size helak yoktur!” buyurdu. Sonra:
“Bana küçük su
bardağımı getirin' buyurdu. Su kabını da istedi. Artık suyu döküyor, Ebû Katâde
de cemaata su veriyordu. Halk kâbın içinde su olduğunu gör görmez kabın üzerine
yığıldılar. Resulullah (s.a.v.):
“Terbiyenizi takının! Hepiniz suya kanacaksınız!” buyurdu. Sahabiler, hemen onun dediğini yaptı.
Ebû Katâde der ki:
“Resulullah (s.a.v.)
suyu dökmeye, ben de cemaata su vermeye devam ettik. Nihayet Resulullah (s.a.v.)
ile ikimizden başka hiç kimse kalmayınca suyu dökerek bana:
“İç!”
buyurdu. Ben:
“Ey Allah'ın resulü!
Sen içmedikçe, ben içemem!” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Şüphesiz kî bîr kavmin su dağıtıcısı, suyu en son
içendir” buyurdu. Bunun üzerine, ben
içtim. Resulullah (s.a.v.)'de içti. Artık cemâat, kanmış ve müsterih olarak
suya geldiler.
Açıklama:
Hadîsin ravîsî
Abdullah b. Rabâh der ki: Ben, bu hadisi, Kufe'deki mescid-i câmi'de rivayet
ediyordum. Birden İmrân b. Husayn ileriye atılarak:
“Ey delikanlı! Nasıl
rivayet ettiğine dikkat et! Çünkü ben, o geceki kafileden birisiyim” dedi.
Ben:
“O hâlde bu hadisi,
sen daha iyi bilirsin!” dedim. İmrân, bana:
“Sen kimlerdensin?”
dedi. Ben de:
“Ensâr'danım” diye
cevap verdim. İmrân:
“Anlat! Çünkü siz
hadisinizi daha iyi bilirsiniz” dedi. Artık ben de cemaata hadisi rivayet
ettim. Bunun üzerine İmrân:
“Doğrusu ben, o Qece
oradaydım. Fakat bu hadîsi, senin gibi belleyen hiç bir kimse duymadım” dedi.
[835]
Açıklama:
Bu hadis; geçmiş
namazların kazasında ezan okumanın meşru olduğunu, sabah namazının sünnetinin
farzıyla birlikte öğleye kadar kaza edilebileceğini ve uyku yada unutma sebebiyle
namazı vaktinden sonraya bırakmakta günah olmadığını göstermektedir.
“Ertesi gün de ise o namazı vaktinde kılsın” ifadesi; alimler arasında bazı görüş ayrılıklarına
sebep olmuştur. Bu sözün zahiri, geçirilen bir namazın bir defa, hatırlandığı
zaman da bir de ertesi günkü vaktinde olmak üzere iki defa kaza edilmesini
gerekli, göstermektedir. Nitekim bazı alimler, bu cümleyi bu şekilde
anlamışlar, ancak ertesi günkü vakitte kazayı müstehab kabul etmişlerdir. Şu
da var ki, cumhuru ulema, bu görüşü benimsememiş, seleften hiç birisi kaza
edilen bir namazın ertesi günkü vaktinde tekrar kılınmasını müstehab
görmemiştir. Çünkü “Menhel” adlı kitabın yazarı, bunun, ravinin bir vehmi
olduğu söylemiştir. Ayrıca Tirmizî ile başkalan, Buhârî'nin, bu hadisi, galat
kabul ettiğini söylemişlerdir.
Yine Altı hadis
imamının Enes'den rivayet ettiği “Bir namazı unutan kimse onu ha tırladığı
zaman kılsın. O namaz için bundan başka bir kefaret yoktur” hadisi ik Nesâî'nin
İmran b. Husayn'dan rivayet ettiği “Sahabiler: “Ey Allah'ın resulü! Bu geçer
namazı yarınki vaktinde tekrar kaza etmeyelim mi?” dediler. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.):
“Hayır, Allah sizi ribadan men ettiği halde onu sizden
alır mı?” Buyurdu” hadisi, bu
cümlenin galat olduğu yada raviden bir vehmin olduğu fikrini doğrulamaktadır.
“Kusur ancak diğer
namaz vakti girinceye kadar namazı kılmayan kimsede vardır” sözünden maksat;
özürsüz olarak uyuma ve unutma sebebiyle namazı vaktinde kılamamaktan dolayı
günah yoktur. Günah, özürsüz olarak vaktinde kılamamaktan dolayıdır.
583- İmrân
b. Husayn (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir yolculuğunda
Peygamber (s.a.v.)'e beraberdim. Bütün gece yürüdük. Sabah yaklaşınca biraz
mola verdik. Derken tâ güneş doğuncaya kadar uyuya kalmışız. İçimizden ilk
uyanan, Ebû Bekr oldu. Peygamber (s.a.v.) uyuduğu zaman kendiliğinden
uyanmadıkça, biz onu uyandırmazdık. Sonra Ömer uyandı ve Peygamber (s.a.v.)'in
yanında durarak yüksek sesle tekbir almaya başladı. Nihayet Resulullah (s.a.v.)
uyandı. Başını kaldırarak güneşin doğmuş olduğunu görünce:
“Yola koyulun!”
buyurdu. Bizi hareket ettirdi. Güneş, beyazlaşmca, konakladı ve bize sabah
namazını kıldırdı. Bu sırada cemaattan bir adam ayrılarak bizimle beraber namaz
kılmadı. Namazdan çıkınca Resulullah (s.a.v.), ona:
“Ey filanca kimse!
Bizimle beraber namaz kılmaktan seni ne alıkoydu?” diye sordu. O kimse:
“Ey Allah'ın
peygamberi! Cünub olmuşum' dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.),
ona(teyemmümü) emretti, o da toprakla teyemmüm ederek namazını kıldı. Sonra
Resulullah (s.a.v.) beni yanındaki birkaç kişilik kafileyle beraber acele su
aramaya gönderdi. Adam akıllı susamıştık. Yolda giderken birdenbire, (devesi
üzerinde) ayaklarını iki su tulumu arasına salarak oturmuş bir kadına
rastladık. Ona:
“Su nerede?” diye
sorduk. Kadın:
“Heyhat! Heyhat! Size
su yok!” dedi.
“Senin ailen ile suyun
arasında ne kadar mesafe var?” dedik.
“Bir gün bir gecelik
yol!” diye cevâp verdi. Biz:
“Yürü bakalım
Resulullah (s.a.v.)'in huzuruna” dedik. Kadın:
“Resulullah'da ne
oluyor?” dedi. Biz, kadını kendi hâline bırakmayarak götürdük ve Resulullah (s.a.v.)'in
huzuruna çıkardık. Peygamber (s.a.v.), ona sordu. Kadın bize haber verdiği gibi
ona da haber verdi. Kendisinin yetim sahibi olduğunu; birkaç yetim çocuğu
bulunduğunu da söyledi. Derken Resulullah (s.a.v.) onun devesinin
çöktürülmesini emretti. Hemen deveyi çökerttiler. Peygamber (s.a.v.) tulumların
üst kısımlarındaki ağızlarına su püskürdü; sonra kadının devesini kaldırdı. Biz,
karıncaya kadar su içtik. Biz, o sırada çok susamış kırk kişiydik. Yanımızdaki
bütün tulum ve su kaplarını doldurduk. Cünup olan arkadaşımızı da yıkadık.
Ancak hiçbir deveye su vermedik. Halbuki onlar yâni kadının su tulumları
patlayacak derecede suyla doluydular. Sonra Resulullah (s.a.v.), sahabilerine:
“Yanınızda ne varsa getirin!” buyurdu. Artık kadına kimi ekmek parçası ve kimi de
kuru hurma olmak üzere bir hayli yiyecek topladık. Resulullah (s.a.v.) kadına
verilmek üzere bunları, bir bohçaya sardı. Sonra da ona:
“Haydi git de bunları çoluğuna çocuğuna yedir! Bilmiş
ol ki, biz, senin suyundan hiçbir şey eksiltmedik” buyurdu. Kadın, ailesinin/kabilesinin yanına varınca:
“Doğrusu ben,
insanların en sihirbazına
rastladım. Yada o kimse, gerçekten dediği gibi Peygamberdir. Şöyle ve
şöyle işler yaptı” dedi.
“İşte bu kadın
sebebiyle Allah onun obasına hidâyet verdi. Hem kadın ve hem de kabilesi
müslüman oldu.”
[836]
Açıklama:
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
bu hadiste söz konusu edilen seferinin hangi sefer olduğu ihtilaflıdır. 577
nolu Ebû Hureyre'den gelen benzer bir rivayette olayın Hayber'den dönerken
olduğu, Abdullah İbn Mes'ûd'dan gelen bir rivayette ise
[837]
olay Hudeybiye zamanında, İmam Mâlik'in “Muvattâ”da Zeyd b. Eslem'den mürseî
olarak yaptığı rivayette Mekke yolunda, Abdurrezzak'ın “Musannef'de Ata b.
Yesâr'dan yaptığı nakilde Tebûk yolunda ve yine Ebû Davud'un bir rivayetinde de
[838]
Ceyşü'l-Umerâ/Emİrler Ordusu Mûte veya Hayber seferinde olduğu ifâde
edilmektedir.
Ancak bu olayın, Ebû
Davûd'da 577 nolu hadiste de ifâde edildiği gibi Hayber gazvesinden dönerken
olması daha kuvvetli görünmektedir. Hadis, bundan önceki rivayetlere çok
benzemektedir. Gerekli açıklama daha önceki hadislerin açıklamasında
verilmiştir.
Cünüp olan kimse; su
bulamadığı zaman namazı terk edemez, teyemmüm yapmak suretiyle namazını kılar.
Ayrıca bu hadiste,
Peygamber (s.a.v.)'in kadına iyi davranması ve ona ikramda bulunmasıyla, hem
kadının ve hem de kabilesinin müslüman olmasındaki etkisi açıkça görülmektedir.
584- Ebu
Katâde (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
sefer sırasında geceleyin dinlenmek için mola verdiğinde sağ yanına yatardı.
Sabahdan az önce mola verdiğinde kollarını diker ve başını avucunun üstüne
koyup yat)ardı.”
[839]
585- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.);
“Kim bir namazı unutursa onu hatırladığı zaman
kılsın. O namazın bundan başka kefareti
yoktur” buyurdu.[840]
Açıklama:
Hadisin ravisi Katâde:
“Beni hatırlamak için namaz kıl”
[841] ayetini
okudu.”
Açıklama:
Hadis; unutularak
vaktinde kılınmayan namazın, hatırlandığı zaman kaza etmekten başka bir
kefaretinin olmadığını belirtmektedir.
Yalnız unuttuğundan
dolayı günahkar olmaz. Kerahat vakti dışında hatırladığı zaman o namazı kılması
gerekir.
Kasr: Yolculuk
esnasında dört rekatlı farz namazları kısaltıp ikişer rekat kılmaktır, “Sır-u
Salat” ifadesi daha meşhurdur. Kur'an'da da bu şekilde İfade edilmiştir. Buna
göre ıazı kısaltma; sadece öğle, ikindi ve yatsı namazlarında olur. Namazı
kısaltmanın an'daki dayanağı Bakara: 2/230. ayet ile Nisa: 4/101. ayettir.
586-
Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Hz. Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Namaz, ikamet/yerleişk hayat halinde ve yolculukta
ikişer rekat olarak kılınmıştı. Sonra yolculuk namazı olduğu gibi bırakıldı,
ikamet halinde-ıamaza ilave yapıldı.”
[842]
Açıklama:
Yüce Allah, akşam
namazının dışında kalan farz namazları Miraç gecesinde ikişer rekat olarak farz
kılmıştı. Hz. Peygamber Medine'ye hicret ettikten sonra hazar namazları, iki
rekat daha ilâve edilerek dört rekata çıkarılmış, ancak sabah namazı ile
yolculuk namazı yine eski hali üzerine iki rekat olarak bırakılmıştır. Çünkü
sabah namazının kıraati uzundur. Yolculukta ise meşakkat ve sıkıntı vardır.
Akşam namazı da gündüz kılınan namazların vitri olduğu için üç rekat olarak
bırakılmıştır.
Bu hadis-i şerifin
anlaşılabilmesi için şu iki meselenin açıklanması gerekmektedir:
1- Bu
hadis-i şerifte yolculuk namazının aslında iki rekat olduğu ifade ediliyor. Bu
durumda seferi namazlarda, namazı kısaltmak diye bir şey yoktur. Çünkü aslı iki
rekattır. Nisa: 4/101. ayeti yolculuk esnasında namazın kısaltılmasını
emrediyor.
2- Nesâî,
Taksiru's-Salat fi's-Sefer 4'de; Hz. Âişe'nin Hz. Peygamber birlikte Medine'den
Mekke'ye gittiğinde namazlan dört rekat olarak kıldığı belirtilmektedir.
Birinci meselenin
anlaşılması Nisa Sûresi'nin 101. âyetini iyi anlamakla mümkündür. Hanefi
ulemâsına göre bu âyetteki “Sefer”den maksat harb ve hicret seferidir.
Buna göre âyet-i
kerimedeki “Namazdan kısaltmak” sözünden maksat, namazın rekatlarını kısaltmak
değil, evsafını kısaltmaktır ki, bu da iki şekilde olur:
a-
Kıyam
yerine oturarak veya hayvan üstünde binitli olarak, secde yerine ima ile yetinerek
namaz kılmakla olur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
“Fakat korkarsaniz o halde yürüyerek yahut süvari
olarak kılın.”
[843]
b-
Bütün bu
kolaylıklardan yararlanarak, namazı eda etmek, mümkün olmadığı takdirde de
namazı kazaya bırakmakla olur. Bilindiği gibi Resuluüah (s.a.v.) efendimiz
Hendek Savaşında böyle yaptı.
Bazı müfessirlere göre
bu âyet-i kerimedeki “Namazdan kısaltmak” sözünden maksat, dört rekatli
namazları yarıya indirerek kılmaktır.
Şâfiîler de bu manayı
vermişlerse de namazları kısaltmak için korku halini şart koşmamısardır. Ve
namazlan kısaltarak kılmayı caiz, tam kılmayı ise evla görmüşlerdir.
Ayet-i kerimeye Hanefî
alimleri gibi mânâ verilecek olursa, konumuzu teşkil eden hadis-i şerif ile
ayet-i kerime arasıpda herhangi bir çelişki söz konusu değildir. Eğer âyet-i
kerimedeki “Kısaltmak” sözüne dört rekatli namazların rekatlarını yarıya
indirmek mânâsı verilecek olursa, o zaman seferde namazların yarıya indirilerek
kılınmasından maksat, seferdeki rekat sayısının değil, hazerdeki rekat
sayısının yarıya indirilerek kılınması demek olur ki, bu durumda da herhangi
bir çelişki söz konusu değildir.
ikinci mesele olan bu
hadisin Hz.Âişe'den rivayet edildiği halde Hz. Âişe'nin fiiline ters düşmesi
meselesine gelince, bu mesele de hadisin sıhhatine bir zarar getirmez. Aslında
bu mevzuda hanefîlerin meşhur bir kaidesi vardır: “Bir râvinin reyi veya ameli
rivayetine uymazsa, onun rivayeti ile amel vâcib değildir.” Fakat Hz. Âişe'nin
bu hadisle amel etmemiş olması, Hanefîlerin bu kaidelerini geçersiz duruma
düşüremez. Çünkü Hz. Âişe seferde namazı iki rekat kılmayı da dört rekat
kılmayı da caiz görüyordu. Şu halde kendisi iki caizden biri ile amel edivermiş
demektir. Eğer Âişe (r.anhâ) seferde namazı iki rekat kılmayı caiz görmemiş
olsaydı, o zaman Hanefîlerin kaidesi burada geçersiz kalacağı için, Hanefîlerin
bu hadisle amel etmesi gerekmezdi. Hanefi alimlerinden Aynînin ifadesine göre,
Hz. Âişe'nin seferde dört rekatlı namazlan dört kılmasının dayanağının şu
hadis-i şerif olması mümkündür: “Resulullah (s.a.v.) iki şey arasımda muhayyer
bırakıldığı zaman haram olmadığı müddetçe mutlaka en kolay olanını tercih
ederdi.
[844] Bu gerçeği çok yakından
bilen Hz. Âişe'ye göre, seferde dört rekatli namazları tam kılmak caiz olduğu
halde, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ümmetine kolaylık getirmek için dört rekatli
namazları ikişer rekat kılmıştır. Hz. Aişe ise iki rekat kılmaya da izin
olduğunu bildiği halde daha çok sevaba erişmek ümidiyle dört rekat kılmayı
tercih etmiştir.
Bu durum Hz. Âişe'nin
fiili ile bu hadis-i şerif arasında herhangi bir tearuz çelişki bulunmadığını
gösterir.
Hadis-i şerifteki
“İkamet namazına ilâve yapıldı” cümlesinde geçen “İlave yapıldı” sözünden ne
kast edildiği de ulemâ arasında ihtilaflıdır.
Ebû İshak el-Harbî ile
Yahya b. Sellâm'a göre hazarda yâni evinde veya yurdunda oturanlar için “İlâve
yapılmak dan maksat, namazın vakitlerinin sayısıdır. Çünkü İsrâ hadisesinden
önce namaz biri, gün batmadan; diğeri de doğmadan önce olmak üzere iki vakitten
ibaretti. Hz. Aişe'nin bu hadisi, sözü geçen iki vakte üç vakit daha ilâve
edilerek namaz vakitlerinin beş vakte çıkarılmış olduğunu ifâde eder.
Diğer bazılarına göre
bu hadis-i şeriften maksat İsra gecesi beş vakit namaz kılınırken, evvelâ
ikişer rekat takdir buyumlduğunu, sonra hazarda yani evinde veya yurdunda)
olanlan için ikişer rekat ilâve edildiğini anlatmaktır. Bu takdirde yapılan
ilâve, namaz vakitleriyle değil, namazın rekâtlarıyla ilgilidir,
Bazıları da bu sözü
“Namaz iki rekat olarak farz kılınmıştır. Yani “Yolcu dilerse, namazını iki,
dilerse, dört rekat kılabilir” şeklinde tefsir etmişlerdir.
Yolculukta namazın
kısaltılması ruhsat mı, azimet mi?
Bu hadis-i şerif yolcu
namazının aslında iki rekat olarak farz kılındığım ve onu iki rekat kılmanın
bir ruhsat değil, azimet olduğunu ifâde etmektedir. Nitekim sahâbe-i kiramdan
Hz. Ömer, Ali, İbn Abbâs, İbn Mes'ûd, İbn Ömer ve Câbir (r.anhum) hazretleri
ile Hanefî ulemâsının görüşü de böyledir. Hanefî alimleri bu görüşlerinin
isabetli olduğuna şu hadisleri de delil olarak gösterirler:
1- Yüce Allah,
namazı farz kıldığında hazarda da seferde de ikişer rekat olarak farz
kılmıştı. Sefer namazı iki olarak bırakıldı da hazer hâlindeki namaza iki rekat
ziyâde kılındı.
[845]
2- Cenab-i
Hak (öğle, ikindi, yatsı) namazlarının hazerde dört, seferdeiki, harp hâlinde
de bir rekat kılınmasını Peygamberimizin dili ile farz kılmıştır.
[846]
3-
Resûlullah ile birlikte seferde bulundum. Allah ruhunu kabzedinceye kadar
(seferde) iki rekattan fazla namaz kılmadı. Ebû Bekir'le beraber bulundum. O da
Allah Teâlâ ruhunu kabzedinceye kadar iki rekatten fazla namaz kılmadı.
[847]
4-
O size
Allah'ın bir sadakasıdır. Onu kabul ediniz.
[848]
587- Ya'lâ
b. Umeyye'den rivayet edilmiştir:
“Ömer İbnu'l-Hattâb'a:
“Yüce Allah,
“Eğer yolculuk sırasında kafirlerin, size kötülük
yapacağından endişe ederseniz, namazı kısaltmanızda sizin bir sakınca yoktur”
[849]
buyurmaktadır. Şimdi ise insanlar emniyettedir. O halde niçin yolculuk
sırasında namazı kısaltarak kılıyoruz? diye sordum. Ömer:
“Senin şaştığın bu
şeye ben de şaşmıştım. Bunu, ben de Resulullah (s.a.v.)'e sordum. Resulullah (s.a.v.):
“Bu, Allah'ın size tasadduk olarak verdiği bir
sadakadır. Dolayısıyla siz, O'nun sadakasını kabul edin!” buyurdu.
[850]
“Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman eğer kafirlerin
size fenalık yapacağından endişe ederseniz, namazı kısaltmanızda üzerinize bir
vebal yoktur. Şüphesiz ki kafirler sizin için apaçık düşmandırlar”
[851]
ayetinin zahirinden; seferde namazı kısaltmanın caiz olmadığı, ancak kâfirlerin
fitne ve fenalık yapma tehlikesi olduğu zaman caiz olacağı anlaşılmaktadır. Her
ne kadar İslâmiyetin ilk yıllannda yolculuklar genellikle düşman tehlikesinden
emin değil idiyse de Arab yanmadasının müslümanlaşması ve müslümanların
kuvvetlenmesiyle bu tehlike ortadan kalkmıştı. Bu emniyet ortamının doğmasıyla
artık yolculuklarda düşman tehlikesi kalmadığından dört rekatli namazlann
ikişer rekat olarak kılınabilmesi için şart olan korku da kalmamıştı. Bu
sebeble yolculuk namazının kısaltılarak kılınıp kılınamayacağı müslümanlann
zihnini meşgul etmeye başladı. İşte bu meselenin zihnini meşgul ettiği
müslümanlardan biri de Ya'la b. Ümeyye idi. Hz. Yala bu meseleyi Hz. Ömer'e
açınca Hz. Ömer Resulullah (s.a.v.)'den işitmiş olduğu hadisi naklederek onun
sorusunu cevablandırdı.
Seferde dört rekatli
namazlan kısaltarak kılmak bir ruhsattır. Bu bakımdan seferde dört rekatli
namazlan iki rekat kılmak caizse de dört rekat kılmak daha evladır, diyenler bu
hadis-İ Şerifi kendi görüşleri için bir delil olarak kabul ettikleri gibi,
seferde dört rekatli namazlan ikişer rekat olarak kılmak azimettir diyenler de
kendileri için yine bu hadisi delil kabul ediyorlar.
[852]
588-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Allah, namazı,
Peygamberimiz (s.a.v.)'in dilinden ikamet halinde dört, yolculukta iki ve korku
zamanında ise bir rekat olarak farz kıldı.”
[853]
Açıklama:
Korku namazının bir
rekat olmasından maksat; cemaatın, bir rekatı İmamla birlikte ve diğer bir
rekatı da tek başlarına kılmasıdır. Nitekim korku halinde Resuluilah (s.a.v.)
ile sahabilerin bu şeklide namaz kıldıkları sabittir.
589- Musa b.
Seleme el-Huzelî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Abdullah İbn Abbâs'a:
“Yolculuk sırasında)
Mekke'de bulunduğum sırada namazımı imamla kılmazsam o zaman nasıl kılacağım?”
diye sordum. O da:
“Ebu'l-Kâsım (s.a.v.)'in
sünneti olmak üzere iki rekat olarak kıl!” diye cevap verdi.”
[854]
590-
Hafs b.
Asım b. Ömer İbnu'l-Hattâb'tan rivayet edilmiştir:
“Mekke yolunda
Abdullah İbn Ömer'le beraber bulundum. Öğle namazını bize iki rek'ât kıldırdı.
Sonra döndü geldi. Biz de onunla beraber döndük. Yerine gelip oturdu. Onunla
beraber biz de oturduk. Bir ara namaz kıldığı yere bir göz atarak bazı
kimselerin ayakta olduklarını görüp:
“Bunlar ne yapıyor?”
diye sordu.
“Tesbîhde
bulunuyorlar” dedim. Abdullah İbn Ömer:
“Ben teşbih yapacak
olsam mutlaka namazımı tamamlardım. Kardeşim oğlu! Gerçekten ben ResuluSlah (s.a.v.)
ile birlikte seferde bulundum. Allah ruhunu kabzedinceye kadar iki rek'âttan
fazla namaz kılmadı. Ebû Bekr'le birükde bulundum, o da Allah ruhunu
kabzedinceye kadar iki rek'âtdan fazla kılmadı. Ömer'le de beraber bulundum, o
da Allah ruhunu kabz edinceye kadar iki rekâtdan fazla namaz kılmadı. Sonra
Osman'la beraber bulundum; o da Allah ruhunu kabzedinceye kadar iki rekâttan
fazla namaz kılmdı. Yüce Allah,
“Gerçekten Resûlullah'da sizin için güzel bir örnek
vardır”
[855]
buyurmuştur” dedi.
[856]
Açıklama:
Hadis, Resulullah (s.a.v.)
ile Raşid halifelerin yolculukta beş vakit namaza bağlı olarak kılınan revatib
sünnetleri kılmadığını ifade etmektedir. Fakat Abdullah İbn Ömer'den gelen bir
rivayette Resulullah (s.a.v.)'in yolculuk sırasında hayvan üzerinde hayvanın
gidiş yönüne doğru yönelerek nafile namaz kıldığı ifade edilmektedir.[857] Bu
da gösteriyor kî, yolculukta nafile kılmakta bir sakınca yoktur.
Yalnız alimler, beş
vaktin sünnetlerinden başka nafile namazların yolculuk sırasında kılınabileceği
hususunda görüş birliğine varmıştır.
Bununla birlikte bazı
sahabiler, İmam Ahmed, İmam Şafiî, Ebu Hanîfe ve alimlerin çoğuna göre;
yolculukta sünnet namazların kılınabileceğini belirtmişlerdir.
Şafiî alimlerinden
olan İmam Nevevî (ö. 676/1277) bu konu ile ilgili olarak şöyle der:
“İhtimal Peygamber (s.a.v.)'in
sünnetleri konukladığı yerde kılması muhtemeldir. Fakat Abdullah İbn Ömer,
onun, sünnetleri kıldığını görmemiş olabilir. Çünkü nafileyi evde kılmak, daha
faziletlidir. Yada sünnetlerin bazen terk edilebileceğine dikkatleri çekmek için
onları bazı vakitlerde kılmamıştır.”
591- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
öğle namazını Medine'de dört rekat kılmıştı. ikindi namazını ise Medine'den 6-7
mil uzaklıkta olan Zu'1-Huleyfe'de iki rekat kılmıştı.”
[858]
Açıklama:
Hadis, Resulullah (s.a.v.)'in
yolculuğa çıkmadan önce farz namazlan tam kıldığı, yola çıktıktan sonra ise
dört rekatlı farz namazlan ikişer rekat kıldığını göstermektedir.
592- Yahya
b. Yezîd el-Hunâî'den rivayet edilmiştir:
“Enes b. Mâlik'e,
namazın kısaltılması meselesini sordum. O da:
“Resulullah (s.a.v.)
üç mil yada üç fersah mesafeye gitmek üzere yola çıktığında namazı iki rekat
kılardı” diye cevap verdi.
[859]
593-
Cübeyr
b. Nufeyr'den rivayet edilmiştir:
“Şurahbil b. Simt'le
birlikte onyedi yada onsekiz mü mesafede bulunan bir köye gitmek üzere yola
çıktım. Şurahbil, namazı iki rekat kıldı. Bunu niçin yaptığını ona sordum. O da
şöyle cevap verdi:
“Ömer'i, Zuîhuleyfe'de
iki rekat kılarken gördüm. Ben de ona bunu sordum.” Ömer:
“Ben ancak Resulullah
(s.a.v.)'den gördüğüm gibi yapıyorum” dedi.
[860]
Açıklama:
Kişinin herhangi bir
nedenle ikamet ettiği yerden kalkıp başka bir yere gitmesi veya gitmek için
yola koyulması, Arapça'da “Sefer” veya “Müsaferet” olarak adlandınlmakta olup
bu şekilde yola çıkmış kişiye de seferi veya müsafır denilir. Seferinin
karşılığı mukimdir ve mukim bir yerde yerleşik bulunan, yolcu olmayan kişi
anlamındadır. Türkçemiz'de seferîlik veya müsaferet yerine, çoğunlukla yolculu
k tabiri kullanılmaktadır. Fıkıh ve ilmihal kitaplarında seferîlik veya
yolculuk sözlük anlamına yakın olmakla birlikte, ondan farklı olarak, belirli
bir mesafeye gitmek anlamındadır. Yolcu olan kişiyi ilgilendiren bazı özel
ruhsat hükümleri bulunduğu için seferin tanımının ve mahiyetinin iyi
belirlenmesi gerekir.
önceki fakihler yolcu
olmanın tanımında iki farklı kriteri göz önünde bulundurmuş; kimi gidilecek
mesafeyi, kimide bu mesafe kat edilirken harcanan zamanı ölçü almıştır. Her iki
kriter de, yaya yürüyüşü veya kafile içerisindeki deve yürüyüşüne göre
hesaplanmıştır. Hanefiler'in çoğunluğunun kabulüne göre yolculuk, orta bir
yürüyüşle üç günlük bîr mesafeden ibarettir. Buna “Üç konak” veya “Üç merhale”
de denir. Bir kişinin günde ancak altı saat yolculuk yapabileceği kabul
edilince üç günlük yolculuk on sekiz saatlik bir zamana tekabül etmiş olmakta
ve buna göre karada böyle bir yürüyüş ile denizde ise mutedil bir havada
yelkenli bir gemi ile on sekiz saat sürecek bir mesafe “Sefer süresi”
sayılmıştır.
Seferîlik
belirlenirken yolun yalnız gidiş mesafesi esas alınır, dönüş mesafesi hesaba dahil
ediİmez. Yolculuk yapan kimse süratli gider ve bu mesafeyi daha kısa sürede kat
ederse, bu mesafe hesabına göre yine yolcu sayılır.
Yolculukta üç günün
esas alınması ve üç günün zaman ve mesafe olarak ifade edilmesi konusunda
herhangi bir âyet ya da hadis bulunmayıp ayarlama İslâm hukukçulan tarafından,
yapılmıştır. Onlar bu zaman ve mesafe ayarını yaparken büyük ölçüde, sahabenin
Hz. Peygamberin uygulamasını tavsif edişlerine ve onların kendi uygulamalanna
dayanmışlardır. ;elâ Hanefîier üç güniük yolculuğun seferilik hükümlerine esas
olduğunu tespit ederken ük ölçüde, yolcu olan kişinin üç gün üç gece mest
üzerine meshedebileceğini bildiren şu işi esas almışlardır: “Mukim kimse tam
bir gün bir gece, yolcu ise üç gün üç gece île eder”.
[861]
Daha sonra bu üç
günlük yol veya on sekiz saatlik yolculuk asrımızda değişik ince hearla
kilometreye çevrilmiştir. Bu çevirmenin de asıl sebebi, çağımızda hızlı ulaşım
araçlaı ortaya çıkması sonucu, üç günlük süre ölçütünü uygulamanın neredeyse
imkânsız hale liş olmasıdır, Bu hesaplara göre, kişinin yolcu sayılacağı ve
yolculuk ruhsatlarından istiedeceği mesafe, küçük bazı farklılıklarla 85-90 km.
arasında tespit edilmiştir. Ancak her yani zaman veya mesafeyi, esas almanın
ayrı ayrı problemleri vardır. Mesafe esas lığında, son derece hızlı ve konforlu
vasıtaların ortaya çıkması sebebiyle, bu 90 kilomet yolun oldukça meşakkatsiz
ve çok kısa bir süre çerisinde kat edilebilmesidir. Zamanın alınması durumunda
ise yine birçok problem ortaya çıkmakta, gelecek birkaç yıl içinde îlik
ruhsatlan diye bir şey kalmayacağı, hatta zamanın esas alınması halinde bugün
bile îlik hükümlerinden istifade edilemeyeceği ileri sürülmektedir. Bununla
birlikte çağdaşı bilginleri, bu ikisinden mesafe ölçüsünün daha objektif veya
uygulanabilir olduğu kandedirler. Hanefîler dışındaki çoğunluğa göre,
namazların kısaltılmasını mubah kılan ıluk, ortalama iki günlük yolculuk veya
ağır yükle ve yaya olarak iki konaklık mesafedir.
Seferilik meselesinin
üzerinde durulması, doğru bir tanımının yapılmaya çalışılması, bu n için
tanınmış bazı ruhsat ve kolaylıklardan İstifade edilebilmesine yöneliktir.
Başka bir ile, seferin ne olduğu sağlıklı bir şekilde ortaya konulmalı ki,
seferi değilken seferilik mlerinden istifa edilmiş olmasın veya seferi olunduğu
halde sefer ruhsatlarından mallar alınarak gereksiz yere sıkıntı çekilmesin
sefer bir yerde yerleşik bulunan kişi için normal ve sıradan bir iş değil,
gelip geçici ve n dışı bir durumdur. Olağan dışı bir durum olduğu için sefer
halindeki meşakkat, kişiye im ruhsatların verilmesine sebep olmuştur, fakat
hamallık gibi ağır bir işte çalışmada fazla meşakkat bulunduğu halde, olağan
durum olması sebebiyle bu gibi ağır işler yol durumuna kıyas edilmemiştir.
Yolculuktaki
ruhsatların veriliş nedeni, yolculuğun meşakkat, telâş ve normal düzenin nasını
içermesidir. Fakat bunlar, değişken (=izafi) bir kavram olduğu için fakihlerin
yerine daha objektif ve herkes için geçerli bir kriter arayışına girmişler ve
mesafe ayan ak zorunda kalmışlardır.
Yolculuğun içerdiği
meşakkat tek boyutlu değildir. En başta yolculuğun getirdiği yorgun-bedensel,
sıkıntılar vardır. Bunun yanında yolcunun, yolculuğun amacıyla ilgili endişe
kulan, geride bıraktığı İşi, eşi, ailesi ile ilgili endişeleri bulunabilir.
Buna bir de yol güendişesi eklenirse yolcu için tanınan ruhsatların mânası daha
iyi anlaşılır. Hal böyle yolculuğa çıkan kişinin zaman kaybına tahammülü
yoktur. O bir an önce işini bitir normal yerleşik hayatına dönmek arzusundadır.
O halde onun yolculuk esnasında ihtiyaçları dışında oyalanmaması gerekir. İşte
yola çıkan kişinin bir an önce normal ısına, evine, işine dönme doğal arzusunu
çabuklaştırmak için dinimizde, bazı kolaylık zikredilmiştir.
[862]
594- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah (s.a.v.)'le
Medine'den Mekke'ye doğru yola çıktık. Resulullah (s.a.v.), Mekke'den Medine'ye
geri dönünceye kadar akşam namazı dışında namazları ikişer rekat kıldı.”
Açıklama:
Hadisin ravisi Yahya der ki: Enes'e:
“Resulullah (s.a.v.)
Mekke'de kaç gün kaldı?” diye sordum. O da:
“On gün!”
diye cevap verdi.
[863]
Açıklama:
Veda Haccı için
hicretin 10. yılında Zilka'de ayının 25 Cumartesi günü öğle ile ikindi arasında
Medine'den Mekke'ye doğru yola çıkılmıştır. O günü öğle namazı Medine'de dört,
ikindi namazı ise Zulhuleyfe'de iki rekat olarak kıldırılmış ve Zilhicce'nin 4.
Pazar sabahı Mekke'ye varılmıştır. Hac ibadeti yerine getirildikten sonra
Zilhicce'nin 14. Çarşamba günü sabahı Mekke'den çıkılıp Medine'ye dönülmüştü.
Resulullah (s.a.v.)'in
Mekke'de kaç gün kaldığı konusu alimler arasında tartışmalıdır. Enes .hadisi,
bu müddetin 10 gün olduğunu göstermektedir. Hanefiler ise bu konuda Ebu Dâvud,
Sefer 10, 1231; Nesâî, Taksiru's-Salât 4; İbn Mâce, İkâme 76'deki hadisleri
esas alarak Resulullah (s.a.v.)'in Mekke'de 15 gün kaldığını ileri
sürmüşlerdir. Dolyısıyla da bir yerde 15 günden daha az kalmaya niyet eden
kimse, Akşam namazı hariç, namazlarını, ikişer rekat olarak kılar.
Yalnız Enes hadisinde
geçen 10 gün ifadesi; Resulullah (s.a.v.)'in sadece Mekke'de değil, Mekke ile
birlikte Mina'da kaldığı günü belirtmektedir. Ayrıca Enes hadisi, Mekke'nin
Fethi ile ilgili olmayıp Veda Haccı ile ilgilidir.
Resulullah (s.a.v.),
İslamiyet'in ilk yıllannda öğle, ikindi, yatsı ve sabah namazlarını ikişer
rekat, akşam namazını ise üç rekat olarak kılardı. O, bu namazlan, henüz kıble,
Kabe'ye çevrilmezden önce kılmıştır. Resulullah (s.a.v.), bir öğle namazını iki
rekat olarak Beyt-i Makdis'e doğru kıldıktan sonra Cebrail gelmiş, onu Kabe'ye
doğru çevirerek iki rekat daha kılmasını işaret etmiş, bundan sonra ikindi ve
yatsıyı dörder rekat, sabah namazını iki rekat kılmasını emredip:
“Ey Muhammedi ilk
kıldığın farz, ümmetinin yolcuları ile gazilerine aittir” demiştir.
Bundan sonra yolculuğa
çıkan kimseler, Akşam namazı hariç dört rekatli farz namazlan ikişer rekat
olarak kılmaya devam etmişlerdir.
Mekke'de kalmaktan
maksat; Mekke ile etrafında bulunan Mina, Arafat ve Müzdelife'deki ikametlerin
toplamı kastedilmiştir. Yoksa yalnız Mekke'deki ikamet sözkonusu değildir.
Seferi kimse bir
beldede onbeş gün ve daha fazia kalmaya niyet edince mukim olur ve artık
namazlarını tam kılar. Eğer on beş günden az kalmaya niyet ederse seferîliği
devam eder.
Aslî vatana dönmekle
yolculuk haii sona erer. Burada sefer hükümleriyle ilişkili olarak oluşturulan
üç vatan anlayışından kısaca bahsedelim.
Bir insanın doğup
büyüdüğü veya evlenip içinde yaşamak istediği veya içinde barınmayı kastettiği
yere vatan-ı aslî denir. Vatan-ı aslîden başka yere iş, görev vb. sebeplerle
veya yerleşmek üzere göçülünce yeni yer vatan-ı aslî olur, eski yer bu vasfını
kaybeder.
Bir kimsenin doğduğu,
evlenip ailesini yerleştirdiği veya kendisi yerleşmeye karar verdiği yer
olmamak kaydıyla, kişinin on beş günden fazla kalmak istediği yere vatan-ı
ikâmet denir.
Bir yolcunun on beş
günden az kalmayı planladığı yere vatan-ı süknâ denir. Bir kimse, doğup
yerleştiği veya hanımının yerleştiği yere varınca seferi olmaz. Sadece gideceği
bu yer, sefer mesafesi uzaklığında ise yolculuk esnasında seferi olur.
[864]
595-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Mina'da ve daha başka yerlerde yolcu namazını ikişer rekat kıldı. Ebu Bekr,
Ömer ve hilafetinin ilk yıllarında Osman'da yolcu namazını hep böyle ikişer
rekat kıldı. Daha sonra Osman, (yolcu namazını Mina'da) dört rekata tamamladı.”
[865]
Açıklama:
Mekke'de kalmaktan
maksat; Mekke ile etrafında bulunan Mina, Arafat ve Müzdelife'deki ikametlerin
toplamı kastedilmiştir. Yoksa yalnız Mekke'deki ikamet sözkonusu değildir.
Seferi kimse bir
beldede onbeş gün ve daha fazla kalmaya niyet edince mukim olur ve artık
namazlarını tam kılar. Eğer on beş günden az kalmaya niyet ederse seferîliği
devam eder.
Aslî vatana dönmekle
yolculuk haii sona erer. Burada sefer hükümleriyle ilişkili olarak oluşturulan
üç vatan anlayışından kısaca bahsedelim.
Bir insanın doğup
büyüdüğü veya evlenip içinde yaşamak istediği veya içinde barınmayı kastettiği
yere vatan-ı aslî denir. Vatan-ı aslîden başka yere iş, görev vb. sebeplerle
veya yerleşmek üzere göçülünce yeni yer vatan-ı aslî olur, eski yer bu vasfmi
kaybeder.
Bir kimsenin doğduğu,
evlenip ailesini yerleştirdiği veya kendisi yerleşmeye karar verdiği yer
olmamak kaydıyla, kişinin on beş günden cazla kalmak istediği yere vatan-ı
ikâmet denir.
Bir yolcunun on beş
günden az kalmayı kanladığı yere vatan-ı süknâ denir. Bir kimse, doğup
yerleştiği veya hanımının yerleştiği yere arınca seferi olmas. Sadece gideceği
bu yer, sefer mesafesi uzaklığında ise yolculuk esnasınla seferi olur.[866]
595-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Mina'da ve daha başka yerlerde yolcu namazını ikişer kat kıldı. Ebu Bekr, Ömer
ve hilafetinin ilk yıllarında Osman'da yolcu mazını hep böyle ikişer rekat
kıldı. Daha sonra Osman, yolcu namazını Mina'da dört rekata tamamladı.”
[867]
596-
Abdurrahman b. Yezîd'den rivayet edilmiştir:
“Osman, bize, Mina'da
namazı dört rekat kıldırdı. Bunu, Abdullah İbn Mes'ud'a söylediler.
“Abdullah İbn Mes'ud,
“İnnâ lillahi....” Ölüm haberi duyulduğunda söylenen Bakara: 2/156 ayetini
deyip:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'le
Mina'da namazı iki rekat kıldım. Ebu Bekr'le de Mina'da namazı iki rekat
kıldım. Ömer İbnui-Hattâb'la da Mina'da namazı iki rekat kıldım. Keşke
nasibim, dört rekatlı namaz yerine kabul edilmiş iki rekat olsaydı!” dedi.
597- Harise
b. Vehb el-Huzâî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'in
arkasında Mina'da namaz kıldım. İnsanlar alabildiğine kalabaklıktılar.
Resulullah (s.a.v.), bu Veda Haccında namazı iki rekat kıldırdı.”
[868]
Açıklama:
Mekke'ye giren
hacının, gerek Mekke'de ve gerekse de Mina'da ve gerekse diğer hac yerlerinde
namazı kısaltması üzerinde İttifak edilmiştir. Mekke yalnız Mekkeliler ile
orada ikamete niyet edenler için ikamet yeridir. Muhacirlere ise Mekke'de
ikamet etmemek farz olduğundan Resulullah (s.a.v.); ne Mekke'de ve ne de
Mina'da ikamete niyet etmiştir.
Mekke'den bir fersah
beride olan Mina'da namazı kısaltma yada tam kılma hususunda görüş ayrılığı
vardır. Hz. Osman, tam kılmada daha meşakket olduğu için bunu tercih etmiştir.
Çünkü ibadetin zahmetlisi daha makbuldür.
598-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Soğuk ve rüzgarlı bir
gecede namaz için ezan okuyup:
“Dikkat edin kî! (Namazlarınızı) konakladığınız yerlerde
kılın!” dedi. Sonra da:
“Resulullah (s.a.v.)
yolculuk sırasında soğuk ve yağmurlu gece olduğu zaman müezzine emreder, o da:
“Dikkat edin! Namazlarınızı konakladığınız yerlerde
kılın!” dîye seslenirdi.
[869]
599- Câbir
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah (s.a.v.)'Ie
birlikte yolculuğa çıkmıştık. Yolda giderken yağmura tutulduk. Bunun üzerinize
Resulullah (s.a.v.):
“Sizden her kim isterse namazım konakladığı yerde
kılsın!” buyurdu.
[870]
600-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'ta rivayet edilmiştir: “Abdullah İbn Abbâs, yağmurlu
bir günde müezzinine:
“Eşhedu enlâ ilâhc
illallah, eşhedu enne Muhammeden Resulullah”
“Şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur.
(Yine) şehadet ederim ki, Muhammed, Allah'ın resulüdür dediğin zaman, “Hayye
ale's-Selâh” (=Haydi namaza) deme. “Namazlarınızı evlerinizde kılın” de!” dedi.”
Açıklama:
Hadisin ravisi der ki:
Halk bu emirden hoşlanmamış gibi oldu. Bunun üzerine Abdullah İbn Abbâs:
“Siz buna hayret mi
ediyorsunuz? Bunu, benden çok daha hayrlı olan bir zat olan Resulullah
yapmıştır. Doğrusu Cuma namazı farzdır. Fakat ben, size zorluğa/günaha sokup
da çamur ve kaygan yerde yürümenizi istemedim” dedi.[871]
“Cem” kelimesi, sözlük
anlamı itibariyle “iki veya daha fazla şeyi bir araya getirmek, toplamak”
anlamlarına gelir. Cem'in fıkıhtaki terim anlamı ise, birbirini takip eden iki
namazın öğle ile ikindinin veya akşam ile yatsının, bu ikisinden birinin
vaktinde, birlikte ve peşi peşine kılınmasıdır. Eğer birlikte kılma, birinci
namazın vaktinde ise buna cem-i takdim, ikincisinin vaktinde ise cemi te'hir
denilir.
Alimler, hac zamanında
Arafat'ta öğle ile ikindinin öğle namazının vaktinde birlikte kılınması (=cem-i
takdim) ve Müzdelife'de akşam ile yatsının yatsı namazının vaktinde birlikte
kılınması (cem-i te'hîr) konusunda görüş birliği etmişlerdir. Bu iki yer
dışında iki namazı cem ederek birlikte kılmanın caiz olup olmadığında ve cem
etmeyi caiz kılan mazeretlerin neler olduğunda farklı görüşler öne
sürmüşlerdir.
Hanefi mezhebinde, hac
zamanında Arafat ve Müzdelife'de ki cemin dışında, iki namazın bir vakitte cem
edilmesi caiz görülmez.
Diğer mezheplerde cem,
belirli sebep ye şartlarla caiz görülmüştür. Cem'i kabul edenlere göre, iki
namazın cem edilmesini caiz kılan sebepler, ayrıntıdaki görüş ayrılıkları bir
tarafa bırakılacak olursa şunlardır:
Hanefiler dışındaki
çoğunluk âlimler, yolculuğu bir mazeret kabul ederek, yolculukta cem yapılmasını
caiz görmüşlerdir. Ancak bazı ayrıntılarda aralarında görüş ayrılığı vardır.
Yağmur, şiddeti
konusundaki görüş ayrılıkları bir tarafa bırakılacak olursa, Mâliki, Şafiî ve
Hanbelî mezheplerinde, yolcu olmayan (mukim) kişiler için bir mazeret kabul
edilmiş ve böyle günlerde namazın cemi belli şartlarla caiz görülmüştür.
Mâlİ-kîler ve Hanbelîler, sadece akşam ile yatsının mescitte cem-i takdim
olarak cem edilmesini caiz görürken, Şâfiîler buna öğle ve ikindinin cemini de
ilâve etmişlerdir. Bu ve benzeri sebepler, evde değil, sadece mescitte cemaatle
birlikte cem1 yapmayı caiz hale getirir.
Şâfiîler, yerlerin
çamurlu olmasını cem yapmayı caiz kılan mazeret kabul etmezken, Hanbelîier bunu
bir mazeret saymış, Mâlikîler ise cemin caiz olabilmesi için çamurla birlikte
zifiri karanlık durumunun bulunmasını şart koşmuşlardır,
Mâlikîlere göre hasta
bir kişi, ikinci bir namazın vaktine kadar durumunun namaz kılamayacak derecede
kötüleşeceğinden veya bayılacağından endişe ediyorsa, cem yapabilir. Hanbelîler
de hastalık sebebiyle meşakkat söz konusu olduğunda cemi caiz görmüşler ve
emzikli kadını, İstihâze kanı gören kadını, özür sahibi kişileri ve her vakit
için abdest almaktan âciz olan kişileri de aynı hükümde tutmuşlardır. Şâfıîiere
göre ise hastalık sebebiyle cem caiz değildir.
İhtiyaç ve sıkıntı
sebebiyle cem genelde caiz görülmemiştir. Cem' konusunda en geniş görüşe sahip
olan Hanbeli mezhebinde sıkıntı ve meşguliyetin cemi caiz kılacağı
söylenmektedir. Hanbelî fakihi Ebû Ya'la'nin bu hususta getirdiği ölçü şudur:
“Cumanın ve cemaatle
namazın terk edilmesini caiz kılan her sebep, cemi de caiz kılar”.
Mezheplerin cem
konusunda görüş ayrılığına düşme sebepleri üç noktada toplanabilir:
1-
Namazların vakitlerini tayin eden hadisler yanında, cem konusunda birbiriyle
çelişir gözüken haberlerin bulunması.
Bu durumda kimi
âlimler, cem konusundaki haberlerin, vakitlemeye ilişkin hadisleri tahsis
ettiğini ileri sürerek cemi caiz görürken, kimileri de cem konusundaki
haberleri te'vil ederek ceme karşı çıkmışlardır.
2-
Arafat ve
Müzdelife'de cem yapmanın meşruluğunda ittifak vardır. Diğer zaman ve
yerlerdeki namazın buna kıyas edilip edilmeyeceği, tartışma konusu olmuştur. Bu
kıyası caiz görenler, cemi de caiz görmüşlerdir.
3-
Namazların müşterek vakitleri olup olmadığı noktasındaki tartışma da, cem konusundaki
görüş ayrılığının önemli bir nedeni olmuştur.
Beş vakit namazın ilk
ve son vakitleri, ayrıntıdaki ihtilâflar bir yana, bellidir ve herkes tarafından
kabul edilmektedir.
Burada çem'i caiz
görenlerin ve caiz görmeyenlerin gerekçeleri tartışılmayacaktır. Hane-fîler iki
yer dışında cemi kabul etmemiş, diğer mezhepler belli, mazeretler sebebiyle
cemi kabul etmişlerdir. Hanefî mezhebinin görüşü, teorik olarak daha tutarlı ve
savunulabilir olmakla birlikte, günümüzde cemİn yapılmasının namaz kılanlara
sağlayacağı birtakım kolaylıklar bulunmaktadır. Cem' yapmak sonradan ortaya
çıkmış, uydurulmuş bir uygulama değildir. Nitekim Arafat ve Müzdelife'de cem
yapılacağını bütün mezhepler söylemektedir. Bunun yanında Hz, Peygamber'in
çeşitli zamanlarda ve çeşitli durumlarda iki namazı birleştirerek bir vakitte
kıldığı yönünde rivayetler bulunmaktadır. Gerek Arafat ve Müzdelife'de ki
cemin, gerekse öteki rivayetlere göre çeşitli zamanlarda yapılan cemin
gerekçesi ve hikmeti, namaz kılanlara kolaylık sağlanmasıdır.
Hz. Peygamber'in,
korku ve yolculuk durumu olmaksızın da öğle ile ikindiyi ve akşam ile yatsıyı
birlikte kıldığına dair rivayetler bulunduğu gibi
[872]
bazı sahâbîlerin de cem yaptığı nakledilmektedir.
Cem'in Arafat ve
Müzdelife dışında caiz olmadığını savunan Hanefiler ise büyük ölçüde namazların
belli vakitlere göre belirlendiğini bildiren ayetlere
[873] ve
Cebrail'in peş peşe iki gün Hz. Peygamber'e İmamlık yaparak namazların ilk ve
son vakitlerini göstermesine dayanmışlardır. Bu âyetler ve bu rivayet, her bir
namazın kendine özel bir vakti bulunduğuna ve bu vaktin öncesine veya sonrasına
alınmasının caiz olmadığına delâlet etmektedir. Hanefîler ayrıca, namazın
kasten geciktirilerek vaktinin çıkmasına yol açmayı tehditti ifadelerle
yasaklayan hadislere ve Abdullah İbn Mes'ûd'dan gelen mukabil rivayetlere de
tutunmuşlardır.
Namaz için özel
vakitler konulmuş ve bu vakitler namazın vücûbu için sebep kılınmıştır.
Kur'an'da mücmel olarak belirtilen vakitler, Hz. Peygamber tarafından
belirlenmiş ve namaz vakitleri tevatürle sabit olmuştur; tevatürle sabit olan
bir şeyi de haberi vahidle terk etmek kesinlikle caiz değildir. Şu kadar ki,
namaz vakitlerini fiilî olarak uygulayan ve belirten Hz. peygamber olduğu gibi,
cemin meşriyetini söz ve fiili ile belirten de odur. Sünnetin bir kısmı alınıp
bir kısmı atılamayacağına göre, bunların arasını uzlaştırmak gerekir.
Buna göre, olağan ve
normal durumlar için beş vakit namazın vakitlerine titizlikle uyulması
kuraldır. Ancak bazı özel durumlarda, ihtiyaç ve zaruret sahiplerine de cem
ruhsatı tanınmış olmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Cem,
bir ruhsat ve kolaylaştırmadır; gerektiğinde bu ruhsattan istifade
edilmelidir. Sünnî fıkıh mezheplerine göre kural, her namazın kendi özel
vaktinde kılınmasıdır. Ancak geçerli bir mazeretin olması durumunda cem
yapılabilir. Namaz dinin direği kabul edildiği için, hiçbir mazeret nedeniyle
terkine izin verilmemiş, fakat kılınabilmesi için birtakım kolaylıklar
getirilmiştir. Bu bakımdan olağan dışı durumlarda, alışkanlık haline getirmemek
kaydıyla ve belirli şartlarla cem yapılabilir. Namazı vaktinde kılmalarında
bir sıkıntı ve güçlük söz konusu olan kişilerin, kendi durumlarını yukandaki
bilgi ve ruhsatlar çerçevesinde değerlendirerek netice itibariyle Allah'a karşı
şahsi sorumluluğunu ilgilendiren bu konuda kedilerinin karar vermesi en uygun
olan yoldur.
Ayrıca bilinmelidir
ki, cem-i takdim veya cemi te'hîr yapmak, namazın amacının gerçekleşmesi
bakımından, namazın kazaya kalmasından daha uygun bir çözüm olarak görünmektedir.
Cem' Yaparken Dikkat
Edilecek Hususlar
Sabah namazı hiçbir
şekilde cem edilemez. Cem1 yalnızca öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı arasında
olabilir.
1- Şayet
cemi takdim yapılacaksa, meselâ öğle ile ikindi, öğlenin vaktinde birlikte
kılınacaksa, öğle namazına başlarken cemi yapmaya niyet etmek gerekir.
Kimilerine göre, birinci namazı bitirmedikçe de niyet edilebilir. Cem-i tehirde
ise, birinci namazın vakti içerisinde cem yapmaya niyet etmek gerekir. Aksi
takdirde, namazı vaktinden sonraya ertelemiş olur ki bu haramdır.
2- Cem'-i
takdimde, sırayı gözetmek tertibe riayet etmek gerekir. Öğle ile ikindi cem
ediliyorsa önce öğle, sonra ikindi kılınmalıdır. Cem'-i te'hîr de ise sıraya
riayet edilmezse Hanbelîlere göre sahih olur; Şâfıilere göre de sahih olmakla
birlikte ikinci namaz kaza olarak kılınmış olur.
3- Cem'
yapılırken, iki namazın ara vermeksizin peşi peşine kılınması (=muvâlât) gerekir.
Mâlikîler, birlikte kılman iki farzın arasına nafile katmayı dahi uygun
görmemişlerdir. Şafiî ve Hanbelîlere göre eğer cem1 birinci namaan vaktinde
yapılıyor (cem-i takdim) se, peş peşelik şarttır; ikinci namazın vaktindeki
yapılıyor ise bu şart değildir. iki namaz arasında verilebilecek aranırı
belirlenmiş bir miktarı olmayıp, abdest alacak ve kamet getirecek kadar bir
süre olduğu söylenmektedir.
4-
Akşam ile
yatsının cem-i takdim olarak birlikte kılınması durumunda vitir namazının ne
olacağı konusunda da ağırlıklı görüş, bunun yatsı namazına tâbi olduğu ve
dolayısıyla yatsı namazı kılındıktan sonra kılınabileceği yönündedir.
[874]
601-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
nafile namazını devesi hangi tarafa dönerse o yöne doğru kılardı.”
[875]
602-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Mekke'den Medine'ye gelirken devesinin üzerinde yüzünün olduğu tarafa doğru
namaz kılardı.
“Her nereye dönerseniz dönün Allah'ın vechi
(=yönü/zatı) oradadır”
[876]
ayeti onun hakkında indi.[877]
603-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
yolculuk sırasında yüzü nereye dönerse dönsün hayvanı üzerinde nafile namaz
kılar, vitri de onun üzerinde kılardı. Bununla birlikte hayvanın üzerinde farz
namaz kılmazdı.”
[878]
604- Âmir b.
Rebîa (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Âmir b. Rebîa,
Resulullah (s.a.v.)'i, yolculukta geceleyin devesinin üzerinde hayvanın
döndüğü tarafa doğru nafile namaz kılarken gördü.”
[879]
605- Enes b.
Sîrîn'den rivayet edilmiştir:
“Enes b. Mâlik Şam'a
geldiği zaman (dönüşünde onu) karşıladık. Onunla 'Ayn-u Temr'de karşılaştık.
Onu, bir merkep üzerinde namaz kılarken gördüm. Yüzü şu yöne doğru idi.”
Açıklama:
Hadisin ravisi
Hemmârn, kıblenin sol tarafına işaret etti. Ben, ona:
“Seni kıbleden başka tarafa doğru namaz kılarken
gördüm!” dedim. Enes:
“Resulullah (s.a.v.)'in
böyle yaptığım görmemiş olsaydım ben de bunu yapmazdım”diye cevap verdi.
[880]
Açıklama:
Hadis, binek üzerinde
nafile namaz kılınabileceğine, vitir namazının da binek üzerinde
kılınabileceğine, fakat farz namazı kılmanın caiz olmadığını ifade etmektedir.
Hanefilere göre; binek
nereye dönerse namazı o tarafa doğru kılmak mendubtur. Bineğin döndüğü tarafı
bırakıp ta başka tarafa dönmek caiz değildir. Çünkü bunun için bir zaruret
yoktur. Ayrıca binek üzerinde namaz kıimak için yolculuk şart değildir. Namaza
niyetlenirken kıbleye karşı dönmek şart değildir. Yine bu namaz, ima ile de
kılınır.
Farz ve vacip namazlar
ile sabah namazının sünnetini, binek üzerinde kılmak caiz değildir. Fakat İmam
Muhammed'e göre; farz namazı kılamama gibi bir özür durumunda binek üzerinde
farz namaz kılmak caizdir.
606-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir
“Resulullah (s.a.v.)
sefere acele ettiği zaman akşam namazı ile yatsı namazını birlikte kılardı.”
[881]
607- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
güneş tam tepeden batı tarafına doğru kaymadan önce yola çıktığında öğle
namazını, ikindi namazı vaktine geciktirirdi. Sonra hayvanından inip ikisini
birden kılardı. Yola çıkmadan önce güneş batı tarafında kaymışsa öğle namazını
kılıp sonra hayvanına binerdi.
[882]
608- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
yolculukta iki namazı birleştirerek kılmak istediği zaman öğleyi, ikindinin ilk
vakti girinceye kadar geciktirip sonra ikisini birleştirip kılardı.”
[883]
609-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Medine'de hiçbir korku ve yolculuk hali yokken öğle namazı ile ikindi namazını
birleştirerek ve akşam namazı ile yatsı namazını da birleştirerek kıldı.”
[884]
610-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Tebuk gazvesinde yaptığı bîr yolculukta namazı birleştirmişti. Şöyle ki; öğle
namazı ile ikindi namazını ve akşam namazı ile yatsı namazını birleştirdi.”
Açıklama:
Hadisin ravisi Saîd
der ki: Abdullah İbn Abbâs'a:
“Resulullah (s.a.v.)'i
bunu yapmaya sevk eden şey nedir?” diye sordum. O da:
“Ümmetini zorluğa/günaha sokmamak istedi” diye cevap verdi.
[885]
611- Muâz
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Tebuk gazvesine,
Resulullah (s.a.v.)'Ie birlikte çıkmıştık. Öğle namazı ile ikindi namazını
birleştirerek ve akşam namazı ile ikindi namazını birleştirerek kılıyordu.”
[886]
612-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'le
birlikte öğle ile ikindiyi birleştirerek sekiz rekat ve akşam ile yatsıyı
birleştirerek yedi rekat namaz kıldım.”
[887]
613-
Abdullah b. Şakîk'ten rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbn Abbâs
bir gün ikindi namazından sonra güneş batıp yıldızlar görününceye kadar bize
hutbe verdi. Halk:
“Namaz, namaz!” demeye
başladılar. Derken Temîm oğullarından bir adam onun yanma gelip ciddiyetsizce
ve sözünü hiç esirgemeksizin:
“Namaz, namaz!” dedi.
Bunun üzerine Abdullah İbn Abbâs:
“Anasız kalasıca!
Bana, sünneti sen mi öğretiyorsun?” deyip sonra da:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'in,
öğle namazı ile ikindi namazını ve akşam namazı ile yatsı namasım birleştirerek
kıldığını gördüm!” dedi. Abdullah b. Şakîk:
“Bu sözden içime bir
şüphe düştü. Ebu Hureyre'ye gidip ona bu belirtilen vakitlerde namazları
birleştirmenin doğru olup olmadığını sordum. O da, Abdullah İbn Abbâs'm bu
sözünü doğruladı” dedi.
[888]
Açıklama:
Bazı alimler, hazarda, namazları birleştirmenin özürsüz oiarak caiz olmadığını
söylemiştir. Bazıları ise, bu hadisi delil getirerek bir ihtiyaçtan dolayı
hazarda iki namazın arasını birleştirmek suretiyle bir arada kılınabileceğini
söylemişler, ancak bunun âdet edinilmemesini şart koşmuşlardır. İbn Şîrîn,
İbnü'l-Münzir, Kaffâl el-Kebîr bu görüştedirler.
614-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Sizden birisi
(namazından) “Ancak sağ tarafından dönüp ayrılması gerekir” şekliyle şeytana
kendi nefsinden bir parça ayırmasın! Beni çoğunlukla, Resulullah (s.a.v.)'in,
sol tarafından ayrıldığını gördüm.”
[889]
615-
Süddî'den rivayet edilmiştir: “Enes'e:
“Namaz kıldığım zaman,
sağımdan mı, yoksa solumdan mı ayrılayım?” diye sordum. O da:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'i
çoğunlukla sağ tarafından ayrıldığını gördüm” diye cevap verdi.
[890]
Açıklama:
Hz. Peygamber (s.a.v.)
namazı bitirdikten sonra mihrabtan ayrılırken bazen sağ ve çoğu kere de sol
taraftan döndüğü ve bazen sol ve çoğu kere de sağ tarafından döndüğü bu hadislerden
anlaşılmaktadır.
Her iki sahabi,
kendince daha çok zannettiği şekli rivayet etmiştir. Bu hadisler, namazdan
çıkarken sağdan yada soldan kalkıp gitmenin caiz olduğuna delalet etmektedir.
Hiçbirini yapmakta mekruhluk yoktur. Abdullah İbn Mes'ud'un sözünden anlaşılan
mektuhluk, sağdan yada soldan kalkamnın asıl olması itibariyle değil, sağdan
kalkmayı vacip itikat eden kimseler hakkındadır. Çünkü böyle bir itikatta
bulunmak, hatadır. Ancak sağ taraftan kalkmak, daha efdaldir. Hadislerin çoğu,
sağ tarafın faziletini açıkça göstermektedir. Bununla birlikte sağ veya sol
taraflardan birinde görülecek bir ihtiyacı olan kimsenin, o taraftan çıkıp
gitmesi müstehabtır. Çünkü Ebu Dâvud'daki rivayette, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
odalarının sol tarafta olduğu için o taraftan çekildiği belirtilmektedir.
616- Berâ'
b. Âzib (r.a)'dan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah (s.a.v.)'in
arkasında namaz kıldığımız zaman onun sağ tarafında olmak hoşumuza giderdi.
Yüzünü de bize dönerdi. Ben, onun:
“Rabbi!
Kını azâbeke yevme teb'asu -ev
tecmau- ibâdeke” Rabbim! Kullarını tekrar dirilteceğin yada toplayacağın gün
beni azabından koru!”
derken
işittim” dedi.
[891]
Açıklama:
Bu hadisten,
Resulullah (s.a.v.)'in namaz bittikten sonra sağ tarafa dönerek sağ tarafta
bulunan cemaata yöneldiği, bu sebeple cemaatin, onun teveccühüne mazhar olmak
ümidiyle sağ tarafta bulunmaya fevkalade rağbet gösterdikleri anlaşılmaktadır.
Tirmizî'nin bu konuda
rivayet ettiği hadiste ise,
“Resulullah (s.a.v.) bize İmam olur, namazdan sonra
(kıbleden) her iki yanına da dönerdi”
[892]
ifadesi yer almaktadır. Tirmizî'nin rivayet ettiği bu hadis, hasendir.
İmam Beğâvî bu konuda
şöyle der: Efdal olan, kıbleden dönerken sağ tarafa dönmektir. Bununla
birlikte dönmek iki şekilde olabilir:
1- Sağına
kıbleyi, soluna da cemaatı alarak dönmek. Ebu Hanife bu görüştedir.
2- Soluna
kıbleyi ve sağına da cemaatyi alarak dönmek. Kıbleden sağa veya sola doğru
dönmenin hikmeti ise namaz kılındıktan sonra camiye gelen kimsenin, namazını
kılındığının anlamasını sağlamak ve yanlışlıkla cemaatin arasına katılarak
imama uymasını önlemektir.
617- Ebu
Hureyre! (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Namaza kamet getirildiği zaman farz namazdan başka
bir namaz yoktur.”
[893]
Açıklama:
Hadis, farz namaz için
kamet getirildikten sonra nafile namaza niyetlenmenin yasak olduğuna delalet
etmektedir. Bu hususta revatib denilen beş vaktin sünnetleri ile diğer nafile
namazlar arasında fark yoktur. Bu, alimlerin çoğu ile Şafii mezhebinin
görüşüdür. Hanefilere göre ise sabah namazının sünnetini kılmayan bir kimse
farzın ikinci rekatına yetişeceğine yakinen bilirse kametten sonra önce sünneti
kılar.
618- Abdullah
b. Mâlik İbn Buhayne (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
sabah namazına kamet getirilmişken sünnet kılmakta olan birisinin yanına
uğrayıp (ravi diyor ki) ona bir şey söyledi, fakat ne olduğunu bilmiyoruz.
Namazdan çıktığımız zaman o kimsenin etrafını sarıp ona:
“Resulullah (s.a.v.),
sana ne söyledi?” diye sorduk. O da:
“Bana, neredeyse sizden birisi sabah namazını dört
rekat olarak kılacaktı” buyurdu”
dedi.
[894]
Açıklama:
“Neredeyse sizden birisi sabah namazını dört rekat
olarak kılacaktı”
sözünden maksat;
yapılan işi inkar ve bunu niçin men ettiğine işarettir. Müezzin sabah namazının
farzı için karnet getirirken sünnet kılmanın yasak edilmesi sedd-i zerai
kabilindendir. Yani bu iş böyle yapıla yapıla ileride daha çok adet olmasına
yol açar da cemaat sabah namazının farzının dört rekat olduğunu sanır
endişesiyle yasaklanmıştır.
619-
Abdullah b. Sercis (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir adam, Resulullah
(s.a.v.) sabah namazında iken mescide girip mescidin bir tarafında iki rekat
namaz kıldı. Sonra Resulullah (s.a.v.)'in kıldığı namaza dahil oldu. Resulullah
(s.a.v.) selam verince:
“Ey filanca kimse! Sen bu iki namazdan hangisini namaz
sayıyorsun? Tek başına kıldığın namazı mı, yoksa bizimle birlikte kıldığın
namazı mı?” buyurdu.[895]
Açıklama:
“Ey filanca kimse! Sen bu iki namazdan hangisini namaz
sayıyorsun? Tek başına kıldığın namazı mı, yoksa bizimle birlikte kıldığın
namazı mı” sözünden maksat ise; bu
konuda ikinci bir illeti ortaya koymaktadır. 0 da, imamlar hakkında açılması
sözkonusu olan ihtilaf kapısını kapamaktır.
Ayrıca bu soruyu
yöneltmekle, adamın farza başlamayı geciktirmesi ve sünnetle meşgul olmasının
hatalı olduğu bildirilmektedir.
620- Ebu
Humeyd (r.a) yada Ebu Useyd (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadır:
“Sizden birisi mescide girdiği zaman: “Allahümme'ftah
lî ebvâbe rahmetike Allahım! Bana, Rahmet kapılarını aç” desin. Çıktığı zaman
ise “Allahümme innî es'eluke min fadlike Allahım! Ben, Senin fadlından isterim” desin.[896]
Açıklama:
Bu hadiste, Hz.
Peygamber (s.a.v.), ümmetine camiye girip çıkarken ne şekilde dua edeceklerini
öğretmektedir.
Duanın mescide
girerken rahmet ve çıkarken fadl'a tahsis edilmesindeki hikmet, Dihlevî'nin
“Hüccetullahi'l-Bâliğa” adlı eserinde şöyle açıklanmaktadır:
“Girerken rahmetin,
çıkarken fazlu keremin istenmesinin hikmeti şudur: Allah'ın kitabında rahmetin
mânâsı, velayet, nübüvvet gibi nefsânî ve uhrevî nimetlerdir. Bu mânâda olmak
üzere Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Rabbinin rahmeti, onların topladıkları dünyalıklardan daha hayırlıdır”
[897]
Fazl u kerem ise,
dünyevî nimetler için kullanılır. Nitekim;
“Rabbinizden gelecek bir fazl u keremi aramanızda size
herhangi bir günah yoktur”
[898]
âyetinde bu mânâda kullanılmıştır. Keza,
“Namaz bitince yeryüzüne dağılırı ve Allah'ın Fazl u
kereminden isteyin”
[899]
âyetinde de aynı mânâdadır. Mescide giren kişi, Allah'a yaklaşmak niyetiyle
girer, çıkış anı ise rızik arama zamanıdır. Böylece mescide giriş ve çıkış
esnasında yapılan duaların hikmeti anlaşılmış olur.
[900]
Dihlevî'nin bu açıklaması, gerçekten yerinde ve vakıaya uygundur. Çünkü her ne
kadar insan, ömrünün her safhasında Allah'ı zikretmeli ve onu hatırlamalı ise
de, insanın ahireti, en çok duyduğu ve Rabbini kendisine en yakın hissettiği
yer, ibadethanedir. Cami dışındaki en büyük sıkıntı da rızik endişesidir. Her
halde Hz. Peygamber (s.a.v.)'in duası, bu hikmete bağlı olarak nakledilmiştir.
621- Ebu
Katâde (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
cemaatin arasında oturduğu sırada mescide girmiştim. Gidip boş bir yere
oturdum. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Oturmadan önce iki rekat (tahiyyetu'l-mescid) namazı
kılmaktan seni alıkoyan şey nedir?”
buyurdu. Ben de:
“Ey Allah'ın resulü!
Seni cemaatin içerisinde otururken gördüm. Cemaat da oturuyordu. Bunun için
girişte namaz kılmadım.” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“O halde sizden birisi mescide girdiği zaman iki rekat
namaz kılmadan oturmasın!” buyurdu.
[901]
622- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Benim, Peygamber (s.a.v.)'den
bir alacağım vardı. O, bana, alacağımı fazlasıyla ödedi. Mescide onun yanına
girdiğim (de) bana:
“iki rekat (tahiyyetui-mescid) namazı kıl!” buyurdu.
[902]
Açıklama:
Tahiyyatu'l-mesci
mescidi selamlama namazı, mescidin selamlanması, saygı gösterilmesi anlamına
gelmiş olsa bile, esasında mescitlerin sahibi olan Allah'a saygı ve tazim
anlamını içermektedir.
Her ne kadar burada
hadisin zahiri tahiyyatu'l-mescid namazının vacip olmasını gerektiriyorsa da,
Buhârî, Müslim, Ebu Dâvud ve Nesaî'nin Dımâm İbn Salebe'den rivayet ettikleri
hadis, beş vaktin dışındaki namazları tatavvu nafile olarak nitelendirmektedir.
Dolayısıyla tahiyyatu'l-mescid namazı, vacip değildir.
Hanefilere göre,
tahiyyatu'l-mescid namazı müstehabtır. En azı iki rekat ve en çoğu için ise bir
sınır yoktur. Namaz kılınması mekruh olan vakitlerde ve Cuma şünü hatip hutbe
okurken tahiyyatu'l-mescid namazı kılmak mekruhtur.
Tahiyyatu'l-mescid
namazı, mescide girildiğinde hemen kılınması mı gerektiği yada biraz
oturduktan sonra kılınıp kılınamayacağı meselesi İhtilaflıdır. Hanefi ve
Mâliküere göre; mescide girince uzun zaman da geçmiş olsa bile oturduktan sonra
tahiyyatu'l-mescid namazı kıhnabilir. Ayrıca bir günde birkaç defa. camiye
giren kimsenin bir defa tahiyyatu'l-mescid namazı kılması kafidir.
Dihlevî,
tahiyyatu'l-mescid namazının hikmeti ile ilgili olarak şöyle der:
“Bu namazın meşru
kılınmasının hikmeti şudur: Özel olarak namaz için hazırlanmış bir yere
girildiğinde namaz kümmaması bir kayıp ve pişmanlıktır. Tahiyyetu'I-mescid
(=mescidi selamlama) namazı, namaza karşı olan arzunun duyularla algılanabilir
bir şekilde ortaya konulması demektir. Ayrıca mescide saygı anlamı da
taşımaktadır.”
[903]
623- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'le
bîr gazveye çıkmıştım. Dönüşte devem benî geride bırakıp yürüyemez olmuştu.
Sonra Resulullah (s.a.v.) Medine'ye benden önce vardı. Ben de ertesi gün
Medine'ye ulaştım. Mescide vardığımda onu mescidin kapısında buldum. Bana:
“Şimdi mi geldin?” diye sordu. Ben de:
“Evet!” diye cevap
verdim. Resulullah (s.a.v.):
“O halde deveni bırak, mescide gir ve iki rekat geliş
namazı kıl!” buyurdu.
“Bunun üzerine mescide
girip iki rekat namaz kıldım. Sonra da evime döndüm.”[904]
624- Ka'b b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bir yolculuktan ancak gündüzün kuşluk vakti gelirdi. Geldiği zaman (ilk önce)
mescitte başlar, orada iki rekat namaz kılar, sonra da orada otururdu.”
[905]
Açıklama:
Bu iki hadis,
yolculuktan gelen bir kimsenin, evine uğramadan önce mescide giderek orada iki
rekat namaz kılmasının müstehab olduğunu göstermektedir. Bu namaz,
Tahiyyetu'l-mescid namazı olmayıp seferden geliş namazıdır.
Bu namazı kılmanın
hikmeti, yolculuktan sapasağlam döndüğü için seferden geliş nimetine şükür
için olmasıdır.
625-
Abdullah b. Şakîk'ten rivayet edilmiştir: “Âişe'ye:
“Peygamber (s.a.v.)
Duha (=kuşluk) namazını kılar mıydı?” diye sordum. Âişe:
“Hayır, fakat bir yolculuktan gelmiş ola!” dedi.”
[906]
626- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'in Duha nafilelerini kıldığını
hiç görmedim. Doğrusu bu namazı ben kılıyorum. Resulullah (s.a.v.), insanlar
amel eder de üzerlerine farz olur endişesiyle yapmak istediği bir işi (bazen)
terk ederdi.”
[907]
Açıklama:
Bu hadisten
anlaşılıyor ki; Hz. Peygamber (s.a.v.) bu namazın sahip olduğu faziletten
dolayı arasıra bu namazı kılar, çok kere de farz olur korkusuyle terk ederdi.
Hz. Aişe'nin arasıra kılınan bu namazdan haberdar olmaması da pek mümkündür.
Çünkü Resulullah, çoğunlukla kuşluk vaktinde müslümaniann işlerini tedbir için ya
mescide yahut başka bir yere gider, bazen de seferde bulunurdu. Buna bir de
kasm yani zevceler arasında nöbet taksimi dolayısıyla Aişe'nin odasında dokuz
günde bir ancak bulunabildiğini ilâve edersek, olumsuz kılmasının yönü daha
kolay meydana çıkar. Ya da Hz. Aişe bu sözünü “Devamlı olarak kılmazdı” ma'nâsına söylemiş olabilir. Nitekim 623
nolu rivayette “Duha namazını Rasulullah dört rek'at olarak kılardı” demiş
olması bu son ihtimali güçlendirmektedir.
Bununla beraber
Abdullah İbn Ömer'in duhâ namazı hakkında bid'atdır dediği de sahih yollarla
sabit olmuştur. Lâkin bu da, Abdullah İbn Ömer'in, Peygamber'in bu fiilinden
haberdar olmadığına yahut gösteriş suretiyle mescidde kılınması yahut da bu
namaza devam edilmesi bidatdır demek istemiş olduğu şeklinde yorumlanmıştır.
Her ne hal ise cumhur, duhâ namazının müstehab olduğu görüşüne varmıştır.
621 nolu Hz. Aişe
hadisi hakkında İbn Abdilberi şöyle der:
“Sahâbîlerden her fert
için Peygamber'in hadislerinin hepsini bilmesi mümkün değildi. Birisinin
bildiği bir olayı, diğerleri bazen bilemezdi. Bütün hadisleri bilircesine vâkıf
olmak daha sonraki devirlerde bütün hadîsler hadîs kitablarında toplandıktan
sonra o dönemin insanları için müyesser olmuştur.”
Resulullah (s.a.v.),
duhâ vaktinde Aişe'nin yanında çok az bulunurdu. Çoğu zaman mescidde yahut
misafir olarak ashabının birinin yanında yahut da hanımlarından birisinin odasında
bulunurdu. Bu sebeble Aişe, Rasûlullah'ın duhâ namazı kıldığını görmemişti de:
“Rasülullah'ın duhâ
namazı kıldığını görmedim” demiştir. Sonra bu olumsuz kılma ve inkâr, duhâ
namazının aslına değil muttariden devamlı olarak kılmaya yönelik olabilir. Bu
yönü: Muâze bint. Abdillah el-Adeviyye'nin rivayet ettiği 623 nolu hadisler
doğrulamaktadır.”
[908]
627-
Muâzc'den rivayet edilmiştir: “Âişe'ye:
“Resulullah (s.a.v.),
Duha namazını kaç rekat kılardı?” diye sordu. Aişe:
“Dört rekat kılar, dilediği kadar da artırırdı” diye cevap verdi.”
[909]
Açıklama:
Kuşluk/Duha namazı:
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kuşluk vaktinde nafile namaz kıldığına ve arkadaşlarına
da bu vakitte namaz kılmayı tavsiye ettiği namazdır.
Kuşluk namazı kılmak,
müstehab olup güneşin bir mızrak boyu yükselmesinden, yani güneşin doğması
üzerinden takriben 45-50 dakika geçmesinden zeval vaktine kadar olan müddet
içerisinde iki, dört, altı, sekiz yada oniki rekat kılınabilirse de en
faziletlisi dört rekat kılmaktır,
Sonuç olarak; kuşluk
namazı, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in devamlı surette kılmadığı, bazı zamanlarda
arasıra kıldığı bir namazdır.
628-
Abdurrahman b. Ebi Leylâ'dan rivayet edilmiştir:
“Bana, hiç kimse
Peygamber (s.a.v.)'i Duha namazı kılarken gördüğünü haber vermedi. Ümmü Hâni'
hariç. Çünkü o, Mekke'nin fethedildiği gün Resulullah (s.a.v.)'in onun evine
girip sekiz rekat namaz kıldığını rivayet edip:
“Onun bu namazdan daha
hafif bir namaz kıldığını görmedim. Fakat rüku ile secdeyi tam yapıyordu” dedi.
[910]
629- Ümmü
Hâni (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Mekke'nin
fethedildiği sene Resulullah (s.a.v.)'e gitmiştim. Onu yıkanırken buldum. Kızı
Fâtıma da onu bir elbiseyle örtüyordu. Ben selâm verdim. Resulullah (s.a.v.):
“Bu kadın kimdir?” diye sordu. Ben:
“Ebû Tâlib'in kızı
Ümmü Hânît” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Hoş geldin Ümmü Hânî!” dedi. Yıkanmasını bitirdikten sonra ayağa kalktı ve
bir elbiseye bürünerek sekiz rek'ât namaz kıldı. Namazı bitirince, ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Annem oğlu Ali İbn Ebî Tâlib, benim kendisine güvence verdiğim bir kimseyi,
Hübeyrenin oğlu filancayı öldüreceğini söyledi” dedim. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.v.):
“Ey Ümmü Hâni! Senin güvence verdiğin kimseye, biz de
güvence verdik” buyurdu.
“Bu olay, kuşluk vakti
oldu.”
[911]
Açıklama:
Hubeyre, Ümmü Hânî'nin
eşi olup Mekke'nin fethi üzerine Necran'a kaçıp orada şirk üzere ölmüştür. Ümmü
Hânî'nin, Hubeyre'den dört oğlu vardı. Himaye edilen kimse de, fetih günü Hz.
Peygamber tarafından ilan edilen emanı kabul etmeyerek Halid b. Velid komutasındaki
askeri birliğe karşı savaş açan küçük bir zümreye dahil olanlardandı. Bu
kişinin ismi hususunda yedi kadar isim söylenmiştir. İşte bu kimse, daha sonra
Ümmü Hânî'ye sığınmış, kardeşi Ali'de bunu yada bunları öldürmeye kalkışmıştı.
Ümmü Hânî'de gelip onun bağışlanması için aracı olmuştur.
İşte bu olay, mümin
bir kadının, kafire verdiği emanın müslümanlarca kabul edildiğini ortaya
koymaktadır. Dolayısıyla bu olay, İslam kadınının, siyasi hakka sahip olduğunun
açıkça örneklerinden birisidir.
Bu olay, kuşluk vakti
olmuştu. Resulullah (s.a.v.) bu olay sırasında sekiz rekat kuşluk namazı
kılmıştı.
630- Ebu
Zerr (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Sizden her birinin, her bir mafsalına karşılık bir
sadakası vardır. Her teşbih, bir sadakadır. Her tahmid, bir sadakadır. Her
tahlil, bir sadakadır.
Her tekbir, bir sadakadır. İyiliği emretmek ve
kötülükten men etmek de birer sadakadır. Bütün bunlara, kişinin kılacağı iki
rekat Duha namazı yeterlidir.”[912]
Subhanallah demektir.
Tahmid: el-Hamdulülah demektir.
Lâ ilahe illallah
demektir. Tekbir: Allahu Ekber demektir.
Hadisin metninde geçen
“Sulâmâ” kelimesi, parmakların eklemleri arasındaki kısımları ifâde ederse de,
zamanla bu kelime bedenin bütün kemikleri ve eklemleri için kullanılır olmuştur.
Burada da bu kelimeyk bütün eklemler ve kemikler kasd edilmiştir.
Sadaka ise iyilik ve
gerçeklik gibi mânâlar taşır. Allah yolunda yapılan harcamaları ifâde eder.
Sadaka vermeye “Tasadduk” denir.
Sadaka sadece
fakirlere verilen mal veya para değildir. Fertlere ve cemiyete yarar sağlavan
her faydalı söz, davranış ve iş bir nevi sadakadır. Hadis-i şerifte bu gerçeğe
işaret edilerek maddî imkânlarıyla sadaka vermekten âciz kalan fakir kimselerin
de tasadduk imkânlarının bulunduğu ifâde edilmekte ve onlara da sadaka yollan
gösterilmektedir. Ayrıca hadiste hergün Allah'ın nimetlerini göz önünde
bulundurmak hergün bu nimetlerin şükrünü eda için hâlis niyyetlerle çalışmak
üzerinde duruluyor.
Sayıya hesaba gelmez
nimetlerden bahsedilirken insan vücudundaki eklem ve kemiklerin birbiriyle
bağlandığı yerler söz konusu ediliyor. Bu eklemler, insanın hareket
kabiliyetini te'min eder. Bunlar vasıtasıyle insan pekçok hareketi rahatlıkla
yapar.
Kemikler olmasa insan
bir et yığını hâlini alır. Vücudda az miktarda bir kireçlenme olması bile
insanı doktordan doktora koşturduğu düşünülürse, kemiklerin ve eklemlerin maddi
ölçülere sığmayan değeri karşısında şükür borcunu yerine getirmenin lüzum ve
ehemiyyeti kolayca anlaşılır.
İşte bu nimetlerin
borcu, hadiste örnekleri verilen ve sadakanın kapsamına giren iyilikleri
yapmakla ödenebilir. Esasen hadis-i şerifte “Sadaka” olarak isimlendirilen işlerin
günlük hayatımızın ayrılmaz birer parçası olduğu da muhakkaktır. Ancak bunları
Allah rızası uğrunda yapmak hem nimetin şükrü, hem de sevab getirecek birer
sadaka olur.
Kuşluk namazındaki
fazileti ve sevabın bu fiillerin hepsinin fazileti ve sevabına denk olduğu da
ifâde ediliyor. Çünkü namaz bütün vücudun iştirakiyle kılındığı için bütün
organlarla birlikte eklemler de Allah'a olan borcunu ödemiş olur. Aynı zamanda
namaz bütün iyilikleri içine alır. Çünkü namaz kılan kimse nefsini iyiliğe ve
hayra çağırmış olduğu gibi, kötülüklerden de sakındırmış olur. Çünkü namaz
bütün kötülüklerden uzaklaşarak ilâhî huzura gelmenin ve bu şuura ermenin bir
ifadesidir. Nitekim Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de;
“Gerçekten namaz bütün kötü işlerden alıkoyar”
[913]
buyurmaktadır.
Bu ifâdelerle kuşluk
namazının faziletinin ve konumunun derecesi veciz bir şekilde açıklanmıştır.
Ayrıca bu hadiste;
herkesin kendi imkânlarına göre dereceler elde edebileceği anlatılmaktadır.
Allah'a iyi bir kul olabilmek için mutlaka zengin, yahut mutlaka fakır olmak
gerekmez. Kadın veya erkek sıhhatli veya hasta, âmir veya me'mur hangi
tabakadan olursa olsun her insan bulunduğu duruma göre Yüce Allah'a iyi bir kul
olabilir. Ancak bunun için, insanın bulunduğu durumu iyi tâyin etmesi elinde
bulunan imkânlarını iyi ölçer, iyi kullanırsa, bunlarla kendini kurtarması,
küçümsenmeyecek dereceler elde etmesi zor değildir. Bütün âyet ve hadislerin
gösterdiği hakikatlerden biri budur.
631- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Dostum (s.a.v.),
bana; üç şeyi; her aydan üç gün oruç tutmayı, iki rekat Duha namazını ve
uyumadan önce vitir namazını kılmamı vasiyet etti.”
[914]
632-
Müminlerin annesi Hz. Hafsa (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
müezzin sabah namazı için okuduğu ezanı bitirip) sustuğu ve sabah namazı vakti
iyice belirdiğinde farz namaz kılınmadan önce hafifçe/kısa iki rekat namaz
kılardı.”
[915]
633- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.), sabah namazının vaktini bildiren
ezanı işittiği zaman sabah namazının iki rekat sünnetini kılar ve bu iki rekat
namazı hafif/kısa tutardı.”
[916]
634- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.) sabah namazında ezan ile kamet
arasında iki rekat namaz kılardı.”
[917]
635- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.), sabah namazının iki rekat
sünnetini kılar ve bu iki rekat namazı o kadar hafif/kısa tutardı ki, ben kendi
kendime; “Acaba bu iki rekatta Ümmü'l-Kur'an'ı/Fatiha suresini okudu mu” derdim!”
[918]
636- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.), hiçbir nafile namaza, sabah
namazından önce kıldığı iki rekat namaza gösterdiği devamlılığı göstermezdi.”
[919]
637- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sabah namazının iki rekat (sünnet) namazı, dünyadan
ve dünyadaki her şeyden daha hayırlıdır.”
[920]
Açıklama:
Hadisler; sabah namazının farzından önce kılınan iki rekat sünnetin, müekked
sünnetlerden olduğunu göstermektedir. Hatta Hanefi alimlerinden İbnu'l-Hümâm
(ö. 861/1457)'a göre, sünnet namazlar içerisinde en faziletli sabah namazının
sünnetidir. Çünkü Resulullah (s.a.v.), hazarda ve seferde sabah namazının
sünnetini hiç terk etmemiştir. Hatta sabah namazı kazaya kaldığında, bu iki
rekatlık sünnet namazını da kaza olarak kılmıştır.
638- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
sabah namazının iki rekat sünnet namazında “Kafirun” suresi ile “İhlas”
suresini okurdu.”[921]
Açıklama:
Hadis, konumuzu teşkil
eden başlıkla ilgisi, sabah namazının sünnetinde “Kafirun” suresi ile “İhlas”
suresi gibi kısa surelerin okunacağını ifade etmesidir. Hadiste, Fatiha'dan bahsedilmemesi,
Resuluüah (s.a.v.)'in sabah namazının sünnetinde Fatiha suresini okumadığına
delalet etmez. Çünkü Fatiha'sız namazın olmayacağına delalet eden hadisleri,
Fatiha'nın okunacağında şüpheye ve bunu ayrıca zikretmeye lüzum
bırakmamaktadır.
Bundan dolayı sabah
namazının sünnetinin birinci rekatında Fatiha'dan sonra Kafirun suresi ve ikinci
rekatta ise İhlas suresini okumak müstehabtır. Bu cumhurum görüşüdür.
639-
Abdullah
İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
sabah namazının iki rekat (sünnet) namazının ilk rekatında Bakara süresindeki;
“Deyin ki: Biz; Allah'a ve bize indirilene iman ettik
......”
[922]
ayetini sonuna kadar okudu ve ikinci rekatta ise
[923] “Biz, Allah'a iman ettik. Şahid ol ki, biz
müslümanlararız”
[924]
ayetini okudu.
[925]
Açıklama:
Diğer nafilelere
nispetle sabah namazının sünnetini çok kısa bir şekilde kılmak caizdir.
Tahavînİn rivayetine göre, sabah namazının sünneti hususunda alimler dört ayrı
görüştedirler:
a- Sabah
namazının sünnetinde kıraat yoktur: Alimlerden Ebu Bekir b. el-Esam ile İbn
Uleyye ve Zahirilerden bir grup bu görüştedirler.
b- Sabah namazının
sünnetinde yalnız Fatiha okunur ve namaz bu suretle hafifletilir: Bu görüş,
Abdullah b. Amr (r.a.)'dan rivayet olunmuştur. İmam Mâlik'in meşhur olan görüşü
de budur.
c- Bu namaz,
Fatiha ile kısa bir sûre okuyarak hafifletilir: İmam Mâlik ile İmam Şafiî'nin
birer görüşleri budur.
d- Sabah
namazının sünnetinde, uzun sûreler okumakta bir beis yoktur: Bu
görüş, İbrahim
en-Nehaî ile Mücâhid'den rivayet olunmuştur. İmam-ı A'zam'ın, “Bazen ben, bu
iki rekatta Kur'an-ı Kerim'den iki hizb okurum” dediği rivayet olunur. Hanefi
imamlarının görüşü budur. Abdullah b. Mes'ûd (r.a.) ile tabiînden Said b.
Cübeyr, Muhammed b. Şîrîn, Abdurrahman b. Yezİd, Süveyd b. Gafele ve Guneym b,
Kays'ın görüşleri de budur. İmam Şafiî de bu görüşe katılmıştır.[926]
640- Ümmü
Habîbe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i:
“Kim bir gün ve bir gece içerisinde farz namazlardan
hariç on iki rekat nafile namazı kılarsa o namazlar sebebiyle o kimseye
cennette bir ev yapılır” dediğini
işittim. Ümmü Habîbe:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'den
işittiğimden beri artık bunları hiç terk etmedim” dedi.[927]
Açıklama:
İmam Şafiî ile İmam
Ahmed, bu hadisi delil alarak farz namazlara bağlı olarak kılınan
revatib/müekked sünnetlerin on rekat olduğunu söylemişlerdir.
641-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte öğleden önce iki rekat, öğleden sonra iki rekat, akşam namazından
sonra iki rekat, yatsıdan sonra iki rekat ve Cuma namazından sonra iki rekat
namaz kıldım. Akşam, yatsı ve Cuma namazlarının sünnetlerini Peygamber (s.a.v.)'le
onun evinde kıldım.”
[928]
Açıklama:
Hanefilere göre farz
namazlara bağlı olarak kılman revatib/müekked sünnetleri, oniki rekattır.
Delilleri; bu hadis, bir önceki hadis ile Tirmizî'nin hasen yolla “Peygamber (s.a.v.)
öğlenin farzından önce dört ve sonra da iki rekat kılardı”
[929]
şeklinde rivayet ettiği hadistir.
Hadiste ayrıca cumadan
sonra kılman sünnetlerden de bahsedilmektedir. Resulullah (s.a.v.) Mekke'nin
fethi sırasında cumadan sonra altı rekat ve Medine'de ise cumadan sonra evinde
sadece iki rekat kıldığı İfade edilmektedir.[930]
Bu konudaki
rivayetlerin farklı olmasından ötürü alimler cumadan sonra kılınacak sünnetlerin
rekat sayısı hususunda ihtilaf etmiştir. İmam Şafiî ile İmam Ahmed'e göre
cumadan sonra iki rekat sünnet kılınır. Ebu Hanİfe'ye göre ise dört rekat ve
Ebu Yusuf'a göre ise a!tı rekat sünnet kılınır.
Sonuç itibariyle; İmam
Şafiî ile İmam Ahmed bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v.)'in fiili uygulamasın
[931] Ebu
Hanife sözlü uygulamasını
[932] ve
Ebu Yusuf da hem fiilî ve hem de sözlü uygulamasını delil getirmiştir.
642-
Abdullah b. Şakîk'ten rivayet edilmiştir:
“Aişe'ye, Resulullah (s.a.v.)'in
nafile namazını sordum. O da:
“Resulullah (s.a.v.), benim evimde öğeden önce dört
rekat nafile namaz kılar, sonra mescide çıkıp cemaata öğlenin farz namazını
kıldırır, sonra tekrar evime girip iki rekat nafile namaz daha kılardı. Cemaata
akşam namazının farzını kıldırır, sonra ejime gelip iki rekat nafile namaz
kılardı. Cemaata yatsı namazını(n farzını) kıldırır, evime gelip iki rekat
nafile namaz kılardı. Geceleyin ise içlerinde vitir de dahil olmak üzere dokuz
rekat namaz kılardı. Bazı geceler, namazı ayakta uzunca bir şekilde kılar,
bazı gecelerde ise oturarak uzunca bir biçimde kılardı. Kıraati ayakta iken
okursa, ayaktayken rüku ve secd'j eder, kıraati otururken okursa oturduğu
yerden rüku ve secde ederdi. Fecr doğduğunda sabah namazının iki rekat
nafilesini kılardı” diye cevap verdi.
[933]
643- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'i, gece namazlarının
hiçbirinde oturarak (Kur'-an) okuduğunu görmedim. İhtiyarladığı zaman oturarak
okumaya başladı. Öyle ki okuduğu sureden otuz yada kırk ayet kalınca, ayağa
kalkıp onları da ayakta okur, sonra rükuya varırdı.”
[934]
644-
Abdullah
b. Şakîk'tan rivayet edilmiştir: Aişe’ye:
“Peygamber (s.a.v.)
hiç oturduğu yerden namaz kılar mıydı?” diye sordum. O da:
“Evet, insanlar onu ihtiyarlattıktan sonra oturarak
namaz kıldı” diye cevap verdi.
[935]
645- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.) bir çok namazını oturarak kılmadan
vefat etmedi.”
[936]
646-
Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'in
yaşı ilerleyip (bedeni) ağırlaşınca çoğunlukla namazını oturarak kıldı.”
[937]
647- Hz.
Hafsa (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'in
vefatından bir yıl öncesine kadar nafile namazında oturduğunu hiç görmedim.
Fakat bundan sonra artık nafile namazını oturarak kılmaya başladı. Sureyi
tertil ederek okurdu. Böylece bu şekilde oturarak okuduğu surenin miktarı, kalktığında
okuduğu uzun surelerden daha uzun olurdu.”
[938]
648- Câbir
b. Semure (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
oturarak namaz kılmadan vefat etmedi.”
[939]
Açıklama:
Bu hadisler; Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in, hem ayakta ve hem de oturarak namaz kıldığını
göstermektedir. Bu, ya aynı gecede olmuş yada ayrı gecelerde olmuştur.
Nafileye ayakta
başlayan kimse, rükusunu da ancak ayakta, oturduğu yerde başlayan kimse de
ancak oturarak yapabilir. Bu, Mâlikiler ile Hanefilerin görüşüdür.
649-
Abdullah b. Amr (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bana, Resulullah (s.a.v.)'in:
“Kişinin, oturarak kıldığı namaz, ayakta kıldığı
namazın yarısı sevabım alır”
buyurduğu anlatıldı.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.)'e gelip onu oturarak namaz kılarken buldum. Elimi onun
başının üstüne koydum. Bana:
“Ey Abdullah b. Amr! Neyin var?” diye sordu. Ben de:
“Ey Allah'ın resulü!
Senin;
“Kişinin oturarak kıldığı namaz, ayakta kıldığı
namazın yarısı sevabını alır”
buyurduğun bana anlatıldı. Halbuki sen oturarak namaz kılıyorsun' dedim.
Resulullah (s.a.v.):
“Evet, ama ben, sizden herhangi birisi gibi değilim!” buyurdu.
[940]
Açıklama:
Hadisten, bir kimsenin
ayakta durmaya gücü yettiği halde oturarak kıldığı nafile namazın sevabının
yarısı kadar olduğu anlaşılmaktadır. Bu, nafile namazlarla ilgilidir. Ayakta
durmaktan aciz olan, namazını oturarak kılarsa bunun sevabında herhangi bir
noksanlık yoktur.
Farz namazlarda ise
ayakta durmaya gücü yetenin oturarak namaz kılması asla caiz değildir.
Hz. Peygamberin “Ben, sizden herhangi birisi gibi değilim”
buyurmasını; âlimler iki şekilde değerlendirmişlerdir;
1- Hz.
Peygamberin ayakta durmaya gücü yettiği halde oturarak kıldığı nafile namaz,
başkalarının oturarak kıldığı nafile gibi değildir. Onun, oturarak kıldığı
namaz aynen ayakta kıldığı gibidir, sevabında herhangi bir eksilme yoktur.
2- Kadı
İyâz'ın dediğine göre; Hz. Peygamber (s.a.v.), özrü olmaması bakımından diğer
insanlar gibi değildir. Çünkü Hz. Peygamber, bunu ömrünün sonuna doğru,
yaşlılığından dolayı yapmıştır. Çünkü normal hallerde Hz. Peygamber devamlı en
efdalî yapardı. O zaman efendimizin sözünün manası, “Ben sizden biri gibi
değilim, yaşlandım, onun için oturarak namaz kılıyorum” şeklinde olacaktır.
Ancak Kadı İyâz'ın bu
görüşüne itiraz edilmiştir. Çünkü özür halinde oturarak kılınan namazın
sevabında noksanlık olmaması sadece Hz. Peygambere özgü değil, geneli kapsamaktadır.
650-
Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) yatsı namazını -ki insanlar buna
“Ateme” derler- bitirdikten sabah namazına kadar on bir rekat nafile namaz
kılardı. Her iki rekat arasında selam verir, bir rekat da vitir kılardı. Sabah
namazında müezzin ezanı okuyup sustuğu, sabahın olduğunu iyice anladığı ve
kendisine haber vermek için müezzin geldiği zaman kalkıp hafif/kısa iki rekat
namaz kılardı. Sonra kamet için müezzin gelinceye kadar sağ tarafına
yaslanırdı.”
[941]
651- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) geceleyin on üç rekat (nafile)
namaz kılardı. Yalnız son rekatta selam teşehhüdüne oturmak üzere bunların
besiyle vitir yapardı.”
[942]
Açıklama:
Şâfiiler, bu hadisi
delil alarak, vitir namazını, bir selamla beş rekat olarak kılmanın caiz
olduğunu söylemişlerdir.
Hanefilere göre bu
hadis, muzdarib olup delil olma niteliğinden uzaktır.
652- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edümiştir:
“Resulullah (s.a.v.) (geceleyin) sabah namazının iki
rekat (sünnet)iyle birlikte on üç rekat namaz kılardı.”
[943]
653- Ebu
Seleme b. Abdurrahman'dan rivayet ediİmiştir:
“Ebu Seleme, Aişe'ye;
Resulullah (s.a.v.)'in Ramazan ayındaki namazı nasıldı?” diye sordu. Âişe dedi
ki;
“Resulullah (s.a.v.),
Ramazanda ve Ramazan'dan başka gecelerde on bir rekattan fazla namaz kılmazdı.
Dört rekat namaz kılardı ki, onun güzelliğini ve uzunluğunu sorma! Sonra dört
rekat daha namaz kılardı ki, onun güzelliğini ve uzunluğunu da sorma! Sonra üç
rekat namaz kılardı.
Resulullah (s.a.v.)'e:
“Ey Allah'ın resulü! Vitri kılmadan mı uyuyacaksın?” diye sordum. O da:
“Ey Âişe! Gerçekten benim gözlerim uyur, fakat kalbim
uyumaz” buyurdu.
[944]
654-
Ebu
Seleme'den rivayet edilmiştir:
“Âîşe'ye, Resulullah (s.a.v.)'in
geceleyin kaç rekat namaz kıldığını sordum”. Âişe:
“Resulullah (s.a.v.)'in (geceleyin) on üç rekat namaz
kılardı. önce sekiz rekat kılar, sonra vitir yapardı, sonra oturduğu yerden
iki rekat daha namaz kılardı. Rükuya varmak istediğinde ayağa kalkar da öyle
rüku ederdi. Sonra sabah namazında ezan ile kamet arasında iki rekat namaz
kılardı' diye cevap verdi.”[945]
655- Ebu
Seleme'den rivayet edilmiştir: “Aişe'ye gelip ona:
“Ey anne! Bana,
Resulullah (s.a.v.)'in gece namazını haber ver!” dedim. Âişe:
“Resulullah (s.a.v.)'in namazı, sabah namazının iki
rekat sünneti de dahil olmak üzere Ramazan'da ve Ramazan'dan başka gecelerde on
üç rekat (geceleyin) namaz kılardı”
diye cevap verdi.
[946]
656- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'in gece namazı on rekat idi. Bir
secdeyle vitir yapar ve sabah namazının iki rekat sünnetini de kılardı. Böylece
geceleyin kıldığı namazların rekat sayısı, on üç rekat olurdu.”
[947]
657- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.) gecenin başında uyur, sonunu ihya
ederdi. Sonra ailesine cinsel yönden bir ihtiyaç duyarsa, onunla ihtiyacını
görür, sonra da uyurdu. Birinci nida vakti olduğunda döşeğinden sıçrardı.”
Açıklama:
Hadisin ravisi der ki;
Hayır, vallahi, Aişe “Kalktı” demedi. Sonra üzerine su dokunurdu. Ravi der ki:
“Hayır, vallahi, Aişe “Yıkandı” demedi. Fakat ben, onun ne demek istediğini
biliyorum. Eğer cünüp değilse bir insanın namaz için aldığı abdest gibi abdest
alır, sonra iki rekat namaz kılardı.”
[948]
658- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) geceleyin namazının sonu vitir
oluncaya kadar namaz kılardı.”
[949]
659- Mesrûk'tan rivayet edilmiştir:
“Âişe'ye, Resulullah (s.a.v.)'in
amelini sordum. O da:
“Resulullah (s.a.v.) devamlı olan ameli severdi” diye cevap verdi. Ona:
“Resulullah (s.a.v.)
ne zaman namaz kılardı?” diye sordum. O da
“Horozun sesini işittiği zaman kalkar, namaz kılardı” dîye cevap verdi.
[950]
660- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Son seher vakti, Resulullah (s.a.v.)'i, benim evimde
yada yanımda ancak uyur halde bulurdu.”
[951]
661-
Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.), sabah namazının iki rekat
(sünnet)ini kıldığı zaman, eğer ben o sırada uyanık isem benimle konuşurdu.
Uyanık değilsem (dinlenmek için sağ tarafına) yatıp uzanırdı.”
[952]
662- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir;
“Resulullah (s.a.v.), geceleyin namazını, önünde Âişe
yanlamasına yattığı halde kılardı. Geriye sadece vitir namazı kaldığı zaman
Âişe'ye uyandırır, o da vitir namaz kılardı.”
[953]
663- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.), gecenin başında, ortasında ve
sonunda olmak üzere bîr parçasında vitir namazı kılardı. Vitri seher vaktinde
son bulurdu.”
[954]
Açıklama:
Hz. Peygamber (s.a.v.),
ilk zamanlarda, yatsı namazını ve son sünneti kıldıktan sonra bir re uyur ve
gecenin ikinci yansında kalkıp vitir namazıyla birlikte içinde bulunduğu
şartlara yedi ile on üç rekat arasında değişen sayıda gece namazı kılardı.
Farz olsun, nafile
olsun, gece kılınan bütün namazlara “Gece Namazı” denilmekle birlik-bîr Fıkıh
terimi olarak, “Gece Namazı” denilince; geceleyin kılınan vitir ve teheccüd
namazları anlaşılır. Her ne kadar akşam ve yatsı namazları geceleyin
kılınırlarsa da bunlar “Gece Namazı”ndan sayılmazlar. Çünkü geceleyin yatsı
namazından sonra uyumadan veya bir miktar uyuduktan sonra kılınan namazlara
“Gece Namazı” (Salâtu'l-Leyl) denir. Gece ımazı kılmak, mendubtur.
Teheccüd namazı ise,
bir miktar uyuduktan sonra kalkıp kılınan namazlara denir, heccüd namazı, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'e farz bir namazdı. Fakat bu namazı nasıl kıldığı nusunda
mezhep imamları arasında görüş ayrılığı vardır. Teheccüd namazı ile ilgili
İhtilafın sadece eda ediliş tarzı ile ilgili olduğu, fakat onun ümmet üzerine
vacip olmadığına dair fak bulunduğu, vitrin ise hem edasında ve hükmünde
ihtilaf bulunduğu anlaşılır.
Hz. Peygamber (s.a.v.),
Teheccüd Namazını, çeşitli zamanlarda farklı şekillerde kıldığı ı gece
namazlarının rekat sayılan ve keyfiyetleri de birbirinden farklıdır. Bu
farklılık, Hz. ygamber (s.a.v.)'iyı içinde bulunduğu zaman ve şartlarda
kaynaklanmaktadır. Ancak demeyen bir şey varsa o da, hiç aksatmadan ve devamlı
olarak gece namazını kılmış olması-. Kaçıracak olursa, Tirmizî'de geçen ifadeye
göre, gündüzleyin on iki rekat kılardı.
İşin gerçeği şu ki;
Hz. Peygamber (s.a.v.), ilk zamanlardaki ruhî ve tabiî duruma göre, zen yedi,
bazen dokuz ve bazen de sabah namazının iki rekat sünnetiyle birlikte on üç ;at
gece namazı kılmıştır.
Bu on üç rekat namaz,
şu şekilde açıklanmıştır:
1- Vitir ile
birlikte dokuz rekat,
2- Vitirden
sonra oturarak iki rekat,
3-
Sabah
namazının Ezanı ile kameti arasında iki rekat daha.
Vitrin bir rekat
kılınacağına delil gösterilen bu hadislerden hiç birisi, başlı başına bir rekat
niyet edilerek vitir kılındığını açık olarak ifade etmemektedir. Vitrin, başlı
başına bir rekat rak kılınmış olması, sadece bir kanaatten ibarettir.
Resulullah (s.a.v.)'in
geceleri vitir namazı ve vitir namazından sonra oturarak kıldığı iki rekat ile
birlikte on üç rekat namaz kılarken, daha sonra bunların iki rekatını terk
ederek vitirden sonra oturarak kıldığı iki rekat namaz dahil vitirle birlikte
topiam on bir rekat gece namazı kılmaya başlamıştır. Daha sonra yaşı
ilerleyince, iki rekat daha azaltarak vitirden sonra oturarak kıldığı iki rekat
dahil vitirle birlikte kıldığı gece namazlarının sayısını dokuz rekata
indirmiştir.
Geceleri dokuz rekat
namaz kılmaya devam ettiği günlerde vefat etmiştir.
Burada anlatılan
sayılara, sabah namazının iki rekatlık sünneti dahil değildir. Çünkü sabah
namazının iki rekatlık sünnetini kılmayı asla bırakmamıştır.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
uykusunun, abdestini bozmaması; onunla ilgili özel bir durumdur.
664.
Zürâre'den rivayet edilmiştir:
“Sa'd İbn Hişâm b.
Amir, Allah yolunda gazaya niyet ederek Medine'ye gelip Medine'de kendisine âit
(gelir getiren taşınmaz) bir malı satarak bedeliyle silâh ve at satın almak,
böylece ölünceye kadar Bizanslılara karşı cihâdda bulunmak istemişti. Medine'ye
geünce, Medînelilerden bâzı kimselere rastladı. Onlar, onu, bu işten nehy
etmişler ve ona Allah'ın nebisi (s.a.y)'in hayâtında altı kişilik bir cemâatin
bunu yapmak istediğini, fakat Allah'ın nebisi (s.a.v.), onları bundan
nehyettiğini ve kendilerine:
“Benim şahsımda sizin için güzel bir örnek yok mudur?” buyurduğunu haber verdiler. Onlar, bunu söyleyince
Sa'd daha önce boşadığı- hanımına pişmanlık duyarak hanımının iddet dönemi
içerisinde geri dönmüş ve hanımına geri döndüğüne şâhid de getirmişti.
Daha sonra Abdullah
İbn Abbâs'a gelerek ona Resulullah (s.a.v.)'in vitir namazını sordu. Abdullah
İbn Abbâs:
Ben, sana Resulullah (s.a.v.)'in
vitrini yeryüzünde yaşayanların en iyi bilenini göstereyim mi? dedi. Sa'd:
“Kimdir o?” diye
sordu. Abdullah İbn Abbâs:
“Aişe'dir. Ona git ve
bu mesleyi ona sor. Sonra gel de sana verdiği cevâbı bana haber ver” dedi. Sâd
der ki:
“Bunun üzerine ben,
Aişe'ye gitmek üzere yola çıktım ve Hakîm b. Eflâh'a varıp Âişe'ye beraber
gitmek üzere onu yanıma almak istedim”. Hakîm:
“Ben, ona yaklaşmam.
Çünkü ben, onu, Ali ile Muaviye'nin fırkalarından ibaret olan şu iki fırka
hakkında bir şey söylemekten nehyettim de o, buna razı olmayarak bildiğini
yaptı” dedi. Ben, Hakîm'e benimle birlikte gelmesi için yemin edip durdum.
Bunun üzerine Hakîm, benimle geldi. Beraberce Aişe'ye gittik. Yanına girmek
için izin istedik. Aişe'de, bize izin verdi. Yanına girdik. Hakîm'i görünce onu
tanıyıp:
“Sen, Hakîm misin?”
dedi. Hakîm:
“Evet” diye cevâp
verdi. Âişe:
“Beraberindeki kimdir?” dedi; Hakîm:
“Sa'd İbn Hişâm'dır”
diye cevâp verdi. Aişe:
“Hangi Hişâm?”
dedi. Hakîm:
“Amir'in oğlu!” dedi.
Bunun üzerine Aişe, ona rahmet okudu, sonra da:
“Hayırdır inşallah!” dedi.
“Râvî Katâde; Hişâm,
Uhud savaşında vurulmuştu” der.)” Sa'd der ki: Bunun üzerine ben:
“Ey Mü'minlerin
annesi! Bana, Resulullah (s.a.v.)'in ahlâkım anlat!” dedim: Aişe;
“Sen, Kur'ân okuyorsun değil mi?” dedi. Ben:
“Evet, okuyorum!”
dedim. Aişe:
“İşte Allah'ın nebisi
(s.a.v.)'in ahlâkı Kur'ân idi” dedi. Bunun üzerine kalkmayı ve bundan sonra hiç
kimseye ölünceye kadar hiçbir şey sormamaya karar verdim. Sonra aklıma şunu
sormak geldi. Ona:
“Bana, Resulullah (s.a.v.)'in
gece namazını anlat” dedim; Aişe:
“Sen Müzemmil sûresini okuyorsun değilmi?” dedi. Ben:
“Evet, okuyorum!” diye
cevâp verdim. Aişe:
“İşte Yüce Allah, bu sûrenin başında gece namazını
farz kıldı. Bunun üzerine Allah'ın nebisi (s.a.v.) ile sahabileri, bir sene
boyunca gece namazına kalktı. Allah, bu sûrenin sonunu oniki ay gökte tuttu.
Nihayet bu sûrenin sonunda tahfifi indirdi de artık gece namazı farzdan sonra
kılınan bir nafile oldu” dedi. Ben:
“Ey Mü'minlerin
annesi! Bana, Resulullah (s.a.v.)'in vitrini anlat” dedim. Aişe:
“Biz, onu misvakını ve abdest suyunu hazırlardık.
Allah'da, onu geceleyin ne zaman uyandırmak dilerse, uyandırırdı. Kalkınca,
dişlerini misvaklar, abdest alır ve dokuz rek'ât namaz kılardı. Bu dokuz
rekâtın sadece sekizinci rekatında oturup Allah'ı zikreder, O'na hamd eder ve
O'na dua ederdi. Sonra selâm vermeden ayağa kalkar, dokuzuncu rek'âtı da
kılardı. Sonra oturarak Allah'ı zikreder, O'na hamd eder ve O'na dua ederdi.
Sonra bize işittirecek derecede selâm verirdi. Selâm verdikten sonra oturduğu
yerden iki rek'ât (daha) namaz kılardı.”
“Ey yavrum! İşte bu
namaz, onbir rek'âttır. Allah'ın peygamberi (s.a.v.) yaşlanıp şişmanlayınca
vitir namazını yedi rek'ât kılmaya başladı. Bu iki rek'âtı, yine eskiden
kıldığı gibi kıldı. Böylece bu da, dokuz rek'ât oldu yavrucuğum! Allah'ın
peygamberi (s.a.v.) bir namazı kıldığında, artık ona devam etmeyi severdi.
Eğer kendisine uyku basar veya bir rahatsızlıktan dolayı gece namazım kılamaz
ise, o zaman (onun yerine) gündüzleyîn oniki rekât namaz kılardı. Allah'ın
peygamberi (s.a.v.)'in bütün Kur'ânı bir gecede okuduğunu, bütün bir gece
sabaha kadar namaz kıldığını ve Ramazandan başka tam bir ay oruç tuttuğunu
bilmiyorum” dedi.
Bunun üzerine ben,
Abdullah İbn Abbâs'a giderek Aişe'nİn söylediklerini ona anlattım. Abdullah İbn
Abbâs:
“Aişe doğru söylemiş!
Ona yakın olsam yada yanına girseydim bu konuşmayı onun ağzından dinlemek için
muhakkak onun yanına giderdim” dedi. Ben:
“Eğer senin, Aişe'nin
yanına girmez olduğunu bilseydim, onun bu söylediklerini sana söylemezdim”
dedim.
[955]
Açıklama:
Hadisin ravisi Sa'd,
Allah yolunda daha serbest cihad edebilmek için cihad için engel gördüğü
hanımını boşamış ve gelir getiren gayri menkul taşınmaz bir malını da satmaya
karar vermişti. Medine'de rastladığı bir sahabi topluluğu, kendilerinin de buna
benzer bir teşebbüsleri olduğu, fakat Resulullah (s.a.v.)'in buna izin
vermediğini söylediler. Çünkü Resulullah (s.a.v.), hem evlenmiş ve hem de Allah
yolunda cihad etmişti. Söz konusu sahabilerin; Osman b. Ma'zun'un evinde
toplanan şu on kişiden altısı olma ihtimali var: Ebu Bekr, Ömer, Ali, Abdullah
İbn Mes'ud, Ebu Zerr, Ebu Huzeyfe'nin azatlısı Salim, Mıkdad, Selman el-Fârisî,
Ma'kil b. Mukrin, Osman b. Maz'un. Bunlar, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bir
vaazını dinledikten sonra gündüzleri oruç tutmaya, geceleri ihya edip
uyumamaya, et yememeye, kadınlara yaklaşmamaya ve erkeklik organlarını
kestirip yeryüzünde gezgin olup gezmeye hep birlikte karar vermişlerdi. Hz.
Peygamber (s.a.v.) bunun duyunca onları bundan men etmiştir.”[956]
Bu sahabiler,
Resulullah (s.a.v.) ile aralarında geçen bu olayı Sa'd'a anlatınca Sa'd daha
önce boşadiğı hanımına tekrar dönmüş ve döndüğüne dair de şahit getirmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.);
Allah'ın, Kur'an'da övdüğü bütün güzel huylarla bezenmiş ve kötülemiş olduğu
bütün huylardan da arınmış, bundan dolayı da Kur'an'da;
“Doğrusu sen, en büyük ahlak üzeresin”
[957]
övgüsünü kazanmıştır.
Müzzemmil suresinin;
“Gecenin birazı hariç olmak üzere kalk”
[958]
ayeti inince, sahabiler, Resulullah (s.a.v.)'e uyarak bütün geceyi ayakları
şişinceye kadar namazla geçirdiklerine ve daha sonra yüce Allah onlara
lütfederek
“Geceyi gündüzü Allah saymaktadır. O, bunu sizin
taşıyamayacağınızı bildiği için size karşı ruhsat yönüne döndü. Artık
Kur'an'dan kolay geleni oku”
[959]
ayetini indirerek gece namazını en az sınıra indirdiğine ve hükmünü de farz
olmaktan çıkarıp kılınması mendub bir nafile haline getirdiğine işaret edilmek
istenmiştir.
Ayrıca hadis,
Resulullah (s.a.v.)'in içinde bulunduğu şartlara göre yedi rekat ile onbir rekat
arasında değişen miktarlarda gece namazı kıldığını ve yaşlandığı sıralarda
vitrden sonra da nafile kıldığını, gece namazlarını herhangi bir özür sebebiyle
kılamadığı zaman onu gündüzün iki rekat olarak kıldığını ifâde etmektedir. Bu
durum, Resulullah (s.a.v.)'in vitr namazını kazaya bırakmadığını gösterir.
Çünkü vitri kazaya bırakmış olsaydı, o zaman vitri de gündüzün kıldığı
nafilelerle beraber kaza etmesi gerekirdi ki, o zaman da bunların toplam rekat
sayısı on iki değil, tek sayılı olurdu.
Resulullah (s.a.v.)'in
sekizinci rekata kadar hiç oturmamasından maksat; selâm vermek veya istirahat
için oturmamasıdır. Yoksa teşehhüd için otu; olması gerekir.
665- Hz.
Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kim hizbini yada hizbinin bir bölümünü okumadan uyur
da onu sabah namazı ile öğle namazı arasında okursa kendisine onu gece okumuş
gibi (sevab) yazılır.”
[960]
Açıklama:
Hizb: Kur'ân-ı kerîmin
yirmi sayfadan oluşan her bir cüz'ünün dörtte biri olan beş sahifeye denir.
Hadis, Kur'an'dan
okuması gerekli hizbini gece okuyamayan bir kimsenin, bu hizbini ertesi gün
sabah namazı ile Öğle namazı arasında okuduğu takdirde gece okumuş gibi sevab alacağını
bildirmekte ve virdlerini gece okuyamayan kimseleri, gündüz okumaya teşvik etmektedir.
Kadı İyâz bu konuda
şöyle der:
“Bu, Yüce Allah
tarafından ihsan buyurulan bir fazilettir. Gece nafilesinin efdal olduğuna
delalet eder. Çünkü bu fazilet, yalnız uykunun galebe çalmasına karşı ihsan
buyurulmuştur.”
666- Kasım
eş-Şeybânî'den rivayet edilmiştir:
“Zeyd b. Erkam, Duha
(=kuşluk) zamanı namaz kılan bazı insanlar görüp onlara dedi ki:
“Bu kimseler bilirler
ki, bu saatten başka zamanda namaz kılmak daha faziletlidir Çünkü Resulullah (s.a.v.):
“Evvabin namazı, kumların sıcaklığından deve
yavrularının ayaklarının yandığı zaman kılınır” buyurdu.
[961]
“Evvâb”, günâhlan terk
ve hayırlı işler yapmak suretiyle Allah'a dönen demektir. Çoğulu, Evvâbin'dir.
Evvâbin namazı, Allah'a çok itaat edenlerin namazı demektir.
Açıklama:
Bu hadiste, namazın
kaç rekât kılınacağı belirtilmemiştir. İslâm âlimleri, sıcağın yükseldiği bu
vaktin, kuşluk namazı için en elverişli ve faziletli olduğunu söylemişlerdir.
Çünkü kuşluk namazının vakti, günün evveli olup, daha erken saatlerde de
kılınabilmektedir.
667-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir adam, Resulullah (s.a.v.)'e gece namazınınn kaç rekat olduğunu sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Gece namazı ikişer ikişerdir. Sîzden birisi sabah
vaktinin girmesinden endişe ettiği zaman bir rekat kılar. Bu tek rekat namaz,
(daha önce) kılmış olduğu namazı vitir/tekli yapar” buyurdu.
[962]
668-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.)'den
şöyle rivayet edilmiştir:
“Vitri, sabah vakti girmeden önce kılın.”
[963]
669-
Abdullah
İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
"Kim geceleyin
namaz kılarsa namazının sonunu vitir/tek yapsın. Çünkü Resulullah (s.a.v.) bunu
emrederdi.[964]
670-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Vitir namazı, gecenin
sonunda bir rekattır.”
[965]
Açıklama:
Gece namazları ikişer
rekattır. Yani her iki rekatta bir selam verilir. İmam Şafiî, İmam Mâlik, İmam
Ahmed ile Hanefilerden Ebu Yusuf ile İmam Muhammed, bu görüştedir.
İmam A'zam Ebu
Hanîfe'ye göre ise gece namazları dört rekattır. Delili ise; Aişe'den,
“Peygamber (s.a.v.) yatsı namazını cemaatle kılıp evin
dönerdi. Sonra da dört rekat namaz kılıp yatağına uzanırdı”
[966]
şeklinde rivayet edilen hadistir.
Yine İmam Ahmed'in,
“Müsned”, 4/4'inde, Abdullah İbnu'l-Zübeyr'den, “Peygamber (s.a.v.) yatsıyı
kıldıktan sonra dört rekat daha kılardı. Bir rekatla da vitir kılardı. Sonra
uyur, ondan sonra gece namazını kılardı” şeklinde rivayet edilen hadis de bu
görüşü doğrulamaktadır.
Sahabe-i kiramı hiçbir
nafile namazı kılmadan bir rekat vitir namazı kıldıkları sahih hadislerle
sabittir. İçlerinde İmam Şafiî ile İmam Mâlik'in de bulunduğu cumhuru ulemaya
göre, vitir namazını bir rekat olarak kılmak meşrudur.
Hanefilere göre ise
vitir namazını bir rekat olarak kılmak asla caiz değildir. Delilleri ise: Aişe’nin
rivayet ettiği, “Resulullah (s.a.v.)
vitir namazının ikinci, rekatında selam vermezdi”
[967]
hadisi ile Hâkim'in “Müstedrek”inde, Buhârî ile Müslim'in şartlarına göre
sahih senedle rivayet ettiği “Resulullah (s.a.v.) vitri üç rekat olarak
kılardı. Selamı da ancak sonunda verirdi” hadisi delil getirmişlerdir.
671- Câbir
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah fs.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kim gecenin sonunda kalkamayacağından korkarsa vitir
namazını gecenin evvelinde kılsın. Gecenin sonunda kalkacağını ümit eden kimse
ise vitri gecenin sonunda kılsın. Çünkü gecenin sonunda kılınan namaz
şahitlidir ve bu, en faziletli olanıdır.”
[968]
Açıklama:
Bu hadis, gecenin
tamamının vitir namazı için vakit olduğuna delalet etmektedir. Fakat cumhura
göre, vitir namazının vaktinin başlangıcı, yatsı namazından sonradır. Yani
yatsı namazı kılınmadıkça vitir namazı vakti girmiş olmaz.
672- Câbir
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Namazın en faziletlisi, kıyamı/ayakta duruşu uzun
olanıdır.”
[969]
Açıklama:
Hadis, kıratı uzun
tutulan namazın kıratı kısa tutulup rekat sayısı ve dolayısıyla rüku ve secdesi
çok olan namazdan daha faziletli olduğuna delalet etmektedir.
Irâki konuyla ilgili
olarak şöyle der:
“Kıyamı uzun tutmanın
daha faziletli oluşu ile ilgili hadislerin, cemaatla kılınması meşru olmayan
nafile namaza ve tek başına kılınan farz namaza ait olarak yorumlanması daha
uygun olur. Çünkü imâm, farz namazlarda ve cemaatla kılınması meşru olan
nafilelerde kıyamı hafif tutmakla emrolunmuştur. Ancak kendisine uyanlar,
belirli kişiler olup, uzatmayı tercih etseler ve çocuk ağlaması gibi hafif
tutmayı gerektiren bir mazeret olmazsa, kıraati uzatmakta bir sakınca yoktur.”
673- Câbir
(r.a)'tan rivayet edilmiştir: Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Doğrusu gece içerisinde öyle bir saat vardır ki,
müslüman bir kimse, dünya ve ahiret işleri hususunda Allah'tan bir hayr
isterken duasını o ana denk düşürürse, Allah muhakkak o kimseye istediğini
verir. Bu, her gece böyle)dir” buyururken işittim.
[970]
Açıklama:
Bu hadis, her gece
duaların kabul edildiği bir kabul saati bulunduğunu mutlak bir şekilde ifade
etmektedir. Dolayısıyla bu saate rastlamak ümidiyle müminlerin geceleri ibadet
ve taatla ihya etmeleri gerektiğine teşvik etme vardır.
Gündüz ise bu saat,
sadece Cuma gününde vardır. Bu saatin, gecenin son üçte birinde yada gece
yarısından sonra olduğu 670 nolu hadiste geçmektedir.
674-
Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Şanı Yüce olan
Rabbimiz her gece, gecenin son üçte biri kaldığında dünya semasına inip:
“Kim Bana dua ederse,
onun duasını kabul ederim! Kim Benden bir şey isterse, istediğini ona veririm!
Kim Benden bağışlanma dilerse, onu bağışlarım!” buyurur.
[971]
Açıklama:
“Nüzul Hadisi” diye
bilinen bu hadis, yirmi kadar sahabiden rivayet edilmiştir. Hadisin
rivayetleri arasında bazı farklılıklar vardır. Bazılarında “Gecenin ilk üçte
biri geçtiği zaman iner”, bazılarında “Gecenin yarısı yada üçte ikisi geçtiği
zaman iner” bazılarında “Gece yarısı yada gecenin son üçte birinde iner”
ifadesi yer almaktadır.
Nevevî bu hadis
hakkında şunları söylemektedir:
“Bu, sıfat
hadislerinden (yani müteşabih hadislerdendir. Bunda âlimlerin iki mezhebi vardır:
Biri selefin cumhuru ile bazı kelamcıların mezhebidir ki, onlar Allah'ın
intikal, hareket vesair mahlûk alametleri olan mahlûk sıfatlarından tenzihini
itikad ederek bunun Allah Teâlâ'ya yakışacak surette hak olduğuna, hakkımızda
müteâref olan zahirinin kast edilmemiş olduğuna inanıp te'vîli hususunda söz
etmezler.
ikincisi, birçok
kelamcıların ve selef den bir takım cemaatlerin mezhebidir: Onlara göre bu gibi
lafızlar; çeşitli yerlere göre ve lâyık olacak surette te'vîl olunur. Bu esas
üzerinde olanlar bu hadisi iki türlü te'vîl ettiler: Biri Mâlik b. Enes ve
diğerlerinin te'vilidir ki, hadisin manası; “Allah'ın rahmeti, emri yahut
melekleri iner” demektir. Nitekim tâbi'ler hükümdarın emrini yerine
getirdiklerinde, “Sultan şöyle şöyle yaptı” denir. ikincisi bunun istiare üzere
olmasıdır. Bunun da mânâsı Allah'ın dua edenlere icabet ve lütufla ikbâli ve
teveccühüdür. Allah, yegâne bilendir.
[972]
Selefin salihinin bir
kısmı, bu tür müteşabih hadis ve ayetleri olduğu gibi kabul etmiş, bu tür
müteşabihlerde geçen el, yüz, inmek gibi kelimelerin, yaratıklarda olan ele,
yüze ve inmeye benzemediğini, fakat mahiyetini ancak Allah'ın bileceği bir
inme, bir el ve yüz olduğunu söyleyerek icmali bir te'vil yoluna gidip yüce
Allah'ı mahlukatına benzetmekten, O'na keyfiyet ve kemiyet İsnadından
kaçınmışlardır.
Selefi salihinden
sonra gelen müteahhirin alimlerine göre; bazı müteşabih ayet ve hadislerin,
bazı hallerde İslam'ın genel çerçevesine, akla, Arap dili gramerine uygun, yüce
Allah'a layık bir şekilde tafsili olarak te'vil etmişlerdir.
Müteahhirin alimleri,
bu yolu seçerken hiçbir şekilde selefin yolundan ayrılmayı düşünmemişlerdir.
Ancak içinde bulundukları şartlar onları buna zorlamıştır. Çünkü sahabe, Hz.
Peygamber (s.a.v.) ile birlikteliğin verdiği bir imkanla bu tür konularda
tereddütlere düşmekten oldukça uzaktı. Zamanla çeşitli mezheplerin ortaya
çıkmasıyla ortam tamamen değişmiş ve bu tür nasları yüce Aiiah'a uygun bîr
şekilde, aklı tatmin edici ve mü'minleri zararlı akımların etkisinden koruyucu
bir te'vil yoluna gitme zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Hatta bunlardan bazıları;
“Eğer biz, selefi salihinin şartlan içerisinde bulunmuş olsaydık, asla bu tür
İhtilaflı konulara girmezdik” demişlerdir.
Bununla birlikte
müteahhirin alimlerinin müdekkikleri, yaptıkları te'vilin, yegane ve en
isabetli bir te'vil olduğunu söylemekten de kaçınmışlar ve “Bu kelimelerin en
doğru manasını Allah bilir” demişlerdir.
İmam Mâlik, “Nüzûl”u
iki şekilde te'vil ettiği rivayet edilmektdir:
1- “Allah'ın
emri”, “Rahmeti”, “Melekleri nazil olur” demektir.
2- “Yüce
Allah'ın Duâ edenin Duasını kabul etmesi, ona lütuf ve merhametle muamele
etmesi” demektir.
İmam Kurtubî (ö.
671/1273) gibi bazı alimler; “Yunzilü” fiili, “İndirir” manasına müteaddi
(=geçişli) bir fiil olduğundan, bu fiile bir meful takdir ederek bu cümleyi,
“Allah, bir melek indirir” şeklinde tamamlamışlardır. Kurtubî (ö. 671/1273), bu
görüşüne delil olarak, “Sonra (Allah,) bir münadiye; Duâ eden yok mu? demesini
emreder” şeklinde Nesâî (ö. 303/915)'de geçen rivayeti göstermektedir.
Bazılarına göre ise,
“Nüzul” fiili, bazı rivayetlerde, “Yetenezzelü” şeklinde “Tenezzül” anlamında
geçtiğinden dolayı buradaki inmenin, “Manevi nüzul” olduğunu belirtmişlerdir.
Çünkü yüce Allah'ın azamet ve celali, fakir ve hakir kimselere Önem vermemeyi
gerektirdiği halde yüce Allah, bir lütuf olarak onlann hallerine rahmet
buyurmayı tenezzül eder.
Aynı (ö. 855/145)'ye
göre ise, “Nüzul” kelimesi; İ’lam, kavi, ikbâl, teveccüh, bir hükmün ortaya
çıkması gibi çeşitli manaları olan müşterek bir kelime olduğu için bu
kelimenin, yüce Allah'ın, kendisiyle vasıflanması caiz olan bir manada
yorumlanması en doğru bir harekettir.
Açıklama:
Hadiste, “Dua, istek
ve istiğfar” kelimeleri bir arada zikredilmiştir. Oysa bu kelimeler, mana
itibariyle birbirine çok yakındır. Bu nedenle bu üç kelimenin bir arada
zikredilmesi, alimlerin dikkatini çekmiş ve bu mesele üzerinde şöyle bir
açıklamada bulunmuşlardır: “İstenilen bir şey, ya zararın uzaklaştırılması
yada menfaatin elde edilmesine yönelik olur. Menfaat de, dinî veya dünyevî
olmak üzere ikiye ayrılır. İşte metindeki istiğfar iie zarann uzaklaştırılmasına,
istek ile dünyevî menfaatin elde edilmesine, dua ile de dinî menfaatin elde
edilmesine işaret buyurulmustur. Burada duası kabul olmayan bir kimsenin aklına:
“Madem ki Allah gece kendisine dua eden bir kimsenin duasını mutlaka kabul
ederdi de benim duamı niçin kabul etmedi?” diye bir soru gelebilir. Bu soruya
Aynî şu cevabı vermektedir: “Duanın kabul edilmemesi ya duanın şartlarından
bazısına riâyet edilmediği, yahut acele edildiği yahut da duası bir günâha ve
sila-İ rahmi kesmeye ait olduğu içindir.”
675- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kim Ramazan ayını (Allah'a) iman ve (sevabını O'ndan)
bekleyerek ibadetle geçirirse, o kimsenin geçmiş günahlarından bazısı)
bağışlanır.”
Bir rivayete ise:
“Durum böyle iken, Resulullah (s.a.v.), vefat etti. Ebu Bekrin hilafeti
döneminde ve Ömer'in hilafetinin ilk yıllarında da durum böyleydi” ifadesi yer
almaktadır.”
[973]
Açıklama:
Hz. Peygamber (s.a.v.),
ümmetine farz olur endişesiyle teravihin mescitte cemaatle kılınmasını
emretmekten kaçındığı için herkes Ramazân gecelerini evinde kendi başına ihya
etmekteydi. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ebedi yurda intikal etmesinden sonra Ebu
Bekr'in halifeliği esnasında da durum böyleydi. Ancak Ömer'in halifeliği
zamanında bazı hikmet ve maslahatlar gereği mescitte cemaatle kılınmaya
başlandı.
Her kim hak olduğunu
kabul ve tasdik ederek ihlasla, riyadan uzak, sadece Allah'ın rızasını
düşünerek Ramazân gecelerini ibadetle ihya eder ve gündüzlerini de oruçlu
olarak geçirirse, geçmiş günahları bağışlanır.
İbn Hacer (ö.
852/1447) ile Nevevî (ö. 676/1277)'ye göre; bir Ramazân gecesini ihya etmiş
olmak için o gecenin tümünü ibadetle geçirmek şart değildir. Sadece yatsı
namazıyla birlikte terâvîhi de kılmış olmak, o geceyi ihya etmiş olmak için
yeterlidir.
Buhârî sarihi Kirmanı
(ö. 786/1384)'nin ifadesine göre; bir Ramazân gecesinin ihya edilmiş olması
için, yatsı namazıyla birlikte terâvîhi de kılmış olmanın yeterli olduğuna dair
ilim adamları arasında görüş birliği vardır.
Yalnız Ramazân
gecelerini İhya etmiş olmak için, bütün Ramazân gecelerini ihya etmiş olmak
gerekir. Ramazânın sadece bazı gecelerini ihya etmiş olmak, hadisteki müjdeye
erişmek için yeterli değildir.
Hadisin zahirinden,
Ramazânın gündüzlerini oruçla geçiren ve gecelerini de İbadetle ihya eden
kimsenin büyük ve küçük bütün günahlarının bağışlanacağı anlaşıimaktaysa da,
gerçekte söz konusu affın kasamına giren günahlar sadece küçük günahlardır.
Zaten kul hakkının, sahibiyle helalleşmedikçe hiçbir şekilde bağışlanmayacağını
söylemeye gerek yoktur. Nitekim İmam Nevevî (ö. 676/1277) ile İmamu'l-Harameyn
(ö. 478/1085), burada affedileceği müjdelenen günahların sadece küçük günahlar
olduğunu söylemektedirler. Hatta Kadı İyâz (ö. 544/1149), bu görüşün, Ehl-i
Sünnete ait genel bir görüş olduğunu belirtmektedir. Bazıları da, “Büyük
günahların bir kısmı hafifletilir” demişlerdir.
676- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kim Ramazan ayını (Allah'a) iman ve (sevabını O'ndan)
bekleyerek oruç tutarsa o kimsenin geçmiş günahlarından bazısı) bağışlanır. Kim
Kadir Gecesinde (Allah'a) iman ve (sevabını O'ndan) bekleyerek ibadetle
geçirirse, geçmiş günahlarından bazısı) bağışlanır.”
[974]
Açıklama:
Hadisin metninde geçen
“İmanen” ve “İhtisaben” ifadeleriyle anlatılmak istenilen husus; kim hak
olduğunu kabul ve tasdik ederek ihlasla, riyadan uzak, sadece Allah'ın nzasinı
düşünerek Kadir gecesini ibadet ederek geçirirse, geçmiş günahlarından bir
kısmının bağişlanmasıdır.
677- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
geceleyin evden çıkıp gitti mescitte namaz kıldı. Bâzı kimseler de, onun
namazına uyarak namaz kıldılar. Derken halk bu mesele üzerinde lâf etmeye
başladı. Bu sebeple öncekilerden daha çok cemâat toplandı. Resulullah (s.a.v.)
ikinci gece de mescide çıktı ve cemâat da ona uyarak arkasında namaz kıdılar.
Cemâat (yine) bunun üzerinde lâf etmeye başladı. Derken, üçüncü gece mescidin
cemâati çoğaldı, fakat Resulullah (s.a.v.) yine çıkarak cemaata namaz kıldırdı.
Dördüncü gece olunca, artık mescid cemâati almaz oldu. Resulullah (s.a.v.)'de,
cemaata çıkmadı. Bunun üzerine cemâatten bâzı kimseler: “Namaza!” diye seslenmeye
başladı. Fakat Resulullah (s.a.v.) yine onların yanına çıkmadı. Nihayet sabah
namazına çıktı. Sabah namazını kılınca, cemaata doğru döndü, sonra şehâdet getirerek:
“Bundan sonra bilesiniz ki, akşam ki hâliniz bana
gizli kalmış değildir. Fakat ben, bu gece namazı, size farz kılınır da onu
kılmakta zorlanırsınız diye endişe ettim” buyurdu.[975]
Açıklama:
Hadisin son fıkrasına
Resulullah (s.a.v.)'in “Ben, bu gece
namazı, size farz kılınır da onu kılmakta zorlanırsınız diye endişe ettim”
buyurması ve gece namazına mescidde bu şekilde devam edilmesine izin vermeyip
bu suretle özür bildirmesi Peygamber'in ümmetine olan şefkat ve merhametinin en
açık delillerinden biridir.
Buhari sarihi Hattâbî
der ki:
“Gece namazı
Rasûlullah'a vâcib idi. Rasûlullah'ın devam ettiği şer'î fiillerde kendisine
örnek edinmek ve uymak Kur'ân nasları gereğince ümmete vâcibdir. Mescide çıkıp
gece namazı kılmayı itiyâd etmeleri farz namazlardan başka yeni bir farz inşâsı
değil kendisine teessî ve uyması vâcib olması yüzünden ümmete belki vâcib olur
diye sakındılar. Bu, bir kimsenin kendi üzerine adadığı bir namazı vâcib
kılması gibidir ki o namazı adayan hakkında farz olmakla beraber asıl dinde
farz edilmiş bir namaz değildir.”
Cemâat içinde açılan
bir çığırın toplumsal bir olay olarak nesillere yerleşmesi, değişmez bir âdet
haline gelmesi ve bu suretle dîne kendiliğinden bir ilâve ve artırma yapılmış
olması endişesi Resûlullah'ı buna sevk etmiştir. Çünkü eski ümmetlerde sonradan
yerleşmiş ve insanlığa yük olmuş nice fazlalıkların yerleşip kökleştiğı ve
dînden sayıldığı sabittir. Bu, toplumsal bir ruh yapısı ve kanunlaştırma
eğilimidir.
[976]
678-
Zirr'den rivayet edilmiştir:
Ubeyy b. Ka b in şöyle
dediğini ısıttım: Ubeyy'e:
“Abdullah İbn Mes'ud,
“Kim sene boyunca gece namazı kılarsa, o kimse Kadir gecesine isabet eder”
diyor” denildi. Übeyy:
“Kendisinden başka
ilah olmayan Allah'a yemin ederim ki, Kadir gecesi Ramazan ayındadır” deyip
“İnşallah” ifadesini istisna yapmaksızın yemin etti. Sonra da:
“Vallahi, doğrusu ben
Kadir gecesinin hangi gece olduğunu biliyorum. Kadir gecesi; Resulullah (s.a.v.)'in
bize namaz kılmamızı emrettiği gecedir. O da,
Ramazan ayının yirmi yedinci gününün gecesidir. O gecenin belirtisi; sabahında güneşin
ziyasız olarak bembeyaz doğmasıdır” dedi.
[977]
Açıklama:
Kadir Gecesi, bilip
bilmediğimiz bir çok hikmet ve maslahatlarla yılın Ramazan ayının hangi gününde
olduğu gizlenmiştir. Resuiullah (s.a.v.)'in sağlığında bu gecenin hangi gün
olduğu merak ve araştırma konusu olduğu gibi vefatından sonra başta Hz. Ömer
olmak üzere sahabiier tarafından da araştırma konusu olmuştur. Genellikle
Ramazan ayı İçerisinde olduğu kuvvetli ihtimal olarak ortaya çıkmakta ise de,
Ramazan'ın ilk onunda mı, orta onunda mı, son onunda mı olduğu meselesi
İhtilaf konusu olmuştur. Ramazan'ın son onunda ve 21, 23, 25, 27 gibi tek
gecelere tesadüf ettiğini goğruiayan rivayetler var. İbn Hacer, Kadir Gecesinin
hangi gün olduğuna dair şer'i delillere dayanarak ileri sürülen görüşlerden 46
tanesini kaydeder. Bunlardan birine göre, Kadir Gecesi Ramazan ayı içerisinde
değil de senenin herhangi bir gecesindedir. Dolayısıyla da mümin kişi, her
gecede hazırlıklı ve tevbe linde olmalıdır. Ubey b. Ka'b'tan gelen rivayete
dayanarak müminler tarafından genellikle bu gecesi olarak kutlanan gece,
Ramazan ayının 27. gecesidir. Seleften İmam A'zam Ebu Hanife, İmam Ahmed gibi
bir çokları da bu görüşü benimsemiştir.
679-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bu. gece teyzem
Meymûne'nin yanında kalmıştım. Peygamber (s.a.v.) geceleyin kalkıp hacetine
gitti. Sonra yüzünü ve ellerini yıkadı. Sonra uyudu, sonra kalkıp su tulumuna
gitti. Onun ağız ipini çözdü, sonra iki abdest arası yâni haddinden fazla,
lüzumundan az dökmemek şartıyla bir abdest aldı. Suyu çok dökmedi, fakat
organların her yerine ulaştırdı. Sonra kalkıp namaz kıldı. Ben de kalktım ve
onun için uyanmış olduğumu görmesini İstemediğimden şöyle bir uzanıp kalktım,
sonra abdest aldım. Resulullah (s.a.v.) namaz kıldı. Ben de sol tarafına
durdum. O, elimden tutarak beni sağ tarafına çevirdi. Bu şekilde Resulullah (s.a.v.)'in
tam onüç rekât namazı tamam oldu. Sonra uzanıp yattı ve uyudu, hattâ horladı.
Zâten uyuduğu vakit horlardı. Daha sonra Bilâl gelip ona sabah namazını haber
verdi. Resulullah (s.a.v.) hemen kalktı ve namaz kıldı; ama abdest almadı.
Duasında:
“Allahümme ic'al fî kalbî nûran ve fî basarı nûran ve
fî sem'î nûran ve an yemînî nûran ve an yesârî nûran ve fevki nûran ve tahtı nûran
ve ernâmî nûran ve halfî nûran ve azzim lî nûran” Allahım! Benim kalbime nur,
gözüme nur, kulağıma nur, sağıma nur, soluma nur, üstüme nur, altıma nur, önüme
nur ve arkama nur ver. Benim nurumu büyült!) cümleleri vardı.”
[978]
Açıklama:
Bu hadis; Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in geceleyin namaza kalktığı zaman bu duayı okuduğunu ifade
etmektedir.
Hattâbî (ö.
388/998)'de, Allah'ın “Nûr” ismini açıklarken; “Görmeyen O'nun nuruyla görür.
Şaşıran O'nun hidayetiyle yol bulur. İşte “Allah göklerin nurudur” sözü de bu
anlamdadır. Yani gökler ile yerin nuru, Allah'tandır demektir.”
680-
Abdullah
İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir;
“Abdullah İbn Abbâs,
bir gece teyzesi müminlerin annesi Meymûne'nin yanında gecelemişti.
Abdullah İbn Abbâs der
ki:
“Ben, başımı yastığın
enine doğru koyarak uzanmıştım. Resulullah (s.a.v.) ile hanımı ise (yastığın
boyuna doğru başlarını koyarak uzunlamasına yattılar. Derken Resulullah (s.a.v.)
uyudu. Gece yarısı yahut ondan az önce veya az sonra uyandı. Yüzünden eliyle
uykuyu silmeye başladı. Sonra Al-î İmrân sûresinin sonlarındaki on âyeti okudu.
Sonra kalkıp asılı duran küçük bir kırbaya uzandı. Ondan abdest aldı. Abdestini
de güzel aldı. Sonra kalkıp namaz kıldı.” Abdullah İbn Abbâs der ki:
“Ben de kalkıp
Resulullah (s.a.v.)'in yaptığı gibi yaptım. Sonra (onun yanına) giderek
yambaşında durdum. Derken Resulullah (s.a.v.), sağ elini başımın üzerine koydu
ve sağ kulağımdan tutarak onu büktü. Sonra iki rekât namaz kıldı. Sonra iki
rekât daha, sonra iki rekât daha, sonra iki rekât daha1 sonra iki rekât daha,
sonra iki rekât daha kıldı. Sonra vitr yaptı. Sonra uzanıp yattı. Nihayet
müezzin çağırmaya gelince kalıp hafif/kısa iki rekât daha namaz kıldı. Sonra
mescide çıkıp sabah namazım kıldırdı.”
[979]
Resulullah {s.a.v.)'in
eliyle Abdullah İbn Abbâs'ın kulağını tutmasından maksat; onun uykusunu
dağıtmaktır.
Burada Hz. Peygamber (s.a.v.)
vitr namazı da dahil 13 rekat namaz kılmıştır. Bilal’in namaz vaktinin
geldiğini hatırlatmasıya beraber derhal uykudan kalkıp kıldığı iki rekat ise
sabah namazının sünnetidir.
Uykudan uyanınca
abdest almadan namaz kılmak, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e özgü özel bir durumdur.
Çünkü Resulullah (s.a.v.)'in gözleri uyur, fakat kalbi uyumazdı.
681-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'in
hanımı Meymûne'nin yanında geceledim. O gece Resulullah (s.a.v.) onun yanında
idi.
Resulullah (s.a.v.)
abdest aldı. Sonra kalkıp namaz kıldı. Ben de kalkıp sol tarafında namaza
durdum. Fakat Resulullah (s.a.v.) beni tutup sağma durdurdu. O gece Resulullah
(s.a.v.) on üç rekat namaz kıldı. Sonra uyudu, hatta horladı. Uyuduğu zaman
horlardı. Sonra (sabah namazına çağırmak için) ona müezzin geldi. O da mescide
çıkıp namaz kıldırdı. Fakat namaz kıldırmadan önce abdest almadı.”
[980]
682-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir gece
Resulullah'ın hanımı olan teyzem Meymûne bintu'l-Hâris'in yanında geceledim.
Ona:
“Resulullah (s.a.v.)
(gece namazına) kalktığı zaman beni uyandır” dedim.
“Sonra Resulullah (s.a.v.)
kalktı. Ben de kalkıp sol tarafında namaza durdum. Resulullah (s.a.v.) elimden
tutup beni sağ tarafına durdurdu. Uyukladığımda kulağımın yumuşağını tutardı.
On bir rekat namaz kıldı. Sonra elleriyle dizlerini dolayarak oturdu. Öyle ki
oturduğu yerde uyurken nefesini işitiyordum. Sabah namazının vaktini girdiğini
anlayınca sabah namazının sünnetini kılmak için hafif/kısa iki rekat namaz
kıldı.”
[981]
683-
Zeyd b.
Hâlid el-Cühenî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir gece Resulullah (s.a.v.)'in
namazını nasıl ve kaç rekat kıldığını görmek için dikkatlice izledim. önce
hafif/kısa iki rekat namaz kıldı. Sonra çok uzun olarak iki rekat namaz kıldı.
Sonra öncekilerden kısa iki, sonra öncekileren kısa iki ve sonra öncekilerden
kısa iki rekat namaz kıldı. Sonra vitir namazı kıldı, işte bunların toplamı, on
üç rekat etmektedir.”
[982]
684- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, bir seferde
Resulullah (s.a.v.)'Ie birlikteydim. Yolda giderken bir su arkına vardık.
Resulullah (s.a.v.):
“Ey Câbir! Hayvanını sulamayacak mısın?” diye sordu. Ben de:
“Evet, sulayacağım!”
diye cevap verdim.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) hayvanından indi. Ben de devemi suyun içine soktum.
Daha sonra Resulullah
(s.a.v.) haceti için gitti. Ben de onun için abdest suyu hazırladım. Gelip
abdest aldı. Sonra kalkıp elbisesinin iki tarafını çaprazlama yapıp sarınarak
namaza durdu. Ben de arkasına durdum. Fakat kulağımdan tutup beni sağ tarafına
geçirdi.
[983]
685- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) geceleyin namaz kılmak için
kalktığında ilk önce namazına hafif/kısa iki rekatla başlardı.”
[984]
686- Ebu
Hureyre (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi geceleyin namaza kalktığında ilk önce
hafif/kısa iki rekatla namaza başlasın.”
[985]
Açıklama:
Bu iki hadiste; gece
namazına, hafif iki rekat başlamaktan bahsetmektedir. Bundan maksat, kıraati
uzatmadan iki rekat namaz kılmaktır. Çünkü namaza böyle kıraati uzatmadan iki
rekatle başlamak, kalpte ibadet şevkini artırır. Kıraati uzatarak başlamak ise
uykunun etkisinden dolayı bazı kimselere zor gelebilir.
Buradaki emir ifadesi,
farziyet için olmayıp müstehablık İfade etmektedir.
687-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
gece yarısı namaza kalktığı zaman:
“Allahümme leke'l-Hamdu. Ente Nûru's-Semavâti
ve'1-Ardi ve leke'l-Hamdu ente Kayyâmu's-Semavâti ve'I-Ardi ve leke'l-Hamdu
ente Rabbu's-Semavâti ve'1-Ardi ve men fîhinne ente'l-Hakku ve va'duke'l-Hakku
ve Iikâuke Hakkun ve'1-Cennetu hakkun ve'n-Nâru hakkun ve's-Sâatu hakkun. Allahümme
leke eslenıtu ve bike âmentu ve aleyke tevekkeltu ve ileyke enebtu ve bîke
hâsamtu ve ileyke hâkemtu. Feğfir îmâ kaddemtu ve ehhartu ve esrartu ve e'lantu
ente ilahî lâ ilahe illâ ente (=Allahım! Hamd, Sana. mahsustur. Gökler ile
yerin Nur'u Sensin. Hamd, Sana mahsustur. Gökler, yer ve bunların içerisinde
bulunanların Rabbi Sensin. Hak Sensin.
Senin vaadin haktır. Sözün haktır. Sana kavuşmak haktır. Cennet
haktır. Cehennem haktır. Kıyamet haktır. Allahım! Ben yalnızca Sana teslim
oidum. Yalnız Sana İman ettim. Yalnız Sana tevekkül ettim ve yalnız Sana
yöneldim. Hasmına karşı ancak Senin için savaştım ve (Hakkı inkar eden ile
kendimin arasına Seni hakem ettim. O halde gerek önceden yaptığım ve gerekse
sonradan işlediğim günahlarım ile gizli ve aşikar yaptıklarımı hep bana
bağışla! Çünkü ebnim ilahım Sensin. Senden başka hiçbir ilah yoktur” diye
dua ederdi.”
[986]
Açıklama:
Hadis, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
geceleyin namaza kalktığı zaman bu duayı okuduğunu belirtmektedir.
“Göklerin, yerin ve
bunların içindekilerin nuru” ifadesinden maksat; gökler ile yerin nurunu
yaratarak onları nurlandıran Sensin” demektir.
Ebu Ubeyde, bu
cümlenin; “Yerde ve gökte bulunanlar, ışıklarını ancak Senden alırlar” manasına
geldiğini söylemiştir.
“Kayyim”, Kayyûm” ve
“Kayyâm” kelimeleri aynı manada olup; “Varlığı kendisinden olup başkasını var
eden, ayakta tutan” demektir.
Burada geçen “Hakk”
kelimesinin manası; varlığı kesin demektir. Varlığı gerçekleşecek olan her şey,
haktır. Yüce Allah'ın varlığı, ezelden ebede kadar uzanan ve kendi zatının gerektirdiği
bir varlıktır.
“Hasmına karşı ancak Senin için savaştım” sözünden maksat; bana verdiğin kuvvet ve delillerle
Seni inkar edenlere karşı mücadele ettim ve onları kesin delillerle ve kuvvetle
mağlup ettim.
“Hakkı inkar eden ile kendimin arasına Seni hakem
ettim” sözünden maksat; hakkı inkar
eden kimselere karşı yalnızca Seni hak tamdım. Kafirlerin ve müşriklerin
yaptıkları gibi, putları, kahinleri, ateşi değil ancak Senin hükmünü tanırım.
“Gerek önceden
yaptığım ve gerekse sonradan işlediğim günahlarım ile gizli ve aşikar
yaptıklarımı hep bana bağışla” sözü; Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, Allah'ın huzurunda
iken O'na karşı olan mütevaziliği, O'na karşı beslediği ta'zim duyguları ve
ayrıca ümmetine, duanın adab ve erkanını öğretme arzusu vardır.
688- Ebu
Seleme b. Abdurrahman b. Avf'tan rivayet edilmiştir:
“Aişe'ye:
“Allah'ın Peygamberi (s.a.v.) geceleyin kalktığı zaman
namazına neyle başlardı?” diye sordum. O da:
“Geceleyin kalktığı zaman namazına: “Allahümme Rabbe
Cebrail'e ve Mîkâîl'e ve İsrafil'e fâtıra's-Semâvâti ve'1-Ardi
âlime'l-ğaybi ve'ş-Şehâdeti ente
tahkumu beyne ibâdike fîmâ kânû fîhi yehtelifûne'hdinî lima'tulife fîhi
mine'l-Hakki biiznike inneke tehdî men teşâu ilâ sıratın müştekim (=Allahım! Ey
Cebrail, Mikail ve İsrafil'in Rabbii Gökler ile yerin yaratanı (Allahım)! Gayb
üe şehadet (alemini) bilen Allahım! Kullarının görüş ayrılığına düştüğü
hususlarda, onların aralarında ancak Sen hükmedersin. Görüş ayrılığına düşülen
konuda beni Hak olana yönlendir! Çünkü dilediğini dosdoğru yola ancak Sen
yönlendirirsin!” şeklinde dua ederek
başlardı.”
[987]
Açıklama:
Bu hadis, geceleyin
nafile namaz kılmak için kalkan kimsenin iftitah tekbirinden sonra bu duayı
sonuna kadar okumasının caiz olduğunu göstermektedir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in,
kendisi hak ve hakikatin doruğunda bulunduğu halde böyle hak ve hakikate
erişmesi için duada bulunması; duada tevazu, huşu, ihlas ve samimiyetin esas
olduğunu ümmetine öğretmektedir.
“Cebrail, Mikail ve
İsrafil” denilmesi; bunların, diğer melekler içerisinde bu üç meleğin taşıdığı
şerefin üstünlüğünü ve bu üç meleğe duyulan saygıyı ifade etmek içindir. Çünkü
bunlar, bütün kulların dünyevî ve uhrevî işlerinin düzeni içerisinde
yürütülmesi ile görevlidir.
“Kullarının görüş
ayrılığına düştüğü hususlarda” sözünden maksat; dinî meselelerdir. Dünyalık
işlerinde herkesin helal olmak şartıyla ayrı bir kazanç yoluna ve mesleğe göre
hareket etmede bir sakınca yoksa da din işlerinin asıllarında ihtilafa düşmek
sakıncalıdır.
“Doğru yol”dan maksat,
İslam dinidir.
689-
Hz. Ali
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
(geceleyin) namaza kalktığı zaman:
“Veccehtu vechiye li'llezî fatera's-semâvâti ve'I-arda
hanîfen ve mâ ene mine'l-muşrikîn. Inne salâtî ve nuskî ve mahyâye ve memâtî
li'llâhi Rabbi'l-âlemîn. Lâ şerike lehu ve bi-zâlike umirtu ve ene
mine'l-muslimîn. Allahümme! Enet'l-meliku lâ ilahe illâ ente. Ente Rabbî ve ene
abduke. Zalemtu nefsî ve'taraftu bi-zenbî, feğfir lî zunûbî cemîan. Innehu lâ
yağfiru'z-zunûbe illâ ente. Vehdini lî ahseni'l-ahlâkı. Lâ yehdî li- ahsenihâ
illâ ente. Vasrif annî seyyiehâ, lâ yasrif annî seyyiehâ illâ ente. Lebbeyk! Ve
sa'deyk! Ve'1-hayru kullunu fî yedeyk ve'ş-şerru leyse ileyk. Ene bikc ve
ileyk. Tebârekte ve teâleyte, estağfiruke ve etûbu- ileyk; Yüzümü hak dîne
meylederek gökler ile yeri yaradana çevirdim. Ben, müşriklerden değilim.
Şüphesiz ki benîm namazım, ibâdetlerim, yaşamım ve Ölümüm; âlemlerin rabbi olan
Allah'a aittir. O'nun hiç bir ortağı yoktur. Ben, bununla emrolundum ve ben
müslümanlardanım. Allah'ım! Melik ancak Sensin! Senden başka hiç bir ilâh
yoktur. Sen, benim Rabbimsin. Ben de senin kulunum! Nefsime zulmettim.
Günâhımı da itiraf eyledim. Artık bütün günahlarımı bana bağışla! Çünkü
günahları Senden başka affedecek yoktur. Beni, ahlâkın en güzeline yol göster! Onun en
güzeline Senden başka yol gösterecek yoktur. Kötü ahlâkı benden jzaklaştır! Onu
Senden başka benden uzaklaştıracak yoktur. Senin emrine tekrar :ekrar icabet
ederim, dînine tekrar tekrar tâbi' olurum! Bütün hayrlar, Senin elindedir.
Kötülük, Sana âit değildir. Varlığım seninledir; sonu da sana varacaktır. Mübareksin,
yücesin. Senden mağfiret dilerim, Sana tevbe eylerim!” derdi.
Rükuya vardığında
zaman:
“Allahümme! Leke reka'tu ve bike âmentu ve leke
eslemtu. Haşa leke îem'î ve basarı ve muhhî ve azını ve asabı” Allahım! Ancak
sana rükû ettim, Sana îmân ettim ve ancak Sana teslim oldum. Kulağım, gözüm,
iliğim, kemiğim ve sinirim hep sana itaat etmektedir” derdi.
Başını rüku dan
kaldırdığı zaman:
“Allahümme! Rabbena ve leke'l-hamdu mire's-semâvâti ve
mil'e'l-ard ve nil'e mâ beynehumâ ve mil'e mâ şi'te min şey'in ba'du” Allahım!
Rabbimiz! 3ökler dolusu, yer dolusu ve bunların arasındaki her şey dolusu,
bunlardan başka lilediğin her şey dolusu hamd ancak Sana mahsûstur” derdi.
Secdeye vardığı zaman:
“Allahümme! Leke secedtu ve bike âmentu ve leke
eslemtu. Secede vec-ıî li'Ilezî halakahu ve savverahu ve şakka sem'ahu ve
basarahu. Tebâre-ca'llâhu ahsenu'I-hâlıkîn” Allahım! Ancak Sana secde ettim,
yalnız Sana îmân ittim ve sadece Sana teslim oldum. Yüzüm; kendisini yaratana,
suret ve şeklini ve-ene, göz ve kulağını yarıp yaratanına secde etti.
Yaratanların en güzeli olan Allah, çok yücedir” derdi.
Sonra teşehhüd ile
selâm arasında söylediği duanın sonu şöyle olurdu:
“Allahümme'ofir lî mâ kaddemtu ve mâ ahhartu ve mâ
esrertu ve mâ ı'lentu ve mâ esreftu. Ve mâ ente a'lemu bihî minî
ente'l-mukaddimu ve ente'l-muahhiru. Lâ ilahe illâ ente” (=AIIahim! Evvel ve
âhir, gizli ve aşikâr işleliğim bütün günahları ve yaptığım bütün israflarımı ve
Senin benden daha iyibildiğin kusurlarımı bana bağışla! Öne geçiren ancak
Sensin! Geride bırakan da ancak Sensin! Senden başka hiç bir İlâh yoktur!”
[988]
Açıklama:
Bu hadiste, geceleyin
kılınan namaz İçerisinde okunacak dualar ile yerleri gösterilmek.
690-
Huzejrfe (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, bir gece
Peygamber (s.a.v.)'le birlikte namaz kıldım. “Bakara” suresini okumaya
başladı, içimden yüz ayeti tamamlayınca rüku eder, dedim. Sonra devam etti.
Yine içimden bütün sureyi bir rekatta okuyacak, dedim. O yine okumaya devam
etti. Bu sureyle rükuya varır, dedim. Sonra “Nisa” suresini okumaya başladı.
Onu da okudu. Sonra “Al-i İmrân” suresini okumaya başladı. Onu da okudu. Ağır
ağır okuyor, içerisinde teşbih bulunan bir ayete gelince teşbih ediyor, istek
ayetine gelince (Allah'tan) istekte bulunuyor, sığınma ayetine gelince Allah'a
sığınıyordu. rükuya gidip:
“Subhâne Rabbiye'I-Azîm”; Büyük Allahımi tenzih
edelemeye başladı. Resulullah (s.a.v.)'in rükusu da kıyamı/ayakta durması hali
(uzun)du. Sonra: 'Semiallahu limen hamideh (= Allah kendisini hamd eden ile
işitir” buyurdu. Sonra rükusuna yakın uzun bir müddet ayakta durdu. Son-deye varıp:
“Subhâne Rabbiye'I-A'lâ” Yüce Allahımı teşbih ederim bu-Secdesi de
kıyamına/ayakta durması haline yakındı.”
[989]
hadis, gece namazında rükudan doğrulduktan sonra ve secde halinde, kıyamdaki kamanın
caiz olduğuna, rüku ve secde halinde teşbihlerin çokça yapılmasının müstehab na
ve kıyamda teşbih ayeti okunduğunda teşbih, istek ayeti okunduğunda dilekte
tanın müstehab olduğuna delalet etmektedir. Çünkü Resulullah (s.a.v.) namazda
kıraat da Allah'ın rahmetini, cennetini müjdeleyen ve vaad eden ayetlere
geldiğinde durur limetlere nail olmasını Allah'tan dilerdi. Yine kıraati
esnasında bir azab ayetine de nca durur ve ondan Allah'a sığınırdı. Bir teşbih
ve tekbir ayetine rastlayınca teşbih ve etirir, dua ve istiğfar ayetine gelince
de dua ve istiğfarda bulunurdu.
H. Abdullah İbn Mes'ud
(r.a)'dan rivayet edilmiştir:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte gece namazı kıldım. Kıraati o kadar ki, ben kötü bir şey işlemeyi
düşündüm. Ona:
“Ne yapmak istedin?”
dediler. O da:
“Oturup onu yalnız bırakmayı düşündüm” dedi.
[990]
Açıklama:
Hadis de, geceleyin
kılınan nafile namazda kıyamı uzun tutmanın faziletine işaretdir.
Adullah İbn Mes'ud'un
“Kötü bir şey işlemeyi düşünmesi”; Resulullah (s.a.v.)'e muhadinde edebi terk
etmesinden dolayıdır.
692-
Abdullah
İbn Mes'ud (r.a)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'in
yanında, geceden sabaha kadar uyuyup ta namaza kalkmayan bir kimse anıldı.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Bu öyle bir adamdır ki, şeytan onun kulaklarına yada
kulağına bevletmiştir” buyurdu.
[991]
Açıklama:
Hattabî'ye göre;
burada adamın uykusunun ağırlığı ve bu halinin, namaz kılmaktan gaflet etmesine
sebebiyet vermesi yönünden, kulağına bevledilip işitme duygusu bozulan kimseye
benzetilmektedir.
Tahâvî'ye göre ise bu
hal, şeytanın bu adam üzerindeki etkisinin derecesini ve onun da şeytana olan
itaatini ifade etme mahiyetine bir benzetme cümlesidir.
693- Hz. Ali
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a,v) bir
gece kızı Fatıma ile Ali'nin kapısını çalıp onlara:
“Namaz kılmıyor
musunuz?” diye sordu. Ali der ki: Ben:
“Ey Allah'ın resulü!
Canımız, Allah'ın elindedir. O, bizi uyandırmak isterse uyandırır” dedim.
“Ben bunu ona
söyleyince, Resulullah (s.a.v.) bana cevap vermeden yanımızdan ayrıldı. Dönüp
giderken dizlerine vurup:
“Zaten insan çok tartışmacıdır”
[992]
ayetini okuduğunu işittim.
[993]
Hz. Ali'nin “Canımız,
Allah'ın elindedir” sözü; Zümer: 39/42 ayetinden alınmadır. Canın bırakılması,
şuurun iadesi ve uykudan uyanma. keyfiyetidir. Resulullah (s.a.v.) Hz, Ali'nin
bu sözüne tatminkar bîr taaccüp ve hayret duymuş olduğu görülmektedir.
Fakat herkesin, Hz.
Ali gibi olamayacağı düşünüldüğünde namaza kalkma hususunda tedbir almakta her
zaman yarar vardır.
694- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet ediîdigine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Sizden birisi uyuduğu zaman şeytan onun ensesinin
köküne üç düğüm atar. Her bir düğümle birlikte 'Haydi gecen uzun ola!' diye
düğüm atar. O kimse uyanıp ta Allah'ı zikrettiği zaman bir düğüm çözülür.
Abdest alırsa iki düğüm çözülür ve namaz kılarsa (bütün) düğümler çözülür.
Neşeli ve gönlü rahat olarak sabahlar. Eğer böyle yapmazsa gönlü sıkıntılı ve
tembel bir şekilde sabahlar.”
[994]
Açıklama:
Bu, bir tembellik ve
atâlet düğümüdür ki şeytan bu tembellik ve atâleti gafillerin üstüne yükler
Tıybî'ye göre; bu,
şeytanın gaflet ehlini ağırlaştırması ve bunları bağlamış gibi hareketten
alıkoymasıdır.
Beydâvî'ye göre ise;
şeytanın düğümü, şeytanın uykuyu süslemesinden ve o kimsede uykuya karşı derin
bir sevgi uyandırmasından istiare edilmiştir. Düğümlerin üç tane olması da
zikrullaha, abdeste, namaza karşı birer düğüm edinmiş olmasından ve şeytanın bu
üç ibâdetten üç nevi saptırmayla alıkoymasından dolayıdır” der.
Şeytanın bu
düğümlerinden tabiî ve hakîki bir düğüm kast edilmeyip mecazî ve temsilî bir
düğüm anlaşılmalıdır.
Ayrıca bu hadiste;
Allah'ı zikretmenin, abdestin, namazın; şeytanı ve onun telkinlerini, nefsin
ser ve fesada olan eğilimini uzaklaştırmasına ve teheccüd namazı kılan
kimselerin yüzlerinin nurlu, gönüllerinin sevinçli olarak yeni günün sabahına girmelerine
dikkat çekilmektedir.
695-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Namazlarınızın bir kısmını evlerinizde kılınız.
Namazlarınızın nafilelerini evlerinizde kılmamak suretiyle evlerinizi
kabirlere çevirmeyin.”
[995]
Açıklama:
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
evlerde kılınmasını tavsiye ettiği namazlar, nafile namazlardır. Ayrıca “Evlerinizi kabirlere çevirmeyin” sözüyle;
içerisinde namaz kılınmayan evleri kabirlere, taat ve ibadetten gafil olanları
da ölülere benzetmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in,
nafile namazları, evde kılmaya teşvik etmesindeki hikmet; riyadan uzak ve
evlere rahmet meleklerinin inmesine sebep olmasıdır. Ayrıca bu sebeple evde
kadın ve çocuklara namazı öğretmek ve çocukları namaza alıştırmak gibi başka
büyük faydalan da vardır.
696- Câbîr
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Sizden birisi namaz kıldığı mescidinde namazı
bitirdiğinde namazından evine de bir pay bıraksın. Çünkü Allah, onun
namazından evinde bir hayr yaratır.”[996]
Açıklama:
“Allah, onun namazından evinde bir hayr yaratır” sözünden maksat; o namaz sebebiyle evine melekler
gelir, şeytan ise orada kaçar, evdekiler rahat eder demektir.
Burada evde kılınacak
namazdan maksat, nafilelerdir.
697- Ebu
Musa el-Eş'arî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“İçerisinde Allah anılan ev ile içerisinde Allah
anılmayan evin misali, ölü ile diri gibidir.”
[997]
Açıklama:
Burada “Ev” ile kast
edilen; orada oturan kimselerdir.
Allah'ı zikreden kimse
ile ölü arasındaki benzerlik ilişkisi; insanın bilfiil hayatın içerisinde
olması hasebiyle hem dinî ve hem de dünyevî işlerini yürütme durumunda
olduğundan ölüye nispetle farklı bir konumdadır.
698- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Evlerinizi kabirlere çevirmeyin. Çünkü şeytan,
içerisinde Bakara suresi okunan evden kaçar.”
[998]
699- Zeyd b.
Sabit (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
kendisine hurma yaprağından yada hasırdan bir oda yaptı da çıkıp orada namaz
kıldı. Derken bir takım kimseler, kendisini takîp ettiler ve oraya gelerek
arkasında onun kıldığı namaza uydular. Sonra bir gece gelip orada hazır
oldular. Resulullah (s.a.v.) ağır davranarak yanlarına çıkmadı. Bunun üzerine
onlar, seslerini yükselttiler ve namaza hazır olduklarını Resulullah'ı haber
vermek için kapıya küçük çakıl taşları attılar. Derken Resulullah (s.a.v.)
öfkeli bir hâlde onların yanına çıkıp onlara:
“Yaptığınız şeye o kadar devam ettiniz ki, bunun size
farz olacağından korktum. Dolayısıyla sîz, bu namazı evlerinizde kılmalısınız.
Çünkü yalnız farz namaz müstesna kişinin en hayırlı namazı evinde kıldığı
namazdır” buyurdu.[999]
Açıklama:
Nafile namazı evde
kılmak, mescitte kılmaktan daha faziletlidir. Bu konuda 691 nolu hadisin
açıklamasına bakınız.
700- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'in bir hasırı vardı. Geceleyin
onu kendisine hücre yapıp yada etrafına işaretler koyup içerisinde namaz
kılardı. Gündüzleyin ise onu yere yayıp üzerinde otur)urdu. Derken insanlar
Resulullah (s.a.v.)'in arkasında toplanıp onun namazına uymaya başladılar. Yine
bir gece Resulullah'ın yanında namaz kılmak için) toplanmışlardı. Resulullah (s.a.v.)
onlara:
“Ey insanlar! Gücünüzün yeteceği işlere bakın. Çünkü
siz usanmadıkça Allah da sevap vermekten usanmaz. Allah katında amellerin en
sevimli olanı, az da olsa devam üzere olanıdır” buyurdu.
Açıklama:
Hadisin ravisi diyor
ki: Muhammed (s.a.v.)'in ev halkı, bir amel işlediklerinde ona devam
ederlerdi.”[1000]
Hadisi şerif, ibadet
ile ilgili olarak kısaca şunu ifade etmektedir: Gücünüzün yettiği amelleri
işleyin. Gücünüzün yetmediği için devam edeceğiniz amellere girişmeyin. Çünkü
gücünüzün yetmeyeceği ameller, size bıkkınlık verir. Bu sebeple de onu terk1
etmek zorunda kalırsınız.Siz bıkmadan ibadete devam ettiğiniz müddetçe, Allah
da o ibadetin mükafatını vermeye devam eder. Fakat siz bıkıp ta bu amelinizi
bırakıverecek olursanız, Allah sizin bu bıkkınlığınıza ve amelinizi terk
edişinize karşılık olarak bu ibadetiniz için size vermekte olduğu mükafatı
keser. Yani siz ibadetinize son vermedikçe Allah da sevab vermeye son vermez.
Her ne kadar bu hadîs,
ibadetlerle ilgili olarak insanın gücünün yettiği ve devamlı yapabileceği
amellere sarılmayı tavsiye ediyorsa da bu tavsiye aslında, sadece ibadetlere
ait değildir. İbadetler dışında kalan diğer meşru işler de bu tavsiyenin
kapsamına girmektedir. Meşru olan işlerin Allah'a en hoş geleni ve mükafata en
çok layık olanı, az bile olsa, devamlı ve düzenli olanıdır. Çünkü önemli olan,
çokluk değil, düzenli ve devamlı olanıdır. Bu da, ifrat ve tefritten sakınarak
iki uç arasında bir orta yolu tutmakla mümkündür.
“Allah usanmaz”
ifadesi, “Allah terk etmez” anlamındadır.
701-
Alkame'den rivayet edilmiştir: “Müminleri annesi Hz. Âişe'ye sorup:
“Ey müminleri annesi!
Resulullah (s.a.v.)'in ibadeti nasıldı? Belirli günlere şey tahsis eder
miydi?” dedim. Aişe:
“Hayır! Onun ameli devamlıydı. Resulullah (s.a.v.)'in
gücünün yettiği şeye hanginizin gücü yetebilir ki?” diye cevap verdi.
[1001]
Açıklama:
Hadisi şerif, ibadete
devamı teşvik etmektedir. Çünkü devamlı olarak yapılan az ibadet, bir müddet
sonra bırakılan çok İbadetten daha hayrhdır. Zira devamlı olarak yapılan ibadet
az bile olsa, Allah'a taat, zikir, murakabe ve ihlası devam ettirir. Bu
devamlılık sayesinde az amel, devam etmeyen çok ameli kat kat geçer.
Hz. Peygamber (s.a.v.)
her ayın başında, ortasında ve sonunda üç gün, haftanın Pazartesi ve Perşembe
günlerinde oruç tutması, buna bir örnektir.
702- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
mescide girmişti. O sırada mescitte iki direk arasına bir ip gerilmişti. Orada
bulunan kimselere:
“Bu ip de ne öyle?” diye sordu. Sahabiler:
“Zeyneb'in ipi!
Bununla namaz kılıyor, yorulduğu zaman yada gevşeklik hissettiği zaman buna
tutunuyor” dediler. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.):
“Çözün o ipi! Sizden birisi dizinde olduğu sürece
namazını kılsın! Yorulduğu yada gevşediği zaman oturup dinlensin” buyurdu.
[1002]
Açıklama:
Hadiste, aşın
yorgunluk halinde nafile namazların oturarak, zindelik ve dinçlik hallerinde
ise ayakta kılınması gerektiği belirtilmektedir. Çünkü aşırı yorgunluk, namazın
özünü teşkil eden huşuya engel olur.
Hadis, ibadetlerde
ölçülü olmaya ve sıhhate engel olacak şekilde kendini ibadete zorlamaktan
sakınmaya teşvik etmektedir.
Bir ipe tutunmak yada
yaslanmak suretiyle ferz namaz kılmak alimlerin büyük çoğunluğuna göre mekruhsada,
nafile namaz sırasında ayakta uzun süre durabilmek için bir bastona yada benzer
bir şeye dayanmak mubahtır.
703-
Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Hz. Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Havle bint. Tuveyt b.
Habîb b. Esed b. Abduluzza, Âişe'ye uğramıştı. O sırada Âişe'nin yanında
Resulullah (s.a.v.) vardı.
Âişe der ki:
Resulullah (s.a.v.)'e:
“Bu, Havle bint. Tuveyt'tir. Geceleyin uyumayıp
devamlı ibadet ettiğini söylerler”
dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Geceleyi uyumuyor öyle mî! Güç yetirebileceğiniz
işleri yapın. Vallahi, Siz usanmadıkça Allah'da usanmaz” buyurdu.
[1003]
Açıklama:
Rivayetlerin bazısında
Hz. Âişe'nin yanında isim belirtilmeksizin bir kadın olduğu ve bazı
rivayetlerde ise Havle adında bir kadın olduğu belirtilmektedir. Dolyısıyla
olayın, bir olması da ve çeşitli olması da imkan dahilindedir.
Havle, muhacirlerden
olup dinine bağlı bir kadındı. Çok ibadet yapan birisiydi. Burada bütün gece
namaz kılma yerine kişinin güç yetirebileceği şekilde devam üzere olmak
kaydıyla ibadetin az yapılması tavsiye edilmektedir. Çünkü devam üzere yapılan
az ibadet, devamlı olmayan çok ibadetten daha makbuldür.
Hadiste muhatab
kadınlar olduğu halde, erkeklere özgü çoğul kipiyle “Güç yetirebileceğiniz işleri yapın. Vallahi, Siz usanmadıkça Allah'da
usanmaz” buyurulması, hükmün, erkek ve kadın bütün ümmeti kapsamasından
dolayıdır.
704- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden birisi namazda uyuklarsa, uykusu gidinceye
kadar yatsın. Çünkü uykulu halde namaz kılacak olursa, belki istiğfar edeyim
derken kendisine söver.”
[1004]
Açıklama:
Farz veya nafile
namazlan kılarken, ister gündüz ve ister gece olsun, kişiyi uyku basacak olursa
bu uykuyu dağıtıncaya kadar kişinin yatıp uyuması müstehabtır. Ancak farz
namazlar için bu durum, namaz vaktinin çıkmaması şartına bağlıdır.
705- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.) geceleyin Kur'an okuyan bir
kimseyi işitip:
Allah o kimseye rahmet etsin! Gerçekten bana filan ve
filan ayetleri hatırlattı. Ben, o ayetleri filan ve filan surelerden
düşürmüştüm” buyurdu.
[1005]
Açıklama:
Geceleyin Kur'an
okuduğundan bahsedilen kişinin, Abdullah b. Yezîd el-Ensârî olduğu, başka bir
rivayette ise Abbâd b. Bişr
[1006]
olduğu belirtilmiştir.
Bu düşürmenin
keyfiyeti, ilahî tasarruf çerçevesinde meydana gelen işlerdir. Yoksa risalet
vazifesinin eksik yapılmasını doğuracak şahsî bir yanlışlık değildir. Çünkü
peygamberlik ve tebliğ hususlannda unutmak asla caiz ve mümkün değildir.
Bununla birlikte İbn
Melek, bu hadisteki “Düşürme”, ayetlerin düşürülmesi manasında değil de sadece
o anda tilavetini hatırlamamış olmak manasına geldiğini ifade etmiştir.
Yada Allah'ın,
neshetmeyî murad ettiği ayetleri Resulullah (s.a.v.)'in kalbinden çekip alması
suretiyle olur. Bu, “Seni okutacağız da
asla unutmayacaksın. Allah'ın dilediği başka”
[1007]
ayetinde kastedilen unutmadır.
706-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kur'an okuma ve ezberine sahip kimsenin misali, bağlı
deve gibidir. Eğer sahibi devesini korursa, onu eli altında tutar.
Eğer salıverirse deve kaçıp gider.”
[1008]
Açıklama:
Hadiste, Kur'an'ı
okumak ve tilavetine devam etmek, kaçacağından korkulan deveyi bağlamaya
benzetilmiştir. Deve gözetim altında olduğu müddetçe nasıl ki ipini çözüp
kaçamazsa Kur'an'da devamlı okunursa unutulmaz, ezberde kalır.
Hadis, Kur'an'ı
ezberlemeye ve okumaya teşvik ile unutmaktan sakındırmayi kapsamaktadır.)
707-
Abdullah b. Mes'ud (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kur'an okuma ve ezberine sahip kimselerden birisinin:
“Şu, şu ayetleri unuttum” demesi ne kötü bir şeydir. Aksine o ayetler o kimseye
unutturulmuştur. Ey Kur'an okuyan ve ezberlereyen kimseler! Kur'an'ı daima
okuyup müzakare edin! Çünkü Kur'an'ın, bu tür kimselerin gönüllerinden ayrılıp
kaçması, devenin bağlarından ayrılıp kaçmasından daha çabuktur.”
[1009]
708- Ebu
Musa el-Eş'arî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kur'an'ı sürekli hatırda tutup göz önünde bulundurun.
Muhammed'in nefsi elinde olan Allah'a yemin olsun ki, Kur'an'ın hafızalardan
kaçıp gitmesi, devenin bağından kaçıp gitmesinden daha çabuktur.”
[1010]
709- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Allah, Kur'an'ı nağmeli ve yüksek sesle okuyan
Peygamber'ine önem verdiği kadar hiçbir şeye önem vermemiştir.”
[1011]
Açıklama:
Sesi, Kur'an
tertiliyle süslemek, müstehabtır. Şu da bilinmelidir ki; Kur'an'ın hem lafzı ve
hem de manası, güzelliklerle doludur. Kur'an'ın; ince ve derin manaları, konuya
uygun, ahenkli ve tabii bir anlatım düzeni vardır.
İşte Kur'an okurken
bunları görmeye, duymaya ve duyurmaya çalışmak; ses, huşu, ahenk, yerine göre
de hüzün ve hareket kazandırarak güzel okumaya gayret etmek gerekmektedir.
Yalnız harflerin ve kelimelerin okunuşunda uyulması gerekli olan kurallara
mutlaka uyulmalıdır, Bu şartla, Kur'an-ı nağmelerle okumaya karşı çıkarken, bir
çok alim ve Ebu Hanife buna cevaz vermiştir.
710-
Ebu
Musa el-Eş'arî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Rasulullah (s.a.v.), Ebu Musa'ya;
“Dün gece senin Kur'a okuyuşunu dinlerken beni bir
görmeliydin!. Gerçekten sana Davud ailesinin mizmarlarından bir mizmar
verilmiş” buyurdu.
[1012]
Açıklama:
Bu hadiste; Hz.
Peygamber (s.a.v.), Ebu Musa el-Eşarînin Kur'an okuyuşunu teşvik etmekte ve
sesini beğenmektedir.
Hz. Dâvud (a.s), güzel
bir sese sahip idi. Burada Ebu Musa'nın sesi, Hz. Dâvud (a.s)'ın sesine
benzetilmektedir. Çünkü Hz. Dâvud (a.s), “Zebur”u okumaya başladığında; dağlardaki
kuşlar, kurtlar bile hüzünlenirmiş. Güzel sesle okumak, onda son bulmuştur.
711-
Abdullah
b. Muğaffel (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.) Mekke'nin Fethi yılında bir
yolculuğu sırasında hayvanı üzerindeyken “Fetih Suresi”ni okudu. Okuyuşunu
nağmeli yaptı.”
Açıklama:
Hadisin ravisi
Muaviye:
“İnsanlar etrafıma toplanmasaydı
ben de Abdullah İbn Muğaffel'in Resulullah'ın okuyuşunu anlatmak suretiyle
nağme yaptığı gibi bu sureyi nağmeyle okurdum” dedi.
[1013]
Bu hadisten
anlaşıldığına göre; Kur'an'ı okurken kıraati güzelleştirmek için makam yapmak,
sesi titretmek caizdir. Yalnız nağme yapacağım diye de işi çığırından çıkararak
Kur'an'ı haşa bir musiki havasına sokmak da caiz değildir. Her şeyde olduğu
gibi bu konuda da en uygun tarz, itidalli olmaktır.
712- Berâ'
b. Âzib (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir adam, “Kehf
Suresi”ni okuyordu. Yanında da iki uzun iple bağlı bir at duruyordu. Derken o
kimsenin etrafını bir bulut kapladı. Bulut, dönmeye ve yaklaşmaya başladı.
Dolayısıyla bu kimsenin atı, bundan ürkmeye başladı. Sabah olunca bu kişi
Peygamber (s.a.v.)'e gelip bu olayı ona anlattı. Peygamber (s.a.v.):
“Bu, sekinettir. Kur'an için inmiştir” buyurdu.
[1014]
713- Ebi
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Useyd İbn Hudayr bir
gece hurma sergisinde Kur'ân okurken birdenbire atı şahlandı. Fakat o yine
okumaya devam etti. Sonra at tekrar şahİandı. Useyd yine okumasına devam etti.
Sonra at bir daha şahlandı.
Useyd der ki: Atın,
oğlum Yahya'yı çiğneyeceğinden endişe ettim, kalkıp atın yanma gittim. Bu
sırada başımın üstünde bulut gölgesine benzer bir sis içerisinde kandiller gibi
bir çok parıltılar gördüm. Bu gölge tabakası, içindeki ışık görünümüyle
birlikte göğe doğru çekilip çıktı. Nihayet onu göremez oldum. Ertesi sabah
Resulullah (s.a.v.) 'e gidip ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Dün akşam, gece yarısı hurma kurutulan sergimde (Kur'ân) okurken birden atım
şahlandı” dedim, Resulullah (s.a.v.) hemen:
“Oku, ey Hudayr'ın oğlu!” buyurdu.
Okumaya devam ettim.
Sonra at yine şahlandı. Resulullah (s.a.v.) yine:
“Oku, ey Hudayr'ın oğlu!” buyurdu.
Ben yine okudum, at
yine şahlandı. Resulullah (s.a.v.) yine:
“Oku, ey Hudayr'ın oğlu!” buyurdu.
Artık okumaktan
vazgeçtim. Oğlum Yahya ata yakın bir yerderdi. Atın çocuğu çiğnemesinden endişe
ettim. O sırada bulut gölgesi gibi bir beyazlın içinde kandiller misali
yıldızların parlamakta olduklarını gördüm. Artık bu beyaz gölge tabakası, içindeki
parlaklıklar görünümüyle göğe doğru çekilip çıktı. Nihayet onu göremez oldum.
Resulullah (s.a.v.):
“Onlar, meleklerdi. Senin Kur'ân okumanı
dinliyorlardı. Eğer Kur'an'ı okumaya devam etseydin, sabaha kadar seni
dinlerlerdi. İnsanlar da onları görürlerdi. Onlar, insanlardan gizlenmezlerdi” buyurdu.
[1015]
Açıklama:
Useyd İbn Hudayr,
meşhur sahâbîlerden olup Akabe Bey'atinde ve Bedir'de bulunmak gibi en yüce mertebelere
sahiptir. Onun en yüksek bir özelliği de, hoş şada ve eda ile Ebû Mûsa'l-Eş'arî
derecesinde etkili Kur'ân okumasıdır. Kur'ân okumada sahabilerin önde gelenlerinden
idi.
Resûlullah (s.a.v.),
Ebû Musa'nın güzel sesini övdüğü gibi, bunun da güzel sesini övmüştür. Bu ses
ve eda güzelliğinden dolayı melekler bile okuduğu Kur'ânı dinlemek için yanına
gelmişlerdi.
Bu hadiste bulut
gölgesi gibi görünen şeyin adı, Sekine olduğu bildirilmiştir. Sekine kelimesi,
muteşâbih bir lafızdır. Ne anlama geldiği hususunda çeşitli görüşler ileri
sürülmüştür. Bir görüşe göre Sekine; Allah'ın sekîneti, vakar ve rahmetini
taşıyan bir mahlûkudur. Diğer bir görüş de, melekleri ihtiva eden bir varlık
olduğudur.
Bu hadisler, Adem
oğullarının melekleri görmelerinin caiz olduğuna, Bedir'den Kudüs'ün fethine
kadar bütün hayatını cihadla, Kur'âna hizmetle geçiren o büyük sahâbînin yüksek
faziletine delâlet eder. Hicri 20 yılında vefat ettiği zaman Bakî"
kabristanlığına konacağı sırada müminlerin emiri Hz. Ömer, tabutun iki kolunu
yüklenmek suretiyle ona büyük hürmet göstermiştir.
714- Ebu
Musa el-Eş'arî (r.a)'tan rivayet ediidiğine göre, Resûlullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Devamlı Kuran okuyan mü'min; kokusu hoş, tadı güzel
turunçgillerden ağaç kavunu/ütrüce meyvesi gibidir.
Devamlı Kur'an okumayan mü'min de; tadı güzel, kokusu
olmayan hurma gibidir.
Kuran okuyan münafık kimse ise; kokusu güzel, tadı acı
olan fesleğen gibidir.
Kur'an okumayan münafık kimse ise; tadı acı, kokusu
olmayan Ebu Cehil karpuzu gibidir.”
[1016]
Açıklama:
Hadis, Fatiha suresi
gibi beş vakit namazda okunması gereken surelerden fazla olarak her gün Kur'an
okumayı kendisine prensip edinen bir mü'mini; kokusu hoş, tadı güzel bir
portakala benzetmektedir.
Devamlı Kur'an okuyan
mü'minin tatlılığı; kalbinde kökleşip yerleşmesinden, hoş kokulu oluşu ise
Kur'an okumayı alışkanlık haline getirip Kur'an'ı sık sık okumasından Kur'an'ı
okurken, hem kendisini ve hem de dinleyenleri huzura ve sükûnete kavuşturmasından
ve aynı zamanda hem kendine ve hem de dinleyenlere sevap kazandırmasından ve
Kur'an'ın hikmetler hazinesinden nasip almaya vesile olmasından
kaynaklanmaktadır.
Devamlı Kur'an
okumayan mü'min ise; tadı güzel olup kokusu olmayan bir hurmaya
benzetilmektedir. Çünkü her ne kadar mü'min İman sahibi olarak çok tatlı ise de
sürekli Kur'an okumadığı zaman okunan Kur'an'ın etrafa yaydığı, hoş koku
meselesindeki huzur, huşu ilim ve hikmet nimetlerinden mahrum kalır. Bubakımdan
tadı olup da etrafa hoş kokular yayamayan meyvelere dönüşür.
Yine Kur'an okuyan
münafık kimse; kokusu güzel, tadı acı fesleğene benzetilirken, Kur'an okumayan
münafık kimse ise; tadı acı olup kokusu olmayan Ebu Cehil karpuzuna
benzetilmiştir. Çünkü münafıklık, neticesi itibariyle Ebu Cehil karpuzu gibi acıdır.
Bu bakımdan münafık bir kimsenin, Kur'an okuyarak etrafa Kur'an'ın hayat
bahşeden nurlarını, cennet kokusunu müjdeleyen nağmelerini saçıyorsa, o zaman
kokusu olmayan acı; Ebu Cehil karpuzundan farkı kalmaz.
Münafık oluşuyla
birlikte Kur'an okuyan bir kimse, münafıklığı yönüyle sevimsiz ve tatsız
olmakla birlikte okuduğu Kur'an ile etrafa tatlı ve huzur verici kokular
neşrettiği için tadı acı, fakat kokusu hoş fesleğene benzetilmiştir.
[1017]
715- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kur'an'ı okumada maharetli olan kişi, “Sefere”
denilen kerîm ve itaatkar peygamberlerle/meleklerle beraberdir. Kendisine zor
geldiği halde kekeleyerek Kur'an okuyan kimseye ise iki kat sevap vardır.”
[1018]
Açıklama:
“Maharet” kelimesi
burada; Kur'an'ı iyi okuyan, ezberi güçlü olan kimse demektir.
“Sefere” ise, “Safir”
kelimesinin çoğulu olup aracı anlamına gelmektedir. Bu kelimenin tefsirinde
birkaç görüş ileri sürülmüştür:
1- Katib
meklekler, Levh-i taşıyan meleklerdir. Bunlar, kutsal kitapları peygamberlere
aktardıklan için bu ismi almışlardır.
2- Kulların
amellerini yayzan yazıcı meleklerdir.
3- Allah ile
peygamberler arasında elçilik yapan meleklerdir.
4- Allah'ın
insanlara gönderdiği peygamberlerdir.
5- Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in sahabileridir.
Hadisten anlaşıldığına
göre; Kur'an'ı düzgün bir şekilde okuyan kimselerin, bu Kur'an okumaları,
onları güzel vasıflarla övülen meleklerle/peygamberlerle birlik olma
mertebesine çıkartacaktır. Okuması iyi olmadığı için, kendisine zor geldiği
halde Kur'an okuyan kimselere ise, iki sevap vardır. Biri, Kur'an okuduğu için
ve diğeri ise, zorluk çektiği içindir.
Yalnız bu ifade, kötü
Kur'an okuyan kimsenin, iyi okuyan kimseden daha fazla sevap alacağı şeklinde
bir kanaate götürmemelidir. Bundan maksat; okuması zayıf olup da okumakta
güçlük çeken kimseleri okumaya teşvik içindir.
716- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.), Übeyy b. Ka'b'a:
“Gerçekten Allah bana, sana karşı Kur'an okumamı
emretti” buyurdu. Übeyy b.Ka'b:
“Allah benim adımı
gerçekten açıkça sana andı mı?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Evet, Allah bana senin ismini söyledi” buyurdu.
Hadisin ravisi der ki:
Übeyy, sevincinden ağlamaya başladı.
[1019]
Beyyine suresi nazil
olunca Cebrail (a.s), Resulullah (s.a.v.)'e:
“Rabbin, bu sûreyi,
Übeyy'e okumanı emretti”dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.), Übeyy'e:
“Gerçekten Allah bu sûreyi sana okumamı emir buyurdu” dedi. Bunun üzerine Übeyy' de ağlamıştır.
Bu sûrenin Hz. Übeyy'e
okunmasındaki hikmet; ondan bir şey öğrenmek için değil, bu sûreyi ona da
öğretmek ve kendilerini sırf Kur'ân-ı Kerîm okumaya tahsis eden hafızlara
Kur'ân-ı Kerîm'i arzetmenin sünnet olduğunu bildirmek içindir. Bununla Hz.
Übeyy'in faziletine tenbîh ve müslümanlan ondan Kur'ân öğrenmeye teşvik kast
edilmiş oimak da caizdir. Nitekim öyle de olmuştur. Resulullah (s.a.v.)'in
vefatından sonra Übeyy, Kur'ân-ı Kerim'de meşhur bir imam olmuştur.
Übeyy'e okunmak için
Beyyine suresinin tahsis buyurulması; bu sûrenin kısa olmasına rağmen pek
büyük düsturları, kuralları, işleri bir araya getirdiği içindir.
Kurtubî der ki:
“Bu sûrenin özellikle
zikredilmesi, kısa olmakla beraber ihtiva ettiği tevhîd, risâlet, ihlâs,
Peygamberlere İndirilen sahifeler il kitaplar, namaz, zekât, kıyamet, cennetlikler
ve cehennemliklerden dolayıdır.”
Übeyy (r.a)'ın isminin
Yüce Allah tarafından anılmasına pek ziyâde şaşarak bu hususta Resulullah (s.a.v.)'den
açıklama istemiş, ismini hakîkaten andığını işitince sevincinden kendini
tutamayarak ağlamışdır. Zira Resulullah (s.a.v.)'in okuduğunu dinlenmek için
Allah Teâlâ tarafından Übeyy'in adı ile şanı ile tâyin buyurulması onun için
pek büyük bir şereftir. Ubeyy, önce kendisinin bu şerefe lâyık olmadığını
zannettiği için, “İsmimi hakîkaten Allah Teâlâ andı mı?” diye sormuştur.
Bâzıları Hz. Übeyy'in
ağlamasını, bu büyük nimete karşı şükürde kusur edeceğinden korktuğu şeklinde
de yorumlamışlardır.
[1020]
717-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.), bana:
“Bana Kur'an oku!” buyurdu. Ben:
“Ey Allah'ın resulü!
Kur'an sana indirildiği halde onu sana ben mi okuyayım?” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Ben onu başkasından dinlemek istiyorum”' buyurdu.
Bunun üzerine Nisa
suresini okumaya başladım.
“Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de
onların üzerine bir şahit yaptığımız zaman bakalım kâfirlerin hali ne
olacak!.”
[1021]
ayetine vardığım zaman başımı kaldırdım yada birisi yanımı dürttü de başımı
kaîdırdm. Gördüm ki, Resulullah (s.a.v.)'in gözlerinden yaşlar boşalıyor.
[1022]
Açıklama:
Kur'an okunurken can
kulağıyla dinlemek ve ayetlerin manalarını düşünerek ağlamak müstehabtır. Yine
Kur'an'ı güzelce dinlemek için onu başkasına okutmak da müstehabtır. Bu suretle
hasıl olan tefekkür ve tedebbür, kendi kendine okumadan daha fazla olabilir.
718-
Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Humus'taydım. Halktan biri,
bana:
“Bize Kur’an oku!”
dedi.
Bunun üzerine onlara
Yusuf suresini oku(maya başla}dım. Halktan biri okumama itiraz ederek:
“Vallahi, bu sure
böyle indirilmemiştir” dedi. Ben de:
“Yazıklar olsun sana! Vallahi, ben bu sureyi
Resulullah (s.a.v.)'e bu şekilde okumuştum. Bana:Güzel okudun” buyurmuştu, dedim.
“Ben o şahısla (böyle)
konuşurken birden bire ondan şarap kokusu geldiğini duydum. Ona: Hem şarap
içiyor ve hem de Allah'ın Kitab'ını mı yalanlıyorsun? Sana içki içmenin cezası
olan haddi vurmadıkça buradan ayrılamazsın' deyip ona had cezası vurdum.”
[1023]
Açıklama:
Bu sarhoş kimsenin
adının, Nuheyk İbn Sinan olduğu belirtilmektedir.
Hadisin zahirine
bakılırsa, üzerinde şarap kokusu bulunan adama hadd cezasını bizzat Abdullah
İbn Mes'ûd (r.a) vurmuştur.
Nevevî bu konuda şöyle
der:
“Abdullah İbn
Mes'ûd'un hadd vurması, bu hususta hükümdarın genel veya özel vekili olduğuna;
bir de, o adamın özürsüz şarap içtiğini i'tirâf ettiğine hamlolunur. Aksi
takdirde sırf şarap kokusunu duymakla hadd cezası vurulmaz. O adamın
yalanlaması dahî bilmeyerek Kur'an'dan olan bir şey'i inkâr ettiğine
hamlolunur.”
[1024]
Bâzıları: “İhtimâl ki
Abdullah İbn Mes'ûd 'un “Ona hadd cezası vurdum” sözünden maksadı; devlet
reisine haber vermesidir. Bu suretle ona hadd vurulmasına sebep olduğu için
mecazen had vurmayı kendisine isnâd etmiştir” derler.
Kurtubî'de der ki:
“Abdullah İbn Mes'ûd
'un, o adama hadd vurması, kendisini bu hususta yetkili saydığı içindir. Yahut
hükümdar adına bir vacibi yerine getirdiğini düşünmektedir....
Abdullah İbn Mes'ûd, o
adama ancak i'tirâfı sebebi ile hadd cezası vurmuştur. Bir de sırf koku, şarap
içtiğine kesin delil olamaz. Şarap kokusuna benzer başka bir şey yemiş veya
içmiş olabilir. Örneğin, ayva yiyen insanın ağzı, şarap kokusu gibi kokar.
Şüpheyle ise hadd cezas: vurulamaz. Hadd vurmak için ya şâhid yahut içenin
i'tirâfı şarttır”.
719- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Sizden birisi evine döndüğü zaman orada üç tane iri,
semiz, gebe deve bulmasını ister mi?” diye sordu. Biz de:
“Evet!”' diye cevap
verdik. Resulullah (s.a.v.):
“O halde sizden birisinin namazında okuyacağı üç ayet,
kendisi için iri, semiz ve gebeliği belli olmuş üç deveden daha hayrlıdır” buyurdu.
[1025]
720- Ukbe b.
Amir (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Suffa'da iken Resulullah
(s.a.v.) (evinden dışarı) çıkıp:
“Hanginiz hergün
hiçbir günaha girmeden ve akrabalık bağlarım kesmeden Medine'ye yakın bir yer
olan Buthân'a yada Medine'ye yakın bir vadi olan) Akîk'a gidip oradan iki tane
iri hörgüçlü dişi deve getirmek ister?”
diye sordu. Biz de:
“Ey Allah'ın resulü!
Bunu hepimiz isteriz” dedik. Resulullah (s.a.v.):
“O halde sizden birisinin mescide gidip yüce Allah'ın
Kitabından iki ayet öğrenmesi veya okuması onun için iki dişi deveden daha
hayrlıdır. Üç ayet onun için üç deveden, dört ayet dört deveden ve okunacak
ayetler kendi sayılarınca deveden daha hayrlıdırlar” buyurdu.
[1026]
Açıklama:
Suffa, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
mescidinin geri tarafında set, seki gibi yüksekçe bir eyvandır. Halk arasında
buna “Sofa” ifadesi kullanılır. Suffa ehli, buraya nispet edilmişlerdir.
Suffa'nın bir tarafı
Mescid-i Nebevî'ye bitişik olup üstü örtülü, fakat etrafı açıktı. Burası, daha
çok muhacirlerden yer ve yurtlan olmayan bir kısım fakîr sahâbîlere tahsis
edilmişti.
Onlar burada yatarlar,
ibâdetle, Kur'ân kırâatıyla meşgul olurlardı. Bunların başka meşgaleleri
olmadığı için çoğunlukla vakitleri Hz. Peygamber (s.a.v.)’in huzurunda geçerdi.
Ondan Kur'ân ve ilim öğrenirlerdi. Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından ta'yîn
edilen eğitmenler marifetiyle de onlara Kur'ân öğretilip ezberletilirdi.
Bunlardan yetişenleri müslüman olan kabilelere Kur'ân eğitmeni olarak
yollanırdı. Bu cihetle bunlara, “Kur’an” ismi de verilirdi. Suffaya da.
“Dâru'l-Kur’ân” demek en uygun bir isimdi.
Hadis, Allah'ın kelamı
Kur'an'ı okumanın, öğrenmenin ve öğretmenin ne derece büyük sevablara vesile
olduğunu ortaya koymaktadır.
721- Ebu
Ümâme el-Bâhilî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i şöyle
buyururken işittim:
“Kur'an'ı okuyun! Çünkü Kur'ân, okuyanlara kıyamet
günü şefaatçi olarak gelecektir.”
Zehrâvayn'ı yani Bakara ile Al-i Imrân surelerini
okuyun! Çünkü bu iki sure, kıyamet günü iki bulut yada iki gölge veya
gökyüzünde kanatlarını açmış saf saf iki kuş sürüsü gibi gelip okuyucularını
(cehennem ateşinden) koruyacaklardır.
Bakara suresini okuyun! Çünkü Bakara suresini okumak
berekettir. Okumamak ise pişmanlıktır. Kahramanlar/sihirbazlar, onu(n
faydalarını ve bereketlerini elde etmeye) güç yetiremezler.”
[1027]
722- Nevvâs
İbn Sem'ân el-Kilâbî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.)’i:
“Kur'an ve onunla amel eden kimseler, kıyamet gününde
getirilecekler. Kur'an'ın önünde Bakara ve Al-i Imrân sureleri bulunucak” derken işittim.
Resulullah (s.a.v.) bu
iki sure için üç örnek getirdi ki ben bunları halen unutmadım. Resulullah:
“Bu iki sure, sanki iki bulut yada aralarında bir nur
bulunan iki siyah gölgelik veya okuyanlarını (cehennem ateşinden) koruyan
gökyüzünde kanatlarını açmış saf saf iki kuş sürüsü gibi olacaktır” buyurdu.
[1028]
Açıklama:
Fatiha suresi, bütün
Kur'an'ın özü ve aslı olduğu gibi, Bakara ve Al-i İmran sureleri de, bu özün
bir detayı mahiyetindedir. Bu iki sure, İslam'ın esaslanni ve hümüklerini geniş
bir şekilde ortaya koymaktadır.
723-
Abdullah
İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Cebrail, Peygamber (s.a.v.)'in
yanında oturmaktaydı. O sırada Peygamber (s.a.v.), üstünden kapı sesine benzer
bir ses işitti. Başını kaldırdı. Cebrail:
“Bu kapı, şimdiye
kadar asla açılmayıp sadece bugün senin için açılan bir gök kapısıdır” dedi.
Derken o kapıdan bir
melek indi. Cebrail:
“Bu, yeryüzüne (ancak
şimdi) inen bir melektir. Bu güne kadar yeryüzüne hiç inmemiştir” dedi.
Melek (gelip) selam
verdi. Peygamber (s.a.v.):
“Sadece sana verilen ve senden önce hiçbir peygamabere
verilmemiş iki nur ile müjdelen! Bu iki nur, Fatiha suresi ile Bakara suresinin
son ayetleridir. Bunlardan okuyacağın her harfe karşılık mutlaka istediğin
sana verilecektir” dedi.
[1029]
Açıklama:
Bu sure aslında,
Allah'ın kendi kitabını okumak isteyenlere öğrettiği bir duadır. Okuyucuya şu
dersi öğretmek için Kitab'ın en başına yerleştirilmiştir: Eğer samimi olarak
Kur'an'dan yararlanmak istiyorsan, Alemlerin Rabbi'ne bu şekilde dua etmelisin.
Bu önsöz, okuyucunun
kalbinde Alemlerin Rabbi'nden hidayet dileme -hidayeti ancak O verebilir-
konusunda kuvvetli bir istek uyandırmayı amaçlar. O halde Fatiha, dolaylı
olarak incelemek ve Alemlerin Rabbi'nin, bilginin tek kaynağı olduğu gerçeğini
kabul etmek olduğunu öğretmektedir. Bu nedenle, kişi Kur'an'ı incelemeye,
O'ndan Hidayet dileyerek başlamalıdır.
Konusu nedeniyle,
Fatiha ile Kur'an arasındaki ilişkinin, bir giriş ve kitap ilişkisi değil, bir
dua ve ona cevap niteliğinde bir ilişki olduğu açığa çıkmaktadır. Fatiha, kulun
duası, Kur'an ise, Mâbud'un kuluna verdiği cevaptır. Kul, kendisine doğru yolu
göstermesi için Allah'a yalvarır; Allah da duaya cevap olarak, tüm Kur'an'ı
onun önüne koyar ve sanki şöyle der:
“İşte, benden
dilediğin Hidayet!”
[1030]
724- Ebu
Mes'ud el-Ensârî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim bir gece içerisinde Bakara suresi'nin sonundaki
şu iki ayeti , bu iki ayet o kimseye her konuda yeterlidir”[1031]
Açıklama:
Fatiha, Kur'an'm özü
olduğu gibi dünyanın başka bir dilinde rastlanmayan değer ve yükseklikte bir
duadır. Fatiha suresinin fazileti hakkında pek çok şey söylenmiştir.
Bilindiği üzere,
Bakara Sûresinin son iki ayeti, “Amenerrasûlü”dür.
Rivayetin sonunda yer
alan “Ona yeterlidir” ifadesini birkaç şekilde anlamak mümkündür:
1- Geceyi
ihya yönünden yeterlidir. Bu, qece namazı yerine geçer. Çünkü İbn Adiyy (ö.
365/975)'in Abdullah İbn Mes'ud'dan naklettiği rivayet bu manayı
doğrulamaktadır.
2- Şeytana
karşı yeterlidir. Yine Taberânî (ö. 360/970)'nin, ceyyid bir senedle Şeddâd b.
Evs'ten naklettiği rivayet bu görüşü desteklemektedir.
3- Bütün
kötülüklere karşı yeterlidir.
4-
İnsanlardan ve cinlerden gelecek kötülükleri uzaklaştırmaya yeterlidir.
Bakara Sûresinin son
iki ayetine, böyle bir faziletin tahsis edilmesinin hikmeti; muh-tevalan
bakımındandır. Çünkü burada temel olarak imanın esaslanna vurgu yapılmakta ve
kulların,'Rablerine
karşı durumları açığa kavuşturulmaktadır.
725-
Ebu'd-Derdâ' (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim Kehf suresi'nin başından on ayet ezberlerse,
Deccâl'den korunmuş olur.”[1032]
Açıklama:
Kehf, suresinin ilk
ayetleri, hakkı batıla karıştıran Hıristiyanların en esaslı akidelerini
sözkonusu eder. Deccâl'de hakkı batıla karıştıracağından dolayı, bu surenin on
ayetini okuyan kimse, Hıristiyanların örnek olarak verilen bu sapıklığı
gözlerin önüne serilerek Deccal’in fitnesinden de korunmuş olacaktır. Kehf
suresinin ilk on ayetinin meali şu şekildedir:
“Hamd olsun Allah'a ki
kulu Muhammede, Kitab'ı indirdi ve ona hiçbir eğrilik koymadı. Onu dosdoğru bir
Kitab olarak indirdi ki katından gelecek Şiddetli azaba karşı insanları uyarmak
ve yararlı işler yapan müminlere kendileri için güzel mükafat bulunduğunu
müjdelemek için. Onlar orada ebedî kalacaklarlardır. Ve “Allah evlât edindi”
diyenleri de uyarmak için. Ne onların Allah evlât edindi, diyenlerin, ne de
atalarının bu konuda hiçbir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan bu söz ne büyük
oldu! Yalandan başka bir şey söylemiyorlar. Bu yeni Kitab'a inanmazlarsa ve bu
yüzden helak olurlarsa arkalarından üzüntüyle neredeyse kendini harap
edeceksin. Biz, insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini deneyelim diye
yeryüzündeki her şeyi dünyanın kendine mahsus bir zinet yaptık. Bununla beraber
biz mutlaka oradaki her şeyi kupkuru bir toprak yapacağız. Resulüm! Yoksa sen,
bizim âyetlerimizden sadece Kehf ve Rakım sahiplerinin ibrete şayan olduklarını
mı sandın? Yoksa sen Ashab-ı Kehf i ve Rakimi isimlerinin yazılı bulunduğu taş
kitabeyi şaşılacak âyetlerimizden mi sandın?”
[1033]
726- Übeyy
b. Ka'b (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.), (Übeyy b. Ka'b'a):
“Ey Ebu'l-Münzir! Bilir misin? Allah'ın Kitab'ından
ezberinde bulunan hangi ayet daha büyüktür?” diye sordu. Ben;
“Allah ve Resulü daha
iyi bilir” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Ey Ebu'I-Münzir! Bilir misin? Allah'ın Kttab'ından
ezberinde bulunan hangi ayet daha büyüktür?” diye tekrar sordu. Ben:
“Ayete'1-Kürsî'dir”
diye cevap verdim. Bunun üzerine Resuluilah (s.a.v.) göğsüme vurup:
“Vallahi, Ey Ebu'l-Münzir! İlim sana afiyet olsun!” buyurdu.
[1034]
Açıklama:
Ebu'l-Münzir, Übeyy b.
Ka'b'ın künyesidir. Übeyy, Resuluilah (s.a.v.) döneminde Kur'an'ın tamamını
bilen hafızlardandı.
Resulullah (s.a.v.)'in
“İlim sana afiyet olsun” sözüyle de,
onun, Kur'an'i ezberlemedeki ve Kur'an'ın mahiyetini bilmedeki değerine işaret
etmiştir. Übeyy'in bu durumu ile ilgili olarak 712 nolu hadise bakabilirsiniz.
Ayete'I-Kürsî'nin
meali şu şekildedir:
“Allah, O'ndan başka
tanrı yoktur; O, hayydir, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama.
Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat
edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (Ona hiçbir şey
gizli kalmaz.) O'nun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir
şeyi tam olarak bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları
koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür.”
[1035]
Hadis, Ayetü'l-Kürsî'nin
sevab itibariyle Kur'ân-ı Kerim'in en büyük âyeti olduğunu bildirmektedir.
Nevevî'nin beyânına göre, bu üstünlük mezkûr âyetin Allah'ın bütün isim ve
sıfatlarının asıllarını yani ilâhlık, vahdaniyet, hayat, ilim, mülk, kudret ve
irâdeyi kendisinde toplamış olmasıdır. Bu yedi sıfat, yüce Allah'ın isim ve
sıfatlarının esaslarıdır. Bu âyet-i kerime, tüm kemâlâtın Allah'a ait olduğuna
ve Cenâb-ı Hakk'ın bütün noksanlıklardan münezzeh bulunduğuna delâlet eden ana
meseleleri içinde toplamaktadır. Allah'ın biriiği, azameti, yüce isim ve
sıfatları hep bu âyette yer almıştır, içerisinde Allah'ın adı açık vs gizli
onyedi defa zikredilmektedir.
Ayetü'l-Kürsî'nin bu
derece büyük faziletlere sahip olması, diğer ayetlerin noksanlığını
gerektirmez. Çünkü Allah'ın kelamında noksanlık düşünülemez. Öyleyse üstünlük,
ya sevab yönündendir yada birbirine nispetledir.
727-
Ebu'd-Derdâ' (r.a)’tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.):
“Sizden birisi bir gecede Kur'an'ın üçte birini
okumaktan aciz midir?” diye sordu.
Sahabiler:
“Bizden birisi, bir
gecede Kur'an'ın üçte birini nasıl okuyabilir?” dediler. Peygamber {s.a.v.):
“İhlas suresi, Kur'an'ın üçte birine denktir” buyurdu.
[1036]
728- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v.):
“Toplanın! Çünkü size Kur'an'ın üçte birini
okuyacağım!” buyurdu. Bunun üzerine
sahabilerden toplanan toplandı. Sonra Allah'ın Peygamberi (s.a.v.) evinden
dışarı çıkıp Ihlâs suresi'ni okudu. Sonra evine geri girdi. Birbirimize:
“Sanırım, ona gökten bir haber geldi. Girmesine sebep
o oldu” dedi.
Sonra Allah'ın
Peygamberi (s.a.v.) yanımıza geri çıkıp:
“Ben size 'Kur'an'ın üçte birini okuyacağım” demiştim.
Dikkat edin ki! Bu sure, Kur'an'ın üçte birine denktir” buyurdu.
[1037]
729- Hz.
Aişe (r.nhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) bir kimseyi askeri bir birliğin
başında komutan olarak savaşa göndermişti. Bu kimse, yanındakilere namaz
kıldırırken kıraatini daima İhlas süresiyle bitiriyordu. Seferden döndüklerinde
sahabiler bu durumu Peygamber (s.a.v.)'e bildirdiler. Bunun üzerine Peygamber
(s.a.v.):
“Bunu hangi şey için yaptığını ona sorun?” buyurdu.
Sahabiler (gidip bunun sebebini) o kimseye sordular. O da: “Çünkü İhlas suresi,
Rahman'ın sıfatlarını içermektedir. Dolayısıyla da ben bu sureyi okumayı seviyorum'
diye cevap verdi. Sahabiler, o kimsenin bu sözünü Resulullah'a söylediler.
Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
Ona haber verin ki, Allah'ta onu seviyor!” buyurdu.”
[1038]
Açıklama:
İhlâs suresi; alemlerin yaratıcısı yüce Allah'ın birliğini ve her türlü
ihtiyaçtan uzak bulunduğunu, bütün mahlukatin kendisine muhtaç olduğunu,
doğurmaktan ve doğrulmuş olmaktan münezzeh olduğunu, ortağının ve benzerinin
bulunmadığını ifade etmektedir. Ayrıca yüce Allah ile ilgili bütün batıl
inançları ve iddiaları reddetmekte ve Allah ile ilgili gerçeği tüm açıklığıyla
ortaya koymaktadır.
Alimler, İhlâs
suresinin, Kur'an'ın üçte birine denk olmasının keyfiyetini çeşitli şekillerle
açıklamışlardır:
1- Kur'an,
genel olarak; tevhid, peygamberlik, ahiret olmak üzere üç kısma ayrılır. İhlâs
suresi de, sırf Allah'ın sıfatlarına özgüdür. Bu nedenle de İhlâs suresi,
Kur'an'ın üçte birine denk olmaktadır.
2- İhlâs suresinin sevabı katlanarak, Kur'an'ın
üçte birinin katlanmayan sevabı kadar olur.
“Allah'ın, kulunu
sevmesi'ne gelince, Mâzİrî'ye göre, bundan maksat; kullarına sevab ve nimet
vermeyi dilemesidir. Bazılarına göre ise onlara sevab ve nimet vermeyi vaad
etmesi değil, fiilen bu sevab ve nimeti vermesidir.
“Kulların Allah'ı
sevmesi” ise bazılarına göre; Yüce Allah'a meyletmelerinden ibarettir.
Bazılarına göre ise O'na ibadet ve taata devam etmeleridir.
730- Ukbe b.
Âmir (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Görmedin mi? Bu gece bir benzeri (daha önce) hiç
görülmemiş bazı ayetler indirildi. Felak ve Nas (süresindeki) ayetler.”
[1039]
Açıklama:
Kur'an'ın bu son iki
suresi, ayrı ayrı iki sure ise de ve Kur'an'da böyle yazılı olmakla birlikte,
aralarındaki yakın ilgi ve konulannın yakınlığı nedeniyle iki sureye ortak isim
konularak “Muavezeteyn” denilmiştir. Yani “Sığınma” sureleri ismini
almışlardır.
Mümin kul, bu iki
sureyle, bütün varlıklardan ve insanlardan gelebilecek maddî ve manevi
kötülüklerden korunmuş olur. İşte bunun için Kur'an, bu dualarıyla son bulmuş,
Allah tarafından insanlığa en güvenilir sığınma yolu gösterilmiştir. Resulullah
(s.a.v.), her gece yatağına girerken bu sureleri okumak suretiyle ümmetine en
güzel bir uygulama örneği göstermiştir.
731-
Abdullah İbn Ömer (r.a}'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyie
buyurmaktadır:
“İmrenmek ancak iki kimseye caizdir:
1-
Allah'ın
kendisine Kur'an ilmi verdiği bir kimse ki, gece ve gündüz vakitlerde bu
Kur'an'la ayakta durur.
2- Allah'ın
kendisine mal verdiği bir kimse ki, gece ve gündüz vakitlerde bu malı Allah
yolunda infak eder.”
[1040]
732-
Abdullah
İbn Mes'ud (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“İmrenmek ancak iki kimseye caizdir:
1- Allah'ın kendisine mal verip de bu malı hak
yolunda harcamaya musallat kıldığı kimse.
2- Allah'ın kendisine hikmet verdiği bir kimse kî, bu
hikmetle hüküm verir ve bu hikmeti başkalarına öğretir.”[1041]
Açıklama:
Hadisin metninde geçen
“Hased” kelimesinden maksat, gıptadır.
Haset: Bir kimsenin,
başka bir kimsede gördüğü bir nimetin ondan alınarak kendisine verilmesini
istemesidir. Bu nedenle haset, kötü bir haslettir.
Gıpta: Başkasında
gördüğü bir nimeti, ondan alınmasını istemeden kendine temenni etmesidir.
Dolayısıyla gıpta, makbul bir haslet olarak görülmüştür.
Hadisin metninde geçen
“Hikmet” kelimesi, bazılarına göre, Kur'an'dır. Bazılarına göre ise öğrendiği
dini ilimle kişinin amel etmesi ve başkalarına öğretmesidir, bazılarına göre
ise eşyayı, dinin belirttiği şekilde bilmektir.
733- Hz.
Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Hişâm b. Hakîm'i,
Furkan suresini, benim okumadığım bir biçimde okurken işittim. Halbuki
Resulullah (s.a.v.), bu sureyi bana okutmuştu. Nerdeyse onun bu okuyuş şekline
müdahaele etmede acele edecektim. Sonra okuyuşunu bitirinceye kadar ona mühlet
verdim. Okuyuşunu bitirdikten sonra elbisesinden/ridasından tutup onu
Resulullah (s.a.v.)'e getirdim. Ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Ben bunu Furkan suresini bana öğrettiğinden başka şekilde okurken işittim”
dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Bırak onu! Ey Hişâm! Oku!” buyurdu. Bunun üzerine Hişâm, bu sureyi, benim
kendisinden işittiğim kıraatle okudu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Bu sure, bu şekilde indirildi” buyurdu. Sonra da bana:
“Oku!”
buyurdu. Ben de bana öğrettiği şekil üzere okudum. Bana da:
“Bu sure, bu şekilde indirildi. Bu sure, yedi
harf/okunus üzerine indirildi. Bunlardan hangisi kolayınıza gelirse o şekilde
okuyun!” buyurdu.
[1042]
734-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Cebrail bana ilk önce Kur'an'ı bir harf/okunuş üzere
okuttu. Sonra ben kendisine müracaat edip bunu daima artırmasını istemede ısrar
ettim. Böylece bu isteğim yedi türlü harfte/okunuşta son buldu.”
[1043]
735- Übeyy
b. Ka'b (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Mescitteydim. Birisi
içeri girip namaza durdu. Tanımadığım bir kıraat okudu. Sonra başka biri içeri
girdi. O da, arkadaşının okuduğundan başka bir kıraat okudu. Namazı
bitirdiğimiz zaman her birden Resulullah (s.a.v.)'in yanma girdik. Ben:
“Bu kimse, namazda
benim tanımadığım bir kıraat okudu. Sonra öteki girdi. O da, arkadaşının
okuduğundan başka bir kıraat okudu' dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.),
onlara okumalarını emir buyurdu. Onlar da okudular. Peygamber (s.a.v.) onların
ikisinin de okuyuşlarını beğendi. Bunun üzerine içime Peygamber (s.a.v.)'i öyle
bir tekzîb etmek geldi ki, böylesi câhiliyet devrinde bile gönlüme esmedi.
Resulullah (s.a.v.) beni kaplayan bu (kötü) hâli hissedince, göğsüme vurdu.
Bunun üzerine benden bir ter boşandı. Sanki korkudan Yüce Allah'ı görüyor
gibiydim. Resulullah (s.a.v.), bana:
“Ey Lebeyy! Kur'an'i, bir harf/okuyuş üzere oku diye
bana Cebrail gönderildi. Ben, ona: “Ümmetime vazifesini hafiflet”
diye müracaatta bulundum. O da, bana ikincide:
“Onu iki harf/okuyuş üzere oku!” diye cevap verdi. Ben tekrar ona: '
“Ümmetime (vazifesini) hafiflet” diye müracaat ettim. Üçüncüde bana:
“Onu, yedi harf/okuyuş
üzere oku! Ayrıca sana verdiğim bu her cevapla
birlikte kabul edilmesi
kesin olarak isteyebileceğin (üçüncü)
bir isteğin daha vardır”dedi. Bunun üzerine ben:
“Allahümme'ğfirlî
ümmeti, Allahümme'ğfir lî ümmeti” (=Allahım! Ümmetimi bağışla! Allahım!
Ümmetimi bağışla!)” dedim.
“Kabulü kesin olan üçüncü isteğimi de, İbrahim fa.s)
dahil bütün mahlukatın bana ihtiyaç duyup feryat edecekleri bir güne bıraktım” buyurdu.
[1044]
736- Übeyy
b. Ka'b (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
bir gün Gıfâr oğullarının küçük göl gibi su birikintisinin yanında bulunuyordu.
Derken Cebrail gelip ona;
“Gerçekten Allah,
ümmetinin, Kuranı bir harf/okuyuş üzere okumasını sana emrediyor!” dedi.
Resulullah (s.a.v.):
“Ben, Allah'tan bunun
af ve mağfiret buyurulmasını dilerim. Çünkü benim ümmetim buna güç yetiremez'
buyurdu. Sonra Cebrail, ona ikinci defa gelip: Allah, ümmetinin Kuranı iki harf
üzerine okumasını sana emrediyor!” dedi. Resulullah (s.a.v.) tekrar:
“Allah'tan bunun afv ve mağfiret buyurulmasını
dilerim! Çünkü ümmetim buna güç yetiremez” buyurdu. Sonra Cebrail ona üçüncü defa gelip:
“Allah, ümmetinin
Kuranı üc harf üzere okumasını sana emrediyor!” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Allah'tan bunun afv ve mağfiret buyurulmasını
dilerim! Çünkü ümmetim buna güç yetiremez” buyurdu. Sonra Cebrail ona dördüncü defa gelip:
“Gerçekten Allah,
ümmetinin yedi harf üzere Kur'ân okumasını sana emrediyor. Onu hangi harf üzere
okurlarsa, isabet etmiş olacaklardır” dedi.
[1045]
Açıklama:
Hadiste geçen yedi harften/okuyuştan tam olarak ne kastedildiği meselesi
alimler arasında tartışma konusu olmuştur. Bu konuda çeşitli görüşler ileri
sürülmüştür.
İslam bilginleri
arasında revaç bulan görüşlerden biri de; Kur'an-ı Kerim'in yedi harf/okuyuş
üzerine nazil olmasından kasıt, onun, yedi lehçe ve yedi lügat oluşudur.
İhtilaf, şekil ve surette olup madde ve lafız da değildir.
Hadiste geçen yedi
rakamı, gerek Kur'an'da ve gerekse de diğer kutsal kitaplarda, çokluktan
kinaye olarak kullanılmaktadır.
Hadisin bazı
varyanılarında; Cebrail, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yanına üç defa gidip
gelmekte, dördüncü de yedi harf üzerinde anlaşmaya varılmaktadır. Dolayısıyla
da burada yedi rakamı, yedi sayısından çok bir çokluk ifadesidir.
Başlangıçta, kitabetin
yok denecek kadar az oluşu sebebiyle, Kur'an-ı, bir lafız üzerine okumak çok
zordu. müslümanlar için kolaylık ve genişlik olmak üzere bir ruhsat bahşedilmiştir.
Örneğin, Hz. Ömer,
Cuma suresinde geçen;
“Allah'ı anmaya koşun”
[1046]
ayetini şeklinde; Abdullah İbn Mes'ud'da;
“Dağlar, atılmış renkli yüne dönüştüğü”
[1047]
ayetini, şeklinde okumuştur. Burada ayetteki kelime, tamamen değişmek suretiyle
okunmaktadır.
Bir de, mana
değişmeyip harflerin değişmesiyle meydana gelen şekil vardır.
Bazen de harfler
takdim edilir, tehir edilir ve noksan ile ziyadelikler yapılarak meydana gelen
şekiller vardır.
Görüldüğü üzere, yedi
harf/okuyuş, lafızdaki değişikliktir. Manada ise, bir değişiklik yoktur. Bu da,
Kuran'ın belirli yerlerindedir.
Birinci asrın ilk
yansından itibaren Kureyş lehçesinin yayılması, Arap ve Arap olmayan müslümanların
bu lehçe üzerine terbiye edilmesiyle, yedi harf/okuyuş meselesi önemini
kaybetmiştir. Bu mesele, ilk zaman için “Arizi bir ruhsat” olmuş, bugün ise
“İlmi bir mesele” olmaktan başka bir kıymeti yoktur.
737- Ebu
Vâil (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Nehîk b. Şinân
denilen bir adam, Abdullah'a gelip ona:
“Ey Ebu Abdurrahman!
Şu harfi nasıl okursun? “Elif” mi, yoksa “Ye” mi? Yani mâin gayri âsinin mi, yoksa “Min mâin
gayrî mi?” dedi.
[1048]
Abdullah:
“Sen bundan başka
bütün Kur'an'ı araştırdın mı?” dedi. Nehîk:
“Ben hakikaten bir
rekatta (Kur'an'ın) “Mufassal” bölümünü okurum diye cevap verdi. Bunun üzerine
Abdullah:
“Şiir okur gibi acele
acele mi? Bazı insanlar, Kur'an'ı okurlar, ama Kur'ân onların köprücük
kemiklerinden öteye geçmez. Kur'ân kalbe varıp da oraya yerleşirse faydalı
olur. Namazın en faziletli rüknü, rükû' ve secdedir. Ben, Resulullah (s.a.v.)'in
bir arada okuduğu nazâîri pek iyi bilirim” deyip her rekâtta iki sûre olmak
üzere mufassaldan yirmi sure saydı. Sonra Abdullah kalkıp dışarı çıktı. Onun
arkasından içeri Alkame girdi. Sonra o da dışarı çıktı. Sonra:
“Abdullah bunu bana da
haber verdi” dedi.
[1049]
Açıklama:
Nezâir: Uzunlukta ve kısalıkta birbirine benzeyen surelerdir. Bazılarına göre,
sayı itibariyle birbirine benzeyen surelerdir.
Kur'an'daki sureler,
tertip sırasına göre uzunlukları şu şekilde sınıflandırılır:
1-
Seb'u't-Tıval: Fatiha'dan sonra gelen 7 uzun sure. Bunlar; Bakara, Âl-i İmrân,
Nisa, Mâide, En'am, A'raf
2- Miûn:
Ayet sayıları 100'den fazla veya buna yakın olan surelere denir.
3- Mesânî:
Ayet sayıları 100'den az olan surelere denir.
4- Mufassal:
Daha kısa ve besmeleli fasılaları çok olan surelere denir. Bu da, 3 kısma
ayrılır:
a- Hucurât
suresinden Burûc suresine kadar olan olan surelere “Tival”
b- Burûc
suresinden Beyyine suresine kadar olan surelere “Evsat”
c- Beyyine
suresinden Nâs suresine kadar olan surelere ise “Kısar” denir.
Hadiste, şiir okur
gibi acele bir şekilde Kur'an'ı okuma yerine ağır ağır okumak ve manalarını
tedebbür ederek okunması gerektiği belirtilmektedir. Alimlerin çoğu da,
Kur'an'ın manalarını tefekkür ve tedebbüre engel olduğu için ifrat derecede
hızlı Kur'an okumayı mekruh görmüşlerdir. Bununla birlikte çabuk çabuk
okumanın da caiz olduğu hususunda da görüş birliği içerisindedirler. Doğrusu
tedebbür ve tefekkürle manalarını anlamaya çalışarak okumakta elbette sevab
daha büyüktür.
738- Ebu
İshâk'tan rivayet edilmiştir:
“Esved b. Yezîd
mescitte insanlara Kur'an öğretirken bir adamın ona şöyle soru sorduğunu
gördüm:
“Şu fehel min muddekir”
[1050]
ayetini nasıl okuyorsun? “v“ (dâl) harfiyle mi, yoksa “İ” zâl dîye mi?” dedi.
Esved:
“Dâl” harfiyle
okuyorum. Çünkü ben Abdullah İbn Mes'ud'un şöyle dediğini işittim:
“Resulullah (s.a.v.)'i
“Muddekir” şeklinde V (dâl) harfiyle okurken işittim” dedi.[1051]
Açıklama:
“Muddekir: İbret alan
anlamına gelir. Kelimenin aslı, müztekir”dir. Bu da, “Zikir” kelimesinden
alınarak “İftiâl” babına nakledilmiş, sonra “Te” harfi, “Dal” harfine dönüşmüş,
“Zel” harfi de “Dal” harfine çevrilerek idgam yapılmış, böylece kelime
“Muddekir” olmuştur.
739-
Alkame'den rivayet edilmiştir:
“Şam'a gelmiştik.
Derken yanımıza Ebu'd-Derdâ' gelip:
“içinizde Abdullah İbn
Mes'ud'un okuyuşu üzere okuyan kimse var mı?” diye sordu. Ben de:
“Evet, ben okurum”
dedim. Ebu'd-Derdâ:
“Abdullah İbn
Mes'ud'un, şu “Velleyli izâ yeğşâ”
[1052]
ayetini nasıl okuduğunu nasıl işittin?” diye sordu. Ben:
“O ayeti “Velleyli izâ
yeğşâ” diye okurken işittim” dedim. Ebu'd-Derdâ:
“Vallahi, ben de
Resulullah (s.a.v.)'in bu ayeti bu şekilde okuduğunu işittim. Bu Şamlılar bu
ayeti “Vemâ haleka” şeklinde okumamı istiyorlar, fakat ben onlara bu hususta
uymuyorum” dedi.
[1053]
Açıklama:
Şuan elimizde bulunan
Kur'an, yalan söylemeleri aklen mümkün olmayan bir topluluk aracılığıyla
nesilden nesile aktarılarak gelmiştir. Tevatür denilen bu yolla Kur'an,
Resulullah (s.a.v.)'den bize kadar ulaşmıştır. Hz. Ebu Bekr döneminde Kur'an,
güvenilir bir kurul topluluk tarafından ortaya konulan çalışmayla Mushaf
haline getirilmiş, Hz. Osman döneminde ise bu asıl nüshadan yedi örnek nüsha
daha çıkarılarak çoğaltılmıştır. Abdullah İbn Mes'ud gibi bazı sahabenin sadece
kendisini bağlayan Mushaf çalışması varsa da bunlar tamamen kişisel Mushaf
olduğu için bunlar yok edilmişler ve dolayısıyla tarihte kalmıştır. Ümmeti de
hiçbir zaman bağlamamıştır
Mâzirî'ye göre, bu
olay, Hz. Osman'ın mushafından önce meydana gelmiştir, çünkü bu mushafı
duyduktan sonra hiçbir kimsenin bu mushafa muhalefet edeceği düşünülemez, zira
Hz. Osman mushafından bütün mensuh ayetler çıkarılmıştır.
Ayrıca Abdullah İbn
Mes'ud'dan, bu türde sabit görülmeyen bir çok rivayet nakledilmiştir. O, bu
tür rivayetleri, mushafına, kendi kanaati olarak eklemiştir. Dolayısıyla onun
hazırladığı Mushaf itibar görmeyip yakürılmıştır. Bugün elimizde bulunan
Mushaf, Osman mushafıdır. Bunda da ittifak edilmiştir.
[1054]
740-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kendilerinden razı olunmuş bir çok adamlar, ki, bence
onların en razı olunanı, Ömer İbnul-Hattâb'tır. Peygamber (s.a.v.)'in, sabah
namazından sonra güneş işrak edinceye o vakte gelinceye kadar nafile namaz
kılmaktan yasaklamış olduğunu benim yanımda şahadet etmişlerdir.”
[1055]
Açıklama:
Kerahat vakitlerinin
sınırını açıklayan hadisler, farklı lafızlarla geldikleri için, konu ile
hükümler de bu rivayetler çerçevesinde değerlendirilmiş, dolayısıyla fakihler
bu konuda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Örneğin, hadisin metninde “Güneş
işrak edinceye aydınlık verinceye kadar” lafzı, bazı yerde “Güneş tulu edinceye
kadar” Şeklinde gelmektedir. Tulu'nun başlangıcından işraka kadar olan vaktin,
namaz için yasaklanmış vakit olduğuna delalet eden hadisler çoktur.
Yine güneşin
yükselmesine kadar olan zamanı kerahet vakti sayanlar; lafzını, manasında özei
bir tulu ile açıklamışlardır. Dolayısıyla her iki lafızla gelen rivayetler
arasında fark gözetmezler.
Hanefiler, bu tür
hadisleri delil getirerek sabah namazından sonra güneş doğup bir mızrak boyu
yükselinceye kadar, ikindi namazından sonra da güneş batıncaya kadar;
tahiyyetü'l-mescid namazı, abdest namazı, tavaf namazı gibi bir sebebe bağlı
olarak kılınan nafile namazların mekruh olduğu hükmüne varmışlardır. Şâfiîlere
göre; bu iki vakitte tahiyyetü'l-mescid, abdest namazı ve tavaf namazı gibi
namazları kılmak caizdir. Bunun dışında kalan nafileleri kılmak ise caiz
değildir.
741-
Abdullah
İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Namazınızı, güneşin doğuşu ve batışına ayarlamayın.”
[1056]
Açıklama:
Hadisin metninde geçen
“Taharri” kelimesinden maksat; namazı kılmayıp ta o zamanı gözetmektir.
Peygamber (s.a.v.)'in bu yasaklaması, güneşin ve doğuş batış vakitlerini
araştıran güneşperestlere benzememe hikmetine dayanmaktadır.
Hanefiler, bunu
müstakil bir yasaklama kabul edip taharri olsun yada olmasın bu vakitlerde
namaz kılmayı tahrimen mekruh kabul ederler. Caiz olduğunu söyleyenlere göre
ise bu yasaklama müstakil olmayıp bir açıklama mahiyetinde olup sabah ile
ikindi namazından sonra namaz kılmanın kerahati sadece güneşin doğuşu ile
batışını namaz için gözetleyen kimseler içindir.
742-
Abdullah
İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Güneşin ucu doğduğunda yükselene kadar namaz
kılmayı erteleyin. Güneşin ucu battığında da kaybolana kadar namaz
kılmayı erteleyin.”
[1057]
743-
Ebu
Basra el-Gıfârî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
“Muhannes” denilen yerde ikindi namazını kıldırıp:
“Doğrusu bu namaz, sizden öncekilere arz edildi. Fakat
onlar, onu zayi ettiler. Şimdi kim bu namaza devam ederse o kimseye iki kat
mükafat vardır, ikindi namazından sonra şahid/yıldız doğuncaya kadar hiçbir
namaz yoktur” buyurdu.[1058]
Açıklama:
“Şahid doğuncaya kadar” ifadesinden
maksat, güneşin batmasından kinayedir.
Çünkü güneşin
batmasıyla yıldız gözükür.
744- Ukbe b.
Amir el-Cühenî (r.a)'tan rivayer edilmiştir:
“Üç vakit vardır ki, Resulullah
(s.a.v.) bu vakitlerde namaz kılmamızı ve cenazelerimizi gömmemizi yasakladı.
1- Güneş
doğduğu andan yükselinceye kadar
2- Tam
gökyüzünün ortasından batıya doğru meyledinceye kadar
3- Güneş
batmaya yaklaştıkta batıncaya kadar.”
[1059]
Açıklama:
Hadisin zahiri,
ölüleri, sözkonusu bu üç zamanda kabre koymanın caiz olmadığını ifade
etmektedir. Ibn Hazm, bu hadisin zahirini esas alarak bu üç zamanda cenaze
defnetmenin! haram olduğunu belirtmiştir.
Hanefilere ve
Şafii’lere .göre ise bu hadiste yasaklana bu üç zamanda cenaze defnetmek değil,
cenaze namazı kılmaktır. Hanefilere göre bu vakitlerden biri girdikten sonra
yıkanıp kefenlenerek namazının kılınması için hazırlanmış olan bir cenazenin
namazını kılıp defnetmekte hiçbir mekruhluk yoktur.
745- Ebu
Ümâme (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Amr b. Abese şöyle der:
“Ben, câhiliyet
döneminde iken bütün insanların sapıklık üzere olduklarını ve hiçbir doğru şey
üzerinde olmadıklarını bilirdim. Çünkü insanlar, putlara taparlardı. Derken
Mekke'de birtakım haberler veren bir kimsenin çıktığını işittim. Devemin
üzerine oturup bu zatın yanma geldim. Geldiğim zaman Resulullah (s.a.v.)
gizlenmiş bir halde, kavmi de kendisine karşı öfkeli idi. Bunun üzerine kalbim
iyice yumuşadı. Nihayet Mekke'de bir fırsatını bulup onun yanma sokuldum. Ona:
“Sen nesin?” dedim. O:
“Ben, bir Peygamber'im” dedi. Ben:
“Peygamber ne demektir?”
dedim. O:
“Beni, Allah gönderdi” dedi. Ben:
“Allah, seni, neyle
gönderdi?” dedim. O:
“Akrabalara iyilik edilmesi, putların kırılması,
Allah'ın bir tanınması, O'na hiçbir şeyin ortak kılmmaması ile” dedi. Ben:
“O halde bu hususta
sana yardım etmek üzere yanında kimler var?” dedim. O:
“Bir hür kimse ile bir köle kimse var” dedi. Râvî:
“O gün yanında ona
inananlardan sadece Ebû Bekr ile Bilâl vardır” der. Ben:
“Ben de, sana tâbi”
olacağım” dedim. O:
“Sen şu gününde buna muktedir olamazsın. Benim halimi
ve halkın halini görmüyor musun? Fakat şimdi sen ailenin yanma dön. Benim ne
zaman muzaffer olduğumu ortaya çıktığımı İşittiğin zaman hemen bana gel” dedi.
Bunun üzerine ben,
kabilemin yanına gittim. Resulullah (s.a.v.), Medine'ye geldiğinde ben hâlâ ailemin/kabilemin
arasında bulunuyordum. Bu arada O, Medine'ye geldiği zaman, haberlerini almaya
ve insanlardan onu soruşturmaya başladım. Nihayet Yesrib halkından yani
Medînelerden birkaç kişi bana geldi. Onlara:
“Şu Medine'ye gelen
zat ne yaptı?” dedim. Onlar:
“Halk sür'atle onun
tarafına koşuyor. Kavmi onu öldürmek istedi, fakat buna güçleri yetmedi”
dediler. Bunun üzerine hemen Medine'ye gelip onun yanına girdim ve:
“Ey Allah'ın resulü!
Beni tanıyor musun?” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Evet. Sen, Mekke'de benimle buluşan bir kimsesin” buyurdu. Ben:
“Evet, o kimseyim”
dedim. Sonra da:
“Ey Allah'ın
Peygamberi! Allah'ın sana öğrettiği ve benim bilmediğim şeylerden bana da
haber ver. Bana namazdan haber ver” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Sabah namazını kıl. Sonra güneş doğup yükselinceye
kadar namazı kılma. Çünkü güneş, şeytanın iki boynuzu arasından çıkar. İşte
kafirler o zamanda güneşe secde ederler. Sonra namaz kıl. Çünkü namaz, ispatlı
ve şahitlidir. Namazı, mızrağın gölgesi dimdik duruncaya kadar kılmaya devam
et. Sonra namaz kılmayı kes. Çünkü o vakitte, cehennem iyice alevlendirilir.
Gölge (batıya doğru) döndüğü zaman yine namaz kıl. Çünkü namaz, Çünkü namaz,
ispatlı ve şahitlidir. Onu, ta ikindiye kadar kılmaya devam et. (ikindiyi
kıldıktan sonra) namaz kılmayı kes. Güneş kavuşuncaya kadar namaz kılma. Çünkü güneş, şeytanın iki boynuzu arasmdan
batar. İşte kâfirler o zamanda ona secde
ederler” buyurdu. Ben:
“Ey Allah'ın
Peygamberi! Bana abdest almadan bahset” dedim. Resulullah (s.a.v.):
“Sizden biri abdest suyunu yakınına alır, ağzını
çalkalar, burnuna su çekip çıkarırsa suyla beraber yüzünün, ağzının ve burnunun günahları muhakkak
dökülür. Sonra Allah'ın emrettiği gibi yüzünü yıkadığında suyla beraber sakalının
etrafından yüzünün günahları düşer. Sonra dirseklere kadar ellerini yıkar,
bunda da suyla birlikte ellerinin günahları parmaklarının ucundan dökülür.
Sonra başına mesh eder, başının günahları saçının uçlarından suyla
birlikte düşer. Sonra topuklara kadar ayaklarını yıkar,
yine ayaklarının günahları suyla beraber parmaklarının uçlarından
dökülür. Kalkıp namaza durur, Allah'a hamd eder, O'na Övgüde bulunur, lâyık olduğu Şekliyle Allah'ı yüceltir,
kalbini sırf Allah için diğer şeylerden boşaltırsa namazın sonunda
günahlarından muhakkak anasının onu doğurduğu vaziyetinde olarak ayrılır” buyurdu.
Amr b. Abese, bu
hadisi, Resuluilah (s.a.v.)'in sahabisi Ebu Ümâme'ye anlatmıştı. Ebû Umâme,
ona:
“Ey Amr İbn Abese! Bu
zata verilmiş olan peygamberlik makamı hususunda ne söylediğini iyi düşün”
dedi. Amr:
“Ey Ebu Umâme! Doğrusu
yaşım ilerledi, kemiklerim İnceldi, ecelim yaklaştı. Bu haldeyken Allah'a ve
Allah'ın resulü üzerine yalan söyelemeye hiçbir ihtiyacım yoktur. Bu sözü,
Resulullah (s.a.v.)'den bir defa yada iki defa veya üç defa yedi defaya kadar
saydı işitmemiş olsaydım, bunu ebediyen rivayet etmezdim. Fakat ben bunu
Resulullah (s.a.v.)'den bir çok defa işittim” dedi.
[1060]
Açıklama:
Bu hadisin konumuzla
ilgisi; güneş doğarken, tam tepedeyken ve batarken olmak üzere üç vakitte namaz
kılmanın yasak olduğuna delalet etmektedir.
746- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Ömer ikindi namazının farzından sonra namaz kılmanın
yasak olduğu ile ilgili rivayetinde yanılmıştır. Çünkü Resulullah (s.a.v.)
namaz için ancak güneşin doğması ve batması zamanlarının kollafyıp da namazın o
sırada kılınmasını yasaklamıştır.”
[1061]
Açıklama:
Beyhakî'ye göre; Âişe,
Peygamber (s.a.v.)'i ikindi namazının farzından sonra namaz kılarken gördüğü
için bunu Peygamber (s.a.v.)'in yasaklamasına değil de vakti geciktirip kılma
kastına yorumlamıştır. Halbuki mutlak yasaklama, bir çok sahabiden çeşitli
hadislerle sabit olduğu için Hz. Ömer yanılmıştır demek doğru olmaz. Peygamber
(s.a.v.)'in ikindinin farzından sonra kıldığı bu namazı, ya kaza idi yada
kendi zatına özgü bir özelliğiydi.
742 nolu hadiste,
Peygamber (s.a.v.), öğlenin son iki rekat sünnetini vaktinde meşguliyetinden
kılamadığı için ikindiden sonra kaza olarak kıldığı bizzat belirtilmektedir.
Böyle sünneti kaza etmek, onun kendi Peygamberlik özelliklerdendir.
747-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'in azadlısı Kureyb'ten rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbn Abbâs, Abdurrahman
b. Ezher ile Misver b. Mahreme, Kureyb'i Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Aişe'ye
gönderip:
“Aişe'ye hepimizden
selam söyle. Sonra ona ikindi namazından sonra iki rekat namazını kılınıp
kılınmayacağım sorup de ki:
“Bize, senin bu iki
rekat namazı kıldığın haberi ulaştı. Halbuki Resulullah (s.a.v.)'in bu iki
rekat namazı yasakladığı bize ulaşmıştı” dediler. Abdullah İbn Abbâs:
“Ömer İbnu'İ-Hattâb'la
birlikte bu namazı kılan insanları döverdim” dedi. Kureyb der ki:
“Aişe'nin yanma girip
benimle gönderdikleri haberi ona ilettim. Aişe baha:
“Bu meselenin doğruluğunu Ümmü Seleme'ye de
sorabilirsin?” dedi.
Derhal beni gönderen
kimselerin yanına gidip onlara Aişe'nin söylediklerini haber verdim. Onlar, bu
defa beni; Aişe'ye gönderdikleri şeyin bir benzerini sormak üzere Ümmü
Seleme'ye de gönderdiler. Meseleyi ona sordum. Ümmü Seleme:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'in
bu iki rekat namazı kılmayı yasakladığını işittim. Fakat daha sonra ikindi
namazını kıldıktan sonra onu bu iki rekat namazı kılarken gördüm.”
Açıklama:
Bu olay şöyle olmuştu:
Resulullah (s.a.v.) benim yanıma girmişti. Yanımda Ensar'dan Haram oğulları
kabilesinden bazı kadınlar vardı. Resulullah (s.a.v.) bu iki rekat namazı o
zaman kıldı. Bu namazı kıldığı sırada ben ona bir kız çocuğunu gönderip:
Resulullah (s.a.v.)'in yanıbaşında dur. Ona:
“Ümmü Seleme: “Ey Allah'ın resulü! Ben senin bu iki rekat
namazı kılmayı yasakladığını işitiyorum. Halbuki şimdi bu namazı kıldığını
görüyorum” diyor diye söyle. Eğer eliyle işaret ederse geri çekil” dedi.
Kız çocuğu, Ümmü
Seleme'nin dediğini yaptı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) eliyle işaret
etti. Kız çocuğu da geri çekildi. Namazı bitirince bana:
“Ey Ebu Ümeyye'nin kızı! ikindi namazından sonra
kıldığım iki rekat namazı sormuşsun. Bunun sebebi şudur: Bana Abdulkays
kabilesinden bazı kimseler kavimlerinden ayrılıp müslüman olmak için yanıma
gelmişlerdi. Öğle namazından sonra kılmakta olduğum iki rekat nafileden beni
alıkoydular. İşte bu iki rekat namaz, o namazın rekatlarıdır” buyurdu.[1062]
Açıklama:
İbn Hacer'e göre
metinde geçen “Kız” çocuğuyla kast edilen, Ümmü Seleme'nin Ebu Seleme'den olan
kızı Zeyneb olması mümkündür.
“Ebu Ümeyye” ile kast
edilen ise, Ümmü Seleme'nin babasıdır. Asıl ismi, Huzeyfe'dir. Süheyl b. Muğîre
olduğunu söyleyenler de var.
Bu hadiste, Resulullah
(s.a.v.)'in öğle namazından sonra kılmayı ihmal etmediği iki rekatlık nafile
namazını ikindi namazının sonuna kadar geciktirmesine sebep olarak Abduİkays
kabilesinden bazı kimselerin müslüman olmak için geldiği belirtilmektedir.
Resulullah (s.a.v.)'in
ikindiden sonra bu nafile namazı kıldığı sabit olunca, geçirilen bir nafile
namazın kerahet vaktinde kaza edilip edilmeyeceği meselesi tartışma konusu
olmuştur. Bazılar:, bu hadisin zahirine bakarak geçirilen nafile namazların
kerahet vaktinde bile olsa kaza edilebileceğini söylerken, bazıları da
geçirilen bir nafile namazı kerahet vaktinde kaza etmenin Resulullah (s.a.v.)'e
özgü bir durum olduğunu söylemişlerdir.
748- Ebu
Seleme'den rivayet edilmiştir:
“Ebu Seleme, Aişe'ye,
Resulullah (s.a.v.)'in ikindi namazından sonra kılmakta olduğu iki rekatı
namazı sordu. Âişe:
“Resulullah (s.a.v.) bu iki rekat namazı ikindi
namazının farzından önce kılardı. Sonra bu iki rekat namazı kılmaktan ahkonuldu
yada onları unutup da ikindinin farzından sonra kıldı. Sonra her iki şekli de
kılar oldu. Zaten bir namazı kıldığında artık onu devamlı yapardı” diye cevap verdi.
[1063]
749- Hz.
Aişe (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“iki rekat namaz vardır ki, Resulullah (s.a.v.)
bunları evimde gizli olarak da ve açık olarak da hiç bırakmamıştır. Bunlar,
sabah namazıfnın farzı)ndan önceki iki rekat namaz ile ikindi namazının
farzından sonraki iki rekat namazdır.”
[1064]
750- Muhtar
b. Fulful'dan rivayet edilmiştir:
“Enes b. Mâlik'e,
ikindi namazının farzından sonra nafile namaz kılmanın hükmünü sordum. O da:
“Ömer, ikindi
namazının farzından sonra namaz kılan kimselerin ellerine vururdu. Biz,
Peygamber (s.a.v.) döneminde güneş battıktan sonra akşam namazımn farzınından
önce iki rekat namaz kılardık” diye cevap verdi. Ona:
“Bu iki rekat namazı,
Resulullah (s.a.v.) kılar mıydı?” diye sordum. O da:
“Bizi kılarken
görürdü, fakat bu iki rekat namaz kılmayı bize emretmezdi ve yasaklamazdi”
dedi.
[1065]
751- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Medine'deydik.
Müezzin akşam namazı için ezan okuduğunda sahabîler mescitteki direklerin yanma
koşar, orada ikişer rekat namaz kılarlardı. Hatta bazen yabancı bir kimse
mescide girerdi de bu iki rekat namazı kılanların çokluğundan farz namaz
kılınmış zannederdi.”
[1066]
Açıklama:
Hadis, akşam namazının
farzından önce iki rekat nafile namaz kılmanın müstehab olduğunu
göstermektedir.
752-
Abdullah b. Muğaffel el-Müzenî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Rasulullah (s.a.v.):
“Her iki ezan arasında bir namaz vardır” buyurdu. Bunu üç defa tekrarladı. Üçüncüsünde ise:
“Dileyene”
buyurdu.
[1067]
Açıklama:
Hattâbî'nin ifadesine
göre; metinde geçen “iki ezân”dan birisi ezan, diğeri de kamettir. Araplar,
dile kolay geldiği için iki ayrı ismi tağlib yoluyla tensiye siğasıyla ifade
ederler. Kara olmadıkları halde su ve hurma için “Esvedeyn” iki kara, Ebu Bekr
ve Ömer için “Ümerân” iki Ömer, güneş ve ay için “Kamereyn” iki ay demeleri
gibi.
Hadisin metninde geçen
“Namaz” kelimesinden, nafile namaz anlamında kullanılmıştır. Hadiste geçen
“Dileyen kimse için” kaydı, bu namazdan maksadın nafile namaz olduğunu
gösterdiği gibi, namaz kelimesinin nekre olarak gelmiş olması da ezan ile kamet
arasında belli bir nafilenin değil, bütün nafilelerin kılınabileceğine İşaret
etmektedir.
Hanefilere göre, ezan
ile kamet arasının ne kadar ayrılacağı meselesinde görüş ayrılığı vardır.
753-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
korku namazını ilk önce iki gruptan birine bir rekat olarak kıldırdı. Bu sırada
diğer grup düşmanın karşısında idi. Sonra bunlar namazdan ayrılıp
arkadaşlarının yerine düşmana karşı durdular. Sonra diğer grup geldi.
Resulullah (s.a.v.) bunlara da bir rekat namaz kıldırdı. Sonra selam verdi.
Sonra hem ilk grup ve hem de ikinci grup birer rekatı kaza ettiler.”
[1068]
754- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte korku namazının kılınmasında hâzır bulundum. Bizi iki saf yaptı. Bir
saf, Resûlullah'ın arkasında durdu. Düşman da bizimle kıble arasında
bulunuyordu. Peygamber tekbîr aldı. Biz de onunla birlikte tekbir aldık. Sonra
kıraatin peşisıra rükûya vardı. Biz de onunla birlikte rükûya vardık. Sonra
rukû'dan başını kaldırdı. Biz de onunla birlikte başımızı rükudan kaldırdık.
Sonra Resulullah (s.a.v.) ile onu takîp eden halk secdeye gitti. Bu sırada
geride bırakılan saf, düşman karşısında durdu. Peygamber (s.a.v.) ile onu takip
eden saf, secdeyi bitirip kalkınca, gerideki saf secdeye vardı, sonra da ayağa
kalktılar.
Sonra geride bırakılan
saf, ileri geçti, öndeki saf da geriye çekildi. Sonra kıraatin peşisıra
Peygamber (s.a.v.) rükûya vardı. Biz de onunla birlikte rükûya vardık. Sonra
rükudan başını kaldırdı. Biz de onunla birlikte başımızı rükudan kaldırdık.
Sonra Peygamber (s.a.v.) ve ilk rekatı kılarken geride bırakılmış olup şimdi
hemen Peygamber (s.a.v.)'in ardında bulunan saf secdeye vardı.
Bu defar geride düşman
karşısında bulunan saf ayağa kalktı. Peygamber (s.a.v.) ile onu takîp eden saf,
secdeyi bitirince geriye bırakılan saf secdeye varıp secde ettiler. Sonra
Peygamber (s.a.v.) selâm verdi. Biz de onunla birlikte selâm verdik. Câbir:
“Sizin şu
muhafızlarınızın, emirlerini/komutanlarını korumak için yaptıkları gibi” dedi.
[1069]
755- Sehl b.
Ebi Hasme (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
korku anında sahabilerine namaz kıldırmıştı. Şöyle ki: “Onları ilk önce
arkasına iki saf yaptı. Arkasında bulunanlara bîr rekat namaz kıldırdı. Sonra
ayağa kalktı. Arkasındakiler, bir rekat namaz kılıncaya kadar ayakta durdu.
Sonra geri safta olanlar ilerledi, ön safta olanlar ise gerilediler. Ön safa
doğru ilerleyenlere de bir rekat namaz kıldırdı. Daha sonra Resulullah (s.a.v.),
gerileyenler bîr rekat namaz kılıncaya kadar oturdu. Sonra da selam verdi.”
[1070]
756-
Câbir
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte bir gazada bulunuyorduk. Nihayet Zâtu'r-Rika'ya vanp gölgeli bir
ağacın yanına geldiğimizde bu ağacı Resulullah (s.a.v.)'e bıraktık. Daha sonra
müşriklerden biri çıkageldi. Resulullah (s.a.v.)'in kılıcı da bir ağaçta asılı
vaziyetteydi. Gelen müşrik bedevi, Peygamber (s.a.v.)'in kılıcını asılı
bulunduğu yerden alıp kınından sıyırarak Resulullah (s.a.v.)'e:
“Benden korkar mısın?”
dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Hayır, korkmam” buyurdu. Bedevi:
“Benim saldırmamdan şu anda seni benden kim
koruyabilir?” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Beni senden Allah korur” buyurdu.
Bu sırada Resulullah (s.a.v.)'in
sahâbîleri yetişip onu tehdit ettiler. Bunun üzerine bedevi kılıcı kınına
soktu ve ağaca astı. Derken namaz için ezan okundu. Resulullah (s.a.v.) bir
gruba iki rekat namaz kıldırdı. Sonra onlar, geri çekildiler. Diğer gruba da
iki rekat namaz kıldırdı. Râvî:
“Resulullah (s.a.v.)
dört rekat, cemâat ise iki rekat namaz kılmış oldu”dedi.
[1071]
Açıklama:
Zatu'r-Rikâ Gazvesi;
Necd bölgesinde Gatafan topraklarında meydana gelmiş bir gazvenin adıdır.
Buhârî'ye göre; bu savaş, hicretin yedinci yılında, bazılarına göre hicretin
dördüncü yılında ve bazılarına göre ise hicretin beşinci yılında meydana
gelmiştir.
Bu savaşa,
“Zatu'r-Rikâa” denilmesinin sebebi; müslüman askerlerin ayaklan delindiği ve bu
sebeple de ayaklarına bez bağladıkları için “Yamalı” anlamında bu isim
verilmiştir. Yine bu savaşın meydana geldiği yerde; siyah, beyaz ve kırmızı
renkleri olan bir dağ bulunduğu İÇİn bu savaşa bu İsmin verildiği de söylenir.
Burada korku ile kast
edilen, zelzele, deprem ve yangın gibi musibetler anında kılınması tavsiye
edilen nafile namazlar değil, savaş devam ederken kılınacak vakit namazlarıdır.
Çünkü savaşın en şiddetli anında bile beş vakit namazın kazaya bırakılmasına
ruhsat verilmemiştir. Savaşın şiddetli anlarında bile namazın edası
emredilmiştir.
Abdullah İbn Ömer,
İmam Mâlik, İmam Şafiî, Hanefiler ile alimlerin çoğuna göre; savaş korkusunun
rekat sayılarına hiçbir etkisi yoktur. Bunlara göre; namazın kısaltılması,
savaş ile ilgili değil, sefer ile ilgilidir. Çünkü sahabeler, bu yerlerde,
yolcu konumunda idiler.
Korku; namazı, Müzenî
(ö. 264/878) ile Ebu Yusuf (ö. 182/798) dışında bütün alimlere göre her zaman
geçerlidir.
Cuma İslam dininde çok
önemli kabul edüen haftalık toplu ibadet günüdür. Cuma gününün önemine ve
haftalık toplu ibadet günü seçilmesinin anlamına ilişkin olarak Hz. Peygamber
(s.a.v.)'den bir çok hadis rivayet edilmektedir.
Cuma günü için
perşembe günü akşamından başlamak üzere maddi ve manevi temizliğe her
zamanınkinden daha fazla önem vermek gerekir. Bunların başında boy abdesti almak
gelir ki, Cuma günü boy abdesti almak, alimlerin çoğuna göre sünnet, bazilanna
göre farzdır. Mümin, böyle değerli ve önemli bir günün manevi havasına girmeli,
duâ ve tevbesîni bu günde saklı olup duâ ve tevbelerin kabul edileceği vakit
olduğu bildirilen “İcabet saati”ne denk düşürmeye çalışmalı, ayrıca Kur'an
okumalı, tezekkür ve tefekkür etmeli, Resulullah'a salât ve selam getirmeli,
samimi bir kalp ile yüce Allah'a duâ ve istiğfarda bulunmalıdır.
Cuma namazı, farzı
ayndır. Farz olduğu; kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Ayrıca gerek Cuma
namazının fazileti, gerekse kuvvetli bir farz olduğu ve bu namazı özürsüz
olaraka terk etmenin büyük günah sayıldığı konusunda sahih hadisler
bulunmaktadır.
Hz. Peygamber'in, Cuma
namazını, ilk defa hicret esnasında, Medine yakınlarındaki Ranuna vadisinde
Salim b. Avf kabilesini ziyaretleri sırasında oradaki namazgahta kıldırmış
olduğu, alimlerce kabul edilmektedir. Öte yandan kaynaklarda, daha hicretten
önce Es'ad b. Zürare'nin Medine'de Cuma namazı kıldırdığı kaydedilmekrtedir. Bu
durum karşısında Cuma namazının ne zaman farz kılındığı hususunda iki farklı
rivayet ve görüş ortaya çıkmıştır. Bunlardan birincisine göre, Cuma namazı,
Mekke'de farz kılınmış olmakla birlikte müşriklerin baskıları yüzünden orada
kılmamamıştır. Diğer rivayete göre ise Cuma namazı, hicret esnasında farz
kılınmış olup ilk cumayı, Hz. Peygamber, Ranuna vadisinde ktldırmıştır. Bu
rivayeti benimseyenlere göre, Es'ad b. Zürare'nin Cuma namazını kıldırma
uygulaması, farz değil, nafile hükmü kapsamındadır.
757-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.)'i:
“Sizden birisi Cuma namazına gelmek isterse boy
abdesti alsın/yıkansın” şöyle
buyururken işittim.
[1072]
758-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ömer İbnu'I-Hattâb,
bir Cuma günü halka hutbe okurken Resulullah (s.a.v.)'in sahabilerinden birisi
o sırada mescide girdi. Ömer, hutbe vermeyi bırakıp o adama:
“Bu saat, hangi saattir?” diye seslendi. O da:
“Bugün çalıştım. Evime
dönemeden ezanı işittim. Abdest almaktan fazla bir şey yapamadım” diye cevap
verdi. Ömer:
“Abdestle yetindin
öyle mi! Bilirsin ki, Resulullah (s.a.v.) Cuma namazına gelinirken
yıkanmayı/boy abdesti almayı emrederdi” dedi.[1073]
759- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Cuma günü boy abdesti almak, her ihtilam olan kimseye
vaciptir/sabittir.”
[1074]
Açıklama:
İnsanların mutlaka
yıkanmaları ve temizlenmeleri gereken bir gün olmalıdır. Zira bu, insanların
gerekli ve güzel olan itiyatlarındandır. Hergün yıkanma İmkanı bulamayan
kimsenin Cuma günü yıkanması gerektiği belirtilmiştir. Çünkü Cuma, vakit olarak
belirlenmeye en uygun gündür ve bu Cuma namazı için de tamamlayıcı bir
unsurdur.
Cuma günü alınan boy
abdesti, hem temizliği ikmal etmekte, hem temizlik hasletine karşı nefis aşırı
derecede uyarılmakta, alışkanlık kazanılmakta ve hem de ibadet sözkonusudur.
Böylece hem temizlenilmiş olunmakta ve hem de ibadete ait bir husus yapılmış
olunmaktadır.
Böylece vücuttaki
kirler, yağlar ve kötü kokular giderilmiş olur.
Bu hadisleri dikkate
alan bazı alimler, Cuma günü yıkanmanın vacip olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Cuma günü yıkanmanın
vacip değil de müstehab olduğunu söyleyen alimlere göre ise hadistelfı
“Vaciptir” ifadesi, “Sabittir” şeklinde anlaşılmalıdır. Çünkü Cuma günü
yıkanmanın vacip olmadığını gösteren bir çok rivayet mevcuttur. 755, 756 nolu
hadislere ve Semure'den gelen Nesâî, Cuma 9 ile Abdullah İbn Ömer'den gelen
Nesâî, Cuma 25'e bakınız.
Hattâbî, bu kelimenin,
bilinen manada vacibin karşılığı olmadığını şöyle belirtir: “Buradaki “Vacip”
kelimesinin manası, “Vücubu ihtiyari ve istihbabi”dir, vücubu farzı değildir.”
760- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“İnsanlar şehir dışında bulunan yaylalardaki
evlerinden nöbetleşe olarak Cuma namazına gelirlerdi. Aba içinde gelirlerdi de
üzerlerine toz bulaşırdı. Dolayısıyla da onlardan ter kokusu çıkardı.
Bir defasında Resulullah (s.a.v.) benim yanımdayken
ona bunlardan bir adam geldi. Resulullah (s.a.v.) onun bu halini görünce ona:
“Keşke siz bugününüz için temizlenmiş olsaydınız ne
iyi olurdu!”
buyurdu.”
[1075]
761- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“İnsanlar iş güç sahibiydiler. Dolayısıyla da onların
yeterli zamanları olmayabiliyordu. Bu sebeple de kirli paslı iş elbiseleriyle
Cuma namaz günü mescide geldiklerinde kötü koktukları olurdu. Bunun için
onlara:
“Keşke Cuma günü yikansaydınız/boy abdesti alsaydınız
ne iyi olurdu” denilirdi.”
[1076]
Açıklama:
Asr-ı Saadette kendi
işlerinde çalışan sahabiler, Cuma günü namaza geldiklerinde, üzerlerinde ter
kokusu olurdu. Bu durum, cemaati rahatsız ederdi. Bundan dolayı onlara, “Keşke
yıkansanız ne iyi olurdu” denilmiştir. Bu da, sahabilerin yıkanmayı emir
telakki etmeyip temenni suretinde bir tavsiye olduğundandır.
762- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Resulullah (s.a.v.) Cuma günü yıkanmak/boy abdesti
almak ve misvak kullanmak her ihtilam olan kimseye gereklidir. Bulabildiği
kadarıyla koku da sürünür.”
[1077]
763- Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine
göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Her yedi günde bir boy abdesti alıp başını ve
bedenini yıkamak, her müslüman üzerinde Allah'ın bir hakkıdır.”[1078]
764- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kim Cuma günü cünüp guslü gibi yıkanır, sonra Cuma
namazına giderse, bir deve sadaka vermiş gibi sevaba nail olur. ikinci saatte
giderse bir sığır sadaka vermiş gibi sevaba nail olur. Üçüncü saatte giderse
boynuzlu bir koç sadaka vermiş gibi sevaba nail olur. Dördüncü saatte giderse
bir tavuk sadaka vermiş gibi sevaba nail olur. Beşinci saatte giderse bir yumurta
sadaka vermiş gibi sevaba nail olur. İmam minbere çıktığında melekler hutbeyi
dinlemeye gelirler.”[1079]
Açıklama:
Cumhur, burada geçen “Saat” kelimelerini, “Zaman” manasında yorumlamışlardır.
Ancak bu saatlerin ne zamandan itibaren başlayacağı hususunda görüş
ayrılıkları vardır.
Râfıî'ye göre, burada
geçen “Saat” kelimesinden maksat; gece ve gündüzün zaman dilimleri olan
saatler değil, dereceleri tertibe koymak ve önce gelenlerin, sonra gelenlerden
daha çok fazilete nail olduklarını bildirmektedir.
765- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Cuma günü imam hutbe okurken, yanındaki arkadaşına:
“Sus!” dersen boş yere konuşmuş olursun.”
[1080]
Açıklama:
İmam hutbedeyken,
yanındakine “Sus” diyen kimsenin, Cumanın faziletinden mahrum olacağı
söylendiği gibi, Cumanın değerini de eksiltmiş olacağı söylenmiştir.
Cuma günü hutbe
verilirken susmak, boş şeyleri terk etmek gerekmektedir. Boş ve gereksiz
şeyleri yapma yerine hutbeyi dinlemek ve hutbe üzerinde düşünmek lazımdır.
766- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Cuma gününü anıp:
“Bugün de öyle bir saat/süre vardır ki, eğer müslüman
bir kul namaz kılarken o zamana rastlar da Allah'tan bir şey isterse Allah o
kimseye dilediğini mutlaka verir' buyurup bu zamanın kısa olduğunu eliyle
işaret ederek gösterdi.”
[1081]
767- Ebu
Bürde b. Ebi Musa el-Eş'ari'den rivayet edilmiştir: “Abdullah İbn Ömer, bana:
“Baban Ebu Musa'nın
Cuma saati hakkında Resulullah (s.a.v.)'den hadis rivayet ettiğini işittin
mi?” diye sordu. Ben de:
“Evet! Babamı şöyle
derken işittim: Resulullah (s.a.v.)'i:
“İcabet saati, imamın minber üzerinde oturması ile
Cuma namazının eda edilmesi arasındaki zamandadır” buyururken işittim” dedi.”
[1082]
Açıklama:
Hadiste, Cuma
günündeki dualann kabul edildiği vaktin imamın hutbe okumak için minbere çıkıp
oturması ile namazın bitimi arasındaki vakit olduğu belirtilmektedir.
Konuyla ilgili başka
rivayetlerin olması, alimlerin bu konuda görüş ayrılığına düşmesine sebep
olmuştur. Bazıları, bu konudaki görüşleri kırk ikiye kadar çıkarmaktadır.
Bunlardan bazıları şunlardır:
1- İmam
Ahmed ile Hâkim'in, Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet ettikleri bir hadise göre;
Yüce Allah, Kadir gecesini gizlediği gibi, bu vakti de tüm gün içerisinde
gizlemiştir.Bu vaktin gizlenmesi, Cuma günü müminlerin ibadet, dua ve Allah'ı
anmalarını teşvik etmek içindir.
2- Duaların
kabul edilme saati, Cuma günü içerisinde değişik vakitlerdedir. Belli bir vakitte
değildir.
3-
Fecr ile
güneşin doğması ve ikindi ile güneşin batması arasındadır.
4- Zevalden
güneşin batmasına kadar ki zamandır.
5-
Cuma
ezanı ile namazın bitimi arasındadır.
6-
iki hutbe
arasındaki oturuş anıdır.
768- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Üzerine güneş doğan her hayırlı gün, Cuma günüdür.
Çünkü Adem, o gün yaratıldı, o gün cennete konuldu ve o gün cennetten
çıkarıldı. Kıyamet de ancak Cuma günü kopacaktır.”
[1083]
Açıklama:
Cum'a gününün
faziletini dile getiren hadislerde kullanılan üstünlük ifâdeleri farklı olmakla
birlikte, hepsi de hemen hemen aynı mânayı vurgulamaktadır. Birinde “Günlerinizin en faziletlilerinden”
buyurularken, bir başkasında “Günlerin efendisi ve faziletçe en büyüğü” tesbiti
yapılmaktadır. Hatta cum'anın, kurban ve ramazan bayramı günlerinden de üstün
olduğu belirtilmektedir. Onun, “Fakirlerin haca” demek olduğu, “Allah katında
nafile hacdan daha sevimli” olduğu da diğer hadislerdeki tespitlerdendir.
Hadisimize baktığımız
zaman cuma gününün hayırlılık sebebi olarak Hazreti Adem'in o gün yaratılması,
o gün cennete konması, o gün cennetten çıkarılması ve kıyametin o gün kopacağı
sayılmaktadır. Bunlardan ilk ikisini anlamakta bir güçlük olmasa gerektir. Zira
insanoğlunun yaratılışı ve cennete konulması, hayırlılık olarak yeterlidir.
Fakat cennetten çıkarılmanın ve kıyametin kopmasının, cum'anm hayırlılığındaki
yeri, pek öyle kolayca anlaşılabilir gibi değildir. Aynca hadisin diğer
rivayetlerinde Hz. Adem'in tevbesinin Cum'a günü kabul edildiği vevduaların
kabul edildiği an demek olan icabet saati'nin de cum'a gününde bulunduğu
sayılmaktadır.
Hadis sarihleri,
cennetten çıkarılıp yeryüzüne indirilmekte, insanın halifelik vasfının ortaya
çıkması; Hz. Adem'e ve çocuklarına ilâhî kitaplann İndirilmesi sonucunu
görerek, fazilet ve hayırlılığı burada bulmaktadırlar. Cennetten ihraç,
insanoğlunu zelil kılmak için değil, kemâl yollannı ona açmak içindir. Onun da
günü cum'adır. Ayrıca şunu da söylemek mümkündür. Cum'a gününde işlenecek bir
cürüm, yüksek mertebelerden kovulmaya vesile olacak kadar büyük bir cürümdür.
Bu suretle de bu günün kudsiyetine ve faziletine riâyet etmek gerektiğine dikkat
çekilmiş olmaktadır.
Hadiste sayılan
işleri, o günün faziletini gösteren deliller olarak değil, o günde olmuş ve
olacak olan büyük işlerin sayımı olarak anlamak gerektiği görüşü de
bulunmaktadır. Ancak bu genel bir kabul görmemiştir.
Kıyametin cum'a günü
kopacağının o günün hayırlılığına delil olması ise, olgun insanların kendileri
için hazırlanmış ilâhî nimetlere kavuşmaları yönüyle yorumlanmıştır.
İnsanoğlunun ve
kâinatın hayatını ilgilendiren en büyük olayların sahnesi olan cum'a günü,
müslümanların haftalık ibâdet ve zikir günü olarak beliden misse, bunun şükrünü
yerine getirmek ve kıymetini bilmek gerekir. Hazreti Peygamber, daha önceki
ümmetlere de aslında bu gününün ibâdet ve zikir günü olarak verildiğini ancak
onların buna riâyet etmediklerini, başka başka günleri benimsediklerini
bildirmiş ve bu durumun, ümmet-i Muham-med'in en sonra dünyaya gelmiş olmasına
rağmen, kıyamet günü en başta olacağını gösterdiğini açıklamış, sonunda da,
“Yahudilerin ibâdet günü yarın (=Cumartesi),
Hristiyanlarınki de öbür (=Pazar) günüdür” buyurmuştur.
Hadisimizden ilk
çıkarabileceğimiz sonuç; ibâdet ve zikrin daha yoğun olduğu günlerin mü'minler
için daha “Hayırlı” olduğudur.”
[1084]
769- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Bizler ümmetler içerisinde en son gelenleriz. Fakat
kıyamet gününde herkesi geçenler de biz olacağız. Şu kadar var ki, her ümmete
Kitap bizden önce verilmiş, bize ise onlardan sonra verilmiştir. Sonra onlar,
Allah'ın bize farz kıldığı haftanın şu bayram günü hakkında görüş ayrılığına
düşmüşlerdir. Allah ise onunla ilgili bize yol gösterip bu günün Cuma olduğunu
belirtti. Dolayısıyla diğer insanlar bugün hakkında bizim arkamızdan gelirler.
Yahudilerin haftalık bayramı yarın cumartesi günü ve Hıristiyanların haftalık
bayramı ise öbür gün Pazar günüdür.”
[1085]
770- Ebu
Hureyre (r.a) ile Huzeyfe (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadır;
“Bizden önce geçen
ümmetleri Allah Cuma'dan şaşırtmıştır. Bu sebeple yahudilerin günü Cumartesi,
Hıristiyanların günü Pazar olmuştur. Sonra Allah bizi dünyaya getirmiş ve bize
Cuma gününü bulmada yol göstermiştir. Dolayısıyla Cuma, Cumartesi ve Pazar
günlerini ibadet için vermiştir. Kıyamet günü de onlar bizim arkamızdan
geleceklerdir. Biz dünya halkının en sona kalanlarıyız, fakat kıyamet gününde
en başta bulunanlar ve bütün yaratıklardan
önce kendilerine hüküm verilenleriz.”
[1086]
Açıklama:
Cum'a, bayram ve
ramazan gibi müstesna günlere dikkat edecek olursak, her birinde diğer
günlerden farklı ibâdet ve zikirler bulunduğunu görürüz. Yani bu günler
kesinlikle günümüzde anlaşıldığı ya da anlaşılmak İstendiği gibi birer “Tatil
günü” değil; birer “İbâdet ve zikir” günüdür.
Zaten dinimizde “Tatil
günü” yoktur. Cum'a gününün hafta tatili olarak resmen kabulü, Tanzimat sonrası
yıllara rastlanmaktadır. 1935'de kabul edilen Hafta Tatili Kanunu ile de bu
uygulamadan vazgeçilmiş önce Pazar daha sonra da cumartesi günü hafta tatili
günleri olarak kabul edilmiş, haftalık iş ve mesaî günleri buna göre
düzenlenmiş ve düzenlenmektedir. İşte bu alışkanlıkla müslümanların “Hafta
tatili”, cum'a günü olduğu sanılmaktadır.
Cum'a, curn'a ibâdeti
ve zikir günüdür. Diğer dinlerde olduğu gibi halkımızın deyimiyle, “Kitli
Pazar”, “Kapalı cumartesi” uygulamasına benzer bir “ Cum'a tatili” yoktur.
Sadece iç ezanının okunmasından cum'anm farzının bitimine kadar geçecek olan
azamî yarım saatlik bir zaman kesiminde iş ve ticaret yasaklanmıştır. Bu süre,
haftalık ibâdet ve zikir anıdır ve bütün müslümanlarca birlikte yerine
getirilecek cum'a namazı ve hutbe saatidir.
Namazdan sonra,
Allah'ın lütuf ve ihsanının tecellisi olan rızkı aramak maksadıyla yeryüzüne
dağılmak, işinin basma dönmek herkesin tabiî hakkıdır. Ama işte hiç bir
müslümâna ne kendisi ne de bir başkası haftada bu yanm saati çok görmemeli, onu
bundan akkoymamalıdır. Çünkü bu ibâdeti küçümsemek ve terketmek kişiyi çok acı
sonuçlara itecektir. “Köle, kadın, çocuk ve hasta olmayan nnislüman erkekler
üzerine cumayı cemaatla kılmak farzdır”
[1087] Bu
sebeple “Mazeretsiz cumayı terkeden kişi, silinmez ve değişmez bir kitaba
münafık diye kaydedili. Bu konudaki ihmal, Hz. Peygamberi;
“...Cum'aya gelmeyenlerin içinde bulundukları binaları
yakasını geliyor”
[1088]
diye hiddetlendirmiştir.
Cum'anin haftalık
ibâdet ve zikir günü olduğu, duaların kabul edildiği kısa bir süreden ibaret
olan saatün hafife icabet saatî'nin cum'a gününde olduğundan da
anlaşılmaktadır. Öte yandan dinimize göre bir farz, ancak kendisinden daha
üstün bir farz için terkedebilir. Öğle namazı farzdır. Cum'a günü cum'a namazı
için terkedilmektedir. Bu da cum'a namazının, normal vakit namazlarından daha
üstün olduğuna bir başka delildir. Ayrıca cum'a namazının mü'mine sağladığı
faydayı Peygamber Efendimiz bir hadisinde şöylece belirtmiştir:
“Her kim abdestini güzelce aldıktan sonra cum'a
namazına gelir ve imama yaklaşıp sesini çıkarmaz, hutbeyi dinlerse hem o cum'a
ile diğer cum'a arasında hem de fazla olarak daha üç gün içinde işleyeceği
günahları bağışlanır”
müslümanın şu ya da bu
sebeple eda edemediği her cum'a ve her dinî görev, yüreğinde bir sızı:
kendisini bundan alıkoyana karşı bir nefret yumağı oluşturur. Hatta bana öyle
geliyor ki, anlamsızlığı ve isabetsizliği kesin olan cum'a kılınır mı kılınmaz
mı münâkaşalarında dış müdâhalelere duyulan nefretin tesiri oldukça büyüktür.
Cum'a ibâdetini
rahatlıkla yerine getirebilecek bir düzenleme yapılması halinde bütün
gerginliklere, kurum ve kuruluşlardaki huzursuzluklara son verilmiş olacaktır.
Bu da büyük çoğunluğu müslüman olan milletimize karşı gösterilecek anlayışla
halledilecektir. Yoksa hâla birbirimize sıkıntı vermekten milletçe bıkmadık mı?
Hangi medenî ülkede Hristİyanlar pazar ibâdetinden, hangi Yahûdî cumartesi
ibâdet ve istirahatinden menedilmektedir? müslümanların kendi ülkelerinde
cum'a ibâdetlerini serbestçe ve rahatça yapmaları onların hem insanî hem de
dinî haklarıdır. Bunu anlamak için insan olmak yeter.
Zamanı İslâm ile
donatmak, “En hayırlı gün” cum'ayı cum'a olarak yaşamak yaşayabilmekle başlayacak
ya da güç kazanacaktır.
[1089]
771- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Cuma günü olduğunda mescidin bütün kapılarında
melekler bulunur. Bunlar, ilk gelen kimseleri yazarlar. İmam minbere oturduğu
zaman sahifeleri dürüp hutbeyi dinlemek üzere içeri girerler. Mescide ilk gelen
kimse, bir deve kurban etmiş gibi sevaba nail olur. Ondan sonra gelen kimse ise
İnek kurban etmiş gibi sevaba nail olur. Ondan sonra gelen ise koç kurban etmiş
gibi sevaba nail olur. Ondan sonra gelen ise tavuk kurban etmiş gibi sevaba
nail olur. Ondan sonra gelen ise yumurta kurban etmiş gibi sevaba nail olur.”
[1090]
Açıklama:
Bu hadisin rivayetleri
arasında ufak-tefek bazı farklılıklar göze çarpmaktadır. Bununla birlikte
hepsinin ittifak ettiği manaya göre; cumaya gelenlerin alacakları sevaplar,
geliş sırasına göre farklıdır. Hatip minbere çıkınca, melekler, bu yazma işini
bırakıp okunacak hutbeyi dinlemek üzere minberin yanına gelirler. Artık bu
vakitten sonra gelenler, söz konusu olan sevaplardan faydalanamazlar. Sadece
Cuma namazına ait sevaplara nail olurlar.
Camiye erken gelenlere
verilen sevapların farklı oluşu, gelenlerin; namaz kılmak, Kur'an okumak,
teşbih çekmek gibi ibadetleri daha çok yapacakları içindir.
772- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kim boy abdesti alıp Cuma namazına gelir ve kendisine
takdir edilen namazı kılar, sonra imam hutbesini bitirinceye kadar dinler,
sonra onunla birlikte Cuma namazını kılarsa, o kimsenin o Cuma ile öbür Cuma
arasındaki günahları ile üç günlük fazla günahı bağışlanır.”
[1091]
773- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte Cuma namazını kılar, sonra dönüp su taşıdığımız develeri
dinlendirirdik.”
Hadisin ravisi Hasan
der ki:
Cafer'e: “Bu hangi
saatte oluyordu?” diye sordum. O da:
“Güneşin tam tepe noktasından batıya doğru kayması
vaktinde” diye cevap verdi.”
[1092]
774- Sehl
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz ancak Cuma
namazından sonra öğle uykusuna yatardık ve öğle yemeğini yerdik.
Hadisin ravisi Hucr:
“Resulullah (s.a.v.)
zamanında” ilavesini yaptı.”
[1093]
Açıklama:
Hadis, Cuma namazının
hiç geciktirilmeden ve öğle namazının vakti girer girmez hemen kılındığını
ifade etmektedir.
Sahabiler, Cuma
günleri Cuma namazına hazırlanmakla meşgul olduklan ve Cuma namazına erken
gittikleri için öğle yemeğini ve İstirahatini cumadan sonraya bırakırlardı.
775-
Seleme İbnu'1-Ekva'
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte güneş tam tepe noktasından batıya doğru kaydığında Cuma namazını
kılardık, sonra bölgeyi araştırıp geri dönerdik.”
[1094]
Açıklama:
Hadis, Cuma namazından
sonra cemaat dağıldığında duvarların gölgesinin az olduğundan oradan geçenin
gölgeden istifade edemediğini belirtmektedir. Durum bu olunca, Cuma namazının,
öğlenin ilk vaktinde eda edildiği ortaya çıkmış olmaktadır.
776-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
Cuma günü ayakta hutbe okur, sonra oturur, sonra yine kalkardı. Tıpkı sizin
bugün yaptığınız gibi.”
Açıklama:
Bu hadis, iki hutbe
arasında oturmanın caiz olduğunu göstermektedir. Hanefilere göre birinci hutbe
vacip, ikinci hutbe sünnettir. Hanefilerin ikinci hutbenin vacip olmayışına,
bazı sahabilerin bunu terk ettiklerini delil olarak göstermişlerdir. Birinci
hutbenin vacip oluşuna deiil, Cuma: 62/9'daki “Allah'ın zikrine koşun” ifadesidir. Buradaki “Zikir”den maksat,
hutbedir.”
[1095]
777- Câbir
b. Semure (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
ayakta hutbe okur, sonra oturur, sonra yine kalkıp hutbe okurdu. Buna göre kim
sana Resulullah (s.a.v.)'in oturarak hutbe okuduğunu haber verirse muhakkak
yalan söylemiştir. Vallahi, ben Resulullah (s.a.v.)'le birlikte iki binden
fazla namaz kıldım.”
[1096]
Açıklama:
Hadiste ayakta hutbe
okumanın meşru olduğuna delildir. Yalnız ayakta hutbe okumanın hükmü hususunda
görüş ayrılığı vardır. Cumhura göre hutbenin ayakta okunması farzdır. Bunlar,
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hutbelerini ayakta okuduğu ile ilgili bu tür hadisleri
görüşlerine delil olarak getirmişlerdir.
İmam Ahmed'den bir
rivayete ve Hanefilere göre ise hutbenin ayakta okunması sünnettir. Bunlara
göre, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ve Raşid Halifelerin ayakata hutbe okumaları,
ayakta durmanın, farz yada vacip olmasını gerektirmez.
“Ben Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte iki binden fazla namaz kıldım” ifadesi; ya çokluktan kinayedir yada
beş vakit namazı kastetmiştir. Çünkü cumanın kılınmasından Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
vefatına kadar değil ikibin, yarısı kadar bile Cuma namazı kılınmamıştır.
778- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
Cuma günü ayakta hutve veriyordu. Bu sırada Şam'ddan bir kervan geldi. Derken
cemaat, kervanın geldiğini duyunca Peygamber bırakıp) ona doğru yöneldiler.
Öyle ki Peygamber'in yanında on iki kişiden başka hiç kimse kalmadı. Bunun
üzerine Cum'a süresindeki
“Onlar, bir ticaret yada eğlence gördükleri zaman ona
doğru koşuştular, seni ayakta bıraktılar”
[1098]şeklindeki ayet indi.
[1099]
Açıklama:
Bu olay, hadis
rivayetlerinde Cabir bin Abdullah, İbn Abbas, Ebu Hureyre, Ebu Malik, Hasan
Basrî, İbn Zeyd, Katade ve Mutakîl bin Hayyaridan şöyle nakledilmiştir:
“Bir Cuma namazı
vaktinde, Şam'dan Medine'ye bir ticaret kafilesi gelir ve kafile mensupları,
geldiklerinde şehirlilerin haberi olsun diye def ve davul çalmaya başlarlar.
Tam bu esnada Hz. Peygamber (s.a.v.) hutbe irad etmektedir. Davulun sesini
duyan cemaat sabırsızlanır ve 12 kişi dışında hepsi, kafilenin bulunduğu yere
koşarlar”
Konuyla ilgili bütün
rivayetler bir arada ele alındığında, geride kalanlardan isimleri bilinenler
şunlardır: Hz. Ebu Bekir, Hz.Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, İbn Mes'ud, Ammar bin
Yasir, Huzeyfe'nin kölesi Salim ve Cabir bin Abdullah.
Bu olay, hicretten
kısa bir zaman sonra vuku bulmuştur. Bu dönem sahabenin sosyal eğitiminin henüz
yeni başladığı bir dönemdi. Diğer yandan Mekke müşriklerinin ekonomik ambargo
uygulaması nedeniyle, Medine'deki halk günlük ihtiyaçlarını karşılamada dahi
zorluk çekiyordu. Hasan Basri, Medine'de o günlerde halkın neredeyse açlıktan
ölecek bir hale geldiğini ve fiyatların çok yüksek olduğunu nakleder İbn Cerir.
Hal böyleyken ticari bir kafile gelir ve herkesi “Namaz bitene kadar belki de
her şey satılmış olur” şeklinde bir endişe kaplar. Bu endişe sebebiyle cemaat
kafileye doğru koşarak gider.
Görüldüğü gibi
eğitimin eksik, şartların güç olduğu bir zamanda ortaya çıkmış bir zaaf ve hata
idi. Fakat bu insanların İslâm için yaptıkları fedakarlıkları, ibadet ve
muamelatta hayatlarının nasıl değiştiğini ve takvanın timsali olduklarını
gözönüne alan herhangi bir kimse onları, dünyayı ahirete tercih etmekle
suçlamaya cesaret edemez. Bu itham sahipleri, esasında sahabeye buğzetmek
hastalığına yakalanmışlardır. Ancak şurası kesin bir gerçektir ki; bu hadise
sahabeye ta'n edenleri nasıl teyid etmiyorsa, sahabenin hiçbir şekilde hata
yapmayacağını söyleyip, onları göklere çıkaranları ve bu kimselerin “Sahabeden
sadır olan bir hatanın zikredilmesi onları küçültmek demektir ve bu onların
izzet ve kıymetlerinin müminlerin kalbinden silinmesine neden olur” biçiminde
iddialarını da aynı şekilde nakzeder. Oysa bu her iki görüş de ayet ve
hadislere ters düşmektedir.
Zira bu sahabiler ayet
ve hadislerde Allah'tan mağfiret kazanmış ve O'nun indinde makbul kimseler
olarak zikredilirler. ikinci görüş de aşırı bir tutumun sonucudur. Ve o da ayet
ve hadislere dayanmaz. Çünkü çok sayıda sahabenin taşıdığı bir çok zaaf ve
hatayı Kitab'ında bizzat Allah Teâlâ zikretmiştir.
Üstelik bu Kitab'ı
Kur'an ümmet kıyamete kadar okuyacaktır. Ancak bununia birlikte sahabenin
affedilmiş ve Allah katında yakınlık kazanmış kimseler oldukları da
bildirilmiştir. Ayrıca bu zaaf ve hatalar sahabeden Ehli sünnet büyüklerine
kadar ayrıntılı bir şekilde nakledilerek, tefsir ve hadis kitaplarında yer
almıştır. Şimdi tüm bunlardan, Allah'ın bu hadiseleri sahabenin sevgisini
kalblerimize sokmak ve aynı zamanda onların sevgisini kalplerimizden çıkarmak
için zikrettiğinden bahsedebilir miyiz? Sahabenin, tabiunun, müfessir ve
muhaddislerin bu hadiseyi tüm aynntılarıyla zikretmelerinin nedeni, acaba
onlann bu şer'i ilkeden haberleri olmaması mıydı? Ayrıca bu sureyi okuyan ve
tefsirini mütealâ eden kimselerin kalbinde sahabe sevgisi azalmış mıdır? Şayet
bu sorulara, olumsuz cevap veriliyorsa -ki kesinlikle olumsuzdur- o takdirde
sahabeye hürmet adına, bazı kimselerin yaptıkları yersiz müdafa ve
gösterdikleri aşırı tutum hiç de akıllıca değildir.
Ayrıca onlar da, bu
dünyada doğmuş insanlardır. Onlara sahip oldukları bu seçkin özellikleri, Hz.
Peygamberin (s.a) eğitimi vermiştir. Bu eğitim yıllarca ve tedricen
(aşama-aşama) devam etmiştir. Bu eğitimin üslub ve metodunun, Kur'an ve
sünnette şöyle olduğunu görmekteyiz: Toplumda ne zaman bir zaaf ortaya
çıkmışsa hemen Allah ve Rasulü o zaafa toplumun dikkatini çekmiş ve tedrici
bir eğitim programıyla sözkonusu zaaf ortadan kaldırılmıştır. Aynı metodu Cuma
namazı esnasında meydana gelen hadisede görüyoruz. “Öyle ki bir ticaret
kafilesinin gelmesi üzerine bu hadise vuku bulur ve Allah Teâlâ Cuma suresinin
bir bölümünü (9-11) inzal ederek, sahabeyi ikaz eder. Bu ayetler vasıtasıyla,
onlara Cuma namazının kuralları öğretilir. Bunun yanısıra, Hz, Peygamber (s.a.v.)
de hutbelerinde peşisıra Cuma namazının farziyetİni ve önemini müslümanların
zihinlerine yerleştirir.”
Bu şekilde öğretilen
Cuma namazının kurallan ile ilgili ayrıntılar hadisler vasıtasıyla bize kadar
ulaşmıştır.
Ayrıca sahabenin
yaptığı hatanın mahiyeti hemen anlaşılmaktadır. Şayet onlann imanları
-maazallah- eksik olsaydı, yahut bile bile dünyayı ahirete tercih etselerdi,
elbette o zaman Allah'ın onlara hiddeti ve tenkid biçimi daha farklı olurdu.
Ancak burada sahabiler iman eksikliğinden değil, eğitim eksikliğinden dolayı
zaaf gösterdikleri için, kullanılan üslup da bu bakımdan öğreticidir. Nitekim
ayetlerde Cuma namazının kuralları öğretilmiş ve ders verir bir üslup ile şöyle
buyurulmuştur:
“Cuma hutbesini dinlemek ve namazı kılmak, eğlenceden
de, kazanacağınız kârdan da hayırlıdır!”
[1100]
779- Ka'b b.
Ucre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ka'b, mescide
girmişti. Abdurrahman b. Ümmü'I-Hakem oturduğu yerden hutbe okuyordu. Ka'b:
“Şu kötü herife bakın!
Oturduğu yerden hutbe okuyor. Halbuki yüce Allah,
“Onlar, bir ticaret yada eğlence gördükleri zaman ona
doğru koşuştular, seni ayakta bıraktılar”
[1101] buyurmaktadır.
[1102]
780-
Abdullah
İbn Ömer (r.a) ile Ebu Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bu ikisi, Resulullah
(s.a.v.)'i minberinin basamakları üzerinde şöyle buyururken işitmişlerdir:
“Bazı kimseler, ya Cuma namazını terk etmekten
vazgeçerler yada Allah onların kalplerine mühür vurur, sonra da muhakkak
gafillerden olurlar.”
[1103]
Açıklama:
Kurtubî'ye göre, kalbi
mühürlemekten maksat; Allah'ın sözkonusu kimselerin kalplerinde yaratacağı
cehalet, kasvet ve cefadır.
Hadis, £uma namazının
önemini vurgulamakta ve Cuma namazı kılmaya teşvik etmektedir.
781- Câbir
b. Semure (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'îe
birlikte namaz kılardım. Onun namazı ve hutbesi, orta düzeyde idi.”
[1104]
782- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
hutbe okuduğunda gözleri kızarır, sesi yükselir ve hiddeti artardı. Hatta bir
orduyu tehdit etme mahiyetinde: “Düşman akşama-sabah size baskın yapacak” diyen
ordu komutanı gibi olur ve şehâdet parmağı ile orta parmağını yan yana
getirerek:
“Ben kıyamete şunların bir birine olan yakınlığı gibi
yakın bir zamanda gönderildim” der ve
sözüne şöyle devam ederdi:
“Bundan sonra bilginiz ola ki; sözün en hayırlısı,
Allah'ın kitabıdır. Yolların en doğrusu da, Muhammed'in yoludur. İşlerin en
kötüsü, sonradan çıkarılanlarıdır. Her bidat dalâlettir” buyurur, sonra da:
“Ben her mümine kendi nefsinden ileriyim. Bir kimse
ölürken mal bırakırsa o mal onun yakınlarına aittir. Fakat borç veya
çoluk-çocuk bırakırsa bana âit ve benim üzerimedir” buyururdu.”
Açıklama:
Bir
rivayette ise şu ifade yer almaktadır: “Peygamber (s.a.v.)'in Cuma günkü
hutbesi şöyleydi:
“ilk önce) Allah'a hamd eder, övgüde bulunur, sonra da
bunun ardından sesi yükseltmiş olarak konuşurdu.”
[1105]
“Sözün en hayırlısı,
Allah'ın kitabıdır. Yolların en doğrusu da, Muhammed'in yoludur” sözü hakkında
Lütfü Çakan şunları söylemektedir;
“müslümanların temel
düşünce yapısını, Kitab ve Sünnet'e bakışını tesbit eden hadisimiz, özündeki
öneme münâsip bir söyleyiş güzelliğine de sahip bulunmaktadır: “Sözlerin en
güzeli Allah’ın kelâmı; yolların en doğrusu, Muhammed'in yoludur.”
Fesahat ve belagat
yönünden tüm incelikleri en üst seviyede ihtiva ettiği, ya pek açık şekilde
veya işaret yoluyla her şeyi açıkladığı için sözlerin en güzeli, en hayırlısı
ve en doğrusu Allah'ın kelâmı, Kur'an-ı Kerim'dir. Nitekim “Sana bu kitabı, her şeyi açıklayan ve müslütnanlara yol
gösterici, rahmet ve
müjde olarak indirdik”
[1106]
buyurulmuştur. Bu “Her
şey”, din ve dünya işlerinden açıklanmasına ihtiyaç duyulacak itikadı, amelî,
siyasî, iktisadî, içtimaî ve ahlâkî her konudur. Bütün bu konulan açıklamakta,
üslûb ve muhteva olarak Allah'ın kelâmı hiç şüphesiz, sözlerin en güzeli ve en
mükemmelidir.
Hadisimizin ihtiva
ettiği lafız farklılıkları sanki bir anlamda, Allah kelâmının erişilmez güzelliğinin
değişik yönlerini göstermektedir. Verdiği haberler ve işaret ettiği gerçeklerin
doğruluğu açısından en doğru asdak
[1107]
koyduğu kaidelerle inananların dünya ve âhiret hayatları ve iki cihan
mutluluklarını temin bakımından en hayırlı hayr olan Allah kelâmı, söyleyiş
olarak edebî açıdan da en güzeldir. Öylesine güzel ve farklıdır ki, bu konuda
bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
“Allah kelâmının öteki sözlere üstünlüğü; Allah'ın
yarattıklarına üstünlüğü gibidir”
[1108]
Aslında bu niteliği
kendisine bizzat Kur'an vermiştir:
“Allah, âyetleri birbirine benzeyen ve yer yer tekrar
eden Kur anı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir.”
[1109]
Böylesine güzel, doğru
ve hayırlı olan söze itibar etmek, onu benimsemek, yaşamak ve gelecek nesillere
benimsetmek, hem en üstün iş, hem de en büyük mutluluktur. Nitekim bir hadîs-i
şerifte Sevgili Peygamberimiz, “Allah,
milletleri bu kitap ile yüceltir veya alçaltır.”
[1110]
buyurmuş; bu en güzel kelâmın toplumların hayatındaki yerini en açık şekilde
duyurmuştur. Bir başka hadislerinde de;
“Sizin en hayırlınız Kur'an'ı öğrenen ve
öğretenlerinizdir”
[1111]
buyurmak suretiyle Kur'an eğitim ve öğretiminin önemine işaret etmişlerdir.
Tebliğ ve telkinde de
en etkili yol, Kur'an okumak yani sözlerin en güzeliyle insanlara hitap
etmektir. Kur'an âyetleriyte veya âyetlerden iktibaslarla zenginleştirilmemiş
sözler, sohbetler, yazılar, kitaplar, nutuklar, hutbeler ve va'azlar asla
müessir olamaz, kalpleri yumuşatamaz.
Hadisimizdeki yol ve
gidişat anlamına gelen hedy kelimesi delâlet ve irşat etmek anlamına hüdâ kelimesiyle
de rivayet edilmiştir. Her iki şekle göre mâna şöyle olmaktadır:
a- Yolların
en doğrusu en güzeli, Muhammed'in yoludur.
b- Hidâyet
ve irşadın en güzeli, en doğrusu, Muhammed'in irşadıdır.
Bu iki mânadan,
yolların en güzeli, Hz Muhammed'in sünneti ve İslâm olduğu anlaşılmaktadır.
Zira onun yolu, sünneti; onun irşâd ve tebliği İslâm'dır.
Hadisin bu kısmında
yer alan, yolların en üstünü (efdalu'1-hedy) ve yolların en hayırlısı
(hayrul-hedy) kayıtları, Hz. Peygamber'in yol ve irşadının en güzel ve en doğru
oluşunu ahsen ve asdak, iki ayrı yönden açıklamaktadır.
Hayatı, Kur'an
lisanıyla, inananlara “En güzel örnek” olarak tanıtılmış olan Hz. Peygamber'in
yaşayış tarzı, elbette yolların en güzelidir. Binâenaleyh, bu güzellikler
manzumesine yabancı bütün anlayış ve uygulamalar, birer yozlaşma ve sapıklık
sebebi ve birer “Bid”aftir. “İşlerin en zararlısı ve şerlisi” de işte bu
sebeple, bid'atlerdir.
İslâmî anlayış ve
yaşayışın prensipleri, sözlerin en güzeli Kur'an-ı Kerim ile en güzel şekilde;
uygulama şekilleri de yolların en doğrusu Hz. Peygamber'in irşâd ve örnek
hayatı ile en güzel ve mükemmel biçimde ortaya konulmuş bulunmaktadır. Bu
sebeple, bu güzelliklere ters düşecek hiç bir söz, fikir ve uygulama, asla
iltifata lâyık değildir; aldatıcıdır, saptırıcıdır. Mutlak surette böylesi
yabancı unsurlara karşı tam bir uyanıklık içinde olunmalıdır. Söz, Allah'ın
sözü; Hz. Muhammed (s.a.v.)'in izidir.
[1112]
783-
Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
cemaate hutbe okurken ilk önce Allah'a hamd eder, layık olduğu şekliyle O'na
övgüde bulunur, sonra da:
“Men vehdihillâhu felâ mudille lehu ve men vudlil felâ
hâdiye lehu ve hayru'l-hadîsi kitâbu'llâhi” Allah bir kimseye hidayet verirse
onu saptıracak yoktur. Allah'ın saptırdığına da hidayet verecek yoktur. Sözün
en hayrlısı, Allah'ın Kitabıdır”
derdi.”
[1113]
784-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Dımâd Mekke'ye
gelmişti. O, Ezd-i Şenûe kabilesinden olup delilere nefes ederdi. Mekkelilerden
bazı akılsızların: “Muhammed delidir”dediklerini işitmişti. Bunun üzerine
kendi kendine: “Şu zâtı bir görsem! Belki Allah ona benim elimde şifâ nasıp
eder” dedi. Sonra bir gün Resulullah'a rastlayıp ona:
“Ey Muhammed! Ben
delilere okurum. Hem Allah, benim elimde dilediğine şifâ ihsan eder.Okumamnstermisin?”
dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Inne'l-hamde li'ilâh, nahmeduhu ve nesteînuhu, men
yehdihi'hâhu felâ mudille leh ve men yudlil felâ hâdive leh, ve eşhedu en lâ
ilahe illâllâhu vahdehu lâ şerike leh
ve enne Muhammeden abduhu ve Resuluh. Amma ba'du” Şüphesiz ki hamd, Allaha
mahsustur. Biz O'na hamdeder, O'ndan yardım dileriz. Allah, her kime hidâyet
verirse artık onu şaşırtacak hiçkimse yoktur. Kimi de şaşırtırsa onu da
hidâyete erdirecek yoktur. Ben, Allahdan başka ilâh olmadığına, bir Allah olup
ortağı bulunmadığına, Muhammed'in de onun kulu ve resulü olduğuna şehâdet
ederim.” Bundan sonra diyerek söze
başladı. Dımâd:
“Şu sözlerini bana bir
daha tekrarla!” dedi. Resulullah (s.a.v.) bu sözleri ona üç defa tekrarladı.
Bunun üzerine Dımâd:
“Doğrusu ben
kâhinlerin sözlerini de, sihirbazların sözlerini de, şâirlerin sözlerini de
dinledim. Fakat senin şu sözlerin gibi hiç bir söz işitmedim. Bunlar, gerçekten
denizin dibine vardı. Ver elini sana İslâmiyet üzerine biat edeyim!” diyerek
ona biat etti. Resulullah (s.a.v.):
“Bu biat, kavmin için de olsun mu?” buyurdu. Dımâd:
“Evet. kavmim adına da
olsun” dedi.
Derken Resulullah (s.a.v.)
bir tarafa askeri bir birlik gönderdi. Bunlar, Dımâd'ın kavmine uğramışlardı.
Askeri birliği komutanı, askerlerine:
“Bunlardan bir şey
aldınız mı?” diye sordu. Oradakilerden biri:
“Ben onlardan bir
matara/temizlik kabı aldım” dedi. Komutan:
“Onu sahibine iade
edin. Çünkü bunlar Dımâd'ın kavmidir” dedi.”
[1114]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.),
gerek Cuma hutbelerinde ve gerekse askerî, siyasî, toplumsal, eğitim ve diğer
herhangi bir sebeple olursa olsun yaptığı bütün hitabelerinde söze Allah'a hamd
ve. sena ile başlardı. Çoğunlukla hamd ve senadan sonra şehadet kelimelerini de
söylerdi. Bunu takiben “Amma ba'du” hitabıyla giriş konuşmasını bitirir, bundan
sonra maksadı olan konuşmayı yapardı. Konuşması; gayet açık, özlü ve sade
olurdu. Çoğunlukla konuşmasının içeriğini Kur'an ayetleri oluştururdu.
Resulullah (s.a.v.)'in hemen hemen bütün konuşmalarının giriş kısmı hep bu tarzda
hamd ve sena olduğunu gösteren sadece Buharî'de otuz kadar hadis vardır. Hatta
Kettânî, “Mütevatir Hadisler”de bunun mütevatîr olduğunu belirtmektedir.”
[1115]
Bu, en makul ve en
güzei ve en eskimez bir hitabet şeklidir. Çünkü Kur'an “El-hamdu” ile başlıyor,
namaz “El-Hamdu” ile başlıyor, Resulullah (s.a.v.)'in bunca hitabeleri de hep
“El-Hamdu” ile başlıyor. Konuşmaya, konuşma nimetini İhsan eden Allah'a hamd
ile başlamak; ne kadar ma'kul ve ne derece yakışan bir hitabet tarzı olduğu
böyle anlaşılmak olmaktadır.
[1116]
785- Ebu
Vâil'den rivayet edilmiştir:
“Ammâr bize hutbe
okudu. Fakat hutbeyi, kısa ve açık bir şekilde okudu. Minberden inince ona:
“Ey Ebui-Yekzân!
Gerçekten kısa ve açık bir hutbe okudun. Biraz daha uzatsan iyi olurdu” dedik.
Bunun üzerine Ammâr:
“Ben Resulullah (s.a.v.)'i:
“Şüphesiz ki kişinin namazı uzun, hutbeyi kısa
tutması, kavrayışlı olduğunun alametidir. Dolayısıyla siz namazı uzun tutun,
fakat hutbeyi kısa kesin. Doğrusu beyanda sihir vardır” buyururken işittim” dedi.
[1117]
786- Adiyy b.
Hatim (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir adam, Peygamber (s.a.v.)'in
yanında hutbe okuyup:
“Kim Allah'a ve
Resulüne itaat ederse doğru yolu bulmuş olur. Kim de onlara isyan ederse sapmış
olur” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Sen ne kötü bir hatibsin! “Onlara” diyeceğine
“Allah'a ve Resulüne” isyan ederse sapmıştır” de”.
[1118]
787- Ya'lâ
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ya'lâ, Peygamber (s.a.v.)'i,
minberde
“Ve nâdev, yâ Mâliku” “Cehennemlikler:
“Ey Mâlik” diye seslendiler”
[1119]
ayetini okurken işitmistir.[1120]
788- Amre
(r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Ben, Kâf suresini
Cuma günü Resulullah (s.a.v.)'in ağzından belledim. Onu her Cuma günü halka
hutbe verirken minberde okurdu.”
[1121]
789- Umâre
b. Rueybe (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Umâre, Bişr b.
Mervârı'ı minberde elîerini kaldırırken görüp:
“Allah bu ellerin
cezasını versin! Doğrusu ben Resulullah (s.a.v.)'i dua ederken gördüm. Elini şu
kadarcıktan fazla kaldırmıyordu deyip şehadet parmağıyla ne kadar kaldırdığına
işaret etti.”
[1122]
790- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
bir Cuma günü (minberde) hutbe okurken bir adam çıkageidi. Peygamber (s.a.v.),
ona:
“Ey filanca kimse! Namaz kıldın mı?” diye sordu. O kişi:
“Hayır” diye cevap
verdi. Peygamber (s.a.v.):
“Öyleyse kalk, namaz kıl!” buyurdu.
[1123]
791- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.) hutbe okurken:
“Sizden birisi, imam Cuma günü minbere çıktıktan sonra
mescide gelirse iki rekat namaz kılsın!” buyurdu.
[1124]
Açıklama:
Bu iki hadis; imam
hutbe okurken camiye gelen bir kimsenin iki rekat tahiyyetü'l-mescid (=mescidi
selamlama) namazı kılması; Şâfiîlerde göre müstehab, Hanefilerde ise esah olan
görüşe göre tahrimen mekruhtur.
Hanefilerin bu
konudaki delilleri şu şekildedir:
1- Süleyk'in
camiye gelmesi, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hutbeye başlamasından öncedir. Çünkü
Nesâî, Süleyk Hadisi için özel bir bab açmış ve bu babı, “Hutbeden önce namaz”
diye isimlendirmiştir. Sonra da Ebu Zübeyr yoluyla Câbir'den şu hadisi
nakletmiştir; “Resulullah (s.a.v.) Süleyk el-Gatafânî çıka gelmişti. Süleyk,
(hiçbir) namaz kılmadan yere oturdu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), ona:
“iki rekat namaz kıldın mı?” diye sordu. Süleyk:
“Hayır!” diye cevap
verdi. Resulullah (s.a.v.):
“Kalk, iki rekat namaz kıl” buyurdu.”
Yine bu hadisi,
Müslim'de, Cum'a 58 (875)'da rivayet etmiştir.
2- Süleyk
mescide geldiğinde üstü başı yırtıktı. Resulullah (s.a.v.), onun bu halini görsünler
de yardım etsinler diye cemaate göstermek için onun namaz kılmasını emretmişti.
Dolayısıyla bu olay, genel bir durum olmayıp özel bir durumdur.
3- Bu olay,
namazda konuşmanın caiz olması nesh edilmeden önce meydana gelmiştir. Namazda
konuşma nesh edilince, hutbe esnasında konuşma da nesh edilmiştir. Çünkü hutbe,
Cuma namazının yarısı yada şartıdır.
Tahavî (ö. 321/933)
der ki:
“Cuma günü imam hutbe
okurken yanmdakine “Sus” diyen kimsenin boş laf ettiğine dair Resulullah (s.a.v.)'den
gelen rivayetler tevatür derecesine ulaşmıştır. İnsanın, yanındakine “Sus”
demesi, boş laf olunca, imamın cemaate, “Kalk, namaz kıl” demesi de aynı
şekilde boş laf olur. Bu da gösteriyor ki, Resulullah (s.a.v.)'in, Süleyk'e: “Namaz kıl” buyurduğu olay, hutbe
anında konuşma yasaklanmadan önce olmuştur. O zaman ki hüküm ile konuşmanın boş
laf olduğu zamanki hüküm birbirine muhaliftir.”
[1125]
792- Ebu
Rifâa (r.a)'tan rivayet edilmiştir;
“Hutbe okurken
Peygamber (s.a.v.)'in yanına varmıştım. Ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Yabancı bir kimse. Gelmiş, dinini soruyor, dininin ne olduğunu bilmiyor” dedim.
Bunun üzerine Resuîullah (s.a.v.), bana döndü ve hutbesini bırakarak ta yanıma
kadar geldi. Ona bir sandalye getirildi. Sandelyenin ayağının demirden olduğunu
zannediyorum. Resuîullah (s.a.v.), bu sandalyenin üzerine oturdu. Sonra da
Allah'ın kendisine öğrettiği bilgilerden bana da öğretmeye başladı. Sonra
tekrar hutbesine dönerek onu sonuna kadar tamamladı.”
[1126]
Açıklama:
Nevevî'ye göre; bu
hutbenin, cuma hutbesinden başka herhangi bir emir hutbesi olması ihtimali
var. Bunun için bu uzun öğretme arasıyla, hutbeyi kesmiş olabilir. Yine bunun
bir cuma hutbesi olması ve öğretimi yaptıktan sonra yeniden başlamış olması da
muhtemeldir. Yada belki de bu sırada çok uzun bir ara vermemiştir. Veya
Resuîullah (s.a.v.)in bu yabancı, ğarîb kişiye söylediği sözler belki de
hutbeyle alâkalı olup bu sebepten hutbenin devamı gibi olmuş olabilir. Bu halde
hutbe esnasında yürümek zarar vermez.
[1127]
Her ne halde olunursa
olunsun hakkı öğrenip öğretmek İslâm'ın en önde gelen bir hedefidir. Bunu her
fırsatta uygulayıp gerçekleştirmek, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in devamlı bir tutumu
ve sünneti olmuştur.
793- İbn Ebi
Râfi'den rivayet edilmiştir:
Medine valisi olan Mervan,
Ebu Hureyre'yi kendi yerine bırakarak Mekke'ye gitti. Bu nedenle de bize cumayı
Ebu Hureyre kıldırmıştt. ilk rekatta Cuma suresini okuduktan sonra, son rekatta
Munafîkun suresini okumuştu. Namazı bitirdikten sonra, Ebu Hureyre'ye yetişip
ona:
“Gerçekten de seni Ali
b. Ebi Tâlib'in Kufe'de iken okuduğu iki sureyi okudun” dedim. Ebu Kureyre:
“Çünkü ben, Resulullah
(s.a.v.)'i Cuma günü bu sureleri okurken işittim” dedi.[1128]
794-
Nu'mân
b. Beşîr (r.a)'tan rivayet edilmiştir;
“Resulullah (s.a.v.)
Ramazan ile Kurban bayram namazlarında ve Cuma namazında, “A'Iâ” suresi ile
“Gâşiye” surelerini okurdu. Bayram ile Cuma aynı güne rastlarsa bu sureleri
her iki namazda da okurdu.[1129]
795- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
Cuma günü sabah namazının birinci rekatında “Secde” suresi ve ikinci rekatında
ise “İnşân” suresini okurdu.”
[1130]
796- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Sizden birisi Cuma namazı(nın farzı)m kıldığında
arkasından dört rekat daha namaz kılsın.”
[1131]
797-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
Cuma namazının farzından sonra iki rekat namaz kılardı.”[1132]
Açıklama:
791 nolu hadis Cumadan
sonra iki, 790 nolu hadis ise Cumadan sonra dört rekat namaz kıldığını
göstermektedir. Bu, cumadan sonraki sünnetin en azı iki, en çoğu dört rekat
diyen Hanbelilerin mezhebine esas olmuştur. Ama daha çok sünnetin altı rekât
olduğunu söyleyenlere de delildir.
Şâfiîler bu namazın en
az iki, en fazla dört rekat olduğunu söylerler. Hanefîlere göre, dört rekât tek
selâmla eda edilir.
Bu konudaki hadisler,
Cumadan sonra kılınan sünnetin iki, dört veya altı rekat oluşuna delâlet
yönünden ihtilâf arz etmektedir.
Cuma namazı ile ilgili
hadisler burada sona ermiştir. Bundan sonra bayram namazına ait olan hadis-i
şerifler gelecektir.
Bayram demektir. Bu
kelime, “Avdet” kelimesinden alınmıştır. Avdet ise dönmek demektir. Bayramlara
“İd” denilmesinin sebebi, bazı alimlere göre; her sene tekerrür ettiği içindir.
Bazılarına göre ise bayramlarda sevinç tekerrür ettiği için onlara bu isim
verilmiştir. Bazılarına göre ise bayramların dönünp gelmesiyle onlara
erişenlere imkan sağladığı için bu isim verilmiştir.
müslümanların, birisi
Ramazân'dan sonra “Fıtr Bayramı” ve diğeri de Zilhicce'nin 10. günü başlayan
“Kurban Bayramı” olmak üzere iki bayramı vardır.
798-
Abdullah
İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ramazan bayramı
namazında Allah'ın peygamberi (s.a.v.), Ebû Bekr, Ömer ve Osman ile beraber
bulundum. Hepsi bayram namazını hutbeden önce kılar, sonra hutbe okurlardı. Bir
defa Allah'ın peygamberi (s.a.v.) minberden indi. Onun eliyle erkekleri
oturttuğunu hâîen görür gibiyim. Sonra erkek saflarını yararak kadınların
saflarına kadar geldi. Bilâl'de, onunla birlikte idi. Resulullah (s.a.v.):
“Ey Peygamber! Eğer mü'min kadınlar Allah'a hiç bir
şeyi ortak koşmamak şartıyla sana biat etmeye gelirlerse... kabul et”
[1133]
ayetini sonuna kadar okudu. Ayeti okumayı bitirdiği zaman, kadınlara:
“Siz, bu âyette zikredilen şartlar üzere devam ediyor
musunuz?” diye sordu. İçlerinden bir
tek kadın:
“Evet, ey Allah'ın
peygamberi!” dedi. Kadınlar içerisinde Resuluilah (s.a.v.)'e ondan başka cevap
veren olmadı. O anda bu kadının kim olduğu bilinmiyordu. Resuluilah (s.a.v.):
“O hâlde sadaka verin!” buyurdu. Bunun üzerine Bilâl elbisesini yere
yayıp:
“Haydi buyurun!
Annem-babam size feda olsun'” dedi.
Bunun üzerine
kadınlardan kimi halkalarını ve kimi de yüzüklerini Bilâl'in elbisesi içine
atmaya başladılar.”
[1134]
Açıklama:
Hadiste “O anda bu kadının kim olduğu bilinmiyordu”
sözü, hadisinin ravisine aittir. Bu kadından maksat bazılarına göre Esma bint.
Yezid'dir. Bu kadın, kadınların hatibi unvanıyla anılmaktaydı.
Resuluilah (s.a.v.)'in
Mümtehine: 60/12 ayetini kadınlara okuması; kadınlara, Mekke'nin fethi
sırasındaki biati hatırlatmak içindir. Mekke fethedildikten sonra Resulullah (s.a.v.)
Safa tepesine çıkarak oturmuş, halk da etrafına toplanarak önce erkekler ve
sonra da kadınlar ona biat etmişti.
Hadis, bayram
namazından önce ve sonra sünnet bir namazın olmadığını gösterir. Yalnız
alimler, bunda ittifak etmekle birlikte mutlak manada nafile kılmanın caiz olup
olmadığı konusunda ihtilaf etmişlerdir
Abdullah İbn Abbâs,
Abdullah İbn Mes'ud, Ömer, Ali, Abdullah İbn Ömer, Câbir, Huzeyfe gibi sahabeler
ve Mesrûk, Kasım, Salim, İmam Ahmed gibi alimlere göre ise; bayram namazından
önce ve sonra nafile namaz kılmanın mekruh olduğunu belirtmişlerdir.
Iraki (ö.
805/1402)'nin belirttiğine göre ise; Enes, Büreyde, Rafı' b. Hadîc, Sehl b.
Sa'd gibi sahabeler ve İbrahim en-Nehâî, Said b. Cübeyr, Hasen el-Basrî, Said
İbnü'I-Müseyyeb gibi alimler, bayram namazından önce ve sonra nafile namaz
kılmanın caiz olduğu görüşündedirler.
Bazıları ise namazdan
önce kılınan nafile ile sonra kılınanın arasını ayırmışlar; her birini ayrı
ayrı hükümler altında ele almışlardır. Bu görüşte olanlar ise; İbnü'l-Münzîr,
Mücahid, Sevrî gibi alimlerdir.
Basralılar ise tam
aksine namazdan önce kılmanın caiz, sonra kılmanın ise caiz olmadığı
görüşündedirler.
Hanefilere göre ise;
musallada hem namazdan önce ve hem de sonra namaz kılmak mekruhtur. Evde ise,
kılmakta bir beis yoktur. Hanefiler bu konuda, “Resulullah (s.a.v.), bayram
namazından önce bir şey kılmazdı. Evine döndüğü zaman ise iki rekat namaz
kılardı” şeklinde Ebu Said el-Hudrî'den gelen rivayete dayanmışlardır.
Bu ihtilaflara sebep;
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in,
“Biriniz mescide geldiği zaman iki rekat namaz kılsın” buyurmasına rağmen, kendisinin bayram namazına
çıktığı zaman sadece iki rekat bayram namazı kılmakla yetinmesi, önce ve sonra
buna bir şey. ilave etmemesidir.
Ayrıca bayram
namazının kendinden önce ve sonra nafile namaz kılmanın hükmü bakımından farz
namazlara benzeyip benzememesi konusunda da tereddüt edilmiştir.
Bayram namazını
yukarıdaki manada sünnet namazlar gibi görüp “Musallaya, mescid denilemez”
diyenler, ne bayramdan önce ve ne de sonra nafile namaz kılmayı uygun görmemişlerdir.
Bundan dolayı Mâliki mezhebinde bayramın camide kılınması halinde hükmün ne
olacağında tereddüt edilmiştir.
İbn Rüşd (ö. 520/1126)'ün
“Bidâyetü'l-Müctehid”deki ifadesine göre; musallaya, mescid adı verilir
diyenler ve Resulullah (s.a.v.)'in bayram güğnlerinde bayram namazından başka
bir namaz kılmayışını ruhsat kabul edenler, bayramdan önce nafile namaz kılmayı
müstehab görmüşlerdir. Bayram namazını, farz namazlara benzetenler ise, hem
bayramdan önce ve hem de bayramdan sonra nafile namaz kılmayı müstehab
görmüşlerdir.
Bazı alimler de,
bayram namazından önce ve sonra nafile namaz kılmayı, mekruh ve müstehab değil
de, mubah kabul etmişlerdir.
799- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet ediimiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
Ramazan Bayramı günü kalkıp namaz kıldırdı; hutbeden önce namazla işe başladı.
Sonra cemaata hutbe okudu. Allah'ın peygamberi (s.a.v.) hutbeyi bitirince
minberden İndi. Kadınların yanma geldi. Bilal'ın eline dayanmış vaziyette
onlara vaaz ve nasihatta bulundu. Bunun üzerine Bilâl, elbisesini yere açtı.
Kadınlar da onun içine sadakalarını attılar.
Açıklama:
Hadisin ravisi İbn
Cüreye der ki: Ben, Ata (b. Rebâh)'a:
“Kadınların bu verdikleri
Ramazan Bayramı zekâtı mıydı?” diye sordum. O da:
“Hayır. Fakat bu,
onların o zamana özgü verdikleri bir sadaka îdi. Kadınlar yüzüklerini atıyor
da atıyorlardı” diye cevap verdi. İbn Cüreye, Atâ'ya:
“Şimdi de imamın
hutbeyi bitirince kadınların yanına gelerek onlara vaaz ve nasihatta
bulunmasını, üzerine bir görev olarak
görüyor musun?” dedim: Ata:
“Evet. Ömrüme yemin
ederim ki, bu, onlar üzerinde gerçekten bir görevdir. Bunu niçin yapmazlar
bilmem” dedi.[1135]
Açıklama:
Kadınların verdikleri
sadaka, fıtır sadakası değil, mutlak manada bağıştır. Kadınların hemen
olarında ellerindekini bağışlamalan, onların kocalarından izin almadan kendi
mallarını sadaka olarak vermelerinin caiz olduğunu göstermektedir.
800- Câbir
b. Semure (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte Ramazan bayramı namazı ile Kurban bayramı namazını bir değil, iki
değil, bir çok defa ezan ve kametsîz olarak kıldım.”
[1136]
801-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
Ebu Bekr ile Ömer; Ramazan bayramı namazı île Kurban bayramı namazını, bayram
hutbesinden önce kıldırırlardi.”
[1137]
802- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Kurban ve Ramazan bayramı günleri namazgaha çıkardı. Orada önce namazla işe
başlardı. Namazını kıldırıp selâm verdiğinde ayağa kalkıp cemaata karşı
dönerdi. Cemâat ise namazgahlarında otururlardı. Eğer bir tarafa bir askeri
birlik göndermeye ihtiyâcı varsa, onu cemaata hatırlatır ve bundan başka bir
ihtiyâcı olursa, onu da onlara emrederdi. Hutbe esnasında:
“Sadaka verin, sadaka verin, sadaka verin!” buyururdu.
En fazla sadaka veren
de kadınlar olurdu. Ondan sonra namazgâhdan ayrılırdı.
Mervân b. Haksm
zamanına kadar durum, bu eksende devam etti. Bir defa ben Mervân'la el ele
tutuşarak namaza çıktım. Namazgaha vardığımızda ne görelim! Kesir İbn Salt,
çamur ile kerpiçten bir minber yapmış. Bir de baktım ki, Mervân'ın eli beni
çekiştiriyor. Galiba beni minbere doğru çekiyordu. Ben de onu namaza doğru
çekiyordum. Onun bu hâlini görünce:
“İşe namazdan başlamak
nerede kaldı?” dedim. Mervân:
“Hayır, ey Ebu Said!
Senin bildiğin (metod artık) terkedildi” dedi. Ben de, ona:
“Asla olmaz! Nefsimi
elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, benim bildiğimden daha hayırlısını
yapamazsın” dedim.
Ebu Saîd, bunu, üç
defa tekrarladıktan sonra oradan ayrıldı.
[1138]
Açıklama:
Namazgah'tan maksat,
Medine'de bilinen bir namazgahtır. Mescid-i Nebevi'den bin adım kadar
uzaklıktadır.
Ebu Saîd el-Hudri'nin
Mervân b. Hakem'ie el ele tutuşarak namazgaha gitmesi, Mer-van'ın Medine valisi
olduğu sırada gerçekleşmişti.
803- Ümmü
Atiyye (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
bize, akıl ergenlik çağına giren ve girmeyen genç kızların bayram namazlarına
gitmemizi ve hayızlı kadınların ise müslümanların namazgah namaz kıldıkları
yer)den ayrılmalarını emretti.”
[1139]
Henüz ergenlik çağma
girmiş kız, genç kız, ergenlik çağma yaklaşmış kız, evlenme çağına geldiği
halde henüz evlenmemiş kız manalarında kullanıldığı belirtilir.
Perde ehli genç
kızlardan maksat; evin bir köşesinde bakire kızlar için perdelerle ayrılmış
bölüme denir.
Konu ile ilgili tüm
hadisler, genç-ihtiyar, evli-bekar, hayız ve temiz farkı gözetmeden bütün
kadınların bayram namazına çıkmalarının meşru olduğunu göstermektedir. Ancak
hayızlı olanlar, namaz kılmazlar. Yalnız bu cevazın, fitne korkusu olmaması
şartıyla kayıtlı olması gerekir.
Hayızlı kadınların,
cemaate katılıp namaz dışındaki duâ ve tekbir gibi ibadetlere katılmaları
tavsiye edilmektedir. Aynca kadınların bayram namazlarına gitmelerinin meşru
olduğu anlaşılmaktadır.
804-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir;
“ResuIullah (s.a.v.)
Kurban bayramı ve Ramazan bayramı günü namazgaha/namaz kılınan yere çıkıp iki
rekat namaz kıldı. Bu iki rekat namazdan önce ve sonra hiçbir namaz kılmadı.
Sonra beraberinde Bilâl olduğu halde kadınların yanına gelip onlara sadaka
vermelerini emretti. Bunun üzerine bazı kadınlar halkasını ve bazısı da
gerdanlığını Bilâl'in elbisesinin içerisine atmaya başladı.”[1140]
Açıklama:
Hadis, bayram
namazından önce ve sonra sünnet bir namazın olmadığını gösterir. Yalnız
alimler, bunda ittifak etmekle birlikte mutlak manada nafile kılmanın caiz olup
olmadığı konusunda ihtilaf etmişlerdir.
Abdullah İbn Abbâs,
Abdullah İbn Mes'ud, Ömer, Ali, Abdullah İbn Ömer, Câbir, Huzeyfe gibi
sahabiler ve Mesrûk, Kasım, Salim, İmam Ahmed gibi alimlere göre ise; bayram
namazından önce ve sonra nafile namaz kılmanın mekruh olduğunu belirtmişlerdir.
Irâkî (ö.
805/1402)'nin belirttiğine göre ise; Enes, Büreyde, Rafı1 b. Hadîc, Sehl b.
Sa'd gibi sahabiler ve İbrahim en-Nehâî, Said b. Cübeyr, Hasen el-Basrî, Said
İbnü'l-Müseyyeb gibi alimler, bayram namazından önce ve sonra nafile namaz
kılmanın caiz olduğu görüşündedirler.
Bazıları ise
namazdan.önce kılınan nafile ile sonra kılınanın arasını ayırmışlar; her birini
ayrı ayrı hükümler altında ele almışlardır. Bu görüşte olanlar ise;
İbnü'l-Münzir, Mücahid, Sevri gibi alimlerdir.
Basralılar ise tam
aksine namazdan önce kılmanın caiz, sonra kılmanın ise caiz olmadığı
görüşündedirler.
Hanefilere göre ise;
musallada hem namazdan önce ve hem de sonra namaz kılmak mekruhtur. Evde ise,
kılmakta bir beis yoktur. Hanefiler bu konuda, “Resulullah (s.a.v.), bayram
namazından önce bir şey kılmazdı. Evine döndüğü zaman ise iki rekat namaz
kılardı” şeklinde Ebu Saîd el-Hudrî'den gelen rivayete dayanmışlardır.
Bu İhtilaflara sebep;
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in,
“Biriniz mescide
geldiği zaman iki rekat namaz kılsın” buyurmasına rağmen, kendisinin bayram
namazına çıktığı zaman sadece iki rekat bayram namazı kılmakla yetinmesi, önce
ve sonra buna bir şey ilave etmemesidir.
Ayrıca bayram
namazının kendinden önce ve sonra nafile namaz kılmanın hükmü bakımından farz
namazlara benzeyip benzememesi konusunda da tereddüt edilmiştir.
Bayram namazını
yukarıdaki manada sünnet namazlar gibi görüp “Musallaya/namazgaha, mescid
denilemez” diyenler, ne bayramdan önce ve ne de sonra nafile namaz kılmayı
uygun görmemişlerdir. Bundan dolayı Mâliki mezhebinde bayramın camide kılınması
halinde hükmün ne olacağında tereddüt edilmiştir.
İbn Rüşd (ö.
520/1126)'ün “Bidâyetü'l-Müctehid”deki ifadesine göre; musallaya, mescid adı
verilir diyenler ve Resulullah (s.a.v.)'in bayram güğnlerinde bayram namazından
başka bir namaz kılmayışını ruhsat kabul edenler, bayramdan önce nafile namaz
kılmayı müstehab görmüşlerdir. Bayram namazını, farz namazlara benzetenler ise,
hem bayramdan önce ve hem de bayramdan sonra nafile namaz kılmayı müstehab
görmüşlerdir.
Bazı alimler de,
bayram namazından önce ve sonra nafile namaz kılmayı, mekruh ve müstehab değil
de, mubah kabul etmişlerdir.
805- Ömer
İbnu'l-Hattâb (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Ömer, Ebu Vâkıd eİ-Leysî'ye:
“Resulullah (s.a.v.),
Ramazan bayramı namazı ile Kurban bayramı namazında ne okuyordu?” diye sordu.
O da:
“Resulullah (s.a.v.),
bu iki bayram namazında Kâf suresi ile İnşikâk suresi okurdu” diye cevap
verdi.
[1141]
806- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Bir defasında yanıma babam Ebu Bekr girdi. Yanımda
Ensar'ın cariyelerinden iki cariye vardı. Buas svaşında Ensar'ın birbirlerine
söyledikleri şiirleri söylüyorlardı. Fakat bu cariyeler, şarkıcı değildiler.” Ebu Bekr:
“Resulullah (s.a.v.)'in
evinde şeytan ıslığı mı çalıyorsun? Hem de bu bayram gününde?” dedi. Bunun
üzerine o sırada orada bulunan Resulullah (s.a.v.):
“Ey Ebu Bekr! Her topluluğun bir bayramı vardır. Bu da
bizim bayramımızdır” buyurdu.
[1142]
807- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Vallahi, Resulullah (s.a.v.)'i odamın kapısında
dururken gördüm. Habeşliler de Resulullah (s.a.v.)'in mescidinde mızraklarıyla
oynuyorlardı. Resulullah (s.a.v.)'de, benim, onların oyunlarını görmem için
elbisesiyle beni örtüyordu. Bakmaktan vazgeçinceye kadar benim için ayakta
duruyordu. Genç yaştaki bir kadının eğlenceye ne kadar düşkün olduğunu siz
düşünün!”
[1143]
808- Hz.
Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Bir defa Kurban bayramı günlerinde yanımda Buas
ezgilerini def çalarak okuyan iki câriye olduğu hâlde içeriye Resulullah (s.a.v.)
girdi ve yatağa uzanıp yüzünü çevirdi. Derken Ebu Bekr'de içeride girdi. Hemen
beni azarlayıp:
“Resulullah (s.a.v.)'in yanında şeytan düdüğü mü
üflüyorsunuz?” dedi. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.), Ebu Bekr'e dönüp:
“Onları bırak!”
buyurdu. Ebu Bekr'in zihni başka bir şeye dalınca, ben cariyelere İşaret
ettim, onlar da çıktılar.
O gün bayram idi.
Sudanlılar kalkan ve mızrak oyunu oynuyorlardı. Ben, Resulullah (s.a.v.)'den
onlara bakmak için izin istedim yada o kendiliğinden;
“Bakmak ister misin?”
dedi. Ben:
“Evet” diye cevâp
verdim. Bunun üzerine beni, yanağım yanağına değecek şekilde arkasına
durdurdu. Sudanlılara da:
“Ey Erfide oğulları! Haydi bakalım oyuna devam edin!” buyurdu. Bıktığımı fark edince bana:
“Artık yeter mi?” diye
sordu. Ben de:
“Evet” dedim.
“Öyleyse haydi git!” buyurdu.
[1144]
Açıklama:
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, gerek çocuklar için ve gerekse de büyükler için bazı
kayıtlar çerçevesinde oyuna yer verdiği görülmektedir.
Oyun ile ilgili rivayetler
İncelendiğinde, Sünnette, oyunların üç grupta ele alındığı görülür:
Bu tür oyunlar, hayata
hazırlayıcı mahiyettedir. Bunlara, gerek çocuklar ve gerekse de büyükler
teşvik edilmiştir. Erkekler için atış, yüzme, ata binme, atletizm; kızlar için
ise bebeklerle ve ev işleriyle ilgili oyunlar gibi.
Bu tür oyunlar, dinen
yasaklanmıştır. Uğursuzluk çıkarma, kumar, bahisli yarışmalar gibi. Bunlara
mutlaka yasaklanmış bir husus bulaşmaktadır veya bulaşma ihtimali vardır.
Aslında meşru olan bütün oyunlar, bu şekle döküldüğü takdirde zararlı bir hale
dönüşür. Yasaklanmış olan veya bu hüviyete girmiş olan oyunlardan herkesin uzak
durması gerekmektedir.
Bu tür oyunlar,
insanların hoş vakit geçirmelerine yardımcı olan oyunlardır. Yasaklanmış
cinsten olmamak kaydıyla meşgul edip eğlendirici her çeşit oyun, bu çerçevede
değerlendirilebilinir. Örneğin, güvercin, kuş ve köpeklerle yapılacak oyunlara
genelde cevaz verilmiştir. Fakat burada mekruh görülen husus, bütün vaktini bu
tür oyunlara harcanmasıdır.
“Su istemek” anlamına
gelir. İhtiyaçları olup su bulamayanlann, geniş alanlara çıkıp duâ ve yakarışta
bulunarak yüce Allah'tan yağmur niyaz etmelerine Istiskâ' yağmur isteme duası,
bu niyaz esnasında kılınan namaz da ıstiskâ' namazı denir.
Yağmur duasının meşru
oluşunda, bütün alimler görüş birliğine varmışlardır. Meşruiyeti, Kitap ve
sünnetle sabittir. Kitaptan delili;
“Ey kavmim! Rabbinizden bağışlamasını dileyin. Sonra
da tevbe edin ki, size gökten bol bol yağmur göndersin”
[1145]
ile
“Dedim ki: Rabbinizden bağışlanma dileyin. Doğrusu O,
çok bağışlayandır. Size gökten bol bol yağmur indirsin.”
[1146]
Burada Hûd ile Nûh
peygamberlerin, duâ ve istiğfar konusundaki tavsiyeleri kendi ümmetlerine ise
de, Allah'ın ve Resulü'nün bunu reddetmemesi, onlara ait olan hükmün bizim için
de geçerli olmasını gerektirir.
Üzerinde durduğumuz
hadisler, sünnetten olan delillerdir.
Hz. Peygamber (s.a.v.),
yağmur duası için boş bir araziye çıkmıştı. Yağmur duasında iki rekat namaz
kılmıştı. Bu namaz sırasında kıraati açıktan okumuştu. Halka namazdan önce
hutbe vermişti. Elbisesini ters çevirmişti.
809-
Abdullah b. Zeyd el-Mâzînî (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
namazgaha çıkıp yağmur duası yaptı. Kıbleye döndü. Elbisesini ters çevirdi. iki
rekat namaz kıldı.”
[1147]
Açıklama:
Bazı rivayetlerde,
önce namaz kılındığı sonra da duâ edildiği, bazı rivayetlerde ise önce duâ
edildiği sonra da namaz kılındığı, yine bazı rivayetlerde önce hutbe verildiği
sonra namaz kılındığı ve yine bazı rivayetler de önce namaz kılındığı sonra da
hutbe verildiği şeklinde ifadelerin farklı olmasının nedeni; Resulullah (s.a.v.)'in,
birden çok yağmur duasına çıkmış olup her birinde ayrı ayrı şekilleri uygulamış
olmasındandır.
810- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir;
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'i,
Yağmur duası sırasında ellerini ta koltuklarının altındaki beyazlık
görününceye kadar kaldırırken gördüm.”
[1148]
811- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir
“Peygamber (s.a.v.)
Yağmur duası yaptı. Ellerinin arkasıyla gökyüzüne işaret etti.”
[1149]
Açıklama:
Burada Resulullah (s.a.v.)'in
dua esnasında ellerinin içini yere doğru ve arka kısmını ise gökyüzüne doğru
tuttuğu belirtilmektedir.
Bazı alimler, kıtlık
gibi felaker anlarında felaketin kalkması için yapılan dualarda avuçların iç
kısmının aşağıya doğru ve bir hayr istenildiğinde ise gökyüzüne doğru
tutulmasının sünnet olduğunu belirtmişlerdir.
812- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Cuma günü borç ödeme
evi olan Dâru'1-Kazâ tarafındaki bir kapıdan mescide bir adam girdi. O sırada
Resulullah (s.a.v.) ayakta hutbe okuyordu. Adam, onun karşısına dikilip:
“Ey Allah'ın resulü!
Mallar helak oldu. Yollar kesildi. Dolayısıyla dua et de, Allah bize yağmur
versin” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) ellerini kaldırıp:
“Allahümme! Eğisnâ. Allahümme! Eğisnâ. Allahümme!
Eğisnâ” Allah’ım! Bize yağmur ver! Allahım! Bize yağmur ver!
Allahım! Bize yağmur ver!” şeklinde dua etti.
Enes der ki:
“Vallahi, gökyüzünde
ne bir ince bulut ve ne de kalın bir bulut görüyorduk. O sırada bizim ile Sei1
dağı arasında hiç bir ev ve bina yoktu. Derken dağın ardından kalkan şeklinde
bir bulut belirdi. Bu bulut gökyüzünün ortasına gelince yayıldı. Sonra yağmur
yağdı. Vallahi, bir hafta güneşi göremedik. Ertesi Cuma yine o kapıdan bir adam
girdi. O sırada Resulullah (s.a.v.) ayakta hutbe okuyordu. Gelen zât,
Resulullah (ş.a.v)'in karşısına dikilip:
“Ey Allah'ın resulü!
Mallar helak oldu, yollar kesildi. Ne olur, Allah'a dua et de artık bu yağmuru
bizden dindirsin' dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) yine ellerini
kaldırıp:
“Allahümme! Havlenâ ve lâ aleynâ. Allahümme! Alâ'l-âkâmi
ve'z-zirâbİ ve butûni'l-evdiyeti ve menâbiti'ş-şeceri” (Allahım! Üzerimize
değil, etrafımıza yağdır. Allahım! Dağlara, tepelere, vadi içlerine ve
ormanlara yağdır)” diye dua etti.
Bunun üzerine yağmur
dindi. Biz de namazı kılıp bitirdiğimizde güneşli havaya çıktık, yürüdük.
Hadisin ravisi Şerik
der ki: “Enes b. Mâlik'e:
“ikinci hafta gelen bu
zât, önceki hafta gelen kimse miydi?” diye sordum. O da:
“Bilmiyorum” diye
cevap verdi..
[1150]
Açıklama:
Dâru'1-Kazâ: “Bu ev,
Hz. Ömer'e aitti. Vefatından sonra borçlarını ödemek için satıldığından dolayı
ona bu isim verilmiştir.
Medine civarında
bulunan bîr dağın adıdır.
813- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz bir defasında
Resulullah (s.a.v.)'le birlikte iken yağmura tutulduk. Resulullah (s.a.v.)
elbisesini çıkardı. Öyle ki yağmurdan ıslandı. Biz:
“Ey Allah'ın resulü!
Niçin böyle yaptın?” diye sorduk. O da:
“Bu yağmur, yüce Allah tarafından yeni geldiği için!” buyurdu.
[1151]
814-
Peygamber (s.a.v.)'în haımı Hz. Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Hava rüzgarlı ve bulutlu olduğu gün, bu, Resulullah (s.a.v.)'in
yüzünden bilinirdi. Çünkü o bu durumda ileri geri gidip gelmeye başlardı.
Yağmur yağdığı zaman ise bu yağmur sebebiyle sevinir ve bu sıkıntılı hal ondan
giderdi.”
Âişe der ki:
“Bu durumu, Resulullah (s.a.v.)'e sordum. O da:
“Doğrusu ben (havanın ve rüzgarlı olması halinde
bunun) ümmetime musallat kılınacak bîr azab olmasından korktum”buyurdu.
Resulullah (s.a.v.),
yağmuru görünce:
“Bu, rahmettir”
buyururdu.”
Bir rivayette ise şu
ifade yer almaktadır:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'i ciddi bir şekilde küçük
dili görünecek derecede güldüğünü görmedim. O sadece tebessüm ederdi. Bir bulut
veya şiddetli bir rüzgar gördüğü zaman sıkıntılı hali yüzünden bilinirdi.”
[1152]
815-
Peygamber (s.a.v.)'in haimı Hz. Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Şiddetli rüzgar estiği zaman Peygamber (s.a.v.):
“Allahümme innî es'eluke hayrahâ ve hayra mâ fîhâ va
hayra mâ ursilet bihi ve eûzu bike min şerrihâ ve şerri mâ fîhâ ve şerri mâ
ursilet bihi (=Allahim! Senden bu şiddetli rüzgarın hayrını ve bunun kapsadığı
şeyin hayrla gönderildiği görevinin hayrını dilerim. Bunun şerrinin kapsadığı
şeyin ve gönderildiği görevinin şerrinden Sana sığınırım)” buyururdu.
Hava bulutlandığı
zaman yüzünün rengi değişir, yerinde duramayıp içeri girip çıkar, ileri-geri
gidip gelirdi. Yağmur yağdığı zaman yüzünün rengi açılırdı. Ben, bunun onun
yüzünden anlardım. Ona, bunun sebebini sordum. O da:
“Ey Âişe! Umulur ki,
bu bulut; “Onlar o azabı vadilerine doğru gelen bir bulut halinde gördükleri
zaman:
“Bu, bize yağmur getiren buluttur” dediler”.
[1153] ayetinde helak olan
Ad kavminin söylediği gibi bir şey olabilir” buyurdu.”
[1154]
816-
Abdullah îbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Ben, Gündoğusu rüzgarıyla yardım olundum. Âd kavmi
ise Günbatısı rüzgarıyla helak edildi.”
[1155]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)'in
gündoğusu rüzgarıyla yardım olunması, Hendek savaşı ndadır. Bu savaşta, oniki
bin kişiden oluşan bir orduyia Medine kuşatılmıştı. müslümanların, savaşı kazanacaklarına
ümidinin kesildiği bir sırada Yüce Allah oniann imdadına “Gündoğusu Rüzgarı”
ile yetişti. Mevsi kış olduğu için soğuk gecelerde esen bu dondurucu rüzgar,
müşriklerin ateşlerini söndürmüş, kazanlarını devirmiş, çadırlarını alt üst
etmişti. Bu suretle de bozguna uğramışlardı. Sonra oradan kaçıp gittiler.
Bıraktıkları eşyalar da, müslümanlara ganimet olarak kalmıştı. Nitekim bu
olaya, Ahzab: 33/9'da değinilmektedir.
Ad kavmine, Hud (a.s)
peygamber olarak gönderilmişti. Bir kısmı İman ettiyse de çoğu iman etmekten
kaçındılar. Bununla da kalmayıp akıl almaz taşkınlıklarda bulundular. Nihayet
Allah'ın gazabına uğrayarak üzerlerine “Debur” denilen günbatısı rüzgarını
göndererek onları helak etti. Bu rüzgar, yedi gece sekiz gün ara vermeksizin
esmişti. Nitekim bu olaydan; Fussilet: 41/16, Ahkaf; 46/24-25, Zâriyat:
51/41-42’de bahsedilmektedir.
Küsuf kelimesi
sözlükte; kararma, siyahlaşma anlamına gelir. Husuf kelimesi ise sözlükte;
gitme, eksilme manasına gelir. Küsuf, güneş tutulmasına ve Husuf da ay
tutulmasına denir. Bu ıstılahı anlamlann, sözlük anlamlarıyla olan bağlantısı;
güneş tutulduğu zaman yüzeyinin kararması ve ay tutulduğunda ise ışığının
eksilip gitmesi yönünden olmalıdır.
Güneş tutulmasına
sebep; normal dönüşleri esnasında ayın dünya ile güneş arasına girip güneşi
gölgelemesidir. Ayın tutulmasının sebebi de; dünyanın, güneş ile ay arasına
girmesidir.
İşte bu astronomik
olaylar sırasında namaz kılmak, sünnettir, Yüce Allah'ın kudretine delalet eden
böyle büyük bir olay karşısında müminin secdeye kapanıp Rabbinin gücünün
hatırlaması ve o büyük güce dua etmesi kadar tabii bir şey yoktur. Bu bölüm
içerisinde geçen hadislerdeki Küsuf kelimesini bazı raviler Husuf şeklinde de
rivayet ederler.
817- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) zamanında güneş tutulmuştu. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.) ayağa kalkıp halka namaz kıldırdı. Kıyamı gerçekten
uzattı. Sonra rükuya vardı. Rükuyü gerçekten uzattı. Sonra başını rükudan
kaldırdı. Kıyamı gerçekten uzattı. Bu, ilk kıyamdan daha az idi. Sonra rükuya
vardı. Rükuyu gerçekten uzattı. Bu, ilk rükudan daha az idi. Sonra secdeye
vardı. Sonra Resulullah (s.a.v.) (namazdan) ayrıldı. Güneş açıldı. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.), halka hutbe irad edip Allah'a hamd etti ve övgüde
bulundu, sonra da:
“Güneş ve ay, Allah'ın varlığının delillerindendir.
Hiç bir kimsenin ölümü yada hayatı için tutulmazlar. Tutulduklarını gördüğünüz
zaman tekbir alıp Allah'a dua edin, namaz kılın ve sadaka verin!”
“Ey Muhammed ümmeti! Köle ve cariyesinin zina
etmesine, Allah'tan daha çok kıskançlık gösteren hiç kimse yoktur.”
“Ey Muhammed ümmeti! Allah adına yemin ederim ki, eğer
benim bildiğimi bilseydiniz, mutlaka az gülüp çok ağlardınız. Dikkat edin ki!
Tebliğ ettim mi?” buyurdu.”
[1156]
Açıklama:
Hicretin 10. yılında Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in, Mariye'den olan oğlu İbrahim ölmüştü. Bu sırada güneş
tutulması gerçekleşmişti. İşte bu güneş tutulması olayı, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
oğlu İbrahim'in Ölümüne denk gelmişti. Bu nedenle bazı kimseler, güneşin,
İbrahim'in ölümünden dolayı tutulduğu inancına varmışlardı. Aslında bu zan,
onlara, bazı müneccimlerin: “Güneş, bazı büyüklerin ölümü veya bazı büyük
işlere haberci olmak üzere tutulur” sözlerinden gsçmişti.
Hattâbî (ö.
388/998)'nin bildirdiğine göre; cahiliyye döneminde insanlar bu kanaate
sahiptiler. Hz. Peygamber (s.a.v.), bu yanlış kanaati kaldırmak için güneş ve
ayın bazı insanların ölümü veya hayatı için tutulmadıklarını, bunun, yüce
Allah'ın kudret ve azametine delalet eden olaylardan olduklarını söylemiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.),
bu sözleriyle; güneş ve ayın hiçbir güce sahip olmadıklarına, bütün kuvvetin
Allah'ın elinde olduğuna, onlann Allah'ın emrine amade iki yaratık olduklarına
işaret ermiştir. Ayrıca böyle bir şeyle karşılaştıkları zaman, hemen namaza
sığılmasını emretmiştir.
Bu, korku ve felaket
anlarında namaz, duâ ve istiğfar gibi yollarla yüce Allah'a sığınmaya teşvik
etmektedir.
818-
Peygamber (s.a.v.)'in hanımı Hz. Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resullulah (s.a.v.) zamanında
güneş tutulmuşu. Bunun üzerine Resullulah (s.a.v.) mescide çıktı ve
namaza durup tekbir aldı. Cemâat da onun arkasına saf oldu. Derken Resullulah (s.a.v.)
uzun bir kıraati uzun tuttu. Sonra tekbir ahp uzunca bir rükû yaptı. Sonra
başını (rükudan) kaldırıp:
“Semia'lâhu limen hamideh, Rabbena ve leke'1-Hamd”
(Allah, kendisine hamd edenin hamdini işitir. Rabbimiz! Hamd de sadece
sana mahsûstur” dedi.
Sonra ikinci rekata
kalkıp kıraati uzun tuttu. Yalnız bu kıraat, birinci rekattaki kıraattan daha
kısaydı. Sonra tekbir alıp uzunca bir rükû yaptı. Fakat bu rükû, birinci
rekattaki rükudan daha kısaydı. Sonra yine:
“Semia'llâhu limen hamideh, Rabbena ve leke'1-Hamd”
(Allah, kendisine hamd edenin hamdini işitir. Rabbimiz! Hamd de sadece Sana
mahsûstur)” dedi.
Sonra secde etti.
Hadisin ravisi Ebû't-Tâhir:
“Sonra secde
etti”cümlesini zikretmedi. Sonra ikinci rekatta da bu şekilde hareket etti.
Böylece dört rükû ile
dört secdeyi tamamladı. O, namazdan çıkmadan güneş de açıldı. Sonra kalkıp
cemâate hutbe okudu. Allah'a lâyık olduğu şekliyle övgüde bulunduktan sonra:
“Şüphesiz ki güneş ile ay, Allah'ın âyetlerinden iki
âyettirler. Bunlar, hiç bir kimsenin hayâtı veya ölümü için tutulmazlar. Onları
tutulmuş görürseniz, hemen namaz kılmaya koşun” buyurdu. Sonra da:
“Allah, bu hâli sizden giderinceye kadar namaz kılın” buyurdu. Sonra da;
“Şu makamımda (iken) size vaadedilen her şeyi gördüm.
Hattâ ileriye doğru gitmeye başladığımı gördüğünüzde cennetten bir salkım almak
istedim. Beni gerilerken gördüğünüz zaman da cehennemi gördüm. Bir kısmı,
diğer bir kısmını tahrip ediyordu. Cehennemde İbn Luhayy'ı da gördüm. Ki o,
putlar için hayvanları serbest bırakan kimsedir” buyurdu.
[1157]
Küsûf namazı, çeşitli
şekillerde rivayet edilmiştir. Özet olarak:
1- iki
rekattır, diğer nafileler gibi kılınır.
2- iki
rekattır, ancak her rekatta iki rüku vardır.
3- iki
rekattır, ancak her rekatta üç rüku vardır.
4- iki
rekattır, ancak her rekatta dört rüku vardır.
5- iki
rekattır, ancak her rekatta beş rüku vardır.
Bu farklı rivayetler,
Küsûf Namazının keyfiyetinde alimlerin
İhtilafına sebep olmuştur.
Şeukânî (ö.
1250/1834), alimlerin, bu namazın sünnet oluşunda ittifak etmekle birlikte
kılınış biçiminde farklı görüşlere sahip olduklarını belirtir.
Nevevî'de bu konuyu
şöyle özetler: Mâlik, Şafiî, Ahmed ve cumhura göre bu namaz, iki rekat olup her
rekatta iki rüku vardır. Ebu Hanîfe, Sevrî ve Nehaî ise bu namazın, diğer nafileler
gibi her rekatta tek rüku olmak üzere iki rekat olduğu görüşündedir.
İbn Lühayy'ın asıl
isminin ne olduğu konusunda farklı görüşler gelmiştir. Bazılarına göre Ömer,
bazılarına göre Amr, bazılarına göre Ebu Temâme, bazılarına göre ise Amr İbn
Amir el-Huzâî'dir.
Hz. İbrahim'in “Hanif
dinini ilk değiştiren kişi bu adamdır. İbadet için putlar dikmiş ve onlara
kurban kesilmek üzere develer tahsis etmiştir.”
819- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.) Husuf ay Tutulması namazında
kıraati açıktan yapıp iki rekatlık namazı, dört rüku ve dört secde'yle kıldı.”
[1158]
Açıklama:
Şafiî ve Hanbelilere
göre; Husuf Namazı, her rekatta ikişer rüku olmak üzere iki rekattır. Cemaatle
kılınır. Delilleri ise; Beyhakî (ö. 458/1066) 'in, Hasan el-Basrî yoluyla
Abdullah İbn Abbâs'a izafeten rivayet ettikleri bir haberdir. Bu haber de,
Abdullah İbn Abbâs, Basra'da emir iken ay tutulduğunda, cemaate iki rekat namaz
kıldırdı ve her rekatta ikişer defa rüku yaptığı bildirilmektedir. Yalnız
senedindeki İbrahim b. Muhammed'den dolayı bu hadis zayıf kabul edilmiştir.
Mâliki ve Hanefilere
göre ise; Husuf Namazı, iki rekattır. Diğer nafileler gibi rekatları tek
rükuludur. Bu namaz, münferiden kılınır.
Bu namazla ilgili
ihtilaflar, Küsûf Namazı ile ilgili ihtilaflarda kaynaklanmaktadır.
820-
Amre'den
rivayet edilmiştir:
“Yahudi bir kadın, bir
şey istemek üzere Aişe'nin yanına gelmişti. Ona:
“Allah seni kabir
azabından korusun” dedi. Aişe der ki: Bunun üzerine ben:
“Ey Allah'ın resulü! insanlar kabirlerinde azab
edililer mi?” diye sordum. Amre der
ki: Âişe dedi ki:
“Resulullah (s.a.v.):
“Allah'a sığınırım” buyurdu.
Sonra bir sabah
Resuluilah (s.a'v) bir merkebe bindi. Derken güneş tutuldu. Ben de, odaların
arasından kadınlarla birlikte mescide çıktım. Resuluilah (s.a.v.)'de
merkebinden inip geldi ve mescidindeki namaz kıldığı yere vardı. Hemen namaza
durdu. Cemâat da arkasında namaza durdu. Resuluilah (s.a.v.) uzun bir kıyam yaptıktan
sonra rükuya gitti. Uzunca bir rükû yaptıktan sonra başını rükudan kaldırdı ve
yine uzunca bir kıyam yaptı. Fakat bu kıyamı, önceki kıyamı kadar uzun değildi.
Sonra rükûya varıp uzunca bir rükû yaptı. Bu da, birinci rükû kadar uzun
değildi. Sonra rükûdan doğruldu, Güneş açılmıştı. Sonra:
“Ben, sizi, kabirlerde Deccal'in fitnesi gibi
fitnelere mâruz bırakılırken gördüm”
buyurdu.
Amre der ki: Aîşe'yi:
“Bundan sonra Resulullah (s.a.v.)'in hep cehennem
azabından ve kabir azabından Allah'a sığındığını işitîrdim” derken işittim.”
[1159]
821- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
zamanında Resulullah (s.a.v.)'in oğlu İbrahim'in vefat ettiği gün güneş
tutuldu. Halk derhal:
“Bu güneş, ancak
İbrahim'in vefatı için tutulmuştur” dediler.
Bunun üzerine
Peygamber (s.a.v.) ayağa kalkıp cemaata dört secde ile altı rükûdan oluşan iki
rekat namaz kıldırdı: önce tekbir aldı, sonra Kur'ân okudu. Fakat kıraati
uzattı. Sonra aşağı yukarı kıyamı derecesinde uzunca bir rükû yaptı. Sonra
başını rükûdan kaldırıp birinci kırâattan daha kısa olmak üzere Kur'ân okudu.
Sonra aşağı yukarı kıyamı derecesinde bir rükû yaptı. Sonra başını rükûdan
kaldırıp ikinci kırâattan daha kısa olmak üzere Kur'ân okudu. Sonra ayakta
kaldığı kadar uzun süren bir rükû yaptı. Sonra başını rükûdan kaldırdı. Sonra
secdeye kapandı ve iki secde yaptı. Sonra ayağa kalkıp yine üç rükû yaptı ki,
bu üç rükûdan her biri kendinden sonrakinden daha uzundu. Rükûsu, yaklaşık
olarak secdesi kadar oluyordu. Sonra geriledi, arkasındaki saflar da geriledi.
Böylece son safa vardık.
Râvî Ebu Bekir:
“Böylece kadınların
safına vardık” dedi.
Sonra Resulullah (s.a.v.)
(tekrar) ilerledi, onunla birlikte cemâat da ilerledi. Nihayet Resulullah (s.a.v.)
önceki yerine durdu. Namazı bitirdiğinde güneş de eski hâline dönmüştü.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.):
“Ey insanlar! Güneş ile ay ancak Allah'ın âyetlerinden
iki âyettirler. Bunlar, insanlardan
hiçbir kimsenin ölümünden dolayı tutulmazlar”.
Ebu Bekir:
“Beşer'in ölümünden dolayı” dedi. Siz böyle bir şey
gördüğünüzde açılıncaya kadar namaz kılın. Size vaad edilen hiç bir şey yoktur
ki, ben onu şu namazımda görmüş olmayayım. Sizi temin ederim ki, cehennem bana
doğru getirildi. Bu da, yalını bana dokunur korkusuyla geri geri geldiğimi gördüğünüz
sırada oldu. Hattâ orada çomaktı adamın ateş içinde bağırsaklarını sürüdüğünü
gördüm. Vaktiyle, o, hacıların paralarını çomağıyla çalardı. Eğer malının
çalındığım anlayan olursa: 'Çomağıma takıldı' derdi. Farkına varan olmazsa alıp
götürürdü. Ben, orada kedi sahibi kadını da gördüm. O kadın ki, vaktiyle kediyi
bağlayarak aç tutmuştu. Ona, yerin haşerâtından yemesine müsaade etmemiş,
nihayet hayvan açlıktan ölmüştü. Sonra cenneti de bana doğru getirildi. Bu da,
eski yerimde duruncaya kadar ilerlediğimi gördüğünüz sırada oldu. Doğrusu elimi
cennete uzattım, siz göresiniz diye cennetin meyvelerinden koparmak istedim.
Sonradan bunu yapmamaya karar verdim
İşte bu suretle size vaadedilen her şeyi ben bu
namazımda görmüş oldum” buyurdu.”
[1160]
822- Esma'
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
zamanında güneş tutulmuştu. Kız kardeşim Aişe'nin yanına girdim. O sırada Aişe
namaz kılıyordu. Ona:
“Bu insanlara ne
oluyor ki, namaz kılıyorlar?” dedim. Başıyla gökyüzüne işaret etti. Ben:
“Bu bir ayet midir?”
diye sordum. Aişe:
“Evet” diye
işaret etti.
Bunun üzerine ben de,
Peygamber (s.a.v.)'e uyarak namaza durdum. Resulullah (s.a.v.) kıyamı gerçekten
çok uzattı, hattâ üzerime baygınlık geldi. Bunun üzerine yanıbaşıma bir tulum
su alarak, ondan başıma veya yüzüme serpmeye başladım. Derken Resulullah (s.a.v.)
namazdan çıktı, güneş de açılmıştı. Cemaata bir hutbe okudu. önce Allah'a hamd
ve senada bulundu. Sonra da:
“Bundan sonra;
görmediğim bir şey kalmadı ki, şu makamımda bana gösterilmiş olmasın. Cennet
ve cehennemi bile gördüm. Bana muhakkak surette bildirildi ki, siz,
kabirlerde, Mesîh Deccâl’in fitnesine yakın yada onun kadar -Esmâ'nın bu iki
sözden hangisini söylediğini bilmiyorum- bir imtihan geçireceksiziniz. Kabre
girmiş olan sizden birisine gelinecek, Resuîullah kastedilerek ona:
“Bu kimse hakkında
bilgin nedir?” diye sorulacak. Mü'mm yada yakın sahibi kimse, -Esmâ'nın
bunlardan hangisini söylediğini bilemiyorum- o Muhammed'dir. O, Allah'ın
Resulüdür. Bize apaçık delillerle hidâyet getirdi. Biz de ona icabet ettik ve
itaat ettik” diyecek. Bu söz, üç defa tekrarlanacak. Bunun üzerine o kimseye:
“Sen uyu. Zâten biz,
senin ona muhakkak surette inandığını bilirdik. Sen rahatça
uyu” diyecekler.
Münafık veya şüpheci
kimseye -ki Esma, bunlardan hangisini söylediğini bilemiyorum gelince, o
kimse, bu soruya:
“Ben ne bileyim.
İnsanların bir şeyler söylediğini işittim. Ben de söyledim”diye cevap verecek.
[1161]
823-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
zamanında güneş tutulmuştu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) cemaatia birlikte
namaza durdu. Bakara suresini okuyacak kadar uzun bir kıyam yaptı, Sonra uzunca
bir rükû yaptı, sonra başını rüku'dan kaldırdı ve uzun uzadıya ayakta durdu.
Yalnız bu kıyam/ayakta durma, birinci kıyamdan daha kısaydı. Sonra uzun bir
rükû yaptı. Fakat bu da, birinci rükudan daha kısaydı. Sonra secde etti, sonra
(tekrar) uzunca bir kıyam yaptı. Fakat bu da, birinci kıyamdan daha kısa idi.
Sonra uzunca bir rükû yaptı. Fakat bu da, birinci rükudan daha kısa idi. Sonra
başını rükudan kaldırarak uzunca bir kıyama durdu. Bu da, birinci kıyamdan daha
kısa idi. Sonra uzunca bir rükû yaptı. Bu da, birinci rükudan daha kısa idi.
Sonra secde etti. Sonra namazı bitiridi. Gerçekten güneş açılmıştı. Daha sonra:
“Şüphesiz kî güneş ile ay, Allah'ın âyetlerinden iki
âyettirler. Bunlar, bir kimsenin hayâtı veya ölümü için tutulmazlar. Siz, böyle
bir şey gördüğünüzde hemen Allah'ı zikredin” buyurdu. Sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü!
Şu makamında seni bir şey almak için uzanırken gördük, sonra bundan
vazgeçtiğini gözlemledik” dediler. Resulullah (s.a.v.):
“Ben, cenneti görmüştüm. Ondan bir salkım üzüm
koparmaya çalıştım. Eğer ben o salkımı almış olsaydım, dünyâ durdukça siz ondan
yerdiniz. Ben cehennemi de gördüm. Bugünkü gördüğüm manzara gibi şimdiye kadar
hiç bir manzara görmüş değilim. Çokça dedikodu yapmaları, yalan söylemeleri,
eşlerini aldatmaları gibi kötü hasletleri olan kötü) kadınların,
cehennemliklerin çoğunu oluşturduğunu gördüm” buyurdu. Sahabiler:
“Ey Allah'ın resulü!
Ne sebeple kadınların çoğu buna müstahak olmuşlardır?” diye sordular.
Resulullah (s.a.v.):
“Küfürleri/Nankörlükleri sebebiyle” diye cevap verdi. Ona:
“Allah'a karşı mı
küfrediyorlar/nankörlük ediyorlar?” denildi. Resulullah (s.a.v.):
“Bu kötü kadınlar,
kocalarına karşı nankörlük ederler ve iyiliğe karşı da nankörlükte bulunurlar.
Onlardan birine her zaman iyilik etsen, sonra da senden memnun olmayacağı bir
şey görse hemen:
“Senden hiç bir hayr görmedim” der, buyurdu.
[1162] metinler
arasındaki bu farklılığı göz önünde bulundurarak, rivayetleri arasını
ulaştırmak için, Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde birden fazla güneş tutulması
olayının gerçekleştiğini söyleyerek Hz. Peygamber (s.a.v.)'in her birinde
değişik bir uygulamada bulunmuş olabileceğini ileri sürmüştür.
824-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
güneş tutulduğu zaman sekiz rüku ile dört secdelik iki rekat namaz kıldı.”
[1163]
825-
Abdullah İbn Amr İbnu'1-Âs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
döneminde güneş tutulduğu zaman “Haydin namaz toplayıcıdır” diye seslenildi.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) bir rekatta iki rüku yap(arak namaz kıl)dı.
Sonra ikinci rekata kalkıp bir rekatta iki rüku daha yaptı. Sonra güneş açıldı.
Aişe:
“Şimdiye kadar bundan daha rüku ve secde hiç yapmadım” dedi.
[1164]
826- Ebu
Mes'ud el-Ensârî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki güneş ve ay, Allah'ın ayetlerinden iki
ayettirler. Allah, onlarla kullarını korkutur. Onlar, insanlardan hiçbir
kimsenin ölümü için tutulmazlar. Bu gibi ayetlerden bir şey gördüğünüz de
hemen namaz kılın ve Allah'a dua edin. Ta ki başınıza gelen bu sıkıntılı hal
açılıncaya kadar namaz kılın ve Allah'a dua edin.”[1165]
827- Ebu
Musa (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.) zamanında
güneş tutulmuştu, Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) kıyametin kopmasından
korkarak telâşla yerinden kalktı ve mescide geldi.
Kalkıp hiç bir namazda
yaptığını görmediğim en uzun kıyam, rükû ve secdeyle namaz kıldı. Sonra da:
“Şüphesiz ki Allah'ın gönderdiği bu alâmetler, hiç bir
kimsenin hayâtı ve ölümü için meydana gelmez. Fakat Allah, onları kullarını
korkutmak için gönderir. Şu hâlde siz, bu alâmetlerden bir şey gördüğünüzde
hemen Allah'ın zikrine, Allah'a dua ve O'na istiğfar etmeye koşun” buyurdu.
[1166]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)'in
korkması meselesi, râvi tarafından yapılan bir temsildir. Kıyametin kopmasından
korkan bir kimse gibi telâşlı olarak yerinden kalktı demiş gibidir. Yoksa Peygamber
(s.a.v.), kendisi sahabilerinin arasındayken kıyametin kopmayacağım
bildirmiştir.
828-
Abdurrahman
b. Semure (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ben bir defasında
Resulullah (s.a.v.) zamanında oklarımı atarken birden bire güneş tutuldu. Ben
de oklarımı bir tarafa attım ve içimden:
“Bu gün güneşin
tutulduğu esnada Resulullah (s.a.v.)'e neler yapacağına mutlaka dikkat edip
gözleyeceğim” dedim.
Bunun üzerine onun
yanma vardım. Ellerini kaldırmış dua ediyor, tekbîr getiriyor, hamd ediyor ve
tehlilde bulunuyordu. Bu hâl, tâ güneş açılıncaya kadar böyle devam etti.
Resulullah (s.a.v.), iki sûre okudu ve iki rekat da namaz kıldı.”[1167]
Cenaiz, cenaze
kelimesinin çoğuludur. Cenaze: Gömülmemiş ve gömülmeye hazırlanmış insan
Ölüsü. Ölüyü gömmek için yapılan tören ve işlemler.
İslâm bu tören ve
işlemler ile ilgili olarak bazı emir ve nehiyler getirmiştir. Genellikle bunlar
sünnet ile sabit olan ve Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından bizzat uygulanan ve
bize kadar intikal eden hususlardır.
Ölüm, Allah'ın
değişmez sünneti içerisinde doğal bir olaydır. İslam İnancı bakımından ölüm,
bir son olmayıp yeni bir hayatın başlangıcıdır. Mutlaka yaşanacak olan bu yeni
hayat için İnsanın bu dünyada iken hazırlık yapması gerekir. Bunun için de,
konu ile ilgili tavsiyeler dikkate alınıp onlara uygun davranışlar sergilenir.
Bu emir ve tavsiyeler, bu geçici dünyanın en güzel şekilde yaşanmasını
sağlamaya yeteceği gibi, gelecekteki hayat için de bir hazırlık teşkil edecek
özelliktedir.
829- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Ölmek üzere ölülerinize “Lâ ilahe illallah”
(Allah'tan başka ilah yoktur) sözünü telkin edin.”
[1168]
Cenaze kabre konduktan
sonra ve başında Kur'an okuma da tamamlandıktan sonra, kalabalığın orayı terk
edip geride kalan bir kimsenin kabrin başında yüksek sesle ve ölüye hitaben
iman esaslarını hatırlatması işleminin adıdır.
Hadiste geçen
“Mevtâkum” (ölüleriniz) ifadesinden; alimlerin çoğunluğu tarafından, “Ölmek
üzere olan kimse” şeklinde anlaşılmış ve bunlar telkinin sadece ölüm
döşeğindeki hasta için olduğunu, definden sonraki telkinin meşru olmadığını
söylemişlerdir. Fakat ölülere telkin yapmayı ifade eden Ebu Ümâme hadisi zayıf
olduğu için metruktür. Çünkü ölülerin, dirileri duyamayacağı; Rûm: 30/52,
Fâtır: 35/22'de geçmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Bedir'de Ehl-i
Kalibe'ye yapmış olduğu hitap da, aslında sahabilerine vaaz ve nasihat
şeklindedir. Bunun yanı sıra İmam Şafii ile İmam Ahmed, hadisteki
"ölüler" ifadesinin zahiri manasını esas alarak ölülere telkin
yapılabileceğini söylemişlerdir.
Bazı Hanefi alimleri
ise, bu konuda açık bir hüküm bulunmadığını, yani ölü defnedildikten sonra
telkin vermenin tavsiye edilmediği gibi yasaklanmadığını da ileri sürmüşlerdir.
Hanefi mezhebinde mükelleilik yaşına girdikten sonra ölen kimsenin mezarı
başında telkin verilmesi meşru görülmüştür. “Telkin yapılmaz”, “Ne yapın
denir,” ne de yapmayın diyen Hanefi fıkıhçıları da vardır.
Ölmek üzere olan
kimseye, ahiret hayatına yönelik olarak yapılan en güzel .iyilik, telkin
yapmaktır. Telkin için Lâ ilahe illallah Allah'tan başka İlah yoktur ifadesinin
seci lişi, onun; İslamî zikirler içeisinde tevhidi ifade eden, şirki reddeden en
üstün ve en şerefli zikir oluşundandır. Yasin suresinin seçilişi ise onun;
Kur'an'ın kalbi ve öğüt için yeterli olmasındandır. “Ölüm anında bu sözü
tekrarlayan ölen kimse, imanlı olarak gider.”
830- Ümmü
Seleme (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Ben, Resulullah (s.a.v.)'i:
“Başına musibet gelen hiçbir müslüman yoktur ki,
Allah'ın emrettiği şekliyle: “Innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn. Allahümme
ucurnî fî musibeti ve ehlif lî hayran m inha illâ ehlafellâhu lehu hayran minhâ
(Biz Allah'tan geldik ve ancak O'na dönücüleriz. Allahım! Musibetim hususunda
bana mükafat ver ve bana bunun arkasından daha hayrlısını ihsan eyle desin de
Allah ona mutlaka bundan daha hayrlısını ihsan eder)” buyururdu
Ümmü Seleme der ki:
Eşim Ebu Seleme vefat
edince ben kendi kendime:
“Hangi müslüman Ebu
Seleme'den daha hayrlı olabilir ki? Çünkü o, ailesiyle birlikte Resulullah (s.a.v.)'e
hicret eden ilk ev halkıdır' dedim
Bunu söyledikten sonra
Allah, onun yerine bana Resulullah (s.a.v.)'i ihsan eyledi.
Resulullah (s.a.v.),
bana, Hâtıb b. Ebi Beltea'yı dünürcü olarak gönderdi. Ona:
“Benim bir kızım var.
Hem de ben kıskanç birisiyim” dedim. Bu sözüme karşılık Resulullah (s.a.v.):
“Kızına gelince, onu annesinden müstağni kılması için
Allah'a dua ederiz. Kıskanlığım gidermesi için de ben Allah'a dua ederim” buyurdu.
[1169]
“Musibet zamanında “Innâ lillâhi ve innâ îleyhi
râciûn” Biz Allah'tan geldik ve ancak O'na dönücüleriz”
[1170]
ayetinin okumaya, “İstircatirca” denilir. Bu sözde, herşeyin hatta canlarımızın
bile Allah'ın mülkü olduğu, Allah'ın ise kendi mülkünde dilediği gibi tasarruf
ettiğini itiraf vardır.
831- Ümmü
Seleme (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Hastanın yada ölmek üzere olan kimsenin yanında
bulunursanız hayr söz söyleyin. Çünkü melekler sizin söylediklerinize: “Âmin”
derler” buyurdu.
Eşim Ebu Seleme vefat
ettiği zaman Peygamber (s.a.v.)'in yanına gidip ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Ebu Seleme vefat etti” dedim. Resuiullah (s.a.v.):
“Allahümme'ğfir lî ve lehu ve e'kıbnî minhu ukbâ
haseneten” (Allahım! Beni ve onu affet. Onun ardından bana güzel bir bedel
ihsan eyle!) de” buyurdu.
“Ben de bu şekilde dua
ettim. Bunun üzerine Allah bana Ebu Seleme'den daha hayrlısı olan Muhammed (s.a.v.)'i
ihsan eyledi.”
[1171]
Açıklama:
Hz. Peygamber (s.a.v.)
burada hasta yada ölmek üzere olan bir kimsenin yanına varıldığı zaman, hayrlı
sözler söylenmesini teşvik ederek onların yanında söylenecek hayrlı sözlere ve
dualara meleklerin amin diyeceklerini haber vermektedir.
832- Ümmü
Seleme (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Ebu Seleme'nin yanına girdi. Gözleri açık kalmıştı. Onları kapadı. Sonra da:
“Doğrusu ruh alındığı zaman göz onu takip eder” buyurdu.
Derken Ebu Seleme'nin
ailesinden bazı kimseler, Ebu Seleme'nin ölümü üzerine bağırıp çağırdılar.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Kendinize hayrdan başka dua etmeyin! Çünkü melekler
söylediklerinize: “Amin” derler”
buyurdu. Daha sonra da:
“Allahümme'ğfir li-Ebî Selemete ve'rfa'” derecetehu
fi'1-mehdiyyîne ve'hlufhu fî akıbihi fî'1-ğâbirîne ve'ğfir lenâ ve lehu Yâ
Rabbe'l-Âlemîne ve'f-sah lehu fî kabrihi ve nevir lehu fîhi (Allahım! Ebu
Seleme'yi affet. Derecesini, hidayete eren kimselere yükselt. Arkasında
bıraktığı ailesinin baki kalanlar: arasında onun işini üzerine al. Bizi de onu
da bağışla. Ey alemlerin Rabbi! Kabrini genişlet ve orada onu nurlandır)” buyurdu.
[1172]
Açıklama:
Hadis, ölünün
gözlerinin açık kalmasının sebebini belirtmekte ve ölünün gözlerinin kapatılmasının
müstehab olduğunu göstermektedir. Ölünün gözlerini kapatmanın faydası, bakıldığı
zaman çirkin görülmemesidir.
Gözlerin ruhu takip
etmesinden maksat; ruh cesetten çıktığı zaman göz de gitmiş olur. Artık açık
kalmasında bir fayda yoktur.
Ölen kimsenin yanında,
onun çoluk-çocuğunun dünya ve ahireti için hayrlı duada bulunmanın müstehab
olduğu da bu hadisten anlaşılmaktadır.
833- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.);
“İnsan öldüğü zaman gözünün nasıl dikilip kaldığını
görmüyor musunuz?” buyurdu.
Sahabiler;
“Evet, görüyoruz”
dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.);
“İşte bu; onun gözü, ruhunu takip ettiği zaman olur” buyurdu.
[1173]
834- Ümmü
Seleme (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir: “Ebu Seleme vefat edince:
“Bir garip kimse, hem
de gurbet yerde ölen bir garip kimse! Ona öyle bir ağlayayım ki, dillere destan
olsun” dedim.
Tam ona ağlamaya
hazırlanmıştım ki, birden bire Medine'nin etrafında yüksek yerler olan Saîd
tarafından bir kadın çıkageldi. Ebu Seleme'nin ardından ağlama hususunda bana
yardım etmek istiyordu. Onu, Resulullah (s.a.v.) karşılayıp:
“Sen şeytanı, Allah'ın çıkardığı eve tekrar sokmak mı
istiyorsun?” buyurdu. Bunu iki defa
tekrarladı. Bunun üzerine ağlamaktan vazgeçtim. Ağlamadım.[1174]
Açıklama:
“Bir garip kimse, hem
de gurbet yerde ölen bir garip kimse” ifadesiyle kast edilen; Ebu Seleme'nin,
Mekkeli olduğu ve oraya nispetle gurbet diyarı sayılan Medine'de vefat
ettiğidir.
835- Üsâme
b. Zeyd (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Peygamber (s.a.v.)'in
yanındaydık. Bir ara kızlarında birisi haber göndererek Resulullah (s.a.v.)'i
çağırdı. Babasına, kendisinin bir çocuğunun yada bir oğlunun vefat etmek üzere
olduğunu haber verdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) gönderilen kimseye:
“Onun yanına dön ve ona: “Allah'ın aldığı da, verdiği
her şey kendisine aittir. Her şey, Allah katında belli bir müddete bağlanmıştır” de. Yine ona şöyle de:
“Sabretsin ve sevap ümit etsin!” buyurdu.
Daha sonra elçi geri
Zeyneb'in yanına döndü. Zeyneb, babasının gelmesi için elçiyi yine Resulullah'a
gönderdi. Elçi, Resulullah'ın yanma varıp ona:
“Kızınız Zeyneb, yemin
etti! Mutlaka yanma gelmeliymişsin” dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.)
kalktı. Onunla beraber Sa'd İbn Ubâde ile Muâz İbn Cebel'de kalktı. Ben de
onlarla birlikte Zeyneb'in evine gittim. Çocuğu, Peygamber (s.a.v.)'e
verdiler. Çocuk can çekişiyordu. Sanki canı, eski bîr tulum içerisindeki su
gibiydi. Bu hali görünce, Resulullah (s.a.v.)'in gözlerinden yaşlar boşandı.
Sa'd b. Ubâde, ona:
“Ey Allah'ın resulü!
Bu ağlayış da nedir?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.):
“Bu göz yaşı, Allah'ın kullarının gönüllerine koyduğu
bir rahmettir. Yüce Allah kullarından ancak merhametli olanlarına merhamet
edecektir” buyurdu.
[1175]
Açıklama:
İbn Hacer'e göre;
hadiste söz konusu edilen çocuk, Hz. Zeyneb'in, Ebu'l-As'tan olan Ümâme isimli
kızıdır. Bu çocuk, ölmemiş ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatından sonra uzun
süre yaşamış, Hz. Fatıma'nın vefatından sonra Hz. Ali'yle evlenmiştir.
Sessiz bir şekilde
ağlayıp gözyaşı dökmenin de haram olduğunu zanneden Sa'd, Resulullah (s.a.v.)'in
ağlayıp gözyaşı dökmesini görünce bunu yadırgayarak:
“Bu (ağlayış) da
nedir?” sorusunu sormaktan kendisini alamamıştır. Resulullah (s.a.v.) ise
gözyaşlarının Allah'ın kullarının kalplerine yerleştirdiği acıma duygusunun
bir eseri ve neticesi olduğunu, feryadu figan etmeden, bu şekilde gözyaşı
dökmekte bir sakınca olmadığını, ancak sabırsızlık göstererek feryadu figanla
ağlamanın sakıncalı olduğunu az veya çok merhamet eden kullara Allah'ın da
merhamet edeceğini belirtmiştir.
836-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Sa'd b. Ubâde,
(rahatsızlığı sebebiyle) hastalanmıştı. Bunun üzerine Resululîah (s.a.v.),
yanında Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebi Vakkâs ile Abdullah İbn Me'ud olduğu
halde onu ziyaret etmeye geldi. Yanına girdiğinde onu ev halkı tarafından
çepeçevre kuşatılmış vaziyette buldu. Orada bulunan kimselere:
“Öldü mü?”
diye sordu. Onlar da:
“Hayır, ey Allah'ın
resulü!” dediler.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) ağladı. Onun ağladığını görünce orada bulunan kimseler de
ağladılar. Bunun üzerine Resululîah (s.a.v.):
“İşitmiyor musunuz? Allah, göz yaşından ve kalbin
hüzünlenmesinden dolayı (insana) azab etmez. Fakat -diline işarete ederek-
bundan dolayı Allah kişiye azab eder yada rahmet eder” buyurdu.”
837-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah (s.a.v.)'le
oturmaktaydık. Derken Ensar'dan bir adam gelip selam verdi. Sonra bu Ensar'lı
kimse geri dönüp gitti. Resulullah (s.a.v.):
“Ey Ensar'ın kardeşi! Kardeşim Sa'd b. Ubâde ne
durumdadır?” diye sordu. Bu kişi:
“İyi durumdadır” diye
cevap verdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Sizden onu kim ziyaret edecek?” diyerek ayağa kalktı. Onunla birlikte biz de ayağa
kalktık. On küsur kimse idik. Üstümüzde başımızda ayakkabı, mest, kalansüve, ve
gömlek yoktu. Şu çorak yerlerde yürüdük. Nihayet onun yanına vardık. Yakınları
etrafından geri çekildiler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) ile beraberindeki
sahabileri ona yaklaştı.”
[1176]
838- Enes b.
Malik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Kamil anlamdaki
sabır, musibet ilk başa geldiği andadır.”
[1177]
839-
Enes b.
Malik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resululîah (s.a.v.),
çocuğuna ağlayan bir kadının yanına uğrayıp ona:
“Allah'tan kork ve başına gelen sıkıntıdan dolayı
sabret” buyurdu. Kadın:
“Sen, benim musibetime
aldırış etmezsin?” buyurdu. Resulullah (s.a.v.), kadının yanından ayrılıp
gidince, kadına:
“O, Resulullah (s.a.v.)
idi” denildi.
Bunun üzerine kadının
içine 'ölüm acısı' gibi bir şey çöktü. Resulullah (s.a.v.)'in kapısına geldi.
Fakat kapısının önünde bekleyen kapıcılar bulamadı. Bunun üzerine:
“Ey Allah'ın resulü!
Ben seni tanıyamadım” diyerek özür diledi. Resulullah (s.a.v.):
“Kamil anlamdaki sabır ancak musibet ilk başa geldiği
andadır yada musibetin basa geldiği ilk andadır” buyurdu.
[1178]
Sözlükte, sıkıntılara
tahammül etmek, sızlanmamak, dayanmak, kendini tutmak anlamlarına gelir.
Tasavvuf erbabına göre, sabır: Nefsi, iyi olmayan işlerden alakoyan, nefsin
salahı ve kıvamı kendisiyle mümkün olan bir huydur. Said b. Cübeyr (r.a) sabrı
“Kulun kendisine gelen musibetlerin Allah'dan geldiğini itiraf edip, ecir ve
sevabını Allah'dan beklemesidir” diye tarif etmiştir. Sabır
1-
Musibetlere karşı sabır,
2- Taatın
yüklediği zorluklara karşı sabır,
3-
Günah
işleme arzusuna karşı gösterilecek sabır olmak üzere üç kısma ayrılır.
Rasûl-ü Zişan
Efendimizin sözü geçen kadına, Allah'dan korkup sabretmesini tavsiye etme
lüzumunu hissetmesi, kadının yüksek sesle feryadü figan ederek ağlamasından
ileri gelmiş olabilir. Aslında, bu kadına sabır tavsiye etmek istediği halde,
birdenbire sabırdan söz etmemiş önce “Allah'dan kork” diyerek onu sabra
hazırlamış, ondan sonra “Sabret” diyerek sabır tavsiyesinde bulunmuştur.
840-
Abdullah İbn Ömer (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Hafsa, yaralanması
üzerine Ömer'in başında ağladı. Ömer:
“Ey kızcağızım! Yavaş
ol.” Resulullah (s.a.v.)'in:
“Gerçekten ölü, ailesinin ona ağlaması sebebiyle azab
görür” buyurduğunu bilmez misin?”
dedi.
[1179]
841- Ebu Musa
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ömer vurulduğu zaman
Suheyb evinden gelip Ömer'in yanma girdi. Onun yanıbaşmda ayakta durup ağlamaya
başladı. Bunun üzerine Ömer, ona:
“Ne ağlıyorsun? Bana
mı ağlıyorsun?” dedi. Suheyb:
“Evet, vallahi, sana
ağlıyorum ey müminlerin emiri!” diye cevap verdi. Ömer:
“Vallahi, doğrusu sen
Resulullah (s.a.v.)'in:
“Üzerine ağlanan kimse azab görür” buyurduğunu bilmektesin” dedi.
Hadisin ravisi
Abdulmelik İbn Umeyr der ki:
“Bu hadisi, Mus'ab İbn
Talha'ya söyledim. O da dedi ki:
“Âişe, üzerine
ağlamadan dolayı azab gören kimseler, ancak Yahudilerdir” derdi.
[1180]
842-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Kalkıp Aişe'nin
yanına girdim ve ona Abdullah İbn Ömer'in ölünün, ailesinin ona ağlaması
sebebiyle azab göreceği ile ilgili söylediği hadisi naklettim. Aişe:
“Hayır, vallahi! Resulullah (s.a.v.): “Ölü, bir
kimsenin ağlaması sebebiyle azab görür” şeklinde kesinlikle bir şey
söylememiştir. Fakat o, “Ailesinin ağlaması sebebiyle Allah kafirin azabım
artırır” demiştir. Çünkü Allah, “Doğrusu güldürendir,” ağlatandır ve “Hiçbir
günahkar, diğerinin günah yükünü yüklenmez”[1181]
843-
Abdullah İbn Ebi Müleyke'den rivayet edilmiştir:
“Osman İbn Affân'ın
Mekke'de bir kızı vefat etmişti. Biz de cenazesinde bulunmak üzere onun yanına
geldik. Cenazeye, Abdullah İbn Ömer ile Abdullah İbn Abbâs'ta geldi. Ben,
ikisinin arasında oturmaktaydım.
önce birisinin yanma
oturmuştum. Sonra diğeri gelip yanıma oturdu. Abdullah İbn Ömer, Amr b.
Osman'ın yüzüne karşı:
“Sen, (ölen kimsenin
arkasından) ağlamayı yasaklamıyor musun? Halbuki Resulullah (s.a.v.);
“Doğrusu ölü, ailesinin ona ağlaması sebebiyle azab
görür” buyurmaktadır” dedi.
[1182]
844-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Ömer vefat edince,
ben, ölü, ailesinin ağlaması sebebiyle azab göreceği ile ilgili bu hadisi
Aişe'ye anlattım. Aişe:
“Allah, Ömer'e rahmet eylesin! Hayır, vallahi,
Resulullah (s.a.v.):
“Allah, mümini, bir kimsenin ağlaması sebebiyle azab
eder” demedi. Fakat “Ailesinin ağlaması sebebiyle Allah kafirin azabını artırır” buyurdu” dedi.
Daha sonra Aişe:
“Size Kur'an yeter! Çünkü yüce Allah “Hiçbir günahkar,
diğerinin günah yükünü yüklenmez”
[1183] buyurdu”
dedi. O zaman Abdullah İbn Abbâs:
“Doğrusu Allah,
“Güldürendir, ağlatandır”
[1184]
dedi.
Açıklama:
Abdullah İbn Ebi Müleyke:
“Vallahi, Abdullah İbn
Ömer bundan sonra hiçbir şey söylemedi” dedi.
[1185]
845-
Urve'den rivayet edilmiştir:
“Âişe'nin yanında,
Abdullah İbn Ömer'in:
“Ölü, ailesinin
ağlaması sebebi azab görür” şeklindeki sözü anıldı. Bunun üzerine Âişe şöyle
dedi:
“Allah, Ebu Abdurrahnıan'a rahmet eylesin! Bir şey
işitmiş, fakat on (doğru-dürüst) ezberi eyememiş. Doğrusu Resulullah (s.a.v.)'in
yanından bi yahudi cenazesi geçmişti. Yahudiler ona ağlıyorlardı. Resulullah (s.a.v.):
Siz ağlıyorsunuz, fakat o sizin bu ağlamanızdan dolayı
elbette azal görüyor” buyurdu.
[1186]
846-
Urve'den rivayet edilmiştir:
“Âişe'nin yanında,
Abdullah İbn Ömer'in: “Doğrusu ölü, ailesinin ona ağlaması sebebiyle kabrinde
azab görür” şeklinde Peygamber (s.a.v.)'e dayandırdığı hadis zikredildi. Bunun
üzerine Aişe şöyle dedi:
“O hata etmiştir.
Çünkü Resulullah (s.a.v.) ancak:
“Ölü, suçu yada günahı sebebiyle elbette azab görür.
Ailesi ise şimdi ona ağlamaktadır”
buyurmuştur.
Abdullah İbn Ömer'in
bu sözü, yanlışlık bakımından şu söze de benzemektedir:
“Resulullah (s.a.v.)
Bedir savaşında Kalîb çukurunun başında durdu. 0 çukurda, Bedir savaşında
öldürülen müşriklerin cesetleri bulunmaktaydı. Resulullah (s.a.v.) onlara ne
söylediyse söyleyip sonra da:
“Doğrusu onlar benim sözlerimi işitiyorlar” buyurdu.
Abdullah İbn Ömer,
bunda da yanılmıştır. Çünkü Resulullah (s.a.v.):
“Bu ölüler, kendilerine söylemekte olduğum sözlerimin
doğru olduğunu bilmektedirler”
buyurdu.
Daha sonra Âişe,
“Şüphesiz ki sen ölülere işittiremezsin”
[1187]ile
“Sen kabirlerde olanlara işittiremezsin”
[1188]
ayetlerini okudu.
Açıklama:
Yüce Allah, “Ateşten
ibaret olan yerlerine yerleştikleri sırada” demek istiyor” dedi.”
Kalîb: Bedir savaşında
kafir cesetlerinin atıldığı kuyudur. Bu kuyuda bulunan cesetlere Resulullah (s.a.v.)'in
bir şeyler söylediğini ifade için: “Onlara ne söylediyse de söyledi” denilmiştir.
Bundan maksat:
“Size vaad olunanın hak olduğunu anladınız mı?” buyurmuş olmasıdır.
[1189]
847- Ali b.
Rebîa'dan rivayet edilmiştir;
“Kufe'de kendisine yas
tutulan ilk kişi, Karaza b. Kab'tır.
Bunun üzerine Muğîre
b. Şu'be, Resulullah (s.a.v.)'i:
“Kime yas tutulursa o kimse kıyamet gününde kendisine
yapılan (üstü başı yırtıp başına toprak saçarak
feryadu figan edilmesi sebebiyle azab görür” buyururken işittim” dedi.
[1190]
Niyaha:
Ölünün iyiliklerini
say saya yüksek sesle ağlamadır, Türkçe'de buna “Ağıt” denilir.
“Ölünün arkasından
feryadu figanla ağlamadan dolayı ölünün azab görmesi"
hususunda gelen bu
hadislerin zahirine göre; ölü, aile halkının ve çevrede bulunan kimselerin
ağlamasından dolayı azab görür. Sahabelerden, tabiundan ve etbau't-tabiinden
bir grup bu görüştedir. Daha sonraki alimlerin büyük çoğunluğu, bu hadisin
manasını tevil yoluna gitmişler, Fakat hadisin tevili konusunda ihtilafa
düşmüşlerdir.
Şâfiîlerden Müzeni (ö.
264/878), Nevevî (ö. 676/1277) ile Hanefilerden Ebu Leys es-Semerkandî'ye göre;
sağlığında, ölünce kendisi için ağlanmasını vasiyet eden bir kimse, aile
halkının ağlamasından dolayı azab görür. Fakat sağlığında böyle bir vasiyette
bulunmayan kimseler, öldükten sonra yakınlarının ağlamasından dolayı azab
görmezler. Nitekim"Hiçbir günahkar, başkasının günahını çekmez[1191]
ayeti de buna delalet etmektedir.
Davud ez-Zâhirî (ö.
270/884) ile bir grup alim, “Ölü sağlığında aile halkını ölüye yüksek sesle
ağlamaktan yasaklamayı ihmal etmediği için kendisi ölünce onlann ağlamasından
dolayı azab görür” demişlerdir.
Hafız İbn Hacer (ö.
852/1447) bu görüşlerin arasını şöyle birleştirir: Bu mesele, şahısların
durumuna göre değişir. Adeti ölüm karşısında feryadu figan etmek olan bir
kimse, ölünce yakınlarının ağlamaları için vasiyet etmişse, o kimse,
yakınlarının bu ağıdmdan dolayı azab gördüğü gibi zalim olan bir kimse de
yakınlarının dünyadaki bu çirkin amellerini saya saya ağlamalarından dolayı
azab görür. Yine kendi ölümüne yakınlarının feryadu figan ederek
ağlayacaklarını bilen bir kimse, eğer sağlığında onlan bu konuda ikaz etmeyi
ihmal ederek ve onların bu hareketinden hoşlanarak ölürse, onların ağıtlarından
dolayı azab görür. Fakat onları ikaz etmeyi İhmal etmiş olmakla beraber
sağlığında onların bu hareketinden hoşlan-mamışsa, azab görme. Fakat ihmalinden
dolayı azarlanır. Onların bu hallerinden hoşlanmayan bir kişi, sağlığında
onları gerektirdiği şekilde ikaz ettiği halde, onlar, bunu yine de yüksek sesle
ağlayacak olurlarsa, ölü, bunların, Allah'ın razı olmadığı bir işi yapmalarını
görmekten dolayı yine rahatsız olur.”
Hz. Aişe,
“Hiçbir günahkar, başkasının günahını çekmez” ayetini delil getirerek konumuzu teşkil eden Abdullah
İbn Ömer hadisini reddetmiş, Abdullah İbn Ömer'in yanıldığını, hata ettiğini
veya hadisin aslını unuttuğunu belirtmiş ve olayın asıl kaynağı ile ilgili
olayı anlatmıştır. Nitekim Ebu Hureyre ile Şâfiîlerden bir topluluk bu görüşü
benimsemiştir.
848-
Ebu
Mâlik el-Eş'arî (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v.):
“Ümmetimde cahiliyet adetlerinden kalma dört şey
vardır kî, onları terk edemezler. Bunlar:
1- Asaletle övünme,
2- Soylara sövme,
3- Yıldızlarla yağmur isteme,
4- Ölünün ardından üstü başı yırtıp başına
toprak saçarak feryadu figan etme” buyurdu.
Daha sonra Peygamber (s.a.v.);
“Ölünün ardından üstü başı yırtıp başına toprak
saçarak) feryadu figan eden kadın, ölmeden önce bu amelinden dolayı tevbe
etmezse kıyamet gününde üzerinde katrandan bir elbise ve uyuzlu bir gömlek
olduğu halde kabrinde kaldırılır”
buyurdu.
[1192]
849- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'e -Mûte şehitleri- Zeyd İbn
Hârise'nin, Ca'fer İbn Ebî Tâlib'in ve Abdullah İbn Ravâha'nm şehâdet haberleri
geldiğinde Resûİullah (s.a.v.) oturdu. Kendisinde hüzün ve keder alâmetleri
görülüyordu. Ben kapının görülebilecek bir aralığından kendisine bakıyordudum.
Bu sırada Resûİullah (s.a.v.)'e birisi gelip:
“Ey Allah'ın resulü! Cafer'in kadınları ağlaşıyorlar”
deyip feryadu figanla ağlaştıklarını zikretti. Resûlullah (s.a.v.), o kimseye,
gidip o kadınları bu şekilde ağlamaktan nehyetmesini emretti. Bunun üzerine o
kimse gitti. Sonra yine Peygamber (s.a.v.)'e gelip kadınların kendisine itaat
etmediklerini söyledi. Resulallah (s.a.v.), ona, ikinci defa gidip kadınları
(bundan) nehyetmesini emretti. O da gitti. Sonra tekrar geri gelip:
“Ey Allah'ın resulü! Vallahi kadınlar bize galebe
ettiler” dedi.
Hadisin râvîsi Amre
der ki: Hz. Aişe:
“Rasûlullah, o adama: “Haydi git, o kadınların
ağızlarına toprak saç” buyurduğunu
söyledi.
Âişe der ki:
“Ben, o adama: “Allah senin cezanı versin! Vallahi,
sen, ne Rsulullah (s.a.v.)'in sana verdiği emri yerine getirdin ve ne de keder
içinde bulunan Resulullah (s.a.v.)'i kendi hâline bıraktın!” dedim.
[1193]
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
Zeyd, Ca'fer ile Abdullah b. Revaha'nın ölümüne son derece üzülmesine sebep
olan olay, hicri 8. yılda müslümanlar ile Bizanslılar arasında meydana gelen
Mute muharebesidir. Bu savaşta, sayıları üç bin kadar olan müslümanlar, yüzbin
kişilik Bizans ordusuyla çarpışmıştır.
Bu hadisten, bir
musbitle karşılaşıldığında mescide gidip oturmanın müstehab olduğu ve başına
musibet gelen bir kimse Peygamber (s.a.v.)'in bu tavrına uyarak feryadu figan
etmekten, saçını başını yırtmaktan kaçınması gerektiği anlaşılmaktadır.
850- Ümmü
Atiyye (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
bizden biatla birlikte ölünün ardından üstü başı yırtıp başına toprak saçarak
feryadu figan etmeme hususunda da söz aldı. Fakat beş kadından başka bizden
hiçbir kadın bu sözünde durmadı. Bu beş kadın: Ümmü Süleym, Ümmü'1-Alâ',
Muâz'ın hanımı Ebu Sebre'nin kızı yada Ebu Sebre'nin kızı ile Muâz'ın
hanımıdır.[1194]
Kadı îyâz'a göre “Beş kadından başka bizden hiçbir kadın bu
sözünde durmadı” sözünden maksat; Ümmü Atiyye'yle birlikte biat edenlerden
beş kadın müstesna olmak üzere hiçbiri sözünde durmadı demektir. Beş kadından
başka hiç kimse feryadu figanı terk etmedi demek değildir”.
[1195]
851- Ümmü
Atiyye (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Yüce Allah'ın
“Sana, Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmayacaklarına iyi
bir işte sana karşı gelmeyeceklerine dair biat edenler”
[1196]
şeklindeki ayeti inince, Resulullah (s.a.v.)'in kadınlardan aldığı biatta
ölünün ardından üstü başı yırtıp başına toprak saçarak feryadu figan etmeme de
vardı. Ben:
Ey Allah'ın resulü!
Yalnız filanca aileye yapılacak feryadu figan müstesna olsun. Çünkü onlar,
cahiliyet döneminde benim feryadu figanıma katılmışlardı. Dolayısıyla benim de
onların feryadu figanıma katılmam gerekmez mi?' dedim. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.):
“Tamam, filanca aileye yapılacak feryadu figan
müstesna olsun!” buyurdu.[1197]
Açıklama:
Feryadu figan ederek
ölen kimsenin arkasından ağlamak haramdır. Çünkü bunda, elem ve kederi heyecana
getirmek ve sabrı gidermek vardır.
852- Ümmü
Atiyye (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Biz cenazelerin
arkasında yürümekten yasaklanıyorduk. Fakat bu, diğer yasaklar gibi üzerimize
kesinlikle haram kılınmadı/sıkı tutulmadı.”
[1198]
Açıklama:
Kadınların, cenazenin
arkasından gidip gitmeme hususunda alimler arasında görüş ayrılığı vardır.
Fakat kadınların cenazenin gidip gitmeyeceklerime ilgili ihtilaf,; örtünmeye
dikkat edip süslenmeksizin ve ağlayıp siz amaksızm cenazeyi takipeden Hz.
Peygamber (s.a.v.) dönemindeki kadınlar hakkındadır. Bu hususlara dikkat
etmeyen kadınların cenazenin peşinden gitmelerinin haram olduğunda ittifak
vardır.
853- Ümmü
Atiyye (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
yanımıza girdi. Kızı Zeyneb'în cenazesini yıkıyorduk. Bunu görünce:
“Onu, su ve sidrle üç defa yada beş defa, hatta gerek
görürseniz daha fazla yıkayın. Sonuncu da kafur yada kafura benzer bir şey
kullanın. Yıkama işini bitirdiğiniz de bana haber verin” buyurdu.
Yıkama işini
bitirdiğimiz zaman ona haber yolladık. Gelip “Hakve” denilen kendi gömleğini
bize uzatıp:
“Bunu, kızıma giydirin/iç gömleği yapın” buyurdu.
[1199]
854-
Ümmü Atiyye (r.anhâ)'dan
rivayet edilmiştir:
“Biz onun saçlarını
tarayıp üç örgü yaptık.”
[1200]
855- Ümmü
Atiyye (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
kızının cenazesini yıkama işini Ümmü Atiyye'ye emrettiği zaman ona:
“Yıkama işine, onun sağ tarafından ve abdest
azalarından başlayın” buyurdu.
[1201]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)'in, cenazeyi; bir, üç, beş veya yedi defa, lüzum görüldüğü
takdirde daha fazla yıkama emri, tek olmak kaydıyla yediden fazla yıkamanın
müstehab olduğunu göstermektedir. Çünkü fazla yıkamak, daha fazla temizliğe
sebep olur.
Ölüye abdest
aldırmanın hikmeti; onun müslümanlığını bir defa daha ortaya koymak ve abdest
organlarının ahirette daha çok parlamasını sağlamaktır.
ümmü Atiyye,
kadınların cenazelerini yıkamakla görevli bir kadındı. Ümmü Atiyye, Zeyneb'i
yıkarken yanında Esma bint. Umeys ile Leylâ bint. Kanif vardı.[1202]
Arabistan kirazı
denilen bir ağacın ismidir. iki çeşittir. Birinin yemişi, gayet güzeldir.
Yaprağıyla ölü yıkanır. Sİdr, ölünün kirini gidermek için sabun yerine
kullanılırdı.
Cenazeyi yılarken suya
katılan kokulu bir maddedir. Hindistan'da yetişen bir ağacın zamkından yapılır.
Resulullah (s.a.v.)'in,
sırtındaki elbisesini vererek kızının vücuduna sarılmasını emir buyurması;
asar-ı şerifesi ile teberrük olunmak içindir. Bunu, bütün işler bittikten sonra
vermesi, elbise cesetten cesede geçerken araya fasıla girmemesi içindir.
Hanefilere göre
kadının saçı iki bukle yapılıp kadının göğsünün üzerine konulur.
856- Habbâb
b. Erett (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Biz, Resulullah (s.a.v.)'le
birlikte Allah yolunda O'nun rızasını isteyerek hicret ettik. Dolayısıyla
mükafatımızı vermek Allah'ın üzerine gerekli oldu. Kimimiz hicret mükafatından
hiçbir şey yemeden ahîrete göçüp gitti. Bunlardan bîri de, Mus'ab İbn
Umeyr'dir. O, Uhud günü şehid olmuştu da bir kaftan/hırkadan başka ona kefen
yapacak bir şey bulunamadı. Kaftanı onun baş tarafına koyduğumuzda aşağı kısımdan
ayakları dışarıda kalıyor, kaftanı ayaklarının üzerine koyduğumuzda başı açıkta
kalıyordu. Bu yokluk karşısında Resulullah (s.a.v.) bize:
“Kaftanı başından itibaren sarın, ayaklarnın üzerine
de ızhır denilen kokulu ottan koyun”
buyurdu.
Kimimize de hicret
semeresi ulaşan ve bu meyveyi devşirenler de vardı.
[1203]
Ölüyü kefenlemek,
farz-ı kifayedir. Kefende farz olan, vücudun örtülmesidir. Zaruret halinde ne
kadar bulunursa o kullanılır. Hiçbir şey bulunamadığı takdirde temiz bir hasır
parçası veya ot ve benzeri şeylerle de olsa her tarafın tamamen örtülmesi
gerekir.
Kefen konusunda,
ergenlik çağına yaklaşmış erkek çocuklar ile kız çocuklar, ergenlik çağına
girmiş büyükler hükmündedir. Henüz ergenlik çağına yaklaşmamış çocukların
kefenleri, yalnız izar ile lifafedir yada bir kat olarak yapılır. Üç kat
yapılması daha iyidir.
Her şahsın kefeni,
kendi malından karşılanır. Kefen harcamaları borçtan yapılan vasiyetten ve
varis hakkından öncedir.
Geriye mal bırakmamış
olan bir ölünün kefen masrafı, hayattayken, nafakasını vermekle yükümlü
bulunduğu kimselere aittir. Böyle bir kimsesi bulunmazsa, hazine tarafından
karşılanır. Bu da mümkün olmazsa, müslümanlar tarafından kefen ihtiyacı
karşılanır.
Kefenleme şu 3 şekilde
olur:
Bu, erkekler için
kamîs boyun kısmından ayaklara kadar uzanan gömlek yerinde bir bez, izâr bir
don veya eteklik yerinde, baştan ayağa kadar uzanan bir bez ve lifâfe sargı
yerinde olup baştan yağa kadar uzanan, baş ve ayak taraflarından düğümlenen bir
bezden ibaret olmak üzere üç kattır. Kadınlar için ise, bu, üç parça ile
beraber bir başörütüsü ile bir göğüs örtüsünden ibaret beş kattır.
Bu, erkekler için izar
ile lifafe olur. Kadınlar için ise, bunlarla birlikte bir başörtüsü olur.
Bu, hem erkekler için
ve hem de kadınlar için yalnız bir kattır. Bu durumda ölü, bulunabilen bir
parça ile elbiseye sarılır. Fakat bir zaruret bulunmadıkça böyle bir kat kefen
ile yetinilmez.
Hanefilere göre;
kefenleme de, sarık ve gömleğin bulunması müstehabtır.
Peygamberimiz (s.a.v.),
beyaz elbisenin, elbiseler içerisinde en hayrlısı olduğunu söyleyerek ölüleri
beyazla kefenlemeyi tavsiye etmiştir.
[1204]
Dolayısıyla da kefenin beyaz olması, müstehabtır.
857. Hz.
Âîşe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.), Sehuliyye denilen pamuklu üç
parça beyaz Yemen bezi içine kefenlendi. Bunların içerisinde gömlek ile sarık
yoktu. Bir Yemen elbisesi çeşidi olan ve izar ile ridadan ibaret olan hülleye
gelince, bunun, Resulullah (s.a.v.)'e kefen yapmak için satın alınıp alınmadığı
hususunda insanlar şüpheye düştüğünden hülle kullanılmadı. Dolayısıyla
Resulullah (s.a.v.), Sehuliyye denilen üç parça pamuklu beyaz Yemen kumaşı
İçerisine kefenlendi.”
Bu elbiseyi, Abdullah
İbn Ebi Bekr alıp:
“Ben bu hülleyi
kendime kefen yapmak için muhafaza edeceğim” dedi. Daha sonra da:
“Yüce Allah, buna,
Peygamber (s.a.v.)'i için razı olsaydı ona kefen yapardı” diyerek hülleyi
sattı, parasını da sadaka olarak verdi.
[1205]
Açıklama:
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
kefenin teşkil eden bez kumaşların sayısı ve özellikleri, çeşitli rivayetlerde
farklı anlatılmıştır. Ancak bu rivayetlerin çoğunda fark sadece kelimelere
aittir. Bir rivayette, kefenin; “Hibera” yada “Sehuliyye” denilen Yemen kumaşı
olduğu belirtilirken, Ebu Davud'un bir rivayetinde bunun sadece bir Yemen kumaşı
olduğu kaydedilirken, başka rivayette ise bunun Necrân kumaşı olduğu ve yine
başka bir rivayette Resulullah (s.a.v.)'in iki kumaştan meydana gelmiş bir
elbise içerisinde kefenlendiği de söylenmiştir.
Tirmizî, bu farklı
rivayetler hakkında:
“Peygamber (s.a.v.)'in
kefeni hakkında çeşitli rivayetler gelmiş ve Aişe'nin rivayet ettiği hadis bu
konuda rivayet edişlen hadislerin en sahihidir” diyerek en başta mealini
sunduğumuz hadisin bu konudaki hadislerin en sahihi olduğunu belirtmiştir.
İbn Sa'd (ö. 230/844)'ın
"Tabakâf'ında, Resulullah (s.a.v.)'in kefenlendiği üç parça bezin adı;
üfâfe, İz'ar ve Ridâ olarak nakledilmiştir.
Cumhur, bu rivayeti;
“Ölünün kefenlendiği bezler içerisinde sarık ve kamîs, mutlak manada yoktur”
şeklinde anlamaktadırlar.
İmam Mâlik, Ebu Hanîfe
ve onlara tabi olan kimseler ise bu hadisi hüccet kabul ederek kefenlemede
sarık ve kamîs kullanmanın müstehab olduğunu belirtmişlerdir. Bunlar, hadisteki,
“Sarık ve kamîs yoktu” sözünü, Resulullah (s.a.v.)'in kefenlendiği üç parça
kumaş içerisinde “Sank ve kamîs (gömlek) yoktu” şeklinde anlamaktadırlar.
Ayrıca Hanefiier, bu konudaki delili; Ebu Dâvud, Cenâiz 29-30 (3153)'de
Abdullah İbn Abbâs'tan naklen, “Resulullah (s.a.v.) vefat ederken üzerinde
bulunan gömlekle kefenlendi” hadisi ile İbn Adiyy (ö. 365/975)'in “El-Kâmil”
adlı eserinde Cabİr b. Semure'den aynı mealdeki hadistir.
Kamîs: Yakasız,
yensiz, etrafı dikiş ile bastırılmamış, göğüs tarafı açılmamış gömlek demektir.
Hülle, Bir cinsten
olmak üzere üst elbisesi olan izar ve alt elbisesi oİan ridadır. Bu elbise,
Yemen kumaşlarından yapılır.
Bu, Abdullah İbn Ebi
Bekr'in kendisine kefen yapmak üzere aldığı bir kumaştır. Bu kumaş, ilk önce
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in cesedinin üzerine örtülmüş, daha sonra bu kumaşın
kefen olmaya müsait olmamasından dolayı vücudundan kaldırılmış ve vücudu, üç
adet pamuklu Yemen kumaşı İçerisine sanlmıştır.
Sehuliyye: Yemen'de
dokunan beyaz bez parçasına denir. Sehul ise Yemen'de kumaş dokunan bir şehrin
adıdır.
858-
Mü'minlerin annesi Hz. Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) vefat ettiği zaman Hibera denilen
pamuklu bir Yemen elbisesiyle örtüldü.”
[1206]
Açıklama:
Hadis, vefat eden bir
kimsenin üzerini bir örtüyle örtmenin müstehab olduğuna delalet etmektedir. Bu
hususta alimler görüş birliğindedirler.
Pamuktan yada ketenden
yapılma çizgili Yemen kumaşlarına verilen bir isimdir.
859- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
bir gün hutbe okudu. Hutbe sırasında sahabilerinden birisinin vefat edip
bedenini tam örtmeyen bir kefen içerisine sarılıp geceleyin gömüldüğünü
söyledi.
Bunun üzerine bir
kişinin buna mecbur kalması hslini hariç tutup kişinin geceleyin namazı
kılınıp gömülmesini men etti ve:
“Sizden birisi din kardeşini kefenlediği zaman onun
kefenini güzel yapsın” buyurdu.
[1207]
Açıklama:
Hadiste, yasaklanmak
istenen, namazı kılınmış olan bir ölünün geceleyin defnedilme-sidir. Namaz
kılınmayan bir ölünün ise geceleyin gömülmesinin yasak olduğu gibi, gündüzün
defnedilmesinin de yasak olduğu bilinen bir gerçektir. Binaenaleyjı, bu hadis-i
şeriften “Namazı kılınmayan bir ölünün geceleyin kabre konulmasının yasak olup
da gündüzün defnedilmesinin caiz olduğu” manâsını çıkarmak doğru değildir.
Geceleyin cenaze
defnedilmesinin nehiy buyuruiması, bazılarına göre: Geceleyin onu teşyî'e ve
namazını kılmaya pek az kimseler gelebileceği içindir. Gündüzün defnedilirse,
bittabi cemaat kalabalık olur. Ulemâdan bazıları, ashab-ı kiram işe yarayacak
kefenlik bulamadıkları için cenazelerini geceleyin defne deb İldiklerin i
söylemişlerdir. Zira karanlık olduğu için geceleyin kefenin iyisi kötüsü
seçilemez.
Kefen meselesine önem
göstermek ve kefeni güzel yapmaktan maksat; krfrnin en nefis ve en pahalı kumaştan
yapılması değil, temiz olması, sade bir görünüme sahip olması ve vücudu
örtmesidir. Çünkü bütün işlerin en hayrlısı, orta halli olduğuna göre kefenliği
de orta halli bir kumaştan seçmek, en doğru bir harekettir.
860-
Ebu
Hurcyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Cenazeyi defnetmede acele edin. Eğer cenaze iyi kimse
ise onu bir an önce kabre götürmeniz hayrdır. Eğer böyle iyi bir kimse değilse,
o halde onu bir an önce kabre götürmeniz onun için kötüdür. Çünkü onu kabre
çabuk indirmiş olursunuz” buyururken
işittim.”
[1208]
Açıklama:
Hadisin metninde geçen
“Süratle götürün” emrinden maksat; hızlı hızlı yürümek değil, ölüye zarar
vermeyecek, taşıyanları ve uğurlayanları zorluğa sokmayacak derecede mutedil
bir yürüyüştür. Ki bu şekildeki yürüme, müstehabtır.
Bazı alimlere göre, “Cenazeyi, kabre süratle götürün”
ifadesinden maksat; kişinin öldüğü kesinlikle anlaşıldıktan sonra, hiç
beklemeden ve vakit geçirmeden hemen tekfin ve teçhiz işlerine başlamak
müstehabtır.
Önemli olan; ölünün,
rahat ve huzurlu bir şekilde gömülmesidir. Çünkü ölünün cenaze namazını kılan,
cenazenin arkasından giden ve ölü mezara defnedilinceye kadar mezarın başında
bekleyenler için “iki kırat mükafat” olduğu ile ilgili hadis, ölünün dostlan ve
ailesinin, ölünün gömüldüğü sırasında hazır bulunmalarına işaret etmektedir.
Dolayısıyla günümüzde uzak yerde oturan ölünün dostlan ve ailesinin, cenazeye
katılmasını bir müddet beklemek, hem ölüye ve hem de ölünün yakınlarına saygıyı
gerektirir.
861- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Kim, namazı kıhnıncaya kadar bir cenazenin yanında
bulunursa, onun için bir kırat mükafat vardır. Kim de, cenaze, mezara
konuluncaya kadar cenazenin başında beklerse, onun için iki kırat mükafat
vardır”. Resulullah'a:
“iki kırat nedir?”
diye soruldu. O da:
“iki kırat, iki büyük dağ gibidir” buyurdu.
[1209]
862-
Nâfi'den
rivayet edilmiştir: “Abdullah İbn Ömer'e:
Ebu Hureyre:
“Ben Resulullah (s.a.v.)'i
“Kim bir cenazenin arkasından yürürse ona
bir kırat mükafat vardır” buyururken işittim” diyor” denildi. Bunun üzerine
Abdullah İbn Ömer:
“Ebu Hureyre'de bize
hadis rivayet etmede çok oluyor” deyip Âİşe'ye birini göndererek bu meseleyi
sordurdu. Aişe, bu konuda Ebu Hureyre'yi doğruladı. Bunun üzerine Abdullah İbn
Ömer:
“Doğrusu biz cenazenin
arkasından yürümemekle pek çok kıratlık ihsanları almada kusur ettik” dedi.[1210]
Açıklama:
Bir müslümanın
cenazesi, Allah katında çok muhteremdir. Vefat ettiği andan itibaren
defnedilinceye kadar, cenazeye gerekli hizmetlerde bulunmak çok faziletlidir.
Yüce Allah'ın, cenazeye hizmet edenlere bol sevap vaat etmesi, asında cenazeye
olan fadlu ihsanının büyüklüğünü gösterir.
Kelime olarak “Denk”in
yansıdır. Burada “Nasip” anlamında kullanılmıştır. Ölçü olarak kullanılan
“Kıraf”ın, az ve küçük değil, Allah katında daha büyük bir mükafat olduğunu
ifade etmek için “iki büyük dağ gibi” ve başka bir rivayette ise “Uhud dağı
gibi” ifadeler kullanılmıştır. Dolayısıyla burada verilecek mükafatın büyüklüğü
anlatılmak istenilmektedir.
863- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“müslümanlardan sayıları yüz kişiye ulaşan bir
cemaatın hepsi cenaze için şefaat ederek cenaze namazı kılarlarsa, bunların o
kimse hakkındaki şefaatları muhakkak kabul edilir.”
[1211]
864-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'m azadhsı Kureyb'ten rivayet edilmiştir:
“Abdullah İbn Abbâs'm,
Mekke ile Medine arasında bulunan Kudeyd^de yada Usfân'da bir oğlu vefat
etmişti. Bunun üzerine Abdullah İbn Abbâs:
“Ey Kureyb! Bak,
oğlumun cenazesine ne kadar cemaat toplanmış” dedi. Kureyb der ki:
“Bunun üzerine
dışarıya çıktım. Bir de baktım ki, oğlunun cenazesine bir çok insan toplanmış.
Bunu ona haber verdim. Abdullah İbn Abbâs:
“Bu toplananların kırk
kişi olduğunu söyleyebilir misin?” diye
sordu. Kureyb:
“Evet” diye cevap
verdi. Abdullah İbn Abbâs:
“Öyleyse cenazeyi
musallaya çıkarın. Çünkü ben, Resulullah (s.a.v.)'i:
“Hiçbir müslüman kişi yoktur ki, ölüp de Allah'a
kesinlikle şirk koşmayan kırk kişi cenazesinde bulunup namazını kılarsa Allah
bunların o kimse hakkındaki şefaatlarını kabul eder” buyururken işittim.
[1212]
Açıklama:
Bu hadiste kırk
kişinin ihlaslı bir şekilde, bîr müslümanın cenaze namazını kılmaları neticesinde,
Yüce Allah'ın onların cenaze namazını kıldıkları müslüman kardeşleri hakkında
yaptıkları duaları kabul edeceği ifade buyurulmaktadır. Dolayısıyla bu hadis,
cenaze namazı kılacak cemaatin en az kırk kişi olmasının müstehablığına delalet
etmektedir.
Aliyyu'l-Kari'nin
açıklamasına göre, kırk kişinin duasının kabul edilmesinin hikmeti; “Kırk
kişilik müslüman bir cemaatin içerisinde mutlaka bir velinin bulunmasıdır”.
Bu hadis, bir önceki
857 nolu hadis ile üç saflık bir cemaatin üzerine namaz kıldığı bir cenazenin
günahlarının affedilip cennete gireceğini ifade eden Mâlik b. Hubeyre hadisini
[1213]
aykırı değildir. Çünkü Nevevî'nin de açıkladığı gibi, “İhtimal ki Peygamber (s.a.v.)'e
önce bir cenaze üzerine namaz kılan yüz kişinin cenaze hakkındaki dualarının
kabul edileceği bildirilmiş, o da bunu ümmetine haber vermiştir. Fakat bir süre
sonra cenaze üzerine namaz kılan kırk kişilik bir cemaatin o cenaze hakkındaki
dualarının kabul edileceği kendisine bildirilince ümmetine bunu da haber
vermiş, daha sonra da kendisine sayılan az bile olsa üç saflık bir cemaatin
namazını kıldıkları bir cenaze hakkındaki dualarının kabul edilecekleri haber
verilince, ümmetine bu müjdeyi de eriştirmiştir.”
[1214]
Kâdî İyâz, bu konu ile
ilgili olarak şöyle der;
“Cenaze üzerine namaz
kıldıkları için, dualarının kabul edileceği vadedilen cemaatin sayısı hakkında
değişik rakamlar ortaya koyan bu hadisler, çeşitli zamanlarda sorular soran
kimselere cevap olmak üzere söylenmiş, Resuiullah (s.a.v.) herkese sorusuna
göre cevap vermiştir.”
[1215]
Hadiste yüz kişinin
duasının kabul edileceğinden bahsedilmesi, yüz kişiden daha az sayıda bir
cemaatin duasının kabul edilemeyeceği anlamına gelmeyeceği gibi, kırk kişinin
duasının kabul edileceğinden bahsedilmesi de sayılan kırk kişiden az olan üç saflık
bir cemaatin de, o cenaze hakkındaki dualarının kabul edilemeyeceği anlamına
gelmez. Binaenaleyh bu mevzuda gelen hadislerin hepsiyle amel edilebilir.
865- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir cenaze
geçiriiirken onu hayrla yâd edenler oldu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu” buyurdu.
Başak bir cenaze
geçirilirken onu da şerie yâd edenler oldu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu” buyurdu. Ömer:
Annem-babam sana feda
olsun! Bir cenaze geçirilirken cenaze hayırla yâd olundu. Sen:
“Vacip oldu, vacip
oldu, vacip oldu” buyurdun. Başka bir cenaze geçirilirken bu cenaze şerle yâd
olundu. Sen yine:
“Vacip oldu, vacip
oldu, vacip oldu” buyurdun?” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Siz kimi hayrla yâd ederseniz ona cennet ve kimi de
şerle yâd ederseniz ona da cehennem vacip olur. Çünkü sizler Allah'ın
yeryüzündeki şahitlerisiniz, sizler Allah'ın yeryüzündeki şahitlerisiniz,
sizler Allah'ın yeryüzündeki şahitlerisiniz” buyurdu.
[1216]
Açıklama:
Hadis, değişik
lafızlarla gelmiştir. Bu şekilde gelen lafızlarda, sahabiler; ölüler hakkında
iyi şeyler ve kötü şeyler söylemektedirler. Kötüienen hakkında “Allah'a ve
Resulüne buğzeder, Allah'a isyan eder ve bu yolda çalışırdı” denildiği başka
lafızlarda geçmektedir.
“Vacip oldu” sözü,
birinci kimse hakkında cennetin vacip olduğunu, ikinci kimse hakkında ise
cehennemin vacip olduğunu ifade etmektedir.
Vacip olmak; sabit
olmak, kesinlik kazanmak anlamına gelir.
Ölü hakkında kötü söz
söylenmesi, başka hadislede yasaklandığı halde burada izin verilmiş olması,
buradaki cenazenin, münafık bir kimseye ait olmasından dolayıdır. Nitekim Allah
ve Resulüne buğzettiği belirtilmiştir. Ayrıca sahabilerin bu sözleri, ahirette
yapılacak hesap için de, onların şahitleri konumuna gelmektedir.
866-
Ebu
Katâde b. Rib'î (r.a)'tan rivayet edilmiştir;
“Resulullah (s.a.v.)'in
yanından bir cenaze geçirildi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Rahata ermiş yada kendisinden kurtulunmuş” buyurdu. Sahabiler:
Bu rahatlayan ve
kendisinden kurtulunan ne demektir?' diye sordular. Resuiullah (s.a.v.):
“Mümin bîr kul, öldüğünde dünyanın yorgunluğundan
rahata kavuşur. Facir bir kuldan ise insanlar, memleketler, ağaçlar ve
hayvanlar kurtulup rahata ererler”
buyurdu.[1217]
Burada “Mümin kul”dan
maksat; özellikle takva sahibi olan mümin kul kastedilmiş olabaileceği gibi,
her mümin de kastedilmiş olabilir.
“Facir bir kul”dan maksat
ise özellikle kafir veya genel anlamda bütün asi kimseler kastedilmiş
olabilir.
İnsanların, ölen
kimseden kurtulup rahata kavuşmaları, onun zulmünden kurtulmakla olur.
Memleketin rahata ermesi, mah mülkü gasp ve yağma etmesinden ve hak çiğnemesinden
kurtulmakla olur. Ağaçların rahatı ise onları gasp ederek, kesmemekle yada
meyvelerini almamakla olur. Hayvanların rahatı, aç susuz kalmaktan ve
taşıyamayacakları yükü yüklemekten kurtulmalanyla düşünülebilir.
867- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Habeş hükümdarı Necâşî öldüğü gün, onun öldüğünü sahabilere bildirdi. Onları
musallaya çıkarıp saf yaptı. Necâşînin ölümü üzerine dört tekbir al(ıp gıyabi
cenaze namazı kıldı.”
[1218]
868-
Ebu Hureyre
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Habeşistan hükümdarı Necaşi vefat ettiği gün ölüm haberini bize bildirdi. Sonra
da:
“Kardeşiniz için bağışlama dileyin” buyurdu.
[1219]
869- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Habeşistan hükümdarı Necaşi Ashame'nin cenaze namazını kıldı ve bu namazda dört
tekbir getirdi.”
[1220]
870- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v.):
“Bugün Allah'ın salih bir kulu olan Ashame/Necaşi
vefat etti' buyurdu. Daha sonra kalkıp bize imam oldu ve onun cenaze namazını
kıldırdı.”
[1221]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)
burada Necaşî'nin ölümünü, günü gününe haber vermiştir.
Necâşî, “Habeş
İmparatoru” demektir. Niteki Roma İmparatoruna “Kayser”, Türk Hükümdarına
“Hakan” denilirdi.
863 nolu hadiste de
görüldüğü üzere, Necaşî'nin ismi, Ashame'dir.
İbn Sa'd'ın
“Tabakât”ında geçtiğinde göre; Resulullah (s.a.v.), Hudeybiye'den döndükten
sonra hicretin 7. yılında Amr b. Umeyye'yi Necâşî'ye elçi olarak göndermiş,
Necâşî'de Resulullah (s.a.v.)'in mektubunu alarak yüzüne sürmüş, tahtından
aşağa inerek tevazu göstermek için yere oturmuş, sonra da müslüman olmuş, müslüman
olduğunu Resulullah (s.a.v.)'e de bildirmişti.
Yalnız bu Necaşî'nin,
Habeşistan'a hicret eden müslümanlara sahip çıkıp onların Habeşistan'da
barınmalarına izin veren Necâşî mi, yoksa ondan sonra onun yerine geçen başka
bir Necâşî mi olduğu meselesi alimler arasında tartışma konusu olmuştur.
Ayrıca bu hadiste, bir
kimsenin öldürdüğünü haber vermenin mubah olduğu hükmü ortaya çıkmaktadır. Bu
maksatla, gerek halk arasında: “Filanca kimse ölmüştür” diye seslenilmesi ve
gerekse de çeşitli şekillerde insanlara duyurulması caizdir. Çünkü böyle
yapılmakla, halkın cenazeye katılımı sağlanmış olur. İmam A'zam Ebu Hanife'ye göre
de ölümü ilan etmekte bir sakınca yoktur.
871-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
yeni gömülmüş bir kabrin yanına varıp cemaat da arkasında saf olup dört defa
tekbir getirerek üzerine cenaze namazı kıldı.”
[1222]
872- Enes b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
bir kabrin yanında cenaze namaz kıldı.”
[1223]
873- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Siyah bir kadın yada
genç bîr kimse mescidin temizlik işlerine bakardı. Resulullah (s.a.v.) bir gün
onu göremedi. Sahabilere, bu kadına yada genç kimseye ne oldu diye sordu.
Sahabiler:
“O, öldü!” dediler.
Bunun üzerine Resuiuüah (s.a.v.):
“Onun öldüğünü bana bildirmeli değil miydiniz?” buyurdu.
Hadisin ravisi der ki:
Galiba sahabiler, bu kadının yada gencin durumunu küçümsemişlerdi.
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.):
“Bana onun kabrini gösterin'” buyurdu.
Sahabiler, ona, onun
kabrini gösterdiler; O da kabrinin üzerine cenaze namazını kıldı. Sonra da:
“Doğrusu bu kabirler, sahipleri için karanlıkla
doludur. Yüce Allah benim namazım sebebiyle kabirleri onlara aydınlatır” buyurdu.
[1224]
874-
Abdtırrahman b. Ebi Leylâ'dan rivayet edilmiştir:
“Zeyd b. Erkam, cenaze
namazlarımızda dört tekbir alırdı. Bir cenaze namazında beş tekbir aldı. Bunu
ona sordum. O da:
“Resulullah (s.a.v.)
beş tekbir ahırdı” diye cevap verdi.
[1225]
Açıklama:
Burada cenaze
namazında bulunmayan bir kimsenin, cenazenin kabrine giderek kabrin üzerine
namaz kılmasının caiz olduğunu ifade etmektedir. Yalnız bu müddetin, ne kadar
devam ettiği meselesi, alimler arasında ihtilaflıdır.
Hanefilere göre;
namazı kılınmadan defnedilen bir kimsenin, henüz cesedinin çürüyüp
dağılmadiğına zann-ı gaüb hasıl olursa, onun kabri üzerine namaz kılınır. Fakat
cesedin çürüdüğüne kanaat getirilirse, kabri üzerine asla namaz kılınmaz.
Ayrıca kabir üzerine
namaz kılmanın, Peygamber (s.a.v.)'e ait özel bir durum olduğu ileri
sürülmüşse de, bu görüş, “Eğer bu, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sadece kendisine
ait özel bir durum olsaydı sahabilerini kabir üzerine namaz kılmaktan
yasaklard” denilerek reddedilmiştir.
Kadı İyâz (ö.
544/1149)'ın ifadesine göre; sahabe-i kiram, cenaze namazında kaç tekbir
alacağı konusunda ihtilafa düşmüş, “Üç tekbirden dokuz tekbir”e kadar değişen
sayılarda tekbir alınabileceğine dair çeşitli görüşler ileri sürmüşlerse de,
İbn Abdilberr (ö. 463/1071)'in de dediği gibi, sonradan dört tekbir alınacağı
konusunda icma meydana gelmiştir. Fıkıh alimleri, Bağdat, Basra, Küfe, Medine
gibi meşhur kültür merkezlerindeki fetva ehli de bu konuda ittifak etmişlerdir.
Çünkü bu konuda gelen sahih hadislerden elde edilen sonuç budur. Bununla
birlikte bu görüşün dışında kalan aykırı görüşlere iltifat edilmemelidir.
875- Âmir b.
Rebîa (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Cenazeyi gördüğünüz zaman, sizi geride bırakana kadar
yada yere konuluna kadar ayağa kalkın.”
[1226]
876- Âmir b.
Rebîa (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Sizden birisi cenazeyi gördüğünde onunla birlikte
yürümeyecekse cenaze onu geride bırakana kadar yada geride bırakmadan,
yere konana kadar ayakta dursun.”
[1227]
877- Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Bir cenazenin arkasından gittiğiniz zaman o cenaze
yere konulmadan oturmayın.”
[1228]
878- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bîr cenaze geçti.
Resulullah (s.a.v.) onun için ayağa kalktı. Onunla birlikte biz de ayağa
kalkıp:
“Ey Allah'ın resulü!
Bu cenaze, yahudi bir kadına aittir” dedik. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Doğrusu ölüm, korkunç bir durumdur. Dolayısıyla bir
cenaze gördüğünüzde ayağa kalkın!”
buyurdu.
[1229]
879- Câbir
b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)
ile sahabileri, bir yahudi cenazesi, ta görünmez oluncaya kadar ayakta
durdular.”
[1230]
880-
Abdurrahman
b. Ebi Leylâ'dan rivayet edilmiştir:
“Kays b. Sa'd ile Sehl
b. Huneyf, Kâdisİyye savaşında bulunmuşlardı. Bir gün yanlarından bir cenaze
geçti. Bunun üzerine derhal ayağa kalktılar. Onlara:
“Bu cenaze, yerli
halka aittir” denildi. Onlar:
Resulullah (s.a.v.)'in
yanından bir cenaze geçmişti. O da ayağa kalktı. Ona, bu cenazenin bir yahudi
adama ait olduğu söylenildi. O da:
“O, yaşayıp ölen) bir
can/insan değil mi?” buyurdu” dediler.
[1231]
Açıklama:
Burada bir yerde otururken oradan bir cenazenin geçmekte olduğunu gören
kimselerin, hemen ayağa kalkmalan ve cenaze yanlarından geçip gidinceye kadar
yada onları geride bırakmadan önce omuzlardan indirilip yere konuncaya kadar
ayakta durmalan emredilin ektedir.
Yalnız bu ayağa kalkma
eylemi, ölüyü tazim için değildir. Ölümün dehşetli ve korkunç bir olay olduğunu
ortaya koymak içindir. Bu görüşte olanlar içerisinde; Hz. Ömer, Abdullah İbn
Mes'ud, Ebu Musa el-Eş'arî'de bulunmaktadır.
881- Vâkıd
b. Amr b. Sad b. Muâz'dan rivayet edilmiştir:
“Biz, bir cenaze için
ayakta dururken Nâfi b. Cübeyr beni gördü. O, ayakta durmayıp oturmuş,
cenazenin yere indirilmesini bekliyordu. Bana:
“Niçin ayakta
duruyorsun?” dedi. Ben de:
“Cenazenin yere
indirilmesini bekliyorum. Çünkü Ebu Saîd el-Hudrî bu konuda hadis rivayet
ediyor” dedim. Bunun üzerine Nâfi' b. Cübeyr:
“Bana; Mes'ud b.
Hakem, Ali b. Ebi Tâlib (r.a)'tan naklen rivayet ettiğine göre, Ali:
“Resulullah (s.a.v.)
(cenaze için önceleri) ayağa kalkmıştı, sonra kalkmayı bırakıp oturdu” dedi.
[1232]
Açıklama:
Hadis, cenaze geçerken
ayağa kalkmanın hükmünün kaldırıldığını söyleyen cunhurun delilidir. Bununla
ilgili açıklama için 972 nolu hadisin açıklamasına bakınız.
882- Avf b.
Mâlik (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'i
bir cenazenin namazını kılarken şöyle dua ettiğini işittim;
“Allahümme'ğfir lehu ve'rhamhu va'fu anhu ve âfihi ve
erkim nuzulehu ve vessi' mudhalehu ve'ğsilhu bi mâ in ve selcin ve beredin ve
nekkihi mine'l-hatâyâ kemâ yunakkâ's-sevbu'l-ebyedu mine'd-denesi ve ebdilhu
dâren hayran min dârihi ve ehlen hayran min ehlihi ve zevcen hayran min
zevcihi ve kıhi fîtncte'l-kabri ve azâbe'n-nâr; Allah’ûm Bu kimseyi bağışla,
ona merhamet eyle, her türlü kötülüklerden uzak eyle. Bunu affeyle, vardığı
yerde ona ikramda bulun. Girdiği yeri (kabri)ni genişlet. Onu suyla, kar ve
doluyla yıka. Onu, beyaz elbiseyi kirden temizlediğin gibi günahlarından da
öylece temizle. Ona dünyadaki yurdunun yerine daha hayırlı bir yurt, ailesinin
yerine daha hayrlı bir aile ve hanımının yerine daha hayrlı bir hanım ihsan
eyle. Onu, kabir fitnesinden ve cehennem azabından koru!.”
Avf der ki:
“Resulullah (s.a.v.)'in
o cenazeye yaptığı bu duadan dolayı “Keşke bu cenaze ben olaydım' diye temenni
ettim” dedi.
[1233]
Açıklama:
Bu hadis, cenaze
namazında dua okunacağına, dua okumanın müstehab olduğuna ve cenaze namazında
duanın sesli okunacağım delalet etmektedir.
Hanefilere göre cenaze
namazında Kur'an okunmaz.
Bu, Resulullah (s.a.v.)'in
cenaze namazında okuduğu dulardan biridir. Çünkü Resulullah (s.a.v.) cenaze
namazında çeşitli dualar okumuştur.
883- Semure
b. Cündub (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Lohusa halindeyken
vefat eden (Ensar'dan) Ummü Ka'b adındaki kadının cenaze namazını Peygamber (s.a.v.)'in
arkasında kıldım. Resulullah (s.a.v.), cenaze namazını kılmak için cenazenin
tam orta hizasına doğru durdu.”
[1234]
Açıklama:
Hadisin metninde geçen
vesetahâ kelimesinden maksat; bazılarına göre ölünün kalçalarıdır, bazılarına
göre ise ölünün göğüs kısmıdır.
Hanefilere göre;
vücudun ortası, “Göğüs” kısmıdır. Baş ve ayaklar, vücuddan sayılmaz. Esas
vücudu teşkil eden kısım, kasıklar ile boyun kökü arasında kain kısımdır. Bu
kısmın ortası da, hiç kuşkusuz göğüstür.
Bu bakımdan hem
vücudun her tarafının namazdan payını eşit olarak alması için, hem de İlim ile
hikmet madeni olan kalbe yakın olmak için imam, cenaze namazını kılarken ölünün
göğsü hizasında durur.
Her ne kadar Ebu
Dâvud, Cenâiz 51-53, 3195; Tirmizî, Cenâiz 45; İbn Mâce, Cenâiz 21'de geçen
Enes hadisinde; erkeğin namazını kıldırırken cenazenin baş tarafında, kadının
cenazesini kıldırırken de kalçaları tarafında durduğu ifade ediliyorsa da,
aslında bu farklılık, ravinin yanılmasından İbarettir.
Aslında Enes, her iki
cenazede de ölünün göğsü hizasında durmuştur. Fakat erkeğin cenazseinde biraz
baş tarafa doğru, kadının cenazesinde de biraz kalça tarafına doğru meylettiği
için, ravi, bu iki durumun birbirinden tamamen farklı olduğunu zannetmiş ve
kendi kanaatini rivayet etmiştir.
[1235]
Lohusa halinde iken
ölen kadın, her ne kadar şehidse de, cenaze namazı kılınmadan kabre konulmaz.
Cenaze namazı kılınmadan kabre konulup konulamayacağı konusunda ihtilaf söz
konusu olan şehid, Allah yolunda ölen şehiddir.
884- Semure
İbn Cündub (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
İbn Dahdâh'ın cenaze namazını kıldı. Sonra ona, çıplak bir at getirildi. Atı,
bir adam tuttu. Resulullah (s.a.v.)'de ata bindi. Derken at şahlanmaya
başladı. Biz onu takip edip arkasından koşuyorduk. Bu sırada cemaattan biri,
Peygamber (s.a.v.):
“Cennette, İbn Dahdah için asılmış yada sarkıtılmış
nice hurma salkımları vardır”
buyurdu” dedi.
[1236]
Açıklama:
İbn Dahdâh'ın asıl
ismi bilinmemektedir. Bazıları ondan Ebu Da'hdah diye bahsetmektedir.
Burada Resulullah (s.a.v.)'in
cenaze namazını kıldıktan sonra bir hayvana bindiği belirtilmektedir.
İmam Malik, İmam Şafiî
ile İmam Ahmed'e. göre cenazeyi yürüyerek uğurlamak müste-hab, bir hayvana yada
bir vasıtaya binerek uğurlamak ise mekruhtur.
Hanefilere göre
cenazeyi uğurlarken cenazenin arkasından bir vasıtayla gitmekte bir sakınca
yoktur.
885. Sa'd b.
Ebi Vakkâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Sa'd b. Ebi Vakkâs,
ölüm döşeğinde:
“Benim için kabrimin
kıble tarafında bir lahid açın. Beni onun içerisine koyduğunuzda benim yan
tarafıma, Resulullah (s.a.v.)'e yapıldığı gibi kerpiçler dikip güzelce
sıralayın” dedi.
[1237]
Kabrin kıble
tarafından altına doğru oymaya denir. Şakk: Kabrin dibini dere gibi oymaya denir.
Resulullah (s.a.v.)'e
lahd yapılmış ve üzerine onbir tane kerpiç dizilmiştir. Ümmeti hakkında da
müstehab olan uygulama bu şekildedir.
886-
Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)'m
kabrine kırmızı bir kadife konuldu.”
[1238]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)’in
sırtına aldığına ve altına koyduğu bîr kadifesi vardı. Resulullah (s.a.v.)
vefat edince, hizmetçisi Şakran, bu kadifeyi, Resulullah (s.a.v.)'den başka hiç
kimsenin giymesini istemediğinden ötürü bu kadifeyi, Resulullah (s.a.v.)'in
kabrine koymuştur.
Şafiiler ile diğer
alimler; kabrin içerisinde ölünün altına kadife gibi şeyler koymayı mekruh
kabul etmişlerdir.
887- Sümâme
b. Şufeyy'den rivayet edilmiştir:
“Biz, Fudâle İbn
Ubeyd'in maiyetinde Rum diyarmdaki Rodos (adasın)da bulunuyorduk. Derken bir
arkadaşımız vefat etti. Bunun üzerine Fudâle İbn Ubeyd, onun gömülüp kabrinin
yerle aynı hizada yapılmasını emretti. Sonra da:
“Ben, Resulullah (s.a.v.)'i;
“Kabirlerin yerle aynı hizada yapılmasını emrederken
işittim” dedi.
[1239]
Rodos, Muaviye
döneminde hicretin 53. yılında fethedilmiştir. Oğlu Yezid döneminde kafirlerin
eline geçmiştir. Sonra II. Selim zamanında tekrar müslümanların ellerline geçmiştir.
Bugün Yunanistan'ın elindedir.
Açıklama:
Hadis, kabirlerin yer
seviyesinden yüksek yapılmasının caiz olmadığına delalet etmektedir.
İmam Ahmed, İmam Malik
ile İmam Şafiî'nin arkadaşlarından bir kısmı, kabirleri, müsaade edilen
miktardan daha fazla yükseltmenin haram olduğunu söylemişlerdir.
Hanefiler bu konuda
gelen hadislere dayanarak kabrin üstüne bir karış yüksekliğinde toprak
yığılmasında bir sakınca olmadığını söylemişlerdir.
Hanefilere göre
ihtiyaç hasıl olduğunda kabrin üzerine yazı yazmakta bir sakınca yoktur.
888-
Ebu'I-Heyyâc el-Esedîden rivayet edilmiştir:
“Alib. Ebi Tâlib,
bana:
“Resulullah (s.a.v.)'in
beni gönderdiği bir işe ben de seni göndereyim mi? Yok etmediğin hiçbir heykel
ve yer üstünde yükselmiş iken dümdüz etmediğin hiçbir kabir bırakmayasın!”
dedi.
[1240]
Hz. Peygamber (s.a.v.),
Ali'yi, haddinden fazla yükseltilmiş olan kabirleri yer seviyesine indirmekle
görevlendirmiş Hz. Ali de bu görevi yerine getirdiği gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
vefatından sonra da bu görevi unutmamış ve devamlı olarak yerine getirilmesi
için gereken gayreti göstermiş, kendisi bizzat bu görevi yerine
getiremeyeceğini anladığı zaman başkalarım görevlendirerek bu mesuliyetten
kurtulmuştur.
889- Câbir
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.)
kabrin kireçlenmesini, üzerine oturulmasını ve üzerine bina yapılmasını
yasakladı.”
[1241]
890- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Sizden birisinin bir kor üstüne oturup da o korun,
elbisesine ve cildine sirayetle vücudunu yakması, kabir üzerine oturmasından
daha hayrlıdır.”
[1242]
891- Ebu
Mersed el-Ganevî (r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah {s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kabirlerin üzerine oturmayın ve onlara doğru namaz
kılmayın.”
[1243]
892. Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Sa'd b. Ebi Vakkâs
vefat edince Peygamber (s.a.v.)'in hanımları, cenazenin mescide getirilip
kendilerinin de onun cenaze namazını kılacaklarını (bildirmek üzere cenaze
sahiplerine) haber yolladılar. Bunun üzerine cenaze sahipleri, onların
dediklerini yaptılar. Peygamber (s.a.v.)'in hanımlarının, onun cenaze namazını
kılmaları için cenaze onların odalarının önünde durduruldu. Daha sonra cenaze,
oturaklar tarafına doğru bulunan cenazeler kapısından dışarıya çıkarıldı.
Derken insanların bunu ayıpladıklarına dair haber onlara ulaştı. Çünkü insanlar:
“Cenazeler mescide
sokulmamalıydı” diyorlardı. Dolayısıyla bu haber, Âişe'ye ulaştı. Âişe:
“İnsanlar bilgileri olmayan bir konuyu ayıplamada ne
kadar hızlı davranıyorlar. Bir
cenazenin mescide uğratılmasından dolayı bizi ayıplamışlar. Halbuki Resulullah
(s.a.v.), Süheyl b. Beydâ'nın cenaze namazını ancak mescidin içerisinde
kılmıştı!” dedi.
[1244]
893- Hz.
Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
Aişe'nin yanında gecelediği zaman gecenin sonunda Medine kabristanı Bakî'ya
çıkıp orada:
“Es-Selâmu aleykum dâre kavmin mu'minîne ve etâkum mâ
tûadûne ğaden mueccelûne ve innâ inşâallâhu bi-kum lâhikûne. Allahümme'ğfir
liehli Bakît'l-Ğarkad”; Ey Müminler diyarı! Selâm sizin üzerinize olsun! Size
yarın verileceği vaad olunan şey verilmiştir. bekletilmektesiniz, inşallah biz
de size katılacağız. Allah’ım! Bakî'i Ğarkad'da yatanlari bağışla!” buyururdu.[1245]
894- Büreyde
(r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.),
sahabiler kabristana çıktıkları zaman onlara nasıl ne söyleyeceklerini
öğretirdi. Onlardan birisi:
“Es-Selâmu aleykum
ehle'd-diyâri mine'l-mü'minîne ve'l-muslimîne ve innâ inşâallâhu le-Iâhikûne
es'elullâhe lenâ ve lekumui-âfiyyete; Selam size ey bu diyarın mü'min ve
müslüman halkı! Bizler de inşallah yakında size katılacağız. Allah'tan bize ve
size afiyet dilerim!” derdi.
[1246]
Açıklama:
Hadis, kabir
ziyaretine gidildiğinde yada oradan geçilirken bu duayı yapmanı müstehab
olduğuna delalet etmektedir.
Malikiler dışında
Hanefilere, Şafiilere ve Hanbelilere göre mezar başında yada mezarlığa
girildiğinde Kur'an okmakta bir sakınca yoktur, hatta müstehabtır. Sadece
Malikilere göre mezar başında Kur'an okumak mekruhtur.
Hanbeli mezhebi
kitaplannın önde gelenleri içerisinde yer alan “Muğnî”de konuyla ilgili olarak
şu ifadeler yer almaktadır: “İmam Ahemd'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Mezarlığa girdiğin zaman üç defa Ayetel'-Kürsî ile İhlas suresini oku. Sonra
da:
“Allahım! Bunun
sevabı, Şu mezarlık halkınadır” de. Ölülere dua, istiğfar, sadaka ve hac gibi
hayrlı işlerin sevabının bağışlanmasında bir görüş ayrılığı bilmiyoruz. Ahmed:
“Ölüye, hayrın her
çeşidi ulaşır. Çünkü bu hususta rivayet edilen naslar vardır” demiştir.
895- Ebu
Hureyre (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.),
annesinin kabrini ziyaret edip ağladı. Beraberindekileri de ağlattı. Sonra:
“Annemin bağışlanması için Rabbimden izin istedim.
Fakat bana izin verilmedi. Kabrini ziyaret etmek için izin istedim. Bu konuda
bana izin verildi. Dolayısıyla sizler de kabirleri ziyaret edin. Çünkü
kabirleri ziyaret etmek, ölümü hatırlatır” buyurdu.
[1247]
Açıklama:
Resulullah (s.a.v.)'in
anne ve babasının durumu ile ilgili olarak 145 nolu hadisin açıklamasına
bakabilirsiniz.
896- Büreyde
(r.a)'tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Ben sizi kabirleri ziyaret etmeyi yasaklamıştım.
Artık onları ziyaret edin. Kurban etlerini üç günden fazla tutmayı da
yasaklamıştım. Artık onları da uygun gördüğünüz zamana kadar tutun. Deri
kapların dışında kalan bütün kaplara şıra koymanızı da yasaklamıştım. Bundan
böyle bütün kaplardan şıra İçebilirsiniz. Sadece sarhoşluk veren içkileri
içmeyin.”
[1248]
Açıklama:
Bu hadiste, şu üç
şeyin, İslam'ın ilk zamanlarında yasaklanıp sonradan yasağı gerektiren swebep
ve sakıncalar ortadan kalkınca bu yasaklann da hükmü yürürlükten kaldırıldığı
ifade edilmektedir:
1- Kabir
ziyareti: İslâm'ın ilk yıllan, müslümanların cahiliye âdetlerinden yeni kurtulmaya
çalıştıkları bir dönem olduğu için Rasûl-i Zişan Efendimiz müslümanları kabir
ziyareti esnasındaki İslâm dışı davranışlardan korumak amacıyla, İslâm'ın
onların kalplerine ve içtimai hayatlarına yerleşip onlara tam manasıyla hâkim
olmasına kadar kabir ziyaretini yasaklamıştı. İslamî hükümler onların hayatına
iyice hâkim olduktan sonra, kabir ziyareti için gereken âdab ve erkâna riayet
etmek şartıyla, isteyen kabirleri ziyaret etsin fakat ziyaret esnasında sakın
kötü söz söylemeyiniz.
[1249]
2-
Kurban
etlerinin üç günden fazla bekletilmesi: İslam'ın ilk yıllarında bir kurban
bayramında fakir fukaranın kurban eti toplamak için topluluklar halinde
Medine'ye akın ettiklerini gören Resulullah (s.a.v.), gelen kimselerin
ellerinin boş dönmemesi için kurban sahiplerinin ellerinde üç günlük et
ihtiyacından fazla et bulundurmalarını yasaklamış, bir yıl sonra sözkonusu
fakir kimselerin Medine'ye gelmemesinden dolayı bu yasağı kaldırmıştır. Bu
yasağın kalktığına; Hz. Aişe hadisi
[1250]ve
bu Büreyde hadisi delil olarak getirilmiştir.
3- İnce
deriden yapılmış kaplar dışındaki kapların şıra kabı olarak kullanılması:
Abdulkays heyeti müslüman olmak için geldiğinde Resulullah (s.a.v.), onlara,
şıra yapmada kullandıkları şu kapları kullanmalarını) yasakladı: Dubbâ su
kabağından yapılmış testiler, Hantem topraktan yapılmış küp, Müzeffet içi
ziftle yada katranla cilalanmış kap, Nakîr hurma kökünden ayrılan çanak kapları
yasaklamıştı. Daha sonra bu yasağı, Büreyde hadisiyle yürürlükten kaldırmıştır.
Ebu Hanîfe, Şafiî ve alimlerin çoğunun görüşü de bu şekildedir. Abdulkays
heyeti ve bu kapların yasaklanması ile ilgili olarak 21 nolu hadise
bakabilirsiniz.
897- Câbir
b. Semure (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.)'e,
kendini oklarıyla öldüren bir adam getirildi. O da, o kimsenin cenaze namazını
kılmadı.”[1251]
Açıklama:
İntihann helal
olduğuna inanarak bir şekilde canına kıyan kimse ebedi cehennemliktir. Çünkü bu
kimse, canına kıymayı helal görmektedir. Bu sebeple de ebedi cehennemde kalmayı
hak etmektedir. Fakat nefsine uyarak intihar eden kimse ise ebedî cehennemlik
değildir. Bunlar hakkında cehennemde ebedi kalmak, uzun müddet orada yanmaktan
kinayedir.
[1252]
Ayrıca Allah Rasulu bu
hadisinde, çeşitli metotlarla canına kıyan kimsenin yaptığı bu işin, son derece
çirkin bir eylem olduğuna dikkat çekmekte ve inananları bu tür eylemlerden
sakındırmak terhib için şiddetli bir cehennem azabı tehdidinde bulunmuştur.
[1] Yusuf Kardavi, Sünneti Anlamada Yöntem, Rey
Yayıncılık, Kayseri 1993, s. 2-4.
[2] Müsned, 2/403.
[3] Süleymâniye kütüphanesi, Şehid Ali Paşa, nr. 541, vr
136-174.
[4] Müslim, Mukaddime 5.
[5] M. Yaşar Kandemîr, “Hadis”, DİA, XV, 30-33.
[6] Ulumu'l-Hadis, s. 16.
[7] Nevevî, Müslim, Şerhi, I, 25.
[8] Nevevî, Müslim, Şerhi, I, 21.
[9] Mücteba Uğur, Ansiklopedik Hadis Terimleri Sözlüğü,
T.D.V. Yayınları, Ankara 1992, s. 349-350.
[10] Mücteba Uğur, Hadis İlimleri Edebiyatı, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1996, s. 263-267.
[11] Mücteba Uğur, a.g.e., s. 267.
[12] Buhârî, İlm 39; Tirmizî, İlim 8/2660; İbn Mâce,
Mukaddime 431, 538.
[13] Buhârî, İlm 39; Tirmizî, İlim 8/2661; İbn Mâce,
Mukaddime 432; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/98.
[14] Buhârî, İlm 39; Tirmizî, Rüya 2/206; Ebu Dâvud,
Melahim 4314; İbn Mâce, Mukaddime 434; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/410, 469,
519.
[15] Buhârî, Cenaiz 34; Tirmizî, Cenaiz 23, 1000; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/245, 252 255.
[16] Buhâri, İlim 39; Ebu Dâvud, İlm 4, 3651; İbn Mâce, Mukaddime,
4, 36; Hâkim, Müstedrek, 3/362.
[17] Daha geniş bilgi için b.k.z: İbn Kayyim el-Cevziyye,
Uydurma Hadisleri Tanıma Yollan, çev. Hanifi Akın, Karınca Yayınları, İstanbul
2004, s. 47-109.
[18] Ebu Dâvud, Edeb 80, 4992.
[19] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/321, 349.
[20] Yavuz Ünal, Hadisin Doğuş ve Gelişim Tarihine Yeniden
Bakış, Etüt Yay.,
Samsun
2001, s. 287, 290.
[21] Yavuz Ünal, Hadisin Doğuş ve Gelişim Tarihine Yeniden
Bakış, Etüt Yay., Samsun 2001, s. 286-287, 291, 93, 94.
[22] Caetani, İslam Tarihi, I, 88.
[23] İslam Tarihi, 1/88.
[24] Beyrut 1403/1983.
[25] Riyad 1404/1984.
[26] Riyad 1408/1987.
[27] Tunus 1991.
[28] Lokmân: 31/34.
[29] Buhâri, İman 37; İbn Mâce, Mukaddime 9, 64.
[30] Nevevî, Müslim Şerhi, 1/113.
[31] Nevevî, Müslim Şerhi, 1/159.
[32] Buhâri, İman 34; Ebu Dâvud, Salat 1, 391; Nesâî, Salat
4, Siyam 1, İman 23
[33] Buhârî, İlm 6; Ebu Dâvud, Salât 23 (486); Tirmizî,
Zekât 2,19); Nesâî, Sıyâm 1; İbn Mâce, İkâme 194, 99; Ahmed b. Hanbel, 3/109.
[34] Maide: 5/101.
[35] Buhârî, Zekât 1, Nesâî, 10.
[36] Buhârî, Zekât 1.
[37] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/316; Ebu Avâne, Müsned,
1/4-5; Ebu Ya'lâ, Müsncd, 3/445; Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ, 10/9.
[38] Buhârî, İman 1; Nesâi, İman 13; Tirmizî, îman 3,2609.
[39] Buhârî, İmân 40, tim 25; Ebu Dâvud, Eşribe 7, 3692;
Tirmizî, İmân 5, 2611; Nesâî, İmân 25; İbn Mâce, Zühd 18,4186, 4187; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 1/228.
[40] Enfâl: 8/41
[41] Büreyde hadisi için b.k.z: Ebu Dâvud, Eşribe 7,3698.
[42] Buhârî, Zekât 1, Meğâzî 60; Ebu Dâvud, Zekât 5 (1584);
Tırmizî, Zekât 6 (625); Nesâî, Zekât 1, 46; îbn Mâce, Zekât 1,1783; Ahmed b.
Hanbel, 1/233.
[43] Buhârî, Zekât 1, İ'tisam 2, İstitâbetu'l-Murteddîn 3;
Ebu Dâvud, Zekât 1,1556; Nesâî, Zekât 3; Tirmizî, İmân 1,2610; İbn Mâce,
Mukaddime 9,71; Ahmed b. Hanbel, 2/277, 423, 475, 476, 502
[44] Tevbe: 9/103.
[45] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/472, 6/394, 395; İbn Ebi
Şeybe, Musannef, 10/123, 12/375.
[46] Tevbe: 9/113.
[47] Kasas: 28/56.
[48] Buhârî, Cenâiz 80; İbn Hibbân, Sahih, 3/262 (982); Ebu
Ayâne, Müsned, 1/24-25.
[49] Tevbe: 9/113.
[50] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/65, 69; Nesâî,
Amelu'l-Yevnı ve'l-Leyl, 1113- 115; Ebu Avâne, Müsned, 1/6-7; İbn Hibbân,
Sahih, 201
[51] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/11; Ebu Yala, Müsned,
(1199); İbn Hibbân, Sahîh, 6530.
[52] Buhârî, Enbiyâ 47; İbn Hibbân, Sahîh, 207.
[53] Tirmizî, İmân 17, 2638; İbn Hibbân, Sahih, 202
[54] Buhârî, Libas 101, Cihad 46; Tirmizî, İman 18 2643;
Nesâî, Kübrâ, 8/411-412; İbn Hibbân, Sahîh, 210.
[55] Übbî, Müslim Şerhi, 1/199-200
[56] Ebu Avâne, Müsned, 1/9-10.
[57] Nevevî, Müslim Şerhi, 1/237.
[58] Buhârî, Salat 46; Nesâî, Sehv 73; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 5/449; Ebu Avâne, Müsned,1/13.
[59] Nevevî, Müslim Şerhi, 1/242.
[60] Tirmizî, İman 10, 2623; İbn Hibbân, Sahîh, 1694.
[61] Nevevî, Müslim Şerhi, 2/1.
[62] Nevevî, Müslim Şerhi, 2/1.
[63] Buhârî, İmân 3; Ebu Dâvud, Sünnet 14,4676; Tirmizî,
İmân 6,2614; Nesâî, İmân 16; İbn Mâce,Mukaddime 9,57; Ahmed b. Hanbel, 2/414,
445.
[64] Buhârî, Edeb: 77.
[65] Tirmizı'nin, Sıfâtu'l-Kıyâmet 24,2458.
[66] Übbî, Müslim Şerhi, 1/219.
[67] Tirmizî, Zühd 60, 2470; İbn Mâce, Fitcn 12,3972; İbn
Hibbân, Sahih, 942.
[68] Buhârî, İman 6, 20, İsti'zan 9; Ebu Dâvud, Edeb
130-131, 5194; Nesâî, İman 12; İbn Mâce, Etime 1,3253; Ahmed b. Hanbel,
2/169-170, 196, 295, 323, 324, 391, 442, 495, 512
[69] A. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 1/255
[70] Buhârî, İman 4; Ebu Dâvud, Cihad 2,2481; Ahmed b.
Hanbel, 2/187, 191; İbn Ebi Şeybe, Musannef, 9/64-65; İbn Hibbân, Sahîh, 400.
[71] Buhârî, İman 9, 14, İkrah 1; Tirmizî, İman 10, 2624;
Nesâî, İman 3, 4.
[72] Buhârî, İman 8; Nesâî, İman 19.
[73] Buhârî, İman 10; Tirmizî, Sıfâtu'î-Kıyâmet 59,2515;
Nesâî, İman 19; İbn Mâce, Mukaddime, 9,66; Ahmed b. Hanbel, 3/176, 206, 251,
272, 278, 289.
[74] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/373; Eb Avane, Müsned,
1/30.
[75] en-Nisâ: 4/34.
[76] Buhâri, İman 5.
[77] Y.Kandehlevi, Hayâ-tü's-Sahâbe, III, 1068.
[78] Buhârî, Edeb, 31; Müslim İmân, 74, 76, 77; İbn Mâce,
edeb, 4; Dârimî, Et'ime, 11.
[79] Buhârî, İman, 31; Tirmizî, Birr, 28.
[80] Buhârî, Edeb 31; Müslim, İmân 74, 76, 77; İbn Mâce, Edeb,
4.
[81] Müslim, İman 74 Birr; Ahmed b. Hanbel, 1/55.
[82] bk. Ehû Dâvud, Zekât, 25; Mâlik, Muvatta, Zekât, 29;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 31, 40.
[83] el-Hucurât: 49/12.
[84] Buhârî, Edeb, 29; Müslim, İman, 73; Tirmizî, Kıyame,
60.
[85] Müslim, iman, 73, 75.
[86] Buhârî, Edeb 31, Rikak 23; Ebu Dâvud, Edeb
122-123,5154; Tirmizî, Sifatu'I-Kıyamet 50,2500; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/174, 267, 269, 463.
[87] Ebu Dâvud, Et'ime 5,3750.
[88] Ebu Dâvud, Et'ime 5,3752.
[89] Ebu Dâvud, Salat 239-242,1140, Melahim 17,4340;
Tirmizî, Fiten 11,2172; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20,4013; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 3/10, 20, 49, 52, 53, 54, 92
[90] Heysemî, Mecmauz Zevâid, 7/271.
[91] İmam Ahmed, Müsned, 4/192.
[92] Ebu Avâne, Müsned, 1/35-36; Beyhakî, Sünemi'1-Kübrâ,
10/90.
[93] Buharı, Bed'u'1-Halk 15; Taberânî, e]-Kebîr, 17/577.
[94] Buhârî, Bed'u'I-Halk 15.
[95] Ebu Dâvud, Edeb 130-131,5193; Tirmizî, İsti'zân
43,2688; İbn Mâce, Mukaddime 9,68; Ahmed b. Hanbel, 2/442, 477, 512.
[96] Nevevî, Müslim Şerhi, 2/35.
[97] Nevevî, Müslim Şerhi, 2/35.
[98] Ebu Dâvud, Edeb 59,4944; Nesaî, Biat 31.
[99] Bııhâri, Mezalim 30, Eşribe 1; Ebu Dâvud, Sünnet 15,
4689; Tirmizî, İmân 11, 2627; Nesaî, Sârik 1; İbn Mace, Fiten 3, 3936; Ahmed b.
Hanbel, 2/376.
[100] Buhârî. İman 24, Mezâlim 17, Cizye 17; Ebu Dâvud,
Sünnet 15, 4688; Tirmizî, İmân 14, 2632;Nesâî, İman 20.
[101] Buhârî, Edeb 73, Fcraiz 29; Ebu Dâvud, Sünnet 15,
4687; Tirmizî, İman 16, 2637; Muvatta', Kelam 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/18,
23, 44, 47, 124, 142; Ebu Avâne, Müsned, 1/22-23; İbn Hibbân, Sahih, 249, 250.
[102] İbn Teymiyye, Mecmuu'l-Fetâvâ, 3/151, 282;
Mecrnuatu'r-Resâili'l-Kübrâ, 1/400; Eş'arî, İbâne, s. 10.
[103] Buhârî, Salat 28; Ebu Dâvud, Cihad 95.
[104] Buhârî, Ferâiz29; Müslim, İman 27.
[105] Buhârî, Eyman 7; Tirmizî, İman 16.
[106] İbnü'l-Vezîr, İsaru'1-Hak, s. 430. B.k.z: Doç. Dr. A.
Saim Kılavuz, İman-Küfür Sının, s. 240-254..
[107] Buhâri, Menâkıb 5.
[108] Ahzâb: 33/5.
[109] İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, Mısır 1959, 15/57.
[110] Buhâri, İman 36, Edeb 44, Fiten 8; Tirmizî, Birr 52,
1983, İman 15, 2635; Ncsâî, Tahrimu'd-Dem 27; İbn Mace, Mukaddime 9, 69, Fiten
4, 3939; İbn Hibbân, Sahih, 5939.
[111] Buharı, İlm 43, Meğâzî 77, Diyât 2, Fiten 8; Nesâî,
Tahrimu'd-Dem 28; İbn Mâce, Fiten 5, 3942; İbn Hibbân, Sahih, (5940.
[112] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/377, 441, 496; İbn Ebi
Şeybe, Musannef, 3/390; İbn Hibbân, Sahîh, 1465.
[113] Buhârî, Ezan 156, İstiska' 28, Meğazi 35; Ebu Dâvud,
Tıb 22 (3906); Nesâî, İstiska' 16; İbn Hibbân, Sahîh, 188.
[114] Buharı, İman 2, Menakibui-Ensar 4; Nesâî, İman 19.
[115] Buhâtî, Menakıbu'l-Ensar 4; Tirmizî, Menakıb 66,3900;
İbn Mâce, Mukaddime 11,163.
[116] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/34, 45, 72, 93.
[117] Tirtnizî, Menâkıb 21,3736; Nesâî, İman 19; İbn Mâce,
Mukaddime 11, 114; İbn Hibbân, Sahîh, 6924.
[118] İbn Mâce, İkâmetu's-Salat 70,1052; İbn Huzeyme, Sahih,
1/276 (549); İbn Hibbân, Sahih, 6/465 (2759.
[119] Tirmizî, 9,2618, 2619, 2620; Ebu Dâvud, Sünnet
14,4678; Nesâî, Salat 8; İbn Mâce, İkâmetu's-Salat 77,1078; Dârimî, Salat
29,1236; İbn Hibbân, Sahih, 1453.
[120] Tirmizî.
[121] Tirmizî.
[122] Buhârî, İman 18, Hac 4; Nesâî, Hac 4, Cihad 17, İman
1; Abdurrezzâk, Musannef, 20296; İbn Hibbân, Sahih, 153.
[123] Buhârî, Mevâkît'us-Salat 5, Cihad 1, Edeb 1, Tevhid
48; Tirmizî, Salat 127, 173; Nesâî, Mevâkît 51
[124] Buhârî, Tefsiru Sure-i Bakara 3, Tefsiru Sure-i Furkan
2, Edeb 20, Diyât 1, Tevhid 46; Ebu Dâvud, 48-50 Talak 2310; Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an
26, 3182; Nesâî, Tahrimu'd-Dem 4.
[125] Buhârî, Şehâdât 10, Edeb 6, İsti'zan 35,
İstitâbu'l-Mürteddin 1; Tirmizî, Birr 4, 1901, Şahadet 3, 2301,
Tefsiru'I-Kur'an 5, 3019; Tirmizî, Şemail, 131; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/36,
38.
[126] İsra: 17/23-24.
[127] Buhârî, Vesâyâ 23, Tıb 48, Hudûd 44; Ebu Dâvud, Vesâyâ
10 (2874); Nesâî, Vesâyâ 12
[128] B.k.z: Buhârî, Şurût 19, Vekâlet 12; Müslim, Vasiye
15; Ebu Dâvud, Vesaya 8, 2872; Tirmizî, Ahkam 36; Nesâî, Vesaya 11; İbn Mâce,
Vesaya 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/13, 216.
[129] Buhârî, Edeb 4; Ebu Dâvud, Edeb 119-120, 5141;
Tirmizî, Birr 4, 1902; Ahmed b. Hanbel, 2/216.
[130] En'am: 6/108.
[131] Tİhnizî, Birr 61/1999.
[132] Hicr: 15/47
[133] Tirmizî, Kıyâme 47; Ahmed b Hanbel, 2/179
[134] İbn Mâce, Zühd, 16
[135] Kasas: 28/83.
[136] Ebu Dâvud, Libas 26, 4091; Tirmizî, Birr 61, 1998; İbn
Mâce, Mukaddime 9, 59.
[137] Ahmcd b. Hanbel, Müsned, 3/391, 325, 374, 391; Abd b.
Humeyd, Müsned, 1060, 1063.
[138] Buhârî, Libas 24
[139] Buharı, Meğâzî 45, Diyât 2; Ebu Dâvud, Cihad 95, 2644.
[140] Buhârî, Meğâzı 45. Diyât 1; Ebu Dâvud, Cihad 95, 2643.
[141] Buhârî, Fiten 7; Nesâî, Tahrimu'd-Dem 26; İbn Mâce,
Hudûd 19, 2576.
[142] Tirmizî, Büyü' 74, 1315; Ebu Dâvud, İcâre 50, 3452;
İbn Mâcc, Ticârât 36, 2224; İbn Hibbân, Sahih, 4905.
[143] Buhârî, Cenâiz 36, 40, Menâkıb 8; Nesâî, Cenaiz 17; İbn
Mâce, Cenâiz 52, 1584.
[144] Buhârî, Cenâiz 37; Nesâî, Cenaiz 21; İbn Mâce, Cenâiz
52, 1586.
[145] Buharı, Edeb 50; Ebu Dâvud, Edeb 33, 4871; Tirmizî,
Birr 79, 2026.
[146] Ebu Dâvud, Libas 25, 4087, 4088; Tirmizî, Büyü' 5,
1211; Nesâî, Zekat 69, Büyü' 5, Zinet 105; İbn Mâce, Ticârât 30, 2208.
[147] Beyhakî,
Sünenü'l-Kübrâ, 8/161; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/433; İbn Hibbân,
Sahih, 4413.
[148] Buhârî, Musâkat 5, Eşribe 10, Ahkam 48; Ebu Dâvud,
İcâre 60, 3474; İbn Mâce, Ticârât 30,2207, Cihad 42,2870.
[149] Buharı, Tıb 56; Ebu Dâvud, Tıb 11, 3872; Ncsâî, Cenâiz
68; Tirmizî, Tib 7,2044; İbn Mâce, Tıb 11, 3460; Ahmcd b. Hanbel, 2/254, 478.
[150] Buhâri, Cenaiz 84, Eymân 7; Ebu Dâvud, Eymân 7, 3257;
Tirmizî, Eymân 16, 1543; Nesâî, Eymân 7; İbn Mâce, Keffârât 3, 2098; Ahmed b.
Hanbel, 4/33, 34.
[151] Buhârî, Cihad 182, Kader 5.
[152] Buhârî, Ccnaiz 83, Enbiya: 21/50.
[153] Tirmizî, Siyer 21 1574.
[154] Buharı, Mcğâzî 38, Eymân 33; Ebu Dâvud, Cihad 2711;
Nesâî, Eymân 38.
[155] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/370-371; Ebu Ya'lâ, Müsned,
2175; İbn Hibbân, Sahîh, 3017; Hâkim, Müstedrek, 4/76; Ebu Nuaym, Hilye, 6/261;
Beyhakî, Sünenü'l-Kübra, 8/17.
[156] Buhârî, Tarih, 5/109; Hâkim, Müstedrek, 4/455.
[157] Nevevî, Müslim Şerhi, 2/132.
[158] Tirmizî, Fitcn 30, 2195; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/304, 372, 390-391, 523; İbn Hibbân, Sahîh, 6704.
[159] Nevevî, Müslim Şerhi, 2/132.
[160] Hucurât: 49/2.
[161] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/137, 146; Ebu Ya'lâ,
Müsned, 3331, 3427; İbn Hibbân, Sahîh, 7168.
[162] Buhârî, istitâbetu'I-Mürteddîn 1; Ibn Hibbân, Sahih,
396.
[163] (Müslim, İman 192, 121.
[164] Nevevî, Müslim, Şerhi, 2/135.
[165] Übbî, Müslim Şerhi, 1/380-381.
[166] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/199, 205; İbn Huzeyme,
Sahih, 2515; Beyhakî, Sünenü'I-Kübrâ, 9/98. Bu konuda daha geniş bilgi için
b.k.z: Prof. Dr. I. Süreyya Sırma, Örnek Halifeler Dönemi, s. 154-161.
[167] İbn Kesir, Muhtasar, 1/174-17.
[168] Furkan: 25/68.
[169] Zümer: 39/53.
[170] Buhârî, Tefsiru Sure-i Zümer 1; Ebu Dâvud, Fiten 6
{4274); Nesâî, Tahrimu'd-Dem 2.
[171] Buhârî, Zekat 24, Buyu' 100, Itk 12, Edeb 13.
[172] Nevevî, Müslim Şerhi, 2/139-140.
[173] Nevevî, Müslim Şerhi, 2/140.
[174] En'am: 6/82.
[175] Lokman: 31/13.
[176] Buhârî, İman 23, Enbiya 8, 41, Tefsiru Sure-i En'am 3,
Tefsiru Sure-i Lukman 1, İstitâbetu'l-Mürteddin 1; Tirmizî, Tefsiru'I-Kur'an
7,3067.
[177] En'am: 6/82.
[178] Lukman: 31/13.
[179] Bakara: 2/284.
[180] Bakara: 2/285.
[181] Bakara: 2/286.
[182] Bakara: 2/286.
[183] Bakara: 2/286.
[184] Bakara: 2/286.
[185] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/412; Ebu Avâne, Müsned,
1/76-77.
[186] Bakara: 2/284.
[187] Bakara: 2/286.
[188] Bakara: 2/286.
[189] Bakara: 2/286.
[190] Tirmİzî, Tefsiru'l-Kur'an 3, 2992; İbn Hibbân, Sahîh,
2992.
[191] Buhâri, 6, Talâk 11, Eymân 15, Ebu Dâvud, Talâk 14-15,
2209; Tirmizî, Talâk 8, 1183; Nesâî, Talâk 22; İbn Mâce, Talak 14, 2040; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 2/398, 425, 474,481,491.
[192] Bakara: 2/286.
[193] Buhârî, İman 31; Tirmizî, 3073; İbn Hibbân, Sahîh,
380-382.
[194] Ahmed b. Hanbcl, Müsned, 2/315, 317; Ebu Avâne,
Müsned, 1/83-84; İbn Hibbân, Sahîh, 379; Beğâvî, Şerhu's-Sünne, 4148.
[195] En'am: 6/160..
[196] Bakara: 2/261.
[197] Ebu Dâvud, Edeb 108-109, 5111; Nesâî, Amelu'I-Yevm
vel-Leyl 664; İbn Hibba, Sahîh, 148.
[198] Ebu Avâne, Müsned, 1/79; Tahâvî, Müşkil, 2/251; İbn
Hîbban, Sahih, 149; Taberânî, Dua 1269.
[199] Buharı, Bed'u'l -Halk 11; Ebu Dâvud, Sünnet 18, 4721.
[200] Buharı, Bed'u'l-Halk 11; Ebu Dâvud, Sünnet 18, 4721.
[201] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/282, 317, 387; İbn Hibbân,
Sahîh, 6722.
[202] Bu konuda daha geniş bilgi için Prof. Dr. S. Toprak.
Prof. Dr. Ş. Gölcük, Kelam, Tekin Kitapevi, Konya 1991, s. 141-152.
[203] Nesâî, Âdâbu’l-Kudât 30; İbn Mâce Ahkam 8 (2324);
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/260.
[204] Al-i İmrân: 3/77
[205] Buhârî, Musakat 4, Rehn 6, Şehâdât 19, 23, 25, Husumât
4, Tefsiru Sure-i Âl-i İmrân 3, Eymân 11, 17, Ahkâm 30, Ebu Dâvud, Eymân 1
3243; Tirmizî, Büyü' 42, 1269; Tefsiru'I-Kur'an 4, 2996; İbn Mâce, Ahkâm 7,
2322.
[206] Ebu Avâne, Müsned, 1/43-44; Beyhakî, Sünemi'1-Kübrâ,
3/265-266.
[207] Buhârî, Mezalim 33; Ahmed b. Hanbcl, Müsned, 2/206.
[208] Buhârî, Rikak 35, Fitcn 13, İ'tisam 2; Tirmizî, Fiten
17, 2179; İbn Mâce, Fiten 27, 4053.
[209] Ahzab 33/72.
[210] Buhârî, Mevâkitu's-Salat 4, Zekat 23, Savm 3, Menâkıb
25, Fiten 17; Tirmizî, Fiten 71, 2258; İbn Mâce, Fiten 9 3955.
[211] Hud: 11/114.
[212] İbn Mâce, Fiten 15, 3986; Hatîb el-Bağdâdî, Tarihu
Bağdad, 11/307.
[213] Tirmizî, İman 13.
[214] Kuzâî, Müsnedu Şihâb, 1054; İbn Hibbân, Sahîh, 3727;
Bezzâr, Müsned, 1182.
[215] Tirmizî, Fiten 35, 2207; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/162, 268; Ebu Ya'lâ, Müsned, 3526; Ebu Avâne, Müsned, 1/101; İbn Hibbân,
Sahih, 6848, 6849; Beğâvî, Şerhu's-Sünne, 4284; Ma'cer, Cami', 20847.
[216] Übbî, Müslim Şerhi, 1/430.
[217] Buhârî, Cihad 181; İbn Mâce, Fiten 23, 4029; İbn
Hibbân, Sahîh, 6273.
[218] Nevevî, Müslim Şerhi, 2/178-179.
[219] Nevevî, Müslim Şerhi, 2/178.
[220] Buharı, İman 19, Zekat 53; Ebu Dâvud, Sünnet 15, 4683,
4685; Nesâî, İman 7.
[221] Bakara: 2/260.
[222] Hûd: 11/80.
[223] Buhârî, Tefsiru Sure-i Bakara 46, Tefsiru Sure-i Yusuf
5; İbn Mâce, Fiten 23, 4026; İbn Hibbân, Sahih, 6208.
[224] Buhârî, Fezailu'l-Kur'an 1, İ'tisam 1.
[225] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/317, 350; Ebu Avâne,
Müsncd, 1/104.
[226] Nevevî, Müslim Şerhi, 1/365.
[227] Alak: 96/1-5.
[228] Buharı, Bed'u'1-Vahy 1, Tefsiru Sure-i Alak 1; İbn
Hibbân, Sahih, 33.
[229] Buhârî, Salat 1, Enbiya 5, Hac 76; Nesâî, Salat 1; İbn
Mace, İkametu's-Salat 194,1399.
[230] Nisa: 4/103.
[231] Necm 53/16.
[232] Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an 54, 3276; Nesâî, Salat 1.
[233] Keşşafu İstilâ hati'1-Fün un, “Sidretü'l-Müntehâ”
maddesi.
[234] Tekvin 81/23.
[235] Necm: 53/13.
[236] En'am: 6/103.
[237] Şûra: 42/51.
[238] Mâide: 5/67.
[239] Neml: 27/65.
[240] Buhârî, Tefsiru Sure-i Mâide 7, Tefsiru’l-Sure-i 1,
Tevhid 4; Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an 7, 3068, 54, 3278.
[241] Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an (3282); Ebu Avâne, Müsned,
1/146-147; İbn Huzeyme, Tevhid, s. 205-207.
[242] Buhârî, Tefsiru Sure-i Hud 2, Tevhid 19; İbn Mâce,
Mukaddime 13, 195, 196; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/395, 401, 405; İbn Huzeyme,
Tevhid, s. 19-20; İbn Hibbân, Sahih, 266.
[243] Nûr: 24/35.
[244] Nevevî, Müslim Şerhi, 3/15-16.
[245] Tirmizî, Sıfatu'l-Cennet 16, 2552; İbn Mâce, Mukaddime
13, 187.
[246] Yunus: 10/26.
[247] Buhârî, Ezan 129, Tevhid 24, Rikak 52; Nesâî, İftitah
171; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/275-276, 293-294, 533-534; İbn Hibbân, Sahih,.
7429.
[248] Nisa: 4/40.
[249] Buhârî, Tefsiru Sure-i Nisa: 4/5. Tevhid 24; Tirmizî,
Sıfatu Cehennem 10 (2598.
[250] B.k.z: Meryem: 19/81-82, Zümer: 39/43-44, Mü'min:
40/18.
[251] Nevevî, Müslim Şerhi, 3/30.
[252] Buharı, İman 15, Rikak 51; İbn Hibbân, Sahih, 182.
[253] İbn Mâce, Zühd 37, 4309; Ahmed b. Hanbel, Müsncd,
3/11, 78-79; Ebu Avâtıe, Müsned, 1/186; İbn Hibbân, Sahih, 184; İbn Huzeyme,
Tevhid, s. 274, 279, 280, 281
[254] Fâtır: 35/13
[255] Ala: 87/13
[256] Nevevî, Müslim Şerhi, 3/37
[257] Buhârî, Rikâk 51; Tirmizî, Sıfatu Cehennem 10, 2595;
İbn Mâce, Zühd 39, 4339; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/391-392, 410-411, Ebu
Ya'lâ, Müsned, 4980, 5290; Ebu Avâne, Müsned, 1/142-144; İbn Hibbân, Sahih,
7430.
[258] Secde: 32/17.
[259] irmizî, Tefsiru'l-Kur'an 33, 3198); İbn Hibbân, Sahih,
6216, 7426.
[260] Tirmizî, Sifatu Cehennem 10, 2596; Tirmizî, Şemâi,
229; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/157, 170; Ebu Avâne, Müsned, 1/169; İbn Hibbân,
Sahîh, 7375..
[261] Ebu Avâne, Müsned, 1/139-140.
[262] Ali İmrân: 3/192.
[263] Secde: 32/20.
[264] İsrâ': 17/3.
[265] Nuh: 71/26-27.
[266] Buhârî, Enbiya 3, 9; Tefsiru Sure-i İsrâ' 1, Tirmizî,
Et'ime 34 (1837), Sıfatu'l-Kıyamet 10 (2434); İbn Mâce, Et'ime 28,3307.
[267] Taha: 20/115. Bu konuda daha detaylı bilgi için b.k.z:
M. Ali Sabuni, Peygamberler Tarihi, çev. Hanifi Akın, Ahsen Yayınları, İstanbul
2003, s. 127-133.
[268] Saffat: 37/89.
[269] Enbiya: 21/63
[270] Bu konuda daha detaylı bilgi için b.k.z: M. Ali
Sabuni, a.g.e., s. 148-151.
[271] Kasas: 28/16
[272] İbn Ebi Şeybe, Musannef, 11/436; Ebu Avâne, Müsned,
1/109; İbn Hibbân, Sahih, (6243 )
[273] Mâide: 5/3
[274] Ahzâb: 33/40
[275] Buhârî, Menakıb 18; Müslim, Fezail 23; Tirmizî, Edeb
87; İmam Ahmed, Müsned, 5/7, 13, 3/9
[276] B.k.z: Seyyid Sabık, İnancı Sağlamlaştıran Unsurlar,
çev. Hanifi Akın-Hanife Akın, Karınca Yayınları, İstanbul 2004, s. 250-252.
[277] Peygamberler konusunda daha geniş bilgi için b.k.z: M.
Al-i Sabuni, Peygamberler Tarihi, çev. Hanifi Akın, Ahsen Yayınları, İstanbul
2003.
[278] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/136; Abd b. Humeyd, Müsned,
1271.
[279] Bakara: 2/253.
[280] Al-i İmrân: 3/81.
[281] İmam Ahmed, Müsned, 3/338, 387) B.k.z: Seyyid Sabık,
a.g.e., s. 248-250.
[282] Bııhârî, Deavat 1, Tevhid 31; Tirmizî, Deavat 131 (3602);
Muvatta', Kuran 26; Dârimî, Rikak 85, 2808; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/486; Ebu
Avâne, Müsned, 1/90; Kuzâî, Müsned,u Şihâb, (1045); Beğâvî, Şerhu's-Sünne,
1236.
[283] B.k.z: Hûd: 11/45.
[284] B.k.z: Meryem: 19/47, Mümtehine: 60/4.
[285] Nûh: 71/26.
[286] Meryem: 19/5
[287] Sâd: 38/35.
[288] İbrahim: 14/36.
[289] Mâide: 5/118.
[290] İbn Hibbân, Sahih, (7234, 7235); Beyhakî, el-Esmâ'
ve's-Sıfât, 2/341-342; Beğâvî, Şerhu's-Sürıne, 4337.
[291] Tevbe: 9/128.
[292] Müslim, Birr 87.
[293] ÂI-Î İmran: 3/159.
[294] Ebu Dâvud, Sünnet 17, 4718; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/119, 268; Ebu Avâne, Müsned, 1/99; İbn Hibban, Sahih, 578.
[295] Mâide: 5/19.
[296] B.k.z: Yrd. Doç. Dr. Mustafa Akçay, Çağdaş Dünyada
İnsan ve Dinî Sorumluğu (Fetret Ehli Örneği), Işık Yayınları, İzmir 2000, s.
17-20.
[297] B.k.z: Yrd. Doç. Dr. Mustafa Akçay, a.g.e, s. 300-311.
[298] Nisa: 4/165, İsrâ1: 17/15, Kasas: 28/59, Mülk: 67/8-9.
[299] Mâide: 5/72.
[300] B.k.z: Yrd. Doç. Dr. Mustafa Akçay, a.g.e, s. 313-371.
[301] Beyhâkî, Delâilü'n-Nübüvve, I, 189-193; İbn Teymiyye,
Mecmû'u fetâvâ, IV, 325-327.
[302] Şuara: 26/218-219.
[303] İsrâ':17/15.
[304] İsrâ': 17/16.
[305] En'am: 7/131.
[306] Kasas: 17/47.
[307] Taha: 20/134.
[308] Kasas: 28/59.
[309] Enam: 7/155-156.
[310] Şuara: 26/208, 209.
[311] Fatır: 26/37
[312] B.k.z: Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih, 4/693, 694 1.
baskı
[313] Buharı, Menakıb 23; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/373417
[314] Müslim, Fezail 1; Tirmizî, Menakıb 1; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 4/107
[315] Müslim, İman 347; Ebû Dâvud, Sünnet 17 (4718); Ahmed
b. Hanbel, 3/119, 268
[316] İbn Mâce, Cenâiz 148.
[317] B.k.z: Kâmil Miras, Tecrid-î Sarih, ÎV, 685 1. baskı.
[318] Şuara: 26/214.
[319] Şuara: 26/214.
[320] Buhârî, Vesaya 11, Tefsiru Sure-i Şuara 3; Tirmizî,
Tefsiru'l-Kur'an 27 (3185); Nesâî, Vesayâ 6.
[321] Nuhbe Tercümesi, 103.
[322] B.k.z: Doç. Dr. Mücteba Uğur, Ansiklopedik Hadis
Terimleri Sö2İüğü, T.D.V. Yayınlan, Ankara 1992, s. 302, 338-339.
[323] Kehf: 18/24.
[324] Tebbet: 11/1, 5.
[325] Buharı, Cenaiz 98, Menâkıb 13, Tefsiru Sure-i Sebe' 2,
Tefsiru Sure-i Tebbet 1; Tirmizî, Tefsiru'1-Kur'an 92, 3363.
[326] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 40, Edeb 115, Rikak 51.
[327] Buhârî, Rikâk 51; Tirmizî, Sıfatu Cehennem 12, 2604.
[328] el-Tevbe, 9/4.
[329] İsrâ: 17/97.
[330] Kaf: 50/30.
[331] Mülk: 67/6, 9.
[332] Mü'minün: 23/104.
[333] Mü'min: 40/70, 72.
[334] Hâcc, 22/19, 22.
[335] Nisa, 4/56.
[336] B.k.z: Fatır 35/36; Zuhruf: 43/74,.77.
[337] Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an 15, 3121; İbn Mâce, Zühd 33,
4279; Ahmed b. Hanbcl, Müsned, 6/101; İbn Hibbân, Sahih, 330, 331; Hâkim,
Mustedrek, 2/405.
[338] Nevevî, Müslim Şerhi, 3/86.
[339] Buhârî, Edeb 13; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/203; Ebu
Avâne, Müsned, 1/96.
[340] Buhârî, Bed'u'I-Halk 8, Rikak 51.
[341] Buhârî, Enbiya 31, Tib 17, 42, Rikak 21, 50; Tirmizî,
Zuhd 16, 2446.
[342] Fethul-Barî, X/206.
[343] Buharı, Tıb 32; Müslim, Selâm 51-52.
[344] Buharı, Tıb 39.
[345] Buharı, Tıb 33.
[346] Buharı, Tıb 37.
[347] Buharı, Tıb 17.
[348] Müslim, Selam, 63.
[349] Ebu Davud, Tıb 17; İbn Mace Tıb, 39; Ahmed b. Hanbel,
1/381.
[350] Müslim, Selam 64.
[351] İbn Hacer el-Askalanî, Fethul-Barî, X/260.
[352] Buhârî, Tıb 17; Müslim, İman 372.
[353] Müslim, Selâm 63.
[354] Buhârî, Rikâk 45, Eyman 3; Tirmİzî, Sıfatu'l-Cennet 13
(2547); İbn Mâce, Zühd 34, 4283.
[355] Hac: 22/2.
[356] Buhârî, Enbiyâ 7, Rikak 46, Tefsiru Sure-i Hac 1,
Tevhid 32; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/32-33.
[357] Buharı, Hayz 5; Ebu Dâvııd, Taharet 106, 268, 273;
Tirmizî, Taharet 99, 132; Nesâî, Hayz 12, 13; İbn Mace, Taharet 121, 635; Ahmed
b. Hanbel, 6/33, 34, 78, 90, 113, 123, 128, 143, 174.
[358] Buharı, Hayz 3; Ebu Dâvud, Nikah 45-46, 2167.
[359] Ebu Avâne, Müsned, 1/310; Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ,
1/311.
[360] Buhâri, Hayz 4, 21, 22, Savm 24; Nesâî, Taharet 179,
Hayz 10.
[361] Buhârî, Hayz 2, İ'tikaf 3; Ebu Dâvud, Savm 2467.
[362] Buharı, Hayz 2, İ'tikâf 2, 3, 4, 5, 19, Libâs 76;
Müslim, Hayz 6-10, 297; Ebu Dâvud, Sıyâm 79, 2467, 2468, 2469; Tirmizî, Savm
80, 804; Nesâî, Hayz 20, 21; İbn Mâce, Sıyâm 63, 1776; Ahmed b. Hanbel, 6/32,
81, 100, 208, 27.
[363] Buhârî, İ'tikaf 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/32;
Beyhakî, Süncnü'l-Kübrâ, 1/308.
[364] Nesâî, Hayz 18.
[365] Buhârî, Hayz 1.
[366] Ebu Dâvud, Taharet 102, 259; Nesâî, Taharet 56, 177,
178, Miyah 10, Hayz 15; İbn Mâce, Taharet 125, 643; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
6/127, 210.
[367] Buhârî, Hayz 3, Tevhid 52; Ebu Dâvud, Taharet 102,
260; Nesâî, Taharet 175, Hayz 16; İbn Mâce, Taharet 120, 634; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 6/69, 331, 334.
[368] Buhârî, Hayz 3.
[369] Ebu Dâvud, Taharet 102, 258, Nikah 45-46, 2165;
Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an 3, 2977, 2978; Nesâî, Taharet 181, Hayz 8; İbn Mâce,
Taharet 125, 644.
[370] Buhârî, İlm 51, Vudû' 34, Gusul 13; Ebu Dâvud, Taharet
82, 206, 207, 208, 209; Tirmizî, Taharet 83, 114; Nesâî, Taharet 112, Gusul 28;
İbn Mâce, Taharet 70, 504; Ahmed b. Hanbel, 1/124, 126.
[371] Buhârî, Deavat 10; Ebu Dâvud, Edeb 96-97, 5043; Nesâî,
İftitah 153 ; İbn Mâce, Taharet 71, 508.
[372] Buhârî, Gusul 25, 27; Ebu Dâvud, Taharet 87, 222, 223,
88, 224; 89, 226, 228, Vitr 8, 1437; Tirmizî, Taharet 87, 118, 119; Nesâî,
Taharet 163, 164, 165, 166, Gusul 5; İbn Mâce, Taharet 99, 584, 104, 593; Ahmed
b. Hanbel, 6/92, 102, 103, 119, 120.
[373] Buhârî, Gusul 25, 27; Ebu Dâvud, Taharet 86, 221;
Tirmizî, Taharet 88, 120; Nesâî, Taharet 167; İbn Mâce, Taharet 99, 585; Ahmed
b. Hanbel, 1/125.
[374] Ebu Dâvud, Vitr 8, 1437; Tirmizî, Salat 330, 449;
Fezailu'l-Kur'an 23, 2924; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/47, 138, 167.
[375] Ebu Dâvud, Taharet 85, 220; Tirmizî, Taharet 107, 141;
Ncsâî, Taharet 169; İbn Mâce, Taharet 100, 587.
[376] Buhârî, İlim 50, Gusul 22, Enbiya 1, Edeb 68, 79; Ebu
Dâvud, Taharet 95, 237; Tirmizî, Taharet 90, 122; Nesâî, Taharet 131; İbn Mâce,
Taharet 107, 600; Ahmed b. Hanbel, 6/306.
[377] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/92; Ebu Ya'lâ, Müsned,
4395.
[378] Ncsâî, İşretu'n-Nisa, 188; İbn Hibbân, Sahih, 7422;
Hâkim, Mustedrek, 3/481-482.
[379] Buhârî, Gusul 1, 15; Ebu Dâvud, Taharet 97, 240, 241,
242, 243, 244; Tirmizî, Taharet 76, 104; Nesâî, Taharet 152, 153, 155, 156,
157; İbn Mâce, Taharet 94, 574; Ahmed b. Hanbel, 6/52, 70, 72, 96, 101, 110,
143
[380] Buharı, Gusul 1, 5; Ebu Dâvud, Taharet 97, 245;
Tirmizî, Taharet 76, 103; Nesâî, Taharet 161, Gusul 14, 15, 22; İbn Mâce,
Taharet 94 573; Ahmed b. Hanbel, 6/236, 325, 330, 2/129
[381] Buhâri, Gusul 2; Ebu Dâvud, Taharet 96, 238; İbn Mâce,
Taharet 35, 376.
[382] Buhâri, Gusul 3; Ncsâî, Taharet 144.
[383] Nesâî, Taharet 58, 148; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
6/103, 118, 123, 161, 171, 172, 265; İbn Huzeyme, Sahih, 236; İbn Hibbân,
Sahih, 1195.
[384] Buhârî, Vudû' 7; Ebu Dâvud, Taharet 44, 95; Tirmizî,
Salat 429, 609; Nesâî, Taharet 59, 144, Mivah 14; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/112, 116, 259, 282, 290.
[385] Buharı, Gusul 3; İbn Mâce, Taharet 95, 577; İbn
Huzeyme, Sahih, 243.
[386] Ebu Dâvud, Taharet 99, 251; Tirmizî, Taharet 77, 105;
Nesâî, Taharet 150; İbn Mâce, Taharet 108, 603.
[387] Nesâî, Gusul 12; İbn Mâce, Taharet 108, 604.
[388] Buharı, Hayz 13, 14, İ'tisam 24; Ebu Dâvud, Taharet
120 (314, 315); Nesâî, Taharet 159; İbn Mâce, Taharet 124, 642.
[389] Buhârî, Vudû' 63, Hayz 19, 24.
[390] Buhârî, Hayz 20; Ebu Dâvud, Taharet 104, 262, 263;
Tirmizî, Taharet 97, 130, Savm 68, 787; Nesaî, Hayz 17, Savm 64; İbn Mâce,
Taharet 119, 631; Ahmed b. Hanbel, 6/231-232.
[391] Buhârî, Gusul 21, Salat 4, Cizye 9, Edeb 94; Tirmizî,
İsti'zan 34, 2734, Siyer 26, 1579; Nesâî, Taharet 143; İbn Mâce, Taharet 126,
645.
[392] Buhârî, Gusul 21, Salat 4, Cizye 9, Edeb 94; Tirmizî,
İsti'zan 34, 2734, Siyer 26, 1579; Nesâî, Taharet 143; İbn Mâce, Taharet 126,
645.
[393] Ebu Dâvud, Hamam 2, 4018; Tirmizî, Edeb 38, 2793; İbn
Mâce, Taharet 137, 661.
[394] Buhârî, Salât 8, Hac 42, Menâkıbu'l-Ensar 25.
[395] Ebu Dâvud, Hamam 2, 4016.
[396] Buhâri, Vudû' 34; Ahmed b.-Hanbel, Müsned, 3/7, 36, 47;
£bıs Ya'iâ, Müsned, 1236; İbn Huzeyme, Sahih, 2, 233.
[397] Ebu Dâvud, Taharet 84, 214, 215; Tirmizî, Taharet 81,
110; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/116.
[398] Buharı, Gusul 28; Müslim, Hayz 87, 348; Ebu Dâvud,
Taharet 84, 216; Nesaî, Taharet 129; İbn Mâce, Taharet 111, 610; Muvatta',
Taharet 71.
[399] Buhârî, Gusul 29; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/113-114;
İbn Hibbân, Sahih, 1169.
[400] Buharı, Gusul 28; Ebu Dâvud, Taharet 83, 216; Nesâî,
Taharet 129; İbn Mâce, Taharet 111, 610; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/234, 393
[401] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/68, 110; Beyhakî,
Sünenü'l-Kübrâ, 1/164
[402] Tirmizî, Taharet 81, 110.
[403] İbn Mâce, Taharet 65, 486; Tahâvî, Şerhu Meânî'l-Âsâr,
1/63.
[404] Buharı, “Vudû” 50, Et'ime 18; Ebu Dâvud, Taharet 75,
187; Nesâî, Taharet 122, 123; İbn Mâce, Taharet 66, 488, 490; Muvatta', Taharet
91; Ahmed b..Hanbel, Müsned,-11/227, 281.
[405] Buharı, Vudû' 52, Eşribe 12; Ebu Dâvud, Taharet 76,
196; Tirmizî, Taharet 66, 89; Nesâî, Taharet 124; İbn Mâce, Taharet 68, 517;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/223,227, 329.
[406] İbn Mâce, Taharet 67, 495; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
5/86, 88, 93, 98, 100, 101, 102, 105, 106, 108; İbn Ebi Şeybe, Musannef,
1/46-47; İbn Huzeyme, Sahih, 31; İbn Hibbân, Sahih, 1124, 1127.
[407] Ebu Dâvud, Taharet 75, 191, 192; Nesâî, Taharet 123;
İbn Mâce, Taharet 66, 489; Muvatta, Taharet 25.
[408] Ebu Dâvud, Taharet 177; Tirmizî, Taharet 74, 75; İbn
Mâce, Taharet 515; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/330.
[409] Buhârî, Zekat 61, Büyü' 101, Zebâih 30; Ebu Dâvud,
Libas 41, 4120, 4121; Tirmizî, Libas 7, 1727, 1728; Nesâı, Fera' 9; İbn Mâce,
Libas 25, 3609; Muvatta', Sayd 17; Dârimî, Edahi 20, 1991, Büyü' 35, 2574; Ebu
Avâne, Müsned, 1/211; İbn Hibbân, Sahih, 1282.
[410] Bakara: 2/173, Mâide. 5/3, Nahl: 16/115.
[411] Ebu Avâne, Müsned, 1/212.
[412] Mâide: 5/6.
[413] Buharı, Teyemmüm 1, Fezailu's-Sahabc 5, Tefsiru Sure-i
Maide 3, Hudud 39, Nikah 125; Ebu Dâvud, Taharet 121, 317; Nesâî, Taharet 194;
İbn Mâce, Taharet 90, 568.
[414] Bu hadis için b.k.z: Ebu Dâvud, Taharet 122, 329.
[415] Mâide: 5/6.
[416] Müslim, Hayz 109.
[417] Buharı, Teyemmüm 4, 5, 7, 8; Ebu Dâvud, Taharet 121,
322, 323, 324, 326, 327, 328); Nesâî, Taharet 196, 199, 200, 201; Tirmizî,
Taharet 110, 144; İhn Mâce, Taharet 91, 569; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/320.
[418] Buhârî, Teyemmüm 3; Ebu Dâvud, Taharet 122, 329;
Nesâî, Taharet 195; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/169.
[419] Ebu Dâvud, Taharet 8, 16; Tirmizî, Taharet 67, 90,
İsti'zan 27, 2720; Nesâî, Taharet 33; İbn Mâce, Taharet 27, 353.
[420] Buhârî, Gusul 23, 24; Ebu Dâvud, Taharet 91, 231;
Tirmizî, Taharet 89, 121; Nesâî, Taharet 172; İbn Mace, Taharet 80, 534; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 2/471.
[421] Tevbe: 9/28.
[422] Buhârî, Ezan 19; Ebu Dâvud, Taharet 9, 18; Tirmizî,
Deavat 9, 3384; İbn Mâce, Taharet 11, 302; Ebu Avâne, Müsned, 1/217; İbn
Hibbân, Sahih, 802; İbn Huzeyme, Sahih, 207.
[423] Tirmizî, Tam Şemail-u Şerif Tercemesi, s, 77, 159,
160; İbn Hibbân, Sahih, 5208.
[424] Buhârî, Vudû' 9, Deavât 15; Ebu Dâvud, Taharet 3, 4,
5; Tirmizî, Taharet 4, 5; Nesâî, Taharet 18; İbn Mace, Taharet 9, 296; Ahmed b.
Hanbel, 3/409.
[425] Buharı, İsti'zan 48.
[426] Buhârî, Ezan 17; Tirmizî, Taharet 57, 78.
[427] Tâhâ; 20/14.
[428] A'raf: 7/205.
[429] Buharı, Ezan 1; Tirmizî, Salat 139, 190; Nesâî, Ezan
1.
[430] Ahzâb: 33/40.
[431] Enbiyâ :21 /107.
[432] Sebe: 34/28.
[433] Ra'd: 13/7.
[434] En'am: 6/84, 90.
[435] Bakara: 2/158; Mâide: 5/2; Hac: 22/32, 36.
[436] Buhari, Ezan, 6.
[437] Prod. Dr. Hayrettin Karaman, Hayatımızdaki İslam, İz
Yayıncılık, 3. baskı, İstanbul 2003, s. 13-25.
[438] Buharı, Ezan 1, 2, 3, Enbiya 50; Ebu Dâvud, Salât 29,
508; Tirmizî, Salat 141, 193; Nesâî, Ezan 2; İbn Mâce, Ezan 6, 730; Ahmed b.
Hanbel, 3/103.
[439] Ebu Dâvud, Salât 28, 500, 501; Tirmizî, Salat 110,
191, 192; Nesâî, Ezan 3, 4, 56; İbn Mâce, Ezan 2, 708, 709; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 3/408, 409.
[440] İbn Ebi Şeybe, Musannef, 1/222.
[441] Ebu Dâvud, Salat 41, 535.
[442] Ebu Dâvud, Cihad 91, 2634; Tirmizî, Siyer 48, 1618.
[443] Buharı, Ezan 7; Ebu Dâvud, Salât 36, 522; Tirmizi,
Salat 154, 208; Nesâî, Ezan 33; İbn Mâcc, Ezan 4, 720; Ahmed b- Hanbel, 3/6,
53, 78
[444] Ebu Dâvud, Salât 36, 523; Tirmizî, Menakıb 1, 3614;
Nesâî, Ezan 37.
[445] Ebu Dâvud, Salât 36, 527.
[446] Ebu Dâvud, Salât 36, 525; Tirmizî, Salat 156, 210;
Nesâî, Ezan 38; İbn Mâce, Ezan 4, 721.
[447] B.k.z: Müslim, Salât 12; Ebu Dâvud, Salât 36, 527.
[448] İbn Mâce, Ezan 725; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/95, 98.
[449] Ebu Avâne, Müsned, 1/334.
[450] Buhârî, Ezan 4; Ebu Dâvud, Salat 31, 516; Nesâî, Ezan 30;
Ebu Avâne, Müsned, 1/334.
[451] Buhârî, Ezan 83, 84, 85, 86; Ebu Dâvud, Salât 114-115,
721, 722, 115-116, 741, 742, 743; Tirmizî, Salât 190, 255; Nesâî, İftitâh 1, 2,
3, 86; İbn Mâce, İkâme 15, 858; Ahmcd b. Hanbel, 2/147.
[452] Uğur, Doç.Dr. Mücteba, Hadis Terimleri Sözlüğü, TDV
Yay. Ankara 1992, s. 428.
[453] Nevevî, Şerhu'l-Müslim, Mısır 1349, 1/25.
[454] İbn Hacer, Hedyu's-Sârî, Bulak 1301, s. 381; Polat,
Salahattin, Hadis Araştırmalan, İnsan yay., İst. tarihsiz, s. Polat,
Salahattin, Hadis Araştırmalan, İnsan yay., İst. tarihsiz, s. 112.
[455] B.k.z: İbn Kayyim, Fıkhu's-Siyre, Haz. İmâd Zeki
el-Bârûdî, Mektebetu't-Tevfîkiyye, tarihsiz, s. 12, 26, 34, 35, 39, 41, 46, 47,
50, 54, 56, 59, 66, 67, 68, 76, 79, 81, 91, 97, 103, 106, 117, 119, 121,128,
145, 147, 156, 159, 218, 226, 227, 242, 244, 254, 272, 314, 324, 328, 340, 348,
396, 398, 399, 407.
[456] Tehânevî, Kavâid, s. 408-409.
[457] Zehebî, el-Mîzân, 2/250.
[458] Aliyyu'1-Kârî, el-Esrâr, Tahk. M. Sebbâğ, Beyrut
1971, s. 46.
[459] İbn Hacer, Nuhbe, s. 57; İbn Receb, Ilelu't-Tirmizî, s.
101-102; Suyûtî, Tedribu'r-Râvî, 1/298-299.
[460] İbn Hacer, Nuhbe, s. 70; İbnu's-Salâh, Ulûmu'1-Hadis,
s. 15-16; Tahânevî, Kavâid, s. 78-82; Polat, Salahattin, Hadis Araştırmaları,
İnsan yay., İst. tarihsiz, s. 118.
[461] Leknevî, Ecvibe, s. 40-41; Tehânevî, Kavâid, s. 94;
Suyûtî, Tedrib, 1/298-9.
[462] Tehânevî, Kavâid, s. 93; Polat, Salahattin, Hadîs
Araştırmaları, İnsan yay., ist. tarihsiz, s. 122.
[463] Polat, Salahattin, Hadis Araştırmaları, İnsan yay.,
İst. tarihsiz, s. 124.
[464] Kardavi, Yusuf, İhtilaflar Karşısında İslami Tavır,
ilke yay. İst. 1992, s. 87-115.
[465] Şafiî, Risale, s. 139-143.
[466] İbn Kayyim, İ'lâmu'l-Muvakiîn, 1/175-176.
[467] Polat, Salahattin, Hadis Araştırmaları, însan yay.,
İst. tarihsiz, s, 128429.
[468] Buhâri, Ezan 84; Ebu Dâvud, Salât 115-116, 745; Nesâî,
İftitah 4, 85, 108, 126, 174.
[469] Müslim, Salat 25.
[470] Tahâvî, Şerhu Meâni'1-Âsâr, 1/289.
[471] Tahâvî, Şerhu Meâni'l-Âsâr, 1/289.
[472] Tahâvî, Şerhu Meâni'1-Âsar, 1/290.
[473] B.k.z: Tahâvî, Şerhu MeânH-Âsâr, 1/252, 253, 254, 290,
291 292, 294, 295.
[474] Tahâvî, Şerhu Meâni'1-Asâr, 1/253, 290.
[475] Tahâvî, Şerhu Meâni'1-Âsâr, 1/292.
[476] Buharı, Ezan 117; Ebu Davud, Salât 115-116, 738;
Nesâî, İftİtah 180.
[477] Buhârî, Ezan 115; Ebu Dâvud, Salât 135-136, 835;
Nesâî, İftitah 180, Sehv 1.
[478] Buharı, Ezan 94; Ebu Dâvud, Salât 131-132, 822;
Tirmizî, Salât 183, 247); Nesâî, İftitâh 24; İbn Mâcc, İkâme 11, 837; Ahmed b.
Hanbel, 5/321, 322.
[479] Müzzemmil: 73/20.
[480] Tirmİzî, Tefsiru'1-Kur'an 2, 2953; Ebu Avâne, Müsned,
2/128; İbn Hibbân, Sahih, 1788, 1789, 1795.
[481] Nevevî, Müslim Şerhi, 4/102.
[482] Buharı, Ezan 104; Tahavî, Şerhu Meânîi-Âsâr, 1/208;
Ebu Avâne, Müsned, 2/125; Beyhakî, Şüııenü'l-Kübrâ, 2/40; İbn Hibbân, Sahih,
1781.
[483] İsrâ 17/110.
[484] Buhârî, Tefsiru Sure-i İsrâ 14/V, 229.
[485] Buhârî, V, 229; Müslim, Salât, 31/1, 329-330.
[486] İsrâ 17/110.
[487] Buhârî, Ezan 94, 122, İsti'zan 18; Ebu Dâvud, Salat
143-144, 856; Tirmizî, Salat 226, 303; Nesaî, İftİiah 7; İbn Mâce, Salat 72,
1060; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/437.
[488] Ebu Davud, Salat 133-134, 828; Nesâî, İftiiah 27.
[489] Buharı, Ezan 89; Ebu Dâvud, Salât 121-122, 782;
Tirmizî, Salât 68, 246; Nesâî, İftitâh 21, 22; İbn Mâce, İkâme 4, 813; Ahmed b.
Hanbel, 3/101, 111, 114, 168, 178, 183 Dârekuinî, Sünen, 1/316; Tahâvî, Şerhu
Meânî'1-Âsâr, 1/203.
[490] Kevser: 108/1, 3.
[491] Ebu Dâvud, Salat 121-122, 784, Sünnet 2223, 4747;
Nesâî, İftilah 21; Dârekutnî, Sünen, 1/308, 311; Hâkim, Müstedrek, 1/223.
[492] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/317; Taberânî,
Mu'cemu'I-Kebîr, 22/61; Dârekutnî, Sünen, 1/291; Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ, 2/71.
[493] Buhârî, Ezan 148, 150, Deavat 17; Ebu Dâvud, Salat
177-178, 969; Tirmizî, Salat 215, 289; Nesâî, İftitah 190, Sehv 41, 43; İbn
Mâcc, İkametu's-Salat 24, 899; Ahmed b. Hanbel Müsned, 1/437.
[494] Ebu Dâvud, Salat 177-178, 974; Tirmizî, Salat 216,
290; Nesâî, İftitah 193; İbn Mâce, İkametu's-Salat 24, 900.
[495] Fatiha: 1/7.
[496] Ebu Dâvud, Salat 177-178, 972, 973; Nesâî, İftİtah
113, 191, 192, Sehv 44, İmame 38; İbn Mâce, İkametu's-Salat 13, 847,
İkametu's-Salat 24, 901.
[497] Buhârî, Dcavât 32, Enbya 10, Tefsiru Sure- Ahzab 10;
Ebu Dâvud, Salât 178-179, 976; Tirmizî, Salât 351, 483; Nesâî, Sehv 51; İbn
Mâce, Salât 25, 904; Ahmed b. Hanbel, 4/241, 242.
[498] Ahzab: 33/56.
[499] Buhârî, Enbiya 10, Deavat 33; Ebu Dâvud, Salat
178-179, 979; İbn Mâce, İkametu's-Salat 25.905.
[500] Buhârî, Ezan 125, Bed'ü'1-Halk 33; Ebu Dâvud, Salat 139-140
{848); Tirmizî, Salat 198, 267; Nesâî, İftitah 113; İbn Mâce, İkâme 18 875;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/459.
[501] Buhârî, Ezan 111, Deavat 63; Ebu Dâvud, Salât 167-168,
934, 935, 936; Tirmizî, Salat 185, 250; Nesâî, İftitâh 33, 34; İbn Mâce, İkâme
14, 851, 852; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/458.
[502] b.k.z: İbn Kesir, Tefsir, 5/128.
[503] Buhârî, Salât 18, Ezan 51, Taksiru's-Salât 17; Ebu
Dâvud, Salât 68, 601; Tirmizî, Salât 267, 361; Nesâî, tmâme 16, 40, İbn Mâce,
İkâme 144, 1238; Ahmed b. Hanbel, 3/162..
[504] Buhârî, Ezan 51; Müslim, Salat 90.
[505] Ebu Dâvud, Salat 68, 606; Nesâî, Sehv 11; İbn Mâce,
İkametu's-Salat 144, 1240.
[506] Ebu Avâne, Müsned, 2/110. Hz. Yusufun bu kıssasına
dair daha geniş bilgi için b.k.z: M. Ali Sabuni, Peygamberler Tarihi, çev.
Hanifi Akın, Ahsen Yayınlan, s. 152-168, 587-598.
[507] Buhâri, Ezan 51; Nesâî, İmame 40.
[508] Buhâri, Meğâzî 83; Ebu Avâne, Müsned, 2/187.
[509] Buharı, Ezan 39, 67; İbn Mâce, İkamtu's-Salat 142,
1232.
[510] Hz. Yusufun bu kıssasına dair daha geniş bilgi için
b.k.z: M. Ali Sabuni, Peygamberler Tarihi, çev. Hanifi Akın, Ahsen Yayınlan, s.
152-168, 587-598.
[511] Buhâri, Ezan 46, Meğâzî 83; Cenâiz 7.
[512] Buharı, Ezan 48; Ebu Dâvud, Salat 168-169, 940.
[513] Buhârî, Taharet 35; Ebu Dâvud, Taharet 60, 149; Nesâî,
Taharet 96, 97; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/249, 251; Abdurrezzak, Musannef,
748; İbn Huzeyme, Sahih, 203, 1515, 1642; Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ, 1/274.
[514] Buhârî, Amel fi's-Salat 5; Ebu Dâvud, Salat 168-169,
939; Tirmizî, Salat 272, 369; Nesâî, Sehv 16; İbn Mâce, İkamtu's-Salat 65,
1034; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/479.
[515] Buhârî, Salat 40; Nesâî, imame 63.
[516] Buhârî, Ezan 88.
[517] Bufeârî, Ezan 53; Ebu Dâvud, Salât 75, 623; Tirmizî,
Salât 409, 582; Nesâî, İmame 38; İbn Mâce, İkâme 41, 961; Ahmed b. Hanbel,
2/456.
[518] Ebu Dâvud, Salat 162-163, 912; İbn Mâce,
İkametu's-Salat 68, 1045.
[519] Ebu Dâvud, Salat 93, 661, 162-163, 912; Nesâî, İmame
28; İbn Mâce, İkametu's-Salat 50 (992); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/93.
[520] Ebu Dâvud, Salat 183-184, 998, 999; Nesâî, Sehv 5, 69,
72; Ahmed b. Hanbel. Müsned, 5/86, 88, 102, 107.
[521] Ebu Dâvud, Salat 95, 674; Nesâî, İmame 23, 26; İbn
Mâce, İkametu's-Salat 45 976.
[522] Buhârî, Ezan 77; Ebu Dâvud, Salat 93, 668; İbn Mâce,
İkametu's-Salat 50, 993.
[523] Buhârî, Ezan 72; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/286; Ebu
Avâne, Müsned, 2/39; Beyhakî, Siinenü'l-Kübrâ, 3/100.
[524] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/314; İbn Hibbân, Sahih,
2177; Abdurrezzak, Musannef, 2424..
[525] Buhârî, Ezan 71; Ebu Dâvud, Salât 93, 662, 663;
Tirmizî, Salât 167, 227; Nesâî, İmame 25; İbn Mâcc, İkâme 50, 994; Ahmed b.
Hanbel, 4/271, 272, 276, 277.
[526] Buhârî, Ezan 9, 32, 72, Şehâdât 30; Tirmizî, Salat
166, 225; Nesâî, Mevakit 22, Ezan 31.
[527] A. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 3/198.
[528] Ebu Dâvud, Satat 97, 680; Nesâî İmame 17; İbn Mâce,
İkametus-Salat 45, 978..
[529] Nevevî, Müslim Şerhi, 4/158.
[530] Taberânî, Mu'cemu'l-Evsat, 1/171.
[531] İbn Mâcc, İkametu's-Salat 51, 998; İbn Huzeyme, Sahih,
1555.
[532] Ebu Dâvud, Salat 97, 678; Tirmizî, 166, 224; Nesâî,
İmame 32; İbn Mâce, İkametu's-Salat 52, 1000; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/485.
[533] Nevevî, Müslim Şerhi, 4/158.
[534] Buhâri. Salat 6, Ezan 136, Amel fi's-Salat 14; Ebu
Dâvud, Salat 78, 630; Nesâî, Kıble 16.
[535] Buhârî, Ezan 162, Nikah 116; Ebu Dâvud, Salat 52, 567;
Nesâî, Mesacid 15.
[536] Buhâri, Cum'a 13; Ebu Dâvud, Sallat 52, 568; Tirmizî,
Salat 400, 570; İbn Mâce, Mukaddime 2, 16.
[537] Nesâî, Zinet 37; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/363; Ebu
Avâne, Müsned, 2/16, 59.
[538] Ebu Dâvud, Tereccül 7, 4175; Nesaî, Zinet 37.
[539] Buhâri, Ezan 163; Ebu Dâvud, Salat 53, 569.
[540] Buhârî, Cum'a: 62/11.
[541] İsra: 17/110.
[542] Buhari, Tefsiru Sure-i İsra: 17/14. Tevhid 34, 44, 52;
Tirmizi, Tefsiru’l-Kur’an 18, 1345, 3146; Nesai, İftihah 80.
[543] Kıyâme: 75/16.
[544] Kıyâme: 75/16.
[545] Kıyâme: 75/17.
[546] Kıyâme: 75/18.
[547] Kıyâme: 75/19.
[548] Buharı, Bed'u'I-Vahy 4, Tefsiru Sure-i Kıyâme 1, 2,
Fezailu'l-Kur'an 28, Tevhid 43; Tirmizî, Tefsiru'1-Kur'an 72, 3329.
[549] Cin: 72/1.
[550] Buhâri, Ezan 105, Tefsiru Sure-i Cin 1; Tirmizî,
Tefsiru'l-Kur'an 70, 3323.
[551] Buharı, Menâkıbu'l-Ensâr 32; Ebu Dâvud, Taharet 42,
85; Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an 47, 3258.
[552] Aynî, Umdetu'1-Kârî, 13/391.
[553] Buhâri, Ezan 96, 97, 107, 109; Ebu Dâvud, Salat
124-125, 798; Nesâî, İftitah 57, 58, 59, 60; İbn Mâce, İkametu's-Salah 8, 829.
[554] Ebu Dâvud, Salat 125-126, 804; Nesâî, Sala 16.
[555] Kasani, Bedâyiu's-Sanai, 1/110.
[556] Buharı, Ezan 94, 103; Ebu Dâvud, Salat 125-126, 803;
Nesaî, İftitah 74.
[557] Nesâî, İftitah 56; İbn Mâce, İkametus-Salat 7, 825.
[558] Mü'minun; 23/1, 45.
[559] Mü'minun: 23/1, 50.
[560] Buhârî, Ezan
106; Ebu Dâvud, Salat 88, 649;
Nesâî, İftitah 76; İbn Mâce, İkametu's-Salat 5, 820.
[561] Tekvîr: 81/17.
[562] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/306-307; İbn Ebi Şeybe,
Musannef, 1/353.
[563] Kâf: 50/1.
[564] Kâf: 50/10.
[565] Tirmizî, Salat 228, 306; Nesâî, İftitah 43; İbn Mâce,
İkametu's-Salat 5, 816.
[566] Kâf: 50/1
[567] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/91, 102, 103, 105; İbn Ebi
Şeybe, Musannef, 1/353.
[568] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/101, 108.
[569] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/86, 88; İbn Huzeyme, Sahih,
510.
[570] Buhârî, Mevâkitu's-Salât 11; Nesâî, İftİtah 42; İbn
Mâce, İkam etu's-Salat 5, 818.
[571] Buharı, Ezan 98, Megâzî 83; Ebu Dâvud, Salat 127-128,
810; Tirmizî, Salat 230, 308; Nesâî, İftitah 64; İbn Mâce, İkametu's-Salat 9
831; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/338, 340.
[572] Buhârî, Ezan 99, Cihad 172, Meğâzî 12, Tefeiru Sure-i
Tur 1; Ebu Dâvud, Salat 127-128, 811; Nesâî, İftitah 65; İbn Mâce,
İkametu's-Salat 9, 832.
[573] Buharı, Ezan 100, 102, Tefsiru Sure-i Tin 95, 1,
Tevhid 52; Ebu Dâvud, Sefer 6, 1221; Tirmizî, Salât 231, 310; Nesâî, İftitâh
73; İbn Mâce, İkâmetu's-Salat 10, 834, 835; Ahmed b. Hanbcl, 4/284, 286, 291,
298, 301, 302, 303, 304.
[574] Müslim, Salat 175.
[575] Ebu Dâvud, Salat 123-124, 790; Nesâî, İftitah 71; İbn
Mâce, İkâmetu's-Salat 10, 836, 48, 986.
[576] Müslim, Salat 178.
[577] Buhâri, Ezan 60; Ebu Dâvud, Salat 67, 600; Nesâî,
İmame 41: Tirmizî, Salat 410, 583.
[578] Buharı, İlm 28, Ezan 61, 63, Ahkam 13; İbn Mâce, İkâmetu's-Salat
48, 984.
[579] Buhârî, Ezan 62; Ebu Dâvud, Salat 123-124, 794;
Tirmizî, Salat 175, 236.
[580] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/21, 216.
[581] Buharı, Ezan 64; İbn Mâce, İkâmctu's-Salat 48, 985.
[582] Buharı, Ezan 65.
[583] Buhârî, Ezan 65; İbn Mâce, İkametu's-Salat 49, 989.
[584] Buhârî, Ezan 121, 127, 140; Ebu Dâvud, Salat 142-143,
852, 854; Tirmizî, Salat 207, 279, 280; Nesâî, İftitah 179.
[585] Buharı, Ezan 140; Ebu Dâvud, Salat 142-143, 853.
[586] Buhâri, Ezan 52, 91, 133; Ebu Dâvud, Salat 74 (620);
Tirmizî, Salat 208, 281; Nesâî, İmame 38.
[587] Ebu Dâvud, Salat 139-140, 846; İbn Mâce,
İkâmetu’l-Salat 18, 878.
[588] Ebu Dâvud, Salai 139-140, 847; Nesâî, İfiitah 115.
[589] Ebu Dâvud, Salat 147-148, 876; Nesâî, İftitah 98, 152;
İbn Mâce, Ta'biru'r-Rü'ya 1, 3899.
[590] Ebu Avâne, Müsned, 2/171.
[591] Ebu Dâvud, Libas 8, 4044, 4045, 4046; Tirmizî, Salat
195, 264, Libas 13, 1737; Nesâî İftitah 97, 151; İbn Mâce, Libas 21, 3602.
[592] Ebu Dâvud, Salat 147-148, 875; Ncsâî, İftitah 168;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/421; Ebu Avâne, Müsned, 2/180.
[593] Ebu Dâvud, Salat 147-148, 878; İbn Hibbân, Sahih,
1931.
[594] Buhârî, Ezan 123; Ebu Dâvud, Salat 147-148, 877;
Nesâî, İftitah 100, 154, 155; İbn Mâce, İkametu's-Salat 20, 889.
[595] Nasr: 110/1, 3.
[596] Nesâî, İftitah 162.
[597] Ebu Dâvud, Salat 147-148, 879; Nesaî, İftitah 16l.
[598] Nevevî, Müslim Şerhi, 4/203.
[599] Ebu Dâvtıd, Salat 146-147, 872; Nesâî, İftitah 165.
[600] Tirmizî, Salat 286, 388, 389; Nesâî, İftitah 139; İbn
Mâce, İkametu's-Salat 201, 1423.
[601] Ehu Dâvud, Salatu't-Tatavvu' 22, 1320; Tirmizî, Deavat
27, 3416; Nesâî, İftitah 169; bn Mace, Dua 16, 3879.
[602] Tirmizî, salat 169.
[603] Buhârî, Ezan 133, 134, 137, 138; Ebu Dâvud, Salât
150-151, 889, 890; Tirmizî, Salât 203, 273; Nesâî, İftitâh 40; İbn Mâce,
İkâmetu's-Salat 19, 883, 884; Ahmed b. Hanbel, 1/285, 286.
[604] Ebu Dâvud, Salât 87, 647; Nesâî, İftitah 147.
[605] Buharı, Ezan 141, Mevakatu's-Salat 8; Ebu Dâvud, Salât
153-154, 897; Nesâî, İftitah 50; Titmizî, Salat 205, 276; İbn Mâce,
İkametu's-Salat 21, 892; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/115, 177, 179,274.
[606] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/283, 294; Ebu Avâne,
Müsned, 2/183; İbn Huzeyme, Sahih, 656; İbn Hibbân, Sahih, 1916.
[607] Buhârî, Salat 27, Ezan 130; Nesâî, İftitah 141.
[608] Ebu Dâvud, Salat 153-154, 898; Nesaî, İftitah 142; İbn
Mâce, İkamctu's-Salat 19, 880; Dârimî, Salat 79, 1337; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
6/331.
[609] Nesâî, İftitah 178.
[610] Ebu Dâvud, Salat 121-122, 783; İbn Mâce,
İkametu's-Salat 4, 812, 16¸869, 22 (893); Ahmcd b. Hanbel, Müsned, 6/31, 171,
194, 281
[611] Ebu Dâvud, Salat 101
(685); Tirmizî, Salat 250 (335); İbn Mâce, İkametu's-Salat 36 (940)
[612] Buharı, Salat90; Ebu Dâvud, Salat 101 (687)
[613] Buharı, Salat 98; Ebu Dâvud, Salat 103 (692); Tirmizî,
Salat 261 (352)
[614] B.k.z: Ebu Dâvud, Salât 102 (689), 107 (700)
[615] Buharı, Salat 100, Bed'u'l-Halk 11; Ebu Dâvud, Salât
107, 700.
[616] Ebu Dâvud, Salat 102, 689; İbn Mâce, İkametu's-Salat
36; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/249, 255, 266.
[617] Nevevî, Müslim Şerhi, 4/222.
[618] Buhârî, Salât 101; Ebu Dâvud, Salât 108, 701; Tirmizî,
Salât 134, 336; Nesâî, Kıble 8; İbn Mâce, İkâmetu's-Salat 37, 945; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/116.
[619] Buhârî, Salat91; Ebu Dâvud, Salât 196, 696.
[620] Buhârî, Salat 91, 95; Ebu Dâvud, Salât 215-216, 1082;
İbn Mâce, İkâmetu's-Salat 204, 1430.
[621] Buhârî, Salat 22, 103; İbn Mâce, İkâme tu's-Salat 40,
956.
[622] Buhârî, Salat 102, 105, İsti'zan 37.
[623] Buhârî, Salat 22, 104, Amel fi's-Salat 10; Ebu Dâvud,
Salât 111, 713; Nesâî, Taharet 120.
[624] Buhârî, Hayz 30, Salat 19, 107; Ebu Dâvud, Salât 90,
656; İbn Mâce, İkametu's-Salat 63, 1028.
[625] Ebu Dâvud, Taharet 133, 370; Nesâî, Kıble 17; İbn
Mâce, Taharet 131, 652.
[626] Buharı, Salat 4; Ebu Dâvud, Salat 77, 625; Nesâî,
Kıble 14.
[627] Buhârî, Salat 5; Ebu Dâvud, Salat 77, 626; Nesâî,
Kıble 18.
[628] Buharı, Salât 4; Ebu Dâvud, Salât 77, 628; Tirmizî,
Salât 254, 339; Nesâî, Kıble 14; İbn Mâce, İkametu's-Salat 69, 1049; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 1/256, 265, 303, 320.
[629] Buhârî, Salat 3; İbn Mâce, İkametu's-Salat 66, 1038,
1039.
[630] Tirmizî, Salat 247, 332; İbn Mâce, İkametu's-Salat 63,
1029, 69, 1048.
[631] Buhârî, Enbiyâ 10, 40; Nesâî, Mesacid 3; İbn Mâce,
Mesacid 7, 753.
[632] A. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 3/348-349.
[633] Buharı, Teyemmüm 1, Salat 56, Farzu'l-Hııms 8; Nesâî,
Gusl 26, Mesacid 42; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/304.
[634] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/383; İbn Ebi Şeybe,
Musannef, 11/435; Ebu Avâne, Miisned, 1/303; İbn Huzeyme, Sahih, 263, 264.
[635] Buhârî, Cihad 122; Nesâî, Cihad 1; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/26.
[636] Buhârî, Salat 48, Fezâil-u Medine 1, Menâkıbu'l-Ensar
46, Büyü' 41, Vesâyâ 27; Ebu Dâvud, Salat 12 (453); Nesâî, Mcsacid 12; İbn
Mâce, Mesacid 3 (742)
[637] Yâsîn: 36/69.
[638] B.k.z: N. Yeniel, H. Kayapınar, Sünen-i Ebu Dâvud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi İstanbul 1988, 2/211-214.
[639] Bakara: 2/144.
[640] Buhâri, Tefsiru Sure-i Bakara 18; Tirmizî, Salat 255,
340; İbn Mâce, İkametu's-Salat 56, 1010; İbn Hibbân, Sahih, 716.
[641] Buhârî, Salat 32, Ahbâru'1-Âhâd 1; Nesâî, Salat 24,
Kıble 3.
[642] Bakara: 2/144.
[643] Ebu Dâvud, Salat 199-200, 1045; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 3/284; İbn Huzeyme, Sahih, 430, 431.
[644] B.k.z: N. Yeniel, H. Kayapınar, Sünen-i Ebu Dâvud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi İstanbul 1988, 4/115-116.
[645] Buharı, Salat 48, Menâkıbu'l-Ensar 37; Ncsâî, Mesacid
13.
[646] Buhârî, Cenaiz 61, Meğâzi 83.
[647] Tirmizî, Cenaiz 32; İbn Mâce, Cenaiz 65.
[648] Biıhârî, Salat 55; Ebu Dâvud, Cenaiz 70-72, 3227;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/284, 285, 366, 396, 453-454, 518.
[649] Buharı, Salat 55, Enbiya 50, Meğaz 83, Libas 19;
Nesâî, Mesacîd 13.
[650] İbn Hibbân, Sahih, 14/334, 6425; Ebu Avâne, Müsned,
1/335, 1/401; İbn Ebi Şeybe, Musannef, 2/150; Taberânî, Mu'cemu'l-Kebir, 2/168
[651] Nlevevî, Müslim Şerhi, 5/12-13.
[652] Buhârî, Salat 65; Ebu Avâne, Müsned, 1/391; İbn
Hibbân, Sahih, 1609.
[653] Ebu Dâvud, Salat 145-146, 868; Nesâî, Mesacid 27; Ebu
Avâne, Müsned, 2/164, 165; İbn Hibban, Sahih, 1874, 1875.
[654] Nevevî, Müslim Şerhi, 5/14.
[655] Buharı, Ezan 118; Ebu Dâvud, Salât 145-146, 867;
Tirmizî, Salât 192, 259; Nesâî, İftitâh 91 (=Tatbîk 1); İbn Mâce, İkâme 17,
873; Ahmed b. Hanbel, 1/182.
[656] B.k.z: Ahmed Naim, Tecrid Tercemesi, 2/793.
[657] Ebu Dâvud, Salat 138-139, 845; Tirmizî, Salat 210,
283; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/313.
[658] Nevevî, Müslim Şerhi, 5/18.
[659] A. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 3/387.
[660] Ebu Dâvud, Salat 166-167, 930, Eyman 16, 3282; Tıb 23,
3909; Nesâî, Sehv 20.
[661] B.k.z: Yusuf el-Kardavî, İhtilaflar Karşısında îslamî
Tavır, ilke Yayınlan, İstanbul 1992, s. 159-162.
[662] Buhâri, Amel fi's-Salat 2, Menâkibu'I-Ensar 37; Ebu
Dâvud, Salat 165-166, 923; Ebu ıe, Müsned, 2/139; Nesâî, Sünemi'1-Kübrâ, 540.
[663] Ebu Dâvud, Salat 166-167.
[664] Buharı, Amel fi's-Salat 2, Tefsiru Sure-İ Bakara 43;
Ebu Dâvud, Salat 173-174, 949; izi, Salat 297, 405; Nesâî, Sehv 20.
[665] Buhârî, Amel fi's-Salat 15; Ebu Dâvud, Salat 165-166,
926; Tirmizî, Salat 260, 351; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/351, 363.
[666] Sâd: 38/35.
[667] Buharı, Salat 75, Amel fi's-Salai 10, Bed'ıı'l-Halk
11, TeJsiru Sure-i Sâd 2; Ahmed b. ınbel, Müsned, 2/298.
[668] Nesâî, Sehv 19; İbn Hibbân, Sahih, 1979; Beyhakî,
Sünenü'l-Kübrâ, 2/263-264.
[669] B.k.z: Ali Erbaş, “İfrit”, İslam Ansiklopedisi,
T.D.V., İstanbul 2000, 21/516-517.
[670] Buhâri, Salat 106, Edcb 18; Ebu Dâvud, Salat 164-165,
917, 918, 919, 920; Nesâî, İmame 37, Mesacid 19, Sehv 13.
[671] Buhârî, Cum'a 26; Ebu Dâvud, Salat 214-215 (1080);
Nesâî, Mesacid 45; İbn Hibbân, Sahih, 2142.
[672] Buhârî, Amel fi's-Salat 17; Nesâî, İftitah 12;
Tirmizî, Salat 281 383.
[673] Buhârî, Amel fi's-Salât 8; Ebu Dâvud, Salât 170-171,
146; Tirmizî, Salât 279, 380; Nesâî, Sehv 7; İbn Mâcc, İkâmetu's-Salat 62,
1026; Ahmed b. Hanbel, 3/426, 5/42.
[674] Buhârî, Salat 33, Nesâî, Mesacid 31.
[675] Buhâri, Salat 34, 35, 36; Nesâî, Mesacid 32; İbn Mâce,
Mesacid 10, 761.
[676] Nesâî, Taharet 193; İbn Mâce, İkametu's-Salat 61,
1022.
[677] Buhâri, Salat 33, 36, Amel fi's-Salat12.
[678] Buhâri, Salat 37; Ebu Dâvud, Salat 22, 475; Tirmizî,
Salat 407, 572; Nesâî, Mesacid 30.
[679] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/178; Ebu Avâne, Müsned,
1/406; İbn Hibbân, Sahih, 1641; Buhâri, Edebü'l-Müfred, 230; Tayâlîsî, Müsned,
483.
[680] Ebu Dâvud, Salat 22, 482, 483.
[681] Buharı, Salat 24, Libas 37; Tirmizî, Salat 293, 400;
Nesâî, Kıble 24.
[682] Buhârî, Salat 14; Ebu Dâvud, Salat 162-163, 914, Libas
8, 4053; Nesâî, Kıble 20; İbn Mâce, Libas 1, 3550.
[683] Buhârî, Et'ime 58; Tirmizî, Salat 262, 353; Nesâİ,
İmame 51; İbn Mâce, İkametti's-Salat 34, 933.
[684] Buharı, Ezan 42; İbn Mâce, İkametu's-Salat 34, 934.
[685] Buhârî, Ezan 42; Ebu Dâvud, Taharet 43, 89.
[686] Buhârî, Ezan 160; Ebu Dâvud, Et'ime 40, 3825; İbn
Mâce, İkameiu's-Salat 58, 1016; Dârimî, Et'ime 21, 2059; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/20.
[687] Buharı, Ezan 160; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/186; Ebu
Avâne, Müsned, 1/412.
[688] Tirmizî, Et'ime 13, 1806; Nesâî, Mesacid 16; İbn Mâce,
Et'ime 59, 3365; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/374, 387, 397; Ebu Avânc, Müsned,
1/411; Ebu Ya'lâ, Müsned, 2226; İbn Huzeyme, Sahih, 1668.
[689] Buhârî, Ezan 160; Ebu Dâvud, Et'ime 40, 3822; Ebu
Avâne, Müsned, 1/410.
[690] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/12; İbn Huzeyme, Sahih,
1667; Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ, 3/77.
[691] Nesâî, Mesacid 17; İbn Mâce, İkametu's-Salat 58, 1014,
Feraiz 5, 2726, Et'ime 59, 3363; Ahmcd b. Hanbel, Müsned, 1/15, 26; İbn Ebi
Şeybe, Musannef, 2/510-511, 8/304
[692] Ebu Dâvud, Salat 21, 473; İbn Mâce, Mesacid 11, 767;
Ebu Avâne, Müsned, 1/406; İbn Huzeyme, Sahih, 1302; İbn Hibbân, Sahih, 1651.
[693] İbn Mâce, Mesacid 11, 765; Ebu Avâne, Müsned, 1/407;
İbn Huzeyme, Sahih, 1301; İbn Hibbân, Sahih, 1652; Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ,
6/196, 10/103.
[694] Buhârî, Sehv 6, 7; Ebu Dâvud, Salât 191-192, 1030,
1031; Tirmizî, Salât 291, 397; Nesâî, Sehv 25; İbn Mâce, İkâme 135, 1216, 1217;
Ahmed b. Hatibel, 2/330.
[695] Buhârî, Ezan 146, 147, Sehv 1, 5, Eyman 15; Ebu Dâvud,
Salat 193-194, 1034, 1035; mizî, Salat 288, 391; Nesâî, İftitah 196, Sehv 21,
28; İbn Mâce, İkametu's-Salat 1311206, 07.
[696] Ebu Davud, Salat 190-191, 1024, 1026, 1027; Nesaî,
Sehv 24; İbn Mâce, İkametu's-at 132, 1210.
[697] İbn Mâce, İkametu's-Saiat 133; 1212.
[698] B.k.z: N. Yeniel, H. Kayapınar, Sünen-i Ebu Dâvud
Terceme ve Şerhi, 4/87-88.
[699] Buharı, Salât 31; Ebu Dâvud, Salât 189-190, 1019;
Tirmizî, Salât 289, 392; Nesaî, Sehv 25, 26; İbn Mâce, İkâmetu's-Salat 130,
1205.
[700] Ebu Dâvud, Salât 189-190, 1022; Nesaî, Sehv 26.
[701] Buharı, Salat 88, Ezan 69, Sehv 3, 4, 5; Ebu Dâvud,
Salât 188-189, 1008, 1009, 1010, 1011, 1012; Tirmizî, Salât 289, 394, 292, 399;
Nesâî, Sehv 22, 23; İbn Mâce, İkame 134, 1214; Ahmed b. Hanbel, 2/460.
[702] Ebu Dâvud, Salat 188-189, 1018; Nesâî, Sehv 23, 76;
İbn Mâce, İkametu's-Salat 134, 1215.
[703] Buhârî, Sucûdu'l-Kur'an 8, 12; Ebu Dâvud,
Sucudu'l-Kur'an 6, 1412.
[704] Buhârî, Sucûdu'l-Kur'an 1, Menakibu'l-Ensar 29, Meğâzî
8; Ebu Dâvud, Sucudu'l-Kur'an 3 06; Nesâî, İftİtah 49. Buhârî, Tefsiru Sure-i
Kamer 62'de geçtiğine göre, bu kişinin adı, Ümeyye b. Haleftir.
[705] Buhârî, Sucûdu'l-Kur'an 6; Ebu Dâvud, Sucudu'l-Kur'an
2, 1404; Tirmizî, Sefer 404, 6; Nesâî, İftİtah 50. Buhârî, Tefsiru Sure-i Kamer
62'de geçtiğine göre, bu kişinin adı, Ümeyye b. Haleftir.
[706] Tahâvî, Şerhu Meâni'l-Kur'an, 1/457.
[707] Buharı, Ezan 101; Ebu Dâvud, Sucudu'l-Kurfan 4, 1407;
Tirmizî, Sefer 402, 573; Nesâî, İftitah 52; İbn Mâce, İkametu's-Salat 71, 1058.
[708] Ebu Dâvud, Salat 180-181, 988; Nesâî, Sehv 39.
[709] Tirmizî, Salat 220, 294; Ncsâî, Sehv 35; İbn Mâce,
İkametu's-Salat 27, 913.
[710] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/444; Ebu Avâne, Müsned,
2/238; Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ, 2/176.
[711] Nesâî, Sehv 68; İbn Mâce, İkametu's-SaJat 28, 915;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/180-181.
[712] Buharı, Ezan 155; Ebu Dâvud, Salat 184-185, 1002;
Nesâî, Sehv 79.
[713] Buhârî, Ezan 155; Ebu Dâvud, Salat 184-185, 1003;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/367; Ebu Avâne, Müsned, 2/242.
[714] Nesâî, Cenaiz 115; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/89, 238,
248.
[715] Buharı, Deavat 37; Nesâî, Cenaiz 115.
[716] A. doğlu, Müslim Şerhi, 3/513-514.
[718] Buhârî, Ezan 149.
[719] Buhârî, Cenaiz 87; Ebu Dâvud, Saiat 178-179, 983;
Nesâî, Sehv 64; İbn Mâce, İkaraetu's-Salai 26, 909.
[720] Buhârî, Ezan 149; Ebu Dâvud, Salat 148-149, 880;
Nesâî, Sehv 64.
[721] Ebu Dâvud, Vitr 25, 1513; Tirmizî, Salat 224, 300;
Nesâî, Sehv Sİ; İbn Mâce, İkametu's-Salat 32, 924.
[722] Buhârî, Ezan 155, Deavat 17, Kader 12, İ'tisam 3; Ebu
Dâvud, Vitr 25, 1505; Nesâî, Sehv 85, 86.
[723] Ebu Dâvud, Vitr 25, 1506; Nesâî, Sehv 83, 84.
[724] Buhârî, Ezan
155, Deavat 18; Ebu Avâne, Müsned,
2/248, 249; İbn Hibbân,
Sahih, 2014; İbn Huzeyme, Sahih, 749.
[725] Tirmizî, Deavat 25, 3412; Nesâî, Şehv 92.
[726] Ahmcd b. Hanbel, Müsned, 2/371, 483; İbn Hibbân,
Sahih, 2016; İbn Huzeyme, Sahih, 2/187; Nesâî, Amelu'1-Yevm ve'I-Leyl, 143.
[727] A. Dauudoğlu, Müslim Şerhi, 3/538-539.
[728] Buhârî, Ezan 89; Ebu Dâvud, Salat 120-121, 781; Nesâî,
Taharet 48, İftitah 15; İbn Mâce, İkametu's-Salat 1, 805.
[729] Müslim, Salat 52; Ebu Dâvud, Salat 119-120, 776;
Tirmizî, Salat 65, Vitr 19; İbn Mâce, İkametu's-Salat 1; Dârimî, Salat 33;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/50, 69.
[730] İbn Hibbân, Sahih, 1936; İbn Huzeyme, Sahih, 1603.
[731] Ebu Dâvud, Salat 118-119, 763; Nesâî, İftitah 19;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/106, 188, 191, 269; İbn Hîbbân, Sahih, 1761; İbn
Huzeymc, Sahih, 466.
[732] Buhârî, deavât 67, İslam, Zikr 25.
[733] Tirmizî, Deavat 127, 3592; Nesâî, İftitah 8.
[734] Buharı, Cuın'a 18; Ebu Dâvud, Salat 54, 572; Tirmizî,
Salat 244, 329; Nesâî, İmame 57; İbn Mâce, Mesacid 14, 775; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/282, 386, 472.
[735] Nevevî, Müslim Şerhi, 5/98
[736] Buhâri, Ezan 20; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/306; Ebu
Avâne, Müsned, 2/83; İbn Hibbân, Sahih, (2147)
[737] B.k.z: A. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 3/554-555
[738] Buhârî, Ezan 22; Ebu Dâvud, Salat 45 (539, 540);
Tirmizî, Sefer 415 (592); Nesâî, Ezan 42 İmame 12; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
5/304
[739] Buharı, Gusl 17; Ebu Dâvud, Taharet 93 (235)
[740] Ebu Dâvud, Salat 43 (537); Tirmizî, Salat 148 (202);
İbn Mâce, Ezan 3 (713); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/91
[741] Bu-hârî, Ezan 27
[742] N. Yeniel-H. Kayapınar, Sünen-i Ebu Dâvud Terceme ve
Şerhi, 3/173, Şamil Yayınevi, İstanbul 1988, 2/364.
Cabir b. Semure hadisinde; ezan ile kamet arasında bir fasıla
verilmesinin meşru olduğuna delalet etmektedir.
[743] Buhâri, Mevâkîtu's-Salât 17, 28; Ebu Dâvud, Salât
233-235, 1121; Tirmizî, Cuma 377, 524; Nesâî, Mevâkît 30; İbn Mâce, İkâmetu's-Salat
91, 1122; Ahmed b. Hanbel, 2/280.
[744] Buhârî, Mevâkîtu's-Salât 17, 28; Ebu Dâvud, Salât 5,
412; Tirmizî, Salât 137, 186; Nesâî, Mevâkît 11, 28, 30; İbn Mâce,
İkâmetu's-Salat 11, 699; Ahmed b. Hanbel, 2/348; Muvatta', Mevakit 5.
[745] Nesâî, Mevakit 28; İbn Mâce, Salat 11, 700.
[746] Buhârî, Mevakit 1, Meğazi 12, Bed'u'1-Halk 6; Ebu
Dâvud, Salat 2, 394; Nesâî, Mevakit 1; İbn Mâce, Salat 1, 668.
[747] Buhârî, Mevâkîtu's-Salât 13, Farzu'1-Hums 4; Ebu
Dâvud, Salât 5, 407; Tirmizî, Salât 120, 159; Nesâî, Mevâkît 8; İbn Mâce, Salât
5 683; Ahmed b. Hanbel, 6/37, 85, 199, 204, 279.
[748] Ebu Dâvud, Salât 2, 396; Ncsâî, Mevakit 15.
[749] İbn Hibbân, Sahih, 1473.
[750] Tirmizî, Salat 115, 152; Nesâî, Mevakit 12; İbn Mâce,
Salat 1, 667.
[751] Buhârî,
Mevâkîtu's-Salât 9; Ebu Dâvud,
Salât 4, 402; Tirmizî, Salât
5, 157; Nesâî, Mevâkît 5; İbn
Mâce, Salât 4, 677; Ahmed b. Hanbel, 2/266, 394; Muvatta', Mevakit 28.
[752] Buhârî, Mevâkitu's-Salât 9, 10, Ezan 18; Ebu Dâvud,
Salat 4, 401; Tirmizî, Salat 119, 158.
[753] Buhârî, Mevâkitu's-Salât 9; Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ,
1/437; Muvatta', Mevakit 28.
[754] Ebu Dâvud, Salat 126-127, 806; Nesâî, İftitah 60; İbn
Mâce, Salat 3, 673; Ahmed b. Hanbel. Müsned, 5/106.
[755] Nesâî, Mevakit 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/108; İbn
Ebi Şeybe, Musanncf, 1/323-324.
[756] Ebu Dâvud, Saiat 5, 413; Tirmizî, Salat 120, 160;
Ncsâî, M e vakit 9.
[757] Buhârî, Mevâkitı’s-Salât 13; Nesâî, Mevakit 8.
[758] İbn Hibbân, Sahih, 1516; Dârekutnî, Sünen, 1/255.
[759] Buharı, Şerike 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/141-142.
[760] Buhârî,
Mevâkîtus-Salât 14; Ebu Dâvud, Salât 5, 414, 415; Tirmizî, Salât 128, 175; Nesâî, Salât 17; İbn Mâce,
Salât 6, 685; Ahmed b. Hanbel, 2/75.
[761] Buhârî, Cihad, 97, Meğâzî 27, Deavât 57: Ebu Dâvud,
Salât 5, 409; Tirmizî, Tefsiru Sure-i Bakara; 2/2987; Nesâî, Salât 14; İbn
Mâce, Salât 6, 684; Ahmed b. Hanbel, l/79, 154.
[762] Bakara: 2/238.
[763] Bakara: 2/238.
[764] Ebu Dâvud, Salat 5, 410; Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an 3,
2982; Nesâî, Salat 14.
[765] Buharı, Mevâkitu's-Salât 36, 38, Ezan 26, Havf 4;
Tirmizî, Salat 132, 180; Nesâî Sehv
105.
[766] Buharı, Mevâkitu's-Salât 16, Tevhid 23, 36; Nesâî,
Salat 21.
[767] Tâhâ: 20/13.
[768] Buhâri, Mevâkitu's-Salât 16, 26, Tevhid 24; Ebu Dâvud,
Sünnet 19, 4729; Tirmizî, Sıfatıı I-Cennet 16, 2551; İtm Mâcc, Mukaddime 13
177.
[769] Tâhâ: 20/13.
[770] Ebu Dâvud, Salat 9, 428; Nesâî, Salat 13, 21; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/261; İbn Huzeyme, Sahih, 318; İbn Hibbân, Sahih, 1738, 1740.
[771] Buhâri, Mevâkitu's-Salât 26; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/80; İbn Hibbân, Sahih, 1739.
[772] Buharı, Mevâkitu's-Salât 18; Ebu Dâvud, Salat 6, 417;
Tirmizî, Salat 122, 164; İbn Mâce, Salat 7, 688.
[773] Buharı, Mevâkitu's-Salât 18; İbn Mâce, Salat 7,687.
[774] Buhâri, Mevâkitu's-Salât 22; Nesâî, Mevakit 21; İbn
Hibbân, Sahih, 1535.
[775] Buhârî, Mevâkitu's-Salât 24; Ebu Dâvud, Salat 7, 420;
Nesâî, Mevakit 21.
[776] Buharı, Libâs 48; Nesâî, Zinet 80.
[777] Buhârî, Mevâkitu's-Salât 24.
[778] B.k.z: Mehmet Sofuoğlu, Müslim Tercemesi, s.
2/269-270.
[779] Buhârî, Mevâkitu's-Salât 24, Temenni 9; Nesâî, Mevakit
20.
[780] Ebu Ya'lâ, Müsned, 13/445; Taberânî, Mu'cemu'I-Kebîr,
2/234, 1974.
[781] Ebu Davud, Edcb 78, 4984; Nesaî, Mevakit 23; İbn Mâce,
Salat 13, 704.
[782] Nur: 24/58.
[783] Nevevî, Müslim Şerhi, 5/142.
[784] Buhâri, Salât 13, Mevâkîtu's-Salât 27, Ezan 165; Ebu
Dâvud, Salât 8, 423; Tirmizî, Salât 116, 153; Nesâî, Mevâkît 21; İbn Mâce,
Salât 2 669; Ahmed b. Hanbel, 6/33, 37, 179, 248.
[785] Buhârî, Mevâkitu's-Salât 18, 21; Ebu Dâvud, Salât 3,
397; Ncsâî, Mevâkît 18.
[786] Buharı, Mevakitu's-Salat 11, 13, 39, Ezan 104; Ebu
Dâvud, Salât 3, 398, Edeb 23, 4849; Nesâî, Mevâkît 2, 16, 20; İbn Mâcc Salat 3,
674.
[787] B.k.z: A. Davudoğlu, Müslim Şerh 1,3/658-659.
[788] Ebu Dâvud, Salat 10, 431; Tirmizî, Salat 129, 176; İbn
Mâce, İkametu's-Salat 150, 1256, Cihad 39, 2862.
[789] Nesâî, İmame 2, 55.
[790] İbn Mâce, İkametu's-Salat 150, 1257.
[791] İsrâ: 17/78.
[792] Buhârî, Ezan 31, Tefsiru Sure-İ İsra 10; Tirmizî,
Salat, 216; Nesâî, İmame 42; İbn Mâce, Salat 16, 787; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/464
[793] Buhârî, Ezan 30; Nesâî, İmame 42; İbn Mâce, Salat 16,
789.
[794] Nevevî, Müslim Şerhi, 5/150.
[795] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/394, 422, 449, 461; İbn
Huzeyme, Sahih, 1853. 1854.
[796] Nesâî, İmame 50; Ebu Avâne, Müsned, 2/6.
[797] Ebu Dâvud, Salat 46, 550; Nceâî, İmame 50; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 1/414, 419, 455; İbn Huzeyme, Sahih, 1483.
[798] B.k.z: Dr. Mehmet Erdoğan, Akıl-Vahiy Dengesi
Açısından Sünnet, M.Ü. İlahiyat Vakfı Yayınları, İstanbul 1995, s. 260-261.
[799] Ebu Dâvud, Salat 42, 536; Tirmizî, Salat 150, 204;
Nesâî, Ezan 40; İbn Mâce, Ezan 7, 733.
[800] Ebu Dâvud, Salat 47, 555; Tirmizî, Salat 165, 221.
[801] Taberânî, Mu'cemu'l-Kebîr, 1683, 1684; Beyhakî,
Simenü'I-Kübrâ, 1/464; Tayâlisî, Müsned, 938; İbn Hibbân, Sahih, 1743.
[802] Buhârî, Salât 46; Nesâî, İmame 46.
[803] Salât 20, Ezan 78, 161, 164, Teheccüd 25; Ebu Davud,
Saİât 70, 612, 91, 658; Salât 173, 234; Ncsâî, Mesâcîd 43, İmame 19; İbn Mâce,
Salât 44, 975; Ahmed b. 217.
[804] Buhâri, Edcb 81, 112; Tirmizî, Salat 248, 333.
[805] Buharı, Edebü'l-Müfred, 88; Nesâî, İmame 20; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 3/193, 217; Avâne, Müsned, 2/76-77; Tayâlisî, Müsned, 2027.
[806] Ebu Dâvud, Salat 69, 609; Nesâî, İmame 20, 21; İbn
Mâce, İkametu's-Salat 44, 975.
[807] Buharı, Hayz 30, Salât 19, 107; Ebu Dâvud, Salat 90,
656; İbn Mâce, İkametu's-Salat 63, 1028.
[808] Tirmİzî, Salat, 332; İbn Mâce, İkametu's-Salat 63,
1029, 69, 1048.
[809] Buhârî, Salât 61, 87, Ezan 36; Ebu Dâvud, Salât 20,
469, 470, 471; Tirmizî, Salât 245, 330; Nesâî, Mesâcîd 40; İbn Mâce, Mesâcîd
19, 799; Ahmed b. Hanbel, 2/486.
[810] Buhâri, Ezan 31.
[811] Ebu Dâvud, Salat 48, 557; İbn Mâce, Mesacid 15, 783.
[812] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/133; İbn Ebi Şeybe,
Musannef, 2/207-208; Ebu Avâne, Müsned, 1/389-390; İbn Huzeymc, Sahih, 1500;
İbn Hibbân, Sahih, 2040.
[813] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/336; Abd b. Humeyd, Müsned,
1058.
[814] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/333-334; Ebu Avâne,
Müsned, 1/387; İbn Hibbân, Sahih, 2042.
[815] Ebu Avâne, Müsned, 1/390; İbn Hibbân, Sahih, 2044;
Beyhakî, Sünenü'I-Kübrâ, 3/62.
[816] Buhâri, Mevâkitu's-Salât 6; Tirmizî, Emsal 5, 2868;
Nesâî, Salat 7.
[817] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/426, 3/305, 317, 357; İbn
Ebi Şeybe, Musannef, 2/389; Ebu Avâne, Müsned, 2/21; İbn Hibbân, Sahih, 1725.
[818] Buhârî, Ezan 37; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/508-509;
İbn Huzeyme, Sahih, 1496; İbn Hibbân, Sahih, 2037.
[819] Ebu Dâvud, Salatu't-Tatavvu' 12, 1294; Nesâî, Sehv 99
[820] İbn Huzeyme, Sahih, 1293; İbn Hîbbân, Sahih, 1600;
Bezzâr, Müsned, 408; Ebu Avâne, Müsned, 1/390.
[821] B.k.z: A. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 4/36.
[822] Nesâî, İmame 5, 43; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/34; İbn
Ebi Şeybe, Musanncf, 1/343.
[823] Ebu Dâvud, Salat 60, 582, 583, 684; Tirmizî, Salat
174, 235; Nesâî, İmame 3, 6; İbn-i, İkam s. Salat 46, 980.
[824] Bıihârî, Ezan 17, 18, 49; Ebu Dâvud, Salât 60, 589;
Tirmizî, Salât 151, 205; Nesâî, Ezan 7, 8, İmame 4; İbn Mâce, İkâme 46, 979;
Ahmed b. Hanbel, 3/436, 5/53.
[825] Al-i İmran: 3/128.
[826] Buhâri, Ezan 128; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/255; İbn
Huzeyme, Sahih, 619; İbn Hibbân, Sahih, 1969, 1972; Ebu Avâne, Müsned, 2/201,
280, 281, 283; İbn Ebi Şeybe, Musannef, 2/316-317.
[827] Buhârî, Ezan 126; Ebu Davud, Vitr 10, 1440; Nesai,
İftitah 118.
[828] Buhârî, Meğâzî 28, Cihad 19; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/210, 215, 289; Ebu Avâne, Müsned, 2/286.
[829] Buhârî, Vitr 7; Ebu Dâvud, Vitr 10, 1444; Nesâî,
İftitah 117;İbn Mâce, İkametu's-Salat 120, 1184.
[830] Buhârİ, Vitr 128, Cenaiz 41, Cizye 8, Meğazi 28,
Deavat 58.
[831] Buhârî, Deavat 58.
[832] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/57.
[833] Taha: 20/14.
[834] Ebu Dâvud, Salat 11, 435, 436; Nesâî, Mevakit 54, 55;
İbn Mâce, Salat 10, 696.
[835] Buharı, Mevakitu's-Salat 35, Tevhid 31; Ebu Dâvud,
Salat 11, 437, 438, 439, 440, 441; Tirmizî, Salat 130, 177; Nesâî, Mevakit 54,
İmame 47; İbn Mâce, Salat 10, 698; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/307; İbn Hibbân,
Sahih, 1460.
[836] Buhârî, Teyemmüm 6, Menakıb 25.
[837] Ebu Dâvud, Salat 11, 447; Nesâî, Mevakit 55.
[838] Ebu Dâvud, Salat 11, 438.
[839] Tirmizî, Şemail, 257.
[840] Buhârî, Mevâkîtu's-Salât 37; Ebu Dâvud, Salât 11, 442;
Tirmizî, Salât 131, 178; Nesâî, Mevâkît 52, 53; İbn Mace, Salât 10, 695, 696;
Ahmed b. Hanbel, 3/100, 282.
[841] Tâhâ: 20/14.
[842] Buhâri, Salat 1; Ebu Dâvud, Salatu's-Sefer 1, 1198;
Nesâî, Salat 3.
[843] Bakara: 2/239.
[844] Buharı, Menakıb 27, Hudud 10, Fezail 77-78; Ebu Dâvud,
Edeb 4.
[845] Müslim, Müsafirin 2.
[846] Müslim, Müsafirin 5; Nesâî, Taksiru's-Salat fi's-Sefer
1.
[847] Müslim, Müsafirin 8.
[848] Ebu Dâvud, Salatu's-Sefer 1, 1199, 1200; Tirmizî,
Tefsiru'l-Kur'an 5, 3034; Nesâî, Taksiru's-Salat fi's-Sefer 1; İbn Mâce,
İkametu's-Salat 73, 1065.
N. Yeniel-H. Kayapınar, Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, 4/368-371.
[849] Nisa: 4/101.
[850] Ebu Dâvud, Salatu's-Sefer 1, 1199, 1200; Tirmizî,
Tefsiru'l-Kur'an 5, 3034; Nesâî, Taksiru's-Salat fi's-Sefer 1; İbn Mâce,
İkametu's-Salat 73, 1065.
[851] Nisa: 4/101
[852] N. Yeniel-H. Kayapınar, Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, 4/374-375.
[853] Ebu Dâvud,
Salatu's-Sefer 18, 1247; Nesâî, Salat 3,
Taksim's-Salat fi's-Sefer 1; İbn Mâce, İkametu's-Salat 73, 1068.
[854] Nesâî, Taksiru's-Salat fi's-Sefer 2.
[855] Ahzab: 33/21.
[856] Buhârî, Taksini's-Salât 11; Ebu Dâvud, Salatu's-Scfer
7, 1223; Nesâî, Taksim's-Salat 8's-Sefer 5; İbn Mâce, İkametu's-Salat 75, 1071;
Ahmed b. Hanbel, 2/20, 44, 45, 56, 57, 83, 84.
[857] Buharı, Vitr 5, 6, Taksir 7, 8, 12.
[858] Buharı, Taksiru's-Salât 5, Hac 24, 25, 27; Ebu Dâvud,
Menasiku'1-Hac 24, 1796; Nesâî, Sal at 17.
[859] Ebu Dâvud, Salatu's-Sefer 2, 1201.
[860] Nesâî, Taksiru's-Salatfi's-Sefer 1.
[861] Müslim, Taharet 85; Ebû Dâvûd, Taharet 60.
[862] B.k.z: Heyet, İlmihal (İman ve İbadetler}, İSLAM T.D.V
İslami Araştırmalar Merkezi, İstanbul tarihsiz, 1/323-329.
[863] Buhârî, Taksiru's-Salât 1, Meğâzî 52; Ebu Dâvud, Salat
fı's-Sefer 10, 1233; Tirmizî, Sefer 392, 548; Nesâî, Taksiru's-Salat fi's-Sefer
1; İbn Mâce, İkametu's-Salat 76, 1077.
[864] B.k.z: Heyet, İlmihal (İman ve İbadetler), İSLAM T.D.V
İslami Araştırmalar Merkezi, İstanbul tarihsiz, 1/328-329.
[865] Buhârî, Taksim s-Salât 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/8, 140, 148.
[866] B.k.z: Heyet, İlmihal (İman ve İbadetler), İSLAM T.D.V
İslami Araştırmalar Merkezi, İs-anbul tarihsiz, 1/328-329.
[867] Buhârî, Taksim s-Salât 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/8, 140, 148.
[868] Buhârî, Taksiru's-Salât 2; Ebu Dâvud, Menasik 76,
1965; Tirmizî, Hac22/52, 882; Nesâî, Taksiru's-Salat fi's-Sefer 3.
[869] Buhârî, Ezan 18; Ebu Dâvud, Salat 207-298, 1063;
Nesâî, Ezan 17.
[870] Ebu Dâvud, Salat 207-208, 1065; Tirmizî, Salat 301,
409.
[871] Bııhârî, Ezan 41; Ebu Dâvud, Salat 207-208, 1066; İbn
Mâce, İkametu's-Salat 35, 939.
[872] Müslim, Salâtü'l-müsâfirîn 49.
[873] Bakara: 2/238, Nisa: 4/103.
[874] B.k.z: Heyet, İlmihal (İman ve İbadetler), İSLAM T.D.V
tslami Araştırmalar Merkezi, İstanbul tarihsiz, 1/329-3333.
[875] Buhârî, Vitr 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/4, 13, 38,
57, 124, 3/73; İbn Ebi Şeybe, Musannef,
2/303.
[876] Bakara: 2/115.
[877] Tirmizî, Tcfsiru'J-Kur'an 3, 2958; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/20, 4l.
[878] Buhârî, Vitr 5, 6, Taksiru's-Salât 7, 8, 12; Ebu
Dâvud, Sefer 8, 1224, 1226; Tirmizî, Vitr 14, 472, Tefsire Sure-i Bakara 2,
2958; Nesâî, Kıble 2, Kıyâmu'1-Leyl 33; İbn Mâce, İkâme 127, 1200; Ahmed b.
Hanbel, 2/4, 7, 13, 20, 38, 40, 41, 44.
[879] Buhârî, Taksiru's-Salât 12; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/444, 445, 446..
[880] Buhârî, TaksiruVSalât 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/126, 204.
[881] Buhârî, Taksiru's-Salât 6; Nesâî, Mevakit 46.
[882] Buhârî, Taksini s-Salat 15; Ebu Dâvud, Salaru's-Sefer
5, 1218; Nesâî, Mevakit 45.
[883] Ebu Avâne, Müsned, 2/351; İbn Hibbân, Sahih, 1456;
Dârekutnî, Sünen, 1/389-390; Beyhakî, Süncnü'l-Kübrâ, 3/161, 162.
[884] Ebu Dâvud, Salatu's-Sefer 5, 1210; Nesâî, Mevakit 47.
[885] İbn Huzeyme, Sahih, 967.
[886] Ebu Dâvud, Salatu's-Sefer 5, 1206, 1208; Nesâî,
Mevakit 42; İbn Mâce, İkametu's-Salat 74, 1070.
[887] Buhâri, Mevâkitu's-Salât 12, Teheccüd 30; Ebu Dâvud,
Salatu's-Sefer 5, 1214; Tirmizî, Salat, 187; Nesâî, Mevakit 44, 47; İbn Mâce,
Salat 74, 1069; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/221, 223, 251, 273, 283.
[888] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/251, 351.
[889] Buhârî, Ezan 159; Ebu Dâvud, Salatu's-Sefer 197-198,
1042; Nesâî, Sehv 100; İbn Mâce, İkametu's-Salat 33, 930.
[890] Nesâî, Sehv 100; İbn Ebi Şeybe, Musannef, 1/305; Ebu
Auâne, Müsned, 2/250; İbn Hibbân, Sahih, 1996.
[891] Ebu Dâvud, Salat 71, 615; Nesâî, İmame 34; İbn Mâce,
İkametu's-Salat 55, 1006.
[892] Tirmizî, Salat 112.
[893] Ebu Dâvud, Salatu't-Tatavvu' 5, 1266; Tirmizî, Salat
312, 421; Nesâî, İmame 60; İbn Mâce, İkametu's-Salat 103, 1151.
[894] Buhârî, Ezan 38; Nesâî, İmame 60; İbn Mâce,
İkametu's-Salat 103, 1153.
[895] Ebu Dâvud, Salatu't-Tatavvu' 5, 1265; Nesâî, İmame 61;
İbn Mâce, İkametu's-Salat 103, 1152.
[896] Ebu Dâvud, Salat 18, 465; Nesâî, Mesacid 36; İbn Mâce,
Mesacid 13, 772.
[897] Zuhruf: 43/32.
[898] Bakara: 2/198.
[899] Cum'a: 62/10.
[900] Dihlevî, Hüccetullahi'l-Bâliğa, 1/545-546.
[901] Buharı, Salât 60, Teheccüd 25; Ebu Dâvud, Salât 19,
467, 468; Tirmizî, Salât 118, 316; Nesâî, Mesacîd 37; İbn Mâce, İkâme 57, 1013;
Ahmed b. Hanbel, 5/311, 295, 303.
[902] Buhârî, Salat 59, İstikraz 7, Hibe 23, Cihad 198; Ebu
Dâvud, Büyü 11, 3347; Nesâî, Büyü 53.
[903] Dihlevî, Hüccetullahil-Bâliğa, 1/546.
[904] Buharı, Salat 59, Vekâlet 8, Büyü 34.
[905] Buhârî, Cihad 198; Ebu Dâvud, Cihad 161, 2773; Nesâî,
Mesacid 38.
[906] Ebu Dâvud, Salatu't-Tatavvu 12, 1292; Nesâî, Siyam 35.
[907] Buhari, Teheccüd 5; Ebu Dâvud, Salatu't-Tatavvu 12,
1293.
[908] B.k.z: M. Sofuoğlu, Müslim Tercemesi, 2/358.
[909] İbn Mâce, İkametu's-Salat 1381.
[910] Buhârî, Taksiru's-Salat 12, Teheccüd 31, Meğazi 50;
Ebu Dâvud, Salatu't-Tatavvu' 12, 1291; Tirmizî, Sal at 346, 474.
[911] Buharı, Salat 4; Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 486; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/342, 343; İbn Huzeyme, Sünen, 1233.
[912] Ebu Dâvud, Salatu't-Tatavvu' 12, 1285, 1286, Edeb
159-160, 5243, 5244; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/167, 168.
[913] Ankebut: 29/45.
[914] Buharı, Teheccüd 33; Nesâî, Kıyamu'I-Leyl 28.
[915] Buhâri, Ezan 12, Teheccüd 29, 34; Tirmizî, Salat 320,
433; Nesâî, Kıyamu'1-Leyl 57, 60; İbn Mâce, İkametti's-Salat 1145.
[916] Ebu Dâvud, Salatu't-Tatavvu 26, 1339; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 6/204; İbn Hibbân, Sahih, 2464; Beyhakî, Sünenü'l-Kiibrâ, 3/44
[917] Buhârî, Ezan 12.
[918] Buharı, Teheccüd 28; Ebu Dâvud, Salatu't-Tatavvu 3,
1255; Nesâî, İftitah 40.
[919] Buhârî, Teheccüd 27; Ebu Dâvud, Salatu't-Tatavvu1 2,
1254; Tirmizî, Salât 307, 416; Nesâî, Kıyâmu'1-Leyl 56; İbn Mâce, İkâme 102
1150; Ahmed b. Hanbel, 6/265.
[920] Tirmizî, Salât 307, 416; Nesâî, Kıyamu'l-Leyl 56.
[921] Ebu Dâvud, Salatu't-Tatavvu 3, 1256; Ncsâî, İftitah
39; İbn Mâce, İkamctu's-Salat 102, 1148
[922] Bakara: 2/136.
[923] Al-i İmrân suresinde bulunan.
[924] Al-İ İmrân: 3/52.
[925] Ebu Dâvud, Salatu't Tatavvu1 3, 1259; Nesâî, İfiitah
38.
[926] B.k.z: A. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 4/188-189.
[927] EbuDâvud, Salatu't-Tatavvu' 1, 1250.
[928] Buhârî, Teheccüd 29; Ebu Dâvud, Salatu't-Tatavvu1 1,
1252; Tirmizî, 425, 432, 433.
[929] Tirmizî, Salat 315.
[930] Ebu Dâvud, Salat 236-238, 1130; Beyhakî,
Sünenü'l-Kübrâ, 3/240.
[931] Tirmizî, Salat 376.
[932] Tirmİzî, Salat 376.
[933] Buharı, Taksiru's-Salât 20, Teheccüd 16; Ebu Davud,
Salat 174-175, 953, 954, 955, 956; Tirmisî, Salat 275, 374, 375; Nesâî,
Kıyâmu'1-Ley! 18, 19, 22; İbn Mace, İkâme 140, 1226, 1227, 1228; Ahmed b.
Hanbel, 6/30, 98, 100, 112.
[934] Buhârî, Taksim s-Salât 20, Teheccüd 11.
[935] Nesâî, Kıyamu'1-Ley! 19.
[936] Nesâî, Kıyamu'l-Leyl 19.
[937] Ahmed b. Hanbcl, Müsned, 6/257.
[938] Tirmizî, Salat 275, 373; Nesâî, Kıyamuİ-Leyl 19.
[939] Taberânî, Mu'cemu'I-Kebir, 2008.
[940] Ebu Dâvud, Salat 174-175, 950; Nesâî, Kiyamu'I-Leyl
20.
[941] Buhârî, Ezan 15, Deavat 5; Ebu Dâvud,
Salatu't-Tatavvu' 26, 1337; Tirmizî, Salat 325, 440, 441; Nesâî, Ezan 41, Sehv
74.
[942] Ebu Dâvud,
Salatu't-Tatavvu 26, 1338; Tirmizî, Vitr 337, 459; İbn Mâce,
İkametu's-Salat 181, 1359; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/50, 123.
[943] Buhâri, Teheccüd 10; Ebu Dâvud, Salatu't-Tatavvu' 26,
1360.
[944] Buhârî, Teheccüd 16; Ebu Dâvud, Salatu't-Tatavvu' 26,
1341; Tirmizî, Salat 325, 439; Nesâî, Kıyamu'1-Leyl 55.
[945] Ebu Dâvud, Salatu't-Tatavvu' 26, 1340; Nesâî,
Kiyamu'I-Leyl 60.
[946] Buhârî, Teheccüd 10; Nesâî, Sünemi'1-Kübrâ, 392; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 6/39.
[947] Buhârî, Teheccüd 10; Ebu Dâvud, Salatu't-Tatavvu' 26
(1334.
[948] Buhârî, Teheccüd 16; Nesâî, Kıyanın'ı-Leyl 17.
[949] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/253.
[950] Buhârî, Teheccüd 7, Rikâk 18; Ebu Dâvud,
Salatu't-Tatavvu' 22, 1317; Nesâî, Kıyamu'l-Leyl 8.
[951] Buhârî, Teheccüd 7; Ebu Dâvud, Salatu't-Tatavvu' 22
(1318); İbn Mâce, İkametuVSalat 126, 1197.
[952] Buhârî, Taksiru's-Salat 20, Teheccüd 24, 26; Ebu
Dâvud, Salatu't-Tatavvu' 4, 1262; Tirmizî, Salat 309, 418.
[953] Buhârî, Salat 103; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/259.
[954] Buhârî, Vitr 2; Ebu Dâvud, Vitr 8 1435, 1437; Tirmizî,
Vitr 4, 456, Fezâilu'l-Kur'an 16, 924; Nesâî, Kıyâmu'1-Leyl 30; İbn Mâce,
İkâmetu's-Salat 121, 1185; Ahmed b. Hanbel, Nisned, 6/46, 47, 73, 94, 100, 107.
[955] Ebu Dâvud, Salatut-Tatavvu' 26, 1342; Nesâî,
Kıyamu'1-Leyl 2, 18.
[956] Buhârî, Nikah 1; Müslim, Nikah 1; Ebu Dâvud,
Salatu't-Tatavvu1 26, 1342; Nesâî, Nikah 4; Dârimî, Nikah 3.
[957] Kalem: 68/4.
[958] Müzzemmil: 73/2.
[959] Müzzemmil: 73/20.
[960] Ebu Dâvud, Salatu't-Tatavvu' 19, 1313; Tirmizî, Sefer
408, 581; Nesâî, Kıyamu'I-Leyi 65; İbn Mâcc, İkametu's-Salat 177, 1343.
[961] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/366, 367, 372, 374-375; Ebu
Avâne, Müsned, 2/271; İbn Huzeyme, Sahih, 1227; İİbn Hibbân, Sahih, 2539.
[962] Buhârî, Salât 84, Teheccüd 10, Vitr 1-2; Ebu Dâvud,
Tatavvu' 24, 1326, Vitr 3, 1421; Tirmizî, Salât 323, 437; Nesâî, Kıyâmul-Leyl
26, 30, 34, 35; İbn Mâce, İkâme 171, 1318, 1319, 1320; Ahmed b. Hanbel, 2/49,
66, 71, 77, 79
[963] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/38; Ebu Avâne, Müsned,
2/332; İbn Huzeyme, Sünen, 1088.
[964] Buharı, Vitr 4; Nesâî, Kıyamu'l-Leyl 30.
[965] Nesâî, Kiyamu'1-Leyl 34.
[966] Ebu Dâvud, Tatavvu' 26, 1346.
[967] Nesâî, Kıyâmu'1-Leyl 36.
[968] Tirmizî, Salat 334, 455; İbn Mâce, İkametu's-Salat
121, 1187; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/315, 389; İbn Huzeyme, Sahih, 1806; İbn
Hibbân, Sahih, 2565.
[969] Tirmizî, Salat 285, 387; İbn Mâce, İkametu's-Salat
200, 1421; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/391.
[970] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/313, 331; Ebu Ya'lâ, Müsned,
2281; Ebu Avâne, Müsned, 2/289-290; İbn Hibbân, Sahih, 2561.
[971] Buhârî, Teheccüd 14, Deavât 14, Tevhid 35; Ebu Dâvud,
Salatu't-Tatavvu' 21, 1315; Tinnizî, Deavat 79, 3498.
[972] Nevevî, Müslim Şerhi, 6/35-36.
[973] Buhârî, İmân 25, Salâtu't-Teravih 1, 2; Ebu Dâvud,
Şcrhu Ramazan 1, 1371; Tirmizî, Savm 83, 808; Nesâî, Kıyamu'1-Leyl 3, Siyam 39,
40; İbn Mâce, İkametu's-Salat 173, 1326; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/281, 289.
[974] Buhârî, İman 28, Salâtu't-Teravih 2, Savm 6.
[975] Buharı, Ezan 80, Cuma 27, Teheccüd 5, Salâtu't-Teravih
1.
[976] B.k.z: M. Sofuoğlu, Müslim Tercemesi, 2/404.
[977] Ebu Dâvud, Şerhu Ramazan 2, 1378; Tirmizî, Savm 72,
793.
[978] Buharı, Teheccüd 1, Deavât 9; Ebu Dâvud, Salât
118-119, 771; Tirmizî, Deavât 29, 3418; Ncsâî, Kıyâmul-Leyl 9; İbn Mâce, İkâme
180 1355; Ahmed b. Hanbel, 1/298.
[979] Buharı, Vudû' 36, Vitr 1, Amel fi's-Sal at 1; Ebu
Dâvud, Salatu't-Tatavvu' 26, 1364, 1367; Nesâî, Kıyamui-Leyl 9; İbn Mâce,
İkametu's-Salat 181, 1363.
[980] Buhâri, İlm 41, Vudû' 5, Ezan 57.
[981] Buhâri, Vudû' 36, Ezan 77, 159, Vitr 1, Tehcccüd 10,
Amel fi's-Salat 1.
[982] Ebu Dâvud, SaJatu't-Tatavvu' 26, 1366; İbn Mâce,
İkametti's-Salat 181, 1362; Muvatta', Salatu'1-Leyl 12.
[983] Buhârî, Salât, 11; Ahmed b. Hanbcl, Müsned, 3/351.
[984] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/30, 203.
[985] Ebu Dâvud, Salatu't-Tatavvu' 23, 1323; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/232, 278, 399; İbn Huzeyme, Sahih, 1150; Tirmizî, Şemail,
268.
[986] Buhârî, Teheccüd 1, Deavât 10. Tevhîd 8, 24, 35, 64;
Ebu Dâvud, Salatu't-Tatavvu' 118-119, 771; Tirmizî, Dcavat 29, 3418; Nesâî,
Kıyâmu 1-Leyl 9; İbn Mâce, İkâme 180, 1355; Ahmed b. Hanbel, 1/298.
[987] Ebu Dâvud, Salatu't-Tatavvu' 118-119, 767, 768;
Tirmizî, Deavat 31, 3420; Nesaî, Kıyamu'l-Leyl 12; İbn Mâce, İkametu's-Salat
180 1357.
[988] Ebu Dâvud, Salat 115-116, 744, 118-119, 760, 761, Vitr
25, 1509; Tirmizî, Salat 197, 266, Deavat 32, 3421, 3422, 3423; Nesâî, İftitah
17; İbn Mâce, İkametu's-Salat 15, 864, 70, 1054.
[989] Dâvud, Salat 146-147, 871; Tirmizî, Salat 194, 262,
263; Nesâî, İftİtah 77, 78; İbn kametu's-Salat 23, 897, 179, 1351.
[990] Buharı, Teheccüd 9; İbn Mâce, İkametu's-Salat 200,
1418.
[991] Buhârî, Teheccüd 13; Nesâî, Kıyamu'1-Leyl 5; İbn Mâce,
İkametu's-Salat 174, 1330.
[992] Kenf: 18/54.
[993] Buhârî, Teheccüd 5, Tefsiru Sure-i Kehf 1, İ'tlsam 18,
Tevhİd 31; Nesâî, Kıyamu'1-Leyl 5.
[994] Buharı, Teheccüd 12, Bed'u'1-Halk 11; Nesâî,
Kiyamu'I-Leyl 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/243.
[995] Buharı, Salât 52, Teheccüd 37; Ebu Dâvud, Salât
198-199, 1043, Vitr 11, 1448; Tirmizî, Saiât 213, 451; Nesâî, Kıyâmul-Leyl 1;
İbn Mâce, İkâmetu's-Salat 186, 1377; Ahmed b. Hanbel, 2/16.
[996] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/316;
İbn Huzeyme, Sahih, 1206; İbn Hibbân, Sahih, 2490.
[997] Buhârî, Deavât 66; İbn Hibbân, Sahih, 854.
[998] Tirmizî, Fezailıı'l-Kur'an 1, 2877; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/284, 337, 388; Nesaî, Amelü'1-Yevm ve'1-Leyl, 965; İbn Hibbân, Sahih,
783.
[999] Buharı, Ezan 81; Ebu Dâvud, Salat 198-199, 1044, Vitr
11, 1447; Tirmizî, Salat 331, 450; Nesâî, Kıyamu'l-Leyl 1.
[1000] Buharı, İmân 31, Savm 52, Rikâk 18; Ebu Dâvud,
Tatavvu1 27, 1368, 1370; Tirmizî, Edeb 70, 2856; Nesâî, Kıyâmu'I-Leyl 17; İbn
Mâce, Zühd 28, 4238; Ahmed b. Hanbel, 6/84, 128, 244, 249.
[1001] Buhârî, Savm 64, Rikak 18; Ebu Dâvud,
Salatu't-Tatavvu' 27, 1370.
[1002] Buhârî, Teheccüd 18; Ebu Dâvud, Salatu't-Tatavvu'
1312; Nesâî, Kiyamu'1-Leyl 17; İbn Mâce, İkâmetu's-Salat 184, 1371.
[1003] Buhârî, İman 32, Teheccüd 18; Nesâî, Kıyamu'1-Leyl 17;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/247; Abd b. Humeyd, Müsned, 1485; İbn Hibbân, Sahih,
359, 2586.
[1004] Buhârî, Vudû' 53; Ebu Dâvud, Salatu't-Tatavvu' 1310;
İbn Mâce, İkâmetu's-Salat 184 1370.
[1005] Buhârî, Fezâilu'l-Kur'an 27; Ebu Dâvud,
Salatu't-Tatavvu' 25, 1331; Nesâî,
Fezailu'l-Kur'an, 31; İbn Hibbân, Sahih, 107
[1006] Buhârî, Şehadat 11.
[1007] A'lâ: 87/6. n
[1008] Buhârî, Fezâilu'l-Kur'an 23; Nesâî, İftitah 37
[1009] Buhârî, Fezâilu'l-Kur'an 23; Tirmizî, Kıraat 100
(2942); Nesâî, İftitah 37
[1010] Buhârî,
Fezâilu'l-Kur'an 23; Ahmed
b. Hanbel, Müsned,
4/397, 411; İbn
Ebi Şeybe, Musannef, 10/477
[1011] Buhârî, Fezâilu'l-Kur'an 19; Ebu Dâvud, Vitr 20
(1473); Nesâî, İftitah 83
[1012] Buhârî, Fezâilu'I-Kur'an 31; Tirmizî, Menakib 56 (3855);
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/349, 351, 359; İbn Ebi Şeybe, Musannef, 10/463;
Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ, 10/230-231; İbn Hibbân, Sahih, (7197)
[1013] Buhârî, Meğâzî 48, Fezailu'l-Kur'an 24, Tevhid 50; Ebu
Dâvud, Vitr 20 (1467)
[1014] Buhârî, Menâkıb 25, Fezailu'l-Kur'an 11; Tirmizî,
2885; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/281, 284, 293, 298; İbn Hibbân, Sahih, 769
[1015] Buharı, Fezâilu'l-Kur'an 19; Ahmed b. Hanbcl, Müsned,
3/81; İbn Hibbân, Sahih, 779.
[1016] Buhârî, Fezâilu]-Kuran 17, 36; Ebu Dâvud, Edeb 16,
4830; Tirmizî, Edeb 79, 2865; Nesaî; İman 32; İbn Mâce, Mukaddime 16, 214;
Ahmed b, Hanbcl, 4/404, 408.
[1017] B.k.z: Muhammed b. Allan, Delâilü'I-Fâlihîn,
3/490-491.
[1018] Buhârî, Tefsiru Sure-i Abese 1; Ebu Dâvud, Vitr 14,
1454; Tirmizî, Fezâilu'l-Kur'an 13, 2904; Nesâî (el-Kübra), Fezâilu'l-Kur'an,
5/20 8045, 5/21, 8046 Tefsir, 6/506, 11646; İbn Mâce, Edeb 52, 3779; Ahmed b.
Hanbel, 6/98, 170, 239, 266.
[1019] Buharı, Menâkıbu'l-Ensar 16, Tefsiru Sure-i Beyyine
1-3; Tirmizî, Menakıb 33, 3792; Nesâî; Fezailu's-Sahabe, 134.
[1020] B.k.z: A. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 4/361-362.
[1021] Nisa: 4/41.
[1022] Buhârî, Tefsim Sure-î Nisa 9, Fezâilu'l-Kur'an 35; Ebu
Dâvud, llm 13 (3668); Tirmizî, Tefsiru'I-Kur'an 5, 3024, 3025.
[1023] Buharı, Fezâilu'I-Kur'an 8.
[1024] Nevevî, Müslim Şerhi, 6/87.
[1025] İbn Mâce, Edeb 52, 3782; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/397, 466, 497.
[1026] Ebu Dâvud, Vitr 14, 1456; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/154; İbn Ebi Şeybe, Musannef, 10/503-504.
[1027] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/249, 254, 257; Beyhakî,
Sünenü'l-Kübrâ, 2/395.
[1028] Tirmizî, Fezailul-Kur'an 5, 2883; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 4/183.
[1029] Nesaî, Amelu'1-Yevm ve'1-Leyl, 722; İbn Hibbân, Sahih,
778; Hâkim Müstedrek, 1/558-559.
[1030] B.k.z: Mevdudi, Tefhimu'l-Kur'an, İnsan Yayınları,
İstanbul 1991, 1/39.
[1031] Buhârî, Meğâzî 9, 12, Fezâilu'l-Kıır'an 10, 27; Ebu
Dâvud, Şehru Ramazân 9, 1397; Tirmizî, Fezâİlu 1-Kur'an 4, 2881; Ncsâî
(el-Kübrâ); Fezâilul-Kuran 5/9, 8003, 8004, 5/10, 8005, 5/14, 8018, 8019, 8020,
Amelül-yevm ve'1-Leyl , 6/180, 10554, 6/181, 10555, 10556, 10557; İbn Mâce,
İkâmetu's-Salat 183, 1368; Ahmed b. Hanbel, 4/118, 121, 122.
[1032] Ebu Dâvud, Melahim
14, 4323; Tirmizî,
Fezailu'I-Kur'an 6, 2886;
Ahmed b. Hanbei Müsned, 5/196, 6/446.
[1033] Kehf: 18/1, 10.
[1034] Ebu Dâvud, Vitr 17, 1460; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
5/141.
[1035] Bakara: 2/255.
[1036] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/195, 6/442, 443, 447;
Nesâi, Amelu'1-Yevm ve'1-Leyl, 701;
Abd b. Humeyd, Müsned, 211.
[1037] Titmizî, Fezailu'l-Kur'an 11, 2900; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 2/429.
[1038] Buhârî, Tevhid 1; Nesâî, İftitah 69.
[1039] Tirmizî, Fezailu'l-Kur'an 12, 2902; Nesâî, İftitah 46;
Ahmed b. Hanbei, Müsned, 4/151.
[1040] Buhârî, Fezâilu'I-Kur'an 20, Tevhid 45; Tirmizî, Birr
24, 1936; İbn Mâce, Zülıd 22, 4209; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/8, 36, 88, 152.
[1041] Buhârî, İlm 5, Zekat 5, Ahkam 3, i'tisam 13; İbn Mâce,
Zühd 22, 4208; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/385, 432.
[1042] Buhârî, Husumât 4, Fezâilıı'l-Kur'an 5, 27, Tevhid 53;
Ebu Dâvud, Vitr 22, 1475; Tirmizî, Kıraat 11, 2943; Nesâî, İftitah 37; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 1/40.
[1043] Buhârî, BedVİ-Halk 6, Fezailu'l-Kur'an 5; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 1/263, 299, 313.
[1044] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/127.
[1045] Ebu Davud, Salat 22, 1478; Nesâî, İftiiah 37.
[1046] Cum'a: 62/9.
[1047] Kâria: 101/5.
[1048] Muhammed: 47/15.
[1049] Buhârî, Ezan 106, Fezailu't-Kur'an 6;Tirmizî, Sefer
422, 602; Nesâî, İftitah 75.
[1050] Kamer: 54/15, 17, 22, 32, 40, 51.
[1051] Buharı, Enbiya 3, 6, Tefsiru Sure-i Kamer 2; Ebu
Dâvud, 26 Huruf ve'1-Kıraat (3994); Tirmizî, Kıraat 5 (2937)
[1052] Leyl: 92/1.
[1053] Buharı, Tefsiru Sure-i Leyl 7; Tirmizî, Kıraat 7,
2939.
[1054] B.k.z: İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, T.D.V.
Yayınlan, Ankara 1991, s. 68-88.
[1055] Buhârî, Mevâkîtu's-Salât 30; Ebu Dâvud, Tatavvu 10,
1276; Tirmizî, Salât 134, 183; Nesâî, Mevâkît 32; İbn Mâce, İkâmetu's-Salat 147
1250; Ahmed b. Hanbel, 1/18.
[1056] Buhârî, Mevâkitu's-Salat 30; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
2/29, 33, 36, 63.
[1057] Buharı, Mevâkitu's-Salat 30; Nesâî, Mevakit 35; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 2/13, 19, 24, 106.
[1058] Nesâî, Mevakit 14; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/396,
397.
[1059] Ebu Dâvud, Cenaiz 50-51, 3192; Tirmizî, Cenaiz 41,
1030; Nesâî, Mevakit 31 34 I Cenaiz 89; İbn Mâce, Cenaiz 30, 1519; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/152.
[1060] Ebu Dâvud, Salatu't-Tatavvu' 10, 1277; Tirmizî, Deavat
119, 3579; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/111, 112; İbn Huzeyme, Sahih, 1147.
[1061] Nesâî, Mevakit 35; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/124,
255.
[1062] Buhâri, Sehv 8, Meğâzî 69; Ebu Dâvud, Salatu't-Tatavvu
9, 1273.
[1063] Nesâî, Mevakit, 36; İbn Huzeyme, Sahih, 1278; İbn
Hibbân, Sahih, 1577.
[1064] Buhârî, Mevâkit'us-Salat 33; Nesâî, Mevakit 36; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 6/159.
[1065] Ebu Dâvud, Salatu't-Tatavvu' 11, 1282.
[1066] Buhârî, Salat 95, Ezan 14; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/129, 199, 280, 282; İbn Mâce, 1163; İbn Huzeyme, Sahih, 1288; Beyhakî,
Sünenii'l-Kübrâ, 2/485.
[1067] Buhârî, Ezan 14, 16; Ebu Dâvud, Salatu't-Tatavvu' 11,
1283; Tirmizî, Salât 136, 185; Nesâî, Ezan 39; İbn Mâce, İkâmetti's-Salat 110
1162; Ahmed b. Hanbel, 4/86, 5/54, 56.
[1068] Buhârî, Salatu'1-Havf 1, Meğâzî 31; Ebu Dâvud,
Salatu's-Sefer 16, 1243; Tirmizî, Sefer 398, 564; Nesâî, Salatu'1-Havf 1.
[1069] Nesâî, Salatu'I-Havf 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/319.
[1070] Buhârî, Meğâzî 29, 31; Ebu Dâvud, Sefer 13, 1237, 14,
1238, 1239; Tirmizî, Cuma 46, 565; Nesâî, Salâtu'1-Havf 1; İbn Mâce,
İkâmetu's-Salat 151, 1259; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/448.
[1071] Buhârî, Meğâzî 32; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/364; İbn
Huzeyme, Sahih, 1352.
[1072] Buhârî, Cuma 2, 12, 26; Tirmizî, Cuma 29, 492; Nesâî,
Cuma 7; İbn Mâce, İkametu's-Salat 80, 1088; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/3, 41,
48, 55, 64, 75, 77, 78, 101, 105, 115, 141, 145; Muvatta, Cuma 2, 4, 5.
[1073] Buhârî, Cuma 2; Ebu Dâvud, Taharet 127, 340; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 1/15, 46; İbn Huzeynıe, Sahih, 1748.
[1074] Buhârî, Cuma 2, 3, 12, Ezan 161, Şehâdât 18; Ebu
Dâvud, Taharet 127, 341; Nesâî, Cuma 8; İbn Mâce, İkametu's-Salat 80, 1089.
[1075] Buhârî, Cuma 15; Ebu Dâvud, Salat 205-206, 1055; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 6/62.
[1076] Buhârî, Cuma 16; Ebu Dâvud, Taharet 128, 352.
[1077] Buhârî, Cuma 3; Ebu Dâvud, Taharet 127, 344; Nesâî,
Cuma 6, 11; Ahmed b. Hanbel, Müsned,3/30, 69.
[1078] Buhârî, Cuma 12, Enbiya 54; Ibn Huzeyme, Sahih, 1761.
[1079] Buhârî, Cuma 4, 12, 31; Ebu Dâvud, Taharet 128, 351;
Tirmizî, Cuma 358, 499; Nesâî, Cuma 13, 14; İbn Mace, İkâmetu's-Salat 82, 1092;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/460.
[1080] Buhârî, Cum'a 36; Tirmizî, Cuma 368, 512; Nesâî, Cuma
22.
[1081] Buhârî, Cuma 37; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/485.
[1082] Ebu Dâvud, Salat 201-202, 1049; İbn Huzeyme, Sahih,
1739.
[1083] Nesâî, Cuma 4; Tirmizî, Cuma 353, 488.
[1084] B.k.z: Prof. Dr. İ. Lütfü Çakan, Hadislerle Gerçekler,
Erkam Yayınlan, İstanbul 2005. s. 354-355.
[1085] Buhârî, Cuma 1; Nesâî, Cuma 1; Ahtned b. Hanbel,
Müsned, 2/243, 249, 274, 341; İbn Huzeyme, Sahih, 1720.
[1086] Nesâî, Cuma 1; İbn Mâce, İkametu's-Salat 78, 1083.
[1087] M.A.Nasıf, Tac 1/273.
[1088] Ahmed b Hanbel, Müsrıed, 1/402, 422, 449, 461.
[1089] B.k.z: Prof. Dr. İ. Lütfü Çakan, a.g.e., s.357-358.
[1090] Buhârî, Cuma 31; Nesâî, Cuma 13.
[1091] İbn Hibbân, Sahih, 2780.
[1092] Nesaî, Cuma 14; Ahmed b. Hanbe], Müsned, 3/331.
[1093] Buhârî, Cuma 40, Muzarâa 21, Et'ime 17, İsti'zan 16;
Tirmizî, Cuma 378, 525; İbn Mâce, İkametu's-Salat 84, 1099.
[1094] Buhârî, Meğâzî 35; Ebu Dâvud, Salat 218, 1085; Nesâî,
Cuma 14; İbn Mâce, İkametu's-Salat 84, 1100; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/46, 54.
[1095] Buhârî, Cuma 27; Tirmizî, Cuma 363, 506; Nesâî, Cuma
33; İbn Mâce, İkametu's-Salat 85, 1103; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/35.
[1096] Ebu Dâvud, Sala 220-222, 1093; Nesâî, Cuma 35;
İkametu's-Salat 85, 1105, 1106; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/90, 91, 100.
[1097] Cuma: 62/11.
[1098] Cum'a: 62/11.
[1099] Bııhârî, Cum'a 38, Büyü' 6, 11, Tefsire Sure-i Cum'a
3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/313, 370.
[1100] B.k.z: Mevdudi, Tefhimu'l-Kur'an, İnsan Yayınlan,
İstanbul 1991, 6/314-318.
[1101] Cum'a: 62/11.
[1102] Ncsâî, Cuma 18.
[1103] Nesâî, Cuma 2; İbn Mâce, Mesacid 17, 794; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 1/239, 254, 335, 2/84.
[1104] Tirmizî, Cuma 364, 507; Nesâî, İydeyn 24
[1105] Nesâî, İydeyn 22; İbn Mâce, Mukaddime 7, 45; Ahmed
Hanbel, Müsned, 3/ 319, 338, 371.
[1106] Nahl: 16/89.
[1107] Nahl: 16/87.
[1108] Tirmizî, Sevabu'l-Kur'an 25; Dârimî, Fezailu'l-Kur'an
6.
[1109] Zümer: 39/23.
[1110] Dârimî, Fedâilu'i-Kur'an 9.
[1111] Buhârî, Fedâİlu'l-Kur'an 21; Tirmizî, Sevabu'l-Kur'an
15; İbn Mâce, Mukaddime 16; Dârimî, Fedâilu'l-Kur'an, 2.
[1112] Prof. Dr. İ. Lütfü Çakan, a.g.e., s. 324-326.
[1113] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/310.
[1114] Nesâî, Nikah 39; İbn Mâce, Nikah 19, 1893; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 1/302, 350.
[1115] Kettanî, Mütevatir Hadisler, Kannca Yayınlar, çev.
Hanifi AKIN, İstanbul 2003, s. 240-242.
[1116] B.k.z: M. Sofuoğlu, Müslim Tercemesi, 3/30-31; A.
Davudoğlu, Müslim Şerhi, 4/535.
[1117] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/263; İbn Huzeyme, Sahih,
1782.
[1118] Ebu Dâvud, Salat 221-223, 1099, Edeb 85, 4981; Nesâî,
Nikah 40.
[1119] Zuhruf: 43/77.
[1120] fiuhârî, Bed'u'I-Halk 7; Ebu Dâvud, Huruf ve'I-Kıraat
1, 3992; Tirmizî, Cuma 365, 508.
[1121] Ebu Dâvud, Salat 221-223, 1100, 1102, 1103; Nesâî,
İftitah 43.
[1122] Ebu Dâvud, Salat 221-223, 1104; Tirmizî, Cuma 371,
515; Nesâî, Cuma 29.
[1123] Buharı, Cuma 32, 33; Ebu Dâvud, Salât 229-231, 1115,
1116, 1117; Tirmizî, Cuma 367, 510; Nesâî, Cuma 21, 27; İbn Mâce,
İkâmetu's-Salat 87, 1112, 1114; Ahmed b. HanbeJ, Müsned, 3/369, 380.
[1124] Buharı, Teheccüd 25; Nesâî, Cuma 21.
[1125] Tahâvî, Şerhu Meânfl-Âsâr, 1/477.
[1126] Ncsâî, Zinet 123; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/80; İbn
Huzeyme, Sahih, 1457, 1800; Buhârî, Edebü'l-Müfred, 1164.
[1127] Nevevî, Müslim Şerhi, 6/165.
[1128] Ebu Dâvııd, Salat 234-236, 1124; Tirmizî, Cuma 374,
519; Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 1661; İbn Mâce, İkametu's-Salat 1118; Ahmed b.
Hanbel, Miisned, 2/429.
[1129] Ebu Dâvud, Salat 234-236, 1122; Tirmizî, İydeyn 385,
533; Nesâî, Cuma 40, İydeyn 13; İbn Mâce, İkametu's-Salat 157, 1281; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/273, 276, 277.
[1130] Buhârî, Cuma 10, Sucudu'l-Kur'an 2; Nesâî, İftitah 47;
İbn Mâce, İkametu's-Salat 6, 823.
[1131] Ebu Dâvud, Salat 236-238, 1131; Tirmizî, Cuma 376,
523; Nesâî, Cuma 42; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/499; İbn Huzeyme, Sahih, 1873,
1874.
[1132] Tirmizî, Cuma 376, 521; Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, 326,
415, 1670; İbn Mâce, İkametu's-Salat 95, 1131; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/11;
İbn Huzeyme, Sahih, 1198, 1871.
[1133] Mümtehine: 60/12.
[1134] Buhârî, İlm 32, İydeyn 8, 16, İS, Zekat 33, Tefsiru
Sure-i Mümtehine 3, Nikâh 124, Libas 56, 57, İ'tisam 16; Ebu Dâvud, Salât
247-250 1159; Tirmizî, İydeyn 387, 537; Nesâî, İydeyn 29; İbn Mâce,
İkâmetu's-Salat 155, 1273; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/280, 340, 355.
[1135] Buhârî, İydeyn 7, 19; Ebu Dâvud, Salat 239-242, 1141;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/242, 3/296.
[1136] Ebu Dâvud, Salat 241-244, 1148; Tirmizî, İydeyn 384,
532; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/19,5/91,94.
[1137] Buhârî, İydeyn
8; Tirmizî, İydeyn 383, 531; Nesâî, İydeyn 9; İbn Mâce, İkametu's-Salat 155,
1276.
[1138] Buhârî, İydeyn 6; Nesâi, İydeyn 20; İbn Mâce,
İkametu's-Salat 158, 1288; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/31, 36, 42, 54; İbn
Huzeyme, Sahih, 1445, 1449.
[1139] Buhârî, İydeyn 15, 20; Ebu Dâvud, Salât 238-241, 1136,
1137, 1138, 1139; Tirmizî, İydeyn 388, 539, 540; Nesâî, İydeyn 3, 4; İbn Mâce,
İkâmetti's-Salat 165, 1307, 1308; Ahmed b. Hanbel, 5/84, 85.
[1140] Buhârî, İydeyn 8, 16, 18; Ebu Davud, Salât 247-250,
1159; Tirmizî, İydeyn 387, 537; Nesâî, İydeyn 29; İbn Mâce, İkâmetu's-Salat 155
1273; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/280, 340,355.
[1141] Ebu Dâvud, Salât 243-246, 1154; Tirmizî, İydeyn 385,
534, 535; Nesâî, İydeyn 12; İbn Mâce, İkâmetu's-Salat 157, 1282.
[1142] Buhâri, İydeyn 3; İbn Mace, Nikah 21, 1897.
[1143] Buharı, Salat69; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/84, 85,
166, 247, 270.
[1144] Buharı, lydeyn 13, Cihad 81.
[1145] Hûd: 11/52.
[1146] Nûh: 71/10-11.
[1147] Buhârî, İstiskâ' 1, 4, Deavât 24; Ebu Dâvud, İstiskâ'
1, 1161, 1162, 1163, 1164; Tirmizî, Sefer 395, 556; Nesâî, İstiskâ' 2, 5, 7, 8,
11, 12, 14; İbn Mâce, İkâmetu's-Salat 153, 1267; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/38,
39, 40, 44.
[1148] Buhârî, İstiskâ' 22; Nesâî, İsiiska' 9, Kıyamu'1-Leyl
52.
[1149] Ebu Dâvud, İstiskâ' 2, 1171; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/153, 241.
[1150] Buhârî, Cum'a 34, 35, İstiskâ' 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12,
14, Menâkıb 25, Edeb 68, Deavat 24; Ebu Dâvud, İstiska' 2, 1175; Nesâî,
İstiska' 1, 9, 10.
[1151] Buhârî, Edebü'J-Müfred, 571; Ebu Dâvud, Edeb 104-105,
5110; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/133, 267.
[1152] Buhârî, Bed'u'1-Halk 5, Edeb 68; Ebu Dâvud, Edeb
103-104, 5098; Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ, 3/361; İbn Hibbân, Sahih, 658.
[1153] Ahkâf: 46/24.
[1154] Buhârî, Tcfsiru Sure-i Ahkâf 2; Tirmizî,
Tefsiru'l-Kur'an 47, 3257, Deavat 49, 3449; Nesâî, Kıyamu'1-Yevm ve'1-Leyl,
940, 941; İbn Mâce, Dua 21, 3891; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/240.
[1155] Buhârî, İstiskâ' 26, Bed'u'1-Halk 5, Enbiya 6, Meğazi
29; Nesâî, Sünemi'1-Kübrâ, 6386; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/228, 324, 355.
[1156] Buhâri, Küsûf 2; Ebu Dâvud, İstiskâ' 7, 1191; Ncsâî,
Küsuf 10; Ahmed b. Hanbel, 6/32, 164, 168.
[1157] Buhârî, Küsûf 4, Amel fi's-Salat 11; Ebu Dâvud,
İstiskâ1 3, 1177, 4, 1180, 5, 1187, 1188, 6, 1190; Tirmizî, Sefer 396, 561,
397, 563; Nesâî, Küsûf 6, 7, 11; İbn Mâce, İkametu's-Salat 152, 1263.
[1158] Buhârî, Küsûf 19; Ebu Dâvud, İstiskâ' 6, 1190; Nesâî,
Küsûf 18, 21.
[1159] Buhârî, Küsûf 7, 12; Nesâî, Küsûf 11, 12, 22; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 6/53.
[1160] Ebu Dâvud, İstiska' 4, 1178; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 3/317; İbn Huzeymc, Sahih 1386.
[1161] Buhârî, İlm 24, Vudıt 37, Cuma 29, Küsuf 10, Sehv 9,
İ'tisam 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/345.
[1162] Buhârî, Salat 51, Ezan 91, Küsûf 9, Nikah 88, İman 21,
Bed'u'1-Halk 4; Ebu Dâvud, İstiska' 5, 1189; Ncsâî, Küsuf 17. İbn Hacer (ö.
852/1447.
[1163] Ebu Dâvud, İstiska' 4, 1183; Tirmizî, Sefer 396, 560;
Nesaî, Küsuf 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/225.
[1164] Buharı, Küsûf 3, 8; Ahmed b. Hanbei, Müsned, 2/175,
220; İbn Huzeyme, Sahih, 1375.
[1165] Buhârî, Küsûf
1, 13, Bed'u'1-Halk 4; Nesâî, Küsuf
4; İbn Mâce, İkametu's-Salat 152, 1261.
[1166] Buharı, Küsûf 14; Nesâî, Küsuf 25; İbn Huzeyme, Sahih,
1371.
[1167] Ebu Dâvud, İstiska' 9, 1195; Nesâî, Küsuf 2; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 5/61; İbn Huzey-mc, Sahih, 1373.
Tehlil: “Lâ ilahe illallah” demek.
[1168] Ebu Dâvud,
Cenaiz 15-16, 3117; Tirmizî, Cenaiz 7, 976; Nesâî, Cenaiz 4;
İbn Mâce, Cenaiz 3, 1445; Ahmcd b. Hanbel, Müsned, 3/3
[1169] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/309.
[1170] Bakara: 2/156.
[1171] Ebu Dâvud, Cenaiz 14-15, 3115; Tirmizî, Cenaiz 7, 976;
Nesâî, Cenaiz 3; İbn Mâce, Cenaiz 4,
1447; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/291, 306, 322.
[1172] Ebu Dâvud, Cenaiz 16-17, 3118; İbn Mace, Cenaiz 6,
1454.
[1173] Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ, 3/385 Burada “Nefis”
kelimesi, “Ruh” anlamında kullanılmıştır.
[1174] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/289.
[1175] Buhârî, Cenâiz 32, Merda 9, Kader 4, Eyman 9, Tevhid
2, 25; Ebu Dâvud, Cenaiz 23-24 (3125); Nesâî, Cenaiz 22 İbn Mâce, Cenaiz 53
1588; Ahmed b. Hanbcl, Müsned, 5/204, 205.
[1176] İbn Asâkir, Târih, 7/123.
[1177] Buhârî, Cenaiz 7, 32, 43, Ahkam 11; Ebu Davud, Cenaiz
22-23, 3124; Tirmizî, Cenaiz 13, 988; Nesâî, Cenaiz 22; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 3/130, 143, 217.
[1178] Buhârî, Cenâiz 32.
[1179] Buhârî, Cenâiz 34; Nesâî, Cenaiz 14, 15; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 1/36.
[1180] Buhârî, Cenâiz 32, Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/39.
[1181] Fâtır: 35/18, Necm: 53/38.
[1182] Buharı, Cenâiz 23; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/42.
[1183] Fâtır: 35/18, Necm: 53/38.
[1184] Necm: 53/43.
[1185] Buhârî, Cenâiz 23.
[1186] Buhârî, Cenâiz 32, Megâzî 8; Ebu Dâvud, Cenaiz 24-25
(3129); Nesâî, Cenaiz 15; Ahım b. Hanbel, Müsncd, 2/38, 57, 78, 95, 209.
[1187] Neml: 27/80.
[1188] Fâtır: 35/22.
[1189] Buhârî, Cenâiz 86, Meğâzî 8; Nesâî, Cenaîz 11.
[1190] Buhârî, Cenâiz 33; Tirmizî, Cenaiz 23, 1000; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/245, 252, 255.
[1191] İsrâ: 17/15.
[1192] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/342, 343, 344.
[1193] Buhârî, Cenâiz 41, 46, Meğâzî 44; Ebu Dâvud, Cenaiz
20-21, 3122; Nesâî, Cenaiz 14.
[1194] Buhârî, Cenâiz 45; Nesâî, Biat 18.
[1195] Nevevî, Müslim Şerhi, 6/237.
[1196] Mümtehİne: 60/12.
[1197] Buhâri, Tefsiru Sure-i Mümtehine 3; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 5/85, 407, 408.
[1198] Buhârî, Hayz 12, Cenâİz 29; İbn Mâce, Cenaiz 50, 1577;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/408
[1199] Buhârî, Cenâiz 8, 9, 12, 15, 16; Ebu Dâvud, Cenâiz
28-29, 3142, 3144, 3146; Tirmizî, Cenâiz 15, 990; Nesâî, Cenâiz 28, 30, 31, 31,
32, 33, 34, 36; İbn Mâce, Cenâiz 8, 1458, 1459; Ahmed b. Hanbel, 5/84, 6/407.
[1200] Buhârî, Cenâiz 9; Ebu Dâvud, Cenâiz 28-29, 3143;
Nesâî, Cenâiz 35.
[1201] Buhârî, Vudu' 31; Cenâiz 10; Ebu Dâvud, Cenâiz 28-29,
3145; Tirmizî, Cenalz 15, 990; Nesâî, Cenâiz 31.
[1202] B.k.z: Ebu Dâvud, Cenâiz 3157.
[1203] Buhârî, Cenâiz 27, Menakıbu'l-Ensar 45, Megâzî 17, 26,
Rikak 7, 16; Ebu Dâvud, Vesâyâ 11, 2876; Tirmizî, Menakıb 54, 3853; Nesâî,
Ccnaiz 40.
[1204] İbn Mâce, Libas 5; Tirmizî, Cenaiz 17.
[1205] Buhârî, Cenâiz 19, 24, 25, 94; Ebu Dâvud, Cenâiz
29-30, 3151; Tirmizî, Cenâiz 20, 996; Nesâî, Cenâiz 39; İbn Mâce, Cenâiz 11,
1469; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/40, 93, 118, 132.
[1206] Buharı, Libâs 18; Ebu Dâvud, Cenâiz 18-19, 3120; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 6/89, 153, 269.
[1207] Ebu Dâvud, Cenaiz 29-30, 3148; Nesâî, Cenaiz 37, 89;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/295.
[1208] Buharı, Cenâiz 52; Ebu Dâvud Cenaiz 45-46, 3181;
Tirmizî, Cenâiz 30, 1015; Nesâî, Cenaiz 44; İbn Mâce, Cenaiz 15, 1477; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/240, 269, 280, 488.
[1209] Buhârî, İman 35, Cenâiz 57, 58, 59; Ebu Dâvud, Cenâiz
40-41, 3168, 3169; Tirmizî, Cenâiz 49, 1040; Nesâî, Cenâiz 79; İbn Mâce, Cenâiz
34, 1539; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/401.
[1210] Buhârî, Cenâiz 51, 58.
[1211] Tirmizî, Cenaiz 40, 1029; Nesâî, Cenaiz 78; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 3/266.
[1212] Ebu Dâvud, Cenaiz 41-42, 3170; İbn Mâce, Cenaiz 19,
1489; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/277.
[1213] Ebu Dâvud, Cenaiz 38-39, 3166; Tirmizî, Cenaiz 40; İbn
Mâce, Cenaiz 19.
[1214] Nevevî, Müslim Şerhi, 7/16.
[1215] Nevevî, Müslim Şerhi, 7/16.
[1216] Buhârî, Cenâiz 85; Tirmizî, Cenaiz 63, 1058; Nesâî,
Cenaiz 50; Ahmed b. Hanbcl, Müsned, 3/179, 186, 281.
[1217] Buhârî, Rikâk 42; Nesâî, Cenaiz 48; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 5/296, 302, 304.
[1218] Buhâri, Cenâiz 4, 55, 61, 65; Ebu Dâvud, Cenâiz 56-58,
3204; Tirmizî, Cenâiz 37, 1022; Nesâî, Cenâiz 76; İbn Mâce, Cenâiz 33, 1534;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/290, 381, 399.
[1219] Buhârî, Cenâiz 61; Nesâî, Cenâiz 27, 103.
[1220] Buhârî, Cenâiz 54, 55, 65, Menâkıbu'l-Ensar 38.
[1221] Buhârî, Cenâiz 54, 55, 65, Menâkıbu'I-Ensar 38.
[1222] Buhârî, Ezan 161, Cenâiz 5, 55, 56, 57, 60, 67, 70;
Ebu Dâvud, Cenâiz 52-54, 3196; Tirmizî, Cenâiz 47, 1037; Nesâi, Cenâiz 94; İbn
Mâce, Cenâiz 32, 1530; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/224, 283, 338.
[1223] İbn Mâcc, Cenâiz 32, 1531; Ahmed b. Haııbel, Müsned,
3/130
[1224] Buhâri, Salat 72, 74, Cenâiz 67; Ebu Dâvud, Cenâiz
55-57, 3203; İbn Mâce, Cenâiz 32, 1527.
[1225] Ebu Dâvud, Cenâiz 52-54, 3197; Tirmizî, Cenaiz 37,
1023; Nesâî, Cenaiz 76; İbn Mâce, Cenâiz 25, 1505; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
4/267, 372.
[1226] Buharı, Cenâiz 47.
[1227] Buhârî, Cenâiz 47, 48; Ebu Dâvud, Cenâiz 42-43, 3172;
Tirmizî, Cenâiz 51, 1042; Nesâî, Cenâiz 45; İbn Mâce, Cenâiz 35, 1542; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 3/445
[1228] Buhârî, Cenâiz 49; Tirmizî, Cenâiz 51, 1043; Nesâî,
Cenâiz 44, 45, 80; Ahmed b. Han-bel, Müsned, 3/25, 41, 48, 51.
[1229] Buhârî, Cenâiz 49; Ebu Dâvud, Cenaiz 42-43, 3174;
Nesâî, Cenaiz 46; Ahmed b. Hanbel Müsned, 3/319, 334, 354.
[1230] Nesâî, Cenaiz 47; Ahmed b. Hanbel, Müsned. 3/295, 329,
346.
[1231] Buhârî, Cenâiz 50; Nesâî, Cenaiz 46.
[1232] Ebu Dâvud, Cenâiz 42-43, 3175; Tirmizî, Cenâiz 52,
1044; Nesâî, Cenâiz 47; İbn Mâce, Cenâiz 35, 1544; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
1/82.
[1233] Tirmizî, Cenaiz 38, 1025; Nesâî, Taharet 50, Cenaiz
77; İbn Mâce, Ceııaiz 23, 1500; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/23, 28.
[1234] Buhâri, Hayz 29, Cenâiz 63, 64; Ebu Dâvud, Cenâiz
51-53, 3195; Tirmizî, Cenâiz 45, 1035; Nesâî, Cenâiz 75; İbn Mâce, Cenâiz 21
1493; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/19.
[1235] B.k.z: Kâsânî, Bedayiu's-Senai, 1/312
[1236] Ebu Dâvud, Cenaiz 43-44, 3178; Tirmizî, Cenaiz 29,
1013, 1014; Nesâî, Cenaiz 95; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/90, 95, 102.
[1237] Nesâî, Cenaiz 85; İbn Mâce, Cenâiz 39 (1556); Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 1/169, 184.
[1238] Tirmizî, Cenaiz 55, 1048; Nesâî, Cenaîz 88; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 1/228, 355.
[1239] Ebu Dâvud. Cenâiz 66-68, 3219; Nesâî, Cenaiz 99; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 6/18, 21.
[1240] Ebu Dâvud, Cenâiz 66-68, 3218; Tirmizî, Cenaiz 56,
1049; Nesâî, Cenaiz 99; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/89, 96, 128.
[1241] Ebu Dâvud, Cenaiz 70-72, 3225, 3226; Tirmizî, Cenaiz
58, 1052; Nesâî, Cenaiz 96, 97; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/295, 339.
[1242] Ebu Dâvud, Cenaiz 71-73, 3228; Nesâî, Cenaiz 105; İbn
Mâcc, Cenaiz 45, 1566; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/311, 444, 528.
[1243] Ebu Dâvud, Cenaiz 71-73, 3229; Tirmizî,
Cenaiz 57, 1050, 1051;
Nesâî, Kıble 11; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/135.
[1244] Ebu Dâvud. Cenaiz 49-50, 3189; Tirmizî, Cenaiz 44,
1036; Nesâî, Cenaiz 70; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/79, 133, 169.
[1245] Nesâî, Cenaiz 103; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/180.
[1246] Nesâî, Cenaiz 103; İbn Mâce, Cenaiz 36 1547.
[1247] Ebu Dâvud, Cenaiz 75-77, 3234; Nesâî, Cenaiz 101; İbn
Mâce, Cenaiz 47, 1569, 48, 1572.
[1248] Ebu Dâvud, Eşribe 7, 3698; Nesâî, Cenâiz 100, bahaya
36.
[1249] Müslim, Cenâiz 106, Edahi 37; Ebû Dâvûd, Eşribe 7;
Tirmİzî, Cenâiz 7; Nesâî, Cenâiz 100, Dahaya 39, Eşribe 40; İbn Mâce, Cenâiz
47; Ahmed b. Hanbel, 145, 452, III, 38, 63, ,66, 237, 250, V, 350, 355-357,
359, 361.
[1250] Buhârî Hudud, 31; Müslim, Cihad 49, Edahi 28-29; Ebu
Dâvud, Dahaya 9-10, İmare 19; Muvatta; Dahaya 7; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/56,
6/51, Nübeyşe hadisi İbn Mâce, Edahi 16; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/76.
[1251] Nesâî, Cenaiz 68.
[1252] B.k.z: Ahmed Davudoğlu, Sahİh-i Müslim Tercüme ve
Şerhi, Sönmez Yayınlan, İstanbul 1973, 1/424-426.