4- BİD'ATÇİLERİN İSTİDLAL KAYNAKLARI2

Fasıl3

Fasıl6

Fasıl9

Fasıl10

Fasıl14

Fasıl15

Fasıl17

Fasıl20

Fasıl20

Fasıl23


4- BİD'ATÇİLERİN İSTİDLAL KAYNAKLARI

 

Sünnete dahil olduğunu ve ehl-i sünnetten olduğunu iddia edip de sünnetin dışına çıkan herkesin kendi görüşlerini mutlaka birtakım delillerle ispat etme yükümlülükleri vardır. Aksi takdirde ortaya attıkları iddialarında yalancı durumuna düşerler. Bu ümmete mensup her bid'atçi de kendisinin sünnete bağlı olduğunu, muhalif olduğu fırkaların ise sünnete bağlı olmadıklarını iddia eder, fakat işlediği bid'atın sünnete benzeyip benzemediğine dönüp bakmaz. Zaten baktığı zaman Arapçayı, Şeriatın külli kaidelerini ve maksat­larını bilen ehil kimselerin yaptığı gibi onun sünnete uygunluğunu ispat etmesi gerekir. Nitekim ilk selef böyle yapıyordu. Ancak bu bid'atçiler -daha sonra açıklanacağı gibi- genel olarak delilleri inceleyip görüşlerini ispatlayacak seviyede değildirler. Veya Arapçayı ve (Şeriat) ilmini maksatlarıyle birlikte yeterince bilmemektedirler. Veya şer'i hükümlerin istinbatı yönünden usûl kaidelerini yeterince bilmemektedirler. Ya da her ikisinin de (Arapçanm ve usûl ilminin) câhilidirler. Doğrusu onların delillerinin kaynakları her iki yönden de önceki araştırmacıların kaynaklarından farklıdır.

Bu durum sabit olduğuna göre sakınılması ve korunulması için bu kaynaklara dikkat çekilmesinde zaruret vardır. Bu konuda bizim söyleyeceklerimiz şunlardır:

Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:

"Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki inüteşabih âyetlerin peşine düşerler." Bu âyet iki gruba işaret, eder. Bunlar doğru yolda yürümenin ve yanlış yolda yürümenin esasını teşkil ederler. Bunlardan birisi ilimde yeterli seviyeye gelmiş kişilerdir. Ve bu kişiler şeriat ilminde de ayaklarını sağlam yere basarlar. İlimde yeterli seviyeye ulaşmak ancak yukarıda sözü edilen ilimleri tahsil etmekle mümkün olduğuna göre beşeri takat ölçüsünde bu ilimlerin mutlaka birlikte öğrenilmesinde zaruret vardır. İşte o zaman böyle bir kimseye ilimde rüsûh sahihi/yeterli seviyeye gelmiş kişi denilir. Ayet-i kerime böyle kimselerin övülmesini gerekli kılmaktadır. O halde bunlar hidayete ve istinbata ehil kimselerdir.

Ayet-i kerime müteşabihlerin peşinden sadece kalplerinde eğrilik olan kimselerin gittiğini söylediğine göre bu, ilimde yeterli seviyeye ulaşanların müteşabihlerin peşinden gitmeyeceklerine de delâlet eder. O halde onlar sadece muhkemlere uyarlar. Muhkemler de kitabın anasıdır ve büyük bir bölümüdür.

Şeriatın büyük bir kısmının şahitlik ettiği her delil sahihtir. Bunun dışındakiler fasittir/geçerli değildir. O halde sahih ile fasit arasında deliller içinde kendisine istinad edilecek başka bir vasıta yoktur. Çünkü üçüncü bir delil daha olsaydı âyet buna da işaret ederdi.

Sonra müteşabihlerin peşinden gidiyor olmak sadece kalplerinde eğrilik olanlara ait bir özellik olduğuna göre bundan da anlaşılıyor ki ilimde yeterli seviyeye gelenler müteşabihlerin peşinden gitmezler. Şayet müteşabihleri tevil ederlerse onları muhkeme hamletmek mümkün olduğu için kurallar gereği muhkeme reddederler. Bunlar hakiki değil izâfı/göreceli müteşabihlerdir. Ayet'i kerime ilimde yeterli seviyeye gelmiş olanların böyle yaptıklarına dâir bir işarette bulunmuyor. Onlara göre bu tür müteşabihler kitabın anası olan muhkemlere gönderilirler Şayet hakiki müteşabih olduklarından dolayı tevil etmezlerse "Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır." diyerek teslim olurlar. İşte onlar akl-ı selim sahihi kimselerdir.

Ayet-i kerimede ayrıca kalblerinde eğrilik olanların fitne çıkarmak için müteşabibin peşinden koştukları zikredilmektedir. Onlar bununla fitne elde etmek için neva ve heveslerinin peşinden giderler. O halde onlar heva ve heves, delilin hükmü altına girsin diye delile basiretli bir bakışla bakmazlar, bilakis bevâ ve hevese göre hükmeden kimsenin bakışıyla bakarlar. Sonra da delili nefsani arzularının şahidi olarak kullanırlar. Âyet-i kerime ilimde yeterli seviyeye ulaşanlar için böyle bir durumdan söz etmiyor. O halde onlar müteşabihe karşı konumlarında kalblerinde eğrilik olanların zıddıdırlar, müteşabih hakkında herhangi bir ahkam kesmezler ve teslim olmaktan başka bir tavır da sergilemezler. Bu, delillerden hakkı talep eden kimseye ait bir manadır. Delillerin içerisinden hevasını doğrulayacak şeylerin peşinde olan kimse bu manaya dahil değildir.

İkinci grup"ilimde yeterli seviyeye ulaşmayan kimselerdir. Bunlar kalplerinde eğrilik olan kişilerdir. Ayet-i kerimeden onların iki vasfının olduğu anlaşılmaktadır. Bu iki vasıftan birisine âyetin ibaresi işaret etmektedir ki bu, kalplerindeki eğrilik vasfıdır. Çünkü âyet; "Kalplerinde eğrilik olanlar" demektedir. Ayette geçen ve bizim eğrilik diye terceme ettiğimiz "zeyğ" kelimesi sırât-ı müstakimden sapmak demektir ki bu da onlar için bir kötülemedir.

İkinci vasfa ise taksimin verdiği anlam işaret etmektedir. Onların ikinci vasfı ilimde yeterli seviyede bulunmamalarıdır. İlimde yeterli seviyede olmayan herkesin cehalete eğilimi vardır. Cehalete olan bu eğilim ise  kalplerindeki eğriliğin/doğru yoldan sapmanın sebebidir. Çünkü bazı şeylerdeki cahilliği sebebiyle istinbatın yolunu yöntemini bilmeyen kimsenin ne muhkem delillere, ne de müteşabih delillere uyması caiz değildir. Şayet böyle bir kişinin muhkeme uyduğunu farz etsek bile onun muhkeme uymasının da bir yararı yoktur. Çünkü onun geçersiz bir tâbi oluşla tâbi olması veya müteşa­bihe tâbi olur gibi tâbi olması ihtimali vardır. Muhkeme uyduğunda durum bu olunca, müteşabihe uyduğu zaman ne olacağını düşüne­biliyor musun?

Sonra onun müteşabihe uyması -fitne peşinde koşmak için değil de sadece doğruyu arayıp bulmak için bile olsa- kesinlikle onu maksadına ulaştırmayacaktır. Bir de fitne çıkarmak maksadıyle müteşabihe uymuş olsa durumun ne olacağını artık sen düşün. Câhil kişi fitne çıkarmak maksadıyle muhkeme uyduğu zaman da durum böyledir. Çoğu zaman câhillerin kendi menfaatleri için sahih ve fasit delillerden sadece herhangi birisi üzerinde düşünüp, kendi görüşünü destekleyen veya karşı çıkan diğer deliller üzerinde düşünmeyi bir kenara atarak delilleri kullandığını görürsün.

İlim iddiasında bulunan pek çok kişi de bu yolu meslek edinmiştir. Bazan onlar buna göre fetva verirler ve maksatlarına uygun olduğu zaman o fetvaya göre amel ederler. Veya fetvada arız olan bir maksattan dolayı ondan yüz çevirirler. Meselâ şeriatın yoluna göre değil de "men azze bezze"[1] mantığına göre imamın (devlet başkanının) orduya elde ettiği ganimetin tamanını vermesini caiz görmek bunun bir örneğidir. Buna cevaz veren kişi bazı âlimlerden nakledilen- "Seriyyenin (bir askeri birliğin) elde ettiği ganimetin tamamını o seriyyeye vermek caizdir." sözüne dayanır. Sonra bunu -ki bu kişi Mâliki mezhebine mensuptur- İmam Mâlik'e nisbet eder. İmam Mâlik kendisinden rivayet edilen bir sözde şöyle demiştir:

İmamın (devlet başkanının) verdiği ganimet caizdir. Adam bu sözü alır ve bir imam orduya ganimetin tamamını dağıtabilir diye fetva verir. Bu adam bu fetvayı verirken, seriyyenin (yani müfreze birliğinin) ordunun bir parçası olduğunu, düşmana saldırmak için düşman ülkesine giren, sonra orduya geri dönen bir birlik olduğunu ve ordunun kendisi olmadığını hiç düşünmez. İmam Malik'in de, ganimetin beşte biri çıktıktan sonra gazilere dağıtacağı görüşünde olduğunu da düşünmez. Bu konuda Malik'ten benim bildiğim farklı bir şey gelmemiştir. Sahabeden de farklı görüşte olan kimse yoktur. İmamın ganimetten vereceği pay da caizdir. Çünkü o içtihada bırakılmıştır.

İçerisine öncelikle heva ve hevesin girdiği her meselede durum böyledir. Sonra o mesele için sürekli olarak âlimlerin sözlerinden veya şer'i delillerden ve Arapların sözlerinden bir çıkış yolu arar. Maksadı kendisine geniş bir tasarruf alanı oluşturmaktır. Halbuki bu mesele ile ilgili pek çok ihtimal vardır. Fakat ilimde rüsuh sahibi olanlar (yani yeterli ilmi seviyeye ulaşanlar) bu konuda söylenmiş olan şeylerin ne anlama geldiğir) başından sonuna kadar bütün teferruatı ve karineleriyle birlikte bilirler. Onları başından sonuna kadar dikkate almayıp sadece üzerine istinat ettiği şeye itibar eden kimse, anlayışında hataya düşer. Şer'î ibarenin sağından solundan deliller devşirip bir kısmını görmezlikten gelen kimsenin yaptığı iş budur. Böylekimseler her an için yanılabilirler. Halbuki yeterli ilmi seviyesi olanların durumu böyle değildir. Bu ancak kendi iddiasına bir çıkış bulmakta acele eden kimselerin halidir.

Söz konusu âyetten anlaşılıyor ki, sapıklık, köklü ilim sahip­lerinin yolu üzere cereyan etmez. Böyle olduğunda ittifaka bile ihtiyaç yoktur. Köklü ilim sahibi olan kişi de kasıtlı olarak sapıklığa asla düşmez.[2]

 

Fasıl

 

Bu durum sabit olduğuna göre ondan başka bir manaya geçeriz ve şöyle deriz:

İlimde yeterli seviyeye ulaşmış olan kişilerin hakka tâbi olmakta tuttukları bir yol vardır. Haktan sapanlar ise onların tuttuğu yoldan başka bir yolun üzerindedirler. Bu sebeple onların tuttuğu yolun, o yoldan sakınmamız için açıklanmasına ihtiyacımız vardır. İlim sahiplerinin tuttuğu yolu bizim de tutmamız için onların yolunun da açıklanmasına ihtiyacımız vardır. Usûlü fıkıh âlimleri, ilim sahiple­rinin izlediği yolu açıkladılar ve o konuda söyleyeceklerini geniş tuttular. Haktan sapanların izledikleri yol hakkında ise fazla konuşmadılar. Onların kaynaklarım ve dayanaklarım tek tek saymak imkanı var mıdır, yok mudur? Bunun için biz onlarla ilgili başka bir ayet-i kerimeye baktık. O da şu âyettir:

"Şüphesiz bu, benîm dosdoğru yolumdur. Başka yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır."[3] Âyet,-i kerime hak yolun tek olduğunu, bâtılın ise bir değil, birden fazla yolunun bulunduğunu ifade etmek­tedir. Bâtıla ait yolları herhangi bir sayı ile sınırlamak mümkün değildir. Bu âyeti tefsir eden bir hadiste de buna işaret edilmektedir. Söz konusu hadisi İbn Mes'ud (r.a) şöyle nakletmektedir:

Rasulullah (s.a) bizim önümüze bir çizgi çizdi ve: "İşte Allah'ın doğru yolu budur." buyurdu.

Sonra bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler çizdi ve şöyle buyurdu:

"Bunlar da başka yollardır. Bu yollardan her birinin üzerinde kendisine davet eden bir şeytan vardır."

Hz. Peygamber (s.a) daha sonra bu âyeti okudu. Bu hadiste sayı ile sınırlı olmayan müteaddit çizgilerin olduğu ifade edilmektedir. O halde bizim bunları ne naklî yönden, ne aklî yönden, ne de istikra yönünden sınırlandırmamız ve saymamız mümkün değildir.

Aklî yönden sınırlandıramayız, çünkü akıl onların herhangi bir sayıyla sımrlandınlmalarını gerektirmiyor. Görmüyor musun, sapıklık cehalete dayanır. Cehaletin ise sayılamayacak kadar çok çeşidi vardır. Bunları saymaya çalışmak faydasız bir çabadan başka bir şey değildir.

istikra/tümevarım yönünden de batıl yolları saymamızın bir yararı yoktur. Çünkü bid'atleri çıktığı zamandan itibaren incelediği­mizde, günler geçtikçe bunların çoğaldığını görürüz. Günümüze gelinceye kadar her dönemde mutlaka yeni yeni acaip istinbat, şekilleri (bid'at çıkarma yöntemleri) ortaya çıkmıştır.

Hal böyle olunca bizden sonra da bizden öncekilerde görmediğimiz istidlallerin (bid'at çıkarma yöntemlerinin), özellikle cehaletin çokluğu ve ilmin azlığında, araştırmacıların içtihat derecesinden uzaklaşmalarında ortaya çıkması mümkündür. O halde bu yönden de bâtıl yolları sınırlandırmak mümkün değildir. Bâtıl yollar, hak yola muhalefetten kaynaklanır da denilemez. Çünkü hakka muhalefetin de sayılamayacak kadar çeşitli şekli vardır.

Meselenin bu yönünü araştırmanın çok zor olduğu artık belli olmuştur. Fakat biz burada bazı genel ölçüler yereceğiz. Bu ölçülerle bid'atçilerin (veya bâtıl yoldan gidenlerin) nasıl bir yöntem kullandıklarını tesbit edebiliriz.

Bunlardan birisi şudur Onlar zayıf, çürük ve hadiscilerin üzerlerine bir şeyin bina edilmesini kabul etmedikleri uydurma hadislere dayanırlar. Meselâ, âşûra günü sürme çekmek, beyaz horoz ikram etmek, niyetle patlıcan yemek gibi bid'atlerin dayandırıldığı hadisler ve Hz. Peygamber'in (s.a) semâ esnasında vecde gelip kendinden geçtiği, hatta omuzlarından ridâsınm düştüğü rivayeti böyledir.[4] Bu ve benzeri hadisleri -malum olduğu üzere- câhil ve ilmi yanlış nakleden kimseler kullanırlar. İlim ve tarikat yolunda kendilerine güven duyulan hiç kimsenin bu tür hadislerle amel ettikleri nakledilmemişler.

Muhaddisler nazarında sahih hadislere dahil oldukları için bâzı âlimler hasen hadisleri de kullanmışlardır. Çünkü onların senedinde ittifakla cerhedilen ve kusurlu bulunan kimseler yoktur. Mürsel hadisi kullananlar da sadece onların sahih olanlara dahil olması durumunda kullanmışlardır. (Yani sahabe mürselini kullanmışlar­dır.) Sahabe mürselinde senedde zikredilmeyen sahabi, zikredilen sahabi gibidir, onun gibi adalet ve zapt sahibidir. Bunların dışında­kiler hadis âlimleri tarafından kesinlikle delil olarak kabul edilmemişlerdir.[5]

Şayet, müslümanlar karşılarına çıkan herkesin her söylediğini hadis diye alıp onları hüccet olarak kullanmış olsalardı cerh ve ta'dil ilmini ortaya koymalarının bir anlamı olmazdı. Halbuki onlar bu konuda icma etmişlerdir. Eğer öyle olsaydı, senet peşinde koşmala­rının da bir anlamı olmazdı. Bu sebepledir ki isnad ilmini dinin bir parçası haline getirdiler ve "filan kişi falan kişiden bana nakletti." demekle yetinmediler, bilakis bu isimleri senetlerinde zikretmekle, kendilerinden hadis naklettikleri kişilerin bilinmesini ihüva eden şeyleri de murat ettiler. Tâ ki bilinmeyen, şaibeli veya itham altın­daki kişilerden rivayet yapılmasında sadece rivayetine güvenilen kişilerden hadis nakledilsin. Çünkü meselenin ruhu, şeriate dayan­mamız ve hükümlerde istinat etmemiz için bu hadisin kesin olarak Hz. Peygamber (s.a) tarafından söylendiğine dair galip bir zannın oluşmayıdır.

İsnadı zayıf olan hadislerde onun Hz. Peygamber tarafından söylendiğine dair galip bir zan oluşmaz. Bu sebeple onlara bir hüküm isnadı mümkün değildir. Hal böyle olunca uydurma olduğu bilinen hadislerin durumunu sen düşün.

Evet, genelde zayıf hadise itimada sevk eden âmil, onun peşine takınılan hevadan daha önce ve itimada lâyık olmasıdır. Bu tama­men şeriatın hiçbir esasının hadisle ters düşmeyeceği varsayımına dayanır. Herhangi bir hadis şeriatın herhangi bir esasına ters düştüğü zaman o hadisin alınmaması daha uygundur. Çünkü onun alınması demek şeriatın o esasının yıkımı demektir. Görünürde sahih bile olsa o hadisin alınmaması konusunda icma vardır. O hadi­sin şeriatın esaslarından herhangi birisine ters düşmesi, ravilerden birisinin vehmine/yanılgısına, veya bazı râvilerin unutkanlığına delildir. Şeriatın herhangi bir esasına ters düştüğünde sahih bir hadis bile terk edildiğine göre, sahih olmayan hadisin durumunu da sen düşün.''[6]

Bir İtiraz: Ahmed ibn Hanbel'den rivayet edildiğine göre o, zayıf hadisin kıyastan hayırlı olduğunu söylemiştir. Bu sözün zahiri, sahih olmayan hadisle de amel edilmesi gerektiğini ifade eder. Çünkü o, zayıf hadisi, müslümanlarm cumhurunca amel edilen, hatta selefin üzerinde icma ettiği kıyasa tercih etmiştir. Bu da zayıf hadisin Ahmed ibn Hanbelin nazarında kıyastan üst mertebede olduğunu gösterir.

Bunun cevabı şudur: Bu, bir müetedihin sözüdür. İçtihadı doğru da olabilir yanlış da olabilir. (Bu bir özürdür/zaaftır). Çünkü onun bu konudaki özrü ortadan kaldırabilecek kesin bir delili yoktur. Şayet bu (sözü Ahmed ibn Hanbel'in söylediği) kabul edilirse bunu zahiri anlamının dışında başka bir anlama hamletmek mümkündür. Çünkü onlar (yani müetehitler) isnadı zayıf olan hadisin terki konusunda icma etmişlerdir. O halde Ahmed ibn Hanbel'in sözünü, o bununla senedi hasen olan hadisi ve onunla amel etmeyi kasdetmiştir veya senedi hasen bir hadisle amel etmenin "kıyasla amel etmekten hayırlı olduğunu" kastetmiştir. Şeklinde yorumlamak gerekir, şayet bunu kastettiği kabul edilirse, sanki o bu sözüyle, hadisleri reddedecek ölçüde kıyasa güvenen kimselere karşı çıkmada son derece titizlik göstererek kıyası reddetmiştir. Zâten Ahmed ibn Hanbel'in kıyası reddetme yönünde bir meyli vardı. Bu sebeple şöyle demişti: Biz sürekli rey ehline lanet ederdik, onlar da bize lanet ederlerdi. Nihayet Şâfîi geldi ve aramızdaki bu husûmeti ortadan kaldırdı. Veyahutta Ahmed ibn Hanbel bu sözüyle Kitap, sünnet ve icmadan herhangi bir dayanağı olmayan fasit kıyası kastetti de amel edilmese bile zayıf hadisi bu tür bir kıyasa tercih etti. Aynı şekilde Ahmed ibn Hanbel'in sözü en toleranslı bir şekilde yorumlansa bile bu söz (müctehit) imamların sözlerine karşı çıkmada bir dayanak olarak kullanılamaz. Allah onlardan razı olsun.[7]

Bir İtiraz: Denilse ki: Bütün bunlar sahih derecesine ulaşmayan hadislere itimat eden imamlara da bir reddir. Buna karşı söylenecek söz şudur: Onlar isnadın sıhhatini şart koştukları gibi aynı şekilde teşvik ve korkutmayla ilgili hadislerin naklinde senedin sıhhatine güvenmeyi şart koşmadılar. Şayet onların senetleri de sahih olursa bu daha güzel olur. Ancak teşvik ve korkutma (terğib ve terhib) hadislerinin senedleri sahih olmasa bile bunların naklinde ve kullanılmasında bir sakınca görmediler. İmam Mâlik Muvatta'da, İbn el-Mübarek Rekaik'te, Ahmed ibn Hanbel Rekaik'te ve Süfyan Câmiu'l-Hayr'da böyle yaptı. Bu neviden olan rivayetlerin hepsi teşvik ve korkutma (terğib ve terhib) ile ilgili hadislerdir. O halde onun gibi olana da itimat etmek caizdir. Nafile namazlar, Miraç gecesi, Şabanın onbeşinci gecesi, Recebin ilk Cuma gecesi namazları imam namazı ve hafta namazı ve anne, babaya iyilik için kılınan namaz, Aşûra günü, Receb ayı orucu ve Recep ayının 27. gecesi gibi şeylerin faziletleriyle ilgili sahih olmayan hadislere itimat etmek de caizdir.[8] Çünkü bunların hepsi sâlih ameli teşvik konusunda gelen hadislerdir. Namaz aslında sabit olan bir ibadettir. Oruç ve gece ibadeti de böyledir. Bunların hepsi hususi olarak fazileti nakledilen bir hayırla ilgilidir.

Bu sabit olduğuna göre, faziletli oldukları hadislerde bildirilen her şey teşvik (terğib) babmdandır. Ahkam konusundaki hadislerin aksine bunların senetlerinin sıhhatine hadiscilerin şehadet etmesi gerekmez.

O halde istidlalin bu şekli kalblerinde eğrilik olanların yöntemi değil, ilimde yeterli seviyede olanların yöntemidir. Çünkü ilim sahip­leri ahkam hadisleriyle teşvik ve sakındırma hadislerini birbirinden ayırdılar, ahkam hadislerinde sıhhati şart koştular, teşvik ve sakın­dırma hadislerinde sıhhati şart koşmadılar.

Cevap: Hadis âlimlerinin teşvik ve sakındırmayla ilgili hadisler hakkında sözünü ettikleri müsamahanın bizim meselemizle ilgisi yoktur.[9] Bunun açıklaması şöyledir: Hakkında söz edilen amelin aslı, ya icmali olarak veya tafsili olarak delillendirilmiştir. Veya icmali ve tafsili olarak delillendilerilmemistir. Ya da icmali olarak delillendirilmiştir, fakat tafsili olarak delillendirilmemiştir.

Birincisinin şahinliğinde hiçbir şüphe yoktur. Farz namazlar, revatip sünnetler veya revatip olmayan sünnetler, farz oruçlar veya bilmen şekliyle mendup olan oruçlar gibi. Bunlar nassın belirlediği şekilde herhangi bir ilave ve eksiltme yapmaksızın edâ edildiği zaman -Âşûra orucu, veya Arefe günü, gece nafilelerinden sonra yapılan vitir ve küsûf namazı gibi- bunlar hakkında onların şart koştukları şekilde sahih olan deliller gelmiştir. Dolayısıyle bunların farz, sünnet ve müstehap olduklarına dair hükümler sabit olmuştur/kesinlenmiştir. Bu gibi amelleri teşvik edici veya bunlardan farz olanların terkinden sakındırıcı ve sahih derecesine ulaşmamış, kimsenin kabul etmeyeceği zayıf derecesine veya delil olarak kullanılmaları caiz olmayan mevzu derecesine de düşmemiş hadisler varit olduğu zaman, sahih bir yolla aslı sabit olduktan sonra, bu tür hadislerin zikredilmesinde ve onlarla teşvik ve sakındırma yapıl­masında hiçbir sakınca yoktur.

İkincisinin de sahih olmadığı gayet açıktır. Bu, bid'atin ta kendisidir. Çünkü heva ve heves üzerine bina edilen mücerret reye dayanır. Bu tür olan ameller bid'atlerin en büyüğü ve en çirkinidir. İslamın reddettiği ruhbanlık, günaha girmekten korkan kimselerin iğdiş edilmesi, güneş altında ayakta durarak ibadet edilmesi veya hiç kimseyle konuşmaksızm susmak gibi. Buna benzer şeylere teşvik etmek doğru değildir. Çünkü şeriatte böyle şeyler yoktur. Benzeri şeyleri teşvik edici, muhalefetinden sakındırıcı delil de yoktur.

Üçüncüsü: Bir ibadet bütünlüğü içinde aslı sabit olduğu zaman o yönüyle birincisi gibi algılanır ve bu yüzden tek tek herbiri hakkında sahih şartı aranmaksızın nakil yapılması (sahih olmayan hadisler rivayet edilmesi) toleransla karşılanır. Meselâ mutlak manada nafile namaz kılmak meşrudur. Dolayısıyle Şabanın 15. geceyi namaz kılmayı teşvik edici hadisler geldiği zaman, nafile namaz hakkında aslında varolan teşvik bu hadisleri destekler. Aynı şekilde oruç tutmak esasen sabit olduğuna göre Recebin yirmi yedisinde tutulan oruç da sabit olur/meşru olur. Bunun benzeri başka örnekler de vardır. Mesele onların zannettiği gibi değildir. Çünkü asıl, icmali olarak sabit olduğu zaman, tafsili olarak ispatı gerekmez. Genel manada namaz sabit olunca ayrıca özel olarak öğlen, ikindi veya vitir veya başka bir namazı naslarla ispat etme zorunluluğu yoktur. Aynı şekilde genel olarak oruç sabit olduğu zaman, ayrıca Ramazan, Aşura, Şaban veya başka bir orucun sahih bir delille ayrı ayrı ispat edilmesinde zorunluluk yoktur. Sahih bir delille sabit olan bu özel amele nisbetle teşvik ve sakındırma hadislerinin durumu bundan sonra incelenir.

Sualde zikredilen konuda buna dair herhangi bir şey yoktur. Çünkü genel olarak gece ve gündüz kılınan nafile namazlarla, Şabanın 15. gecesi şu kadar rekat namaz kılmak ve her rekatta şu şu sûreleri şu miktarda okumak arasında bir bağımlılık yoktur. (Yani genel olarak gece ve gündüzleri nafile namaz kılmak meşrudur ama bunları belli günlere ve miktarlara tahsis etmenin meşruiyet temeli yoktur.) Filan ayın filan gününde oruç tutmak da böyledir. Hal böyle olunca özellikle bu ibadetler bir gaye haline getirilemezler. Nafile namaz ve nafile oruçların bu günlere tahsisini gerektirecek kesin şer'î bir delil yoktur.

Hakkında özel olarak şer'î bir hükmü bulunduran herhangi bir ibadeti belli bir günde veya zamanda yapmayı tercih etmek buna delildir. Nitekim mesela aşure günü veya arefe günü veya Şaban ayında oruç tutmanın genel olarak diğer günlerde nafile oruç tutmaya üstünlüğü vardır. Çünkü bu günlerde oruç tutmanın genel olarak diğer günlerde oruç tutmaktan daha faziletli olduğu sabit olmuştur. Bu fazilet, hükümlerde diğerlerinden -meselâ nafile namazın mutlak meşruluğundan anlaşılmayacak- daha üstün bir mertebeyi gerektirir. Çünkü bir amelin genel olarak meşruluğu, o amel işlendiği zaman on katı sevaptan yediyüz kata kadar sevabı gerektirir. Aşure günü oruç tutmak ise kendisinden önceki bir senelik günahlara keffarettir. Bu da mutlak/genel meşruluğa ilave bir durumdur. Sonuçta bu onun için mertebece bir üstünlüğü ifede eder. Bu da hükme râcidir. (yani söz konusu günde oruç tutmanın daha faziletli olduğuna hükmolunur.)

O halde bu özel teşvik, özel bir mendup çeşidinde (farklı) bir mertebeyi gerekli kılar. (Bu bir hükümdür.) Onların   (müctehit imamların)- "Hükümler ancak sahih bir yoldan sabit olurlar." sözlerinden dolayı bir hükmün ispatının mutlaka sahih hadislere dayandırılması gerekir. Sahih olmayan hadislerle ispat edilmeye çalışılan bid'atlerde, meşru olan bir şeye herhangi bir zamanla veya sayıyla ya da keyfiyetle sınırlama getirmek gibi mutlaka bir ilave vardır. Dolayısıyle bu ilavelerin hükümlerinin de sahih olmayan yollarla sabit olması gerekir. Bu ise âlimlerin tesis ettikleri şeye (onların metoduna) aykırıdır.

Onlar hükümlerle sadece vâciplik veya haramlık hükümlerini kastederler de denilemez. Çünkü o zaman da biz deriz ki: Böyle bir şeyi söylemek delilsiz olarak kafadan hüküm vermektir. Bilakis hükümler beş kısımdır. Nitekim vâciplik hükmü de ancak sahih bir delille sabit olur. Hüküm sabit olduğu zaman teşvik ve sakındırma hadislerinde bu hükmün sübutunda müsamaha gösterilir demen artık gerekmez. Bütün değerlendirmelere göre, teşvik edilen her şeyin hükmü ve meşru olan şeyler içerisindeki mertebesi şayet sahih bir yolla sabit olmuşsa artık onun sahih olmayan bir yolla teşvik edilmesi bağışlanabilir. Bu hüküm ve mertebe ancak teşvik hadisi ile sabit olmuşsa o hadisin de mutlaka sahih olması şarttır. Aksi takdirde ilimde yeterli seviyeye gelmiş kimselerin içinde oldukları kabul edilen topluluğun yolundan çıkmış ölür. Kendilerine fıkıhçı denilen ve havas mertebesinde oldukları iddiasıyle avamdan ayrılan kimselerden bir grup burada yanılgıya düşmüşlerdir. Bu yanılgının temeli her iki konuda da hadiscilerin söylediklerinin anlaşılmamasına dayanır. Başarı Allah'tandır.[10]

 

Fasıl

 

Bid'atçilerin kullandıkları yöntemlerden birisi de yukarıdakinin zıddı olup o da onların maksatlarına ve mezheplerine uygun düşmeyen hadisleri reddetmeleri, onların akla aykırı ve delilin gereğine uygun olmadığını ve reddedilmeleri gerektiğini iddia etmeleridir. Meselâ kabir azabını, sıratı, mizanı ve âhirette Allah Teala'nın görülmesini inkar edenler bu yöntemi izlerler. Karasinek ve onun öldürülmesiyle ilgili hadisi reddedenler de böyledir. Söz konusu hadise göre sineğin kanatlarından birisinde hastalık/yani mikrop, diğerinde şifa/yani panzehir vardır, sinek kendisini korumak için önce hastalık/mikrop taşıyan kanadını yiyeceğe batırır. Onlar bu yöntemle, kardeşinin karnı ağrıyan kişiye Hz. Peygamberin ona bal şerbeti içirmesini tavsiye etmesini de reddederler. Onlar adaletli kişilerin naklettiği buna benzer pek çok sahih hadisi bu yöntemle reddederler.[11]

Onlar bazan râviler içinde -Allah korusun- sahabileri, tabiileri ve hadis imamlarının adaletlerinde ve imametlerinde ittifak ettikleri kimseleri bile kötülerler. Bütün bunları kendi mezheplerine muhalif olanları reddetmek için yaparlar. Bazan onların fetvalarını reddederler ve halk sünnetin ve ehl-i sünnetin peşinden gitmesin diye halkın duyacağı şekilde bu fetvaları kötülerler. Nitekim Ebu Bekir ibn Muhammed'in şöyle dediği rivayet edildi: Amr ibn Ubeyd dedi ki:

Hırsızı sultandan başkası affedemez. Bunun üzerine ben ona (hırkasını çalan hırsızı affetmek isteyen) Safvan ibn Umeyye'ye Rasulullah'ın (s.a) şöyle dediğini naklettim:

"Bunu bana hırsızı getirmeden önce yapsaydın olmaz mıydı?" Ben böyle deyince Amr ibn Ubeyd dedi ki:

Hz. Peygamber'in (s.a) böyle dediğine dair Allah'a yemin eder misin? Ben de ona dedim ki:

Bunu Rasulullah'ın (s.a) söylemediğine de sen Allah'a yemin eder misin? O hadisi ben İbn Avn'a da okumuştum. İbn Avn'ın etrafındaki halka büyüyünce dedi ki:

Ey Ebû Bekir, o hadisi bir daha oku.

Onlar sırat, mizan ve havzın sabit olduğunu söylemenin akla aykırı bir söz olduğunu iddia ederler. Bunlardan birisine şöyle bir soru soruldu:

Âhirette Allah Teala'nın görüleceğini söyleyen bir kimse tekfir edilir mi? O bu soruya şöyle cevap verdi:

Tekfir edilmez. Çünkü O, akla uygun olmayan bir şey söylemiş oldu. Akla aykırı bir şeyi söyleyen kişi kâfir değildir.[12]

Bir cemaat de âhad haberleri tümden redderler[13] ve Kur'an'ı anlamada sadece akıllarının münasip gördüğüyle yetinirler. Hatta şu âyet,-i kerimeyle (akıllarınca yorumlayıp) içkiyi bile mubah görürler:

"İnananlara ve yararlı işler yapanlara tattıklarından dolayı bir günah yoktur."[14]

Bunlar ve benzerleri hakkında Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur:

"Sakın ola sizden birinizi koltuğuna kurulmuş (şöyle bir tavır sergilerken) görmeyeyim:

Ona emrettiğim ya da yasakladığım şeylerden bir şey gelir de şöyle der:

Bilmiyorum (böyle bir şey yok) Biz Allah'ın kitabında bulduğumuz şeye uyarız."

Bu, bir yasağı ihtiva eden ağır bir tehdittir. Sünneti red suçunu işleyen kimseler de bu tehdide dahildir.

Bu hadisleri aklın verdiği hükümlerle reddettikleri için onların sözleri husün ve kubühun (yani iyi ve kötünün) sadece akılla biline­bileceği prensibine dayanır. Bu konu usûl ilminde anlatılan bir konudur. İnşaallah bununla ilgili açıklama daha sonra gelecektir.Amr ibn en-Nadr dedi ki:

Bir gün ben de yanındayken Amr ibn Ubeyd'e bir şey soruldu. O da buna cevap verdi. Ben dedim ki:

Bizim arkadaşlarımız böyle söylemiyorlar. Dedi ki:

Senin arkadaşların da kim, babasız kalasıca? Dedim ki:

Eyyup, Yunus, İbn Avn ve et-Teymi'dir. Dedi ki:

Onlar diri olmayan ölüler sürüsünün pislikleridirler. İbn Aliyye[15] dedi ki:

Bana el'Yesea anlattı ve şöyle dedi:

Vâsıl ibn Ata[16] bir gün konuştu ve şöyle dedi: Amr ibn Ubeyd dedi ki:

Duymuyor musunuz? Dinlediğiniz esnada Hasan ve İbn Şirin'in sözü atılmış hayız bezinden başka bir şey değildir, (yani onların sözlerinin hayız bezinden fazla değeri yoktur)

Vâsıl ibn Ata mutezile fikrini ilk defa ortaya atan kişidir. Amr ibn Ubeyd de onunla birlikte o görüşü benimsemiştir ve ona hayran olmuştur. Bu sebeple kız kardeşini onunla evlendirmiştir. Kız kardeşine şöyle demişti:

Seni öyle bir adamla evlendirdim ki ona ancak halife olmak yakışır. Sonra bu adamlar haddi tecavüz ettiler ve kötü fikirleri sebebiyle imâ yollu veya açık bir şekilde Kur’anı reddecek noktaya geldiler.

Amr ibn Ali[17] güvendiği bir kişiden dinlediği bir olayı şöyle anlatır: O kişi şöyle demişti:

Ben Amr ibn Ubeyd'in yanında bulunuyordum. O da Osman et-Tavil'in dükkanın­da oturuyordu. Ona bir adam geldi ve dedi ki:

Ey Ebû Osman! (Amr ibn Ubeyd'in künyesidir) Şu âyet hakkında Hasan el-Basri'den neyi söylediğini duydun "Evlerinizde kalmış olsaydınız bile, öldürülmesi takdir edilmiş olanlar, öldürülüp düşecekleri yerlere kendiliklerin­den çıkıp giderlerdi."[18] Amr ibn Ubeyd dedi ki:

Hasanın görüşünü sana haber vermemi istiyorsun öyle mi? Adam dedi ki:

Hayır, ben sadece Hasan'dan bu konuda ne duyduğunu söylemeni istiyorum. Amr ibn Ubeyd dedi ki:

Hasan'ın şöyle dediğini duydum: Allah Teala bir kavmin öldürülmesini takdir etmişse mutlaka öldürülürler. Allah bir kavmin toprak altında kalmasını takdir etmişse, mutlaka o şekilde ölürler. Allah Teala bir kavmin suda boğulmasını takdir etmişse mutlaka suda boğularak ölürler. Allah bir kavmin ateşte yanmasını takdir etmişse, mutlaka yanarak ölürler. Osman et-Tavil dedi ki:

Ya Ebâ Osman! Bu bizim sözümüz değildir. Amr ibn Ubeyd dedi ki:

Ben sana Hasan'ın görüşünü haber vermek istediğimi söyledim. Zâten ben Hasan'ı yalanlıyorum.

el-Esrem[19] Ahmed ibn Hanbel'den nakletti; Ahmed ibn Hanbel dedi ki: Bize Muaz anlattı ve şöyle dedi:

Amr ibn Ubeyd'in yanında idim. Ona Osman ibn Fülan geldi ve dedi ki:

Ey Ebû Osman! Vallahi ben küfür olan bir söz işittim.

Amr ibn Ubeyd dedi ki:

Dur bakalım, nedir o? Hemen küfür diye acele etme. Osman ibn Fülan dedi ki:

Hâşim el-Evkas "Ebû Leheb'in iki eli kurusun"[20] âyeti ve "Tek olarak yaratıp kendisine geniş servet verdiğimiz kişiyi bana bırak"[21] âyetinin Ana Kitap'ta olmadığını iddia ediyor.

Halbuki Allah Teala şöyle buyuruyor:

"Apaçık Kitab'a andolsun ki biz, anlayıp düşünme­niz için onu Arapça bir Kur'an kıldık. O, katımızda bulunan Ana Kitap'ta  (Levh-i Mahfuzda)  mevcut, yüce ve hikmet dolu bir kitaptır."[22]

Bu iddayı ileri sürmek küfürden başka bir şey değildir. Amr ibn Ubeyd bir müddet sustu sonra konuştu ve şöyle dedi:

Vallahi, şayet durum senin dediğin gibi olsaydı Ebû Leheb'i kötüleyen kimse olmazdı, o zaman bir tek kişi bile kınanamazdı. O mecliste bulunan dedi ki:

Vallahi din dediğin, işte budur. Muaz bu rivayetin sonunda der ki:

Ben bunu Veki'e[23] anlattım. O dedi ki:

Bunu söyleyen kişinin tevbe etmesi istenir. Tevbe ederse ne âlâ.... Tevbe etmezse boynu vurulur.

Bunun bir benzeri de önemli bazı hadis imamlarından rivayet edilmiştir. Ali ibn el'Medînî[24] el-Müemmel'den[25] o da el-Hasen ibn Vehb el'Cumehi'den rivayet etti. O şöyle dedi.

Kendisiyle aramızda yakın bir ilişki bulunan filan kişi ailesiyle birlikte Bi'r-i Meymun denilen yere gitmişti. Benim de oraya gelmem için bana haber gönderdi. Akşam geç saatlerde ona geldim ve geceyi yanında geçirdim. Râvi der ki:

O bir çadırda idi, ben de başka bir çadırda idim. Bütün gece sanki bir arı vızıltısı gibi onun sesini dinledim. Sabah olunca kahvaltısını getirdi ve birlikte kahvaltı yaptık. Bana aramızdaki kardeşlikten ve hakikatten söz etti ve bana dedi ki:

Seni ben güzel bir düşünceye davet edeceğim. Bana kader konusunu açtı. Bunun üzerine ben onun yanından kalktım, gittim ve ölünceye kadar onunla bir daha tek kelime konuşmadım. Bir gün tavafta o içerideyken ben yolun dışında durdum ve o dışarda iken ben içeri girdim. Elimden tuttu ve dedi ki:

Ey Ebû Ömer! Daha ne zamana kadar? Daha ne zamana kadar?

Onunla yine konuşmadım. Dedi ki:

Benim suçum ne?

Bir adam "Tebbet yedâ Ebi Leheb" Kur'an'dan değildir derse sen ne dersin? Sen ona ne söylersin? Ellerimi onun elinden çektim (ve uzaklaştım.) Ali ibn el'Medînî der ki:

Müemmel dedi ki:

Ben bunu Süfyan ibn Uyeyne'ye anlattım. Bana dedi ki:

Ben işin tamamen bu noktaya vardığım zannetmiyordum. Ali ibn el-Medînî dedi ki:

Bunu ben de işittim, Ahmed ibn Hanbel de işitti. Dedi ki:

Ben, Süfyan ibn Uyeyne'ye, Mualla et-Tahhan'ın bazı sözlerini anlattım. Süfyan dedi ki:

Bu görüşün sahibinin öldürülmesi için başka neye ihtiyaç var?

Allah'ın Kitabına ve Peygamber'in (s.a) sünnetine karşı göster­dikleri şu küstahlığa bakınız! Bütün bunlar mahza hakikate karşı kendi mezheplerini tercihtir. Onlardan şeriate en saygılı olanı bile şeriat dışına çıkmanın yollarını arar, bu uğurda apaçık delilleri tevil ederek müteşabihlerin peşinden gider. İleride buna temas edilecek­tir. Bunların hepsi de yerüenler sınıfına dahildir.

Bid'atçilerden bir grup da vardır ki bunlar bazan hadisleri; "zan ifade ederler, Kur'an'da da zan kötülenmiştir" diye reddine delil getirirler. Bunun için şu ayetleri ve benzerlerini kullanırlar:

"Onlar ancak zanna ve nefislerin nevasına uyuyorlar."[26]

"Onlar sadece zanna uyuyorlar. Zan ise hiç şünhesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez."[27]

Bu konuda o kadar ileri giderler ki Kur'an-ı Kerim'de haramlığına dair herhangi bir nas olmadığı halde Allah Teala'nın Peygamberinin (s.a) diliyle haram kıldığı şeyleri helâl sayarlar. Bununla sadece akıllarının, uygun gördüğü şeyleri kendileri için tesbit etmeyi gaye edinirler.

Halbuki âyetteki ve hadisteki kastedilen zan onların iddia ettikleri zan değildir. Biz zannın üç yerde bulunduğunu gördük:

Birincisi: Dinin temel esaslanndaki zan. Bu tür bir zannın âlimlere hiçbir faydası yoktur. Çünkü bunun zan sahibi nezdinde zıddına da ihtimali vardır. Dinin füruundaki zan böyle değildir; şeriat ehlince onunla amel edilir. Çünkü onunla amel edileceğine delalet eden delil vardır. O halde fürû ile ilgili olanın dışındaki zan yerilmiştir. Bu doğrudur. Alimler onu burada zikretmişlerdir.

İkincisi: Buradaki zan birbirine zıt iki şeyden birini herhangi bir delil olmaksızın diğerine tercih etmektir. Şüphesiz bu yerilmiştir. Çünkü bu bir kafadan hüküm vermedir. Bu sebeple âyet'i kerimede onun hemen arkasından "nefislerin hevası" zikredilmiştir: "Onlar ancak zanna ve nefislerinin hevâsına uyuyorlar." Sanki onlar sadece önyargılı ve heva ve hevese uygun bir şeye meylediyorlar. Bunun için böyle bir zan yerilmiştir. Her hangi bir delilin desteklediği zan ise böyle değildir. O, genel olarak yerilmemiştir. Çünkü o, hevâya uymanın dışında bir şeydir. Bu sebeple o sabittir/geçerlidir ve dinin füruunda olduğu gibi, onun gibisine nasıl bir amel uygunsa onun gereğiyle de o şekilde amel edilir.

Üçüncüsü: Zan iki kısımdır: Birincisi kafi bir asla dayanan zandır. Bunlar nerede olursa olsun şeriatte kendileriyle amel edilen zanlardır. Çünkü onlar malum bir asla dayanırlar. Bunlar cinsi malum olan şeylerdendir. İkincisi kat'î bir asla dayanmayıp ya asıl olarak bir şey olmayana (yani delil olma değeri taşımayan bir şeye) dayanır ki bu yerilmiştir, ya da kendisi gibi bir zanna dayanır. Eğer bu zan da kafi bir asla dayanırsa birinci gibi olur yani övülür. Veya bu zan da başka bir zanna dayanırsa tekrar ona döneriz; onun mutlaka kati bir asla dayanması gerekir ki böyle olursa övülür. Eğer bu zan, delil olma özelliğini taşımayan bir şeye dayanırsa yerilir. Her türlü takdire göre haberi vâhid'in senedi sahihtir. O, mutlaka şeriatte bir asla istinat eder ve kabulü gerekir. Bundan dolayı mutlak olarak haber-i vahidi kabul ederiz. Nitekim kâfirlerin zanları herhangi bir şeye istinat etmez. Bu sebeple reddedilmeleri ve itibar edilmemeleri gerekir. Bu son cevap bir asıldan alınmıştır. Bunun açıklaması Allah'a hamdolsun ki el-Muvafakat isimli kitapta geçmektedir.

Bazı sapıklar hadislerin reddi konusunda ve hadislerde olan şeylere itimat eden kimselerin görüşlerinin reddi konusunda o kadar aşırı gittiler ki hadislerle amel etmeyi akla aykırı buldular ve hadislerle amel etmeyi savunanları da akılsız/deliler olarak gördüler.

Ebû Bekir ibn el-Arabi, doğuda ru'yeti inkar eden birisiyle[28] karşılaşanlardan naklederek şu olayı anlatır: Ahirette Allah'ın görülmesini (yani ru'yetullahı) inkar eden kişiye şöyle bir soru sorulur:

Allah Teala'nın ahirette görüleceğini savunan kimse tekfir edilir mi, edilmez mi?

O bu soruya şöyle cevap verir:

Hayır! Çünkü o akla uygun olmayan bir şeyi savunmuştur. Akla uygun olmayan bir şeyi savunan kimse tekfir edilmez.

İbn el'Arabi der ki:

Onlara göre bizim mertebemiz işte bu. Hevâ ve hevese uymanın neye yol açtığı konusunda insanlar bundan ibret alsınlar. Allah Teala, lütfuyla bizi bundan korusun.

Bizim zamanımızdaki önemli kişilerden birisi bu meselede yanılmış ve haber-i vâhidlerin tamamının zan olduğunu iddia etmiştir. Bir rivayette şöyle denilir: "Zan kişinin ne kötü binitidir." Başka bir rivayette de şöyle denilir: "Zandan sakının, çünkü zan sözün en yalan olanıdır. Bunlar söz konusu kişinin sözlerinden ve yanılgılarındandır. Allah onu affetsin.[29]

 

Fasıl

 

Bid'atçilerin yöntemlerinden birisi de şudur: Allah ve Rasulü'nün kastettiği şeyi anlamaya yarayan Arapça ilmini bilmedikleri halde Arapça olan Kur'an ve Sünnet hakkında yalan yanlış şeyler uydururlar";[30] kendi bildikleri şeylerle şeriatın aleyhinde bulunur­lar, uydurdukları şeyleri kendilerine din edinirler ve ilimde yeterli seviyede olan kişilere muhalefet ederler. Kendi nefislerine çok güvendikleri ve hiç de öyle olmadıkları halde kendilerini içtihat ve istinbat yapabilecek kişiler olarak gördükleri için böyle bir tavrın içine girerler. Nitekim onlardan birisine[31] âyeti hakkında sorulunca şöyle demiştir:

Buradaki "sır" sarsar, yani geceleyin öten cırcır böceği demektir, der.

Nazzam'dan[32] rivayet edildiğine göre o da şöyle demiştir: 

Kişi Allah'ın ismini anmaksızın îlâ[33] yaparsa îla yapmış sayılmaz. Çünkü îlâ, Allah isminden türemiştir. Bazıları da "Âdem Rabbine başkaldırdı ve yolunu şaşırdı."[34] âyetini tefsir ederken yasaklanmış ağaçtan meyveyi çok fazla yedikleri için Adem'in yolunu şaşırdığını söylerler. Çünkü ayette geçen ve "başkaldırdı, âsi oldu" anlamına gelen  (ğavâ) kelime­sini Arapların, annesinin sütünü çatlayıncaya kadar emen ve hatta bu yüzden bazan hayata veda eden deve yavrusunu anlatmak için kullandıkları (ğave'l-fasilü) tâbirine takılarak yorum­larlar.[35] Halbuki bir insan hakkında bu tâbir kullanılamaz. Bu keli­me âyet-i kerimede, başkaldırmak, âsi olmak anlamına gelen "ğayy" mastarındandır. Bunlar "Andolsun, biz insanlardan ve cinlerden bir çoğunu cehennem için yarattık,"[36] âyetini "Biz insanlardan pek çoğunu cehenneme attık, saçtık, dağıttık" şeklinde yorumlarlar. Sanki onlar âyette "ze-ra-e" kelimesindeki hemzeyi görmezler, bu yüzden Arapların"rüzgar bir şeyi saçtı,dağıttı anlamında kullandıkları" (zerrathü'r-rîhü" tabirinden yola çıkarlar. Halbuki (zerae) "yarattı" " (zerâ) ise "saçtı" "dağıttı" anlamına gelir. Araplar "hayvan sırtındakini attı" anlamında da " (ezrathu d-dabbetü) derler.

İbn Kuteybe'nin anlattığına göre Bişr el-Muraysi arkadaşlarına: "Allah Teala sizin ihtiyaçlarınızı en güzel şekilde karşıladı" anlamında bir söz söylerken Arapça kurallarına aykırı bir cümle kurdu. Orada bulunan topluluğun buna güldüğünü gören Kasım et-Timar güya Bişr'i savunmak için Arapça bir şiir okudu, fakat aynı kural hatasını kendisi de bu şiiri okurken yaptı. Kâsım'ın okuduğu şiir meâlen şöyle idi:

"Süleymi'yi Allah himaye ediyor. O hiçbir şey vermediği halde Allah onu mahrum bırakmadı."

Bişr el-Muraysi akılcıların reisiydi. Kasım et-Timar ise kelamcıların reisiydi.

İbn Kuteybe der ki:

Kasım'ın, Bişr'i savunmak için okuduğu şiirdeki hatası Bişr'in hatasından daha da tuhaftır.

Bunlardan bazıları "Leş, kan ve domuz eti size haram kılındı."[37] âyetinin domuz yağının helâl olduğunun delili olarak ileri sürerler. Bu âyette domuzun sadece eti haram kılınmıştır, başka şeyi haram kılınmamıştır, dolayısıyle bu âyet domuz yağının helal olduğuna delildir, derler. Bazan bazı âlimler de onların söylediklerini kabul ederler ve domuz yağının sadece icmâ ile haram kılındığını zannederler. Halbuki mesele basittir. Lahm yani et kelimesi hakiki anlamıyle yağı ve başka şeyleri de içine alacak şekilde kullanılır. Tâ ki özel ismiyle anıldığı zaman şahm, yani yağ denilir. Nitekim damar, sınır ve deri de böyledir. Şayet onların dedikleri gibi olsaydı damar, sinir, cild, ilik, beyin gibi özel ismi olan şeylerin hiçbirisi domuzda haram olmazdı. Bu ise domuzu tamamen haram olmaktan çıkarırdı.

Hâricilerin "Hüküm ancak Allah'ındır."[38] âyetini delil göstere­rek hakem tayin etmenin gayri meşru olduğunu iddia ederken sinsice bir yol tutuklarını söylemek mümkündür. Çünkü bu âyet-i kerimede hüküm lafzı genel bir anlam ifade edecek şekilde kullanılmıştır. Bu kelimenin özel anlamlı olarak kullanıldığı yerler buna dahil edilemezler. Onlar hepsini aynı kategoride gördükleri için şu âyetlerden yüz çevirmişlerdir:

"Eğer karı-kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin."[39]

"İçinizden adalet sahibi iki kişi buna hükmeder."[40]

Şayet genel anlam ifade eden lafızlarla özel anlam ifade eden lafızların reddedilemeyeceğine dair olan Arapça kuralı araştırarak bilmiş olsalardı özel hükümleri hemen inkara koşmazlardı ve kendi kendilerine: "Acaba bu genel hüküm başka hükümlerle tahsis edilmiş midir?" diye sorarlardı da sonra onu tevil ederlerdi. Bu konuda başka bir şey daha vardır ki yeri gelince o da zikredilecektir. Arap kelamıyle ilgili cehaletin pek çoğu mecaz konusunda ortaya çıkar ki aklı başında olan bir kişi buna razı olmaz. Allah Teala lutf u ihsaniyle bizi cehaletten ve cehaletle amel etmekten korusun.

Buna benzer istidlallerin hiçbir kıymeti yoktur, konuşanların seviyesini düşürür, emsallerine aykırı bir görüş olarak bile kabul edilemez. Bu tür istidlallerle ortaya konulan inanç ve amelle ilgili hükümler bid'atin ta kendisidirler. Çünkü bunlar hevâ ve hevese uyarak Arapça'nın genel-geçer kurallarının dışına çıkmak demektir. Hz. Ömer'den nakledilen şu söz ne kadar doğrudur: Bu Kur'an bir sözdür. Onu yerli yerine koyunuz. Onu hevâ ve hevesinize uydur­mayınız. Yani bu kelama kendi anlamlarını veriniz ve anlamlarının dışına çıkarmayınız. Çünkü Kur'an'ı kendi anlamlarının dışına çıkarmak demek onun doğru olan yolundan çıkıp hevâ ve hevese uymak demektir.

Yine Hz. Ömer'den rivayet edilmiştir:

Ben sizin içinizden sadece iki adamın durumundan korkarım: Kur'an'ı yanlış tevil eden adam ve malı kardeşinden kıskanan adam.

el-Hasen'den (r.a) rivayet edilmiştir.

Ona sorulur:

Dilini ve mantığını düzeltmek için Arapça öğrenen adam hakkında ne dersin?

Şöyle cevap verir:

Evet öğrensin. Çünkü bir adam ki Kur'an'ı okur da yanlış manalara çekerse helak olur.

Yine ondan rivayet edilmiştir:

Kur'an'ı yanlış tevil eden acemler (Arap olmayanlar) sizi helake sürüklediler.[41]

 

Fasıl

 

Bid'atçilerin yöntemlerinden bir diğeri, onların apaçık esaslar­dan ayrılıp, akılların değişik şekillerde anlayabileceği müteşabihlere sapmalarıdır. Müteşabihlerin teviline sarılmak -Allah Teala'nın Kitabında da haber verdiği gibi- Hıristiyanların teslisi savunmalarındaki hallerine bir işarettir. Sözkonusu duruma Allah Teala şöyle işaret etmektedir:

"Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşabih âyetlerin peşine düşerler." Alimler bilirler ki kendisinde bir kapalılık bulunan delil, manası anlaşılıncaya ve ondan neyin kastedildiği ortaya çıkıncaya kadar gerçekte bir delil değildir. Bunda kati bir asıla da aykırılığın olmaması şarttır. Mücmel veya müşterek oluşu, ya da teşbihin zuhuru gibi kafi bir delille çelişmesi sebebiyle manası tam olarak ortaya çıkmazsa o bir delil olamaz. Çünkü delilin hakikati, bizzat kendisinin apaçık olması, başkasına da delâlet etmesi/onu açıklamasıdır. Böyle olmazsa başka bir delile ihtiyaç duyulur. Bir delil kendisinin sahih olmadığına delâlet ederse delil olmaması daha uygundur.

Cüz'i ferlerin, külli asıllara aykırı olması mümkün değildir. Çünkü cüz'i ferler şayet amel etmeyi gerektirmiyorlarsa, tavakkuf mahallindedirler (yani herhangi bir işleme tabi tutulmazlar, delilinin araştırılmasına o anda gerek yoktur.) Şayet ameli gerektirirlerse, doğru olan müracaat etmektir. Asıllar, cüziyyatı da içine alır, külliyatı da içine alır. Kim asla dönmezse/delile müracaat etmezse haddi aşmış olur ve yerilme hükmüne dahil olur. Çünkü şüpheli şeylere tâbi olan kişi verilmiştir. O halde mütaşabihlere delil olarak nasıl güvenilir? Veya onların üzerine bir hüküm nasıl bina edilebilir? Müteşabihler gerçekte bir delil olmadığına göre, onların peşinden gitmeyi bid'at olarak kabul etmek hakdır/doğrudur.

Bunun İslam ümmeti içindeki örneği -her türlü noksanlıktan münezzeh olan- Rab Teala'mn göz, el, ayak ve yüz gibi organlarının varlığını ve O'na cihet/yön isnadını kabul eden Zâhiriyye mezhe­bidir.[42]

Bunun örneklerinden bir diğeri bir cemaatin müteşabihe tutunarak Kur'an'ın mahluk olduğunu iddia etmesidir. Onlar müteşabihe iki yönden tutunurlar: İddialarınca hem akli hem de nakli delileri vardır. .

Akli delilleri şudur: Kelam sıfatı da diğer sıfatlar cümlesindendir. Allah Teala'nın zâtına ait sıfatlarının olduğunu söylemek, onun bu sıfatlarından mürekkep olduğunu söylemek demektir. Bu ise muhaldir/imkansızdır. Çünkü o mutlak olarak birdir/tektir. Bu sebeple kendisiyle birlikte var olan kelâm ile mütekellim olması mümkün değildir. Nitekim kendisiyle birlikte var olan kudret ile de Kadir değildir. Veya kendisi ile birlikte var olan ilimle de âlim değildir. Diğer sıfatlar için de durum böyledir.

Ayrıca kelam, ancak ses ve harflerle anlaşılabilir. Bunların hepsi sonradan var olan şeylerin sıfatlarıdır. Allah Teala bunlardan münezzehtir. Görüşlerini böyle bir temele oturttuktan sonra da "Ve Allah Musa ile gerçekten konuştu."[43] âyetini ve benzeri âyetleri tevile yeltenirler.

Nakli yönden ise görüşlerini şöyle savunurlar: Âyet-i kerime'de "Allah her şeyin yaratıcısıdır."[44] buyurulmakta dır. Kur'an, ya şeydir veya şey değildir. Şey değilse yok hükmündedir. Halbuki Kur'an sabittir/vardır. Bu bir paradokstur. Kur'an şey ise âyetin kapsamına girer. O halde o da mahluktur. el-Muraysi de Abdulaziz el-Mekki'ye karşı bununla delil getirdi.[45]

Bu iki şüphe, müteşabihata tutunmak demektir. Çünkü onlar yaratıcıyı yaratılana kıyas ettiler. Bunun ötesini düşünemediler. Bu sebeple hitabın anlamlarını ve akılların kaidesini terk ettiler.

Akılların kaidesini terk etmeleri şöyle oldu: Onlar şu ayet.-i kerimeyi iyi düşünmediler:

"O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir."[46]

Bu âyet hem akli delildir, hem de nakli delildir. Çünkü her hangi bir yönden mahlûka benzeyen mahluk gibidir, çünkü bir şey için gereken şey, onun benzen için de gerekir. Bu âyet-i kerime yaratan-yaratılan benzerliğini redde bir delil olduğu gibi onlar için de delil olur. (Çünkü onlar tenzih konusunda mahlukata yaptıkları muameleyi Allah'a karşı da yaptılar ve bu sebeple Allah'ın zâtının birtakım sıfatlarla nitelendirilmesinin terkibi gerektireceğini zannettiler. (Ayet ise bunun söz konusu olmadığına çünkü onun yaratıklara benzemediğine işaret ediyor.)

Hitabın anlamlarını terk etmelerine gelince o da şudur: Araplar Allah Teala'nın âyetlerindeki "es-Semiu’l-Basir"   "es-Semiul-Alim" veya "el-Kadir" gibi kelimelerden ancak işitmesi, görmesi ve kudreti olan ve bu sıfatları taşıyan birisini anlar. Bu lafızları, Kur'an'ın kendileriyle indiği hakiki anlamlarından dışarı çıkarmak demek, ümmü’l-Kitab'ın, yani muhkemlerin dışına çıkıp gereksiz yere müteşabihlerin peşine takılmak demektir.

Onlar bu sıfatları reddederler, onun yerine el-âlimiyyet (âlimlik), el-Kâdiriyyet (kâdirlik) gibi halleri neyi zorunlu görüyorlarsa (ki onlar terkibi zorunlu görüyorlar) âlimiyyet ve kâdiriyyette de aynı şeyi zorunlu görmeleri gerekir, (yani ilim ve kudret terkibe sebep oluyorsa, âlimiyyet ve kâdiriyyet de terkibe sebep olur. Çünkü bu sıfatlar ya vardır -ki o zaman terkibi gerektirir- veya yoktur ki o zaman da her yönüyle yoktur, (yani ilim yoksa âlimlik de yoktur vs.)

Kelamın ses ve harflerden oluşması meselesine gelince bu, kelâmı nefsi kavramını iyi anlamaya dayanır. Bu mesele usûl kitaplarında da anlatılmıştır.[47]

Nakli delillerle ilgili şüpheye gelince sanki onların nazarmdaki bu şüphe de (aklın) bir sonucudur. Çünkü onlara göre akıllar itimat edilen bir umdedir. Fakat yukarıda geçtiği gibi bu delil ile (?..) onlara lazım gelir.* Çünkü "Allah her şeyin yaratıcısıdır." âyeti ya genel bir anlam ifade eder ve hiçbir şey bu genel anlamın dışına çıkamaz. Veya genel bir anlam ifade etmez. Şayet genel bir anlam ifade ediyor­sa onun sınırlandırılması ya hiçbir delile dayanmaksızın yapılır -ki bu bir kafadan hüküm vermedir- veya bu sınırlandırma bir delil ile yapılır. Varsa bir delil, gösterin ki üzerinden düşünelim. Sözü ona getirirlerse bunun bir benzeri irade (sıfatında) da, eğer kabul ederlerse diğer sıfatlarda da veya inkar ederlerse âlimlik, kâdirlik gibi hallerde de vardır. Onlarda söylenecek söz duruma ve şartlara göre değişir.

Meseleye uygun daha başka deliller de vardır. Bu deliller de bu mezhebin bid'at olduğunu ve şeriatın kurallarına ters düştüğünü zorunlu kılıyor.

Bu konuda ortaya konulan en ilginç şeylerden birisi de Mes'ûdi'nin anlattığı ve el-Âcurri'nin Kitabu'ş-Şeria'da Mes'udi'nin anlattığından daha geniş bir şekilde zikrettiği şeydir. Bu anlatılacak şeyde lafızlar bazı düzeltmelerle birlikte Mes'ûdi'ye aittir. Mes'ûdî dedi ki:

Salih ibn Ali el-Hâşimi[48]  anlattı ve dedi ki:

Günlerden bir gün zulüm ve haksızlıkları görüşmek için halife el-Muhtedi'nin[49] huzurunda bulundum. Benim de hoşuma gidecek şekilde onun kendisine yapılan şikayetleri kolayca çözüme kavuşturduğunu ve o konulardaki mektuplarının bölgelere ulaştığını gördüm. O haberleri incelediği zaman ben kendisini göz ucuyla izliyordum. Bakışını bana çevirdiği zaman hemen gözlerimi indirdim. Sanki o içimden geçenleri bilmişti. Bana dedi ki:

Ey Sâlih! içinde anlatmak istediğin şeyler olduğu­nu zannediyorum. Dedim ki:

Evet, ey Mü'minlerin Emiri.

Oturu­munu bitirince bana oradan ayrılmamamı emretti ve kalktı (gitti). Ben uzun bir süre oturdum. Nihayet o namaz hasırının üzerindeyken yanma gittim. Bana dedi ki:

Ey Salih! İçinden geçenleri bana söyler misin, yoksa ben mi sana söyleyeyim? Dedim ki:

Tabii ki Mü'minlerin Emiri söylerse daha güzel olur. Dedi ki:

Sanki ben senin bizim meclisimizde bulunmaktan hoşlandığını hissediyor gibiyim. Dedim ki:

Ey bizim halifemizin halifesi! Bir de babanızın savunduğu Kur'an'ın mahluk olduğu fikrini savunmamış olsaydınız. Dedi ki:

Ben kısa bir süre o fikri kabul ettim. Nihayet, el-Vâsık'ın huzuruna Şam'ın "Ezine" bölgesinden fıkıh ve hadis ehlinden eli kolu bağlı ak saçlı bir şeyh getirildi. Korkusuzca selam verdi. Dua etti ve veciz bir dua yaptı. Bunun üzerine el-Vâsık'ın[50] bakışlarında adamın bu halinden dolayı bir utanma ve adama karşı bir acıma duygusu gördüm. el-Vâsık dedi ki:

Ya Şeyh! Ebû Abdillah Ahmed ibn Ebi Duâd'ın[51] sana soracağı sorulara cevap ver. Şeyh dedi ki:

Ey Mü'minlerin Emiri, Ebû Abdillah Ahmed bu tartışmada küçük düşer, zayıf ve yetersiz kalır. el-Vâsık'ta acıma   duygusu gidip yerine öfkenin hâkim olduğunu gördüm. Şeyhe dedi ki:

Demek Ebû Abidllah seninle tartışırken küçük düşer, zayıf ve yetersiz kalır, öyle mi? Şeyh dedi ki:

Kafana takma ya Emir a'l-Müminin, sen benim onunla konuşmama izin veriyor musun? el-Vasık şeyhe dedi ki:

Sana izin verdim.

Şeyh Ebû Abdillah Ahmed'e doğru döndü ve dedi ki:

Ey Ahmed, sen insanları neye davet ettin? Ahmed dedi ki:

Ben onları Kur'an'ın mahluk olduğu görüşüne davet ettim. Şeyh ona dedi ki:

Senin, insanları kabule çağırdığın bu Kur'an'ın mahluk olduğu görüşü dine dahil olan bir şey midir ki din sadece bu görüşle birlikte tamam olsun? Ahmed dedi ki:

Evet, dine dâhildir. Şeyh dedi ki:

Rasulullah (s.a) de insanları bu görüşe çağırdı mı, yoksa onları kendi hallerine mi bıraktı? Ahmed dedi ki:

Hayır, çağırmadı. Şeyh dedi ki:

Rasûlullah (s.a) bu görüşü biliyor muydu, yoksa bilmiyor muydu? Ahmed dedi ki:

Biliyordu. Şeyh dedi ki:

O halde sen, Rasulullah'ın insanları davet etmediği ve kendi hallerine bıraktığı şeye niçin çağırıyorsun?

Ahmed sustu, cevap veremedi. Bunun üzerine şeyh dedi ki:

Ya Emiral-Mü'minin işte bu birincisidir. Sonra Şeyh, Ebû Abdillah Ahmed'e şöyle dedi:

Söyle bana Ey Ahmed! Allah Teala yüce Kitabında: "Bugün size dininizi tamam­ladım." buyurdu. Sen ise dinin ancak Kur'an'ın mahluk olduğunun söylemenle tamam olacağını iddia ettin. Bu dinin tam ve eksiksiz olduğunu "söylerken Allah Teala mı doğru söyledi, yoksa sen eksiklik bulurken mi doğru söyledin? Ahmed yine sustu ve cevap vermedi. Şeyh bunun üzerine dedi ki:

Ya Emiral Mü'minin işte bu da ikincisidir. Bir müddet sonra şeyh dedi ki:

Söyle bana ey Ahmed! Allah Teala:

"Ey Peygmaber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun."[52] buyurdu.

Senin insanları çağırdığın söz, Rasulullah'ın ümmetine tebliğ ettiği şeylerin içinde var mıydı, yok, muydu? Ahmed yine sustu, cevap vermedi. Bunun üzerine Şeyh dedi ki:

Yâ Emiru'l-Müminin işte bu da üçüncüsüdür. Bir müddet sonra şeyh dedi ki:

Söyle bana ey Ahmed! Senin insanları çağırdığın sözünü Rasulullah (s.a) bilince onların buna uymalarına engel olur muydu, yoksa engel olmaz mıydı? Ahmed dedi ki:

Engel olurdu. Şeyh dedi ki:

Ebu Bekir de engel olur muydu? Ömer de engel olur muydu? Osman da, Ali de engel olur muydu? Ahmed dedi ki:

Evet. Şeyh el-Vâsık'a döndü ve dedi ki:

Ey Müminlerin Emiri! Rasûllulah'ın ve ashabının engellediğini biz engellemeyeceksek Allah bizi bu duruma düşürmesin. el-Vâsık dedi ki:

Evet, Rasulullah'ın ve ashabının engellediğini biz engellemeye­ceksek Allah bizi o duruma düşürmesin. Sonra el-Vasık dedi ki:

Bu adamın bağlarını çözün. Bağları çözülünce şeyh onları almak için kendine doğru çekti ve çok uğraştı. Bunun üzerine el-Vâsık dedi ki:

Bırakın onu, alsın. Sonra dedi ki:

Ben bu ipleri almaya karar vermiştim. Aldığım zaman ellerimin ve kefenimin onunla bağlan­masını vasiyet edecektim. Sonra da şöyle diyecektim: Ya Rabbi, beni haksız yere niçin bağladığını ve ailemi benim yüzümden korkuttu­ğunu şu kuluna sor! Bunun üzerine el-Vâsık, şeyh ve hazır bulunanlar ağladılar. Sonra el-Vasık ona dedi ki:

Ya Şeyh, ne olur beni tezkiye et, (Beni bu işten sorumlu tutma). Şeyh dedi ki:

Ey Müminlerin Emiri! Ben zaten Rasulullah'a (s.a) hürmeten ve senin ona olan yakınlığına hürmeten evimden çıkar çıkmaz seni tezkiye ettim. Bunun üzerine el-Vâsık'ın yüzü güldü ve sevindi. Sonra ona dedi ki:

Benim yanımda kal, seninle samimi dost olayım. Şeyh, el-Vâsık'a dedi ki:

Benim o körfezde yaşamam daha hayırlıdır. Ben yaşlı bir adamım. Muhtacım. el-Vâsık dedi ki:

Aklına ne geliyorsa benden iste. Şeyh dedi ki:

Emirul’Mü'mininin beni şu zâlim ibn Ebi Duâd'ın çıkardığı yere geri dönmem için izin vermesini istiyorum, el-Vâsık dedi ki:

Sana izin verdim. el-Vâsık, şeyhe bir hediye verilmesini emretti, fakat şeyh onu da kabul etmedi. Halife el-Mühtedi dedi ki:

Ben o andan itibaren o görüşten vazgeçtim. Öyle zannediyorum ki el-Vâsık da bu görüşten vazgeçti.[53]

Bu hikayeyi iyi düşünün! bunda akıl sahipleri için ibret vardır. Gör bak, Allah'ın Kitabı ve Peygamber'inin (s.a) sünnetiyle karşı tarafa nasıl cevap veriliyor ve nasıl susturuluyor.

Bu bölümdeki yanlışlığın ekseni sadece tek bir kelimenin üzerinde dönüp dolaşmaktadır, o da şeriatın maksatlarını bilmemek ve onun parçalarını biraraya getirememektir. Uzman ilim adam­larına göre şeri deliller ancak bir bütün olarak değerlendirilirler. Onların hem külli olanları vardır, hem de o küllilerden çıkartılan cüziler vardır. Hem genel anlam ifade edenleri vardır, hem de onla­rın içinden çıkartılan özel anlamlılar vardır. Hem mutlak olanları vardır, hem de onların mukayyetleri vardır, hem mücmel/kapalı olanları vardır hem de müfesserleri/açıklanmış olanları vardır. Bir hüküm çıkartılırken bunların hepsi birden gözönünde bulundurulur.

Bunun benzeri, sağlam ve düzgün bir insanın benzerinden başka bir şey değildir. Nitekim isimlendirilebilecek duruma gelmedikçe insana da insan denmez. Tek başına eline, ayağına başına ve diline insan denilmez. Bilakis bütün bu organlarıyle birlikte insan diye isimlendirilir. Şeriat de böyledir. Gerçek manada bir hüküm istinbatının yapılabilmesi -hangi delili olursa olsun, şeriatın tek bir delilinin değil- ancak bütün delillerinin gözününde bulundurulmasıyle mümkündür. İlk bakışta o tek bir delil bir şey ifade ediyor gibi görünse de bu hakiki değil zannidir. Mesela ele, insan denilmesi hakikat değil bir zandır/kuruntudur. Çünkü bilirsin ki o insan değil, insanın elidir, insan olması muhaldir.                                               

İlimde uzman kişiler de şeriatı bir bütün olarak tasavvur ederler. Tıpkı bir insanın organları gibi bu bütünün parçaları birbirine hizmet ederler. Faydalı bir tasavvurda/değerlendirmede bulunacaksan bu böyledir.

Müteşabihlere uyanlar ise herhangi bir delile üzerinde düşün­meden ve değerlendirme yapmadan hemen yapışırlar. Onların yapıştıkları delile külli veya cüz'i olarak muhalif başka şeyler bulursa bile onları dikkate almazlar. Sanki tek bir parçanın şer'i hükümlerin anlaşılmasında gerçek hükmü vermediğini bilmezden gelirler. Şeriatı bir bütün halinde dikkate almayıp tek bir delile uyan kimse müteşabihe uyan kimse demektir. Müteşabihe ise Allah'ın da şahitlik ettiği gibi sadece kalbinde eğrilik olan kimse uyar. "Allah'dan başka doğru sözlü kim vardır?”[54]

 

Fasıl

 

Bu noktada biz şöyle deriz:

Delillerin mukayyetlerini dikkate almaksızın mutlak olanlarını almak, herhangi bir tahsis edicisinin olup olmadığını düşünmeksizin umumi/genel anlamda olanlarını almak veya bunların tersini yapmak da müteşabihata tâbi olmak demektir. Çünkü böyle bir durumda mukayyet olan bir nas, herhangi bir delile dayanmaksızın rey ile/kafadan mutlak hale getirilmiş olur ve yine özel anlamlı olan bir nas yine rey ile genel anlamlı bir nas haline getirilmiş olur. Bu yol, körün taş atması ve delilde hevâ ve hevese uymak demektir. Mukayyet olduğu belirlenmiş bir mutlak, takyit edilmediği zaman kapalıdır/şüphelidir. Takyit edildiği zaman açık hale gelir. Nitekim mukayyedi mutlak hale getirmek de bu mukayyette delilsiz olarak nassa aykırı bir görüş beyan etmek demektir.

Birinci örnek şudur: Şeriatın mükelleflerden talebi mutlak ve geneldir. Hitabı doğrudan ortadan kaldıran özrün dışında hiçbir özür bu talebi ortadan kaldıramaz. Hitabı doğrudan kaldıran özür ise aklın zevalidir/gitmesidir. Bir mükellef dini yönden hangi fazilet mertebesine ulaşırsa ulaşsın ölünceye kadar onun üzerinde teklif devam eder/sorumluluğu düşmez. Hiç kimse dinde Rasulullah (s.a) ve onun ashabının ulaştığı mertebe gibi bir mertebeye ulaşamaz. Zerre miktarı da olsa onlardan bir yükümlülük düşmemiştir. Ancak tek tek şahıslara nisbetle güç yetiremeyecekleri yükümlülükler düşmüştür. Mesela kronik hastalardan cihada katılmaları istenmemiştir. Buna benzer sebeplerle bâzı yükümlülükler kaldırılmıştır.

İbâhilerin dediği gibi kim, dinde belli bir mertebeye ulaşmak, yükümlülüğü düşürebilir iddiasında bulunursa onun bu sözü dinden çıkarıcı bir bid'at olur.

Bid'atçilerin iddialarından birisi de sahih hadislerin Kur'an'la çeliştiği veya birbirleriyle çeliştiği veya manalarının yanlış olduğu ya da akla aykırı olduğu iddiasıdır.[55] Nitekim Rasulullah'ın birbiriyle davalı iki kişiye söylediği şu söz hakkında da aynı iddiada bulun­dular:

"Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ikinizin arasında Allah'ın Kitabı ile hükmedeceğim: Verdiğin câriye ve yüz koyun sana geri verilecektir. Oğluna yüz değnek ve bir yıl da sürgün cezası uygulanacaktır, kadın da recmedilecektir.

Sonra Enis'e şöyle dedi. 

Ey Enis! Haydi bu adamın hanımına git, eğer zinayı itiraf ederse recm et!

Sabahleyin ona gitti kadın da itiraf etti ve o da onu recmetti.[56]                             

Bid'atçiler dediler ki bu rivayet Allah'ın Kitabına aykırıdır. Çünkü hadis, recm ve sürgün cezasına hükmetti. Halbuki recm de sürgün de Allah'ın Kitabında zikredilmedi. Şayet hadis bâtıl ise, biz de onu kastediyoruz. Şayet bu hadis gerçek ise o zaman da recm ve sürgün ilavesiyle Allah'ın Kitabına aykırıdır.                                

İşte böyle bir iddiada bulunmak, müteşabihe uymak demektir. Çünkü Arap lisanında ve şeriatte kitap kelimesi çeşitli anlamlarda kullanılır. Bu anlamlardan birisi de hüküm ve farzdır. Meselâ "Kitaballahi aleyküm" (Nisa:24) âyeti "Bunlar, Allah'ın üzerinize farz kıldığı hükümlerdir." anlamına gelir. Ayrıca (ketebe) kelimesi farz kıldı ve hükmetti anlamına gelir. Nitekim "Oruç size farz kılındı." (Bakara: 183) ve "Rabbimiz! Bize savaşı niçin farz kıldın, dediler" (Nisa: 77) âyetinde bu anlamda kullanılmıştır. O halde Rasulullah (s.a) de yukarıdaki hadisi şerifte "sizin aranızda Allah'ın kitabiyle hükmedeceğim" derken "Allah'ın bizim için şeriat kıldığı hükmüyle hükmedeceğim" demek istemiştir. Nitekim kitap kelimesi Kur'an için de kullanılır. Kitap kelimesini herhangi bir delil olmaksızın sadece tek bir manaya tahsis etmek delillerin müteşabih olanlarına uymak demektir.

Bir hadiste: "Benim ümmetim yağmur gibidir; öncesi mi, sonrası mı daha hayırlıdır bilinmez."

Dediler ki:

Bu ümmetin özellikle öncesinin sonrasından daha faziletli olduğu veya bunun tersi sabit değildir. Sonra bir de şöyle bir hadis nakledilir:

"Şüphesiz İslam garip başladı, sonunda yine başlangıçtaki gibi garip olacaktır. Ne mutlu gariplere!"

Bu hadis ise öncekilerin ve sonrakilerin ortadakilerden daha faziletli olmalarını gerektirir. Sonra bir de şöyle bir hadis nakledilir:

"En hayırlı nesil benim içinde bulunduğum nesildir. Sonra onları izleyenler, sonra da onları izleyenlerdir."

Bu hadise göre ise en hayırlı nesil mutlak olarak ilk nesildir.

Bu bid'atçiler dediler ki:

Bu bir çelişkidir. Halbuki onlar yalan söylediler; burada ne bir çelişki ne de bir ihtilaf vardır.

Bunun izahı şudur: Şer'i deliller arasında ilk bakışta bir çelişki ortaya çıktığı zaman, bunların arasını uzlaştırmak ya asla mümkün değildir veya mümkündür. Uzlaştırma mümkün değilse bu varsayım ya kafi bir delil ile zanni bir delil arasında söz konusu olur veya iki zanni delil arasında söz konusu olur. İki kafi delil arasındaki bir çelişkiye gelince, şeriatte böyle bir şey vâki olmamıştır, olması da mümkün değildir. Çünkü kafi olan iki şeyin birbiriyle çelişmesi muhaldir/imkansızdır. Şayet çelişki, kafi ile zanni arasında vâki olursa zanni delil bâtıldır/geçersizdir. Çelişki iki zanni arasında vâki olursa burada âlimlerin tercih hakkı vardır. Tercih edilenle amel edilmelidir. Uzlaştırma imkanı varsa âlimler uzlaşma yönünün işletilmesinde ittifak etmişlerdir. Uzlaşma yönü zayıf bile olsa âlim­lere göre onları uzlaştırmak daha evlâdır. Delillerin îmali/ çalıştırılması, bir kısmının ihmalinden daha hayırlıdır. Bu bid'atçılar bu esasa/prensibe ya cehaletlerinden dolayı veya inatlarından dolayı dikkat etmiyorlar.

Böyle bir prensib sabit olduğuna göre, "En hayırlı nesil, benim neslimdir" hadisi bu konuda asıldır/temeldir. Çünkü bizden hiç kimse sahabe derecesine ulaşamaz. Allah hepsinden razı olsun. Onların dışındakiler ise zamana, duruma veya bazı şartlara göre tevili muhtemeldir,

"Ne mutlu gariplere" hadisine gelince, bunda işaret edilen kimselerin faziletine dair herhangi bir hüküm yoktur. Bilakis onların iyi bir mükafata nail olacaklarının delili vardır. Bu mükafaat sahabenin mükafaatı gibi de olabilir. Onun altında da olabilir veya üstünde de olabilir. Hadiste buna dair bir delil yoktur. O halde bunu aslın muhkemliğine hamletmek gerekir. Bunda anlaşılmayan bir yön yoktur, (yani sahabe neslinin en hayırlı nesil olduğu yine sabittir/değişmez)

Onlar şu iki hadis arasında da çelişki olduğunu iddia ederler.

“Beni Yunus ibn Metta'ya üstün görmeyiniz, benimle diğer peygamberler arasında seçim yapmayınız."

Diğer hadis ise şudur:

"Ben Ademoğlunun efendisiyim. Ama ben bununla övünmem."

Bu iki hadisin arasını uzlaştırmak gayet kolaydır.[57]

Onlar şu hadisin başı ile sonu arasında da bir çelişki olduğunu iddia ederler:

"Sizden biriniz uykusundan uyandığı zaman elini üç defa yıkamadıkça su kabına batırmasın. Çünkü elinin nerede gecelediğini bilmez."

Şayet bu hadisin sonundaki "elinin nerede gecelediğini bilmez:" cümlesi olmasaydı hadis sahih olurdu. Çünkü elinin nerede gecelediğini bilmeyenimiz yoktur. En kötü ihtimalle uyurken elini avret mahalline dokunmuş olabilir. Şayet bir adam elini - uyanıkken avret mahalline değdirmiş olsa elini yıkaması kendisinden istenmez. O halde elini avret mahalline değip değmediğini bilmediği halde elini yıkaması nasıl istenir?

Bu itiraz da önceki türden bir itirazdır. Çünkü uyuyan kimse avret mahalline dokunabilir ve uykudan önce istincanm yapılmaması sebebiyle oradan eline bir şey bulaşabilir. Böyle bir şey şayet uyanıkken olsa elini dokunsa ve necaset bulaştığını bilse, suyu kirletmemesi için kaba elini daldırmadan önce ellerini yıkar. Bu şekilde meseleyi anlamak imkanı olduğu zaman herhangi bir itiraz yöneltilemez.

Bu fasılda zikredilen şeylerin hepsi yerilmiş rey ile hadisleri düşürmeye yönelik çabalardır. Bunun sonradan uydurulan bid'atlardan olduğuna dair daha önce deliller arzedilmişti.[58]

 

Fasıl

 

Bid'atçilerin yöntemlerinden bir diğeri delillerin anlamlarım çarpıtmaktır. Mesela delil bir illet üzere olur, onu bu illetten alır, başka bir yöne çeker ve bunu yaparken de ikisinin aynı şey olduğu zannını uyandırarak yapar. Allah korusun bu, kelimelerin mana­larını çarpıtmanın en sinsi yollarından birisidir. İslamı diliyle ikrar eden ve kelimelerin anlamlarının çarpıtılmasını kötüleyen bir kimsenin böyle bir şeye açıkça tevessül etmesi mümkün değildir. Ancak karşılaştığı bir benzerlikle veya kendisini haktan alıkoyacak bir cehaletle ya da delili kaynağından almasını engelleyen neva ve hevesle birlikte böyle bir şeye yönelebilir. Bu sebeple de bid'atçi olur.

Bunun açıklaması şudur: Şer'i delil mesela ibadetlerle ilgili genel bir emri gerektirdiği zaman mükellef de bu emri, Allah'ı zikretmek, dua etmek, bol bol nafile ibadetler yapmak gibi şeylerle yerine getirir. Şâri tarafından bu konuda geniş bir alanın bırakıldığı bilinen şeylerdendir. Mükellefin bu bilgisini delil iki yönden destekler. Manası yönünden ve selefi sâlihin ameli yönünden. Şayet mükellef bu konuda özel bir keyfiyet veya özel bir zaman veya özel bir mekan ihdas ederse veya bu emri özel bir ibadetle bağlantılı olarak ifa ederse, bunu da ortada hiçbir delil olmaksızın kendi uydurduğu keyfiyet, zaman veya mekanın, şeriatın maksadı olduğunu tahayyül edecek şekilde yaparsa istidlal edilen bu mananın delille hiçbir ilişkisi kalmamış olur.

Şeriat mesela Allah'ı zikretmeyi teşvik edince, kimileri tek bir ağızdan, sesli bir şekilde veya diğer vakitlerin içinden ayrılmış belli bir vakitte Allah'ı zikretmek üzere toplanmayı bir alışkanlık haline getirirlerse, Şâriin teşvikinde zikrin böyle belli vakitlere ve keyfiyete tahsisine delalet eden bir delil yoktur, bilakis onun zıddına delil vardır. Çünkü Şer'an zorunlu olmayan şeyleri, özellikle mescitler gibi insanların toplandıkları yerlerde ona uyacak kişilerle birlikte alış­kanlık haline getirmek, onun şeriatın bir emriymiş gibi algılanması sonucunu doğurur. Çünkü dinen zorunlu olmayan şeyler gösteri şekline dönüştürülürse, ezan, bayram namazları, yağmur duası namazı, güneş tutulması namazı gibi -ki farziyet manası anlaşılma­dığı zaman bunlardan şüphesiz sünnet olanlar da vardır. Rasulullah'ın (s.a) mescitlerde icra ettiği dini şiarlar gibi mescitlerde icra edilirlerse böyle bir şeyin kendisiyle istidlal edilen delilin kapsam alanına girmeyeceği gayet açıktır. Aslında meşru olan bir şey böyle bir uygulamayla bu yönden bid'at haline gelmiş olur.

Bu sebeple selefi salih bu şeyleri kendileri için bir zorunluluk haline getirmemişlerdir, amel etmeyi tamamende     terk etmemişlerdir. Halbuki kurallar gereği bunlar meşru olmuş olsaydı bunları yapmaya en layık ve ehil kimseler yine onlar olurdu. Çünkü şeriat zikri pek çok yerde teşvik etmiştir. Hatta o kadar ki ibadetlerden hiçbirisinin artırılması, zikrin artırılmasının talep edilmesi ölçüsünde talep edilmemiştir. Nitekim şu âyetler bunun örneğidir:

"Ey inananlar! Allah'ı çokça zikredin."[59]

"Allah'ı çokça zikredin! umulur ki kurtuluşa erersiniz."[60]

Bunun bir örneği de duadır. Çünkü o da Allah'ı zikretmektir. Bununla beraber selefi sâlih duanın belli bir keyfiyyeti üzerinde ısrar etmemişler ve sanki ibadetin bu vakitlere tahsis edildiği zannını verecek şekilde onu özel vakitlerle smırlandırmamışlardır. Ancak sabahın erken saatlerinde ve akşamın geç saatlerinde yapılan dualar gibi delilin belirledikleri bunun dışındadır. Bayramlarda ve benzeri zamanlarda yapılan zikirler gibi Şâriin açıktan yapılmasını teşvik ettiği zikir ve duaların dışmdakileri onlar açıktan yapmaz­lardı. Bunların dışındaki zikir ve dualara kimseye belli etmeden gizli gizli devam ederlerdi. Bu sebepledir ki ashab-ı kiram (Hayber'e gazaya giderken bir vadiye eriştiklerinde) yüksek sesle tekbir getirdikleri zaman Rasulullah (s.a) onlara: "Nefesinize acıyınız! Çünkü siz ne sağırı çağırıyorsunuz, ne de ğâibe sesleniyorsunuz." buyurmuştu. Onlar topluluklar içinde açıktan zikir yapmazlardı.

Bu esasa muhalefet eden öncelikle delilin mutlaklığma/genel anlamlı oluşuna muhalefet etmiş olur. Çünkü o, bu muhalefetiyle delilin mutlaklığını kendi reyi ile takyit etmiş olmaktadır ve şeriatı kendisinden daha iyi bilen salih selefe/ashaba muhalefet etmektedir. Hatta Rasulullah (s.a) bir şeyi yapmayı çok arzu ettiği halde insanlar da yaparlar da üzerlerine farz olur korkusuyla onu terk ederdi.

"el-Muvâfakât" isimli kitabın bir bölümünde[61] bundan bir cümle vardır. Bu, ayakların kaydığı yerdir. Lafzın mutlaklığının onun delâ­let alanı içine girebilen her şeyin cevazını ifade ettiği zannedilebilir. Halbuki özellikle ibadetlerde böyle değildir. Çünkü ibadetler Rasulullah'dan (s.a) ve selefi sâlihten nasıl öğrenilmişse o şekle göre eda edilirler (ibadetlerle ilgili mutlak şer'i lafızlar Rasulullah'tan ve selefi sâlihten telakki edilişlerine uygun olarak yorumlanırlar.) Mesela namazlar ve onun gibi diğer ibadetler böyledir. Bunlar inşaallah bu kitabın mürsel maslahatlar bölümünde de zikredildiği gibi rükünlerinde, tertiplerinde, zamanlarında, keyfiyetlerinde ve miktarlarında akim kavrama alanlarından uzak olarak konul­muşlardır. Bu sebeple ibadetler reye ve istihsan   alanı içine girmezler. Bu, mutlak olarak böyledir. Çünkü ibadetlerin konulurları sebebiyle rey, reddedilmiş şeyler gibidir. Çünkü akıllar, ibadetlerin anlamlarını tafsil üzere kavrayamazlar.

Bu sebeple Mâlik ibn Enes gibi âlimler ibadetlerde kıyası devamlı terk etmişlerdir. O, reyi fazlasiyle bir kenara atmış ve ibadet konularında kıyas nevileriyle amel etmemiştir. Sadece mecbur kaldığı zaman nefyü'l-fârık kıyasını[62] işletmiştir. Aralarında farklılık da olsa onun dışındaki diğer âlimler de ibadetlerde hep naslara ve nakledilen şeylere tâbi olurlardı. İbadetlerin dışındaki konularda ise durum bundan farklı idi. Onlarda duruma göre kıyası da işletirlerdi. Mutlak bir durum yoktu. İbadetlerin dışındaki şeylerde insan genel manada mutlak bir emre muhatap olduğu zaman herhangi bir tahsis edici o mutlak emirdeki genişlik mefhumuna muhalif gibi bir anlamı ifade eder. Şayet mutlak emirden genişlik anlamı anlaşılmazsa mutlaka nakledilen şeyle birlikte kalmak, onun dışına çıkmamak esasına dayanmak gerekir. Çünkü biz onun dışma çıkarsak -el-Muvafakat kitabında[63] işaret edilen iki yola göre- ibadetin bu şekil üzere meşru kılındığında şüpheye düşmüş oluruz. O halde ibadetlerde ilave ve noksan yapmaksızın nakledilen şey ne ise ona bağlı kalmak zorunluluğu vardır.

Sonra nakilden genişliği anladığımız zaman bir başka şeye daha dikkat etmemiz gerekir ki o da şudur: Amelin başka zamanda değil de belli bir zamanda, başka yerde değil de belli bir yerde veya başka şekilde değil de belli bir şekilde yapılacağı izlenimini uyandırma­yacak şekilde eda edilmesidir. Veya hükmün müstehaplıktan -mesela- sünnet ya da farzlığa intikal ettiği izlenimini uyandırma­yacak şekilde edâ edilmesidir. Çünkü o amelin mescitlerde veya insanların toplandığı yerlerde ya da benzeri yerlerde sürekli yapılması onun sünnet veya farz olduğu izlenimini verebilir. Hatta o izlenimi verebilir değil o izlenimi mutlaka verir.

Görmüyor musun Rasulullah'ın açıktan yaptığı ve sürekli olarak cemaat halinde edâ ettiği bayram namazları, yağmur duası namaz­ları ve küsuf namazları gibi namazlar farz olmadıklarına göre âlimler nazarında sünnettir? Halbuki gece namazı ve diğer nafileler böyle değildir. Çünkü onlar müstehaptırlar ve Hz. Peygamber bun­ların gizlenmesini teşvik etmiştir! Bunlar yayıldığı ve ilan edildiğin­de zararlı olurlar. Bu asim örneklerinden birisi de namazlardan sonra, topluca, cemaat halinde ve sesli dua etmektir. İnşaallah ilgili bölümünde bunun genişçe açıklaması gelecektir.[64]

 

Fasıl

 

Bir grup bid'atçinin yöntemlerinden birisi de şeriatın çok açık olan hükümlerini akim kabul etmeyeceği şekilde tevil etmeleridir. Onlar kastedilen mananın Arapların anladığı mana değil de kendi yaptıkları bu teviller olduğunu iddia ederler.[65] Bu tevilleri kendi kafalarından uydurdukları akıl dışı bir temele oturturlar. Alimler onlar hakkında şöyle demişlerdir: Bu topluluk şeriatı icmali ve tafsili olarak iptal etmek ve kendi elleriyle bir din kurmak için onu insanlar arasından kaldırmak istemişlerdir. Bunu açıktan yapmaya imkan bulamamışlardır. Çünkü yüzlerine karşı tepkiyle karşılanıp reddedil­miş ve yöneticilerin müdahalesine maruz kalmışlardır. Bu sebeple hedeflerine ulaşmak için çeşitli hile yollarına başvurmuşlardır. Onların başvurdukları hile yollarından birisi de azim ve gayretlerini şeriatın zahirlerinden/apaçık hükümlerinden batini manalara çevirmeleridir. Onlara göre şeriatte zahiri manalar kastedilmemiş olup asıl kastedilen şeriatin bâtıni/gizli manalarıdır. Onlar şöyle demişlerdir: Şer'i yükümlülüklerdeki zahiri lafızlar, haşr, neşr ve ilâhi emirlerin hepsi birer misaldir ve bâtıni/gizli manaların birer remzidir/işaretidir.

Onların şer'i konulardaki iddialarına göre cünüplük, bâtını dâvetçinin, teşkilata yeni girmiş kişiye hak edeceği seviyeye gelmeden önce bâtınilik sırlarının açıklanmasıdır. Guslün anlamı ise bu sırrı ifşa eden kişi ile muahedeyi tazelemektir. Hayvanlarla cinsel ilişki kurmak demek, kendisiyle arasında sözleşme bulunmayan kimse ile ve gizli konuşma sadakasından hiçbir şeyi vermeyen kimse ile -ki bu sadaka onlara göre 119 dirhemdir- karşılıklı küfürleşmektir. Dediler ki:

Bu sebepledir ki hayvanla cinsel ilişki kuranın da, cinsel ilişki kurulan hayvanın kendisinin de öldürülmesi meşru kılınmıştır. Şayet bu fiil bu manaya gelmeseydi hayvanı öldürmek niçin gerekli olurdu?

İhtilam, mezhep davetçisinin uygunsuz bir yerde mezhep sırrını ifşa edivermesidir. Onun gusletmesi, yani ahdini yenilemesi ve temizlenmesi gerekir. Temizlik ise imama tâbi olmanın dışında mezhebin bütün itikadından sıyrılmaktır. Teyemmüm, dâi ve imamı müşahede ederek mutluluğa ulaşıncaya kadar mezhebin esasları ile bilgiyi me'zundan[66] almaktır. Oruç ise sırrı açıklamaktan sakın­maktır.

İlahiyat, konularında, teklif konularında ve âhiret konularında onların daha pek çok yalan ve iftiraları vardır. Bu yalan ve iftiraların hedefi icmali ve tafsili olarak şeriatı ibtal etmek/geçersiz hale getirmektir. Çünkü onların yani batınilerin aslı mecûsilik, dehrilik ve ibâhiliktir. Onlar, peygamberleri, dinleri/şeriatleri, haşri neşri (öldükten sonra dirilmeyi), cenneti, cehennemi ve melekleri, hatta Rububiyeti inkar ederler. Onlar Bâtiniler diye isimlendirilirler.[67] Bunlar bazan da harflerden ve sayılardan çeşitli manalar çıkaran hurufıliğe sarıldılar. Mesela insanın kafasında yedi delik olduğunu, haftanın günlerinin yedi, gezegenlerin yedi olduğunu, bunun da imamların yedi devrine delâlet ettiğini ve imamların devrinin yediyle tamam olduğunu söylerler. Tabiatlerin dört olması ve senenin mevsimlerinin dört olması da dört esasa delâlet eder. Bunlar da sabık tâli, nâtık ve esastır -bu ikisi imamdır. Oniki burç ise oniki hüccete delâlet eder. Bunlar ise dâiler/davetçilerdir. Daha buna benzer pek çok tevilleri vardır. Bunların hiçbirisine cevap bile vermeye değmez. Çünkü bunların dışındaki bütün fırkalar gerekli bir şüpheye sarılırlar. HalbuH bunlar hezeyan içinde yulardan sıyrılmışlar ve herkes karşısında gülünç duruma düşmüşlerdir. Bu saçmalıkları da iddia ettikleri masum imama nisbet etmişlerdir. Bu imamların bâtıllığı/aslmm olmadığı kelâmcıların kitaplarında bilinmektedir.[68] Fakat yine de onlara kısa bir cevap vermekte zaruret vardır. Onlar sahip oldukları bu fikirlerin varlığını ya bir zorunluluk diye iddia edebilirler ki bunun bir zorunluluk olması imkansızdır. Çünkü zorunluluk olması için bütün akıl sahiplerinin bunları bilmesi ve kavraması gerekir. Halbuki böyle değildir.

Veya bu tevilleri masum imamdan işittiklerini iddia edebilirler. Bu iddiayı ileri süren kişiye biz deriz ki: Hz. Muhammed'i (s.a) tasdike seni ikna eden şey, mucizeden başka nedir? Halbuki senin imamının mucizesi de yoktur. Kur'an, kastedilen mananın senin iddia ettiğin şey değil, zahiri mana olduğuna delâlet ediyor.Şayet o kişi:

"Kur'an'ın zahiri (yani lafızları) gizli manalara işaret eden sembollerdir. Bu manaları insanlar bilemez, masum imam bilir. Biz de bunları ondan öğrendik." demiş olsa, ona denilir ki:

"Bunları ondan hangi yoldan öğrendiniz? Onun kalbinin içini bizzat gördün mü? Veya bunu ondan bizzat dinledin mi? Bunu ondan öğrenmek için onu kulaklarla dinlemek mecburiyeti vardır."

(O kişiye) şöyle de denilebilir:

"Kur'an'ın lafzı zahirdir/manası ibaresinden anlaşılabilecek açıklıktadır. Senin anlamadığın ve onun (Masum imamın) sana bildirmediği gizli manası da vardır. O halde lafzının zahirinden anladığın manaya güvenme."Şayet o kişi: "(Masum imam) manayı açıkladı ve dedi ki:

Benim zikrettiğim şey zahirdir/ibarenin ifade ettiği manadır, bunda bir remz (işaret, sembol, kinaye) yoktur -veya- kastedilen mana onun zahiridir." demiş olsa, ona denilir ki:

"Onun böyle söylediğini sen nasıl (hangi yolla) öğrendin?" Çünkü onun, senin anlamadığın gizli bir manasının olması da mümkündür. Hatta (bir kimse) zahirden başka bir şeyi kastetmediğine dair talaka açıkça yemin etse, yine de onun talakında bir remzin/kinayenin olması muhtemeldir, işte bu remz onun bâtınıdır ve zahiri (ibarenin ifade ettiği manayı) bir zorunluluk olmaktan çıkarır. "Bu mantık, herhangi bir şeyi anlat­manın kapısının kapanmasına yol açar." Derse, ona denilir ki, asıl siz peygambere nisbetle o kapıyı kapattınız. Çünkü Kur'an vahdani­yetin, cennet cehennem, haşr ve neşrin, peygamberler, vahiy ve meleklerin anlatılması ve ispatı üzerinde ısrarla durur ve bütün bunları da yeminle pekiştirerek yapar. Sen, kastedilen bunların zahiri değildir, altında remiz ve işaret vardır diyorsun. Remizdeki bir maslahat ve sır sebebiyle Peygamber'e (s.a) nisbetle size göre bu şayet caiz ise o zaman bu sizin masum imamınıza nisbetle de caizdir, o da bir maslahat ve sır sebebiyle kafasında gizlediği şeyden farklı bir şeyi size açıklayabilir. Bu, onlar için de kaçınılmaz bir durumdur.Ebû Hâmid el-Gazâli dedi ki:

Bir insanın bu fırkayı sapık fırkaların tamamının en âdisi ve en kötüsü olarak tanıması gerekir. Çünkü sen bu Bâtinilik fırkasından başka kendi kendini iptal eden/geçersiz kılan başka bir fırka bulamazsın. Çünkü bunların mezhebi/yöntemi muhakemeyi iptal etmek ve remz/işaret ve kinaye iddiasıyle lafızların anlamlarını değiştirmektir. Onların dilleriyle söyledikleri tasavvur edilen her şey ya muhakemeye dayanır veya nakle dayanır. Muhakeme ve düşünceyi kendi kendilerine iptal ettiler. Nakle gelince onda da lafzın kendi anlamının dışında bir anlamın kastedilmesini caiz gördüler. Böylece onların hiçbir tutanakları kalmaz.

İbn el-Arabi, el-Avâsun isimli eserinde onların reddi konusunda bundan daha kolay ve basit bir yöntemi zikreder. İbn el-Arabi der ki, onların bu yöntem karşısında yapacakları hiçbir şeyleri yoktur. Bu yöntem, onların ortaya attıkları her iddiaya karşı özellikle "niçin?" sorusunu sormaktır. Onlardan senin karşına çıkan kim olursa olsun bu yöntemi uyguladığın zaman şaşırıp kalacaktır. Bu konuda zarif bir hikaye anlatılır ki burada onu anlatmak güzel olur. Mezhebi şöyle bir gözümüzün önüne getirmek onun bâtıllığının ortaya çıkması için yeterlidir. Ancak onun bozuk bir mezhep olduğu ve şeriatten uzak olduğu gayet net bir şekilde belli olmasına rağmen pek çok kişi buna yaslandılar ve çok çirkin bid'atleri bu mezhebin üzerine bina ettiler. Bu bid'atlerden birisini de mağripli el-Mehdi ortaya attı. O kendisini beklenen masum imam olarak gördü. Hatta kendisinin masumluğundan ve beklenen mehdi oluşundan şüphe eden kimseyi kafir saydı.

Yakınları onun imamet konusunda bir kitap yazdığını iddia ederler. İddialarına göre söz konusu kitapta şunları söylemektedir: Allah Tealâ Âdem'i Nuh'u İbrahim'i, Musa'ya İsa'yı, Muhammed'i kendisi için halife tayin etti. Hilafet otuz sene sürdü. Bundan sonra fırkalar ve heva-heves sahipleri ortaya çıktı. (İnsanlar)  pintilik­lerinin esiri oldular, heva ve heveslerine uydular, her görüş sahibi kendi görüşünü beğendi. Durum hep böyle devam etti. Bâtıl zahir oldu/açıkça ortaya çıktı, hak ve hakikat gizlendi. Hz. Peygamber'in (s.a) haber verdiğine göre ilim kalktı cehalet zahir oldu. İsminden başka dinden, resminden başka Kur'andan hiçbir şey kalmadı. (Onun iddiasına göre)   nihayet Allah Teala imamı gönderdi ve onunla birlikte dini yeniden iade etti. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştu:

"Bu din garip olarak başladı ve sonunda da başındaki gibi yine garip olacak. Ne mutlu gariplere." Dedi ki:

İşte İmamın taraftarları o gariplerdir. Hiçbir delil ortaya koymadan bu iddiada bulundu.

Bu kitapta dedi ki:

"Allah Teala Mehdi'yi gönderdi. Onun itaati saf ve temizdir. Onun itaatinin benzen kendisinden önce ve sonra gelmemiştir. Gökler ve yer onunla ayakta durur. Onun rakibi, benzeri ve dengi yoktur."

O yalan söyledi. Allah Teala onun sözlerinden beridir/uzaktır. Nitekim o, ayrıca Tirmizı ve Ebû Dâvud'daki Fâtıma evladı hakkındaki hadisleri sanki kendisi hakkındaymış gibi göstermiş ve onun kesinlikle kendisi olduğunu söylemiştir.[69]

O bunu ilk olarak arkadaşlarına hitab ederek şöyle açıkladı: Dilediğini yapan ve dilediği şeye hükmeden Allah'a hamd olsun. O'nun emrini kimse geri çeviremez ve O'nun hükmünü kimse eleştiremez. Mehdiyi müjdeleyen Peygamber'e (s.a) de salât ve selam olsun yeryüzü (daha önce) zulüm ve haksızlıkla dolduğu gibi (onunla birlikte) adaletle dolar. Hak ile bâtıl yer değiştirdiği, adalet zulümle yok edildiği zaman Allah Tealâ onu gönderir. Onun yeri Mağrib-i Aksa'dır, zamanı âhir zamandır. İsmi Peygamber'in (s.a) ismidir. Nesebi Peygamber'in (s.a) nesebidir. Yöneticilerin zulmü aşikar oldu, yeryüzü bozgunculuk ile doldu. Bu, âhir zamandır, isim aynı isim, neseb aynı neseb, fiil aynı fiil. Böylece o, Fatımî hadislerinde verilen ipuçlarına işaret eder.

O bu sözleri bitirince arkadaşlarından on tanesi ona hemen şu karşılığı verirler. Bu özellikler ancak sende bulunur. Sen mehdisin. Ve ona biat ederler. Kendisinin mehdi olduğunu ve masum olduğunu söylemesine ilave olarak ayrıca Allah'ın dininde de pek çok bid'atı uydurur. Sonra bunu hutbelere yerleştirir ve paralara basar. Hatta onun mehdiliğine şehadet etmek onlara göre kelime-i şehadetin üçüncü cümlesidir. Kim onun mehdiliğine inanmazsa veya şüpheye düşerse diğer kâfirler gibi kâfir olur. Şeriatın ölüm cezası koymadığı yerlerde de ölüm cezası koyar. Yaklaşık onsekiz yerde daha ölüm cezası koyar. Mesela onun emrini işitip de yerine getirmeyen, üç defa onun vaazlarında bulunmayan ve ikiyüzlü davranan kimseleri öldürür. Bunun gibi daha pek çok şey vardır.

Onun mezhebi zahiriye bid'ati idi. Bununla birlikte namaza çağrı şekilleri gibi pek çok şeyi de uydurdu. Çünkü onlar namaz zamanı şöyle sesleniyorlardı: Bitâsâliti'l İslam" "Bikıyamı Tâsâlît", "Sûridin", "Bâridi" ve "Asbeha ve lillahi'1-hamd" vs. Bunların hepsi Muvahhidler zamanında uygulandı. Pek çoğu onların devleti yıkıldıktan sonra da devam etti. Hatta bizzat ben Gırnata büyük camiinde masum imam malum Mehdi'ye karşı büyük bir sempatinin olduğunun farkına vardım. Nihayet bu bid'atlerin bir kısmı ortadan kaldırıldı, fakat pek çok şey de ihmal edildi ve varlığını devam ettirdi.  Sultan Ebu'1-Alâ  İdris[70] ibn Yâkub  ibn Yusuf ibn Abdil-mümin ibn Ali onlardandır.  Kendisi onlarm işledikleri bid'atlerin kötülüğünü anladı. Merakeş'e yerleştiği zaman halifesine kendisin­den önceki çıkartılan bütün bid'atlerin ortadan kaldırılmasını emretti. Bununla ilgili olarak bölgelere mektup yazdı. O mektupta bu âdetin değiştirilmesini emretti. Allah'tan korkmayı/takvayı, O'ndan yardım istemeyi ve O'na tevekkül etmeyi tavsiye etti. Bâtılı fırlatıp attı, hakkı yerleştirdi. İsa'dan başka mehdi olmadığını açıkladı. Bid'at olarak kendisinin mehdi olduğunu iddia etmelerini engellendi ve masumluğu ispat edilemeyecek kimsenin masum olamıyacağmı söyledi.

İbn el-Arâbi'nin anlattığına göre onun babası el-Mansur[71] bir şeyler yapmayı, sesini yükseltmeyi ve gerçekleri açıklamayı düşündü. Fakat ömrü buna yetmedi. Sonra ölünce ve oğlu Reşid lakablı Ebû Muhammed Abdülvahid[72] yerine geçince Muvahhidler diye isimlendirilen bu mezhep mensuplarından bir heyet kendisine geldi. Onun için ön saflarda savaştılar. Ona itaat edeceklerine, hizmetinde bulunacaklarına ve güçlerince onu savunacaklarına dair kendi nefisleri üzerine garanti verdiler. Ancak bunun için hutbelerde ve konuşmalarda Mehdi'nin isminin zikredilmesini, onun masum olduğunun özellikle belirtilmesini, özel isminin paralara yazılmasını namazdan sonra ve namaza çağrı esnasında, ezanda ve ikâmette "Bitâsâliti'l-İslâm"[73] "Bitukâmitâsâlit""Sûdirin" "Vekâdiri" ve "Asbeha ve lillahi'1-hamd" gibi duaların yeniden ilâve edilmesini şart koştular.

er-Raşid, babasının belirlediği şekilde bunları terke devam ediyordu. Muhavvidler itaate hazır olduklarını bildirdiklerinde terk edilen şeylerin iadesini şart kcvtular. Bu konuda kendisine yardım edeceklerdi. Muvahhidlerin yerleri yurtları günlerce işgal edilip de bu âdetlerinden hiçbirisi iade edilmeyince şüphelenmeye ve kötü zanlar beslemeye başladılar, dini umdelerinin kesintiye uğramasın­dan korktular. Bu durum er-Raşid'e ulaşınca, onların kendi geleneklerini iade etmek suretiyle dostluklarını yeniden kazandı.

Tarihçi (İbn el-Arabi) der ki:

Allah, Allah! Bunları duyunca onlar ne kadar sevindiler ve ne kadar rahatladılar. Dillerinden halifelerinin başarısı için dua ve destek niyazları döküldü. Neşe ve mutluluk büyük küçük hepsini kapladı. İşte bid'at sahibinin durumu budur. Onun için bid'atinin yayılmasından ve hâkim olmasından daha büyük bir mutluluk yoktur. Nitekim âyet-i kerimede şöyle buyurulur:

"Allah'ın fitneye düşmesini dilediği kimse için Allah'a karşı senin elinden bir şey gelmez."[74]

Bütün bunlar, Şiânın da görüşü olan imamet ve masumluk görüşü etrafında döner dolaşır.[75]

 

Fasıl

 

Bid'atçilerden bir kısmı da şeyhlerine gösterdikleri ta'zim ve saygıda aşırı giden kimselerdir. Hatta onları hak etmedikleri mertebeye yükseltirler. Onlardan ılımlı olanı bile (mesela) filan kişiden daha büyük bir velinin olmadığını iddia eder. Bazan da velilik kapısını o kişiden başka ümmetin diğer fertlerine kapatırlar. Bu kesinlikle bâtıldır ve kötü bir bid'attır. Çünkü sonrakiler, hiçbir zaman öncekilerin derecesine ulaşamazlar. En hayırlı nesil, Rasulullah'ı (s.a) gören ve ona iman eden nesildir. Sonra onları izleyen­lerdir. Kıyamet kopuncaya kadar durum hep böyle olacaktır. Dinlerinde, amellerinde, inançlarında ve hallerinde müslümanların en kuvvetli oldukları dönem İslamın ilk dönemidir. Sonra devamlı olarak dünyanın sonuna doğru gittikçe bu durum zayıflayacaktır. Fakat hakikat hiçbir zaman tamamen ortadan kalkmayacaktır. Bilakis hakkı ayakta tutan, ona inanan ve imanlarmdan durumla­rına göre onun gereğiyle amel eden bir topluluk daima bulunmuştur. Fakat bunlar da hiçbir şekilde ilk müslümanlar seviyesinde olmamışlardır. Çünkü sonrakilerden birisi Uhud dağı ağırlığında altını infak etmiş olsa bile Rasulullah'ın (s.a) ashabından birisinin bir ölçeğine hatta yarım ölçeğine bile ulaşamaz. Basit bir tecrübenin şehâdetiyle mali bir ibadette durum bu olunca imanın diğer bölümlerinde de durum aynıdır.

Yukarıda da yazıldığı gibi dindarlık hala eksilmeye devam ettiğine göre bu bir asıldır/değişmez bir durumdur, bunda şüphe yoktur. Ehl-i sünnet ve'1-cemaate göre de böyledir. O halde bundan sonra yeryüzü sakinlerinin içinde en büyük velinin o olduğuna ve bu ümmette ondan başka velinin bulunmadığına nasıl inanılır? Fakat büyük bir cehalet, aşırı saygı ve inanç taassubu, benzeri şeylere veya daha büyük şeylere yol açıyor.

Ilımlı olanı ise onun (şeyhin), peygamberle aynı seviyede olduğunu, sadece ona vahyin gelmediğini iddia eder.[76] Şeyhleri hakkında ileri giden bir gruptan bana böyle bir iddia ulaştı. Onlar zanlarınca kendi tarikatlerini savunmuş oluyorlar. Hallac'ın bazı öğrencilerinin şeyhleri hakkında ileri sürdükleri benzeri iddialar bu konuda onlardan gelen en ılımlı iddialardır. Hallaç taraftarlarının Hallaç hakkındaki iddiaları-gibi kimi aşırılar ise bundan daha çirkin iddialarda bulunurlar.

Nakilde adalet ve doğruluk sahibi şeyhlerden birisi bana şöyle anlattı: Çöldeki kasabalardan birisinde bir müddet kaldım. Orada bu cemaate mensup pek çok kişi vardı. Şeyh sözlerinin devamında dedi ki:

Bir gün bir ihtiyacım için dışarı çıkmıştım. Onlardan iki kişiyi otururlarken gördüm. Tarikatlerine dair bazı şeyleri konuştukları kanaatine kapıldım. Konuşmalarına kulak vermek için gizlice yanlarına yaklaştım. Çünkü sırlarını gizlemek onların âdetiydi. Şeyhle­rini, onun mertebesinin büyüklüğünü ve dünyada onun benzerinin olmadığını konuşuyorlardı. Bu konuşmadan dolayı ikisi de büyük zevk alıyorlardı. Sonra birisi diğerine dedi ki:

Gerçeği (söylememi) ister misin? O bir peygamberdir. Arkadaşı ona dedi ki:

Evet, bu doğrudur.[77] Olayı anlatan kişi dedi ki:

Onlarla birlikte bana da bir felaketin isabet etmesinden korkarak o yerden hemen uzaklaştım.

İmamiyye Şiasının tavrı işte budur. Din konusundaki bu aşırılık, mezhebe arka çıkmadaki bu hırs ve bid'atçiye sevgideki bu gayret ve çaba olmasaydı biç kimsenin aklı bunu kavrayamazdı. Fakat Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur:

"Siz, sizden öncekilerin yollarına karış karış, arşın arşın uyacaksınız."

Tıpkı Hıristiyanların Hz. İsa hakkında aşırı gittikleri gibi bunlar da (şeyhleri hakkında) aşırı gittiler. Hıristiyanlar dediler ki: Allah, Meryemin oğlu İsa'dır. Allah Teala onlara şöyle seslendi:

"Ey Kitap ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluma uymayın."[78] Bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurulur:

"Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'yı methederken aşırı gittikleri gibi siz de beni methederken mübalağa etmeyiniz. Fakat bana: Allah'ın kulu ve O'nun Rasül'ü deyiniz!"[79]

Bu fırkaları inceleyen bir kimse şeriatın furûunda bunların pek çok bid'atmi görecektir. Çünkü şeriatın aslına bid'at girince, fürûuna girmesi çok daha kolay olur.[80]

 

Fasıl

 

Bunların delil yönünden en zayıf olanları yapacakları amellerde makamlara istinat edenler, onlarla bir şeye yönelen ve onlar sebebiyle bir şeyi yapmaktan vazgeçenlerdir. Onlar derler ki:

Biz filan sâlih kişiyi (rüyamızda) gördük. Bize dedi ki:

Şunu terk et, şunu yap. Buna benzer şeyler, mutasavvıfları ahlâk ve amellerinde değil de daha çok dış görünüşlerinde taklit, eden kimselerde görülür. Bazıları da zaman zaman şöyle derler:

Ben Hz. Peygamberi (s.a) rüyamda gördüm, bana şöyle dedi, bana şöyle emretti. Şeriatte belirlenmiş sınırların dışına çıkarak onunla amel eder ve onunla bir şeyi terk ederler. Halbuki bu bir hatadır. Çünkü Peygamberlerin dışında hiç kimsenin rüyası[81] ile asla şer'i bir hüküm verilemez. Ancak bunlar elimizdeki şer'i hükümlere arz edilir. Bu hükümler ona ruhsat verirse gereğiyle amel edilir, yoksa terk edilmeleri ve yüz çevirilnıeleri gerekir. Bunların faydası sadece ve özellikle müjde ve uyarıdır. Bunlardan hüküm çıkarılmasına gelince bu caiz değildir.[82] Nitekim -Allah kendisine rahmet etsin- el-Kettani'nin şöyle dediği rivayet edilir:

Hz. Peygamber'i (s.a) rüyamda gördüm ve dedim ki:

Kalbimi öldürmemesi için Allah'a dua et. Bana şöyle buyurdu:

Hergün kırk defa "Ya Hayyü ya Kayyûm Lâ ilahe illa Ente" de.

Bu, güzel bir sözdür. Doğruluğunda şüphe yoktur. Zikrin kalbi diri tutması şer'an doğrudur. Rüya'nın faydası hayra ikazdır. Bu da müjdenin bir bölümüdür. Geriye kırk ile sınırlandırma meselesi kalır.[83] Kırk ile sınırlandırmayı bir mecburiyet haline getirmedikçe rüyanın verdiği mesaj doğrudur.

Allah rahmet eylesin Ebu Yezid el-Bestâmi'nin şöyle dediği rivayet edilir:

Rabbimi rüyamda gördüm. Dedim ki:

Sana hangi yolla ulaşılır? Dedi ki:

Nefsini terk et ve gel. Bu sözün manası şeraitte mevcuttur ve gereğiyle amel etmek de doğrudur. Çünkü bu, delil mahalline bir dikkat çekme gibidir.  Çünkü nefsi terk etmenin manası mutlak olarak onun heva ve arzularını terk etmek ve kulluk üzere durmaktır. Âyetler de buna işaret etmektedir: Meselâ Allah Teala şöyle buyurmaktadır:   "Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştıran kimse için şüphesiz cennet yegâne barınaktır."[84]

Buna benzer başka âyetler de vardır. Meselâ bir kimse rüyasında: "Falan kişi hırsızlık yaptı, elini kes veya falan âlime sor veya onun söylediği ile amel et veya filan kişi zina etti, ona had cezası uygula" gibi şeyler söyleyen birisini görse, uyanık iken bunlara dair bir şahit olmadıkça bu sözlerle amel etmesi caiz değildir. Şayet amel ederse gayri meşru bir iş yapmış olur. Çünkü Rasulullah'dan (s.a) sonra artık bir daha vahiy gelmeyecektir.

Şöyle denilemez: Rüya peygamberliğin bölümlerinden bir bölüm­dür, o halde ihmal edilmemesi gerekir, Rüyadaki haber verenin Hz. Peygamber'den (s.a) olması da mümkündür. Çünkü o şöyle demişti:

"Kim rüyasında beni görmüşse gerçekten görmüştür. Zira şeytan benim suretime giremez."

Hal böyle olunca onun uykuda iken haber vermesi uyanıkken haber vermesi gibidir.

Böyle denilemez, çünkü denilirse o zaman da biz şöyle deriz. Rüya peygamberliğin bölümlerinden bir bölüm olsa bile bizim için vahyin tamamı değildir. Bilakis vahyin bir parçasıdır. Parça, her yönüyle bütünün yerine geçemez. Ancak bazı yönlerden onun yerine geçer. Burada da müjdeleme ve dikkat çekme yönü söz konusudur.

Bu da yeterlidir.[85]

Aynı şekilde nübüvvetin bölümlerinden olan rüyanın bir şartı da onun salih bir kişi tarafından görülmüş olmasıdır. Dikkat edilecek şeylerden birisi de şartların var olup olmadığıdır. Bu şartlar yeterince olabilir de olmayabilir de.

Ve yine rüyanın da kısımları vardır. Şeytani olanlarına hulm/düş denilir. Bir de hadisu'n-nefs tabir edilen kısmı vardır ki bu da benliğin kendinden kendisine yapılan telkinden meydana gelir, bazı karmaşık duyguların heyecanı buna sebep olabilir. Salih olanla hüküm verilmesi ve sâlih olmayanın terkedilmesi için bunlar birbirinden nasıl ayırt edilecektir?

Rüya ile hüküm vermek, zorunlu olarak Peygamber'den (s.a) sonra vahyin yenilenmesi demektir ki bu, icma ile yasaklanan bir şeydir.

Anlatıldığına göre Kadı Şüreyk ibn Abdillah[86] bir gün halife el-Mehdi'nin[87] huzuruna girdi. Halife, onu görünce dedi ki:

Benim kılıncı ve idam sehpalarını elden bırakmamam gerekiyor. Kadı Şüreyk dedi ki:

Niçin ey Emirul-müminin? Dedi ki:

Rüyamda gördüm ki sanki sen, benden yüz çevirdiğin halde sergimi çiğniyorsun. Rüyamı bir tâbirciye anlattım, bana dedi ki:

(Şüreyk) senin yüzüne karşı sana itaat eder görünecek fakat içinden sana karşı çıkacak. Şüreyk bunun üzerine ona dedi ki:

Allah'a yemin olsun ki ne senin rüyan İbrahim'in (a.s) rüyasıdır, ne de senin tâbircin Yusuf’ tur (a.s). Yoksa yalancı düşlerle müminlerin boyunlarını mı vuracaksın? Bunun üzerine halife el-Mehdi utandı ve dedi ki:

Lütfen yanımdan çık git. Kadı Şüreyk de halifenin yanından ayrıldı ve uzaklaştı.

Gazzali'nin anlattığına göre bazı (müctehit) imamlar Kur'an'ın mahluk olduğunu savunan kişinin öldürülmesinin vacip olduğuna fetva vermişlerdir. Bu konuda kendilerine müracaat edilmişti de onlar şöyle delil getirmişlerdi: Bir adam rüyasında İblisi Medine'nin içine girmediği halde kapısından geçtiğini görür.

İblise sorulur:

Medine'ye girdin mi? İblis der ki:

Benim girmeme gerek yok, çünkü Kur'an'ın mahluk olduğunu söyleyen bir adam girdi. (Kur'an'ın mahluk olduğunu söyleyen kişinin öldürülmesi gerektiğine fetva veren imamlar bu rüyayı delil getirmişti).

Bunun üzerine fetvayı soran adam hemen ayağa kalktı ve dedi ki:

İblis, uyanık iken benim öldürülmem için fetva vermiş olsa onun fetvasını taklit edermisiniz? Dediler ki:

Hayır! Adam dedi ki:

İblisin uykudaki sözü uyanık iken duyulan sözünden daha geçerli değildir.                                       

Hz. Peygamber'i (s.a) rüyasında görüp de Peygamber'in rüyasın­da kendisine bir hükmü bildirdiğini gören kimsenin rüyasına gelince bunun üzerinde de durmak gerekir. Şayet Hz. Peygamber o kişiye rüyasında kendi şeriatine uygun bir hükmü bildirmişse zaten söz konusu olan şey, daha önce şeriatte yerleşmiş olan hükümdür. Peygamber (s.a) o kişiye rüyasında kendi şeriatına aykırı bir şeyi haber verirse bu imkansızdır. Çünkü hayatında istikrar bulan/ve kesinleşen şeriatı Hz. Peygamber'in (s.a) vefatından sonra nesh" olunmaz/değiştirilmez. Çünkü Peygamber'in vefatından sonra dinin istikrarı uykuda görülen rüyalara dayandırılamaz. Bu, icma ile bâtıldır. Kim rüyasında böyle bir şey görürse bununla amel edemez. Böyle bir durumda da rüyanın sahih/doğru/sâdık bir rüya olmadığına hükmederiz. Çünkü hak olan bir şeyi görmüş olsaydı bu rüya ona şeriate aykırı bir şeyi haber vermezdi.

Fakat geride Rasulullah'ın (s.a); "Kim beni uykuda görürse (ger­çekten) beni görmüştür" hadisinin ne anlama geldiğinin araştırılması kalıyor. Bu hadisi şerif hakkında iki tevil vardır: Bunlardan birisi İbn Rüşd'ün, kendisine sorulan bir soruya verdiği cevaptır. İbnu Rüşd'e sorulan soru şudur: Bir hâkim, kendisine gelen bir davada, adâletleriyle bilinen iki şahidin şehâdette bulunmasından sonra, rüyasında Hz. Peygamber'in kendisine: Bu şahitlikle hüküm verme; Çünkü o bâtıldır." dediğini görür. Bu durumda hâkim ne yapacaktır? İbn Rüşd, bu soruya şöyle cevap verir:

Hâkimin şahitlerin şehadetini terk etmesi helâl/câiz değildir. Çünkü şahitlerin şehadetini terk etmek demek rüya ile şeriatın hükümlerini iptal etmek demektir. Bu ise bâtıldır, buna inanılması doğru değildir. Çünkü şahitlik yönünden ğaybı ancak rüyaları vahy anlamına gelen peygamberler bilebilir. Peygamberlerin dışındakilere gelince onların rüyaları peygamberliğin kırk altı parçasından sadece bir parçasıdır.

Sonra (İbn Rüşd) şöyle dedi:

"Beni gören kimse gerçekten beni görmüştür." hadisi, uykusunda Hz. Peygamber'i gördüğü kanaatinde olan kimse gerçekten onu görmüştür anlamına gelmez. Çünkü rüyasında onu gören kimse onu defalarca ve muhtelif suretlerde görebilir. O, Hz. Peygamberi bir vasıfta, bir başkası da bir başka vasıfta görebilir. Halbuki Hz. Peygamber'in (s.a) muhtelif suretle­rinin ve muhtelif vasıflarının olması caiz değildir. O halde hadisin manası ancak şu olur:

"Kim beni yaratıldığım şekil üzere görürse beni görmüştür. Çünkü şeytan benim şeklimde görünemez."

Zira Hz. Peygamber şöyle demedi: Kim beni gördüğünü zannnederse, beni (gerçekten) görmüştür, Sadece şöyle dedi: Kim beni görmüşse (gerçekten) beni görmüştür. Hal böyle olunca rüyasında herhangi bir suret üzere Hz. Peygamberi gördüğüne kanaat getiren kimse o suretin Hz. Peygamber'e ait olduğunu nereden bilecek? Onu gördü­ğünü zannetse bile bu suretin bizzat ona ait olduğunu bilmediği müddetçe o kişi ne yapacaktır? Hiç kimsenin de bunu bilmesi mümkün değildir.

İbn Rüşd'den nakledilen bilgiler bunlardır. Bu bilgilerin özeti şudur: Her ne kadar gören kimse onun olduğuna kanaat getirse bile görülen suret Peygamber'den başkasına ait olabilir.

İkinci tevil ise şudur: Rüya tâbircisi âlimler dediler ki:

Kişi uyurken şeytan ona tanıdığı ve tanımadığı kişilerin suretlerinden herhangi bir surette gelebilir ve başka bir kişinin suretini "bu filan peygamberdir" "bu filan padişahtır." diye gösterebilir. Veya şeytanın benzemeyeceği kişilerden herhangi birisinin o olduğunu iddia edebilir. Başka alametlerle o kişileri tanıdığı halde şeytanın bu şekilde görünmesiyle kafası karışabilir. Hal böyle olunca onun rüya sahibine şeriate aykırı emir ve yasakları söylemesi de mümkündür. Rüya sahibi de bu emir ve yasakların Peygamber (s.a) tarafından söylendi­ğini zannedebilir. Halbuki öyle değildir. O halde rüyada onun söylediği veya emrettiği ya da yasakladığı şeylere güvenmemelidir.

Böyle bir durumda şeriatin kemaline aykırı emir veya yasaklar kabul edilemez. Bunların şeriate muvafık olması gerekir. O halde sorunda herhangi bir kapalılık ve karışıklık yoktur. Evet, ilmi ölçülere arz edilmedikçe sadece bir rüya ile hüküm verilemez. Çünkü iki kısımdan birinin diğeriyle karışma ihtimali vardır. Ahkâm konusunda rüyayı ancak (ilmi yönden) zayıf kişiler delil olarak kullanırlar. Evet, rüyada görülen şey kesin bir hükmü gerektirme­yecek ve bir temel olarak üzerine herhangi bir şeyi bina etmeyecek şekilde özellikle bir rahatlama, bir uyarı ve müjde olarak değerlen­dirilebilir. Şeriatten anladığımız şeylere göre rüya ile ameldeki orta yol budur. En iyi bilen Allah Tealadır.[88]

 

Fasıl

 

Bu bölümdeki sözü, geçmiş delillerin tamamını ve o manadaki diğerlerini toplayan bir fasıl ile bitirmeyi uygun gördük. Bu fasılda bu kitabın nüktelerinden bir başka demet sunulacaktır. Zaman ve şartlara göre bunlara da ihtiyaç vardır. Her ne kadar uzun bir fasıl da olsa, inşaallah bizim konumuzun daha iyi anlaşılmasına hizmet edecektir.

Olay şudur: Kendilerinin tasavvufçuların yolundan gittiklerini iddia edip "fakirler" diye şöhret bulan bir topluluk hakkında soru soruldu: Bunlar bazı geceler toplanıyorlar. Tek bir ağızdan/koro halinde cehrî zikir yapıyorlar, sonra gecenin sonuna kadar musiki ve raksa dalıyorlar. Fakih diye bilmen bazı kişiler de onlarla beraber bulunuyorlar ve bu yolu gösteren şeyhlerin peşinden gidiyorlar. Böyle bir şey yapmak şer'an caiz midir, değil midir?

Cevap olarak denildi ki, bunların hepsi sonradan uydurulmuş bid'atlerdir ve Peygamberin (s.a), ashabının ve güzellikle onları izleyenlerin yoluna muhalefettir. Allah Teala yarattıklarından dilediği kimseleri Peygamberin ve ashabının yolundan yararlandırmak­tadır.

Sonra bu cevap çeşitli beldelere ulaştı ve bu bid'atleri işleyen­lerin üzerine kıyamet koptu. Tarikatlarının silinip yok olacağından ve menfaatlerinin kesileceğinden korktular. Bunun üzerine hemen kendilerini savunmaya geçtiler ve faziletleri sabit, Allah'a bağlılık­ları bilmen ve Peygamber'in sünnetiyle amel etmeyi prensip edinmiş tasavvuf şeyhlerine intisap ettiklerini söyleyerek kendilerini savundular. Halbuki onlar tasavvuf şeyhlerinin tuttukları yola ters düştükleri için delil olarak onlara bağlılıklarını göstermeleri geçerli değildir. Çünkü onlar tuttukları yolu üç temel esas üzerine bina ettiler: Ahlak ve davranışlarında Hz. Peygamber'e (s.a) uymak, helâl lokma yemek ve bütün amellerde samimi bir niyet taşımak. Onlar bu üç temel esasta tasavvuf şeyhlerine muhalefet ettiler. Bu sebeple onların cemaatine dahil olmaları mümkün değildir.

Allah'ın takdiri bu ya, insanlardan biri buna benzer bir soruyu zamane şeyhlerinden birine sordu. Lâkin meselenin dış görünüşü öylesine güzeldi ki, dikkat etmeyen bir kimse içyüzünü neredeyse kavrayamazdı. Allah affetsin, o şeyh de meselenin altında yatan bid'at ve sapıklıklara dikkat etmeksizin dış görünümüne bakarak ona cevap verdi. O bu cevabı başka beldelere de taşıdı ve kendi beldesinin dışındaki beldelere de götürdü. Kendi yandaşları arasında tarikatleri lehine elinde bütün deliUere galip gelecek bir delilin bulunduğu kişi diye meşhur oldu.  Bu konuda tartışma talebinde bulundu. Bunun için davet de edildi. Fakat: işte benim delilim budur deyip, şeyhin yazılı cevabının bulunduğu belgeyi ortaya atmaktan başka da bir şey yapmadı. Mesele Gırnata'ya kadar ulaştı. O, herkesin bu belgeye bakmasını ve incelemesini istedi. Halbuki hiç kimse işin doğrusunu görebilecek durumda değildi. İşin doğrusu o belge aslında Allah'a nasıl itaat edileceğini anlatıyordu. Çünkü belgedeki olan şeyler, hak din ve doğru yol demek olan nasihat emsinden şeylerdi.

Sorulan sorunun özeti şudur: Filan şeyhin şu konudaki görüşü nedir; Müslümanlardan bir cemaat var. Bunlar mübarek gecelerde deniz kenarındaki bir misafirhanede toplanıyorlar; Kur'andan bir bölüm okuyorlar. Vakit elverdikçe öğüt ve kalbi incelten nasihat kitaplarını dinliyorlar; çeşitli teşbih, tehlil ve takdislerle Allah'ı zikrediyorlar; sonra aralarından musikişinas birisi kalkarak onlara Hz. Peygamber'e dair (s.a) methiyeler söylüyor, salih kişilerin vasıflarını anlatan, gönüllerin hoşlandığı ve dinlemekten zevk aldığı ilahileri okuyor; Allah'ın çeşitli nimetlerini anıyor; Hicaz bölgelerini ve Nebevi hatıraları anmak suretiyle insanları aşka getiriyor. Onlar da bununla vecde gelip coşuyorlar. Daha sonra hazır olan yemeği yiyorlar, Allah'a hamdediyorlar, Hz. Peygamber'e (s.a) salavat getiriyorlar, işlerinin düzgün gitmesi için Allah'a yalvarıyorlar, nıüslümanlar ve onların imamları için dua ediyorlar ve dağılıyorlar.

Onların bu anlatılan şekilde toplanmaları caiz midir? Yoksa engellenmeleri ve kınanmaları mı gerekir? Bu cemaatin sempatizan­larından birisi onları teberruk maksadıyle evine davet ederse onun davetini kabul edip zikredilen şekilde toplanırlar mı, yoksa daveti kabul etmezler mi?

Şeyhin verdiği cevabın hülasası şudur: İçerisinde Kur'an'ın okunduğu ve Allah'ın zikredildiği meclisler Cennet bahçeleridir. Şeyh daha sonra Allah'ın zikredilmesini teşvik eden deliller getirdi. Şiir şeklindeki musiki parçalarına gelince bunların iyisi iyidir, kötüsü de kötüdür. Kur'an-ı Kerimde İslam şâirleri hakkında şöyle buyurulur:

"Ancak iman edip iyi işler yapanlar, Allah'ı çok ananlar... müstes­nadır."[89]

"Şâirlere gelince, onlara da sapıklar uyar."[90] âyetini dinledikleri zaman Hassan ibn Sabit, Abdullah ibn Ravâhâ ve Ka'b ağladılar. Bunun üzerine yukarıda meali verilen istisna âyeti nazil oldu. Hz. Peygamber'in (s.a) huzurunda da şiir okunmuştu ve Uhtu'n-Nadr beyitleri onun mübarek kalbinde rikkate sebep olmuş ve gözünden yaşlar dökülmüştü. Çünkü o merhamet ve şefkat sahibi bir karakteri taşıyordu.

Semâ esnasındaki vecde gelince bu aslında bir ruh inceliği ve kalp hassasiyetidir. Ki bâtının/iç dünyanın etkilenmesiyle zâhirin/dış görünümün de etkilenmesi dir. Nitekim Allah Teala şöyle buyurur:

"Müminler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri/kalpleri titrer."[91]

Yani ümit ve korku içerisinde kalpleri sarsıntı geçirir. Kalbin sarsıntısından dolayı vücut da sarsıntı geçirir.- Allah Teala şöyle buyurur.

"Eğer onların durumlarına muttali olsa idin dönüp onlardan kaçardın."[92] Bir başka âyette şöyle buyurulur:

"Allah'a koşun."[93]

Tevâcûd psikolojik bir hassasiyet, kalbî bir titreşim ve ruhani bir yükseliştir. Tevâcüd, vecdden kaynaklanır. Şeriatte bunu reddeden bir şey duyulmamıştır. es-Sülemi'nin anlattığına göre semâ anındaki vecd hareketine şu âyetle delil getirilmiştir:

"Onların kalplerine kuvvet verdik.

O yiğitler (hükümdar karşısında) ayağa kalkarak dediler ki:

Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Biz O'ndan başkasına tanrı demeyiz."[94]

es-Sülemi şöyle derdi:

Şüphesiz kalpler melekût âlemine bağlıdır. Zikrin nurları ve zikir esnasındaki semâ çeşitleri kalpleri harekete geçirir.

Bunun yanında bir de vecdden kaynaklanmayan tevâcüd vardır. (Bu tür tevâcüd gerçekte vecde gelinmediği halde vecd arayışı içine girmek, vecd alâmetleri göstermek, kendini vecde zorlamak demek­tir.) Yergi konusu olan da budur. Çünkü bu, dış görünümün/zahirin, iç dünyaya/bâtına muhalefetidir. Azim ve gayretlerin teşvikine, uyuyan kalbin uyaniklığındaki hareket amellerine doğru yönelme esnasında vecd durumundan uzaklaşılabilir. (Gerçi bir hadiste şöyle buyurulur)

"Ey insanlar ağlayın, eğer ağlayamıyorsanız bari kendinizi zorlayarak ağlıyor gibi yapın![95]

Fakat kendisini ağlamaya zorlamak ile vecd arayışı içine girmek (tevâcüd) arasında çok fark vardır.

Cemaati evine çağıran ve bu çağrısına icabet edilen kişiye gelin­ce, bu konuda da onun niyetine ve kasdma bakılır. Buna ancak zahi­re bakılarak bir sınırlama getirilebileceği açıktır. Gizli şeyler hak­kında ancak Allah Teala hüküm verir. Ameller niyetlere bağlıdır.[96]

Şeyhin cevabı burada sona erdi.

Bu cevapla ilgili olarak benim aklıma gelen şeyler şunlardır-Zikir meclisleri hakkında söylediği şeyler, -bu meclisler selef-i sâlihin toplandıkları meclisler gibi olduğu zaman- doğrudur. Çünkü onlar kendi aralarında Kuranı okuyup müzakere etmek için toplanırlardı. Hatta birbirlerine Kur anı öğretirler ve birbirlerinden bilgi alış-verişinde bulunurlardı. İşte bu, zikir meclislerinden bir meclistir. Buna benzer meclisler hakkında Ebû Hureyre'den gelen bir hadiste: Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır:

"Allah'ın evlerinden bir evde Allah'ın Kitabını tilavet ve aralarında onu müzakere eden hiçbir topluluk yoktur ki, üzerlerine bir sekinet inmişi ilâhi rahmet kendilerini bürümüş, melekler her yanlarını sarmış ve Allah Teala kendilerini mele-i a'lada yanındaki (melek)lere anmış olmasın."[97]

Zikir maksadıyle toplanmak da böyledir. Nitekim bir başka rivayette Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu ifade edilmektedir:

"Allah'ı zikretmek üzere oturan hiçbir topluluk yoktur ki melekler kendilerini kuşatmış olmasın".

Fakat onlar koro halinde zikir yapmak için toplanmamışlardır. Bir topluluk Allah'ın nimetlerini anmak veya-ilim sahibi kişilerse aralarında ilim müzakere etmek, veya içlerinde bir ilim adamı varsa onun etrafında ilim öğrenmek için oturdukları veya birbirleriyle Allah'a nasıl itaat edileceğini ve O'na isyandan nasıl uzak durulacağını müzakere etmek üzere toplandıkları zaman, Hz. Peygamber'in ashabı arasında yaptığı, sahabe ve tabiinin de aynısını uyguladığı meclisler gibi olacağından bu meclislerin hepsi zikir meclisi olacaktır. Onlar da hadisteki ecir ve sevaba nail olacaklardır.

İbn Ebi Leyla'dan rivayet edildiğine göre ona kıssalar hakkında soru sorulunca şöyle dedi: Ben Hz. Muhammed'in (s.a) ashabına yetiştim. Onlar oturuyorlar ve birbirlerine duydukları bilgileri anlatıyorlardı. Bir hatîp olarak oturmalarına gelince böyle bir şey yoktu. Bizim gördüğümüz kadarıyla mescitlerdeki uygulama şöyle idi: Öğrenciler bir öğreticinin etrafında toplanıyorlar, muallim/yani öğretici onlara Kur'an veya şer'i ilimlerden bir ilmi okutuyordu. Veya o muallimin etrafında halk toplanıyor, muallim onlara dinlerini öğretiyor,    Allah'ı hatırlatıyor,  öğrenmeleri için Peygamberinin sünnetini açıklıyor ve hepsi birer sapıklık olan bid'atleri de onlardan sakınsınlar, uzak dursunlar ve amel etmekten kaçınsınlar, diye onlara beyan ediyordu.

İşte gerçek manada zikir meclisleri bunlardır. Kendilerinin tasavvuf yolunu izlediğini iddia eden o fakirlerden bid'at ehli olan­ları, Allah Teâlâ, böyle meclislerden mahrum bırakmıştır. Onlardan pek çoğu, değil başka sûreleri, namazda fatihayı bile hatasız okuyamazlar. Nasıl kulluk edeceklerini, nasıl istinca yapacaklarını veya nasıl abdest alacaklarını ya da cenabetten nasıl temizlene­ceklerini bilmezler. Bunları nasıl bilsinler ki onlar rahmetin bürüdüğü, sekinetin indiği ve meleklerin kuşattığı zikir meclislerinden mahrumdurlar. Bu nurun onlardan uzak olması sebebiyle sapıtmışlar ve kendileri gibi câhillerin peşinden gitmişlerdir. Kur'an âyetlerini ve Peygamberin hadislerini okumaya başlamışlar, fakat onları da ilim sahiplerinin söylediklerine göre değil, kendi kafalarına göre yorumlamışlardır. Sırat-ı müstakimin dışına çıkmışlardır. Neticede yine toplanıyorlar ve içlerinden birisi Kur'an'dan bir şeyler okuyor. Fakat bu okuyucu güzel sesli, hoş nağmeli ve makam bilen birisi oluyor, okuyuşunda kötülenen şarkılara benziyor. Sonra da: Gelin Allah'ı zikredelim, diyorlar. Seslerini yükseltiyorlar. Sırayla bu zikre devam ediyorlar. Bir tarafta bir grup, diğer tarafta bir grup, şarkıya benzer şekilde koro halinde zikir yapıyor. Bunun da mendup olan (tavsiye ve teşvik edilen) zikir meclislerin de olduğunu iddia ediyorlar. Yalan söylemektedirler; eğer bunların yaptıkları doğru olsaydı bunu böyle anlamaya ve böyle amel etmeye selef-i sâlih daha layık idi. Aksi takdirde yüksek sesle koro halinde zikir çekmek için toplantı yapmak Kur'an'ın veya sünnetin neresinde görülmüş? Bilâkis Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez."[98]

Tefsirde, aşırı gidenler, duada seslerini yükseltenlerdir.

Ebu Musa'dan rivayet edildi; o şöyle dedi. Bir yolculuk esnasında Hz. Peygamberle (s.a) birlikte bulunuyorduk, insanlar bağırarak tekbir getirmeye başladırlar. Rasulullah (s.a) onlara buyurdu ki:

"Kendinizi zorlamayınız. Çünkü siz ne sağırı çağırıyorsunuz, ne de ğâibe sesleniyorsunuz. Muhakkak ki siz, iyi işiten ve size çok yakın olan Allah'a dua ediyorsunuz. O her zaman sizinle beraberdir."

Bu hadis, âyetin tam bir tefsiridir. Onlar koro halinde de tekbir getirmiyorlardı. Fakat Hz. Peygamber (s.a) âyet-i kerimeye bağlı kalmaları için onların seslerini yükseltmelerini yasakladı. Selef-i salih de zikir için toplanmayı ve bu bid'atçilerin yaptıkları şekilde dua etmeyi yasakladı. Onlar bu maksat için yapılmış mescitleri de yasakladılar ki bu mescitler, suffe diye isimlendirdikleri tekkelerdi. İbn Vehb, İbn Veddah ve diğerleri isteyenler için bu konuda yeterli bilgiyi verdiler.[99]

Bütün bunların neticesi şudur: onlar doğru bir iş yaptıklarına hüsnü zan ediyorlar ve selef-i salih hakkında da (onlar da böyle yapıyorlar diye) sûi zan besliyorlar. Halbuki selef-i salih açık ve kabule şayan bir amelin sahibiydiler, sahih bir dini yaşıyorlardı. Sonra lisanu hal ile onlardan bir delil talep edilince hemen cevap veren (şeyh)in sözüne sarıldılar. Halbuki kendileri hiçbir şeyi bilmiyorlar. O sözü de âlimlerin kabul etmeyeceği şekilde eğip büktüler. Cevabı veren (kişi), zamammızdaki fakirlerin (dervişlerin) zikrinden sorulduğunda başka bir sözün içinde bunu beyan etti ve hadislerde sözü edilen zikir meclislerinin, içerisinde Kur'an tilavet edilen, ilim ve din öğrenilen ve ilimle, ahireti, cenneti ve cehennemi hatırlatmakla mamur hale getirilen meclisler olduğunu söyleyerek cevap verdi. Nitekim, Süfyan es-Sevri'nin, el-Hasen'in, İbn Sirin'in ve benzeri şahsiyetlerin meclisleri böyle meclislerdi.

Lisanı zikir meclislerine gelince, (yeryüzünde) dolaşan melek­lerin anlatıldığı hadiste[100] bu meclisler açıklanmaktadır. Fakat o hadiste cehrî olarak kelimelerle yüksek sesle yapılan bir zikirden söz edilmemiştir. Diğer hadislerde de böyledir. Ancak asıl olan, farz ibadetlerin açıktan, nafilelerin ise gizlice edâ edilmesinin meşru olmasıdır. Ayet-i kerimede şöyle denilmektedir:

"Hani o gizlice Rabbine nida etmişti." (Meryem:3). Hadiste ise:

"Kendinizi zorlamayınız" denilmektedir.

(Kendisine soru sorulan kişi) şöyle dedi:

Zamane fakirleri (dervişleri) âyetler arasında seçim yaptılar ve seslerle temayüz ettiler. Onlar (sünnete) bağlılıktan ziyade (sünnet sınırını) aşmaya daha yakındırlar. Onlar tarikatı Allah'a itaat ve yakınlığın bir aracı olarak değil, daha çok bir menfaat aracı ve meslek olarak gördüler.

Pek çok delilinin özetlenmesiyle birlikte onun söylemek istediği şeyler burada sona erdi. Bu, onun bir delil olarak yapışılan fetvasının, bu bid'atçilerin istedikleri gayeye uygun bir manada olmadığının delilidir.[101] Çünkü ona zamanın dervişlerinin durumu soruldu. O ise onları kötüleyecek şekilde bir cevap verdi. Peygamber'in (s.a) hadisi ise onların amellerini kapsamaz. Daha önceki sualde ise Kur'an okumak veya Allah'ı zikretmek için toplanan kimselerin durumu sorulmuştu. Bu soru, mesela mescitte toplanıp da her biri kendi içinden Allah'ı zikreden veya kendi kendine Kur'an okuyan topluluklara, ya da öğreticiler ve öğrenenlerin bulunduğu meclislere ve yukarıda işaret edilen benzeri meclislerin durumuna daha uygundur. Hem o cevabı veren kişi hem de diğer âlimlerin tamamı bunun sadece güzelliklerinden ve sevabından söz edebilirler. Zikir ve Kur'an tilaveti konusunda bid'atçilerin durumundan sorulduğu zaman da fetvayı verecek kişi ona da itimat edilmesi gerekli cevabı verirdi. Başarı sadece yüce Allah'tandır.[102]

Şeyhin şiir söylemek konusundaki sözlerine gelince, elbette içerisinde müstehcenlik olmayan, isyan ve günahı ifade etmeyen şiirleri okumak ve başkası okuduğu zaman dinlemek caizdir. Çünkü Rasulullah'ın (s.a) huzurunda şiir okunurdu! sahabiler, tabiiler ve onları örnek alan alimler de bununla amel etmişlerdi. Bir takım yararları olduğu için şiir söylenir ve dinlenirdi. Bu yararlardan birisi Hz. Peygamberin (s.a), İslamm ve müslümanların şiirle müdafaa edilmesidir. Bu sebeple yabancı heyetler geldiği zaman şâir Hassan ibn Sabit için mescitte bir kürsü hazırlanır ve orada şiir okurdu. O heyetler derlerdi ki:

Muhammad'in hatibi bizim hatibimizden daha iyi hatip, Muhammed'in şâiri bizim şâirimizden daha güçlü şâir. Hz. Peygamber (s.a) Hassan ibn Sâbit'e derdi ki:

"Haydi şunları hicvet, Cebrail seninle beraberdir."

Bu da Allah yolunda cihadın bir çeşidi idi. Fakirlerin (dervişlerin) müzikli şiirlerinde cihadın faziletinden az veya çok hiçbir şey yoktur.

Şiirin faydalarından birisi de şudur: Şâirler ihtiyaçlarını şiirle arz ederler ve taleplerini dile getirmek için beyitleri aracı olarak kullanırlardı. Nitekim İbn Zuheyr ve Uhtun-Nadr ibn el-Hâris de şâirlerin büyük devlet adamlarının yanında yaptığı gibi yaparlardı. Şiirin muhtevasında caiz olmayan şeyler bulunmadığı müddetçe bunda da bir sakınca yoktur. Bunun bir benzeri, halifeler, melikler ve onlar gibilerine ihtiyaçlarını arz etmeden önce şiirlerinden parçalar takdim etmekdir. Nitekim çalışıp kazanmaya gücü yettiği halde sadece insanların sadakalarıyle geçinen kimseler zamanımızda böyle yapıyorlar. Halbuki bir hadiste şöyle buyurulur:

"Ne zengin, ne de sağlıklı, güçlü kişi zekat alamaz"

Onlar içerisinde Allah ve Rasulünün anıldığı şiirler okuyorlardı. Bu şiirlerde çoğu zaman şer'an caiz olmayan  şeylerde bulunuyordu. Sokaklarda ve pis yerlerde Allah ve Rasulünün adını anarak (sadaka toplamak için) mendil açıyorlar. İnsanların elindekini almak için bunu bir araç olarak kullanıyorlar. Fakat bunu eğlendirici ve nağmeli seslerle yapıyorlar, bu sebeple de kadınlar ve akılsız erkekler korkuyorlar.

Şiirin bir diğer faydası cihad için çıkılan yolculuklarda onların hazan yorgun ve bitkin nefisleri harekete geçirmek ve yük develerini canlandırmak için şiir söylemeleridir. Bu güzel bir şeydir. Fakat Araplar bugünkü insanların yaptığı gibi güzel nağmeler söyleyemez­lerdi. Bilakis kendilerinden sonra ortaya çıkan bu melodileri bilmeksizin şiiri düz bir şekilde okurlardı. Bununla beraber şiir okurken sesi, mûsiki sanatını bilmeyen Arapların ümmiliğine uygun şekilde bazan inceltirler, bazan uzatırlardı. Bunda ne bir lezzet, ne de eğlendirici bir coşku vardı. Sadece onlar için bir şevk veriyordu. Nitekim Habeşliler ve Abdullah ibn Ravâhâ Rasulullah'ın (s.a) önünde (develeri) canlandıracak ezgiler söylerlerdi. Ensar da (Hendek savaşında) hendek kazarken şöyle derdi: "Biz sağ kaldığımız sürece cihad etmek üzere Muhammed'e biat edenleriz." Hz. Peygamber (s.a) de onlara şöyle cevap verirdi:

"Allah'ım! Âhiretin hayrından başka hayır yoktur. Hem ensarı hem de muhacirleri bağışla."[103]

Şiir söylemenin bir diğer faydası, kişinin kendi nefsine öğüt vermek, canlandırmak veya şiirin manası gereğince kendisini harekete geçirmek için hikmetli beyit, veya beyitlerden misal getirmesi veya onları mutlak olarak söylemesidir. Nitekim Ebu'l-Hasen el'Karâfı es-Sûfi'nin el-Hasen'den naklettiğine göre birtakım kimseler Hz. Ömer'e geldiler ve dediler ki:

Ey Müminlerin Emiri! Bizim bir imamımız var, namazını bitirince şarkı söyler. Hz. Ömer dedi ki:

Kimdir o? Bir adamın (ismi) söylendi. Hz. Ömer dedi ki:

Bizi ona götürün. Çünkü biz ona doğru yöneldiğimiz zaman bizim kendisini gözetlediğimizi zanneder. Râvi dedi ki:

Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in (s.a) ashabından bir cemaatle birlikte kalktı ve o mescitte iken adamın yanına geldiler.

Adam, Hz. Ömer'i görünce ayağa kalktı, onu karşıladı ve dedi ki:

Ey mü'minlerin Kmiri! İhtiyacın nedir? Seni buraya getiren sebep nedir? Eğer bize âit bir ihtiyaç sebebiyle buraya gelmişsen onu sana bizim getirmemiz daha uygun olurdu. Eğer bu senin bir ihtayacın ise, Rasulullah'ın (s.a) halifesi olarak bizim kendisine saygı gösterdiğimiz kimse buna daha lâyıktır. Hz. Ömer dedi ki:

Yazıklar olsun sana! Beni üzecek bir şey yaptığını haber aldım. Adam dedi ki:

Nedir o, ey Müminlerin Emiri? Hz. Ömer dedi ki:

İbadetinde sen lâubalilik mi yapıyorsun? Adam dedi ki:

Hayır, ey Mü'minlerin Emiri, fakat ben onunla kendime öğüt vermiş oluyorum. Hz. Ömer dedi ki:

Peki, o halde söyle bakalım onu; güzel bir söz ise ben de seninle beraber söylerim, çirkin ise sana da yasaklarım. Adam bunun üzerine şu şiiri okudu:

Her ne zaman kınamışsam kalbi

Hicranında benim meşakkatimi ister

Zamanın boşa geçtiğini görüyorum hep

Bu da beni mutlaka rahatsız eder.

Ey kötünün dostu nedir bu iştiyak.

Bir ömür bitti böyle oyunda eğlencede

Gençlik benden ayrıldı gitti

Arzularımı gerçekleştiremedi

Artık en büyük ümidimiz alışabilmemizdir.

Çünkü yaşlılık benim emelimi sınırlamaktadır.

Yazıklar olsun nefsime hiç görmüyorum onu

Ne güzel bir şeyde ne de edepte

Ey nefis! Ne sen olaydın ne de aşk

Mevlâ'yı gözet ve hep Ondan kork

Râvi dedi ki:

Daha sonra Hz. Ömer de son beyti tekrarladı:

Ey nefis! Ne sen olaydın, ne de aşk Mevlâ'yı gözet ve hep Ondan korkSonra Hz. Ömer dedi ki:

Bu şekilde şarkı söyleyen, varsın söylesin

Hz. Ömer'in şu sözünü iyi'düşünün: Beni üzecek bir şey yaptığını haber aldım. Beraberinde şu sözünü de düşünün: Sen ibadetinde lâubalilik mi yapıyorsun? Bu sözler çok şiddetli bir tepkiyi ifade eder. Tâ ki adamın dilinden içinde öğüt ve nasihat bulunan hikmetli beyitler dökülür, işte o zaman da adamın yaptığı hareketi onaylar ve hakkını teslim eder.

Bu ve benzeri şeyler onların yaptığı bir işti. Bununla beraber onlar gönülleri canlandırmak ve nefislere öğüt vermek için sadece şiirle yetinmediler. Bilakis nefislerine her tür yolla öğüt verdiler. Fakat onlar şiir olsun diye şarkıcılar da hazır bulundurmuyorlardı. Çünkü bu onların arzu ettikleri bir şey değildi. Onlar zamanımızdaki gibi bir mûsiki bilgisi ve kültürüne de sahip değillerdi. Mûsiki İslam'a daha sonra müslümanlann yabancılarla karışmasıyla birlikte girdi.

Ebu'l-Hasan el-Karafî bunu anlattı ve dedi ki:

İlk dönemde geçen (müslüman) lardan hangisi sonrakilere delil olabilir? Onlar şiirleri musiki ile ve güzel nağmelerle söylemediler. Sadece serbest bir şekilde ve kafiyelerini birbiriyle bağlantılı olarak okudular. Şayet birinin sesi, diğerlerinden daha hüzünlü ise o da yaratılış aslına uygun bir şekilde şiir söylerdi. Onlar şiir okurken yapmacık bir tavır takınmazlar ve kendilerini zorlamazlardı.

Şu sözü el-Karafî söyledi:

Bu sebepledir ki âlimler bu bid'atm mekruhluğuna hükmettiler. Hatta Mâlik ibn Enes'e Medinelilerin kullandıkları mûsikîyi sordular, o şöyle cevap verdi:

Bunu fâsıklar/günahkârlar yaparlar. Fakat öncekiler bunu ibadet yönteminin, gönülleri yumuşatmanın ve kalblere huşu vermenin bir parçası olarak kabul ederler. Hatta faziletli gecelerde kasıtlı olarak buna yönelirler, cehrî zikir yapmak maksadıyle toplanırlar, ölçüyü kaçırırlar, raksederler, bağırırlar, çağırırlar, kendilerinden geçerler, alkışlarının veya âletlerin ve nağmelerin ölçüsüne uygun olarak ayaklarını birbirine vururlar.

Hz.Peygamberin (s.a) sözlerinin içinde, sahih hadis kitaplarında nakledilen amellerinde veya selefi salihin âmellerinde ya da âlimlerden birisinde buna dair bir bilgi var mı? Veya (sorulan soruya) cevap veren (şeyh)in sözlerinde buna benzer bir açıklama var mı?

Bilakis müezzinlerin günümüzde seher vakitleri dua ederken yaptıkları gibi minarelerde şiir okumanın hükmü soruldu. O bunun katmerli bid'at olduğunu söyledi. Çünkü, minarelerde dua yapmak zaten bir bid'attir. Orada şiir ve'kaside okumak ise diğer bir bid'attır. Çünkü kendilerine uyulan selef zamanında böyle bir şey yoktu.

Ona cenazenin önünde cehrî zikir yapmanın hükmü de soruldu.

O buna şöyle cevap verdi:

Cenazeyi takip ederken sessizlik içinde kalmak, tefekkür etmek/düşünmek ve ibret almak sünnettir. Selef böyle yapardı. Onlara uymak sünnettir, onlara muhalefet, etmek ise bid'attir. İ

mam Malik şöyle demiştir:

Bu ümmetin sonradan gelenleri hiçbir zaman öncekilerden daha doğru bir yolda olmayacaklar.

Cevap veren (Şeyh) in sema konusunda söylediği ise bunun bir ruh incelmesi ve kalp çarpıntısı olduğudur. Fakat bu etkilenmenin mahiyetini açıklamadı. Rikkatin/incelmenin ne anlama geldiğini de açıklamadı. Tasavvufçulardaki vecdin anlaşılmasına yardımcı olacak bir tefsir yapmadı. O sadece bunun vecde gelen kişinin vücudunda görülen bir belirti olduğunu söyledi. Bu belirtinin tefsir edilmesi gerekir. Sonra tevâcüd kelimesinin onun sözünde ortaya çıkan şekline göre de açıklanması gerekir.

Genel olarak Hz. Peygamber'in (s.a) ashabında tevacüd, kalpleri kaplayan korku sebebiyle tüyleri diken diken olmak ve ağlamak biçiminde ortaya çıkardı. Allah Teala da şu âyetlerinde kullarını bu vasıflarla vasıflandırdı: "Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanların, bu Kitab'ın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri, hem de gönülleri Allah'ın zikrine ısınıp yumuşar."[104]

"Rasûle indirileni duydukları zaman, gerçeği öğrenmelerinden dolayı gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün."[105] "Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okun­duğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir."[106]

Abdullah ibn eş-Şıhhir'den (r.a.)[107] rivayet edildiğine göre o şöyle dedi:

Bir gün Rasulullah'ın (s.a) yanına gelmiştim. Namaz kılıyor ve ağlamaktan göğsü kaynar kazan gibi ötüyordu.[108] el-Hasen'den rivayet edilmiştir:

Ömer ibn el'Hattab (r.a) "Rabbinin azabı mutlaka vuku bulacaktır. Ona engel olacak hiçbir şey yoktur."[109] âyetlerini okuyunca onların tesirinden karnı şişti ve yirmi gün yatakta hasta yattı.

Ubeydullah ibn Ömer'den[110] rivayet edilmiştir:  O şöyle dedi:

Ömer ibn el'Hattab (r.a) bize bir sabah namazı kıldırdı. Namazda Yusuf sûresinden başladı ve "Üzüntüden gözlerine ak düştü. Artık acısını içine gömmüştü."[111] âyetine gelinceye kadar okudu. Bu ayete gelince ağladı ve devam edemedi (rükua gitti). Bir başka rivayette Hz. Ömer'in namazda:

"Ben kederimi ve hüznümü sadece Allah'a şikayet ederim."[112] âyetine gelince ağladığı ve hıçkırıklarının arka saflardan duyulduğu ifade edilir. Ebû Salih'in şöyle dediği rivayet edilir: Hz. Ebû Bekir (r.a) zamanında Yemenliler (Medine'ye) gelmiş­lerdi. Yemenliler Kur'an'ı dinledikleri zaman ağlamaya başladılar. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir dedi ki:

Kalplerimiz katılaşmadan önce biz de böyle idik. İbn Ebi Leylâ'dan rivayet edildiğine göre o Meryem Sûresini okurken "Onlara, çok merhametli olan Allah'ın âyetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı."[113] Mealin­deki secde âyetine gelince hemen secdeye kapandı. Kafasını secdeden kaldırınca dedi ki:

Secdeyi yaptık, peki ya, ağlamak nerede?

Buna benzer daha pek çok rivayet vardır. Bütün bunlar öğütün onları nasıl etkilediğini göstermektedir. Bu etkilenme yapmacıklıktan uzaktır ve bu örneklerdeki gibidir.

Bazı insanların vecd haline delil olarak getirdikleri şu ayet de bunun bir benzeridir:

"Onların kalplerine kuvvet verdik.

O yiğitler (hükümdar karşısında) ayağa kalkarak dediler ki: Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir."[114]

Bazı müfessirler bunu zikrettiler. Allah Teala onların kalplerine imanı yerleştirince, melikleri olan kâfir Dekyanus'un huzuruna çıktılar. Bir fare veya kedi hareket etmiş olsa bu yüzden melik korkacaktır. Gençler birbirlerine bakış­tılar. Tevhide inandıklarını açıklamaktan kendilerini alamadılar. Delil ve burhanı ilan ettiler. Melikin küfür dinini reddettiler. Allah yolunda canlarını ortaya koydular. Melik (önce) onlara (bir kötülük yapmayacağına dair) söz verdi, sonra sözünde durmadı. Bunun üzerine gençler mağaraya çıkmak üzere birbirleriyle sözleştiler. Bu olayın tamamı Allah'ın kitabında anlatılır. Bu olayda ne bir bağırma çağırma, ne bir taşkınlık, ne bir baygınlık ve ne de başka bir şey vardır. Bunlar günümüz dervişlerinin yaptıkları şeylerdir.

Said ibn Mansur, Tefsir'inde Abdullah ibn Urve ibn ez-Zübeyr'den nakletti: Abdullah dedi ki:

Ninem Esma'ya[115] dedim ki:

Hz. Peygamber'in (s.a) ashabı Kur'an okudukları zaman ne halde olurlardı? Dedi ki:   

Allah'ın onları nitelendirdiği gibi idiler; gözlerinden yaşlar akar, derileri titrerdi. Dedim ki:

Burada bazı insanlar var ki onlar aynı şeyleri işittikleri zaman bayılıyorlar. Ninem Esma bunun üzerine dedi ki:

Lânetli şeytandan Allah'a sığınırım.

Ebû Ubeyd, Ebû Hâzim'in hadislerinden şunu tahric etti. Ebû Hâzim dedi ki:

İbn Ömer, yere düşen bir Iraklıya rastladı. İnsanlar etrafına toplanmışlardı. İbn Ömer dedi ki:

Bu nedir? Dediler ki:

Kendisine Kuran okununca veya Allah'ın adı anıldığını duyunca Allah korkusundan yere kapaklandı. İbn Ömer dedi ki:

"Vallahi biz de Allah'dan korkarız,  ama yere düşmeyiz."

Bu bir hoşnutsuzlukifadesidir. Hz. Aişe'ye denildi ki:

Bazı kişiler Kur'an'ı dinleyince baygınlık geçiriyorlar. Hz. Âişe dedi ki:

Kur'an kişilerin akıllarını başlarından almayacak kadar büyük ve yücedir. Fakat Kur'an Allah'ın şu ayetinde buyurduğu gibidir:

"Rablerinden korkanların, bu Kitab'ın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri ve hem de gönülleri Allah'ın zikrine yumuşar."[116]

Enes ibn Malik'den rivayet, edildi: Kur'an okunurken şuurunu kaybeden kişilerin durumu ona sorulunca şöyle cevap verdi:

Bu, Hâricilerin işidir.

Ebû Nuaym'in, Câbir ibn Abdillah’tan tahriç ettiğine göre İbn ez-Zübeyr (r.a) şöyle dedi:

Babamın yanına gelmiştim. Bana sordu:

Nerede idin? Dedim ki:

Allah'ı zikreden bir topluluk gördüm. İçlerinden birisi Allah korkusundan bayılacak derecede titreyip kendinden geçiyordu. Onlarla beraber oturdum. Babam dedi ki:

Bir daha onlarla oturma. Bu sözün sanki beni etkilememiş olduğunu görmüş olacak ki bana şöyle dedi:

Ben Hz. Peygamberi (s.a) Kur'an okurken gördüm, Hz. Ebu Bekir'i ve Hz. Ömer'i Kur'an okurken gördüm. Onların başına böyle bir şey gelmiyordu. Sana göre onlar Allah'tan Ebu Bekir ve Ömer'den de mi çok korkuyorlar? Ben de babamın görüşünü isabetli buldum ve o adamları terkettim. Bun­ların hepsi dindarlar için kabul edilemez yapmacık ve zorlama hareketlerdir.

Muhammed ibn Sırin'e, yanında Kur'an okununca bayılan kişi­nin durumu soruldu. Dedi ki:

Onunla bir duvarın üzerinde oturmak üzere buluşalım. Sonra onun yanında, başından sonuna kadar Kur'an okunsun. Şayet bu esnada duvardan aşağıya düşerse dediği gibidir.

Bu, hak ve bâtılı ortaya koymada güzel bir sözdür. Çünkü bu tür davranışlar sadece Hâricilerde, doğrudan     sapan nefislerde samimiyetin bir çeşidi olarak görülmektedir. Nefis, kişiyi bununla aldatmakta ve aslında öyle olmadığı halde bunu sağlıklı bir reaksiyon olarak görmektedir.

Sahabe-i kiramdan hiç kimsede böyle bir durumun görülmemiş olması bunun nefsin bir aldatması olduğunun delilidir. Onlarda ne böyle bir şey ne de benzeri bir şey görülmemiştir. Onların temeli hak üzerine bina edilmişti. Allah'ın dininde onlar böyle edebi ve fazileti yaralayıcı çirkin oyunlara tevessül etmezlerdi.

Evet, vaaz dinleyen bir kimse gerçekten ansızın bir bayılma ve ölüm gibi durumlarla karşılaşabilir. Kıraat veya vaaz sebebiyle meydana gelen duygu yoğunluğuna sabretmede zaaf gösterebilir. İbn Şirin hak ve bâtılı gösterecek bir ölçü olarak böyle bir tedbiri tasarladı ki bu gayet açıktır. Duvardan düşme korkusuyla samimiyet birlikte varolamazlar. Bazı nâdir durumlar meydana gelebilir. Bunda da vecdin mazereti ortaya çıkar.

Ebu Vâıl'den nakledilir. O dedi ki:

Abdullah ibn Mes'ud'la birlikte dışarı çıkmıştık, er-Rabi ibn Hayseme de bizimle beraberdi. Bir demircinin yanına uğradık. Abdullah ibn Mes'ud ayağa kalktı, ateşteki demire bakıyordu. er-Rabi de baktı ve düşecek gibi sendeledi. Sonra o haldeyken Abdullah oradan uzaklaştı. Nihayet Fırat kenarındaki bir kireç ocağının yanına geldik. Abdullah kireç ocağının ortasında ateşin fokurdadığmı görünce şu âyeti okudu:

"Cehennem ateşi uzak bir mesafeden kendilerini görünce onun öfkelenişini (kaynamasını) ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlı olarak onun (cehennemin) dar bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta yok oluvermeyi isterler."[117]

er-Rabi, bu manzara karşısında âyetin etkisiyle oracıkta bayılıverdi. Onu taşıdık ve ailesine getirdik. Abdullah ibn Mes'ud öğleye kadar onun başında bekledi fakat er-Rabi kendine gelemedi. Akşama kadar bekledi, nihayet ayıldı. Abdullah da bunun üzerine kendi evine geri döndü.

Bu durumlar, tabiinin en faziletlilerinden birisinin başına ve bir şahabının huzurunda geldi. O sahabi bunu, onun takatinin dışında bir şey olduğunu bildiği için anlayışla karşıladı. Böylece bu ibretli öğüt, sanki baygınlık veren bir şey gibi oldu. O halde bunda itiraz edilecek bir durum yok.

Rivayete göre bir genç, Cüneyd'in (r.a) sohbetinde bulunuyordu. -Cüneyd o esnada sûfilerin imamı idi- Genç, zikre dair bir şey işitince hemen bir çığlık atıyordu. Cüneyd bir gün ona dedi ki:

Bir daha böyle yaparsan benim sohbetime gelme. Genç daha sonra bir şey işitince durumu değişiyor, kendisini sıkıyor hatta vücudunun bütün kıllarında damla damla ter boşanıyordu. Günlerden bir gün öyle bir çığlık attı ki oracıkta ruhunu teslim etti. Bu gençte ortaya çıkan durum selefin söylediğini doğrulamaktadır. Şayet ilk çığlığı ona galip gelseydi ne kadar şiddetle sıkarsa sıksın nefsine hâkim olamazdı. Nitekim er-Rabi ibn Hayseme de   kendisine hâkim olamamıştı. Üstelik şeyhi bu davranışına karşı hoşnutsuzluğunu bildirdiği zaman onu terbiye etmiş ve ayrılıkla da tehdit etmişti. Çünkü şeyh,  onun bu çığlığını nefsin bir münasebetsizliği olarak algılamıştı. Ancak iş onun iradesinin dışına çıkınca -ki ölümü bunun delilidir- attığı çığlık affedilmiştir, inşaallah bunda bir günah yoktur. Fakat erdemli kişilerin niteliklerinden bir parça bile koklamamış olan o dervişlerin durumu böyle değildir. Onlar sadece o erdemli kişileri taklide yeltendiler, ancak heva ve hevesleri onlara Haricilere benzemenin yolunu gösterdi. Keşke sadece bu çirkin noktada kalmış olsalardı. Fakat onlar buna bir de raksı,   çalgıyı,  dönmeyi ve göğüslere vurmayı, bazıları başına vurmayı ilave ettiler. Bunlar ve benzerleri, çocukların ve   delilerin yapacağı  işlerden olduğu  için ahmakları güldüren ve merhametlerinden dolayı da akıllıları ağlatan bir davranıştır. Çünkü böyle bir şey, Allah'ın rızasına götürücü bir yol ve salihlere benzeme yöntemi olarak kabul edilemez.

El-İrbad ibn Sariye'den (r.a) sahih bir rivayetle nakledildiğine göre o şöyle dedi:

Rasulullah (s.a) bize öyle etkileyici bir şekilde vaaz ederdi ki bundan dolayı gözlerimizden yaşlar boşalıır, kalplerimiz titrerdi. Sünni âlim İmam el-Âcurri dedi ki:

Bu söze iyi dikkat ediniz! çünkü o: "Vaazın etkisinden bağırdık, başımızı dövdük, göğüslerimizi vurduk, kendimiziden geçtik ve raksettik." demedi. Nitekim cahille­rin pek çoğu vaaz esnasında, bağırıyor, çığlık atıyor ve kendinden geçiyor. el'Âcurri sözünün devamında dedi ki:  

Bütün bunlar şeytandandır. Şeytan onlarla bu şekilde oyun oynar. Bunların hepsi bid'at ve sapıklıktır. Böyle yapan kimselere şu söz söylenir:

Bil ki Rasulullah (s.a) insanların en doğru vaaz edeni, ümmetine en iyi nasihat edeni, insanların kalbi en yufka olanı ve kendisinden sonra gelen insanların da en hayırlısı idi. Bu konuda hiçbir akıl sahibinin şüphesi yoktur. (Buna rağmen) o vaaz ederken sahabiler bağırmadılar, çığlık atmadılar, raksetmediler ve kendilerinden geçmediler. Şayet bunlar doğru olsaydı, Rasulullah'ın huzurunda bunu yapmaya insanların en lâyıkı onlar olurlardı. Fakat bu bir bid'attir,  bâtıldır ve hoş karşılanmamıştır.  Bunu böylece bil. Acurri'nin sözleri burada sona erdi. Bu sözler bizim konumuza da ışık tutmaktadır.

Hem ilk selefte (yani sahabilerde) görülen etkilenme/duy­gulanma halinin sebebini hem de vecd iddiasında bulunan bu adamların halini her yönüyle dikkatlice incelediğimiz zaman, ilk selefte bu etkilenmenin Allah'ın zikri sebebiyle veya Allah'ın kitabından bir âyetin duyulması sebebiyle veya -demirciyi ve yanmakta olan kireç ocağını gördüğünde er-Rabi'in başına gelen olayda olduğu gibi- ibretli bir bakış sebebiyle ya da namazda ve başka bir yerde okunan Kur'an sebebiyle meydana geldiğini görürüz. Âlimlerin naklettikleri şeylerde sahabeden hiçbirisinin kalblerini yumuşatmak için şiir terennüm ettiğine rastlamadık. Sahabilerle bu dervişler farklı şeylerden etkileniyorlar. Bu adamlar, Kur'an, hadis, vaaz ve ibretli bir şeyden etkilenmiyorlar, bir çalgı âleti çalındığında ise bilinen hareketlerim yapmak için yarış ediyorlar. Halbuki bu bid'at ve çirkin şeylerden hiç etkilenmemeleri gerekirdi. Çünkü hak, daima hakkı doğurur, bâtıl da daima bâtılı doğurur.             

Sözü edilen rikkatin/kalp yumuşamasının mahiyeti hakkındaki inceleme de bu tesbitin üzerine bina edilir, Zâhiri/insanın görünü­münü harekete geçiren şey bu rikkattir. Bu, rikkatin/yumuşaklığın sertliğin ve kabalığın zıddı olmasıdır. "Bu yumuşaktır, kaba değildir" anlamında deriz. Bir yerin toprağı yumuşak olduğu zaman sert olduğu zaman da yani sert yer deriz. Bu şekilde vasıflandırıldığında o, onun yumuşaklığını ve sertliğin zıddı bir etkilenmeyi ifade eder. Şu âyeti kerime de bize böyle bir durumu haber veriyor: "Sonra onların hem derileri hem de gönülleri Allah'ın zikrine ısınıp yumuşar."[118] Çünkü yumuşamış bir kalbe öğütler geldiği zaman kalp o öğütlere boyun eğer, teslim olur ve bağlanır. Bu sebepledir ki Allah Tealâ şöyle buyurdu: "Müminler ancak o kimselerdir ki;  Allah anıldığı zaman kalpleri titrer."[119] Titreme/korku bir etkilenmedir/duygulanmadır ve öğüt  sebebiyle kalpte  meydana  gelen bir yumuşamadır. Bundan dolayı tüylerin ürperdiğini ve gözlerin yaşardığını görürsün. Kalbe yumuşama hali gelince -ki kalp insanın bâtınıdır/içidir- aynı hal deriye de gelir -ki deri insanın zahiridir/dışıdır- kalbe ve deriye aynı halin geldiğine Allah şahitlik ediyor. O halde insan içiyle dışıyla aynı  tepkiyi gösterir. Bu da hareketi, tedirginliği ve rahatsızlığı değil sükûneti gerektirir. Sükûnet, bağırıp çağırmak değildir. Yukarıda da geçtiği gibi ilk selefin hali budur, yani sükûnet halidir. Hangi meviza olursa olsun, mevıza/vaaz dinleyip de üzerinde selef-i salihde meydana gelen etkinin meydana geldiği bir kişiyi görürsen bil ki bu bir rikkattir/yumuşamadır yani vecdin başlangıcıdır. Şüphesiz doğru olan da budur ve bu konuda hiçbir itiraz yoktur.

Kur'an a veya sünnete ya da hikmete ait bir mevızayı dinleyip üzerinde bu etkilerden hiçbir şeyi görmediğin bir kimsenin yaldızlı bir şiir veya coşkulu bir şarkı dinleyip de etkilendiğini görürsen bil ki onda böyle bir sükûnet ve rikkat hali meydana gelmez. Onda ancak bir tedirginlik ve rahatsızlık hali zuhur eder; bunu da ya ayağa kalkmak veya dönmek veya taşkınlık yapmak veya bağırmak suretiyle ya da tedirginliğine uygun başka bir yolla  ifade eder. Bunun sebebi iç dünyasına hâkim olan şey öncelikle sözü edilen rikkat/yumuşaklık hali değildir. Bilakis mûsikinin sebep olduğu coşku halidir. Çünkü rikkat,-yukarıda da ifade edildiği gibi-kasvetin zıddıdır. Coşku ise -sûfilerin dediği gibi- huşûun zıddıdır. Coşku, hareket, için uygundur. Çünkü o,  mizaçların harekete geçmesidir. Bu sebeple coşkuda insanla birlikte deve ve arı gibi hayvan da, çocuklar gibi aklı olmayanlar da müşterektirler. Huşu ise bunun zıddıdır. Çünkü o, sükûnete dayanır. Lügat de bunu böyle tefsir etmiştir. Nitekim lügat coşkuyu, hüzün veya sevinçten dolayı insanda bulunan bir hafifliktir, diye açıklamıştır, Şâir şöyle dedi:                                                 

Kendimi görüyorum onların peşinde                  

Sanki çılgın ve mecnun gibi coşkulu.[120]

Teğanni, sesi uzatmak ve güzelleştirmek demektir!

Bunun açıklaması şudur- Teğannili şiir iki durumu ihtiva eder:

Birincisi: Onda hikmet ve öğütün bulunmasıdır ki bu, kalplerle ilgili bir durumdur. Kalpler onun bu yönüyle amel ederler ve tepki gösterirler. Bu yönden  (bakılınca)  dinlemek ruhlar için daha uygundur.

İkincisi: Onda musikiyle bağlantısından kaynaklanan nağme­lerin bulunmasıdır ki bu da mizaçlar üzerinde etkilidir ve kendisine uygun şekilde mizaçları, o mizaçların farklılığına göre farklı şekillerde harekete geçirir. İşitme yönünden kalpteki etkilenişten dolayı oluş ve boyun eğişin/itaatin etkileri de meydana gelir ki bu bir rikkattir/yumuşamadır ve cevap veren (şeyh)in işaret ettiği vecd dahi budur. -Şüphesiz bu övülmüştür- kalpteki bu etkilenişten dolayı sükûnetin zıddı şeklinde ortaya çıkan her etkileniş ise coşkudur.

Onda rikkat de yoktur, vecd de yoktur. Sûfılere göre bu övülen/güzel bir şey de değildir. Fakat bu dervişlerde -genellikle- vecd yoktur. Ancak yerilen ikinci durum vardır. O halde onlar nağme ve musikiden dolayı vecde gelen kimselerdir. Hikmetin anlamlarından hiçbir şeyi kavrayamazlar. O halde onlar -Allah korusun- bu iki durumdan en kötüsüne yönelmişlerdir.

Ancak onlar vecdin sebebi ile coşkunun sebebini birbirine karıştırdıkları ve bir de delil olmaya elverişli olmayan şeyleri delil olarak kullandıkları için yanıldılar. Mesela onlar şu ayetleri kendileri için delil olarak ileri sürmektedirler:

"Allah'a koşun" (Zâriyat: 50),

"Eğer onların durumlarına muttali olsa idin dönüp onlardan kaçardın." (Kehf-18),

"O yiğitler (hükümdar karşısında) ayağa kalkıp dediler ki:Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir." (Kehf-14)

Bu ayetlerde o manaya dair bir delil yoktur. Raksederek veya tepinerek veya ayakları üzerinde dönerek ayağa kalktıkları bu âyetin neresinde yazıyor? O da bu cevabın altına giren bir istidlaldir. Cevabı veren (şeyh)in sözündeki semâ kelimesi kapalı olarak geçmiştir. Tartışmacı bundan kendi taraftarlarının da kullandığı teğanni/musiki anlamını çıkartmıştır. Halkın geneli de bu kelimeyi böyle anlamaktadır. Tasavvufçular ise semâ kelimesini böyle anlamadılar. Onlara göre kalbi itaate sevk eden, deriyi yumuşatan ve hikmeti ifade eden her sese semâ denilir. Bu öyle bir sestir ki övülen vecdin arayışı içinde olanlar onunla vecde gelirler. Onlara göre Kur'an dinlemek semâdır. Sünneti dinlemek, hikmet ve fazilet sahiplerinin sözlerini dinlemek semâdır. Hatta kuş seslerini, su şırıltısını ve kapı gıcırtısını dinlemek bile bir semâdır. Şiir dinlemek de şayet hikmet manası veriyorsa bir semâdır. Ancak onlar bu sonuncusunu dinlerken aşırı gitmezler, düşkünlük göstermezler, lezzet almak ve coşmak gayesini gütmezler ve bunu devamlı yaptıkları bir âdet haline getirmezler. Çünkü bunların tamamı onların gayelerine gölge düşürür. Halbuki onlar (tarikatlerini) bu gayelerin üzerine bina ettiler.

Cüneyd dedi ki: Bir müridin semâdan hoşlandığını görürsen bil ki onda yiğitlikten bir eser vardır. Onlar (sûfiler), müridin semâından hikmete uygun olanını kabul ederler, içinde hikmet varsa o semâdır. Onlara göre bu konuda nazım ile nesir arasında bir fark yoktur. Sûfîlerden birisi semâ kelimesini mutlak anlamda kullansa bile, bu onun hikmet anlamıyle ilgili bir kullanımdır, yoksa mizaç­lara hoş gelmesi yönüyle bir kullanım değildir. Çünkü hoşlandığı için semâa kulak veren kimse fitneye maruz kalır. O zaman bu sema (kalplere yumuşaklık veren bir semâ değil) lezzet ve coşku veren bir semâ olur.

Semânın sûfiler nazarında bu anlama geldiğinin bir delili, Ebû Osman el'Mağrıbi'den gelen şu sözdür! O şöyle dedi:

Kim kuş sesi, su şırıltısı ve rüzgâr uğultusu dinlemediği halde semâ iddiasında bulunursa yalancıdır, bid'atçidir. el-Husari dedi ki:

Semâ bitince kesiliveren semâ ile benim ne işim var? Semâ dediğin şey kesintisiz ve devamlı olmalıdır. Ahmed ibn Salim'den nakledilmiştir; o şöyle dedi:

Sehl ibn Abdullah et-Tüsteri'ye senelerce hizmet ettim. Dinlediği zikir, Kur'an, şiir ve benzeri şeylerden dolayı halinde bir değişiklik olduğunu görmedim. Nihayet ömrünün sonlarına doğru huzurunda birisi şu âyetn kerimeyi okudu: "Bugün artık ne sizden, ne de inkâr edenlerden fidye kabul edilir."[121] Baktım ki Sehl'in hali değişti, neredeyse yere yığılacak şekilde titriyordu. Kendine gelince bunun sebebini sordum. Dedi ki:

Dostum bize artık zafiyet geldi,

es" Sülemî anlattı: Bir gün Ebû Osman ekMağribi'nin yanına girdim. Birisi makara ile kuyudan su çekiyordu. Ebû Osman bana dedi ki:

Ey Ebû Abdirrahman*! Biliyor musun bu makara ne söylüyor? Dedim ki:

Hayır. Dedi ki:

Allah, diyor.

Bütün bu anlatılanlar ve benzerleri sûfiler nazarında semâın yukarıda anlatılan gibi olduğunun delilidir. Onlar, coşturucu teğannilerle yapmacık tavırlar sergilemeyi bir tarafa bırak, şiir dinlerken semâın bu anlamının dışında başka bir etkilenme bile hissetmiyor­lardı. Zaman geçtikçe ve selef'i salüu'n ahvâlinden uzaklaştıkça hevâ ve heves, semâ konusunda hid'atler türetmeye başlar, hatta mûsiki kurallarına göre yapılan semâlar icra edilir oldu. Bu; mizaçların da hoşuna gidiyordu. Zamanla semain bu şekli uygulanır oldu —her ne kadar maksatları rahat ve hoşça vakit geçirmek de olsa- buna devam edildi. Neticede bu iş, onların tuttukları yolun üzerinde bir çor çöp haline geldi ve geriye dönüp gayelerinden uzaklaşmış oldular. Sonra aradan uzun bir zaman geçti, nihayet câhiller bu zamanda ve yakın zamanlarda bunun Allah'a bir yakınlık, yani ibadet şekli ve tasavvuf yolunun bir parçası/bölümü olduğuna inanmaya başladılar. Bu, ne büyük bir musibettir!

Cevabı veren (Şeyh)in söylediği: "Cemâati evine çağıran ve bu çağrısına icabet edilen kişiye gelince, bu konuda da onun niyetine ve maksadına bakılır (yani bu ameli, niyetine göre değerlendirilir)" sözü de önceki söylenenlere uygundur. Çünkü bir kimse bir topluluğu, Allah'ın Kitabından bir âyeti veya sûreyi veya Peygamber'in (s.a) bir sünnetini öğretmek veya ilmi konuları ve Allah'ın nimetlerini müzakere etmek veya içerisinde çirkin bir teğanni, taşkınlık, bağırma ve  tepinme  gibi  kötülüklerin  olmadığı bir şiir  ziyafeti vermek için evine davet ederse, sonra onlara lüks ve gösterişten uzak, bid'at kastı taşımayan, söz ve davramşlarıyle sünnetin dışına çıkan kişilere ayrıcalık tanımayan bir yemek verirse bunun güzel bir şey olacağında ve hoş karşılanacağında şüphe yoktur. Çünkü bu din kardeşleri ve komşuları arasında iyi ilişkiler geliştirmek ve arkadaşlar arasında dostluk maksadını güden ziyafetin hükmüne girer. Bu tür davetler müstehap hükmündedir. Eğer içerisinde ilim ve benzeri şeylerin de müzakeresi varsa o zaman iyilik ve hayırda yardımlaşma konusuna dâhildir.

Bunun bir örneği Muhammed ibn Haniften nakledilir. O şöyle dedi:

Bir gün Kadı Ali ibn Ahmed'in yanma girdim. Bana dedi ki:

"Ey Ebû Abdillah! Dedim ki':

Buyur ey Kadı. Dedi ki:

Şimdi sana öyle bir olay anlatacağım ki, onu altın suyu ile yazman gerekir. Dedim ki:

Ey Kadı! Altın suyunu bulamam ki, fakat ben onu iyi bir mürekkep ile yazarım. Dedi ki:

Duydum ki Ebû Abdillah Ahmed ibn Hanbel'e şöyle denilmiş:

Haris el'Muhâsibi tasavvuf ilimleri konusunda söz söylüyor ve âyetlerle de delil getiriyor. Ahmed ibn Hanbel bunun üzerine dedi ki:

Onun sözlerini benim varlığımdan haberi olmaksızın dinlemek isterim. Ahmed ibn Hanbel ile konuşan kişi ona dedi ki:

Ben seni onunla bir araya getirim. Bir davet düzenledi, oraya Haris el-Muhasibi ve arkadaşlarıyla birlikte Ahmed ibn Hanbel'i de çağırdı. Ahmed ibn Hanbel, Hâris'in kendisini görmeyeceği bir yere oturdu. Namaz vakti geldi, Haris öne geçti ve onlara akşam namazını kıldırdı. Sonra yemek hazır oldu, yemeğe ve onlarla konuşmaya başladı. Ahmed ibn Hanbel dedi ki:

Bu bir sünnettir.

Yemeği bitirdikleri ve ellerini yıkadıkları vakit Haris ve arkadaşları oturdular. Haris onlara dedi ki:

Kim bir şey sormak isterse sorsun. Ona ihlastan soruldu, riyadan soruldu ve pek çok meseleden soruldu. O bunlara âyetler ve hadislerle deliller getirdi. Ahmed ibn Hanbel de (bir kenarda) bunları dinliyordu ve hiçbir şeye itiraz etmiyordu. Gecenin üçte biri geçtikten sonra Haris içlerinde birisine Kur'an okumasını emretti. O kişi Kur'an okudu. Bu esnada bazıları ağlıyor, bazıları hıçkırıyordu. Sonra okuyucu sustu. Arkasında Haris sakin sakin dua etti. Sonra namaza kalktı. Sabaha ulaştıklarında Ahmed dedi ki:

Burada zikir için toplandıkları bir meclisin olduğu bana haber verilmişti. Eğer söyledikleri, bu meclisler ise benim bunlara hiçbir itirazım olamaz.

Bu olayda sûfılerin ahvali, şeriat ölçüsüyle değerlendirilmek­tedir. Zikir meclisleri de o adamların iddia ettikleri gibi değil, bilakis bizim yukarıda anlattığımız gibidir. Bunun dışındakiler ise çınların âdet haline getirdikleri şeylerdendir. Bu da reddedilmiştir.

Haris ol-Muhasibi kendilerine uyulan tasavvuf erbabının büyüklerindendir. O halde cevap veren (Şeyh)in sözlerinde bu sonraki adamlarla ilgili bir şey yoktur. Çünkü onlar her yönüyle öncekilerden ayrılmışlardır.

Bu konuda pek çok örnek vardır. Bunları sıralayacak olsam gayenin dışına çıkmış oluruz. Biz sadece onların istidlale benzeyen çürük istidlallerinden örnekler verdik ve açıkladık. Bu örneklerin hepsinde de istidlal konusunda âlimlerin açıkladığı, imamların beyan ettiği ve ilimde yeterli seviyeye gelmiş kişilerin çeşitlerini saydığı yöntemin dışına çıkmışlardır.

Bid'atçilerin istidlal konusundaki yöntemlerini inceleyen kimse bu yöntemin belli bir disipline bağlı olmadığını anlar. Çünkü bu kaygan bir yöntemdir, belli bir noktada durmaz. (Bu yönteme göre) bütün sapıklar ve kâfirler kendi sapıklıkları ve küfürlerine istedik­leri şekilde delil getirebilirler. Böylece savundukları görüşlerini (kendi iddialarınca) şeriate nisbet ederler.

Biz, bazı kâfirlerin küfürlerine şu âyetle delil getirdiklerini duyduk ki aynı âyetleri bazı Hıristiyanlar da Hz. İsa'yı Allah'a ortak koşmalarının delili olarak kullandılar:

"Meryem oğlu İsa Mesih, Allah'ın peygamberi, Meryem'e ulaştırdığı kelimesi ve kendinden bir ruhtur."[122] Bazdan da şu ayeti kerimeyle kâfirlerin mutlak olarak cennetlik okluğuna hükmettiler:

"Şüphesiz inananlar, Yahudi olan­lar, Hristiyanlar ve Sabiilerden Allah ve âhiret gününe inanıp sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükafatlar vardı."[123]

Bazı Yahudiler de şu âyeti bize karşı üstünlüklerinin delili olarak gösterdiler.

"Ey İsraoğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi cümle âleme üstün kıldığımı hatırlayın."[124]

Bazı Hulûliyeciler şu âyeti kullandılar. "Ona ruhumdan üflediğim zaman."[125] Tenâsuhçular da şu âyeti kullandılar "Seni istediği şekilde terkib eden..."[126]

İşte böylece bütün müteşabihlere uyanlar veya illet ve sebepleri tahrif edenler veya âyetlere selef-i sâlihin vermediği anlamları yükleyenler veya çürük hadislere tutunanlar ya da delillere tereddüt­süz yapışanlar kim olursa olsun hepsi de maksatlarına uygun düşen bütün fiil, söz ve inançlara, aslında delil olmaya müsait olmayan bir âyeti veya hadisi delil getirirler. Bid'atçi olmakla şöhret bulan her fırkanın -yukarıda da zıkredildiği gibi" kendi bid'atine bir ayet veya hadisi tereddütsüz delil göstermesi/bu âyet veya hadisin kendi bid'atine delil olup olamayacağını araştırıp incelemeden bu yola tevessül etmesi de bunu gösterir. İnşaallah bunun diğer benzerleri de ileride anlatılacaktır.

Kim kendisini kurtarmak isterse tuttuğu yolun iyice aydınlığa kavuşması için onu sorup soruşturur ve iyice araştırır. Kim ihmal­kârlık gösterirse, onu da hevâsının elleri tehlikeli yerlere fırlatır atar, oradan da onu Allah dilemedikçe hiç kimse kurtaramaz.[127]

 



[1] "men azze bezze" meşhur bir Artıp atasözüdür. Bunun anlamı, kim galip gelirse, mağlup ettiği kişinin malını, mülkünü, elbisesini eşyasını ondan söker alır. Çünkü bezz, zorla almak, gasbetemek ve soymak anlamına gelir.

[2] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/247-250.

[3] En'am: 153.

[4] Bunların açıklaması için Mevzuat kitaplarına bakılması rica olunur. Bu kitapların en önemlileri şunlardır: tİbn Arrak'ın Tenzihu'ş-Şeriat'il-Merfua'sı. Şevkâni'nin el-Fevâidü’l- Mecmua'sı. Molla Aliyyü'l-Kâri'nin el-Masnû'u.

[5] Bu bilgiler hadis ilimleri kitaplarından elde edilebilir. Bunlardan bazıları şunlardır: Ibnus-Salah’ın Kitabu Marifeti Ulûmi'l-Hadis'i. veya Mukaddimesi. Ayrıca cerh ve ta'dil kitaplarına da bakılabilir. Meselâ Leknevi'ninin er-Raf u ve't-Tekmil'i.

[6] Hadis uydurmanın sebepleri konusunda daha fazla izah için Şeyh Ebû Gudde'nin "Lemhâtü'n min Tarihi’s-Sünne ve Ulûmil -Hadis" i ve Aliyü'l-Kâri'nin "Mevzûat’ına bakınız.

[7] Büyük âlim ibn el-Kayyim “I’lamu’l-Muvakkiîn" isimli eserinde Ahmed ibn Hanbel'in zayıf ve mürsel hadisi kıyasa tercih edişini açıklarken şöyle der: Onun zayıf ile kastettiği ne bâtıldır, ne mthıkerdir ne de amel edilmesi caiz olmayan rivayetlerdir. Bilakis ona göre zayıf, sahihin bir bölümüdür ve hasenin kısımlarından biridir. O, hadisi, sahih, hasen ve zayıf diye üçe ayırmaz, sahih ve hasen diye ikiye ayırır. Zayıfın da ona göre dereceleri vardır.,., (I’lamu:l-Muvakkiîn, c.l, s.31.)

[8] Müellifin sözünü ettiği bu konularda kesinlikle sahih bir hadis yoktur.

[9] Teşvik ve sakındırma konusunda zayıf hadisle amel etmenin caziliğinin şartları için özellikle ibn Hacer'in Nuhhe'sine ve öğrencisi Sehâvi'nin el-Kavlü'l" Bedi’ine ve diğer kaynaklara müracaat ediniz.

[10] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/251-257.

[11] Müellifin işaret ettiği hadisler hem senet hem de metin yönünden sahih olan hadislerdir. Bunlardan kimisi akaidle,  kimisi ahkamla, kimisi adap ve muamelatla, kimisi de başka konularla ilgilidir. Bunları inkar edenler akla dayanarak reddetmişlerdir.

[12] Mutezile ve benzerlerinin görüşüdür.

[13] İmam-ı Şafiî'nin ahad haberleri reddedenlere cevabı hakkında onun er-Risalesindeki "el-Huccetu fi Tesbiti-Haberi’l-Vahid" bölümüne bakınız, s.998, 1261

[14] Maide: 93.

[15] İbn Aliyye: İsmail ibn İbrahim ibn Mukassim, büyük âlim, meşhur hadisci, güvenilir sağlam bir kişi, künyesi Ebû Bişr el-Esedî, Basralıların azadlısı. Aslen Kufeli. İbn Aliyye diye meşhur. Aliyye onun annesidir. Hasan Basri'nin öldüğü sene, 110 yılında dünyaya geldi, İbn Münkedir, Yunus ibn Ubeyd, Humeyd et-Tavil, Ata ibn Sâib, ibn Cüreyc ve daha pek çok kişiden rivayette bulundu. Kendisinden de İbn Cüreyc, Şube, İbn Mehdi, İbn el-Medeni, Ahmed ibn Hanbel ve daha pek çok kişi rivayette bulundu. 193 yılında vefat etti (Siyeru A'lami'n-Nübelâ, 9/107; Ahmed ibn Hanbel'in el-İlel'i, 122; Tabakat, 7/325; el-Meârif, 384; el-Cerh ve't-Ta'dil, 2/153; Tehzib, 1/275; Şezerat, 1/333)

[16] Vâsıl ibn Ata: Güçlü bir hatip. Künyesi Ebû Huzeyme el-Mahzûmî, Basralıların azatlısı, Mutezilenin kurucusu ve başı. Fâsık olan kişi, ne mümindir ne de kafirdir dediği için Hasan el-Basri onu meclisinden kovdu. Amr ibn Ubeyd de ona katıldı ve ikisi birlikte Hasan-ı Basrinin ders halkasından ayrıldılar ve bu sebeple mutezile diye isimlendirildiler. 131 yılında elli yaşlarında iken vefat etti. (Siyerul-A'lam, 5/464; Vefeyatul-A'yan, 6/7; el-Fark Beyne’l Firak, 117; Şezerat, 1/172.)

[17] Amr İbn Ali Büyük bir fıkıhçı ve hadisçi. İyi bir eleştirmendir. Künyesi: Ebu Hafs el'Bâhili el-Basri es-Sayrafi eî-Gallas. 160 yıllarında doğdu. Yezid ibn Zürey'den, Merhum el-Attardan. Ğander'den, İbn Uyeyne'den ve daha başka kişilerden rivayette bulunmuştur. Kendisinden de Kütübü Sitte imamları, Ebu Zur'a, Ebu Hatim ve İbn ed-Dünya gibi kişiler rivayette bulunmuştur- el-Cerh ve'f Ta'dil, 6/249: Tehzib, 81810; Şezerat, 2/120.)

[18] Ali İmran: 154.

[19] el-Esrem: Büyük âlim, fıkıhçı ve hadisçi Ebu Bekir Ahmed ibn Muhammed Hâni el-Eskâfi el-Esrem et-Tâi veya Kelbî. Sünen sahibi.  Ahmed ibn Hanbel'in öğrencisi. Harun Reşid'in zamanında doğdu.  Ondan Nesâî, Musa ibn Harun ve Yahya ibn Said gibi kişiler rivayette bulundu. 260’larda vefat etti. (Siyeru'l-A’lam,  12/623, el-Cerhu ve't-Ta'dil, 2/72! Tehzib,  1/78, Şezerat. 141)

[20] Mesed süresi

[21] Müddessir: 11.

[22] Zuhruf 1-4

[23] Veki' ibn Cerrah ibn Melih, büyük âlim, Irak muhaddisi. Künyesi Ebû Sufyan er-Ruâsî el-Kufi. 129'da doğdu, Hişam ibn Urve, A'meş, îbn Cüreyc ve el-Evzâi gibi pek çok kişiden İlim dinledi. Bir ilim deryası idi. Hafızası kuvvetli idi. Süfyan es-Servi, ibn el'Mübarek, îbn Mehdi, Humeydi, Ahmed ve ibn Main gibi pek çok kişi ondan hadis rivayet etti. 197 yılında vefat etti. (Siyeru'l-A'lam, 9/140; Tarihu ibn-i Mâin. 6301 Tabakat ibn Sa'd, 6/394; el-Meârif. 507; Tehzib, 11/123; Şezerat, 1/349; el-Cerh ve't-Ta'dil, 1/219)....

[24] Ali ibn el-Medini: Hadiste müminlerin emiridir. Künyesi Ebu'l-Hasen Ali ibn Abdülah ibn Cafer es-Sa'di, İbn el-Medini diye tanınır. Babasından, Süfyan ibn Uyeyne'den, Düheyd ibn Müslim'den, Muaz İbn Muaz'dan İbn Vehb'den ve daha pek çok kişiden hadis dinlemiştir. Ondan da Ahmed ibn Hanbel, Buharı, Ebû Hatim ve İsmail el-Kâdi gibi pek çok kişi rivayette bulunmuştur. 234'de vefat etmiştir. (Siyeru'l-A'lam, 11/41, el-Cerh ve't-Tadil, 6/193; el-Bidaye ve'n-Nihaye, 10/312; Tehzib, 7/349; Şezerat, 2/81)

[25] el-Müemmel: Hadis hafızı, künyesi ve ismi: Ebu Abdirrahman el-Adevi el-Müemmel ibn ismail el-Basri. Mekke'ye yerleşti. İkrime ibn Ammar, Şube, Sevri, Nâfi el-Cümehi, Hammad İbn Seleme ve çağdaşlarından hadis nakletti. Ahmed, İshak, Bendar ve diğer kişiler de ondan naklettiler. .206 yılında Mekke'de vefat etti. (Siyeru'-A'lam, 10/110; Tarihu ibn Main, 591; Tehzib, 10/380; el-Cerh ve't-Ta'dil. 8/474)

[26] Necm: 23

[27] Necm: 28.

[28] Mutezileyi kastediyor. Çünkü onların mezhepleri doğu beldelerinde ortaya çıktı ve yayıldı.

[29] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/258-264.

[30] Arapçayı bilmemek, Kur'an ve sünnet hakkında bilgisizce konuşmaya cüret eden yabancıların ve diğer kişilerin yol açtıkları kötülüklerin en önemli sebeplerinden birisidir. Bu yüzden onlar hem kendileri sapıtırlar, hem de başkalarını saptırırlar. Bu sebeple İmam Şafii'nin şöyle  dediği  rivayet,  edilir: Arapçayı  öğrenmek,  şer'î ilimleri tahsil etmek isteyen herkesin üzerine farz-ı ayındır.

[31] Ali imran: 117. Halbuki "sır'" kelimesi burada şiddetli soğuk rüzgar anlamına gelir, (el-Lisan 4/2429)

[32] en-Nazzam: Ebu İshak ibrahim ibn Seyar el-Basri. Kelama ve Mutezile şeyhidir. Bazıları onun kâfir olduğunu, bazıları da Brahman dinine mensup olduğunu söylediler. Sarhoşken balkondan düştüğü ve öldüğü rivayet edilir. 220 küsurlarda vefat etti. (îhtilafu'l-Hadis, 17; el- Milel ve'n-Nihal, 1/53; el-Farkbeyne'1-Firak, 113)

[33] el-îlâ:  Bir adamın hanımına yaklaşmayacağına dair yemin etmesidir. Fıkıhta buna dair hususi hükümler vardır. (Lisanu'1-Arab. 1/117)

[34] Tâhâ: 121

[35] Bu kelimelerin anlamları için bakınız: el-Lisan 5/3320 ve 3423.

[36] A'raf. 179.

[37] Maide: 3

[38] En’am: 57, Yusuf 40, 67.

[39] Nisa: 35

[40] Maide: 95

[41] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/264-266.

[42] Zahiriye ile Allah Teala'mn insan organları gibi organlarının olduğunu iddia eden miicessime ve müteşabiheyi kastediyorsa söylediği doğrudur. Eğer onlarla, Allah Teala'nın Peygamberi lisamyle kendisinde var olduğunu haber verdiği ve organ isimleriyle ifade edilen sıfatlarının varlığını O'nu yaratıklara benzerlikten tenzih ederek kabul eden eser ehlini (yani hadis taraftarlarını) kastediyorsa hatalıdır. Çünkü bunlar ehH sünnettir. Diğerleri ise selefe muhalefet ettikleri için ehH bid'attir. Organ isimleri ile ilim ve kelam gibi mana isimleri arasında bir fark yoktur. Allah'ın ilmi beşer ilmi gibi değildir. Allah'ın eli de beşerin eli gibi değildir. Tenzih inancı teşbihi reddeder (Reşit Rıza)

[43] Nisa: 164.

[44] Zümer: 62.

[45] Bakınız:  Abdulaziz el-Mekki'nin "el-Hıyera" isimli eseri ve Ebu'l-Hasen el-Eş'ari'nin "el-Ibane an usuli'd diyane" İsimli eseri.  Halku'l-Kur'an konusunda her ikisinde de yeterli ve zengin bilgiler vardır.

[46] Şura: 11.

[47] Kelam-ı Nefsi, nefiste bulunan söz/mânâ demektir. Mesela bazan dilimiz sükut ettiği halde kalbimizle bir şeyler söyleriz, bir mana tasarlarız. Sonra bunu ses ve kelimeler vasıtasıyle dilimizle söz halinde ifade ederiz. İşte kalpteki bu manaya kelânrı nefsi, dil ile ifade edilene de kelâmı lâfzi denilir (çeviren)

* Soru işaretli kısım metinde de bulunmadığı için manası anlaşılamamıştır.

[48] Salih ibn Ali: Bu ümmetin en büyük âlimi Abdullah ibn Âbbasın torunudur. 251 yılında vefat etmiştir. (Siyeru A'lami'n-Nubelâ, 7/18.

[49] El-Muhtedi: Halife el'Muhtedi Billah Muhammed ibn el'Vâsık Harun ibn el-Mu'tasım Muhammed ibn er-Reşid el-Abbas. (Vâsikın oğlu, Harun Reşid'in torunudur.). Dedesi Harun Reşid zamanında doğmuştur. Otuz küsur yaşlarında iken halife olarak kendisine biat edildi. Takva sahibi, sâlih, âbid" cesur, hilafettte dirayetli ve makamına lâyık bir kişi idi. Rivayete göre halife olduğu günden itibaren 250 yılında vefat edinceye kadar hep oruçlu kalmıştır. (Siyeru A'lami'n-Nübelâ 12/535; Tarihut-Taberi 19/391, 469; Târihu'l-Hulefa, 391, Şezeratü'z-Zeheb, 2/132.)

[50] el-Vâsık: halifedir. Künyesi Ebu Cafer Harun ibn el-Mütasım Billah Muhammed ibn Harun er-Reşid el-Abbas el-Bağdadi, Annesi Rum asıllıdır. Babasından sonra 227 yılmda hilafet görevine geldi. Kur'an'm mahluk olduğunu söylerdi. Ölümünden az Önce bu görüşünden döndüğü söylenir. Halifeliği beş buçuk sene sürdü. 232 yılında vefat etti. (Siyeru A'lamin" Nubela. 10/306; Tarihu’t-Taberi, 9/123; Tarihu'l-Hulefa, 327)

[51] Ebu Abdillah Ahmed ibn Ebi Duad el'Basri el-Bağdâdi el-Cehmi, Ahmed ibn Hanbel'e düşman idi. Kur'an'm mahluk olduğu görüşünün propagandasını yapardı. 240 yılında vefat etti. (Siyeru A'lami’n-Nubelâ, 11/169; Târihu't-Taberi, 9/197; Vefeyâtü'l-A'yân, 1/8K el'Bidaye ve'n-Nihaye, 10/3191 Şezerat, 2/93.)

[52] Mâide: 67.

[53] Bk. Siyeru A'lamin-Nübelâ, 10/306; Tarihu’l-Hulefa. 368.

[54] Nisa: 122.

İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/267-273.

[55] Müellifin zikrettiği çelişki örnekleri ve diğer örnekler için şu kitaplara bakılabilir: İbn Kuteybe, İhtilafü'l-Hadis; İmam Şafii, İhtilaful-Hadis; Îbn Fürek, müşküü'l-Hadis.

[56] Kütübü Sittede geçen bu hadise göre. yanmda davalısıyla birlikte bir bedevi Rasuhıllah'a geldi ve oğlunun bu adamın yanında işçi olarak çalışırken adamın karısıyle zina ettiğini ve oğlunu recmden kurtarmak için fidye olarak kendisine yüz koyunla bir câriye verdiğini, fakat daha sonra oğlunun cezasının sadece yüz değnek ve bir yıl sürgün olduğunu, kadının ise recmedileceğmi öğrendiğini söyler ve aralarında Allah'ın Kitabı ile hükmetmesini ister. Bunun üzerine Hz. Peygamber de yukarıda anlatıldığı şekilde hükmeder (Çeviren).

[57] Müellif bu iki hadisin nasıl uzlaştırılacağını izaha gerek görmemiştir. Mesele şudur: Hz. Peygamber bu sözü tevazuundan söylemiştir. Kalem suresi 48. ayetinden Yunus (a.s) hakkında onun derecesinin düşük olduğu gibi bir zanna insanlar kapılmasınlar diye bu ifadeyi kullanmıştır.

[58] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/274-277.

[59] Ahzab:1l.

[60] Cumua: 10.

[61] Bak el-Muvafakat, 2/215.

[62] Kıyas mealfârik tabirinin zıddı olabilir.  Şayet öyle ise "kıyas nefyü'l-fârik'in anlamı, farklı olmayan şeylerin kıyası demektir. (Çeviren)

[63] el-Muvafakat, 2/215.

[64] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/278-280.

[65] Müellif burada şeriati kendi yönünden başka taraflara çeken Batınilerin tevillerini kastediyor. Onlar bu sebeple iddia ettikleri her şeyde şeriatın esaslarından uzaklaşırlar.

[66] Bâtınilik tarihte aynı zamanda gizli bir teşkilattır. Teşkilat hiyerarşik bir düzene sahiptir. Bu düzen şöyle şekillenir: l.İmam: Teşkilâtın en yetkilisidir ve lideridir. 2.Hüccet: İmamın yardımcısıdır. 12 tanedirler. Dördü imamın yanında, sekizi diğer bölgelerdedirler. 3.Dâi: Hüccetlere bağlı olan ve halkı Bâtıniliğe çağıran misyonerler olup mükelleb ve mezun kısımlarına ayrılırlar 4.Mümin-i müstecip: Bu zümreyi de Batiniliğe giren kişiler oluşturur. (Çeviren)

[67] Eski Bâtınilik ve yeni Bâtinilik, fırkaların en kötüsü ve zararlısıdir. Onların yaptıkları teviller kendilerini dinden çıkarır. Babilik, Bahailik ve Kadıyânilik gibi zamanımızda da bu sapıkların kalıntıları hala devarn etmektedir. Bunlar ve benzeri sapık fırkaların kirli çamaşırlarını ortaya dökecek şer'i ahkamın asıllarını ve furularını, şeriatın maksatlarını ve hikmetlerini açıklayacak hakikat savunucularına ihtiyaç vardır.

[68] Bk. Eb-Hâşiyetü'l-Mütekaddime, s.309.

[69] Ahir zamanda Hz. Fatıma'nın soyundan bir mehdinin çıkmasiyle ilgili hadisleri kastediyor. Alimler bu konuda pek çok eser tasnif etmişlerdir. Bk. Sütyuti’ nin el-Hâvî lil-Fetava isimli eseri ve daha başka eserler.

[70] Sultan Ebû'1-Ali İdris ibn Yâkub ibn Yusuf ibn Abdil Mû'min ibn Ali el-Kaysî. Kahraman. Şeriate bağlı, heybetli, dâhi. Âlim.

[71] Halife el-Mansur Yâkub ibn Yusuf Mağrib sultanı. Müminlerin Emiri diye lakaplandırılan büyük sultan Ebû Yusuf. Babasının ölümü üzerine 580 yılında onu emirliğe getirdiler. O esnada 32 yaşında idi, Cesur, firaset sahibi, yetenekli, dindar, hayır sahibi, ağırbaşlı bir kişi idi. 595 yılında vefat etti (Siyeru A'lamin-Nübela, 21/311; Vefayat, 7/3)

[72] er-Raşit SultanAbdulvâhid er-Rasid ibn el-Memun idris el-Kaysi.  On sene yönetimde kaldı. Akaid konusunda babasının düzelttiği şeyleri bozdu, 640 yılında boğularak öldü, (Siyeru A’lami'n-Nübela, 22/343; Şezerât, 5/156)

[73] Bu lafızlarla maksadın ne olduğu belli olsa da, manalarının ne olduğunu bulamadım.

[74] Maide: 41

[75] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/281-286.

[76] Şeyhlerine vahyin geldiğini ve onun peygamberlik mertebesine yükseldiğini söyleyecek kadar işi ileri götürmeleri de mümkündür.

[77] Buna benzer vehim ve kuruntular sahiplerini peşi peşine tehlikeli aşırılıklara götürür. Bu, sapık fırkaların içine düştükleri bir durumdur. Bunun sebeplerinin en büyüğü tarikat mensupları arasında cehaletin yaygınlaşmasıdır.  Neticede bu ahmaklar ve cahiller onların lideri olurlar ve nefislerinin hevasını onlar için yasa haline getirirler.

[78] Mâide- 77

[79] Buharı. Kitabu Ehâdisil-Enbiya. Babu: Vezkur fî’l-Kitabi Meryem. no:3445; îbn Hıbban. Kitabul-Bir ve’l-İhsan, B. Hakku'l-Vâlideyn. h;no:414. 415, ez.I. s.31S. 321; İbn Hıbban. Kitabu f Târih. B. Bed'il-Halk. 7/46; h.no:6206; Abdurrazzak, el-Musannef, 5/441; Kitabu'l-Ğâzi. B.Beyati Ebi Bekir, ve Bâbul-Medh. 11/273, h.no:20524.

[80] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/287-288.

[81] Müellif, peygamber olmaları sebebiyle sadece onların uyku ve uyanıklık hallerindeki rüyalarının Allah Teala'dan gelen bir vahiy olduğunu veya kendisiyle hükümlerin, kaidelerin ye hakikatlerin tesbit edildiği bir vahiy çeşidi olduğunu kastediyor. Meselâ rüyasında oğlu İsmail’i (a.s.) kurban etmesini Allah Teala kendisine emredince ibrahim'in gördüğü rüya gibi.

[82] Kişi rüyasında Hz. Peygamber'i (s.a) gerçekten görebilir ve ona bir emir ve yasakta bulunabilir. Ancak bu kesinlikle şer'i ahkama aykırı olamaz. Şer'i ahkamın zahirine aykırı olduğu zaman özellikle rüya tabiri konusunda da maharetli olan usülcü Rabbani âlimlere müracaat etmesi gerekir.

[83] Ben derim ki: Bu sınırlama başkaları için değil, sadece rüyayı gören o kişi için geçerli olabilir. Nitekün bir doktor bir hastaya şöyle diyerek bir ilaç tavsiyesinde bulunabilir. Bu ilacı günde üç defa olmak üzere bir hafta boyunca kullanacaksın. O hasta, aynı hastalığa yakalanmış bile olsa bir başka hastaya bu ilacı aynı şekilde tavsiye edemez. Rasulullah'ın (s.a) da hayatta iken muayyen bir hastayı muayyen bir ilaçla tedavi etmesi caizdir. Aynı şey ölümünden sonra da mümkündür. Ancak mütehassıs bir âlime müracaat ettikten sonra bu uygulanabilir.

[84] Nâziat: 40,41.

[85] Zannediyorum burada sözde bir atlama var.

[86] Kadı Şüreyk: Büyük âlim ve hadisci, kadı Ebû Abdillah en-Nehâi, Ömer ibn Abdılazize yetişti. Seleme ibn Kuheyl ve Mansur ibn el-Mu'temir ve Ebu Ishak gibi kişilerden ilim dinledi. Halife el-Mehdi’nin kadısıdır.  177 yılında 82 yaşında vefat etti. (el-Meânf, 508, el-Cerh ve Ta'dil. 4/365; el-Bidaye ven-Nihaye, 10/1711 Tehzib, 4/330; Şezerat 1/287)

[87] Halife el-Mehdi: Ebû Abdülah Muhammed ibn el-Mansur Ebû Cafer Abdillah M Muhammed ibn Ali el-Hâşimi el-Abbasi, 10 yıl bir buçuk ay hilâfette kaldı. 43 yıl yaşadı. İba yılında vefat etti. (Siyerul-A'lam, 7/400; el-Meârif, 379; Târihut-Taberi, 3/172; el-Bıdaye ven-Nihaye, 10/129; Tarihu'l-Hulefa, 271; Şezeratü’z-Zeheb, 1/230)

[88] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/289-293.

[89] Şuara: 227

[90] Şuara: 224

[91] Enfal: 2.

[92] Kehf 18

[93] Zâriyat; 50

[94] Kehf. 14

[95] Belki de müellif, İhn Mâce'nin ceyyid bir senetle Sad îbn Ebi Vakkas'tan rivayet ettiği hadise işaret ediyor. Bu ibn Mâce. K. Zûhd, B. El-Huzn ve'l-Bukâ, 4196 no'lu hadis Kenzul Ummal. 1/609 ve h.no:2794.

[96] Davete icabet etmek sünnettir, hatta şeriatm belirlediği bir haktır. Nitekim hadiste şöyle buyurulur: "'Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı... seni çağırdığında icabet etmendir."Nass, sözü geçen müftinin görüşünü destekliyor.

 

[97] Müslim. K. Zikr. B. Fadh'l-İctima ala Kıraeti'l-Kur'an. No:1455. îbn Mâce. Mukaddime. B. Fadli’l-Ulema ve'1-Hassi alâ talebil-İlim. No:225.

[98] Araf 55.

[99] Bk: Mecmuu Fetava el-İmam İbn Teymiyye, c.23, ve el-Fetâva’ı-Kübrâ 2/212; Zâdü'1-Meâd. ç.I; Fethu’l-Bâri, C:XII; Keşfü'1-Kına’ an mes'eleti'd-Duâ ba'de'l-Mektûbeti alâ Hey'et'il İçtima. İmam el-Harameyn Abdülhak.

[100] Öyle zannediyorum ki müellif Buhari ve Müslim'de geçen ve "Allah'ın yeryüzünde dolaşıp zikir meclisi arayan melekleri vardır...." diye başlayıp devam eden bir hadise işaret ediyor. (Çeviren)

[101] Bu sebeple müftinin sorulan sualin içyüzünün tam aydınlığa kavuşması için soru soran kişinin durumunu iyice araştırıp inceleyip ona göre cevap vermesi gerekir. (Bu konuda bk. Tezkiratü'l-Müfti ve'1-Müstefti isimli kitap)

[102] Bu konuda daha fazla bilgi için el-Leknevi'nin "Sibâhati’l-Fikr fîl-Cehri bi'z-Zikr" isimli kitabına bakınız. Ebu Ğudde bu kitabı tahkik etmiştir.

[103] Bu ibareyi Buhari Kitabu'l-Cihad ve's-Siyer. Babu't-Tahrid ale'l-Kıtâl'de 2834 numarada Enes hadisi olarak rivayet etti. Bu rivayetinde Enes (r.a) dedi ki: Hz. Peygamber (s.a) hendek mahalline geldi. Soğuk bir sabah vakti muhacirler ve ensar hendek kazıyordu. Bu işi yapacak köleleri yoktu. Hz. Peygamber (s.a) onlardaki yorgunluk ve açlığı görünce dedi ki: '"Allahım! Asıl yaşantı ahiret yaşantısıdır. Hem ensarı hem de muhacirleri bağışla!" Onlar da Hz. Peygambere şu şiirle cevap verdiler. 'Biz sağ kaldığımız sürece cihad etmek üzere Muhammede biat edenleriz." Buharı bu hadisi bu babın devamındaki Babu Hafri’l-Hendek'de 2835 no'da da rivayet etmiştir. Ancak bu rivayette Hz. Peygamber'in sözü şu şekilde geçer: "Allahım! Ahiretin hayrından başka hayır yoktur. Bu işi hem ensâr hem de muhacirler için bereketli kıl'". Buharı bunu Bâbu’1-Bey'ati fi'1-Harb’de 2961 numara ile de rivayet etti. Buhari bu hadisi Kitabu Menakıbi’l-Ensar da yine Enes'ten 3790 ve 3796 numara ile; Kitabu'1'Meğâzi'de 4099 ve 4100 numara ile; Kitabu'r-Rikak'da 6413 numara ile ve Ki tabu '1 -Ahkam, Babu Keyfe Yübayiun-Nâsu'l-İmame'de 7201 numara ile rivayet etmiştir.

[104] Zümer: 23

[105] Mâide: 83

[106] Enfal:2.

[107] Abdullah ibn eş-Şıhhir: Büyük bir sahabidir. İsmi ve künyesi: Abdullah ibn eş-Şıhhîr ibn Avf ibn Ka'b ibn Vakdan ibn el-Hariş ibn Ka'b ibn Rabia ibn Amir ibn Sa'saa. Mekke'nin fethedildiği gün müslüman oldu, Hz. Peygamber'den rivayette bulundu. Hz. Peygamber'den sonra Basra'ya yerleşti. (et.-Tabakâtü'1-Kübra, 7/24; Tehzib et-Tehzib 5/251; Takrib et-Tehzih. 1/501)

[108] Nesâî, Sünen, Kitabü's-Sehv, Bâbü’l-Bükâi fi's-Salât, 3/13, bütün râvileri sikadır.

Ahmed. Müsned 4/25. 26

İmam Nevevi Riyazü's-Sâlihin'de dedi ki:  Bu hadis sahihtir,  Ebû Dâvud ve Tirmizi bunu Şemailde sahih bir isnadla rivayet etmişlerdir.

[109] Tür: 7,8

[110] Ubeydullah ibn Ömer ibn Hafo ibn Asım ibn Emiru'l-Mü'minin Ömer ibn el'Hattab. İyi bir alim ve hadiseidir. Hicretten 70 yıl sonra doğdu. Sahabiye olan kadınlardan ümmü Hâlid'e yetişti. Tabiinin küçüklerindendir. Büyük tabiilerden hadis dinledi. Ondan İbn Cüreyc. Ma'mer, Şube, Hammad ibn Seleme; îbn el-Mübarek ve daha pek çok kişi hadis rivayet etti. 147 yılında vefat etti.  (Siyeru A'lami'n-Nübela,  6/304;  el-Cerhu ve't-Ta'dil, 5/326; Meşâhiru Ulemâi’l-Emsar, 132; Tehzib, 7/38; Şezerat, 1/219)

[111] Yusuf: 84

[112] Yusuf: 86

[113] Meryem: 58.

[114] Kehf: 14

[115] Hz. Ebû Bekir'in kızı Esmayı kastediyor. Urve ibn Zübeyr'in annesidir ve Abdullah'm da ninesidir.

[116] Zümer: 23.

[117] Furkan 12, 13

[118] Zümer: 23

[119] Enfal: 2

[120] Bu beytin aslı en-Nâbiğâti'l-Ca’di'ye aittir.

[121] Hadid: 15.

* Süleminin künyesidir (Çeviren)

[122] Nisa: 171

[123] Bakara: 62

[124] Bakara: 47

[125] Hıcr: 29: Sâd:72

[126] İnfıtar: 8.

[127] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/294-315.