İnsanları en
güzel bir şekilde yaratan yüce Allah onları başıboş bırakmamış dünyada güzel
bir hayat yaşayarak âhiretlerini de garantiye almaları için onlara kitap-lar
göndermiştir.
Bu kitapların
muallakta, bir faraziye olarak kalmamaları için insanlığa yine bir insan
vasıtasıyla tatbikatım göstermiştir. Bunun için kitapların insanlığa sunduğu
dosdoğru yolu «Kendilerine in'am edilen yolu» ifadesiyle muşahhaslaştirmiştir.
Nitekim yine kendi ifadesiyle «nimetini kemâle erdirdiği gün» kendisine en son
İn'am edilenin de bu görevi sona ermişti. Ancak geriye vahyin gözetiminde
yaşadıkları bu örnek hayatı miras olarak bırakmıştı.
Bu Örnek
yaşamın tamamına sünnet adını veriyoruz. Bu örnek yaşantıyı bütünüyle kabul
eden her mü'min de sünnî ya da ehl-i sünnet adını almıştır.
Nübüvvet ile
sünnet içice olan şeylerdir. Nübüvveti kabul etmeyen, ya da nübüvveti anlamayan
birisinin sünneti anlaması mümkün değildir. Nebi şüphesiz bir insandır; ancak
kendisine vahyedilen ve bütün insanlığa imam, önder ve örnek olan bir insan.
Resul bir elçidir, fakat görevi sâdece mesajı getirmekle kalmayan bir elçi.
Risâlet (hâşa) vahiy postacılığından ibaret değildir.
Kendisinde
bir iyilik bulunan her insanı örnek edin. memizi tavsiye eden Kur'an'ın,
yeryüzünde bütün iyilikleri şahsında toplayan, Hz. Aişe'nin İfadesiyle âdeta
canlı bir Kur'an olan Peygamber'i örnek göstermemesi düşünülemez.
Bu manada
Nübüvveti kabul eden herkes sünneti de kabul etmiştir veya nübüvveti anladığı
oranda sünneti anlamıştır. îlk günden bugüne nübüvveti anlayan ve kabul eden
mü'minler arasında bu mânada sünnet üzerine herhangi bir tartışma olmamıştır.
Ancak hadislere beşerî unsurlar fakat nebevi olmayan beşerî unsurlar
karıştıktan sonra hüccet olma bakımından sünnet üzerine tartışmalar çıkmıştır.
Aslında bu tartışmalar sünnete yönelik değildir; sünneti tesbit etmeye
yöneliktir. Sünneti tesbİt için yapılan tartışmaların kökü sünneti tatbik için
seçilen nesle kadar uzanır. Ne zaman ki nübüvveti anlamayanlar da bu
tartışmanın içinde yer aldı, o zaman durum tamamen karışmaya başladı.
Sahih
hadislere baktığımız zaman bu son durumu bizzat Hz. Peygamber haber vermiştir.
Bu haberlere görü Hz. Peygamber, Hayber'in fethi günü «ehlî merkeb» gibi bâzı
şeyleri haram kılmış ve sonra şöyle demiştir: «Dikkat edin yakımla bir adam
çıkacak ve ikoltuğuna yaslanarak benini hadislerimi {nakledecek, sonra da :
«Bizimle sizin aranızda Allah'ın kitabı vardır. Onda gördüğümüz haramları
haram, helalleri ide helal sayarız» diyecekler. Dikkat edin : Resulün'haram
kıldıkları Allah'ın haram kıldıkları gibidir. [Hadisin bütün varyantları için
bkz. Ebu Davud Had no : 4580, Tlrmîzi 5/38 Had no : 2664, ibn JVIâce 1/6 Had no
: 12 imam Ahmed, Müsned 4/132, Hakim Müstedrek 1/109. Dârımi Sünen İ/453 Had
no : 586]
Kaynaklarımızda
Hariciler bu hadislerin ilk doğrulayıcıları olarak geçerler. Zımnen öyle
sayılsalar da, Haricîlerin sünneti toptan reddettiklerini söylemek mümkün
değildir. Onlar sünnetin hâmilleri ve nâkilleri olan sahabilcri
reddetmişlerdir. Siyâsî tavırları doğrultusunda hareket etmiş ve tekfir
ettikleri insanlardan dinlerinin ikinci kaynağım almayı reddetmişlerdir.
Kaynaklar iyice tetkik edildiği zaman genel olarak tatbik edi-legelen sünneti
kabul ettikleri gömlecektir. Hatta bunlardan ibadilerin günümüze kadar gelen
hadis kitaplarına rastlıyoruz. Bi'set asrının sonlarında yaşayan Rebi b.
Ha-bib'in el-canüu's-sahih adlı eseri buna en güzel Örnektir.
Şiânın da
sünnete karşı tavrı siyâsî anlayışı doğrultusunda olmuştur. Onlar da sâdece
chl-i beyt kanalıyla gelen hadisleri kabul etmiş, diğerlerine karşı lakayt kalmışlardır.
Mutezile
mezhebi de akılcılığından hareketle herne-kadar birtakım hadisleri
reddetmişlerse de, sünneti lop yektin reddetme gibi bir anlayışa sahip
olmamıştır.
Kısaca ilk
asırlarda sünnet üzerine yapılan tartışmalar O'nun teşrii değeri, ya da dinde
hüccet olmak yönü üzerinde durmaktan ziyade o'nun tesbiti ve anlaşılması
üzerinde olmuştur.
Bu
tartışmalar milâdi 1800 yıllarına kadar müslü-manlar arasında konuşulmuştur ve
tartışılmıştır. Ancak 1800 yıllarından sonra sünnet ile ilgili bu tartışmalara
gayr-i müsümlerin de katıldığını görüyoruz. İlk defa müsteşriklerden A.
Sprenger, sünnet ve hadisler üzerinde araştırmalar yapmış ve hadislerden büyük
bir kısmının uydurma olduğu kanaatine varmıştır. Daha sonra G. Weil. W. Muvİr
ve R.P.A. Dozy en azından Buhârideki hadislerin yarısının sahih olduğu
kanaatine varmışlardır.
Bunlardan
sonra müsteşriklerin şeyhi olarak bilinen Goldzier, Muhammedanische Studien
adlı eserinin II. cildinde hadis literatürünün büyük bir kısmını tenkide tâbi
tuttu. Goldzier hadisleri Hz. Peygamberden sâdır olan şeyler olarak değil,
islâm'ın oluş döneminde ilk iki asır boyunca sosyal, tarihî ve dini durumun
neticesi olarak değerlendirdi.
t. Schacht,
«Origins of Muhammedian Zurisprudence» adlı eserinde fıkhı hadisleri
Goldzier'in bakış açısıyla değerlendirerek aynı neticelere varmıştır.
Batıda
yapılan bu çalışmalar müsteşriklerin hadis ilmine merakından kaynaklanmıyordu
şüphesiz. Bir yerlerde sünnet üzerindeki bir takım şüphelerin gündeme gelmesi
gerekiyordu. Bu görüş ve düşünceler Mısır'da sesli olarak gündeme geliyor.
Mısır, bu tartışmalar anında ingilizlerin istilası altındadır.
İlk önce bu
görüşlerin yaygınlaşmasını müslüman iken Hristivan olan sonra tekrar müslüman
olan Mirza Bakır yapar. Mir/a Bakır Mısır'ı terkederek ingiltere'ye yerleşir.
Arkasından Dr. Tevfİk Sıdkî, Reşit Rıza'nın çıkardığı el-Menar dergisinde
«el-İslâmu Huve'l Kur'anu Vahdeh» «İslâm Kur'andan ibarettir» başlığını taşıyan
bir makale yazar ve burada sünneti külliyen reddeder. Arkasından Tevfik Sıdkî
tenkid yağmuruna tutulur. Bu ten-kidler sâdece Mısır'dan değil Hindistan'dan da
gelmeye başlar ve konu çok ciddi boyutlarıyla islam âleminde tartışılır.
Bir önsöz
için bu tartışmaların muhtevasını anlatmak mümkün değildir. Ancak sünnet
üzerindeki aykırı düşünceler günümüze kadar devam etmiş ve tartışmalar
günümüzde de en hararetli dönemini yaşamıştır. İslâm Ansiklopedlsl'nde hadis
maddesini yazan Zuynbol'un ifadesiyle, Batı ve Doğu arasında bu konuda köprü
vazifesi gören şahsiyetler çıkmış ve Batıda yapılan tenk'id normları ile
sünneti yeniden sorgulanmışlardır. Zuynbol'a göre bunlar Pakistan'dan
Fazlur'rahman, Mısır'dan Ahmet Emin ve benzerleridir.
Bütün bu
tartışmalardan sünnet etrafında meydana gelen şüpheleri biraraya getirip
derleyerek bir kitap yazmakda Mahmut Ebu Reyye'ye nasib olmuştur. O'nun
«Şeyhu'l Madîra Ebu Hurayra» adlı eseri büyük bir şîa âlimi olan Hbu'l Haseyıı
Şerefud'din el-Âmîlî'nin «Ebu Hureyre» adlı eserinin bir kopyası iken, dilimize
«Muhammedi Sünnetin Aydınlatılması» ismi ile çevrilen «Advaun ales'sünneti'I
MuHammedİye» adlı eseri baştan beri anlatmaya çalıştığımız tartışmalardan
ortaya çıkan şüphelerin bir derlemesidir. Ebu Reyye'ye cevap vermek sünnet
üzerine günümüze kadar devam eden bütün şüphelere karşı koymaktı. Bunun için
birçok reddiye yazıldı. Bu reddiyeleri şöylece sıralamak mümkündür:
1-Mustafa es-Srbâî, Süleyman cn-Nedvî, Muhib bud-Din
el-Hatib : «Difâun anî'I Hadisi'n-Nebevî ve Tef-nidu Şubuhâti Husûmihİ» Uç şahsın
ortaklaşa kaleme aldıkları bu eser 1958 yılında Kâhirede basılmıştır.
2-Abdurrahman b. Yahya el-Muallimi el~Yemâni, «El
Envâru'l Kâşife Ii mâ fi Kitabi Advâ ales'sünnetl'İ Muhammediyye mine/zeleli
vet'tâdlili ve'I mucâzete.» 1959'de basılmıştır.
3- Muhammed Abdurrezzak
Hamza: «Zulumatü Ebî Reyye emâmc
Advâi's-Sünneli'1 Muhammediyye» 1959'da basılmıştır.
4
-Dr. Mustafa es-Sıbâî «es-Sürmetü ve mekâne-tuha
fit'teşrfil İslâmî» 1961'de Kâhirede basılmıştır. Kısmen Ebu Reyyeye
reddiyedir.
5 -Dr. Muhammed Accac el-Hatib : «Ebu Hureyre Râviyetui
İslam» 1962Fde Kâhire'de basılmıştır.
6- Abdu'l Mun'im Salih el-Aylî el Iz/.î «Difâun An Ebî
Hureyre» 1969 Beyrut.
7 - Prof.
Muhammed es-Samâhî : «Ebu
Hureyre fi'I Mizan» 1958'de basılmıştır.
8- Prof.
Muhammed Muhammed Ebu
Şehbe: «Dıfaun Anis' Sürme»
Aslında bu
eser bütün bu reddiyelerden önce kaleme alınmıştır. Ancak 1989'da Mısır'da
bastırılabilmiştir.
Yukarıdanberi
izahına çalıştığımız, hadis ve sünnet tartışmalarında Türkiyenin konumu ne
olmuştur? Bu alanda Türkiyede neler yapılmıştır? Bu, aslında üzerinde
etraflıca durulması ve incelenmesi gereken bir konudur. Bu kısa girişimizde
biz ancak şu kadarını söyleyebiliri/; Cumhuriyet dönemi Türkiyesinde, islâm i
ilimlerin her sahasında olduğu gibi, hadis ve hadis ilimleri konusunda da
uzunca bir zaman ilmi hiçbir girişim olamamıştır. Bunun sebepleri herkesçe
malumdur. 1950'lere kadar Türkiyede, hadis alanında efkârı umumîyeye arz-edilen
kapsamlı yalnızca İki eser görebiliyoruz. Bunlardan birisi ancak, 1928-48
yılları arasında tamamlanma imkanı bulabilen «Sahihi Buharı Muhtasarı Tecridi
Sarih Ter-cemcsUdir. İmam Zebîdî'nin (816-993/1413-1487) bu eseri D.Î.B.
tarafından hazırlatılmıştır. Babanzâde Ahrncd Naîın beyin ilk üç cildini
hazırladığı eserin geri kalan kısmını Kâmil Miras (1874-1957) tamamlamıştır. 12
cilt halindeki eserin birinci cildi Hadis usûlüne dâir türkçede yazılmış en
mükemmel Hadis Usulü eseridir. Ah-med Nâiın kaleme almıştır, Bu dönemde
yayımlanan bir diğer eser ise : îmanı Nevevî'nin (631-676/1233-1277)
«Ri-yazu's-Sâlihin min Kelâmı Seyyidi'I-Mitrselin» adlı eseridir. Eserin
birinci ve ikinci ciltleri Hasan Hüsnü Erdem ile Kıvâmûddin Burslan tarafından,
üçüncü cilt ise yalnızca H. Hüsnü Erdem taralından terceme edilmiştir. Daha
sonradan Eserin başına A. Hamdi Akseki tarafından Hadis ve Sünnet konusunu
işleyen güzel bir mukaddime ilâve edilmiştir. Ayrıca, bu donemde Darü'İ-Fû-nun
İ.F. Mecmuasında 1926 yılında [Yıl 1, s. IV, s. 132-210] da yayımlanan Zâkir
Kadiri Ugan'ın «Dini ve Gayrı Dinî Rivayetler» adlı çalışması da bu alanda
gerçekleş! i-riletı çalışmalar arasında sayılabilir. Bu zaman sürecinde yapılan
ba.şka çalışmalar da vardır, ancak biz yalnızca en önemlilerine işaretle
yetiniyoruz.
Cumhuriyet
donemi Türkiyesinde, 1950'den, bilhassa İlahiyat Fakültesinin, sonra da Yüksek
İslâm Enstitüleri'nin teşekkül ettirilmesi ile hadis ve sünnet ilimlerinin
muhtelif dallarında kıymetli çalışmalar yapılmıştır. Akâdemik düzeyde
gerçekleştirilen bu çalışmaların bir kısmı basılma imkanı bulmuş, ne var ki,
bazıları henüz Türk okuruna sunulamamıştır. Bu dönemde yapılan çalışmaların
bazısı te'lif, bir kısmı terceme ki bunların, bir kısmı Arapça'dan, bir diğer
kısmı da balı dillerinden, müsteşriklerin çalışmalarından yapılan tercemelerdir.
bir kısmı da tahkik ve neşr şeklinde olmuştur. Bu arada, muhtelif konularda
yazılan makaleler de mevcuttur. Şu incelemeleri bu dönemin çalışmalarına örnek
olarak verebiliriz : Hz. Peygamber zamanında Hadis Tedvini» Muhammed
Hamidullah'm kaleme aldığı bu makaleyi Nazif Danışman dilimize çevirmiştir.
[A.Ü.İ.F.D. 1952].
Fuat
Sezgİn'in, 1956 yılında hazırladığı «Buhârî'nin Kaynaklan Hakkında.
Araştırmalar» adlı çalışması kayda değer bir çalışmadır. Yine; 1959 yılında,
Muhammcd Tayyib ökiç'in kaleme aldığı «Bazı Hadis Meseleleri üzerine Tetkikler»
isimli çalışmasının büyük bir kıymeti ilmiyesi vardır. Bu arada, Ahmcd Hamdi
Akseki'nin 1959'da. yayımlanan «Hadis ve Sünct» isimli makalesi de [Hakka
Doğru, İst. 1959 sh. 14-17] zikretmeden geçilemiyecek bir makaledir.
196O'lı
yıllar, daha önceki yıllara nisbetle hadis ve sünnet alanında yapılan
çalışmalarda bir açılım dönemi olarak sayılabilir. İ961 yılında, seri hâlinde,
İslâm Mec-muası'nda neşredilen «îslâmda Hadis» isimli makaleler dizisi, hadisin
cumhuriyet devri Türk insanına tanıtımında şüphesiz önemli rol oynamıştır.
Makaleler Talat Koçyiğit tarafından kaleme alınmıştır. Aynı yazarın [A.Ü.
İ.F.D. Yıl, 1961, c. IX], de Yalnızca müslümanlara has bir metod olması
bakımından hadiste isnadı inceleme mevzuu yapan «İslâm Hadisinde İsnad ve
Hadis Hâvilerinin Cerhi» isimli makalesiyİe, 1962 yılında, James ROBSON'-dan
yaptığı [A.Ü.Î.F.D. s. X] «İbn İshak'ın İsnad Kullanışı» 1963 [A.Ü.Î.F.D. e. XI]
«Kitap ve Sünnette Ncsh Meselesi» adlı makaleleri şüphesiz büyük değeri olan
çalışmalardır. Talat Koçyiğit ve İsmail Cerrahoğlu tarafından tahkikli neşri
yapılan Ahmed b. Hanbelin, «KHabu'1-İlel ve Marifelü'r Rîcâl» adlı eseri bu
yılların, söz konusu neviden Türkiye'de gerçekleştirilen yegâne eseridir. 1963
te AH Özek'in, «Hadis Rîcâli» isimli çalışması şüphesiz o yıllarda büyük bir
önemi hâiz olan eserdir. 1967 de M. Esat Kıhçer'in çevirdiği [A.Ü.İ.F.D. 1964
c. XII] M. Zübeyr Sıddîkınin «İsiânı Hukukunda Hadisin Yeri» adlı maka-ijpsi
önemlidir. Öte yandan Talat Koçyiğiıin [A.Ü.Î.F.D.
3.967]
«Mcvzze Hadislerin Suhuru» isimli makalesi kıymetli bir incelemedir. Bu
yıllarda, Hayreddin Karaman'in İmam Hatip okullarında hadis ders kitabı olması
için yazmış olduğu «Hadîs Usulü» değerli bir çalışmadır. (1965) Talat
Koçyiğit'in 1969'da yayımlanan «Hadisçilerle Kelâmcılar Arasında Münâkaşalar»
isimli eseri sahasında ilk eserdir. Yine aynı yazarın (A.Ü.Î.F.D. XVII, 1967]
«T. Goldziher'in Hadisle İlgili Ban Görüşlerinin Talil ve Tenkitli» isimli
makalesi zikretmeden geçemiyeceğimiz bir makaledir. Son olarak teknik
bakımdan hadis alanında yapılan çalışmalar arasında «Muhammed Zübeyr
Sıddik'in» Hadith Literatür» adlı eserinin, Yusuf Ziya Kavakçı tarafından
«Hadis Edebiyatı Tarihi» ismiyle 1966'da dilimize kazandırılması da kayda
değer bir çalışmadır.
Hiç şüphesiz,
196O'lı yıllarda, teknik bakımdan zi-yâcle, hadîs metinlerine yönelik
çalışmalar da yapılmıştır. Şunları örnek olarak verebiliriz.: Ö. Nasûhi Bilmen
«500 Hadîs» 1961; H.B. Çantay «Hadisler, Onkere Kırk Hadis» 1962; Ahmed
Davudoğlu'nun, İbn Hacer'e ait «Bûluğu'l-Meram min Edİlleli'I Ahkâm» adlı
eserini bazı şerhlerinden de istifade ederek «Selâmet Yolları» ismiyle
terce-me ve şerhi. (1967)
Mehmet
Sofuoğlu'nun dilimize kazandırdığı «Sahihi Müslim ve Tercemesi» 1967-70; Son
olarak Mansur Ali Nasıf'ın «Et-Tacu'l-Câml'U'l-Usûl fî Ahâdisû'r-Rasûl» İsimli
eserinin Bekir Sadak tarafından «Tac Tercemesi» ismiyle çevirisi. (1966-68)
1970'li
yıllar, hadis ilimleri sahasında biraz daha verimli bir dönem olarak önümüze
çıkmaktadır. Bu yıllarda Hadis Usulü, Hadis Tarihi vb. konularda te'lif
eserler görebilmekteyiz. Ayrıca, hadisin İslâm'daki değerini ve yerini ele alan
özgün çalışmalar da bu yıllarda şöiTilebilmektedir.
7O'!i
yılların hemen başında, Diyanet Dergisi'nin c. IX, sy. 98-99, da neşredilen,
Talat Koçyiğİt imzalı «Hadisler Arasındaki Tenakuz Meselesi» isimli makalesi
bildiğimiz kadarıyla, o güne kadar. Muhtelifû'l-Hadis mevzuunda ele alınan
Türkçe ilk denemedir. M. Sait Hatiboğlu'nun J. Schacht'tan yaptığı «Peygamberin
Sünneti Tabiri hakkında» isimli [A.Ü.İ.F.D. c. XVIII, 1970] makalesi, Sünnet
kavramına dikkatleri çekmeye yönelik ilk çalışmadır. Ignaz Goldziher'den
tercemesini Cihad Tunç'-un gerçekleştirdiği [A.Ü.İ.F.D. c. XIX] «İslâmda
Hadisin Yeri Etrafındaki Mücâdeleler» isimli makale, de kayda değerdir. Hadis
ilminde ve tarihinde en eski yazılı vesikalardan birisi olması bakımından,
önemli bir yeri bulunan, Muhammed Hamidullah tarafından neşri gerçekleştirilen
«Hemmam b. Münebbih'in Sahifesi»nin, Talat Koçyiğit tarafından 197İ'de
teıcemesi, kaynak eserleri dilimize kazandırma noktai nazarından kıymetli bir
çalışmadır. Yine, aynı zâtın Hadis usulünün en önemli kaynaklarından birisi
olan, İbn Hacer'in «Nüzhetû'n-Nazar» isimli eserini, hadis tarihi hakkında bir
girişle, «Hadis Istılahları Hakkında Nuhbetû'I-Fiker Şerhi» ismiyle dilimize
kazandırması, çok önemli bir çabadır. (1971) Yine, aynı yıl, M. Sâid
Hatiboğlu'nun, Hatip el-Bağdâdi [392-463/1002-1071] nin «Şerefû
Ashabi'I-Hadis»inin tenkidli bir neşrini gerçekleştirmesi bu neviden ülkemizde
gerçekleştirilen çok mühim bir eserdir. Ayrıca, onun sahabenin hadis
ilmindeki yerini ve kıymetini göstermesi bakımından son derece kıymetli bir
incelemesi olan «Hz. Âişe'nin Hadis Tenkidçiliği» isimli makalesi [A.Ü.t.F.D.
CXÎX, 1973]
Türkiyedeki hadis çalışmaları
arasında mümtaz yeri olan bir incelemedir.
Son dönemde
kaleme alınmış olmasına rağmen, hadis ilimleri ve ıstılahları alanında son
derece mükemmel olan ve bu ilimlere dâir, oryantalistlerin görüşlerini ve ilgili
kurumlan da, değerlendiren kıymetli bir eseri, Prof. Dr. Subhi Salih'in
«Ulûmû'l-Hadis ve Mustalahuhü» adlı eserini, M. Yaşar Kandemir'in «Hadis
İlimleri ve Hadis Istılahları» âdiyle I973'de dilimize kazandırması, bu
yılların kayda değer çalışmalarındandır. Telif eser olması yönüyle, Talat
KoçyiğU'in «Hadis Usûlü» adlı eseri (1974) bu zatın, Türkiye'deki hadis
çalışmalarına katkısının bir başka tezahürüdür. Mevzu Hadisler sahasında, ilk
defa müstakil telif çalışmasını da İ975'te M, Yasar Kandemir'in «Mevzu
Hadisler» ismiyle yaptığını müşahede ediyonjz. 1976'da Hadis ilminin ana
temellerinden biri olan, îbn Şihâb ez-Zührî'nin hayatı ve ilmî şahsiyeti
hakkında, Talat Koçyiğit'in [A.Ü.t.F.D. c. XXI] «îbn Şihâb ez-Zührî» adlı
makalesi de değerli bir incelemedir. Bundan bir yıl sonra, 1977'de, hadis
ilimleri alanında bir diğer kıymetli telif eserle karşılaşıyoruz. «Hadis
Ta-rUıi» adlı bu özgün çalışma, ülkemizde yapılan, hadis tarihi alanında hem
ilk ve hem de en kapsamlı eserdir. (Talat Koçyiğit) Hadis ilminin en önemli
mevzularından birisi olan, hadislerin Kur'anla mukayesesi mevzuunun, Suat Yıldırım
tarafından «Hadislerin Kur'anla Karşılaştırma Meselesinin Kaynakları» ismiyle
1978'de [Prof. M. Tayyib Okiç armağanı s 105-114], bir makale halinde yayınlanmış
olması, geç te olsa, bu konuda yapılmış ilk özgün çalışmadır. Yine, bu
yıllarda, Ali Osman Koçkuzu'nun «Peygamberin Sünnetinin Dinimizdeki Değeri ve
Yeri» isimli, Makaleler Serisi [Nesil Dergisi, sy. 2, 3, 4; sh. 12-17, 30-34,
32-36 (1978-79)] Sünnetin konumu üzerinde ülkemizde kaleme alman, büyük kıymeti
hâiz çalışmalardan birisidir. M. Said Hatiboğlu'nun [A.Ü.İ.F.D. c. XXIII, 1978]
«Hilâfetin Kureyşliliği» adlı makalesi, hadislerin değerlendirilmesindeki
metodu göstermesi bakımından ilginç bir denemedir. Hayrı Kırbaşoğlunun, tbn
Kuteybe'-nin «Tevili Muhtelifi'l-Hadis»in «Hadis Müdafaası» ismiyle I979'da
icrcemesi de işaret edilmesi gereken bir çabadır.
70'H
yıllarda. Usûle yönelik, çalışmalardan başka, hadis metinleri ile ilgili
çalışmalar da yapılmıştır. Bunlardan; 1971-80 arasında tamamlanan, Ahmed
Davudoğlu'-nun «Sahihi Müslim Tercemesi ve Şerhi» M. Zeki Molla-ahmedoglu'nun
«Süneni Tirmizi Tercemesi» 1972; Talat Koçyİğit'in «Hadislerin Işığında İman,
İbâdet, Ahlâk», (1974) gibi eserler sayılabilir.
1980'Ii
yıllara gelindiğinde, Hadis ve Sünnet alanındaki, akâdemik düzeydeki
çalışmalar hızlı bir tempo ile sürdürülürken, bunun yanında, bu yıllarda
sözkonusu alandaki çalışmaların tabana doğru yayıldığını da müşahede ediyoruz.
Bu yıllar, müslüman Türk okurunun ilgisini yavaş yavaş sünnet ve hadise çeken
yıllar olarak gözümüze çarpmaktadır. Akâdemik düzeydeki çalışmalara şunları
misâl olarak verebiliriz;
Talat
Koçyİğit'in «Hadis Istılahları» (1980) adlı eseri, Türkçemizde kaleme alınan,
bu neviden ilk telif eserdir. Bu eserin, bir benzeri İslâm âleminde de yoktur
denilse mübalağa edilmiş olmaz. Zâl'er Ahmed el-Osmânî'nin «Kavâîd fi
Ulûmil-Hadis» adlı muazzam eserinin İbrahim Canan taralından 1981'de dilimize
çevrilmesi de kaydedilmesi gereken bir uğraşıdır. î. Lütfi Çakan'ın «Hadîslerde
Görülen İhtilaflar ve Çözüm Yolları» isimli doktora çalışması (1982) bu
alanda, Cumhuriyet dönemi Türk iyesi hadis çalışmalarında ilk Türkçe eser
olmakla birlikte, büyük kıymeti ilmiyesi olan bir çalışmadır. Yine, aynı ismin
«Ana Hatlarıyle Hadis» (1983) ve «Hadis Edebiyatı» (1985) adlı çalışmaları da
kayda değer eserlerdir. Bu yıllarda, hadis ilimleri içerisinde çok Önemli bir
yeri olan, Nâsih Mensüh konusunu mevzu edinen çok kıymetli bir inceleme ise Ali
Osman Koçkuzu'nun «Habiste Nâsih Men-sûh» isimli kıymetli eseridir. (1985)
Mürsel hadisler alanında, Selâhaddin Polat'ın «Mürsel Hadisler ve Delil Olma
Bakımından Değeri» isimli doktora çalışması (1985) bu alanda herhalde ilk ve
tek eserdir. Ali Osman Koçkuzu'nun, Hindistanlı büyük hadisçi, Abdülaziz b.
Şah Veliyyullah Dihlevî'nin «Büstânü'l-Muhaddisîn»ini dilimize kazandırması
(1986) hadis ricali ile ilgili önemli bir İhtiyacın karşılanmasına katkıda
bulunmuştur. Bu yıllarda, daha pekçok çalışma yapılmış olmakla beraber, biz bu
kadarına işaretle yetiniyoruz. Bu arada şunu da belirtmeden geçemiyeceğiz,
50'li yıllardan bu yana, İlahiyat Fakültelerinde çok kıymetli, Doktora,
Doçentlik ve Profesörlük taktim tezleri hazırlanmış, ancak bunlardan pekçoğu
henüz basılmamıştır. Örneğin : Talat Koçyİğit'in «Hadis'-Jerİn Toplanması ve
Yazı ile Tesbitİ» (1957) M. Said Hatiboğlu'nun «İslâmi Teıüdd Zihniyetinin
Doğuşu ve Hadis Tenkidçiliği» (1963) A. Osman Koçkuzu'nun «İslâm Dininde
Haberi Vahid'in İtikatli ve Teşriî Yönlerinden Yeri ve Değeri» (1968) vb.
Hadis
metinleri ile ilgili çalışmalarda, bu yıllarda devam etmiştir. Şunları örnek
verebiliriz; Hicri 2. asra âit, günümüze kadar ulaman hadis ilminde çok önemli
bir yeri olan, İmanı Mâlik'İn «El-Muvatta», aralarında A. Muhtar Büyükçınar'm
bulunduğu dört mütercim tarafından 1982'de dilimize çevrilmiştir. Yine aynı
yıl, «Süneni ibrı Mace» isimli hadis kitabı, Haydar Hatiboğlu tarafından
«Süneni ibn Mâca Tercümesi ve Şerhi» İsmiyle çok güzel bir Türkçe ile dilimize
kazandırılmıştır.
80'li yıllar,
yukarıda da belirttiğimiz gibi, hadis ve sünnet konusundaki münakaşaların
tabana yayıldığı yıllar olmuştur. Bu yolda en önemli pay hiç şüphesiz. 1981
yılında, Edip Gönenç tarafından dilimize çevrilen «Mustafa es-Sıbâî'nin 1961
yılında yazdığı «Es-Sünnetıi ve Mekânetûhâ fi't-Teşri'ü-îslâm» adlı esere
aittir. Eser Türkçeye «İslâm Hukukunda Sünnet» ismiyle çevrilmiş ve o yıllarda
Türk okuru tarafından beğeni ile karşılanmıştır. Hiç kuşkusuz, bu yıllarda,
sünnet tartışmalarının, akâdemik düzeyden çıkıp, Türk okurları arasında da tartışılıp,
bu tartışmaların yaygınlık kazanmasında önemli bir rol oynayan, bir başka unsur
da, onbeş günde bir yayınlanan «İktibas» süreli yayınlar tarama dergisinin söz
konusu alanla ilgili yapmış olduğu iktibaslardır. Örneğin : 26'dan 30'ncu
sayısına kadar, M. Yaşar Kandemir'in, Mevzu hadislerle ilgili çalışmasından,
uydurma hadislerin ortaya çıkış sebepleri üzerine bir dizi alıntı yapmıştır.
Ayrıca 39-40. sayılarında M. Said Hatiboğlu'nun [A.Ü.Î.F. Dergisinde]
yayımlanan «Hz. Âişe'nin Hadis Tenkidçi-liği» isimli makalesini iktibas
etmiştir. Bundan başka, sünnet ve Hadis'in anlamlarının tesbiti konusunda Talat
Koçyiğit'İn «Hadis Usulü» adlı eserinden 55 ve 56'ncı sayılarında alınlılarda
bulunmuştur. Bu arada, 66 ilâ 68'nci sayılarında, «Riyâzu's-Sâlihin'in»
Mukaddimesinden A. Haindi Akseki'ye ait kısımdan, Hadis-Sünnet ve anlamlarına
dair bir alıntı yapmıştır. Kuşkusuz, bu iktibaslar, söz konusu tartışmaların
tabana yayılmasında çok büyük rol oynamıştır. Bu arada, 1983'te Yaşar Kaptan
«Aylık Dergide» (Mayıs-Haziran) «Sünnete Dâirdir» başlığı ile bir makale kaleme
almış, makalesinde mevzu ile ilgili değerlendirmelerde bulunmuştur. Bu makaleyi
61-62 ve 63. sayılarında İktibas dergisi de yayınlamıştır. Yine, Nisan İ983'te
Hilâl Dergisinde İbrahim Değirmenei'nin «Sünnete Karşı Hayır'm Şoku» başlıklı
bir makalesi yayınlanmış, Yazar, sünnet karşıtı tutumları eleştirmiştir.
Makale, İktibas'ın 66. sayısında da yayınlanmıştır. Tabiiki, bu yıllarda
yukarıdaki nevîden konuyla ilgili daha başka incelemelerde yapılmıştır. Ancak
biz yalnızca dikkat çekmek için bu kadarıyla yetiniyoruz.
Efkan
Umûmiye'nin Sünnet konusundaki münakaşalara dikkatlerini çevirmesinde rol
oynayan bir diğer eserde. Pınar Yayınları tarafından 1985'te Hüseyin Aslan'ın
çevirisiyle Türkçeye kazandırılan «Sünnetin Etrafındaki Şüpheler» isimli
eserdir. Kitabın yazarı Muhammed Tâlıir Hekim'dir. Bu arada, İlim ve Sanat,
Dergisinde [sy. 7, s. 36-41, 1986] îsmail Hakkı Ünal imzalı «Sadece Kur'anla Yetinilebilir
mi? Hadislerden Müstağni Kalmak Mümkün mü?» başlıklı makale de, bu yıllarda
süz konusu münakaşaların, Türkiye'de hangi boyutlara ulaş-iığım göstermesi
bakımından dikkâte değer bir makaledir.
Son olarak,
bu tartışmaları had safhaya çıkaran eser, hiç şüphesiz, mısırlı gazeteci Mahmud
Ebû Reyye'-nin Yöneliş Yayınları arasında. Muharrem Tan tarafından çevirisi
yapılarak «Muhammedi Sünnetin Aydınlatılması» başlığı ile Türkçeye çevrilen
eseridir. Bu eser, Türkiyedeki Sünnet tartışmalarının yoğunlaşmasında müsbet
i'ol oynamasına karşın. Hadis ve Sünnet konusunda -terîi formasyonu bulunmayan
Türk okuyucusu açısından çok menfi tesirleri olmuştur. Kitabın muhtevası bundan
yaklaşık 40 yıl önce Mısır toplumunda konuyla ilgili olarak yapılan
tartışmaların bir göstergesidir.
Maalesef,
Yazarın Sünnet ve hadis konusunda, or-. yantalistlerle müslüıvıan ilim adamları
arasında köprü olanlardan biri addedilmesi sıfatiyle, sünnet konusunda tamamen
oryantalist bir zihniyet taşıyor olması bi/.im okurumuzun bir kaos içine
düşmesine neden olmuştur. îşte, İ9901ı yılların başında, hadis ve sünnet
alanında Türkiyede yapılan çalışmaların bir yenisi olarak, yukarıda
zikrettiğimiz esere bir reddiye olarak kaleme alınmış bulunan «Sünnet
Müdafaası» adlı elinizdeki bu eser yer almaktadır. «Sünnet Müdafaası» Ebu
Reyyenin, maksatlı ve sübjektif değerlendirmelerini bertaraf edecek, ilmi
mu-kakayese neticesinde okuyucuyu doğru ve sağlıklı bilgiye ulaştırabilecek
nitelikte bir eserdir. Eserin orjinal adı «Difaun anî's-Sünne» dir. Yazarı,
Mısırlı âlim, Muhammed b. Muhammed Ebu Şehbe'dir. Eser üç ayrı bölümden
oluşmaktadır.
I.BÖLÜM ;Ebû Reyye'nin kitabının bir tenkidi olup, müellif
ileri sürülen bütün şüpheleri, tek tek ele alarak, önce özet, daha sonra da
tafsilatlı olarak eleştirmektedir. Ebu Reyyenin tutarsızlığını ve
yetersizliğini ortaya koymaya çalışmaktadır.
II.BÖLÜM :Yine, Ebû Şehbe'ye ait olup, Mısırlı Yazarlardan,
Ahmed Emin, Ali Hasen Abdulkadir gibi yazarların, oryantalistlerin tesiriyle
ileri sürdükleri, hadis ve sünnet konusundaki yanlış görüşleri
tenkid etmektedir.
III.BÖLÜM :Yazarı, Abdülğâni Muhammed Abdül-hâlık'tır. Aynı
zamanda, «Hucciyyetû's-Sünne» adlı muazzam eserin de yazarıdır. Müellif
sünnetin hüccet oluşunu inkâr edenlerin, tâ ilk devirlerden beri ileri sürdükleri,
sünnet ve hadisler konusundaki temel dört şüpheyi ele almakta ve bunları ilmi
bir şekilde cevaplandırmaktadır.
«Sünnet
Müdafaası» adlı eserin, Cumhuriyet devri Türkiyesi Hadis ve Sünnet
çalışmalarına müsbet yönde katkıda bulunması, 199O'lı yıllarda, Hadis ve Sünnet
alanında müsbet fikirler taşıyan eserlerin te'lif ve nesrine bir başlangıç
olması, ayrıca; bu sahadaki menfi fikirleri izâle etmek suretiyle, okuyucuları
doğru neticelere sevketmesi en büyük temennimizdir.
Gayret
bizden, Tevfik ve inayet Allah'tandır.
M.G. - M.E.Ö.
9/8/1990
Ankara
[2]
1914 yılında
Mısırda Desuk kentine bağlı Minyetu Cenah köyünde dünyaya geldi. Henüz küçük
yaşlarda köydeki medreseye devam eden Ebu Şehbe bir taraftan okuma yazma
öğrenirken, 9 yaşında Kur'-an'ı ezberler. Daha sonra (Batılılaşma hareketi içinde)
açılan ilkokula kaydolur ve 12 yaşında mezun olur.
1925 yılında
Desuk kentindeki ilmi ve dini enstitüye kaydolur ve buradan 1930 yılında mezun
olur.
1930 yılında
Tanta kentinde yine Islâmi ilimlerin öğretildiği bir ba'şka enstitüye
kaydolarak 1935 yılında bu enstitüden mezun olur.
1935 yılında
el-Ezher Üniversitesi'nin Usulu'd-Din Fakültesi'ne girer ve 1939 yılında
«Usulu'd-Din»i bitirerek aynı yıl yüksek lisans öğrencisi olarak Ezher'e kabul
edilir.
Beş yıl sonra
yani 1944 yılında yüksek lisansını bitirir ve J946 yıhncja üstün başarı ile
doktorasını tamamlar. Aynı yıl aynı fakülteye öğretim üyesi olarak tayin
olunur. Daha sonra sırasıyla Doçent ve Profesör ünvanlannı ahf. Prof. Dr.
Muhammed Ebu Şehbe 1963 yılında Bağdad Üniversitesi'nde bir yıl, 1966 yılında
Sudan Ummu Derman Üniversitesi'nde üç yıl öğretim üyesi olarak bulunur.
1969 yılında
Asyut'ta Ezher'e bağlı olarak açılan Usulu'd-Din Fakültesi'ne Dekan olur ve
1973 yılma kadar bu görevde kalır.
Din eğitimi
ve öğrenimini İslah çalışmalarına katılmak için gittiği Suudi Arabistan'da da
dört yıl misafir öğretim üyeliği yapar.
Prof. Dr.
Muhammed Ebu Şehbe'nin ondan fazla telif eseri ve yüzlerce ilmi makaleleri
yayınlanmıştır. Telif eserlerinden başlıcaları şunlardır:
1-el-Medhal li Dinaseti'l Kur'ani'l-Kerim
2 - es-Siretü'n-Nebeviyye fi Davi'l Kitabi ves'Sünne (2
cilt)
3 -Âlamu'l-Muhaddisin
4 - Şerhu'l-Muhtar min Sahih-i Müslim (3 cilt)
5
-Ulumu'l-Hadis
6- fi-Usuli'1-Hadis
7- Risâletu'n-fi'1-îsrai ve'1-mirac
8- el-Kutubu's Sihah Fi's-Sünne
9- Hazretu'l tslam ile'r-Riba
10- el-tsrailiyatu ve'l Mevzuat fi Kutubi't Tefsir
11-el-Hududu fil İslâm
12- Şerh-u Sahih'ü Buhari
13-Difaun ani's Sünne (elinizdeki «Sünnet Müdafaası» adıyla
terceme ettiğimiz eser)
Prof. Dr.
Muhammed Ebu Şehbe eserlerinde de görüldüğü gibi hayatını sünnet ve hadis
araştırmaları üzerine geçirmiş bir alimdir ve en önemli özelliği de günümüzde
bir elin parmaklan kadar az olan «hadis isnad icazeti"ne sahip olan çok
önemli bir alim oluşudur.
«Hadis isnad
icazeti» konusunda muhaddis Zahid'-ül Kevseri (rh.a) de Türklerden en son hadis
isnad icazetine sahip olan bir alimdi.
[3]
Hamd insanı
şereflendiren; onu akıl ve konuşma ni'metiyle pok çok yaratığına üstün kılan
Allah'a, sa-lat ve selam, Allah'ın kendisine hikmet ve hak ile batılı ayırmaya
kâfi hitabet gücü verdiği Peygamberimiz Hz. Muhammed'e, Onun ehl-i beytine,
ashabına ve en güzel şekilde onlara tabi olanlara olsun.
İslâm şeriatı
iki yüce esasa dayanır •. Kur'an-i Kerim ve Hz. Peygamber'in Sünneti.
Kur'an, dinin
aslıdır, doğru yolun kaynağıdır; Hz. Peygamber'in en büyük mucizesi ve çağlar
boyu O'nun peygamberliğine delalet eden bir alamettir.
Sünnet ise;
Kur'an'm açıklaması, hükümlerinin izahı, prensiplerinin tafsili ve getirdiği
yasaların tamamlayıcısıdır. Kuşkusuz sünnet, masum olan Peygamber Allah'ın
salat ve selamı üzerine olsun den sâdır olduğu tesbit edildiği zaman kendisine
uyulması vacip olan bir kanun ve hidayettir.
Sünnetin bir
kısmı Vahy meleği Cebraill tarafın-dan gelen açık bir vahy iledir. Bir kısmı da
ilham ve kalbe ilka yoluyladır.[4] Diğer bir kısmı ise; Peygam-ber'in içtihadına
dayanır. O'nun bir içtihadı Kur'an'-dan edindiği bilgiye, şeriat kaidelerine ve
kalbini dolduran vahy nurları ile ilâhi öğretime dayanır ki, bunlar da okuma,
yazma, araştırma ve inceleme ile elde. edilmezler.
Nitekim Allah
Teala da şöyle buyuruyor: «Oku, yaratan Rabb'inin adılla O, insanı bir kan
pıhtısından yarattı. Oku, Rabb'in sonsuz kerem sahibidir. O rab ki kalemle
yazmayı öğretti. İnsana bilmediğini de öğ-retti»
[5] Burada kalemle öğretmek kesbi ilme işarettir. İkinci
öğretmek ise Allah'ın dilediği kimseye verdiği vehbî ilmi ifade etmektedir.
Hz.
Peygamber, her ne zaman bir ictihadda bulunur vahy de bu içtihadı sukut ile
karşılarsa, bu, Allah'ın bir takriri (onaylaması) olarak kabul edilir. Bu tür
ictihadlar da kendisine indirilen vahy niteliğini kazanır. Bu manada Hz.
Peygamber'den sâdır olan her şey Vahy olarak kabul edilebilir. Nitekim Allah da
şöyle buyurmaktadır : «Battığı zaman yıldıza yemin olsun ki arkadaşınız
Muhammed yoldan sapmamış ve azmamıştır. O, kendiliğinden konuşmamaktadır. O'nun
konuşması ancak bildirilen bir vahy iledir.»
[6]
İslâm ümmeti
bu iki esasın tebliğine son derece büyük bir önem vermişlerdir. Öyle ki bu, hiç
bir ümmetin, peygamberlerinden, krallarından ve büyüklerinden geriye kalana
gösterdikleri itinaya benzemez. Sahabe Kur'an'ı ezberlemiş (korumuş), âyetleri
üzerinde düşünmüş ve fıkhetmişler, onu Allah'ın indirdiği şekliyle
kendilerinden sonra gelen Tâbiun'a ulaştırmışlardır. Tâbiunda aynı şekilde
kendilerinden sonra gelen nesle iletmişlerdir. Böylece sayılması mümkün
olmayan bir kitle her asırda kendilerinden sonraki nesle nakletmiştir.
Ezberleme ve şifahen alma yollarına bir de hem Peygamber asrında, hem de ondan
sonraki devirde yapılan yazı ile kaydedilmesi yolu eklendi
Nihayet Yüce
Allah'ın «Kur*an'ı biz indirdik ve O'nu muhakkak biz koruyacağiz»[7] sözünü doğrular-casına hiçbir değişiklik, tahrif ve
fazlalığa uğramadan Kuran bize kadar ulaşmıştır.
Aynı şekilde
Sahabe, Hz. Peygamberin sünnetini de ezberleyerek, anlayarak ve fıkhederek
lafzı ile ki asıl olan ve çoğunluğu böyledir veya ma'nasıyla kendilerinden
sonra gelen tâbiuna teslim etmişlerdir. Tâbiunda etbaut-Tâbiine nakletmiş ve bu
şekilde devam etmiştir.
Sünnet, Hicri
birinci asırda genel olarak tedvine tâbi tutulmamıştır. Bu da Kur'an'la
karışması ya da sahabenin Kur'an'ı bırakıp O'nunla uğraşması endişesini
taşıyan bu konudaki yasaklamadan kaynaklanmıştır. Birinci asırda, sünneti
ezberleyenler çok olmasına
karşın, onun yazımıyla uğraşanlar az olmuş ve bir asır bu şekilde kapanmıştır.
îkinci asnn
hemen başlarında genel bir tedvin hareketi başlamış bu övgüye değer iş için
âlimler zinde bir tavır sergilemişlerdir. Tedvin hareketi, tenkid, cerh ve
tâdil, hakkı ve doğruyu araştırma çalışmalarıyla beraber olmuştur. Hadis
imamları ve uzmanları bu iş için gerek metin tenkidi gerekse senet tenkidine
dair, hassas köklü ve âdil kaideler koymuşlardır. Bu tedvin hareketi, kıymetli
eserler ve delil olmaya uygun ve delil olabilecek hadisleri içine alan geniş
ansiklopedileri meydana getirmiştir. Hu kitapların bir kısmı sahih hadislere
hasredilmiş bir kısmı da sahih, hasen ve zayıf hadislere ayrılmıştır. Ayrıca
bir kısmı Hz. Peygamber'in hadislerini ihtiva ederken diğer bir kısmı da sahabe
ve tâbiunun sözlerini de içine almıştır.
İslâm, çok
eski asırlardan beri uyumayan düşmanlara mûbtelâ olmuştur. Bunlar, İslâm'ın
gücünü ve devletini batırmak için hile ve desiselere baş vurmuş, ağlar örmüş,
tuzaklar hazırlamışlardır.
İşte bu
düşmanlar, düşmanlıklarını açığa vuramayınca hile ve desiselere sığınarak
çeşitli yollara başvurdular. Bu, bazen Sebeüer'in[8] yaptıkları gibi Resulullah'ın ehl-i beytine muhabbet
ve sevgi besliyor görünmek, bazen de dini naslarda, Arap dili ve İslâm
şeriatıyla bağdaşmayan teviller yapmak sure-Liyle K&rrnatiler, Bâtinİler
vb.nin yaptıkları gibi dini emirleri ortadan kaldırmaya çalışmak şeklinde
ortaya çıkmıştır
Bu düşmanlar,
müslümanları dinlerinin esası olan Kur'an-ı Kerim'in mütevatir oluşu, icazı,
çelişkilerden uzak oluşu ve hükümlerinin her asır ve her topluma uygun oluşu
hususunda şüpheye düşürmeye yeltenmişlerdir. Bu gayelerini gerçekleştirmek
için birçok rivayetler uydurmuş ve âyetlerin mânalarım tahrif etmişlerdir.
Aynı şekilde
Müslümanları dinlerinin: ikinci esası olan Hz. Peygamber'in sünnetinden de
şüpheye yöneltmişler ve bu kötü emellerine erişebilmek için çeşitli üsluplar
edinmişlerdir. Ba'zen bu şüpheyi sünnetin tesbiti, (yani) mütevatir olmayıp
âhâd oluşunu Heri sürmek, ba'zen de rivayet uydurmak suretiyle meydana
getirmişlerdir ki; bu rivayetler, hadisleri, düşüncede sathilik, vaki ve
müşahedeye, sarih akla ve sahih nakle ya da salim tecrübeye ters bir pozisyona
sokmuştur. Ayrıca bunlardan başka uslublar da kullanmışlardır.
Sünnete hücum
sancağını ilk olarak en-Nazzam ve onun izinde yürüyen sünnet düşmanları taşımıştır.
Bunların hadisle ilgili makalelerinin çoğuna Alla-me îbn-i Kuteybe «Te'vilu
Muhtelefi'l Hadis» adlı kitabında cevaplar vermiştir.
Son asırlarda
bir takım müsteşrik ve papazlar türemiş sünnete yöneltilen bu şüphe ve
saldırılan almış ve onları abartarak gönüllerinin istediği kadar çoğaltmış,
taşımadığı manalara hamletmiş ve insanlara öylece sunmuşlardır.
Son derece
üzüntü veren durumlardan birisi; batılıların her türlü görüş ve düşüncelerine
güvenen bazı kimselerin bu şüphe ve saldırıları kapıp bir kısmini kendilerine
yalandan isnad ederek hata üstüne hataya düşmeleridir.
Diğer bir
kısım kimselerin ise bunu kendisine ftis-bet etmeyip, ancak bunlara rıza
göstererek bunların borazanlığım yapmalarıdır. Bu kimseler kitaplarında söz
konusu şüphelere yer vermişler, dahası bununla da kalmayıp bu şüpheleri
kuvvetlendirmeye çalışmışlardır. Merhum Üstad Ahmet Emin'in «Fecru'I İslâm» ve
Duha'l İslâm adlı eserlerinde yaptığı gibi. Ancak Ahmed Emin, müsteşriklerin
iddialarının pek çoğuna katılmakla birlikte bazı görüşlerine de muhalefet etmiş
ve tenkidlerinde yumuşak davranmıştır.
Bunların bir
kısmı heva ve arzularına uyarak sünnet ve hadis ehline açıktan düşmanlık
hususundu misyoner ve müsteşrikleri geride bırakmışlardır. Bunlar daha şeni
ibareler kullanarak başta büyük şahabı Ebu Hureyre olmak üzere her türlü edep
ve erkandan uzak, çirkin lafızlarla sahabeyi -dillerine dolamışlardır. Tıpkı
Mahmud Ebu Reyye'nin «Advâun ales-Sün-neti'l Muhammediyye» adlı eserinde
yaptığı gibi.
Ahmed Emin
ile Ebu Reyye'nin kitapları arasında oldukça çok fark vardır. İkisinin
arasındaki fark âlim ve âlîm olduğunu iddia eden, asıl araştırıcı ile
araştırıcıların eteklerine yapışan kimse arasındaki fark gibidir.
Sünnet ve
ilimlerinde araştırma yapmak basit ve kolay bir iş değildir. Sabır ve metanet,
derin bir düşünce ve tefekkür gerektiren bir iştir. Yüzeysel düşünce ve
gelişigüzel inceleme insanı ancak kötü görüşlere ve kötü sonuçlara götürür. Müsteşrik
ve izlerinde yürüyenlerin içine düştükleri hataların bir kısmının hadisleri
dikkatlice ince-lemeyip köklerine ve derinliklerine ulaşamamalarından
kaynaklandığını açıkça söyleyebilirim. Bunlar zahirin ötesini görememiş ve
hadislerin derlendiği asrı ve toplumu ve bu asırda meydana gelen kargaşaları
tasavvur edememişlerdir. (Bunun yanında) hadis imamlarının din, ilm, titizlik,
uyanıklık, güvenirlik, gizli ve açık hallerde Allah'ın murakebesini gözetmelerinden
ileri gelen ayrılmaz niteliklerini de kavrayamamışlardır.
Yüce Allah,
sünnet ve hadisleri savunacak, hilebazların hilelerinden onları koruyacak
kimseler var-etmiştir. Bundan sonra da hiçbir asır, sünneti câhillerin
tevillerinden, bozguncuların yalan isnadlarından ve aşırı gidenlerin
tahriflerinden muhafaza edecek ilim ehlinden hâli kalmayacaktır.
Allah, İbn-i
Kuteybe'ye rahmet etsin. O, hadis düşmanlarının ortaya attığı pek çok
şüphelere cevap vermiştir. O'nun bu reddiyesi, ta'zimle anılacak övgüye değer
bir cihaddır.
Halâ îslâm
âleminin her tarafında sünnet ve hadislerle büyük bir dikkatle ilgilenen ve
çalışmalarında derinleşen, ona yönelen şüpheleri reddetmeye azami gayret
sarfedenler bulunmaktadır. Mağrib, Hindistan, Şam, Hicaz ve Ezher âlimleri
tarafından bu meyanda kıymetli eserler meydana getirilmiştir.
Hamdolsun ki
Allahu Teala benim de sünnet araştırmalarıyla şereflenenierden olmamı; onun
temiz sahasını asabiyet ve duygusallıktan beri olarak ilim, is-bat, araştırma
ve ikna ile müdafa edenlerden olmamı
dilemiştir.
Ben «Hadiste uydurma, çağdaş yazar ve müsteşriklerin şüphelerine cevaplar»
adındaki Doktora tezimde bu şüphelerin bir kısmına ilmi cevaplar verdim.[9]
(Ebu
Reyye'nin) «Advâun ale's-Sünneti'l Muham-mediyye» adh eseri ortaya çıkınca
yazarın hadislere ve hadis ricaline eski ve yenilerin bütün hücumlarını,
müsteşrik, misyoner ve piyonlarının söylediklerinin tümünü araştırmaya tabi
tutmadan benimsediğini gördüm. Yazarın bu kitabında sünnetin çelişki
arzettiği-ni, tahrif ve tebdile uğradığını göstermek için son derece gayret
sarfettiğini ve bu uğurda sahih rivayetleri karaladığım yalan ve uydurma
haberleri de tashih ettiğini gördüm. Anladım ki bu kitaba reddiye yazmak
sünnet etrafında dolaşan bütün gürültülere cevap olarak sayılabilir. Bu
itibarla kitabıma «Sünnet Müdafaası, Müsteşrik ve Çağdaş Yazarların Şüphelerine
Reddiyeler» adını verdim.
îlk önce bu
düşünceleri «el-Ezher» dergisinde ten-kid etmeye başladım. Peşpeşe orada 7
makale, kaleme aldım[10]Sonra ortaya çıkan bazı nahoş durumlardan dolayı bu
dergideki reddiyelerime son verdim. Daha sonra bu reddiyeleri tamamlamaya
giriştim ve bütün.vaktimi buna ayırdım. Allah'a hamdolsun O'nun yardımıyla bu
kitap meydana geldi.
Burada bu
konu ile ilgilenen iki değerli âlimTkar-deşimize işaret etmeden geçemeyeceğim.
Bunlar; üs-tâd Abdurrahman b. Yahya el-Muallimi el-Yemânî ile, üstad
Abdurrezzak Hamza'dır, Her biri bu konuda geniş kapsamlı birer eser
hazırlamışlardır. Böylece Allah'tan mükafata, insanlardan da sena ve övgüye
mazhar olmuşlardır.İşte ben de İslâm âleminin her tarafındaki ma'ri-fet âşığı,
hakikat arayıcıları, sünnete gönül veren gayretli okuyucularıma bu kitabımı
takdim ediyorum.
Ayrıca bu
reddiyelere bir giriş olarak sünnetin dindeki yeri, onun delil olma bakımından
durumu, kısaca geçirdiği safhalar ile İslâm'da hadis tenkidi âlimlerinin
ortaya koydukları usul ve kaidelere değinmek istiyorum.
Söylediğim
her doğru Allah'tandır. Eğer bir kusur olursa (bilinsin ki) gayem hakkı ve
doğruyu aramaktır. Başarım ancak Ali alı1 tandır. Ona güvendim ve ona
yöneldim.
Ebu Muhammed
Muhammed b.
Muhammed
Ebu Şehbe.
[11]
İslâm dininin
birinci temeli Kur'an-ı Kerim'dir. Sünnet ise ikinci esası teşkil eder.
Kur'an'a göre sünnetin konumuna gelince; Sünnet, Kur'an'ın açıklayı-cısıdır.
Mücmel ifadelerini tafsil, müşkilini izah eder, mutlakım takyid, umumunu >
tahsis eder. Kısaca değinilen hususları açar. (Nitekim) Allah Teala şöyle
buyurmuştur:
«Biz sana da
Kur'an-ı indirdik, tâ ki insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça an
latasın ve taki onlar da düşünüp anlasınlar»[12]başka bir âyette ise «Şüphesiz ki sen dosdoğru yola
iletmektesin. (O) yol göklerin ye yerin sahibi olan Allah'ın yoludur. Dikkat
edin İşler sonunda Allah'a döner.»
[13]
Hz.
Peygamber, Kur'an'ın âyetlerini bazen sözleriyle bazen davranışlarıyla bazen
de her ikisiyle birlikte açıklardı. Nitekim şu âyette geçen zulüm kelimesini
şirk olarak tefsir ettiği kaydedilmiştir. «İman edenler, ve imanlarına zulm
karıştırmayanlar, işte güven onlarındır ve hidayet üzere olanlar da onlar-dır.»[14] Yine «Kimin kitabı sağ tarafından verilirse kolay bir
hesap ile hesaba çekilecektir ve sevinçli olarak ehline dönecektir
[15]âyetinde de «Kolay hesabı» Kul'un hesab için Allah'ın
huzuruna çıkarılıp fakat amelleri sorgulanmadan bırakılması olarak tefsir
etmiştii.
Buhari'nin
rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber: «Ben nasıl namaz kılıyorsam siz de
öyle kılın» buyurmuştur, Müslim, Ebu Davud ve Neseî'nin rivayet ettikleri
diğer bir hadisin de ise Veda Haccı sırasında şöyle buyurmuştur: «Hac
menasikini alınız. Zira bu haccımdan sonra bir daha hac yapabileceğimi
sanmıyorum» hadisin diğer bir varyantında ise : «Hac menasikini benden alınız.»
buyurmuştur.
Ahmed,
Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei ve îbn-i Mace; Ubade tbn-i Samit'den Hz.
Peygamber" İn «Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı dört şahid getirin,
eğer şâhidlik ederlerse, o kadınları Ölüm alıp götürünceye yahut Allah onlara
bir (çıkar) yol gös-terinceye kadar evlerde hapsedin.»[16] ayeti hakkında şöyle dediğini naklederler. «Benden
alınız, benden alınız (benden öğreniniz) Allah onlara bir çıkar yol gösterdi»
Bekar'm bekarla zina etmesinin cezası yüz dey-nek ve bir yıl toplumdan tecrid
edilmektir. Evli kimselerin zina cezası ise yüz değnek ve recmedilmektir.
[17]
Allah Tealâ
bir âyet-i kerimede «Namazı kılın zekatı verin» buyurmuştur. Ancak Namazın ne
rek'at sayılarını, ne nasıl kılınacağını, ne de vakitlerini açıklamadığı gibi,
farzlarını, sünnet ve vaciplerinden ayrı olarak" da zikretmemiştir. Bütün
bunları Hz. Peygam-ber'in sünneti izah etmiştir. Aynı şekilde Kur'an, zekatın
ne zaman vacip olacağını da belirtmemiştir. Ayrıca nisap miktarını, zekat
olarak verilecek birimi ve nelere zekat düşeceğini de belirtmemiştir. Bütün bunları
yine sünnet belirgin olarak ortaya koymuştur.
Allah Teâlâ,
başka bir âyette «erkek hırsız ve kadın hırsızın yaptıklarından ötürü Allah
tarafından ibret verici bir ceza olarak ellerini kesin, Allah azizdir,
hakîmdir»[18]buyurmuş ancak ceza gerektirecek hırsızlığın ne
olduğunu, ellerin nereden nereye kesileceğini müphem bırakmış yine bütün
bunları sünnet açıklığa kavuşturmuştur.
Yine Allah
bir âyette «Ey insanlar" İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan
isi pisliklerdir, bunlardan kaçının ki saadete eresiniz.»[19] buyurmuş, fakat içki içene verilecek cezayı tâyin
etmemiştir, bu haddi tayin edende yine sünnet olmuştur.
Başka bir
âyette «zina eden kadın ve erkeğin her birine yüzer değnek vurun. Allah'a ve
âhiret gününe inanıyorsanız Allah'ın dinini tatbik hususunda sizi sakın acıma
duygusu kaplamasın...[20] buyurmuş, bu
hükmün
kimlere uygulanacağını belirtmemiştir. Sünnet bu hükmün bekarlar için olduğunu
söylemiş, evlilerin cezasını ise recm olarak tesbit etmiştir.
Başka bir
âyette «(savaştan) geri kalan üç kişinin de Allah tevbelerini kabul etti, yer
yüzü genişliğine rağmen, onlara dar gelmiş ve vicdanları kendilerini sıktıkça
sıkmıştı.»
[21]buyurmuş, bunların kıssaları ve işledikleri suçu
açıkça ortaya koymamıştır. Sünnet, bunları en güzel bir şekilde açıklamıştır.
Bunlara benzer sayısız örnekler verilebilir. Öyle ki eğer sünnet, Kur'an'ı
açıklamasaydı bir çok husus bize kapalı kahr, onu anlamamız güçleşirdi. Sahabe
ve Tâbi un bu gerçeğin farkındaydılar.
İbnu'l
Mübarek, İmran b. Husayn'in «siz bazı hadisler rivayet ediyorsunuz ki aslını
Kur'anda göremiyorum» diyen bir adama şöyle dediğini rivayet eder : «Sen ahmak
bir adamsın, sen Allah'ın kitabında, öğle namazının dört rekat olup kıraatin
onda açıktan olmayacağını bulabiliyor musun?- Sonra İmran b. Hu-sayn adama
sıra ile namaz, zekat ve benzeri hususlarda aynı tarzda sorular yönelterek
sonunda, sen bütün bunları Allah'ın kitabında açık bir şekilde görebiliyor
musun? diye sorduütan sonra şöyle der: «Allah'ın kitabı bütün bunları kapalı
bırakmış, sünnet ise bunları açıklığa kavuşturmuştur.»
İmam Evzai,
Hassan b. Atiyye'nin şöyle dediğini rivayet eder: «Hz. Peygamber'e vahy
geliyor, Hz. Cebrail de bir vahyi tefsir eden sünneti beraberinde getiriyordu.»
Rivayete göre
Mekhulda şöyle demiştir: «Kur'an-ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kuran'a
olan ihtiyacından fazladır.» tmam Ahmed'de şöyle demiştir: «Sünnet Kur'anı
açıklar ve izah eder.»
[22]
Sünnet
Teşride bazen müstakil olur.[23] Bir kadınla halası veya teyzesini birlikte
nikahlamanın haram oluşu, süt kardeşliği sebebiyle getirilen evlenme yasakları,
azı dişli vahşi hayvanlarla yırtıcı pençeli kuş7 ların etlerinin haram oluşu,
deniz ölüsünün helal oluşu bir şahid ve yominle yetinerek hüküm vermek gibi sünnetin
Kur'an'a ziyade olarak getirdiği hükümler buna örnek olarak verilebilir.
[24]
Kendilerine
itibar edilen bütün âlimler sünnetin (dinde) delil oluşunda ittifak
etmişlerdir. İster beyan sadedinde olsun isterse müstakil hüküm getirsin bu
böyledir. İmam Şevkâni bu konuda şöyle der : «Sünnetin delil oluşu, ve hüküm
koymada müstakil oluşu dini bir zorunluluktur. Buna ancak İslâm'dan nasibini
almayan kimseler muhalefet ederler.[25] İmam Şevkâni bu hususta haklıdır. Çünkü sünnetin
delil olduğuna sadece Hariciler ve Râfizîler itiraz etmişlerdir. Bunlar
Kur'anın zahirine sarılıp sünnetleri ihmal ederek sapıtmış ve saptırmışlar,
doğru yoldan ayrılmışlardır.[26]
Kur'an ve
sabit olan sahih sünnet Hz. Peygamberden sadır olduğu tesbit edilen herşeyin
delil olduğuna dair pek çok hüküm ihtiva etmektedir. Allah Tealâ şöyle
buyuruyor: «De ki Allah'ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin...»[27] başka bir ayette «Ey iman edenler Allah'a itaat edin,
Peygamber'e ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir şeyde
çekişirseniz, Allah'a ve âhiret gününe inanmış-sanız onu Allah'a ve Resulüne
götürün.»
[28]Meymun b. Mihran ayetteki Allah'a götürmekten maksadın
onun kitabına başvurmak, peygambere götürmek ise sağlığında bizzat kendisine,
ölümünden sonra da sünnetine baş vurmak olduğunu söylemiştir.
Başka bir
âyette ise şöyle buyuruyor: «Hayir; Rab-binc andolsun ki aralannda çekiştikleri
şeylerde seni hakem tayin edip sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir
sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe îman etmiş olmazlar.»
[29] Ayet Hz. Peygambor'in hem Kur'an'la hem de sünnetle
vardığı hükümleri içine almaktadır. Hatta âyete göre Kur'an ve sünnetin
getirdiklerini zahiren kabul etmek yetmez bilakis onlara kalben rıza gösterip
benimsemek gerekir.
Bir başka
âyette ise «Her kim peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur»
[30] Burada Allah Teala, Peygamber'e itaati kendisine
itaat olarak saymış ve ona muhalefet etmekten de sakındırarak şöyle demiştir :
«Onun buyruğuna aykırı hareket edenler başlarına bir belanın gelmesinden veya
can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar
[31] Eğer Resul'ün emri deli) ve bağlayıcı olmasaydı ona
muhalefetten dolayı ateşle tehditte bulunulmazdı.
Allah Teâla
buyuruyor : «Gerçek şu ki Resulullah'-da sizden Allah'a ve âhiret gününe
kavuşmayı umanlar için en güzel bir Örnek vardır. ..»[32] Bir başka ayette «...Resul size neyi verirse alınız
neden yasakladıy-sa kaçınınız...» Allah Teâla, Resul'ün emrini tabi olunması
gereken bir vecibe, yasak kıldığı şeylerin de kaçınılması gereken bir husus
olduğunu belirtmiştir.
Bu konuda pek
çok ta hadis vardır. Bunlardan birisi: Ebu Davud'un Sünen'inde Mikdad bin
Madi-keribten rivayet ettiği Hz. Peygamber'in şu hadisidir: «Biliniz ki bana
Kur'an ve beraberinde bir misli verilmiştir. Haberiniz olsun ki; yakın bir
gelecekte (mal ve mevki ile mağrur olan) bir takım ahmak kimseler çıkıp
koltuklarına yaslanarak şöyle diyecekler: «Size düşen Kur'ana sarılmaktır. Onun
helal dediğini helal, haram dediğini de haram sayınız.» bilin ki; ehli
merkeblerin etleri, aza dişli vahşi hayvanların etleri, kendi rızasıyla
bıraktığı dışında zımminin kaybettiği mah da helal değildir. Her kime bir
misafir gelirse ona düşen onu ağırlamaktır. Şayet ağırlamazlarsa bunun bedoiini
ondan alabilir.»
[33]
îmanı
el-Hattâbî «Bana kitab ve beraberinde bir misli verildi» ifadesinin iki manaya
geldiğini söyler.
Birincisi
yâni zahir, metluv vahy ile birlikte kendisine gayri mettuv oian bfttıni bir
vahy verilmiştir.
İkincisi; Kur'an kendisine, okunan bir vahy
olarak verilmiş, onun açıklaması olarak da bir misli daha verilmiştir. Yâni
Hz. Peygamber'e kitabı açıklama yetkisi verilmiştir. (Bu yetkiye dayanarak) has
ifadeleri ta'mim, âm. olanları da ,tahsis ediyor. Kitaptaki kapalı ifadeleri
açıklayarak zâid hükümler getirebiliyor. Böylece sünnetin kabulü ve kendisiyle
amel etmenin mecburiyeti aynen tilavet olunan Kur'an gibi oluyor.
Buradaki
«...mal ve mevkii ile mağrur ahmak kimseler...» ifadesi ile Hz. Peygamber
Kur'an'da zikredilmeyen sünnete muhalefet etmekten sakındırıyor. Ki hârici ve
râfizîler bu kanaate sahip olmuşlardır. Bunlar Kur'an'ın zahirine sarılıp onun
açıklamasını içeren sünnetleri terketmişler, böylece şaşkına dönüp
sapıtmışlardır.lü
«Koltuğuna
yaslanarak» ifadesiyle de «Bunların lüks vo konfou*içerisinde evlerine yapışıp
kalan kimseler olduklarını, ilmi asıl kaynaklarından almadıklarını
kastediyor.
[34]
Bu hadis aynı
zamanda Hz. Peygamber'in bir mucizesine delalet etmektedir. Nitekim ilk
devirlerde olduğu gibi son asırlarda da hadisleri bırakıp Kur'anla yetinmek
gibi kötü bir davayı savunan gruplar ortaya çıkmıştır. Bunların maksadı dinin
yansını yıkmaktır. Sen dinin tamamını yıkmak da diyebilirsin. Çünkü sünnet
safdışı bırakıldığı zaman şüphesiz bu ümmetin Kur'an'ınm pek çok âyetini
anlayamamasına Allah'ın muradının ne.olduğunu idrak edememesine yol açacaktır.
Sünnet reddedilip Kur'an da anlaşılmadığı zaman vay İslâm'ın haline...
Irbâd b.
Sâriye'den merfu olarak gelen bir rivayete göre (Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur) «Benim sünnetime ve hidayet üzere olan râşid hâlifelerimin
sünnetine de yapışın. Ve onlara sımsıkı sarılınız.»
Bu hadisi Ebu
Davud ve Tirmizi rivayet etmiş,
(Tir-nıizi'ye göre) sahih ve hasen bir hadistir.*
el-Hâkim
ibn-i Abbas (ra)'dan Hz. Peygamberimizin veda hutbesinde şöyle dediğini nakleder:
«Şeytan sizin yurdunuzda tapılmaktan ümidini kesmiştir. Ancak bu perestiş'in
ötesinde sizin önemsemediğiniz bazı konularda kendisine itaat edilmesinden
memnun kalır. İşte bundan sakınınız. Size (iki) şey bıraktım, onlara
yapıştığınız müddetçe dalalete düşmezsiniz. Allah'ın kitabı ve peygamberinin
sünneti.» Bunun benzerini İmam Malik, el-Muvatta'ında rivayet etmiştir.
Bu hadisten
açıkça anlaşıldığına göre hüküm çıkarmada sünnete baş vurmak, Kur'an'a
başvurmak gibi, zorunludur. Sahabe Allah onlardan razı olsun sünnet ve hadisin
(dinde) delil olduğunda özellikle
Kur'anda bir aslı olmasa bile ve onunla amel hususunda icma etmişlerdir. Ri/.
onlardan hiç birisinin bu icmaa muhalefet ettiğini de bilmiyoruz. Onlardan birisi
yeni bîr durumla karşılaştığı zaman önce hükmünü Allah'ın kitabında arardı.
Bulamazsa sünnete başvururdu. Orada da bulamadığı takdirde Kur'an, sünnet ve
usul çerçevesinde ictihad ederdi.
Onlara bu
sağlam esası koyan Hz. Peygamber olmuştur. Muaz b. Cebel'i Yemen'e vali olarak
gönderirken ona «Sana bir dava geldiği zaman ne île hüküm verirsin» diye
sorar, Muaz (r.a) -Allah'ın kitabıyla» diye karşılık verir. Eesulullah ya orda
da bulamaz-san» deyince Muaz; «ResuLullah'ın sünnetiyle hüküm veririm» der. Hz.
Peygamberin «Orada da bulamaz isen» demesi üzerine Hz. Muaz «bütün gücümü
sar-feder ictihad ederim»der.[35]
Bunun üzerine
Hz. Peygamber Muaz'ın göğsüne vurarak şöyle dedi: «Resulünün elçisini Allah ve
re-sulunun rızasına götüren şeylerde muvaffak kılan Allah'a hamdolsun.»
Sahabe; Allah'ın
«...Resul sîze neyi vermişse alınız neden yasakladiysa kaçınınız» âyetinden
sünnetin getirdiği her şeyin Kur'an'a dayandığını anlamışlardır.Buhari
SahüYinde Abdullah b. Mesud'dan gelen şu rivayete yer vermiştir. «Dövme yapan
ve yaptırana, yüzdeki tüyleri aldıran ve estetik için dişlerini seyre İtti ren[36] Allah'ın yarattığını değiştiren kadınlara Allah lanet
etsin.» Bunu duyan Sahabeden Ummu Yâ-kub[37] (isminde bir kadın) bu da ne demek? deyince Abdullah
b. Fvtesud; «Rasulullahın lanet ettiğine ben neden lanet etmeyeyim ki «bu da
Allah'ın kitabında vardır.* der. Kadın «Allah'a andolsun ki Kur'an'ı başından
sonuna kadar okudum. Fakat böyle birşeye rastlamadım.» der. İbn Mesud «Allaha
andolsun ki dikkatlice okumuş olsaydın bulmuş olman gerekirdi.» Zira Allah
Tealâ şöyle buyuruyor «...Resul size ne vermişse onu alın neden yasakladıysa
ondan kaçmm ...»[38]
İşte bu âyet
Kur'an'da zikri geçmeyen her konuda sünnetin getirdiği hükme bir asıl teşkil
eder. Sahabeden sonra gelen ulema da bu apaçık yolda yürümüşlerdir. Rivayet
edilir ki İmam Şafii (raî bir gün Mescid-i Haram'da oturmuş insanlara
konuşurken şöyle demiştir : «Bana sorduğunuz herşeyin cevabını Kur1-an'dan
verebilirim» Bir adam «ihramda iken eşşek arısı öldürenin hükmü nedir?» diye
sorar. İmam «bir şey gerekmez» diye cevap verince adam «bu Allah'ın Kitabının
neresinde var?» der. İmam ise yukarıdaki âyetle karşılık verir.
Arkasından da
Hz. Ömer'in «Ihramlı kimse eşşek arısını öldürebilir» dediğine dair isnadı ile
birlikte bir rivayet zikreder.
İbn'i Abdi'l
Berr «Kitabu'I îlm»[39] adlı eserinde «Ab-durrahman b. Yezid'den şöyle bir
rivayette bulunur. Bir gün o «ihramlı iken elbise giyen birisine rastlar (onu
bundan menedinceî adam; «buna dair bir ayet. getirirsen» çıkarırım der. Bunun
üzerine O söz konusu âyeti okumaya başlar.
[40]
Sünnetin
teşride müstakil olmadığını savunanların ileri sürdükleri şöyle bir hadis
vardır: «Size benden bir hadis gelirse Allah'ın kitabı ile karşılaştırın. Ona
uygun düşerse alın, muhalif olursa terkedin». Hadis imamları ve uzmanları bu
hadisin hadisleri sai1-dışı bırakmak gibi kötü emellerine erişebilmek için
zındıklar tarafından Peygamber'e iftira edilerek uydurulmuş bir haber olduğunu
açıklamışlardır. Bazı imamlar bu hadisi Kur'an'a arzetnıiş ve şöyle
demişlerdir: «Biz bu hadisin kendisini Allah'ın kitabına arzetük, bizzat onun
Kur'an ayetlerine ters düştüğünü gördük : «...Resul size ne verdiyse alınız,
neden yasakladıysa kaçınınız...» «...de ki eğer Allah'ı seviyorsanız bana. uyun
ki'Allah da sizi sevsin...» «...kim Resule itaat ederse Allah'a itaat etmiş
olur...»[41]
Görüldüğü
gibi Kur'an-ı Kerim bu hadisi yalanlamış ve reddetmiştir.
Bazı
müştekrikler ve sömürgelerine alet olan bazı yaverleri sönüp gitmiş olan bu
çirkin iddiayı yeniden hortlatmaya teşebbüs etmişlerdir. Ancak Allah Teala
eskiden bu düşünceyi savunanlara karşı hakkı savunacak ve hilelerini
kursaklarında bırakacak kimseler var ettiği gibi şimdi de bunu yapacak
kimseler hazırlamıştır. «...Kafirler hoşlanmasalar da Allah nurunu tamamlamaktan
asla vazgeçmez...»
[42]
Sünnetin
dindeki yeri ve Kur'an-ı Kerim'deki konumu dolayısıyle Sahabiler Hz.
Peygamber'in hadislerine son derece büyük önem vermişlerdir. Kur'an'a
gösterdikleri Özeni ona da göstermiş, onu lafzı ya da manasıyla ezberlemiş ve
anlamışlardır, sünnetin maksat ve gayelerim kendilerine has Arap selikasıyla
Hz. Peygamber'den duydukları sözler ve müşahade ettikleri davranışlar ve
hadislerin vücud sebebleriyle idrak etmişlerdir. Bu konuda anlayamadıkları bir
müşkülle karşılaştıklarında Resulullah (as)'a sormuşlardır.
Sahabiler
Allah'ın vahyi ve Hz. Peygamber'in sün-, netini işitmeye o kadar büyük
ehemmiyet vermişler ki, bunu münavebeli olarak ta'kib etmişlerdir. Buhari
Sahih'inde Hz. Ömer (ra)'den söyle bir rivayette bulunur. «Medine'nin yüksek
bir semti olan Umayye b. Zeyd oğullan[43] mahallesinde (otururken) ensardan bir komşum vardı.
Resulullah'ın meclisine sırayla bir1 gün O, bir gün de ben giderdik. Ben
gittiğim vakit ogün gelen vahy ve diğer şeyleri O'na bildirirdim, O gittiği
zaman aynı şeyi o bana yapardı.[44]
Sahabe
böylece dünya ve ahiret menfaatlerini birleştirmişlerdir. Ne dinleri onları
dünyalarından ne de dünyaları dînlerinden alakoymuştur.
Biz biliyoruz
ki Kur'an ve sünnet ilim ve âlimlerin fazileti ile doludur. Yine biliyoruz ki
Sahabe sünnetin dinin ikinci aslı olduğunu biliyor, Resulullah'ı kendi
nefislerinden çok seviyor, onu dinlemekten büyük bir manevi haz duyuyorlardı.
Konuştuklarının vahy ürünü olduğuna inanıyorlar, ondan işittikleri şeylerini
iman ve takva için bir gıda[45] ve bunun cennete giden bir yol olduğuna kanaat
ediyorlardı.
Bütün
bunlardan biz sahabenin sünnet ve hadisleri dinlemeye ne kadar düşkün
olduklarım tasavvur edebiliyoruz. Onların bu durumu apaçık bir gerçektir.
Sahabe
sünnetin bütün insanlara tebliğ edilmesi gereken bir din olduğunu bildikleri
için buna azami derecede itina göstermişlerdir. Hz. Peygamber de çok defa şu
sözünde olduğu gibi onları buna teşvik ederdi; «Benim sözlerimi işitip,
belleyen ve onları işittiği gibi başkalarına aktaranın A Hah yüzünü ağartsın.
Çünkü nite, söz kendisine sonradan ulaşan kimseler vardır ki: Onu bizzat
işitenden daha iyi kavrarlar.» Başka bir rivayet şöyledir: «Nice fıkıh
taşıyanlar var İti fa-kîh değildir. Nice taşıyanlar da kendilerinden daha fakîh
olanlara fıkıh iletirler.» Bunu İmam Şafii ve Beyhaki el-Medhâl'inde rivayet
etmiştir.
Resulullah
Meşhur Vecla Haccı hutbesinde şöyle buyuruyor; «Burada hazır bulunanlar
bulunmayanlara tebliğ etsin, çünkü burada bulunan kendisinden daha iyi
kavrayan birisine ulaştırabilir.» (Bunu da) Buhari Salıih'inde rivayet
etmiştir.[46]
Hz.
Peygambere bir heyet geldiği zaman onlara Kur'an ve sünneti ve onlara bunları
iyi öğrenip başkalarına ulaştırmalarını tavsiye ederdi. Buhari'de geçtiğine
göre Abdu'l Kays kabilesi temsilcilerine şöyle tavsiye etmiştir: «Bunları iyi
belleyin ve buraya gelmeyenlere bildiriniz.» Başka bir rivayette
«hemşeri-lerinize dönün ve bunları öğretin»[47] buyurmuştur.
Hz. Peygamber
onlara sürekli şu hadisi telkin ediyordu. *Her kim ilmi gizlerse kıyamet
gününde ağzına ateşten, bir gem vurulur.» Bunun için sahabe sünnetleri
muhafaza etmeye lafzı veya manasıyla ezberleyip tebliğ etmeye oldukça önem
vermişlerdir.
[48]
İki sebepten
dolayı hadisler Hz. Peygamberin döneminde tedvin edilmemiştir:
Birincisi:
Yazım âletlerinin fazla miktarda bulunmayışı ve
sahabenin kıvrak zekalarına ve ezberleme gücüne olan güven.
İkincisi:
Hz. Peygamber'in yalnız Kur'an'ın yazılıp, hadislerine
yazılmasını yasaklayan bir emrinin mevcudiyetidir.
Müslim,
Sahih'inde Ebu Said el-Hudri (ra) 'den Re-sulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir: «Kur'an'ın dışında benden işittiğiniz hiç bir şeyi yazmayın, her kim
böyle bir şey yazdıysa onu imha etsin.» Bunun için selef ulemasından bazıları
hadislerin yazılmasını hoş karşılamamışlardır.
Hz.
Peygamber'in yazılmasını yasaklamasının bazılarının onları Kur'an'la
karıştırmaları endişesinden kaynaklandığı açıktır. Ya da özellikle ümmî olan insanların
Kur'an'ı bırakıp hadislerle meşgul olmalarını önlemek içindir. Veya bu yasak
sadece hafızasına güvenenler içindir. Ancak okuma-yazma bilmediğinden dolayı
Kur'an ve sünneti birbirine karıştırmasından emin olunan kimse veyahut
duyduğunu unutmaktan ya da iyi muhafaza etmekten korkan kimsenin yazmasında bir
mahzur yoktur. Hz. Peygamber'in bazı sahabilerden Hadis yazmasına müsade ettiğine
delalet eden haberler bu şekilde yorumlanabilir.
Ebu Davud, el
Hakim ve başkaları Abdullah b. Amr b. As'dan şöyle rivayette bulunmuşlardır.
«Re-sulullah'a dedim kij Ey Allah'ın Rasulu senden duyduğum herşeyi yazabilir
miyim, Resulullah «evet» dedi. Ben «sakin halinizde iken de kızgın halinizde
iken de mi» diye sordum. Resulullah «evet», benim her halimde de benden haktan
başka bir şey sâdır olmaz.» buyurur.
Buharı de,
Ebu Hureyre (ra)'den şöyle bir rivayette bulunmuştur. «Resulullahın ashabı
içerisinde Abdullah b. Amr b. As hariç benden daha fazla hadis bilen hiç kimse
yoktu. Çünkü O duyduğu hadisleri yazardı ben ise yazmazdım.» Abdullah gibi
olanlar Kur'an ve hadisi karıştırmaktan emin olunan kimselerdir.
Tirmizi de,
Ebu Hureyre (ra)'nin şöyle dediğini rivayet eder: «Ensardan bir kişiHz.
Peygamber'in meclisinde oturup onun sözlerini dinlerdi. Bu sözler çok hoşuna
gider ancak ezberleyemezdi. Bunun üzerine bu durumu Hz. Peygambere şikayet
edince Resulullah eliyle yazıya işaret ederek
ona yazmasını salık verdi.
Buharı ve
Müslim Sahih'lerinde «Yemenli Ebu Şah'ın Hz. Peygamberden Mekkenin fethi
sırasında irad ettiği hutbenin kendisine yazı verilmesin i istemiş o da «Ebu
Şah'a (hutbeyi) yazıverin» dediğini rivayet etmişlerdir.
Yine Buhari
Sahih'inde şu rivayete yer verir: «Hz. Ali'ye Kur'andan başka kendilerine Hz.
Peygam-ber'den kalan bir şeyin olup olmadığı soruldu. O; «Hayır, canlıyı
yaratan, tohumu yaran Allah'a yemin olsun ki, (Bizim'yanımızda) Kur'an'dan
başka sadece kendi kitabını anlayışı hususunda Allah'ın bir kuluna verdiği
anlayış ve bir de şu sayfadakiler var» dedi. IRavi) Hz. Ali'ye «o sayfada neler
var» deyince O, «diyet, esirlerin salıverilmesi ve bir kafire karşılık
Müs-lümanın öldürülmemesi (ile ilgili hükümler) vardır, diye karşılık
vermiştir.
Ayrıca Hz.
Peygamber'in zekat, diyet ve miras ile bazı uygulamaları Amr b. Hazm ve diğer
bazı (Valilerine) yazdığı tesbit edilmiştir.Bazı alimler hadislerin
yazılmasına izin veren haberlerin yasak getiren hadisleri nesh ettiği
görüşündedirler. Çünkü yasaklama İslâm'ın ilk dönemlerine tesadüf eder ki bu
zamanda ashabın Kur'an'ı bırakıp hadislerle uğraşmaları veya Kur'an dışındaki
bazı şeyleri ona karıştırmaları endişesi sözkonusuydu. Daha sonraları bundan
emin olununca yasaklama kaldırıldı. Nesh görüşünü destekleyen hususlardan
birisi de izne dair bazı hadislerin sonraki tarihlere rastlama-sıdır. Nitekim yazmaya
dair hadisin ravisi olan Ebu Hureyre hicretin 7. yılında müslüman olmuş, Ebu
Şah olayı ise Mekke'nin fethedildiği tarih olan hicri 8. senesinde vuku bul
muştur.
Her hal-u
karda Resulullah'ın dönemi bittiğinde sahabe arasında hadis yazanların sayısı pek
fazla değildi.
[49]
Hz.
Peygamber, Hakk'ın rahmetine kavuşur kavuşmaz sahabeden hadis yazanların
sayısı artmaya başladı. Daha sonra Tâbiun'dan da yazanlar olmuş ve hadis
yazımını sahabeden de ileriye götürmüşlerdir. Said b. Cubeyr'den rivayet
edildiğine göre; O, ibn-i Abbas'tan duyduğu hadisleri bineğin üstünde yazmış,
binekten inince de onları silmiştir.
Abdurrahman
b. Ebiz'zenâd babasından şu rivayette bulunmuştur: «Biz helal ve haram
(bildiren hadisleri) yazardık İbn-i Şihab (ez-zuhr-i) ise her duyduğunu
yazardı. Ona ihtiyaç duyulduğu zaman O'nun ne kadar âlim biri olduğunu anladım»
Hişam b. Urve'den rivayet edildiğine göre Yezid b. Muaviye zamanında bütün
kitapları yanmış ve bunun için o şöyle demiştir: «Keşke malım ve ehlim telef
olsaydı da kitaplarım yanmasaydı.»
Hz. Ömer (ra)
hadisleri biraraya toplayarak yazıya dökmek istemiş ve bunun için sahabe ile
istişare etmiştir. Sahabe yazması yönünde görüş beyan edince bir müddet bu
konuda istihareye yatmış ancak Allah ona bir şey göstermemiştir.
Beyhaki
Medhal'inde Urve b. Zübeyr'den şu rivayette bulunur. Hattab oğlu Ömer (ra)
sünnetleri yazmak istedi ve bunun için sahabe ile istişare etti. Ancak sahabe
görüş belirttikten sonra bir ay bu konuda istihareye yattı. Bir sabah Allah
ona bir yol gösterdi ve şöyle dedi; «Ben sünnetleri yazmak istedim ancak
sizden önce bazı kavimleri hatırladım, onlar birtakım kitaplar yazdılar ve
onlara yönelerek Allah'ın kitabını terkettiler. Allah'a andulsunki ben kesinlikle
Allah'ın kitabına bir şey karıştırmayacağını
[50]
Râşid Halife
Ömer b. Abdula/.i/ dönemine kadar durum böylece sürüp giltİ. Yani kimisi
hadisleri yazıyor, kimisi yazmıyordu. Ömer b. Abdula/.i/. Hak ile batılın birbirine
karışmasından veya sünnetlerin kaybolmasından korkarak hadislerin toplanıp
tedvin edilmesini istedi. Zaman birinci yüzyılın başıydı. Diğer şehirlerde
ilimleriyle tebarüz etmiş kişilere mektup göndererek hadislerin toplanmasını
emretti. Ayrıca valilerine de bu emri bildiren birer mektup yazdı.
İmam Mâlik,
Muhammed b. Hasan eş-Şeybftni tarikiyle gelen şu rivayete Muvatla'da yer
verir. : «Ömer b. Abdulazİz Hbû Bekr b. Muhammet! h. Amr ile Hazm'a yazdığı
mektupla şöyle dedi : «11/.. IVygunıher'in hadi.\-Jeti, sünnetleri veya Hz.
Ömer'in sözleri vb. gibi şeyleri bul ve yaz. Zira ilmin ve alimlerin
kaybolmasından korkuyorum.» (Ayrıca ona) Ensar'dan Aınrc binli Abdiı'rah-man ve
Kasını b. Muhammed b. l-'bu ttckr'in yanında ne varsa yazmasını tavsiye elli.
Buharı bir
Ta'lik[51]'iıulc şöyle der; Ömer b. Abdül-aziz Ebu -Bekr b. Mazm[52]a ya/.dgı bir mektupla şu\lc dedi : «Kendi beldende
Hz. Peygamberin hadislerinden ne bulursan yaz. Zira ilmin ve âlimlerin
yokolmasından korkuyorum» Tarih-i Isbahan adlı eserinde Ebu Nuayın Ömer b.
Abdilazi/'den onun bütün bölgelere mektup göndererek «Hz. Peygamber'in
hadislerini toplayınız» dediğini nakleder.
Adil halife
Ömer b. Abdulaziz'in mektup gönderdiği kişilerden birisi de Hicri 124'de velal
eden Hicaz ve Şam ehli âlimlerinden Medineli büyük İmam Muhammed b. Müslim b.
Şihab ez-Zührî'dir.
[53]
Her şehir
merkezinde âlimler, kendilerine verilen bu görevi en güzel şekilde
gerçekleştirdiler. Hadis ve sünnetleri seçerek toplamaya yöneldiler. Sahibini
zayıfından, makbulünü merdudundan ayırdılar. Seleften hiç kimse hadisleri
yazmakta bir sakınca görmedi. Daha önce aralarında bulunan hadis yazımı ile
ilgili ihtilaf da bu şekilde ortadan kalkmış oldu ve bu konu istikrara kavuştu.
Hadis yazımının cevazı konusunda hatta bunun müslahab bir davranış olduğu
hususunda, icma hasıl oldu. İlmi tebliğ etmekle mükellef olan ve fakat onu
unutmaktan korkan birisi için vacip olduğu uzak bir görüş olmasa gerektir.[54]
Hadis ilminde
ilmi tedvin hareketi gelişti. Sıdk ve emanet sahibi araştırmacı, bir topluluk
bu kıymetli işin sonunda sıcak yaatklarından uzaklaşarak hokka ve defterlerine
sarıldılar. Bu uğurda zor işlere katlandılar. Defter ve okkalarını yanlarından
ayırmayarak şeyhlerle bir araya gelmeye ve hadisleri direk ağızlarından almaya
gayret gösterdiler. Bu yolda uzun geceleri uykusuzlukla geçirdiler, ıssız çöl
ve çorak arazîleri katettiler. Muhtelif şehir ve bölgeleri dolaştılar. 0 günkü
vasıtalarla yolculuk zor olduğu, imkânlar elvermediği halde ilim ve hadis
rivayeti için üstün bir örnek oldular ki bu sayede (isimleri) ebedi kalan
âlimler zümresine katılmış oldular.
Hadis ve
sünnet için altmçağ kabul edilen yaklaşık olarak üçüncü asırda hadislerin
toplanması sona erinceye kadar âlimler hadisleri toplamaya, tenkid ederek ayırmaya.
Sahih, Sünen ve Müsned'leri telif etmeye devam
ettiler. Bu
asrın son bulmasıyla cerh ve tâdil ile tenkid işi de neredeyse sona ermişti.
Daha sonra hadis kitaplarım tertib etmek, düzene koymak ve onlara istidraklerde
(yani eksik ve hatalı yönlen bulmak) bulunmak gibi işler başladı. Bu da
dördüncü ve onu takibeden asırlarda devam elti.
Netice olarak
(konuyu) şöylece özetleyebiliriz :
Sünnet,
aradan uzun bir süre geçmeden tedvin edilmiştir. Özel bir anlamda tedvin Hz.
Peygamber'in döneminde başladı. Sahabe asrında ve Tâbiun asrının ilk yıllarında
gulişli, Tâbiun asrının sonlarında ise genel bir hüviyete kavuştu. Üçüncü asrın
sonlarına kadar bu ge-lişme .sürdü ve tamamen olgunluğa kavuştu ki, bu üç asır
kurtuluş, hidayet ve doğru yolda ilim, amel ve İman gibi yüce hasletlere şûhid
oîan asırlardır.
[55]
İslâm
âlimlerinin özellikle hadis imamlarının ve onu derleyenlerin en belirgin
özellikleri şüphesiz çok göç etmeleri ve uzun yolculuklara çıkmalarıdır. Onlar
sahabenin ve sahabeye en güzel şekilde uyan tâbiunun sünneti üzere yürüdüler.
Onlardan birisine sika raviler kanalıyla bir hadis ulaşınca bununla İktifa
etmiyorlardı. Bilakis hadisi vasıtasız olarak ilk ravîsinden almak için gece
gündüz demeden yolculuğa çıkıyorlardı. Sahih-i Buhaii'dc kesinlik ifade eden
bir siga ile yapılan talike göre Cahit-b. Abdİllah el-Ensari Abdullah b.
Uneys'ten bir hadis almak için, bir aylık yolculuğa çıkmıştır.
Buhari'nin
«el-Edebu'l Mufred»inde İmam Ahmed ve Ebu Yâla'nın «ei-Musned»]erinde
naklettiklerine göre kıssanın tamamı şöyledir :
Abdullah b.
Muhammed b. Ukayl Câbir b. Abdillah'ın şöyle dediğini işittiğini söyler; «Bir
adamın Hz. Peygamber'den bir hadîs işittiğini Öğrendim. Bir deve satın alarak,
bineğimi hazırladım ve bir aylık yolculuk sonunda Şam'a vardım. Bir de baktım
ki Abdullah b. Uneys(miş). Kapıcıya «Câbir'in kapıda olduğu söyle dedim. O,
«Abdullah oğlu Cabir mi?» diye sordu. Ben «evet» deyince çıkıp boynuma
sarıldı. Ona «Senin Resulullah»tan bir hadis duyduğunu işittim. Senden
işitmeden önce Ölmekten korktum» dedim. O da şöyle dedi: «Hz. Peygamberin
şöyle dediğini işittim; «İnsanlar kıyamet günü çıplak olarak haşralacaklar.»
Yine Câbir'in
şöyle dediği rivayet edilir: «Hz. Pey-gamber'in kısas konusunda bir hadisi
olduğunu duydum, hadisin asıl ravisinin Mısır'da olduğunu öğrendim bir deve
satın alarak Mısır'a kadar gittim adamın kapısına vardım...» bundan sonrası ilk
kıssa da geçtiği gibidir.
Taberani,
Mesleme b. Mahled'den Câbir'in kendisine gelerek şöyle dediğini nakleder :
«Senin, müslümanın aybını örtmek ile ilgili bir hadis rivayet ettiğin bana ulaştı.
Onu bana da söyler misin...» anlaşıldığına göre Cabir, bu gaye için farklı
seferler düzenlemiştir.
îmam Ahmed'in
munkatı bir senedle rivayet ettiğine göre büyük sahabi Ebu Eyub el-Ensari
müslümanın aybını örtmek hususunda rivayet ettiği bir hadis için Ukbe b. Amir
el Cuheni'ye gitmiştir.
Ebu Davud,
Sünen'inde Abdullah b. Bureyde tarikiyle sahabeden birisinin Fadale b.
Ubeyd'den bir hadis almak için Mısır'a gittiğini rîakleder.
Tâbiun ve
onlardan sonra gelen âlimler de bu yol üzere yürüdüler.
Hatip [el
Bağdadi] Ubeydullah b. Adiy'in şöyle dediğini rivayet eder: «Ali'nin yanında
bir hadis olduğunu duydum. O'nun ölmesinden ve bu hadisin kaybolmasından
korktum yola çıktım ve Irak'a gidip kendisini buldum.»
imam Malik'in
Yahya b. Said'den rivayet ettiğine göre Said b. Museyyib; «Ben bir tek hadis
için gece, gündüz demeden yolculuk yapardım.» demiştir.
Hatib
(el-Bağdadi) Ebu'l Aliye'nin şöyle dediğini nakleder : «Biz sahabeden
nakledilen hadisler duyardık ancak gönlümüz buna razı olmaz, onlara gider ve
bizzat onlardan dinlerdik.[56]
Şa'bi bir
meseleden dolayı verdiği fetva için (birisine) şöyle der : «Sana bu fetvayı
karşılıksız verdim ancak bundan daha küçük bir mes'ele için Medine'ye
gidiliyordu.»
'Dârimi
sahili bir senedle Busr b. Ubeydullah'm : «Ben bir tek hadis için şehirden
şehire dolaşırdım» dediğini nakleder. Ebu Kılâbe; «Sadece bir hadis işitebilir
miyim diye Medine'de üç gün kaldım» demiştir.
İmam Ahmed'e
: «İlim taleb eden birisi âlim birisinin yanında oturup tahsil mi görsün yoksa
ilim yolunda seferemi çıksın?» diye soruldu. O da «sefere çıkarak farklı belde
âlimlerinden aldıklarını yazsın» diye cevap verir.
İlim ve hadis
uğruna uzun yolculuklara katılanlar arasında, Ebu Hanife, Malik, Şafii, Ahmet
ve diğerleri de vardır. Muhaddislerden ise sayılamayacak kadar çoktur.
Bunların ilk
öncüleri ise: Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Neseî, îbn-i Mâce ve Hâkim
gibi imamlardır. Bunlardan hayatı boyunca rahat ve istikrarın tadını tatmayanlar
vardır.
[57]
Daha önce de
belirttiğimiz gibi genel olarak tedvin hareketi hicri birinci asrın sonunda
başladı. Farklı beldelerdeki âlimler Râşid Halife Ömer b. Abdilaziz'in
da've-tine icabet ettiler. Muhtelif bölgelerde İslâmî ilimler sahasında
otorite olan kişiler hadisleri toplama işine soyundu. Bu geniş sahada âlimler
birbirleriyle (adeta) yarıştılar. Medine'de İmam Mâlik (Ö : 179) Mekke'de Ebu
Muhammed Abdulaziz b. Cureyc (Ö : 150) Şam'da el-Fuzaî (Ö : 156) Yemen'de
Ma'mer b. Râşid (Ö : 153) Basra'da Hammad b. Seleme (Ö : 176) ile Said b. Ebi
Arube (Ö : 156) Kûfe'de Sufyan es-Sevri (Ö : 161) Horasan'da Abdullah b.
Mübarek (Ö : 181) Vasıt'ta Huşeym b. Beşir (Ö : 188) Rey şehrinde ise Cerir b.
Abdulhamid (Ö : 188) ve daha niceleri birer eser te'lif ettiler. Bunlann tamamı
hicri ikinci asırda yaşamışlardır.
Bu asırda
müelliflerin metodu hadisleri sahabe sözleri ve tâbiun fetvalarıyla birlikte
toplamak olmuştur. Bu husus îmanı Malik'in Muvatta'ında açıkça görülmektedir.
Sonra hadis
tedvini için yeni bir dönem geldi. Ki bu dönemde sadece Hz. Peygamber'in
hadisleri toplandı. Bu adım ikinci yüzyılın başında atıldı. Bu adımı atanların
bir kısmı müsned tarzında eserler verdiler. Bu da konularına bağlı kalmaksızın
bir sahabinin hadislerini, birara-ya getirmekten ibarettir. Mesela namaz ile
ilgili bir
zekat ve
cihad ile ilgili bir hadis ile yanyana gelebilir, imam Ahmed Osman b. Ebi
Şeybe, tshak b. Râhûye vb. gibilerinin müsnedleri bu çeşitdendir. Müsned sahipleri
sadece sahih hadislere bağlı kalmayıp hasen ve zayii hadisleri de kitaplarına
toplamışlardır.
Meşhur Kûtübü
Sitte sahibi gibi bazı hadisciler de kitaplarını fıkıh bablarına göre te'lif
ettiler. Bunların bir kısmı sadece sahih hadisleri biraraya getirdiler. Buharı
ve Müslim gibi. Bazıları da Sahihin yanında zayıf ve hasen hadislere de yer
verdiler. Ancak bazen buna işaret ederken bazen de buna işaret etmediler. Bu
okuyucunun bilgisine ve makbul haberleri, merdud olanlardan; zayıflan,
sahihten ayıracak tenkit gücüne, güvenden kaynaklanıyor. Bunun en güzel
örnekleri «Sünenul Erbaa» de-dğimiz Ebû Davud, Tİrmlzi, Nesaî, ve İbn-i
Mâce'dir.
Hicri üçüncü
asır (200-300) Sünnetin toplanması, tedvini, tenkid ve temyizi bakımından
altmçağdır. Hadis imamları ve uzmanları, tenkid konusunda mahir ve sarraf
olanlar bu asırda yetiştiler. Nerdeyse sabit olan bütün hadisleri az bir kısmı
müstesna içine alan Kütub-i Sitte ve benzerlerinin güneşleri bu asırda parladı.
Bütün fakihler, müctehidler, müellifler, öğretmenler, bu eserlere iti-mad
ettiler. Tebliğciler, ıslatıcılar ve ahlakçılar, psikolog ve sosyologlar arzu
ettiklerini bu eserlerde buldular.
[58]
Hadis
imamları hadisleri sağlam kitaplarda toplamakla ilgilendikleri gibi kabulü ve
reddini gerektiren se-ned ve metin yönlerinden de araştırmaya özen göstermişlerdir.
Hakikaten hadisin bu yönleriyle ilgilenmek çok
faydalı ve
övgüye değerdir. Çünkü iyiyi kötüden, sahihi illetliden, ayırmak buna bağlıdır.
Sünnet bu yolla her türlü uydurmadan korunmuş olur. .islâm Şeriatı bu şekilde
muhafaza edilmiş olur. Bu yönden araştırılan konular şunlardır : Sahih, hasen
ve zayıf hadisler ve bunlardan herbirinin durumu, munkati, mu'dal, şazz,
maklûb, munker, muztarıb ve mevzu gibi zayıf hadis çeşitleri, bunlarla iigili
olarak cerh ve tâdil yönünden râvilerin durumları ve bununla ilgili lafızlar,
rivayet ve şartan hadis tahammülü ve keyfiyeti, eda ve lafızları, (hadisi
başkalarına naklederken kullanılan tabirler), hadisin illetleri, garibi ve
muhlelcfi (çelişkili hadisler), nasihi ve mensubu, ravilerin labakaları,
vatanları, ölüm tarihleri ve bunlara benzer bir çok konu ki, hepsine hadis
ilimleri ve rical kitaplarında geniş bir şekilde yer verilmiştir.
Biraz ünce
hadislerin genel olarak birinci asrın sonunda tedvin edildiğini belirttik.
Sakın rivayet ve şartları, raviler ve sıfatları, cerh ve tâdil gibi konuların
o zaman olmadığını sanma çünkü bütün bu hususlar kalplere ve zihinlere
nakşedilmişti. Bu gibi ilimlerin durumu hadis metinlerinin durumu gibiydi.
Hadisleri toplayan imamlar bunlardan habersizdi denilemez bilakis bunları en
güzel şekilde biliyorlardı. Görünürde olmasa bile 'zihinlerinde vardı.
Nitekim hadisleri tedvin ederken rivayetleri kabul konusunda aşın ihtiyata yer
vermeleri hadislere yalanın, halta ve gafletin karışmasını önlemeleri hususunda
bize gelenler bunları bildiklerini doğrulamaktadır.
Bu hususu ilk
asırlarda yazılan eserlerde açıkça görebilirsin. Bu eserlerde metinler ile;
tenkid ve rivayet ilminin usulü beraber verilmiştir. İmam Safî (Ö : 204)'nin
er-Risale'sinde işlediği konular, İmam Ahmed (Ö : 241)'in
talebelerinin,
kendisine sordukları sorular ve aralarında geçen konuşma, İmam Müslim (Ö :
161)'in Sahih'inin mukaddimesinde yazdıkları, İmam Ebu üavud (Ö : 275)'un
meşhur Sîmen'inde takib ettiği metod ile ilgili Mekke ehline yazdığı risale,
İmam Ebu İsa et-Tirmizî (Ö : 279)'nİn Câmi'inin sonunda aldığı, sahih, hasen ve
zayii" hadislerle ilgili «el-İIel» adlı kitabı, İmam Buharı (Ö : 256)'nin
kaleme aldığı «Üç tarih»[59] ve benzeri gibi eserler hep bu cümledendir.
Bütün
bunlardan dolayı rahatlıkla diyebiliriz ki : Hadis tenkidi, sahih hadisleri
sahih olmayandan ayırma işi; müsned, cami ve diğer hadis kitapları te'lif
edilirken beraber olmuştur. Bâzı hadis kolleksiyonlarında derecesine işaret
edilmeksizin ki bu oldukça azdır zayıf mün-ker ve mevzu haberlere yer verilmesi
hadis imamlarının cerh ve ta'dil sahih ye zayıf hadisin şartlarında ihtilaf etmelerinden
kaynaklanıyor. Cerh konusunda kimisi aşın sert, kimisi yumuşak, kimisi orta
yollu davranmıştır. Bazılarının keşfedemediği illetleri bazıları bulabilmiş.
Bu ise, İslâm'da araştırma hürriyetine en güzel Örnektir. Ancak bu hürriyetin
ash; hakkı ortaya çıkarmak ve batılı yok etmek içindir, yoksa heva ve arzuları
tatmin için değildir.
[60]
Hadisciler
makbul rivayet için öyle şartlar koymuşlardır ki, bu şartlar; ravinin
doğruluğu, nakillerinde yalan, hata ve gafletten beri olduğunu fazlasıyla
göstermektedir. Bu şartlan şöylece sıralayabiliriz:
Bu içten ve
dıştan İslâm'a teslim olmaktır. Allah'a, meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine ve ahire t gününe imanı, Allah'ın şeriatı ve hükümlerini
kabulü gerektirir. Gerek ilminde gerekse amellerinde bunlara bağlı kalması
gerekir. Diğer dinlerde de yalan yasak olduğu halde, müslümaıılık şartının
konulması şunun içindir : Konu dini bir konudur, kafir, gücü yettiği kadar
başkasının dinini yıkmaya çalışır. Ayrıca İnandığı şeylerden dolayı ithama
maruz kalmıştır. İtham unsuru baki kaldıkça dinî hususta rivayetlerinin kabulü
doğru olmaz. Haberi mü'min değilken almış ve İslam'dan sonra naklet-misse kabul
edilir.
Bu akıl baliğ
olmakla tahakkuk eder, çocuk ve delinin rivayeti alınmaz Birincisi şer'an
sorumlu olmadığı için onu yalandan alıkoyan bir şey yoktur. İkincisine
ge-Îİnce, anlama, ayırma kabiliyetinin olmayışındandır. Tabii ki mümeyyiz olan
çocuk buluğa ermeden haberi alır buluğa kavuştuktan sonra naklederse elbette
rivayeti alınır. Sahabenin Allah onlardan razı olsun İbn-i Abbas,
Îbnu'z-Zııbeyr ve Mahmud b. Rebİy gibi gençlerin rivayetlerini kabul hususunda
icma etmeleri de buna delalet eder. Sahabeden sonra gelenler de bunu kabul
etmiş ve temyiz yaşım beş olarak tesbit etmişlerdir. Bu konuda da Mahmud b.
Rebi'nin şu hadisine dayanmışlardır : «Ben beş yaşında iken Hz. Peygamberin
ağzına su alıp, yüzüme püskürttüğünü hatırlıyorum.»
Kişinin takva
ve murûet sahibi olduğuna delil olan bir melekedir.
Takva;
Allah'ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından da kaçınmaktır. Bu da büyük
günah işlememek, küçük günahlarda ısrar etmemek ve bidatlerden uzak olmakla
meydana gelir.
Murûet ise;
riayet edildiğinde insanı güzel ahlak ve adalet sahibi kılan edep kurallarıdır.
İki şey murûeti
yok eder;
a) İnsanı aşağılayan küçük günahlar, küçük önemsiz bir
şeyi çalmak gibi.
b) İnsanın onurunu düşüren ve onun şerefine halel
getiren bazı mubah hareketler; yolda bevletmek, edebi aşacak tarzda mizah
yapmak. Bu gibi şeyler daha çok örf ve âdellere dayanır.
Hadiscilerin
adaletten maksatları ravinin adil olmasıdır. Bu ister erkek ister kadın oîsun,
hür olsun, köle olsun gözleri görür olsun, olmasın farketmez. Hadisçiler
erkeklik, hürriyet ve görmeyi şart koşmamakta haklıdırlar. Zira birçok hadisi
müminlerin anneleri ve başka kadınlar, Zeyd b. Harise gibi azatlı köleler ve
İbn-i Umml Mektum gibi amalar da rivayet etmişlerdir.
(Bilgiyi
muhafaza etmek) : Bu da iki kısımdır:
a)
Ezberlemek suretiyle muhafaza etmek (zaptu'sadr)
b) Yazmak suretiyle muhafaza etmek (zaptu'l-Kitab)
Birincisi; Şeyhinden işitiğini ezberlemesi ve işittiği andan
söyleyeceği ana kadar istediği zaman onu tekrarlayabilmesidir. '
İkincisi; hadisleri yazdığı kitabı muhafaza etmesi ve onu işittiği
andan rivayet edeceği ana kadar her türlü değişiklikten korumasıdır. Ravi bu
kitabını ancak güvendiği ve değişiklik yapmayacağından emin olduğu kimseye
ödünç verebilir.
Ezberlemek
suretiyle muhafaza üzerinde icma meydana gelmiştir. Ancak yazmak suretiyle
muhafazaya tmam Ebû Hanife ve tmam Mâlik gibi büyük imamlar karşı çık-mışlardır[61]. Cumhur'a göre ezberlemek şartıyla kitabından rivayet
edenin rivayeti kabul edilir. .
îşte bir
ravide bütün bu şartlar tahakkuk edince rivayeti kabule şayan olur. Bu
şartların tamamını taşıyan kimsenin doğru söyleyip söylemediğinden şüphe edilemez,
hatta hadiscilerin tenkîd metodlarına, cerh ve ta'dil yollarına, ravinin gerçek
durumuna öğrenmek için yaptıkları araştırmalara zan ve töhmet akındaki
ravilerin rivayetlerine gösterdikleri dikkate vâkıf olanlar, nerdeyse bu
şartlan taşıyan ravilerin yalan söylemelerinin imkansız olduğuna inanır. Bu
hakikat rical kitaplarını okumayan ve hadisçilerin tenkit metodlarını bilmeyen
bazılarına bir demagoji olarak görülebilir. Ama bu söylediklerim bir
gerçektir. Bu kitaplar üzerinde derin araştırma yapanlar bilirler. Bilenler de
(bu hakikati) itiraf ederler.
Zapt için de
biraz önce belirttiğimiz manada ortaya .koydukları şartlar rivayetlerinde hata
ihtimalini uzaklaştırıyor galatı, hatası çoğalan, ezberleme gücü
zayıflayanların rivayetlerini reddetmişlerdir. Aynı şekilde hatası ve sevabı
eşit olan ravilerin de rivayetlerini reddetmişler ve onları munker olarak
kabul etmişlerdir. Onun için hadisçiterin rivayetler hususunda haddinden fazla
ihtiyatlı davrandıklarını açıkça görüyoruz. Hadisleri uyanık, zeki ve âdil
kimselerden almış ve evham sahibi, rivayetlerde hata işleyenlerin
naklettiklerini terketmislerdir. Bu konuda sade insanın kendisinden kurtulamadığı
nadir olan hatalaar müsamaha göstermişlerdir.[62]
Nice dindar
ve güvenilir kimse var ki hadisçilerin nez-dinde hadis rivayet etmeye ehil
değildir. îşte bu konuda bunlar hakkında bize gelen bazı rivayetler:
İbn-i
Sirin'in şöyle dediği tesbit edilmiştir : «Bu ilim dinin kendisidir, dininizi
kimden aldığınıza iyi bakınız»
Hicret Yurdu
(Medine) nun îmarnı, Malik b. Enes bakın ne diyor: «Biz bu mescidde 'falan
Resulullah'm şöyle dediğini nakletti' diye (hadis rivayet #eden) nice insanlarla
karşılaştık. Bunların her biri beytu'1-mâlı teslim edecek kadar emin insandı,
ama ben onlardan hiç bir. hadis almadım. Çünkü bu işin ehli değillerdi.»
Yahya b. Said
el-Kattan da şöyle diyor: «Birçok sa-lih kimse var ki hadis rivayet etmeseydi
onun için daha hayırlı olurdu» tabii ki el-Kattan bununla hafıza gücü zayıf
olanları kastediyor.
İmam Ahmed
«İnsanları kendisinin arzularına uymaya çağıran heva sahibi, yalancı ve
hadiste hata edip bu hataları kendisine bildirilince kabul etmeyen dışında
herkesten hadis yazılabilir.» demiştir.
Süleyman
b.~Musa da şöyle der; «Hadis imamları şöyle derlerdi; timi, hadisleri rivayet
yolu ile değil de (orada burada buldukları) sayfalardan elde eÜen kimselerden
almayın. Zira bunlar hadisleri birbirinden temyiz edemezler, kelimelerin
yazılışında yanlışlığa düşer ve çok hata ederler.»[63]
Meşhur
kitaplarında hadisleri toplayan imamlar sadece rivayete ve âdil ve zabıt
ravilerden şifahi olarak almaya itimad etmişler, yazmayı güven ve muhafazayı
artırmak için kullanmışlardır. Ta ki bu dereceye ulaşmayan ve kendilerinden
sonra gelecek hadis talihleri onlara müracaat etsinler.
[64]
Hadisçiler
isnad tenkidine o kadar özen göstermişler ki, bu konuda eklenecek hiç bir şey
kalmamıştır. Rical tenkidi hususunda bize büyük bir serveti miras olarak
bıraktılar. Bu eserlerin bir kısmı sika raviler, bir kısmı zayıf raviler, bir
kısmı genel olarak bütün raviler hakkındadır. Ravileri tenkid ederken sadece
zahirî olarak cerhetmekle yetinmediler. Bilakis dahili yönden de tenkid ettiler,
bunun en güzel delili- de halkı işlediği bidate çağıranla veya çağırmayan bidat
ehli ravilerin rivayetlerinin ayrı kategoride değerlendirilmesi teşkil eder.
Nitekim hadisçiler birincisinin rivayetini red, ikincisininkini de kabul
etmişlerdir. Çünkü birincisinin yalan söyleme ihtimali çoktur. Fakat ikincisi
öyle değildir. Aynı şekilde işlediği bidate çağırmasa da bu bidatini
destekleyecek bir rivayette bulunursa yine kabul etmemişlerdir. Bidate çağıran
birisi de bu bidate ters bir rivayette bulunursa böyle rivayetleri de kabul
etmişlerdir. Çünkü bu takdirde psikolojik olarak yalan ihtimali oldukça
azalıyor.
Sahibini
yanlışlığa sevkedecek unsurları da güz önünde bulundurarak, devlet adamlarının
kapısına gitmeyi onlardan ödül almayı ve benzeri şeyleri bir «cerh» sebebi
saymışlardır.
Hadisciler
isnad tenkidine (harici lenkid) önem verdikleri gibi metin tenkidi (dahili
tenkid) ne de Önem verdiler. Bunun da en güzel delili bir hadisin te'vil imkan
t olmaksızın akla hisse ve müşahadeye ters düşmesini mevzu hadisin emaresi
olarak görmeleridir. Hadisciler çoğu kez Kur'an'a, meşhur sünnete ve tarihi
hakikatlere ters düşen ve fakat te'lif imkanı olmayan birçok hadisi reddettiler,
münker ve şazz hadisi, metni illetli' ve metni muztarib gibi kısımları
hadislerin içinde değerlendirdi ter.
Evet
hadisciler mutlaka gözönünde bulundurulması gereken bu sebepleri önemli bazı
nedenlerden dolayı isnad tenkidine verdikleri önemi metin tenkidine vermediler.
Bu sebebleri sahih hadis konusunda ayrıntılı olarak anlatacağız.
[65]
Hadisciler
aynı şekilde yadisîerin anlaşılmasına da büyük önem verdiler. Hadiscilere
iftira atanların iddia ettikleri gibi onlar manalarını anlamadan sadece
hadisle-leri taşımakla kalmamışlardır. Nitekim hadisleri her türlü şaibeden
ayırarak eleyen ve onları saf bir şekilde toplayan ilk hadis imamları aynı
zamanda fıkıh ve dirayet ehli kimselerdi. İmam Malik, Ahmet, Sufyan, b. Uyeyne,
Sufyan
es-Sevrî, Buharî, Müslim ve diğer Kütub-i Sitte yazarları bunun açık
örnekleridir.
Ahmed b.
Hasan et-Tirmİzi; Ahmed Hanbel'den : «Benim yanımda hem hadisci, hem de fakih
olan kimse, hadis ezberleyip de fakih olmayan kimseden daha hayırlıdır.»
dediğini işittiğini söyler.
Hâkim,
Tarih'inde, Abdulaziz b. Yahya'nın şöyle dediğini rivayet eder; «Sufyan b.
Uyeyne bize şöyle dedi; «Ey hadis ehli hadislerin manasını iyi öğrenin, ben
otuz sene hadislerin manalarını anlamakla uğraştım.[66] Buharî'nin bazı hadîslerin tercemelerine bir hadisi
fıkhı konular münasebetiyle farklı yerlerde bölük bölük vermesi (takti) gibi
hususlara başlıklarına bakıldığı zaman ne gibi neticeleri doğurduğu
görülebilir. Hadislerin anlaşılması ve fıkhı neticeleri İhtilaflı meselelerde
müstakil görüşlerini de açıklar bîr meselede tercih yapmadığı zaman onu kesip
atmaz, bunlardan dolayı «Buharî'nin fıkhı bölüm başlık-larındadır.» denilir.
Müslim'in kitabındaki tertibide böyledir, Sünen sahipleri, özellikle Tirmizi
bir işi bilen anlayan bir fakih edasıyla iıkhî görüşleri kitabında ortaya koymuştur
Evet sonraki
asırlarda az da olsa metinleri anlamadan bütün gayretlerini hadis toplamaya
sarfeden kimseler çıkmıştır. Bunlar daha çok hadisler güvenilir kitaplarda
toplandıktan sonra ortaya çıkmıştır. Ebu'l Fe-rec, «îbnu'l Cevzî'nin; «Saydul
Hatır» adlı eserinde bilmedikleri şeyleri taşıyan hamallar olarak
vasıflandırdığı kimseler bunlar olsa gerek»[67] demiştir. Burada bir çok örnekleri verilmiştir.
[68]
Alimler;
hadislerin harfi harfine orijinal lafızlarını korumanın îslâm teşriatında son
derece önemli bir yeri olup; îslâm, ahkamının yüce bir hükmü olduğunda ittifak
etmiştir. Mümkün olduğu kadar orijinal lafızları muhafaza etmek gerekir. Hadis
nakli ve rivayeti ile iştigal edenlere bu düşer. Hatta bazı âlimler mâna ile rivayeti
caiz görmeyip bunu vacip addetmişlerdii.
Hadisleri
mana ile rivayet etmeyi caiz görenler de bazı şartların ve son derece önemli
ihtiyatların tahakkukunu şart koşarak şöyle demişlerdir : Hadisleri aslî lafızlarını
terkederek mâna ile rivayet etmek; hitap tarzlarını ve lafızların inceliklerini
bilmeyenlere haramdır.
Ancak
lafızları taşıdıkları manalarıyla bilen onların ifade ettiği manalar hususunda
uzman olan farklı manalara gelen lafızlarla zahir ve anım ifadeleri
diğerlerinden ayıranın bu yola baş vurmasını caiz görmülşerdir. Fakih ve
muhaddislerin cumhuru bu görüştedir.
Selef-i Salih
lafzen rivayet etmeye azami gayret sarf-utmiş ve mâna ile rivayetin belli
ölçüler dâhilinde verilmiş bir ruhsat olduğu görüşündedir. Bâzıları mâna ile
rivayeti uygun bulmamış lafızlarla rivayet etmekle yetinmişler. Veki' (İbnu'l
Cerrah) şöyle demiştir; «Kasım b. Muhammed, Ibn-i Şirin ve Reca b. Hayve Allah
onlara rahmet etsin hadisleri aslî
lafızları ile tekrarlıyorlardı». Beyhaki'nin el-Medhal'in de belirttiğine göre
imam Malik de lafzen rivayet hususunda ısrar etmiş, merfu hadisleri mana ile
rivayet etmeyi yasaklamış, ancak sair hadislerin lafzı rivayetine cevaz
vermiştir.
Seleften mâna
ile rivayete cevaz verenler de vardır. Nitekim İbn-i Şirin; ibrahim en-Nehai,
Hasan-ı Basri ve Şabi'nin hadisleri mana ile rivayet ettiklerini nakleder.[69]
Burada
bilinmesi gereken bir husus da şudur; mana ile rivayet etmek sadece hadis
müdevvenatmın içermediği hadisler için caizdir. Aksi takdirde hiç kimsenin herhangi
bîr musannifin kitabında yer alan bir hadisin lafızlarını değiştirerek onun
yerine aynı mânayı ifade eden başka bir lafza yer vermesi doğru değildir. Çünkü
bu ruhsat sadece lafızları ezberleyen ve onları aynen akta-ramayan kimseler
içindir. Yazılı sayfa ve kitaplarda böyle bir durum söz konusu değildir.
İbnu's-Salah'ın da dediği gibi bir insan lafızları değiştirmeye salahiyeti
olsa da başkasının eserini değiştirmeye yetkisi yoktur.[70]
Bilinmesi
gereken diğer bir husus Hz. Peygamber'in çok ma'naya şamil veciz ifadelerinde
olduğu gibi lafızları ile ibadet edilen dua, zikir, ve teşehhüd hadisleri bu
ruhsatın dışındadır.
özel olarak
tedvinin birinci asırda başladığını, genel anlamda ikinci asnn başında
başladığım, mana ile rivayetin yazılı belge ve kitaplardan yapılmasının caiz
olmadığını, hadisleri nakleden ravilerin aynı lafızlara bağlı kaldıklarını
ancak bazılarının mana ile rivayeti uygun gördüklerini ve bu uygun görenlerin
çoğunlukla fesahat ve belagat erbabı hâlis Arap olduklarını, onların bizzat Hz.
Peygamber veya Hz. Peygamber'in bütün hallerine şahid olan ve ondan
işitenlerden dinlediklerini, onların hitap tarzlarım ve sözün yorumlarını
bildiklerini, rivayet ettikleri şeylerin din olduğunun farkında olduklarını,
Hz. Pey-gamber'e yalan isnad etmenin haram olduğunun farkında olduklarını ve
bunun Allah'ın şeriatı ve hükümlerine yapılacak bir iftira olduğunun farkında
olduklarım bilirsek, bütün bunları gözönünde bulundurursak daha önce işaret ettik mana ile rivayetin
dinde bir zarar teşkil etmediğini, bazı müsteşrik ve onların izinden yürüyenlerin
iddia ettikleri gibi naslarda herhangi bir tahrif ve tebdilin olmadığını
anlarız. Ayrıca kitabını koruyacağını tekeffül eden Cenab-ı Mevla, Resulünün
sünnetinide tahrif ve tebdilden koruyacağını üstlenmiştir. Allah, her asırda
sünneti tahriften, bozguncuların hilelerinden, ve cahillerin te'vilinden
koruyacak âlimler varetmiştir. Bu sebeple içine kansan bâtıl giderilmiş ve
geriye kalan hak, içenlere saf bir kaynak olarak bırakılmıştır. «De ki hak
geldi, artık batıl ne bir şey ortaya çıkarabilir. Ne de geri dönebilir (o
tamamen yok olup gitmiş tir. )[71]
Şimdi
Allah'tan yardım ve tevfik dileyerek reddiye ve mudafaya başlayabiliriz.
[72]
Ağustos 1945 yılma
tekabül eden Hicri 1364 yılının Ramazan ayında Mahmud Ebû Reyye, er-Risâle
dergisinin 633. sayısında «el-Hadlsu'l Muhammedi» (Hz. Muhammedin Hadisleri)
başlığım taşıyan bir makale yayınladı. Hadis konusundaki görüşlerini içeren bu
makalenin yakında yayınlanacak bir kitabının özeti olduğunu belirtiyordu.
Okuduğum vakit yazdıklarının bir kısmını doğru bulmakla beraber bir kısmında
haktan sapmalar gördüm. Bunun üzerine kalemi aldım ve bir reddiye yazarak
er-Risale dergisine gönderdim. Derginin 642. sayısında yayınlanan makalemin
sonunda; «Bunun yayınla, nacak bir kitabın özeli olduğu için üstaddan kitabım
yeniden İnceleyerek güzden geçirmesini ortaya çıkan hakikatler için tekrar
düşünmesini, hadis ilminin basit bîr iş olmayıp inceleme, araştırma sabır ye
metanet gerektiren bir iş olduğunu belirtmiştim.
Yazar bunu kabul
etmemekle beraber benim tenkitlerime alınarak reddiyeme bir cevap yazmış ve
er-Rİsâlc mecmuasının 654. sayısında yayınlamıştır. Süzkonusu cevabi yazısının
mukaddimesinde benim makalemin hakkı arayan bir makale olduğunu kabul ederek
üzerinde durulmaya ve kendisine cevap verilmeye değer olduğunu belimi Suma Ebu
Reyye kitabının neşrini geciktirdi ben de tekrar üzerinde düşünüyor zannettim.
Derken bu yıl (1377 h
= 1958 m.) Üstad Ebu Reyye'-nin «Advaun ale's Sünnetli Muhammedlyye» adında bir
kitabı ortaya çıktı.[73]
Kitabı üzerinde düşünerek araştırıcı gözüyle okudum, önceki makalesinin
büyütülmüş bir şekli olduğunu gördüm. Yazann pek azı müstesna hiçbir düşüncesi
değişmemişti. Bunun üzerine Özellikle sünnet konusunda bilgi sahibi
olmayanların düşüncelerinde sarsıntıya yol açtığı için geniş uzun bir reddiye
yazmaya karar verdim. Bana hüsnüzan besleyen ve daha Önceki reddiyemi
hatırlayan fazilet sahibi bîr çok kişinin teşvikleri bu isteğimi arttırdı.
Önce bu reddiyelerimi
«el-Ezher»in (ez-Zehra) adlı dergisinde yayınlamak istedim, bu iş için Ezher
dergisinden daha uygun bir dergi olabilir miydi? Çünkü bu dergi Ezher'in dili
idi, İslâm'ın bayraktarlığını, tanıtımını ve ona uzanan dilleri susturmayı
üstlenmişti, dünyanın her tarafındaki müslümanların güvendikleri bir dergiydi.
Kitabın geniş
reddiyesinden önce kısa bir Özetini burada vermeyi uygun gördüm. Dileyen bunu
kitap ve yazarının metodu hakkında bir fikir veren ana çizgiler olarak da
değerlendirebilir.
1-Yazar
büyük iddialar ortaya attığı halde bu iddialarını destekleyecek delillerden
mahrumdur. Veya delilleri ortaya koymaya çalışmış ancak bunlar yetersiz kalmıştır.
Yahut delilleri ileri sürmüş ancak bunlar da iddialannm büyüklüğü yanında kısır
kalmıştır. Mesela kitabının beşinci sayfasındaki şu iddiası buna bir
örnektir.; «Hadis alimleri rivayet yönünden hadis ilmi için bütün gayretlerini
sarfettikleri halde; bu ilimi tahsil etmeye geçmeden önce bilinmesi gereken
önemli bir konuyu ihmal ettiler. Bu konu; Hz. Peygamber'in söylediği sahih
hadislerin hakiki nassını araştırma meselesidir. Hz. Peygamber bu hadisleri
söylerken yazılmasını emretti ini yoksa bunları yazmayı yasakladı mı? Sahabe ve
onlardan sonra gelenler bunları tedvin ettiler mi yoksa bundan kaçındılar mı?
Ondan rivayet edilen haberlere gerek laf/i olarak, gerek mâna yönünden onun
ağzından çıkan sözlere tıpatıp uygun mudur, ters midir? (işte hadisciler bütün
bu soruların cevaplarını ihmal ettiler.)
Yazann ihmal
ettiklerini iddia ettiği bu konuların tamamında hadisçilerin büyük
araştırmalar yaptıklarını ve bütün çabalarını bu yolda harcadıklarını Allah da
biliyor ilimde derinleşenler de biliyor.
Buna diğer bir örnek:
7. sayfadaki şu sözleridir: «Hadis kitaplarında sahih vehasen olarak
isimlendirilen hadisler arasında hemen hemen Hz. Peygamber'in ağzından çıkan
lafızlara ve terkiplere uyan bir tek hadis bile mevcut değildir...»
s. 13'teki Örnek de
şöyle; «Bu konularla daha önce kimse ilgilenmediği için Hz. Peygamber'in
hadisleri hususunda insanlar sağlam bilgilere sahip olsunlar diye bütün
bunları içeren bir kitap te'lif etmek istedim.»
Oysa haddizatında
ortaya attığı bütün konular hakkında âlimler son sözü söylemişlerdir. Bu
konudaki delillerimizi ileride ayrıntılı olarak ortaya koyacağımız eleştiride
belirteceğiz
2-Yazar bazı
konularda delil getirirken müsteşikle-, rin sözlerine dayanmıştır:
s. 81, 171 ve 172.
sayfalarında yaptığı gibi, hikmet sahibi yazar pek azı müstesna müsteşriklerin
İslâm'a ve müsülmana karşı kin beslediklerini; hür ve nezih olduğunu iddia
ettikleri araştırmalarıyla (ki nczihlikle uzaktan yakından hiçbir alakası
yoktur) zehir kustuklarını nasıl bilmez. Onların amaçları İslâm'ın Kur'an ve
Sünnet gibi iki direğini yıkmak suretiyle yüce İslâm'ın yüce kalesini
yıkmaktır.
Bütün çabalarına
rağmen Kur'an'a şüphe sokaına-ymca genel olarak sünnetin mütevatir olmadığını
ileri sürerek bütün çaba ve gayretlerini sünnet konusuna teksif ettiler.
Böylece ba/.i insanlar
şüpheye düştüler; hatta bu şüphenin eseri olarak zaman zaman hadis konusunda
gürültüye yol açan bazı görüşleri savunan araştırıcılara ki Ebu Reyye de
bunlardandır rastlıyoruz. (Bunların -ileriye sürdükleri görüşlerin)
Müsteşriklerin mamulü olduklarına; bunlardan alıp ithal ettikleri ve yalandan
kendilerine izafe ettiklerine Allah şahiddir.
3-Yazar bazı
konularda fazla uzatmış ve (lüzumsuz) bir çok nakillerde bulunmuştur. Bunun
sebebi en uzak ihtimalle dahi olsa arzu ettiği neticelere ulaşmaktır. Mesela
ma'na*ilc rivayetin dinî, edebî ve luğavî zararlarını anlatırken yaptığı gibi.
Öbür yandan adalet ve zapt gibi konuları oldukça es geçmiştir. Ayrıca İslâm'da
rivayet tenkidi ve rivayet ilminin üzerine bina edildiği adalet ve zapt gibi
iki konu kitabda birkaç satırla nasıl geliştirilebilir.[74]
Bana öyle geliyor ki
yazar bunu kasıtlı yapmıştır. Zira adalet ve zaptın şartlarını hadis
imamlarının ortaya koydukları esas ve kaidelerle beraber zikrederse kitabında
ileri sürdüğü bir çok şeye çelişki ar/edecektir.
Rivayetleri tenkid
etmek için hadis usulü alimlerinin koymuş oldukları usulün eski ve yeni insan
aklının vardığı en yüksek noktadır desem aşırı gitmiş olmam. Allah'ın izniyle
bu konuya da ileride genişçe yer vereceğim.
4- Bu
ya/arın enterasan yönlerinden biri de kendisini destekleyen ve görüşlerini
te'yid eden uydurma haberlerden delil getirmesidir. Mesela 29. sayfada
Medine'de çok hadis rivayet ettikleri için Uz. Ömer'in îbn-i Mes'ud
lîbu'd-Derda ve İîbu Musa'yı hapsetiği rivayetini delil getiriyor. Oysa îbn-i
llazm'ın dediği gibi bu haber açıkça uydurma ve yalandır. Kaldı ki yazarın bir
rivayeti İbn-i Hazma nisbet etmesi nakil yönünden ilmî güvenirlilikle asla
bağdaşma/.*
Bütün imamların
ittifakıyla uydurma olan, sünneti Kur'an'a arzetme hadisi de delil olarak
verdiği örneklerdendir.
Öbür yandan «dikkat
edbı bana ki t ab ve bir misli verildi» gibi sabit ve sahih bir hadise 252.
sayfadaki ihtilaftan hareketle metin tenkidi yapılmış ve buna şüphe düşürmeye
çalışmıştır.
123. sayfada îsrâ ve
miraç hadîsinde Hz. Musa'nın Hz. Muhammed'in Allah Teala'ya tekrar müracaatını sağlaması
hadisine la'n etmiş ve bunu İsrailiyattan saymıştır.
Yine «sadece üç
mescide yolculuk yapılır» hadisinde Mescidi Aksa'mn zikredilmesini 129.
sayfasında İsrailiyattan saymıştır.
Aklî ve nakli ilimlerde
imam olan İbn-i Teymİye ki müellif kitabında sık sık ondan nakillerde
bulunmuştur bu hadisten delil getirmiş ve herhangi bir endişe de duymamıştır.
Bu, Buharı ve Müslim'in ittifak ettikleri .bir hadistir. İleride genişçe
reddiyeye geçince bunlara benzer çok şey görülecektir.
Bu hadislere ta'n
hususunda müsteşriklerin ileri gelenlerinden başka yazara öncülük yapan
seleften kimse bilmiyorum.
İnsanı üzen ve dehşete
düşüren hususlardan bir tanesi 114. sayfada Buharî'nin Abdullah h, Amr b.
As'tan rivayet ettiği 'Hz. Peygamberin Kur'an'da zikredilen bazı vasıflarının
Tevrat'ta da olduğunu bildiren hadisi Kabu'l Ahbar tarafından talebesi
Abdullah'a gelmiş bir hurafe olarak değerlendirmesidir. Bilmiyorum bu iddia
Allah'ın şu sözü ile nasıl bağdaşabilir? : «Yanlarındaki Tevrat ve İncirde
(vasıflarını) gördükleri ümmî Resul ve Nebi'ye labi olanlar...»[75]
5-Hadis
uydurmacılığı bölümünde yazar siyasî ve mezhebi asabiyetten söz ederken
müsteşriklerle aynı kanaate varmıştır. Şöyle ki ona göre 'bir sahabi'nin faziletini,
herhangi bir görüşü, bir fikri destekleyen her hadis mevzudur. Bunu güvenilir
araştırma kaideleri kabul etmediği gibi hiçbir insaf sahibi insan da kabul
etmez. Şundan dolayı yazar faziletler konusunda birçok sahih hadise dil
uzatmıştır. Tevrat ve İncil'de bile faziletlerine değinilen sahabe hakkında
hiçbir sahjh hadisin olmaması, bazılarında bulunan meziyet ve faziletlerin
bazılarında bulunmaması ma'kul değildir. Faziletler konusunda veya herhangi
bir fikir ye düşünceye delil teşkil eden her hadisin mevzu iddiası ifrat ve
delilsiz varılan boş bir yargıdan ibarettir. Aynı şekilde faziletler konusunda
varid olan her hadisin sahih olduğunu iddia etmek de araştırma eksikliğinden
doğan bir tefrittir. Öyleyse geriye vasat, âdil yol kalıyor ki o da sarih akıl
ve tutarlı tenkid ile sahih ve sahih olmayan, merdud ve makbul haberleri
birbirinden ayıran araştırıcıların yoludur. Faziletler ve benzeri hadisler
konusunda hadis imamlarının takib ettikleri yol da budur.
6-Yazar
dindar ve ahlak sahibi insaflı hiçbir gönlün razı olmayacağı şekilde Allah
Resulünün ashabından Ebu Hureyre (ra)'ye ağır ithamlarla yüklenmiştir. Biz
peygamberler dışında hiçbir beşerin masum olduğunu iddia etmiyoruz. Ancak biz
ilim ve fazilet yönünden herkese hakkım vermek istiyoruz. Kimsenin aklına
pranga vurmak da istemiyoruz. Sağlıklı tenkid kaideleri çerçevesinde her
araştırmacı istediği tenkidi yapar ve dilediği görüşü ortaya atar. Ancak
dileğimiz, âlimlerde olduğu gibi tenkideinin tenkid âdabına uyarak, insafı
elden bırakmaması, kötü maksattan uzak olarak nezih sözlü, güzel la-birli
olmasıdır.
Salih selefimiz de
aralarında tartışıyor ve münakaşa ediyorlardı. Ancak onlar iftira, insafsızlık
ve kötü sözlerden uzak kalmış, iffeti asla elden bırakmamışlardı. Bırakın
edebi (edep bir yana) müellifin Ebu Hureyre efendimizin Allah'ın nimetini
anarak sarfetmiş olduğu sözlere getirdiği yorumda her türlü rencide edici
ifadeleri kalemine nasıl yakıştırdığını da anlamak mümkün değil. Yazar 187.
sayfada aynen söyle diyor; «Ebu Hureyre'nin kibir ve böbürlenmesi onu daha da
bayağılaştırmış aslı ve mayası kendisine galebe gelmiş bu değerli hanıma karşı
muamelede tüm edep ve haya sınırlarını aşmıştır. Rüyasında bile göremeyeceği
bu evlilikten sonra şöyle demişti «Ben Busre binl-i Gazva'nın yanında karın
tokluğuna çalışıyordum, bindiklerinde peşlerinden gidiyordum, indiklerinde
onlara hizmet ediyordum şimdi de onunla evlendim. Ben biniyorum, indiğimde o
bana hizmet ediyor... »[76]
îbn-i Sa'd-ın
rivayetine göre şöyle demiştir: «Karın tokluğuna ve sırtının pekliği
karşılığında Busre bint-i Gazvan'a hizmet ediyordum. O benden kendisine tabi
olmamı ve hizmetinde her an kaini olmamı isterdi. Ne zamanki Allah Teala onu
bana eş kıldı şimdi ben onun bana tabi olmasını ve hizmetimde kaim olmasını
kendisinden istiyorum.»
Edebiyatçı ve
araştırmacı yazar, bu ibareye getirdiği yorumda aynen şöyle diyor; «her türlü
aşağılığı ifade eden, erdemlik ve şahsiyetlilikten âri olan şu söze bakın.
Görüldüğü gibi (adam) eşini kendine hizmet ettirmek ve
ona hakaret etmekle
kıvanç duyuyor, asîl bir aileden gelen şerefli bir insan böyle yapar mı hiç.»[77]
Edebiyatçı (!) yazarın
okuyucularına sunduğu bu ibareyi olduğu gibi bırakmakla yetiniyorum. Bunun
hükmünü temiz ahlak mahkemesine ve insan vicdanına bırakıyorum, şüphesiz ki
bu konudaki hüküm katı olacaktır.
Yazar, kitabının pek
çok yerinde sünnet taraftarlarını ve kendi kanaatlerine muhalif olanları zaman
zaman Jiaşeviyye olmakla zaman zaman muannid olmakla bazen de bağnazlıkla
(donuk kafalı) suçlamıştır kî bu ve benzeri hususlar da te'lif ve tenkid
eserlere yakışmaz.
Ebu Reyye rahat olsun,
ben onun büyük sahabi Ebu Hureyre'ye yaptığı gibi ne onun akidesine, mezhebine
ve yetişme tarzına ne de soyunun şerefli olup olmadığına veya şahsiyetli
olmadığı gibi hususlara değinmeyeceğim. Kalcnıİ elime aklığım günden beri bu
tür safsatalardan kendimi uzak'tuttum... Sövüp saymak sadece sağlam delil ve
salim mantıktan yardım atmayan aciz kimselerin kândır. Ben kitabın konularını
tenkid etmekten başka bir konuya girmeyeceğim.
Basan ve yardımı
sadece Allahtan dilerim.
Allahım yardım et ve
kabul buyur. [78]
Ebu Reyye kitabının 4.
ve 5. sayfalarında şöyle diyor : «Hadisin islâm'da böylesine saygın bir yeri
olmasına
rağmen âlimler ve
edipler ona gereken önemi vermediler. Bu işi Hadis âlimleri diye isimlendirilen
kişilere bıraktılar. Bunlar da kendi aralarında mütedavil kılarak kendi
metodlarma göre tedris ettiler. Bu grubun ortaya çıkardığı metod, değişmeyen
donuk kaideler üzerine bina edildi, tik muhaddislerki bu kaideleri koyanlar
onlardır bütün gayretlerini ravileri tanımaya ve mümkün olduğu kadar ravilerin
tarihlerine genişçe yer vermeye hasrettiler. Bu ravilerden sadır olan
rivayetlerin sahih olup olmadığı veya makul olup olmadığı bunları ilgilendirmiyordu.
Sonra gelen hadisçiler de bunların çizdikleri sınırlara takılıp kaldılar.
İnceleme ve araştırmaya tabi tutmadan rivayetlerin ifade ettiği zahiri manâlara
bağlı kaldılar.»
Yazar heva ve taassub
sultasından kurtulamayan oryantalist misyonerlerden oldukça etkilenmiştir.
Hatta hadisler hakkında onlardan daha aşırı bir hükme varmıştır. Böylece bu
tutumuyla onları gitgide geride bırakmıştır.
Cevap:
1-Yazarın
yukarıdaki sözden ne kastettiği açıkça anlaşılmıyor. Fıkıh âlimlerini
kastediyorsa onlar hadise
gereken ihtimamı
göstermiş ve bu uğurda geniş çapta çaba sarfetmişlerdir. Bu konuda ahkam
hadisleri ve bunların şerhlerine bakılması yeterlidir. Bu hususta onlarca ci.t
eserin kaleme alındığı müşahacle edilir.
Eğer dirayet (hadis
metni) ile uğraşan muhaddisieri kastediyorsa onlar da hadislerin metinleri,
şerhleri ve tahlillerine oldukça fazla yer vermişler, araştırmadık önemli bir
yerini bırakmamışlardır. Güvenilir hadis kitaplarından hiçbiri yoktur ki,
üzerine birçok şerhler yazılmasın. Bunun için herhangi genel kütüphanenin kataloguna
bakılması yeterlidir. O zaman müslüman âlimlerin hadis ilmine verdikleri
önemi, Kur'ana verdikleri önem hariç hiçbir şeye vermedikleri görülecektir. Bu
konuda bize büyük bir servet bırakmışlardır. Hatta ilmî kıymetinden dolayı
hadis sahası gayr-İ müslim âlimlerden bir grubu da cezbetmiş, onlardan da bu
sahada araştırma yapan ve bu uğurda ömür tüketenler çıkmıştır.
Şayet ahlak ve mevize
âlimlerini kastediyorsa, onlar da te'lif etlikleri kitapları Uz. Peygamberin
hadisleri ile doldurmuşlardır. Aynı şeklide edebiyat ve belagat âlimleri de
çoğu yerde kendi kitaplarında hadislerden deliller getirmiş ve ihtisasları
yönünden hadislere gereken ilgiyi göstermişlerdir. Bazıları hadislerin sanat ve
edebiyat yönünü ortaya çıkarmak için eserler yazmışlardır, imam Şerif
(er-Radiy)'in «İcazu'l Kur'an» adlı eserinin, tamlaması olarak kaleme aldığı
«el-Belağat'un-Nebeviyye» eserinde yaptığı gibi.
Yazar, muh ad dişlerin
dışındaki alimlerden ve edebiyatçılardan ne istiyor? Kendisi haddini aştığı
gibi onlardanda hadlerini aşıp işleri olmayan şeylere burunlarını sokarak
sahih, zayıf, merdud, iyi ve kötü haberleri birbirinden ayırmalarını mı
istiyor?
Edebiyat alimleri,
hndisçi olmayan benzerleri ehil olmadıkları konulara karışarak bilgi sahibi
olmadıkları şevler üzerinde durup izzeti nefislerini düşülmediler.
2-Yazarın
gerek burada gerekse kitabının başka yerlerinde hadisçileri karalaması onlara
dil uzatması ve onları bağnazlıkla suçlaması onların değerlerini düşürmediği
gibi müellifin de şanım yüceltmez. Bilakis araştırmacı ve âlimlerin yanında
onun bu davranışı tenkid ve kınanmaya kıyıktır.
Hadis âlimlerinin ravi
ve rivayeti tenkid eiınek için ortaya koydukları kaideler; gerek eskiden
gerekse şimdi tenkid ilminin ulaştığı en yüce noktalardır. Sonraki
nııı-haddisler önemli bir yenilik getirmemişlerdir. Ancak laibikatt genişlelmek
ve bazı sonradan gelişen psikolojik çalışmalardan istifade etmek bunun
dışındadır.
Yazar biraz insaflı
davransaydı, muhaddislerin kaide. leriyle, beğendiği kimselerin kaideleri
arasında bir karşılaştırma yapar ve böylece sağlıklı bir neticeye ulaşırdı.
Fakat delilsiz olarak yukarıdaki sözü söylediği için bi/c de düşen umumî bir
cevap vermek olmuştur. Adalet ve zapt konularına değinirken ayrıntılı olarak
anlatacağız; la ki mııhadislcrin kaidelerinin kısır ve donuk olmadığı ortaya
çıksın. [79]
Bilmiyorum yazarın,
muhaddislerin bütün çalışmalarını hadislerin İsnadına hasredip metine önem
verdiklerini, iddia elmeye gönlü nasıl razı olabilir? Hadis hakkında metninden hareketle şazz, munker,
muztanp muallel ve
mevzu olarak hükme varmaları, hadisin metninde bulunan belirtilerden dolayı
mevzu olarak hükme varmaları, hadisin metninde bufunan belirtilerden dolayı
mevzu olduğuna delalet eden esaslar bu iddia ile nasıl bağdaşabilir? (Mesela)
hadis metninde, bir Arap dili edebiyatı uzmanını bırakın; arabın en fasihi bir
yana fesahet sahibi birisinden sadır olamayacağına şehadet edecek şekilde
lafız bozukluğunun bulunması, muhal olan bir şeyi içeren mana bozuklukları,
hikmet sahibi birisinin söyleyemeyeceği demagoji ve abartma ifadeler, hadis
metninin hisse ve müşahadeye ters olması, herhangi ma'kul bir te'vile medar
olmadan Kur'an'a, mütevatir ve sahih sünnete ve icmâya muhalif olması veya hadisin
Hz. Peygamberin zamanında mevcut olmayan bir durumu ifade etmesi gibi. Hadis
uydurmacılığı tarihi ile ilgili kitapları dolduran esaslar hep (bir hadisi
metninden dolayı mevzu sayan esaslardır.)[80]
Rebi1 b. Huseym: Şöyle
demiştir; «bir hadisin maruf olduğunu bildiren gündüzün aydınlığı gibi aydınlığı
veya munker olduğunu ifade eden gece karanlığı gibi karanlığı vardır.»
İmam îbnu'l Cevzi de
şöyle der: «Akıl, nakit ve usule muhalif olan bir hadis görürsen bil ki o uydurmadır
sözü ne güzel sözdür». Bu konuda muhakkik İbnu'l Kayyım (el-Cevziyye)'nin de
kıymetli bir sözü var ki Aliyyü'l Kari «el-Mevzuât» adlı eserinde zikretmiştir.
İşin garip tarafı yazar kitabının 104 ve 105. say-falarında buna benzer şeyleri
zikretmiştir. Ancak önce söylediği sözleri ile sonra yer verdiği muhakkiklerin
sözleri nasıl bağdaşabilir bilemiyorum?
Bu konuda daha çok
açıklığa kavuşsun diye bazı hadisçilerin metin tenkidlerini burada aktarmak istiyorum.
Böylece bütün gayretlerin sened tenkidine hasredilip metin tenkidinin
yapılmadığı iddiasının yanlış
olduğu görülecektir.
İbnu'l Cevzi; «Göz
ağrısından Cebrail'e şikayet ettim bana Mushaf'a bakmamı önerdi» hadisini
değerlendirirken, Hz. Peygamber'in zamanında mushaf var-mıydı ki bakılsın der.
Hafız îbn-i Hacer bir
mevzu Hadis olan «Cebrail Miraç gecesinde bana bir ayva verdi, ben de yedim.
Hatice o zaman Hz. Fatıma'ya hamile idi.» hadisini değerlendirirken şöyle der:
«Bunun uydurda olduğu açıktır. Zira bi'l ittifak Hz. Fatıma Mirac'tan önce dünyaya
gelmiştir.»
İbn-i Kayyim, «Bir adam
hadis rivayet ederken aksırırsa bilin ki o doğrudur» şeklindeki uydurma hadisi
tenkid ederken şöyle der; «Bazıları bu hadisin senedini doğrulasa da insan
hissi yalan olduğuna şehadet ediyor. Çünkü biz, çok aksıran fakat yalan söyleyen
insanlar görüyoruz. Şayet bir hadisi bir kişi rivayet ederken aksırırsa yinede
sıhhatine karar verilemez.
Sened zayıf hatta
sağlam olsa bile hadis imamlarının metin tenkidine ne derece güvendikleri açıkça
görülmektedir.
Buna bir başka örnek
de Hayber ehlinden cizye alındığını
bildiren hadistir. Bu haberi uyduran kişi
Sâd b. Muaz (ra)'ı
şahid olarak zikreder. Bu hadisi tenkid edenler «Sa'd b. Muaz'ın Hayber'den
önce Hendek harbinde vefat ettiğini Cizye hükmünün henüz nazil olmadığı için
sahabe ve diğer araplar tarafından bilinmediği, söz konusu hükmün Tebük
seferinden bonra nazil olduğu, yine bu hadiste Hayber I ilerden cizye
sorumluluğunun kaldırıldığı oysa, onların zamanında böyle bir mükellofiyetin
zaten söz konusu olmadığı gibi benzer yönlerden ona kadar varan sebeple
tenkid etmişlerdir.[81]
Hadislerin kusurlarını tes-bit etmek ve mevzu hadîsleri ortaya çıkarmak için
te'lif edilen eserlerde bunlara benzer birçok örnek vardır. Bütün bunları
belirttikten sonra hâlâ hadisciler bütün çabalarım isnad tenkidine hasrederek
metin tenkidi ile ilgilenmediler denilebilir mi? [82]
Hadisçilerin isnad
tenkidine metin tenkidinden daha fazla yer verdiklerini inkar edemeyiz. Bunun
bazı sebepleri vardır. Biz burada bu sebepleri okuyucu ve araştırmacılara sunmayı yararlı görüyoruz.
Aslında Hadis
alimlerinin isnad tenkidinde attıkları uzun adımları metin tenkidinde
uygulamamaları onların uzak görüşlü, derin düşünceli ve temkinli olduklarına
bir delildir. Mesele dini bir mesele olduğu için sünnetin ortaya konmasında
senedi gözetti lur, dinin aslı ve kaynağı olan bir nass'ın tesbitinde ravi-nin
iç ve dış görünüşüyle takva sahibi, sâlih,
adil, zabıt ve Hz. Peygamber'e yalan isnad etmekten uzak olduğunu tesbit
etmekle yetinmişlerdir. Her ne zaman ravide zapt, hıfz, emanet, tebdil ve
tağyirden uzak olma vasıflarıyla beraber, şartlarıyla birlikte adalet sıfatı
da bulunursa yalan ve uydurma ihtimali imkansızlaşır, denilemezse bile oldukça
uzak olur. Öyleyse metin tenkidinde aşırı gitmeye gerek yoktur. Bunun da
başîıca sebepleri şunlardır :
a) Hadis
bazen müteşâbih olur, manası anlaşılmaz;
o takdirde sadece aklı hakem
yaparak metni tenkid etmeye gerek yoktur. Zira bu tür müteşâbih hadisleri akıl
idrak edemez. Bundan ne kastedildiğini ancak Allah ve onu tebliğ eden Resulü
bildirdiği takdirde anlaşılır. Bize
düşen hakiki manasını Allah'a havale ederek varit olduğu gibi kabul etmek ve imkansız
olan zahiri manadan kaçınmaktır ya da akla ve
muhkem nakle uygun
şekilde te'vil etmektir. Allah'ın sıfatları ve benzeri
konulardaki hadisler bu çeşittendir.
b) Hadisin
metni bazen mecazî olur, hakiki manayı ifade etmez. Gerek dil açısından
gerekse usul açısından mecaza hamletme imkanı olduğu halde, hakiki manasına
hamletme akla hisse ve müşahedeye terstir diyerek hadisi
reddetmek sağlıklı araştırma kaideleriyle bağdaşmaz.
Sahih-i Buhari'de[83]
rivayet edilen güneşin battıktan sonra arşın altında secde ettiğini bildiren
hadis gibi, şayet bu hadisi hakiki manasına hamledecek olursak yanlış olduğu
açıkça ortaya çıkar, eğer mecazi olarak mana verecek olursak beliğ bir ifade
olduğu ortaya çıkar. Zira güneşin secdesi yüce Allah'ın iradesine boyun eğerok
seyrine devam etmesi ve Allah'm yerleştirdiği sağlam sistemden şaşmayarak,
kesintisiz ara vermeden devam etmesidir. Bu tür hadislerle, yaratıkları
âlemlerin Rabbi'ne boyun eğmeye teşvik kastedilir. Son derece azametli bir
yapıya sahip olan güıi(3ş, Allah'ın İradesine boyun eğiyorsa zayıf bir yaratık
insanın özellikle güneşe ibadet edenler O'na
İnanması ve boyun eğmesi elbette gerekir.
Bu uslüb oldukça
yaygındır. Mesela Arapların şöyle dediğini görüyoruz. «Devem yolun uzun olduğunu
bana şikayet etti (dedim ki) sabret deveciğhn ikimiz de mübtelayız» görüldüğü
gibi bu şiirde ne .şikayet ne de konuşma sözkonusudur. Bu sadece bir mecaz ve
bir temsilden ibarettir. Temsildeki inceliğe bakın, oğer başka şekilde ifade
edilse bu incelik görülmeyecektir. Bu tür beliğ temsiller hiç bir şüpheye
maruz kalmayan ve bize mütevatir olarak gelun Kur'an-ı Kerimde de mevcuttur.
«Şimşek, Allah'ı hamd ile teşbih eder.» âyetinde olduğu gibi, öyleyse hadislerin
de bu tür ifadeler kullanması ilk defa yapılan bir şey değildir.
c) Hadis
metni bazen gaybî bir haber olur. Kıyamet ve ahiret gününün özellikleri gibi,
o takdirde gaybî bir'şeyi zahire kıyas edip aklın yargısıyla reddetmek
insafsızlık olur. Cennet ve sıfatları, nimetleri cehennem ve
azabı hakkındaki hadisler de
bu çe-şitd endir.
d) Bazen hadis
metni gün geçtikçe ilmi
hakikatle ortaya çıkan ve Nebevi bir mucize olduğu anlaşılan bir metin
olur. *Köpek birinizin kabını yalarsa biri
toprakla olmak üzere yedi
kez yıkasın» hadisi gibi. Bazı
doktorlar köpek artığından meydana gelon mikrobun giderilmesi için toprağın fonksiyonunu
is-bat ettiler.[84] Öte yandan bazı dinden
nasibini alamayanlar bunu teşride
zorlama ve bir mucazefet olarak
kabul etmişlerdir. Ancak müminler hükmün hikmetini anlamadıkları zaman onu
kulluğun gereği kabul edip itibar etmişlerdir.
İnsaflı herkesin
göreceği gibi şayet hadis âlimleri yüzeysel bir değerlendirme ile hemen hikmeti
gizii olan bu ve benzen hadisleri reddetmeye kalkışsaydı sonra da açıkça bunun
hikmeti ortaya çıksaydı o zaman bu, araştırma eksikliği, cehalet ve risaletin
sahibinin hakkına tecavüz sayılmaz mıydı? Şimdi yazara soruyorum hala
hadiscilerin takip ettikleri metodun doğru olduğu hususunda benimle aynı
görüşte değil misin?
Yazar 6. sayfada-
şöyle iddia ediyor : «Muhaddis-lerin tamamı bu ilmi araştırmaya başlamadan,
kitaplarını okumadan önce bilinmesi gereken önemli bir işi ihmal ettiler. Bu
da Hz. Peygamber'in buyurduğu sözün hakiki nassını tesbit etmektir, Hz.
Peygamber bu nassın aynen yazılmasını emretti mi yoksa terk-ederek bunu
yasakladımı? Sahabe ve onları takib-edenler tedvin ettiler mi? yoksa buna
yanaşmadılar mı? rivayet edilenler gerek lafzen gerekse manen olarak Hz.
Peygamber'in ağzından çıktığı ifadelere uyuyor mu yoksa muhalif mi? sonra ondan
yapılan bu rivayetler ne zaman tedvin edildi? Ümmetin âlimlerinin bu husustaki
durumları ne idi?...»
Bu iddiayı destekleyecek hiç bir delil yoktur.
Bu, hayatlarını bu
uğurda harcayan hadis imamlarının hakkına açıkça tecavüzden başka bir şey değildir.
Bahsettiği bu meseleler hakkında âlimler bir çok inceleme ve araştırma yapmışlardır.
Onlarca hadis usûlü kitaplarında bunlar görülebilir. Mesela şu kitaplara bir
göz atılması yeterlidir. El-hakim Ebu Abdullah'ın «Ulumü'l-Hadis»i, İmam
İbnu's Salah'ın «Ulumu'l~Hadis>' i, Hafız iraki'nin «Elfiyetu'l-Hadis» i
İmanı Nevevi'nin «et-Takrib»i, Hafız İbn-i Kesir'in «el-Baisu'l-Hasis fi
iimi'l-Hadis»i, Hafız İbn-i Hacer'in «Nühbetü'l-Fiker»i ve şerhi, Hafız
Suyutî'nin «et-Ted-rib»i ve buna yazılan on kadar şerhleri büyük âlim ol
Leknevi'nin «Zufür'ul Emani (fi şerh-i ınuhtasari'l Curcani)»si ve Şeyh Tahir
el-Cez&irİ'nin «Tevcihu'n Nazar»ı eski ve yeni yazılan daha nice eser.
Hakikati araştıran kişiye bu kitaplardan her hangi birine mü-racat etmek
yeterlidir. O zaman Ebu Reyye'nin hadis-cilerin ihmal ettiklerini söylediği her
konuda ayrı bölümler ve yeterli araştırmaların olduğunu ilm-i yakin ile
bileceklerdir. Ayrıca hocasına tabi olarak bunların hadis imamlarına iftira
olduğunu da göreceklerdir. [85]
Yazar eserinin 8.
sayfasında sabır ve metanetle araştırmaya koyulduktan uzun bir müddet sonra şaşırtıcı
hakikatlere ve önemli neticelere ulaştığını şu şekilde belirtir: «Bütün hadis
kitaplarında sahih diye isimlendirilen veya hasen olarak kabul edilen hadisler
arasında hemen hemen Hz. Peygamber'in ağzmdan çıktığı gibi hakiki lafzı ve
muhkem terkibi ile gelen bir tek hadis görmedim. Bazı kısa hadislerde geçen
yalın kelimeler asli lafızlarıyla rivayet edilmişse de bu pek azdtr. Bana öyle
geliyor ki ıstılahlarında sahih diye isimlendirdikleri hadisler haddi zatında
sahih olmayıp raviler cihetiyle sahih sayılmıştır.
Yazar burada son
derece yanlış ve delilsiz bir hükme varmıştır. Biz hadislerin tamamının lafızlarıyla
rivayet edildiğini söylemiyoruz. Zira bir tek hadis mana değişmese de farklı
farklı lafızlarla rivayet edilirken nasıl böyle diyebilirim. Aynı şekilde
yazarın iddia ettiği gibi bütün hadisler mana ile rivayet edilmiş de
diyemeyiz. Bütün rivayetlerin ittifakla aynı lafızlarla naklettikleri hadisler
mevcutken nasıl böyle iddia edilebilir. Bütün rivayetlerin bir tek lafzı ittifakla
nakletmeleri bu lafızların Resulullahtan işitilen aynı lafızlar olduğuna
delalet etmez mi? Öyle hadisler var ki Belagatten anlayanlar onun arabın en
fasihinden yani nübüvvet pınarından fışkırdığından asla şüphe duymaz? Bunu daha
önce de belagat ve beyan âlimleri fark etmiş ve Nebevi belagat ile ilgili
kitaplar telif etmişlerdir.
Burada işaret edilmesi
gereken bir husus; lafzen rivayet edilen hadislerin çoğunun kısa hadisler olduğudur.
Ayrıca mana İle rivayet edilen uzun hadislerde değişiklik bir iki veya üç
kelimededir. Hadis lafızlarının tamamında değişikliğe yol açan ma'na rivayeti
çok azdır. Bunları uzun ve kapsamlı araştırmalardan sonra söylüyoruz. Nitekim
Buharı, Müslim ve diğerlerinde tiz. Aişe'den rivayet edilen «vahyin başlangıcı»
hadisi ki uzun hadislerdendir buna en güze] örnektir. Raviler bu hadisin çok az
kelimelerini farklı varyantlarla rivayet etmişlerdir. Burada bu kadarla
yetinmek istiyoruz. Yazann kitabında mana ile rivayete ayırdığı bölümü
tartışırken genişçe tenkid edeceğim. Orada onun delil olarak kullandıkları
örneklerin bir kısmının lehine değil aleyhine deli), olduğunu açıklayacağız.
Tartışmasız hadis imamı olan hafız İbn-i Hacer bakın bu konuda ne diyor:
«Hz. Peygamber'in
hadislerinden O'nun «cevamiul kelim» (yani az kelime ile çok şey ifade etme
özelliği) vasfına delalet eden hadislerin bir kısmı şunlardır. Hz. Aişeden
gelen «Her kim bizim işimiz (dinimiz) içine ondan olmayan bir şeyi sokarsa bu
iş merduddur» hadisi, yine Buharı ve Müslim'in ittifak otüği «Allah'ın
kitabında olmayan her şart batıldır» hadisi, Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği
«Ben size bir şey emrettiğim zaman gücünüz nisbetinde onu yerine getirin»
hadisi, Mikdad'm rivayet ettiği dört Sünen'de yer alan Hakim ve Jbn-i Hibban
tarafından sahih olduğu bildirilen. «İnsanoğlunun doldurduğu en şerli kap
karnıdır.» hadisi ve buna benzer araştırmayla ortaya çıkacak bir çok hadis
gibi. Bunlar daha çok ra-vilerin lafızlarında tasarrufta bulunmadıkları
hadislerden görülür. Bu hadisler; varyantlarının az oluşu ve lafızlarının
üzerinde ittifak edilmesi ile ortaya çıkar. »[86]
Hafız ibn-i Hacer'in
zikrettiklerine şu hadisleri de eklemek istiyorum: «Müslüman, müslümanlann elinden
ve dilinden emin olduğu kimsedir.» «İnsanlar içlerinde işe yarar bir tane dahi
binit bulunmayan yüz deve gibidir.»[87]
«Müminler bir bina gibidir, bir kısnu diğer kısmını destekler.» «Sevgide ve
rahmette müminleri bulursun (diye başlayan!» hadis, «İnsanları ateşe
sürükleyen dillerinin ürünüdür.»
«Haya İmandandır»
«Küçük dere kenarında yetişen her nebat şişkinlikten ya öldürür ya da Ölüme
yaklaştırır.» ve buna benzer bir çok hadis asli lafızları ve hakiki
terkibleriyle gelmiştir.
Hadiscilerin sahih
olarak isimlendirdikleri hadislerin haddi zatında sahih olmayıp ravilerin
durumlarına göre sahih oldukları iddiasına gelince, bu kendisinden bin sene
Önce söylenen bir şeydir. Hadis imamları bu konuda şöyle demişlerdir: Hadisin
sahih, ha-sen veya zayıf olduğu hükmüne varmak muhaddis açısından sahih ve
hasen şartlarının tahakkuk edip etmemesine bağlıdır. Yoksa evvelemirde bu
hadislerin sahih, hasen veya zayıf oldukları manasına gelmez. Bunu yakinî
olarak ancak gaybı bilen Allah bilir. Ak-len doğru kimsenin yalan söylemesi
veya yalancının doğru söylemesi mümkündür. Bu ihtimal hadis ima.larını
araştırmada derinleşmeye, incelemede ve hükmü tesbit etmede oldukça temkinli
ve insaflı davranmaya sevketmiştir. [88]
Yazar kitabının io;
sayfasında şöyle diyor : «Şayet hadis te Kur'an gibi Peygamber devrinde tedvin
edilip Kur'an'a verilen dikkat ve inceleme hadislere de verilmiş olsaydı
sünnet de Kur'an gibi mutevatir olarak gelirdi. Ve müslümanlar bu şiddetli
ihtilafa girmezlerdi...»
Sanki yazar Kur'an'ın
mutevatir oluşunu Hz. Peygamber döneminde yazılmasına bağlıyor. Oysa hakikatte
öyle değildir. Zira tevatür Kur'an'ın lafzı ve nakli yönüyledir. Binlerce
sahabi Hz. Peygamber'den almış ve onu ezberlemiştir. Tabiundan da binlerce kişi
aynı şekilde şahabiden almıştır. İşte bu şekilde tevatürün kendileriyle sabit
olduğu çok sayıda insan yine büyük sayıda bir insan topluluğundan alarak,
mutevatir olarak bize ulaşmıştır. Ve kıyamete kadar, böyle devam edecektir.
Kur'an'ın mutevatir oluşunun ana sebebi ezberlenmesi ve şifaen alınmasıdır,
yoksa sayfalardan nakledilmesi değildir. Yazım; biri sayfalarda diğeri
hafızalarda olmak üzere iki şekilde varlığını sürdürsün diye, koruma ve tesbit
unsuru olarak kabul edilmiştir. Nitekim Hz. Ebubekir ve Hz. Osman dönemlerinde
Allah ikisinden de razı olsun Kur'an'ı sayfalarda toplayanların gayesi de bu
idi. Onlar, Hz.'Peygamber'in huzurunda yazıldığı gibi yazılmasına önem
verdiler. îşte sünnet de Hz. Peygamber döneminde yazılsaydı fakat Levatür
derecesine ulaş-Lıracak kadar kimse ezberlemeseydî yazarın iddia ettiği gibi mutevatir
olarak bize gelmezdi.[89]
MiUevatir olup olmamak çok sayıda insanın rivayet edip etmemesine bağlıdır.
Nitekim Sünnet, Hz. Peygamber döneminde tedvin edilmediği halde az da olsa bir
kısmı mutevatir olarak gelmiştir. Şayet mütevathiik yazılmaya bağlı olsa idi
büyük bir dikkat ve ihtimamla tedvin edilmiş kitaplar hep mutevatir olurdu.
Oysa ne gezer? [90]
Yazar kitabının 17.
sayfasında şöyle diyor; «onlar, kavlî sünneti, Kur'an'dam sonra gelen dinin
ikinci ya da üçüncü derecesinden kabul elliler» birkaç satır sonra da $öyle
diyor : «oysa ikinci dereceden elinden olan (yani dinin ikinci kaynağı olan) amelî
sünnettir.» Kavli sünnetin ikinci dereceden bir kaynak olmadığı anlaşılıyor.
Sözlerinin sonu öncesine çelişki ar/eden yazarın bir konu üzerinde sebat
kılmayarak, kendisinde meydana gelen bu kararsızlığın sebebini
anlayamıyoruz doğrusu.
Sonra eş-Şatıbi'nin,
«el-İ'Usam» adlı kitabından kavlî ve amelî sünnet arasındaki farka bir sözünü
delil getiriyor. Oysa Şatibî'nin sözü sünnetin kavil, fiil ve takrir olduğuna
delalet ediyor. Daîıa sonra Reşit Rıza'nın şu sözünü naklediyor «dinde esas
olan birinci mertebede Kur'an'ı Kerim'dir. İkinci derecede ise üzerinde ittifak
edilen amelî
sünnettir. Ondan gelen ahad haberler ise gerek rivayet yönünden gerekse delalet
yönünden üçüncü, derecede gelir. Ü/erinde ittifak edilenlerle amel edenler
ahire t le kurtulur ve Allah'a yakın olur. Ga/zali de bu görüştedir» Görüldüğü
gibi bu sözde onun çelişkili sözüne delil teşkil edecek bir şey yoktur.
Muhakkiklere göre sünnet ister kuvlî, isler fiilî, isterse takriri olsun dinin
ikinci kaynağıdır. Birinci kaynağı Kur'an'dır.
Şu kadar da var ki
Reşit Rıza'nın ikinci derecede saydığı, ü/erinde ittifak edilen amelî
sünnettir. Yoksa genel olarak bütün amelî sünnet değildir.
Bu hususun izaha
ihtiyacı vardır, yoksa maksat okuyucuyu şüpheler içinde bırakmak değildir. [91]
Ebu Reyye kitabının
29. sayfasında «Sahabe ve Hadis Rivayeti» başlığı allında şunları yazıyor.
«İbn-i Hazm'ın, el-ihkam (fi usulil Ahkam) adlı eserinde rivayet ettiğine göre
Hz. Ömer, çok hadis rivayet ettikleri için ibn-i Mesud, Ebu Musa (el-Eşarî) ve
Ebud'Derda'yı Medine'de hapsetmiştir.»
Hakikatte (Hz. Ömer'e)
bu iftirayı yapan İbn-i Hazm değil yazarın kendisidir. Yazar okuyucuya İbn-i
Hazm'ın bunu rivayet ettiği intibaını veriyor. Halbuki kesinlikle onun rivayeti
değildir. Sadece kitaplarında zikretmiştir. Hadis ilminde mübtedi olanların da
bileceği gibi bîr hadisi rivayet etmekle kitabında yer vermek arasında fark
vardır. Yine okuyucuya İbn-İ Hazm'ın bu rivayeti kabul ettiği intihamı da veriyor. Halbuki İbn-i Hazm
bundan
beri olduğu gibi bu
rivayeti tenkid ederek batıl olduğunu açıklamıştır".
Bakın ibn-i Hazm
«el-ihkam»mda ne diyor : «Hz. Ömer'den O'nuıı İbn-i Mes'ud Ebud'Derda ve Ebu
Zer'i Hz. Peyganıber'den hadis rivayet etlikleri için hapsettiği rivayet
edilir.» sigasıyla zikretmiştir. Şayet kendisi rivayet etseydi «Biz rivayet
ellik derdi.» (Ayrıca) tbn-i Hazm bu rivayet hakkında senedinde yer alan
İbrahim b. Ab-durralunan b. Avi Hz. Ömer'i işitmediği için münkati olduğunu
söyler. Münkati ise delil-teşkil etmeyen zayıf hadislerdendir. Zira sakatlık
senetten düşürülen ravide olabilir, hadisi onun uydurma ihtimali söz konusu
olabilir. İbn-i Hazm sözlerine devamla şöyle diyor.[92] «bu
haberin yalan ve uydurma olduğu aşikardır. Çünkü bu durumda Hz. Ömer, ya
sahabeyi itham etmiş olur ki bu takdirde kendisi de itham edilenlerden olur.
Veya onları hadis ve sünnetin tebliğinden nehyedip gizlemelerini inkar etmelerini
islemiş olur. Bunu yapmak ise İnsanı İslâm'dan çıkarır. Allah müminlerin emirim
bütün bunlardan muhafaza eylesin, bunu kati surette müslüman olan birisi söylemez,
şayet itham olunmadıkları hakle hapsetmişse bu onlara /ulumdur. Fasid anlayışına
delil bulmak içinbula'nedilmiş rivayetlere sığınanlar istediklerini tercih etsinler
(her iki şekilde de yanlış olur.)»
İbn-i Hazm'm dedikleri
işte bunlardır. Yazar hala haberleri aktarırken güvenilir olduğunu iddia
edebilir mi? Dikkatli okuyucu bu adamın âlimlerden yaptığı nakillerden şüphe
duyarsa mazur sayılmaz mı?
Bu rivayetin yalan
olduğunun delillerinden birisi de; İbn-i Mesu'd'un Hz. Ömer'in görüş ve yoluna
tabi olan birisi olmasıdır. Bu konuda o şöyle der: «şayet bütün insanlar bir
tarafa Ömer de başka tarafa gitse ben Ömer'in yanında yer alnım» Hz. Ömer onu
Kule halkına ilim öğretmek İçin göndermiş ve Kulelilere «Abdullah'ı si/y
göndermekle sizi nefsime tercih etlim» demiştir. Az hadis rivayet etmek
hususunda O'nun Hz. Ömer'e muhalefet ettiğini akıl nasıl alır. Hz. Ömer'in de
O'nu hapsettiği misil düşünülebilir?
Sonra yazar burada
metin tenkidini nasıl ihmal c&c\\ halbuki bütün hadisçilere metin tenkidini
terkettikleri için dil uzatan O'dur, öncekilerin ulaşamadığı moltn tenkidini
kendisinin yaptığını iddia eden de O'dur. (Bunların) bir hücum ve sataşmadan
ibaret okluğunu Allah biliyor.
Bunun dışında yazar
bunun bir sayfa sonra yer verdiği Amr b. Meymun'un sözü ile çeliştiğini nasıl
görmez. Amr b, Meymun şöyle demiştir. «Bir yıl Abdullah b. Me-sud'a gidip
geldim bu bir sene zarfında ne «Rcsıılullah şöyle dedi» dediğini ne de ondan
bir hadis naklettiğini işitmedim. Bir gün bir hadis rivayet etti birden bir hüzün
kapladı ve şakır şakır terlediğini gördüm.»
Kendisinin
tcnkidçîlerin şeyhi olduğunu iddia eden bir zata, gerekli açıklamaları yapmadan
öncesi sonu, sonu öncesi ile çelişki arzeden rivayetleri getirmek yakışır mı?
Okuyucu kardeşim bütün
bunların sebebi yazarın keyfinin istediğini alıp istemediğini almamasından kaynaklanıyor.
Sonra o bu sözü müsteşriklerden kapmıştır,[93]
çünkü şazz rivayetleri alıp kabul görsün diye tbn-İ Ha/m'u izafe edenler
onlardır. [94]
Kitabının 37.
sayfasında «her kim bana yalan isnad ederse cehennemdeki yerini hazırlasın»
hadisi şerifine yer vermiş ve Hafız İbn-i Hacer'in bu hadisin bazı varyantlarında
«mütaammıden» kelimesinin yerini almadığını, Buharı Müslim ve diğer hadis
kitaplarında ise bu kelime ile beraber variddir, dediğini belirttikten sonra
şöyle der; «Kim hakikaten inceleme yapar ve araştırmayı dı> rinleştirirse
İçlerinde üç raşid halifenin de bulunduğu sahabeden gelen rivayetlerde
«müteammiden» kelimesinin olduğunu görür hiçbir akıl sahibi Hz. Peygamber'in
böyle bir şey dediğine ihtimal vermez, bana öyle geliyor ki : bu lafız, kasıtsız
olarak Allah rızası için Hz. Peygamber'e yalan hadis isnad edenlere bir yol
bulunsun veya hata vchm ve yanlış anlayarak başkasından hadis rivayet eden
ravilere dayanak olsun diye ayrıca hataen bunu yapan günahsız okluğu için, bu
konuda mesu'l tutulmasınlar diye, âlimler tarafından idrac diye bilinen yolla
hadise sokuşturulmuş t ur.
Bu şekilde O'nun Hafız
îbn-i Hacer'in söylediklerine ikna olmayıp, bu zorlama ve faraziyelere yer
verdiğini görüyoruz.
1- Bu hadis
Buharı, Müslim ve diğer hadis kitaplarında hir çok sahabiden çok sayıda
varyantla rivayet edilmiştir. îsnadlan sahih, hasen ve zayıf olmak üzere bazı
muhaddisler bunun sayısını yüze kadar ulaştırmıştır. Hafız İbn-i Hacer'in de
Fethu'l Barî'de zikrettiği gibi bu hadisin bu lafızlarla tevatür derecesine
ulaşan kanallarla rivayet edildiği bir gerçektir[95]Varyantlarının
bu yüksek sayıya ulaşması (yani mütevatirlik) Hz. Peygam-ber'e yaları isnadının
/.enimi ile ilgilidir yoksa bu lafızlar ve verilecek cezanın hususiyeti ile
İlgili değildir. Şuura yazarın iddia ettiği gibi bu rivayet üç halifeden gelmiyor.
Buharı ve Müslim'de Hz. Ali'den onların dışındaki hadis kitaplarında da Hz.
Osman'dan rivayet editmiş-tirİ[96]
«müteammiden» kelimesi Buharı, Müslim[97] ve
diğer güvenilir hadis kitaplarının bir çok rivayetlerinde geçmişi ir. İçinde
bu kelimenin geçtiği rivayetler, geçmeyen rivayetlerden daha çok ve daha
kuvvetlidir. Buharı ve Müslim'de Ir.nes, Libû Hureyre, Muğİre b. Şu'be, Abdullah
b. Aınr b. As'ın rivayetlerinde bu kelime yer alırken, Ifz. Ali, ve Zübeyr b.
Avvam'ın rivayetlerinde yer almaz. Hadis lenkideileri ve diğerine göre kaide,
iki rivayet çatıştığı zaman isnadı çok ve kuvvetli olanlar tercih edilir.
Burada da «müteammiden» lafzına yer veren rivayetler tercih edilir. Mutlak
mukayyede hamledilir. Bulaf/a yt-'r veren rivayetlerin tercih unsurlarından bir
tanesi de İsnınİli'nin Müstahrec'i ile, İbn-i Mace'nin es-Sü-ncn'inde[98]Zübeyr
b. Avvam yoluyla gelen rivayetlerde bu laf/a yer verilmesidir. Hadisi
ezberleyen ezberlemeyene karşı delildir. Aynı şekilde sahih rivayetlerde
belirtildiği gibi okuyan ve yazan Abdullah b. Amr b. As'ın rivayetinde de bu
lafız vardır ki, Abdullah'ın rivayeti başkalu-rındaTi daha
sikadır.(güvenilirdir).
2-Ebu
Reyyc'nin bu kelimenin hadise sokuşturul-ması için gösterdiği sebeplere gelince
bunlar makul değildir. Bilmiyorum kasıtsızhk ile Allah rızası için hadis
uydurma nasıl bir arada gelir -başka bilenin de çıkacağını sanmıyorum. Bunu
yapan kişi iddiasına göre hadis uydururken hayırlı iş ve faziletlere teşvik
ederek1 Allah'ın rızasını ve şeriate hizmdti gözetir. Bunu yapanlar da ehl-i
tasavvuftan cahil ulanlar ile Kerramiye fırkasına mensup olanlarıdır. Bunlar
tergib ve terhib için hadis uydurmaya cevaz vermişlerdir. Öyleyse bu maksatta
hadis uydurmak ile kasıtsızhk nasıl birleşir? Bunun inanası makbul ve doğru
olmayan bir kasıt olmaksızın olmalıdır.
Ya/.ar'ın bu kelimenin
uydurulmasına «ravilere dayanak olsun diye» gösterdiği sebep ise yine
yanlıştır. Çün-ki hata ve sehvi gidermek bu kelime ile olmaz, başka dulİİlerle
o zaten sabittir. İslam şeriatında kendisinden bir kusur olmaksızın hata
işleyen ve unutan kimseye günah yazılmıyaeağı tcsbiı edilmiştir. Bu mukarrer
bir durum olduğu halde söz konusu kelime ravilere bir fayda sağlamaz. Bu
kelimeye yer verilişinin sırrı yalana şiddetli bir ceza terettüp ederken hata
ile veya unutarak bir şey yapana günah olmadığını vurgulamaktır. Bu kelime ile
kayıtlandırılmusı aslında tabirin dikkat ve nezahatine delildir. Bu da halnen
ve unutarak bir günah işleyenin de buna dahil olduğunun vehmini kaldırmak
içindir.
İmam Nevevİ Müslim'in
şerhinde şöyle diyor; [99]«Eş1-ari
kclamcılanna göre yalan; gerek kasten gerekse sehven bir haberi olduğundan
farklı olarak aktarmaktır. Ehl-i sünnetin görüşü budur. Mutezile ise şöyle
demiştir; bir şeyin yalan olması için kasıt şarttır. Bu hadis de bize delildir.
Zira Hz. Peygamber, kasıt ile kayülandır-mıştır. Çünkü bazen kasten yalan
söylendiği gibi bazen de sehven yapılır. Ayrıca icma ve kitap ile sünnetin meşhur
naslarına göre hataen ve unutarak suç işleyene günah olmadığı açıktır. Hz.
Peygamber mutlak ifade kul-Iansaydı unutarak bu işi yapana da günah olduğu anlaşılırdı.
Onun için kasıt i!e kayıtlandırdı. Mutlak rivayetlere gelince onlar kasıt
mukayycd rivayetlere hamledilir (Her şeyi bilen Allah'tır).
Ne varki hadis
İmamları hataon veya unutarak suç işleyene günah olmadığını söylemelerine
rağmen hataen ve sehven hadise sokulan bir şeyi Hz. Peygamber'e nis-bet edilen
bir yalan olması itibariyle mevzu hadislere benzer olarak saymışlardır. (Onlara
göre) bu durumu açıklamadan böyle bir haberi rivayet etmek caiz değildir.
Halüî, ibnu's Salah,
Irakî ve diğer bazı hadisçiler bu görüştedir[100]
İbn-i Main ve tbn-i Ebi Hatim gibi bazı cerh imamlarına göre ise bu tür
rivayetler uydurma olarak kabul edilir. Bazı imamlar ise müdree* olarak kabul
etmiştir. Her ne olursa olsun bu tür hata ve unutmaları ravinin adalet ve
zaptına halel getiren bir kusur olarak değerlendirmişlerdir.
3 -Bu
yazarın ilginç yönlerinden birisi de «sarhoş olduğunuz halde» ifadesini terk ederek
«namaza yaklaşmayın» diyen (Bektaşi)ierin yolunda yürümesidir. Biraz önce Hz.
Ömer'in hadis naklettikleri için üç sahabi'yi hapsettiğine dair İbn'i Hazm'dan
yaptığı rivayet görülmüştü.
Orada yaptığım şimdi
de «Her kim bana kasten yalan isnad ederse.:.» hadisini anlatırken yapıyor. 42.
sayfada ibn-i Hacer'den nakilde bulunurken O'nun yukardaki hadisin mütevatir
olmadığı görüşünde olduğunu belirtiyor, (yaptığı nakil şöyle); «Hadisin
tarikleri çok olduğu için (hadiscilerden) bir cemaat mütevatir olduğunu
söylemiştir Ancak bazı üstadlarımız bu konuda tartışmışlar, çünkü ınütevatirin
şarlı (rivayetlerden) iki tarafın ve bunların arasındaki ravüerin çoklukla
eşit olmasıdır. Bu da hadisin her varyantında mevcut değildir.» (görüldüğü gibi
ibn-i fiacer'den naklederken) yer vermemiştir. Devamı harfi harfine şoyledir.[101] «Böyle
diyenlere şöyle cevap vermişlir : Mutlak mütevatir olmaktan maksat her asırda
başından sonuna kadar bir topluluğun bir topluluktan rivayet etmesidir. İlim
İfade etmesi için bu kafidir. Aynı şekilde Enes tarikiyle gelen hadisi O'ndan
çok sayıda ravi rivayet etmiş ve tevatür derecesine ulaşmıştır. Hz. Ali'nin
rivayetini Tabiunun meşhurlarından sika olan altı ravi nakletm iştir, ibn-i
Mesud, Ebu Hureyre ve Abdullah b, Amr b. As'ın rivayelleri de böyledir. Eğer
bunların her biri için kendisinden gelen sahabiden mütevatir olarak gelmiştir
dense doğrudur. Çünki mütevatir için muayyen bir sayı şart değildir, ilim ifade
etmesi kafidir. «Nuhbetu'l fiker» şerhinde ve * Ulumu'I Hadis» adlı kitabın değerlendirmesinde
belirttiğim gibi ravide bulunan yüce sıfatlar çok sayı yerine kaimdir. Bu
eserlerimde söz konusu hadisten başka mütevatir hadis yoktur diyenlere cevap
verip örneklerinin çok olduğunu belirttim, «kim Allah için bir mescid inşa
ederse...» hadisi, mest üzerine mesh; rukua varırken elleri kaldırmak, şefaat,
havz(-ı Kevser) Ahirette Allah'ı görmek, imamın kurcyşiliği ve ben/eri hükümleri
ifade eden hadisler hep bu çeşitdendir» aynı şekilde ihn-i Hacer'in Enes
tarikiyle diye başlayan kısmı ihn-i ttacer'in sözü olup naklettiği bir şey
değildir. Kasten terk ettiği bu açık sözlerden sonra yazar İbn-İ Hu-cer'in
yukardaki hadisin mülevatir olmadığı görüşünde olduğunu iddia edebilir mi ki,
sözlerinden de bu anlaşılıyor. .
Yazarın 39. şayiasının
haşiyesinde yer verdiği; «asrımızda sünnet daileri ve isnad köleleri (hadiste
geçen müteammiden) ziyadesini isbat için inad ediyorlar, sanki bunlar ibn-i
Kuteybe, Buharı, en-Nesai, el-Mun/iri, el-Haltabi, İbn-i Hacer, Suyuti ve ibn-i
Kayyım gibilerden daha İyi hadis ilmi biliyorlar» sözüne gelince bu fasid söze
cevap vermeyeceğim sadece derim ki; bir çok rivayette bu ziyadeye yer veren
Buhari'yi hatta bu ziyadeyi isbatlamak için birçok açıklamada bulunan ibn-i
Hacer'i burada zikretmekten utanmadın mı? Hikmet sahibi Peygamber ne güzel
buyuruyor; «İlk nübüvvetten gelen sözlerden birisi şöyledir; küanmadığın
takdirde dilediğini yap.» [102]
Ebu Reyye'nin
adetlerinden birisi de kafasına bir fikir geldiği zaman veya hevası galebe
çaldığı zaman araştırmayı kendi görüş ve arzularına göre yapmasıdır. Bu
meyanda eline geçirdiği her şeyi kullanmaya çalışıyor. Bunun için kelimeleri
tahrif etmek, lafızlara yüklenmedikleri manaları yüklemek, yanlış nakillerde
bulunmak, araştırmacı, imam ve âlimlere dil uzatmak ona göre hiçbir vebal
gerektirmiyor.
Bir başka adeti ise
bir fikri ve düşünceyi arzeder-ken saptırma ve mübalağaya baş vurmasıdır. Fer'i
olan bir şeyi asıl, asıl olan bir şeyi de tali alarak gösteriyor. 54. sayfada
«hadis rivayeti» konusunu anlatırken yaptığı gibi. Burada hadislerin mana ile
rivayetini asıl ve kaide olarak alıp laf/.en rivayetinde şaz/, ve nadir bir
durum olduğunu bildirmiştir. HatUı imamlara da dil uzatarak, «kitaplardan
okudukları veya nakledenlerden işittikleri hadislerin sahih olarak sağlam bir
şekilde geldiğini lafızların tahrif ve tebdile uğramadan Hz. Peygamber*in
ağzından çıktığı gibi korunmuş olarak ravilere geldiğini sahabe ve onlardan
hadisi akınların işittikleri gibi aynen tedvin edildiği zamana kadar
naklettiklerini, aldıkları şekilde eda ettiklerini, hiçbir tebdil ve değişmeye
uğramadığını hadis ravilerînin son derece kuvvetli hafızaya, mükemmel zapt ve
ezberleme gücüne sahip olan ö/.el bir sınıf olduğunu» zannedenleri cehaletle
itham etmiş ve neticede şöyle demiştir : «Şüphesiz bu düşünce din bilginlerini
oldukça etkilemiştir Allah'ın korudukları müstesna teslimiydin vacip olması ve
ahkamım kabullenmenin farz olması bakımından hadislerin ele Kur'an ayetleri
gibi olduğuna inandılar. (Ki onlara göre) Bunlara muhalefet eâen şüphe duyan
tövbeye davet edilir.»
Bu sözleri okuyan
şayet Hz. Peygamber'in hadislerini bilen ilim ehli değilse hiçbir hadisin
muhkem lafzıyla gelmediğini sanacaktır. Hadislere bir çok tebdil ve tahrifin
girdiğini zannedeceklir. Oysa rivayette asiolan Hz. Peygamber (s.a.s.)'den
İşitikliği lafızlarla aynen aktarılmasıdır. Mana ile rivayet ise sadece
zihinde lafızlar kaybolunca veya tam emin olunmayınca ihtiyaç anında bir ruhsat
olarak verilmiştir.
Hadis ilmi ile
uğraşanların bilmesi gereken hususlardan bir tanesi bazı âlim ve ravilerin
mutlak şekilde rivayet etmeyi yasaklamalarıdır. Bu âlimler kendilerine ve
başkalarına lafızları İşittikleri gibi nakletmeyi şart koşmuşlardır. Mana ile
rivayeti caiz gören âlimler oldukça ihtiyatlı hareket ederek hadisleri tebdil
ve tahrtfu-n velıer hangi bir ilaveden koruyacak şartlar dahilinde cevaz
venûij ve şöyle demişlerdir; «Mana ile rivayet sadece lafızları ve ınaksadları
bilen, ifade ellikleri manalar hususunda uzman olan (aynı manayı ifade eden)
lafızlar arasındaki farkı görenlere caizdir. «Yine demişler ki; bu da hadisler
tedvin edilmeden önce caizdi fakat kitaplarda tedvin edildikten sonra
kelimeleri müradifi (eş anlamlı) ile değiştirmek hangi halde olursa olsun
lafızla-nnda tasarrufta bulunmak doğru değildir.»[103]
îşin garip tarafı
yazar, şeyh Tahir el-Cezairî'nin «Tevcihu'ıı-Nazar» adlı kitabından buna benzer
şeyler nakletmiştir. Bilmiyorum kanıt getirmediği bir şeyi nasıl nakleder.
Sonra tedvin hareketlerinin genel ve resmi bir sıfatla birinci asrın
nihayetinde başladığı Yazarın zihninden nasıl kaçmış olabilir. Üçüncü asır
bitmek üzere iken sünnetin tamamı Sahih, Sünen, Müsnedlerde tedvin edilmiş,
bitmiştir. Bazı sahabi ve tabiiler özellikle Hz. Peygamber'in vefatından sonra [104]birinci
asırda hadis tedvini ile uğraşmışlardır. Yazarın vardığı bu zalimane hükümler
ile bu hakikatler nasıl bağdaşabilir? Bütün bunlardan sonra birisi yazarı kötü
maksatlı olmak ve tslâm teşriatınm ikinci kaynağını yıkmaya teşebbüs etmekle
suçlarsa mesul tutulabilir mi?
İslâm düşmanları Ebu
Reyye ve benzerlerinin îs-lâm'ın i ki direğinden birini yıkmak için
giriştikleri kötü teşebbüslerden fazlasını arzu etmemiştir. Ebu Reyye
bil-sinki; din bilginleri Allah şanlarını yüceltsin sünnetin dindeki yerini
tarif ederken, onu layık olduğu makamına oturturken ilim, amel ve suluk
yönünden onu gerekli görürken, onun sahasından he türlü kötülüğü uzaklaştırırken,
sabit olan sünneti reddeden, onu ibtal etmeye çalışan, onunla alay eden ve
hafife alanları günahkar ve fasık addederken bütün bu söz ve hareketlere müstehlik
olmak için yapmadılar. Onların bu düşünceleri sağlam iman, aydın görüş ve asil
ilimlerinden kaynaklanmıştır.
2-Yakıştırılan
bu hükümler ancak sahabe, tabiun ve elbailtabiinden olan ravilerin
taşıdıktan şahsî, dinî ahlakî
sıfatlardan habersiz olanlardan sadır olabilir. Hz. Peygamber ve tarihî
vakıaların şehadetiyle faziletli olan bu asırlarda yaşayanlar için uygun söz
şudur: Onlar kamil din, yüce ahlak, takva ve muruet sahibi insanlardır. Onlar
rivayet ettikleri naslavın; dînin kaynağı, asıllarında» bir asıl olduğunu gerçek
manada biliyorlar, onda yapacakları herhangi bir tahrif ve tebdilin
cehennemdeki yerlerini hazırlamaya sevkedeceğinin de farkındaydılar. Bu itibarla onlar kuvvetli
hafıza, keskin zeka ve diri bir vicdan ve belleyen, akleden kaplere sahip
insanlardı. Bu özellikleri veya bir kısmını inkar etmek; hissedilen ve sabit
olan hakikati inkardır.
3- Yazar
mana ile rivayeti caiz görenlerin delili olan Abdullah b. Süleyman el-Leysî'nin rivayet
ettiği: «Dedimkİ <ya Resuİuliah! senden bir hadis işitiyorum fakat
senden iş t (iğim {gibi {nakledemiyorum ya bir kelime eksik veya bir kelime
fazla oluyor, Hz. Peygamber şöyledetli : «şayet bir helali Iharam, bir iharaını
helel kılmıyor ve jmanada isabet ^diyorsanız zararı |yok» bunu (ravi) Jı ı-,
san-ı TBasrî'ye söyledikten (sonra «şayet bu hadis olmasaydı biz lıadis
rivayet etmezdik der». Haberi naklettikten sonra 57. sayfanın dip notunda
şöyle diyor : «şüphesiz bu hadis, «kim benden bir hadis duyar onu beller ve
işittiği gibi naklederse Allah yüzünü ağartsın» hadisini' terstir. Fakat her
grubun kendi görüşünü isbat etmek için bir hadisten destek alması lazım!» Yazar
bu sözüyle hadisin uydurma olduğunu kast ediyor.
Ben, ona derim ki; bu
hadisi ibn-i Mendeh[105]
(310-395 h) «Marifetu's-Sahebe»de, Taberani
el-Mu'cemu'l-Keblr'inde, Hatip Bağdacıî ve başkaları kitaplarında,
rivayet etmişler, hadis imamları ve tabîbleri kitaplarında nakletmiş ve hiç
kimse mevzu olduğu hükmüne varmamıştır.[106]
Yazar gerçekten sağlam bir araştırma arzusundaysa; se-ned ve metin yönünden
tenkid etmesini ve uydurulan kelimeleri açıklamasını isterdim, fakat bunu
yapmamıştır. İki hadisin çelişki ar/elliğini hayal etmesi de doğru değildir.
«Her kiın benden bir
hadis duyar, onu beller duyduğu gibi naklederse Allah yüzünü ağartsın» hadisi
işitİleni olduğu gibi muhafazaya teşvik içindir. Şüphesiz mana ile rivayclİ
caiz görenler el'dal olanın hadisi aynı lafızlarıy-ta rivayet etmek olduğu
görüşündedir. İkinci hadis isemana ile
rivayetin belirli şartlarla caiz olduğunu açıklamak içindir. Bir sözü oldukça
ihtiyatlı davranarak manasıyla rivayet eden için işittiği gibi nakletti denmezmi?
elbette denir. .
4- Yazar
mucazefet yaptığı görüşlerini delillendir-mek için mana ile rivayete örnekler
veriyor, bu nıeyanda Teşehhud lafızlarım veren hadisler, îslâm ve iman hadisi
«sizi senin bildiğin Kur'an'i ona öğretmek karşılığında evlendirdim» hadisi,
beni Kurayza'da kılınan namazla ilgili hadis gibi rivayetlere yer vermiş ve
kitabının bir çok sayfasını bunlarla doldurmuştur. Bunun arkasındaki maksadı
dini yönden mana ile rivayetin zararlı olduğunu ortaya koymaktır. Fakat Allah
Teala İşlediği bazı hatalarla bu maksadını boşa çıkarmıştır. Yazarın araştırma
yeteneğini ve hadis ilminde ulaştığı dereceyi bu hatalar ortaya çıkarmıştır.
Kendisine arız olan bu halaları hususunda kısaca hakkı ortaya koymaya
çatışacağım. [107]
Yazar, namazda okunan
teşehhüdün ibn-i Abbas Hz. Ömer ve diğerlerinin rivayet ettikleri farklı
varyantlarım zikretmiş ve sonra şöyle demiştir : «Bunlar sahabeden gelen
lafızları farklı, sekiz teşehhud tür. Şayet bunlar mana ile rivayet edilen
kavlî hadisler olsaydı, «belki» derdik; fakat bunlar her sahabinin günde çok
defa tekrarladığı mütevatir amellerdendir.»
Rivayet edilen bu
farklı teşehhüdlerin Hz. Peygamber tarafından bir defa söylendiğini nerden
çıkarıyorsun ki mana ile rivayetin zararına delil olarak alıyorsun. Hadis ilmine
yeni başlayanlar, hemen basit bir düşünceyle
farklı vesilelerle
söylenen değişik rivayetler olduğunu anlar. Çünkü Hz. Peygamber, farklı
vakitlerde değişik lafızlarla söylemiş ve 'bunlardan" herhangi birisi ile
teşehhüdün caiz olduğunu açıklamıştır. İslâm'a ilk girenlerden ibn-i Mesud ilk
Önce duymuş, fetihten sonra hicret edenlerden ibn-i Abbas daha sonra işitmiş ve
diğerlerin-ki de böyle olmuştur.
İbn-i Kudame
el-Hanbeli şöyle der: «Hz. Pcygam-ber'den sahih olarak gelen hangi teşehhüdü
okursan caizdir; buna îmanı Ahnıed şöyle işaret etmiştir. Abdullah'ın (İbn-i
Mesud) teşehhüdü daha çok hoşuma gidiyor fakat başkası okunsa da caizdir.»
Çünkü Hz. Pey-gamber'in sahabeye farklı farklı öğretmesi hepsinin caiz olduğuna
delalet eder, tıpkı mushafı farklı kıraatlerle okumak caiz olduğu gibi.[108] Bu
teşehhüdîerden benimsediklerini hatalı görmeden onları reddetmeden bir kısmını
diğer kısmına tercih hususunda imamların görüşleri farklıdır. Hanefi ve
Hanbelilerin dahil olduğu cumhur, Abdullah ibn-i Mesud'un teşehhüdünü
almıştır. Safiler, ibn-i Abbas'ın; Malikiler de Hz. Ömer'in teşehhüdünü kabul
etmişlerdir. Bu seçimlerinde (herkesin) tercih unsurları ve delilleri varki bu
onların sadra şifa veren araştırma, derin inceleme ve yeterli tetkik sahibi olduklarına
delalet ediyor[109]Tirmizi
der ki: «îbn-i Mesud'un hadisi başka tariklerle rivayet edildiği için teşehhüd
hadislerinin en sahihidir. Sahabe ve Tabiundan ilim sahibi olanların
çoğunluğu da bununla amel etmiştir.»
Alimlerle âlim
olduklarını iddia edenler arasındaki farkın görülmesi için; İmam Şafiî'den
rivayet edilen bir sözü belirtmek istiyorum. Kendisine ibn-i Abbas'ın teşehhüdünü
neden tercih etliği sorulduğu zaman şöyle demiştir; «Ben ibn-i Abbas'lan gelen
sahili bir haber olduğunu işittim ve daha geniş buldum diğerlerinden daha çok
ve daha cami gördüğüm için onu aldıın. Ancak bunu alırken sahih olan diğer
şekillerini alanları kınamadım.» Şayet tartışma gereği bütün bu teşehhüd-lerin
bir vesileyle söylenen tek rivayetten geldiğini kabul etsek dahi aralarındaki
fark. bu kadar gürültüyü gerektirmeyecek derecede basittir. îbn-i Mesud'un
teşehhüdü : «Ettahiyyalü lilİahi ves'salavatü vet'tayyibatü es-selamu aleyke
eyyuhen-Nebiy» Jafızlarıyla gelirken ibn-i Abbas'dan gelen lafızlar «Euehiyyatü
el-mubarekatu es-Selavati ettayyibatu lillahi» İbn-i Mesud, Hz, Ömer ve
diğerlerinin lafızları ise şöyledir : «Ettehiyyatu lillahi ez'-zakiyatu
lillahi, esselavatu lillahi ettayyibatu lillahi» diğerleri de ibn-İ Mesud'un
rivayeti gibidir. Bunların dışındaki rivayetlerde ise önünden bir kelime
eksilip azalmak suretiyle yukarıda gelen lafızların dışına çıkmaz o da her
kelimeden sonra veya başında yahut sonunda «lillahi» kelimesinin gelmesidir.
Bunların hepsi caizdir; Arapça yönünden de her biri için ayrı bir nüans vardır.
Teşeh-hüdden önce besmeleye yer verilmesi ise Hafız ibn-i Ha-cer'in de
Fethu'I-Barî'de belirttiği gibi sahih değildir. Öyleyse sünnete ve hadise
şüphe düşürmekten başka bir maksadı olmayan bu yapmacık gürültünün sebebi nedir?
Sonra (sayın) araştırmacı yazar teşehhüdün kavlî sünnet olmayıp mütevatir
olarak gelen amelî sünnet olduğunu nerden çıkardı? Küçük bir talebe bile
namazın kavillerden ve fiillerden ibaret olup teşehhüdün kaviller bölümüne
girdiğini bilir. [110]
İman ve İslâm hadis[111]
konusunda müellife arız olanlar bu mey andaki bütün rivayetlerin tek rivayetten
kaynaklandığı iddiası hayreti mucip yönlerdendir. Meşhur cibril hadisi ile
Talha b. Ubeydullah'ın rivayet ettiği İslam'ın prensiplerini soran adamın kıssasının
aynı olmadığını kim bilmez; dahası cibril hadisinin Ebu Eyyub el-Ensarî'nin
rivayet elliği «Uz. Peygamber'e gelerek «ba-mı cennete yakınlaştınp ateşlen
uzaklaştıracak amelden haber verir misin?» diye soran adamın kıssası, ve Ebu
Hureyre'nin rivayet ettiği «Bir arabi Hz. Peygamber'e gelerek bana öyle bir
amel söyle ki İşlediğimde cennete gideyim» hadisinden farklı olduğunu kim
bilmez? Evet Ebu Eyyub ve Ebu Hureyre hadislerinin aynı kıssa olduğu
söylenil'. Ancak ayrı kıssalar olduğu da söylenmiştir. Nitekim Hafız ibn-i
Haccr de ikinci görüşe meyletmiştir.[112]
Bana öyle geliyorki,
şüphenin kaynağı şudur, yazar Müslim'in Sahİh'inde hepsini bir yerde zikrettiği
İçin tek kıssa zannetmiştir. Veya şüphesi İmam Nevevî'nin kitabının 67.
şayiasında söylediklerini yanlış anlamasından kaynaklanmıştır. İmam Nevevî,
cibril hadisi ile başı tozlu adamın hadisi, Ebu F.yyub'un hadisi ve Ebu Hureyru'nin
hadisinin aynı kıssa okluğunu zannetmekten beridir. Şayet yazar, bu sahada
muhakkiklerin dayanağı olan ve muhaddislerin emiri olan Hafız ibn-i Hacer'in
«Fethu'l Bari» adlı kitabına baksaydı tafsilatına vakıf olabilirdi. Ve bu
derece şeni hatalara düşmezdi. [113]
Ebu Reyye 68. sayfada
mana ile rivayetin dîne zararını anlatırken şu haberi delil olarak
getirmiştir. «Bir kadın Hz. Peygamber'e gelerek kendisini ona hibe etmek
istedi. Hz. Peygamber, bunu kabul etmedi. Bir adam Öne atılarak ya Resulullah
«O'nu benimle evlendirir misin?» dedi yanında mihir olarak hiçbir şey yoktu.
Sadece Kuran okumasını biliyordu Hz. Peygamber «bildiğin Kunın'ı O'ııa öğretmek
şartıyla O'nu seninle nikahladım; dedi» diğer bir rivayette «yanında olan şey
karşılığında Ü'nunla evlendirdim» üçüncü bir rivayetle «yanındakİni vermek
üzere O'nu seninle evlendirdim» dördüncü rivayette «beraberinde bulunan şey
karşılığında seni O'na sahip kıldım» (bu rivayetleri 'belirdikten sonra) şöyle
diyor: «Bu sekiz çeşit rivayetin aslı bir tek rivayettir. «Arzusunu desteklemek
için ibn-i Dakik el-îd ile el-Aiâî'-den iki nakilde bulunuyor. Biraz sonra
göreceğin gibi her ikisini de gayesine erişmek için kestirip atmıştır.
Bunun farklı hadisler
olması ihtimali ile birlikte bir fek kıssa olduğu daha açıktır. Binaenaleyh biz
bu ve başka başka hadislerin farklı lafızlarla varid olduğunu inkar etmiyoruz.
Ancak manayı ihmal etmemek şartıyla lafızlar birbirine yakın ve birbirini
tefsir ediyorsa (olabilir). Mesela yazarın zikrettiği hadiste «seni nikahladım»
ve «seni evlendirdim» İladelerınin aynı manada olduğunu görüyoruz, «yanında
olan» ve «yanında bulunan» lafız-Um arasında da bir fark yoktur. Her iki
ibarenin vermek istediği mana aynıdır. Yine «O'nu sana verdim» ve «seni Ona
sahip kıldım» lafızları da aynı şeyi ifade ediyor. Hür biı- insanı köle edinmek
aklen ve şer'an makul değildir.
Geriye sadece evlenme
manasına gelen faydalanma hakkı maksadı kalıyor. Bu beş rivayet arasında
hiçbir tezat mevcut değildir. Sekiz rivayetten geri kalanlar İse bir kısmı
«O'na Kur'an'ı okuman ve öğretmen karşılığında seni O'nunla nikahladım»
bazıları da «yanmdakine karşılık O'nu sana verdim» diğer bazıları da
«yanındakine karşılık O'nu al» lafızlarıyla varid olmuştur. Böylece sekiz
rivayet arasında, yazarın sünnete dil uzatmasına yol açacak, onun bize
değişerek geldiğini İddia edecek kadar büyük bir fark olmadığı açıkça ortaya
çıkmıştır.
Bu ve benzeri
hadislerde muhakkik âlimlerin takib ettikleri inetod; Hz. Peygamber
(s.a.s.)'den sadır olan lafzın aslını büyük gayretlerle araştırmak incelemek
ve onu tercih etmektir. Zahirî tenkid kaidelerinden başka hadis âlimi ve
uzmanlarının Hz. Peygamber'den sadır olmaya daha layık lafı/lan bulmaya yarayan
ince hassas özel bir melekeleri vardır. İbn-İ Dakik el-îd şöyle diyor; «Bu hadis
bir kıssa ve bir lafızla varid olmuştur. Hadisin çıkış noktasında ittifak
etmelerine rağmen lafızlarında ihtilaf edilmiştir. Böyle yerlerde doğru olan
dikkatle tercih yapmaktır. Darekutnî'den
nakledildiğine göre en doğrusu «seni O'nunla evlendirdim» (lafzıdır)
çünkü onun ravileri daha çok ve daha hafız kimselerdir.»[114]
Yazar, ibn-i Dakik el-îd'iu büzünü naklederken «çıkış noktasında ittifak ettiler»
cümlesine kadar nakletmiş ve orada
durmuştur, geri kalan kısmı almamıştır. Uyanıklar ve zeki okuyucu son kısmı
terk etmesinin sebebinin neden kaynaklandığını anlar. Çünki bu sözler onun vermek
istediği neticeyi yıkıyor. Aynı şekilde Alâî'den nakilde bulunurken de şu kısım
almamıştır: «lakin kalp evlendirme lafzını ıcr-cih etmeye daha çok meylediyor
çünkü çok ravi tarafından rivayet edilmiştir. Bir de kızı isteyen adam
Re-sulullah'a «O'nu benimle evlendir» diyor.- Bunu neden lerk edeıek kitabına
almadın güvenilir (araştırıcı)!
İbn-i Hacer bu konuda
şöyle diyor : «Evet sunduğum bilgilerden anlaşıldığına göre evlendirme lafzını
rivayet edenler diğer lafızlarla rivayet edenlerden sayic; daha çoktur.
Özellikle bunlar arasında İmam Malik gibi hafızlar var. Süfyan b. Uyeyne'nin
«seni nikahladım» lafzıyla yaptığı rivayet de diğerlerine müsavidir, bunun
gibi diğer bir rivayet daha var.»[115]
Böylece lafızlar
birbirine yakın ve uygun oldukça, iki rivayet arasındaki tercihle müetehid
doğruyu bulabileceği müddetçe mana ile rivayetin müellifin iddia ettiği gibi
dinen hiç bir sakıncası olmadığı ortaya çıkmıştır. [116]
Yazar kitabında
Buharî'nin Sahlh'indc ibn'i Ömcr-den naklettiği şu hadise yer veriyor : «Hz.
Peygamber. Hendek savaşı (günü şöyle dedi. Herkes ikindi tnamazııu Beni
Kurayza'da kılsın» daha sonra ibn-i Hacer'in bu hadisin şerhinde söylediği şu
sözü naklediyor; «Buharî'nin bütün nüshalarında bu böyledir. Müslim ise bütün şeyhlerinden
«öğle namazı» olarak rivayet etmiştir, oysa Buharı ve Müslim rivayetlerinde
bir tek şeylı ve isnadda birleşirler. Ebu Ya'la ve diğerleri Müslim'e muvafakat
ederler; ibn-i Sa'o m rivayeti de böyledir. Fakaı megu/.i yazarları'
ikindi namazı olduğunda
ittifak etmişlerdir»
Yazar ibn-i Hacer'in
sözlerini buraya kadar kısaltarak almıştır. îbn-i Hacer'in sözlerinin devamı
şöyledir. «Ayrıca Buhariye; Taberani ve Beyhakî «ed-DeIâü»de muvafakat
etmiştir. Bütün bunlar Buharî'yi te'yid eder. Bazıları söz konusu emirden ünce
öğle namazını kıldıkları, bazıları da kılmadıkları ihtimalinden hareketle iki
rivayeti birleştirmişlerdir, (o takdirde) öğleyi kılmayana «kimse öğleyi
kılmasın» kılana da «kimse ikindini kılmasın» denilmiştir. Bazıları da birbiri
ardınca giden İkİ taife olmaları ihtimalini vererek birleştirmiştir. O takdirde
de birinci taifeye Öğle, ikinci taifeye de ikindi denilmiş olabilir. İkisi de
muhtemeldir... tbıı-i Hacer sözlerine devamla; «Bana göre lafızdaki ihtilaf
ravilerin bık zindan kaynaklanmıştır... veya Buharı, metoduna göre caiz
olduğunu belirttiği gibi, lafızlara riayet etmeyerek hafızasından yazmıştır.
Bunun aksine Müslim lafızları daha çok muhafaza eder... Ancak Ebu Hafs
es-Süleınî'nİn, Buharfye muvafakat etmesi birinci ihtimali (raviden kaynaklanması)
güçlendirir, bülün bunlar ibn-İ Ömer hadisi ile ilgilidir. Başkasının
rivayetlerine gelince yukarıda geçen iki ihtimalinden bir taifeye öğle, diğer
taifeye ikindi, denilmiş olması tercihe şayandır.»
Hafız ibn-i Hacer'in,
Buharî'nin rivayetine herhangi bir raviden veya Buharî'nin kendisinden muhtemel
olan vehmi birinci ihtimali tercih ederek reddettiğini görüyoruz. Ebu Reyye
geliyor ibn-i Hacer'in sözünün Önünü ve arkasını kırparak ikinci İhtimali
seçtiğini naklediyor, ayrıca ibn-i Hacer'in sözlerinden İki rivayeti
birleştirmek ile ilgili âlimlerin sözlerini terk ediyor; zeki okuyucu yazarın
bu kırpmaktan maksadının ne olduğunu anlar; bunun arkasında hadis imamlarının
özellikle emirleri olan Buharî'nin zabit ve titiz olmadıklarını göstermek
arzusu yatıyor.
Şayet her iki
rivayette de vehm karıştığını kabul etsek bu hadisten çıkması gereken hükmü
etkiler mi? hayır asla.
Kendisini te'yid
etliğini iddia ettiği bu rivayetleri ortaya koyduktan sonra yazar şu hatalı
neticeye varmıştır. 70- sayfada şöyle diyor; «daha Önce de açıkladığımız gibi
Uz. Peygamber'in hadislerini mana ile rivayet etmek caiz olunca ravilere
hadisleri artırmak, eksiltmek lafı/-, kırında takdim vu lahir etmek caiz
görüldü dahası kelimelerdeki yapısal bozuklukları kabule imkan verdi durum
böyle olunca bütün bunların etkisiyle şüphesiz özellikle hadisleri mana ile
rivayet sebebiyle büyük' zararlar ortaya çıkmıştır.» Muhaddislere yapılan bu
İftiraya verdiğimiz cevab kâfidir kanaatindeyiz. [117]
75-79. sayfalarında
bazı hadislerdeki hataları lafızlarda takdim ve tehiri, eksiltme ve
arttırmaları bazı hadislerin özelle nakledilmesi gibi hususlara alaylı bir
us-lubla değiniyor. Kavilleri serdetme şekli, muhaddislerİ bu konutla gevşek
bir durumda gösteriyor; daha sonra şöyle uzun bir başlık atıyor. «Muhaddİslerin
faziletler konusunda yaptıkları rivayetlerde gevşek davranmaları ve bunların
zararları.»
Bilmİyen de bütün
muhaddislerin bu yolda olduğunu zanneder. Oysa Buharı, Müslim ve ibn-i Huzeyme
gibi muhaddisler kitaplarını sadece sahih hadislere hasretmişler ve
faziletler İle ilgili hadislerde oldukça titiz davranmışlardır. Muhaddisler
faziletlerle ilgili zayıf hadisleri bu ilmin erbabı tarafından açıkça ortaya
konan şarîlar dahilinde kabul etmişlerdir. Yazarın yaptığı gibi görüşleri
arzederken sözleri düşünmeden ortaya koymak ilmî emanete aykırıdır. Bu şekil;
bir konuyu açıklamak ve izah etmek çok yanlışlık ve karışıklığa yol açar. Hakikati
arayan okuyucuların ilmî emanete riayet etmeden sunduğu bu konularda yazarın
muhacklisleri nasıl kötü lükle teşhir etliğini görmek için hadis usulü
kitaplarına bakmaları yeterlidir. Bunlar arasında en yakın tarihte yazılanı,
«Şeyh Tahir el-Cezairî'nin - «Tevcuhu'n-Nazar» adlı kitabıdır. [118]
Şimdi de hakikati
arayanların sahih sünnet ve hadislerin tahrif ve tebdile uğramadan eksiksiz
olarak bize ulaştıklarını bilmeleri için buraya kadar anlattıklarımızdan
çıkardığımız Öncülleri ve hakikatleri özetlemek isliyoruz :
1-Sahabi,
tabiin ve Tebeuttabiin'den bir çok hadis ravisi mana ile rivayeti yasaklamış
hadisleri lafızları ile nakletmeyi gerekli görmüşlerdir.
2 -Âlimler
mana ile rivayeti sadece lafızları tanıyan, uslublan bilen, lafızların delalet ettiği manalar ve
bunların arasındaki nüanslar konusunda uzman olanlara caiz görmüşlerdir.
3-Buna cevaz
verenler de bunu rivayette gerekli ve tabi olunması gereken bir usul olarak
tanımayıp sadece ihtiyaç duyulduğu zaman baş vurulacak bir ruhsat olarak kabul
etmişlerdir.
4 -Hadis
tedvini genel ve resmî olarak birinci yüzyılın sonunda başlamış üçüncü asrın
sonunda nihayet bulmuştur. Bazı sahabi ve tabiîler birinci hicri asırda özellikle
Hz. Peyganiber'in vefatından sonra hadisleri tedvin ediyorlardı.
5- Mana ile
rivayete, tedvin edilen kitapların dışındaki hadisler için ruhsat verilmiştir.
Kitaplardaki hadisler için ruhsal daha Önce de geçtiği gibi caiz değildir.
6-Hz.
Peygamber'İn veciz ifadeleri dua ve
zikir gibi kendisiyle ibadet edilen lafızları ihtiva eden hadisleri mana İle
rivayet etmek bilittifnk caiz değildir.
7-Sahabeden
ve onlardan sonra gelen ravilerden hadisleri nakledenlerin onları, rivayet
ederken gevşeklikten koruyan tebdil ve tağyir yapmaktan muhafaza eden dinî,
nefsi ve ahlakî hasletleri vardı. Bunu inkar etmek enaniyeüen başka bir şey
değildir.
8-Hadisleri toplayanların
onları tedvin ederken riayet ettikleri kaideler; doğruyu
yanlıştan, hakkı batıldan ve makbul rivayetleri merdud olanlardan ayırmak için
tenkicl ilminin ulaştığı en ince kaidelerdir.
Bu hakikatler ve
öncüller bizi şu doğru neticelere götürür : Hz, Peygamber'İn hadislerinin bir
çoğu muhkem lafızlanyla bize ulaşmıştır Bazı hadisler asli manasını ihlal
eden herhangi bir değişikliğe uğramadan mana ile rivayet edilmiştir. Ancak
mana ile rivayetten dolayı hadislere giren küçük bir şey varsa ona da âlimler
dikkatleri çekmişler ve onları açıklamışlardır. Alemlerin Rabbi'nden (bu dini)
tebliğ eden (yüce Resul)ne güzel buyurmuş; «Bu İlmi her nesilden adil olan bir
taife taşır ve onu aşırı gidenlerin tahrifinden,'ehil batılın sokuş
turmalaruulan >ve cahillerin tevilinden ,korur.» [119]
Yazar 81 ve 82
sayfaların dipnotlarında İslâm An-siklopedisi'nde hadis uydurmacılığı ile
ilgili sözleri naklediyor. Bu sözlerin son kısmı şöyle: «Bir çok hadisi
Peygamber'in sünneti saymak tarih metodolojisi açısından mümkün değildir.
Bilakis bunlar peygamberin vefatından sonra ilk asırlarda bazı nüfuz sahibi
kimselerin sahip oldukları görüşleri temsil edip sadece Peygamber'e ııisbei
edilmiştir, Bu, hadislerin çoğunun uydurma olduğu demektir.» £bu Reyye, bu
sözü naklettikten sonra bir tek kelime yorum yapmamıştır. Bu onunda bunu kabul
ettiği manasına gelir. Hatta kitabında söyledikleri bunun bir tekrarıdır.
Ben derim ki; bu
sözler aşın ve ondaki hükümler haktan uzaktır. İslâm An.siklopedLsi'ııde bu
maddeyi yazan yazarın iddia ettiği gibi hadislerin çoğu İslâmi gelişmenin bir
eseri olmadığı gibi Hz. Peygamber'e nis-bet edilmesi gibi bir vakıayı da
isbatlamaz. Bilakis tedvin edilen hadislerin çoğu güvenilir yollarla tesbit
edilmiş vedirek Hz. Peygamber'den alınmıştır. Hadis imamları (hadisleri)
toplarken son derece ihtiyatlı davranmış ve metin ile sened tenkidine de
oldukça önem vermişlerdir. Daha önce de şüpheye yer vermi-yecek şekilde
açıkladığımız gibi makbul ve merdud haberleri birbirinden ayırmışlardır. Onlar
rivayetleri tenkid etmek için ortaya koydukları usul ve kaidelerin yanında iyi
ile kötüyü birbirinden ayıracak melekeye de sahiptiler. Biz; siyasi, mezhebi ve
kelamî ihtilafların hadis uydurmaya etkisini inkar etmiyoruz. Fakat tedvin
edilen hadislerin büyük bir çoğunluğunun uydurma olduğunu var gücümüzle inkar
ediyoruz. [120]
Kitabının 91.
sayfasında «Hz. Muaviye ve Şam» diye bir başlık açarak Hz. Muaviye ve Şam
beldelerinin faziletleri ile ilgili uydurma hadislere yer vermiştir. Burada
bu yüce sahabinm Mekke'nin fethinde serbest bırakılan (et-Tuleka) zorla İs4dma
girenlerden ve müeltefe-i kulubtan olduğunu söylemiştir.
Yazar, sahabe tarihi
yazarlarının Vakidi ve îbıı-i Sa'd'tan Hz. Muaviye'nin Hudeybiye'den sonra Mekke'nin
fethinden önce İslâm'a girdigini.[121]
ailesinin korkusuyla müslümanlığını sakladığım, Umretu'l kaza esnasında
müslüman olduğunu rivayet ettiklerini görmemiştir. Bazılarına göre o ve babası
lEbu Süi'-yan) müellefe-i kuluptandir. Fakat çoğunluğa göre Hz. Muaviye
müellefe-i kulubtan değildir. Ebu Anıttı. Abdil Ber «bazılarına göre Muaviye
ve babası müellefe-i kuluptandir; (ancak) Uz. Muaviye bazılarına g'öre
müellef-i kuluptandir.» elerken çoğunluğun bu görüşte olmadığını ima etmek
istiyor. Bunun için Hafız ibn-i Hacer'in Ebu Süfyan'ın hayatını anlatırken
onun müellefe-i kuiuptan olduğunu vurguladığını; Hz. Muaviye'nin hayatında
bununla ilgili herhangi bir şey anlatmadığım görüyoruz. Her nasıl- olursa olsun
müslüman olmuş ve İslâm'ı güzel olmuştur. O, Hz. Peygamberin vahiy
katiplerinden olup İslâm davetinin yayılması ve fetihlerinin genişlemesi uğruna
övgüye değer şekilde cihad etmiştir. (Sonradan) İslâm'a girişinden dolayı
imanında herhangi bir fesad, itilasında herhangi bir şüphe mevcut değildir.
Biz, Hz. Muaviye'nin
fazileti ile ilgili bir çok hadisin uydurulduğundan şüphe etmiyoruz. Hadis
imamları hepsini bir bir saymışken nasıl şüphe duyabiliriz? Ancak biz, O'nun
kendisi ve Şam bölgesi ile ilgili uydurulan hadislerde herhangi bir müdahalesi
olduğundan onu tenzih ederiz. İmam İshak b. Râhi'ye «Muaviye'nin faziletleri
hususunda hiçbir sahih hadis yoktur.» dese de büyük İmam Buhari bazı
faziletlerini zikretmiştir. İmam Buhari'nin O'nun hakkında «Muaviye'nin
faziletleri babı» demeyip bir çok yerde yaptığı gibi «Muaviye'nin zikri babı»
demesi ona herhangi bir zarar vermez. Nitekim aynı şeyi Abbas ve oğlu Abdullah Allah her ikisinden de razı olsun'in fazileti
babında da yapmıştır.[122]
Aynı şekilde Buhari'nin kendi şartı üzere Muaviye'nin fazileti ile ilgili herhangi
bir hadis zikretmeyip biri sahabi olduğunu diğeri dinde fakih olduğunu isbat
eden ve ibn-i Abbas'tan gelen iki mevkuf habere yer vermesi de ona herhangi
bir zarar vermez. İnsaf ehli yanında O'nun sahabi ve fakih olması fazilet
olarak yeter. Sonra Buhari'nin şartlarına uygun olarak O'nun fazileti hakkında
Hz. Peygamber'den merfu bir hadisin olmaması Buhari'nin dışındaki güvenilir
hadis kitaplarında da faziletine dair hadislerin olmadığını gerektirmez. Nitekim
yazarın kendisi de fazileti hususunda Tirmizi'-nin rivayet ettiği iki merfu
hadisi zikretmiştir ki.-'bu iki hadis faziletleri hakkında varid olan
hadislerin en sahihleridir. Hafız ve tenkidei ibn-i Kesir «el-Bidaye
vc'n-Nihayc»[123] adlı eserinde Hz.
Muaviye'nin fazilotleri ile ilgili varid olan tüm rivayetleri serdettikten,
mevzu olanları diğerlerinden ayırdıktan sonra şöyle der: «İbn-i Asakir, Hz.
Muaviye'nin fazileti ile ilgili mevzu olduğunda şüphe olmayan bir çok hadis rivayet
etmiştir. Biz bütün bunlardan yüz çevirerek sahih, hasen ve ibn-i Asakir'in yer
verdiklerinin dışında bulunan mevzu ve münker haberleri vermekle yetindik»
Öyleyse onun fazileti ile ilgili her hadisi mevzu saymak ve onu her türlü
özellik ve faziletten tecrid etmek, araştırmada insaf ölçülerine uymasa
gerektir.
Aynı şekilde biz Şam
ve diğer meşhur beldelerin fazileti hakkında hadislerin uydurulduğunu inkar etmiyoruz.
Yine biz, hadis uzmanı ve tenkitçilerinin de işaret ettikleri gibi Hz.
Peygamber'e hile ile uydurulmuş, ebdal hadislerinin varlığını bazıları bir kısmını doğru bulsa da inkar etmiyoruz. Ancak bizim kesinlikle reddettiğimiz
nokta Hz. Muaviye'nin bunları uydurtmuş olması ve bunda herhangi bir müdahalesinin
bulunmasıdır. 94. sayfada bakın yazar nasıl dil uzatıyor. «Hz. Muaviye hicri
41. yılında Hz. Hasan kendisine biat ettikten sonra Irak'tan Şam'a döndüğünde
irad ettiği hutbede Şam'ın ebdal arazisi olduğunu hatta bu konuda merfu
hadislerin mevcut olduğunu belirtmiş ve onları zikretmiştir.»
Yazara attığı taşı
yutturacak, Hz. Muaviye'den de bu zan ve töhmeti giderecek olan Şeyhu'l-îslâm
ibn-i Teymiyye'nin şu sözleridir: «Ebdal lafzı sadece Şamlı birisinin munkatı
bir isnadla Hz. Ali'den Hz. °eygamber'e isnad ettirilen bir hadiste varid olmuştur.
Bunun Hz. Peygamber'in sözü olmadığı açıktır.» hazarın 95-99. sayfalarında
İbn-i Teymiyye'nin ebdal hadisinin uydurma olduğuna dair sözlerini Reşit Rı.
za'dan naklettiği sözlerin içinde zikretmesi de ilginçtir. Şayet ebdal hadisi
Hz. Muaviye'den rivayet edilseydi biz de onunla beraber «belki» derdik, ancak
durum , açıkça görülüyor. Reşit Rıza, Hz. Ali'den rivayet edilen hadis sahih
olarak farz edilse dahi hadiste geçen Ebdal'ın ehl-i tasavvuf indinde maruf
olan Ebdal olmadığım tahrifçilerin bunu ona hamlettiklerini açıklamaya
çalışmıştır. Yazarın en garip yönlerinden birtanesl de tasvip edip naklettiği
bir çok hususun haddi zatında onun kabul ettiği ve ortaya attığı görüşlerine
ters olmasıdır. Kitabının bir çok yerinde bunu görmek mümkündür.
Sözün özü şudur :
Hadis imamları ve uzmanları rivayetlerin her türlüsünü yeterince araştırmış ve
bu uğurda bir ömür harcamışlar; gerek faziletler gerekse başka konularda varid
olan hadislerden; sahih, ha-sen, zayıf ve uydurma olduklarım belirtmedikleri
bir tek hadis kalmamıştır. Mevzu hadisler hakkında telif edilen eserlere göz
atılması kafidir. O zaman dediklerimin doğru olduğu anlaşılacaktır. Onlar
sünnete hizmette, ondan mevzu olanları ayıreletmede kusur işlememişlerdir.
Ancak esas kusur, tedvin edilen ilme gereUi ihtimamı vermeyen sonraki
âlimlerdedir. Bun-dar dolayı onlar bir çok hataya düşmüşlerdir.
Yazar 101. sayfada
şöyle diyor «Hadis uyduranlar bu işin doğru olduğunu desteklemek için de hadis
uydurdular». Sonra şöyle diyor: «îbn-i Hazm, cl~ih-kam'ıncla Ebu Hureyre'den
merfu olarak şu rivayete yer verir. «Benden size bir hadis rivayet edilir hadis
hakka uygun olursa, ister ben söylemiş olayım ister olmayayım alınız.» Yine Ebu
Hureyre'den, Resulullah şöyle demiştir: «Benden size söylemediğim güzel bir söz
ulaşırsa ben söylemiş (gibi olurum)» Akıl sahibi hiç kimsenin şüphe duymayacağı
gibi biz de bu iki hadis ve benzerlerinin (İslâm'ın genel prensipleriyle) çeliştiği
için uydurma olduğundan şüphe etmiyoruz. Bu hadislerin metinlerine ibretli bir
bakış; bırakın masum bir Peygamber'den herhangi bir akıl sahibinden bile sadır
olmayacağına delalet edecektir. En akıllı bir insan (peygamber) söylemediği
güzel bir şeyi söylemiş olduğu nasıl sadır olabilir? Hatta söylese de
söylememiş olsa da kendisinden rivayet edilen hadisi almayı nasıl emredebilir?
Bu oldukça ilginç bir şeydir. [124]
Şayet yazar söylediklerine
delil olarak zikrettiği iki uydurma hadisle yetinseydi bizim sözlerini doğrultmak
için herhangi bir muahezeye tabi tutmamız gerekmeyecekti. Fakat bu iki hadisi
zikrettikten sonra dipnotta söyledikleri bizi buna zorlamıştır. Yazar aynen
şöyle diyor: «Bu iki hadise İmam Ahmed'in rivayet ettiği şu hadisde benziyor:»
Resulullah şöyle buyurmuştur : «Benden bir hadis işitir kalpleriniz ondan
hoşlanmaz,nişleriniz ondan nefret eder ve onu size uzak görürseniz (bilin ki)
ben ondan daha uzağım». Reşit Rıza isnadının ceyyid (sağlam) olduğunu
belirtmiştir.
Yazarın, muhaddis
âlimlerden sayarak kendisinden bir çok nakillerde bulunduğu Reşit Rıza, bu
ha-oUsin isnadının sağlam olduğunu belirttiği halde, hadis hafızı ve münekkidlerinin de belirttiği gibi uydurma olduğunda hiç
şüphe olmayan iki hadisle bu hadisin nasıl aynı olduğunu belirtebiliyor? Ne
tuhaftır ki, yazar bir çok nakilde Reşit Rıza'ya dayanarak onun sözlerini
peşinen kabul ediyorö Fakat burada onun sözlerini peşinen kabul ediyor. Fakat
burada batıla sapıyor. Bana öyle geliyor ki yazar bir yerde karar kılmayıp
nevasına tabi olan birisidir, nevasına uyanı alıyor, uymayanı da kulak ardı
ediyor. Her halde Reşit Rıza yukarıdaki hadisin isnadı hakkında vardığı hükmü
Hafız ibn-i Kesir'in Tefsirinde söylediklerinden almıştır [125]Tefsirinde
söz konusu hadise yer Verdikten sonra «imam Ahmed bunu ceyyid bir is-nadla
rivayet etmiştir.» der. Başka hadis kitaplarında bu hadis mevcut değildir.
Fakat şu bir hakikattir ki gerek isnad yönünden gerekse mana yönünden bu hadis
ile diğer iki hadis arasında herhangi bir benzerlik söz konusu değildir. Diğer
iki hadis uydurmadır; bu hadis ise hasen bir hadistir. İmam Ahmed'in rivayet
ettiği bu hadis mana itibariyle «insanlar sana fetva verse desen kalbine danış»
hadisine yakındır. Bu da bir hadis işitildiği zaman kalbin güven duyup duymamasına
işaret ediyor. Bu kalbi itminan da sadece kalbi imanla mamur, İslâm'ın hidayeti
ve kaidelerinin marifetiyle aydınlanmış, sünneti tahsil eden, bir hadisin Hz.
Peygamber'in sözü olup olmadığını birbirinden ayırdetmek için kendisinde bir
meleke oluşacak kadar sünneti öğrenmeye, okumaya çalışan müslüman-larda
bulunur. Rebi b. Hüseyin bu melekeye şöyle işaret ediyor: «Hadislerin maruf
olduğunu bildiren gündüzün aydınlığı gibi aydınlığı, münker olduğunu ifade eden
gecenin zulmeti gibi
karanlığı vardır.»
îbnu'l Cevzi de şöyle
der: «münker hadis ilim talebesinin tüylerini ürpertir ve ekseriyetle kalbi
ondan nefret duyar.» îşte bu şekilde hadisin gerek rivayet yönünden gerekse mana
yönünden sabit ve sahih olduğu bize açıklanıyor.
Yazar 105 ve 107.
sayfalarında Aîlame el-Kasımi-nin «Kavaidu't-Tahdis» adlı kitabında ibn-i
Teymiye, ibnu'l Kayyım, ibn-i Dakik el-îd, ibn-i Ur ve el-Hanbeîî gibi
imamlardan yaptığı nakillere yer veriyor ki, hepsi muhaddislerde makbul ile
merdud, sahih ile zayıf hadisleri birbirinden ayırmak için hasıl olan meleke ve
kalbi itminan etrafında dönüyor. [126]
104. sayfada idrac
yolu ile hadis vâz'ına yer ver miş ve müdrec olan hadisleri mevzu hadislerden
saymıştır.
Müdrec olan hadisi
mevzu hadislerden saymak dikkatsizlikten kaynaklanmıştır. Evet ibnu's-Salah gibi
bazı hadis imamları galat yolu ile idracı hadisten olmayan bir şeyi hadistenmiş gibi
gösterdiği için mevzu hadislerin benzeri olarak kabul etmişler, ancak
muhaddislerin çoğu sadece idrac olarak değerlendirmişlerdir. Yazara düşen bir
karışıklığa ve şüpheye yol açmayan idrac ile hadisten olmayan bir şeyi hadistenmiş
gibi gösteren idracı birbirinden ayırmaktı. Kapalı bir kelimenin tefsiri veya
senedde geçen müphem bir ismin izahı ya da ravinin idracı olduğu lafzî ve hali
karinelerle anlaşılan idrac önemsiz bir meseledir, ravinin adaletine bir halel
getirmez. Bu tür id-raclar mevzu olmaktan uzaktır. Hiçbir karine ile bağdaşmayan
şüphe ve karışıklığa yol açan idrac'a gelince kasten yapılırsa tamamen
haramdır, ravinin adaletini yok eder ve
yalancılardan sayılır. es-Semani
şöyle der: «Her kim kasten idrac ederse adaleti sakıt olur. Kelimeleri yerlerinden
tahrif edenlerden ve yalancılardan sayılır.»
Yazarın bütün idracları mevzu saymasının
dikkatsizlikten kaynaklandığı açlkça ortaya çıkmıştır. Onun kaidesine
göre müphem bir kelimeyi açıklamak ve izah etmek için idrac eden bir çok hadis
imamı hadis uydurmakla tavsif edilir. Ona göre ez-Zuhri Sahihayn'da «vahyin
başlangıcı» hadisini rivayet ederken «et-Tehennus» kelimesini taabbud olarak tefsir etmekle hadis uyduranlardan
sayılır. En Nesaî'de bir hadisin
ravisi «ene zaimun» ifadesinde 'ez-zaim'i el-Hamil diye tefsir
etmesi onu uydurmacılardan
kılıverir. Ebu Hureyre
(ra) Hz. Peygamber (s.a.s.)'den «köle için iki ecir vardır, nefsim elinde
olan Allah'a andolsun ki Allah yolunda cihad, Hacc ve anneme iyilik olmasaydı
köle olarak ölmeyi tercih ederdim.»[127] sahih
hadisini rivayet ederken
«Nefsim elinde olan» diye
başlayan kısmı idrac etmekle bu hadis
uydurma sayılır. Bu son
örnekte ilk bakışta idrac olduğu
anlaşılıyor zira Hz. Peygamber henüz küçükken annesi vefat ettiği için bunu
söylemesi imkansız olduğu gibi mahlukatm en faziletlisi olarak köleliği arzu
etmesi de imkansızdır. Yazarın vardığı sonucu bu ilmin uzmanı hiç bir
araştırıcı ikrar etmez. [128]
108. sayfada «Hadiste
israiliyat» diye bir başlık atmış ve bu israiliyatm menşeini açıklamıştır.
Sonra da müslüman olan Kâbu'i Ahbar ve Vehb b, Müneb-bih gibi ehl-i kitap
âlimlerine saldırmıştır. Daha çok Kâbu'l Ahbar'a dil uzatmış ve onu ilk
Siyonist olarak vasıflandırmıştır.
Ona yaptığı
saldırılar konusundaki görüşlerimi şöylece sıralayabilirim :
1-Ka'bul
Ahbar tabiundandır. Ne kadar gizli olursa olsun herhangi bir ravinin gerçek
durumu kendilerine gizli kalmayan cerh ve tadil âlimleri onu uydurmacılıkla
suçlamamışlardır. Cumhura göre o sika bir ravidir. Bunun için «ed Duafa ve'l
metrukin» (zayıf ve hadisleri terkedilen ravüer hakkında yazılan) kitaplarda
onun ismine rastlamak mümkün değildir. ez-Zehebi «Tezkiretü'l-Huffaz» adlı
kitabında kısaca hal tercemesine yer vermiş, ibn-i Asakir ise «Tarih-i
Dımeşk»te bunu genişletmiştir. Ebu Nuaym ise -el-Hilyetü'l-Evliya»da O'nun
haberlerine vaazlarına ve Hz. Ömeri' korkutmasına uzun uzadıya yer vermiştir.
îbn-i Hacer «el-İsabe» ve «Tehzibu't-Teh-zip» adlı eserlerinde hayatını
vermiştir. Bütün ten-kidçiler sika olduğunda ittifak etmişlerdir.[129]
Yalnız Sahih-î Buharî'de hakkında geçen şu haber bana ters görünüyor. Buharı,
senediyle Hz. Muaviye'nin hilafeti devrinde, hac esnasında Medine'de kureyşten
bir topluluğa konuşurken Kâ'bul Ahbar hakkında şöyle dediğini rivayet eder: O
ehli kitaptan söz edenlerin en doğrusu idi buna rağmen biz O'nu yalan söyleyip söylemediğini
denerdik.» Başka bir rivayette «şüphesiz en sadık olanlanndandı» demişti. Hz.
Muaviye'nin sözünden açıkça anlaşıldığına göre Kâb'm bazı rivayetleri
cerhedümiştir. Ancak bu Ebu Reyye ve benzerlerinin söyledikleri gibi uydurmacı
ve yalancı olduğuna delalet etmez. Hz. Muaviye'nin bu sözünün bir kıymeti var.
O insanlan ve desiselerini hemen kavrayan bir dahi idi Hz. Muaviye, Kâb'tan
korkmazdı, ona aldanması da düşünülemez. Eğer hakkında bundan daha fazla bir
şey bilseydi çekinmeden söylerdi. Kâ'b hakkında hüsn-ü zan besleyen bazı âlimler
Hz. Muaviye'nin bu sözünü de iyiye yorumlamışlardır. Nitekim ibn-i Hıbban
«es-Sikat adlı kitabında «Hz. Muaviye onun zaman zaman verdiği haberlerde
hata ettiğini kasdetmiştir, yoksa yalancı olduğunu kastetmemiştir» der.
îbn-i-Cevzi ise: «Bu sözün manası, Kâb'm ehli kitaptan verdiği bazı haberlerin
yalan olduğudur. Yoksa kasten yalan söylemiştir demek değildir. Çünkü Kâb
yahudi âlimlerinin en seçkini idi» demiştir. İbn-i Abbas daha önce Kâb hakkında
«haberler daha önce değiştiği için yalana düştü» demiştir.[130]
îbnu'l Cevzî'nin tenkid melekesine sa-hib olup uydurmacılara savaş açtığını,
aklımızdan çıkarmayalım. Onun «el-MevzuaU adlı kitabı bazen mevzu olduğuna
hüküm vermede gevşek davranmakla muaheze edilse de en güzel ve en meşhur kitaplardandır.
Şayet ibnu'l-Cevzi,
Kâb hakkında Ebu Reyye ve benzerleri
gibi onun uydurmacı
desiseci olduğunu düşünseydi onu
cerhetmekten tereddüt etmezdi. Adı geçen kitabının mukaddimesine bakıldığı
zaman açıkça görüleceği gibi özellikle uydurmacılara karşı keskin bir dile
sahip olan ibnu'l Cevzi o zaman Muaviye'nin sözünü iyiye yorumlatnazdı. Bunun
için âlimlerin Kab hakkında bu söylediklerini duyduktan sonra onun uydurmacı
olmadığı, kasten yalan söylemediği açıkça ortaya çıkmıştır. Her ne kadar bazı
rivayetlerinde hurafeler, bazı yalan tsrailî haberler görülse de bu daha çok
kendisinin nakilde bulunduğu kitaplarını tebdil ve tahrif eden ehl-i kitaba,
hurafe ve israüiyat ile dolu bazı eski kitaplara irca olunur. (Tabiiki) hakkı
ve doğruyu araştırsaydı, iyi ve kötü haberleri birbirinden ayırsaydı daha güzel
olurdu. [131]
Vehb b. Münebbih'e
gelince o tabiunun seçkinlerinden ve sika ravilerindendir. Ebu Reyye'den başka
onu uydurmacı ve desiseci olmakla suçlayan hiç kimse olmamıştır.
Titiz her araştırmacı
basiret, sahibi her tenkidçi israiliyatm çoğunun İslâm'ı kabul eden ehli kitap
âlimleri vasıtasıyla îslâm'a girdiğini, yine bunların hüsnü niyyetle bu
haberleri naklettiklerini inkar etmez. Aynı şekilde ilmi kitaplara ve
müslümanlardan avam olanların fikirlerine bu rivayetlerin kötü etkilerini,
İslâm'da yeri olmadığı halde bunları islâm'dan zanneden düşmanların bu dine
saldırmalarına vesile 'olduklarını da kimse inkar etmez. Araştırmacının kabul
etmeyeceği şey İslâm'a giren ve güzel bir şekilde ona bağlı kalan Kâb, Vehb ve
benzerlerinin maksatarının desise ve uydurma yoluyla dini ifsat etmek
olduğudur. Allah'ın bu ümmete en büyük lutfu; bu îsrailî rivayetlerin İslâm
akidesi, haram ve helal, hükümlere taalluk etmeyip peygamberler ve geçmiş ümmetlerin
kıssaları, dünyanın yaratılışı, ahiret ve mah-lukatm sırlan ile ilgili olmasıdır.
Sadece bir kısmı peygamberlerin ismetine ters görünüyorsa da basit bir
düşünceye sahip olan kimseler bile bunların batıl Ve yalan olduğunu anlar.
îbn-i Haldun,
Mukaddimesinde rivayet tefsirlerine giren tsrialiyattan söz ederken yazarın
yaptığı gibi ehl-i kitaptan İslâm'a
girenleri desise ve uydurmacılıkla suçlamamıştır. Sadece onları Araplara nakledilen
israiliyatın kaynakları olarak zikreder.[132] İnsaflı
araştırmacının tavrı da budur; ta'neden ve adil davranmayan araştırıcıların değil. [133]
Hadis uzmanı ve
tenkidçilerinin bu israiliyatın hakikatlerini ortaya çıkarmak, sahihini
batılından, doğrusunu yanlışından ayırmak için yaptıkları övgüye şayan
çalışmaları vardır. Kâb ve benzerlerinin rivayet ettikleri hiçbir haber yoktur
ki, onlar tarafından ilmî bir tenkide güzel bir şekilde uğramasın. Müslüman
âlimlerin bu şahane çalışmaları olmasaydı bunlar İslâm'ın ve müîsümanların
başına büyük bir musibet olurdu. Hadis imamları bu konuda o derece ihtiyatlı
davranmışlar ki bu hususta şöyle demişlerdir: «Ictihad eseri olmayan sahabe
kavilleri, söz konusu sahabi İslâm'a giren ehl-i kitap âlimlerinden haber
almakla bilinmiyorsa, merfu hadis hükmündedir. Şayet onlardan haber almakla
biliniyorsa Îsrailî haber olması mümkün olduğu için merfu sayılmaz.» Bu ihtiyat
hadisçilerin uzak görüşlü olduklarına ve tenkid-teki asaletlerine delalet eder.
Burada el-Ezher dergisi sayfalarında «İsrailiyat ve Tefsir Kitapları» başlığı
altında kaleme aldığım yararlı bir araştırmanın yayınlandığını sayın
okuyucularıma bildirmek isterim. Orada islâm'a sokulan bir çok îsrailiyat ve
hurafelerin iç yüzünü ortaya koymaya çalıştım. [134]
Yazar, İsrailiyat ile
ilgili bahsinde Kâbu'l-Ahbar, Vehb b. Münebbih ve benzerlerinden yapılan bütün
rivayetlerin uydurma, bizim şeriatımızda bu rivayeti destekleyen ve doğrulayan
Rivayetler olsa da tamamının yanlış olduğunu belirtmektedir.
Bu hak ve vakıa ile
bağdaşmayan aşırı bir hükümdür. Araştırmacı, muhakkik âlimlere göre müs-lüman
olan ehl-i kitaptan sağlam ve doğru haberler nakledildiği gibi yalan ve batıl
olan haberler de rivayet edilmiştir, bazıları da iki tarafa da hamledilebilir.
İşte îmam ibn-i Teymiyye-ki mükemmel olarak hadis ilmini, dinde fakihliği;
sağlam tenkid ve iyi anlayışı birleştiren medresenin önderidir. Ehl-i kitaptan
İslâm'a girenlerden gelen haberleri üç kısma ayırıyor:
Birincisi:
Bizim elimizde doğruluğuna şehadet eden delillerle sahih olduğunu bildiğimiz
haberler ki bunlar doğrudur.
İkincisi:
Elimizde ona muhalif olan delillerle yalan olduğunu bildiğimiz haberlerdir.
Üçüncüsü:
Hakkında herhangi bir şey olmayan ne ondan ne de bundan olan haberler. Biz bu
tür haberlere inanmadığımız gibi yalanyamayız da, daha önce de geçtiği gibi
başkalarına aktarmak caizdir. Bunların çoğunda dini herhangi bir fayda yoktur.[135]
Talebesi ibn-i Kesir de Tefsirinde bunun aynısını söy-lemiştir.[136]
Şimdi de büyük hafız
ibn-i Hacer'in «Fethu'l- Bari» de Buhari'nin Ebu Hureyre'den naklettiği şu hadisin
şerhinde neler söylediğini görelim:
«Ehli kitap Tevrat'ı Ibranice olarak okur ve Arapça ile müslü-manlara
tefsir ediyorlardı. Resulullah
(s.a.s.) bunun üzerine şöyle
dedi: Ehli kitabı ne tasdik edin ne de yalanlayın. Biz, Allah'a, bize ve size
indirilene iman ettik, bizim ve sizin ilahınız birdir deyin.* Yani doğru olan
bir şeyi yalanlayarak veya yalan olan bir şeyi tasdik etmek suretiyle zorluğa
düşmemek için doğru ve yalan olması muhtemel olan haberleri (ne tasdik edin ne
de yalanlayın) ancak bu tekzib etme yasağı İslâm şeriatına muhalif olan
haberler hakkında değildir.. Aynı şekilde tasdik etme yasağı şeriata uygun
olan haberler hakkında değildir. İmam Şafii tr.a.) de buna işaret etmiştir.
Böylece bütün îsrailî haberlerin tamamının sahih olduğu hükmünün yanlış ve haktan
uzak olduğu, bütün rivayetlerin yalan ve batıl olduğu hükmünün de aşın ve
yanlış bir hüküm olduğu açıkça ortaya çıkmıştır.
Yazarın takip ettiği
bu metod bir çok hata doğurmuştur. Bu yolla şüphe duyulmayan bir çok hadisi,
îsrailiyat ve ehl-i kitap hurafelerinden saymıştır. Halbuki zan ve tahminden
başka bir delil yoktur. Hatta haksızlığı o dereceye vardı ki, hiçbir tarafından
batılın yanaşamadığı Allah'ın kitabı tarafından tasdik edilen bir çok rivayeti
dahi batıl saymıştır. Bundan da öte İslâm'a giren ehl-i kitaptan kimsenin
rivayet etmediği, onlardan alınması muhtemel olmayan bazı hadisleri de batıl
saymıştır, bu acaip araştırma yollan görülsün diye bu hadisleri burada
ar-zetmek istiyorum: [137]
113 ve 114. sayfalarda
Kâb ve ibnu's-Selam'ın Tev-ratta bir peygamberin geleceğinin müjdelenmesi ve
Hz. Peygamber'in vasıflarına dair rivayetlerine yer verdikten sonra şöyle der:
«Bu hurafe yani peygamberin geleceğini müjdelemek ve vasıflanın
zikretmek-Kâb'ın talebelerinden birisi olan Abdullah b. Amr b. As'a uzanır.»
Buhari, Abdullah/b. Yesar'm şöyle dediğini nakleder: «Abdullah b. Amr b. As
ile karşılaştım. O'na Resulullah'ın Tevrattaki vasıflarını anlatır mısın diye
sordum. O da «Allah'a andolsun ki o Kur'-ran'da zikredilen bazı sıfatlarla
Tevrat'ta da zikredilmiştir.» Ey peygamber biz seni şahid, müjdeleyici ve
uyarıcı olarak
gönderdik» seni ümmilerin koruyucusu yaptık, sen benim kulum ve
peygamberimsin, seni el-mutevekkil diye isimlendirdim; (Q peygamber) ne kaba ne
serttir, çarşılarda bağırıp çağırmaz kötülüğe kötülükle karşılık vermez,
affeder ve bağışlar, eğri olan bir millet onunla Lailahe illallah diyerek doğru
yolu bulmadıkça kapalı kalplerini ve kör gözlerini açmadıkça Allah onun ruhunu
almaz.» îbn-i Kesir bundan fazla olarak ibn-i Yesar'm sözlerini şöyle bitirdiğini
söyler: «Sonra âlim Kâb'a rastladım ona da aynı soruyu sordum bir harfini dahi
farklı söylemedi» nasıl farklı olabilirki tabi o Abdullah'a öğreten de
Kâb'tır.
Bu yazarın önceki
kitapların Arap ve ümmi bir peygamberin geleceğini müjdelemesini hurafe olarak
değerlendirmesi ahmaklığın ta kendisidir. Bilmiyorum yazar bütün doğruları
yitirdi mi? Yoksa Allah'ın şu sözünü hiç mi görmedi? «Rahmetim her şeyi kuşatmıştır.
O'nu müttaküere, zekatı verenlere ve ayetlerimize inananlara yazacağım. Onlar
ki yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye o ümmi
peygambere uyarlar. O Peygamber ki, kendilerine iyiliği emreder, kendilerini
kötülükten mene-der, güzel şeyleri helal çirkin şeyleri haram kılar, üzerlerindeki
ağırlıkları, sırtlarmdaki zinciri kaldırıp atar. O'na inananı destekleyerek
O'na saygı gösteren, O'na yardım eden ve O'nunla beraber indirilen nura
uyanlar, işte felaha erenler onlardır.[138]
İşte yukarıdaki hadis
hiçbir şüpheye maruz kalmayan Kur'an'ın bu ayeti tasdikinden başka bir şey değildir.
İster bu hadisi Abdullah b. Amr, Kâb'dan alsın isterse KAb'm kitaplarından O'na
öğrettiğinden olsun. Çünkü Abdullah, b. Amr okuma yazma bilen, ehli kitabın
kitapları konusunda ilim sahibi birisidir. Nitekim sair kitaplara şehadet eden,
onları koruyup gözeten Kur'an onu tasdik ettiği için bu haber doğrudur. Ona
inanmak vaciptir. Şaşıyorum şu yazara nasıl olur da Tevrat ve İncÜ'de
peygamberin geleceğinin müjdelenmesi ve vasıflarının zikredilmesini hurafe olarak
değerlendirmeye vicdanı el verebilir? Sevinin ey misyonerler! Çünkü müslüman
ismi ile anıldığı halde bilgi ve araştırma adı altında kendilerine hizmet
edenler, sözlerini yayanlar çıkmıştır. [139]
118'nci sayfada yağmur
talep etme hadisine değinirken Kâb'ın müslumanların akidesini bozmak için bunu
fırsat bilerek, Hz. Ömer'i (r.a.) Peygamberimizin amcası Abbas'ı vesile
edinerek yağmur talep etmeye sevketüğini söyler. Hz. Ömer'in (r.a.) Abbaa'ı
vesile edinerek yağmur talebinde bulunduğunu zikrettikten biraz sonra da şöyle
der: «Hz Ömer bu hileye aldanmadı ve meseleyi anladı. Bunun üzerine yağmur
isterken peygamberi bile vesile edinmeyerek istiğfar ile yetindi» yazar bu
iddiasını desteklemek için «el-Muğni» ve «eş-Şerhu*J Kebir» adlı eserlerden Hz.
Ömer'in yağmur duasına çıktığında istiğfardan başka bir şey
yapmadığını naklediyor.
Buna cevap
olarak derim ki : i.
Bu hadisi, Buharı Sahih'inde Hz.
Enes (r.a.) den şöyle nakleder:
«Ömer ibn-ul Hattab kıtlık yılında Abdulmuttalip oğlu Abbas'ı vesile edinerek
Allah'tan yağmur diledi ve şöyle dedi. «Ey Allahım! biz peygamberimizi vesile
edinerek senden yağmur dilerdik sen de verirdin (şimdi de) peygamberimizin
amcasını vesile edinerek senden yağmur istiyoruz» ve kendilerine yağmur
verilir. Yazar bunun Kâb'ın bir desisesi olduğuna delalet etmek için Enes
hadisine dil uzatmak ve onu buna ters olan kuvvetli rivayetlere muhalif
saymıştır. Şimdi yazann Buhari'nin rivayetlerine tercih ettiği kuvvetli
rivayetleri okuyucularıma sunmak istiyorum:
Bu rivayet ibni Ebi'd
Dünya'mn «Kitabu'l - Mataramda «el-Muğni» ve «eş-Şerhu'1-Kebir» adlı eserlerde
ve Cahız'ın «el-Beyan ve't-Tebyüı- adlı kitabında geçen bir rivayettir! Sonra
bu rivayetle Enes hadisi arasındaki muhalefete bakın. Yazarın yağmur duası için
zikrettiği haller yani bir defasında namaz ve hutbe ile yapılmış olması, bir
defasında Cuma hutbesinde veya bir farz namazın akabinde irad ettiği bir
hutbede söylemiş olması; diğer bir defa da namaz kılınmadan bir dua ile
yapılmış olması, biri-1 sinde mesciddeki minber üzerinde, diğer birisinde
mescidin dışında yapılmış olması bütün bu haller sahih sünnetle[140] Hz.
Ömer bir defasında Hz. Abbas'ı vesile edinerek yağmur istemiş, başka bir zamanda
sadece yağmur duasıyla yetinmiştir. Üçüncü defa ise istiğfarla yetinmiştir.
Çünkü bütün bu haller yağmurun gelmesini celbeder. Öyleyse rivayetler arasında
hiçbir çelişki yoktur, özellikle tercih ettiği rivayette herhangi
bir tahsis söz
konusu değildir.
Yazann ikinci rivayeti
naklettiği el-Muğnl ve eş-Şer-hu'l Kebir'in yazarı bu rivayetten bir kaç sayfa
sonra aynen şöyle der:[141]
«Salih olduğu bilinen
birisini vesile edinerek yağmur istemek müstehaptır. Zira dualara bu yolla daha
çok icabet edilir. Hz. Ömer de kıtlık yılında Hz. peygamberin amcası Abbas'ı
vesile edinereH. yağmur talep etmiştir» (ibn-i Kudameî daha sonra Hz.
Mua-viye'nin ve Dahhak b. Ka'ys'ın Yezid ibnu'l Esved'i vesile edinerek yağmur
istediklerini zikreder. Açıkça ortaya çıkmıştır ki, yazar Hz. Abbas'ı vesile
edinerek yağmur talep etmenin Kâb tarafından müslü-manların akidelerini bozmak
için yapılan bir desise olduğu görüşüne varmak için arzusu doğrultusunda
dilediğini almış dilediğini de terk
etmiştir.[142]
2. Sonra
Abbas (r.a.)'ı vesile edinerek yağmur istemek akideyi nasıl bozabilir? Bütün
müslümanlar diri olan insanları vesile edinmenin caiz olduğunda icma
etmişlerdir. Hiç kimse dirileri vesile edinmenin akideyi ifsad edeceğim
söylememiştir. Hz. Ömer'in de içlerinde bulunduğu ensar ve muhacir Abbas'ı vesile
edinmenin akideye ters düştüğünü nasıl bilmezler ki hep beraber bunu
yapmışlardır? Bu ümmetin fakihleri ve muhaddisleri sıhhatine hükmedip delil
getirdikleri Enes hadisinin bir desise olduğunu nasıl bilmezler? Bu
şaşılmayacak bir şey değildir doğrusu. [143]
123. sayfada İsra ve
miraç hadisinde Hz. Peygam-ber'in Hz. Musa'ya müracatını Israiliyattan saymış.
Bu rivayetin sıhhatine inananları cahil olmakla suçlamış ve onları ahir
zamanın haşevİyesinden saymıştır. Daha buna benzer nice sövgü ve kınamalar kaleminden
dökülmüştür.
Cevap olarak yazara
derim ki: Delilsiz ve burhansız düşünmeden söz sarfetmek insaflı titiz bir
araştırmacıya yakışmaz. Miraç gecesinde Hz. Musa'nın zikredilmesi ve Hz.
Peygamber'in ümmetine farz kılman
namazları hafifletmesi için Allah Tealaya muracatını sağlaması (bu
hadisin) İs railiyattan olmasını neden
gerektirsin? Yazarın mantığına göre Hz. Musa'nın veya herhangi bir İsrailog-lu
peygamberin faziletine dair her
hadis israiliyat-tandır. Öyle
inanıyorum ki bunu bırakın
bir araştırmacıyı akıllı
hiç bir kimse söylemez. İslâm âlimlerine göre beni israil'in haberleri ile
ilgili daha önce anlattıklarımız bu okuyucuya yeterlidir. Eğer İsra ve miraç
hadisi Kâbu'l-Ahbar ve
diğer beni İsrail âlimlerinden rivayet edilseydi aklen
bu rivayette Hz. Musa'ya yer verilmesinin bir desise olduğu caiz olurdu. Ancak
hadis yirmi kusur sahabiden rivayet edilmiştir. Bunlar arasında ehl-i kitaptan
İslâm'a girenlerden bir kişi olmadığı gibi onlardan haber almakla bilinen
kimse de mevcut değildir. Sağlıklı araştırma mantığına göre de bu ihtimal
tamamen uzak bir ihtimaldir. Hafız Ebu'l Hattab b. Dıhye
«et-Tenvir fi Mevlidi's-Siraci'l-Münir» adlı kitabında îsra ve miraç
hadisini rivayet eden sahabileri zikrederek bunların yirmi beş'e kadar
vardığını söyler. O bu konuda va-rid olan rivayetleri mütavatir olarak
değerlendirmiştir. Münekkid Hafız İbni Kesir Tefsirinde Ebu'l Hattab Jın bu
sözünü nakletmiş ve güzel ve yerinde söz olarak yorumlamıştır.[144]
Hiçbir akıllının buna uydurma karıştığını söylemesi mümkün müdür? Buharı Müslim
ve diğer güvenilir kitapların yazarları sözkonu-su hadisi değişik tariklerle
rivayet etmişlerdir. Bütün bu rivayetleri yakinen görmek isteyenler ibn-i
Kesir'in tefsirine müracat edebilirler. Bildiğim kadarıyla güvenilir hiç bir
ilim ehli Hz. Peygamber'in Hz. Musa'ya müracatınm îsrailî bir desise olduğunu
söylememiştir. Yazarın hayal ettiği bu kanaat ümmetin bütün âlimlerine gizii
mi kalmıştır? Oysa en uygun olan bu rivayetin Allah'ın ve Resulünün namazları
hafifletmeden önce bu ümmetin yüklenme gücü ve kudretini bilmediklerini
istilzam ettiğini açıklamaya çalışmak ve buna şüphe sokmak yerine bu
mü-'racatın sırrını ve hikmetini araştırmaktır. Hz. Musa'nın geçmiş insanların
tecrübesine ve henüz peygamberimize meçhul olan israiloğu 11arının en şiddetli
şekilde terbiye edilmesini bilip önün hafifletilmesi için yeniden Rabb'ine
müracat etmesini işaret buyurmasında ne zarar vardır ki, yazar bunun mahzurlu
olduğunu iddia ediyor? Sonra müracat sebebiyle elli vakit farz namazın beş
vakte indirilmesinin Allah'ın kullarının gücünü bilmediğine delalet edeceğini
kim söylüyor ki, bütün görüşünü bunun üzerine bina ediyor. Allah Teala
şüphesiz, olanı ve olacağı bilir; peygamberi MuKammed (s.a.s.Tın kullarına
tahfif dileyeceğini do biliyor. Bu sebeble elli vakti beş vakte indireceğini
de yine O biliyor. Bunun da bir sırrı ve hikmeti vardır. O da Allah'ın bu
ümmete rahmetini ve kolaylık getirmekle nimetini göstermesidir. Yüce Allah'ın
şu sözü de buna delildir. «Ben farzları infaz ettim ve kullarıma kolaylık
diledim.»
Bunun hikmetlerinden
birisi de hafifletme konusunda ümmeti için dilediği şefeatı kabul etmekle Hz.
Peygamber'in katındaki mevkini göstermektir. Kardeşi Musa'nın istişaresine
kulak asarak ümmetine olan şefkat ve merhametini göstermektir. Bu mü-racat kul
ile, Rabbi seven ile sevgili arasında yapılan müracat tekrarından başka bir
şey değildir. [145]
128. sayfada «Beytu11
Makdis hakkında varid olan israiliyat* başlığı altında bazı rivayetleri
zikreder.
129. sayfada ise sahih
hadisin önceleri Mescid-i Haram'ı ve Mescid-i Nebevi'yi içerdiğini ancak
«kub-betus sahra»nın inşasından sonra bunun ve Mescid-i Aksa'nın fazileti
hakkında hadislerin ortaya çıktığını
söyler. Ebu Reyye,
«üç mescidin dışında hiçbir mescide sevap kastıyla
yolculuk yapılmaz (bunlar) benim bu
mescidim, Mescid-i Haram ve Mescid-i Ak-sa'dır» hadisinde
Meecid-i Aksa'ya yer
verilmesini uydurulan bir israiliyat olarak anlar. Bu iddiasını da ibn-i
Abbas'ın şu rivayetine dayandırır: «Bir kadının başına bir musibet gelir, kadın
«Allah bana şifa verirse
Beytu'l-Makdis'te namaz kılacağım
iler, sonra iyi olunca yola
çıkmak için bineğini hazırlar çıkmadan önce Hz. Peygamber*in hanımı Meymune'ye
gelir ve bunu haber verir. Meymune
validemiz
evinde otur
yaptığından ye ve Resülullah'in mescidinde de namazını kıl zira O'nun: «benim
mescidimde bir rekat namaz kılmak Kabe'nin dışında sair mes-cidlerde kılınan
bin rekatten efdaldir» dediğini işittim» Ebu Reyyc, bunun üzerine derki; şayet
mescid-i Aksa bu hadislerde geçseydi Hz. Meymune bu kadını adağını yerine
getirmesinden alıkoyamazdı.
Bu iddialara karşı
cevaben deriz ki:
1-Biz gerek
Mescid-i Aksa gerekse Hacer-i muallak hakkında bir çok hadis ve haberin
uydurulduğunu inkar etmiyoruz. Bizim esas inkar ettiğimiz husus «yukarıda
geçen hadise «Beytu'l-Makdis'in» hile yoluyla uydurularak sokuşturulduğudur.
Öyle inanıyorum ki herhangi bir araştırıcının beytü'l-makdîsi faziletlerden
uzak tutması ve bu konuda varid olan her hadisi israiliyat sayması yanlış ve
hatalı bir hükümdür. Nasıl böyle denebilir? Beytu'l-Makdis'in fâv zileti
sadece sahih hadislerle değil hiçbir şüpheye maruz kalmayan mütevatir
Kur'an'la da kafi bir şekilde sabittir. Allah Teala şöyle buyuruyor: «Her
türlü noksan sıfattan münezzeh olan Allah geceleyin kulunu Mescidi Haram'dan
çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya yürüttü. O'na ayetlerimizden bir
taşırımı gösterelim diye böyle yaptık o gerçekten işiten ve görendir. »[146]
Bu arada hiçbir delile
dayanmayan ve hiçbir esasa istinad etmeyen zanna ve kuruntuya herhangi bir Ver
kalmamıştır. Beytu'l Makdis geçmiş peygamberlerin kıblegahı ve hicret
yurdudur. Yeryüzünde kuklan ikinci mesciddir, binasını* ilk yükselten Hz.
îb-rahim'in torunu olan Hz. Yakub'tur. Süleyman peygamber ise bu binayı
.yenilemiştir. Müslümanlar hicretten sonra on küsur ay namazlannda oraya yöneldiler.
Yazar Mescid-i Aksa'nm fazilet yönünden diğer iki mescitten daha düşük olsa da
onlarla beraber aynı hadiste yer verilmesini nasıl uzak görebilir? Hadis üç
mescidin de Allah'ın bazı peygamberlerinin yüce hatıralarını taşıyan birer
eser oldukları için üçünü de beraber zikretmiştir. Şayet yazar gerçekten bir
araştırmacı olsaydı delilsiz söz sarf edeceğine hadisi metin ve isnad yönünden
güvenilir ilmî me-todlarla tcnkld
ederdi.
2-Bu hadisi
büyük iki iman, Buharı ve Müslim Sahih'lorinde rivayet etmişlerdir. Bu iki
imamın hadisleri tashihdeki yüce mertebeleri, rical ve ilel ilmine vukufiyetlori,
hadislerin gizli illetlerini ortaya çıkarmak için keskin bakışlı oldukları
bilinmektedir. Bunların dışında ibn-i Hibban da Sahih'inde, Ebu Da-vud,
Tirmizi, en-Nesai ve ibn-i Mâce de Sünen'lerin-de İmam Ahmed ve el-Bezzar
Müsned'lerinde, Tabe-rani el-Mucemu'I-Kebir ve el-MucemuM Evsafta rivayet
etmişlerdir. Hz. Ömer, Ebu Said el-Hudri, Ebu Hureyre, Ebu Busra el-Giffari ve
babası ile Ebu'l Cad gibi bir sahabi topluluğundan rivayet edilmiştir.[147]
Ümmet bu hadisi kabul ile telakki etmiştir. Seleften günümüze kadar hadis
tenkidi ve değerlendirmesinde hiçbir güçlük çekmeyen, sayılamıyacak kadar çok
imam bu hadisi hüccet olarak kullanmıştır. Bu husus bütün bunlara kapalı kalmış
da yazar tarafındanmı ortaya çıkmıştır?
3-Allah
kendisine şifa verdiği takdirde Beytu'l-Makdis'te namaz kılacağını adayan
kadının kıssasına yer vermesine gelince bu ölüleri bile güldürür.[148]
Yüzlerce kitap ve kaynağı araştırdığını iddia eden yazara soruyorum, hadisin
hilafına verilen fetva veya onun tersine yapılan amelin hadisin yalan olduğuna
delalet ettiğini kim söylüyor? Durum böyle olsaydı bir çok' hadisin mevzu
olduğu hükmüne varırdık.
Allame ibnu's-Salah bu
konuda şöyle der: «böylece deriz ki; bir âlimin herhangi bir hadise uygun
olarak amel etmesi ve o doğrultuda fetva vermesi onun o hadisi sahih kabul
ettiğine delalet etmez. Aynı şekilde bir hadise muhalefet etmesi de onun hadisi
reddettiği manasına gelmez.»[149]
Meymune validemiz bu fetvayı verirken Mescid-i Haram ve Mescid-i-Nebevi'de
kılınan namazın Mescid-i Aksa'da kılman namazdan daha efdal olduğunu bildiren
hadise dayanmıştır. Adağı en efdali yapmakla yerine getirmek evladır.
Özellikle kadın olduğu için sefer meşakkatinden uzak bir rahatlık da söz
konusudur.
İmam Aynî şöyle diyor
«Bazıları bu hadisten her kim bu üç mescidden birine gitmeyi adarsa bunu
yapması gerektiğini çıkarmıştır. İmam Mâlik, İmam Ahmed ve Bu-vayti rivayetinde
imam Şafii bu görüştedir. Ebu Hanife mutlak surette vacip olmadığını söyler.
Şafii «el-Umm» de Mescid-i Haram için yapıldığı takdirde menasiki olduğu için
vacip olur ancak diğer iki mescid için vacip değildir. îbnu'l Münzir ise
Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî için vacip olduğunu Mescid-i Aksa için ise
vacip olmadığını söyler. Cabirin şu hadisini de buna delil getirmiştir. Söz
konusu hadise göre «bir adam Hz. Peygamber'e «Ben Allah sana Mekke'nin fethini
müyesser ederse Beytu'l Makdis'te namaz kılacağımı adadım»der. Hz. Peygamber
O'na burada kıl buyurur.[150]
Meymune validemi?, ve Cabir hadisine göre her kim bir yerde namaz kılmayı
adarsa daha faziletli bir yerde bunu ifa ettiği takdirde yerine getirmiş olur.
Fakat aksi olmaz[151]
imam Şafiî-de «el-Umm»de Mescid-i Haram için yapılan böyle bir nezrin yerine
getirilmesinin vacip olduğunu belirtirken diğer iki mescid için bunun vacip
olmadığını bildiriyor. Bununla birlikte îmam Şafii bu hadisi sahih görenlerdendir.
Yazarın araştırma mantığına göre Şafiî'nin «el-Umm»de söylediklerine dayanarak
Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksa'nın faziletlerinin sabit olmadığını, ayrıca
bunların uydurma olduğunu söylememiz gerekir Oysa bu sağlıksız bir araştırma
yöntemidir, ne eskiden ne de şimdi bunun benzerini göremiyoruz. [152]
Ebu Reyye 131. sayfada
«Şam'ın fazileti konusunda yahudi eli» başlığı altında Sahihayn'de yer alan şu
hadisi zikreder: «Benim ümmetimden sürekli hakkı savunan bir taife bulunur. AI
La hm emri gelinceye kadar neomlardan ayrılan (ne ide nıulıalif olanlar onlara
zarar veremezler. Kıyamete kadar bu böyle olur.» Daha sonra Buharinin bunların
Şam'da olduklarını rivayet ettiğini nakleder.
Biz Şam ve diğer İslâm
beldeleri hakkında vatan taassubundan dolayı bir çok hadis uydurulduğunu
biliyoruz. Yüzlerce yıl önce hadis imamları ve uzmanları bunları
açıklamışlardır. Bizim reddettiğimiz esas mesele ya-zarrn her hangi bir
araştırma yapmadan zann ile veya hadis hakkında yapılan bir tevilden hareketle
sahih hadislere dil uzalmasıdır.
Buna yukarıdaki hadisi
zikredip yahudi uydurması olarak vasıflandırmasından daha açık bir deli!
olamaz. Yahudilerin bundan sağhyacaklan fayda nedir? Kaldı ki Şam beldeleri
onların beldeleri değildir. Onlar oraları daha almadan Arap beldeleriydi.
Yahudilerin Ben-i Unıey-ye'ye yaranmak için kıyamete kadar İsâm'ın ve İslâm
sultasının devam edeceğine, hak'ta sebat kılan bir taifenin sürekli
bulunacağına delalet eden bir hadisi uydurmalarını hangi akıl kabul eder?
Yalandan da oisa kendilerinin baki kalmaya müstahak, Allah'ın en seçkin halkı
olduklarını iddia edenler nasıl böyle bir şey yapabilir? Oysa yazar onları
dâhi ve hilekar olmakla tavsif ediyor. Öyleyse düşmanlarının yapısını yücelten
ve temellerinin sağlam olduğunu bildiren bir hadisi nasıl uydururlar. Gerçek
şu ki bu tavrıyla yazar aklımızı ortadan kaldırmamızı istiyor.
Bu hadisi Buharı ve
Müslim Sahihlerinde rivayet etmişler. Buharı «Kitabul i'tisamda «Muğire b.
Şube'den şu lafızlarla nakleder : «Ününe I imden bir taife sürekli üstün
olurlar hatta kıyamete kadar bu galibiyetleri sürer». Yazarın işarel ettiği
rivayeti Buhari «Nübüvvet Alametleri'nden iki bab sonra rivayet etmiştir. Buna
göre) Umeyr b. Hani Muaviye'nin şöyle dediğini işitmişlir. «Hz. Peygamberin
şöyle dediğini duydum : «Benim ümmetimden Allah'ın emirlerini sürekli yerine
getiren bir taife bulunur. Allah'ın eniri gelinceye kadar onlardan ayrılan ve
onlara muhalif olanlar onlara zarar veremezler.» Malik b. Yuhamir Mua/'ın
bunların Şam'da olduklarını belirttiğini söyler. Muaviye de : «İşte Malık,
Mua/'ın bunların Şam'da olduğunu işittiğini naklediyor» demiştir.
Müslim de Sahih'inde
Sevban, Muğire b. Şube, Mua-viye ve Cabir b. Abdullah isnadıyla rivayet eder;
ancak Müslim'in bu rivayetlerinde Muaviye'nin «Muaz bunların Şam'da olduğunu
söyler» İfadesine yer vermez. Bu hadis Buharı ve Müslim'in dışındaki kitaplarda
da rivayet edilmiştir.
Burada dikkat edilmesi
gereken bir husus yazarın işaret etliği gibi Mua/'ın sözünün merfu olan hadisten
olmadığıdır. Meiiu olan haberin içinde bu fazlalık yoktur. Bu sadece Muaz'ın
hadise aktardığı bir yorumdur. Bedruddin Aynî Buharı şerhinde «Malik b.
Yuhamir'in Muaz'-dan naklettiği bu sözü merfu değildir» der. Buharı, hadisin
tercemesini verdikten sonra hadiste geçen taifeyi ilim ehli olarak tefsir eder,
Ali ibnu'l-Medini bu taifenin hadis ehli olduğunu bildirir. Aynı şey İmam
Ahmed'ten de rivayet edilmiştir, başka şeyler de söylenir. Sahabeden bu güne
kadar, imamların bu taifeyi tayin hususunda ihtilal elliklerini görüyoruz.
İmam Buharî'nin de hadisin anlaşılmasında Muaz'ın rivayetine yer vermesi, sahih
bir hndise dil uzatmaya ve onu yahudüerin desisesi saynıaya tklil teşkil eline/..
Aynı şekilde bazı
âlimlerin, Müslim'in Sahih'inde, Sad b. Ebi Vakkas'lan merfu olarak rivayet
t'tüği «Mağripte kıymrtfle kadar sürekli hakkı savunan bir taife bulunur»
hadİsindeki taifeden
maksadın Şam ehli olduğunu söylemeleri de dil uzatmaya delil olmaz; (yazar) bu
hadisi âlimlerin aynı asırda uydurulduklarına işaret ettikleri hadisler
arasında zikretmiştir.
Bu yazarın en ilginç
işlerinden birisi nevasına uymayan Buharî ve Müslim hadislerini reddederken
«Ni-hayetu'l Ereb» gibi edebiyat kitaplarında «el-Mu'cib fi Telhisi
Ahbari'l-Mağrib» gibi tarih kitaplarında ar/usuna uygun olan hadisleri
naklederek güvenmesidir. Bilmiyorum yazar edebiyat, tarih vb. gibi eserlerde
iyİ-kötü makbul ve merdud her türlü habere yer verildiğini nasıl bilmez?
Öyleyse yazar bu kitaplardan yaptığı alıntılara nasıl güvenir? Burada şuna
dikkatleri çekmek istiyorum Sünnet hususunda tek dayanak isnadları açıkça belirten
veya hadisleri rivayet ettikten sonra sahih, zayıf, makbul ve merdud olanları
birbirinden ayıran güvenilir hadis kitaplarıdır. [153]
140. sayfada «İslâm'da
mesihiyat» diye bir başlık atarak şöyle demiştir. «İsrailiyat, îslâm dinini
iftiralarıyla kirletirken bu din mesihihiyattan da nasibini almıştır. Bu
mesihiyat}ın en büyüğünü ilk üstlenen Temim b. Evs ed-Darî olmuştur.» Yazar,
daha sonra mesihiyattan olduğunu iddia ettiği hadisleri bir bir sıralamaya
başlar.
Bu meyanda 141.
sayfada da şöyle der: «Temİm-i Darînin yaydığı mesihiyyattan birisi Hz.
Peygamber'e anlattığı Cessase, Deccal ve Hz. İsa'nın nuzulu gibi şeyleri
içeren haberdir.» [154]
Cessase hadisini İmam
Müslim Sahihi'nde[155]
Vatıma binti Kays'tan rivayet etmiştir, hadis şöyle : «Hz. Pey^gamber birisine
namaz için toplanın diye çağırmasını em-İvder. (namaz bitip) Resuhıllah selam
verince «Her kes namaz kıldığı yerde kalsın» der ve sonra «sizi neden buraya
»topladığımı biliyor musunuz?» diye sorar. Sahabe «Allah ve Resulü dalıa iyi
bilir.» diye karşılık verdiler, Resulullah : «ben sizi ne bir şeye teşvik ne de
bir şeyden sakındırmak için topladım. Lakin Teinim ed-Dari hrls-tiyan biri
adamdı bana gelip biat ederek İslam'a girdi vo bana mesih ve deccal hakkında
anlatıklarima uygun bir (iÖz »nakletti, işte (bu sözü size nakletmek için) sizi
butraya topladım» dedikten sonra Temimin kıssasını (yani) kavminden bir
toplulukla bir gemiye binerek yolculuğa çıkıp bir ay denizde kaybolduktan sonra
bir adaya varıp indiklerini, orada kendileriyle konuşan büyük bir hayvan
gördüklerini, bu hayvanın adanın bir yerinde bulunan bir şahsa işaret ettiğini
ona gittiklerinde onun kendilerine uzunca konuştuğunu ve bunun Mesihu'd-Deccat
olduğunu (anlatır).
Yazardan Önce
kitaplarında sözlerini naklettiği merhum Reşit Rıza'dan başka hiç kimse bu
hadisten şüphe duymamıştır. Reşit Rıza'mn bütün çabalan Hz. Peygaın-ber'in
sukutunun bu kıssanın doğru olduğuna delalet etmiyeceğini ve bu gibi şeylerin
takrir olarak değerlendirilemeyeceğini isbat etmekten ibarettir. Zira (ona
göre) serî bir hüküm terettüb etmeyip dinin herhangi bir emrini ihlal etmeyen
yabancının haberini tasdik etmek peygamberlere caizdir. Buna cevap olarak
deriz ki:
a) Cessase
hadisini İmam Müslim Sahih'inde rivayet etmiştir, ravileri sika, adil ve
tanedilmeyen kimselerdir. Müslim'den başka imam Ahmed, Ebu Ya'la, Ebu Davucl,
,İbn-i Mace de rivayet etmiştir. Sahabeden Fatı-ma bint-i Kays'tan başka, Ebu
Hureyre, Hz, Aişe ve Cabir de rivayet etmişlerdir. Yani hadis sadece Müslim
taralından rivayet edilmediği gibi ravi Fatıma bint-i Kays ta tek başına
rivayet edenlerden değildir.
Hz. Peygamber bu
hadisi minber üzerinde sahabeden bir topluluğa anlatmış, ve onu kendilerine
anlattığı Mc-sihu'd-Deccal ve büyük kıyamet alametlerine de uygun görmüştür.
Öyleyse Peygamber'in sukutla karşıladığı takrirlerinden sayılmaz demek doğru
değildir. İmamlar Hz. Peygamber'in bu
anlattığını Temimu'd-Dari'nin
menki-besinden saymışlardır.
Hafız îbn-i Hacer el-İsâbe adlı eserinde [156]Temim'in
hal tercemesini verirken, şöyle der : «Sahabenin meşhurlar ıarasında yer
almıştır. Ünce hris-liyanken daha sonra Medine'ye gelmiş ve Müslüman olmuştur.
Hz. Peygamber'e Cessâse ve Deccal kıssasını anlatmış, Hz. Peygamber de bunu
kendisinden nakletmiş ve bunu onun menkıbelerinden saymıştır.» îbn-i Hacer daha
sonra Ebu Nuaym'den şunları nakleder: «asrının rahibi ve Filistin'in
âbidlerinden idi, Gecelerinin çoğunu te-heccüd ile geçirirdi. Bir gece sabaha
kadar namazda şu ayeti okumuştur: Yoksa
kötülüUceri İşleyen kimseler kendilerini iman edip sâlih amel
İşleyenler gibi yapacağımızı mı «andılar? Hayatları ve Ölümleri onlarla bir
olacak Öyle mi? Ne kötü hüküm veriyorlar»[157]
Yine «el-isâbe»de yer alan menkıbelerinden birisi de şöyledir :[158]
«el-Be-gavi, Ceriri tarikiyle Ebu'l ÂkVdan o da Muaviye b. Har-mel'den şunu
nakleder : «Hz. Ömer'e vardım ve Ey Mü'-minlerin emiri! Sen hakkımda hüküm
vermeden önce tev-be ederek geldim.» dedim. Bana «sen kimsin» dedi. Ben de
«Müseyleme (tu'l Kczzab)ın damadı Muaviye b. Har-mele» dedim. Bana «Medine
ehlinin hayırlısının yanma git» dedi. Bunun üzerine ben Temimud-Dari'nin yanına
gittim. Biz orada konuşurken, hârre mevkiinde hİr yangın çıktı. Hz. Ömer,
Tenıim'e gelerek «Ev Temim çık» dedi. Temim : «Ben kim oluyorum ki» dedt. Kendi
nefsini küçük gören Temim sonra kalkar ve ateşi çevreleyerek çıktığı kapıdan
İçeri sokar, sonra peşinden kendisi de girer ve ateş ona hiçbir zarar vermez.
Her yönüyle mükemmel
olan, hadisleri ilham yolu ile öğrenen Hz. Ömer'e, Temimu'd-Darî'nin doğruluk
dürüstlük ve ihlas bakımından durumu gizli kalacak öyle mi? Hem de «Ben kimseyi
aldatmanı amma aldatan kimseler de beni aldatamaz» diyen Hz; Ömer. Öyleyse
(Hz. Ömer'in güvendiği) böyle bir zatı yalancılık, desicecilik ve dini bozmakla
suçlamayı akıl nasıl uygun görür?
b) Reşit
Rıza'nın «bu hadis Peygamber'in takrir-i sayılamaz» iddiası da yanlıştır. Hafız
İbn-i Hacer, Fethu'I Bari'de şöyle der : «Hz. Peygamber'in takrirlerinin, huzurunda
yapılan ve söylenen, bir şeye muttali olduğu halde, inkar etmemesinin o şeyin
cevazına delalet ettiğinde bütün âlimler iuilak etmişlerdir. Zira İsmet sıfatı
başkası için caiz ulan batılı red etmemeyi peygamberden nefyeder. Bu itibarla o
asla batılı lasvib edemez.» [159]
Ayni şekilde Reşit Rıza'nın «zira peygamberler din işlerinin dışında yalancıyı
tasdik etmekten masum değillerdir. Bu haber de onlardandır.» İddiası ise daha
da yanlıştır. Kıyamet alametlerini haber vermeyi nasıl din işlerinden itibar
etmez, bilemiyorum kimsenin de bileceğini sanmıyorum. Şayet Temim'in
anlattıkları yalan olsaydı, vahy bu konuda hakikati bildirmekten geri kalmazdı.
Nitekim bir çok kez münafıklar ve benzeri gizledikleri şeylere muhalif sözler
söyleyince; vahy onların yalanlarını ortaya çıkararak, onları rüsvay etmiştir [160]
Ahir zamanda Deceaî'ın
zuhuru ve mesihin nuzulu ile ilgili hadisler sahihtir. Çünkü Hz. Peygamber bir
çok hadîsinde âhir zamanda deccâlın geleceğini, Hz. İsa'nm da inip İslâm
şeriatı ile âdil olarak hükmedeceğini, haçları kırıp, domuzu öldüreceğini ve
deccâlın ölümünün de O'nun elinden olacağını haber vermiştir. Bütün bunlar bir
çok tariklerle gerek Buhari ve Müslim'dc [161]gerekse
diğer güvenilir hadis kitaplarında rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber'in
kıyamet alametlerinden haber vermesi sadece Temimu'd-Darî'nin verdiği yukarıdaki
habere dayanmaz. O, Temim'in anlattıklarını fırsat bilerek sahabeye daha önce
anlattıklarının hak olduğunu, şüphesiz vuku bulacağtnı belirtmek İçin onu
anlatmıştır. Sonra yazar ve onun gibi düşünenler hiç bir yönden bâtıl'ın yanaşmadığı,
Allah'ın şu sözü hakkında (ne düşünürler) : «O söz başlarına geldiği zaman,
onlara yerden bir dâbb'e (canlı) çıkarırız; o onlaar insanların âyetlerimize
içtenlikle İnanmadıklarını söyler.»[162]
Birçok müfessire göre burada geçen dâbbe, Müslim'in rivayet ettiği hadiste
geçen Cessâse'dir. Ayette hadisi tasdik eden hiçbir şey yok mu? Özellikle âyet
bunun kıyametten Öncede çıkacağını reddetmemiştir. Zira «Sözün baslarına
gelmesine» bağlanan bu canlının çıkmasıdır, bizzat mevcut olması değil. Hatta
Kur'an'ın tabiri (sanki) bunun sözün vukuundan önce bulunduğunu ima ediyor.
c) Yazarın
dipnotta Temim'in kıssasına getirdiği yorumda : Herhalde coğrafya âlimleri bu
adanın yeryüzünde nerede olduğunu teshil etmek için araştırıyorlar! Sonra
bize haber verirler o zaman biz de Temim efendimizin! haber verdiği acayip
şeyleri görürüz!» diyerek alay etmesi düşünce eksikliğinden ve dar ufuklu
oluşundan kaynaklanıyor. Sayın yazar efendimize! soruyorum : «coğrafya
âlimleri yeryüzünün her tarafım keşfetmişler mi? Gerek karada gerek denizde
hâlâ insan ayağının değme-diği bir çok bölge vardır. Hatta bilinen kıtalarda
bugüne kadar meçhul olan yerler olduğu bilinmektedir. Afrika ve diğer kıtalarda
henüz bilinmeyen bölgelerin olduğundan Öyle zannediyorum ki yazar da
haberdardır. Bir çok dağlık bölgelerde hâlâ bilinmeyen nice mağaralar vardır.
Kaldı ki bunlar karada bilinmeyenler ya denizde! İnsanoğlunun yaşadığı arzın
dörtte üçü denizlerle kaplıdır. Şayet Temim'in sözünü ettiği adanın bugün
bilinen bir ada olduğunu farzetsek Temi m'i buraya ve burada yaşayan canlıya
muttali kılan Allah Teala'nın başkalarını da muttali kılması gerekir mi? Temim
bunu gördükten sonra ve Allah'ın takdir ettiği kadar güzlerden kaybolması caiz
değil mi?
Sonra hayvanın
konuşmasında şaşılacak nedir; papağan İnsanların konuştuklarını aynen
aktarmıyor mu? İnsanaklı cansızları bile konuşturma safhasına gelirken Allah'ın
hayvanları konuşturma kudretini nasıl uzak görebiliriz? [163]
Ebu Reyye 144. sayfada
şöyle diyor: «Hadislere karışan mesihiyattan biri de Buharî'nin Ebu
Hureyre'den rivayet ettiği şu hadistir : Buna göre Hz. Peygamber şöyle
demiştir : «İsa İbn-i Meryem dışında şeytan her çocuğa dünyaya gelirken
dokunur; ona da dokunmaya gifi-miş ancak araya bir Örtü gerilmiş ve ona
dokunamamıştır.» Resulullahlan işittiğim başka bir rivayette şöyle der : «Âdem
oğlundan lıiç kimse yoktur ki doğarken şeytan ona dokunmasın ki şeytanın bir
dokunması üzerine o çığlık atar. Ancak Hz. Meryem ve oğlu İsa bundan müstesnadır.»
Yazar dipnotta da şunları söyler : «Buhari'nin rivayet ettiği bu hadisi İbn-i
Hacer şerh ederken şöyle der : «el-Keşşaf sahibi (ez-Zemahşerî) bu hadise dil
uzatmış ve onun sıhhatini kabul etmemiştir. Aynı şekilde er-Râzi de buna dil
uzatmış ve bu haberin naslarla çelişen bir haberi vahid olduğunu belirtmiştir.»
Buna cevap olarak
derim ki.:
a) Herşeyden
önce bu hadis Buharî, Müslim ve diğer hadis imamları tarafından rivayet edilen
Sahih bir hadistir. Hadisten anlaşılan hususlar Hz. Meryem'in annesinin
yaptığı bir duanın icabetinden ibarettir. Nitekim Allah Teâla onun şöyle dua
ettiğini bizlere bildiriyor: «•-ona Meryem adını verdim onu ve zurriyetini
lanetli Şeytanın şerrinden koruman için sana sığınıyorum.[164]
vasmdan konuşmayan Hz.
Peygamber'in, Peygamber kar deşlerinden birisinin veya başkasının herhangi bir
özelliğini veya faziletini açıklamasının ne zararı var bilmiyorum. Bu eğer
bir şeye delalet edecekse ancak Hz. Peygamberin yüceliğine, O'nun tebliğdeki
emanetine ve İslâm dininin beşerden gelmeyen ilâhi bir din olduğuna delalet
eder. Zira beşerden kaynaklansaydı, Peygamberleri bu şerefli ve yüce
mevkilerde, göstermeye Özenme/di. Hz. İsa veya bir başkasına isnâd edilen bir
özellik diğer peygamber kardeşleri için bir eksiklik demek olmadığı gibi,
O'nun diğerlerinden daha üstün olduğunu da bildirmez. Daha az faziletli bir
insanda bulunan bazı vasıfların ondan daha faziletli bir insanda bulunmadığı
bir gerçektir. Bu, O'nun eidaliyetine bir zarar getirmez. Çünkü O da kendisini
enüstün kılan bazı vasıflara sahiptir. Bir çok âlim tarafından da belirtildiği
gibi bu hadisi söyleyen Hz. Peygamber, söze dahil değildir. Başka bir hadiste
de rivayet edildiği gibi, Hz. Peygamber şeytanin herhangi bir iğvasma
uğramamıştır. Durum ne olursa olsun yukarıdaki hadiste Hz. İsa'nın bizim
peygamberimizden daha faziletli olduğuna işaret eden herhangi bir şey yoktur.
Yazarın da belirttiği gibi bazı Hristiyan papazlarının bâtıl akidelerini isbat
etmek için bu hadise sığınmalarına gelince, bu onun iddia ettiği gibi, hadisin
bâtıl olduğunu ve onu reddetmeyi gerektirmez. Esas vebal hadisin mânasını
tahrif ederek başka yorumlara hamledenin üzerinedir.
b) Bu hadis
gerek isnad yönünden, gerekse ma'na yönünden sahihtir. Muhakkiklere göre
reddetmeyi gerektirecek bir manası yoktur. Zira akıl ve nakille çelişen bir
dunun söz konusu değildir. Burada bütün mesele bazılarının hadisi akla ve
nakle muhalif zannederek reddetmiş olmalarıdır. Mutezileden Kâdi Abdu'I-Cebbar ve ez-Ze-mahşeri de
bunlardandır. ez-Zemahşerî hadisin sıhhatinde tereddüt else de sahih olduğu
takdirde mânâsının şöyle olacağını belirtmiştir: «yani her doğanı şeytanın
azdıracağım timid eder. Ancak Meryem ve oğlu bundan müstenadir. Zira ikisi de
masumdur. Aynı şekilde Meryem ve Hz. İsa'nın vasfını taşıyan herkes için de böyledir,
tıpkı Alkıh Teâlanın : «(şeytan)... ben bütün insanları azdıracağım ancak
sâlih kulların müstesna»[165]
âyetinde belirtildiği gibi. (Hadiste geçen) çığlık atmaktan inaksal şeytanın bu
hararetli arzusunu temsil etmektir. Sanki ona dokunuyor ve elleriyle onu
dövüyor gibi. Bazı Manevilerin anladıkları veçhile gerçekten bir dokunma ve
dürtüklenıe söz konusu değildir. Öyle olsaydı şey-ianın dokunma dürtmelerinden
dünyayı çığlıklar kaplardı. Görüldüğü gibi ez-Zemahşerî hadisin kesin olarak
sahih olmadığını söylemiyor.[166] Bİr
çok âlime göre buradaki dokunma gerçektir. Şeytan bunu Hz. Meryem ve oğluna
yapmak İstemiş ancak Hz. Meryem'in annesinin yaptığı duaya icabet edildiği için
bunu gerçekleştirememiştir. Dokunmanın olmasını gerektirmez. Bu da peygamberler
ve onların yolunu izleyen seçkin, ihlaslı insanlar için böyledir. Binâenaleyh
hadis, yazarın anladığı gibi, Allah Teâlanın «Benhn hâlis kullarına karşı
senin hiç gücün yoklur...»[167]
«ben bütün insanları azdıracağım ancak senin hâlis kulların müstesna»[168]âyetlerine
muhalif değildir. Zemahşerî'nin zannettiği gibi dünyanın çığlıklarla dolması
gerekmez. Zira hadise göre bu sâdece doğum esnasında meydana gelmektedir. Daha
sonrası İçin değil, müşahade ile hükmedecek olursak doğarken ağlayarak bağırıp
çağırmayan hiç kimse yoktur. Bunu da inkar etmek inattan başka bir şey
değildir. Hadislere dil uzatırken Zemahşeri'nin sözlerine dayanmak doğru
değildir. Burada bilinmesi gereken bir hususa işaret etmek istiyorum
ez-Zemahşeri, tefsir ilminde imam olmakla birlikte sahih hadislerin tesbitinde
kendisine müracaat edilemez, çünkü o hadis âlimi olmadığı gibi hadislerin
ricali ve illetleri konusunda uzman değildir. Nitekim el-Keşşaf adlı tefsirinde
gerek peygamberlerin kıssaları .ve gerekse diğer yerlerde nice mevzu hadislere
yer vermiştir.
Şayet yazar güvenilir
bir araştırmacı olsaydı meseleyi tek tarafU sunmazdi, oysa ona düşen hadisi
sahih kabul edenlerin,görüşlerini ve bakış açılarını da ortaya koyup
tartışmaktı, ondan sonra da dilediğini seçmekte hür olurdu. Ancak yazarın takip
etliği metod her şeye tek taraflı bakan insafsız kimselerin metodu gibidir.
Onun için birçok halalar işlemiştir.
Bakın Muhakkik alimler
ve bu konuda neler söylüyorlar. İbn-i Hacer, Fethu'l Bâri'de[169]
Zemahşerinin itirazını zikredip doğru olmadığını belirttikten sonra şöyle der
: «hadisin lafızlarından anlaşılan manada herhangi bir müşkil yoktur. Sabit
olan peygamberlerin ismetine muhalif de değildir. Bilakis haberden
anlaşıldığına göre şeytanın doğan her çocuğa dokunması mümkündür. Ancak Allah'ın
hâlis kullarına dokunması herhangi bir sarar verme/.,* Nitekim bu halis
kullardan Hz. Meryem ve oğlu bundan istisna edilmiştir. Çünkü şeytan âdet-i
veçhile dokunmaya gitmiş aralarına bir perde gerilmiştir. Hz. Meryem ve oğluna
has olan özellik de budur. Hadise göre şeytanın diğer halis kullara musallat
olabileceği an-laşılmaz[170]
Kurtûbi tefsirinde
şöyle der: «Katade dediki, şeytan Hz. îsa ve annesi hariç doğan her çocuğun
böğrüne dokunur, şeytan onlara giderken aralarına bir perde gerildi ve dokunma
boşa gitti. Alimlerimiz dedilerki; Şâyel böyle olmasaydı onlara yapılan
tahsisin bir manası kalmazdı Binaen aleyh şeytanın dokunması dokunulan kişiyi
dalâlete sürüklemesi ve azdırması manasına gelmez. Böyle bir düşünce oldukça
yanlıştır. Nitekim şeytan nice peygamberlere ve velilere ifsad ve iğva
yolları, ile musallat olmuştur. Bununla beraber AÎlah Teâla onları şeytanın
hedefinden korumuştur. «Benini kullanma karşı senin her hangi bir gücün
yoktur.» dedi gibi.[171].
Fahr-i Râzi, Kâdi
Abdül Cebbâr'ın reddettiğine dair sözlerini naklettikten sonra şöyle der :
«Bilki bütün bu vecihler muhtemeldir. Ancak bu ihtimallerle bir haberi
reddetmek caiz değildir. Yine de en doğrusunu Allah biIir»[172]daha
sonra sözlerine devamla der kî: «baz» ehl-i sünnet âlimlerinin bu gibi sahih
hadisleri tevil ederken
felsefecilerin
safsatalarına meylettikleri için
Mutezilile-re tâbi olmaları şaşılacak bir şeydir. Oysa bu hadislerin zahiri
manalarıyla kalmaları ne bir suyu bulandırır ne de bir yolu daraltın»[173]
(Şimdi sayın Ebu Reyye'ye sormak istiyorum) nakillerde bulunurken İmam
Fahreddin er-Râziye iftira edip demediği şeyleri ona mal etmek güven, emanetle
bağdaşır mı? Sizin er-Rûzi'den yaptığınız nakil, onun bu hadise dil uzattığını
iddia etmeniz söyledikleriyle
bağdaşıyor mu? Halbuki;
görüldüğü gibi er-Râzi, Kâdi
Abdulcebbâr'ın hadisten duyduğu şüpheleri naklederek bunları reddetmiştir.
Ancak yazar çoğu kez acele davrandığı için bu hatalara düşmüştür. Çoğu kez de
ihtiyaç duyduğu için nasları kasıtlı olarak tahrif etmiştir, îmanı Alüsi de
tefsirinde ez-Zemahşerî'nin görüşünü naklettikLen sonra şöyle der: «Bu konuda
bir çok hadisin bulunduğu açıktır. Ekseri sahih hadis kitaplarında tedvin
edilmiştir. Onun için bu, herhangi bir çelişki arzetmez. îmam Cafer es-Sâdık da bunu rivayet etmiş ve
kabul ile karşılamıştır.» Alûsi bunu müteakiben önce Kâdi Abdülcebbar sonra da
ez-Zemahşeri'nin bu konudaki görüşlerini çürütmeye başlar. [174]
146. sayfada Hz.
Peygamber'in göğsünün varıldığını bildiren hadislere şüphe sokmuş ve bu konuda
alaylı bir uslub kullanmıştır. Ayrıca aralarında
hiçbir ilişki olmamasına rağmen bu hâdise ile Hristiyanlık akidesinde Hz.
İsa'nın çarmıha gerilmesi arasında bir ilişki kurmuştur, hatta çarmıha gerilme
akidesini savunmak için
çaba sarfettiğini
görüyoruz.. Bundan başka keyfi ne dilerse söylüyor. Bunun iki sebebi olabilir-
Birincisi:
Ya yazar bir münafık olup (bu yolla) ha-kiki veçhesini, içinde gizlediğim ve
kötü emelim ortaya çıkarmıştır.
îktncisİ: Yahut
bir yağcı ve yardakçı olup hrisüyan-lara özellikle misyoner ve müsteşrik
efendilerine hoş görünmek istemiştir. Her iki durumda şer ve dalalettir.
Hz. Peygamber'in
(Allah'ın emriyle) göğsünün varıldığını bildiren hadis sahihtir. Bu da birisi küçüklüğünde
süt annesi Halime es-Sâdiyye'nin yanında iken diğeri de İsra ve miraç gecesinde
olmak üzere iki defa tekerrür etmiştir. Ki bu ikincisi Buharı ve Müslim'de
mevcuttur. Hatta bu iki defadan başka vahyi elakki etmeye hazırlamak için kısa
aralıklarla bunun tekrar edildiği de söylenmiştir. Hâliz tbn-i Hacer, Fethü'l
Bâri'de şöyle der «Bazıları isra gecesinde Hz. Peygamberin göğsünün yarıt-diğım
redderek bunun henüz küçükken süt annesinin yanında iken yapıldığını ve bunu
inkar etmediklerini söylerler, (bunlardan başka) Bi'set ile beraber de Hz. Peygamber'in
göğsünün yarıldığı ile ilgili birçok rivayet tes-bit edilmiştir. Nitekim Ebu
Nuâym «ed-Delâil» adlı eserinde bunları tahric etmiştir. Bunların her
birisinin bir hikmeti vardır. Bunlardan birincisi Müslim'de Hz. Enes tarafından
rivayet edilen hadiste diğer varyantlardan fazla olarak yer verilen ifadelerde
de belirtilmiştir. (Buna göre Cebrail) bir parça et çıkaarrak «işte bu şeytanın
sendeki nasibiydi» der. Bu çocukluğunda yapılmıştır. Bunun ü/erine o şeytandan
korunmuş olarak en mükemmel tarzda yetişmiştir. İkincisi bi'set ile beraber
yapılmıştır ki bu da şerefini arttırmak ve en temiz hal üzerine kuvvetli
bir kalp ile vahyi
alması için yapılmıştır. Üçüncüsü ise miraca çıkmak istediği zaman olmuştur ki,
bu da onu munacaata hazırlamak için yapılmıştır.»[175]
Hz. Peygamber'in
göğsünün yarılması ile Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesi arasındaki ilişki
neresindedir anlayamıyorum. Göğsün yarılması sahih senedîerle sabit, doğru, hak
ve mümkündür. Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesi ise bâtıl olduğu gibi akla ve
nakle de muhaliftir. Kur'an kesinlikle bunu reddetmiştir. Allah Teâla şöyle
buyuruyor : «... soysa onu öldürmediler ve asmadılar fakat (İsa) on-[lara
benzer .gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, ondan yana tam bir
kuşku içindeler. O hususta bir bilgileri yoktur,; Sadece zanııa uyuyorlar, onu
yaki-nen öldürmediler, Bilakis Allah'onu katına yükseltti. Allah daima
üstündür, hikmet sahibidir [176]Eski
çağlarda göğsün yarılmasına insan ihtimal vermese de tıbbın müthiş btr şekilde
ilerlediği asrımızda uzak görmek uygun oimasa gerek. Hatta insan hayatının
bağlı olduğu kalp ve beyin gibi organlarda bile ameliyatların yapıldığım
görüyoruz, bunu reddetmek bıçaksiz ve yarasız meydana gelen, bu nebevi mucizeyi
inkar etmeyi âdet edinenlere yaraşır.
Yazar bütün bu haksız
yere yaptığı hücum ve kınamalardan sonra İsrailiyat ve mesihiyyat ile ilgili
geniş bilgi edinmek için Tefsir, hadis ve tarih kitapları ile Goid-zier ve Won
Kramer gibi müsteşriklerin kitaplarına müracaat etmemizi Öneriyor. Bununla o
hakiki .kimliğini ortaya koymuştur. Aslında onu bütün bu hata ve yanlışlıklara
sevkeden husus kendisine imam kabul ettiği misyoner ve müsteşrik hocalarına
tabi olmasıdır.
Yazar çağdaş sebeiler
olan bu yahudilerin İslâm'a ve müslümanlarn karşı içlerinde gizledikleri kin ve
nefreti görmemiştir. Bunlar kötü emellerine ulaşmak için girecek bir gedik
bulamadıkları için sünnete şüphe düşürmeye çalışarak bu ilâhi nuru söndürmek
istediler. «Ancak kâfirler hoş görmese de Allah nurunu tamamlamak is ter. [177]
Ebü Reyye, kitabının
elli sayfadan fazlasını büyük sahibi Ebii Hüreyye (r.a.)'nin hayalına ayırmış
bulunmaktadır, (Bu elli sayfada) kendisine izafe etmediği bir kötülük ve bir
eksiklik kalmamışın-. Bölüm Ebü Hurey-rc'ytî tahsis edildiği hakle başka
sahabilere de dil uzatmış ve onu cerhetliği gibi unlan da cerhetmiştir. Bütün
sahabilerin âdil olduklarını savunan ehl-i ilmin cumhuru ile de alay otmiş ve
onlara demedik şey bırakmamıştır.
Bunun için Ebıı
Rcyye'nin bu konudaki görüşlerini tenkide geçmeden Önce bu meselede hak yerini
bulsun diye genel olarak sahabe hakkında birşeyler söylemeyi gerekli görüyorum. [178]
Hadis imamlarına ve
âlimlerin Örfüne göre sahabi, iman ederek Resülullahla biraraya gelmiş ve iman
üzere ölmüş kimselerdir. Resullulah'ı gördükten sonra irtidat edip ve bu hal
üzere ölenlere sahabi denmez. Sahih olan kavle göre irtidat ettikten sonra
tekrar tevbc edenler yeniden sahabi kabul edilirler. Aynı şekilde zahiren
İslâm olup içinde küfür olan nifak ehli sahabi olmak şe-ıvlinden mahrumdurlar.
Allah ve Resulü de böyle kimselerin nifaklarını ortaya çıkaracaklarını
tekeffül etmişlerdir. Alimlerin Cumhuru ne göre sahabi olmak için ki-Şinin Hz.
Peygamber ile beraber uzun bir müddet kalması şart değildir, O'nunla birlikte
cihad etmiş ve Allah yolunda infak etmiş olmak da gerekmez. Ancak bazı âlimler
onunla beraber uzun bir müddet kalmayı ve yine birlikte bir veya iki savaşa
katılmış olmayı şart koşmuşlardır. Hernekadar Cumhur Hz. Peygamber'le beraber
uzun bir müddet kalmayı onunla birlikte savaşa katılmayı ve Allah yolunda
infak etmeyi şart koşmasa da uzun bîr zaman beraber bulunan, ondan çok hadis
işiten veya beraber savaşa katılan, ona yardım etmek için canını ve malım feda
etmekten esirgemeyenleri böyle olmayanlardan daha üstün faziletli olarak kabul
etmiştir. Hafız İbn-i Hacer «Nuhbetu'l Fiker» şerhinde şöyle der : «Hz.
Peygamber'den ayrılmayıp onunla beraber savaşa katılan veya onun sancağı
altında canını veren sahabi-lerin sürekli beraber bulunmayan veya sadece bir
defa huzurunda bulunanlardan yahut onunla az bir şey konuşan, onu bir defa
yakından gören veya uzaktan gören veya onu çocukken görenden daha üstün
olduklarında hiçbir şüphe yoktur. Ancak hepsi de sahabi olma şerefini
haizdirler. Hz. Peygamberden bizzat hadis işitmeyenlerin hadisleri rivayet
yönünden mursel kabul edilirler. Bununla birlikte bunlar da onunla sahabi olma
şerefine nail oldukları için sahabeden sayıhrîar.[179]
Buna Allah Teâîanm şu
sözü de işaret eder / «...elbette içinizden Mekke'nin fethinden önoe (Hak
yolda, harcayan ve savaşanlar Ötekilerle) bir olmaz, onların derecesi
ısonradan ünfak eden ve savaşanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allah
hepsine de en güzel sonucu vadetmiştir, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.» [180]
Muhaddis, fakih ve
usulculerin cumhuruna göre sa-habilerin tamamı adalet sahibi kimselerdir:
Bundan maksat şudur: yâni onlar sahip oldukları kuvvetli iman, takva,
ımuruvvet, yüce ahlak gibi vasıflar ve safsata işlerden uzak olmaları
sebebiyle kasten Hz. Peygamber'e yalan isnad etmezler. Yoksa adaletten maksat
onlar bütün masiyeterden, hata ve nisyandan masumdurlar, demek değildir. İlim
ehlinden hiç kimse böyle dememiştir. Onların adaletine sahibi oldukları
arzusuna tabî olan bidat ehlinden bâzı kimseler dışında hiç kimse muhalefet
etmemiştir. Onların görüşleri ve sözleri kale alınmaz, zira hiçbir delile
dayanmaz, burası bu görüşlere genişçe yer vererek tartışmak için uygun
değildir; onun için burada bu kadarla yetineceğiz.
Sahabenin adaleti
sabit ve bilinen bir husustur. Zira onların âdil oldukları bizzat Allah
tarafından bildirilmiştir. Onların temiz olduklarını, en hayırlı, en âdil, en
yüce ve muttaki bir topluluk olduklarını haber veren de yine Allah Teâla'dır.
Bir âyette şöyle buyuruyor : «Böylece biz sizi vasat bir ümmet kıldık...»[181]
Buradaki vasat seçkin ve âdil demektir. Zira her şeyin vasatı hayır ve adaletidir.
Bir başka âyette «Biz sizi İnsanlar arasından çıkarılmış en hayırlı ümmet
laldık zina siz İyitigl emreden^ Kötülükten sakındırır ve Allaha iman
edersiniz»[182]Şüphesiz her iki âyetin
hitabına ilk muhatab olanlar sahabi-lerdir. Allah teâla başka bir âyette:
«Muhacirlerden ve Eîisftrdan (İslâm'a [girmekte) İlk Öne geçenler ile bunlara
güzeloe ]tâbi olanlar... Allah onlardan razı olmuştur, onIar da O'ndan razı
ohmıştur»[183] bir başka âyette :
«Allah ağacın altımla sana biat eden müminlerden razı olmuştur...»[184]
diğer bir âyelte «Muhammed, Allah'ın resulüdür, onunla beraber bulunanlar
kâfirlere karşı şiddetli kentli aarlarmda inerhamelidirler...»[185]
buyurmuştur. Daha bunlara ben/er birçok âyette onlar tezkiye edilmiş
faziletleri yüceltilmiş, sâdık bir imana, ihlasa ve yüce ahlaka sahip oldukları
belirtilmiştir. Yerde ve gökte kendisine hiçbir şeyin gizli kalmadığı yüce
Allah'ın tezkiyesinden sonra hangi tezkiyeden söz edilebilir. Allah'tan daha
doğru sözlü kim olabilir.
Peygamberimiz IIz.
Muhammed (s.a.s.) de onların kötülüklerden uzak ve adalet sahibi olduklarını
belirtmiş ayrıca onların şeref" ve hukukunu tanımaya, fazilet sahibi
oklukları için onlara eziyet etmemeye ve dil uzatmamaya davet etmiştir. Buhâri
ve Müslim'de yer alan merfu bir haberde şöyle der: «Benim ashabıma sövmeyin nefsim
elinde olan Allah'a aııdolsunki sizden biriniz Uhıid dağı katlar lalluı ,infak
ıtitse tunlardan birisinin verdiği bir İiîçek hatta yarı ölçek derecesine
ulaşmaz» gerek Buharı ve Müslim'de gerekse diğer güvenilir hadis kitaplarında
mütevâtir bir habere göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur. «İnsanların en
hayırlısı bana yakın olandır, sınıra da onları tâkib edenlerdir...» Tirınizi
(süneninde) ve ibn-i Hibban Sahİh'inde Hz. Peygamber'in şöyle dediğini
naklederler. : «Ashabını konusunda Allah'tan korkunuz, onlara kin beslemeyin,
onları seven beni sevdiği için sever onlara buğ/.eden bana ibuğv.ettiği İçin
buğzeder, onlara eziyet eden bana .eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden Allah'a
eziyet etmiş olur. Allah'a eziyet edeni Allah hemen (belası) ile tutuverir.»
el-Bezzar, Müsnedin'de
sika ravileıie verdiği bir rivayete göre Hz. Peygamber'in şöyle dediğini
nakleder: «Allah, Nebi ve Resuller müstesna, ashabımı bütün cin ve insan
topluluğuna seçkin kılmıştır.» Tarihî hakikatler bu hadisin doğru olduğunu her
yönüyle doğrulamıştır. Sahabe'nin tarih ve siyerine vakıf olanlar, onların
sahip oldukları ilim, amel, takva, güze! ahlak, heva w hevesten uzak olma gibi
vasıflarına vâkıf olanlar bunun bir gerçek olduğunu bilirler. Başta Râşid
halifeler olmak-üzere büyük sahabüer, her sahabinin sadece peygamberi görerek
sahabi adını alsa da .faziletin sahibi olduğunu bilirlerdi. Rivayete göre bir
bedevi Hz. Ömer'e gelerek I?.n-sar'ı hicveder Hz. Ömer onlara '«şayet
Resulullah'tn ashabından olmasaydı ne olacağını bilemiyorum ama hakkından
gelirdim, ancak o bir sahabidir.» der. gorüldüpü gibi hakkı tatbik ederken
müsamaha tanımayan 11/. Ömer'in sahabi olma şerefini haiz olduğu için hu /atı
bırakın cezalandırmayı ona bir kınama bile vermemişi ir.
Allah'tan ve
Resulünden bu zikrettiğimiz âyet ve hadisler varid olmasa dahi, hicret
etmeleri, mallarım ve. çocuklarını terketmeleri, jslâm'ın zaferi İçin cihad
ölmeleri, mallarını harcamaları, Allah yolunda babaları ve oğullarım dahi
öldürmeleri gibi hallerinden dolayı kesinlikle âdil oldukları, nezih ve emin
kimseler olup kemlilerinden sonra gelen bülün insanlardan faziletli oldukları
neticesine varılabilir. İslâm alimleri sahabenin bülün bu ö/elliklerini tarif
etmişlerdir. I lalız Ahmet el-Beyhaki. din akıl ilim ve zeka yününden kim
olduğu bilinen İmam eski bir risalesinde
sahabevi .lâvık-ı veçhile dükten sonra $öyle dediğini nakleder : «onlar bütün
ilimlerde bizden üstün oldukları gibi, içtihad, takva ve akıl yönünden de
bizim fevkimizde insanlardı (onların görüşlerinden) ilim elde edildi ve onunla
istinbat yapıldı onların görüşleri bize göre bizim görüşlerinizden daha iyi ve
evladır.»[186] îmam Ebu Zurâ er-Râzt de
derki : «Sahabeyi ayıplayan birisini görürsen bil ki o zındıktı)-. Zira Resul
hak, Kur'an hak, getirdiği hükümler de haktır. Bütün bunlar sahabe vasıtalarıyla
bize geldiğine göre bunlar zındıklar ve benzerleri'in maksatları bizim
şâ-hidlerimizİ (sahabe) cerhederek kitap ve sünneti ibtal etmektir. Onlar
cerhedilmeye daha layıktırlar zira önler zındıklardır.
Allah'ın Ebu Zur'a
(r.a.)'run lisânına ilka ettiği bu söz ne hikmetli sözdür. Hz. Ebu Bekr ve Hz.
Ömer'in bazı sahabilerin rivayetleri için başkalarına müracaat etmeleri ve
ikinci bir şahidi talep etmeleri ki bu da oldukça azdır bu konuda.bir şüphe
meydana getirmesin, zira bu itham ve- ceıhetmek için değil yakin hâsıl olsun
diye fazladan yapılan bir araştırmadır. İki râşid Halife bu ihtiyatlı
hareketleri ve övgüye değer titizlikleri ile rivayetleri tesbit için sağlam
metodun temelini atmış oldular, buna en güzel şekilde delalet eden Hz. Ömer'in
(r.a.) Ebu Musa el-Eşarîye söylediği sözüdür, rivayet ettiği bir hadisi
ResuluHahtan işitirken duyan başka bir şahidi getirmesini kendisinden
istedikten sonra şöyle demiştir. «Ben seni itham etmiyorum ancak bu (söylediğin)
Resulullahın hadisidir» bu açık sözden sonra sahabeye hücum edilerek itham
edilir, zan altında tutulabilir mi? [187]
Bildiğim kadarıyla
sahabeden Ebu Hureyre (r.a.) kadar zâlim tenkid oklarına hedef olan başka bir
şahabı yoktur, bu zalimane saldırıların izleri çok uzaklara dayanır. Allame
Ibn-i Kuteybe «TeViI-İ Muhtelefll Hadis» adlı kitabında en-Nazzam ve benzerleri
gibi bidat ehlinin Ebu Hureyre'ye yaptıkları birçok saldırıları uakletmişLîr.[188]
İslam âlimi sayılan hiç kimsenin Ebü Hureyre'ye, kadrini düşürecek derecede
saldırdığını bilmiyorum. Sonra müsteşrikler çıktılar daha Önce bu işi
yapanların sözlerini aldılar, onları arttırarak geri bize iade ettiler, sonra
sözlü fikirler ve zalimane hükümlerle karşımıza çıktılar. Herhalde
müsteşriklerin, kökü haçlı saldırılarına uzanan bu hamlelerinin arkasındaki
maksatlarının ne olduğunu belirtmeme gerek yoktur. Onların maksadı İslâm'ın
direklerini yıkmaktır. Müslümanlardaki îslâm ruhunu zayıflatmaktır. Ancak bu
şekilde devletlerinin arzu ettiği ekonomik sömürgecilik ve insanları köle
edinme projeleri gerçekleşebilir. Allah da şâhiddir onların bazen sahabeye
bazen de sünnete dil uzatmaktan tek gayeleri îslâm şeriatının ikinci kaynağı
olan sünnete şüphe düşürmek ve ona olan güveni azaltmaktır. Müslümanlar sünnetten
şüphe duyar ve ona olan güvenleri azalırsa bu sefer Kur'an da anlaşılmaz hâle
gelecektir. O- zaman vay islâm'ın haline! Müsteşrikler çağdaş bâzı müslüman yazarları
etkilemede bir ölçüde başarılı oldular. Bu yazarlar onlann peşlerinden giderek
hiçbir delile dayanmayan iddialarını tekrarlayıp durdular; hatta kendilerinden
de bir şeyler katarak arttırdılar. Hem müsteşrikler hem de hu çağdaş yazarlar
bilim, araştırma ve tenkid hürriyeti adı allında zehirlerini kustular. Bu
iddialarının gerçek ilim, sağlam araştınna ve nezih tenkitle bağdaşmadığını
Allahta bilir, ilimde derinleşenler de. (Son olarak) Ebu Reyye geldi ve bütün
bu söylenenleri tekrarladı hatta çamura biraz daha su katarak kitabında «Ebu
Hureyre» başlığı altında uzun bir böiüm açtırarak her türlü kırıcı sözlerle
doldurdu. Burada Ebu Hureyre-v ebaska sahabilere hücum ederek onları yalan ve
uydurmacılıkla suçladı. Bu konuda İbn-i Kuteybe'nin Nazzamdan yaptığı nakilleri
tekrarlayarak tıpa tıp ona tâbi oldu. Bu bölümün her sayfası hiç bir araştırmacıya
yakıştıramadığımız ilmî hatalarla doludur. Onun için açıkça diyebilirim ki,
yazar hu konuya girerken sağlam araştırma olarak nitelendirdiği peşin
fikirlerle donanmış vaziyette başlamıştır. Oysa nezih ilmî araştırma
kaideleri, araştırmacıdan, incelemeye başlarken o konudaki bütün madde ve
metinleri toplamasını sonra kendisini her türlü heva ve peşin fikirden tecrid
etmesini ister. Daha sonra kişi vardığı hüküm hakka en yakın hüküm olsun diye
naslan mukayese eder, tetkik eder, inceler ve derinden araştırır. Fakat arzusu
doğrultusunda İstediğini alıp İstediğini terketmek sağlıklı araştırma ve
tutarlı tenkit kaideleri ile bağdaşma/.
Yazar gayesine ulaşmak
için nakillerde bulunurken bir kısmını kırparak diğer bir kısmı ile yetiniyor.
Tıpkı (ayeti okurken) «sarhoşken» ifadesini terkedip «Namaza yaklaşmayın»
dİyen(Bektâşi) gibi gayesine hizmet etmeyen bazı kuvvetli rivayetleri
terkederken kendisini destekleyen her zayıf rivayetten delil getirmiştir.
İftira ediyorum veya
insaf hududunu aşıyorum zannedilmesin diye birçok örnekten bazılarım vermekle
yetinmek istiyorum.
s. 168'de Ebu
Hureyre'yi yalancılıkla itham etmeye başlar başlamaz aynen şöyle diyor :
«Zııbeyr (Ebu Hureyrenin) hadislerini işitince doğru söyledi, yalan söyledi
dedir,» Bu şekilde nakledince sanki Zübeyr'in Ebu Hureyreyi yalancılıkla itham
ettiği anlaşılıyor. Söylediklerimin doğru olduğunu görmek için şimdi de metnin
tamamını verelim. el-Bidfıye veıı-Nihaye sahibinin naklettiğine göre : «Urve,
Hz. Zübeyr'den rivayet ederek şöyle der: «Babam bana dedi ki, bent bu yemenliye
yaklaştırıl" mısın Ebu Hureyre'yi kastederek zira o Hz. Peygamber'den çok
hadis rivayet ediyor. Ben de onu yaklaştırdım. Ebu Hureyre hadis naklediyordu
babam da doğru, yalan...» diyordu, dedim ki! babacığım (bazen) doğru (bazen)
yalan sözünden ne kastediyorsun, dedi ki «O'nun bu hadisleri ResuluUah'tan
işittiğinden hiç şüphe etmiyorum lâkin bâzılarını olduğu gibi naklederken bâzılarını
aynen (Hz. Peygambcr'in iafızlarıyla) nakledemedi.»[189] bu
metnin tamamından yazarın vardığı sonucaşe-hndet edecek bir şey görülüyor mu?
Hesabına gelen bâzı
rivayetleri alıp kuvvetli olduğu halde hesabına gelmeyenleri de lerkcttiğine
dair bir Örnek : 192. sayfada Hz. Ömer'in, Ebu Hureyre'yi Bahreyn'e vali
olarak tayin ettikten sonra güvenilirliğini ihlal eden bâzı şeyleri duyunca
görevinden azledip yerine başkasını tâyin etliğini ve Hz. Ömer'in ona hakaret
ederek sert konuştuğunu aktarmasıdır. Keşke yazar bunun kaynağını zikretseydi
de güvenilir bir
kaynaktan olup olmadığını
görseydik. Şimdi aynı kıssayı sahabe tarihleri içinde en güveniliri olan
«e!-îsabc» [190] den nakletmek istiyoruz
: «Abdurrezzak dedi ki bize Mâmer Eyyup'ten O'da ibn-i Şîrîn'den naklen dedi
ki: Hz. Ömer Ebu Hureyre'yi Yemen'e vali tayin etti oradan dönerken on bin
dirhem ile birlikte döndü. Bunun üzerine Hz. Ömer, «kendine seçtiğin bu
malları nereden getirdin?» diye sorar, o da : yavrulayan bir at, bana gelen
hediyeler ve bir esirden aldığım haraçtan ibaret diye karşılık verir. Hz. Ömer
bakar ve gerçekten öyle olduğunu anlar sonra tekrar vali yapmak için çağırır.
Ancak Ebu Hureyre bunu reddedince Hz. Ömer: «senden daha hayırlı kimse görev
istemiştir.» der. Ebu Hureyre «O, Allah'ın Peygamberinin oğlu Yusuf
peygamberdir ben ise Umeyme oğlu Ebu Hu-reyre'yim ve üç şeyden korkuyorum.
îlimsiz konuşmak, isabetsiz hükme varmak, dövülmek sövülmek ve malımın
alınması,»
Hafız ibn-i Kesir de
aynı kıssayı «el-Bidaye»de naklettikten sonra akabinde şöyle der :
«başkalarına göre Hz. Ömer birinci valiliğinde
!2 bin dirhem borç yüklediği ikincisinde bu görevi reddetmiştir.»[191]
Görüldüğü gibi
Abdurrezzak'in rivayetinde Ebu Hu-reyre'ye hiç bir itham mevcut değildir,
bilakis her yönden masum olduğu anlaşılmaktadır. Sonra tenkit konusunda
mütehassıs olan iki imam da bunda ittifak etmişlerdir, belki ibn-i Kesir'in
üslubundan ve diğer rivayete işaret etmesinden buna meyletmediği anlaşılabilir.
Ancak Abdürrezzak'ın da büyük bir imam olduğu ve rivayetler arasında tercih
ettiği bir gerçektir. Şayet yazarın
iddia ettiği gibi Hz,
Ömer, Ebu Hureyre'yi ithamh kabul etseydi ikinci defa ona valilik teklif eder
miydi? Kaldı ki Hz. Ömer'in valilere karşı sert tutumu bilinmektedir. Esas
kabul edilmesi gereken rivayetin Abdurrezzak'in rivayeti olduğu açıktır,
öyleyse Ebu Reyye'nin hüccet ve burhana dayanmayıp hesabına geleni alıp,
gelmeyeni terkettiği ortadadır. O'nun Abdurrezzak'in rivayetini almamasının
tek sebebi arzusunun ihtiyacından kaynaklanmaktadır.
Bunlardan bîr tanesi
de 163. sayfada geçiyor. Buna göre «Hz. Ömer bir defasında Ebu Hureyre'ye şöyle
demiştir asen Hz. Peygamber'den çok hadis rivayet ediyorsun, senin Allah
resulüne yalan isnad etmenden korkuyorum» Ayrıca Hz. Ömer, Peygamber'den hadis
rivayet etmeyi terketmediği takdirde memleketine süreceği tehdidinde bulunur.
Ona «ya hadis rivayetini terkedersin ya da seni Devs topraklarına sürerim»
demiştir.
Güvenilir hiç bir
kitapta Hz. Ömer'in Ebu Hureyre'yi yalanla itham ettiğini ben görmedim.
Yazarın edebiyat ve benzeri kitaplardan ya da haaylinden getirmiş olması
müstesna. Ayrıca Hz. Ömer'in onu Devs topraklarına sürgünle tehdid etmesinde
onu yalanla itham ettiği manası çıkmaz. Olsa olsa bu ihtiyat ve fazla titizlik
ifade eder. Zira çok rivayet etmek beraberinde hata ve nisyanı da getirir. Hz.
Ömer'in rivayetleri tesbit metodu bilinmektedir. [192]
Ebu Reyye'nin ilginç
bir yönü de yüzlerce hadis kitabını gözden geçirdiğini iddia ettiği halde nasıl
olur da hadis imamlarının edebiyat ve tarih kitaplarındaki rivayetlerin kabul
edilmeyeceğine ve bunlaar güvenilmiyeceğine dair sözlerini görmez. Zira bu
kitaplar yalan yanlış bir çok şeyle doludur. Hadis sadece sika imamların
kitaplarından alınır. Hangi hadisin sahih, hangisinin /.ayıt;, hangisinin
merdud, hangisinin makbul olduğu kendisine müracaat edilen imamlardım alınır.
Bu imamların koydukları, kaidelerden birisi şöyledir : Kim bir hadis rivayet
ederse senedini açıkça belirtmek ya da kim mhric etmişse ona isnad ettirmek
zorundadır. Aksi takdirde «denilir ki» : «rivayet edilir kİ» «zikredilir ki»
gibi hadisin zayıf olduğuna delâlet eden
sığalarla Hz. Pey-gamber'e nisbet edebilir. Sahih ve hasen olduğunu
tesbit etmeden kesinlik bildiren siga ile Hz. Peygamber'e nisbet edemez.»
Yazarın bir çok nakilde bulunurken dayandığı kitaplar şunlardır :«eş-Şi'ru.
ve'ş-Şu&ra»«Shnaru'l Kulûb nt-Mudâfl ve'l Mensub» «Makamat Bedi'iz'zaman
el-He-mectâni» «el-Meselu's-Sâir» «Şerlıu Nehcu'l Belağe» ed-De-mlri'nin
«Hayatu'İ Hayavân't» ve «Nihayefu'l Edep» vb gibi kitaplardır. Bunu söylemekle ben bu kitapları ve yazarlarını ayıplamak istemiyorum; söylemek istediğim şudur : Birçok âlim kendi
sahalarında güvenilirdir. Ancak hadis rivayeti yönünden bunlara güvenilmez,
hadisin sahih veya zayıf olduğu bunlardan Öğrenilmez. Çünkü bunlar hadis
uzmanları değildir. Hadis ve eski siyer kitapları arasındaki güvenilirlik
farkından dolayı hadis imamları, megazi yazarlarının İmamı olan ibn-i îshâk'ı
bile hadis rivayeti yönünden zayıf saydıklarına göre onun dışındaki
edebiyatçı, dilci ve diğer genel araştırmacıların durumlarına ne denilebilir?
Bu fırsatı vesile bilerek, tarih, ahlâk ve vaaz kitaplarının İslâm'a
sokuşturulan İsrailiyat ve mevzu hadislerle dolu olduğunu araşurma-cılaar açıklamak ve bunu müslümanlarm
dikkatlerine ar/etmek istiyorum. [193]
Başta büyük sahabi Ebu
Hureyre'nin tarihi gibi nazik bir konuda olmak üzere nakillerde bulunurken
yazarın edebiyat ve benzeri kitaplara dayanması, ayrıca araştırmaya peşin
fikirle başlamasından dolayı küçük bir talebenin bile yapmayacağı haatlara
(yazar) düşmüştür.
Mesela bunlardan
birisi Î56. sayfada Ebu Hureyre ile alay ederek ona «şeyhu'l Madire) diye isim
vermesidir.[194] es-Seâlibî'nin «Sîmâru'l
Kulub» adlı eserinden naklen şöyle diyor : «Ebu Hureyre, Madire çorbasını çok
sever Muaviye ile beraber yerdi. Namaz vakti gelince de gider. Hz. Ali'nin
arkasında namaz kılardı. Bu kendisine sorulunca «Muâviyenin çorbası yağlı ve
daha güzel, Hz. Ali'nin de arkasında namaz kılmak daha faziletli. (Bunun
üzerine) ona şeyhu'l Madire denilirdi.»[195]
Akıl bunu nasıl kabul
eder? Çünkü Hz. Ali Irak'la, Hz. Muaviye Şam'da Hz. Ebu Hureyre de Hicaz'da
idi. Ebu Hureyre'nin Hz. Ömer zamanında Bahreyn'de valilik yaptıktan sonra hiç
Hicaz'ı terketmecüği tesbit edilmiştir. İmam ibn-i Abdi! Ben* şöyle der: «Hz.
Ömer, onu Bahreyn'e vali yapar sonra da azleder. Tekrar görev vermek istediği
halde o bunu reddeder. Daha sonra vefatına kadar Medine'den ayrılmaz.»[196]
Şayet Ebu Hureyre'ye Hz. Süleyman'ın (uçan) sergisi verilmişse ya da yeryüzü
kendisi için dür uluyorsa o başka...
157. sayfada Ebu
Hureyre'nin hayatı hakkında bir eser yazan bir yazardan onu abartmalı
lakaplarla Övdükten sonra şöyle bir nakilde bulunur : «Bu ve başka
hikayelerden anlaşıldığına göre Ebu Hureyre', Sıffîn savaşında bulunmuş ve her
iki tarafa da yağcılık yapmıştır.» daha sonra da şöyle der: «Birçok kişinin
anlattığına göre Ebu Hureyre bazen Hz. Ali'nin cemûaüne iltihak eder ve onunla
namaz kılardı, yemeği de gider Muaviye'-nin cemaati ile yerdi. İşler kızışınca
da dağa sığınırdı. Bu durum kendisine sorulunca da : şöyle derdi : «Hz. Ali
daha âlîm, Hz. Muaviye daha yağlı, dağ da daha salimdir.»
Özellikle bir insanı
itham etmek ve cerhetmek için bu tür hikaye kitaplarından bilgi alınır mı? Hem
bu insan kim? Allah resulünün yüce bir sahabisi. Sonra Hz. Ebu Hureyre'nin
Siffin savaşına katıldığını kim söyledi? İftiracı yazarın ve muhakkik olduğunu
iddia ettiği arkadaşının yapacağı en büyük şey; bu bâtıl hikayenin doğruluğunu
isbatlamaktır. Nasıl oluyor da böyle büyük bir işe kalkışır ve böylece tüm
şiddetiyle, saldırabiUyorlar. Sonra bu hikayeyi anlatan «o bîr çok kişi»
kimlerdir. Ayrıca Ebu Hureyre'nin iki cemaat arasında gidip gelerek her iki
tarafa da yarandığı halde nasıl durumu anlaşılmıyor? Bunu akil nasıl alabilir?
Bize yetişin ey akıl
sahipleri, «bu çirkin söz onundur manası: Bizim aklımız yoktur» demek diyen ne
güzel söylemiş.Edebiyat kitaplarım dolduran bu ve benzeri hikayeler naklen
sahih olmadığı gibi aklen de uygun değildir. Zira bu hikayelere yer veren
kitaplar boş zamanlarda hoş vakit geçirmek maksadıyla kaleme alınmıştır. İlmî araştırmalarda
en uygun olan bunlara itibar etmemektir. Fakat bunlar bir sünnet tarihi
kitabının yerine konur. Hz. Peygamber'in ve ilk seçkin müslümanların tezkiye
ettiği yüce bir sahabi bir yana, büyük bir ilim adamını cerhetmek için esas
kabul edilirse, işte bu hiç bir dönemde görülmemiş araştırma üslubudur.
Ne hayret vericidir ki
: bu şeni iftiraların sahibi kitabının dış kapağında aynen şunları yazıyor:
«Bu Muhammedi hadisin tarihi ve din ile dünya işlerinde onunla ilgili her şeyi
açıklamaya yönelen yazılı bir çalışmadır. İlmî tahkik kaidelerine uygun olarak
yazılan bu kapsamlı çalışma kendi sahasında ilk olup; daha önce aynı minval
üzere hiçbir eser te'iif edilmemiştir : «Pek doğru! gerçek ilmî araştırma
kaidelerinden, sahih nakil ve salim nakilden oldukça uzaktır. Karıştırma, sövgü
ve iftira yönünden sahasında ilk eserdir, lahkik-sadakat ve adaletten âri
olduğu haîde daha önce aynı minval üzere kim böy-ie bir eseri telif edebilir?
Yazarın araştırmayı saptırıp, tahkik, adalet ve insaf ölçülerini aştığı artık
açıkça ortaya çıkmıştır. Kaldı ki araştırma ve çalışmasının sadece bir kısmı
görüldü. [197]
Ebu Reyye'nin Ebu
Hurcyre'yc reva gördüğü kaleminden dökülen istiiıza, sövgü ve kırıcı sözler
hiçbir şerelü İnsanın kabul etmeyeceği ve hiçbir iffetli kalemden dökülmeyecek
şeylerdir. Bırakın asil bir. soydan gelen şerefli bir sahabiyi basit bir
İnsana dahi böyle bir şeyin yapılmasını kabul etmediğimiz gibi din ve ahlak
sahibi hiç kimse de buna razı olmaz. Sünnet konusunda kalem oynatan birisinin
sünnetin sahibi Hz. Peygamber ile .Buharı ve diğer hadis imamlarının edepleri
ile cdeplenmesini isleriz.
İşle haddi aştığına
bâzı Örnekler; onun bu sövüp saymalarını nakletmek zorunda kaldığımız için özür
dileriz ;
a) Bunlardan
birisi s. 152'de onun hakkında şöyle der:
«Ebü Hu rey re sahabenin içinden
hiçbir işe yaramayanlardandı»
b) 166.
sayfada da şöyle diyor: «Hz. Aişe ona sen Resülullah'tan işitmediğin hadisler
rivayet ediyorsun dediğinde O, Hz. Aişe'ye Buharı, îbn-i Sâd, ibn-i Kesir ve başkalarının
rivayetine göre edep ve vakarla bağdaşmayan şu cevabı verir : «sen ayna ve
sürme ile uğraşırken bu hadisleri kaçırmışsındir.»
Oysa bu ibarede Ebu
Reyye'yi sahabi Ebu Hureyre'yi çirkin sözlü olmakla suçlamada haklı kılacak
hiçbir ifade yoktur. Bütün akıl sahibi İnsanlara soruyorum hangi mantığa göre
nefsini müdafaa eden edepsiz ve vakarsız olur.
Burada bilinmesi
gereken bir husus ibn-i Kesİr'in «e!~Bidâye...» adlı eserinde verdiği rivayete
göre Hz. Aişe, Ebu Hureyıe'ye : «Sen, Resülullah'tan çok hadis rivayet
ediyorsun yâ Eba Hureyre!» der Ebu Hureyrede O'na : «Allah'a and olsun ki kına
yakmak ve sürme sürmek gibi şeyler beni Resülullah'tan hadis dinlemekten
alıkoymadı. Ancak benim hadislerimi çok gördüğüne göre bunların seni bundan
alıkoyduğunu görüyorum» diye karşılık verir. Hz Aişe de «belki» diye karşılık
verir. Bu rivayet birinci rivayetteki şüpheleri giderdiği gibi Hz. Aişe'nin de
£bu Hureyre'nin dediklerine kanaat getirdiğini ifade etmektedir.
c) 185.
sayfada da şöyle diyor: «Bu durumda olan biri şüphesiz hiçbir ehemmiyeti
olmayan düşük bir insandır» yazarın nazarında Ebu Hureyre'yi düşük kılmaya
müstahak kılan suçu nedir biliyor musun sayın okuyucu! (güya o karnını doyurmak için Hz. Peygamber'e
sahabi olmuş, Suffa'ya sığınmasının sebebi fakir oluşuy-muş başkasının
yediklerini o da yer veya gider Hz. Peygamber ya da bir sahabinin yanında
yemek yermiş!... Gerçekten bu Ebu Hureyre'yi yarlayacak bir ayıp mı?!!
Allah Teâla yüce
kitabında suffa ashabını övmüştür. Ebu Hureyre'nin de onlardan olduğu bir
gerçektir. İsterseniz buyrun ayeti beraber okuyalım : «Onlar, Allah yolunda
kapanıp kalan fakirlerdir. Yeryüzünde gezip dol aşamazlar, Bilmeyen
iffetlerinden dolayı onları zengin sanır, onları simalarından tanırsın;
yüzsüzlük edip insanlardan dilenmezler. [198]
Sonra Ebu Reyye
geliyor ve (Allah'ın belirttiği) bu övgüleri kınamaya, faziletleri de
reziletlere tebdil ediyor. Ne diyorsun (haşa) Allah'ın sözünü bırakıp Ebu
Rey-ye'nin iftiralarına mı bakalım!!
d) s. 187'de
şöyle diyor: «Kendisi ile evlendiği Bus-re binti Gazvan adındaki hanım efendiye
edep ve vakar sınırlarını aşan sözleri ve nankörlüğü onun hafif meşrep olduğunu
göstermiş ve böylece aslı ve tabiatı ortaya çıkmıştır.» Bütün bu küfür ve
hakaretin sebebi nedir biliyor musun? Zira Ebu Hureyre bu hanımla evlendikten
sonra şöyle demiş : «Ben Busre binti Gazvan'ın yanında karın tokluğuna hizmetçilik yapıyordum. Bir yola çıktıklarında arkalarından gider
konakladıklarında hizrnet ederdim, şimdi ben O'nunla evlendim şimdi ben biniyorum
konakladığımda O bana hizmet ediyor.»
îbn-i Sâd'İan bu
manada bir rivayet daha zikrettikten sonra nefsi bununla tatmin olmuyor; Ebu
Hureyre'nin haysiyetine dil uzatarak bir hakaret daha savuruyor; dip notta
aynen şöyle diyor: «her türlü aşağılığı ifade edan, erdemlik ve müruetten uzak
olan şu söze bakın, görüldüğü gibi (adam) eşini kendisine hizmet ettirmek ve
ona hakaret etmekle kıvanç duyuyor asil bir aileden gelen şerefli bir insan
böyle yapar mı?»
Hiçbir araştırma ve
tenkidde bunun benzerine rastladınız mı acaba? Hangi şeriatte, hangi örfte,
hangi kanunda sövme, tenkid, hakaret, araştırma sayılır? Yazar gerçekten bir
araştırmacı olsaydı, nezih bir tartışmacı olsaydı bu rivayetlere kötü gözle
bakmaz Ebu Hureyre'nin bunları Allah'ın nimeterine bir şükran ifadesi olarak
söylediğini anlardı. «d-Bidaye ve'n-Nihayesde geçen habere göre Ebu Hureyre
şöyle demiştir: «yetim olarak büyüdüm, miskin olarak hicret ettim, karın
tokluğuna ve sırtımın pekliğine Busre binti Gazvan'ın yanında çalışıyordum.
Bindiklerinde peşlerinden gider, konakladıklarında onlara odun loplardım. Bu
dini sağlam; Ebu Hu-reyreyi de önder yapan Allah'a hamdolsun.»[199]
Ebu Nuaym «Htlyetu'l
Evliya»'sında sahih bir senetle Mudârib b. Cuz'ün şöyle dediğini rivayet eder
: «bir gece yürüyordum bir de baktım ki bir adam tekbir getiriyor, ona
yanaştım (baktım ki Ebu Hureyre) ne yapıyorsun? dedim. O da «Allah'ın üzerime
çoğalan nimetlerine şükrümü edâ ediyorum, zira ben Busre binli Gazvan'ın yanında
yol azığı ve karın tokluğuna çalışıyordum. Bindiklerinde peşlerinde gider,
konakladıklarında hizmet ederdim. Sonra Allah beni onunla evlendirdi bu sefer
ben bindim konakladığımda da O bana hizme tetti.»[200]
Hakaret bunun neresinde? Sonra Ebu Hureyre gibilerin sözlerini köü zannı bir
tarafa bırakarak husn-ü zan ile yorumlamak daha uygun olmaz mı? Herhangi bir nıüslüman
kardeşe karşı ihtiram ve hus'nü zan beslemek islâm âdabından ise Resulullah'ın.
ashabından bir sahabiye karsı nasıl davranmak lâzım? Yazar, Allah Teâla'nın
«...zan'-ın bir kısmı günahtır...» sözünü nasıl görmez, yüce resulün «zandan
kaçınınız zira zan en yalan sözdür» dediğini ayrıca «kişiye star olarak
müsUiman kardeşine hakaret etmesi kafidir» dediğini nasıl duymaz. Hz. Ömer'in
: «Müslüman kardeşinin ağzından çıkan bir kelimeyi iyiye hamletme imkanın
oldukça şerre youmiama» sözünü hiç mi duymadı. Ebu Hureyre'nin sözü iki eşin
arasında geçen bir latifeden başka bir şey değildi. Busre binti Gazvan bunun
bir hakaret olduğunu, kendisini küçük düşürmek maksadıyla söylendiğini
sezseydi bunu asla kabul etmez ve şerefini müdafaa ederdi. Kaldı ki biz
müslüman Arap hanımlarının şerefle donandıklarını, hak gördükleri konularda
bırakın eşlerini müminlerin emirlerine bile karşı çıktıklarım biliyoruz. [201]
162 ve 163. sayfalarda
yazar büyük sahabi Ebu Hureyre'yi Hz. Peygamber'le beraber sadece üç yıl
kaldığı halde
sahabe arasında en çok
hadis rivayet ettiği için ayıplıyor ve Muhammed İbn-i Hazm'ın
nalc-letti&ine göre Bakiye îbn-i Mehled'in Musned'inde Ebu Hureyre'nin
rivayet ettiği hadislerin .5374 hadise ulaştığını belirtiyor.
Ebu Reyye ve
benzerlerine şunları söylemek istiyorum :
a) Sahabüik
hayatında üç yıl gibi bir zaman kısa olmamakla beraber, başkasına göre daha az Hz. Peygamberle
bulunsa da Ebu Hureyre (r.a)'nın çok
hadis rivayet etmesindeki garabet neresindedir? Bu gerek aklen gerekse âdeten ilk
olarak yapılan bir şey değildir. Nice şahıslar varki az zamanda çok şey öğrenir
başkası onun birkaç katı zamanda öğrenemez. Zeka, ilme ciddi bir şekilde
kendini vermek ve dünyevî meşgalelerden kurtulmak gibi şeyler daha çok şey
öğrenme ve tahsil etmeye yardımcı olurlar. Bugün bile bazı öğrenci ve
müridlerin bir hocanın yanında kısa bir müddet kalarak onlardan ciltler dolusu
kitap kaydettiklerini ve Ebu Hureyre'nin Resului-lah'Lan ezberlediği
hadislerden pek geri kalmayacak derecede
sözlerini ezberlediklerini görüyoruz.
Oysa bizim asrımızla onların asrı arasında çok fark olduğu gibi hayat,
şartları, istidat ve kendini bu işe adama yönünden onlarla Ebu Hureyre arasında
büyük farklar vardır.
Rivayet edilen bu 5374
hadisin bir çoğunun iki ve üç satıra ulaşmadığını unutmamamız gerektiğini belirtmek
istiyorum. Tamamı bir araya getirilse bir cilt kitabı geçmez öyleyse garabet
bunun neresinde?
b)Ebu
Hureyre (r.a) dünyaya- pek bağlı bir insan değildi, az bir şeye kanaat ederdi.
O zaman hanımı ve çocuklarıda yoktu, onu meşgul edecek ticaret ve ziraatle de
uğraşmıyordu. Tek işi mümkün olduğu kadar Hz. Peygamber'den ayrılmamaktı,
(isterseniz) neden çok hadis rivayet ettiğini Ebu Hureyre'nin bizzat
kendisinden dinleyelim:
Buharı, Müslim ve
diğer hadis kitaplarında Bu-hari'nin rivayet ettiği lafızlara göre Ebu Hureyre
(r.a) şöyle demiştir: «İnsanlar Ebu Hureyre çok hadis rivayet ediyor diyorlar.
Allah'ın kitabında iki ayet olmasaydı bir tek hadis rivayet etmezdim.» sonra Allah'ın
şu ayetini okur: «indirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti gizleyenler...» (bu
ve peşindeki âyeti) sonuna kadar okur, sözlerine devamla: «Muhacir kardeşlerimiz
çarşı işleriyle meşgul oluyorlardı, Ensar kardeşlerimiz de kendi mallarıyla
uğraşıyorlardı. Ebu Hureyre ise karnını doyurmak için Resulullah'tan ayrılmazdı.
Onların hazır bulunmadıkları yerlerde ben bulunuyor ezberlemediklerini de ben
ezberliyordum.»
Çok hadis rivayetinin
sebeplerinden birisi de Resulullah'tan sonra da kendisini ilme, hadis
rivayetine fetvaya adamasıdır. Hatta daha önce de geçtiği gibi Hz. Ömer onu
valilikten azlettikten sonra ikinci kez vali olmasını isteyince o bunu
reddetmiştir.
Aslında onu kıvrak bir
zekaya ve kuvvetli bir hafızaya sahip kılan Hz. Peygamberin ona yaptığı duadır.
Bu konuda şöyle der: «bir gün unutkanlığımı Hz. Peygambere şikayet ettim Hz.
Peygamber de bana «abanı ser» dedi, ben de onu serdim iki elleriyle avuçladı
sonra bana «topla» dedi, ben de topladım, bir daha hiçbir şey unutmadım.» [202]Bâzı
âlimler bunu Hz. Peygamber'in bir mucizesi saymışlardır.
kendi zamanında en çok
hadis ezberleyen sahabi idi Nesâi ceyyid (sağlam) bir isnadla Sünen'in ilm bölümünde,
el-Hakim de el-Müsteirek'te : Zeyd b. Sabitin şöyle dediğini rivayet ederler:
Ben, Ebu Hureyre ve başka birisi Hz. Peygamber'in yanındaydık, bize «dua edin»
ben ve arkadaşım dua ettik O da âmin dedi. Sonra Ebu Hureyre dua etti ve şöyle
dedi: «Allahım bu iki arkadaşımın istediklerini ben de istiyorum (bir de)
senden unutmayacağım bir ilim istiyorum.» Resulullah da «amin» dedi. Biz «Ya
Resulullah» bize de» dedik O, «Devsli genç sizi bu konuda geçti» dedi. Buharı
«Tarih» inde Muhammed b. Hazm'ın on küsur yaşlı sa-habinin bulunduğu bir
mecliste otururken Ebu Hu-reyre'nin onlara Resulullah'tan hadis naklettiğini,
tanımadıkları bazı hadisleri kendisine müracaat etmek suretiyle öğrendiklerini,
bunun defalarca tekrarlandığını ve o günden bu yana Ebu Hureyre'nin en çok
hadis ezberleyen sahabi olduğunu öğrendim» dediğini nakleder.
Onun hafızasına
delalet eden bir husus da Hafız ibn-i Hacer'in «el-İsâbc'de naklettiği şu
rivayettir: «Mervan'm Kâtibi Ebuz-Zuaya'a der ki: «Mervan, Ebu Hureyre'yi
çağırdı, kendisine hadis rivayet ediyordu, beni de koltuğun arkasında oturttu
ve ben onun söylediklerini yazıyordum; sene tamam olunca tekrar çağırttı ve
aynı hadisleri sordu bana da (yazdıklarıma) bakmamı emretti. Ebu Hureyre bir
tek harf değiştirmedi.» Ebu Hureyre'nin bu özelliğini gerek sahabiler gerekse
sonradan gelen imamlar tanımışlardır. Abdullah b. Ömer, O'na şöyle der:
«Şüphesiz sen içimizde Resulullah'tan hiç ayrılmayan ve (dolayısıyla)
hadislerini en iyi bilensin.» îmam Şafii dereyre, asrında hadis rivayet
edenlerin en hafızı idi» demiştir. Bütün bunlardan sonra çok hadis rivayet
ettiği için hâlâ onun emanet ve sıdkına dil uzatmak için bir kapı açılabilir
mi? Çok hadis rivayet etmenin sebebi uzun zaman Resulullah'tan ayrılmaması ve
dünyevi meşgalelerinin olmamasına bağlıdır. Hayatın kolay oluşu, onun
kendisini ilme' ve tâlime vermesi, hüküm ve siyaset işlerine karışmaması ve vefatının
gecikmesi de bunun sebeplerindendir. Yazarın sözlerinin başında da belirttiği
gibi çok hadis rivayetinin fazilet ve dindeki yeri arasında herhangi bir
irtibat yoktur. Üç halife görülmüyor mu? dindeki yerleri, fazilet konumlan ve
Resulullah'a yakın olmalarına rağmen kendilerini ilme verememiş ve sınırları
genişleyen devletin işlerinden ayrı kalmamışlardır. (Oysa) Çok hadis rivayetini
hazırlayan unsurlar da bunlardır. Onun için çok az hadis rivayet etmişlerdir.
Dördüncü halifeye gelince vefatı geç olduğu için ilim ve fetvaya kendini verince
rivayetleri de çok olmutur.[203]
Birisinin dindeki mevkii ile çok hadis rivayet etmesi arasında irtibat kurmak
hiçbir şekilde ilmi tahkik kurallarına uymaz, önceki âlimler bunu anlamışlardır.
A'meş Ebus-Salih'in şöyle dediğini nakleder : «Ebu Hureyre Resulullah'ın ashabı
içerisinde en çok hadis ezberleyendir yoksa en faziletlileri değildir»»[204]
161. sayfada «Ebu Hureyre'nin şakacılığı ve
laf-Çihğı» başlığı altında şöyle diyor:
«Ebu Hureyre'nin
hayatından bahseden
tarihçiler, O'nun şakacı ve lafçı bir insan olduğunu insanlara hoş görünerek
onların sempatisini kazanmak için çok konuşup garip hikayeler anlattığını
ittifakla bildirirler.»
Tarihçilerin O'nun
şakacı ve lafçı bir insan olduğuna icma ettikleri iddiası diğer iddiaları gibi
hiç bir delile dayanmayan bir iddiadır. Hiçbir güvenilir âtimin böyle bir şey
dediğini bilmiyoruz. İşte ibn-i Abdi'l Berr «el-lstiâb»'mda hiç de böyle bir
şey demiyor. Hafız ibn-i Hacer «el-İsâbe»de ibn-i Ebi'd-Dünya ve Zü-beyr b. Bekkâr'ın
«Kitabi'l Mizah»lahnda tahric ettikleri bir rivayetten başka bir şey
zikretmiyor: Bu kitaplarda geçtiğine göre ibn-i Adan, Said'den, O da Ebu
Hureyre'den şöyle nakleder: «bu adam Ebu Hu-reyre'ye gelerek: «Ben oruçluydum
sabah uyandım babamın yanma gittim yanında et ve ekmek gördüm oruçlu olduğumu
unutarak doyana kadar yedim» der Ebu Hureyre ona «(bir şey olmaz) Allah sana
yedirmiştir.» Adam (sözlerine devamla) «falanın yanma gittim deve sağdığım
gördüm ve kanana kadar sütü»-den içtim» der. Ebu Hureyre «Allah sana içirmiş»
der. Adam: «sonra evime gittim (biraz yattım) uyanınca bir bardak su istedim ve
içtim.» deyince Ebu Hureyre «Kardeşim orucunu iade etmen gerekmez» der. Bu rivayeti
nakleden hiç te onu şakacı ve lafçı tavsif etmez, ibn-i Kesir «el-Bidâye ve'n
Nihaye» adlı eserinde yazarın naklettiği bir çok kıssaya yer vermiş ancak kesinlikle
yazar gibi değerlendirmemiştir.
Bu büyük âlimleri .büyük sahabi Ebu Hureyre hakkında çirkin söz sarietmekten
tenzih ederiz. Bu hususta yazarın en-Nazzam ve benzerleri ile hadise ve
ınuhaddislere iftira, etmeyi kendisinden öğrendiği yahudi müsteşrikten başka
selefinin olmadığına Allah şahididir. Goldzier'in kullandığı tabir yazarın tabirinden
daha temizdir. îşte (O'nun) kullandığı ibare.; «Bize öyle geliyor ki hadisleri
rivayet ederken az sebeplerle etkili bir uslub kullanmıştır bunun da sebebi
mizah ruhlu olarak temayüz etmesidir...»[205] İki
ibare arasındaki fark görülüyor.
Sonra Ebu Hureyre'yi
ne ile ayıplıyorlar? Yani O'nu dini yönden bir sakıncası olmayan şahsiyeti zedelemeyen
şaka ve latifeleri yaptığı için mi ayıplıyorlar? Oysa kimse bununla
ayıplanabilir mi? Her asırda latifeci, hafif ruhlu büyük âlimler olmuştur.
Herşeyden önce
bilinmesi gereken bir hususu belirtmek istiyorum. Mizah iki kısma ayrılır.
3.Birincisi
seviye itibariyle düşük mizahtır. Mu-cazefet ve karşı tarafa saygısızlığa
dayanır. Bu tür mizah doğruluk ve güvenilirliği ihlal eder. Allah'a hamdolsun
ki Ebu Hureyre bu tür mizahtan uzaktır.
2.Seviyeli
ve latif olan mizah, herhangi bir kimseye eziyet veya hakaret sözkonusu olmaz.
Çoğu insanı düşünceye ve ibrete sevkeden nüktelerden oluşur. Zeka ve
uyanıklığın derecesini ölçer ki bu tür mizah makbuldür. Bu, Hz. Peygamber ve
sahabeden de bâzılarının yaptığı bir şeydir. Nitekim Hz. Peygamber bir
hadisinde : «ben mizah yaparım ancak haktan başka bir şey söylemem»
buyurmuştur. Hafız ibn-i Hacer-in *el-İsâbe»de naklettiği kıssayı düşünecek
olursak O'nun mizahlarının da bu türden olduğu anlaşılır. Ebu Hureyre'nin söz
konusu adama verdiği fetva Buhari'nin rivayet ettiği Hz. Peygamberin şu
hadisine dayanır: «Her kim oruçluyken unutarak yer, içerse orucunu
tamamlamasın, zira onu yediren ve içiren Allah'tır.»
Ebu Hureyre'nin
yaptığı mizahın ilim ve hikmetten hâli olmadığını göstermek için onun zarafet
sahibi olduğunu gösteren bir örnek daha vermek istiyorum : Rivayete göre Ebu
Hureyre bir grupla yolculuğa çıkar. Konakladıklarında yemek hazırlanır, kendisi
başka yerdo namaza durur, birisini göndererek yemeğe çağırırlar, Oda ben
oruçluyum derdi, onlar karınlarım doyurur doyurmaz Ebu Hureyre gelir ve yemek
yemeye başlar, topluluk kendisini çağırmaya giden elçiye bakar, elçi «bana ne
bakıyorsunuz vallahi bana oruçlu olduğunu söyledi», deyince Ebu Hureyre doğru
söylüyor çünkü Hz. Peygamber'in şöyle dediğini işittim. «Ramazan ayı ve her
aydan üç g/ün oruç tutan bütün asrı oruçlu geçirmiş gibidir» ben de ayın
başında üç gün oruç tuttum Allah'ın tahfifine göre oruçsuzum ancak mükafatları
kat kat verişine göre oruçluyum» der.[206]
Mizahın yüceliğine
bakın, Ebu Hureyre bu miza-hıyla iki şerefli gayeye ulaşıyor, birisi kendisini
rahat bırakmalarını sağlıyor; diğeri ise onlara seri bir hüküm bildirerek
Resulullah'm hidayet prensiplerinden birisini öğretiyor (hem de) bu şahane ve
teşvik edici üslupla, öyleyse bunda ne hamakat var? Çirkin ve batıl sözler
bunun neresinde?
Üçüncü bir örnek
yazarın kendisi tarafından nakledilmiştir. Ebu Nuaym «el-Hüye»de Salebe b.
Mâlik el-Kurazi'den şunu nakleder: «Çarşıda Ebu Hureyre ile karşılaştım
sırtında bir kucak odun vardı kendisi ^yru zamanda Mervan'ın yerine Medine'ye
valilik yapıyordu. Bana -Emir'e yol aç ey Mâlik'in oğlu» dedi bon de -bu kadar
yeter» dedim o yine «Emire yol açın» dedi üzerinde de odun vardı.» (Evet şiındi
soruyorum) bu bir kişinin lafçı ve şakacı olduğunu gerektirir mi? Bu söz doğru
değil de nedir? Vali vekili emir sayılmaz mı, emir odun taşımaz mı, sonra odun
taşıması yüksek tevazu önıeği sayılmaz mı? Ebu Reyye'nin çirkin iddialarını
isbatlamak için zikrettiği diğer şeyler de gerçekle bağdaşmayan itham ve
iddialardan ibarettir. Nazzam ve onun izinde giden müsteşrik ve misyonerlerden
başka ondan önce kimse bu iftiralara baş vurmamıştır. O tutarlı tenkid ve
sağlam araştırma kaidelerine dayanmadan daha önce Ebu Hureyre'ye dil uzatanların
sözlerini tekrarlayan bir daîden başka bir şey değildir. [207]
Ebu Reyye 164. sayfada
şöyle diyor: «Ebu Hureyre bir haramı helal bir helali de haram kılmadıkça çok
hadis rivayet etmeyi mahzurlu görmezdi. Uydurduğu bu iddiasını Hz. Peygamber'e
isnad ettiği bir hadisle desteklemiştir.» Bu hadislerden bir kısmı ehli hadis
nezdinde mevzu değildir. Mesela: «bir helali haram bir haramı da helal kılmaz,
manada isabet ederseniz bir beis yoktur» hadisi gibi. Bâzıları da mevzudur :
«Size hakka uygun bir hadis rivayet edilirse ister söylemiş olayım isler
olmayayım, onu alınız» hadisi gibi.
a) «bir
helali haram kılmadıkça...» diye başlayan hadis mevzu değildir. Daha önce de
bunu açıkladım ayrıca hadis Hz. Ebu Hureyre'den rivayet edilmemiştir. Râvi
Abdullah b. Ekmiye el-Leysî'dir. Yazar kendisi kitabının 56. sayfasında
-Tevcihu'n-Nazar» adlı kitaptan Abdullah el-Leysi tarikiyle rivayet edildiğini
nakletmiştir. Bilmiyorum yazar neden önce naklettiği doğrudan saparak Ebu
Hureyre tarafından rivayet edildiğini öngören yanlış bir kanaate varmıştır.
Bilebildiğim tek sebep araştırma yapmaksızın dilediğini yazmasıdır. Ebu
Hureyre'ye saldırıları hakkı görmesine engel olmuş ve böylece hatalara düşmüştür.
Halbuki hak daha zahir ve açıktır; bâtıl ise karanlıktır.
Yukarıdaki hadisten
sonra zikrettiği hadislerin, bir az önce de belirttiğim gibi, mevzu olduğunda
hiçbir şüphe yoktur.
b)Yazar sanki Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği her hadisin mevzu, uyduranın da Ebu
Hureyre olduğunu ima etmek istiyor. O'nun bu vehmi oldukça hatalıdır. Çünkü
hadis uyduran herkes uydurduğu hadisi bir sahabi ile Resulullah'a isnad
etmiştir. Şayet yazarın bu vehmi doğru olsaydı her hangi bir sahabi ve tâbiden
rivayet edilen mevzu hadisler o sahabi veya tabii tarafından uydurulmuş sayılırdı. Böyle
bir varsayım ille bir şey İfade edecekse yüzeysel araştırma, sathi
bilgi ve kısır inceleme yapıldığını ifade eder. Yazar^böyle bir hatadan
hareketle birçok mevzu hadisi Ebu Hureyre veya başka sahabiye isnad etmiş ve
onlan uydurmacılıkla suçlamıştır. Gerçekte sahabe bu tür mevzu hadislerden
uzaktır. Hadis uydurmacılığı sahabeden sonra başlamıştır. Allah Teâla uydurulan
bu hadisler için hadis uzmanları ve sarrafları var etmiş onlar bunların kusur
ve illetlerini ortaya çıkarmışlardır. Süfyan (ibn-i Uyeyne'ye) «bu mevzu hadisler
ne olacak?» diye sorulunca, «(korkmayın) onlar için uzmanlar yaşıyor» diye
cevap verir.
Kâbu'l Ahbar
hakkındaki vehimleri de hep bu hatadan kaynaklanmıştır. Kâb'tan. gelen tüm
rivayetleri O'nun uydurduğu zehabına kapılmıştır. Oysa hadisin O'na isnad
edilmesi O'nun uydurmuş olduğunu gerektirmez. Bazen hadisler Kâb'tan sonra
gelen uydurmacılar tarafından vaz edilir. İşte bundan dolayı yazar büyük
hatalara düşmüş ve yazdıklarının büyük bir kısmı gerçek olmaktan uzak olmuştur. [208]
Yazar kitabının 164.
sayfasında Ebu Hureyre!nin rivayetlerde tedlis[209]
yaptığını belirttikten sonra ted-1 isin ne demek olduğu ve hükmünü açıklar...
Herşeyden önce şunu
belirtmek istiyorum Âlimlerden büyük bir çoğunluğu tedlisin yanlış olduğu
kanaatinde olup Ebu Hureyre'nin bunun her çeşidinden uzak olduğunu
söylemişlerdir. îçlerinde Şu'be'-nlu de bulunduğu küçük bir azınlık ise
yukarıdaki görüşü benimsemiştir, ancak bu kanaatte olanlar mu-haddisler
tarafından bilinen manada tedlisi kastetme-mişlerdir. Çünkü o mânada tedlis
zemmedilmiştir. Onlar başka bir mâna kastetmişlerdir. İşte Şu'be'nin bu
konudaki sözü: Yezid b. Harun, Şu'be'nin şöyle dediğini işittim der: «Ebu
Hureyre tedlis yapardı yâni Kâb'tan rivayet eder, Hz. Peygamber'den de
rivayette bulunur; fakat bunları birbirinden ayırmazdı.
Ameş, tbrahim
en-Nehâi'den naklen onların Ebu Hureyre'den gelen tüm rivayetleri kabul
etmediklerini söyler.
Şu'benin sözünden de
açıkça anlaşıldığına göre O hadisçiler tarafından bilinen manada tedlisi
kastet-memiştir. O başka bir hususu tedlis oiarak değerlendirmiştir. İbn-i
Kesir, el-Bidâye'de şöyle der: «ibıvi Asâkir Ebu Hureyre'nin tarafını tutarak
İbrahim on-Nehai'ye cevap vermiş ve şöyle demiştir: -İbrahim'in dedikleri
Küfelilerden bir taifenin sözüdür, cumhur bu kanaatte değildir.» Sonra yazar
ibn-i Kesir'in şu sözlerini naklediyor: »...sanki Şu'be «Ebu Hureyre1-nln
rivayet ettiği cünüp olarak sabahlayanm orucu yoktur» hadisine işaret ediyor.
Bu tahkik edilerek kendisine sorulunca şöyle der «bana birisi haber verdi ben
kendim Re sulu 11 ah'tan duymadım.» Ben de derim ki; o bazen rivayetleri
sahabeden almış ancak bunu belirtmemiştir. Buna hadisçilerin ıstılahında sahabe
mûrseli adı verilir ki bu da imamların ittifakıyla hüccettir. Çünkü sahabi
daha çok yine sahabiden nakleder. Bütün sahabe de adil olduğuna (göre mesele
yok).
Yazar iddiasını
delillendirmek için Müslim'in Bişr b. Said'den naklettiği şu rivayete yer
verir: «Allah'tan korkun ve hadisleri koruyun. Zira biz Ebu Hureyre'nin
meclisinde bulunuyorduk O bize Resulullah'tan hadis naklettiği gibi Kâb'tan da
naklederdi. Sonra kalkar giderdi bizimle beraber bu mecliste bulunan bazı
kimselerin ondan işittiği Resulullah'm sözlerini Kâb'a, Kâb'ın sözlerini de
Resulullah'a isnad ettiklerini işittim.» Başka bir rivayete göre «Kâb'ın
dediklerini Resulullah, Resulullah'ın söylediklerini de Kâb dedi derlerdi.
Allah'tan korkun ve hadisleri koruyun» demiştir. Bu rivayet aslında yazarın kendi
iddiasını çürütür. Çünkü Ebu Hureyre'nin bu işten uzak olduğunu sarahaten
açıklıyor. Hadisleri karıştıranlar kendisi değil ondan duyanlardır.
Kendisinden işitenler hata işlerse Ebu Hureyre ne yapsın? Peygamberler de
dahil, Allah başkalarının kulaklarına ve zihnine hükmetme yetkisini hiçbir
insana vermemiştir. Ebu Hureyre'nin bu konuda günahı nedir? Ebu Beyye'nin Ebu
Hureyre'ye yaptığı bu iftira bana (şairin) şu sözünü hatırlattı: «başkası
iftira etti aranızdan azap gören de benim, ortada dikilip, kalan da ben
oluyorum. [210]
Yazar 166. sayfada
«İslâm'da ilk itham edilen râvi başlığı altında şöyle der: «Sahabe, Ebu
Hureyre'yi itham etmiş ve O'nun (hadislerini) reddetmişlerdir. O'nu reddedenlerin
başında Hz. Aişe validemiz geliyordu, zira zaman zaman ikisi de karşı karşıya
gelmişlerdir... Ebu Hureyro'yi yalanla itham edenler arasında Hz. Ömer, Osman
ve Ali de vardır.» Daha sonra iftira ve yalanda o dereceye varmış ki Hz.
Ali'nin onun hakkında kötü söz kullanarak «dikkat edin O insanların en
yalancisıdır.» veya «sağ iken Resulullah'a en çok yalan isnad eden Ebu
Hureyre'dir», ayrıca onun rivayet ettiği bir hadis üzerine, «Söyle bakayım Hz.
Peygamber ne zaman seninle dost oldu?» dediğini iddia eder. Daha, sonra yazar,
en-Nazzam ve benzerlerinin sözlerini kendisine malederek aktarmaya başlıyor,
kendisinin iddiasına şâhid olduğunu söylediği bu sözler şunlardır:
a) Ebu
Hureyre «Cünüp olarak sabahlayan'ın orucu yoktur» hadisini rivayet edince Hz.
Aişe bunu reddederek şöyle der: «Resulullah ihtilamdan dolayı olmaksızın cünüp
olarak sabahlardı sonra gusleder ve oruç tutardı." Hz. Aişe, O'na birisini
göndererek hiçbir izana sığmayan bu hadisi Resulullah'tan rivayet etmemesini
salık vermiştir... Bunu duyan Ebu Hureyre: «o benden daha âlimdir, ben bunu
Resulullah'tan değil FadI ibn-i Abbas'tan işittim» diyerek bir ölüyü şahid
tutar insanlara da bu hadisi sanki Resulullah'tan rivayet etmiş gibi anlatır.
b) Hz.
Peygamber'den «Sizden kim uykudan uyanırsa ellerini kaba daldırmadan önce
yıkasın zira siz ellerinizin* nerede gecelediğini bilemezsiniz» hadisini
rivayet edince Hz. Aişe onu direk muaheze etmeyip «içi oyulmuş büyük taşlan
(el-mihras)[211] ne yapacağız» demekio
yetinir.
c) «Uğursuzluk hayvan kadın ve evdedir» hadisini
rivayet edince Hz. Aişe yalan söylüyor diyerek
bunu inkar etmiş ve
şöyle demiştir. »Resulullah, câ-hiliyye ehli hayvan, kadın ve evde uğursuzluk
var derler demiştir» der ve arkasından şu âyeti okur. «Ne yerde, ne de kendi
canlarınızda meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce,
bir kitapta yazılmış olmasın..»[212]
d)Yine Ebu
Hureyre : «Her kim bir ölü yıkar ya da
onu taşırsa abdest alsın» hadisini rivayet edince ibn-i Mes'ud reddetmiş ona
sert sözler söylemiş ve şöyle demiştir, «ey insanlar ölülerinizi necis kabul etmeyin.»
e) «Sizden biriniz sabahın iki rekât (sünnetini) kılarsa sağ tarafına uzansın.»
hadisini rivayet edince Mervan ona şöyle der: «uzanmak için mescide kadar
yürümemiz yetmiyor mu ki bir de uzanalım» Ömer bunu duyunca «Ebu
Hureyre de çok oldu artık» der.
Bunlara Cevap:
a) (Evvela
şunu belirtmek isterim) bunlar onun düşünce ve araştırma ürünleri değildir.
Bunlar mu-haddislere düşman olan en-Nazzam ve benzerlerinin sözleridir. Allame
ibn-i Kuteybe «Te'vilu Muhtelefi'l Hadis» adlı kitabında naklettikten sonra,
bunlara kar. şı koymuş, yalan olduğunu açıklamış vo bunların hadise ve
muhaddislere her hangi bir eksiklik geüremi-yeceğini açıklamıştır. Yazarın öyle
gösteriyorki daha önce de belirttiğim gibi «ibn-i Kuteybe, Te'vilu
Muhte-lei'i'l Hadis'te derki...» diye söze başladığı zaman bilmeyen de
gerçekten bu sözlerin ona ait olduğunu zanneder oysa haddi zatında ibn-i Kuteybe kurdun
Hz. Yusuf'un kanından
berâati gibi bu sözlerden beridir. Yazarın bu metodu nakil güvenilirliği ve
araştırma titizliğinden uzaktır; tedlisin en kötü derecesi budur. Hz. Ömer,
Hz. Osman ve Hz. Alinin Ebu Hurey-re'yi yalanlamaları, Hz. Ali'nin ona kötü
niyet beslediği gibi şeyler kasıtlı yalan iddiadan başka bir şey değildir.
îşte sahabe tarihi ile ilgili güvenilir kitaplar, bunlarda bu iddialardan
hiçbir şey bulmak mümkün değildir.
Reddiyeye geçmeden
önce delil olarak ileri sürdüğü rivayetlerin gerçek mahiyetlerini tafsilatlıca
ortaya koyalım. Yalnız ondan da önce şunu belirtmek istiyorum: Şüphesiz
sahabe, hadisleri Hz. Peygamber'-don alıyordu. Gerek hadisi almak için zaman
ayırmak gerekse Resulullah'la sürekli beraber bulunmak konularında eşit
olmadıkları gibi hafıza ve ezberleme gücü yon.unden.de aynı değillerdi. Bunun
için azlık ve çokluk yönünden rivayetleri farklılık arzetmiş-tir. Sahabe,
hadisleri bizzat Hz. Peygamber'den aldıkları gibi bir başka diğer sahabi
aracılığıylada almışlardır. Zaman zaman, bir kısmı diğer kısmına rivayet
ettiği bir hadisi için baş vurmuştur.
Ya iyice tesbit etmek
ve emin olmak için birbirlerine müracaat ederlerdi, çünkü insanoğlu elinde olmadan
hatalara düşebileceği gibi; bazen unutkanlığa da düşebilir. Yahut bir kısmının
yanında bulunan bir hadise muhalif olan, veya onu tahsis ve takyid eden bir
haber bulunur, onun için müracaat ederler. Veyahut hadisi Kur'an'm zahirine ve
hıfzettikleri sünnete vb. gibi hususlara muhalif gördüklerinden bunu yaparlardı.
Sahabenin birbirine yaptıkları bu müracaatı, oryantalist ve misyonerlerle bunların
sözlerini tekrarlamayı kendine görev sayan bâzı çağdaş yazarların yaptıkları
gibi, bâzısının bâzısına ithamı ya da tekzibi gibi batıl iddialarla
değerlendirmek insafsızlıktır.
Hz. Aişe validemiz Allah ondan razı olsun şüphesiz son derece
zeki ve âlim bir hanımdı, kanaat getirmedikçe bir şeyi kabul etmezdi.
Resulullah'tan işitmeyip başkalarının O'ndan yaptıkları bazı hadisleri müşkil
görmüştür. Zira onları ya Kur'an'm zahirine ya da kendisinin Resulullah'tan
işittiği hadislere çelişkili görmüştür. Bundan dolayı bazı sahabilere müracaat
ederdi. Bu meyanda Ebu Hureyre'ye müracaatı O'nu itham ya da tekzip ettiği
manasına gelmez. Bilindiği gibi sadece Ebu Hureyre değil Hz. Ömer ve oğlu
Abdullah'ın da bir takım rivayetlerine şüphe ile bakmıştır. Kaldı ki Hz. Ömer,
Sahabenin fakihi ve muvafakat sahibi[213]
birisi olup, Hz. Peygamber'in iki vezirinden birisi ve Râşid Halifelerin
ikincisiydi. Ümmetin icmaı, hadis düşmanlarının bile ittifakıyla zerre kadar
bir töhmet bulaşmamıştır. Buharı ve Müslim'in Sahih'lerinde rivayet ettiklerine
göre Hz. Ömer: «Ölü, ehlinin üzerine ağîamasıyla muazzeb olur» hadisini rivayet
edince Hz. Aişe bunu duyar ve şöyle der: «Allah Ömer'e rahmet etsin Allah'a
andoîsunki Resul-ullah bu şekilde bir şey dememiştir. Lakin O, «Allah, ehlinin
üzerine ağlamasiyla kafirin azabını arttırır* rtedi demiş (ve arkasından) size
bu konuda Kur'an kâfidir diyerek şu âyeti okur. «...Kimso kimsenin günahını
yüklenmez...»[214] yine Sahihi Müslim'de
geçtiği- göre ibn-i Ömer «Ölü ehlinin üzerine ağlamasıyla azap duyar» hadisini
rivayet edince Hz. Aişe «Allah Abdullah'a rahmet etsin birşey işitmiş ancak
ezber-lememiştir. (oysa) Resulullah, yahudi bir cenazenin yanından geçerken
ailesi üzerine ağlıyordu bunun tüterine «siz ağlıyorsunuz o da azab duyuyor.» demişti»
yine ibn-i Ömer Hz. Peygamber'in içerisinde müşrik ölülerin bulunduğu Bedr
kuyusunun üzerinde ayağa kalkarak (onlara konuştuğunu) ve «onlar benim
söylediklerimi işitiyorlar» dediğini nakledince Hz. Aişe: •yanlış aktarmış
oysa, Resulullah onlar şu anda söylediklerimin hak olduğunu bildiler»
demiştir. Sonra da şu ayeti okur: «Allah dilediğine işittirir sen
kabirde-kilere işittirecek d eğilsin... »[215][216]
Görüldüğü gibi Hz.
Ömer ve oğlunun rivayetlerini reddederken Kur'an'ın zahirine dayanmıştır. Bu da
onun içtihadına göredir. Şüphesiz bir rivayet Hz. Peygamber'den geldiği tesbit
edilince, fıkıh ve ilim yönünden hangi dereceye ulaşırsa ulaşsın, sahabenin,
içtihadına tercih edilir. Hz. Aişe'nin, Hz. Ömer'e ve Abdullah b. Ömer'e
müracaat etmesi onları itham ve tekzib etmesi manasına gelir mi? asla! Bunu en
güzel Sahih-i Müslim'de geçen şu sözü ifade eder: «Allah, Abdullah'ı affetsin
o yalan söylemiyor ancak ya unutmuştur ya da hata ediyor.» Yine sahih bir habere
göre Hz. Ömer ve Abdullah'ın rivayetlerini duyunca şöyle demiştir. «Siz bana
bu hadisleri yalan söylemeyenlerden naklediyorsunuz ancak kulakları yananlış
işitmiştir.»[217] Hz. Aişe'nin bu
sözünden, sahabe'nin birbirlerine müracaatlarının itham ve tekzib manasına
gelmeyeceğine açıkça işaret eden başka bir şeye gerek varmı? Öyleyse Ebu Reyye
ve onun gibi düşünenlere soruyorum siz Hz. Aişe'nin Ebu Hureyre'ye müracaatını
itham ve tekzib olarak değerlendiriyorsunuz da Hz. Ömer ve oğluna müracaatını
böyle değerlendirmiyorsunuz, bize cevap verin ey sağlam mantık
sahipleri!!!Şimdi verdiği hadislerin açıklamasına geçebiliri/..
a) «Cünüp
olarak sahahi ayanın orucu yoktur.»
hadisini Hz. Aişe'nin
reddetmesi ve aksine fetva vermesi Ebu Huneyre'nin adaletine bir halel
getirmediği gibi O'nun güvenilirliğine de bir zarar getirmez, bütün hadise Hz.
Ebu Hureyre'nin kendi bilgisine göre fetva vermesidir ki bunu da Resulullah'tan
Fadl (b. Abbas) O'na nakletmiştir. Zahir olan kavle göre bu hüküm İslâm'ın
başlangıcında vardı, oruç tutan kimse yatsı namazını kılınca veya yatınca
sabaha kadar yemek, içmek ve cinsi münasebette bulunmak haramdı, daha sonra
Allah'ın rahmeti, tahfifi gerekli görerek sabaha kadar yeme, içme ve cinsi
münasebette bulunmayı şu âyetle helal kıldı: »Oruç gecesi kadınlarınıza
yaklaşmak size helal kılındı; onlar sizin örtüleriniz siz de onların
örtülerisiniz...»[218]
şimdi muhakkik ve araştırmacı âlimlerin bu hadis hakkındaki sözlerini
nakletmek istiyorum : Hafız İbn-i Hacer, Fethu'l Bûri'de şöyle der-. «İbn-i
Huzeyme bâzı âlimlerin bu hadis konusunda Ebu Hureyre'nin hata ettiğini
zannettiklerini zikreder. Daha sonra bunu reddederek Ebu Hureyro bu konuda hata
etmemiş bilakis sahih bir habere dayanmıştır. Ancak bu haber neshedümiştir.
Zira Allah Teâta ilk olarak orucu farz kıldığında, oruç gecelerinde uykudan
sonra yemek içmek ve cinsî münasebetle bulunmayı menetmiştir. İşte Fa di b.
Abbas'-ın hadisi bu zamanda söylenmiş olabilir. Daha sonra. Allah, bütün
bunları gece sabaha kadar helal kılmıştır. Cima eden sabaha kadar öyle kalır
ve fecrin doğuşundan sonra da
guslederdi. Hz. Aişe'nin
hadisi Fadl İbn-i Abbas'm hadisinin nâsihidir. Ne Fadl'a ne de Ebu
Hureyre'ye nâsih olan bu haber ulaşmamış ve fetvayı da ona göre vermiştir.
Fakat bu haberi duyunca fetvasından vaz geçmiştir [219]İbnu'l
Münzir, el Hat-tâbi ve daha birçok âlim neshe kail olmuşlardır.»[220] Ebu
Hureyro neshi öğreninceye kadar öbür fetva ile amel etmiş öğrenir öğrenmez de
bundan vaz geçmiştir. Bu da büyük bir fazilettir. Hafız ibn-i Hacer yine
Fethu'I lîâri'de sözlerine devamla şöyle der: «Bu hâdisede Ebu
Hureyre'nin bir fazileti söz konusudur. Çünkü o hakkı öğrenince itiraf
etmiş ve düşüncesinden vaz geçmiştir. Bundan da anlaşıldığına göre sahabe ve
tâbiuıı mursel haberleri kullanmış ve kimse itiraz etmeden haberden vazgeçilmiştir.
Zira Ebu Hu-reyre vasıtasız Hz. Peygamber'den duyması mümkün olduğu halele
işitmediğini itiraf etmiştir. İhtilaf çıkınca bunu açıklamıştır.» Görüldüğü
gibi dil uzatanlar fazileti rezil ete çevirivermişler.
b) «Sizden
biriniz uykudan uyandığı zaman ... yıkamadan elini bir kaba batırmasın zira
elinizin nerede gecelediğini bilmezsiniz.» hadisini Hz. Aişe, muaheze etmeyip
«el-mihrası ne yapacağız demiştir» bu hususu delil olarak sunmasına gelince
buna şöyle cevap verilir:
Bu hadisi Buharı ve
Müslim müteaddit tariklerle, Ebu Davud, Tirmizi, en-Nesai ve ibn-i Mâce de rivayet
etmişlerdir. Sahabeden ibn-i Ömer, Cabir ve Hz. Aişe tarafından rivayet
edildiği gibi Hz. Peygamber'in bu tatbikatı da Hz. Ali, Osman ve Zübeyr b.
Nefir tarafından da nakledilmiştir. Hadis gerek Hz. Peygamber'in sözü,
gerekse fiili olarak Ebu Hureyre ve başkaları tarafından da sabit olmuştur.
Hz. Aişe'nin kendisi hadisin râvileri arasında olduğu halde Ebu Hu-reyre'ye
karşı çıkmış olması makul değildir. Bunun için yazarın Ebu Hureyre'yi cerhetmek
ve yalanla itham etmek hedefi boşa, çıkmıştır.
Bu gibi sözler usûl ve
benzeri kitaplarda bulunur. Bir hadisi ve lafızlarını tesbit etmek için bu
kitaplar hüccet olamazlar. Ancak yazar rast gele aldığı için tahkik etme
ihtiyacım hissetmemiştir. «Musellemu's-Sebût» şâr'ihi eş-Şeyh Leknevî (Hz. Ebu
Hureyre'ye yapılan bu itirazın) Hz. Aişe ve İbn-i Abbas'tan sabit olmayıp
şahabı olduğu ihtilaflı olan Kaynu'l-Eşcaî'-den geldiğine dikkat çeker. Bu zat
hakkında «el-İsa-be»'de şöylo denir : «Kaynu'l Eşcaî tabii olup Abdullah o-
Mesud'un arkadaşlarmdandır. Ebu Hureyre ile aralarında bir hadise geçmiştir.»
daha sonra Ebu Hurey-»enın rivayeti zikredilerek
Kaynu'l-Eşcai'nin O'na: Ya biz bu
Mihrasmızı (oluk) getirirsek onunla ne yapacağız» dediği
nakledilir.[221]
Sonra Kayn, itiraz ve
şüphe kastıyla değil de durumun açıklanması için bu soruyu sormuş olamaz mı?
Müslüman birisinin durumunu da buna yorumlamak lâzım. Şayet onun buna itiraz
ettiğini varsaysak bile tabiînin sahabiye reddiyesi ölçü olmadığı gibi
saha-binin adalet vasfına da bir haleî getirmez.
«Uğursuzluk kadın,
hayvan ve evdedir» hadisine gelince bunun da gerçek yönünü şöylece açıklayabiliriz
:
Bu hadisi Ahmed, ibn-i
Huzeyme ve el-Hâ-kim, Katade, O da Ebu Hessan'dan şöylece rivayet etmişlerdir:
«Ben- Amir kabilesinden iki adam Hz. Aişe'nin huzuruna girerek: Ebu Hureyre'nin
«Resul-ullah, uğursuzluk kadın, hayvan ve evdedir.» dediğini rivayet ettiğini
söylerler. Hz. Aişe, şiddetli bir şekilde gazaplanarak: «Resulullah öyle
demedi, cahiliy-ye ehlinin bunları uğursuz addettiğini söyledi diye karşılık
verir.» görüldüğü gibi hadisin lafızları yazarın dediği gibi «Hz. Aişe, O
yalan söyledi» şeklinde değildir. Bunu uyduranlar en-Nazzam ve yandaşlarıdır.
Ebu Hureyre'ye kötü sözler sarfedilerek ona iftira atan yazar da bunlardandır.
Biz, Hz, Aişe'nin
birçok defa Kur'an'ın zahirine sarılarak sahabeye karşı çıktığını biliyoruz. Bu
hadisi de reddederken Allah Teâla'mn «Ne yerde ne de kendi canlarınızda meydana
gelen hiçbir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılmış
oima[222]sın-
âyetini esas almıştır. Hz. Aişe buna benzer sözleri Hz. Ömer ve oğiu Abdullah'a
da söylemiştir. Bu sözle Ebu Hureyre'ye yalancıdır diye dil uzatanlar aynı
şeyi Hz. Ömer için neden söylemiyorlar?
2 -Bu hadis
Ebu Hureyre'nin dışında başka sa-habiler tarafından da rivayet edilmiştir.
Buharı Sa-hih'inde, ibn-i Ömer ve Sehl b. Sad es-Saidi'den rivayet etmiştir.
Müslim de yine aynı iki râviden başka, Câbir b. Abdullah'tanda rivayet
etmiştir.[223] Hz. Aişe'nin Ebu
Hureyre'ye itirazı bu sahabilerin kendisine muvafakatından sonra değildir,
ibn-i Hacer de Fet-hu'l Bâri'de «Bu itirazı sahabeden zikrettiklerimizin
muvafakati ile beraber Ebu Hureyre'ye yapıldığım söylemenin bîr ma'nası
yoktur» der.
Görüldüğü gibi yazar
naklederken dürüst davranmamış hakkı ve doğruyu aramamıştır.
d) Yazarın,
Ebu Hureyre «Her kim bir ölü yıkar ve taşırsa abdest alsın» hadisini rivayet
edince ibn-i Mesûd reddetmiş ve sert bir dille konuşmuştur.» dediğine de şu
şekilde cevap verebiliriz.
1 «Munteka'l
Ahbar»[224]adlı kitapta geçtiği üzere
hadisin metni şöyledir: Ebu Hureyre'nin rivayetine göre Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur : «Her kim bir ölü yıkarsa ve taşırsa gusletsin abdest alsın»
hadisi bu hadis kitabında rivayet edilmiştir. Yalnız ibn-i Ma- «abdest»
zikretmemişdir. Tirenizi kendi isnadıyla Ebu Hureyre'den merfu olarak «ölüyü
yıkayana gusül, taşıyana abdest gerekir.» şeklinde rivayet etmiş ve şöyle
demiştir. Bu babta Hz. Ali ve Aişe'den de hadisler mevcuttur. Bu hadis hasen
bir hadistir.»
Hadisi birçok hadis
imamı rivayet ettiği gibi Ebu Hureyre tek başına bunu rivayet etmemiştir. Bu da
sözkonusu töhmeti ondan kaldırır. îbn-u Ebi Hatim'in sahih bir senedle
babasından naklettiğine göre bu hadisin Ebu Hureyre'den gelen mevkuf bir haber
olması daha doğrudur. Hadis ister merfu olsun ister mevkuf olsun hadisi tahric
edenlerden hiç kimse ibn-i Mes'ud'-un veya başka bir sahabi'nin itirazına yer
vermemiştir. Sadece Musellemu's-Sebût sahibi hadisi «her kim bir cenaze
taşırsa abdest alsın» şeklinde rivayet etmiş ve ibn-i Abbas'ın bunu kabul
etmeyerek; «Kuru tahta taşımakla abdest almak gerekmez» dediğini nakleder,
ancak hadis ve rivayetleri tesbit ederken usûl kitapları esas alınmaz.
2 -Bu.konuda
delillerin çatıştığını görüyoruz. Tirmizi ve diğer hadis imamları Ebu Hureyre
ve diğer sahabeden rivayet ettikleri halde Buhari'nin Sa-hih'inde ibn-i Ömer'den
buna muhalif bir talik naklettiğini görüyoruz. Bu talike göre: «ibn-i Ömer,
Said b. Zeyd'in ölen bir oğlunu kokulayıp taşımış daha sonra da abdest
almamıştır.» Bunun için sahabe ve onlardan sonra gelen âlimler bu konuda
tartışmışlardır. İmam Ebu İsa et-Tirmizi şöyle der: «İlim ehli ölü yıkayan
hakkında ihtilaf etmiştir. Resulullah'ın ashabı ve diğer4erinden bir gruba
göre ölüyü yıkayana gusül gerekir, bazılarına göre ise abdest gerekir. Mâlik
b. Enes ise gusletmeyi vacip görmeyip mustahap saymıştır. İmam Şafii de aynı
görüştedir. Ahmet b. Hanbel de şöyle der: «Ölü yıkayana gusl'un vacip
olmadığını ümid ediyorum bu konuda en az söylenen şey abdest alınmasıdır.
İshak'a göre ise mutlaka abdest almak gerekir..."
[225] Böylece meselenin âlimler arasında ihtilaflı
olduğunu görüyoruz. Kimisi vacip, kimisi mendup olduğuna kail olurken kimisi
de Ebu Hureyre ve diğerlerinin rivayet ettiklerinin mensuh olduklarını ileri
sürmüşlerdir. İbn-i Hacer'in de Fethu'l Iiâri'de belirttiği gibi Ebu Davud söz
konusu hadisi tahric etlikten sonra mensuh olduğunu söylemiş ancak nâsihini
belirtmemiştir.
e) -Sizden
biriniz sabah'm iki rekâtım kıldığı zaman sağ taraf ma uzansın» hadisi
hakkında Mervan'in: «Uzanmak için mescide kadar yürümemiz yetmiyor mu bir de
uzanalım" dediğini, ibn-i Ömer'in de bunu duyunca «Ebu Huruyre çok oldu»
demiştir iddia? kl gelince,
Kıssanın tamâmı
el-İsabe*de de geçtiği üzere şöyledir: «İbn-i Ömer'e Ebu Hureyre'nin
söylediklerine bir itirazın var mı? diye soruldu. O «hayır yalnız o bazen
cesaretli bazen de korkak davranmıştır.» dedi Ebu Hureyre bunu duyunca: «ben
ezberlemiş olsam da başkaları unutursa benim günahım nedir?» dcr.[226]
Bağevinin sağlam bir senedle Velid b. Abdir'rahman-dan naklettiğine göre
Abdullah b. Ömer, Ebu Hurey-re'ye: «Sen Resulullah'ın yanından en çok ayrılmayanımız
ve O'nun hadislerini en iyi bilenimizsin demiştir.»
Bu hadis de sabit ve
sahihtir. Ebu Davud ve Tir-mizi sahih isnadlarla rivayet etmişlerdir. Tirmizi
Ha-sen ve sahih bir hadis olduğunu belirtmiştir, İnkar edenlerin itirazı buna bir zarar
vermez. Mervan kim oluyor ki sahih bir hadisi reddederken sözlerine itibar
edilsin veya Ebu Hureyre'nin adalet, emanet ve güvenilirlik vasıflarında
sözleri tercih edilsin, sonra Ebu Hureyre'ye dil uzatanlar O'nun bu hadisi tek
başına rivayet etmediğine ne diyecekler?
Binaenaleyh büyük âlime Hz. Aişe
validemiz de Hz. Peygamber'-den rivayet etmiştir. Hz. Aişe hem onların yanında
hem de bize göre rivayetlerinde asla itham edilmemiştir. O'nun bu rivayeti
Buhari ve Müslim'de sabittir. Sabahın iki rekâtından sonra uzanmayı reddedenler
ya hadisi duymamışlardır veya vacip yada müs-tehab oluşunu reddetmişlerdir. İbn-i
Hacer, Fethu'l BârL'de şöyle der
: «İbn-i Mes'udun yaşlanmayı red etmesi, İbrahim en-Nehâi'nin, ibn-i Ebi
Şeybe'nin naklettiği gibi, bunun şeytani yaslanış olduğunu söylemesi
bunu işlemeyi emreden hadisin kendilerine ulaşmadığına
hamledilir. İbn-i Mesud'un sözlerinden anlaşıldığına göre O, bu fiilin
vucubiyyetini reddetmiştir. İbn-i Ömer'in buna bidattir demesi de böyle yorumlanır.
Çünkü O, bununla şaz olmuştur. Hatta onun bu
şekilde uzananları kovduğu rivayet edilir. Fakat onun inkarı mescidde uzanmaya karşıdır.
Zahir olan ibn-i Nazm'ın da dediği gibi bu emrin müstehab olup vucubiyyet ifade
etmemesidir. Ebu Davud!da geçen Ebu Hureyre hadisindeki emri de
mustahap ifade ettiğine yormuşlardır.» Durum ne olursa olsun (birisinin) hadisi inkar etmesi Ebu Hureyre'nin yalanla
ithamına delalet etmediği gibi ravinin adaletine de her hangi bir leke
getirmez. îbn-i Ömer'in -Ebu Hureyre çok oldu...» sözü ise ne bir ithama ne de
bir eksikliğe işaret eder, şayet yazar benim el-İsâbe'den naklettiğim gibi
metnin tamamını nakletseydi bütün kuşkuları gider, atacağı taş boğazına
takılır ve itham yolu kendisine kapanırdı. [227]
Yazar 169. sayfada:
«Ebu Hureyre'ye gelen bu itirazlar ve rivayetlerine yapılan ithamlar sahabeden
sonra gelen tabiun ve tebeu't-tâbi'ine kadar uzanır» dedikten sonra bu yalan
iddiasını delülendirmek için, zann-ı galibe göre, uydurma olup sahih olmayan nakillerde
bulunur. İmam Ebu Hanife, İbrahim en-Ne-haİ[228]
el-Ameş'den hatta Cafer el-Eskâfi ve «el-Mese-ius Sair» adlı eserin yazarı olan
İbnu'l Esir'den nakillerde bulunur. Daha sonra sözlerini şöyle bitirir.
«Mu-sarrat[229] meselesi ,Harun
er-Reşid'in meclisinde geçince orada bulunanlar seslerini yükselterek
tartışmaya başladılar. Kimisi Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği hadisi delil
getirirkeri[230] kimisi de bu hadisi
reddederek Ebu Hureyre'nin rivayetleri hususunda itham edildiğini ileri
sürüyordu. Halife de bu ikinci görüşe meyletti.
Cevap.
Yazarın İmam Ebu
Hanife'ye nisbet ettiği: »Bütün sahabe adildir, bâzıları bundan hariçtir. Ebu
Hu-reyre ve Enes b. Malik de bunlardandır.» sözü gerçekte hiçbir güvenilir
kitaba dayanmaz. Açık bir sened-le belirtilmemiş ki tenkid edelim ya da sahih
ve zayıf olduğunu bilelim. Kesin olarak diyebilirim ki Ebu Ha-nife'den bunu
rivayet eden yalan söylemiştir. Sonra bu, İmam Ebu Hanife'nin: «Resulullah'tan
bize gelen herşeyin başımız ve gözümüz üstünde yeri vardır» sözü İle de çelişki
arzeder. Çünkü bu söz ister Ebu Hureyre olsun ister başkası olsun
Resulullah'tan getirdikleri her şeyi kabul ettiğini ifade eder.
Dört mezhep imamı ve
onların güvenilir arkadaşlarından hiç birisi bütün sahabenin adil olduğuna
karşı çıkmamıştır. Bütün mesele şudur: Hanefilerin kabul ettikleri usul
kaidesine göre râvi, fıkıh ve içti-hadla tanınmış birisi ise rivayeti ister
kıyasa uygun olsun, ister olmasın kabul edilir. Ancak ravi sadece rivayetle
meşgul olan birisi ise ancak rivayeti kıyasa uyuyorsa kabul edilir. Bir kıyasa
uyup başka bir kıyasa ters düşerse yine alınır. Lakin bütün kıyaslara ters
düşerse yine alınır. Lakin bütün kıyaslara ters düşerse kabul edilmez.
Hanefilerin bu konudaki delilleri hadislerin mâna ile naklinin yaygın
olmasından-dir. Binaenaleyh râvi'nin fıkhı eksikse mânasından bir şey eksiltip
eksiltmeyeceğine güven olmaz. O zaman onu kıyasa ters düşüren zaid bir şüphe
arız olur. Buna da musarrât hadisini örnek olarak verirler. Onlara göre bu,
bütün yönlerden sahih kıyasa aykırıdır. Çünkü telef olan bir şeyin tazminatı ya
benzeri ya da kıymetidir. Oysa bir ölçek hurma misil olmadığı gibi kıymeti de
olmaz. Halbuki telef olan bir şeyin misli ya da kıymeti ile ödetilmesi kitap
sünnet ve ic-ma ile sabittir...[231]
Bâzıları bu hadisi kıyasa aykırı olduğu için değil Kitap ve Sünnete aykırı
olduğu için kabul etmemiştir, İşte bu sebeple açıkça diyebilirizki; Hanefilerin
Ebu Hureyre'nin bazı hadisleri karşısın-
da tevakkuf etmeleri yazarın iddia ettiği gibi O'nun adaletinde bir eksiklik gördükleri ya da
yalanla itham ettikleri için değildir. Kötü anlayışıyla Hanefi-lere iftira
atan, onlara sahih hadisleri terk ediyorlar görüntüsünü veren, başta Ebu
Hureyre olmak üzere sahabeye dil uzattıklarını ima eden (yazarın anladığı gibi
değil); Hanefilerin bu tevakkufları sadece usullerinde mevcut bir asla
göredir. [232]
Hanefilerin bu
husustaki delilleri çürütülmüştür. Sahabenin büyüklerinden nakledildiğine göre
onlar haber-i vahidle kıyası terketmişlerdir. Fakih ve fakih olmayan ravi
arasında ayırım yapmak sonradan çıkarılan bir bid'attir. Selef ve halef
ulemasının cum- -huruna göre haber-i vahid kıyastan önce gelir. Ayrıca Ebu
Hureyre'nin fakih olmadığı da doğru değildir. Sahabenin büyük bir çoğunluğu
özellikle hadis rivayeti ile bilinenler fakih âlimlerdir. İbn-i Hazm, Ebu
Hureyre'yi sahabenin fakihlerinden saymıştır. Hafız ıbn-i Hacer'in naklettiğine göre ibn-i Hazm, Hureyre'yi Hz. Ebu Bekir, Hz.
Osman, Ebu Musa, Muaz, SûcTb. Ebi Vakkas gibi fetva ehli olan sahabenin ikinci
tabakasından saymıştır.[233] Ebu
Hureyre'nin rivayet ettiği el-Musarraf hadisine gelince, son derece sahih bir
hadistir. Bunun en güzel delili de llanei'ilerin fa-"kin olarak bildikleri
ibn-i Mesud'un bu hadis doğrul-tuşunda fetva vermesidir. Bunun için Buhâri, Ebu
Mureyre'nin el-Musarrâ!' hadimini rivayet ettikten sonra Abdullah b. Mesud'dan
gelen şu mevkuf habere yer verir. «Her kim memelerinde süt birikmiş bir koyun
satm alır sonra iade ederse beraberinde bir ölçek hurma versin.» Bu da
Buhari'nin fakih ve uzak görüş^ lü olduğuna işaret eder. Burada işaret edilmesi
gereken diğer bir husus fakih olmayan râvinin rivayeti celi kıyasa ters
düştüğü zaman hanefilerin tamamı > tarafından reddedilmemiştir. Ebu
Hureyre'nin fakih olmadığı da sadece bir kısmı tarafından söylenmiştir.
Muhakkik olanlar bunların aksine, görüş beyan etmişlerdir. îşte bakın
«Ukutfu'l-Cuman fi Menakib-i Ebi Hanife en-Nu'man»[234]
adlı kitabın yazan, Ebu Ha-niie'nin Hz. Peygamber'den sabit olun hadisleri reddettiğini
iddia edenlerin görüşlerini reddedip bunun sebeplerini serdederken şunları
söylüyor:
«Dördüncüsü : Hadis'in
râvisinin fakih olmaması: Bu, İsa b. Ebân'ın mezhebidir. Muteahhirun ulemasından
çoğu ona tabi olmuştur. Bu sebeple Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği ol-Muserrât
hadisi reddedilmiştir. Ebu'l Hasan el-Kerhi ve ona tâbi olanlar; «haberi kıyasa
tercih etmek için
râvinin fakih olması
sart değildir, bilakis
Kitap ve meşhur sünnete muhalif olmayan âdil ve zabit olan bir râvi tarafından
rivayet edilen her haber kabul edilir ve kıyasa da tercih edilir»
demişlerdir. Sadru'l İslâm Ebu'l Yusr'ün (el-Pezdevî) dediğine göre âlimlerin
çoğu bu görüşe meyletmiştir. Kitaplarına müracaat edildiği zaman Pezdevi ve
et-Tahkik sahibinin bu konuyu açıklığa kavuşturdukları görülecektir.
«et-Tahkik»[235]
sahibi derki: «Bizim ashabımız (ha-nefiier) Ebu Hureyre'nin »unutarak yiyen ve
içen oruçlu» hakkındaki rivayetle kıyasa muhalif olduğu halde amel etmişlerdir.
Hatta İmam Ebu Hanife «bu konuda rivayet olmasaydı kıyas yapardım» demiştir.
Yine Ebu Hanife'nin Resulullah'tan gelen herşeyin başımız ve gözümüz üstünde
yeri vardır.» dediği tes-bit edilmiştir. Seleften hiç kimse râvi'nin fakih olmasını
şart koşmam ıştır, bunun sonradan çıkarılan bir bidat olduğu ortaya çıkmıştır.»
İmam Abdu'l Aziz
«et-Tahkik» adlı eserinde şöyle diyor: «Ebu Hureyre, fakih olup içtihadın bütün
şartlarını haizdir. Zira o sahabe zamanında fetva veriyordu, o zaman fakih
olmayan fetva veremezdi.» «Taba-kâtu'l Haneliyye» adlı eserin sahibi eş-Şeyh
Muhyicl-din el-Kureşi kitabının sonunda şöyle diyor: «Ebu Hureyre sahabenin
fakihJerindendir. İbn-i Nazm da onu sahabenin fakihleri arasında saymıştır.
Bizim şeyhimin Şeyhu'] İslâm Takiyud'Din es-Sûbki, Ebu Hureyre'nin bütün
fetvalarını içeren bir cüz meydana getirmişti kendisinden işitmiştim.»
Musarraf hadisi için verilen bâzı cevapları da el-Kureşi tabakâtmm sonunda
zikretmiştir.
Durum ne olursa olsun
bâzı hanelilerin Ebu Hu-rey re'nin rivayet ettiği el-Musarrâf gibi bâzı
hadisleri reddetmeleri O'nun rivayetlerine bir eksiklik getirmediği gibi O'nun
adalet vasfını da ihlal etmez. Öyle inanıyorum ki bu açıklayıcı bilgiler
okuyucular için yeterli olmuştur. Ayrıca Hanefilerin, bütün kitaplarında görüldüğü
gibi, Ebu Hureyre'nin birçok rivayetlerini almaları onu asla adalet yönünden
kusurlu bulmayıp itham etmediklerine en güzel delildir. Bu da bilinen bir
gerçektir. Hafız ibn-i Hacer, Fethu'l Bâri'de şöyle der: «Ebu Hanİfe, Ebu Hureyre ve benzerlerinin
rivayetleri için celi olan kıyası terketmiştir. Hurma şırası ile abdestin
cevazı, namazın kahkaha tile bozulacağı)
ve benzeri hususlarda olduğu gibi.» Ebu Reyye'nin, en-Nehai'den getirdiği
«bizim ashabımız Ebu Hureyre'nin
rivayetlerini terkederdi» sözüne gelince şayet sahihse Hanefi mezhebinde
olduğu gibi celi kıyas'a ters düşen
rivayetlerini kastetmiştir. Ebu Cafer
el-Iskâfi'den getirdiği rivayeti ise onun en-Nazzam ve yandaşlarından yaptığı
bir nakilden ibarettir.
«el-Meselu's-Sâir» sahibinden yaptığı nakil de öyle. Harun er-Keşid'in
meclisinde ımısarrât meselesi tartışılırken O'nun Ebu Hureyre'nin rivayetleri
ithama uğramıştır diyenlerin tarafına meyletmesi meselesi hiç bir senede
dayanmayan bir sözdür, böyle şeyler üzerinde düşünmeye bile deymez her halde
Harun er-Reşid'e yapılan iftiralardandır
ki bunların sayısı da çoktur.
Bütün bunlardan sonra
yazar kendisini bu kadar gizlemesine rağmen bütün bu yanlışlıklarının kaynağını
ilan etmekten başka çare bulamamıştır, s. 171'de Yahudi Müsteşrik Goldzier'in
Ebu Hureyre hakkında söyledikleri onun hadislerine karşı dikkatli olunması,
Sprencer'in takva konusunda hadis uydurmak için aşın gittiği vs. sözlerini
nakleder.
Bütün bunlar apaçık
iftiradır. Zerre kadar bir bilgi , bunlar üzerine bina edilomoz. Bütün bunlara
cevap vermiş bulunuyorum. Verilen cevaplara müracaat edilebilir. En acayip
husus Ebu Reyye'nin Goldzier'in sözlerini alıp nevasından ve hadis
bilgisizliğinden dolayı istediği kadar üfürmüş habbeyi kubbe yapmış olmasıdır.
Bu yalanlarla susuzların su zannettiği bir serap oluşturmuş; susuz, aslına
vâkıf olunca birşey olmadığını anlamıştır. Artık açıkça ortaya çıkmıştır ki Ebu
Reyye, hakiki veçhesiyle bir iddiacı, abartmacı ve saldırgan dillidir,
başkalarının görüşlerini çalıp kendisine övünç vesilesi yapmakta da meharetli
birisidir. [236]
Yazar 172. sayfada
.«Kâbu'I Ahbar'dan rivayet alması» başlığı altında şöyle der: «Hadis Alimleri
sahabenin tabiîmden haber alması ya da büyüklerin küçüklerden rivayeti babında
Ebu Hureyre, Abâdile (Abdullah b. Mesud, A. b. Abbas, A. b. Amr. b. Âs Abdullah
b. onur) Muaviye, Enes ve başkalarının yahudiliğini kalbine gömerek yalandan
İslâm'a girmiş gibi görünen Kabu'1-Ah-oar'dan rivayette bulunduklarını
zikrederler, Kâb'a ilk: aldanan Ebu Hureyre olmuştur. Kâb, O'nun bu
safdilliligini kullanarak İslâm dinine sokuşturmak istediği her şeyi O'na
telkin etmek için O'nu elde etmiştir.» Ebû Rey-ye, daha sonra bunları İsbat etmek
için Ebu Hureyre'den gelen birçok rivayete yer verir ve bu rivayetlerin Kâb'tan
alınan birer İsrailî haber olduklarını açıklar, kitabının birçok sayfasında da
Ebu Hurcyre'nin bu rivayetleri ile Kâb'ın sözlerini mukayese etmeye çalışır.
Cevap :
Kâb'ı ilgilendiren
hususlar, yâni içten yahudi olup müslüman görünmesi hususuna daha önce bir
bölüm ayırarak anlatlık. en-Nazzam, müsteşrikler ve onların- bo-razanlığıiıı
yapan Ebu Reyye'den başka ona böyle bir iftira atan hiçbir kimse bilmiyorum.
Kâb'a yakın bir çağda yaşamalarına rağmen, rical tenkidi ve onların gizli
hallerini öğrenme hususunda büyük dikkat ve ilim sahibi ola rıcerh ve tâdil
âlimleri O'nu cerhetmemişlerdir. Delilsiz ve şâhidsiz insanları cerhetmek,
adalet olmasa gerektir.
Ebu Hu rey re ve Abâdİle
(dört Abdullah) gibi bâzı sahabilerin ondan,rivayetleri yeni ortaya çıkan bir
husus değildir. İmam el-Irâki, ibnüs Salah'ın «el-Mukaddime» sine yazdığı
şerhle tabiinden rivayet eden sahabilerin tamamını vermiştir. Biz, gerek Kâb,
gerekse diğer clıl-i Kitap âlimlerinden yapılan bir kısım rivayetin aslında yalan
olduğunu inkar etmiyoruz. Bunu daha önce de belirttim. Ancak hadis âlimleri ve
tenkidçileri bütün bunları tenkide tabi tutarak sahih ve illetli olanları,
makbul ve merdud olanları birbirinden ayırdıkları gibi Kâb'm ehi'i Kitab'm
u/liflerinden elde ettiği bilgilere dayanmalan ve bâzı ravilerin karıştırarak
Hz. Peygamber'e isnad ettiklerini de hiçbir hata eksiklik ve fazlalığa meydan
venne-yccek şekilde birbirinden ayırmışlardır. Bizim, yazara karsı çıktığınız
husus Ebu Hureyrc'yi safdilli olmakla suçlaması ve Kâh'ın onu elde edip birçok
îsrailiyatı telkin ettiği ve ünımi okluğu için Tevrat tan öğrenmesini uzak gördüğü,
gibi meselelerdir. Bilemiyorum yazar ilmin okuma ve yazmakatn ibaret olmadığını
nasıl bilmez, oysa duyu organlarıyla alman bir kelime, okunarak Öğrenilen bîr
kelimeden belleğe yerleşmek bakımından pek geri kalmaz. Yazar gerek eski
zamanlarda, gerekse şimdi gözleri gören okuyan ve yazan kimselerden daha çok
ilim ve marifet sahibi olan âmâlar hakkında ne der? Tabi ki gözleri görmeyen
okuyamaz ve yazamaz ancak işitme yolu İle öğrenir.
Yazarın iddiasına
delil olarak getirdiği hadisler :
1- «Güneş ve Ay, kıyamet gününde ateşe atılacak îki
Öküzdür.» Hadisi :
173. sayfada şöyle
diyor: «Bezzar, Ebu Hureyre'den Hz. Peygamber'in : «Güneş ve Ay kıyamet günü
cehenneme atılacak iki öküzdür.» dediğini rivayet eder. Bunun üzerine Hasan
(Basri) suçları nedir? diye karşılık verince : «Ben, sana Resulullah'tan hadis
naklediyorum sen de suçlarını soruyorsun» der. Bu sözün aynısı Kâb'tan da
nakledilmiştir. Ebu Vâla el Mûsuli Kâb'ın şöyle dediğini rivayet eder: «Kıyamet
günü ay ve güneş iki kısır öküz gibi getirilip onlara tapanların gözleri Önünde
cehenneme atılacaklar.» yazar kaynak olarak da cd-Demiri'nin «Hayatu'l
Hayavan» adlı kitabını zikreder.
Cevap :
el-Bezzar'ın Ebt*
Hureyre'den naklettiği hadis sahihtir. Hafız İbn-i Hacer, Felhu'I Bâri'de[237]İbn-i
Kesir de
tefsirinde[238]
zikretmiş ancak hakkında herhangi bir şey dememişlerdir. Bu iki tenkidei İmamın
susması yazara cevap olarak yeter. Hafız Ebu Yala aynı manada bir ha^ dişi Mü s
ne d'inde Ye.?, i d er-Rekbâs ve Enes tarikiyle zikretmiş ancak bunun isnadı
zayıftır. et-Teyalisi (Ebu Da-vud) de Özetleyerek buna yer vermiştir.
Buharî'nin Sahih'inde merfu olarak Ebu Hureyre'den naklettiği ha-diste Ay ve
Güneş'in iki kısır oku/, olduğu ve a*t£şe atılacakları yer almaz. Buradaki
lafzı aynen şöyledir": «Gü* neş ve Ay kıyamet giüıii dürüUîoeklerdir»[239]
BuHari'nin rivayeti seksiz şüphesiz sahihtir. Bunu Allah'u Tıjâla'nın «...siz
ve Allah'ın dışında taptıklarınız cehennemin odunusunuz siz de oraya.
gİrecekshıiz»[240] âyeti de le'yıt etmektedir.
Hadis sabit olduktan sonra metin yönünden her hangi bir müşkü olmaz.
Birisi deseki : ay ve
güneş'in suçlan nedir ki ateşe atılsınlar? ben de derini ki : (buna en güzel
cevabı) el Hattabî vermiştir. : «ikisinin ateşte bulunmaları azap edilmelerini
gerektirmez. Oraya atılmalarının sebebi dünyada iken bunlara ibadet edenleri
rusvay etmek ve ibadetlerinin bâtıl olduğunu göstermek İçindir. Şüphesiz tapanların
tapılanlarla birlikle ateşte biraraya gelmeleri en büyük azap, ledib ve
istihzadır.» el-İsmailî şöyle der ; «onların ateşte olmaları azap edilmelerini
gerektirmez çünkü Allah'ın bâzı melekleri, taşlar ve başka şeyler cehennem
ehline azap olmak için orada bulunurlar. Allah'ın dilemedikleri asla azap
görmez.» Yine birisi «güneş ve ay nasıl dürülerek ateşe atılırlar oysa
cehennem astronomi âlimlerinin belirttiklerine
göre bırakın güneşi ayı bile
almaz» derse şöyle cevap
verilebilir: Bunlar kıyamet günü vuku bulacaktır. Kıyametin halleri dünyanın
hallerine kıyas edilmez. Arz ve Sema o gün değişecektir, bugün âlemde geçerli
olan sistem değişecektir, bunların şâhidİeri Kur'an'da sayılamayacak kadar
çoktur. Bütün fezayı yaratan yüce Allah, şüphesiz dürmek istediğini dürer, nurunu
almak istediğini alır, büyük olanı küçültür, küçük olanı büyültür ve bütün
bunlara kadirdir. Hiç bir rnuvahhid bundan şüphe duymaz. Mülhidler ve
dinsizlere uelince onlara söylenecek şeyler ayrıdır Yazar'm yer verdiği Kâb'ın
rivayetini hiçbir hadis ve tefsir kitabında görmedim. «Hayatıı'l Hayvan» adlı
kitap ise hadisleri tesbilte ölçü değildir. Sahih olduğunu farzetsek yine yazarın
görüşünü desteklemez. Ebu Hureyre'ye dil uzatmasında haklı olduğuna şahid
olmaz. Zira bu bilgi Ehl-i Kitap'lan alınmış olabilir. Bu kitaplarda hak ve
bâtıl karışık olduğu için her şeyi bâtıl değildir. Kur'an ve sünnet, hak ve
batıl olan rivayetlere şehadet eder. Veya bu bilgi Eİbu Ilureyre ve Enes'ten
alınmış.olabilir. Ebu Hureyre'-nin Kâb'tan alıp Hz. Peygamber'e ref'etmesi
Kâb'ın ondan almasından daha evla değildir. Bilhassa Kur'an da rivayetine
şheadet etmiştir. Hz. Peygamber'in sünneti, Kur'an'ın sarihi ve
açıklayıcısıdır.
2 -S. 174'de
şöyle diyor: el-Hâkim, Mustedrek'te sahih hadis râvileri tarikiyle Ebu
Hureyre'den Hz. Peygamber'in şöyle dediğini nakleder : «Allah bana bir horozdan
bahsetmeme iizin verdi, hu horoz'un iki layağı yende boynu Arşın [altındadır.
Sürekli «seni teşbih ederim Rabbim sen ne yücesin der.»[241]
sonra da derki : bu hadis Kâb'ın sözüdür bu sözünün metni de şöyledir... (da ve
Kâb'tan naklolunan konuyla ilgili bir sözü nakleder.)
Cevap :
İbnu'l Cevzi, hadis'in
metninin mevzu olduğuna hükmetmiştir. Uydurma olduğu dikkate alınmalıdır.
Çünkü 1-1.m hadisleri tashihte gevşek davranmıştır. İbn-i Kav. . i
I-Cevziyye'nin sözleri de bunun sabit olmadığına delalet Kayyım «Cevabu'l
Es'ileti't Trablusiy-ye» adlı esui.nde Horoz ile ilgili bütün hadisleri
sarfet-tikten sonra şöyleder: «Hulâsa lıoiozla ilgili tüm hadisler yalandır. ,Jece şu hadis müstesna : «Biriniz horozun
ötüşünü 'T.anız Allah'ın fazlını isteyin zira o bh"melek gördüğü - u
öter.»[242]
Bir hadis mevzu olunca
ne Ebu Hureyre'den ne de Hz. Peygamber'den sabit olmamış demektir. Bu sebeple
yazarın sözünü üzerine bina ettiği esas yıkılmıştır. Kâh'ın sözü* de sabit
olmuşsa Ehl-i Kitab'ın kitaplarında mevcut olan bir îsrailiyattan ibarettir.
3-Yazar 174.
sayfada şöyle diyor : Ebu Hureyre, Hz. Peygamber'in Nil, Seyhan, Ceyhan ve
Fırat nehirleri cennet nehirlerindendir»[243]
dediğini rivayet etmiştir. Oysa
bu da Kâb'ın sözüdür.
Kâb şöyle der: «Allah cennetteki dört nehri dünyaya yerleştirmiştir. Nil,
cennetteki bal nehridir, Fırat, cennetteki şarap nehridir, Seyhan, cennetteki
süt nehridir, Ceyhan da cennetteki su nehridir.»
Cevap :
Ebu Hureyre'nin
rivayet ettiği hadis son derece sahih bir hadistir. Sahih'i Müslim'de geçen
metni şöyledir : Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Nil, hepsi cennet nehirlerinden-dir.»
Bâzılarının anladıkları gibi hadis hakiki mâna ifade etmeyip bir teşbihten
ibarettir. Yani bu nehirler insanlara fayda, çok hayır ve bereket, gibi
sıfatları yönünden cennet nehirlerine benziyor demektir. Bazılarına göre burada
mahzuf bir kelime vardır. Buna göre : «Cennet ehlinin nehirlerindendir.» demek
olur Bu aynı zamanda Hz. Peygamber'den bir müjdedir. Yani Allah vadini yerine
getirecek, kendisine zafer ihsan edecek ve dinini diğer dinlerden üstün
kılacaktır. Öyleki : bu din bu dört büyük nehrin bulunduğu bölgelere ve diğer
yerlere çünkü temsil yolu ile
anlatılmıştır tahsis yoluyla değil yayılacaktır. Bu da gerçekleşmiştir. Zira
bir asır geçmeden İslâm hakimiyeti Atlas Okyanusu'ndan Hindistan'a kadar
uzanmıştır. Nasıl te'vi! edilsin dil ve şeriat yönünden hadiste reddedilecek
bir duı-um yoktur. Sahabe zeka ve saf kalpleriyle bu ve benzeri hadislerin
söylediği durum ve şartları kavrayarak bâzılarına muşkil gelen bu gibi
hadislerden Hz. Peygamber'in ne kastettiğini anlamışlardır. Bunun için herkes
görüşünü açıkça beyan etme hürriyetine sahip olduğu halde kimsenin böyle hadisleri
müşkil kabul ettiği bilinmemektedir.
Kâb'tan.ftldığı
rivayeti «Nİhayetu'l Edeb»ten almıştır. Hadisleri tesbit için bu kitap esas
alınmaz. Şayet
böyle dediği lesbit
edilse de sözleri teşbihli yorumlanır. Biraz düşünecek olursak Ebıı Hureyre'nin
Kâb'ın anlattığının etkisinde kalmış olmasının uzak bir ihtimal olduğu
anlaşılır. Bunun bir zan ve tahmin olduğu ortaya çıkar, iki hadis farklıdır.
En yakın ihtimal, Kâb'ın sözünün E bu Hureyre'nin rivayetinin bir tefsiri
olmasıdır. Allah'ın şu sözü de buna ışık tutmaktadır. «Muttekilere söz verilen
cennetin durumu şudur.: içimle bozulmayan sudan ırmaklar, tatlı değişmeyen
sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren ışuraptan ırmaklar ve süzme baldan
ırmaklar vardır ve onlar için orada her çeşit m< - Rab'lerinden de bağışlama
vardır...»[244]
4 -(Yazar
yine aynı sayfada şöyle der. îbn-i Kesir tefsirinde şöyle diyor : Ebu
Hureyre'nin Ye'cuc ve Me'cuc ile ilgili hadisin metni Ahmed b. Hanbel'in ondan
rivayet ettiği gibi şöyledir : «Ye'cuc ve Me'cuc şeddi hergiin kazarlar güneş
neredeyse kaybolacağı zaman âmirleri : «dönün yarın tekrar kazacaksınız.» der
ve dönerlerdi» ibn-i Hanbel aynı hadisi Kâb'tan da rivayet etmiştir: Ebu
Hureyre nıuhtelen bu hadisi Kâb'tan almıştır. Çünkü 0, sık sık O'nun
meclisinde bulunur(ve O'ntınla konuşurdu.»
Cevap :
Evet ibn-i Kesir bu
hadisi tefsirinde zikretmiştir. İmam Ahmed ve Tirmizî'nİn rivayetlerine yer
verdikten sonrada şöyle demiştir: «isnadı kuvvetlidir ancak metninde bulunan
bir nekaretten dolayı merfu olmaya uygun değildir. Çünkü âyetin zahirine göre
(ye'cuc ve me'cuc) şeddin binası sağlam olduğu için ne deleb i İmişler nede
üzerine yükselebilmişlerdir, tbn-i Kesir sözlerine devamla «lakın bu haber
Kâbu'l Ahbar'dan da rivayet edilmiştir.» sonra aynı manada bir haber daha
nakleder ve ikisinin aynı olmadığını belirtir... İbn-i Kesir sözlerini şöyle
bağlar: «Muhtemelen Ebu Hureyre bunu Kâb'tan almıştır. Çünkü O, çoğu kez gider
meclisinde bulunur ve O'ndan haber alırdı. Ebu Hureyre bunu ondan aldı fakat
bazı râviler O'ndan gelen merfu bir hadis zannederek Hz. Peygambere isnad
etmişlerdir.»[245] Ne ilginçtir ki, yazar
ibnHi Kesirin sözlerini naklederken kasten bu soır bölümü hazfetmiştir. Zira bu
son kısmı O'nun «Ebu Hureyre Kâb'tan haberleri alıp Hz. Peygamber'den doğduğunu
söylüyordu» iddiasını reddetmektedir. Nakilde güvenilirliğe bakın! Bir başkasına
yanlış gösterme üslubu doğrumudur?
Bana göre de, ibn-i
Kesir'in de belirttiği gibi, hadis münker olup sahih değildir. Senedinde
Katade'nin olması bunu doğrulamaktadır. Zira Katâde tedlis ile bilinen bir
râvidir. Muhtemelen bu duıum bir râvinin hazfedilmesinden kaynaklanmıştır.
Ayrıca metnin Kur'an'a
muhalif olduğunu belirtmiştik. Bundan başka meşhur sünnete de muhaliftir.
Sahi-hayn de geçen bir hadise göre Hz. Peygamber şöyle bu-yurmuştrr. «Yaklaşan
bir serden dolayı vay arabın hâline baş parmağıyla şehadet parmağım
halkalaştıra-rak o gün ye'cuc ve me'cuc bu şekilde şeddi (sararak)
fethedecektir.» Hadis sahih olmadığına göre yazar'ın iddialarının dayanağı, da
yıkılmış demektir.
5-Yine 174.
sayfada: «Buhafi ve Müslim'de yer alan Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği : Allah
insanı kendisureHnde yarattı» hadisuıe gelince bu söz Tevrat'ın birinci ishah
(sifr'den büyük fasıldan küçük bölümlerine ishah denir.)'ında aynen şöyle
geçmektedir : «Allah insanı kendi
suretinde yarattı, Allah'ın sureti üzerine insan yaratıldı» Dipnotta bu
hadisin bâzı varyantlarında: «Hz. Adem'in
boyu altmış arşındır,
bir varyanta göre «Rahmanın
sureti üzerine yarattı» denildiğine
İşaret ettikten sonra ibn-İ Hacer'in Fethu'l Bari'd e bu hadis için «Eski kavimlerden Ad ve Semud'un yaşadığı bölgelerden
şu ana kadar kalan yerlere bakılacak olursa hadis'in müşkil -olduğu anlaşılır .[246] Çünkü bunların evleri
Ebu Hureyre'nin rivayetinde belirtildiği kadar boylarının uzun
olmadığına delalet etmektedir.» diyerek tenkid ettiğini belirtmektedir.
Cevap :
Hadis Buhari, Müslim
ve diğer güvenilir hadis kitaplarında rivayet edilmiştir. Ebtı Hureyre'nin
Tevrat'a uygun olan bir hadis rivayet etmesi ona bir zarar vermez. Zira bütün
kitaplar Allah'tan gelen vahydir. Kur'an ve sahih sünnet geçmiş kitapların
varlıklarına şehâdet ederler. Tevrat ve İncil'de, Kur'an'la aynı olan yerler
hak ve gerçek olup hiçbir tebdil ve tahrife uğramamışlardır. Allah Teâhı Maİde
süresinde Tevrat ve İncili, İncil'in Tevrat'la plan âyetleri tasdik
ettiğini belirttikten sonra ^öyle buyurur : «Sana, <la kendinden önceki
kitapları doğrulayıcı ve onları kollayıp
koruyucu olarak bu kitabı gerçekle indirdik. Onların aralarımla Allah'ın
indirdikleri ile hükmet ve sana gelen
gerçekten ayrılıp onların keyiflerine uyma!...»[247]
Hadis hem
sened yönünden hem de metni
ve mânası yönünden sahihtir. «Kendi suretinde» cümlesindeki zamir ister
11/.. Adem'e gitsin islerse «Allah, Adem'i Rahman'ın suretinde yaratlı»
varyantında olduğu gibi yü (»l* Allah'a gitsin larkeiıne/.. Şayet /amir Adem'e
gidi-yursa ki Arap dili kaideleri gö/Öiıünde bulundurulursa bu daha uygundur. O
takdirde durum acıktır. Hadisin manası da şöyle olur. Yani Allah, Ademi
şimdiki insan oğlunun bulunduğu .şekil üzere yarattı, İ'arkh bir evrim
yc-cirmemiştir tıpkı zürriyetinde olduğu gibi bilakis Allah onu ruhunu ilk
üflediği gün kâmil mânada düzgün bir insan olarak yaratmıştır. O takdirde bu
hadis en beliğ bir şekilde maddeci ve tabialçılann görüşlerini reddetmiş olur.
Şayet zamir Âdem'e değil de Allah'a râci ise bu konuda söylenecek söz açıktır.
Selefin mezhebine göre (bu gibi naslara), varid olduğu gibi teşbih etmeden keyfiyeti
üzerinde durmadan bunları Allah'ın gerçek bilgisine bırakarak, inanmak
gerekir. Fakat Halefin mezhebine göre dil şeriat ve akl'ın hudutlarını aşmadan
tevil etmek gerekir, O zaman yapılacak tevil de gayet basittir. Yâni «Allah,
kendi sıfatları olan hayat, ilim, semi, basar va benzen sıfatları vererek
yarattı» demek olur.
Hafız ibn-i Hacer'in
müşkil gördüğü, Ebu Reyyo'-nin de okuyucuyu .şüphelendirmek için naklettiği hususta
aslında herhangi bir karışıklık yoktur. Dünya'nın umrü binlerce ya da on
binlerce yıl olarak değerlendirilemez, bilakis dünya'nın yaşı milyonlara
varmıştır. Nitekim Jeoloji ve biyoloji âlimleri de bu görüştedir. Öyleyse bu
kadar uzun süre zarfında insanoğlunun bugüne kadar ya-rauhşında bâzı
eksikliklerin olması uzak bir ihtimal defi' c1"'. İbn-i Hacer, kendi
asrında bunu müşkil görmüş- ıhnin ve lennin ilerlediği günümüzde bunda
anlamayacak bir durum yoktur. Bana öyle geliyor ki, ibn-î Hacer bu süzü
söylerken ehl-i Kitabın «dünyamın ömrü yedi bin senedir» görüşünün etkisinde
kalmıştır. Oysa bu şüphesiz bâtıldır. Daha sonra O da bunu anlamış ve dünyanın
ömrünün bundan daha fazla olduğunu hadisten istinbat esnasında bunu şöylece
belirtmiştir: «Hz. Adem ve Hz. Muhammed arasındaki müddet chl-i Kitap ve diğer
habercilerin verdikleri müddetten daha fazla dır.»[248]
Şu kadar varki : Hadis
belli bir Ölçü kastetmeyip altmış arşın demekle sâdece çok uzun olduğunu vurgulamak
istemiş olabilir. İbn-i Ebi Hatim'ih, hasen bir is-nadla Ubeyy b. Kâb'tan merfu
olarak rivayet ettiği şu hadis de bunu destekliyor: «AUah, Âdem'i uzun boylu
çok saçh yarattı, sanki uzun bir hurma ağacı kadardı.» Bütün bunlardan sonra
(soruyorum!) Ebu Hureyre'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettiği haberin
Tevrat'takine uygun düşmesi ile kendisinden aldığını iddia ettiği
K.âbu'1-Ahbar arasında ne gibi bir ilişki var? Kâb'ın bu kıssa ile uzaktan
yakından bir alakası yoktur. [249]
Yazarın bütün gayreti
başta Ebu Hureyre'nin rivayetleri olmak üzere hadislere şüphe düşürmek olduğu
için 175. sayfanın dipnotunda ibn-i Hacer'in hadisten duyduğu kuşkuya yer
verdikten sonra şöyle, der : «İmam Mâlik de bu hadisi ve» Allah teâla kıyamet
günü sâk'ınj gösterdiği zaman diledikleri ateşe girene kadar elini ateşe
sokar» hadisini şiddetle reddetmiştir oysa «ikinci hadis» Ebu Hureyre'nin
rivayeti olup Buhari ve Müslim'de mevcuttur Buharîdeki metni de şöyledir :
«Rabbimiz Sakını açar, derken her erkek ve kadın mümin ona secde eder. Ancak
dünyada İken insanlar görsünler ve işitsinler diye secde edenler de secde için
gelecek belleri ,bü-külmeyecektir.»
Cevap :
Yazar ve benzerlerine
Önce şunu söylemek istiyorum. Bu şaibeli konulardan ve mütekâbili hadislerden
bahseden kişinin gerçekten araştırması ise - kaynaklarını zikretmesi
gereklidir. İmam Mâlik'în hangi kitapta bu hadisleri inkar ettiğini
bilmiyoruz. Bana öyle geliyor ki, yazarın söylediklerini inceleyen O'nun iftiralarına bir dayanak bulamadığı zaman
kafadan delilsiz sözler sarfetme-ye başladığını görecektir. Bahsettiği bu
habisler müte-şabih hadislerdendir.
Kur'an'da müteşabih âyetlerin olmasını dileyen yüce Allah gayba imam
akılları almayan, kalpleri iman nuruyla aydınlanmayan Ebu Reyye ve benzerlerini
imtihan etmek için Resulünün hadislerinde de müteşabih hadislerin olmasını
dilemiştir. «...Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak, kendilerine göre
yorumlamak için onuri
müteşabih âyetlerinin peşine
düşerler. ..»[250]
Selefin bu konudaki görüşü bilinmektedir. Şayet yukarıdaki iftirayı îrnarn
Mâlik'ten başkasına atsaydı bâzılarına göre mümkün olabilirdi. Fakat İmam
Malik'in bu konudaki sözleri meşhurdur. Kendisine istiva (Allanın arşa
dayanması) hakkında soru sorana «istiva bilinmektedir. Keyiiyeti ise
meçhuldür. Bununla ilgili soru sormak bidattir, (soranı kastederek) Bunu yanımdan
çıka-rır» çünkü O kötü biridir.» diye cevap vermiştir.
Yazar sadece İmam
Mâlik'c değil, Ebu Hureyre'ye hatta Buharı ve Müslim'e de iftira atmıştır. Zira
Buharî içinde «sak» bulunan1 söz konusu hadisi Ebu Said el-Hud-ri'den[251],
İmam Müslim de yine Ebu Said el-Hudrî'den rivayet etmiştir.[252]Buharı
ve Müslim'deki Ebu Hureyre hadisi ise Ebu Said el-Hudrî'nin rivayet ettiği
hadisle aynı manada olsa da «sak» kelimesi içinde geçmemektedir. [253]
175. sayfada şöyle
diyor : Kâbu'l Ahbar, Peygamber'in Tevrat'taki sıfatlarını zikredince; Ebu
Hureyre de O'nun sıfatları hakkında şöyle demiştir : «O ne çirkin sözlü ve
davranıştı idi ne de böyle yapanları severdi ne de çarşılarda gürültü
çıkarırdı.» oysa bu Kâb'ın sözünün ta kcn-libidir.»
Yazar daha Önce ele
IIz. Peygamberin Tevrat'taki sıfatlarının Kâb tarafından uydurulan bir hurafe
olup Abdullah b. Amr b. Âs'ın da ondan aldığını iddia etmiş ve biz de buna
yeterli cevap vermiştik.
Daha Önce
söylediklerimden fazla olarak şunu belirtmek istiyorum. IIz. Peygamber'in
çirkin sözlü ve dav-ramşh olmayıp başkasından da böyle olmasını islemediği
dost ve düşman tarafından doğrulanan hiç kimsenin tartışmadığı bir husustur.
Ebu Hureyre veya başkasının bu sıfatları rivayet etmeleri, hangi hal olursa
olsun, Kab'ın bu sıfatlarını Tevrat'tan zikretmesine bağlanmaz. Çünkü onlar
bı.ı Muhammedi ahlakı mülahaza ve müşahade ile biliyorlardı. [254]
Yazar yine 175.
sayfada şöyle diyor: «Müslim, Ebu Hureyre'den şunu rivayet etmiştir.
«Resulullalı elimi tu-iarak -şöyle dedi : «Allah toprağı cumartesi günü
yarattı, onun üzerinde dağları pazar günü, ağaçları pazartesi, külülüğü salı,
nuru çarşamba günü yarattı. Perşembe günü canlıları yeryüzüne yaydı, son
yaratık olarak cuma günü ikindi ile geıenin arasındaki saatlerde de Hz. Adem'i
yarattı.»
Bu hadisi İmam Ahmed
ve en-Nesâi de Ebu Hurey-re'den rivayet etmişlerdir. Buharı, ibn-i Kesir ve
başkaları Ebu Hureyre'nirı bu hadisi Kâbu'l Ahbar'dan aldığını söylemişlerdir.
Zira bu hadis yerin ve göğün allı günde yaratıldığını bildiren Kur'an ayetine
terstir. İşın ilginç yönü, Ebu Hureyre bu hadisi alırken Hz. Peygamberin
elinden tuttuğunu belirterek açıkça IIz. Peygamber'den işiliiğini söylemişt.ir.
(Hbu Reyye sözlerine devamla) şöyle diyor : Gerek bizim memleketimizde gerekse
başka yerlerde Hadis ilminden bir şey bildiğini iddia eden veya onlara tabi
olanları bu müşkili halletmeye ve şeyhlerini (Ebu Hureyre'yi) düştüğü çukurdan
çıkarmaya davet ediyorum.» Ya/ar daha sonra edebi elverdiğince Ebu Hu-ıtîyre
ile istihza ediyor.
Cevap ;
Bu hadise çok eskiden
hadistiler dikkal çekmiş, onu illetli saymış ve hakkında tartışmışlardır.
Bâzılarına gö-m hadisin senedi sahih değildir. Zira İsmail b. Umeyye, İbrahim
h. Ubi Yahya'dan almıştır. İbrahim b. F.bi Yahya um ise rivayetleri hüccet
olamaz. Buharî'nin şeyhi Ali \ eUMedinî'ye bu hadisin senedi sorulunca: «ismail
b. Umeyye'nin bunu sadece ibrahim b. Ebi Yahya'dan aldığını görüyorum» diye
karşılık verir. Ahmed b. Hanbel onun hakkında şöyle der: «İbrahim b, Ebi Yahya
Ka-deriyye, Mutezile ve Cehmiyye'den olup her bela onda vardı. İnsanlar O'nun
hadislerini terkettiler çünkü hadis uydururdu» ibn-i Main, O'nun hakkında
«yalancı verafizidir» derdi. Gerek sarahaten, gerekse tedlis yolu ile İbrahim
bu isnadda yer aldığı için böyle isnadlarla hadisin metni sahih olmadığı gibi;
hadis Hz. Peygamber'e, F.bu Hureyre'ye ve O'ndan sonra gelen sika râvilere yalandan
isnad edilmişse, o takdirde araştırmacının bunun üzerine bîr hüküm bina etmesi
doğru değildir [255]Zira
hüküm vermek hadisin sabit olması demektir.
Bâzılarına göre hadis
Hz. Peygamber'den söylenen merfu bir haber değildir. Ebu Hureyre bunu Kâbu'l Ahbar'dan
almıştır, bâzı râvilerinde vehm olduğu için merfu olduğunu söylemek doğru
değildir, doğru olan Kâb'ın mevkuf haberi olmasıdır. İmamlar imamı Buharî,
Târilı'-inde bu görüşe vararak şöyle demiştir : «Bâzıları Ebu Hureyre
vasıtasıyla Kâbu'l Ahbar'dan nakletmişler ki, sahih olan da budur.» AJlame
ibn-i Kesir de buna muvufa-kat etmiş ve şöyle demiştir: «Sanki bu hadisi Ebu Hureyre
Kâb'dan almış daha sonra bâzı râviler «Resulullah elimden tuttu» ifadesini
ekleyerek merfu bir haber haline getirmişlerdir.»[256] Her
ne olursa olsun Ebu Hureyre Kbu Reyye'nin sataşmalarından kınamalarından hadis
uydurma ithamından uzaktır. (Buna rağmen) Ebu Reyye dönüp dolaşıp onunla
keyfinin dilediği kadar istihza ediyor, oysa durum ibnu'l Medinî ve ona tabi
olanların de-ditti ise Et>u Hureyre
bundan tamamen uzak olmuş ulur. Ebu Hureyre'ye atfedilen lafızlar,
Peygamber'den işitmesi, Resulullah'ın elinden tutması sabit olmayıp uyduranın
yalan uydurma ve bâtıl olan bir şeyi hak görüntüsüne sokarak Ebu Hureyre'ye
yaptığı bir iftiradan öteye geçmez. Şayet durum Buhâri ve İbn-İ Kesir'in
dediği gibiyse o takdirde merfu hale getirmekten uzaktır. Çünkü O, «Ben,
Rcsulullah'tan işittim ya da Resulullah elimde tuttu» dememiştir. Ancak
dıırumu karıştıran bir râvi Hz. Peygamber'e isnad ederek söz konusu lafızlarla
da bunu te'yid etmiştir. Umarım Ebu Reyye'nin Mısır hatta İslâm alemindeki
hadiscileri, Ebu Hüreyre'yi düştüğü kuyudan kutarmaya meydan okuyuşuna ben
güldüğüm gibi, okuyucular da gülüp geçmiştir. Gerçek ortaya çıkmıştır. Ne çukur
ne de düşme söz konusu değildir. Bütün id-diaâlanm boş bir uçurum üzerine bina
etmiş ve oradan cehenneme yuvarlanmıştır. O ne kötü varış yeridir, Ebu
Reyye'nin sözlerini okuyan bütün âlemle savaşıp, semâyı fethettiğini zanneder.
Bu da gurur ve enani-yetle karışık cehalete delalet eder. Bir araştırmacı içinde
gurur ve cehaletten daha zararlı bir haslet yoktur. [257]
176. sayfada yazar
şöyle diyor: «Buhari Ebu Hureyre den Hz. Peygamber'in şöyle dediğini[258]
rivayet etmiştir : «Her kim benim veli
kullarıma düşmanlık ederse muhakkak ben ona harb açarım. Bir kulum far/
kıldığım şeylerden daha sevimli bir amel ve ibâdetle bana yaklaşumaz. Kulum
bana, yaptığı nafile ibâdetler-le de yaklaşır. Nihayet onu severun. Bir kere de
othı sevdim 31ü, artık ben o kulumun jişiltiği kulağı, göreceği gözü, kavrayacağı
eli ve yürüyeceği ayağı olurum, yaptığım şeylerden tereddüt ettiğim tek şey
Ölümden hoşlanmayan jnıu'minin canını almaktır. Ztra ben onun kötülüğünü
istemem» Hadîs uzmanı olanlar bu hadisin is-railiyât koktuğunu hemen
anlayacaktır.» Yazar daha sonra dipnotta da şunları yazıyor : «Bu hadisi
sadece Buharı rivayet etmiştir. İmam Müslim Sahih'inde, ibn-i Hanbel de
Müsned'inde zikretmemiştir. Sahabeden de sâdece Ebu Hurey re tarafından rivayet edilmiştir. Birçok imam bu
hadisin kusurlu olduğunu
söylemiştir.» Hadiste kusur olarak itibar ettiği şeyleri
zikrettikten sonra da şöyle diyor : Bana
Öyle geliyorki bu konuda Ebu Hureyre'nin
hocası Vehb b. Munebbih'tir. Hilyetu'l Evliya'da bu Kâ-hin'in hal
tercesemesi anlatılırken şöyle
dediği rivayet edilmiştir :
Tevrat'ta Allah Teâlâ'nın şöyle dediğini gördüm : «Mümin'in ruhunu
kabzetmekten başka bir şeyden tereddüt etmedim.»
Cevap :
Buhari bu hadisi
Sahih'inde[259] zikretmiştir. Çünkü
sahih bir hadistir. Buharî'nin şeyhi Hâli d b. Muhallet ile Şurcyk b. Abdillah
gibi bâzı imamların tenkid etmeleri hadisin sıhhatini ihlal etmez. Çünkü İmam
Buharı şeyhini başkasından daha iyi tanır. Buharı ile bir başkasının bir ravi
hakkındaki görüşleri çelişirse Buharî'nin görüşü tercih edilir. Çünkü 0, hadisin
illetleri ve ricali konusuııda eşsizdir. Hatta bir hadisdeki gizli illeti
ortaya çıkarınca İmam Müslim iki gözünün arasından öpmüş ve unu Ü-stadlann
üstadı lakabı ile anmıştır. Şayet hadisin râvilerinde sıhhatini ihlal edecek
bir durum olsaydı. Buharı, kitabına almazdı. Müslim Sahih'incîe, İmam Ahmed Müsned'inde
yer vermese de diğer hadis imamları onu taline etmişlerdir. El-Beyhaki
«Kitabu'z-7.uhd»ünde, ayrıca Ebıı Ya'la, el-Bezzar ve Taberâni de bu hadisi
rivayet etmişlerdir. Hatta İmam Ahmet de Kitabu'z-Zûhdün'de yer vermiştir.
Hadis sâdece Ebu Hu rey re tarafından rivayet edilmeyip Hz. Aİşe, Hz. Ali, F.bu
Umame, İbn-i Ahbas, Enes, Huzeyfe ve Muâz b. Cebel gibi bir grup sahabi
m-rafından da rivayet edilmiştir. Hadis'in isnadı tek olmayıp birçok farklı
tariklerle gelmiştir. Bunlar zayıf almaktan hâli olmasalar da birbirlerini
takviye ederler, yazarın da tavsif ettiği gibi hadiste müminlerin cm İri olan
Hafız İbn-i Hacer de bu konuya kafa yormuş ve Fethu'l Bâri'de şöyle elemiştir.
«Bu hadisin bir tek isnadda geldiğini söylemek yanlıştır. ... hadjsin birçok
isnadı vardır. Bunların toplamı bir aslının olduğuna delâlet eder.»[260]
İbn-i Hacer daha sonra bu farklı isnadları birbir zikrederek hangi kitaplarda
geçtiğini söyîer ayrıca sahabeden de kimlerin rivayet ettiğini bir bir belirtir
böylece anlaşılıyor ki, hadisin isnadında herhangi bir kusur sö/ konusu
değildir.
Mâna yönüne gelince
son kısmındaki «tereddüt > meselesinden başka anlaşılmayacak bir durum
yoktur. Mutevatir Kur'an ve sahih sünnette bu hadisin ifadele-nne benzer bir
çok şey vardır. Şayet Müşkildir diyeıvk bu hadisi reddecek olursak bir çok
Kuran âyetini ve sahih hadisleri reddetmiş oluruz. Alimler bu konuda iki görüş
ileri sürmüşlerdir.
1- Selefin
görüşü : O da benzetme yapmadan, keyfiyeti üzerinde durmadan, bi/.ce bilinen
zahiri şeylerden Allah'ı tenzih ederek vârid olduğu gibi iman etmektir. Ayrıca
bunun hakiki bilgisini de Allah'ın yüce bilgisine bırakmaktır.
2- Halef
âlimlerinin görüşü: O da te'vil etmektir. Nitekim onlar hadisi mecaz olaıak
anlamışlardır. Buna göre hadis Allah'ın mümin olan velileri sevmesi ve onlara
kötülük ve e/.iyeUen hoşlanmadığım beşerin indinde anlaşılabilen bu ibare ile
temsil etmiştir. Bâzıları hadisin sonunda geçen tereddüdü Allah'a değil de
meleklere hamletmiştir. Onlar Allah'ın elçileri oldukları için unların
yaptıkları Allah'a nisbet edilmiştir. Çünkü onları gönderen O'clur. İbn-İ
Hacer Fethu'l Bâri'de yeterli izahlarda bulunmuştur dileyen ona müracaat
edebilir.
Yazarın nakildeki
ihanetlerinden bir tanesi de el-HaU tabî'nin sözlerini kısaltarak anlaşılmaz
bir vaziyette verip, buna verdiği cevaba yej- vermemesidir. Bu metodu kimlerden
aldığım biliyoruz. Şimdi yazarın bu ilginç durumunun görülmesi için Hat
tabî'nin sözlerinin tamamına vermek istiyorum : «Allah'ın tereddüt etmesi caiz
değildir, bir şeyden vaz geçmesi de O'nun için düşünülemez ancak bu hadis iki
şekilde te'vil edilebilir, birincisi insanoğlu bazen hayatına isabet eden bir
hastalık veya beladan kurtulur, Allah'a dua eder Allah da ona şifa verir ve
O'nu o beladan kurtarır. İşte Allah'ın bu fiili bir şey dileyip sonra tereddüt
edip bundan vazgeçenin fiili gibi olur. EceK geldiği zaman mutlaka Allah'la
mülâki olacaktır. Çünkü Allah, yaratıklar için ölmeyi kendisi için de bekayı
dilemiştir. İkincisi: Yani: benim yaptığım şeylerden elçilerini canını alırken
tereddüt ettikleri gibi başka bir şeyden tereddüt etmezler...» demek olur.
Sonra yazarı hadis
konusunda varılması caiz olan bu hükme varmaktan alıkoyan nedir? Bütün mesele
Vehb'in sair Peygamberlere gelen kitaplarda benzerini gördüğünü zikretmesi
midir? Bu neden Allah'ın hem Musa'ya hemde Hz. Muhammed'e söylediklerinden
olmasın? Hadisin büyük bir kısmı Beni İsrail'den bilinen kötü ahlak, sertlik ve
kötü tabiat ile bağdaşmaz, polisiyye bir burna sahip olan yazar bunu niye
görmez?! Tevrat bile onları maneviyattan uzak, madde sevgisiyle donanmış
köleleri aşan bir toplum olarak tavsif etmektedir. Seninki gibi bir koku alma
duyusuna ve usta Siyonist buruna sahip olmadığımız için Allah'a hamdediyoruz. [261]
177. sayfada Ebu
Hureyre'yi gaflet, hamakat ve sefahatle .suçlayarak günahlar yükledikten ;sonra
şöyle der.- «Burada sözü uzatmamak için son olarak Ebu Hureyre'nin aslında
israliyattan olduğu halde Hz. Peygamber'den rivayet ettiği bir hadisi
zikredeceğim. İmam Ahmed, Ebu Hureyre'den Resulullah'm şöyle dediğini rivayet
eder. «Cennette bir ağaç vardır ki bir atlı onun gölgesinde yüz yıl yürür de
(onu katedemez) dilerseniz «... ve uzatılmış gölge ...» âyetini okuyun. Sonra
Ebu Hureyre'nin bu hadisi rivayet eder etmez Kâb'ın sür'atle gelip kendisini
tasdik ettiğini belirtir ve muhtelif vasıflarına deyinir.
Cevap:
Bu hadisi sadece İmam
Ahmed değil büyük iki .imam Buharî ve Müslim de Sahih'lerinde rivayet etmişlerdir. Hivayet
sadece Ehu Hureyre'den
gelseydi bazıları bu söze çıldırabilirlerdi ancak hadis Ebu
Hu-»"eyre'den başka yazara göre ona
nisbetle gaflet ve hamakatla suçlanmayan sahabiler tarafından da rivayet
edilmiştir. Buharı, Ebu Hureyre, Enes[262],
Sehl b. Sâd ve Ebu Said el Hudri'den rivayet ederken[263]
İmam Müslim de Ebu Hureyre, Sehl b. Sâid ve Ebu Said el Hudri'den rivayet
etmiştir.[264] Diğer üç sahabiye ne
dersin acaba asrın araştırmacısı! yoksa iddia ettirin gibi Kâb, Ebu Hureyre'yi
kandırdığı gibi onlun da mı kandırdı? İnsanlar arasından çıkarılmış, en hayırlı
ümmet, olan, Allahın Tevrat ve İncil'de örnek olarak gösterdiği Hesulullah'ın
ashabının bu kadar gaf-let ve hamakat içinde bulunduklarına kim inanır? Biraz
haya ey misyonerlerin çömezi. Nebevi Hikmet ne güzel buyurmuş: «Utanmadığın
takdirde ne yaparsan yap...»
Yazarın buradaki
ihanetlerinden birisi de ibn-i Kuteybe'ye yaptığı gibi ibn-i Kesir tefsirini
kaynak olarak vermesidir. Okuyucu da ibn-i Kesir'in bu hadisi zayıf kabul
ettiğini sanacak, İbn-i Kesir'in tefsirine baktım orada bütün rivayetleri
serdettikten sonra şöyle demiştir. «Bu hadis Hz. Peygamber'den sabittir.
Hatta hadis imamlarına göre sıhhati kesin, mü. tevatir bir haberdir. Çünkü
birçok tariklerle rivayet edildiği gibi isnadlan kuvvetli râvileride sikadır.»[265]
Sadece şunu demek
istiyorum. Bu yazarın durumuna şaşarım!!! «dalalete düşene hidayetçi yoktur.»
diyen Allah ne gü/.el buyurmuştur. [266]
177. sayfada «Hafızasının
zayıflığı» başlığı altında şöyle der: «Ebu Hureyre'nin kendisi de çok unutkan
olduğunu, öyleki hafızasının, işittiği hiçbir şeyi tutamadığını belirtir. Sonra
Hz. Peygamber'in kendisine dua ettiğini bunun üzerine kulağına gelen hiç bir
şeyi unutmaz olduğunu bildirir. Bunu da çok hadis rivayetine kılıf uydurmak ve
işitenlere kendi rivayetlerinin sahih olduğunu isbatlamak için söylüyor.
Müslim, el-Arac'ın Ebu
Hureyre'den şunu işittiğini nakleder: «Siz, Ebu Hureyre'nin Peygamber'den çok
hadis rivayet ettiğini iddia ediyorsunuz Allah şahid-dir. Ben fakir bir
adamdım. Resulullaha karın tokluğuna hizmet ederdim. Muhacirler çarşıda
pazarda ticaret ile uğraşırken Ensar da mallan, mülkleri ile "meşgul
oluyorlardı. Bunun üzerine Resulullah: benden işittiğini unutmaması için kim
örtüsünü yere serer"? dedi «ben de örtümü serdim sonra hadislerini
söyledi ve bana giydirdi ondan sonra işittiğim hiçbir şeyi unutmadım.» Müslim,
«Mâlİk'in hadisi Ebu Hureyre'nin sözlerinin bittiği yere kadar zikreder. Peygamberin
«Kim serer.» sözlerine yer vermez» der. Mâlikin bu rivayeti daha sahihtir zira
söz ondan sonra kesiliyor son söz ile ilk söz arasında bir ilişki yoktur.
Cevap:
1-Herşeyden
önce bunlar Ebu Reyye'nin kendisinin ortaya attığı fikirler değildir. Bunlar
İslâm ve Müslümanların düşmanı yahudi müsteşrik Goldzier'in ^kirleridir. Ebu
Reyye'nin tek yaptığı şey bu Oryan talist'in sözlerini tekrarlamaktır. Gerçeği
söylemek gerekirse Goldzier yazardan daha iffetli davranmıştır. Şimdi yazarın
adım adım onu takib ettiğini göstermek için Goldzier'iıV söylediklerini
aktarmak istiyorum: Şöyle diyor Goldzier: «İnsanlar Ebu Hureyre'nin hafızasının
hataya düşmekten beri olduğu inancını doğrulamak için kıssa uydurarak şöyle
dediler.» Hz. Peygamber konuşmaları esnasında aralarına serdiği bir abayı
elleriyle dürdü böylece Ebu Hureyre işittiği herşeyi ezberleyen bir hafızaya sahip oldu.»[267]
Bu kıssa Buhari,
Müslim ve diğer güvenilir hadis kitaplarında rivayet edilmiştir,[268]
aklen ve naklen mu-'halif görünen bir yönü yoktur. Hatta vakıa bunu te-yid etmiştir.
Sahabe ve onlardan sonra gelen ehl-i ilmin kuvvetli hafızaları buna
şâhiddir. Şüphesiz bu peygamberin açık mucizelerindendir. Buhari'nin «Tarihlinde
Beyhaki'nin el-Medhal'inde anlattıklarına göre Muhammed b. İ'mare
b. Hazm, Ebu Hureyre'nin
hasletlerinden birini şöyle
anlatmıştır: «Sahabenin
yaşlılarından on küsur kişinin bulunduğu bir mecliste oturdum. Ebu Hureyre,
Resulullah'tan hadis naklediyordu bâzıları bilmediklerini öğrenene kadar ona
müracaat ediyorlardı, sonra tekrar hadis naklediyordu ve bunu defalarca yaptı
o gün Ebu Hureyre'nin en kuvvetli hafızaya sahip olduğunu öğrendim»
1. Ah-med ve Tirmizi'nin
rivayetlerine göre Abdullah
b. Abbas, Ebu Hureyre'ye :
«Şüphesiz sen içimizde Resulullah'tan ayrılmayan, dolayısıyla hadislerini
en iyi bilensin dem iştir. Tirm izi
bunun hasen olduğunu.
söyler. O'nun, Mervan
ve kâtibi ile olan kıssası meş-hurdur.[269]
Akıl ve nakil ilimlerinde imam olan İmam Sâfii «Ebu Hureyre'nin asrında hadis
rivayet edenlerden en kuvvetli hafızaya sahip olduğunu» söyler. Bu gibi
imamların sözlerini bırakıp müsteşrik ve yaverlerinin sözlerine sanlınak
sağlam araştırma ve şalini mantık'ın kânmıdır.?
2-Yazarın
İmam Müslim'in, İmam Mâlik hadisi Ebu Hureyre'nin sözlerinin bittiği yere kadar
zikredip sergi kıssasına yer vermediğini bunun da önü ve arkası arasında
ilişki olmadığı için en sahih olduğunu İddia ederek söz konusu hadise şüphe
sokmaya çalışması boş bir çabadan ibarettir. Bu çaba hadisçilerin yollarını ve
Müslim'in maksadını bilmemekten ve kelimelerin yerlerini değiştirme pahasına
da olsa Ebu Hureyre'ye karşı derin bir nefretten kaynaklanıyor. Müslim'deki
varyantında hadisin asıl ravisi ez-Zuh-ridir. O, ibnu'l Museyyib'ten, O da Ebu
Hureyre'den almıştır. Hadisi Ebu Hureyre'den üç kişi almıştır. Mâlik, Sul'yan
b. Uyeyne ve Mâmer. Mâlik Ebu Hureyre'nin sözlerini anlatmakla iktifa etmiş ki
bu da kendi nefsini müdafaa ve çok hadis rivayet etmenin sebeplerini izah
etmesinden ibarettir. Sufyan ile Mâmer ise kıssayı Hz. Peygamber'in sözleri ile
birlikte naklet-mişlerdir. Kıssa Zuhri'den ibn-i Uyeyne ve Mâmer tarikiyle
varid olmuştur ki, her iki büyük imama" da dil uzatmaktan kaçınırım. Aynı
şekilde Sufyan b. Uyeyne ile Ma'mer'in anlattıkları Buharide hadisige-C«n
îbrahinı b. Sâd'ın kısssasına da uygun düşmüş [270] tür
Kıssa'nın evvelinin
sonu ile bağlantılı olmaması sadece yazarın hayal ettiği bir şeydir. Çünkü
aralarında sıkı irtibat mevcuttur. Ebu Hureyre önce dünyevi meşgalelerden
uzak olarak Hz. Peygamber'den ayrılmamasının sebebi ile Hz. Peygamber'den çok
ha-(İiü rivayet ettiğini belirtir, arkasından da ikinci bir sebep zikreder o da
Hz. Peygamber'in duası bereke-tiylo O'nun hadislerini unutmamayıdır. Bütün
bunlardan başka kıssa Sahih-i Buhari'de müteaddit sahih tariklerle Ebu
Hureyre'den rivayet edilmiştir, îmamlar bunu Ebu Hureyre'nin faziletlerinden ve
Hz. Peygamberin de mucizelerinden saymışlardır. İbn-i Hacer, Fethu'l Bari'de
şöyle,der: «Bu iki hadiste biri Ebu Hureyre çok hadis rivayet ediyor diyorlar
diye başlayan hadis diğeri de örtüsünü yere sermesi kıssası açıkça Ebu
Hureyre'nin bir fazileti ve Hz. Peygamberin de nübüvvet alametlerinden olan
bir mucizesi vardır. Zira unutkanlık insanlığın ayrılmaz vasıi'ların. dandır.
Nitekim Ebu Hureyre de bıinu itiraf etmiş ve ancak Hz. Poygamber'in duasıyla
bunun kendisinden uzaklaştığını belirtmiştir.» Böylece yazarın Müslim'in
ibaresini anlamadığı boşyere dil uzattığı açığa çıkmıştır. [271]
Yazar Ebu Hureyre'nin
yukarıda geçen kıssayı uydurduğuna dair iftirasını doğrulamak için bazı rivayetleri
başka yerlerden kaparak unutmazlığına muhalif olduğunu iddia ediyor. 178.
sayfada alaylı bir üslûpla şöyle diyor: «Allah'ın hiçbir sahabiye hatta hiçbir
insana vermeyip Ebu Hureyre'ye verdiği bu kuvvetli hafıza birçok yerde onu
aldatmış, serdiği örtüsü de parçalanarak
içindekiler dökülmüştür. İşte sana birkaç örnek :»
Buhari ve Müslim, Ebu
Hureyre'den rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber şöyle demiştir: Hastalığın
sirayeti ve uğursuzluk.. ..Yoktur.» Ebu Hureyre bunu önce söylemiş sonra
unutmuştur. Zu'l Yedeyn'in Hz. Peygamberin namazdaki unutkanlığı ile ilgili haberinde
Ebu Hureyre öğle veya ikindi namazı olup olmadığını tayin edememiştir. Yine
Ebu Hureyre Hz, peygamberden: «Sizden birinizin karnını kan ve irin doldurması
şiir doldurmasından hayırlıdır» hadisini rivayet edince Hz. Aişe «iyi
ezberleyememiş... Hz. Peygamber «Beni hicveden şiirden» demiştir, der. Yazar
işte bu şekilde birçok yorde abartarak anlattığı Ebu Hureyre'nin unutkan
olduğuna verdiği örnekler üç hadisten ibarettir. Cevabımızdan sonra biri veya
ikisi-nin dışındakilerin doğru olmadığı anlaşılacaktır.
1-Örtü
kıssası hakkındaki rivayetler muhteliftir, bir kısmında bu sözden sonra
unutmazlığı peygamberden işittikleriyle kayıtlandınlmıştır. Sahih-i Müslim'de:
«o günden sonra ondan aldığım hadisleri unutmadım» derken Buhari'de «Ondan
sonra hiçbir şey unutmadım» der. Bâzı rivayetlerde de unutma-rnazlık bu kıssa
esnasında Hz. Peygamber'den işittik-tikleri ile sınırlandırılmıştır. Nitekim
Şuayb'ın rivayetinde : «Ben o söylediklerinden hiç bir şey unutmadım-
demiştir. Binaenaleyh şayet kastoiunan ikinci görüş ise o takdirde bu Ebu
Hureyre'nin bâzı hadisleri bu kıssadan önce veya sonra unutması ile herhangi
bir çelişki arzetmez. Şayet birinci görüş kast-ol'unmuşsa ki
tercih edilen de
budur bu sözü
söylemeden önce (yani Hz. Peygamber'in bu duasından önce)
bâzı hadisleri unutması ile çelişkili olmaz.
2 «Hastalık
sirayeti ve uğursuzluk yoktur...» hadisine gelince Buharı Sahih'inde Ebu
Hureyre [272]İbn-i Ömer [273] ve
Enes b. Mâlik'ten rivayet etmiştir. Taberiye göre Hz. Aişe ve Sa'd b. Ebi
Vakkas'tan da rivayet edilmiştir. Müslim'de Ebu Hureyre, Saib b. Yezid, Câbir,
Knes ve ibn-i Ömer'den rivayet etmiş-tir.[274]
görüldüğü gibi Hadis sadece Ebu Hureyre'den değil. Bilakis birçok sahabi de
kendisine muvafakat etmiştir. Ebu Hureyre'nin uydurmuş olması veya hatalı
rivayet etmiş olması ki bu yazarın sataşmayıdır muhal değilse oldukça uzak bir
ihtimaldir. Geriye sadece şu kalıyor, ya unutmuştur, ya da iyi bir maksatla
böyle yapmıştır. Şayet unutmuşsa bu kıssadan önce duyduğu hadislerdendir. Bu da
kıssadan sonraki unutmazlığı ile çelişmez ve bu hadisi unutması ile kıssada
geçen hususun ters olmadığı açıkça ortaya çıkmış olur. Sonra doğru kabul etsek
bu bir tek hadisi unutmuş olması Ebu Hureyre'nin yüceliğine ve hafızasının
gücüne bir zarar vermez. Şairin dediği gibi:-Her kiminki tüm meziyetleri
sayılır, ayıplarının sayılması da fazilet olarak ona yeter.»
Biz Ebu Hureyre'nin
hafıza gücüne (son olarak) Ebu Seleme'nin şu sözleriyle değinelim: Ebu Seleme
derki:«bundan başka Ebu Hureyre'nin bir tek hadisi unuttuğunu görmedim*
hatta bâzı rivayetlere göre
Ebu Seleme Ebu
Hureyre'nin hadisi unutmuş olması ile hadislerden birisinin mensuh olması
arasında tereddüt elmiştir.[275]
Şayet ihtimal olarak Ebu Hureyre'nin unuttuğunu farzetsek: o hadisten
vazgeçerek anlatmamasının iyi bir niyete mebni olması mümkündür. Mesela
hadisin mensuh olması gibi araştırmacı âlimlerle kibirli iddiacıların arasındaki
farkı görmek için Hafız ibn-i Hacer'in Ebu Seleme'nin yukarıdaki sözüne
getirdiği yorumda söylediklerini nakletmek istiyorum : «Yunus'un rivayetine
göre Ebu Seleme şöyle demiştir: «andolsunki Ebu Hureyre bize bunu anlattı
bilmiyorum o bunu unuttu mu? yoksa nesh mi edildi?» Ebu Seleme'nin bu
söylediğine göre iki hadisi birleştirme hususu daha önce cüzzam bahsinde geçti
[276]
İbnu't Tin, Ebu
Hureyre'nin bu hadisi Hz. Peygamberin duasından önce işitmiş olabileceğini
söyler. Söz konusu hadis için «Ebu Hureyre'nin o gün Resu-lullah'tan
işittiklerini unutmadığı» kastolunmustur denilmektedir. Yoksa tamamen
unutkanlığı kaldırılması manasına değil, bir görüşe göre de ikinci hadis birincisini
neshetmiştir. Onun için de şükür etmiştir. Kur-tubi el~Mufhim[277] adlı
kitabında şöyle der: «iki hadis birbirinden farklı iki hüküm ifade edip
aralarında bir ilişki olmadığı için ihtiyaca göre birisini alıp diğerini
almadığı ihtimali yanında, câhil biri ikisinin birbiriyle çelişkili olduğunu
zannettiği için de birini sükutla karşılamış olabilir. Daha sonra emin olunca
ikisini de beraber rivayet etmiştir.>»[278]
Görüldüğü gibi unutmuş olması kesin değil sadece bir ihtimaldir, kabul edilse
bile bu hadisle kıssa arasında bir çelişki yoktur, bütün bunlar için Ebu
Hureyre, dil uzatan bu saldırganın istihza olayını haketmiştir diyebilir miyiz?
Namazda unutma
hadisine gelince, yazar bunu ibn-i Hacer'tn Fethu'l Bâri'sinden almıştır. İbn-i
Hacer, burada şüphenin râvilerden kaynakladığını açıkça belirtir, ancak
en-Nesaî'nin rivayetinden dolayı Ebu Hu-reyre'den kaynaklandığına da cevaz
verir. Çünkü O, bir defa namazın hangi namaz olduğunu kesin olarak belirtirken
bir defa da şüphe duyurmuştur. Şimdi yazarın keyfi nakilde bulunduğunu görmek
içinâbn-i Hacer'in dediklerini tam olarak aktaralım[279]«Zahir
olan kavle göre ihtilaf râvilerden kaynaklanmakladır. Kıssanın iki defa vuku
bulması oldukça uzaktır. en-Nesâi ibn-i Avl tarikiyle ibn-i Sirin'den şüphenin
Ebu Hureyre'den
kaynaklandığını rivayet etmektedir. Rivayet şöyle ; «Resulullah öğle ve.ikindi
namazlarının birisinde (unuttu).» Ebu Hureyre hangisi olduğunu unuttum dedi
Zahire göre Ebu Hureyre daha çok şüphe ile rivayet etmiştir. Bazen öğle olduğu
zannı galebe çalmış öğle namazı demiş bazen de ikindi olduğunu zann-ı galiple
söylemiştir.»
Görüldüğü gibi
şüphenin Ebu Hureyre'den olması kesin değildir. Çünkü râvilerden birisi
en-Nesâi'nin rivayetindenin karıştırarak bunu Ebu Hureyre'ye nisbet etmesi
mümkündür. Şayet şüphenin ondan olduğunu kabul etsek bunu da Peygamber'in
duasından önce işitmiş olabilir. [280]
Ebu Hureyre'nin
rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber, şöyle buyurmuştur: «Sizden birinizin karnını
kan ve irinle doldurması şiirle doldurmasından hayırlıdır» (Bunu duyan) Hz.
Aişe : (Ebu Hureyre) iyi ezberlememiş oysa Hz. Peygamber «...Beni hicveden
şiir» demiştir der. Yazarın bu hususta haklı olduğu biç bir yön yoktur. Sâdece
bâzı kitaplardan araştırma yapmaksızın, kapıp almıştır.
Konunun gerçek yönünü
şöyle maddeleyebîliriz:
l-Hadis,
yazarın, Hz. Aişe'nin itiraz ettiğini iddia ettiği lafızlarla Buharî
tarafından Ebu Hureyre ve ibn-i Ömer tarikiyle merfu olarak rivayet edilmiştir.[281]
Müslim de Sahih'inde Ebu Hureyre, Sâd b. Ebi Vakkas v© Ebu Said el-Hudri'den rivayet etmiştir,
,görüldüğü gibi hadisi (bu lafızlarla) tek başına Ebu Hureyre rivayet
etmemiştir. Bilakis Hz. Aişe'nin «ezberlememiş» suçlamasını mümkün kıîmasa da
uzaklaştıracak şekilde diğer üç sahabi de buna muvafakat etmiştir,
2- (Hz.
Aişe'nin bu itirazı) rivayet yönünden sahih olmadığı gibi dirayet yönünden de
sahih de-ğildir.
Birinci yönden. Hafız
ibn-i Hacer, Fethu'l Bâri'de bu ziyadenin Şâ'bi'den gelen mürsel bir haber
olup, mürsel haberlerin de hüccet olmadığım belirttikten sonra şöyle der: «Bu
ziyade mevsül olarak iki yolla bize gelmiştir, tbni Ebi Ya'laya göre Câbir
hadisi şöyledir : «Karnın kan ve irin dolması beni hicveden şiirle dolmasından
hayırlıdır.» Bu haberin senedinde bilinmeyen bir râvi vardır. CDiğerini de)
et-Tahavi ve ibn-i Adiy Kelbi ve Ebu Salih tarikiyle aynı hadisi rivayet ederek
«Hz. Aişe'nin» ezberlememiş Hz. Peygamber «beni hicveden şiir» demiştir.»
dediğini rivayet etmişlerdir. İbnu'l Kelbi'nin hadisleri sağlam olmadığı
gibişeyhi Ebu Salih de zayıf bir râvidir, kendisine......denilir. Öyleyse bu
ziyadelik sabit değildir[282]Dirayet
yönünü de imam Nevevi'nin Müslim şerhinde söyledikleriyle açıklamak istiyoruz:
«Ebu Ubeyd: dedi ki bâzıları buradaki şiirden maksat Hz. Peygamber'! hicveden
şiir olduğunu söylemişlerdir. Ancak hem Ebu Ubeyd, hem do âlimler bu yorumun
yanlış olduğunu belirtmişlerdir. Çünkü bu yoruma göre hicivden kötü olanın
değil çoğu günahtır. Oysa âlimler Hz. Peygamber'i hicveden bir tek kelimenin bile
küfür olduğunda icma etmişlerdir. Âlimler de-dilerki: Doğru olan, (karnın
şiirle dolmasından) maksat şiirin kişiyi Kur'an'dan, seri ilimlerden ve
Allah'ı zikirden alıkoyacak kadar kişiye galebe çalıp hâkim olmasıdır. Hangi
şiir olursa olsun bu kadarı kötüdür Fakat zamanının çoğunu Kur'an, hadis ve
diğer seri ilimlere veriyorsa az şiir ezberlemesinde bir beis yoktur. Zira o
takdirde karnı şiirle dolmuş olmaz.» Nevevî sözlerini şöyle bağlar: «Âlimlerin
tamamı bu çerçevede şiirin kötü sözler taşımadıkça mubah olduğunu
söylemişlerdir. Şiir sadece bir sözdür; iyisi iyi, kötüsü kütüdür, doğru olan
da budur. Binaen aleyh Hz. Peygamber şiir dinlemiş ve dizmiştir. Hessan (b.
Sabitle) müşrikleri hicvetmesini emretmiştir. Sahabe gerek sefeıierde gerekse
başka yerlerde huzurunda şiir soy lemislerdir. Halifeler, sahabeden ileri
gelenler ve seleften fazilet erbabı da şiir yazmışlardır. Mutlak olarak bütün
şiire karşı çıkan olmamıştır. Karşı çıktıkları şiir sâdece fuhşiyat ve benzeri
konuları işleyen kötü şiir-1erdir.»[283]
Açıkça anlaşıldığına
göre kötü olan şiir insanı faydalı ilim ve marifetten, meşru kazanç
yollarından alıkoyacak derecede insanı meşgul eden veya kırıcı sözler taşıyan
haksız yere başkasını öven ve yeren, yahut kadınların güzelliklerini ve
avretlerini anlatan şiirlerdir. Umarım okuyucular da yazarın Ebu' Hureyre'ye
tamamen iftira ettiğini ve O'na sataştığını iyice anlamışlardır. Çünkü üçüncü
rivayet sahih değildir, diğer iki rivayette ise unutkanlık muhtemeldir, kesin
değildir. [284]
Görüldüğü gibi
müslüman âlimlerin şiir hakkındaki görüşleri budur. Yâni onlara göre güzeli güzel,
kötüsü de kötüdür. Öyleyse yazarın 179. sayfanın dipnotunda söylediklerinin
yanlış olduğu açıktır. (Bakın ne diyor) : «Bilmeyenler Ebu Hureyre'nin bu
sözünü hüccet kabul ederek Hz. Peygamber'in şiirden hoşlanmadığını söylediler.
Bunu muslini ve gayri muslimler arasında yaydılar. Oysa Hz. Peygamber'in şiir
dinleyip onu övdüğünü, şiir söyleyen kimseleri mükafatlandırdığını
görüyoruz.» Sonra şöyle diyor: «Ayrıca Kur'an'da da onlarca beyit şiir vardır.
Oldukça çok sayıda da mısra vardır. Mesela şu ayet remel (Aruz şiir türü)
çeşidi olarak vârid olmuştur.» ... ve cifanın ke'l cevab ve kudurin râsiyet»
(havuzlar kadar leğenler ve sabit kazanlar...) şu ayette de[285]
«Hafif» tü-ründendir: «ve men tezekkâ finnema yetezekkâ li nefsini...» (...kim
temizlenirse kendi menfaatine temizlenmiş olur...[286]
«...ve yuhzihim ve yensurukum aleyhim ve yeşfi sudure kavmin müminin» ...
onları rezil etsin sizi onlara üstün getirsin ve müminlerin göğüslerini
ferahlandırsın.»78 ayeti de aruzun el-vafir cinsindendir. Konumuzdan sapmamak
için Kur'an'da-ki şiir ve beyit niteliğindeki tüm âyetleri burada veremeyiz.»[287]
Bu, konudan çıkmak ve
sapmak değilse; çıkmak ve sapmak nedir o zaman? durum sâdece konudan[288]
sapmalc olsaydı (!) bu
basit bir şeydir. Ancak yazar, burada Kur'an'da olmadığı evvelemirde bilinen
şiirin mevcudiyetini iddia gibi bir hataya düşmüştür. Edebiyatçı olduğunu
iddia eden yazar şiirin maksatlı olarak dizilen mısralardan ibaret olduğunu
bilmiyor mu? Alimler kasten dizilmeden ortaya çıkan vezin sözlerin şür
olamıyacağını anlatırken delil olarak, âlimler tarafından ittifakla şiir diye
isimlendirilmediği halde Kur' an'daki vezinli cümleleri getirirler. Yazar bunu
nasıl bilemez? Oysa Allah Teâla: «...Biz, O'na şiir öğretmedik bu O'na
gerekmez de (bu kitap) sadece bir öğüt ve apaçık bir Kur'an'dır.[289]
buyurmuştur. Âyet Kur'an'ın şiir olduğu iddiasını kesinlikle reddetmiştir ve
onun bir öğüt ve Kur'an'dan ibaret olduğunu bildirmiştir. Alla-me ez-Zemahşeri
ki, tartışmasız Arap edebiyatçısı ve Kur'an'ın icazının sırlarını keşfedenlerdendir,
(bu ayetin tefsirinde) şöyle diyor: «Yani biz, O'na Kur'anı öğretmekle şiir
öğretmedik, bunun manası Kur'an şiir değildir. Şiirle hiçbir ilişkisi yoktur.
Şiir belli bir manaya delalet eden vezinli ve kafiyeli sözdür. Oysa Kur'an'da
vezin, kâfiye nerede? Şâirlerin ürettiği manalar nerede? Onların sözlerinin
nazımı nerede? Kur'an'ın nazmı nerede? Öyleyse tahakkuk etse de şiirle Kur'an
arasında hiçbir münasebet yoktur. Sadece ikisi de Arapça lafızlardan teşekkül
etmiştir. Şayet Hz. Peygamber'in:
«Ben peygamberim yalan
değil ben Abdu'l Mutta-ıibin oğluyum ve sen sadece kanayan bir parmaksın, Allah
yolunda da (kâfirle) karşılaşmadın» gibi kafiyeli şiir şeklinde söylediklerini
sorarsanız. Şöyle cevap
verebilirim. Bu sözler
Hz. Feygamber'in sanat yapmadan .zorlanmadan, kondi akıcılığıyla sarfoUigt sözlerdir.
Ancak vezinli söylemeye çalışmadan, böyle bir kastı olmadan şiir gibi olmuştur.
Aynı şekilde birçok kimsenin hutbelerinde, mektuplarında ve muhaverelerinde
vezinli sözler geçer; ama hiçkimse bunları şiir olarak isimlendirmez, gerek
konuşanın gerekse dinleyicinin bunların şiir olduğu akıllarına gelmez. Bütün
konuşmaları araştıracak olursan şiir kitabına benzer çok şeyler görülecektir...
Allah, Kur'an'ın şiir olmadığını belirtirken «o sadece bir öğüt ve Kur'andır»
der • yani O, sadece Allah'tan bütün insanlara ve cinlere bir öğüttür. Nitekim
başka bir ayette de «o Kur'an ancak bütün âlemler için öğüttür.» Yani bu Kur'an
mihraplarda okunan, ibâdetlerde tilâvet edilen ve her iki dünya saadeti için
amel edilen bir semavî kitaptır, şeytanın iğvalarıyla dolu şiirle mukayese
edilebilir mi?»
Dil ve belaget
yönünden ne kadar güçlü olduğu bilinen ez-Zemahşeri'ye gizli kalan bu hususu
ahir zaman yazan Ebu Reyye mi keşfetmiştir? Allah Teâla bir âyeti Kerimede
şöyle buyuruyor: «Hayır yemin ederim gördüklerinize, ve görmediklerinize İd o
(Kur'an) elbette şerefli bir Peygamber'in (Allah'tan aldığı) sözüdür. O bir
şairin sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz. O bir Kâhinin sözü de değildir.
Ne de az düşünüyorsunuz» (Hakka, 69/38-42) Allah Teâla bu sözlerle Hz.
Peygamber'in şair, Kur'an'ın da şiir olmadığını ,bildirmiştir. İmam Âlûsi, bu
âyetin tefsirinde şöyle diyor: «birinci âyetin» ne de az inanıyorsunuz ikinci
âyetin de ne de az düşünüyorsunuz diye bitmesinin sebebi şudur: Kur'an'ın şiire
benzemediği
açıktır ancak inatçı
biri bunu inkâr edebilir, buna inanmayanın bu iddiası için hiç bir özürü olamaz
o bir merkepten daha inatçıdır. Fakat kehânet öyle değildir, onu anlamak için
Hz. Peygamber'in hallerine ve kehânetin yollan ve sözlerine zıt olan Kur'an'ın
manalarına vâkıf olmak gerekir.»[290]
Allah Teâla,
müşriklerin sözlerini hikaye edip reddederek şöyle bildiriyor. «Hayır dediler
(Muhammed'in söyledikleri) karmakarışık rüyalar, hayır onu uydurmuş, hayır o şairdir,
o halde bize öncekilere verilen mucizeler getirsin» (Enbiya, 21/5) Başka bir
âyette de: «sen öğüt ver: Eabb'inin nimeti sayesinde sen ne kahinsin ne de
mecnun. Yoksa onlar (senin hakkında) O bir şairdir, zamanın felaketlerine
çarpılmasını gözetliyoruz mu diyorlar.» (Tür 52/29-30) buyurarak önce onların
şairdir sözünü reddetmiş daha sonra da Kur'an'ın şiirden uzak olduğunu
belirtmiştir. Allah'ın bu âyetleri ve o ilimde rusuh kimselerin bu sözlerinden
sonra yazar hâla ilim ve iman ehlinden olduğunu iddia edebilir mi? [291]
Yazar 170. sayfada da
şunları yazıyor.- «îşin garip tarafı Ebu Hureyre'ye körü körüne güvenenler O'nu
hata ve nisyandan beri kabul ediyorlar. Öbür taraftan bunları Hz. Peygamber'e
nisbet etmekte bir beis görmüyorlar.» Hz. Peygamber'in bâzı sureleri unuttuğunu
ifade eden bir hadise yer verdikten sonra da ^oyle diyor: «Şayet Ebu Hureyre,
kendi kendisini tav-srf jıttiği gibi bu kadar zeki ve kuvvetli hafızaya
sahipse, hiçbir lafız hiçbir kelime kaçırmadan duyduğu herşeyi
ezberleyebiliyorsa, İslâm ile geçen ömrü uzun ve boş zamanı olduğu halde, neden
Kur'an'ı ezberle-memiştir. Oysa sahabeden birçok erkek ezberlediği gibi, Ununu
Varaka'nın da içlerinde bulunduğu bâzı kadınlar da ezberlemiştir. Çünkü durum
hiç de bilindiği gibi olmamıştır. Gerek Hz. Peygamber gerekse râşid Halifeler
döneminde bu konuda hiç ismi geçmemiştir. Hz. Ömer'in ne derece O'na
güvendiğini, O'nu hadis rivayet etmekten men ettiğini bir daha tekrar edince
kırbaçla döverek memleketine sürgün tehdidinde bulunduğunu daha önce
anlatmıştır. Ebu Hureyre iddia edildiği gibi olsaydı tek başına hadis rivayet
etmesini uygun görürdü, gerek Hz. Ömer ve gerekse başkalarının yanmda en sâdık
râvi olurdu. Durum bununla da kalmamış ileride de açık bir şekilde görüleceği
gibi O'nu rivayet uydurmakla itham etmişlerdir.»
Cevap:
Eski ve yeni
âlimlerden Ebu Hureyre'nin hiç unutmadığım iddia eden kim var bilemiyorum.
Ancak Allah Teâla, Resulü'nun duası sayesinde sergisini serme kıssasından
sonra Hz. Peygamberin hadislerini unutmamıştır. Bunun bir vakıa olduğunu büyük
sa-habi ve âlimlerin buna şehadet ettiklerini de önce belirttik, burada
tekrarlamamıza gerek yok sanıyorum. Sonra Ebu Hureyre'nin ne Hz. Peygamber'in
hayatında ne de vefatından sonra Kur'an'ı ezberlemediğini Ebu Reyye nereden
çıkarıyor kendisi bu konudaki dayanağını neden belirtmiyor ki kendisi ile
tartışabilelim, imam Suyuti, «el-ltkan» da, Ebu Ubeyd'den Ebu Hureyre'nin
sahabenin kurralarından olup sahabenin en kurrâsı Ubey b. Kâb'ın yanında
okuduğunu zik~ reder.[292]
Araştırmada edep kaidelerinden bir taneside müsbet bir şeyin menfi bir şeye
tercih edilmesidir. Tartışma gereği Ebu Hureyre'nin Hz. Peygamber'in hayatında
bütün Kur'an'ı ezberlemediğini farzetsek yine bu Ebu Hureyre için bir eksiklik
olmaz. Çünkü bir çok sahabi büyük olmalarına rağmen Hz. Peygamber'in hayatında
bütün Kur'an'ı ezberlememiş daha sonra hıfzını tamamlamışlardır. Daha önce Ebu
Hureyre'nin uzun bir zaman ilim ve fetva ile uğraştığım belirtmiştik. Kuranı
hıfzetmiyen birisi nasıl olur da ilim ve fetva ile uğraşır?
Sonra Ebu Reyye, Ebu
Hureyre'nin hafız olmadığını nereden çıkarmıştır biliyor musunuz? Muhtemelen
183. sayfada dipnotta bir hadise getirdiği yorumdan çıkarmıştır. Orda şöyle
diyor. «Müslim Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu nakleder: «Kur'an'ı dört kişiden
alın: Ummu Abd'ın oğlu (Abdullah b. Mesud) onunla başlamıştır Muaz b. Cebel,
Ubey b. Kâb ve "Ebu Huzeyfenin Mevlâsı Salim.» Ebu Reyye sonra şöyle bir
yorum yapıyor : «görüldüğü gibi Ebu Hureyre bir Mevlâmn derecesine bile
ulaşamamıştır!!!» Bu ne biçim mantıktır? Akıl sahiplerine soruyorum.
Şayet bu hadiste Ebu
Hureyre'ye yer verilmemesi O'nu ihmal ve küçük düşünnekse aynı hadiste zikredilmeyen
bütün meşhur sahabiler için ne denilecektir? Hz. Peygamber, Râşid Halifeler,
Zeyd b. Sabit Ebudderda, dört Abâdile ve diğer Kur'an hafızları sa-habiden alın
dememiştir, bu sakat mantığı şimdi onlara da mı tatbik edelim yani. «durum hiç
de bilindiği gibi değildir» ifadesine gelince sayıp sövmek ve boş dereye taş
atmaktan başka bir şey değildir. Bunlar yeni rastladığımız şeyler değildir.
Daha önce de yeteri kadar bunlara cevap vermiştik. [293]
S. 182'de «iki
grup (kap) hadis ezberleme» başlığı
altında şöyle diyor,
«Buhari Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Ben,
Resulullah'tan iki grup hadis,ezberledim, birisini yaydım diğerini de
yaysam şu boğazım kesilir.» Bu hadis (cemae) Kûtub-i sitte ve ibn-i Han-bel'in
Müsned'inde birbirine yakın lafızlarla Hz. Alî'den rivayet ettikleri şu hadise
muhaliftir. «Hz. Ali'ye «sizin yanınızda Peygamber'den kalan yazılı bir metin
var mı? diye soruldu O, da şöyle cevap verdi: «Hayır Allah'ın kitabı, bir
müslümana verilen anlayış, ve şu sayfadakilerden başka hiç bir şey bırakmadı.»
Ebu Hureyre'nin bu rivayeti Buhari'nin Abdulaziz b. Rafi den naklettiği şu
habere de muhaliftir.: «Ben ve Şed-dad b. Mâkel, ibn-i Abbas'm yanına girdik
Şeddad, O'na: «Hz. Peygamber bir şey bıraktı mı?» diye sordu. Bunun üzerine O,
«Hz. Peygamber bu iki kap arasındaki şu (mushaf) dan başka bir şey bırakmadı»
diye cevap verir. Şayet
Hz. Peygamber yakınlarına
bir eser bırakacak olsaydı ve bunu diğer sahabilerden saklı tutmak
isteseydi Hz. Ali bunun için herkesten daha . evlâ idi. Çünkü O'nun gözetiminde
yetişmiş hem de amcasının oğludur. İlk müslümanlardandır. O'nun damadıdır.
Sefer hâlinde ve seferin dışında O'ndan aynlmamıştır. Hz. Ali olmasa dahi Hz.
Ebu Bekr (es-sıddık), Hz. Ömer, Ebu Ubeyde vs. gibi (daha yakın) sahabi erkek
ve kadınlar vardı.
Böyle bir şey nasıl
olur? Buharı ve Müslim'in Hz. Huzeyfe'den naklettiği şu rivayet ne olacak?
«Resu-lullah bizim aramızda bir görev üstlendi kıyamete kadar bu görevle
ilgili ne varsa anlattı, bizden de bunları ezberleyen ezberledi unutan unuttu.»
ibn-i Asâkir'in Târih'inde geçtiğine göre bazı âlimler Hz. Peygamber'-in bütün
ashabından birşey gizlediğine inanmanın mazallalv
peygambere (görevine) ihanet nisbet etmek olduğunu söylemişlerdir.»
Cevap:
Bu hadisi imam Buharı
Sahih'inde rivayet etmiştir. Hem sened hem de metin yönünden son derece sahih
bir hadistir. Burada geçen «viaeyn» (iki kap) dan maksat Hz. Peygamber'den
aldığı iki grup hadısdir. Kelime burada mecazidir, hem de bilinen kullanılan
bir mecaz. Bir grubu ahkam, ahlak ve mucize gibi konulara taalluk eden hadislerdir.
Gizlemiş durumuna girmemek için bunlan tebliğ etmiştir. Diğeri ise (ilerde
olacak) fitneler, büyük hâdiseler ve kıyamet alâmetleri ile kötü idarecilere
işaret eden hadislerdir. Bunların büyük bir kısmını anlatmayı tercih
etmemesinin sebebi; işitenleri fitneye düşürür korkusudur. Veya bunlan
anlattığı takdirde kötü idarecilerden kendisine, çocuklarına ve malına zarar
ge-Hr diye susmayı tercih etmiştir. Aîlame ibn-i Kesir «el-Bidâye ve'n -
Nihaye» adlı eserinde .şöyle der: Ebu Hureyre'nin açıklamadığı bu grup hadisler
ilende olacak fitne ve hâdiseler ile
insanlar arasında vuku bulacak savaşlarla ilgilidir. Öyleki meydana gelmeden
sözetse birçok insan tekzib edecek ve hak haberleri reddeceklerdi.»[294]
Hafız ibn-i Hacer de «Fethu'l Bâri»de şöyle der :[295] «Alimler, Ebu Hureyre'nin anlatmadığı bu
kısım hadislerin içinde kötü idarecilerin isimleri halleri ve zamanları
anlatılan hadisler olduğuna hamletmişlerdir. Ebu Hureyre bir kısmım gizli*
liyordu kendi nefsinden korktuğu için açıklayamıyor-du. Mesela «Ebu Hureyre'nin
Altmışıncı yılın başı ve çocukların
idaresinden Allah'a sığınırım.»
sözü gibi, bu söz Muaviye oğlu Yez'id'in hilâfetine işaret eder. Çünkü Hicri altmışıncı yılda
gerçekleşmiştir. Allah Teâla Ebu
Hureyre'nin duasını kabul etmiş ve O, bu hilâfetten bir yıl önce vefat etmiştir.......Şayet bu hadisler de ahkam
hadisleri olsaydı onlan gizlemesi mümkün olmazdı, çünkü o zaman birinci hadiste
geçen âyetin zemmettiği ilmi gizleyenler sınıfına girerdi. »[296]Bâzıları
da şöyle der: «Söz konusu hadislerin kıyamet alametleri, ahir zamanda
değişecek durumlar ve büyük hadiselerle ilgili olması muhtemeldir. Çünkü
bunlara ihtimal vermeyenler reddecek bâzı şuursuzlar itiraz edecektir.[297]
Hadis nasıl te'vil
edilirse edilsin bunda Hz. Pey-gamber'in bunları sâdece Ebu Hureyre'ye anlatıp
başka kimseye anlatmadığına işaret eden herhangi bir husus yoktur ki, yazar
konu ile alakası olmayan bütün bu şüpheleri hadise sokmaya çalışıyor, dil,
belagat ve edebiyat âlimlerinden hiç kimsenin böyle bir üslubu tahsis olarak
değerlendirdiğini bilmiyoruz. Sadece edebiyatla alakası olmadığı halde
edebiyatçı olduğunu iddia eden bu yazarın zekası-Böyle anlamıştır."
Yazarın zikrettiği Hz.
Ali ve ibn-i Abbas'ın hadisleri ile Ebu Hureyre hadisine getirdiği yorum arasında
hiçbir ilişki yoktur. Ebu Hureyre'nin hadisi başka, öbür ikisi daha başkadır.
Şia ve taraftarları Hz. peygamber'in başta Hz. Ali olmak üzere ehl-i beytine
başkalarının muttali olmadığı özel bazı şeyler bıraktığını iddia ederler. İşte
bunun için birisi Hz. Ali'ye bunu sormuş o da doğru bir şekilde onlara cevap
vermiştir.
Hafız ibn-i Hacer
yazarın işaret ettiği hadisin şerhinde şöyle der: «Bu soruyu Hz. Ali'ye soran
Ebu Cuhayfe'dir. Zira şiilerden bir topluluk başta Hz. AH olmak üzere
Resulullah'ın ehl-i beytine başkalarının muttali olmadığı bâzı vahyler
bıraktığını iddia ettiler, bu soruyu Hz. Ali'ye ayrıca Kays b. Ubâde, el-Eşkar
en-Nehâî de sormuşlardır. Bu iki zâtın hadisleri de en Nesâi'nin Sünen'inde
mevcuttur.[298]
Hz. Huzeyfe: başka bir
hadiste şöyle diyor: «Allah'a andolsun ki, insanların içinde kıyamete kadar
vuku bulacak fitneleri en iyi bilen benim.» Ebu Hureyre'nin hadisi ile bu söz
çelişkili değildir. Zira bu Hureyre bunları en iyi bilen olduğunu iddia
et-". Oysa Huzeyfe zannına binaen yemin içmiştir. Zanmnda doğru olabilir,
o takdirde gerçekten insanlar'içinde fitneleri en çok bilen O'dur. Zannında
yanılmış ta olabilir o zaman bu konuda O'ndan daha âlimler de vardır demek
olur.
Böylece iki hadis
arasında çelişki olmadığı hatta çelişki şüphesinin bile olmadığı açıkça ortaya
çıkmıştır. Yazarın «Şayet Hz. Peygamber bir eser bırak-saydı Hz. Ali'yi falanı
falanı tercih ederdi, sözü ise Ebu Hureyre'yi gözden düşürmek için sarfetügi
boş bir sözden başka birşey değildir.
Aynı şekilde Ebu
Hureyre ile Huzeyfe hadisleri arasında da kati suretle çelişki mevcut değildir.
Çünkü Huzeyfe, Hz. Peygamber'in bunu sadece kendisine söylediğini veya bunu
sadece kendisinin ezberlediğini iddia etmemiştir. Hatta ibaresinden
başkalarının da ezberlediği anlaşılmaktadır.
Zira hadiste-. «... ezberleyen
ezberledi unutan unuttu.» denilmiştir. Müslim'de geçtiğine göre hadisin tamamı şöyledir:
«... benim bu arkadaşlarıma
onları bildirdi. Onlardan bazı şey-'ler varki unutuyorum, daha sonra gördüğümde
hatırlıyorum tıpkı bir adamın tanıdığı bir adamın yüzünü unutup gördüğünde
hatırladığı gibi.» Okuyucular, Ebu Reyye'nin hadisin geri kalan kısmına neden
yer vermediğini anlamışlardır. Zira bu kısım O'nun iddiasını reddederek
hatasını boğazına tıkıyor da ondan. Hz. Peygamber'in bu haberleri sahabeden bir
grubun huzurunda söylediğine dair hadisler de vardır. Sahih-i Müslim'de Ebu
Zeyd yani Amr b. Ahteb'detı şöyle rivayet edilmiştir: «Resulullah bize birgün sabah namazını
kıldırdı ve minbere çıkarak öğle vaktine kadar hitab etti. Minberden inip öğle
namazı*11
kıldı ve tekrar
minbere çıkarak ikindi namazına kadar hitap etti sonra tekrar indi namaz
kıldırdı ve tekrar çıkarak güneş batana kadar hitab etti. Bize olan ve olacak
olan şeyleri haber verdi (o gün söylediklerini) en iyi bilenlerimiz, en iyi
ezberleyenleri-mizdir.»
İbn-i Asâkir'in
Târih'inden naklettiği âlimlerin sözüne gelince yazarı bunu zikretmeye
sevkeden âmilin ne olduğunu bilemiyorum, başkasının da anlayabileceğini
sanmıyorum. Çünkü Ebu Hureyre'nin rivayetinde Hz. Peygamber'in bütün
sahabilerden birşey gizlediğine işaret eden bir şey yoktur. Ebu Hureyre de
böyle bir iddiada bulunmamıştır, bu sadece Ebu Reyye'nin bir iftirasıdır, [299]
184. sayfada da şöyle
diyor: «Ebu Hureyre, kim oluyor ki Hz. Peygamber bütün dostlarından ve yakınlarından
gizlediği bir şeyi sadece O'na bıraksın. O'nu peygambere yaklaştıracak hiç bir
fazileti yoktu. Ue-sul'un vefatından sonra da sahabe'nin her hangi bir
tabakasından sayılmamıştır. Ne İslâm'a ilk girenlerden, ne muhacirlerden, ne
ensardan, ne mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerden, ne seçkinlerden
(Na-kib), ne ariflerden, ne hayatının son kısmını İslâm'ın ilk döneminde
geçirenlerden, ne Önce, Resulullah'a hasım olan şâirlerden, ne müftilerden ne
de Kur'an ezberleyen kurradandır. Faziletine dair Resulullah'tan "içbir
hadis bize gelmemiştir. Hakkında bilinen tek §ey auffe ashabından olduğudur.
Bundan fazla ve eksik bir şey bilinmiyor.»
Yazar dipnotta
cehaletine cehalet ekleyerek âlim-lerin fazilet yönünden sahabeyi on iki
dereceye ayır-'cüklanru belirtir ve bunları sıralar... her tabaka için önde
gelen sahabilerden örnekler verir, ancak Ebu Hureyre'yi herhangi bir tabakaya
sokmaz. 185. say-ftının dipnotunda ise şöyle der: «Buhari ve diğer hadis
imamları sahabenin büyüklerinden bir taifenin faziletine dair birçok hadisler
rivayet etmişler, ancak Ebu Hureyre'yi bunların arasında göremiyoruz.
Gerçek şu ki: Yazar bu
ifadelerde düştüğü kadar başka yerlerde cehalet bataklığına gömülmemiştir.
Şimdi anlattığı şeyleri gerçek şekliyle tefsilatlıca anlatalım : «Ebu Hureyre
sahabenin her hangi bir tabakasında yer almaz» sözü tamamen merduttur. Biraz
ilim ve anlayışa sahip olsaydı Hudeybiye musalahası Ut, Mekke i'etlıi arasında
Medine'ye hicret eden tabakadan sayardı. Zira hicretin yedinci senesinde Hz.
Peygamber'e hicret ederek geldiği tesbit edilmiştir. Hâkim, sahabeyi on iki
dereceye taksim ederken genel bir tasnif yapmıştır. Her tabakada yer alanların
isimlerini serdetmeyi istememiştir. Çünkü bu, oldukça uzun bir iştir. Yazara
düşen ki o yüzlerce kitap karıştırdığını iddia ediyor O'nun bizim işaret ettiğimiz tabakadan
olduğunu bulmak idi.
«O'nu Hz. Peygamber'e
yakın kılacak herhangi bir fazileti yoktu» iddiası doğru değildir. O'nun Allah
Re-sulu'nun ashabından olması fazilet olarak O'na yeter bundan fazla olarak O,
üç seneden fazla O'ndan hiç ayrılmamıştır. Hz. Peygamber, O'na ve annesine müminler
tarafından sevilmesi mü'minlerin de onlara sevdirilmesi için dua etmiştir.
ResuluHah'm dostları ve İslâm'ın misafirleri olan suffe ashabının ileri
gelen-lerindendir. Bazen O dua e&niş ve Hz. Peygamber -âmin" demiştir.
«O'nun fazileti
hakkında bir tek hadis vârid olmamıştır.» İddiası da yanlıştır. İmam Müslim,
O'nu fazilet sahibi olan sahabe arasında zikretmiş îmam Nevevi O'na bir bölüm
ayirmıştır.[300] İmam Hâkim,
Müstedrek'inde O'nun güzel menkibelerini birkaç sayfada ani atmıştır [301]İmam
Buhâri, O'nun hal terceme-sine özel bir bölüm açmamışsa da diğer bölümlerde
faziletlerine değ inmişti r[302]İbn-i
Hacer'in Fethul Bâri'de bahsettiği menkıbelerini hatırlatmak kâfidir.
«Muhacirlerden
değildir» sözü de yanlıştır. Zira •O, kendi beldesinden Medine'ye hicret
etmiştir. İslâm yolunda ve Medine'de Resulullaha komşu olmak için meşekkâtli
bir hayata katlanmış kendi beldesi ve ailesinden uzak kalmıştır. Hafız ibn-i
Hacer el-İsâbe'de şöyle der: «Hudeybiye ve Hayber arasında İslâm'a girdi,
Medine'ye hicret ederek geldi. Sufi'ede yerleşti oysa fetihten önce sadece.
Mekke'den Medine'ye hicret etmek vacipti. Mekke'nin dışındaki yerlerden hicret
etmek vacip değildi.»
«Allah yolunda
mallarıyla canlarıyla cihad edenlerden de değildi.» sözü de hatadır. Zaten
malı yoktur ki mal ile cihad etsin ancak İbn-i Abdil Berr'in zikrettiğine göre
Hz. Peygamber'le beraber Hayber'e iştirak ederek canı ile cihad etmiştir. Daha
sonraki gazvelere de katılmıştır, ibn-i Sâd'm rivayetine göre.bunu kendisi de
belirtmiştir.
Aynı şekilde «ne
müftilerden ne de Kur'an ezberleyen kurradandır.» sözü de yanlıştır. Buna
cevap olarak biraz önce belirttiğimiz şeyler yeterlidir. Orada O'nun fetva
ehli ve kurrâdan olduğunu ortaya koyduk. [303]
Yazar kitabının 185.
sayfasında «Ebu Hureyre'nin Umeyye oğulları taraftarlığı- başlığı altında O'nun
önce bir yoksul olduğunu belirttikten sonra kalemin yazmaktan haya ettiği
yakışıksız kelimelerle ona sataşmıştır. (Bu yazdıklarına göre) «Hz. Ali ile
Muaviye arasında savaş çıkınca; Ebu Hureyre tabiatının yatkın olduğu tarafa
yaklaşmıştır. Tabi ki bu Muaviye1-nin tarafıydı, rengarenk nimetlerle donanmış
sofrasında oburluğunu gidermek için O'nun tarafını tuttu. Umeyye oğullarına
yağcılık yaparak onlara meylettikten, Onlar da O'nu hediyelere boğduktan sonra
zengin olmuştur. Emevilerin Medine valileri ayrıldıklarında O'nu yerlerine
vekil tayin ederlerdi.» Ebu Reyye, bu bölümde bırakın bir müslümana din ve
ahlak sahibi hiçkimseye yakışmayacak çirkin sözler sarfet-miştir.
Bu iftiraların bir
kısmına daha önce cevap verdim onlara izafeten burada da bazı şeyler söylemek
istiyorum.
1-Ebu
Hureyre hiçbir gün Umeyye oğullarına taraftarlık yapmamıştır. Elde ettiği
serveti Umeyye oğullarından çok önce tutmuştu. Yazann 192. sayfada tahrif
ederek de olsa yer verdiği Hz. Ömer'in maluı-dan dolayı hesaba çekmesi bunun en
büyük şahididir. Sahih rivayetler Ebu Hureyre'nin Umeyye oğullarına, onların
sefih valilerinede muarız olduğunu ifade etmektedir, îmanı Buhari Sahih'inde,
Amr b. Yahya b. Said'ten şunu rivayet etmiştir: «Dedem bana şöyle dedi: «Ben
Medine mescidinde Ebu Hureyre ile beraber oturuyordum. Bizimle beraber Mervan
da vardı. Ebu Hureyre Resulullah'ın: «Ümmetimin helaki Kureyşten bir grup
çocuğun eliyle olacaktır.» dediğini işittim» dedi. Başka bir varyantda «sefih
çocuklar» dedikten sonra: «şayet falan ve falanın oğludur demeyi istesem
yaparım» demiştir. Fethu'l Bâri'de geçtiği üzere bu hadise Hz. Muaviye
döneminde olmuştur. Bunun da beni Umeyye'nin lehine olduğunu söylemeyi hangi
akıl uygun görür?
O'nun şecaatine, hakkı
savunma cesaretine ve Umeyye oğullarına karşı çıktığına en güzel delalet eden
ibn-i Ebi Şeybe'nin merfu olarak Ebu Hureyre'den rivayet ettiği şu haberdir.
«Çocukların idaresinden Allah'a sığınırım, çocukların idaresi nedir? diye
so-ruîdu: O da «Onlara itaat ederseniz helak olursunuz dini yönden isyan
ederseniz sizi helak ederler... yani malınıza canınıza ya da her ikisine kast
ederler.» dahası ibn-i Ebi Şeybe şöyle bir rivayete yer verir. «Ebu Hureyre
çarşılarda yürürken şöyle derdi. «Allahım beni altmışıncı seneye ve çocukların
idaresine kavuşturma» bununla Yezid b. Muaviye'yi kastediyordu. Zira o
altmışıncı hicri yılda başa geçmiştir. Biz, Hz. Muaviyo'nin oğlunu veliahd
tayin etmek için yaptıklarını biliyoruz. O halde Ebu Hureyre'nin Emevilere
özellikle Hz. Muaviye'ye taraftar olduğunu hangi akıl söyleyebilir? Mervan ve
başkalarının O'nu yerlerine
vekil tayin etmeleri,
onlara taraftar olduğu ya da ya-., randığı için değil fazileti ve insanlar
arasındaki konumu gereğidir. Buna delalet eden en güzel örneği; ibn-i Sâd'ın
senediyle Velid b. Rebah'tan naklettiği şu rivayettir. Şöyle diyor Velid: «Ebu
Hureyren'in Mer-van'a şöyle dediğini işittim.» Allah'a andolsunki sen. vali
değilsin, vali senden başkasıdır O'nu bırak Hz. Hasan'ı dedesi Resulullah'm
yanma gömmek istedik-, îeri zaman sen seni ilgilendirmeyen şeylere burnunu
sokuyorsun sadece burada olmayan birini yani Hz. Muaviye hoşnut etmek
istiyorsun.» Bunun üzerine Mervan kızarak O'na yöneldi ve şöyle dedi: «Ey Ebu
Hureyre insanlar senin Hz. Peygamber'den çok hadis rivayet ettiğini söylüyorlar
oysa sen O'nun vefatından az önce
geldin.» Ebu Hureyre şöyle dedi:
'«Ben Resulullah Hayber'de iken geldim o gün otuzya-şıim aşkındım, vefatına
kadar onunla beraber kaldım, hanımlarının evlerini onunla beraber dolaştım,
O'na hizmet ediyordum. O'nunla beraber savaşa katıldım, hacca gittim, böylece
O'nun hadislerini en iyi bilen "ben oldum. Allah'a andolsun ki: benden
önce O'na sahabi olanlar benim O'ndan ayrılmadığımı bilirler ve bunun için
O'nun hadislerini bana sorarlardı. Ömer, Osman, Ali Talha ve Zübeyr bunlardandır.
Allah'a and-ölsunki, Medine'de söylenen hiçbir hadis bana gizli, kalmamıştır.
Ayrıca Resulullah'm yanında değeri olan. ve Medine'den çıkardığı hiçkimse bana
gizli kalmamıştır.»
Ravi derki, Allah'a
andolsunki Mervan daha son ra O'na hiç
dokunmadı.[304] Ebu
Huroyre, Emevî taraftan olup sofralarında dolaşan bir asalak olsaydı yazarın iddia ettiği gibi Mervan'a böyle karşılık vermesi akıl kârı
mıdırki kraliyet ailesindendi Ebu
Hureyre'nin kendisi ile ilgili söyledikleri yanlış olsaydı Mervan hiç susar ve
daha sonra O'ndan vaz geçer miydi?
Yazar'ın
iftiralarından birisi de 187. ve onu takip eden sayfalarda yazdıklarıdır. Şöyle
diyor yazar: «Ebu Hureyre'nin Muaviye için yaptıkları kılıcı ve malı ile cihad
etmek değildi, O'nun cihâdı müslümanîar arasında hadis yaymaktı. O hadislerle
Hz. Ali taraftarlarını küçük düşürüyor O'na dil uzatıyor ve insanları ondan
uzaklaştırıyordu. Hz. Muaviye'yi de hadislerle yükseltiyordu. Bu
rivayetlerinden bâzıları Hz. Osman ve Hz. Muaviye gibi Âs oğullarına ve diğer
Umey-ye oğullarına yakınlığı bulunan zatların faziletleri ile ilgilidir.» Yazar
daha sonra bu hadislerden (!) örnekler veriyor.
Yazar ve yazar gibi
düşünenlere öncelikle şunu belirtmek istiyorum. Gerek Ebu Hureyre'nin gerekse
bütün sahabenin âdil olduklarına, Resulullah'a kati surette söylemediği bir
şeyi isnad etmediklerine en güzel delil yazarın kendisinin kitabında naklettiği
âlimlerin şu sözüdür: «Muaviye'nin fazileti hakkında sahih hiçbir hadis yoktur.
Şayet sahabeden böyle bir şey olsaydı bu
müfteri'nin iddia ettiği gibi O'nun
fazileti hakkında hadisler rivayet edilir ve onlara ham-ledilirdi. imamlarda o
takdirde senedlerini sahili sayarlardı, fakat böyle bir hadis vâki
olmamıştır.» Yazarın Ebu Hureyre tarafından uydurulduğunu iddia ettiği
hadislerin çoğu mevzu'dur. Âlimler bunları çıkarmışlar. Yazarın insanı ağlatan ve
güldüren bir yönü de bir hadis uydurma olduğu zaman o hadis hangi sahabi
tarafından rivayet ediliyorsa o sahabi tarafından uydurulduğunu vehmetmeğidir.
Bu cehaletten ibarettir. Oysa esas âfet sahabeden sonra gelen râvilerden
kaynaklanmıştır. Şayet durum yazarın zan.nettiği gibi olsaydı sahabenin büyük
bir ekseriyeti cerhedilirdi. Şimdi örnek olarak verdiği hadislere göz atalım :
1.Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur. «Benden sonra fitne ve ihtilaflara düşeceksiniz,
Birisi, Yâ Re-sulullah o zaman bize kimi tavsiye edersiniz veya bize ne
emredersiniz dediğinde, Hz. Osman'ı işaret, ederek o zaman Emin kişi ve
ashabına yapışınız.» diye cevap verdi. İbn-i Kesir der ki, ki İslâm'da tenkid ön-cülerindendir bu hadisi
ibn-i Hanbel rivayet etmiştir. İsnadı ceyyid (sağlam) ve hasendir. Gariplik ve
töhmet bu rivayetin neresinde bilemiyorum halbuki; Hz. Osman zin-Nureyn Hz.
Peygamber'in damadı ve İslâm'a ilk giren fazilet sahibi birisidir. Faziletleri
sa-yılrriayacak kadar çoktur. Buharı ve Müslim'de de bir kısmı geçmektedir.
Mazlum olarak öldürüldüğünde hiç bir şüphe yoktur. Fitne yayanlar hem O'na hem
îslâm'a karşı büyük bir cürüm işlemişlerdir. Ebu Hu-reyre bu fitnenin durumu ve
Hz. Osman'ın safında yer almaya teşvik eden Hz. Peygamber'in hadisini rivayet
edince Ebu Reyye geliyor ve bunu reddederek O'nu ha-dis' uydurmakla suçluyor.
Allah Resulü ve müminler O'nun bundan beri olduğunu biliyorlar.
II. «Ümmetimden
en çok sevdiklerim benden sonra gelen ve beni görmeden bana iman edip asılt
yapraktaki mushaf lerle amel edenlerdir» hadisine gelince! Bu, Vâkidî'nin
rivayetidir ki O da yalanla itham edilmiştir. Râvilerden ibn-i Ebi Sebre hadis
uydurmacısı dır. Öyleyse bu hadisi delil olarak kullanmak doğru değildir. Ebu
Hureyre'ye bu mal edilemez. Binaen aleyh yazarın bu hadise dayanan tüm boş
iddiaları yıkılmıştır.
III. «Üç
musibete uğradım» diye başlayan ve yemeğin arttığım ifade eden hadise gelince
Ebu Reyye keyfinin dilediği kadar bununla alay etmiştir. Yazarın reddettiği
husus Hz. Peygamber'in dokunması ve bereketi için dua etmesi ile az hurmanın
çoğalması kıs-sasıdır. Oysa bu kıssa farklı senedlerle imam Ahmed ve Beyhaki
tarafından rivayet edilmiştir. Bu kıssayı ancak kalpleri karanlık ve kafaları
dar olanlar reddederler. Az hurma, su ve yemeğin bereketlenmesi gibi gözle
görülür birçok mucize hakkında hadisler vârid olmuştur. Bunları yakinen görmek
isteyen, Buhari, Müslim ve diğer güvenilir hadis kitapları ile siyer ve tarih
kitaplarına müracaat edebilir. Sadece Sahih-i Buharî'ye müracaat etmesi bile
kafidir. Sahih'inde bu konulara güzel bir bölüm açmıştır. Veya Beyhaki'nin
«Delâilun Nübüvvesi-si ile Hafız ibn-i Kesir'in «el-Bi-dâye ven'-Nihayesi»ne
müracaat edebilir ki, bu son kitapta büyük bir kısmı anlatılmıştır.[305]
Ebu Reyye ve
benzerlerinin nefisleri nevalarına tabi olarak dünyaya bağlanıp kalıyorsa,
akıllan duyu ve maddenin ötesine ulaşamıyorsa biz ne yapalım?
Ebu Hureyre'nin
uydurduğunu iddia ettiği Hz. Muaviye'nin fazileti.ile ilgili hadis,
uzmanlarınca da belirtildiği gibi uydurma hadislerdir. İmamlar her hadişin kim
tarafından uydurulduğunu da belirtmişlerdir. Hiç kimse Ebu Hureyre'nin bunda
payı olduğunu söylememiştir. [306]
Yazar iki yönden ilmi
güvenilirliği ihlal etmiştir. Birincisi kaynak olarak ibn-i Kesir'in el-Bidaye
ve'n Nlhaye'sini vermesidir. Okuyucu bu zalimane hükümleri de oradan aldığını
zannedecek, oysa ibni Kesir -üç kişi emindir» hadisinin müteaddid tariklerini
zikrettikten sonra hiçbirisinin sahih olmadığım belirtir, daha sonra der ki:
İbn-i Asakir, Muâviye'nin fazileti hakkında birçok mevzu hadise yer vermiştir.
İşin garip tarafı Hafız ve bu ilme muttali olduğu halde bu hadislerin münker,
râvilerinin de zayıf olduğunu nasıl anlamaz? Bunların mevzu olduğuna ib-nu'l
Cevzi de dikkat çekmiş Suyuti de O'na muvafakat etmiştir.[307]
İkincisi ibn-i Adiy
«Üç kişi emindir» hadisinin Ebu Hureyre'den geldiğini söylememiş Vasile b.
Eskâ'~ dan geldiğini belirtmiştir.» Hz. Peygamber'in Muavi-ye'ye bu yemekten
bir pay vererek «şunu al ki, benimle cennette buluşasm» hadisi de Enes ve ibn-i
Ömer tarikiyle gelmiştir ve bütün varyantları uydurmadır. Bunlar, yazarın Ebu
Hureyre'ye iftirada baş vurduğu hileleri reddetmektedir.' ,
Yazarın 189. sayfada
yer verdiği: «Ebu Hureyre'nin Umeyye
oğullarına yardımları o dereceye ulaşmıştı ki, halkı Emevî görevlilerinin
istedikleri sadakaları (zekat) vermeye teşvik ediyor ve onlara küfretmekten
sakındırıyordu» sözü ile Ebu Hureyre'nin el-Accac er-Râzi'ye söylediği sözün
hiçbir dayanağı yoktur. Buna kaynak olarak verdiği «eş-Şiru ve'ş-Şu-ara* adlı
kitabın rivayet yönünden güvenilirliği yoktur. Söz konusu rivayet sahih olsa
bile iddiasını destekleyecek bir şey yoktur. Ebu Hureyre'ye olan kininden
hadislere ifade etmedikleri manalar yüklemektedir. Olsa olsa bu müslüman olan
birisine Allah'ın farz kıldığı zekatı vermeyi tavsiye etmekten başka bir şey
değildir, aynı rivayette «yakında Şam'ın hizmetçi ve köleleri size gelecekler...»
demiştir. Bu ibare Umeyye oğullarına taraftar olduğunu değil; bilakis onlardan
dertli olduğunu, hoşnut olmadığını bildiriyor. Ancak heva insanı kör ve sağır
yaptığı için Ebu Reyye böyle anlamamıştır. [308]
Yazar 190. sayfada
«Hz. Ali aleyhine hadis uydurması» başlığı altında ibn-i Hadid'in Nehcu*l
Beiâge şerhinden Ebu Cafer el-İskâfi'nin şu sözlerini naklediyor : «Muaviye,
sahabeden ve tâbiundan bir topluluğu Hz. Ali aleyhine, O'nu düşüren ve halkın
O'ndan uzaklaşmasını gerektirecek kötü çirkin haberler uydurmaya sevk etmiştir.
Bunun karşılığında onlara vaadlerde bulunmuş onlar da O'nu memnun etmek için bu
haberleri uydurmuşlardır. Ebu Hureyre, Amr b. As, Mugire b. Şu'be ve Tâbiun'dan
Urve b. Zubeyr bunlardandır.»
Her araştırmacı ibn-i
Ebi'l Hadid ve Ebu Cafer el-îskâfi'nin inatçı birer şii olduklarını bilir. Her
ifci-sine de bu konularda güven duyulmaz. Hz. Muaviye, sahabeyi hadis uydurmaya
sevketmekten beridir. Sahabe de Resuîullah'a yalan isnad edecek kadar (haşa)
kendi nefsini düşürmez. Şayet yazar bu yaptıklarıyla şiilere yaranmak istiyorsa
onlar bu ucuz yaranmaya aldıracak kimseler değildir.
Ebu Hureyre'nin cemaat
yılı (Hz. Hasan'ın Hz. Muaviye'ye biat ettiği yıl) İrak'a gidişini biz
bilmiyoruz ve inanmıyoruz da, ibn-i Abdil Berr, «Bahreyn'den, Hz. Ömer
zamanında, döndükten sonra Hz. Ömer tekrar vali olmasını istemiş, ancak O'nun
bunu reddederek ölünceye kadar Medine'yi terketmediğini zikre-der»[309]ki
gerçek olan da budur.
Hz. Ali'nin
faziletleri oldukça çok ve meşhurdur. Ebu Hureyre de Hz. Ali'nin faziletine
dair bir çok hadis rivayet etmiştir ki, bunlar O'nun Muaviye'yi destekleyip
Hz. Ali'ye düşman olmaktan son derece uzak olduğunu ifade eder. Ayrıca bu
rivayetler yazarın atmak istediği taşı kendisine yutturacak niteliktedir.
Buharı, Müslim ve
diğer hadis kitaplarında bunlar çoktur. Hz. Ali efendimizin faziletleri
sayılamayacak kadar çoktur. Bu konuda müstakil eserler kaleme alınmıştır. İmam
en-Nesâi'nin «Kitabu'İ Hasais»i gibi. , Hz. Ali hakkında sabit olan sahih
hadisler hiçbir sa-habi için sabit olmamıştır. Bütün bunları sâdece Allah
rızası için hür araştırma kaidelerine tabi olmak için söylüyoruz. Makam sahibi
birisinden korktuğumuz veya dünyalık menfaat gayesiyle birine yaranmak için
söylemiyoruz. [310]
192. sayfada Ebu
Hureyre'nin valilik hayatından sözederken kelimeleri tahrif ederek nakil
emanetine ihanet etmiş ve bu suretle Hz. Ebu Hureyre'ye iftira etmiştir.
Bunlara daha önce de genişçe cevap verildiği için oralara bakılması yeterlidir.
193. sayfada Reşit
Rıza'nm Ebu Hureyre hakkında söylediklerini
nakletmiştir. Reşit Rıza'nm
sözleri üzücü bâzı hususlardan uzak değildir. Ancak ne olursa olsun
Reşit Rıza'nm söyledikleri ile Ebu Reyye'nin yazdıkları arasında dağlar kadar
fark vardır. İkisinin arasındaki fark âlim olduğunu iddia eden câhil ile,
konulara muttali olan âlimin sözleri arasındaki fark gibidir. Reşit Rrza'mn
söyledikleri onun zan ve iftiralarına dayanak olamaz. Sanki yazar da Reşit
Rıza'nm sözlerinin kendisinin
varmak istediği neticeye
yardımcı olmayacağını anlamış ve 195. sayfanın dipnotunda şunu
yazmıştır: «Reşit Rıza bu sözleri, Ebu
Hu-reyre'yi tenkid eden misyonerlere reddiye olarak söylemiştir. O'nun için
açıkça Ebu Hureyre'yi müdafaa ettiği görülmektedir. [311]
Yazar 196 ve 197.
sayfalarda önceki iddialarım tekrarlıyor. Bazen, .sahabe'nin tamamının âdil
olduklarını söyleyen âlimlere dil uzatıp, bu konuda söylemediklerini onlara
mal ediyor. Bu meyanda şunları yazıyor : «Sarih akıl sahibi kelam âlimlerinin
bu konuda söyledikleri ne kadar hoşuma gidiyor, onlardan şu hikmetli sözler
gelmiştir...» dedikten sonra imam ibn-i Kuteybe'nin «To'vüu Muhtelefi'l
Hadis» adlı kitabından en-Nazzam ve
benzerlerinin sözlerini naklediyor. Bütün bunlara daha önce cevap vermiştik.
Yazar burada sanki kelam âlimlerinin en-Nazzam ve benzerlerinden oluştuğunu
savunuyor. Bunun okuyucuya kelam âlimlerinin hepsinin böyle düşündüğünü işaret
etmek için yapılan bir karıştırma olduğu açıktır. Kelam âlimleri dendiği zaman
Ebu'l Hasan el-Eşâri, Ebu Mansur Maturidi, el-Bâkulâni, er-Razi ve benzerleri
gibi güvenilir âlimler akla gelir; yoksa aşın mutezili olan en-Nazzam ve
benzerleri gelmez. [312]
Yazar 197. sayfada şöyle diyor: «daha önce de belirttiğimiz gibi
Ebu Hureyre'nin, gerek
Hz. Peygamber, gerekse râşid
halifeler döneminde herhangi bir ağırlığı yoktur. Hz. Ömer'in ölümüne kadar bir
tek hadis rivayet etmek İçin ağzını açamamıştır. Birinci fitne, yâni Hz. Osman'ın öldürülmesi ve Emevilerin
yükselmesinden sonra ancak fetva vermeye cür'et etmiştir.» Yazar daha önce de
kitabının bir çok yerinde Hz. Ömer'in
O'nu çok hadis rivayet etmekten men
ettiğini ve O'nu
tehdid ederek: «ya,
Reşulullah'tan hadis rivayet etmeyi terkedersin ya da seni memleketine
geri sürerim.» dediğini nakletmiştir. (yine
yazar başka yerlerde) : Ebu Hureyre'nin fetva ehlinden olmayıp fıkıh ile
tanınmadığını belirtmiştir. Hangi sözüne inanacağımızı biz de şaşırdık, Dünkü
söylediği bugün söyledikleri ile çelişiyor, orada söylediği burada yazdığına
ters bu sadece yazarın şüpheci ve hasta bir akılla düşündüğünü ifâde eder, bir
ordan bir bur-dan görünen ücretli bir kalemin yazdıklarına delâlet
eder ki, bozgunculuların karı da budur. [313]
Yazar 198 - 202
sayfalarında Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği bazı hadisleri sıralamıştır. Ben,
bu hadîsleri gerçek yönleriyle ortaya koymak ve doğru yorumlarını yapmak
istiyorum. Bunların bir kısmı ifade ettikleri hususlar yönünden İslâm'ın
güzellikleri olarak itibar edilir. Bu açıklamalardan sonra yazarın Ebu
Hureyre'nin rivayetlerine kem gözle baktığı görülecek ayrıca doğruyu eğri,
güzeli kötü, hakkı batıl olarak algıladığı da ortaya çıkacaktır. [314]
Buhari ve Müslim Ebu
Hureyre'den şu haberi nak-Jetmişlerdir: «Ölüm Meleği Hz. Musa'ya gönderildi:
Hz. Musa, kendisine gelen meleği dövdü (ve gözü kör oldu). Bunun üzerine melek
tekrar Allah'a dönerek: «Yarabbi beni ölmek istemeyen bir kuluna göndermişsin-
dedi. Allah Teâla gözlerini yeniden iade ederek ona tekrar git ve O'na elini
bir öküzün sırtına koymasını söyle, elinin altındaki her kıl için ona bir yıl
verildi. (Melek bunu kendisine iletince) Hz. Musa «sonra ne olacak ey
Rabbim?» dedi. Allah Teâla da «sonra ölüm gelecek» diye karşılık verdi. Bunun
üzerine Hz. Musa «öyleyse şu anda ölmek istiyorum.» dedi ancak Allah'tan
kendisini mukaddes topraklara bir taş atımı yaklaştırmasını istedi. Allah
Resulü şöyle buyurdu: «orada olsaydım O'nun kırmızı kum tepesinin yanından
geçen yolun kenarındaki kabrini size gösterirdim.» Müslim'in bir rivayetinde
«Hz. Musa Meleğin gözüne vurdu ve çıkardı» diye geçmektedir.
Taberi «Tarih» inde
Ebu Hureyre'den şunu naklet-miştir. «Ölüm meleği bazen insanlara aşikâre
geliyordu. Hz. Musa'ya geldiğinde vurdu ve gözünü çıkardı bu hadiseden sonra
insanlara gizli (görünmeden) gelmeye başladı.»
(Ebu Reyye bunları
naklettikten sonra) «Bu hadisten İsraliyat kokusu geliyor» der.
Cevap:
Bu hadisi iki büyük
imam Buhari ve Müslim[315]
Tavus tarikiyle mevkuf, Hemmam b. Münebbih tarikiyle de merfu olarak rivayet
etmişlerdir. Hafız ibn-i Hacer, Abdurrezzak'a göre ikincisinin meşhur olduğunu
el-İsmaili'nin tahricine göre de Muhammed b. Yahya'nın birinci mevkuf haberi,
merfu olarak rivayet ettiğini söyler.
Hadis şüphesiz
merfudur. Hemmam b. Münebbih'-m rivayetine göre bu açıktır, ravinin rivayeti de
hükmen merfudur. Çünkü içtihada varılacak bir konu değildir. Sahih senedle
açıkça merfu olarak rivayet edilmesi de tsrailiyattan uzak olduğunu gösterir.
İmam Ahmed de
Musned'inde rivayet etmiştir. Hadiste muşkü herhangi bir durum yoktur. Şayet
Hz. Musa gelenin ölüm Meleği olduğunu bilseydi o zaman müşkil olabilirdi, O,
sadece ölmek istemediği için kendisini müdafaa etmiştir. Zira Peygamberlerin makamı (bile bile)
böyle yapmamaktan münezzehtir.
Gerçeklen Hz. Musa,
O'nu hakkına tecavüz ec\a\ birisi olarak zannetmiş ve kendi nefsini müdafaa etmiştir.
Bunun neticesinde de gözleri çıkmıştır. Bütün semavi şeriatlerde ve vaz'î
kanunlarda nefsi müdafaa etmek meşrudur.
Rivayette, O'nun, ölüm
meleğini tanıdığını belir-lon bir ifade yoktur. Meleklerin insan kılığına girdikleri
bilinen bir hakikattir. Hiç bir şüpheye maruz kalmayan Kur'an da bundan haber
vermiştir. Peygam-ber'in insan şekline girenin Melek olduğunu bilmesi gerekmez.
Melekler İbrahim ve Lut (a.s)'a Kur'an'ın anlattığına göre insan kılığında
gelmiş ve ikisi de unları tanımamışlardır. Bilselerdi Hz. İbrahim onlara kebab
getirip yemez misiniz? demezdi Hz. Lût da kavminin onlara bir zarar
vermesinden korkmazdı. Hz. Musa'nın da O'nu önce tanımadığına en güzel delil
ikinci defa geldiğinde O'nun ölüm meleği olduğunu Uınımasıdır. Allah ta O'nu
ölüm ve hayat arasında muhayyer kılmış; O da ölmeyi tercih etmiştir. Hadis
oldukça açıktır. Bu yorumu daha önce do ilk âlimlerden Ebu Bekr ibn-i Huzeyme, ve
başkaları da yapmıştır. Akli ve nakli ilimleri cemeden el-Mazeri, Kadı lyaz
ve ümmetin diğer âlimîerince de tercihe şayan ûlmuştur.[316]
Burada bilinmesi
gereken bir.husus; Melekler çeşitli şekillere girerler ancak bu şekilleri o
hakiki suretleri değildir. Hz. Musa'nın meleğin gözünü çıkarması O'nun şekil
ve yaratılışına bir eksiklik getirme/. Bu anlattıklarımızla tumanın) hadisteki
bütün müş-kiltik giderilmiştir. [317]
Buharî ve Müslim yine
Ebu Hureyre'den Hz. Pey-gamber'in şöyle dediğini naklederler: «Cennet ile cehennem
tartıştılar cehennem «bana müstekbir ve zorbalar atılmak suretiyle tercih
edildim.» der, Cennet ise «bana ne oluyor sadece insanların zayıf ve düşkünleri
bana giriyor.» Allah Teâla cennete şöyle buyurdu : «Sen benim rahmetimsin,
seninle dilediğim kullarıma rahmet ederim» cehenneme de şöyle buyurdu «sen de
benim azabımsın seninle de dileğim kullarıma azab ederim.» Her biri dolacaktır,
ancak cehennem Allah Teâla ayağını üzerine koyuncaya kadar dolmaz o zaman
«yeter! yeter!» der; cehennem o zaman dolar ve toplanıp dürülür.»
Cevap:
Bu hadisi de Buharı ve
Müslim rivayet etmiştir [318]Buhari,
hadisi Ebu Hureyre'den, son kısmını da Hz. Enes'ten rivayet etmiştir.[319]
İmam Müslim de şüpheye yer vermeyecek tarzda muhtelif senedlerle Ebu Hureyre'den
rivayet etmiştir. Aynı hadisi Ebu Said el-Hudri'den de rivayet etmiş son
kısmını da Enes b. Malikten rivayet etmiştir. Bu haber sadece Ebu Hu-reyre
tarafından rivayet edilseydi yine de dil uzatmayı gerektirmezdi. Kaldı ki
görüldüğü gibi birçok sahabi tarafından rivayet edilmiştir. Bununla sözlerinin
dayanağı yıkılmıştır. Ebu Hureyre'nin tek başına rivayet ettiğini söylüyor.
Eğer Ebu Hureyre yazara göre adil ve sika değilse hadisin sabit olduğu diğer
sahabilcr hakkında ne diyecek?!
Bu rivayet yönünden
değerlendirmesiydi. Dirayet yâni mâna yönünden değerlendirmesine gelince, biz
şüphe bırakacak her hangi bir kapalılık göremiyoruz. Bunu ancak Arap dili ve
üslubunu bilmeyenler müşkil olarak görürler. Kur'an'da şöyle deniyor: «Biz
cehenneme doldu mu? dediğimiz gün, o da daha yok mu der...» Hadis cennet ile
cehennemi tartışan iki akıllı insan yerine sokarak temsil siyakında gelmiştir.
Sonra da âdil ve hâkim olan Allah aralarını bulmuştur. Arap dilinde ve ifade
tarzlarında buna benzer çok şeyler vardır. Mesela bir Arap şairi şöyle der:
«Devem bana yolun uzuluğundan şikayet etti Dedim ki sabret
deveciğim ikimizde mübtelayız.»
görüldüğü gibi ne
şikayet ne de konuşma söz konusudur, bu sadece bir
temsildir. Imruu'l Kays meşhur Muallak'mda geceye hitaben şöyle der: «Bütün
şiddetiyle uzayıp üzerime var gücüyle çöktüğü zaman ona dedimkl: Ey uzun gece
hâlâ sabahı aralayacak mısın? Fakat sabah da senden geri kalmaz.»
Bir başkası şöyle der:
«Havuz doldu ve yeter» dedi. Havuz konuşmaz bu sadece hayali bir temsildir.
Hadisteki tartışmanın cennet ve cehennemde görevli iki melek arasında
yapıldığına yormak da caizdir. O takdirde söz mecaz kabilinden mahzuf olur.
Yâni cennet (meleği) ile cehennem (meleği) tartıştılar şeklinde anlaşılır.
Bazı âlimler gibi
hadisi mecaz değil de hakiki manasına hami edecek olursak dahi aklen uzak bir
şey olarak görmeyiz. Biz bu konuda yazarın her titiz âlîm için söylediği gibi
ne tutucuyuz ne de Haşeviyiz.
Çünkü Allah'ın cansız
varlıklar için idrak edecek akıl ve mantık yaratması Kudretine zor gelmez.
Bugün insan aklı yürüyen, hareket eden konuşan hesap gören robotları icad
etmişse Allah'ın kudretine cennet ve cehennemi konuşturması, temyiz kabiliyeti
vermesi çok mudur?
«Cehenneme ayağını
koyması»na gelince âlimler bu konuda iki görüş ileri sürmüşlerdir. Biri
benzetme yapmadan keyfiyetini bilmeden Allah'ı tenzih ederek iman etmek ve
gerçek bilgisini Allah'a bırakmaktır ki, bu selefin görüşüdür. Diğeri ise tevil
etmektir bu da halef âlimlerinin yoludur.
Tevil edenlere göre
burada ayaktan (kadem) mak-sad Allah'ın azab ehlinden takdim ettikleridir. Veya
bâzı mahlukatın ayaklarıdır. Yahut maksat cehennemin Allah'a boyun eğmesi ve
karar kılmasından kinayedir. Zira haddini aşarak daha fazla istediğinde Allah
Teâla onu zelil kılarak ayak altına aldı (demek olur), yoksa maksat gerçek ayak
değildir. Araplar organları darb-ı mesellerde kullanır fakat gerçek hallerini
kastetmezler. İnsanlar hâla konuşurken «onu ayaklarımın altına aldım» derler
fakat gerçekte ayaklarının altına almamışlardır. Sadece onu zillet ve
ha-karete duçar kıldıklarım bildirirler. [320]
Buharı, Ebu
Hureyre'den şöyle bir hadis rivayet eder: «Kâfirin iki omuzu arası süratli bir
binicinin üç günde alabildiği mesafe kadardır.» Müslim de yine Ebu Hureyre'den
aynı rivayetin ön kısmını vermiş zi-V.âye olarak şu ifadeyi de nakletmişür:
«(Kâfirin) derisinin kalınlığı üç günlük mesafe kadardır.»
Cevap:
Ru hadisi Buhari ve
Müslim rivayet etmiştir. Bu-hari «Kitebur'rikak» cennet ve cehennemin sıfatı
bâb'-ında yer vermiştir.[321]
Yazarın ima etmek istediği gibi Buharî'nin bu rivayeti mevkuf olmayıp merfu haberdir.
Müslim de Sahihinde aynı rivayeti ziyadesiz morl'u olarak rivayet etmiştir.[322]
Müslim'in ztyâdeli olan diğer rivayetinin fazla kısmı şu lafızlardadır:
«Kâfirin azı dişlen Uhud kadar, derisinin kalınlığı da üç günlük mesafe
kadardır.» görüldüğü gibi yazar nakilde bulunurken titiz davranmamıştır.
Aceleci davranarak «ön kısmına yer vermiş» derken zamirin merciini bilmeden
bu kelimeyi Fcthu'l Bâri'den almıştır.
Ebu Hureyro'den başka
kimselerden de kıyamet günü kâfirin hilkatinin büyüyeceğini bildiren hadisler
varid olmuştur. Bu da Ebu Huroyre'nin bu hadisleri tek
başına, rivayet etmediğini
bildirmektedir.
İmanı Ahmet, Mücahid
kanalıyla ibn-i Ömer'den merfu olarak şu hadisi rivayet eder: «Cehennem ehli
ateşte o İcatlar büyüyecek ki, kulak yumuşağı ile boynu arası yediyüz yıllık
mesafe kadar olacaktır.» el-Bey-haki, bâs (öldükten sonra dirilme) bahsinde
başka bir senedle yine Mücahit kanalıyla ibn-i Abbas'tan «yetmiş, bahar mesafe
kadardır.» şeklinde rivayet etmiştir, İbn-i'Mübarek Kitubuz-Zuhd'ünde yine Ebu
Hureyre'den şunu rivayet etmiştir «Kâfirin azı dişi kıyamet günü
Uhud'dan büyük olacaktır.
Orayı doldurmak ve azabı (iyi)
tatmak için cüsseleri büyüyecektir.» Hadisin senedi sahihtir, açıkça merfu
olmasa da hükmen merfudur. Çünkü içtihadla varılacak bir bilgi değildir[323]
Kâfirin cüssesinin
cehennemde büyümesinin hikmetine gelince hadiste işaret edilmiştir, el-Kurtubi
bundan ayrı olarak el-Mui'him adlı kitabında şöyle izah etmiştir: «Kafirin
cüssesinin cehennemde büyümesi, azabının büyümesi ve eleminin kat kat artması
içindir. Kitap ve
sünnetten de tesbit edildiğine
göre şüphesiz
Kafirlerin azabı farklı farklı olacaktır. Mesela biz biliyoruzki, Peygamberleri
öldüren, müslümanlara kötü mua'melede bulunan, yeryüzünü fesada verenlerin
azabı ile sadece kafir olup müslü-manlara iyi muamelede bulunanların azabı aynı
olmayacaktır.»
Hz. Peygamber'in:
«Kafirin derisi üç günlük mesafe kadar olacaktır.» hadisi büyük bir sır olup
modern tıp tarafından açığa çıkarılmıştır. Zira kılcal damarlar sadece deride
olur; deri büyüyüp genişledikçe insanın elemi artar. Bu da nübüvvet'in del
iller indendir. «O nevasından konuşmaz, O'nun söyledikleri sadece vahydir.»
yoksa bu sırları to gün) kim bilebilir, halbuki Peygamber ne okuma yazma bilir,
ne tıp ilmini bilirdi, O'nun zamanında hiçbir doktor bu sırra da ulaşmamıştır. [324]
Buhari ve ibn-i Mace
(Yine Ebu. Hureyre'den) Hz. Peygamber'in
şöyle buyurduğunu rivayet
ederler:
Birinizin yemek kabına
sinek düştüğü zaman tamamını hatırsın, sonra çıkarsın zira bir kanadında hastalık
diğerinde de şifa vardır.» [325]Yazar
dipnotta yaptığı yorumda sinek savaşı olarak isimlendirdiği, «Livai'l İslâm»
dergisi ile «ed-Doktor» dergisi arasındaki (tartışmada) «Doktor» dergisini
destekleyerek bu hadisi sahih olarak kabul eden imamlara dil uzatmış ve ayıplayarak
kötü lakaplar kullanmıştır.
.Şimdi kabul eden ve
reddedenler tarafından etrafında büyük kavga ve gürültülerin koptuğu bu hadisin
gerçek yönünü tafsilatlıca burada vermek istiyorum. «Hadiste uydurma hareketi
ve müsteşrik ve çağdaş yazarların şüphelerine reddiye»» adlı profesörlük
tezimde de bu hadisle ilgilenmiş ve hakkında va-rid olan şüphelere cevap
vermiştim. Ben «ezhcrin» temsilcisi olarak eğitim ve öğretim rnetodlannm ıslahı
için Mekke'de iken Suudi Arabistan radyosuna bir din-leyic itarafından bu hadisle
ilgili olarak bir soru yöneltilmişti; işte burada tezime yazdığım ve radyodan
da okuduğum açıklamanın bir özetini vermek istiyorum :
Önce Kur'an'a göre
sünnetin konumu, İslâm ümmetinin sünnete verdiği yüksek ehemmiyeti,
hadisçi-lerin sened tenkidine son derece önem verdiklerini, metin tenkidi ile
de ilgilendiklerini ancak bu kitabımda
da belirttiğim yüce gayelerle sened
tenkidine verdikleri itinâyı metin tenkidine vermediklerini anlattıktan
sonra~şöyle dedim :
Bu hadisi Buhari, Ebu
Davud, en-Nesâi ve İbn-i Mâce rivayet etmiştir. Hiçbir hadis tenkidcisinin se-
nedine dil uzattığını
görmedim. Son derece sahih bir hadistir. Hadise yapılan tenkidler dikkatsiz
kimselerden sadece metnine ve mânasına yönelik olmuştur. Bu kimseler
diyorlarki: «Mikrop kaynağı olan sinek nasıl olur da şifa olur, Allah, hastalık
ve şifayı nasıl olur da bir yerde birleştirir, sinek akıl sahibi mi ki bir
kanadını diğerine takdim etsin?»
İlk âlimlerimiz Allah ecirlerini versin bu şüpheleri gidermek için büyük gayretler
sarfetmiş ve aklen Allah'ın hastalık ve ilacı bir yerde birleştirmesinin mümkün
olduğunu, bunun bilinen ve muşahodc edilen bir durum olduğunu söylemişlerdir.
Binaen aleyh arı, altından zehir bırakırken insanlar için şifa olan bal
ağzından akıyor. Zehirli yılanın eti, ilaçtan olan bir panzehirdir. Ayrıca en
büyük hendese sistemi üzerine evini inşa etmesini gösteren, karıncaya ihtiyacı
için azığını biriktirmeyi, bitmemesi İçin taneyi ikiye yarmasını öğreten Allah
Teâla sineğe de önce bir kanadını sonra diğerini batırmayı İlham etmeye
kadirdir, bâzıları hadisin mecaz olduğunu söyleyerek cevaz vermeye
yönelmişlerdir. Buna göre hastalık kibir hasia-iığıdır dova da sineğin
düştüğüne itibar ederek mutevazi olmaktır.
Allah Teâla geçmişte
ve gelecekte bu hadisin sırlarının ortaya çıkmasını dilemiştir. Bâzı uzman doktorlar
sinekte mikrobu öldürücü bir maddenin olduğunu kaba batırılmak suretiyle
sineğin taşıdığı mikropların bu madde tarafından giderildiğini tesbit etmişlerdir.
Böylece eski âlimlerin, ihtimal olarak söyledikleri bir hakikat olarak ortaya
çıkmıştır. Şimdi de çağdaş bir doktorun Mısır «el~Hidayetu*l tslâmiyye»
cemiyetinin düzenlediği bir konferansta söylediklerini aktaralım :
«Sinek, muhtelif
hastalıkları yayan, mikroplarla dolu artık maddeler üzerine konar, bâzısını
vücudu ile taşırken bir kısmını da yer. Bunun üzerine cisminde tıp
bilginlerinin anti bakteri diye isimlendirdikleri zehirli bir madde oluşur ki
bu madde bir çok hastalık mikrobunu öldürür. Bu anti bakteri olduğu müddetçe
mikropların canlı kalması ve insan vücuduna zarar vermesi imkansızdır. İki
kanadından birisinin özelliği anti bakteriyi başka bir yerine taşımaktır.
Binaenaleyh sinek bir yiyecek ve içeceğe düştüğü zaman taşıdığı mikropları da
bırakır ancak bu mikrobu uzaklaştıracak ve insanı ondan koruyacak en yakın şey
yine sineğin bir kanadına yakın bir yerde karnında taşıdığı anti mikroptur.
Hastalık varsa devası da yakındır.»
İngiltere'de
yayınlanan «Tıbbi Deneyler» dergisinin 1927 târih ve 1308. sayısında
yayınlanan bir yazıda şöyle denmiştir : «Sinek hastalıklı bir tarladan
mikroplar yedi. Bir müddet sonra bu mikroplar ölerek yok oldular. Sinekte ise
bakteriyovac denilen zehirli bir madde oluştu. Şayet sinekten bir parça alınarak
tahlil edilse hastalık yapan dört çeşit mikrobu yok eden bu madde elde edilir.
Batılı tabibler de buna benzer şeyler söylemişlerdir. Böylece bâzı dikkatsiz
kimselerin yalan saydığı bu hadisin Hz. Peygam-ber'in doğruluğuna delalet eden
en büyük bir ilmi mucize olduğu ortaya çıkmıştır.»
Saygı değer iki doktor
daha bu sinek hadisi hakkında kıymetli bir araştırma yayınladılar. Bunlar da
delillerle ve ilmî kaynaklan zikrederek şüpheye yer bırakmayacak tarzda bu
hadisi isbatladılar.[326]
Araştırma, Doktor Mahmud Kemal ve Dr. Abdu'l Mu'nim Hüseyin tarafından yapılmıştır.
Şimdi de bu araştırmayı aynen vermek istiyoruz:
«Başta hadisi
yalanlayan doktorlar olmak üzere birçok kimse bu hadise itiraz etmiştir. Çünkü
bunun sebebi sineğin hastalık yapan mikropları taşıyan bir hayvan olmasıdır.
Biz Hz. Peygamber'den rivayet edilen hadisler arasında sahih hadisler olduğu
gibi uydurma hadislerin de olduğunu biliyoruz. Hadis fakih-lerine düşen
sahihleri açıklayıp uydurma olanları bertaraf etmektir. Ancak gerek hadis
âlimleri, gerekse fakihler senedi sika râvilere dayandığı için bu hadisin
sahih olduğunu belirtmişlerdir. Bâzı doktorlar sağlık açısından
değerlendirerek hadisi yalanlamışlardır. Biz hadisi üç esas üzerinde anlatmak
istiyoruz.
1-Herşeyden
önce hadisin sıhhatine karışmayacağız, çünkü bu hadis fakihleri ve hadis
tahsili gören âlimlerin ihtisasıdır. Mevzu hadislerin nasıl bertaraf
edileceğini onlar bilirler.
2-ilmi
araştırma yaparken Hz. Peygamber'in
verdiği haberin hakikatine ulaşmak için hadisin sahih olduğu varsayımından
hareket edeceğiz. Zira «O he-vasmdan konuşmaz, O'nun konuştukları ancak
vahy-dir.»
3-Haşarat ve
asalak haşaratlar konusunda yeterli ilmî kaynaklara baş vurmadan önce hadisin
kendisini derinliğine ele almayacağız.
Böylece günlük gazete
ve dergilerde uzun zamandır hadisi reddeden ve kabul eden gruplar arasında
yapılan uzun münakaşaları okuduktan sonra hakkı yerini bulmasına çalışacağız.
Bâzıları hadis uzmanlarının sahihtir sözünü okuduktan sonra tereddütsüz kabul
ettiler ve bu sıhhati te'yicl etmek için ilmi kaynaklara baş vurdular.
İlmi kaynakların haber
verdiğine göre Almanya'da Hal Üniversitesi öğretim üyelerinden Brifield 1071
yılında Kara sineğine Embozamoski denilen mantarların (fungous) intomoftrali
familyasından sico-maysis cinsinin ficomaysis türünden bir parazitin musallat
olduğunu tesbit etmiştir. Söz konusu mantar, hayatını sineğin karnındaki yağ
tabakasında geçirmektedir. Önceleri içi boş yuvarlak kabarcıklar şeklinde
olan bu bakteri daha sonra karın bölgesine uzayarak hava boşlukları
vasıtasıyla dışarı çıkıyor. Bu şekilde sineğin dışında bir tabaka oluşturuyor.
Bu safha Bakterinin üreme safhasıdır. Yumurtaları kabarcığın içinde toplanarak
patlatacak bir duruma geliyor. Daha sonra kuvvetli bir şekilde parçalanarak
yumurtaları boşluğun etrafında iki cm. dağılıyor. İçindeki sıvı da etrafa
serpilmiş oluyor.
Pencere kenarında
ölmüş bir sineğin etrafında daima bu mantarların yumurtalarına rastlamak mümkündür.
İçinden yumurtaların çıktığı uzunca kabarcık sineğin üçüncü ve son kısmında
karnı ve sırtı üzerinde bulunur, Bu arka üçüncü kısmı sinek herhangi bir yere
konduğu zaman dengesini sağlamak ve uçmaya hazır olmak için yüksekte tutar.
Kabarcığın parçalanması biraz önce de belirttiğimiz gibi boşluktaki sıvının
kuvvetlice fışkırmasından sonra meydana gelir. Bu .bazen kabarcığın etrafındaki
fazla sıvıdan da oluşabilir.
Parçalanma esnasında
sıvıdan ve yumurtalardan mantarın bir .stopla/.ma parçası çıkar. En büyük parazitoloji
uzmanı Prof. Lanciron'un da 1945 yılında ortaya koyduğu gibi sineğin
dokularında yuvarlak kabarcıklar şeklinde yaşayan bu bakteriler aynı zamanda
hastalık taşıyan haşareleri yok eden kuvvetli bir enzim salgılarına sahiptir.
Öte yandan 1947
yılında İngiltere'den Arştin ve Kook'iar; 1930 yılında ise İsviçre'den Rolyos,
sineğin karnında yaşayan bu bakteri familyasından cafasin adında bir
antibiyotik elde ettiler. Bu Antibiyotik Tifo ve Dizanterininde aralarında
bulunduğu Gram Negatif mikropları öldürme gücüne sahiptir. 1948 yılında İngiltere'de
Baryan, Kortis Himenc, Cifris ve Makcovan yine sinekte yaşayan bu bakteri
familyasından Klo-tinizin adında bir antibiyotik elde etti. Bu Antibiyotik de
Tifo ve Dizanteri gibi Gram Negatif mikroplara kurşı oldukça etkilidir. 1949
yılında İngiltere'den Koks, Farmer, İsviçre'den Cerman ve Eous Atlencer ve
Blan-ter, sinekte yaşayan aynı parazitten inyatin adında bir antibiyotik elde
ettiler. Bu da Gram Pozitif, Gram Negatif ve diğer bazı mikroplara karşı etkili
bir antibiyotiktir. Dizanteri, Tifo ve Kolera mikroplarını yok eder. Bu
antibiyotikler henüz tıbbi sahada kullanılmıyor. Ancak ilmi yönden ilginç
olduğu halde çok alındığı takdirde yan etkilere yol açar. Öbür yönden muhtelif
hastalıkların tedavisinde bütün antibiyotiklerden etkilidirler. Çok az bir
kısmı Tifo, Dizanteri ve Kolera gibi mikropların yaşamasını önler.
1947 yılında Moftiş,
sineğin vücudunda bulunan mantar kültüründen antibiyotik maddeler elde ediyor.
Bunların da Tifo ve
Dizanteri gibi Gram Negatif mikroplara karşı son derece etkili olduklarını
ortaya çıkarıyor. Ayrıca ateşli hastalıklara sebep olan mikroplara karşı
mantar parazitlerin faydaları ile ilgili olarak bu antibiyotik maddelerden bir
gramının, bin litre sütü müzmin hastalık yapan mikroplardan koruduğunu ortaya
koymuştur;
Bu da bu maddelerin
son derece etkili olduklarına en büyük delildir.
Sineğin Kolera, Tifo
ve Dizanteri gibi mikropları bulaştırmasına gelince. Bu mikroplar sadece
sineğin ayaklarından ve dışkısından bulaşır. Bu husus bakteriyoloji ile ilgili
tüm kaynaklarda yer aldığı için buruda konu ile ilgili kaynakları vermeye gerek
görmüyoruz.
Bütün bunlardan
hareketle diyebiliriz ki; sinek bir yiyeceğe konduğu zaman Tifo, Kolera ve
Dizanteri gibi hastalıkları yapan mikroplan ayakları ile taşımış olacaktır.
Ancak antibiyotik maddeler ihtiva eden parazitler sineğin ayaklarıyla taşıdığı
mikroplan öldürme gücüne sahiptir. Sineğin karnı üzerinde bulunan ve
antibiyotik ihtiva eden kabarcık şeklindeki bu parazitler iç boşluğu baskı
altına alan sıvı, dokunmadan parçalanmaz. Parçalanınca da sıvı ve yumurtaları
dağılır.
Böylece hadis-i şerifin
manası ortaya çıkmış oluyor. Hadis, sinek bir yemeğe konduğu zaman ayakları
ve dışkısıyla taşıdığı hastalık yapan mikropları etkisiz hâle getirmek için
sineğin tamamının batırılması gerektiğini bildiriyor. Ayrıca bu bulgular
hadis-loki «sineğin bir parçasında
hastalık diğor kısmındada şifa vardır.» ifadesini doğruluyor ki bu da karnında
bulunan parazitlerin taşıdığı antibiyotik maddeler ctup etrafındaki sıvının
etkisiyle parçalanıp dağılır.
Netice olarak deriz
ki: Umarız okuyucularımız hadisin sıhhatini yakini olarak görmüşlerdir. Mü'mine
yakışan şeyin Hz. Peygamber'den sahih olarak gelen haberlere teslim olmak
olduğuna kalben mutmain olmuşlardır. İlim ve beşeri marifetin arttığı her gün
Allah Teâla Hz. Peygamber'in doğruluğuna ve büyük mucizesi Kur'an'm sadakatine
delalet eden şâhidleri gösteriyor. Nitekim bir âyette şöyle buyuruyor: «Biz
onlara ufuklarda ve kendi canlarında âyetlerimizi göstereceğiz ki O IKur'anl'm
gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbt'nin herşeye şahid olması yetmez
mi?. [327]
Yazar diyorki:
Taberâni, el-Evsat da Hz. Peygamberin şöyle dediğini rivayet etmiştir. «Bir
Melek bana Allah'tan bir mesajla geldi sonra bir ayağını kaldırarak göklerin
üstüne kaldırdı birini de yerde bıraktı.»
Bu hadis münker bir
hadistir. Böyle olan bir hadisten delil getirmek doğru değildir. Öyleyse yazar
bu hadisten hareketle varmak istediği hedefe ulaşamaz ki, o da Ebu Hureyrö'iıin
hurafe şeyleri rivayet ediyor iddiasıdır.
Tirmizi'nin rivayet
ettiği «Acve (bir tür hurma) cennet meyvasıdır ve onda zehire şifa vardır.»
hadisine gelince yakında değineceğiz inşallah. [328]
Yazar 200. sayfada
(Ebu Hureyre'nin rivayetleri ile istihza ederken) el-Hâkim ve İbn-i Mâce'nin
sahih senedle rivayet ettikleri şu hadise de yer verir: «(Gece yatarken)
Kaplarınızı örtünüz, tulumlarınızı bağlayınız. Kapılarınızı kapatınız,
yatsıdan sonra çocuklarınızı dışarı bırakmayınız.[329]
Zira bu vakitte cinler (başka bir rivayette şeytanlar) sür'atle yayılırlar.
Uyurken lambalarınızı da söndürün çünkü fareler fitili keser de ev
yanabilir...»
Bu hadisi aynı
lafızlarla Buhari Sahih'inde rivayet etmiştir.[330]
Ancak Ebu Hureyre'den değil de Câbir b. Abdullah'tan almıştır. Kitabının başka
yerlerinde de yine Câbir'den farklı varyantlarla rivayet etmiştir.[331]
'Müslimde Sahih'inde Buhari gibi farklı sened-lerle Câbir'den rivayet etmiştir.
Görüldüğü gibi hadis Ebu Hureyre'nin dışında da başka senedlerîe sabittir.
Hadisi sâdece o rivayet etseydi yine de dit uzatılacak bir illeti yoktur. Kaldı
ki başkaları da rivayet etmiştir. Bu hadis islâm'ın Övünç vesilesindendir.
İçtimai ve sıhhi yönden koyduğu sağlam prensipleridir. Hz. Peygamber'in bu
irşadını aydınlatmak için önce hadisi kısaca şerhedelim ki, okuyucu daha da iyi
anlasın ve Ebu. Hureyre'nin bu hadisi aktarmakla tekdire değil takdire layık
olduğunu
Hadis, «yatarken
kaplarınızı örtünüz» diyor yemek ve su kaplarını örtmeyi kim istemez? Onları
örtmek pisliğin ve her türlü haşaratın içine düşmesini önler, bu da insan
sağlığı açısından ne kadar önemlidir. Yazar iyilikleri kötülük görecek kadar
kalbini kin bûrümüşse, Hz. Peygamber'in sağlıkla ilgili bu tavsiyesinin
yüceliğini anlamak için tıp bilginlerine sorsun. Hadis «tulumlarınızı
bağlayınız» diyor yâni iple ağzını sımsıkı bağlayın demektir. Buda bir öncekinden
sağlık açısından geri kalmaz.
Yine «Kapılarınızı
kapatınız» diyor; Kapıların kapalı olmasının faydalarını kim inkar edebilir?
Başta çöl beldeleri, köy ve bucaklarda yaşayanlar olmak üzere insanın kendisi,
çocukları ve malı her türlü bozguncudan, zararlı hayvanlardan ve saldırgan köpeklerden
korunmuş olur.
«Yatsı vakti
çocuklarınızı tutunuz» yâni yanınızda tutup bu vakitte dışarı bırakmayınız.
Hadiste gerekçe olarak : «Çünkü bu vakit cinlerin sür'atle yayıldıkları
vakittir.» denilmiştir. Diğer iki rivayette ise cinler yerine «şeytanlar»
geçmiş ve birinci lafızdaki cinden maksadın şeytanlar olduğu açıklanmıştır.
Arap dilinde şeytan denilince insan, cin, hayvan hatta kuşlardan bozguncuların
kastedildiğinin bilinmesi gerekir.
Arap dilinde bunun
örnekleri çoktur. Çocukların akşamları cin, insan, hayvan ve kuşlardan bozguncu
olanlardan zarar görebileceklerini kim bilmez? Bu müşahede ile görülen
hissedilir bir durumdur. Diğer bir rivayette «(Gece karanlığa boğulurken)-
çocuklarınızı koruyunuz zira şeytanlar o zaman yayılırlar, Yatsıdan bir
saat sonra bırakabilirsiniz» denilmiştir. Bu müşahede ettiğimiz bâzı hususlar için
uyarıdır. Çün-icü gündüz gizlenip gece karanlığı çöker çökmez deliklerinden
çıkan vahşi hayvanlar ve eziyet verici varlıklar vardır ki bunlar saldırganlık
özelliğine sahiptirler, gördükleri her insana eziyet ederler.
Hadis şeytanlar derken
cinlerden, insanlardan ya da hayvanlardan şeytan diye tayin etmemiştir. Yorumu
nasıl olursa olsun manası sahih ve yüce gayeler taşıyan bir hadistir.
Hadis «uyurken
lambaları söndürün» diyor. Hadis imamları ve açıklayıcıları Hz. Peygamber'in bu
irşad-larının lambaya has olmayıp her türlü ateş, soba ve tandır gibi şeyleri
de kapsadığını ifade etmişlerdir. Görüldüğü gibi nassın zahirine mana verirken
bağnaz davranmamış ve elastiki bir anlayışla yorumlamışlardır.
Aslında yazara düşen
Hz. Peygamber'in bu irşadının yüceliğini anlamak için hadis şarihlenne güvenmiyorsa;
sosyologlara baş vurmaktır.! Hatta İçişleri bakanlığına danışabilir! Onlar O'na
fitil (çıra) soba ve tandırın çıkardıkları yangınlarla ne derece zarara yol
açtıklarını haber verirler!
Umarım (sayın)
okuyucular yazarın Ebü Hurey-re'ye karşı kiminin; iyilikleri kötülüklere,
faziletleri re-ziletlere tahvil edecek dereceye ulaştığını yakın olarak
görmüşlerdir ve yazarın dil uzattığı bu hadisin Hz. Peygamber'in sağlam bir
tevcihatı olduğunu anlamışlardır. [332]
Yazar 201. sayfada da
şöyle diyor: «Müslim yine Ebu Hureyre'den Hz. Peygamber'in şöyle dediğini rivayet
eder: «Cennette bir ağaç vardır ki bir atlı gölgesinde yüz sene yürür (se yine
bitmez)» (Müslim 4/2175) Kitaplar Ebu Hureyre'nin bu kabilden hatta daha düşük
rivayetleri ile doludur, biz burada bu kadarıyla iktifa edeceğiz, çünkü hepsini
ortaya koymak için müstakil ciltler dolusu kitaplara ihtiyaç vardır.»
Cevap:
Daha önce verdiğimiz
cevaplar bu hadis için de kâfidir. Böylece Ebu Hureyre'nin rivayetlerinden
ten-kid ettiklerinin gerçek yönlerini izah etmiş olduk. Bunların büyük bir
kısmı uydurma hadislerdir. Hem Re-sulullah hem de Ebu Hureyre bunlardan
uzaktır. Mevzu hadisler yalan ve uydurma olduğu için hiçbir araştırıcının
bunlardan neticeler çıkarması veya bunları delil olarak kullanması doğru
değildir.
Hadislerin bir kısmı
Ebu Hureyre'den başka sa-hâbiler tarafından rivayet edilmiştir. Bazıları da başka
sahabiler tarafnıdan aynen rivayet edilmiştir. Bir kısmı da sahih hadis olup
yazar, dar düşünceli ve* hadisleri tanıma ve anlamada yeteneği olmadığı için,
dil uzatmıştır. (Bunun bir sebebi de) Müsteşrik, misyoner ve benzerlerini
taklid etmesidir. Oysa ilmin ilerlemesi bu hadislerdeki bazı sırları ortaya
çıkarmıştır. Öyleki o gün bu bilgiler vahye mazhar olan bir peygamberden
başkasının aklına bile gelmez. [333]
Burada bilinmesi
gereken bir hususa değinmek istiyorum. Ebu Reyye, müsteşrik, misyoner ve
benzerlerine tabi olan bir mukalliddir. Ebu Hureyre'ye dil uzatırken ve
sünnete hücum ederken verdiği hadislerin büyük bir kısmım Ahmed Emin'in,
Fecru'l İslam ve Duha'l İslâm adlı eserlerinden almıştır. Ahmed Emin de bunları
Goldzier gibi müsteşriklerden almıştır. Böylece yazarın sadece bir borazan
olduğunu söyleyebiliriz. Oysa bir araştırmacıya yazdığı her şeyde başkasını
taklid etmesi, O'nun borazanı olması yakışmaz. Hadis ilmini ve ricalini
bilmediği için başka da ne beklenebilirdi ki. Bu ilimden nasibi oldukça azdır.
Onun için görüşlerinin karışık olması pek şaşırtıcı olmasa gerek.
Yazar kitabında Ebu
Hureyre'ye elli sayfa ayırmıştır. Tamamı sövüp saymak, zan ve itham ile akıl
ve nakle dayanmayan iftiralardan ibarettir. Bunlarla kendisinin kötü niyetli
olduğunu izhar etmiştir. Kini o dereceye varmış ki sözlerini şöyle bitirmiştir.
«İşte bu Hz. Peygamber'le sadece üç yıl beraber kalıp kitaplara sığmayan
binlerce hadis bırakan Ebu Hureyre'nin hayatıdır. Uzun uzadıya üzerinde
durmamızın nedeni bütün sahabenin
durumunu yansıtması içindir.» [334]
Ebu Reyye «el-ulûf»un
binler, onbinden fazla olan sayılar için kullanılan bir cem-i teksir olduğunu
bilememiştir. Oysa imam ibn-i Hazm'ın kitabında en detaylı musannef olan
Bakıy b. Mahled'in Müsnedi'nin Ebu Hureyre tarafından rivayet edilen 5374
hadise yer verdiğini nakletmektedir. Görüldüğü gibi bu sayı, bırakın onbini
altı bine kadar dahi ulaşmamıştır. Ger. çek şu ki Ebu Hureyre'nin rivayetleri
kitapların sayfalarını değil ilim ve rivayet yönünden sahabenin konumunu ve
kadrini bilmeyen Ebu Heyye gibi sünnet ve hadis düşmanlarının göğsünü
daraltmıştır. Biz, Ebu Hureyre'nin neden çok hadis, rivayet ettiğini anlattık,
sahabenin, Tâbiunun ve ilim ehlinin O'nun hakkındaki görüşlerini de aktardık
şayet durumu sahabeye gizli kalmışsa Hz. Peygamber'in şehadetiyle asırların
hayırlısı olan tâbiûn asrına nasıl meçhul kalabilir? Kaldı ki İmam Buhari'nin
belirttiğine göre 800 ilim ve rivayet ehli kendisinden nakilde bulunmuştur.
Dikkat edin Hidayet
ancak Allah'tandır. Allah'ın dalalete düşürdüğünü hidayete götürecek kimse yoktur.
[335]
S. 203'te dört halife
gibi sahabe büyüklerinin rivayetlerinden söz ederek bunlann az hadis rivayet
ettiklerini belirtiyor. Daha önce de başta Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer olmak üzere
dört halifenin neden az hadis rivayet ettiklerini nisbeten anlatmıştık. Bunun
başlıca sebebi hilâfet işleri ve İslâm'ı yaymakla meşgul olmalarıdır. Yoksa ne
I^esulullah'tan az hadis işitmeleri, ne ezberlediklerini unutmaları ne de Ebu
Reyye'-hin tekrarlayıp durduğu gibi işleri güçleri hadis işitip, ezberleyip
neşreden sahabeden şüphe etmeleridir. Daha önce de belirttiğimiz gibi çok
hadis rivayetinin başlıca amilleri: boş vakit, kuvvetli hafıza, dünya
meşgaleşinin azlığı, ömrün uzun olması ve ilim ve fetva ile uğraşmaktır, tekrar
hatırlamakta fayda vardır. [336]
Akıl ve nakille bağdaşmayan zanlanndan birisi,
de Hz. Ebu Bekir hakkındaki şu sözüdür: «Göze çarpan husus kuvvetli hafızaya
yüksek bir zekâya ve sağlam bir imana sahip olduğu halde Hz. Ebu Bekir'in Hz.
Peygamber'in hadislerini ezberlemekten yüz çe-virmesidir. Ezberlediklerini de
rivayet etmemiştir. (Bir-ara) biriktirdiklerini de yakmıştır...»
Biz, Hz. Ebu Bekir'in
Resulullah'ın hadislerini ezberlemekten, imtina ettiği görüşünü kabul
etmiyoruz. Halbuki Hz. Ebu Bekir bu işi nefsinden daha çok seviyordu, gözünden
kulağından daha aziz biliyordu. Okuyucular bilsinler ki yazar Ebu Hureyre'ye
dil uzatabilmek için Hz. Ebu Bekir'i itham etmiştir.
Ezberlediklerini de
rivayet etmemiştir, görüşüne de katılmıyoruz. Gerek Buhari ve Müslim'de gerekse
diğer hadis kitaplarında kendisinden birçok hadis rivayet edildiği halde nasıl
böyle denebilir? Hâkim'den naklettiği, Hz. Ebu Bekir'in beşyüz hadis toplayıp
sonra yaktığı rivayetine gelince Hakim'in bütün rivayetleri sahih değildir. O
hadislere sahih damgasını vururken gevşek davranmakla bilinmiştir. Şayet haberin
sahih olduğunu kabul etsek dahi bu O'nun son derece titiz olduğunu gösterir.
Adil vesika ravi de olsa hata ve unutkanlık ihtimali olduğu için ne derece
ihtiyatlı hareket ettiğini gösterir. Yoksa yazarın varmak istediği gibi
sahabeler şüphe edip onları itham ettiği için değildir. [337]
«Hz. Ali'nin
rivayetleri» başlığı altında söylediği O'nun Hz. Peygamber'in amcasının oğlu
olup daha küçükken kendi evinde yetiştirdiği vs. gibi şeylere katılıyoruz.
Ancak fazilet ayn şey rivayet ayn şeydir. Aralarında hiçbir irtibat yoktur.
Bakarsın birisi kendisinden çok daha faziletli birisinden daha fazla hadis
rivayet edebilir. Sonra Hz. Ali'nin rivayetleri Bu hari ve Müslim'de çoktur.
Ancak O, Hz. Ebu Hureyre, Abâdile (dört Abdullah) ve diğer çok hadis rivayet
edenler gibi vaktini bu işe ayıramamıştır. Onun içinde rivayetleri az
gelmiştir. Sonra tarihi tetkik edenler Hz. Ali'nin Hz. Peygamber'in vefatından
önce ve sonra hep cihad ile meşgul olduğunu, Hilâfeti esnasında harpler ve
büyük zorluklarla karşılaştığını ayrıca Ebu Hureyre ve çok hadis rivayet
edenler (muksir) den önce vefat ettiğini göreceklerdir. Bütün bunlar az hadis
rivayet etmesinin sebepleridir. [338]
203. sayfanın
dipnotunda yazar imam ibn-i Tey-miye'nin Hz. Ömer hakkında «İkUdaıTs-Sırâti'l
Müstakim» adlı eserinden şu söylediklerini naklediyor.: «Hz. Ömer, Hz.
Peygambor'in izinden yürüyerek Allah'ın kitabı üzerinde çok durur Resul'un
sünnetine sarılırdı. İşlerini İslâm'a ilk giren Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Talha,
Hz. Zübeyr... gibi İslâm ve müslümanlar hakkında görüş- serdedebilen ilim ve
fıkıh erbabı ile istişare ederdi.»
Yazar ille de Ebu
Hureyre'ye iftira atmak istediği için İmam ibn-i Teymiye'nin bu sözlerinden şu
neticeyi çıkarıyor: «îbn-i Teymiye'nin şu ince anlayışına ve geniş malumatına
bakın Hz. Ömer'in İstişare ettiği kimseler arasında Ebu Hureyre'yi zikretmiyor.
Çünkü O'nun ne ilmi ve fıkhı ne de bir görüş ve nasihati olabilirdi.
Nasıl anlayacağını
bilmeyen akıllara şaşarım doğrusu imam ibn-i Teymiye Hz. Ömer'in İslâm'a ilk
girenlerle istişare ettiğini belirttikten sonra bunlardan bazılarını Örnek
vermesi, yazarın iftira ettiği gibi bunun Ebu Hureyre için bir noksanlık
olacağı, aklından bile geçmemiştir. Ebu Hureyre tabi ki İslâm'a ilk girenlerden
değildir. Zira hicri yedinci yılda müslünıan olmuştur. Ancak İslâm'a ilk
girenlerden olmaması O'nun için bir kusur değildir. Binlerce sahabi sonradan
İslam'a girmiştir. Durum Ebu Reyye'nin sakat anlayışı ve çarpık mantığı'nın.
anladığı gibi olsaydı bu bütün sahabilere yönelik bir eksiklik olurdu. Sonra
Hz. Ömer'in istişare etmediği herkes'in ilim, fıkıh, içtihat ve nasihat ehli
olmadığım kim söylemiştir? Bu hatalı çıkarım doğru olsaydı sahabenin büyük bir
kısmı için bir eksiklik olurdu. Ebu Hureyre'ye dil uzatabilmek için bu kadar
zorlanmaya (kırk dereden su getirmeye) bu kadar da yanlış neLiceler çıkarmaya
kalkışmaya da pes doğrusu. Yetişin ey insaf ehli bizi bu fırtınadan ve kötü
sözlerden kurtarın. [339]
207. sayfada «MüşkÜ
hadisler» başlığı altında yer alan verdiği hadislerin bir kısmı merfu, bir
kısmı mevkuf bir kısmı da şüpheye yer olmadan sahih oldukları halde bunları
müşkil kabul etmiştir. Bu hadislerin bir kısmı da sahih olmayıp büyük bir
ihlimalle mevzu ya da İsraili haberlerdendir.
Bu hadisler ile ilgili
cevaba geçmeden önce derim ki:
Bu yazarın ilginç
yönlerinden birisi bir taraftan müş-killer üzerinde dururken bir taraftan da
müşkülen artırmasıdır. Bu arada kötü maksadı, güvenilir âlimlerin; başta Buharı
ve Müslim'de olanlar olmak üzere bu hadişlerdeki müşkiiiere verdikleri
cevapları belirtmekten kaçınmıştır.
Yazarın durumu en
tatlısı bile acı olan iki hususdan İbarettir. Çünkü yazar ya bu hadisleri
şerheden imamların yazdıklarına muttali olmamıştır ki, bu bir eksiklik ve
cehalettir. Ya da muttali oldu ancak bunların sünnete ve hadisçilere olan
güveni azaltmak hedefine yardım etmediğini gördü de es geçmeyi tercih etti. Bu
da hıyanet ve hakkı batıl ile kanştırmakdır. Her ikisi de insaflı bir
araştırıcıdan uzaktır.
Yazar müşkiiiere ve
ithamlara yönelmeyi âdet edinmiştir. Ancak yaptığı iş bunlara üfürerek habbeyi
kubbe yapmaktır. Ne varki çok geçmeden köklü ilmi araştırmanın karşısında
kalanıamiş, su yüzündeki
kabarcıklann yok olduğu gibi bunlar yok olmuştur. Bir defa da olsa bu
âdetini bozup hadis ve ricalinin bir güzelliğine değinmemiş ir. Oysa sünnet
içerisinde gerek eğitsel, gerekse yaratılış ile ilgili ve gerekse İnsanı yüce
gayelere sevkeden İslâm'ın güzelliklerinden ve övünç vesilelerinden, olan
binlerce hadis vardır. Müellife düşen kısa bir kelime ile de olsa buna işaret
etmekti; ama bunu yapmamıştır. Tabiiki bunu içinde gizlediği kötülükten dolayı
yapmamıştır. [340]
Şimdi yazarın
arzettiği müşkil hadisler ve onların gerçek yönlerini izah etmek istiyoruz. [341]
Ibn-i Abbas (Hz.
Peygambei 'in şöyle dediğini) rivayet etmiştir: «Allah levh-i mahfuzu beyaz
inciden yarattı. İki Ikabını da Ikırmızi yakuttan yarattı. Kalemi ve yazısı
nurdandır. Eni yerle gök arası 'kadardır. Allah Teâla O'na her gün bir defa
bakar (ona göre) kimisini diriltir ve (kimisini de öldürür. Kimisini yükseltir
kimisini de lalçaltır ve dilediğini yapar.»
Cevap:
Bu konuda Hz.
Peygamber'den gelen sahih hiçbir hadis mevcut değildir. Sadece sahabe ve
tâbiûn'dan gelen haberler vardır. Vacip olan levh-i mahftı/.'un varlığına
inanmaktır. Allah'ın olan ve olacak olan herşeyi orda kaydettiğini kabul
etmektir. Bunun ötesinde levh-i mahfuzun vasfı, keyfiyeti, yazıyı yazan
kalemin nasıl olduğu gibi şeyleri kabul etmek gerekmez. îbn-i Abbas ve başkalarından
gelen bu haber en yakın ihtimalle
ehl-i kitaptan alınan israiliyat
cümlesinden dir. îlginç olduğu İçin nakledilmiştir. Özellikle Kur'an'da bunu
tasdik eden ya da tekzib eden bir âyet olmadığı için rivayet etmekte bir beis
görülmemiştir. Daha Önce de İslâm'a göre ben-i İsrail'in haberlerini izah
ettik. Binaen aleyh hadis sahih olsa da herhangi bir müşkil söz konusu
değildir. Allah'ın kudreti her şeyi yapmaya kâfidir. [342]
Buhari, Müslim ile
Sünen ve Müsned'lerde ayrıca bazı rivayet tefsirlerinde Ebu Zerr'den rivayet
edildiğine göre «Hz. Peygamber güneş batarken kendisine : «Güneş (nereye gidiyor
biliyor musun?» diye sorar. O da Allah ve Resulü dalıa iyi bilir» deyince :
«Resulullah o arşın altında secde etmeye gidiyor» diye karşılık verir.[343]
Daha ünce de
belirttiğimiz gibi bu hadiste herhangi bir müşkil söz konusu değildir. Sadece
mecaz ve temsil kabilindendir. Bu tür mecazlar Arap dilinde meşhur ve
yaygındır. Bu hadisi ancak Arap dilinin zevkine eremeyen ifâde ve uslub
tarzları konusunda bilgi sahibi olmayanlar müşkil görebilirler. [344]
Müslim zamileteyn[345]
(iki deve yükü kitap) sahibi Abj dullah b. Amr'ın rivayet ettiğine göre «Denizde Dâvud
oğlu Süleyman'ın
bağladığa şeytanlar vardır. Çıkıp insanlara bir Kıır'an okumaları yakındır.»
Bu rivayet Abdullah b.
Amr üc biten mevkuf bir haberdir, öyleyse bizi ilgilendirmez. Şu kadar var ki,
cin âlemine inanan kinişe için pek bir problem teşkil etmez. Akla aykırı bir
şey de yoktur. Kaldı ki kanaatime göre Yermuk'tan elde ettiği eh M Kitab'm
kitaplarından nakletmesi muhtemeldir. Birisi çıkıp bu haberin merfu olduğunu
söyleyemez. Zira biz diyoruz ki : «Hadis imamları içtihada varılamayan sahabe
sözlerinin hükmen merfu olduğunu söylemişlerdir. Ancak sahabi Abdullah b. Amr
b. As gibi israiliyat haberleri alanlardan olmaması şartıyla. Onun için bu
haber asla hükmen merfu olamaz. [346]
Buharı «Acve sihire
karşı şifadır» babında Amir b. Sad'dan, O da babasından Hz. Peygamber'in şöyle
dediğini rivayet etmiştir. «Kim her sabah acve hurması yerse, o gün akşama
kadar ne zehir ne de sihir O'na zarar vermez.» Başka bir rivayete göre «yedi
hurma yerse» diye geçer [347]Aynı
hadisi Müslim de Sâd b. Ebi Vakkas'tan, rivayet elmiştir.[348]
en-Nesâî ise başka bir varyantını şu şekilde rivayet eder : «Acve cennettendir,
Zehire karşı dailer şeyden önce yazarın bu konuda üstaz Ahmed F.ıniıı'in Duhâ'l
İslam adlı kitabına tabi olduğunu, O'nurı da müsteşriklerden etkilendiğini
belirtmek isterim.
Cevap:
Eski âlimler Allah ecirlerini versin bunun bir çeşit Medine
hurması olduğunu söylerler. Hadislerde verilen sayı, çokluk ifade eder
Özellikle yedi rakamı bunun için kullanılır. Yine bu âlimlere göre : bâzı
topraklarda yetişen meyve ve bitkilerin özellikleri başka topraklarda
yetişenlerden farklı olmaktadır. Bunu daha Önce söylemişler ilim de bugün bu
görüşü doğrulamıştır. Öyleyse Medine'de yetişen bu hurmanın, zehiri giderici
özelliğinin olmasında; nefsi ve cesedi zehir ve sihire karşı korumasında aklen
ne mâni olabilir? Biri ortaya çıkıp : «biz bunu deneyelim yâni birisine önce bu
hurmadan yedirelim sonra da zehir verelim bakalım ne olacak?» diyemez. Çünkü
hadis hangi zehir ya da zehirlenme çeşidi olduğunu tahdid etmemiştir. Öyleyse
hangi zehir olduğunu araştıralım? Bu noktadan Nebevi tıbbın özellikle ruhsal
ve psikolojik yönden etkili olduğuna dikkat çekmek isterim. Binaen aleyh her
kini bu niyetle hurma veya acve yerse sihirden gelecek etkileri gidererek beden
ve nıh yönünden bir güç kazanacaktır.
İnsana yapılan sağlık
veya hastalık telkinlerinin etkisi inkar edilemez. Bazı insanlar bâzı
hastalıklardan ruhî yönden güçlü ve kararlı olduklarından kurtulurlar. Bâzı
sağlıklı insanlar da korku ve kuşkudan dolayı rahatsız olurlar. Hadis gaybî bir
durumu bildirdiği için Hz. Peygamber ve getirdiklerinin hak olduğuna
inandığımız müddetçe, sağlam ilmî isbat yolları ile sahih olduğu tesbit
edildiği müddetçe kabul etmek zorundayız. Bu konuda fazla bilgi elde etmek
isteyenler imam ibnu'İ Kayyım'm «Zâdu'l Meâd», Hafız ibn-i Hacer'in de «Fethu'l
Bari» adlı kitaplarına müracaat edebilirler.[349]
2-Hadis
Nebevi bir mucize olarak itibar edilebilir. «ed-Doktor» dergisinde kimyager,
doktor Mahmud Selâme'nin, Acve'nin faydalan konusunda kıymetli bir araştırmasına
muttali oldum. Doktor bu araştırmasında, hadisi doğrulayan başka yazılarda da
olduğu gibi, insan vücudunu zehirden koruyan bir âmil olduğu neticesine
varmıştır. (Bunları okuduğumda) Subhanallah dedim, Hz. Peygamber, bunu söylerken
ne doktordu ne de tıp tahsili görmüştü. Hem söylediği zamanda tıbbî araştırmalar
buna varacak kadar ilerlememişti. İbret alın ey basiret sahiplen! Bu hadise
itiraz edenler bugün ilmin Acve'nin Özellikleri hakkında söylediklerine ne
derler.
Şayet bâzı Mahir
müslüman doktorlar sahih hadis kitaplarında mevcut olan tıp ile ilgili
hadislere yönelir, sabır ve imanla araşttnrsa öyle inanıyorum ki, insanlık için
büyük hayırlara vesile olur ve bu hadislerden birçok tıbbî mucizeler ortaya
çıkaracaklardır. Bu davete İcabet edecek yok mu? Evet bâzı mümin tabibler bu
sahaya yönelerek bâzı makaleler neşrettiler. Ancak ben bu konuda kaynak
olabilecek büyük bir telifle yeterli bir araştırma yapılmasını kastediyorum [350]
Buharı ve Müslim Ebu
Hureyre'den Hz. Peygamber'in şöyle dediğini naklederler: «Namaz için ezan
okunduğunda şeytan arkasını döner» ve ezanı duymamak iciıq .seslice yellenir,
ezan bitince döner, Kamet getirilince (aynı şekilde) tekrar arkasını döner
bitince İnsanla nefâ& arasına girmek için tekrar önünü dÖner.» [351]
(Ebu Reyye bu hadisi naklettikten sonra) alay
ederek şöyle der:
«araştırmacı âlimler
bu hadisin şerhinde şeytanın bunu kıyamet günü ezanı işitmedim diyebilmek için
yaptığını söylerler.»
Yazarın bu hadisi
neden müşkil olarak kabul ettiğini bilmiyorum. Oysa Hz. Peygamber'den gelen ve
gaybı ilgilendiren merfu bir haberdir. Bu tür hadisleri cin âlemine
inanmayanlar inkâr ederler. Bu âlemi inkar edenlerin hükmünün de küfür olduğu
malumdur. Çünkü o /aman Kur'an'la sabit olan bir şeyi inkar etmiş olur. Hadis
temsil ve mecaz makamında gelmiş ve şeytamn ezanı işittiğinde nefret ve
tiksintisini tasvir etmiştir. Bu tür temsiller Arap dilinde yaygındır. Hadis
hakiki manaya hamledilse yine de bu imkansızdır denilemez. Cinlerin tabiatı ki
onlar da yer içerler buna zıt değildir. İblis ve avânesi bizi görüyorlar fakat
biz onları görmüyoruz. Nitekim Alah Teâla'da da bir âyet-i kerimede : şöyle buyuruyor: «......
o ve kabilesi sizin onları göremiyeceğiniz yerden sizi
görürler... [352]Allah teâla bâzı Önemli
hikmetlere binâen bâza jpeygamberlerini onlann hallerinden ve
tasarruflarından haberdar etmiştir. Bu gaybi işlerdendir. Binaen aleyh masum
bir peygamberden sabit olunca inanmak gerekir. Bilemiyorum, Ebu Reyye hadislerle
alay hükmünü nasıl bilmez. [353]
Müslim Ebu Süfyan'dan
O'nun Hz. Peygamber'e şöyle dediğini rivayet eder : «Ya Resulullah! Bana üç
şey ver : kızım Üramu Habibe ile evlen, oğlum Muâviye'yî (vahiy) katibi yap,
müslümanlarla savaştığım gibi kâfirlerle de savaşmamı bana emret...»[354]
yazar hadisi naklederken tasarraf al t a bulunmuş ve Müslim'deki lafızları
aynen almamıştır.
Bu hadisi ilk hadis
imamları da müşkil olarak kabul etmiş ve İkrime b. Ammar'm bir hatası (velim)
ola-rak niıelendimrıişlerdir. O, hata eden ve karıştıran bir ravidir. Çünkü
Ilz. Peygambcr'in Ümmu Habibe ile hicri altıncı veya yedinci yılda evlendiği
kesin olarak tesbit edilmiştir ki, bu da kati suretle Ebu Siifyan'm sekizinci
yılında İslâm'a girmesinden önce idi. Alimlerden zorlanarak bu hadise cevap
verenler olmuştur. Bundan maksadın «kızım ile olan evliliğe devam edebilirsin
ya da nikah akdini yenile» demek olduğunu söylemişlerdir. Bunun bir zorlanma
olduğu gerçektir ancak hadis uydurma olmayıp içine hata karışmıştır. Binaen
aleyh cerh ve tâdil âlimlerinden hiç kimse İkrime b. Ammar'ı hadis uydurmakla
suçlamamiştır. Veki (ibnu'l Cerrah) ve Yahya ibn-i Main, O'nun sika olduğunu
söylemişlerdir ki, bu iki imam(m raporları) yeterlulir [355]Bu
hadise vehm'in karıştığını söyleyen «Minhacu's-Sünne» adlı eserinde, ibn-i
Teymiye olmuştur yoksa Ebu Reyye yeni bir şey söylememiştir. Bütün yaptığı
şey, bu küçük yanlışlığı büyüterek İmam Müslim'in Sahih'inin değerini
düşürmeye yönelmektir. [356]
imam Ahmed
«Müsned»inde îkrime'den; O da ibn-i Abbas'tan Hz. Peygamber'in : «Şâir Umeyye
b. Ebi's-Salt'ın şu sözlerini tasdik ettiğini rivayet eder:
Güneş her gece nin
sonunda kızıl olarak doğar Ve sabahleyin rengi gül rengi iolur. Fakat jbize
kolaylıkla doğmaz Azap görmeden ve sopalanmadan
Allah Resûlu'nun
hakikat olduğu müddetçe Umeyye ve benzerlerinin sözlerini tasdik etmesinde
aklen ve şer', an bir mâni yoktur. Sahih bir hadise göre Hz. Peygamber «en
doğru söz şairin : «Allahtun başka her şey bâtıldır» sözüdür» buyurmuştur.
Şayet söz yalan yanlış olsaydı. I iz. Peygamber uyarırdı. Bundan dolayı şair
«Lebid»in «Her nimet zail olacaktır» sözünü duyunca «yalandır zira cennet
nimetleri zail olmayacaktır» demiştir. Aynı şekilde bu mevzu bahsimiz olan
Umeyye'nin şiirlerini duyunca «lisanı iman etmiş ancak kalbi inkar etmiştir»
buyurmuştur. [357]
Müslim, Enes b.
Mâük'ten şu rivayette bulunur : «Bir adam, Hz. Peygamber'e «Kıyamet (es-Sâet)
ne zaman kupacak» diye sorar. Hz. Peygamber kısa bir müddet sükut ettikten
sonra yanında Ezd kabilesinden bir çocuğa bakarak, «Bu çocuk yaşarsa iyice
ihtiyarlamadan kıyamet kopar» cevabım verdi. Hz. Enes çocuk o gün benim yaşıtimdi
der.[358]
Yazar hunu naklettikten sonra alay ederek şöyle der. «isnad köleleri bu konuda
ne der acaba muhtemelen bâzıları bu çocuk hala ihtiyarlığa ulaşmadı diyecektir.»
Bu hadisi ancak ne kastedildiğini
anlamayacak kadar dar görüşlü ve kısır düşünceli kimseler müşkil olarak
görebilirler. Bu ve benzeri hadislerde kastedilen kıyamet
günü değildir. Belli
bir vakittir: Yâni birinci asırda yasayan neslin sona ermesidir. «es-Saat»
kelimesi bülün dünyanın sona ermesi demek olan kıyamet mânasına geldiği gibi
özel bir saat (vakit) manasına da gelir. İsle buradaki kastedilen de ikinci
manasıdır. Sahih-i Müslim'deki bir hadis te bunu teyid eder. Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur: «Bu geceyi biliyor musunuz? Bu geceden itibaren yüz sene
sonra bugün yaşayan hiç kimse yer yüzünde kalmayacaktır.» Bu hadisi rivayet
eden ravi derki : «insanlar Resulullah'ın bu so/.ünü yanlış andılar. Halbuki :
Rcsuhıllah burada o günkü neslin sona ereceğini kasdel-miştir.» Yine sahih bir
hadise göre; «Bir adam Hz. Pey-gamber'e, bir gün konuşurken, «kıyamet (es-sâet)
ne zaman kopacak?» dîye sorar, Resulullah sözlerini bitirince : «kıyamet
(es'sâet)den soran kimdi?» der adam «bendim Ya Resulullah!» eleyince şöyle
buyurur : «Emanetler zayi olunca kıyameti (es~saat) bekle «Adanı» emanetler
nasd zayi olur?» diye sorar Hz. Peygamberde : «işler ehline verilmediği zaman
kıyameti bekle» diye karşılık verir.»
Görüldüğü gibi burada
kıyametten maksat ümmetlerin kıyametidir. O da kuvvet İzzet ve ayakta kalmak
için gerekli sebepleri terkettiklerinde helak olacakları saattir. Hadis en
önemli sosyoloji nazariyelerinden birisini ortaya koymuştur.
Böylece Ebıı Reyye'nîn
isnad kullan olarak itham ellikleri Hadis imamlarının kendisi ve benzeri gibi
Allafı ve Resulullah'ın düşmanlarına yardımcı olan, heva ve paranın esiri,
şeytanın kölelerinden daha geniş ufuklu ve sağlam akıllı oldukları ortaya
çıkmıştır.
Ya/ar bütün bu
hadislerden sonra şöyle diyor : «Şen'î" birçok hadis var ancak uzatmamak için
bu kadarla yetineceğiz. îmam et-Tehâvî'nin hadislerin müşkilleri'nden bahseden [359]
dört ciltlik bir kitabı vardır, isteyen ona müracaat edebilir.»
Ben de diyorum ki :
«evet dileyen et-Tehavî'nin bu kitabına müracaat edebilir. O zaman zahiren
müşkil görünen hadisleri anlamada gerçek âlimlerin metodunu, onları nasıl
anladıklarını, hadîse ve hadis ehline nasıl saygılı davrandıklarım, selef-i
sâlihe karşı nasıl bir edep takındıklarını görebilirler. Aynı şekilde
âlimlerle âlimcik-ler, hakikat arayıcıları ile yalancı makam ve aldatıcı serap
arayanlar arasındaki farkı da görebilirler.» [360]
Yazar 209. sayfada
şöyle diyor : «Mehdi hakkında vârid olan hadisler de müşkilattandır. Hhl-i
sünnete göre onun adı Muhammed b. Abdullah başka bir rivayette ete Ahmed b.
Abdullah'tır. Imamiyye Şiası bunun masum imamlardan olan Muhammed b. Hasan
el-Askerî olduğuna ittifak etmiş ve bunu «el-Hucce» ve «el-kaimu'l muntazar»
diye isimlendirmişlerdir.»
Mehdi muntazar
hakkında çok eskiden beri âlimler farklı görüşler serde t m işlerdir. Bâzıları
zayıf bulmuş ve reddetmiştir Ibn-i Haldun'un «Mukaddimesinde yaptığı gibi Hafız
es-Suyutî ve ibn-i Hacer el-Heyscmi gibi bâzı âlimler sahih olarak kabul
etmişler. Hatta bazıları da mütevatir kabul etmişlerdir. Büyük müetehid,
mııhaddis el-Kâdi eş-Şevkânî bunlardandır, O'nun bu konuda bir
risalesi vardır [361]
Oysa biz, eş-Şevkânî'yi birçok belaya maruz kalsa da delillere kanaat
getirmeden konuşmayan, hür fikir ve düşünceli biri olarak biliyoruz. Medeni mesele
delilleri çatışan ihtilaflı bir meseledir, öyleyse yazarın bunu abartarak,
sünnete dil uzatmak için bir vesile ittihaz edinmesi ve hadis ehlini hakir
görmesi gerekmez. (Buna rağmen) Hadis ricali ve tenkidini bilen bir içtihad
ehli olsaydı bu da O'nun bir görüşüdür derdik. Ancak kendisi başkasına tâbi
oluyor ve bütün sözlerini taklid yolu ile oluyor. Öyleyse durum o kadar
abartılacak ve tantanası çıkarılacak bir şey değildir.
Burada bilinmesi
gereken husus mehdi hakkındaki hadislerin bir kısmı sahih bir kısmı da sahih
değildir, bâzısı zayıf bâzısı mevzu'dur. [362]
Yazar 210. sayfada
oniki halife ile ilgili hadislere yer vererek Buharî, Müslim ve diğerlerinde bu
meyan-da geçen hadisleri zikreder. Bu hadislerin tamamını da Hafız ibn-i
Hacer'in Fethu'l Bâri'sinden nakleder. Zikrettiği hadisler arasında
et-Taberânî'nin Abdullah b. Amr b. As'tan rivayet ettiği bir hadis ve Kâb'tan
gelen iki mevkuf habere yer verir. Sonra şöyle der: «Bu hadisler oniki
halifenin geleceğini haber verdiği halde bütün bu hadislerle çelişen bir hadis
rivayet ettiler.
O da «sefine hadisi»
(diye bilinen) Sünen sahiplerinin rivayet ettikleri ibn-i Hibban ve
başkalarının sahih saydıkları su hadistir: «Bentleri sonra hilâfet otuz
senedir.
Sonra da krallık
olacaktır.» Yazar daha sonra büyük âlim lere göre iki hadisin kendileri ve
râvileri hakkında güveni giderecek tarzda çelişkili olduğunu okuyucuya ima
etmek istiyor. Bunları müteakiben de Kâdi lyaz ile imam lîbu'l Ferce ibnu'l
Cevzî'nin sözlerini naklediyor.
Cevap :
1-Yazar,
haberleri naklederken Fethu'l Bâri'yi esas almıştır. Şu kadar varki
Özelliklerinden olduğu gibi inceleme ve
araştırma yapmadan nakletmiştir. Kâb'm rivayetlerini naklediyor. Halbuki ibn-İ
Hacer, Kâb'ın rivayetleri hakkında «son derece sakattır.» demiştir. Sakat
hadisler ise hiç bir şekilde hüccet olamazlar.
2-Yazar,
Kâdi İyaz'ın bu iki hadisi müşkil gördüğünü belirtirken soruya yer venniş
cevabı almamıştır. Bu, insanı müdellislerden sayan ilmi bir ihanettir, hıyanettir. Şimdi
Kâdi İyaz'ın sözlerinin
tamamını alalım. Hafız ibn-i
Hacer Fethu'l Bâri'de der ki :[363]
«Kadi tyaz. bunu özetleyerek derki:
hadiste geçen oniki rakamına
karşı iki som sorulabilir. Birisi bu hadis sefine hadisi diye bilinen, yani
sünen sahiplerinin zikrettiği ibn-i Hibban ve başkalarının sahih gördükleri
«Benden sonra hilâfet otuz sene sürecektir. Ondan sonra da krallık olacaktır»
hadisi ile çelişiyor. Zira bu otuz sene zarfında sadece dört halife ile Hz
Hasan'ın.günleri vardır. İkincisi hilâfeti yüklenenler bu sayıdan fazla
olmuştur» yazar Kadİ iyaz'ın
sözlerini burada kesiyor. Şimdi bakalım devamında ne diyor Kadı tyaz : «Kadi
îyaz dedi ki birinci soruya şöyle cevap verilebilir! Sefine hadisinde kastedilen
Nübüvvet hilafetidir. Buhari ve Müslim'de, Câbir b.
Semure'den gelen
rivayette de kayıtlandırılmamıştır. îkin-ci soruya da şöyle cevap verilebilir;
Hz. Peygamber sadece oniki halife gelecek demek istememiştir. Oniki halife
gelecek demiştir. Bu oniki halife görevi yaptı ise fazlası gelmez, tltmek
değildir. Bunlardan dördü geçti öyleyse kıyametten Önce bu sayı
tamamlanacaktır.»
Ebu Reyye, Kadı İyaz'a
yaptığını ibnu'l Cevzîye de yapmıştır. Sözlerinin bir kısmını alırken büyük bir
kısmını da terketmiştir. İbnu'l Cevzî'nin anlattıktan Feihu'I Bâıi'de bir
sayfa yer tutmuştur.[364]
tbn-i Hacer de bu konudaki rivayetleri tahkik etmiş ve kitabının birkaç şayiasını
bunlarla doldurmuştur, öyle ki hakikati arayan titiz bir okuyucu bu konuda
Buharı ve Müslim'de yeralan hadislere yakinen inanır. Hafız ibn-i Hacer
hepimizin ittifakıyla bu ilmin büyük simalanndandır. Hatta yazarın belirttiği
gibi hadis ilminde müminlerin emindir. Öyleyse yazar neden hadisleri anlamada
ve aralannı te'lif etmede O'nun metoduna baş vurmamıştır?
Yazar, Fethu'l
Bâri'den bunları araştırma ve inceleme yapmadan acele olarak mı aldı? Yoksa
içinde gizlediği şeyden dolayı kasıtlı mı yaptı? bilemiyorum. Bu zalimane
kitabını sahibine yazdığımız reddiyeye muttali olanlar onun içindekini
anlamışlardır. Şayet birinci ihtimal doğruysa bu bir cehalettir. İkinci
doğruysa bu bir ihanet aldatma ve tedlistir. [365]
Yazar 213. sayfada
Deccal hadislerini sıraladıktan sonra onlara dil uzatarak ahir zamanda
Deccal'in çıkacağının bir hurafe olduğunu belirtir. İşin ilginç tarafı yazar
Buharı ve Müslim ile diğer hadis kitaplarında sahabeden farklı senedlerle gelen
sahih hadisleri reddederken aynı sayfada Kâbu'l-Ahbar gU bi kimselerden gelen
uydurma haberlere de yermiş lir.
Biz deccal ile ilgili,
onun sıfatlan, ne zaman çıkacağı, kim olduğu nereden çıkacağı hakkında
hadislerin uydurulduğunu reddetmiyoruz. Lakin bununla birlikte Buharı ve Müslim
ile diğer hadis kitaplarında sahih hadisler de mevcuttur.
Buhari ve Müslim'de,
Deccal ile ilgili birçok hadis rivayet edildiği gibi[366]
diğer güvenilir hadis kitaplarında da nakledilmiştir. Hatta bâzı âlimler Deccal
ve Hz. îsâ'-nın nüzulü ile ilgili haberlerin tevatür derecesine ulaştığını
bildirirler. Şayet, Deccal'in çıkışı ile ilgili hadisler mütevatir ise o zaman
sabit olduğu kesinlik kazanır ki; inkarına mecal olmaz. Eğer tevatür derecesine
ulaşmayan sahih haberler ise, Buharı ve Müslim'de geçen hadisler gibi ümmetin
kabul ettiği sahih hadislerle ibnu's Salah, ibn-i Hacer ve ibn~i Teymiye,
selef ve halef ulemasının cumhuru tarafından katiyyet ifade ederler. [367]
Hatta bâzı âlimler
sahih hadislerin (zann değil de) ilm-i yakin ifade ettiği görüşündedirler. Bu
görüş Davud ez-Zâhiri, Hasan b. Ali ei-Kerâbîsi, Haris b. Esed el-Mu-hasibi
taarfından benimsenmiştir. İbn-i Huveyz Mindad, Malik'ten de bu görüşü
nakletmiştir. Aynı görüşü savunan ibn-i Hazm bu konuda şöyle der: «Adil ve
sika bir râvİ'nin yine kendisi gibi bir râvi kanalıyla Hz. Peygarn-ber'den
rivayet ettiği sahih bir haber ilim ve ameli birden gerektirir, zorunlu
kılar.» Bu görüşü destekleyen muteabhir âlimlerden Merhum Şeyh Ahmed Muhammed
Şâkirde bu konuda şöyle der : «Delillerin ağır bastığı gerçek. Bu, ibn-i Hazm
ile ister Sahihayn'de olsun; ister başka hadis kitaplarında, sahih hadislerin
kesin ilim ifade ettiğini söyleyenlerin görüşüdür. Bu yakini ilim delile dayanan
nazari bir ilimdir. Bu da ancak râvilerin halleri ve illetlere vâkıf hadis
ilminde müiebahhir olan kimseler İçin hâsıl olur. Nazari olan bu yakini ilim
herhangi bir ilimde mütebahhir olduğuna nefsi ikna olup kalbi mutmain olan
herkes için zahir olur.[368]
Her ne olursa olsun
bir müslümanın deccal hadislerini reddetmesi ve ondan şüphe duyması doğru
değildir. Hz. Peygamber'in Önce kendi asrında ortaya çıkmasının muhtemel
olduğunu söylemesi; sonra da Ahir zamanda ortaya çıkacağını haber vermesi,
onlara dil uzatmak ve yalanlamak için yeterli bir sebep olmasa gerek, çünkü
vakti tayin edilmeden Hz. Peygamber'e vahy edilmiş olabilir. Bunun üzerine o
kendi asrında çıkacağını anlamış olabilir. Daha sonra Allah Teâla bunun âhir zamanda
kıyametten Önce vuku bulacağını haber vermiş olabilir.
Rivayet yönünden
Deccal hadislerinin bir kusuru yoksa, şüpheleri ber taraf edecek tarzda farklı
varyantlarla rivayet edilmişse, mana ve dirayet yününden de herhangi bir
kusuru yoktur. Hz. Peygamber başka bir hadiste otuza yakın Deccal'in geleceğini
sonuncusunun da büyük Deccal olacağını haber vermiştir. Sahih-i Bu-harî'de
geçen bu hadis şöyledir: «Dâvaları aynı olan iki büyük grup savaşmachkça,
herbhi peygamber olduğunu iddia eden otuza yakın deccal çıkmadıkça kıyamet kopmaz..»
et-Taberâni ve îmam Ahmed'in rivayetinde.ise : «Otuz yalancı (peygamber)
çıkmadıkça kıyamet kopmaz. Sonuncusu da şaşı Deccal olacaktır.» deniliyor.
Vakıalar tamamen bu hadisin doğruluğunu teyid etmiştir. Bu dee-callardan, Museyleme
(el-Kezzâb), el-Esved el-Ansî ilk zamanlarda çıktıkları gibi son zamanlarda da
Hindistan'da Gulam Ahmed el-Kûthyâni hortlamıştır. Bâzıları da istikbalde
çıkacak ve sonuncusu Hz. İsa'nın tarafından öldürülecek olan büyük Deccal
olacaktır.
Madem bu gaybi
haberlerin olması mümkündür, ve doğruluğunda şüphe olmayan Hz. Peygamber
bunları haber vermiştir, öyleyse inanmak ve tasdik etmek vaciptir. Bu konuda
aklın hakemliğine baş vurmak doğru değildir. Çünkü bu aklın idrak edemeyeceği
gaybî haberlerdendir. [369]
Yazar 214. sayfada
dünyanın Ömrü (başlığı altında) şöyle der: «Âlusî'nin tefsirinde geçtiği üzere:
Suyutî dünyanın ömrünün 700 sene olduğuna dair birçok hadis rivayet etmiştir.
(Yine ona göre) bu ümmetin ömrü 1000 yılı aşacak ancak bu fazlalık beşyüz
seneye ulaşamıya-caktır.»
Cevap :
Dünyanın ömrünü
yediyüz yılla tahdit eden ve Hz. Peygamber'in altıncı yüzyılın sonunda
geldiğini bildiren haberlerden sadece birisi merfu olarak rivayet edilmiş ancak
ibnu'l Cevzî ve diğer hadis uzmanları ve sarrafları bunun da uydurma olduğuna
hükmetmişlerdir. Madem bu haberlerin herhangi bir kıymeti yoktur, öyleyse
hadislere dil uzatmak için bize bir sebep teşkil edemez. Bunlardan bazıları
mevkuf olarak sahabe ve tâbiûndan rivayet edilmiştir. Sabit oldukları kabul
«dilse dahi hüsn-ü niyyetle müslüman oları ehl-i Kitaptan aldıkları bâtıl İsrailiyattan
oldukları muhakkaktır. Maazallah merfu olma-Iarı mümkün değildir. Dünyanın
ömrünü 700 yılla tahdid etmek Allah'a, yaratıklara ve ilme iftira eden
yahudilerin cehalet indendir.
Yazara şunu da
belirtmekte yarar görüyorum. İmam Suyûtî'nin içtihadı O'nu bu îsrailî
haberlerin bir kısmını kabul etmeye götürmüşse, bu şüphesiz bir hatadır. İsmet
sıfatını haiz olmayan hangi insan hata etmez ki? İsmet sadece Allah ve
Resulü'ne aittir. îmam Suyûtî bu haberlere güvenmişse, öte yandan O'nun dışında
bir çok hadis imamı onları tenkid etmiş ve bâtıl olduklarını ortaya
çıkarmıştır. Dünyanın ömrünün bu haberlerde belirtilenden kat kat fazla olduğu
kati delillerle ortaya çıkmıştır ki, bu da rivayetlerin batıl olduğunu
kesinleştirmiştir.
Yine 214. sayfada ;
«Müslim'de geçen bir hadise göre kıyamet hicri birinci asır sona ermeden
kopacaktır.» diyor. Herhalde yazar bununla Hz. Peygamber'İn vefat etmeden bir
ay önce söylediği şu hadisi kastediyor : «Bu gece bana gösterildi ki, yüz sene
sonra bu gün yaşayanlardan yeryüzünde kimse kalmayacaktır.» insanlar Hz. Peygamber'İn
bu sözünü aktaranlardan yanlışlıkla «yüz sene olarak anlamışlardır. Oysa Hz.
Peygamber «Bugün yeryüzünde yaşayanlardan kimse kalmayacak» demiştir, yani
asrın sona ereceğini belirtmiştir.
Hadis açıkça o asrın
in kiraza ereceğini belirtmiştir. Yoksa büyük kıyametin kopacağım
kastetmemiştir. Daha önce de bazıları bu hadisi yanlış anladıkları gibi, yazar
da yanlış anlamıştır. Şâyel yazar, rivayet üzerinde biraz düşünseydi bu yalan
iddiaya yeltenmeyecekti. [370]
Yazar daha sonra şöyle
der : «Biz burada müslüman-ların güvendiği, Haşevî şeyhleri tarafından mukaddes
bilinen hadis kitaplarım dolduran Fiten, kıyamet alametleri ve Hz. îsâ'mn
nüzulü ile ilgili haberleri de zikretmeyi gerekli görmedik. Aynı şekilde Nil,
Fırat, Seyhun ve Ceyhun nehirleri ile Buhari ve diğer kitaplarda geçen yedinci
kat göğün üstündeki Sidretuİ Müntehâ'nın aslının ne olduğundan, bahseden
hadislere de yer vermedik.
Cevap:
Fiten, kıyamet
alametleri ve Hz. îsâ'nın nüzulü ile ilgili hadislerin bir kısmı sahih, bir
kısmı hasen hatta İmam eş-Şevkânî'nin de belirttiği gibi ahir zamanda Hz.
îsâ'nın nüzulü ile ilgili haberlerin bir kısmı tevatür de-, recesîne
ulaşmıştır. Bu konudaki bazı rivayetler de zayıf ve mevzudur. Hadisçiler bütün
bunları tenkid ederek sahih ile illetli olanları, makbul ve merdud olanları birbirinden
ayırmışlardır.
Nil ve Fırat
hakkındaki hadislere gelince... daha önce de bunlardan ne kastedildiğini
açıklamış, bunun doğru yorumunu yapmıştık. Bu hadislerde hakiki mana değil
mecaz kastedilmiştir ki, bu da hem dil açısından hem-de şeriat açısından
geçerli bir mecazdır.
215. sayfada şöyle
diyor: «Allame Reşit Rıza tefsirinde, kıyamet alametleri ile onun emareleri
olan fitneler, deccal, cessase ve mehdi ile ilgili hadislere dil uzattıktan
sonra şu neticelere varmıştır:
1-Hz.
Peygamber gaybı bilemezdi. Sadece Allah bâzı gaybları kendisine indirdiği
kitabında bildirmiştir ki
bunlar da iki
kısımdır. Bir kısmı sarih olarak kendisine bildirilmiş bir kısmı ise istinbat
ile elde edilmiştir.
2-Hadislerin
büyük bir çoğunluğunun ma'na ile rivayet edildiğinde şüphe yoktur. Binaen
aleyh her râvi anladığını rivayet etmiştir. Bunlar büyük bir ihtimalle yanlış
anlamış olabilirler. Zira bunlar gaybi haberlerdir. Muh-lemelen anladıklarını
fazla lafızlarla tefsir etmişerdir...
Bu neticelere şu
şekilde cevap verilebilir:
1-Hz.
Peygamber'in gaybı bilemeyip ancak Allah'ın bâzı gaybleri kendisine
bildirdiğine biz muhalefet edemeyiz, bunu reddetmiyoruz. Ancak biz diyoruz ki,
Hz. Peygamber'in haber verdiği kıyamet alametleri ve istikbalde zuhur edecek
fitneler Allah'ın kendisine bildirdiği gaybi haberler cümîesindendir. Nitekim
Allah Teâla: «... O, kimseyi
gaybına muttali kılmaz, ancak razı olduğu elçiler müstesna. ..»[371]
buyurmuştur.
2-Mana ile
rivayete gelince, bunun gerçek yönünü daha önce de ortaya koyduk. Orada
hadislerin delalet ve ahkam yönünden değişikliğe uğramaları ile hataya maruz
kalmalarının akli bir ihtimal olduğunu belirttim. Halbuki hadis imamlarının
mana ile rivayetin caiz olması için ortaya koydukları şartlar, râvilerin hakkı
ve doğruyu ararken gösterdikleri titizlik ve hatalardan nasıl kaçındıklarına
muttali olanlar galat ve değişme ihtimalinin ne kadar uzak bir ihtimal olduğunu
göreceklerdir.
3-Mezhep ve
siyaset mutaassıpları ile salih ve muttaki görünen insanların uydurdukları hadisleri,
âlimler ilmî olarak tenkid etmiş ve yalan olduklarını açığa
çıkarmışlardır. Bu konuda onlara gizli kalan bir şey kalmamıştır.
4-«Bazı
mevzu hadisler sâdece uyduranların itiraf etmeleriyle ortaya çıkmıştır...»
iddiası hiçbir şekilde doğru değildir. Zira itiraf sadece bir delil ve
karinedir. İmamların dayandıkları esas, sened ve metin tenkididir. Bunlar
itiraf etmeseydi yine de âlimler sahip oldukları tenkîd melekesi, hakkı
batıldan, doğruyu yanlıştan ayırdetmek için koydukları dakik kaideler sayesinde
bunların mevzu oldukları neticesine varırlardı. Bunun en güzel delili bir
hadisin mevzu olduğuna delalet hususunda ikrara kesin olarak itibar
etmemeleridir. Zira bir ikrarda
bulunan kimsenin de yalandan itiraf etmesi muhtemeldir, bunları
kitaplarında serdetmişlerdir.
5-îmam
Muhammed Abduh'tan naklettiği, bâzı sa-habi ve tâbilerin müslüûıan olan
herkesten hadis rivayet ettikleri, oysa her müslümanın sadık mümin olmayıp Hz.
Peygamber'den ve başkalarından işittiklerini birbirinden ayırmadıkları, gürüşüne
gelince: Abduh'un bu sözleri
söylediği tesbit edilse dahi kesinlikle doğru değildir. Yazar sözlere
taşımadığı manaları yüklemek konusunda oldukça haris davranmıştır.
Bu münasebetle bir
hakikati tescil etmek isterim, îmam Muhammed Abduh hadis imamı sayılacak derecede
sünnet ve ilimlerinden nasiptar olmamıştır. Bunun için ibâzı hadisleri
değerlendirirken, bâzı hatalara düşmüştür. Burada yazar ve benzerlerine bir
hususu daha vurgulamak isterim. Hak, kişilerle tanınmaz bilakis kişiler hak
ile tanınır. Hicret beldesi İmamı Malik b. Enes şöyle der: «her kesin sözü
alınır ve reddedilir ancak Hz. Peygamber'i kastederek şu makamın sahibi müstesna»
Ben şahsen imam Abduh
ve talebesi Reşit Rıza'ya saygı duymakla beraber her insaflı araştırıcı gibi her
söylediklerini doğru
ve hüccet olarak kabul etmem. Zira ikisi de insandır, tnsan hataya düşebilir.
Reşit Rıza, sünnet ve hadîs alimi olmakla birlikte bazı noktalarda ayağı
kaymıştır, tsmet, Allah'a ve Resulü'ne hastır.
6-Sahabenin
tümü âdildir, eğlabiyyet kaidesi hakkında daha öncede kafi derecede izahlar
yapılmıştı. «Çevrenizdeki bedevi Araplardan ve Medine halkından iki yüzlülüğe
iyice alışmış kimseler vardır. Sen onları bilmezsin, onları biz biliriz,
onlara iki kere azab edeceğiz sonra da onlar büyük azaba İlctileceklerdir.[372] âyetinden
delil getirerek bazı münafıkların müslüman görünüp nifak ile hükmettikleri ve
bu durumun Resulullah ve ashabına gizli kaldığı (iddiasına gelince). Herşeyden
Önce âyette bunların hallerinin sürekli gizli kalacağı ile ilgili bir şey
yoktur. Bilakis âyet Allah'ın bunların durumlarım Peygamber ve ashabına haber
sererek açığa çıkaracağını belirtmiştir. «îki kere (kerreteyn) azab edeceğiz»
der. Maksat çokluk ifade etmektir. Tıpkı «sonra îkikere (kerreteyn) gözlerini
çevirir..» âyetinde olduğu gibi. Âyet, Allah'ın Peygamber'ini bunların
durumlarından haberdar edeceğini bildiriyor. Bu hususu doğrulayan rivayetler de
gelmiştir, ibn-i Ebİ Hatim, Taberâni el-Evsat'da, ve başkaları ibn-i Abbas'tan
şunu rivayet etmişlerdir.: «Hz. Peygamber, bir cuma günü hutbeye çıktı ve «kalk
ey falan çık çünkü sen münafıksın, çık ey falan çünkü sen münafıksın» diyerek
İsimlerini açıklayıp (bazılarını) dışarıya kovdu. Ömer b. Hattab bir
mazeretinden dolayı cti-nıuda bulunmamıştı. Onlar camiden çıkarlarken onlarla
karşılaştı. Cumada bulıuıamadığı için utanarak gizlendi İnsanların cumadan
dağıldıklarını zannetti, onlar da hallerinden haberdar oldu diye f Ömer'den
gizlendiler. Hz. Ömer, Mescide girdi ve kimsenin dağılmasını gördü. Bir adaın
Öıner.e : Müjde ey Ömer Allah bugün münafıkları ortaya . çıkardı» dedi. İşte bu
lonların birinci lazabıdar. İkinci azab ise kabirdedir.» ibn-i Merdüye'nin Ebu
Mes'ud ei-Ensâri'den rivayetine göre Hz. Peygamber o gün minberden 36 kişiyi
bu şekilde ayağa kaldırmıştır.
7-Ebu
Reyye'nİn naklettiği : «Metni müşkil ve rivayeti ınuztarip olan, Allah'ın
koyduğu kanunlara, dinin asıllarına veya kat'i naslara, yahut gözle görülen
yakini olaylara muhalif olan her hadis zikrettiğimiz hususlardan dolayı
zannidir. Binaen aleyh kim zikredilen bu rivayetlerden bîrinde müşkil görmeyip
inanırsa (mesele yok) zira doğruluğu (mı kabul etmek) asıldır. Her kim de her
hangi bir yönünden şüphe duyarsa yahut bâzı şüphe edenler metindi' bir takım
şüpheleri ortaya çıkarırlarsa o zaman zikrettiğimiz hususlardan rivayete
(senede) güvenmediğine hamletsin. Çünkü rivayetin Israilî desiselerden veya
mâna ile rivayet edilmesi hatasından yahut işaret ettiğimiz diğer şeylerden
kaynaklanması mümkündür...» sözlerine gelince:
Bu sözler haddi
zâtında doğrudur. Nitekim muhakkik âlimler de bunları mevzu hadislerin
alâmetleri olarak tanımışlardır. Ancak hata bu kaideleri tatbik etmek ile
ilgilidir. Çünkü O'na göre müşkil olmayan bir hadis, başkasına göre müşkil
olabilir. Bâzılarının kevni sünnetlere muhalif gördükleri, tahkik ve tetkik
sonucunda muhalif olmadığı ortaya çıkabilir. Bâzılarının kat'i naslara ya da
hisse muhalif gördüğünü bir başkası öyle görmeyebilin Nitekim yazar ve bâzı
hadis tenkitçileri bu yüzden birçok hataya düşmüşlerdir. Çünkü bunların en
büyük gayeleri yalanlamak ve yıkmak olmuştur. Bunu gerçekleştirmek için en
basit sebeplere bile başvurdular. Bazı hadisleri yukarıda zikredilenlere
muhalif olduğunu gpstermck için her türlü yola başvurdular. Ancak titiz
muhakkik âlimler bu kaideleri uygularken son derece ihtiyatlı davrandılar
.özellikle muhalif olduğuna dair bir hüküm verirken teenni ile hükmettiler.
Onun için Hadisler için vardıkları hükümlerde isabet ettiler.
Daha önce de hadis
imamlarının sened ve metin tenkidine verdikleri önemi belirtirken koydukları
sahih kaidelerle .zahiren akla, hisse, keVni sünnetlere ve diğer hususlara
ters görünen hadisleri reddederken acele davranmadıklarını belirtmiştim. Ö
bölümün hatırlanması yeterlidir. [373]
Yazar 219. Sayfanın
dipnotunda «Kur'anın tedvini» başlığı altında şunları yazıyor: «Göze çarpan ve
akla takılan hususlardan bir tanesi de şudur : Sahabenin Yc-mame'de
kırılmasından endişe eden Hz. Ömer, korku içinde Hz. Ebu Bekir'e gelmiş ve
biran önce Kur'an'ın yazılarak, bir araya toplanmasını isterken «onlar hadis
hafızıdır» demeyip «onlar Kur'an hafızlarıdır.» demiştir. Ayrıca Hz. Ömer
hadislerin yazılarak bir araya toplanmasını değil sadece Kur'an'ın yazılıp bir
araya toplanması için çaba sarfetmiştir. Hatta biz onların Kur'an'ı cem ve
tedvin ettiklerini görürken ki bu da büyük sahabe topluluğunun önünde
yapılmıştır onlardan bir kişinin dahi hadislerinde yazılarak bir araya
toplanmasını teklif etliğini göremiyoruz. Onlar sadece Kur'an'ın toplanması
ile ilgilenmişlerdir. Bu da onların hadis toplamaya önem vermediklerinin en
büyük delilidir. Onların Kur'an-dan başka asırlar boyu baki kalacak başka bir
kitapları olamazdı.>.
Cevap :
Yazarın kötü niyetli
olup, maksadının ilk İslâm neslinde dahi, sünnetin değerini düşürmek olduğuna
bu ifadeler en büyük delildir. Ayrıca bu uğurda söz ve hadiselere
yüklenmedikleri manalar yüklediğini de açıkça göstermektedir.
Hikmet, o zaman,
kurrânın çoğu vefat edince, yazılı aslından bir şey kaybolur korkusuyla süratli
bir şekilde Kur'an'ın bir mushafta toplanmasını gerektirmiştir. Fakat hadisler
için böyle bir ihtiyaç henüz baş göstermemişti. Çünki ümmet Kur'an'la'
mükellef olduğu gibi hadislerin lafızlarım ezberlemek ve onunla ibadet etmekle
mükellef değildi. Aslolan manasıydı lafızları değil, Kur'an'-İa karışmaması
için yazılması da yasaklanmıştı. Sahabe, ehemmi mühimme, aslı fer'e tercih
ettikleri için böyle bir şey yapmadı. Ne zamanki hadisleri toplamak, yok olmaktan
kurtarmak gerekti, Râşid Halife Ömer b. Abdu'l Aziz resmi bir şekilde
toplanmasını emretti. Genel olarak hadis tedvini de bu şekilde başladı. Özel
anlamda tedvin aslında daha önce başlamıştı. Zira sahabe ve tâbiun'dan bazıları
hadisleri yazıyorlardı. O'na atmak istediği taşı yutturacak ve sahabeye yaptığı
bu iftirayı reddedecek (en güzel delil) Beyhakî'nin el-Medhal'inde Urve b.
Zübeyr'-den naklettiği şu haberdir : «Hz. Ömer sünnetleri yazmak istedi. Bunun
için Hz. Pey«amber'in ashabı ile istişare etti onlar da olumlu buldular. Bunun
üzerine Hz. Ömer bir ay boyunca istihareye yatmaya başladı. Sonra bir gün sabah
kalktı, Allah istiharesine karşılık vermişti, şöyle dedi : «Ben, sünnetleri
yazmayı istemiştim fakat sizden önce, kitaplar yazıp onlara üşüşen ve Allah'ın
kitabını terkeden kavimleri hatırladım. Allah'a andolsunki Allah'ın kitabı ile
hiçbir şeyi kanştırmayacağım.»[374]
Bu açık delilden sonra
hala birisi sahabenin hadisleri toplamakla ilgilenmediklerini, onların
koruyacakları başka bir.kitapları olamazdı diye iddia edebilir mi? [375]
Ebu Reyye'nin insanı
hayrete düşüren sözlerinden birisi de 217. sayfada yazdığı şu ifadelerdir:
«Şayet Hz. Peygamber ve ashabı, Kur'an'ın tedvinine Önem verdikleri gibi
hadislerin tedvinine de ehemmiyet verselerdİ o zaman bütün hadisler lafzı ve
manasıyla mütevâtir olarak bize gelecekti. O zaman Hz. Peygamber döneminde
bilinmeyen ne sahih, ne hasen, ne de zayıf hadisler olacaktı. Böylece
bütün ihtilaflar kökünden
hallolacaktı. Âlimler, hadislerin sıhhatini araştırma külfetine
katlan-mayacaktı. Hadis ilimleri, adalet, zapt, cerh ve tâdil yönünden
râvilerin halleri ile ilgili bu kadar eser yazılmaya gerek kalmayacaktı.
Fakihier ihtilafa düşmeden tek mezhep üzere olacaklardı. Çünkü o zaman hepsi
müte-vatir olduğu için ihtilaf kapılarını açan, safları parçalayarak mezhep ve
fırkalara bölen zanni galip olarak isimlendirdikleri şeylere baş vurmazlardı;
O zaman bugün hâla devam eden ehl-i hadis ve ehl-i rey tartışması olmazdı.
Böylece hadisler de nahiv, dil ve belagat âlimleri için önemli bir kaynak
olurdu.»
Cevap:
Bunlar irticâli
söylenen sözlerdir. Sağlam ilmi araştırmanın karşısında çok geçmeden yok
olacaktır. Zira hiç bir bilgiye dayanmıyor. Şimdi işin gerçek yönlerini ele
alalım:
1-Bu sözler
Kur'an'ın ve tevatürün ne olduğunu bilmemekten kaynaklanıyor. Çünkü yazar,
Kur'an'ın mütevâtir oluşunu yazımına bağlamaktadır. Ne kadar ilginç bir
anlayış!. Oysa Kur'an'ın mütevâtir oluşu her asırda binlerce müslümanın
ezberlemelerindendir. Bu binlerce kişi sürekli yine kendileri gibi kalabalık
bir gruba naklederek zamamza kadar gelmiştir. Bu sırada ne bir harf artmış, ne
de eksilmiştir. Tebdil ve tağyire asla uğramamıştır. Şayet tevatür yazım ve
tedvine bağlı olsaydı çeşitli ilim ve dallarda yazılan binlerce eski ve yeni
kitap mütevâtir olurdu. Oysa gerçek anlamda bu kitapların tevatür ile uzaktan
yakından ilgisi yoktur. Tevatürde as-lolan; yalan üzerine ittifak etmeleri
imkansız olan bir topluluktan şifahi olarak almaktır. Bu topluluğun da yine
kendileri gibi büyük bir topluluktan aynı şekilde almaları gerekir. Kitabın
nakledildiği ilk asla varıncaya kadar bu böyledir. Şayet sünnet, Hz. Peygamber
döneminde ya da şahabı asrında tedvin edilip böyle büyük bir topluluk
tarafından ezberlenmemiş olsaydı mütevâtir sünnet olmazdı. Böyle bir şeyi
hadis ilmine ilk başlayan bir talebenin bile bilmemesi düşünülemez. Genel
olarak sünnetin tedvini Kur'an'ın toplanmasından sonradır. Ancak az da olsa
mütevâtir hadisler gelmiştir.
Hulâsa tevatür ve
tedvin ayrı ayrı şeylerdir.
2 -Fakihier
ile ilgili söyledikleri, imamlar arasındaki ihtilaf sebeplerini bilmemekten
kaynaklanıyor. Bunu çürüten en büyük delil şudur; Kur'an kesin olarak mütevâtir
olduğu halde fakihier ve âlimler onu anlamada ve ondan hüküm istinbat etmede
ihtilaf etmişlerdir. Müte-vatirlik delalet ettiği manalar üzerinde ihtilafı
gidermemiştir. Zira Kur'an'ın subutu kati olduğu halde birçok lafızların
delalet ettikleri manalar zannîdir.
«İhtilaf kapılarını
açan, ümmetin saflarını bölerek fırkalar haline getiren zannı galibe tabi
olmaktır.» sözü düşünülmeden sarfedilen bir sözdür. İddia ettiği gibi feri
hükümlerde zanna tabi olmak ümmeti bölmemiş t ir. Bu ümmeti esas bölenler, heva
ve heveslerine uyarak, din ve dünyalarını satan, yazar ve benzerleridir. İslâm
düşmanları da, İslâm'ın temellerini yıkmak ve İslâm ümmetinin gücünü yok etmek
için bu kişileri vesile edinmiştir. Bütün çabaları boştur. Hak mutlaka ortaya
çıkacaktır. Allah bütün işlerinde galiptir. Ancak insanların çoğu bunu
bilmezler. Hz. Peygamber'in hadisleri teşri ve hidayetin kaynağı olmaya devam
edecektir. Işık ve nur saçmaya devam edecektir. Fıkıh, kânun, edep, ahlak ile
nahiv, dil ve belagat âlimlerine merci olmaya devam edecektir. [376]
218. sayfada şöyle
diyor: «Mekke'de Hz. Peygamberin ilk vahy katibi, irtidad edip Mekke'nin
fethinde tekrar İslâm'a giren Abdullah b. Ebi's-Serhtir.»
Bilemiyorum yazar bu
konuda hangi kaynağı esas almıştır. Müsteşrik efendilerinin kitaplarından
başkası değildir. «el-İstiâb» ve «el-İsabe» adlı eserlere müracaat ettim. «O,
Hz. Peygamber'in vahy katiplerindendir, sonra irtidad etmiş nihayet Mekke'nin
fethinde İslâm'a girmiş ve iyi bir müslüman olmuştur.» ifadelerinden başka bir
şey bulamadım. Hz. Peygamber'in yanında değerleri bilinen çocuk ve erkeklerden
ilk İslâm'a giren Hz. Ebu Bekir ve Ali ile yine ilklerden olan Hz. Osman
Zi'n-Nüreyn gibi zatlar dururken yazarın bu zâtı ilk vahy kâtibi kılmasının
sırrı nedir? bilemiyorum. Her halde alıştırma yapa yapa adet edindiği
karıştırmadan kaynaklanmıştır. [377]
223. sayfada «Hadis
Tedvini» başlığı altında Önce, hadis tedvininin Tâbiun asrının sonunda
başladığım belirtir. Dipnotta ise Tâbiun asnnın sonunun, hicri yüz ellinci
yılın sınırları olduğunu vurgular. Daha sonra kitabın ileri sayfalarında
el-Herevî'nin el-Kastalanî'den naklen söylediği, Ömer b. Abdülaziz'in birinci
asrın başında Ebu Bekr b. Muhammed b. Hazm'a hadisleri tedvin etmesini
emrettiği ile ilgili sözlerine yer vererek şöyle der: «Öyle görünüyor ki Ömer b.
Abdulaziz öldüğü zaman Muhammed b. Hazm Özellikle O'nun yerine halife olan
Yezit b. Abdulmelik O'nu görevinden azledince hadisleri yazmaktan vazgeçti.
O'nunla beraber hadis yazan herkes bunu terketti böylece 105 yılında Hişam b.
Abdulmelik başa geçinceye kadar hadis yazımına ara verildi. Hişam b. Abdulmelik
bu işle ilgilenerek ibn-i Şihab ez-Zührî'yi bu işe teşvik etti hatta O'nun
ibn-i Şihab'ı, hadis yazmayı hoşkarşılamadığı için buna zorladığını söylerler.»
Her insaflı kişinin de
gördüğü gibi bana öyle geli-yorki yazar, «tedvin çok sonraları yapılmıştır»
diyerek hadislere dil uzatmak gayesini güttüğü için, genel olarak tedvin
hareketinin birinci yüzyıldan sonra başladığını isbat etmeye çalışıyor.
Dipnotta yazdıkları ile, âlimlerden naklettiği tedvin hareketinin birinci yüz
yılın başında Ömer b. Abdulaziz ile başladığı fikri nasıl bağdaşabilir? Oysa
Ömer b. Abdulaziz H 99. yılda Hilâfete geçmiş ve 101 yılında da vefat etmiştir.
Sonra Ebu Reyye, Ömer
b. Abdulaziz öldüğü zaman Muhammed
b. Hazm ve O'nunla beraber hadis yazan
herkesin bu işten vaz
geçtiğini nereden çikanyor.[378] Neden
durum tam bunun tersi olmasın? Bilakis hadis cemi ve tedvin işini daha fazla
hızlandırmasınlar ki vâki olan/da budur özellikle bu işi üstlenenler sünnetin
islâm' teşriatmm ikinci kaynağı, olduğunu bilen insanlardır. Onlar bu işi
üstlenirken şerefli, dini bir vazife ifa etliklerinin farkındaydılar. Hz. Peygamber'in
şahadetiyle ' çağların en hayırlısında yaşayan bu saygı değer insantar
hakkmda en uygun zan bu olsa gerektir.
Burada bilinmesi
gereken bir hususu (tekrarlamak istiyorum) : Tedvin hareketi, her ne kadar
genel olarak birinci yüz yılın sonunda başlamışsa da özel şekilde Hz.
Peygamber'in zamanında başlamıştır. Henüz o hayatta iken bâzı sahabi ve
tabiiler hadis ve sünnetleri yazıyorlardı. Sahih güvenilir rivayetler bunu
doğrulamaktadır. [379]
Buhari, Sahih'inde Ebu
Hureyre (r.a)'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir.: «Resulullah'ın ashabından
Abdullah b. Amr b. As'tan başka benim kadar hadis bilen yoktu. Zira Abdullah
(duyduklarını) yazıyordu, fakat ben yazmıyordum.»
Buharı ve Müslim'in
naklettiklerine göre Yemenli Ebu Şâh Hz. Peygamber'den Mekke fethi esnasında
irad ettiği hutbeden duyduklarını yazmasını istemiştir. Bunun üzerine Hz.
Peygamber : «Ebu Şah için yazın» buyurmuştur Ebu Davûd, Hâkim ve diğerleri
Abdullah b Amr b. Âs'ın şöyle söylediğini naklederler : «Dedim ki ya Resulullah
senden işittiğim şeyleri yazabilir m İyim? O «Evet» dedi Ben «hem gazap
halinizde hem de hoşnut olduğunuz [vakitlerde de mi?» dedim. Bunun üzerine O,
şöyle buyurdu «Evet çünkü ben hem gazab hâlimde hem de diğer hallerimde sâdece
hakiki konuşurum.» Tirmizi, Ebu Hureyre'den şunu nakleder: «Ensardan bir adam
Resulullah'ın meclisinde bulunur O'nun hadislerini dinler ve bundan hoşlanırdı
fakat ezberleyemezdi. Hafızasını Hz. Peygatnber.e şikayet edince Resulullah
ona «eliyle yazıya işaret ederek öyleyse sağ elinden yardım isle buyurdu.»
Sahih-İ Buharî'de geçtiğine göre Hz. Ali'nin yanında bâzı sünnetleri (diyet,
esirleri serbest bırakma, ve
bir kâfire bedel bir
müslüman öldürülmemesi ile ilgili) ihtiva eden yazılı bir sayfa vardı. Yine
sahih bir habere göre Hz. Peygamber zekat, diyet ile ilgili hükümlerle bazı
farz ve sünnetleri Amr b, Hazm ve diğer valilere yazılı olarak göndermiştir.
Hz. Peygamber döneminde hadislerin tedvin edildiğini bildiren başka haberler
de mevcuttür.[380]
Hadis yazımını
yasaklayan hadis, i.şin başında söylenmiştir. Kur'an'dan başka şeylerle meşgul
olurlar veya Kur'an başka şeylerle karışır endişesiyle söylenmiştir. Ne zaman
ki bunlardan emin olundu, o zaman hadisleri yazma yasağı neshcdildi.
Hz. Peygamber vefat
edince sahabe ve tâbiûndan birçoğu hadis yazmaya başlamıştır. Said b. Cübeyr :
«İbn-i Abbas ile beraber bulunup ondan hadis dinlediğini ve binek üstünde İken
yazdığını konakladıkların da da sildiğini» söyler. Abdurrahman b. Ebi'z -Zenad
babasından şunu nakleder : «Biz Helal ve haram bildiren hadisleri yazardık.
İbn-i Şihab ise her işittiğini yazardı. O'na ihtiyaç duyulduğunda O'nuıı en
âlim kişi olduğunu anladım.» Hişam b. Urve, Yezid b. Muaviye'nin hilâfeti döneminde
Harre günü bütün kitaplarının yandığını haber vermiş ve zaman zaman «keşke
ehlim ve malım gitseydi de kitaplarım yanmasaydı» demiştir.
Bilinmesi gereken
diğer bir husus Ömer b. Abdül-aziz'in hadislerin toplanıp yazılması için
hertarafa mektup göndermiş olmasıdır. Ebu Nuaym «Tarih-i Isbahan» da Ömer b.
Abdülaziz'İn her tarafa şöyle yazdığını nakletmiştîr: «Resulullah'ın
hadislerini araştırıp yazınız.» Kendine mektup yazdıklarından birisi de h 124.
de vefat eden ibn-i Şİhab ez-Zühri'dir. Hatta Suyûtî, O'nun Ömer b.
Abdülaziz'İn emriyle ilk hadis tedvin eden kişi olduğunu bildirir. Âdil
hâlifenin bu emrini yerine getirmek için bütün bu âlimler en güzel şekilde icabet
etmişlerdir. [381]
227. sayfada
yazdıklarını şöyle özetleyebiliriz : «îlk tedvin hareketi Emevilerin son
döneminde neş'et etmiştir. Bu da bölümlere ayırmadan, ayırt edilmeden gelişi
güzel yazılıyordu. Muhtemelen bu tedvin, o gün yaygm olan ilim meclisleri
tarzında yapılmıştır. Zira bu asırdaki ilim meclisleri belli bir ilme tahsis
edilmezdi. Bir mecliste farklı ilimler işlenirdi. Atâ şöyle demiştir.: «Ben,
ibn-i Abbâs'ın meclisinden; fıkıh yönünden daha zengin, heybet yönünden daha
büyük, daha güzel bir meclis görmedim. Kur'an ehli, dil bilginleri ve şairler
(yani herkes) soru sorardı o da e ngüzel şekilde cevap verirdi...»
Cevap :
Ata'nın bahsettiği
ibn-i Abbâs'ın meclisi ilim meclisi ulup hadis meclisi değildir. Çünkü hadis
meclislerinin öze! bir statüsü vardır. Bu meclislerde hadisler isnasıy-la.
zikredilir ve açıklanması gereken yerler açıklanırdı. Yazarın vermek istediği
görüntü yersizdir. Bakın Hafız İbn-i Hacer «Fethu'l Bâri»nin mukaddimesinde
neler di-yor[382] «Şunu bil ki : Allah
bana da sana da ilim ihsan etsin Hz.
Peygamber'in hadisleri sahabe, tâbiunun ilk devirlerinde ne Câmi'lerde tedvin
edilmişti ne de tertibe tabi tutulmuşla.
Bunun başlıca iki
sebebi vardır:
Birincisi:
Onlar, Sahİh-i Müslim'de geçtiği üzere Kur'an'la karışır endişesiyle ilk
bakışta bundan nıenedi!-inişlerdi.
İkincisi:
Geniş hafızalı ve kıvrak zekâlı olmaları. Çoğu yazı yazmayı bilmiyordu. Daha
sonra tabiim asrının sonlarına doğru Haricî, Rafızî ve kaderi inkar edenler
ortaya çıkınca muhtelif şehirlerde âlimler çoğaldı ve hadislerin tedvini ve
tasnifi de yayılmaya başladı. îlk hadis derleyenler Rebî b. Subeyh ve Said b.
Ebu Arûbe ve benzerleridir. Bunlar her bölümü belli bir dereceye kadar tasnif
ettiler, sonra üçüncü tabakanın büyük âlimleri geldi ve hükümleri tedvin
ettiler.» [383]
231. sayfada «Tedvinin
geçirdiği aşamalar» başlığı altında şöyle diyor: «ilk Önce hafızada yer alan
hadisler âlimlerin rivâyetleriyle derlendi. Bunlar her hangi bir tasnife tabi tutulmadan,
bablara ayrılmadan bir say fadaderlendi. Bu safha hadisle beraber fıkıh, nahiv,
edebiyat ve şiiri de ihtiva ediyordu. Bu döneme tedvinin ilk (çocukluk) devri
denilir.»
Cevap:
Yazarın bu
söylediklerini nereye dayandırdığını bilemiyorum. Bu dönem fıkıh, edebiyat ve
nahivi de içine alıyorsa, şiiri ihtiva etmesi nasıl mümkün olur? Usla/. Ahmed
Emin'den yaptığı nakil bunu ifade etmez. Şimdi ondan naklettiğini aynen verelim
: «Emevilerin döneminde ilim, alimlerin hafızadan rivayetlerine dayanıyordu.
Yahut uygun bir şekilde bir araya getirilen sayfalardan
ibaretti. Bu
sayfalarda bazen bir hadis; fıkhı bir mesele, dil ve gramer ile ilgili bir
mesele birden bulunabiliyordu. Âlimlerin meclisleri de öyle idî» Ustaz Ahmed
Emin'in genel olarak ilim tedvininden söz ettiği açıktır. Özel olarak hadis
tedvininden bahsetmiyor. Bunları Abbasiler ile Emeviler döneminde ilmi
mukayese ederken söylemiştir. Bunun için «Fecru'l İslâm»[384] ve
«Duha'l İslâm» adlı kitaplarında hadis tedvininden söz-ederken buna benzer bir
şey söylememiştir. Buralarda titiz âlimlerin söylediklerini yazmıştır. Biz daha
Önce ilk tedvin hareketinin nasıl başladığını Hafız ibn-i Hacer'den naklettik
orada yazarın söylediklerine benzer bir şey mevcut değildir. [385]
233. sayfada hadis
tedvininin geçirdiği aşamaları sıraladıktan sonra şöyle diyor: «îşte bu
şekilde gerçek tedvinin üçüncü aşırın ortalarından sonra başlayıp dördüncü
asra kadar devam ettiğini özetlemiş olduk.»
Cevap :
Gerçek şu ki: Bu
ibareyi okuduğumda, ne demek istediğini anlamak için uzun uzun düşündüm. Eğer
sahih hadislerin bir kitapta tedvinini kastediyorsa bu yanlıştır. Çünkü bunun
bayraktarlığını yapan iki büyük imam, Buharî ve Müslim üçüncü asrın başlarında
yaşadılar. Eğer genel olarak tedvini kastediyorsa bu daha acayip bir hatadır.
Çünkü telif eserler ikinci asrın başında başlamış, bu asır boyu gelişerek
çoğalmış ve üçüncü asrın ortalarında değil başlarında zirveye ulaşmıştır. Ebu Reyye, İmam
MâÜk'in el-Muvatta'ına ne der acaba? Ki, kesinlikle ikinci asırda te'lif
edilmiştir. Çünkü imam Mâlik'in vefat tarihi 179'dur. Büyük İmam Ahmed b.
Hanbelin el-Müsned'ine ne der? O da kati olarak üçüncü asrın ortalarından önce
te'lif edilmiştir. O'nun da vefat tarihi 241'dir, [386]
233. sayfada «Tedvin
hareketinin gecikmesinin etkileri» başlığı altında şöyle diyor : «sahabe ne
ilk insanlardı nede masum kişilerdir.»
Cevap :
Biz de sahabeyi normal
bir insan olarak görüyoruz ancak Resul'un terbiyesi onların din ve ahlak
yönünden mükemmel, şahsiyetleri bakımından insanın yüce bir tarzı olduklarını
kabul ediyoruz. Hz. Peygamber'in terbiyesi sayesinde onlar bu risateti bütün
insanlığa taşımaya ehil olmuşlardır.
Tabi ki biz, Hz.
Peygamber'in ashabını gerektiği şekilde tavsif ederken, ihlas sahibi olan
İmamlarına bağlı, din ve ahlakı çiğnemeyenleri kastediyoruz. Yoksa münafık ve
mürtedleri biz zâten hesaba almayız. Onları bu sıfatlarla tavsif edemeyiz. Aynı
şekilde biz, Hz. Peygamber'in ashabının yalandan ve hadis uydurmaktan beri olduklarını
söylerken, masum olduklarını kastetmiyoruz. Daha Önce sahabenin adaletine
değinirken de bunları belirttiğimiz için tekrarlamak istemiyorum. Oraya tekrar
bakılabilir. [387]
234. sayfada
yazdıkları «Ebu Bekir, Ömer ve Ali gibi büyük sahabilcrin, sahabeden biri büyüklerinden de olsa bir hadis rivayet ettiği
zaman, bunu Hz. Pcygam-ber'den beraber işittiği bir şahid getirmedikçe veya yemin
içmedikçe kabul etmezlerdi.» sözlerine gelince; daha Önce bu konudaki gerçeği
ifade etmiştim.
Hulafâ-i Râşidin'in bu
hareketi sadece takva, titizlik ve araştırma gereğidir. Onlar bununla
kendilerinden .sonra gelenlere biraz Önce de belirttiğimiz gibi tesbit ve
araştırma kaidelerinin temellerini atmışlardır. [388]
236. sayfada siyasî ve
mezhebi ihtilaflara değindikten sonra şöyle der: «îşte bunun için sahih
hadislere ulaşmak oklukça zorlaştı. Ravilerin durumlarım araştırmak ise daha
da zorlaştı. Bunlar kesin olarak bilinince (diyoruzki) : Tedvin harekelinin
gecikmesinin büyük zararları olmuştur. Çünkü bu sebeple rivayetler çoğalmış,
sahihler ve mevzular karışmış ve asırlar boyu birbirinden ayırdetmck
güçleşmiştir.»
Cevap :
Bu açıkça bir
saptırmadır. Biz bu sesi tanıyoruz. Biz biliyoruz ki âlimlerimiz süratle bütün
gayretlerini teksif ederek, ravilerin halleri ve rivayetlerin tenkidi ile
ilgili son derece önemli araştırmalar yaptılar. Bu uğurda seferlere katlanarak
nice çöl ve vadileri aştılar. Neticede arzu ettikleri sâiıih hadislerle illetli
olanları ayırma İşlemini tamamladılar. Aynı- şekilde tedvinin gecikmesinin son
derece zararları olmuştur. İddiası da kesinlikle bir saptırmadır. [389]
Yazar 239. sayfada
Adalet ve zapt konularına değinmiş ve eksik olarak bir özet vermiştir. Burada,
adaletin bırakın tarifi, şekline bile vâkıf olmanın güç olduğunu açıklamaya
çalışmıştır. Açıkça görüldüğü gibi bunu kasıtlı yapmıştır, şayet âlimlerin
adalet ve zapt ile şartlan konusunda söylediklerini nakletse eksikliği ortaya
çıka cak ve söylediklerinin büyük bir kısmını iptal edecektir.
Öyleyse âlimlerin bu
konuda söylediklerini biz aktaralım ta ki; muhaddislerin tenkid metodlannın ne
kadar köklü olduğu, koydukları kaidelerin ne derece ince kaideler olduğu iyice
anlaşılsın.
Adaleti «Sahibini
takva ve muruet (şahsiyetli)'den ayırmayan bir nefse yerleşen bir haldir melekedir» diye
tarif etmişlerdir.
Takva, Allahın emirlerini
yerine getirmek, küfür, fısk ve bidat gibi yasaklardan kaçınmaktır.
Müruet ise; insanı
güzel ahlak ve âdet sahibi kılan nefsâni terbiyedir.
Âlimlere göre murueti
iki şey ihlal eder:
1-İnsanı
küçük düşüren küçük günahlar; bir ekmek ya da çok Önemsiz bir şey-çalmak gibi
2-Yine
insanı küçük düşüren ve o vakarını gideren mubah şeyler; yollarda bevletmek,
itidali aşacak mizah yapmak gibi. Adaletten maksad tam adalettir. Eksik değil,
eksik adaleti muhaddisler adalet saymamışlardır.
Zikrettiğim manada adalet
ancak müslüman olmak, akıl baliğ olmak, fıska götüren şeylerle, murueti ihlal
eden şeylerden uzaklaşmakla tahakkuk eder. Bunun için hadis âlimleri, râvinin
âdil olabilmesi için: «Müslüman, akıllı, baliğ, fıska götüren sebepler ve
murueti ihlal eden hususlardan uzak olması gerektiğini söylemişlerdir. (Bu vasıfları
haiz kimse) ister köle olsun, ister kadın olsun, ister kör olsun, isterse
iftira suçundan dolayı kendisine had uygulanmış sonra tevbe etmiş olsun veya
hadisi tek başına rivayet etmiş olsun farketmez. Fakat şahidin âdil olması
şartı bundan farklıdır. Çünkü iftira suçundan ceza almış kimsenin şehâdeti
kabul olmaz. Aynı şekilde kör, kadın (tek başına ise) ve kölelerin şehâdeti de
makbul değildir. Çünkü şehadet velayet kabilindendir. Fakat rivayet öyle
değildir. Böylece kâfir, çocuk, deli fâsık (büyük günah işleyen ve küçük
günahlarda ısrar eden) ve muruetini kaybeden kimselerin âdil olmadıklarını
açıkça anlıyoruz. Bu, âlimlerimizin Allah
onları hayırla mükafatlandırsın son derece dikkatlerini göstermektedir. Onlar
sadece müslüman ve akıllı olmak gibi şartlarla yetinmemiş, buluğ çağına ermeyi,
fısktan uzak olmayı ve müruet sahibi olmayı da şart koşmuşlardır. Bunun sebebi,
müslüman ve akıllı olmak zahiren yalan söylememeyi gerektirir, oysa bunların
yanında insan heva ve şehvet sahibidir. Öyleyse İslâm ve akıl sıfatlarınım heva
ve şehvete ağır gelmesi ve onları bastırması gerekir ki.
bu da ancak fısktan ve
murueti ihlal eden şeylerden uzak olmakla meydana gelir.[390]
Zapt'a gelince,
âlimler onu da «uyanık olmak ve gafil olmamak» olarak tarif etmişlerdir. Bu da
ravinin doğrularının hatalarından çok olması ve hatanın kendi nefsinde de az
olması ile olur. Zapt da iki kısma ayrılmıştır.
1-Göğüs
zaptı (Zaptu's-sadr) : Bir hadisi
işittiği andan nakledeceği ana kadar ezberinde tutmaktır. Eğer hafız İse
lafızları aynen muhafaza ederek aktarması gerekir. Şayet mâna ile rivayet
edecekse manayı değiştiren veya ihlal eden durumları bilmesi gerekir.
2 -Kitap
zaptı (Zaptu Kitabın): Hadisleri (yazılı
olarak) aldığı andan vereceği ana kadar eksik ve ziyade, tağyir ve tebdile
uğramadığından emin olarak (bir kitapta) muhafaza etmesidir.
Böylece hadisçilerin
hata ve sevapları eşit olan ra-viye veya hatası sevabından çok olan raviye zapt
yönünden itibar etmediklerini görüyoruz. Bu tür ravileri el-muğaffel (gaflet
sahibi) veya fahiş galat işleyen ya da çok hata işleyen olarak
isimlendirmişlerdir. Aynı şekilde doğrusu hatasından çok olup kendi nefsinde
çok hata işleyen ravilere de itibar etmemişlerdir. Bunlar da scy-yiu'l hıfz
(kötü hafızalı) diye isimlendirilmişlerdir. [391]
işte bu şekilde
râvi'nîn âdil ve zabit olduğu tesbit edilirse kalbin mutmain olmasını
gerektirecek tarzda sika olduğu tesbit edilmiş olur. Çünkü (önce) isnadına bakılır.
Eğer isnadı muttasıl olur da munkatı, muallek, mürsel, mu'dal, mudelles,
muzdarıb değilse; sayıca ve özellik yününden kendisine tercih edilen râvilerin
rivayetine do ters değilse işte bu metin kabul edilir ve kime isnad edilmişse
O'na nisbet edilir.
Gün gibi ortaya
çıkmıştır ki hadisçilerin râvi ve rivayet ve isnad için koydukları şartlar
kesin olarak güvenmeyi sağlıyor yalan olmayıp doğru olduğu hata olmayıp sevab
olduğu ağır basıyor ve rivayetin raviden geldiği sağlam olarak tesbit edilmiş
oluyor. Bunu ne başka bir ümmette ne de başka bir ilimde hemen hemen bulmak
mümkün değildir. [392]
24CM243. sayfalarında
haberleri mütevatir ve âhad olarak iki kısma ayırdıktan sonra bu konuda birçok
nakillerde bulunur. Tarifi üzerinde dönüp dolaşarak ne ifade ettikleri ve
kendileri ile amelin vacip olup olmadığı hususunda çok durur. Zan ifade
ettikleri için âhâd haberlere şüphe sokmaya çalışır. «Çünkü zan, haktan bir şey
ifade etmez» der. Hatta mütevatir haberlere ve onların ilim ve yakin ifade
etmelerine de şüphe sokmaya çalışır. 240. sayfada aynen şöyle der : «Mütevatir
haberler de ilm-i yakin ifade etmesi bakımından şüpheden uzak değildir. Bu
şüphelerden bir tanesi şudur: «Yalan üzerinde birleşmeleri mümkün olmayan bir
cemaat bir adamın hayatta olduğunu haber verirken başka bir topluluk bunun
tersini söyleyebilir.» Buraya kadar söyledikleri söz götürür fakat bundan
sonra bakın nasıl küfre varan sözler sarfediyor : «Müslümanlar en büyük
müteva-tir durumları inkar etmişlerdir. Çünkü Yahudi ve Hris-tiyanlar iki büyük
ümmet olarak 11/. İsa'nın asıldığını haber vermişler. İncil de bunu sarahaten
belirtmiştir. Müslümanlar tevatür'ün en yüksek derecesine ulaşan böylesi bir
haberi reddediyorlarsa bundan başka hangi habere iümad edilebilir?» [393]
Ebu Reyye burda
içinden çıkamayacağı büyük hatalar işlemişti]-. Ahir zaman allamesine!
Soruyorum : Hz. İsa'nın idam edilmesinin mütevâtir olduğunu kim söyledi sana?
Gerçek şu ki bunu haber verenlerin isnadları muttasıl değil munkatı'dır. Aynı
şekilde tevatürün şartı olan bütün tabakalarda büyük bir topluluğun haber vermesi
şartı mevcut değildir. Onun için tevatür asılsızdır.
Sonra yazar,
yahudilerîn kitaplarına ne diyecek, muhakkik tarihçilerin belirttiğine göre
yahudilerin kitapları bir kelime ile de olsa Hz. İsa'nın idamına işaret etmemiştir.
Onların dini tarihlerinde de böyle bir şey yoktur. Yahudilerden sadece bâzıları
hristiyanlara uyarak bundan söz etmiştir.
Merhum Şeyh Abdu'l
Vahhab en-Neccar, «Kısasu'l Enbiya» adlı eserinde şöyle der: Yahudilerin
yanında falan /amanda mesih adında birisi geldi öldürüldü ve idam edildi diye
bir bilgiye işaret eden hiçbir şey mevcut değildir. Dini tarihlerinde de
kesinlikle bununla ilgili bir şey yoktur.» en-Neccar sözlerini şöyle bağlar:
«Bİr yahudi Hz. İsa'dan ve
öldürülmesinden söz ederse bu atalarmdan, babalarından kalan tarihlerinde
yazılı olduğu için değil sık sık hristiyanların «Hz. Mesih geldi fakat
yahudi-ler onu Öldürdüler» dediklerini işittikleri için söylüyor-lardır. Çünkü
kitaplarında böyle bir şey yoktur.» Böyle haberlerle mütevâtirlik isbat
edilebilir mi ki sen yahudilerin sana
göre büyük ümmet böyle söylediklerini
iddia ediyorsun?!!!
İndilere gelince Hz.
İsa'nın öldürülmesi ve asılması kadar hiç bir meselede ihtilaf edilmemiştir.
Bunlar da uydurma olduğuna ve sabit olmadığına delildir. Sonra Hz. İsa'nın
asılması meselesinde hristiyanlar arasında bir icma ya da ittifak oluşmamıştır.
Satrinasyon. Barskal-yonyon ve Bolsyon gibi taifeler Hz. İsa'nın öldürülmesi ve
asılmış olmasını reddederler.
BâzfTıristiyan
âlimlerin bu konuda açık bir kanaat veren şehadetleri de söz konusudur. Alman
Her Arnest de Yunus «İslâm Gerçek Hıristiyanlıktır» adlı kitabında, 142.
sayfada şöyle der: «Hz. İsa'nın asılması ve kendisini insanlığa feda ettiği
ile ilgili bütün haberler, mesihi, hris-tiyanlığın asıllarından telakki etmeyen
: Pavlos ve benzerlerinin uydurmalarıdır.» Mulmuhr de «Hrisliyanhk Tarihi» adlı
kitabının birinci cildinde şunları yazar : «Hz. İsa'ya verilen cezanın infazı
alacakaranlık bir vakitte olmuştu. Bundan Kudüs hapishanelerinde cezalarının infazını
bekleyen bir suçlunun Hz. îsa ile yer değiştirmesinin mümkün olduğu
çıkartılabilir. Nitekim bâzı taifeler böyle inanmış ve Kur'an da bunu tasdik
etmiştir.»[394] Bu sarih küfür konusunda
hristiyanlara yanaşan yazar bunlara ne der acaba!?
Sonra yazar, mütevâtîr
haberlerin ilim ifade etmesi gibi bazı ilmi meselelere şüphe sokmak, ortaya
şüpheleri atıp cevaz vermemekte veya sadece bunlara İşaret etmekle ne
kastediyor?
Yazar, misyoner ve
papazların söylediklerini tekrarlamaktan başka bir şey yapmamıştır. Yalan
iddiaya göre _ en büyük mütevâtir haber olan Hz. İsa'nın idamını inkar edenler
müslümanlar değildir. Şüpheye mahal bırakmayacak tarzda kesin olarak rededen
Allah Teâla'dır.: Bakın ne buyuruyor : «Sözlerini bozmalarından Allah'ın
âyetlerini inkar etmelerinden, haksız yere peygamberleri öldürmelerinden ve
«kalplerimiz kılıflı» demelerinden ötürü (yahudilerin başlarına belalar getirdik).
Hayır (Kalpleri kılıflı ıdeğil) fakat inkarlarından dolayı Allah, q kalplerin
lüzerini miihiirlemişir. Artık pek azı hariç onlar inanmazlar. Küfürlerinden ve
Meryem'e büyük İftira atmalarından, «Biz Allah'ın elçisi Meryem oğlu İsa
Mesihi öldürdük demelerinden ötürü... Oysa O'nu öldürmediler ve asmadılar fakat
(İsa) onlara benzer gösterildi. O'nuıv hakkında anlaşmazlığa düşenler, O'ndan
yana tam bir kuşku içindedirler. O hususta bir bilgileri yoktur. Sadece zanna
uyuyorlar O'nu yakinen öldürmediler. Hayır Allah O'nu kendisine yükseltti Allah
daima üstündür, hikmet sahibidiı-.[395]
Allah'tan gelen yüce
kitabın teshilinden sonra, hiç bir inkarcının reddetmesi veya şüphecinin,
te'vil ihtimali olmayan muhkem nassa, şüphe düşürmesi mümkün değildir.
Kur'an'a inanmayanlara
da deriz ki : Hz. Peygamberdin, Hz. İsa'nın idam edildiğini ilk defa kendi
nefsinden söylemiş olması mâkul değildir. Zira Hz. Peygam-ber'in bunu
reddetmesi için her hangi bir gayesi ya da gözettiği bir maslahat yoktu.
Bilakis idamının isbatı Kur'an'da sıksık zikredilen yahudilerin haksız yere Peygamberleri
Öldürdükleri meselesine girer. Hz. İsa'nın idam edilmesi Hz. Peygamber'in bir
çok âyette belirtmek istenen yahudilerin isyanları, muhalefetleri, yer yüzünü
bozmaları ve peygamberleri öldürdüklerine en güzel delili olabilirdi. Eğer Hz.
îsâ'nm asılması bir hakikat olsaydı Hz. Peygamber'in, yahudilerin bozuk
ahlaklı ve kötü tabiatlı olduklarını yaymak için kullanması son derece önem
arzederdi. Lâkin peygamber efendimiz bir şeyi kendi nefsinden arzu ettiği
şekilde kabul ya da reddetmezdi. ancak o bir vahy'dir.: «O nevasından konuşmaz,
Ö'nun söyledikleri ancak vahycür.» [396]
243. sayfada cumhurun
^ümmet; zannı galibe göre doğru olduğu bilinen her haberi kabul etmeye memurdur.»
sözünü naklettikten sonra dipnotta şöyle bir yorun» getirir: «Sence kabul
ettikleri bu kaideyi Allah ve Resulü mü emretti?! Sence bu kaide bizi
Kur'ân'ın birçok âyetlerinde belirtilen zanna tabi olmak hükmünden çıkarabilirmi?»
mesela bir âyette: «onların çoğu zandan başka bir şeye uymuyorlar. Zan ise
gerçekten hiçbir sakilde Hakkı ifade etmez.. .»[397]
diğer bir ayette «onların bu hususta bir bilgileri yoktur Sadece zanna
uyuyorlar. Zan ise haktan hiçbir şey kazandxrmaz.»[398] Hri
s Uyanların Hz. İsa'yı Çarmıha gerdikleri ile ilgili olarak başka bir âyette
de: «...zanna uymaktım başka bir bilgileri yoktur...» buyurmuştur.
Bu yorumdan
anlaşıhyorki yazar âlimlerin sözlerini ve âyetlerin maksadını anlamamış tır.
«Ümmet; doğru olduğu zann-ı galibe göre bilinen bir haberi almaya memurdur.»
kaidesi Kur'an'dan ve mütevâtir sünnetten alınmıştır. Akim ve naklin delalet
ettiği bu konuda, âlimler icma etmişlerdir. Şu kadar var ki, zann-ı galibe göreka
bul, sâdece fer'î hükümlerle ilgilidir. Akideyi ilgilendiren meseleler ancak
ilm-i yakin ile bilinen bilgilere dayanır. Bu konularda zann kâfi değildir.
İşte yazarın zikrettiği âyetler de bu konu ile ilgilidir. Binaenaleyh akide,
tevhid ve dinin asılları ie ilgili meselelerde zan haktan bir şey ifade etmez.
Sonra yazar nasıl oluyor da Hz. tsa'nm idamını reddeden ve bunun zanni
olduğunu söyleyen âyeti delil getiriyor, oysa biraz Önce bunun mütevâtir olduğunu
söylemişti.
Gerçekten ben kendi
kendisi ile çelişen bu şüpheci yazarın hâline şaşıyorum.
246. sayfada da
şunları yazıyor: «Kelamcılar, hallerinden anlaşıldığına göre zanni durumlarla
ilgili kendi mezheplerine muhalif her hadisi reddediyorlardı. Hadis-çiler
nezdinde sahih olan bir hadisle karşılaştıkları zaman tevi'lini mümkün görürlerse
tevi'l ediyorlardı yahut «bu ahad haberlerdendir, ahâd haberler ise zan ifade
ederler» diyerek reddediyorlardı.» Bu arkası evvelini yalanlayan boş bir sözdür
Bilemiyorum «onlar bütün hadisleri reddediyorlardı» ifadesi ile «onlar sahih
bir hadisle karşılaştıkları zaman» ifadeleri nasıl birleşebüir? Kelamcılarm
çoğu âhad olan sahih hadislerle amel dtmişlerdir. Emin olmak isteyen akaid
kitaplarında ahiret halleri ve semiyyat bahislerine müracaat edebilir! 0 zaman
bu konuda birçok hadisle amel ettiklerini görecektir. Sonra bütün kelamcılar
aynı değildir. Kimisi araştırmalarında titiz ve teenni ile hareket etmiş
kimisi de hadisleri reddetmekde ve onlara saldırmada acele davranmıştır.
Burada tekrarladığı
cennet ile cehennemin tartışması ile ilgili hadisi daha Önce izah etmiştik.
Dipnotta yer verdiği «Kelamcılarm, hadiscileri Haşevî diye isimlendirdikleri
ve onları insanların en cahilleri olarak tavsif ettikleri» sözlerine gelince
saçmadır, cevap vermeye dey-mez. Muhtemelen şahsındaki hastalığı onunla tedavi
etmeye kalkışıyor. Hiçbir araştırıcı Kelamcılar arasından hadiscilere böyle
yüklenen bir sefih bulamayacağı gibi ilim ehli olarak bilinen hiçbir grup
arasında âlimler hak-kında hiçbir sınır tanımayan, cehalette direten, keskin
dilli bir sefih bulamaz. [399]
247. ve onu takib eden
sayfalarda fakihlere deyine-rek onların kendi mezhep imamlarının muteahhirinden de olsa görüşlerine muhalif
olan tüm hadisleri te'vil ettiklerini, veya o hadise, hadis imamları tarafından
bilinmesede, başka bir hadisle karşı çıktıklarını belirtir... Bunun gibi başka
şeyleri de «Tevcihim Nazar» adlı kitaba dayanarak nakletmiştir.
Cevap:
Bu sözün bir hak
tarafı bir de bâtıl tarafı vardın Sonradan gelen bâzı fakihlerin kendi
mezhepleri için hadişleri te'vil ettikleri doğrudur. Biz, her ne zaman olursa
olsun bir grup içinde iyi ve ılımlı insanlar olduğu gibi kötü ve tutucu
insanların da çıkacağını inkar etmiyoruz.
Sözlerinin batıl
tarafına gelince okuyucuya sanki bütün fakihlerin böyle olduğunu ima ederek
genelleştirme-siclir. Gerçek şu ki birçok fakihler sadece delile boyun eğmişlerdir.
Bâzı mezheplere ait kitaplarda, o mezheplerin hilafına delilleri kuvvetli olan
görüşlerin tasvip edildiğini görüyoruz. İlk mezhep imamları ve talebelerinin
mu-taassıb ve inatçı omayıp delillere tâbi oldukları bilinmesi gereken bir
gerçektir. Bunun en güzel delili bir kısmının diğer kısmından ilim almasıdır.
Şâtıbî'nin el «Mu-vafakat»ıncla belirttiği gibi her bir imamın : «ne zaman
sahih bir hadis görürseniz o benim mezhebimdir. O zaman benim görüşlerimi
duvara çalınız.» dedikleri sahih isnadlarla rivayet edilmiştir, imam Ebu Yusuf
ile İmam Muhammetl'in birçok meselede
imamları ve ustazları İmam Ebu
Hanİfe'ye muhalefet
ettiklerini görüyoruz, îmam Ebu Yusuf,
bâzı meselelerde İmam Ebu Hanife ile tartışmış haklı olmadığına kanaat
getirince o görüşlerden vazgeçmiştir.
İmam 'Muhammed de Hicaz'a gelip İmam Mâiik'e talebe olup
Irak'ta muttali olamadığı bâzı hadislerle 'karşılaşınca aynı şeyi yapmıştır.
İşte bu ieti-had ve araştırmada son derece müsamaha ve genişliğe en güzel
Örnektir.
Hakkı araştıran bir
yazara düşen, insafı elden bırakmamaktır. Kendisine taraftar olan bir taifeyi
tutup öbürüne saldırmadan mücâzefet ve aşırılığa başvurmadan hükümlere
varmadır. Aksi takdirde eser yazmayı ehline
bıraksın. [400]
215. sayfada hadis
âlimlerinin, sünneti Kur'an'a arzet-meyi öneren hadisini daha önce işaret ettiğimiz gibi uydurmadır.
tenkidlerine yer verdikten sonra şöyle der: «Bir hadis rivayet ettiler ki metni
aynen şöyledir:» «Dikkat edin bana Kitap ve bir misli verildi.» bu son derece
acayip bir hadistir. Çünkü Hz. Peygamber'e dini ve şeriatı açıklamak için
Kur'an'm mütemmimi olarak Kitab'ın bir misli verilmişse neden vefat etmeden
önce Kur'an'ı tedvin ettiği gibi bunları da tedvin etmemiştir? Kaldı ki,
«benden Kur'an'dan başka birşey yazmayın» diyerek yazımını yasaklamıştır. Hz.
Peygamber'in kendisine vahyoîunan bu vahiylerin yarısını, kimisi ezberleyip
kimisi de unutacağı şekilde zihinlere bırakıp kaydetmemesi doğru olur mu? Bu
hareketiyle Hz. Peygamber emaneti ehline teslim etmiş ve risâleti gerektiği
şekilde tebliğ etmiş sayılır mı?»
Cevap:
Ben de derim ki, son derece
acayip olan, yazarın bu hadisin uydurma olduğunu işba t lamaya çalışmasıdır. Sahih
olan bu hadisi Ebu Davud Sünen'inde Mikdam b. Mâdikebrib'ten rivayet etmiştir.
Hadisin tamamı şöyledir : «Dikkat edin bana kitap ve beraberinde bir misli
verildi. Dikkat edin yakında karnı tok bir adam koltuğu-na yaslanarak şöyle
diyecektir, «size Kur'an yeter, oradaki helalleri {lıelal, haramları da haram
olarak kabul edin» dikkat edin size ehl-i merkebin eü de haramdır. An, her
yırtıcı hayvan ve sahibinin rızası olmada*» zım*mi'nin yitiği de haramdır. »[401]
Hadis nakil ve rivayet yönünden sahih olduğu gibi akıl ve dirayet yönünden de
sahihtir. Kur'an da bunu te'yid etmiştir. Allah Teâla bir âyette : «..insanlara
ne İndirildiğini açıklayasin diye sana zikri İndirdik...» buyuruyor. Başka bir
âyette : «Resul size ne verirse alınız, neyi yasaklarsa ondan kaçınırız ..»
buyurmuştur.» Hadislere önem vermemiştir sözü - gerçekten ilginç bir mantıktır.
Biz Hz. Peygamberin kendi hayatında hadis yazımım yasaklamasının sırrım izah ettik,
ki o da Kur'an'la karışma tehlikesidir. Kur'an'in mu-ciz oluşu, yazının
ilerlememiş olması, ilk neslin ümmi olması da bu sebeplerdendir. Kur'an'm
lafızlarını muhafaza etmek vaciptir. Sünnet için böyle denilemez çünkü onda
aslolan manasıdır, lafzı değil; sonra hadislerin tedvininin emredilmemesi Önem
vermediğini ve onun teşriin ikinci kaynağı olmadığını ifade etmez.
Hz. Peygamber, onları
sünneti yazmaktan alıkoyunca - yazarın iddia ettiği gibi Allah'ın kendisine
vahyetti-ğinin yarısını terketmiş olmaz. Çünkü O, sünnetini taşıyacak
ashabının güçlü hafıza, kıvrak zeka ve idrak eden kalplere sahip olduklarını
biliyordu. Bunun (o günkü) arapların bir Özelliği olduğu muhakkaktır. Bundan ancak
câhil olanlar şüphe duyarlar, Hz. Peygamber'in bu hareketiyle emaneti ehline
verdiği ve risâleti gerektiği şekilde tebliğ ettiğinde hiçbir şüphe yoktur.
Nasıl şüphe edilir ki? Sünnetin büyük bir kısmı ya Kur'an'm âyetlerini, ya
müşkillerini açıklamak, mutlak ifadeleri takyid etmek ya da genel ifadeleri
tahsis etmek için vardır. Kur'an, zihinlerde ve kitaplarda baki kaldıkça
sünnetinde varlığından hiçbir şüphe duyulmasın çünkü onu da güçlü hafızalar ve
zihinler muhafaza etmiştir. Hz. Peygamber'in de kendisi sünneti duyduktan
başka nesillere nakledinceye kadar ezberlemeye ve muhafaza etmeye çoğu kere
teşvik etmiştir. Bir hadisinde şöyle buyurur.: «Benden bir söz İşitip
ezberleyip işittiği gibi başkalarına nakledenlerin Allah yüzerini ağartsın,
Kendisine tebliğ edilen çok kişi İlk duyandan daha iyi belleyebilir.» başka bir
rivayette «nice fıkıh taşıyanlar vardır ki, kendilerinden daha fakih olanlara
onu İletirler.»
Allah, kullarına
rahmet ve kolaylık dilediği için vahyin bir kısmının «metluv» ve korunmuş
olmasını; tila-vetiyle ibâdet edilmesini istemiştir ki O Kur'an'dır. Bir
kısmının da «gayri metluv» olmasını, lafzı ile ibadet edilmemesini istemiştir
ki o da sünnettir. Hz. Peygamber her ikisini de tebliğ etmiştir. Ve
müslümanlara birincisini aynen korumalarını, ikincisini de lafızları değişse de
mânalarını muhafaza etmeyi emretmiştir. Ümmetde ona verdiği bu sözü yerine
getirmiş onu korumuş ve en güzel bir şekilde tebliğ etmiştir. [402]
Hevasına uygun bir
neticeye ulaşmak için lafızların manasım tahrif etmek ve ifade etmedikleri
mânaları yüklemek Ebu Reyye'nin âdetîerindendir. Bunlardan bir tanesi de 252.
sayfada îmam Mâlik'in şeriat kaidelerine ve Kur'an'a ters düştüğü için bâzı
hadisleri müşkil görerek kabul etmediğine dair naklettiği sözlerdir. Oysa onu
böyle bir mâna çıkarmaya sevkeden sebep, hadislere şüphe düşürmek ve
bilmeyenlere büyük imamların da hadisleri kabul etmeyip, reddettikleri
intibaını uyarmaktır. Haşa ki İmam Mâlik, yazarın kastettiği sağlam bir delili
olmadan sahih bir hadisi reddetmiş veya küçümsemiş olsun. Bâzı imamlar bir
kısım hadisleri duymadıkları için amel etmemişlerdir. Bazıları işitir ancak
O'na göre sahih olmadığı için terketmîştîr, veya sahih olur fakat başka bir
delille jnensuh olarak kabul ettiği veya mukayyed ya da özel bir duruma has
olduğu için kabul etmez. Yahut da hadis başka delillerle çatışır ve imam, o
delili tercih ettiği için hadisi terkeder. Bazen de tercih yapamaz ve tavakkut
eder (yani olduğu gibi bırakır). Her nasıl olursa olsun yazarın söyledikleri ne
hadislere şüphe düşürür ne de onların kıymetini azaltır.
253. sayfada Evzâî ile
Ebu Hanife arasında namazda rüku'dan önce ve sonra elleri kaldırmak ile ilgili
bir tartışmaya yer verir. Şöyleki: El-Evzâî elleri kaldırmakla ilgili hadisten
delil getirirken, Ebu Hanife de böyle bir şey olmadığına dair hadisten delil
getirir.
Bu kıssa ile yazarın
üzerinde konuştuğu konu arasında ilgi aradım, herhangi bir münasebet
yakalayamadım. Eğer Ebu Hanife, el-Evzâî'nin ileri sürdüğü merfu hadisi,
sahabi veya tabiînin sözleri ya da kendi görüşüyle rettdetseydi, o zaman yazar
akıl ve Peygamber'den başkasının sözleriyle merfu hadislerin reddedildiği
iddiasını isbatlamış olurdu. Ne varki: Ebu Hanife, el-Evzâî'nin hadisine, merfu
olan başka bir hadisle karşı koymuştur, öyleyse bu hadisede Ebu Reyye'ye delil
olacak bir durum söz konusu değildir. Bu tartışmanın ifade ettiği bir şey
varsa o da iki taraftan her birinin sened metin veya başka yönlerden tercih
ettiği hadisi delil olmaya uygun bulduğu için kabul ettiğini ifade eder.
İçtihada dayalı görüş ayrılıkları temiz düşünce hürriyetinin tabiatıdır. İslâm
düşünce tarihi bu tür tartışmalarla doludur ki, bu da İslâm'ın fikir hürriyetine
verdiği Önemin güzel bir örneğidir,
254. sayfada okuyucuya
imam Ebu Hanife'nin bâzı hadisleri reddettiğini ve bunun için de çok kınandığı
intibaını vermek için çeşitli nakillerde bulunur. (Olsun) Bu kınama Ebu
Hanife'ye bir zarar vermez O, hâlâ müslümanların nezdinde en büyük imamdır.
1-Herşeyden
önce rastgele eline geçen bir şeyi nakletmek bir araştırmacıya yakışmaz, ölümü
pahasına da olsa, bir sarraf gibi tenkid gözü ile bakması icab eder. imam Ebu
Hanife'nin, tarih boyunca faziletini, fıkhını ve konumunu kıskanan ve O'na kötü
sözler söyleyenler olmuştur. Bunlar keyiflerinin dilediği gibi iftiralar atmışlardır.
Hatta bu iftiraları büyük imamlara nisbet etmişlerdir. Oysa bu imamlar da,
imam Ebu Hanife de bu iftiralardan beridir. İmam Ibn-i Abdi'l Berr: «el-İntika»
adlı eserinde, 149. sayfada kısmen de olsa buna değinerek şöyle der : «Biz bu kitabımızda O'na yapılan Övgü ve
karalamalardan, O'nun hâli ile bağdaşanları zikredeceğiz. Allah bizi hased
ehlinden muhafaza buyursun, (âmin)» ibn-i Abdi'l Berr'in bu ifadeleri O'nu
karalayanların sözlerini naklettiği için bir özür mahiyetinde olduğu gibi
okuyucuya da açıkça uydurulan bu sözlere aldanmama-ları gerektiğine dair bir
ikazdır.
2-imam Ebu
Hanife'nin bâzı âhad haberleri reddettiği ve onlara önem vermediği ile ilgili
söyledikleri üzerinde daha önce de durmuştuk. İmam Ebu Hanife de, diğer
imamlar gibi yanında sahih olan hadislerle amel etmiştir. İmamların bu konuda
farklı mi'yar ve dakik ölçüleri vardır; ki bâzı'dar görüşlüler bunları
kavrayama-yabilirler.
Sonra yazarın bu
anlattıkları tmam Ebu Hanife'nin sahih bir hadisle karşılaştığı zaman herşeyden
vazgeçip onunla amel ettiğine dair gelen rivayetlere ters düşmektedir. İbn-i
Abdi'l Berr, «el-lntika» adlı eserinde şöyle bir rivayette bulunur: «imam Ebu
Hanife'ye birisi: «ihram-Ii kişi izar bulamazsa şalvar giyebilir mi?» diye
sorar, Oda «hayır izar giymesi lâzımdır» diye cevap verir. Adam «izan yok ki
giysin» deyince imam : «Şalvarını satsın onunla izar alsın» der. Bunun üzerine
«Hz. Peygamber'in bir gün hutbede «ihramlı izar bulamazsa şalvar giysin» dediği
kendisine nakledilir, İmam: «Benim yanımda bu konuda Resulullah'tan gelen sahih
bir hadis yoktur ki, onunla fetva vereyim. Herkes işittiklerine göre bir sonuca
varır. Bizim yanımızda da sahih olarak gelen «ihramlı şalvar giymesin» hadisi
olduğu için işittiğimiz bu hadise göre bir neticeye varmış bulunuyoruz»
deyince kendisine : «Sen, Resulullah'a muhalefet mi ediyorsun?» denir. Bunun
üzerine İmam Ebu Hanife şöyle der: «Allah'ın bizi kendisiyle şereflendirip
kurtardığı Resulullah'a muhalefet edene Allah lanet etsin»[403]
İşte bu büyüktmama da yaraşan budur hakkında söylenen saçma ve bâtıl sözler
değil.tmam Ebu Hanife çoğu zaman bir görüş ortaya atmış, sonra .sahih bir
hadis görünce bu görüşünden vazgeçmiştir. Yine ibn-i Abdi'l Bcrr «el Intika»da
senedi ile Zuheyr b. Muaviye'den şunu nakleder: «Ebu Hanife'ye, Köfe'nin eman
vermesi hususunda soru sordum. Şöyle dedi: Eğer müslümanlarla beraber
savaşmıyorsa emâ-m bâtıldır.» Bunun üzerine ben : «Asım el-Ahvel, Fudayl b.
Yezid er-Rakkâşî'den bana şöyle nakletti: «Biz düşmanı muhasara altına almıştık
içlerinde eman almış bİ-risİ vardı kendilerine bir ok atıldığı zaman «hani bize
emari vermiştiniz» dediler. Biz de «size eman veren bir köledir» dedik onlar da
«biz sizden kimin hür kimin köle olduğunu bilmiyoruz.» dediler. Biz bunun üzerine
meseleyi Hz. Ömer'e yazdık. Hz. Ömer de «Köle'nin ema-rnna cevaz veriniz» diye
bize yazılı olarak cevap verdi.» Bunu duyan Ebu Hanife sükut etti. Sonra on yıl
Kûfe'den uzak kaldım. Tekrar döndüğümde Ebu Hanife'ye giderek köle'nin eman
verip veremeyeceğini sorduğumda bana Asım'ın hadisi ile cevap verdi.
Binaenaleyh imamın sözünden dönerek işittiği nakli delillere tabi olduğunu anladım.
O'na uzanan bütün tenkidler sahih rivayetlerle reddedilmiştir.»
Şimdi de yazarın
naklettiği şeyleri tartışmaya açalım. Bir yerde şöyle diyor : «ibn-i Abdi'l
Berr «el-tntlka» da derki: hadisçilerin büyük bir kısmı ahâd haberlerin çoğunu
reddettiği için Ebu Hanife'yi ayiplamıştır. Çünkü O, âhad haberleri Kur'an ve
djğer hadislere arz-ediyordu; bunlara ters düşenleri şazz diye isimlendirerek
reddediyordu.»
Yazar bunun neresinden
kendisine pay çıkarıyor bilemiyorum. Usûl âlimlerine göre, hadisin senedi
bazen sahih olur, ancak râvileri kendisinden daha sahih râvi-lere muhalefet
ettikleri için sahih olmaz ve şazz olarak bilinir. Şayet bu sözler doğru ise
geniş düşünmeyen, mu-taassıb bâzı hadisçiler tarafından söylenmiştir.
Başka bir nakil şöyle
«es-Sevrî dedi ki:» Ebu Hanife bilgi alırken son derece titiz davranırdı,
Haramları he-lal kılmaktan son derece kaçınırdı, sika râvilerden gelen sahih
hadisleri alır sonra da Hz. Peygamber'in fiilleri ve Küfe âlimlerine ulaşan
şeylerle amel ederdi.» yazar buraya kadar alıntı yapmış ve es-Sevrî'nin
sözünün son kısmını almamıştır. es-Sevrî sözlerini şöyle bitirir : «Bâzıları
Ebu Hanife'ye dil uzatmıştır. Allah, bizi de onlarıda affetsin»"
Burada ne imamda bir
eksikliğe ne de hadislerde bir çelişkiye işaret eden hiçbir şey yoktur. Nitekim
es-Sevri de O'nu karalayan rivayetlerin iftiradan başka bir şey olmadığını
açıklamıştır.
Bir başka yerde der
ki: «Veki İbnu'l Cerrah, Ebu Hanife'nin ResuluIIah'tan gelen 200 hadise
muhalefet ettiğini gördüm» demiştir. el-Evzâî ise şöyle der: «Biz Ebu Hanife
re'y ile amel ettiği için O'nu suçlamıyoruz hepimiz re'y ile amel ederiz ancak
biz, O'nu Hz. Peygamber'den kendisine hadis geldiği halde muhalefet ettiği için
kınıyoruz.»
Ben derimki îmam
Evzâî'ye en güzel cevap biraz önce belirttiğim, Ebu Hanife'nin «Resulullah'ın
hadislerine muhalefet edene Allah lanet etsin» sözü ile, sahih bir hadis
gördüğü zaman görüşlerinden vazgeçtiğine dair gelen rivayettir. Muhalefet
etmiş olması hadisin delil olmaya uygun olup olmadığı veya başka sebeplerle
görüş aynlığındandır. Her ne olursa olsun yazarın tahrif ederek yaptığı bu
nakiller, O'nun maksadı olan ahad haberlerin kusurlu ve sadece zann ifade
ettiklerine delil olmazlar. Tabi ki heva ve heveslerine göre birisinden
dilediğini alıp, dilediğini terketmekle hiçbir yere varamaz. [404]
Yazar 254. sayfada
şöyle diyor: «Görüldüğü gibi hadisleri kabul yönünden İslâm âlimleri üç gruba
ayrılmışlar : Kelamcılar ve usulcüler, fakihler ve hadisçiler. Şimdi de
araştırmamızı tamamlamak için dil ve gramer bilginlerinin hadislere bakış
açıları üzerinde durmak istiyorum. Zira bunlar da dil ve gramer kaidelerini
isbat sadedinde hadislere itibar etmemişlerdir.»
Cevap :
4-Ebu Reyye,
kelamcılar ve fakihlere göre hadisi anlatırken, hadisçilere göre hadisleri
anlatmaya yanaşmamıştır. Unuttu mu, yoksa kötü niyetinden dolayı kasıtlı mı
unuttu bilemiyorum, insaf ve emanet kurallarına riayet edex*ek hadisçilere göre
de hadisleri ele alsaydı söylediklerinin büyük
bir kısmı çelişki arzederdi, umarım cevaplarını esnasında hadisçilere
göre hadis ile, hadisleri toplayan, sahih ve zayıfları ayıran, hadis, hadis
usulü, hadis ricalinin tenkidi ve açıklamadık hiçbir hadis bırakmayan şerhleri
ihtiva eden zengin bir servet bırakan hadisçilcrin övgüye değer çalışmaları
(biraz da olsa) vuzuha kavuşmuştur.
2-Yazar, dil
ve gramer kaidelerinde hadislere itibar etmeyenlerin bakış açılarını
anlatırken abartmalar yapmıştır. Bundan maksadı mana ile rivayetin dil ve gramer
bilginlerinin itibarına şayan olmayacak derecede zararlı olduğunu
vurgulamaktır...
îlmi güvenilirliği onu sarf ve nahiv kurallarını isbat ederken
hadisleri delil olarak getirenlerin bakış açı-İrtnnıda anlatmaktan
alıkoymuştur. Halbu ki, bunların
başında meşhur
«elfiyye» sahibi büyük İmam ibn-i Mâlik de vardır. Benimsediği görüşe yapışıp
kalmış ve bütün nakilleri o yönde yapmıştır. Bu insaflı, temiz karakterli bir
araştırıcının kârı [405]
Herşeyden önce
okuyucularıma meselenin bir tek görüşle kesinlik kazanmadığını bilmelerini
isterim. Kaideleri belirtmede, lafızları ortaya koymada hadislere itibar
etmeyenlerin karşısında hadisleri bu gibi konularda hüccet olarak kabul eden
büyük imamlar da mevcuttur. Bu ikinei görüşü benimseyen bilginleri şöylece
sıralamak mümkündür: Allame ibn-i Mâlik (ö. 672) Allame ibn-i Hişam (761) (ki
ibn-i Haldun bu zat hakkında şöyle demiştir: «Biz hâlâ mağribte, Mısır'da ibn-i
Hişam adında Sibeveyh'ten daha iyi nahiv bilen bir dil bilgininin çıktığını
duyuyoruz.»), et-TeshlI'e şerh yazan el-Bedru'd -Dcrnami'ni, el-iktirah ve
bunun şerhi olan «el-Kİfayctu'l Mutahaffiz»e şerh yazan Allânıe ibnu't-Tayyib.
Ayrıca el-Cevheri ibn-i Seyyid ibn-i Fâris, ibn-i Harüf, ibn-i Cinni ve
es-Süheyli de bu görüşü desteklemişlerdir. Hatta es-Sü-heyli: et-Teshil'in
şerhinde Ebu Hayyan, el-Cemel'in şerhinde «Ebu'l Hasan es-Sâni'den başka bu
meseleye muhalefet eden dil bilgini olmamıştır.» der.
Şimdi de
el-Bedru'd-Demâminî'nin, şeyhi îbn-i Haldun'un hadisleri dil konusunda delil
olarak kabul etmeyenlerin görüşlerini reddi konusunda naklettiklerini ve
söylediklerini aktaralım, ed-pemâmini, el-Muğnî'ye yazdığı haşiyede şöyle der:
«Ebu Hayyan, dil konusunda güvenilmeyen râvilerin, manalarını değiştirerek
rivayetmiş olmaları ihtimalinden hareketle gramer kaidelerinde delil olarak
hadislere itibar etmemiştir. Çoğu kez hadislerden delil getirdiği için ibn-i
Mâlik'e de itiraz etmiştir. Üstadımız ibn-i Haldun bu görüşü reddederek şöyle
der :, «Hadisler gramer kaidelerinde katiyyet ifade etmeseler de zann-ı galip
ifade ederler. Çünkü rivayette aslo-lan lafızları değiştirmemektir, özellikle
râviler arasında yaygın olari lafızları aynen tesbit edip almaktır. Mâna ile
rivayeti caiz görenler bunun evlâ olana muhalif olduğunu itiraf etmişlerdir.
Zamvı galip bu gibi hükümlerde yeterlidir. Hatta serî hükümlerde bile
geçerlidir. Zahire muhalif görünen ihtimal pek tesirli değildir. Aynca mâna
ile rivayetin cevazı ile ilgili tartışma sadece kitaplarda tedvin edilmeyen
hadislerle ilgilidir. İbnu's-Salah'ın dediği gibi tedvin edilen hadisler için
geçerli değildir. Hadis tedvini ise Arap dili bozulmadan önce birinci asırda
olmuştur. Onların söyledikleri gibi lafızların değiştiğini farzetsek yine de
delil olarak alınabilir. Çünkü onlar değiştirirken delil olabilecek başka bir
lafzı yerine koymuşlardır ve daha sonra da tebdil edilen bu lafızlarla tedvin
edilmiş ve mana ile rivayet yasaklanmıştır. Böylece o konuda sağlam hüccet
olarak kalmışttır.» ed-Demâ-ininî «et-Teshil»in şerhinde de buna benzer şeyler
yazmıştır.
Böylece gramer
kaidelerine delil olarak hadislere itibar edenlerin ince anlayışları açıklanmış
oldu. Ayrıca böyle düşünenlerin azınlık değil çoğunluk olduğu da anlaşıldı.
el-Bedrud-Demamini ve Ustazı ibn-i Haldun'un bu açıklamalarından sonra
söylenecek bir söz ya da ileri sürülecek bir delil kalmamıştır.
Umarım okuyucular da
bizimle beraber Ebu Reyye'-nin güvenilir bir araştırıcı olmadığım
anlamışlardır. Çün-kü O, okuyucusuna ibn-i Mâlik ve tbn-i Haruf'tan başka hiç
kimsenin hadisleri dil kurallarına delil olarak kabul etmedikleri intibaını
vermek istemiş ve Öbür tarafı kapalı bırakmıştır. Oysa hakikatin böyle olmadığı
açıkça ortaya çıkmış şüphe ve kapalılık giderilmiştir. Daha önce geçen mana
ile rivayet bahsinde yazdıklarımız tekrar hatırlanırsa, mana ile rivayetin
zaruret anında bir ruhsat olup aslolanın lafzen rivayet olduğuna ve yazarın
iddia ettiği gibi, gerek dinî açıdan, gerekse de dil açısından hiçbir zarara
yol açmadığına kanaatleri artacaktır. [406]
Yazar 259. sayfada
imam Muhammed Abduh'un ha-disçiler nezdinde derecesi ne olursa olsun, Kur'an,
akıl ve müsbet ilimle çelişen âhad haberleri kabul etmediği görüşüne yer
vererek O'nun bu meyanda Lebid bin el-A'sem'-in Hz. Peygamber'e sihir yaptığını
bildiren hadisi reddettiğini belirtmiştir. Bunu yaparken de iki hususa dayandığını
söylemiştir.
1-Hadis,
âhad haberlerdendir Binaenaleyh akaid meselelerinde âhad haberler kabul
edilmez. Hz. Peygam-ber'in aklının sihirden etkilenmekten masum oluşu iti-kâdi
bir meseledir. Böyle bir durumun nefyedilmesi zan-nî bilgilerle olmaz, ancak
yakinî bilgi ile olabilir.
2-Hadis,
Kur'an âyetlerine terstir. Çünkü Kur'an O'nun sihirden etkilendiğini söyleyen
müşriklerin sözlerini reddederek bu
iddialarını şu şekilde çürütmüştür.:
«Zâlimler dediler ki: Siz sadece büyülenmiş bir adama tabi oluyorsunuz. Sana
nasıl misaller getiriyorlar bir bak onlar sapılmışlardır. Yol bulamazlar.[407] »
Seni dinledik-teri zaman neye kulak verdiklerini ve gizli toplantılarında
zâlimlerin, siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz, dediklerini 1>)z
çok iyi biliriz. Sana nasıl misaller verdiklerine bir bak. Bu yüzden
sapmışlardır.[408]
3 -Hz.
Peygamber'in yapmadığı bir şeyi yapıyor olarak hayallemesi caiz olsaydı;
kendisine gelmeyen bir şeyi de geldi olarak hayallemesi veya kendisine nazil olmayan
bir şeyi nazil oldu olarak hayallemesi de caiz olurdu ki, bunun mümkün
olmadığı, açıklamaya gerek olmayacak kadar açıktır.
Sihir hadisi ile
ilgili olarak önce şu hususları belirtmek istiyorum :
1-Herşeyden
önce hakikat şahıslarla bilinmez. Bilakis şahıslar hakka göre, hakikat ile
tanınır. îmam Muhammed Abduh, bu konuda yeni değildir. Kendisinden önceki
mutezili âlimlere tâbi olmuştur. Eğer yazar hakkı sadece şahsiyetlerle
tanıyorsa karşısında olduğumuzu bildirir ve O'na şöyle deriz : Sahih hadisle
amel ederek onu reddetmemek akıl ve mütevâtir nakle göre te'vil etmek, selef ve
halef ulemasının ekseriyeti tarafından kabul edilmiştir. Akı!, Kur'an ve müsbet
ilimle çeliştiğine dair basit bir şüpheden dolayı, hadisleri reddetmek, hiçbir
şekilde ilmi araştırma kaidelerine uymaz. Güvenilir sahih hadisler ikinci
derecede akideyi ilgilendiren meselelerde kesinlik arzetmese de zann-ı galib
ifade eder. Biz, Allah'ın varlığı ve tevhid gibi birinci derecede akidenin
temeli olan meselelerde sadece kat'i ve yakin bildiren naslara itibar
edildiğini inkar etmiyoruz.
îmam Muhammed Abduh,
Sihir hadisini reddetmiş-se O'ndan daha âlim, naklî ve aklî delilleri daha iyi
birleştiren el-Mâzeri Kâdi tyâz, ibn-i Teymiye, tbnu'l Kayyım, ibn-i Kesir,
Hafız ibn-i Haber ve Müfessir Âlusi gibi bir çok âlim de rivayet ve dirayet yönünden
sahih olarak kabul etmişlerdir. Binaen aleyh sihir hadisini sahih görenler :
«Hz. Peygamber'in başına gelen şeyin peygamberler için caiz olan ve her
insanın arız kaldığı bir çeşit hastalık olduğunu, cismâni bir rahatsızlıktan
başka bir şey olmadığını söylemişlerdir.» Hadisin bâzı varyantlarında
«yapmadığı bâzı şeyleri yaptığını hayal ediyordu,» ifadelerine yer verilmiş
ancak Sufyan b. Uyeyne'den gelen sahih rivayette bu hayalin akli bir durum ile
ilgili olmayıp bundan ne kastedildiği açıklanmıştır: «Hz. Aişe'den gelen
sözkonusu rivayette; «Resulullah'a sihir yapıldı, hatta kadınlara yaklaşmadığı
halde yaklaştığını zannediyordu.» denilmiştir. Süfyan, bunun sihrin en şiddetli
çeşidi olduğunu belirtmiştir. Kâdi tyâz da bu konuda şöyleder: «Muhtemelen
hadiste zikredilen hayalden kasıt şudur; yâni dinç hâlinden cimaa muktedir
olduğu hâlini anlıyor; ancak kadına yaklaştığı zaman sihirle bağlananların
durumunda olduğu gibi böyle olmadığını i ark ediyordu. »[409]
işle Süfyan b.
Uyeyne'nin rivayeti ile vKâdı lyaz'ın şerhi bu hadis hakkında varılması gereken
anlayıştır. Binaenaleyh bu takdirde hadisi reddedenlerin şüphesine sebep olan,
Hz. Peygamber'in ismeti ihlal edilmiş olmaz.
2-Hadisin
Kur'an'a muhalif olduğu doğru değildir. Müşrikler «siz sadece sinirlenmiş bir
adama tabi oluyorsunuz.»
sözleriyle Hz. Peygamber'e
sihir yapıldiğını bir müddet
değiştiğini sonra da şifa bulduğunu kastetmiyorlardı. Onlar, bununla yaptığı
ve söylediği herşe-yin hayal ve delilikten kaynaklandığını, O'na gelenin vahy olmadığını
kastediyorlardı, gayeleri risaletini inkar el-mek ve O'mın delirmiş olduğunu
yaymaktı. Bu konudaki âyetlere bakan herkes bunu açıkça anlayacaktır. Öyleyse
gayeler ve mevzular farklı farklıdır.
3 «Din dışı
şeylerde, olmayan hadiseleri oldu gibi hayal Iemesi caiz olsaydı; dini işlerde
de bu caiz olurdu» sözleri de doğru değildir. Daha önce de açıkladığımız gibi
hadisten anlaşıldığına göre sihrin etkisi, aklında değil, cisminde baş
göstermiştir. Rivayetin söylediklerine delalet ettiğini kabul etsek yine
sözleri yanlıştır. Zira vahy ve peygamberlik işlerini dünya işlerine kıyaslamak
yanlış bir mukayesedir (kıyas ma'al fank). Çünkü Hz. Peygamber dini işler
açısından, hata, tağyir ve tedbilden masumdur. Dünya işlerinde ise masum
değildir. Peygamber'in iki veçhesi vardır Birisi.insan oluşu diğeri resul
oluşu. Birinci veçhesine göre yani insan olması hasebiyle, sair insanlar için
caiz olan O'nun için de caizdir, sihir de buna dahildir. îkinci veçhesi yani
peygamber olması itibarıyla masum olduğu için, risaleti ihlal edecek durumlar
mümkün değildir. Sonra bu hadisi reddedenler Kur'-an'da Hz. Musa'ya nisbet
edilen sihirbazların ip ve asalarını, koşan yılanlar olarak hayallemesine ne
diyecekler? Mütevâtir Kur'an'ı da mı reddedecekler? Kur'an'da sabit olan
şeyleri kabul ettiklerine göre Musa (a.s.) kıs-sasındaki tahayyülü ismete
munafi addetmezlerken, ne oluyor da sihir hadisindeki tahayyülü ismete munafi
sayıyorlar?
Allah fenla, insanlar
peygamberleri uluhiyet makamına çıkarmasınlar ve onların da kendileri gibi bir
insan
olduğunu bilsinler
diye, onları muhtelif musibetlerle imtihan etmeyi dilemiştir; böylece onların
din ve risâleti tebliğ etmek uğruna katlandıkları musibetlerle Allah'ın
İndındeki makamları yücelir ve sevapları artar.
Ben, aklî ve nakli
delilleri te'if eden âlimlerin görüşlerini serdederek sözü uzatmak istemiyorum
sadece iki nakille yetinmek istiyorum :
1-İmam
el-Mâzeri der ki: «Bazı bidat ehli, nübüvvet makamını çiğniyor gerekçesiyle bu
hadisi reddetmişlerdir. Hadisten şüphe duyarak; onun ifade ettiği manaya
götüren her şeyin bâtıl olduğunu söylemişlerdi!.-İddialarına göre, «bunu
caiz görmek peygamberlerin getirdikleri şeriatlere güvensizlik meydana
getirir. Çünkü Cebrail'i görmediği halde gördüğünü, kendisine vahyedil-mediği
halde vahyedildiğini hayallediği ihtimalini de beraber getirir.» Bütün bunlar
doğru değildir. Çünkü Hz. Peygamber'in Allah'tan yaptığı tebligat konusunda
sıdk üzere olduğu ve bu hususta masum olduğu delillerle sabittir. Mucizeler
O'nun sıdk üzere olduğunu doğrulamıştır. Bunun hilâfına bir delili mümkün
saymak bâtıldır. Peygamber'in kendisi için gönderilmediği, risâlet ile alakası
olmayan dünyevi meselelere gelince, insanın arız olduğu şeyler O'nun için de
caizdir. Mesela hastalık gibi, öyleyse dini işlerde masum olduğu halde, dünyevi
bir işi hakikatte olmayan şekliyle hayal etmesi uzak değildir. Bâzıları
hadisten maksadın hanımlarıyla birleşnıediği halde birleştiğini hayallediği
olduğunu söylemişlerdir. Çoğu kere uykuda bile insan öyle görebiliyor öyleyse
uyanıkken de böyle hayallemiş olması uzak bir ihtimal değildir.[410]
2-İmam
ibnu'l Kayyım, Hz. Peygamber'e sihir yapıldığını ifade eden, hadisleri
zikrettikten sonra şöyle der : «Bu hadis hadisçiler nezdinde kabul görmüş ve
sıhhatinde ihtilaf edilmeyen sabit bir hadistir. Ancak bir çok kelamcı garip
görmüş ve şiddetle redderek yalanlamışlardır, hatta bâzıları bu konuda
müstakil eserler te'iif ederek «râvi Hişam b. Urve'ye yüklenmiş ve O'nun
hakkında söyledikleri en güzel söz O hata etmiş, durumu karıştırmıştır, yoksa
böyle bir şey filvakıa olmamıştır.» ifadesidir. Bunlara göre : Hz. Peygamber'in
-büyülenmesi doğru değildir. Zira o zaman kâfirlerin «... siz ancak büyülenmiş
bir insana uyuyorsunuz.» sözleri doğrulanmış olur... Yine bunlar derler ki,
peygamberlerin büyülenmeleri caiz değildir. Çünkü bu, Allah'ın onları himaye
edip koruduğuna munafidir.
Ehl-i ilmin yanında
yanında bunların da söyledikleri bu ifadelerdir. Çünkü Hişam, insanların en
âlimi ve güveniliridir. İmamlardan hiçbirisi hadislerini reddetmeyi
gerektirecek bir kusur bulmamıştır, bu kelamcıîann işi değildir.
Hişam'dan başkası da
bu hadisi Hz. Aişe'den rivayet etmiştir. Buhari ve Müslim sahih olduğunda
ittifak etmiş ve hiç kimse bu hadisin aleyhine bir kelime söylememiştir.
Kıssa, tefsir, hadis tarih ve fıkıh ehlince meşhurdur. Bunlar, Resulullah'ın
hallerini ve başına gelenleri ke-lamalardan daha iyi bilirler, tbnu'l Kayyım
sözlerine devamla : «Hz. Peygamber'e isabet eden sihir arızi olan bir
hastalıktı. Allah ona şifa verdi. Bu da hiçbir yönden ayıp veya bir eksiklik
değildir. Peygamberler hastalanırlar ve bayılırlar da; nitekim Hz. Peygamber
hastalığında bayılmış, ayaklan sürçerek düşmüş ve şakakları yarılmıştır. Bu,
O'nun Allah indindeki şeref ve derecesini yücelten musibetlerdendir. Peygamberler
en çok belaya maruz kalan kimselerdir. Annesiyle imtihandan tutun da ölüm,
dövülmek, sövülmek ve hapsedilmek şekillerine kadar İmtihan edilmişlerdir,
öyleyse Hz. Peygamber'in bâzı düşmanları tarafından büyülenerek imtihan
edilmesi yeni bir şey değildir. Nitekim kendisine taş atılmış ve yaralanmış,
secdede iken üzerine deve işkembesi atılmış ve bu şekillerde de imtihan
edilmiştir. Bunlar, O'nun için bir ayıp veya eksiklik değildir. Bilakis Allah
indindeki derecelerinin yüksekliğine ve kemâline çlelalet eder.»
İbnu'l Kayyım daha
sonra bu hadisi reddedenlerin bizim de belirttiğimiz şüphelerine cevaplar
verir.[411]
Burada Ebu Reyye'nin
yüzeysel araştırmasına bir örnek daha vermek istiyorum :
261. sayfada şöyle
der: «imam Muhammed Abduh, bu şekilde Garanik kıssası,, Zeyneb binti Cahş
hadisi-ye burada belirtmediğimiz birçok itikadı ve itikâdi olmayan hadisleri
reddetmiştir.»
işte bu söz, yazarın
ne kadar yüzeysel bir araştırıcı ve yetersiz bilgi sahibi olduğunu gösterir.
(Bir defa) Garanik hadisesi güvenilir ehl-i hadisin de işaret ettiği gibi
bâtıl ve uydurma bir haberdir, imam Abduh, doğmadan asırlar önce
reddedilmiştir. Muhammed Abduh'un yaptığı tek şey bunu bâtıl gören Kâd* lyaz
ve benzerleri gibi ilim ehlinden nakiller yaparak gene kendi güzel üslubuyla
açıklamasıdır. Sadece bâzı izafelerde bulunmuştur. Aynı şekilde Zeyneb bint-i
Cahş hadisi de hadis ehl-i nez-dinde mevzudur. Hafız ibn-i Hacer, Fethu'l
Bari'd e, uzun
uzun üzerinde durmuş
ve aslının olmadığını izah etmiştir, imam Abduh, eskilerin sözlerini güzel bir
şekilde aktarmadan öteye geçmemiştir. Yazarın haksız yere, dil, uzattığı ve
doğrudan uzaklaştığı açığa çıkmıştır.
261 ve 262.
sayfalarda, Muhammed Reşit Rıza'dan bâzı nakillerde bulunur. Bu nakillerde bâzı
serzeniş ve muâhazalar vardır. Dikkatli bir okuyucu önceki bölümlerde
yazdıklarımız içersinde bu serzenişlere cevabı bulacaktır. Biz, hakkı kişilerle
tanıyanlardan değiliz. Kişiler ancak hakk'(ın ölçüleriyle) tanınırlar. Bilhassa
(asrımızda) onların gördükleri hadis ilmini biz de tahsil ettik, onların aklı
varsa bizim de aklımız var araştırmada edindiğimiz metod, delilsiz hiçkimsenin
sözlerini kabul etmemek ve reddetmemektedir. [412]
Yazar 262. sayfada
«Mütevatir hadis yoktur» başlığı altında şunları yazıyor: «Mütevatir hadis
oldukça azdır... Bâzıları «Her Hm bana bir yalan isnad ederse cehennemdeki
yerini hazırlasın» hadisi ile havz-i Kevser ve birkaç hadisten başka lafzen
mütevatir hiçbir hadisin olmadığı kanaatindedir...» Biraz sonra dipnotta; «Biz
41. sayfada Ibn-i Hacer'in yukarıda (manasım verdiğimiz) hadisin mütevatir
olduğu görüşünü reddettiğini naklettik.» der. Havz-ı Kevser ile ilgili hadisin
metni üzerinde yorum yapmış ve alay ederek : «işte hadisçilerin mütevatir
dediğine bir örnekdir» (ifadesiyle sözlerini bitirir.)
Cevap:
1- Mütevatir
lafzı ve mânevi olmak üzere iki kısma ayrılır. Birinci kısmı az ikinci kısmı
çoktur.
2- Sözkonusu
hadisin mütevatir olmadığı görüşünü Hafız ibn-i Hacer'e nisbet etmesi O'na bir
iftiradır. Daha öncede belirttiğimiz gibi Hafız îbn-i Hacer, başkalarına ait
bu görüşü almış ve reddetmiştir. Aynı şey başka hadisler için de sözkonusudur.
Fakat yazar Hafız ibn-i Hacer'e mal ederek, emanete ihanet etmiştir, kitabı bu
tür hıyanetlerle doludur,
3-Havz(-ı
Kevser) ile ilgili naklettiği rivayetin lafızları üzerinde durmak istemiyorum.
Buharı, Sahih'inde Abdullah b. Amr b. As tarikiyle Hz. Peygamber'in şöyle
dediğini nakletmiştir.: «Benim haram bir aylık yol genisliğindedir. Suyu sütten
beyazdır. Kokusu miskten daha güzeldir. Taslan gökteki yıldızlar gibi, O'nun
suyunu İçen ebediyyen kanmaz.»[413]
Müslim de aynı lafızlarla rivayet etmiştir[414]
Hadis farklı varyantlarla birçok saha-bi tarafından rivayet edilmiştir. el-Kâdi
(lyaz) el-Kurtu-bi, Hafız ibn-i Hacer ve başkalarının belirttiği gibi hadis,
mütevatirdir. Hafız ibn-i Hacer Fethu'l Bari de bu hususda şöyle der:
«el-Kurtubi «el-Mufhim» adlı eserinde Kadı îyaz'a uyarak şöyle der: Her
mükellefin, Allah tarafından Hz. Peygamber'e tamamı gözönünde bulundurulduğu
zaman, kati bilgi ifade eden meşhur
hadislerde ismi, sıfatları ve şarabı (içecek) sarahaten belirti^ Ien bir
havuz'un tahsis edildiğini bilmesi ve inanması vaciptir. Çünkü 20 küsuru Buharı
ve Müslim'de olmak üzere otuz küsur sahabi
tarafından rivayet edilmiştir. Gerisi, Buharı ve Müslim'in dışında
rivayet yönünden meşhur ve sahih olarak rivayet edilmiştir. Sahabeden de onlar
kadar tabii rivayet etmiştir. Onlardan sonra da iki katı naklederek devam etmiş
ve günümüze kadar gelmiştir. Ehl-i sünnetin selef ve halef uleması hadis üzerinde
icma etmiştir. Sâdece ehl-i bidatten bir taife, zahiri manasım çevirerek
reddetmişlerdir. Bunlar aklen zahiri manasını çevirmeye ve te'vil etmeye gerek
olmadığı halde, tev'ilinde ileri gitmişlerdir. Binaenaleyh mânasını tahrif eden
selefin icmâına karşı çıkmış ve Halef imamlarının görüşlerinden ayrıJmıştır.»[415]
İbn-i Hacer daha sonra bu hadisi Haricilerin ve bâzı mule/.ililerin reddettiğine
yer verir. Hafız ibn-i Hacer daha sonra bu hadisi Haricilerin ve bâzı
mutezililerin reddettiğine yer verir.
Hafız ibn-i Hacer, bu
hadisin bütün varyantlarını ve sahabeden rivayet edenleri tetkik etmiş ve
elliden fazla sahabiden geldiğini ortaya koymuştur. Bu meyanda o şöyle der:
«Hbu Hureyre, Enes b. Mâlik, ibn-i Abbas, Ebu Said ve Abdullah b. Amr gibi bir
çok sahabi hadisi bû/ı fazlalıklarla rivayet etmişlerdir. Bunların rivayet ettikleri
hadislerin bir kısmı, sâdece havz'ın varlığını ifade eder, bir kısmı havzın
sıfatlarını ve kimlere nasib olacağını belirtirken bir kısmı da kimlerin
oradan kovııla-cağına yer verir. Buharî'nin bu babta yer verdiği hadisler de
böyledir. İ9 farklı varyantı mevcuttur. Muteahhi-rinden bâzı âlimlerin seksen
sahabiden geldiğini tesbİt etliklerini
öğrenmiş buhınuyomz.»
MütevaLir, ehl-i ilmin
icmaıyla sölyeyene nisbetle ya-kin ve katiyyet ifade eder. Hbu Reyye ve O'nun
gibi bu hadisleri inkar edenlerin, Hz. Peygambcr'den mülevâür olarak gelen
haberleri reddetmenin ve onunla alay
etmenin hükmü konusunda görüşleri nedir acaba. O'na göre iman ve küfür yönünden
durumlarının ne olduğu görülebilir? [416]
Ebu Reyye, kitabının
269. sayfasından itibaren meşhur hadis kitaplarından bahseder. Her kitabın
yazarının kısa bir hat tercemesine, her kitabın hadis kitapları arasındaki
konumuna değinir. Anladığım kadarıyla yazar bu konulan işlerken güzel
yönlerinden çok kusurlu yönlerini vermeye itina göstermiştir. Bunu da
gerçekleştirmek için inceleme ve araştırmaya tâbi tutmadan şundan bundan
rivayet avına çıkar. Kitabını, telif gayesi olan, hadis ve muhaddislerin
değerini düşüren, onları rivayet ettiklerini düşünmeyen, sâdece birer bilgi
hammah olduklarını gösteren her rivayete yer verir. Oysa hakkı arayan ve
gayesi hak olan bir araştırıcıya yaraşan, rivayetleri öh çüp biçmek ve
aralarını mukayese ederek sened ve metin yönünden ya da akıl ve nakil
bakımından tercihe şayan olanları seçmektir. Yoksa gözleri sadece kusurlara
açmak ve iyilikleri, güzellikleri görmemezlikten gelmek değildir. Çünkü böyle
yapmak adalet sahibi olmayan araştırıcıların karıdır. Böylelerinin hakka ve
doğruya ulaşmaları oldukça zordur.
Şimdi yapacağım
nakiller bu sözlerimizi doğrulayacaktır, bizzat görmek, işitmek gibi değildir.
273. sayfada «ibn-i
Main'in imam Mâlik'i Tenkidi» başlığı altında Yahya ibn-i Main, «îmam Mâlik
hadis ehli değildir rey ehlindendir» sözünü, ayrıca el-Leys b. Sâd'ın «imam
Mâlik'e yetmiş mes'ele saydım hepsi sünnete muhalifti, O da bunu kabul etti»
sözünü nakleder. Biraz önce söylediklerimize en güzel delil budur:
îmam Mâlik kadar,
ulemanın büyüklüğünde ittifak ettiği başka bir imam hemen hemen mevcut
değildir. Ancak yazar, îmam Mâlik hakkında bütün âlimlerin Övgülerini
bırakarak heybesinden sâdece bu iki nakli veriyor. Mağribli Hafız İmam ibn-i
Abdi'! Berr'in «el-intikş fi fedailis-Selaseti'l Eİmmeti'l Fukaha» adlı eserine
müracaat ettim. Gördüm ki on küsur sayfayı Süfyan b. Uyeyne, Şu'be, ibnu'l
Haccac, eş-Şâfiî, Ahmed b. Hanbel, Abdurrahman b. Mehdi ve Muhammed b. Hasen
gibi imamların, imam Malik'e yaptıkları övgülere ayırmiştır.[417]
îbn-i Main'den yaptığı
rivayet, ibn-İ Abd'l Berr'gibı güvenilir âlimlerin naklettikleri Yahya b.
Main'in İmam Mâlik'e övgülerini ihtiva eden haberlere terstir. îbn-i Ab-di'i
Berr kendi isnadıyla ibn-i Main'in şöyle dediğini nakleder : «Nafi'in Eyyub ve
Abdullah b. Ömer'den naklettiği rivayetleri alanların en-güveniliri İmam
Mâlik'tir. İbn-i Ebi Meryem Yahya b. Main'e «senin kalında c!-Lı*ys mi yüksek
yoksa Malik mi?» diye sorar. îbn-i Main «Malik» diye cevap verir. Yine ibn-i
Main, Mâlik hakkında şöyle der : «Mâlik, Allah'ın mahlııkatına olan
hüccetlerin-dendir.» ibn-i Main'e uygun düşen de bunlardır. Farzede-lim ki
yazarın ibn-i Main'den naklettiği rivayet doğru olmuş olsun; bir araştırıcı
olarak yazara düşen her ikisini de naklederek mukayese etmektir. En azından
ikisini belirtip bir tarafı tutmaktır. Ta ki okuyucular durumu iyice
anlasınlar. Sonra ibn-i Main'in, İmanı Mâlik hakkında «O, hadis ehli değildir»
sözü nasıl doğru olabilir. O'nun kitabı el-Muvatta bugün elimizdedir. Birçok hadİsci
katında rivayet ettiği merfu hadisler Buharî ve Müslim mesabesindedir. Bakın
îmam Şafii, O'nun hakkında ne diyor: Mâlik'ten sana bir hadis gelirse iki elinle
sarıl» Başka bir rivayette «sana bir haber gelirse, Mâlik'ten ise yıldız
gibidir.»[418]
el-Leys b. Sâd'ın
sözüne gelince, burada Mâlik'e yönelik herhangi bir kusur yoktur. Zira
hadislere muhalefet inat ve kibirden dolayı olursa o zaman bir kusur teşkil
eder. Fakat içtihad ve delil yönünden muhalefet edilirse değil. Her imama
bütün hadislerin ulaşmış olması şart olmadığı gibi, imamların her hadisle amel
etmesi de şart değildir. Çünkü gördükleri hadis mensuh olabilir, ya da bir
konuya has veya mukayyed olabilir. Bunun gibi birçok sebeplerle tercih
edilmemiş olabilir. [419]
274. sayfada «Buhari,
mâna ile rivayet ederdi» başlığı altında Hatib Bağdadi'nin «Tarîh-i Bağdad»
adlı eserinde, Buharî'den naklettiği şu söze yer verir: «Nice hadisleri,
Basra'da işttim Şam'da yazdım, nicelerini de Şam'da duydum Mısır'da yazdım»
Kendisine «hadisleri aynen tamamım mı» diye sorulduğunda sükut etmiştir.
îbn-i Hacer:
«Buharî'deki nadirattan birisi de Hz. Peygamber'e sihir yapıldığım bildiren
hadiste olduğu gibi bir tek isnadla tam olarak iki farklı lafızla rivayet etmesidir.»
Buhari mâna ile
rivayeti caiz görenlerdendir. Ancak Buharî'nin bu sözünde mâna ile rivayete
delalet edecek hiçbir şey yoktur. Bu sözden anlaşılan tek şey bir şeyi işittiği
zaman ona uygun bir yer, bölüm bulmadan yazmıyor oluşudur. Kendisine sorulan
soruyu sükutla karşılaması, O'nun mâna ile rivayet ettiğine delil olmaz. Olsa
olsa hadisin sadece bir kısmına yer vererek ihtisar \;tmiş olmasına delalet
eder. Nitekim, kitabındaki meiodu da böyledir. Bir tek hadisi bölerek (Takt'i)
her bahta uygun olan bölümüne yer vermişi ir. Hafız ibn-i Hııcer'den yaptığı
nakilin ise uzaktan yakından mâna ile rivayete dair hiçbir alakası yoktur.
îbn-i Hacer'in böyle bir maksadı yoktur. Bunu sihir hadisi münasebetiyle söylemiştir.
Çünkü Buhari, bir defa O'nu İbrahim b. Musa'dan «bir gece ya da bir gündüz»
diyerek tereddütlü olarak rivayet etmiş; diğerinde ise aynı şahıstan «birgün»
diye tereddütsüz olarak rivayet etmiştir. İbn-i Hacer, Önce şüphenin
Buharî'den kaynaklandığını zannetmiş daha sonra bunun Buharî'nin şeyhinin şeyhi
İsa b. Yunus'lan ne'şet ettiğini anlamışttır. İki rivayete yer verip şüphenin
Buharî'den kaynaklanmadığını belirttikten sonra aynen şöyle der: «Kesinlik
ifade eden ikinci rivayetten anlaşılıyor ki, Buharî'nin şeyhi İbrahim b. Musa
bir defa cezm sigasıyla bir defa da tereddütlü olarak rivayet etmiştir. Bu
konuda zikredeceğim ihtilaf da bunu teyid eder. Buharî'nin bir hadisi tam
olarak bir isnad ve iki lafızla rivayet etmesi nadirattandır.»[420]
Görüldüğü gibi yazar
sözü rastgele araştırmadan almış ve hem Buharî'ye hem de ibn-i Hacer'e iftira
etmiştir.
Yazar 274. sayfada
«Buharî'nin, kitabı henüz müsvedde iken ölmesi» başlığına yer verir. Daha
sonra yine îbn-i Hacer'in Fethul Bâri'sinden.konu ile ilgili nakiller yapar ki,
hiçbirisi bu başlığa ve arkasındaki maksada şe-hudut etmez. Yazarın, böyle bir
başlık atmaktan maksadı, bilmeyenlere Buharî'nin, kitabı müsvedde hâlinde
ikt*n Öldüğünü daha sonra başkalarının temize çektiğini, bunların da gereken
itinâyı göstermedikleri intibaını vermektir. Bütün bunları güvenilir hadis
kitaplarına şüphe düşürmek için yapmıştır.
Oysa gerçek şu ki,
Buharı, kitabını temize çekip son derece güzel şeklini verdikten sonra vefat
etmiştir. Hafız ibn-i Hacer'den yaptığı nakil, Buharî'nin temize çektiği bab
başlıkları ile ilgilidir. Yani o bazı bablar altında hiçbir hadise yer
vermezken, bazı hadisleri de zikretmiş ancak başlık koymamıştır. Yazarın yer
verdiği bu nakil, Sahih-i Buharî'nin, bir asılda yazılı olduğuna delilidir.
Ebu İshak el-Müstemli şöyle der : «Ben Sahih-i Bu-hari'yi, Buharî'nin arkadaşı
Muhammed b. Yusuf el-Fer-bevî'nin yanındaki asla göre İstinsah ettim, bazı
şeylerin tamamlanmadığını gördüm (bu eksiklerden birisi) bazı başlıklar altında
hadis yokken bazı hadislerin de başlığının olmaması idi. Bunun üzerine bir
kısmını diğer kısmına iliştirdik.»
Ebu Cafer Mahr^nd b.
Ömer el-Ukeylî'nin şu sözü Buharî'nin, kitabım yazıp hadis imamlarına arz etmeden,
ölmediğine en btryük delildir.: «Buharı kitabını te'-lil ettikten sonra Ahmed
b. Hanbel, Yahya b. Main ve Aii b. el-Medini gibi imamlara arzetti. Onlar da
dört hadis hariç hepsinin sahih olduğuna şehadet ettiler.» Ukay-li bu sözün
bizzat Buharî'ye ait olduğunu nakleder. el-Fer-bevî'nin şöyle dediği
nakledilmiştir. «Buharî; gusledip iki rekat namaz kılmadan kitabıma hiçbir
hadisi yazmadım dedi.» Bunun başlıca sebebi ilmi bir içtihada varmak ve akli
bir araştırma yapmak için kalbi güvenle birlikte ruhî ilhamı da hasıl
kılmaktır. Buharî'nin son derece sahih bir hadis kitabı, meydana getirmek
amacıyle hadisleri elemek ve seçmek için gösterdiği gayretin en güzel delili şu
ifadelerinde yer bulmuştur : «Ben, bu kitabımdaki hadisleri altryüzbin hadis
arasından seçtim.» Ayrıca Buharî'nin kendi kitabını bir çok talebesine rivayet
ettikten sonra vefat ettiği meşhurdur. Nitekim bugün elimizde olan şekliyle
bütün hadislerini ihtiva ederek asıl nüshasından istinsah etmek için, bu
talebeleri yarışmıştır. [421]
286. sayfada Ahmed
Emin'den alıntılar yapmıştır. Özet olarak; cerh ve tâdil imamlarının, cerh ve
tâdil kaidelerinde açıkça ihtilaf etmeleri, bunların sebepleri, bâzılarının
çok sıkı davranarak devlet ricali ile ilişkisi olanların hadislerini kabul
etmedikleri, bazılarının çok vakur bir tavır takınarak bir mizahta bulunan
kimsenin hadislerini reddettikleri, bunlara binaen şahıslar hakkında çok
ihtilaf ettiklerine dairdir. Buna örnek olarak da ibn-i Ab-bas'ın azadh kölesi
İkrime verilir. Çünkü dünyayı hadis ve tefsirle doldurduğu halde, «bazıları
yalancılık ve harici görüşler taşımak, kralların hediyelerini kabul etmekle
suçladıkları halde, yalanlarından birçok şey rivayet ettiler.» Sözlerini şöyle
bitirir: «Nitekim Buharı, îkrime'-nin sıdkına kail olmuş ve Sahîh'inde ondan
birçok hadis rivayet ederken Müslim, kizbinc kanaat getirmiş ve Hac bahsinde
Said b. Cubeyr'in bir, hadisine takviye babında getirdiği bir hadis hariç,
hiçbir rivayetine yer vermemiştir.»
Bu sözlerin bir kısmı
doğru, bir kısmı yanlıştır. Ha-dişçilerin cerh ve tadil sebeplerinde ihtilaf ettikleri
doğrudur. Ancak bu ihtilafı rical hakkında hüküm vermeye vesile edinmek
yanlıştır. Onlar bazı sebeplerde ihtilaf etmişlerse de, ekseriyetinde ittifak
halindedirler. Sonra neden cerh konusunda katı davrananlar kınanıyor ki? Bu,
rivayette son derece ihtiyatlı davranmaya götürür, zararlı bir şey değildir.
Eğer muhaddisler bu konuda gevşek davransalardı, onların başına ilk kalkan,
bundan dolayı kalkardı. Bu konuda hakikati öğrenmek isteyenler ibn-i Hacer'in
Fethu'l Bari mukaddimesine bakabilirler.[422] tbn-i
Hacer, bu mukaddimesinde, tkrime'nin lehinde ve aleyhinde söylenenlere yer
verdikten sonra buradaki yalandan maksadın hata olduğunu açıklar. «Çünkü hicaz
ehlinin dilinde yalan., her türlü hata anlamında kullanılırdı.» der. Bunun en
güzel delili: «Şayet Kizbden maksat yalan olsaydı Müslim o bir hadisine de yer
vermezdi. Yalan, sahibinden rivayeti haram kılar ki, muhaddisler bu hususta
ittifak etmişlerdir. Hafız ibn-i Hacer, tkrime'ye dil uzatanlara, birbir cevap
verdikten sonra, özet olarak onun sika olduğunu, Buharî'nin sika saymasının
bunun için yeterli olduğunu bildirir. Fazla malumat edinmek isteyenler, rical
tenkidi konusunda hatalı bir araştırmanın nasıl yapıldığım görmek için Fethu'l
Bari'nin mukaddimesine müracaat edebilirler. [423]
Yazar 277-279.
sayfalarında Reşit Rıza'nın sözlerini nakletmiştir. Bu sözlerin de bir kısmı
yanlıştır. Herşeyden önce biz şahıslara kul olmayız. Nerede olursa olsun
ancak Hakk'a boyun
eğeriz. Bu noktada yazara îmam Mâlik'in şu sözünü hatırlatmakta yarar görüyorum:
«Şu kabrin Hz. Peygamber'in türbesini
göstererek sahibi hariç herkesin görüşleri hem alınır hem de reddedilir.»
Ayrıca Reşit Rıza'nın
sözleri, yazarin maksadı olan hadislere ve Sahih-i Buharî'dekİ hadislere dil
uzatmaya yönelik değildir. Binaenaleyh O, Buharî'de âlimlerin tarif ettikleri
tarzda uydurma hadislerin mevcudiyyetini kabul etmemiştir. İbaresi aynen
şöyledir: «Hadis ilminde mevzu hadise getirilen tarif doğrultusunda Buharî'de
mevzu hadislerin varlığını savunan görüş yanlıştır. Hiç kimse de bunu
isbatlayamaz; ancak çok az hadisler var ki metni vaz alameti olarafc sayılan
şeylerden hûli değildir.»
Az olduğu söylenen bu
hadisler üzerinde derin bir inceleme ve araştırma yapıldığı zaman ,bunun da
yanlış olduğunun ortaya çıkacağını belirtmek isterim. Reşit Rıza'nın sözleri
arasında örnek olarak yer verdiği, sihir ve sinek hadisleri hakkındaki hakikati
daha önce belirtmiştik. [424]
284. sayfada Buharı ve
Müslim'in ittifak ettiği hadislere örnek olarak Hz. Peygamber'in, Hendek
savaşı günü «hiç kimse Ben-i Kurayza'ya varmadan ikindi namazını kılmasın»
hadisine yer verir, bir başka varyantında ise Öğle namazı olarak geçer.
Daha önce bu konunun
gerçek yönünü izah ettik, yazar burada Hafız ibn-i Hacer'in sözlerini tahrif
ederek gereği gibi anlamamıştır. [425]
290-291. sayfalarında
Ebu Reyye, şunlan yazıyor: «Görüldüğü gibi hadisçiler Buharı ve Müslim'in
birçok rivayetini illetli bulmuşlardır. îbn-î Hacer'in Buharî Şerhi ile
Müslim'in Nevevi şerhine baktığımızda bir çok müşkü ile karşılaşıyoruz. Bu
müşkülen içeren müteaddid eserler yazılmıştır. Sahih diye isimlendirdikleri
Buharı ve Müslim bütün bu illet ve tenkidlere maruz kalmış ve bütün bunlar
söylenmişse bunlardan başka bazı israili
ve manayı hatalı naklettikleri rivayetlerle dolu olduğunu bir tarafa bırak o
zaman Buharı ve Müslim'in dışındaki hadis kitaplarının nasıl olduğunu tahmin
et. Müsnedîeri söylemiyorum Zira bunlardaki hadislerin güvenilir tarafı yoktur.
Selin önündeki çer çöp gibi hiçbir konuda itimad edilmez.»
Cevap:
Görüldüğü gibi yazar
okuyucuya bırakın sair hadis kitaplarım ve Müsned'leri, Buharî ve Müslim'in
dahi zayıf ve mevzu hadislerle dolu olduğu intibaını vermek için demegoji ve
saptırmalara başvurmuştur. Bunlar yeni şeyler değildir. Biz, Darekuînî ve
başkalarının bazı hadislerini tenkid ettiklerini biliyoruz. Ancak bu, o
hadislerin zayıf veya uydurma olduğu manasına gelmez. Binaenaleyh
(ed-Dârekutni) Buharî ve Müslim'in kitaplarında gerekli gördükleri yüksek
sıhhat derecelerini düşürdükleri hadisleri tenkid etmiştir, ibn-i Haccr Fethul
Bari mukaddimesinde, İmam Nevevi de Müslim şerhinde tenkid eden bu hadisler
konusunda bir bir cevap vermişlerdir. Tenkid edilen bu hadislerin büyük bir
kısmının cevabı son derece basittir. Bazılarında zorlanmışlardır ki bu da
Sahihayn'de oldukça azdır. Cevaplarında ulemanın zorlandığı bu kadar az hadis
dolayısıyle yazarın bu derecede serzenişte bulunması adalet ve insaf
Ölçüleriyle bağdaşırmı?!!
Burada ibn-i Hacer'in
Fethu'l Bari mukaddimesinde tenkid edilen hadislere bir bir cevap verdikten
sonra söylediklerini aktarmak istiyorum.. Şöyle diyor İbn-i Hacer : «îsnadlarm
illetlerini bilen, gizli tariklere muttali olan, hadis hafız ve tenkidçilerinin
bütün tenkidlcri bunlardan ibarettir. Kaldı ki hepsi Buharî'nın münferid
kaldığı hadisler değildir. Bilakis çoğunda Müslim de iştirak etmiştir. Hem
Buharî hem de Müslim'de tenkide uğrayan hadisler 32 hadistir. Buharî'nın
münferid kaldığı sadece 78 hadisdir. Hepsi de kusurlu değildir. Bütün bir kısmının
cevabı açıktır kusur defediîmiştir. Bazılarının cevabı muhtemeldir. Bölümün
başında da özet olarak belirttiğim gibi net olarak cevabı mümkün değildir
Bunlardan her hadisin olumlu yönlerini izah ettim.» Yazar,hu konuda
yazdıklarımız üzerinde düşünecek olursa Buhari'nin ne kadar yüce bir şahsiyet
olduğunu, eserinin ne kadar büyük bir eser olduğunu anlar. Ehl-i ilmin
öncüleri eski vo yeni musanneflere bu kitaptaki hadisleri kabulde bunu öncelik
tanımışlardır. Elbette asabiyet sahibi olup kafadan reddedenle, meri kaidelere
bağlı olarak insafla karşı çıkan bir olmaz. [426]
İmam Nevevi de Müslim
Şerhi'nin Mukaddimesinde şöyle der : «Bir grup âlim, Buharî ve Müslim'in
gerekli gördükleri şartlan uygulamadıkları hadisleri çıkarmıştır. Bunların
hepsine veya bir kısmına cevap verilmiştir. Allah izin verirse yerinde
görülecektir.»
Bu iki büyük imamın
görüşlerini atıp Ebu Reyye'nin tahrifatlarını mı alalım? [427]
291. sayfada hadis
kitapları arasında İmam Ahmed'-in Müsned'ine yer vermeyişinin sebebini şöyle
açıklıyor : Bu kitaba ve sayısı kabarık olan «Müsned»Iere. yer ver-meyişimizin
sebebi şudur : Âlimler bu kitapları tartışmışlar ve bunlara güvenilemeyeceği,
bunlardan delil getiri-lemîyeceği hükmüne varmışlardır. Şu kadar var ki: Müslümanlara
hakiki veçhesini ortaya çıkarmak için bunların en meşhuru olan Ahmcd b.
Hanbel'in «eI-Müsned»ine değinmek istiyorum.» daha sonra sözlerini
deliİlendirmek İçin Şeyh Tâhir el-Cezâiri'nin «Tevcühu'n Nazar» adlı kitabından
şu naklilerde bulunuyor : «Müsnedîere gelince hu kitaplar derece itibariyle
Sünen'Ierden aşağıdır. Bu eserler babJara ayrılmadan, her sahabmin rivayet
ettiği hadisleri, ayrı ayrı alan kitaplardır. Bunların musannif-laıının
âdetleri sahih olsun olmasın bir sahabîden gelen rivayetleri toplamaktır. Dolayısıyle
buradaki hadisleri mutlak olarak
(araştırmadan) hüccet olarak almak doğru değildir.» Tahir el-Cezâiri'nin
sözleri bunlardan ibarettir. İbhu's-Salah ve başkaları da daha önce aynı
şeyleri belirtmişlerdir. Yazar, ibnu's-Salah'ın sözlerini de nakletmiştir.
Biz Miisned'Ierin
Sahih ve Sünen kitaplarının altında olduğunu kabul ediyoruz. Ancak bizim
şiddetle reddettiğimiz husus; imamların buradaki hadislere hiç itibar
etmedikleri iddiasıdır. Yazarın sözü ile âlimlerin «Mutlak olarak oradaki
hadisler hüccet kabul edilmez» sözü arasında büyük fark vardır. Bu farkı küçük
bir talebe dahi farkeder, Ne varki yazar, kin dolu kalbi ve tersyüz olmuş akh
ile öyle anlamıştır. İmamların demek istedikleri kayıtsız olarak bunlardaki
hadislere teslim olmamaktadır. Çünkü sahih, hasen ve zayıf hadisler beraber
bulunmaktadır. Sahih ve Hasen hadis delil olur, ama zayıf hadis bütün
çeşitleriyle delil olmaz. İşte bunun için alimler, müsnedlerdeki hadislerin
derecelerini ve delil olmaya uygun olup olmadığını araştırmayı gerekli görmüşlerdir.
Şu bir gerçektir ki : İmam Ahmed'İn Müsned'inde-ki hadislerin büyük bir
çoğunluğu sahih ve hasen olup delil olmaya elverişlidir. Oradaki birçok hadis,
Buharı, Müslim ve diğer güvenilir hadis kitaplarında da vardır. Biz, Müsned'de
zayıf hadislerin hatta az da olsa uydurma hadislerin varlığını reddetmiyoruz.
Ancak bunların tla çoğunluğu oğlu Abdullah'ın ve Ebu Bekr el-Kâti'nin ekledikleri
ziyâdelerindendir. Bunun da bir tehlikesi yoktur; çünkü ahkam konusunda
olmayıp hep fedail (faziletler) hakkındadır. Daha sağlam bilgi isteyenler
Merhum Şeyh Ahmed Şâkir'in tahkiki ile yazılan «Talaiul Müsned» adlı kitaba
müracaat edebilir.
İşin ilginç taraf ı
yazar bundan sonra âlimlerin, İmam Ahmed'İn Müsned'i hakkındaki görüşlerini
nakleder ve ük önce de İmam ibn-i Teymİye'nin sözleri ile başlar. Ne var ki,
yazarın bu imamdan yaptığı tüm nakiller yazarın iddiasını reddetmektedir. îbn-i
Teymİye'nin söylediği tek şey, Müsned'İerde yer alan her hadisin delil
olmayacağıdır. Bunlarda sahih hadisler olduğu gibi, sahih olmayanlar da
mevcuttur. Gerek ibn-i Teymiyye gerekse başka âlimler, zayıf bilinen bâzı
râvilerden almalarına rağmen yalanı ile bilinen kimselerden asla rivayet
almazlar...» İbn-i Teymİye'nin yazarın anladığı gibi Müsned'de mevcut olan
hadislerin zayıf olup delil olmaya elverişli olmadığını söylemiş olması mümkün
değildir. Binaenaleyh kitaplarında İmam Ahmed'İn Müsned'inde rivayet ettiği
birçok hadislerden delil getirmiştir. İbn-i Teymiye gibi birisinin sahih ya da
hasen görmediği hadisleri hücceL olarak
alması makul değildir.
Câlib-i dikkat bir
husus ta yazarın âlimlerin el-Müs-ned'deki zayıf hadislere olan tenkidlerine
fazlaca yer verirken bir kelime de olsa güvenilir imamların el-Müs-ned'in
güvenilir hadis kitapları arasındaki yeri ile ilgili söylediklerine yer
vermemiştir. Bu da kötü niyet ve maksadının bir belirtisidir.
Şimdi Müsned hakkında
herşeyi ortaya koyabilecek değilim; ancak bâzı âlimlerin onun hakkındaki
-sözlerini nakletmekle yetineceğim. Rivayete göre îmam Ahmed'in oğlu Abdullah
şöyle der: «Babama kitap yazmayı hoş
görmediğin hakle neden el-Müsnedi yazdın?» diye sordum. Bunun üzerine şöyle
cevap verdi: «Bu kitabı öncü olsun diye, yâni insanlar Resulullah'ın sünnetinde
ihtilafa düştükleri zaman O'na müracaat etsinler diye yazdım.» Yine rivayete
göre bu kitabı te'lif ettiği zaman oğlu Abdullah'a': «bu Müsned'i koru, çünkü o insanların müracaat edecekleri bir
kitab olur.» Şurası tartışma gÖ-türmeyun bir gerçektir ki : îmam Ahmed, sözü
evirip çevirmekten, kitabını boş yere Övmekten uzak bir insandır. Eğer dünya
malında ve makamında gözü olsaydı halku'I Kur'an (Kur'an'ın yaratılmış olması)
fitnesinde ağzından çıkacak bir tek kelime yeterdi. Ancak o insanlık tarihi boyunca
şerefli ve baki kalacak bir makamı seçmiştir.
Büyük imam Ebu Musa
el-Medini şöyle der: «Bu kitap yani
Müsned hadis ehli için güvenilir bir kaynak
ve büyük bir asıldır. Ondaki hadisler birçok hadi» ve rivayetler arasında
seçilmiştir. Sahibi onu, münakaşa konulannda baş vurulacak bir sığmak ve
güvenilir bir kaynak olarak bırakmıştır.» Rivayet edilir ki: Ebu'l Hüseyn Ali
b. Muhammed el-Yuninî'ye, «Kutub-u Sitte'yi ezberlediğini duyduk, nasıl
ezberledin?» diye soruldu. Oda «imam Ahmed'in Müsnedini ezberledim çünkü diğer
kitaplarda olup ta O'nda olmayan çok azdır.» dîye karşılık verir. Hafız ibn-i
Hacer de «Ta'cilu'l Menfaa Bir Ricâli'l Erbaa» adlı eserinde öyle der :
«el-Müsned de aslı olmayan üç dört hadisten başka hadis yoktur. Bunlardan bir
tanesi Abdurrahman b. Avf'ın sürünerek cennete gideceğini bildiren hadistir.
Bu konuda da o mazurdur. Çünkü bu, îmam Ahmed'in üzerinin çizilmesini emrettiği
hadislerden olup unutularak terkedilen ya da çizdiği hakle yazılanlardır.»
Bütün bunlar, yazarın
298. sayfada Müsned hakkında sonuç olarak yazdıkları ile bağdaşıyor mu? bakın
ne yazıyor : «Bunlar büyük imamların Müsned hakkında söylediklerinden
gördüklerimizdir. Bu nakiller onun tanımı ve kıymeti hakkında fikir vermeye
kâfidir. Hiç de meşhur olduğu gibi değildir. îtimad edilmeyen, içindeki hadisler
hüccet olarak kabul edilmeyen diğer müsnedler gibi bir Müsned'dir. [428]
Ebu Reyye, kitabının
300. sayfasında Hadisçilerin metindeki hatalarla ilgilenmediklerini belirterek
bu konuda Şeyh Tahir el-Cezâiri ile Reşit Rıza'dan nakillerde bulunmuştur.
Şahıslara köle olmadığımızı sadece Hakka boyun eğdiğimizi burada tekrarlamak
istiyorum.
Cevap:
Bu iddiayı daha önce
müsteşrikler de ortaya atmış ve onların eteklerine yapışan çağdaş yazarlar
tarafından
sakız gibi
tekrarlanmıştır. Bu iddia tamamen yanlış bir iddiadır. Çünkü hadisçiler isnad
tenkidi ile ilgilendikleri gibi, metin tenkidi ile de ilgilenmişlerdir. Onlara
göre hadisler, mevzu, metruk, münker, şaz, maklub, muztanb ve muallel gibi
kısımlara ayrılırlar. Bunların büyük bir kısmı isnada yönelik olduğu gibi
metne de yöneliktir. Yazarın kendisi hadiscilerin Mu/tanb hadisleri, isnadı
muztanb ve metni muztanb diye ikiye ayırdıklarını belirtiyor. Aynı şekilde
mevzu, muallel ve diğer çeşitlerde de bu ayırımı yapmışlardır.
Evet hadisçiler isnad
tenkidine verdikleri aynı önemi metin tenkidine vermemişlerdir. Ancak bunun
sebebi bâzı araştıncılarm kavrayamadığı gizli bir sır ve ince bir anlayıştır.
Daha önce detaylanyla bu konu üzerinde durdum. Metin tenkidine verdikleri öneme misaller getirdim,
isnad tenkidine verdikleri önemin aynısını neden metin tenkidine vermedikleri
ile ilgili bakış açılarını izah ettim. Yine daha önce Reşit Riza'nın müşkil
hadislere Örnek olarak takdim ettiği güneşin secdesi ile ilgili hadisin gerek
rivayet, gerekse mâna yönünden sahih olup son derece şahane bir uslubla söylendiğini açıkladım bunları tekrarlamaya gerek yoktur.
Hadiscilerin isnad tenkidine
verdikleri önemi metin tenkidine vermediklerine gerekçe olarak belirtilen onların
bu konuda eksik olduğu, bu işin onların işi olmayıp fıkıh ve usûl âlimlerinin
işi olduğu yazann Reşit Rı-za'dan
naklettiği gibi görüşü tamamen yanlıştır. Binaenaleyh eski ve yeni birçok
hadis âlimi rivayet ve dire-yeti birleştirmiştir. Bir çoğu her iki usûl ilminde
usulu'l fıkıh ve usulud-Din de derinleşmiş âlimlerdir. Eğer bâzı fıkıh ve
usûl âlimleri bir takım hadislere hücum ediyor ve reddediyorlarsa; bu, onlann
metinleri daha iyi bildikleri anlamına gelmez. Bilakis bu, onlann rivayet ilmini
ve şartlarını iyi bilmediklrei, hadiscilerin mahirleştik-leri gibi bu konuda
uzmanlaşmadıklan manasına gelebilir. Bâzı râvilerin manasına ve anlamına
bakmadan hadisleri toplamayı ve ezberlemeyi görev edindikleri vaki ise de bu
oldukça nadirdir. Hiçbir kıymeti haiz değildir. Muhakkik hadiscilerin kendileri
bunları kötüleyerek hadisin fıkhını ve anlamını öğrenmeyi hadis talebesinin
adabından saymışlardır. tbnu's-Salah «Mukaddime»sinin 212. sayfasında şöyle
der: «Bir hadis talebesine anlamadan hadis işitmek ve yazmakla yetinmek
yaraşmaz, o takdirde faydasız bir şey için kendisiniyormuş olur ve ehl-i
hadisten ete sayılmaz, terkettikleri bu husustan dolayı onlar...»
Hadis ehlinin
hadislerin mana ve fıkhına Önem verdikleri bundan daha sarih olarak
anlatılabilir mi? Yine bunu en güzel şu beyitler (manalarında) de görüyoruz.:
«Ey rivayet ilminin talibi, rivayet ederken rivayete önem verdiğin gibi,
dirayete (mâna) de önem ver az rivayet et, fajcat riayet et, zira ilmin
nihayeti yoktur.»
Hatta hadis âlimleri
Arap edebiyatı ilimlerini de bilmeyi gerekli görmüşlerdir. Ibııu's-Salah bu
konuda da şöyle der: «Bir hadis talebesinin lafızlardaki hatayı, tahrifi ve
nahoş ifadeleri anlamak için nahiv ve luğât ilmini (filoloji) bilmesi gerekir.
Şu*be'nin şöyle dediğini rivayet ettik: «Hadis tahsili görüp Arapça'yı iyi
bilmeyen kişi kafası olmayıp ta üzerinde takkesi olan adam gibidir. Hammad b.
Seleme şöyle der : «Hadis ilmi talep edip nahiv bilmeyen kişi, içinde arpa
olmayan torbayı boynunda taşıyan merkeb gibidir.» [429]
Yazar 308. sayfada
Buhâri'nin kendi şeyhi olan Hâlid b, Mahled cl-Katvanî el-Kiifî'den rivayet
ettiği «Her kim benim veli bir kuluma düşmanlık ederse...» diye başlayan
hadise yer verdikten sonra, dipnotunda şöyle der: «ez-Zehebî, Mizanu'l-İtldal
adh eserinde Hâlid b. Mahled el. Katvânî'nin hal tercemesini anlatırken bu
hadise de değinerek şöyle demiştir: «Bu hadis oldukça garip bir hadistir, eğer
Salılh-i Buharı'nin heybeti olmasaydı bunu îbn-i Mahled'in münker
hadislerinden sayardım,» Cevap:
Yazara sadece şunu
söylemek istiyorum; Herşeyden Önce sana düşen hadis imamlarının büyüklerinden
sayılan ve rical tenkidi konusunda tam bir uzman olan ez-Zehebî'-nin sözlerim
iyi anlamak ve eserinde Buhari ve diğer sahih kitaplarla, sünen ve müsnedlere
böyle kötü hücumlarda bulunmamaktır. [430]
310. sayfada âlimlerin
sahabenin adaleti hakkında ^Özlerini naklederek ez-Zehebî ve başkalarının da
söylediği gibi cumhura göre hepsinin âdil olup şimdiden sonra tenkid
edilmiyeceklerini nakleder. Daha sonra da cumhumn bu anlayışım kınayarak bu
konuda haksız olduklarını savunur.
Daha önce sahabe'nin
adaleti konusunda yazdıklarım yeterli olduğu için cevabı tekrarlamak
istemiyorum. [431]
312. sayfanın
dipnotunda şöyle der: «îbn-i Kuteybe, TeVilu Muhtelefİİ Hadis adlı eserinde
şöyle der: «dediler ki hadisçilerin ilginç bir yönü bir şeyhe yalan is-nad
edip O'nun hadislerini Yahya b. Main, Ali b. cl-Me-dini gibilerin tenkidlerine
uyarak kesinlikle yazmamalarıdır, öbür taraftan sahabeden hiç kimse muvafakat
etmediği halde Ebu Hureyre'nin rivayetlerini delil kabul etmeleridir. Halbu
ki: Hz. Ömer, Osman ve Aişe (r.a.) onu yalanlamışlardır.
Cevap:
Bu bir tedlis ve ilmi
emanete hıyanettir. Çünkü yazar, okuyucuya sanki ibn-i Kuteybe'nin bu görüşte
olduğu intibaını veriyor. Oysa durum hiç te öyle değildir. îbn-i Kuteybe,
sadece en-Nazzam ve benzerleri gibi hadislere ve râvilere dil uzatanlardan hikaye
etmiştir. îbn-i Kuteybe Allah onu hayırla mükafatlandırsın bunlara gereken
cevabı vermiş hadis ve ehline taraftar olarak, son derece derin ve titiz bir
âlim olarak onları ımida-dafaa etmiştir. Yazar bu karıştırmayı kitabının birçok
yerinde yapmıştır; biz çeşitli yerlerde buna işaret ettik. [432]
Ebu Reyye 312-328.
sayfalarında dönüp dolaşıp saha-belik nedir ve sahabenin adaleti ne demektir?
Konusu üzerinde durarak cumhurun görüşünü reddetmeye başlar. Bunu isbatlamak
için surdan burdan delil! avlayarak sözlere ifade etmedikleri mânalar yükler.
Son olarak da şeyh el-Mukbilî ve diğerlerinden nakillerde bulunur.
Aslında daha önce
yazdıklarımız hu konuda hak ile bâtılı birbirinden ayırmıştır, birkaç defa
sahabe içerisindeki münafıkların Allah ve Resulü tarafından açığa çıkarıldıklarını,
Müslümanların gerçek durumlarına vâkıf olduklarını belirttim. Hz. Peygamber'in hayatında
ve ölümünden sonra irtidad ederek Levbe edip İslâm'a dönmeyenlerin ve bu hal
üzere ölen mürtedferin sahabi olma şerefinden uzak olduklarını yazdım. Ayrıca
bunlar âlimlerin cumhuru'nun âdildir, dediklerinden de uzaktır. Âlimlerin
sahabi tarifinde ne münafıklar ne de mürtetler mevcut değildir. Yine daha ünce
adalet ve îsmelin ayrı ayrı şeyler olduğunu defalarca yazdım. Sahabe udüldur,
diyenler asla onların ma'siyet hata ve nisyandan ma'sum olduklarını
söylememişlerdir. Sadece onların kasden Hz. Peygamber'e yalan
isnad etmediklerini söylemişlerdir. Hatta bir suçtan dolayı had
uygulananlar, bir günah İşleyip tevbe edenler, - fitnelere ve savaşlara
katılanlar dahi Hz. Peygamber'e kasden yalan isnad etmemişlerdir. Yalnız
burada bilinmesi gereken bir husus bir suç işleyip cezaya çarptırılanların
oldukça az olduklarıdır. Binaenaleyh bunların durumlarını sıratı müstakimden
asla ayrılmayan, küçük büyük, gizli açık her türlü günah ve mâ-siyetten uzak
kalan binlerce sahabeye kıyas etmek son derece yanlıştır. Gerçek tarih bunun en
büyük şahididir.
Sahabe'nin adaletine
dil uzatanların bu iddialarını ispatlamak için dillerine doladıkları
sahabilerin bir kısmından hiç rivayet gelmemiştir. Bâzılarının da ya bir iki
ya da üç hadisleri vardır. Bunların rivayetleri diğerlerinden ayrı olarak
bilinmiştir. Kaldı ki dinin usulü ve furuunu ilgilendiren hiç bir mesele bu
hadislerden birisi üzerine bina edilmemiştir. Buna en büyük delil Reşit Rıza ve
Şeyh el-Mukbilî'nin üzerinde durdukları sahabi
olduğu ihtilafh olan Bişr b. Erlat'tır. Bu zâtın bir hadisi Ebu
Davud'un Sünen'inde olup savaş halinde iken hırsızın kolunun kesilmemesi ile
ilgilidir. Bir başka hadisi de bir duadır. İbn-i Hıbbân Sahih'inde Hz.
Peygamberin şöyle dediğini bu zattan rivayet eder : «Allah'ım bütün işlerimizin
sonunu hayırlı kıl, dünyanın rezaletinden ahire in azabından bizi kum.»[433]
Biz adalet sahibidir
derken rivayeti yönünden adil olduğunu kastediyoruz. Harplere ve fitnelere
karışması. Muaviye'nin tarafını tutmuş olması içtihadı bir meseledir. Bu,
O'nun adaletini ihlal etmez. Allah bize de onlara da mağfiret elsin. «Dökülen
bu kanlara kılıçlarımızı bulaştırmadığı gibi, Allah dillerimizi de
bulaştırmasın» sözünün sahibine Allah rahmet etsin.
Okuyucu kardeşlerim
demogojİ yaparak kafa karıştıran yazarların söylediklerine aldırmasınlar Allah biliyor ya bunların maksadı, sünnet
binasını yıkmak ve ona şüphe sokmaktır. Bunun da tek yolu Hz. Peygamber'-den
ilk tebliğ eden onu bizlere taşıyan sahabenin güvenilirliğine şüphe sokmaktır.
[434]
Yazar 331. sayfada
sonuç kısmında ibn-i Haldun'un hadis tenkidi ve sahihlerle zayıfları ayırmak
konusunda bâzı sözlerini naklelmiştir ki, tartışmasız kabul edilen son derece
güzel ve sağlam sözlerdir.
Ancak yazara şunları
söylemek istiyorum : Bâzı Mu-haddisler bu tenkidleri ibn-i Haldun'dan çok Önce
yapmış ve bunları bilfıi) tatbik etmişlerdir [435]Şunu
da be-, lir.tpıek; islerim ki, söylediği bu kaidelere en çok muha!feendisidir.
Takib ettiği yol; aklın ilk njıd göre/, yanlış olduğu açık olan görüşlerin
doğ-iu|uiiâ kenâf hevasıyla ulaşmaktır. Bunun en büyük deîiİÎ «MBu Öülreyre'nin
Muaviye'nin sofrasında yemek 'Mri arkasında namaz kıldığını İfade eden rivayete
îifömmââıdır. Hangi akıl buna inanır. Muaviye Şam'da Hz. Ali Kûfe'de idi.
Yazarın kitabı bunlarla doludur. [436]
sayfada ibn-i
Haldun'dan naklen şöyle diyor: imamlar hadis rivayeti sanatında yarıştılar.
Ancak Ebu Hanifc'nin rivayet ettiği hadisler on yedi civarında olmuştur.»
Bu sözü ibn-i Haldun
başkalarından nakletmişse de doğru değildir. Aslında ibn-i Haldun'un bu rivayet
karşısında sükut etmemesi gerekirdi. Çünkü sukut tasdik ve itiraf manasına
gelir. Oysa .Mukaddime'sinin birçok yerinde rivayetleri seçerken ve tenkid
ederken tâbi olunması gereken kaideler üzerinde duran kendisidir. İmam Şafii'nin
«insanlar fıkıhta Ebu Ifanife'ye muhtaçtır.»
dediği büyük imamın sadece 17 hadis rivayet etmiş olmasını'akıl alırmı?
Ibn-i Haldun, bu rivayete yer verip sukut etmekle koyduğu kaidelerden
hareketle yanlış rivayetleri kabul edip kendisi tatbik etmeyenin durumuna
düşmüştür. Oysa Gerçek şu ki İmam Ebu
Hanİfe'nin on yedi müsnedi vardır. Hepsi
de Hindistan'da basılmıştır. Şu anda elimizin altmtiaidır'.i:Sühîafr^ü
imtii? yalan ofiîüğuna büyük deUMirrntoe^btİ sozHnHü^[437]
Söyleniş' sebebi fıtt^yeu
atfedilen bu söze ;(indnmay'izf, hiçbir 'a'kiîİi* ^dmıp6tnlez:.'[438]
347. sayfada şöyieKİtBu/İkUabın^kfşekfâii
tes* ' bi t et t iğim zaman fexı /derece ı ^izayacjB^sf tlf sna|naihtştım î;;
Bu nedenle araştırma .esnasında, ortaya çıkan bazı şeyleri terketmek ve süzu
daha i azla uzatmamak ıçm.bu kadar-la yetinmek zorunda fca.ldım.»
Derim ki:
Nasıfrlu^kaıj^Vzam^k|,;iöğu natlfter-den ibarettir bazen bîr telcnakiî bir kaç
sayfa tutuyor!' Bunun en güzel delili sonuç'Kısmımla'"kabul
etîilece^hıçf." bir tarafı olmayan nakildir. Yine kitabın büyük bîr'kis'mi
tekrardan ibarettir. rieytiı' şeyleri söylüyor, Mûham^fi^ğîl nakiİlerr lasak i
Pİmıy;6;te:^hdîfeh^!
ayiplıybra^tirmasm'iri somictr ojchjjü^ü;iddîârediböyle
lan' üstün [439]
Yazar, bu
kadar dolaştıktan sonra
kitabını Bâzı Kur'an âyetleriyle
bitiriyor. Bundan maksadı Allah'ın Kitabından başka bir şeye ihtiyacının
olmadığıdır. Sünnetin Ku'an'a göre konumunu ifade eden, sünnete tabi olmayı
teşvik eden, âlimlerin dinin aslı olan Kur'an'a ihtiyaçları kadar ona da muhtaç olduğunu
bildiren âyetleri kasıtlı olarak
terketmiştir. «Biz sana insanlara ne indirildiğini açık lavaşın diye Kur'an'i
indirdik» «Resule itaat edtıı Allah'a itaat etmiş olur,» «Resul size ne
verdiyse alın neden yasaJdadıysa kaçının» âyetleri gibi. Daha sonra yazar
zahiren Allah'ın Kitabından başka sünnet ve hadislere ihtiyacımızın olmadığını
ima eden bâzı hadis ve sözleri naklediyor. Nihayet «Resulün sünneti mütevâtir
olan ameli sünnettir. Sünnetin hadislere deıtlak olunması sonradan çıkmıştır.»
diyecek kadar ileri gitmiştir.
Bu, küçük bir
talebenin bile bildiği fahiş bir cehalettir. Şayet sünneti sâdece ameli olan
mütevâtir sünnete hasredecek olursak, ahkam, ahlak, ve mevize ile ilgili Hz.
Peygamber'den gelen binlerce hadisi terketmiş oluruz. Sünnete hadis, hadise,
de sünnet denmesi iddia ettiği gibi sonradan çıkmış değildir. Bu ilk asırda
bilinen bir gerçektir. Ömer b. Abdulaziz Medine'deki Valisi Ebu Bekr Muhammed
b. Hazm'a yazdığı mektupta «Hz. Peygamber'in
hadislerini topla...» demiştir.
Beşinci Râşid Halil'e bu sözüyle
ameli sünnetlerin dışında kalan hadisleri mi
kastetmişti? Bcyhaki
el-Medhal'inde, Urve'den Hz. Ömer'in
sünnetleri yazmak islediğini,
bu konuyu . ashab ile istişare ettiğini onların da
yazmasını salık verdiklerini naklctmistir. Yazar buna ne diyecek? Hz. Ömer sünnetlerden
sadece ameli sünnetleri mi kastediyordu? Hayır asla! Çünkü ameli sünnetler
söylediğim gibi fiilî tevatürle sabittir. Yazılmasına ve kaydedilmesine gerek
yoktur.
Hz. Ömer, sünnet
derken hem fiilî, hem de kavlî olanları kastediyordu. Yazar kitabının sonuç
kısmında âdeta ittifak edilen külli kaideler olarak nitelendirdiği bazı neticelere
varmıştır ki, hepsi de Öncülleri fasid olan yanlış neticelerdir. Yanlış
öncüllerden sadece yanlış neticeler çıkar. Zikrettiği kaidelerden doğru oîan ve
üzerinde ittifak edilen hiçbir kaide yoktur. Sadece muhalefet ettiği bâzı
şeylerin kaide ve usul olduğunu iddia etmiştir.
Oysa yazarın sonuç
kısmında kendine gelerek doğruyu bulmasını arzu ederdik. Lakin bunu da yapmayarak
kötü niyetini ve batıl üzere ısrarını açığa çıkaran kötü bir sonuçla bitirmiştir.
O ve O'nun gibileri için ne yapabiliriz? Hayatın süsü ve fitnesi heva ve
heveslerin galebe çalması, para sevgisi, kötü sözleri tekrarlayan bâ-, zı
insanların çömezi, müsteşrik ve misyonerlerden İslâm düşmanları ve
sömürgecilerin oyuncağı haline getirmiştir. Bakın Allah ne güzel buyuruyor :
«Heva ve hevesini tanrı edinen ve Allah'ın (yanındaki) bir bilgiye göre
saptırdığı, kulağını Ve ikalbmi jııühürlediği gözünün Üstüne de perde çektiği
kimseyi gördün mü? Şimdi O'na Allah'tan sonra kün doğru yolu gösterecek?...»
(Câsiye 45/23) «Allah'ın saptırdığı kimseyi doğru yola götürecek yoktur.»
Reddiyemi burada
noktalamak istiyorum. Çünkü bu kitapta hakikati açıklamak için vermiş olduğum
sözü yerine getirmiş bulunuyorum. Zira Ebu Ff.eyye'nin kitabının gerçek yüzünü
ortaya çıkarmak için verdiğim sözü yerine
gelirmiş bulunuyorum. Umarım Kitabın gerçek yüzünü gördüğüm gibi,
okuyucularım da açıkça görmüşlerdir. Yazarının tek maksadının sünnet ve
hadislere dil uzatarak, meşhur hadis kitaplarının değerini düşürmek olduğu
anlaşılmıştır. Kitabın bâzı yerlerinde haklı şeyler varsa da büyük bir kısmı
batıl sözlerdir.
Ayrıca yazarın
başkasına tabi olduğu, müsteşrik vo misyonerlerin sözlerini tekrarladığı açıkça
anlaşılmıştır. Yazdığı eserin, sağlam ilmî araştırma kaidelerinden uzak olduğu,
ortaya attığı iddiaların hiçbir mesnede ve delile dayanmadığı ortaya çıkmıştır.
Öyleyse okuyuculara* düşen bu kitaptaki boş sözlere aldırmayıp, bu konuda hadis
ehlinden muhakkik âlimlerin yazdıklarına kulak asmaktır. Onlar bu konuda
yeterli bilgi vermektedirler.
Başta hamdettiğimiz
gibi bitirirken de Allah'a hamd-ederiz; verdiği nimet ve basan için O'na
şükürler olsun. Eğer O, bizi hidayete iletmezse doğru yolu bulamazdık, bütün
basan Allah'tandır, O'na yöneldim, O'na dayandım: Peygamber'i Hz. Muhammed'e,
O'nun ali ve ashabına da salal ve selam olsun.
Ecrini Allah'tan
dileyerek te'lif ettiğimiz bu kitabı Miladi 20 Nisan 1960'a tekabül eden hicri
1379 yılının Şevval ayının 25'i Perşembe günü sabah namazından Önce bitirdim.Muhammcd
Ebu ŞehbeGünümüzde bir takım insanlar, "Size düşen Kur'ana sarılmaktır,
onun helal dediğin ihelal, haram dediğini de haram saydığınızda
kurtuluşa
erersiniz!" diyerek inanan insanları sadece bir kaynağa yöneltmekte ve
bilerek Allah'ın
Rasulunü ve hadisi devreden
çıkartarak: "sünnetsiz bir hayat" in savunuculuğunu yapmaktadırlar.Tam
bir müsteşrik kafasıyla hareket eden bu yerli "oryantalist
işbirlikçileri" nin asıl amaçlan sadece sünneti devreden çıkartmak değil,
koskoca bir hadisler deryasını bir çırpıda yok saymak ve dolayısıyla da onları
rivayet eden eşsiz sahabiyi neredeyse "yalan hadis" gibi ağır bir
ithamla suçlayarak inananların gözünden sahabinin etkinliğini silmektir. Bu
yüzden olsa gerek, şimdilerde her önüne gelen bir ahkâm kesmekte, hadisleri
reddetmekte, sünneti kabul etmemekte ve eşsiz sahabiye dil uzatabilmektedir. Bu
hastalığın şifası da hiç şüphesiz Rasulullah sevgisinde, sünnet ve hadis sevgisinde
yatmaktadır. Nitekim Ali Imran Sûresinin 31. ayetinde: "De ki, Allah'ı seviyorsanız
bana uyun, Allah da sizi sevsin" denilerek bu reçete vahiyle teyid
edilmiştir. Günümüzde hadis,sünnet, mezhep ve tasavvuf İnkarcılarına karşı bu sahada yazılmış en
ciddi reddiye mahiyetinde olan Prof. Dr.
Ebu Şehbe'nin "Sünnet
Müdafaası" adlı elinizdeki iki ciltlik bu eserle, insanımız Rasulullah'a
ve onun sünnetine daha çok yaklaşacak ve bu değerlere daha sıcak sarılacaktır. [440]
Prof. Muhammed Ebu Sehbe
Ahmed Emin,
Duha'l-İslâm adlı eserinde şu görüşlere yer vermektedir: «... Ehî-i kitap'tan
müslüman olanlar, İncil'den aldıkları bâzı sözleri İslâm'a sokuşturmuşlar ve
onlara Hz. Peygamber'in hadisi süsü vermişlerdir. Üstad Goldzier, hadislere
sokuşturulan hristiyâni unsurlara şunları örnek vermiştir:
1- «Sağ
elinin verdiği sadakayı, sol eli bilmeyecek kadar gizleyen kimse, (kıyamet
gününde Allah'ın himayesinde olacaktır.)»
2-
«(Resûlullah birgün ashab'ına); benden sonra haksızlıklar ve hoşunuza
gitmeyecek hâdiseler göreceksiniz buyurur, ashâb, öyleyse bizlere ne emir
buyurursunuz ey Allah'ın Resûlu? derler. Resûlullah ise, onların hakkına riâyet
edin, kendi hakkınızı da Allah'tan isteyin» cevabını verir.
Bu anlayış Maîta
Incü'indeki, «Kral'm hakkını krala, Tanrı'nm hakkını Tanrı'ya verin» sözünden
alınmıştır. Fakirlerin zenginlerden üstün telakki edilmesi de hris-tiyani bir
bakış açısının uzantısıdır. Nitekim bir hadiste,
«Ümmetimin fakirleri
zenginlerinden beşyiiz sene önce cennete gireceklerdir» denilmiştir.»[441]
Ahmed Emin, bu
fikirlere temelde cevaplar vermekle birlikte, Goldzier'in Örnek verdiği
hadisler konusunda suskun kalmış, onların sahih olduklarını belirterek müdafaa
etmemiştir. Bu durumda sünnete yöneltilen eleştirileri cevaplandırırken, bize
düşen, bu hadislerin Goldzier ve O'na tâbi olanların iddia ettikleri gibi
olmadığını kapsamlı ve açık bir şekilde ortaya koymaktadır :
1-Biz hadisçiler,
birtakım yahudi ve hristiyanla-rın hadislere sokuşturmalarda bulundukları
noktasında Goldzier ile aynı düşünmekle beraber, îslâm âlimlerinin
müsteşriklerden asırlarca önce bu durumu beyan edip açıkladıklarını da
biliyoruz. Hadis ilimleri sahasında otorite olan ibn-i Kesir, ez-Zehebî,
hocaları ibn-i Teymiye, elIrâ-kî ve ibn-i Hacer'in eserlerini tetkik edenler,
bu zatların İsrâilî olan haberlerle, olmayanlarını birbirinden ayırdıklarını
görme imkanı bulurlar. Bu âlimler haberleri objektif ve sağlam ölçülerle
değerlendirmişlerdir.
Suyûtî,
«Tedribu'r-Râvi» adlı eserinde şöyle demiştir : «Çoğu mevzu haberlerde olduğu
gibi, genellikle uyduranlar bunları ya kendilerine, ya hukema ve zâhidlere, ya
da isrâiliyâta isnad etmişlerdir. Mesela, «Mide bütün hastalıkların yuvası,
gayret her devâ'mn başıdır» gibi hadislerin aslı ve esası yoktur. Bu kabil
sözler ancak bâzı doktorların sözleri olabilir. Nitekim yukarıda zikrettiğimiz
haber'in câhiliye devri Arap tabiplerinden olan Haris b. Kelde'nin sözü olduğu
söylenmiştir. el-Irâki, Elfiye şerhinde buna şu hadisi örnek vermiştir: «Dünya sevgisi her hatanın başıdır» O'na göre bu ya, ibn-i
Ebi'd-Dünya'-mn Mekâytâu'ş-Şeytsaı adlı eserinde söylediği gibi Mâlik b.
Dinar'a âit bir söz, veya el-Beyhakî'nin ez-Zühd adlı eserinde rivayet ettiği
üzere Hz. İsa'nın bir sözüdür [442]
İmam ibn-i Teymiye de,
hadis olduğu iddia edilen : «Beni ne yer, ne de gök kuşatamadı. Fakat beni
mü'min kulumun kalbi ihâtâ etti» sözünün îsrâiliyattan olduğunu,
Resulullah'tan böyle bir şeyin sâdır olmadığını söylemiştir.
Bizim burada O'na ve
taraftarlarına karşı çıktığımız nokta bu konuda sahih hadisleri örnek göstermiş
olmalarıdır. Eğer tenkidçi muhaddislerîn reddettikleri hadisleri örnek olarak
göstermiş olsalardı, bizim onlara herhangi bir itirazımız olmazdı. Ama bunu
yapamazlardı. Çünkü onlar, bir bütün olarak sünnete gölge düşürmeyi ve onda
şüpheler meydana getirmeyi gaye edinmişlerdir.
2-İslâm'da
mevcut olan bâzı şeylerin, Hristiyanhk ve Yahudilikte de varolmasmm, onlardan
alınmış olduğu anlamına geldiğini söylemek insafsızlık olur. Tevatüründe ve her
türlü tahriften korunmuş olduğunda hiçbir şüphe bulunmayan Kur'an-ı Kerim'in
bâzı kıssaları ve ahlâki hükümleri Tevrat ve İncil ile paralellik arzeder. Bu,
onların Tevrat ve incil'den alınmış olduğu anlamına gelir mi? Pek tabii ki,
hayır.
Burada bilinmesi
gereken bir husus varsa o da, Semavî şeriatlerin kaynağının Allah olduğudur.
İman ve itikada müteallik meseleler, ahlâkî faziletler ve zaman ve mekanın
değişmesiyle farklılık arzetmeyen küllî kaideler her dinde aynıdır. Nitekim
Kur'an, bunu şöylece bildirinektedir : «Allah, size dinden Nuh'a tavsiye
ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi
şeriat (hukuk düzeni) yaptı. Şöyle ki, dini ikâme edin ve onda ayrılığa
düşmeyin»[443] Başka bir âyette : «Senden
önce hiçbir peygamber göndermedik ki, O'na «Benden başka ilah yoktur, bana
kulluk edin» diye vahyetmiş ol-mayahm»[444]denilmiştir.
Diğer bir âyette ise: «Sana da kendinden Önceki kitaplar[445]
doğrulayıcı ve onları kollayıp koruyucu olarak bu kitabı gerçekle indirdik [446]buyrulmuştur.
Şu kadar var ki, bu küllî kaideler ve ahlâki faziletler İslâm dininde her zaman
ve mekana en uygun, kapsamlı ve mükemmel olarak gelmiştir. Kısaca bütün semavî
dinlerde bâzı hükümlerin ve ahlâkî faziletlerin müşterek olması ne akla ne de
şeriate muhalif değildir. Daha evvelki semavî kitapların tamamı tahrif
edilmemiştir. Kur'an-ı Kerim ise tahrif ve tebdilden tamamen korunmuş, diğer
semavi kitaplara şâhid, onları kollayıp koruyucu bir kitap olarak nazil
olmuştur. Allah Teâla O'nun eksiksiz olarak îslâm ümmetine ulaşması için
birçok sebep ve vesileler yaratmıştır. Binâenaleyh İsrâüi haberlerden Kur'an'a
uygun düşenler hak, ona muhalif olanlar ise bâtıldır.
Mesela
hristiyanlıktaki hoşgörü ve bağışlama buna en güzel örnektir. Hz. İsa, en çok,
insanları bu ilkelere davet etmiştir. Bunun yegâne nedeni ise, Yahudilerin zulümlerine,
son haddine varan can, mal ve ırz düşmanlıklarına son vermektir.
Daha sonra gelen
İslâm, objektif hukuk kuralı olarak kısası ve kötülüğe misli ile karşı koymayı
mubah kılmış, ancak, bunun yanında, Kur'an'ın pek çok âyetinde affı ve
kötülüğe karşı hoşgörü ile mukabelede bulunmayı teşvik etmiştir. Bu durumda,
af ve hoşgörü konusunda İslâm'ın hristiyanhktan etkilendiği nasıl iddia
edilebilir?
Sadakaların gizli
verilmesi hükmü, ne hristiyanlığa ne de bir başka dine mahsus değildir. Bu,
bütün dinlerin üzerinde ittifak ettikleri bir husustur. Nitekim Allah Te-bâreke
ve Teâla Kur'an-ı Kerim'de «...sadakaları açıktan verirseniz ne güzel! eğer
gizleyerek fakirlere verirseniz bu sizm için daha hayırlıdır ve sizin
günahlarınızdan bir kısmına keffarettir. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. [447]buyurmuştur.
Bu âyet'in hükmü apaçık ortadayken, Gold-zier ve O'nun gibi düşünenler bu
anlayışın hristiyanlığm bir eseri olduğunu nasıl iddia edebilirler?...
Fakirliğin övülmesi
hususuna gelince, bu da iddia edildiği gibi sırf hristiyanlığa ait bir olgu
değildir. İslâm, Yahudilik ve Hristiyanlık bu konuda aynı kanaate sahiptir.
Amellerin karşılığının verilmesi prensibi ise bütün ilâhi dinlerde ortak bir
esastır. Bunu Kur'an, şu şekilde ifade etmektedir: «ve çok vefalı İbrahim'in
(sahifesinde yazılı olan şu gerçekler); hiç kimse kimsenin günahım yüklenemez,
insana ancak çalıştığının karşılığı vardir»[448] Bu
hüküm karşısında fakir zengin herkes eşittir. Fakir, imamndaki sadakati ve
samimiyetiyle, canı ve çok az da olsa malı ile cihad ederek zenginin
ulaşamıyacağı derecelere varabilir. Şükreden, Allah'ın ve kulların hukukunu
gözeten zengin de fakirin uiaşamiyacağı derecelere erişebilir. Nitekim, Ebu
Bekir, Osman b. Affan ve Abdurrahman b. Avf gibi pek çok zengin müslüman,
fakirlerin erişemiyecekleri mertebelere ulaşmıştır. Öyleyse, mesele asla
zenginlik ve fakirlik meselesi değildir.
Allah Teâla'nm katında
f akir'in mevkiini yücelten pek çok âyet vardır. Nitekim Cenab-ı Allah Ensar
hakkında şöyle buyurmuştur : «.. .ve onlardan önce o yurda (Medine'ye)
yerleşen, imana sarılanlar, kendilerine göç edip gelenleri severler. Ve onlara
verilen (ganimetlerden) ötürü gönüllerinde [bir Jüıtiyaç (eğilimi) duymazlar.
Muhtaç olsalar dâhi, (göç eden yoksul kardeşlerini öz canlarına tercih
ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarına
erenlerdir.» [449]
Muhacirler hakkında
ise şöyle buyurmaktadır : «(Bir de o mallar), göç (eden fakirlere aittir ki,
(onlar) yurtlarından ve mallarından (sürülüp) çıkarılmışlardır. Allah'ın lütuf
ve rızasını ararlar, Allah'a ve resulüne (canlarıyla mallarıyla) yardım ederler
.İşte doğru olanlar onlardır.»[450]
Bu âyetler
doğrultusunda, Buharî, Müslim ve diğer hadis kitaplarında pek çok hadis de yer
almaktadır.
Durum böyle olunca,
Goldzier ve O'nun gibi düşünenlerin görüşlerini üzerine bina ettikleri esaslar
yıkılmış, buna dair verdikleri Örneklerin hiçbir anlamı kalmamıştır. Bunun
daha iyi anlaşılması için verdiği örnekler üzerinde biraz daha durmak istiyoruz
:
«Sağ elinin verdiği
sadakayı sol eli bilmeyecek kadar gizleyen kimse (Allah'ın himayesindedir)» Bu
hadis, kıyamet günü Allah'ın himayesinde olacak yedi sınıf kimseden bahseden
uzun bir hadisin parçası oîup, Buharî ve Müslim tarafından sahih bir isnadla
rivayet edilmiştir[451]
Aynı şekilde Tirmizi ve Nesâi'nin de rivayet ettikleri bir
hadistir.
İkinci örnek ise:
Abdullah b. Mesud'un rivayet ettiği «Benden sonra haksızlıklar (el-Eseretu) ve
hoşlanmayacağınız olaylar göreceksiniz...» hadisidir. Bu da Buharî ve Müslim[452]
tarafından rivayet edilen sahih bir hadis olup, isnadında ve metninde, tenkidi
gerektiren herhangi bir husus yoktur. Hadisten anlaşılan; müslüman-lan, idarecilerin bu haksızlıklarını ve kendi
haklarını gaspettiklerini gördükleri vakit onlara karşı hemen isyana ve
ihtilale yeltenmekten sakın durmaktır. Buharî ve Müslim'in Sahihlerinde yer
verdikleri başka bir hadiste belirtildiği gibi, dine taalluk eden konularda
apaçık küfürlerini görmedikçe, icraatlarından hoşlanmasalar bile ayaklanmaktan
menetmektir. Hadiste geçen'«el-Eseretu» kelimesinin esas manası, halkın
haklarının tamamını veya bîr kısmını gasbetmek demektir. Aslında bu hikmetli
bir görüştür. Zira İslâm, idarecilerin en ufak bir zulmüne karşı hemen
ayaklanmaya müsade etseydi, İslâm toplumunda kan gövdeyi götürürdü. Çünkü, ne
kadar âdil olursa olsun, her idarecinin mutlaka ufak tefek kusurları bulunur.
Sonra her idarecinin, tebâsımn tamamının beğenisini kazanması da mümkün
değildir. İnsanların bu durumuna Allah Teâla şöyle işaret etmektedir: «Eğer o
sadakalardan kendilerine bir pay verilirse, hoşlanırlar. Onlardan kendilerine
pay verilmezse hemen kızarlar...»[453]
Hadisteki
«İdarecilerin hakkı'm vermek»ten maksat ise şudur: Halkın elinde idarecilerin
küfrünü isbat eden apaçık bir delil bulunmadıkça, onları dinleyip itaat etmeleridir.
Hadlerin tatbikine yardımcı olmaları; Allah yolunda infak edip, cihada iştirak
etmeleri ve zekatlarını vermeleridir. Hâsılı, Allah'ın idarecilere karşı
yapmakla sorumlu tuttuğu mükellefiyetleri yerine getirmeleridir,
Hz. Peygamber'in
«Adaleti ve hakkınız olan şeyleri Allah'tan isteyin» sözünün anlamına gelince;
idarecilerin size vermekle mükellef oldukları f ey ve ganimet gibi haklarınızı
Allah'tan isteyin, bunları elde etmek için hemen onlarla savaşmayın, onları
Allah'a havale edin. Pek yakında Allah, size yardım edecek ve onların
hakkından gelecektir.
Görüldüğü gibi
yukarıdaki hadisin, Hz. İsa'nın: «Kral'm hakkını krala, Tanrının hakkını
Tanrıya verin» [454] sözü
ile uzaktan yakından ilgisi yoktur. Aynı manayı ifade ettiği görüşüne katılsak
bile, bu, onun Hz. İsa'nın sözünden alınmış olduğu anlamına gelmez. Zira hem
Hz. Mu-hammed hem de Hz. İsa (a.s.) Allah Teâla'nm birer peygamberi olup vahye
mazhar olmuş zatlardır. Bu takdirde, söz konusu anlayış, şeriatlerin üzerinde
ittifak ettiği bir mesele olur.
«Ümmetimin fakirleri,
zenginlerinden beşyüz sene evvel cennete gireceklerdir» hadisine gelince; bunu
imam Ahmed, Tirmızi ve ibn-i Mâce, Ebu Hureyre kanalıyla rivayet etmişlerdir.
Tirmizi'ye göre, sahih ve hasen bir hadistir Daha önce de belirttiğim gibi,
fakirlerin övülüp, faziletlerinin dile getirilmesi gibi hususlar bütün şeriatlerin
muvafakat ettikleri bir nokta olabilir. Ancak bu onların mü'min, salih ve
muttaki olmaları, belalara tahammül edip, sabretmelerine bağlıdır. Aksi
takdirde şükreden zenginler onlardan çok daha üstündürler. [455]
Ahmed Emin,
Duhal-İslâm adlı eserinin başka bir yerinde şu görüşlere yer vermiştir : «Bâzı
oryantalistler İmam Ahmed b. Hanbel'in, Abbasîler döneminde, Emevî-lerin
menâkibine dair rivayetlere yer vererek bir şecaat örneği gösterdiğini ifade
etmişlerdir. Buharı ve Müslim'de ise, bunun tam tersi bir tutumun görüldüğünü,
bu iki imamın Abbâsilere yaranmak için söz konusu menkıbelere eserlerinde yer
vermediklerini iddia etmişlerdir. Öbür taraftan yine imam Ahmed'in Müsned'inde
Hz. Ali ve şiasi-nin menkıbelerini zikretmekten çekinmediğine dikkat çekmişlerdir.[456]
Ahmed Emin bu
görüşlere cevap vermiş olsa da, ben, biraz daha geniş olarak üzerinde durmak
istiyorum :
1- Müsteşriklerin
bu sözü sarfetmekle esas maksatları, Hadis imamlarının, idarecilere yaranmak
için onlan öven, muhâlilferini de yeren hadisler uyduran birer korkak
olduklarını vurgulayarak hadis ve sünen kitaplarının güvenilirliğine gölge
düşürmektir. Bu gerçekleştiği zaman islâm teşriatinm ikinci esası yıkılmış
olacak böylece müslümanlarm Kur'an'ı anlamaları zorlaşacaktır. Kur'an'da
anlaşılmaz olunca islâm kökünden yıkılmış olacaktır. Allah'ın izniyle,
müslümanlar arasında, bildikleri ile amel eden, sünneti ve hadisleri seven, ona
yöneltilen şüpheleri
cevaplandırmaya
muktedir âlimler bulunduğu müddetçe bu gerçekleşmeyecektir.
2- Mesele ne
korkaklık ve kahramanlık, ne de yağcılık ve yaltakçılık meselesi değildir.
Esas mesele, hadisleri kabulde öngörülen
şartlar meselesidir. Hadisçiler eserlerine alacakları hadislerde
bazı şartların bulunmasını esas almışlar ve bunlara sıkı sıkıya riâyet
etmişlerdir. Pek tabii ki, imamların kabul ettikleri bu şartların hepsi aynı düzeyde
değildir. Buharı ve Müslim
gibi bâzı imamlar, işi çok sıkı tutup, sâdece sıhhati tesbit edilebilen
hadisleri alırken, Ahmed b. Hanbel, Tirmizi ve Nesâi gibi imamlar da
faziletlere dair haberlerde daha toleranslı davranmışlardır. İşte Buharı ve
Müslim'in Sahihlerinde rivayet etmedikleri, Emevîlerin faziletine dair
rivayetleri, İmam Ahmed'in Müsned'inde kaydetmiş olmasının sırrı
budur.
3- Hiçbir
ilmî mesnede dayanmayan bu iddiayı çürüten diğer bir husus, Buharı ve Müslim'in
eserlerinde Emevîlerin faziletine dâir rivayetlere yer vermiş olmalarıdır.
Emevi soyundan olan, râşid hâlife Hz. Osman'ın fazileti ile ilgili pek çok
haberi her iki imam da zikretmiştir [457]
Buharı, Sahabe'nin
Faziletleri bölümünde, Muâviye b. Ebu Süfyan'a ait bir bab açmıştır. Burada,
Hz. Muâviye'nin faziletine dâir zikredilenler Abbas ve ibn~i Abbas için
zikredilenlerden fazladır. Hz. Muâviye hakkında «Muâviye'nin zikri babı» diye
başlık atmış olması O'nun fazileti'nin olmadığına delalet etmez. Nitekim ibn-i
Abbas ile ilgili bölümde de aynı başlığı atmıştır. İmam Müslim de aym şekilde
davranmış, Muâviye (r.a.)nin babası Ebu Süfyan b. Harb'in faziletine ilişkin bir habere
yer vermiştir. Bu da O'nun Mekke'nin fethi sırasında, İslâm'a girdikten sonra
Resulullah'tan istediği bazı şeyleri içeren hadistir.
Eğer mesele, korku ve
yağcılık meselesi olsaydı Bu-harî ve Müslim, Abbasi'lerin dedesi olan Hz. Abbas
ve oğlu hakkında çok daha fazlasını zikrederlerdi. Bu kısa açıklamadan açıkça
ortaya çıkıyor ki, mesele ne korkaklık ve ödleklik, ne de kahramanlık ve
yağcılık meselesi değildir. Esas mesele; onların hadisleri kabulde Öngördüğü
şartların ağır olmasıdır. Binâenaleyh İmam Ahmed'in aksine Bubarî ve Müslim'e
göre, Hz. Muâviye ve babasının fazileti ile ilgili pek az sahih hadis vardır.
İmam Ahmed'in ise, bu konularda daha toleranslı davrandığını belirtmiştik.
Nitekim O'nun : «Biz helal ve haram konusunda rivayette bulunduğumuz vakit,
işi sıkı tutardık. Faziletler konusunda rivayette bulunduğumuz zaman ise toleranslı
hareket ederdik.» dediği nakledilmiştir. Bu yüzden Müsned'de Emevîler hakkında
zikredilen hadisler diğerlerinden fazla olmuştur.
4- Bu yanlış
iddia'yı çürüten bir diğer husus da, Buharî ve Müslim'in Hz. Ali ve Şia'sının
faziletine dâir yer verdikleri hadislerin Hz. Abbas ve oğlu Abdullah'ın faziletine
ilişkin zikrettiklerinden daha fazla olmasıdır. Her iki imam da eserlerinde Hz.
Ali hakkında bir, Hz. Hasan ve Hüseyin haklarında da ayrı ayrı birer bab
açmışlardır,[458] Halbuki, Abbasi
halifeleri Hz. Ali taraftarlarını kendilerine hasım olarak görüyorlardı. Eğer
mesele korku ve Abbâsilere yağcılık meselesi olsaydı, Buharî ve Müslim
eserlerinde bu gibi konularda hiçbir şeye yer vermezlerdi.
Oysa her iki eserde de
Resûlullah'ın Hz. Ali'ye: «Ya Alil Harun (a,s.) Musa (a.s.) run İcardeşi olduğu
gibi, Sende benimle kardeş olmak işemez misin?, ne var ki, benden sonra
peygamber gelmeyecektir.» dediği, Hayber fethi sırasında ise onu kastederek:
«yânn sancağı Allah ve Re-suhVnıtn sevgilisi, veya Allah ve [resulünü seven
birisine vereceğim» buyurduğu rivayet edilmiştir. Buharî'nin bir başka
rivayetinde ise, Resulullah bir münasebetle Hz. Ali'ye : «Sen benden, ben de
sendenim» demiştir.
Buna diğer bir örnek,
Müslim'in bizzat Hz. Ali'den naklettiği şu rivayettir: «tohumu yaran, mahlukâtı
yaratan Allah'a iandolsun ki, Resulullah bana : «Seni sevenler mü'mm, sana
buğzedenler ise münafıktır» dedi.» Bu hadisin ibn-i Hanbel'in Müsned'inde Ümmü
Seleme tarikiyle gelen bir de şâhid'i vardır.
[459]
Ahmed Emin «Duha'l
İslâm» adlı eserinin başka bir yerinde, muhaddislerin tenkidçiliğine
değinirken, şu görüşlere yer vermektedir: «...Ne var ki, Hadisçiler dâhili
tenkide, yâni metin tenkidine pek fazla girmediler. Hadis metinlerinin vakıa
İle uyuşup uyuşmazlığı ile ilgilenmediler. Buna imam Tirmizi'nin, Ebu
Hureyre'den rivayet ettiği : «Mantar Allah'ın kullarına lütfettiği bir ni'met,
suyu da gözler için şifâdır Acve (bir çeşit Medinehur-maşıdır) de, cennetten
çıkma bir meyve olup zehirlenmenin ilâcıdır.» en güzel delildir. Mesela
hadisçiler bu hadisi değerlendirirken, deney yapmak suretiyle mantarın faydasının
olup olmadığını anlamaya çalıştılar mı?. Evet, onlar, Ebu Hureyre'nin «bir
miktar mantar olarak suyunu bir kab'ın içine sıktım ve gözleri bozuk bir
cariyeyi onunla tedavi ettim ve iyileşti[460]
dediğini rivayet etseler de; bu, hadis'in sıhhatini tesbit için yeterli
değildir. İlaçların tesbitinde mantıkî olarak cüzî bîr tecrübe kâfi değildir.
Bunun yolu deneyi tekrarlamak ve bileşiklerini kimyevi bakımdan tahlil
etmektir. O devirde bu mümkün olmasa da deneme yanılma yoluyla tesbit
edebilirlerdi, tş-te bu nitelikteki hadislerin sıhhati ancak bu yöntemle ortaya
konabilir.[461]
Cevap :
1-Buharî,
Müslim, Tirmizi ve ibn-i Mâce gibi muteber hadis kaynaklarında yer alan bu
haberin ne senedinde, nede metninde akla, nakle ve vâkıâ'ya muhalif bir durum
sözkonusu değildir. Hiç bir âlim sıhhatinden şüphe etmemiştir. Bir sözün Hz.
Peygamber'den geldiği tes-bit edildiği zaman,
şüpheye mahal yoktur. Zira hadis,
vahy eseri ise mantar'm şifa olduğu muhakkaktır. Yok eğer Resulullah'ın bir
içtihadı olup, Allah Teâla da buna sükût buyurmuşsa bu da Allah'ın, Resulünü
bir takriri olarak telakki edilir ve Allah tarafından O'na vahyedüenler
cümlesinden sayılır. Çünkü Allah Teâlâ'nın doğru olmayan bir konuda
peygamberini ikrar etmesi muhaldir. Her halükârda mantar'm göze şifa olduğunda
şüpheye yer yoktur. Hadisten anlaşılan da budur. Nitekim Ebu Hureyrede hadisten
bunu anlamış ve bizzat deneyerek tat-"bik etmiştir.
2 -Müslümanlar
tâ sahabe devrinden günümüze kadar tecrübeden geri durmamışlardır.
İbnu'l-Kayyım, «Zâ-du'1-Meâd^adh eserinde, ileri gelen tıp otoritelerinin mantar
suyunun göze iyi geldiğini itiraf ettiklerini zikreder. Aralarında el-Mesihi ve
ibn-i Sina'nın da bulunduğu bir grup doktora göre, mantarın göz iltihabına iyi
geldiğinide ifade eder.[462]
Aynı şekilde Davud el-Antâki'nin ei-Tez-kire'sinde bu kanaate yer verilmiştir.
İmam Nevevi, Müslim şerhinde kendi zamanında kör olan hadis ilmi ile uğraşan
sâlih bir âlimin mantar suyuyla şifa bulduğunu kaydeder.[463] Bu
ilacı deneyen bâzı kimseler onun başka bir madde ile kullanılması gerektiğini söylemişlerdir.
Zira bâzıları tek başına mantar suyunun zararlı olduğunu muşâhede etmişlerdir.
eî-Gâfıki, el-Müfredat adlı eserinde, mantarın sürme ile karıştırılarak
kullanıldığında çok faydalı bir ilaç olduğu belirtilmiştir. Görüldüğü gibi
müslü-manlar imkanları nisbetinde, asırlar boyu tecrübe ve deneyden geri
durmamışlardır. Eski tabiblerden bir kısmı bunun başlı başına bir ilaç olduğunu
söylerken; bir kısmı da başka bir madde ile karıştırılmak suretiyle kullanılabileceğini
vurgulamıştır.
3-İlimlerin
büyük gelişmeler kaydettiği asrımızda, tıp ilmi çok mesafeler katetmiş, hatta
doktorlar tedavisi imkansız gibi görünen hastalıkların dahi ilacını keşfetmiş,
bir insanın uzuvlarım diğer bir insana nakletmeyi başarmışlardır. Eğer
muhtelif branştaki doktorlar rivayet ve dirayet bakımından hadis ilmiyle
iştigâl eden âlimlerin de yardımıyla, Tıbbu'n-Nebevî'yi inceleme ve araştırmaya
tâbi tutsalar, bundan büyük hayırlar elde edileceği gibi; pekçok oryantalist ve
onlara tabi olanların şüphe düşürdükleri birçok hadisin sahih olduğu da gün
yüzüne çıkar. Dahası bu hadislerin Hz. Peygamber'in birer mucizesi oldukları da
açıkça anlaşılır. Çünkü Resulullah bir tabib olmadığı gibi, tıp ilmiyle de hiç
uğraşmamıştır. Öte yandan bi'set asrında yaşayan tabiblerden bu hakikatleri
bilen birisi yoktu ki, Resulullah'ın onlardan aldığı söylenebilsin. Bu durumda
geriye sâdece bu hadislerin vahy eseri olduğu ihtimâli kalıyor. Zira : «O
hevâ1-sindan konuşmaz, O ancak vahyolunan bir vah»
Bu ve benzeri
hadislerde yakmi olarak ne kastedildiği bilinemediği için sıhhatlerini
araştırırken tecrübe bir şey ifade etmemektedir. Binâenaleyh söz konusu
olan bu hadiste de hangi mantarın
kastedildiği açık değildir. Zira Resûlullah özel bir mantarı kastetmiş olabileceği
gibi, genel olarak bir türe de işaret etmiş olabilir. Ayrıca mantar, bütün göz
hastalıkları için şifa olmadığı gibi her zaman ve herkese de şifa olmayabilir.
Sonra mesele kıyamete
kadar sabit kalması gereken şer'î bir mesele değildir. Bu nedenle, Rasulullah'ın
zamanında, belirli bir hastalık için, özel bir yerde, yine belirli bir mantar
çeşidinin ilaç olması da mümkündür. Deney başarısızlıkla neticelenirse, bu,
hadisin sahih olmayıp gerçekle bağdaşmadığı anlamına gelmez. Çünkü üzerinde deney
yapılan mantar, tedavisi arzulanan hastalığa te'sir etmeyebilir. Ayrıca deneyde
kullanılan mantar, hadiste sözü edilen mantar olamıyabileceği gibi, deneyin
başarısızlığı mantarın yapısının dışında bir sebeple kaynaklanmış olabilir.
Tıbb'm geliştiği bir
asırda yaşadığımız halde, ilmen yüzde yüz başarılı netice vereceği kesin olan
bâzı cerrahi müdâhelelerin başarısızlıkla neticelendiğini görebiliyoruz.
Bunun sebeplerini şu şekilde sıralayabiliriz : îlacın yapısı dışındaki
etkenler, havada ve âletlerde mikropların bulunması, doktorun yanlış teşhisi ve
ilacın hastalığın bulunduğu yere isabet etmemesi. Uzman doktor kardeşlerimizin
bizlerden daha iyi bildikleri gibi, bu tür hadislerin sıhhatini tesbitte deney
ve tecrübe yegâne yöntem değildir.
Bütün bunlara tıbbi
bitkilerin zamanla özelliklerini yitirdiklerini de ilâve etmek lâzım. Aslında
mantar ve diğer varlıklar zararsız olarak yaratılmışlardır. Ancak, daha sonra
çeşitli etkenlerle, kendilerine bâzı âfetler arız olmaktadır. Öyleyse bugün
mevcut olan manta-larla yaptığımız bir deneyin
başarısızlıkla neticelenmesi, faydaları zamanla izâle olmuş olabileceği için,
hadisin yalan olduğu anlamına gelmez. Nitekim pek çok bitki de zamanla, ya da
kendisini çevreleyen ortamın değişmesiyle özelliklerini kaybedebilmektedir.
Bu söylediklerimizi
6/10/1961 târihinde Kâhire'de çıkan el-Ehram gazetesinin 14. sayfasındaki,
«Tıbbî Bitkiler Bahçesi» başlıklı şu yazı da doğrulamaktadır: Tıbbî
gözlemler, tıpta kullanılan bitkilerin son derece hassas olduklarını, toprak,
sıcaklık, rutubet ve deniz seviyesinden yüksekliklerine göre özelliklerini
kaybedebileceklerini söyler. Bazen de yerlerinin değiştirilmesi nedeniyle
bitkilerde yepyeni özellikler ve unsurlar meydana gelebilmektedir. İtalya'da
bâzı tarımsal araziler, uyuşturucu elde etmek İçin, haşhaş üretimine
çevrilmiş, fakat bitkiler uyuşturucu hiçbir madde vermemiş bunun yerine yelkenli
gemi halatlarının yapımında kullanılan çok sağlam elyaf vermiştir. Halbuki, bu
bitkinin elyaf ile uzaktan yakından hiçbir alakası yoktur. [464]
Ahmed Emin,
Duha'I-İslâm adlı eserinin başka bir yerinde, Hadis'in isnad ve metin tenkidine
değinirken şu görüşleri serdetmiştir :
«... Hadisçiler, hadis
uydurulmasında önemli bir faktör olan siyâsî sebeplere değinmemişler, Emevî ve
Abbasi idarelerine destek veren rivayetlere kuşku ile yaklaşmamışlardır.
Hadislerin, rivayet edildikleri içtimaî yapıyla ilgilerini tesbit edebilmek
için, Hz. Peygamber ve râşid halifeler dönemi ile Emevî ve Abbasi döneminin
sosyal yapısını ve bu devirlerde ortaya çıkan siyasî ihtilafları ele alan
kapsamlı incelemeler yapmamışlardır. Bunun yanında, râvileri hadis uydurmaya
sevkeden psikolojik unsurlar üzerinde de durmamışlardır. Gerçi zaman zaman
bunları gözönünde bulundurduklarını bildiren bâzı rivayetleri görebiliyoruz
İbn-i Haldun'un, Ebu Hanife'nin az hadis rivayet etmesine ilişkin şu sözü buna
örnek olabilir: «Ebu Hanife, râvinin kendi davranışıyla çelişki arzeden
hadisleri zayıf telakki ederdi» Biraz kapalı ve veciz bir ifade olmakla
beraber, bu söz, hadislerin sıhhati tesbite çalışılırken, yalnızca râvileri
tetkik etmekle yetinilemiyeceğine, bilakis hadis metninin beşer tabiatı ve
sosyal yapısıyla uyuşup uyuşmadığına da bakılması gerektiğine dair bir metoda
işaret etmektedir.
Râvinin psikolojik
durumunun, rivayetine nasıl etki ettiğini göstermesi bakımından, ibn-i Ömer'in
şu haberi güzel bir örnektir : «Resulullah, davar bekçiliğinde kullanılan
köpeklerle, av köpeklerinden başka köpek edinen kimse'nin sevaplarından hergün
iki kırat eksilir» demiştir. Fakat aynı hadisi Ebu Hureyre şöyle rivayet etmiştir
: «...Av köpekleri ile davar ve tarla
bekçiliğinde kullanılan köpekler bundan müstesnadır.» Görüldüğü gibi Ebu
Hureyre hadise, tarla bekçiliğinde kullanılan köpekleri de ilâve etmiştir. Bu
durum ibn-i Ömer'e aktarıldığı vakit: «Ee! ne de olsa Ebu Hureyre ziraat ile uğraşıyor»
demiştir. İbn-i Ömer'in bu sözü, rivayette psikolojik unsurların ne gibi bir
rol oynayacağına dâir latif bir telmihtir.
Bu meyanda daha başka rivayetlere rastlamak mümkündür. Ancak bunlara
verilen önem hiçbir zaman isnad tenkidine verilen önem kadar olmamıştır. Zâten
hadisçiler sened tenkidine eğildikleri kadar, bu yöntemlere de ağırlık
verselerdi, faziletlerle ilgili hadisler de dâhil, pek çok hadisin uydurma
olduğu rahatlıkla ortaya çıkardı.»[465]
Cevap :
1-
Hadisçiler, rivayetleri objektif bir biçimde tenkide tâbi tutmuşlar, sened ve
metin incelemesinde esas aldıkları kriterler çerçevesinde sahih ya da zayıf
olan haberleri tesbit edip ortaya
çıkarmışlardır. Daha öncede üzerinde durduğumuz gibi, haktan uzaklaşmak ve hükümde
aşırılığa düşmekten korkan her iffetli eleştirmen'-in yaptığı gibi, hadisçiler
de, tenkidlerinde teenni ile hareket etmiş ve son derece temkinli
davranmışlardır. Fakat müsteşriklerin ve onların borazanlığmı yapanların esas
maksatları, cerh ve tâdil imamlarını acul, hükümde acele davranarak kestirip
atan kimseler olarak lanse etmektir. Halbuki, bu imamların böyle olmadıkları gün gibi aşikârdır.
Diğer yandan
hadisçilerin : «Bidat ve hevâ sahibi kimselerin rivayetleri muteber değildir»
şeklindeki prensipleri açıkça ortadayken, Ahmed Emhı'İn, onları siyâsi
unsurları gözardı etmekle suçlamasını anlamak doğrusu mümkün değil. Söz konusu
prensibi, bâzı imamlar farklı şekilde uygulamışlar ve yalnızca bidatinin
propagandasını yapan kimselerin haberlerini kabul etmemişlerdir. Bunun nedeni
ise, kanaatlerindeki taassubun propagan-dist râvileri rivayetlerde tahrife
sevketmesi ihtimâlidir. Ancak cerh, ve ta'dil imamları herşeye rağmen, bu tür
râvilerin bütün rivayetlerini reddetmemiş, kanaatleri ile çelişki arzeden
haberleri kabul etmişlerdir.
İmamların siyâsi
unsurları hesaba kattıklarına diğer bir delil de onların şu kaideleridir: «şıi
bir râvi'nin Hz Ali'nin fazileti, aynı şekilde Rafızî birinin Ali (r.a.)
karşıtlarını kınayan rivayeti uydurma kabul edilir.»
Öyle anlaşılıyor ki,
Ahmed Emin, mevzu hadisler sahasında yazılan, İbnu'l-Cevzi'nin
«Kitâbu'I-Mevduât»ı, Suyûti'nin «eI-Leâtil-Masnûa»sı ve İbnu'l-Arrak'in
«Ten-zihu'ş-Şeri^smdan haberdar değildir! Bu kitapları incelemiş olsaydı
müellilferinin şahıs, bölge, cins ve milletlerin fazileti ile ilgili hadisler
konusunda ne derece titiz davrandıklarını ve eserlerinde herbiri için ayrı
birer bab açtıklarını görme imkanı bulurdu. Sâdece Suyûtî'nin adı-geçen
kitabında, faziletlere dâir zikredilen mevzu haberler yüz sayfadan fazla yer
teşkil etmektedir.
Bütün bunlardan sonra,
Ahmed Emin, nasıl olur da kalkıp : «... Hadisçiler sened tenkidine eğildikleri
kadar, bu yöntemlere de ağırlık verselerdi, faziletlerle ilgili
harahatlıkla--ortaya çıkardı» diyebilir.
Şayet O, bununla,
hadisçılerin, faziletlerle ilgili bütün hadislerin uydurma olduğuna
hükmetmediklerini kastediyorsa biz bu görüşe asla katılmayız. însaf sahibi hiç
bir araştırmacının da bunu söyleyebileceğini
basiretli okuyucularımızdan şu söyleyeceklerimize de dikkat etmelerini
istirham ediyoruz :
a) Bir
rivayete göre Hz. Enes : «Hamama girdim. baktım ki, Resulullah üzerinde bir
peştemalle oturuyordu» demiştir. îbnu'l Cevzi bu haberi değerlendirirken: «O
zaman Araplar arasında umûma ait hamamlar yoktu» diyerek rivayetin uydurma
olduğuna hükmetmiştir. ,
b) Yine
ibnu'l Cevzi: «bundan yüzyıl sonra Allah'ın işine yarayacak hiçkimse
doğmayacaktır» şeklindeki bir rivayetin de sened yönünden tahlilini yaptıktan
sonra: «pek çok değerli âlim h. 100'den
sonra dünyaya gelmiştir. Böyle bir haber nasıl sahih
olabilir?» diyerek uydurma olduğuna dikkat çekmiştir.
c) Hadisçilerin,
el-Herise (bir çeşit yiyecek)'nin insanın cinsi gücünü arttırdığını bildiren
rivayeti değerlendirken, «Bu haberi
uyduran Muhammed b. el-Haccac el-Lahmî'dir. Bu adam Herise satarak geçinirdi»
tesbitini. yaprnaları da, râvinin psikolojik yönüne dikkat etmeleri bakımından
ilginçtir. Daha bunlara benzer pek çok misal bulmak mümkün. Ne yazık ki, Ahmed
Emin hadisçilerin yazdıklarını okuma ve inceleme külfetine katlanmamış, görüş
ve iddialarında oryantalistlerin izinden gitmeyi tercih etmiştir.
2 -Ahmed
Emin'in, köpek besleme ile ilgili, Ebu Hureyre rivayeti hakkında ibn-i Ömer'in
sözlerini: «ibn-i Ömer'in bu sözü, rivayette psikolojik unsurların ne gibi bir
rol oynayacağına dâir latif bir telmihtir» diyerek yorumlamasına birkaç yönden
cevap vermek istiyoruz :
a) Herşeyden
önce, Ebu Hureyre'nin, tarla bekçiliğinde kullanılan köpekleri de içeren
rivayeti Buharı ve Müslim'de yer almaktadır. Sonra bu şekliyle hadis, sâdece
Ebû Hureyre değil daha başka sahabîler tarafından da rivayet edilmiştir.
Bunlardan bir tanesi afif sa-habi Süleyman b. Ebî Zuheyr'dir. Bu zat Buharî'de
yer alan rivayetinde şöyle demektedir : «Kim davar ve tarla bekçiliğinde
kullandığı köpekten başka köpek edinirse her gün amelinden bir kırat eksilir»
Bunu Resûlullalı'tan bizzat sen mi işittin sorusuna da, Süleyman b. Ebi'z-Zübeyr
: «Şu Mescid'in rabbine andolsun ki, evet, bizzat ben işittim» cevabını
vermiştir.
İmam Müslim ise, aynı
lafızlarla, Yahya b. Said -el-Kattan tarikiyle, Abdullah b. Muğaffel'den gelen
bir isnadla bu hadise yer vermiştir. Müslim ayrıca ibn-i Ebî Hâtim'den de
nakletmiştir. Bundan başka, Tirmizi, Nesâi ve ibn-i Mâce de eserlerinde bu
rivayete yer vermişlerdir.
Görüldüğü gibi aynı
hadis, Ebu Hureyre'den başka, pek çok tarikle hadiste ziyâde yapmaları mümkün
olmayan sahabiler tarafından da rivayet edilmiştir. Kaldı ki, aynı ziyâde
bizzat ibn-i Ömer'den de gelmiştir. Nitekim İmam Müslim, hadisin Şu'be ve
Ebu'l-Hakem tarikiyle ibn-i Ömer'den gelen şu varyantına yer vermiştir : «Kim
ziraat, davar ve av köpeğinden başka köpek edinirse her gün sevabından bir
kırat eksilir»[466]
İmam Nesai de .aynı ziyâdeyi ibn-i Ömer'den rivayet etmiştir.
İmam Nevevi ise aynı
konuda şu mutalada bulunmuştur : «İbn-i Ömer bu hadisi Ebu Hureyre'den işittikten
sonra gerçekten Resulullah'm bunu söyleyip söylemediğini tetkik etmiş,
söylediğine kanaat getirince de Ebû Hureyre'den duyduğu şekliyle rivayet etmiş
olabilir. Yahut ibn-i Ömer önceleri hadisi bu ziyâde ile rivayet ettiği halde
daha sonra bunu unutmuş olabilir. Hâsılı, bu şekliyle hadisi rivayet eden
yalnız Ebu Hureyre olmayıp, bir grup sahabe de bu konuda ona muvafakat etmişlerdir.
Ebu Hureyre bunda münferid kalsaydı, yine de fazlalığı içeren rivayeti kabul
olunurdu. »[467]
b) Dikkat
edilmesi gereken diğer bir nokta da şudur : ibn-İ Ömer'in sözü, ne Ebu
Hureyre'nin rivayetine şüphe düşürecek ve ne de O'nun doğruluk ve emânetini
gölgeleyecek bir nitelik taşımamaktadır. Burada yalnızca Ebu Hureyre'nin onu
ezberinde tutmasına yardımcı olan bir niktaya işaret edilmiştir ki, o da bu
sahabinin ziraatle meşgul olmasıdır. Zâten genel olarak insanlar kendilerini
yakından ilgilendiren şeylere daha fazla ilgi duyar ve kolayca bellerler.
Bu hususta îmam Nevevî
âlimlerin şu değerlendirmelerine yer vermiştir.; «...Burada, Ebu Hureyre'nin
rivayetini zayıf gösterecek veya onda şüphe uyandıracak bir şey söz konusu
değildr. Bilakis, ibn-i Ömer'in sözünden anlaşılan, Ebu Hureyre'nin ziraatle
uğraşan biri olduğu, dolayısıyle kendisini ilgilendiren rivayetin bu kısmını
daha iyi bellediğidir. Zira, âdeten insan ilgi alanına giren şeyi
diğerlerinden çok daha iyi öğrenir ve başkalarının bilemiyeceği hükümlerini
daha iyi muhafaza eder.»
c) î&n-i
Ömer'in Ebu Hureyre'den tazim ve takdirle söz etmiş olması ve O'nun kuvvetli
bir hafızaya sahip olduğunu itiraf etmesi de bu anlayışı kuvvetlendirmektedir.
Nitekim Ebu Hureyre'nin cenaze merasiminde O'nu rahmetle anarak :
«Resulullah'm hadislerini bize muhafaza ediyordu» dediği sabittir. Ayrıca
el-Bağavi «es Sahâbe» adlı eserinde yine ibn-i Ömer'in O'na hitaben : «ya Ebâ
Hureyre! sen, içimizden Resûlullah'a en çok mülazemet eden ve O'nun hadislerini
en çok ezberleyensin» dediğini kaydetmiştir. Anlaşılan Ahmet Emin, sahabenin
yağcılık ve yaltakçılık nedir bilmediklerini, hak ve hakikat uğruna tenkid
etmekten asla çekinmediklerini farketnıemişe benziyor. Eğer ibn-i Ömer (r.a.)
hadise yaptığı ilâveden dolayı Ebu Hureyre'yi yalancılıkla itham edecek
olsaydı bundan asla geri kalmazdı. Çünkü O'nun Ebu Hureyre'den korkmasını gerektirecek
hiç bir neden yoktu.
Rivayet yönünden sabit
olan bu ilâve, dirayet yönünden de son derece ma'kuldur. Zira Şâri'in davar
köpeklerine müsaade ederken göz Önünde bulundurduğu illet, tarla bekçiliğinde
kullanılan köpekler için de aynen mevcuttur. Kaldı ki hayra ve şerre muhtemil
olan bir sözü, hayra yormak, bırakın sahabeyi, normal bir müslümana yaraşan
iffetli bir davranıştır. Nitekim Ömer b. Hattab (r.a.) da bu nokta üzerinde
ısrarla durarak: Kardeşinizin sözünü mümkün merebe iyiye hamletmeye çalışın,
kötüye yormayın» demiştir. Gerçek şu ki, Ahnıed Emin bu iddialarıyla büyük
haksızlık etmiştir.
3- Şimdi de
Ahmed Emin'in şu ifadeleri üzerinde duralım: «... Gerçi onların bu kabil bâzı
şeyler rivayet ettiklerini görebiliyoruz. Buna ibn-i Haldun'un, Ebu Ha-nife'nin
az hadis rivayet etmesine ilişkin şu sözü örnek olabilir: «Ebu Hanife râviriin kendi davranışlarıyla
çelişki arzeden hadisleri zayıf telakki ederdi.» Biraz kapalı ve veciz bir
ifade olmakla beraber bu sözü, hadislerin sıhhati tesbite çalışırken, yalnızca
râvileri tetkik etmekle yetinilemiyeceğine, bilakis hadis metninin beşer
tabiatı ve sosyal yapısıyla uyuşup uyuşmadığına da bakılması gerektiğine dâir
bir metoda işaret etmektedir.»
Cevap :
Ahmed Emin, ibn
Haldun'un sözünü tahrif etmiş. O'nu kastedilen manasından alarak, hiç te
taşımadığı bir anlama hamletmiştir. îbn Haldun, asla, O'nun dediği gibi;
Yalnızca rivayetlerle yetinilmeyip, onların sosyal vakıalara ve beşer
tabiatına arzedilmesi gerektiğini, söylemek istememiştir.
İbn Hadun'un esas
kastı: Ravi, kendi rivayet ettiği hadisin aksine bir fetva verdiği veya O'nun
aksine davranışta bulunduğu zaman, haber-i vâhidle amel edilip,
ediîemiyeceğidîr. Zira, Ebû Hanife ve ashabı, bu gibi durumlarda, (isnad)
bakımından sahih bile olsa, hadisin zayıf olduğuna
hükmetmektedirler. Usulcüler, Haneftlerin bu kanaati hakkında şu mütalaayı
yapmaktadırlar : «Hanefi âlimler, haber-i vâhidle amel edilebilmesi için üç
şart Öngörmüşlerdir. Birincisi, râvinin, rivayet ettiği habere muhalif amel
etmemesidir. Şayet, ravi, ameli veya fetvasıyla rivayete ters düşecek olursa,
rivayetine itibâr edilmez. Bilâkis muteber olan ameli ve fetvâsıdır. Bu
şartlarını da izah ederken şöyle demektedirler: «Sahabenin tamamı âdil
insanlardır. Binaenaleyh bu vasıfta olan bir râvinin, neshedici başka bir unsur
bulunmadıkça, ra-sulullahm hadisine aykırı davranması asla makul değildir. Aksi
taktirde bu tutumu, O'nun adalet vasfını zed-]er.»[468] Bu
izahtan sonra, ibn Haldun'un sözünden ne kastettiği iyice anlaşılmaktadır.
Nitekim O, bu sözlerinden sonra, konuyla ilgili olarak, Mâlikî'lerin
görüşlerine yer vermiş, haber-i vâhidle amel edilebilmesi için onların da,
rivayetin Medine ehli-nin tatbikatıyla çelişmemesi şartını aradıklarına dikkat
çekmiştir.[469] Bütün bunların
arkasından ibn Haldun «Şâfiîlerin görüşü» başlığı altındada şu değerlendirmede
bulunmuştur : «Haber-i vâhidle amel edilebilmesi için, İmam Şafii, ne Mâliki ve
ne de HaneBlerin şartlarına gerek duymamıştır. Bilâkis O'nun tek aradığı,
senedin sahih ve muttasıl olmasıdır. Sened sahih ve muttasıl olduğu sürece,
hadis meşhur olsun, olmasın, Medine'lilerin tatbikatıyla çelişsin veya çelişmesin,
O'nunla amel etmiştir. Şayet hadis, başka hadislerle muâraza teşkil ederse, bu
durumda, onu nesheden rivayetin olup, olmadığına bakmış, var ise O'nu esas
almıştır. Yok ise, aralarını cem etmeye çalışmış, buna da imkân bulamazsa,
aralarındaki tearuzu giderecek şekilde te'vil etmiştir. İmam Şâfîi, İttisal
şartından dolayı mürsel haberlerle istidlalde bulunmamıştır. Zira, mürsel haber,
isnadından, sahabenin düşmesi sebebiyle kopukluk olan bir haber türüdür. Ancak
O, başka bir rivayetle desteklenmesi hâlinde bu nevi haberleri delil olarak
kabul etmiştir. Sâid b. el-Müseyyib'in mürselleri ile amel etmesinin hikmeti
de budur. Çünki, onlarm tamamının başka tariklerden muttasıl olarak geldiğini
tesbit etmiştir.»[470]
İbn Haldun ardından,
,Hanbelilerin görüşlerine yer vermiştir. Onların da, Mâliki ve Hânefilerin
şartlarına itibar etmemeleri yönünden, îmana Şafii gibi düşündüklerini, ne
varki farklı olarak, ittisal şartını da gözetmediklerini belirtmiştir. Bilâkis,
sened sahih olduğu sürece, muttasıl olsun veya olmasm onunla amel ettiklerini,
bu yüzdende mürsel haberleri kıyasa tercih ettiklerini vurgulamıştır.
Sünnetle amel konusunda, en geniş mezhebin Hanbeli mezhebi olduğu da ibn
Haldun'un mütalaları arasındadır [471]
Bu konuda, İmam
Şafii'nin görüşünün en tutarlı görüş olduğuna dikkât çekmeye bilmem gerek var
mı? Kanaatimiz o ki, ravileri âdil ve zabıt olup, senedi de muttasıl bulunduğu
sürece, râvinin âmeli veya fetvasıyla çeHşip çelişmediğine bakılmaksızın
hadisle amel edilme-lidir. [472]
Bu Konuda Hadis Âlimleri'nin Mütâlası:
Hadisçiler, râvinin rivayeti doğrultusunda
fetva vermesinin veya o yönde amel etmesinin, ne hadisin sıhhatine ve ne de
râvilerinin adaletine hükmetmesi anlamına gelemiyeceğini belirtmişlerdir. Zira,
O'nun ihtiyaten böyle hareket etmiş olması ihtimâli vardır. Yine, haberle paralellik
arzeden bir başka delile uymuş olması da ihtimâl dahilindedir. Seyfüddin
el-Amidî gibi bazı usulcüler bu şekil bir tutumun, hadisi tashih etmek anlamına
geldiği kanaatine sahiptirler. Cüveynî ise, ihtiyaten yapılmadığı taktirde bu
manaya gelebileceği görüşündedir. Ibn Teymiyye'nin ise bu konudaki kanaati,
terğib ve terhib içeren haberlerle diğerlerinin ayrı ayrı mütaala edilmesi
yönündedir.
Aynı şekilde, râvinin
hadise muhalefeti de, tamamen başka bir sebepten kaynaklanmış olabileceği
için, O'nun zayıf olduğunu veya râvilerinin sika olmadıklarını ifâde etmez.
Nitekim, İmam Mâlik, alışverişte «Muhayyerlik» hadisini rivayet etmiş ancak,
Medine'lilerin tatbikatına ters düştüğü için, onunla amel etmemiştir. Fakat
bu, asla, hadisi rivayet eden «nâfi'» hakkında bir cerh sayılmamıştır.
İbn Kesir ise
«râvinin, rivayeti doğrultusunda amel etmesine veya fetva vermesine, o konuda
başka hiç bir hadisin bulunmaması da yol açmış olabilir» der. El-Irâkî, bu
kanaate katılmayarak, şu değerlendirmede bulunur: «Bir konuda yalnızca bir
hadisin bulunması, îcma ve kıyas gibi başka delillerin de bulunmadığı anlamına
gelmez. Sonra, hâkim veya müftî, elindeki bütün delilleri ortaya koymak
zorunda.değildir. Pekâlâ, başka bir delile sahip olup, O'nun ışığında kalbi
hadise yatmış olabilir. Yahut ta, zayıf hadisin, kıyasa tercih edilmesi
gerektiği inancındadır...» [473]
Bu bölümde de Ali
Hasan Abdulkâdir'in «Nazratün Âmme Fi Târihi'I Fıkhi'l-İslâmî» adlı eserinde
ortaya attığı şüpheler üzerinde duracağız. Ali Hasan Abdulkâdir kitabının bir
yerinde şu görüşleri serdetmektedir :
«Allah Teâla,
Kur'an'da, zekâtı müslümanlar üzerine farz kılmıştır. Fakihler ise, zekâtın
kimlere vacip olduğunu, bütün müslümanlara mı? Yoksa, yalnızca belli miktarda
mala sahip olanlara mı? farz olduğunu ve yine, zekât olarak verilecek miktarın
nekadar olması gerektiğini, bütün tafsilatı ile ancak, Rasûlûlîah'ın
hadislerinde bulabilmişlerdir.
Juynball. gibi bazı
araştırmacılar ise, bu rivayetlerin sıhhatinden endişe etmişler ve onların
tarihi gerçeklere ters düştüğünü ileri sürmüşlerdir. Sahabenin herbireri-nin
gücü nisbetinde zekât verdiğine, bu konuda kendilerine tevcih edilmiş özel bir
talimatnamenin bulunmadığına dikkat çekmişlerdir. Bu araştırmacılar, Kur'an'm
hiçbir sınırlama getirmeden zekâtı farz kıldığını, müslümanla-rın da, tâ ilk
gündenberi onunla amel ederek yanlarında, nakid para, zinet eşyası, mâl, elbise
v.b. gibi ne varsa onu zekât olarak vermeyi îtiyad edindiklerini savunmuşlardır.
Söz konusu hadislerin ise zekat ameliyesine, yirmi dinara yarım miskal,
aşağısına ise hiç zekat gerekmediği gibi bir takım sınırlamalar getirdiği de
aynı araştırıcılar tarafından kaydedilmiştir.
Zekât birimlerinin
tafsilatıyla işlendiği vesikalardan bir kısmını, Hz. Ebû Bekir'in valilerine
gönderdiği mektupları oluşturmaktadır. Bazı rivayetlerde ise bu mektupları
Rasulullah'm yazdığı, fakat gönderme fırsatı bulamadan vefat ettiği ifâde
edilmektedir. Rasulullah'm ölümünü müteakip, Hz. Ebu Bekir'in onları yürürlüğe
soktuğu, ondan sonra hâlife olan Ömer'in de aynı icraatı devam ettirdiği
kaydedilmektedir.
Bu mektuplarda, deve,
sığır ve davarlardan verilecek zekât miktarları, tafsilatıyle işlenmiştir.
Böylece Allah'ın mutlak olarak farz kıldığı zekât, bir takım sınırları ve
şartları olan tafsilatlı bir ameliye haline gelmiştir. Bundan sonra insanlar,
zekatlarını edâ ederken, fıkhı bir takım kural ve kaidelere göre hareket
edegelmişlerdir...»[474]
Ali Hasen Abdülkadir,
bu çelişkili sözleri nakletmiş, fakat bir cümle olsun eleştiri getirmemiştir.
Bu da, O'nun, oryantalistlerin kanaatlerine katıldığı anlamına gelir. Böyle bir
durumun bir müslümamn, dahası, bir Ezher âliminin kitabında yer alması, hiç
şüphesiz, yeni yetişen talebelerin, sözkonusu hadislerdeki şüphelerinin artmasında,
daha etkili bir vesile olacaktır. Halbuki, bu hadîsler, zekâtın nisabım, ne
kadar maldan zekât verilmesi gerektiğini, o kadar dakik bir biçimde ifâde
etmektedir ki, bu Onların Allah tarafından vahyedildiklerinin bir işaretidir.
Zira Rasulullah ümmî bir zat olup, bir hadiste de belirtildiği üzere, okuma
yazma bilmeyen bir toplumda yetişip büyümüştü.
Cevap :
1- Bu septik
oryantalistler, zekatın nisâbına delâlet eden hadislerin tarihi gerçeklerle
uyuşmadığım nereden çıkartıyorlar? Bu konuda onların ve görüşlerini nakleden
yazarın kaynak göstermesini beklerdik. Bizler, tarihi gerçeklerin tesbiti
hususunda hadis rivayetlerine iti-mad etmiyeceğiz de neye güveneceğiz?
Hadisçilerin yöntemini kullanmasına rağmen, Taberi gibi eski tarihçiler bile,
rivayetlerin incelenmesinde onlar kadar müdekkîk olamamışlardır. Vakıa
ortadadır. İşin daha da ilginç tarafı, bu araştırmacıların, sahabeden her bir
ferdin gücü nisbetinde zekât verdiğini, bu konuya ilişkin onlara tevcih
edilmiş herhangi bir talimatın da bulunmadığını iddia etmeleridir. Bu ulu orta
konuşmaktan başka birşey değildir. Şayet sahabenin" gücü oranında zekat
verdiği sahih olsa bile bu, sâdece ilk zamanlara ait bir uygulama olabilir.
Niekim, bu durum çok fazla devam etmemiş, zekâtın .sarfedileceği yerler
tafsilatıyle. Kur'an'da ortaya konmuştur. Konuyla ilgili sayılamıyacak kadar da
hadis vardır. Sünnet ise Zekât'a dâir bütün meseleleri ince ince tes'bit
etmiştir. Bilindiği gibi sünnet, İslâm teşrii'nin ikinci aslıdır. Kur'an'ı
tefsir ve izah etmiş, mücmelini beyân, âm'mmi tahsis, mutlakmı takyid etmiş,
bazen de müstakil olarak hükümler koymuştur. Şayet, yalnızca Kur'an'a itimad
edilmiş olsaydı, dini ve dünyevi pek çok meseleye fakihler çözüm bulamazlardı.
Ne varki, sünnet ve hadislerin, dinî, dünyevî siyasî ve içtimaî gelişmenin
ürünü oldukları, bu şüpheci oryantalistlerin büyük çoğunluğu tarafından iddia
edilip durmaktadır.
Yahudi müsteşrik,
Goldzier'in sünnet hakkındaki görüşleri de onlardan pek farklı değildir. Hatta
O, bu konuda pekçok oryanalistin de fikir babasıdır.
Buharı ve Müslim'de
yer alan haberler'den bir tanesi şudur : «Üç yaşını doldurmuş beş deveden aşağısında
ze-kât yoktur. Yine beş Vesâk (60 ölçek)ten aşağısı da zekâta dâhîl değildir.»
Ayrıca Buharî, Enes (r.a)in şu rivayetini kaydetmiştir : «Hz. Ebû Bekir, O'nu
Bahreyn'e vali olarak gönderirken kendisine şöyle yazdırmıştır : «Bismillahirrahmânirrahîm.
Bu, Allah Teâla'mn Rasulu'ne emrettiği, Rasulunün de müslümanlar üzerinde farz
kıldığı zekât farizasıdır. Müslümanlardan herkim O'nu usulü dâiresinde
isterse, veriniz...»[475]
Deve ve Koyunların nisabından bahseden pek çok sahih hadis bulmak da mümkündür.
Bu konuda kendisine müracaat edilebilecek en güzel eser Mecdu'd-Din İbnû'l
Esîr'in «Câmiu'1-Usûl ilâ ahâdîsi'r Rasûl adlı eseridir.[476]
Zekât miktarlarının,
Rasulullah (s.a.s.) tarafından yazdırılmış olması, ancak O'nun valilerine
göndermeden vefat etmesi, Peygamber'in vefatını müteakip halife Ebû Bekir
(r.a.)'in onlân yürürlüğe koyması ve O'ndan sonra da Hz. Ömer (r.a.)'in aynı
uygulamayı devam ettirmesi ile ilgili rivayetler; zekât birimlerinin Rasulullah
zamanında takdir edilip, herkes tarafından da biliniyor olmasıyla çelişki
arzetmez. Zira, sahabe, hadisleri yazmaktan men edildikleri zaman onları
ezberledikleri gibi, zekatla ilgili rivayetleri de ezberlemişlerdir. Hadislerin
yazımını yasaklayan rivayet Müslim'de şöyle yer almaktadır: Ben(im hadislerimi)
alın yazmayın. Kim benden, Kur'an dışında birşey yazmışsa imha etsin. Benden
hadis rivayet etmenizde bir beis yoktur. Kim kasten bana yalan isnad ederse,
cehennemdeki yerine hazırlansın.»
Rasulullah (s.a.s.)
zekât birimlerini, valilerine bizzat anlatmış ve şifahen öğretmiş olabilir.
Zekât ve nisabla-nnın kayıtlı bulunduğu vesikalar ise, özellikle Rasulul-lah'm
vefatından sonra, kendilerine müracaat edilecek güvenilir birer asıl olarak
kalmış olabilirler. Bir başka ihtimal de, valilere gönderilen nüshalarla zekât
memurlarının yanında bulundurulan nüshaların, ana, nüshadan çoğaltılan yazılı
vesikalar olmasıdır.
3-Sırf şüphe
sokuşturmak ve rivayetleri inkar edebimek için, Kur'an'm zekatı şartsız ve
mutlak olarak farz kıldığını söylemekte garip bir iddiadır. Kur'an'm, dini
hükümlerin tamamım bütün detaylarıyla zikretmiş olduğunu iddia eden yokki.
Kur'an, dinin aslı ve kaynağıdır. Allah, bu ümmeti, Kur'an'ı muhafaza etmekle
mükellef tutmuştur. Binaenaleyh, O'nun bu derece veciz olması, İslâm ümmeti
için bîr rahmettir. Sonra, Allah Teâla, Kur'an'ı açıklamak üzere, Peygamberi
Muhammed (s.a.s.)'i göndermiş ve «insanlara, kendilerine indirileni
açıklaya-sın diye sana da zikri indirdik. Belld aklederler.»[477] buyurmuştur.»
Rasulullah, söz, Bil,
ahlak ve hayat tarzıyla O'nu en-güzel biçimde açıklamıştır. İşte, sünnet ve
hadislerden meydana gelen bu engin servet, Kur'an'ı açıklamanın bir ürünüdür.
Kur'an, namazların adedini, rekatlarını, secdelerini, hangi namazda açıktan,
hangisinde gizli okunacağını belirtmemiştir. Rûku'da ve secdede ne
denileceğini? birinci ve ikinci oturuşta neler okunacağını taf silatıyle
zik-retmemiştir.
Özet olarak; zekâtın
nisab miktarları da, şeriat tarafından tesbit edilmiş bir keyfiyettir.
RasûlûUah ta pekçok hadis ve sünnetiyle konuya değinmiş. Allah'ın emriyle onu
açıklayıp, sınırlarını tâyin etmiştir. Hâlife ve sahâbiler ise, yalnızca,
şeriatın getirip, Rasulullah'ın açıkladığım tatbik etmişlerdir. [478]
Ali Hasen Abdülkadir,
«Nazratûn âmme fi'1-Fıfchil-İs-İâmî» adlı eserinin bir başka yerinde ise, şu
görüşlere yer veriyor : «... Yalnızca Kur'an ile yetinilmesi ve oldukça az
hadis rivayet edilmesi konusunda Hz. Ömer'in ta,v-rı inkârı kabil olmayan bir
gerçektir. Abdullah b. el-Aîâî, Kasım b. Muhammed'in kendisine şu rivayeti
haber verdiğini bildiriyor : «Ömer b. el-Hattâb devrinde hadisler oldukça
çoğalmıştı. Bunun üzerine Ömer, halkın onları getirmelerine dâir bir emir
çıkarttı. Hepsi bir araya toplandığı vakitte, yakılmalarını emretti. Ondan
sonra, halka dönerek : Ehl-i Kitab'm mesnât (Allah'ın kitabından başka
edindikleri kiaplar)ı gibi, siz de, Allah'ın kitabının yanında başka, başka
kitaplar mı edinmek istiyorsunuz, dedi.» El-Alâî, Kâsım'm, o gün kendisini
hadis yazmaktan men ettiğini def haber veriyor.[479]
Sahabeden üç zatın, hadis
rivayetinde çok ileri gittikleri için, hâlife Ömer tarafından göz altına
alındıkları da rivayetler arasında yer almaktadır.[480]
İş bu kadarla da
kalmamış, Hz. Ömer, kendi kanaatleri ile çelişki arzeden rivayetleri reddetmekten
çekinmemiştir. Fâtıma binti Kays'm, O'nun yanında; kocasının O'nu üç talâk ile
boşadığım, fakat, Rasûîûllah'm kendisine ne nafaka ve ne de Süknâ (boşanan
kadının bannma
hakkı) vermediğini
ifâde etmesi üzerine, Ömer: «Doğru söyleyip, söylemediğini bilmediğimiz bir
kadının sözüne bakarak, biz Allah'ın kitabını bırakamayız. Bu durumda olan bir
kadının, hem nafaka ve hem de süknâ hakkı vardır.» demiştir.
Buna benzer bir diğer
rivayette, Hz. Ömer'in teyemmüm hakkındaki görüşü münâsebetiyle zikredilen şu
haberdir : «Âmmar b. Yâsir, Ömer'in yanında : bir sefer esnasında ihtilâm
olduğunu, su bulamaması üzerine cünüp-lük'ten kurtulmak için toprağa
belendiğini, söylemiş; bilâ-here Rasulullah'a durumu haber verince O'nun : «şu
şekilde yapman yeterliydi», diyerek, ellerini toprağa vurup, sonra da yüzünü
ve kollarını sıvazladığını» haber vermiştir. Ancak, Ömer, bunu hüccet olarak
kabul etmemiştir. Zâten apaçık bir karine olmadıkça hadisleri kabul etmemek
O'nun bir prensibiydi,»[481]
Cevap :
1-Sayın, Ali
Hasan Abdülkâdir'in : «Yalnızca Kur'an ile yetinilmesi ve oldukça az hadis
rivayet edilmesi konusunda Hz. Ömer'in tavrı, inkârı kabil olmayan bir
gerçektir.» görüşüne katılmak mümkün değildir. Zira, Ömer, hiçbir zaman
insanları hadis rivayetinden menet-memiş, sadece rivayetlerinde dikkatli olmalarını
tenbih etmiştir. Raşid hâlifelerin hadis rivâyetindeki tavırları budur, halkı
da böyle olmaya çağırmışlardır. Hz. Ömer'in hadis rivayetini büsbütün
yasaklamayı düşünmeyip, bilâkis, bu konuda temkinli hareket ettiğinin en güzel
delili «îstizân» hadisini rivayet eden Ebu Musa el Eşa'ri'ye şöylediği sözüdür.
O, büyük sahâbî, Ebu Musa el-Eş'arî'nin sözkonusu hadisi rivayet etmesi
üzerine, kendisinden bir şahid getirmesini istemiş, O'nun da Übey b. Kab'b'ı
şâhid olarak getirmesinden sonra : Sübhânallah! ben (seni yalancılıkla itham
etmek istemedim). Yalnızca bir şey işittim ve o konuda ihtiyatlı hareket etmek
istedim, o kadar.» demiştir. Rivayetin başka bir varyantında ise, Hz. Ömer'in,
Rasulullah'm bu hadisini işitmekten kendisini çarşı pazarda alışverişin alıkoyduğunu,
söylediği kaydedil[482]miştir
Yani, Rasulullah'm sağlığında ticâretle meşgul olması. O'nu bizzat Hz.
Peygamber'den işitmesine mani olmuştur. Buhârî ve Müslim'in rivayetlerinde ise
Hz. Ömer'in, Ebû Musa'ya şöyle dediği nakledilmiştir. «Ben seni itham etmek
istemiyorum. Fakat, insanların, Rasulullah'a yalan isnad etmelerinden
endişeleniyorum.» Bunu, îmam Mâlik te rivayet etmiştir. Yine, İmam Buharı
«El-Edebûl-Müfred» adlı eserinde, Ubeyd b. Hanîn'den yaptığı bir rivayette Hz.
Ömer'in, Ebû Musa'ya: «Vallahi, Rasulullah'm hadisleri konusunda güvenilir bir
insansın, fakat ben onu iyice tahkik etmek istedim.» dediğini kay[483]detmiştir.
Bütün bu nakiller,
Ömer el-Faruk (r.a.)'un, hadis rivayetini azaltmağa ve yalnızca Kur'an ile
yetinmeye çağırmadığının en açık delilleridir. O'nu, hadis ve sünnetleri
bırakarak, yalnızca Kur'an'la yetinmeyi kastetmekten Allah korumuştur.
Kur'an'da hükmünü bulamadığı mese-lelerde> hadis ve sünnetlere başvurduğu
bilinip dururken, nasıl olur da, O'nun: Yalnızca Kur'an'la iktifa etmeye
çağırdığı iddia edilebilir? Örneğin, kadının düşük
yapması ve Şam'da beliren veba hastalığı
gibi hadiseler karşısında takındığı tavır en güzel örneklerdir. Şanı yakınlarında,
«Serğ» denilen mevkiye kadar varmışken, Ab-durrahman b. Avf'm, Rasulûllah
(s.a.s) in : «Bîr yerde, veba zuhur ettiği zaman oraya gitmeyin. Bulunduğunuz
yerde belirirse, o zaman da, oradan dışarıya çıkmayın.» dediğini hatırlatması
üzerine oraya gitmekten vazgeçmiş ve geri dönmüştür. Hadisi, Buhârî rivayet
etmiştir.
Müslim'de, Mısver b.
Mahreme'nin şöyle dediğini kaydetmiştir : «Hz. Ömer, kadının çocuğunun
düşürülmesine sebep olmanın hükmü hakkında halkla- istişare etti. Mu-gire b.
Şu'be : Resulullah'ın bu konuda diyetin, ğurre, yâni, köle veya cariye
olduğuna hükmettiğini haber verdi. Ömer'in, senden başka buna tanık olan var
mı? diye sorması üzerine, Muhammed b. Mesleme ona tanıklık etti...[484]
Hz. Ömer'in, Kur'an ve
Sünnet'te hükmünü bulamadığı meselelerde Hz. Ebû Bekir'in tatbikatını esas
aldığı da bilinmektedir.
2- Hz.
Ömer'in, sahabeden üç kişiyi hadis rivayetinde çok ileri gittikleri
gerekçesiyle gözaltına aldığına gelince, bu kesinlikle uydurmadır. Kitaplarda
mevcut olan haberlerin sahihi de, sakimide bulunabildiğine göre, yazara düşen,
rivayetleri iyiden iyiye tetkik etmeden kitabına almamaktı. Nitekim, bu
rivayet Hz. Ömer'e isnad edilmiş uydurma bir haberdir.
İşte size, Zahiri
mezhebinin, Davut ez-Zâhirî'den sonra ikinci imamı, hadis ve sünnet âlimi,
fıkhü'l-hadiste ihtisas sahibi Ebû Muhammed b. Hazm ez-Zâhiri'nin bu konuda
söyledikleri :
«Hz. Ömer'in, hadis
rivayetinde aşırı gittikleri için, ibn Mesud, Ebu'd-Derdâ ve Ebu Zer (r.a.)'i
hapsettiği rivayet edilmiştir. Munkatı olduğu için rivayete itiraz edilmiştir.
Zira haberin râvilerinden, îbrâhim b. Abdur-rahman b. Avf. onu, Hz. Ömer'den
işitmemiştir»[485] Bey-hâkî'nin kanaati de
budur. Hz. Ömer'den bunu işitmiş olduğunu ise, yalnızca, Yakub b. Şeybe, Taberi
v.b. kimseler İddia etmiştir. Zahir olan işitmediğidir. İbn Hâcer.
«Tehzibüt-Tezhîb» adlı eserinde, İbrahim'in 75 yaşında iken, h. 95 veya 96'da
vefat ettiğini söylüyor ki, [486] bu
durum O'nun h. 20 senesinde duğduğunu gösterir. Buna göre, Hz. Ömer'in
vefatında O, üç yaşında olmuş olur. Bu yaş ise, hadis tahammül yaşmın şok
altındadır. Bu itibarla, senedindeki inkita'dan dolayı rivayet hüccet olabilecek
nitelikte değildir. .
İbn Hazm konuyla
ilgili mütalaasına şöyle devam eder : «Bu haberin yalan ve uydurma olduğuna,
bizzat kendisi şahitlik etmektedir. Çünki, böyle bir durumda, Hz. Ömer Sahabeyi
yalancılıkla itham etmiş olur ki, kendisi de bu ithama dahil olur, Yahut ta,
bizzat hadis ve sünnetlerin tebliğini yasaklamış, sahabeyi, onları gizlemeye
ve inkâr etmeye zorlamış demektir. Bu ise, İslâm'dan çıkmak anlamına gelir.
Allah, mü'minlerin emirini böyle bir şeyden muhafaza buyurmuztur. Bu söz, asla
bir müslümanm söyleyebileceği bir söz değildir. Eğer, Hz. Ömer, İtham etmeden
onları, hapsetmiş ise, bu da onlara yapılmış bir zulüm olur. Binaenaleyh,
reddedilmiş rivayetlerle fasid görüşlerine delil getiren kimseler, şu işâret
ettiğimiz iki habis yoldan hangisini dilerlerse onu tercih etsinler.»[487]
Bu rivayete şüphe
düşüren ve sahih olmadığını gösteren hususlardan bir tanesi de İbn Mesud'un
(fıkıhta) Hz, Ömer'in mezhebine ve yoluna tabi olmasıdır. O : «Bütün insanlar
bir vadiye ve yola sapsalar (bir görüşe meyletseler), Hz. Ömer de bir başka
yola ve vadiye sûlûk etse (başka bir görüşe kail olsa) ben O'nun peşinden
giderim (O'nun görüşünü alırım)» demiştir.
Hz. Ömer (r.a.) de,
O'nu, Kûfe'ye muallim olarak gönderdiğinde, Kûfelüere : «Abdullah'ı
göndermekle, sizi kendime tercih ettim» demiştir.
Yine, Ibn Mes'ud ve
Ammâr b. Yâsir, hakkında : «Bu ikisi, Muhamnıed (s.a.s.), ashabının ileri
gelenlerindendir» dediği sabittir.
Hal böyle olunca, ibn
Mesud'un, rivayet konusunda, Hz. Ömer'in metoduna muhalefet etmesi nasıl makul
olabilir? böyle bir nedenle de, Hz. Ömer'in O'nu hapsetmiş olması, nasıl
düşünülebilir?
Adı geçen, Fatıma
binti Kays rivâyetindeki asılsız ilâve ise şudur : «Biz, ne Rabbımızm kitabını
ve ne de, Peygamberlerimizin sünnetini, doğru söyleyip söylemediğini
bilmediğimiz bir kadının sözüne bakarak terkedemeyiz.» Müslim'de ise rivayet
şöyle kaydedilmiştir: «...Bellediğini veya unuttuğunu bilmediğimiz bir kadının
sözüne bakarak, ne Rab'bimizin kitabını ve ne de Peygamberimizin sünnetini
terkedemeyiz. Kadının hem sükna ve hem de nafaka hakkı vardır.»[488]
Burada hata, Ali Hasan
Abdülkadir'in ve Selefi Ah-med Emin'in müsteşriklerin sözlerine itimad
etmeleri, onların görüşlerini değişmez gerçekler kabul etmelerinden neş'et
etmiştir. Hem bu yazarlar ve hem de müsteşrikler bu konuda «Müsellemû's-Sübût»
adlı eserde zikredilenlere dayanmışlardır. Halbuki, O, bir hadis kitabı
olmayıp, Usûl-û fıkh'a dâir kaleme alınmış bir eserdir. Ve Prensip iibâriyle,
hadislerin sıhhat bakımından vasıflarını tesbitte bu gibi eserlere bakılamaz.
Ali Hasen Abdülkâdir,
eserinin bir başka yerinde «Hadis uydurmacılığı ve bu konuda müsteşriklerin mütalalan
başlığı altında şu görüşlere yer vermektedir:«...Burada son derece önemli bir
konuya tafsilatlı olarak temas etmeyi faydalı mülahaza ediyoruz. Bu mesele,
ilk asırlarda hadis uydurmacılığı meselesidir. Yakın zamanlara kadar
müsteşrikler arasında şu görüş revaç bulmuştur. Hadislerin büyük bir çoğunluğu,
İslâm'ın, birinci ve ikinci asırdaki, dinî, siyasî ve içtimaî gelişmesinin
bir neticesidir. Hadislerin îslâm'm ilk devrini yansıtan birer vesika
olduklarım söylemek doğru değildir. Onlar, ancak, İslâm'ın inkişâf
devirlerindeki dinî gayretin birer ürünüdürler.»[489]
Müsteşrikler bu
görüşlerini şu şekilde izaha çalışmışlardır :
a) Emeviler
ile muttaki âlimler arasındaki husûmetin had safhaya ulaştığı H. Birinci
asırda onlar (âlimler) da hadis ve sünnetleri toplamaya başlamışlardır.
Ellerindeki hadislerin gayelerini gerçekleştirmede yeterli olmıyacağma bakarak,
İslâm'ın ruhuna ters düşmeyen ve fakat
halkın da teveccühünü
celbedebilecek nitelikte hadisler uydurmaya kalkışmışlardır. Bunu yaparken de,
dinin prensiplerinden uzaklaşmak, ilhad ve tuğyana karşı mücâdele maksadiyle
yaptıklarını düşünerek, vicdanen bir sıkıntı hissetmemişlerdir. Bu -arada,
Enıevi saltanatının düşmanı olan Ali taraftarlarına da ümid bahşettiklerini
nazarı dikkate almışlardır. İlk etapta, Emeviler karşı harekete geçmede
dolaylı bir yol olan, ehl-i beyti över nitelikteki hadisleri uydurmaya
başlamışlardır. Böylece, ilk asırda hadis, fıkhî ve teşriî prensiplere muhalif
davrananlara karşı, suskun bir muhalefet şeklinde seyretmiştir.
b) Mesele bu
kadarla da kalmadı. Bizzat hükümet bütün bunlar karşısında sessiz kalmadı. Bir
görüşe yaygınlık kazandırmak ya da müttâkî zevatı susturmak istediğinde, O
da, hadise yapıştı ve hadis uydurmayı tezgâhladı. Bütün bunları, gördüğümüzde
denilebilir ki, hadis uydurma hareketi, bir kısım hadislerin terviç edilip, bir
kısmının karalanması oldukça erken bir dönemde başlamıştır. Zira, siyasî veya
iktisadî hiçbir ihtilaf yoktur ki, onu destekleyen sahih isnadh bir grup hadis
bulunmasın.
Emevilerin hadis
uydurmada takib ettikleri metod, Muaviye'nin, Muğireb. Şu'be'ye söylediği şu
sözde kendini göstermektedir:
«Ali'ye hakareti, .Hz.
Osman'a rahmet okumayı, Ali taraftarlarına sövüp, hadislerini karalamayı ihmal
etme. Tam tersini de Hz. Osman ve ehlini övmek için yap. Ve onların bunu
duymalarını sağla.» İşte, Emevilerin Ali aleyhindeki hadisleri bu esas üzerine
kaim olmuştur. Eme-vi ve tâbilerini, kendi bakış açılarına uygun olan hadislerde
yalan olması pek ilgilendirmiyordu. Zira, yegâne mesele, kendilerine mensup
insanların oluşturulup, çoğaltılması idi.
c) Emeviler,
hadis uydurma yolundaki dehâlarıyle, İmam Zührî gibilerini bile elde ettiler,
(onun uydurduğu) hadislerden birtanesi, «sevap kazanmak maksadiyle, yolculuk,
{yalnızca üç mescide, benim şu mescidime (Medine mescidi), Mescidi Haram'a, ve
Mescidri Aksa'ya, yapılabilir.» şeklindeki hadistir. Bu, Emevilerin, bu hadis
vasıasıyle, Beytül-nıakdisi kutsayıp, Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî ayarına
getirmek suretiyle, orayı halk için bir ziyaretgah yapmadaki siyasi
eğilimlerini yansıtır. İşin ilginç tarafı, bu hadîsin uydurulması, İbn Zübeyr'in,
Şam-, lılar'a Kabe'yi ziyaret etmeyi yasakladığı zamana rastladığıdır. Bunun,
Beytü'l-makdis, Şam ve Medine'niıı faziletine dair hadislerle de ilgisi
vardır. Nitekim, Medine'yi bazıları «Tayyibe» diye isimlendirirken, Emeviler
«habise» bazı kimseler de «kokuşmuş yer» şeklinde isimlendirmişlerdir.
d) Mesele,
siyasî maksatla veya Emevi hanedanı yararına hadisler uydurmakla da kalmadı.
Bilâkis, dini sahaya, Medine ehlinin görüşleri ile, bağdaşmayan, ibâdete
müteallik konulara da sirayet etti; Örneğin, herkesin bildiği gibi, cuma
hutbeleri, önceleri, iki hutbeden teşekkül ediyor, halifeler hutbeyi ayakta
irâd ediyorlardı. Bayram hutbeleri de, namazdan sonra icra ediliyordu. Emeviler
bunu değiştirdiler. Halife, Cuma hutbesini oturduğu yerden vermeye, başlarken,
Bayram hutbelerini de namazdan önceye aldı. Bu uygulamalarına ise : Recâ b.
Hayve'nin «Resulullah ve raşid halifeler hutbeyi oturdukları yerden irad
ediyorlardı» şeklindeki rivayetiyle istidlalde bulundular; oysa, aynı zamanda,
Cabir b. Semûre de «kim size. Rasulullah oturarak hutbe irad etti derse, yalan
söylemiştir.» diyordu.
Bunun bir benzeri de
Muaviye'nin minberin basa-maklanm artırması, ve Mescidde, daha sonra,
Abbâsilerin kaldıracağı, kendine has müstakil bir makam edinmiş olmasıdır.
Yine, mesele, istekler
doğrultusundaki hadislerin ter-viciyle de kalmamış, kendi bakış açılarım
yansıtmayan hadisleri karalamaya,, onları gizleyip, zayıf göstermeye kadar
uzanmıştır. Hiç şüphe yokki, Emevilerin lehine imâl edilen birtakım ' hadisler,
Abbâsilerin gelişiyle ortadan kayb oluvermiştir.
e) İddia sahibi, sözlerini teyid edebilmek için,
ilk devir âlimlerinin, râviler hakkındaki cerh ve ta'dil ifâde eden beyanlarını
kullanmıştır. [490]Bunlardan
bir tanesi, muhaddis Âsim b. Nebil'in [491]«Salih
kimselerin, en fazla hadiste yalan söylediklerini gördüm» şeklindeki ifadesidir.
Benzeri bir görüş, Yahya b. Said el~Kattân'dan[492] da
rivayet edilmiştir. Bu meyanda diğer bir söz ise, Ve-kî'in, Ziyâd b. Abdullah
hakkındaki: «Hadiste mevkiinin yüceliğine rağmen, yalancı idi» sözüyle, Yezid
b. Harun'un : «Bir kişi, hariç, Kûfeli hadisçiler, Süfyan b. Uyeyne ve Süfyan
es-Sevrî'ye varıncaya kadar, hepsi tedlis yaparlardı. Her iki Süfyan da,
tedlis yapan râviler arasında zikredilmişlerdir.» sözüdür.
f) Müslümanlar,
ikinci asırda, hadislerin sahih olduğunu söylemenin yalnızca şekle râci
olduğunu, isnad-iarı sahih olan hadisler arasında, pek çok uydurma hadisin var
olduğunu farketmişlerdir. Bu konuda şu ha-
dişler de onlara
yardımcı olmuştur. : «Yakında bana is-nad edilen hadisler çoğalacaktır. Kim
size bir hadis rivayet ederse, O'nu, Allahın kitabiyle karşılaştırın. Ona
muvafık düşüyorsa, söylemiş olsam da, olmasam da biIinki bana aittir.» îbn
Mâce, aynı hadisi; «Hadislerde söylediğim iddia edilen her güzel sözü, mutlaka
ben söyle-mişimdir.»[493]
şeklinde kaydetmiştir. Bu doğrultuda hareket edilerek yapılanlara sahih
hadislerden bir örnek verebiliriz. Müslim'in rivayet ettiği bir hadiste
Rasulullah'-ın, av ve davar köpekleri dışında bütün köpeklerin öldürülmesini
emrettiği, haber verilmiştir. İbn Ömer'e, Ebû Hureyre'nin, bu hadise, tarla
bekçiliğinde kullanılan köpekleri de ilâve ettiği söylenilince, O, «E! ne de
olsa, Ebu Hureyre'nin ekip, biçtiği arazisi var» demiştir.[494] İbn
Ömer'in bu değerlendirmesi, hadisçinin şahsi maksatlardan dolayı neler
yapabileceğine işaret etmektedir.
g) İlk devir
hadisçileri, bazı fıkhî kaideleri ispat edebilmek için, şifahi olarak yapılan
rivayetlerden başka, Resulullah'm isteklerini beyan eden yazılı vesikalar
ortaya çıkarmak suretiyle yeni bir yöntem daha ihdas ettiler. Bu çeşitte, bir
tasdik aracı olarak, Emeviler asrında ortaya çıkmıştır. Ama, mesele bu
sahifelerin nüshaları etrafında dolaştığı vakit onların istinsah edildiği ana
nüshayı soruşturup, sıhhatini incelememişlerdir. Biz, şu haberden hareketle
uydurmacıların cüretini ortaya koyabiliriz : «Emeviler devrinde, bazı
kimseler, Kuzey ve Güney araplarmm arasım bulmaya çalışmışlar ve Tubba' b.
Mâ'dîkerib devrinde, gûyâ, Yemenlilerle Rabia arasında bir anlaşmanın
yapıldığım ortaya koymuşlardır. Bu anlaşmaya dair vesikanın da, Himyerli bir emirin torunlarından
bazısının yanında saklanmış olarak bulduklarını söylemişlerdir.» Şimdi, böyle
bir haberi kabul edenlere, zaman bakımından çok daha yakın olan başka bir
haberi kabul etmeleri zor gelmese gerek. Bu haberden kastımız, büyükbaş ve
küçükbaş hayvanlarda ne kadar zekât gerektiğini ele alan haberdir. Bu konuda
muhtelif hadisler varid olmuştur. Fakat bunlardan sahih kaynaklara
alınabilecek nitelikte, ayrıntılı olarak zekâtın nasıl verileceğine dair nizamı
belirten sahih bir haber yoktur. Bu nedenle, raviler, Rasulullah'm zekât
konusunda valilerine yaptığı vasiyetleri içeren yazılı bir vesikaya ihtiyaç
duymuşlardır. Bunlara, Muaz b. Cebel'e yaptığı tavsiye ile, muhtevalarım hadis
ravilerinin bizlere naklettiği, Amr b.
Hazm ve diğerlerine yazdığı mektuplar örnek olarak verilebilir.
Raviler, bu asıllardan
nakledilen nüshalarla da yetinmediler. Bilakis, daha eski bazı asıllar ortaya
çıkardılar. Bu asıllardan, Hz. Ömer'in ailesinin yanında saklanan bir nüsha
vardır ki, Ömer b. Abdülaziz, ondan bir nüsha daha nakledilmesini emretmiştir.
Ebu Davud da, Zûhrî'nin onu sahih bulduğunu rivayet etmiştir. Yine, Ebu
Davud'un bahsettiği, Rasuluîlah'm mührünü de taşıyan bir diğer vesika daha vardır.
Bunu, Sumame b. Abdullah b. Enes'ten alarak, Hanımad b. Üsame ortaya
çıkarmıştır. Bu vesikayı, Hz. Ebu Bekir, Enes b. Malik'i, zekât toplamak için
görevlendirdiği vakit, O'na vermiştir.» Ali Hasen Abdülkadir, bu görüşlerin,
geçen asırda müsteşrikler arasında, revaç bulan görüşler olduğunu ifâde ederek
şu, birkaç satırla onlara cevap veriyor : «Burada müsteşriklerin mesnedsiz
iddialarını, sağdan soldan ele geçirdikleri haberler üzerine bina ettikleri
açıktır. Selefin hadislerin tesbitindeki aşın ihtimamlarının bir sonucu olarak
sarfettikleri, cerh ve ta'dil ifadelerini sabit gerçekler olarak ele
almışlardır.»[495]
tşte bu kadarı,
değerli yazar, Üstad, doktor Ali Hasen Abdülkadir'in, Yahudi müsteşrik
Goldzier'in görüşleriyle doldurduğu birkaç sahifeden sonra, ona yönelttiği bir
iki satırlık cevabıdır. Halbuki O, islâm ve batı kültürüne vâkıf bir Ezher
âlimidir. O'nun gibi bir âlimin yapması gereken, kitabım okuyanların gönlünden
ortaya atılan şüpheleri izale edecek kadar cevabı uzatmaktı. Şayet böyle
yapmış olsaydı; Allah'tan engin bir rahmet, Hadis ve sünnetlerin, İslâm ve
Kur'an'daki mevkiini bilen biz müslümanlardan da teşekkür ve övgü alırdı. Bu
münasebetle ben, sünnet ve hadislere bir hizmet, onlara düşürülmek istenen
şüphelere de bir reddiye olması bakımından, cevabı uzatmayı uygun gördüm.
İslâm, Kur'an ve sünnete karşı hınç duyan bu yahudi müsteşrikin nazariyelerinin
içerdiği bütün kuşkulara tafsilatıyle cevap vermeden önce, Müsteşrikler
arasında revaç bulmuş, pekçoğunun sıkı sıkıya benimsediği, oysa çok azının
incelediği, yukarıda sunduğum görüşleri takdim etmeyi münasip gördüm. [496]
Rasulullah, sahabe ve
onlardan sonra gelen müslü-maniarm özelliklerinden elde edilen gerçekler,
Goldzier'in görüşlerini çürütmektedir.
1- Kur'an-ı
Kerim. Rasulullah (s.a.s.)a indirilmiş-tit O da hiçbir ilâve veya eksik
yapmadan. O'nu aynen indirildiği gibi tebliğ etmiştir. Sahabe ise, Kur'an'ı
B.z. Peygamber'den alarak,
iyice ezberleyip, anlamak, bilgisini
elde etmek için ömürlerini vakfetmişlerdir. Halis arap olmalarına rağmen
Kur'an'daki herşeyin bilgisini ihata edememişlerdir. Zira, Kur'an'm tafsile
ihtiyaç duyan mücmel, beyan ve tefsire gereksinimi olan müphem,tapalı
tarafların giderilmesi icab eden müşkil ifadeleri vardır. Ayrıca, kendisiyle
özel bir durum kastedilen âm, yine tahsis edilmesi gereken âm ve takyid
edilmeye muhtaç olan mutlak ifa.deleri vardır ki, bütün bunları anlamada,
yalnızca lügat bilmek ve bazı şer'î kaidelerden haberdar olmak yeterli
olmamaktadır. Bu gibi ayetlerin
tefsirinde mutlak kanun koyucu ve Allah tarafından
bir teb-liğci olan Hz.
Peygamber'e müracaat etmek durumundadırlar. Nitekim, Allah Teâla: «İnsanlara,
kendilerine indirileni açıklaman için sana da Kur'an'ı indirdik. Umulur ki,
düşünüp anlarlar.»[497]
buyurmaktadır. Bir diğer ayetinde ise : «Biz bu kitabı, sana, sırf hakkında
ihtilafa düştükleri konularda, insanlara açıklanan ve iman eden bir topluma da
hidayet ve rahmet olması için indirdîk.» [498]
buyurmuştur.
Diğer taraftan,
ihtiyaçları ve beklentileri olan her nedeni toplum gibi, müslümanlar da, bir
takım dinî ve dünyevî proplemlerle karşı karşıya gelmişlerdir. Sade ve bedevi
bir hayattan, itikad, ibâdet, muamelat, ahlak ve benzeri konularda vahy ve
Tevhid esası üzerine kurulmuş öır hayata intikal etmişlerdir.
Yepyeni bir, inanç ve
hukuk nizâmına kavuşmuşlardır. Dinin aslı.olan Kur'an-ı Kerim gerek dinî ve gerekse
dünyevi hayatlarında gereksinim duydukları her konuda ve ilk defa karşı
karşıya geldikleri problemlerde,
onlara imdat
edebilecek tafsilatlı bir kaynak değildi. Zira, Allah Teâla, anlama ve amel
etmenin de ötesinde, O'nun muhafazasıyle de İslâm ümmetini yükümlü kılmıştır.
Şayet, Kur'an, herşeyi, bütün detaylarıyla içerir bir vaziyette gelmiş
olsaydı, İslâm ümmetine, O'nu muhafaza etmek güç gelecek, dahası buna güç
yetiremiyeceklerdi. Bu itibarla, karşılaştıkları limî ve dünyevî bütün
meselelerde, Allah'ın hükmünün ne olduğunu öğrenebilmek, Kur'-an'i ve
hikmetlerini öğrenmeye olan arzularını tatmin edebilmek, O'nun itikâd, ibâdet,
muamelât, ahlak, siyaset ve benzeri konularda ihtiva ettiği bilgiye muttali
olabilmek için, mutlaka, ama mutlaka, bir müjdeci, korkutucu,, muallim ve
dosdoğru yola bir kılavuz olarak gönderilen, Hz. Peygamber'e başvurmak
zorundaydılar.
Rasulullah (s.a.s.)
in, kadın erkek, bütün müslüman-ların her konuda, kendisine başvurdukları
yegane merci olduğu, meşhur ve tevatüren sabit bir keyfiyyettir. Öyleki, onlar,
gusûl, hayız, nifâs, temizlik ve ihtilâm olma gibi çok Özel meselelerini bile
Rasulullah'a soruyorlardı. Ra-suluîah (s.a.s.) da, hiçbir hürmeti çiğnemeden,
ve haya sınırlarını aşmadan, en açik bir şekilde onlara, izahatta bulunuyordu.
Kadınlar ise, genellikle, utanıp, Rasulullah'a açıkça soramadıkları konularda
mü'minlerin anneleri va-sıtasıyle sorup, yardım alıyorlardı. Rasulullah
(s.a.s.), bütün bunlara, ya kendisine vahyolunduğu şekliyle cevaplar veriyor
ki çoğunlukla böyle olmuştur yahut da
ieti-hadda bulunarak cevaplar veriyordu. Muhakkik âlimlerin kanaatine göre,
Rasulullah ietihad ediyordu. Ancak içtihadında hata üzerine karar kılmasına
müsade edilmiyordu. Rasulullah'in içtihad ettiği konuda vahyin gelmemesi,
Allah Teâlâ'nın O'nu, içtihadında takrir etmesi anlamına gelmektedir.
Sahabe, Rasulullah'tan
teşrîe yönelik sadır olanları, bu esasa göre değerlendiriyor, hatta harp,
siyaset gibi dünyevî meselelerde dahi, tutumunun, Allah'tan gelen vahye göre
olabileceğini imkân dahilinde görüyorlardı.
Bedir savaşında, Hubâb b. Münzir ile Rasuluîlah arasında geçen şu
konuşma buna güzel bir delil olabilir : «Ya Rasu-lallah! Burası bizim için
tercih hakkı olmayan, Allah'ın sana karargah edinmesini emrettiği bir yer
midir? Yoksa, sizin bir görüşünüz ve harp stratejisi icabı (tercih ettiğiniz
bir yer) midir? Rasuluîlah; Bilakis,
benini, kendi görüşüm, bir harp stratejisi icabı seçtiğim bir yerdir.«
Rasulullah'm bu sözü üzerine, Hubab,
başka bir veri Önermiş, Hz,
Peygamber de, istişare sonucu orduyu, oraya istihkam etmiştir.
Buraya kadar
söylediklerimiz kabul edildikten sonra ki kabul edilmek durumundadır
Rasulullah'm, muhtelif beyan çeşitleriyle Kur'an'ı beyanı ve tefsirine dair
büyük bir servetin varlığına, ayrıca, bundan başka, müstakil olarak, sünnetin
koyduğu hükümlerine ve Kur'an'da bahsi geçmeyen bu hükümleri izah eden
hadislerin- mevcudiyetine inanmamız gerekecektir. İşte bu muazzam servet,
ister kavli, ister fiili ve isterse takriri olsun sünnet ve hadislerle bilinen
olgudur.
2- Sahabe,
kanun koyma yetkisine sahip, Rasu-lulîah (s.a.s.)'dan, sadır olanlara, büyük
bir özen göstermiş, onu kendi canları ve ruhları mesabesinde telakki etmişlerdir.
Sahabeyi Rasulullah'tan sadır olanları bellemeye, anlayıp öğrenmeye ve onlarla
amel etmeye sevk eden unsurlar şunlardır:
a) Herşeyden
önce, takva mertebesine, Rasulullan -m getirdikleriyle amel etmekle
ulaşılabilmesi, İslâm'da en büyük şerefe de yalnızca, bu takva ile nail olunabilme-sidir. Allah
Teâla : «Allah katında en keriminiz, en muttaki olanınızdir.»[499]
buyurmaktadır. Takvaya ise, sadece kitab ve Rasuluİlah'm sünnetiyle amel
etmekle erişilebilir. Bu itibarla onlar, Kur'an'ı muhafazaya gösterdikleri itinayı,
aynen, Rasulullah'm sünnetlerini muhafazada da göstermişlerdir. Mü'minlerİn
emiri Ömer b. el-Hattab, Mekke emirine : «Yerine, kimi bıraktın? diye sorduğu
vakit, O'na; İbn Ebzâ'yı, bıraktım, cevabını vermiş. Ömer; İbn Ebzâ da kimdir?
dediğinde ise; Mevâlîlerimizden bir tanesidir, karşılığını vermiştir, Ömer'in;
Bir köleyi nasıl yerine bırakabilirsin? demesi üzerine; Bırakırım, çünkü O,
Kur'an hafızı ve feraiz âlimidir. Zira ben; Rasuluîlah (s.a.s.)'m : «Allah, bu
kitapla bir takım toplumları yükseltir, bir kısmını da alçaltn-» buyurduğunu
işittim, demiştir. Hadisi, Müslim rivayet etmiştir. Rasulullah'm meclisine
verilen öneme bakın ki, sahabeden herhangi biri oraya giderken arkadaşına «Gelde
bir saat iman edelim» dermiş.
b) Dinî
hükümlerin pekçoğu ve Rasulullah'dan gelenler, çok meşhur olan ya da bazı
sahabilere has bulunan olaylarla ilgilidir. Veyahut da, hatırda tutulmasında
büyük rolü olan soru v.b. hususlarla ilgilidir. Bu kabul edilen bir gerçek
olduğuna göre, Goldzier ve onun gibi düşünen oryantalistler, sahabenin, sünnet
ve hadislerin büyük bir kısmını ezberleyerek, tabiuna nakletmiş olmalarını,
tabiunun da sonraki nesillere aynen iletmek suretiyle, onların ta bize kadar
gelmiş olmasını neden imkansız görüyorlar?
c)
Sahabenin, Rasulullah'a. besledikleri sevgi darb-ı mesel haline gelmiştir. Dost
düşman herkes de bunu ikrar etmektedir. Hatta, Hudeybiye andlaşmasından sonra,
Rasulullah'm muarızlarından bazıları müşrik kavimlerine gelerek : «Allah'a
yemin olsun ki, Kisrâ'yı da, Kay-ser'i de mülklerinde gördük. Hiçbirinin
ashabı, Muhammed'in ashabının O'nu sevdiği kadar, onlardan birine muhabbet
beslemiyordu.» demişlerdir. Rasulullah'a karşı sevgileri, ondan akıp gelen
suyu, ve abdest suyunun artığım elde edebilmek için birbirleri ile çekişecek
kadar ileri bir düzeye varmış, Rasulullah'm balgamını ve tük-rüğünü elde
edebilmek için gözlerini dört açacak kadar had safhaya ulaşmıştır. Hadislerin
ve sünnetlerin ezberlenmesinde bu sevginin tesirini, varın, siz hesap edin. Bugün
bile insanlar, bazı lider ve politikacıların pekçok sözünü
ezberleyebilmektedirler. Peygamberlik ile önderlik arasındaki, yine,
Peygamber'e tabi olan sahabe ile, önderlere bağlanan kimseler arasındaki engin
farka karşın, nasıl olur da, sahabenin çok sayıda hadis ve sünneti ezberlemeleri
ve kendilerinden sonra gelenlere tebliğ etmeleri imkansız görülebilir?
3- Sahabe ve
tabiun, Rasulullah'm vefatından sonra, sünnete, onun toplanmasına ve
korunmasına eşsiz bir itina göstermişlerdir. îşte, Cabir b. Abdullah (r.a.);
bir tek hadisi, doğrudan Rasulullah (s.a.s.)'dan rivayet eden birisinden
işitebilmek için tam bir aylık yol tepmiş ve bu iş için Özel olarak bir deve
satın almıştır. Bunu, Buharı muallak olarak rivayet etmektedir. Ve yine, işter
Abdullah b. Abbas (r.a.); sahabeden birinin bir hadisi kulağına gelmiş ve
hemen direkt kendisinden işitmek için kalkıp yanma gitmiştir. Uyumakta olduğunu
öğrenince, ridasını yastık edinip kapısının önüne uzamvermiş, rüzgarın saçtığı
kumla üzeri toz toprak olmuştur. Bilahare, sahabi dışarı çıkmış ve : «Seni
buraya kadar getiren nedir? Ey Rasulullah'm amcasıoğlu. Birini gönderseydin
de., ben sana gelseydim olmaz mıydı?» demiştir. Bunun üzerine ibn Abbas, sana
gelmek, bana düşer, demiş, sonra da, hadisi bizzat ağzından işiterek ayrılıp
gitmiştir. Sahabenin içerisinde Câbir b. Abdullah ve İbn Abbas gibileri daha
pek çoktur.
Sahabeden sonra gelen,
tabiûn da, sünnet ve hadislere karşı aynı itinayı muhafaza etmişlerdir. Said
b. Cü-beyr'in İbn Abbas ile yolculuk yaptığı, bu esnada G'ndan bazı hadisler
işittiği, hu hadisleri binitindeyken yazıp, indikten sonra da kitabına geçtiği
rivayet edilmiştir.
4- İslâm
âlimleri, ta sahabe devrinden itibaren, sünnetin toplanılıp, genel bir tedvine
tabi tutulması işlemi tamamlanıncaya kadar, O'nun lafızlarını ezberlemek,
manalarını anlamak ve hükümlerini kavramakla temayüz etmişlerdir. Hadiste,
uydurma akımına karşı durmuşlar, yalancı ve uydurmacıları sıkı bir takibat
altına almışlardır. Gizli ve kapalı yönlerini açığa çıkarıp, gerçek veçhelerini
ortaya koymuşlardır. Böylece, insanlar onlardan kaçınmış ve görünüşlerine
aldanmamışlardır.
Allame, Ebul-Ferec
Abdurrahman b. el-Cevzi (ö. h. 597) şöyle demektedir : «Hiçbir kimsenin
Kur'an'a ilavede bulunması mümkün olmayınca, bazı zümreler, Rasulullah'm
hadislerine ziyadelerde bulunmaya, söylemediği şeyleri O'na nisbet etmeye
başladılar. Bunun üzerine Allah Teâlâ, rivayetleri tashih edecek, sahihini
ortaya koyup, zayıfını gün yüzüne çıkartacak bir topluluk yarattı ve hiçbir
asrı da onlardan boş bırakmadı.»
Süfyan es-Sevrî de
(ö.h. 161) «Melekler, gökyüzünün muhafızları, hadisçiler de yeryüzünün
muhafızlarıdır» diyor. Abdullah b. el-Mübarek'e (Ö.h. 181), de. «Bu mevzu
hadisler ne olacak?» diye sorulduğu, O'nun : «Onların içyüzünü ortaya koyacak
uzmanlar daima varolacaktır» diye cevap verdiği rivayet edilmiştir.
İmam Ez-Zehebî de
«Tezkiretû'l-Huffaz» adlı eserinde şunu kaydetmiştir : «Halife, Reşid, bir
zındığı öldürmek için alıp getirdiği vakit O; ben, bin tane hadis uydururken,
sen neredeydin? diye sormuş, Halife de : Ey Allah'ın düşmanı! Ebu İshak
el-Fezarî [500] ve Abdullah b.
el-Mübarek, onları tetkik edip, tek tek ortaya çıkarırken,, esas, sen
neredeydin?» karşılığını vermiştir.
Yine,
İbnü'l-Mübarek'in: «Eğer, çölde birisi yalan söylemeyi tasarlasa, insanlar O'na
yalancı demeye başlarlar.» dediği de rivayet edilenler arasındadır.
Yapmış olduğumuz bu
nakiller, hadis âlimlerinin yalancılara ve hadis uyduranlara karşı ne kadar
uyanık olduklarımı, sürekli denetimde bulundurarak, uydurdukları şeyler
nedeniyle onları kınayarak yalanlarını ortaya çıkardıklarını, ortaya
koymaktadır. İşte bu şekilde hilelerini kendilerine çevirmişlerdir. Bütün bu
ve burada zikrine imkan bulamadığımız gerçekler bizi, sünnet ve hadislerin
sağlam temeller üzerine oturduğu bilgisine ve inancına götürmektedir.
Goldzier'in iddia ettiği gibi; onların, müslümanlann dinî, siyasî ve sosyal
alanlardaki gelişmelerinin bir ürünü olmadıklarını ortaya koymaktadır.
Bilemiyorum, İslâm âleminin her tarafında, ibadet ve muamelata dair kuralların
ve benzeri hususların büyük bir kısmında ittifak söz konusu iken, hadislerin büyük
çoğunluğu, nasıl olur da, gelişmenin ürünü olabilir? Eğer iddia edildiği gibi, mesele,
bir gelişim meselesi olsaydı, müslümanlar bu ittifaka ulaşamazlardı. Fıkhın
fü-rûuna dair ihtilafların çok büyük bir kısmı, bakış açılarının farklılığı
sebebiyledir. Pek çoğu da, içtihadda takip edilen yönteme, birtek delil
üzerindeki anlayış farklılıklarına yöneliktir. Yine, bir takım hadislerin, bir
bölgede bulunabilmesine karşın; başka bir yerde bulunamaması da bu ihtilaflarda
önemli bir faktördür. Bunun sebebi ise, bir kısım salıabinin haberdar olduğu
hadislere, bir kısmının muttali olmamasıdır.
Kaldı ki, biz ilk
asrı, fıkıhta bir çocukluk dönemi olarak asla kabul etmiyoruz. Bu asrı,
yalnızca, dinî ve hukukî bakımdan bir olgunlaşma devri olarak telakki ediyoruz.
Âlimler, teferruata dair konularda, ne kadar ihtilaf ederlerse etsinler,
hükümlerin tesbitinde yegane müracaat ettikleri kaynaklar Kur'an, sünnet veya
bu ikisine kıyas ve bir de icma'dır.
RasuluUah döneminin,
dinî ve fıkhî bakımdan bir olgunluğa erişme dönemi olduğunun en güzel delili,
Allah Teâla'nm Veda Hacc'ında indirdiği şu âyettir : «Bugün, sîze, dininizi
ikmâl ettim. Üzerinize nimetimi tamamladım. Ve sizin için din olarak İslâm'ı
beğendim.»[501] Rasulul-lah'm şu sözleri
de buna bir delildir : «Size iki şey baraktım. Bu ikisine sarıldığınız
müddetçe sapıklığa düşmezsiniz. Bunlar Allah'ın kitabı ve benim sünnetimdir.»
Rivayete İmam Mâlik ve Hâkim eserlerinde yer vermişlerdir. Başka bir hadisinde
ise, RasuluUah bu hususa şöyle işaret etmiştir : «Sizi, gecesi gündüzü gibi
olan ve yalnızca helak olmuş kimselerin sapacağı, berrak bir burhan üzere
bıraktım.»
Asırlar ve zamanlar ne
kadar ilerlerse ilerlesin, müs-lümanlar; din ve dünyevi konularda ihtiyaç
duydukları her hükmü, Kur'an'da bulabilirler. Şayet, orada bulamı-yacak
olurlarsa, sünnete başvururlar, eğer orada da, bulamazlarsa, Kur'an'da veya
sünnette bulunan benzeri hükümlere kıyas ederler. Bunların hiçbirine imkan
bulamadıkları takdirde, Kur'an ve sünnetten çıkarılan usul kaideleri
çerçevesinde ictihad ederler, islâm'da ictihad, kıyamete kadar baki bir
olgudur. Ancak, ictihad edecek şahsın, içtihada ehil olabilmesi için, mutlaka,
taşıması gereken bir takım, şartlar sözkonusudur. Binaenaleyh, İslâm'ın
ictihad müesesesi her isteyenin girebileceği bir kapı değildir. İslâm'ın bütün
insanlık için evrensel, kıyamete kadar baki bir din olması için, ictihad
kapısının da açık ve kıyamete kadar O'nun da baki kalması icab-eder. Ta ki,
dinî ve dünyevî konularda beşeriyetin her türlü ihtiyacına cevap verebilsin.
«İşledikleri fücur mikta-rınca insanlar için hüküm ortaya çıkarılması gerekir»
diyen kimse, ne kadar doğru söylemiştir.
İslâm hukukunun,
geçirdiği gelişme dönemlerini, çocukluk, gençlik, olgunluk ve kemâl asrı gibi
derirlere ayırmak İslâm Şeriatı ile bağdaşmaz. Zira, İslâm teşriâ-tının aslı,
Kur'an, sünnet, icma ve kıyastır. Böyle bir taksim ancak, beşerî sistemler ve
vaz'î kanunlar için söz konusu olabilir.
Oryantalistlerin
pekçoğu, İslâm hukukuna, Allah katından gelme ilâhî bir hukuk nizamı olarak
bakmıyorlar; onu, diğer beşerî sistemler ve vaz'î kanunlar gibi değerlendirmeye
tabi tutuyorlar. İşte bu yüzden sözkonusu hatalara düşüyorlar.
Evet, fıkıh ve ahkama
dair eserlerin tedvininde bir gelişme söz konusu olabilir. Bu, Allah'ın bütün
ilimler için koyduğu bir kanundur. Hepsi, azdan başlar gittikçe çoğalır,
basitten mürekkebe doğru ilerler. Fıkıh ise, Kitap, sünnet, İcmâ ve kıyas
olmak üzere, ilâhî hukuk üzerine bina edilmiştir. Ancak, onda asırlar boyunca,
anlayış, tercih ve hükümlerin istinbatmda, fakihlerin büyük bir gayreti
sözkonusudur.
İctihad ve istinbat
konusunda, mezheplerin yöntem farklılığına ve çokluğuna rağmen, herhangi bir
fıkıh kitabına müracaat edilecek olursa, Kur'an ayetleri.ve Hz. Peygamber'in
hadisleri ile dolu olduğu müşahede edilir. [502]
1- Biz,
muttaki âlimlerin, Emeviler aleyhine hadis uydurdukları, onlardan intikam almak
için, düşmanlarına övgüler dizdikleri yolundaki oryantalist iddialara katılmıyoruz.
Takva ile hadis uydurmak bir arada bulunamaz. Avam, havas, herkesin bildiği
gibi «takva» insanın, hem içiyle ve hem de dışıyla, dinde istikâmet üzere
olması demektir.
Burada, «muttaki»
kelimesi, mutaassıp müsteşrik Goldzier'in gayesine sinsice erişebilmek,
okuyucuya ithamını kolayca kabul ettirebilmek için, cümleye sokuşturduğu bir
kelimedir. Zira, vermek istediği intiba şudur: Muttaki âlimlerin hâli bu
olunca, takva sahibi olmayanların hâlini, varın, siz hesab edin. Hiç şüphesiz,
onlar, diğerlerinden çok daha ileri gidip, hadis uydurmada onları fersah fersah
geride bırakmış olacaklardır.
Biz, bu iftiracının
iddiasında ne derece haklı olduğunu görebilmek için; o muttaki âlimlerden
bazısının isimlerini vermesini beklerdik. Ta ki, söz konusu kimseler hakkında,
cerh ve ta'dil imamlarının sözlerini tesbit edelim de, iddia edildiği gibi,
gerçekten âlimler mi, yoksa âlim müsveddeleri mi, veya ilimle uzaktan yakından
ilgisi olmayan kimseler mi, öğrenelim) isterdik. Ne var ki, islâm'a ve
müslümanlara hınç besleyen bu yahudi yazar, kötü maksadını kamufle edebilmek için sözü müphem
bırakmıştır.
Biz müslüman âlimler,
Emevileri ve muarızlarını öven, ya da yeren hadislerin uydurulmuş olduğunu inkâr
etmiyoruz. Nasıl, inkâr edebiliriz ki, mevzu hadislere dâir yazılan eserler
bunların pekçoğunu ortaya koymaktadır. Fakat bizim, şiddetle karşı çıktığımız
husus bunu yapanların muttaki olmaları iddiasıyla; hadisçilerin mevzu haberleri
anlamadan, onları uyduranların ayıbını, kusurunu ortaya koymadan rivayet etmiş
olmaları iddiasıdır. Nitekim İbn Şirin, bu konuda diyor ki: «Daha önceleri,
isnad sorulmuyordu. Ne zaman ki, fitne zuhur etti. O vakit, kendisinden
rivayette bulunduğunuz kimseleri söyleyin denilmeye başlandı. Sünnet ehlinin
hadisleri alınmaya, bidat ehlininki reddedilmeye başlandı.» Sünnet ehli
olanlar, inanç ve hattı hareketlerinde dürüst olan kimselerdi. Bidat ehli ise;
bunun tam tersi bir konum içerisinde bulunan kişilerdi. Yine, İbn Şîrîn : «Bu
ilim (hadîsler) dindir. Dinînizi, kimden aldığınıza iyi dikkât edin.» diyor.
Bunu, Müslim, «Sahih»inin mukaddimesinde rivayet etmiştir. Müslim'in bu konuda
bir diğer rivayeti de, Abdullah b. Mübârek'in şu sözüdür: «îsnad dindendir.
Şayet, isnad olmasaydı, isteyen, dilediğini söylerdi.» İbnu'l-Mübârek'in:
«Bizimle hadis rivayet eden şu kavim arasında ayaklar, yani isnad vardır»[503]
sözü de, Müslim'in rivayetleri arasında yer almaktadır. Künyesi Ebu'z-Zinâd
olan. Abdullah b. Zekvan'dan
da : «Medine'de yüz kadar
güvenilir insan tanıdım. Ne var ki, bu işin ehli olmadıklarından kendilerinden
hadis alınmazdı» dediği rivayet edilmiştir.[504]
îşte bütün bunlar,
âlimlerin, yalancı ve uydurmacıları takibat altında tutup, gerçek yüzlerini
oıtaya koymada ne kadar uyanık olduklarına delâlet eder. Daha evvel, müsteşriklerin
sözlerini özet olarak eleştirirken, muttaki âlimlerin, değil hadis uydurma
hareketine ortak olmak, bu faaliyetler karşısında nasıl cihad ettiklerini izah
etmiştim.
işaret etmek istediğim
diğer bir nokta da, ilk asırda, ortaya çıkan fitne ve ihtilaflara rağmen,
insanlardaki dinî güdünün, hala kuvvetli olduğudur. Bu dinî güdü, muttaki
alimlerde ve hak konusunda eleştiri almaktan sakınmayan kimselerde çok daha
kuvvetli ve nettir. Ne kınama ve ne de tehdit onları, hiçbir zaman korkutamamıştir.
Her zaman iyiliği emredip, kötülükten sakındırdıkları ise bilinen bir gerçektir.
Çoğu zaman, bir âlim, halife ve idarecilere nasihat edebilmiş, hakka ve dine muhalefet
ettiklerini onlara söyleyebilmiştir. Mesele, böyle olunca, muttaki âlimler,
niçin, münafıklık yapıp, amaçlarına yalan ve desise ile ulaşmaya çalışsınlar?
Goldzier'in de itiraf ettiği üzere, onlar muttaki insanlardır. Bütün
müslümanlann nazarında takva vasfı Rasulullah (s.a.s.)'a yalan isnadiyle
çelişir ve onunla, asla, bir arada bulunamaz. Hâlife ve idarecilerin gönlünü
almak için, hadis uydurma işini, ancak, dinlerini dünya karşılığında satan,
şahsiyetsiz, ahlakî ve dinî bakımdan zayıf karakterli kimseler yapabilir.
Öte yandan, halife ve
idareciler de zaten, dindar ve ahlaklı insanlardı. Asla, kendileri lehine,
Peygamber'e yalan isnadına razı olmazlardı. Bunun en güzel örneği, Gıyâs b.
İbrahim'le ilgili şu rivayettir : «Birgün, Halife Mehdi'nin huzuruna giren
Gıyas O'nun güvercinlerle oynadığını görür hemen O'na : «Mızrak, tırnak (at,
deve) ve kanat (kuş v.b.) müsabakasından başka yarış, meşru değildir» diye bir
hadis rivayet ederek Halife'nin gönlünü almak için «kanat» kelimesini hadisin
sonuna ilave eder. Burada, uydurulan yalnızca son lafızdır, hadisin diğer
kısmi sahihtir. İmam Ahmed ve Sünen-i Erbaa yazarlarının eserlerindeki
varyantında «kanat» kelimesi yer almamaktadır. Hadisi rivayet ettikten sonra
Gıyas, gitmek mak-sadiyle kalktığı vakit, halife O'nun yalan söylediğini
fark-etmiş ve O'na : «Senin yalancı bir adam olduğundan eminim» demiştir.
Bilâhere de, Gıyas ve benzeri, münafık, dini gevşek kimselerin hadis
uydurmalarına sebep olduğu için güvercinlerin kesilmesini emretmiştir.
Buna benzer, diğer bir
hadiseyi de Hatib el-Bağdadî, yalancı Ebu'KBuhterî'nin terceme-i halinde
zikretmiştir. Birgün bu zat, kıssa anlatmak için halife Harun er-Reşid'-in huzuruna
girmiş, bir de bakmış ki, halife güvercin uçuruyor hemen bir hadis uydurmuş ve
: «Rasulullah (s.a.s.) da güvercin uçurmuştur» deyivermiş. Harun er Reşid,
O'nun yalan söylediğini farketmiş ve azarlayarak : «Defol, huzurumdan, eğer.
Kureyşli olmasaydın seni azlederdim» demiştir. Keşke, azletseydi, ya da tutup,
cezalandır s aydı, ne vardı?
Bakınız halife Mehdi
ve Harun Reşid, gönülleri alınmak için uydurulan hadislere, nasıl da tepki
gösteriyorlar. Bu, halifelerin vicdanlarının ve dinî hamiyetlerinin kuvvetli
ve diri olduğuna delalet eder. [505]
2- Burada
ele alacağımız şüphe de, öncekilerde olduğu gibi, ciddî ve ilmî meselelerde
hiçbir mesnede daJ yanmadan, ulu orta, ileri sürülmüş bir iddiadır. Biz, bu
şüpheciden Emevi halife ve hükümetlerinin insanları hadis uydurmaya teşvik
ettiklerini; canlarının her istediğini, hadis uydurarak desteklediklerini
gösteren delilleri gözlerimizin önüne sermesini beklerdik. Kendisine
alda-nanlarm ve onların borazanlığım yapan müsîümanlann nazarında, muhakkik ve
yaptığı alıntılarda güvenilir bir zat olan Goldzier'in garipliklerinden birisi
de, badis uydurma hareketinin, oldukça erken bir devirde başladığını ileri
sürmesidir. Bu rneyanda, Hz. Muaviye'nin, Muğire b. Şu'be'ye söylediği şu sözü
de delil getirmektedir : «Aman! Ali'ye hakaret etmeyi, Hz. Osman'ı rahmetle
anmayı ve Ali taraftarlarına sövmeyi ihmal etme. Hadislerini de çürük
göster...» Goldzier, maksadına nail olabilmek için, cümleye hemen, «hadislerini
de» ifâdesini ilave ediver-miştir. Halbuki rivayetin, Tarihû't Taberî'deki
şekli şöyledir : «Aliyi kınayan, O'na hakaret eden kimselere rahmet okuma.
Yalnızca Hz. Osman'ı rahmet ve istiğfarla an. Alinin ashabı kınanmaya
müstahaktır. Onlardan uzak durulmalı ve sözlerine kulak verilmemelidir. Hz.
Osman'ın taraftarları ise aşırı derecede Övülmeli, onlara yakınlık duyulmalı
ve onlarla konuşulmalıdır.»
Biz, bu metinde,
Goldzier'in iddiasına delâlet eden birşey göremiyoruz. İşte, müsteşriklerin
iktibaslardaki güvenirlikleri böyledir. Bu sözü okuyan kimse şöyle tahayyül
eder : İlk asırda, İslâm ümmetini bir dağınıklık sarmıştır. İslâmî ruh bir
telâş içinde veya izmihlalle karşı karşıyadır. Aksi takdirde, muttaki
âlimlerin, Emeviler aleyhine hadis uydurmaları; Emevilerin de, aynı şekilde
onlara karşılık vermeleri neyle izah edilecektir? Eğer, Goldzier yalnızca
faziletlere ve karalamaya yönelik hadisleri kastetmiş olsaydı, mesele biraz
olsun yumuşardı. Fakat O, dinî işlerin hemen hemen tamamında, okuyucuya, bu
hayâlı durumu tasavvur ettirmek istemiştir.
Diğer taraftan,
Goldzier'in bir diğer iddiası da : İster, dinî, isterse itikadî olsun, ihtilafa
medar olan her meselenin sağlam isnadlı bir grup hadise dayandığı yolundaki,
iddiasıdır.
Bir defa, ihtilaflı
olan her konuda, herkesin sahih hadislere dayandığı tezini reddediyoruz.
Kendisinde ihtilaf edilen o kadar çok mesele var ki, taraflar, hiç de delil
ol-mıyacak hadislere sarılmışlardır. Ayrıca, bir konuda mücerred olarak ihtilal
edilmiş olması ve onunla ilgili sahih olduğu ileri sürülen hadislere dayanılması,
söz konusu hadislerin uydurma olmalarını gerektirmez. Fıkhı meselelerde
ihtilafların makul sebepleri âlimlerin enine boyuna zikrettikleri sahih
yorumları vardır.[506]
Kaldı ki,
ihtilaflardan bir kısmının, insanlara genişlik olması bakımından, Rasulullah'm
herhangi bir fiilinin farklı şekillerde hikaye edilmesi buna yol açmış olabilir.
Sahabeden birisi Rasulullah'm bir fiilini, başka bir digeri de ayrı bir fiilini
nakletmiş olabilir. Bu gibi durumlarda, gerçekte bir çelişki sözkonusu
değildir. Zira, her
iki davranışta mubah ve meşru bir davranış olabilir. Yahut da, biri mubah,
diğeri müstahab veya her ikisi de, müstehab olabilir. Bu arada, her ikisi de
vacip olup, biri diğerinin yerini tutabilecek nitelikte olabilir.
İhtilaflardan bir
kısmı da vardır ki, bunlar, sahabeden bazılarının Hz, Peygarnber'den herhangi
bir hükmü işitmiş olması, diğerlerinin de onu işitmeyip, şer'î kaide ve usuller
çerçevesinde, ictihad etmesinden kaynaklanabilir, îçtihadları bazen, hadise
muvafık düştüğü gibi, bazen de düşmeyebilir. Bu noktada, sahabenin hepsinin,
Rasulullah ile her zaman beraber olma yönünden, aynı düzeyde olmadıklarını
hatırlamak lazım.
Rasulullah (s.a.s.)
vefat edince, Sahabe, tslâm âleminin çeşitli yerlerine dağıldılar. Kimisinin
bildiği hadislerden, kiminin hiç haberi yoktu. Medine v.b. yerlerde; yeni bir
problemle karşılaşıldığı zaman, o konuda hadis bulunabiliyor ve hadis
doğrultusunda hükme varılıyordu. Fakat, daha sonra, başka bir yerde aynı türden
bir problemle karşı karşıya geliniyor, oradaki sahabilerm, ilgili hadisten
haberleri olmayabiliyordu. Binaenaleyh, onlar da, mecburen ictihad ediyorlardı.
Bilahare, konuya ilişkin bir hadis ortaya çıkıyor. Sahabe bu hadisi rivayet
ettiği vakit de, onlar, sözkonusu meselede, kendilerinin haberdar olmadıkları
ve fakat bize kadar naklolunan hadise ters bir hüküm vermiş gözüküyorlardı.
Onların hadis doğrultusunda amel etmemeleri, kendilerine ulaşmadığı için,
hadis hakkında bir cerh unsuru olamaz.
Bazen de,
rivayetlerdeki çelişkinin kaynağı, Hz. Pey-gamber'den müşahede ettikleri hali
nakildeki, bakış açılarının farklılığı olabilir. Zaten, bu kabil ihtilafların
çoğu, bu sebeb dolayısıyladır. Bunun, en güzel örneğini,
Rasululllah'ın hangi
çeşit hac yaptığını dile getiren rivayetlerde görmek mümkündür. Bu rivayetlerin
bir kısmı O'nun, Hacc-ı Kıran (bir ihramla hac ve umreyi birlikte yapmak), bir
kısmı, Hacc-ı İfrâd (yalnızca haccetmek), bir kısmı da, Hacc-ı Temettü (Hac ve
Umre, her ikisi için ayrı ayrı ihrama girmek) yaptığını ifade etmektedir. Bunun
nedeni şudur : Sahabeden bazıları, Hz. Peygam-ber'iıı hac için ihrama girdiğini
görmüş ve O'nun Hacc-ı İfrâd yaptığını rivayet etmişlerdir. Bazıları da, haccın
yanında Umre de yaptığını görmüşler ve Haccınm Hacc-ı Kıran olduğunu rivayet
etmişlerdir. Hacc-ı Temettü yaptığını rivayet edenler ise, Temettu'nun şer'î
ma'nasım değil de, luğat manasını kastetmişlerdir.
Sahabeden gelen
rivayetlerdeki çelişki, bazen de, hadisi farklı anlamaktan, ya da, zahiren
çelişkili gibi görünen hadislerin arasını cem'deki yöntem ayrılığından ortaya
çıkmış olabilir. Yine, hükmün illetine yahut bir nassı diğerine tercih etmeye
değişik yaklaşım tarzı da buna neden olmuş olabilir.
İhtilafların bir diğer
nedeni de, hadislerin âm, has, mutlak, mukayyed, mücmel ve mübeyyen
oluşlarıdır. İmamlardan bir kısmı, hadisi âm olarak telâkki ederken, bir diğer
kısmı, O'nun tahsis edildiğini söyleyebilir. Yine, bir kısmı hadisin mutlak,
diğeri de mukayyed olduğuna kanaat getirebilir, v.b. İslâmî ilimlerde,
derinlemesine inceleme yapmayan birisi, ilk bakışta bunları bir çelişki olarak
veya uydurma ürünü olarak görebilir. Ancak, önyargılardan ve taassuptan uzak,
etraflı bir araştırma yapacak olursa hakikat apaçık kendisine görünecektir.
Gelelim diğer
şüphesine : Goldzier; Emevilerin Zührî gibi âlimleri elde ettiklerini, onların:
da,vfimevi hanedanı lehine
hadisler uydurduğunu iddia ediyor ve «sevap mak-sadıyle yolculuk ancak üç
mescide; benim şu mescidime, Mescid-i Haram'a ve Mescid-i Aksa'ya, yapılabilir»
şeklindeki hadisi de buna Örnek veriyor. Goldzier'in buradaki esas amacı,
rivayet ilminin üzerine kurulduğu temel direkleri yıkmaktır. Bunlar
ravilerdir. O'na göre, bu kimseler, halife ve idarecilerin emirlerine tâbi
şahsiyetlerdir. Hele, en büyük hadis hafızı, hadislerin yayımında büyük emeği
geçen ez-Zührî'nin hali böyle olunca, ilim ve mertebe bakımından O'nun altında
kalan ravilerin hali ne olacak? Elbetteki sultanların nzası onları da
cezbedecektir. Müsteşrikler ez-Zührî'ye dil uzatmakla, özelde, O'nun konumunu
zedelemek, genelde ise, bütün ravilere gölge düşürmek istemektedirler.
Okurlarımızın da
hatırlayacakları gibi, burada üzerinde durduğumuz şüphe ile ilgili konular
üzerinde daha önce de uzun uzadjya durmuştum. [507]
1- Sünnete
ve sünnet âlimlerine karşı kin dolu olan yahudi müsteşrik Goldzier'in,
ibadetlere ilişkin hükümlerde, Medinelilerin tatbikatıyle uyuşmayan haberlerin
uydurma oldukları, iddiasına gelince, bu da, öncekiler gibi hiçbir mesnedi
olmayan, bir iftiradan başka bir şey değildir. Bu, ancak, ilk devir İslâm
toplumu hakkında hiçbir bilgisi olmayan veya bildiği halde iftira eden birinin
sözü olabilir.
O dönemde, çok sayıda
sahabi olduğu gibi dinleri uğruna en kıymetli şeylerini hatta canlarını feda
eden, hak uğruna eleştiri almaktan sakınmayan ve yalnızca Allah'tan korkan çok
miktarda da tabii vardı. Dinî prensiplere ilâvede bulunmak ya da onları
değiştirmek, ne bir halifenin ne de bir başkasının kârı değildi. Zira, din,
insanların tahribinden emin kılınmıştır. Müslümanlar, İdarecileri daima
tarassut altında tutmuşlar, bazı ibâdetlerde ihdas ettikleri değişikliklere
şiddetle tepki göstermişlerdir. Oysa, idareciler de yapmak istedikleri
şeylerde, ;bir takım haberlerin te'vilini esas almışlardır. İşte, âlimlerin,
sultanları murakabedeki sıkı tutumlarına bazı örnekler :
Ez-Zehebi,
Tezkiretû'I-Huffâz adlı eserinde, İbn Ömer >(r.a.)'in terceme-i hâlini
verirken şu haberi nakletmiştir : «Haccac hutbe irad ederken, Abdullah ayağa
kalkmış ve .O'na: «Ey! Allah'ın haramını çiğneyip helâl edinen, Allah'm beytini
yıkan ve O'nun dostlarını öldüren
Allah oryantalistlerin
şüphelerine cevaplar düşmanı»
diye seslenmiştir. Haccac, kim bu? diye sormuş, Abdullah b. Ömer, denilmesi
üzerine: «Sus, ey, bu*nak ihtiyar» diye karşılık vermiştir.» [508]
Başka bir rivayette
ise, şöyle denilmiştir : «Haccac bir hutbesinde: «Haberiniz olsun, îbn Zübeyr,
Allah'ın kitabını değiştirmiştir» demiş. Bunun üzerine, ibn Ömer : «Yalan
söylüyorsun, ne ibn Zübeyr, ve ne de sen,, Allah'ın kitabını değiştirmeye güç
yetiremezsiniz» demiştir. Haccac'ın «sen, bunak bir ihtiyarsın» diye karşıhk
vermesi üzerine, O da; «Eğer, sen sözünden dönecek olursan, ben de ancak o
zaman dönerim» cevabını vermiştir.»[509]
îslârn ümmetine en sert davranan, onları ezik ezik ezmeye, hakkı söyleyen
dilleri susturmaya yeltenen Haccac-Zâlime karşı bile Abdullah b. Ömer gibi bir
zatın sukut etmediğini görüyoruz.
Emevilerin uydurma
hadislerle, sultalarını meşrulaştırma çabalarına, halk tarafından şiddetli bir
tepki gösterilmemesi makul olamaz. Kaldı ki, hadis uydurma gibi bir olgu, bu
kadar erken bir devirde başlamamıştır. Böyle bir durum, ancak, fıkhı
ihtilafların kızışıp, mezhep taassubunun ayyuka çıktığı zamanlarda ortaya
çıkmıştır. Faziletlere dâir hadislerde bazı âlimler toleransh davransalar
bile, ahkâm hadislerinde, gevşek davranılmayıp, çok sıkı bir tutum sergilenmesi
gerektiğinde bütün âlimler ittifak etmişlerdir. Zira, helâl ve haram ifade
eden hükümler, ancak bu hadislerle bilinebilmektedir.
2 -Şaşkınlığı
mucip bir diğer husus da Goldzier'in iftiralarını desteklemek için, Emeviler
hesabına zikret'tiği bazı hadislerdir ki,
hiçbiri de davasını destekleyecek nitelikte değildir.
Rasulullah (s.a.s.)'m,
cuma hutbelerini ayakta irad ettiği, nihayet, Hz. Musaviye'nin gelip hutbeleri
oturarak vermeye başladığı, inkârı kabil olmayan bir husustur. Ancak Hz.
Muaviye'nin bunu bir mazeretinden dolayı yaptığı aşikardır, ibn Ebi Şeybe :
«Muâviye iyice şişmanlayıp da, irileşince, hutbeleri oturduğu yerden irad etmeğe
başlamıştır» şeklinde, bir rivayete yer verirken, Bey-haki de «Sünen» adlı
eserinde : «Dermansızlığı, hastalıktan ve yaşlılığından ileri geliyordu» diye
ilavede bulunmuştur. Biz, müfteri Goldzier'den iddiasını doğrulayacak bir tek
hadis göstermesini beklerdik.
El-Beyhâkî, Kab b.
Ucre'den de şunu rivayet etmiştir : «Kab, birgün mescide girmiş, Abdurrahman b.
Abdülha^kem'in oturduğu yerden hutbe irad ettiğini görmüş. Bunun üzerine : «şu
habise bakın, oturduğu yerden hitab ediyor. Halbuki, Allah Teala : «Onlar bir
ticaret ve eğlence gördükleri zaman, hemen dağılıp, oraya gittiler ve seni a[510]'akta
bıraktılar.»3 buyurmaktadır demiştir» İşin ilginç tarafı biz, Îbnû'l-Hakem'in,
oturmasının meşruluğuna dair, bir tek hadisi delil getirdiğini göremiyoruz.
Goldzier'in daha önce
zikrettiği Reca, b. Hayve hadisine gelince, ona muttali olmak mümkün olmadı.
Bu konuda, bize hadisin kaynağını göstermesi icab ederdi. Reca b. Hayve büyük
hadis hafızlarından olup, hadis uydurmakla da itham edilmemiştir.
Cabir b. Semure hadisi
ise, bu konuda bilfiil bir Ka-dis uydurulduğuna delil teşkil etmez. Bilakis bu,
bazı insanların, sonradan çıkan bu değişikliğe Hz. Peygamher'in hadisleriyle
işaret etmiş olabileceğini zannetmeleri ihtimaline bir cevap aynı zamanda,
sultanlara yaltaklanan, zayıf imanlı bazı kimselerin böyle bir değişikliğe
kalkışmalarına da bir reddiyedir. însan bazen sözünü desteklemek, hasmına da
yapmış oldukları şeye sahih sünnetten bir delil olmadığını göstermek için,
böyle bir üslûba başvurabilir.
Bayram hutbelerine
gelince, bunu Muavİye ve valilerinin namazdan önceye aldıkları doğrudur. Zira,
insanlar, namazdan sonra, oturup hutbeye kulak vermez olmuşlar, onlar da böyle
bir çareye başvurmuşlardır. Ancak, ümmetin, bu tutumlarını kınamasından ve
şiddetli tepki göstermesinden kurtulamamışlardır. Buna rağmen, biz Muaviye ve
valilerinin yaptıklarına birtek hadisi delil getirdiklerini bilmiyoruz.
Buharı Sahİh'in'de
şöyle bir rivayete
yer veriyor, «Muavi'yenin Medine
valisi Mervan b. Hakem, bayram hutbesini namazdan önceye almak isteyince,
Ebu Said el-Hudri O'na karşı
çıkmış ve elbisesini tutup çekelemiş-tir. Mervan da, O'na, aynı şekilde
karşılık vererek, çıkıp namazdan evvel hutbeyi irad etmiştir. Bunun üzerine,
Ebu - Said «Allah'a yemin olsun ki, tağyirat yaptınız» diye bağırmıştır.
Mervan : «Ey Eba Said Senin bildiğin artık kalmadı» deyince, Ebu Said
«Vallahi, bildiğim, bilmediğim-' den
daha hayırlıdır,» demiştir. Mervan da: «Halk namazdan sonra bizi dinlemeye
kalmıyorlardı, biz de böyle yapmak zorunda kaldık.» cevabını vermiştir.
İşte, Mervan,
yaptığını haklı çıkarabilmek için, mazeret beyan etmiş, bir hadis
uydurmamıştır. Veya Goldzier'in iddia ettiği gibi, hadis uyduracak birini
ayariama-mıştır. Oysa bu zaman uydurmaya en müsait bir zamandır.
Peygamber'in,
minberinin basamaklarının çoğaltılması da aynen böyledir. Mervan basamakların
sayısını altıya çıkarmış, bunu da, halk çoğaldığı için yaptığını söylemiştir.
Bu, şeriat nokta-i nazarından son derece isabetli bir yaklaşımdır. Ama,
Mervan'm bu konuda bir tek hadis uydurduğunu göremiyoruz. Doğrusu, ben bu
müsteşriğe, şaşıyorum. Koskoca bir dava ile ortaya çıkıyor, sonra, ona delil
getirmek isterken, davasını kökünden yıkıp, atacak birşeyler ortaya koyuyor.
Goldzier'e ve araştırmalarına aldananlar, çarpık mantığın ve insaflı bir âlimin
el atmasıyla seraba karışıp, yok olup gidecek bir delille ortaya çıkmanın,
sonunun ne olduğunu görsünler. [511]
1-Goldzier'in
bazı zayıf yalancı ve gafil raviler hakkında, cerh ve tadil imamlarının sözlerinden
getirdiği örneklerde, bizim görüşümüzü desteklemekte, aym zamanda O'nun
iddialarını da çürütmektedir. Bu, cerh ve ta'dil imamlarının uyanıklığına,
hadise sokuşturulmak istenen mevzu haberleri reddetmekteki gayretlerine,
basiretlerine ve dahiyane tenkidciliklerine en büyük delildir. Hatta, öy-leki,
onlar, bir ravi ne kadar salih gözükmeye iç yüzünü gizlemeye çalışırsa
çalışsın, onun gizli yönlerini ortaya koyabilmişlerdir.
Cerh ve ta'dil
imamlarının, ravide aradıkları vasıflardan bir tanesi «Adâlet»tir. Yani, O'nun
zahiren ve ba-tmen âdil bir insan olmasıdır. Ebu Asım en-Nebü'in sözünü ettiği
kimseler ise, sûfi ve derviş meşrebli kişilerdir. Bu gibileri, caiz olan ile
olmayanı, helâl ile haramı birbirinden pek ayırd edemezler. Binaenaleyh, tergib
ve terhib (yani birşeye teşvik veya kaçındırmak) maksadıy-le, hadis uydurulmasına
cevaz vermişlerdir. Veya, sufi-likleri ve dervişlikleri, hadis öğrenmelerine,
üstadlarm-dan hadis işitip, almalarına ağır basmıştır da denilebilir. Bu
itibarla, her duyduklarına iltifat etmişler, farkında olmadan yalana
düşmüşlerdir. İşte, bu nitelikteki insanlardan hadis alınmazdı. Âlimler, bu
sözü, dervişmeşrep ve gafil kimselerin zararına karşı, bir uyarı mahiyetinde
söylemişlerdir. Müslim, mukaddimesinde, rivayette titiz davranmaktan, itham
edilmiş ve zayıf kimselerin rivayetinden kaçınmaktan söz ederken bu söze yer
verir. Müsteşrikler ise bu sözü asıl maksadından çıkartıp, fazileti rezalet,
mürüvveti âr kılığına sokmuşlardır,
2-Goldzier'i,
Ziyad b. Abdullah el-Bekâî, hakkındaki kanaatlerinde, araştırması
yanıltmıştır. Veya, gerçeği bilmesine rağmen, bilmiyor gözükerek, âlimlere yalan
isnad etmiştir. Zira, Ziyâd yalancı değildir ve asla yalancılıkla da itham
edilmemiştir.
İmam Ahmed, Ziyad b.
Abdullah hakkında : «On(un rivâyetin)da bir beis yoktur. Hadisleri, doğru
kimselerin hadislerindendir» derken, Ebu Davud İse, İbn Mâin'den naklen :
«Ziyâd el-Bekâî, İbn İshak'tan 3'aptığı rivayetlerde sikadır. O'nun
dışındakilerden rivayetinde ise zayıf görülmüştür. İbn îshak'tan meğazi'ye
dair rivayette bulunanların en sağlamı, O'dur» demiştir.
Bu müfteri'nin
naklettiği, Veki'in sözünü ise, Tirmizi, Kitabu'n-Nikah'ta, Buharı kanahyle
rivayet etmiştir. Buna göre Veki: «Ziyâd, faziletli biri olmasına rağmen, hadis
rivayetinde yalan söylerdi» demiştir. Fakat, Buhârî'-nin Tarih'inde kaydettiği
rivayet buna muhaliftir. O'nun kaydına göre rivayet: «Ziyad, faziletinin
yanında, hadiste de yalan söylemezdi» şeklindedir. Bilindiği gibi bir konuda,
nakilde bulunan şahısla kendisinden nakledilenin sözleri çelişirse, kendisinden
nakil yapılanın sözüne itibar edilir. Buharî'nin nakildeki dikkati ise, izaha
muhtaç değildir. Özellikle de, burada olduğu gibi, tercih edilmesi açık olan
bir yerde. Zira, Ziyad, asla yalancılıkla itham edilmemiştir. Nitekim, Hakim de
«El-Kûna» adh eserinde, Buharî'nin kaydettiği şekliyle habere yer vermiştir. Bu
durumda, Tirmizi'nin rivayetinde metinden,
manaya olumsuzluk kazandıran
«lâ» harfinin düştüğü anlaşılıyor.[512]
Tabi o zamanda «Yalan söylemezdi» olması gereken ifade «yalan söylerdi»
şeklinde mana kazanıyor.
Ayrıca Buhârî, Kitabu'l-Cihad'da,
Mutâbi olarak Zi-yad'm bir haberine Müslim ise, Sahih'inin birkaç yerinde
O'nun rivayetlerine yer vermiştir. Şayet, yalancı ve yaltakçılıkla itham edilen
birisi olsaydı ne Buharı ve ne de Müslim, O'nun rivayetini eserlerine
almazlardı. Bu iki imamın, rivayetini kabul etmek suretiyle, Ziyad'ı tezkiye
edip, sika bulmaları, güvenilirliği hakkında delil olarak yeterlidir. Bu arada
şunu da hatırlatalım ki, raviler arasında yalancıları bulunmakla beraber, sika,
adil ve zabıt olanlar, onlardan kat, kat daha fazladır.
3-Goldzier'in,
Yezid b. Harun'dan naklettiği: «Bir kişi hariç, Süfyan b. Uyeyne ve Süfyan
es-Sevri'ye varıncaya kadar, bütün Kûfe'li hadisçiler tedlis yapardı.» sözü
cerh ve ta'dil âlimlerinin, tedlis yapan ravilere dikkat çekmek için söyledikleri
bir sözdür. Kesin olarak, tes~ bit edilmedikçe «an'ane» ile yaptıkları
rivayetlerin kabul edilmemesi için bir uyarı anlamı taşımaktadır. Üstelik,
tedlis, yalan demek değildir. Bu, yalnızca, ravinin, şeyhi ile karşılaşmış
(lika) olabileceğine de, olamıyacağma da ihtimali olan bir ibare ile, rivayette
bulunması demektir. Süfyan b. Sâid es-Sevrî ve Süfyan b. Uyeyne'nin
tedlislerine gelince; bu, rivayetin lika ve sema'a (yani ravi'nin şeyh ile
karşılaştığına ve doğrudan ondan işittiğine)
delâlet eden başka bir tarik ile gelmesi halinde.
tedlis ihtimali izale
olur. Hadisçiler, bunların ve aynı durumdaki diğer ravilerin hadislerini
nakilde bu esasa göre hareket etmişlerdir. Şu kadarı da var ki : Küfe, İslâm
merkezlerinden yalnızca birisidir. Küfe dışındaki yerlerde ise, hiç tedlis
yapmamakla bilinen pek çok ravi vardı.
Hakim, Ebu Abdullah,
«Ma'rifetü Ulûmi'l-Hadîs» adlı eserinde : «Ben araştırmacıyı, tedlis yapan ve
tedlisten kaçman raviler hakkında doğruya sevkedeeek bir noktaya temas etmek
istiyorum,» der. Ve şunları kaydeder; «...Hicaz, Harameyn, Mısır ve Avâlî
bölgesinin mezheplerinde asla tedlis yoktur. Aynı şekilde, Horasan, el-Cibâl,
Isbahan, Fâris, Hûzistan ve Maveraun'-Nehir, imam. larmdan,. bir tek kişinin
dahi tedlis yaptığı bilinmemektedir. En çok tedlis yapan hadisçiler,
Kûfe'lilerdir. Basra'dan ise, çok az kimse buna yeltenmiştir.»
Adı geçen, her iki
Süfyan da, ileri gelen hadis imam-larmdandır. Kendilerine isnad edilen tedlis,
yerilen tedlis nevinden değildir. Süfyan b. Uyeyne'nin, sadece, sika
kimselerden rivayetinde tedlis yaptığı bilinmektedir.
İbn Abdilberr, bu
konuda, hadis imamlarının şu sözlerini nakletmiştir : «îbn Uyeyne'nin tedlisi
makbuldür. Zira, O, tedlis yaptığı vakit, Ibn Cüreyc, Ma'mer ve benzerlerini
atlamıştır. (Bunlar ise makbul ravilerdir). İbn Hıbbanda bunu tercih etmiş ve
bu durumun, dünyada yalnızca, Süfyan b. Uyeyne'ye has bir özellik olduğunu
belirtmiştir.»[513]
Süfyan es-Sevrî'nin
tedlisi ise : İsim ve künyeleri birbirinin yerine kullanmak kabilinden birşeydir.
Beyhaki,
«El-Medhal» adlı
eserinde, bu konuda, Muhammed b. Râ-fi'in şu rivayetine yer vermiştir: «Ebu
Âmir'e; Süfyan tedlis yapar mıydı?» diye sordum «Hayır,» cevabını verdi. Peki,
Kûfe'ye geldiği vakit, onların, herhangi birisinden hadis rivayet etmediklerini
anlayınca: «bana falan kimse rivayet etti» diyerek, ravi, ismi ile
biliniyorsa, künyesini, künyesi ile maruf ise, İsmini zikrederek, rivayet
etmez miydi? dedim. Bana: «Bu tezyîn'dir, tedlis değil» karşılığını verdi.»
Her halükarda, hadis
imamları, tedlis yapanların rivayetinde ihtiyatlı davranmışlardır. Bunun
içinde, tedli-sin bir kısmını, ravinin cerhine sebep saymışlardır. Bu nevi
tedlis, zayıf bir raviyi hazfederek, O'nun yerine sika bir ravi koymak
suretiyle yapılan «tedlisü't-tevsiye» adı verilen tedlistir.[514] Bir
kısmının ise, ravinin cerhine neden teşkil etmiyeceğini belirtmişlerdir. Bu
nevi, tedlis de, her iki Süfyan'dan nakledilen tedlis çeşididir. Bütün hu
izahlarımızdan, Goldzier'in kendisine yapıştığı şeylerin, mesnedsiz şeyler olduğu,
hakka zerre kadar gölge düşürebilecek nitelikte olmadıkları ortaya çıkmıştır. [515]
Goldzier'in : «İkinci
asırda nıüslümanlar, bir hadise salıih demenin yalnızca şekîe yönelik olduğunu,
isnadları sahih olan hadisler arasında, pekçok uydurma hadisin bulunabileceğini
farkettiler» sözüne gelince; buna da birkaç açıdan cevap vermek istiyoruz :
Bir defa bu söz,
oryantalistlerin bir iftirasidır. Biz, hiçbir imamın sözlerinde ve hiç bir
güvenilir kaynakta bunu göremiyoruz. Hem, nasıl olur da imamlar sahih hadisleri
tesbit edebilmek ve onları, uydurma olanlarından ayırmak için, bütün güçlerini
sarfeder, ömürlerini vakfederler de, sonra kalkıp, sahih olduğuna
hükmettikleri rivayetler arasında yalan ve uydurma haber bulunabileceğini
öngörürler? Bu mantıklı bir şey değildir.
İlk devir âlimleri,
yalnızca bir hadisin sahih, hasen veya zayıf olduğuna hükmetmişlerdir. Bu da
zannı galip ve zahire göre verilmiş bir hükümdür. Bize de emredilen, böyle
hareket etmektir. Yoksa, onların bu şekilde hükmetmelerinin anlamı, hadisin,
hakikatte de böyle olduğu manasına gelmez. Çünkü, yalancı birisinin doğru
söyleme ihtimali olduğu gibi, sadık birisi de yalan söyleyebilir; her ikisi de
ihtimal dahilindedir. Tabii bu, yalnızca mantiki bir tasarımdır. Hadis
âlimlerini bu şekilde bir kanaate sevkeden, onların aşırı insaf ve
tevazularidır; Zira, işin içyüzünü ve mutlak gerçeği yalnızca, Allah Teâlâ
bilebilir. Bütün bunlarla birlikte, nasılki, pek çok
hadisin kati bir şekilde yalan olduğuna
hükmetmişlerse çok sayıda hadisin kesin olarak sahih olduğuna da hükmetmişlerdir.
Ancak, hadisçilerin sahih veya zayıf olduğuna hükmettiği haberlerin
kesinliğine inanabilmesi için, bir insanın, onların kaide ve kurallarından
haberdar olması gerekir. Bunun yanında kişinin hadis kaynaklarına iyice
muttali olması, hadis imamlarının ilim deryasına daldıkları gibi, O'nun da
kendini bu ilme vermesi bir zarurettir. Pek tabii ki, böyle birisi işin tadına
erer bunun somıcu olarak da hadisçilerin faziletini itiraf eder.
Gerçekten hayreti
mucib diğer bir husus da; Goldzi-er'in iftiralarının dayanakları arasında,
hadisçilerin hadis olduğu ileri sürülen şu sözden de destek aldıklarını iddia
etmesidir : «Yakında, bana isnâd edilen hadisler çoğalacaktır. Kur'an'a muvafık
olanları, söylesem de, scy-lemesem de bana aittir.» Halbuki, bu sözün uydurma
olduğunda zerre kadar şüphe yoktur. Yahya b. Mâ'in (ö.h. 233) gibi, pekçok
münekkid ve hadis uzmanı âlim, bunun uydurma olduğuna dikkat çekmiştir. İbn
Mâin; O'nu zındıkların uydurduğunu da belirtmiştir. Haberin yalan olduğuna
kani bir diğer zât ise, Abdurrahman b. Mehdî (ö.h. 198)'dir. îbn. Hacer, «Et-Takrib»
isimli eserinde, O'nun, hafız,
sika, güvenilir; hadis ve ricali konusunda uzman bir zat olduğunu söylüyor.
Zayıf ve uydurma haberlere Örnek olarak da şu sözü Örnek verdiğini kaydediyor
: «Benden size bir hadis nakledildiği zaman, hakka uygun düşüyorsa, onu tasdik
edin. Ben onu söylemiş olsam da, olmasam da, siz onu alın...»
Es-Sehâvî, hadisi,
Darekutni'nin «El-Efrâd»'da, Ukay-lî'nin «Ez-Zuafâ»da, Ebu Ca'fer
İbnû'l-Buhteri'nin «El-Fevâid»'de, Ebu Hureyre'den, merfû, olarak rivayet
ettik-*lerini, fakat hadisin münker, olduğunu kaydediyor. Ukayîî 'ise, hadisin
sahih bir isnadının bulunmadığını, tariklerinden birini, Taberânî'nin, ibn
Ömer'den merfu olarak şöylece rivayet ettiğini söylüyor : «Yahudilere Musa'yı
sordular, onlar da, hakkında çok şey söylediler. Bazı şeyleri ilave ederken,
bazılarını da çıkartıp attılar ve sonunda
kafir oldular. Hristiyanlara da Isa (a.s.) soruldu. Onlar da hakkında çok
şey söylediler. Bazı şeyleri ilave ederken, bazılarını da çıkartıp attılar.
Nihayet, onlar da kafir oldu. Bana isnad edilen hadisler de çoğalacaktır. Size
bir hadis ulaştığı vakit, onu Allah'ın kitabiyle karşılaştırın. Ve O'na itibar
edin. Allah'ın kitabiyle paralellik arzede-ni mutlaka ben söylemişimdir. Ona
zıt düşeni ise asla ben söylememişimdir.» İbn Hacer de bu hadisin bütün
'tarikleri hakkında
ileri geri söz edildiğini haber vermiştir. Hadisin bütün tariklerini, Beyhaki
«El-Medhal» isimli eserinde bir araya getirmiştir. Es-Sağanî de : «Size benden
bir hadis rivayet edildiği zaman, onu, Allah'ın kitabına arzediniz. Şayet, ona
muvafık düşerse kabul edin, eğer muhalif düşecek olursa reddedin» şeklindeki hadisin uydurma
olduğunu kaydetmiştir.»[516]
Bunlardan başka daha
pek çok âlim, sünnetin, Kur'an'a arzı ile ilgili hadisin uydurma olduğunda
ittifak etmişlerdir. Neredeyse hadisçiler arasında bu konuda icma vardır.
Özet olarak, ne biz ve
ne de, akıl sahibi herhangi biri, Goldzier'in ileri sürdüğü hadis ile, ibn
Mace'nin rivayet ettiği: «Söylenen her
güzel sözü ben söylemişim .gibi (kabul edin)» hadisinin uydurma, metinlerinin
çelişkili ve tutarsız olduğunda en ufak bir şüphe duymayız.
Her iki hadisin de
metnine şöyle derinlemesine bir bakıldığında Peygamber şöyle dursun, zerre
kadar aklı olan birisinin bile söyleyemiyeceği hemen anlaşılır. Öyleyse
dost-düşman herkesin, en akıllı bir zat olduğunu itiraf ettiği Hz. Peygamber,
güzel olduğu sürece, söylemediği bir sözün kendine ait olabileceğini nasıl kabullenebilir?
Dahası, nasıl olur da, sarfetsin veya sarfetmesin, böyle bir &Özün, kendi
hadisi olarak alınmasını emredebilir? Bu, son derece ilginç bir durumdur.
Goldzier'in ibn Ömer
ve Ebu Hureyre'nin «Av ve davar köpeklerinin dışındaki köpeklerin öldürülmesine
dair, rivayet ettikleri hadis hakkındaki değerlendirmelerine, daha önce, aynı,
konuda, Ahmed Emin'in görüşlerini eleştirirken değinmiş ve cevap vermiştim.
Basiretli okuyucularımız, bu örnek vesilesiyle Goldzier ve Ahmed Emin'in aynı
paralelde düşündüklerini rahatlıkla farkedebilecek-tir. Böylece, bu tip
Müslüman araştırıcı ve yazarların, müsteşrikleri, nasıl, adım adım takip edip,
onlara tabi olduklarını görebilecektir. Ahmed Emin'in, en büyük dehası ise,
araştırmalarında fikrini açıkça söylemeyip zehiri altın kupada sunmasıdır. [517]
Oryantalistlerin
çoğunluğunun fikirlerine ve yalan yanlış görüşlerine tabi olduğu Goldzier'in,
hadis kaynaklarını okuduğu, ne var ki pek nüfuz edemediği anlaşılıyor. İçine
girdiği sünnetin engin deryasında, dalgaların kendisini yutacağını anlayınca,
rasgele yüzme3^e, karaya ulaşabilmek için, bir sağa, bir sola çarpmaya
başlamış. Tabi ki neticede de karaya kavuşamamıştır.
Müsteşrikler, edebiyat
alanındaki bazı çalışmalarda muvaffak olabilmişlerse de, sünnet ile ilgili
incelemelerinde çok büyük hataya düşmüşlerdir. Çünki, hadis ilimleriyle meşgul
olan müslüman âlimler bile, uzun bir çalışma, inceleme ve geniş vakit ayırma
sonucunda, bu ilme müteallik bazı gerçeklere ulaşabilirken, islâm ve islâmî
ilimlerin yabancısı olan bu kimselerin, hadis konusunu incelemeye kalkıştıklarında,
durumları ne olur? Bunla,ra ilaveten, bir de, şarkiyat çalışmalarındaki ard
niyet ve kötü maksatları, Kur'an ve Sünneti tahrife yönelik gayretleri de
eklenince, tabii, araştırmalarında hata ve yanlıştan geçilmez oluyor. Bu
hataların bir kısmı, kasten ve kelimeleri asıl anlamlarının dışına kaydırarak
işlenirken, bir kısmı da, cehaletten ve yeterli derecede bilgi sahibi
olmamaktan ileri geliyor.
Goldzier'in sözünü
ettiği, hadis sahifelerine, hadisçi-lerimiz gereken ihtimamı vermişler, sahih,
zayıf ve uydurma olanlarını birbirinden ay^rd edip, beyan etmişlerdir. Ebû
Hûdbe, Dİnâr, Eşecc Nastur, Yusr ve Nısaym-gibi bazı kimselerin sahifelerinin
uydurma olduklarını da -açık bir şekilde ortaya koymuşlardır.
Hadisçilerin
ihtimamına mazhar olan bu nüshalardan bazıları, Rasulullah (s.a.s.) zamanında
yazdırılmış, bir kısmı da Raşid halifeler devrinde kaleme alınmıştır. Bu
nüshalar zekatların nisabı ve hangi mallardan zekat verileceğini ihtiva eden
sahifelerdir.
Halife, Ebû Bekir
(r.a.)in, Enes b. Mâlik'i Bahreyn'e gönderirken, O'na verdiği vesika,
hadisçilerin kanaatine göre, yazılı sahifelerin en sahihidir. Bu vesika,
Rasulul-lah'ın koyduğu farizalara dayanılarak tesbit edilen, deve ve davarların
nisap miktarını belirlemektedir.
Ebu Muhammed İbn
Hazm'm bu vesika hakkındaki görüşü şudur : «Bu mektup, son derece sahihtir. Ebû
Bekir es-tSıddîk, sahabenin huzurunda, onunla amel etmiş, fakat hiç kimse
kendisine karşı çıkmamıştır.»
Buhârî, Ebû Davud, En-Nesâî,
İmam Ahmed ve Da-rakutni'nin rivayet ettikleri, bu vesika ile ilgili hadisin,
isnadının sahih, ravilerinin de sika olduğu, Darekutnî tarafından ifade
edilmiştir. Hadisi, İmam Şâfîî, Beyhâki ve Hâkim de rivayet etmişlerdir. Ancak,
Ebû Dâvud, Tir-mizi ve İmam Ahmed tarafından rivayet edilen Zühri varyantında
ise ihtilaf edilmiştir. Zührî'nin, Sâlim'den, O'nun da, babasından yaptığı bu
rivayet şöyledir : «Rasulullah (s.a.s.) zekâtları yazdırmış, fakat, valilerine
gön-deremeden vefat etmişti; ölümünü müteakip, Ebû Bekir (r.a.) O'nu valilere
gönderdi ve kendisi ölünceye kadar da tatbikatı ona göre yaptı.» Tirmizi, bu
rivayetin «ha,sen» olduğunu söylemiştir.
Yine Zührî'den.mürsel
olarak gelen bir rivayette O, sözkonusu nüshanın, Rasulullah'm zekatlar konusunda
dikte ettirdiği mektubun bir nüshası olduğunu, kendi zamanında ise bunun,
Ömer'in ailesinin yanında muhafaza edildiğini söylemiştir. Ayrıca, Zührî, bu
nüshanın, Ömer b. Abdülaziz ve Abdullah b. Ömer'in oğulları olan, Salim ve
Ubeydullah tarafından istinsah edildiğini, kendisinin de O'nu bizzat Sâlim'den
okuyup, ezberlediğini ifade etmiştir. Buhârî'nin, bu nüshanın, muhafaza edilmiş
olduğunu umduğu rivayet edilirken, ibn Mâin'in de. hadîsin zayıflığına
hükmettiği nakledilmiştir.
Bütün bunlar ortadayken,
hadisçilerin, sözkonusu sahifelerin sıhhat ve kaynağını araştırmadıkları
söylenebilirmi? [518]
1- Goldzier'in
şüphe düşürmeye çalıştığı ve alimlerin nisab miktarlarını tayinde esas
al(ma)dıklarını söylediği, sığırların zekâtma ilişkin hadis'e gelince; bu da
muteber kaynaklarda rivayet edilmiştir. îşte Kûtûb-ü Hamse ve
«Münteka'l-ahbar»da yer verilen bir haberde, Muâz b. Cebel (r.a.) şöyle
demektedir: Rasulullah (s-a.s.), beni Yemen'e gönderirken, her otuz sığırdan
bir yaşında bir dana veya düve almamı emretti.» İmam Ahmed'in Yahya b.
el-Hakem'den yaptığı bir rivayette ise, Muaz (r.a.)'m : «Rasulullah beni, zekât
âmili olarak Yemen'e gönderirken, her otuz sığırdan yaşını tamamlamış bir dana,
her kırk sığırda ise iki yaşını tamamlamış bir dana, almamı, emretti» dediği
nakledilmiştir. Aralarında, ibn Hıbbân ve Dârekutnî'nin de bulunduğu çok sayıda
âlim bu nüshaların sahih olduğu kanaatine sahip olmuşlardır.
îbn Hazm gibi, bazı
âlimler ise, hadisin ravilerinden Mesrûk'un, Muaz b. Cebel'i işitmediği
gerekçesiyle, diğerlerine muhalefet ederek, hadisin munkatı olduğunu
belirtmişlerdir. İbn Hacer de, Abdtılhak'tan, sığırların, zekatına dair
yalnızca bir hadisin sıhhatinde ittifak edildiğini, nakletmiştir.
İbn Abdilber, ise :
«Et-Temhid» adlı eserinde, Muaz hadisinin senedinin muttasıl, sahih ve sabit,
olduğunu söylüyor. «Eİ-İstizkâr» adlı eserinde de; sığırların zekatı konusunda
sünnetin, Muaz hadisinde, belirtildiği gibi olduğunda, bütün âlimlerin ittifak
ve icma ettiklerini kaydediyor. [519]
İbn Hazm'm, hadisin
munkatı olduğu yolundaki görüşünü, O'nun muttasıl ve sahih olduğuna hükmeden
âlimlerin görüşüne tercih ettirecek herhangi bir neden yoktur. Bunu kabul etsek
bile, Hadis'in munkatı olması ayrı bir şey, uydurma olması apayrı bir şeydir.
İşin ilginç tarafı Goldzier'in bir rivayetin sahih olup olmadığı .yolundaki
ihtilaf üzerine hadisin uydurma olduğu hükmünü nasıl bina ettiğidir!!! Kaldı
ki, bu rivayetin sıhhatinde ihtilaf edilmiş olsa bile, sahih olduklarından ittifak
edilen, sığırlardaki zekâtın nisabını havi daha başka rivayetler de vardır.
Beyhâki, «es-Sünen»
adlı eserinde, Ebû Bekr b. Mu-hammed b. Amr b. Hazm'm, babasından, O'nun da, dedesinden
yaptığı bir rivayete yer vermiştir. Rivayet şöyledir : «Rasulullah (s.a.s.)
Yemenlilere ferâiz, sünen ve diyetleri konu edinen bir mektup yazdı ve O'nu da
Amr b. Hazm ile onlara gönderdi. İşte bu, onun bir nüshasıdır. Deve, sığır ve
davarların zekat miktarını belirtmektedir.»
İmam Ahmed b.
Hanbel'e, zekatlara dair bu hadisle ilgili görüşü sorulmuş, O da, sahih
olduğunu, umduğunu, söylemiştir. İmamın, hadisin sıhhatini, kesin olarak ifade
etmemesi O'nun takvasının bir işaretidir.
Bütün bunlardan sonra,
birtakım hadislerin sıhhati ve bazı nüshaların güvenilirliği konusunda, âlimlerin
ihtilaflarından hareket ederek, hadis uydurmacılığının ilk asırda başladığı
gibi bir netice çıkarmak, ilim adamına yakışır mı? Ayrıca, bir hadisin sahih
olmaması ile uydurma olması arasında fark olduğu da bilinmelidir. Evet, bir
hadis sahih olmayabilir. Bu, asla onun uydurma olduğu anlamına gelmez. Olsa,
olsa O'nun hasen olabileceği ihtimalini taşır.
2- Bana öyle
geliyorki, Golcbrier, sözkonusu mek-tub ve nüshaların yalnızca, yazılı olarak
nakledildiğini zannediyor. Bu doğru değüdir. Çünkü, daha önce de işaret
ettiğimiz gibi, bu mektup ve sahifeler, sahih ve muttasıl isnadlarla, sözlü
olarak da rivayet edilmişlerdir. Nitekim, Buharı, Sümâme b. Abdullah b.
Enes'ten, Enes (r.a.) in: «Ebû Bekir (r.a.) bu mektubu, beni Bahreyn'e gönderirken
yazmıştır» dediğini kaydetmiştir. Ayrıca, Zührî'-nin, bu vesikayı Sâlim'den
okuyub ezberlediği de daha önce geçmişti. Bu durumda, demek ki itimad, yalnızca
yazıya değil, aynı zamanda sözlü rivayetedir.
Öte yandan, râvide
güvenilirlik vasfı bulundukça ve sika kimselerden rivayet yoluyla alındığı
müddetçe, yazılı bir vasiyete müracaat etmenin, ne mahzuru olabilir, buna da
bir mana veremiyorum. Goldzier, sünnet ilminden haberdar olmayan okuyuculara,
Kuzey ile Güney arapları arasındaki anlaşmaya dair bir vesikayı ve insanların
derhal O'nu tasdik edişlerini örnek gösteriyor. Ama,
böyle bir anlaşmanın, zekât ve nisap
miktarlarını dindeki mevkiini, helâl ve haramın ne olduğunu bilmek kadar,
ehemmiyeti haiz bir konu olmadığını farkedemiyor. Unutmamak lazım ki, Sünnet
teşri'in ikinci aslıdır ve ancak, o bilindiği taktirde helâl ve haramı
öğrenebilme imkanı vardır. Bu nedenle, Sünnetin, müslümanların nazarındaki
seçkin yerini almış olması, şaşılacak bir durum değildir. Hadis sahifelerini,
söz konusu antlaşmayı hâvî sahifeye kıyas etmek, bâtıl bir kıyastır. [520]
Öyle inanıyoruz ki, bu
uzun eleştirilerimiz neticesinde, mantık ve insaf sahibi okuyucumuz,
Goldzier'in sünnet'in başına örmek istediği çorabın ne kadar zayıf olduğunu
görmüş, O'nun sünnete yönelttiği şüphelerin, objektif ve dürüst bir inceleme
karşısında yok olup gittiklerini farketmiştir. Bu meyanda, ileriye sürdüğü
bütün iddiaları mesnedsiz ve hayal ürünü olduğuna göre, hadisin,
müslümanların, dinî, siyasî ve sosyal gelişmelerinin bir ürünü olduğu yolundaki
görüşü de yıkılıp gitmiştir.
Şimdiye kadar ortaya
koyduğumuz delillerden hadislerin sağlam ve kuvvetli temeller üzerine kâim
olduğu anlaşılmıştır. Hadisler, İslâm'ın ilk asrı, peygamber devrinin doğru
bir tasviridir. Zira onlar, Rasulullah'ın söz, fiil ve takrirleri, veya, O'nun,
ahlak ve yaratılışla ilgili tavsifleridir. Daha geniş bir ifadeyle, hadisler
Ra-sullah'm, inanç, hukuk, İslâm ahlâkı ve İslâm'ın tebliğin-deki en önemli
unsurlardan olan meğazi ve seriyelerle ilgili sireti, O günün dünyasındaki kral
ve idarecilerin İslâm'a girmelerini teminde takip ettiği metodun en doğru bir
tasviridir diyebiliriz.
Kur'an ve Sünnet,
ashabın, Rasulullah (s.a.s.)m bıraktığı istikâmette devam edebilmeleri için,
İslâm'ın doğuş dönemini yansıtan en doğru iki vesikadır. Birinci vesika, yani
Kur'an, gerek bir bütün ve gerekse tafsilatı itibariyle, katiyyet ve yakin
ifâde eden bir tevatürle tesbit edilmiştir. İkinci vesika, sünnet ise, bizlere
kadar, güvenilir nakil yollarının en hassas ve en titiziyle, ulaşmıştır. Nitekim
bu çalışmamızda zikrettiklerimiz konuyu, oldukça açıklar bir biçimde ortaya
koymuştur. Ben bu kitabın, Allah katında benim için bir azık olmasını umuyorum.
Rasulullah (s.a.s.)'dan hadisi, âdil, sika ve son derece zabıt olan sahabe
nakletmiştir. Sahabeden, tâbiun alıp üstlenmiş, onlardan da, tebeut-tâbi'în
almış ve bu şekilde nesilden nesile devam etmiştir. Daha, üçüncü asır
tamamlanmadan hadis ve sünnetler, sahih, müsned, sünen, cami ve mu'cem türünden
eserlerde tedvin edilmiştir. Bu nedenle, biz, hadislerin çok büyük bir kısmının
sahih, az bir miktarının uydurma olduğunu söylüyoruz. Bütün İslâm âlimlerinin
kanaati de bu doğrultudadır ve bu : Allah Teâla'nın : «Zikri biz indirdik, O'nu
koruyacak olan da biziz» sözünün bir tecellisidir. [521]
AH Hasen Abdülkadir,
«Nazratön Âmme £î Târîhî'IL Fıkhî'l-îslâmî» adlı eserinde, yerinde bir davranışla, çağdaş
müsteşriklerin hadis hakkındaki nazariyelerine de yer vermiş ve şöyle demiştir
: «Modern asırda, müsteşrikler arasında, öncekinin aksine, netice itibariyle,
İslâm'ın bakış açısıyla uyuşan ikinci bir nazariye revaç bulmuştur.»
Müsteşrik Wink, bir
çalışmasında, hadisçilerin, hadis tetkiklerinde gösterdikleri gayretlerine
değindikten sonra, onlarln oynadıkları role ilişkin olarak şöyle diyor :
«Müslümanların, dâhili ve harici bir takım nedenlerle sahih olmayan hadislerin
bütün nevilerini tesbit edememiş olmalarından hareketle, bütün hadislerin
güvenilirliklerini reddetmek makul bir tutum olamaz. Zira, İslâmî hadis
sağlam bir esası muhtevidir. Hadisin, ancak, birinci ve ikinci asırdaki
uydurmalardan ibaret olduğu; Onun, yalnızca Rasulullah (s.a.s.) ve ashabı
döneminin tasvirine delâlet edebileceği şeklindeki kanaat, Peygamber'in şahsiyetinin,
müslüraanlar üzerindeki tesirinden tamamen-habersizdir. Aynı zamanda bu
kanaatte olanlar, Rasulullah'-m sünnet ve hadisteki tarihi izlerini iptale
yeltenen gayretleri de bilmiyorlar, demektir. Böyle bir görüş, maddeci tarih
anlayışının bir sonucu olup Kur'an'daki ilâhî, itikâdi meselelerin de vücud
bulmasını istememektedir. Bunların, binlerce tasvir ve temsilden ibaret
olduklarını düşünmekte, İslâm kültürünün de, ahenkli ve yeknesak
olmayıp, muhtelif şekil ve renklerde,
çeşitli milletlerle karışımın bir ürünü olduğunu zannetmektedir.
Böyle bir yaklaşıma
göre sürdürülen incelemeler ve bunun temel varsayımı olan «aksine delil
bulunmadıkça, her fıkhı hadis uydurmadır» kanaati, sonsuz bir faraziye ve
şüphe kapısının açılması sonucunu doğuracaktır. O zaman da, sahih, genel ve
muteber görülen bir meselede, herhangi bir tenkide itibar etmemiz mümkün olmayacaktır.
Bununla birlikte,
yukarıdaki kanaati taşıyan bu kimseler, Peygamber'in ne şahsı ve ne de misyonu
ile bağdaşmayan konularda genel bir ittifaka varabiliyorlar. Bunun en çarpıcı
örneği, pekçok meselede şüphe içerisinde olmalarına karşın, Garanik vak'asmdaki
ittifaklarıdır.[522]
Müslüman râvilerin,
sübjektif ve mutaassıp oldukları söylenemez" Nasıl söylensin ki, bu
raviler, Rasuiullah (s.a.s.)ın «Ben kavmimin dininde iken, Uzza'ya toprak
renginde bir koyun kurban ettim» dediğini, yine O'nun; çocuklarına :
«Abdü'1-Uzza, Abdu menaf ve Kasım» gibi isimler koyduğunu rivayet edenlerin ta
kendisidir.
Aynı şekilde, Zeyneb
binti Cahş kıssası, ifk olayı ve Hafsa hadisesi gibi, Peygamber'in şahsi ve
ailevi birtakım meselelerini dile getiren rivayetleri de sahih hadis
mecmualarında görebilmekteyiz. Prensip olarak, hadislerin bir kısmının sahih
olduğu itiraf edildiği zaman; Ra-sulullah'in konumu ile uygunluk arzetmeyen çok
az sayıda rivayetin sahih olabileceğini, bunun dışında kalanların ise, aksine
delil bulunmadıkça uydurma olacaklarını söylemek tutarsızlık olur.
Müslümanların, hayat
tarzlarıyla alakalı, küçük-bü-yük her meseledeki ittifakları, sünnete sıkı
sıkıya sarılmayı, değişmez bir gaye hâline getiren hadisin; şartların bir
gereği olmadığını, ve daha sonraki müslÜman nesillerin, tutarsız birtakım
fikirleri üzerine bina edilmediğini, gösteren en güzel delildir.
Daha sonra, Wink,
Goldzier'in içine düştüğü bazı yanılgıları zikrederek eleştirisini yapmış ve
O'nun görüşlerinde hatalı olduğunu vurgulamıştır. »[523]
Wink ve onun gibi
düşünenlerin sözleri, şarkiyat tarihinde, önemli bir dönüşüm noktası olarak
değerlendirilebilir. Pekçok müsteşriğin, iştirak ettiği, Goldzier'in görüşleri,
bir müddet revaç bulduktan sonra, yine, kendi içlerinden Wink'in onlara cevap
verdiğini, hadis ve ha-disçiler hakkındaki nazariyelerim çürüttüğünü ve hadis
konusunda hakkı dile getirdiğini müşahede ediyoruz. Wink, sağlam ve muhkem bir
esastan hareketle, hadisi Rasulullah (s.a.s.) dönemine kadar götürmüş, O'nun,
Goldzier'in idida ettiği gibi, sosyal, siyasal ve dini gelişimin bir ürünü
olmadığını vurgulamıştır. Gerçekten, Wink ve O'nun gibi düşünenlerin görüşleri,
hadis konusunda, îs~lâm âlimlerinin/öteden beri söyleyegeldiklerine en yakın,
hatta, hemen hemen aynı paralelde görüşlerdir.
Wink'in en hassas
mülâhazalarından bir tanesi şu tespitidir : «Müsteşriklerin büyük çoğunluğu,
Garanik kıssasının sahih olduğunda ittifak etmişlerdir. Halbuki bu hadise,
imkansız ve saçmadır. Zira, Peygamber'in ismetini zedelemekte, Peygamberliğine
dil uzatmaktadır. Fakat, aynı zamanda, bu müsteşrikler, en sahih haberleri,
uydurma olarak yaftalamakta veya en azından şüphe düşürmektedirler. Müttefekun
aleyh olan, Buhari ve Müslim'in rivayet ettikleri «Sevap maksadıyle yolculuk,
yalnızca üç mescide, benim şu mescidime, Mescid-i Harama ve Mescıd-i Aksâ'ya
yapılabilir» hadisi hakkında ne iddia-ettiklerini daha Önce görmüştük.
Müsteşriklerin
çoğunluğunun tavrı, sahihi zayıf, mev-zu'yu sahih göstermektir. Onları buna
sevkeden yegâne sebep ise; taassuptur: îslâm'a ve İslâm Peygamberine, Kur'an'a
ve Sünnet-i Nebeviyye'ye karşı, gönüllerinde gizledikleri hınçtır.»
Yine, Wink'in orjinal
tesbitlerinden bir diğeri de, müslüman râvilerin, sübjektif ve mutaassıb
sayılamıyacaklarıdır. «Zira onlar, bir taraftan tevhid ve nübüvvete halel
getirmeyecek nitelikte, Rasulullah'm ismetine delâlet eden hadisleri rivayet
ederlerken, diğer taraftan, Peygamberliğe ve O'nun ismetine gölge düşürecek
unsurları içeren hadisleri de rivayet edebilmişlerdir. Şayet, ilk kısımla
yetinmiş olsalardı bile, bu onlar için nakısa olmazdı. Ancak, nakildeki
emsalsiz emânet anlayışları, sahih akideye dokunsa da, ismeti zedeleyecek
unsurlar taşısa da, rivayetlerden hiçbirşeyi gizlememe prensipleri buna mani
olmuştur.
Fakat, bunun manası,
asla rivayet ettikleri şeylerin, derece bakımından, sahih, hasen, zayıf veya
uydurma olduklarını beyan etmedikleri anlamım taşımaz. Onlar, rivayetlerin
yukarıda işaret ettiğimiz vasıflarını da beyan etmişlerdir.
Bütün İslâm âlimleri,
mevzu haberin, ancak, uydurma olduğu söylenilerek rivayet edilebileceğinde^
aksi taktirde, O'nu rivayet edenin son derece büyük bir günah işlemiş
olacağında ittifak etmişlerdir.» [524]
Bu arada, Wink'in
«el-Kelbî»'nin «Kitâbu'I-Asnâm s. 19» adlı eserini kaynak göstererek
zikrettiği: «Ben Kavmimin dinindeyken, Uzza'ya, toprak renginde bir koyun
kurban ettim» şeklindeki hadisin hadisçilerin icma'ı ile uydurma olduğunu da
hatırlatalım. Zira, hadis, bizzat kendi kendisinin uydurma olduğuna en açık
delildir. Çünkü, Rasulullah'm, Peygamberlik öncesi hayatı bile, bırakın
sonrasını, inanç, hukuka riâyet, ilim, amel, ahlak ve davranış bakımından,
dünyanın tanıdığı en örnek bir hayattır. Bundan başka, Hz. Peygamber'e isnad
edilen söz-konusu davranışın, imkansız olduğuna delâlet eden aklî ve nakli
deliller de vardır. Hadis olduğu ileri sürülen bu uydurma haberi müsteşrik E
.Dermenghem «Muhammet!'iıı Hayatı»[525]
adlı eserinde zikretmiştir. Bu da, bizim, arzularına uyduğu müddetçe
müsteşriklerin, zayıf ve uydurma haberleri sahih addetmekte bir beis
görmedikleri, şeklindeki kanaatimizi doğrulamaktadır.
Nitekim, buna bir
diğer örnek de, Hz. Peygamber'in «es-Safrâ» adlı putu sıvazladığı yolundaki
rivayettir. Maalesef, Hüseyin Heykel de «Hayât-û Muhammed» adlı eserinde, bu
rivayete yer vermekle, büyük bir hata etmiştir.
Bu meyanda
nakletmekten haya etmedikleri başka; bir rivayet de, Rasulullah (s.a>.s.)m,
Müşriklerin önemli; günlerinde, onların toplantı ve programlarına iştirak ettiğini
dile getiren rivayettir.
Bu ve benzeri
haberler, itimada şayan olmayan bazı kitapların ihtiva ettiği haberlerdir.
Müsteşrikler ve onların izinden giden bazı müslüman yazarlar, hiçbir araştırma
ve tetkike tâbi tutmadan onları kitaplarında, sa-hihmiş gibi nakletmişlerdir.
Halbuki, Rasulullah (s.a.s.)m en fazla buğzettiği husus, putlara perestiştir.
Hatta, onlara dokunmaya bile çok kızar, bunu yapanları, bu davranıştan,
şiddetle menederdi. İşte, el-Beyhâkî, buna dâir. Zeyd b. Hârise'nin şu
sözlerini naklediyor. «Bakırdan yapılmış «İsaf» demlen bir put ile
müşriklerin tavaf esnasında sıvazladıkları «Naile» isimli bir diğer put
vardı,. Birgün, Rasulullah (s.a.s.), tavaf ediyordu. Ben de, O'nun-la tavaf
etmeye başladım. Putun yanından geçerken, O'na dokunuverdim. Rasulullah,
derhal, «O'na elini sürme» dedi.
Tavafa devam ettik, kendi kendime bir daha dokunacağım, bakalım, ne olacak, dedim
ve Putu sıvazladım. Rasulullah hemen, sen bundan men olunmadın mı? diye.
karşı çıktı» Zeyd,
«Rasulullahı kerim kılan,
ve O'na Kur'an'ı indiren Allah'a
yemin olsun ki, Allah Ona risaleti ikram edinceye ve Kur'an'ı kendisine
indirinceye kadar-bile, asla, bir putu selamlamamıştır.» diyor.
Müslüman râvilerin,
sübjektif ve mutaassıp olmadıklarına delil olarak, müsteşrik yazar Wink'in
zikrettiği diğer bir haber de.şu idi: «Peygamber (s.a.s.) çocuklarına,
Abduluzza, Abdû Menâf ve Kasım ismini vermiştir.» Bu da bir önceki gibi,
hadisçilerin uydurma olduğunda icma ettikleri bir haberdir. Nitekim isnadında,
Buharı, Yahya b. Said, ve Ebu Davud'un yalancı olduğunu söyledikleri,,
Heysem b. Adî et-Tâîy Ebu Abdurrahman
el-Menbîcî, vardır, îbn Adr de O'nun çok az müsned hadis rivayet ettiğim,
daha çok, birtakım haberlerin rivayeti ile meşgul olduğunu söylemiştir.
Yeri gelmişken şuna da
işaret edelim; rivayetle iştigâl eden ve kendilerine «ahbârîyyun» denilen bir
zümre vardırki, bunlar sahih olanı da, olmayanı da rivayet ederler. Hasen'i
zayıfı birbirinden ayırdedemezler. Zira onları ilgilendiren, haberleri
toplamaktır. Bunlar gece odun toplayan kimse gibidirler.[526] Bu
nedenle, hadisçi-Ier «falanca kimse ahbârîVdir, dediklerinde, bununla, o
kimsenin, güvenilir ve itimada şayan hadis ehlinden olmadığını kastederler.
İmam Nesâî,
çocuklarına ad koyması ile ilgili rivayetin, Peygamber'den sadır olmasının
İmkansızlığını belirterek, ravi Heysem'in münkerû'l-hadis olduğunu söylüyor.
Buhari kendisinden rivayet ettiğini söylemekle Heysem'in, büyük bir ihtimalle,
Hişam b. Urve'ye iftira ettiğini de vurguluyor.
Ebu Hatim ise,
Vâkidî'den nakillerde bulunduğu için Heysem'in, metrukü '1-hadis olduğunu
söylüyor el-Iclî'de yalancı biri olduğuna işaret ederken, Ya'kub b. Şeybe:
«İnsanların bir takım haberlerini bilirdi, fakat, hadiste kavi olmadığı gibi,
bu konuda pek malûmatı da yoktu»
diyor. İmam Ahmed,
es-Sâcî, İbnû's-Seken, İbn Şâhîn, İbnû'l-Cârûd ve ed-Dârekutnî gibi bazı
âlimler de O'nu
zayıf râviler arasında
zikretmişlerdir.
Özet olarak; Wink'in
zikrettiği bu hadis, ravilerin-den Heysem sebebiyle uydurma olduğu kaydedilen
bir hadistir. Bu konuda, Tahâvî «Müşküûl-Hadis» Beyhâkî «es-Sûnen» en-Nakkâş ve
el Cûzekânî, mevzuata dâir yazdıkları, eserlerinde söz etmişlerdir. Mesûdî'nin
«Murû-cû'z-Zeheb» adlı eserinde kaydettiğine göre, Heysem h. 206 veya 207 de
vefat etmiştir.[527]
Bütün bu sıraladıklarımızdan sonra, haberin uydurma ve yalan olduğunda en ufak
bir şüphe kalır mı?
Wink'in:
«Müslümanların, dahili ve hârici nedenlerden dolayı, sahih olmayan hadislerin
bütün nevilerini ayırmaya muvaffak olamadıklarına bakarak, bütün hadislerin
güvenilirliklerini reddetmek ma'kul bir tutum değildir. Zira, İslâm hadisi,
sağlam bir esası muhtevidir...» şeklindeki sözlerine gelince; bu konuda biz
onunla aynı düşünmüyoruz. Çünki âlimlerimiz her rivayetin, sahih, hasen, zayıf
ve uydurma oluşu bakımından vasfını beyan etmişlerdir. Fakat, bunu tesbit
edebilmek, sabır, metanet ve uzun bir inceleme ister. Bunun en güzel delilide,
sahih, hasen, zayıf ve uydurma haberlerin her bireri için müstakil eserlerin
telif edilmiş olmasıdır. Tabii, bunların hepsine muttali olmak büyük bir sabır
ve metanet ister.
Daha evvelki
eleştirimde, hadisçilerin, niçin sened tenkidine gösterdikleri ihtimamı, metin
tenkidine de göstermediklerine ve bu tutumlarının haklılığına işaret etmiştim.
Bunun nedeni olarak da, hadis metninin müteşabih, hakikatten ziyade mecaz
olabileceğine, veya Allah'ın, sırrım daha sonraları ortaya çıkarabileceği bir
metin olabileceğine dikkat çekmiştim. Bu noktada şu beklentimizi
ifade etmek istiyoruz
: Allah'ın fazlı ve müslüman âlimlerin çabalanyle, Goldzier'in peşinden giden
pekçok müsteşrik'in, İslâm teşriatmm asıllarından ikincisi olan sünnet
hakkındaki kanaatlerini değiştirip, hak söze gelmelerini, bu gün gibi aşikâr
gerçeği kabullenerek, içlerinden birisi olan VVink gibi, onu dile
getirmelerini bekliyoruz. Bu gerçek şudur: «Peygamberin hadisleri, yüce esas
ve sağlam temeller üzerine kâimdir. Onlar, asla ne dinî ne siyâsî ve ne de sosyal,
gelişmenin bir sonucu değillerdir.» [528]
Bu kitapta şu ana
kadar zikrettiğimiz şüpheler; pek-çoğu mutassıp, İslâm'a ve müslümanlara kin
güden müsteşriklerin hazırladığı «İslâm Ansiklopedisinde, uzman-' lan tarafmdn
çevirisi gerçekleştirilen oryantalist ürünü eserlerde, iddia ve görüşlerinin
çoğunluğunda müsteşriklere tabi olan müslüman yazar ve araştırıcılann eserlerinde
rastlayıp, üzerinde durduğumuz şüphelerdir.
Ancak, buraya kadar
değinmediğimiz birtakım şüpheler daha var. Bu nedenle biz, daha evvel
zikrettiklerimizle yetinmeyerek, incelememize biraz daha devam edecek ve bu
şüpheleri ele alacağız. Böylece, eserimiz, sünnet ve hadise dil uzatan
düşmanlarımn bütün söylediklerini, onlara verilen ilmi cevaplan kapsayan bir
eser olacaktır. Zaten, bendeniz, tâ, talebelik yıllarımdan beri, Kur'an ve
Sünneti Müdafaa eden bir eser yazmayı kendi kendime ahdetmiştim.
Kanaatime göre, bu
çeşit cihad, islâm'daki cihad çeşitlerinin en yücesidir. Biz, İslâm'ın dünyaya
hakim ve yeryüzünde hükümrân olduğu zamanlarda bile, buna ihtiyaç duymuşsak,
bugün, bu cihada çok daha fazla muhtacız demektir. İmam Ahmed, Ebû Dâvud,
En-Nesâi, İbn Hıbbân ve Hâkimin rivayet ettikleri bir hadiste, Rasulullah
(s.a.s.) : «Kâfirlere karşı mallarınız, canlarınız ve dillerinizle cihad edin»
buyurmaktadır.
Bugün şer güçler, her
taraftan azgın dişlerini göstererek, müslümanların üzerine saldırmaktadırlar.
Gerçi, çoğu zaman kâfirlerin, kendi aralarında ihtilâfa düştükleri,
birbirlerini her türlü vesileyle yok etmeye çalıştıkları da görülmektedir.
Bunun en güzel delili, iki askeri blok arasında mevcud olan ihtilaftır. Bu
bloklardan birisi, ismen Hristiyan olan batı bloku, diğeri ise ateist doğu
blokudur. Fakat, herşeye rağmen, aralarındaki mücadelenin birbirlerini helak
edecek düzeye erişmeden, dengeli bir şekilde sürdüğünü de hatırlatmakta fayda
var.
Ancak, mesele,
müslümanlarla ilgili olup, İslâm söz-konusu olunca, hepsi bir safta yer
ahveriyorlar. Bugün bu, hepimizin, bizzat, müşahede ettiği bir durumdur. Eğer,
bir kısmı müslümanlara sevgi gösterisinde bulunup, sempatik davranıyorsa,
bilmek lazım ki, bu men-faatları gereğidir.
Âlimlerimizin «küfür
tek millettir» sözünü hiç akıldan çıkarmamak lazım. Çünkü bu söz, Allah'ın,
onların diliyle söylettiği son derece büyük esprisi olan bir sözdür. Bugün,
batının veya doğunun imâl ettiği, bazı, sözüm ona müslümanlar, bu sözü bir
taassup ürünü sayarak, ondan kurtulmaya çalışmaktadırlar. Allah biliyor ki,
O'nun taassupla hiçbir alakası yoktur. Yalnızca, şaşmaz bir hakikatin
ifadesidir.
Bunun en güzel delili,
gasbedilen Filistin'de meydana gelen hadiselerdir. Şayet, ingilizler ve
yardakçıları olmasaydı, Yahudiler Filistin'de vücud bulamazdı. Yahudilerin
Filistin'i ihlâllerine imkân hazırlayan onlardır ve yine bu söz bir hakikatin
ifadesi olmasaydı, İngilizlerin eseri olan bu devlet, Ortadoğu'da kurulamazdı.
İşte, bu devleti ilk tanıyan da komünist Rusya olmuştur. Bütün
bunlardan sonra, bir müslüman, kâfirlerin
tek millet olduklarından hâlâ nasıl şüphe edebilir!?
Allah Teâlâ, tâ
ezelden beri, âlimlerden, hakkı söyleyip, onu gizlemiyeceklerine, hak yolunda,
batılı zelil etme uğruna cihad edeceklerine dair söz aldığına göre, bu
açıklamaları yapmamız zorunludur. Hassaten, vatanlarına, dinlerine,
kitaplarına ve peygamberlerinin sünnetine; kafir, azgın ve düşman devletlerin
musallat olduğu bir dönemde müslüman âlimlerin üzerine, bu bir vecibedir.
Artık, bütün dünyadaki
müslüman âlimlerin, İslâm şeriatının güzelliklerini ortaya koyma zamanı
gelmiştir, Kur'an ve sünneti müdafa için mücadeleye bilenmeleri bir zarurettir.
İslâm düşmanlarının, batıllarına hak, safsatalarına hüccet ve burhanla karşılık
verilmelidir.
Bu azametli İslâm
dini, tembellik, gevşeklik ve rahatlık üzerine kaim olmamıştır. Bilâkis O,
cihad, müdafaa, şehâdet sevgisi, canı, evladu iyâli ve malı kurban etme esası
üzerine kurulmuştur. Kılıçla cihaddan evvel, sözle cihad üzerine bina
edilmiştir.
Ben, âlim kardeşlerimi
ve evlatlarımı, hep birlikte, kendi ihtisas alanları dairesinde, İslâm'ı,
Allahm kitabını, Peygamberin sünnetini, İsîâmî ilimleri ve İslâm kültürünü
müdâfa etmeye çağırıyorum. Şayet, İslâm kültürü olmasaydı, beşeriyet bugünkü
fikri terakkiye ulaşamazdı. Bu itibarla, dünya İslâm'a medyundur.
İslâm'ı savunan, O'na
davet eden, O'nun faziletlerini ve güzelliklerini ortaya koyan âlimlere,
Rasulullah'm tevcih ettiği şu tâc yeter: «Âimler, peygamberlerin varisleridir.
Peygamberler, miras olarak para pul bırakmamışlardır. Onların mirası yalnızca
ilimdir. Kim O'nu elde ederse, en büyük nasibi elde etmiş demektir.»
Peygamberliğin üstünde
hiçbir mertebe olmadığına, bu mertebeye vâris olmanın Ötesinde bir şeref
bulunmadığına göre, Allah'a yemin olsun ki, dünyadaki, mal, mülk, saltanat,
makam, mevkii, çoluk çocuk, hepsi, bu varisliğin yanında bir hiç kalır.
Bütün bunlardan sonra,
eğer, söylediklerim doğru, ise Allah'tan ve O'nun tevfikiyledir. Yok, eğer
hatalı ise, bu taktirde benden ve
şeytandandır. Ne varki, ben yal-, nızca hayır murad ettim, o kadar «Ben,
sadece, gücümün; yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat, başarmam,; ancak,
Allah'ın yardımıyladır. Yalnız O'na dayandım ve.; yalnız O'na dÖneceğtm..» [529]
Goldzier'in «El-Akide
ve'ş-Şeria» adlı eseri, kendisine en çok muttali olmak ve içindekilere cevap
vermek istediğim bir kitaptır. Ne var ki, Allah buna fırsat vermedi. Öyle
zannediyorum ki, içerisinde pekçok mesnetsiz, hayal ürünü iddialar vardır. Bu
yüzden sözkonusu kitaptaki şüphe kapılarını kapatacak nitelikli bir reddiyenin
yazılması âlimler üzerine bir vecibedir.
Temennim, bu kitabı
görüp içerisindeki saçmalıklara muttali olan âlimler, ona cevap vermeyi
kendine vazife bilsin. Böylelikle, üzerindeki İslâmî bir vecibe'yi gerçekleştirmiş
ve Allah'ın kendilerine büyük mükâfatlar vereceği kimseler arasına girmiş olur.
«Kim, Allah'a ve Rasû-lüne itaat ederse işte onlar Allah'ın kendilerine
lutuflar-da bulunduğu, peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlih kişilerle
beraberdir. Bunlar, ne güzel arkadaştır.»[530]
Asil îslâm kültürü
için, ciddi tehlikeler arzeden kitaplardan bir tanesi de, Goldzier'in,
«Mezâhibü't-Tefsîri'l-Islâmî» adlı eseridir. Bu kitap, müsteşriklerin en büyük
putu Goldzierin kaleme aldığı en tehlikeli kitap olarak değerlendirilebilir.
Kitap, Dr. Abdülhâlim
en-Neccâr tarafından Arapça'ya çevrilmiştir. Ne var ki, ihtiva ettiği saçmalıkları,
safsataları ve Kur'an tefsirine yaptığı iftiraları reddeden,
ikna edici yorumlar yapılmamış, dipnotlar
konulmamıştır. Usûlûddin Fakültesi'ne[531] ilk
girdiğim yıllar bu kitabı okumuştum. Kitabın her sahifesi tahkik ve yoruma muhtaçtı.
Tâ o zamandan bu kitaptaki, İslâm kültürüne yönelik iftira, karalama ve
tahriflere cevap vermeye azmetmiştim. Fakat, Sünnet-i nebeviyenin enine boyuna
tedrisi ile meşgul olmam, beni bundan alıkoydu. Hadis ve sünnetlerle olan
meşgaleme, bir de, Buhârî'nin şerhi işi eklenince, buna hiç de fırsat
bulamadım. Kitap ve sünnet ilimlerinde ihtisas yapanlardan birisi, bu kitaptaki
sakat ve yanlış görüşlere cevaplar verecek bir çalışma yapsa, ne kadar da,
güzel olurdu. Hatta, bu son derece tehlikeli kitaba verilecek reddiye, bir doktora
tezi bile olabilir. Doktora talebelerinden bu görevi üstlenecek birinin
çıkmasını, ne kadar, arzu ediyorum, bir bilseniz.!! Allah'ın bunu
gerçekleştireceğine inanıyorum.
Çeyrek asırdan uzun
bir zamandır, sünnetin tedrisiyle, Q'na yöneltilen, şüphe, iftira ve
saçmalıklara cevaplar vermekle geçen uzun ömrümün, kalbimin, aklımın ve
zihnimin bir hülasası olan bu kitabın son bölümünde üzerine şüphe düşürülmeye
çalışılan bir grup hadisi ele almak istiyorum. Bu arada, daha evvel detaylı
olarak bahsettiğim hadislere değinmiyeceğim. Yalnızca, İslâm'a ve müslümanlara
hınç besleyen, sünnet düşmanlarının üzerinde münakaşayı yoğunlaştırıp, şüphe
sokuşturma-' ya çalıştıkları hadisleri zikredeceğim. [532]
Gerek eskiden, gerek,
şimdilerde üzerine şüphe düşürülmek istenen bazı hadislere değinmek istiyorum.
Bunlardan bir kısmı için ileri sürülen kuşkular, oldukça erken devirlere, tâ
ikinci ve üçüncü asra kadar uzanır. Bunları, Muhammed b. Abdullah b. Müslim b.
Kuteybe (ö.h. 276) «Te'vil-û Muhtelifî'l-Hadis» adlı eserinde dile getirmiştir.
Bu şüpheler, En-Nazzâm[533] ve
benzeri mu'-tezilîlerin ileri sürdükleri şüphelerdir, örneğin bu hadislerden
bir tanesi «sinek»le ilgili olan, «Ez-Zûbâb» hadisidir. Bugün bile, hâlâ,
etrafında bazı kuşkular vardır. Fakat modern tıp ilmi, bu hadisin,
Rasulullah'm mucizelerinden biri sayılabileceğini ortaya çıkarmış, tıbbî tahliller
O'nun bazı sırlarım tesbit etmiştir. Bunlara ileride değineceğiz.
Buharı, Müslim ve
diğer hadis kolleksiyonlarında rivayet edilen, bu kabil, hadisleri şöylece
sıralayabiliriz :.
- Rasulullah'a
sihir yapıldığı yolundaki hadis,
- Cessâse
hadisi,
- Mesih,
deccâl hadisi,
- Ahir
zamanda, îsâ (a.s.)nm nüzulü ile ilgili hadis,
- Ölüm
meleği ile Musa (a.s.) arasında geçenleri muhtevi hadis,
- İsrâ ve
Miraç ile ilgili hadis,
-
Rasulullah (s.a.s.)m göğsünün
yarılması ile ilgili hadis,
- Şeytanın, Meryem ve
oğlu İsa (a.s.) dışında dünyâya gelen her insana ta'n ettiği yolundaki hadis
v.b.. birtakım hadisler. [534]
Hadisi, Buhârî iki
tarikten rivayet etmiştir. Birisi şöyledir : «Bize, Halid b. Mahled[535],
Süleyman b. Bilâl'den, O, Akabe b. Müslim'den, O, Abîd b. Huneyn'den, O da,
Ebu Hureyre (r.a.)den şöyle dediğini
işittiğini rivayet etmiştir : Rasulullah (s.a.s.) «sizden birinizin içeceği
içerisine bir sinek düştüğü vakit, onu iyice daldırsın, ondan sonra çıkartıp
atsın. Çünki, sineğin bir kanadında zehir, diğerinde ise şifa (panzehir)
vardır, denüştir.»[536]
Diğeri ise şu
şekildedir : «Bize, Kuteybe b. Said, İsmail b. Ca'fer'den, O, Benü Temim'in
mevlası, Akabe b. Müslim'den, O, Benû Zûreyk'ın mevlası, Abîd b, Huneyn'-den, O
da, Ebû Hureyre'den, Rasulullah (s.a.s.)m şöyle dediğini rivayet etmiştir :
«Sizden birinin kabına sinsi-; düştüğü zaman, onu tamamen daldırsın.» [537]
Hadisi, İmam Ahmed,[538] Ebu
Dâvud,[539] Nesâîö İbn Ma-ce,[540]
Dârimi [541] ve Bezzar d [542]
muhtelif tariklerden rivayet etmişlerdir [543]
«Ez-Zûbâb» hadisi,
sahih ve sıhhatin de en üst derecesindedir. Bu nedenle O'nu, hadis
imamlarından yedi tanesi rivayet etmişlerdir. Herbirerinin isnadı da sahihtir.
Bunda hiçbir kuşku yoktur. Metin yönünden ise, tıp, hadisi şüpheye mahal
bırakmıyacak şekilde isbat etmiştir. Hadisin manası sahihtir.
Şayet, sinekte,
hastalıklara yol açan mikropların ve öldürücü nitelikte bir maddenin bulunduğu
neticesini veren deneyleri müslüman doktorlar yapmış olsaydı, birisi çıkıp,
onlar hadisi kayırmışlardır, diyebilirdi. Fakat, bu deneyleri yapanların
hiçbirinin de İslâm'la ilgisi yoktur. Ne var ki, inceleme ve tıbbi
araştırmaları, onları bu neticeye götürmüştür. Müslüman doktorların tek yaptığı
ise, deney ve araştırmalardaki bulguları ilmî kaynaklardan terceme etmek
olmuştur. Bu hizmetlerinden ötürü, Allah kendilerini engüzel şekilde
mükâfatlandırsın.
Varyantlardan bazıları
çok basit lafız farklılıkları ile gelmiştir. Örneğin birisinde «iki kanadından
biri» anlamına gelen lafız «ihdâ cenâheyhi» şeklinde ise, diğerinde «Ahadi
cenâheyhi» şeklindedir. Bunun sebebi de «Kanat» anlamına gelen «cenah»
kelimesinin hem müzekker hem de müennes bir lafız olarak kullanılabilmesidir.
Bu gibi unsurlar rivayetin sıhhatini etkileyebilecek nitelikte değildir.
Binaenaleyh varyantlarının bu her iki şekli da sahihtir. Hakiki manasıyle
«cenah» lafzı kuşlar için kullanılır. Onun dışındakiler için ise kullanımı
mecazidir. Şu ayeti kerimede olduğu gibi: «onları esirgeyerek, üzerlerine
kanat ger.» [544]
Ebû Davud'un, Said
el-Makburî tarikiyle, Ebû Hureyre'den gelen bir rivayetinde: «Çünkü, o, zehir
olan kanadı ile korunur» ifadesi, diğer rivayetlerden farklı ve fazla olarak
yer almıştır. İbn Hıbban'm kanaatine göre, bu fazlalık sahihtir. Kanaatimize
göre ise, bu, kanadındaki zehir, O'nun silahı yerine kaim olduğu için böyledir,
îbn Hacer, «Fethul-Bari» adlı eserinde : «Hadisin tariklerinden hiçbirisinde
sineğin hangi kanadmda zehir.
hangisinde panzehir
olduğunu açıklayan bir ifâdeye rastlamadım. Ancak, bazı âlimler, O'nun sol
kanadı üzerine konduğuna bakarak, sağ kanadında panzehir olduğu neticesine
varmışlardır ki, bu da makuldur.»[545]
demektedir. Bize göre bunun nedeni, sağ tarafta hayır bulunmasıdır. Nitekim
Rasulullah temizliğine varıncaya kadar" her işini sağdan başlayarak
yapmayı itiyad haline getirmişti. Sol tarafla ise, şerre 'işaret vardır.
İbn Mâce'nin, Ebu Said
el-Hudrî'den yaptığı bir rivayette : «O, önce zehiri, daha sonra şifâ'yı
bırakır.» denmektedir. Buradaki, «Zehir'den murad, hastalıklara neden olan
mikroplardır ve Rasulullah bununla, hastalığa' yol açan şeyleri kastetmiştir.
«Şifa» ifadesi ise şifa nedeni, anlammadır. Nitekim, modern tıp araştırmaları
da bumi-te'yid etmiştir. [546]
Sineğin bir takım
özellikleri ve ilginç nitelikleri vardır. Çok kaçmasından ve hareketliliğinden
dolayı bu ismin verildiği söylenmiştir. Kur'an'da da zûbâb kelimesi yer
almaktadır. Allah Teâla : «Allah'ı bırakıp da yalvar dıldannız, bir araya
gelseler' bile, bir sineği dahi yara* tamazlar. Sinek, onlardan bir şey kapsa,
Onud- geri alamazlar. İsteyen de aciz, kendisinden istenen de! »[548] buyurmuştur.
Halifelerden birinin
îmanı Şâfi'ye: «Allah sineği niçin yarattı?» diye sorduğu; O'nun da :
«Kralları rezil etmek için», cevabını verdiği, hikâye edilir. înıam Şâfîi,
kendisine soruyu soran, halifeye, daha evvel bir sineğin musallat olup, O'nu
çok güç durumlara soktuğunu bildiği için, cevabiyla bu hadiseye telmihte
bulunmuştur.
Sineğin içerisine
düşebileceği şey de bazı rivayetlerde «kab» bazısında «içecek» bir kısmında da
«yiyecek» olarak geçmektedir. Bunlardan en kapsamlısı «kab» lafzıdır. Çünki bu
lafız, sıcak olsun, soğuk olsun, yiyecek ve içeceklerin tamamına şamildir.
Sineğin tamamen kaba
daldırılması yolundaki emir, panzehirin, zehiri karşılaması için bir
yönlendirmeye mtuftur. Tamamının daldırılmasının istenmesi ise, bir kısmını
daldırmakla mecaz kastedilmiş olması tevehhümünü ortadan kaldırmaktadır. Ebû
TJbeyde bunu şöyle izah ediyor : «Yani, zehirini çıkardığı gibi, panzehirini
de çıkarması için onu, yiyeceğe ve içeceğe iyice batırırı. Zira bu, Allah'ın
ona ilhamı ile olan bir iştir» Bazı varyantlarda «daldırmak» anlamına gelen
farklı farklı fiiller kullanılmıştır.
Rasulullah, daha sonra
da, sineğin çıkartılıp, atılmasını emretmiştir. Bu emir için de, rivayetlerde,
aynı manaya gelen farklı fiiller kullanılmıştır. Abdullah b. El-Mü-sennâ'nın,
amcası Sümâme'den yaptığı bir rivayette: «Enes'in yanındaydik. Yemek kabına
sinek düştü. Enes, parmağıyle Onu, kaba, üç kere daldırdı, sonra da bismillah
diyerek (yemeğe başladı). Arkasından, böyle yapmalarını, onlara Rasulullah
(s.a.s.)m emrettiğini söyledi.» .şeklinde yeralmıştır.
Hadis Sahih'tir
Buhari, Ebu Davud,
En-Nesâî, îbn Mâce, İbn Hıb-bân ve El-Bezzâr'dan yaptığımız rivayetler
muvacehesinde, araştırmalarında hakkı arayan, insaf sahibi herkes, zûbâb
hadisinin pekçok tarikten ye çok sayıda sahabi tarafından rivayet edildiğini
görecektir.
Hiçbir hadisemin, bu
hadisin senedi hakkında menfi tavır sergilediklerine rastlamıyoruz.
Binaenaleyh isnad cihetiyle son derece sahihtir. Metnine yönelik bazı eleştiriler
ise, birtakım cahil, gevşek ve bidat sahibi şahsiyetlerden gelmektedir.
Bunların itirazları şöyle Özetlenebilir :
«Pisliklerin üzerine
konan, mikrop yuvası bir hayvanda, nasıl olur da, şifa bulunabilir? Sonra
Allah, hastalıkla, devasını bir yerde nasil birleştirebilir? Kaldı ki, sinek,
kanatlarından birini diğerinden önce kullanması gerektiğini bilen akıllı bir
varlık mıdır?» vb.
Bu hadis, tâ ilk
devirlerden bu yana, üzerinde şüphelerin yoğunlaştırılmak istendiği bir
hadistir. îbn Kuteybe (öh. 276) konuya değinmiş fakat sadece hadisin sahih ve
farklı lafızlarla da rivayet edilmiş olduğunu işaret etmek birde, daha evvel
kaydettiğimiz, Enes b. Mâlik rivayetini nakletmekle yetinmiştir.
İbn Kuteybe, bu hadis
münasebetiyle, hadisleri haksız yere eleştirmenin, onları iptal etmek ve
islâm'dan çıkmak anlamına geleceğini, rivayetleri* reddetmenin, Rasu-lullah'ın
getirdiği dine, sahabe ve tabiûn'un metoduna ters düşeceğini vurgulamıştıf» [549]Sünnete
dil uzatanlara cevaplar verdiğinden dolayı, Allah kendisind[550]en
hoşnud ve razı olsun.
İlk devir âlimlerimizden bazıları bu şüpheleri
cevaplandırmaya gayret
etmişlerdir. Allah kendilerinden razı
olsun. Bunlardan bir tanesi de akli ve nakli ilimlerde mütebahhir olan, Hammad
b. Muhammed b. İbrahim b. el-Hattâb el-Bûstî (ö.h. 388)'dir. O, bu konuda şu
değerlendirmeyi yapıyor : «... Duyduğumuza göre, nasipsizlerden biri, bu hadis
hakkında ileri geri lâf etmiş. Sineğin kanadında da nasıl oluyor da zehir ile
şifa bir arada bulunabiliyor? Sinek, kendi kendine bunu nasıl ak-ledebiliyor
ki, Önce zehitf olan kanadını, sonra da diğerini koyuyor? O'nu, buna kim
zorlamıştır? diye sorular sormuş. Bu sorular yâ câhil veya câhil gözüken
birisinin sorularıdır. Zira pekçok hayvan bünyesinde Allah Teâla zıt nitelikleri bir arada yaratmıştır. Böylece,
hayvanın kuvvelerini meydana getirmiştir. îşte, arıya, içerisinde bal yapacağı,
acaib bir yer edinme güdüsünü vermiştir. Aynı şekilde karıncaya, ihtiyaç zamanı
için azık biriktirme ve tohumun yeniden börtleyip bitmemesi için, onu, ikiye bölme
güdüsünü vermiştir. Bunları yapan Allah, sineğe de kanadının birini önce,
diğerini de sonra koyma güdüsünü vermeye kadirdir.»
Allame, Ebu'l-Ferec
İbnül-Cevzi ise (ö.h. 597); bu nakillerde şaşılacak bir tarafın bulunmadığını;
çünkü arının ağzıyla bal yaparken, zehirini altından attığını; öldürücü
yılanların, zehirinin etleri ile karışmış olduğunu ve gözü parlatmak için,
sineğin, sürmeyle birlikte göze çekildiğini hatırlatmıştır.
Bazı tıp otoriteleri
de sinekte zehirli bir maddenin varlığına sokmasından mütevellit, vücudda bir
takım şi-şik ve kabarıkların oluşmasını delil getirmişlerdir. Bu ze-hiri, silah
olarak kullanır, kendisine eziyet verecek bir yere düştüğünde silahını ona
aşılar. Bu nedenle, Allah Teâla, diğer kanadına yerleştirdiği panzehirle, bunun
karşılanmasını irade buyurmuştur. Böylece iki madde birbirine karışmıştır. [551]
İbnul-Kayyım,
Şemsûddin, Ebû Abdullah Muham-med b. Ebû Bekir ed-Dımeşkî (ö.h. 751) ise bu
konuda şu mütâlâada bulunmaktadır : «Sinekte zehirli bir maddenin bulunduğu
bilinmektedir. Bunun delili ise, sokmasından mütevellit, vücutta oluşan şiş ve
kabarcıklardır. Bu zehir O'nun silahı yerindedir. Kendisine ezâ verecek bir
yere konduğunda, silahı ile korunur. Bu nedenle, Allah Teâla, diğer kanadında,
onu karşılayacak bir panzehir koymayı irade etmiştir. Bu hikmete binaen,
Ra-sulullah (s.a.s.) da, yiyecek ve içeceklere düştüğü zaman, iyice
daldırılmasını emretmiştir. Bu, o devirdeki tıp otoritelerinin ulaşabileceği
bir şey değildir. Bilâkis, peygamberlik pınarından fışkırmış hakikatlerden
sadece bir tanesidir. Bununla birlikte, uzman bir doktor, o maddenin ilaç
olabileceğini kabullenir, onu haber veren zatın, alel ıtlak, bütün mahlûkatm en
mükemmeli olduğunu, beşerî kuvvetlerin dışında, ilâhi vahiyle desteklendiğini
ikrar eder. Hatta, pekçok doktor, akrep ve zenbûr (bir tür ısırıcı sinek)
söküğünün sinekle ovulması halinde faydası dokunup, ağrıyı teskin ettiğini
söylemişlerdir. Bunun si^ nekte bulunan panzehirden kaynaklandığı gün gibi aşikârdır.
Yine, kirpiklerde
meydana gelen şişiklerin de sineklerin kafası kopartılıp, sürülmesi halinde
iyileştiği söylene gelmiştir.» [552]
Modern tıbbın
«ez-Zûbâb» hadisi ile ilgili görüşünü zikretmeden önce şu noktayı belirtmek
istiyorum. Ben, Tıbb-ı Nebevî'nin, Rasulullah (s.a.s.)ın hata yapması caiz
olan, dünya işlerinden olduğunu savunan türedilerden biri değilim. Ne yazık ki
bunlardan bir kısmı da âlim geçinen kimselerdir. Onlar, bunu, Müslim'in Hz.
Enes'ten rivayet ettiği, hurmaların- aşılanması nevinden bir hadise olarak
değerlendirmektedirler. Hurmaların aşılanması ile ilgili rivayet şöyledir :
«Rasulullah hurma aşılayan bir grup kimsenin yanına gelmiş bakmış ki, erkek
tohumları dişilerinin üzerine gelecek şekilde aşılıyorlar, onlara, keşke böyle
yapnıasanız, daha iyi olurdu, demiştir. (Rasulul-lalı'in tavsiyesine uyarak, o
işten vazgeçmişler) Fakat, hurmalar, o mevsim, iyi ürün vermemiş. Rasuluîlah
(s.a.s.) bir ara yine, onların yanına uğradığında «Hurmalarınızdan ne haber?»
diye sormuş. Onlar da, «Siz böyle, böyle demiştiniz ama...» diye karşılık
vermişler. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.) : Siz dünya (ilgi alanınıza
giren) işlerinizi benden daha iyi bilirsiniz» demiştir.
Rafi b. Hadîc'ten
gelen bir varyantında ise, en son onlara : «Ben de, sadece bir beşerim,, Sîze,
dininizle ilgili birşey emrettiğim vakit, onu, alnı. Ama, sizlere, kendi
görüşüme göre bîrşey emrettiğim vakit
bilin ki, yalnızca, ben de sîzin gibi bir beşerim,»[553]
RasuluIIah (s.a.s.)
«Sineğin kanatlarından birinde zehir, diğerinde Panzehir olduğunu» tekitli bir
şekilde söylemişken, onların bunu, hurmaların aşılaması nevinden bir hadise
gibi telâkki etmeleri mantıklı bir davranış değildir. Böyle tekidli bir
davranış, zan ve tahminin carî olduğu dünya işleri kategorisine giremez.
Aynı şekilde,
RasuluIIah (s.a.s.)'m Buharî ve Müslim tarafından rivayet edilen : «Kim, her
sabah yedi tane Medine hurması yerse, O'na ne zehir ve ne de sihir zarar
vermez» sözü de dünyevî nitelikte değerlendirilemez.
Tıbba ilişkin
hadislerde kullanılan üslup ile, hurmaların aşılanması hadisindeki üslûp
arasında çok fark vardır. Zira, RasuluIIah (s.a.s.) hurmaların aşılanması olayında,
kesin bir ifade kullanmamış : «Keşke, böyle yapmasaydınız, daha iyi olurdu»
demek suretiyle temennisini dile getirmiştir. Halbuki, RasuluIIah, tıbbî
hadislerin, hepsinde olmasa bile, büyük çoğunluğunda, onların vahiy ürünü
olduklarım ima edecek şekilde, kati ifadeler kullanmıştır.
Zaten iki çeşit tedavi
vardır. Birisi, Peygamberlerin yaptığı kalp ve inanç tedavisi, diğeri de bedene
ait tedavidir. Bu da ruhanî ve cismanî olmak üzere iki kısımdır. Birincisinde,
rukye ve dua ile bir tedavi yöntemi uygulanırken, diğerinde, bal, hurma, mantar
v.b. maddelerle bir tedavi metodu uygulanır.
Peygâmber'in temel ve
esas görevi, kalp ve inançların tedavisidir. Ancak, O'nun şeriatı, hem cismani
ve hem de ruhani tedaviye ilişkin pekçok hususu ihtiva etmiştir. Bunun en
güzel delilini de, hadis mecmualarında yer alan «Kitabu't-Tıp» adlı bölümler
teşkil eder. Hatta, bazı hadisçiler, bu konuda müstakil eserler de yazmışlardır.
Ebu Nuaym, Es-Suyûtî İbnu'l-Kayyım'm «Et-Tib-bû'n-Nebevî» adlı eserleri buna
Örnek olarak zikredilebilir.
Bütün bunlardan sonra,
beni esas ilgilendiren, Tıbb-ı Nebevî'nin dünyevî işler katagorisinde
sayılacağı kanaatinde olan türedilerin gönlünden bu yanlış inancı silip
atmaktır.
Ebû Sâîd el-Hudrî'den
gelen bir rivayette: «Bir zat, RasuluIIah (s.as.)'a gelerek, kardeşinin
midesinden şikayeti bulunduğunu, bu konuda ne tavsiye edebileceğini sormuş.
RasuluIIah (s.a.s.) da O'na, bal şerbeti içirmesini öğütlemiş. Adam birkaç kere
böyle aynı nedenle gelmiş. RasuluIIah (s.a.s.) her seferinde de aynı tavsiyede
bulunmuş. Fakat, dördüncü seferinde, Adam : «Ya RasuluIIah! içirdim, fakat
iyileşmedi», demiştir. Bunun üzerine Allah Rasulu : «Allah Teâla, hiç kuşkusuz
doğru söylemiştir. Kardeşinin kanımda birşeyler var. Hele, sen bir daha bal
şerbeti içir, ona» demiştir. Adam da, derhal, hastaya bal şerbeti içirmiş ve
hasta iyileşmiştir.» Bu hadisi, Buhari, Müslim, Tirmizi ve En-Nesaî rivayet etmişlerdir.
Bu noktada, konuya
ilişkin olarak, İbnû'l-Kayyım'ın sözlerini nakletmek istiyorum:
«...Doktorların
tıbbı'nm, Rasulullah'm tıbbı yanındaki konumu, bazı Sûfî Meşrebli kimselerin
ve kocakarıların tedavi yöntemlerinin tabiblerin tedavisine nisbe-ti gibidir.
Nitekim bunu bazı tıp otoriteleri de itiraf etmişlerdir. Zira, bu insanların
tababet konusunda esaslı bir bilgileri yoktur. Kimileri bilgi kaynaklarına,
kıyas, tecrübe, ilham, rüya ve sezgi derken, pekçoğu da, hayvanlardan
gözlemlenerek birtakım neticelere varıldığını söylüyorlar.
Böyle şeyler, faydalı
ve zararlı olan herşeyi Rasu-lüne vahyeden, Allah'ın vahyinde görülemez.
İnsanların tıp konusundaki bilgilerinin, Allah'ın vahyine nisbeti, bütün
ilimlerin, peygamberlerin getirdiği bilgiye nisbeti gibidir. Hatta, tedevide
kullanılan öyle ilaçlar vardır ki, büyük tıp uzmanları akıl erdirememiş, ilim,
tecrübe ve başka ilaçlara kıyaslan da, onlara bir yarar sağlamamıştır. Bu,
doktorlann akıl erdiremediği ilaçlar arasında şunları sayabiliriz : Kalbi ye
ruhanî bir takım ilaçlar, Allah'a dayanıp, güvenme, O'na dayanıp, hükmüne razı
olarak, te-vazuya bürünme, sıkıntıda kalanlara yardım eli uzatma ve
meşakkatleri kaldırmaya çaba gösterme, dinlerinin ve mezheplerinin farklılığına
rağmen bütün milletler bu ilaçlan tecrübe etmişler ve tıp otoritelerinin,ne
bilgi, ne deney ve ne de kıyaslarının erişemiyeceği şifayı verdiğini
gözlemlemişlerdir.
Herkes gibi, bizler de
bu konuda tecrübelerde bulunduk ve bu çeşit ilaçların, maddî ilaçların
yapamadığını gerçekleştirdiğini gördük. Bilâkis, Rasulullah (s.a.s.)m tavsiye
ettiği ilaçlar yanında maddî (tıbbî) ilaçların, tıbbî tedavi metodlarma nazaran
sûfilerin tedavi şekilleri mesabesinde kaldığını müşahede ettik. Bu, ilâhi
hizmet kanununa göre tahakkuk eden bir durumdur. Tabii sebeplerin farklı farklı
olabileceğini de unutmamak lâzımdır. Binaenaleyh insan âlemlerin Rabbı olan
derdin de devanın da yaratıcısı, bütün kainatı idare edip, dilediği gibi tasarruf
eden birtek Allah'a inandığı zaman, Cenab-ı Hak'tan yüz çevirip uzaklaşan
kimselerin asla müşahede edemiye-ceği ilaçlan elde edebilir. Malum olduğu
üzere, ruh, beden, ve insan tabiatı kuvvetli oldukça, hastalıklann definde ve
bastırılmasında birbirlerine yardımcı olurlar. O takdirde, nasıl olur da,
tabiatı ve bedenî kuvvetli olan, Allah'a yakınlığı, ansiyet ve sevgisiyle,
O'nu zikrederek kavuştuğu nimetlerle, bütün kuvvelerini O'na yöneltip, O'nda
birleş-tirmesiyle, yardımı O'ndan dileyip, O'na tevekkülü ile feraha kavuşmuş
birisine, bütün bunların en büyük ilaç olacağı, O'nun bütün sıkıntılarını
gidereceği, inkâr olunabilir. Bunu yalnızca, insanların en câhil, en kaba,
Allah'tan ve hakiki insanlıktan en uzak olanı inkâr edebilir...» [554]
Sinekte panzehir bulunduğuna
dair, 1927 yılında bilimsel deney ve tıbbi incelemeler gerçekleştirilmiştir.
Bu incelemelerin bulguları bir makale halinde «İngiliz Tıp Mecmuasında»
yayınlanmıştır. O günden, bu güne kadarda, bu tür deney ve araştırmalar
sürdürülmüştür. Bunlarm neticesinde, açık ve seçik olarak, Zûbâb hadisinin, Hz.
Peygâmber'in mucizelerinden biri olduğu ortaya çıkmıştır. Binaenaleyh, bundan
sonra, değerli okuyucularımızın ve basiret sahibi araştırmacıların, zübab
hadisinin, hem rivayet ve hem de dirayet bakımından sahih olduğuna kati
olarak, kanaat getireceklerini umuyoruz. Aynı zamanda, Rasulullah (s.a.s.)dan,
sahih olarak gelen haberleri kabul edip, benimsemenin titiz bir mü'mine
yakışan en güzel davranış olacağının da farkına vardıklarını ümid ediyoruz.
Günbegün gelişmekte
olan, bilimsel tesbitler sayesinde, Allah Teala, Kur'an ve Hz. Peygâmber'in
doğruluğuna delâlet eden ,enfûsî, afakî ve kevni âyetlerini ortaya
çıkarmaktadır. Nitekim o, şöyle buyurmuştur : «Ufuklarda, (yer, gök, ve dünya
memleketlerinde) ve kendi nefislerinde, insanlara, âyetlerimizi göstereceğiz
ki, o (Kur'-am)'nin[555]
gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabb'ı-nin, herseye şahid olması
yetmez mi?»[556] Evet, Ya Rabbi! ben buna
şahid olanlardanım. [557]
Burada, Rasulullah'ın
sineğin iyice batmlıp, sonra da çıkartılıp, atılmasına ilişkin emrinin vücüb
için değil, yalnızca talim ve tavsiye için olduğuna işaret etmek istiyorum.
Aynı şekilde, hadiste, kendisine sinek daldırılıp, çıkarılan yemeğin veya
içeceğin, yenilmeye devam edileceği yolunda da bir emir yoktur. Bilakis, bu,
her insanın kendisine bırakılmış bir durumdur. Kim, yemeğe veya içmeğe devam
etmek isterse buna bir mani yoktur. Kimde, tiksinirse onda bir mahzur sözkonusu
değildir. Birşey, helâl olduğu halde insan bazen ondan tiksinti duyabilir. Bu
gayet tabii bir hadisedir. Bunun engüzel örneği, ke-ler'dir. Rasulullah ondan
tiksinmiş ve yememiştir. Zira, O, memleketinde yenmesi adet olan bir hayvan
değildi. Üstelik, şârii hakim ve vahye mazhar olan birisinin tavsiyesi, malı
zayi olmaktan korumaya yönelik olarak değerlendirilmelidir.
Fakir muhitlerde pek
çok insan, içine sinek düşen yiyecek ve içecekleri dökmüyorlar. Bilakis, hiçbir
mahzur görmeden ve tiksinmeden, sineği çıkartıp attıktan sonra, onları yiyip
içmeğe devam ediyorlar. Çünkü, bu yiyecek ve içecekleri çok büyük sıkıntı ve
meşakkatlere katlanarak elde edebiliyorlar. Bendeniz, bilfiil bunu yapanları
gördüm. Yiyecek ve içeceklerinden gözleri gibi memnundular.
Bu arada bir diğer
noktaya daha değinmek ve dikkât çekmek istiyorum. Biz hadisçilerin, hadisi
şerifin rivayet ve mana yönünden sahih olduğunu savunmamız, insanları
sineklere karşı korunmaktan, evleri, cadde ve sokakları onlardan
arındırmaktan, yiyecek ve içecekleri sineklerden muhafaza etmeye teşvik etmekten
vazgeçtiğimiz anlamına gelmez. İslâm, kelimenin tam anlamıyle bir temizlik,
hastalıklardan ve kötülüklerden korunma dinidir. Ayrıca, İslâm, tedaviye
yönelik tıbbi yöntemler getirdiği gibi koruyucu tedavi usulleri de önermiştir.
Hatta, ancak modern çağlarda tesbit edilebilen bazı yöntemleri ilk defa o
getirmiştir. Buharı ve Müslim'in, Câbir b. Abdullah'tan yaptıkları bir
rivayette, Allah Rasulu: «Yemek kap-îanmn üzerini örtün, içecek kaplarının da
ağzını bağlayım ki, sular pislenmesin, zararlı böcekler girmesin. Akşam,
karanlığı bastığı vakit çocuklarınızı yanınıza alnı»
buyurmuştur. İşte, Hz.
Peygamber bizlere, yemek ve su kaplarımızı korumamızı, olaki, gece karanlığında
başlarına birşey gelir diye, çocuklarımızı muhafaza etmemizi öğütlüyor. Ne hazindir
ki, hadisin uydurma olduğunu savunan bazı cahil gûrûhu, O'nun hem isnad ve hem
de mana yönünden sahih olduğunu müdâfaa edenlere, «Si-nekçîler» diyecek kadar
ileri gitmişlerdir. Allah yoluna davette, kitab ve sünneti müdafada incitilmek,
biz âlimleri müteessir etmemektedir. Ayrıca, Rasulullah (s.a.s.)'m zaman zaman
yalancılıkla, bazende şairlik ya da kahinlikle itham edilmesinden dolayı
çektiği sıkıntılar ile As-hab'm İslâm'a davet ve O'nun yayılması yolunda
göğüs-Iedikleri zorluklar yanında, bugünkü âlimlerin basma gelenler nedir
ki?.. Sahabeden sonra gelen müslünıanlarm karşılaştıkları sıkıntıların hepsi
bir ara3^a getirilse horlanmak, hakarete uğramak ve ezilmek suretiyle Rasulullah
(s.a.s.) ve ashabının basma gelenlerin binde biri biîe etmez.
Sonra, en ufak bir
şüpheden dolayı hemen sahih hadisleri yalanlamamızı veya zayıf görmemizi
isteyenlerin görüşleri ne oldu? Bilahere, modern ilim ve tıp geldi, zûbâb,
hadisinde olduğu gibi, bu sahih hadislerde gizli olan, insaf ehlinin,
Rasulûllah'm mucizelerin elen telakki ettiği, sırları ortaya çıkarmadı mı?
Bundan sonra, daha evvel uydurma olduğuna hükmedip, yalanladığımız hadislerin,
dönüp, sahih olduklarını mı söyliyeceğiz? Yoksa, ne yapacağız?
Sünnet ve hadislere
karşı içlerinde hmç duyan bu kimseler, bizim, hadisleri, eğlence ve oyuncak
edinmemizi istiyorlar. Dün, ulemanın sahih bulduklarını, bugün bizim
yalanlamamızı ve yine, dün, kendi yalanladık!arımızı, bugün tashih etmemizi
arzuluyorlar. Bu mümkün değildir
ve Allah Teâlâ, kıyamete kadar hakka davet edecek bir zümreyi daima varettikçe
mümkün de olmıya-caktır! Nitekim, Allah Rasulu (s.a.s.) şöyle buyuruyor:
«Ümmetimden bîr taife, sürekli hak üzere ve galip olacaklardır. Onlar, hakim
bir vaziyette iken, Allah'ın emri gelinceye kadar muhalifleri onlara bir zarar
veremiye-ceklerdir.»[558]
Hadisi, Buhari ve Müslim rivayet etmişlerdir. Bu taife, insanların Allah'ın
huzuruna gidecekleri güne kadar, iman, yakin, hüccet ve burhan ile hakim
olacaktır. Allah Teâla, destek ve yardımını, onlardan esir-gemiyecektir
Muhalifleri ise, asla, onlara bir zarar vere-miyeceklerdir. [559]
ilk devirlerden bu
yana, şüphe düşürülmeye çalışılan, münakaşa konusu yapılan hadislerden bir
kısmı da, Hz. Peygamber'e sihir yapıldığını ifade eden hadislerdir. Halbuki, bu
hadisler, Buhari, Müslim ve diğer hadis imamlarının rivayet ettikleri, son
derece sahih, hadislerdir.
Buhari ve Müslim'in
Hz. Âişe'den yaptıkları bir rivayette şöyle denilmektedir: «Benî Zûreyk'ten [560]Lebid
b. el-'Asam, denilen birisi, Rasulullah (s.a.s.)'a sihir yapmıştı. Öyleki, Hz.
Peygamber bunun etkisiyle yapmadığı birşeyi, yaptığını zannediyordu. Nihayet
bir gün akşam, benim yanımda bir müddet dua etti ve : «Ey Âişe! Allah'ın
isteğime icabetle bulunduğunu, farkettin mi? Yanıma iki kişi geldi. Birisi baş
ucuma, diğeri de ayak ucuma oturdu. Biri diğerine, (beni kast ederek), bu
adamın sıkıntısı nedir? diye sordu. Öbürü: O'na sihir yapılmış, dedi. Diğeri:
Kim sihir yapmış? deyince, öteki: Lebid b. el-' Asam, cevabını verdi. Öbürü,
tekrar; sihiri nereye yapmış? diye sorunca, öbürü; Bir saç kılı ile, hurma
tohumu içerisine, diye karşılık verdi. Diğerinin peki şimdr nerededir?
şeklindeki sorusuna da. Zervân kuyusunda, cevabını verdi» dedi. Daha sonra,
Rasulullah (s.a.s.), ashabından bir grup kimse ile oraya, gitti geldi. Sonra
da : «Ey Âişe! Kuyunun suyu, sanki kına rengi gibi bulanıktı; hurma
tohumlarının tepesi de, şeytanların kafası gibiydi», dedi. Ben de; «Ey Allah'ın
Rasulû! Onu çıkarttın mı?» diye sordum. Bana; Allah, Teâla, beni afiyete
kavuşturduktan sonra, insanların arasında bir fitne olmaması için onu çıkartmadım,»
dedi. Sonra da, kuyunun kapatılmasını emretti ve kuyu doldurularak,
kapatıldı.»[561]
Aynı hadisin, başka
bir varyantında ise şu farklılıklar vardır. Birincisi, sihir yapılan maddenin
saklandığı kuyunun ismi «Zû Ervân»[562]
olarak geçmektedir ikincisi ise, Rasulullah (s.a.s.)'m : «...sihir yüzünden
insanların fitneye düşmelerinden endişe ettim» ifadesidir.
Yine, Buhari'nin bir
rivayetinde, bunu ilk rivayet edenin, İbn Cûreyc [563]olduğuna
işaret edildikten sonra, Hz. Peygamber'in yapmadığı halde, yaptığını zannettiği
fiilin ne olduğu sarahaten zikredilmektedir. Şöyleki: «O, hanımları ile cinsi
münasebette bulunmadığı halde, kendisini birleşmiş zannederdi»[564]denilmektedir.
Bu hadisi birbirine
yakın lafızlarla, Buharı; Müslim, îmam Ahmed,[565] îbn
Sa'd[566] ve
İbn Mâce de[567] rivayet etmişîerdir. [568]
Sihir hadisi
hakkındaki şüpheler, ilk asırlara kadaruzanır, ibn Kuteybe, «Tevil-i Muhtelefil-Hadis»
adlı ese:rinde, dini yönden gevşek olan, Nazzam ve benzerlerinin[569]
dil uzattıkları hadis
ve sünnetler arasında, bunu da zikreder [570]
Son asırda da, aklı
herşeyde hakim kılan cerh ve tadil ilminden nasibini almamış bazı kimseler de
bu hadisi reddetmeye yeltendiler.
Bu asırda, sözüm ona,
bir ilim adamı! [571]çıkıp,
sünnet konusunda bir kitap yazarak, sünnet ve hadislere gölge düşürecek ne
varsa, hepsini orada bir araya getirdi. Bu hadisi reddederken de Muhammed
Abduh'un apaçık, delillerle O'nu inkar ettiğini kaydetmiştir.
Abduh'un ve ondan çok
daha evvel, Mu'tezili âlimlerin, bu hadisi reddederken dayandıkları hususlar,
şunlardır :
a) Hadis,
her ne kadar, Buharı ve Müslim'in rivayeti olsa da, ahad bir haberdir. I?u
itibarla, itikadı konularda, delil olamaz. Peygamberin, sihir ve benzeri şeylerle
akli fonksiyonlarını yitirmesi, O'nun
masumiyeti ile doğrudan ilgilidir, İsmet ise itikadi bir meseledir. Binaenaleyh
böyle bir meselede, ancak, mütevâtir ile amel edilebilir. Zan ile yetinilemez.
b) Hadis,
Rasulullah (s.a.s.)'a asla, sihir yapılmadığını söyleyen, sarih Kur'an ayeti
ile çelişmektedir. Ayet, Peygamber'in sihire dûçâr olduğu iddiasını, müşriklere
nisbet etmekte ve bu iddialarından dolayı onları kınamaktadır.
Allah Teâla: «...Ve
zâlimler: «saz, başka değil, sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz,»
dediler. Bak, senin için nasıî
misal verdiler de saptılar. Artık, bir daha yolu bulamazlar»[572]
buyurmaktadır. Bir başka ayette de : «Biz, onların, seni dinlerken ne sebeple
dinlediklerini, kendi aralarımda, gizli konuşurlarken de, o zalimlerin : «siz,
büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz» dediklerini gaye iyi baliyoruz.
Bak nasıl misal verdilerde saptılar. Artık, bir daha yolu bulamazlar»[573]
buyurmaktadır.
c) Şayet,
Rasulullah (s.a.s.)'ın bir şeyi yapmadığı halde yaptığını zannetmesi caiz olsa,
bu durumda, tebliğ etmediği halde bir şeyi tebliğ ettiğini, veya kendisine
indir ilmemesine rağmen, bir şeyin, indirildiğini de tahayyül etmesi caiz
olurdu. Bunun imkansızlığı ise; izaha ihtiyaç duymayacak kadar açıktır.
Cevap :
Hakkın insanlarla
bilinmeyeceği, büakis, insanların hak ite bilineceği bir gerçektir. Nitekim,
Ali b. Ebü Tâlib bir sözünde : «Hakkı tanı, ehlini de tanırsın» demiştir.
Üstad Muhammed Abdüh,
sihir hadisi hakkında ilk konuşan şahıs değildir. O, sadece kendinden önceki,
Mu'tezililere ve onların izinden gidenlere tâbi olmuştur! Âlimlerin
sözlerinden delil getiren (Ebu Reyye), hakkı insanlarla tanıdığına göre, biz
de, mukabelede bulunarak kendilerine şunu izah ediverelim : Sahih hadislerle
amel edip, onları hemen reddetmemek, akıl ve mütevâtir nakil ışığında te'vil
etmek, âlimlerin çoğunluğunun kabul ettiği bir görüştür. En ufak bir şüpheden
dolayı veya akla ve Kur'an'a ters düştüğü kuruntusuyla, hadisleri reddetmek,
asîa bilimsel bir
davranış değildir. Sahih hadisler, âhi-rete müteallik itikadi konularda,
kesinlik ifade etmeseler bile, en azından bir zannı galip ifade ederler.
Bizler, Allah'ın varlığı, tevhid, öldükten sonra dirilme, Peygamberlerin
elçiliğini ispat gibi temel itikad esaslarında, ancak, kesinlik ifade eden
delillerle hareket edileceğini, zaten inkar etmiyoruz.
Eğer, Abduh, sihir
hadisini inkâr etmiş ise, akli ve nakli ilimlerde söz sahibi, el-Mâziri,
el-Hattâbi, Kadı îyaz, îbn Teymiyye, İbnû'l-Kayyım, îbn Kesir, en-Nevevi, İbn
Hacer, el-Kurtubî ve ÂIûsî gibi pek çok âlim de, O'nun hem rivayet ve hem de
dirayet yönünden sahih olduğunu isbat etmişlerdir.
Bu imamlar gibi
düşünen Buhari, Müslim ve daha sonra gelen âlimler hadisi değerlendirirken;
Rasululiah'a arız olan hususun, Peygamberlerin başına gelmesi caiz olan, bedeni
hastalıklar ve beşerî arızalar kabilinden bir şey olduğunu söylemişlerdir.
Hadis, Buhari ve Müslim'in dışındaki hadis kaynaklarında' da, çok sayıda
sahabiden gelen tariklerle rivayet edilmiştir. Bu sahabiler arasın-^ da, Hz.
Aişe, İbn Abbas, Zeyd b. Erkâm ve hata, unutma ve yalan söyleme ihtimali çok
uzak olan nice kimseler vardır.
Hadisin bazı
varyantlarında : «Öyle ki, O'na birşey, yapmadığı halde, yapmış gibi
gösterildi» denilmektedir. Ancak, Süfyan b. Uyeyne'den gelen sahih bir rivayet,
buradaki kapalılığı gidermektedir. Bu rivayeti, Süfyan'dan, Buhari'nin hocası
olan iki büyük zat rivayet etmiştir. Bunlardan bir tanesi: «el-Müsnedî» diye
bilinen Abdullah b. Muhammed b. Abdullah b. Ca'fer el-Cûfî, Ebu Ca'fer
el-Buhari'dir. İbn Hacer, O'nun; Onuncu
tabakadan, sika ve hafız bir zat olup, müsnedi cem' ettiğini ve h. 229'da vefat
ettiğini,[574] söylemiştir. Bu zat
kanalıyle, gelen rivayet, Buhari'nin «Kitabu't-Tıb» bölümünde kaydedilmiştir.
İkinci imam ise :
Abdullah b. ez-Zûbeyr b. Isa el-Humeydî, el-Kureşi el-Mekki, Ebu Bekir'dir. Bu
zat îbn Uyeyne'nin ileri gelen talebelerinden olup, onuncu tabaka'dan sika ve
hafız bir zattır; h. 229'da vefat etmiştir.[575]
Hakim, Buhari'nin,
hocası Humeydî'nin rivayet ettiği bir hadis bulunduğu vakit, başkasına,
iltifat etmediğini söylüyor. Bu iki zatın Süfyan'dan yaptıkları rivayet ise
şöyledir : «Rasulullah (s.a.s.)'a sihir yapılmıştı. Öyle-ki, hanımları ile
cinsi münasebette bulunmadığı halde, bulunduğunu zannederdi.» Süfyan, bunun en
şiddetli sihir çeşidi olduğunu söylemiştir.
İtimada şayan olan
rivayet budur. Bu yüzden, Kadı îyaz : «Rasulullah, daha evvel, cinsi temasa
dair iktidarı konusunda ünsiyet ettiği dinçliği hisseder, ancak, eşine
yaklaştığı zaman, bağlanmış (sihir yapılmış) kimselerde olduğu gibi bunun
kaybolduğunu farkederdî»[576]
diyor.
Öte yandan ilmî
araştırmalarda; maksad'ın hilafına delalet eden bir haberle, maksada uygun bir
haber rivayet edildiği zaman, kural, ikincisine göre âmel etmektir.
Bu durumda, ortada,
Rasulullah'm ismetini ihlâl edecek birşey kalmadığından; hadisi inkar
edenlerin esas aldıkları temel de yıkılmış demektir.
Öte yandan, hadisin
Kur'an'a ters düştüğü iddiasına da katılmıyoruz. Zira, müşrikler, «siz, ancak,
kendisine sihir yapılmış bir adama tâbi oluyorsunuz,» derken, bununla,
Rasulullah'a bir müddet tesir edip, daha sonra Allah'ın şifa verdiği bir
sinirlenmeyi kastetmiyorlar. Onların, yegane kastı; Rasulullah'm
getirdiklerinin vahiy olmayıp, her söylediğinin bir hayal ve cinnet eseri
olduğudur. Binaenaleyh amaçları, risaletini ortadan kaldırmaktır. Kafirlerin
hiç bir söz ve tutumda sebat etmedikleri de bilinmektedir. Onlar, Rasulullah'a
bazen şair, bazen kâhin, bazen de sihirbaz demişlerdir.
RasuluIIah
(s.a.s.)'ın, dinî olmayan meselelerde tahayyüle maruz kalması, dini konularda
da vehme kapilabileceği anlamına gelmez.
Daha önce hadisi
açıklarken söylediklerimiz hatırlanacak olursa bunun ne derece tutarsız bir
görüş olduğu anlaşılacaktır. Zira, sihir O'nun, bedenine tesir etmiş, akimi
etkilememiştir. Şayet, rivayetin zahiren delâlet ettiği husus, kabullenilecek
olsa bile, yine onların dedikleri anlama gelmez. Çünki, vahiy ve risalete
müteallik işleri, dünya işlerine kıyas etmek batıldır. RasuluIIah, dini
konularda, hata, tağyir ve tebdilden korunmuştur. Dünya işlerinde ise, böyle
bir durumu sözkonusu değildir.
RasuluIIah (s.a.s.)ı
iki yönüyle yani bir beşer ve bir de peygamber olması yönüyle değerlendirmek
gerekir. Beşer olması bakımından diğer insanlar için sözkonusu olan bütün
hususlar O'nun için de geçerlidir. Risalet yönünden ise, masum olduğuna dair,
akli ve nakli delillerin bulunması nedeniyle, risaletini ihlal edecek bir durum
O'nun için asla caiz değildir.
Sonra, hadisi inkâr
eden bu kimseler, Musa (a.s.)'nın, sihirbazların iplerini ve bastonlarını,
canlı bir yılan şeklinde tahayyül ettiğine dair, Kur'an ayetlerine ne diyecekler,
acaba? Mütevatir ve kat'i olan Kur'an'ı da inkar edebilecekler mi? Yoksa, bu
durumun, Hz. Musa'nın, peygamberlik ve tebliğ makamma halel getirdiğini mi
söyleyecekler?
Kur'an'm ortaya
koyduğundan kaçamıyacaklarına göre, niçin sihir hadisindeki, tahayyülü, ismete
münafi olarak değerlendiriyorlar?
Allah Teala,
insanlara, peygamberlerin de, tıpkı kendileri gibi birer beşer olduklarını
göstermek için, onları çeşitli musibetlere duçar kılmış, risalet görevlerini yerine
getirirken ve Allah'ın dinini tebliğ ederken katlandıkları belâ ve meşakkatler
sebebiyle, sevaplarım ve mevkilerini daha da yükseltmek için, onları, muhtelif
musibetlerle yüzyüze getirmiştir.
Akli ve nakli
ilimlerde otorite olan, âlimlerin bu konudaki sözlerini fazla uzatmak
istemiyorum. Ancak onlardan yalnızca iki tanesinin görüşünü nakletmeden de
geçemiyeceğim. [577]
Peygamberlik makamına
şüphe düşürüp halel getirdiği iddiasıyle bazı bidatçılar, bu hadisi inkâr
etmişler ve bu neticeye götüren herşeyin de batıl. olduğunu söylemişlerdir.
Hadiste belirtilen hususu mümkün görmenin, Peygamber'in şeriat konusunda vaz'
ettiklerinde de, güvenilirliğini zedeleyeceğini, çünkü buna göre, Cebrail'i
görmediği halde, gördüğü, kendisine
vahyedilmediği halde vahyedildiği zannına kapılabileceğini ileri sürmüşlerdir.
Bunların hepsi de merduddur. Çünkü Peygamber'in Allah'tan tebliğ ettiği
konularda, sadık ve masum olduğuna dair kesin deliller vardır. Mucizeler de
bunu tasdik eden delillerdendir. Bu münasebetle, aleyhinde kesin bir nas
bulunan şeyin muhtemel olduğunu kabullenmek batıldır.
Peygamberlerin
görevleri arasında yer almayan dün-[578]
işlerine gelince; Hz. Peygamber de, bütün beşere arız olan, hastalık v.b.
unsurlara yakalanabilir. Bu itibarla, dini meselelerde masum olmasına rağmen,
hiçbir gerçekliği bulunmayan dünyevî bir meseleyi, olmuş gibi tahayyül
edebilmesi mümkündür. Nitekim bazıları, hadisi izah ederken : «Rasulullah'm
eşleri ile cinsi temasta bulunmadığı halde, kendisini onlarla birleşmiş
zannettiğini, bu gibi şeylere insanın genellikle uykuda maruz kaldığım ancak,
Rasulullah'm böyle bir şeyi uyanıkken de tahayyül etmiş olmasının düşünülebileceğini,
söylemişlerdir.» [579]
«...Bu hadis,
hadisçiîer tarafından sahih görülerek kabul edilmiş ve sıhhatinde hiçbir
ihtilafa düsülmemistir. Pek çok kelâm âlimi ise, hadisi anlayamadıkları için,
şiddetle karşı çıkıp, inkâr etmişlerdir. Hatta, bazıları, bu konuda müstakil
eser yazarak, hadisin ravilerinden Hi-şam b. Urve b. ez-Zübeyr'e sataşmış ve en
iyimser kabul edilebilecek bir ifade ile şöyle demiştir: «...Böyle bir şey
yoktur. Ravi (Hişâm) hata etmiş ve karıştırmıştır. Çünkü, Rasulullah'a sihir
yapılabilmesi mümkün değildir. Zira bu, kafirlerin : «Siz ancak, sihir
yapılmış bir adama tâbi oluyorsunuz» sözünü tasdik etmek anlamına gelir.
Allah'ın, kendilerini himaye etmesi ve şeytanlardan koruması sebebiyle,
Peygamberlere sihir yapılması mümkün değildir.»
Bu gibi sözler
âlimlerin yanında merduddur. Çünkü Hişam en sika ravilerden birisidir,
imamlardan hiçbirisi, hadislerinin reddini gerektiren bir sebeple O'nu cerh
etmemişlerdir. Böyle bir konuda kelâmcılara söz düşmeyeceği kanaatindeyiz.[581]
Hadis, Hişam'dan
başka, Hz. Aişe'den de rivayet edilmiştir. Buhari ve Müslim, hadisin sahih
olduğunda ittifak etmişlerdir. Ayrıca, hadisçilerden hiçbir kimse bu hadis
hakkında ileri geri laf etmemiştir. Hadis, tefsir, tarih ve
fıkıh ehli tarafından
bilinen meşhur bir hadistir. Bu kimseler, böyle konuları, kelâmcılardan çok
daha iyi bilirler. Sonra, Rasulullah (s.a.s.)'m başına gelen sihir, gelip
geçici, Allah'ın kendisini şifayab ettiği bir hastalıktı. Bunda ise, ne bir
ayıp vardır, ne de bir kusur. Çünkü, Peygamberler de, pekala
hastalanabilirler, hatta bayılabilirler de. Nitekim, Rasulullah (s.as.), bir
hastalığı esnasında bayılmıştır. Ayağı çıktığı zaman da, düşmüş ve böğrü
yüzülmüştür. Bunlar, birtakım belalardır ki, Allah onlarla Rasulunün
derecesini artırır. Bilindiği gibi, insanlar içerisinde en şiddetli musibetlere
dûçâr olanlar peygamberlerdir. Bu itibarla onlar, ümmetleri tarafından dövülmek,
öldürülmek, hakarete uğramak ve hapsedilmek gibi şeylerle karşı karşıya
kalmışlardır. Binaen aleyh, Ra-sulullah'm da düşmanları tarafından bazı
sıkıntılarla yüz-yüze bırakılması yeni birşey değildir. Nitekim, birisi ok
atıp, O'nu yaralamış, başka birisi de, secdede iken, dışkı dolu işkembeyi
üzerine bırakmıştır. Bunların hepsi birtakım belalardır ve peygamberler için
ne bir noksanlık ve ne de âr değildir. Bilakis, onların kemalinden ve Allah
katındaki derecelerinin
yüksekliğindendir.» [582]
Mutezilî Nazzâm ve
benzerlerinin zamanından, günümüze kadar, İslâm düşmanlarının, hadis ve
sünnetler hakkında ileri sürdükleri şüphelere uzun uzun temas ettikten sonra,
bu etraflı incelememizin sonunda ulaştığımız neticelerin de bir özetini
vermede fayda görüyoruz.
1- İslâm,
Allah Teâla'nm buyurduğu üzere, O'nun bütün beşeriyet için hoşnud olduğu genel
ve ebedî bir dindir. «Allah katında din, İsîâm'dir»[583]
«Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa bilsinki, (O din) ondan kabul edilmeyecek
ve O, âhirette kaybedenlerden olacaktnv>[584]
Bu din, Rasulullah
döneminde, müşrik, putperest, Yahûdî ve Hrîstiyanlar tarafından, apaçık
düşmanlığa maruz kalmış, insan ve cin şeytanlarının vesvesesiyle ortaya atılan
şüphelerle yüzyüze gelmiştir. Fakat bu düşmanlıklar cihad ve verilen
mücadeleler neticesinde yok olup, sönüp gitmiştir. Binaenaleyh, şirk ve
müşrikler, batıl ve ehli, zevale mahkum olmuş, geriye, yalnızca, apaçık hak
kalmıştır. Nitekim, Allah Teâla; «Deki: Hak geldi, batıl zail oldu. Zaten,
bâtıl yok olmağa mahkumdur. Biz, Kur'an'ı mü'minlere rahmet ve şifa olarak
indiriyoruz, ve O, zalimlerin ziyanım artırmaktan başka onlara bir katkıda
bulunmaz» [585] buyurmuştur. Başka bir
ayetinde ise;
«Hayır, Biz, hakkı
batılın üzerine atanz da, O, onun beynini parçalar. Derhal batılın canı çıkar.
Allah'a yakıştırdığınız niteliklerden ötürü de vay siz(in haliniz)'e»[586]buyurmaktadır.
Rasulullah (s.a.s.)'m
vefatım müteakip, sahabenin eliyle, dünyanın dört bir tarafına erişip
yayıldıktan sonra İslâm, bir takım Rum, Fârîs ve Yahudi zındıkları,
Hris-tiyanlar ve bazı münafıklar tarafından tezgahlanan yepyeni komplolarla
yüzyüze gelmiştir. Bu zümreler, yeryüzünde hakim olan Allah'ın dinine ve
yeryüzünde tatbik edilen şeriatına harp açmalarından dolayı, Allah'ın onlar
hakkındaki hükmünden emniyette olabilmek için, küfürlerini gizleyip, müslüman
gözüküyorlardı.
Onlar, kuvvete baş
vurmadılar. Zaten, adil ve merhamet sahibi Allah'ın, yeryüzündeki sultanına
karşı çıkabilecek güçte de değillerdi. O zaman, desise, uydurma, Allah ve
Rasulune yalan isnad etme yolunu tercih ettiler. Onlardan bir kısmı, bazı
senbollerin ardına saklandı. İslâm'ın yiğidi Hz. Ali'nin ve ehl-i beytin
sevgisiyle ortaya çıktıkları gibi. Bu sapık güruhun başında da, habis ya-hudi,
hilebaz Abdullah b. Sebe, vardı. O, maksadına erişebilmek için, bütün âlimlerin
uydurma olduğunda ittifak ettikleri, şu hadisi ortaya attı: «Her peygamberin
bir vasisi vardır. Benim vasim ise Ali'dir.»
îbn Sebe ve avânesinin
sapıklığı, bu noktada da kalmadı. Bilakis, daha şiddetli ve akide bakımından
daha da zararlı bir boyuta ulaştı. Onlar, mülhid ve kafirlerin tavsifinden
münezzeh olan Allah'ın, efendimiz Ali'ye hulul ettiğini iddia ettiler.
Bunları, önce Hz.
Osman, ondan sonra da, Hs. Ali takibat altında tutmuş, bir kısmının cezasını
vermişler, ancak bir kısmı kaçıp, gözlerden uzaklaşmayı başarabilmişlerdir.
İşte bu yahudi Abdullah b. Sebe, İslâm tarihindeki en büyük fitnenin
sebeplerinden biridir. Hz. Osman'ın öldürülmesiyle neticelenen büyük bir
fitnenin kapısını açmış ve bu, önce Hz. Ali ve Osman taraftarları, sonra da
Ali ve Muaviye arasında, kanlı çarpışmalara neden olmuştur. Gerçi biz, onların
ihtilaflarını içtihadı bir farklılık olarak görüyor; isabet edenin iki, hata
edenin, ise bir ecir aldığına inanıyoruz. Bunun yanında İslâm birliğini
zedeleyen en büyük darbenin, bu habis, hilebaz yahudi ve muhtelif renk ve
cinsteki zındıklardan geldiğine kaniyiz.
İslâm'ı kabul
edenlerin büyük bir kısmının, kendi arzu ve istekleri ile onu benimsedikleri
iyice bilinmelidir. Onlar, İslâm'la haşir neşir olmuşlar ve içlerinden İslâm'a
ve îslâmî ilimlere, İslâm kültürüne son derece yararlı şahsiyetler çıkmıştır.
Bunun en güzel delili, İslâmî ilimlere ve İslâm kültürüne hizmet edenlerin,
Allah'ın dini uğruna, cihada hayatını vakfedenlerin büyük çoğunluğunun
Arapların dışındaki müslümanlardan olmasıdır.
İslâm'a ve
nıüslümanlara karşı kin dolu zındıklar ise, eskiden kalma batıl inançlarından,
cahili âdetlerinden ve fasid törelerinden arınıp, kurtulamamışlardır. Cins, din
ve dil taassubu onlara hakim olmuştur. Fakat bu kimseler, mü'min olanların
yanında yok denecek kadar azınlıkta kalmışlardır. Bu azınlığı, halifeler,
idareciler ve âlimler sürekli tarassut altında tutmuşlar; idareciler cezaî
müeyyideyi hak edenleri idama mahkum ederken, âlimler de iddialarını çürütüp,
saçmalıklarını ortaya koymuşlardır.
2- İslâm,
usul ve furu' bakımından iki yüce asılda temessül eder. Bunlardan, birincisi,
dinin aslı ve dosdoğru yolun kaynağı olan Kur'an-ı Kerim, diğeri ise; Kur'an'm
izah ve tefsiri olan, sünnet ve hadislerdir. Sünnet, Kur'an'ın mücmelimi izah,
âm'mını tahsis ve mut-lak'ını takyid ettiği gibi, müstakil olarak hükümler de
koymuştur.
Zaman zaman, İslâm
düşmanları bu iki asla ilişmiş ve onlara şüphe düşürmeye yeltenmiştir. Kuran-ı
Ke-rim'i, binlerce kadın, erkek, mekteplerdeki çocuklar, medrese ve
fakültelerdeki talebeler ezberlediğinden dolayı, O'na ilavelerde bulunma veya
bir takım eksiltmeler yapmak imkansız denilemese bile, son derece güç bir
işti. Bu nedenle de, İslâm düşmanları, O'nun tefsirinde uydurma ve manalarında
tahrif yöntemini seçtiler. Binaenaleyh, rivayet ve dirayet tefsirlerinin
ihtiva ettiği, çok miktardaki, uydurma haberler, israili rivayet ve hurafeler;
böylece oluşmuş oldu.[587]
Her asırda ve her
yerde, gulatı şîa, karmâtiler, bâ-tmîler, cahil sofu ve zındıklar, bidatçı,
sapık düşünce ve kötü niyet sahibi kimseler, Kur'an âyetlerinin tefsiri
sa-detinde, hayretamiz ve saçma te'viller yapagelmiştir. Öyle te'viller ki,
bunlar ne Kur'an dili, ne davetteki üslubunun güzelliği ve ne de O'nun
belagatıyle uyuşmayan, şeriat ve akim tasvip etmediği yorumlardır. Ne hazindir
ki, bu cahili ve batıl yorumlar, kendilerine kulak verecek, hasta kalpli, dini
gevşek, ebleh kafalı kimseler bulabilmiş ve bu kimseler, insanlar arasında
onların revaç bulup, yaygınlaşması için çaba sarfetmişlerdir.
Ancak, bu ümmetin
içindeki mü'min, selim akıllı ve aydın fikirli âlimler, sözkonusu saçmalıkları
ve tahrifatları tespit edip, ortaya koymuşlardır. Böylece, bu kimselerin
hilelerini kendilerine geçirmişler, Rasulullah (s.a.s.) m buyurduğu gibi Kur'an
baki kalmıştır : «Kur'an'a tâbi olan arzular sapıtmaz, O'nu okurken diller
dolaşmaz, ilmine âlimler doymadığı gibi, çok okunarak tekrarından dolayı bir
bıkkınlık da gelmez insanı hayran bırakan yönleri ise asla tükenmez.»[588]
Metinde yeraîan «Lâ
tezûgu bihi» ifadesi, O'na tâbi olmakla arzular hakdan uzaklaşmaz» anlamına
geldiği gibi, sapık arzular O'nu istikâmetten, eğriliğe çeviremez manasına da
gelebilir.
O'nu okuyan dillerin
dolaşmıyacağmdan maksat ise Arap olmasalar dahi, mü'minlerin O'nu okurken bir
sıkıntı çekmiyeceklerine işarettir. Nitekim, Allah Teâla : «And-olsun ki, biz
Kur'an'i öğüt alınması için kolaylaştırdık, öğüt alan yok mudur?»[589]
buyurmaktadır.
Başka bir âyetinde ise
: «Biz, o (Kur'an)'ı, senin dilinle (indirerek) kolaylaştırdık ki, O'nunla,
korunanları müjdeleyesin ve inatçı bîr kavmi,
O'nunla uyarasın.»[590]
buyurmuştur.
Kur'an'a her zaman sataşan
ve O'na şüphe düşürmek isteyenler
olmuştur. Fakat bunlar, her seferinde âdeta sert kayaya çarparak paramparça
olup gitmişlerdir. O'na diî uzatanların
hali şairin benzetmesine nasıl da uyuyor :
Parçalamak için kayaya
toslayan (keçi gibi) Onu parçalayamadı, lâkin boynuzlarını kırdı.
Kur'an, ondört asırdan
fazla bir zamandır Hz. Peygamber'in en büyük mucizesi, bir müjde, ikaz, nûr ve
hidayet kaynağı olarak, kalmıştır. Kıyamete kadar da, böyle devam edecektir.
Kur'an'a dil uzatanlar beyhude uğraşmayıp saçmalıklarından ve safsatalarından
vaz geç- -meli ve kendilerini O'nunla huzura kavuşturmalıdırlar. Zira, Kur'an,
tahrif ve tebdilden korunmuş ilahi bir kitap, Allah'ın muhafazasını üstlendiği
yegane eserdir. Allah Teâla «Kur'anı biz
indirdik, O'nu koruyacak olan da bi-ziz»[591]buyurmaktadır.
Bu ilahi kitap ondört asırdır, müs-Iüman olan ve olmayanlar için, insan
fikrinin bir muharriki ve meşalesi olmuştur.
Müslümanlara gelince :
Kur'an, onların, hidayet kaynağı, inançlarının, hukuk ve ahlak düzenlerinin,
siyasî ve iktisadî yapılarının menba'ıdır. Gayri müslimler için ise, O'nun
meş'ale oluşu; bütün zamanlar boyunca, insanlık. için yaratılmış en hayırlı
ümmetin, inancında, hukuk ve ahlâkında, hayat anlayışında (adil) vasat ümmetin
teşekkülüne sebep olan, psikolojik, bilimsel, siyasî, toplumsal, ahlakî ve
dinî temelleri, Kur'an'ı tahlil etmek suretiyle görebilmeleri bakımındandır.
Nitekim Allah Teâla şöyle buyurmaktadır : «Böylece, sizi orta bir ümmet yaptık
ki, insanlara şahid olasınız, Peygamber de size şahid
olsun» [592]
«siz insanlar içerisinden çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği
emreder, kötülükten menedersiniz...»[593]
Allah Teâla, Kur'an'a yöneltilen şüpheleri reddedip, batıl olduklarını ortaya koyacak,
âlimler zümresini her zaman varedegelmiştir.[594]
3- Malûm
zümreler, Kur'an'a dil uzattıkları gibi, sünnete ve hadislere de
sataşmışlardır. Sünneti tahrif etmenin kendileri için, Kur'an'dan daha kolay
olacağına inanmışlardır. Zira, Kur'an-ı Kerim, gerek bütün halinde, gerekse
tafsili olarak, kesinlik ve yakin ifade eden bir tevatürle [595] sabit
olmuştur. Sünnet ve hadislere göre, müslümanlarm gönlünde daha büyük bir
kudsiyeti haizdir. Çünki, sünnet ve hadislerin çoğunluğu, âhad isnadIarla [596]tesbit
edilmiştir. Ve onların kudsiyeti müslümanlarm nazarında, Kur'an kadar
değildir.
Sünnet ve hadislere
aşağıdaki yollarla ilişilmeye çalışılmıştır :
a)
Öncelikle, sahabe ve onlardan sonraki hadis ra-vileri karalanmaya
çalışılmıştır. Zira, onları nakledenlerin güvenilirliği azaltıldığı zaman,
haliyle, nakledilen şeyin de aynı vasfı azalacaktır. Onların da istedikleri,
bu-dur zaten. Bu amaçlarına ulaşabilmek için, sahabe içerisinden, en fazla
hadis rivayet eden Ebu Hureyre ve tabiundan, Şam ve Hicaz'ın imamı İbn Şihâb
ez-Zührî'yi dillerine dolamışlardır. Bu iki imamın güvenilirliği aza-lmca,
evleviyetle, diğerlerinin ki de azalacaktır.
b) İsnad
sistemini kötüleyerek, onun konumunu zedelemek. Genellikle bu konuya
değinirken şöyle derler : «Müslümanların nezdinde, isnad tenkidi ve rical
tarihine ilişkin incelemeler had safhaya erişmişse de, senedlerin tetkiki
esnasında, bazı noktalan farketmemiş, onlara yö-nelip, gerekli itinayı sarf
etmemişlerdir.»
İslâm öncesi, hiçbir
ümmette, müslümanlardaki kadar geliştirilme diği bilinip dururken ve tsnad
sisteminin müslümanlara has bir yöntem olduğu değerlendirmesi yapılırken,
onlar, yine de bu sözü söylemekten çekinmezler. Hatta, sahih, muttasıl isnad
uygulamasının, dünya tarihinde yalnızca müslümanlarda görülen bir metod olduğunda
ittifak edilmiştir.
c) Bu arada
ortaya attıkları diğer bir iddia da, müs-lüman âlimlerin, rical tarihi ve isnad
tenkidi ile çok sıkı ilgilenmelerine karşın, metin tenkidini ihmal
ettikleridir.
Bu iddialarını da,
birtakım hadislerin birbiri ile çeliştiği, bazısını da vakıanın yalanladığını
söyleyerek, desteklemeye çalışırlar. Ayrıca, astronomi, tıp v.b. modern ilmin
elde ettiği verilerin de bazı hadisleri çürüttüğünü, birtakım hadislerin de,
sahih olup, olmadıklarını anlayabilmek için tecrübe ve deneyime ihtiyaç
olduğunu, gevelerler.
4- Müsteşrikler,
Yahudi bilim adamları, Hristiyan papazları, İslâm düşmanı Yahudilerin, Fâris ve
Rum zmdıklarmm ve Yunan felsefesi kalıntılarının iftiralarını onaylamışlar,
bunlara, canlarının İstediği herşeyi de katmak suretiyle ilavelerde bulunarak,
sonunda pireyi deve yapmışlardır.
Bu iftiralarda da
yahudi asıllı, müsteşrik Goldzier başı çekmiş, bu konuda pekçok oryantalist de
O'na tâbi olarak, hadis hakkındaki mütalâalarını, münakaşaya dahi gerek
göstermeyen kesin yargılar olarak kabul etmişlerdir. Avrupa ve diğer ülkelerde
bunları yaymışlar, batı üniversitelerinde master, doktora gibi ilmî payeler kazanmak
maksadıyle, oralara giden bazı müslümanlar da, maalesef, onlara aldanmıştır.
Geri döndüklerinde ise, İslâm memleketlerinde, bu iftiraları efkârı umumiyeye
sunmak suretiyle, özellikle üniversite öğrencilerine telkin etmişlerdir. Ve
nihayet oryantalist fikirler, İslâm âleminin büyük bir kısmında yayılma imkânı
bulmuştur. Mesele, yalnızca talebelerle de sınırlı kalmamıştır. Üniversitelerde,
gözde yerlere gelmiş, kürsü sahibi, bazı ilim adamlarının da, müsteşriklere
tâbi oldukları kitapları va-sıtasıyle, onların zehirlerini, İslâm ümmetine
şırınga etmeye çalıştıkları görülmüştür.
5- Bazı
yahudi ve papaz müsteşriklerinin hadis in-cemelerinde görülen hataları, İslâm'ı
ifsâd etmek, müslümanları kopmaz İslâm ipinden ayırabilmek için işlenmiş
kasıtlı hatalardır. Tek maksatları, bu ilâhî dinin güvenilirliğini sarsmaktır.
Bunu da İslâm'ın iki yüce aslı, Kur'an ve Sünneti karalamakla gerçekleştirmek
istiyorlar. Bu konular üzerinde daha evvel Örnekler verip, uzun uzun durmuştuk.
Aslında, oryantalist
çalışmaları, ne ilme ve ne de islâm kültürüne hizmet etmek için var olmuş
değildir.
O'nun arkasında,
sadece, İslâm'ı karalama ve müslüman-lan dinlerinden çevirebilme politikası
yatmaktadır. Özellikle de Kur'an ve sünnetten soğutabilme politikası. Bu
uğurda, onlar, müslümanlarm gönlündeki cihad ruhunu takviye eden, çok sayıda
Kuran ve sünnet nassını tahrif etmek istiyorlar. Müslümanlarm gönlündeki cihad
ruhunu sarsmadan, İslâm memleketlerine sahip olamayacaklarına, oraların yeraltı
ve yerüstü kaynaklarını sömüremiyecek-lerine inanıyorlar. Bu iki asla itimad
sarsıldığı zaman, mü'minler, cihad farizasından kopacaklar ve böylece, vatanlarının
düşman eline geçmesi kolaylaşmış olacaktır. Nitekim, bu gerçekleşmiştir de.
Çünkü, batı, İslâm beldelerini tahrip etmeyi, ancak, onlardaki cihad ruhunun
zayıflaması ve dünyaya yönelmelerinden, sonra, başarabilmiştir. Buhari'nüı,
Ebu Ümâme el-Bâhilî'den yaptığı bir rivayette, Ebu Ümâme, bir saban ve tarım
aleti gördükten sonra, şöyle demiştir: «Rasulullah'ın şu hangi kavmin eline
girerse, mutlaka Allah onları zelil kılar» dediğini işittim.[597]
Yanlış anlaşılmasın, hadis, müslümanla-rı ziraat ve tarımla meşgul olmaktan
nehyetmemekte-dir. Nasıl nehyedebilir ki? Bizzat sahih hadislerle böyle bir
anlayış reddedilmektedir. Buhari, Müslim ve diğer, hadis kaynaklarında, Enes b.
Mâlik (r.a.)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir : «Rasulullah (s.a.s.) «Ağaç
diken veya eldn eken her müslümana onlardan, kuş, hayvan ve insanın
istifadesinden dolayı, Allah sadaka ecri verir» demiştir. Allah Rasulu,
birinci hadisinde, cihadı tamamen terkederek, kendini tarım, ziraat ve dünya
işlerine veren kimseleri kastetmiştir. Allah Rasulü, ne kadar da doğru
söylemiştir. İşte, İslâm
düşmanları, müslümanlara, ancak onlardaki cihad ruhu gevşeyip, Allah yolunda
şeha-det aşkı yok olduktan, cihadı terkedİp, başka şeylerle meşgul olmaya
başladıktan sonra, hâkim olabilmişlerdir. Rasulullah'ın ashabı, ticaret,
ziraat ve bostanlarıyle ilgileniyorlardı. Fakat, daima gönülleri, cihaddaydı.
Cihada çağırıldıkları zaman, derhal icabet ediyorlardı. Onlar cihada
koştukları gibi, ne eşe, ne evlada, ne eve ve ne de mala koşuyorlardı.
Ebu Hureyre (r.a.)'nin
bir rivayetinde, Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır : «İnsanların en
hayırlı yaşı-yanlarmdan birisi Allah yolunda, atinm dizginini tutup, onun
sırtında uçan, düşman sesi veya düşmana hücum çağrısı işittikçe at koşturan,
Öldürmeyi ve Ölümü, harp meydanlarında arayan adanıdır.»[598] Bu
sözün anlamını müslümanlar iyi düşünmelidirler ve yeniden izzetlerini
yeryüzündeki sultalarını elde etmek istiyorlarsa, cihada hazır, cihad aşkı ile
dolu olmalıdırlar. Bu arada, düşmanlarına karşı, gerekli olan silahlarını da
hazırlamak zorundadırlar.
6- Bazı
müsteşriklerin ve hadis tetkiki ile uğraşan kimselerin hataları ise; Sünnet
ilimlerini anlayamayıp, bu yolda Ömrünü vakfetmiş âlimlerin sözlerini
kavraya-mamaktan ileri geliyor. Bunun sebebi ise, sünnet ilimlerinin, sabır,
metanet ve uzun zaman isteyen bir alan, engin bir derya olmasıdır. Bu nedenle,
orada yüzecek olan birinin, nasıl yüzüleceğim, hangi kıyılarda durulabileceğini
bilmesi gerekir. İnci; mercan ve yakutlarını tetkik edecek birisinin,
satıhtakilere ve yüzeydeki taşlara takılıp kalmayan, mahir bir uzman olması
icab eder. Şayet, onlar, derinliklerine inebilmiş, maksat ve meramını
anlayabilmiş olsalardı, içine düştükleri hatalara maruz kalmazlardı. Hadis ve
sünnetlerle meşgul olan pekçok müs-lüman bile bu dereceye ulaşamadığına göre,
müslüman olmayanlar nasıl ulaşacaklardır?
7- Müsteşrik
Goldzier ve ekolü, bir müddet, pekçok oryantalisti hakimiyeti altında
tutmuştur. Fikirleriyle, O'nu kendilerine en büyük put ittihaz edinmişler; Sünnet
ve hadis tetkiklerinde, eserlerini yegâne kaynak olarak görmüşlerdir. Bu arada,
çok az müsteşrik O'nun bütün fikirlerine iştirak etmemeyi başarabilmiş; bazı
kanaatlerini eleştiri konusu edebilmişlerdir. Hatta, sünnet hakkındaki
yargılarının, büyük bir zulüm olduğunu söyleyebilmişlerdir. Muhtemelen, oldukça
az sayıdaki müsteşriki, sözkonusu tavırlarını sergilemeye sevkeden, onların
hür düşünceli oluşları ve müslüman âlimlerin, Gold-zier'in Kur'an ve sünnet
hakkındaki iddialarına verdikleri, cevaplar olsa gerektir.
Aslında, Goldzier,
habis yahudi Abdullah b. Sebe'nin bir uzantısıdır. İslâm'ı yıkmayı kendilerine
biricik gaye edinen çağdaş, taraftarlarından bir tanesidir. Bütün dünya
müslümanları, özellikle de, üniversitelerde öğrenim gören mü'min gençler bu
gerçeğin farkında olmalı, bu müsteşriğin Kur'an ve sünnet tetkiklerindeki
saçmalıklarına ve sunmak istediği zehirlerine karşı uyanık bulunmalıdırlar.
8- Bazı
müsteşriklerin, sünnet ve hadis ilimleri sahasında şükranla karşılanacak,
inkarı gayrı kabil çalışmalar yaptıkları da bir gerçektir. Bu çalışmalar,
hadis ilminin kaynak eserlerini neşretmek ve bu sahada inceleme yapanları
kaynaklara ulaştırmada anahtar rolü oynayacak,
te'lif eserler vermek suretiyle tezahür etmiştir.
Bunun en güzel örneği,
müsteşrik Winsek'in «Mîftâh-u Kûnûzi's-Sünne» adlı eseri ile bir grup müsteşrik
tarafından hazırlanan «El-Mu'cemü'1-Müfehres li elfazî'1-Ha-disi'n-Nebevî» adlı
eserdir. Bu tür çalışmaları şükranla karşılamamız, bizim, faydalı, ilmî
gayretleri takdirimizin bir göstergesidir. Biz, ne müsteşriklerin tamamını yeriyor
ve ne de hepsini övüyoruz; tek yaptığımız iyi yapanla, kötü yapanı tefrik
etmektir. Şurası da bir gerçek ki, bu bahsettiğimiz, teşekkürle karşılanan
çalışmaları yapanlara, tamamen kendilerini bu işe vakfetmelerini temin edecek,
maddî ve manevî yardımlar, yapılmış, gerekli kolaylıklar sağlanmıştır. Şayet
bütün bu yardım ve imkanlar müslüman âlimlere de sağlanmış olsa, İslâm kültürü
için çok daha hayırlı sonuçlar ortaya çıkardı.
Ancak, esefle belirtmeden
geçemiyoruz. Aslında, sözü geçen iki faydalı eserin benzerlerini yapmak müslümanlarm
işiydi. Lâkin yapamadılar ve yine, maalesef, İslâm üniversiteleri, ilim ve
ilim adamlarını teşvik konusunda, batı üniversitelerinin yaptıklarını
yapamıyorlar. Bu durum bizi üzüntüye boğuyor; fakat bu bir hakikattir. Gönül,
bunları söylemek istemezdi, ama, unutmamak lazım, hakkı itiraf etmek de bir
fazilettir.
9- Hadis
sahasında araştırmalar yapan, Ebu Reyye gibi, âlim geçinen, bazı müslüman
araştırıcılar, söyledikleri her hususta, adım adım müsteşrikleri takib etmişlerdir.
Bunun da ötesinde okuyucuların kafasına daha da yatkın hale getirmek için,
onların görüşlerini süslemeye, hak elbisesine büründürmeye gayret etmişlerdir.
Böylece bu kendileri için, kambur üstüne kambur, olmuştur. Bu neîdüğü belirsiz
herif, büyük sahabi, Ebu Hureyre (r.a.) yi, ele alırken, O'na sövüp, hakaret
edecek kadar ileri gitmiş ve alçalmıştır.
Hakikat şu ki, yahudi
müsteşrik Goldzier, bu büyük sahabiyi tenkid ederken, Ebu Reyye'den çok daha
iffetli ve edepli davranmış; O'nun kadar basitleşmemiştir. (Daha önce bu
konuya temas etmiştik)
10- Müslümanların
aklî hayatı, îslâmî ilimlerin doğuşu, gelişmesi ve tarihi konusunda eserler
veren bazı müslüman araştırmacılar da, görüşlerinin büyük bir kısmında
müsteşriklere tâbi olmuşlar, ancak, bazı meselelerde onlara katılmayarak, çok
faydalı münakaşalarda da bulunmuşlardır. Örneğin, Ahmed Emin, «Fecru'l-İslâm»
ve «Duha'I-îslâm» adlı eserlerinde böyle yapanlardan bir tanesidir. Ahmed Emin,
Edebiyat Fakültesi dekanlığına kadar yükselmiş, İslâm âleminde büyük ünü olan
bir zattır. Biz, O'nun ve benzerlerinin, müsteşriklerin fikirlerine tâbi
olmaktan kaçınmalarını, aynen bizlerin yaptığı gibi, sünnet ve hadis
kaynaklarını kendilerinin tetkik etmelerini beklerdik. Şayet böyle yapmış
olsalardı, bizlerle aynı neticeye ulaşır, sünnetin sağlam bir^ esas üzerine
kâim olduğunu, hadislerin çoğunun, Rasulullah zamanına kadar uzandığını
görürlerdi. Ayrıca, Allah Teâla'nm, bu hadisleri, Rasulullah (s.a.s.)'dan
alıp, rivayet eden, âdil ve zabıt insanlar yarattığınında farkında olurlardı.
Bu insanlar, sırasıyla adalet ve zabt vasfını haiz sahabi, tabiun, tebeut
tabiin vâ onlardan sonra gelen kimselerdir. Hadisler, sahih, müsned, sünen,
mu'cem ve cami' türünden eserlerde toplanmcaya kadar, bu nitelikteki raviler
rivayet yöntemini devam ettirmişlerdir.
Hadislerin tenkidi,
sahih, hasen ve zayıflarının birbirinden ayırımı işlemi, tâ sahabe ve tâbiun
zamanından beri rivayetten ayrılmamış, hadislerin cem'i ve tenkidi hep birlikte
sürdürülmüştür. Bu meyanda, büyük sahabi, îbn Mesud: «Kişiye yalan olarak her
duyduğunu söylemesi yeter»
derken, İbn Abbâs : «Bir zamanlar, bir kimseyi «Rasulullah şöyle buyurdu»
derken işittiğimizde, hemen gözlerimizi ona diker, kulaklarımızı ona verirdik.
Ne zaman ,ki, insanlar, sahih zayıf ayirdetmeksizin hepsini rivayet etmeye
başladılar artık, biz de bildiklerimizden başkasını onlardan, almaz olduk»
demektedir.
İmam Mâlik de :
«Haberiniz olsun ki, her işittiğini söyleyen kimse, selâmete eremez. Her
duyduğunu söyleyip dururken (hadiste) imam da olamaz» diyor.
Ebû'z-Zinâd ise:
«Medine'de hepsi de güvenilir yüz kişi gördüm, hadiste ehil olmadıkları gerekçesiyle
hiçbirinden hadis alınmazdı» demektedir.
İbn Şirin de : «Fitne
çıkıncaya kadar, eskiden, isnad sorulmazdı. Ne zaman ki fitne çıktı. O vakit
ravilerin isimleri sorulmaya, sünnet ehlinin hadisleri kabul edilmeye bidat
ehlinin ki ise reddedilmeye başlandı» diyor.
Abdullah b. El-Mübarek
de : «İsnad dindendir. Eğer isnad olmasaydı, dileyen, dilediğini söylerdi.
Bizimle (hadis nakleden) şu kavim arasında ayaklar, yani, isnad vardır»
diyor.
Süfyan ; «İsnad,
mü'minin silahıdır.» derken Abdur-rahman b. Mehdî de : «Bir insan, işittiği
şeylerin bazısında, dilini tutmadıkça, ^hadiste) tâbi olunacak bir imam
olamaz»[599] diyor.
İmam Şafiî de,
isnadsız, hadis taleb edenin, gece odun toplayan kimse gibi olacağına dikkat
çekiyor. İsnad ve ravilerin tenkidine dair daha, buna Kenzer pekçok söz söylenmiştir.
Şayet böyle olmasaydı, İslâm düşmanı zındilar karşılarında yalanlarını ortaya
çıkarıp, hilelerine cevaplar verecek hiç kimse bulunmadığı için, hadisler yoluyla,
din ve ahlakı tahrib etme fırsatını, çok rahat bulabilirlerdi.
Yukarıda, bu meyanda
kaydettiğimiz sözler, nasıl oluyor da müslünıan araştırıcıların gözünden
kaçabiliyor? Biz, Ahmed Emin ve benzerlerinin, müsteşriklere kuyruk olmalarını
değil, tetkiklerinde müstakil şahsiyetlerini ortaya koymalarını arzu ederdik.
11- Bugün,
müslüman adı taşıyan bazı kimseler, eski bir bidati, hadis ve sünnetleri
bırakarak, yalnızca, Kur'an'la yetinme bidatini hortlatmaya çalışmaktalar ve
«Bize Allah'ın kitabı yeter» (sloganını) ağızlarından eksik etmemekteler. Oysa
onlar, bu sözleriyle bizzat, Allah'ın kitabına ters düştüklerinin farkında
değiller. Çünkü, «Ra-sul, sîze neyi verirse onu alın, sizi, neden men ederse ondan
da sakmın.»[600] «Biz sana da,
kendilerine indirileni, insanlara açıklayasın diye, zikri indirdik»[601]
«Biz, sana kitabı, ancak, ihtilâf ettikleri konuları onlara, açıklayasın diye
indirdik»[602] gibi, sayılanııyacak
kadar çok Kur'an âyetine ters düşmektedirler.
Maalesef, bazı İslâm
beldelerinde bu çirkin bidate arka çıkanlar var. Halbuki bu, ahmakça ve
aptalca ortaya atılmış bir bidattir. Bu bidat, en azından, îslâm ümmetini
Kur'an'ı (doğru) anlamaktan uzaklaştıracaktır. Sünnet ve hadisler terkedilip,
Kur'an da anlaşılmaz bir hale gelince, İslâm'ın ruhuna fatiha demekten başka
birşey kalmayaçaktır. Fakat, Allah'ın izniyle bu gerçekleşmiyecektir. Ferdlerin
yapması bile çirkin görülen bu daveti, müstemleke olan bazı îslâm
memleketlerinin idarecilerinin üstlenmesi, pek tabii ki daha ahmakça.ve daha
çirkindir. Zaten onlar, bu işe kalkışmakla, bilmediklerini saçmayla-yan, bir
konuma düşmüşlerdir.
Benzerlerinin, tarihte
gömülüp gittiği gibi; modern asırda hortlayan bu iddia da yok olup gidecektir,
islâm âlimleri ve mü'minlerin büyük bir çoğunluğu, apaçık, hakka ve sıratı müstakime davet ettikçe ona hayat
hakkı
olmayacaktır.
Bugün, İslâm âleminde,
samimi olarak, Allah'ın kitabı ve Rasulu'nun sünneti ile amel etmeye çağıran,
şayan-ı takdir olan bir diriliş vardır. Zaten, müslümanların, kendilerini
çepe çevre kuşatan tehlikelerden kurtulmaları için, bu iki yüce asla
sarılmaktan başka çareleri yoktur. Pek çok İslâm ülkesinde bu dirilişin
alametleri ortaya çıkmış; Allah'ın kitabı ve Rasulu'nun sünneti ile amel
edilmesine dair çağrılar, karşılık bulmuştur. İslâm toplumları kitap ve sünneti
hakim kıldıkları zaman muzaffer olacaklardır. Çünkü, kim Allah'ın dinine yardım
ederse, Allah da O'na yardım eder. Nitekim, Allah Teâla : «Allah, kendi
(dini)ne yardım edene, elbette yardım eder. Şüphesiz, Allah kuvvetlidir,
galiptir»[603] buyurmaktadır.
İslâm toplumları,
Kur'an ve Sünneti hakim kıldıkları zaman, kendilerini tanıyacaklar. Onları,
başkalarından ayıran,, inanç, hukuk ahlak, hayat tarzı v.b. hususlarda îslânıî
şahsiyetlerini yeniden kazanacaklardır.
Ey İslâm ümmeti!
Allah'ın kitabı ve Rasuiu'nün Sünnetine sıkı sarılın, size âlemlerin Rabbından
tebliğ eden zatın şu sözü yeter : «Size iki şey bıraktım. Onlara, sarıldığınız
müddetçe sapıtmazsınız. Bu iki şey Allah'tı kitabı ve benim sünnetimdir.»
12- Allah
Teâla, her asırda ve her yerde, dinini mü-dafa eden O'nun güzelliklerini ve
meziyetlerini ortaya koyan, Kur'an ve Sünnete yöneltilen şüpheleri tek tek
reddeden âlimler var etmiştir, Hakkı savunan ve müdafa eden böyle bir taife
her zaman var olacaktır. Çünkü Allah Te-ala'nın kanunu budur. Şayet, batıl
üstün gelse, yardımcıları çoğaîsa bile, mutlaka hakka arka çıkan O'na destek
veren de bulunur. Buhari ve Müslim, Muğire b. Şu'be tarikiyle gelen bir
rivayette, Rasulullah (s.a.s.)'ın şöyle dediğini kaydetmişlerdir : «Ümmetimden
bir taife daima üstün olacaklardır. Bu halleri, Allah'nı emri (kıyamet) gelinceye
kadar devanı edecektir.»[604]
Müslim'in kaydettiği başka bir varyantta ise : «Ümmetimden bir topluluk, insanlara
daima üstün olacaklardır...» şeklindedir. Yine, Buhari ve Müslim, Muaviye b.
Ebû Süfyan'm şöyle dediğini rivayet etmişlerdir : Rasulullah (s.a.s.) :
«Ümmetimden bir topluluk, Allah'ın enirini tatbike devam edeceklerdir. Onları,
aşağılayan veya muhalefet edenler, onlara bir sarar veremeyecek, nihayet
Allah'ın emri, onlar üstün bir vaziyette iken gelecektir» derken, işittim.»
Buradaki üstünlük,
hüccet ve delil bakımından üstün gelmek anlamınadır. Bu itibarla, o, her zaman
ve mekanda cari olabilen bir şeydir. Bazen, ilk asırlarda olduğu gibi, güç ve
sulta ile birlikte de bulunabilir.
İslâm devleti, oniki
asırdan fazla bir zaman zarfında dünyaya hükmetmiştir. Sonunda, önceki
ümmetlerin basma gelen, tefrika, bölünme ve Allah'ın kitabını terket-me gibi
hususlara o da maruz kalmış, bunun neticesinde ümmet çözülüp dağılmış ve
düşmanlarının önünde parçalanmış bir av haline gelmiştir. İşte bugün, bu
ümmet, uykusundan kalkmış, gafletten uyanmış, esaret ve kölelik bağlarından,
zorba gasipların sultasından sıyrılmıştır. Bütün İslâm devletleri hür ve kendi
kendilerini idare etmektedirler (!) Biz böyle bir ortamda safların yeniden birleştirilmesini,
tek kelime etrafında toplanılıp, yeniden bu devletlerin Allah'ın ipine
sarılmalarını umuyorduk. Ne var ki, hâlâ aralarında bir tefrika ve parçalanma
var hatta, bazı müslümanlar, birbirleri ile savaş halindedirler. İnanıyoruz
ki, yegane güç ve kuvvet Allahm'dır. Sulhu sükûnu temin etmeye; ümmeti birtek
kelime etrafında toplamaya va safları birleştirmeye O, kadirdir o vakit, İslâm
ümmeti, izzet ve kuvvetini yeniden kazanacak, yeryüzünde elinden kaçırmış
olduğu gücünü yeniden elde edecektir.
Buhari ve Müslim,
Muaviye (r.a.) tarikiyle, Rasulullah (s.as.)'m şu sözüne yer vermişlerdir:
«Allah, kime hayır murad ederse, O'nu dinde fakih lalar. Müslümanlardan bir
cemaet, daima, kıyamete kadar, hak uğruna savaşacak ve düşmanlarına üstün
gelecektir.»
İmam Müslim de, Sevbân
(r.a.)'dan Rasulullah'm: «Ümmetimden bir topluluk daima üstün olacaktır. Onları
aşağılayan veya muhalefet edenler, onlara bir zarar veremiyecek nihayet, onlar
üstün bir vaziyette iken, Allah'ın emri (kıyamet) gelecektir.» dediğini
kaydetmiştir, Câ-bir (r.a.)'in: «Rasuîllah (s.a.s.) «ümmetimden bir topluluk,
daima hak uğruna savaşacak ve kıyamete kadar üstün olacaklardır» dediğini
işittim, sözü de, Müslim'in bu meyanda zikrettiği rivayetlerdendir.
Bugün, İslâm ümmetinin
maruz kaldığı, za'fiyet, tefrika ve parçalanmaya bakarak, bazı müslümanlarm
ümidsizliğe düşmemeleri için bu müjdeleyici hadislerin hepsini zikretmeye özen
gösterdik. Allah'ın rahmetinden ve bu rahmetin İslâm ümmetine erişeceğinden
ümid kesmek ne bir müslümanm ve ne de bir mü'minin ahlakı ile uyuşmaz. Allah
Teala Peygamberi Hz. Yakub'un, oğullarına söylediklerini hikaye ederken bakınız
ne diyor : «Ey Oğullarım! gidin. Yusuf'u ve kardeşini araştırın. Allah'ın rahmetinden
ümid kesmeyin. Zira, kafirlerden başkası, Allah'ın rahmetinden ümidini
kesmez.»[605] Bu âyet, hak din ve hak
davet uğruna canlarını kurban eden mücahidlerin kalbine sebat versin, her
nekadar, sıkıntılarla karşı karşıya gelseler, belâlara dûçâr olsalar da, bu
apaçık yolda devam etmeleri için, onlara bir teşvik olsun.
Yukarıda zikrettiğimiz
hadislerdeki, hak üzerine sebat eden topluluğun kimler olduğu hususunda
ihtilaf edilmiştir. Buhari, «Onlar, ilim ehlidir» derken, İmam Ah-med; «eğer,
bunlar hadisçiler değilse, başka kim olabilir?» demiştir. Kadı îyaz, İmam
Ahmed'in bu sözÜj'le, ehli sünnet ve'1-cemaati ve hadisçilerin mezhebince
itikad edenleri, kastettiğini söylemiştir. Bu sözü daha farklı anlayanlar da
olmuştur. Bu yüzden, biz, bütün ilim ehlinin, hadiste kastedilenin kendileri
olduğunu izaha çabaladıklarını görüyoruz. Gerçek ise, imam Nevevî'nin Müslim
şerhinde yaptığı yorum doğrultusundadır. İbn Hacer, bazı ilâvelerle, O'nun
yorumunu şöyle naklediyor.
«Bunun, mü'minler
içerisinden müteaddid cemaatlar olması mümkündür. (Şu kimselerden herbireri
kastedilmiş olabilir) kahramanlar ve harp sanatını bilen kimseler; fukaha, müfessir
ve muhaddisler, iyiliği emr kötülükten sakındırma görevini ifa edenler, zahid
ve abid kimseler v,b. Ayrıca, bunların hepsinin bir memlekette bulunmaları da
icab etmez. Bilakis, hepsi bir yerde toplanmış olabilecekleri gibi, bütün
yeryüzüne dağılmış da olabilirler. Yine bir memlekette bulunup, bazılarında
bulunmayabilirler. Ayrıca, bütün yeryüzü, peyderpey, sadece bir memlekette,
içlerinden tek bir fırka kalıncaya kadar, diğerlerinden boşalmış olabilir.
Onlar gittikten sonra da, Allah'ın emri (kıyamet) gelir...»[606]
Kitap ve sünneti
müdafa etmenin insana kazandırdığı şerefle, hiçbir şey mukayese edilemez.
Zaten herşey mevzusunun şerefi ile şerefyâb olur. Allah (c.c.)'m sözü, sözlerin
en şereflisi, Rasulu'nun sözü ise, O'nunkinden sonra en şerefli sözdür.
Bununla, ne soy, ne mevkî, ne mal isterse
Karun'unki kadar olsun ne emirlik ve nede
vezirlik şerefi kıyaslanamaz. Çünkü bunların hepsi, arızi, iğreti ve fanidir.
Fakat, Allah'ın kitabını ve Rasulu'nun sünnetini müdafanm şerefi bakidir,
cennete ulaştıran yolların en yücesidir.
Genel olarak bütün
ilim adamlarının, özellikle de hadisçilerin bu noktayı iyi kavramalarını rica
ediyoruz. Kur'an ve sünneti müdafaa bir çeşit cihaddır, Nitekim, Hz. Peygamber,
bunu şöyle dile getirmiştir: «Müşriklerle mallarınız, canlarınız ve
diLerinizle cihad (Hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir.)
Kafirlere karşı, dille
yapılacak olan cihadın içerisine kalemle, yani kitap ve makale ile yapılan
cihad da girer. Mal ve canla savaşın yerini kalem ve kitapla mücadelenin
aldığı, müslümanlann tepesine şer unsurların tebelleş olduğu, en büyük
kavganın sözle yapıldığı bu çağda, bu bazen basın, bazen radyo, zaman zaman da
televizyon ka-nalıyle öyle önemli bir konuma gelmiştir ki, müslüman-larm
herşeyden çok ona yönelmelerinin zarureti apaçık ortadadır.
13- îşin en
ilginç yanı da şudur. Onca, cahillerin te'villeri, sapıkların saçmalamaları ve
şüphecilerin vesveseleri tepesine üşüşmesine rağmen, Kur'an ve Sünnet, ondört
asırdan beri, oldukları gibi, aynı sağlamlık, aynı hakkaniyet, aynı sebat ve
aynı kuvvet üzere kalabilmiştir. Ne bir za'fiyet, ne bir gevşeklik ve ne de bir
çözülmeye dûçâr olmamışlardır. Çünki Kur'an ve Sünnet her ikisi birden Hakk'm
katından indirilmiş iki gerçektir. Bu ikisini getiren, Peygamber de haktır. Bu
itibarla, Allah Teâla'nın, hak olan peygamberinden ve yine hak olan Kur'anye
Sünnetten, hakkı soyup alması, hem aklen ve hem de şer'an imkansızdır. Bunu,
İtalyan müsteşrik «Carediu» da itiraf etmekten kendini alamamış ve: «Kur'an'm
üzerinden, on asırdan fazla zaman geçmiştir, fakat, o hâlâ, sanki dün dünyaya
yeni gelmiş gibi taze ve diridir.» demiştir. Bu, gayri müslim birisinin, hak
adına yaptığı doğru bir tanıklıktır.
Bu noktada, Kur'an ve
Sünnetin bunca zamandır, safiyetini kaybetmemesinin hikmeti sorulabilir. Bu
yerinde bir sorudur ve izaha muhtaçtır.
Allah'ın bütün
beşeriyet için razı olduğu genel ve ebedî bir din olan islâm'da, çok üstün
manevî unsurlar vardır. Bu unsurlar, hür iradesi ve imanı ile ona teslim olan
insanları, onun yolunda, dünyanın en büyük sıkıntı ve belâlarını omuzlamaya,
canlarını, ailelerini, evlatlarını ve dünyadaki en değerli şeylerini yoluna
kurban etmeye sevkeder. Bu manevî unsurlar, kitap ve sünnette temes-sül
ederler. Tarih buna en güzel tanıktır. Eğer, İslâm tarihini, ondört asırdır onu
yok edip, silmek gayesiyle tezgahlananları şöyle bir araştıracak olursak,
bunun sayilamıyacak kadar çok örneklerini bulabiliriz.
İşte İslâm'da mevcud
olan bu manevî unsurlar, O'nun bir peygamber, bir erkek, bir kadın, bir hür,
bir köle ve bir çocukla başlaması ve. nihayet bugün dünyanın beş kıtasına
yayılmasını sağlıyan unsurlardır.
Allah yolunda azaba
duçar olan Bilâl b. Rebah ve benzerlerinin, dinlerinden dönmeyen kararlı
kahramanlar olarak, dayanılamıyacak kadar, ağır işkencelere tahammül etmelerini
sağlayan da işte bu çok üstün manevî unsurlardır.
Azgm ve zorba Ümeyye
b. Halef, Bilâl b. Rebah'ı anasından doğmuş (çıplak) bir vaziyette alır, kızgın
yaz günlerinde Mekke sıcağının etleri dağlayacak kadar, beynini eritecek
derecede şiddetli olduğu vakitlerde, kumlar üzerine yatırır, göğsünün üstüne
de kocaman bir kaya koyarak ona «Muhammed'i ve Tanrısını inkâr etmedikçe seni
bırakmıyacağım» derdi. Halbuki bu durum, O'nun dinindeki ve inancındaki
sebatını artırır, bir an olsujı «Allah bir, Allah bir» demekten ayrılmazdı. Böylece,
azabın acısı, imanın tadına karışır, imanın tadı işkencenin acısına üstün
gelirdi. Sanki azâb O'na serin ve salim olurdu.
Yâsİr ailesi!, Ammar
b. Yâsir, babası ve annesi, hiçbir ailenin tahammül edemiyeceği, işkence ve
acılara katlanmıştır. Ammar'ın baba ve annesi işkence altında ölüp; gitmiştir.
Melun Ebu Cehil, annesinin edep yerine bir mızrak saplamış ve kadıncağız
ruhunu teslim etmiştir.. Böylece islâm'daki ilk
şehid kişi bir kadın olmuştur.
Sonra, pek fazla zaman geçmeden, babası da inancı uğruna şehâdet şerbetini
içmiştir.
Hz. Peygamber, onlar
Allah yolunda işkence görürken, yanlarından geçer de, «Sabredin ey Yâsir
ailesi! Sabredin. Şüphesiz varacağınız yer, cennettir» demekten başka birşey
yapamazdı. Fakat, bu sözler, onların kalbine serinlik ve rahatlık verirdi.
Müşriklerin, onlara
işkence yaparken
kullandıkları-aletlerden biri de zırh idi. Onu ateşte kızdırırlar, sonra, da
Ammar'a giydirirlerdi. Ammar'm azabı, o kadar şid-. detlenirdi ki, artık, ne
dediğini bilemez bir hale gelirdi. Bu arada, kalbi imanla dolu olduğu halde,
ağzından küfrü gerektiren sözler kaçırır, sonra da ağlayarak doğru^
Rasulullah'ın yanma gelirdi. Rasulullah, O'na: «Neyin var?' ne oldu?» diye
sorar, O da : «felâket, ey Allah'ın Rasulü. felaket! Sana dil uzattım, onların
ilahlarını hayırla andım» derdi. Rasulullah, «peki, kalbin nasıldı?» diye sorar,
O da: «îmanla dop
dolu» derdi. Bunun üzerine,, Allah Rasulü, Ammar'ın gözlerini
eliyle sıvazlar ve: «Eğer sana, tekrar işkence edecek
olurlarsa, sen de oralara, daha önce söylediklerini, yine tekrarla.» derdi.
Ammar'ın işkence
esnasında, istemeyerek söyledikleri yüzünden, bazı kimseler, O'nun kafir
olduğunu söyleyecek oldular. Fakat nevasından konuşmayan Allah Rasulü : «Hayır,
(hayır, şüphesiz İd Ammar, tepesinden tu*-nağina kadar İmanla doludur. İman,
O'nun eti ve kanıyla karışmıştır» dedi. Bilâhere de, Ammar'ın sadakatine dair
Allah'ın tanıklığını ifade eden vahiy geldi ve Allah Teâla: «İnandıktan sonra,
Allah'ı inkâr eden, kalbi imanla yatışmış olduğu halde (inkara) zorlanan değil,
fakat küfre göğüs açan-kimselere Allah'tan bîr gazap iner ve onlar için büyük
bir azab vardır»[607]
buyurdu.
Ayeti kerime, Allah
yolunda işkence çeken bu kimselere, kalpleri imanla dolu olduğu sürece,
ağızlarından küfür sözünü kaçınvermelerinin bir vebal getirmiyece-ğini, bunun,
Ölümle tehdid edilen kimselere bir ruhsat olduğunu ifade ediyordu. Yasir
ailesinden başka, daha pek çok kimse işkenceye çarptırılıyordu.
İnanç uğruna,
işkencelere tahammüldeki kahramanlıklar, yalnızca erkeklere has bir olgu
olarak kalmamıştır. Allah younda pekçok kadın da işkenceye reva görülmüş,
onlar da büyük bir sabır, direnç ve kahramanlık Örneği göstermişlerdir. Bunun
en güzel örneği, Ömer b. el-Hattâb'm cariyesi Zenîre'dir. Ömer, kolları
yorulup, takati kesilinceye kadar, O'nu döver, hatta Ebu Cehil de O'na yardımcı
olurdu da, bütün bunlar sadece O'nun, dinindeki sebatını artırırdı. Bundan,
başka Benû Zühre'nin kölesi, Ümmü Üneys, Bilâl b. Rebah'm annesi Hamâme, Benu'I-MüemmÜ'in
cariyesi, yine En-Nehdiye isimli bir cariye ve kızı bunlara misal verilebilir.
Ebu Cehil bu insanları
görünce kızar ve; «şunlara ve peşlerinden gidenlere şaşmıyor musunuz? Şayet, Muhammed'in
getirdiği hayır ve hak olsaydı, bizden önce, bunlar O'na gitmezdi. Zenire
bizden Önce mi, hakka gidip, erecek? derdi.
Evet, ey Ebu Cehil!
Senin hiçbir üstünlüğün yok. Zenire senden önce hakka kavuşmuştur. Yeryüzünde
bir-tek müslüman oldukça, o şeref ve hoşnudlukla anılacak, sana ise, kıyamete
kadar herkes lanet edecektir. Ey Ebu Cehil! artık, soy sop gitmiş, geriye
yalnızca, takva kalmıştır : «Allah katında en üstün olasımız, en muttaki o!anıiîizdır.»
Allah'ın İslâm'a ve
sadık müsîümanların kalplerine yerleştirdiği bu, gizli ve üstün manevî
unsurlar, Şam ve Beytü'l-Makdis'i istilaya çalışan, haçlı savaşlarında, batı
ittifakına ve ordularına karşı müslümanlara dayanma gücü veren unsurlardır.
Hristiyan taassubunun hortlattığı bu haçlı saldırılan, doksan seneden fazla
bir süre, o beldeleri istila etmiştir. Fakat, büyük İslâm kahramanı,
Selahaddin Eyyübi komutasındaki İslâm orduları, Şam ve Beytü'l-Makdis'i geri
almış, rüsvay ve perişan bir vaziyette onları püskürtmüştür. En büyük komutanlarından
birisi Mısır, Mansurc'de esir edilmiş, çok kısa bir süre sonra da, Mısır ve
Şam'da İslâm orduları onları kahru perişan edip, denize dökmüş ve
unutamıyacakları bir ders vermiştir.
Moğolların İslâm
memleketlerini istila edip, tahribinden, insanları katledip, İslâm
medeniyetinin emarelerini yok etmesinden sonra, müslümanlara yeniden eski
gücünü veren, yine bu, İslâm'da saklı manevî unsurlardır.
Ve yine, bu unsurlar,
Moğol imparatorunu müslü-manlarm hiç bir güç ve kuvvetinin bulunmadığı bir zamanda,
İslâm'a sokmuştur. Oysa, o vakit, tek güç kuvvet ve hakimiyet Moğolların
elindeydi. O'nun müslüman oluşuyla, çok sayıda Moğol da İslâm'ı kabul etmiş ve
İslâm'a karşı muharip olduktan sonra, O'nun davetçileri ve koruyucuları haline
gelivermişlerdir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor : «Allah, kimi doğruya
iletmek isterse, O'ııun göğsünü İslâm'a açar. Kimi de saptırmak dilerse, O'nun
göğsünü (adeta) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar.»[608]
«Muhakkak İd, bunda, kalbi olan ve-yahııd şahid olarak kulak veren kimse için
bir öğüd var-dır»[609]
Son iki asırdır, azgın
şer güçlerin üşüşmesi karşısında, müslümanlara direnç veren yine bu manevî
unsurlardır. Hristiyan haçlıları eski hallerine dönmüş, belki daha beter bir
vaziyete düşmüşlerdir. O'nun yerine yeni' bir şer güç ortaya çıkmıştır. Bu güç,
eski ve yeni her türlü tahrip vasitasıyle, bütün memleketleri kasıp kavuran,
harap eden siyonizmdir.
Ne var ki, İslâm
hakkında, hertürlü kötülükleri düşünen O'nu yok etmeye çalışanların önüne
dikilip, gözünde büyüyen de yine bu manevî unsurlardır. Müslümanlara, bütün
düşmanları karşısında direnç veren bu unsurlardır ve Allah'ın izniyle,
kıyamete kadar da, bu hak din ve; onu savunan bağlıları baki kalacaklardır. Bu
söylediklerimizle tebliğ görevimizi yapmış sayıyoruz. Allahım şahid ol. [610]
1- Dünyada,
Sünnet ve hadis tetkikleri ile meşgul olanların, koordineli olarak, ortak bir
strateji çerçevesinde hareket etmeleri kaçınılmazdır. Doğu'da, Hint
Okyanusu'ndan, Batı'daki, Atlas Okyanusu'na kadar bütün İslâm âleminde sünnet-i
nebeviyeye hizmet için ortaya çıkmış cemaatlar vardır. Bu cemaatler birbirleri
ile irtibat halinde çalışacak olsalar, şüphesiz bundan çok hayırlı neticeler
elde edilir. Dünyanın dört bir yanma yayılmış olan bu cemaatlerin sünnet'e
hizmette ortak bir plan ve projeye ihtiyaçları vardır. Plân ne kadar iyi;
proje ne kadar belirgin olursa, o zaman, bu mü-teaddid cemaatler daha iyi ürün
verebilir ve Allah'ın izniyle her vakit bunun meyvesi görülür.
Şayet, Rasululah'ın
sünnetine hizmet için ortaya çıkmış bulunan bu cemaatler, İslâm âleminin
çeşitli yerlerinde, yıllık konferans ve toplantılar düzenlemiş olsalar; bu
vesileyle tanışıp, kaynaşma sağlanır ve bu ulvî gaye etrafında bir yardımlaşma
zemini oluşturulurdu. Nitekim, Allah Teâla şöyle buyuruyor : «İyilik ve takva
üzerinde yardımlasın, günah ve düşmanlıkta yardunlaşmaym»[611]
Allah'ın kitabına ve Rasulü'nün sünnetine hizmetten daha büyük iyilik var mı
ki?
îlk asırlarda,
hadisçiler, hadisleri toplamak gayesiyle, üstadlarla karşılaşmak, onlardan
hadis dinlemek suretiyle bu tanışmayı ve yardımlaşmayı gerçekleştirmişlerdir.
Bu uğurda pek çok meşakkatli ve sıkıntılı yolculuklar yapmışlardır. Ta sahabe
devrinden beri, hadisçi-lerin, hadis ve sünnetlerin toplanma işi tamamlanıncaya
kadar, bu yolda sürdürdükleri seferler sonraki nesillerin hâlâ saygıyla
andıkları bir davranıştır. Bu durum yalnızca İslâm ümmetine has bir olaydır.
Buhari, Cabir b.
Abdullah (r.a.)'m Rasulullah (s.a.s.) dan bizzat hadis işiten, büyük sahabi,
Abdullah b. Üneys'_ten birtek hadisi öğrenebilmek için, bir aylık bir yolculuğa
katlandığını rivayet etmiştir.
Cabir (r.a.)'in
«Mısır'da bulunan bir zatın, Rasulullah (s.a.s.)'dan bir hadis naklettiği
kulağıma geldi. Hemen bir deve satın alıp, Mısır'a kadar gittim ve hadisi
bizzat kendisinden dinledim» dediği de rivayet edilmiştir. Aynı hadiseyi
Taberani, Mesleme b. Mahled tarikiyle rivayet etmiştir.
îmam Ahmed de, birtek
hadis için, büyük Sahabi, Ebu Eyyüb el-Ensari (r.a.)'nin Ukbe b. Amir'in yanma
yolculuk ettiğini kaydetmiştir.
Ebu Davud da, bir
sahabinin aynı gaye ile.Mısır'daki Fudale b. Ubeyd'e kadar gittiğini
nakletmiştir.
Aynı şekilde, bu
uygulamayı, tâbiun ve onlardan soru • ra gelen hadis imamları da devam
ettirmişlerdir.
El-Hatib el-Bağdadi,
Abdullah b. Adîy'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir : «Ali'nin bir hadis
rivayet ettiğini duydum. Eğer, ölürse, başkasında bulamanı diye, yola çıkıp
Irak'a kadar gittim.»
İmam Malik de, Said b.
el-Müseyyib'in: «Birtek hadis için günlerce ve gecelerce yolculuk yaptım»
dediğini nakletmiştir.
Yine, el-Hatib,
Ebu'î-Âliye'nin : «Rasulullah'm ashabından nakledilen hadisler duyardık,
gönlümüz razr olmazdı, kalkıp, bizzat kendilerine gider, dinlerdik» dediğini
rivayet etmiştir.
Şa'bi de bir konuda
fetva verdikten sonra, fetvayı sorana : «Sana, bunu hiçbir karşılık olmadan
verdik. Bir zamanlar, bundan çok daha basit bir şey için, ta Medine'ye
yolculuk yapılırdı» demiştir.
Darimî de, Büsr b.
Ubeydullah'm, birtek hadis için muhtelif şehirlere yolculuk yaptığını,
nakletmiştir.
Ebu Kılâbe ise; sırf,
acaba bir tek hadis işitebilir miyim diye, işi olmadığı halde üç gün Medine'de
kaldığını söylemiştir.[612]
Mesafelerin
uzaklığına, yolculuğun sıkıntısına, mal ve vasıtanın azlığına, rağmen ilk
asırlarda bunlar gerçekleştiğine göre, yolculuk sıkıntılarının ortadan kalktığı;
güçlüklerin kolaylaştığı, yolculuk vasıtalarının ve konforun son derece
bollaştığı asrımızda, neden bu tanışma ve kaynaşma gerçekleşirilemesin?
2- Sünnet'i
Nebevi'ye hizmet gayesiyle ortaya çıkan bu cemaatlara düşen diğer bir görev
de; sünnet ve hadislerin muhtelif cihetlerinde hizmet verecek birimler
oluşturmaktır. Bir birim, îslâm kültüründe, hadis ilimlerine dair eserlerin
neşrini üstlenirken; diğeri bu sahada şerh edilmemiş bulunan eserlerin şerhini
veya şerh edilmiş olupda, çok
muhtasar bulunanları genişletmek görevini yerine getirecektir. Böyle olan
eserlerin başında Müslim'in Sahih'i, İmam Ahnıed'in Müsned'i, Sünen-i Nesei ve
Sünen-i îbn Mâce gelmektedir. Bu arada, bir diğer birim de müşkil hadisler
üzerinde çalışacaktır. Hadislerde görülen bu problemler, bazen açık bir
şekilde farkedilebilir. Yahut da akla ve müşahedeye ters düşmekten ileri
gelebilir. Veya, tabiat ve astronomi ilimlerinin gelişmesi sonucu elde edilen
bulgularla çelişmekten ileri gelebilir. Bu birim, kapsamlı bir inceleme ve araştırmadan
sonra, ele alman konuda tek bir görüş oluşturacaktır. Böylece, bugünkü
müslüman gençler, müşkil hadisler
konusunda ileri sürülenleri cevaplarken, kültür ve düşünce farklılığı sonucu,
içine düştükleri fikrî bulanıklığa maruz kalmıyacaklardır.
İslâm düşmanları, ki
bunlara sünnet ve hadis düşmanları da denilebilir sünnete bu müşkil
hadislerden hareket ederek dil uzatmaktadırlar. Bugünkü müslüman gençler, bu
şüphelerden kendilerini uzak tutacak, kültürel birikime, hadis bilgisine ve
dinî gayrete sahip değillerdir.
Bu gençler, biz âlimlerin
boynundaki birer emanettir. Onları, bu şüphe ve kuşkularla başbaşa
bıraktığımız taktirde fitnenin kucağına atmış oluruz. İslâm'ın istikbâli bu
gençlere bağlıdır. Gücümüz nisbetinde, inançlarını korumak, fitnelerle
aralarında perde olmak en başta gelen görevimizdir.
Diğer bir birimin
görevi de, hadis ve hadis ilimleri üzerindeki çalışmaları, gençlerin anlıyacağı
bir seviyeye getirmektir. Hadis sahasında ihtisas yapan öğrencilere bile, ilk
hadis kaynaklarına müracaat etmek güç geliyor;
anhyamadıklan için
şerhleri okumakta sıkıntı çekiyorlarsa, hadis talebesi olmayanlar ne yapsın?!
Bu kolaylığın
sağlanması için, kapalı ifâdelerden uzak açık ve akıcı bir üslupla kitap ve
kitapçıklar yazılmalıdır. Hadis ve hadis ilimlerine dair çalışmalar, ancak, böyle
sevdi rilebilir.
3-Sünnet
ilimlerinde ihtisas yapan, severek, sünnet kitaplarım okumanın faydasına
inanan âlimler, önceki muhaddisler gibi bunu sırf Allah rızası için yapmalı;
mal ve vazife kaygusu ile bu işe kalkışmamalıdırlar.
Birisi, Sahihi Bulıarî'yi
sened ve metniyle okutmalı; bu arada, metinde geçen garib kelimeleri
açıklamalı, fıkhı ve ilmî bakımdan, psikolojik, ahlakî sosyal ve eğitim
yönünden hadislerden ne gibi sonuçlar elde edilebileceğine değinmelidir. Bir
başkası, aynı yöntemle Sahih-i Müslim'i okutmalıdır. Bu arada bir diğeri
mutabi ve şahid olarak kaydedilen rivayetlerdeki, hadis ilmi bakımından ortaya
çıkan inceliklere değinmeli, ihtiva ettiği ahlakî ve hukukî noktalan
belirtmelidir.
Aynı tarzda, Ebu
Davud, Neseî, Tirmizi, İbn Mace, Ahmed, Darekutnî (Sünen), Hâkim, Beyhâki,
(Sünen) gibi zatların eserleri de okutulmalı; imkan nisbetinde izahları
yapılmalıdır. Böylece hadis kitaplarının hepsi üzerinde, uzman bir âlim veya
bir grup mütehassıs çalışma yapmış olmalıdır. Ayrıca, bu derslerin halka açık
olan cami ve mescidlerde yapılmasında da büyük faydalar sÖzkonu-sudur.
Bu noktada, hadis
tedrisi ile uğraşanların geçimlerini nasıl temin edecekleri sorulabilir.
Geçmiş dönemlerdeki âlimlerimiz nasıl geçinmişlerse onlar da öyle geçineçeklerdir.
İlk devir âlimlerimizin büyük bir kısmı; hadis rivayeti, hatta ilm öğretme
karşılığında ücret almanın haram olduğu görüşündeydiler. Pekçok, tefsir,
hadis, fıkıh ve usûl âlimi, aza kanaat etmiş, Allah'ın vereceği mükafatla
yetinmişlerdir. Kaldı ki bugün, çok sayıda İslâm devletinin hazinelerinde bu
görevi karşılayacak kadar zekât ve diğer gelirler de mevcuttur. Allah'ın ihsan
.ettiği kaynaklardan, bu âlimlerin geçimim sağlayacak, hayatlarının idamesine
yetecek kadar meblağ da temin edilebilir. Hepsinin de ötesinde, İslâm
üniversitelerinin sahip oldukları mülkiyet de, bu âlimlerin ihtiyacını
karşılayabilecek güce sahiptir. Zaten, kitap ve sünnete hizmet etmek, İslâm devletlerinin
ve üniversitelerinin en büyük yükümlülüğüdür.
4- İslâm
üniversitelerinden her birerinin bütün ihtiyaçlarına yetecek kadar
konforu sağlamak suretiyle, bir grup samimi âlimi, kitap ve
sünnetin hizmetine tahsis etmesi gerekir.
Bu aynen gayrı müslim devletlerin yaptıkları gibi yapılmalı; ilmî
cemiyet mensuplarına ilgi göstermeli;
araştırma yapanların araç ve gereçleri tamamlanmalıdır. Batılılar
bundan dolayı büyük neticeler alabilmiş; faydalı çalışmalar
ortaya koyarak ilme büyük katkıda bulun abilmişlerdir.
5- İslâm
üniversitelerinin pek çoğu, hâlî hazırdaki durumlarıyla hiçbir branşta, hüküm,
fetva, hitabet ve vaaz sahalarında kendisine başvurulabilecek nitelikte
âlim yetiştirmemektedir. Bunun sebebi ise, İslâm'ın altın devirlerinde olduğu
gibi, eğitim ve Öğretimin, ilim için, ilim anlayışı üzerine bina edilmemesidir.
Bugün, üniversitelerdeki eğitim kap kaç esası üzerine kurulmuştur. Bunun nedeni
ise, devlet görevinde çalışabilecek, görevli memur ve öğretmen nesli
oluşturabilme kaygusudur.
Günümüzde
Üniversiteden mezun olan pek çok.kimseyi, yalnızca para ilgilendirmektedir.
Böylelerine devlet-işinde görev almasını sağlayacak bir diploma veya belge de
verilebilir. Hakiki manada öğretimi için seneler gereken ilimlerin tahsilinde,
saat veya saatcikler ne ifade edebilir ki? Dahası, hastalığı istisnasız bütün
İslâm üniversitelerini saran şu tezler, uzun uzun yazılan eserlerin ne
kadarından insanı müstağni kılabilir ki? Bunlar, ancak, bir fitil, lambadan;
bir damla, deryadan ne kadar müstağni kalabilirse, o kadarını yapabilirler.
Üniversitelerimizin,
kuruluş gayeleri, metodlan, eğitim ve öğretim yöntemleri konusunda, yeniden
kendilerini gözden geçirip, değerlendirmeye tâbi tutmaları, insanî bir
fazilet, edebî bir şecaat olacaktır. İstisnasız bütün üniversite yetkililerine
bu meyanda, Hz. Ömer'in, yargı ve edepleri konusunda, Ebu Musa el-Eşa'ri'ye
söylediklerini hatırlatıyorum : «Dün verdiğin bir hüküm, doğrasu sana
gösterildikten sonra, önceki kararını yeniden gözden geçirmene mani olmasın.
Zira, hakka dönmek, batılda ısrar etmekten çok daha hayırlıdır.»
Allah'ın salât ve
selâmı, efendimiz Muhammed. (s.a.s.)'e, O'nun âl ve ashabına olsun.
Muhammed b. Muhammed
Ebu Şehbe [613]
Bu bölüm, Abdülğâni
Abdülhâlık tarafından kaleme alınmış olup, yazar, ötedenberi sünnetin hüccet
oluşunu reddedenlerin ortaya attıkları dört temel kuşkuyu ele almakta ve
bunlara cevaplar vermektedir. [614]
Deniliyor ki; «Allah
Teâla kitabında «Biz, kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık,» [615]ve
«...Bu kitabı sana, herseyin bir açıklaması olarak indirdik,[616]
buyurmaktadır.
Bu âyet-i kerimeler,
Kur'an'm, dine tealluk eden her-şeyi, ve dinî hükümlerin tamamını içerdiğini
ifade eder. O'nun, dini her bakımdan izah ederek, tafsilatıyla ortaya koyduğunu
belirtir. Bu durumda, sünnet gibi başka bir şeyin, dini hükümlere kaynaklık
etmesine, onu açıklayıp tafsilâtını ortaya koymasına gerek kalmamıştır. Bunun
aksini savunmak; kitabın din konusunda yetersiz kaldığını ve herşeyin bir
açıklaması olmadığım söylemek olur. Böyle bir söz ise; Allah Teâla'nm bizzat
kendi haberine muhalefet etmesi demektir ki,- bu da imkansızdır.»
Cevap:
Herşeyden önce,
birinci âyet-i kerimede geçen «el-Ki-tâb» ile kastolunan, Kur'an-ı Kerim değil,
«Levh-i Mahfuz»dur. Çünkü, herşeyi içeren, bütün mahrukatı, büyüğü,
küçüğü, geçmişi hâli
ve istikbâli, bütün detaylarına varmcaya
kadar kuşatan O'dur.
Nitekim, Allah Rasulu., (s,a.s.) : «Kıyamete kadar, meydana
gelecek olan bütün hususlarda kalem kurumuştur (Yâni; herşey takdir
edilmiştir)» buyurmaktadır.
Ayet-i kerimeleri,
siyak ve sibaklarına göre anlamak ; gerekir. Dikkat edilecek olursa, ilk ayet-i
kerimenin Öncesinde, Allah Teâla : «Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve iki kanadı
ile uçan kuşlardan (ne varsa) hepsi sizin gibi ümmetlerdendir
(topluluklardır.)»[617]
buyurmuştur. Bunun arkasından, ayete verilecek en uygun mana bizim işaret
ettiğimiz manadır. Burada, hayvanlardan oluşan diğer ümmetlerle, insan
arasındaki benzerlik ise şu noktadadır. Hayvanların da, ömür, rızık, ölüm,
saadet ve meşakkat gibi bütün halleri, tıpkı insanmki gibidir.
Kitabu'1-Mah-fuz'da hepsi en ince detaylarına kadar tesbit edilmiştir.
Eğer bu âyette de,
Kitab'tan maksadın, ikinci ayeti kerimedeki gibi, Kur'an olduğunu kabullensek
bile, her iki ayeti de genel manada zahirlerine hamletmek mümkün olamıyacaktır.
Çünkü, bu, Kur'an'ın, ister dine tealluk etsin, ister dünyaya, her hükmün
tafsilatını ve izahını kapsadığı, hiçbir şeyi eksik, gedik bırakmadığını
söylemek olur. Aksi takdirde, Allah Teâla'nm kendi haberine muhalefet etmiş
olması icabeder. Kur'an'ın dünyevî meseleleri en ince detaylarına kadar
zikretmediği açık bir şekilde görülmektedir. Aynı şekilde, dinî hükümlerdede,
yalnızca, Kur'an'la yetinmenin ne kadar güç bir iş olduğu ortadadır. O halde
ayetleri zahirlerine hamletmekten kaçınıp te'viline yönelmek bir zarurettir.
Âlimlerimiz, bu
ayetleri muhtelif şekillerde te'vil etmişlerdir. Bazıları; Kitabın (Kur'an)
indirilmesin deki yegane gayenin Allah'ın bilinmesi, hükümlerinin insanlığa
sunulması ve dinin izah edilmesi, olduğundan hareketle, O'nun yalnızca, dinin
kapsamına giren herşeyi beyan ettiğini söylemişlerdir.
Ancak, burada söz
konusu olan «beyan» iki kısımdır :
a) Nass
yoluyla yapılan beyan : Bu da; Kitabın iti-kad esaslarını beyanı, Namaz, Zekât,
Oruç ve Hacc'm farz, alış veriş ve nikahın helâl, Faiz ve fuhşiyatm haram oluşunu
beyanıdır. Ayrıca, temiz ve pis olan yiyeceklerin hükümleriyle ilgili beyanı da
bu kısma girer.
b) Şârî'in,
kitabında, delil ve hüccet olduğuna itibar ettiği diğer delillere havale etmek
suretiyle yapılan, beyandır. Böyle olunca : Sünnet, icma', kıyas ve muteber
olan diğer delillerden herhangi birisinin beyan ettiği her hüküm de Kur'an
tarafından beyan edilmiş sayılır. Çünkü, bize o delilin meşruiyetini beyan
edip, bizi ona yönelten ve sevkeden, kendisiyle amel etmeyi üzerimize vacip
kılan Kur'an'dır. Eğer, O, bizi bu delile irşad etmemiş, gereği ile amel etmeyi
vacib kılmamış olsaydı ne biz bu hükmü elde edebilir ve ne de onunla amel
adebilirdik. Bu takdirde Kur'an, teşriin (yasamanın) esası olup, şer'î
hükümlerin tamamı O'na dayanmaktadır.
Bu meyanda İmam Şafiî,
şu görüşlere yer verir : «mü'minlerin başına gelebilecek her türlü hadiseye
dair, o konuda, doğru yolu gösterecek bir delil Kur'an'da mutlaka mevcuttur.
Zira, Allah Teâla şöyle buyurmaktadır. «Bu Kur'an, Rab'lerinin izniyle,
insanları karanlıklardan aydin-Iığa, (yâni) herşeye galip, (ve) övgüye layık
olan, Allah'ın, yoluna
çıkarman için, sana indirdiğimiz bir kitaptır.»[618]
«Sana da, kendilerine indirileni, insanlara açıklayasın diye Bikri indirdik.»,
«Sana bu kitabı, herşeyin bir açıklaması (beyan) bir hidayet ve rahmet,
müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.», «Aynı şekilde, sana da emrimizden
bir ruh vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir biîmiyordun. Fakat, biz onu,
kullarımızdan dilediklerimizi, kendisiyle hidayete kavuşturduğumuz bir nûr
kıldık. Muhakkak ki, sen doğru yola iletensin.»
.Burada beyan, usûl ve
furû ile ilgili herşeyi kapsayan bir kelimedir. Bu manalar için, en azından
söylenebilecek şey şudur : Kur'an, bu manaları aralarında tedavül eden
kimseler için bir beyandır. O zaten onların lisanı ile indirilmiştir. Beyan
nokta-i nazarından, bu manaların bir kısmı diğerinden kuvvetli olabilir. Fakat,
her halükarda, dili konuşanlar için anlaşılmaları yönünden seviyeleri birbirine
yakındır. Arap lisanını bilmeyenlerin yanında ise bu manalar birbirinden çok
farklıdır...
Allah'ın kitabında
verdiği hükümlere göre, kullarının ubudiyette bulunmaları için beyan edilenler
birkaç yönden ele alınabilir :
a) Bunlardan
bir kısmı, bizzat Kur'an'da, açıkça zikredilerek (nâs'la) beyan edilmiştir :
Namaz, zekât, hac ve oruç gibi, kulların üzerine düşen farizaların tamamı, açık
ve gizli fuhşiyatm hepsi, zina, içki, domuz eti, kan ve ölü eti gibi şeylerin
haram olduğunun açıklanması bu beyan çeşidi ile tesbit edilmiştir. Ayrıca,
Allah Teâla, ab-destin farziyeti ve daha başka buna benzer hususları, bizzat
nas ile beyan etmiştir.
b) Farziyeti,
kitabla hükme bağlanan, keyfiyetinin izahı ise peygambere bırakılan hususlar :
Namaz ve ze-katm miktarı, vakitleri vb. konular buna örnekdir.
c) Allah'ın
hakkında nas zikretmeyip, Hz. Peygam-ber'in sünnetiyle hükme bağlanan hususlar
: Allah Teâla. Kur'an-ı Kerim'de, Rasul'e itaati ve hükmüne müracatı farz
kılmıştır. Rasulullah'ın verdiği hükümleri kabul eden, Allah'ın bunu farz
kılmasından dolayı kabul etmektedir.
d) Allah
Teâla'nm, hakkında içtihadı farz kıldığı hususlar: Allah Teâla, bizzat farz
kıldığı konularda, nasıl kullarının itaatini deniyorsa, böyle durumlarda da,
onların ic-tihad hakkındaki tutumlarını
denemektedir. Nitekim,
âyetlerinde şöyle buyurmuştur : «Yemin olsun ki, içinizden cihad edenlerle, sabredenleri
belirleyinceye kadar ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar, sizi imtihan
edeceğiz.»[619] «Allah içhüzdeldleri
yoklamak, ve kalplertnizdekileri temizlemek için (böyle yaptı)...»[620]
«Umulur ki, Rabbınız, düşmanınızı helak eder ve onların yerine sizi yeryüzüne
hakim kılar da, nasıl hareket edeceğinize bakar.[621]
İmam Şafii sözlerine
şöyle devam eder :
«... (Bir diğer beyan
çeşidi de) Kur'an'da zikredilmeyen konularda, Hz. Peyganıber'in sünneti ile
koyduğu hükümlerdir. Bizim, bu kitabımızda, kaydettiğimiz, üzere Allah Teâla'nm
kullarına kitab ve sünneti öğrenmelerine, ilişkin, yaptığı tavsiyeler,
hikmetin, Hz. Peygamber'in sünneti olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte,
Allah'ın, Rasule itaati farz kıldığına, O'nun dindeki konumuna dair
zikrettiklerimiz de
bunu desteklemektedir. Kur'an'da bizzat zikredilerek farz kılınanların beyanı
ise şu şekillerde olur :
a) Kur'an'm
son derece açık bir şekilde beyan ettikleri : Bu durumda, Kur'an'm yanında
başka bir şeye ihtiyaç duyulmaz.
b) Gayet açık
bir şekilde farz kılınanlar:
Allah Teâla, Rasulune itaati farz kılmıştır. Binaenaleyh O da; Allah'ın
emri ile, farziyyetin niceliğini, kimlere farz olduğunu, ne zaman
farziyettinin icab edip, hangi durumlarda ortadan kalkabileceğini beyan eder.
c) Kur'an'da,
hakkında hiçbir nas bulunmayıp da, Hz. Peygamber'in sünneti vasıtasıyle beyan
edilenler: Sünnetteki herşey
Kitab'm beyanıdır. Allah'ın
kitabındaki farzların tamamını kabullenen bir kimse, O'nun, kullan
üzerine Rasulü'ne itaat etmelerini ve hükmüne müracaat edip, boyun eğmelerini
farz kılışından ötürü, Rasulullah (s.a.s.)'m
sünnetini de kabullenirler. Kim,
Rasulullah (s.a.s.)'m hükmünü kabullenirse, filhakika, Allah'ın hükmünü
kabullenmiş demektir. Çünkü Allah Teâla, O'na itaati farz kılmıştır.
Her nekadar, Yüce
Allah dilediği gibi[622],
muhtelif nedenlerden dolayı farz kılmak helâl veya haram etmek suretiyle hüküm
koysa da, Yine, Allah ve Rasulünün herbire-rinden hükümleri kabul etmenin
sebepleri farklı, farklı olsa da, Kur'an'daki hükümlerle, sünnetteki hükümleri
kabullenmek, aslında, herikisini birden Allah'tan kabullenmek anlamına
gelir.»
Bu son mütalaadan, Dr.
Tevfik Sıdkı'mn «İslâm Yalnızca Kur'an'dan İbarettir»[623]
adlı makalesindeki: Niçin, dinin bir kısmı Kur'an, diğer bir kısmı hadis olsun
ki? Bunun hikmeti, ne olabilir? Şeklindeki sorularına verilecek cevap
anlaşılabilir, Nakledildiğine göre, İmam Şafiî, birgün Mescid-i Ha-ram'da
otururken : Bana, ne sorarsanız sorun, cevabını Allah'ın kitabından
verebilirim, demiştir. Bunun üzerine birisi, ihramh iken, eşek arısı öldürmenin
hükmünü sormuş, îmam, bir şey gerekmiyeceğini, söylemiş, soru sahibi. Peki,
bu, Allah'ın kitabının neresinde? deyince, İmam : Allah Teâla : «Rasul size
neyi verirse onu alın...» buyuruyor, karşılığını vermiş ve şu rivayeti
zikretmiştir «Benim sünnetime ve benden
sonraki raşid halîfelerin sünnetine yapışınız.» Daha sonra da Hz. Ömer'in:
«îhramlı birisi, eşek arısı Öldürebilir» dediğini hatırlatmıştır. Böylece,
imam, üç delille, Allah'ın kitabından hüküm çıkararak, kendisine tevcih edilen
sorunun cevabını vermiştir. Benzeri bir rivayet de, döğme yaptıranlar hakkında
İbn Mesud (r.a.)'dan rivayet edilmiştir.
Hatırlanacağı üzere,
zina eden işçi ile ilgili hadiste, işçinin babası, Hz. Peygamber'e: «Bize,
Allah'ın kitabıyla hükmet» demiştir. Rasulullah (s.a.s.) da; Sizin, aranızda,
Allah'ın kitabıyla hüküm vereceğim» demiş, daha sonrada; işçiye bir yıl sürgün
ve sopa cezası, kadına da, itiraf ettiği takdirde, recm, cezası hükmünü
vermiştir. Buradan hareketle, el-Vahidî: «Allah'ın kitabında ne recm ve ne de sürgün
cezası zikredilmemektedir. Öyleyse bu, Ra-sulullah'-m verdiği bütün hükümlerin,
tıpkı, Kur'an mesabesinde olduğuna delalet eder» demektedir.[624]
2- Ayet-i
kerimelerin bir diğer te'vili ise şöyledir : Kur'an bir bütün olarak, dine
tealluk eden hiçbir şeyi eksik bırakmamış, detaylarına işaret etmeksizin,
şeriatın temel prensiplerini beyan etmiştir. İbadet ve muamelata dair
hususların, araştırılıp, tesbit edilmesi esnasında müc-tehidlerin istinbatta
bulunabilmeleri için bunun yeterli olmadığı malumdur. Bu yüzden, mutlaka,
mücmeli tafsil edip açıklayan bir kaynağa müracaat etmeleri gerekmektedir.
Sünnetin teşri'de müstakil oluşundan bahsederken, bu konu üzerinde
durulacaktır.
Ebu Süleyman
el-Hattabi, «Mealimu's-Sünen» adlı-eserinde, Süneni Ebu Davud'u dinlerken,
îbnu'l-Arabi'nin, eliyle önündeki nüshaya işaret ederek, şöyle dediğini nakleder
: «Eğer bir kimsenin yanında, Allah'ın kitabı, ve bir de şu kitap (Ebu Davud'un
Süneni) bulunsa, ilim konusunda, asla, başka bir şeye ihtiyaç duymaz» İbn
Arabi, sözünde yerden göğe kadar haklıdır. Zira, Allah Teâla, kitabını
herşeyi açıklamak üzere göndermiş ve «Biz kitapta, hiçbirşeyi eksik bırakmadık»
demiştir. Allah Teâla, dinin kapsamına giren her konuyu, Kur'an'ın içermekte olduğunu
haber vermiştir. Şu kadar var ki, beyan iki şekilde olur:
a) Beyan-ı
Celi (Açık beyan) : Bizzat nass zikredilerek* yapılan beyandır.
b) Reyan-i
Hafi (Gizli beyan) : Kur'an lafızlarının zımnen ifade ettiği manalardır. Bu
çeşidin etraflıca izahı,
Hz. Peygamber'e
bırakılmıştır. Allah Teâla'mn : «İnsanlara! lindirileni, kendilerine
aeıklayasin diye, sana da kitabı verdik, umulur ki tefekkür ederler» âyetinin
ifade ettiği mana da budur. Kitab ve Sünneti, her ikisini birden idrak eden
kimse beyanın iki yönünü de elde etmiş olur.
3- Ayetlerin
bir başka şekilde tevili konusunda, müfessir Alûsi bazı âlimlerin şu görüşünü
nakleder : İşler, dinî ve dünyevî olmak üzere iki kısımdır. Dünyevî olanları
ile, Peygamber'in bir ilgisi yoktur. Çünkü, onlar için gönderilmemiştir. Dinî
olanlar ise : Ya aslî'dir veya ferî'-dir. Aslî konuların yanında ferî
meselelerin pek ehemmiyeti yoktur. Zira herşeyden önce, peygamberlerin
gonde-rilmesindeki yegane hikmet tevhid ve benzen hususlardır. Dahası, kullar,
Allah'ı bilmek için yaratılmışlardır. Nitekim Allah Teâla : «Ben, insanları ve
cinleri. a*3cak, bana, kulluk etsinler diye yarattim.»[625]
buyurmaktadır. Müfessirler buradaki «kulluk» kelimesini «marifet; Allah'ın
bilinmesi» olarak yorumlamışlardır. Ayrıca, tasavvuf ehlinin sahih kabul
ettiği, meşhur bir kudsî haberde de : «Ben gizli bir hazine idim. Tanınmayı
arzuladım ve bu maksatla mahîukatı yarattım»[626]
denilmektedir. Kur'an-ı azimüşşâri, dinin aslî meselelerini, en kâmil bir
şekilde tekeffül etmiştir. Ayette geçen «herşey» den maksat da bu olsa
gerektir.» [627]
Sünneti inkâr
edenlerin, bir diğer iddiaları da şudur : «Allah Teâla «Kur'an'ı biz indirdik.
O'nu muhafaza edecek olan da biziz» buyurmaktadır. Bu ayetin ifade ettiği mana;
Allah'ın yalnızca, Kur'an'm muhafazasını tekeffül ettiğidir. Sünneti değil.
Eğer, sünnet de, Kur'an gibi, hüccet ve delil olmuş olsaydı, Allah Teâla,
mutlaka, O'nu da koruması altına alırdı.»
Cevap :
Allah Teâla,
kitabıyla, sünnetiyle, bütün şeriatı muhafaza etmeyi tekeffül etmiştir. Şu
sözü de, buna delâlet etmektedir : «Allah'ın nurunu ağızlanyle söndürmek istiyorlar.
Allah ise : Kâfirler istemese de, nurunu tamamlamayı murad etmektedir»[628]
Allah'ın nurundan maksat, O'nun şeriatı, kulları için hoşnud olup, onları,
kendisiyle mükellef tuttuğu dindir. Bu din insanların maslahatlarını
içermektedir. Zira, Allah Onu; gerek Kur'an ve gerekse Kur'an dışında
gönderdiği vahiyle, Rasulune inzal etmiştir. Ta ki, insanlar onunla amel
ederek dünya ve ahirette saadet ve hayırlarına olan şeylere erişebilsinler.
Allah Teala'nm :
«Zikri biz indirdik, O'nu koruyacak olan da biziz» sözüne gelince; ayetin
metnindeki «lehu» zamiri hakkında iki görüş ileri sürmüşlerdir :
a) Bu zamir,
Hz. Muhamrned (s.a.s.)'e işaret etmektedir. Eğer böyle anlaşılacak olursa,
ayet-i kerimeden kendilerine delil getirmelerine imkân yoktur. (Zira bu durumda,
kastolunan, Kur'an değil, Peygamber (s.a.s.)
olmuş olur.)
b) Zamir,
daha önce geçen «ez-Zikr» kelimesine işaret etmektedir. Eğer «Ez-Zikr»i de,
kitap ve sünnet ile beraber, şeriat'm tamamı olarak yorumlarsak, yine O'nunla
delil getirmelerinin imkânı kalmayacaktır. Kur'an olarak tefsir etmek durumunda
kalırsak, o zaman da,
ayette, Kur'an dışındakilere nisbetle hakiki bir tahsisin varlığını
söylemekten kurtulamıyacağız. Çünkü, Allah Teâla, Kur'-an'dan başka, daha
pekçok şeyi muhafaza etmiştir. Örneğin, Rasulullah (s.a.s.)'ı ölümden ve
hileden korumuş, kıyamete kadar, arş, gökler ve yeri yok olup gitmekten
muhafaza buyurmuştur. Şayet, buradaki tahsis izafi olup, özel bir şey (Kur'an)
için ise, bu durumda, ona işaret eden karine veya delil olması gerekir.
Halbuki, ister sünnet olsun, isterse başka birşey, böyle bir delil söz konusu
değildir. Metindeki «lehu» câr ve mecrurun öne alınması da, hasr için olmayıp,
ayetler arasındaki münasebetten dolayıdır.
Dahası, ayet-i
kerimede, özel bir şeye nisbetîe izafi bir hasr bulunsaydı, bu sünnet olamazdı.
Çünkü, Kur'an'in muhafazası, sünnetin korunmasına dayanmakta ve bunu
gerektirmektedir. Çünkü, sünnet, Kur'an'm en sağlam ka-r leşi ve kalkanı en
güvenilir muhafızı ve en açık sarihidir. O, Kur'an'ın mücmelini tafsil,
müşkilini tefsir, müphemini tavzih, mutlakmı takyid ve has ifadelerini
genelleştirir. Bununla birlikte O'nu, hevâlarına uyan ve abesle iştigâl
edenlerin keyfi te'villerinden korur. Do.layisıyle, sünnetin muhafaza edilmesi,
Kur'an'ın korunmasının bir gereği ve yine O'nun korunması, Kur'an'ın muhafazası
demektir.
Allah Teâla, aynen
Kur'an'ı muhafaza buyurduğu gibi, sünneti de muhafaza etmiş, bunun bir sonucu
olarak da, her ne kadar, ümmetin her ferdi tek tek tamamını öğremnese de, İslâm
ümmetinin bütününe sünnetin hiçbir unsuru gizli kalmamıştır.
İmam Şafii, Arap
dilinden söz ederken şu görüşlere yer vermiştir : «Arap dili, lisanlar
arasında, en fazla lafız ve en geniş manaları içeren bir dildir. Peygamber'in
dışında, bu dilin bütününü ihata eden birisini bilemiyoruz. Ancak dilin hiçbir
şeyi Onu konuşanların tamamına gizli kalmamıştır. Binaenaleyh, dili bilen
kimsei yoktur denilemez (Yani, bir dili konuşanların, o dil hakkındaki tek tek
bilgileri bir araya gelince dilin bütünü ortaya çıkar) Arapların lisan
bilgisi, fukahanm sünnet bilgisi gibidir. Hiçbir şeyi kendisine gizli kalmamak
üzere, sünnetin tamamını ihata eden birisini bilmiyoruz. Fakat, sünnet
âlimlerinin hepsi bir araya getirilince, sünnet ilminin tamamı elde edilmiş
olur. Herbirerinin bilgisi ayrılınca, bazısı bir kısmından yoksun kalır. Ama,
ona gizli kalan, başka birisinin yanında mutlaka mevcuttur.
.Sünnet âlimleri
derece derecedir. Bir kısmı, sünnetlerin çoğunu bilmektedir. Bazıları, daha
azmin bilgisine sahiptir. Sünnetlerin çoğunu bilen birisinin, bilmediğini,:
ille de kendi düzeyinin üstün dekilerden öğrenmesi diye bir zaruret yoktur.
Pekâla kendi seviyesinde olanlardan da öğrenebilir. Neticede de, bütün bir
sünnet bilgisini elde eder. Sünnetlerin tamamı hususunda, âlimlerin cümlesi
tek bir fert gibidir. Ama, her bireri, belledikleri sünnet oranında derece
derecedirler.»[629]
Allah Teâla, kitabını,
her asırda, bir önceki nesilden diğerine nakledecek, çok sayıda güvenilir
hafızlar yarattığı gibi, aynı şekilde, sünneti için de, bir o kadar, belki de
daha fazla itimada şayan insanlar yetiştirmiştir. Bu insanlar, ömürlerini
sünneti tetkike vakfetmişler, kendileri gibi adil ve güvenilir kimseler
vasitasiyle (isnadla) hadisleri, Rasulullah (s.a.s.)'dan nakledegelmişlerdir.
Sonunda, sahihini sakinimden ayırarak, her türlü şüpheden ari ve herçeşit
şaibeden beri olarak bize kadar ulaştırmışlardır. Bu durum, bütün berraklığı
ile ortadadır. Böylece sünnet, hilebazların şüphelerine ve münafıkların
saptırmalarına karşı keskin bir kılıç, her zaman zındıkların gözünde bir
pıtrak ve mülhidlerin boğazında bir düğüm olmuştur.
Allah Teâla, aynen
Kur'an'ı koruduğu gibi, Rasulunun sünnetini de muhafaza buyurmuştur. O'nu kitabının
kalesi ve kalkanı, bekçisi ve sarihi kılmıştır.
Hiç şüphesiz, İslâm
düşmanlarının, sünnetin hüccet oluşunu ibtal etmekteki yegane gayeleri dini
yıkmaktır. Fakat, «Kafirler hoşlanmasalar da, Allah nurunu tamamlamayı
dilemektedir,» [630]
Bir diğer iddiaları da
şudur : «Sünnet hüccet olsaydı, Hz. Peygamber, yazılmasını emreder. Sahabe ve
tâbiûn da, cem' ve tedvini için gerekli girişimlerde bulunurlardı. Çünkü,
sünnetin hüccet oluşu, ona, gereken ihtimamın verilmesini; korunması için icab
eden titizliğin gösterilmesini ve bu uğurda gerekli çalışmaların yapılmasını
zorunlu kılar. Zira, böylece sünnet, tahrif ve tebdilden, unutularak kaybolup
gitmekten ve ehliyetsiz kimselerin, onda, hata etmelerinden korunmuş olur. Bu
ise; ancak, gelecek nesillerin, subutu kati bir tarzda, onu, elde etmelerine
imkan sağlamakla mümkündür, subutu zaıınî olanlarla ih-ticaeta bulunmak doğru
değildir. Nitekim, Allah Teâla : «Bilmediğin şeyin peşine düşme», «onlar ancak,
zanna tabi oluyorlar» buyurmaktadır. Subutunun kati olabilmesi ise; ancak ve
ancak, Kur'an'da olduğu gibi, yazıya geçirilmesi ve tedvin edilmesi ile
mümkündür. Fakat, böyle yapılmamıştır. Çünkü, Rasulullah (s.a.s.) yalnızca,
hadislerin yazılmasını emretmemekle kalmamış, daha da ileriye giderek
yazılmalarım yasaklamıştır. Önceden yazılmış bulunanların da imha edilmesini
emretmiştir. Sahabe de aynı tarzda hareket etmişler, hadis rivayetinden kaçınmakla
kalmayıp, başkalarını da çok hadis rivayet etmekten menetmişlerdir.
Aralarından bununla iştigal edenler de çok az rivayette bulunmuşlardır.
Sünnetin yazım ve
tedvini ise, hata, nisyan, tebdil ve tağyirin arız olmasına imkan verecek kadar
uzun bir müddet geçtikten sonra gerçekleştirilmiştir. Bu da, bir kısmında
şüphelere yol açıp, katiyyetine bölge düşürmüş ve O'nu itimada şayan olmaktan
uzaldaştırmıştır.»
Hasih, Rasulullah'm,
sahabe ve tabiun'un davranışları, şariin, sünnetin kati bir şekilde sübutunu
murad etmediğine en açık delildir. Aynı zamanda bu irade, şariin nazarında,
sünnetin muteber bir delil olmadığının ve hüccet olarak kullanılamıyacağınm da
bir delilidir. İddiamız şu rivayetler tarafından da açık bir şekilde teyid
edilmektedir :
e Ebu Said el-Hudri,
Hz. Peygamber'in şöyle dediğini haber vermiştir : «Benim sözlerimi yazmayınız,
kini, benden, Kur'an dışında birşey yazmışsa, onu derhal yok etsin. Benden,
rivayette bulunmanızda ise bir mahzur yoktur. Kim, bana yalan isnâd ederse
cehennemdeki yerine hazırlansın.» (Müslim)
•Yine, Ebu Said
el-Hudri şöyle demiştir : «Biz oturmuş Rasulullah (s.a.s.)'dan işittiklerimizi
yazıyorduk. Bu arada, Rasulullah çıkageldi ve : «Ne yapıyorsunuz?» dedi.
«Senden işittiklerimizi yazıyoruz» diye karşılık verdik. Bunun üzerine :
Allah'ın kitabının yanında, başka bir kitap daha mı istiyorsunuz? O'nu herşeyden
tecrid edin» buyurdu. Bizler de, yazdıklarımızın hepsini bir araya topladık
ve ateşleyip yaktık. Sonra da; «Ey Allah'ın, Rasuluî senden hadis rivayet
edebilir miyiz?» diye sorduk, O da : «Evet, İsrail oğullarından da, rivayette
bulunmanızda bir sakınca yoktur. Çünkü, sizin onlardan rivayette bulunduğunuz
şeylerin, daha da garipleri onlarda vardır» karşılığını verdi.» (Müsned-i
Ahmed)
•Muttalib b. Abdullah
b. Hantab şöyle demiştir; «Birgün, Zeyd b. Sabit Muaviye'nin huzuruna girdi,
Mua-viye O'na bir hadis sordu. Zeyd, hadisi haber verince de birisinden onu
yazmasını istedi. Bunun üzerine Zeyd; «Rasulullah, bizlere, hadisleri
yazmamamızı emretmişti» diye hatırlattı. Muaviyede isteğinden vazgeçip, yazıyı
sildirdi.» (Sünen-i Ebu Davud)
• Kasını b. Muhammed
şöyle demiştir : «Hz. Aişe diyor ki: Babam, Hz. Peygamber'in beşyüz kadar
hadisini bir araya getirmişti. Bir gece O'nu çok sıkıntılı bir halde gördüm.
Ben O'nun bu durumundan husursuz oldum ve bir rahatsızlığından dolayı mı yoksa
kötü bir haber nedeniyle mi kederlendiğini sordum. Sabahleyin, yanımda bulunan
hadisleri getirmemi istedi; ben de, götürdüm. Ateş istedi ve onları yaktz.
Sonra da «içerisinde kendilerine itimad ettiğim kimselerden rivayetler vardı.
Düşündüm de; onlar, ashnda bana rivayet ettikleri gibi olmayabilir.
Binaenaleyh, onları üstüme almaktan endişe ettim. Onlar senin yanında iken ölüp
gitmekten korktum dedi.» (Hâkim)
• Aynı rivayetin,
başka bir varyantında ise şu ilâve yer almaktadır : «...Burada benim
kaydetmediğim bir hadis olabilir. O zaman insanlar : Eğer, Hz. Peygamber bunu
söylemiş olsaydı, Ebu Bekir'in bundan haberi olması gerekirdi, derler. Bilemem,
belki de, ben size naklettiğim rivayetleri harfi harfine işitmemiş olabilirim.»[631]
(Muntahab-û Kenzi'l-Ummâl) Hz. Peygamber'den işittikleri
Ez-Zehebî
«Tezkiretû'I-Huffaz» adlı eserinde, Hâkim tarikiyle nakletmiş ve sahih
olmadığını söylemiştir.
Yine O, aynı eserinde
şunu kaydeder : İbn Ebi Mûley-ke'den gelen bir rivayete göre : Hz. Ebu Bekir
(r.a.) Rasulullah (s.a.s.)'m vefatını müteakib insanları toplamış ve onlara
şöyle demiştir : «Sizler, Hz. Peygamber'den hadis rivayet ediyor ve onlarda da
ihtilafa düşüyorsunuz, sizden sonrakilerin ihtilafı ise daha fazla olacaktır.
Bunun için, Rasulullah (s.a.s.)'dan hiçbirşey rivayet etmeyin. Kim sizden,
rivayette bulunmanızı isterse, O'na; aramızda, Allah'ın kitabı var helâlim
helâl, haram kıldıklarını da haram olarak kabul edin, deyin.»[632]
• Karaza b. Ka'b da şöyle demiştir: «Bizler, Irak'a gidiyorduk. Hz, Ömer de bizimle
birlikte «sırâr» mevkiine kadar geldi ve azalarını ikişer kere yıkamak
suretiyle bir abdest aldı. Sonra da : Sizinle, niçin yürüdüğümü biliyor
musunuz? diye sordu. Evet, Allah Rasulu'nun ashabı olduğumuzdan dolayı,
bizimle yürüdün, dedik. Bunun üzerine O : «Kuşkusuz siz Kur'an okurken an
uğuldaşir gibi uğuldaşan bir beldeye gidiyorsunuz. Onları hadislerle Kur'an'dan
alıkoyup meşgul etmeyin. Rasulullah'tan hadis rivayetini azaltın Kur'an'ı
herşeyden tecrid edin, haydi şimdi gidin,» dedi. Karaza, Kufe'ye geldiği vakit,
hadis rivayet etmesini istemişler. O : «Ömer, bize bunu yasakladı» karşılığını
vermiştir (İbn Abdilberr Câmi-u Beyâni'l-İlm. Ez-Zehebi de muhtasar olarak
kaydetmiştir.)
• «Ebu Hureyrc
(r.a.) ye : «Sen, Ömer (r.a.) zamanında da, böyle
rivayette bulunabiliyor muydun?» diye
sormuşlar, O da «Eğer ben, Ömer devrinde, şimdiki gibi rivayette bulunsaydım,
beni sopalardı, demiştir.» {Ez-Zehebi, Tezkiretû'l-Huffaz)
• Şu'be, Sa'd b. İbrahim'den, O da, babasından,
Hz. Ömer'in, hadis rivayetinde çok ileri gittikleri gerekçesiyle, İbn Mesud,
Ebu'd-Derdâ ve Ebu Mesud el-Ensari'yi hapsettiğini, rivayet etmiştir.
• Urve b.
Zübeyr, şöyle demiştir : «Ömer b.
el-Hat-tâb, Sünnetlerin yazılmasını istedi ve bu konuda, ashâb ile istişare
etti. Onlar da, yazılması yönünde görüş beyan ettiler. Ömer (r.a.) bir ay
süreyle, Allah Teâla'ya istiharede bulunduktan sonra, Allah O'nun kalbinin bir
yönde itminan bulmasına yardım etti ve bir sabah O; «Ben, sünnetlerin
yazılmasını istiyordum. Fakat, sizden önceki birtakım milletleri hatırladım.
Onlar, bazı kitaplar yazmışlar ve Allah'ın kitabını terkederek, onların üzerine
üşüşmüş-îerdi. Allah'a yemin olsun ki, ben O'nun kitabına hiçbir şeyi
karıştırmak istemem» dedi.» (Beyhâki, «El-Medhal», İbn Abdilberr, Câmîu
Beyânil-ihn.)
• İbn
Vehb, İmam Malik'in şöyle dediğini haber vermiştir : «Hz. Ömer, hadisleri yazmak istemiş veya yazdırmıştı.
Bilâhere, Allah'ın kitabı ile birlikte, başka bir kitabın daha olamıyacağım
söyledi.»
İmam Mâlik, îbn
Şihab'm, yalnızca, kavminin nesebini içeren bir kitaba sahip olduğunu, zira, o
zamanki hadisçilerin yazma adetlerinin bulunmadığını, söylemiştir. O vakit
âlimler, yalnızca ezberlerlermiş. Yazanlar da, ezberliyebilmek için yazar,
sonra da onu imha ederler- . miş.» (İbn Abdilberr.)
9 Yahya b. Ca'de'den : Kz, Ömer'in, bir ara, sünnetlerin yazılmasını arzu
ettiği, ama, daha sonra, yazılmaması gerektiği kanaati kendisinde hasıl
olarak, şehir merkezlerine yolladığı bir tamimle; yarımda, yazılı hadis
bulunanların, onları imha etmelerini, istediği rivayet edilmiştir... (İbn
Abdilberr.)
• Cabir b. Abdullah b. Yesar, Hz. Ali'nin bir hutbesinde
: «Yanında, yazılı hadis sahifesi
bulunan herkesin, onları imha etmesini
istiyorum. Zira, Önceki milletler, âlimlerinin sözlerine tâbi olup,
Allah'ın kitabını terkettikleri için helak olmuşlardır.» dediğini haber
vermiştir. (İbn Abdilberr)
• Ebu Nadra, şöyle demiştir : «Ebu Said el-Hudri (r.a.)'ye «Hadisleri bize yazdırır
mısınız? diye sorulmuş, Oda; «Hayır, yazdırmayız. Biz, nasıl Rasulullah'tan
aldıy-sak, siz de, öylece, bizden alın, demiştir.» (İbn Abdilberr)
Başka bir varyantında
ise : «Senden işittiğimiz hadisleri, yazabilir miyiz?» dedik. «Hayır, yoksa
siz onları, mushaflar haline getirmek mi istiyorsunuz? Peygamber (s.a.s.)
bizlere konuşur, biz de ezberlerdik. Biz, nasıl ezberlediysek, sizler de öylece
ezberleyin» dedi. (İbn Abdilberr.)
• Cabir (r.a.)
şöyle demiştir : Ebu Said
el-Hudri (r.a.) ye : «Sen bize, Hz. Peygamber'den güzel hadisler rivayet
ediyorsun. Biz ise : Onlara birtakım ilavelerde bulunmaktan veya bazı şeyler
çıkarmaktan korkuyoruz, dedim. O da : Siz hadisleri, Kur'an mı yapmak
istiyorsunuz? hayır, hayır. Biz, Rasulullah'tan nasıl almışsak, sizde, bizden
öylece alın» dedi, (İbn Abdilberr)
• Ebu Kesir,
Ebu Hureyre (r.a.) nin : «Biz, hadisleri
ne yazar, ne de yazdırırdık, dediğini haber vermiştir.
• İbn
Abbas'tan da : «Biz ilmi (hadisleri)
ne yazarız ve ne de yazdırırız» dediği rivayet edilmiştir.
0 İbn Abbas'm
hadisleri yazmaktan nehyettiği, ve : «sizden evvelki milletler, yalnızca, bu
tür kitaplarla ilgilenmişlerdir» dediği rivayet edilmiştir.
• Ebu Bürde de;
babasından pek çok kitap yazdığım, birgün babasının onları isteyerek, su ile
sildiğini, söylemiştir.
• Süleyman b. el-Esved el-Muharibî ise; îbn Me-sud'un
hadislerin yazılmasından
hoşlanmadığını, haber vermiştir,
• Esved b.
Hilâl de şöyle demiştir : «Abdullah b. Mesud, içerisinde hadis yazılı
olan bir sahife getirdi. Su isteyerek, Onu yıkayıp, üzerindeki yazılan sildi.
Sonra da, yakılmasını istedi. Arkasından «Allah aşkına, yanında yazılı sahife
bulunan birini bilen varsa, onu bana söylesin. Eğer, o sahifenin tâ, Hind
diyarında olduğunu bilsem, kalkar, oraya
giderim. Çünkü, sizden önceki, kitap ehli, Allah'ın kitabına yüz çevirdikleri
için, helak olmuşlardır» dedi.»
• Abdurrahman b. Esved, babasının şöyle dediğini rivayet etmiştir;
«Alkame ile birlikte, bir sahife bulduk ve doğru îbn Mesud'un yanına gittik. Bu
sırada vakit, öğle sulan olduğu için, kapıda bir müddet oturduk. Sonra cariyesine
: Bak, bakalım kapıdakiler kim? dedi. Alkame ile Esved, diye karşılık verdi.
Öyleyse, müsade et de, içeriye girsinler, dedi içeriye girdik. Bize : çok
beklemişe benziyorsunuz, dedi. Evet, dedik. Peki, neden izin istemediniz?
deyince. Uykuda olduğunuzu zannettik diye karşılık verdik. Bunun üzerine.
Hakkımda, böyle düşünmenizden hoşlanmam. Zira bu vakit öyle bir vakit ki, biz
onu gece namazıyla kıyas ederdik, dedi. Bir müddet sonra, biz sahi-feyi
çıkartarak : şu sahifede güzel bir hadis var bir bakar mısınız? dedik. Hemen,
cariyesinden bir tas su isteyerek, onu eliyle silmeye başladı. Biryandan da,
Allah Teâlanm :' «Biz sana kıssaların en güzelini haber verdik» ayetini okuyordu.
Biz : Bak hele, onda çok enterasan bir haber var, dediysek de, O, hiç aldırış
etmeden, bir yandan onu silmeye çalışıyor, bir yandan da; «Bu kalpler, birer
kap misalidir, onları Kur'an'la meşgul edin, başka şeylerle oyalamayın
diyordu.» (İbn Abdilberr)
•Ebu Bürde şöyle demiştir : «Ebu Musa, bizlere hadis rivayet ediyordu. Onları,
yazmaya yeltendik, Benden işittiklerinizi mi, yazacaksınız? dedi. Evet,
karşılığını verdik. Getirin, onları bana dedi ve su isteyerek, onları sildi
sonra da : Biz nasıl ezberîediysek, sizler de öylece ezberleyin, dedi.» (İbn
Abdilberr)
• Said b. Cûbeyr de şöyle demiştir : «Kûfelilere birtakım meseleleri yazmıştım. Orada,
İbn Ömer'le görüşmek istiyordum. Nihayet O'nunla karşılaştım. Mektuptan haberi
olup olmadığını sordum. Eğer, yanımda yazılı bir-şeyler bulunduğundan
haberi olsaydı, aramızda
iş biterdi.» Başka bir rivayette ise :
«Biz, bazı konularda
ihtilaf eder, onları da yazardık. Sonra ben, onları İbn Ömer'e götürür, gizli
gizli yazdıklarımıza bakarak, sorardım. Şayet, onların yazılı olduklarım
farketse, aramızda iş biterdi.» demiştir.» (İbn Abdilberr)
•Mesruk'un, Alkame'den
bazı fıkhı meseleleri yazı-vermesini istediği, O'nun da, yazmanın mekruh
olduğunu hatırlatarak karşı çıktığı, bunun üzerine, Mesruk'un yalnızca,
ezberlemek maksadıyla yazmayı arzuladığı, rivayet edilmiştir.
• İbn Şirin, Ubeyde'ye
: «Senden işittiklerimi yazabilir miyim? diye sormuş O da : Hayır, cevabını
vermiştir. Peki, hadislerin yazılı olduğu bir kitap bulursam, O'nu, sana
okuyabilir miyim? demiş, yine, hayır, karşılığım vermiştir.» (İbn Abdilberr)
• İbrahim de
şöyle demiştir : «Ubeyde'nin rivayetlerini
yazıyordum. Bana : Benden
duyduklarınızı, kitap haline getirerek, ebedileştirmeyin» dedi.
• Ebu Yezid, el-Muradî de, Ubeyde'nin ölüm döşeğinde iken bütün yazdıklarını
isteyip, imha ettiğini, haber vermiştir.
• Nu'man b. Kays da şöyle demiştir : «Ubeyde, Ölmeden önce, yazdıklarını istedi ve
onları imha etti. Kendisine müdahale edilmek istenince de : Bir neslin, gelip,
onları maksatlarının dışında kullanmalanndan endişe ediyorum, dedi.»
• Kasım b. Muhammed ve Said b. Abdülazizin de asla hadis yazmadıkları,
rivayet edilmiştir.
• Şa'bi de : «Ne beyaz bir kağıda çizgi çizdim, ne de bir hadisi
iki kere tekrarlattım» demiştir. Başka bir rivayette ise : «Eğer ehli olanlar,
ezberlememiş olsalardı, bir hayli hadisi unutmuş olacaktım» demiştir.
• İbrahim en-Nehaî'nin de, hadislerin yazılmasını kerih gördüğü ve : «Hadisleri
yazmayın, aksi taktirde gevşekliğe düşersiniz» dediği rivayet edilmiştir.
•İshak b. İsmail et-Tâlekani şöyle demiştir : «Cerir b. Abdulhamid'e Mansur b. el-Mu'temir'in
hadislerin yazılmasını kerih görüp, görmediğini sordum. Evet, Mansur, Muğire
ve Ameş hepsi de hadislerin yazılmasından hoşlanmazlardı, dedi.»
• Yahya b. Said ise şöyle demiştir: «Bir zamanlar, insanların kitabetten sakındırdıklarını
görmüştük. Şimdi, onların hepsi hadis oluverdi. Eğer biz, yazacak olsaydık.
Said'in ilminden ve rivayetlerinden çok şeyler yazardık.»
® El-Evzâî de şöyle demiştir : «Bir zamanlar bu ilim, çok kıymetli ve değerli bir
şeydi. O vakitler, insanlar, birbirleri ile karşılaşmaları ve müzakereleri
esnasında, sözlü olarak onları naklederlerdi. Ne zaman ki, kitaplara geçti. O
vakit, hem nuru kayboldu, hem de, ehli olmayan kimselerin eline düştü.»
İbn Salah
«Ulumu'l-Hadis» adlı eserinde, el-Evzâî'nin bu sözünü şöyle nakleder : «Bu
ilim, insanlar onu mülakat yoluyla tahsil ederlerken çok değerliydi. Ne vakit,
kitaplara geçti. O zaman ehli olmayanlar ona karıştı.»
Cevap :
Bu şüpheler, birkaç
meseleyi birden içine almaktadır. Bunları ileri sürenler, hak yoldan çıkmış,
doğru yoldan alabildiğine uzaklaşmışlardır. Bu itibarla, bize de, onları
mesele mesele açıklamak, herbirerindeki hata ve yanlış düşünceleri ortaya
koymak düşmektedir. Böylece, ileri sürülen şüpheler, her yönüyle izah edilsin,
bâtıl oldukları ortaya çıksın ve okuyucularımız onların yanlışlığına iyice
kani olsunlar, [633]
Hüccet olabilecek
delillerin, muhafaza edilip, korunmasında, yegane dayanak, onları, adil ve
güvenilir olan kimselerin, yine kendileri gibi, aynı vasıfları taşıyan
kimselerden nakledegelmeleridir. İster bu nakil, rivayetlerin lafızlarını
ezberlemek, isterse yazmak yoluyla olsun. Yahut da manasına net bir şekilde
delâlet edecek lafızlarla, yani mana yoluyla rivayet edilsin farketmez. Bu üç
şekilden hangisiyle olursa olsun adalet şartı kamilen bulunduğu sürece, delil,
güvenilirliği haizdir. Eğer, bir de, bu üçü birden, adalet şartıyîe birleşecek
olursa o taktirde, delilin korunması en ideal biçimde gerçekleşmiş demektir.
Fakat, bu üç unsur bulunmasına karşın, adalet şartı olmasa, bu taktirde,
onların birleşmesi hiçbir mana ifade etmez. Zira, böyle bir durumda, delilin
tahrif edildiğinden emin olamayız. Hele yazma işi de ezberden olduğu, yazılı
nüshayı rivayet edenin adaletine de bakılmadığı durumlarda, biz o yazılı
nüshaya asla itimad edemeyiz. İşte, Yahudi ve Hristiyanlar, Tevrat ve İncili
yazdıkları halde, onlarda nasıl tahrifat yapıldığım hepimiz biliyoruz. Bu,
onların yazım esnasında adalet şartını aramamalarından kaynaklanmıştır. Bu
nedenle, bugün, her iki kitapta bulunanlardan herhangi bir şeyin sıhhatini
kestirip atamıyoruz. Bilâkis, asıllarına muhalif olduklarını kesin bir şekilde
söyleyebiliyoruz. Nitekim Allah Teâla şöyle buyuruyor : «Vay haline o
kimselerin, kitabı elleriyle yazarlar, sonra, O yazdıkları şeyi az bir para
karşılığında satmak için; «Bu Allah katmdandir» derler. Ellerinin
yazdıklarından ötürü vay haline onların! Yine yazdıklarından ötürü vay haline
onların.» [634]
Hangi yolla
nakledilirse edilsin, delilin korunmasında önemli olan, Onu nakledenin adaleti
olduğu için, hadişlerin yazımı hüccet olabilmelerinin bir şartı değildir.
Ayrıca, yazım da, delillerin muhafazasında tek yol değildir. Bu son derece
açık bir mesele olmakla birlikte biz, aşağıda zikredeceğimiz deliller
muvacehesinde konuyu biraz daha aydınlatmaya çalışacağız.
a) Hepimiz,
Rasulullah (s.a.s.)'m, bazı
sahabileri, muhtelif kabileleri İslâm'a davet etmek, onlara dinlerini
Öğretmek ve aralarında dinin kurallarını tatbik etmek için, elçi olarak gönderdiğini
biliyoruz. Rasulullah, her bir elçi ile birlikte, gittikleri yerlerdeki
insanlara ulaştıracakları ahkamın bütüne delil olabilecek, onları bağlayacak
bir Kur'an parçası da göndermiyordu. Hiç kimse de bunun aksini ispat edemez.
Rasulullah (s.a.s.)'ın çoğu zaman yaptığı, elçinin elçiliğini isbatlayan.
Peygamber tarafından oraya gönderildiğini doğrulayan bir mektup yaz-mâsıydi.
Bazen de, Kur'an nass'ı bulunmayan veya tebliğ edilecek ahkamın tamamım
içerecek miktarda âyet olmayan konularda, sünnetle tesbit edilen hükümleri
havi genişçe bir mektup yazardı.
Bütün bunlardan
anlaşılıyor ki; Rasulullah (s.a,s.) elçilerinin adil olması ile Kur'an ve
Sünnet'ten bildiği kadarını tebliğ etmesini davet edilen topluluk için hüccet
olarak yeterli görmüş, itaatleri için kafi addetmiştir.
b) Yine biz
hiçbir müctehid'in İslâm'ın ikinci temel prensibi olan namazın nasıl
kılınacağını yalnızca Kur'an'-dan hareketle ortaya koyamıyacağmı da biliyoruz.
Bilâkis, bu konuda, mutlaka, Rasulullah (s.a.s.)'m beyanına ihtiyaç
duyacaktır. Halbuki, Rasulullah (s.a.s.); söz ve davranışlarıyla izah ettiği
namazın keyfiyetinin yazılmasını, hiçbir zaman emretmemiştir. Eğer, yazım,
hücciyetin gereklerinden olsaydı; Hz. Peygamber'in, tabiun ve sonra len
müctehidlerin mücerred akılları veya yalnızca Kur'an'-dan yaptıkları ictihadlarla,
mahiyetini ortaya koyamıyacakları, bu son derece önemli hususu yazılmasını emretmeden
geri durması caiz olmazdı.
c) Biz, daha
evvel, Sünnetin dinî bir zaruret ve hüccet olduğunu beyan etmiş, bunun üzerine,
şüphe ve inkara yer vermiyecek deliller serdetmiştik. Bununla birlikte, Hz.
Peygamber, kendisinden sadır olan herşeyin mutlaka yazılmasını da
emretmemiştir. Eğer, Sünnet'in hüccet oluşu, yazılı bulunmasına bağlı olsaydı,
Rasulullah'm bu işi ihmal edip, sahabeyi bununla görevlendirmemesi, asla, caiz
olmazdı.
Sonra, eğer Yahudi ve
Hristiyanlar, bu şüphenin sahiplerine gelseler : «Kur'an hüccet değildir.
Çünkü o, gökten yazılı olarak inmemiştir. Şayet hüccet olsaydı, sari ona önem
verir, İncil ve Tevrat'ı indirdiği gibi, O'nu da yazılı olarak indirirdi,» dese
yazımın hücciyetin gereklerinden olduğunu savunup duran, bu kişiler, acaba, onlara
ne cevap verirlerdi?
Eğer, onlara :
Peygamber (s.a.s.)'in Kur'an'ı tahrif etmekten masum olduğunu, bunun da, .Kur'an'm
yazılı olarak nüzulüne gerek bırakmadığım, söylecek olsalar, onlar da : «Musa
ve îsa (a.s.) dahi senin bahsettiğin gibi masum idiler. Fakat, sâri, O ikisinin
kitabına Önem vermiş ve yazılı olarak indirmiştir. Bu da yalnızca böyle bir
konuda, İsmet'in kifayet etmiyeceğindendir» şeklinde cevap vereceklerdir.
Halbuki, biz
müslümanlarm kanaati şudur : Hz. Peygamber'in masum oluşu. Kur'an'm yazılı
olarak inzaline gerek bırakmamıştır. Aynı şekilde ravilerin adil olması da,
Kur'an ve sünnetin hüccet oluşlarında,buna gerek bırakmamıştır. Bu konuda,
yegane söylenebilecek şey : İsmet, bize yakın ifade ederken, adalet'in zan
ifade ettiğidir. Şârii hakim, furua ait meselelerde bizim zanla kullukta
bulunmamızı yeterli görmüş, sıkıntı ve meşakkate sokacağından dolayı, her
hükümde yakini bilgiyi aramakla bizi mükellef tutmamıştır. «Allah, bir nefse,
ancak takatinde olanı yükler.» [635]
Ancak, delili bize
nakledenler, tevatür derecesine ulaştıkları vakit her ne kadar yazım yoluyla
olmasa da, onların nakli bizim için yakın ifade eder. Aynen İsmet'de olduğu
gibi. Zaten sünnetlerin pekçoğu da bu yolla nakledilmiştir.[636]
Bu şüpheyi ileri
sürenler, sünnet hiçbir şekilde hüccet değildir. Tek hüccet varsa, o da,
Kur'an'dır, diyebilirler. Fakat, eğer müslüman iseler; bizimle birlikte düşünüp,
hücciyyet konusunda yazımın şart olmadığını itiraf etmek zorundadırlar. Bununla
birlikte : Ravilerin herbi-reri, adalet ve zabt sahibi kimseler olması
hasebiyle, tevatür derecesine ulaştıkları vakit, bu, delilin korunmasında ve hücciyetin
isbatmda, Peygamber'in ismeti yerine kaim olmaktadır. Bunu da Yahudi ve
Hristiyanların yönelttikleri sorulara cevap verebilmek için kabul etmek zorundadırlar.
[637]
Görüldüğü üzere, adil
olmayan birisinin kitabeti, bizim için ne katiyyet ne de zan ifade etmektedir.
Aynı şekilde adil birisinin yazdığını, adalet vasfına sahip olmayan bir
başkası bize nakledecek olsa, bu da, ne zan nede katiyyet ifade etmez.
Adalet vasfını haiz
birisinin yazdığını, aynı vasıfta birisi bize nakledecek olursa, bu da,
katiyyet değil, zan ifade eder. Zira, adalet sıfatına rağmen, zayıf bir ihtimal
olmakla birlikte, hata ve tahrifat imkanı sözkonusudur. Evet, eğer, yazanlar
ve rivayet edenler, hepsi tevatür derecesine ulaşacak olsalar bu durumda delil
katiyyet ifade eder. Yine, bir kişi hadisi yazar, yazılan nüshayı, tevatür
derecesinde bir kalabalık ikrar eder, aynı nitelikte bir cemaatda bize
naklederse, işte bu da, katiyyet arzeder. Herhalukarda, katiyyet yazımdan ileri
gelen bir husus ve O'nun belirgin bir vasfı değildir. Ancak birinci durumda
yazılı bir tevatür, ikincisinde ise ikrardan dolayı sözlü bir tevatür söz
konusudur. [638]
"Bilindiği üzere,
kitabet zan ifade etmektedir. Bu durumda mertebe itibariyle O, ezberlemenin
altındadır. Bu nedenle, usûl âlimlerinin işitilerek alman bir hadisle yazılı
olarak alınan hadisin çelişmesi gibi durumlarda, birinciyi tercih ettikleri
görülür. El-Amidî rivayet yoluyla gelen haberlerin tercihini şöyle izah eder :
«Haberlerden birinin
ravisi, Onu, Hz. Peygamber'den bizzat işiterek almış, diğeri ise kitabet
yoluyla almıştır. İşitme (sema) yoluyla alman rivayete, hata ve tahrif arız
olması ihtimali daha az olduğu için, bu kabule daha evlâdır. »[639]
Öte yandan, hadisçiler,
sema' yoluyla yapılan rivayetin sıhhatinde ittifak ettikleri Jıâlde, münavele
ve mü-katebe tarikiyle yapılan rivayetlerin sıhhatinde İhtilaf etmişlerdir.
Bazıları mükatebe'nin cevazına kail olmuşlar ve Buhari'riin muallak
haberlerinden biri olan, şu rivayeti delil getirmişlerdir : «Rasululîah bir
seriye kumandanına mektup vermiş ve onu belli bir yere kadar açmamasını tenbih
etmiş. Oraya varıncaya kadar okumamasını istemiştir. Kumandan da söz konusu
yerde açmış ve Rasu-lullah'm emrini maiyetindekilere duyurmuştur.»
Bazı hadisçiler ise :
Hz. Peygamber'in bu mektubu ile delil getirmenin vacib olmasını sahabenin
adaletine bağlamışlar, bu sıfatın tebdil ve tağyire imkan bırakmadığını
söylemişlerdir. Sahabeden sonraki nesillerde ise -böyle bir nitelik
bulunmadığından mükatebeyi delil kabul etmemişler ve kitabete cevaz
vermemişlerdir. Ancak, bu itiraz zayıftır. Doğru olan; ravide adalet vasfı
bulunduğu, yazılı nüshada da, ona şüphe düşürecek bir unsur bulunmadığı
müddetçe her iki yolla da rivayetin muteber olmasıdır.
İbn Kacer bu konuda şu
görüşlere yer vermiştir : «Mükatebe yoluyla hüccetin olabilmesi için mektubun
mühürlü ve onu taşıyanın güvenilir olması şarttır. Bununla birlikte : Mektubu
gönderen şeyhin yazısını (hattını), kendisine mektup gönderilen zatın bilmesi
gerekmektedir...»[640]
Hülasa; yazma yoluyla
yapılan rivayetlerde hata ihtimali şifahi tarzda yapılanlardan çok daha
fazladır. Bu yüzden İbn Hacer'in de temas ettiği şartlara riayet edildiğinde,
kendisine itimad etmek caiz olmakla beraber,"
yine de, kitabet
yoluyla rivayette ihtilaf sözkonusu olmuştur.
Arapların ümmi bir
millet olup, içlerinde yazı bilene ender rastlandığı, herkesin bildiği bir
husustur. Bilenler de güzel bir surette yazamaz, dolayısiyle, yazdıklarına hata karışına ihtimali
çok kuvvetli olurdu. Yazanlar, güzel bir biçimde yazsalar, bile, bu sefer de
içlerinden okuma bilenler, doğru dürüst okuyamazlardı. Bunun bir neticesi
olarak, özellikle, Abdülmelik b. Mervan döneminden evvel, harekeli ve harekesiz
harflerin birbirinden ayrılmasını, temin eden noktalama işaretleri tesbit
edilmediği için, yazıda hata ve karışıklık ihtimali oldukça fazlaydı. Bu
itibarla, tarihî vakaların kaydında, haberleşme, alış veriş ve sair işlerinde
tele güvenceleri hafızaları olmuştur, öyle ki, sonunda bu melekeleri, bir
hayli gelişmiş ve ezberledikleri konularda, hata ve unutkanlığa maruz kalmaları
ihtimali oldukça azalmıştır. Bu durum, yazıya güvenen yazıyı alışkanlık haline
getirmiş milletlerde bunun aksinedir. Çünkü, onlarda ezberleme melekeleri gerilemiş,
bunun bir sonucu olarak da, ezberledikleri hususlarda hata ve unutma oranları
fazlalaşmıştır. Bu durumları, günlük hayatımızda müşahede edebiliyoruz. Örneğin,
âmâ olan birisinin, gözleri görenden daha kuvvetli bir hafızaya sahip olduğunu
görürüz. Bunun nedeni, O'nun bütün güvencesini hafızasına vermiş olmasıdır.
Ama, gören kimsede bu, böyle değildir. Çünkü O, ihtiyaç duyduğu zaman
bakabileceği bir kitaba itimad etmektedir. Aynı şekilde, okuma yazma bilmeyen
bir tüccar da, bir günde yüzlerce satış, yapar, buna rağmen, kime
ne verdiğini, kendine düşenin ne olduğunu, bir tanesinde dahi yanılıp,
unutmadan hafızasında tutabilir. Ancak, aynı şeyi, eğitimden geçmiş bir
tüccarda görmek mümkün değildir. Çünkü O, ticarethanesinde defter tutar, ne.
gibi anlaşmalar yaptığı, alacağının vereceğinin ne olduğu konusunda, defterlerine
itimad eder. Bu yüzden, yazmadıkları vakitlerde, onların çok çabuk
unuttuklarını müşahede ederiz.
Bunun bir benzerini
de, körlerin işitme duyularında görmek mümkündür. Onların bu duyuları gözleri
görenlerinkinden çok daha kuvvetlidir. Bunun nedeni ise: görme hassalarını
yitirdikleri vakit, daha önce gözleri ile temyiz edecekleri pekçok eşyayı
anlamada, işitme organlarını kullanıyor olmalarıdır. Böylece işitme duyuları
kuvvetlenmiştir.
Yine, yırtıcı
hayvanların görme, işitme ve koklama duyularının, insanmkinden kat kat kuvvetli
olduğu da müşahedelerimiz arasındadır. Zira onlar, hayatlarında, bu duyulara
insandan daha fazla muhtaçtırlar.
Arapların, hafıza
melekelerinin güçlenmesine de, hiç şüphesiz, içinde bulundukları tabiat
şartları, hayat şartları, keskin zekaları, anlayışlarının kuvvetli oluşu
dillerinin üslubu ve beyan yolları konusundaki engin yetenekleri yardımcı
olmuştur. [641]
Yukarıda işaret
ettiklerimiz, Arapların cahiliyye devrindeki durumlarıdır. Allah'ın, şeriatı
muhafaza etmek ve onu daha sonraki nesillere nakletme görevi için halketti-ği
Sahabe'nin hafızası çok daha güçlüdür. Allah onların kalplerini iman, takva ve
kendi korkusuyla doldurmuştur. Ta ki, sonraki nesillere dinin ahkâmını ve
Rasulullah'tan görüp, işittiklerini sağlam bir şekilde nakletsinler. Onlar,
Hz. Peygamber'in sohbetinin bereketine ermişler, önünde diz çöküp, O'nun
tarafından yetiştirilmişlerdir. Kalpleri Rasulun (s.a.s.) nuru ile
aydınlanmış, O'nun edebiyle edeplenmişler, hidayetine tâbi olup, sünnetine
yapışmışlardır. İbn Abbas ve Ebu Hureyre (r.a.)'nin rivayetlerinde varid
olduğu üzere, Rasulullah (s.a.s.), onların hıfzı, ilmi ve fıkıhları için dua ve
niyazda bulunmuştur.
Sahabeye bu mertebede
en yakın olanlar ise, hiç şüphesiz, onlarla bir araya gelen, hallerini
müşahede edip, peşlerinden giden Tabiilerdir. İşte bütün bunlar, sahabeden
hadis işiten birisinde, hata, unutkanlık, tebdil ve uydurma bulunması gibi
endişeleri neredeyse ortadan kaldırıyor.
Arapların hafıza
güçlerine delâlet eden, avam havas herkesin bildiği çok sayıda haber vardır.
Sahabe ve tabiundan, İbn Abbas, eş-Şa'bi, ez-Zührî, En-Nehaî ve Ka-tade gibi
pek çok kimse hafızaları ile temayüz etmiş kimselerdir. İşte İbn Abbas, Ömer
b. Ebu Rebia'nın yetmiş-beş beyitlik kasidesini bir sefer dinlemekle
ezberieyiver-mistir. Ve yine, İmam Zührî'nin şu sözü : «Ben, Baki'den geçerdim,
bu sırada kulağıma kötü lafların takılmasından korkarak, kulaklarımı
kapatırdım. Allah'a yemin otsun ki; duyduğum hiçbir şeyi asla unutmadım.»
dikkate değerdir. Bunun bir benzeri de eş-Şa'bî'den nakledilmiştir.
Hulasa; ezberleme ve
kitabet, bir şeyi muhafazada, birbirinin yerine kaim olan unsurlardır.
Genellikle, birisi geliştiği vakit, diğeri zayıflamaktadır. İşte, buradan hareketle;
Sahabenin öğrencilerini, niçin ezberlemeye teşvik edip, yazmaktan
alıkoyduklarını anlayabiliyoruz. Çünkü onlar, yazıya itimad etmenin, ezberleme
melekelerini körelteceğini biliyorlardı. Ezberleme Onların tabiatlarında
var olan kuvvetli bir
melekeydi. Elbette ki nefis, tabiatında olan şeylere meyleder. Ona muhalif
düşen veya güç gelen şeyleri ise, hoş karşılamaz. [642]
Çoğu zaman ezberleme,
anlamak, manayı özümsemek ve hakikatine ermekle gerçekleşir. Böylece insan,
lafızları unutmamasına destek edinmiş olur. Daha sonraları da, zaman zaman,
ezberlediklerini tekrarlamak ve hatırlamak, suretiyle, bir an gelir ki, artık
onları unutma diye bir endişesi kalmaz. Ayrıca, ezberinde olan şey her an ve mekanda
onunla birliktedir. Hiç bir meşakkat ve sıkıntıya duçar olmadan ihtiyaç
halinde, her durum ve şartta, ona müracaat imkanı vardır. Ama, yazı böyle
değildir. Çünkü o, genellikle manası anlaşılmadan gerçekleştirilir. İleride,
yazılanların kaybolması veya ihtiyaç anında yanında hazır bulunmaması ya da
onlan anlayıp izah edecek birinin bulunmaması ihtimali de mevcuttur. Ayrıca, yazan
insan, çoğu zaman yazdıklarım yeniden gözden geçirmek için bir saik
bulamıyabilir. Bundan başka, her zaman ve her yerde yazılı nüshaları
bulundurmakta sıkıntı ve meşakkat sözkonusudur. Bütün bu nedenlerden dolayı da,
ilim nakliyle uğraşanlar cahil olurlar, onların misali kitap yüklü merkeplerin
misali gibidir. îlmin kaybolup gitmesi, cehaletin yayılması için, bu ne kadar
da büyük bir vasıta!!!
Okuyucularımızı, bütün
bu söylediklerimize, İbrahim en-Nehaî'nin: «Yazmayın, gevşersiniz» sözü irşad
edebilir. Ayrıca daha evvel kaydettiğimiz el-Evzâi ve benzerlerinin sözleri
de bu konuya ışık tutabilir. Bundan başka Arapların «kalbindeki bir harf,
kitaplardaki on harften
daha hayırlıdır» sözü
ile Yunus b. Habib'in : »ilmi kağıt parçalarına terketti de, ondan yoksun oldu.
O /imi, kağıt parçalarına terkeden kimse, ne kötü kimsedir» diyen birisini
işitince : «İlm ve hafızanın korunması konusunda ne kadar da titiz, çünkü,
insanın ilmi ruhundadır malı da bedeninde Öyleyse, ruhunu muhafaza ettiğin
gibi, ilmini de koru, bedenini muhafaza ettiğin gibi de malını» demesi de
söylediklerimize ışık tutabilir.
Halil b. Ahmed de :
«İlim, sandıkların içinde değil; ilim ancak, göğüslerdedir» demiştir. Bu
meyanda daha çok şeyler söylenmiştir. [643]
Kur'an'm bütün
lafizlarıyle birlikte, katiyyetine olan itimadımız, O'nun lafzi tevatür yoluyla
bize kadar gelmesine dayanmaktadır. Her ne kadar, zan ifade ettiği, için bir
te'kid aracı olsa bile, kitabetin bunda bir fonksiyonu yoktur. Eğer, Kur'an'm
lafzi tevatür derecesine ıtaştığını, ama yazılmadığını farzetsek, bu durumda
yine de Kur'an katiyyet ifade edecektir. Fakat, aksi farze.dilse ka-tiyyet
sözkonusu olamıyacaktır. Zira vahiy katiplerinin yazmış oldukları nüsha veya
nüshalar, bugün, elimizde yoktur. Var olduklarını farzetsek bile, onlardaki
hatt'in, vahiy katiplerine ait olduğunu nereden bilebileceğ:z? Yine herhangi
bir değişiklik, eksiklik veya fazlalığa duçar olmadığım, nasıl
kestirebileceğiz? Bu durumda, ona katiyyet nazariyle bakabilmemiz için,
mutlaka tevatür derecesinde bir kalabalığın, hiçbir noksanlık ve fazlalık
olmaksızın, tahrife de uğramadan, yazıların vahiy katiplerine ait olduğunu
bildirmelerine ihtiyacımız olacaktır. Aynı şekilde, vahiy katiplerini, Kur'an'ı
yazarlarken gören, her harfin yazımı konusunda ittifak eden, tevatür derecesindeki
kitlelerin şehadetlerine ihtiyaç duyulacaktı". Herkesin, pek tabii olarak
bildiği gibi bu, tahakkuk etmemiştir. Ama vahiy katiplerini Kur'an'ı yazarken
gören ilk nesil hariç, biz ve bizden öncekiler bunun tahakkukunu farzedip de
lafzi tevatüre dayanarak, bu yazının vahiy katiplerine ait olduğunu
kabulleniyoruz. Eğer bu lafzi tevatür bulunmasaydı, asla katiyyet tahakkuk
etmezdi. Bu konuda söylenebilecek yegane şey şudur : Bizler, Kur'-anm lafzi
tevatürünü, ilk Kur'an nüshalarındaki hattın, vahiy katiplerine ait olduğunu
bildiren bir tevatür olarak telakki ediyoruz. Vahiy katiplerini, Kur'an'ı
yazarken görenlere gelince; onların Kur'an lafızlarını kesin olarak tayinde, ne
kitabete ve nede lafzi bir tevatüre ihtiyaçları yoktur. Çünkü vahiy katipleri
nasıl Kur'an'ı Rasu-îullah'tan işitmişlerse, onlarda öylece O'ndan
işitmişler-dir. Böylece, yukarıdaki hususlara ihtiyaçları kalmamıştır.
Buradan, Kur'an'm
katiyyetinin, hiçbir nesilde kitabete dayanmadığı neticesini çıkarabiliriz.
Ama, birisi kalkıp, şöyle diyebilir : «Bizim, ne vahiy katiplerinin yazdığı
nüsha veya nüshalara ve ne de, bahsettiğin nitelikte bir topluluğun haber
vermesine ihtiyacımız yoktur. Çünkü Raşid Halifelerden sonraki dönemde ortaya
çıkan yazılı tevatür, ikinci asırda ve daha sonraları, bütün harflerinde
ittifak edilen yazılı nüshaların, herhangi bir tahrif, fazlalık veya eksikliğe
meydan vermeyecek şekilde çoğalmış olması, bize yetmektedir. Zira, bu kadarı,
yazılı olanın tamamının Kur'an olduğu hakkında kesin bir kanaate sahip
olmamıza yetmektedir.»
Bu durumda şöyle
söylenebilir : «Elimizde olan sonraki dönemlere ait nüshaların, bahsedilen
nitelikteki, ilk
müteaddid nüshalardan
istinsah edildiğini nasıl tesbit edeceğiz? Hepsinin kaynağının Hz. Osman veya
Zeyd b. Sabit'e ait, tek bir nüsha olduğunu söylemek mümkün değil midir?
Bilakis, Kur'an tarihi hakkında birazcık malumat sahibi olanların da bildiği
gibi, vakıa böyledir. Ana nüsha tek olunca, ondan alınanlara katiyyet nazariyle
bakmamız, nasıl mümkün olacaktır? Eğer, nüshalara kesin gözüyle bakmanın,
sahabe'nin hemen hepsinin, ana nüshadakileri ikrar etmelerinden ve sıhhatini
itiraf etmelerinden kaynaklandığı söylenecek olursa, bu durumda da şöyle
denilir : îşin sonunda, ana nüshadakilerin hiçbir değişikliğe uğramadan, Kur'an'm
tamamını teşkil ettiği yolundaki lafzi tevatüre gelinmiş olur. Halbuki, daha
evvel, katiyyet konusunda, lafzi tevatür yeterli görülmüyor, bu konuda yegane
dayanağın yazmak olduğu savunuluyordu.» [644]
Mushaflar konusunda,
İbn Hacer şöyle diyor : «Hz. Osman'ın mushafları, diğer şehir merkezlerine
göndermesinden anlaşılan; onların yazım sitilini kendisine isnad için böyle
yaptığıdır. Yoksa, Kur'an'm aslını isbat için değildir. Çünkü bunu, zâten,
tevatüren bilmektedirler.»
İbnû'l-Cezerî ise bu
konuda şu mütalâda bulunuyor : «Kur'anın naklinde yegane dayanak hıfz'dır.
Mushaf ve kitaplarda yazılması değil. Bu, Allah Teâlâ'hm, İslâm ümmetine tahsis
ettiği yüce bir şereftir. Zira; Müslim'in rivayet ettiği sahih bir hadiste, Hz.
Peygamber, şöyle demektedir : «Rabbım bana : Kalk, Kureyşi inzâr et, dedi. Ben
de: Yâ Rabbi! O vakit, başımı'ezip tuz gibi dağıtırlar, dedim. Allah Teâla;
«Ben, hem seni ve hem de seninle insanları imtihan etmek için gönderdim, Sana,
suyun yıkayıp silemiyeceği, uykuda da, uyanıkken de okuyacağın, bir kitap
indirdim. Onlara karşı, sen bir ordu gönder beraberinde bir mislini de biz
gönderelim. Sana itaat edenlerle birlikte, isyan edenlere karşı savaş. Allah
yolunda infak et ki, sana da infakta bulunulsun.» buyurdu Allah Teâlâ :
Kur'an'm muhafazası için, sahifelere ihtiyaç olmadığını, zira bımlardaki
yazının suyla silinemiyeceğini haber veriyor. Bilâkis : Kur'an'm her daim
okunabilecek bir nitelikte olduğuna da işaret buyuruyor. Nitekim; Hz. Peygamber
de, ümmetini tavsif ederken; «Kitapları, gö-ğüslerindedir» demektedir. Bu
durum, İslâm ümmetinde, Ehl-i Kitâb'ın aksinedir. Çünkü onlar, Kitaplarım, ancak,
yazılı olarak muhafaza ederler ve ezberden değil, O'na bakarak okurlar...
Allah Teâla, Kur'an'a
ehil olan kimselerin, O'nu ezberlemelerini murad edince, bu iş için güvenilir
insanlar yaratmış, onlar da, kendilerini Kur'an'm tetkikine vererek, Onu en
büzel biçimde zabtetmek için bütün güçlerini sarfetmişler ye Rasulullah'tan
harf harf telakki etmişlerdir. Kur'an'ı büyük bir titizlikle hiçbir eksiklik
veya fazlalığa meydan vermeden, tesbite gayret etmişlerdir. İçlerinden bir
kısmı, Kur'an'm tamamını, bir kısmı pekçoğunu, bir kısmı da, birazını
ezberlemişlerdir. Bunların hepsi, Hz. Peygamber1 zamanında, olup bitnıiştir.» [645]
Daha evvel de işaret
ettiğimiz gibi, bazı kimseler, delilin tespitinde, yalnızca, kitâbet'in
katiyyet ifade ettiği zehabına kapılmışlardır. Bunun ne kadar yanlış olduğunu,
önceki kısımlarda görmüştük. Daha sonra, bu anlayışlarından hareketle, Şarî'in
sünnetin yazımını yasaklamasını, O'nun tesbitinde katiyyetin meydana gelmesini
istemediği anlamına yormuşlardır. Bunun bir neticesi olarak da, şariin bizzat
O'nu delil kabul etmediği, hükümlerin tespitinde hüccet olarak kullanılmasına
itibar etmediği sonucuna varmışlar ve «Sübutunkati olması, delilin bir
şartıdır. Bu şartın meydana gelmemesini istemek, O'na ihtiyaç duyan şeyin de
tahakkuk etmemesini istemek demektir.» demişlerdir.
Bu anlayışın üzerine
bina edildiği, sübutun kat'i olması, delilin bir şartıdır, görüşüne
katılmıyoruz. Bilakis bu, fıkhı meselelerin ve fer'î hükümlerin dışında,
usûlü'd-Din ve itikat esaslarının tespitinde aranan bir vasıftır. Bu, usûl
ilminde kaydedilği üzere, haber-i vâhid'le taab-büdde bulunma meselesidir ki,
konumuzun dışında kalmaktadır. Ne var ki, Sünnetin hücciyetini iptalde, bir
esas olarak ele alındığı için, kısaca izahında fayda görüyoruz.
Bu konuya girmeden
önce, bir noktaya temas etmekte yarar vardır. Tevatür'ün ilim (katiyyet) ifade
ettiği nok-ta-i nazarında, müslümanlar arasında, hiçbir ihtilaf söz konusu
değildir. Ancak, nübuvvet'i inkâr eden Brahman^lardan, Sümniyye isminde bir
taife bunu reddetmiştir. Bu tavırlarının akla karşı, apaçık bir enaniyet olduğu
bilinmekle beraber, bu taifenin çok uzak memleketlerde ve geçmiş milletlerde
türedikleri de malumdur. Bu nedenle, bu konudaki İcmâın ihlâline, en ufak bir
tesirleri ol-miyacaktır. Çünkü, bunlar müslüman olmayan bir güruhtur. Yalnızca
kitâbet'in ilim ifade edeceği yolundaki iddiayı çürüten bir diğer husus da,
işte bu, tevatür hak-fadk icma'dır.
Evet, müslümanlar
tevatürle elde edilen bilginin nazari mi, yoksa zaruri mi olduğunda ve
tevatürün tahakkuku için gerekli olan şartlarda ihtilaf etmişlerdir. Ancak,
bu ihtilaf, söz konusu iddia sahiplerine hiç bir şey kazandırmaz. Zira,
müslümanlar arasında, Hz. Peygam-ber'den tevatüren sabit olan bir haberle
taabbüdde bulunulacağı konusunda, hiçbir ihtilaf mevzubahis değildir. Ve bu
İcma; Yalnızca, Kur'an'm kat'i olduğunu ileri sürerek, O'nun dışında delil
bulunmadığı yolundaki iddiayı çürüyüp atacaktır. Çünkü, Rasulullah
(s.a.s.)'dan tevatür yoluyla bize kadar nakledilen bir hayli haber mevcuttur.
Haber-i Vahid'e[646]
gelince, ravisi âdil olmadığı taktirde, ne ilim ve ne de zan ifade eder.
Ancak, herhangi bir karine veya tariklerinin çokluğuyla desteklenecek olursa,
bu ikisinden neş'et eden bir te'kit sözkonusu olabilir.
Eğer, ravi adalet
şartım taşıyorsa, bu nitelikte bir haberin, delil olma bakımından kıymet ifade
ettiğinde icma vardır. Ancak, ilim mi, yoksa zan mı ifade ettiği noktasında
yine ihtilaf edilmiştir.
Âlimlerin cumhuru, bu
nevi bir haberin, zan ifade edeceğini, şayet, ilim ifade eden bir karineyle
desteklenirse, o zaman kati bilginin hasıl olacağını savunmuşlardır, îmam
Ahmed ise; bu nitelikte bir haberin, doğrudan, ilim ifade edeceği kanaatine
sahiptir.
Bu mesele üzerinde,
sözü daha fazla uzatmak istemiyoruz. Zannı galibimize göre, muhataplarımız da,
Haber-i Vâhid'in zan ifade ettiği konusunda bizim gibi düşünüyorlardır. Ama,
enâniyet damarları kabanp da, O'nun ne ilim ve ne de zan ifade etdiğini
söyleyecek olurlarsa icma' burunlarım yere sürtecektir. Yok eğer, İmam Ahmed
gibi düşünüyorlarsa, bizi rahatlatmış, şüphelerini de izale etmiş olurlar.
Râvisi adil olan bir
Haber-i Vâhid'in, zan ifade ettiği tesbit edildikten sonra : Bu Haber-i
Vâhid'in içerdiği hükümlerle amel etmenin de, mutezili imamlardan el-Cûb-baî
hariç, cumhur âlimlere göre, aklen caiz görüldüğü bilinmelidir. Usul yazarlarının
pekçoğu bu konuda ortaya çıkan ihtilaflara temas etmişlerdir. Ancak,
«Cemu'1-Cevâmi'» yazarı, bu konuda onlara muhalefet etmiş ve bu mevzuya
değinmemiştir. O'nun, Haber-i vahid'le amel konusunda, el-Cubbâî'den naklen
zikrettikleri şunlardır :
en az «El-Cûbbâî,
Haber-i Vahid'le amel edilebilmesi için : 17 iki kişinin rivayet etmesini veya
başka bir delil-le takviye edilmiş olmasını şart koşar. Nitekim, Sahabeden
bazıları da, bu şartlar muvacehesinde O'nunla amel etmişler ve aralarında bu
anlayış yaygml aşmıştı »[647] müellifin,
Cûbbâî'den yaptığı bu nakli, diğer müellifler, O'nun rivayet şartları
konusundaki, görüşleri arasında zikretmişlerdir.
Öte yandan,
İbnü's-Sübkî, «Şerhu'l-Minhâc» adlı eserde, bu iki nakli çelişkili bulmuş ve
şu şekilde cevap vermiştir : «Eğer, ileride kendisinden naklolunacağı üzere;
Cûbbâî'nin bir taraftan, Haber-i Vâhid'le amel etmeyi, aklen mümkün görmezken,
diğer taraftan, sayı şartını ileri sürmesi, Haber-i Vâhid'le ameli onaylamak
anlamına gelir denilirse bu çelişki şöyle te'vil edilebilir : Birincisi,
O'nun reddettiği Haber-i vâhid, İstılah anlamındaki, yani; mütevatir
derecesine ulaşamayan her Haber-i vâhid, değil, bilakis, adalet şartını taşıyan
tek bir kişinin yaptığı rivayettir (Yani, fert haberdir). Bu itibarla, İmâ-mül
Harameyn şöyle demiştir : «El-Cûbbaî, bir kişinin haberinin kabul edilemiyeceği
görüşündedir. O'na, göre kabul edilebilmesi için, mutlaka sayı gerekmektedir.
Buda, en az, iki kişi olmasıdır.» ikincisi ise; O bu meseleyi şehadet konusunda
olduğu gibi, mütala etmektedir.[648]
El-Cübbâî'nin, Haber-i
Vâhid'le amel etmeye mani olduğunu ileri sürdüğü şüpheye bakıldığında, aynı
engelin, tevatür derecesine ulaşmadıkça, iki veya daha fazla kimsenin yaptığı
rivayetlerle amelde de, mevcut olduğu görülür. Çünkü, bunların rivayetleri
ancak, zan ifade etmektedir.
Fakat, el-Cûbbâî, Ebu
İshale ve İbn Fûrek gibi düşünüyor; Müstefiz (meşhur) haberin, nazari ilim
ifade ettiği yolundaki kanaata katılıyorsa, bu takdirde, sözko-nusu şüphenin
ileri sürülemeyeceği gayet açıktır. Eî-Cûb-bâî'nin bu görüşte olduğuna delâlet
ederi diğer bir husus da Adududdin (el-îycî)'nin, O'nun, rivayette adedin şart
olduğu konusundaki, istidlallerini zikrederken : «Bilmediğin şeyin peşine
düşme» v.b. ayetlere yer vermiş olmasıdır. El-Cûbbâî'nin bu ayeti kerime ile
istidlalde bulunması bize; yeterli sayı bulunduğu takdirde, Haber-i Vâ-hid'in
O'na göre, ilim ifade ettiği hissini vermektedir.
Bununla birlikte,
şöyle söylemek de mümkündür : El-Cûbbâî, bir ara, taabbudî konularda, Haber-i
Vahidle amel edilemiyeceği görüşünde olabilir. Sonradan, bu kanaatinden
vazgeçerek, O'nunla amel edileceğini belirtmiştir. Ne var ki; bazıları, hala
O'nun evvelki görüşünde devam ettiğini zannederek, ilk görüşünü bir kısmı da,
ikinci görüşünü nakletmiş olabilirler. Bilahere de, Usûl yazarları, ikisi
arasındaki çelişkiyi farketmeden, her iki görüşüde bir arada zikretmişlerdir.
Belki de; İbn Sûbkî,
«Cemu'l-Cevânıi» adh eserini yazarken, en son bu kanaat kendisinde hâsıl olmuş
ve aklen taabbudî konularda, Haber-i Vâhid'le, amel edilip edilemiyeceğinin
cevazına dair ihtilafı nakletmemiştir.
Haber-i Vâhid'le
amel'in cevazına delâlet eden diğer bir husus da; racih olanla (kuvvetle
muhtemel) amel etmenin zaruriliğidir. Zira, haber, Allah'ın hükmünü tayinde,
en azından bir zan ifade eder. Kuvvetle muhtemel olan delille amel etmenin ise,
ma'kul olduğuna, hiçbir şekilde itiraz edilemez. [649]
a) «Taabbüdî
konularda, Haber-i Vahidle amel etmek, ravinin yalan'söylemesi halinde, helali
haram, haramı da, helalleştirrneye yol açar. Zira Haber-i Vahid ravinin
doğruluğunda katiyyet ifade etmez. Bu ise her ne-kadar, uzak bir ihtimal de
olsa, O'nun yalancı olabileceği anlamım taşır. Bunun gerçekleştiğini
farzedersek; haber de, haram olan bir şeyin helâl olduğunu belirtiyorsa, bu
durumda, haramın helalleştirilmesi söz konusu olacaktır. Eğer, tersi olduğu
farzedilse; o zaman da, bir helâl haramlaştırılmış olacaktır. Böyle bir şeyin
vukuu imkansızdır. Binaenaleyh, O'na götüren şey de, tabiatıyle imkansız
olacaktır. »[650]
El-Cûbbâî'nin ileriye
sürdüğü bu şüpheye, şu şekilde cevap vermek mümkündür :
1-Herşeyden
önce, «Cemu'I-Cevâmî'» adlı eserde de nakledildiği gibi, Müfti ve sahicilerin
beyanına dayanarak, taabbüdî konularda, amel etmenin cevazına dair icma'
vardır.[651] MÜfti ve şahidlerin de
yalan söyleme ihtimalleri olduğu için, söz konusu icma', yukarıdaki itirazı
yok eder. Bu yalanın tahakkuk ettiği farzedilecek olursa, el-Cûbbâî'nin burada
da aynı görüşü ileri sürmesi gerekir. Fakat O, bu konuda böyle düşünmemektedir.
2- Diğer
taraftan; bir müctehid, adil bir ravinin haberini işitir, içtihadı sonunda da,
ravinin adil, haberinin doğru olduğuna kanaat getirirse, o taktirde, bu görüşü
tasvip edenlere göre haberin içerdiği hüküm, Allah'ın kendisiyle mükellef
tuttuğu hükümdür. Onlara göre bu müctehidin içtihadına muhalif düşen bir hükmün
olabileceğinden bahsedilemez. Binaenaleyh, bu gibi durumlarda, helali haram,
haramı helal etmek gibi birşey mevzubahis değildir.
Ancak, böyle
düşünmeyenlere göre, bir helalin veya haramın değiştirilmesi sözkonusudur.
Ancak biz, zannı galip ve ictihaddan neşet ettiği için böyle bir şeyin imkansız
olduğunu söyleyemiyoruz. Ama, filvaki' mevcud olan hükmün, zaten O'nun
üzerinden düşmüş olacağım söylüyoruz. Nasıl ki; mükellef olan birisi eşi
zannederek, yabancı bir hanımla birleşse, bu taktirde üzerine haramhk terettüp
etmez; aynı şekilde temiz zannı ile, necis bir suyla abdest alınsa, abdest
sahih olur. Yine bir kimse kıbleye yöneldiği zannıyla, başka bir yöne doğru
namaza dursa, namaz, sahih olur. Buna herkesçe malum olan, daha pekçok misal
verilebilir.
b) «Aynı
düzeyde iki adil ravi, çelişkili rivayette bulundukları taktirde, bu haberlerle
amel etmek, iki zıt şeyi birleştirmek, demek olur. İki zıttm bir araya gelmesi
ise, muhaldir. Pek tabii olarak, bu neticeyi doğuran şey de muhal olur.»[652]
El-Cûbbâî'nin bu
şüphesine de, şu şekilde karşılık verilebilir :
1 -Daha
evvel zikrettiğimiz, müfti ve şahidlerin beyanları ile amel'in meşruiyyetine
dair icma bunu da çürütür.
2-Burada,
iki zıt şeyin birleştirilmesi diye bir şey söz konusu değildir. Çünkü,
müctehid, aralarındaki çelişkiden dolayı, bu haberlerden herhangi biriyle amel
etmez. Bilakis, birisini tercih etmesine yardımcı olacak bir delil buluncaya
kadar, tevakkuf eder.
c) «Eğer,
furûa ait meselelerde, Haber-i Vahid'le amel etmek caiz olsaydı, aynı şekilde;
itikad, Kur'an'm nakli ve mucize göstermeksizin peygamberlik iddiasını kabulde
de, amel etmek caiz olurdu. Halbuki bu, batıldır. »[653]
Bunun cevabı da şudur
:
1-Evvela,
adeten, davranışa ait konulardaki haberlerle, itikad v.b. konulardaki haberler
arasında görülen bariz farktan dolayı el-Cûbbâî'nin olmasını düşündüğü gereklilik
sözkonusu değildir. Çünkü, itikadı konularda, hata etmek kafir olmayı ve
sapıklığı doğuracağından, bu konulardaki haberlerde aranan, ilim (kesin bilgi)
ifade etmesidir. Haber-i Vahid ise, ilim ifade etmez. Kur'an'a gelince; hıfzını ve naklini icap ettiren o kadar çok
şey var ki, yalnızca, bir kişi naklettiği zaman, yalan söyleyip söylemediği
kesinlikle bilinebilir. Mucizesiz peygamberlik iddiası ise, adeten muhaldir.
İtikad ve peygamberlere it-tiba konularının dışında, her meselede, delilin kati
olma-sım aramak son derece güç bir iştir.
2-Haber-i
Vahid'le furûa ait konularda, amel etmek ille de, itikad v.b. meselelerde de,
O'nunla amel etmeyi gerekirmez. Çünkü, bu meselelerde, Haber-i Vahid'le amel
edilemiyeceği, akli değil, şer'î bir gerçektir. Şer'an imkansız olması, aklen de imkansız olmasını
gerektirmez. Ancak, bizim üzerinde durduğumuz konu, bunun, aklen de imkansız
olup olmadığıdır.
Rafızî ve Zahiriler'in
dışında, Haber-i Vahid'le, itikadı konularda, amel etmenin aklen caiz olduğunu
söyleyenler, bunun şer'an da mümkün olduğunu belirtiyorlar. Buna dair de,
pekçok delil zikrediyorlar. Biz, sadece, en önemlilerinden bir kaçını
kaydetmek istiyoruz :
1- «Ravisi
adil olan bir Haber-i Vahid, içerdiği hükmün Allah'ın hükmü olduğu hususunda,
zannı galip ifade eder. Böyle bir durumda da, aynen Kur'an'm zahiri gibi,
kendisiyle amel etmek vacip olur. Haber-i Vahid'in zann-ı galip ifade ettiğine
dair zannımız, sünnetin hücci-yetini ele alırken delilleriyle birlikte, daha
önce geçmişti. Orada kaydettiklerimiz muvacehesinde, Sünnetin katiy-yetini
gerektiren şeyler, O'nunla amel etmeninde vacip olmasını gerektirir. Bu ise;
amel edilen hükmün hiç şüphesiz Allah'ın hükmü olmasını icap ettirir. Çünkü,
ittifa-ken; yalnız Allah'ın hükmüyle amel etmek vaciptir. Nitekim, bir şeyin
vacip olmasını gerektiren şey de vaciptir. Binaenaleyh, Sünnetin katiyyeti bir
zorunluluktur. Öyleyse, içerdiği hükümlerin Allah'ın hükmü olması da bir
zorunluluktur. Aynı şekilde, (unutmamak lazım ki,) gereği ileri sürülen şeyin
kesinliği, onu gerektiren şeyin de kesinliğini ifade ettiği gibi, gereğine
inanılan şeyin zanni-Hği, onu icab ettiren şeyin de zanniliğini icab eder. Bu
itibarla; ravileri adil olan bir Haber-i Vahid, içerdiği sünnetin zanniliğini
ifade eder. Bu ise; o haberin de zanni olması demektir.»
Sadece
«Müsellemü's-Subût»ta yer verilen bu delili, kitabın sarihi izah etmiş, bu
arada, müellife itirazda bulunarak şöyle demiştir: «Mutlak olarak, delilin zan
ifade etmesinden hareketle, bunun o delille amelin vücubiyetini gerektireceği
şeklindeki kanaate katılamıyoruz. Şayet, zannilik, Kur'an'm zahirinde olduğu
gibi, kati bir metinden kaynaklanmaktadır denilecek olursa; o zaman şöyle cevap
verilir : Bunu birbirinden ayırmak tahaltküm. olur. Zira metnin zanni oluşu,
ancak, tesbit edilen hük^ mün de zanniliğiiii ifade eder. Nitekim, Kur'an'ın
zahirinde de durum böyledir. (Yani o da zan ifade eder). Eğer bu zannilik,
orada (Kur'an'da) vücûbiyet ifade ediyorsa aynı şekilde, burada (hadisler) da
vücûbiyet ifade eder.» Kanaatimize göre her kim, hüküm istinbat ederken,
sünnetin getirdiği şer'î mana ve lafızları terkederek, Arap dili kaidelerine
göre, Kur'an'a dayanmak isterse, bu durumda da, takip ettiği metodun
zanniliğinden kurtulaını-yacaktır. Zira Kur'an lafızlarının, şarî'în
ıstılahiaştırdığı anlamda değil de mücerret luğavî manalarında kullanıldıklarını
farzetse bile, Arapların
manalandırırken göz-önünde
bulundurdukları şartlar olmadan, o lafızlar, lu-gavî anlamlarına delalet
edemiyeceklerdir. Çünkü bu şartların, o manalara delâlet etmeleri, mücerred
aklî bir hadise değildir. Ne insan, bunları doğuştan bilebilir ve ne de akıl
tek başına bu şartları idrak edebilir. Bunlar ancak, başka birilerinin haber
vermesiyle öğrenilebilir. Lafızların taşıdıkları manaların pek çoğu ise,
ister sözlü, ister yazılı olsun, bize
ahad yolla ulaşmıştır. Son asırlarda, meşhur veya mütevatir olan manaların
ekseriyeti, asıllarında ahaddırlar.
Eİ-Esmâî veya Ebu Ubsyd gibi birtek kişinin nakline nasıl güvenilebilir
ki? Çoğu zaman onlar, bu manaları, yalan, uydurma ve fıskla meşhur olmuş, Ömer
b. Ebu Rabi'a, Beşar ve Ebu Nuvas gibi kimselerin şiirlerinden almışlardır.
Hulasa: Kur'an, her ne
kadar, lafzı itibariyle kat'î olsa da, sünnetin yardımı olmadan, manalarını
anlamak
lafızların lügavî
anlamlarının tesbitindeki metodun, zan-niliğine dayanır. Bu zannilik, Allah'ın
kullarına ihsanı olan, Kur'an'ı açıklayan, sünnetin zanniliğinden çok daha
zayıftır. Çünkü, sünneti, masum olan peygambciıne, bizzat Allah indirmiş ve
dinlerine dört elle sarılan, iblas sahibi, muttaki, güvenilir insanlar da, onu
nakledegelmiş-lerdir.
Sahabe, Zühri, Malik,
Şafii, Ahmed, Buharı ve Müslim gibi zevat ile, haklarında söylenmedik söz
bırakılmayan Halef el-Ahmar gibi lugatçıları kıyas etmek mümkün müdür? Bunun
benzeri, yalan, dolanla meşhur olmuş pek çok dilci vardır. Onların, lügavî
uğraşılarmdaki yegane gayeleri, dünya şöhreti, sultanlara yaltaklanıp, onlara
yaklaşabilme arzusudur. Nitekim, Onlardan herhangi birini lafızları kendi
arzusuna göre yorumlayıp, iddiasını kuvveltendirmek için, bir beyit uydurarak,
İmduî'-Kays ve benzeri şairlere isnad etmekten, ne dini ve ne de Allah korkusu
alakoymazdı. Bu nedenle, lafızların lügavî anlamlarında pek çok uydurma ve
çelişki meydana gelmiştir.
Evet, dinlerine
ihlasla yapışıp, Allah'ın rızasını kazanmak isteyen, o ilk devir muttaki
âlimlerle, bu gibilerini kıyaslamak, asla, mümkün değildir. Şairin dediği gibi
:
Süreyya Yıldızı
nerede, Yeryüzü nerede? Ali'nin yanında, Muaviye" nerede?[654]
Şayet bu iki zümrenin
arasında bir mukayese yapmak, bu iki yoldan hangisinin daha üstün olduğunu
ortaya koymak doğru olsa hadisçilerin metodu daha hayırlı, zan icab etmesi
bakımından daha kuvvetli, gönüllerin yatışması için daha uygun ve netice
itibariyle daha garantilidir.
Diğer taraftan; eğer,
mutlaka, Arap'tan nakledilenlere itimad etmemiz gerekiyorsa; Allah'ın kelamını
izah sadedinde söylediklerinde, Arab'ın en fasihi ve beliği olan Peygamber,
O'nun hidayetine tâbi olan sahabe, fısk ve işret meclislerinde, sarhoş sarhoş
sözler sarfedip, şiirler inşad eden diğer Araplar'dan çok daha itimada şayandırlar.
Tekrar, delile dönecek
olursak; muarızlarımız, bu noktada, şöyle diyebilirler : Burada yapılan,
usulden kaynaklanan bir kıyastır. Biz onu, hüccet olarak kabul etmiyoruz.
Sonra, bir anlık kabullenecek bile olsak, bu ancak zan ifade edebilir. Halbuki,
üzerinde durduğumuz mesele, katiyyet meselesidir.»
Kanaatimize göre :
«Müsellemü's-Subût»'un müellifi, kendisine tevcih edilen bu itirazdan şu
şekilde kurtulabilirdi. Birincisi: delilini şu şekilde, mantıkî bir kıyas olarak
sunacaktı: «Ravileri, adalet vasfını taşıyan Haber-i Vahid, içeriğinin,
Allah'ın hükmü olduğu yolunda, müc-tehide zannı galip kazandırır. İşte bu
durumda olan bir delille de, amel etmek vaciptir.» İkincisi: Küçük Önerme
(Kazıyye-i Suğrâ) ye de, fer'deki
illetin beyanını isbat hususunda, daha evvel geçtiği üzere
delil getirmeliydi. Büyük önerme
(Kaziyye-i Kübra)'ya ise; imam Şafiî'nin «Er-Risale» îmam Gazalinin de
«El-Mustasfa» adlı eserlerinde naklettikleri şekliyle, fıkhın tarifinde
zikrettikleri gibi cevap vermeliydi. Yani; müctehidin zanni galibiyle
amel etmesinin vacib
olduğuna dair, icma'yı delil getir-meHydi.[655]
2 -«İkinci
delil : Aralarında Ali (r.a.)'nin de bulunduğu sahabenin, ravileri adil olan,
Haber-i Vahid'le amelin vacip oluşuna dair icma'larıdır. Mütevatir derecesine
ulaşmasa bile, tek tek rivayetlerin, muhtelif vak'alarda, üzerinde
birleştikleri nokta, mütevatir kabul edilir. Bu kabil rivayetleri tek tek ele
alıp göstermeye ne takat yeter ve ne de kağıt. Fakat biz, bütün bu rivayetlerin
üzerinde ittifak ettikleri noktanın şu olduğunu biliyoruz: «Sahabe, yeni
ortaya çıkan hadiselerde, problemleri çözmek için haber-i vahid'e müracaat
eder. İlgili konularda, Hz. Peygamber'den nakledilen haberlerin ne manaya
geldiğini anlamaya çalışırlardı. Kendilerine, bir hadis rivayet edildiği vakit,
hiçbir itirazda bulunmaksızın, derhal, O'nunla amel etmeyi şiar edinmişlerdi.»
İşte bu, inkârına veyahut da birkaç meseleye inhisarına imkan olmayan bir
keyfiyettir.
Fakat, şöyle bir
itirazda bulunulursa : «Evet, sahabenin, Ahad haberlerle amel ettiklerine dair
rivayetler var. Ancak, O'nu reddettiklerine ilişkin rivayetler de görmek
mümkün. İşte, Ebu Bekir (r.a.) : Nine'nin mirası konusunda îbn Mesleme rivayet
edinceye kadar, Muğire'nin haberini reddetmiştir. Aynı şekilde : Hz. Ömer
(r.a.), Ebu Said el-Hudri (r.a.), gelip rivayet etmedikçe, İsti'zan konusunda,
Ebu Musa el-Eşâri'nin rivayetlerini kabuî etmemiştir. Yine, Hz. Ali Ma'kil b.
Sinan (r.a.)'m böyle bir haberini reddetmiştir. Zaten Hz. Ebû Bekir
dışmdakilerden, rivayetleri kabul ederken, yemin ettirmek O'nun prensibiydi.
Hz. Alişe'nin de, ölünün
yakınlarının ağlamasından
dolayı, azab gördüğü yolundaki, îbn Ömer rivayetini reddettiği de
bilinmektedir.»[656]
Şöyle cevap verilir :
«Böyle durumlarda, sahabenin duraksaması, ravi'nin sıdkmda veya hafızasındaki
endişeden kaynaklanmaktadır. Yoksa, haberin ahad oluşundan değil. Nitekim,
yeminle veya başka birisinin daha rivayet etmesiyle desteklendiği durumlarda,
haber-i va-hidle amel etmişlerdir. Halbuki, her iki halde de, haber ahad olma
vasfını korumaktadır. Muarızlarımız, taabbüdî konularda, Haber-i Vahidle ameli
inkâr ettikleri vakit, iki kişinin de, yeminle beraber bir kişinin de
rivayetiyle ameli reddetmiş oluyorlar. Bu durumda, Hz. Ebu Bekir, Ömer ve
Ali'nin uygulamaları onların aleyhine bir delil teşkil eder. Bizim, Haber-i
Vahid'in makbul olduğunu söylememiz, O'nun şüpheden ari, muarızı bulunmayıp, zayıflatıcı
bir unsur da taşımadığı durumlardadır. »[657]
3-Üçüncü
delil de şudur : Hz. Peygamberin, helâl ve haranı] arı açıklamak, İslâmî
hükümleri tebliğ etmek maksadıyle elçiler gönderdiği tevatüren bilinmektedir.
Bu elçilerin beraberinde, ancak bazen yazılı birşeyİer bulunduğu olur.
Rasulullah'm emirlerini nakletmeleri ahad tarikiyle gerçekleşirdi. Hiçbir
zaman, elçilerin masum olmaları aranmadığı gibi, bazen, itimad etmiyenlerin
töh-metleriyle de karşı karşıya gelmişlerdir. Eğer, ahad haberler, delil
olmasalardı, tebliğ bir mana ifade etmez, bilakis, insanları sapıklığa
sevketmek anlamına gelirdi.
Şayet, «münakaşa
mevzuumuz, müçtehidin amelinin vacip olup olmadığı noktasındadır. Yoksa; elçi
olarak gönderilen kimseler, mukallid olabilirler,» denilecek olursa, şöyle
karşılık verilir :
Hz. Peygamber'in
müctehid olan sahabilere hükümlerin tebliğ edilmesinde, tevatür derecesinde
bir sayıya ihtiyaç duymadığı, bilakis, tek tek ferdler göndermekle yetindiği
tevatüren bilinmektedir.
Eğer, «Öyleyse,
itikadı konuların da zannî delillerle tespit edilmesi, ya da, haber-i vahid'in
ilim ifade etmesi gerekir. Çünkü, elçi olarak gönderilenlerden, Hz. Muaz'a RasuluIIah
(s.a.s.) : «Sen, Kitap ehli olan bir topluluğa gidiyorsun, onları, ilk önce,
Allah'tan başka ilah olmadığına şehâdet etmeye çağır,» demiştir» denilecek
olursa; karşılığı şudur :
«Şehadetle emretmek,
herkesin tevatürle bildiği bir keyfiyetti. Kaldı ki, hiç kimsenin, Hz.
Peygamber tarafından gönderilen elçilerin, bunu yerine getirmekle görevlendirildiklerinde
en ufak bir şüphesi yoktu. Muaz (r.a.)'a ise. Sadece RasuluIIah (s.a.s.)
herseyden evvel ona davet etmesini emretmiştir. Zira, Kafirlerin onu kabule
çağrılmaları kati ve mesnun bir durumdur. Hemen imana girerek büyük bir
sevaba nail olmaları arzulanan bir husustur[658]
Rafızîler ve onlar
gibi düşünenler, Haber-i Vahid'in yalnızca, zan ifade ettiğini, bu nedenle
böyle bir haberle amel etmenin mümkün olmadığını, ileri sürmüşlerdir. Allah
Teala, zanna tabi olmayı yasaklamış ve yermiştir. O «Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine
düş-me»[659], «Onlar, başka değil,
sadece, zanna tabi oluyorlar. Zan ise; hak konusunda hiçbir şey ifade etmez.»[660]
buyurmaktadır. Bu
ayetlerdeki, kınama ve yasaklama, (hürmete) zan'la amelin haram olduğuna
delalet etmektedir,» demişlerdir.
Bu anlayışı, birkaç
noktadan ele almak mümkündür :
a) Mevzubahis
edilen konu, kat'i bir konudur. Ayetler ise, her ikisi de, âm kabilinden
olduğu için zannidir-ler. Bu kabil ayetler tahsis edilmedikleri sürece, yukarıda
adı geçen zümreler nezdinde de zan ifade ederler. Şayet, Hanefilerin dediği
gibi; Âm olan ayetler, tahsis edilmedikleri sürece katiyyet ifade eder,
denilecek olursa, bu sözkonusu zümrelere birşey kazandırmaz. Zira, Hanefilerin
kastettiği katiyyet daha umumi manada bir katiyyettir. Yani; Ayet'in, herhangi
bir delilden ötürü, ihtimaliy-yet arzetmemesi demektir. Sözkonusu mesele ise,
daha özel manada bir katiliği haizdir. Yani, bir delilden dolayı olsun veya
olmasın herhangi bir ihtimale imkan vermemesidir. Bu itibarla, umûmî anlamda
kat'i oldukları farz-oîunsa bile bu iki ayet, daha özel manada katiyyeti haiz
bir meseleye delil getirilemez. Çünkü, bu her an kendisine ihtimal arız
olabilir demektir. Böyle olan bir şeyle def asla ihtimale mahal olmayan bir
mesele tesbit edilemez.
b) Ayetlerin
zanla ameli iptal ettikleri sahih olsa, o zaman, Kur'an'm zahiriyle de amel
etmenin iptal edilmesi gerekecektir. Çünkü, bu zanla ameldir. Böyle bir şey
ise icma'en batıldır. Kaldı ki, biz, her iki ayetin de Kitab'ın zahirinden
olduğunu söylüyoruz. Bu nedenle, Kur'an'm zahiriyle ameli iptal
ettikleri zaman, hüküm kendilerine de raci olacak ve ayetlerle istidlalde
buluna-mryacaklardır.
c- Ayet-i
kerimelerde, amel etmenin haram olduğu, sözkonusu edilen zan, Allah'ın birliği
gibi, itikada ve usulu'd-Dine müteallik meselelerdeki
zandır. Amelî mevzularda ve fıkhı meselelerde zanna itibarın vacip olduğu,
daha evvel geçen kati delillerle ortaya konmuştu. Bu nedenle, ayetlerde geçen
zannı, belirttiğimiz şekilde anlamak gerekir.
d- Zan ile,
amelin haramlığmı ifade eden bu ayetlerin bizi muhatap aldığım kabul
etmiyoruz. Çünkü; ilk ayet, doğrudan, Hz. Peygamber'e hitap etmektedir. Rasu-lullah
(s.a.s.)'m vahyi bekleyerek, yakini bilgiyi elde etme imkanı varken, zanna tabi
olmasının haram oluşu, yakini bilgiyi elde edebilme imkanına sahip olmayan
bizler için de haramlığmı icap ettirmez. Ayrıca, ayette geçen ilim'-den, zannı
da içeren, mutlak bir tasdik kastedilmiş olabilir. Zira, zanna da, ilim
isminin ıtlak edildiği yaygındır. O zaman mana şöyle olur : «Bilmediğin veya
endişelendiğin ya da şüphe ettiğin şeyin peşine düşme.» Yine : «Hakkında
bilgi sahibi olmadığın şey»'den maksat da : «Aksi, sana malum olmayan şey»
olabilir. Bu durumda, ayet, zannı içine almaz. Çünkü sadece, aksi bilinmemekte
ve vehme, dilmektedir.
îkinci ayette ise,
zannın yerilmesi, sadece bazı vakitlerde ona tâbi olunduğundan dolayı
değildir. Bilakis, onların, her zaman zanna tâbi olup, hiçbir vakit ilme tâbi
olmamalarından dolayıdır. Bunun da yerilen bir davranış olduğunda hiçbir şüphe
yoktur. Çünkü, böyle bir davranışta kati olarak bilinen şeyleri de terketmek
söz konusudur. [661]
Madem ki, Hz.
Peygamber Kur'an'm yazımım hucci-yetini tesbit etmek için emretmiş ve yazı da,
katiyyet ifade etmiyorsa, böyle bir emrin verilmesindeki hikmet ne olabilir?
Aynı şekilde, sünnetin yazılmasının istenmemesindeki hikmet ne olabilir? diye
sorulacak olursa, buna şöyle cevap veririz :
Kur'an'm yazılmasına
dair emirdeki hikmet; ayetlerin tertibini izahtır. Bu itibarla âlimler, bu
tertibin Cebrail (a.s.) tarafından, Rasulullah (s,a.s.)'a getirildiğinde ve
tevfikî olduğunda ittifak etmiştir.
Bir diğer hikmet ise;
sûrelerin tertibim beyandır. Kuvvetli ve tercih edilen görüşe göre sûrelerin
tertibi de tevfikîdir.
Biz, yazının, herhangi
bîr şeyi tespit yollarından biri oluşunu inkâr etmiyoruz ne var ki, bu yöntem,
bırakın lafzı tevatürü, mücerred sözlü rivayetten dahi zayıf bir yöntemdir.
Ancak, daha kuvvetli bir tespit yöntemiyle birleştiği zaman herhangi bir
hususun zabtında te'kid aracı olabilir.
Diğer taraftan,
Kur'an'm yazınıma ihtiyaç gösteren, daha başka unsurlar da vardır. Bunlar, şöylece
sıralanabilir : Kur'an, Allah'ın kitabı ve Kıyamete kadar bütün mahlûkata gönderilmiş bir elçi
olan, Hz. Muhammed
(s.a.s.)'in en büyük mucizesi olması
hasebiyle, O'nun zab-tındaki te'kidi artırmak! Zira, O, Hz. Peygamber'in
inuci-.zeleri arasında, sonraki nesillere, O'nun nübüvvetini ispat eden en kati
ve en açık bir delil olarak kalacaktır. Bir diğer husus. Kur'an'm, İslâm
şeriatının esası olmasıdır. Şa-rîin delil olarak itibar ettiği diğer asıllarda
ona racidir. İtikada ve furua ait ana meseleler de Kur'an'da tespit edilmiştir.
Bu nedenle, Kur'an'm yok olup, kaybolması, bütün .bu hususların da ortadan
kalkmasını ve şeriatın yok olmasını intaç edecektir. Ayrıca, Allah Teâla,
gerek namazda ve gerekse, namaz dışındaki ibadetlerimizde, O'nu okumamızı
bizden istemiş, birtek harfini dahi değiştirmemize izin vermemiştir.
İşte Kur'an, bu son
derece önemli mevzuları ihtiva ettiğinden dolayı, Sâri olan Allah Teâla, Ona
çok büyük bir önem vermiş, O'nu kendi gözetimine almıştır. Bu sebeple de, insanların,
sübutu konusunda tamamen mutmain olmaları için, lafızlarını vö metnini, önemli
önemsiz, kuvvetli zayıf, mümkün olan her türlü tespit vasıtalarıyla zabdetmiş,
kıyamete kadar gelecek olan insanların elinde bulunmasına imkan hazırlamıştır.
Aynı şekilde, Kur'an'm manalarını da, O'nun sarihi olan, Sünnet vasitasıyle muhafaza
buyurmuştur.
Hadislerin birbirleri
ile münasebeti bakımından bir tertip sözkonusu olmadığından sünnet, tanzim
nokta-i nazarından Kur'an gibi değildir. Sünnet, mucize de olmadığı gibi,
Allah Teâla, lafızlarını okumak suretiyle ibadet etmemizi de bizden
istememiştir. Hakiki manasını korumak şartıyle, lafızlarının değiştirilmesine
müsade edilmiştir. Çünkü, Sünnetin gayesi kitab-i izah etmek ve hükümlerini
vuzuha kavuşturmaktır. Binaenaleyh, bu amacın gerçekleşmesinde, mananın
anlaşılması yeterlidir. Anlam bozulmadıktan sonra, lafızlann Rasulullah
(s.a.s.)'dan sadır olması ile, bir başkasından sadır olması önem arz-etmez.
Kur'an, diğer
delilerin tesbitinde, itikad esaslarının tayini ve furûa ait temel prensiplerin
ortaya konmasında, bize yeterli olmaktadır. Bundan dolayı Şârî, Kur'an'a gösterdiği
ihtimamı, sünnete göstermemiş, O'nun naklinde bir tek delili, yani, sözlü
rivayeti yeterli bulmuştur. Eğer, sözlü rivayet, yazım ve tevatür gibi bütün
tespit vasıtaları bir arada bulunmuş olsa, bu taktirde aliyyü'1-âlâ olur.
Bütün bunların
yanında, Kur'an'm hacmi ile, görevi O'nu açıklamak ve izah etmek olan Sünnetin
hacmi arasındaki, apaçık farkı da gözardı etmemek lazımdır. Bilindiği üzere,
şerh, her zaman, şerh edilenden daha ha-cİmli ve daha kabarık olur. Adeten,
hacmi küçük olan şeyin ise, bütün nakil imkanları ile nakli daha kolaydtr. Ama,
hacmi kabarık olan şey böyle değildir. Özellikle de, Ümmi bir toplum olan.
Arapların bu şeyi nakletmeleri söz konusu olunca. Yine Sünnetin, Rasulullah
(s.a.s.) m söz, fiil ve takrirlerinden meydana geldiği göz önünde bulundurulunca,
bütün tespit vasıtalanyle zabtı güçleşmektedir. Rasulullah (s.a.s.)'m her
halinde, tevatür derecesinde bir kitlenin ve yazma imkanına sahip bir grup
sahabinin, O'nunla birlikte bulunması mümkün değildir. Binaenaleyh, her
duyduklarını ve müşahede ettiklerini, kendilerinden sonrakilere veya
yanlarında bulunmayanlara, hem yazılı ve hem de sözlü tevatür yoluyla
bildirmeleri ne mümkün ve ne de zorunludur.
Bilâkis, Rasulullah
(s.a.s.)'m, bazen, bir sözü ya da eylemi, okuma yazma bilmeyen bir tek
sahabinin önünde vuku bulnıuş ve bir daha da, Hz. Peygamber, onu tekrarlamamış
olabilir. Ama, Kur'an'da durum böyle değildir. Çünkü, Rasulullah (s.a.s.), ayet
ve sûreleri muhtelif kitlelerin huzurunda okuyordu. Bu kitlelerin içerisinde
okuma yazma bilen de, bilmeyen de bulunabiliyordu. Yine, Kur'an ayetleri, Hz.
Peygamber tarafından farklı zaman ve zeminlerde hiçbir değişikliğe uğratılmadan,
birtek lafızla tekrar ediliyordu. İşte, bütün bunlardan dolayı, Kur'an'in zabt
ve naklinde, nakil vasıtalarının hepsini bir arada bulma imkânı söz konusu
olmuştur. [662]
Şayet; «Mesele,
yalnızca, sünnetin yazılmasını emret-memekle kalmış olsaydı, söyledikleriniz
iknaya yeter, şüphelen giderebilirdi. Ne var ki, mesele, bununla kalmamıştır.
Bilakis, sünnetin yazımının yasaklanmasına, hatta, daha Önce yazılmış olanların
yok edilmesine kadar uzanmıştır. İşte bu da, Hz. Peygamber'in, sünnetin
sonraki nesillere nakledilmemesini istediğine bir delil teşkil eder. O'nun bu
arzusu ise, sünnetin hüccet olamıyacağı neticesini doğurur. Zira, hüccet
olsaydı, nakil yollarından herhangi birisiyle nakline asla engel olunmazdı»
denilecek olursa, şöyle cevap veririz : -
Daha evvel de izah
ettiğimiz üzere, yazılı bulunmak delil'in şartlarından değildir. Üstelik, yazı
katiyyet de ifade etmez. Bir anlık, yazının katiyyet ifade ettiğini
kabul-lensek bile, delilin kati bir yolla tespit edilmiş olma zarureti yoktur.
Bu münasebetle, Hz. Peygamber'in sünnetin yazımını .yasaklamış olması, suret-i
katiyyede ne O'nun naklini istemediğine ve ne de sünnetin hüccet olamıya-cağma
delil teşkil etmez. Rasulullah (s.a.s.), bu yasağın hemen ardından, daha
etkili ve kuvvetli bir nakil yoluyla, hadislerinin rivayet edilmesini
emretmişken, nasıl olurda, söz konusu yasağının, sünnetin hüccet olamıyacağma
delil teşkil ettiği ileri sürülebilir? Müslim'in, Ebu Said el-Hudrî (r.a.)
tarikiyle rivayet ettiği bir haberde, Hz. Peygamber'in; kendisine kasten,
yalan isnadında bulunan kimselere, şiddetli bir azabı vadettiği de
unutulmamalıdır.
• Buhari ve Müslim'in Ebu Bekir (r.a.) tarikiyle yaptıkları
bir rivayette ise, Hz. Peygamber
şöyle demektedir : «Burada bulunanlar, bulunmayanlara (sözlerimi) iletsin.
Zira, sözümü duyan birisi, onu kendisinden daha iyi kavrayacak birisine
ulaştırmış olabilir.»
• İmam Ahmed'in, Zeyd b. Sabit'ten yaptığı bir rivayette
de :
«Bir hadisimizi işitip te, onu bir başkasına nakiedinceye kadar
belleğinde tutanın, Allah yüzünü ak etsin. Nice kimseler vardır ki,
kendilerinden daha fakih olanlara fıkıh (malzemesi) aktarırlar. Nice fıkıh
(malzemesi) taşıyanlar vardır
ki, fakih değildirler.» buyurmuştur.
•Tirmizi'riin, İbn Mes'ud kanaliyle yaptığı bir rivayette
de : «Bizden birşey işitip de,
duyduğu gibi onu, başkalarına ileten kimsenin, Allah yüzünü, ak etsin.
Kendiler-rine haber iletilen, nice insanlar var ki, O'nu bizzat işitenden çok
daha iyi kavrarlar.» demiştir.
° İmam Ahmed, Cûbeyr b. Mut'îm tarikiyle yaptığı bir
rivayette ise, Hz. Peygamber'in şöyle
dediğini kaydetmiştir : «Allah sözümü işitip, belleyen, sonra da onu işitmeyenlere
nakleden kimsenin yüzünü ak etsin. Zira, nice fıkıh (malzemesi) taşıyanlardan,
çok daha fakih olan kimseler vardır.»
• Buhari'nin kaydettiği bir rivayette
ise, Hz. Peygamber, Abdü'1-Kays heyetine, bir takım tavsiyelerde
bu-Hmduktaıı sonra şöyle demektedir : «Bunları iyi belleyia ve (memleketinize) döndüğünüz
vakit hemşehrilerinize iletin.»
• İmam
Şafii'nin Ebu Rafi'den yaptığı bir rivayette ise : «Sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış bir
vaziyette,
bir emrin veya yasağın
kendisine ulaşıp da: Biz anlamayız, Allah'ın kitabında ne buluyorsak, sadece
ona, tâbi r-oluruz, derken görmeyeyim.» demiştir. Bu kabil rivayetleri daha da
çoğaltmak mümkündür.
Hz. Peygamber'in,
hadislerin ezberlenip, rivayet edil-:3nesini
emretmesiyle, kendisine yalan isnad edilmesine karşılık şiddetli bir
cezayı va'detmesi; diğer taraftan, sünnete muhalefet etmekten sakındırarak,
hem işitenler ve .Ihem de, kendilerine iletilenler için, O'nun ne kadar önemli
bir konumunun olduğunu vurgulaması, sünnetin inananlar için büyük faydalar
içeren bir hüccet olduğunun en açık delilidir.
Daha önce
zikrettiğimiz rivayetlerde geçtiği üzere, Hz. Peygamber'in, hadislerin tebliğini
emrettikten son-. ra : «Nice fıkıh
(malzemesi) taşıyanlar vardır ki, fıkıh nedir bilmezler. Ve yine, nice fıkıh
(malzemesi) taşıyanlar vardır ki, onlardan çok daha fakih olanlar vardır.»
buyur-'-ması, sünnet'in dinde bir hüccet ve şer'î hükümlerde bir kaynak
olduğuna en güzel bir delildir. Rasulullah'm bu : sözü; hadisleri bizzat işiten kimselerin, onları,
sonraki nesle iletmelerindeki gayenin, bu neslin hadislerin içer-, diği fıkhı
ve şer'î hükümleri istinbat etmelerine imkan verme anlamı taşır, Bu ise;
hadisler hüccet kabul edilemeden, tazammun ettikleri hükümler tespit
edilmeden, mümkün değildir. Zerre kadar aklı ve imam olan birisi, : Hz.
Peygamber'in, hadislerin rivayet edilmesine dair emerini, bir takım idareci ve
sultanların, muhataplarım tes- Üyeye ve meclislerde konuşma mevzuu edilmeye
yönelik irad ettikleri emirnamelerine kıyas edemez. Allah Rasu-lu (s.a.s.),
ümmetine oyun ve eğlence olacak, onlara hiçbir fayda sağlamayacak şeyleri
emretmekten çok yüce ve bedridir.
İşte, İmam Şafii
(r.a.)'nin, İbn Mesud hadisini yorumlarken kaydettikleride, bizim
kanaatlerimizi desteklemektedir : «Hz. Peygamber, sözlerine kulak verilip, ezberlenilerek,
onların, başkalarına iletilmesine teşvik ettiğine göre; bu, Rasuluİlah
(s.a.s.)'m, ancak duyan kimseler için hüccet teşkil edecek nitelikteki
şeylerin, kendisinden nakledilmesini, emrettiğine delalet eder. Binaenaleyh,
Rasul'den ancak, yerine getirilmesi icab eden bir helal veya kaçınılması
gereken bir haram ya da tatbik edilecek bir had (ceza-i müeyyide) yahut,
alınıp verilecek bir mal, yahut da, din ve dünyaya müteallik bir nasihat tebliğ
edilebilir. Ayrıca bu; fakih olmayan ve fıkhına eremediği halde hadisleri
ezberleyen kimselerin de fikhî (nitelikli hadisleri) nakledebileceklerine
delalet eder.»[663]
Üstelik, Rasuluİlah
(s.a.s.)'a yalan isnad edilmesi neden büyük bir günah telâkki edilmiş ve bunun
üzerine çok şiddetli bir cezanın terettüp edeceği va'dedilmiştir? Başkalarına
isnad edilen yalan da haram olmasına karşın, böyle değerlendirilmemiştir.
Başkalarına yalan isnadı ile, Rasuluİlah (s.a.s.)'a yalan isnadı aynı düzeyde
bir cürüm olsaydı, bunun ayrıca zikredilmesinin bir hikmeti olmazdı.
Şüphesiz, Rasuluİlah (s.a.s.)'m,
kendisine yalan isnad edilmesine, özellikle işaret etmesi, bu cürüme karşılık
şiddetli bir azabı müjdelemesinin, bir hikmeti vardır. Çünkü, böyle bir durum,
şeriat hükümlerinin tebdilini, helâlin haram, haramın da, helâl telakki
edilmesini intaç eder. Böyle bir tehlike ise; Sünnetin hüccet oluşundan ve
şeriat hükümlerine kaynak teşkil etmesinden ileri geliyor.
Bu görüşümüzü, Buhari
ve Müslim'in, Muğire (r.a.) kanalıyla yaptıkları şu rivayet de doğrulamaktadır.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur : «Bana isnad edilen yalan, herhangi
birine isnad edilen gibi değildir. Kim, kasten, bana yalan isnadında
bulunursa, cehennemdeki yerine hazırlasın.»
Bu meyanda, ayrıca,
Müslim Ebu Hureyre (r.a.) den şunu rivayet etmiştir: «Rasuluİlah (s.a.s.) şöyle
buyurmuştur «Ahir zamanda, yalancılar,
deccallar çıkacak. Ne sizlerin ve ne de, babalarınızın duymadığı hadisleri
size getirecekler. Aman onlardan sakının, sizi saptırmasınlar, sizi fitneye
düşürmesinler.»
Allah için soruyoruz;
Hz. Peygamber'in hadisleri, dinde hüccet olmasaydı, O'na İsnad edilen uydurma
hadislere karşı, sakındırmanın ne anlamı olurdu? Niçin böyle bir durum, fitne
ve sapıklığı beraberinde getirirdi?
Şayet hadisleri rivayetteki gaye, Arapların ve diğer milletlerin haberlerini
ve bir takım şiirleri rivayette olduğu gibi,
mücerred, teselli ve eğlence
olsaydı; bu noktada, yalancı ile doğru
söyleyenin eşit olması icap etmez miydi? Aralarında bir fark olsa bile, bu,
fitne ve sapıklıktan, hassasiyetle sakındıracak kadar büyük bir fark olur
muydu? Özet olarak, buraya kadar zikrettiklerimizin hepsi, sünnetin hüccet olduğunu
apaçık ortaya koymaktadır. Bütün bunlar, akıl ve idrak sahibi olanların
yanında, Hz. Peygamber'in bizzat kendi açıklaması mesabesindedir. Ve O'nun,
sünnetin nakil ye muhafazasına olan rağbetinin bir ifadesidir. Bunlar
ortadayken, nasıl olur da Rasuluİlah (s.a.s.)'m sünnetlerinin korunmasına önem
vermediği; binaenaleyh dinde hüccet olamayacağı iddia edilebilir? Fakat,
Allah Teala şöyle buyurmaktadır : «Elbette sen, ölülere duyuramazsın;
arkalarını dönüp giden sağırlara daveti işttiremezsin. Ancak, (can-ı gönülden)
teslimiyyet gösteren ve ayetlerimize inananlara duyurabilirsin.» [664]
Eğer şimdiye kadar,
Kur'an'm yazılmasıyla, sün-net'in kay dedi lmemesine ilişkin emrin hikmetlerini
beyan ettiniz. Ne var ki, söyledikleriniz, sünnet'in yazımım yasaklamanın da
bir gerekçesi olamaz. Çünkü, O'nun mucize olmayışı, okunmak suretiyle ibadet
edilmeyişi, Kur'an'm izahı ve açıklayıcısı konumunda bulunması, yazımının
yasaklanmasına bir neden teşkil etmez. Bu, olsa olsa, ancak, sahabenin yazıp
yazmamada serbest bırakılmasını icab ettirebilir. Ayrıca, siz sünnetin hüccet
oluşuna dair delillerden hareketle, söz konusu yasağın, O'nun hücciye-tini
iptal edemiyeceğini ileri sürdünüz. Fakat, yasaklamanın da bir nedeni olması
gerekmez mi? Bunun ne olduğunu bize izah edebilir misiniz?» denilecek olursa,
şu şekilde cevap veririz:
Âlimlerimiz yasağın
hikmetine dair, birkaç ri sürmüşlerdir.
a) Hz. Peygamber, Sünnet'in, Kur'an'a
karıştırılması endişesiyle, ashabı bundan men etmiştir.[665]
Bu noktada şöyle bir
itiraz vaki olabilir: «Böyle bir karışıklığın herhangi bir zaranndan
bahsedilemez. Zira, Kur'an da, Sünnet de, şer'î hükümlerin kaynağıdır. Binaenaleyh,
bizim için önemli olan, hükümler tesbit edilirken dayandığımız delilin
Rasulullah'tan sadır olmasıdır.
Bunun Kur'an veya
sünnet olması o kadar Önemli değil. Yeter ki, bu ikisinden başka birşey
olmasın.»
Bu itiraz, makul
değildir. Çünkü Kur'an pekçok bakımdan, Sünnetten temayüz edip ayrılmıştır.
Herseyden önce, tilaveti ibadettir. İcazı ile, Peygamber'in elçiliğine delalet
etmesi, kıyamete kadar baki kalacak bir keyfiyettir. Bu itibarla, O, her ne
kadar, hüccet olma bakımından, sünnetle bir birliktelik ifade ediyorsa da,
ayrıldığı noktalardan dolayı, mutlaka sünnetten farklı değerlendirilmesi
gerekir.
Yine: «Kur'an'm icazı
O'nun sünnetten farkedilme-si için yeterlidir. Ayrıca yazıyla temyizine gerek
yoktur.» şeklinde bir itiraz gelebilir. Ancak, bu da tutarlı bir itiraz olamaz.
Çünkü; Kur'an'm icazını, ancak, Arap belagatının zirvesinde olduğu ilk
devirlerdeki, belagatta otorite olmuş kimseler anlayabilir. Fakat, hangi asırda
olursa olsun, belagatla ilgisi olmayanlar ki bunlar hep çoğunlukta olmuştur O'nu sünnetten ayırt edemezler. Özellikle de,
kavlî sünnetin, Arab'ın en fasihi ve beliği bir zattan sadır olduğunu ve
neredeyse belagat bakımından Kur'an'a yakın bulunduğunu nazar-ı dikkate
aldığımız vakit, bunu daha iyi anlayabiliriz. Bu nedenle, Sünnetle Kur'an'ı
birbirinden temyiz edebilmek, sadece parmakla gösterilen belagat ve beyan
ustalarının işidir. Belagatla ilgisi bulunmayanlar, Kur'an'm icazını
kendiliklerinden kavraya-mazlar. Onlar bunu ancak, Hz. Peygamber'in, belagat ve
fesahat ustalarına, Kur'an'm en kısa sûresinin bir benzerini yapmaları
yolundaki meydan okumasından hareketle farkedebilirler. Bu şekilde Kur'an'm
icazı tespit edildiği vakit, Onlar için, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Peygamberliği
de sabit olmuş demektir. Binaenaleyh, bu durumda, O'nun şu sûre veya şu ayet,
ya da şu kelime Kur'an'dandır diye haber verdiğinde doğru söylediği bedihi
olur. Peygamber'in bu şekilde haber vermesi de, Arap Acem beliği beliğ olmayanı
bütün ümmet için, Kur'an'm, Peygamber'in dışında bir kaynaktan geldiğini
ortaya koymaya yeter.
Pek tabii olarak,
Rasulullah'm bizzat haber vermesi yalnızca kendi asrındakiler için mümkündür.
Bütün ümmet için böyle bir şey söz konusu değildir. Bu nedenle, Hz. Peygamber,
Kur'an'ı işitenlerin iyice belleyememesi, insanlar arasında tamamen yayılmaması
sebebiyle, uzun zaman sonra, O'nda birtakım karışıklıkların meydana gelmesinden
endişeleniyordu, özellikle de ayet, kelime veya harflerinin karıştırılması O'nu
tedirgin ediyordu. İşte bu yüzden, Kur'an'm yazılmak suretiyle, kendisinden
sadır olan diğer sözlerden temyiz edilmesine şiddetle özen gösteriyordu. Bu
itibarla, Kur'an herkes tarafından güzelce öğrenilip, halk arasında yayılıncaya
ve diğer sözlerden tefrik edilebilir hale gelinceye kadar, herhangi bir ihtilaf
vukuunda ya da birisinin hata etmesi halinde kalabalık halk kitlelerinin
sözkonusu hata ve ihtilafları düzeltebilecekleri bir konuma gelinceye kadar
yazıyı sadece Kur'an'a tahsis etmiştir. Ne zaman ki, bu konuma gelindiğine
kanaat getirmiş, işte, o zaman sünnetin yazılmasına müsade buyurmuştur.
Nitekim bu konuya ileride değinilecektir.
b)
Rasulullah, sünnet'in yazımını; Sahabenin yazdıklarına güvenerek, gevşemeleri,
bu nedenle de en belirgin vasıfları olan, ezberleme hassalarını ihmal etmeleri
sonucunda, bu melekelerinin giderek zayıflaması endişesiyle yasaklamıştır.[666]
Yazıya dayanıp,
güvenerek ezberlemeyi ihmal etmenin, ilmin kaybolmasında ne derece etken
olduğu herkesçe malumdur. Bunu daha evvel izah etmiştik.
Bundan ötürü, yazım
yasağı, yalnızca hafızası kuvvetli, unutkanlıktan emin olan kimselere
getirilmiştir. Bunun yanında, Ebu Şah kıssasında değinileceği üzere, hafızası
zayıf olanlara izin verilmiştir. Aynı şekilde, kuvvetli bir hafızaya sahip
olup da, çok sayıda hadis topladığı için, hepsini ezberlemekte güçlük çeken,
Abdullah b. Amr gibilerine de müsade edilmiştir.
Eğer; «hafızanın
zayıflamasına, ilmin yok olup gitmesine neden olacak kadar, yazıya güvenip
gevşeme, Kur'an için de söz konusudur. Bu taktirde, niçin O'nun yazımı yasaklanmamıştır?»
denilecek olursa, şöyle deriz :
Burada, Kur'an söz
konusu olunca, bu hikmetle çelişen ve Kur'an'm yazılmasını gerektiren birtakım
sebepler vardır. Öyle ki bu sebepler, sözkonusu hikmete ağır basmış, O'na
üstün gelmiştir. Binaenaleyh, Kur'an yazıldığı vakit meydana gelebilecek
zararları bertaraf etmiştir. Bilindiği gibi bu sebepler, Kur'an'm icazı ve
kıraatiyle ibadet olunması keyfiyetidir. Bundan başka daha önce temas ettiğimiz
hususlardır. Böylece, Kur'an'm niçin yazılmasının emredildiğini anlamış
oluyoruz. Kur'an'ın yazımından doğabilecek olan, zararların giderilmesi ise şu
nedenle mümkündür : Bir defa, Kırati ile ibadet edilmesi şartı, mükellefin onu
ezberlemesini gerektirir. Ayrıca O'nun yazımı, icazı, nazmının akıcılığı, üslûbunun
cazibesi gibi hususlar da, yazanı ezberlemeye teşvik eder.
c) İslâm'ın
ilk devirlerinde yazma bilenlerin oranı oldukça azdı. Bu da, ehemmi mühimme
tercih ederek, yazı bilenlerin gayretlerini Kur'an'm yazımına teksif etmelerini
ve ondan maadasını yazmakla uğraşmamalarını icap ettirmiştir.[667]
Bu yüzden, yazma
bilenler artınca. Rasulullah (s.a;s.) hadislerin yazılmasına izin vermiştir.
Nitekim, Abdullah b. Amr'a söylediği ile, ölüm döşeğinde iken yazmaya niyetlendiğine
dair rivayetler ileride gelecektir.
d) Ashab,
istenilen düzeyde yazı bilmedikleri için, kelime ve harfleri güzelce
yazamamaktan mütevellit, sünnetlerin kaydında hata etmeleri endişesiyle,
yazmaktan menedilmişlerdir.[668]
Buna göre, Hz.
Peygamber'in yazmamalarını istediği kimseler, güzel yazı yazamayan kimselerdir.
Bu işi iyi becerenlere ise müsade edilmiştir.
Buna, belki şöyle bir
itirazda bulunulabilir : «Sünnetlerin yazımmdaki yasağın tesbitinde yegane
delil, Ebu Said el-Hudrî'nin rivayetidir. Ondan ilk bakışta anlaşılan ise,
Sünneti yazmaları yasaklanan kimselere, Kur'an'ı yazabilecekleri yolunda izin
verilmiş olduğudur. Eğer, yasağın illeti, yazıda meydana gelebilecek hata
endişesi ise, onların Kur'an'ı yazmalarına, nasıl müsade edilebilir? Bunun
makul olduğunu ispatlayabilmek için, Ebu Said rivayetinden ilk bakışta
anlaşılanın tersini ispat etmek mecburiyeti vardır. [669]
Sünnetin yazıyla
tespit edilmemiş olmasından dolayı hüccet olamıyacağı şeklindeki şüpheyi
kökünden yok edecek diğei4 bir husus da, Hz. Peygamberin sünnetin yazımına
izin vermiş olmasıdır.
İbn Abdilberr,
Abdullah b. Müemmil, İbn Cûreyc ve Ata tarikiyle, Abdullah b. Amr'ııı şöyle
dediğini rivayet etmiştir : «Rasulullah (s.a.s.)'a ilmi kaydedeyim mi, diye
sordum bana; «Evet kaydet,» cevabını verdi. Ata, «ilmin kaydedilmesi nedir?»
diye sormuş, Abdullah da, «yazil-masıdır,» karşılığını vermiştir.[670]
Başka bir rivayette
ise: Abdullah İbn Amr: «Ey Allah'ın Rasulu! İlmin kaydedilmesi ne demektir?
diye sormuş. Rasulullah (s.a.s.) da : «yazilmasıdır,» şeklinde cevap vermiştir.[671]
Aynı rivayeti, İbn Kuteybe de, îbn Cûreyc ve Ata tarikiyle kaydetmiş, «İlm»den
muradın «hadis» olduğunu söylemiştir.[672]
İmam Ahmed de,
Abdullah b. Amr'm şu sözünü rivayet etmiştir : «Rasulullah'tan her duyduğum
şeyi yazıyor ve ezberlemek istiyordum. Kureyşliler, beni bundan men ettiler ve
«Sen Rasulullah'tan her işittiğini yazıyorsun. Halbuki O'nun, neşeliyken de,
sinirli halinde de konuştuğu oluyor, dediler. Ben de, yazmaktan vazgeçtim.
Bilahere konuyu, Rasulullah'a açtım bana : «Yazabilirsin. Nefsim elinde olan
Allah'a yemin ederim ki, ben yalnızca hakkı konuşurum» dedi.
îbn Abdilberr ise,
aynı rivayeti şöyle kaydetmiştir : «Ey Allah'ın Rasulu! Senden her duyduğumu
yazabilirmiyim? dedim. Evet, yazabilirsin, buyurdu. Peki, neşeli olsanız da,
sinirli olsanız da mı? dedim. Yine : «Evet, çünkü, ben herhalükarda haktan
başka birşey söylemem,» karşılığını verdi.»
Eğer; İbnü'l-Müemmil
ve İbn Şuayb tarikleri ihti-cacta bulunulacak nitelikte değildir, çünkü İbn-û
Main, En Nesai, Darekutni ve el-Münzirî, İbnu'l-Müemmil'in zayıf olduğunu
söylemişlerdir. Ebu Hatimle Ebu Zur'a hadiste kavi olmadığını belirtirlerken,
İbn Main'den hadislerinin tamamının münker olduğu nakledilmiştir. Keza, İmam
Ahmed'in de aynı kanaatte olduğu nakledilirken, İbn Adi, hadislerinin tamamının
zayıf olduğunu söylemiştir, îbn Şuayb, Ebu Davud'a; Amr'in babası vasıtasıyla,
dedesinden yaptığı rivayetler, dinde hüccet olabilir mi?» diye sorulduğunda,
O'nuh, «Hayır, delil olmalarının sözü bile edilmez,» diye cevap verdiğini,
söylemiştir. Yine, İbn Şuayb; Ahmed b. Hanbel'in : «Hadisçilerin, Amr'in
babası vasıtasıyla dedesinden naklettiği haberleri bazan kabul edip, bazan da
etmediklerini söylediğini, haber vermiştir. Tabii ki, bununla, Amr b. Şuayb'in
halindeki endişelerini kastediyor Abdülmelik b. Meymun ise; Ahmed b.
Hanbel'in, «Amr b. Şuayb'm, babası ka-nalıyle, dedesinden yaptığı pek çok
münker haber vardır. Biz, hadislerini, sadece öğüt almak maksadıyla yazardık.
Hüccet olmaları ise, asla mümkün değildir.» dediğini haber vermiştir. Ayrıca,
Yahya b. Said el-Kattan da, hadislerinin zayıf olduğuna dikkat çekmiştir. Abbas
ise, İbn Main'in : «Şayet babası vasıtasıyla dedesinden rivayet ederse, bu
haberi kitaptan almış demektir. (Zayıf olması da buradan ileri gelmektedir).
Fakat, Said veya Süleyman b. Yesar ya da, Uruc kanalıyla rivayet ederse, o
zaman, sikadır. Veya öyle kabul edilebilir.» dediğini, söylemiştir. İbn Ebi
Şeybe de : «İbnu'l-Medini'ye, Amr b. Şuayb'm durumunu sordum, bana : «Eyyûb ve
îbn Cûreyc kanalıyla gelen rivayetlerinin hepsi, sahihtir. Ama, babası
kanalıyla dedesinden naklettiklerini bir kitaptan almıştır. Dolayısıyla
zayıftır.» karşılığını verdi» demiştir. Kaldı ki, Îbnu'l-Müemmil ve Amr b.
Şuayb'm bu tarikiyle, sadece cerh ve ta'dil de gevşek davranan bazı son devir
âlimleri ihticacta bulunmuşlardır. Bildiğimiz kada-ııyle, rivayetin üçüncü bir
isnadı da yoktur. Binaenaleyh haber sahih değildir.»[673]
denilecek olursa, cevabımız şu olur :
İbn Sa'd,
Îbnu'l-Müemmil'in «sika» olduğunu söylemiştir, îbn Huzeyme, İbn Hıbban ve daha
başkaları ise, hadislerini sahih bulmuşlardır. îbn Main # de iki rivayetin de
sika, birinde zayıf olduğunu söylemiştir.[674]
Görülüyor ki, imamlar,
cerh edilip edilmeyeceğinde ihtilaf etmişlerdir. Cerhedenlerden bir kısmı ise,
hadislerinin tamamını terketmemişler, bilakis bazısını kabul etmişlerdir.
Ayrıca; özellikle O'nun bu rivayetini, İbn Abdilberr ve ez-Zehebî'nin,
Abdulhumeyd b. Süleyman, Abdullah b. el-Müsenna ve Sümame tarikiyle, Enes
(r.a.) den merfu olarak rivayet ettikleri : «timi, yazıyla kaydediniz »[675]seklindeki
hadis de, desteklemektedir.
• İbn Main,
İbnu'I-Medinî, en-Nesaî ve Darekutnî'-nin Âbdulhumeyd'i zayıf bulmalarının buna
bir tesiri olamaz. Zira, Ebu Davud ve daha başka kimseler, O'nun sika olduğuna
hükmetmişlerdir. Enes (r.a.) rivayetini ise, Hakim-i Tirmizi'nin yaptığı, merfu
bir rivayet de desteklemektedir.
•ibn' Şuayb'a gelince;
Zehebî, O'nun, zamanının alimlerinden birisi olduğunu
söylemiştir.[676] İbn Main, İbn Raheveyh
ve Salih b. Cezre ise, sika olduğunu
belirtmişlerdir. El-Evzaî de;
«Amr b. Şuayb'dan daha kâmil bir Kureyşli görmedim, Mekhul otururken, O,
bana hadis rivayet etmiştir» demiştir. îshak b. Raheveyh de : Amr b. Şuayb'm, babası kanalıyla, dedesinden
yaptığı rivayetlerin Eyyub'un Nafi vasıtasıyla İbn Ömer'den yaptığı rivayetler
mesabesinde olduğunu söylemiştir. Ebu Hatim ise : «Amr'm babası kanalıyla dedesinden
naklettiği rivayet, Behz b. Hakim'in
babası aracılığıyla, dedesinden naklettiği rivayetlerden, bana çok daha
sevimlidir» demiştir. Ayrıca O, Yahya b. Main'e, Amr b. Şuayb'm durumunu
sorduğunu, O'nun da kızarak: «Ben ne
diyeyimki? İmamlar, ondan rivayette buulnmuşlardir.» şeklinde cevap verdiğini
söylemiştir. İbn Main'İn, O'nusika bulduğunu
nakledenlerden bazıları da, Abbas
ve Muaviye b. Salih'tir. İshak b.
Mansur, Ebu Ya'kub
el-Mervezî, el-Kevsec de, O'nun : «Amr'm hadisi yazılır» dediğini
nak-letmiştir. Ebu Zür'a ise : Kendisinin sika olmasına karşın, O'ndan gelen
münker haberlerin ekseriyetinin, el-Mü-, senna b. es-Sabah ve İbn Lûheya'dan
kaynaklandığını belirtmiştir. Yahya b. Said el-Kattaıı da; Ondan sika bir ravi rivayette bulunması
şartıyla, haberinin hüccet olacağı görüşüne kail olmuştur.[677]
• İmam Ahmed'den, nakledilen hadisiyle
ihticacta bulunulamıyacağı şeklindeki görüş şayet sahih ise, O'nun bu konudaki
tereddüdünün bir ifadesidir. Kesin kanaatinin bir sonucu değil. Nitekim, bilahere bu
tereddüdü kalkmış ve hüccet olduğu görüşünü belirtmiştir.
İmam Ahmed'in söz
konusu görüşünün tereddüdünden kaynaklandığına, El-Esrem'in şu sözü delalet etmektedir
: «Ahmed b. Hanbel'e, Amr b. Şuayb'm durumu sorulduğu vakit: Bazan,
hadisleriyle ihticacta bulunuyoruz. Fakat, bazen de kalbimizde, bir şüphe
belirdiği oluyor, demiştir. »[678]
İmam Ahmed'in söz
konusu endişesinin kalkıp, hadislerinin hüccet olabileceğine kail olduğuna
ise, Buha-rinin «Et-Tarihi»ndeki şu sözü delalet etmektedir : «Amr b. Şuayb'm
hadisleriyle Ahmed b. Hanbel, Ali b. El-Me-dinî, İshak b. Raheveyh, Humeydî,
Ebu Ubeyd ve diğer hadisçilerin delil getirdiklerini gördüm. Müslümanlardan hiç
kimse, O'nu metruk addetmemiştir.»[679]
Buharı'nin nakli (diğerlerinden) daha sahih ve daha kuvvetlidir.
• Abbas'm, Yahya b.
Main'den, söz konusu isnadın zayıf olduğu yolundaki nakli de, O'nun Önceleri müte-reddid bulunduğuna, fakat
bilahere bu tereddüdünün kalkarak, isnadla ihticacta
buîunulabileceğine kail olduğuna hamledilir. Aksi taktirde, bu rivayetin, Ebu
Hatim, el-Kevsec, Muaviye b. Salih ve bizzat Abbas'm kendi rivayetine ters
düşmesi sözkonusudur. Ayrıca, Buhari'nin şu sözüyle de; çelişki arzetmektedir :
«Ali, Yahya b. Main, Ebu Huzeyme ve ilim ehlinden bazı meşayih bir araya
geldiler ve Amr b. Şuayb'ır» hadisleri konusunda müzakerede bulundular. Bunun
sonunda, hadislerinin hüccet olduğu kanaatine vardılar.»[680] Burada
söylenebilecek tek şey, Buhari'nin naklinin, Abbas'mkinden çok daha kuvvetli
olduğudur.
• İbn-i Ebi Şeybe'nin, Îbnu'l-Medinî'den yaptığı
nakil de aynı şekilde değerlendirilmelidir.
• Ebu Davud'dan
yapılan, O'nun zayıf olduğu yolundaki rivayet de, bizzat Ebu Davud'un kendi
tutumuyla çelişki arzetmektedir. Çünkü O; Habıb b. Muallim'in, Amr b. Şuayb,
tarikiyle naklettiği, şu hadise yer
vermiştir: «Cuma'da bir kısmı dua eden, bir kısmı lakırdı, bir diğer kısmı da
sukut eden, üç sınıf insan bulunur.»[681]
Özet olarak O'nun
mecruh olduğu yolundaki azınlık görüşü ile sika olduğu şeklindeki kuvvetli ve
cumhura ait olan görüş çelişmektedir. İşin ilginç tarafı ise, itiraz sahiplerinin
bu noktaya hiç temas etmemeleridir. Adeta, hakkında pek çok imamın «sika» olduğuna
dair görüş beyan ettiği birisinin, mecruh olduğu iddia edilirken, hiç kimsenin
bunu tetkik etmeyeceğinden emin olmuşa benziyorlar.
• Bundan başka,
tereddüde ve cerhe şu hususlar da neden olmuş olabilir : Birincisi; bazı
imamlar hadisin mürsel bir tarikle geldiğini zannederek, O'nunla ihticacta
bulunmamış veya tevakkuf etmişlerdir.
İşte İbn Adiy : «Amr b. Şuayb'm kendisi sikadır. Fakat, babası vasıtasıyla,
dedesinden rivayet ettiği vakit, haberi mürsel olmaktadır.» demiştir.
Ez-Zehebî de O'nun dedesi Muhammed b. Abdullah b. Amr ile görüşmediğine işaret
etmiştir.[682] İbn Hıbban ise: «Amr b.
Şuayb hakkında doğru olan, O'nun sika ravilerden olduğudur. Çünkü, adaleti
tespit edilmiştir.[683]
Babası kanalıyla, dedesinden yaptığı münker haberlerin hükmü ise, sika
ravilerin, maktu ve mürsel rivayetlerinin hükmü gibidir. Böyle bir durumda,
maktu ve mürsel olan rivayetleri terkedilir. Sahih olan haberleriyle ihticacta
bulunulur.» demiştir.
İkincisi; O'nun bu
tarikle yapmış olduğu rivayetlerin ,ya tamamı bir sahifeden «vicade» yoluyla
yaptığı rivayetlerdir veya bunların bir kısmı vicade bir kısmı da sema
tarikiyle yapılmış rivayetlerdir. Sözlü (sema) olarak yapılan rivayetlerin
aksine, sahifelerden yapılan rivayetlerde tasnif ihtimali olduğundan, onlara
itimad etmek sahih değildir. Nitekim Muğire, «Abdullah b. Amr'm sahifesine
sahip olmam beni, iki hurma tanesine veya iki kuruşa sahip olmak kadar
sevindirmez» demiştir.[684]
Kanaatımiza göre, bu
her iki ihtimal de tutarsızdır. Birincisi hakkında ez-Zehebi, şöyle diyor: «Bu
birşey ifade etmez. Çünkü, Şuayb'm, Abdullah'ı işittiği bilinmektedir- Zaten,
kendisini yetiştiren de O'dur. Hatta Muhammed'in, babası Abdullah'ın sağlığında
öldüğü, Şuayb'm bakımını ise, dedesi Abdullah'ın üstlendiği, söylenmektedir.
Bu nedenle, isnadda, önce «an Ebihî-babasından» sonra da «an
ceddihi-dedesinden» denildiği vakit, burada Şuayb'm dedesi kastedilmektedir.»[685] Ali
b. el-Medi-nî, Şuayb b. Muhammed'in, Abdullah b. Amr'ı işittiğini
söylerken, Ez-Zehebî
buradaki Şuayb'm, Abdullah'ın to-runu olduğuna dikkat çeker.[686]
Hafız el-Irakî ise; Şuayb'-m, Abdullah b. Amr'ı işittiğinin sahih olduğunu
kaydederek, bunu, Buhari'nin «et-Tarih»'in de, Darekutnî ve Beyhakî'nin de
«es-Sünen»de sahih bir isnadla rivayet ettiklerini işaret eder. Ayrıca îmam
Ahmed de bunu rivayet edenler arasmdadır.[687]
Bu konuda,
İbnü's-Salah da şöyle kaydeder : «Ha-dişçilerin çoğunluğu, buradaki «ced»
ifadesini Şuayb'm babası olan oğlu Muhammed'e değil de Sahabi Abdullah b.
Amr'a hamlederek hadisleriyle ihticacta bulunmuşlardır. «Ced» kelimesinden bunu
anlamışlardir.»[688]
İkinci ihtimal
hususunda da, ez-Zehebî şöyle diyor : «Hadislerinin vicade yoluyla veya bir
kısmının Sema' bir diğer kısmının da vicade'yle olduğu, üzerinde düşünülmesi
gereken bir husustur. Biz, hadislerinin, sıhhatin en üst derecesinde olduğunu
iddia etmiyoruz. Bilakis, onların hasen kategorisinde olduğunu söylüyoruz.»[689]
Amr b. Şuayb'm
rivayetlerinin, sözlü değil de, sahi-feden yapıldığını kabul etsek bile, her
ikisi de sika olan Amr,ve babası Şuayb'm, sahifedeki yazının bizzat Abdullah
b. Amr'a ait olduğunu, metinlerde en ufak bir tashifatm meydana gelip
gelmediğini tetkik etmeden rivayet etmiş olmaları kanaatime göre uzak bîr
ihtimaldir.
Kuşkusuz, sika
âlimlerin, hepsi diyemesek bile, büyük bir ekseriyeti, sahifedeki rivayetlerin
sahih olduğunu ve onlarla ihticacta bulunulabileceğini söylemişlerdir. Ahmed b.
Salih; Abdullah'ın ailesinin,
sahifenin O'na ait olduğunda ittifak ettiklerini, söyîemiştir.[690]
İbnu'l-Kayyım ise : «Abdullah b. Amr'dan
gelen sahih rivayetlere göre O, hadîslerini yazardı. Yazdıkları arasında bir de
sahife vardı ki, ona «es-Sadika» denirdi. Bu sahife en sahih hadisleri
içermektedir. Bazı hadisçiler onu isnad yönünden Eyyub'un, Nafi kanalıyla, İbn
Ömer'den yaptığı rivayetler seviyesinde kabul etmektedirler. Dört büyük imam ve daha başkaları O'nunla ihticacta
bulunmuşlardır» demiştir. Bundan başka
İbnu'I-Kayyım, Amr b. Şuayb'm babası vasıtasıyla dedesinden naklen
yaptığı rivayetlere, sadece, İbn Hazm, Ebu Hatim el-Busti ve benzeri, fıkıh ve
fetva ile ilgisi bulunmayanların dil uzattığını da kay-detmiştir.[691]
Muarızlarımız burada :
«Bizim delil getirdiğimiz hadis, o sahifede bulunan bir hadis değildir.
Bilakis o, çok sayıda hadisi içeren bu sahifenin yazılmasına izin verildiğini
ifade eden bir başka hadistir. Bu hadisin söz konusu sahifenin rivayet
edildiği isnadla rivayet edilmiş olması, bu hadisin de sahifedeki hadislerden
olmasını gerektirmez » diyebilirler.[692]
• Bu isnadla yalnızca,
cerh ve ta'dil konusunda gevşek davranan, bazı son devir âlimlerinin ihticacta
bulunduğu iddiası asılsızdır. Nitekim, Buharı, Îbnu's-Salah ve
İbnü'l-Kayyım'm, daha evvel naklettiğimiz sözleri de buna işaret etmektedir.
Buna, bir diğer delil de, Ahmed b. Said ed-Darimî'nin : «Ashabımız hadisiyle
ihticacta bulunxnuştur[693]şeklindeki
sözüyle, el-Munziri'nin : «Cumhur, O'nun sika olduğu, babası vasıtasıyla
dedesinden naklen yaptığı rivayetlerle de, ihticacta bulunulacağı görüşündedirler»
sözüdür.[694]
• Hadis'in bir üçüncü
isnadının daha olmadığı iddiası da aynı şekilde asılsızdır. Ebu Davud ve İmam
Ah-med, Yahya b. Said kanalıyla, Abdullah b. Amr'm : «Konuyu, Rasulullah'a
açtım. Parmağı ile ağzını işaret ederek: «Yaz Nefsim elinde olan Allah'a yemin
ederim ki, buradan haktan başka bir şey sadır olmaz,» diye karşılık verdi.»[695]
dediğini kaydetmişlerdir. Bu rivayetlerin isnadı ise son derece sahihtir. Aynı
şekilde, Beyhakî «El-Medhal» ve Darinıi «Es-Sünen» de rivayete yer
vermişlerdir.
«El-Fethur'r-Rabbanî»
de şöyle denilmektedir : «Bunu, Hakim de rivayet etmiş ve «îsnadı sahih, hasen
bir hadistir» demiştir. Hadislerin yazımı konusunda asıl olan bir haberdir.
Buharı ve Müslim eserlerinde habere yer vermemişlerdir. Ancak onlar, hadisin
ravileri arasında, Şam âlimlerinden Abdulvahid b. Kays ve hadis imamlarından,
oğlu Ömer b. Abdulvahid ed-Dımeşki, dışında bütün ra-vileriyle ihticacta
bulunmuşlardır» demiştir. Ez-Zehebî de bunu te'kid etmiştir[696]
Bütün bunları daha da
kuvvetlendiren, İmam Ah-med, Buhari ve Tirmizi'nin, Vehb. b. Münebbih'in kardeşi
Hemmam'dan naklettiği şu rivayete yer vermektedir : «Ebu Hureyre'nin şöyle
dediğini işittim : Rasulullah'm ashabı içerisinde, benden daha fazla hadise sahip olan yoktur. Ancak,
Abdullah b. Amr. bundan hariçtir. Çünkü, O hadisleri yazıyordu, ben ise
yazmıyordum.» Bunu, Ab-dürrezzak da «Musannef»inde kaydetmiştir.
Bedruddin el-Aynî ise,
şöyle demektedir : «Sahabenin en faziletlilerinden olan, Abdullah b. Amr,
Rasulullah'tan duyduklarını yazıyordu. Şayet, yazmak caiz olmasaydı, O asla
bunu yapmazdı. Sahabenin fiili hüccettir dediğimizde, münakaşaya mahal yoktur.
Aksi taktirde ise, yazımın cevazına, Rasulullah'm O'nun fiilini takrir
etmesiyle, delil getirmek icapeder. Ebu Hureyre'nin bu hadisine, Tir-mizi,
«Kitabu'1-İîm» ve «Kitabu'I-Menakip»te yer vermiş, «hasenun-sahihun» demiştir.
İmam Nesaî de «Kilabu'l-İlim»de hadisi rivayet etmiştr.»[697]
e Rasulullah
(s.a.s.)'m Abdullah b. Amr'a izin verdiğine dair bir diğer haberi de, Amr b.
Şuayb vasıtasıyla Mücahid ve Muğira b. Hakim'den naklen İmam Ahmed ve Beyhaki
zikretmişlerdir. Raviîer şöyle demişlerdir : Ebu Hureyre (r.a.) : «Rasulullah
(s.a.s.)'m hadislerini, Abdullah b. Amr'm dışında benden daha iyi bilen kimse
yoktu. Abdullah, hadisleri hem yazar, hem de ezberlerdi. Ben yazmazdım.
Sadece, ezberlemekle yetinirdim. O, Rasulullah'tan yazım için, izin istemiş,
Hz. Peygamber de bu izni kendisine vermiştir.» demiştir.
İbn Hacer bu rivayetin
isnadının «hasen» olduğunu, bundan başka bir isnadını da, Ukaylî'nin,
Abdurrahman b. Süleyman'ın terceme-i halinde zikrettiğini kaydetmiştir.[698]
Haberi aynı isnadla ed-Darimî de «eıı-Nakz» adlı eserinde rivayet etmiştir.[699]
• Buharı ve Müslim de;
Ebu Hureyre'nin şu rivayetine yer vermiştir : «Allah Teâla, Mekke'nin fethini
nasip ettiği vakit, Hz. Peygamber, cemaatın içinde ayağa kalkmış, Allah'a hamd
ve sena ettikten sonra, şöyle demiştir :
«Allah Teâia, Mekke'de
savaş çıkmasına mani olarak fil
ordusunu oradan uzak tutmuştur. Fakat, Ra-suluyle mü'mirileri, orayı fethe
muvaffak kılmıştır. Mekke, benden Önce, hiç kimseye katiyyen helal olmamıştır.
Bana ise, yalnızca gündüzün birkaç saatinde helal kılınmıştır. Benden sonra
da, yine hiç kimseye helal olmayacaktır.
Binaenaleyh, Mekke'de av
hayvanı ürkütüle-mez, dalları
kesilemez, ortada kaybolan eşya helal olmaz. Meğer ki, onu alan, ulan etmek
amacıyla almış olsun. Kimin bir yakını öldürülecek olursa, iki şeyden birini
tercih edebilir : Ya kendisine verilen fidyeyi kabullenir, yahut da
katilin öldürülmesini isteyebilir : «Rasulullah'ın bu sözleri üzerine Hz. Abbas :
«Ya Rasulullah «İzhir» (otu var), biz onu evlerimizde ve kabirlerimizde
kullanıyoruz ona ne dersin?» dedi. Rasulullah : «Öyleyse, İzhir (otu) müstesna
kılınmıştır, (Onu koparabilirsiniz)»
karşılığın] verdi. Bu arada, Yemenli bir zat olan Ebu Şah, ayağa kalktı
ve : «Ey Allah'ın Rasulu! (bu hutbeyi) benim için yazdınverir misin?» dedi. Hz.
Peygamber de : «Ebu Şah'm isteğini yerine getiriverin,» buyurdu.» [700]
• Buharı ve Müslim,
hutbenin irad sebebini açıklayan fazlalığı da havi bir diğer varyantı, yine,
Ebu Hu-reyre kanalıyla rivayet etmişlerdir : «Huza'a kabilesi, Mekke'nin
fethedildiği sene, Beni Leys
kabilesinin kendilerinden birini öldürmesine karşılık, bir adamı öldürmüşlerdi.
Bu durum Rasulullah'a haber verilmiş, O da binitine binerek gelmiş ve bu
hutbeyi irad etmiştir.[701] Rivayetlerin
lafızları arasında ufak tefek farklılıklar mevcuttur.
• Beyhaki de, Ebu
Hureyre (r.a.)'den gelen şu rivayete yer vermiştir : .«Ensar'dan bir zat,
Rasulullah'a gelmiş ve : «Ey Allah'ın Rasulu! hadislerinizi dinliyorum, fakat
ezberleyemiyorum» diye dert yanmıştı. Rasulullah da : «(eline işaret ederek)
elinden faydalan (Yani yaz)» karşılığını vermiştir. «Buna Tirmizi de Cami'inde
yer vererek, haberin sahih olduğuna dikkat çekmiştir. Ne var ki, bazıları O'nun
: İsnadı o kadar sağlam bir hadis değildir. Çünkü Buharı, isnadmdaki Halil b'.
Mürre'nin «Mün-keru'I-hadis» olduğunu söylemiştir.» dediğini kaydetmiş-lerdir.[702]
° İmam Ahmed, Buharı
ve Müslim : Yezid b. Şerîk et-Teymi'nin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir :
«Ali b. Ebu Talip, bizlere bir hutbe irad etti ve şöyle dedi : «Her kim,
yanımızda, Allah'ın Kitabı ile şu kılıcımın kınında asılı olan sahife'den başka
bir şey olduğunu iddia ederse, O yalancının tekidir. Bu sahifede develerin
yaşlan ile, yaralamalara ait bazı hükümler yer almaktadır. Ayrıca, bir de
Rasulullah'ın şu buyruğu vardır : Medine'nin Avr ile Sevr (dağlan) arası
haremdir. Kim orada bir bidat işler veya bidatcıyı banndırırsa, Allah'ın,
meleklerin ve bütün insanların laneti O'nun üzerine olsun. Allah, kıyamet
gününde, O'nun ne tevbesini ve ne de fidyesini kabul edecektir. Bütün
rnüslümanlarm zimmeti eşittir. Sıradan bir mü'minin dahi buna hakkı vardır.
Her kim, babasından başkasının oğlu olduğunu iddia ederse veya (bir köle)
sahiplerinden başkasına intisap ederse, Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların
laneti O'nun da üzerine olsun. Kıyamet gününde Allah, O'nun da, ne ma'zeretini
ne de fidyesini, kabul edecektir.»[703]
• İmam Ahmed ve Buharı, Ebu Cuhayfe'nin şöyle
dediğini rivayet etmişlerdir; «Hz. Ali'ye, yanında herhangi bir kitap var mı?
diye sordum. Bana : «Hayır, Allah'ın Kitabı, O'nun raü'min insana verdiği
anlayış ve bir de şu sahifedekiler var» cevabını verdi. O, sahifede, neler var
ki?» diye sordum. «O'nda, diyet, esirlerin salıverilmesi ve bir
kafire karşılık müslümanın öldürülemeyeceğine
dair hükümler var,» dedi.»[704]
• Müslim de,
Ebu't-Tufeyl'in şöyle dediğini rivayet etmiştir : «Hz. Ali'ye, Rasulullah
(s.a.ş.), özel bir şey vererek, size herhangi bir ayrıcalık tanıdı mı? diye
soruldu. O da : «Kılıcımın kınında asılı bulunan şu sahifeden başka,
insanların haberdar olmadığı bir şeyi vermek suretiyle, Rasulullah bize bir
ayrıcalık tanımamıştır.» dedi. Daha sonra da, sahifeyi çıkardı. Orada şunlar
yazılıydı : «Allah'tan başkası adına kurban kesene, Allah lanet etsin. Yerin
alametlerini çalana (sınırları değiştirene) Allah lanet etsin. Babasına
lanet okuyana, Allah lanet etsin. Bidatçıyı barındırana da
Allah lanet etsin.»[705]
• İmam Nesaî ise, Kays
b. Ubad'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir : «Ester ile birlikte, Hz. Ali'ye gittik
ve O'na; Rasulullah'm, diğer insanların dışında, yalnızca sa-na verdiği bir şey
oldu mu? diye sorduk, O da : «Hayır, yalnızca, şu yazdıklarım müstesna» dedi ve
kılıcının kınından bir sahife çıkardı. İçinde şunlar yazılıydı: «Mü'minlerin
kanları eşittir. Onlar, kendi dışındakilere karşı yekvucuddurlar. İçlerinden,
sıradan birinin dahi zimmet verme hakkı vardır. Haberiniz olsun ki, bir kafire
karşılık bir mü'nıin öldürülemez. Ahd-i eman sahibi kimselerde
Öldürülemezler. Kim bir bidat işlerse, vebali boy-nunadır. Kim de bir bidatçıyı
barındırırsa, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti, O'nun üzerine
olsun.»
• İbn Hacer'in
söylediğine göre, İmam Ahmed de «hasen» bir isnadla Tarık b. Şihab'm şöyle
dediğini rivayet etmiştir : «Hz. Ali'yi minberin üzerinde, şöyle derken
gördüm : «Allah'a yemin ederim ki, yanımızda, Allah'ın kitabı ve bir de şu
sahifede olanlardan başka, size okuyabileceğimiz bir kitap yoktur. Bunu
Rasulullah'tan aldım. İçerisinde ise, zekatla ilgili hükümler var.»
İbn Hacer, bu
rivayetlerin arasım şöylece birleştirmenin mümkün olduğunu söylüyor : «Sahife
bir tanedir ve rivayet edilenlerin hepsi de bu sahifede yazılıdır. Ancak, her
ravi ne kadarını ezberleyebilmişse, O'nu rivayet etmiştir. Doğrusunu Allah
bilir Katade, bu hadisi, Ali'den Ebu Hasan vasıtasiyle rivayet edilen bir
isnadla rivayet etmiş ve bizim işaret ettiğimiz noktaya temas etmiştir. Hz.
Ali'ye bu sorunun niçin sorulduğu konusuna da açıklık getirmiştir. Rivayeti,
Ahmed «Müsned»'inde, Beyhaki de «Delâilû'n-Nübüvve»'sinde, Ebu Hasan tarikiyle
kaydetmişlerdir. (Rivayetin öncesi şöyledir) : Hz. Ali bir takım emirler
verirdi de O'na : «Biz onu yapmıştık, denilirdi. Bunun üzerine O, «Allah ve
Rasulu doğru söylemiştir,» derdi. Bir gün Ester : «Bu söylediğin husus, sulullah'm diğer insanların dışında, yalnızca
sana vadettiği bir şey mi? diye sormuştur...».
• İbn Abdilberr de;
Ebu Cafer Muhammed'b. Ali'nin şu sözlerini rivayet etmiştir : «Hz. Peygamber'in
kılıcının İcabzasmda bir sahife bulundu. İçerisinde şunlar yazılıydı: «Bir
insanı doğru yoldan saptıran, sınırlar değiştiren, efendisinden başka efendi
edinen mel'undur, kendisine iyilikte bulunanın iyiliğini inkar eden de
mel'undur.»[706]
• Ebu Davud ise, Ebu Said el-Hüdrî'den gelen şu
rivayete yer vermiştir : «Biz, teşehhüd ve Kur'an'dan başkasını yazmazdık.»
Bilindiği üzere,
teşehhüd de sünnetle sabit olan hususlardandır. O'nun yazıldığını ise,
alelıtlak sünnetin yazımının yasaklandığına dair rivayetin, sahibi olan, Ebu
Said el-Hudri haber vermektedir.[707]
• Er-Ramahürmizî'niıı
ise, Rafi' b. Hadîc'in şu sözüne yer verdiğini görüyoruz : «Ey Allah'ın
Rasului Sizden bazı şeyler işitiyoruz, onları yazalım mı? Ne dersin? dedim.
«Bir mahzuru yok, yazabilirsiniz,» karşılığını verdi. »[708]
• Ed-Deylemî de, Hz. Ali kanalıyla gelen bir
haberi şöylece kaydetmiştir : «Hadisi yazdığınız vakit, isnadiyîa birlikte
yazınız.»[709]
• İmam Buhari, birbirine yakın lafızlarla, üç
tarikten, Ez-Zühri'nin, Abdullah b. Abdullah b. Utbe'den, O'nun
da, İbn Âbbas'tan
naklen rivayet ettiği şu haberi kaydeder : İbn Abbas şöyle demiştir :
Rasulullah (s.a.s.) ölüm döşeğinde idi. Bu sırada evde de bir takım kimseler
vardı. Bunlardan biri de, Ömer b. el-Hattâb idi. Rasulullah (s.a.s.) :
«Getirin, size birşeyler yazdırayım da bu sayede, daha sonra ebediyen
sapıtmayasınız,» dedi. Hz. Ömer : «Rasulullah (s.a.s.)'m ağrıları çoğaldı,
aklını başından aldı. Yanımızda Kur'an var. Bize Allah'ın kitabı yeter,» diyerek
müdahale etti. Bunun Üzerine evdekiler anlaşmazlığa düşerek, münakaşaya
başladılar. Bir kısmı, «Getirin, Allah Rasulu ne yazdırmak istiyorsa yazdırsın,
bu sayede, daha sonra sapıtmayalım,» diyor, bir diğer kısmı da Ömer'in görüşünü
tekrarhyorlardı.[710]
Huzurunda gürültü ve münakaşayı ilerlettiklerini görünce Rasulullah (s.a.s.) onlara
«Yanımdan çıkın» dedi. [711]Abdullah,
İbn Abbas'in : «En büyük musibet ihtilaf ve gürültüleri nedeniyle,
Rasulullah'm arzu ettiği şeyi yazdırmasına engel olan şeydi,
dediğini"naklediyor. (Bu rivayetlerden bir tanesi ne Ömer'in, ne de başka
birisinin ismini tasrih etmemiştir). Bunu, İmam Ahmed, Müslim, îsmailî ve İbn
Sa'd da rivayet etmişlerdir. İmam Ahmed'in rivayetinde, yazmakla
görevlendirilen zatın, Hz. Ali olduğu kaydedilmektedir.
• Buhari ve Müslim,
Said b. Cûbeyr'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: «Perşembe günü nedir
bilir misiniz? O gün, O; «Bana (kâğıt kalem) getirin, size daha sonra
ebediyyen sapıtmamanız için birşeyler yazdırayım.»
demiştir. Bunun
üzerine orada bulunanlar anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Halbuki bir Peygamber'in
yanında böyle
bir davranış hiç de
hoş değildir, Kendi kendilerine : «Ra-sulullah'a ne oluyor? (hastalığından
mütevellid) ne dediğinin farkında değil mi yoksa? diyerek, durumunu anlamaya
çalışmışlardı. Yanma vardıklarında, onlara! «Beni yalnız bırakın. Benim bu
halim, sizin arzu ettiğinizden daha hayırlıdır. Size üç şeyi tavsiye
ediyorum...» demiştik [712]
İbn Hacer genel olarak
üzerinde durduğumuz bu konuda şu değerlendirmeyi yapmıştır: «Buhari, ilk
olarak, Hz. Ali'nin Hz. Peygamber'den yazdığına dair rivayete yer vermiştir.
Bunda, Rasulullah'm vefatından sonra, yazınım yasaklandığına dair rivayetin
Ali'ye ulaşmamış olma ihtimali vardır. îkinci olarak ise Buhari, Ebu Hureyre
hadisini zikretmiştir. Bu hadis, yazımın yasaklanmasına ilişkin rivayetten
sonra varid olmuştur. Dolayısıyla onu neshetmiş olur. Buhari, üçüncü olarak,
Abdullah b. Amr hadisini nakletmiştir. Ben bu rivayetin bazı tariklerinde, Hz.
Peygamber'in yazmaya izin verdiğine dair ifadeler bulunduğu üzerinde durmuştum.
Binaenaleyh bu haber, yazımın cevazı hakkında, Ebu Şah'Ia ilgili rivayetten daha
kuvvetlidir. Çünkü onda, Ebu Şah'm okuma yazma bilmemesi veya âmâ olması gibi
hususiyetlere nazaran yazıverilmesi emrinin bulunma ihtimali vardır, Buhari,
son olarak da, İbn Abbas rivayetine yer vermiştir. Bu rivayet, Ümmet'in ihtilaftan
kurtulmaları için, Rasulullah'ın onlara birşeyler yazdırıvermeye dair arzusunu
ifade etmektedir. Rasulullah'm sadece hak olan bir şeye ilgi duyup, ona
ihtimam göstereceği ise aşikardır.» [713]
Rasulullah'm, diyet,
miras ve daha pekçok konuda mektuplar dikte ettirdiği bilinmektedir. Nitekim,
Amr b.
Hazm'ı, Necran'a, Muaz
b. Cebel'i de, Yemene gönderirken bunu yapmıştır. Eğer, konuyu uzatma ve okuyucuyu
da sıkma endişesi olmasaydı, bunların sahih kaynaklarını da zikrederdim.
Okuyucularımız, bu kaynaklara müracaat ederek, konu hakkında teferruatlı bilgi
edi-nebilirler. [714]
Eğer; «sünnetin
yazımını yasaklayan rivayetler, buna izin verenlerle çelişki arzetmektedir.
Bunların aralarını telif etmek nasıl mümkün olacaktır? Üstelik, bu konu
üzerinde kalem oynatan bazılarının da dediği gibi, [715] yasaklayan
rivayetlerin izin verenleri neshetmiş olması mümkün değil mi?» diye sorulacak
olursa, şu şekilde cevap veririz :
Bu iki çeşit
hadislerin, aralarının te'lif edilmesi hususunda, âlimler birkaç görüş ileri
sürmüşlerdir :
a) Yazının
yasaklanması. Kur'an'a hariçten bir takım şeylerin karıştırılması endişesinden
dolayı, yalnızca, Kur'an'ın nazil olduğu döneme hastır. Bu konudaki izin ise,
daha sonraki dönemlere aittir.[716]
b) Yasaklama,
yalnızca. Kur'an ve hadis metinlerinin aynı
sahifeye yazılmasını içermektedir. Zira, sahabe ayetlerin yorumuna
dair, Hz. Peygamber'den işittiklerini ayetlerin yanına yazıyorlardı.
Karışıklık meydana gelebilir endişesiyle bundan men olundular. İzin ise, Kur'an'ın
bulunmadığı, müstakil sahifelere hadislerin yazılabileceğine dairdir.[717]
Yoı-unıların,
ayetlerin kenarlarına yazılmış olduğundan hareketle, bazı âlimler, şâz
kıraatlarm meydana gelmesine bunun sebep olmuş olabileceğini ileri sürmüşlerdir.
Çünkü, daha sonra gelen Tabiîler bu izahları, Kur'an ayeti zannetmişlerdir.
Sahabe, ayetlerin izahını ta-biun'a zikretmiş, onlar da bunları, Kur'an'la
birlikte aynı yere yazmışlar, daha sonra gelenler de, izah sadedinde kaydedilenleri
Kur'an'dan zannetmiş olabilirler.
c) Yasaklama,
Peygamber'in evinde korunmak üzere, ana nüshayı yazmakla mükellef, onu tek tek
sayfalara yazan, vahiy katiplerine getirilmiştir. Onların, hadisleri de
yazmalarına izin verilmiş olsaydı, bu taktirde, Kur'an'la hadisi birbirine
karıştırmayacaklarından emin olunamazdı, îzin ise, vahiy katibi olmayan
kimselere verilmiştir [718]
d) Bu yasak,
unutma endişesi olmayan, bu itibarla hafızasına güvenen ve fakat yazdığında,
ona dayanıp, gevşekliğe düşeceğinden endişe edilen kimselere matuftur. İzin
ise; unutma korkusundan
dolayı, hafızasına güvenmiyen,
yazdığı vakit, ona güvenip de gevşekliğe düşme kaygusu olmayan kimselere
verilmiştir.[719]
e) Hz.
Peygamber bu izni, sadece Abdullah b. Arar'a vermiştir. Çünkü O, hem eski
kitapları okuyabiliyor, hemde Süryânîce ve Arapça'yı yazabiliyordu. Zaten,
sahabenin içerisinde okuma yazma bilen tek tük kimse vardı. Onlar da iyi
düzeyde yazamıyorlardı. Hata yapmaları endişesiyle onlara söz konusu yasaklama
getirilmiş, Abdullah b. Amr'a ise nıüsade edilmiştir. Bu görüşü îbn Kutey-be
«Te'vil-ü Muhtelefi'I-Hadis» adlı eserinde zikretmiştir. [720]
Kanaatime göre,
Rasulullah'in : «Benim hadislerimi yazmayınız. Kim benden, Rur'an dışında
birşeyler yazmışsa, onu imha etsin» sözü ile, «Allah'ın kitabını her-şeyden
arındırın» sözlerinden anlaşılan; O'nun sünneti yazmalarım yasakladığı
kimseler, Kur'an'ı yazabilecekle-rine dair izin verdiği kişilerdir.
Binaenaleyh, Rasulullah'-ın, hata yapmaları endişesiyle onları yazıdan men edip,
diğer taraftan, Kur'an'ı yazmalarına müsade buyurmuş olması ma'Jkul olmasa
gerektir. Çünkü Kur'an, daha büyük bir ihtimam gerektirmektedir.
Buraya kadar
zikrettiklerimizden anlaşılmaktadır ki, yukarıda geçen her iki görüşün
sahipleri de, yazım konusundaki birbirine zıt iki çeşit haberden, birinin diğerini
neshettiği kanaatinde değildirler. Nesh görüşünü yalnızca, aşağıda kanaatlerini
kaydedeceğimiz âlimler ileri sürmüştür.
f) Buradaki
yasaklama, sünnetin yine sünneti nes-hetmesi kabilinden bir olaydır. Adeta,
Rasulullah (s.a.s.), Önce sözlerinin yazılmasını yasaklamış, fakat, daha sonra;
Sünnet'in fazlalaşması sebebiyle, muhafazasındaki güçlüğü sezerek, yazılıp,
kaydedilmesine müsade etmiştir, îbn Kuteybe de, bu kanaattadır. El-Hattabî
ise: «Meâîimü's Sünen» adlı eserinde şöyle demektedir : «Öyle görünüyor ki,
yasaklama önceleri söz konusuymuş. Fakat, son görüş yazmanın mubah olduğu
yolunda vuku bulmuştur. »[721]
Bu âlimlerin
sözlerinden anlaşılan, hem yasaklamanın ve hem de iznin, bütün zaman, şahıslar
ve her türlü sahifeleri içerdiğidir. Daha evvelki görüşlerde ileri sürüldüğü
gibi, bu konuda hiçbir tahsis söz konusu değildir. Buradan anlaşılan diğer bir
husus da; karıştırma endişesi olsun-olmasın yasaklamanın ilk zamanlarda konduğu,
daha sonra ise, mutlak olarak yazmaya izin verildiğidir.
Ancak, bu görüşlere,
şu nedenlerle katılmak mümkün değildir: Öncelikle, karışıklık endişesinin
bulunmadığı bir ortamda, yasak getirmenin bir anlamı olamaz. Fakat mesele
taabbûdî'dir denirse, elbette o müstesnadır.
ikincisi; karıştırma
endişesi var olduğu müddetçe, yazıya izin verilmesi makul değildir. Ancak,
şöyle denilebilir : Hadislerin yazınıma izin verildiği vakit, Kur'an
kafalarına iyice yerleşip, aralarında tevatür derecesine ulaşmış, O'nu diğer
unsurlardan ayırt edebilecek duruma gelmişlerdi. Vaziyet, kıyamete kadar
öylece devam edebilecek bir nitelik kazanmıştı. Binaenaleyh, Kur'an'-m başka
şeylerle karıştırılması diye bir endişe tamamen, ortadan kalkmıştı.
Ne var ki, bu da, pek
akla yakın gözükmüyor. Çünkü, İslâm'a yeni giren bazı kimseler, Kur'an
konusunda kendilerini doğruya irşad edecek birisini bulamayarak, pekala, onu
başkasıyla karıştırabilirler. Böyle bir durumda ise, bizden kendilerine
Kur'an'ı yazmamızı istedikleri vakit, (onun yanında) başka şeyleri de yazmamız
caiz olmayacaktır. Öyleyse; sünnetin yazılabileceğine dair verilen izni,
karıştırılma endişesinin bulunmamasıyla kayıtlamak gerekmektedir.
Bu nedenle, îmam
Suyutî, sözkonusu görüşü destekleyerek şöyle" demiştir : «Rasüllah
(s.a.s.), Sünnetin, Kur'anla karıştırılması endişesi bulunduğu sürece,
yazılmasını yasaklamış, bundan emin olunduğu vakit ise, yazıma izin
vermiştir.» Binaenaleyh, (O'na göre) yasaklamaya dair emir neshedilmiştir. Aynı
ifadeleri Nevevi'nin Müslim Şerhi'nde de görmek mümkündür.[722] İbn
Hacer de, yasaklamanın daha önce vuku bulduğunu, karışıklıktan emin olunduğu
zamanlarda ise yazıma izin verildiğini, bunun da ilk emri nesh ettiğini,
söylüyor .[723]
İbn Hacer'in
sözlerinden, burada bir nesh olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü, mutlak
olarak serdettiği sözünün ifadesi, yasaklamanın evvel olup, karıştırma endişesi
bulunsun-bulunmasm, her iki durumda da bu yasağın cari olduğudur. Ancak,
bilahere, karışıklık endişesinin ortadan kalktığı zamanlarda yazıma izin
verilmesi, daha evvel, aynı durumda sözkonusu olan yasağı ortadan kaldırmıştır.
Geriye ise, karıştırma endişesi bulunduğu sürece, daimi olarak yazımın yasak
olduğu hususu kalmaktadır.
Suyuti ve İmanı
Nevevi'nin sözlerine gelince; bunlardan nesh olduğunu anlamak mümkün değildir.
Çünkü, ilk zamanlarda getirilen yasaklama, karıştırma endişesi bulunduğu
taktirdedir. İzin ise; bu endişenin olmadığı durumlara hastır. Bu nedenle,
iznin, nehyi ortadan kaldırması sözkonusu olamaz. Zira, her ikisi de aynı noktada
varid olmamışlardır. Bilakis, her bireri ayrı bir durum ve ayrı bir illetten
neşet etmiştir. Binaenaleyh kıyamete kadar da hükümleri müstakil olarak devam
edecektir. Karıştırma endişesinin bulunduğu durumlarda yasak devreye girecek,
bulunmadığı zamanlarda ise, izin tahakkuk edecektir. Öyleyse nesh aramak
beyhudedir.
Ancak, şöyle bir
itirazda bulunulabilir: «Yasaklama, Kur'an'm îslâm ümmeti tarafından
özümsenip, diğer unsurlardan tamamiyle tefrik edebilecekleri bir ortamın
teşekkül etmemesinden dolayı meydana gelebilecek bir karışıklık endişesinin
varolduğu döneme hastır. Yazıma izin verildiği vakitten, kıyamete kadar ise;
Kur'an'm tevatür derecesine ulaşması, ümmetin tamamıyla O'nu ayırt edebilecek
bir niteliğe kavuşması nedeniyle, böyle bir karışıklık korkusu sözkonusu
olamaz. Eğer, birisinin böyle bir karıştırmaya maruz kaldığını farzetsek bile,
Onu bu konuda, aydınlatıp, doğruya irşad edecek, pekçok kimseye müracat etme
imkanına sahip olduğundan dolayı, neticede karıştırmadan emin olacaktır. Yasaklamaya
neden olan illet ortadan kalktığı, iznin verildiği tarihten itibaren bir daha
ortaya çıkması sözkonusu olmadığı için, yasaklama sona ermiş demektir. İşte bu
da, nesh'in tâ kendisidir.»
Bunda ihtilaf vardır.
Zira; ileriye sürdükleri sözlerin doğru olduğu farzedilse bile, iznin
yasaklamayı nesh-ettiği söylenemez. Söylenebilecek yegane husus ise şudur :
İlletin sona ermesi ve daha sonra bir daha ortaya çıkmamasından dolayı, hükmün
bu illetle ilgisi sona ermiştir. Buna ise nesh denilemez. Çünkü nesh, Şer'î bir
hükmün, yine şâriin hitabiyla ortadan kaldırılmasıdır.
Bir başka ihtilaflı
nokta da daha önce bahsettiğimiz, İslâm'a yeni giren kimselerle ilgili kısımdan
anlaşılabilir.
Neshi, yalnızca, İbn
Kuteybe, Hattabî ve İbn Ha-cer'in sözlerinden anlamak mümkündür ki bunlara daha
evvel temas etmiştik şu kadarı var ki, ilk ikisinin sözlerinde nesh olayı, hem
karışıklık endişesinin var olduğu ve hemde bundan emin olunduğu durumları
kapsamaktadir. İbn Hacer'in görüşüne göreyse sadece, güven ortamındaki yasağı
içermektedir.
Âlimlerin çoğunluğu
nesh görüşüne kail olmuşlardır. Müteahhirundan bazı âlimler de bu kanaattadır.
Kanaatimize göre ise, asla, bir nesh sözkonusu değildir. Karışıklık endişesi
söz konusu olduğunda yasak, bunun ortadan kalktığı durumlarda ise izin sözkonusudur.
Her ne zaman ki, böyle bir korku ortaya çıksa, o zaman derhal yasak gündeme
gelir; ne zaman da böyle bir korku bulunmazsa, izin gündeme gelir. Zira, nesih
görüşünü, iki durumu cem' etme imkanının bulunmadığı pozisyonlarda kabul
etmemiz gerekmektedir. Burada ise; yasağı, endişe haline, izni de, böyle bir
endişeden emin olunduğu duruma tahsis etmekle (arasını bulma) cem' imkanımız
vardır. Bu da gayet makuldür. Öyleyse, bizi nesh görüşüne zorlayan nedir?
Sonra daha evvel
geçtiği üzere (bu meyandaki emirleri) birtakım şahıs, sahife ve zamanla tahsis
yoluna gitmeninde bir anlamı yoktur. Bilakis, yasaklamanın sözkonusu olduğu
durum, karıştırmanın doğabileceği her durumdur : Bunun Kur'an'm Sünnet'le bir
araya (aynı sayfaya) veya müstakil olarak yazılmasından doğabilecek bir
karişılık olması ile vahiy katipleri ya da başka yazanlardan kaynaklanan bir
karışıklık olması yahut da vahyin nazil olduğu dönem veya daha sonraki dönemlerde
olması fark etmez, bu sonucu değiştirmez. İzin ise, hangi durum sözkonusu
olursa olsun, karıştırma endişesinden emin olunduğu dönemde geçerlidir.
Yasaklamaya dair
emrin, müsadeye ilişkin emri nesh-etmesi ise, üç nedenden dolayı doğru olamaz;
a) Birincisi; müsadenin, yasaklamayı neshettiği
yolundaki görüşü iptal sadedinde zikrettiklerimizdir. Nesh
görüşüne, ancak,
birbiri ile çelişen iki delilin arasım bulma imkanı olmadığı zamanlarda,
gidilebilir. Burada ise, delillerin arasını bulmak mümkündür. Bu nedenle birinin
diğerini neshettiği doğru olamaz.
b) İkincisi; Yazıma müsade eden hadisler, daha
sonra varid olmuşlardır. Ebu Şah hadisi, Rasulullah'm vefatına yakın,
Mekke'nin fethi yılında vuku bulmuştur. Ebu Hureyre'nin, Abdullah b. Amr'la,
kendisi arasında mukayeseyi içeren rivayeti de
daha sonraki dönemlere aittir. Çünkü, Ebu Hureyre (r.a.)'nin müslüman
oluşu son zamanlara rastlar. Bu da, O'nun müslüman olduğu vakit, Abdullah b.
Amr'ın hadisleri yazdığına delalet eder. Rasulullah'm ümmeti sapıtmaması için,
onlara birşeyler yazdırma arzusu da, O'nun ölüm döşeğinde vukubulmuştur. Ebu
Said el-Hudrî rivayetinin, özellikle Rasulullah'm yazmaya teşebbüsü ile ilgili
rivayet başta olmak üzere zaman bakımından, bütün bu rivayetlerden sonra vuku
bulması uzak bir ihtimaldir. Sonra olsaydı, sahabenin mutlaka bundan haberi
olurdu.
c) Üçüncü neden ise şudur : Sahabe ve Tabiun asrından
sonra, İslâm ümmeti, yazmaya izin verilip, bunun mubah olduğunda ve iznin
yasaklamadan sonra vuku bulduğunda icma' etmişlerdir. Sahabe asrından sonra vücud
bulan, İslâm ümmetinin bu icma'ı tevatüren sabit oîmuştur [724] Hatta,
asrımızda yasaklamanın, izni neshettiği görüşünü savunanlar bile, eserlerinde,
Hz. Peygam-ber'in hadislerine yer vermektedirler. [725]
Şayet: «Rasulullah'm
vefatmdan sonra, sahabe ve Tabiun'un tutumuna bakmak lazım. Zira onlar, sünneti
yazıp, tedvin etmekten kaçınmışlar, başkalarını da bundan men etmişlerdir.
Hatta yazdıklarını alıp yakmışlardır. Bunu yaparken de, Rasulullah'm,
sünnet'in yazılmasını yasakladığı yolundaki rivayetleri delil getirmişlerdir.
Bütün bunlar, Sünnetin hüccet olmadığına, Rasulullah'm getirdiği yasağın,
izinden sonra olup, onu neshettiğine dair bir delil teşkil etmez mi? Aksi
taktirde onların, iznin icabı, hareket etmeleri gerekmez miydi?» denilecek
olursa; şöyle cevap veririz :
Sahabeyi bu konuda bir
bütün olarak değerlendirmeye tabi tutmak gerekir. Çünkü, onların pek çoğu, yazıya
cevaz veriyor, yazılı sünnetleri yanlarında muhafaza ediyorlardı.[726]
Bazısı da, bilfiil yazıyordu.[727]
İşte bu konuda varid
olan haberler :
Buhari, Ebu Davud ve
Nesei'nin kaydettikleri bir rivayette, Hz. Ebu Bekir'in, Enes (r.a.)'i,
Bahreyn'e zekat görevlisi olarak gönderirken, onlara şöyle yazdığı belirtilmektedir
: «Bunlar, Rasulullah'm bütün müslümanlara vecibe kıldığı, zekat farizalarıdır.
Onları, Rasulüne Allah Teâla, emretmiştir. Kim onları, usulü dairesinde
isterse,
müslümanlar versinler,
kim de, daha fazlasmı talep ederse, o taktirde vermesinler.»
İbn Abdüberr'in,
Abdülmelik b. Süfyan'dan naklettiği bir rivayette ise; Hz. Ömer'in : «İlmi,
yazıyla kaydediniz» dediğine yer verilmiştir: Bunu, Hakim ve Dari-mide rivayet
etmiştir. İbn Abdilberr, benzeri bir rivayeti, Yahya b. Kesir kanalıyla, İbn
Abbas'tan nakletmiştir.
İbn Abdilberr, îbn
Abbas'm, Harun b. Antere'nin babasına, yazı için müsade verdiğini, rivayet
etmiştir. Ayrıca, Said b. Cübeyr'in, İbn Abbas'la birlikteyken, ondan işittiği
hadisleri, binitinin üzerinde yazdığını, indikten sonrada, yazdıklarını
çoğalttığını, rivayet etmiştir.
İmam Müslim ise; îbn
Ebî Müleyke'nin şu sözüne yer vermiştir : «îbn Abbas'a, bana bazı şeyleri
yazıver-mesi için bir mektup gönderdim. Bu arada bazı şeyleri de gizli
tutmasını istedim. O da (hakkımda) : «Samimi bir çocuktur. Ben O'nun namına
herşeyi adam akıllı seçiyor, bazılarını da kendisinden gizliyordum,»
deyesiy-nıiş (Ravi diyor ki) : İbn Abbas, Hz. Alinin mahkeme kararlarını
istedi ve onlardan bazı şeyler yazmağa başladı. Bu arada, öyle şeylere
rastlıyordu ki: «Allah'a yemin olsun, bu hükmü Ali vermemiştir. O'nun bu hükmü
verebilmesi için, ancak, sapıtmış olması gerekir, diyordu.»
Süfyan b. Uyeyne
tarikiyle de, Tavus'un şöyle dediğini rivayet etmiştir: «İbn Abbas'a, Hz.
Ali'nin mahkeme kararları getirilmişti de, O, onlardan (Süfyan, dirseğini
işaret ederek) şu kadarı hariç, hepsini imha etti.»
İmam Ahmed, Ka'ka' b.
Hakim'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Abdülaziz b. Mervan, İbn Ömer'e bir
mektup yollayarak, ne ihtiyacı varsa kendisine bildirmesini söylemiştir : İbn
Ömer de cevaben O'na : Rasu-lullah (s.a.s.) «veren el, alan elden daha
hayırlıda*, infaka
ehlinden başla»
demiştir. «Ben senden herhangi bir şey istemiyorum. Ama, senin vasıtanla,
Allah'ın bana vereceği rızkı da, reddetmek istemem» diye yazmıştır.
İbn Hacer,
«Fethu'1-Bari» adlı eserinde şöyle demektedir : «Ebu Kasım b. Münde'nin
«Kitabu'l Vasiyye»sinde Buhari'nin, Ebu Abdurrahman el-Hubûlâli'ye kadar varan
sahili bir isnadla zikrettiği şu rivayete rastladım : «Ebu Abdurrahman,
Abdullah'a, içerisinde hadis yazılı olan bir kitap getirmiş ve : Şu kitabı
incele. Bildiğin hadisler kalsın, bilmediklerini aradan sil, demiştir.» Buradaki
Abdullah'ın, Ömer b. el-Hattab'm oğlu olması muhtemeldir. Çünkü, el-Hubulali,
O'ndan hadis işitmiştir. O'nun, Amr b. el-As'm oğlu da olması muhtemeldir.
Zira, el-Hubulali, G'ndan yaptığı rivayetlerle meşhur olmuştur.
İbn Abdilberr,
Mücâhid'den gelen şu rivayete yer vermiştir : «Abdullah b. Amr söyle demiştir
: «Beni havata teşvik eden iki şey var : Bunlardan birisi, «es-Sâdıka», diğeri
ise «el-Veht»tir. «Es-Sâdıka» «Rasulullah'tan yazdığım hadisleri muhtevi
sahifedir. «El-Veht» ise; Amr b. As'ın bana tasadduk ettiği arazîdir.»
Yine, îbn Abdiîberr,
Fudayl b. Hasen b. Amr. b. Ümeyye ed-Damrî'nin, babasından naklen şöyle
dediğini rivayet etmiştir : «Ebû Hureyre (r.a.)'nin yanında, bir hadis zikrettim.
O'nu hemen reddetti. «Bu hadisi, senden işittim», dedim. «Eğer O'nu benden
işittiysen mutlaka, yanımda yazılı olması gerekir,» diye karşılık verdi. Elimden,
tutup, beni evine kadar götürdü. Bize, Rasulullah'm hadisleri yazılı olan,
pekçok kitap gösterdi. Kitaplardan bu hadisi de buldu ve bana «Eğer bu hadisi
ben rivayet ettiysem mutlaka yanımda yazılıdır diye söylememişmiydim?» dedi.
îbn Hâcer de, benzeri bir rivayete yer vermistir. İbn Abdilberr, Ebu
Hureyre'nin bu rivayetinin, daha önce geçen kendisinin yazmayip, Abdullah b.
Amr'm yazmış olduğu yolundaki rivâyetiyle çelişki arzettiğini, evvelki
rivayetin nakil bakımından daha sahih olduğunu söylemiştir.
İbn Hacer ise, şöyle
demektedir: «Bu rivayet daha önce geçen Abdullah b. Amr'm yazıp da, kendisinin
yazmadığı şeklindeki, rivayetle çelişki arzetmez. Çünkü, aralarını bulma
imkânı mümkündür. Şöyle ki; Ebu Hureyre (r.a.) Rasulullah zamanında hadisleri
yazmazken, daha sonra yazmaya başlamış olabilir. Kaldı ki, hadislerin yazılı
olarak, yanında bulunması, onları kendisinin yazdığı anlamına gelmez. Çünkü,
(daha önce) yazmadığı bilinmektedir. Bu durumda, yanındaki yazılı hadislerin
başkaları tarafından kaleme alındığı ihtimali kuvvet kazanır.
İbn Abdilberr, Beşîr
b. Nehîk'in de şöyle dediğini rivayet eder : «Ben, Ebu Hureyre'den
işittiklerimi yazardım. O'ndan ayrılacağım vakit, yazdıklarımı getirdim ve
O'na; Bunları senden işittim, ne dersin? dedim. O da, bunu onayladı.»
Müslim de, Enes b.
Malik'ten gelen şu rivayete yer vermiştir : «Bana Mahmud b. Rebî', Itbân b.
Malik'ten rivayet etti ve dedi ki: «Medine'ye gelmiştim. Orada, Itbân ile
karşılaştım. Senin bir hadisini işittim, ne dersin? dedim. Şöyle cevap verdi:
«Gözlerimden rahatsızlanmış-tım. Rasulullah'a haber gönderdim ve evime gelip
namaz kılmasını, zira namaz kıldığı yeri, kendime namazgah edinmek istediğimi,
söyledim. Rasulullah da bir grup ashabiy-le birlikte geldi. Eve girdiler.
Rasulullah, bir köşede namaz kılarken, ashabı da kendi aralarında
konuşuyorlardı. Sonra, (sözkonusu olan şeylerin) en çoğunu ve en büyü-
günü, Malik b.
Dühşum'a isnad ettiler. Peygamber'in, O'na beddua etmesini ve bu sebeple O'nun
helak olmasını istediler. Bu arada, Rasuîullah namazım bitirdi ve : «O,
Allah'tan başka ilâh olmadığına, benim de, Allah'ın elçisi olduğuma şehadet
etmiyor mu?» diye sordu. Ashab; «Evet, bunu söylüyor, ama, kalbiyle ona
inanmıyor,» dediler. Rasulullah : «Allah'tan başka ilâh olmadığına, benim de,
Allah'm elçisi olduğuma, şehâdet getiren hiç bir kimse, cehenneme girmeyecek
ve onu tatmayacaktır,» dedi » Enes (r.a.) «Bu hadis, benim çok hoşuma gittiği
için, oğluma yazmasını söyledim. O da, yazdı,» demiştir.
İbn Abdilberr,
Sûmâme'd£n, Enes (r.a.)'in : «Yavrularım! İlmî, yazıyla kaydedin,» dediğini
rivayet etmiştir. Aynı haberi, Hâkim de kaydetmiştir.
İbn Abdilberr, bu
konuda, ayrıca, şu rivayetlere yer vermiştir :
• Rabi' b. Sa'd : «Câbir b. Sebât'ı levhalara
yazarken gördüm,» demiştir.
• Abdullah b. Huneys
de : «(bazı hadisçileri), el-Be-râmn yanında, ellerinde kamış, yazarken gördüm,» demiştir.
• Ma'n şöyle demiştir : «Abdurrahman b.
Abdullah b. Mesû'd, bana bir kitap gösterdi, ve O'nu bizzat babasının
yazdığına da yemin etti.»
e Hasan b, Câbir de :
«Ebu Umâme'ye İlm (hadis-ler)'in yazılmasında, bir mahzur olup, olmadığım
sordum. Bunda bir sakınca olmadığım belirtti,» demiştir.
• Hârre gününde, Hişâm b. Urve'nin babasının kitapları
yanmış ve O, şöyle demiştir : «Keşke bütün ma-hm ve ehlim gitseydi de,
kitaplarım yanımda kalsaydı.»
• Serîb. Yahya,
Hasen'in ilmîn yazılmasında bir beis görmediğini, Tefsirini imlâ ettirdiğini,
kendisinin de yazıverdiğini söylemiştir.
• İbrahim en-Nehâî, «el-Atr&fVm
yazılmasında bir beis yoktur,» demiştir.
• Ebu Kîrânî, Dahhâk'ın : «Birşey duyduğun
vakit, duvara bile olsa, onu yaz» dediğini, Hasen b. Âkil'in de : «Dahhak bana,
Haccm menâsikini imlâ ettirdi» dediğini rivayet etmiştir.
• Halid b. Nizâr, şöyle demiştir : «Hişam b.
Abdül-nıelik, Zührî'nin rivayetlerini yazmak üzere iki tane kâtip tutmuş, bir
sene boyunca yazmışlardır.»
• Ma'mer de şöyle demiştir : «Yahya b. Kesir,
bana bazı hadisler zikretti ve «falanca hadisleri, bana yazıver,» dedi. İlmin
yazılmasını kerih görmüyor musun? diye sordum! Yaz; Çünkü, yazmazsan ilmî
kaybedersin veya onda yetersiz kalırsın,» dedi.»
• Âmir eş-Şa'bî de : «Yazı ilmin kaydıdır»
demiştir.
• Vehb b. Cerîr ise, Şu'be'nin kendilerine bir
hadis rivayet ettiğini ve O'nu bir sahifede bulmuş olduğunu, belirttiğini nakletmiştir.
• Şcbâbe de şöyle demiştir : «Şu'be; «hadisleri
arka arkaya sıralayıp, zikrettiğimi gördüğünüz vakit, bilin ki, ben onları
kitaptan ezberlemişimdir,» dedi.»
• Süleyman b. Musa da : «Âlim üç kişinin yanma
oturur. Birincisi, her işittiğini alan kimse; bu gece vakti
odun toplayan gibidir.
İkincisi, yazmayıp, yalnızca dinlemekle yetinen kimsedir; buna, âlimin
meclisinde bulunan kişi denilir. Bir üçüncüsü de vardır ki; Rivayetleri seçer.
İşte O, en hayırlılarıdır. bir başka seferinde ise İşte O, esas âlimdir,
demiştir.»
° Süfyan ise; «Bazı
idareciler, ibn Şübrüme'ye : «ne bu Rasulullah'a isnad edilerek, bize rivayet
ettiğin hadisler? diye sorduğunu O'nun da : «Onları, yanımızda bulunan bir
kitaptan naklediyoruz» diye cevap verdiğini,» nakletmiştir.
• Hatim el-Fâhîri de
şöyle demiştir : «Süfyân es-Sevrî'nin;
«hadisi üç şekilde yazmak hoşuma gider : Bazı hadisleri din edinmek üzere
yazarım. Bazılarını da sadece yazanın, ne terkeder ve ne de din edinirim. Bir
de zayıf hadis vardır, O'nu
tanımak hoşuma gider,
fakat O'nunla pek ilgilenmem,» dediğini işittim.»
8 Hâlid b. Hıdâş
el-Bağdâdî de : «Mâlik b. Enes'e veda ediyordum. «Ey Ebu Abdullah! bana ne
tavsiye edersin, dedim.» «Gizli ve aşikâr, her hâlinde, Allah'tan sakın,
müslümanlara nasihat et. Ehlini bulduğun vakit de, İlmî yaz,» dedi.» demiştir.
• İshâk b. Mansûr da
şöyle demiştir : «Ahmed b. Hanbel'e «Ilm
(hadisler)'in yazılmasını kimler kerih görüyordu.» diye sordum. «Bir kısım
âlimler bunu kerih görürken, bazısı da buna ruhsat vermiştir,» dedi. Eğer, İlim
yazılmamış olsaydı, kaybolup, gitmez miydi? dedim. Evet, ilim yazıhnasaydı,
şimdi hâlimiz ne olurdu (bilmeni ki?) dedi.»
İshâk b. Mansur diyor
ki : «Aynı soruyu, İshâk b. Râheveyh'e sordum, O da, tıpkı, Ahmed b. Hanbel
gibi
cevap verdi.»
• Ebu Kılâbe; yazmak bana, unutmaktan çok daha
sevimlidir,» demiştir,
• Ebu Melîh şöyle demiştir : «Yazdığımız için,
bizi ayıplıyorlar. Halbuki, Allah Teâla : «De ki : «Onların bilgisi, Rabbımm
yanında bir kitaptadır. Rabbım şaşmaz ve unutmaz» [728]buyurmaktadır.»
Bunu, Suyûtî de «Tedrî-bûV-Râvi» adlı eserinde rivayet etmiştir.
• Abdurrahman b. Hermele de : «Ben, hafızası,
pek iyi olmayan birisiydim. Bu nedenle, Said b. el-Müseyyib yazmama müsade
etti,» demiştir.
• İmam Malik de, Yahya b. Saîd'in : «her
işittiğimi yazmam, bana, malımın bir misli daha fazlalaşmasından çok daha
sevimlidir,» dediğini haber vermiştir.
• Sevâde b. Hayyân da, Muaviye b. Kurra'mn :
«İlmi yazmayan kimseyi, âlim saymayın» dediğini nakletmistir.
• Abdurrahman b. Ebu'z-Zinâd, babasının şöyle
dediğini haber vermiştir : «Biz (yalnızca) helâl ve haram(a dair rivayetler)i
yazardık. İbn Şihâb ise, her işittiğini yazardı. Kendisine ihtiyaç hissedildiğini
görünce, O'nun insanların en âlimi olduğunu anladım.»
• Bd-Derâverdî de
şöyle demiştir : «İlm (hadisler)'i ilk tedvin eden kişi îbn Şihâb'tır.» İmam
Mâlik de aynısını söylemiştir. Ma'mer ise, Zührî'nin şu sözünü nakletmistir :
«Emirler zorlaymcaya kadar, biz ilm (hadisler)'in yazılmasını hoş karşılamıyorduk. Sonunda, müslüman-larm hiçbirinin bunu
yapmasına mani olmamamız gerektiğini anladık.»
• Eyyûb b. Ebi Temizi de, Zührî'nin şu sözünü
nakletmistir : «İdareciler, benden yazmamı istediler. Ben de bunu yaptım.
Onların bu isteklerini yapınca, başkalarına da yazıvermemekten dolayı haya
ettim.»
• Ma'mer, Salih b. Keysân'm şu sözünü
nakletmistir: «İbn Şihab'la birlikte ilm (hadisler)i öğreniyorduk. Bir-gün,
sünnetleri de yazmaya karar verdik ve Rasulullah'-tan gelen herşeyi yazdık.
Sonra O : «Sahabeden gelenleri de yaz,» dedi. Ben : «Hayır, olmaz. Çünkü, onlar
sünnet değildir,» dedim. O; «Bilâkis, onlar da sünnettir» dedi ve yazmaya devam
etti. Ben ise yazmadım. Böylece, O başarılı oldu, ben ise kaybettim.»
• Ebu Zür'a da :
«Ahmed b. Hanbel ile Yalıya b. Main'in : «Hadisleri yazmayan bir kimsenin hata
yapmayacağından emin olunamaz,» dediklerini haber vermiştir.
° Er-Riyaşî de,'Halil'in: «Yazdıklarını beytü'l-mal say
ezberlediklerini de nafaka,» dediğini nakletmistir.
• Müberrid de, yine
Halil'in : «İşittiğim herşeyi yazdım. Yazdığımı da ezberledim. Ezberlediğim
herşeyin ise, mutlaka faydasını gördüm» dediğini rivayet etmiştir. [729]
Bu konuda, bazı
sahabilerin tutumunu esas alsak bile, bu asla, Sünnetin hüccet olamıyacağı
anlamına gelmez. Çünkü, Hz. Peygamber'in yazmaktan nehyettiğine dair emri
herkesçe malumdur. Nitekim daha önce de bu hususlar üzerinde durmuştuk. Burada
ise, sahabeyi yazmaktan alıkoyan diğer nedenlere temas etmek istiyoruz :
Bazı sahabilerin,
hadisleri yazmaktan kaçınması, yasaklamanın, izinden sonra olduğuna ve onu
neshettiğine dâir bir delil olamaz. Çünkü, İbn Kuteybe ve el-Hattabî'-nin
kanaatları doğrultusunda; hem yasaklamanın ve hem-de iznin bütün şahıs ve
durumları kapsadığını söyleyecek olursak, o taktirde, sahabenin, Hz.
Peygamberin vefatından sonra da, önceki hâl üzere devam ettiklerini belirtmemiz
gerekir. Onlar, Rasulullah'm müsadesine muttali olamamış, önceki hükmün nesh'
olunmayıp, devam ettiğini zannetmişlerdir. Yoksa, yasağın, izinden sonra olup,
onu neshettiği gibi bir anlayışa sahip olmamışlardır. Böyle olsaydı, onlardan
sonraki neslin, yazmaya izin verilip, O'nun mübahlığmda icma' etmemeleri gerekirdi.
Yasak ve iznin
herbirerini, daha önce zikredilen hususlarla, tahsis edenlerin görüşünü
benimsediğimiz taktirde ise; yazmaktan kaçman, başkalarına mâni olan ve yazılı
olan sahifeleri imha eden, sahabi ve Tabiilerin, yazmaya engel teşkil eden
unsurlardan herhangi birisi sebebiyle, böyle yaptıklarını söylememiz
gerekecektir. Bu sebepler; Kur'an ve sünnetin yazılmasının karışıklığa yol açması,
yazıya güvenilerek, gevşekliğe düşülmesi, bunun sonucu olarak da, ilim, fıkıh
ve anlayışın kaybolması gibi nedenler olabilir.
Aynı şeyleri, Sünnetin
tedvin edilip, tıpkı, Kur'an gibi bir kitapta toplanılması konusunda da
söyleyebiliriz. Kaldki tedvinin, hücciyetin şartlarından olduğu yolundaki görüş
tamamen yanlıştır.
Eğer tedvin edilmeyiş,
hücciyete mani bir unsur olsaydı, şöyle demek doğru olurdu: «Hz. Ebu Bekir ve
Zeyd b. Sabit, ilk etapta, Kur'an'm, cem edilmesinden kaçındıkları vakit,
Kur'an'ın hüccet olmadığı anlayışıyla böyle yapmışlardır.» Bu ise, bu iki
şahıs hakkında, tasavvuru mümkün olmayan bir husustur. Fakat, gerçek şu ki,
onlar, ilk etapta Kur'an'ın cem' edilmesi fikrine yanaşmadılar. Çünkü,
Rasulullah, bunu yapmamış, yapılmasını da emretnıemişti. Sonradan, maslahatın
ve hayrın cem' edilmesinde olduğunu görünce, derhal bu işi gerçekleştirmişlerdir.
Bulıari, İbn Şihâb
tarikiyle yer verdiği bir rivayette Zeyd b. Sabit'in şöyle dediğini kaydeder:
«Yemâme savaşında öldürülenlerden dolayı, Hz. Ebu Bekir beni çağırttı.
Vardığımda, Ömer (r.a.) de oradaydı. Ebu Bekir (r.a.) bana : «Ömer geldi ve
Yemâme gününde çok sayıda Kur'an hafızı ölüp gitmiştir. Ben, diğer bölgelerde
de Kur' an hafızlarının Öldürülmesinden ve bu sebeple, Kur'an'ın ekseriyetinin
kaybolmasından endişe ediyorum. Kanaatimce, Kur'an'ın cem' edilmesini emir
buyurmanız yerinde olur,» dedi. Ben de O'na: «Rasulullah'ın yapmadığı bir işi,
nasıl yapabiliriz ki?» dedim. Ömer : «Allah'a
yemin olsun ki, bu
hayırlı bir iştir.» diyerek, ısrarla bana müracaatta bulundu. Sonunda, Allah,
benim de kalbimi Ömer'in görüşüne ısındırdı. Ben de O'nun gibi düşünmeye
başladım.» dedi.
Zeyd diyor ki: «Hz.
Ebu Bekir: «Sen genç ve akıllı bir adamsın. Üstelik, hakkında menfi bir şeyde
bilmiyoruz. Daha önce, Rasulullah'ın vahiy katipliğinde de bulunmuştun
(üzerinde) Kur'an {yazılı olan) parçalan araştır onları bir araya getir,»
dedi. Allah'a yemin olsun ki, eğer bir dağın yerini değiştirmek gibi bir görev
verseler-di, bu bana, Ebu Bekir'in, Kur'an'm cem' edilmesi işini emir
buyurmasından daha ağır gelmezdi.
Onlara : «Rasulullah
(s.a.s.)'ın yapmadığı bir şeyi, nasıl olur da, sizler yapmaya kalkışırsınız,»
dedim. Ebu Bekir: «Allah'a yemin olsun ki, bu çok hayırlı bir iştir, dedi ve
bana bu konuda, çok ısrar etti. Sonunda, Allah benim de kalbimi, o ikisinin
kanaatlerine ısındırdı. Kur'-'an'ı cem' edebilmek, için; hurma yaprağı, taş ve
Kur'an'ı ezbere bilen kimseleri, araştırmaya, toplamaya başladım. Tevbe
sûresi'nin son âyetini : «Andolsun, içinizden size Öyle bir peygamber geldi
ki; sıkıntıya uğram&mz, O'na ağır gelir...» Yalnızca, Ebu Huzeyme
el-Ensari'nin yanında bulabildim. Başka, hiç kimsede bulamadım. Mushaf (tamamlandıktan
sonra) Ölünceye kadar, Ebu Bekir (r.a.)'in yanında kaldı. Sonra, hayatı boyunca
Ömer'de, kaldı, Ölümünü müteakip ise, Hz. Hafsa'ya intikal etti.»
İşte bu da, tedvinin
hücciyete tesir etmediğinin en açık delilidir. Sünnet'in tedvin edilmeyişinin
daha başka sebepleri olabilir. Bunlara ileride temas edeceğiz.
Sonra biz; Hz.
Ömer'in, Sünnetin tedvini ve bir kitapta cem'edilmesi konusunda mütereddid
olduğunu, bu konuda, Ashâb ile istişarede bulunduğunu görüyoruz. Nitekim,
içlerinden bir kısmı, tedvin edilmesi yolunda fikir beyan etmişlerdir. Eğer
tedvin edilmiş olmak, hücciyet'in bir şartı olsaydı, O taktirde, Hz, Ömer'in
tedvin konusundaki tereddüdünün, sünnetin hüccet olup olmadığmdaki
tereddüdünden kaynaklandığını, söylemek gerekirdi. Kim bunun böyle olduğunu
söyleyebilir? Hz. Ömer'in müslü-man oluşundan itibaren, hilafeti zamanında
tedvin konusu ortaya çıkıncaya kadar, Sünnetin hücciyetinden tereddüt
ettiğini söylemek asla mümkün değildir. Çünkü O, çok daha basit meselelerde
Rasulullah'm hükmünün ne olduğunu Öğrenmeye büyük özen gösterirdi. Bu durumda,
O'nunla ilgili olarak iki şey söylenebilir. O, ya Sünnet'in hüccet olduğu görüşündeydi,
yahut da bu kanaatte değildi. Ama, her halükarda, tedvin konusundaki
tereddüdü, Sünnet'in hüccet olusundaki teretdüdünden kaynaklanmış olamaz.
Ancak, tereddüdünün, O'nu Sünnet konusunda araştırmaya sevkeden diğer
sebeplerden neş'et etmiş olması mümkündür.
Bazı sahabilerin
tedvinden kaçınmaları veya tedvin edilmiş bulunan sahifeleri yakmaları
konusunda ise, iki sebep zikredilebilir :
a) Bu sahabiler son derece muttaki ve verâ'
sahibi kimselerdir. Bu nedenle kendilerinden sonra, bazı kimselerin, onların
tedvin etmiş oldukları hadislerle amel etmesinden endişe etmişlerdir. Bunun
sebebi ise; hadisi kendilerine rivayet eden şahsın, zahiren sika görünmekle beraber,
aslında yalancı olması ihtimali veya hafızası kuvvetli gibi gözükmekle
birlikte, gerçekte zayıf olması, yahut da, bizzat kendilerinin Rasulullah'tan
işittikleri hadislerde, hata yapmaları ihtimalidir. Nitekim, Hz. Ebu Bekirin,
tedvin ettiği hadis sahifelerini, niçin yaktığını, Hz. Aişe'ye izah ederken
söyledikleri de buna işaret etmektedir. O şöyle demiştir : «O, senin yamnda
iken ölüp, gitmekten korktum. Ola ki, içerisinde kendisine güvenip, sika
zannettiğim bir zatın rivayetleri bulunur da, aslında, hadisleri bana rivayet
ettiği gibi olmayabilir. Fakat, sorumluluğu ben üzerime almış olurum.» Başka
bir rivayette ise, sözleri şöyledir: «Size bir takım hadisler rivayet ettim.
Kimbilir, belki de kelimesi kelimesine işitmemişimdir.»
b) Kur'an'da olduğu gibi, Sahabeden bir iki, on
veya yüz tanesinin, Rasulullah'tan sadır olan her şeyi bir kitapta toplama
imkanları yoktur. Çünkü, bütün risâleti boyunca, her an Rasulullah (s.a.s.)'îa
beraber olan birini göstermek mümkün değildir. Bunun bulunabileceği farz-edilse
bile, bu sefer de, her işittiğini ezberlemesi, onları hatırlaması ve tedvin etmesi
imkân dahilinde değildir, Yine, içlerinden belli sayıda kimsenin, nöbetleşe,
Rasuluîlah'la beraber oldukları ve ondan sadır olan herşeyi hafızalarına
aldıkları da mümkün gözükmemektedir. Bazen, içlerinden birisi bir vakit
Rasulullah'la yalnız kalmış ve bu arada başkalarının muttali olamadığı bazı
şeyleri müşahede etmiş olabilir. Bu itibarla, sahabeden herbiri, diğerlerinin
sahip olmadığı sünnet bilgisine sahip olabi-bilirler. Ne kadar yetki verilirse
verilsin, hiçbir kimsenin, Rasulullah'm vefatından sonra, sayıları yüzbinleri
buîan sahabiyi bir araya toplayarak, sünnet bilgilerini bir araya getirmesi
mümkün değildir.[730]
Sahabe, buna muktedir
olmadıklarını anlayınca; kendilerinden sonra gelenlerin, aynen Kur'an da
olduğu gibi, onların bütün güçlerini sarfederek, sünnetin tamamını bir kitap
haline getirdikleri inancına düşerler korkusuyla, tedvin işinden
kaçınmışlardır. Bu nedenle, daha önce yazılmış olanları da yakmışlardır.
Ayrıca; sözlü rivayetlerin sünnetten olmadığı inancına kapılıp, çelişki halinde,
tedvin edilmiş- bulunanları, sözlü rivayetlere tercih ederler endişesini de
taşımışlardır. Halbuki, böyle bir durumda sözlü rivayet, tedvin edileni
neshetmiş de olabilir, O zaman, Şer'î hükümlerin büyük bir kısmının kaybolması
tehlikesiyle karşı karşıya kalınmış olurdu.
Sünneti, tedvin
edenler, Rasulullah (s.a.s.) ile, uzun müddet beraber yaşamış, ileri gelen
sahabiler olacağı için, Özellikle de, Hz. Ebu Bekir ve Ömer (r.a.) gibileri sonraki
müslümanlarm, sözkonusu muhtemel inanca sahip olacakları aşikârdır. Hz. Ebu
Bekir'in : «Benim bulamadığım hadisler kalmış olabilir. Bu nedenle de; eğer
Rasulullah, bunları söylemiş olsaydı Ebu Bekir'in mutlaka onlardan haberdar olması
gerekirdi.» sözü de, kanaatimizi kuvvetlendirmektedir.
Fakat, tedvin işini,
Rasulullah ile uzun müddet bir arada kalmadığı bilinen birisi gerçekleştirecek
olursa, o taktirde böyle bir endişeye mahal kalmaz. Bundan daha uzak olanı
ise; Zührî, Buhari ve Müslim gibi, hadisleri toplayıp, tedvin etmeye son
derece gayret sarfetmiş bir imamın, Sünnet'in tamamını bir araya getirme imkanına
sahip olduğunun zannedilmesidir. Çünkü aradan uzun zaman geçmiş, İslâm
toprakları genişlemiş, sahabenin pekçoğu ölmüştür. Tabiun ve onlardan sonra
sünnet bilgisine sahip olanlar ise; alabildiğine çoğalmıştır. Öyle-ki, akıl,
Zülırî gibi bir tek kişinin bütün bunlarla karşılaşmasını ve rivayetlerinin
tamamını almasını imkan dahilinde görmemektedir.
Söz konusu İhtimal, bu
kimseler için mevcut olmayınca, tabii olarak, onların ve benzerlerinin,
sünneti tedvin etmelerinde de bir sakınca kalmamaktadır. Bilakis, aradan uzun
zaman geçmesi, güvenilir ravilerin vefat etmiş olmaları ve ezberleme
melekesinin zayıflaması nedeniyle, bu tedvin İşi zaruret kesbetmiştir.
Bir taraftan, Acemler,
Araplarla karışmış, medeniyetleri Araplar arasında yayılmıştır. Bunun sonucu
olarak pekçoğu yazı öğrenmiş ve O, evvelki hafızaya güvenen
tabiatlarından
sıyrılmışlardır. Öte yandan; mezheplerin çoğalıp, fırkaların tezahürü, zındık
ve mülhidlerin ortaya çıkması sonucu, Hz. Peygamber'e uydurma hadis isnadı, o
kadar çoğalmıştır ki, artık, Rasulullah'tan sadır olduğu bilinenlerin,
güvenilir ve tenkidci âlimler tarafından yazılıp, tedvin edilmesi bir zaruret
haline gelmiştir. Tâ ki; böylece, sahih olanları, yalanlarından tamamen ayırmak
mümkün olabilsin.
îbn Hacer,
«Fethu'1-Bâri» adlı eserinin mukaddimesinde şöyle demektedir : «Hadislerin,
Sahabe ve Tâbiûn'-un büyükleri zamanında, câmî' türünden eserlerde toplanıp,
tertip edilmediği bilinmelidir. Bunun iki sebebi vardır : Birincisi :
(İslâm'ın) ilk devirlerinde, hadislerin Kur'an'la karıştırılması endişesinden
dolayı, tedvin işinin sahabeye yasaklanmış olmasıdır, ikincisi ise : Sahabenin
kıvrak zekâ ve kuvvetli ezberleme gücüne sahip olmasıdır. Çünkü pekçoğu yazı
bilmiyordu. Sonraları, Tâbiûn asrının sonuna doğru, âlimler muhtelif şehir
merkezlerine dağılmışlar. Bu arada, Harici, Rafizi ve kaderi inkâr eden pek
çok bidat sahibi fırkalar zuhur etmiştir. Bu sebeple, hadislerin tedvin
edilip, bablara ayrılması zaruret? hasıl olmuştur. »[731]
İşte bu nedenlerle,
Ömer b. Abdülaziz, vali ve âlimlere, hadisleri toplayıp tedvin etmelerini
emretmiştir. Yazılı olan nüshalardan da her şehre, birer tane göndermiştir.
Büharî'nin muallak
olarak kaydettiği bir haberde şöyle denilmektedir: «Ömer b. Abdülaziz, Ebu
Bekir b. Hazm'a bir mektup göndererek;
Rasulullah'm hadislerini araştır ve yaz. Çünkü ben, âlimlerin ölüp,
ilmin yok olmasından korkuyorum. Yalnızca, Rasulullah'm hadislerini kabul et.
İlmi yayın. Bu maksatla, ilim meclisleri oluşturun da, bilmeyenler de öğrensin.
Zira, ilim, gizli kaldığı zaman yok olur.» demiştir. Muvatta'm Muhammed b.
Hasen, rivayetinde de rivayete, muhtasar olarak yer verilmiştir.[732]
El-Herevî de
«Zenunül-Kelâm» adlı eserinde, Yahya b. Said vasıtasıyla, Abdullah b. Dinar'ın
şöyle dediğini rivayet etmiştir : «Ne sahabe ve ne de Tabiun, hadisleri
yazmışlardır. Zekâtla ilgili mektuplar ve az miktardaki hususlar dışında,
hadisleri ezber yoluyla alıp, sözlü olarak nakletmişlerdir. Ne zaman ki,
hadislerin yok olmasından endişe duyuldu, âlimler ölüp gitmeye başladı, o
vakit, Ömer b. Abdülaziz, Ebu Bekir b. Hazm'a bir mektup göndererek, sünnet ve
hadisleri araştırıp yazmasını emretti. »[733]
Ebu Nuaym ise :
«Tarih-u Isbahâıt» adlı eserinde rivayeti şöyle nakletmiştir : «Ömer b.
Abdülaziz, taşra'ya mektuplar göndererek : «Rasulullah'm hadislerini araştırın
ve onları toplayın» emrini verdi.»[734]
Abdurrezzak ise
«Musamıef»inde, İbn Vehb'in şöyle dediğini kaydetmiştir : İmam Malik'in : «Ömer
b. Abdülaziz, şehir merkezlerine mektuplar göndererek, onlara sünnet ve fıkıh
hakkında bilgi verirdi. Medine'ye yazdığı mektuplarda ise, daha evvelki
tatbikatlarının nasıl olduğunu sorar, yanlarmdakilerle amel etmelerini
isterdi. Ebu
Bekir b. Hazm'a da bir
mektup göndermiş, sünnetleri toplayarak, kendisine göndermesini istemiştir.
Bunun üzerine; Ebu Bekir b. Hazm da, hadisleri bir kitapta toplamış; ne var
ki, göndermeden evvel, Ömer b. Abdülaziz vefat etmiştir.»[735]
dediğini işittim,
İbn Abdilberr de,
Zübeyr'in mevlâsı Ziyâd'm şöyle dediğini rivayet etmiştir : «İbn Şihab'ın, Sa'd
b. İbrahim'e : Ömer b. Abdülaziz, bize sünnetleri toplamamızı emretti. Biz de
onları defterler halinde yazdık. O da : emi-ri bulunan her bir bölgeye, bir
defter gönderdi, derken işittim.»
İbn Hacer ise «Fethu'l-Bâîi»nin
mukaddimesinde : -daha evvel iktibas ettiğimiz sözlerinden sonra— şöyle
demektedir : «Hadisleri ilk defa cem' edenler, Rabi' b. Sabîh, Said b. Arûbe ve
benzerleridir. Üçüncü tabakanın büyük âlimleri ahkâm (hadislerini) tedvin
edinceye kadar, imamlar, her babı müstakil olarak tasnif ediyorlardı, îmarn
Mâlik «el-Muvatta»ını tasnif etti ve O'na, Hi-cazlı hadisçilerin, kuvvetli olan
rivayetlerini almaya itina gösterdi. Bu arada, sahabe sözlerine, Tâbiûn ve
onlardan sonra gelenlerin fetvalarına da yer verdi. Mekke'de, Ebu Muhammed
Abdüîmelik b. Abdülaziz b. Cûreyc; Şam'da, Ebu Amr Abdurrahman b. Amr el-Evzâî;
Kûfe'de, Ebu Abdullah Süfyân b. Sâid es-Sevrî; Basra'da ise, Ebu Seleme
Harnmad b. Seleme b. Dînâr, ilk tasnif işlemini gerçekleştirenlerdir. Daha
sonra da, kendi asirlamıdaki pekçok kimse, tasnif işleminde onları takip
etmişlerdir. Ta ki, yalnızca, Rasulullah'm hadislerinin bir araya getirilmesi
gerektiği görüşüne sahip olan imamlar gelinceye kadar, böylece devam etmiştir.
Bu ise, h. 2. asrın başlarına tesadüf eder. Ubeydulîah b. Musa el-Abesî
eî-Kûfî,
Müsedded b. Müserhed
el-Basrî, Esed b. Mûsâ el-Ümevî, Mısır'a yerleşmiş olan; Nuayrn b. Hammad
el-Huzâî birer «müsned» hazırlamışlardır. Sonra gelen imamlar da onları takip
etmişlerdir. Pekçok imam, hadislerini «Müsned» halinde bir araya
getirmişlerdir. Bunlara, Ahmed b. Hanbel, İshâk b. Râhaveyh, Osman b. Ebu Şeybe
ve diğer seçkin hadisçiler örnek verilebilir.
Ebu Bekir b. Ebu Şeybe
gibi, bazı hadisçiler ise; hem müsned ve hem de bablara göre haberleri, birlikte
tasnif etmişlerdir. Ne zaman ki, Buharı bu musannef-. leri görüp, tetkik etti;
onların sahih ve hasen rivayetlerin yanında, pek çok zayıf haberleri de ihtiva
ettiğini, bu iki çeşit haberlerin ise biribirinden tefrik edilemiyeceğini
farketti, o vakit, sıhhatinde hiç kimsenin şüphe edemiye-ceği sahih hadisleri
toplamaya azmetti. Üstadının bu konuya ilişkin teşviki de, O'nun azmini
kamçıladı; İshâk b. Râhaveyh, içlerinde Buhari'nin de bulunduğu bir grup
kimseye: «Keşke, Rasulullah'm sahih sünnetlerini ihtiva eden, muhtasar bir
eser meydana getirseniz (ne iyi olur),» demiştir. Buhari diyor ki: «Bu söz,
kalbime yer etti ve «el-Câmiü's-Sahlh»'i yazmaya başladım.»
«Kavaidû't-Tahdis»
adlı eserin yazan el~Kâsimî de şöyle diyor: «İmam Suyûtî: hadisleri ilk cem'
eden zatlar olarak isimleri zikredilen bu şahısların hepsi, h. ikinci
yüzyılın ortalarında yaşamışlardır» diyor. Hadis tedvininin başlangıcı ise h.
birinci yüzyılın başlarında, Ömer b. Abdülaziz'in hilafeti zamanına rastlar.
Bunu, İbn Hacer de «Fethul-Bârî»'de
ifade etmiştir : Şöyle ki; «Ebu Nuaym'm, Muhammed b. Hasen tarikiyle, İmam
Malik'ten naklettiği: «İhn (hadisler)'i, ilk tedvin eden ibn Şihâb ez-Zührî'dir
şeklindeki rivayete
göre : Ömer b.
Abdiilaziz'in emriyle, hadisleri ilk tedvin eden zât ibn-Şıhâb'tır.»[736]
İşte bu yüzden, Tâbiûn
asrından sonra, Yazmanın ve Sünnet tedvin etmenin mubah olduğuna dair bir icma'
tahakkuk etmiştir. Hatta bazıları, bunun mendûb ve vacip olduğu görüşüne sahip
olmuşlardır.[737]
Kadı İyâz şöyle diyor:
«İlrn (hadislerdin yazımı konusunda, Sahabe ve Tâbiûn arasında, pek çok
ihtilâf vardı. Çoğu bunu kerih görürken, bir kısmı da caiz olduğunu
söylüyordu. Daha sonra müslümanlar bunun caiz olduğunda icma' ettiler. Böylece,
daha önce var olan ihtilaf ortadan kalktı.»[738]
İbnû's-Salah ise :
«îlk devir müslümanlan, hadislerin yazımı konusunda ihtilâf ettiler,
içlerinden bir kısmı, hadislerin ve ilmin yazımını kerih görüp, ezberlemeyi
emrederken, bazısı da buna cevaz verdi. Sonradan bu ihtilâf ortadan kalktı ve
müslümanlar yazının caiz ve mubah olduğunda icmâ* ettiler. Eğer hadisler,
kitaplar halinde tedvin edilmemiş olsaydı, sonraki asırlarda kaybolup
giderlerdi...» demiştir.[739]
İbn Hacer de şöyle
diyor : «Selef âlimleri yazımın yapılıp, yapılmayacağında ihtilâf etmişlerdir.
Gerçi, daha sonra mesele vuzuha kavuşmuştur. Ilm (hadisler)'i yazmanın caiz,
hatta müstahap olduğuna dair, icma' hâsıl olmuştur. Kaldı ki, hadisleri tebliğ
ile yükümlü olup da; onları unutma endişesi taşıyanların, yazmalarının vacip
olacağı, gayet açıktır.»! [740]
Eğer; Sahabe'nin,
sünnetin yazım ve tedvininden kaçınmalarının hikmeti anlaşılmıştır. Fakat,
sünneti rivayetten sakınmalarına ve O'nu yasaklamalanna ne denilecektir? Bu
tutumları, sünneti hüccet olarak görmediklerinin bir delili olamaz mı? Ayrıca,
şer'î hükümlerde delil olarak kullanılmaması için, Şârîin, O'nun nakledilmesini
istemediğine muttali oldukları anlamına gelmez mi?» denilecek olursa; şöyle
cevap veririz :
Sahabenin, mutlak
olarak hadis rivayetinden kaçındıklarını zannetmek doğru değildir. Bazı
durumlarda, hadis rivayetinden kaçınmış olmaları da, sünnetin hüccet
olamıyacağı manasını taşımaz.
Rasulullah (s.a.s.),
onlara, hadisleri rivayet etmelerini ve kendilerinden sonrakilere tebliğde
bulunmalarına emretmişken, bu kuruntu nasıl doğru olabilir. İbn Ab-bas Hz.
Peygamberin : «Sizler (hadisleri) işitiyorsunuz. Sonrakiler de, onları sizden
duyup (alacaklardır),» dediğini, haber vermiştir.
Sahabe'nin hemen
hepsinin; ister hadis rivayetinden, kaçınan, ister bunu yasaklayan, isterse
bunda bir beis görmeyenleri olsun; sünnete en çok sarılan, ve bir mâni
olmadıkça, sünnetin rivayetine ve tebliğine en çok özen gösteren kimseler
olduğu tevatüren bilinmektedir. Onlar, muarızlarına karşı sünnetle delil
getirmişler, kendilerine de, sünnetle karşı çıkıldığı zaman, görüşlerinden
dönerek, ikna olmuşlardır. Yeni zuîıûr eden hâdiseler karşısında, sünnete
müracaat etmişler, başkalarını da, onunla amele teşvik etmişlerdir. Böyle
davranırlarken de, hiç kimse onlara karşı çıkmamıştır.
İşte, Hz. Ebu Bekir;
Sakife gününde, Ensar'a karşı «İmamlar, Kureyştenclir..» hadisini delil
getirmiş ve onlar da ikna olmuşlardır. Hz. Fatıma'ya karşı : «Biz, peygamberler
topluluğu miras bırakmayız. Geriye bıraktıklarımız sadakadır.» hadisini
ileriye sürmüş ve O da ikna olmuştur. Yine, O; Muhammed b. Mesleme'nin
rivayetiyle pekiştirdikten sonra, ninenin miras(daki pay)ı hususunda Muğire
(r.a.)'nin rivayetiyle hüküm vermiştir. (Zekâtlarını vermeyenlere karşı, savaş
ilân ettiği vakit) Hz. Ömer'in : «İnsanlar, Allah'tan başka ilâh yoktur
deyinceye kav dar, onlarla, savaşmakla emrolundum» hadisiyle karşı çıkması
üzerine, hadisin sonundaki «Hakkın alınması için (savaş) müstesna» ifadesiyle
cevap vermiştir,
işte, Hz. Ömer;
Hacerû'I-Esved'i Öperken: «Eğer, Allah Rasulunu, seni öperken görmeseydim, asla
öpmeydim» demiştir. Rasulullah'ın minberinden, insanlara: «Ameller, niyetlere
göredir» hadisini bizzat O, rivayet etmiştir. Ebu Said'in, sıhhatine şehadette
bulunması üzerine, Ebu Musa (r.a.)'nın, isti'zân'a dair rivayetini, kabul
etmiştir. Yine, pek çok vesileyle insanlara : «Rasulullah'-tan (herhangi bir
konuda) birşeyler bilen varsa, onu getirsin» diyen de, Hz. Ömer'dir. Kadınm,
kocasının diyetine mirasçı olabilmesi, iskat-ı cenin meselesi ve daha evvel
zikrettiğimiz diğer konulardaki, İmam Malik ve diğer hadisçilerin naklettiği
rivayetler de misal verilebilir. Bütün valilerine mektup göndererek: «Kur'an'ı
öğrendiğiniz gibi, Sünneti ve Arap
dilini de öğreniniz» diyen
yine, Hz.' Ömer'dir.
«Re'y'den sakınınız. Çünkü, re'y sahipleri, sünnetlerin düşmanıdırlar.
Hadisler onları, sünnetleri ezberlemekten âciz bırakmıştır.» diyen;
«Hida3'etle-rin en hayırlısı, Muhammed'in hidayetidir.» diyen; «İleride bir
takım insanlar, Kur'an'ın müteşabihatı ile karşımıza çıkacaktır. Onlara karşı,
sünnetlere sarılın. Zira, sünnetlere vakıf olanlar, Kur'an'ı en iyi
bilenlerdir» diyen de Hz. Ömer'dir.
Ve işte Hz. Ali :
«Size, Rasulullah'tan bir hadis rivayet edildiği zaman, Rasulullah'ın ondan
daha nezih ve daha muttaki olduğunu bilin,» demiştir. Başka bir rivayette ise
: «Rasulullah'ın daha nezih, daha muttaki ve daha fazla hidayet üzere olduğunu
biliniz. (Çünkü, Rasulullah'ın şanına bu yakışır ve O yalnızca hayrı emreder.)
»
İşte, Abdullah b.
Mesud: (DÖğme yaptıran bir kadına karşı) : «Allah, dövme yapan ve yaptıranlara
lanet etmiştir.» hadisini delil getirmiştir. Ebu Davud'un, Alka-me tarikiyle
yaptığı bir rivayette, Hz. Osman'a, Rasulullah'ın şu hadisini rivayet etmiştir
: «Alkame diyor ki: «Mina'da, Abdullah b. Mesud'la yürüyordum. Hz. Osman'la
karşılaş iverdi. O'nunla yalnız kalmak istedi. Abdullah, Hz. Osman'ın bir
ihtiyacı olmadığını görünce bana «Ey Alkame, buraya gel» dedi. Gittim. Bu
arada, Hz. Osman O'na «Ey Ebu Abdurrahman! Seni bakire Bir cariyeyle
evlendireyim mi, (ne dersin?). Belki de, nefsinin alışageldiği şeyi, sana
yeniden kazandırır,» diyordu. Bunun üzerine Abdullah «Sen böyle diyorsan, ben
de, Rasulullah'ın şu sözünü işittim : «Sizden kim evlertmeye güçyetirir-se,
evlensin. Çünkü bu, gözü korumak ve iffeti muhafaza etmek için daha
elverişlidir. Kim de evlenmeye güçy retiremezse, oruç tutsun, zira oruç O'nun
için bir muhafazadır» dedi.
İşte, Ebu Hureyre
(r.a.), İbn Ömer (r.a.)'i Överek, şöyle diyor: «Birlikte, Rasulullah'm yanında
bulunduk ve hadislerini öğrendik,» «Allah O'na rahmet etsin, Peygamber
'lerinin hadislerini, müslümanlara muhafaza edi-veriyordu.»
Buhari
«Et-Tarih»'in'de, Beyhaki de «el~Medhal» adlı eserinde, Muhammed b. Umâre b.
Hazm'm şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: «On kişi kadar yaşlı sahabenin
bulunduğu bir meclise
iştirak etmiştim. Ebu Hureyre (r.a.) Rasulullah'tan, oradakilerin bazılarının
bilmediği, hadisler rivayet etmeye başladı. Onlar, hadisler hakkında sona sorup,
Ebu Hureyre de cevaplayarak kendilerini aydınlattıktan sonra başka bir hadise
geçiyordu. Bu böyle birkaç kere tekrar etti. İşte, O zaman anladım ki, Ebu
Hureyre insanların en fazla hadis bilenidir.»
Buhari, başka bir
rivayetinde, Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini kaydetmiştir : «İnsanlar, Ebu
Hureyre hadis rivayetinde çok ileri gidiyor, diyorlar. Eğer, Allah'ın kitabındaki,
şu iki âyet olmasaydı, bir tek hadis dahi rivayet etmezdim : «İndirdiğimiz
açık delilleri ve hidayeti biz kitapta, insanlara açıkça belirttikten sonra
gizleyenler (varya), işte onlara, hem Allah lanet eder, hem bütün lanet
edebilenler lanet eder. Ancak, tevbe edip, (durumlarını) düzeltenler, (gerçeği)
açıklayanlar başka, on-lan bağışlarım. Çünkü ben tevbeyi çok kabul edenim. Çok
esirgeyenim.» [741]Muhacirinden
olan kardeşlerimiz çarşı pazarda, alış verişle meşgul olurken, Ensar'dan
kardeşIerimiz de mallan ile ilgilenirken, Ebu Hureyre, karın tokluğuna
Rasulullah ie birlikte kalıyor, onların elde edemediklerini Öğreniyor,
belliyemediklerini ezberliyordu. O, Hz. Âışe'nin hücresinin yanma gelir, oturur
ve «dinle, ey hücrenin sahibesi» diyerek, hadis okurdu.»[742]
İşte Ebu Zer (r.a.) :
«(Eliyle kafasını göstererek) Eğer, kılıcı şuraya dayasanız, ben de, kafam
kesilmeden önce Rasulllah'tan işittiğim bir kelimeyi söyleyebileceğimi bilsem,
onu mutlaka söylerdim, diyor.»
İşte, Berâ b. Âzib
(r.a.), Ahmed b, Hanbel'in yaptığı bir rivayette : «Bütün hadisleri, Rasullah'm
ağzından işitmiş değiliz. Develerimizi gütmek bizleri meşgul ettiği için,
arkadaşlarımız O'ndan duyduklarını bize rivayet ederlerdi.» demiştir.
Müslim'in kaydettiği
bir rivayette ise Mücahid, İbn Abbas'la ilgili olarak şunu naklediyor : «Büşeyr
el-Adevî, İbn Abbas'a geldi ve: «Rasulullah şöyle dedi... Rasulullah böyle
dedi...», diyerek, hadis rivayet etmeye başladı. İbn Abbas ise, sözlerine kulak
vermeyip, O'na bakmadı bile. Bunun üzerine; Ey îbn Abbas! Ne oluyor da, hadisime
kulak vermiyorsun? Ben, sana Rasulullah'tan hadis rivayet ediyorum. Sen İse,
dinlerruVorsun bile, dedi. İbn Abbas da : «Biz bir zamanlar birisi :«Allah
Rasulu şöyle buyurmuştur» dediği vakit gözlerimizi dört açar,
iyice kulak verirdik. Ne zaman ki, insanlar, sahih, zayıf demeden her
şeyi nakletmeye başladılar, biz de, iyice bildikIerimizden başkasını
kabul etmez
olduk.» diye cevap verdi.»
Bu konuda, pekçok
sahabî'den sayılamayacak kadar çok haber vardır. Sünnet'in hücciyeti konusunda
bir kismma değinilmişti. Bunların hepsi bize, sahabenin hadis rivayetinden
kaçınmalarının, ne bizzat hadisin kendisinden ve nede, Onların nazarında
hadisin hüccet olmadığından, ileri gelmediğini kati bir şekilde gösteriyor. Bu
tutumlarının, sözkonusu bir takım engellerden kaynaklandığım ifâde ediyor.
Ayrıca, onların yanında sünnetin seksiz şüphesiz hüccet olduğuna, bu konuda
icnlâ ettiklerine de işaret ediyor.
Bu durum, bizim,
onları hadis rivayetinden kaçınmaya ve onu yasaklamaya sevkeden sebepleri
araştırmamızı gerektirmektedir. (Buna ileride değineceğiz). Çünkü,
Rasulullah'm hadis rivayeti ve tebliğini emrettiği; sahabe'nin sünnetin hüccet
olduğuna dair icmaları ve Rasulullah'm sözkonusu emrine imtisâldeki gayretleri
bilindikten sonra; bunun yanında, sünnetin hücciyeti ile ilgili kesin deliler
ortada olduktan sonra, onların sünnet hüccet olmadığı için hadis rivayetinden
kaçındıklarını zannetmek doğru olmasa gerektir.
Sahabe'nin hadis
rivayetinden kaçındıklarının ve bunu yasakladıklarının tesbit edildiğini
farzedelim. Aynı şekilde, farzedelim ki; bu tutumları da, sünnetin hüccet
olmadığına delalet ediyor. Peki bu durum; akıl sahibi birisinin, Kur'an'dan
başka delil olmayıp, İslâm yalnız Kur'an'dan ibarettir demesine yetecek mi?
Yine, vahye muhatap olup hevasmdan konuşmayan peygamberin fiili veya sözü bile
olsa, hükümlere delâlet edemiyeceğini, bu hususta yegane delilin Kur'an
olduğunu savunan kimse; Rasulullah'm sözleri, Ümmetin icma'ı, bizzat Kur'an'ın
delâleti ve sünnetin hüccet olduğuna dair pekçok diğer delil varken, bir kaç
sahabinin hadis rivayetinden kaçınmalarının; Şariin nazarında, sünnetin hüccet
olarak kabul edilmediğine delil teşkil edeceğini, söyleyebilecek mi?
Hayır, bunu yapmak
asla caiz olamıyacaktır. Çünkü bu, bizzat iddia sahiplerinin, îslâm yalnızca
Kur'an'dan ibarettir şeklindeki kaidelerine terstir. Bu aynı zamanda bizim de;
Sünnet ve Sahabe'nin icma'ı aynen Kur'an gibi birer hüccettirler, şeklindeki
kaidemizle de çelişecektir. Sahabenin ameli ve sözü hüccet değildir. Hüccet
olabileceğini farzetsek bile, rivayetten kaçınmaları ve onu yasaklamaları,
çeşitli sebeplerden olabilir. Bunun, hüccet olup, olmamanın dışında bir
sebepten kaynaklanmış bulunması, iddia sahiplerinin ileri sürdüğü nedenden
kaynaklanmasından daha fazla ihtimâl dahilindedir. Nitekim, daha önce
kaydettiğimiz ve ileride temas edeceğimiz haberler de buna delâlet etmektedir.
Diyelim ki, Sahabeden bazılarının bu tutumları, yalnızca, iddia sahiplerinin
ileri sürdüğü hususa muhtemil olsun; o zaman da bu; rivayetten kaçman ve bunu
yasaklayan sahabelerin yaptıkları rivayet ve çoğunluktaki sahabelerin
rivayetleriyle çelişki arzedecektir. Bundan başka, sahabenüı bu konudaki
icma'lan ve Rasuluîlah'dan geldiği sabit olan rivayetlere de ters düşecektir.
Biz, çelişki tâbirini kullanmakla aslında, iddia sahiplerine karşı gevşek
davranmış oluyoruz. Çünkü; bize göre, Sahabe sözü veya icma' ile, Rasulullah'm
sözü arasında bir çelişkinin bulunabileceğini söylemek doğru olamaz. Bize
göre, her ne kadar iddia sahipleri
hoşlanmasalar da, Rasulullah'm sözü ve icma' diğerlerinden önceliklidir.
İddia sahiplerinin
ileri sürdükleri ne onların ve ne de bizim kaidelerimize uygun düşmediğine
göre, onlar sadece laftan ibarettirler. Binaenaleyh, onlarla istidlalde
bulunulması da, bağlayıcılıkları olması da doğru olamaz. [743]
Ortada, en ufak br
şüphe kalmaması için biz; Sahabeyi hadis rivayetinden kaçınmaya ve onu
yasaklamaya sevkeden sebepler, ve bu yolda onlardan nakledilen haberler
nelerdir, bunları da açıklamak istiyoruz :
1-Şüphe
sahiplerinin, sahabe'nin hadis rivayetinden kaçındığına ve çok hadis
rivayetini yasakladığına dair, kendisine yapıştıkları haberler; bütünüyle,
ashabın hadis rivayetinden kaçındıkları ya da buna- mani oldukları anlamını
taşımamaktadır. Bunun yegane sebebi çok hadis rivayet edenlerin, farkında
olmadan, hata yapmaları ve kendisinde yanlışlık meydana gelen hadisin, kıyamete
kadar amel edilecek bir hüccet telakki edilmesi endişesidir. Evet, çok
rivayette bulunmanın bu rizikosu vardır. Gerçi, bu şekil bir hatada, günah söz
konusu değildir. Şu kadar var ki; hatanın sudur edebileceği unsura teşebbüs
etmek, yalana teşebbüs etmek mesabesindedir. Çünkü: «Koru etrafında dolaşan
kimsenin, oraya düşmesi mümkündür.»
işte bu nedenle :
Sahabe rivayetten son derece sakınmışlar, mümkün olduğu kadar bunu azaltmaya çalışarak
ancak, emin oldukları hadisleri rivayet etmişlerdir. Bununla birlikte, çokça
rivayette bulunduğu zaman dahi kendilerinden emin olabilenler fazlaca rivayet
etmişlerdir.
İşte onların, bol
miktarda hadis rivayetinden kaçınmalarının ve bunu yasaklamalarının yegane
sebebinin,, hataya düşme endişesi olduğuna ve ancak güvenip, iti-mad
ettikleri haberlerle amel ederek, onları rivayet ettiklerine dair rivayetler :
İmam Ahmed, İbn Abbas
tarikiyle, Hz. Peygâmber'in şöyle dediğini rivayet etmiştir : «Ben'den hadis rivayet
ederken dikkatli olunuz. Yalnızca çok iyi bildiklerinizi rivayet ediniz.
Çünkü; kim; bana kasten yalan is-şadında bulunursa, cehennemdeki yerine
hazırlansın.»
• İmam Ahmed, İbn Mâce
ve ed-Dârimî, Ebu Ka-tade'nin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir :
«Rasulullah'-m şu minber üzerinde: Ey insanlar!
Benden çok fazla hadis rivayet etmekten salanınız. Kim, bana bîr söz
isnad ederse, sadece hak ve doğru olanı söylesin. Çünkü, kim bana söylemediğim
bir şeyi asnâd ederse, cehennemdeki yerine hazırlasın,» dediğini işittim.»
Bunu, Hâkim de rivayet etmiş ve Müslim'in şartlarmı taşıdığını söylemiştir.
9 İmam Ahmed, Semure
b. Cündüb tarikiyle, Hz. Peygamber'in şöyle dediğini rivayet etmiştir : «Kim yalan
olduğunu bile bile, benden bir hadis rivayet ederse, O yalancılardan
birisidir.» Başka bir rivayette ise; «Çok yalan söyleyenlerden birisidir.»
şeklinde geçmektedir. Rivayeti, Müslim, Tirmizi, İbn Mace ve diğer imamlar da
eserlerinde kaydetmişlerdir. Ayrıca, benzeri bir rivayete, Muğire b. Şu'be
tarikiyle de yer verilmiştir.
• Müslim, Ebu Hureyre
(r.a.)'nin : «Rasulullah, kişiye yalan olarak her duyduğunu söylemesi yeter,
buyurmuştur.» dediğini rivayet etmiştir.
• îbn Abdilberr de, İmâm Mâlik, Mâ'mer ve daha
başkaları tarafından gelen bir isnadla Sakife hadisin-de Hz. Ömer'in bir cuma
günü hutbe irâd ederek : Allah'a hamd ve sena ettikten sonra, şöyle dediğini
rivayet etmiştir: «...Benim için söylenmesi mukadder olan ne varsa, hepsini
söyleyeceğim. Kim onu beller, anlar ve ezberlerse, binitinin varabildiği yere
kadar, insanlara tebliğ etsin. Kim de, belîeyemeyeceğinden korkarsa, onun bana
yalan isnad etmesini helâl görmem. Allah Teâla, Hz. Muhammed'i peygamber olarak
gönderdi, beraberinde de bir kitap indirdi. Recm de O'na indirdikleri cüm-lesindendi...»
• İbn Abdilberr, Müslim b. el-Haccâc'm, Kays b. Ubâde'den şunu
naklettiğini zikreder : Ömer b. el-Hat-tab'ın şöyle dediğine tanık oldum: «Kim
bir hadis işitir. İşittiği gibi de O'nu rivayet ederse, kurtulmuştur.»
• Müslim de, Hz. Ömer'in; «Kişiye yalan olarak
her duyduğunu söylemesi yeter,» dediğini rivayet etmiştir.
• İbn Uleyye ise, Recâ b. Ebu Seleme'nin şöyle
dediğini rivayet etmiştir : «Muâviye'nin : Hz. Ömer devrinde mevcud olan
hadisleri alın. Çünkü O, insanları, Ra-sulullah'tan (gelişigüzel) rivayette bulunmalarına karşı, korkutmuştu.»
dediğini duydum.» Bunu, ez-Zehebî
de «Tezkiretü'l-Huf£az»'da kaydetmiştir,
• İmam Ahmed ve
el-Beyhaki de, Hz. Ali'nin şu sözünü rivayet etmişlerdir : «Rasulullah
(s.a.s.)'dan bir hadis işittiğim zaman, Allah ondan ne kadar istifade etmemi
dilemişse, ondan o kadar faydalanırdım. Ama, ashabından birisi, O'ndan hadis rivayet ettiğinde, O'na yemin
ettirirdim. Yemin ederse,' O'nu tasdik ederdim. Ebu Bekir (r.a.) Rasulullah'ın
şöyle dediğini, işittiğini bana haber verdi: «Yakinen imân eden bir kul, günah
işler, sonra da güzelce abdest alarak, iki rekât namaz kılarsa ve Allah'tan da
bağışlanmasını dilerse, Allah, mutlaka O'nu affeder.»
• Ei-Beyhakî'riin, Hasen'den yaptığı bir rivayette ise, Semûre
şöyle demiştir: «Rasulullah'tan iki yerde «sekte»
yapıldığını öğrendim. Birisi, tekbir getirdiği zaman, diğeri de, sûreyi
okumayı bitirdiği zaman'dır.» Bunun üzerine,
îmrân b. Husayn, konuyu bir
mektupla, Ûbey b. Ka'b'a sormuş; O da;
Semûre'nin doğru söy^lediğini
ifade eden bir mektupla : «Semûre,
hadisi Rasulullah'tan Öğrenmiştir,» diye cevap
vermiştir.»
6 İmam Ahmed, Mutarnf
b. Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir : «îmrân b. Husayn bana dedi
ki; «Ey Mutarnf! Allah'a yemin olsun ki; isteseydim, bir tek hadisi dahi
tekrarlamadan, iki gün üstüste, Rasululiah'-tan hadis rivayet edebilirdim. Ama
bu konuda bana bir ağırsama ve hoşnudsuzluk geldi. Çünkü, Hz. Muhamnıed
(s.a.s.)'in ashabından bazıları, gördüklerini, benim de gördüğüm,
işittiklerini yine benim de işittiğim bazı hadisler rivayet ediyorlar. Fakat,
aslında, onlar, söyledikleri gibi değil. Sahabenin hayırdan geri
durmayacaklarım da biliyorum. Ama, ben de, onların rivayet ederken karıştırdıkları
gibi karıştırmaktan korkuyorum...» Bazen de (îmrân) şöyle derdi : «Keşke, doğru
söylediğimden emin olsam da, Rasulullah'm şöyle, şöyle dediğini işittim diyerek
size hadis nakletsem.» Bazı kere de; «Rasulullah'ı şöyle derken işittim,»
derdi.»
• Müslim, Enes (r.a.)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir
: «Beni, sizlere çokça hadis rivayet etmekten, Rasulullah'm : «Kim bana kasten yalan isnad ederse, cehennemdeki
yerine hazırlansın,» sözü alıkoymaktadır.»
• îmam Ahmed, İbn
Sirin'in şu sözünü rivayet etmiştir : «Enes b. Mâlik, Rasulullah'tan bir hadis
rivayet ettikten sonra «ya da, Rasulullah'm dediği gibi» derdi,»
«El-Fethu'r-Rabbânî» adlı eserde, bu haberin sahih bir isnadı olduğuna
işaretle, rivayete, Suyûtî'nin «Câmîu'İ-Kebir»'inde yer verdiği,
ayrıca, Ebu Yala, Beyhâki ve İbn Asâkir'in de rivayet
ettiklerine işaret ettiği kaydedilmiştir.
• «El-Feth»[744]
adlı eserde ise şöyle denilmektedir: «Hürmüz'ün kölesi Attâb'm rivayetinde
şöyle kaydedilmiştir : Enes (r.a.) «Eğer, hata yapmaktan korkmasay-dım.
Rasulullah'm söylediği şeyleri size rivayet ederdim.» demiştir.»
• Buhari, Abdullah b.
Zübeyr'in şöyle dediğini rivayet etmiştir : «Zübeyr'e, senin falanca, falanca
kimseler gibi. Rasulullah'tan hadis rivayet ettiğini, niçin, işitmiyorum?
dedim. Ben, Rasulullah'tan hiç ayrılmış değilim. Fakat, O'nun : «Bana yalan
isnad eden, cehennemdeki yerine hazırlansın» buyurduğunu, işittim, cevâbını
verdi.»
8 Müslim de, Tâvus'un
şöyle dediğini rivayet etmiştir : «Büşeyr b. Ka'b, İbn Abbas'a gelerek, hadis
rivayet etmeye başladı. îbn Abbas O'na; falanca, falanca hadisleri bir daha
tekrarla, dedi. O da, tekrarladı. Sonra, yine rivayete devam etti. İbn Abbas;
şu, şu hadisleri tekrarlar mısın? dedi. O da; tekrarladı ve : «Bilemiyorum.
Bütün hadislerimi bildin de birtek bunu mu tanıyamadm?
Yoksa, hepsini münker
buldun da, yalnızca bunu mu, bildin?» dedi. Bunun üzerine îbn Abbas : «Bizler,
Rasulullah'a yalan isnad edilmezken, O'ndan hadis rivayet ediyorduk. Ne zaman
ki, insanlar, sağlam, çürük demeden (rivayete başladılar) O vakit, O'ndan hadis
rivayet etmez olduk» dedi.»
• Beylıaki, Berâ b. Âzib'in şöyle dediğini
rivayet etmiştir : «Bizler hepimiz, işimiz gücümüz olmasından dolayı,
Rasulullah'ın huzurunda bulunanlar, bulunmayanlara anlatıyorlardı. Fakat,
insanlar asla yalan söylemiyorlardı.»
• Beylıaki, Katâde'den gelen şu rivayete yer vermiştir : «Birisi,
Hz. Peygamber'den bir hadis rivayet etti. Başka bir zat da O'na : «Sen, bunu
Rasulullah'tan işittin mi?» diye sordu. O da «Evet. Fakat, yalan söyleme ihtimali
bulunmayan birisi de, bunu bana haber vermiş olabilir. Allah'a yemin olsun ki,
bizler, yalan söylemez, yalan nedir bilmezdik.» cevâbını verdi.»
° Buhari ve Müslim,
Urve b. Zübeyr'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir : «Hz. Aişe dedi ki: «Ey
kızkar-deşimin oğlu! Duyduğuma göre, Abdullah b. Amr hacca giderken, buradan
geçecekmiş, O'na yetiş de sor. Çünkü O, Rasulullah'tan pek çok ilim almıştır.»
Urve diyor ki: «O'na yetiştim ve Rasulullah'tan naklettiği bazı konular
hakkında, kendisine sorular sordum. Bahsettikleri arasında, şu da vardı:
«Allah Teâîa ilmi, insanlardan çekip almaz. Fakat, âlimlerin ruhunu alır. İlim
de onlarla birlikte kalkar gider. Böylece, insanlar arasında câhil önderler
kalır ve bilgisizce fetva verirler. (Buhari'de: «re'yle-riyle fetva verirler»
şeklindedir.) Böylelikle, hem kendileri sapıtır, hem de başkalarını sapıklığa
sevkederler.» B-nu, Hz, Aişe'ye söylediğim vakit, gözüne büyüdü ve onu
garipsedi. Sonra da : «Bunu, Rasulullah'tan işittiğini sana söyledi mi? diye
sordu. Ben de : Evet, söyledi, dedim. Ertesi yıl, bana : «İbn Amr' gelmiş, git
ve meseleyi aç sana, ilm konusunda, rivayet ettiği hadisi, bir daha sor, dedi.
Ben de gidip, O'nu buldum ve meseleyi sordum, O da, ilk sefer ne dediyse,
aynısını tekrarladı. Durumu,. Hz. Âişe'ye haber verdiğim vakit; «İnanıyorum ki,
îbn Amr doğru söylüyor, Rivayete ne bir ilâvede bulunmuş ve ne de bir eksiklik
yapmıştır» dedi.» Buhari'nin rivayetinde : «Allah'a yemin olsun ki, Abdullah
b. Amr. bunu iyice öğrenmiş» şeklindedir.
• îmam Müslim, Ebu
Rafi' kanalıyla, îbn Mesud'dan gelen bir rivayette, Rasulullah'ın şöyle
dediğini kaydetmiştir «Allah Teâlâ'nın
benden evvel gönderdiği peygamberlerinin, mutlaka, sünnetlerine yapışan,
emirlerine sarılan bir ashabı ve havarileri olagelmişin*. Fakat, onlardan
sonra birtakım kimseler gelmiş, yapmadıklarını söyler, emrolunmadıklannı yapar
olmuşlardır. Onlara karşı, kim diliyle cihad ederse, O mü'mindir. Onlara karşı,
kalbiyle dh&d eden de mü'mindir. Bunun ötesinde ise, îıardaî tanesi kadar
imandan eser yoktur.» Ebu Rafi' diyor ki
«Bunu, Abdullah b. Ömer'e, rivayet ettim. Bana itiraz etti. (Bu arada)
Abdullah b. Mes'ud gelmiş (Medine'nin vadilerinden) Kanât'da konaklamıştı.
Abdullah b. Ömer çabuk davranıp, ziyaretine gitmek isteyince, ben de gittim.
Yanma oturduğum vakit, O'na bu hadisi sordum. O da, tıpkı benim, İbn Ömer'e
naklettiğim gibi hadisi rivayet etti.»
2 -Sahabe,
İslâm'a yeni girmiş, Kur'an'ı henüz özümseyememiş kimselere rivayette bulunmayı
yasakh-yor, kendileri de böyle kimselere rivayet etmekten kaçınıyorlardı. Çünkü
onların, Kur'an'dan başka şeylerle meşgul olmalarından korkuyorlardı. Çünkü,
Kur'an ilmin aslı ve temeli idi.
Hz. Ömer (r.a.)'in şu
sözü de buna işaret etmektedir : «Siz bir memlekete gidiyorsunuz ki, halkı
Kur'an okurken, arı uğuldaşır gibi uğuldaşirlar. Hadislerle onlara mani
olmayın.» Yani, bu belde halkı, islâm'a daha yeni girmişlerdir. Kur'an'i
bellemeye başlamışlar ve henüz O'nu ezberlemeleri de tamamlanmamıştır. Bu yüzden
onları, daha önemli olan Kur'an'dan
alıkoymayın.
3- Sahabe'nin
fazla miktarda hadis rivayetinden kaçınmaları ve bu yasaklamaları, çok sayıda
hadis duyanların, onları ezberlemekle
meşgul olurken, anlamak, manalarını tefekkür etmekten uzaklaşmalan korkusuna mebnidir. Nitekim, çok hadisle
meşgul olanların, hemen her zaman hadisleri
anlamayıp, manasına eremedikleri müşahede olunmaktadır.
4 -Sahabe,
kıt akıllı, sıradan kimselere; anlayamı-yacakları; bu nedenle de, kastedilen
mananın aksine anlamlar çıkararak, beyinsizlerin ortaya
attığı birtakım şeylere,
hadislerin zahiriyle istidlalde bulunmak suretiyle mesnedler bulmaya
çalışacakları ihtimali olan kimselere, müteşâbih olan hadisleri rivayetten kaçınmışlar ve bunu
yasaklamışlardır. Yahut da, kıt akıllanyîa, bu tür hadislerin manalarını
anlayamadıklarından dolayı,
itiraz temelleri, bu sebeple de Allah ve Rasuiünü yalanlamış olmakla karşı
karşıya gelmeleri endişesiyle bu tavrı takınmışlardır.
Bu yüzden,
Müslim'in bir rivayetinde
îbn Mes'ud (r.a.) şöyle demiştir
: «Bir topluluğa akıllarının ermeyeceği bir söz söylersen, bu söz, onların
bazısının fitneye düşmelerine yol açar.»
Buhari'nin rivayetinde
ise : Hz. Ali: «Allah ve Rasu-lünün yalanlanmasından hoşlanır mısınız?»
demektedir.
îbn Hacer ise, şöyle
demektedir : «Adem b. İyâs, «Ki-tâbu'l-îlm»'de, şu fazlalığa yer vermiştir :
«İnsanların yadırgıyacakları (anlamakta güçlük çekip, inkâr edecekleri)
şeyleri bırakın.» Bir takım haberlerin rivayet edilmesine taraftar
olmayanlardan birisi de, İmam Ahmed'-dir. O, zahirleri, Sultanlara karşı
ayaklanmayı ifâde eden haberlerin rivayet edilmesini hoş karşılamazdı. İmanı Malik,
Cenâb-ı Hakk'm sıfatlarına dair, Ebu Yusuf da gârâib ile ilgili haberlerin
rivayetini hoş bulmazlardı. Onlardan önce, Ebu Hureyre (r.a.), Buhari'nin
kaydettiği bir rivayette şöyle demektedir : «Rasulullah'tan iki kap (dolusu)
ilim öğrendim. Birisini yaydım (anlattım, herkese duyurdum). İkincisini
söyleyecek olsam, şu boğazımdan beni keserler.» Âlimler, Ebu Hureyre'nin
gizlediği türden haberleri, kötü idarecilerin hallerini ve dönemlerini sözko-nusu
eden hadislere hamîetmişlerdir. Bunlar, şer'î hükümleri içeren haberler
değillerdir. Aksi, taktirde gizlenmesi caiz olmazdı. Nitekim, ilmi gizlemeyi
kınayan âyeti kerimeyi bizzat Ebu Hureyre zikretmiştir. Yine, sözko-nusu türden
haberlerin, kıyamet alâmetleri, insanların durumunun değişmesi ve melâhim
cinsinden hadisler olması da, ihtimâl dahilindedir. Çünkü, bunlara ünsiyet
peyda etmeyen kimseler, inkâr edebilirler muhtevasına intibak edemiyenler
itiraz edebilirler. Yahut da bunlar, Buhari ve Müslim'in, Enes (r.a.)'den
rivayet ettikleri şu hadiste olduğu gibi, ekseriyeti, insanları gevşekliğe
sevk-edecek nitelikte hadisler olabilir;» Birgün, Rasulullah, terkisinde Muaz
b. Cebel'le devesine binmiş.
- Ey Muaz! diye
seslenmiş. Muaz :
- Lebbeyk Ya Rasulullah
ve Sa'deyk, demiş. Ra-sulullah yine:
- «Ey Muaz,» diye
seslenmiş, Muaz :
- «Lebbeyk, Ya
Rasulullah ve Sa'deyk» demiş. Peygamber (s.a.s.) üçüncü sefer, aynı şekilde
seslenmiş ve :
- «Allah'tan başka
ilâh olmadığına, Muhammet!'in, O'nun kulu ve Rasulu olduğuna şahadet getiren
hiç bükül yoktur ki, Allah, O'nu cehenneme haram kılmasın,» buyurmuşlardır.
Muaz:
- «Ey Allah'ın Rasulu!
«Bunu, insanlara haber vereyim de, sevinsinler mi?» demiş. Hz. Peygamber :
- «Ama, o taktirde,
itimad ederler de (ameli boş-larlar)» demiştir., Bunun üzerine, Muaz (r.a.) da,
tâ (ölüm döşeğine düşünceye kadar O'nu haber vermemiş) ancak, ölüm esnasında,
günahı boynundan gitsin diye O'nu rivayet etmiştir.
Bu, gevşekliğe
düşmeyeceğinden emin olunan kimselerden, ilmi gizlemenin günahıdır. Muaz
(r.a.)'m bu ana kadar susup, söylememesi ise; bu hadisin yayilmama-sma dair
emre itaattan ileri gelmektedir. Nitekim, Buhâride, hadise «Anhyarnamalan
endişesiyle, bir cemaatı bırakıp, diğer bir cemaata ilmi konularda ayrıcalık,
tanıma» isimli babda, yer vermiştir.
İbn Hacer, bu konuda
etrafındaki görüşleri naklettikten sonra, şöyle devam etmiştir : «Muaz (r.a.)
şu hadiseye bakarak. Rasulullah'm yasaklamadan gayesinin haram kılmak
olmadığını anlamıştır. Rasulullah böyle bir
şeyle insanları
müjdelemesini, Ebu Hureyre'ye emretmiş, O da, Hz. Ömer'le karşılaşmış (ve O'na
müjdelemiştir.) Bunun üzerine, Ömer (r.a.); Ebu Hureyre'ye; «Dön git,»
demiştir. Peşisirada kendisi gelip; Rasulullah'a : «Ey Allah'ın Rasulu. böyle
yapma. Ben, onların, buna dayanıp, gevmemelerinden korkuyorum. Bırak,
insanlar, amel etsinler,» demiştir. Rasulullah da : «öyleyse, bırakın,» demiştir.
Rivayete, Müslim de
yer vermiştir. Anlaşılan,'Rasulullah'm, Muaz'a : «Onların gevşemelerinden
korkuyorum» sözü, Ebu Hureyre kıssasından sonra olmuşa benziyor. Bu durumda,
yasak maslahat için olup, haram kılma gayesine matuf değildir. Bu nedenle,
Muaz (r.a.); tebliği emreden ayetin umumu ile amel ederek, ölmeden önce,
hadisi rivayet etmiştir.» [745]
«Rivayet edildiğine
göre, Rasulullah (s.a.s.) Yahudileri çağırmış ve onlara bazı şeyler sormuştur.
Onlar da, anlatmışlar ve bu arada Hz. îsâ'ya bir hayli yalan isnad etmişlerdir.
Bunun üzerine, Rasulullah minbere çıkarak, bir hutbe irâd etmiş ve : «(İlerde)
bana çok sayıda hadis isnad edilecektir. Onlar'dan, Kur'an'a muvafık olarak
size gelenler, bana aittir. Kur'an'a ters düşenler ise, asla, bana ait
değildir.» demiştir.
Bu meyanda, muhtelif
isnadlarla rivayet edilen çok sayıda haber vardır. Bu haber; Rasulullah'a isnad
edilen hadislerin, Kur'an'a arzedilmesi gerektiğini onlardan yalnızca, her
bakımdan Kur'an'a uygunluk arzedenlerin alınabileceğini ifade etmektedir. Bunun
dışında, müstakil olarak getirdiği hükümlerle, Kur'an'ın mücmelini izah
sadedinde ortaya koyduğu hükümler kabul edilemezler. Çünkü, bunların her ikisi
de, Kur'an'da mevcut değildir. Bu durumda, sünnet'in görevi, yalnızca
(Kur'an'i) te'kit-ten ibaret olmaktadır.
Öyleyse, sünnet, şer'î
bir hükme delil olamaz. Zira, herhangi bir konudaki delilin ona delâleti, o
konunun başka bir delille tesbit edilmiş olmasına dayanmaz. Dahası, sünnetin
te'kid için bile olmadığı söylenebilir. Çünkü, te'kid, bir hükmün tesbitinde
tek başına yeterli olan delilin bir fer'îdir. O zaman, te'kid için gelen şeyin
ancak, delile uygun olması gerektiği söylenebilir.»
Ayrıca, Rasulullah'm
şöyle dediği de rivayet edilmiştir : «Bana isnad edilerek size rivayet edilen
bir hadise kalbiniz yatışıyor ve onu kerih görmüyorsanız, ben onu söylemiş
olsam da olmasam da, onu tasdik edin. Çünkü ben, münker olanı değil, ancak, m
a3 ruf olanı söylerim. Yine, size, bana isnad edilen ve fakat kalbinizin
yatışıp, hoşgörrnediği bir şey rivayet edilirse, onu tasdik etmeyin, çünkü ben,
münker olan veya ma'ruf olmayan birşeyi söylemem.» Bu manada bir hayli rivayet
mevcuttur. Bu da, Rasulullalı'a isnad edilen hadislerin, insanların Kitap ve
akla dayanarak hoşgördükleri şeylere arzını ifade etmektedir. Öyleyse sünnet
tek başına hüccet değildir.
Yine, Rasulullah'm
şöyle dediği de rivayet edilmiştir : «Ben, Allah'ın, kitabında helâl
kıldığından başkasını helâl etmedim. Yine, Allah'ın kitabında haram kıldıklarından
gayrisini da haranı etmedim.»
İmam Suyuti, Şafii ve
Beyhâki'nin, Tavus'tan gelen-bir isnadla, rivayeti böylece naklettiklerini
kaydeder.» [746] (İmam Şafii'nin)
«Cimau'î-İhn» adlı eserinde ise rivayet şöyledir : «Rasulullah (s.a.s.) :
İnsanlar beni hiçbir şeyle muaheze etmesinler. Ben, onlara yalnızca, Allah'ın
helâl kıldığını helâl ve yine O'nun haram kidığını haram ettim, demiştir.»
İlk rivayet,
Rasulullah'tan sadır olanların, mutlaka, Kur'an'a uygun düşmesi gerektiğine,
binaenaleyh, daha evvel geçtiği üzere, sünnetin hüccet olamıyacağma delâlet
etmektedir.
İkincisi ise : Sünnete
yapışıp, onu delil getirmeyi yasaklamaktadır. »
Rivayet edildiğine
göre, sahabe'den bazıları, Hz, Peygamber'e : «Kusma'dan dolayı, yeniden abdest
almak icap eder mi? diye sormuşlar. O da : «Eğer gerekseydi, mutlaka, Allah'ın
kitabında bulurdum,» cevabını vermiştir.
Bu da, sadece kitapta
bulunanların yükümlülük getireceğini, sünnetin hiçbir şeyi zorunlu
kılamıyacağmı ifade etmektedir.
Cevap :
Hadisler'in Kur'an'a
arzını ifade eden rivayetlerin hepsi de zayıftır. Bu münasebetle, onlardan
delil getirmek doğru olamaz. Bu rivayetlerin bir kısmı munkatı; bir kısmının
ise ravilerinden bazıları, ya sika değil veya meçhuldür. Bazısı ise hem sika
değil hem de meçhuldür. Bu durumu, İbn Hazm; «Eİ-İhkâm» adlı eserinde [747]
Su-yutî de «Miftâhul-Cenne»'de [748]
Beyhakî'den naklederek, tafsilatıyla izah etmişlerdir. İmam Şafii ise
«Er-Risâİe»'de şöyle demektedir. «Büyük küçük, herhangi bir meselede hadisi
kabul edilen hiçbir ravi, bu haberi rivayet etmemiştir : Dolayısıyla bize; siz
bunu rivayet edenin hadisini şu meselede (delil olarak) kabul ettiniz,
denilemez. Üstelik, bu rivayet meçhul bir raviden gelen, munkatı'- bir
rivayettir. Biz böyle bir haberi, hiçbir meselede kabul edemeyiz. »[749]
İbn Abdilberr de
«Cami-u Beyâıü'1-İlm» adlı eserinde şu görüşlere yer vermektedir :
«Abdurrahman b. Mehdi, bu hadisi, zındıkların uydurduğunu söylemiştir. Sahih
haberleri, zayıfından temyiz kudretini haiz ilim ehline göre, bu lafızların,
Hz. Peygamber'den sadır olması mümkün değildir. Bazı âlimler ise, bizzat bu
hadisi Allah'ın Kitabına arzetmişler ve şöyle demişlerdir : «O'nu, Allah'ın
Kitabına arzettiğimiz vakit gördük ki,. Allah'ın kitabına ters düşmektedir.
Çünkü, Allah Teâla'nın Kitabında, ha-disler'den yalnızca, kendisine uygun
düşeni kabul etmemiz gerektiğine dair, hiçbir şey göremedik. Bilâkis O'nun,
mutlak olarak Peygamber'in örnek alınmasını, O'na itaat edilmesini, herhal ve
şartta emrine muhalefetten kaçınılmasını tenbihlediğini gördük,[750]
Böylece, haber kendi kendinin asılsız olduğunu ortaya koymuş oluyor.
Ayrıca; hadisin Ebu
Hureyre (r.a.)'den, merfu olarak gelen bazı tariklerinde, Rasulullah (s.a.s.) :
«Benden size muhteif hadisler gelecektir. Onlardan, Allah'ın Kitabına ve
Sünnetime uygun düşenler, bana aittir. Bu ikisiyle çelişki arzedenler ise, bana
ait değildir.» demektedir.[751]
Bu rivayet de zayıf
olmakla beraber, diğerlerinden daha zayıf değildir. Bu münasebetle O da bizim
görüşümüzü desteklemektedir. Aleyhimize bir husus ihtiva etmemektedir.
Bu haberin uydurma
olduğuna delâlet eden diğer bir husus da, Rasulullah'ın, bize kadar sahih
olarak gelen,
şu sözüdür : «Sizden
birini, koltuğuna yaslanmış bir vaziyetteyken, emirlerimden veya
yasaklainnııdan biri kendisine gelip de; ben anlamam, biz, Allah'ın Kitabında
ne buluyorsak, ona tabi oluruz, derken görmeyeyim.»
İmam Şafii
«Er-Risale»'de, bu hadisi rivayet ettikten sonra : «Allah'ın, Peygamber'in
emrine itaati farz kılmasıyla, Allah Rasulü, insanların, emirlerini
reddetmeleri yolunu yice kapatmıştır.» demiştir.
Hadis'in Kur'an'a arzı
ile ilgili haberin sahih olabileceğini farzetsek bile; hiçbir müslümanm,
Rasulullah'-tan sudur edenlerin iki kısım olduğunu; bunlardan bir kısmının
Kur'an'a uygun düşüp kendisiyle amel edilebilecek nitelikte; diğerinin de
Kur'an'a ters düştüğü için reddedilebilecek vasıfta olduğunu düşünebileceğine
ihtimal vermiyoruz. Nitekim, rivayetlerden birisinde : «O, bana aittir»,
denilirken; diğerinde :.«O, bana ait değildir» denilmektedir. Ayrıca, İbn
Hazm'm naklettiği bazı varyantlarda ise; «Allah kendisine hidayeti nasip
etmişken; Allah'ın Rasulune ne oluyor ki, Kur'an'a uygun düşmeyeni söylesin?»
denmektedir.
Rasulullah'ın,
Kur'an'a muhalefet etmekten masum; insanların en kuvvetli hafızaya sahip;
Kur'an ayetlerini en fazla düşünen ve Kur'an'ı en çok zikreden; olduğu ittifakla
kabul edilmişken, nasıl olur da, söz konusu hadisin, Rasulullah'ın da Kur'an'a
muhalefet edebileceği ihtimalini ifade ettiği söylenebilir? Halbuki, Allah
Teâla şöyle buyurmaktadır : «De ki; ben, Onu kendi arzuma göre değiştiremem.
Ben, sadece bana vahyolunana tabi oluyorum.» Her müslüman, pek tabii olarak,
Rasulullah'-tan Kur'an'a muhalif hiç bir şeyin sadır olmayacağına inanır.
İmam Şafii,
«Cimau'1-İIm» adlı eserinde şöyle demektedir : «Allah Teâla, Peygamberi'nin
Kur'an'daki ve dindeki konumunu, Kur'an'da belirtmiştir. Bu nedenle, Kullarına
farz olan; Allah'ın kendisine vahyettiği konularda, Peygamber'in, sadece
vahyolunanı söyleyeceğini; Allah'ın kitabına asla muhalefet etmeyeceğini ve
O'nun; Allah'ın indirdiklerindeki maksadının ne olduğunu beyan ettiğini
bilmeleridir. «Hiçbir Sünnet ebediyyen Kur'an'a muhalif değildir.»[752]
Hadisin sahih olduğu
farzedilirse, anlamı şu olur : «Size bir hadis rivayet edildiği zaman, doğru
olarak anlamakta güçlük çekerseniz, O'nu, Allah'ın Kitabına arz-edin.
Çelişirse reddedin, çünkü O, benim sözlerimden değildir.»
Sonra, Rasulullah'tan
sadır olan şeylerin, Kur'an'a muhalif düşmemesi, sünnetin hüccet olamıyacağı
anlamını ifade etmez. Yine, O'nun, Kur'an'ın, mücmelini izah, âmm'ım tahsis,
mutlakmı takyit edemiyeceği; bir hükmü sona erdirip, nesh edemiyeceği ve
müşkil ifâdelerini açıklığa kavuşturamıyacağı, anlamı da taşımaz. Çünkü
(Rasulullah'm) beyanı, Allah'ın muradına tamamıyla uygun düşmektedir. Kur'an
lafızlarının zahirine bakıldığında, söz konusu beyanın onlara uygurt düşmeyip,
ih-timalli olduğunu bir anlık kabullensek bile; bu, Kur'an'a muhalif telakki
edilemez. Rasulullah ise, yalnızca Kur'-an'la çelişenlerin reddedilmesini
emretmiştir. Bundan, Kur'an'a uygun düşmeyen ve fakat O'nunla çelişki de
arz-etmeyen haberlerin reddedilmesi gerektiği anlaşılamaz.
Bu hususa, îbn Hazm'ın
rivayet ettiği, konuyla İlgili şu rivayet de delâlet etmektedir : «Rasulullah
(s.a.s.) şöyle buyurmuştur : «Bana isnad edilerek rivayet edilenler üç
çeşitdir. Allah'ın kitabına baktığımızda, ma'ruf olduğunu gördüğünüz her
hadisi kabul edin. Allah'ın kitabıyla karşılaştırıp da kendisini reddedebilecek
birşey bulamadığınız; fakat, Kur'an'daki yerini de tesbit edemediğiniz
hadisleri de kabul edin. Benden size rivayet edilen; ancak, kalpleriniz
titreyip, derilerinizin ürperdiği, Kur'an'da da tam tersini gördüğünüz her
hadisi reddedinz.»
Görüldüğü gibi,
Kur'an'a uygun düşmeyen ve fakat O'nunla çelişki de arzetmeyen haberlerin
kabulü zorunlu kılınmıştır. Bu rivayet, zayıf olmakla birlikte, şüphe
sahiplerinin delil getirdiği hadislerle aynı çeşitdendir.
Bu durumda, söz konusu
rivayetlerde; Kur'an'da temas edilmeyen, sünnetin müstakil olarak tespit
ettiği hükümlerde, bizzat sünnetten deliî getirmenin muteber plmadığma dair bir
delâlet sözkonusu değildir. Çünkü böyle bir hüküm, Kur'an'a ters
düşmemektedir. Yalnızca, Kur'an O'na temas etmemiştir.
Kaldı ki, Allah Teâîa
: «Rasul, size neyi verirse, O'nu alın; neden sakmdırirsa, ondan da kaçının»
demekle, Rasulullah'm Kur'an'la genel bir uygunluk içerisinde olduğuna temas
etmiştir. Üstelik bu uygunluğu umumileştir-miş, Rasulullah'm O'na, hem icmâlî,
hem de tafsili olarak her bakımdan uygun düşmesi gerektiğini belirterek
tahsis etmemiştir. Çünkü, Rasulullah, Kur'an'dan, başkalarının
anlayamadıklarını, idrâk edebilecek niteliktedir. Binaenaleyh, bizim Kur'an'da
mevcut olmadığını zannettiğimiz birşeyin, O'nda bulunduğunu pekâla Rasulullah
bilebilir.
Nitekim, kendisine
«el-Hamr» sorulduğunda; bu konuda bana, şu kapsamlı âyetten başkası
indirilmemiş tir, demiş ve : «Kim zerre ağırlığınca hayır yaparsa onu görür,
ldm de, zerre miktar, şer işlerse onu görür,» ayetini okumuştur.
Şimdi Sünnete
dayanmadan, hüküm istinbatında, sadece Kur'an'a dayanmak gerektiğini ileri
sürenler, baksınlar bakalım, bu âyetten söz konusu hükmün çıkabileceğine
akılları yetiyor mu?
İbn Mesud (r.a.) şöyle
demiştir : «Herşey, Kur'an'da beyan edilmiştir. Fakat bizim aklımız, onları
idrak etmekten acizdir. Bu nedenle, Allah Teâla : «Kendilerine indirileni,
insanlara açıklayasin diye sana da Kur'-an'i İndirdik,» buyurmaktadır.
Sahabenin ileri gelenlerinden ve ilk müslümanlardan biri olan, îbn Mesud'un bu
sözü iyi düşünülmelidir.
Herkesin bildiği «arz»
hadisine gelince; Beyhakî, İbn Hazm ve daha başkalarının dediği gibi, bütün
tarikleri munkatı'dir. Üstelik : «Söylemiş olsam da, olmasam da, size gelen o
haber bana aittir,» denmekle, Rasulullah'a yalan isnadını içermektedir.
Beyhaki «El-Medhal»
isimli eserinde şöyle demektedir : «Bu manada nakledilen rivayetlerin
isnadları içerisinde en iyi olanı «Rebi'a'mn, Abdülmelik b. Said'den, O'nun da
Ebu Hamid'den veya Ebu Üseyd'den» oluşan isnaddır. Ve bu haberde Rasulullah
şöyle demektedir : «Kalplerinizin yatışıp, derilerinizin ve tüylerinizin yumuşadığı,
kendinize de yakm bulduğunuz bir hadis duyduğunuz vakit, (bilin ki) ben ona,
sizden daha evlâyım. Kalplerinizin hoşlanmadığı, deri ve tüylerinizin ürperip,
diken diken olduğu bir hadise ise ben sizden daha uzağım.»
Bükeyr, Abdülmelik b.
Said'den, O, İbn Abbas b. Sehl'den, Ö da, Ûbey'den naklen, O'nun şöyle dediği
rivayet edilmiştir: «Rasulullah'tan duyunca derilerinizin yumuşayip, ma'ruf
olduğunu bildiğiniz bir şey size ulaşınca bilin ki o, Allah Rasulüne aittir.
Çünkü, O, yalnızca hayır olanı söyler, başkasını söylemez.»
Buharı, bu rivayetin
daha sahih olduğunu söylemiştir. Yâni O'nun, Ebu Hamid veya Ebu Üseyd'den
rivayet edenlerin rivayetlerinden daha sahih, olduğunu söylemiştir.
Aynısını, İbn Lûheya,
Bükeyr b. el-Eşec'ten, O, Abdülmelik b. Said'den, O ise, Kasım b. Süheyl'den O
da, Ûbey b. Ka'b'tan rivayet etmişlerdir. Böylece müsned olan bu hadis'in
illetli olduğu (anlaşılmıştır).
Her halükârda,
Rasulullah'tan geldiği sabit olan bu hadis, hem akla yakın ve hem de usûle
uygundur. Allah'ın dinde, Rasulüne verdiği konumu kavrayan, O'na itaat
etmelerim farz kıldığını bilen birisi bunu inkâr edemez. Rasulün sözlerinin
doğrulanması, hükümlerine ittiba edilmesi gerektiğine inanan birisinin kalbi
de ondan nefret edemez. Nitekim bu hadis, şer'î bakımdan muteber olduğu gibi,
akıl sahipleri yanında da, ahlaki yönden de muteberdir. Bu haberlerin
lafızlarından sahih olarak anlaşılabilecek olan da budur.» Beyhaki'nin sözleri
burada bitiyor.
Rasulullah'dan sadır
olan herşey, iyidir ve güzeldir. Selim akıl sahiplerine göre ma'ruftur. Bizim
aklımız O'nun iyiliğini ve güzelliğini idrâk etmeyebilir. Dolayısıyla böyle
olması, onların, Rasulullah tarafından söylenilip, yapılamıyacağma veya hüccet
olaimyacaklarma sebep teşkil edemez. Bilâkis, güvenilir kimseler rivayet
ettikleri zaman; O'nu kabul etmemiz, hakkında iyi duygu beslememiz, icâbı ile
amel edip, acziyyeti kendi aklımızda aramamız, üzerimize vacip olur.
İbn Abdilberr «Ebu
İshak İbrahim b. Seyyar'm şöyle dediğini nakletmiştir : «Ben hadis rivâyetiyle
meşgulken, Rasulullah'm, su kaplarının ağzını açık bırakmaktan ve böyle
bırakılan kaplardan su içmekten nehyetti-ğini duydum. Daha evvel ben, bu
hadiste bir şey var. Kabın ağzından su içmenin nesi var ki, bu yasaklama söz
konusu olsun? dedim. Ne zamanki bana, bir adamın bu kaplardan su içerken, yılan
tarafından sokulduğu ve bu yüzden Öldüğü; yılanların su kaplarının ağzından
içeriye girdikleri söylendi, O vakit; hadiste te'vilini bilemedğimiz bir
noktanın var olabildiğini, biz bilmesek de O'nun ifade ettiği bir yönünün
bulunabileceğini, anladım.»
İbn Abdilberr, Said b.
el~Müseyyib'in, İbn Abbas'tan naklettiği şu haberi rivayet etmiştir : «Üç
hasleti taşıdığım sürece ben kâmil bir insanım. Onun ötesinde ben de, diğer
insanlardan biriyim. Rasulllah'tan işittiğim her sözün, Allah tarafından
(gönderilmiş) bir hak olduğunu bil-mişimdir. Hiçbir namazda, sonuna kadar,
gönlümü başka bir şeyle meşgul etmemişimdir. Her cenazede, mutlaka kendimi
hesaba çekmişinıdir.» Said : «bu hasletlerin yalnızca bir Peygamberde
bulunacağını zannederdim» demiştir.
Tavus'tan nakledilen
rivayete gelince, Şâfîi, Beyhâkî ve İbn Hazm'm dediği gibi, her iki isnadı da
munkatı'dır. İbn Hazm, yine Tavus'dan gelen bir başka isnadla da haberi rivayet
etmiştir.
Sahih olduğunu
farzetsek bile, iki rivayette de, Sünnetin hüccet olamayacağına, Rasulullah'm,
helâl ve haram konusunda, yalnızca, Kur'an'da bulunan hükümleri te'kid
edebileceğine dair bir delâlet yoktur. Çünkü rivayetteki, Kitap'tan maksat,
Kur'an değildir. Bilâkis, Beyhakî'nin de dediği gibi, Hz. Peygamber'e
vahyedilenlerin tamamıdır. O'na gelen vahiy de «tilâvet olunan» ve «tilâvet
olunmayan» vahiy olmak üzere,.iki kısımdır.
Bizi bu te'vili
yapmaya sevkeden ise, Rasulullah'ın daha önce geçen «El-Erîke» hadisidir.
Zira, O, Hz. Peygamber'in Kur'an'da bulunmayan bazı şeyleri helâl veya haram kılabileceğine
delâlet etmektedir. Hadislerde, «Ki-tab» ifâdesinin, Rasulullah'a inzal
olunanların tamamı anlamına kullanıldığı variddir. «Eî-Ümm»'de şöyle bir rivayet
vardır :. «Bir adamın oğlu, başka birisinin hanımıyîa zina etmiş. Delikanlının
babası, kadının kocasına bir hizmetçi ve bir de koyun vermek suretiyle anlaşma
yapmıştır. Bunu Rasulullah'a söylediğinde ise, Rasulullah şöyle demiştir :
«Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim, ki, sizin aranızda Allah'ın kitabıyla
hüküm vereceğim. Koyun ve hizmetçi sana geri verilecektir. İtiraf ettiği
takdirde, hanım recmedilecektir.» Rasulullah delikanlıya ise yüz sopa vurmuş
ve bir yıl sürgüne göndermiştir.
Görüldüğü gibi,
Rasulullah, recm ve sürgün cezası hükmünü, Allah'ın kitabından saymıştır. Bu ise,
Hz. Peygamber'in, bu ifadeyle, mutlak olarak kendisine indirilenleri
kastettiğini gösterir.
«Kitap»tan maksadın,
Levhu'l-mahfuz olması da mümkündür. Nitekim : «Biz, kitapta hiçbir şeyi eksik
bırakmadık,» âyetinin tefsirinde bazı müfessirler bu yorumu yapmışlardır.
Eğer «Kitap»'tan
muradın, Kur'an olduğunu kabul edecek olsak bile, Kur'an'da zikredilmediği
halde, Rasulullah'm helâl veya haram kıldığı şeyler, yine de, Kur'an'-m helâl
veya haram kıldığı şeyler demektir. Zira,'Allah Teâla : «Rasul, size neyi verirse,
O'nu alın. Sizi, neden ka-çmdırırsa ondan da kaçının,» buyurmaktadır. Nitekim,
daha evvel buna değinmiştik.
İkinci rivayetteki,
Rasulullah'm : «insanlar, beni hiç-birşeyle muahaze etmesinler» sözünün anlamı,
O'ndan sadır olan bir şeye yapışmayı haram kılmak veya Onunla ihticacta
bulunmayı yasaklamak, değildir. Bilâkis, Onun manası şudur : «İnsanlar,
Allah'ın bana tanıdığı ayrıcalıklardan ve benim için tayin ettiği hususi
hükümlerden birisiyle beni muahaze etmesinler. Bana, itirazda bulunup da; Rasulullah
bazı şeyleri bize haram kılarken, kendisi, niçin onları yapıyor? veya, bize
helâl kıldığı şeyerden, O niçin kaçmıyor? demesinler. Veya, bu gibi konularda,
kimse kendini bana kıyas etmesin. Çünkü; benim onlarla, kendim arasında bazı
farklılıklar gözeterek, helâl veya haram kıldığım, her konuda, hâkem Allah
Teâla'dır. Yine, bazı hükümlerde, onlarla beni eşit sayan, bir kısmında da
benim hükmümü, onlarmkinden ayıran, Allah Teâla'nın tâ kendisidir.»
İmam Şafiî, Tavus
hadisini rivayet ettikten sonra, şöyle demiştir: «Rivayet, munkatı'dır. Biz
Tavus 'un fıkhını biliriz. Eğer, Rasulullah'tan geldiği sabit olsa bile
rivayetin, benim tavsif ettiğim manada olduğu gayet açıktır. Rasulullah :
«İnsanlar beni, herhangi birşeyle muahaze etmesinler,» demiştir. «Bana
sarılmayın» dememiştir. Bilâkis, kendisine yapışılmasını emretmiştir. Allah
Teâla da bunu istemiştir. » [753]
İbn Uyeyne, Ebu
Nadr'dan, O, Ubeydullah b. Ebi Ra-fî'den, O ise, babasından, Rasulullah'm şöyle
dediğini haber vermiştir : «Sizden birinize, emrettiğim veya yasalda-dîğim
birşey gelip de : O'nu, koltuğuna yaslanmış bir vaziyette : Biz bunu bilmeyiz,
Allah'ın kitabında ne varsa, biz ona tâbi oluruz, derken görmeyeyim.»
Rasulullah (s.a.s.) bize, emirlerine tabi olup, yasaklarından kaçınmamızı emretmiştir.
Allah, bunu, kitabında, kullarına farz kılmıştır. Bu konuda, insanların
yapabileceği yegâne şey; Allah ve Rasulünden gelenlere yapışarak, onların
delâletine uymaktır.
Ancak, şayet
söylemişse bile, Rasulullah'm : «İnsanlar, beni hiçbirşeyle muahaze
etmesinler,» sözü, yalnızca şuna delâlet eder : «Rasulullah en güzel örnektir.
O'na,3İr takım hususiyetler tanınarak, insanlara mubah kılınmayan bazı şeyler
O'na mubah kılınmıştır. Aynı şekilde, insanlara haram kılınmayan birtakım
hususlar da O'na haranı kılınmıştır. Bu itibarla O da : «insanlar, kendileri
dışında, bana helâl veya haram kılman herhangi, bir şeyden dolayı; beni
muahaze etmesinler. Kendilerinin dışında, lehime veya aleyhime olan şeylere
yapışmasınlar.
Kusmak sebebiyle,
abdest gerekip gerekmeyeceğine dair soruya gelince; bunu, yalnız,
«Mecelletu'l-Menars'da yayınlanan, Dr. Tevfik Sidkı'nm makalesinde görüyoruz.[754] Ne
senedi ve ne de, nereden nakledildiği belirtilmiştir. Belki de, modern asrın
bir uydurmasidır.[755]
Sahih olduğu
farzedilse büe, nasıl cevap verileceği Tavus, hadisinin ilk rivayetinde
kaydedilmiştir.
Dr. Sıdkı'nın : «Bu
hadis, sahih olsa da, olmasa da, akla yatıyor ve akıl O'nu destekliyor. Bunun
müslüman-larm, asla, kendisinden ayrılamayacakları bir prensip olması ise
zaruridir» sözü de, zikrettiğimiz deliller muvacehesinde, saçma bir sözdür.
Allah'a hamdolsun,
müslümanlarm selim akıllan, Ra-sulullah'm, Allah ile kulları arasında bir elçi
olması hasebiyle, her ne kadar, Kur'an'da zikredilmese de; O'nun
getirdiklerini almayı, zorunlu görmektedir. Nasıl ki, Sultanın teb'asma düşen,
elçiliği sabit olduktan sonra, her ne kadar onlara yazılı bir mektup getirmese
de, sultanın sözünü dinleyip, elçiye itaat etnıeleriyse, bu da böyledir.
Bu tabii olarak
herkesçe bilinen bir keyfiyettir. Belki de, kusmakla ilgili haber'in zahirini
makul gören akıl, sadece Dr. Sıdkı'nın aklıdır.
Müslümanlarm akılları
ise; kusmuk haberiyle pislenmemiş, tertemizdir. Allah, hepimizi hayır ve doğru
olana hidâyet etsin.
Hamd, iyilik ve
güzelliklerin, nimetiyle tamamlandığı Allah'adır. [756]
Abdulhalık, Abdulgâni:
Hucciyetü's-Sünne.
Abdu'lkadir, Ali
Hasan: Nazratu'n Amme
fi Tarihi'I-Fikhi'Hs-lâmî.
El-Acluni, İsmail:
Keşfu'I-Hafa ve MuziIû'l-EIbas. Ahmed b. Hanbel: el-Müsned. Âlusî: Ruhu'l-Meânî.
EI-Âmidî, Seyfüddin :
el-îhkâm fi Usuli'l-Ahkâm. Aynî, Bedruddin : Umdetu'1-Kârî. El-Azimâbadî:
Avnu'l-Ma'bud. .
Bezzar:
Mecmau'z-Zevaîd. Buhari, îsmail: el-Camiu's-Sahih. el-Cezairî, Tahir: Tevcihu'n-Nazar. ed-Dârimî: enNakz, ed-Dârimî
: es-<Şünen.. ed-Dihlevi : Huccetu'llah el-Bâliga. Ebu Dayud: es-Sünen.
Ebu Şehbe,
Muhammed:
es-Siretu'n-Nebeviyye
fi-Dav'ü-Kur'an
ve's-Sünne. Ebu Şehbe, Muhammed : el-îsrâiliyyât ve'1-Mevzuât
fi Kütübi't
Tefsir.
Ebu Şehbe, Muhammed
: el-Medhal li
Dirâseti'I-Kur'ani'l-Kerim. Ebu Yusuf :
Kitabu'l-Haraç. Emin Ahmed :
Duha'I-îslâm. Emin Ahmed : Fecru'l-İsİâm, E. Dermenghem: Hayat ü
Muhammed. el-Firuzabâdî :
Kamusu'l-Muhit. Goldzier, I. : Dirasat İsJâmiyye. el-Hattabî: Mealimu's -Sünen. İbn Abdilbcr: Camiu
Beyani'1-İlm ve Fadüh. îbn Abdu'ş-Şekur, Muhibbullah : Müsellemu's-Sübût. tbn
Arrak : Tenzihu'ş-Şerİâ.
İbn Hacer : İbn Hacer
İbn Hacer İbn Hazm :
İbnu'I-Cezerî: en-Neşr.
Îbmı'1-Esir, Mecduddin
: Camiu'J-Usul ilâ Ahadisi'r-Rasûl.
tbıı Hacer: Fethu'I-Barî.
Hedyu's-Sârî fî Mukaddimet-i
Fethî'1-Bârî. Takribu't-Tehzib' Lisanu'I-Mizâu. el-İlrkâm fi Usuü'l-Ahkâm. İbn Kayyım :
İ'Iamu'l Muvafckıîn. îbn Kayyım : Zâdu'1-Meâd. İbn Kayyım : Telbisü'l-îblis.
İbn Kuteybe : Te'vil-i Muhtelefi'l-Hadis. îbn Mâce : es-3ünen. îbn Sa'd :
Tabakatü'I-Kübra. İbn Salah : UIumu'I-Hadis.
îbn Sellâm, Ebu Ubeyd
Kasım : Kitabu'I-Emvâl. İbn Teymiyye : Refu'I-Melâm ani'I-Eîmmeti'l-'AIâm,
el-Kasımî, Cemaleddin : Kavaidu't-Tahdis. el-Kureşî: eİ-Marac. el-Münziri: et-Tergib ve't-Terhib, Müslim : el-Caıniu's-Sahih. en-Nesaî : es-Sünen. en-Ne^'evi: Şerh-u Müslim. er-Razi,
Fahruddin : Mefatüıu'1-Gayb. es-Sahâvî: Fethu'l-Mugis. es-Sehâvi: Şerh-u Elfiyeti'l-Irakî. es-Suyııti: Tedribu'r-Ravî fi
Şerhî Takribi'n - Nevevî es-Şuyuti:
Miftahu's-Süniıe.
Şakir Ahmed : el-Baisu'1-Hasis. eş-Şafii:
er-İlisâ!e. eş-Şafiî :
Cimau'1-îlm. eç-Şatıbi:
el-Muvafakat. Şclebi, Muhammed : UsuIi'I-Fikto'l-İslâmî.
eş-Şevkânî: Neyhı'l-Evtâr. Tac
Abdurrahman ve Seyis Muhammed : Müzekikiret-u Tarilıi't
Teşri'i'1-İslâmî.
et-Tirmizî:
es-Sünen (el-Camiu's-Sahih). ei-Tirmizî
: eî-İIei. ez-Zehebî : el-Mizan.
ez-Zehebi: Tezkiı-etu'l-Huffaz.
Günümüzde bir takım
insanlar, "Size düşen
Kur'ana sarılmaktır,
onun hela! dediğini
helal, haram dediğini
de haram saydığınızda
kurtuluşa
erersiniz!" diyerek inanan insanları
sadece bir kaynağa
yöneltmekte ve bilerek Allah'ın
Rasulunü ve hadisi
devreden çıkartarak: "sünnetsiz bir hayat" m savunuculuğunu
yapmaktadırlar.
Tam bir müsteşrik
kafasıyla hareket eden bu
yerli
"oryantalist işbirlikçileri" nin asıl amaçlan
sadece sünneti
devreden çıkartmak değil, koskoca
bir hadisler deryasını
bir çırpıda yok saymak ve
dolayısıyla da onları
rivayet eden eşsiz sahabiyi
neredeyse "yalan
hadis" gibi ağır bir ithamla
suçlayarak İnananların
gözünden sahabinİn
etkinliğini silmektir.
Bu yüzden olsa gerek,
şimdilerde her önüne gelen bir ahkâm kesmekte, hadisleri reddetmekte, sünneti
kabul etmemekte ve eşsiz sahabiye dil
uzatabilmektedir. Bu
hastalığın şifası da hiç
şüphesiz Rasulullah
sevgisinde, sünnet ve hadis
sevgisinde
yatmaktadır. Nitekim Âli Imran
Sûresinin 31.
ayetinde: "De ki, Allah'ı
seviyorsanız hana
uyun, Allah da sizi sevsin"
denilerek bu reçete
vahiyle teyid edilmiştir.
Günümüzde hadis,
sünnet, mezhep ve tasavvuf
inkarcılarına karşı bu
sahada yazılmış en ciddi
reddiye mahiyetinde
olan Prof. Dr. Ebu
Şehbe'nin "Sünnet Müdafaası" adlı
elinizdeki
iki ciltlik bu eserle,
insanımız Rasulullah'a ve onun
sünnetine daha çok
yaklaşacak ve bu değerlere
daha sıcak
sarılacaktır.
AbtluIgaaİ Abthtliıâlik.: lIuct-îyyetuN-SuiMtc, Dâıa'İ Kiır'ani'f
Kerim.
Iteyrut, im.
Abdııtazİ/. b.
Aluneıt clltulıiirİ: GuyeluVİ'nMiUı
{yazına)
el-Aclûnİ, İsmail b.
Mıılıanuncd: Koılul-Kafa vr Muzüul-İHuıs. Mucsscsciu'r-K.isâU\ Itcynıt, 1^85.
Ahıncd Bmin: l*'ecrut-İKUm ve l)utuı'l-İ*ItiHt.
Duvmlü^ıt: SahHı-i Mü<diın t'crc«ıuc ve fjethi. Sönme/
Neşri-y:tl İM. Ali Hasa» Ahciıılkudir:
Na/ralıra Âmme Ki
Târihi'l-Fıkhi'l-Irfâmi.
Aliyyıri-Kâri:
«rI-Mev«kıâtH*l-Kobfa. Hcyrul. ı.y.
ÂltiNİ, Ehu's-Sona .*>İliabu(I(ltn Malumu!:. Kııhul-Mâuai Fi i'efsirit Kar'
UAİI Azim...
Aynî Ilcdru'U-Uiıı Malmuul: el-tlıudelvl-K^i 11 Şerhi
Safailıtl-Htıfaâri.
Bcynıl...
Aziıııabûüı, Eluı't-Tib MuJıamıiK'd
.yniMi'l Malik: Avnul-Ma'ltod *İ*rhu
Suttw«*i Kbî Uavod.
McdiiK- ViM.
lltthari 1-btı Abdi
Hah MulıamıiK'ü h. İsmail: cM'âmîu's
Sahih, Itcvrul... i^hu'l-Hailâb:
et-Tenvir Kİ Mcvfldi's-Siracil Mu«ir.
cl-Hâkînı, Ebu
Abtliltah
cn-Nıryvtbûri: el-Mu*4edrek
AleN -Satıttıayıt.
licynıt.
Ilamitlullah, Muhatııtımf: tt-Vt^âiktrsSîjaM.vye. Oûruit-Nefâis Hcynıt.
ci-Hâzimi, Ebu ückr
Muhanımcd b. Mtıs;i: Kitaba'! İtibar
H'n-Nâwfai
İbıı Alnli'l-Ucrr,
Ehıı Ömer Yusuf: Camin Heyâaİl-İIm ve l-mllil». licynıt. «l-İs<İâb Fi MirİfHH
Ashab.
İbnu'l-Arabi, Kadi
F.bu llekr: el-Avâsım Mine'l-Kavasım
Dâru'l - Ceyl.
Beyrut, 1987.
Ibnu'l-Cevziyye, İbnu'l-Kayyım
Muhammed b. Ebu Bckr: Zâdu'l-Meâd
M. er-Risâle,
Beyrut... tbn Dakik el-ld :
AUkaınu'l-Ahkam Serim Umdeti'l-Ahkam, Dâru'l Ku-
tubi'l İlmiyye.
Beyrut.
Ibnu'1-Esir: en-Nihaye Fİ Garibi'I-Hadis,
Beyrut. Ibn Hacer, el-Askalani Şihâbııddin ; FethıTİ-Bâri Serhıı Sahihi'l-Buhari,
Mısır 1959.
Nü/hctu'11-Na/ıır
Şcrhu Nııhbcti'I Fiker, Mısır
1934.
el-İsûbe Fi
Mârifetî's-Sahabe, Ucyrut. İbn Haznı Alî: cl-İhkam Fİ Usiili'l Ahkam, Mısır, tbn Haldim:
Mukaddime, Mısır t.y. İbn
Kesir, İmaduddin
Ebu'l Fida: el-Baisu'l
Hasis Fi İlıni'l
Hadis,
Beyrut, 1962.
Tefsİniİ Kur'ani'l
Azim, Dâru'l-Halebi, Mısır, îbn Kudame : el-Muğuti ve
eş-$erhu'l-Kebİr...
İbn Kmeybc,
Abdullah b. Müslim;
Te'vilu Muhtelefi'l-Hadis,
Beyrut 1952,
Ibnu'l-Muflih:
cl-Adâbıı'ş-Ser'fyyc--.
Ibn Mâce Ebu Abdİllah
eİ-Kazvini Sünen Kahire.
İbnu's-Salah, Ebu Amr
Osman: UlumtTI-Hadis...
İbn-Teymiyye,
Takiyyuddin Ebu'l-Abbas : Mukaddime Fi Usulİ't-Tefsİr...
İbn Teymiyye
Ebu'l-Berekut Mecduddin: Muııleku'I-Ahbar...
Kevser!, Mııhammed
Zâhid : el-Makalat...
Kurtûbi, Ebu Abdillah
Muhamıned: el-Câmİıı'l Ahkami'l - Ktır'an, Kahire 1387. Kurtııbi,
Ebu'l-Abbiis b. Ömer : el-Mufhim Fi Şerhi Sahih-i
Müslim.
Leknevi, Abdulhayy :
el • Kevaidıı'l
Itchİyye Fi
'İ'erûıimi'l - Hanefiyye,
Dâru'l Mârifc,
Bcyrın.
Mubârekfûri,
Mııhammed Abdurrahman: Tuhfctu'l Ktıvıuİ, Medine 1965. Muhammed Ebu Şchbe: cl-Vaz'u Fi'l-Hadis;
A'laınu'l Muhaddisin; el-İsrailiyvah] ve'l-Mevdııât Fİ Kululii't-Tefsir,
Mektt-bem's-Siinne 1393. Muhammed Vasfi : el-İsimıııı Vc't-'l'ıbb...
Müslim b. Haccac
el-Kurcşi : CâtııiuVSuhih...
1955.
Nevevî, Mııhyiddin
Yahya b. Şeref: .'jerhtı Müslim (Sahih-i Müslim ile birlikle) Mısır 1349.
Ömer Rıza
Kehhâle: Mu'ceınu'l Müellifin, Beyrut. A'laıtıuıı Nisa,
Müessesedir Risale,
Beyrut. Râzi Fahruddin : el-Tefsiru'l-Kcbir, Bolak... Sadi Ebu
Ceyb : el-Kâmusu'l-Fıkhî, Dâru'l
Fikr^Şam.
Sehâvi Şemsııddin
Muhammed b. Abdurrahman: Fettıu'l-Mıığîs Şcrhu Klfiyeli'l
Hadis Kahire 1389.
Suyuti Celaluddin :
el-İlkan Fi UIumi'l-Kur'an, Mısır 1318. cl-Leali'l Masnu'jı Fİ AhadİM*) Mcvdua, Beyrut...
Şevkâni, Mulıanımed
b. Ali: İrç&du'l-Puhııl İla Tahkiki') Hak Min İlmi'l-Usûl, Mısır 1937.
et-levhid Fİ
Tevaturi mâ câe Fi'l MehdiyyPl-Muntazar
ve'd-Dec-tali ve'l Mesih.
Tahavi Ebu Cafer:
Müskilu1! Asar, Haydarabad 1333. Zemah^eri Cârutlah : el-Keşşsf...
Zerken Bedruddİn Muhammed: cl-İcâbe li-iradi mâ İstcdrekutjıu Aisetu uleVSahabe
el-Mektebu'l Islami Beyrut...
[1]
[1] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 1/13-15.
[2] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 1/17-33.
[3] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 1/35-36.
[4] Merfu olan şu hadis buna delâlet eder: «Ruhu'l Kudüs
kalbime hiçbir nefsin rızkını tamamlamadan ölmeyeceğini ilka etti, öyleyse
Allah'tan korkun ve rızkı güzel taleb edin...-Bu hadisi el-Hâkim ibn-i
Mşsud'dan rivayet etmiş ve sahih olduğunu vurgulamıştır. Ebu Nuaym ve Tabarani
Ebû Uma-me'den, Bezzar Huzeyfe'den
Müsnedu'l Firdevs sahibi
ise Câbir'den rivayet etmişlerdir.
[5] A lak 1-5.
[6] Necin 1-4.
[7] HİCR9
[8] Sebeüer;
Küfrünü gizleyip müslüman
gözüken Abdullah b. Sobe'nin taraftarlarıdır.
[9] Bu tezimi ben H, 1365, M' 1946 yılında kaleme, aldım.
[10] H. Muharrem'den
Şaban 1378 H. yılına kadar (1058-1959) iTemmuz 1958 don
Şubat. 10501 Yani
Merhum Dr. Mustafa Sıbai'nin «es-Sünnetu ve mekannatuhp.
fi't-Tegrü'1-İslam» (Sünnet ve
İslâm Teşri'indeki yeri)
adlı eserini sunmadan
bir yıl önce. Çünkü ilk baskısının önsözünde belirtildiğine göre bu oser
15 Şaban 1370-12 Şubat 1060 tarihinde yazılmıştır. Merhum Sıbai kitabının 46.
sayfasında kendisi Kahire'de tedavi görürkon 1961 m. yılında basıldığını
belirtir
[11] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 1/37-45.
[12] Nlahl 44.
[13] Şûra 52-53.
[14] Enam 32
[15] înşikak 7-9.
[16] Nisa 15.
[17] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 1/47-48.
[18] Maide 38.
[19] Maide 90.
[20] Nur 2.
[21] Tevbe 118.
[22] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 1/ 49-51.
[23] Kur'anda belirtilen neseb dolayısıyla evlenilmesi
haram olanlara ilaveten,51.
[24] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 1/ 51.
[25] eş -ŞevkAnî, Irşâdu'l Fuhûl, s. 29.
[26] Kanaatimizce sünneti toptan reddeden hiçbir fırka
olmamıştır. Ancak çoşitli yönlerine itiraz ettikleri için böylo sayılmıştır,
HAriciler fitneden önce vftrid olan sünneti kabul etmişlerdir. Sünnetin delil
olmasını reddettikleri söylenen rû-fızilor en çok hudis uyduranlardır. Bu
konuda goniş malumat için bkz. AbduİKani Abdulhalık, HucciyycLu's-Süiuıo, s.
245-270. Darul Kur'an, Beyrut 19üO.
[27] Âl-i Imran 31
[28] Nisa 50.
[29] Nisa 65.
[30] Nisa 80
[31] Nur 63.
[32] Ahzab 21.
[33] (Bkz, Azim Amâdi, Avnu'l Ma'butl Şerhu Sunen'j Ehi
Dâvud c. l'J. s :i5(i Meluubetu'sselefiyye, Medine 19(39). E
bu Davud Mıııl No: 45(10, Tirnıizi 5/3U/2<Sf>4, İbn Mâca 1/6/m. 12 Musnud
4/132 el-Hakİnı el-Mustedrek 1/109,
ed-Dûrımi, es-Sünen 1/453/536.
[34] Kurtııbî, Tefsiru'l Kur.'.ubî, c. I. s. lifi. bkz.
Avnu'l Ma'bud, Şerhu Sunen-i Ebi
Davud, c. 12/s.
:i5Ö,t mire.)
[35] Avnu'l Mabut. 9/509.
[36] bkz. tbnu'J Esir, -en-Nihaye fi G&ribi'l Hadis»,
c. 3, s. 468, Beyrut, t. y. (mire).
[37] bkz, Ömer Hıza Kchhâİe, Âlanm'n-Nisa. c. 5, s. 299,
Muesse-sotur'-llisale, iioyrul, t.y._ (mire).
[38] bkz. Ahmet Davudoglu, SaJıih-i Mastım Ter. ve Şerhi,
c. 9, s. 150, Sönmez Nuşr. istanbul 193.
(mtrc)
[39] Kitabın tanı adı -Camili Beyan'il ilmi ve fadlihi ve
ma yen-beği fi rivayetihi ve İmmlihi
[40] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 1/ 51-58.
[41] e$ Ştîvkitiıi İı-fjâdu'l Fühul, :i. 29.
[42] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 1/ 58-59.
[43] Sakinlerine izafeten
bu semte bu isim verilmiştir.
[44] Buhari, Sahih, Kitabu'l Um, Babu'l Tenavtıbifi'l llm.
[45] Onlardan bilisi
Resulullahm meclisi no giderken «gel de
bir saut iman edelim- dordi. lYani imanımızı urttırahm.J
[46] Müslim'in rivayet ettiği bir hadis şöyledir: -Kim ilim
taleb eünek için bir yola girerse, Allah da buna karşılık ona cennete giden bir
yoi bahşeder.
[47] Ibn-i Hacer el-Askalani, Fethu'l Bari, c. 1, s.
12Ö-149.
[48] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 1/ 59-61.
[49] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 1/ 61-64.
[50] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 1/64-65.
[51] Talik; isnadın başından bir ya da daha çok ravinin
düşürülmesidir. Bullarının Sahihinde bunlar çoktur. Ancak bu gibi rivayetler
kitabın aslında olmayıp, bab başlıklarında ve şa-hid olarak getirdiği
haberlerde olur,
[52] Babasının dedesine nisbet edilen bu zatın dedesi Amr
sahu-bidir. Babası ise Resululluh'ı (küçükken) görmüştür. Tabii bir fakihtir.
Ömer b. Abdulazİz Medine'ye vali yaparak yjırgı İşlerini onu devretmiştir. Ebu
Bekr'dun başka bilinen ismi yoktur. Künyesinin Abdulmelik olduğu söylenir, H.
12n yılında vuial etmiştir.
[53] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 1/ 65-66.
[54] Fethu'l Bari, c. 1, s. 165.
[55] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 1/67-68.
[56] lbn-i Hacer, Fethu'l B&ri, c. X, 8. 141-142.
[57] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 1/68-71.
[58] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 1/71-72.
[59] Buhari; Bkz. Kitabu'd Daavât, 31, İbnü'l Hacer,
Fethü'l Bari, c. 1, a. 189, (mire).
[60] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 1/72-74.
[61] İbnu's-Salah, Mukaddime ,s. 185.
[62] Câmİu'l
Usul, c.
1, s. 72, Şerhu *Nuhbetu'l Fiker,
İstikamet Matbaası, s. 32:
[63] İbnu'l Muflih, el-Âdabu'ş-Ser'iyye, c. 2, s. 155.
[64] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 1/74-79.
[65] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 1/79-80.
[66] el-Adabu'ş-Şw'İyye, c. 2, s. 129.
[67] tt.g.e. c. 2, s. 132.
[68] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 1/80-81.
[69] Câmiu'l-Usül, c. 1, s. 54, (İbn-i Kesir), el-Sâlsu'l
Hasis, s. 166.
[70] tbnu's Salah, el-Mukaddime, s. 189.
[71] Sebe, m.
[72] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 1/82-84.
[73] Kitap -Muhammedi Sünne,tin Aydınlatılması- adı ile
Muharrem Tan tarafından tercüme edilmiş va Aralık 198ü tarihinde Yöneliş
Yayınevi tarafından basılmıştır. Yanlılarla dolu bu tercümenin tenkidi için
bkz. Islâmî Araştırmalar Dergisi, c, 3, sayı, 4.
[74] Birçok kimsenin kullandığı bu haber hakkında îbn-i
Hazra mursel bir haber olup, delil olartık kulhmümaz demiştir. Bey-haki de
iiyni kunuute varmıştır. Zira seneddo yeralım İbrahim b. Abduı-ruhmun, Hz.
Ömer'e ulaşmamıştır. U3k/.. İbn-i Ili'/.m. cl-lhkam fi usuli'l Ahkam, tahk.
Ahnved Muhummed Jjtıkir c. 2, s. J.3Ö.
Daru'l Afaki'ı Cedide Beyrut i!»i:i uy nen "bki. Ibnu't Arabi, el'A vâsim
mine'I Kavasım» (»hk. MııhibbıtdUin ül Hatib, s. 87, Dııru'l Cuyl. Beyrut
101(7, ı mire. ı.
[75] Ar&f 157.
[76] el-İsabe'de rivayet edildiğine göre Mudurtb b. Cüz
söyle demiştir. -Gece yürüyordum, birden bir adamın tekbir getir-digini
duydum. (Baktım ki Ebu Hureyre) Uu nedir? diye sordum -Ben, busre bint-i
Guzvan'ın hizmeiçişiydim. Onun için Allah'a şükrüm arttı dedi vo yukarıdaki
kıssttyj anlattı., (bk/.. el-lsabe, c. 7, s. 2(Xi).
[77] Ebu Royye'nin Ebu Hureyre hakkındaki sözü budur. İmam
tbn-i ishok ise onun hakkında şöyle diyor «Devs beldesin-den olup faziletli ve
asalet sahibi biriydi». İki sözün ara. sındaki farka bakan!..
[78] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/85-93.
[79] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/95-97.
[80] el-Va/.'u fi'l Hadis-
(Hadislo Uydurmacılık) adlı kitabımda uydurma boiirtilerinden 14
tanesini belirttim; bunların
çogunluyu rııt'tiK! yönelik olanlardır.
[81] Aliyyu'l Kâri, ei-Mevzuut, s. 119.
[82] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/97-100.
[83] Buharı, Sahih'inde Ebu Zor'den şöyle rivayet eder;
«Hz. Peygamber güneş batanken bana «güneşin nereye gittiğini bi-liyormusun?»
diye sordu. Ben de Atla h ve Resulü dunu iyi bilir dedim*
Dedi ki «Arşın
altına secde etmeye
gidiyor; izin ister vû ona îzin verilir. Tam sucde edeceği zaman kabul
tîdilmuz; izin ister ana izin verilmez vo geldiğin yero geri dün denir; o da
battığı yerdon doğur. Allah'ın «güneş bülli bir yörüngede yüzer. Bu A/.İZ ve
Alim olan Allah'ın koyduğu ölçüdür» ayetinde ulduğu gibi. IBuhari, Tefsir Sure
[84] Dr. Muhammed Vasfi, el-tslâmu Ve't-Tıbb, s. 206.
[85] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/100-104..
[86] îbn-i Hacer Fethu'1-Bârî, c. 13, s. 211.
[87] Hadisin farklı anlamlan için bkz. İbnü'1-Esir,
en-Nihaye fi Garİbi'l Hadis c. i, s. 15 Beyrut; Ahmet Davutoğlu, Sahihi Müslim
Tercüme ve Şerhi c. 10 s. 478 Sönmez neş. İst (Mtrc)
[88] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/105-108.
[89] MütevaLir; âlimlerin İstılahında: aklın yalan üzere
birleşmelerini imkansız bulduğu bir topluluğun rivayetidir. Ve bu yakini
»ı:-ıı oluşturur, fak ut ahad haberler için aynı şey denemez
[90] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/108-109.
[91] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/109-110.
[92] İbn-i Hazm,
el-İhkanı, c. 2, s. 139.
[93] «Nazra/.u'n fi Tarihil tıklû'l-İslâmi» adlı ener a bakan
bu hu-beri aıu'jiıniittya Uıbi luLmadun
uıılıudım kaptığını görür.
[94] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/110-112.
[95] C. 1, s. i(i-i ve sonrası.
[96] Ibn-i
Hucer (u.^.ej'cle sahih ve hasen
tariklerle kendilerinden rivayet,
üdikm sahabenin isîmlurini serdetini,
[97] Ijuhuri,
Sahih KiLabu't ilnı, Müslim,
Sahih Nevevi Şerhi ile1, t,. Ü5-7O.
[98] Fethıı'l-Bari I, s. 162
[99] C. 1. s. 69.
[100] T bnu's Salah, el-Mukaddime (Iraki şerhi ile birlütte) s, 110. •
Müdrcc; ravisi tarafından isnad veya metine aslından olmayan btızı
sözler sokulmuş hadis demektir (mtrc).
[101] c.l. s. iü4 Ezheriyyc matbaaa^ (Kahire).
[102] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/113-118..
[103] İbnu's-Salah;
el-Muküddime Üraki şerhi
ile birlikte) s. 110,Şam.
[104] Miftahu's-Süiuıe;
s. 18.
[105] bkz. Ömer Kıza Kühhale Mucemil Müellifin c. 2, s. 238.
[106] Hadîse mevzu hükmünü verirken gevşek davranan Cüzekani
ve ibnu'l Covzi bu hadisin mevzu olduğunu belirtmişler. Bunun için bunları belirten
es-Sehavi bu şüphelidir demiştir. bkz. us sehavi Fethu'l-Mugis, c. 2,fs.217.
[107] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/118-123.
[108] El-Muğni Ve'ş-Şerhu'1-Kebir; C. 1, S. 579.
[109] Buna Vakıf Olmuk İçin Bkz. Fethu'1-Bari, C. 2, S, 2Sl-A52 Ve Übn4 Kudame) A.G.E.
[110] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/123-125.
[111] Yazarın -hadisleri- hadis diye zikretmesi hepsinin tek
hadis olduğunu zannotmesindendir, oysa hakikat bunun aksinedir.
[112] Fethu'l Bari, c. 3. s. 204.
[113] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/126.
[114] ibn-i Dakik üi id, Ahkamül Ahkam Şerhi
Umdeti'1-Ah-kani. c. 4, s. 4ü. Daru'I-Kııtibn-nmlyye, Buyrut ImtrO.
[115] Fethu'l-Bari, c. 9, s. 176.
[116] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/127-129.
[117] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/129-131.
[118] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/131-132.
[119] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/132-133.
[120] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/134.
[121] Rkz. tîl-İstiab ffi marifeti'I-Ashab) (el-isabenin
kenarında) e. 3, s. 395 ei-isabe (fi lcmyizis-saha.be), c. 3, s. 433,
Fethu'l-Bari, c. 6, s. 82.
[122] Fethu'l Bari, c. fi, s. 62,80.
[123] c. 8, s. 210 ve sonrası.
[124] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/135-139.
[125] C. 3, S. 569.
[126] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/139-141.
[127] Yani hadis sadece
-köle için iki ecir vardır» sözünden ibaret ulup gerisi Ebu
Hureyre(ra)'nin sözüdür (mtrc).
[128] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/141-142.
[129] el-Kevseri; el-Makalatt s. 31.
[130] el-Kevseri, el-Mak&Iât, s. 31 lîbn-i Abbas'ın bu
ifadesini Kev. seri'nin bu kitabında bulamadık imtrcl).
[131] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/143-145.
[132] lbn-i Haldun; Mukaddime, s. 368.
[133] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/145-146.
[134] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/146-147.
[135] Iİbn-i Teymiyyel
Mukaddimetu't-Tefslr b. 46 selefiyye mat-baası.
[136] c. l. s. 8 el-Menar matbaası.
[137] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/147-149.
[138] Araf, 156-157.
[139] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/149-151.
[140] Rk/.. en-Nevevî MüâUm Şerhi, c. 6, s. 198,
Zâdti'1-Mead, c. t, S. 121M27.
[141] El-Muğni vo eş-Şerhu'I-Kebir, c. 2,
s. 295.
[142] Şayet Ka'b, Enes hadisinin bir ravisi olsaydı veya
Enes, ehl-i kitaptan haber almakla bilinseydi yazarın dedikleri aklen mümkün
olurdu. Ancak rivayetin uzaktan yakından Rab ile hiç bir ilgisi yoktur, öyleyse
tüm ihtimal yolları kapanmıştır.
[143] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/151-153.
[144] c- 5, ş. 143.
[145] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/154-156.
[146] el-isra l.
[147] [Rsdrııd Din Ayni!
Umdetu'I-Kârî, c. ?. s. 202.
[148] Orijinali «es-Sukla» olan bu kelime çocuğunu kaybeden
manasına gelmektedir. Ancak dilimizde bu tabirin karşılığı kaydettiğimiz
şekilde olduğu için böyle ifade ottik Imlrcl. T
[149] İbnu's-Salah, el-Mukaddime, s. 121 Halep.
[150] Umdetu'l Kari, c. 7, s. 253.
[151] el-Mugnl ve's-Şerhu'l Kebir, c. 11. s. 352.
[152] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/156-160.
[153] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/160-163.
[154] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/163.
[155] Sahih-i Müslim Nevevi şerhi ile; c. 16, s, 78-84.
[156] c. 1, s. 183.
[157] Ciisiyo. 21.
[158] c. 3, S. 497.
[159] c 1.1, S. 275.
[160] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/164-167.
[161] Sahihi Müslim (Nevevi Şerhi ile beraber), c. 16,,s.
58-78, Fet-hu'l Btot, c. 13, a. 78-90,
[162] Nemi, 82.
[163] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/167-169.
[164] Al-i İmran, 36.
[165] Hicr 39.
[166] Bkz. Ez-Zemahşeri, Tüfsiru'l Keşşaf, Dârul Mushaf c.
1, s. 172, Kahire IMtrc).
[167] Hicr Al, lsrâ 05.
[168] Hicr 40, aâd 03.
[169] Fethu'İ Bftrİ, c. 8, 3. 170.
[170] Yazarın dilediğini alıp
dilediğini terketüği konusunda
burada yaptığı alıntı da bunu kuvvetlendirmektedir. lbn-i Ha-cer'in, Zemahşeri ve Râzi'nin
hadisten şüphe duymaları ile.
ilgili naklettiği sözleri
nakledurken Hafızın hadise
verdiği manayı vermemiştir ki biz
bu manayı buraya aldık. Tabikt yazar
bunu içinde gizlediği düşünceyi doğrulamak İçin yapmıştır
[171] c. 4, s, 68.
[172] Bkz. Fahru'd-Din er-Râzi, e,t-Tefsiru'I-Kebir, c. 2,
s. 658 Bolak.
[173] Aynı yerde bu alıntıyı bulmak mümkün olmadı (Mtrc.J.
,174
[174] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/169-174.
[175] c. 7, -s. 161.
[176] NiSa157-158.
[177] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/174-177.
[178] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/179.
[179] en-Nuhbe Şerhi, s. 37.
[180] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/179-180.
[181] Bakara, 143.
[182] âi-i imrân no
[183] Tevbt: 100
[184] Feth18.
[185] Feth.29
[186] İbnu's-Salah, Mukaddime, s. 263.
[187] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/181-184.
[188]Aslında imam ibn-i Kuteybe kitabında, Nazzam ve benzerlerinin
genel olarak Muhaddislero Özel olarak da Ebu Hureyre'ye ulan hücumlarını
zikreder sonra da âlim vo araştırmacı bir eda ile hadis ve ehlini müdafaa eder,
ümid edi-yoruzki Allah bu sebeple kendisini mükafatlandırır.
[189] C. 8, S. 109.
[190] C. 4, S. 210.
[191] C. 8, 3. 113.
[192] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/185-189.
[193] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/189-190.
[194] Yazar bu ismi diğer bir kitabına isim olarak seçmiş ve
-Şeyhu'l Madire Ebu Hureyro- adlı bir eser kaleme almıştır (mtrc).
[195] el-Madire:Kesilmiş
ayrandan pişirilen bir
çorbadır. Daha Çok süt ile karıştırılır. O zaman en güzel yemeklerdendi.
[196] til-İstiâb fi Ma'rifoti'l Ashiib, c. 4, s, 209
(el-isabe'nin kena-' nnda),
[197] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/191-193.
[198] Bakara, 273.
[199] c.8, s. 110.
[200] «Msûbo, c. i, s. im.
[201] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/193-197.
[202] Ebu Hureyre Yazar bu kıssadan şüphe duymuş vo onu
inkara kalkışmıştır. Onun bu konudaki önderi yahudi müsteşrik Goldzier'dir.
[203] es-SuyüU. el-İtkan, c. 2, s. 187.
[204] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/197-201.
[205] D&iretu'l Maû.rifi'1 Islamiyye İslâm
Ansiklopedisi, c. 1, s.
[206] el-Bldâye ve'n-Nihâye, c. 8, s. 111.
[207] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/201-205.
[208] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/205-207.
[209] Muhaddislere göre tediis, mutaki olduğu şeyhten
işitmediği halde hadis rivayet etmesidir. Veya muasır olup karşılaşmadığı
birisinden ondan işitmiş gibi, hadis nakletmesi d ir. Tediis bir kaç kısma
ayrılır: en kötüsüne «tedlisu't-Teüviyc» adı verilir bu da senedinde zayıf ve
kuvvetli raviler olan ancak sonunda senetten zayıf ravileri düşürülen
hadislerdir. Bilmeyen de sika nıvitardım geldiğini zanneder. Bazı hadis-ciler
müdellis ravinin hadislerini tamamen reddeder. Bazıları da sarahaten kimden
işittiğini söyleyenlerinkini kabul eder. Şu'be tedlisi tamamen
reddedenlerdendi. Hatta O'nun bu konuda «bana göre tediis yapmak /.imi
işlemekten beterdir- dediği rivayet edilir.
[210] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/207-209.
[211] el-Mihras
oyulmuş büyük bir taşür kişi taşımaya güç yetine/, su İle doldurur ve
içinde yıkanırlar = (küvet).
[212] Hadid 22.
[213] Hz. Ömer birçok meselede bir görüş beyan etmiş ve o
doğrultuda vahy gelmiştir. Vtıhy onun bu görüşlerini onayladığı için bunlara muvufakat-ı
Ömer adı verilir (Mtrc).
[214] Fâtır 18e
[215] Fâtır 22.
[216]Geniş malumat için tak?. Bedrud-Din ez-Zerkeşi,
el-lcûbe lı IriUH Ma İstedrekethu Aişetu uics-Sahabe tahkik Said el-Aİ-gâni
s. (,
91-100 Mektebu'l tslûmi
Beyrut İ085 (Mtrc).
[217] Buharı, c. 3, s. 123, Müslim, c. ti, s. 230.
[218] Bakara 187.
[219] Geniş bilKİ için Vık/.. el-I-tozımi, el-ittbar
fi'n-Nâsİhi ve'l Men-sühi ıninc'l Asar, tahkik Abtlu'l Mu'ü f*'.min Kftl'acı
-s. 208-211, Ûâru'l Va'y Halep, (Mtrci.
[220] Buhari, bâbu'l isticnıar, Müslim (Novevi şerhi ile),
s. 3, s, 177.
[221] c. [i, S. 285.
[222] Hadid 22.
[223] Buhari, Kitabu'l Cihad, Müslim, c. 14, s. 220-221.
[224] ibni Teymiy diye şöhret bulan Ebu'l Berekat
Mecdu'd-Din Abdusselam e) Hamini adlı alimin ahkam hadisleri ite ilgili eseridir.
Muhammed bin Ali eş ŞevUâni tarafından -Neylu'l Evtar» adı ite şerhedilmiştir t Mire).
[225] Geniş
bilgi için bkz.
tsI-Mübarekfârf, Tuhfetu'l Ahvezi
bi Şerhi Camii*t-Timıizi c. -i, s. 71, Medine 1965 (Mtrc)
[226] El-isâbe, c. 4, s. 209 us-Suodot matbaası.
[227] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/209-223.
[228] en-Nehâî, en-Nehâ Kamusta da geçtiği gibi Yemendo bir
kabilenin adıdır.
[229] Musarrât: memesinde süt bekletilen hayvana verilen
isimdir, bkz. Sadi Ebu Ceyb, el-Kâm.usü'1-Fıkhi, 211 Daru'l-fikr Sam IMtrc».
[230] (Buna göre) Hz. Peygamber şöyle demiştir: •Koyun ve
develerin memelerinde süt bekletmeyin. Her kim memelerinde süt olan bir
hayvanı satuı alırsa iki şeyi yapmakta muhayyerdir: Ya sağdıktan sonra hayvanı
yanında tutar, ahn ya da bir ölçek hurma ile tekrar İade eder.-
[231] et-Tevhİd Mâ Telvih, c. 2, s. 434, İstanbul.
[232] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/223-225.
[233] el-İsâbe, c. ı. s. 12.
[234] El yazması olun kitap Mekke Haremi Şerif kütüphanesinde-dir.
Vı; çok kıymetli bir.kitaptır
[235] Asıl adı -Gayetut-Tuhkik» olan bu eser Abclu1) Aziz b.
Ahmet el-Buhari'nin kulemi; aklığı meşhur usûl kitabıdır, bkz. Abdu'l llîiyy
el LokntA'i, el-rovairii'l »elıiyye fi Terâcimi'J e, H. D-t Da.ul Marifo, Beyrut (Mtrc).
[236] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/225-229.
[237] c. 6, s. 22Ö.
[238] c, 9, S. 320.
[239] Kitabu
Bed'il Halk, babu
sıfatiş-şomsi ve'I kamer,
Fethu'lBari, c. fi, s. 229.
[240] Enbiya, 98.
[241] bkz. el-HAkim el-Mustedrek, c. 4, s. 287, Dâru'l
Mârifö Beyrut (Mtrc).
[242] bkz. Keşfu'l Hala ve muzilu'l ilbas c. 1, s. 414.
[243] imam Nevevi Müslim şerhinde (c. 17. s. 176) şöyle der:
Şeyhtin ve Ceyhan, Seyhun ve Ceyhun nehirleriyle aynı doğri-dir. Hadisle
cennet nehirleri oiarak güçeu Seyhan ve Ceyhan ErmenİHlan'daki nehirlerdir. Ceyhan
yosunlu Seyhan ise morcanlıdır, ikisi do oldukça büyüktür.
el-Ezheri'nin Sahîlı'-inde Ceyhan'ın Şam'da, olduğunu söylemesi yanlıştır.
Herkes Ceyhun'un Belh'Len çıkan
Horasan arkasında bir nehir olduğunda müttefiktir.
Aynı şekilde Ceyhan nehrinden
ayrı olduğu da herkes tarafından vurgulanmıştır. Seyhım'un da
Seyhiüi'dun ayrı olduğu da
bilinmektedir. Daha sonra Ne-vevi
Seyhan'ı Seyhun, Ceyhan'ı Ceyhun nehirleriyle aynı olduklarını söyleyen Kadi
Iyaz'a karşı buruda itiraz eder.
[244] Muharamed, 15.
[245] Tefsir-i İbn-i Kesir, c. 5, s. 332-333.
[246] Yazar, bu ibareyi Fethu'l-B&ri'den naklederken
metne sâdık kalmamıştır.
[247] Mâıdo, -48
[248] Fethu'l-Bâri, c. 11, s. 6.
[249] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/229-240.
[250] âl-i lmran 7
[251] Buharî, Kitabul. Tevhid... Mttslipi, c..., S. 25.
[252] Müslim, c…, s. 25.
[253] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/240-242.
[254] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/242.
[255] cl-Esmai veVSifat, s. 384.
[256] el-Bidayo ve'n-Nlhâye,
c. 1, s
17. 18, ibn-i Kesir Tefsin, c. 3,
s. 4Q0.
[257] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/243-245.
[258] Yazar, hadisi Kudsiyi Peygamber'e izafe etmekle hata
etmiştir. Şayet, bu ilmi bilseydi Sahihi Buhari "do geçtiği t:'W -Allah
Teâla dedi- diye ballardı. Zira bu, hadisi kudsidir. Sadece düşünerek
nakletseydi yine bu sözlerin Peygambere isnad edilemeyeceğini anlardı, çünkü
hadiste geçen peyler sadece Allah'a isnad edilebilir.
[259] Kitabu'r-Rikiik babu't-Tevazu-, bkz. Fethu'1-Bari, c.
11, s- 28ö.
[260] c- 11, s. 286.
[261] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/245-249.
[262] Bari, v. (i. s. 251.
SH Kitubu lifîdu'l Halk, babu
bifuü'l. cenne (Had No:8); Fetlm'l
[263] KiUtbur'Kikıık,
taubu sılati'I-Cenneti vo'n-Nar.
Fethu'l Bari, c. II., ü, 355.
[264] S&hih-i Müslim
(Ntîvevi $erhi ile) c. 17, s.
167-160.
[265] Ul c. ti, a.
İîj? ifıü.
[266] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/249-250.
[267] Dairetu'l Maarifi'l tslamiyye (islam Ansk.)
c. 1, s. 408
[268] bkz. Fethu'l
Bari, c. 1, s.
7(1-174. Musüm iNevevt
şerhi) c. i(j. s. 52.
[269] el-l8âbe fi Temyizi's-Sahabu, Ebu Huroyre raad.
[270] Kiuıbu'l Muzftrao, babu mu câe İTİ Cares.
[271] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/251-254.
[272] Buhari, 19.
[273] Buhari43, 54.
[274] Müslim, (Nevevi Şerhi ile), c. 14, s. 213-218.
[275] Buharı, 54.
[276] Fethu'lBûri, c. 10, s. 190.
[277] Ebu'l Abbos b. Ömer el-Kurtubî, meşhur müfesslr
Kurtubl'nin hocası olup eserinin tam udi: -el-Mufhim fi Şerhi Sahih-i
Milsllm-'diı- (Mtrc-J.
[278]«Hastalıklar sirayet etmez» hadisi ile «cüzzamlıdan
kaçın» hadisi ve buna benzer «hastalıklı sağlıklı ile kalmasın* gibi hadislerin
arasım te'lif etmek için âlimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunların
en güzeli şudur: -hastalıklar sirayel etme/.» demek varlığı ve tabiatıyla
sirayet edip geçme.-/, demoktir. Çünkü cahiliyye ehli Allah'a nîsbet etmeden
hastalıkların bizzat kendilerinin sirayet gücüne sahip olduklarını söyksrdi.
Hz. Peygamber, bu inancı kırdı ve eüzzamlı İle yemek yiyerek insanı esas hasta
eden ve şifa verenin Allah olduğunu açıkladı. Cüzzamlıya yaklaşmamayı ifade
eden hadisler ise sebepler kaidesi gereği Allah'ın kanununda yer alan sebepleri
aramak gerektiğini bildiriyor. Hz. Peygamberin fiili do te'sirin hastalıktan.
değil Allah'tan olduğuna işarettir. Çünkü Allah dilerse edert dilemezse etmez
[279] Fethul -Bari, c. 3, s, 75.
[280] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/254-259.
[281] Fethul-Bari.c.10.s.
451, Buhâri, Kitabu'l Edep, 92.
[282] Fethu'l Bari, c. 10, s. 452.
[283] c. 15.s.14
[284] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/259-261.
[285] Sebe 12.
[286] Fâlır ıa.
[287] Yazar bu hatasını anlamış olmalı kt kitabının beginci
baskısından bu iddialarını çıkarmıştır (Mtrc
[288] Tevbe 14.
[289] Yasin 60.
[290] Tefsirii'İ Alûsi, c. 29, s. 53-54.
[291] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/262-265.
[292] C 1. 8. 72.
[293] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/265-268.
[294] c. 6, s. 109.
[295] c, 1. s. 175.
[296]-indirdiğimiz açık deljİleri ve hidayeti
gizleyenler...» (Bakara, 15D) ayetinj kastediyor.
[297] lbn i Mesud'clan gelen şöyle bir mevkuf haber vardır:
«bU* toplumu akıllarının almadığı bir şey anlatsan bu sadece bir kısmı için
fitnu olur.»
[298] Fetlıu'l-Bari.C. 1, S. 165.
[299] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/268-273.
[300] Müslim (Nevevi Şerhi ile) c. 16, s. 52-53.
[301] Hâkim, Müstedrek, c. 3, s, 506-514.
[302] Buhari, Kİtabu'l ilm, babu'i Hırsu ale'l Hadis, (Ruh: 8/22).
[303] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/273-276.
[304] cl-Bidâye vtfn-NIMT* c 8. S. !08. «tete. c. 4 Ebu
Hureyre mad.
[305] el-Bidayc vc'n-Nihâye, c, 6, s. 74.
[306] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/276-282.
[307] Suyutî, el-Leâli'l Masnüa, c. 1, s. 216-218.
[308] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/282-283.
[309] el-İstiâb; c. 4, s. 209 (ol-îsâbe'nin kenarında).
[310] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/283-284.
[311] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/285.
[312] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/285-286.
[313] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/286.
[314] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/287.
[315] Buhari, 4/130; 2/92, Müslim, 4/1842. Fethu'l Bari, c.
6. s. 342, Novevi Şerhi c. 15, s. 127-12a
[316] Adlan geçen iki eser.
[317] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/287-289.
[318] Felhu'l Bari, c. R, s. 484, Müslim Nevevi Şerhi c. 17,
s. îao. 07
[319]
Müslim4/2186.
[320] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/290-292.
[321] Fethu'l Bari, c. 11, s. 353
[322] Nüvcvi Müslim Şerhi, l\ 17, s 186. Te'viLu
MuhU-defi'lHudis s. 10.
[323] Fethu'l Bari, c. 11, s. 354.
[324] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/292-294.
[325] Buhari 4/100, Ibn-i Mâce 2/1159) Ayrıca bkz. ibn-i Kuteybe, Te'vilu Muhtelefi'l
Hadis, s. 10.
[326] el-Ezher» dergisi yıl 1378 h. (Kahire).
[327] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/294-302.
[328] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/ 302.
[329] Ebu Reyye buradaki Yatsı (el-işa) kelimesi yerine
kadın fen-Nisa) kelimesini yazmış ve bu yazar tarafından düzeltilmiştir (bkz.
Hâkim, el-Müsiı?drek, c. 4, s. 140; İbn-i Mâce, 2/1129.
[330] Buhari, Kitabu Bodi'l Halk.
[331] Buharı, Kitabu Bedi'l Halk.
[332] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/303-305.
[333] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/306.
[334] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/307.
[335] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/307-308.
[336] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/308-309.
[337] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/309.
[338] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/310.
[339] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/310-311.
[340] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/313-314.
[341] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/314.
[342] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/314-315.
[343] Bkz. Buhari (i/30; Müslim t/138.
[344] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/315.
[345] Müslim 1/12; Zâmilelûyn müfredi »zâmilo'dir. Yük yüklenen
deve demektir. Abdullah
b. Amr b. As Yermuk
savaşında ehl-i Kitab'ın kitaplarından iki deve yükü
elde etti. Bazen. Jlz. Peygiimber'ü nisbet
etniuden onlara bakarak
haberler veriyordu, liımun it,în
taû/ı râviler O'ndan rivayet ederkea ihtiyatlı hare kol elıui^lerclhr.
[346] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/315-316.
[347] Buhari 7/30.
[348] Müslim 3/1618.
[349] Zâdu'l Meâd, babu havassi'l Acve, Fethu'l Bari, s.
iflâ-197.
[350] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/316-318.
[351] Müslim 1/291.
[352] Araf, 27.
[353] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/318-319.
[354] Müslim -i/1940.
[355] Sahlh-l Müslim
(Nevevi şerhi ile), c. 18, s. 63.
[356] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/319-320.
[357] Prof. Dr.
Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları: 1/320-321.
[358] Müslim, 4/2270.
[359] Bu eserin udi
«Müşkilu'l-Âsâr-dir. Bkz. Kadı Yusui' b. Musa, «ei-Mu'ia-sar mînıs'l-Muhtasar
inin Müşkili'l Âsiır» o 2, a. 263, Beyrut.
[360] Prof. Dr.
Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları: 1/321-323.
[361] et'Tevhid fi
Tevaturi Macâe fi'l Mehdiyyil Muntazar ved'Deccâll ve'l Mesih (Mire).
[362] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası,
Rehber Yayınları: 1/323-324.
[364] c. 13, s. 181.
[365] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/324-326.
[366] Buhari, Fiten 28; Müslim, Fiten 115.
[367] ibn-i Kesir, el-Bai.su'I Hasis ila tlmj'l Hadis, s.
23.
[368] el-Bâisu 1 Hasis, s. 25.
[369] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/326-329.
[370] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/329-330.
[371] Cinn, 20-27.
[372] Tevbe, 101.
[373] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/331-336.
[374] Muhammod Ebu Şehbe, A'lamu'l Muhaddlsin, Tedvin bahsi.
[375] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/336-338.
[376] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/338-340.
[377] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/340.
[378] Yazarın bu görüşü Ahmet Emin'den aldığını tesbit etmiş
bulunuyoruz. Ahmed Emin'İ böyle bir düşünceye sevkeden de, bazı müsteşriklerin
Ömer b. Abdulaziz'in hadisleri ce-metmeyi emretmesi rivayetine şüpheler
sokmalarıdır. Ahmed Emin, Ouha'l İslâm adlı kitabının c. 2, s. 106'da Ömer b.
Abdulaziz'in, Ebu Bekir Muhammed b. Hazm'a hadisleri toplamasını emrettiğini
belirttikten sonra şöyle der: -peki bu emir infaz edildi rai? Bütün bildiğimiz
o gün derlenen sayfaların bize gelmediğidir. Daha sonra hadis toplayanlar da
buna işaret otmemişlerdir. Bunun için bazt müsteşrikler bu haberden şüphe
etmişlerdir. Zira bu kabilden bir derleme olsaydı hadis toplayan kimselerin en
önemli kaynağı olurdu. Fakat şüphe edilecek bir durum yok, çünkü haber Ömer b.
Abdülaziz'in bunu emrettiğini bildiriyor yoksa hadis com'inin tamamlandığını
söylemiyor. Muhtemelen Ömer b. Abdülaziz erken vefat ettiği için Ebu Bekr lbn-i
Hazm, .bunu yerine getirmekten vazgeçti.» Ben de diyorum ki muhtemelen bu
görevi infaz, etti ki bu daha yakındır ancak .selefin eserlerinden saçılan
saçıldı ve hor te'lif ettikleri oseı* bizo gelmedi. Zira unları lakib eden
tabakadan bite büyük Inıum Malik b. Enes'in el-Muvalta'ındun başka bir şey bize
ulaşmamıştır.Görüldüğü gibi ya/ar müstakil bir arıujtırıcı olarak kendisini
göstermek istiyor fakat mukallidin mukallidi olduğu açı-gu çıkmıştır.
[379] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/341-343.
[380] Bu konuda bkz.
Hamidullah, el-Vesaikus-Siyasİyye (Daru'n-Nefais Beyrut 1987).
[381] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/343-345.
[382] FetlıuU, Bari, c. 1, s. 4.
[383] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/345-346.
[384] Fecru'l îsl&m, s. 272.
[385] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/346-347.
[386] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/347-348.
[387] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/348.
[388] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/349
[389] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/349-350.
[390] el-Uslubu'I Hadis fi Ulumi'l Hadis, c. 2, s. 7.
[391] İbn-i Hacer, Nuhbetu'l Fiker ve Şerhi, zabt bahsi.
[392] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/350-353.
[393] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/353-354.
[394] Kısas-ı Enbiya, s, 516-534.
[395] Nisa, 154-158.
[396] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/354-357.
[397] Yunus 36.
[398] Necm, 28.
[399] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/357-359.
[400] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/359-360.
[401] Kurtubl Tefsiri, c, 1, s. 37-36, (Ebu Davud 4560, bkz. Avnu'l MAbud 12/355).
[402] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/361-363.
[403] S. 140.
[404] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/363-368.
[405] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/369-370.
[406] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/370-372.
[407] Furkan B-9.
[408] îsra 47-48.
[409] Fethu'l Bari, c, 10, b, 1B8.
[410] Fethu'l c. I, s. 185.
[411] et-Tefsiru'l Kayyım, s. 564-572.
[412] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/372-379.
[413] Buhari K. Rikak 53.
[414] Müslim (Nevevi Şerhi ile), s. 16 ,s. 53-56.
[415] Fethu1] Bari, c. 1, s. 303.
[416] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/379-38/2.
[417] el-lntika, s. 18-32.
[418] el-İnttka, s. 23.
[419] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/382-384.
[420] Fethu'l Bari, c. l, s. 186.
[421] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/384-387.
[422] bkz. c. 2,,s.111.
[423] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/387-388.
[424] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/388-389.
[425] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/389.
[426] C. 1, S. 27.
[427] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/390-391.
[428] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/392-395.
[429] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/395-397.
[430] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/398.
[431] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/398.
[432] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/399.
[433] cl-İsliâb, c. 1, s. 55, el-İsâbe, c. 1, s. 147.
[434] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/399-401.
[435] ibn-i Teymîye, Usıılut-Tefsir, ibn-i Kesir do tefsirinde bu rivayetleri gereği gibi tenkid (itmişlerdir,
[436] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/401-402.
[437] İstılahta sahabi ismi no göre tasnif edilen kitapların
ismi olan «Müsned-, isnadı zikredilen^ hadisler için de ıtlak olunmuştur.
[438] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/402-403.
[439] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/403.
[440] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları:
1/404-406.
[441] Ahmed Emin, Duha'l-îslâm, c. l, s. 340.
[442] Suyûtî, Tedribu'r-Râvii bi Şerhi Takribi'n-Nevev!, s.
187-188.
[443] Şûra, 13.
[444] Enbiya, 25.
[445] Burada «el-Kitap»dan kastedilen cins isimdir.
Dolayisıyle geçmiş semavi kitapların hepsini kapsamaktadır.
[446] Mâide, 48.
[447] Bakara, 271.
[448] Necm, 37-3».
[449] Haşr, 9
[450] Haşr, 8.
[451] Buharî, Kitabu'1-Ezan, Müslim, Kitâbu'z-Zekât.
[452] Buharî, Kitabu'I-Fiten, Müslim, K Imâre
[453] Tevbe, 58.
[454] Bilinmesi gereken diğer bir husus, batılıların bu
sözle, din ile devletin
birbirinden ayrılması gerektiğine delil getirmelerdir. Bu anlayış, İslâm'ın
dışındaki dinlerde caiz olsa bile", böyle bir şey, İslâm'da asla sözkonusu
değildir. Çünkü İslâm kulların din ve dünya saadetini te'min edecek, ticâret,
sanat, ziraat, idare, iktisat, siyaset ve beşerî münasebetlere dair, devleti
ilgilendiren her hususta hükümler getirmiştir.-Bütün bunları Kur'an ve sünnette
bulmak mümkündür,
[455] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/13-21.
[456] Ahmed Emin, Duha'i İslâm* c. 2t s. 122.
[457] Buhârî, Kitabu Fadâüu's-Sahabe.
[458] Buharî, Müslim, K. el-Fadâil.
[459] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/23-26.
[460] Ahmed. Emin, ag.e., c. 2, s. 130-131.
[461] Buh&ri, Kitabu't-Tıbb, MüsHim, Kitâbu'l Eşribe.
[462] Zâdu'I-Meâd, c. 4, s. 359.
[463] Şerhu Sahilı-i Müslim, (Kastalani kenarı) c
8, s. 312; Fert-hu'I-Bâri, c. 10, .s. 165.
[464] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/27-31.
[465] Afrmed Emin,
Duha'l İslâm, c. 2, s.
131-132.
[466] Müslim.
[467] en-Nevevi, Şerhu Sahih-i Müslim, c. 10, s. 234.
[468] Muhammed Şelebi, Usûlül-Fıkhî'I-İsIâmî, c. 1, s. 142.
[469] A.g.e., c. 1, s. 146.
[470] A.g.e., c. 1, s. 147.
[471] Aynı Yer
[472] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/33-42.
[473] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/42-43.
[474] Ali Hasan Abdülkadir,
Nazratûn âmme fi Târihi'1-Fıkhi'l-İs-lâmî, s. 16.
[475] Buhârî, Kitâbu'z-Zekât.
[476] Ibnû'1-Eslr, Câmiu'1-Usül, c. 4, 55.
[477] Nahl, 44.
[478] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/45-50.
[479] İbn Sa'd, Tabakâtû'l-Kübrâ, c. 5, s. 140.
[480] Ez-Zehebi, Tabakâtû'I-Huffâz, c. 1, s. 7.
[481] Ed-Düüevî, Hûccetû'Uâh el-Bâliğa, c. 1, s. 141; Ali
Hasen Ab-düLkâdir, Nazratün âmme fi'1-Fihki'l-îslâmî, s.
[482] Müslim, Kitâbü'1-Adâb.
[483] îbn Hacer, Fethu'İ-Bâri, c. 11, s. 30.
[484] Müslim, Kîtâbul-Kasâme Ve'l-Muhâribin, bâb
11, no. 34.
[485] İbn Hazm, EHhkâm fi Usûli'l-Ahkâm, c. 2, s. 139.
[486] İbn Hacer,
Tehzibü't-Tehzîb, c. 1,
s. 139.
[487] îbn Hazm, Ei-îhkâm fi Usûlî'l-Ahkâm, c. 2, s. 139.
[488] Müslün, Kitabû't-Talâk.
[489] Bu naklettiğimiz görüş, Goldziher'in »Dirâsât
İslâraiyye» adlı eserinden
alınmıştır.
[490] Bkz. îbn Abdi'l-Ber,
Câmi-u Beyânl'l-İlm; tbnü'l-Cevzî, Tel-bisü'l-İblis, s. 117.
[491] Ebu Asım en-Nebil, îsmi, Ed-DahMk b. Mahled'dir lö.h.
2121.
[492] ö.h. 192.
[493] Es-Şatibİ, edfMuvâfakât, c. 4, s. 18.
[494] Müslim, Kltâbu's-Sayd.
[495] Ali Hasen Abdûl'Kadir, A.g.e., s. 126.
[496] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/51-63.
[497] Nahl, 44.
[498] Nahl, 64.
[499] Hucurât, ia
[500] Hafız,
Şeyhu'l-İslâm, İbrahim b.
Muhammed b. el-Haris. el-Kûn (ö.îı. 185-6)'dır.
[501] Mâide, 3.
[502] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/63-73.
[503] Burada, hadislerin kendisiyle kâim olduğu isnad,
hayvanın üzerinde durduğu ayaklara benzetilmiştir. Nasıl ki, hayvandan ancak,
ayaklan varken istifâde edilebilirse, aynı şekilde, hadislerden de, yalnızca
isnadlan olduğu vakit istifâde edilebilir,
denmek istenmektedir.
[504] Müslim, Nevevî Şerhi, c. ı, s. 78-88.
[505] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/75-78.
[507] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/79-83..
[508] Ez-Zehebî, TezMretü'l-Huffâz, c. 1, s, 37.
[509] a.ge,, c. l, s. 37.
[510] Cum'a, 11
[511] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/85-89.
[512] Tehzibü't-Tehzib, c. 3, s. 375-377; Takribû't-Tehzib,
c. 1, s. 238; Ebu Huzeyfe Şerefûddin Hicâzî, Tirmizi'nin, eL-ÎIel'indfr (2/974)
Buhâri'nin -Ziyâd b. Abdullah el-Bekâî, Sadûk bir râ--vidir» diye naklettiğini
söylemiştir.
[513] Şerh-u Elfiyeti'l-Irâkî, c. 1, s. S*. ; '
[514] Bu en tehlikeli tedlis çeşididir. Zira, zayıf râvi
hazfedildiği için, sened, sikanın sika'dan rivayeti şeklinde gözükmektedir.
Çoğu zaman da bunu farkedemeyenler sahih olmadığı halde, hadisin sıhhatine
hükmedipı O'nunla ihticaeta bulunabiliyorlar.
[515] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/91-95.
[516] El-Aclûnî, Keşfû'J-Hafâ, c. 1, s. 86.
[517] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/97-100.
[518] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/101-103.
[519] Es-Şevkâni,
Neylû'l-Evtâr, c. 4, s. 182-192.
[520] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/103-106.
[521] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/107-108.
[522] Gâranik Vak'ası, îslâm düşmanı zındıkların uydurduğu
bir hadisedir. Özet olarak şöyledir: Rasuiullah. (s.a.s.1, Mekke'de «Necm.»
suresi geldiği vakit, O'mı okumuş ve : «Gördünüz-mü O lât ve Uzza'yı ve
üçüncüleri olan öteki menatı» âyetine gelince, şeytan Resulullah'a : «Bunlar,
yüce Garanikler-dir. Onların da şefaatlan umulur.» dedirtivermiştir Ne
Re-sulullah ve ne de müslümanlar, Cebrail uyarıncaya kadar, bunun farkına
varamamışlardır.» Bu hem naklen ve hem de aklen batıl bir kıssadır. Geniş bilgi
için bkz. «es-Siretü'n-Nebeviye fî Dav'i'1-Kur'ân-i ve's-Sünne», c. 1, s.
375-387.Kur'an Meali Yazan, Fransız Müsteşrik R.L. Blachere emânete hlyânet
etmiş ve «en-Necm» suresinin mealini yaparken, bu yalanı da Kur'an nassma
sokuşturmuştur. Bu bir emânet-sizlik olmanın yanında, Blachere'nin yaptığı âdi
bir desise ve Allah'a karşı apaçık bir iftiradır.
[523] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/109-111.
[524] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/113-114.
[525] E. Dermenghem, Hayat'ü Muhammed, Arp. Çev. Adil Zuay-tır,
s. 20.
[526] «Hatıb'u leyi» Gece odun toplayan kimse demektir. Bu
gibiler gece karanlığında odunun iyisini kötüsünden ayırdede-mezler. Hatta
çoğu zaman odun zannıyla akrep ve yılan avuçlar da bu yüzden sokulurlar.
[527] tbn Hacer, Lisânû'l-Mizân, c. 6, s. 209-210.
[528] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/115-119.
[529] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/121-124.
[530] Nisa, 69.
[531] Usûlûddin Fakültesi, doğu ve batı üniversitelerinin
anası sayılan El-Ezher Üniversitesine bağlı fakültelerden bir1 tanesidir.
[532] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/125-126.
[533] ö.h. 220.
[534] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları 2/127-128.
[535] Ebu'l-Heysem, Hâlid b. Mahled, el-Katavânî, el-Kufî,
Kufe'de Katan isimli bir yere nisbeten bu ismi almıştır. Bubari'nin önde gelen
üstadlarmdandır. Buharî O'ndan hem doğrudan ve hem de dolaylı olarak rivayette
bulunmuştur. Hakkında ihtilâf edilmiştir. Bazıları sika olduğunu söylerken, bir
kısmı da hakkında menfi beyanda bulunmuşlardır. Bunlardan birisi Ahmed b.
Hanbel'dir. O'nun münker rivayetleri olduğunu söylemiştir. Kınandığı yegâne
nokta ise şia taraftarı olmasıdır. Böyle birisinin ise hadisi, ancak,
bidatinin propogan-disti olduğu ve hadis bidatini destekler mahiyette bulunduğu
zaman reddedilebilir. Aksi takdirde reddedilmez. Özellikle de râvi sıdk ve
emânetle biliniyorsa, İbn Hacer, O'nun münker rivayetlerini ibn Adr'ııı
araştırıp, «El-Kâmil»'inde kaydettiğim, bunlardan hiçbirisinin Buhari'nin
rivayetleri arasında yer almadığım, belirttiğini söylemiştir. İbn Hacer,
Buhari'nin ondan yalnızca Ebu Hureyre'ııin "Kim benim bir dostuma düşman
olursa...» diye başlayan hadisini rivayet ettiğini de vurgulamıştır. Bunun
dışında kalan hadislerinin rivayetine ise, zâten başkaları da muvafakat
etmiştir. Yine îbn Hacer, O'nun sadûk ve şia taraftan bir râvi olduğunu da
haber vermiştir. Müslim, Tirmizi, en-Kesâî, îbn Mâce,. Mâlik ve Ebu Davud da
O'ndan rivayette bulunanlardandır. Hakkında menfi konuşanların görüşü, bu
âlimlerin tevsiki ile çelişki arzetmektedir. (İbn Hacer, Hedyû's-Sârî
Mukad-dimet-û Fethul-Bâri, s. 400; Takribû't-Tehzib, c. 1, s. 213) Halid b.
Mâhled'in ölüm tarihi h 213'tür.
[536] Buharı, Kitab-u
Bedi'1-Halk.
[537] Bulıâ!1!, Kitâ"bu: t-Tıb.
[538] Ahmed, Müsned, c. 3, s. 34, 67.
[539] Avnü'l-Mâbûd Şsrh-ü Sünen-i Ebi Dâvud, c. 3, s. 430
[540] Sünen-i Nesâî, Kitabu'l-Fer'i ve'1-Atira, c. 7,
s. 178-179.
[541] Sünen-i İbn. Mâce, Kitabu't-Tıb, h. no. 3505.
[542] Sünen-d Dârimî, Kitabul-Et'ime, c. 2, s. 98,
[543] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları 2/129-130.
[544] İsrâ, 24.
[545] îbn Hacer, Fethu'I-Bârî, c. 10, s. 251.
[546] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/ 130-132.
[547] Bu kelimenin Etimolojisi için, bkz : «Kâmusu'l-Muhit»
«z.b.b.»-maddesi.
[548] Hac, 73.
[549] İbn Kuteybe,
Te'vil-u Muhtelefi'l-Hadis, s.
228-229.
[550] îbn Hacer. Fethu'l-Bâri, c. 10, s. 251, 252.
[551] a.g.e., Aynı Yer.
[552] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/132-137.
[553] Âlimler, Rasulullah'm buradaki re'yimn, teşri'
konusunda değil, dünya işleri ve geçimiyle ilgili olduğunu belirtmişlerdir,
îçtihad ve reyine dayanarak söylediği hususlarda, onunla amel etmek vaciptir.
Fakat hurmaların aşılanması teşrii d'e-ğil, dünyevi bir hadisedir. Âlimler,
Resulullah'm buradaki sözünün bir haber olmadığını, bilakis, her iki rivayette
de belirtildiği gibi, bir zan olduğunu da belirtmişlerdir.
[554] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/137-141.
[555] Kur'an ve sünnet kastedilmektedir.
[556] Fussilet, 53.
[557] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/141-142.
[558] Buhârî,
Kitabul-Menâkib, bab 2, Müslim,
Kitâbu'Mmâre.
[559] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/142-145.
[560] Eenû Züreyk, Ensar'm Hazreç kabilesine bağlı bir
koludur. İslâm öncesi Yahudilerle Ensar arasında bir dostluk anlaşması vardı.
İslâm gelip de, Ensâr müslüman olunca, Yahudilerden ayrıldılar. Bu kıssa
Resulullah (s.a.sj'ın Zilhicce ayında, Hudeybiye'den dönüşünü müteakip, H. 7.
yılı, Muharrem'inde vuku bulmuştur.
[561] Buhârî,
Kitâbû't-Tıb, C. VII. Bâbü's-Sıhr; Fethu'I-Bârî, C. 10, s. 181,
[562] Çok kullanıldığı için halk arasında «Zervân»
denilegelmiştir.
[563] Abdülmelik b. Abdûlaziz b. Cüreyc, âdil ve sika bir
râvidir.
[564] Bunun anlamı şudur:
«Hz. Peygamber hanımları ile cinsel temasa güç yetireceğini zanneder,
fakat onlara yaklaşınca, düğümlenmiş
(sihir yapılmış) bir
kimse gibi, kendisinde bir istek bulamazdı." Bu
rivayet, diğerlerindeki kapalılığı izâle etmektedir.
[565]Buharı, Kitabu Bed'i'1-Halk, 17. bab; Kitabu'1-Edep,
56. bab, Kitabu'd-Daavât, 57. bab. Ahmed, Müsned, C. 4, s. 367; C. 6, s. 57,
63, 66.
[566] İbn Sa'd, Tabakâjt, C. 2, s. 4.
[567] S . İbn Mâce, es-Sünen, Kitâbu't-TYb, bab. 45.
[568] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/147-149.
[569] Hadisin bazı varyantlarında, sihirde kullanılan
maddenin kuyudan çıkartılması konusunda farklı ifadeler yer almaktadır.
Örneğin, Müslim'in ibn Nûmeyr'den yaptığı rivayet ile, ibn Uyeyııe rivayetinde:
«Nihayet, onun çıkartılmasını istedi» denilirken, Buhâri ve Müslim'in Ebu
Usâme'den yaptıkları bir rivayette; Rasulullah'm çıkartılmasına istemediği,
belirtilmektedir. İbn Uyeyne zabt ve hıfz yönünden daha kuvvetli olduğu için,
ibn Battal, O'nun rivayetini tercih etmiş, sonra da, «kuyudan çıkartıldığı
söylenilen şey hurma ;. kozalaklarıdır. Çıkartılmadığı ifade edilenler ise; bu
kozalakların içerisindekilerdir» demiştir. Buna göre, kozalakların .içerisinde
Rasulullah'in timsâli bulunduğu ve ona düğümler atılmış olduğunu belirten
rivayetlere şüphe düşmektedir. Kanaatimize göre ise; kuyudan çıkarıldığı
söylenen şeyler kozalak ve O'nun içindekilerdir. Kuyudan birşey çıkarılmadığı
şeklindeki rivayetlere gelince, bu,
insanlar arasında niza ve çekişmeye yol açmaması için, kozalaklarla ilgili
durumun, yayılıp, ilân edilmediğine dikkat çekmektedir. Bu yorumun İbn
Battal'mkinden daha tutarlı olup, hiçbir itiraza meydan bırakmadığı
inancındayız.
[570] tbn Kuteybe, Te'vil-i Muhtelefi'I-Hadis, s. 177.
[571] Bu zat, Etm Reyye'dir. Kitabı ise : «Adv.â ale's-Sünneti'I-Mu-hammediye*' adlı
eserdir.
[572] Furkân,
8-8.
[573] İsrâ, 47-48.
[574] îbn
Hacer, Takribu't-Telızib, C. 1,
s. 447.
[575] a.g.e. C. i, s. 415.
[576] Fethu'1-Bâri,
C. 10, s.
227.
[577] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/149-155.
[578] Ebu Abdullah,
Muhammed b. Ali b.
Ömer b. Muhammedi et-Temimi el-Mâzeri;
Sicilya adasının güneyinde
bulunan «Mâzere» veya «Mâzer»
ismindeki yere nisbeten bu adı almıştır. Mezhebte müctehid derecesine kadar
erişmiş bir Mâliki fakihidir. Çok sayıda ilimle iştigal etmiş, hayli eser bırakmıştır.
Eserleri arasuıda «El-Mu'Iim fi Şerh-j Sahih-i Müslim» de vardır. Bu eseri,
Kadı İyâz tamamlamış ve :
«îkmâ-lû'I-Mu'Iim» adını vermiştir. Mâzerî, h. 536'da vefat etmiştir.
118 Fethul-B ari:C.10,s;226-227
[579] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/155-156.
[580] Muhaddis, Müfessir, Fakih, Şemsüddin Ebu Abdullah Muhammed
b. Ebu Bekir ed-Dımeşki, ö.h. 751. îbn Teymiyye'nin talebesidir. Çok sayıda
kıymetli eseri vardır. -Zâdû'l-Meâd», «İ'Iâmu'l-Muvakkıîyn»,
«et-Turuku'1-Hükmiyye», -Miftâhu's-Sâadei» ve «Tariku'l-Hicreteyn» adlı
eserleri bunlardan bazılarıdır.
[581] Onların
dirayet ve rivayet bakımından hadis ilmine vakıf olmadıklarını söylemek
istiyor. İbnu'l-Kayyım haklıdır.
Onlar hadis ve hadis ilimlerinin ancak zahirini bilebiliyorlar. Allah bilir ya,
hadisleri reddetmedeki hatalarının çoğu bu cehaletlerinden kaynaklanıyor.
[582] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/157-158.
[583] Ali İmrân, 19
[584] Âli İmrân, 85.
[585] İsrâ, 81-82.
[586] Enbiyâ, 18.
[587] Bkz. Ebu Şehbe, El-iisrâüiyyât ve'1-Mevzuat fi
Kütübi't-Tefs*. 162
[588] Tirmizi'niıı, Haris el-Aver'den naklettiği
rivayetlerdendir. Ona göre isnadı meçhuldür.
Harisin rivayeti hakkında da ileri geri söz edilmiştir. Suyûti, Tirmizi
ve Darimi'nin rivayet ettiğini
söylemiştir. İbn Kesir de,
hadisi <.FazaiIu'l-Kur'an»da
zikretmiştir.
[589] Kamer, 17, 22, 32, 40.
[590] Meryem, 97.
[591] Hicr, 9.
[592] Bakara, 143.
[593] Âli îmrân, 110.
[594] Bkz. Ebu Şehbe:
«EI-medhâl li Dirâseti'l-Kur'ani'l-JCerim»,
Yazar, bu eserinde
Kur'an'm cem'i, yazımı, resmi, Mekki ve Medeni âyetler gibi konular hakkında
ileri sürülen elli kadar şüpheyi ele almış ve onlara cevaplar vermiştir.
[595] Mütevâtir : Istılahta; adeten ve aklen yalan üzerine
anlaşıp, ittifak etmeleri imkansız olan bir kalabalığın yine aynı nitelikte
diğer kalabalıklardan naklen rivayet ettiği haberdir.
[596] Ahad : Meşhur, müstefiz, aziz, garib, haberler de
dahil, mütevâtir olmayan "bir haberdir.
[597] Buhârî,
Kitabu'1-Hars ve'1-Müzâm'a.
[598] Müslim, Kitabul-tmâre, bab. 34.
[599] Bu rivayetlerin
hepsi, Müslim'in mukaddimesindedir.
[600] Haşr, 7.
[601] Nahl, 44.
[602] Nahl, 64.
[603] Hac, 45.
[604] Buhârî,
Kitabu'l-Menâkıb; Müslim, Kitabu'l-îmâre.
[605] Yusuf, 87.
[606] İbn Hâcer, Fetiıu'I-Bârî, C 13, s, 295.
[607] Nahl, 106,
[608] En'âm, 125.
[609] Kâf, 37. .
[610] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları: 2/159-185.
[611] Maide, 2.
[612] îbn Hâcer, Fethu'1-Bârî, C. 1, s. 174.
[613] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları:2/187-193.
[614] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları:2/195.
[615] En'âm, 38.
[616] Nahl, 89.
[617] Enaâm, 38.
[618] ibrahim, 1.
[619] Muhammed, 31.
[620] Âli
îmrân, 154.
[621] Ârâf, 129.,
[622] Enbiyâ, 23.
[623] Dr. Tevfik Sıdki'nın «El-îslâmû Hûve'1-Kur'ân-u
Vahdeh» isim. li makalesi «el-Menâr» dergisinin (9-12) ciltlerinde yayınlanmıştır.
Yazar bu makalesinde sünneti kökünden reddetmiştir. Bkz.: Abdülgâni
Abdülhâlık, Hucciyyetû's-Süime, s. 22. (çev.).
[624] Fahruddin er-Râzî, Mefâtihu'1-Gayb, C. 4, s. 40-41;
[625] Zâriyât, 56.
[626] İbn Arrâk, Tenzihu'ş-Şeria, >C. i, s. 148. İbn
Teymiyye bunun uydurma olduğunu söylemiştir.
[627] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları:2/197-205.
[628] Tevbe, 32.
[629] Şafii, er-Risâle, s. 42-43.
[630] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları:2/207-210.
[631].İbn Kesir, rivayetin, bu şekliyle garip olduğunu
söylemiştir. Zira, her iki varyantta da Ali b. Salih isimli bir ravi vardır ki,
ma'ruf olmayan birisidir. Rasulullah (s.a.s.)'dan rivayet edilen hadisler, bu
miktardan binlerce kat daha fazladır. Belki de, Ebu Bekir (r.a.) ancak bu
kadarını toplamaya muvaffak olabilmiştir. Daha sonra da; sözünü ettiği kanaat
kendisinde oluşmuştur. Suyutî bunu şöyle değerlendirir: Belki de Ebu Bekir
tr.a.) bizzat kendisinin
ile, yalnızca, bazı
sahabilerin rivayetlerini toplamıştır. Zahir olan da, böyle rivayetlerin bu miktardan fazla
olamayacağıdır. Bilâhere de haber verdiği hususların meydana gelmesinden
korkmuş ve endişelenmiş olabilir.
[632] Ez-Zehebı, Tezktretü'l-Hııffâz, C. 1, s. 3-4.
[633] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları:2/211-220.
[634] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları:2/220-221.
[635] Bakara, 286.
[636] Bu görüş, yani
sünnetlerin pekçoğunun tevatürle nakledildiği görüşü müna&aşaya
açıktır (mtrc).
[637] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları:2/221-224.
[638] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları:2/224-225.
[639] El-Amidi, El-îhkâm, C 4, s. 334.
[640] İbn Hâcer, Fethu'1-Bârl^ C. 1, s. 115.
[641] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları:2/225-228.
[642] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları:2/228-230.
[643] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları:2/230-231.
[644] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları:2/231-233.
[645] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları:2/233-234.
[646] Cumhur'a göre, Haber-i Vâhid, mütevâtir derecesine
ulaşmayan haberdir. Bazen «meşhur» diye de isimlendirilen, «müstefiz» de,
Hâber-i Vâhid nevindendir. Müstefiz haber : İlk râvisinden sonra, çoğalıp,
yaygınlaşan haberdir. Râvi sayısının, en az iKi, üç ve dört olması gerektiği
yolunda görüşler ileri sürülmüştür. (Bkz, Şerh-u Cemi'I-Cevâmİ', C. 2, s. 88).
Müstefiz haber de, diğer vâhid haberler gibi zan ifâde eder. Ebu İshâk ve İbn
Fûrek gibi bazı âlimler, bunun, nazari bir ilim ifâde edeceği görüşündedirler.
Hanefilerin geneline
göre ise : Meşhur, mütevâtir; ve Hâber-i Vâhid'in karşılığıdır. Onu, kaynağı
(ilk râvileri) âhâd iken, ikinci ve üçüncü asırda, ümmetin kabulüyle birlikte
tevatür derecesine ulaşan haber olarak, tarif etmişlerdir. O'nun delilin
kendisinden kaynaklanan en ufak bir ihtimal ve şüpheye mahal bırakmıyacak
şekilde, yakîn mesabesinde, kuvvetli bir zan ifâde edeceğini söylemişlerdir. Bu
ilme de «İlm-i Tume'ninîye» adını vermişlerdir. Ebu Bekir el-Cassas ise : O'nun
«İlm-i Zarurî" ifâde eden mütevâtirlerin dışında, «İlm-i Nazarî» ifâde
eden bir mütevâtir türü olduğu kanaatindedir. (Bkz. Şerhu'l-Müsellem, C. 2, s.
111). Burada, Haber-i Vâhid'in, Peygamberin haber verdiklerinin dışında kalanlar
olduğu bilinmelidir. Çünkü, Masum'un haberi (bizzat kendisinden dinleyenler
için) yakîn İfade eder.
[647] Suyûti bu konuda şöyle demektedir : «Mutezile'den Ebu Ali el-Cübbâî, adalet vasfını taşıyan adil bir râvinin haberini, ancak aynı nitelikte
başka bir ravinin rivâyetiyle O'nu desteklemesi veya
Kitabın zahirine ya da,
diğer bir haberin zahirine muvafık düşmesiyle kabul
eder. Sahabe arasında şöhret bulmuş olması veya bir kısım
sahabenin onunla amel etmesi de kabulünde
etkendir. Bunu, Ebu'l-Hasen
el-Basri «EI-Mu'temed» adlı eserinde kaydetmiştir. Ebu Nasr
et-Te-mimi ise : Cûbbâî'nin,
Haber-i Vâhid'i, ancak, dört kişinin rivayet etmesi koşuluyla kabul ettiğini kaydetmiştir. (Bkz. Tedribü'r-Râvî, s. 17).
[648] C. 2, s;
197.
[649] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları:2/234-240.
[650] Bkz
Şerhu'l-Mulıtasar, C. 2, s. 58; Şerhu'l-Müsellem, C. 2, s. 131-
[651] Cem'u'l-Cevâmî,
s. 159.
[652] Şerhu'tMüsellem,
C. 2, s.
131.
[653] Aynı Yer.
[654]Allah yazara rahmet etsin. O'na yakışan, bu beyitle
delil getirmekten içtinap etmekti. Çünkü, bunda, her ikisi de sahâbi vahiy
katiplerinden olan, Hz. Ali veya Hz. Muaviye'ye sataşma, sözkonusudur. Ehl-i
Sünnetin, fitne konusundaki tu-tamu, yorum yapmamaktır. Yine Ehl-i Sünnet
nezdinde Hz.' Ali, Hz. Muâviye'den daha faziletli olsa da, bu, ikincisinin
kıymetini düşürmek için aralarında bir mukayese yapmayı gerektirmez (Naşir).
[655] Es-Sübkî,
Şerhu'I-Minhâc, C 1, s, 22.
[656]
Şerhu'L-Müsellem, C, 2, s. 133-134.
[657]
Şerhu'I-MüseUem, C. 2, S.
133-134.
[658]
Şerhu'l-Müsellem, C. 2,
s. 134.
[659] El-Isrâ, 36.
[660] EnNecm, 28.
[661] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları:2/240-251.
[662] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları:2/253-256.
[663] Eş-Şafii, Er-Risâle,
s. 462.
[664] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları:2/257-261.
[665] Tevcihıi'n-Nazar,
s. 5.
[666] Es-Suyuti. Tedr'ibu'r-Ravi, s. 150.
[667] Miftahu's-Sünne, s. 17.
[668] îbn Kuteybe, Te'vil-ü Muhtelefi'I-Hadis, s. 366;
Tevcihu'n-Na-zar, s. 10.
[669] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları:2/263-267.
[670] İbn Kuteybe, TeVil-i Muhtelefil-Hadis, s. 365.
[671] A.g.e. c. 2, s. 27.
[672] îbn Abdilberr, Cami-u Beyani'1-İlm, c. 1, s. 70-71.
[673] Mecelletû'I-Menar, yıl 10, sayı 10, s. 765-766.
[674] El-Munzirî,
et-Tergib ve't-Terhib, c.
4, s. 286.
[675] îbn
Abdilberr, Cami-u Beyani'1-İlm, c.
1, s. 72;
Ez-Zehebi, El-Mizan, c. 2, s. 95.
[676] Ez-Zehebi, El-Mizan, c. 2, s. 289.
[677] A.g.e. s. 291.
[678] Aynı yer.
[679] FetÜıu'KMuğis, c. 4, s. 67; El-Mizan, c. 2, s. 290.
[680] Fethu'l-Muğis, c. 4, s. 68.
[681] ElJMizan, c. 2, s. 289; Sünen-i Ebu Davud, c. 1, s.
291 (Buradaki lafızlar, el-Mizan'dakinden farklıdır.)
Ebu Davud aynı tarikle «Diyetu'z-Zimmi» babında da bir
habere yer vermiştir.
[682] Ez-Zehebî,
El-Mizan, c. 2,
s. 289-290.
[683] a.g.e. s. 291.
[684] a.g.e. s. 290-291,
[685] Aym yer.
[686] Aynı yer.
[687] Fethu'l-Muğis, c. 4, s. 68-69.
[688] Fethu'I-Muğis, c. 4, s. 68-69.
[689] El-Mizan, c. 2, s. 291.
[690] İ'Iâmu'l Muvakkûyn, c, 1, s. 116-317.
[691] Zâdu'I-Mead,
Şerhu'l-Mevahib'in kenarında, c.
4, s. 352-353.
[692] namu'I-MuvaJckiîyn, c. 1, s. 116-317.
[693] Fethul-Mugis, c. 4, s. 68.
[694] El-Munziri, Et-Tergita ve't-Terhîb, c. 3, s. 284.
[695] Es-Sünen, c. 4, s, 289.
[696] El-Fethu'r-Rabbani,
c. 1, s.
172-173.
[697] Ayni, Umdetü'I-Kari, c. 2, s. 168-169.
[698] Fethu'1-Bari, c. 1, s. 148-149.
[699] Ed-Darimi, en-Nakz, s. 131.
[700] Buharı, c 3, s. 125; Müslim, c. 4, s. 110.
[701] Buhari, c. 1, s. 29-30; Müslim, c. 4, s. 111.
[702] Teysiru'l-Vusul, c. 3, s. 176.
[703] Buhari, K, îtisam, 5-6; Müslim, K. Hac, 403.
[704] Fethu'I-Bari,
c. 1, s. 146; îbn Hacer, E"bu Cuhayfe'nin taunu sormasına, Ehl-i beytin
yanında, özellikle de Ali'de Hz
Pey-gamber'in başkalarından gizlice,
onlara verdiği bir vahyin olduğu
yolundaki şia iddiasının neden olduğunu söylemiştir.
[705] Müslim, c. 4,
s. 45.
[706] Muhtasar Cami-u
Beyani'1-İIm, s. 36-37.
[707] Ebu Davud, Sünen, c. 3, s, 319.
[708] Tedribu's-Ravi, s. 150.
[709] Aynı yer.
[710] Fethu'l-Bari^ c. 1, s. 149-150.
[711] Buhari, c. 9, s. 111-112; C. 6, S. 9-10; C. 1, s. 30.
[712] Buhari, c. 6, s. 9; Müslim, c. 5, s. 75; Fethu'1-Bari,
c. 8, s. 93-94.
[713] Fethu'1-Bari, c. 1, s. 150.
[714] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları:2/269-287.
[715] (Bu zât, Reşid Rıza'dır) Mecelletü'l-Menâr, Yıl 10,
Say: 10, s. 767.
[716] Tedribü'r-Râvî, s. 151; Fecru'l-îslâm, C 1, s
248.
[717] Tedribti'r-Râvî, s. 150-151; Fethu'I-Muğis, C 2,
s. 18.
[718] Müzekkiret-ü Tarihi'I-Teşrl', s.
197-198; îbn Salah,
Ulûmül-Hadis, s. 171.
[719] Tedribü'r-Bâvî^ s.
150; Fethu'i-Muğis, C.
2, s, 18;
Ulûmü'l- Hadis, s. 171.
[720] Ulmnü'l-Hadis, s. 365, 366.
[721] Meâlimü's-Sünen, C. 18, s. 130.
[722] En-Nevevi, Şerh-i, Müslim, C. 18, s. 130.
[723] Fethu'î-Bârî, C. 1, s. 149.
[724] Ahmed
Şâkir, El-Bâîsu'1-Hasis, s. 159.
[725] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları:2/289-296.
[726] Kadı Iyaz, C. 2, s. 167.
[727] Dârîmî,
ea-Nakz, s 130-132.
[728] Tâha, 52.
[729] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları:2/297-305.
[730] Suyûtî «Tedrîbü'r-Râvî», (s. 206)'da şöyle demektedir:
«Birisi Ebu Zûr'a er-Râzi'ye : Rasulullah'm hadislerinin dörtbin tane olduğu
söylenemez mi? diye sormuş. Bunun üzerine : Kim söylüyor bunu? Allah, O'nun
dişlerini döksün. Bu zm-
dîklarm sözüdür,
Rasulullah'm hadislerini, kim sayabilir ki? O, vefat ettiği vakit, kendisinden
rivayette bulunan 114 bin sahâbi vardı.» diye cevap verdi, Peki, bu sahâbiler
neredeydiler ve nasıl Rasulullah'ı işittiler? diye sorulunca; Mekke, Medine ve
bu ikisi arasında yaşayan Araplar; Veda haccın-da hasır "bulunanlar ve
hayatında O'nu görüp, Arafat'ta dinleme imkanı bulanlardır», karşılığım
vermiştir. El-Irakî : İbnü'l-Medini'nm verdiği rakamın da, Ebu Zur'a'nmkine yakın
olduğunu söylemiştir. Îbnu'l-Medinî, Rasulullah vefat ettiğinde, O'nu gören,
kadın, erkek 100 binin üzerinde insan vardı, diyor. Bu itibarla, her tarafa
dağılmış olan sahabeyi tesisi t etmek mümkün olmayan bir iştir.'Buharı, Ka'b b.
Mâ-!ikrin, Tebük seferine iştirak etmemesiyle ilgili' rivayette, O'nun şöyle
dediğini kaydetmiştir: «Rasulullah (s.a.s)'ın ashabı o kadar çok ki, Onların
(isimlerini) bir dîvanda toplamanın imkânı yoktur.» El-Irâkî de, Es-Sâcî'nin
«el-Menâliib» adlı eserde, Er-Rafi'm, şöyle dediğini kaydettiğini, nakleder :
«Rasuhıliah vefat ettiği vakit, müslümanlarm sayısı altmış bindi Bunlardan 30
bini Medine'de, geri kalanı da şâir yerlerdeydi.» Bununla beraber,
Rasulullahzamanında vefat edenleri, O'nun çağdaşı olanları ve O'nu küçükken
görenleri' bile zikretmelerine rağmen, Sahabe hakkında eser yazanların
kaydettikleri sayı onbîne ulaşmamaktadır.
[731] Fethu'I-Bârt,
C. 1, s. 4.
[732] Kasımı, Kavâîdü't-Tahdis, s. 46-47.
[733] Kasimî, a>g.e., s. 46-4
[734] A.g.e.
[735] A.g.e.
[736] Fethu'I-Bârî^ C
1, s. 146-149.
[737] El-Ayni, Umdetü'1-Kârî, C Z. s. 158.
[738] Nevevî, Müslim Şerhi, C. 18, s. 129-130.
[739] Îbnu's-Salâh, Ulûmu'I-Hadis, s. 164-171.
[740] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları:2/307-318.
[741] Bakara,
159-160.
[742] Ebu Dâvud, C. 3, s, 320.
[743] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları:2/319-325.
[744] Mutlak olarak hadis kitaplarında «El-Feth.» denildiği
zaman anlaşılan, İbn Hacer'in «Fethu'1-Bâri»'sidir. Fakat burada da^ ha önce
İmam Ahmed'in Müsned'înin şerhi olan «El-Fethu'r-Rabbani» zikredildiği için
O'nun olmasıda muhtemeldir.
[745] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları:2/327-337.
[746] Suyûti,
Mıftâhû'l-Oenne, s. 19.
[747] C. 2, s. 76-79.
[748] s. 6-13-19.
[749] s. 225.
[750] C. 2, s. 191.
[751] Aynı Yer.
[752] s. 118-134.
[753] Cimau'l llm, s. 113-115.
[754] Yıl 9, Sayı 7, s.
515.
[755] Mesele müellifin dediği gibi değildir. Hadis sabittir.
Yazar bunu, kitabının asıl nüshasında, dipnotta zikretmiştir. Şöyle demektedir:
«Bu sözleri yazıp, eserini takdim ettikten sonra, hadise,
Zeyd b. Ali'nin «El-Mecmu»'undan naklen, Şev-kânî'nin . «Neytü'l-Evtâr» adlı eserinde
rastladım. Bu durumda cevabım, hadisin bir aslının olduğunu gözönünde bulundurarak,
biraz değiştirmesi gerekiyordu. Fakat, Allah rahmet etsin. Yazar cevabım değiştiremeden
vefat etmiştir.»
[756] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber
Yayınları:2/339-352.