CÂMİNİN FONKSİYONLARI

 

Mescid/Câmi, her şeyden önce bir ibâdethânedir. İslâm’da ibâdetin sadece namaz ve benzeri görevlerden ibâret olmadığı, bireysel, sosyal ve siyasal hayatın bütün alanlarını kapsadığı için, mescidin de her çeşit ibâdet için bir mekân olduğunu, asr-ı saâdette hayatın her alanıyla ilgili fonksiyon icrâ ettiğini görüyoruz. Mâbeddir, mekteptir, irşad yeridir, buluşma görüşme yeridir, istirahat yeridir, mahkemedir, hastahane ve hapishanedir, düğün yeridir, spor merkezidir, mâliye ve hazinedir, kültür meclisi ve şiir kürsüsüdür...

 

1. Mâbed Olarak Mescid ve Mescidin Kudsiyeti: Mescid, başlangıçta idare, eğitim ve öğretim merkezi gibi değişik amaçlar için kullanılmışsa da onun asıl fonksiyonu, bir mâbed oluşudur (24/Nûr, 36; 9/Tevbe, 108; 22/Hacc, 40). Hz. Peygamber, bir kişinin mescide girip kayıp devesini sormasını hoş görmeyerek mescidlerin ibâdet yeri olduğunu îmâ etmiş ve yapılış maksatlarına uygun olarak kullanılmalarını istemiştir (İbn Mâce, Mesâcid 11).

 

İslâmiyet’te bütün yeryüzü, mescid kabul edilmekle beraber, namazların cemaatle mescidde/câmide kılınması, gerek sevap bakımından gerekse sosyal yönden büyük bir önem taşır. Ashâbdan bazıları, farz namazları evlerde kılıp câmiye gitmemeyi Hz. Peygamber’in sünnetini terketme olarak yorumlamışlardır (Nesâî, İmâmet 50; Ebû Dâvud, Salât 46). Cuma ve bayram namazları ise mutlaka cemaatle kılınır. İslâmiyet yılda bir defa her renkten ve sınıftan müslüman cemaatin ilk mescidde (Mescid-i Harâm) dünya çapında, her Cuma da merkezî câmilerde bölge çapında bir araya gelip topluca ibâdet etmesini emretmiştir.

 

İbâdet için belli bir yere çekilmeyi ifade eden i’tikâfa en elverişli mekânlar Kur’an’a göre mescidler/câmilerdir (2/Bakara, 187). Hz. Peygamber her Ramazan ayında Mescid-i Nebevî’de kurulan özel bir çadırda i’tikâfa girerdi. Hz. Peygamber’in bir hadisine göre, adının anıldığı ve kendisine kulluk görevinin yerine getirildiği yerler olarak mescidler Allah'a en sevimli mekânlardır (Müslim, Mesâcid 288). Allah Teâlâ, mescidleri nûrunun aydınlattığı yerler olarak zikreder (24/Nûr, 35-36). Bu bakımdan orada edeple hareket edilmesi emredilir. 

 

Cenâb-ı Hak, ilk mescidi “evim” (2/Bakara, 125; 22/Hacc, 26) ve “bu beytin Rabbi” (106/Kureyş, 3) ifadeleriyle yüceltmiştir. Bundan dolayı Kâ’be’yeBeytullah” denilmiştir. Mâbed veya mâbedlerin bulunduğu yerler için “beytullah” ve benzeri ifadelere Ahd-i Atîk’te de rastlanır. Hz. Peygamber, bu ifadeyi diğer mescidler için de kullanmıştır (bkz. Ebû Dâvud, Vitir 14; İbn Mâce, Mukaddime 17). Ancak, Rasûl-i Ekrem Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ’ya özel bir değer atfetmiş, buralarda yapılan ibâdetin diğer mescidlerde yapılandan çok daha fazîletli olduğunu söylemiştir (bkz. Müslim, Hac 250). Bunların dışında Hz. Peygamber’in içinde ibâdet etmeyi en çok sevdiği mescid, İslâm’da ilk mescid olan Mescid-i Kubâ’dır. Kendisi her Cumartesi burayı ziyaret ederdi.

 

Rasûl-i Ekrem, şeytandan Allah'a sığınarak ve rahmet kapılarının açılmasını dileyerek mescidlere sağ ayağı ile girer ve Allah’ın lütfunu temennî ederek çıkardı (İbn Mâce, Mesâcid 13). Mescide girdiğinde iki rekât tahiyyetü’l-mescid namazı kılardı (Buhârî, Salât 60).

 

2. Eğitim-Öğretim ve Kültür Merkezi Olarak Mescid: Hz. Peygamber’in, bir gün mescide girdiğinde cemaatin bir kısmını duâ ve zikirle, diğer bir kısmını ilimle uğraştıklarını görüp, “Ben muallim/öğretmen olarak gönderildim” diyerek ilimle meşgul olanların yanına oturması (İbn Mâce, Mukaddime 17), Asr-ı saâdet’te mescidin eğitim ve öğretim alanındaki fonksiyonunu göstermeye yeterlidir. Saâdet asrında mescid, tam bir mektep/okul görevi üstleniyordu. Suffa ehli, burada okuma yazma, ilmihâl ve özellikle hadis öğreniyorlardı. Mescidin bu fonksiyonunun İslâm’dan önceye giden bir geçmişi vardır. İmrân’ın karısının, doğacak çocuğunu mescidde yetiştirilmek üzere adaması (3/Âl-i İmrân, 35-37), Mescid-i Aksâ’nın buna uygun bir planı olduğunu gösterir.

 

İslâm’da ilk eğitim ve öğretim faâliyetleri Mekke döneminde Dârü’l-Erkam’da başlamış, Medine’de Mescid-i Nebevî’nin inşâsından sonra buna hız verilmiştir. Mesciddeki öğretim faâliyetleri “meclis” kelimesiyle ifade edilir. Hz. Peygamber’in Mescid-i Nebevî’deki derslerine “meclisü’l-ilm” denilmiştir ki, bu ilk asırda hadis derslerini ifade ediyordu. Bu meclislerde Hz. Peygamber’in etrafında iç içe daire şeklinde oturan dinleyici grubuna “halka” denilmiştir (Buhârî, İlim 8). Halkalara ders vermede bazı sahâbîler de kendisine yardımcı olmuştur. Ubâde bin Sâmit bunlardan biriydi ve mescidde Kur’an ve okuma yazma öğretiyordu.

 

Mescidde barınan ve sayıları zaman zaman 400’e kadar çıkan ashâbsuffe, vakitlerinin büyük bir kısmını öğrenimle geçiriyordu. İçlerinden bir kısmı sırf bunun için ticaret, zanaat ve tarım gibi işlerden çekilmiştir. Mescidde eğitim ve öğretim sadece erkeklere münhasır değildi; kadınlar için de Mescid-i Nebevî’de ayrı bir gün tahsis edilmişti. Kadınların dinî konulardaki geniş kültürleri, kendilerine Hz. Ömer gibi sertliğiyle tanınan bir halîfeye çekinmeden itiraz edebilme cesareti vermiştir. Nitekim Hz. Ömer, mehirlere sınırlama getiren kararından bir hanımın itirazı üzerine vazgeçmiştir.

 

Mezhep imamları câmide yetişmişler ve buralarda ders okutmuşlardır. İmam Şâfiî küçük yaşlarda mescidlerdeki ders halkalarına katılmış, daha sonra buralarda ders vermiştir. Ebû Hanîfe, kendi mescidinde ders okutur, talebelerinin mescidde yüksek sesle müzâkere yapmalarına müsâade ederdi. İmam Mâlik, Mescid-i Nebevî’de, Hasan-ı Basrî Basra Câmiinde öğretimle meşgul olmuşlardır. Tefsir, hadis, tarih, mantık, matematik, cebir, tıp alanlarında oldukça bilgi sahibi olan Taberî, gününün bir kısmını eser yazmaya, bir kısmını mescidde ders vermeye ayırırdı.

 

Mescidler, sadece naklî (Kur’an ve hadisle ilgili) eğitim ve öğretimin yapıldığı yerler değildi. Kur’an ve hadisi anlamadaki öneminden dolayı daha ilk asırlardan itibaren edebiyat ve özellikle eski Arap şiiri de bu derslerin konuları arasına girmiştir. Tâbiînden Said bin Müseyyeb, Mescid-i Nebevî’deki meclisinde sık sık Arap şiiri üzerinde dururdu. Daha sonra câmilerde nazarî tıp dersleri dahi verilmiştir. Meselâ hicrî 5. (milâdî 11.) yüzyılda Hâkim-Biemrillâh devrinde İbnü’l-Heysem Ezher Câmii’nde tıp dersleri veriyordu.

 

Câmilerin eğitim ve öğretim mahalli olarak kullanılması geleneği Osmanlılar’da da başlangıçtan beri benimsenen ve devam ettirilen bir uygulama olmuştur. Osmanlı medreselerinde mevcut odalarda (hücreler) öğrenci ikamet etmekte, medrese dershanesinde belirli dersleri görmekte, bunun dışında genel dersleri câmilerde takip etmekteydi. Takrir şeklinde halka açık olarak verilen bu dersler için 17. yüzyıldan itibaren dersiâmların tâyin edildiği bilinmektedir. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına kadar aralıksız süren bu usûle Cumhuriyet döneminde de kısmen devam edilmiştir.

 

Bunun yanında hat meşki, Kur’an tâlimi ve hâfızlık gibi uygulamalı derslerin câmilerde verildiği de bilinmektedir. Hatta o dönemde İstanbul’da bazı câmiler geleneksel olarak yerleşmiş dersleriyle meşhur olmuştur. Bu dersler, bazen câmiye bir kapı ile açılan bitişik odalarda yapılırdı.   

 

Osmanlı döneminde şehir, kasaba ve köylerde "sibyan mektebi" olmayan yerlerde câmilerin, çocukların eğitimi için "okul" olarak kullanılması çok yaygındı. Bu gelenek, Cumhûriyet devriyle birlikte dayatmalarla ve büyük zulümlerle kaldırılmaya çalışılmış, çocuklara Kur’ân-ı Kerim, Arapça ve “elif be” öğretmek, devlete ve devrimlere karşı en büyük başkaldırı gibi değerlendirilmiştir. Buna rağmen, fedâkâr hocalar câmilerde çocuk okutmaktan ve cefakâr vatandaşlar da çocuklarını câmi kurslarına göndermekten vazgeçmemişlerdir. Dayatmalarla Kur’an’ı aslî harfleriyle okuma eğitiminin önünü alamayan rejim, yasakları giderek yavaşlatmak zorunda kalmıştır. Bu uygulama, çok partili dönemlerde, özellikle 1950’lerden itibaren yaz aylarında İlkokul öğrencilerine câmilerde Kur’an öğretilmesi ve bazı sûrelerin ezberletilmesi şeklinde 2000 yılına kadar devam etmekteydi. Bu tarihte çıkarılan kanunla 15 yaşından küçük çocukların Kur’an Kurslarına gitmeleri yasaklanmış, câmilerde Kur’an öğrenme konusunda da 15 yaş altındaki çocuklara engeller çıkarılmaya çalışılmıştır.  

 

3. Kütüphane: Câmiler, ilmî eserlerin muhâfazası ve âlimlerin istifâdesine sunulması bakımından da görev yapmıştır. Müellifler bağlı oldukları şehir veya mahalle câmilerine, isteyenlerin okuması için eserlerinin birer nüshasını bağışlamayı âdet edinmişlerdi. Bunlar hizânedenilen dolaplarda muhâfaza edilir, bazen de câminin bir köşesinde kütüphane şeklinde düzenlenirdi. Meselâ, Horasan’ın en büyük şehri olan Merv’deki on kütüphanenin ikisi, câmide bulunuyordu. Vakıf eserlerden oluşan, Azîziye ve Kemâliye denilen bu iki kütüphaneden sadece birincide 12.000 civarında kitap vardı (Mu’cemü’l-Büldân, V/114). Mısır câmilerinin bazılarında da oldukça büyük kütüphaneler mevcuttu.

 

Osmanlı câmilerindeki eğitim ve kültür faâliyetlerini tamamlayan önemli bir unsur da çok yaygın olarak görülen câmilerde kütüphâne tesisi geleneğiydi. Câmi derslerini takip eden talebe ve namaz vakitleri arasında boş vakti olan cemaat için bu kütüphaneler çok faydalı olmuştur. Osmanlı câmi kütüphaneleri, ya Mekke ve Medine Harem-i Şeriflerindeki Mahmûdiye kütüphanelerinde, Ayasofya ve Süleymaniye örneklerinde olduğu gibi câmi içerisinde demir şebeke ile ayrılan bir kısma yerleştirilmiş veya Beyazıt Veliyyüddin Efendi, Kayseri Râşid Efendi, Konya Yusuf Ağa kütüphanelerinde olduğu gibi câmiye bitişik olan ve bir iç kapı ile girilip çıkılan ek binalarda tesis edilmiştir.

 

4. Câminin İslâm Devletinde Devlet Kurumu Olarak Hizmetleri

 

a) Siyasetin Merkezi Olarak Câmi: İslâm dininin tebliğcisi olduğu gibi, aynı zamanda İslâm devletinin de başkanı olan Hz. Peygamber’in evi, mescide bitişik bulunuyordu ve câmi ile evini dinî ve idarî münasebetler yönünden âdeta bütünleştirmişti. İslâm açısından din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmazlığının bir ifadesi olan Hz. Peygamber’in bu uygulaması, daha sonraki dönemlerde de uzun bir süre devam etti. “Dârü’l-imâre” denilen hükümet konakları câmi yanında inşâ ediliyordu. Yeni kurulan Kûfe, Basra ve Fustat’ta böyle yapıldı. Dımaşk’ta (Şam) olduğu gibi, fethedilen şehirlerde de câmi ve dârü’l-imâre çoğunlukla  yanyana bulunuyordu. Bu uygulama, Emevî ve Abbâsîler’de de devam etti. Nitekim Emevî halîfesi Süleyman bin Abdülmelik, Remle şehrini kurarken vali konağı ile câmiyi karşı karşıya planladı.

 

Hz. Peygamber’in devlet yönetimiyle ilgili meseleleri mescidde görüşüp kararlar alması ve orada bu kararları halka duyurması sünneti, kendisinden sonra devam etmiş, devlete ait idare binaları yapıldığında da bu âdet sürmüştür. Halîfeler başşehrin merkez câmiinde imâmet görevini yerine getiriyor ve idarede minberden büyük ölçüde faydalanıyorlardı. Minber, başlangıçta merkezî idarenin bir sembolü idi ve sadece Mescid-i Nebevî’de bulunmasına izin verilmişti. Hz. Ömer, valiliği sırasında Mısır’da minber yaptırmak isteyen Amr bin Âs’a müsâade etmedi.

 

Hz. Ebû Bekir’den itibaren halîfeye biat minberde yapılıyordu. Halîfe de biatttan sonra idarede takip edeceği genel prensipleri minberde okuduğu ilk hutbe ile ilân ederdi. Minber, bu fonksiyonuyla anayasaya sahip toplumlarda üzerinde devlet devlet siyasetinin açıklandığı kürsülere benzetilmiştir. Hz. Osman, muhâliflerine karşı kendi icraatını minberde savunmuş ve bu âdet ondan sonra da devam etmiştir. Halîfeler hacca gittikleri zaman Mekke ve Medine’deki câmilerin minberlerinden, İslâm dünyasının her tarafından gelen müslümanlara hitap etme imkânı buluyorlardı.

 

(Şimdi, müslümanların başındaki laik devlet başkanı, bakan ve valilerin imamlık yapmalarını düşünebilir misiniz? Minberden hutbe okuduklarını, Cuma namazı kıldırdıklarını? Bu inanç ve anlayışlarıyla yapmaları mı,  yapmamaları mı daha kötüdür; o da ayrı bir soru. “Kendilerine gerek yok, onların emrindeki memurlar yapıyorlar” da denilebilir. Ya da, gerektiğinde Atatürk’ün 1923 yılında Balıkesir Zağnos Paşa Câmiinde minbere çıkıp hutbe okuduğu gibi, onun izindekiler de minberleri kullanabilir diye tarihî referans gösterilebilir...)

 

Halîfenin vilâyetlerdeki temsilcileri olan valiler, merkezî câmide imamlık yapar, bazen kadılık, kumandanlık gibi görevleri de üstlenirdi. Zira valilerin halkla bütünleşmesi istenmiş, halkın kendilerine ulaşabilmesi için câmi en uygun yer kabul edilmiştir. Hz. Ömer, ahşaptan işlenmiş süslü kapısından halkın girmekten çekineceğini düşünerek ve yöneticilerin isrâfa ve gösterişe meyletmelerini çirkin görerek Kûfe Dârü’l-imâresi’ni yıktırmış ve vali Sa’d bin Ebî Vakkas bir süre Kûfe câmilerinden birinde ikamet etmişti.

 

Hz. Peygamber, diplomatik görüşmelerini de mescidde yapar, yabancı elçileri en güzel elbiselerini giyerek burada kabul ederdi. Onun, elçileri kabul ettiği yer, hâlen “Üstüvânetü’l-vüfûd” (sefirler/elçiler sütunu) olarak bilinmektedir.

 

Câmiler, daha sonra bu fonksiyonlarını kaybettiler. Artık minberlerde sadece Allah'a duâ ediliyor, Hz. Peygamber’e salât u selâm getiriliyor, sahâbeye rahmet okunuyor ve halîfeye hayır duâda bulunuluyordu. Halîfenin câmilerde, otoritesinin kabul edildiğini itirafa benzer bir şekilde isminin anılmasından başka siyasî bir fonksiyonu kalmamıştı.

 

b) Kamu Yönetimi Açısından Câmi: Câmiler, ilk dönemden itibaren idarecilerin halkla bir araya geldiği yerlerdi. Asrsaâdet’te her türlü istek ve meseleler burada dile getiriliyordu. Müslümanlar Hz. Peygamber’e, ilk halîfelere ve diğer idarecilere namaz öncesinde ve sonrasında talep ve şikâyetlerini kolayca intikal ettirebiliyorlardı. Bir vali hakkında merkeze şikâyet ulaştığında müfettişler câmileri gezerek tahkikat yaparlardı.

 

Kur’an âyetleri gibi, Hz. Peygamber’in iktisadî hayata dair söz ve uygulamaları hadis kitaplarında büyük bir yer tutar. Mukaddes kitaplar içinde devlet bütçesi ve harcamaları ile ilgili hükümler ihtivâ eden tek kitap olan Kur’an’ın bu iktisadî hükümleri, Asr-ı saâdet’te câmide yürütülürdü. Vergilerin tahsili ve dağıtılmasına bizzat nezâret eden Hz. Peygamber, mescidde toplanan malları gerekli yerlere ve ihtiyaç sahiplerine dağıtırdı. Bu davranış, Hulefâ- Râşidîn döneminde de bir süre devam etti. Hz. Peygamber devrinde Mescid-i Nebevî’ye bitişik “meşrebe”, “gurfe” veya “hizâne” adlarıyla anılan bir oda beytülmâl olarak kullanılıyordu (Muhmmed Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II/1121). İdarenin câmi ile olan ilgisinden dolayı başlangıçta beytülmâl genellikle câmiye bitişikti, hatta bazen câminin içinde yer alırdı. Hz. Ali döneminde Basra beytülmâli aynı zamanda şehrin büyük câmii durumundaydı.

 

c) Câminin Adâlet Hizmetlerindeki Yeri: İslâmiyet’in kendine has hukuk sistemi, mescidlerdeki ders halkalarında tâlim edilmiştir. Ashâbkirâm hukukî konuları mescidlerde müzâkere ederdi (Dârimî, Mukaddime 51). Hz. Peygamber’in minberi, ahkâmın öğretildiği, yanlış hukukî uygulamaların düzeltildiği bir yerdi. Meselâ, kendisi “velâ hakkı”yla ilgili yanlış bir uygulamayı minberde dile getirip düzeltmiştir (Buhârî, Salât 70). Asrsaâdet’te mescid kazâî faâliyetlerin yürütüldüğü bir mekân olarak da hukuka hizmet etmiştir. Dolayısıyla câmiiler, mahkeme ve adliye olarak da kullanılmıştır. Bazı âlimler, “Sana o dâvâcıların haberi geldi mi? Hani onlar duvardan mescide tırmanmışlardı” (38/Sâd, 21) meâlindeki âyeti, mescidlerde kazâî faâliyette bulunulabileceğine delil göstermişlerdir. Hz. Peygamber’in, “Benim şu minberimin dibinde kim yalan yere yemin ederse cehennemdeki yerine hazırlansın!” (Ebû Dâvud, İman 3) meâlindeki hadisi, dâvâlara Mescid-i Nebevî’nin minberi yakınında bakıldığını göstermektedir. Nitekim Buhârî’nin naklettiğine göre Hz. Ömer ve Mervân’ın dâvâlara baktıkları yer, minberin yanındaydı. Aynı rivâyette Buhârî; Şüreyh, Şa’bî, Yahya bin Ya’mer gibi ünlü kadıların/ hâkimlerin mescidde kazâî faâliyette bulunduklarını nakleder (Buhârî, Ahkâm 18). Ayrıca çeşitli kaynaklarda dört halîfenin mescidlerde dâvâlara baktıkları kaydedilmektedir. Merkezî yerlerde olması, kuvvetli-zayıf, büyük-küçük her sınıftan insanın çekinmeden oraya ulaşabilmesi yönünden İmam Mâlik, mescidleri kazâ için daha uygun görmüştür. Hanefîler de buna yakın bir görüşe sahiptir.

 

Osmanlılar’da ilk zamanlar birine kadılık görevi verildiğinde görev yapacağı yerin câmiine götürülür, tâyiniyle ilgili berat orada okunur ve merâsim yapılırdı. Kadılar dâvâları görmek için câmiden otururlardı. Bu uygulama daha önceden intikal etmiş bir âdet olmalıdır. Çünkü benzer uygulamalar Fâtımîler’de de görülmektedir. İstanbul kadıları ise dâvâlara genellikle evlerinde bakmışlardır. Ancak mahkeme için özel binalar yapıldıktan sonra da zaman zaman câmilerin bu iş için kullanıldığı anlaşılmaktadır. 

 

(Şimdi, bırakın âdâbına ve ahkâmına uyarak câmide hâkimlik yapmayı, nasılsa ayda yılda câmide bir kez namaz kılarken görülen hâkim, irticâ suçu işlemiş sayılacağından, kendi savunduğu kanunlar veya kanunsuzluklarla ne tür durumlara mâruz kalır, düşünün...)  

 

Osmanlılar’da uzun süre devam eden bazı teftiş ve tahkikatlar, halka açık olarak câmilerde yapılmıştır. Mescidlerde hüküm verilmekle birlikte, had cezaları bu mekânlarda çok nâdir uygulanmıştır. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) mescidlerde had tatbikini ve kısas uygulamasını yasaklamıştır (Ahmed bin Hanbel, III/434; Kütüb-i Sitte Terc. c. 17, s. 322). Bununla beraber, câmide had cezası uygulayanlar olmuştur. Nitekim otuz yıldan fazla Kûfe kadılığı yapmış olan İbn Ebû Leylâ, mescidde had uyguladığı için Ebû Hanîfe tarafından tenkit edilmiştir (Serahsi, Mebsût 30/165).

 

d) Mescidin Askerî Amaçlar İçin Kullanılması: Kur’an’da cihadla ilgili âyetlerin sayısı oldukça fazladır. Bunların devamlı olarak namazlarda okunması, müslümanları düşmanla mücâdeleye hazır tutardı. Kendisinden önceki birçok peygamber gibi Hz. Peygamber’in bir vasfı da ordu kumandanı olmasıdır. Bu bakımdan Asrsaâdet’te mescid, askerî bir karargâh, bir nevi askerî şûrâ meclisi ve askerî hastahane olarak da görev yapmıştır. Hz. Peygamber savaştan önce ashâbıyla istişâre eder ve aksine bir vahiy gelmedikçe onların fikirlerine uyardı. Uhud Gazvesi öncesinde Mescid-i Nebevî’de böyle bir toplantı yapılmış, çoğunluğun fikri düşmanla şehir dışında karşılaşmak yönünde olduğu için buna uyulmuştur. Rasûl-i Ekrem, Cuma namazını kıldırdıktan sonra onları cihada teşvik etmiş ve sabrettikleri takdirde zafer kazanacaklarını bildirmiştir.

 

Hz. Peygamber, savaş kararlarını genellikle mescidde verir ve bunu minberde ilân ederdi; açılan deftere gönüllülerin adlarını yazdırmalarını isterdi. Sefer halinde orduyu donatmak üzere halkı yardıma buradan çağırırdı. Bir seriyye göndereceği zaman kumandanına mescidde tâlimat verirdi. Nitekim Abdullah bin Cahş’ı Nahle’ye gönderdiğinde onu gizli bir yazılı tâlimatla Mescid-i Nebevî’den uğurlamıştır. Orduya bizzat kumanda edeceği zaman, mescidde iki rekât namaz kılar, zırhını giyerek dışarı çıkar ve kapıya getirilen atına binip seferi başlatırdı. Kumandanlar sefer dönüşünde mescidde rapor verirlerdi.

 

Mescid-i Nebevî’de barınan, Kur’an’ın kendilerini cihada adamış kimseler olarak tanıttığı (2/Bakara, 273) ashâbSuffe, âni askerî görevler için hazır birlik özelliği taşıyordu. Devlet başkanının oturduğu yerin hemen bitişiğinde bulunan ve umûmiyetle ticaret ve toprakla uğraşmayan, en zâhid, en heyecanlı kişilerden oluşan ashâbSuffe, sevkedildikleri hedeflere hemen gider ve görevlerini lâyıkıyla îfâ ederlerdi. İlimle cihad birdi, ayrılmaz bir bütündü asrsaâdet’te; her âlim aynı zamanda mücâhiddi...

 

Mescidler sefer esnâsında ordunun mâneviyâtının zinde tutulduğu, gereken tâlimatın ve taktiğin verildiği  mekânlar olmuştur. Hz. Peygamber, askerî seferler sırasında geçtiği bölgelerde ve savaş alanlarının uygun yerlerinde mescidler edinmiştir. Bedir’de, Hendek’te ve Tebük Gazvesi’nde bunların örnekleri görülmektedir. Tebük Gazvesi sırasında ordunun konakladığı on beş kadar yerde mescid yapılmıştır. Bu mescidler mimarî açıdan mütevâzi olmakla beraber fonksiyonları bakımından önemli yapılardı.

 

Mescidlerin askerî fonksiyonları Hz. Peygamber’den sonra da devam etmiştir. Ordugâh şehirlerinde ve diğer yerleşim birimlerinde valiler ordu kumandanlığı yanında merkezî câmilerde imamlık görevini de yüklenmişlerdir. Türkiye’de İstiklâl Savaşında da düşmana karşı ilk toplu hareketin başladığı yerler câmiler olmuştur. Meselâ, Mehmed Âkif’in Kastamonu Nasrullah Câmiinde verdiği vaazlar çok etkili olmuştur.

 

5. Mescidlerin Hastahane Olarak Kullanılması: Mescidler, ihtiyaç olduğunda hastahane görevi de üstlenmiştir. Hendek Gazvesinde yaralanan Sa’d bin Muâz için Mescid-i Nebevî’de bir çadır kurulmuştu (Buhârî, Salât 59; Müslim, Cihad 67).

 

6. Tutuk evi, Hapishane Olarak Kullanılması: Gerektiğinde savaş esirleri geçici olarak mescidde muhâfaza edilmiştir. Ancak, bununla, esirin İslâmiyet’i kabul etmesi amaçlanmış ve bunda da genellikle başarıya ulaşılmıştır (Buhârî, Salât 83; Müslim, Cihad 59).   

 

7. Mescidler İrşâd Yeridir: Dinin tanımını nasihat olarak yapan Hz. Peygamber, insanlara toplu olarak daha çok orada nasihat ederdi. Mescidlerin hâlâ şu veya bu şekilde icrâ ettikleri temel fonksiyonlarından biridir irşâd. Hutbe, vaaz, sohbet, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker gibi faâliyetler ilk mescidden bu yana dünyanın hemen her yerinde en büyük irşad yerleri olmuştur.

 

8. Mescidler Buluşma ve Görüşme Yeridir: Müslümanlar, mescidlere ibâdet için gittikleri gibi, aynı zamanda aynı bölgenin insanları olarak birbirleriyle buluşup görüşmek, yeni insanlarla tanışıp konuşmak, meselelerini halletmek, birbirleriyle yardımlaşmak için de giderler. Mescidler, bu fonksiyonlarını da hâlâ icrâ etmektedir.

 

9. Mescidler İstirahat Yeridir: Mescidler, aynı zamanda müslümanların günlük yorgunluklarını giderebilecek ve istirahat edebilecekleri yerlerdir. Peygamberimiz zamanında bazı sahâbîlerin kaylûle denilen öğle uykusu için istirahat etmek, dinlenip uyumak için mescidi kullandıklarını çeşitli rivâyetlerden biliyoruz.

 

10. Mescidler, Nikâh ve Düğün Salonudur: Peygamber Efendimiz, nikâhın mescidde ilân edilmesini istemiştir (Tirmizî, Nikâh 6). Merâsimlerin orada yapılmasını özellikle tavsiye etmiştir. (Mescidde, özel günlerde ve bayramlarda eğlenilmesiyle ilgili olarak bkz. Kütüb-i Sitte Terc. c. 6, s. 51).  

 

11. Yemek Yenen Yerdir: Asrsaâdet’te mescidlerde nice sahâbînin yemek yediğini, açlara yiyecek verildiğini biliyoruz. Peygamberimiz, fakirlerin yemesi için mescidin direklerine hurma salkımları astırırdı.

 

12. Misâfirhanedir: Medine dışından gelen insanların, özellikle kalabalık grupların misafir edildiği misâfirhane olarak Mescid-i Nebevî’nin kullanıldığını biliyoruz.

 

13. Ganimet ve Malların Taksim Edildiği, Zekâtların Dağıtıldığı Mekândır: Peygamber Efendimiz, uzak yerlerden toplanan zekât ve sadaka mallarını, savaşlardan elde edilen ganimetleri mescidde taksim etmiş, ihtiyaç sahiplerine buradan yardım eli uzatılmıştır.

 

14. Abdest Alma Yeri: Rasûlullah’ın Mescid-i Nebevî’de abdest aldığı rivâyet edilmiştir. Bu tatbikat, bazı câmilerin içinde şadırvan yapılarak kurumlaştırılmıştır. Meselâ, Bursa Ulu Câmii, Kütahya Ulu Câmii gibi nice câmilerde şadırvanlar, günümüzde de bu ihtiyaca cevap verecek durumdadır; ama günümüzde sadece su içmek için kullanılmakta, temizlik ve serinletme simgesi olarak değerlendirilmektedir.

 

15. Şiir Kürsüsü: Şiirler, eski devirlerde, bugünlerin medyası konumundadır. Kamu oyu oluşturmada, topluma moral aşılamada önemli yeri olan şiirlerin okunması, özellikle cihad ve tebliğ amaçlı hikmetli mısrâların dillendirilmesi için mescidlerin kullanıldığını, bu uygulamanın Hz. Peygamber tarafından başlatıldığını ifade edebiliriz.  Müslüman şâirlerin en azından moral yönüyle desteklenmesi, onun da dâvâyı ve dâvâ adamlarını desteklemesi konusu için mescidleden yararlanılmıştır. Rasûl-i Ekrem'in, şâir Hassan bin Sâbit için mescidde özel olarak bir şiir kürsüsü ihdas etmesi, konuya verilen önemi gösterdiği gibi, câminin bu fonksiyonu açısından da mühimdir. Müslümanların müslümanca sanat faâliyetlerini icrâ edebileceği, özellikle tebliğe yönelik sanat ve güzellikler sergilenip sunulabileceği yer olarak mescid kullanılmıştır, kullanılabilir.

 

16. Mescidler, Aynı Zamanda Kültür Salonudur: Mescid-i Nebevî’nin asrsaâdet’te geniş anlamda kültürel faâliyetler, çeşitli edebî yarışmalar için de kullanıldığını görüyoruz. Benî Temîm kabilesiyle yapılan mufâhara buna örnektir. Mufâhara, iki tarafın şâirleri ve hatipleri arasında yapılan edebî bir yarışmadır. Günümüzde halk şâirlerinin/ozanların yaptığı atışma türüne benzer. Şâirler, şiir okuyarak, hatipler de nutuk atarak yarışırlar.

 

17. Spor Merkezidir: At yarışlarında start ve finiş (başlama ve bitiş) yeri olarak mescid kullanılmaktaydı. Bayramlarda Habeşliler Mescid-i Nebevî’de kılıç kalkan oyunu oynamışlardı. Hz. Âişe, Hz. Peygamber’in omzuna başını yaslayarak Efendimiz’in izniyle bunu seyretmiştir. (bkz. Kütüb-i Sitte Terc. c. 6, s. 50). Bundan yola çıkarak mescidlerin her çeşit meşrû spor dallarında helâl hudutları çerçevesinde spor salonu olarak da kullanılabileceğini söyleyebiliriz.

 

18. Farklı Dinlerden Misâfirlere Mâbed: Peygamberimiz, kendisiyle görüşmeye ve anlaşmaya gelen Necran’lı hıristiyanlara, âyinlerini yapmaları için bir Pazar günü Mescid-i Nebevî’yi gösterip onlara tahsis etmiş, onlar da mescidde ibâdetlerini/âyinlerini yapmışlardır.

 

19. KarzHasen Kurumu: Bir komşu ülkede günümüzde uygulanmakta olduğu gibi, mahalle sâkinleri, artırıp biriktirdikleri paralarının saklanması ve uygun yerlere karzhasen (karşılıksız, sadece Allah rızâsı için borç) (2/Bakara, 245; 5/Mâide, 12; 57/Hadîd, 11) şeklinde kullanılması için emanet sandığı olarak mescidleri tercih etmektedir. Bu emanet paralar, mescide devam eden gençlerin evlenmeleri ve kuracakları yuva için gerekli masraflara harcanmak üzere fâizsiz kredi şeklinde, imamın onay vermesi şartıyla mescidlerden verilmektedir. Yine, mahalle sâkinleri ve mescid müdâvimlerine kendi iş yerlerini açmak amacıyla, benzer şekilde karzhasen fonundan yardım edilmektedir. Kapitalizm ve sömürü ile mücâdelede, müslümanlar arası yardımlaşmada mescidlerin fonksiyonları değerlendirilmektedir, bu mescid faâliyeti, geniş coğrafyalara yayılabilir ve işlevi genişletilebilir. 

 

20. İstişâre ve Organizasyon: Câmi, bir meclistir. Devlet başkanı ve tüm diğer yöneticilerin izleyeceği siyaseti, metodu, düşünce ve projelerini açıklayıp üyelerin görüş, eleştiri ve müzâkerelerine sunduğu bir meclis. Bilindiği gibi Hz. Ebû Bekir halîfe seçildiği zaman, mescidde mü'minlere hitap ederek İslâmî yönetimin temel prensiplerini hatırlattı ve bu konulardaki kendi izleyeceği metotları anlattı:

 

"Ey insanlar! İstemediğim halde, büyük bir işin başına getirildiğimi biliyorum. Ancak Allah'ın yardımı ile bu işi başaracağım. Bu işi adâletle yapabilecek Rasûlullah'ın ashâbından birine her zaman vermeye hazırım... Ben de sizden biriyim. Ey müslümanlar! Allah'ın himâyesinde olan bir şeyden dolayı hesaba çekilmek istemiyorsanız, onu hemen yerine getiriniz. Şeytan beni yoldan çıkarabilir. Kızdığımı gördüğünüz zaman, size bir zararımın dokunmaması için benden uzak durunuz! Ey insanlar! Beni murâkabe/kontrol etmekten geri durmayınız. Eğer dürüst hareket edersem, bana yardım ediniz. Şayet yanlış bir hareketim olursa, hatamı düzeltiniz! Allah'a itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz; O'na isyan edersem siz de bana isyan ediniz!" (Hadislerle Müslümanlık -Hayâtu's-Sahâbe-, M. Yusuf Kandehlevî, c. 2, s. 617-618)

 

Hz. Peygamber'in tatbikatına göre; bir bölgenin valisinin, aynı zamanda câminin de imamı olması gerekiyordu. Şayet bu bölge, başşehir ise, devlet başkanının namaz kıldırması lâzımdı. Herhangi bir câminin imamı, bir bölgenin vâlisi olmuyor; bilakis o bölgenin valisi, aynı yerin câmisinin de imamı oluyor ki, bu onun için bir imtiyazdır. Böylece o yörenin halkı, günde beş defa yöneticisini görmekte, şikâyetlerini arzedebilmekte ve bu sâyede onu kontrol etmektedir. Sözgelişi; o bölge yöneticisi vatandaşının işini aksatıyorsa, bu takdirde o vatandaşın başkente gidip şikâyetini arzetme imkânı olacaktır. Böylece devlet başkanı, kamuoyunun sesine kulak vermiş olacak ve halkıyla daha sağlıklı bir diyaloga girecektir. (İslâm Müesseselerine Giriş, M. Hamidullah, s. 88-90)

 

Gerek asrsaâdette, gerekse dört halîfe devrinde; müslim ve gayr-ı müslimlerin ihtiyacı, valilere gönderilen senelik emir ve yazılarda sunulurdu. Valiler, mescid, câmi ve namazgâhlarda verilen kararları sorar, anlar ve cevap olarak kararların özetini yazarlardı. Arafat'taki genel toplantıda; mahalle câmilerinden itibaren derece derece gelen haberler değerlendirilir ve ona göre karar verilirdi. İstibdat devrinde (Emevîler ve diğerleri), İslâm hâkimiyetinin esası olan meşveret ve teşkilat da bozuldu. Mescidler ve hacda yapılan siyasî, sosyal ve iktisadî meşveret ve telkinat kaldırıldı. Mihrabdan ve minberden yapılan telkinlerin, konuşmaların yerini yalnızca duâlar aldı. Oysa câmiler, sadece namaz kılmak için değil; aynı zamanda müslümanların birbirleriyle görüşüp tanışmaları için takdir olunan mekânlardır. Allah Rasûlü, şu âyetin hükmüne uyarak câmide ashâbıyla sık sık istişâre ederdi: "(Yapacağın) İş hakkında onlarla istişâre et." (3/Âl-i İmrân, 159). Namaz, cemaat ve istişârenin birbirinden ayrılması mümkün değildir: "Rablerinin çağrısına icâbet ederler, namazı kılarlar ve işleri aralarında istişâre iledir." (42/Şûrâ, 38)

 

Müslümanların istişâresi, mahalle câmiinden başlayarak Arafat'a kadar uzanan birkaç kategoride gerçekleşir: Cemaatin getireceği haberler, mahalle câmiinde müşâvere edelip karara bağlanır. Haftalık Cuma namazlarında ise, bütün mahalle câmii cemaatlerinin katılım ile, daha büyük bir mecliste, seçilmiş bir hatip tarafından İslâm âlemine ait bir haftalık haberler ve açıklamalar müslümanlara duyurulur. Câmi-i Kebîr veya Namazgâh'ta kılınan Bayram namazlarında ise, İslâm dünyasını ilgilendiren bir senelik olaylar ve haberler hatip tarnafından özet olarak arz ve izah olunur. Bütün İslâm ülkelerinde ve şehirlerinde  meydana gelen olayları ve haberleri öğrenmek ve bunları değerlendirmek üzere gücü kudreti yeten müslümanlar Arafat'ta toplanır. Bu ibâdet ve meşveret mahallerinde müslümanlar eşitlik kuralına uyarlar. Kimsenin kimseye meslek, maddî güç, makam vb. açısından üstünlüğü olmaz. Herkes aynı safta ve omuz omuzadır. Bu yüzdendir ki, imamın da cemaatten yüksek bir yerde namaz kıldırması câiz değildir (Ebû Dâvud, Salât 67). Hatta bazı ülkelerde günümüzde de görüldüğü gibi, mihrabdaki imam, cemaatin önüne geçtiği için gurura kapılmasın diye, cemaatin bulunduğu ve secde ettiği zeminden daha aşağıda olan mihrabda namaz kılar. İmamın, namazdan sonra arkasını mihraba, yüzünü cemaate dönüp oturması, duâ için olmayıp, kendisini imam seçen cemaatle istişâre ve tartışmaya başkanlık etmek içindir. (Namaz, Abdullah Yıldız, s. 177-179).   

 

Câmiler ilk kuruluşundaki örnek uygulamaya göre bunca iş ve ihtiyaç için kullanılırdı. Eğer biri çıkar da "bunlar tarîhîdir, o günkü ihtiyaç ve imkânsızlıklara bağlıdır, bugün bu işler için ayrı mekânlar ve kurumlar vardır" diyecek olursa, kendisine şu cevap verilir: Bunlar doğru olabilir, ancak, bu tarihî uygulama iki şeye kesin delildir: 1- Câmiler yalnızca namaz kılmak için değildir. 2- Müslümanların din işleri, dünya işlerinden ayrı değildir; din ile dünya iç içedir. Kur'an ve Sünnet, hem din hayatını hem de dünya hayatını düzenlemek, yönlendirmek, yönetmek için gönderilmiştir.  

 

Câmiler, tarihî süreç içinde, bu fonksiyonlarının bazılarından siyasî amaçlar yüzünden kasıtlı olarak uzaklaştırılırken; bazen de gelişen toplum ve çoğalan nüfus paralelinde câmiler çok fazla kurumu namaz kılınan alan içinde taşıyamaz olarak değerlendirildi. Bünyesinde topladığı bunca hizmetler, zamanla mescide sığmaz oldu ve sonuçta külliyeler, imâretler  doğdu. Böylece mescid, birçok müessesenin kendisinden kaynaklandığı bir ana kurum olmuştu. Günümüzde mescidlerin bazı fonksiyonları tümüyle tarihe karışmış, bazı icraatlarını da kısmen farklı şekilde vakıflar, dernek ve cemaatler üstlenmiştir. Bir iş, ne kadar namaz ve zekâta benziyorsa o kadar ibâdet yönü ağır bastığı gibi; mescidlere benzediği oranında kurumlar, vakıf ve teşkilatlar hayır kurumu olacak, Allah’ın râzı olduğu mekânlar haline gelecektir.

 

Çevresindeki câmileri asr-ı saâdetteki takvâ mescidine benzetmeye çalışan ve câmilerin gasbedilen fonksiyonlarını câmilere ve câmi gibi kurumlara tekrar kazandırma mücâdelesi veren şuurlu gençlere selâm olsun!