PAPA SEVERLER, ATA SEVERLER VE HALİFE SEVERLER
Kimi Temsil Ettiği, Yanılması, Otoritesinin
Mutlaklığı
Özgürlüğü, Etkinliği, Özerkliği, Seçimi
Kilisede Birleşmek, Ulusalcılık (Yanlış
Adlandırmayla Milliyetçilik) ve Ümmet Birliği
Tanrılaştırılan İnsanlar ve Tevhid
Diyalog, Papayı Ziyaret ve Ona Rahmet Okuyanlar
Nisan 2005’de Papanın
Ölümü Dolayısıyla Katolik Hıristiyanlık, Türkiye Devlet Dini ve
İslâm’ın Liderlik Anlayışı Arasında Bir Karşılaştırma
Papa, katoliklerin
dinî/rûhânî lideridir. Katolik hıristiyanlara göre papaya karşı gelmek Tanrı’ya
karşı gelmek demektir. Laik ve dinsiz görünümüne rağmen Batı Avrupa, devletleri
ve halklarıyla, 2 Nisan 2005’deki papanın ölümü ve cenâze töreni dolayısıyla,
hıristiyanlık ve papa sevgisini dost ve düşmanlarına gösterme fırsatı buldu.
Türkiye Devletinde
Atatürk tek ulusal lider kabul edilir ve halkın da bu tercihi alternatifsiz
kabul etmesi istenir. Sanıldığının aksine, resmî inanışa göre o, yalnız askerî
ve siyasî bir dehâ değil, aynı zamanda dinî liderdir de. Aşağıda onun bu
vasıflarını, kendi hayatındayken dillendirenlerden birkaç örnek verilecek.
Günümüzde, devletin okullarında okutulan Din Dersi (Din Kültürü ve Ahlâk
Bilgisi) kitaplarının kapağına ve içeriğine, âyet ve hadisten daha fazla onun
referans gösterildiğine bakmak yeterlidir. O, devlet inancında “ulu önder”dir.
T. C., 1923’den beri Atatürk’ün en büyük olduğuna inandığı için her Türk
vatandaşının onu sevmek ve ilkelerine itaat etmek zorunda olduğunu düzen, din
yaklaşımı içinde tartışmasız kabul eder ve ettirir. Anayasa, partiler kanunu ve
tüm yasalar onun ilkelerinin hiç birine ters düşemez. Hangi parti yönetim rolünü
üstlenirse üstlensin, aslında Atatürk her dönemde tek başına iktidardadır ve
iktidarını başkalarıyla paylaşması, yani Atatürk’e şirk koşulması kabul
edilemez. Bu ülkede din devletinden bahsedilemez, ama devlet dininin
egemenliğinden rahatlıkla söz edilebilir. Ne diyordu Celal Bayar: “Atatürk’ü
sevmek İbâdettir.” Evet, devletin gözünde Atatürkçülük bir dindir. Devletin
anayasasında, Allah, Rasûlullah, Kur’an, İslâm gibi kelimeleri bulamazsınız.
Bunun yerine sadece Atatürk’e ve onun ilkelerine atıfta bulunulur. Devletin bu
mutlak sevgisi ve bağlılığı, bir tapınmanın göstergesi kabul edilebilir.
İslâm’a göre,
Peygamber’in (s.a.s.) vefatından sonra bey’atla iş başına gelen liderlere
halife (imam, emîr, ülü’l-emr) denir. İslâm, din-dünya ayrımını kabul
etmediğinden hem dinî, hem siyasî, hem sosyal liderliktir halifelik. İslâm
anlamındaki Din’den devleti, devletten dini ayırmak mümkün değildir. Yoksa,
devlet dinsiz, din devletsiz ve (y)etkisiz olur. İslâm Dininde Allah ve
Rasûlullah sevgisinden sonra ve Allah için sevmenin göstergesi olarak İslâmî
otoritenin başındaki halife (ülü’l-emr) sevgisi ve ona itaat gelir. Bu sevgi ve
itaat, mutlak değildir. Halife, ancak Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ettiği
müddetçe itaate hak kazanır. Sevgi Allah içindir ve hiçbir sevgi Allah
sevgisinin yerini alacak kadar aşırı olmamalıdır (2/Bakara, 165). “Ey iman
edenler! Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Sizden olan emir sahiplerine
(Allah’ın indirdiği hükümlerle yöneten müslüman halife ve yöneticilere) de
(itaat edin). Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve âhirete
gerçekten iman ediyorsanız- onu Allah’a ve Rasûl’e götürün (onların tâlimâtına
göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha iyidir.” (4/Nisâ,
59). Papa kotoliklerin, patrik ortodoksların, haham başı yahûdilerin
lideridir/başıdır. Peki ya müslümanların başı? Başsız vücudun yaşama şansı var
mıdır? “İpi kopan tesbihim, / Dağılmış tane tane; / Acı ama, tesbihim / Hani
nerde imâme?”
Katoliklere göre
papa, Tanrı’nın temsilcisi ve vekîlidir, yanılmaz/mâsumdur, tek dinî
otoritedir. Hıristiyanlar, hatta papazlar papanın görüşlerinin kendi yorumu
olduğunu, dini ve dindarları bağlamadığını, onun hıristiyanlığa aykırı görüş ve
tavırları olabileceğini kesinlikle kabul edemez.
Türkiye düzeni, tüm
Türk vatandaşlarının atası kabul ettiği için, atasını sevmeme hakkını kimseye
vermez. Atatürk sevgisinden daha büyük sevgi olmaması gerektiğini, onun
ilkelerinin tartışılmaz doğru olduğunu bir akîde ve davranış biçimi olarak ilân
eder ve çeşitli âyinlerle bu tavır, İlköğretimin ilk sınıfından itibaren tüm
vatandaşlara uygulattırılmaya çalışılır. Düzene göre, onun hata yaptığı kabul
edilemez. Kimse Atatürk’ü eleştiremez, heykellerine yan gözle
bakamaz.
Halife, müslümanların
temsilcisi ve vekîlidir, Allah’ın değil. Yanılmaz/mâsum değildir. Her insan
gibi onun da hoşa gitmeyen özellikleri ve yanlış tavırları olabilir. Sıradan
bir müslüman bile onun Kur’an’a ve Sünnet’e ters davranışını eleştirebilir. O
da, herkes gibi dini anlamada ve uygulamada hata edebildiğinden, ümmet
bireylerinin de onu uyararak düzeltmeye çalışması hem hakkı, hem de görevidir.
Devlet başkanları papanın
ayağına giderler, papa onların makamlarına gitmez. Devlet yetkilileri ona
karışamadığı gibi açıktan eleştiremezler bile. Ama o istediği devletin istediği
uygulamasını istediği biçimde eleştirir, devlet politikasını tenkit eder. Hatta
Sovyetler Birliği ve Polonya örneklerinde olduğu gibi rejimlerin
değiştirilmesinde öncü ve etken olabilir. Papanın ikamet ettiği Vatikan
bağımsız devlettir. Son asrın ilk ve tek teokratik din devletidir. Evet,
İsrail’i ve bir ölçüde İran’ı saymazsanız dünyanın tek din devletidir Vatikan.
Bu devletin başkanı da papadır. Önce 1871 yılında papalıkla İtalya Krallığı
arasında yapılan bir antlaşma üzerine Vatikan’a sınırlı bir özerklik
tanınmıştı. Vatikan, bu antlaşmadan 58 yıl sonra ise tümüyle özerk ve bağımsız
devlet olmuştur. Vatikan din devleti 11 Şubat 1929 tarihli Laterano
antlaşmasıyla kurulmuştur. İtalya’nın Roma kentinde bulunan, 80 dönüm arazi
üzerine kurulu bu en küçük devletçik, nasıl dünyanın en güçlü devleti
olabilmektedir? Bin civarında bürokrat ve din adamına sahip Vatikan, 2500 de
işçisiyle toplam 4 bin civarındaki nüfusuna rağmen, sadece 900 milyon Katolik’i
değil, tüm dünyayı yönetmeye kalkar. Dünyanın en zengin devletlerinden biridir;
misyonerler, gönüllü ajanlar, sömürünün keşif kolları buradan beslenir. Vatikan’ın,
doğrudan veya dolaylı olarak sahibi olduğu, yönlendirdiği günlük, haftalık ve
aylık 200’ün üzerinde gazete ve dergi, 154 radyo istasyonu ve emisyonu, 49 TV
kanalı veya kablolu yayını bulunmaktadır. En ücrâ köşelere ve en az kullanılan
dillere kadar bu basın yayın kuruluşları 24 saat boyunca tüm dünyayı bir ağ
gibi sarıp kuşatmaktadır. Servetinin büyük kısmını ABD Merkez Bankası’nda tutan
Vatikan; Shell, General Motors, Betlehem Steel, General Electric gibi büyük
şirketlerde de büyük hisse sahibidir. Bir merkez bankası gibi çalışan Vatikan
Bankası’nın kontrolünde 3.7 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor. Mal varlığının
büyük kısmını altın rezervi olarak saklamayı tercih eden Vatikan, kâr ve
gelirleri hakkında bugüne kadar bir açıklama yapmaktan ısrarla kaçınmıştır.
Papa, en üst seviyede din adamı kabul edilen kardinaller tarafından seçilir.
Kardinal denilen bu piskoposları da papalar seçip atar. Bunların arasında kadın
râhibeler elbette yoktur. Tarihte kadın olduğunu gizleyerek papalığa kadar
yükselen biri çıkıp gayri meşrû çocuğunu halk arasında bir tören esnâsında
doğuruverince taşlanıp recmedilerek öldürülmüştür. Böyle bir sürprizle tekrar
karşılaşılmasın diye papalar testis muâyenesinden geçmek ve erkek olduklarını
kanıtlamak zorundadır. Halkın çoğunluğunun papalık seçimine katılması şöyle
dursun, sıradan kilise papazları ve râhiplerin bile katılması mümkün değildir.
Seçme ve seçilme hakkı, sadece yüksek derecedeki din adamlarına aittir. Bütün
bunlar demokrasiye aykırı kabul edilmez. Hatta, papanın son derece demokrat
olduğundan bahsedilebilmektedir. Kardinallerden oluşan heyet, kerâmet (boyalı
Türk basını buna yanlış olarak mûcize der) hikâyelerinin doğruluğunu
araştırarak ermiş olduğu iddia edilen bazı kişilere sint (aziz/evliyâ) unvanı
verir. Ölen son papanın henüz azizliği sözkonusu değildir.
Geleneksel
Müslümanlık anlayışında evliyâyı kimin seçip tespit ettiği bile belli değildir.
Âlimler kendi aralarında başkanlarını (halife) seçebilir. Kâğıt üzerinde kolay
sanılan bu çözümün önünde siyasî, sosyal ve psikolojik büyük engeller vardır.
Âlimlerin hangi vasıflara sahip olması gerektiği ve somut olarak kimlerin bu
sınıfa girdiğinde bile ittifakın olmadığı, seçilecek böyle bir otoritenin
egemen siyasîlerle ve siyasal düzenle ilişkileri kadar, âlimlerin önderliği ve
halifenin zarûrî bir ihtiyaç olduğu konusunda dahi dünya müslümanlarının
birleşemedikleri, 50 civarında etkisiz devletçiğe bölünen ümmetin her bir
ülkesinin başında tâğut vasfına sahip emperyalist Batı kuklalarının olduğu,
zâlimlerin emir ve hizmetindeki nice Bel’amların İslâm âlimi sanıldığı
unutulmamalıdır.
Papa sevgisi, Batı
Avrupa’daki halkı Katolik olan ülkelerde tüm kamu kuruluşlarında bayrakların
yarıya indirilmesi ve devlet başkanlarının cenaze törenine katılmasıyla kendini
gösterdi. Müslümanların başındaki yöneticilere her fırsatta laiklik ve dinî
ayrımın yapılmaması tavsiye ve hatta direktifleri yapan Batılı yöneticilerin bu
uygulamalarının laikliğe ters düşüp düşmediği bile sorgulanmadı. Bu, Batıyı ve
tarihini bilenler için sürpriz değildi; Çünkü Batılı, acıkınca tüm putlarını
yemekten çekinmezdi; onun çifte standartlarını görmemek mümkün değildi.
(Aslında laikliği anayasa maddeleri arasına koyan tek Avrupa ülkesi Fransa’dır;
diğer devletler resmen laik olmamalarına rağmen Hıristiyanlığın zararına
olmamak şartıyla laikliği genel olarak uygularlar). Papa, hükümetleri ve
çeşitli ülkelerin siyasetlerini dilediği gibi yönlendirebilme yetkisini
kendisinde gördüğü halde, Avrupa devletleri de bundan şikâyetçi olmamakta. Kimse
“papa dini siyasete niye âlet ediyor, etmesin; bu laiklikle bağdaşmaz” demiyor.
Halbuki Hıristiyanlık din ve dünya ayrımını kabul eder. Meşhur ifâde ile:
“Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya.” Tabii, Sezar’ın hakkı
nerede başlayıp nerede biter? Bunu da Sezar’lar tespit edeceğinden, Tanrı’ya
kalan hak, Sezar’ları rahatsız etmeyecek âyinler ve vicdânî kabullerden ibâret
olacaktır. Bu hüküm, Matta İncili, 23. Bap, 21. cümlede şöyle belirtilir: “İsa
onlara: Kayserin şeylerini Kaysere ve Allah’ın şeylerini Allah’a ödeyin, dedi.”
Müslümanların “İslâm
devleti” talep etmeleri bile yasak kabul edilirken, çağdaş Batı ülkeleri,
“teokratik din devleti” başkanının cenazesinde boy gösterme yarışına giriyor.
Laik cumhurbaşkanı dururken Erdoğan’ın hıristiyan usullerine göre yapılan ve 7
saat süren cenâze âyinine ve hem de bir din devletinin başkanının törenine
katılması düzen ve medya tarafından yakıştırılıyor, alkışlanıyordu. Bilmem,
size göre de yakıştı mı, yakışmadı mı? İslâm’ın dışa yansıyan tüm değerlerine
laiklik adına düşmanlık yapılırken, papanın cenâze töreninin yapıldığı 8
Nisan Cuma günü TC resmî yas günü kabul edip tüm resmî kurumlarda bayrakları
yarıya indirdi. Ama aynı devlet, tüm dünya müslümanlarının temsilcisi ve
sembolik de olsa lideri olan halifeyi sürgüne gönderip halifeliği de tarihe
gömmekten çekinmemişti. ABD başkanlarının her Ramazan yaptıkları ve kimsenin de
eleştirmediği bir uygulamayı yapmaya kalkanın başına nasıl dünyayı dar ettiler
bilirsiniz: Erbakan, müslüman cemaat önderlerine başbakanlıkta iftar verdiği
için postmodern darbeye muhâtap olmuştu. Konu papa, hıristiyanlık ve Batı
olunca laiklik filan hiçbir engel sözkonusu olmuyordu. Haydi anladık, bu ülke
İslâm ülkesi (dâru’l-İslâm) değil, ama sormazlar mı bu ülke hıristiyan ülkesi
ve bu rejim hıristiyan devleti mi diye? Hayır, sormazlar! Çünkü sorması
gerekenlerin soru taşlarını bile bağlamışlar, ama saldırganları salıvermişler.
Benim asıl merak ettiğim şey, papanın ölümü üzerine mecliste niçin âyin
yapılmadığıydı. Sahi, meselâ CHP böyle bir şey teklif etseydi, sanal iktidar
partisi reddeder miydi dersiniz? Berlusconi gibi başyakanın dostlarından birisi
kulağına fısıldasa, “Avrupa Kirliliğine girmenin yolu, Vatikan’dan geçer;
Kopenhaç kriterlerinin yazılı olmayan esaslarından biri budur. O yüzden yeni
papayı tebrik etmek için elini öpmeye ilk giden bakanların bu jestini papa ve
hıristiyan ülkeler unutmaz. Bu tavır, Türkiye’nin AB’ye girmemesi için baskı
yapması beklenen yeni papanın gönlünü çelecektir, hatta bir ilke imza atmış olur,
Nisan sonu bakanlar kurulunu Vatikan’da toplamış olursunuz. Hem, şimdi ABD’de
bulunan meşhur bir hoca efendi papayı makamında ziyaret etmek için nice
papazları devreye koymamış, iki sene de sıra beklememiş miydi?” demiş olsaydı
durum ne olurdu, dersiniz? Siz ne dersiniz bilmem ama, Kur’an, hıristiyan ve
yahûdilerin dinlerine (tümüyle) uyulmadığı müddetçe, onların başka din mensubu
birinden asla râzı olmayacaklarını ifade eder (2/Bakara, 120). Bu ülkede D.İ.B.
başkanı ölünce dünyanın, hatta Türkiye devletinin umurunda mıdır? Ya da
herhangi bir ülkedeki büyük din âliminin vefatı? Böyle bir durumda Türkiye’de
bayrakların yarıya indirilmesini teklif bile etmek mümkün müdür? Türkiye’de tüm
milletvekilleri birleşse dahi, değiştirilmesini teklif bile edemeyecekleri
devletin temel ilkelerinden birinin laiklik olduğu anayasada belirtilir.
Türkiye Devleti açısından laiklik sadece İslâm sözkonusu olunca devreye
girmektedir. Başörtüsü ve tesettür, râhibelere değil sadece müslümanlara yasak
kabul edilir. İzinsiz mescid açmak, vaaz ve eğitim vermek suçtur; ama
hıristiyanlar apartmanlarda izinsiz kiliseler açıyor, misyonerler özgürce
propaganda yapıyorlar. Onlara değil, sadece müslümanlara “mürteci/gerici,
yobaz” sıfat ve suçlamaları yapılır. Kamusal alana dinî kimlik ve simgelerle
çıkmak hıristiyanlar için değil, sadece müslümanlar için suçtur. Bu ve benzeri
tavırlar; derini, derin olmayanı ve tüm kurumlarıyla düzen açısından etkili ve
yetkili çevrelerin İslâm’la adı konulmamış savaşlarının göstergesidir (bkz.
4/Nisâ, 76). Milyonlarca çağdaş Batılı, papanın cenâze âyinine katılmak için
Vatikan’a akın ederken, Türkiye’de “Atatürk’ün cenaze namazı kılındı mı,
kılındıysa nerede ve nasıl kılındı?” diye soranlara (örnek olarak 1983’de bu
satırların yazarına ve 2003’de Hakan Albayrak’a) hapis cezası verilir. Dünyevî
talebi bulunmayan, içi tümüyle boşaltılmış, hıristiyanvari bir kimliğe
büründürülmüş; dünyayı Sezarlara, tiranlara, tâğutlara, laiklere, demokratlara
terk etmiş bir İslâm anlayışı, teori olarak topluma kabul ettirilmekte ve
pratikte gerçek dinin hâkim olmasına müsaade edilmemektedir. Câmileri kileseye,
Diyânet memuru imamları papaza, hayata bakışı hıristiyanlığa benzetilen bir
din... Böyle bir müslümanlık, Allah’ın dini olan İslâm değildir. Müslüman
çoğunluğa, azınlık gayri müslimler kadar özgürlük çok görülür. Kamuoyu pek
bilmez; ilk mecliste anayasa değişikliği tartışılırken, Türkiye Cumhuriyetinin
resmî dininin hıristiyanlık olması gerektiği birinci cumhurbaşkanının isteği
ile tartışılırken Kâzım Karabekir’in kesin ve sert tavrı ile bu konu gündeme
alınmaktan vazgeçildi (Sebil Gazetesi, sayı 1, 2 Ocak 1976, sayfa 2-3).
İslâm’a göre laiklik,
çok dinlilik demektir. Camide ibâdet edilen ilâh başka; sokakta, okulda, işte,
mahkemede hâkimiyeti kabul edilen ilâh başka olsun, Tevhid dini İslâm bunu hiç
kabul eder mi? Siyâseti ibâdet, ibâdeti siyâset olan bir dindir İslâm. Tek Hak
Dini devletten ayırdığınızda devlet dinsiz; devleti dinden ayırdığınızda din,
devletsiz ve güçsüz olur. Dinle devlet, etle kemik gibidir. Devlet, vücut ise,
din de o vücudun canıdır, ruhudur. Bu ikisini birbirinden ayırmak,
insanı/insanlığı katletmektir, cinâyettir.
Papa, baba demektir.
Papa, Yunanca “baba” anlamına gelir. İlk zamanlarda bütün piskoposlara papa
denilirdi, sonra bunların sadece liderlerine denmeye başlandı. Arapçada “pe”
harfinin olmaması sebebiyle Araplar da papa ve papazlara “baba” der. Sadece
papa değil, tüm papazlar da hıristiyanlarca “baba” kabul edilir. Zaten papaz
kelimesi de papa sözcüğünden bozmadır. Papa ve papaza “father” (baba) der
Hıristiyanlar. Tanrı’ya da hıristiyanlar “The father” (Baba) derler. Bu
adlandırma bile din adamlarını tanrılaştırmalarını açıklamaya yeter; aynı
zamanda kendilerini de “Tanrının çocuğu” kabul ettiklerini. “Yahûdiler ve
hıristiyanlar: ‘Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz’ derler. De ki:
‘Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor?...” (5/Mâide, 18).
24 Nisan’da göreve başlayan 265. papanın, “Avrupa’nın babası” anlamına gelen
Benedict, (Fransızcası Benoit) adını seçmesi de ilginçtir.
Atatürk de
Türk’ün/Türklerin atası demektir. Tabii, ondan önce doğan Türklerin
atasının/babasının kim olduğu sorusu ortada kalır; nice soruların ve cevapların
ortada kaldığı gibi.
İslâm, atalar dinini
eleştirir; müşriklerin putperestlik ve şirklerinin temel gerekçelerinin
“atalarının yoluna uymaları” olduğunu belirtir. Küfrün önderlerine “ata/baba”
lakapları takar. Sözgelimi asıl adı Amr bin Hişam el-Muğîra olan azılı İslâm
düşmanı şahsın adını Ebû Cehil (Câhillerin, câhiliyyenin atası/babası) diye
dillendirir. Asıl adı Abdul’uzza olan ve Hz. Peygamber’in amcası olduğu halde
İslâm düşmanlarının başında gelen şahsa Ebû Leheb (Alevin atası,
cehennemliklerin babası) unvanını Kur’an (111/Tebbet, 1) verir. Kur’an, soyu kesik,
evlâdı olmayan veya kısa bir süre sonra nesli kesilecek olan “ebter” kimselere
de Ebû Leheb örneğinde görüldüğü gibi “baba” lakabı takar. Nice baba/ata
lakaplı kişinin çocuksuz olduğunu, kimsenin gerçekte babası olmayan ebter
tiplerin baba adını ve rolünü çok sevdiklerini görüyoruz; Demirel örneğinde
olduğu gibi. Mafya babalarının ve benzeri babaları da hatırlamak uygun olur.
Ayrıca İslâm, kendi babası dışında başkalarına baba demeyi, başkasına babalık
isnâd etmeyi günah sayar; hadis-i şerif bu durumu kesin bir ifâde ile yasaklar.
"Onlara (müşriklere): 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman
onlar: 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler. Ya
ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler? (Hidâyet çağrısına
kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten
hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağır, dilsiz ve kördür. Bu sebeple,
düşünmezler." (2/Bakara, 170-171). İnkârcıların durumu böyle iken
Rabbimiz kitabında iman edenlere hitap ederek kesin ve net bir dille onları
uyarmış; değil câhilî kültürü ve atalarını taklid etme... yanlış üzere olan en
yakınları, öz babaları ve kardeşlerini dahi velî (dost ve yönetici)
edinmemelerini istemiştir (9/Tevbe, 23). Ataların yolu, babalardan dedelerden
devralınan din anlayışı, Kur’an ve Sünnet’e ters, hurâfe ve uydurmalarla,
yanlışlarla dolu olabilir. Sırf babaların yolu diye, onların anlayışı diye
bunları savunmak, bunları hak ve hakikat gibi görmek ataları kutsallaştırıp
putlaştırmak, onları Allah’a ortak koşmak demektir. Bu problem, sadece eski
câhiliyyenin problemi değildir; her dönemde ve her yerde izlerini devam ettiren
bâtıl bir anlayıştır. Bu anlayış, bazen ecdâdı yüceltmekle, ırkçılıkla, tarihi kutsallaştırmakla
ortaya çıkar; bazen gelenek, görenek, örf-âdet ve körü körüne taklitçilikle
kendini gösterir; “ele güne karşı”, “başkaları ne der?”, “ben bu yaşa geldim,
bunları duymadım, dolayısıyla bu yanlıştır”, “senin yaşın kaç? Sen ne
bilirsin?”, “biz hocalarımızdan, babalarımızdan böyle gördük, böyle duyduk; o
yüzden doğrusu budur” gibi ifâdelerle ortaya çıkar; bütün bunlar hurâfe ve
bâtıl inanışlar, câhiliyye mantığı olarak değerlendirilmelidir. Eski câhiliyye
döneminde tevhidî çağrının önündeki en önemli itirazın bu anlayış olduğu gibi,
günümüz modern câhiliyyesinde de de durum farklı değildir. Günümüzde şuurlu
müslüman gençlerin sırât-ı müstakîm çizgisinde sahih İslâm’ı anlayıp inanarak
yaşamalarının önündeki engellerden, belki de en büyüklerinden biri bu “atalar
yolu” anlayışıdır. "Onlara, 'Allah'ın indirdiğine ve Rasûl'e gelin'
denildiği vakit, 'babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter' derler.
Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de
mi?" (5/Mâide, 104) “Andolsun Biz, daha önce İbrâhim’e de hidâyet,
dürüstlük ve bilgi gücü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve
kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller nedir böyle?’
demişti. Dediler ki: ‘Biz, babalarımızı bunlara tapar kimseler olarak bulduk.’
‘Doğrusu, dedi, siz ve babalarınız, açık bir sapıklık içindeymişsiniz.” (21/Enbiyâ,
51-54)
Muharref
hıristiyanlığın, dört farklı kitaba ayrılmış ve atmalarla, katmalarla
değiştirilmiş İncillerin temel sorulara cevap veremeyip kendini tatmin
etmediğini görerek dinden soğuyan modern Batı insanı, yine de hıristiyanlığa
karşı çok yumuşak ve hoşgörülüdür, en azından saygılıdır, düşman değildir. Farklı
ülkelerdeki Batılıları birleştiren Haç (Haçlı Seferleri örneğinde olduğu gibi)
sadece tarihe ait birleştirici bir unsur değildir. Modern dünyada da kilise,
haç, papa(z), vaftiz, noel vb. sadece hıristiyanlık sembolleri Batılı insanları
birleştirebiliyor. Yeni papa yalnız değildir; Avrupa Birliği’nin hıristiyan
birliği olduğunu haykırma konusunda. Vâkıa tam onların dediği gibi değilse de,
ümit ve beklenti kabilinden bu vurguyu yapma ihtiyacı hisseder çoğu Batılı.
Çünkü Batıyı Batı yapan üç temel öge vardır: Eski Yunan ve Atina’dan miras
kalan demokratik felsefî dünya görüşü, aydınlanmacılık da denen pozitivist
bilimcilik ve hıristiyanlık. Bunlardan biri eksik olursa ortada Batı ve Batılı
diye bir şey kalmaz.
Türkiye’de ise,
halkın farklı milliyetçilik (daha doğrusu ulusalcılık) anlayışları sözkonusu
olmasına rağmen, devlet tek bir milliyetçiliği esas alır: Atatürk
milliyetçiliği, yani Kemalizm. Hıristiyanların inanç esasları, müslümanların
âmentüsü olur da Kemalistlerin özel âmentüsü olmaz mı? Bu âmentülerden bir-iki
örnek verelim: Türkün Âmentüsü: “Türküm: Dinimi tanırım. Mezhebim: Cumhuriyet /
Kitabım: Kanundur. Buna vicdanla, inandım. / Kâbemiz: Ankara. Peygamberimiz:
Gazi Kemal, / Kalben ona biat ederek bin canla, inandım…” (Raif Necdet, Türkün
Âmentüsü, Sebil, no 22, 28 Nisan 1978, s. 11). 1928 Ağustos’unda basılan Türkün
Yeni Âmentüsü de şöyle başlar: “Kahramanlığın örneği olan ve vatanın
istiklâlini yoktan var eden Mustafa Kemal’e, onun cengâver ordusuna, yüce
kanunlarına ve Türkiye için âhiret günü olmadığına iman ederim…” (bkz.
Kemalist İnkılâbın Anatomisi, Sebil 9 Ocak 1976, s. 4-5). Bir başka âmentü de
şöyledir: Kemalizmin Andı ve Âmentüsü: “Kemalizm, Müslümanlık dininin özü ve
ışığıdır. Kemalizmin prensipleri, Kur’an’ı Türkçeleştirdiği, tasfiye ettiği,
İslâm dininin esaslarını öz dilimizle açıkladığı için kutsaldır. Din, kanun,
parti her şey vatan içindir.” (Osman Nuri Çerman, Dinimizde Reform: Kemalizm
dergisi, Aralık 1957, sayı 1, s. 1-3 vd.)
“Beşerin böyle
dalâletleri var / Putunu kendi yapar, kendi tapar!” “Gerçekten bu, bir tek
ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise (sadece)
Bana kulluk/ibâdet edin.” (21/Enbiyâ, 92) “Mü’minler ancak kardeştir.
Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki, merhamete
erişesiniz.” (49/Hucurât, 10) “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a,
Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın…” (3/Âl-i İmrân, 103) Anıiniz“O
(Allah), gerek bundan önce (ki kitaplarda), gerekse bunda (Kur’an’da) size
‘müslümanlar’ adını verdi…” (22/Hacc, 78) “Allah yanında hak din
(sadece) İslâm’dır…” (3/Âl-i İmrân, 19)
Hıristiyanlıkta; Hz.
İsa, bilginler ve râhipler tanrılaştırılır (9/Tevbe, 31). Râhiplerinin
lideri olan papayı da Tanrı’nın vekili sayarlar. Onun görüşü Tanrı’nın görüşü
kabul edilir. Papa; günahları bağışlar, haram ve helâlleri belirler. Câhiliyye
döneminde cömertliğiyle çok meşhur Hâtem’in, Hıristiyan olarak Bizans
topraklarına yerleşen oğlu Adiy, üzerinde haç bulunan kolyesi boynunda olduğu
halde Medine’ye gelip Rasûlullah’ın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti
okuyordu: “Onlar (hıristiyanlar), Allah’ı bırakıp bilginlerini ve
râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar,
tek olan bir İlâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan
başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” (9/Tevbe,
31). Adiy: “Yâ Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar,
onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Onlara
haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy:
“Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir.” (Tirmizî,
Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292) “Gerçekten ‘Allah, Meryem oğlu Mesih’in
kendisidir’ diyenler, andolsun ki kâfir olmuşlardır. De ki: ‘O halde Allah,
Meryem oğlu Mesih’i, anası (Meryem’i) ve yeryüzünde bulunanların hepsini
öldürmek isterse, Allah’a karşı kimin elinden bir şey gelir?” (5/Mâide, 17)
“Meryem oğlu Mesih (İsa) gerçekten Allah’tır’ diyenler, andolsun kâfir
olmuşlardır. Halbuki Mesih (şöyle) demişti: ‘Ey İsrâiloğulları, benim de
Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. Bilin ki kim Allah’a
şirk/ortak koşarsa, hiç şüphesiz Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri
ateştir ve zâlimler için yardımcılar da yoktur.” (5/Mâide, 72) “Andolsun
‘Allah üçün üçüncüsüdür (üç tanrının biridir)’ diyenler kâfir olmuştur. Halbuki
bir tek ilâhtan başka hiçbir ilâh/tanrı yoktur. Eğer diyegeldikleri (bu sözden)
vazgeçmezlerse içlerinden o kâfir olanlara çok acıklı bir azap vardır.”
(5/Mâide, 73) “De ki: ‘Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müsâvi/anlamı
eşit (ve âdil) bir kelimeye gelin, (şöyle diyerek): ‘Allah’tan başkasına
tapmayalım; O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım
ve Allah’ı bırakıp da kimimiz, kimimizi
rabler edinip ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse işte o zaman
deyin ki: ‘Şâhid olun, biz muhakkak müslümanlarız.” (3/Âl-i İmrân, 64) "Yuh
olsun size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Siz, aklınızı kullanmaz mısınız?"
(21/Enbiyâ, 67)
Laik olduğunu iddia
eden T.C., bu açıdan bakılırsa aslında Kemalist bir teokrasidir. Devletin resmî
lügatinde bu ilan edilir: 1948’de basılan Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğüne
göz atılırsa sadece devletin değil, tüm Türklerin de dini Kemalizm’dir. Bu
resmî sözlüğe göre; “Kemalizm: Türklerin dini”dir. Haydi öyle ise laiklik
adına Atatürkçülüğü -ki din olduğunu kendileri belirtiyor- devletten ayırsanız
ya! Hani ilkelere göre türbeleri ziyaret gericilikti? En büyük anıt mezarı onun
için yapıp mezar ziyareti devlet töreni, dinî âyin haline getirilmedi mi?
Edip Ayel, Atatürk'e
şöyle dalkavuklukta bulunuyordu: “Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe /
Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe. / Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi
doldun / Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun. / Tutsak seni lâyık, yüce
Tanrı'yla müsâvi / Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî / Ölmez bize
cennetlerin ufkundan inen ses / İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!” Edip
Ayel'in bu kükremesinden sonra bir tereddüt belirdi: Atatürk, yeni Kemalizm
dininin Tanrısı mı olmalıydı; peygamberi mi? Cumhuriyet devri şairlerinin bir
büyük bölümü, Atatürk'e kıyamadılar. Onun üstünde de, altında da hiçbir gücün,
hiçbir varlığın bulunmasına tahammül edemediler. Bu bakımdan, Atatürk'e hem
Tanrı, hem de peygamber diye seslenerek kendilerinden geçtiler. Behçet Kemal
de, Atatürk’ü tanrılaştıranlardan biriydi. O şöyle diyordu: “Kaç yıldır
Türkçe'ydi Tanrı'nın dili / İnsana ne ilâh, ne de sevgili / Ne de ana-baba
aratıyordu / Her an yaratıyor, yaratıyordu.” Halil Bedii Yönetken şöyle
bağırıyordu: “Tanrı gibi görünüyor her yerde / Topraklarda, denizlerde,
göklerde / Gönül tapar, kendisinden geçer de / Hangi yana göz bakarsa:
Atatürk.” Faruk Nafiz Çamlıbel: “On milyon bel, iki kat olmuşken eğilmeden /
O'nda on beş milyonun boyu birden uzaldı. / Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir
bilmeden / Taptığımız ne varsa, hepsi ondan şekil aldı.” 1938 yılında yazdığı
başka bir şiirinde ise putunu açıklar: “Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda
değil / Kanlı bir göz yaşı nehrinde muazzam tabutun / Ey ilâhın yüce dâvetlisi,
göklerden eğil / Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!” Yusuf Ziya
Ortaç: “Topladı avucunda yıldırımı, şimşeği / Yoktan var ediyordu tanrı gibi
her şeyi.” Nurettin Artam, kula kulluğunu şöyle höykürür: “Koca bir güneşin
akşam olmadan / Dağların ardında sönüşü gibi / Millete can veren, vatan yaratan
/ Tanrının göklere dönüşü gibi. / Her zaman ırkıma büyük Baş Atam / Tanrılaş
gönlümde, tanrılaş Atam!” Vasfi Mahir Kocatürk: “Peygamber, tanrısına duymadı
bu hasreti / Vermedi bu kudreti tanrı, peygamberine.” İlhami Bekir: “İlk adam,
mavi gözlerle baktı toprağa / Toprağın haritasını çizdi bayrağa / Allah değil,
o yazdı alın yazımızı.” Kemalizm dininin dindarları, imanın altı şartı olan
İslâm âmentüsü karşısına, Kemalizm'in yeni âmentüsünü çıkardılar. Bazı devlet
kuruluşlarında bastırıp dağıttıkları bu devrimci(!) âmentüyü şöyle yazarak ilân
ettiler: "Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var eden
Mustafa Kemal'e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücâhit analarına ve
Türkiye için âhiret günü olmayacağına iman ederim." (Bu ve benzeri
örnekler için bkz. Yavuz Bülent Bakiler, İslâmiyat cilt 3, sayı 3, Temmuz-Eylül
2000). Yazmazlar yazar, soytarılar şair olmuştu; kaside okuyup meddahlık
yapanlara ulûfeler dağıtılıyordu ya, bu kemiklerden nasiplenmek isteyen itler
ha bire hırlıyordu. Şair geçinen başka birileri şöyle yalakalık yapıyordu:
“Türk’e bir hayır gelmez, Arap felsefesinden, / Gazi bize bir din ver, Türk’ün
öz nefesinden.”; “İşte diz üstü geldim, gözlerim dolu dolu. / Rabb kulu olsun
eller, bizler Gazi’nin kulu. / Cemâlini vaad etsin Tanrı başka kullara, / İşte
karşımızdadır şimdiden o manzara.”
Bu örnekler kadar
putperestlik kokmasa da, müslümanlar açısından daha az zararlı olmadığı kesin
olan Harun Yahya’nın kitaplarına yansıyan Atatürk sevgisi de unutulmamalıdır.
Nice müslüman halkın severek okuduğu Harun Yahya, Atatürk’ü göklere çıkaran on
civarında kitabıyla, öyle anlaşılıyor ki, takıyye yapmıyor, basbayağı
Atatürkçülük’teki samiyetini dosta-düşmana haykırıyor. İşte kitaplarından
bazıları: “Samimi Bir Dindar Atatürk” (Kültür Y., İst. 2002). Atatürk’ün ne
kadar takvâlı bir müslüman olduğu, gündüzleri sâim, geceleri kaim; yani devamlı
oruçlu, geceleri nâfile ibâdetle geçiren samimi bir dindar olduğu, içki gibi
haramlardan nasıl kaçındığı, kurduğu devletin ne kadar dinî bir devlet olduğu…
anlatılıyor olmalı kitapta. Öyle ya, samimi bir dindar böyle biri olmalı. Böyle
bir Atatürk’ü elbette her müslüman sevmek zorundadır, değil mi? Diğer bir
kitabı: “Atatürk’ü İyi Anlamak” (Kültür Y., 2002). Zâten ne kadar aksayan
durumumuz varsa o da Atatürk’ü iyi anla(ya)madığımız için başımıza geliyor
demek ki, iyi anlayalım da dünyada ve âhirette kurtulalım; sağ olasın Harun
Yahya. Bir başka kitabı: “Gerçek Atatürkçülük” (Kültür Y., İst. 2001). Tabii ki
yetmez; müslüman halk Atatürk’ün vatan ve millet sevgisini de çok iyi
anlamalıdır. Harun Yahya bu boşluğu da doldurur: “Atatürk’ün Vatan ve Millet
Sevgisi, Ne Mutlu Türküm Diyene!” (Araştırma Y., 2002). Bu konuda başka
kitaplar da yazılmalı, Müslümanlardan hâlâ Atatürk’ü sevmeyenler varsa,
sevdirmeli diye düşünüyor olmalı ki yazar, devam eder kitaplarına: “Atatürk ve
Gençlik” (Araştırma Y., 2002). Atatürk’ün askerî dehâsı yazılmazsa olur mu ya:
“Asker Atatürk” (Kültür Y., İst. 2002). Atatürk’ü iyi anlayan, onun ne kadar
samimi dindar olduğunu kavrayan insan, tabii ki, onun kurduğu düzene/devlete de
bağlı olmalı. Onu da unutmamış yazar, müslümanları Atatürk’ün kurduğu devlete
bağlılığa dâvet eder; ve döktürür hikmetleri(!): “Devlete Bağlılığın Önemi”
Vural Y., İst. 2000. Kitabın ismi her şeyi anlatmaya yetmiyor mu? Bu kitaplarla
da hızını alamayan Harun Yahya, koca bir ansiklopedi yazmaya da ihtiyaç duymuş:
“Atatürk Ansiklopedisi” (2 cilt, Araştırma Y.). Anlaşılıyor ki, bu tür
kitapların devamı da gelecek.
1980 sonrası Ahmet
Gürtaş’la başlayan Atatürk’ü samimi dindar gösterip müslümanlara sevdirme
gayreti, Yaşar Nuri gibi bir-iki modernist akademisyenle sınırlı kalıyordu.
Atatürk ve Din Eğitimi (DİB Y., Ank. 1982) adlı kitabı, A.Gürtaş’a Diyanet
İşleri Başkanlığında üst seviyede bir koltuk kazandırıyordu, ama ona ve onun
gibilere neler kaybettirdiğini görmek için herhalde âhireti beklemek
gerekiyor.
İslâm tevhid dinidir.
Tevhid, “Lâ ilâhe illâllah” ifâdesiyle özetlenir. Allah’tan başka ilâh, yani
mutlak otorite, egemenlik kaynağı, ibâdete lâyık zât yoktur; En çok sevilen,
korkulan, umut edilen O’dur. Tevhide rağmen, hiçbir şahsın ve kurumun
değeri yoktur. Dostluk ve düşmanlıkta ölçü, Allah ve Rasûlüdür; İslâm’dır.
Allah sevgisine eş bir sevginin endâd/şirk olduğunu bilir müslüman (2/Bakara,
165). Bırakın herhangi bir âlim veya halifeyi, bir peygamberi bile aşırı övüp
aşırı sevmek, onu putlaştırmaya götürür ve İslâm bunu kesinlikle yasaklar.
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı
övdükleri gibi beni övmeyin. Yalnız, ‘Allah’ın kulu ve rasûlüdür’ deyin.” (Buhârî,
Enbiyâ 48)
Katolik Hıristiyanlar
için en kutsal yer, Tanrı’nın vekili papanın yaşadığı Vatikan’dır. Hatta Hz.
İsa’nın doğduğu ve yaşadığı yerler olan Filistin toprakları bile Vatikan’ın
yerini tutamaz.
Türkiye devleti için
en kutsal yer Anıtkabir’dir. Sonra Çankaya ve demokrasinin mâbedi Meclis gelir.
Kemalettin Kamu, kendisine milletvekilliği getiren, kalabalıklar önünde
okuduğu şiirinde aynen şöyle diyordu: “Çankaya; / Burada erdi Mûsâ / Burada
uçtu İsa / Bülbül burada varsa / Hürriyet için öter. / Ne örümcek, ne yosun /
Ne mûcize, ne füsun... / Kâbe Arab'ın olsun / Çankaya bize yeter.”
İslâm açısından en
kutsal mekân Kâbe’dir. Çünkü orası sırf Allah rızâsı ve O’na ibâdet için
yapılmış ilk beyt (ev, câmi)dir. Müslümanlar için kıble yeri ve tüm dünya
müslümanlarının her sene ibâdet için gelip İslâm’ın esaslarından biri olan
haccettikleri ve aralarında kongre yaparak fikir alışverişinde bulundukları en
muhteşem bir mekândır Kâbe.
1962-1965 yılları
arasında yapılan ve katılım açısından hıristiyanlık tarihinin en büyük konsili
olan 2. Vatikan Konsilinde alınan birkaç karar ve vurgudan biri, hıristiyan
olmayan gruplarla diyalogun önemidir. İslâm’a ve Türklere sıfır toleransıyla
meşhur olan yeni papanın papalığa seçildikten sonra ilk mesajında “diğer
dinlerle diyalogun önemini” vurgulaması da dikkat çekicidir. Çünkü bu
diyaloglar hıristiyanlığın propagandası ve başka din mensupları tarafından
misyonerliğin önüne konabilecek engellerin kaldırılması gibi yönlerden
hıristiyanlık için çok önemlidir. Meselenin hem teorik ve hem pratik açıdan bu
vehâmetini görmezden gelen bazı çevreler müslüman-hıristiyan diyalogu oltasına
takılır, diğer (b)alıkların da yem olmasına zemin hazırlar. Aynı çevrelerin
hoca efendisi, onca uğraşlardan sonra yarım saatlik bir randevu alıp papanın
ayağına giderek ona hediyeler sunmuştu. Bu tavır, diğer cemaatler tarafından
kuşkuyla ve soru işaretleriyle karşılansa da, kendi cemaat çevresi tarafından
“büyük başarı” olarak sunulabilmiştir. Bu görüşmeden kısa bir süre sonra da, bu
diyalog toplantılarının aynı çevre tarafından başlatılması ve giderek
gelenekselleştirilmesi düşündürücüdür. Dünya müslüman cemaatleriyle diyalog
ihtiyacı hissetmeyen, hatta kendi ülkesindeki değişik cemaatleri yok sayıp
görmezden gelen bir ekolün hıristiyanları hoşgörü şemsiyesi altına alması
düşündürücüdür. İsrail siyonist devleti için de aynı hoşgörüde bulunulduğu
biliniyor ve aynı zât, öldürülen İsrail’li çocuk için nasıl üzülüp ağladığını
vaazlarında gözyaşlarıyla anlatırken, nedense Filistin’li çocukların her gün
tanklar, toplar ve kurşunlarla ezildiği unutuluveriyordu. Tabii, bu yaklaşım,
papanın ölümü üzerine neredeyse sümüğünü çeke çeke ağlayan ve ona rahmet
okumaya kalkan bazı yazar ve politikacıları beraberinde getiriyordu. Mümkün ki
arkasından Fâtiha’lar okuyup Yâsin’ler indirenler de olmuştur, anıtkabir
ziyâretinde bulunan kimilerinin yaptığı gibi. Zâten kimse yadırgamadı mâtem
yaparak bayrakları yarıya indiren düzen ile yelkenleri suya indiren medyayı.
Batıdaki basından çok daha fazla Türk medyasında yer aldı papa haberleri.
Çarşafa karşı olduğunu her fırsatta ilân eden medyada çarşaf çarşaf papa
haberleri, kraldan fazla kralcılık, hıristiyandan daha fazla papa severlik göze
çarpıyordu. Demek ki İslâm’a tavır alanların din duygusuna yönelik ihtiyacı
böyle tatmin oluyordu.
"(Kâfir
olarak ölüp) Cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba
dahi olsalar, (Allah'a) şirk/ortak koşanlar için af dilemek, ne peygambere
yaraşır, ne de iman edenlere. İbrâhim'in, babası için af dilemesi, sadece ona
verdiği sözden dolayı idi. Ne var ki, onun Allah'ın düşmanı olduğu kendisine
belli olunca, ondan uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrâhim evvâh (başkalarına çok
üzülüp âh eden, bağrı yanık, sabırlı) ve halîm (çok yumuşak huylu) idi." (9/Tevbe, 113-114). Tanrılaştırılıp
Allah’a şirk koşulan (bkz. 9/Tevbe, 31) birini makamında ziyâret etmenin,
hıristiyan misyonerlerinin işlerini kolaylaştıran “diyalog”culuğun, bir başka
dinin âyinine (ibâdetine) katılmanın, kâfirleri ve müşrikleri dost kabul
etmenin, onlara rahmet okumanın hükmünü merak edenler herhangi bir akaid ve
fıkıh kitabından kolaylıkla öğrenebilirler. Zaten Kur’an bu konularda temel
çerçeveyi ve kırmızı çizgileri, tartışmaya yer bırakmayacak şekilde
belirtir.
Bilenlere hatırlatma,
bilmeyenlere araştırmaları için ev ödevi olsun: Hz. Peygamber’in, Hicran
hıristiyanlarıyla görüşmesi, nerede ve hangi esaslar üzerinde vuku bulmuştu?
Kim kime neyi tebliğ etti, mülâaneyi kim ve niçin teklif etti? Rasûlullah’ın, o
devirdeki papanın ölümü üzerine cenâzesine karşı herhangi bir tavrı olmuş
muydu? O’nun özel eğitiminden geçmiş dört büyük halifesi, kendi dönemlerindeki
papayla görüşmek için ayağına gitme veya cenâzelerine katılma ihtiyacı duydu
mu? Peki, papalar ve papazlar Hz. Peygamber’in cenâzesine iştirak ettiler mi?
Hz. Ebû Bekir’in, Ömer’in? Ya da herhangi bir halifeyi ziyaret için ayağına
gelen papa var mıdır? Peki, halifeliği kâğıt üzerinde kalsa da, sembolik önemi
ve birleştirici fonksiyonu büyük olan son halife Vahdettin’in İstanbul’dan
sonraki garip ve zavallı şekilde ikameti, başına gelenler ve birkaç müslümanın
iştirâkiyle kılınan cenâze namazı, cenâzesinin bile ülkeye getirilmesine izin
verilmeyişi…
Papa, 2 Nisan’da öldüğü
ve yeni papa da 19 Nisan gecesi seçilebildiğine ve 265. papanın 24 Nisan’da
görevine başladığına göre, haftalar boyunca papasız yaşadı Katolik dünyası.
Demek ki papasız da olabiliyor ve eksikliği hiç duyulmuyormuş. Aynı durum, Hz.
İsa için de sözkonusudur. Aynı hıristiyan dünyasına göre “Tanrı oğlu Tanrı”
olduğu halde, üç buçuk yahûdinin elinden kurtulamayıp çarmıha gerilerek
öldüğüne inanılan İsa (a.s.), İncillere göre üç gün(!?) sonra mezarından kalkıp
dirildiğine ve göğe çıkıp Babasının sağ yanına oturup beraberce dünyayı
yönettiklerine göre, İsa olmadan da dünya yönetiliyormuş, Tanrı İsa’nın
eksikliği hissedilmiyormuş. Tanrı, doğar mı, ölür mü diye sormaz hıristiyan.
Bütün bunlar müşriklerin yüzlerce probleminden sadece bir-ikisi. “De ki: O,
Allah birdir. Allah sameddir (hiçbir şeye muhtaç değildir). O doğurmamıştır
(baba değildir) ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’na eş ve denk değildir.” (112/İhlâs,
1-4) “Eğer onlar (yahûdiler ve hıristiyanlar) da sizin iman ettiğiniz gibi
inanırlarsa hidâyeti/doğru yolu bulmuş olurlar; dönerlerse mutlaka anlaşmazlık
içine düşerler. Onlara karşı Allah sana yeter. O, işitendir, bilendir.” (2/Bakara,
137)
Bilindiği gibi dinler
üç sınıfa ayrılır: Muharref (tahrife uğrayıp bozulmuş) dinler, Bâtıl (bazı
insanların kendi kafalarından/hevâlarından uydurdukları, uydurma) dinler ve Hak
Din. Papa severler, ata severler ve halife severler açısından
değerlendirdiğimizde hıristiyanlık birinci gruba, Kemalizm ikinci gruba örnek
olduğu gibi, İslâm da Hak dinin tek temsilcisidir. Liderlik konusu gibi
bazılarınca ayrıntı sayılabilecek hususla ilgili bu üç ayrı dinin hayata nasıl
baktığını özetle değerlendirmiş olduk.
Osmanlı’nın tarih
sahnesine çekileceğinin anlaşılmasıyla birlikte aydınlar üç ayrı gruba
ayrılmışlardı. Batıcılar, Türkçüler, İslâmcılar. Batıcılar, Tanzimat’tan beri
ele geçirdikleri egemenliği Türkçülerle (ulusalcılarla) uzlaşarak devletçi
çizgi haline getirdiler. Sağcısı, solcusu, muhâfazakârı, demokratı, laiki, hep
Atatürkçü ve Batıcı çizginin farklı tonlarını oluşturdular. İslâm’cılık mı?! O
başlı başına bir âlem…
Papa severler, ata
severler ve halife severler: Gücün ve özgürlüğün şimdiye kadar kimlere âit
olduğu, bu üç gruptan hangilerinin seslerinin gür çıktığından kolaylıkla
anlaşılabilir. Ama, biz “lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh (güç ve kuvvet
ancak Allah’a âittir)” der ve buna inanırız.