MODERN İSLAM DÜŞÜNCESİ
ÜZERİNE
ALTINOLUK - Mart 1998
Altınoluk: İslâm içerisinde Modernist çizgi deyince neyi anlamak
lâzım, isterseniz buradan başlayalım.
E.S: İslam dünyasında tarihin muhtelif dönemlerinde
fikrî ve toplumsal anlamda bir takım inkıta dönemleri var. (Felsefe ve
tercüme hareketleri ve) Moğol istilası vb. gibi. Bu inkıta dönemlerinin
her birinden sonra İslam Ümmeti sahip olduğu dinamikler sayesinde
yeniden toparlandı; yeniden selefî anlamda İslamî öze dönüşü
hedefleyerek, bunu kısmen tarihî süreç içerisinde gerçekleştirdi. Fakat
İslam dünyası tüm bu fetret dönemlerinin sonunda ve belki de son ve en
önemli ayağı olarak modern zamanların getirdiği bir retorikle
karşılaştı. Bu, aynı zamana İslam dünyasının fikrî, siyasî, ekonomik,
askerî anlamda ve hayatın her alanında Batı karşısında zayıfladığı bir
döneme tekabül ediyordu. Fakat, çok enteresandır; İslam dünyasının
tarihte gerçekleştirdiği "Selef'e dönüş, "öze dönüş, "Sadr-ı İslam'a
dönüş" hareketi modern zamanlarda bir türlü kendini gösteremedi. Bunda
Batı'da geliştirdiler, modern zamanların teknikleri, ilmî faaliyetleri,
bilinç süreçleri çok etkin bir rol oynadı. Çünkü artık Müslümanlar,
"Neden Sadr-ı İslam'a dönmeliyiz?" sorusunu da sormaya başladılar. O
zaman (tarihte) bu soru sorulmuyordu. "İdeal İslam orasıdır, oraya
dönmeliyiz" deniyordu. Ama bugün, daha doğrusu bizim, Modernite'yle
başlayan serüvenimiz, bu anlayışı da sorgulayarak başladı. "Neden Sadr-ı
İslam?" "Neden Asr-ı Saadet?"
İslam dünyasının yaşadığı ekonomik ve sosyal
zaafiyetler, belki siyasî karmaşalar, dünyanın yaşadığı konjonktür,
İslam dünyasını, İslam'ı sorgulamak gibi bir konuma getirdi. Bunda
klasik oryantalist hareketin rolü çok büyük. Aynı zamanda Müslümanlar'ın
kendi dinamiklerinden haberdar olamamalarının ve bu dinamikleri sağlıklı
bir şekilde işletebilen otoritelerden yoksun bulunmalarının getirdiği
çok büyük bir dezavantaj da var.
Yani tarihte bir Mu'tezile hareketi var idiyse, bunun
karşısında el-Hasanü'l-Basrî var idi, veyahut İmam el-Eş'arî, İmam
el-Mâturîdî var idi. Dengelemek kolay oluyordu o zaman. Yahut bir
Felsefe hareketi vardı, ama bu Felsefe hareketinin karşısında bir
el-Gazzâlî vardı.
Bugün topyekün bir fikrî tasallut ve taarruz
karşısındaki İslam dünyası kendini gerçekleştirebilecek bu tür
otoritelerden mahrum bulunuyor. Dolayısıyla İslam dünyası, klasik
Oryantalizm'in dayattığı soruları sorgulayamadı. Yani "Niye bu soruları
sormalıyız?" sorusunu soramadı. Böyle olunca da o soruları bir "fenomen"
olarak kabul etti. Bu sorular üzerine bilincini ve zihnî faaliyetini
inşa etmeye başladı. İşte İslam dünyasına Modernizm'in girişi kısaca
böyledir diyebiliriz.
Altınoluk: Yani Modernizm, Oryantalizm'in İslam'ın
önüne koyduğu sorular üzerindeki zihnî mesai ile başlıyor.
E.S: Bu sorular sorgulanmadı. Bu soruların tarihsel,
felsefî, sosyal arka planı sorgulanmadı. Çünkü bunu yapacak birikimden,
tecrübeden ve derinlikten mahrumdu İslam dünyası. Zaten dikkat edilirse
İslam dünyasında ilk uç veren Modernist hareketler, Ümmet'in Batı
karşısında derlenip toparlanması gibi son derece yüzeysel argümanlara
dayanıyordu.
Altınoluk: Modernist hareketin ilk çıkışında bir
bakıma kendini savunma içgüdüsü var. Yani "İslam Ümmeti nasıl
toparlanır" sorusu var.
E.S: Fakat bu, çok donanımlı bir arka plana sahip
olmayan bir tavır. "Batı bizi teknolojide geçtiyse, biz de bunu
yapabiliriz; Batı bugün bize fizik olarak hegemonya kurmuşsa, bu
hegemonyayı biz Müslümanlar olarak dengeleyebiliriz" şeklinde. Bu,
fiziksel planda böyle. Bunun felsefî, tarihsel, sosyal arka planı
sorgulanmadı, araştırılmadı; belki dikkat bile edilmedi. Dolayısıyla bu
çabalar Oryantalizm'in bilimsel verileriyle desteklenen Batı hegemonyası
karşısında en küçük bir direnme dahi gösteremedi. Ve İslam dünyası bugün
müşahede ettiğimiz noktaya geldi.
Altınoluk: Oryantalizm o dönemde İslam dünyasının
önüne ne tür sorular koydu?
E.S: Hristiyanlık sistemleştirilmiş bir teoloji ve
bunun uzantısı olarak sistemli bir yapı arz eden normatif kurallar
bütünü olmaktan uzaklaştırıldığı için her türlü felsefî harekete, her
türlü dış müdahaleye açık bir yapı arz ediyordu. Bu süreç özellikle
Hristiyanlık bağlamında Protestan hareketin uç vermesiyle birlikte
müthiş bir hız kazandı. Daha önce Kilise'nin bir tekeli söz konusuydu.
Kilise belli bir çerçeve içerisinde tutarak Hristiyanlık üzerindeki
egemenliğini, belirleyiciliğini sürdürüyordu. Fakat Protestanlık'la
birlikte Hristiyanlık üzerine söz söyleme yetkisi Kilise'nin elinden
alındı; kitlelere yayıldı. Bunda İncil'in orijinal dilden tercüme
edilmesinin çok büyük bir etkisi var şüphesiz.
Hristiyanlık, var olmak amacını gerçekleştirmek
uğruna kendisini her türlü müdahaleye açık tuttu. Hristiyanlığın Roma
hukuku ile gerçekleştirdiği izdivaç, evet onu bir büyük medeniyetin dini
yaptı; ama o, artık kendisi olmayan bir dindi.
Batı'da, özellikle Aydınlanma'dan sonra bilimsel
bilginin arz ettiği önem ve ağırlık, dolaysız bir şekilde Hristiyanlığı
da cazibe alanı içinde, etki alanı içinde tuttu. Ve Hristiyanlık,
bilimsel bilginin verileri ışığında sorgulanmaya başladı. Protestanlık
buna uygun bir ortam hazırladı. Rasyonel akıl Hristiyanlığı insan
aklının verilerini ve pozitif verileri mihenk alarak sorgulamaya
başladı. Hristiyanlığın, felsefî arka planı da olan bu sorulara ve
sorgulamalara verebileceği hiç bir cevap yoktu. Onaylamak dışında pek
bir tavrı da söz konusu olmadı. Böyle olunca da Batı'nın İslam dünyası
üzerinde kültürel, sosyal, ekonomik... hegemonya kurma arzusu, hiç
bitmeyen bu arzu Oryantalist çalışmaları da yedeğine alarak Hristiyan
dünyasında yaşanan ve kısaca arz etmeye çalıştığım bu tecrübeyi İslam
dünyasına ihraç etmeye kalkıştı. Aynı zamanda bu, İslam dünyasının
askerî, kültürel, ekonomik ve zihnî anlamda zayıf olduğu bir döneme
tekabül ediyordu.
Altınoluk: Oryantalizm'in sömürgeci çizgi
içerisindeki faaliyetini biraz vurgulayabilir miyiz? Yani kolonyalist,
sömürgeci hareket oryantalist hareketlere nasıl baktı?
E.S: Oryantalist hareketleri besleyen arka plan
şüphesiz bu koloniyalist mantık idi. İslam dünyası fizik anlamda
yeterince sömürülemiyor ve kontrol altında tutulamıyorsa, o zaman bilinç
düzeyine inilmeli ve bu seviyede yeni bir hareket başlatılmalıydı.
Aslında Oryantalistler'in yaptıkları da bu "yeni bilinc"i oluşturmaktan
ibarettir. Buradan, Oryantalistler'in yaptığı İslamoloji çalışmalarını
küçümsemek gibi bir sonuç çıkarılmamalı. Müslümanlar'ın, özellikle
modern dönem Müslümanları'nın belki havsalalarına sığmayacak çalışmalar
yaptılar.
Altınoluk: Bu hakikaten İslamî ilimlere katkı amacını
mı taşıyordu? Burada bir sorgulama yapmak gerekmiyor mi?
E.S: Tabii ki hayır. Bu çalışmalar belli bir
ideolojiyi gerçekleştirmek için yapıldı. Belli bir amaca hizmet etmek
için yapıldı. İslam dünyasının fizik anlamda ulaşılamayan yerlerine
bilinç anlamında ulaşmak için, yani bu faaliyetler Müslüman'ın bilincini
çözümlemek için yapıldı.
Modern İslam anlayışının kendi geleneğine –bu tasnif
üzerinde de belki ileride durmak lazım– gönderdiği sorgulamalardan iki
tanesi dikkatimizi çekiyor. Birincisi teolojik tartışmalar bağlamında
İmam el-Eş'arî'nin pozisyonu, kincisi fıkhî tartışmalar ve hadis
tartışmaları bağlamında İmam eş-Şâfi'î'nin pozisyonu. Rasyonalist akım,
Allah'ın iradesinin insanın iradesi ile arz ettiği durum konusunda
yeteri açıklamayı getiremiyor. Mesela modernist Müslüman, İmam
el-Eş'arî'nin determinizminden ve İmam eş-Şâfi'î'nin hadisçiliğinden
sürekli şikâyet eder durur. Modern Müslüman için bunu açıklamak
gerçekten zordur.
Bunu niçin söyledim? Batı'daki Modernist çalışmaların
bize sunduğu veriler bu türlü özel konularda gerçekten problem arz
ediyor. Eğer Allah'ın iradesi söz konusuysa, o zaman insan aklının
belirleyiciliğinden, fonksiyonundan ve gücünden eni konu şüphe etmemiz
gerekecek. Oysa Modernizm başlı başına rasyonalist bir arka plana
dayanıyor. O zaman bu arka plana ve bu arka planın sunduğu verilere
zıtlık teşkil eden argümanlar ve kişiler kötüdür, zararlıdır gibi bir
şey ortaya çıkıyor. İşte Modernizm'in İslam dünyasına ihraç ettiği ya da
İslam dünyasının Modernist jargondan ithal ettiği sorular İslam
dünyasının kendi geçmişine ve tarihine yönelik, ama oryantalist orijinli
sorular. Bunu açmamız gerekecek, çünkü bu önemli.
Bir kere en temelde vahiy üzerinde eni konu bir
belirsizlik var. Daha doğrusu bu belirsizlik üzerine inşa edilmiş
sorular var. Vahiy süreci nasıl gelişiyor, nasıl oluşuyor; bunu bir
fenomen olarak kabul etmek doğru mudur? Akıl bu vahiy olgusunu nasıl
açıklayabilir? Hz. Peygamber (s.a.v)'in, ya da genelde peygamberlerin
vahiy sürecine bir katkısı var mıdır, bir dahli var mıdır, varsa ne
boyuttadır? Yoksa peygamber-vahiy ilişkisini nasıl anlamlandırabiliriz?
Bu çok temel sorular üzerine diğer soruları bina ettiler. Kur'an'ın,
bugün de yoğun olarak tartışıldığını gözlediğimiz tarihsellik problemi
bağlamında arz ettiği durum nedir? Özellikle normatif hükümler söz
konusu olduğunda Kur'an'ın tarihselliği, Kur'an'daki normatif hükümlerin
tarihselliği ne ölçüde doğrudur, ne ölçüde kabul edilmelidir? Ardından
Sünnet ve Hadis üzerindeki sorular... Temelde Hadis ve Sünnet, Batılı
araştırmacının gözünde "tradition"dan ibaret olduğu için Batılı buna,
her türlü bağlayıcılıktan ve yazılı hale getirilmiş kurallar bütün
olmaktan uzak bir "gelenek" olarak bakar.
Altınoluk: Oryantalizm Kur'an'a nasıl bakıyor?
Resulullah (s.a)'a nasıl bakıyor? Oryantalizm'in bu alanlarda getirdiği
sorular nedir? Bunların bizdeki modernist çizgiye taşınan boyutları
nelerdir?
E.S: Oryantalist hareket dediğimiz şey, temel
argümanları itibariyle yeknesak bir yapı gibi görünüyor; ama böyle
olmadığı için temel argümanlar üzerinde konuşmak daha tutarlı olacak.
Buna göre Kur'an, büyük ölçüde Hz. Peygamber
(s.a.v)'in tecrübî sezgilerinin bir sonucudur. Dolayısıyla Kur'an'ın
normatif özelliği, ahlakî prensipler vaz eden nassları tamamen Hz.
Peygamber (s.a.v)'in sezgisel duyuşlarından kaynaklanan birer veridir.
Tabii ki Peygamber (s.a.v) çok zeki birisidir. Gözlemler yapan, belli
bir birikimi olan, ilk dönemlerde ticaret yapması hasebiyle farklı
kültürlerle temaslarda bulunan, böyle bir imkâna sahip olmuş birisidir.
Dolayısıyla, çok genel hatlarıyla O'nun Kur'an diye insanlara ilettiği
şey, bu derin tecrübelerin ve derin sezgilerin sonucudur. Sünnet
bunların pratiğe yansımış halidir; bizzat Hz. Peygamber (s.a.v)
tarafından pratize edilmiş halidir. Yani "ben size şunları şunları
söylüyorum; ama bu teorinin pratiği de şudur" şeklinde... Amelî Sünnet
olarak Sünnet'in arz ettiği durum budur.
Oryantalist çalışmada Hadis çok enteresan bir durum
arz ediyor. Müslümanlar'ın, üzerine sistem oturttukları, inşa ettikleri
bir "ruh" var. Bu ruh, Kur'an ve Sünnet, yani Amelî Sünnet. Kur'an ve
Sünnet insanlara bir bakış açısı kazandırıyor; bir meleke kazandırıyor.
Ve insanlar bu melekeyi işleterek karşılaştıkları nev-zuhur olaylarda
tavır ortaya koyuyorlar; sonra bu tavır hadisleştiriliyor. Zamanla bir
Talmud tecrübesi yahut Mişna tecrübesi gibi gelecek nesilleri bağlayıcı
bir karakter kazanıyor. Yahut istikrar kazandırıcı bir unsur olsun diye
bunları hadisleştiriyor; bu, kültür tarafından otomatik olarak
hadisleştiriliyor. Yazılı hale dönüştükten sonra da belli bir kutsallık
kazanıyor. Tabii buna dokunmak mümkün olmuyor. Olsa olsa bunu
"yorumlamak" söz konusu oluyor; o da ehil bir zümreyle sınırlı kalmak
şartıyla.
Oryantalistler'in bu bakışına yardımcı olabilecek
gibi görünen; ilk anda hadisler ya da uygulamalar arasındaki
farklılıklar, teolojik yaklaşımlar arasındaki ayrışmalar, Kelam
ekollerinin mücadeleleri, hatta aynı ekole mensup insanların
birbirleriyle mücadeleleri, ihtilafları gibi konulardır. Daha doğrusu bu
konular öyle değerlendirilmeye müsait gibi algılanır. Tabii bu, aynı
zamanda müslüman Modernistler'in çok iştiyakla, iştahla kullandıkları
bir argümandır. Eğer Batı'daki modern oryantalist hareket hakkında bu
söylediklerimiz bir taban oluşturabilecekse, bunun üzerine müslüman
Modernistler'in söylediklerini tahlil edebiliriz.
İslam dünyasındaki modernleşme faaliyetleri, ne
gariptir ki önce zihnî olarak başlamadı; önce pratik olarak başladı.
Osmanlı'daki askerî teşkilatın düzenlenmesi, belki idari yapıda bazı
düzenlemeler... Belki burada şunu da tespit etmemiz gerekiyor: Batı'nın
fiilî hegemonyası altında bulunan bölgelerdeki modernist faaliyetlerle,
Batı'nın fiilî tasallutu altında bulunmayan bölgelerdeki faaliyetler
birbirinden farklı. Yani bir Hindistan'ın Seyyid Ahmed Han'ı ile
Türkiye'nin Ziya Gökalp'i, Namık Kemal'i, Mısır'ın Muhammed Abduh'u,
Reşid Rıza'sı İslam Modernizmi adına birbiriyle kimi noktalarda
bağdaşmaz tavırlar gösterebiliyorlar. Bu, muhatap oldukları Batılı
tasallutun doğrudan ya da dolaylı olmasıyla olduğu kadar, yaşanan
modernleşme tecrübelerinin yerel bazlarda arz ettiği değişikliklerle de
ilişkilidir. Dolayısıyla müslüman Modernistler'in İslam dünyasına
getirdiği yaklaşımlar da birbirlerinden farklılıklar arz ediyor.
Az önce bir kaç isim saydık; bunlara Mısır'da Ali
Abdürrâzık'ı, eklemek mümkün, Muhammed Hüseyin Heykel'i eklemek mümkün,
Kazan'lı Musa Carullah Bigiyef'i eklemek mümkün, Hindistan ve
Pakistan'dan (pek çok isim yanında) Muhammed İkbal ve Fazlur Rahman'ı ve
de Türkiye'deki son dönem hareketleri eklemek mümkün.
Modernizm'in belki de en trajik tarafı, çok önemli,
çok büyük, çok temelli iddialara sahip olmasına karşın bunları ve çözüme
ilişkin teklifleri bütüncül bir yapıya kavuşturamamış olmasıdır. Bu, her
bölgenin Modernizm'ine göre böyledir, hatta tek tek her bir moderniste
göre böyledir. Bu, bana göre çok doğru bir ifadedir. Dünyada yeknesak
bir Modernist İslam hareketi yok; her bölgenin, hatta her şahsın kendine
özgü bir Modernist İslam anlayışı var.
Altınoluk: Oryantalizm'in İslam dünyasının önüne
koyduğu sorular İslamî alandaki Modernist çizgiye hangi çerçevede
yansıdı? Yani bunlar İslamî modernist çizgide nasıl şekillendi, nasıl
formüle edildi? Diyelim ki Oryantalist çizginin vahiy ve Kur'an
değerlendirmeleri var; o nasıl formüle edildi?
E.S: Kur'an vahyi bağlamında Modernizm'in en gözde
temsilcisi Fazlur Rahman söz konusu olduğunda çok enteresan bir durum
çıkıyor karşımıza. Fazlur Rahman'a göre vahyin ilahî kaynaklı olduğu
kesin.
Altınoluk: Bu noktada Oryantalistler'den ayrılıyor...
E.S: Evet ayrılıyor. Fakat vahyin Hz. Peygamber
(s.a.v)'de zuhur ediş biçimi çok eksantrik bir durum arz ediyor.
Fazlur Rahman diyor ki: Eğer Kur'anî ifadesiyle vahiy
Hz. Peygamber (s.a.v)'in "kalbine" gönderilmişse, bu bize, vahyin Hz.
Peygamber (s.a.v)'in kalbine gelinceye kadar linguistik bir boyutu
olmadığını gösterir. Belki vahiy kelimelerle işitiliyordu, ama bunlar
mental [zihnî] kelimelerdir. Tamamen Hz. Peygamber (s.a.v)'in sezgisel
tecrübesiyle, ruhî dünyasıyla ilgili bir süreç ve vahiy Hz. Peygamber
(s.a.v)'in dilinde kelimelere dökülüyor.
Altınoluk: Fazlur Rahman'a göre kelime kalıbına Hz.
Peygamber (s.a.v)'in dilinde dökülüyor...
E.S: Evet, Fazlur Rahman'ın bu konudaki görüşleri
arasında bir çelişki de her ne kadar söz konusu edilebilirse de, çok net
olmamakla birlikte tebellür eden görüşüne göre vahiy bizim Kelam
ulemasının Kelam-ı Nefsî dediği bağlamda Allah Teala'ya aittir; ama işin
lafzî boyutu, Kelam-ı Lafzî seviyesi Hz. Peygamber (s.a.v)'de vücut
bulmaktadır. Bu beni epey düşündürdü.
Altınoluk: Fazlur Rahman Oryantalist çizgiyle sentez
yapıyor yani...
E.S: Evet (bir anlamda) sentez yapıyor. Şimdi bu
Kelam-ı Nefsî - Kelam-ı Lafzî tartışması aslında ilk bakışta miadını
doldurmuş, modası geçmiş bir tartışma. Fazlur Rahman gibi pratikle
[aktüel olanla] ilgilenmekten başka bir şey için vakti olmaması gereken
birisi niye bu tartışma ile ilgilendi diye doğrusu epey düşündüm.
Vardığım sonuç şu oldu: Fazlur Rahman'ın bu yaklaşımını çağdaş anlama
yöntemleri ile, hermenötik teknikleri ile irtibatlandırdığımızda ortaya
şu çıkıyor: Fazlur Rahman'a göre "anlama" faaliyeti –belki teknik bir
detaya iniyoruz ama bu, konuyu netleştirmek bakımından önemli– metnin
sahibini tanımak kadar, metnin oluştuğu sosyal ve tarihî çevreyi
tanımakla da doğrudan ilgilidir.
Bunu Kur'an'a uyarlarsanız Allah Teala'nın vahyi
gönderdiği zamandaki sosyal ve kültürel arka plan çok önemli. Fazlur
Rahman "murad-ı ilahî"den çok fazla bahsetmez. Özellikle normatif
hükümler bağlamında böyle bir tabir kullanmaz. Yani "Allah bu ayetle
şunu murad etmiştir" veya "Allah'ın muradını gerçekleştirmek için şunlar
şunlar olmalıdır" gibi bir mantık yok. İşte bu, çağdaş hermenötik
veyahut yorumsama yöntemleri ve teorileri karşısındaki tavrını
yansıtıyor onun. Eğer bir metni ideal bir biçimde anlamak istiyorsak,
metin sahibini ve metin sahibinin içinde bulunduğu sosyo-kültürel
şartları ve metnin oluştuğu sosyo-kültürel şartları –"çevresel şartlar"
diyor buna– bilmemiz gerekiyor.
Altınoluk: Diyorsunuz ki, Fazlur Rahman'da "murad-i
ilahî" kavramı yoktur. Metin sahibi Allah Teala olduğuna göre O'nun
muradını anlamak gerekmiyor mu?
E.S: İşte bu problemi vahiy kavramına getirdiği
açıklamalarla çözüyor Fazlur Rahman. Vahiy potansiyel olarak Hz.
Peygamber (s.a.v)'in içinde, ruhunda, kalbinde mevcuttur. İhtiyaç hasıl
olduğunda, hadise meydana geldiğinde bu Hz. Peygamber (s.a.v)'in
bilincinde yahut ruhunda kelimelere dönüşüyor ve kelimeler halinde
dışarıya aksediyor diyor.
Altınoluk: Peki o zaman Peygamberimiz'in içinde kalan
vahiy de vardır...
E.S: Potansiyel olarak evet.
Altınoluk: Potansiyel olarak... Yani yeni deyimle
"güncelleşmeyen" vahiy de var...
E.S: Aslında ben ikinci çalışmamda bu soruyu sık
sormaya çalıştım. Bu, çok önemli bir noktadır; açılması gerekir. Eğer
Hz. Peygamber (s.a.v) vahyin her hangi bir yerinde, vahiy sürecinin her
hangi bir noktasında bir belirleyiciliğe sahipse bu nedir ve boyutları
ne kadardır? Hz. Peygamber (s.a.v) vahyi mental anlamda, linguistik
anlamda belirliyorsa bu bir "yetki" midir, "sorumluluk" mudur? Eğer
"yetki" ise onda artırma, eksiltme olması da gerekir. Çünkü doğrudan
vahyi O belirlemektedir. Eğer bu bir "sorumluluk" ise, bunu Hz.
Peygamber (s.a.v)'in murad-ı ilahî'ye uygun belirlediğinden nasıl emin
olacağız? [İlahî kontrol bu sürecin neresinde ve ne şekilde devrededir?]
Bunun gibi temel sorular Fazlur Rahman'da karşılıksız kalıyor. Bu konuyu
özellikle böyle muğlak bırakıyor.
Altınoluk: Niye muğlak bırakıyor?
E.S: Kanaatime göre çözümleyemediği için.
Altınoluk: Acaba bunun için mi, yoksa Fazlur
Rahman'ın bu tarz bir vahiy yorumundan varmak istediği bir sonuç var da
onun için mi? Diyelim ki normatif kuralları tarihteki şartlara
indirgiyor. O zaman Fazlur Rahman zamanına Kur'an'dan sarf-ı nazar
edilerek çok geniş bir değerlendirme alanı kalıyor. Fazlur Rahman bunu
düşünmemiş olabilir mi?
E.S: Kanaatime göre ya Fazlur Rahman bu konudaki
fikirlerini netleştiremeden dünyadan ayrıldı, ya da bunu Fazlur Rahman
uzmanlarına bıraktı. Onun çeşitli vesilelerle ifadeye koyduğu görüşleri
Fazlur Rahman uzmanları belki bir senteze ulaştırabilirlerse bunu
netleştirebileceklerdi. Aslında çok enteresandır; Fazlur Rahman Ehl-i
Sünnet'in bu konudaki görüşüne de her fırsatta çatar. Mesela bir yerde
der ki: Ehl-i Sünnet vahyin Hz. Peygamber boyutunu küçümsemiştir. Bu,
üzerinde çok durulmasını hak eden bir ifade. Eğer Ehl-i Sünnet vahyin
Hz. Peygamber (s.a.v) ile ilgili boyutunu "küçümsemiş"se bunun sebebi ve
sonucu nedir; aksi halde ne olurdu? Bu sorular açık değil.
Altınoluk: Konu biraz mücerret kalıyor. Yani Fazlur
Rahman diyor ki: Vahyin insana ulaşmasında Hz. Peygamber (s.a.v)'in
–seçici belki değil mi?– somutlaştırıcı, belirleyici bir rolü var. O
günün şartlarına uygun düşecek vahyi kalbinden Rasulullah çıkarıyor. Bir
bakıma böyle. Ehl-i Sünnet Rasulullah'ın bu rolünü görmezden geliyor
diyor Fazlur Rahman.
E.S: Tabii burada Fazlur Rahman'ın savunacaklar için
bir hareket alanı mevcut. O da şu: Fazlur Rahman hiç bir zaman vahiy Hz.
Peygamber (s.a.v)'in belirleyiciliğinde ifadeye dökülüyor demiyor. Şunu
diyor: Vahiy Allah kelamıdır; ama aynı zamanda normal olarak Hz.
Peygamber (s.a.v)'in de kelamıdır. Bu kadar karmaşık, bu kadar belirsiz
ve bu kadar muğlak bırakıyor.
Altınoluk: Peki Ehl-i Sünnet'e yönelik suçlama
yerinde bir suçlama mı?
E.S: Bana göre değil. Bu tartışma o zaman vahiy
konusunun sınırlarını aşar ve bütünüyle "din" olgusunu tartışma
gündemine getirir. O zaman oturup dini yeniden tanımlamamız gerekir.
Dolayısıyla Ehl-i Sünnet'in bu konudaki tavrı Hz. Peygamber (s.a.v)'in
vahiy karşısındaki konumunu "küçümsemek" değil, tamamen "nötralize"
etmektir. Hz. Peygamber (s.a.v) kendisine vahiy geldiği anda nötrdür. Bu
o kadar böyledir ki, ayette, "Vahiy geldiği zaman onu hemen kapıvermek
[ezberlemek] için acele edip dilini oynatma. Çünkü onu senin (kalbinde)
toplamak ve (dilinde) okutmak bize aittir" buyuruluyor.[1] çok
enteresan. Bu, Ehl-i Sünnet'in hem Kur'an vahyi, hem de Sünnet'in
kaynağı konusundaki görüşlerini temellendiren belli başlı ayetlerden
birisidir.[2]
Altınoluk: Rasulullah'tan ayrı bir Kur'an gerçeği,
vahiy gerçeği var.
E.S: Ve bu, Resulullah'a kelimeler halinde geliyor.
Resulullah bunu almak için dudaklarını kıpırdatıyor.
Altınoluk: Yani Kelam-ı Nefsî de Kelam-ı Lafzî de
ilahîdir...
E.S: Bu o kadar net ki!.. Buna benzer başka
ayetlerden de aynı hüküm çıkıyor.
Altınoluk: Peki Fazlur Rahman'ın bundan vardığı sonuç
ne? Rasulullah'ın vahyi belirlemesinden nereye gelmek istiyor? Ve kendi
bulunduğu zamanda bunu gündeme getirmesinin sebepleri ne olabilir?
E.S: Bu sonucu kendisi çok net bir biçimde ifade
etmiyor. Ama az önce de dediğim gibi çağdaş anlama ve yorumsama
teknikleri ile bunu ilişkilendirdiğimiz zaman ortaya şu sonuç çıkıyor:
Kur'an tamamen indiği dönemin sosyo-kültürel sorunlarına çözüm
getirmiştir. Hatta Kur'an vahyini belirleyen bir müşrik Mekke arka planı
vardır. Kur'an vahyini bunlardan soyutlayarak anlamanız mümkün değildir;
bunları bilmeniz gerekir. Kur'an, geldiği dönem için hem ahlakî hem de
normatif hükümler içeren bir kitaptır. Ama bizim için ne ahlakî ne de
normatif hüküm içerir; prensip de içermez.
Altınoluk: O zaman bağlayıcılığı da ortadan
kalkıyor...
E.S: Tabii.
Altınoluk: Esasında Batı'ya karşı bir eziklik duyan
İslam dünyası böylece Kur'an'ın, yollarını tıkadığı fikrinden
kurtulacak, önlerine bir özgürlük alanı çıkacak; orada istedikleri gibi,
kendi aklî ölçülerinde bir alan meydana getirecekler.
E.S: Kur'an'ın bağlayıcılığını ilahî vasfıyla
bütünleştirerek başka türlü aşmanız mümkün değil çünkü.
Altınoluk: Bu, Kur'an'ın var oluşunu çok anlamsız
hale getiriyor. Diyelim ki Kur'an'ın Asr-ı Saadet için var oluşu
anlamlı; çünkü o tarihsel zeminde bir anlam ifade ediyor. Peki Fazlur
Rahman için ne anlam ifade ediyor Kur'an?
E.S: Fazlur Rahman için Kur'an'ın ifade ettiği anlam
şu: Bunu çok net söylüyor, hatta bu konuda bazı Modernistler'e de sitem
ediyor. Diyor ki: "Bazı Modernistler, Kur'an'dan doğrudan ahlakî
prensipler çıkarabileceğimizi zannettiler. Aslında Kur'an ahlakî
hükümler bağlamında bize prensipler dahi sunmaz. Çok genel ve soyut bazı
yönlendirmelerde bulunur. Biz, ondan hareketle önce ahlakî ilkeleri
çıkarmalıyız." Bu, Fazlur Rahman'ın düşünce dünyasının da bir özeti
aslında. Kur'an'a, ondan genel ahlakî prensipler çıkarmak için
başvurmalıyız. Bu konuda Kur'an bize rehberlik eder. Bu ilkeleri
çıkardıktan sonra Kur'an'ın kapağını kapatırız. Bu ilkeler üzerine bir
Teoloji kurarız. Ve yine bu ilkeler ve Teoloji üzerine de Hukuk inşa
ederiz. Formül bu.
Altınoluk: Hangi dönemde yaşanıyorsa, o dönemin
insanının inisiyatifine bırakıyor...
E.S: Ahlakî ilkeler evrenseldir, tarihler ve
coğrafyalar üstüdür diyor. Bu, Fazlur Rahman'a bir hareket alanı açıyor
gibi gözükse de, belki burada o büyük bir handikapa düşüyor. Bir şey
daha diyor: Bu ahlakî ilkelere ulaşmak için iman şart değildir. Yani
ahlakî ilkelere, iman olmadan da, objektif bir zihnî faaliyetle
ulaşabilirsiniz.
O zaman bir insanı Müslüman ve bir toplumu İslamî
kılan nedir? Yahut Müslüman'ın bilincindeki Allah, yetkileri elinden
alınmış, sadece Tabiat olaylarına hükmeden bir muktedir midir, soruları
çıkıyor ortaya. Bütün bunları düşünürken benim aklıma şu hadis-i şerif
geliyor: "Sizden öncekilerin yollarına, ["sünnet"lerine] tabi
olacaksınız..."[3] Dikkat edilirse Yahudiler'in Talmud, Hristiyanlar'ın
İncil tecrübesi, sonunda Müslümanlar bağlamında Kur'an'a uygulanır oldu.
Altınoluk: Yani insanın Allah ile olan vahiy
ilişkisini koparmış oluyorlar.
E.S: Elbette.
Altınoluk: Ve Kur'an, isterseniz, dilerseniz bir
başvuru kitabı öyle mi?
E.S: Fazlur Rahman'a göre Kur'an bir "başvuru kitabı"
değil; sadece ahlakî ilkeleri bulup çıkarmak için kendisine
başvuracağımız bir rehberdir. Onun dışında Kur'an'ın insan hayatı
bakımından hiç bir belirleyiciliği yoktur.
Altınoluk: Peki Rasulullah'a nasıl bakıyor?
E.S: Hz. Peygamber (s.a.v) her şeyden önce tarihsel
bir şahsiyettir. Fakat burada şunu söylememiz lazım: Bu söylediklerimiz
Fazlur Rahman'a özel düşüncelerdir. Başka Modernistler başka türlü
düşünebiliyor. Ama zannediyorum ülkemizde bugün tartışılmakta olan
konularda belirleyicilik şansı ağırlıklı olarak Fazlur
Rahman-Efganî-Abduh çizgisinde yoğunlaşıyor.
Hz. Peygamber (s.a.v), Fazlur Rahman'a göre belli bir
sosyo-kültürel ortamın nesnesidir. Dolayısıyla Kur'an vahyini pratiğe
aktarırken ortaya koyduğu Amelî Sünnet –ki Fazlur Rahman buna "Nebevî
Sünnet" der–, Müslümanlar için bir modeldir. Fakat hemen arkasından
şöyle ekler: Hz. Peygamber (s.a.v)'e ait olan bu davranışlar ve bunların
sözel ifade biçimleri olan Hadisler nicelik olarak çok fazla değildir.
İlk dönem Müslümanları Hz. Peygamber (s.a.v)'in hakemliğine,
belirleyiciliğine çok fazla, sıkça başvurmamışlardır. Hz. Peygamber
(s.a.v) de her şeye öyle çok fazla karışmamıştır.
Devam ediyor: Hz. Peygamber (s.a.v)'in hem hadisi,
hem sünneti nicelik olarak azdır; nitelik olarak da Müslümanlar için
başvurulması gereken o zamana özgü bir numunedir. Fakat Hz. Peygamber
(s.a.v)'in irtihalinden sonra Ümmet, Kur'an'dan ve Nebevî Sünnet'ten
aldığı ruhla karşılaştığı olayları çözmeye başladı. Her yörenin –bu
ruhun farklı tezahürleri, farklı yansımaları dolayısıyla– farklı
sünnetleri oldu. Medine'nin, Kûfe'nin bir sünneti oldu; Basra'nın,
Şam'ın birer sünneti oldu. İşte bunlar "Yaşayan Sünnet"tir. Bu Yaşayan
Sünnetler içerisinde ilk dönem Fıkıhçıları'nın içtihadları vardır, örf
vardır ve bu içtihadlar Yaşayan Sünnet ruhuyla yoğrulup neticede İcma'ı
meydana getiriyor. Fakat bu, durağan bir süreç değil. İcma olduğu zaman
orada bitmiyor; yeni süreçler yeni ihtilafları, yeni içtihadları ve yeni
icmaları oluşturuyor.
"Bu süreç, Hadis hareketi ile varlığını ve
hayatiyetini yitirmiştir. Hadis, istikrarı sağlamak amacıyla üretilmiş,
formüle edilmiş; dolayısıyla yeni içtihada alan kalmamıştır. Her şey
artık Hadis kriterine göre belirlenmek zorunda kalmıştır. Bu, eş-Şâfi'î
ile başlayan ve İslam dünyasının geneline hakim olan, ezici bir üstünlük
sağlamış bir harekettir. Artık İçtihad'dan ve İcma'dan söz etmek mümkün
değildir; ortada Hadis vardır ve herkes görüşünü ona dayandırmak
zorundadır."
O halde Hadis nedir? İşte "Hadis, ilk dönem
Hukukçularının içtihadlarının, arkasına senet zincirleri eklenmek
suretiyle Hz. Peygamber (s.a.v)'e atfedilmiş bir şeklidir."
Fazlur Rahman burada özellikle "Mevzu [Uydurma]
Hadis" tabirini kullanmıyor. Buna "ifade etme" ya da "formüle etme"
diyor. "Hz. Peygamber (s.a.v)'e ait olan hadisler [Nebevî Hadis ] çok
azdır" diyor. Bu ne ifade eder, çok net değil, ama "azdır" diyor.
Altınoluk: Rakam veriyor mu?
E.S: Hayır.
Altınoluk: Ama rakam verenler var. 17 tane diyorlar.
19 diyenler var.
E.S: Farklı modernistlere göre Hadis'in ağırlığı
farklı önemler arz edebiliyor. Söz gelimi kimilerine göre "el-Muvatta"
yeterli ve belirleyicidir; öbürlerine itibar etmek gerekmez; kimilerine
göre ise dediğiniz gibi rakamlar söz konusudur.
Eğer Müslüman Hukukçu, Müçtehid, Fakih Kur'an'dan ve
Nebevî Sünnet'ten aldığı ruhla bir içtihadda bulunuyorsa, bu içtihadı,
arkasına bir senet zinciri ekleyip Hz. Peygamber (s.a.v)'e atfetmek
ahlakî bir problem arz etmez. Belki bu bir gerekliliktir. Dolayısıyla
alışılagelmiş şekliyle bu, bir "hadis uydurma" faaliyeti olarak
gözüküyor ve bizim için karanlık ve lekeli bir faaliyet. Ama Fazlur
Rahman'a göre bu böyle değil.
Peki Fazlur Rahman'ın düşünce dünyasında, Hadis
konusunda söyledikleri arasında "uydurma hadis" nerede duruyor? Bir
yerde durmuyor. Çünkü uydurma hadis diye bir şey yok. Uydurma hadis
tarihte hangi mantıkla ortaya çıktı, Hadis uleması bu işe nasıl baktı
yahut Hukukçular, Müçtehid İmamlar bu işe nasıl baktı gibi konuları
Fazlur Rahman'da aramak beyhude. Çünkü cevabı yok.
Altınoluk: Bu görüşe göre hepsi uydurma gibi
gözüküyor.
E.S: "Uydurma" demiyor, "formüle edilmiş" diyor.
Altınoluk: Kur'an-ı Kerim'de bizzat vahyin Hz.
Peygamber (s.a.v)'e verdiği yetkiler var. Bu yetkilere Fazlur Rahman
nasıl bakıyor?
E.S: Evet, sorulması gereken temel soru budur. Fazlur
Rahman için "din" ya da İslam insanlara temelde ahlakî bir yol
göstericilik maksadıyla gönderilir. Bunu gerçekleştirmek için vahye ilk
muhatap olan toplum için normatif hükümleri uygulamak kaçınılmazdır.
Vahyin gerçekleştirmek istediği şey ancak böyle mümkündür. Ama bu, aynı
kalıpların her hangi bir zaman diliminde her hangi bir topluma aynen
uygulanabileceğini göstermez. Böyle düşünmek saçmalıktır. Yani sizin,
1400 sene önceki bir kalıbı alıp her hangi bir topluma uygulamaya
kalkmanıza Sosyoloji de müsaade etmez, insan fıtratı da müsaade etmez.
Esasen Kur'an da insanlardan böyle bir şey istemior deniyor.
Altınoluk: Peki Fazlur Rahman "insan fıtratı" diye
bir şey kabul etmiyor mu?
E.S: Ahlakî ilkeler evrensel olduğu için bu ilkelerin
kabulü aynı zamanda insan fıtratını tanıma anlamına geliyor. Dünyanın
her hangi bir yerinde her hangi bir insan içkinin haram olduğunu,
hırsızlığın yasak olduğunu, adaletsizliğin,.hakkaniyetsizliğin kötü
olduğunu, yardım severliğin iyi olduğunu kabul ediyorsa, bu, aslında
İslam'ın gerçekleştirmek istediği şeyden çok farklı değildir.
Ama burada karşımıza bir problem çıkıyor: Neden o
zaman Kur'an'a bir takım ahlakî ilkeler çıkarmak için başvuracağız? Eğer
ahlakî ilkeler evrenselse, neden kendimizi Kur'an'la sınırlayalım ki? Bu
sorunun cevabı yok.
Ahlakî ilkeler üzerine inşa ettiğimiz Teoloji ve
Hukuk neticesinde öyle bir pratik ortaya çıkıyor ki, –biraz daha somuta
indirgemek gerekirse– halk, belli bir İslamî bilinç seviyesine ulaşmış
insanlardan oluşuyor.
Bu, Fazlur Rahman'ın "el-Medînetu'l-Fâzıla"sıdır.
Ulema bu seviyenin tutturulmasında önemli bir rol oynar. Halk kendi
temsilcilerini seçer; bir meclis oluşturur. Çok enteresan argümanlar var
burada, onun için söylüyorum. Bir kanunun doğru veya yanlış olduğunun
tek kriteri "halkın iradesi"dir. Halkın iradesi bir kanunu kabul ettiği
zaman bu kanunun doğruluğu ya da yanlışlığı tartışılmaz; o, tümüyle
İslamî'dir. Halk iradesine dayanması yeterlidir. Hatta halkın
temsilcilerini göndererek oluşturduğu meclis öyle bir yetkiye sahiptir
ki, "ne Allah bu meclise hangi kanunu çıkaracağını söyler, ne de Ulema
ona her hangi bir şeyi dikte edebilir." Bu, aynen kendi tabiriyle böyle.
Burada tek belirleyici halkın iradesidir. Hatta diyor ki: Eğer bir halk,
kendi iradesiyle İslamî olmayan[4] bir sisteme geçmek istiyorsa,
kimsenin bunu engellemeye kudreti de yoktur, yetkisi de yoktur.
Altınoluk: Fazlur Rahman'ın düşünce dünyasında
"bağlayıcı ilkeler" nedir?
E.S: Ahlakî ilkelerdir.
Altınoluk: Ahlakî ilkelerin kaynağı nedir? Mesela
aklın bağlayıcılığı nedir? Akıl bağlayıcı mıdır? Vahiy bağlayıcı değil,
Peygamber bağlayıcı değil; akıl bağlayıcı mıdır?
E.S: Fazlur Rahman'ın Teolojik sisteminde önerdiği
şu: Yaşayan Sünnet'i oluşturan mantık, yani Nebevî Sünnet ve Kur'an
vahyinin oluşturduğu ruha geri dönülmelidir. "Yaşayan Sünnet'in, Örf'ün,
İçtihad'ın kendini Hadis barajına döktüğü o noktaya yeniden dönmeliyiz"
diyor. Yani kendi Yaşayan Sünnet'imizi oluşturmalıyız. Bunu da Nebevî
Sünnet'ten ve Kur'an vahyinden çıkardığımız ahlakî ilkelerden hareketle
yapmalıyız. Buradaki temel faaliyeti aklın gerçekleştireceğinde kuşku
yoktur.
Peki Kur'an vahyinden hareketle ahlakî ilkeleri nasıl
tespit edeceğiz? Buna Fazlur Rahman'ın çok meşhur "iki yönlü bir
hareket" teklifi var. Birinci hareket vahyin nazil olduğu döneme gitmek
ve o dönemin sosyo-politik, sosyo-kültürel şartlarını tahlil etmek; yani
arka plana inmek. Burada sebeb-i nüzul rivayetlerinden istifade
edebiliriz diyor. (Oysa diğer konulardaki rivayetlerin "formüle" edilmiş
olduğunu kabul edersek, sebeb-i nüzul'e ilişkin rivayetlerin bunun
dışında tutulmasını makul ve gerekli gösterecek bir dayanak bulmak
mümkün olmayacaktır.) Vahyi oluşturan mantığı anladıktan sonra ikinci
hareket olarak tekrar günümüze dönüp, somut olayı inceleyip, o olaya bu
mantıktan hareketle nasıl bir çözüm getirebiliriz, bunu araştırmalıyız,
diyor. Böyle iki yönlü bir hareket teklif ediyor.
Altınoluk: Burada yine Kur'an'ı temel alan bir
yaklaşım mı var?
E.S: Hayır, tam olarak öyle değil. Kur'an vahyinin
somut olaya getirdiği çözümün mantığını ve ruhunu temel alan bir
yaklaşımdan söz etmek daha doğru. Zira kendisi bir yerde şöyle der:
Değişim ilkesi kabul edilirse bu faaliyet hiç bir şeyle
sınırlandırılamaz; hatta Kur'an'ın kanun koyan ayetleri bile bu
değişimin kapsamındadır."
Altınoluk: Peki Türkiye pratiğine baktığımızda
Modernist çizgide daha Kur'an ağırlıklı, Kur'an'ı her şeyin önüne koyan,
ama o çerçevede diğer kaynakları sorgulayan bir yaklaşım var. Fazlur
Rahman çizgisinden bu dönüşümün nedeni nedir? Kur'an'ı tekaddüm etmeye
yönelik bu çaba neden?
E.S: Şimdi ben bu ikisini birbirinden çok farklı, çok
bağımsız, çok ayrı çabalar olarak göremiyorum. Başta da söylemiştik,
Modernist hareket, temsilcilerine göre değişiklikler arz eden bir
mahiyet gösteriyor. Belirgin, dört başı mamur, çerçevesi çizilmiş
sistemli bir Modernizm hareketi yoktur; "Modernist hareketler" vardır.
İkinci olarak, Kur'an'ı önceleyen bu mantığı da
sorguladığımız zaman aslında Fazlur Rahman'dan çok farklı bir manzara
çıkmıyor karşımıza. Kur'an'ı öncelediğini ve "sadece Kur'an
bağlayıcıdır" teziyle hareket ettiğini gördüğümüz insanların, "Peki
Kur'an'ı nasıl anlamalıyız?" sorusuna verdikleri pratik cevaplara
bakıyoruz.
İşte ekstrem örnek, hırsızın elinin kesilmesi
meselesi. Burada çok rahat şunu söyleyebiliyor insan: Hırsızın elinin
kesilmesi gerekmez. Onu toplum önünde kınamak yahut faş etmek için eline
bir çizik atarsınız; o çizik o insanın sosyo-kültürel konumunu etkiler,
dolayısıyla kat-ı yed'den murad hasıl olmuş olur." Kur'an ve sadece
Kur'an sloganının kapağını kaldırdığımız zaman bunun altından çok somut
makul şeyler çıkmıyor. Daha doğrusu bizim anladığımız şeyler çıkmıyor.
Eğer öyle olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.v)'e itaati vurgulayan onlarca
ayeti nereye koyacaktınız? Nitekim bunun da cevabı şöyle veriliyor: Hz.
Peygamber (s.a.v)'e itaati vurgulayan ayetler onun sağlığıyla [hayatta
olduğu dönem ile] sınırlıdır. Çünkü sonra araya çok farklı beşerî
unsurlar girdi, kötü kasıtlar girdi ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in ortaya
koyduğu model, güvenilemez kaynaklar vasıtasıyla bize intikal etti. Buna
güvenemeyiz. İşte Sünnet böyle; ama Kur'an'ın arz ettiği durum da
(ayetlerden çıkarılan neticelerin birbirine uymaması bakımından) bundan
çok farklı değil.
Altınoluk: Fazlur Rahman niye böyle bir şeye yöneldi?
Niye böyle Kur'an'ın etki alanını sınırladı? Niye Hz. Peygamber
(s.a.v)'in etki alanını sınırladı? Niye böyle bir şeye ihtiyaç duydu?
E.S: Bu, aslında Modernizm'i anlatırken en başta
vurgulanması gereken bir noktadır. Modernizm yeni bir bilinç oluşturma
peşindedir. Alışılagelmiş kabullerden, düşünce kalıplarından tamamen
azade, yeni bir bilinç oluşturma peşindedir. Bunu oluştururken aslında
nötr bir noktadan hareket etmiyor. İstişrak faaliyetinin kendisine
sağladığı arka plandan faydalanarak yapıyor bunu. Bu nokta, Modernist
hareketin ortaya çıkışını hazırlayan en temel hususlardan birisi olması
bakımından son derece önemlidir. Yani Müslümanlar'ı "bu kötü durumdan
kurtarmak" için İslam'ı yeniden "okumak."
Yani siz 20. yüzyıl insanına el kesme hadisesini
anlatamazsınız. Bu, o dönem bedevilerini "yola getirmek" için öngörülmüş
bir ceza türüdür. Hatta kendi ifadesiyle "o toplum bu kanunlarla ancak o
kadar ileri götürülebilirdi, fazla değil." Dolayısıyla Allah o toplumu o
kadar ileri götürmek için o kanunları o topluma vaz etmek durumundaydı.
Şimdi modern insanın ufku genişlemiş, eski düşünce
kalıplarını yıkmış, "bilim" gibi kendisine çok korkunç imkânlar sağlayan
bir fenomene sahip olmuş, bu bilimin verilerine sahip olmuş. Doğanın
yapısına ait, keşfedemediği, söz edemediği hemen hemen hiç bir alan
kalmamışken kendimizi neden 1400 sene öncesinin kalıplarıyla sınırlı
tutalım? Bu, modern insanın şanına yakışmaz.
Altınoluk: Batı'nın meydan okumasına karşı bir
savunma psikolojisi var. "Biz el kesmeyi anlatamayız insanlığa; ahlakî
değil bu; öyleyse bunu unutalım. Bunu unutacak bir sistem geliştirelim.
Vahye böyle bir bakış geliştirelim. O zaman daha iyi savunuruz" gibi bir
psikoloji bu...
E.S: Tabii. Bir de işin ilginç bir boyutu daha var.
Bu, ağırlıklı olarak Modernist düşüncenin temsilcilerinin çoğunda var.
Kur'an ve Sünnet nassları bizim için (birincisi bağlamında) bağlayıcı ve
(ikincisi bağlamında) güvenilir olmadıkları için elimizde kala kala
Kur'an'ın çok temel ahlakî ilkeler i ihtiva eden nassları kalıyor.
İşte buradan İbrahimî dinlerin diyaloğu yahut Tevhidî
dinlerin birlikteliği gibi hareketler zuhur ediyor. Bu konuda Modernist
Müslümanlar'ın yaklaşımları oldukça ilginçtir. Belki de hiç üzerinde
durulmayan bir taraflarıdır bu. Yani "Cennet'i kimse tekelinde tutamaz.
Yahudiler nasıl "Biz Allah'ın sevgili kullarıyız" diye yanlış söylüyor
idiyseler, Müslümanlar da bugün aynı şeyi yapıyorlar; "Allah'ın sevgili
kulları sadece biziz" diyorlar, "Cennet sadece Müslümanlar'a aittir"
diyorlar. Ancak yanılıyorlar. Meşhur el-Bakara, 62, el-Mâide, 69.
ayetleri bu tür "tekelci" bir zihniyeti kırıyor. O halde her din, her
kültür, her medeniyet, kendi istikametiyle doğruya ulaşma çabasındadır
ve bu çabaların hepsi aslında aynı noktaya çıkar; aynı derecede
önemsenmelidir, aynı derecede kutsal ve doğru hareketlerdir."
Bu bizi oldukça farklı bir noktaya götürüyor. Sadece
Modernistler'in İslam dünyasına yönelik çabalarıyla sınırlı değil
mesele. İslam dünyasının gayri İslamî dünya ile irtibatını,
ilişkilerini, medeniyetler arası iletişimi Modernist müslüman çok farklı
bir bağlamda kurmaya çalışıyor. Ortada İslam diye bağlayıcı olması
gereken bir şey yok.
Altınoluk: Kur'an'ı yonta yonta küçülttüğünüzde Hz.
Peygamber (s.a.v)'i neredeyse devre dışı bıraktığınızda bir dünya
dininde birleşmek kolaylaşıyor. Peki kendi dünyamızı savunalım derken
bütün setleri sıfırladıklarına dair bir kanaat, bir şüphe olmamış mı
Modernist çevrelerde?
E.S: Böyle bir endişe yok ki. Doğru olan bu çünkü.
Bugün bize Modernizm'in yol açtığı sistem siyasî anlamda laikliği işaret
ediyor. Bu, bu anlamda tartışmalıdır, maluldür. Ama bu, Modernist için
böyle değil. Doğru olan budur. Dünya sistemi bağlamında da böyledir,
yerel bağlamda da böyledir.
Altınoluk: Sekülarist bir yaklaşımın fikrî zeminini
hazırlayan bir gelişme bu. Şimdi İslam ülkelerinde Batı'nın bir
dayatması var. İslam'ın ikinci plana itildiği bir sistem yapılanması
bu... Türkiye gibi örneklerde çok somut biçimde görüyoruz bunu.
Laikliğin egemen olduğu, dinin sadece kul ile Allah arasına indirgendiği
bir yapı. Burada hakim sistem dinin normatif yapısı bir kenara
bırakılsın; din o alanlardaki iddiasını bıraksın diyor. İslam dünyasında
böyle bir yapının egemen olması isteniyor. Bir bakıma bunun fikrî zemini
mi hazırlanmış oluyor böylece?
E.S: Elbette. Dikkat edilirse İslam dünyasına yönelik
Hristiyanlaştırma çabaları [Misyonerlik faaliyetleri] –özellikle son
yüzyılda– eski önemini kaybetmiş gözüküyor. Yani insanları, toplumları
Hristiyanlaştırma propagandası ile yüz yüze bırakıp tepki toplamaya
artık lüzum yok ki... Çünkü Müslüman eğer "dinlerin diyaloğu" noktasına
gelmişse, ona ille de Hristiyan etiketi vurmanız gerekmez artık. Çünkü
maksat hasıl olmuştur. Bu bağlamda Kur'an'ın ve Sünnet'in bağlayıcı,
normatif hükümleri tarihsel olduğuna göre, Kur'an'ın bizden istediği
sadece ahlakî nitelikleri haiz insan olmamız olduğuna göre, hangi yasayı
ne şekilde yapacağımız, nasıl uygulayacağımız, diğer toplum ve dinlerle
ilişkilerimizin hangi zeminlerde gelişeceği sadece bizi ilgilendirir.
Tarihin her hangi bir döneminde bu hususların her hangi bir şekilde
zuhur etmiş olması, tamamen tarihin o dönemiyle ilgilidir. Buna parça
konular [cüz'iyyat] da dahil edilir.
Diyelim ki bir seküler yapı oluşturdunuz. Bu yapı
içerisinde Kur'an'ın "haramlar"ı ve "helaller"i nereye oturacak? Bunlar
da tarihsel. İşte çok spesifik ve spekülatif faiz tartışması. Fazlur
rahman diyor ki: "Eğer dünya toplumları ile yarış eden gelişmiş,
ilerlemiş bir toplum olmak istiyorsanız ve bu toplumun oluşturulması
için (ekonomik açıdan) olmazsa olmaz bir şart ise faiz, o zaman siz
bunun gayr-i İslamî olduğunu söyleyemezsiniz." Çünkü mantık şu: "Kur'an
bizden, faizi yasaklamamızdan önce "ileri bir toplum" olmamızı istiyor."
Mantık bu olunca haramlar da helaller de birden buharlaşıyor.
Altınoluk: Aslında "Kur'an bizden şunu istiyor" gibi
sözlerin de pek bir tabanı yok buna göre. Bu noktada laiklik konusunu,
hakim sistemle İslam'ın ilişkisini biraz daha açabilir miyiz?
E.S: Genelde Modernist müslüman, özelde Fazlur Rahman
İslam Ümmeti'nin Batı karşısındaki yenilgisinden hareket ettikleri için,
bu yenilginin nasıl dengeleneceğine dair verdikleri cevaplar da üç aşağı
beş yukarı benzerlik arz ediyor. Bir kere teknolojik modernizme hiç bir
itiraz yok. Sosyal ve siyasal modernizme de hiç bir itiraz yok. Aslında
Modernistler'in kendi aralarındaki ihtilaflar ağırlıklı olarak fikrî
nedenlerden kaynaklanıyor.
Fazlur Rahman özelinde ise durum şu: Ümmet'i bağlayan
tek şey "ahlakî ilkeler" olduğu için bu ahlak vurgusu son derece önemli.
Bu belki Modernistler'in temel kimlik tespitinde bize yardımcı
olabilecek temel unsurlardan birisi. Ahlakîlik, dinin basitleştirilmesi
ve rasyonalite...
Zaten Modernistler'de Ulema'ya bakış da net bir
şekilde ortadadır. İslam, Ulema'nın "tekelinden" alınmalı –özellikle
Fazlur Rahman'da–, halka yayılmalıdır. Dolayısıyla halkın iradesi neyse,
İslamî olan da odur. Bu aslında yüzdeyüz demokratik bir yapıdır. Ama bu,
Batı'dan ithal bir demokrasi değil, bir "yeniden keşif"tir. İslamî
dinamiklerle demokrasinin yeniden keşfi anlamına gelir.
Dolayısıyla eğer şu anda içinde bulunduğumuz fizik
şartlarda Ümmet'in menfaati veya İslam ulusunun menfaati gelişmeye,
ilerlemeye bağlıysa –ki bu, Modernistler'in vazgeçilmez hareket
noktalarındandır– ve bunların ucu da laikliğe çıkıyorsa mesele yoktur.
Esasen Kur'an'dan çıkarılacağı söylenen ve bizim için bugün biricik
kurtarıcı unsur olan "ahlakî ilkeler bütünü", pratik uygulamalar
bağlamında Kur'an ve Sünnet'in öngördüğü belli normatif hükümlerle
pekala çelişik sonuçlar getirebilir. Zira aslolan bu parça hükümlerin
uygulanması değil –nitekim laiklik ile İslam arasındaki ilişki bu
noktada çıkmaza girmektedir– bu genel-evrensel ahlakî ilkelerden
hareketle oluşturulacak hukuk sisteminin uygulanmasıdır. Ve yine esasen
bu parça hükümler tarihsel olduğu için laiklik tartışması da pratik
olarak önemini yitirmektedir. Çünkü artık elimizde elkol kesme, kısas
gibi "tarihsel çözümler" değil, bu çözümlerle varılmak istenen gayeyi
yakalamış bulunan "ilkeler" bulunmaktadır. Bu ilkelerle söz konusu
tarihsel çözümler arasında da karşılıklı bir "zorunluluk" yoktur.
Geriye, Kur'an'dan çıkarılacak ahlakî-evrensel
ilkelerin laiklijle bağdaşıp bağdaşmayacağı problemi kalmaktadır.
"Sosyal adalet", "yardımlaşma", "eşitlik" gibi ahlakî-evrensel ilkelere
her hangi bir sistem itiraz etmeyeceğine göre, ortada İslam-laiklik
çatışması gibi bir problem de kalmayacaktır...
Altınoluk: Batı İslam ülkelerinde laikleşmeyi
özendiriyor. Laik yönetimleri seviyor Batı. Laikler din alanını
sınırlandırmayı seviyor. Daha doğrusu kendi iktidarlarının bu
sınırlamaya bağlı olduğunu biliyorlar. Laikliğin öngördüğü husus şu:
"Tanrı belirlemesin normatif kuralları; insan belirlesin." Dolayısıyla
Tanrısal kaynaklar, diyelim ki vahiy, insan için kural koyma yetkisine
sahip bir kurum olmamalı. Laik yönetimler bunu seviyor. Modernistler de
böyle bir din çerçevesi oluşturuyorlar. Böylece Batı Modernistler'i
seviyor. Böyle bir denklem çıkıyor ortaya. İşin başına dönersek;
Modernist çizgi aslında Batı'nın İslam alemine yönelik meydan okumasına
cevap kaygısı ile ortaya çıkmıştı. Ortaya böyle bir trajik sonuç mu
çıkıyor? Meydan okumaya cevap olsun diye çıktınız ama, sonunda köle
oldunuz, dini de kendinizle beraber köle yaptınız gibi bir sonuç mu
çıkıyor?
E.S: Bunu belki genel olarak tüm Modernist
hareketlere şamil kılmak doğru değil; ama Modernist hareket dendiği
zaman akla gelen temsilciler bağlamında bu pekala anlamlı bir netice.
Çünkü eğer siz şu ya da bu şekilde Kur'an ve Sünnet nasslarının tarihsel
olduğunu söylüyorsanız, bunun sizi götüreceği nihai nokta laikliktir,
sekülarizmdir. Doğru olan, toplum iradesidir; kendinizi Kur'an ya da
Sünnet'in her hangi bir nassıyla sınırlandırmanız gerekmiyor.
Altınoluk: Bir bilim adamı olarak pek çok tahlil
yapılabilir, ama kendinizi sade bir müslüman olarak telakki edip
Modernist çizgiye baktığınızda ne hissediyorsunuz?
E.S: Bunu, Türkiye'de yetkili bir ağız olarak
gördüğüm birisinin ifadesi ile söyleyeyim: "Modernizm bir "sapma"dır."
Fikrî anlamda bir sapmadır; hatta zaman zaman imana taalluk eden
handikapları vardır. Dolayısıyla sokaktaki insanın bu akıma paçayı
kaptırmaması lazımdır. Bizim için önemli olan, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat
akidesinde oluşturulmuş sisteme olabildiğinde sıkıca yapışmaktır.
Karşılaştığımız problemleri bu sistemin bize verdiği ruhla çözmeye
yönelmeliyiz. Sistemimizi, kültürümüzü, marifetimizi oluşturan ruhu
yeniden keşfetmemiz lazım. Burada özellikle İslamî alanda çalışan ilim
adamlarına çok büyük görev düşüyor. Bu ruhu yeniden keşfedip ortaya
koymamız gerekiyor.
Altınoluk: Şöyle düşünülebilir mi? Mesela Fazlur
Rahman'ın getirdiği çerçeve, Fazlur Rahman'ın dinle ilişkisini çok
yaralamıyor olabilir. Ama o kamuya yansıdığında, din ile ilgili temel
koordinatları oluşmamış insana yansıdığında dini ortadan kaldırıyor;
vahyi ortadan kaldırıyor.
E.S: Tabii ki bizim gibi düşünce/inanç dünyası
paramparça olmuş bir toplum için bu türlü kalıp yargıları ortaya koymak
çok zordur.
"İslam düşüncesi" diye bir fenomen var ortada. "İslam
düşüncesi" hadisesi, bizim şuurumuzun, bilincimizin gerçekten yabancısı
olduğu bir şey. "Düşünce" faaliyeti aklî bir faaliyettir. Bizim literal
dünyamıza bakıyorsunuz, düşünce faaliyetini anlatan bir kaç kavram var;
"taakkul" var, "tefekkür" var, "teemmül" var, "tedebbür" var. Fakat
bunlardan hiç birisi "düşünce" kelimesinin yüklendiği anlamı ifade
etmiyor. Çünkü bizim geçmişimizde böyle bir faaliyet yok. "Düşünce
adamı", "düşünür" kelimelerinin karşılığı yok. Bir "mütefekkir" var;
"tefekkür"den türemiş. O da modern zamanlara ait. Bizde "düşünce" kalp
ile ilgili bir hadisedir.
Altınoluk: İmana bağlı bir hadisedir. Son
söylediğiniz "düşünce", sorgulayıcı boyutu olan düşünce...
E.S: Bağımsız, aklî bir faaliyet. Bugün hemen her
İslamî metinde bir "İslam düşüncesi" vurgusu var. Bunu modern bir duruş
olarak tespit etmek zorundayız. Dolayısıyla İslam düşüncesi dediğimiz
şeyin ürettiği her bilgiye ihtiyatla yaklaşmak zorundayız. Sokaktaki
insan için böyle bir durum söz konusu.
Altınoluk: Son günlerde yapılan tartışmalarda her şey
Kuran'a dayandırılıyor; oraya dayandırılınca da iş bitiyormuş gibi
görüntü oluşuyor. Ama temel dayanaklar yine ortada yok.
E.S: Kur'an'ı anlama ve yorumlama hususunda "Önce
Kur'an" çağrısı yapanların, öncelikle bütüncül bir sistem ortaya
koymaları gerekiyor. Kur'an'ı nasıl anlayacağız, ilkelerimiz nedir,
hareket tarzımız ne olmalıdır? Böyle bir sistem yok. Böyle bir sistemin
olmayışı aslında belki –en azından bazıları için– bilinçli bir durumu
işaret ediyor. Çünkü böyle bir sistem olduğunda ilmî olarak kendisini
onunla sınırlandırmak zorunda. Bunu yaptığı zaman da Kur'an'ı kendi
içinde ve sadece Kur'an ile sınırlı kalarak anlamanın güçlükleriyle
karşılaşacak. (Fazlur Rahman'ın sebeb-i nüzul bildiren rivayetlere yeşil
ışık yaktığını hatırlayalım.) Zorunlu olarak bir başka merciye, –mesela
Sünnet'e– başvurmaya kalkışacak. O zaman da kendi söylemiyle çelişecek.
Dolayısıyla bence bu, özellikle Türkiye'deki kimi isimler tarafından
bilinçli olarak yapılıyor. Yıllardır bu çağrıyı yapan insanlar var.
Ortaya koydukları belki somut çalışmalar var. "Kur'an'dan yola
çıkarsanız bunlar olur" deniyor. Ama Kur'an'dan yola çıkmak nedir,
Kur'an'a başvurmak nedir, bunun yolu yöntemi nedir, bu konuda bir
faaliyet yok.
Altınoluk: Kur'an'a kim başvuracak? Kur'an'a başvuran
kimsenin sübjektivitesi nasıl ortadan kaldırılacak? Her başvuran farklı
sistemler ortaya koyarsa, ortaya bir din karmaşası çıkmayacak mı? Bu tür
sorular da cevapsız kalıyor.
E.S: Evet. Bunların zaman zaman cevaplandırmak
zorunda kaldıkları bazı sorular oluyor. "Kur'an başucu kitabıdır
dediysek de, bunu da belli bir birikime, tecrübeye sahip olanlar
yapabilir, işte Arapça'yı bileceksiniz, Arap dilinin özelliklerini
bileceksiniz..." şeklinde kendi rezervlerini de zaman zaman ifade etmek
zorunda kalıyorlar. Bence bu bilinçli bir harekettir. Böyle bir
metodoloji, yetersizliklerini gösteriyor. Çünkü sıfırdan bir metodoloji
oluşturmak kolay bir şey değil. Şu hadisin şu şu nedenlerle zayıf
olduğunu söylemeye benzemez bu. Başlı başına bir anlama ve yorumlama
sistemi. Bir ömrün değil, bir kaç neslin geçmesi lazım böyle bir
faaliyetin oluşması için.
Altınoluk: Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederiz.
E.S: Ben teşekkür ederim.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] 75/el-Kıyâme, 16 vd.
[2] Bu ayetin ifadesi hakkında bizim, "Modern İslam
Düşüncesinin Tenkidi" adlı seri çalışmamızın II. cildindeki 1/I numaralı
yazıya bakılabilir.
[3] el-Buhârî, "Enbiyâ", 5; "İ'tisâm", 14; Müslim,
"İlim", 6; İbn Mâce, "Fiten", 17; Ahmed b. Hanbel, II, 327, 450, 511,
527, III, 84, 89, 94.
[4] Fazlur Rahman'ın, "İslamî olan"dan neyi
kasdettiği, yukarıdaki ifadelerden anlaşılmış olmalıdır.
|