BAYRAM ve ÇAĞRIŞTIRDIĞI GERÇEKLER

Her milletin hayatında önemli ve özel günler vardır. Bayramlar bunlardan biridir. Her yıl tekrarlanan bu özel günler dolayısıyla zamana, olanaklara ve koşullara göre çeşitli etkinlikler düzenlenir ve sevinçli anlar yaşanır. Çünkü bu bir gereksinimdir; toplumun tümüne yönelik bir ihtiyaçtır. Bir yıl boyu çalışan ve yorulan toplum, işi gücü bir kenara bırakarak birkaç gün birlikte dinlenmeye çekilir. Bayram, esasen özünde bu toplumsal gerçeği ifade eder.

 

İnsanlar bu özel günleri anlamlandırmak ve bu suretle de neşelenmek ve coşmak isterler. Onun için çeşitli zevklerin ve seçeneklerin yarışıyla, tarihin akışı içinde biriken bayram gelenekleri, her millete göre bir kültür birikimi oluşturur. Kuşkusuz, Müslümanlar bu konuda en zengin birikime sahiptirler. Çünkü bin beş yüz yıldır yaşanan bayramlar dolayısıyla İslâm coğrafyasının her bölgesinde değişik zevk ve tercihlere göre düzenlenmiş farklı etkinlikler ve üretilmiş çeşitli gelenekler bu zengin birikimi oluşturmuştur.

 

Şu var ki, parçalanmış ve çökmüş büyük bir ümmetin varisi olarak bizler, ders almak zorunda bulunduğumuz geçmişimizi araştırmak, birikimimizi yeniden gözden geçirmek, hatta varsa çarpıtılmış yanlarını sorgulamak ve saptırılmış yönlerini doğrultmak üzere onu Kitap ve sünnetin ruhuna yabancı unsurlardan ayıklamak gibi çok zor bir durumla bugün karşı karşıya bulunmaktayız. Bu sorumluluk bize ciddi bir öz eleştiri kapısını aralamaktadır. Onun için Hicrî 1425 yılının Ramazan ayını yaşadığımız bu mübarek günler münasebetiyle bayram konusu üzerinde çok yönlü bir değerlendirme yapmamız gerekmektedir.

 

Bu ilgiyle, en azından şu soruları kendimize yöneltmeliyiz;

 

Çöken (ya da çökertilen) İslâm uygarlığının enkazı üzerinde tünemiş gibi duran dünya Müslümanlarının, bugünkü koşullarda bayramı neşe ve coşku içinde kutlamaya, acaba hakları var mıdır?

 

Filistin, Irak, Afganistan ve Çeçenya gibi İslâm vatanının birçok yeri düşman işgali altındayken, Yahudi-Hıristiyan ittifakına ait güçler bu ülkelerde her gün onlarca Müslümanın kanını akıtırken, ırza ve namusa tecavüz ederlerken, bu toprakların mal ve servetini yağmalayarak Batı'ya kaçırırlarken, hangi Müslüman, neşe ve coşku içinde bayram yapabilir?

 

Büyük İslâm vatanı üzerinde kurulmuş -özgür ve bağımsız sanılan- elliden fazla ülkenin yönetimleri, küresel emperyalizmin emrinde siyaset yaparken, Müslümanlar günümüzdeki bayramları acaba gönül huzuruyla ve gerçek bir özgürlük duygusu içinde yaşayabilirler mi?

 

Süper güçlerin içerideki işbirlikçileri tarafından tertiplenen zihin karıştırıcı yapay gündemlerle, kavram kargaşasıyla, din ve düşünce anarşisiyle kamuoyu şaşırtılırken, Müslümanlar nasıl ve niçin bayram yaptıklarını acaba açıklayabilirler mi?

 

Bu soruları daha da çoğaltabiliriz. Fakat bu kadarının bile bizi memnun edecek, bizi rahatlatacak, yanıtlarını bulmamız çok zordur. Onun için bugünün bayramları, eskilerine göre bize daha başka mesajlar vermektedir. Bu uyarıların ne olabileceğini anlayabilmek ise güç değildir. Bizden önceki ilk iki kuşağın, -bütün sıkıntılarına rağmen- bizden ne kadar daha fazla mutlu olduklarını eğer sadece anı kitaplarından bile izleyecek olursak bu soruların yanıtlarını büyük ölçüde bulabiliriz.

 

Örneğin, Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalandığı, -sembolik de olsa dünya Müslümanlarının, vaktiyle siyasi ve rûhî birliğe sahipken bundan yoksun kaldığı- ve Türkiye'nin dünyada tamamen yalnızlaştığı günlerde bile halk, İslâmî bayramların ifade ettiği anlama bugünkü kadar yabancılaşmamıştı. Dolayısıyladır ki o günlerin perişanlığı içinde bile bu coğrafyanın insanı, bayramı hiç değilse tarih bilinci içinde algılayabiliyordu. Toplumun vaktiyle sahip olduğu bu duyguya, -meşrebinin farklılığı dolayısıyla çoğunluğun inançlarını paylaşmamış bulunmasına rağmen- bir şairin tercüman olmaya çalıştığını, şu dizelerinden saptamak mümkündür. Yahya Kemal'in, Süleymaniye'de Bayram Sabahı başlıklı şiirinde yer alan bu dizeler şöyledir:

 

Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede

Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniye`de

 

Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,

Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi

 

Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,

Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan.

 

Görüldüğü üzere bu mısralarda, «mehâbetli» bir sabahtan söz edilmektedir. Bir dünya ümmetinin, bayram sabahında muhteşem Süleymaniye ile bütünleşmiş heybeti karşısında şairin izlenimlerini okuyoruz. Bu dizelerde umut pırıltılarını görüyoruz. Savaştan yeni çıkmış, yorgun bir toplumun, bütün olumsuzluklara rağmen moralini koruyarak bayramı gururla ve ağırbaşlılıkla yaşamaya çalıştığını hissediyoruz. Yitirdiği bir cihan imparatorluğunun tamamı kendisine aitmiş gibi geçmişe bakan bir toplumun duygularını bu mısralarda izliyoruz. Çünkü devletin, vaktiyle haşmet ve heybetini henüz koruduğu günlerde bayramlar, özellikle Türklerin gururunu okşayan parlak tablolar içinde yaşanırdı. İmparatorluğun mozaiği içinde Türkler azınlık olmalarına rağmen, devletin resmi dili Türkçe idi ve en önemlisi saray halkının safkan Türk olduğu sanılıyordu! Sırp, Ermeni, Arnavut, Boşnak, Leh, Macar, Yahudi, Rum, Çerkez, Arap ve Kürt gibi çeşitli din ve ırklara mensup kitlelerden oluşan toplumun bu renkli sosyal yapısı içinde Türkler, öbür Müslümanlarla birlikte «İslâm Ümmetini oluşturuyorlardı». Padişahlar da bu ümmetin başını temsil ediyor ve bayramı -şeklen de olsa- İslâm ümmetiyle paylaşıyorlardı. Bu nedenledir ki bazı padişahlar tarafından bayramlarda halka açık büyük şenlikler düzenlenirdi. Padişahın bizzat kendisi de bu şenliklere katılırdı. Hükümdarın otağı İstanbul'da büyük bir alanda kurulur, devletin bürokrasi teşkilâtı da bu otağın bitişiğinde yerini alırdı.

 

Onun içindir ki imparatorluk yıkıldıktan sonra da halk bu sahneleri hep anımsamış ve onu yeni nesle hasret içinde aktarmıştır. Böylece Osmanlı döneminin renkli bayramları Cumhuriyet döneminde de anılara ve sohbetlere konu olmuştur. Dolayısıyladır ki hâlâ birçok kimse, «Nerdeee o eski bayramlar!» diye hasret çekmekte, eski günleri aramaktadır.

 

Evet geçmiş günler genelde hep aranır; bu duygu sadece bayramlarla sınırlı değildir. Onun için maziye karışmış her şey gibi geçmiş bayramlar da aranacaktır. Yarının insanları da bugünleri özleyecek, bugünleri tatlı anılar olarak anlatacaklardır. Bu bir nostaljidir, insanın karakterine adetâ kazınmış bir özlem türüdür. Bunun ise temelinde bir gerçek vardır ki -günümüze dek- eski ile yeni kuşakları karşılaştırırken bilhassa bu özelliği göz ardı etmemek gerekir; eskide asalet, eskilerin ruhunda da tutku ve kalıcı bağlılık vardı. Bu da içtenlikten kaynaklanıyordu. Ne var ki, değer yargıları epeyce değişmiş, çağımızın insanı bencilleşmiş ve bu ahlâkî niteliği büyük ölçüde yitirmiştir. Bu nedenle gelecekte insanlar, bizden sonraki kuşakları karşılaştırırken, büyük ihtimalle bu konuda pek büyük bir fark bulamayacaklardır. Çünkü günümüzde asaletin ve kalıcı bağlılığın artık pek önemi kalmamıştır. Onun içindir ki dönemimizin bayramları sıradanlaşmış, genelde manevi değerler saygı görmez olmuş, dolayısıyla da bugünün kuşağı, eskilere göre bayram heyecanını daha az yaşayan bir psikoloji ile yetişmiştir.

 

Evet, geçmişe göre bugün durum her bakımdan çok farklıdır. Sonuç olarak bayramlar da farklı duygularla algılanacaktır. Özellikle eğer din sosyolojisi bağlamında olaylara bakarsanız, -sadece bayramların değil-, dünden bugüne birçok şeyin değiştiğini görürsünüz. Elbette ki bu arada bayram kavramı ve bu sözcüğün çağrıştırdığı hemen her şeye ilişkin yaklaşımlar da değişikliğe uğramıştır.

 

Unutmamak gerekir ki çağın koşulları, hayatın seyrini büyük ölçüde değiştirmiş, insanların olaylara ve değerlere yaklaşımında çok farklı çizgiler belirlemiştir. Son yüz yılı eğer insanlık tarihinde önemli bir dönemeç olarak kabul edecek olursak bu sürecin zorunlu bir karmaşa dönemi olduğu hakkında da ikna olmamız gerekir. Günümüz dünyasının genel manzarası bunu göstermektedir. Nitekim güç dengeleri bozulmuştur; uzay çağının teknolojisi insanlığın mutluluğu ve refahı için değil, tam aksi amaçlarla kullanılmaktadır; doğa ve çevre, insanların amansız ve acımasız saldırılarına hedef olmuştur; devletler birer mafya şebekesine dönüşmüş, sömürü, yağma ve soykırım adetâ meşrulaştırılmıştır. Bu yüzden, ne dinler arası diyalog çağrıları, ne -sözde özgürlük rejimi olduğu ileri sürülen- demokrasi, ne yüzlerce hayır kurumu ve yardımlaşma derneklerinin yoğun faaliyetleri, ne de ahlâkçı ve eğitimcilerin çabaları, insanlık dünyasına maalesef umulan barışı sağlayamamıştır. Bu manzara karşısında İslâmî bayramların özellikle günümüzde gerek Müslümanlara, gerekse dış dünyaya ne kadar önemli mesajlar verdiğini anlamaya çalışmak gerekir. Dolayısıyla bu bayramların ve Müslümanlar arası bayram kültürünün köklü geleneklerimiz arasında ne kadar yapıcı bir malzeme olduğunu kavramamız mümkün olacaktır.

 

Kimine göre bayramlar; «geçmişte yaşanan ve toplumu olumlu yönde değiştiren olayların, kişilerin anısını yaşatmak için yapılan toplu eğlencelerdir, anmalardır».1 Kimine göre «dinsel bayramlar edebiyatın, dansın, müzik ve tiyatronun olduğu kadar jimnastiğin, güreşin, araba ve at yarışlarının da temelidir. Bütün bu düşünsel ve bedensel gösteriler, ilkin, dinsel amaçlar için yapılmıştır».2 Kimisine göre de «bugünkü bayramlar, İnsanlık tarihinin en eski bayramı olan Potlaç'ın devamıdırlar. O zamanlar Kabilenin yıl boyunca çektiği sıkıntıların atlatıldığı, herkesin mutlu olduğu baharda yapılan ve bir ay süren Potlaç, bol müzikli ve danslı geçerdi. Üremeyi kolaylaştırmak için, cinsel tabular kalkardı. Herkesin elinde kalan giysi, yiyecek ve içecekler bir araya toplanır, kabile yaşlılarının denetiminde herkese eşit biçimde dağıtılırdı. Yediklerini yer, yiyemediklerini yakarlar, postları da paylaşırlardı. Burada amaç, farklılıkların sürekli olmamasını sağlamaktı. Eşitsizliği önlemek için tekrar eşitlik noktasına dönmekti».3

 

Evet, bazı yorumlar işte böyle... Herkesin yorumu kendine ait olsun. Tabiatıyla bunlardan biz de ibret alalım, ama İslâm'ın mensupları olarak, önce bu evrensel hayat nizamının ölçülerine bakalım. Eskiden günümüze kadar İslâm alimleri ve Müslüman aydınlar, adetâ ortak bir tanımla; İslâmî bayramları; sosyal dayanışma, karşılıklı sevgi ve saygı bilincinin bireylere güçlü bir şekilde egemen olduğu günler olarak vasıflandırmışlardır.

 

İslâm'da iki bayram vardır: Ramazan ve Kurban Bayramı. Bunlar İslâm tarihinde Medine döneminden itibaren başlamıştır. Hz. Peygamber (s), 622 yılında buraya hicret ettikten sonra Medine halkının yılda iki günü eğlence ile geçirdiğini görür. Bu geleneği anlamaya çalışır ve ne ifade ettiğini sorar. Medineliler, evveliyatını bilmedikleri bu günlerin sadece eskilerin bıraktığı bir gelenek olduğunu söylerler. Bunun üzerine şöyle buyurur:

 

«- Allah Teâlâ size, o iki gün yerine daha hayırlı iki bayram ikram etmiştir. Bunlar Ramazan ve Kurban Bayramlarıdır»4

 

Hicretin ikinci yılından itibaren kutlanmaya başlayan bu iki bayram, bütün İslâm dünyasında çoğunluğu oluşturan Sünnet ve Cemmaat ehli nazarında büyük önem taşımaktadır. Her iki bayramın da mütevâtir sünnet olarak uygulanış biçimi günümüze kadar korunmuştur. Bütün İslâm ülkelerinde bayram günü, bayram namazı ile başlar.

 

Gerek Ramazan, gerekse Kurban Bayramında, önce iki rek'at Bayram namazı kılınır. Bu namaz Hanefî Mezhebine göre vacip, Şafii ve Mâliki mezheplerinde sünnet-i müekkede, Hanbeliler'e göre ise farz-ı kifayedir.

 

Bayramlar hem sevinç ve coşku, hem ziyaret ve ikram, hem dinlenme, hem de ibadet günleridir. Onun için bayramlarda bu çeşitliliğin tümü birden yaşanmalıdır. Evet, Müslüman kişi, bütün aile bireyleriyle birlikte bayramı bu şekilde çok yönlü olarak yaşamalıdır. Dinin ve yaşamın davranışlarla, duygularla ve zevklerle zenginleştiği, insan ilişkilerine bu açıdan renk ve değer kattığı bayramlar, sosyal ve toplumsal dinamizme katkıda bulunmak bakımdan büyük anlam taşırlar. Onun için dinin ve meşru örfün en yoğun biçimde buluştuğu zaman kesitleri bayram günleridir.

 

İnsanoğlu, yaradılışındaki üstün nitelikler sayesinde yaşamını sık sık değişik zevk ve eğilimlerle çeşitlendirmeye çalışır. Hayat da bu suretle zengin bir anlam kazanır. Bu ise Yüce Yaratıcı tarafından ona bahşedilmiş olan manevi potansiyelin ve yüksek değerin en büyük kanıtıdır. Bu çeşitlilik arasındaki dengenin meşruluk rejimiyle parlak tablolar içinde sergilendiği zamanlar ise hiç kuşkusuz bayram günleridir. Öyle ise bu güzel günlerin hakkını İslâm'ın çizdiği çerçevede olabildiğince renklendirerek vermek gerekir.

 

Bayram, aynı zamanda insan ilişkileri bakımından toplumsal ahlâkın sergilendiği ve test edildiği terbiye günleridir. Bu süre içinde sıcak ilgiyle, saygı ve sevgiyle pekişen ilişkiler, toplum için zengin bir moral kaynağı oluşturur. Bu kaynağın sağladığı psikoloji ile Ramazanlarda ve bayramlarda mü'minlerin sergilediği erdemler, vaktiyle yabancı gezginlerin de epeyce ilgisini çekmiştir. Bunlardan özellikle François Georgeon ve Sir Henry F. Woods'un izlenimleri çok çarpıcıdır.5 Onun için çağdaş Mü'minler de bu değerlere bağlı kalarak bayramları dolu dolu yaşamalıdırlar. Bununla birlikte dualarla, tekbir ve tebriklerle bayramın ruhânî atmosferini de korumalıdırlar; İslâm devlet statüsüne sahip ülkelerde bayram namazını mutlaka kılmalı, hatta henüz mükellef olmayan çocuklarını da bayram namazına birlikte götürmelidirler. Bunun, çocuk üzerinde oldukça eğitici etkisi vardır.

 

Ramazan bayramının birinci gününde ve Kurban bayramının dört günü boyunca oruç tutulmaz. Çünkü bu günler, tüm Müslümanların sevinç, ziyaret, ziyafet, ikram ve dayanışma günleridir. Dolayısıyla, Ramazanda bir ay süreyle tutulan orucun mükâfâtı olarak Mü'minler bayram gününü hem yemek içmekle, hem fitrelerini yoksullara vererek onları sevindirmekle, hem de dost ve yakınlara yapacakları karşılıklı ziyaretlerle geçirmelidirler. Kurban bayramında da başta yoksullar olmak üzere komşuları kurban etinden yararlandırmak suretiyle bu sosyal görev yerine getirilmelidir. Bu arada çocuklar asla unutulmamalı, onları da hem baba ve anneleri, hem yakınları, hem de komşuları uygun hediyelerle sevindirmelidirler; bayram sevincini onlara da gerektiği kadar tattırmalıdırlar. Bütün bunlar, İslâmî bayramların önemli kurallarından sadece bazılarıdır.

 

Son yıllarda, ne yazık ki İslâm diyarında yaşanan dramlar nedeniyle bayramlar sadece «buruk» değil, bilakis çok hüzünlü hatta yaslı geçti. Türkiye'de de çeşitli sıkıntılar, halkın geniş bir kesimini fazlasıyla olumsuz etkiledi. Ekonomik krizler insanları hayal kırıklığına uğrattı. Halk, bayram günlerinde doyasıya hediyeleşemedi. Bilindiği üzere, sosyal hayatta hediyenin ve hediyeleşmenin çok büyük önemi vardır. Toplumu zinde tutan geleneklerden biri de hediyeleşmedir. Bu ve benzeri yapıcı geleneklerin söndüğü toplumlarda halkın birlik ve beraberliği ancak yasaların zoruyla sağlanabilir!

 

Bayram kelimesinin günümüzde çağrıştırdığı gerçeklerin belki de en önemlisi; değerlerimizi yıkmaya çalışan odakların Ramazanlarda ve bayramlarda sergilediği çabalardır. Bu odakların başında, hiç kuşkusuz, lâikçi egemen azınlık tarafından İslâm'a karşı silah olarak kullanılan -Yahudilere ait- kartel medyası gelmektedir. Bizden gözükerek, dış güçlerin coğrafyamızda daha çok egemen ve etkili olabilmesi için bütün olanaklarını ortaya koyan bu medya, Türkiye'de başta tevhid inancı olmak üzere, tüm evrensel İslâmî değerlere karşı kullanılan çok keskin bir silahtır. Yüz binlerce mü'mine kızlarımızın üniversitelere girmesini önleyip hayatlarını karartmada etkin roller üstlenen; birçok mü'min yazar ve aydının yargısız infaz mekanizmasıyla mahkûm edilmesinde öncülük yapan; süper güçlerin İslâm dünyasında giriştiği sömürü, yağma ve katliamları meşru göstermek için bütün olanaklarıyla çaba harcayan ve bu bağlamda «İslâmî terör» diye kasıtlı bir söylem üreterek, -zulüm güçlerine karşı direnen- İslâm Ümmetinin gazi ve mücahit gençlerini militan ve terörist ilân eden bu medya, Ramazanlarda, bayramlarda ve kutsal günlerde İslâm'a ait ne varsa ekranlarına ve sayfalarına yansıtarak bu kez de Müslüman kitlenin parasını çekmeye çalışmaktadır!

 

Son seksen yıl içinde üretilmiş yapay bayramları reklâm ederek, ilhamını mütevâtir sünnetten alan gerçek bayramları bastırmaya, onları yozlaştırmaya, basitleştirmeye, Müslümanların bayram heyecanını söndürmeye ve İslâmî bayram anlayışını çarpıtmaya çalışan güçler ve kalemler, Türkiye'deki lâikçi medya kuruluşlarında yuvalanmışlardır. Bunlar, çeşitli beyin yıkayıcı yöntemleriyle zihinleri o kadar çok bulandırmış, toplumu manevi değerlerine karşı o kadar çok yabancılaştırmışlardır ki bugün Türkiye'de binlerce değil, milyonlarca Müslüman, örneğin Ramazan Bayramının, kameri aylardan Şevval'in ilk üç gününe, Kurban bayramının da Zilhicce ayının onuncu gününden itibaren dört gününe rastladığını bilmemektedir. Türkiye'de Ramazan Bayramına «Şeker Bayramı» adını takan bunlardır. keza, İslâmî Nikah tabirini «İmam nikâhı» diye değiştirip çarpıtan yine bunlardır. İslâmî bayramların, bugün beyni yıkanmış bir zümre için resmi tatilden başka bir şey ifade etmiyor olmasının temelinde yine bu güçlerin gayretleri yatmaktadır.

 

Onun için, ramazan ve bayram denince Yahudi kartel medyasının yine faaliyete geçeceği noktası, her bilinçli ve samimi mü'minin dikkatini çekmeli ve onu düşündürmelidir. Çünkü bayramlar sadece dostları hatırlamak için değil, aynı zamanda bizden yana gözüken içimizdeki sinsi düşmanlara karşı uyanık ve tedbirli olmaya da yarayan özel ve önemli günlerdir! 

 

Ferit AYDIN

1 Hayrettin GÜNAY, Görele Lisesi Öğretmeni/GİRESUN

2 Orhan Hançerlioğlu

3 Prof. Ünsal Oskay

4 Ebû Dâvûd, Salât, 245; Nesâi, Salâtü'l-Îdeyn, 1; Tecrid-i Sarih Tercemesi, c. 3, s.157

5 Tuğrul ŞAVKAY, arşiv.