NİFAK KAVRAMI:

 

Nifak kelimesinin sözlük ve terimsel anlamı

 

«Nifak» kelimesi Arap sözlüğünde iki yüzlülük demektir. Türkçede bu sözcük daha çok bir takı ilavesiyle «Münafıklık» şeklinde ve aynı an­lamda kullanıl­maktadır.

 

Terimsel anlamı ise: Mü’min olmadığı halde bir kimsenin, inan­mış gibi gö­zükmesidir. Dolayısıyla nifak ya da münafıklık, daha çok imânî konuda kul­lanılmaktadır. Nitekim bu terim, İslâm literatüründe hemen her za­man, ger­çek anlamda imân etmedikleri halde imân etmiş gibi geçi­nen kim­seler hak­kında kullanılmıştır.

 

«Nifak» ile «Takiyye» arasındaki fark: 

 

Nifak, münafık insanın niteliğidir. İmânî konuda münafıklık eden, her şeyden önce içinden hiç inanmayan, sırf çıkarlarını korumak ama­cıyla mü’min çevreye yalnızca dışından benzemeye çalışan kimsedir. Takiyye yapana gelince, kendisine karşı kullanılabilecek bir baskı ve teh­ditten korkarak iba­det ve inancından kısmen veya tamamen feda­karlık eden kimsedir. Onun bu tutumuna da «Takiyye» denir.

 

Ayrıca, arasında yaşadığı topluluğun, temel inançlarına bağlı olan, an­cak ayrıntılarda onlardan farklı düşündüğü için, eleştirilerine ya da düş­manlık duygularına hedef olmaktan çekinen, bu amaçla onlar gibi gözü­ken ve on­lara ayak uydurmaya çalışan insanın spekülatif tutu­muna da yine takiyye denmiştir. Bu nedenle genelde Sünnîler, Şiîleri takiyye yap­makla suçlarlar[1] Mamafih takiyye münafıklık anlamında da kullanılır. Çünkü takiyye ile birbirini suçlayanların inançları ara­sında çoğu kez bü­yük uçurumlar bu­lu­nur. Öyle ki onlardan biri diğe­rini müşrik ya da kâfir sayar. Dolayısıyla bu korkunç suçlamanın, mal ve can konusunda bir teh­likeye ne­den olmaması için zayıf olan taraf, güçlü hasmının inançlarını onunla paylaşır gibi gözü­kür.[2] Alimler, ta­kiyyenin gerektiği yerde meşru olduğunu söylemiş, Kur’ân-ı Kerîm'den kanıtlar göstermişlerdir.[3] 

 

Ehl-i Sünnete göre Müslümanların kendi aralarında birbirlerine karşı takiyye yapmaları caiz değildir. Esasen bir Müslümanın -kendi kardeşi olan- bir diğer Müslümana karşı imânî bir meselede ikiyüzlü­lük yapması zâten mümkün değildir. Çünkü Müslümanların tümü Kur’ân-ı Kerîm'e ve Rasûlullâh (sav)'ın sünnetine bağlıdırlar ve aynı gerçeklere inanırlar. Binaenaleyh inançları arasında -önemsiz ayrıntılar dışında - pek büyük fark­lar yoktur. Bu nedenle bir Müslümanın, çıkar uğruna bir diğer Müslümana, onun gibi gözükmeye çalışması için her­hangi bir neden yoktur. Şu varki ha­yatı, İslâmî ölçülerden nisbeten uzak bazı Müslümanlar, amel ve ibadette ti­tiz olan mü’minlerin ya­nında fayda sağlamak için onlara benzemeye çalışır­lar ki buna takiyye­den çok riya demek gerekir. Elbette ki riya da büyük bir ahlâksız­lıktır, rûhâni bir dalkavukluktur. Bu nedenle ahlâkçılar riyaya «Şirk-i asgar» küçük şirk demişlerdir.

 

Takiyyenin meşrulaştığı şartlar var mıdır?

 

Bilindiği üzere İslâm, terör ve şiddete yer vermemiş, fitne ve anar­şiyi yasak­lamıştır. Bu nedenle «Allah'a, meleklere, kitaplara, peygam­berlere, âhiret gü­nüne ve kadere inanmak» şeklinde özetlenebilen İslâm'ın te­mel ilkeleri ara­sında şiddete inanmayı prensip olarak öngö­ren bir mad­deye rast­lamak müm­kün değildir. Bu da gösteriyorki İslâm tamamen ba­rışçıl yollarla kendini sunmakta ve böylece de sunulmak istemektedir. Bu gerçeğin en bü­yük ve canlı bir kanıtı da şudur: İslâm, egemen bir düzen olarak hayata ge­çirildiği çağlarda, Müslüman kişiye olduğu kadar kâfir in­sana da özgürce ya­şama hak­kını tanımış, ona karşı zor kullanmayı kesin­likle yasaklamıştır.

 

Buna karşın, sadece mesaj veren Müslümanlar özellikle tarihte iki defa müş­rikler tarafından şiddetli baskılar altına alınmış, işkence ve kat­liama uğramış­lardır. Bu her iki dönemde de Müslümanlar son de­rece za­yıf ve müşriklere oranla küçük birer azınlık durumunda bu­lunmuşlar­dır. Bunlardan birincisi, Mekke'deki İlk İslâm Dönemi, ikin­cisi ise yaşa­dığımız günlerdir.

 

İlk İslâm Dönemi'ne baktığımızda Müslümanların, müşriklere karşı hiç ta­kiyye yapmadıklarını görüyoruz. İlk Müslümanlar her türlü tehli­keyi göze alarak büyük bir cesaretle İslâm'ın mesajını her yere taşı­yor, herkese yönelti­yorlardı. Bu nedenle de dayanılmaz işkencelere uğ­ruyor, bazen de şehid edili­yorlardı.

 

Şu varki İlk Müslümanların, mesaj verdikleri insanlar sırf müşrik idi­ler. Bilindiği üzere alenî müşrik, münafık gibi değil, kimliği çok açık, tavrı nettir. Münafık ise onun tam tersine gizli bir kimliğe sahiptir, sin­si­dir; İçinden kâfir ya da müşrik olmakla beraber, dışından çok samimi bir mü’min rolündedir.

 

Dolayısıyla günümüzde Müslümanın mesaj verdiği ortam ve şart­lar ilk Müslümanlarınkinden çok farklıdır. Bu farkı şu şekilde açıkla­mak müm­kündür:

 

İlk Müslümanların karşısında, kimlikleri, inanç ve düşünceleri her ba­kımdan meydanda olan müşrik bir topluluk vardı. Dolayısıyla Müslüman­lar, çarpık ve sapık inanca bağlı bu topluluğa İslâm’ın mesajını ile­tirken Kur’ân'ın gerek­çelerine dayanıyor, ve dâvâlarını savunuyor­lardı. Ayrıca Müslümanlar, müşriklerle yakın akraba olmakla beraber, onları son derece ya­bancı bir kitle ola­rak görüyorlardı. Öyle ki ilk Müslümanlar ara­sında hiçbir insan, günün bi­rinde müşriklerle herhangi bir ortak noktaya sahip bu­lun­duklarını aklının ucundan bile geçirmi­yordu.

 

Halbuki bugün Müslümanların karşısında son derece sinsi bir kim­liğe sahip olan, ancak İslâm’ı açık şekilde reddetmeyen münafık bir kitle vardır. Aynı zamanda ezici bir egemenliğe sahip olan bu topluluk kar­şı­sında Müslüman­lar, varlıklarını koruyabilmek ve Kur'ân'ın mesa­jını iletme sorum­luluğunu yerine getirebilmek için elbetteki uygun bazı çare­lere baş vuracak­lardır. Ancak İslâm âlimlerinin görüşü alına­rak baş vu­rulacak bu çarelerden eğer biri de kimliğin yerine göre farklı gösterilebile­ceği şeklinde olursa hiç kuşkusuz ta­kiyye meşruluk kaza­nacak ve şartlı bir strateji olacaktır.  

 

Şu gerçeği vurgulamak gerekir ki mü’min, çok değerli ve nadir bir var­lıktır, Çünkü Allah'ın yeryüzündeki muhatabıdır. Öyle ise bu ola­ğa­nüstü öneme sahip noktayı göz önünde bulundurarak mü’min kişi, teh­likeli or­tamlarda her şeyden önce yaşayabilmeyi, ondan sonra da ev­rensel sorumlu­luğunu yerine getirmeyi mümkün kılacak sistemlere inanmak zorundadır. Bu ise «Antinifak» la ancak sağlanabilir. Hiç kuşku yok ki her zehirin bir panzehiri vardır; Her ayrı düşmana karşı farklı bir tavır, her saldırıya karşı değişik bir savunma sistemi ile ancak ayakta durmak mümkündür. Mademki İslâm, terör ve anarşiyi yasak­lamıştır, öyle ise adı ister takiyye, is­ter başka bir şey olsun, el­betteki İslâm'ın yüce imân ku­rumu, Müslümanı bu yolda perişan etmeyecek isabetli birçok çözüm yol­larına sahiptir.    

 

İslâm Tarihinde İlk Münafıklar

 

Aslında bu, bir siyer tarihi konusudur. Ancak nifak kavramının ve münafık kişiliğin daha iyi anlaşılması bakımınadan, İslâm'ın ilk yılla­rında Müslüman­ları uğraştırmış olan münafıklardan bir nebze söz et­mek isabetli olur.

 

Bilindiği üzere hak olsun, batıl olsun, sonunda üstün gelen ve ge­niş ta­raftar bulan düşünce ve inanışlar genellikle ilk başlarda bir azınlık tara­fın­dan red edilir. Onun için bu nokta, sosyologları çok ilgilendirir. Benimsenmiş ve tu­tunmuş olan haksız düzene direnenler, geniş çıkar çev­relerine karşı -şartlar ne olursa olsun- haklı mücadelelerini sürdü­ren­ler, adalet ve dürüstlükten kopmayan şerefli azınlıklardır. Ancak çıkar­ları balta­lanacak diye haklı düşünce ve inançlara karşı –iki yüzlülük ederek- gizlice direnen azınlıklar da vardır. İşte İslâm Tarihindeki ilk münafıklar böyle idiler.

 

İslâm Dini, Mekke'de gördüğü şiddetli tepkiye karşın Medine'de tu­tu­nunca, Hz. Peygamber (sav), o gün henüz Yesrib adını taşıyan bu kente göç etti.[4] Yesrib'de üç yahudi kabilesinden başka Evs ve Hazrec adında iki tane de Arap kabile yaşıyordu.  Araplar sayı ve güç bakımın­dan yahudi­lerden daha üstün idiler. Onları yıpratmak isteyen yahudile­rin körükle­diği fitne­lerle yıllar boyu birbirlerine karşı savaşmışlardı. Ancak Hz. Peygamber (sav)'in Medine'ye göç etmesinden kısa bir süre önce ortalık yatışmıştı. Kentte bir gelişme yaşanı­yordu. Hazrec Kabilesi'nin ileri gelen­lerinden Abdullah bin Übey bin Selûl (Übeyoğlu Abdullah) kral seçilmek üzereydi. Kabilesinin halkı onun, giyeceği tacı bile hazırlamaya koyul­muştu. Ne varki Hz. Peygamber (sav)'in Medine'ye göç etmesi olayı, bu hazırlıkları suya dü­şüren bir sürpriz oldu.Tüm şehir hal­kının kısa bir süre içinde İslâm’a gir­mesi üzerine Übey oğlu Abdullah artık önemini kaybetti ve sıradanlaştı. Aslında herkes sıradan biriydi. İslâm Dini sı­nıf ve mevki farklarını ortadan kal­dırmış, herkesin birbirini sevip saydığı yep­yeni bir toplum oluştur­muştu. Bu yeni düzeni hazmetmek, Übeyoğlu için kolay değildi. Nitekim Müslüman olmadan önce Hz. Peygamber (sav)'e açıkça diş bi­lemeyi deni­yordu. Bir keresinde Rasûlullâh (sav), as­habından, hastala­nan Saad Bin Ubade'yi ziyaret etmeye giderken yolda karşılaştığı Übeyoğlu, terbiyesini bo­zarak:

 

«Bize karşı baskın çıkma !» demek cesaretinde bulunmuş, Hz. Peygamber (sav), Kur'ân'dan âyetler okuyarak O'nu öğütlemeye çalı­şınca da:

 

«Git evinde otur, bizleri toplantı yerimizde rahatsız etme!» diyebi­le­cek kadar küstahlaşmıştı. Fakat gittikçe toplumun nefretini çekmeye baş­ladığını anla­yınca bu kez, aldatabildiği üçyüz kadar adamıyla, dışın­dan Müslüman gözüke­rek yaşamı boyunca Müslümanların kuyusunu kazı­maya çalıştı; İslâm düş­manlarının daima içerideki casusu oldu; Gizlice hep onlarla işbir­liği etti...

 

Bu münafık adamın, -sözde - İslâm'a girdikten sonra bile tarihin şa­hit olabil­diği o kadar korkunç hıyânetleri vardır ki –münafık insanın kişiliğini or­taya sermek bakımından - bunlar çok çarpıcı örnekler oluşturmaktadır. Özellikle bu hıyânetlerden iki ta­nesi anlatılmaya değer.

 

Birincisi: Medine'de cinâyet işleyen ve anarşi çıkaran Kaynuka'oğulları adlı yahudi kabilenin Şehirden sürülmesine ilişkin Hz. Peygamber (sav)'in, karar aldığı sırada Übeyoğlu'nun ortaya koy­duğu sert tavırdır. Bu adam, he­nüz bir ay kadar önce -sözde - Müslüman ol­duğu halde o gün hiç çekinme­den Hz. Peygamber (sav)'in yaka­sına ya­pışmış:

 

«- Muhammed ! Benim yandaşlarımı bu kez hoş gör...» diyerek O'nu kararın­dan vazgeçirmeye çalışmış, bu sözü defalarca tekrar eder­ken elini Hz. Peygamber(sav)'in yakasından zırhının içine sokmuş onu sarsmıştır. Rasûlullâh (sav), öfkelenerek:

 

«Brak beni, elini çek !» demişse de adam isteğinde ısrar etmiştir. Hatta tarihler O'nun şu ifadeleri kullandığını kaydetmektedir:

 

«Hayır, Yandaşlarıma iyi bir muamele edeceğine söz vermedikçe Allah'a and olsun ki yakanı bırakmayacağım;  Onlar vaktiyle dörtyüz sırh­sız, üçyüz de zırhlı olmak üzere hasımlarıma karşı beni korudular, sen şimdi onları bir sa­bah biçeceksin öyle mi ! Bak Allah'a yemin ede­rim, büyük fitnelerin patlak vermesinden korkuyorum!»

 

Übeyoğlu'nun ikinci hıyâneti ise, Uhud Savaşı sırasında O'nun, cep­he­den üç­yüz adamını geri çekerek dönmesidir. Bu, elbetteki nifak ve hıyâne­tin, eşi görülmedik bir örneğidir. Çünkü eğer isteseydi ha­rekât­tan önce or­duya ka­tılmayabilirdi. Böylece olumsuz etkisi nisbeten daha az görülebi­lirdi. Ancak cepheye kadar gelip yandaşlarıyla tam düşmanın karşısında İslâm ordusundan ayrılması, O'nun aslında ama­cının Müslümanları hem mad­deten, hem ma­nen çökertmek olduğunu açıkça or­taya koymaktadır.

 

Bu adam, -sözde - Müslüman olduğu halde neden böyle davranı­yordu ? Hiç kuşku yok ki O, içinden hiçbir zaman Müslüman olma­mıştı. Bunu en iyi bi­len, öz oğlu ve adaşı Abdullah bin Abdillah bin Übey (ra) idi. Bu genç sahâbî, Müreysi' Savaşı sırasında yine babasının orduda anarşi çı­karmak is­temesi üzerine Hz. Peygamber (sav)'e baş vurmuş, eğer em­rederlerse baba­sının in­fazını derhal gerçekleştirebileceğini arz etmişti. Ancak Hz. Peygamber (sav), belki de siyasi ve stratejik açılardan bu is­teği normal karşı­lamamış, Abdullah'ı savmıştı.

 

Kur’ân-ı Kerîm Münafıklar Hakkında Ne Diyor:

 

Nifak ve münafıklar hakkında Kur’ân-ı Kerîm, çok önemli bilgiler vermek­tedir. Hatta Kur’ân-ı Kerîm'in altmışüçüncü sûresi, «El-Munâfıkûn» (yani münafıklar) adını taşımaktadır. Medine'de inen ve ta­mamı onbir âyet olan bu sûrenin ilk sekiz âyeti -yukarıda sözü edilen - mü­nafıkları anlatmakta, son üç âyeti de bazı uyarılar içermektedir. Bundan başka ayrıca Kur’ân-ı Kerîm'in bir­çok yerinde serpili olarak mü­nafıklardan söz edilmektir.

 

Münafıkların faaliyetleri içinde belki de en ilginç olanı, -Hz. Peygamber (sav)'in, bir askeri harekât nedeniyle Medine dışına çık­mak üzere olduğu bir sırada- onların, şehre yakın Kuba mevkiinde bir cami yapmaları olayı­dır. Münafık insanın karakterini ve özellikle içe­ride Müslümanların ba­şına ço­rap örmekle meşgul olan günümüzün profesyonel münafıklarını daha iyi tanı­mamız bakımından bu olayı bilmekte yarar vardır. Esasen Dünya müslümanları, özellikle Türkiye’de yaşayan müslüman-mü’minler, bu bilgilerden ders çıkarmak zorundadırlar!

 

Sözkonusu cami, Abdiamr Bin Sayfi adında Medine'li bir İslâm düş­ma­nının planlarıyla yapılmıştır. Bu adam çok dindar bir Hıristiyan ol­duğu için halk O'nu Ebuâmir er-Râhib adıyla anıyordu.[5] Hz. Peygamber (sav)'in, vaktiyle O'na yönelttiği İslâm’a çağrıyı reddetmiş, Medine'den kaçarak Uhud Savaşı'nda Müslümanlara karşı Mekke'li müşriklerin sa­fında çarpışmıştı. Bu nedenle Müslümanların şiddetli nefretini çekerek artık Ebuâmir el-Fâsık (Yani ahlâksız Ebuâmir ) diye anılır olmuştu.

 

Müşrikler yenilince Bizans İmparatoru Herakleios'a gi­derek bu kez de O'nu Müslümanlara karşı kışkırt­maya çalıştı. İste tam o sıralardadır ki Medine'li münafık yandaşlarına gön­derdiği mektuplarla bu sahte camiin yapılmasını sağladı. Bu adamlar Hz. Peygamber (sav)'e gelip, yap­tıkları ca­mide (teberrüken) namaz kılmasını ve on­ları onur­landırma­sını istediler. Rasûlullâh (sav) önce meşguluyetini mazeret göstererek, seferden dön­dük­ten sonra ve «ancak Allah dilerse» isteklerini yerine getire­ce­ğini söyledi. Fakat dö­nüşü sırasında Tevbe Sûresi'nin 107 inci âyeti inince bu müna­fıkla­rın kötü niyeti ortaya çıkmış oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) iki kişiyi görevlen­direrek, bir casus hücresi ve is­tihbarat mer­kezi niyetiyle ya­pılmış bulunan ve «Dırâr» adını taşıyan bu camii derhal yıktırdı.

 

Nifakın içyüzü ve münafık insanın kişiliği    

 

Nifak, hiç kuşkusuz küfrün en sinsi ve en tehlikeli türüdür. Çünkü münafık kişi, aralarında yaşadığı mü’minlerden çıkar sağlamak için, dâ­vâla­rına inan­madığı halde inanmış gibi gözüken insandır. Münafığın tanımı budur. Dolayısıyla münafık kişi eğer mü’minlerin arasında yaşı­yorsa kim­seyi kuşku­landırmamak için her yerde onlara ayak uydurur; Eğer Müslümansı bir kitle içinde yaşıyorsa yine onla­rın değer yargıla­rına katılıyor­muş gibi gözükür ve İslâm’ı anladıkları bi­çimde onlarla pay­laşmaya çalışır. 

 

Münafıklık, genelde sanıldığı gibi sıradan bir ikiyüzlülük değildir. Kimi insan vardır ki bazı kimselerden, ya da belli bir çevreden yarar­lan­mak için ikiyüzlü­lük yapar. Bu, çok basit bir spekülasyondur. Münafıklık ise bundan bir hayli farklıdır. Bir insan düşünün ki örne­ğin, saygın bir kişi olduğu izle­nimini vermek, bir kredi ya da bir ihale alabilmek veya herhangi bir kay­naktan yarar­lanmak için, yaşamında hiç yeri bulunma­yan birtakım proto­kollere, resepsi­yonlara, kokteyl ve partilere katılır, sos­yete klüplerine yazıla­rak tıpkı onlar gibi giyinip ku­şanır, davranış biçim­lerini aynen onlarınkine uydurmaya çalı­şır. İşte bu, çok basit bir ikiyüzlü­lüktür.

 

Bir de bir siyaset adamını düşünün ki çeşitli söz ve davranışla­rıyla Kur’ân gerçeklerine inanmadığı ortaday­ken Cuma ve bayram na­mazlarına katılır, kutsal değer­lere saygılı gö­zükmeye çalı­şır. Mitingler sırasında kendi­sine yandaşları tarafından (propaganda amacıyla) hediye edilen Kur’ân-ı Kerîm'i alır ve kalabalıklara karşı onu öperek cahil insanların vicdanını sö­mürmeye çalışır. İşte böyle in­sanlar tehlikeli birer  münafıktır. Çünkü mü’min olmadığı halde mü’min gibi görünerek dünyadaki milyon­larca mü’mini ve yüzmilyon­larca Müslümansı insanı aldatmaya çalış­makta, hatta belki de küfür dünya­sıyla gizli işbirliği yaparak müslümanların ba­şına çoraplar örmektedir. Bu nedenle münafık insanın, alenî kâfir ile müş­rikten farklı olarak iki önemli özel­liği vardır.

 

Bunlardan biri onun, sömürdüğü topluluktan daha güçsüz oldu­ğu­dur. Evet münafıklar, aralarında yaşadıkları inançlı kimselerden, her zaman sa­yıca, ya da güç bakımından daha zayıftırlar. Bu, âdetâ değişmez bir kuraldır. Çünkü ço­ğunluğu oluş­turdukları, ya da en azından inançlılarla eşit bir güce kavuştukları takdirde artık münafıklık yapmaları abes olur. Bazen de maddi açıdan inançlı topluluğa oranla daha güçlü olsalar bile sayıca az olmaları, mü­nafıklar için önemli bir risk sayılır. Münafık insanın, inançlılara sadece dı­şından benzemeye çalış­ması, onlardan biri imiş gibi gözük­mesi bu riski bertaraf etme amacına yö­neliktir. Nitekim bu neden­ledir ki münafık tip, içinden geçenleri büyük bir titizlikle gizler ve arasında yaşadığı toplumun kutsal değerlerini çiğneme­mek için çok dikkatli davranır. Belki de bir skandala konu olmamak için, mü’min bir kişilik izlenimini zor­lanmadan vermek amacıyla gizlice prova­lar bile yapar ve kendini yetiştirir. Buna rağmen rolünü oynarken zaman zaman gaf yapan münafıklar da vardır. 

 

Bu insanlar, düşünce ve inanç bakımından son derece azınlıktadır­lar. Onun için içerideki sahte kimlikleriyle ancak varlıklarını sürdür­meye ça­lı­şırlar. Fakat münafıkların sorunu sadece çoğunluk gibi inan­mamak ya da inana­mamak değildir. Çünkü nice inanmayan ve genelin inancıyla bir türlü ikna olamayan insanlar vardır ki bu durumlarını gizlemeden de ço­ğunluğun ara­sında yaşama imkânını bulurlar. Münafıklar ise bunlar­dan da farklıdır. Çünkü onların en büyük so­runu, inançlarına katılmadıkları ço­ğunluktan ya­rarlanma noktasında odaklaşır. Şu halde  nifakın temelinde iki şey vardır:

 

1-İnanmamak (ya da inanamamak);

 

2- İnananlar gibi gözüküp onları sömürmek ve bu suretle de çıkar sağ­lamak. Onun için nifak, küfür türleri içinde en iğrencidir. Çünkü top­lum aleyhinde işlenen gizli bir ahlâksızlıktır

 

Münafıklar, tarihin her döneminde dışarıdaki İslâm düşmanlarıyla da­ima sıkı bir işbirliği içinde olmuşlardır. Bunun ilk örneği Medine'deki mü­nafıkların Ebuâmir el-Fâsık' aracılığıyla Bizanslılar he­sabına  Medine'de gi­riştikleri gizli faaliyetlerdir. Hz. Peygamber (sav), henüz ha­yattayken bu kor­kunç komployu hazırlamakla meşgul olmuş, hatta (yukarıda anlatıl­dığı gibi) bu amaç için Kuba Mevkiinde bir cami bile inşa etmişlerdir! [6] 

 

Devlet otoritelerini, devletin güç ve imkânlarını ele geçirmiş bile ol­salar mü­nafıklardaki azınlık psikolojisi değişmez. Dolayısıyla spekü­las­yonları da de­vam edip gider. Çünkü münafıkların, tırmandıkları mevki­lerde kalabil­me­leri, ancak çoğunlukça hazmedilmiş olan hilele­rinin se­zilmemesine, daha doğrusu çoğunluğun aydınlanmamasına ve uyan­mamasına bağlıdır.

 

Bunun temel nedeni şudur: Bazen sömürülen çoğunluk, egemen mü­nafık azınlığın birçok hile­lerini sezer, hatta görür. Ancak yetkin ve rüştüne ermiş bir toplum olma­dığı için bu azın­lığın hegemonyası al­tında yaşa­mayı âdetâ ilâhî bir kader sa­yar. İşte münafıklar eğer bir top­lumu bu ka­dar karan­lık bir çukurun içine itmeyi başarırlarsa azın­lıkta olmaları artık onlar için hiçbir sorun oluştur­maz. Fakat bunu yapa­maz­larsa (ki mü’minler toplu­luğu içinde yapamazlar) hiçbir zaman önemli yer­lere gele­mezler. Çünkü hileleri mü’minler tarafın­dan sü­rekli olarak açığa çı­karı­lır.

 

 Örneğin, İlk münafık olarak İslâm Tarihine geçen Übeyoğlu Abdullah, İslâm’ın ve Müslümanların en azılı düşmanı olduğu halde «her cuma günü, camiye gelir ve tam Hz. Peygamber (sav) cemaata hi­tap etmek üze­reyken ayağa kalkar, kalabalığa şöyle seslenirdi:

 

"- Ey halk ! Bakınız bu yüce şahsiyet, aranızda yaşayan Allah'ın elçi­si­dir. Allah Teâlâ sizi O'nun sayesinde yüceltti ve aziz kıldı. Öyle ise O'na daima destek olunuz, O'nun sözünü dinleyiniz ve O'nun emirle­rine bo­yun eği­niz."

 

Bu münafık adam hiç utanmadan, Uhud Savaşı sırasında cephede iş­le­diği korkunç hainlik suçundan sonraki ilk cuma günü yine camiye ge­lerek aynı tekerlemeyi gevelemek üzere ayağa kalkınca halk dayana­ma­mış, etra­fındaki­ler elbisesinden tutup çekiştirerek O'na:

 

"- Bre Allah'ın düşmanı! Sen bu sözleri söyleyecek adam değilsin, yapa­cağını yaptın, bari otur oturduğun yerde! " demişlerdi. Bunun üze­rine Übeyoğlu âdetâ insanların boyunlarına basa basa camiyi terke­derken:

 

"- Allah Allah !..Kalkıp adamı destekledim de sanki ayıp şeyler söl­ye­dim" diye mırıldanmıştı. Hatta o sırada camiye giren ensardan biri O'na:

 

"- Dön, belki Rasûlullâh (sav) Allah'dan senin için af diler. " de­mişse de O:

 

"- İstemem O'nun dileyeceği afffı !" diye küstahça ve kâfirane bir ce­vap vere­rek savuşmuştu."[7] 

 

Münafıkların, hiçbir zaman değişmeyen ve değişmeyecek olan ger­çek kimliği ve kişiliği İşte bu Übeyoğlu Abdullah'ın sergilediği örnek­teki gi­bi­dir. Yüreklerinde imândan eser yoktur; Yalancı ve ahlâksızdır­lar; Çıkarları uğ­runa her türlü kisveye girerler; Bunu yaparken de en büyük ahlâksızlık olan vicdan sömürüsünü yaparlar.  Bu nedenle mü’minler, nifak hastalı­ğına ka­pılmış olan insanlara karşı her çağda duyarlı olmalı­dırlar. 

 

 

 



               

[1]. Es-Seyyid Muhibbuddî El-Khatıyb, El-Khutûtu’l-Arıydah adlı risalesinde takiy­ye­den ayrıntılı olarak söz etmekte ve Şiî-imamîler'in, ehli sünnet'e karşı gerçek kanaatlerını giz­lediklerini anlatmaktadır. Fazla bilgi için Bk. *Al-i İmran Suresi : 27 *Butlan'u Akıyda'tiş-şia S.72  * el-Khututu’l-Ariyda : S.54  *Milletlerarası Şiîlik sempozyumu S.682 -739 - 750 

 

[2] Türkiye’de zaman zaman seçimlerde galip çıkarak yönetimi ele geçiren Tarikatçıların izlediği laik politika gibi. Bunlar, hükümetler üstü bir güce sahip bulunan Balkanlılar çetesinin tehditleri altında kökten putçu gibi gözükür, Millî Türk Dininin bütün ayinlerine katılırlar.

               

[3]. Kur’ân-ı Kerîm 3/28, 16/106, 40/28

               

[4]. Hz. Peygamber'(sav) in, 12 günlük bir yolculuktan sonra Miladi he­sapla:27. Eylül. 622 cuma günü Medine'ye ulaştığı, kaynaklarda geçer.

 

[5]. Prof. Dr. Süleyman Ateş, hazırladığı Kur’ân-ı Kerîm Meâli'nde Ebuâmir er-Râhib için «Münâfık» niteliğini kullanmaktadır. Bu doğru olmasa gerektir. Çünkü başta İbni Kesir Tefsir'i olmak üzere kaynaklar bu şahsın, daha baştan beri Hz.Peygamber (sav)'in da­vetini reddettiğini ve kaçıp Müslümanlara karşı düşmanlarla işbirliği etti­ğini kay­detmek­tedir. Ancak bu adam, Medine'deki münafık yandaşları aracılığıyla planlarını uygulamaya ça­lışmıştır.

 

Bu şahıs hakkındaki bilgiler arasında çelişkili bir nokta daha vardır. O da kimi kay­nakların O'nu Evs kabilesi'nden, kiminin de Hazrec kabi­lesi'nden göster­mesidir. Örneğin : İbni Kesir, Tefsiri'nde Hazrec'den ol­duğu kaydedilmektedir ki Merhum Seyyid Kutub bu konu ile ilgili bö­lümü olduğu gibi Fizilali’l-Kur'ân adlı tefsirine nak­letmiş bulunmak­ta­dır. Hind Ulemasından Safiyyurrahman'a ait er-Rahıyku’l-Makhtûm adlı siyer kita­bında  ise O'nun Evs'den olduğu yazı­lıdır.

               

[6]. Kur’ân-ı Kerîm 9/107

 

[7]. Safiyyurrahman El-Mübarekfori, Er-Rahıyku’l-Makhtûm, S.300. Daru’l-Kutubi’l- İlmiyye, birinci basım. Beyrut-1988 (İlgili bölü­mün tercümesi: Ferit Aydın.)