NİFAK KAVRAMI:
Nifak kelimesinin sözlük
ve terimsel anlamı
«Nifak» kelimesi Arap sözlüğünde iki yüzlülük demektir. Türkçede
bu sözcük daha çok bir takı ilavesiyle
«Münafıklık» şeklinde ve aynı anlamda kullanılmaktadır.
Terimsel anlamı ise:
Mü’min olmadığı halde bir kimsenin, inanmış gibi gözükmesidir. Dolayısıyla
nifak ya da münafıklık, daha çok imânî konuda kullanılmaktadır. Nitekim bu
terim, İslâm literatüründe hemen her zaman, gerçek anlamda imân etmedikleri
halde imân etmiş gibi geçinen kimseler hakkında kullanılmıştır.
«Nifak» ile «Takiyye» arasındaki fark:
Nifak, münafık insanın niteliğidir. İmânî konuda
münafıklık
Ayrıca, arasında
yaşadığı topluluğun, temel inançlarına bağlı olan, ancak ayrıntılarda onlardan
farklı düşündüğü için, eleştirilerine ya da düşmanlık duygularına hedef
olmaktan çekinen, bu amaçla onlar gibi gözüken ve onlara ayak uydurmaya
çalışan insanın spekülatif tutumuna da yine takiyye denmiştir. Bu nedenle genelde Sünnîler, Şiîleri
takiyye yapmakla suçlarlar[1] Mamafih takiyye
münafıklık anlamında da kullanılır. Çünkü takiyye ile birbirini suçlayanların inançları arasında çoğu kez büyük
uçurumlar bulunur. Öyle ki onlardan biri diğerini müşrik ya da kâfir sayar.
Dolayısıyla bu korkunç suçlamanın, mal ve can konusunda bir tehlikeye neden
olmaması için zayıf olan taraf, güçlü hasmının inançlarını onunla paylaşır gibi
gözükür.[2] Alimler, takiyyenin gerektiği yerde meşru
olduğunu söylemiş, Kur’ân-ı Kerîm'den kanıtlar göstermişlerdir.[3]
Ehl-i Sünnete göre
Müslümanların kendi aralarında birbirlerine karşı takiyye yapmaları caiz
değildir. Esasen bir Müslümanın -kendi kardeşi olan- bir diğer Müslümana karşı
imânî bir meselede ikiyüzlülük yapması zâten mümkün değildir. Çünkü
Müslümanların tümü Kur’ân-ı Kerîm'e ve Rasûlullâh
(sav)'ın sünnetine bağlıdırlar ve aynı gerçeklere inanırlar. Binaenaleyh
inançları arasında -önemsiz ayrıntılar
dışında - pek büyük farklar yoktur. Bu nedenle bir Müslümanın, çıkar
uğruna bir diğer Müslümana, onun gibi gözükmeye çalışması için herhangi bir
neden yoktur. Şu varki hayatı, İslâmî ölçülerden nisbeten uzak bazı
Müslümanlar, amel ve ibadette titiz olan mü’minlerin yanında fayda sağlamak
için onlara benzemeye çalışırlar ki buna takiyyeden çok riya demek gerekir.
Elbette ki riya da büyük bir ahlâksızlıktır, rûhâni bir dalkavukluktur. Bu
nedenle ahlâkçılar riyaya «Şirk-i asgar»
küçük şirk demişlerdir.
Takiyyenin meşrulaştığı şartlar var mıdır?
Bilindiği üzere
İslâm, terör ve şiddete yer vermemiş, fitne ve anarşiyi yasaklamıştır. Bu
nedenle «Allah'a, meleklere, kitaplara,
peygamberlere, âhiret gününe ve kadere inanmak» şeklinde özetlenebilen
İslâm'ın temel ilkeleri arasında şiddete inanmayı prensip olarak öngören bir
maddeye rastlamak mümkün değildir. Bu da gösteriyorki İslâm tamamen barışçıl
yollarla kendini sunmakta ve böylece de sunulmak istemektedir. Bu gerçeğin en
büyük ve canlı bir kanıtı da şudur: İslâm, egemen bir düzen olarak hayata geçirildiği
çağlarda, Müslüman kişiye olduğu kadar kâfir insana da özgürce yaşama hakkını
tanımış, ona karşı zor kullanmayı kesinlikle yasaklamıştır.
Buna karşın,
İlk İslâm Dönemi'ne
baktığımızda Müslümanların, müşriklere karşı hiç takiyye yapmadıklarını görüyoruz. İlk Müslümanlar her türlü tehlikeyi
göze alarak büyük bir cesaretle İslâm'ın mesajını her yere taşıyor, herkese
yöneltiyorlardı. Bu nedenle de dayanılmaz işkencelere uğruyor, bazen de şehid
ediliyorlardı.
Şu varki İlk
Müslümanların, mesaj verdikleri insanlar sırf müşrik idiler. Bilindiği üzere
alenî müşrik, münafık gibi değil, kimliği çok açık, tavrı nettir. Münafık ise
onun tam tersine gizli bir kimliğe sahiptir, sinsidir; İçinden kâfir ya da
müşrik olmakla beraber, dışından çok samimi bir mü’min rolündedir.
Dolayısıyla
günümüzde Müslümanın mesaj verdiği ortam ve şartlar ilk Müslümanlarınkinden
çok farklıdır. Bu farkı şu şekilde açıklamak mümkündür:
İlk Müslümanların
karşısında, kimlikleri, inanç ve düşünceleri her bakımdan meydanda olan müşrik
bir topluluk vardı. Dolayısıyla Müslümanlar, çarpık ve sapık inanca bağlı bu
topluluğa İslâm’ın mesajını iletirken Kur’ân'ın gerekçelerine dayanıyor, ve
dâvâlarını savunuyorlardı. Ayrıca Müslümanlar, müşriklerle yakın akraba
olmakla beraber, onları son derece yabancı bir kitle olarak görüyorlardı.
Öyle ki ilk Müslümanlar arasında hiçbir insan, günün birinde müşriklerle herhangi
bir ortak noktaya sahip bulunduklarını aklının ucundan bile geçirmiyordu.
Halbuki bugün
Müslümanların karşısında son derece sinsi bir kimliğe sahip olan, ancak
İslâm’ı açık şekilde reddetmeyen münafık bir kitle vardır. Aynı zamanda ezici
bir egemenliğe sahip olan bu topluluk karşısında Müslümanlar, varlıklarını
koruyabilmek ve Kur'ân'ın mesajını iletme sorumluluğunu yerine getirebilmek
için elbetteki uygun bazı çarelere baş vuracaklardır. Ancak İslâm âlimlerinin
görüşü alınarak baş vurulacak bu çarelerden
Şu gerçeği
vurgulamak gerekir ki mü’min, çok değerli ve nadir bir varlıktır, Çünkü
Allah'ın yeryüzündeki muhatabıdır. Öyle ise bu olağanüstü öneme sahip noktayı
göz önünde bulundurarak mü’min kişi, tehlikeli ortamlarda her şeyden önce
yaşayabilmeyi, ondan sonra da evrensel sorumluluğunu yerine getirmeyi mümkün
kılacak sistemlere inanmak zorundadır. Bu ise
«Antinifak» la ancak sağlanabilir. Hiç kuşku yok ki her zehirin bir
panzehiri vardır; Her ayrı düşmana karşı farklı bir tavır, her saldırıya karşı
değişik bir savunma sistemi ile ancak ayakta durmak mümkündür. Mademki İslâm, terör ve anarşiyi yasaklamıştır,
öyle ise adı ister takiyye, ister
başka bir şey olsun, elbetteki İslâm'ın yüce imân kurumu, Müslümanı bu yolda
perişan etmeyecek isabetli birçok çözüm yollarına sahiptir.
İslâm
Tarihinde İlk Münafıklar
Aslında bu, bir siyer tarihi konusudur.
Ancak nifak kavramının ve münafık kişiliğin daha iyi anlaşılması bakımınadan,
İslâm'ın ilk yıllarında Müslümanları uğraştırmış olan münafıklardan bir nebze
söz etmek isabetli olur.
Bilindiği üzere hak olsun, batıl olsun, sonunda
üstün gelen ve geniş taraftar bulan düşünce ve inanışlar genellikle ilk
başlarda bir azınlık tarafından red edilir. Onun için bu nokta, sosyologları
çok ilgilendirir. Benimsenmiş ve tutunmuş olan haksız düzene direnenler, geniş
çıkar çevrelerine karşı -şartlar ne
olursa olsun- haklı mücadelelerini sürdürenler, adalet ve dürüstlükten
kopmayan şerefli azınlıklardır. Ancak çıkarları baltalanacak diye haklı
düşünce ve inançlara karşı –iki yüzlülük ederek- gizlice direnen
azınlıklar da vardır. İşte İslâm Tarihindeki ilk münafıklar böyle idiler.
İslâm Dini, Mekke'de gördüğü şiddetli tepkiye karşın Medine'de tutununca, Hz. Peygamber (sav), o gün henüz Yesrib adını taşıyan bu kente göç etti.[4] Yesrib'de
üç yahudi kabilesinden başka Evs ve Hazrec adında iki tane de Arap kabile
yaşıyordu. Araplar sayı ve güç bakımından
yahudilerden daha üstün idiler. Onları yıpratmak isteyen yahudilerin körüklediği
fitnelerle yıllar boyu birbirlerine karşı savaşmışlardı. Ancak Hz. Peygamber (sav)'in Medine'ye göç etmesinden kısa bir süre
önce ortalık yatışmıştı. Kentte bir gelişme yaşanıyordu. Hazrec Kabilesi'nin ileri gelenlerinden Abdullah bin Übey bin Selûl (Übeyoğlu Abdullah) kral seçilmek
üzereydi. Kabilesinin halkı onun, giyeceği tacı bile hazırlamaya koyulmuştu. Ne varki Hz. Peygamber (sav)'in Medine'ye göç etmesi olayı, bu
hazırlıkları suya düşüren bir sürpriz oldu.Tüm şehir halkının kısa bir süre
içinde İslâm’a girmesi üzerine Übey
oğlu Abdullah artık önemini kaybetti ve sıradanlaştı. Aslında herkes
sıradan biriydi. İslâm Dini sınıf ve mevki farklarını ortadan kaldırmış,
herkesin birbirini sevip saydığı yepyeni bir toplum oluşturmuştu. Bu yeni
düzeni hazmetmek, Übeyoğlu için
kolay değildi. Nitekim Müslüman olmadan önce Hz. Peygamber (sav)'e açıkça diş bilemeyi deniyordu. Bir
keresinde Rasûlullâh (sav), ashabından,
hastalanan Saad Bin Ubade'yi
ziyaret etmeye giderken yolda karşılaştığı Übeyoğlu,
terbiyesini bozarak:
«Bize karşı baskın çıkma !» demek cesaretinde bulunmuş, Hz. Peygamber (sav), Kur'ân'dan âyetler
okuyarak O'nu öğütlemeye çalışınca da:
«Git evinde otur, bizleri toplantı yerimizde rahatsız
etme!» diyebilecek
kadar küstahlaşmıştı. Fakat gittikçe toplumun nefretini çekmeye başladığını
anlayınca bu kez, aldatabildiği üçyüz kadar adamıyla, dışından Müslüman
gözükerek yaşamı boyunca Müslümanların kuyusunu kazımaya çalıştı; İslâm düşmanlarının
daima içerideki casusu oldu; Gizlice hep onlarla işbirliği etti...
Bu münafık adamın, -sözde - İslâm'a girdikten sonra bile
tarihin şahit olabildiği o kadar korkunç hıyânetleri vardır ki –münafık insanın kişiliğini ortaya sermek bakımından - bunlar çok çarpıcı
örnekler oluşturmaktadır. Özellikle bu hıyânetlerden iki tanesi anlatılmaya
değer.
Birincisi: Medine'de cinâyet işleyen ve anarşi
çıkaran Kaynuka'oğulları adlı yahudi
kabilenin Şehirden sürülmesine ilişkin Hz.
Peygamber (sav)'in, karar aldığı sırada Übeyoğlu'nun ortaya koyduğu sert tavırdır. Bu adam, henüz bir ay
kadar önce -sözde - Müslüman olduğu
halde o gün hiç çekinmeden Hz.
Peygamber (sav)'in yakasına yapışmış:
«- Muhammed ! Benim yandaşlarımı bu kez hoş gör...» diyerek O'nu kararından
vazgeçirmeye çalışmış, bu sözü defalarca tekrar ederken elini Hz. Peygamber(sav)'in yakasından
zırhının içine sokmuş onu sarsmıştır. Rasûlullâh
(sav), öfkelenerek:
«Brak beni, elini çek !» demişse de adam isteğinde ısrar
etmiştir. Hatta tarihler O'nun şu ifadeleri kullandığını kaydetmektedir:
«Hayır, Yandaşlarıma iyi bir muamele edeceğine söz
vermedikçe Allah'a and olsun ki yakanı bırakmayacağım; Onlar vaktiyle dörtyüz sırhsız, üçyüz de
zırhlı olmak üzere hasımlarıma karşı beni korudular, sen şimdi onları bir sabah
biçeceksin öyle mi ! Bak Allah'a yemin ederim, büyük fitnelerin patlak
vermesinden korkuyorum!»
Übeyoğlu'nun ikinci hıyâneti ise, Uhud Savaşı sırasında O'nun, cepheden üçyüz adamını geri çekerek
dönmesidir. Bu, elbetteki nifak ve hıyânetin, eşi görülmedik bir örneğidir.
Çünkü eğer isteseydi harekâttan
önce orduya katılmayabilirdi. Böylece olumsuz etkisi nisbeten daha az
görülebilirdi. Ancak cepheye kadar gelip yandaşlarıyla tam düşmanın karşısında
İslâm ordusundan ayrılması, O'nun aslında amacının Müslümanları hem maddeten,
hem manen çökertmek olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Bu adam, -sözde - Müslüman olduğu halde neden
böyle davranıyordu ? Hiç kuşku yok ki O, içinden hiçbir zaman Müslüman olmamıştı.
Bunu en iyi bilen, öz oğlu ve adaşı Abdullah
bin Abdillah bin Übey (ra) idi. Bu genç sahâbî, Müreysi' Savaşı sırasında yine babasının orduda anarşi çıkarmak istemesi
üzerine Hz. Peygamber (sav)'e baş
vurmuş, eğer emrederlerse babasının infazını derhal gerçekleştirebileceğini
arz etmişti. Ancak Hz. Peygamber
(sav), belki de siyasi ve stratejik açılardan bu isteği normal karşılamamış, Abdullah'ı savmıştı.
Kur’ân-ı Kerîm Münafıklar
Hakkında Ne Diyor:
Nifak ve münafıklar
hakkında Kur’ân-ı Kerîm, çok önemli bilgiler vermektedir. Hatta Kur’ân-ı Kerîm'in
altmışüçüncü sûresi, «El-Munâfıkûn» (yani münafıklar) adını taşımaktadır. Medine'de inen ve tamamı onbir âyet
olan bu sûrenin ilk sekiz âyeti -yukarıda
sözü edilen - münafıkları anlatmakta, son üç âyeti de bazı uyarılar
içermektedir. Bundan başka ayrıca Kur’ân-ı Kerîm'in birçok yerinde serpili olarak münafıklardan
söz edilmektir.
Münafıkların faaliyetleri
içinde belki de en ilginç olanı, -Hz. Peygamber (sav)'in, bir askeri
harekât nedeniyle Medine dışına çıkmak
üzere olduğu bir sırada-
onların, şehre yakın Kuba mevkiinde bir cami yapmaları olayıdır. Münafık
insanın karakterini ve özellikle içeride Müslümanların başına çorap örmekle
meşgul olan günümüzün profesyonel münafıklarını daha iyi tanımamız bakımından
bu olayı bilmekte yarar vardır. Esasen Dünya müslümanları, özellikle Türkiye’de yaşayan
müslüman-mü’minler, bu bilgilerden ders çıkarmak zorundadırlar!
Sözkonusu cami, Abdiamr Bin Sayfi adında Medine'li bir İslâm düşmanının
planlarıyla yapılmıştır. Bu adam çok dindar bir Hıristiyan olduğu için halk
O'nu Ebuâmir er-Râhib adıyla
anıyordu.[5] Hz. Peygamber (sav)'in, vaktiyle O'na
yönelttiği İslâm’a çağrıyı reddetmiş, Medine'den
kaçarak Uhud Savaşı'nda Müslümanlara
karşı Mekke'li müşriklerin safında
çarpışmıştı. Bu nedenle Müslümanların şiddetli nefretini çekerek artık Ebuâmir el-Fâsık (Yani ahlâksız Ebuâmir
) diye anılır olmuştu.
Müşrikler yenilince Bizans İmparatoru Herakleios'a giderek
bu kez de O'nu Müslümanlara karşı kışkırtmaya çalıştı. İste tam o sıralardadır
ki Medine'li münafık yandaşlarına
gönderdiği mektuplarla bu sahte camiin yapılmasını sağladı. Bu adamlar Hz. Peygamber (sav)'e gelip, yaptıkları
camide (teberrüken) namaz kılmasını ve onları onurlandırmasını istediler. Rasûlullâh (sav) önce meşguluyetini
mazeret göstererek, seferden döndükten sonra ve «ancak Allah dilerse» isteklerini yerine getireceğini söyledi. Fakat
dönüşü sırasında Tevbe Sûresi'nin
107 inci âyeti inince bu münafıkların kötü niyeti ortaya çıkmış oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) iki kişiyi görevlendirerek, bir casus hücresi
ve istihbarat merkezi niyetiyle yapılmış bulunan ve «Dırâr» adını taşıyan bu camii derhal yıktırdı.
Nifakın
içyüzü ve münafık insanın kişiliği
Nifak, hiç kuşkusuz küfrün en sinsi ve en
tehlikeli türüdür. Çünkü münafık kişi, aralarında yaşadığı mü’minlerden çıkar
sağlamak için, dâvâlarına inanmadığı halde inanmış gibi gözüken insandır.
Münafığın
tanımı budur. Dolayısıyla münafık kişi eğer mü’minlerin arasında yaşıyorsa kimseyi
kuşkulandırmamak için her yerde onlara ayak uydurur; Eğer Müslümansı bir kitle
içinde yaşıyorsa yine onların değer yargılarına katılıyormuş gibi gözükür ve
İslâm’ı anladıkları biçimde onlarla paylaşmaya çalışır.
Münafıklık, genelde sanıldığı gibi sıradan
bir ikiyüzlülük değildir. Kimi insan vardır ki bazı kimselerden, ya da belli
bir çevreden yararlanmak için ikiyüzlülük yapar. Bu, çok basit bir
spekülasyondur. Münafıklık ise bundan bir hayli farklıdır. Bir insan düşünün ki
örneğin, saygın bir kişi olduğu izlenimini vermek, bir kredi ya da bir ihale
alabilmek veya herhangi bir kaynaktan yararlanmak için, yaşamında hiç yeri
bulunmayan birtakım protokollere, resepsiyonlara, kokteyl ve partilere
katılır, sosyete klüplerine yazılarak tıpkı onlar gibi giyinip kuşanır,
davranış biçimlerini aynen onlarınkine uydurmaya çalışır. İşte bu, çok basit
bir ikiyüzlülüktür.
Bir de bir siyaset
adamını düşünün ki çeşitli söz ve davranışlarıyla Kur’ân gerçeklerine
inanmadığı ortadayken Cuma ve bayram namazlarına katılır, kutsal değerlere
saygılı gözükmeye çalışır. Mitingler sırasında kendisine yandaşları
tarafından (propaganda amacıyla)
hediye edilen Kur’ân-ı Kerîm'i alır ve kalabalıklara karşı onu öperek cahil
insanların vicdanını sömürmeye çalışır. İşte böyle insanlar tehlikeli birer münafıktır. Çünkü mü’min olmadığı halde
mü’min gibi görünerek dünyadaki milyonlarca mü’mini ve yüzmilyonlarca
Müslümansı insanı aldatmaya çalışmakta, hatta belki de küfür dünyasıyla gizli
işbirliği yaparak
müslümanların başına çoraplar
örmektedir. Bu nedenle münafık insanın, alenî kâfir ile müşrikten farklı
olarak iki önemli özelliği vardır.
Bunlardan biri onun, sömürdüğü topluluktan
daha güçsüz olduğudur. Evet münafıklar, aralarında yaşadıkları inançlı
kimselerden, her zaman sayıca, ya da güç bakımından daha zayıftırlar. Bu, âdetâ değişmez bir kuraldır. Çünkü çoğunluğu
oluşturdukları, ya da en azından inançlılarla eşit bir güce kavuştukları takdirde artık münafıklık yapmaları abes
olur. Bazen de maddi açıdan inançlı topluluğa oranla daha
güçlü olsalar bile sayıca az olmaları, münafıklar için önemli bir risk sayılır. Münafık insanın, inançlılara
Bu insanlar, düşünce ve inanç bakımından
son derece azınlıktadırlar. Onun için içerideki sahte kimlikleriyle ancak
varlıklarını sürdürmeye çalışırlar. Fakat münafıkların sorunu
1-İnanmamak
(ya da inanamamak);
2-
İnananlar gibi gözüküp onları sömürmek ve bu suretle de çıkar sağlamak. Onun için nifak,
küfür türleri içinde en iğrencidir. Çünkü toplum aleyhinde işlenen gizli bir
ahlâksızlıktır
Münafıklar, tarihin her döneminde
dışarıdaki İslâm düşmanlarıyla daima sıkı bir işbirliği içinde olmuşlardır.
Bunun ilk örneği Medine'deki münafıkların
Ebuâmir el-Fâsık' aracılığıyla Bizanslılar hesabına Medine'de
giriştikleri gizli faaliyetlerdir. Hz.
Peygamber (sav), henüz hayattayken bu korkunç komployu hazırlamakla meşgul olmuş, hatta (yukarıda
anlatıldığı gibi) bu amaç için Kuba Mevkiinde bir cami bile inşa etmişlerdir! [6]
Devlet otoritelerini, devletin güç ve
imkânlarını ele geçirmiş bile olsalar münafıklardaki azınlık psikolojisi
değişmez. Dolayısıyla spekülasyonları da devam edip gider. Çünkü
münafıkların, tırmandıkları mevkilerde kalabilmeleri, ancak çoğunlukça
hazmedilmiş olan hilelerinin sezilmemesine, daha doğrusu çoğunluğun
aydınlanmamasına ve uyanmamasına bağlıdır.
Bunun temel nedeni şudur: Bazen sömürülen
çoğunluk, egemen münafık azınlığın birçok hilelerini sezer, hatta görür.
Ancak yetkin ve rüştüne ermiş bir toplum olmadığı için bu azınlığın
hegemonyası altında yaşamayı âdetâ ilâhî bir kader sayar. İşte münafıklar
eğer bir toplumu bu kadar karanlık bir çukurun içine itmeyi başarırlarsa
azınlıkta olmaları artık onlar için hiçbir sorun oluşturmaz. Fakat bunu yapamazlarsa
(ki mü’minler topluluğu içinde
yapamazlar) hiçbir zaman önemli yerlere gelemezler. Çünkü hileleri
mü’minler tarafından sürekli olarak açığa çıkarılır.
Örneğin, İlk münafık olarak İslâm Tarihine
geçen Übeyoğlu Abdullah, İslâm’ın ve
Müslümanların en azılı düşmanı olduğu halde «her cuma günü, camiye gelir ve tam Hz. Peygamber (sav) cemaata hitap
etmek üzereyken ayağa kalkar, kalabalığa şöyle seslenirdi:
"-
Ey halk ! Bakınız bu yüce şahsiyet, aranızda yaşayan Allah'ın elçisidir.
Allah Teâlâ sizi O'nun sayesinde yüceltti ve aziz kıldı. Öyle ise O'na daima
destek olunuz, O'nun sözünü dinleyiniz ve O'nun emirlerine boyun eğiniz."
Bu münafık adam hiç utanmadan, Uhud Savaşı sırasında cephede işlediği
korkunç hainlik suçundan sonraki ilk cuma günü yine camiye gelerek aynı
tekerlemeyi gevelemek üzere ayağa kalkınca halk dayanamamış, etrafındakiler
elbisesinden tutup çekiştirerek O'na:
"-
Bre Allah'ın düşmanı! Sen bu sözleri söyleyecek adam değilsin, yapacağını
yaptın, bari otur oturduğun yerde! " demişlerdi. Bunun üzerine Übeyoğlu
âdetâ insanların boyunlarına basa basa camiyi terkederken:
"-
Allah Allah !..Kalkıp adamı destekledim de sanki ayıp şeyler sölyedim"
diye mırıldanmıştı. Hatta o sırada camiye giren ensardan biri O'na:
"-
Dön, belki Rasûlullâh (sav) Allah'dan senin için af diler. " demişse de O:
"- İstemem O'nun dileyeceği afffı !" diye
küstahça ve kâfirane bir cevap vererek savuşmuştu."[7]
Münafıkların, hiçbir
zaman değişmeyen ve değişmeyecek olan gerçek kimliği ve kişiliği İşte bu Übeyoğlu Abdullah'ın sergilediği örnekteki
gibidir. Yüreklerinde imândan eser yoktur; Yalancı ve ahlâksızdırlar;
Çıkarları uğruna her türlü kisveye girerler; Bunu yaparken de en büyük
ahlâksızlık olan vicdan sömürüsünü yaparlar.
Bu nedenle mü’minler, nifak hastalığına kapılmış olan insanlara karşı
her çağda duyarlı olmalıdırlar.
[1]. Es-Seyyid
Muhibbuddî El-Khatıyb, El-Khutûtu’l-Arıydah adlı risalesinde takiyyeden
ayrıntılı olarak söz etmekte ve Şiî-imamîler'in,
ehli sünnet'e karşı gerçek
kanaatlerını gizlediklerini anlatmaktadır. Fazla bilgi için Bk. *Al-i İmran
Suresi : 27 *Butlan'u Akıyda'tiş-şia S.72
* el-Khututu’l-Ariyda : S.54
*Milletlerarası Şiîlik sempozyumu S.682 -739 - 750
[2] Türkiye’de zaman zaman seçimlerde galip çıkarak
yönetimi ele geçiren Tarikatçıların izlediği laik politika gibi. Bunlar,
hükümetler üstü bir güce sahip bulunan Balkanlılar çetesinin tehditleri altında
kökten putçu gibi gözükür, Millî Türk Dininin bütün ayinlerine katılırlar.
[4]. Hz.
Peygamber'(sav) in, 12 günlük bir yolculuktan sonra Miladi hesapla:27.
Eylül. 622 cuma günü Medine'ye ulaştığı, kaynaklarda geçer.
[5]. Prof.
Dr. Süleyman Ateş, hazırladığı Kur’ân-ı
Kerîm Meâli'nde Ebuâmir er-Râhib
için «Münâfık» niteliğini
kullanmaktadır. Bu doğru olmasa gerektir. Çünkü başta İbni Kesir Tefsir'i olmak üzere kaynaklar bu şahsın, daha baştan
beri Hz.Peygamber (sav)'in davetini
reddettiğini ve kaçıp Müslümanlara karşı düşmanlarla işbirliği ettiğini kaydetmektedir.
Ancak bu adam, Medine'deki münafık
yandaşları aracılığıyla planlarını uygulamaya çalışmıştır.
Bu şahıs
hakkındaki bilgiler arasında çelişkili bir nokta daha vardır. O da kimi kaynakların
O'nu Evs kabilesi'nden, kiminin de Hazrec kabilesi'nden göstermesidir.
Örneğin : İbni Kesir, Tefsiri'nde Hazrec'den olduğu kaydedilmektedir ki Merhum Seyyid Kutub bu konu ile ilgili
bölümü olduğu gibi Fizilali’l-Kur'ân adlı tefsirine nakletmiş bulunmaktadır.
Hind Ulemasından Safiyyurrahman'a
ait er-Rahıyku’l-Makhtûm adlı siyer
kitabında ise O'nun Evs'den olduğu yazılıdır.